You are on page 1of 200

Mas kulen

Erilliğin Farklı Yüzleri

CARL GUSTAV JUNG


Çeviren: Didem Gamze Erdinç
Mas killen
Erilliğin Farklı Yüzleri

M askülen kavram ı sa d ece Ju ng'un in san ru hu h akk ın d ak i


d evrim ci te o r ile r i için değil k işiliğ in gelişim i için de d ikkate
d e ğ e r d ir . E ğ e r Ju n g ’u n in a n d ığ ı g ib i " m o d e r n in s a n
h a lih a z ır d a , k e n d i a k lın ın ış ığ ı ö t e s in d e h iç b i r ş e y in
d ü nyasını ay d ın latam ay acağ ı fikriyle zih nini b u la n d ırm ış”
ise h e r in sa n a id rak k ab iliy etin in sın ırla rın ı ve bu sın ırla rı
n asıl a şa ca ğ ın ı g ö s te rm e k te m e l b ir m esele h alin e gelir. İşte
Ju n g 'u n M askülen adlı e s e rin d e y ap m aya ça lıştığ ı budur.
E rilliğin d ü rtü sü n ü ve d oğasın ı ilg ilen d iren ünlü sezg ilerin i
k a le m e a lır ve b u n la rın k işiliğ in g elişim in i n asıl etk iled iğ in i
açıklar. K işisel ve k lin ik te c rü b e le rin in ü rü n ü o lan eşsiz
p e r s p e k t i f i s a y e s in d e Ju n g , e r i l l i ğ e d a ir a n la y ış ım ız
kon u su n d a uzun y ılla r d ah a p sik a n a listle rin zih nini m eşgu l
e d e ce k so ru n la rı o rtay a atm ıştır.

11*2 THS
' * 4 Î ) 1 19314
v CZA
ISBN : 978-605-5302-58-0
9786055302580 ^ pinhanyayincilik.com

(3 /pinhanyayincilik

9 7 8 6 0 5 5 3 0 2 5 8 0 / p in h a n ik it a p la r
2 0 1-
Cari Gustav Jung (1875-1961): İsviçreli psikiyatr, analitik psikolojinin kuru-
cusu.1895 yılında Basel’de tıp eğitimi almaya başladı ve 1900 yılında Eugen
Bleuler’in asistanı olarak Burghölzli’de psikiyatrisi olarak hizmet verdi. D ok­
torasını 1902 yılında tamamladı. Konu, okült fenomenler ve onların psikoloji
ve patolojiyle bağlantıları idi. Paris’te altı ay boyunca Pierre Janet ile bilgilerini
derinleştirdi. 1903 yılında Emma Rauschenbach ile evlendi. 36 yaşında Ulus­
lararası Psikanaliz Birliğinin ilk başkanı oldu. Cari Gustav Jung sadece psiko­
terapi bilim dalını değil, aynı zamanda psikoloji, teoloji, etnografı, edebiyat ve
güzel sanatları da etkiledi. Psikoloji bilim dalında kendisi tarafından bulunan
kavramlar geniş şekilde kabul gördü. Bunlar arasında; karmaşa, içedönük ve
dışadönük, gölge, arketip, kolektif bilinçdışı, anima ve animus gibi kavramlar
vardır.

Didem Gamze Erdinç: 1980’de İzmir’de doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz


Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans, Dokuz Eylül Üniversitesi Mütercim-Ter-
cümanlık bölümünde lisansüstü öğrenimini tamamladı. Yüksek lisans tez
çalışmasını Hilmi Yavuz’un şiirlerinden Walter Andrews tarafından İngiliz­
ceye çevrilen seçkinin (Seasons o f the W ord, Syracuse University Press: 2007)
biçembilimsel incelemesi üzerine hazırladı. Yine Walter Andrews tarafından
İngilizceye çevrilen Ataol Behramoğlu’nun şiirlerinden oluşan seçkinin ( I ’ve
learnt somethings, Texas University Press: 2008) editörlüğünü yaptı. Struga
C ontem porary Turkish Poetry Anthology’d e genç şairlerimizin şiirlerinden
yaptığı çeviriler yayımlandı (2007). Hilmi Yavuz’un Geçm iş Yaz D efterleri adlı
kitabım İngilizceye çevirdi. Başta Ç.N., Kitaplık, Ada, M or Taka ve Irm ak ol­
mak üzere çeşitli dergilerde eleştiri ve inceleme yazıları yayımlandı. Halen
Ankara Üniversitesinde doktora çalışmalarını sürdürüyor.
MASKÜLEN:
Erilliğin Farklı Yüzleri

Carl Gustav Jung

Çeviren
Didem Gamze Erdinç

pinhan
PİNHAN YAYINCILIK
Litros Yolu, Fatih San. Sitesi No: 12/214-215
Topkapı/Zeytinburnu İstanbul
Tel: (0212) 259 27 60 Faks: (0212) 565 16 74
www.pinhanyayincilik.com
info@pinhanyayincilik.com
Sertifika No: 20913

Cari Gustav Jung


Orijinal ismi: Aspects o f the M asculine

Bu kitap, John B eebe ve editör arkadaşlarının, Jung'un Toplu


Eserlerinden konuyla ilgili çeşitli yazıları bir araya getirm esi sonucu
oluşmuştur. Türkçe çeviri, İngilizce metin ve derlem e esas alınarak
yapılmıştır.

© Pinhan Yayıncılık, 2015

Genel Yayın Yönetmeni: Mahmut Sever

Birinci Basım: Mart, 2015


Çeviri Editörü: Adem Beyaz
Dizgi: Gülizar Ç. Çetinkaya
Kapak Görseli: Anna Paff

Teknik Hazırlık, Baskı ve Cilt:


Yaylacık Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
Litros Yolu Fatih San. Sitesi No: 12/197-203
Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 567 80 03
Sertifika No: 11931

Kataloglama Bilgisi:
1. Psikanaliz
2. Erillik

Pinhan Yayıncılık: 75 Psikoloji Dizisi 12

ISBN: 978-605-5302-58-0
EDİTÖRÜN NOTU
C. G. Jung’un “eril” sözcüğüyle neyi kastettiğini anlayabil­
mek, onun psikolojiye olan bütün yaklaşımının temeline ine­
bilmek demektir çünkü onun psikolojisi kendi deyişiyle “ki­
şisel itirafları”dır—XX. yüzyılın ilk yarısında bir Batı Avrupa
ülkesinde serbest hekimlik yapan, ataerkil bağlamında insan
psikolojisini anlamaya çalışan bir adamın itirafları. Bu çaba
içerisinde ortaya çıkardığı arketipsel dünyanın kanıtlanabilir
evrenselliği bile bize kendi deneyiminin ne olduğunu anlatan
bir adam olarak kalan öncünün insan bakış açısını ortadan
kaldıramaz. Bu yüzden onun yazılarından alman pasajlardan
oluşan mevcut derleme, bizatihi Jung’un toplumsal cinsiyetin
kendi “kişisel denklerh’ine yaptığı katkıdan ne anladığını keş­
fetmek için bir fırsat, önemli psikolojik takımyıldızlarına dair
meşhur ve kapsamlı gözlemlerini yaptığı teleskobun camından
bakmak için bir şans sunuyor.

Şaşırtıcı bir biçimde hâlâ Freudcu bir psikanalistken yaz­


dığı çok erken bir denemesi olan “Bireyin Kaderinde Babanın
Önemi” dışında Jung’un kendini sadece erkeğin psikolojisine
ya da erilin kapsamlı bir bilinçdışı psikolojisine adadığı tek bir
eser dahi yoktur. Erkeğin psikolojik gelişim sürecini ayrıntı-
landıran bir monografi, ya da animusa yani Jung’un kadınların
ruh-imgesi dediği eril arketipe ayrılmış bir makale de yoktur.
Bilinçdışının labirentinde Jung’un kendi eril yolunu yansıtan
anlam akışım çözmek için pekçok makalenin içinde kaybolmak
gerekir. Olası tek bir derleme olmaktan uzak bu seçki, Jung’un
yolundan gitmek isteyen okura bu anlam akışını gösterme de­
nemesidir.

Bu yol, karısına ve oğluna duyduğu inancı ve güveni yitiren


MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

bir papazın oğlu olarak Jung’un papazlık lojmanında yaşadığı


kendi çocukluk deneyimlerini gözler önüne serer. Paul Jung,
hem tıkanmıştı, hem de ruhunu özgürleştirecek bir içbakışa
muktedir değildi; psikolojik gelişim için muazzam potansiye­
liyle çocuk Jung’a göre bu baba, özdeşleşmek için yetersiz bir
figürdü. Sıradışı hayali otobiyografisi Anılar, Düşler, Düşünce­
lerde kendi kimliğini ne kertede erilin esrarlı gücünün özel bir
vizyonu üzerine kurmak zorunda kaldığına dair bize bir ipucu
verir. Bu arketipsel erillik vizyonu, arketipsel imgeyi ete kemiğe
bürüyecek ve onun gücü ve anlamına aracılık edecek insani bir
rol modeli olmayan bir çocuğa gelen türdendi:

... Hatırlayabildiğim en eski rüyam, hayatım boyunca beni


meşgul edecek ... üç-dört yaşlarındayken gördüğüm bir rüyay­
dı.
Papaz lojmanı Laufen kalesine çok yakın bir yerdeydi ve
orada kilise hademesinin tarlasına kadar uzanan büyük bir ot­
lak vardı. Rüyada bu otlaktaydım. Birden yerde karanlık, dik­
dörtgen, taşla örülmüş bir delik gördüm. Bu deliği daha önce
hiç görmemiştim. Merakla ona doğru koşup eğilerek içine bak­
tım. Aşağı doğru inen bir merdiven gördüm. Tereddüt içinde
ve korkarak aşağı indim. En aşağıda yuvarlak kemerli, yeşil
bir perdeyle kapatılmış bir menfez vardı. Sırma gibi işlenmiş,
büyük, ağır bir perdeydi bu ve çok şaşaalı gözüküyordu. Arka­
sında neyin saklanıyor olabileceğini merak ettiğimden perdeyi
çektim. Loş ışıkta yaklaşık on metre uzunluğunda dikdörtgen
bir oda gördüm. Tavan kemerliydi ve yontma taştandı. Yerler
parke kaplıydı ve ortada antreden alçak platforma kadar uza­
nan kırmızı bir hah vardı. Bu platformun üstünde altından ha­
rikulade bir taht kurulmuştu. Emin değilim ama tahtın üstünde
belki kırmızı bir minder vardı. Muhteşem bir tahttı, tıpkı ma­
sallardaki gibi gerçek bir kral tahtıydı. Üzerinde ilk başta bir
ağaç kütüğü sandığım, üç-beş metre boyunda, bir metre kalın­
lığında bir şey duruyordu. Bu şey tuhaf bir görüntüye sahipti:
Deriden ve çıplak etten yapılmıştı ve üstünde yüzü ve saçları ol­
mayan yuvarlak bir kafa gibi bir şey vardı. Kafanın tam üstünde

6
CARL GUSTAV JUNG

kıpardamadan yukarı bakan tek bir göz beliriyordu.

Her ne kadar ortalıkta bir pencere ya da ışık kaynağı olmasa


da, odada hafif bir ışık vardı. Başın üzerindeyse parlak bir hale
duruyordu. Bu şey haraket etmiyordu ama yine de içinde sanki
her an tahttan bir kurtçuk gibi sürtüne sürtüne inecek ve sürü­
nerek bana gelecekmiş gibi bir his veriyordu. Korkudan taş ke­
silmiştim. O anda dışardan yukarıdan annemin sesini duydum.
“Evet bak işte; bu adam-yiyici!” diye sesleniyordu. Bu korkumu
daha da arttırmıştı; ter içinde korkudan ödüm patlayarak uyan­
dım. Daha sonra çoğu gece bunun gibi bir rüya görürüm diye
uyumaktan korktum.

Bu rüyanın etkisini yıllarca üzerimden atamadım. Ancak


çok sonraları gördüğüm şeyin bir penis olduğunun farkına var­
dım ve yıllar sonra bunun bir ritüel penisi olduğunu anladım...

Penisin soyut önemi kendini tahta “dimdik” oturtmasıy­


la gösterilmişti. Otlaktaki delik muhtemelen bir mezarı tem­
sil ediyordu. Bizatihi mezar, perdesi otlağı yani yemyeşil bitki
örtüsüyle yeryüzünün gizemini sembolize eden bir yeraltı ta­
pınağıydı. Hah karıkırmızıydı. Peki ya tavan? Belki gerçekten
Schaffhausen kalesine, Munot’ya gitmişimdir? Bu pek olası
görünmüyor çünkü hiç kimse üç yaşında bir çocuğu oraya çı­
karmaz. Bu yüzden bir hatıranın izi olamaz. Aynı şekilde ana­
tomik açıdan doğru bir penisi nereden öğrenmiş olabileceğimi
de bilmiyorum. Üretra deliğinin (orificium urethrae) üzerinde­
ki bariz ışık kaynağıyla beraber bir göz olarak yorumlanması,
penis sözcüğünün etimolojisine (parlayan, parlak anlamındaki
(pa\oç) işaret eder.

Her halükarda bu rüyadaki penis, “isimlendirilmemesi ge­


reken” bir yeraltı Tanrısına benziyor ve gençliğim boyunca da
öyle kaldı; ne zaman birisi yüksek sesle İsa’dan bahsetse yeniden
ortaya çıktı. İsa benim için hiçbir zaman pek gerçek, sevilebilir
olmadı çünkü tekrar tekrar onun yeraltı muadilini, bana ara­

7
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

madan sunulan korkunç esini düşünüyordum1.

XIX. yüzyıl İsviçre papaz lojmanının atmosferi Jung’un bu


rüyasında ve çok sonraki çağrışımlarında nasıl da canlanıyor!
Ebeveyn bedenlerinin bir daha asla görülmediği ve üretra deli­
ğiyle erekte penisin anatomik gerçekliğinin dini bir sır, mitolo­
jik yansımalarıyla yalnızca Yunanca ve Latince kilise dillerinde
açılabilecek hassas bir konu olduğu, şimdi yerinde yeller esen
geç Reformasyon dünyasına dönüyoruz. Bu baskıcı atmosferde
büyüyen Jung, erilliğiyle arketipsel biçimde karşılaşmaya yaz­
gılıydı ve arketipin beraberinde sunduğu enerji onu psikolojik
literatürde benzeri olmayan bir erkek olmanın ne anlama gel­
diğine dair iyileştirici bir anlayışa yöneltmişti. Ancak Jung’un
erile yaklaşımı bu denli arketipsel (bu rüyanın dilinde bu denli
yeraltında) olduğu için onun sıradan kadın erkek psikolojisine
uygunluğu açısından gizli kalması kolaydır. Bu yüzden Jung’un
önemli içgörülerini daha anlaşılır kılmak için bu cildin içeriği­
ne dair bir giriş yapmak gerekir.

Bu içgörülerin en önemlisi erilliğin bilinçlenme, Sokratesçi


bağlamda kişinin kendi varoluşunun içyüzünü görmesi süre­
ciyle ilişkilendirilmesidir. Erilliğin bilinçle bir tutulması, peni­
sin parlaklıkla olan etimolojik bağında ve yaratıcı çocuğun pe­
nis açılımını bir gözle ilişkilendirmesinde ima edilir. Bu erken
sezgi, bilince yönelik dişil katkıyı dışarda bırakması açısından
tek taraflıydı; ancak psikenin fallik doğasına yönelik garip bir
biçimde tek gözlü içgörüsü Jung düşüncesinin gelişimi açısın­
dan önemliydi. Jung’un psike draması için Freud’un sunduğu
Oedipus mitologeminden farklı bir metafor bulmaya yönelik
ilk girişiminin temeli olmuştu. Oedipus, bastırma doktrinini,
insanın kendisine tanrılarca dayatılan katlanılmazın karşısında
er geç kendini kör edişini anlatmıştı. Oedipus’un hikâyesinden
rüyaya dair ister istemez kılık değiştirmiş bir esin biçiminde
düşünceler ve psikeye dair zorlu direnişe karşı teknik açıdan
yetenekli bir analist tarafından maskesi düşürülecek bir şeyler
1 C. G. lung, Antlar, Düşler, Düşünceler, ed. Aniela Jaffe, çev. İris Kantemir
(Can yayınları: İstanbul, 2001).
CARL GUSTAV JUNG

doğmuştu. Bu mitologem, Jung’a göre psikenin en güçlü, cin­


sellikten ve güç istencinden bile daha güçlü dürtüsü olan içer­
deki baskının bilince çıkmasının üzerinde durmamıştı. Jung’un
Wandlungen und Symbole der Libidosundaki [Libidonun Dönü­
şümü ve Simgeleri] gelişen ben imgesi, suçluluk duygusuyla ha­
rekete geçmiş, utanç verici libidal deneyim bilgisini bastırmaya
yönelik bir eğilim değil, daha ziyade bilincini söndürme tehdi­
dinde bulunan derin içgüdüsel güçlere karşı amacı gece deni­
zinde ışığı muhafaza etmek ve arttırmak olan kararlı bir solar
kahramanının deneyimiydi (îronik bir biçimde Jung bu eril
imgeyi psikozun eşiğindeki bir kadının bilinçdışı maddesinde
buldu). Karanlık ve lunar dişil karşısında onun kahramanının
da Oedipus gibi şişirilmiş, tehlikeli bir eril küstahlığının olması,
ben-bilincinin evrimsel olasılıklarına dair daha optimist görü­
şüyle Freud a meydan okuma cesaretinde bulunan otuz altı ya­
şındaki Jung için oldukça açıktı.

Freud’un bu fikirleri (ve Jung’un psikanalitik dünyaya bun­


ları sunmak için seçtiği benmerkezci yolu) reddetmesi ve bir
evlilik krizinin eşzamanlı belirsizliği, Jung’un gençliğindeki
kahraman kurtarıcı arketipiyle özdeşleşmesinden kurtulmasını
sağlamıştı. Evlilik sorunu ancak Toni WolfFTa açık bir ilişkiyi
kabul ederek dişil güce somut ve gerçek anlamda boyun eğme
yönünde zor bir karara varıldıktan sonra (bütün tarafların zara­
rına olacak şekilde) çözülmüştü. Jung’un eski hastası ve şimdiki
çalışma arkadaşıyla olan bu ilişkisi, Jung’un sevmeye ve say­
maya devam ettiği karısının bilgisi dâhilinde olmuştu. Bugün
hâlâ tartışmalı bu çözüm, olgun Jung tarafından hiçbir zaman
başkalarına örnek olarak övülmemişti; daha ziyade yaşamak
zorunda olduğunu keşfetttiği anima arketipinin gücüne karşı
ve nihayet onunla beraber elinden gelenin bu olduğunu gös­
termişti. Toni Wolff hem teorik, hem de kişisel olarak Jung’un,
derinlerdeki psikede, kahramanın animanın talepleriyle karşı­
laşmak için kendini anne arketipinden (ve kahramanın onun
otoritesiyle bağının bilinçli kişiliği temsil ettiği enfantil bilinç-
dışından) kurtardığını görmesine yardım etmişti. Bütün mit­

9
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

sel imgeler gibi anima da bilinçli tercihlerin temelini oluşturan


bilinçdışı bir düşünce ve davranış tarzı için bir kök metafordur.
Genelde yaşça erkeğe annesinden daha yakın bir kadın tarafın­
dan simgeleştirilen, ancak her zaman tek bir figür biçiminde
betimlenmeyen bu arketip, birçok farklı kılıklara girerek pers­
pektif mücadelesinde onun yaşam boyu partneri, bilincini ve
hiç de azımsanmayacak bir ölçüde kaderini şekillendirecek psi­
kolojik karmaşıklıklar ve etik ikilemlerin vazgeçilmez bir kay­
nağı olacaktır.

Anima Jung’un eril psikolojisi alanındaki en önemli keşfiy­


di, çünkü öğrendiği üzere sadece anima bir erkeği kahramanca
oto-kontrole değil, yaşama empatik katılıma dayanan bilince
teslim edebilirdi. Psikenin Jung’un anima diye adlandırdığı
kısmını anlamak, başlangıç deneyiminden çok aklın bir içgö-
rüsü, kişilik gelişimi için anlamlılığının özü ortaya çıkana dek
yaşanacak bir gizemdir. Jung, psikologların insanların yaşamda
anneden ayrılmakla başlayan bir yolculuk boyunca bir evreden
diğerine geçtiği süreçlerin ancak zengin simgesel tasvirleriyle
kadim başlangıç bilgisini dirilterek deneyimlenebilecek şeyi
formülüze etme sorununu çözmüştü. Başlangıç fikri, Jung’un
rüyaları yorumlamasına ve incelediği psikolojik seyyahların ge­
lişimine bir temeldi.

Jung’un eril sürece dair olgun anlayışına ve onun modern


dönemin diğer derin psikologlarından radikal ayrılışına damga
vuran şey, bu başlangıcın—bilincin gelişimine aracılık edecek
kudrete sahip arketipsel güçlerin daha yüksek otoritesine kah­
ramanın acıyla boyun eğişinin—keşfiydi. Jung’un öğrencisi ve
hastası Joseph Henderson’m Thresholds o f Initiation2 [Başlangıç
Eşikleri] adlı kitabında açıkça ortaya koyabildiği üzere kahra­
man rolü bilinçdışında gerçek başlangıç aşamasından önce ge­
len güçlü bir ben-kimliğinin oluşumunu imleyen arketipsel bir
imgedir. Bu, Jung’un “yaşam evreleri” fikrini yaşam-döngüsü
boyunca süren kendi ben gelişim modelleriyle takip etmiş Erik
2 Jo sep h H en d erso n , T h resh o ld s o f In itia tio n (M id d leto w n , C o n n .:
W esleyan U n iversity P ress, 1967).

10
CARL GUSTAV JUNG

Erikson ve diğer Freudcu yazarların kaçırdıkları anlaşılan ince­


likli bir noktadır. Gerçek psikolojik gelişimin özü, Jung’a göre
hiçbir psikoloji yazarı için olmadığı kadar kahramanın vazge­
çişini içerir. Kahramanca bilinç baskın hale gelince, insan kim
olduğunu ve bu yüzden yaşamının iplerini ele geçirmesi gerek­
tiğini bilinçdışından daha iyi bildiğini sanır. Kahraman, ben
psikolojisinin ve bilindışım “geliştirecek” olanların bu çağında
sürekli piyasaya çıkıp duran sayısız kişisel gelişim kitabının mi-
tologemidir.

Belli ki kahraman evresi bilinçdışında boğulmak pahasına


insanlara doğru atılan bir adımdır. Üniversite eğitimini tamam­
lamak ya da bir bağımlılığı terkedebilmek gibi gerçek hayatın
içinden kahramanca görevlerin üstesinden gelmek için ayak­
ları yeterince yere basmayan bir delikanlının bilinçdışında bir
kahramanın ortaya çıkışı çok mühim bir olaydır. Çoğu zaman
gençlikteki bilincin arketipsel temeli, puer aeternus yani ismi
ebedi çocuk anlamına gelen tanrı tarafından desteklenen ger­
çekdışı bir büyüklük fantezisidir. Bu arketipin gölge dokusu, sa­
dece psikososyal sınırları test etmek için varolmuş gibi görünen
hilebazdır. Hendersonun kitabında açıkladığı gibi kahraman
arketipinin bu öncülleriyle özdeşleşmekten kurtulmak zordur
ve çoğu erkek için kültürümüzde bunu başarmak yaşamın ilk
yarısının eseridir. Kahraman evresinin temsil ettiği sağlam ben
temellendirmesini başarmak, çoğu zaman doğru türden bir
eğitim tecrübesini gerektirir.

Bu eğitsel deneyimlerin arasında Jung un “Bir Öğrencinin


Aşk Sorununda incelediği ilk aşk ilişkileri vardır. Jung eşcin­
sel ilişkilerin, eğer erotik ifade daha olgun tarafın sadakatiyle
sınırlandırılırsa, bunun kimi zaman kahramanlık öncesi ev­
rede doğru başlangıç temelini oluşturabileceğini farketmesi
açısından kendi zamanının ötesindeydi. Hâlbuki yayınlanmış
yazılarında hemcinsler arasındaki aşk ilişkilerinde bireyleşme
için bu evrenin ötesinde bir yarar görüp görmediği net değil­
dir. Animanın önemini anlayışında bir somutlama burada kök
salmıştı. Jung erkek olmanın tam psikolojik potansiyelinin dı­

11
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

şardan bir adam yahut kadının vasıtasıyla değil, ancak sonunda


kahramanın kendi animasının ihtarıyla boyun eğip başlangıca
teslim olmasıyla mümkün olduğunu biliyordu. Daha sonra ero­
sunun (ve pek de seyrek olmayarak diğerlerinin yaşamındaki
yerine dair hislerinin) içerden belirli bir gelişimi gerçekleşecek­
tir; böylece hemen kendisiyle ve çevresindekilerle daha iyi bir
bağ kurar. Bizatihi Jung’un yaşamında animanın gelişimi kendi
heteroseksüel yaşamındaki olaylarla yakından ilişkiliydi. Ken­
di hekimlik deneyimimde erkeklerde animayı kabul aşamasına
hemen hemen her zaman kadınlarla ilişkilerinin niteliği ve de­
rinliğindeki bir gelişim eşlik ederken, bu zamanda ortaya çıkan
aşağı yukarı kalıcı cinsel yönelimi sadece animanın aracılık
ettiği üzere bireyin doğasıyla belirlenerek homoseksüel ya da
heteroseksüel olabileceğini buldum.

Animanın kabulü neredeyse değişmez bir surette zordur.


Anima, Jung’un belirttiği gibi husumetin sözcük köküdür ve
anima (ruh hali gibi) hıncın diğer adı olabilir. Anima tara­
fından kabul edilmek, onun yanılsatma kapasitesiyle yarattığı
yansıtmalar mutluluk üretemediğinde acı dolu aldatılma ve ha-
yalkırıklığına uğrama deneyimlerine boyun eğmek demektir.
Kişinin bu deneyimlere dair kendi duygularının acısını kabul
etmesi, animayla bütünleşmenin hayati bir parçasıdır. Jung ani-
maya kimi zaman “yaşam arketipi” demişti ve bireyi, ona yeteri
kadar yaşam enerjisi aşılanana dek yaşamın ellerinde acı çek­
meye mecbur kalmış bir şekilde görmüştü: Sonuçta gerçekten
“paha biçilmez bir inci” olarak ortaya çıkan bilinçli tavır, aynı
zamanda bir ruh duyusudur ki bu aynı zamanda otonomi say­
gısı ve ismi “yaşlı” anlamına gelen Taocu bilge Lao Tzuda ete
kemiğe bürünmüş bir bilgelik türüdür. Yaşlı bilge bir anlam
arketipi, bu başlangıçsal kabulün ve dişil olanla bütünleşme­
nin eril amacı ve eril sonucu olarak animanın arkasında durur.
Çoğu çağdaş analist, animanın kadının kendisine ilişkin dene­
yimine aracılık edebilen bir arketip olup olamayacağını sorgu-
lamıştır. Eğer öyleyse açığa çıkan derin içsel kendilik, dişi bir
bilgelik figürü ve tanrıçanın kişileşmiş hali olacaktır.

12
CARL GUSTAV JUNG

Jung, kadınlar için animanın üzerinde durmaya hazır de­


ğildi. Zamanının kadınlarının kendi bilinçdışı erilliklerini, ki
bunun o zaman özellikle erkeklere yansıtılma tehlikesi vardı,
gerçekleştirmek için özel bir görevleri olduğunu hissetmişti.
Sadece bazı yönlerden animanın benzeri olan animusun yaşam
ya da anlam arketipi değil, ruh arketipi olan kendine has bir
karakterinin olması gerektiğini anlamıştı. Ruh, Jung’a göre dişil
olarak tahayyül ettiği canla kıyaslandığında karakteristik ola­
rak erildi. Animustan kadının can-imgesi olarak bahsederken
bile kadının bilinçdışı bir eril ruhu varken erkeğin bilinçdışı bir
canının olduğunu kastetmişti. Jung, ruh ve canın hem erkeğin,
hem de kadının gelişimini şekillendirebileceğini farketmiş ve
bunların zıt eşlerinden ya da bireylerin psikesindeki birleşi­
minden bahsetmişti. Yine de kadın hastalarıyla beraber ivedi
psikolojik çalışmaları olarak ruhun tanınmasına ve entegrasyo­
nuna odaklandı. Bu terapötik animus odaklanması, Z w ei S ch rif­
ten ü b e r A n a ly tisch e P sy ch olog ie den [A n alitik P sik o lo ji Ü zerin e
İk i D en em e] yapılan ikinci derlemede baba aktarındı kadının
kendisine söylediklerinde ve hastası ve aynı zamanda çalışma
arkadaşı olan Esther Harding’in kişisel defterine kaydettiği yo­
rumlarında iyice su yüzüne çıkar. Ruh, erkeklere yansıtılmış
bilinçdışı bir animusken, kadının kendi doğasına yaklaşmasına
yardım eden bir içsel figür şeklinde işleyebilecek kadar serbest
bırakılması gerekir. Ancak o zaman tam olarak kim olduğunun
ayırdına varabilir.

Erkeğinse aksine özgür kalmış bir animanın yardımı sa­


yesinde kendi doğasıyla doğru duygusal tutum içinde ilişki
kurmayı öğrenmesi gerekiyordu. Jung gördüğü erkeklerin ara­
sında—ilişkide olma olarak tanımlanan—erosun kadınlarda-
kinden daha bilinçdışı olduğunu gözlemlemişti. Ayrımsama
yetisi olarak tanımlanan—logos ise kadınlarda daha bilinçdı-
şıdır. Jung, kimi zaman erosun kadın, logosunsa erkek ilkesi
olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişti ki günümüz kültürel
bağlamında bu, kulağa katı bir cinsiyet ayrımıcılığı gibi geliyor.
Yine de erkeklerdeki bilinçdışı eros zafiyetiyle kadınlardaki lo­

13
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

gos zaafiyeti, gerçek uzmanlık alanına, kadınlarla erkeklerin


bilinçdışı davranışlarına uygulandığında Jung’un cinsiyet psi­
kolojisinin gündelik faydasını göstererek bana insani bir gerçek
gibi geliyor. Sağduyu ya da ilişki kurma kapasitesi ne kadınla­
rın, ne de erkeklerin tekelinde olsa da, kendi hekimliğim bana
bir kadının bilinçdışının kendi dünya-kavramım tehdit eden
düşüncelere çok daha şiddetli tepki gösterdiğini, oysa erkeğin
bilinçdışının kendisinin duygusal dengesini bozan hisler tara­
fından çok daha kolay zedelendiğini öğretti. Demek ki kadınlar
mevcut ilişki örüntülerini zorlayan hislere yönelik erkeklerden,
erkeklerse hemfikir olmadıkları fikirlere yönelik kadınlardan
çok daha geniş bir hoşgörü sahibine benziyorlar. Bu önemli far­
kın, kadınlarda daha farklılaşmış bir erosa, erkeklerde de daha
farklılaşmış bir logosa işaret ettiği anlaşılıyor.

Diğer yandan Jung’un eril ilke olarak logos, dişil ilke olarak-
sa eros düşüncesi, kimi Jung analizcilerince kadın ve erkeğin
temel psikolojik karakterine ilişkin zamanından önce dogma-
laştırılmasına ve haklı olarak bireysel deneyimin karmaşıklığı­
nı savunan diğer analizciler tarafından protesto bombardıma­
nına tutulmasına yol açmıştı. Logos ve erosun nihayetinde her
iki cinse de açık bilinç üslupları olduklarını ve Jung’un kendi
eril doğasındaki zıtlıkları temsil ettiklerini anlamak önemlidir.
Çünkü (Rüya Analizinden ve Esther Harding’in defterlerinden
alıntıların gösterdiği üzere) anima gelişiminin erkekte bilince
taşıdığı şey, kesinlikle eril bir eros, animus gelişiminin kadın­
da bilince taşıdığı şeyse dişil bir logostur. Mysterium Coniun-
ctionisde Jung, bu paradoksal zıtlıkların kişileşmiş halleri olan
Sol ve Luna karakterlerinin tasvirlerine önceki sezgisel logos ve
eros kavramlarından çok daha fazla yer ayırmıştı. Jung’un ka-
dın-erkeğin ve her iki fıtratın erilliği-dişilliği arasındaki psiko­
lojik farkın doğasına ilişkin düşünce anlayışına dair okurun asıl
başvurması gereken bu geç başyapıttır. Bu geç yapıtın dikkatle
okunması, kişinin Jung’un dişilliği sadece ilişkide olma, erilli­
ğiyse sadece bilinçli ayrımsama olarak tahayyül ettiği düşünce­
sinden vazgeçebilmesini sağlar. Aslında kendisine yansıtıcı bir

14
CARL GUSTAV JUNG

derinlik katan karanlık soğuk nemliliğiyle Luna’nın simgelediği


derin dişil ruha dair belirli bir ilişkisizlik, kendisine delici bir
güç katan parlak sıcaklığıyla Sola dair ise gelişigüzel bir ilişki
hali vardır.

Jung’un simyayla ilgili yazdıklarını okurken psikolojik yo­


rumun kendisiyle çelişen üslubunun girdiği geleneği keşfetmek
mümkün. Diğerlerinin gözlemlediği gibi onunkisi hermesçi,
ifşa eden ve bir o kadarını da saklayan bir üslup ve simyasal me­
sellerde birbirlerini nötürleyen acı gerçekleri ifade ediyor. Böy-
lesi bir üslup yalnızca doğaya sadıktır. Jung’un Batı simyasıyla
ilgili çalışması, kendisi altmışını geçtikten sonra basılmaya baş­
ladı ve bu çalışma orta yaş sonrası eril bireyleşme deneyimine
dayanıyordu. Simyasal denemelerin yansıttığı ve dolaylı olarak
tasvir ettiği bilgeliği üretme süreci, özgül karakteri ve içeriğini
ancak psikolojik açıdan olgunlaşan bireylerin derin düşüncele­
rine sırdaş olanların bilebileceği birşeydir.

Simyasal eserini tamamlarken, Jung eril ve dişil ilkelerin bile


verili olmadıklarını, oluşma koşulları arketipsel yasaları takip
etse bile deneyimle oluşturulduklarını yavaş yavaş anlamıştı.
Çoğu zaman yaşamın ortasında erkeğin içindeki dişil ilkenin
oluşumunun şu simyasal reçeteye, sadece Jung’da ima edilen
ancak diğer yazarlarca da zikredilen bir reçeteye uyduğunu
gözlemledim: Civayla birleşen tuz Luna’yı üretir. Luna, gelişmiş
dişil ilke artık naif olmayan, yeterince acı çekmiş (tuz: acı, göz­
yaşı) bir animaya tekabül eder ve kendini savunurken hilebaz
bir acımasızlığa muktedirdir (civa: hilebaz, durumu saldıran
tarafın aleyhine çevirme kapasitesi). Erkeklerin orta yaşlarda
Luna’nın yeterince iyi bütünleştiğini garantilemeye dair özel
görevleri vardır (Özellikle tuzla ilgili zorlu denemeden yapılan
kısa alıntı bu içsel çalışmayı anlatır). Luna, Solun bir kişilik
bütünlüğü üreteceği, kahramanlık destekli bilinçle etkileşime
hazır, desteklenen bir bilinçdışıdır. Bu, kişilik gelişimine dair
Jung’un son imgesidir ve bizatihi kendi eril perspektifinden
devşirilmiştir.

15
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

“Merkür Cini”, bu ciltteki son seçkilerin kaynağı, özel bir


bahsi hak ediyor çünkü bu yukarda bahsi geçen perspektifin
arketipsel zeminine en iyi görüş açısını sağlıyor. Jung’un bizati­
hi karakteristik ruhunun ve psikoloji yazımını yöneten bilincin
bir tasviri olması açısından bu, Jung’un arketiplerle ilgili muh­
teşem makaleleri arasında muhtemelen en şahsi olanı. Mer­
kür’ün Jung için bilinçdışı arketipi olması, bize sonunda eril
Jung’un bilinçdışına olan yaklaşımının nasıl olduğunu anlatır.
Çiftcinsiyetli olmasına rağmen Merkür, her ne kadar bu mito­
lojide her erillik temellendirilmeyecek olsa da, aslında eril bir
tanrıdır. Bu yüzden bu kapsamlı makale bile erillikle ilgili son
söz olamaz. Oysa Merkür, Jung’un kendi psikolojik üslubunu
anladığı arketiptir. Jung’un diğer yazılarının arasında bu parça
kadim bir nişan, Romalıların Merkür’ü ve simyanın koruyucu
azizi olan Hermes onuruna yeni toprakların kapılarına Yunan­
lıların yerleştirdiği erekte bir penis gibi duruyor. Jung’un çocuk­
luk rüyasında temellenen fallik enerji bu makaleyle tamamen
açığa çıkar. Bu tanrının sıfatlarında Jung’un yeni ufuklar açan
fikirlerini—zıtlık çiftlerinin arasında sürekli hareket halindeki
otonom, yaratıcı bir varlık olarak bilinçdışım, farklı tanrıların
kapılarına eriştiğinin sinyalleri olarak bilinçdışının değişen
şekillerini, sınırlı bir içruhsal yaşam içinde bilinçdışının istik­
rarlı bütünlüğe doğru eğilimini— bulmak mümkün. Merkür,
Jung’un kişisel bütünleşme yolundaki simyasal çabasının koru­
yucusu, onun nihai baba figürü ve psikeye giden eril yoluydu.
Onunkisi bu cildin içindekileri anlatan rahatsız bir eril ruh.

Jo h n B eebe

San F ra n c is c o , EYLÜL 1988

Editörler, Cathie Brettschneider, Adam Frey, Joseph Henderson,


Loren Hoekzema, John Levy, Daniel C. Noel, William McGuire ve
Mary Webster’in yardımlarına müteşekkirdir.

16
I.
KAHRAMAN
KAHRAMANIN KÖKENİ

251 Libidonun bütün sembolleri arasında en güzeli şeytan


ya da kahraman olarak nakşedilmiş insan figürüdür. Burada
sembolizm neşeden kedere, kederden neşeye geçen ve güneş
gibi kâh ufukta yükselen, kâh bütün görkemiyle yeniden doğ­
mak için gecenin karanlığına gömülen bir figüre dönüşerek ast-
ral ve meteorolojik imgelerin nesnel, maddi âleminden ayrılır3.
Tıpkı güneş gibi kendi devinimiyle ve doğasına uygun olarak
sabahtan öğlene değin yukarı tırmanır, öğlen çemberini geçer
ve ışığını ardında bırakarak akşama doğru aşağı iner ve sonun­
da her şeyi örten geceye gömülür. Bu yüzden insan değişmez
kanunlarla yolunu çizer, yolculuğunu tamamlar ve kendi ço­
cuklarında yeniden doğarak yeni bir döngüyü başlatmak üzere
karanlığa gömülür.

[•••]
297 Psişik yaşam gücü, yani libido, kendini güneşle4 sim­
geleştirir veya güneş sıfatları taşıyan kahraman figürlerinde
kişileştirir. Aynı zamanda fallik sembollerle de kendini ifade
eder. Her iki duruma da Lajard’ın koleksiyonundan geç Babil

3 Güneş Kahramanı Gılgamış’ın ismi Jensen’in kitabında “Neşe ve Keder


İnsanı” olarak geçer, “The Man o f Joy and Sorrow”, Jensen, D as Gilgames-
ch-Epos.
4 M itra liturjisi, in san ı olu ştu ra n ele m e n tle r a ra sın d a ateşi tö eîç epijv
Kpâoıv 0£oöü)pr|TOV ( bileşim im deki kutsal arm ağan) saym ış ve o n a ö zel­
likle kutsal bir ele m en t o la ra k v u rg u yap m ıştır, D ieterich , M ithrasliturgie,
s. 58.

17
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

dönemine ait bir mücevherde rastlamak mümkün (Görsel 19


[bkz. s. 20]). Ortada çiftcinsiyetli bir tanrı durur. Maskülen
tarafında başında bir güneş halesiyle bir yılan vardır; feminen
tarafındaysa başının üzerinde bir hilalle bir diğer yılan durur.
Resmin sembolik bir cinsel nüansı vardır: maskülen tarafında
kadın cinsel organının en bilindik sembollerinden eşkenar bir
dörtgen durur; feminen tarafında ise kasnağı olmayan bir te­
kerlek vardır. Tekerlek telleri, uçlara doğru kalınlaşarak daha
önce bahsi geçen ve fallik bir anlam taşıyan parmaklar gibi
topuza dönüşür. Resimdeki de ilkçağda bilinmeyen fallik bir
tekerleğe benziyor. Üzerlerinde tamamen erkek cinsel organla­
rından oluşan bir tekerleği döndüren Küpid’in yer aldığı müs­
tehcen mücevherler vardır5. Güneşin neyi imlediğine gelince
Verona’daki eski eserler koleksiyonunda aşağıdaki sembollere
sahip bir geç Roma kitabesi keşfettim6:

*ûc&
298 Yalın bir sembolizm: güneş = fallus, ay = çanak (uterus).
Bu yorumlama aynı koleksiyondan bir diğer anıtla doğrulanır.
Çanağın 7 yerini bir kadın figürünün almasının dışında sembol­
ler aynıdır. Sikkelerin üzerindeki bazı semboller muhtemelen
benzer bir şekilde yorumlanabilir. Lajard’ın Recherches sur la
culte de Venüs [Venüs Kültü Üzerine Araştırmalar] adlı çalış­
masında, yanında bir maskülen (ay tanrısı Men olduğu söyle­
nen) bir de feminen (Artemis olduğu söylenen) figür yer alan

5 Cinsellikte dışa vurulan periyodiklik ve ritmin bir görseli.


6 Fotoğraftan kopya değil, kendi çizimimdir. (yazarın notu)
7 Brezilyadaki Bakairi yerlilerinin bir efsanesinde tahıl havanından çıkan
bir kadın yer alır. Bir Zulu efsanesi bir çanağın içine bir damla kan koyan
bir kadından bahseder; kadının çanağı kapatıp sekiz ay beklemesi ve do­
kuzuncu ayda kapağı açması tembihlenir. Kadın bu söylenenleri aynen
yapar ve dokuzuncu ayda kapağı açtığında çanağın içinde bir çocuk bulur
(Frobenius, I. s. 237.)

18
CARL GUSTAV JUNG

Artemis’i konik bir taş şeklinde tasvir eden bir Perge sikkesi
yer alır. (Lunus da denilen) Men, Attik bir bas rölyefte elinde
bir mızrak, yanında asasıyla Pan ve bir kadın figürüyle birlikte
karşımıza çıkar8. Bundan hareketle güneşin yanı sıra cinselliğin
de libidoyu sembolize etmek için kullanılabildiği aşikârdır.

299 Burada bahsedilmeye değer bir diğer nokta vardır. Me­


şale taşıyıcısı Cautopates çoğu zaman bir tavus kuşu9 ve koza­
lak şeklinde temsil edilir. Bunlar oldukça yaygın bir kült olan
Frigya tanrısı M enin özellikleridir. Başında bir miğfer (pileus
- “Frigyalılara özgü başlık” )10 ve kozalakla bir av kuşuna biner­
ken, meşale taşıyıcılarda olduğu gibi oğlan çocuğu olarak res­
medilir (Bu son özellik hem meşale taşıyıcıları, hem de Meni
Kabeiroi ve Daktiloslarla ilişkilendirir). O halde M enin Kibe-
le’nin oğlu ve aşığı AttisTe benzerlikleri vardır. İmparatorluk
zamanında M enle Attis iç içe geçmişti. Attis de Men, Mitra ve
meşale taşıyıcıları gibi bir miğfer takar. Annesinin oğlu ve aşığı
olarak ensest sorununu gündeme getirir. Ensest, Attis-Kibele
kültünde mantıksal olarak ritüel hadım edilmeye yol açar; çün­
kü efsaneye göre annesine öfkelenen kahraman kendini hadım
eder. Ensest meselesini bu kitabın sonunda ele alacağım için
şimdilik bu meseleye fazla girmek istemiyorum. Burada sadece
ensest motifinin ortaya çıkışının kaçınılmaz olduğunu belirt­
mek istiyorum. Çünkü ne zaman gerileyen libido dâhili veya
harici sebeplerden ötürü kendi içine dönse, ebeveyn imgeleri­
ni yeniden harekete geçirir ve böylelikle çocukluktaki ilişkisini
yeniden kurar. Ancak bu ilişki yeniden kurulamaz, zira libido
cinselliğe çoktan bağlanmış erişkin bir libidodur ve kaçınılmaz
olarak ebeveynlerle yeniden harekete geçirilen ilişkiye uyum­
suz, ensest yanlısı bir karakter aktarır11.

8 Roscher, L exikon, II, 2733/4, M en maddesi.


9 Güneşle özdeşleştirilen hayvanlardan biri.
10 Mitra ve meşale taşıyıcılar gibi.
11 Burada arketipsel ensest sorunu ve bu sorunun tüm komplikasyonlarına
giremeyeceğim için bu açıklama tatmin edici değildir. Bu sorunu “Die
Psychologie der Übertragung” [“Aktarım Psikolojisi”] adlı çalışmamda
etraflıca ele aldım.

19
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

Görsel 19. Çiftcinsiyetli tanrıça. Geç B abil dönem ine ait bir m ücevher

Görsel 20. K ibele ve oğlu!âşığı Attis. R om a sikkesi

Ensest sembolizmini meydana getiren bu cinsel karakterdir.


Her ne koşulda olursa olsun ensestten kaçınılması gerektiğin­
den, sonuç oğul-aşığın ölümü, ensest ilişkiye girdiği için ken­
dini hadım ederek cezalandırması ya da içgüdüselliğin, özel­
likle cinselliğin bir tür önlem veya ensest arzusunun kefareti
olarak kurban edilmesidir (Bkz. yuk. Görsel 20). İçgüdüselliğin
en bariz örneklerinden biri olan cinsel ilişki, bu kurban etme
önlemlerinden yani perhizden etkilenmeye en meyyal olan
şeydir. Kahramanlar genelde gezginlerdir12 ve gezginlik asla
nesnesini bulamayan bir arzunun13, yitik anneye duyulan bir
özlemin sembolüdür. Güneş benzetmesi bu bağlamda kolayca

12 Gilgamuj, Dionysus, Herakles, M itra vb.


13 K§z. Graf, Richard W agner im Fliegender H olländer.

20
CARL GUSTAV JUNG

anlaşılabilir: kahramanlar sürekli yer değiştiren güneşe benzer,


buradan kahraman mitinin bir güneş miti olduğu sonucuna va­
rılır. Bu, bizim için daha ziyade bilinçdışının bilincin ışığına yö­
nelik doyurulmamış ve doyurulamayan arzusunun öz temsiline
benziyor. Ancak kendi ışığı tarafından sürekli yoldan çıkarılma
ve köksüz boş bir dilek olma tehlikesi altındaki bilinç, tabiatın
sağaltıcı gücünü, varlığın derin kuyularını ve sayısız şekilleriyle
yaşamla bilinçdışı bir birlikteliği arzular. Burada sözü bu Faust-
ça arzunun derinlerine inen ustaya bırakmalıyım:

MEPHISTOPHELES: Büyük bir sırrı istemeyerek ifşa edi­


yorum.

İnzivada tahtlarına oturmuş ilaheler vardır.


Onlar için zaman ve mekân yoktur.
Onlardan ancak bir zaruret halinde bahsedilir:
Anneler.
Onlar, siz fanilerce tanınmayan
Ve bizim de anmayı sevmediğimiz ilahelerdir.
Onların oturdukları yeri bulmak için en derin yerlere sokul­
mak lazımdır.
Onlara muhtaç oluşumuz senin yüziindendir.
FAUST: Oranın yolu hangisidir?
MEPHISTOPHELES: Yol yoktur, kimsenin ayak basmadığı
Ve basamayacağı; kimsenin istemediği
Ve istemeyeceği bir yerdedir. Hazır mısın?
Ne kilidi var, ne sürgüsü.
İnziva seni oraya buraya sürükleyecek.
Issızlık ve inzivanın ne olduğunu biliyor musun?

Eğer okyanusu yüzerek geçecek


Ve sonsuz denizleri görecek olsaydın,
İçinde boğulmaktan korktuğun halde de

Bir şeylere şahit olurdun.


O yeşil ve sessiz denizlerin içinde
Kayıp giden yunus balıklarını,

21
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

Geçen bulutlan, güneşi, ayı ve yıldızları görürdün.


Hâlbuki ezelden beri boş duran bu uzaklıklarda
Hiçbir şey görmeyeceksin.
Adımının bile sesini işitmeyeceksin.
Üzerinde durup dinlenebileceğin sabit bir şey bulamayacaksın.

Şu anahtarı al bakalım.

Bu anahtar sana aradığın yeri gösterecek


Onu takip et, aşağı in, o seni annelerin yanma götürecektir.

Öyle ise in bakalım. Çık da diyebilirdim,


Hepsi bir yere varır. Oluşu tamamlanmış olan bu âlemden
Sıyrılarak bağımsız ülkelere git.
Artık çoktan beri mevcut olmayan şeylerle gönlünü eyle.
Oradaki hareketler bulut yığınları gibi etrafını aldığı zaman
Anahtarı sakla, onları uzaklaştır.

Kızıl bir üç ayak


Yerin en derinlerinde olduğunu sana haber verir.
Ve sen onun ışığında anneleri görürsün.
Bunların bir kısmı rastgele oturur ve bir kısmı ayakta durur
veya yürür.
Ebedi aklın, ebedi eğlencesi olarak
Teşekkül ve istihale ile meşguldürler.
Çeşit çeşit mahlûkların hayaletleriyle çevrilmiş halde seni
görmezler.
Çünkü onlar yalnız hayaletleri görürler,
îşte o zaman metin ol, çünkü tehlike büyüktür
Ve doğruca sehpanın üzerine yürü;
Ona anahtarla dokun .14

14 Goethe, Faust, Elips Kitap, 2011, Ankara, ss. 187-189.

22
CARL GUSTAV JUNG

ANNEDEN KURTULMA SAVAŞI

Jung’a göre kahraman, gelilen benin libidosunun


bir sembolüdür. Libido sözcüğüyle Jung sadece arzuyu
ya da psikolojik enerjiyi değil, psikolojik ereği de
kasteder. Ona göre kahraman miti, benin bilinçdışına
olan bağlılığım kendiliğe yönelmeyle yer değiştirme
arzusunu ifade eder— bu, bilinçdışım sembolize eden
anneyle ikircikli bir mücadeleyi gerekli kılan bir erektir.

441 Libido mitinin tipik unsurları bir kez daha karşımıza


çıkar: asli biseksüellik, annenin (anneyi ayağıyla yararak) içine
girme vasıtasıyla ölümsüzlük (yaralanmazlık), ruh kuşu olarak
yeniden dirilme ve doğurganlığın (yağmur)üretimi. Bu tür bir
kahraman mızrağına tapınılmasına sebep olunca muhtemelen
bunun kendisinin geçerli bir eşdeğeri olduğunu düşündüğü
için böyle bir şey yapar.

442 Bu noktadan bakıldığında birinci bölümde [burada yer


verilmemiştir] Eyüp’ten alıntıladığımız pasajı başka bir gözle
görmeye başlarız:

Beni kendisine hedef dikti.


Onun okçuları beni kuşatıyor,
Hiç esirgemeden böbreklerimi yarıyor;
Ödümü yere döküyor.
Bedenimde gedik üzerine gedik açıyor,
Bir dev gibi üzerime saldırıyor.15

443 Burada Eyüp, bilinçdışı arzuların saldırısının sebep ol­


duğu ruhun acısını dile getiriyor; libido etinde çürüyor. Zalim
bir Tanrı onu ezmiş ve bütün varlığına ıstırap veren dikenli dü­
şüncelerle delip geçmiştir.

444 Aynı imge Nietzsche’de karşımıza çıkar:

15 Tevrat / Eyüp; 16:12 vd.

23
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

Yere serilmiş, çırpına çırpına


Can çekişenler gibi ayakları ovuşturulan
Sarsılmış, ah, bilinmeyen ateşlerle yan yana
Titreyerek, sivri buzdan oklar kaşımda,
Sen peşimdesin ey Düşünce.
Adlandırılamaz. Açıklanamaz. İğrenç.
Sen ey bulutların ardındaki avcı.
Yerle bir olmuşum senin şimşeklerinle
Sen alaycı göz, dikmişsin gözünü bana karanlıklardan
Yatıyorum öyle
Kıvrınarak, çırpınarak, işkencesiyle
Bütün sonsuz ezaların
Vurdun beni sen ey zalim avcı
Vur, daha derine vur, bir kez daha, haydi vur.
Kopar, parçala bu yüreği! Niye bu işkence
Neye göz koydun böyle,
Usanmadın mı bu insan işkencesinden
Acı vermekten haz duyan tanrı şimşeği gözlerle
Öldürmek değil istediğin
Yalnızca eziyet, eziyet etmek mi?16

445 Bu benzetmede Azteklerin çarmıhla idamlarında ve


Odin’in kurban edilişinde gördüğümüz gibi işkence edilerek
öldürülmüş ve kurban edilmiş tanrıyı görmek için uzun uzun
izaha gerek yok17. Aynı imgeye Aziz Sebastian’ın işkencey­
le öldürülüşünü betimleyen tasvirlerde rastlarız; genç azizin
bir genç kızı andıran pırıltılı, narin teni ressamın duyarlılığı­
nı yansıtarak vazgeçişin bütün acısını açığa vurur. Bir ressam,
tablosunun yaşadığı dönemin ruhunu yansıtmasının önüne
geçemez. Aynı şey çarmıha gerilenin mızrakla delindiği, Hıris­
tiyan sembolün en üst derecesinde bile geçerlidir. Bu, arzuları
tarafından işkence gören ve İsada çarmıha gerilen Hıristiyanlık

16 Böyle Söyledi Zerdüşt, çev. Mustafa Tüzel, İş Bankası Yayınları, İstanbul,


2011, s. 209-210.
17 Spielreinın hastası da Tanrı tarafından üç kez vurulduğunu söylemişti
—“sonra ruh yeniden dirildi”.

24
CARL GUSTAV JUNG

dönemi insanının gerçek bir sembolüdür.

446 İnsanoğluna acı çektiren işkencenin dışardan gelmeyişi,


tam tersine insanın kendi avcısı, celladı, kurban bıçağı olduğu
gerçeği, Nietzsche’nin ikiliğin aynı sembolizm yoluyla psişik bir
çelişkiye ayrıldığı bir başka şiirinde de açıktır:

Ah Zerdüşt
Zalim Nemrut...
Daha düne dek avcısıydı tanrının bile,
Tuzağıydın her türlü erdemin
Okuydun fenanın...
Şimdi kendi kendine av olmuş
Kendi kendinden kaçmış
Kendi kendine saplanmış
Şimdi
Tek başına kendinle
İki başına kendini bilmenle
Yüzlerce aynayla çevrili
Kendine sahte
Yüzlerce anıyla çevrili
Belirsiz
Yaralardan bezgin
Üşümekten soğuk
Kendi iplerine dolaşmış
Kendini bilen, kendini aşan...
Ne sarıp sarmalıyorsun kendi kendini
Bilgeliğin sicimleriyle...
Ne ayartıyorsun kendi kendini
Kocamış yılanın cennetine
Ne kaçırıyorsun kendi kendinden
Kendi kendine - kendi kendine . . . 18

447 Ölümcül oklar kahramana dışardan saplanmaz; avla­


nan, savaşan ve kendisine işkence eden yine kendisidir. Onun

18 Frederich Nietzsche, “Yırtıcı Kuşlar Arasında”, D ionysos D ityram bosları,


çev. Oruç Arıoba, İthaki Yayınları, 2003.

25
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

içinde dürtü dürtüyle savaşır; bu yüzden şair “Kendi kendine


saplanmış” derken onun aslında kendi okuyla yaralandığını
söyler. Okun libidoyu sembolize ettiğini bildiğimiz için “sap-
lanma’nın anlamı aşikârdır: kişinin kendisiyle birleşmesi, bir
nevi kendini döllemesi ve aynı zamanda kendine tecavüz, ken­
dini öldürmedir. Bu yüzden Zerdüşt haklı olarak kendini (tıpkı
kendini Odine kurban eden Odin gibi) kendisinin celladı sa­
yar. Elbette bu psikolojinin çok da istemli bir şey olduğu dü­
şünülmemelidir: Kimse kendine kasten bu tür işkenceler yap­
maz, bunlar daha ziyade kişinin başına gelir diyebiliriz. İnsan
bilinçdışım kişiliğinin parçası sayarsa, aslında kendisine karşı
öfkelendiğini kabul etmesi gerekir. Ancak kişinin acı çekmesiy­
le inşa edilen sembolizm arketipsel ve kolektif olduğu için artık
kişinin kendisinden ötürü değil zamanın ruhundan dolayı acı
çektiğinin bir işareti olarak görülebilir. Kişi nesnel, kişisel ol­
mayan bir sebep yüzünden, bütün insanlarla paylaştığı kolektif
bilinçdışından ötürü acı çekmektedir.

448 Kişinin kendi okuyla vurulması bu yüzden bir içedö­


nüklük halidir. Bunun ne anlama geldiğini zaten biliyoruz: libi­
do “kendi derinliklerine” (Nietzsche’nin en sevdiği imgelerden
biridir) batar ve terkettiği yerüstü dünyası için karanlıkta bir
ikame keşfeder— (“Yüzlerce aynayla çevrili”) en güçlü ve en te­
sirlilerinin en eski anılarımız olduğu anılar dünyası. Bu, zama­
nın acımasız kanunu gereği erken çocukluk döneminin cennet-
vari ortamının dışına sürüldüğümüz çocuğun dünyasıdır. Bu
yeraltı krallığında, aile ocağımızla ilgili tatlı hisler ve gerçek­
leşmesi beklenen bütün umutlar uyur. Gerhart Hauptmann’ın
Batık Çan adlı o muhteşem eserinde Heinrich’in dediği gibi:
Bir türkü tutturur çoktan yitmiş ve unutulmuş
Bir yuva türküsü, çocuksu bir aşk türküsü
Büyülü bir kuyunun sularında doğmuş
Bütün fanilerin bildiği ancak hiçbirinin işitmediği.

449 Mephistopheles’in dediği gibi “Çünkü tehlike büyük­

26
CARL GUSTAV JUNG

tür19”, zira bu derinlikler büyüler. Libido ister kendi isteğiyle,


ister eylemsizlikten, ister kader yüzünden olsun parlak üst dün­
yayı terkedince tekrar kendi derinliklerine, çıktığı asıl kaynağa
batar ve bedene ilk girdiği yarık noktasına, göbeğe geri döner.
Bu yarık noktasına anne denir çünkü yaşam dalgası bize ondan
ulaşır. Ne zaman insanı ürküten, kendi gücünden şüpheye dü­
şüren büyük bir iş başarılması gerekse kişinin libidosu asıl kay­
nağına geri çekilir—ve bu yokolmayla yeni bir yaşam arasın­
da gidip gelen tehlikeli bir andır. Zira libido bu içsel dünyanın
harikalar diyarında sıkışıp kalırsa20, üst dünyadaki insan artık
can çekişen, ağır hasta gölgeden başka bir şey değildir. Ancak
libido kendini kurtarmayı başarıp yukarı doğru yolunu bulursa
mucizevi bir şey gerçekleşir: Yeraltına yapılan yolculuğun genç­
lik pınarına bir dalış olduğu anlaşılır ve belli ki ölü olan libido
tazelenmiş bir doğurganlığa uyanır. Bu düşünce bir Hint mitin­
de tasvir edilir: Vişnu derin bir transa geçer ve uykusunda bir
nilüferin üstünde tahtına kurulmuş Brahma’yı dünyaya getir­
diğini görür; beraberinde dikkatle okuduğu Vedalar Vişnu’nun
göbeğinden çıkar (İçedönüşten yaratıcı düşüncenin doğuşu).
Ancak Vişnu’nun esrik dalgınlığından dünyaya azgın bir tufan
iner (İçedönüşten dünyanın kıyım ve yıkımı). Bu genel karma­
şadan istifade eden bir şeytan Vedalar ı çalıp derinlere saklar.
Bunun üzerine Brahma Vişnu’yu uyandırır; Vişnu kendini balı­
ğa dönüştürüp tufanın içine dalar, şeytanla savaşıp onu alt eder
ve Vedalar ı geri alır.

450 Bu, libidonun, psikenin iç dünyasına, bilinçdışına giri­


şinin ilkel bir tasviridir. Orada içedönüş ve gerilemeyle şimdiye
dek örtük durumdaki içerikler kümelenir. Bunlar farkındalığı

19 Goethe, a.g.e., s. 189.


20 Aynı şey, Persephone’yi yeraltından kaçırmak isteyen Theseus ve
Peirithous efsanesinde mitolojik olarak tasvir edilir. Colonus’un or­
manında bir yarığa girerler ve buradan dünyanın bağırsaklarına inerler.
Aşağı indiklerinde biraz dinlenmek isterler ancak kayalardan çıkamaya­
cak kadar büyürler ve yukarı yükselemezler. Diğer bir deyişle annede sı­
kışıp kalırlar ve üst dünyaya yiterler. Daha sonra Theseus, ölümü alt eden
kahraman rolüyle karşımıza çıkan Herakles tarafından kurtarılır. Theseus
miti bu yüzden birey olma sürecinin bir temsilidir.

27
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

olan zihin tarafından farkedilmek üzere tıpkı doymuş solüs­


yonda örtük haldeki billur yapının moleküllerin bir araya gel­
mesiyle gözle görünür bir şekil alması gibi libidonun içedönüşü
vasıtasıyla bireysel anılarla zenginleşmiş ilkel imgeler, arketip-
lerdir. Bu içedönüş ve geri çekilmeler yalnızca yeni bir yönelim
ve adaptasyon gerekli olduğunda meydana geldiğinden küme­
lenen arketip her daim anın ihtiyacının ilkel imgesidir. Yaşamın
değişen durumları bizim düşünme biçimlerimizden sonsuz
farklı şekillerde ortaya çıkacak olsa da, olası sayı belirli doğal
sınırları asla aşmaz; kendilerini sürekli tekrarlayan üç aşağı
beş yukarı aynı tipik kalıplarla karşımıza çıkarlar. Bilinçdışının
arketipsel yapısı olayların ortalama akışına tekabül eder. Bir
kimsenin karşılaşabileceği değişiklikler sonsuz değişkenlikte
değildir; sınırlı sayıdaki belirli tipik olayların varyasyonlarıdır.
Bu yüzden ne zaman zorlu bir durum hasıl olsa muadil arketip
bilinçdışında kümelenecektir. Bu arketip esrarlı yani belirli bir
enerjiye sahip olduğundan bilincin içeriklerini— bilinci farke-
dilir kılan ve böylelikle bilinçli bir farkındalık sağlayan bilincin
fikirlerini—kendine çekecektir. Arketipin bilince geçişi bir ay­
dınlanma, açığa çıkma ya da bir “kurtarıcı fikir” olarak hisse­
dilir. Bu sürecin tekrarlanan tecrübesi, ne zaman hayati bir du­
rum ortaya çıksa içedönme mekanizmasının ruhsal bir hazırlığı
beraberinde getiren ritüel eylemler, örneğin büyü ayinleri, kur­
ban törenleri, ruh çağırma ayinleri, dua vb. vasıtasıyla yapay
olarak işletildiği sonucunu doğurur. Bu ritüel eylemlerin amacı
libidoyu bilinçdışına yönlendirmek ve onu içe kapanmaya mec­
bur etmektir. Eğer libido bilinçdışıyla bağlantı kurarsa anneyle
bağlantı kurmuş gibi olur; bu da ensest tabusunu ortaya çıkarır.
Ancak bilinçdışı anneden sonsuz daha büyük olduğundan ve
sadece onunla sembolize edildiğinden eğer söz konusu “kur­
tarıcı” şeyler veya ulaşılması zor hazine kazanılacaksa ensest
korkusu yenilmelidir. Oğul kendi ensest eğiliminin bilincinde
olmadığından bu, anneye yahut onun sembolüne yansıtılır. An­
cak anne sembolü annenin kendisi değildir, bu yüzden gerçek­
te en küçük bir ensest ihtimali dahi yoktur ve tabu bu yüzden

28
CARL GUSTAV JUNG

bir direnç sebebi olmaktan çıkar. Anne bilinçdışını temsil ettiği


için ensest eğilimi özellikle anneye (örn. îştar, Gılgamış) ya da
animaya (örn. Khrise ve Philoctetes) duyulan şehvetli bir tut­
ku şeklinde ortaya çıktığında aslında dikkate alınması gereken
sadece bilinçdışının arzusudur. Bilinçdışının reddedilmesinin
genellikle talihsiz sonuçları vardır; bilinçdışının içgüdüsel güç­
leri ısrarla görmezden gelinirse karşı atağa geçer: Chryse zehir­
li bir yılana dönüşür. Bilincin bilinçdışına karşı tavrı ne kadar
olumsuz olursa bilinçdışı o kadar tehlikeli bir hale gelir21. Chry-
se’nin laneti öylesine gerçekleşir ki sunağa yaklaşan Philoctetes
kendi zehirli okuyla ayağından yaralanır; daha manidar diğer
anlatılardaysa22 zehirli bir yılan tarafından ayağından ısınlır 23
ve çöker24.

21 Yunanlılar Truva’ya doğru yola çıktıklarında yolculuklarının mutlu sonla


bitmesi için daha önce Argonotlar ve Herakles’in yaptıkları gibi Chryse
adasında yaşamış bir su perisi olan Chryse’nin sunağına kurban adamak
isterler. İçlerinde Chryse’nin gizli tapınağına giden yolu bilen tek kişi Phi-
loctetes’tir. Ancak orada başlarına yukarda anlatılan felaket gelir. Sophoc-
les Philoctetes adlı eserinde bu olayı ele alır. Bir yorumcudan Chryse’nin
kahramana aşkını sunduğunu öğreniriz ancak aşkıyla dalga geçilince sev­
diği adamı lanetler. Öncülü Herakles gibi Philoctetes yaralı ve hasta kral
prototipidir; aynı m otif Kutsal Kâse ve simya sembolizminde devam eder
(kşz. Psychologie und A lchem ie [Psikoloji ve Sim ya], par. 491 vd. ve Görsel
149).
22 Roscher, Lexikon, 2318, 15 vd., Philoctetes maddesi.
23 Rus güneş kahramanı Oleg, öldürülmüş atın kafatasına yaklaşınca bir
yılan peyda olur ve onu ayağından ısırır. Bunun üzerine Oleg hastalanıp
ölür. İndra, şahin Shyena şeklinde somayı çalar; çoban Krishanu onu okla
ayağından yaralar. De Gubernatis, Zoological M ythology, II, ss. 181-182.
24 Tıpkı anne sembolü kutsal kâseyi koruyan kral gibi. Philoctetes miti, Her­
akles döngüsünün daha geniş bağlamından gelir. Herakles’in iki annesi
vardı: yardımsever Alkmene ve memesinden ölümsüzlük sütü içtiği Hera.
Herakles daha beşikteyken Hera’mn yılanlarım yener; yani kendini bi-
linçdışımn denetiminden kurtarır. Ancak zaman zaman Hera ona delilik
nöbetleri gönderir; bu nöbetlerden birinde Philoctetes kendi çocuklarım
öldürür. Bu, Hera’nm vampir olduğunun dolaylı kanıtıdır. Bir geleneğe
göre Herakles ustası Eurystheus’un işlerini yapmayı reddettikten sonra
bu suçu işler. Duraksamasının sonucu olarak iş için hazır olan libido bi­
linçdışı anne imgesine çekilir ve bu da delirmesine sebep olur. Bu halde
kendini vampirle özdeşleştirir ve kendi çocuklarını öldürür. Delfi kahini
ona ölümsüzlüğünü eziyetleriyle kendisine büyük işler başartan Hera’ya
borçlu olduğu için kendisine Herakles adının verildiğini söyler. Burada
büyük iş sözünün anneyi alt etmek ve böylece ölümsüzlüğü kazanmak
anlamına geldiği açıktır. Karakteristik silahı asayı anneliğe ait zeytin ağa-

29
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

451 Aynı tipte yaralanma Rayı da yıkar ve bu olay aşağıdaki


ilahide şöyle tasvir edilir:

Tanrının ağzı yaşlılıktan seğirdi


Ve tükürüğünü tutamayıp yeryüzüne düşürdü
Ve tükürdüğü şey yere düştü
O vakit İsis onu elleriyle yoğurdu
Yerdeki toprakla beraber
Ondan asil bir kurtçuk yaptı
Tıpkı bir mızrak gibi
Onu canlı canlı yüzüne dolamadı
Yumak yapıp yolun üstüne attı
Üzerinde ulu tanrının konuştuğu yola
İstediği vakit iki diyarı aracılığıyla konuştuğu
Asil tanrı bütün görkemiyle peyda oldu.
Firavuna hizmet eden tanrılar ona eşlik etti
Ve her günkü gibi yürüdü, sonra asil kurtçuk onu soktu
Kutsal tanrı ağzını açtı
Ve majestelerinin sesi semada çınladı
Ve tanrılar haykırdı. İşte! İşte!
Onlara ses edemedi
Çenesi takırdadı
Her yeri tir tir titredi
Ve zehir bedenine yayıldı
Nil, topraklarını işgal ederken.

452 Bu ilahide Mısır, bizim için yılan ısırması motifinin ilkel


bir versiyonunu muhafaza etmiştir. İnsanın yaşlanmasının bir
sembolü olarak sonbahar güneşinin yaşlanmasının kökeni yı­
lan ısırmasına uzanır. Anne kötücül hünerleriyle güneş tanrısı­
nın ölümüne sebep olmakla suçlanır. Yılan, öldüren ancak aynı

çından keser. Güneş gibi Apollo’nun oklarına sahiptir. İsmi “anne rah­
mindeki mezar” anlamına gelen Nemea aslanını mağarasında öldürür.
Bunun ardından Hidrayı öldürür ve sonrasında H eranın kendisinden
istediği pek çok kahramanca işler yapar. Bütün bu işler bilinçdışıyla olan
mücadeleyi sembolize eder. Uğraşlarının sonundaysa kehanette söylen­
diği gibi Omphale’nin (Öpc|)aXr|: göbek bağı) kölesi olur: yani sonunda
bilinçdışma boyun eğmek zorunda kalır.

30
CARL GUSTAV JUNG

zamanda yaşam kaynağı olduğu için insanın ölüme karşı tek


güvencesi olan “annenin (ve diğer iblislerin) gizemli varlığını
sembolize eder25. Bu yüzden ölümcül hastalığı olan birini sa­
dece anne sağaltabilir. İlahi, tanrıların istişare amaçlı bir araya
gelişini tasvir etmeye devam eder:

O vakit bilgeliğiyle İsis peyda olur


Ağzı yaşam nefesiyle doludur
Fermanı acıya son veren İsis
Sözü artık nefes almayanlara yaşam veren İsis
Der ki: Ne oldu, ne oldu kutsal baba?
Bak, bir kurtçuk yaptı sana bu kötülüğü
Bana ismini bağışla kutsal baba
Zira ismi söylenen yaşayacaktır.

453 Ra cevap verir:


Ben yerleri ve gökleri yaratan, dağları üst üste koyanım
Ve de bütün canlıları yaratan
Ben suları yaratan ve tufanı başlatanım
Ve de Annesinin Boğasını yaratan
Her şeye sebep olanım
Zehir çıkmaz, daha da derine iner.
Ulu tanrı şifa bulmaz
O vakit İsis Raya şöyle der
Bana söylediğin senin ismin değil
Bana ismini söyle ki zehir akıp gitsin
Zira ismi söylenen yaşayacaktır

454 Sonunda Ra, gerçek ismini söylemeye karar verir. Tıpkı


Osiris’in yarım yamalak iyileşmesi gibi yalnızca kısmen iyileş­
miş, ayrıca güçlerini yitirmiş ve sonunda göksel ineğin sırtında
inzivaya çekilmiştir.

25 Bu mitolojik unsurun ilkel düzeyde somut bir biçimde nasıl ele alınabi­
leceğini Gatti’nin Natal’da altı metrelik bir boa yılanını kendine arkadaş
edinen bir kocakarı tasvirinde görmek mümkün, South o ft h e S ah ara, ss.
226 vd.

31
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

455 Zehirli kurtçuk, yaşam bahşeden libidonun aksine libi­


donun ölümcül bir çeşididir. “Gerçek ismi” Ranın ruhu ve si­
hirli gücü (libidosu) dur. İsis’in istediği libidonun anneye akta­
rılmasıdır. Bu istek harfiyen yerine getirilir, zira yaşlanan tanrı
göksel ineğe, anne sembolüne döner.

456 Bu sembolizmin anlamı daha önce söylediklerimizin


ışığında netlik kazanır: Oğulun farkındalığı olan zihnini yö­
neten ve öne çıkmaya çalışan libido anneden ayrılmayı talep
eder, ancak annesine duyduğu çocuksu arzusu kendini bütün
nevrotik korku türleri yani genel yaşam korkusuyla açığa vuran
psişik bir dirence sebep olarak bunu engeller. Bir kimse gerçek­
liğe adapte olmaktan ne kadar kaçınırsa, artarak sürekli yoluna
çıkan korku o kadar büyür. Böylece bir kısır döngü oluşur: Ya­
şam ve insan korkusu daha fazla geri çekilmeye sebep olur ve
bu da enfantilizme ve sonunda “anneye dönüşe yol açar. Bunun
sebepleri genelde kendiliğin dışına yansıtılır: hata dış koşullara
bağlıdır, aksi halde ebeveynler sorumlu tutulur. Gerçekten de
oğlunu bırakmadığı için annenin ne kertede suçlanması gerek­
tiği bilinmezliğini korur. Oğul tabiatıyla her şeyi annenin yan­
lış tavrıyla açıklamaya çalışacaktır, ancak kendi beceriksizliğine
mazeret bulmak için suçu ebeveynlerine atarak bu tür beyhude
girişimlerden uzak durması daha isabetli olacaktır.

457 Bu yaşam korkusu yalnızca hayali bir öcü değildir: Asıl


kaynağı bilinçdışı olduğu ve bu yüzden kişiliğin genç, büyüyen
kısmını yansıttığı için orantısız görünen; yaşaması engellenir
yahut kontrol altında tutulursa korku üreterek korkuya dö­
nüşen oldukça gerçek bir paniktir. Korkunun anneden geldiği
anlaşılıyor ama aslında bu, gerçeklikten sürekli kaçarak yaşam­
dan koparılan içgüdüsel, bilinçdışı, içsel insana karşı duyulan
korkudur. Eğer anne engel olarak hissedilirse intikamcı bir ta­
kipçiye dönüşür. Her ne kadar çocuğunu yetişkin yaşantısına
değin sürdürdüğü ve böylelikle çocuksu tavrı gereğinden fazla
uzattığı marazi hassasiyetle ciddi bir biçimde yaralayabilirse
de, elbette bu gerçek anne değildir. Daha ziyade, bir canavara

32
CARL GUSTAV JUNG

dönüşen anne imgesidir26. Oysa anne imgesi bilinçdışım tem­


sil eder ve bilinçdışının bilinçle birleşmesi nasıl ki hayati bir
ihtiyaçsa, bilincin bilinçdışıyla bağlantısını kaybetmemesi de o
kertede hayati bir ihtiyaçtır. Bir insanın içindeki bu bağlantıyı
hiçbir şey başarılı bir hayat kadar tehlikeye atamaz; başarılı bir
hayat kişiye bilinçdışına bağlılığını unutturur. Gılgamış örneği
bu bağlamda yol göstericidir: Gılgamış öyle başarılıdır ki tan­
rılar, bilinçdışının temsilcileri, kendilerini onun sonunu nasıl
getirebileceklerini tasarlamak zorunda hissederler. îlk başta ça­
baları nafileydi, ancak kahraman ölümsüzlük otunu elde edip
neredeyse amacına ulaşmışken bir yılan yaşam iksirini uyurken
ondan çalar.

458 Bilinçdışının talepleri ilk etapta insanın enerjisi ve üret­


kenliği üzerinde felç etkisi yaratır; bu yüzden de zehirli bir yılan
ısırığına benzetilebilir (Bkz. görsel 30). Belli ki bu, insanın ya­
şam enerjisini emen kötücül bir şeytandır ama aslında bu şey­
tan, yabancı eğilimleri farkındalığı olan zihnin öne çıkma çaba­
sını denetlemeye başlayan kendi bilinçdışıdır. Bu sürecin sebebi
çoğu zaman hayli belirsizdir. Kişi korktukça işindeki zorluklar,
hayal kırıklıkları, başarısızlıklar, yaşa bağlı düşük verimlilik, ai­
levi sorunlar vb. her tür dış etmen ve ikincil sebeplerle karma­
şıklaşır. Mitlere göre erkeği gizlice köleleştiren ve kendisinden
kurtulamayacak hale getirip çocuklaştıran kadındır27. Güneş
tanrısının kardeşi-karısı İsis’in, diğer bütün vücut sıvıları gibi
libidonun mübadili sihirli bir güce sahip tükürükten zehirli bir
yılan yaratması manidardır.

26 Hippolytus mitinde de benzer unsurlar karşımıza çıkar: Üvey annesi


Phaedra, Hippolytus a aşık olur. Hippolytus onu reddeder. Bunun üzerine
üvey annesi Hippolytus’un kendisine tecavüz ettiğini söyleyerek Posei-
don’dan onu cezalandırmasını ister. Denizden bir canavar çıkar; Hippoly-
tus’un atları korkup onu ölüme sürükler. Asklepios onu diriltir ve tanrılar
onu Numa Pompiliusün danışmanı bilge su perisi Egeria’nın ormanına
gönderirler.
27 Kşz. H erakles ile O m phale.

33
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

Görsel 30. Kukulkarı bir a d am ı yutarken. Borbanicus elyazm asından, M a­


y a la r XVI. yüzyıl

Yılanı tanrının libidosundan yaratır ve bununla onu zayıfla­


tıp kendine bağımlı hale getirir. Delilah da Samson’a benzer bir
şey yapar: saçını, güneş ışınlarını keserek onun gücünü elinden
alır. Mitolojinin bu şeytan-kadını aslında “kardeş-eş-anne”; ha­
yatın ikinci yarısında aniden ortaya çıkan ve zorla bir kişilik
değişikliği yapmaya çalışan erkeğin içindeki kadındır. Bu de­
ğişikliğin belirli yönlerini “Yaşamın Evreleri” üzerine yazdığım
makalemde ele almıştım. Bu makale erkeğin kısmen feminen-
leştirilmesi ve aynı şekilde kadının maskülenleştirilmesini ele
alır. Çoğu zaman bu durum çarpıcı koşullarda gerçekleşir: Erke­
ğin en güçlü niteliği, Logos ilkesi kendi aleyhine döner ve sanki
ona ihanet eder. Aynı şey kadının Erosunda da karşımıza çıkar.
Erkek katı bir şekilde önceki tavrında sabitlenir, buna karşın
kadın duygusal bağlarının içinde sıkışıp kalır ve yerini sonra­
dan eşit derecede inatçı ve acemi “animus” fikirlerine bırakacak
olan sağduyu ve anlayışı geliştiremez. Erkeğin fosilleşmesi katı

34
CARL GUSTAV JUNG

tavrını haklı çıkarmaya yarayan ruh hali, anlamsız sinir, güven­


sizlik ve hınç duygularından oluşan bir esrar perdesiyle kendini
gizler. Bu tür bir psikolojinin en güzel örneği Schreber’in kendi
psikozunu paylaştığı Akıl Hastalığımın Güncesi anlatısıdır28.

459 İlerlemeli enerjinin felç olmasının aslında çok uygun­


suz yanları vardır: İnsanın tabiatıyla kaçınacağı istenmeyen bir
kaza veya olumlu bir felakete benzer. Çoğu durumda bilinç, sa­
dece erkeğin karakterindeki bütün zayıf noktalara karşı değil,
aynı zamanda onun başlıca erdemlerine (farklılaşmış işlev ve
ideal) karşı da yöneltildiği açıkça hissedilen bilinçdışının saldı­
rısına karşı ayaklanır ve onun taleplerine direnir. Herakles ile
Gılgamış efsanelerinden de anlaşılacağı üzere bu saldırı des­
tansı bir çatışma için enerji kaynağı olabilir; gerçekten de bu
izlenim öylesine açıktır ki anne arketipinin aleni düşmanlığının
Tabiat Ananın kendi çocuğunun daha başarılı olmasını kamçı­
lamak için onun bir oyunu olup olmadığını kişinin kendisine
sorması gerekir. O halde hınçlı Hera, kahramanına en zorlu gö­
revleri verip eğer bu zorlu görevi için cesaretini toplamaz ve po­
tansiyelini ortaya koymazsa onu acımasız bir sonla tehdit eden
amansız “Ruh Eşi” olarak karşımıza çıkar. Kahramanın “anne”
ya da onun şeytani temsilcisi (ejderha vb.) karşısındaki zaferi
geçici bir durumdan başka bir şey değildir. Genç bir kimsede
gerileme sayılması gereken şey—erkeğin feminenleştirilmesi
(anneyle kısmi özdeşleşme) ve kadının maskülenleştirilmesi
(babayla kısmi özdeşleşme)—yaşamın ikinci yarısında farklı
bir anlam kazanır. Karşı cinse öykünen eğilimlerin özümsen-
mesi, libidoyu gelişim halinde tutmak için yerine getirilmesi
gereken bir göreve dönüşür. Görev bilinçdışım birleştirmek­
ten, “bilinç’Te “bilinçdışı’ nı bir araya getirmekten oluşur. Bunu
bireyleşme süreci olarak adlandırmıştım; okuyucu daha fazla
bilgi için sonraki çalışmalarıma başvurabilir. Bu aşamada anne

28 Söz konusu vaka, zamanında, ben Freud’un ilgisini bu konuya çektikten


sonra kendisi tarafından oldukça hoşnutsuz bir biçimde kaleme alınmıştı.
Bkz. “Bir Paranoya Olgusunun Otobiyografik Anlatımı Üzerine Psikana-
litik Notlar”.

35
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

sembolü artık başlangıçla bağlantı kurmaz, ancak geleceğin


yaratıcı dölyatağı olarak bilinçdışına yönelir. O halde “anneye
giriş”, benle bilinçdışı arasında bir ilişki kurmak anlamına gelir.
Aşağıdaki şiirinde Nietzsche muhtemelen benzer bir şeyi dile
getirmeye çalışıyor:

Ne ayartıyorsun kendi kendini


Kocamış yılanın cennetine
Kaçıyorsun kendi kendinden kendi kendine...
Bir hastasın şimdi
Yılan zehriyle zehirlenmiş
Bir mahkumsun şimdi
En zorlu kaderi çekmiş
Kendi çukurunda
İki büklüm taş kıra kıra
Kendi kendine gömülü
Kendi kendini gömmüş
Onmaz
Katı
Bir ceset
Yüzlerce ağırlıkla yüklü
Kendi kendisiyle yüklenmiş
Bir bilen
Kendini bilen
Bilge Zerdüşt
En ağır yükü aramıştın
İşte kendini buldun .29

460 Kendi derinliklerine batmış, toprağın altında gömülü


biri gibidir; geri gelip annenin ayaklarına kapanan bir ölüdür30;
“yüzlerce ağırlıkla yüklü” ve kendiliği ve yazgısının dayanılmaz
ağırlığı altında inleyerek diri diri toprağa gömülmüş bir Kai-

29 Frederich Nietzsche, “Yırtıcı Kuşlar Arasında”, D ionysos D ityram bosları,


çev. Oruç Arıoba, İthaki Yayınları, 2003.
30 Spielreinın hastası da aynı imgeleri kullanır (s. 336). “Çarmıhtaki ruhun
katılığından”, “eritilmesi” gereken “taştan figürlerden” bahseder.

36
CARL GUSTAV JUNG

neus’tur. Bu noktada kimin aklına Taurophoria’da boğasını (ya


da Mısır ilahisinde söylendiği üzere “annesinin boğasını”) yani
Tabiat Anasına duyduğu aşkı sırtlanan ve bu ağır yüküyle Ge-
çiş’in ( Transitus) acılar yoluna {via dolorosa) doğru yola çıkan
Mithras gelmez ki?31 Bu acının yolu boğanın kurban edildiği
mağaraya çıkar. Bu yüzden İsa’nın, çarmıhı çarmıha gerilece-
ği yere taşıması gerekir32; bu yer Hıristiyan geleneğe göre Ku-
zu’nun tanrı suretinde kurban edildiği ve sonra bir kaya me­
zarına gömüldüğü yerdir33. Çarmıh ya da kahramanın taşıdığı
diğer herhangi bir ağır yük kendisi veya daha ziyade kendiliği,

31 Gurlitt şöyle der: “Boğayı taşıması Mithras’ın insanlığı kurtarmak için


üstlendiği en zorlu vazifelerden (8d\â) biridir. Kabaca—küçük şeyleri
büyük şeylerle karşılaştırabilirsek eğer —çarmıhını taşıyan İsa’ya karşılık
gelir”. (“Pettau Kazıları Raporu”; alıntı Cumont, Textes, I, s. 172.)
32 Robertson (Christiarıity a n d M ythology, s. 401) çarmıh taşıma sembolüne
enteresan bir katkıda bulunur: Samson, Gazze şehrinin kapı sövelerini
taşır ve Filistinlilerin tapınağının sütunları arasında ölür. Herakles sü­
tunları, efsanenin Suriye versiyonuna göre Herakles’in öldüğü yer olan
Kadis’e taşır. Herkülun Sütunları batıda güneşin denize battığı noktayı
imler. “Antik Sanat”ta Robertson’a göre “Herkül iki sütunu kollarında
taşırken bu iki sütun adeta bir haç şekli oluşturur. Burada muhtemelen
çarmıha gerileceği yere kendi çarmıhını taşıyan Isa mitinin kökeni kar­
şımıza çıkar. Tuhaf bir biçimde üç Sinoptik İncil (Matta, Luka, Markos)
çarmıh taşıyan Isa’nın yerine Kirene’li Simon’u koyar. Kirene Libya’dadır;
gördüğümüz gibi efsanevi sütun taşıma sahnesi Herakles’ten faydalanır
ve Simon (Simeon), Samson’a Yunanca en yakın isimdir. [...] Filistin’de Si­
mon veya Sem aslında, mitosundan şüphesiz Samson’un doğduğu, Baal’la
özdeşleştirilen, antik güneş tanrısı Şamaş’ı temsil eden bir tanrı ismiydi;
ki Tanrı Simona da özellikle Samiriye’de tapınılıyordu”. Burada Robert-
son’un sözlerine yer verdim ancak Simon’la Samson arasındaki etim olo­
jik bağlantının fazlasıyla tartışmaya açık olduğunu vurgulamam gerek.
Herakles’in haçı güneş tekerleği de olabilir çünkü Yunanlılar güneş te­
kerleği için haç sembolünü kullanıyorlardı. Atina’da Küçük Metropolis’in
bas-rölyefîndeki güneş tekerleğinde aslında Malta haçına çok benzeyen
bir haç vardır. (Kşz. Thiele, Atıtike H im m elsbilder, s. 59.) Burada okuru
Psychologie und A lchem ie [Psikoloji ve Simya] ile Altın Çiçeğin Sırrındaki
mandala sembolizmine yönlendirmeliyim.
33 “Dört parmaklı tekerlekte çarmıha gerilen” Ixion efsanesi de aynı şeyden
bahseder (Pindar). Ixion, önce kayınpederini öldürür ancak daha son­
ra Zeus tarafından affedilir ve onun gözüne girmeyi başarır. Ixion ise
nankörlük edip Hera’ya kur yapmaya başlar. Bunun üzerine Zeus bulut
tanrıçası Nephele’den Hera’ya benzer bir görüntü yaptırır ve Ixion bu gö­
rüntüyle birleşir. Bu birleşmeden santorlar soyunun meydana geldiği söy­
lenir. Ixion yaptığıyla böbürlenir; bütün bu suçlarının cezası olarak Zeus
onu yeraltında bir tekerleğe bağlı olarak sonsuza dek dönme cezası verir.

37
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

hem Tanrı, hem hayvan olan, sadece ampirik insan değil, kökle­
ri hayvansı tabiatında yatan ve salt insandan ilahi olana uzanan
varlığının tamamı, bütünlüğüdür. Bütünlüğü, tıpkı zıtlıkların
en güzel sembolü olan çarmıhtaki gibi, zıtlıkların paradoksal
açıdan kendileriyle bir olan muazzam gerilimini imler. Nietzsc-
hede bir mecaz gibi görünen şey gerçekte çok eski bir efsanedir.
Şair, çağdaş söylemin sözcüklerinin altında ve tahayyülünde
toplanan imgelerde geçmişin ruhani dünyalarının manevi var­
lığını sanki hâlâ sezebilme ve onları yeniden canlandırabilme
gücüne sahiptir. Gerhart Hauptmann dediği gibi: “Şiir, ilkel
sözcükleri ortak sözcükler vasıtasıyla yankılatma sanatıdır34”.

34 Alıntı: Zerıtralblatt fu r Psychoatıalyse, II (1912), s. 365. [Hauptmannın


yayınlanmış günlüklerindeki parçalardan alıntılanan W. Stekel’in bir no­
tundan—ED İTÖ RLER].

38
II.
ERİLLİĞİN BAŞLANGICI VE
GELİŞİMİ

YAŞAMIN EVRELERİ
Jung’utı yaşam ın evreleri kavram ı yaşam boyu süren
bir başlangıçlar dizisini imler. Gelişen birey sırasıyla y a ­
şamın her bir dönem ine özgü sorunlarla m ücadele eder
ve bu sorunlar hiçbir zam an tam am en çözüm e kavuş­
maz. Bunlar d ah a ziyade bilinci desteklem eye hizm et
eder. Jung m askülendeki bu gelişimi, bilincin gelişimi
için içsel bir talebin gerçekleşm esi olarak transandan­
tal terimleri kafasında kurgularken Schopenhauer ve
Nietzsche’nin Alman Rom antik geleneğini devam etti­
rir. Schopenhauer, kişinin gerçekten kendisi olabilm esi
için Jung’un psikolojik dürtü olarak değerlendirdiği bir
principium individuationis [bireyleşme ilkesi] öne sür­
müştü. Nietzsche, Jungda kişinin bireyleşme misyonunu
başarabilmesinin ahlaki buyruğu haline gelen yaşam g ö­
revi fikrin i temin etmişti. Yine de Jung gerçek gelişimin
bireyi kahram an ca hünerler üzerindeki h ak iddiasından
vazgeçm eye zorlayacağını açıkça görür. Güneşin günlük
hareketi metaforunu kullanarak Bireyin psikolojisini y a ­
şamın ilk yarısında p arlak bilince doğru bir yükseliş ve
bunu m üteakip yaşam ın ikinci yarısında bu parlaklığı
fe d a ederek bilinçdışına doğru bir iniş şeklinde tasavvur
etmişti. Erkekte benin bu kayboluşu, anim anın ortaya
çıkışıyla ödünlenmişti.

759 Burada asıl tem am ıza geliyoruz— yaşam ın evreleri


sorunu. Ö ncelikle gençlik dönem ini ele almalıyız. Bu dö­
nem , otuz beş ile kırk yaş arası başlayan, kabaca ergenlikle
ortayaş arasındaki yılları kapsar.

39
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

760 Sanki çocuklukla ilişkili h içbir sorun yokm uş gibi


neden ikinci evreyle başladığım ı m erak edenler olabilir.
N orm alde çocuğun kendine ait hiçbir gerçek sorunu yok­
ken, onun karm aşık psişik yaşam ı elbette ebeveynler, eği­
tim ciler ve hekim ler için oldukça tipik bir sorundur. K en­
disine ilişkin şüpheleri olan ve kendisiyle çelişen, yalnızca
yetişkin insandır.

761 Hepim iz gençlik dönem inde ortaya çıkan soru n ­


ların kaynaklarına aşinayız. Çoğu insan için çocukluk
rüyasına acım asızca son veren şey yaşam ın gerekleridir.
Eğer birey yeterince iyi hazırlanm ışsa, bir mesleğe yahut
kariyere geçiş sorunsuz bir şekilde gerçekleşebilir. A ncak
birey gerçeğin karşıtı hayallerden kopamazsa, elbette b ir­
takım sorunlar ortaya çıkacaktır. Kim se belirli varsayım ­
larda bulunm adan yaşam a adım atamaz ve kim i zaman bu
varsayım lar yanlıştır—-yani kişinin içine atıldığı koşullara
uymaz. Bu durum çoğunlukla abartılm ış beklentiler, zor­
lukların hafife alınm ası, yersiz iyim serlik veya olumsuz
tavır meselesidir. İlk bilinç sorunlarına yol açan yanlış
varsayım ların uzun bir listesi yapılabilir.

762 A ncak sorunlara yol açan şey her zaman öznel var­
sayımlarla dış etm enler arasındaki çelişki değildir; bu şey
çoğu zaman içsel, psişik zorluklar da olabilir. Bu zorluklar
dış dünyada her şey yolunda giderken de var olabilir. B ö y ­
le bir zorluk çoğu zaman cinsel dürtünün sebep olduğu
psişik dengenin bozulm asıdır; aynı zam anda dayanılmaz
bir hassasiyetten kaynaklanan aşağılık hissidir. Bu içsel çe­
lişkiler dış dünyaya bariz bir çaba harcanm aksızın adap­
tasyon sağlandığında bile var olabilir. Varoluş için zorlu
bir m ücadele verm iş gençlerin içsel sorunlardan m uaf
oldukları, birtakım sebeplerden dolayı hiçbir adaptasyon
sorunu yaşam am ış olanlarınsa cinsel sorunlar veya aşağı­
lık hissinden kaynaklanan çatışm alarla karşılaştıkları gö­
rülebilir.

40
CARL GUSTAV JUNG

7 63 M izaçları sorun çıkaran insanlar çoğunlukla nev-


rozludur ancak sorunların varlığını nevrozla karıştırm ak
ciddi bir yanlış anlam a olabilir. İkisi arasında bariz bir fark
vardır: Nevrozlu kim se sorunlarının bilincinde olmadığı
için hastadır; zorlu bir m izacı olan kim seyse hasta olm ak­
sızın bilincinde olduğu sorunlarından m ustariptir.

764 G ençlik dönem inde karşılaşılan bireysel sorunla­


rın neredeyse sonsuz çeşitliliği arasından yaygın ve tem el
etm enleri bulup çıkarm aya çalışırsak bütün vakalarda tek
b ir ortak özellikle karşılaşırız: iyi kötü açık bir biçim de ço ­
cukluğun bilinç düzeyine tutunm a, bizi dünyaya m üdahil
eden içim izde ve etrafım ızdaki hayati güçlere karşı bir di­
renç. İçim izdeki bir şey çocu k kalm ak, bilinçsiz olm ak ya
da olsa olsa yalnızca ben in bilincinde olm ak, garip olan
her şeyi reddetm ek veya kendi isteğim ize tabi kılm ak, h iç­
b ir şey yapm am ak ya da kendi haz veya güç arzumuzun
tadını çıkarm ak ister. Bütün bunlarda m addenin eylem ­
sizliğine ait bir şey vardır; bilinç düzlemi ikili fazınkinden
daha küçük, daha dar ve daha bencil olan önceki halde
kalm a ısrarı. Çünkü burada birey farklı ve tu haf olanı ken ­
di yaşam ının bir parçası, bir nevi “ben de” olarak tanıyıp
kabullenm enin gerekliliğiyle karşı karşıya gelir.

76 5 İkili fazın tem el özelliği yaşam ufkunun genişle­


m esidir ve şiddetle direnden şey budur. Şüphesiz bu ge­
nişlem e— ya da G oethe’nin deyişiyle diyastol— bundan
çok önce başlam ıştır. Ç ocuğun, annesinin bedeninin dar
sınırlarını terk etm esiyle, yani doğum la başlar ve sonra­
sında problem atik durum da zirveye ulaşana, birey bu du­
rum la m ücadele etm eye başlayana kadar artar.

7 6 6 Kendini, yabancı görünen “ben de’ ye basitçe dö-


nüştürseydi ve önceki ben in geçm işte yitip gitm esine izin
verseydi insana ne olurdu? Bunun oldukça pratik bir yol
olduğunu düşünebiliriz. Kocam ış Âdem’i vaazlardan ilkel
kavim lerin yeniden doğuş ritüellerine taşım aya değin dini

41
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

eğitim in asıl am acı insanoğlunu yeni, geleceğin insanına


dönüştürm ek ve eskisinin ölüp gitm esini sağlamaktır.

7 6 7 Psikoloji bize psikede bir anlam da eski olan hiçbir


şeyin olm adığını, aslında h içbir şeyin ölm ediğini öğretir.
Aziz Pavlus bile bu zorluğu deneyim lem eye m ecbur kalır.
H er kim kendini yeni ve alışılm adık şeylere karşı koruyup
geçm işe sığınırsa kendini yeniyle özdeşleştirip geçm işten
kaçan adam la aynı nevrotik durum a düşer. Tek fark b i­
rinin geçm işten, diğerininse gelecekten uzaklaşmasıdır.
Prensipte ikisi de aynı şeyi yapar: Karşıtlıkların gerilim in-
de dar bilinçlerini parçalarlar ve daha geniş, yüksek bir b i­
linç inşa etm ek yerine m evcut bilinci pekiştirirler.

768 Bu sonuç, eğer yaşam ın ikinci yarısında meydana


gelseydi ideal olabilirdi—-ancak asıl sorun da budur. Bir
kere tabiat daha yüksek bir bilinç düzeyiyle ilgili herhangi
bir şeyle ilgilenm ez; bunun tam tersi geçerlidir. Toplumsa
psikenin bu m arifetlerine çok fazla değer vermez; psike
her daim kişilik için değil, başarı için değerlendirilir. K i­
şilik çoğunlukla insanın ölüm ünden sonra ödüllendirilir.
Bu bilgiler bizi belirli bir çözüm e m ecbur eder: Kendim izi
elde edilebilir şeylerle sınırlandırm aya ve sosyal açıdan et­
kin bireyin gerçek kendiliğini keşfettiği belirli yetenekleri
ayırt etm eye m ecbur kalırız.

7 6 9 Başarı, yararlılık vb., sorunlu durum un kafa karı­


şıklıklarından nasıl çıkılacağını gösteren ideallerdir. F i­
ziksel varlığım ızı genişleten ve sağlam laştıran kutupyıl-
dızlarıdır; dünyada kök salm am ıza yardım ederler ancak
bizleri kültür adını verdiğim iz daha geniş bilincin gelişi­
m ine doğru yönlendirem ezler. G ençlik dönem indeyse
bu yol norm al yoldur ve bütün koşullarda salt sorunların
içinde debelenip durmaya tercih edilir.

770 İkilem bu yüzden çoğu zaman şöyle çözülür: Bize


geçm işin verdiği şey geleceğin olasılık ve taleplerine uyar­
lanır. K endim izi elde edilebilir olanla sınırlandırırız ve

42
CARL GUSTAV JUNG

bu diğer bütün psişik potansiyellerim izden vazgeçtiğim iz


anlam ına gelir. B ir adam geçm işinden değerli bir parça
kaybeder; diğeri ise geleceğinden. H erkesin aklına bir za­
m anlar gelecek vadeden ve idealist gençler olan ancak yıl­
lar sonra karşılaştıklarında heyecanlarını yitirm iş ve dar
kalıpların içerisinde sıkışıp kalm ış oldukları görülen dost­
ları ya da okul arkadaşları gelebilir. Bunlar yukarda bahsi
geçen çözüm örnekleridir.

771 Oysa hayattaki ciddi sorunlar hiçbir zam an tam a­


m en çözülm ez. Çözülm üşe benzeseler bile bu aslında bir
şeylerin m uhakkak kaybolduğunun bir işaretidir. B ir so­
runun anlam ı ve am acı çözüm ünde değil, onun üzerinde
durm adan çalışm am ızda yatar. Bu tek başına bizi küçük
düşm ekten ve taşlaşm aktan korur. Bu yüzden gençlik
dönem inin sorunlarını kendim izi elde edilebilir olanla
sınırlandırarak çözm ek de sadece geçici bir süreliğine ge-
çerlidir ve derinlem esine kalıcı değildir. Elbette toplum da
kendine bir yer edinm ek ve bu tür varoluşa iyi kötü uy­
gun hale gelerek doğasını dönüştürm ek nerden bakılırsa
bakılsın önem li bir başarıdır. Bu, dışarda olduğu kadar
kişinin kendi içinde de sürdürdüğü, çocuğun ben için
verdiği m ücadeleye benzer bir savaştır. Bu m ücadelenin
büyük bir kısm ı gözlem lenem ez çünkü karanlıkta gerçek­
leşir, ancak sonraki yıllarda hâlâ inatla çocuksu hayallere,
varsayım lara ve ben cil alışkanlıklara nasıl tutunulduğunu
gördüğümüzde bunları oluşturm ak için gereken enerjiye
dair bir fikir edinebiliriz. G ençlik dönem inde uğrunda
m ücadele edip acı çektiğim iz ve zaferler kazandığım ız
bize hayatta yol gösteren idealler, inançlar, yönlendirici fi­
kir ve tutum lar için de aynı şey geçerlidir: (bütün bunlar)
kendi varlığım ızla beraber büyürler, aleni bir şekilde o n ­
lara dönüşürüz ve doğal olarak tıpkı genç bireyin dünyaya
ve çoğu zam an kendine rağm en benini öne çıkarm ası gibi
onları süresiz devam ettiririz.

77 2 Yaşamın ortasına ne kadar yaklaşırsak kendim izi

43
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

kişisel tutum ve toplum sal konum um uzda sağlama al­


m akta o kadar başarılı oluruz; o kadar doğru yolu, doğru
idealleri ve davranış ilkelerini keşfetm işiz gibi hissederiz.
Bu yüzden onların sonsuza dek geçerli olduğunu sanırız
ve onlara bağlı tutunup kalm aktan zevk alırız. Toplumsal
hedefin ancak kişilikten ödün verm e pahasına kazanıldığı
gerçeğini görm ezden geliriz. Hayatın aynı zam anda te c­
rübe edilm esi gereken çok — pek çok— yönü sandık oda­
sındaki tozlu hatıralar arasında bekler ancak bazen de bu
yönler gri küllerin altında parlayan közlerdir.

77 3 İstatistikler kırklı yaşlardaki erkeklerde karşılaşılan


depresyon vakalarında bir artış gösterm ektedir. Kadınlar­
da nevrotik zorluklar genelde kısm en daha erken başlar.
Hayatın bu dönem inde— otuz beş-k ırk arasında— insan
psikesinde önem li bir değişim in hazırlandığını görürüz.
İlk başta bu bilinçli ve çarpıcı bir değişim değildir; daha
çok bilinçdışında meydana gelen bir değişim in dolaylı işa­
retleri söz konusudur. Çoğu zam an bu, bir kim senin k işi­
liğindeki yavaş bir değişim gibidir. B ir başka durum da ise
çocukluktan bu yana ortalıkta gözükmeyen belirli özellik­
ler gün ışığına çıkabilir ya da yine kişinin eski eğilim leri
ve ilgi duyduğu şeyler zayıflamaya başlar ve bunların ye­
rini diğer şeyler alır. D iğer taraftan— ki bu durum la sık
sık karşılaşılır— kişinin sıkı sıkıya bağlı olduğu özellikle
ahlaki inanç ve ilkeler ellili yaşlarda bir yerlerde taham ­
m ülsüzlük ve fanatizm dönem ine girilene değin sertleşip
giderek katılaşm aya başlar. Sanki bu ilkelerin varlığı teh ­
likeye girm iş ve bu yüzden onları daha fazla vurgulam ak
gerekli hale gelmiştir.

7 7 4 G ençlik şarabı her zaman ilerleyen yıllarla birlik­


te berraklaşm ayabilir; kim i zaman bulanıklaşır. Yukarda
bahsi geçen şeyler er ya da geç daha çok tek taraflı insan­
larda görülebilir. Bana öyle geliyor ki bunların ortaya ç ı­
kışları söz konusu kim senin ebeveynlerinin hâlâ hayatta
olm ası sebebiyle çoğu zaman gecikm iştir. Bu durumda

44
CARL GUSTAV JUNG

sanki gençlik dönem i gereksiz yere sürüncem ede kalır. Bu


durum u özellikle babalan uzun yıllar yaşam ış erkeklerde
gördüm. Babanın ölümü onlarda çökm e ve adeta feci bir
olgunlaşm a etkisi yapar.

77 5 K ırkından sonra bir büyüm e ve sonunda ahlak ve


din m eselelerine dayanılmaz bir taham m ülsüzlük göste­
ren kilise bekçisi sofu bir adam tanıyorum . H aleti ruhiye-
si gözle görünür bir biçim de kötüye gitti. Sonunda artık
kilisenin belirsizce alçalan sütunlarından başka bir şey
değildi. Böylelikle elli beşine geldi. Bir gece yarısı ansızın
yatağında doğrulup karısına şöyle demiş: “Nihayet şim ­
di anlayabildim. Ben ciğeri beş para etm ezin tekiyim ”. Bu
farkındalık sonuçsuz kalmaz. G eri kalan yıllarını sefahat
içinde geçirir ve servetinin büyük bir kısm ını har vurup
harm an savurur. Belli ki bu adam her iki ucu da yaşayabi­
len sem patik bir tiptir.

7 7 6 Yetişkinlik yıllarının sık sık karşılaşılan asıl nev-


rotik rahatsızlıklarının hepsinin ortak bir yanı vardır:
G ençlik dönem inin psikolojisini sözde tem kinli yıllarının
eşiğinin ötesine taşım ak isterler. Sürekli talebelik yılları­
nı anlatan, yaşam ateşlerini ancak destansı gençliklerinin
anılarıyla canlı tutabilen fakat bütün bunların haricinde
ruhsuz bir cahillik ve zevksizliğin içinde um utsuzca sıkı­
şıp kalm ış zavallı yaşlı beyefendileri kim tanım az ki? G e­
nel olarak elbette küçüm senem eyecek tek bir erdem leri
vardır: N evrotik değil, yalnızca sıkıcı ve basmakalıptırlar.
Nevrozlu, daha çok, b ir şeylere şim di olm asını istediği gibi
sahip olam ayacak ve bu yüzden geçm işten de hiçbir za­
m an bir tat alam ayacak olandır.

7 7 7 Nevrozlu biri öncesinde çocukluktan kaçam adı­


ğından şim di de gençliğinden ayrılamaz. Yaklaşan yaşının
gri düşünceleri onu ürkütür; önündeki bu olasılık onun
için dayanılm az olduğundan sürekli geriye bakm aya ça­
lışır. Tıpkı çocuksu kişinin dünyada ve insan varlığında­

45
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

ki bilinm ezden kaçışı gibi yetişkin kişi de yaşam ın ikinci


yarısından kaçar. Sanki bilinm ez ve tehlikeli vazifeler onu
bekliyordur ya da kabul etm ek istem ediği kurban ve k a­
yıplarla tehdit ediliyordur veya şimdiye dek olan yaşam ı
ona öylesine güzel ve değerli görünür ki ondan vazgeçe­
mez.

778 Acaba bu aslında ölüm korkusu mudur? Bu pek


akla yatkın görünm üyor çünkü genel olarak ölüm hâlâ
çok uzak ve bu yüzden de bir nevi soyuttur. Tecrübe bize
daha ziyade bu geçişin bütün zorluklarının tem el nede­
n inin psikede derinlerde tu haf bir değişim de olduğunu
gösterir. Bu değişim i tanım layabilm ek için güneşin, insan
hislerine ve insanın sınırlı bilincine sahip bir güneşin gün­
lük hareketi benzetm esini kullanm am gerek: Sabahları bi-
linçdışının geceye özgü denizinden doğar ve gökkubbede
yukarı doğru tırm andıkça giderek genişleyen engin, geniş
ve parlak dünyaya bakar. Kendi yükselişiyle eylem alanı­
nın genişlem esinde güneş kendi önem ini keşfedecek, h e­
deflediği olası en yüksek noktaya ulaşabildiğini ve bereke­
tini olası en uzak noktaya ulaştırabildiğini görecektir. Bu
inançla güneş görünm eyen ufka değin rotasını takip eder,
görünm eyen diyorum çünkü onun kariyeri eşsiz ve birey­
seldir ve tepe noktası önceden hesap edilemez. Saat on
ikiyi vurduğunda alçalış başlar. Alçalış, sabah aziz tuttuğu
bütün ideal ve değerlerin tersi demektir. Güneş kendisiyle
çelişkiye düşer. Sanki ışınlarını yaym ak yerine kendisine
çekm esi gerekir. Isı ve ışık azalır ve sonunda söner.

779 Bütün benzetm eler eksiktir ancak bu benzetm e en


azından diğerleri kadar eksik değildir. B ir Fransız aforiz-
m ası bu durum u alaycı bir tevekkülle özetler: Si jeunesse
savait, si vieillesse pouvait [Gençler bilebilse, yaşlılar y ap a­
bilseydi],
780 Neyse ki doğan ve batan güneşler değiliz, yoksa
kültürel değerlerim iz için bu kötü olurdu. A ncak içim izde

46
CARL GUSTAV JUNG

güneş gibi bir şey vardır ve hayatın sabahı ve baharından,


akşam ı ve sonbaharından bahsetm ek sadece duygusal
jargon değildir. Bu tür bir jargon kullanarak psikolojik
gerçekleri ve dahası fizyolojik olguları ifade ederiz çünkü
öğle vakti güneşin tersine dönüşü fiziksel özellikleri bile
değiştirir. Özellikle güney ırkları arasında yaşlı kadınla­
rın seslerinin derinleştiği kalınlaştığı, bıyıklarının çıktığı
ve fıtratlarının sertleşip diğer başka m askülen özellikler
de sergiledikleri gözlemlenir. Buna karşın m askülen fiziği
tom bulluk ve daha yum uşak bir yüz ifadesi gibi fem inen
özellikler tarafından yumuşatılır.

781 E tn olojik literatürde rüyasında kendisine Ulu Ruh


görünen bir orta yaşlı K ızılderili savaşçısı hakkında ente­
resan bir rapor vardır. Ruh ona bundan sonra kadınlarla
çocukların arasında oturm asını, kadın kıyafetleri giym e­
sini ve kadın yem ekleri yem esini söyler. İtibarına halel ge­
tirm eden rüyasında kendine söylenenleri yapar. Bu rüya
yaşam ın öğle vaktinin, inişin başlangıcının psişik devri-
m inin gerçek bir ifadesidir. Erkeğin değerleri, hatta bede­
ni tam tersi bir yönde değişme eğilim ine girer.

782 M askülenlik ve fem inenliği ve bunların psişik par­


çalarını yaşam ın ilk yarısında kendisinden eşit olmayan
bir şekilde yararlanılan belirli bir m alzem e deposuna b e n ­
zetebiliriz. Erkek, geniş m askülen m adde ikm alini tüketir
ve geriye kullanabileceği az m iktarda fem inen maddesi
kalır. Aynı şekilde kadın da o zam ana dek kullanılm am ış
olan m askülenlik ikm alinin etkin hale gelm esine izin ve­
rir.

783 Bu değişim fiziksel düzlemden ziyade psişik düz­


lem de çok daha fazla farkedilebilir bir haldedir. Çoğu
zaman kırk beş-ellilerinde bir adam çalışm ayı bırakır, ar­
dından karısı pantolonları geçirip, belki bir el zanaatıyla
uğraşacağı küçük bir dükkan açar. Toplum sal sorum luluk
ve toplum sal bilinçlenm enin ancak kırklarından sonra

47
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

idrakine varan pek çok kadın vardır. M odern iş dünya­


sında özellikle Am erikada kırklı yaşlardaki sinir krizleri
çok sık karşılaşılan vakalardır. Eğer bu kriz vakaları in ce­
lenecek olursa kriz yaratan şeyin o ana değin üstünlüğünü
koruyan m askülen yaşam tarzı olduğu ve geriye efem ine
bir erkeğin kaldığı görülür. Benzer şekilde aynı iş alanla­
rında yaşam larının ikinci yarısında alışılm adık bir m as­
külen katılığı geliştiren, duygularını ve kalbini bir kenara
iten kadınların olduğu gözlemlenir. Bu değişim lere çoğu
zam an evliliklerdeki türlü türlü felaketler eşlik eder zira
kocanın kendi n aif hislerini, kadınınsa kendi aklının çe­
tinliğini keşfettiği zam an neler olabileceğini kestirm ek zor
değildir.

784 En kötüsü de zeki ve kültürlü insanların hayatları­


nı bu tür dönüşüm ihtim allerinin farkına bile varm adan
yaşamalarıdır. Yaşamın ikinci yarısına tam am en hazırlık­
sız bir şekilde geçerler. Ya da kim bilir belki kırk yaşında­
ki insanları tıpkı gençlerim izi dünya bilgisine hazırlayan
sıradan okullar gibi yaklaşan yaşantılarına ve bu yaşantı­
n ın gereklerine hazırlayan okullar vardır? Hayır, yaşam ın
öğleden sonrasına tam am en hazırlıksız adım atarız; daha
da kötüsü bu adım ı kendi doğrularım ız ve ideallerim izin
bize eskisi gibi hizm et edeceğini düşünerek yanlış bir ka­
nıyla atarız. Halbuki hayatın öğleden sonrasını hayatın
sabah program ına göre yaşayamayız çünkü sabah güzel
olan bir şey akşam olm ayabilir ya da sabah doğru olan bir
şey akşam yalan olabilir. Ç ok sayıda yaşı ilerlem iş insana
psikolojik tedavi uyguladım ve bu tem el gerçek tarafından
yönlendirilm em ek için çoğu zam an ruhlarının gizli oda­
larına baktım .

785 Yaşlanan insanların hayatlarının tırm anış ve ge­


nişlem e sürecinde olm adıklarını, am ansız bir içsel sürecin
hayatlarının daralm asını pekiştirdiğini bilm eleri gerekir.
Çünkü genç biri için kendine çok fazla odaklanm ak nere­
deyse bir günah ya da en azından bir tehlikedir; oysa yaşlı

48
CARL GUSTAV JUNG

biri için kendine ciddi ciddi dikkat etm ek bir vazife ve ge­
rekliliktir. Işığım dünyaya hesapsızca yaydıktan sonra gü­
neş bu kez ışınlarını kendini aydınlatm ak için geri çeker.
Bunu yapm ak yerine çoğu yaşlı insan hastalık hastası, h a­
sis, kuralcı, m azinin şakşakçısı veya m üebbet yeniyetm e
olm ayı tercih eder— bunların hepsi kendiliğin aydınlan­
m asının acınası ikam eleri, yaşam ın ikinci yarısının ilk ya­
rının ilkeleriyle idare edilebileceği yanılgısının kaçınılm az
sonuçlarıdır.

786 Az önce kırk yaşındakiler için bir okulumuzun


olm adığını söylem iştim . Aslında bunun pek de doğru ol­
duğu söylenemez. D inlerim iz eskiden bizim için bu türde
okullardı ancak bugün onları böylesi bir okul olarak gören
kaç kişi çıkar ki? Yaşlılarım ızın kaçı böylesi bir okulda ye­
tişm iş ve yaşam ın ikinci yarısına, yaşlılık, ölüm ve sonsuz­
luğa gerçekten hazırlanm ıştır?

787 İnsanoğlu, eğer uzun yaşam ın bu canlı türü için bir


anlam ı yoksa, elbette yetm iş ya da seksen yaşm a gelm ek
için büyümez. İnsanın yaşam ının öğleden sonrasının ken ­
dine özgü bir önem inin de olm ası gerekir ve bu dönem
sadece yaşam ının sabahının acıklı bir uzantısı olamaz.
Sabahın önem i şüphesiz bireyin gelişim inde, dış dünyaya
kök salm asında, türünün çoğalm asında ve çocuklarım ızın
bakım ında yatar. Bu, tabiatın apaçık gayesidir. Lâkin, bu
gayeye ulaşıldığında— ve bu gayenin ötesine geçildiğin­
de— para kazanm a, zaferlerin uzaması ve yaşam ın ge­
nişlem esi aklın ve m antığın sınırlarının ötesine geçmeye
devam edecek mi? Sabahın yasalarını öğleden sonraya
taşıyanlar, bunun bedelini tıpkı çocuksu bencilliğini ye­
tişkin yaşam ına taşım aya çalışan büyüm e sürecindeki bir
gencin bu hatasının bedelini sosyal başarısızlıkla ödem e­
si gibi, ruhlarına aldıkları hasarla öderler. Para kazanm a,
sosyal başarı, aile ve gelecek nesil, kültürden değil, sırf
tabiatım ızdan kaynaklanır. Kültür doğanın am acının d ı­
şında yer alır. B ir ihtim al kültür yaşam ın ikinci yarısının

49
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

anlam ı ve am acı olabilir mi?

788 îlkel kabilelerde yaşlıların hem en hem en her daim


gizem lerin ve yasaların bekçisi olduklarını gözlem leriz ve
kabilenin kültürel m irası bu gizem ler ve yasalarda ifade
edilir. Peki bizde durum nasıl? Yaşlılarım ızın bilgeliği,
kıym etli sırları ve öngörüleri nerede? Yaşlılarım ız ekseri­
ya gençlerle yarışmaya çalışıyor. A m erikada bir babanın
oğullarının abisi, bir anneninse kızının m üm künse küçük
kardeşi olm ası neredeyse bir am aç haline gelmiş.

789 Bu karışıklığın ne kadarının eskiden yaşlılara du­


yulan abartılı hürm ete bir tepki olduğunu, faturanın ne
kadarının yanlış am açlara kesilm esi gerektiğini bilm iyo­
rum . Bu bahsettiklerim iz şüphesiz var olan şeyler ve bu n ­
ları yapan kim selerin am acı önlerinde değil, arkalarında-
dır. Bu yüzden sürekli geriye dönm ek için can atarlar. Bu
insanlara yaşam ın ikinci yarısının ilk yarısının sunduğu
bilindik am açların dışında diğer hangi am açlan sunabile­
ceğini tahm in etm enin zor olduğunu itiraf etm ek zorun­
dayız. Yaşamın genişlem esi, yararlılık, etkinlik, toplum
içerisinde güzel görünm ek, çocukların uygun evlilikler
yapm ası ve iyi işler bulm ası için kurnazca yönlendirm e­
ler— bunların her biri yeterli bir am aç değil m i? M aalesef
bunlar yaşlılığın gelişini yalnızca yaşam ın kısalm ası ola­
rak görenler ve eski ideallerini sadece solmuş ve tüken­
m iş şeyler olarak değerlendirenler için yeterli bir anlam
ve am aç ifade etm em ektedir. Elbette bu kim seler yaşam
kabını daha önceden doldurmuş ve son dam lasına kadar
boşaltm ış olsalardı, bugün her şeyle ilgili çok daha farklı
hissediyor olacaklardı. Tutuşm ak isteyen her şey çoktan
yanıp kül olm uş olacaktı. Ve yaşlılığın sükunetini m em ­
nuniyetle karşılayacaklardı. A ncak hayatta yalnızca çok
az kim senin sanatçı olduğunu ve yaşam sanatının bütün
sanatların içinde en seçkin ve nadidesi olduğunu unut­
m amalıyız. Kim bu yaşam kabını zarafetle boşaltabilm iş
ki? Bu yüzden çoğu insan için geriye yaşanm am ış hayat­

50
CARL GUSTAV JUNG

lar kalıyor— kim i zaman da aşırı iyi niyetten h içbir zaman


yaşanam am ış ihtimaller. Bundan dolayı yaşlılığın eşiğine
gözlerini kaçınılm az olarak geçm işe çevirm elerine yol
açan doyurulm am ış isteklerle yaklaşıyorlar.

790 Bu tür insanların geriye bakm aları bilhassa vahim ­


dir. O nlar için kesinlikle gelecekten bir beklenti ve h edef
gereklidir. Bu yüzden bütün büyük dinler insanlara ölüm ­
den sonra bir yaşam vadederler; önlerine fanilerin yaşa­
m ın ikinci yarısını tıpkı ilk yarısı gibi olabildiğince fazla
am aç ve beklentiyle yaşam alarına olanak sunan uhrevi bir
am aç sunarlar. Z ira günüm üz insanı için yaşam ın uzam a­
sı ve bitişi m akul am açlardır ancak ölüm den sonra yaşam
düşüncesi artık ona eskisi kadar da inandırıcı gelmez. Ya­
şam ın sona erm esi yani ölüm m akul bir am aç olarak an­
cak varoluş çekilm ez bir hale geldiğinde kabul edilebilir
ki bu yaşam ın bitm esine üzülm eyelim , ya da tıpkı güne­
şin ufukta doğm ak için can atm asına benzer bir m antıkla
onun bu kez “uzak kuşakları aydınlatm ak için” batm aya
can attığına kani olduğumuzda. A ncak inanm a günüm üz­
de öyle zor bir sanat haline geldi ki, bu artık çoğu insa­
nın, özellikle de eğitim li insanların yapamayacağı bir şey.
[İnsanlar] ölümsüzlük ve benzeri sorulara ilişkin sayısız
çelişkili görüşü ve herhangi bir ikna edici kanıt olm adı­
ğı düşüncesini fazlasıyla kanıksam ışlardır. Ve “bilim ” fani
dünyada kati inanışın ağırlığını taşıdığı görülen slogan
olduğu için “bilim sel” kanıtlar isteriz. A ncak düşünebilen
eğitim li insanlar bu tür bir kanıtın felsefi bir im kansızlık
olduğunu çok iyi bilirler. Kısacası bu tür konular hakkın-
daki her şeyi bilemeyiz.
Jung’un çocukluk ve yaşlılığa ilişkin “bilinçli sorunla­
rın olm adığı’’ dön em ler tespiti elbette abartılıdır ancak
hayatım ızı bilinçdışına dalışın başlangıcı ve sonu olarak
gördüğü imge, kahram anın yaşam ın ilk ve ikinci y arı­
sındaki fa rklı görevlerini açıklar. Hayatın başında bir
bilinç oluşturm ak için kahram anın çabalam ası gerekir.
Hayatın sonunda bilinçdışının, bireyin kaderinin son söz

51
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

sahibi olduğunu kabul edebilm ek için kahram anın kur­


ban edilmesi gerekir.

795 Sonuç olarak bir anlığına güneş benzetm esine geri


dönm ek istiyorum . Yaşam yayının yüz seksen derecesi
dört bölüm e ayrılır. Doğuya doğru eğik ilk çeyrek, diğer­
leri için bir sorun oluşturduğumuz ancak henüz kendi­
m ize ait herhangi bir sorunun farkında olm adığım ız ç o ­
cukluktur. Sorunların bilincine varm ak ikinci ve üçüncü
bölüm lere denk gelir. Son bölüm deyse yaşlılıkta bilincin
durum una bakılm aksızın tekrar diğerleri için sorun ol­
duğumuz dönem e geri döneriz. Ç ocukluk ve yaşlılık el­
bette tam am en farklıdır am a yine de bunların ortak bir
yanı vardır: Bilinçdışı psişik olaylara batm ak. Bir çocuğun
zihni bilinçdışından doğduğu için kolay kolay ulaşılır o l­
m asa da, psişik süreçlerinin farkına varılm ası yeniden bi-
linçdışına göm ülen ve giderek onun içinde kaybolan yaşlı
b ir kim seninki kadar zor değildir. Ç ocukluk ve yaşlılık,
yaşam ın herhangi bir sorununun bilincinde olunm ayan
evreleridir; bu yüzden onlara burada yer verm edim .

BİLİNÇDIŞININ PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE


Jung anne karm aşalı delikanlılığın başlangıcının
m askülen olan her şey uğruna anneye dair her şeyden
kopuş anlam ına gelm ediğini anlamıştı. Çoğu zam an
anne arketipitıin olumlu yönleriyle derinleşmiş bağlantı
hasarlı bir maskülen ruhun iyileşmesine yardım cı olabi­
lir. Burada (yaşadığı zam anın eşcinsellikle, durdurulmuş
gelişmeyi bir tutan tıbbi düşüncesi tarafından bir nebze
bozulduğu şekliyle) Jung, rüyaları kan kardeşi saydığı bir
erkekle cinsel ilişkiye girebilm ek için bu fem inen başlatıcı
rotasını tetikleyen genç bir adam ı tasvir eder.

167 Ö ncelikle okuru rüyayı görenin kişiliği hakkında


kısm en bilgilendirm eliyim zira bu bilgilendirm e olm ak­
sızın kendisini rüyaların tu h af atm osferine taşıyamaz. Saf
şiir olan ve bu yüzden ancak bir bütün olarak aktarabil­

52
CARL GUSTAV JUNG

dikleri ruh hali aracılığıyla anlaşılabilen rüyalar vardır.


Rüyayı gören hâlâ tam am en oğlan çocuğu görünüm lü,
yirm ili yaşların başında bir gençtir. Hatta bakışlarında
ve ifade tarzında bir nebze kız çocuğu havası vardır. Bu
kız çocuğu havası iyi bir eğitim aldığım ve iyi bir şekilde
yetiştirildiğini ele verir. Entelektüel ve estetik zevkleriy­
le belirgin derecede zekidir. Estetikliği apaçık ortadadır:
O nu görür görm ez rafine zevkinin ve sanatın bütün türle­
rinden anlayan bir yetiye sahip olduğunun farkına varırız.
Hissiyatı n a if ve nazenin, ergenlik heyecanlarına m eraklı
ancak biraz efem inedir. Yeniyetm elik çaylaklıklarından
hiçbir iz taşım az. Şüphesiz yaşm a göre çok küçüktür, tam
bir gecikm iş gelişim vakasıdır. İşte tam da bu yüzden eş­
cinselliğiyle ilgili bana gelmeliydi. İlk ziyaretinden önceki
gece şöyle bir rüya görm üştü: “Gizem li bir alacakaranlık­
la dolu, muazzam bir katedralin içindeyim . Bana buranın
Lourdes’d aki katedral olduğunu söylüyorlar. M erkezinde
içine girm em gereken derin, karanlık bir kuyu var”.

168 Rüya, kişinin ruh halinin açık bir ifadesidir. Rüyayı


görenin yorum ları şöyledir: “Lourdes gizem li şifa pınarı­
dır. D oğal olarak dün tedavi için size geleceğim i ve bir şifa
aradığım ı hatırladım . Lourdes’d a benzer bir kuyu olduğu
söyleniyor. Bu kuyuya inm ek h iç de hoş bir şey olm asa
gerek. Kilisedeki kuyu öyle derindi ki”.

169 Bu rüya bize ne anlatıyor? G örünürde yeterince


anlaşılır duruyor ve bu rüyayı önceki günün ruh halinin
b ir tür şiirsel ifadesi olarak görm em izde bir sakınca yok.
A ncak bu noktada kalm am alıyız çünkü tecrübe rüyaların
çok daha derin ve önem li olduklarını gösterir. Rüyayı gö­
renin hayli şiirsel bir ruh haliyle doktora geldiği ve tedavi­
ye sanki gizem li bir tapınağın alacakaranlığında yapılacak
olan kutsal bir dini törene başlar gibi başladığı düşünü­
lebilir. A ncak bu gerçeklerle hiç m i h iç örtüşm ez. Hasta
doktora sadece bu nahoş durum unu, h iç de şiirsel olm a­
yan eşcinselliğini tedavi ettirm ek için gelir. Eğer rüyanın

53
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

kaynağına dair böyle doğrudan bir sebep düşünecek olur­


sak her halükarda önceki günün ruh haline bakarak niçin
böylesine şiirsel bir rüya gördüğünü anlayamayız. A ncak
rüyanın aslında rüyayı göreni bana gelmeye m ecbur eden,
h iç de şiirsel olmayan ilişkine dair izlenim lerinden ilham
aldığını varsayabiliriz. H atta tıpkı gündüz oruç tutan b i­
rin in gece rüyasında leziz yem ekler görm esi gibi önceki
günkü hiç m i hiç şiirsel olm ayan ruh hali yüzünden böy­
lesine yoğun bir şiirsellikle rüya gördüğünü düşünebiliriz.
Tedavi, iyileşme düşüncesi ve bunun nahoş prosedürleri­
nin, rüyada rüyayı görenin canlı estetik ve duygusal ih ti­
yaçlarını etkin bir biçim de karşılayacak şekilde şiirsel bir
havaya bürünerek farklı bir kılıkta depreştiği inkar edile­
mez. Kuyunun karanlık, derin ve soğuk olm asına rağm en
kişi, karşı konulam az bir biçim de bu davetkar resme çe­
kilecektir. Rüyadaki ruh haline ait bir şey uykudan son ­
ra da sürecek ve hatta ben i ziyaret edeceği nahoş ve hiç
de şiirsel olm ayan günün sabahına taşınacaktır. Belki de
sıkıcı gerçekliğe rüyadaki duygunun parlak, altm sı ışıltısı
değecektir.

170 Bu kim bilir belki de rüyanın am acıdır. Bu aslında


m üm kün olm ayan bir şey değil çünkü tecrübelerim den
edindiğim bilgiye göre rüyaların büyük çoğunluğu ödün-
leyicidir35. Psişik dengeyi korum ak için devam lı diğer ta ­
rafı vurgularlar. A ncak ruh halinin ödünlenm esi rüyadaki
resm in tek am acı değildir. Rüya aynı zam anda zihinsel bir
düzeltici vazifesi görür. Hasta elbette kendini teslim etm ek
üzere olduğu tedaviyi yeterince anlam ış değildi. Lâkin
rüya, onu bekleyen tedavinin doğasını şiirsel m etaforlar-
la tasvir eden b ir tablo sunar. H astanın katedral im gesine
dair çağrışım ve yorum larını hatırlayacak olursak bu tab­
lo hem en netlik kazanır: Hasta, “Bu katedral bana Köln
K ated ralini hatırlatıyor”, der. “Ç ocukken bile bu katedrale
hayrandım . A nnem in bana ilk kez bu katedralden bahset -

35 Ödünleme fikri Alfred Adler tarafından hayli kullanılmıştır.

54
CARL GUSTAV JUNG

tiği zam anı hatırlıyorum ve ayrıca ne zam an bir köy k ili­


sesi görsem bunun Köln Katedrali olup olm adığını sor­
duğumu anım sıyorum . Böyle bir katedralde papaz olm ak
isterdim ”.

171 Hasta bu çağrışım larda çocukluğuna dair çok


önem li b ir tecrübeyi tasvir eder. Bu tür vakaların hem en
hem en hepsinde hastanın özellikle annesiyle yakın bir
bağı vardır. Bundan bilhassa iyi veya yoğun bir bilinçli
ilişkiyi kastettiğim anlaşılm asın. Bundan kastım kendini
bilinçli olarak ifade eden, belki sadece gecikm iş kişilik ge­
lişim inde yani göreli enfantilizm de rastlanan türden gizli
bir yeraltı bağının doğasına ait bir şeydir. Gelişen kişilik
doğal olarak bu tür bir bilinçdışı enfantil bağdan çark
eder çünkü h içbir şey gelişim in önünde bilinçdışı halinde
ısrardan— buna psişik bakım dan gelişm em iş hal de diye­
biliriz— daha fazla engel teşkil etm ez. Bu yüzden içgüdü
annenin yerine başka bir nesneyi koym ak için ilk fırsatı
kaçırm az. Eğer bu gerçek bir anne m übadili olacaksa, bu
nesne bir bakım a onu andırm alıdır. H astam ızın duru­
mu da aynen böyle. Ç ocukluk hayalinin Köln Katedrali
sem bolünü yakaladığı yoğunluk, bilinçdışının bir an önce
m übadili bulm a ihtiyacının gücüne karşılık gelir. B ilin ç­
dışı ihtiyaç, enfantil bağın zararlı olabileceği b ir durum ­
da daha da artar. Böylece çocukluk hayalgücünün kilise
fikrine başvurduğu coşku tam anlam ıyla bir annedir çü n ­
kü kilise annedir. Burada yalnızca A na Kilise değil, aynı
zam anda K ilisenin rahm i de söz konusudur. Benedictio
fontis olarak bilinen ayinde vaftiz kurnasına immaculatus
divini fontis uterus [kutsal pınarın s a f rahmi] şeklinde h i­
tap edilir. Tabiatıyla bir erkeğin bu bilgi hayalinde işlem e­
ye başlam adan önce onun bilincinde olm ası gerektiğini ve
hiçbir şeyin farkında olm ayan bir çocuğun bu işaretlerden
etkilenem eyeceğini düşünürüz. Bu tür benzetm eler kesin­
likle farkındalığı olan zihin vasıtasıyla işlemez, oldukça
başka bir biçim de işler.

55
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

172 Kilise, ebeveynlerle olan tam am en doğal yahut


“tensel” bağın daha yüksek ruhani bir m übadilini tem sil
eder. Sonuçta bireyi tabii bir bilinçdışı ilişkisinden kurta­
rır, ki bu gerçekte bir ilişki bile sayılmayan, yalnızca b ilin ç­
dışı kim liğinin gelişm emiş bir halidir. Bu hal, sırf bilinçdı-
şına ait olduğundan muazzam bir eylemsizliğe evsahipliği
yapar ve herhangi bir ruhsal gelişime karşı azami direnç
gösterir. Bu halle bir hayvanın ruhu arasındaki tem el far­
kın ne olduğunu söylem ek kolay değildir. Şu halde bire­
yin kendisini başlangıçtaki, hayvan benzeri durum undan
ayırm asını m üm kün kılm ak, hiçbir şekilde Hıristiyan K i­
lisesinin özel imtiyazı değildir. Kilise, belki de insanlığın
kendisi kadar eski içgüdüsel bir arzunun en son ve bilhas­
sa Batılı şeklidir. Bu arzu, herhangi bir şekilde gelişmiş ve
henüz dejenere olm am ış bütün ilkel insanlar arasında en
çeşitli biçim leriyle bulunabilecek bir arzudur: Erkekliğe
giriş törenini ya da kurum unu kastediyorum . Erkek ço ­
cuk ergenliğe girince ailesinden sistem atik olarak yaban-
cılaştırılacağı “erkekler ocağı’ na veya bir başka kutsama
yerine yönlendirilir. Aynı zam anda dini gizem lere itilir ve
böylelikle yalnızca tam am ıyla yeni birtakım ilişkilere de­
ğil, aynı zamanda yenilenm iş ve değişmiş bir kişilik olarak
tıpkı yeni doğmuş biri gibi (quasim odo genitus) yeni bir
dünyaya sevkedilir. Bu giriş töreni genelde bazen sünnet
ve benzeri şeyleri de içeren bütün işkence türlerini içerir.
Bu uygulamalar şüphesiz çok eskidir. A lm an öğrencilerin
“vaftizinde” ya da A m erikan öğrenci cem iyetlerinin akla
hayale sığmayan, abartılı kabul törenlerindeki gibi dışar­
dan gelen bir zorlam a olm aksızın kendilerini tekrarlam a­
ya devam etm elerinin sonucunda neredeyse içgüdüsel
m ekanizm alar haline gelmişlerdir. İlkel bir imge olarak
bilinçdışına kazınm ışlardır.

173 Ç ocukken annesi ona Köln K atedralini anlattığın­


da bu ilkel imge kışkırtılarak uyandırılır. A ncak bu imgeyi
geliştirecek bir rahip-öğretm en yoktur, bu yüzden çocuk

56
CARL GUSTAV JUNG

annesinin ellerinde kalır. Yine de bir erkeğin rehberliğine


duyulan istek, çocukta eşcinsel eğilim ler— eğer çocukluk
hayallerini eğitecek bir adam olsaydı, norm alde hiçbir za­
man ortaya çıkm ayacak bozuk bir gelişim — şeklini alarak
büyümeye devam eder. Eşcinselliğe sapm anın elbette sayı­
sız tarihsel öncülleri vardır. A ntik Yunanda bazı ilkel top-
lumlarda da olduğu gibi eşcinsellik ve eğitim uygulamada
eşanlamlıydı. Bu açıdan bakıldığında ergen eşcinselliği,
norm alde bir erkeğin rehberliğine duyulan gayet makul
ihtiyacın sadece yanlış anlaşılmasıdır. A nne karm aşasına
dayanan ensest korkusunun genelde kadınları kapsadığı
da söylenebilir ancak bence olgunlaşm am ış bir erkek ka­
dınlardan korkm akta haklıdır çünkü kadınlarla olan iliş­
kisi çoğu zaman felaketle sonuçlanır.

174 Rüyaya göre öyleyse tedavinin başlangıcının hasta


için im lediği şey eşcinselliğinin gerçek anlam ının tam am ­
lanm ası yani yetişkin erkeklerin dünyasına girişidir. Bu ­
rada bu olguyu tam olarak anlayabilm ek için böyle uzun
uzadıya kılı kırk yararcasına incelem ek zorunda olduğu­
muz her şeyi, rüya, birkaç canlı m etafora sıkıştırm ış ve
böylece rüyayı gören kim senin im gelem i, hisleri ve anla­
yışı üzerinde o kim seye nutuk çekm ekten çok daha etkin
olan bir resim oluşturmuştur. Sonuçta hasta tıbbi ve pe­
dagojik düsturların altında ezilm ek yerine kendini daha
iyi hissetm iş ve tedaviye daha akıllıca hazırlanm ıştır (Bu
yüzden rüyaları yalnızca değerli bir bilgi kaynağı olarak
değil, aynı zam anda olağanüstü etkili eğitim araçları ola­
rak görüyorum ).

175 Şim di ikinci rüyaya gelelim. Ö ncelikle ilk muaye­


nede az önce incelediğim iz rüyaya hiçbir şekilde atıfta bu­
lunm adığım ı açıklam am gerek. Bundan bahsedilm em iş­
ti bile. Bu rüyayla uzaktan ya da yakından ilişkili tek bir
kelim e dahi edilm em işti. İkinci rüyaysa şöyle: “M uazzam
bir gotik katedralin içindeyim . Sunakta bir rahip duruyor.
Elim de küçük bir Japon fildişi figürü tutarak bu figürün

57
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

vaftiz edileceği hissiyle arkadaşım la beraber onun önünde


duruyorum . Birden yaşlı bir kadın ortaya çıkıp arkadaşı­
m ın parm ağındaki tarikat yüzüğünü çıkarıyor ve kendi
parm ağına takıyor. A rkadaşım bu onu bir şekilde bağla­
yabileceği için korkuyor. A ncak aynı zam anda harika bir
kilise orgu müziği duyuluyor”.

176 Burada kısaca devam eden ve önceki günün rüya­


sını tam am layan şu noktaların üzerinde duracağım . İkinci
rüya su götürm ez bir biçim de ilkiyle bağlantılıdır: Rüyayı
gören yine bir kilisededir yani erkekliğe giriş durum un­
dadır. A ncak yeni bir figür eklenm iştir: Ö nceki durum da
yokluğuna değinilen rahip. Rüya bu yüzden onun eşcin ­
selliğinin bilinçdışı anlam ının tam am landığını ve daha
fazla gelişim in başlatılabileceğini onaylar. G erçek giriş tö ­
reni yani vaftiz şim di başlayabilir. Rüya sem bolizm i daha
önce söylediğim şeyi yani bu tür geçişlerle psişik dönü­
şüm lere yol açm anın H ıristiyan Kilisesinin bir ayrıcalığı
olm adığını doğrular ancak K ilisenin ardında belirli koşul­
larda bunları pekiştirecek yaşayan bir ilksel imge vardır.

1 7 7 Rüyada vaftiz edilecek şey küçük bir Japon fildişi


figürüdür. Hasta bu fildişi figürle ilgili şöyle der: “Bana
erkeklik cinsel organını anım satan ufak, grotesk küçük bir
insan figürüydü. Bunun vaftiz edilecek olm ası kesinlikle
çok tuhaftı. A ncak sonuçta Yahudilerdeki sünnet bir tür
vaftizdi. Bu benim eşcinselliğim e bir gönderm e olm alı
çünkü sunağın önünde yanım da duran arkadaş cinsel iliş­
kiye girdiğim kişi. O nunla aynı tarikata m ensubuz. Tari­
kat yüzüğüyse belli ki ilişkim izi tem sil ediyor”.

178 G eleneklere göre yüzüğün tıpkı alyans gibi bir bağ­


lılık veya ilişkinin nişanesi olduğunu biliyoruz. Bu yüzden
yüzüğün eşcinsel ilişkiyi sem bolize ettiğine em in olabili­
riz. Aynı şekilde rüyayı görenin arkadaşıyla yan yana dur­
m ası da aynı şeyi imler.

179 Tedavi edilecek şikayet eşcinselliktir. Rüyayı gö­

58
CARL GUSTAV JUNG

ren, bu görece çocuksu durum un dışına çıkarılm alı ve bir


rahibin gözetim inde bir tür sünnet töreniyle yetişkinliğe
adım atmalıdır. Bu düşünceler tam olarak benim analiz
ettiğim önceki rüyaya karşılık gelir. Şimdiye dek gelişim
m antıksal olarak ve arketipsel im gelerin yardım ıyla tutarlı
bir şekilde ilerlem iştir. A ncak şim di rahatsız edici bir u n ­
sur devreye girer. Yaşlı bir kadın birden tarikat yüzüğünü
ele geçirir; diğer bir deyişle o ana değin eşcinsel bir ilişki
olan şeyi kendine çeker ve böylece rüyayı görenin kendine
has yüküm lülükleri olan yeni bir ilişkinin içine girm ek­
ten korkm asına neden olur. Yüzük artık bir kadının par­
m ağında olduğundan bir tür evlilik akdi yapılm ıştır yani
sanki eşcinsel ilişkiden heteroseksüel ilişkiye geçilm iştir
ancak işin içinde yaşlı bir kadın olduğundan bu tu haf bir
heteroseksüel ilişkidir. Hasta, o kadının annesinin bir ar­
kadaşı olduğunu söyler: “O nu çok severim , aslında benim
için b ir anne gibidir”.

180 Bu yorum dan rüyada ne olduğunu anlayabiliriz:


giriş törenin sonucunda eşcinsellik bağı koparılm ış ve ye­
rine heteroseksüel bir ilişki, anaç bir kadınla platonik bir
arkadaşlık konm uştur. Bu kadın, hastanın annesine b en ­
zem esine rağm en o artık onun annesi değildir; bu yüzden
onunla ilişkisi annenin ötesinde m askülenliğe bir adımı
ve dolayısıyla da ergen eşcinselliğinin kısm en ele geçiril­
m esini imler.

181 Bu yeni bağdan korkm ak şüphesiz anlaşılır bir şey­


dir. İlkin söz konusu korku tabiatıyla kadının annesine
benzem esinin uyandırdığı korkudur— bu, eşcinsel bağın
çözülm esinin tam anlam ıyla anneye geri çekilm eye yol
açm ası olabilir. İkincisindeyse evlilik vb. olası yüküm lü­
lükleriyle yetişkin heteroseksüelliğindeki yeni ve bilin m e­
yen etm enlere karşı duyulan korkudur. Aslında burada bir
gerilem eyle değil ilerlem eyle ilgileniyor oluşumuz sanki
rüyadaki arka fonda çalan m üzikle de onaylanıyor. H as­
ta bir m üzikseverdir ve bilhassa dini kilise m üziğine kar­

59
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

şı duyarlıdır. Bu yüzden m üzik onun için çok olumlu bir


duyguyu im ler ve bu rüyayı ahenkle sonlandırarak ertesi
sabaha hoş, kutsal bir duygu bırakır.

182 Şimdiye değin hastanın bana sadece bir kez m ua­


yene için geldiğini, onda da hastanın geçm işinden biraz
fazlasının incelendiğini düşünecek olursanız, şüphesiz her
iki rüyanın da çarpıcı tahm inler doğurduğu konusunda
benim le hem fikir olacaksınız. Bu rüyalar oldukça dikkate
değer bir biçim de hastanın durum unu ve farkındalığı olan
zihne tu haf gelen ancak aynı zamanda sıradan tıbbi duru­
m a hastanın zihinsel tuhaflıklarına eşsiz bir şekilde uyum
sağlam ış bir yön kazandıran ve böylece onun estetik, en ­
telektüel ve dini eğilim lerini akort notasına uydurabilen
durum unu gösterir. Tedavi için m uhtem elen daha iyi şart­
lar hayal edilemezdi. B ir kim se bu rüyaların anlam ların­
dan hastanın tedaviye son derece hazır ve umutlu, oğlan
çocuksuluğunu bir kenara bırakıp erkek olmaya hazırlıklı
bir şekilde başladığına neredeyse ikna olabilir. Halbuki
gerçekte durum böyle değildir. Bilinçli bir şekilde bir sürü
çekinceleri vardı ve (tedaviye karşı) dirençliydi. D ahası
tedavi ilerledikçe aksi ve zorluk çıkaran tavırları kendini
gösterm eye başladı, her an eski haline dönm eye hazırdı.
Sonuçta bu rüyalar (hastanın) bilinçli davranışına tam
bir zıtlık teşkil eder. İlerleyen bir çizgi boyunca yol alır ve
eğitici bir rol üstlenirler. Özel işlevlerini açıkça hissettirir­
ler. Ben bu işleve ödünlem e diyorum . Bilinçdışı ilerlem e,
bilinçli gerilem eyle beraber sanki teraziyi dengede tutar
gibi bir çift zıt kutup oluşturur. Eğitim ci, sonucu ilerlem e
lehinde etkiler.

183 Bu delikanlının durum unda kolektif bilinçdışı


oyununun im geleri olum lu bir rol oynar; bu durum has­
tanın gerçeklik yerine bir hayal-ikam esine başvurmaya ve
hayatın arkasına saklanm aya gerçekten tehlikeli bir eğili­
m inin olm am asından kaynaklanır. Bu bilinçdışı im gelerin
etkisinin can alıcı bir noktası vardır. Kim bilir? Belki de

60
CARL GUSTAV JUNG

bunlar insanoğlunun kader sözcüğüyle anlatm aya çalıştığı


sonsuz imgelerdir.

DERS NOTLARI VIII, 13 MART 1929,


RÜYA [12]
A şağıdaki kayıt Jung’un 1929 yılında rüyalarla ilgili
verdiği İngilizce sem inere aittir. Jung bu sem inerde gen el­
de erkeğin olgunlaşmam ış erosunun sem bolü olan ebe­
di çocuğun (puer aeternus) m askülen arketipini inceler.
Jung erosun olgunlaşmamışlığını maskülen doğanın bir
özelliği olarak görmüştü. Bu sorunun burada incelenen
rüyadaki gibi içsel kabulü, çözüm e yönelik ilk adım dı.

Sonraki rüya [12], aynı gece: sonraki rüyayla önceki ara­


sında oldukça dikkate değer bir ödünlem e ile olağanüstü
bir fark vardır. “K arım la bir yatak odasındayım ve yavaşça
b ir başka odaya açılan bir kapı görüyorum . Hem en kapıya
yönelip kapıyı açıyorum ve diğer odada çırılçıplak, küçük
bir oğlan çocuğu görüyorum . O nu yatak odasına taşıyo­
rum ve rüyam da bu çocuğun kesinlikle doğal bir bebek
olm adığını düşünüyorum . K açm asına engel olm ak için
(zira çocu k kollarım da debeleniyor) onu göğsüm e bas­
tırıyorum . Sanki bu gerçek şey hislerim in açlığını doyu-
ruyorm uşçasına bana (cinsellikle alakasız) olağanüstü bir
haz veriyor. Sonra eşim çocuğa çeşitli yiyecekler getiriyor.
Kara ekm ekle beyaz ekm eği farkediyorum . Ç ocuk kara
ekmeği istemiyor, beyazdan yiyor. Sonra birden pencere­
den uçtu; havada bize baş işareti yapıyordu”.

Çağrışımlar: Yavaşça açılan kapı: Faust’un ikinci bölü ­


m ündeki bir pasaja atıf. Faust yaşlanıyor ve rasyonel bir
yaşam sürm eye çalışıyordun Günün rasyonel doğrularını
uzun uzun düşünm eyi ve bilim sel olm ayı sevdiğiyle ilgi­
li bir m onolog vardır. Sonra gece olur ve her şey farklı­
laşır, kapı açılır ve içeri kim se girm ez! Dünyayı büyüsüz
tasavvur edemeyiz. Adam ın rüyasında da kapı açılır ve

61
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

içeri kim se girm ez36. Bu doğaüstü bir şeydir. Okkültizm


okum uştur ve dışa vurm a sözcüğünü, eskiden ruhlara,
ruh çağırm a seanslarına, tahta tıkırtıların a ve duvardan
gelen seslere isnat edilen kuram ı kullanır. Kuram ına göre
bu bir hayaletin işi değildir, içim izdeki bir şey tarafından,
psikolojik içeriğin dışa vurulm asıyla yapılm ıştır ve rüyayı
gören bu tür şeylerin varlığına kesin olarak inanm aktadır.
Rüyada kapının tu haf bir biçim de açıldığı hissine kapılır.
Bu yüzden kalkıp diğer odaya gider ve orada çıplak küçük
oğlan çocuğunu görür.

Çocuk: Tek çağrışım ı çıplak oğlan çocuğu şeklindeki


geleneksel Eros tasviridir. Ç ocuğu göğsüne bastırdığında
bu durum hislerini tu haf bir biçim de tatm in eder.

Ekmek: Kara ekmek, tahılının koyu kabuğundaki bir


proteinden ötürü beyaz ekm ekten daha besleyicidir. “Kü­
çük eros eşim tarafından doğru düzgün beslenm em işti, bu
yüzden uçup gider ve uzaktan bize baş işareti yapar”. B u ­
rada m askülen psikolojisinin değerli bir parçası karşım ıza
çıkar. C insiyeti bir kenara bırakıyorum ! Bu rüyanın biraz
onarım a ihtiyacı var. İyi, m ahrem ve kişisel bir rüya. Böyle
tarafsız bir rüyadan sonra bunu nasıl açıklayabilirsiniz?

Dr. Binger: İçerik aşağı yukarı aynı. Rüyayı gören kendisini


bir çocuk, Eros’u kendi çocuk hali olarak görüyor. Diğer rüyada
kendini babasına yansıtmıştı, bu yüzden o rüyada çocuk olan

36 F au st, II. Bölüm, Perde V, s. 334.


Şim di e t r a f bu g ib i h ay a letlerle o k a d a r doldu ki
Bunlardan n asıl ka çılaca ğ ım kim se bilmiyor.
Gündüz bizi aydınlığa ve m akul düşün celere götü rerek yüzümüze
gü lse bile,
G ece bizi b ir sürü rüyanın ağı ile sarıyor.
Yeşil ovalardan n eşe ile döndüğümüz b ir sırad a
B ir kuş ötse: "Bıı niye öttü? B ir fe la k e t olm asın! ” diyoruz.
E r g e ç b atıl in an ışlar içim izi sarıyor.
Güya tabiat dışı o la y la r birtakım b elirtiler bize ihtarda bulunu­
yorm uş gibi!
B ö y lece biz ürküyoruz ve yaln ızlık hissediyoruz.
K apı gıcırdıyor, am a içeri giren yok.

62
CARL GUSTAV JUNG

kendisiydi.

Dr. Jung: Bu tartışılabilir bir şey. Bence doğru ilerlediğimiz­


den emin olmak için metinle başlasak iyi olur. Rüyayı gören
karısıyla yatak odasında, bu yüzden karısıyla mahrem bir du­
rum söz konusudur. Önceki rüyadaki ifade, alçak değerleriyle
değil yüksek değerleriyle uğraşması gerektiğine dair ifade, onu
karısıyla olan mahrem sorununa yöneltir. İşyerinde bazı şeyler
yolunda gitmiyor, karısıyla olan ilişkisinde bazı şeyler yolun­
da değil. Eğreti bir yaşam süren adam Eros’la ilgilenmez. Ba­
bası bunu bildiği için buna aldırmaz. Erosun tarafına gözleri­
ni tamamen kapayabilmiştir ve karısına hiç mi hiç alışabilmiş
değildir. Salt nesnellikle bir kadınla uğraşamazsın, bu yüzden
bu rüyada bir engelin olması oldukça doğaldır. Rüya onu doğ­
rudan yatak odasına yönlendirir zira bu aynı zamanda cinsel
bir sorundur; cinsellik aidiyetin en güçlü ve en açık ifadesidir.
Bu durumda bilinçdışının belirli unsurları dışsallaştırılmışa
benziyor. Bildiğim kadarıyla bilinçdışının çok yakın olan o içe­
rikleri öylesine yakınlardır ki, neredeyse bilinçte yer alırlar ve
dışsallaştırılmaya meyyaldirler. Öyle ki bilince hücum etmeye
hazırdırlar ancak önlerinde belirli engeller vardır ve dışsallaş-
tırılırlar. Burada bir mucize karşımıza çıkar. Bu küçük mucize­
lere karşı bir önyargım yoktur. Bu tür tuhaf şeyler ara sıra olur
ancak bizim psikolojimizle nasıl bağlantılı olduklarını tanrı
bilir, ben bilmiyorum. Sadece aptallar her şeyin açıklanabile­
ceğini düşünür. Dünyanın gerçek özü açıklanamaz. Bu durum­
da hastanın karısıyla olan ilişkisindeki eksiğin Eros olduğunu
idrak etmesi gerekir. Bu, neredeyse onun gözünden kaçan bir
mucizedir. İçeri girmesi gereken Erostur. Kapıyı açar ancak
içeri kimse girmez. Sonra diğer odada küçük bir oğlan çocuğu
görür ve onu bir dakikalığına kollarında tutar. Çocuğu göğsü­
ne bastırdığında tuhaf bir haz duyar ve bunun cinsel bir haz
olmamasının garip bir şey olduğunu söyler. Bu erkeklerin en
saçma düşüncelerinden biridir. Erosun cinsellik olduğunu sa­
nırlar halbuki alakası yoktur; Eros ilişkide olmaktır. Kadınların
buna verecek bir cevapları vardır. Hasta bunun cinsel bir sorun

63
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

olduğunu düşünmeyi tercih eder ama aslında değildir. Bu bir


Eros sorunudur.

Ekmek: Kara ekm ek daha besleyici olsa da, çocu k bunu


istem ez; beyaz ekm ekten yer.

Dr. Shaw: Kara ekmek hastanın düşüncesini, üstün işlevini


mi temsil ediyor?

Dr. Jung: Buna dair bir işaret yok.


Bayan Bianchi: Beyazla kara arasındaki farkı, zıtlığı vurgu­
luyor. Bunun mevzubahis iki kişinin tabiatlarıyla bir alakası ol­
duğu düşünülebilir mi?

Dr. Jung: Bundan pek emin değilim. Ekmeğin gıdayı akla


getirdiğini söyleyebilirim. Aklımızın, kalbimizin, bedenimizin,
her bir işlevin yaşamlarını sürdürebilmeleri için kendine özgü
gıdaya ihtiyacı olmalı; bu yüzden Eros beslenmeden yaşayamaz.
Erosa verilen yiyeceğe burada ekmek deniliyor. Siyahla beyaz
ahlaki değerlerin bilindik sembolleridir. Beyaz masumiyet, saf­
lıktır; siyah ise toprağın pisliği, gece ve Cehennemdir. Gerçek
kara ekmek (çavdar ekmeği) ağırdır; hazmı zordur. Buğdayı­
nı çok ilkel bir şekilde öğütürler, bu yüzden bütün parçacıkları
içinde kalır. Nemli ve ağır bir ekmektir ancak besleyicidir. Oğ­
lan kara ekmeği istemez, beyazı yer. Bu ne anlama geliyor?

Bay Gibb: Daha ideal olanı tercih ediyor.


Dr. Jung: Rüyayı gören yediği şeylere oldukça dikkat'eden
birisi. Yiyeceklerle ilgili karmaşası var. Bu tür karmaşaları ince­
leyecek olursan, arkalarında her zaman enteresan şeyler bulur­
sun. Beyaz ekmek tahılın kalbinden yapılır, kabuklarıysa atılır
veya domuzlara verilir. Bu yüzden beyaz ekmek akıllara lüks,
asalet ve ruhu getirir zira tahılın “ruh’ undan yapılır. Sadece
beyaz ekmek yiyenler asil, elit kimselerdir; kara ekmek yiyen­
lerse kaba, görgüsüz, avam ve incelikten yoksundur. O halde
mesele çocuğun ağır, doyurucu yeryüzü yiyeceğiyle beslenip
beslenmemesidir. Hıristiyan bilincimize göre bu şeytanın ve
Cehennemin yiyeceğidir. Dünyaya ait ya da dünyevi olan ne­

64
CARL GUSTAV JUNG

dir? Cinsellik! Ancak Eros’un cinsellikle beslendiğine dair ge­


nel kanı yanlıştır. Enteresan bir şekilde Eros, cinselliğin içinde
gizlenen bir şey yani duygu, ilişkide olmak tarafından sadece
beyaz ekmekle, tahılın kalbiyle beslenir. Hastaya “Karınla cin­
sel ilişkiye girmen onunla ilişkide olduğunuz anlamına gelmez”
diyecek olsam bunu anlamaz zira o kendisinin karısıyla ilişkide
olduğunu sanıyor. Duygularınız, paylaşımlarınız sayesinde (bir
kimseyle) ilişkide olursunuz; Erosu besleyen de budur. Cinsel
ilişkiden sonra ruhun üzgün olmayacağı sanılır; halbuki çoğu
zaman evliliklerde en kötü kavgalar ve yanlış anlaşılmalar cin­
sel ilişkinin ardından yaşanır çünkü cinsellik Eros u beslemez.
Bu çoğu zaman tartışma ve ayrılıkların doğrudan sebebidir. Bu
noktaya kadar söz konusu rüya çok önemli bir farkındalıktır.
Eros mucizevi bir şekilde ortaya çıkar ve yine mucizevi bir şe­
kilde ortadan kaybolur. Camdan uçup gider. Bu ne anlama gelir?

Dr. Binger: Adam ilişki duygusuna hazır değildir.


Dr. Jung: Eros orada biraz daha kalsaydı ne yapacağını bilmi­
yoruz. Kara ekmekten biraz daha yiyebilirdi ama orada yeterin­
ce uzun kalmıyor. “Yağma yok; elveda!”, deyip gidiyor. Güzel bir
espri ve korkunç bir gerçek. Burası vadedilmiş topraktır ancak
bir anlığına bu kısacık görüntü nettir; sonra kara ekmekten yiye-
meden uçup gider. Genelde analizlerde olan şey de budur. Bir an­
lık ilerisini oldukça net görürsünüz, sonra görüntü kaybolur, sis
bulutu toplanır ve yine aklınız karışır. Bu, gerçeğin aniden ortaya
çıkıp somutlaşmadan tekrar kaybolmasıdır. Adamın evinde ek­
mek yenmesi misafirperverliğin kadim sembolüdür. Ancak Eros
bütün ekmeklerden yemez, sadece beyazdan yer, sonra kaybolur.
“Hoşçakalın. Sizi görmek güzeldi, belki sizi yine görürüm ama
belli de olmaz”, diyerek onları uzaktan selamlar.

Bayan Sigg: Çocuğun sadece Eros olduğu konusunda şüp­


helerim var. Faust'ta çocuğun şiir ve imgelemle bir ilgisi vardı.
Başka bir şeydi.

Dr. Jung: Doğru, yalnızca Eros olmayabilir. Benim de şüp­


helerim var. Ancak rüyayı gören rüyasının genel mahiyetinin

65
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

farkında olmadığı için Erosa odaklandım. Erosun başlangıçta


Faust’la ilişkilendirilmesinin arabacı Homunculus ve Euphori-
on’u37, rüyalarda teknik olarak ebedi çocuk (puer aeternus) ola­
rak isimlendirdiğim o unsurun üç şeklini imlediği söylenebilir.
Bence rüya, bu sembolizmi imliyor. Baba karmaşasından sonra
ister istemez adamın çocuk olduğu enfantil karmaşası ortaya
çıkar. İlk başta gözlerini babaya çevirir, şimdi oğul odur. Hâlâ
sekiz-on yaşlarında bir oğlan çocuğunun psikolojisine sahiptir;
bu yüzden Eros figürü rüyayı gören enfantil yanı olabilir. Lâ­
kin böyle düşünecek olursanız enfantil yanın karısıyla ilişkiye
girmesi gerekir; halbuki henüz buna hazır değildir. Tabii, yalın
duygusunun karısıyla ilişkiye girmesinde fayda var diyebilir­
siniz. Çocuğun, rüyayı görenin enfantil yanı olduğu çok doğ­
rudur ancak bu aynı zamanda onun içindeki gelecek vadeden
şeydir. Kişinin geliştirdiği şeyler bitmiştir, oysa geliştirmediği
şeylerse gelecek için hâlâ bir umuttur. Bu yüzden çocuk geli­
şebilecek olanı, erkeğin içindeki kendini yenileyen şeyi temsil
eder ve bu figüre verilebilecek en iyi terim ebedi çocuktur (puer
aeternus). Eskiden ebedi çocuğun mucizevi bir biçimde sürekli
görünüp kaybolan Kutsal Çocuk olduğu düşünürdü. Etrüsklü
çocuk Tages38, küçük çıplak oğlan çocuğu, çiftçinin sabanının
açtığı yarıkta belirir ve insanlara kanun, sanat ve kültür öğretir.
Adonis de böyle bir çocuktu. Tammuz ise her ilkbaharda ka­
dınlara görünür. Babil’in balık-tanrısı Oannes gündoğumunda
sudan bir balık olarak çıkar ve gün boyunca insanlara tarım,
kanun vb. şeyler öğretir ve akşam olunca ise denizin derinlik­
lerine gömülüp kaybolur. Bay Eckhart kendini ziyaret eden kü­
çük çıplak bir oğlan çocuğu görür. Ayrıca oğlan çocuğu görün­
tüsünün uğursuzluk getirdiği, kimi zamansa ölümcül olabildiği
bazı İngiliz masalları vardır. Ne olduğunu bilmiyorum ama bu­

37 F aust, Perde II. Bu üç karakterin akıbetlerinin özeti 27 Mart 1929


tarihli dersin başında verilir [burada yer almaz],
38 Etrüsklerin dininin efsanevi kumcusu Tages ve birkaç satır son­
ra bahsi geçecek olan Oannes için bkz. Sym bole d e r Wandlung.
A nalyse d es Vorspiels zu ein er Schizophren ie, par. 291-292. Ado­
nis bitki örtüsü tanrısıydı; Tammuz ise onun B abil’deki muadili­
dir.

66
CARL GUSTAV JUNG

nun bir sebebi olmalı. Ebedi çocuk (puer aeternus) en basit ha­
liyle karakterimizin enfantil yanının kişileşmiş halidir, enfantil
olduğu için bastırılmıştır. Rüyayı gören bu unsurun içeri gir­
mesine izin verirse sanki kendisi kaybolur ve küçük, çıplak bir
oğlan çocuğu olarak geri gelir. Eğer karısı onu bu şekilde kabul
edebilseydi her şey yoluna girerdi. Küçük oğlan çocuğunun bü­
yütülüp eğitilmesi, belki de poposuna vurulması gerekir. Aşağı
unsur yaşamın içine girebilirse bir gelecek yaşam vaadi oluşur,
ilerleme olabilir. Mitolojide bu küçük, çıplak oğlan çocuğunun
neredeyse tanrısal, yaratıcı bir karakteri vardır. Ebedi çocuk
{puer aeternus) halinde39 mucizevi bir şekilde ortaya çıkar ve
yine aynı şekilde ortadan kaybolur. Faust’ta üç şekilde karşı­
mıza çıkar: Çocuk Arabacı, Homunculus, Euphorion. Hepsi de
ateşle yok olur; Goethede bu, bütün ebedi çocukların (puer ae­
ternus) tutkulu bir patlamayla ortadan kayboldukları anlamına
gelir. Yangın her şeye, hatta dünyaya bile bir son verir. Kültürün
özü olan ateş patlayıp her şeyi yok edebilir. Bu, örneğin Bolşe­
vik Devrimi’ndeki gibi kültürel biçim artık enerjinin gerilimini
kaldıramaz hale geldiğinde bir yangının çıkması ve Rus mede­
niyetini yakıp yıkması gibi zaman zaman olan bir şeydir.

BİR ÖĞRENCİNİN AŞK SORUNU


Jung, ister eşcinsel, ister heteroseksüel olsun ilk aşk
ilişkilerini erosun işlenebileceği yerler olarak görmüştü.

216 Ö ğrenci evliliklerinin erken olup olm adığı konu­


suna gelince bütün erken evlilikler için geçerli olan bir
gerçeği göz önünde bulundurm alıyız. Ö rneğin olgunluk
söz konusu olduğunda yirm i yaşındaki bir kız genelde
yirm i beş yaşındaki bir erkekten daha yaşlıdır. Y irm i beş
yaşındaki çoğu erkek için psikolojik ergenlik çağı daha
henüz sona erm em iştir. Ergenlik yanılgılar çağıdır ve bu

39 Jung bu temayı daha sonra “Çocuk Arketipinin Psikolojisi” adlı


makalesinde geliştirecektir (1941), D ie A rchetypen und d a r k o l­
lektive Unbewußte.

67
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

çağda yalnızca kısm i sorum luluklar söz konusudur. Psi­


kolojik fark erkeklerin cinsel olgunluk çağm a değin genel­
likle oldukça çocuksu olm ası, kızlarınsa ergenlikle birlikte
görülen psikolojik incelikleri erkeklerden çok daha erken
geliştirm eleridir. Bu çocuksuluğu cinsellik çoğu zaman
zorbalıkla böler; oysa kızlarda ergenliğin başında olm ala­
rına rağm en bu cinsellik aşık olana değin uyumaya devam
eder. Evli olsalar bile gerçek cinsellikleri yıllarca bakire ka­
lan oldukça fazla kadın vardır; ancak bir başka adama aşık
olduklarında bu cinselliklerinin farkına varırlar. Çoğu k a­
dının erkek cinselliğini hiç m i hiç anlam am asının sebebi
tam olarak budur— kendi cinselliklerinin hiçbir şekilde
bilincinde olm am alarıdır. Erkeklerdeyse durum farklıdır.
C insellik onların içine hayvani arzular ve ihtiyaçlar sala­
rak tıpkı bir fırtına gibi aniden kopar ve çok azı sancılı
m astürbasyon sorunundan kaçabilir. Oysa bir kız ne yap­
tığının farkında olm adan yıllarca m astürbasyon yapabilir.

217 Cinselliğin erkek çocukta yükselişi onun psikoloji­


sinde güçlü bir değişim e sebep olabilir. A rtık çocu k ruhuy­
la yetişkin bir erkeğin cinselliğine sahiptir. Çoğu zaman
okul arkadaşlarıyla yaptığı bel altı konuşm alar ve m üsteh­
cen hayaller, nazenin ve çocuksu hislerinin üzerine kim i
zaman onları sonsuza değin örseleyerek çam ur sağanağı
gibi yağar. Beklenm edik ahlaki çelişkiler doğar, her çeşit
baştan çıkarıcı şey gözlerinin önüne serilir ve hayallerine
girer. Cinsel karm aşanın psişik bakım dan özüm senm esi,
o kim i zaman bunun varlığının farkında olm asa bile onun
için büyük zorluklara sebep olur. Ergenliğin başlangıcı
çoğu ergenin yakındığı sivilce ve aknelerden anlaşılacağı
üzere m etabolizm asında da önem li değişiklikleri berabe­
rinde getirir. Benzer bir şekilde psike durum dan rahatsız
olur ve dengesi kaçar. Bu yaşta delikanlı her daim ruhsal
dengesizliğinin bir işareti olan yanılgılarla doludur. Bu
yanılgılar istikrar ve m uhakem e olgunluğunu im kansız
kılar. Zevkleri, ilgi duyduğu şeyler ve planları gelişigüzel
\

68
CARI, GUSTAV JUNG

değişir. Birdenbire bir kıza sırılsıklam aşık olabilir ve iki


hafta sonra kendisine böyle bir şeyin nasıl olduğuna akıl
erdirem ez. Yanılgılarla öylesine doludur ki, kendi zevki­
nin ve bireysel m uhakem esinin bilincine varabilm esi için
aslında bu hatalara ihtiyacı vardır. Hâlâ hayatı deneme
aşam asındadır ve bazı şeyleri nasıl doğru b ir şekilde m u­
hakem e edeceğini öğrenebilm esi için denem eye devam
etm esi gerekir. Bu yüzden evlenm eden önce bir tür cinsel
deneyim sahibi olm am ış çok az erkek vardır. Ergenlikte
bu çoğu zaman eşcinsel deneyim lerdir ve bunlar genelde
itiraf edilenlerden çok daha fazla yaygındır. Heteroseksü-
el deneyim ler daha sonra gelir ve her zam an da çok hoş
sayılabilecek deneyim ler değillerdir. Çünkü cinsel karm a­
şa, kişiliğin bütününde ne kadar az özüm senirse, o kadar
otonom ve içgüdüsel olur. O halde cinsellik tam am en
hayvanidir ve hiçbir psikolojik ayrım gözetm ez. En aşağı
düzeyden kadın bile olur; tipik ikincil cinsel özelliklerinin
olm ası yeterlidir. Bu tür yanlış bir adım bize bir erkeğin k i­
şiliğiyle ilgili çıkarım da bulunm a hakkını verm ez, zira bu
eylem cinsel karm aşanın psikenin etkisinden ayrıldığı bir
zam anda kolayca gerçekleşebilir. Yine de bu doğanın çoğu
tecrübesinin kişiliğin oluşum unda kötü bir etkisi vardır;
alışkanlıktan, cinselliği çok düşük bir seviyede sabitler-
ler ve bunu ahlak yargılarına göre kabul edilem ez hale
getirirler. Sonuçta söz konusu erkek dışardan bakılınca
saygıdeğer bir vatandaş olsa da, içten içe en aşağı cinsten
cinsel hayaller karşısında bir avdır yahut onları bastırır ve
bu hayaller mutlu bir anında en ilkel şekilde h içbir şeyden
kuşkulanm ayan karısını şaşırtarak— neler olduğunu far-
kettiğini varsayarsak— su yüzüne çıkarlar. Çoğu zam an bu
durum a eşlik eden şey, karısına karşı erken soğumasıdır.
Kadınlar genelde evliliğin ilk gününden itibaren frijittir
çünkü duyum ları kocalarındaki bu tür cinselliğe karşılık
vermez. B ir erkeğin psikolojik ergenlik çağında m uhake­
m esindeki zayıflık, onun erken yaşta evlenecek olursa eş

69
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

seçim inde çok dikkatli düşünm esini gerektirmektedir.

218 Şim di öğrencilik çağında cinsiyetler arasındaki


alışılageldik ilişki biçim lerine dönelim . Bildiğiniz gibi öğ­
renciler arasında; büyük ölçüde diğer ülkelerdeki büyük
üniversitelerin öğrencileri arasında karakteristik ilişkiler
vardır. Bu ilişkiler kim i zaman oldukça istikrarlıdır ve
hatta psikolojik bir değer taşıyabilirler; zira yalnızca cin ­
sellikten ibaret değillerdir, içlerinde kısm en aşk da vardır.
Bazen ilişki evlilikle devam eder. İlişki bu yüzden fuhuştan
oldukça daha yüksek bir yerde durur. A ncak bu genellikle
ebeveynlerinin seçim lerine dikkat eden öğrencilerle sı­
nırlıdır. Çoğu zaman m esele paradır çünkü aşklarını para
için sattıkları söylenem ez belki am a ekonom ik açıdan pek
çok kız sevgililerine bağım lıdır. Genellikle ilişki bir kızın
hayatında güzel bir bölümdür, diğer türlü hayat renksiz
ve boştur. Oysa erkek için bu, hayatında ilk kez bir kadın­
la yakınlaşm ası olabilir ve hayatın ilerleyen dönem inde
duygularıyla hatırlayacağı bir anıdır. Yine çoğu zaman bu
ilişkilerde kısm en erkeğin kaba duygusallığı, düşüncesiz­
liği ve hissizliği, kısm en de kızın havailiği ve kararsızlığı
yüzünden kayda değer bir şey yoktur.

219 Bütün bu ilişkilerin üzerinde, geçicilik D em okles


kılıcı gibi sallanır durur ve bu kılıç onların gerçek değer­
ler oluşturm alarını engeller. Bu ilişkiler geçici bölüm ler,
çok sınırlı bir geçerlilik tecrübeleridirler. Bu ilişkilerin
kişilik üzerindeki yaralayıcı etkisi erkeğin kızı çok kolay
elde etm esinden kaynaklanır; bu yüzden aşk nesnesinin
değeri azalır. Cinsel sorunundan böyle basit ve sorum suz
bir şekilde kurtulm ası erkeğin işine gelir. Şım arır. A ncak
dahası erkeğin cinsel açıdan tatm in olm ası onu hiçbir de­
likanlının onsuz yapamayacağı bir itici güçten m ahrum
bırakır. Bıkkınlaşır ve beklem eye gücü yeter olur. Bu arada
önünden geçen yoğun dişiliği karşısına doğru kişi çıka­
na kadar sakince gözden geçirebilir. Sonra düğün zam anı
gelir ve son flörtten vazgeçilir. Bu süreç kişiliğine çok az

70
FIF CARL GUSTAV JUNG

bir yarar sağlar. İlişkinin düşük düzeyi cinselliği de aynı


şekilde düşük bir gelişim düzeyinde tutmaya eğilim lidir
ve bu durum çok kolay bir biçim de evlilikte zorluklara yol
açabilir. Ya da cinsel fantezileri bastırılırsa sonuç büyük
ihtim alle nevrotik olur veya daha da kötüsü ahlaki bağ­
nazlığa dönüşür.

220 Her iki cinste de öğrenciler arasında eşcinsel ilişki­


lerin h içbir şekilde yaygın olm adığı söylenemez. Bu m ev-
zudan anladığım kadarıyla bu ilişkilerin bizde genel an­
lamda kıtada, kız ve erkek okullarındaki öğrencilerin katı
bir ayrım altında yaşadıkları bazı belirli ülkelerdekinden
daha az yaygın olduğunu söyleyebilirim . Burada gerçek
bir arkadaşlık kuram ayan ve norm al bireylerden pek de
anlayış görm eyen patolojik eşcinsellerden bahsetm iyo­
rum. D uygularını aynı zam anda cinsel olarak ifade ede­
bilecekleri bu tür esrik bir arkadaşlıktan hoşlanan aşağı
yukarı norm al gençlerden bahsediyorum . O nlar için konu
yalnızca bütün okul ve üniversite hayatı boyunca genç yaş
grupları arasında sohbet m alzem esi olan karşılıklı m as­
türbasyon değil, kelim enin klasik anlam ıyla “arkadaşlık”
ism ini hak eden daha yüce ve m anevi bir şeydir. Yaşlı bir
adamla bir delikanlı arasında böyle bir ilişki olduğunda
bu ilişkinin eğitici rolü yadsınamaz. Ö rneğin h afif eşcinsel
bir öğretm en çoğu zam an eğitim le ilgili parlak yetilerini
eşcinsel eğilim ine borçludur. Yaşlı bir adam la b ir delikanlı
arasındaki eşcinsel ilişki böylece her iki taraf için de avan­
taja dönüşebilir ve kalıcı bir değer bırakır. Bu tür bir iliş­
kinin değeri için olm azsa olm az şey, arkadaşlığın azm i ve
ona olan sadakattir. A ncak bu şey çoğu zaman eksiktir. Bir
adam ne kadar eşcinsel olursa, sadakatsizliğe ve oğlanları
baştan çıkarm aya o kadar eğilimlidir. Sadakat ve gerçek
arkadaşlık ağır bassa bile sonuçları kişilik gelişim i açısın ­
dan arzu edilebilir olmayabilir. Bu türden bir arkadaşlık
özel bir duygu kültü, erkeğin içinde fem inen bir unsur ge­
rektirir. C oşkun, duygusal, estetik, aşırı hassas vs. — kısa-

71
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

cası efem ine olur ve bu kadınsı davranış karakterine zarar


verir.

221 Benzer avantaj ve dezavantajlar kadınlar arasındaki


arkadaşlıklar için de söylenebilir ancak burada yaş farkı ve
eğitici faktör o kadar önem li değildir. Asıl değer bir yan­
dan karşılıklı hassas duygularda, diğer yandansa karşılıklı
içten düşüncelerde yatar. Bunlar genellikle üstünlüklerini
muhafaza etm eye ve kendilerini erkeklere karşı savunm a­
ya çalışan enerjik, entelektüel ve daha ziyade maskülen
kadınlardır. Erkeklere karşı tavırları bu yüzden bir parça
m eydan okum ayla karışık, rahatsız edici bir özgüvendir.
Bunun karakterleri üzerindeki etkisi m askülen özellikle­
rin i pekiştirm ek ve fem inen cazibelerini ortadan kaldır­
maktır. Bir erkek bu tip kadınların eşcinselliğini çoğu za­
m an ancak bu kadınlardan buz gibi soğudunda fark eder.

222 Norm alde eşcinselliğin yaşanm ası, daha sonra ya­


şanacak olan heteroseksüel etkinliğe olumsuz etki eden bir
şey değildir. G erçekten de bu ikisi yan yana bile var olabi­
lir. Bütün yaşam ını eşcinsel olarak sürdürdükten sonra elli
yaşm a gelince bir erkekle norm al bir ilişkiye başlayan bir
kadın tanıyorum .

223 Ö ğrencilik dönem inin cinsel ilişkileri arasında


bahsetm em iz gereken, tuhaflığına rağm en gayet norm al
olan bir başka şey daha var: Bir delikanlının m uhtem elen
evli ya da en azından dul yaşlı bir kadına bağlılığı. B el­
ki Jean-Jacques Rousseau’nun m adam de W arens’le olan
yakınlığını hatırlarsınız, kastettiğim işte bu tür bir ilişki.
G en ç adam genelde oldukça utangaç, kendinden pek em in
olmayan, içten içe ürkek, kim i zaman da çocuksudur. B el­
ki kendi ailesinde gereğinden fazla ya da gereğinden az
sevgi gördüğü için tabiatıyla bir anne arar. Çoğu kadın
çaresiz bir erkeğe, özellikle de yaşça bu erkekten oldukça
büyük oldukları zam an bayılır. Erkeğin gücünü, erdem ve
yeteneklerini değil zayıflıklarını severler. Bu çocuksulu-

72
CARL GUSTAV JUNG

ğu çekici bulurlar. A zıcık kekeleyecek olsa bu onları mest


eder ya de belki ayağı aksasa bu onlarda anaç bir şefkat ve
başka duygular da uyandırır. Ç oğunlukla kadın onu baş­
tan çıkarır ve o da kadının anaçlığına teslim olur.

224 A ncak çekingen bir genç her zaman yarı çocuk


kalmaz. G elişm em iş m askülenliğini yüzeye çıkarm ak için
gereken şey belki de bu anaç ihtim am ın fazlalığı olabilir.
Böylelikle kadın onun duygularını eğitip tam bir bilince
erişm esini sağlar. Yaşam ve dünya tecrübesi olan, kendin­
den em in bir kadını anlam ayı öğrenir ve böylece perde
arkasını görm ek için nadir bir fırsat yakalar. Oysa bu du­
rum dan ancak bu ilişkiyi çabucak bırakabilirse yararlana­
bilir zira ilişkide sıkışıp kalırsa kadının anaçlığı kendisine
zarar verebilir. Zorlu ve acım asız hayat m ücadelesine ha­
zırlanan biri için anaç şefkat en tehlikeli zehirdir. Bu aşırı
bağlılıktan kurtulam azsa omurgasız bir parazit olur— bu
kadınların çoğunun parası vardır— ve bir fino veya ev ke­
disi konum una düşerler.

225 Şim di de aseksüel veya “platonik” oldukları için


cinsel soruna hiçbir çözüm önerisi getirm eyen ilişki b i­
çim lerini incelem em iz gerek. Bu konuyla ilgili herhangi
bir güvenilir istatistik olsaydı, sanırım İsviçrede öğren­
cilerin çoğunun platonik ilişki tercih ettikleri görülürdü.
Tabiatıyla bu cinsel perhiz m eselesini doğurur. Cinsel
ilişkiden kaçınm anın sağlığa zararlı olduğu söylenir du­
rur. Bu düşünce en azından öğrencilik yaşındaki insanlar
için doğru değildir. Perhiz sağlığa ancak erkek bir kadını
kendisi için elde edebileceği yaşa ulaştığında ve bireysel
eğilim lerine göre böyle davrandığı için zararlıdır. Bu d ö­
nem de çok sık hissedilen cinsel ihtiyacın sıradışı yoğun­
laşm ası, erkeği çekince, kuşku, kararsızlık ve şüphelerin­
den zorla kurtaran bir biyolojik am aca hizm et eder. Bu
çok gereklidir çünkü bütün şüpheli olasılıklarıyla evlilik
kavram ının kendisi çoğu zam an erkeği paniğe sokar. Bu
yüzden ancak tabiatın ona bu engeli atlatacağı beklenebi­

73
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

lir. Cinsel ilişkiden kaçınm anın bu şartlar altında elbette


zararlı etkileri olabilir, ancak acil bir fiziksel ya da psikolo­
jik ihtiyaç hasıl olm adığında zararlı bir etkisi yoktur.

2 2 6 Bu bizi m astürbasyonun zarar verici etkileriyle ilgi­


li çok benzer bir m eseleye götürür. Fiziksel veya psikolojik
sebeplerden ötürü norm al ilişki m üm kün olm adığı zaman
em niyet supabı olarak m astürbasyonun hiçbir zararlı et­
kisi yoktur. D oktora giden m astürbasyonun zararlı etkile­
rinden m ustarip gençler hiçbir şekilde aşırı m astürbasyon
yapan kim seler değillerdir. O nların aslında doktora ih ti­
yacı yoktur çünkü hiçbir açıdan hasta değillerdir. M astür­
basyonun onlar üzerinde daha ziyade psişik kom plikas­
yonlar sergilediği ve vicdan azabına veya cinsel hayallerin
ayaklanm asına yol açtığı için zararlı etkileri vardır. Vicdan
azabı veya cinsel hayallerin ayaklanması özellikle kadınlar
arasında yaygındır. Psişik kom plikasyonların eşlik ettiği
m astürbasyon zararlıdır ancak kom plike olm ayan, sıradan
m astürbasyon zararlı değildir. Lâkin fiziksel, psikolojik ve
m üm künse sosyal açıdan norm al ilişkinin başlam ası gere­
ken yaşa kadar devam ederse bu m astürbasyonun sadece
hayatın gerekliliklerini yerine getirm ekten kaçınm ak için
yapıldığını gösterir ve bu durum da zararlıdır.

2 2 7 Platonik ilişkiler öğrencilik çağında çok önem li­


dir. Bu ilişkiler çoğu zaman flört şeklinde karşım ıza çıkar.
Flört, bu yaşa tam am en uygun olan deneysel bir tavrın
ifadesidir. Yazılı olm ayan karşılıklı bir akitle her iki tarafı
da bir yüküm lülük altına sokm ayan gönüllü bir etkinlik­
tir. Bu bir avantaj ve aynı zamanda bir dezavantajdır. D e­
neysel tavır her iki tarafın birbirini hem en ortaya çıkan
herhangi bir istenm eyen sonuç olm aksızın tanım alarını
sağlar. Her ikisi de m uhakem elerini ve kendilerini ifade
etm e, uyum sağlama ve savunma becerilerin i çalıştırır. Ya­
şam ın sonraki kısm ında paha biçilem ez bir değer taşıyan
çeşitli engin tecrübeler flört etm ekle kazanılabilir. Diğer
yandan herhangi bir sorum luluğun olm ayışı kişinin k o ­

74
f

CARL GUSTAV JUNG

layca sığ, hercai ve kalpsiz bir alışkanlık flörtçüsüne dö­


nüşm esine yol açabilir. Erkek beklenen ilgiyi çekem eye­
ceğini hiç düşünm eden davetlerin gözdesi ve profesyonel
bir kalp kırıcıya, kızsa bir yosmaya dönüşür ve ciddi bir
erkek, içgüdüleriyle bu kızı ciddiye alm am ası gerektiğini
hisseder.

228 Flörtün yaygın olduğu kadar nadir olan bir olgu,


ciddi bir aşkın bilinçle işlenmesidir. Bunu geleneksel ro ­
m antizm le özdeşleştirm eden kısaca ideal olarak adlan­
dırabiliriz. K işilik gelişimi için derinlem esine ciddi ve
sorum lu duyguların zam anında uyanmasıyla bilinçle iş­
lenm esi büyük önem taşır. Bu tür bir ilişki bir delikanlı­
yı bekleyen ayartm alara karşı en etkin kalkan ve aynı za­
m anda çalışkanlık, sadakat ve güvenilirlik yolunda itici
bir güç olabilir. A ncak hiçbir büyük değer yoktur ki nahoş
yanı olm asın. G ereğinden fazla ideal bir ilişki kolayca
müstesnalaşır. Aşkı dolayım ında delikanlı diğer kadınla­
rı tanım aktan fazlasıyla uzak kalır; kızsa zaten bir erkeği
olduğu için erotik fetih sanatını öğrenem ez. Kadınların
sahiplenm e içgüdüsü tehlikeli bir şeydir ve o kadar kolay
olabilir ki, erkek evlilik öncesi kadınlarla yaşam adığı te c­
rübelerden ötürü pişm anlık duyacak ve bu açığını daha
sonra kapayacaktır.

229 Böylece bu tür her ilişkinin ideal olduğu sonucuna


varılm am alıdır. Tam tersinin geçerli olduğu örneğin bir
erkek ya da kızın görünür bir sebep olm aksızın sırf alış­
kanlıktan okuldan sevgilisiyle takıldığı durum lar vardır.
İster tem bellik, ister isteksizlik, isterse çaresizlikten olsun
birbirlerinden bir şekilde kurtulamazlar. Belki tarafların
aileleri de ilişkiyi onaylayınca bir anlık düşüncesizlikten
başlayan ve alışkanlık yüzünden bitem eyen bir ilişki pasif
bir şekilde oldubittiye gelir. Burada tek bir avantaj olm ak­
sızın dezavantajlar yığılır. Kişiliğin gelişim i için uysallık
ve pasiflik zararlıdır çünkü tecrübe edinm enin ve bireyin
özel yetileriyle erdem lerini kullanm asının önünde birer

75
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

engeldirler. A hlaki nitelikler ancak özgürlükle kazanılırlar


ve değerleri ancak ahlaki açıdan tehlikeli durum larda o r­
taya çıkar. S ırf hapiste olduğu için hırsızlık yapmayan bir
hırsız ahlaklı bir kişi değildir. H er ne kadar ebeveynler bu
hazin evliliğe iyi niyetle bakıp çocu klarının saygınlığını
kendi erdem hikâyelerine katsalar da, bu durum gerçek
kudretten yoksun ve ahlaki eylem sizlikle baltalanm ış, sah­
te bir şey, bir yanılgıdır.

230 G erçek hayatta karşılaştığım ız sorunların kısa bir


özetini verdikten sonra sonuç olarak kalbin arzuladığı di­
yara ve ütopik olasılıklara döneceğim .

231 Bugünlerde denem e evliliği dahil nikahsız birlikte


yaşam a ütopyasından bahsetm eden aşk sorununu ele ala­
mayız. Bu düşünceyi arzulu bir fantezi ve gerçek hayat­
ta her daim çok zor olan bir sorunu küçüm sem e olarak
görüyorum . Ölüm süzlük otunu bulm ak ne kadar m ü m ­
künse, hayatı kolaylaştırm ak da o kadar mümkündür.
Yerçekim i kanunu ancak gerekli enerji uygulandığında
yenilebilir. Benzer şekilde aşk sorununun çözüm ü bütün
kaynaklarım ıza m eydan okur. D iğer şeyler gereksiz bir
kırkyamadır. Nikâhsız birlikte yaşam a düşüncesi ancak
herkes azam i ahlaki başarıya m uktedir olduğunda kabul
edilebilir. Nikâhsız birliktelik fikri bu am açla değil, zor bir
şeyin kolay görünm esi için ortaya atılm ıştı. Aşk, derinlik
ve sadakat duygusu gerektirir; bunlar olm adan aşk olmaz,
sadece geçici heves olur. G erçek aşk her zam an kendini
adayacak ve kalıcı bağlar kuracaktır. Özgürlüğe bu tercih i­
ni başarm ak için değil, yalnızca sonuca vardırm ak için ih ­
tiyaç duyar. H er gerçek ve derin aşk bir fedakârlıktır. Âşık,
diğer bütün olasılıkları ya da daha ziyade bu olasılıkların
var olduğu illüzyonunu feda eder. Eğer bu fedakârlık ya­
pılm azsa illüzyonları herhangi bir derin sorum luluk duy­
gusunun oluşum unu engeller; bu yüzden de gerçek aşkı
yaşam a olasılığını yitirir.

76
CARL GUSTAV JUNG

232 Aşkın dini inançla ortak olan birden fazla yanı var­
dır. Koşulsuz güven gerektirir ve tam bir teslim iyet bekler.
Tıpkı inanan birinin dışında hiç kim senin kendini Tanrıya
tam am en teslim edem eyişi ve dolayısıyla onun inayetine
nail olam ayışı gibi aşk da en derin gizem lerini ve m uci­
zelerini yalnızca koşulsuz şartsız kendisine bağlananlara
açar. Ve bu çok zor olduğundan çok az fani bunu başarm ış
olm akla övünebilir. A ncak en hakiki ve adanm ış aşk aynı
zamanda en güzeli olduğundan kim se kalkıp da bunu k o ­
laylaştırm aya çalışm asın. Leydisini sevm enin zorluğun­
dan kaçan üzgün bir şövalyedir. Aşk, Tanrı gibidir: her
ikisi de kendini ancak en cesur şövalyelerine sunar.

233 D enem e evlilikleri için de aynı eleştiriyi getirm ek


istiyorum . B ir erkeğin denem e olarak evlilik yapıyor oluşu
onun bir rezervasyon yaptırdığı anlam ına gelir. Parm akla­
rının yanm ayacağından em in olm ak ister, h içbir şeyi riske
atm ak istemez. A ncak bu, herhangi bir gerçek tecrübenin
önüne geçm enin en etkin yoludur. Kutuplarda yaşam anın
tehlikelerini bir seyahat kitabı okuyarak tecrü be edem ez
veya sinem ada Him alayalara tırm anam azsınız.

234 Aşk ucuz değildir— bu yüzden onu ucuzlatm aktan


im tina edelim! Bencilliğim iz, korkaklığım ız, dünya bilgi­
miz, aç gözlülüğümüz, bütün kötü özelliklerim iz— bu nla­
rın hepsi bizi aşkı ciddiye alm am am ız için ikna ederler.
Halbuki aşk ancak onu ciddiye aldığım ızda bizi ödüllendi­
rir. Günümüzde cinsellik m eselesinden aşktan ayrı bir şey
olarak bahsedilm esini de bir talihsizlik olarak nitelendir-
m eliyim . Bu iki m esele birbirinden ayrılm am alıdır çünkü
cinsel bir sorun olduğunda bu ancak aşkla çözülebilir. D i­
ğer çözüm ler ancak zarar verici birer ikam e olabilir. C in ­
sellik için cinsellik kaba bir şey olduğundan cezalandırı­
lır. Halbuki aşkın bir ifadesi olarak cinsellik kutsanır. Bu
yüzden bir insana ne yaptığını değil, nasıl yaptığını sorun.
Bunu sevgiden ya da aşk duygusuyla yapıyorsa bir tanrıya
hizm et ediyordur ve her ne yaparsa yapsın onu yargılaya­
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

cak olan biz değiliz çünkü o aşk ulvileşmiştir.

235 Bu yorum larım la tabii bir olgu olan cinselliğe dair


h içbir ahlaki yargıda bulunm adığım ı, cinselliğin ahlaki
değerlendirm esinin ifade ediliş şekline bağlı oluşunu yeğ­
lediğim i size anlattığım a inanıyorum .

78
III.
BABA

BİREYİN KADERİNDE BABANIN ÖNEMİ


Vaka 2
707 Otuz dört yaşında, ufak tefek, zeki ve nazik ifadeli bir
adam. Kolay utanıp sık sık kızarıyor. “Nevroz” şikâyetiyle te­
davi olmaya gelmişti. Çok çabuk sinirlendiğini, hemen yorul­
duğunu sinirsel mide sorunu olduğunu ve kimi zaman intihar
etmeyi düşünecek kadar depresifleştiğini söylemişti.

708 Hazırlanabilmem için tedaviye gelmeden önce bana


ayrıntılı bir otobiyografisini yahut daha doğrusu hastalığının
geçmişini yollamıştı. Hikâyesi şöyle başlıyordu: “Babam çok iri
ve güçlü bir adamdı”. Bu cümle dikkatimi çekti. Bir sayfa daha
çevirdim ve şu cümleyi okudum: “On beş yaşımdayken on do­
kuz yaşında iri bir genç beni ormana götürüp tecavüz etti”.

709 Hastanın hikâyesindeki sayısız boşluk beni ondan daha


net bir hasta geçmişi edinmeye sevk etmiş, bu da şu sırların
ortaya çıkmasına yol açmıştı: Hasta üç erkek kardeşten en kü­
çüğüydü. Babası iri yarı, kızıl saçlı bir adamdı. Vatikan’daki pa­
panın koruma görevlisi olarak çalışmış, sonra da polis olmuştu.
Oğullarını askeri disiplinle yetiştirmiş, katı ve hoşgörüsüz eski
bir askerdi. Emirler verir, oğullarına isimleriyle hitap etmez,
ıslıkla çağırırdı. Gençliğini Roma’da geçirmiş, orada sürdürdü­
ğü eşcinsel yaşamı sırasında frengi kapmıştı ve bugün hâlâ bu
hastalığın sonuçlarından mustaripti. Gençlik yıllarındaki ma­
ceralarından bahsetmeyi severdi. (Yaşça hastadan çok daha bü­
yük olan) en büyük oğlu tıpatıp babası gibi güçlü ve kızıl saçlı
bir adamdı. Anne hastalıklı, erken yaşlanmış bir kadındı: Oğlu

79
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

henüz sekiz yaşındayken yaşam dan bıkm ış usanm ış b ir halde


k ırkınd a ölm üştü. A nnesi h atırasınd a n a if ve güzel b ir şekilde
yer etm işti.

7 1 0 O kulda h er zam an şam ar oğlanı ve arkadaşlarının alay


konusuydu. K abahatin, tu h af aksanında olduğunu düşünüyor­
du. Sonra katı ve zalim b ir ustanın yanm a çırak olarak v erilm iş­
ti. D iğer bütün çırakların k açtığı koşullar altıda iki seneyi aşkın
b ir süre dayanabilm işti. O n beşinde daha pek ço k h a fif eşcinsel
tecrübeyle birlikte yukarda bahsi geçen tecavüz olayını y aşa­
m ıştı. Sonra kader onu Fransa’ya atm ıştı. Burada sürekli k en d i­
siyle övünen bir D on Juan olan güneyli b ir adam la tanışm ıştı.
Adam hastayı geneleve götürm üş, gönülsüzce ve korkarak g it­
tiği bu yerde hasta iktidarsız olduğunu fark etm işti. Son ra b a ­
basın ın kopyası ve duvarcı ustabaşı olan büyük abisinin çapkın
bir hayat yaşadığı Paris’e gitm işti. Burada uzun süre kalm ış, d ü­
şük b ir ü crete çalışm ış ve acıd ığı için yengesine yardım etm işti.
Abisi onu sık sık geneleve götürm üştü an cak iktidarsızlığında
b ir değişm e olm am ıştı.

711 B ir gün abisi ondan 6 bin fran klık m irasın ı kendisine


devretm esini istem işti. Hasta, k end ileri gibi Paris’te bulunan
k ü çü k abisine durum u anlatm ış, o da kardeşini bu fikrin d en
vazgeçirm eye çalışm ış ve büyük ahilerinin parayı çarçu r ede­
ceğini söylem işti. H asta bu na rağm en gidip m irasın ı büyük
abisine devretm iş, abisi de tah m in edileceği üzere parayı kısa
zam anda harcayıp bitirm işti. H astayı vazgeçirm eye çalışan o r­
tan ca kardeşten de 5 00 fran k alm ıştı. Parayı abisine neden bu
kadar kolay verdiğini sorduğum da şu cevabı verdi: (K en d isin ­
den) para istem işti. G id en paraya h iç m i h iç üzülm em işti; o l­
saydı abisine yine b ir 6 b in fran k daha verirdi. Son rasın d a b ü ­
yük abisi iyice kötü yola sapm ış, karısı onu boşam ıştı.

7 1 2 H asta İsviçre’ye dönm üş ve doğru düzgün b ir işi o lm a­


dan orda yarı aç yarı to k bir yıl kalm ıştı. Bu süre boyu n ca bir
aileyle tanışm ış ve sık sık ziyaretlerine gider olm uştu. Evin re­
isi tu h af b ir tarikat üyesi, ikiyüzlü b ir adam dı ve ailesini ihm al

80
CARL GUSTAV JUNG

ediyordu. Karısı yaşlı, hasta ve zayıftı; üstelik hamileydi. Altı


çocukları vardı ve sefalet içinde yaşıyorlardı. Hasta, bu kadına
sevgi duymaya başlamış ve sahip olduğu azıcık şeyi onunla pay­
laşır olmuştu. Kadın ona dertlerini anlatıyor, doğum yaparken
kesin öleceğini söylüyordu. (Beş kuruşu olmamasına rağmen)
kadına çocukların bakımını üstlenip onları büyüteceğine söz
vermişti. Kadın gerçekten de doğum yaparken ölmüştü, ancak
yetimhane araya girip hastanın sadece bir çocuk alabilmesine
müsaade etmişti. Böylece ailesiz bir çocuğu olmuştu ve doğal
olarak bu çocuğa kendi başına bakamazdı. Bu yüzden evlenme­
yi düşünmeye başlamıştı. Ancak o güne değin hiçbir kıza aşık
olmadığı için büyük bir şaşkınlık içindeydi.

713 Sonra birden abisinin boşandığı eşi aklına gelir ve onun­


la evlenmeye karar verir. Abisinin Paris’teki eski eşine mektup
yazıp onunla evlenmek istediğini söyler. Kadın kendisinden on
yedi yaş büyüktür ama onun için bunun bir önemi yoktur. Ka­
dın onu bu meseleyi görüşmek üzere Paris’e davet eder. Ancak
yolculuk arifesinde kader hastanın ayağına bir çivi batırır ve
hasta yola çıkamaz. Bir süre sonra yarası iyileşince Paris’e gider
ve şu an nişanlısı olan yengesini, olduğundan daha genç ve gü­
zel hayal ettiğini fark eder. Yine de nikah kıyılır ve üç ay sonra
karısının teşvikiyle ilk cinsel birleşme gerçekleşir. Hasta bunu
aslında hiç istemez. Hasta İsviçreli gibi, kadınsa Fransız olduğu
için Paris modasına uygun bir şekilde çocuğu beraber büyütür­
ler. Çocuğu dokuz yaşındayken bir bisikletli ezer ve çocuk ölür.
Hasta bunun üzerine evde kendini çok yalnız hisseder ve umut­
suzluğa kapılır. Karısına genç bir kız evlat edinmelerini önerir;
karısı bunun üzerine kıskançlık krizine girer. Sonrasında haya­
tında ilk kez genç bir kıza aşık olur ve eş zamanlı olarak ağır bir
depresyon ve sinirsel bitkinlikle birlikte nevroz baş gösterir. Bu
sırada ev hayatı bir cehenneme dönüşür.

714 Bu adam, yaşlı karısının mutsuzluğuna sebep olmayı


göze alamayacağı için onun karısından ayrılması yönünde­
ki tavsiyem burada söz konusu değildir. Bu adamın gözünde
gençlik hatıraları şu an sahip olabileceği mutluluğundan daha

81
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

değerli olduğu için belli ki acı çekmeyi tercih etmişti.

715 Bu hasta da yaşamı boyunca aile burcunun sihirli ek­


seninden çıkamamıştır. En güçlü ve meşum etken baba(sı)yla
olan ilişkiydi. Bu ilişkinin mazoşistik-eşcinsel rengi, yaptığı her
şeyde açıkça görülebilir. Talihsiz evliliği bile babası tarafından
belirlenmişti çünkü hasta abisinin boşandığı kadınla evlenmiş­
ti ki bu annesiyle evlenmesiyle eşdeğerdi. Aynı zamanda karısı
doğum yaparken ölen kadının anne-ikamesiydi. Nevroz, libi­
do enfantil ilişkiden çekildiği an başlamış ve bireysel olarak be­
lirlenmiş bir hedefe ilk kez bir parça yaklaşmıştı. Bunda da ön­
ceki vakadaki gibi aile burcunun aşırı güçlü olduğu görülüyor.
Bu yüzden nevrozun dar alanı mücadele eden bireyden geriye
kalan tek şeydi.
Jung bu eski m akaleyi ilk basım ından kırk y ıl sonra
düzeltmişti40' Bu, baba karm aşasının Junga tam am en
kişisel babanın bir etkisi olarak göründüğü zam andan
bir babanın tecrübelerinin özüm sendiği belirsiz arketipi
takdir etm eye başladığı olgunluk yıllarına doğru değişen
anlayışının evrimini gösterir. Bütün arketipler olumlu ve
olum suz yönler içerir an cak anne arketipinin olumlu ve
olumsuz imgelere ayrılm a eğilimi gösterdiği yerde baba
arketipi zıtlıklarını, kışkırtıcı ve fe lç edici gücünün tek bir
belirsiz imgesinde birleştirme eğilimi gösterir.

Vaka 4
731 Sekiz yaşında zeki, çıtkırıldım görünümlü bir oğlan ço­
cuğu, geceleri altını ıslattığı için annesi tarafından bana getiril­
di. Konsültasyon boyunca çocuk genç, hoş bir kadın olan anne­
sinin dibinden ayrılmadı. Mutlu bir evlilikleri vardı ama baba
katı biriydi ve çocuk (ailenin en büyük çocuğu) ondan korku­
yordu. Babanın katılığını anne yumuşak kalpliliğiyle ödünlü-
yordu; bu yüzden de çocuk hiçbir zaman annesinin eteklerin­

40 * [EDİTÖRÜN NOTU: 1949 baskısına eklenen pasajlar dipnotlarda nor­


mal parantez içinde, 1909 baskısından çıkarılan ya da yerleri değiştirilen
kısımlarsa köşeli parantez içinde verilmiştir.]

82
CARL GUSTAV JUNG

den ayrılmıyordu. Okul arkadaşlarıyla oynamıyor, okul dışında


tek başına sokağa çıkmıyordu. Erkek çocukların sertlik ve şid­
detinden korkuyor, evde düşünce oyunları oynuyor yahut an­
nesine ev işlerinde yardım ediyordu. Babasını aşırı kıskanıyor
ve babası annesine ilgi gösterdiğinde buna katlanamıyordu.

732 Çocuğu kenara çekip ona rüyalarını sordum. Rüyala­


rında sık sık yüzünü ısırmaya çalışan kara bir yılan görüyordu.
Ağlayarak uyanıyordu ve annesi yan odadan yanma gelip ya­
nında kalıyordu.

733 Akşamları sakin bir şekilde yatağına gidiyordu. Ama


uykuya dalarken sanki onu öldürmek isteyen uzun boylu, za­
yıf, kötü, kara bir adam elinde kılıcı ya da silahıyla yatağında
yatıyordu. Annesiyle babası yan odada uyuyorlardı. Çocuk
rüyasında sık sık o odada sanki kara yılanlar ya da annesini
öldürmek isteyen kötü adamlar varmış gibi korkunç bir şeyler
olduğunu görüyordu. Sonra ağlıyor, annesi de gelip onu avutu­
yordu. Yatağını her ıslattığında annesine sesleniyor, o da gelip
çarşafı değiştiriyordu.

734 Baba uzun, zayıf bir adamdı. Her sabah günlük temiz­
liğini yapmak için çıplak bir vaziyette lavabonun karşısına ge­
çiyordu. Çocuk bana geceleri çoğu zaman yan odadan gelen
tuhaf sesler yüzünden uyandığını söyledi. Orada boğuşma ben­
zeri korkunç şeyler olduğunu düşünüp ürküyordu. Annesi ge­
lip onu avutuyor, korkacak bir şey olmadığını söylüyordu.

735 Yan odada ne olduğunu tahmin etmek zor değil. Aynı


şekilde çocuğun neden annesini çağırdığını anlamak da zor de­
ğil: anneyi kıskanıyor ve onu babadan ayırmaya çalışıyor. Aynı
şeyi gündüz de babası annesine ilgi gösterince yapıyor. Şimdiye
dek annesinin sevgisini kazanmak için babasının rakibi olan bir
çocuğu gördük.

736 Ancak şimdi yılan ve kötü adamın da onu tehdit ettiği


gerçeği karşımıza çıkıyor. Aynı şey yan odadaki annesine oldu­
ğu gibi ona da oluyor. Bu bağlamda kendini annesiyle özdeş­

83
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

leştiriyor ve böylece kendini babasıyla benzer bir ilişki içinde


görüyor. Bu durum kendi içinde çocuğu babasına karşı dişil
hissettiren eşcinsel bir bileşen taşımasından kaynaklanır. [Ço­
cuğun altına kaçırması bu durumda cinselliğin ikam esidir.
Rüyalarda ve uyanırken idrarın baskılanması çoğu zaman bir
başka baskının, örneğin korku, beklenti, bastırılmış heyecan,
konuşamama, bilinçdışı bir içeriği anlatma ihtiyacı ve benzeri
şeylerin ifadesidir. Bizim vakamızda cinselliğin ikam esi, çocu­
ğun aşağılık duygusunu ödünlem e amacı taşıyan prematüre
erkekliğini imlemesi açısından önem taşır.

737 Bu bağlamda rüyaların psikolojisine girmek istemesem


de, kara yılan ve kara adam motiflerine değinmekte fayda var.
Her iki ürkütücü görüntü de çocuğu ve annesini tehdit eder.
“Siyah”, karanlık bir şeyi, bilinçdışım imler. Rüya anne-çocuk
ilişkisinin bilinçdışı tarafından tehdit edildiğini gösterir. Teh-
ditkar fail, mitolojik “baba hayvan” motifiyle temsil edilir; diğer
bir deyişle baba tehditkar olarak görünür. Bu, çocuğun bilinç-
dışında ve enfantil durumda kalma eğilimiyle tutarlıdır ve ke­
sinlikle çok tehlikeli bir durumdur. Çocuğa göre baba, çocuksu
kalma isteğiyle çelişen kendi erkekliğinin öngörüsüdür. Yılanın
çocuğun yüzüne; “gören” yerine saldırması bilince yönelik teh­
likeyi (kör etmeyi) temsil eder41.]

738 Bu küçük örnek ebeveynlerine aşırı bağımlı sekiz yaşın­


da bir çocuğun psikesinde neler olup bittiğini gösterir. Bunun
kabahati kısmen aşırı sert babada, kısmen de aşırı yumuşak
annededir. [Çocuğun kendini annesiyle özdeşleştirmesi ve ba­
basından korkması bu bireysel durumda enfantil bir nevrozdur
ancak aynı zamanda insanın asli durumunu, ilkel bilincin bi-
linçdışına tutunmasını ve bilinci karanlığın kucağından kopar­
maya çalışan ödünleyici dürtüyü temsil eder. İnsanın bireysel

41 1 [Aslf Freudcu bakış açısıyla bu durumda altına kaçırmanın ne anlama


geldiğini anlamak zor değil. İnsanların yatağını ıslattığı rüyalar bize ipucu
verir. Burada okuru “Rüyaların İncelemesi” adlı makalemdeki benzer bir
incelemeye yönlendirmek isterim. Yatağını ıslatma enfantil cinsel bir ika­
me olarak görülmelidir ve yetişkinlerin rüyalarında bile, bastırılan cinsel
arzuyu gizlemek için kolaylıkla başvurulan bir şeydir.]

84
CARL GUSTAV JUNG

tecrübesinin ardında bu asli durumuna dair belirsiz bir önsezisi


olduğu için bu önseziye, kutsal kahramanın, amacı insanı ka­
ranlığın gücünden kurtarmak olan anne ejderle giriştiği savaşı
temsil eden evrensel m otif vasıtasıyla, her daim geçerli bir ifade
kazandırmaya çalışmıştır. Bireysel karmaşıklığın altında yatan
dinamizmi yeterince ifade edebildiği için bu mitin “kurtarıcı”
yani terapötik bir önemi vardır. Söz konusu mit nedensel açı­
dan kişisel baba karm aşasının sonucu olarak görülmemeli,
teleolojik açıdan bilinçdışının bilinci gerileme tehlikesinden
kurtarma girişimi olarak değerlendirilmelidir. “Kurtulma” dü­
şüncesi bir baba karm aşasının sonucunda karşımıza çıkan
rasyonalleştirmeler değil, daha ziyade bilincin gelişimi için ar-
ketipsel açıdan oluşturulmuş mekanizmalardır42.]

42 [Aslı: Enfantil yaklaşım belli ki enfantil cinsellikten başka bir şey değildir.
Enfantil burcun en uzak olasılıklarına bakacak olursak yaşantım ızın k a ­
derinin özü itibarıyla cinselliğimizin kaderiyle özdeş olduğunu söylemek
zorunda kalırız. Freud ve okulu kendilerini öncelikle en başta bireyin
cinselliğinin izini sürmeye adadıysa, elbette bu merak uyandırıcı bir san­
sasyon yaratmak için değil, bireyin kaderini belirleyen itici güçlere dair
derinlemesine bir öngörü kazanmak içindir. Bu konuda çok fazla şey söy­
lemiyor, daha ziyade vakayı anlamaya çalışıyoruz. Çünkü bireysel kaderin
sorunlarını gizleyen örtüyü kaldırdığımızda görüş alanımızı birdenbire
bireyin tarihinden milletlerin tarihine doğru genişletiriz. Öncelikle din­
ler tarihine, bütün zamanların ve insanların hayalgücü sistemlerinin ta­
rihine bakabiliriz. Eski Ahitin dini, aile büyüklerini insanların korkudan
itaat etmek zorunda oldukları Yahudilerin Yehovasma yükseltti. Patrikler
tanrısallık yolunda bir sıçrama tahtasıydı. Yahudilikteki nevrotik korku,
hâlâ aşırı barbar kalmış insanlarca girişilen kusurlu ya da her halükarda
başarısız yüceltme girişimi, Musa kanununun aşırı sert olmasına, nevro-
tiğin zorlanımlı törenselliğine sebebiyet vermişti.* Sadece peygamberler
kendilerini bundan kurtarabilmişlerdi; onlar için Yehova’yla özdeşleşme,
tam anlamıyla yüceltilme başarılı olmuştu. İnsanların babası olmuşlardı.
Onların kehanetlerini gerçekleştiren İsa, bu Tanrı korkusuna bir son ver­
miş ve insanlığa Tanrıyla olan gerçek ilişkinin sevgi olduğunu öğretmiş­
ti. Böylelikle (İsa) kanunun törenselliğini ortadan kaldırmış ve Tanrıyla
olan kişisel sevgi ilişkisinin temsili haline gelmişti. Daha sonra Hıristiyan
ekmek ve şarap ayininin kusurlu bir şekilde yüceltilmesi, bir kez daha
sayısız azizle reformcu arasından sadece gerçekten yüceltilmeye muktedir
olanların kurtulabildiği Kilisenin törenselleşmesiyle sonuçlanmıştı. Bu
yüzden modern teolojinin “içsel” ya da “kişisel” tecrübenin özgürleştiri­
ci etkisinden bahsetmesi sebepsiz değildir, zira sevginin emeği her daim
korku ve zorlanımı daha yüce, daha özgür bir hisse dönüştürür.
*Aslı: dipnot, Bkz. Freud, Z eitschriftfü r Religiorıspsychologie (1907) [ED İ­
TÖRLER],
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

739 Dünya tarihi sahnesinde oynandığını gördüğümüz şey


bireyde de gerçekleşir. Çocuk, daha yüce bir kader tarafından
olduğu gibi ebeveynlerinin gücüyle yönlendirilir. Ancak bü­
yüdükçe enfantil tavırlarıyla artan bilinci arasında mücadele
başlar. Ebeveynin etkisi erken çocukluk döneminden itibaren
baskılanır ve bilinçdışına itilir ancak tamamen yok olmaz; gö­
rünmez bağlar aracığıyla olgunlaşan zihnin bireysel işleyişini
açıkça yönlendirir. Bilinçdışına itilmiş her şey gibi enfantil du­
rum hâlâ uhrevi tesirler tarafından gizlice yönlendirildiğine
dair belirsiz, uyarıcı hisler göndermeye devam eder. [Normalde
bu hisler babaya değil, olumlu veya olumsuz bir tanrıya ithaf
edilir. Bu değişim kısmen eğitimin etkisi altında, kısmen ken­
diliğinden başarılır. Evrenseldir. Aynı zamanda bir içgüdünün
kuvvetiyle bilinçli eleştiriye direnir, ki sebebi canın (anima)
tam anlamıyla tabii dindarlık şeklinde tanımlanabilecek olma­
sıdır. Bu gelişimin nedeni, doğrusu bizatihi olasılığı, çocuğun
ebeveynin varlığını ve kendisi üzerindeki etkilerini öngören
kalıtsal bir sisteme sahip oluşunda aranmalıdır. Diğer bir deyiş­
le babanın ardında baba arketipi vardır. Ve babanın gücünün
sırrı, tıpkı kuşları göç etmeye zorlayan gücün kuşun kendisin­
den değil atalarından gelişi gibi, önceden var olan bu arketipte
gizlidir.

740 Baba imgesine düşen rolün söz konusu vakada belirsiz


oluşu okurun gözünden kaçmayacaktır. Temsil ettiği tehdidin
ikili bir yönü vardır: Baba korkusu, erkek çocuğu annesiyle
özdeşleşmekten alıkoyabilir, ancak diğer yandan bu korkunun
onu annesine daha bağlı hale getirmesi de olasıdır. O halde tipik
nevrotik bir durum ortaya çıkar: çocuk (bunu) hem ister, hem
istemez; hem evet der, hem de hayır.
741 Baba imgesinin bu ikili yönü arketipin genel karakte­
ristiğidir: Taban tabana zıt etkilere muktedirdir ve Yehova’nın
Eyüpe davrandığı gibi belirsizce bilinç üzerinden hareket eder.
Ve Eyüp Kitabında insan, sonuçlara katlanmak zorunda bıra­
kılır. Arketipin her zaman böyle hareket ettiğini söyleyemeyiz
çünkü aksini kanıtlayan tecrübeler vardır. Ancak bunlar kural

86
CARL GUSTAV JUNG

olarak görülmez.]43

742 Baba imgesinin belirsiz davranışının öğretici ve iyi bi­


linen bir örneğine Tobit Kitabında sevgi ile ilgili bölümde rast­
lamak mümkün44. Ekbatanalı Raguel’in kızı Sara evlenmek is­
ter. Ancak kötü talihi yakasını bırakmaz ve evlendiği adamlar
düğün gecesi ölür; bu üst üste yedi kez tekrarlanır. Kötü ruh
Asmodeus ona acı çektirmek istediği için evlendiği adamları
öldürür. Aynı utancı tekrar yaşamaktansa canını alması için
Yehova’ya dua eder zira babasının hizmetçileri bile onunla alay
eder. Sekizinci damat olan kuzeni Tobit’in oğlu Tobyas, ona
Tanrı tarafından gönderilir. O da diğerleri gibi zifaf odasına
yönlendirilir. O vakit odasına yatmaya gidiyormuş gibi yapan
yaşlı Raguel dışarı çıkıp dalgın bir halde damadının mezarı­
nı kazar ve sabah damadın öldüğünden emin olmak için zifaf
odasına bir hizmetçi gönderir. Ancak bu kez Asmodeus’un rolü
sona erer, çünkü Tobyas hayattadır.

743 [Hikaye baba Raguel’i iki ayrı rolde gösterir: Gelinin


avutulamayan babası ve damadının ihtiyatlı mezar kazıcısı. İn­
sani açıdan bakılınca Raguel eleştirilemeyecek kadar kusursuz
görünüyor ve büyük olasılıkla da öyleydi. Ancak kötü ruh As­
modeus ve onun varlığının hâlâ açıklanmaya ihtiyacı var. Yaşlı
Raguel’in şahsen ikili oynadığından şüphelenecek olursak bu
kötücül ima sadece onun duyguları için geçerli olurdu. Cinayet
işlediğine dair bir kanıt yok. Bu kötücül eylemler yaşlı adamın
kız evlat karm aşasının yanı sıra Saranın baba karm aşasını
aşar; bu yüzden efsane bu eylemleri haliyle bir şeytana atfeder.

43 [Aslı: Bunlar ilk dini yüceltmelerin kökleridir. Kendi etrafında


kümelenen erdemleri ve hatalarıyla babanın yerinde bir yandan
büsbütün yüce bir ilah, diğer yandansa modem zamanlarda kişi­
nin kendi ahlaki sorumluluklarını gerçekleştirmesiyle bozulmuş
şeytan belirir. Yüce aşk birincisine, ucuz cinsellikse İkincisine at­
fedilir. Nevroz alanına girer girmez bu antitez sınıra dayanır. Tan­
rı tastamam cinsel bastırmanın, şeytan da cinsel açlığın sembolü
olur. Baba burcunun bilinçli ifadesi, bilinçdışı bir karmaşanın her
ifadesinin bilinç düzeyine çıktığında çiftyüzlü olması, oİumlu ve
olumsuz parçaları edinmesi gibi, böyle gerçekleşir.]
44 Bölümler: 3:7 vd. ve 8:1 vd.

87
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

Asmodeus biricik kızından vazgeç(e)meyen ve ancak kendi


olumlu yönünü hatırlayınca insafa gelen kıskanç bir baba rolü
oynar ve bu olumlu yönü sayesinde Saraya iyi bir eş sunar. Bu
eşin sekizinci kişi olması manidardır: Son ve en yüksek aşama45.
Asmodeus baba arketipinin olumsuz yönünü temsil eder çünkü
arketip kişisel insanın koruyucu meleği ve şeytanı, “insan do­
ğasının tanrısı, siyahı ve beyazıyla değişen simasıdır46”. Efsane
psikolojik açıdan doğru bir açıklama sunar: insanüstü kötülüğü
Raguele atfetmez; tıpkı psikolojinin insanın ne olduğu, ne ya­
pabileceği ve neyin bireyin kendini içinde bulduğu yaratılışa,
içgüdüsel sisteme atfedilmesi gerektiğini ayırt etmesi gibi in­
sanla şeytanı ayırır. Bu sistemin yani arketipin hayati gücünden
Raguel’i sorumlu tutmuş olsaydık, ona en büyük haksızlığı yap­
mış olurduk.

744 Arketipin potansiyelleri iyi ve kötü için benzer şekilde


çoğu kez insani kapasitemizi aşar ve insan, gücünü ancak şey­
tanla özdeşleşerek, kendini ona teslim ederek temellük edebilir
ve böylece kendi insanlığını kaybedebilir. Baba karm aşası mu­
kadder gücünü arketipten alır ve consensus gentium’un [genel
kanının] babanın yerine kutsal ya da şeytani bir figür koyma­
sının asıl sebebi budur. Kişisel baba kaçınılmaz olarak arketip
kimliğine bürünür; bu da onun figürüne bahşedilen büyüleyici
güçtür. Arketip, babadan kaynaklanan etkileri kalıtsal örüntüye
uydukları sürece haddinden fazla arttıran bir güçlendirici vazi­
fesi görür.]47

45 Kşz. Psychologie und A lchem ie [Psikoloji ve Sim ya], par. 201-209.


46 Horatius, M ektuplar, II, 2, 187-189.
47 [Aslı: Yedi yerine üç kocasının olması dışında bu yapıya tıpatıp uyan ve
her biri enfantil burcun uğursuz alametleri altında talihsizce seçilmiş eş­
lere sahip bir histeri vakasını maalesef tıp etiği açısından aktaramıyorum.
İlk vakamız da bu kategoriye giriyor ve üçüncü vakamızda bu kez kızını
benzer bir kadere hazırlayan yaşlı bir köylü karşımıza çıkıyor.
Dindar ve hürmetkar bir kız evladı olan Sara (bkz. Tobit’teki duası, bölüm
3), bir yandan enfantil sevgisini Tanrıya olan ibadetine taşıyarak, diğer
yandan da babanın saplantılı gücünü kendine eziyet eden şeytan Asmo­
deus a dönüştürerek baba karmaşasının bilindik yüceltme ve bölünme ol­
gusunu gözler önüne serer. Hikaye güzel işlenir ve baba Raguel’i birincisi
gelinin teselli olmayan babası, İkincisi de kaderini öngördüğü damadının
CARL GUSTAV JUNG

KİŞİSEL VE KOLEKTİF BİLİNÇDIŞI


Jung’un maskülen ruhun arketipsel bir imgesinin bi­
reyin baba karm aşasının m erkezinde yer aldığına dair
görüşünün, bir vaka anlatım ında ikna edici bir klinik
sunumu yapılır.

202 Freuda göre, çoğu insanın bildiği üzere, bilinçdışının


içerikleri, uyumsuz yapısı yüzünden bastırılan enfantil eği­
limlere indirgenebilir. Bastırma, çevrenin ahlaki etkisi altında
erken çocuklukta başlayan ve yaşam boyu devam eden bir sü­
reçtir. Analiz yoluyla bastırılan şeyler ortadan kaldırılır ve bas­
tırılan arzular bilince taşınır.

203 Bu kurama göre bilinçdışı, kişiliğin bilinç düzeyinde de

ihtiyatlı mezar kazıcısı olan iki rolüyle gösterir.


Baba-şeytamn kızının üzerinden ömür boyu hatta evlenirken bile ellerini
çekmediği, bu yüzden koca imgesi bilinçdışım ve sürekli çalışır vaziyet­
teki enfantil baba idealini silemediğinden, hiçbir zaman gerçek bir içsel
birleşmenin yaşanmadığı vakalarla sık sık karşılaştığımız bu hoş fabl ana­
litik çalışmamda klasik bir örnek haline gelmiştir. Bu durum sadece kız
çocuklar için değil, erkek çocuklar için de geçerlidir. Bu tür baba burcu­
nun en güzel örneğini Brill’in yeni yayınladığı “Psychological Factors in
Dementia Praecox” [“Demans Prekoksunda Psikolojik Etmenler”, 1908]
adlı çalışmasında bulmak mümkün.
Edindiğim tecrübelere göre çocuğun fantezisinin kararlı ve tehlikeli nes­
nesi genelde baba oluyordu, bu nesne ezkaza anne olursa da bu annenin
ardında kalpten bağlı olduğu bir büyükbaba buluyordum.
Bu sorunu açık uçlu bırakmalıyım çünkü bulgularım bir karara varmam
için yeterli değil. Gelecek yıllardaki tecrübelerin bu belirsiz zeminde üze­
rine kısa süreliğine ışık tutabildiğim ve kaderimizi şekillendiren şeytanın
gizli atölyesine dair daha fazlasını keşfedebileceğim daha derin kuyular
açacağı umut edilmelidir. Horatius bu şeytandan şöyle bahseder:

“Seit Genius natale cornes qui temperat astrum,


Naturae deus humanae, mortalis in unum,
Quodque caput, vultu mutabilis, albus et ater”.

[Öyleyse niçin bir tek genius* bilir—


yıldız haritamıza hükmeden o rehber,
insan tabiatlı tanrı
lâkin her bir yaşamda fani
ve bazen kara, bazen ak siması]

*Rom a m itolojisinde her insanın içinde var olduğuna inanılan ve görevi o insanı
korum ak olan ruhani varlık -çn.

89
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

yer alabilecek olan ve ancak eğitim süreciyle bastırılmış kısım­


larını içerir. Her ne kadar bir bakış açısına göre bilinçdışının
enfantil eğilimleri en dikkat çekici şeyler olsalar da, yine de bi-
linçdışım tamamen bu terimlerle tanımlamak veya değerlen­
dirmek bir hata olurdu. Bilinçdışının bunlarla birlikte bir başka
yanı daha vardır: Sadece bastırılmış içerikleri değil, bilinç eşi­
ğinin altında yatan bütün psişik unsurları da içerir. Bütün bu
unsurların eşikaltı doğasını bastırma ilkesiyle izah etmek im ­
kansızdır çünkü bu durumda baskının ortadan kalkmasının bir
insana o vakitten sonra hiçbir şeyi unutmayacağı fevkalade bir
hafıza bahşetmesi gerekir.

204 Bu yüzden, bastırılmış unsurlara ilaveten bilinçdışının


eşiğin altına düşmüş bütün bu psişik bileşenlerin yanı sıra eşi-
kaltı duyu algılarını içerdiğini kesin biçimde öne süreriz. Daha­
sı engin tecrübelerimizin yanı sıra kuramsal sebeplerden ötürü
bilinçdışının henüz bilincin eşiğine ulaşmamış unsurları da
içerdiğini bilmekteyiz. Bunlar gelecekteki bilincin içeriklerinin
tohumlarıdır. Bilinçdışının hiçbir zaman pasiflik anlamında de-
vinimsiz olmadığını, aksine sahip olduğu içerikleri durmadan
gruplandırma ve yeniden gruplandırmayla meşgul olduğunu
düşünmek için aynı ölçüde sebebimiz var. Bu etkinliğin ancak
patolojik vakalarda tamamen otonom olduğu düşünülmelidir.
Normalde bu etkinlik, dengeleyici bir ilişki içinde farkındalığı
olan zihinle birlikte çalışır.

205 Bütün bu içeriğin bireyin yaşamı boyunca edindiği ka­


darıyla kişinin doğasından kaynaklandığı düşünülmelidir. Bu
yaşam sınırlı olduğundan bilinçdışında edinilen içeriğin sayı­
sı da sınırlı olmalıdır. Durum böyle olduğundan, bilinçdışının
halihazırda bilinenler ve bilince özümsetilenler dışında bir şey
üretemeyeceği gerekçesiyle, analizle veya içeriğinin listesini
çıkartmakla (bilinçdışım) boşaltmanın mümkün olduğu düşü­
nülebilir. Daha önce söylendiği gibi bilincin içeriğinin bilinç -
dışına düşüşü baskıdan kurtularak yakalanabilseydi, bilinçdışı
üretkenliğin felç olabileceğini de düşünmemiz gerekir. Bunun
tecrübelerimizden bildiğimiz kadarıyla çok az doğruluk payı

90
CARL GUSTAV IUNG

vardır. Bilinçle yeniden ilişkilendirilen bastırılmış içeriklere


dayanmaları ve onları yaşam planlarına özümsetmeleri konu­
sunda hastalarımızı yüreklendiriyoruz. Ancak bu prosedür,
bilinçdışı üzerinde bir etki yaratmaz çünkü Freud’un özgün
kuramına göre, bastırılan kişisel şeylerden kaynaklandığı dü­
şünülen düş ve fanteziler üretmeye sessizce devam eder. Eğer
böyle vakalarda gözlemlerimizi sistematik olarak önyargısız
bir şekilde sürdürürsek şekil açısından önceki kişisel içeriklere
benzer olsa da, kişisel alanın ötesine geçen göndermeler içeren
unsurlar buluruz.

206 Az önce söylediğim şeyi izah edebilecek bir örneği zih­


nimde tasarlarken özellikle hafif histerik nevrozlu bir kadın
hastamla ilgili çok canlı bir anı aklıma geldi. O vakitlerde [1910
civarı] bu rahatsızlığın temel sebebinin “baba karm aşası’ nda
yer aldığını daha önce belirtmiştik. Bununla, hastanın baba­
sıyla olan kendine özgü ilişkisinin, önünde engel teşkil ettiği
gerçeğini belirtmek istedik. Babası ölene dek onunla gayet iyi
geçinmişti. Bu büyük ölçüde duygusal bir ilişkiydi. Böyle va­
kalarda gelişen genelde entelektüel işlev olur ve bu sonra dün­
yaya uzanan köprüye dönüşür. Dolayısıyla hastamız da felsefe
öğrencisi olmuştu. Bilgiye duyduğu açlık, kendini babasıyla
olan duygusal karmaşıklıktan kurtarma ihtiyacı neticesinde
güdülenmişti. Eğer duyguları yeni entelektüel düzlemde bir
çıkış kapısı bulabilirse bu operasyon belki uygun bir adamla
önceki bağına eşdeğer bir duygusal bağ kurmasında başarılı
olabilir. Oysa diğerlerinden farklı bu vakada hastanın duygu­
ları muallakta kaldığı, babasıyla, kendine hiç de uygun olma­
yan bir adam arasında gidip geldiği için geçiş gerçekleşemedi.
Yaşam gelişimi böylece sekteye uğradı ve nevrozun belirleyici
yanı olan bu iç uyumsuzluk gecikmeden baş gösterdi. Normal
dedikleri bir kimse muhtemelen öyle ya da böyle güçlü bir ira­
de edimiyle duygusal bağdan kurtulabilir veya —bu belki daha
olağan bir şeydir— bilincine varmadan, içgüdünün sakin yo­
lunda baş ağrılarının yahut diğer ağrılarının ardındaki çeliş­
kinin hiç farkında olmayarak söz konusu zorluğun üstesinden
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

gelebilirdi. Ancak (pek çok sebepleri olabilen) her türden iç­


güdüsel zayıflık, yumuşak bir bilinçdışı geçişi engellemek için
yeterlidir. Bu durumda çatışma yüzünden bütün gelişim öte-
lenir ve sonuçta ortaya çıkan yaşam durgunluğu nevrozla eş­
değerdir. Duraklama neticesinde psişik enerji, olası her yönde
belli ki boş yere akar gider. Örneğin sempati sisteminin sinirsel
mide ve bağırsak bozukluklarına yol açan aşırı uyarılmaları söz
konusudur, yahut akciğer sinirleri (ve sonuçta kalp) uyarılır
veya normalde kendi içlerinde yeterince sıkıcı olan fanteziler
ve anılar (habbeyi kubbe yaparak) aşırı değerlenir ve bilinci ra­
hat bırakmazlar. Bu durumda hastalıklı bir tutum olarak askıda
bırakmaya bir son vermek için yeni bir güdüye ihtiyaç duyulur.
Doğanın kendisi bilinçsizce ve dolaylı olarak aktarım olgusuyla
bunun önünü açar (Freud). Tedavi sürecinde hasta baba im­
gesini hekime aktarır; böylece bir bakıma onu babası yapar ve
hekim aslında babası olmadığı için onu ulaşamayacağı adamın
ikam esi yerine koyar. Hekim bu yüzden hem baba, hem de bir
tür aşık—diğer bir deyişle çatışma nesnesi haline gelir. Onda
zıtlıklar birleşir ve bu yüzden hekim çatışmanın sözde çözümü
anlamına gelir. Hiç istememesine rağmen hekim kendi üzeri­
ne dışardan birinin asla anlayamayacağı bir yüceltmeyi çekerek
hastasına bir kurtarıcı, bir tanrı gibi görünür. Bu söylem kulağa
pek hoş gelmez. Aslında bu aynı anda biraz baba, biraz da aşık
olmaktır. Muhtemelen aşırı iyi bir şey olduğu için kimse buna
uzun vadede katlanamazdı. Bir kimsenin böyle bir rolü ara­
lıksız sürdürebilmesi için en azından yarı tanrı olması gerekir
çünkü verici olan sürekli tek taraftır. Aktarım durumunda has­
taya bu geçici çözüm tabiatıyla ilk başta ideal görünür. Sonunda
en az nevrotik çelişkinin kendisi kadar kötü bir durma nokta­
sına gelir. Esasen şimdiye değin (bu sorunu) gerçek bir çözüme
ulaştırabilecek bir şey gerçekleşmemiştir. Yalnızca çatışma ak­
tarılmıştır. Yine de başarılı bir aktarım—en azından geçici bir
süreliğine—nevrozun tamamının ortadan kaybolmasına sebep
olabilir ve bu yüzden Freud bunu, birinci derece öneme sahip
iyileştirici bir etmen, ancak aynı zamanda geçici bir çözüm ola­

92
CARL GUSTAV JUNG

rak doğru tespit etmiştir çünkü her ne kadar tedavi olasılığını


içinde barındırsa da, tedavinin kendisi olmaktan uzaktır.

207 Bu biraz uzun inceleme bana örneğimin anlaşılabilmesi


için gerekli göründü çünkü hastam aktarım aşamasına gelmiş
ve durağanlığın tatsızlaşmaya başladığı üst sınıra çoktan ulaş­
mıştı. Şimdi gündeme şu soru gelmişti: Peki şimdi ne olacak?
Ben elbette tam bir kurtarıcı olmuştum ve benden vazgeçme
düşüncesi hastaya çok da itici gelmiyordu. Böyle bir durumda
genelde geniş bir ikaz repertuvarıyla beraber “güçlü irade” hasıl
olur: “yapmalısın”, “gerçekten yapman gerek”, “yapamazsın” vs.
Neyse ki güçlü irade çok nadir bulunan ve tamamen etkisiz bir
şey olmadığı için (kötümserler biliyorum ki varlar) rasyonel bir
güdü aktarımdan aldığı taşkın canlılık hissiyle öylesine coşku
üretir ki, zorlu bir fedakarlık iradenin güçlü bir çabasıyla tehli­
keye sokulabilir. Başarılı olursa—ki bazen bu gibi şeyler başarılı
olabiliyor—fedakarlık meyvesini verir ve sabık hasta tek hamle­
de tamamen iyileşmiş olur. Hekim genelde sevincinden bu kü­
çük mucizeyle ilgili kuramsal zorlukların üstesinden gelemez.

208 Eğer sıçrama başarılı olmazsa—ki benim hastamda


başarılı olmamıştı—aktarımı çözme sorunuyla karşı karşıya
kalınır. Burada “psikanalitik” kuram kendini karanlığa gömer.
Belli ki son çare olarak kaderin belirsiz güvenine başvurmamız
gerekir: Mesele bir şekilde kendi kendine hallolacaktır. Biraz
alaycı bir meslektaşımın bana bir keresinde hatırlattığı üzere
“Hastanın parası bitince aktarım otomatikman durur”. Ya da
hayatın kaçınılmaz talepleri—kimi zaman neredeyse tam bir
nüksetmeyle sonuçlanan istemsiz fedakarlık gerektiren taleple­
ri— hastanın aktarımı sürdürmesini imkansız hale getirir (Psi­
kanalize övgüler yağdıran kitaplarda bu türden vakaları aramak
beyhude bir çabadır!).

209 Şüphesiz hiçbir şeyin işe yaramadığı umutsuz vakalar


vardır ancak aynı zamanda tıkanıp kalmayan ve aktarım du­
rumunu acı bir tecrübeyle huysuzlanıp bırakmayan vakalar da
mevcuttur. Hastamla bu yol ayrımında kendime bu kördüğüm­

93
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

den kurtulmanın açık ve temiz bir yolu olması gerektiğini söy­


ledim. Hastamın çoktan parası bitmişti—belki de en başından
beri hiç parası yoktu—ancak yine de aktarım çıkmazından çı­
kabilmek için tabiatın (bize) ne gibi tatminkar vasıtalar suna­
cağını merak ediyordum. Gündelik ikilemlerde ne yapılacağını
tam olarak bilen o “güçlü iradeye sahip olduğumu hiç düşün­
mediğim ve hastam da bu konuda benim kadar az bilgi sahibi
olduğu için ona en azından üstün bilgeliğimiz ve bilinçli plan-
larımızca bozulmamış psike katmanından gelen her harekete
dikkat etmemizi önerdim. Bununla öncelikle ve en çok rüyala­
rını kastetmiştim.

210 Rüyalar bilinçli bir amaçla üretmediğimiz imge ve çağ­


rışımları içerir. Yardımımız olmadan kendiliğinden meyda­
na gelirler ve keyfi irademizden çekilmiş bir psişik etkinliğin
temsilcisidirler. Bu yüzden rüya, doğruyu söylemek gerekirse,
kendisinden psişik sürecin belirli temel yaklaşımlarına dair
emareler ya da en azından ipuçları bekleyebileceğimiz psike-
nin oldukça nesnel, doğal bir ürünüdür. Madem ki psişik süreç
herhangi bir diğer yaşam süreci gibi sadece nedensel bir silsile
değil, aynı zamanda teleolojik bir yönelim sürecidir; o halde
rüyalardan bize nesnel nedenselliğin yanı sıra nesnel eğilimler
hakkında da belirli ipuçları vermesini bekleyebiliriz zira rüyalar
psişik yaşam sürecinin öz-temsillerinden başka bir şey değildir.

211 Bu düşüncelerden yola çıkarak rüyaları dikkatli bir in­


celemeye tabi tuttuk. Bundan sonraki kısımlarda rüyaları keli­
mesi kelimesine aktarmak aşırıya kaçardı. Bunların ana karak­
terlerini çizmek yeterli olsa gerek: Çoğunluk doktorunu anlattı
yani rüyanın aktörleri değişmez bir biçimde rüyayı gören kimse
ve doktoruydu. Rüyalarda doktor nadiren normal hayattaki fi­
ziksel yapısıyla beliriyor, çoğu zaman epey değişmiş şekillerde
görülüyordu, bazen devasa boyutta, bazen aşırı yaşlı, bazen de
hastanın babasına benzer şekilde ortaya çıkıyordu; ancak kimi
zaman da aşağıdaki rüyadaki gibi enteresan bir şekilde doğaya
karışmış bir halde görülüyordu: (Hastanın gerçekte ufak tefek
olan) babası kızıyla beraber başak tarlalarıyla kaplı bir tepede

94
CARL GUSTAV JUNG

duruyor. Kız onun yanında oldukça ufak kalıyor, adam ona dev
gibi görünüyor. Onu yerden kaldırıp küçük bir çocukmuşçasına
kollarına alıyor. Rüzgar başak tarlalarını yalıyor ve başaklar rüz­
garda dalgalanırken o da kızı kollarında sallıyor.
212 Bu ve buna benzer diğer rüyalardan çeşitli şeyler sap­
tadım. Her şeyden önce bilinçdışının sarsılmaz biçimde be­
nim baba-aşık olduğum düşüncesini sürdürdüğü, bu yüzden
de çözmeye çalıştığımız hayati bağın iki kat daha güçlenmişe
benzediği izlenimini edindim. Dahası bilinçdışının baba-aşığın
doğaüstü, az çok “tanrısal” yapısına özel bir vurgu yaptığını ve
böylece aktarımla oluşan yüceltmeyi daha da güçlendirdiğini
görmemeye çalışmak neredeyse mümkün değildir. Bu yüzden
kendime hastanın aktarımının tamamen fantastik yapısını hâlâ
anlayıp anlamadığını ya da bilinçdışına anlama yoluyla ulaş­
manın mümkün olup olamayacağını, bazı saçma canavarların
peşinde gözü kapalı ve aptalca koşmanın gerekli olup olmadığı­
nı sordum. Freud’un bilinçdışının “arzulamanın dışında bir şey
yapamayacağı” fikri, Schopenhauer’in kör ve amaçsız İradesi,
kibirden kendini mükemmel sayan ve sınırlılığının körlüğüyle
acınası kusurlu bir şey yaratan Demiurgos—temelde dünyaya
ve ruha ilişkin olumsuz bir altyapının bütün bu kötümser kuş­
kuları tehditkar bir şekilde yaklaşmıştı. Ve gerçekten de bütün
fantazmagoriyi sonsuza dek kesecek bir balta darbesiyle pekiş­
tirilen iyi niyetli bir “yapmalısın’ın dışında buna karşı çıkacak
hiçbir şey olmayabilirdi.

213 Ancak rüyaları zihnimde evirip çevirdikçe sonunda


başka bir olasılığı farkettim. Kendi kendime şöyle dedim: Rü­
yaların hastanın yanı sıra bana da sohbetlerimizi korkunç bir
şekilde tanıdık kılan aynı eski metaforlarla konuşmayı sürdür­
dükleri inkar edilemez. Lâkin hastanın aktarım fantezisine iliş­
kin şüphe götürmez bir anlayışı vardır. Onun gözünde yarı-tan-
rısal bir baba-aşık olduğumu biliyor ve en azından entelektüel
anlamda bunu fiili gerçeklikten ayırt edebilir. Bu yüzden rüya­
lar tamamen görmezden geldikleri bilinçli eleştiriden yoksun
bilincin bakış açısını açık bir şekilde pekiştiriyorlar. “Güçlü ira­

95
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

de’ ye karşın fantastik bakış açısında ısrar ederek bilincin içeri­


ğini tamamen olmasa da pekiştiriyorlar.

214 Doğal olarak kendime bu inadın kaynağını ve amacını


sordum. Bunun amaçlı bir anlamı olması gerektiğine emindim
zira nihai bir anlamı olmadan, diğer bir deyişle sadece kendin­
den önce gelenlerden kalan bir şey olarak izah edilebilen, ger­
çekten canlı bir şey yok. Ancak aktarım enerjisi öylesine güçlü-
dür ki insana yaşamsal bir içgüdünün izlenimini verir. O halde
bu tür fantezilerin amacı nedir? Rüyaların, özellikle yukarda
alıntılanan rüyanın dikkatli bir inceleme ve analizi—nesneleri
insan oranlarına indirgemeye çalışan bilinçli eleştirinin aksi­
ne— oldukça dikkat çekici bir eğilimi, doktorun kişiliğine in­
sanüstü vasıflar atfetme eğilimini ortaya çıkarmıştır. O, devasa,
ilkel babadan daha iri, toprağı süpürüp giden rüzgar gibi olma­
lıydı—o halde bir tanrıya mı dönüştürülmeliydi? Sonra kendi
kendime dedim ki, acaba bu aslında doktora olan aktarımın
bilinç düzeyinde sadece bir hata, “güçlü irade’ nin aptalca bir
hilesi şeklinde görülebilmesi için bilinçdışının sanki tanrının
bir görüntüsünü kişisel olanın örtüsünden kurtarmaya çalışır-
casına doktorun kişiliğinden bir tanrı yaratma çabası mıydı?
Bilinçdışının kışkırtması belki de sadece görünürde bir kişiye
ulaşıyordu, ama aslında derinlerde bir tanrıya mı uzanıyordu?
Bir tanrıya ulaşma arzusu en karanlık, içgüdüsel doğamızın
beslediği, hiçbir dış etkinin sarsamayacağı, bir insana duyulan
aşktan belki çok daha güçlü ve derin bir tutku olabilir mi? Belki
de bu uygunsuz aşkın en yüce ve gerçek anlamına “aktarım”, on
beşinci asırdan bu yana bilincimiz için yitik bir parça olan ger­
çek Gottesmirıne [tanrı sevgisi] diyor olabilir miyiz?

215 Kimse bir insana duyulan içten bir özlemin gerçekli­


ğini inkar etmeyecektir ancak dini psikolojinin bir parçasının,
tarihsel bir anakronizmin, Ortaçağ merakından bir şeylerin—
bu noktada Magdeburglu Mechthild'i hatırlamak gerek—hemen
yaşayan bir gerçeklik olarak muayene odasının ortasında gün
yüzüne çıkması ve doktorun alelade figüründe ifade edilmesi
gerektiği neredeyse ciddiye alınmayacak kadar gerçeküstü gö­

96
CARL GUSTAV JUNG

rünür.

216 G erçekten bilim sel b ir tavrın önyargısız olm ası gerekir.


Bir h ip otezin geçerliliğinin tek ölçütü bulgusal yani açıklayıcı
bir değere sahip olup-olm adığıdır. O halde soru şu: Yukarda su­
nulan olasılıkları geçerli bir hipotez olarak hesaba k atabilir m i­
yiz? B ilin çd ışı eğilim lerin insan şahsının ötesinde b ir am acın ın
neden m ü m kü n olam ayacağına dair a p r io r i b ir sebep yoktur;
aynı şey bilinçd ışınm “arzulam anın dışında b ir şey yapam aya­
cağı” düşüncesi için de geçerlidir. H angisinin daha uygun bir
hipotez olduğuna yalnızca tecrü be karar verebilir. B u yeni h i­
potez, oldukça hassas olan hastam için tam am en akla yatkın
değildir. B aba-aşık olduğum a dair önceki bakış açısı ve bu tü r­
den sunulm uş ideal çatışm a çözü m leri onun hislerine benzersiz
bir şekilde daha cazip geliyordu. Y ine de zekası yeni hipotezin
kuram sal olasılığını takd ir edecek kadar keskindi. B u sırada
rüyaları doktorun kişiliğini parçalam aya ve onu daha büyük
oranlarda şişirm eye devam etti. B unu nla eş zam anlı olarak ilk
başta büyük bir şaşkınlıkla sadece ben im algıladığım b ir şey
oldu; bu şey aktarım a b ir nevi gizlice zarar verilm esiydi. B ilin ç­
li bir şekilde h â lâ aktarım a tutu nm asına rağm en belirli b ir ar­
kadaşıyla ilişkileri farked ilir biçim de derinleşm işti. B u yüzden
beni bırak m a zam anı gelince bu onun için b ir felaket değil, o l­
dukça m akul b ir ayrılış oldu. A yrılık sürecindeki tek tan ık olm a
ayrıcalığına sahip olm uştum . B en -ö tesi d enetim n o k ta sın ın —
buna başka b ir isim verem iyoru m — nasıl y ö n len d iric i b ir işlev
geliştirdiğini ve ön ceki kişisel aşırı d eğerlem elerini adım adım
nasıl kendinde topladığını, bu en erji akışıyla hasta n eler olup
bittiğinin farkına varm adan direnen ve farkınd alığı olan zihin
üzerinde nasıl etki kazandığını görm üştüm . B u n d an ötürü rü ­
yaların sadece fantezilerden ibaret o lm adıkların ı, h astanın psi-
k esinin yavaş yavaş gereksiz kişisel bağlardan k urtulm asın a izin
veren bilinçd ışı gelişm elerin öztem sillleri oldu klarını farkettim .

217 Bu değişim , gösterdiğim gibi ben -ö tesi b ir denetim


n oktasın ın bilinçd ışı gelişim i vasıtasıyla gerçekleşm işti; san ­
ki ken d ini sem bolik olarak an cak b ir Tanrı görüntüsü şek lin ­

97
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

de tasvir edilebilecek bir biçimde ifade eden sanal bir hedefti.


Rüyalar doktoru devasa bir ilkel babaya dönüştürerek onun fi­
ziksel görüntüsünü insanüstü oranlarda şişirirdi; bu rüyalarda
aynı zamanda rüzgar olan doktorun koruyucu kollarında hasta
bir bebek gibi yatardı. Rüyalardaki tanrısal imgeden hastanın
bilincini ve geleneksel olarak Hıristiyan olan Tanrı imgesini
sorumlu tutmaya çalışsak bile, yine de oranlardaki bozulmaya
vurgu yapmamız gerekir. Dini konularda hastanın eleştirel ve
agnostik bir tavrı vardı ve olası bir tanrı fikri çoktan tasavvur
edilemez bir boyuta ulaşmış yani giderek tam bir soyutlama­
ya dönüşmüştü. Buna karşılık rüyalardaki tanrı imgesi Wotan
gibi arkaik bir şeytani yaratık imgesine tekabül eder. 0eöV rö
Ttveöpa, “Tanrı ruhtur” ifadesi burada T tv eü p a sözcüğünün
“rüzgar” anlamına geldiği özgün haliyle tercüme edilir: Tanrı
rüzgardır, görünmez bir nefes-ruh olan insandan daha güçlü
ve kudretlidir. İbranice ruah sözcüğündeki gibi Arapçadaki ruh
sözcüğü de nefes ve ruh anlamlarına gelir. Rüyalar saf kişisel
bir biçimi alıp ondan bilinçli Tanrı düşüncesinden son derece
uzak bir arkaik tanrı imgesi geliştirirler. Bunun yalnızca enfan-
til bir imge, çocukluk hatırası olduğu yönünde itiraz edilebilir.
Eğer göklerde altın bir tahtta oturan yaşlı bir adamı inceliyor
olsaydık, bu varsayıma bir itirazım olmazdı. Ancak bu türden
bir duygusallığa ilişkin bir işaret yok; bunun yerine elimizde
sadece arkaik bir zihniyete tekabül edebilecek ilkel bir imge var.

218 Symbole der Wandlung [Dönüşüm Simgeleri] adlı çalış­


mamda pek çok örneğini verdiğim bu ilkel imgeler, bilinçdışı
malzemeye ilişkin “bilinçöncesi” ve “bilinçdışı” veya “bilinçal­
tı” ve “bilinçdışı” arasındakinden oldukça farklı yapıda bir ay­
rım yapılmasını zorunlu kılıyor. Bu ayrımların gerekçelerinin
burada ele alınmasına gerek yok. Bunların spesifik değerleri var
ve daha ayrıntılı bir biçimde bakış açıları olarak incelenmeye
değerler. Tecrübenin beni mecbur ettiği temel ayrım bundan
öte bir şey değil. Bilinçdışında kişisel bilinçdışı diyebileceğimiz
bir katmanı ayırt etmemiz gerektiği yukardakilerden yeterince
anlaşılmaktadır. Bu katmanda yer alan unsurlar kısmen bireyin

98
CARL GUSTAV JUNG

yaşamından kaynaklanan edinimlerin, kısmen bilinçli de ola­


bilecek psikolojik etkenlerin karakterine sahip olduğundan ki­
şisel tabiata aittir. Birbirleriyle bağdaşmayan psikolojik unsur­
ların bastırılmaya maruz kaldıkları ve bu yüzden bilinçdışına
itildikleri hemen anlaşılabilir. Ancak bu durum diğer yandan
bastırılan bu içeriklerin farkına varılır varılmaz onları bilince
taşıyıp orada muhafaza etme olasılığını imler. Bu içerikleri ki­
şisel içerikler olarak görüyoruz çünkü bu onların etkilerini ya
da kısmen ortaya çıkışlarını veya kaynaklarını kişisel geçmişi­
mizde bulmak mümkün. Bunlar kişiliğin önemli parçalarıdır,
kişiliğin listesine aittirler ve bilincin bunları kaybetmesi bir
bakıma bir aşağılık veya ahlaki pişmanlık hissine yol açan bir
eksiklik gibi organik bir lezyonun ya da doğuştan bir eksikli­
ğin çok da psikolojik karakteri olmayan bir aşağılıklık üretir.
Ahlaki aşağılıklık duygusu her zaman eksik bir unsurun bu
duyguyla değerlendirmek için gerçekten eksik olmaması gerek­
tiğini ya da kişinin ancak yeterince zahmete girerek bilinçli hale
getirebileceği birşey olduğunu imler. Ahlaki aşağılıklık genelde
kabul gören ve bir bakıma keyfi ahlak yasalarıyla çatışmadan
değil, eksikliğin yeni bir kılıfa sokulması için psişik denge se­
beplerinin talepleri yüzünden kişinin kendi içindeki çatışma­
dan kaynaklanır. Ne zaman ahlaki bir aşağılıklık duygusu hasıl
olsa, bu sadece bilinçdışı bir parçayı özümseme ihtiyacını değil,
aynı zamanda böyle bir özümsemenin olasılığını imler. Başka
çıkar yol yoksa, ya doğrudan ihtiyacın tanınmasıyla ya da ıs­
tıraplı bir nevrozla insanı bilinçdışı kendiliğini özümsemeye
ve kendini tamamen bilinçli tutmaya mecbur eden şey onun
ahlaki nitelikleridir. Kendini gerçekleştirme yolunda ilerleyen
herkes kaçınılmaz olarak kişisel bilinçdışının içeriğini bilin­
cine taşımak ve böylece kişiliğinin kapsamım genişletmek zo­
rundadır. Bu genişlemenin büyük oranda kişinin ahlaki bilin­
ciyle, kendilik bilgisiyle alakalı olduğunu hemen eklemeliyim
zira analiz yoluyla serbest kalan ve bilince taşman bilinçdışının
içeriği genelde hiç de hoş şeylerden oluşmaz—bu istek, anı,
eğilim, plan vb. şeyler tam da bu yüzden bastırılır. Bunlar çok

99
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

daha sınırlı da olsa, tıpkı adamakıllı bir itirafla gün ışığına çı­
karılanlara benzeyen içeriklerdir. Geri kalanlarsa genelde rüya
analizinde ortaya çıkar. Rüyaların, önemli noktaları nasıl yavaş
yavaş, en güzel tercihlerle açığa çıkardığını izlemek çoğu zaman
oldukça enteresandır. Bilince eklenen toplam malzeme ufkun
epey genişlemesine, insanı insanlaştırması ve mütevazı kılma­
sı hesaplanan derinlemesine bir kendilik bilgisine sebep olur.
Ancak bütün akıllı kimselerce en iyi ve en etkili (şey) olduğu
varsayılan kendilik bilgisinin bile farklı karakterler üzerinde
farklı etkileri vardır. Bu bağlamda uygulamalı analizde çok çar­
pıcı keşifler yaparız lâkin bu sorunu bir sonraki bölümde ele
alacağım [burada bu bölüme yer verilmemiştir].

21 9 Tanrıya ilişkin arkaik düşünce örneğimin gösterdiği gibi


bilinçdışı, kişisel edinim ve aidiyetlerin yanı sıra diğer şeyleri
de içerir görünüyor. Hastam “ruh” sözcüğünün “rüzgar” sözcü­
ğünden türediğinin veya bu ikisi arasındaki paralelliğin hiç de
bilincinde değildi. Bu içerik ne onun düşüncesinin ürünüydü,
ne de ona öğretilen bir şeydi. Yeni Ahitte yer alan bahsettiğimiz
önemli kısma— t ö nveüpa pneî ö tt o u — erişimi yoktu çünkü
Yunanca bilmiyordu. Eğer tamamen kişisel bir edinim olarak
ele alacaksak bu, kriptomnezi48 dedikleri, rüyayı görenin daha
önce bir yerde okuduğu bir düşüncenin bilinçdışında anım­
sanmasına dair bir vaka olabilir. Bu belirli vaka için böyle bir
olasılığa bir itirazım yok ancak—çoğunu yukarda bahsi geçen
kitapta bulabileceğiniz— kriptomnezinin kesinlikle dışarda
bırakılabileceği yeterince sayıda başka vakalar gördüm. Bu bir
kriptomnezi vakası olsaydı bile, ki bana pek olası gelmiyor,
yine de bu imgenin saklanıp daha sonra, Semon’un deyişiyle,
ekfore’sine (e K ip o p eiv [Yunanca], efferre [Latince] üretilmesine)
sebep olan eğilimin ne olduğunu açıklamamız gerekir. Her hâ-
lükârda kriptomnezi olsun ya da olmasın uygar bir kimsenin
bilinçdışında büyümüş ve canlı bir etki—din psikoloğuna dü­
şünmesi için malzeme bile verebilen bir etki —yaratmış, gerçek

48 Kşz. Flournoy, Des Indes à la plan ète M ars: Étude sur un cas de som n am ­
bulism e avec glossolalie, Paris, 1900.

100
CARL GUSTAV JUNG

ve tamam ıyle ilkel bir tanrı imgesiyle uğraşmaktayız. Bu imgeye


dair kişisel denebilecek hiçbir şey yoktur: Etnik kökenini uzun
zamandır bildiğimiz, tamamen kolektif bir imge söz konusudur.
Burada doğal psişik bir işlev vasıtasıyla varolmuş, dünyanın her
yanma dağılmış tarihsel bir imge var. Hastam dünyaya bugün
hâlâ muhtemelen eski zamanlardaki gibi çalışan bir insan bey­
niyle geldiği için bu çok şaşırtıcı değildir. Yeniden etkinleştiril­
miş bir arketiple karşı karşıyayız, diğer yerlerde bu arketiplere
ilksel imgeler demiştim49. Bu kadim imgeler rüyalara özgü il­
kel, analojik düşünce biçimiyle hayata döndürülür. Bu, kalıtsal
fikirler meselesi değil, kalıtsal düşünce kalıpları meselesidir50.

220 Bu gerçekler ışığında bilinçdışınm sadece kişisel değil,


kalıtsal kategoriler51 veya arketipler şeklinde kişisel olmayan
kolektif parçalar da taşıdıklarım düşünmeliyiz. Böylelikle daha
derin katmanlarda bilinçdışınm görece etkin bir biçimde ko­
lektif bir içerik taşıdığı hipotezini ileriye taşımış oldum. İşte bu
yüzden kolektif bir bilinçdışından bahsediyorum.

49 Kşz. Psychologische Typen [Psikolojik Tipler], tanım: 26.


50 Sonuçta benim fikirlerimi hedef alan “hayalci gizemcilik” suçlaması bir
alt yapıdan yoksundur.
51 Hubert ve Mauss, M élanges d ’histoire des religions, s. xxix.

101
IV.
LOGOS VE EROS: SOL52 VE
LUNA53

ZITLIKLARIN KİŞİLEŞTİRİLMESİ:
AYIN DOĞASI
Jung’un eril ve dişil bilince dair sezgisel kavramları
olan Logos ve Erosu simyasal Güneş ve Ay ile eşitleme
çabası kısmen başarılı olmuştur. Burada simyasal Sola
dair “ayırt etme, değerlendirme ve içgörüden” ve simya­
sal Luna’ya dairse elbette “ilişki kurma yetisı’nden daha
fazlası söz konusudur. Bu basmakalıp kavramlar en çok
erkeklerle kadınların bilinçdışına, yani karşı cinsin ka­
rakterinin karikatürize edilmiş, arketipsel bir biçimde
belirdiği yere uygulandıklarında işe yarar. Jung, bilinci
en çok etkileyen şeyin erkeklerde lunar anima, kadınlar­
da ise solar animus olduğunu öne sürer.
224 Tamamen psikolojik sebeplerden ötürü diğer yazılarım­
da eril bilinci Logos kavramıyla, dişil bilinci de Eros kavramıyla
eşitlemeye çalıştım. Logos’la ayırt etme, değerlendirme ve içgö-
rüyü, Erosla ise ilişki kurma yetisini anlatmaya çabaladım. Her
iki kavramı da tam anlamıyla ya da etraflıca tanımlanamayan
sezgisel fikirler şeklinde gördüm. Bilimsel bakış açısından bu
üzücüdür ancak bu iki kavram tanımlaması bir o kadar zor bir
tecrübe alanının sınırlarını çizdiği için pratik açıdan değerlere
sahiptir.

52 Güneş -çn.
53 Ay -çn.

103
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

225 Anında tersine çevirmek zorunda kalmadan hemen


hemen hiçbir psikoloji önermesi üretemediğimiz için aksi ör­
nekler çabucak göze çarpar: Ayırt edebilme, değerlendirme ve
içgörüyü hiç mi hiç önemsemeyen erkekler ve bu açıdan nere­
deyse aşırı bir eril yeterlilik sergileyen kadınlar. Bu tür vakaları
düzenli istisnalar olarak tasvir etmek istiyorum. Bence bu is­
tisnalar fiziksel açıdan baskın bir karşı cinselliğin sıklıkla or­
taya çıkışını sergiler. Bunun var olduğu her yerde bilinçdışının
zorla araya girmesi, her iki cinse özgü bilince yönelik benzer
bir dışlanma, gölgenin ve karşı cinselliğin baskınlığı ve hatta
kısmen (zorlanım, korku, saplantı, özdevinim, abartılı etkiler
vb.) sahiplik belirtilerinin varlığıyla karşılaşırız. Rollerin bu şe­
kilde tersine çevrilmesi simyasal hermafroditlik kavramı için
muhtemelen ana psikolojik kaynaktır. Bilinci en üst derecede
etkileyen şey, erkekte lunar anima, kadındaysa solar animustur.
Bir erkek kendi animası olduğunun çoğu zaman farkında ol­
masa bile enteresan bir biçimde karısının animusu olduğunun
gayet farkındadır; aynı şey karısı için de geçerlidir.

226 Logos ve Eros zihinsel açıdan arketipsel Sol ve Luna im­


gelerinin sezgisel muadillerini oluşturmuştur. Bence her iki ışık
kaynağı da etkileri açısından öyle betimleyici ve canlı ki, her
ne kadar Logos ve Eros belirli psikolojik tuhaflıkları saptamaya
gayet belirsiz “Sol ve Luna’dan daha uygunsa da, bunları yavan
Logos ve Eros terimlerine tercih ederim. Bu imgelerin kulla­
nımı her halükarda tetikte ve canlı bir fantezi gerektirir ve bu
fantezi, karakterlerinden ötürü tamamen entelektüel kavram­
lara eğilimli kimselerde olmayan bir şeydir. Bunlar bize bitmiş
ve tamamlanmış bir şey sunarken, arketipsel bir imgenin zihne
anlaşılmaz görünen çıplak bütünlüğünün dışında bir şeyi yok­
tur. Kavramlar uydurulmuş ve tartışılabilir değerlerdir; imge­
lerse yaşamdır.

104
CARL GUSTAV JUNG

ZITLIKLARIN KİŞİLEŞTİRİLMESİ
1. Giriş

104 Simyacının zıtlıkları birleştirme çabaları, bütün bu


çabaların mükemmele ulaştığı en üst birleşme noktası olan
“kimyasal düğün” ile sonuçlanır. Dört unsurun düşmanlığı­
nın üstesinden gelindikten sonra geriye simyacının erkek ve
dişi arasındaki ilişki şeklinde ifade ettiği son bir zorlu karşıtlık
kalır. Bu karşıtlığın iki zıt kutup arasındaki şiddetli çekiminin
aslında onları aynı ölçüde ayrı tutmak için güçlü bir direnç ge­
rektirdiğini unutarak öncelikle bu iki kutbu bir araya getiren
aşk ve tutkunun gücü olduğunu düşünme eğilimindeyiz. Hu­
sumet yalnızca yılanla kadın arasına sokulmuş olsa da (Tekvin
3:15), bu lânet aslında genel anlamda kadın-erkek cinslerinin
arasına sokulmuştur. Kadına (Havva) şöyle denmiştir: “Arzun
kocana olacak ve o da sana hakim olacaktır”. Adama (Adem)
ise: “Karının sözünü dinlediğin için ... toprak senin yüzünden
lanetlendi” dendi (Tekvin 3:16 vd.). Asli günah, sekteye uğramış
bir husumet ikisinin arasında durur ve bu durum psişik tabiatı­
mıza değil, yalnızca rasyonel aklımıza mantıksız gelir. Aklımız
çoğu zaman sadece fiziksel etmenlerden fazlasıyla etkilenir; bu
yüzden her iki cinsin birleşimi ona akla yatkın tek şey ve birleş­
me ihtiyacı içgüdülerin en makulü gibi görünür. Ancak tabiatı
daha üst bir bağlamda bir olgular bütünlüğü olarak düşünürsek
fiziksel tabiat bu bütünlüğün sadece bir parçasıdır; diğer par­
çaysa manevi ve ruhsaldır. Bunlardan birincisi her daim dişil,
İkincisiyse eril sayılmıştır. Birinin amacı birleşmek, diğerinin-
kiyse ayırmaktır. Çünkü birincisi fiziksel olana gereğinden fazla
değer verir; çağdaş aklımızsa ruhani yönelimden yani manevi­
yattan yoksundur. Galiba simyacıların buna dair bir önsezile­
ri vardı yoksa o yalnızca benzerlerin birbirleriyle çiftleştiği ve
toprağın verimsiz olduğu Deniz Kralının ülkesinin tuhaf mi­
tosunun nasıl üstesinden gelebilirlerdi ki?54 Burası belli ki “Fi­
lozofların” yani fiziksel olanın temsilcilerinin güzel bir öğütle

54 “Visio Arislei”, Art. aurif., I, s. 146 vd.

105
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

sonlandırmak zorunda hissettikleri masumane bir dostluk di­


yarı, bir tür cennet yahut altınçağdı. Ancak burada olan şey hiç­
bir şekilde cinsiyetlerin tabii birleşmesi değildi; tam tersine bu
“tam anlamıyla” bir ensest, cezası ölüm olan bir günahtı ve ülke
berekete ancak bundan sonra kavuşabilmişti. Bir mesel olarak
bu mitos elbette müphemdir. Genel anlamda simya gibi hem
fiziksel, hem de ruhani açıdan yorumlanabilir; “tam moralis
quam chymica55”. Simyanın fiziksel amacı altını (panacea), her
derde deva yaşam iksirini bulmaktı. Ruhani amacıysa (ruhani)
ışığın bedenin (Physis) karanlığından yeniden doğmasını sağ­
lamak, kendilik algısını iyileştirmek ve manevi bedeni fiziksel
bedenin yozluğundan kurtarmaktı.

105 “Visio Arislei” mitosunun incelikli bir özelliği cinsiyet­


leri çiftleştirmeyi düşünen kişinin bizatihi kendisinin, masu­
miyet ülkesinin kralı olmasıdır. Bu yüzden denizler ülkesinin
kralı [rex marinus] şöyle der: “Benim gerçekten bir oğlum ve
bir kızım var ve işte bu yüzden halkımın kralıyım çünkü hal­
kımda bunlardan yok. Halbuki ben, beynimin içinde bir kızla
oğlan doğurdum56”. Kral, “kafasının içinde” üretebildiği için
masumiyetin cennetsiliğine karşı potansiyel bir haindir ve eski
masumiyet haline karşı suç işleme yetisine sahip olduğu için de
kraldır. Halktan farklı olabildiği için halkından çok daha faz­
lasıdır ve bu yüzden fiziksel açıdan kötü bir hükümdar sayılsa
bile haklı olarak onların kralıdır57.

106 Burada yine simyayla baskın Hıristiyan ideali olan asli


masumiyete önce manastır yaşamıyla, sonra da rahiplerin be­
karet yeminiyle dönüş çabası arasındaki zıtlığı görürüz. Dün­
yevilikle ruhanilik arasındaki çelişki, ki anne-oğul sevgisi mito­
sunda örtük haldedir, Hıristiyanlıkça İsa (sponsus) ve Kilisenin
(sponsa) mistik evliliğine evrilerek yüceltilir. Oysa simyacılar
bunu Sol ve Lunanın birleşimi olarak fiziksel düzleme taşımış­

55 Maier, Symb. aur. m ensae, s. 156.


56 “Visio Arislei”, s. 147.
57 Filozoflar krala şöyle der: “Haşmetmeap kralımız olabilirsiniz belki ama
ülkeyi kötü yönetiyorsunuz”.

106
CARL GUSTAV JUNG

tır. Çelişkinin Hıristiyan çözümü tamamen ruhanidir; cinsi­


yetlerin fiziksel ilişkisi bir alegoriye ya da—gayet gayrimeşru
bir biçimde—Cennet Bahçesindeki asli günahı sonsuz kılan ve
hatta yoğunlaştıran bir günaha dönüştürülmüştür. Oysa sim­
ya tabuların en iğrenç şekilde çiğnenmesini yani ensesti, altın
çağı geri getirebilme umuduyla karşıtların birleşmesi sembo­
lüne dönüştürerek yüceltmiştir. Her iki eğilim için de çözüm,
cinsiyetlerin birleşimini bir başka ortama taşıyarak okumakta
yatar: cinsiyetlerden biri bu birleşimi ruha, diğeriyse maddeye
yansıtır. Ancak hiçbiri sorunu çıkış noktasına—insan ruhuna—
taşımaz.

107 Böylesine zorlu bir sorunu bir başka düzleme taşımanın


daha uygun olduğunu farzetmek ve sonra da o sorunu çözül­
müş gibi lanse etmek insana şüphesiz cazip gelebilir. Ancak bu
açıklama çok kolaycıdır ve sorunun bilinçli bir şekilde sorul­
duğunu, acı bir cevabı olduğu anlaşılınca da bir başka düzleme
taşındığını varsaydığı için psikolojik olarak yanlıştır. Bu taktik
geçmişin ruhuyla değil, modern düşünce biçimimizle uyumlu­
dur ve benzer bir nevrotik işleme dair tarihsel bir kanıt yoktur.
Daha ziyade bütün kanıtlar sorunun her daim bilindik psike-
nin dışında yattığına işaret eder. Ensest, tanrıların kutsal evli­
liği [hierosgamos], kralların gizemli ayrıcalığı, kutsal bir tören
ve benzeri şeylerdi. Bütün bu vakalarda bilinç arttıkça bilinçli
yaşam üzerinde çok daha büyük bir etki bırakan kolektif bilinç-
dışının bir arketipini ele almaktayız. Bırakın tamamen demode
olmuş simyasal birleşmeyi [coniunctio], bugün kiliseye ait ge-
lin-damat alegorileri bile öylesine eskimişlerdir ki, günümüzde
insan ensestle ancak kriminal vakalar ve cinsel psikopatolojide
karşılaşabilir. Halbuki genel anlamda ensest sorununda önem­
li bir adım olan Freud’un Oedipus karm aşasını keşfetmesi ve
bunun evrensel tekrar oranı bu kadim meseleyi en azından ço­
ğunlukla psikolojiyle ilgilenen doktorlar için yeniden canlan­
dırmıştır. Sıradan halk birtakım tıbbi anomalilere dair çok az
şey ya da yanlış şeyler bilse bile, bu durum gerçekleri halkın
tüberküloz ya da psikoz vakalarının gerçek yüzdesini bilmeme­

107
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

sinden daha fazla değiştirmez.

108 Bugün bir doktor ensest sorununun gerçekte evrensel


olduğunu ve geleneksel yanılsamalar ön plandan çekilince bu
sorunun hemen yüzeye çıktığım bilmektedir. Ancak büyük öl­
çüde sorunun sadece patolojik kısmını bilir ve asıl zorlu kısmı,
kilise alegorisinin insanüstü evreninde ve tabiat bilimlerinin
erken safhalarında muazzam önemli bir sembolizm yaratmış
mütemadi bir sorunun muayenehanenin yalnızca cenin hali
olduğu dersini tarihten almadan bu ismin iğrençliğine terke-
der. Genelde “sıradan maddeyi ve onun aracılığıyla karmaşayı
[“materia vilis et in via eiecta’yı] patolojik açıdan görür ve bu­
nun ruhani yansımalarına dair bir fikri yoktur. Eğer bunu gör­
seydi, yok olan ruhun nasıl görünmeden her birimize menfur
kılıflarla geri döndüğünü ve birtakım yatkın vakalarda küçük
ve büyük şeylerde sonsuz akıl karışıklığı ve yıkıma sebep oldu­
ğunu da anlayabilirdi. Psikopatolojik ensest sorunu zıtlıkların
birleşiminin sapkın, tabii şeklidir; psişik bir ödev olarak hiçbir
zaman bilince taşınmamış ya da taşınmışsa da anında ortadan
kaybolmuş bir birleşmedir.

109 Bu sorunun dramasmı yaşayanlar kadınla erkek, simya­


da Kral’la Kraliçe, Sol ve Luna’dır. Bir sonraki kısımda simyanın
bu büyük karşıtlığın sembolik başkahramanlarım nasıl tasvir
ettiğini anlatmaya çalışacağım.

2. Sol

110 Simyada güneş öncelikle simgesini paylaştığı altını im­


ler. Ancak nasıl ki “felsefi” altın “bilindik” altın değilse58, gü­
neş de salt altın metali59 ya da gök cismi değildir60, Kimi zaman

58 Senior, D e chem ia, s. 92.


59 “Metal olarak altın ve gümüş bizim taşımızın maddesi değillerdir”. “Trac-
tatus aureus”, M us.herm ., s. 32 (Waite, I, s. 33).
60 Altın oksitlenmeye maruz kalmadığı için Sol “Consilium conigugii’de
şöyle tasvir edilen bir iksirdin “Sonsuzluğa sabitlenmiş, ebediyete eşdeğer
bir madde” (Ars chem ica, s. 58). “Çünkü Sol bozulmamışlığm kökenidir”.
“Hakikaten Sanatin güneşle onun gölgesinden başka bir dayanağı yoktur”
a.g.e., s. 138).

108
CARL GUSTAV JUNG

güneş, altında saklı etkin maddedir ve tinctura rubea (kırmızı


tentür) olarak çıkarılır. Kimi zaman bir gök cismi olarak sihir­
li etkilere ve dönüştürücü ışınlara sahiptir. Altın ve gök cismi
olarak61 kırmızı renkli, sıcak ve kuru, aktif kükürt içerir62. Bu
kırmızı kükürt yüzünden simyasal güneş, muadili altın gibi
kırmızıdır63. Her simyacının bildiği üzere altın kırmızı rengini,
Yunan simyasında dönüştürücü madde diye bahsi geçen ve Ky-
pris (Kıbrıslı, Venüs) şeklinde yorumlanan bakır (Cu) alaşımı­
na borçludur64. Kızıllık, ısı ve kuruluk Mısır Takımının (Yun.
Tayfun) simyasal kükürt gibi şeytanla yakından ilişkilendirilen
kötülük timsalinin klasik özellikleridir. Ve tıpkı Tayfun’un kral­
lığının yasak denizde olması gibi güneşin de sol centralis [mer­
kezi güneş] olarak “ham, algılanabilir suları’ ndan ve sol coelestis
[göksel güneş] olarak “derin, algılanamayan suları’ndan oluşan
bir denizi vardır. Bu deniz suyu {aqua pontica) güneşle aydan
elde edilir. Tayfun denizinin aksine bu suyun hayat veren gücü
onun mutlak iyi olduğu anlamına gelmese de övülür65. Bu, ze­
hirleyici tabiatına sık sık atıfta bulunulan iki-yüzlü Merkür’ün
dengidir. Etken güneş maddesinin, kırmızı kükürtün, “elleri
ıslatmayan” suyun66 ve “deniz suyunun” tayfunsu yönünden
de bahsedilmesi gerekir. “Novum lumen chemicum” [Yeni Işık
Kimyası] adlı eserin yazarı kendini güneşin bu paradoksal yö­
nüne atıfta bulunmaktan alamaz: “Yazılarımda filozofların ge­

61 Rupescissa, L a Vertu et la p ropriété de la quinte essence, s. 19: “Jceluy gü­


neşi gerçek mi yo k sa.. . . Tanrının altınına filozoflar Güneş derler çünkü
o Göksel Güneşin oğludur ve Güneşin etkisiyle üretilerek dünyanın da­
marlarına ve derinliklerine nüfuz eder”.
62 Kükürt ateşle neredeyse bir tutulur. Kşz. “Consil. coniugii” (Ars chem ica,
s. 217): “Bu yüzden biliniz ki kükürt ateş yani Güneşti”. Mylius’ta (P hil.
réf., s. 185) Sol, kükürtle birdir yani simyasal Sol, güneşin ya da altının
etken maddesini imler.
63 “Bizim güneşimiz kıpkırmızıdır ve yanar”. (Zacharius, “Opusculum”, The-
atr. ehem ., I, s. 840.) Bernardus Trevisanus ise şunları söyleyecek kadar
ileri gider: “Güneş kükürt ve civadan başka bir şey değildir”, (a.g.e., Fla-
mel’in notları, s. 860.)
64 Olympiodorus (Berthelot, Alch. grecs, II, iv, 43) : Parlak tanrıçanın, kırm ı­
zı Kıbrıslı’nm yapraklarını [onunla] ezin”.
65 Kşz. Kükürt meseli (par. 144), suyun “en tehlikeli” olduğu yer.
66 Hoghelande, iTheatr: ehem ., I, s. 181.

109
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

leneğine uygun olarak kimi zaman çelişkiler bulursanız tedir­


gin olmayın; gülün dikensiz olmadığını anladığınızda bunun
da gerekli olduğunu anlayacaksınız67”.

111 Etken güneş maddesinin olumlu etkileri de vardır. “Bal­


sam” denilen şey güneşten damlar ve limon, portakal, şarap ve
mineral krallığında altın üretir68. İnsanda balsam “göklerin öte­
sindeki suların diyarından gelen radikal bir nem” oluşturur. Bu,
“insanın doğumunda içsel sıcaklığı ateşleyen, iradenin bütün
devinimlerinin ve bütün arzu ilkesinin kaynağı parlak’ yahut
‘ışıltılı vücuttur’”. “Bir yaşam ruhudur ve tahtı beyindedir; kalp­
te hüküm sürer69”.

112 “Liber Platonis Quartorum” adlı Saba dilinde yazılmış


bir incelemede spiritus atıimalis [hayvansı ruh\ yahut güneş kü-
kürtü, hâlâ pneüma pctredron yani bir şeylere yardım etmesi
için büyü ve ayin yoluyla çağrılabilen yardımcı bir ruh veya bir
tanıdık anlamına gelir70.

113 Etkin güneş-maddesiyle ilgili söylenenlere bakılırsa,


Solun simyada belirli bir kimyasal madde olmak şöyle dursun
üretici71 ve dönüştürücü etkisi olduğuna inanılan bir “virtus”,
“gizemli bir güçten72” başka bir şey olmadığı gayet aşikardır.
Tıpkı fiziksel güneşin evreni aydınlatıp ısıtması gibi insan vü­
cudunda da kalbin içinde bütün vücuda hayat ve sıcaklık veren

67 Mus. herm ., s. 581 vd. (Waite, II, s. 107).


68 Steeb, Coelum sephiroticum , s. 50. “De natura rerurn’da (Sudhoff, XI, s.
330), Paracelsus şöyle der: “Bugün insan yaşamı astral bir balsam, balsa-
mik bir etki, göksel ve görünmez bir ateş, kapalı bir havadan başka bir şey
değildir”. D e Vita longa (ed. Bodenstein, fol. c 7V): “(Görünmez, belirli bir
erdemden bahsederken) buna vücudun bütün doğasını aşan, iki vücudu
birleştirerek muhafaza eden ve göksel bedeni dört elementle bir arada tu­
tan balsam der”.
69 Steeb, s. 117. Ay, “evrensel şekli ve doğal yaşamı” güneşten alır (Dorn,
“Physica genesis”, Theatr. ehem ., I, s. 397.)
70 Theatr. ehem ., V, s. 130.
71 Simyacılar hâlâ Proclus’la beraber güneşin altın ürettiğine inanıyorlar.
Kşz. Proclus, C om m en taries on the Tim aeus o f Plato 18 B (İng. çev: Tay­
lor), I, s. 36.
72 “Pekçok insanın yaptığı gibi güneşin sadece göksel bir ateş topu olduğuna
inanmak anlamsızdı”, Dorn, “Physica Trismegisti”, I, s. 423.)

110
CARL GUSTAV JUNG

güneşe benzer bir gizem vardır73. “Bu yüzden Sol”, Dorna göre,
“Tanrıdan sonra ilk gelen, her şeyin babası ve yaratıcısı şeklin­
de doğru isimlendirilmiştir74 çünkü varolan her şeyin tohumsal
ve biçimsel erdemi onda gizlidir75”. Bu güce “kükürt” denir76.
Kükürt, en yakın bağları yeryüzündeki güneşle olan sıcak,
şeytani bir yaşam ilkesidir; “merkezi ateş” veya “ignis gehen-
nalis”tir (cehennem ateşi). Bundan dolayı nigredo [karalık] ve
putrefactio [çürüme] ile yani ölümle örtüşen bir Sol niger [kara
Güneş] vardır. Civa gibi simyadaki Sol da değişkendir.
114 Dorn, güneşin mucizevi gücünün “gökyüzünde ve di­
ğer göksel cisimlerde olduğu gibi bütün basit elementleri içer­
mesinden” kaynakladığını söyler. Sözlerine şöyle devam eder:
“Güneşin özün özü olduğunu ima ederek onun tek bir element
olduğunu söylüyoruz”. Bu görüş “Consilium coniugii” adlı ça­
lışmada yer alan çarpıcı bir pasajda açıklanır: “Filozoflar altın
ve gümüşün babasının, toprak ve suyun ya da insanın veya saç,
kan, çözücü madde vb. insanın bir parçasının hayat veren [ani­
mal] ilkesi olduğunu iddia etmişlerdi77”. Bunun arkasındaki dü­
şünce güneşte olduğu kadar insanlar ve bitkilerde de bulunan
büyüme, iyileşme, büyü ve şaşaanın evrensel gücüne dair ilkel
algının sadece güneşin değil, insanın, bilhassa aydınlatılmış,
mahir insanın da bu evrensel gücün erdemiyle altın üretebil­
mesidir78. Dorna (ve de diğer simyacılara) göre altının bilindik
kimyasal yöntemlerle yapılmadığı aşikardır79; bu yüzden altın

73 Dorn (“Phys. Trismeg.”, s. 423) şöyle diyor: “İnsan vücudundaki yaşam


pınarı kalbin merkezi ya da daha ziyade onun içinde saklı doğal ısının
aktif olduğu gizemli bir şeydir”.
74 Zosimos (Berthelot, Aich, grecs, III, xxi, 3) Hermes’in sözünü şöyle alıntı­
lar: “Güneş her şeyin yaratıcısıdır”.
75 “Phys. Trismeg.”, s. 423. The Codex Berol. Lat. 532 (fol. 154v) yumurtanın
üreme hücresine ilişkin şöyle der: “Güneş noktası yani yumurtanın çekir­
deği sarısında saklıdır”.
76 “İlk ve en güçlü eril ve evrensel tohum, doğası gereği kükürttür; o, bütün
yaşam kaynağının ilk ve en güçlü tohumudur”. (Dorn, a.g.e.)
77 Ars chem ica, s. 158. İlkel bir düzlemde kan, ruhun evidir. Saç, dayanıklılı­
ğı ve ilahi gücü simgeler. (Eski Ahit, Hakimler 13:5 ve 16: 17vd.)
78 Kşz. Lehmann, Preuss, ve Rohr’un eserleri. Bir mana-kavramları dizisini
“Psişik Enerji Üzerine” adlı yazımda bulabilirsiniz, par. 114 vd.
79 Kşz. Bonus, “Pretiosa margarita novella”, Theatr. ehem ., V, s. 648: “Ve bu

111
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

yapımını (chrysopoeia) bir “mucize” olarak adlandırır. Söz ko­


nusu mucize natura abscondita (gizil tabiat), “dışardan bir gö­
zün göremediği, salt aklın görebildiği” metafizik bir oluşum ta­
rafından gerçekleştirilmiştir80. Mahirin kutsal şeylere mümkün
olduğunca yaklaşması ve aynı zamanda maddelerden “mucize­
vi edime uygun” en derin güçleri çekip çıkarması şartıyla “gök­
lerden ilham alınır81”. “İnsan vücudunda vücudun diğer ele-
mentsel kısımlarını koruyan ve onların devamlılığını sağlayan
uçucu bir madde vardır”, sözleriyle konuşmasını sürdürür82.
“Vücudun bozulması” bu madde ya da erdemin çalışmasına
engel olur ancak “filozoflar bu erdem ve göksel enerjinin zincir­
lerinden kendisinin karşıtı değil, benzerince kurtulabileceğini
bir tür kutsal ilham vasıtasıyla bilirlerdi83”. Dorn buna “veritas”
[hakikat] der. “Çok az dostu olan ve sayısız düşmanlarca kuşa­
tılmış en yüce güç, fethedilemeyen bir kaledir”. “Günahsız kuzu
tarafından korunur” ve ruhun içindeki göksel Kudüs’ü imler.
“Bu kalede ne güvelerin yiyebildiği, ne de hırsızların bulup çı­
karabildiği, sonsuza dek baki kalan ve ölümden sonrasına da
götürülen hakiki ve mutlak hazine vardır84”.

115 O halde Dorn’a göre insanın içine yerleştirilmiş kutsal


ateşin kıvılcımı, Goethe’nin Fausf unun özgün versiyonunda
Faust’un meleklerin alıp götürdüğü “entelekyası” dediği şeye

hikmet sahibi Simya doğaüstüdür ve kutsaldır. Ve bu taşın içinde Sanat’ın


bütün zorluğu mevcuttur; bunun niçin böyle olduğuna dair yeterli hiçbir
doğal sebep gösterilemez. Ve böylece zihin, tıpkı mucizevi tanrısal konu­
larda, hatta Hıristiyan inanışının doğaüstü temelinde olduğu gibi bunu
tahayyül ya da kendini tatmin edemeyince fakat yine de buna inanmak
zorunda kalınca bunun önce inançsızlarca doğru olarak kabul edilmesi
gerekir çünkü sonuca mucizevi ya da doğaüstü bir şekilde ulaşılır. Bu yüz­
den Tanrı tek başına uygulayıcıdır, doğa bu süreçte hiçbir rol almaz”.
80 “Spec, phil.”, 7heatr. ehem ., I, s. 298; ayrıca “Phil, chemica”, s. 497.
81 Kşz. Aurora Consurgens, s. 111: “Çünkü nesneye bahşedilen ve ona gök­
lerden ilham verilen muazzam erdeme yeterince şaşıramıyorum”.
82 “Phil, meditativa”, Theatr. ehem ., I, s. 456. Sayfa 457’de benzer bir pasaj
vardır: “Ayrıca insan vücudunda çok az kimsenin bildiği, hiçbir ilaca ihti­
yacı olmayan, bizatihi kendisi bozulmamış bir ilaç olan göksel tabiatta bir
madde saklıdır”.
83 s. 457.
84 s. 458. Ayrıca bkz. “Spec, phil.” s. 266.

112
CARL GUSTAV JUNG

dönüşür. Bu, “gözleri olup da görmeyen taşlar gibi yaratıldığı­


mız için... hayvan insanın anlamadığı” en yüce hazinedir85.

116 Bütün bunlardan sonra simyasal Sol’un “belirli bir ışık”


(quaedam luminositas) olarak pek çok açıdan lumen naturae'ye
[doğal ışık] eşit olduğunu söyleyebiliriz. Bu, simyada aydınlan­
manın asıl kaynağıydı ve Paracelsus tıp sanatını aydınlatmak
için simyadan aynı kaynağı ödünç almıştı. Bu yüzden Sol kav­
ramının son iki asırda tabiat nesnelerinin gözlemlenmesi ve
tecrübesine giderek daha fazla dayanan modern bilincin geliş­
mesiyle hiç de azımsanmaması gereken bir ilişkisi vardır. Solun
bundan dolayı önemli bir psikolojik gerçeği imlediği söylenebi­
lir. Sonuçta Sol’un kendine özgü özelliklerini bu alandaki mu­
azzam literatüre dayanarak en ince ayrıntılarıyla betimlemeye
değerdir.

117 Sol, çoğu zaman eril ve Merkür’ün etken yarısı, anlam


ötesi bir kavram olarak görülür ki bunun psikolojisini ayrı bir
çalışmada86 incelemiştim. Simyasal biçimiyle Merkür gerçekte
var olmadığına göre Merkür’ün bilinçdışı bir yansıma olması ve
simyada mutlak temel bir kavram olduğundan bizatihi bilinçdı-
şını imlemesi gerekir. Merkür, tabiatı gereği hiçbir şeyin farklıla-
şamayacağı bilinçdışıdır; ancak spiritus vegetativus [bitki ruhu]
olarak etken bir ilkedir ve bu yüzden gerçekte farklılaşmış bi­
çimde ortaya çıkar. Bundan dolayı Merkür’e çift yönlü denmesi
çok doğrudur; Merkür hem etken, hem de edilgendir. “Yükse­
len” etken kısmına Sol denir; edilgen kısım ancak bu etken kı­
sım sayesinde anlaşılabilir. Edilgen kısım bu yüzden Luna adını
taşır çünkü ışığını güneşten alır87. Merkür açıkça klasik dönem
filozoflarının kozmik Nous kavramına tekabül eder. İnsan aklı
bu kavramın bir türevi ve bu yüzden benzer şekilde psikenin
bilinç dediğimiz günlük yaşantısıdır88. Bilinç, kendisinin elzem
bir mukabili olarak karanlık, örtük, görünmez bir yana; varlığı

85 s. 459.
86 “Merkür Cini”.
87 Kşz. Güneşin sağ, ayınsa sol göze tekabül ettiğine dair eski bir düşünce.
(Olympiodorus in Berthelot, Alch. grecs, II, iv, 51.)
88 Tıpkı Ortaçağ doğa filozoflarının güneşi fiziksel dünyanın tanrısı olarak
görmeleri gibi, “dünyanın küçük tanrısı” da bilinçtir.

113
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

ancak bilincin ışığıyla bilinebilen bilinçdışına ihtiyaç duyar89.


Nasıl ki sabahyıldızı gecenin denizinden yükseliyorsa, bireyin
ve türün oluşumu açısından bilinç de öyle bilinçdışından doğar
ve tekrar bu ilksel durumuna, geceye batar. Psişik yaşantımızın
bu ikiliği Sol-Luna sembolizminin prototipi ve arketipidir. Sim­
yacı, bilinçdışı varsayımlarının ikiliğinin öylesine farkındaydı
ki, bütün astronomik kanıtları dikkate alarak güneşi bir gölgey­
le donattı: “Güneş ve gölgesi işi mükemmelleştirir90”. Bu sözleri
söyleyen Michael Maier, Scrutinium adlı eserinin elli beşinci
konuşmasında dünyanın gölgesinin yerine güneşin gölgesini
koyarak açıklama yapma zahmetinden kaçınır. Belli ki astro­
nomik gerçekliğe gözlerini tamamen kapayamamıştı. Ancak
sonra Hermes’in “Ey oğul, ışından gölgesini çıkar” şeklindeki
klasikleşmiş sözünü alıntılayarak91 gölgenin güneş ışınlarının
içinde olduğunu ve (bu her ne demekse) gölgeyi onlardan çıka­
rılabileceğini anlamamızı sağlar. Bu sözle yakından ilişkili bir
diğer şey de edebiyatta sık sık karşımıza çıkan simyasal bir kara
güneş imgesidir92. Bu imge apaçık bir biçimde ışık olmadan

89 Bilinç, güneş gibi “dünyanın gözu’dür. (Kşz. Pico della Mirandola, “Dis-
putationes adversus astrologos”, lib. III, cap. X, s. 88r.) Heptaplus adlı ese­
rinde (Expositio 7, cap. IV, s. 11 spr/sp) yazar şöyle der: “Platon Güneşe...
Tanrının gözle görünen oğlu dediğine göre bizler neden o görünmez oğ­
lun sureti olduğumuzu anlamıyoruz? Ve eğer o her aklı aydınlatan gerçek
ışıksa, onun en sarih sureti de her bedeni aydınlatan suretin ışığı Güneş-
• tir”.
90 Bu düşünce T urbada da karşımıza çıkar (ed. Ruska, s. 130): “Oysa bilge­
lerin zehrini güneş ve onun gölgesiyle renklendiren kişi en yüce gizeme
vakıf olmuştur”. * Mylius (Phil. ref., s. 22) şöyle der: “Güneşin gölgesinde
ayın sıcaklığı vardır”
91 “Tractatus aureus”, II. bölüm. Ars chem ica, s. 15.
92 Kşz. Mylius, Phil, ref., s. 19. Burada sol niger [kara güneş) caput corvi [kar­
tal başı] ile eşanlamlıdır ve “altının dünyası bizatihi kendi uygun ruhuyla
çözüldüğü” zaman ortaya çıkan nigredo [karanlık] halindeki an im a m e-
dia n atu rayı [anim a m undi veya dünyanın ruhu] imler. Psikolojik açıdan
bu, bilinçdışından gelen bir saldırı yüzünden bilinçli bakış açısının geçici
yok oluşu anlamına gelir. Mylius “antik dönem filozoflarına” kara güneşin
kaynakları şeklinde atıfta bulunur. Benzer bir pasaja 118. sayfada rast­
lamak mümkün: “Güneş, doğuşuyla birlikte belirsizleşir. Ve bu kararma
işin başlangıcı, bozulmanın işareti ve elbette karışımın başlangıcıdır”. Bu
nigredo “A raf’ın değişen karanlığı”dır. Ripley (Chym ische Schrifften, s. 51)
şunları ekleyerek bir “kara” güneşten bahseder: “Beyazlıklar içinde Cen­
net ışığını yakalamak istiyorsan, karanlığın kapısından geçmelisin”. Kşz.
Turba, s. 145: “nigredo solis’’.

114
CARL GUSTAV JUNG

gölge olamayacağı gerçeğiyle desteklenir; bu yüzden bir bakıma


gölge de güneş tarafından üretilir. Çünkü fizik yasası gereğince
güneşle güneşe bakan kişi arasına karanlık bir nesnenin girmesi
gerekir; bu, kimi zaman güneşin kendisi kara bir şekilde belir­
diği için simyasal Sola uymayan bir durumdur: Hem aydınlığı,
hem de karanlığı içerir. “Sonuçta gölgesiz bir güneş neye ya­
rar ki?” diye sorar Maier. “Tıpkı tokmaksız bir çan gibi”. Sol, en
kıymetli şeyken, gölgesi res vilissima or quid villus alga (deniz
yosunundan bile daha değersizdir). Simyanın ahlak kurallarına
karşı gelen düşünce yapısı her görüşe bir olumsuzlamayla ya da
tam tersi bir olumlamayla karşı çıkar. Sénior, “Zahirde bunlar
göksel cisimlerdir ancak batında ruhanidirler” der93. Bu görüş
bütün simyasal özellikler için geçerlidir ve her biri kendi içinde
karşıtını barındırır94.
118 Simyasal düşünceye göre gölge privado lucis’ten [ışığın
eksiklilği] başka bir şey değildir; nasıl ki çanla tokmağı birer
somut değerse, ışıkla gölge de öyledir. Hermes’in sözü ancak
böyle anlaşılabilir. Sözün tamamı şöyledir: “Ey oğul, ışından
gölgesini çıkar çünkü etrafına toplanan buhardan yükselen bo­
zulma onu kirletir ve ışığını perdeler; zira o ihtiyaç ve kızıllığı
tarafından tüketilir95”. Burada gölge oldukça somut bir şekilde
düşünülür; gölge güneşi sadece belirsizleştirmeye muktedir
değil, aynı zamanda onu kirleten (Latince “coinquinare” söz­
cüğünden—çok güçlü bir sözcük) bir sistir. Güneş ışığının kı­
zıllığı (rubedo), içindeki kırmızı kükürte, etken yanıcı ilkeye ve
onun yıkıcı etkilerine bir göndermedir. İnsanın içindeki “doğal
kükürt” Dorn’a göre “bozulmanın sebebi” olan “ateş elementiy­
le” birdir ve bu ateş “çoğu kimsenin bilmediği görünmez bir
güneş yani Filozofların güneşi tarafından tutuşturulur”. Doğal
kükürt, vücudun “kükürtleşip insanı kirleterek özüne döndü­
recek” ateşi almaya uygun hale gelebilmesi için eski doğasına

93 D e chem ia, s. 91.


94 Sol niger tıpkı dünyanın merkezinde gizli, görünmeyen bir güneşin olma­
sı gibi bir “karşı-güneş”tir. (Bkz. Agnostus, P rodrom us R hodostauroricus,
1620): Aynı fikir Venturada da bulunabilir ( Theatr: Chem ., II, s. 276): “Ve
tıpkı başlangıçta güneşin Ay’ın içinde saklı olması gibi sonunda da Ay’ın
içinde saklıdır ve onun içinden çekip çıkarılır”.
95 “Tractatus aureus”, Ars chem ica, s. 15.

115
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

dönme eğilimindedir96. Güneş, belli ki fizyolojik ve psikolojik


ilk maddeye, eğer insan basit elementlerin ilk haline geri döne­
cek ve dünya öncesi cennetin bozulmaz doğasını elde edecekse
tecrübe edilmesi gereken ölüme dönüş dramasında bir araçtır.
Dorn’a göre bu süreç fiziksel olmasının yanı sıra aynı zamanda
ruhani ve ahlaki bir süreçtir.

119 Sol burada muğlak, gerçekten “kükürtlü” bir ışık şeklin­


de karşımıza çıkar: belli ki içerdiği kükürtten ötürü bozucu bir
etki yapar97.

120 Benzer şekilde Sol altına rengini veren madde olması­


nın yanı sıra dönüştürücü madde, prima materiadır. “De arte
chymica” [“Simya Sanatı Üzerine”] adlı anonim inceleme laci­
vert taşının iki parçasını ya da evresini ayırt eder. İlk parçaya
sol terrenus (dünyevi güneş) denir. “Dünyevi güneşsiz hiçbir
iş mükemmel olmaz98”. İncelemenin ikinci kısmında Sol, Mer­
kür’le birleşir.

Yeryüzünde bu taşlar ölüdür ve insanın etkinliği onlara uy­


gulanmazsa hiçbir şey yapamazlar. Derin altın anolojisini dü­
şün99: uhrevi gökyüzü bütün insanlara kapanmıştır; bu yüzden
insanlar sonsuza dek mahkum kalacakları yeraltına inmek zo­
runda bırakılmışlardır. Oysa İsa Mesih göksel Olimpos’un ve

96 Dorn, “Spec, phil.”, Theatr. ehem ., I, s. 308. Bunu ilk başta fizyolojik açıdan
vücudun “kükürtleşmesi” için vücuttaki tuzu tebeşire çeviren yıkıcı bir
edim olarak görür. Ancak bu tıbbi gözlem şu yorumla öne sürülür: “İnsan
bozulma tehlikesinde olduğu için kendi maddesi onu nefretle kovalar”.
Bununla ilk günahı ve bu günahtan kaynaklanan bozulmayı kasteder.
97 Sofun tehlikeli özelliğinin, ışınlarının “mıknatıs etkisiyle güneş ve ayın
ışınlarından çekilen” mucizevi su içermesinden kaynaklandığını unut­
muyorum.* Bu su, çürütücü bir unsurdur çünkü “doğru düzgün kaynatıl­
madan önce ölümcül bir zehirdir”. Mylius, Phil, r e f, s. 314. Bu aqu a p er-
m anens [ab-ı hayat], “kutsal”hğını kükürtten alan uörnp Beiövdur [kutsal
su]. Buna “kükürt suyu” denirdi (tö 0eiov aynı zamanda kükürt anlamına
da gelir) ve civayla aynı şeydir. Homeros’taki O e İ o v ya da Bıjiovün koru­
yucu güçlere sahip olduğuna inanılırdı; ona bu yüzden “kutsal” deniliyor
olabilir.
98 Art. aurif., I, s. 58 vd.*
99 Özgün metinde bu cümlenin fiili yoktur: “auri similitudinem profun-
dam”.

116
CARL GUSTAV JUNG

ruhların özgürlüğe kavuşması için Plüton diyarının kapısını


açmıştı. Bakire Meryem Kutsal Ruhun yardımıyla tarifsiz bir
gizem ve kutsiyetle gebe kalmış ve sonunda bütün dünyanın
kurtarıcısını, günahkar ona sığındığı takdirde, günaha teslim
olmuş bizleri bereketli iyiliğiyle kurtaracak olanı doğurmuş­
tu. Ancak Bakire bozulmamış ve tertemiz kalmıştı: Bu yüz­
den Merkür’ün yüceler yücesi Bakire Meryem’le eş tutulması
\aequi-paratur] boşuna değildir100.
Bu metinde Sol ile Merkür birlikteliğinin Merkür’ün gelin
rolü oynadığı kutsal bir evlilik olduğu açıktır. Bu benzetmeyi
hakaret olarak görmezse, kişi kendi kendine temkinli bir biçim­
de simyasal eserin gizeminin eski ustalarca anlaşıldığı şekliyle
aslında dogmatik gizemin bir eşdeğeri sayılıp sayılamayacağını
sorabilir. Psikologa göre burada belirleyici şey simyacının öz­
nel tavrıdır. Psychologie und Alchemie’d e [Psikoloji ve Simya]
gösterdiğim üzere böyle bir inanç mesleği hiçbir şekilde eşsiz
değildir101.

121 Kilise Babalarının dilinde bahsi geçen İsa’nın Sol olarak


metaforik tasarımını102 simyacılar mecazi değil, gerçek anla­
mıyla almış ve onu kendi kavramları olan sol terrenus'a uygu­
lamışlardı. Simyasal Sol’un psikolojik açıdan bilince, psikenin
gündüzcül kısmına tekabül ettiğini hatırlayacak olursak bu
sembolizme İsa analojisini de eklememiz gerekir. İsa, temelde
oğul, gelin-annesinin oğlu olarak ortaya çıkar. Oğulun rolü as­
lında ben-bilincine devredilir zira oğul anne bilinçdışının yav­
rusudur. O halde baş yetkiliye, “Tabula smaragdina’ ya [“Züm­
rüt Levhası’ na] göre Sol, yukarıdaki alıntıda dişil ve gelin-anne
olarak karşımıza çıkmış Merkür’ün babasıdır. Bu bağlamda
Merkür Luna’yla özdeştir ve—Luna-Meryem Ana-Kilise sem­

100 Ari. aurif., I, s. 580 vd.


101 “Lapis-İsa Paralelliği”.
102 Bilhassa “sol iustitiae” (adalet güneşi) olarak, Malachi 4: 2. Kşz. Honorius
o f Autun, Speculum d e mysteriis E cclesiae (Migne, P.L., cilt. 172, kol. 921):
“Çünkü tıpkı bir bulutun altındaki güneş gibi adalet güneşi de insan te­
ninin altında saklıdır”. * Buna bağlı olarak Gnostic A nthropos [Gnostik
İnsan] güneşle birdir. (Kşz. Reitzenstein, Poim andres, s. 280.)

117
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

bolizmi aracılığıyla— (Kutsal) Bakireyle eştir. “Exercitationes


in Turbam” adlı incelemeye göre “Nasıl ki kan, bedenin kayna­
ğıdır, işte Merkür de öyle Solun kaynağıdır. . . ve böylece Mer­
kür Sol’dur ve Sol Merkür dür103”. Sol bu yüzden hem baba, hem
oğuldur ve dişil muadili yine tek bir şahısta birleşmiş anne ve
kız evlattır. Ayrıca Sol ve Luna, aynı anda sebep ve ürün olan,
yani filozoflarca, bilgelerin aradığı her şeyi içerdiği söylenen
Merkür ikiliği dedikleri aynı maddenin sadece farklı yönleridir.
Bu düşünce dizisi dört kısımdan oluşur:

Principium

Mercurius
Filia
Filius
Soror
Frater
Mater
Pater
Luna
Sol
Filius
Mercurîus

122 Güneş sembolizmi dogmatik modelleri hatırlatsa da, te­


mel şeması çok farklıdır çünkü dogmatik şema evreni değil, sa­
dece Tanrıyı kucaklayan bir Teslistir104. Simyasal şemanın sadece
maddi dünyayı kucakladığı anlaşılıyor ancak dört parçalı yapısı
yüzünden yeryüzüyle gökyüzü arasına dikilen haç sembolünde
örneklendirildiği gibi bir bütünlük temsiline yaklaşır. Haç dolaylı
olarak Hıristiyan bütünlük sembolüdür: Bir işkence aracı olarak
yeryüzünde insan şekline girmiş Tanrının çektiği acıları ifade
eder; dörtlü parça olaraksa aynı zamanda maddi dünyayı da içi­
ne alan evreni ifade eder. Bu haç şeklindeki şemaya ilahi dün­
ya dramasının dört ana karakterini—auctor rerum Tanrı, Oğul,
(onunla savaşabilmek için insan kılığına girdiği) rakibi Şeytan ve
Kutsal Ruh—eklersek, aşağıdaki dörtlü şemayı elde ederiz:

103 Art. aurif., I, s. 155.


104 Teslisin simyasal muadili üç başlı yılandır (Merkür). Bkz. Psychologie und
A lchem ie [Psikoloji ve Simya], Görsel 54.

118
CARL GUSTAV JUNG

Pater

Auctor

Diabolus
Filius
Antichristus
Salvator

Spiritus Sanctus

123 Bu dört parçanın çeşitli yönlerini bir başka çalışmamda


ele aldığım için burada daha fazla irdelemeyeceğim105. Sadece
simyasal şemayla karşılaştırılabilmesi için burada bahsediyo­
rum. Bunlara benzer dörtlü şemalar Koepgenin yerinde bir
tespitle “dairesel” dediği Gnostik düşüncenin mantıksal özellik­
leridir106. Zıtlıklarla ilgili anlatımızda çoğunlukla dörtlü şema

105 Kşz. “Teslis Dogmasına Psikolojik Yaklaşım” adlı çalışmam, par. 243 vd.
Kimileri buna katılmasa da, yukarıdaki şemada görüldüğü üzere İsa’y­
la şeytan arasındaki karşıtlık, (Epiphanius’a göre Ebiyonitlerce iki erkek
kardeş arasındaki gibi görülen) içsel bir ilişki olduğunu varsayar. Angelus
Silesius da benzer bir şey hissetmiş olsa gerek:
“Şeytandan bütün erilliği gitseydi,
Tanrının tahtında oturan Şeytanı görürdünüz”.
C herubinischer W andersm ann, I, No. 143 (Kşz. Flitch versiyonu, s. 144).
“Erillik” sözcüğüyle Angelus Silesius, kimliğini Tanrıyla birlikte kabul
etmeyen bütün kendilikler için su götürmez bir biçimde doğru olduğu
üzere “lanetleyen kendilik”i anlatmaya çalışıyor.
lOöMezmurlardaki ve peygamberlerle ilgili düşünce “daireseldir. İncitin son
faslı bile sarmal imgelerden oluşur . . . Gnostik düşüncenin temel özellik­
lerinden biri daireselliktir”. (Koepgen, Gnosis des Christentums, s. 149.)
Koepgen, Ephraem Syrus’dan bir örnek verir: “Bedeni ruhla hoşnut et
ama ruhu bedene geri ver ki ayrıldıktan sonra tekrar birleştiklerinde her
ikisi de hoşnut olabilsin” (s. 151). Bir simyacı ouroboros [kendi kuyru­
ğunu ısıran yılan sembolü] için aynı şeyi söylemiş olabilir çünkü bu sim­
yasal hakikatin ana sembolüdür. Koepgen dogmayı da “dairesel” olarak
tasvir eder: “canlı bir gerçeklik duygusu içinde yuvarlaktır . . . Dogmalar
dini gerçeklikle ilgilenir ve bu daireseldir” (s. 52). “Bizatihi dogmanın
merkezinde yer alan bilmeme ve farkında olmama gerçeği’ ne dikkat çe­
ker (s. 51). Bu yorum “yuvarlaklığın” sebebini ya da sebeplerinden birini

119
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

şeklinde tasarlanmış benzer figürler görmüştük. Her iki şema­


nın düzeni üç aşamaya ayrılır:

Başlangıç Gelişim "1 r H edef

Simyasal K öken Sol - Filius

Merkür Luna ...J Merkür

' Auctor Zıtlığın Gelişimi Ruhül Kudüs

Hıristiyan Salvator Diabolus Kutsal Ruh

Pater Tanrının Krallığı ya da Kilisesi

124 Simyasal drama aşağıdan yukarıya, yeryüzünün karan­


lığından kanatlı, ruhani filius macrocosmi ve lux moderna ya
doğru şekillenir. Diğer yandan Hıristiyan dramasıysa Cennetin
Krallığından yeryüzüne inişini temsil eder. Burada—Gnostik
efsanedeki gibi— sanki Tanrı-insanın yukardan aşağıya inişi­
nin Physis’in karanlık sularında yansıtıldığına ilişkin bir ay-
na-dünya izlenimi vardır. Bilinçdışının bilinçle olan ilişkisinin,
belirli bir noktaya kadar basit somatik uyarıcılardan kaynak­
lanan tamamlayıcı, temel ruh kökenli belirti ve rüyalar oldu­
ğu anlaşılıyor107. (Bu yüzden örneğin Rudolf Steiner ölümden
sonraki yaşamın bu dünyadaki yaşamı tamamlayıcı nitelikler
içerdiğine dair tuhaf bir düşünceyi savunmuştu.) Dikkatli göz­
lem ve incelemeyse bütün rüyaların mekanik bir şekilde sadece
tamamlayıcı araçlar sayılamayacağını, aynı zamanda daha zi­
yade ödünleme girişimleri olarak yorumlanmaları gerektiğini
gösterir ancak bu, pek çok rüyanın yüzeysel bir bakış açısıyla
kendilerine özgü tamamlayıcı karakterleri olmasını engelle­

imler: Dogmalar, varolan ama açıklanamayan ve ancak tavafla yaklaşıla-


bilen gerçeklere yönelik tahm ini kavramlardır. Aynı zamanda bu gerçek­
ler ilkeleri temsil ettiklerinden belirlenemez bir kapsamın “küreleri”dir.
Psikolojik açıdan arketiplere tekabül ederler. Örtüşme ve iç içe geçme,
dogmaların önemli bir parçasıdır. “Yuvarlaklık”, sadece dogmaların değil
belki ama özellikle simyasal düşüncenin kendine özgülüğüdür.
107 Özellikle açlık, susuzluk, acı ve cinsellikle ilgili rüyalar. Bir diğer tamam­
layıcı etken, erkeğin bilinçdışının dişil doğasıdır.

120
CARL GUSTAV JUNG

mez. Benzer şekilde simyasal hareketi Hıristiyan hareketin bir


yansıması olarak görebiliriz108. Koepgen İsa’nın iki yönü arasın­
da önemli bir ayrım yapar: İnen, vücut bulan Tanrı ve Babaya
dönen, yükselen Gnostik İsa. Her ne kadar Koepgen’in şeması
simyasal duruma tam bir paralellik sağlasa da, İkincisini sim­
yasal filius regius [kralın oğlu] ile bir sayamayız109. Simyadaki
kurtarıcı figürü İsa’yla bir değildir. İsa Tanrıdır ve Tanrıdan
doğmadır; oysa filius regius dünyayı yaratan Logos’tan, mad­
deye gömülü Sapientia Det den doğmuş tabiatın ruhudur. Ba­
kire Meryem’den değil, daha dolaylı bir biçimde Tabiat Anadan
doğmuş olsa bile, filius regius da Tanrının oğludur: Basilidian
anlayışa göre bir “üçüncü oğulluk”tur110. Bu oğulun kavramsal
yapısını ele alırken hiçbir geleneksel etkiye başvurulmamalıdır.
Mevzubahis oğul daha ziyade erken Hıristiyanlık döneminde
fikirlerin sonraki gelişimini üreten aynı bilinçdışı gereklilik
tarafından harekete geçirilmiş ve bilinç alanına çoktan ulaş­
mış akımların bilinçdışı, mantıksal gelişiminden kaynaklanan
otokton (kendisinden oluşan) bir üründür. Çünkü modern
tecrübemizin gösterdiği üzere kolektif bilinçdışı kendi içsel ka­
nunlarını takip eden ve vakti gelince bahar gibi fışkıran canlı
bir süreçtir. [Kolektif bilincin] simyada böylesine belirsiz ve
karmaşık bir biçimde ortaya çıkması aslında metafizik figür­
lerin mantıksal tutarlığı ve duygusal mutlaklıkları talebine sü­

108 Bu “yansıma’ nm tamamlayıcı yönüne dair bkz. Psychologie und A lchem ie


[Psikoloji ve Simya], par. 26 vd.
109 Koepgen, s. 112.
1 lOKşz. “The Spirit Mercurius”, par. 282 vd. Bir başka açıdan Ebiyonitler ar­
asında şeytan kavramının gelişimini göz önüne aldığımızda filiu s philo-
sophorum [filozofun oğlu] aynı zamanda bir “üçüncüdür”. (Epiphanius,
P an ariu m , X X X ). Tanrıdan olma iki figürden bahsetmişlerdir: biri îsa,
diğeriyse şeytandır. İkincisine Psellus’a göre Euchites Satanael, İsa’nın abi­
si denir (Kşz. Aion, par. 229, ve “The Spirit Mercurius”, par. 271vd). Bu iki
filiu s regius ile bağlantılı olarak—D onum Spiritus Sancti [Kutsal Ruhun
armağanı] ve prim a m ateria’nın [ilksel madde] oğlu— prima materia ile
ortak bir şekilde soyu— uzaktan da olsa—Tanrıya uzanan bir “üçüncü
oğulluk” vardır. Üçlü oğulluk için bkz. Hippolytus, Elenchos, V II, 22, 7
vd. (Legge, II, s. 71 vd.) ve Aion, par. 118 vd. “Oğulluklar” “gerçek ışık”tan
(Yuhanna 1:9), sapientia patris olan Logos’tan gelir. Hippolytus, V II, 2 2 ,4
(Legge, II, s. 68 vd.).

121
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

rekli karşı çıkan aykırı düşüncenin büyük psikolojik zorlukları


yüzündendir. Tanrının “üstün iyiliği” (bonum superexcedens)
kötülüğün birleşmesine izin vermez. Nicholas Cusanus karşıt­
ların karşılaşması (coincidentia oppositorum) düşüncesine cüret
etmişse de, bunun mantıksal sonucunun—Tanrının göreceliği
kavramı— Angelus Silesius için tam bir facia olduğu ortaya
çıkmış ve şairin şöhretini büyük ölçüde gölgelemişti. Cusanus,
Simya Ananın (Mater Alchimia) pınarından Jacob Boehme’yle
beraber içmişti. Simyacılar da kendi kafa karışıklıklarında bo­
ğulmuşlardı.

125 Bu yüzden arapsaçına dönmüş bu sorunları psikoloji­


nin konusu haline getirerek dağılmalarına engel olanlar, bir kez
daha bilginin yeni yöntemleriyle donanmış, doğanın tıp araş­
tırmacılarıydı. Herhangi bir bilinçdışı psikolojisi olmadığından
bu durum daha önce gerçekleşemezdi. Ancak tıp araştırmacısı,
arketipsel süreçlere dair bilgisi sayesinde simyanın çapraşık ve
grotesk görünümlü sembolizmlerinde paranoid şizofreninin
hezeyanlarının yanı sıra psikojenik nevrozlarda geçerli iyileş­
me süreçlerinin altında yatan seri hayallerin en yakın akraba­
larını fark edebilecek şanslı bir konumdadır. Diğer bilim dalla­
rının, “patolojik bireyler’in ihmal edilebilir psişik süreçlerine
dair küçümseyici tavrı doktorun hastalara yardım edip onları
iyileştirmesine engel olmamalıdır. Oysa doktor hastaya, psike-
ye ancak bireyin eşsiz psikesi olarak baktığında, onun dünyevi
ve manevi karanlıklarını bildiği zaman yardım edebilir. Ayrıca
doktor bilincin, berraklığın, “aklın”, sonsuza dek psikenin—
durmadan asla geri getirilemeyecek bir geçmiş yaratan ve hiç­
bir şeyi değişmeden bırakmayan bir Havra pel —karanlığında
akan öfke seline karşı muteber ve kanıtlanmış iyiliğin bakış açı­
sını savunmayı da en az psikeye değer vermek kadar önemli
bir görev saymalıdır. İnsan tecrübesinin alanında hiçbir şeyin
salt iyi olmadığını, ancak aynı zamanda çoğu insan için mut­
lak bir iyiliğe kani olmanın ve bilinç ile anlaşılır düşüncenin
üstünlüğünü benimseyenlerin sesini dinlemenin daha yararlı
olduğunu bilir. Gölgeyi ışıkla birleştirebilen kimsenin en bü­

122
CARL GUSTAV JUNG

yük zenginliğin sahibi olduğu düşüncesiyle kendini avutabilir.


Ancak kanun yapıcıyı oynamanın ayartıcılığına kapılmayacak,
hakikatin peygamberliğine soyunmayacaktır: Çünkü doktor
önündeki rahatsız, acı çeken ya da çaresiz hastanın herkes ol­
madığını, onun Bay veya Bayan X olduğunu ve bu yüzden ken­
disinin ortaya somut ve işe yarar bir şey koyması gerektiğini,
aksi takdirde doktor olmaktan çıktığını bilir. Onun işi her daim
bireyledir ve eğer bu hastaya yardım edilmezse hiçbir şeyin
gerçekleşmeyeceğinden emindir. Öncelikle bireye, daha sonra
topluma karşı sorumludur. Eğer bu yüzden bireysel tedaviyi ko­
lektif ıslaha yeğlerse, bu toplumsal ve kolektif etkilerin genelde
sadece kitlesel bir zehirlenmeye yol açtığına ve ancak insanın
insan üzerindeki eyleminin gerçek bir dönüşüme yol açabilece­
ğine ilişkin tecrübeyle bağdaşır111.

126 Kendilerine ait Solun insanla ilintili olduğu, simyacı­


ların gözünden kaçmış olamaz. Dorn şöyle der: “Başlangıçtan
beri insan kükürttü”. Kükürt “görünmez güneşin tutuşturduğu”
yıkıcı bir ateştir ve bu güneş delicesine aranan ve aslında bütün
bu uğraşının amacı olan yüce felsefi altın, Sol Philosophorumn2
yani filozofların güneşidir113. Dornun güneşi ve kükürtünü
insan vücudunun bir nevi fizyolojik parçası olarak görmesine
rağmen bir parça fizyolojik mitolojiyle yani bir yansıtmayla uğ­
raştığımız açıktır.

127 Araştırmamız boyunca çoğu zaman herhangi bir psiko­


lojinin yokluğuna rağmen simyasal yansımalar belli başlı temel
psikolojik gerçeklerin bir resmini çizer ve onları adeta mad­

111 Psikoterapide durum, ameliyatın birey üzerinde yapıldığı somatik tıp-


takinden farklı değildir. Psikeyi, sanki kolektif bir olguymuşçasına grup
analiziyle tedavi etmeye dair modern bir eğilim olduğu için bu gerçekten
burada bahsediyorum. O vakit bireysel bir etken olarak psike saf dışı edil­
miş demektir.
112“Spec, phil.”, Theatr. ehem ., I, s. 308.
113Ripley, Chym ische Schrifften, s. 34: “Çünkü sonra Eserin mükemmel bir
beyazlık kazanacak. O vakit Doğudan gün ortasına dön; orada ateşli bir
yerde Eserinin dinlenmesi icap eder, zira artık bu, Onun hasadı yahut
sonudur. . . İşte orada güneş, halkasının içinde saf kızıllıkla parlayacak ve
karanlığa galip gelecektir”.

123
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

dede yansıtırlar. Bu temel gerçeklerden biri de öncelikle bilinç


ve bilinçdışıııdan oluşan, sembolleri Sol ve Luna olan karşıtlar
çiftidir.

128 Bilinçdışının kişileşmiş halde ortaya çıktığını zaten bil­


mekteyiz: Bu çoğu zaman tekil ya da çoğul haliyle kolektif bi-
linçdışım temsil eden ummadır114. Kişisel bilinçdışı gölgeyle ki-
şileştirilir1ıs. Nadir olarak da kolektif bilinçdışı Bilge Yaşlı Adam
şeklinde kişileştirilir116. (Burada sadece tek başına simyacıların-
kiyle karşılaştırılabilecek eril psikolojiden bahsediyorum.) Rü­
yalarda Luna’nın psikenin geceye ait yüzünü temsil etmesi hâlâ
pek yaygın değildir. Ancak etkin hayalgücünün ürünlerinde
ay sembolü ve aynı şekilde psikenin ve gündüzcül bilincimizin
ışıklı diyarını temsil eden güneş çok daha sık karşımıza çıkar.
Modern bilinçdışının, rüya sembolleri olarak güneş ve aya pek
ihtiyacı olmaz117. Aydınlanma (“kafasına dank etmek”, “açıklığa
kavuşmak” vs.) modern rüyalarda elektrik düğmesine basıp ışı­
ğı açarak aynı şekilde, hatta belki daha iyi ifade edilebilir.

129 Bu yüzden bilinçdışının yansıtılmış ve sembolleştiril-


miş biçimde ortaya çıkması şaşırtıcı değildir çünkü bunun algı­
lanabileceği başka bir yol yoktur. Ancak bilinç için belli ki aynı
durum geçerli değildir. Bilinç, bütün bilinçli içeriğin özü ola­
rak yansıtma için gereken temel şeylerden yoksun görünüyor.
Doğru anlaşıldığında yansıtmanın istemli bir şey olmadığı gö­
rülecektir. Yansıtma bilince “dışardan” yaklaşan bir şey, nesne
üzerindeki bir tür pırıltıdır; halbuki bunca zaman özne bizatihi
kendisinin yansımanın kedi gözünü parlatan ışık kaynağı oldu­
ğunun farkına varmamıştır. Luna bu yüzden bir yansıma şek­
linde tahayyül edilebilir ancak Sol bir yansıma şeklinde bilinci

114 Kşz. “Anima Kavramına Özel Atıfla Arketipler Üzerine”. Psikolojii ve Sim ­
y a ’da çoğul haldeki bir anima örneğine yer verilir, Par. 58 vd.
115 Her iki arketipe de adı geçen eserde rastlamak mümkün, Bölüm II. Kşz.
ayrıca Aion, 2. ve 3. bölümler. Burada ele alınmayan bir diğer sorunsa
kendiliğin gölgesidir.
116Kşz. Psychologie und A lchem ie [Psikoloji ve Simya], par. 159.
117 Güneş ve ay rüyalarıyla ilgili örneklere Psychologie und A lchem ie’d e [Psi­
koloji ve Sim ya] yer verilir, s. 135.

124
CARL GUSTAV JUNG

sembolize ettiğinden ilk bakışta terimlerdeki bir çelişki gibi gö­


rünür; halbuki Sol Luna’dan daha az bir yansıma değildir. Bizler
gerçek güneşin ışığı ve ısısından başka bir şey algılayamadığı­
mız ve onun fiziksel oluşumunu ancak çıkarsamayla bilebildi­
ğimiz için bilincimiz de karanlık bir bedenden, bütün bilincin
vazgeçilmez koşulu olan benden çıkar; bilinç, bir nesnenin ya
da bir içeriğin benle birleşiminden başka bir şey değildir. Ben,
görünüşte hakkında en çok bildiğimiz şey, aslında anlaşılması
güç belirsizliklerle dolu oldukça karmaşık bir ilişkidir. Gerçek­
ten de ben, bizatihi bilinçdışının görece sabit bir kişileştirmesi ya
da bilinçdışının kendi yüzünün farkına vardığı Schopenhauer-
vari bir ayna şeklinde tanımlanabilir118. İnsandan önce var olan
bütün dünyalar fiziksel olarak oradaydı. Ancak belirli bir ger­
çeklik değil, adsız birer oluştular çünkü bütün Yaratılıştan daha
ağır basan sözü söyleyecek, “İşte dünya, işte ben!” diyecek mev­
cut psişik etkenin o asgari yoğunlaşması henüz var olmamış­
tı. Gelişmemiş bilinç karm aşası, ben, karanlığın oğlu bilerek
özneyle nesneyi ayırıp ona ve kendisine bir ses ve isim vererek
dünyayı ve kendini belirli varoluşa hazırladığında119 bu, dünya­

118 Aklıma gelmişken burada kendilik kavramından bahsedilebilir (Ayrıntılı


bir inceleme için bkz. Aion, bölüm 4). Kendilik, yarısını ben-bilincinin,
diğer yarısını da gölgenin oluşturduğu tasvir edilemeyen bir bütünlüğün
varsayımsal toplamıdır. İkincisi ampirik biçimde oluşturulabildiğine göre
genelde kendini aşağılık yahut olumsuz kişilik şeklinde sunar. Kişisel ala­
na girip orada sözde kişisel bilinçdışını oluşturan kolektif bilinçdışmı içe­
rir. Gölge biçimler, yalnızca kısmen kişisel olan anima figürüne ve onun
vasıtasıyla da kolektif bilinçdışının kişisel olmayan figürlerine adeta köp­
rüdür. Kendilik kavramı özünde sezgiseldir ve belirlenemez bir uzamda
ben-bilincini, gölgeyi ve kolektif bilinçdışını kucaklar. Bir bütün olarak
kendilik karşıtların karşılaşmasıdır [coincidentia oppositorumj; bu yüz­
den parlak ve karanlıktır ancak aynı zamanda bunların ikisi de değildir.
Kendiliğin varlığını kabul eder ve ondan (önceden var olan bir kişilik
türündenmişçesine) benle gölgeyi çıkarırsak, bunlar kendilikte önceden
oluşmuş karşıtların ampirik yönleri olarak ortaya çıkar. Bizi kılı kırk ya­
ran kısır felsefî tartışmalardan başka bir yere götürmeyen farazi kavram­
lardan bir dünya kurmaya çalışmadığım için bu yansımalarla belirli bir
stok oluşturmadım. Eğer bu tür kavramlar geçici olarak ampirik malze­
meyi düzenlemeye hizmet ederlerse, amaçlarını gerçekleştirmiş olurlar.
Ampiristlerin kendi içlerinde kendilik ve Tanrı kavramlarına bunların
birbiriyle nasıl bağlantılı olduklarına ilişkin söyleyecek bir şeyleri yoktur.
119 Tekvin 1: 1-7 bu sürecin bir yansımasıdır. Bilincin gelişi, etkin öznesi ben

125
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

nın ilk sabahı, ilksel karanlığın ardından ilk güneşin doğuşuy­


du. Güneşin parlak gövdesi ben ve onun bilinç alanıdır— Sol
et eius umbra: dışardaki aydınlık ve içerdeki karanlıktır. Işığın
kaynağında bütün yansımalara yetecek kadar karanlık vardır
çünkü ben psikenin karanlığından büyür.

130 Gerçeği gün ışığına çıkarmada benin üstün önemi göz


önünde tutulduğunda evrendeki bu sonsuz küçük zerrenin
niçin güneş şeklinde ve bu imgeyle birlikte anılan bütün özel­
liklerle beraber kişileştirildiğini anlayabiliriz. Ortaçağ aklı gü­
neşin kutsal yanma karşı kıyaslanamaz bir surette bizimkinden
daha hassas olduğundan güneş imgesinin bütün karakterinin
onun alegorik yahut sembolik uygulamalarında gizli olduğunu
varsayabiliriz. Bütünsel açıdan güneşin anlamları arasında en
önemlisi sadece putperest dönemde değil, aynı zamanda Hıris­
tiyanlık zamanında da onun sık sık Tanrı imgesi olarak kulla-
nılmasıydı.

131 Simyacılar benin gizemli, anlaşılması zor madde ve


özlemini çektikleri lapis olduğunu farketmeye çok yaklaşmış­
larsa da, güneş sembolleriyle Tanrıyla ben arasında yakın bir
bağ kurduklarının farkında değillerdi. Daha önce de belirtildiği
gibi yansıtma istemli bir edim değildir; bilincin müdahalesinin
ötesinde ve insan psikesinin yapısına özgü doğal bir olgudur.
Eğer bu yüzden güneş sembolünü üreten bu yapıysa, doğanın
kendisi bir Tanrı ve ben kimliği ifade ediyordur. O halde küfrün
kurbanı olan insan değil, ancak bilinçdışı doğası küfürle suç­
lanabilir. Tanrıyla benin ayrı dünyalar oldukları Batının kök­
lü inanışıdır. Oysa Hindistanda bunların kimliği tartışmasız­
dır. İnsanda açığa çıkan bilincin 120 dünyayı yaratan öneminin
yerine Tanrı olan nesnel bir olay şeklinde tasvir edilir. İlkel insanlar çoğu
zaman kendilerini düşüncelerinin öznesi olarak hissetmediklerinden
uzak geçmişte bilincin benin başına gelen dışsal bir olay şeklinde belir­
mesi ve daha sonra sadece özneyle birleşmesi olasıdır. Gerçekte bilincin
ani genişlemesi olan aydınlanma ve ilham hâlâ bize bile ben olmayan bir
özne gibi geliyor. Kşz. Neumann, The Origins a n d H istory o f Conscious-
ness, s. 102 vd.
120Burada “bilinç” sözcüğünü “b e n ’in muadili olarak kullanıyorum çünkü
bence bunlar aynı olgunun farklı yönleridir. Elbette bilen bir özne ol-

126
CARL GUSTAV JUNG

farkında olmak Hint düşüncesinin doğasıydı121. Batıda ise bir


insanın ilahlık konumuna yükseltilmesine rağmen tam tersine
benin küçüklüğü, zayıflığı ve günahkarlığı vurgulanmıştır. Sim­
yacılar en azından insanın gizli tanrısallığından şüphelenmiş-
lerdi ve Angelus Silesius’un sezgisi en sonunda bunu bir kılıfa
sokmaksızın dile getirmişti.

132 Doğu bu karmaşık ve çelişkili yönleri beni, kişisel nefsi


evrensel nefsle birleştirerek ve böylelikle beni Mayanın örtüsü
şeklinde açıklayarak çözer. Batılı simyacı bu sorunların bilinçli
bir şekilde farkında değildi. Ancak simyacının dile getirilmemiş
varsayımları ve sembolleri Angelus Silesius’ta olduğu gibi far-
kındalığı olan gnosis’in düzlemine ulaşınca, onu aşırı karşıtıy­
la 122 beraber benin 123 kimliğini tanımaya mecbur eden şey, tam
da benin küçüklüğü ve alçaklığıydı. Bu tür içgörülere yol açan
şey, dengesiz zihinlerin keyfi fikirleri değildi; Doğu ve Batıda
benzer şekilde bu doğruları doğrudan ya da şeffaf metaforlarla
örtülü bir biçimde ifade eden şey daha ziyade bizatihi psike-

madan bilinç olamaz ve de aynı şekilde bilinç olmadan bilen bir özne ola­
maz.
121 Kşz. Rig-Veda, X, 31, 6 (Deussen, Geshichte der P hilosophie, I, 1, s. 140):
“Ve şarkıcının bu sürekli büyüyen şarkısı,
Dünya olmadan önce bir inek oldu orada duran
Tanrılar, bu tanrının rahminde beraber oturan
Aynı batının evlatlıkları”.
V ajasaneyi-sam hita, 34, 3 (Deussen, D ie G eheim lehre des Veda, s. 17):
“Bilinç, düşünce, karar olarak
İnsanın içinde oturan O ölümsüz ışık”.
122 “Tanrının çocuğu ve oğluyum, O da benim
Nasıl olur da her ikimiz ikimizle birleşiriz?” (I, 256)
“Tanrı benim merkezimdir O n u kuşatınca;
Ve benim çevremdir O’nda eriyince”. (111, 148)
“Tanrı, sonsuz ve benim içimde öylesine var ki,
Bir süngercesine bütün denizleri emmişim gibi”. (IV, 156)
“Yumurta tavuktadır, tavuk da yumurtada,
İki parça bir yerdedir ama vardır iki yerde de bir parça”. (IV, 163)
“Tanrı ben olur ve bürünür insanlığıma:
Ben ondan çok önce vardım zira!” (IV, 259)
123 “Çocukken biriktir, çünkü insan giremez Tanrının
bütün çocuklarının olduğu yere: küçücüktür kapısı”.
C herubinischer W andersm ann, I, No. 153.

127
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

nin doğasıydı. Dünyanın yaratıcısı olma niteliği insan bilincine


böyle eklenince, bu anlaşılır bir şey haline gelir. Bunu söyleye­
rek hiçbir dini inanışa tecavüz etmiyoruz çünkü dine inanan
kimse insan bilincini (sanki onun sayesinde dünya ikinci kez
yaratılmış gibi) ilahi bir vasıta saymak konusunda serbesttir.

133 Benin önemiyle ilgili bu yorumların, okuru, beni büyük


ölçüde kendimle çelişmek konusunda suçlamaya iteceğini söy­
lemem gerek. Belki okur diğer yazılarımda çok benzer bir ar­
gümanla karşılaştığını hatırlayacaktır. Ancak orada mesele ben
sorunu değil, insan ötesi nefsin aksine ve onunla ilişkili olarak
kendilik ya da daha ziyade kişisel nefs sorunuydu. Kendiliği bi­
lincin bütünlüğü ve bilinçdışı psike, beni ise bilincin merkezi
referans noktası olarak tanımladım. Ben, kendiliğin önemli
bir parçasıdır ve bilincin önemi zihinde doğunca, bütünü açık­
layan parça olarak (pars pro toto) kullanılabilir. Ancak psişik
bütünlüğü vurgulamak istediğimizde “kendilik” kavramını
kullanmak daha yerindedir. Burada çelişkili bir tanım meselesi
değil, sadece farklı bir bakış açısı söz konusudur.
V.
KADININ İÇİNDEKİ
ERİLLİK

İsimsiz
12 Kasım 1957

Sevgili Dr. N„

Bana anlattığınız şey, animanın bir kadının ve animusun


bir erkeğin içindeki yansıması diyebileceğim tipik bir hikâye.
Anima, erkeğin rüya ya da fantezilerde dişi bir figürce temsil
edilen ruh imgesidir. İlişkinin işlevini sembolize eder. Animus,
kadının içindeki ruhsal güçlerin eril bir figürce sembolize edi­
len imgesidir. Erkek ya da kadın bu içsel güçlerin bilincinde de­
ğilse, bu güçler yansıtmayla ortaya çıkar.

Psikiyatrisi sizi “dengi” olarak nitelendirir ve bu ilişki hissi


sizin onun ruhunun imgesini taşıdığınızı gösterir. O sizi yansıt­
masının ardındaki gerçek bir kadın olarak göremediğinden bir
“sfenks124” gibi görünürsünüz. Aslında ruhu onun sfenksidir ve
bilmeceyi çözmeye çalışması gerekir.

Sadece onun yardıma ihtiyacı olduğunu düşünmekte hak­


sızsınız. Sizin de yardıma ihtiyacınız var. Kendinizi hiçbir za­
man metafizik bir konuyu derinlemesine araştırmamış “çok
sıradan bir entelektüel kapasiteye sahip bir kadın olarak adlan-

124 Yunan mitolojisinde kadın kafası olan kanatlı aslan. Söylenceye göre The-
bes’in dışında oturan ve yoldan geçenlere bilmece soran bu yaratık, bil­
mecesini çözemeyenleri oracıkta öldürürdü -çn.

129
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

diriyorsunuz. Hikâyeniziniz gösterdiği üzere daha fazla psiko­


lojik bilgi edinmeniz gerektiğinden animusun “uluslararası üne
sahip bir psikiyatrist’e yansıtması gerçekleşti. Ruha ve onun gi­
zemlerine ilişkin daha fazla şey bilmekle kendinizi acı çekme­
nize sebep olan hayranlıktan kurtarabilirsiniz. Yaşamın ikinci
yarısında kişinin içsel dünyayla tanışmaya başlaması gerekir.
Bu genel bir sorundur.
Dünyanız, mutlu bir dünyaya benziyordu. Ancak tuhaf
olaylar bir şeylerin değişmesi gerektiğini gösterdi.

Anima ve animusun yansıtması karşılıklı hayranlığa sebep


olur. “Telepatik” olarak tasvir ettiğiniz olgu, kişi duygusallaşın­
ca yani bilinçdışının bilince girme fırsatı olunca gerçekleşir. Bi-
linçdışınm psikolojisine dair gerçekten biraz daha şey bilmeniz
gerekir. Bu vesileyle anlaşılması gereken durumu anlayabilirsi­
niz. Frieda Fordham’ın size tavsiye edeceğim küçük bir kitabı
var: Introduction to Jung’s Psychology [Jung Psikolojisne Giriş]
(Pelican Books).

Saygılarımla,

C. G. JUNG

• İngiltere’den bir kadın, M. D.

HOUSTON FİLMLERİNDEN

[...]
İlkel koşullarda, tarih öncesi çağlara ait ormanda ilkel insan­
ların arasında yaşadığında bu olguyu bildiğini böylece anlarsın.
Bir büyüye tutulur ve sonra beklenmedik bir şey yaparsın. Afri­
ka’dayken çoğu kez bu tür durumlara girdim ve sonrasında şaş­
tım kaldım. Bir gün Sudan’daydım ve o an hiç farkına varma­
dığım çok tehlikeli bir durumdaydım. Bir büyüye tutulmuştum
ve ummadığım bir şey yaptım; bunu ben bulmuş olamazdım.
Arketip bir güçtür. Otonomdur ve sizi aniden ele geçirebilir.
Nöbet gibidir. îlk görüşte aşk bunun gibi bir şeydir. Kendi için-

130
CARL GUSTAV JUNG

de bilmeden kadından, kadınsı, belirli bir imge olduğunu an­


larsın. Sonra o kızı ya da en azından kendi türünün güzel bir
taklidini görürsün ve anında nöbete tutulup kendinden geçer­
sin. Ve sonra bunun çok pis bir hata olduğunu farkedebilirsin.
Bir erkek kendi “tercih” ettiği kadının, denildiği gibi, bir tercih
olmadığını, kendisinin yakalandığını anlayabilecek kadar zeki­
dir! Onun işe yaramaz, çok kötü biri olduğunu görür ve bana
şunu söyler: “Tanrı aşkına doktor, bu kadından kurtulmama
yardım et!” Kurtulamaz çünkü kadının elinde oyuncak olmuş­
tur. Bu, arketiptir; anima arketipidir125. Ve biliyorsun hepsinin
kendi ruhu olduğunu sanır! Kızlar için de aynı şey geçerlidir.
Bir erkek yüksek sesle şarkı söylediğinde kız o erkeğin yüksek
oktavda sesi olduğu için harika bir ruhsal karakteri olduğunu
sanır ve bu kişiyle evlenince de korkunç bir hayal kırıklığına
uğrar. İşte bu, animusun arketipidir.

ESTHER HARDING’İN DEFTERLERİNDEN:


1922,1925

4 Temmuz

Odaya girmeden önce her daim söyleyecek ne kadar çok


şeyim olduğunu anlatarak başladım; sözcüklerin pek çok fark­
lı çağrışımları olduğundan düşüncelerimi gözden geçirmem
gerekiyordu. Jung dilimin yetersiz olduğuna kanaat getirdi an­
cak dilimin göndermelerle dolu olduğunu da hissetti. Dışadö-
nük kimselerin dili ince ve zayıf, fakat savurgandır; bu yüzden
söylemek istedikleri şey önemsiz bile olsa, en azından konuş­
malarını bitirdiklerinde söylemeye kalkıştıkları şeyi söylemiş
olurlar. Dışadönük birisiyle konuşurken düşüncelerini yarıda
kesmesi gerektiğini söyleyerek sözlerine devam etti. Ayrıca dı-
şadönük birinin düşüncelerinden bir kitap çıksa bile söylemek
istedikleri tam olarak ifade edilemeyeceğinden yarıda kesmesi
gerekirdi...

125 Animayla ilgili bkz. Zwei Schriften ü ber Analytische Psychologie’d en [Ana­
litik P sikoloji Üzerine İki D en em e], par. 296 vd.

131
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

[Dil sürçme] min anlamını bulmaya çalışıyordum ve bunun


animanın peşindeki dişil konumun aşırı zorluğuna karşı bir
protesto olduğunu düşündüm. Bunu reddetti. Kadın, animu-
suyla, eirl bir tavırla savaşırken, erkeğin dişil bir tavır takınması
gerektiğini söyledi. “Bu yüzden mi sürekli seninle kavga etmek
istiyorum?” diye sordum. O da “Ben senin animusun olduğum­
dan ötürü. Animusun ile özdeşleştiğin sürece onu bana yansı­
tacaksın. Ve sonra bana karşı, şeytani olan animusunla savaşır­
san, ben de kendi şeytanımı, animamı yardımıma çağıracağım
ve bu iki evli çiftin savaşı olacak. Kızılca kıyamet kopacak” dedi.
Karşılıklı bir aktarım yaşandığında bunun olacağını söyledi.
Ancak o [ne yazdığı okunmuyor] olmadığından, bunun onun
başına geleceğinden korkmama gerek yok.

Sonra profesyonel bir kadının animusunu nasıl yaşadığın­


dan bahsetmeye başladı. Profesyonel durum, kadın için yeni bir
şey ve yeni bir adaptasyona ihtiyacı var ve bu her zaman hâliha­
zırda animus tarafından karşılanır. Diğer yandan analiz erkeğin
yeni bir adaptasyonunu, gıkı çıkmadan oturmasını ve kadının
zihnini eril tavırdan uzak bir şekilde anlamasını gerektirir. Er­
kek bunu sadece bir aşık olarak metresine yapar; karısına bunu
yapmaz; ne de olsa o, altı üstü karısıdır. Aşıkken animası ona
bunu nasıl yapacağını gösterir. B öylece erkek, dişil bir şefkat
takınır ve annesinden öğrendiği bebek dilini kullanır; içindeki
ebedi dişil imgeye başvurur. Halbuki [analizde] bu işe yaramaz.
[Erkek analist] erkeğin içindeki anima olmayan dişilliği öğren­
mek zorundadır. Kendi erilliğinin kendisini ele geçirmesine
izin vermemelidir, aksi takdirde zayıflığı kadın hastanın için­
deki animusu çağırır.

Benzer şekilde profesyonel kadın, animusuna, baba pro­


totipine bürünür ve dişinin erilliği yerine yüce bir tanrısallık,
kahramanın (bir taklidini) geliştirir. Bu animus ilkel erkektir ve
erkekler ona yumruklarıyla karşı koymak ister. Ancak bu bir
kadın olduğundan bunu yapamazlar, bu yüzden—animasmı
yaşayan bir erkekten gerçekten kadınsı bütün kadınların uzak
durması gibi— ondan uzak dururlar.

132
CARL GUSTAV JUNG

Dr. Jung kadınlığın gücünden, onun erkek adaptasyonunun


herhangi bir taklidinden nasıl daha güçlü olduğundan ve tıpkı
erilliğinden emin olan bir erkeğin bir kadın gibi yumuşak başlı
ve sabırlı olabilmesi gibi baştan ayağa kadın olan bir kadının
erilleşmeye nasıl gücünün yeteceğinden bahsederek konuşma­
sına devam etti.

Sonra Kendilikten ve onun nasıl şeytanlardan ayrıştırılabi-


leceğinden bahsetti. Ruhun evrenindeki sözcüklerin yaratıcı ve
güçlü olduğunu yineledi. “Logos gibi mi?” diye sordum. “Evet.
Tanrı konuştu ve kaostan yarattı—ve işte hepimiz kendimizin
tanrısıyız. Ancak bu noktada emin olduğun az sayıda sözcük
kullan. Uzun bir kuram oluşturma, yoksa kendini ağa, tuzağa
düşürürsün” dedi.

Sonra korkudan bahsetti. “Dünyadan kork, zira dünya bü­


yük ve güçlüdür. Ve içindeki şeytanlardan kork, zira sayıca
çok ve acımasızdırlar. Ama kendinden korkma, çünkü o se­
nin Kendiliğindir” dedi. Şeytanların dışarı çıkıp her şeyi yok
edeceği korkusuyla kapıyı açmaktan korktuğumu söyledim.
“Onları kilit altında tutarsan, her şeyi kesinlikle yok ederler.
Kendiliği sınırlandırmanın tek yolu deneme iledir. Arzunun
senin götürdüğü yere kadar git; kendi yasalarının izin verdiği
kadar gidebildiğini göreceksin. Korkarsan kaçacak kadar cesur
ol. Saklanacak bir delik bul çünkü bu cesur bir adamın yap­
ması gereken şeydir; böyle yaparak cesaretini çalıştırıyorsun.
Korkaklığın gelgiti hemen geçecek ve yerini cesaret alacaktır”.
Bense “Ancak nasıl da umutsuzca tutarsız ve değişken görüne­
ceksiniz!”, dedim. “O halde tutarsız ol. Yeni bir tutarlılık kendi­
ni tekrar öne sürecektir. İnsan diğerleri için mi, yoksa kendisi
için mi yaşar? Burası insanın gerçek özveriyi öğreneceği yer”,
diye yanıt verdi.

Yasaları insanlar yaptı. Biz yaptık. Onlar bu yüzden bizim


altımızdadır ve biz onların üstünde olabiliriz. Aziz Pavlus’un
dediği gibi “Yasayla aklandım ve ondan muafım”. O, insan ola­
rak yasayı kendisinin yaptığının farkına varmıştı. Bu yüzden

133
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

bir antlaşma da bizi bağlayamaz, zira onu yapan bozabilir de.

Böylece kötülük de gerçekten Kendiliği bulmanın ve ifa­


de etmenin bir aracı olarak yapılırsa, kötülük değildir çünkü
korkusuz dürüstlük bunu ayırır. Ancak yapay engellere ya da
içimize katılan yasa ve ahlak kurallarına bağlandığımızda bu
yapay engelin dışarısında gerçek bir Kendilik engeli olduğu­
nu anlamaktan, hatta görmekten alıkonuyoruz. Bu yapay engeli
yarıp geçersek, kendimizi sınırsız boşlukta bulacağız. Ne var ki
her birimizin içinde öz-düzerıleyici Kendilik var.

5 Temmuz

Seansa Junga dün başıma nasıl harika bir şey geldiğini, ani-
mus ilişkisiyle ilgili konuşmasının bazı şeyleri netleştirdiğini ve
böylece çoğu şeyin yerine oturduğunu ve artık çok farklı hisset­
tiğimi söyleyerek başladım. Dün animusa dair olumsuz ilişkiyi
ele aldığımızı, ancak aynı zamanda olumlu bir ilişki olması ge­
rektiğini söyledim. Elbette olması gerektiğini—fakat analizin
önemli bir kısmının olumsuz noktanın açıklanması olduğunu,
çünkü bunun bilinçdışından farklılaşmanın büyüme noktası ol­
duğunu söyleyerek cevap verdi. Bu anlaşılana değin animusun
sesi, içimizdeki Tanrının sesi gibidir; her halükarda ona sanki o
varmış gibi karşılık veririz. Animusun olumsuz yanının farkında
olmadığımızda hâlâ hayvanız, hâlâ doğaya bağlıyız; bu yüzden
de bilinçsiziz ve insandan eksiğiz. Bu noktada aranması gereken
daha yüksek bir bilince ulaşmaya ihtiyacımız var. Sonra yeni bir
diyar keşfederiz. Ve burayı işlemek bizim sorumluluğumuzdur
(“İyilik yapmayı bilip de yapmayan günah işlemiş sayılır”). Ayrı­
ca İsa ile Şabat günü0 çalışan adam söylencesinde İsa, adama “Ne
yaptığını biliyorsan ne mutlu sana! Yok, ne yaptığını bilmiyorsan
sana lanet olsun!” demişti. Bilinçliysek artık ahlak yoktur. Bilinçli
değilsek hâlâ köleyizdir ve yasalara uymazsak lanetleniriz. Gizli
kiliseye aitsek, o halde aitizdir ve endişelenmemize gerek yoktur;

134
CARL GUSTAV JUNG

kendi yolumuzda gidebiliriz. Eğer ait değilsek hiçbir öğretim ya­


hut örgüt bizi oraya götüremez dedi.

Sonra ona tekil bir animus figürünü sordum. Bana şöyle ya­
nıt verdi: “Çoğu ruh gençtir; seçici değildir; bilinçdışında fa­
hişedir ve kendini ucuza satar. Hemen açıp solan, sonra tekrar
açan çiçekler gibidir. Diğer ruhlar ağaç yahut palmiye gibi daha
yaşlıdır. Belki de tek bir şeyde bir sürü olabilecek yekpare bir
animusu ararlar ya da aramak zorundadırlar. Ve onu bulduk­
larında bu bir elektrik devresinin kapanması gibidir. O zaman
yaşamın anlamını bilirler.

Ancak başkeşiş126 gibi bir animusunun olması, senin Gi­


zemler rahibi olduğunu söylemeye benzer. Ve bunu dengele­
mek, büyük bir alçakgönüllülük gerektirir. Farelerin seviyesine
inmen gerekir. Ve bir ağacın dalları ne kadar yüksekse, kökle­
rinin de o kadar derinlerde olması gerekir. Ve ağacın anlamı ne
köklerde, ne de yukarılardaki tacındadır; bu ikisinin arasındaki
yaşamdadır”.

Sonra ona iki dünya, bilinçdışıyla gerçekliğin dünyası ara­


sındaki ortayı nasıl tutturacağımızı sordum. Şöyle dedi: “ Sen
aracısın. Onlar senin şu an yaşadığın hayatta buluşurlar. Plero-
ma’da'27 birbirlerine karışırlar—doğada birdirler—ve ilkel olan
her daim onun birliğine karşı savaşır. Buzul her daim ordadır.
Uygarlığımız bu şeyleri bir süreliğine tatmin edecek bir adap­
tasyon bulur ve sakinleşirler. Sonra yine su yüzüne çıkmaya
başlarlar ve yine yeni bir adaptasyon buluruz ve bir kez daha
sakinleşirler. Bugün büyük bir geçiş dönemindeyiz ve yine su
yüzüne çıkacaklar. Sonunda insanı yutacaklar ancak o, zıtların
birleşimini onları ayırarak sağladığı için artık aynı şeyler olma­
yacak. Muhtemelen insandan sonra hayvanlar, sonra da bitkiler
dönemi başlayacak—kim bilir?—peki bilincin lambasını kim
veya ne taşıyacak? Kim bilir?

126 Dr. Harding rüyasında bir keşiş, başkeşiş görmüştü. —E.F.E.


127 Yunanca kökenli “dolduran” anlamında bir sözcük; bir şeyin doğasının
tamamını kuran özelliklerin toplamına karşılık kullanılır -çn.

135
VI.
ANİMA

ANİMA KAVRAMINA ÖZEL ATIFLA


ARKETİPLER
134 Bu birkaç örnek yansıtma tecrübesini ve onun gele­
nekten bağımsız özelliklerini nitelendirmek için yeterli ola­
bilir. Duygusal olarak yüklü bir içeriğin bilinçdışında hazırda
beklediği ve belirli bir anda yansıtmaya geçtiği savından pek
kurtulamayız. Bu içerik zıt eşler [syzygy] 128 motifidir ve eril bir
unsurun her zaman dişil bir unsurla eşleştiğini ifade eder. Bu
motifin geniş dağılımı ve sıradışı duygusallığı, onun bireysel
psikoterapist ya da psikologun kendi özel çalışma alanını nere­
de ve ne şekilde etkilediğini anlayıp anlamadığına bakmaksızın
pratikte büyük önem taşıyan temel bir psişik etken olduğunu
kanıtlar. Mikroplar bildiğimiz gibi tehlikeli rollerini keşfedil­
meden çok önce oynamışlardı.

135 Söylediğim gibi bütün zıt eşlerde [syzygy] anne-baba eş­


lemesinden kuşkulanılması doğaldır. Dişil kısım, anne, anima-
ya tekabül eder. Ancak yukarıda incelenen sebeplerden ötürü
nesnenin bilinci onun yansımasını engellediğinden, ebevey­
nlerin bütün insanların arasında aynı zamanda en az bilinen­
leri olduğunu ve sonuçta anne-baba eşlemesinin bilinçdışı bir

128 Jung terminolojisinde birbirinin tümleyeni anima-animus çiftine verilen


isim -çn.

137
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

yansımasının onların aksine tanrıyla karşılaştırılan bir insan


gibi tamamen yabancı ve ölçülemez bir şekilde varolduğunu
varsaymaktan başka yol yoktur. Bilinçdışı yansımanın erken
çocuklukta kazanılmış, fazla değer verilmiş ve sonra onunla
ilişkilendirilen ensest hayali yüzünden bastırılmış anne ve baba
imgesinden başka bir şey olmadığı düşünülebilir ve nitekim (bu
sav) dillendirilmiştir. Bu sav, imgenin önceden bilinç düzeyinde
olduğunu, aksi takdirde “bastırılmasının” mümkün olmadığını
varsayar. Ahlaki bastırma ediminin kendisinin bilinçdışılaştı-
ğını da varsayar çünkü aksi halde edim bilinçte, bastırılan şe­
yin doğasının kolayca farkedilebileceği bastırıcı ahlaki tepkinin
anısıyla birlikte korunmuş olarak kalırdı. Bu kuruntuların üze­
rinde daha fazla durmak istemiyorum ancak sadece bir nok­
tada genel bir mutabakat olduğunu vurgulamak isterim: o da
anne-baba imgesinin ergenlik öncesi dönemde ya da bilincin
aşağı yukarı geliştiği bir zamanda değil, bilincin herhangi bir
gerçek devamlılık göstermediği ve bir tür ada-benzeri devam­
sızlıkla nitelendirildiği bir-dört yaş arasındaki başlangıç evre­
lerinde oluştuğu yönündedir. Bilincin devamlılığı için gereken
ben-ilişkisi, psişik yaşamın büyük bir kısmının bu evrede an­
cak görece bilinçdışı şeklinde tanımlanabilen bir halde devam
edebilmesi için yalnızca kısmen mevcuttur. Ne olursa olsun bu,
şayet bir yetişkinde gözlemlenirse bir uyurgezerlik hali, rüya
yahut alacakaranlık izlenimi veren bir durumdur. Bu durum­
lar, küçük çocuklara ilişkin gözlemlerden bildiğimiz kadarıyla
gerçeğin her zaman fantezilerle dolu bir hâlde kavranmasıyla
nitelendirilir. Fantezi-imgeleri, duyusal uyaranların etkisinden
ağır basar ve onları önceden var olan bir psişik imgeyle itaatkar­
lık kalıbına sokar.
136 Yeni doğmuş bir çocuğun psikesinin içinde hiçbir şeyi
barındırmağı düşüncesiyle tabula rasa olduğunu sanmak bence
büyük bir yanılgıdır. Çocuk, kalıtımla belirlenmiş, farklılaşmış
bir beyinle doğduğu ve bu yüzden de bireyselleştiği için dışar­
dan gelen duyusal uyaranları herhangi hır kabiliyetle değil, özgül
kabiliyetlerle karşılar ve bu belirli, bireysel bir tercihe ve kavra­

138
CARL GUSTAV JUNG

yış örüntüsüne neden olur. Bu kabiliyetlerin kalıtsal içgüdüler


ve önceden oluşmuş örüntüler oldukları, ikinci gruptakilerin
içgüdüye dayanan a priori ve formel kavrayış koşulları olduk­
ları gösterilebilir. Bunların varlığı çocuğun ve rüyayı görenin
dünyasına antropomorfik damgasını vurur. Bunlar, bütün fan­
tezi etkinliğini belirlenmiş yollara yönlendiren ve böylece ço­
cukların rüyalarının fantezi-imgelerinin yanı sıra şizofrenlerin
sanrılarında, nispeten daha az olsa da sıradan kimselerle nev-
rotiklerin rüyalarında rastlanabilecek tipte şaşırtıcı mitolojik
paralellikler üreten arketiplerdir. Dolayısıyla bu, kalıtsal fikirler
meselesi değil, kalıtsal fikir olasılıkları meselesidir. Bunlar bi­
reysel edinimler de değildir; çoğunlukla arketiplerin evrensel
oluşundan görülebileceği üzere herkese aittir129.

137 Nasıl ki arketipler mitler gibi etnolojik düzlemde ortaya


çıkarlarsa, aynı şekilde her bir bireyde de öyle bulunurlar ve
etkileri her zaman güçlüdür; yani gerçekliği en çok bilincin en
zayıf olduğu ve kısıtlandığı, fantezinin dış dünyanın gerçekleri­
ni aşabileceği yerde insan biçimine sokarlar. Bu durum çocukta
yaşamın ilk yıllarında şüphesiz mevcuttur. Dolayısıyla tanrısal
zıt eşlerin arketipsel biçiminin gerçek anne-babayı çoğu zaman
çocuğu hayal kırıklığına uğratarak ebeveynlerin gerçek figür­
leri algılanana değin artan bir bilinçle önce örtüp özümseme­
si bana daha olası görünür. Anne-babanın mitleştirilmesinin
çoğu zaman yetişkinliğe değin sürdürüldüğünü ve bundan an­
cak büyük bir dirençle vazgeçildiğini psikoterapistten daha iyi
hiç kimse bilemez.

138 Bana getirilen, üstün vasıflı bir annenin ve psikotera-


piye rağmen aşılamamış hadım edilme karmaşasının kurbanı

129 Hubert ve Mauss (M élanges d ’histoire des religions, önsöz, s. xxix) bu a


p rio ri düşünce-biçimlerini büyük olasılıkla Kant’a atıfla “kategoriler” ola­
rak adlandırırlar: “Bilinci yöneten alışkanlıklar olarak alelade bir biçimde
var olurlar ancak kendileri bilinçdışıdır”. Yazarlar ilksel imgelerin dille
koşullandığını varsayarlar. Bu varsayım belirli vakalarda doğru olabilir
fakat genelde pek çok arketipsel imge ve çağrışımın dille kesinlikle anlatı­
lamayan rüya psikolojisi ve psikopatolojisi vasıtasıyla gün yüzüne çıkarıl­
dığı gerçeğiyle çelişir.

139
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

olan bir vakayı hatırlıyorum. Ben hiçbir imada bulunmadan


adam annesini önce insanüstü bir varlık, sonra da kan revan
içindeki kesik organlarıyla acı çeken bir figür şeklinde tasvir et­
tiği bir şeyler çizdi. Anne üzerinde açık bir biçimde hadım edil­
me operasyonunun gerçekleşmesi özellikle dikkatimi çekmişti
zira kanlı genital organının önünde kesik erkek cinsel organı
duruyordu. Çizimler açık açık inişe geçen bir zirveyi temsil
ediyordu: İlk başta anne tanrısal bir hermafroditti; daha sonra
oğlan çocuğunu hayal kırıklığına uğratan gerçeklik tecrübesiy­
le çiftcinsiyetliliği çalınmış, Platoncu mükemmelliği silinip acı
çeken, sıradan bir yaşlı kadın figürüne dönüşmüştü. Böylece en
baştan, çocuğun en erken çocukluğundan itibaren anne, zıt eş­
lerin, dişi ve erkeğin birlikteliğinin arketipsel fikrine özümsetil-
mişti ve bu yüzden kusursuz, insanüstü görünmüştü130. İkincil
nitelik değişmez bir biçimde arketipe eklemlenir ve arketipin
neden sanki bilince ait değilmiş gibi tuhaf göründüğünü ve eğer
özne onunla özdeşleşirse bunun niçin genelde megalomani ya
da tam tersi bir biçimde yıkıcı bir kişilik değişimine neden ol­
duğunu izah eder.

139 Çocuğun hayal kırıklığı hermafrodit annenin hadım


edilmesini etkilemişti: Bu, hastanın sözde hadım edilme kar-
maşasıydı. Çocukluk Olimpos’undan düşmüştü ve artık tanrısal
annenin kahraman oğlu değildi. Sözde hadım edilme korkusu,
onun sabık çocuksu beklentilerine denk gelmeyi reddeden ve
erken çocukluğundan hayal meyal hatırladığı o mitolojik an­
lamdan her yerde yoksun gerçek hayat korkusuydu. Hayatı ke­
limenin tam anlamıyla “tanrısız’dı. Ve bu, onun için—farkına
varmasa da—korkunç bir umutsuzluk ve enerji yitimi anlamı­
na geliyordu. Kendisinin “hadım edildiğini” düşünüyordu ki bu
makul bir nevrotik yanlış anlamadır—hatta öyle makuldür ki
bir nevroz teorisine bile dönüştürülebilir.

140 İnsanlar her zaman bilincin içgüdüsel, arketipsel evre-

130 P latonu n Şölende bahsettiği biseksüel İlk İnsana


ve bilum um herm afrodit İlksel Varlıklara uygun olarak.

140
CARL GUSTAV JUNG

siyle bağlantının yaşam yolunda kaybolabileceğinden korktuk­


larından yeni doğmuş çocuğa biyolojik anne-babasının yanı
sıra vaftiz çocuklarının manevi refahından sorumlu olmaları
beklenen bir “vaftiz annesiyle” “vaftiz babası” atamak, yüzyıl­
lardan beri bir gelenek haline gelmiştir. Vaftiz anne-babası, do­
ğumunda peyda olan bir çift tanrıyı temsil ederek “çift yönlü
doğum” motifini betimler131.

141 Oğlan çocuğun gözünde anneye böylesi insanüstü bir


görkem katan anima imgesi sıradan gerçeklikçe yavaş yavaş
söndürülür ve bilinçdışına gömülür ancak hiçbir zaman ilk
zamanki gerilimini ve içgüdüselliğini yitirmez. İlk fırsatta, bir
kadın sıradışı bir izlenim yarattığı anda ortaya atılıp kendini
göstermeye hazırdır. Ayrıca Goethe’nin Frau von Steinla olan
tecrübesi ve onun Mignon ile Gretchen figürlerindeki tekrar
tekrar yansımaları var elimizde. Gretchen örneğinde Goethe

131 “Çift yönlü doğum”, kahraman mitolojisinde kahramanın tanrısal


anne-babanın yanı sıra insan anne-babanın soyundan da geldiğine dair
meşhur motifi imler. Pek çok gizem ve dinde vaftiz ya da yeniden doğuş
motifi olarak önemli bir rol oynar. Freud’u Leonardo Da Vinci çalışma­
sında yanlış yönlendiren şey bu motifti. Freud, Leonardo’nun Aziz Han-
nah, Meryem Ana ve Çocuk İsa motifini resmeden tek ressam olduğu
gerçeğini göz önünde bulundurmadan Hannah ve Meryem’i, büyükan­
neyle anneyi Leonardo’nun öz annesiyle üvey annesine indirgemeye, di­
ğer bir deyişle tabloyu kendi teorisine özümsetmeye çalıştı. Sanki diğer
bütün ressamların üvey anneleri m i vardı?! Freud’u bu aşırı yoruma sev-
keden şey, belli ki Leonardo’nun biyografisinde öne sürülen çift yönlü soy
hayaliydi. Bu hayal Aziz Hannah’ın büyükanne olduğuna dair uygunsuz
gerçeğin üstünü örtmüş ve Freud’un Aziz Hannah’ı resmetmiş diğer res­
samların biyografilerini araştırmasına engel olmuştu. Sayfa 79’da (1957
baskısı) bahsi geçen “düşüncenin dinî açıdan ketlenmesi” yazarın ken­
disi için geçerliydi. Benzer şekilde çok fazla vurgu yaptığı ensest kuramı
bir diğer arketipe, kahraman mitlerinde sık sık rastlanan bilindik ensest
motifine dayanır. Mantıksal olarak tarih öncesine değin uzanan özgün
hermafrodit türünden türemiştir. Ne zaman psikolojik bir kuram zorla
uygulansa, arketipsel bir fantezi-imgesinin Freud’un “düşüncenin dinî
açıdan ketlenmesi”ne dair kendi fikrini doğrulamasına gerçeği çarpıt­
maya çalıştığından şüphelenmek için nedenimiz var. Ancak arketiplerin
kökenini ensest kuramıyla açıklamaya çalışmak, birbirine boruyla bağlı
iki çaydanlığın birinden diğerine kepçeyle su taşımak gibidir. Bir arketipi
diğeriyle açıklayamazsınız; yani arketipin nereden geldiğini söylemek im ­
kânsızdır çünkü onun temsil ettiği a priori koşulların dışında bir Arşimet
noktası yoktur.

141
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

bize temel teşkil eden bütün “metafiziği” de göstermiştir. Bir


adamın aşk hayatı, hiçbiri söz konusu “nesne’ nin gerçek do­
ğasıyla açıklanamayan, ancak anne-karm aşasının aktarımıyla
açıklanabilen sınırsız bir büyülenme, yüceltme ve delicesine
âşık olma ya da bütün tonları ve değişkenleriyle kadın nefreti
biçimindeki bu arketipin psikolojisini ele verir. Hâlbuki kar­
maşaya öncelikle (kendi içinde normal, hazır ve nazır bir olgu
halindeki) annenin arketipsel bir “dişi-eril” karşıt çiftinin önce­
den var olan, dişi yönüne özümsetilmesi sonra ise ilksel anne
imgesinden kopmanın anormal gecikmesi sebep olmuştur.
Aslına bakılırsa arketipin tamamen kaybolmasına kimse daya­
namaz. Bu gerçekleşirse, “anne-baba” yoksunluğundan ötürü
herkesin kendini yadırgadığı o korkunç şeye, “kültürümüzdeki
hoşnutsuzluğa” yol açar. Bu açıdan herkes dinin aldığı önlemle­
ri bilir. Bu aslında psikolojik bir ihtiyaç meselesiyken maalesef
bu önlemlerin “gerçek” olup olmadığını düşüncesizce sormaya
devam eden pek çok insan vardır. Rasyonalist bir biçimde onla­
ra makul açıklamalar getirmekle hiçbir şey elde edilemez.

142 Yansıtıldığında anima her zaman belirli özelliklerle di­


şil bir biçime sahiptir. Bu ampirik buluş, arketipin kendi için­
de böyle oluştuğu anlamına gelmez. Eril-dişi zıt eşliği, her ne
kadar uygulama ve yaygınlık açısından en önemlisi olsa da,
olası karşıt çiftler arasında yalnızca bir tanesidir. Diğer çiftler­
le hiçbir cinsiyet farkı göstermeyen ve bu yüzden ancak zorla
cinsel kategoriye sokulabilen sayısız bağlantısı vardır. Çeşitli
anlam katmanlarıyla bu bağlantılar nevrotik ve psikotik vaka
materyalinde bir anda ortaya çıkan hayal-ürünlerinden olduk­
ça ayrı bir biçimde, daha ziyade Kundalini yogasında132, Gnos-
tisizmde133, ve her şeyden öte simya felsefesinde134 bulunur. Bu
bilgi birikimi dikkatlice incelendiğinde durgun, yansıtılmamış
hali içindeki bir arketipin tam olarak belirlenebilir bir biçimi­

1 3 2 Kşz. A valon , The Serpent Power; S hrl-C hakra-Sam bhara Tantra; W o o d ro f-


fe, Shakti a n d Shakta.
1 33 S ch ultz, D okum en te d er Gnosis, b ilhassa İren eyu s’u n Adversus haereses
adlı eserin d ek i listeler.
1 3 4 K şz. Psychologie und A lchem ie [Psikoloji ve Simya].

142
CARL GUSTAV JUNG

nin olmadığı, kendi içinde ancak yansıtmada belirli biçimlere


girebilen belirsiz bir yapısının olduğu olası görünmeye başlar.

143 Bu, bir “tip” kavramıyla ters düşmüşe benziyor. Yanıl­


mıyorsam benzemekle kalmayıp düpedüz bir çelişki bu aslında.
Ampirik olarak konuşursak sürekli “tip’Terle, isimlendirilebilen
ve birbirinden ayırt edilebilen belirli biçimlerle uğraşıyoruz.
Ancak vaka materyalinin sunduğu fenomenolojinin bu tiple­
rini hazmeder etmez ve onları diğer arketipsel biçimlerle iliş­
kili olarak incelemeye çalışır çalışmaz semboller tarihinde öyle
geniş dallara ayrılırlar ki, insan temel psişik unsurların hayal-
gücümüze düpedüz meydan okumak için sonsuz bir biçimde
değiştikleri ve değişken oldukları sonucuna varır. Ampirist,
bu yüzden kuramsal bir “-mış gibi’ yle yetinmelidir. Bu açıdan
yöntemi niceliksel ölçüye değil, morfolojik açıdan tanımlayıcı
bir ölçüye dayansa da, atom fizikçisinden daha yoksuldur.

144 Anima, duygularla etkilerin söz konusu olduğu her yer­


de erkeğin psikolojisinde muazzam önemli bir etkendir. Onun
işiyle ve her iki cinsten diğer insanlarla olan bütün duygusal
ilişkilerini yoğunlaştırır, abartır, tahrif eder ve mitleştirir. Or­
taya çıkan bütün hayallerle karmaşıklıklar onun işidir. Anima
güçlü bir biçimde kümeleştiğinde erkeğin kişiliğini yumuşatır
ve onu alıngan, sinirli, değişken, kıskanç, kibirli ve uyumsuz
yapar. Bir “hoşnutsuzluk” hali içindedir ve etrafındaki herkese
hoşnutsuzluk yayar. Erkeğin, kendisinin animasmı yakalamış
kadınla olan ilişkisi kimi zaman bu sendromun varlığını ortaya
koyar.

145 Anima, diğer yerlerde belirttiğim gibi ozanların dik­


katinden kaçmamıştır. Bize arketipin genelde gömülü olduğu
sembolik bağlamı da anlatan mükemmel anima tasvirleri var­
dır. Bence ilk sırada Rider Haggard’m romanları Ayişe (She),
Ayişe’nin Dönüşü (The Return o f She), Bilgeliğin Km (Wisdoms
Daughter) ve Benoît’nm Atlantis’i (VAtlantide) yer alır. Benoît
ve Rider Haggard’m anlatıları şaşırtıcı bir biçimde benzer ol­
duğu için Benoît, Rider Haggard’dan intihal yapmakla suçlan­

143
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

mıştır. Ne ki kendini bu suçlamadan aklayamamışa benziyor.


Spitteler’in Prometheus’u da birtakım incelikli gözlemleri içerir
ve romanı Imago, yansıtmanın harika bir tasvirini sunar.

146 Terapi meselesi birkaç sözle baştan savılamayacak bir


sorundur. Söz konusu sorunu burada ele almaya niyetim yoktu
ancak bakış açımın taslağını çizmek istiyorum. Henüz yaşamın
ortasına (35 civarı) gelmemiş gençler animanın tamamen yiti­
mine bile örselenmeden katlanabilirler. Bu aşamada erkek için
önemli olan erkek olmasıdır. Yaşlanan genç kendini annesine
dair anima büyüsünden kurtarmak zorundadır. Sorunun çoğu
zaman farklı bir yöne evrildiği istisnalar, bilhassa sanatçılar ve
ayrıca genelde anima kimliğiyle nitelendirilen eşcinsellik var­
dır. Bu olgunun bilindik sıklığını dikkate aldığımızda patolojik
bir sapkınlık olarak yorumlanması çok kuşku uyandırır. Psi­
kolojik bulgular bunun daha ziyade tek yönlü bir cinsel varlık
rolüyle özdeşleşmeye karşı kendine özgü bir dirençle birlikte
hermafrodit arketipinden tamamlanamamış bir kopuş meselesi
olduğunu gösterir. Bu tür bir eğilim, bir noktaya kadar tek yön­
lü bir cinsel varlığın kaybettiği İlk İnsan arketipini muhafaza
ettiği için her halükarda olumsuz addedilmemelidir.

147 Animanın yaşamın ortasından sonraki kaybıysa canlı­


lık, esneklik ve İnsanî nezaketin azalması anlamına gelir. Sonuç
çoğunlukla zamanından önce ortaya çıkan bir katılık, huysuz­
luk, tektiplik, fanatik tek taraflılık, inatçılık yahut teslimiyet,
bezginlik, özensizlik, sorumsuzluk ve son olarak alkol eğilimiy­
le beraber çocuksu bir yumuşamadır. Yaşamın ortasından son­
ra tecrübenin arketipsel alanı bu yüzden mümkünse yeniden
kurulmalıdır135.

135 Terapiye dair en önemli sorunlar “Die Beziehungen zwischen dem Ich
und dem Unbewußten” [“Ben ve Bilinçdışı Arasındaki İlişkiler”] ve “Die
Psychologie der Übertragung” [“Aktarım Psikolojisi”] adlı makalemde
incelenmiştir. Animanın mitolojik yönleri için okurun “Zum psycho­
logischen Aspekt der Korefıgur” [“Kore’nin Psikolojik Yönleri”] adlı bir
diğer makaleye başvurması gerekir [Kore: Eski Yunan sanatında genç kız
heykellerine verilen ad -çn .].

144
CARL GUSTAV JUNG

ZITLIKLARIN KİŞİLEŞTİRİLMESİ
TUZUN YORUMU VE ANLAMI
Jung’un simya yazıları hermenötik alıştırmalarıdır:
Simyacıların, kimyasal maddelerin doğasıyla ilgilifelsefi
incelemelerinde psikolojik süreçleri maddeye yansıttıkla­
rı sezgisine dayanan yorumlardır. Bilinçdışı eril doğanın
büyük bir kısmı, Solun ateşli karakterine katkı sağlayan
sülfür maddesiydi. Ancak erkekte dişil bir karakteri olan
lunar bilinçdışının oluşumundaki kök maddenin, insan­
lık tarihi boyunca gözyaşıyla ilişkilendirilen tuz olduğu
ortaya çıkmıştı, fung’un animanın gelişiminde acı hayal
kırıklığı deneyimlerinin önemini anlayışı, Hıristiyanlığın
Bakire Meryem’de vücut bulmuş geleneksel acı ve özveri
vurgusunun ötesinde toprak bilgeliğini kişileştiren Gnos-
tik Bilgeliğin daha deneyimli dişilliğine ulaşır.
330 Lunar ıslaklığının ve karasal doğasının dışında tuzun en
belirgin özellikleri acılığı ve bilgeliğidir. Nasıl ki unsurların ve
niteliklerin çift dörtlüsündeki gibi toprak ve suyun ortak özelli­
ği soğukluksa, acılık ve bilgelik de aralarındaki üçüncü bir şeyle
bir çift zıtlık oluşturabilir (Diyagrama bkz.). Her ikisinin ortak
etkeniyse, bu iki fikir ne kadar bağdaşmaz görünse de, psiko­
lojik olarak duygu işlevidir. Gözyaşları, keder ve hayalkırıklı-
ğı acıdır ancak bilgelik bütün psişik acılarda tesellidir. Aslında
acı ve bilgelik bir çift alternatif oluşturur: Acının olduğu yerde
bilgelik eksiktir ve bilgeliğin olduğu yerde acı olamaz. Bu can
alıcı alternatifin taşıyıcısı olarak tuz, kadın doğasıyla koordi­
ne edilir. Dörtlünün sağ yarısındaki eril solar doğa ne soğuk,
ne bir gölge, ne ağırlık, ne de melankoli vs. bilir çünkü her şey
iyi gittiği sürece kendini mümkün olduğunca yakından bilinçle
özdeşleştirir ve bu çoğunlukla kişinin kendisine dair fikridir.
Bu fikirde gölge genelde eksiktir çünkü öncelikle kimse her­
hangi bir aşağı niteliği kabul etmek istemez; İkincisi mantık ak
bir şeye kara denmesini yasaklar. İyi bir erkeğin iyi nitelikleri
vardır ve yalnızca kötü bir erkeğin kötü özellikleri vardır. İtibar

145
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

kaygısıyla gölgenin üstünden tam bir sükûnetle atlayıp geçeriz.


Eril önyargının bilindik bir örneği, merhamete burun kıvıran
ve Çirkin Adama—herkes gibi olan sıradan insana— karşı sa­
vaşan Nietzsche’nin Üst-İnsanıdır. Gölge görünmemeli, inkâr
edilmeli, bastırılmak yahut oldukça sıradışı birşeye dönüştü­
rülmelidir. Güneş her zaman parlar ve her şey size gülümser.
İtibarı azaltan zayıflığa yer yoktur, bu yüzden kara güneş hiçbir
zaman görünmez. Ancak münzevi saatlerde onun varlığından
korkulur.

331 Luna söz konusu oluncaysa iş değişir: o her ay kararır


ve söner; bunu kimseden, kendinden bile saklayamaz. Bu aynı
Lunanın kâh parlak, kâh karanlık olduğunu bilir—hâlbuki kim
karanlık bir güneşten bahsedildiğini duymuştur ki? Lunanın
bu özelliğine “kadının doğaya yakınlığı” deriz. Şeylerin yüze­
yinin etrafında oynaşan ateşli parlaklığı ve sıcak havaya ise “eril
zihin” demeyi yeğlemişiz.

332 Bütün inkâr ve gizleme çabalarına rağmen, sağ elin sol


elin yaptığını bilmemesi gerektiğinde, şaşırtıcı biçimde yaygın
olan eril bölünmüş zihin olgusundan sorumlu bilinçdışı bir et­
ken, bir kara güneş vardır. Eril psikedeki bu bölünmüşlük ve
kadındaki ayın düzenli olarak kararması, erkek çevresindeki
bütün dişiler için kendisinin gerçek bir canlılık ve aydınlık kay­
nağı olduğu düşüncesine garkolmuşken kadının erkeğin için­
deki bütün karanlığın nedeni olmakla suçlandığına dair çarpıcı
gerçeği açıklar. Aslında, erkeğe zihninin parlaklığını en derin
şüphede gizlemesi tavsiye edilmelidir. (Diğer özelliklerinin
dışında Merkür gibi büyük bir hilebaz olan) bu tür bir zihnin
günahları en ikna edici şekilde ve hatta onları özgün içgörüye
bir adım dahi yaklaşmadan sahte bir etnik üstünlük duygusuyla
kabul etmesi zor değildir. Duygular işin içine girmeden bu asla
başarılamaz. Oysa zihin sadece uygun duyguyu içine alır. Anla­
şılması halinde pekâlâ bir bilgelik kaynağı da olabilecek kadın
noviluniurn u136, acıya kolay meyleden erkek için sayısız bir ha-

136 Yeniay, hilal -çn.

146
CARL GUSTAV JUNG

yalkırıklığı kaynağıdır. Doğal olarak bu, ancak erkek kara gü­


neşini yani gölgesini kabullenmeye hazırlıklıysa mümkündür.

333 Tuzu Eros (yani bir duygu ilişkisi) olarak yorumlama­


mız, acının renklerin kaynağı olduğu gerçeğiyle tasdiklenir
(par. 245). Renklerin duygu-değerleri olduğunu anlamamız
için analizlerine etkin hayalgücüyle katta sağlayan hastaların
çizim ve resimlerine bakmamız yeterlidir. Çoğunlukla ilk ola­
rak rüyaların, ani fikirlerin ve hayallerin eskizini hızla yapmak
için sadece kurşun ya da tükenmez kalem kullanılır. Ancak bir
yerden sonra hastalar renklerden yararlanmaya başlar ve bu ge­
nelde salt entelektüel ilginin duygusal katılıma yol açtığı andır.
Ara sıra aynı olgu bu tür anların renkli görüldüğü ya da belirli
bir canlı renkte ısrarcı olunan rüyalarda gözlemlenebilir.

Jolande Jacobi’ye
Sevgili Dr. Jacobi,
Bollingen, 26 Ağustos 1943

Yaptığınız hata X’in nevrotik sorununa fazlasıyla gömülmüş


olmanızdan ibaret. Bu, örneğin ortada yorumlanacak bir şey
yokken animusunuzun deli gibi yorum yapmaya çalıştığı ger­
çeğinden anlaşılıyor. Neden başka ilişkileri olduğunu söylüyor?
Hayret bir şey! Sanki herkesin bilmesi gerekirmiş gibi. Bunu
söyleyip duruyor. Bu çok hoş ve ihtiyatsız, doğru ve nezaketsiz,
sağı solu belli olmayan ve güvenilir vs. vs. bir davranış. Gerçek
sebebi bilseydiniz, ölümünde ve doğumunda X ’in tam olduğu­
nu da bilirdiniz. Hâlbuki bunu Öbür Dünyada öğreneceğiz. Ke­
sinlikle söyleyebileceği hiçbir sebebi yok; olan olmuş ve (bu şey)
gayet yüzeysel bir şekilde yüzlerce farklı yoldan yorumlanabilir
ve hiçbir yorum su götürmez; kaldı ki bu yorumlar yapıldıkları
anda onu sadece daha değişken ve yorumlanamaz tepkilere sü­
rükleme etkisine sahip bir ısrardan ibarettir. Gerçekte onun ir­
rasyonel davranışı, animanın bilinçli ve bilinçdışı yanını temsil

147
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

eder ve bu şaşaalı figürün özünü anlaması için nasıl ki bir grup


kadına ihtiyacı varsa, ona dair içgörü kazanması için de bu dav­
ranış kesinlikle gereklidir. O, elbette hâlâ bunu anlayamayacak
kadar naiftir. Ancak sen, aynı şekilde bir naiflikle kendini bir
anima figürü olarak bu cadıların şabatına soktun ve böylelikle
kendini sanki animadan başka bir şey değilmişsin gibi bir dan­
sın içinde buldun. “Sevgiden” yahut istemeden müdahil olarak
nereye parmak soksan yakarsın çünkü senden beklenen müda­
hil olman değil, nesnel, özgür gözlem ve eğer kalp için ondan
bir şey koparmak istersen—ki buna hiçbir makul itiraz yapıla­
maz— bunun bedelini her zaman olduğu ve her zaman olacağı
gibi kanla ödemelisin. En azından duygusal maymun-adamlar
tarafından tamamen yenilip yutulmamak için insanın soğuk­
kanlılığını koruması gerekir. Duygusal bağların olduğu yerde
kişi her daim hayal kırıklığına uğramış bir hayal kırıcıdır. Bu
kişinin doğru bir biçimde katılmayı isteyip istemediğini yahut
buna zorlanıp zorlanmadığını kendisinin bilmesi gerekir.

En içten selamlarımla,

Saygılarımla, C. G. JUNG

DERS V, 19 ŞUBAT 1930, RÜYA [23]


Dr. Jung: Bugün size geçen hafta anlattığım Tibet mandala-
sının reprodüksüyonunun resmini137 getirdim. Bu, Tibet Lama­
larının en felsefi düşüncelerine odaklanma amacıyla kullanılan
bir yantradır. En iç halkasında potansiyel enerjinin sembolü

137 Jung yantrayı Altın Çiçeğin Sırrında (The Secret o f the Golden Flower,
orijinal eserin yayım tarihi 1929, çevirisi 1931) ve yine Psychologie und
A lchem ie’d e [Psikoloji ve Sim ya] kitabın başındaki resimli sayfa olarak
yayınlamıştır (Görsel 43’te Tibet boyaması bir flama olarak tasvir edi­
lir. Frankfurt’ta Çin Enstitüsündeki bu flama II. Dünya Savaşında yok
olmuştur). Jung bu eseri “Über Mandalasymbolik” ([“Mandala Sem bo­
lizmine Dair”], 1950) adıyla yeniden yayınlamıştır (630-638 numaralı
paragraflarda incelenen Görsel 1, D ie Archetypen und d a r kollektive Un­
bew ußte).

148
CARL GUSTAV JUNG

elmas kamayı ya da şimşeği ve mutlak gerçeği sembolize eden


beyaz ışığı göstermektedir. Ve burada rengin dört işlevi, dört
alanı ve dünyaya açılan dört kapı vardır. Sonra ceylan bahçesi
ve nihayet dışında tutkunun ateş çemberi yer alır. Tam ortası­
na doğru semavi dünyaya ulaşan üst kısmıyla toprak bölgeye
gömüldüğünü farkedersiniz. Yukarıdaki üç figür ikisi sarı, biri
kırmızı üç büyük öğretmen, yaşayan Budalar ya da Bodhisatt-
valardır. Bu, Tibet Lamaist öğretisiyle ilgilidir. Aşağıdaki dün­
yanın dağlarına tekabül ederler. Yeryüzünde dağ neyse, insanlar
arasında büyük öğretmen de odur. Merkezinde şimşek yerine
karısı Shakti’yi kucaklayan Hint tanrısı Şiva’nın bir biçimi olan
tanrı Mahasukha’nın yer aldığı bir başka mandalam var. Bugün
sanırım rüyalarımıza devam edeceğiz.

RÜYA [23]

Hastamız, herkesin kilisenin uzun duvarlarından birinin or­


tasındaki vaiz kürsüsünü görebilmesi için sıraların aynı yönde
değil de bir kare oluşturacak şekilde sıralandığı bir Protestan
kilisesinde bir çeşit yortu kutlamasında olduğunu söylüyor.
Hıristiyan yortularımıza özgü, tanıdık bir ilahi söyleniyor: “O
du fröhliche, O du selige Weihnachtszeit138” (Yılın o zamanı bu
ilahiyi her yerde duymak mümkün). İlahiye katılır ve birden
arkasındaki birinin aynı sözleri tuhaf bir soprano sesiyle olduk­
ça yüksek bir tonda ve çok farklı bir melodiyle söylediğini du­
yar; bu yüzden o kişinin yakınındakiler de ahenkten tamamen
kopar. Rüyayı gören hastamız derhal durur ve bu kişinin kim
olduğunu görmek için arkasına bakar. Bulunduğu yerin sağma
düşen bir sırada oturan ve tuhaf bir şekilde kadın kıyafeti giy­
miş bir adamdır bu; bu yüzden gördüğü kişinin tam olarak bir
kadın mı yoksa erkek mi olduğunu seçemez. Sonra ayin sona
erer ve dışarı çıkarken gardıropta şapkasıyla paltosunu unuttu­
ğunu farkeder. (Sanıldığı gibi “dolap” sözcüğünü değil Fransız­
ca bir sözcük olan “gardırop” sözcüğünü kullanıyordu; hâlbuki

138 “Sanctissima” melodisiyle genelde şu İngilizce sözlerle söylenir: “O thou


joyful day, O thou blessed day, Holy, peaceful Christmastide” (“Ah sen
mutlu gün, Ah sen bereketli gün, Kutsal, huzurlu Noel zamanı”)

149
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

kastettiği şeye Fransızcada “vestiyer” denir. Fransızca eski bir


sözcükten gelen “gardırop” aslında Almancada palto vs. emanet
alan kimseye denir.) Gardıroba doğru giderken “gardırop” söz­
cüğünün Fransızcada eril mi, yoksa dişi mi bir isim olduğunu
düşünür ve bu ismin Almancadaki gibi dişi (“die Garde-robe”)
değil, eril söylenmesi gerektiği (“le garde-robe”) sonucuna va­
rır. Bunu düşünürken birden o kimsenin yanındaki bir adamla
konuştuğunu, ona kendisinin de şarkı söyleyebildiğini bugün
bir kez daha gösterdiğini söylediğini duyar. Hastamız adama
bakmak için yine arkasını döner ve ona hoş olmayan bir şey
söylememek için kendini zor tutar. Adamın bu kez daha kas­
lı göründüğünü ve Yahudi tipi bir suratı olduğunu farkeder ve
sonra onun kim olduğunu anlar gibi olur ve oğlunun bu ada­
mın arkadaşı olduğunu hatırlar. Sonra birden oğlu peyda olur
ve ilahiyi berbat ettiği için babasına şiddetle kızar.

Çağrışımlar: Hastamız çocukken her Pazar kiliseye gitmeye


zorlanır. Bu zorlamadan ötürü kilise ve din adamlarına karşı
bir antipati geliştirir ve bu yüzden özel yortular dışında kiliseye
neredeyse hiç gitmez. Hastanın anlattığı gibi sıralarının hepsi
vaiz kürsüsünü görecek şekilde düzenlendiği kilise, çocukken
gitmeye zorlandığı kilisedir.

İlahiyle ilgiliyse şöyle der: “Bu ilahiyi düşününce ‘Sevin Hı­


ristiyanlık’ anlamındaki ‘Freue dich O Christenheit’ diye biten
sonu, nakaratı düşünüyorum”.

Sonra kendisinin ilahiye eşlik etmesini şarkı söyleyemiyor


oluşuyla ilişkilendirir. Müzik kulağı yoktur ve şarkı söylemeyi
denediğindeyse tıpkı rüyasında ilahiyi yüksek bir soprano to­
nunda tamamen farklı bir melodiyle söyleyen adam gibi melo­
diyi bozar.

İlahi söyleyen cinsiyeti belirsiz tuhaf kimseyle çocukken


Meyrink’in Golemm adlı bir kitabını okuyuşunu ilişkilendirir.
Daha önceki bir seminerde hastanın rüyasında çitlerinden at­

139 Bkz. 19 Temmuz 1929, no. 6, ve sonraki metin.

150
CARL GUSTAV JUNG

ladığı kare bir bina gördüğünü hatırlarsınız. O kitaptan, Go-


lem in özellikle kahramanın kilitli kapılara geldiği sonuyla ilgili
çağrışımlarından konuştuk. Burada yine sadece o son sahneyi,
kahramanın gerçekten bütün bilmecelerin cevabını, bütün so­
runun en üst çözümünü bulması gereken zirve anma vardığı
sahneyi çağrışım yapıyor ancak o anda üzerinde hermafrodit
sembolü olan kapıya geliyor. Hasta, bu hermafrodit sembolü­
nün kendi yorumuyla simyasal evlilik yani bölünmez bir bütün
içindeki dişi ve erkek karışımı anlamına geldiğini söylüyor. O
şarkının kulağa Protestan kilisesindeki ilahiden çok farklı gel­
diğini hissetmekten kendini alamadığını söylüyor—diğer bir
deyişle bu tür fikirler Protestan kilisesinin fikirlerine uymaz ve
rahatsız edicidir. Elbette!

“Gardırop” sözcüğüne gelince bu sözcüğün dişi mi eril mi


olduğuna dair belirsizlik, doğal olarak adamın cinsiyetinin be­
lirsizliğiyle aynı şeyi imler ve rüyayı gören bunu yine hermafro­
dit sembolüyle ilişkilendirir.

İlahiyi söyleyenin Yahudi olduğunu öğrenmesine ilişkinse


Meyrink’in Yahudi olduğunu sandığını söylüyor. Yazar bunu
itiraf etmese de, onun Musevi olduğuna emin; ruhunun gizli
odasında Musevi inancı taşıyor olsa gerek. Bunun Das Grüne
Gesicht140 [Yeşil Yüz] adlı kitabında Avrupa kıtası çöktüğünde
kahramanını onu kurtarmak için neden Brezilya’ya gönderdi­
ğini izah ettiğini söylüyor. Gördüğünüz gibi bu kitabın biraz
kötü bir sonu var. Belli ki Meyrink karmaşık bir kurguya ken­
dini çok kaptırmıştı ve işin içinden nasıl çıkacağını bilmiyordu.
Sonrasında tanrısal bir müdahaleyle müthiş bir fırtına kopuyor
ve bütün Batıyı yok ediyor, onu tatminkâr bir çözüm bulma
güçlüğünden kurtarıyordu. Kahramanı Sephardi, Yahudi öğ­
renci, olacakları öngörerek, bu sadece Avrupa’yı etkileyen yerel
bir fırtına olduğundan ailesiyle arkadaşlarını yanma alıp za­
rar görmeden Brezilya’ya göçüyordu. Belli ki rüyayı gören kişi
Meyrink’in ölümcül bir anda bir Yahudi olarak sadece kendi

140 Gustav Meyrink, Leipzig, 1916.

151
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

kavmini kurtardığını söylemeye çalışıyor; bu da lanetli toprak­


lardan bir tür kaçış anlamına geliyor.

Muhtemelen öncekilerden sonra böyle bir rüya beklemi­


yordunuz. Bunu kesinlikle ben de tahmin edemezdim. İşte bu
bilinçdışının bizi her zaman alt eden harika irrasyonelliği. Bir
şey haricinde— bunu öngöremezdim: bu son Mandala rüyası
bazı Batılı kanıları alt üst edebilir ve bu adam dar bir yapı içinde
belirli bir din eğitimi almış olduğundan mandala psikolojisi­
nin fikirlerince insafsızca örselenebilecek kimi önyargılarından
kurtulamaz çünkü bu beraberinde yeni bir etnik yönelimi ge­
tirir. Bu, dünyayı iyi ve kötü olarak ikiye ayıran ve hiçbir uzlaş­
maya izin vermeyecek Hıristiyan görüşüne uymayan bir bakış
açısıdır. Bütün Hıristiyan eskatolojisi temel şeyleri—dünyanın
sonunda iyilerle kötülerin o önemli iki kurum, Cennet ve Ce­
hennem tarafından mutlak surette sonsuza dek ayrılacağı bir
Kıyamet Günü olacağını—öğretirken bu düşünce çizgisini ta­
kip eder. Bütün kötüler cehenneme gidecek ve orada sonsuza
dek yanacak; iyilerse sonsuza dek meşk etmelerine izin verile­
cek mutluluğa kavuşacaklar. Bu, iyilerle kötülerin bağdaşmaz­
lığının dogmatik bir ifadesidir. Bunun için bir şey yapılamaz;
boşuna uğraşma çünkü hiçbir şansın yok. Hâlbuki mandala
psikolojisi çok farklı bir türdür: İyiler ve kötülerin içinden ge­
çerek şeylerin tüm yönlerinden ilerleyen sonsuz bir yaşam zin­
ciridir. Kâh gölgede, kâh aydınlıkta sonsuza dek dönen varoluş
çarkıdır. (Çarkın) tepesinden aşağı ineceğin, aşağıdan yukarı
çıkacağın—etik sorunun sıradışı bir görelileşmesidir. Karanlık­
tan ışık doğar ve ışıktan sonra yine karanlık olur; bu yüzden ne
kötü çok kötüdür, ne de iyi çok iyidir çünkü bu ikisi birbiriy-
le bağlantılıdır ve anlaşılmaz bir biçimde ancak yanlışlıkla bir
arada olabilirler. Mademki bu mükemmel bir Ustanın eseri, o
halde niçin kendisi mükemmel değil? Batılı yanıt: çünkü şeytan
onu kirletmiştir ya da insan öyle ahmaktır ki onu, her şeye gücü
yeten ve her şeyi bilen Varlık’ın bu eserini bir şekilde mahvet­
miştir. Kötülük gerçeği, mükemmel Ustanın iyi niyetlerini sui­
istimal eden şeytanın icadının nedenidir.

152
CARL GUSTAV JUNG

Doğu mandala psikolojisinde bütün bunlar farklı bir yöne­


lim kazanır. Görecelik, bir Batılı için oldukça sarsıcıdır. Hatta
belirli bir müsamahayı ima eder ve püritan bir dimağ için nere­
deyse dayanılmazdır. Bu adamın durumu da böyledir. Kiliseye
gitmez, geleneksel öğretiyi takip etmez ancak yaşamın kendi­
sine gelince biraz tuhaftır çünkü kilisemizin bütün görüşleri
cemaatin gözleri ve saygınlık olan gerçek tanrımıza eklemlenir.
Sonuçta iş gerçek tanrıya ve o gözlerden korkmasına gelince
korkunç bir çatışmaya düşer.

O halde son rüyanın anlamını, çarkın şimdi çalışacağını


gerçekten anladıysa, bu onun her tekerleğin yerinde olduğu ve
çarkın ışığı ve gölgesiyle tam bir yaşam anlamına gelen çepe­
çevre yaşam sunacağı hayata yeni bir şekilde gireceğini gösterir.
Ancak o noktaya gelir gelmez geleneksel öğretilere karşı ken­
dini örseler ve bu sonraki rüya açık bir biçimde küskün Batılı
değerler sorununu içerir. Bu yüzden anında kiliseye gitmeye
zorlandığı çocukluğuna döner. Sanki içerden bir ses, “Hâlâ ki­
lisede olduğun ve bu şeylere inandığın günleri hatırla. Bundan
nasıl uzaklaşabilirsin? Hâlâ orada bütün Hıristiyan cemaatle
aynı ilahiyi söylüyorsun” demiştir. Hemen ardından ilk rahat­
sızlığı, sopranonun sesi duyulur. O halde bu soprano sesi de
nerden geliyor?

Bayan Howells: Bu, onun dişi yanı, anima.


Dr. fung: Elbette! Bu, birden ilahi söylemeye başlayan Bayan
Anima. Sanki o kilisenin gayet saygıdeğer bir üyesiymişçesine
cemaatin ilahisini söylüyor ve sonra tamamen uygunsuz bir
tonda anima araya giriyor. Bu melodi neyi ifade ediyor? Söz­
cükler değil, melodi. Bunun önemi ne?

Cevap: Duygu.
Dr. Jung: Evet, hiçbir şey bir kilise orgundan daha etkileyi­
ci olamaz. Sana bir Protestan kilisesi hatırlatılınca korkunç bir
sıkıntıyla esniyorsun; ancak müziği duyunca duygulanmaktan
kendini alamıyorsun, heyecanlanıyorsun. Belki (kiliseye) dü­

153
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

zenli gitsen bu kadar heyecanlanmazsın; oysa benim gibi yıllar­


dır kiliseye gitmemiş bir adam doğal olarak duygusal bir şey—
duygulara hitap eden güzel bir anı— duyumsayacaktır. Bunu
kabul etmemek yanlış olur. Vaaz sıkıcıdır, oysa müzik kalbe
dokunur. Bu yüzden rüyanın, erkek açısından gerçekten tehli­
keli duyguları ifade etmesi çok tipiktir. Onun düşüncesinde bu
fikirlerin artık hiçbir etkisi yoktur; görüşlerinden ödün vermez.
Ancak müzik onu ve dayanak noktasını çürütür. Müziğe kapılır
ve ilahiye eşlik etmekten kendini alamaz; bu yüzden önceki rü­
yada bahsedilen niyetin oldukça zıddı bir duruma ya da moda
girer. Bunun üzerine duygu dünyasında çatışma başlar; işte
bu yüzden animası şarkı söylemeye başlar. Anima her zaman
ikincil işlevle bağlantılıdır. Adam bir entelektüel olduğundan
duyguları bir bakıma ikincildir ve o (anima) adamın aşağılık
duygusu işlevinin kişileşmiş halidir. Anima neden kilise ilahisi­
ni söylemez? Neden tamamen farklı bir melodi seçer?

Bayan Baynes: Ona orada olduğunu söylemek için.


Dr. Jung: Ama neden?
Bayan Baynes: Çünkü sorun çıkarmak istiyor.
Dr. Jung: Bu, animanın adeta değersizleştirilmesi olur.
Bayan Baynes: Kendisinin hissedilmesi için ona değer ver­
miyor.

Dr. Jung: Ama sadece kendisinin hissedilmesini ya da sorun


çıkarmayı isteseydi, havlayan bir köpek yahut kilisenin dışında
gürültü çıkarmaya başlayan bir araba da olabilirdi.

Bayan Sigg: Animanın farklı bir zevki var. Bu kilisenin zevki


değil; belki daha ziyade Hint tarzı olabilirdi.

Dr. Jung: Daha ziyade mandala psikolojisini desteklediğini


mi kastediyorsun? Bu fazlasıyla mümkün çünkü animanın Hı­
ristiyan çerçeveden sıyrılması gerekir. Anima daima tanrıtanı­
maz ve aykırı, Hıristiyan bakış açısına oldukça açık bir başkal­
dırı sergileyen tam bir pagandır. Belki ondan bu kadar kişisel

154
CARL GUSTAV JUNG

bir biçimde bahsetmeme şaşırıyorsun ancak onu ele alış biçimi


hep böyle olagelmiş, bu figür ozanlarca hep kişisel bir biçimde
ifade edilmiştir. Genelde gerçek bir kadın biçiminde canlandı­
rılır; böylelikle Troubadourların 141 Leydisi ve Ortaçağ Romans­
larının Şövalyeleri142 gibi daha hayalî, nispeten tanrısal bir hâl
alır. Böylece Rider Haggard’ın nasıl olup da “İtaat edilmesi ge­
reken kadından 143 bahsettiğini anlarsın; onu çok belirgin bir
figüre dönüştürür. Bu yüzden ona doğru niteliği vermek için
onu bilimsel bir soyutlama değil, bir şahıs olarak tasvir etme­
liyiz. Zoolojide türlerden, balinadan bahsedebilirsin. Oysa ba­
linaların pek çok türü vardır; hangi balina olduğunu söylemen
gerekir, onun ancak böyle özgül bir değeri olur. Anima, insan
psikolojisinin ilkel katmanını temsil eder ve ilkel psikoloji so­
yutlamalardan kaçınır. İlkel dillerde neredeyse hiçbir kavram
yoktur. Arapçada deve türleri için altmış sözcük vardır; oysa
soyut olarak deve için hiçbir sözcük yoktur. Bir Arapa devenin
karşılığı olan sözcüğü sor; bilmez. Ya yaşlı, ya genç, ya da dişi
deve vs. demen gerekir; her birinin farklı birer adı vardır. Yine
daha ilkel bir dilde kesme eylemine karşılık gelen otuz farklı
sözcük vardır—bıçakla kesme, kılıçla kesme, iple kesme vs. —
oysa kesme eyleminin kendisine karşılık gelen bir sözcük yok­
tur. Enteresan arkadaşım Steiner144 yeryüzünün biri ateş, diğeri
gaz küresi, öbürüyse birtakım tat alma duyularının gözlenebil­
diği bir küre olan ön-evreleri olduğunu düşünür. O halde tat
alma duyuları kimindi? Soyut duyu, uzayda Büyük Ayı yahut
Sirius’ta asılı kalan birtakım duyular diye bir şey yoktur. Bir
zenci dilinde yürümeye karşılık gelen elli ifade vardır. Hâlbuki
bunların hiçbiri yürüme eyleminin kendisini imlemez; kimse
“yürüyorum” diyemez. Adama karşılık gelen bir sözcük de yok­

141 Ortaçağ Avrupasında gezgin şarkıcılar -çn.


142 Bu kavramlar Ortaçağ Batı Avrupasımn şövalye geleneğine aittir.
143 Bkz. 12 Aralık 1928, n. 8.
144 İlk başta bir Teosofist, sonra Teosofınin bir dalı olan Antroposofinin
kurucusu Alman okültist Rudolf Steiner (1861-1925). Buradaki atıf belki
onun Jungda bir kopyası olan Wie erlangt m an Erkenntnisse d er höheren
Welten? [Yüce  lem lerin Bilgisinie N asıl Erişilir?, 1922] adlı kitabına olabi­
lir.

155
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

tur. Bizde bütün bu soyut kavramlar var ve bunlar bir bakıma


yanlış yönlendirici ya da daha doğrusu bilgilendirici değiller.
Adam ya da kadın diyebiliriz; hatta daha belirsiz bir şekilde bi­
risi sizinle konuşmak istiyor diyebiliriz. Oysa bu kişiye dair—
kadın mı, erkek mi, içerde mi, dışarda mı, ayakta mı, ölü mü,
sağ mı—ne kadar da az şey biliyoruzdur. Aynı şeyi sana ilkel bir
söyleyiş, dilinin bizatihi doğası sayesinde bilgilendirerek söyler;
örneğin kapının dışında, sağ ve ayakta bir adamın seni bekle­
diğini ifade eder. Onların dilinde hemen hemen tam bir tarifi
olmayan bir adama karşılık gelen bir sözcük yoktur. Yürümeye
karşılık gelen, bu eylemin nasıl yapıldığını tasvir eden en tuhaf
ifadeler onlardadır; örneğin dizlerini kırarak mı yoksa topukla­
rında mı yürüyor vb. her bir özel yürüme biçimine karşılık bir
ifade vardır. Bu yüzden ona birazcık kulak verirsen, o adamı
adeta hareket ederken görürsün. Neredeyse her bir öznenin bi­
rer grotesk tasviri vardır. Kolektif olguların bu yokluğu mutlak
surette ilkel zihne özgüdür.

Anima kavramıma ilişkin bilimsel bir veriyi açıklamak adı­


na adeta mitolojik bir terim kullandığım için zaman zaman
akademisyenlerce suçlandım. Animayı bilimsel bir termino­
lojiye çevirmemi bekliyorlar ki bu onun—yahut O nun—özgül
yaşam figürünü söküp alır. Örneğin animanın bilinçle bilinçdı-
şı arasındaki bağlantı ya da ilişkinin bir işlevi olduğunu söyler­
sen, bu çok soluk bir şeydir. Sanki büyük bir filozofun resmini
göstermen ve buna sadece Homo sapiens demen gerekirmiş
gibi. Elbette bir suçlu yahut budalanın resmi de Homo sapiens
olabilirdi. Bilimsel terim hiçbir şey aktarmaz; sadece soyut bir
anima kavramı da bir şey aktarmaz. Oysa animanın adeta bir
kişilik, sanki kimi zaman küçük, kimi zaman da çok önemli bir
kişiymiş gibi davranan bir karmaşa olduğunu söylersen doğ­
ru anlaşılır. Bu yüzden büyük ölçüde pratik sebeplerden ötürü
animayı, tıpkı Başkan Wilson, Bismarck ya da Mussolini’yi tarif
edercesine kişileşmiş şekliyle bırakırım. Onların Homo sapiens
örnekleri olduğunu söylemem; onları oldukları gibi ele alırım.
İşte anima da öyle kişisel ve özgüldür. Aksi takdirde sezgi ve

156
CARL GUSTAV JUNG

düşünmenin işlev olmaları gibi sadece bir işlevdir. Ancak bu ne


asıl gerçekleri örtbas eder, ne de animanın sıradışı kişiliğini, her
yerde parmakla gösterilecek kertede mutlak surette tanınabilen
kişiliğini ifade eder. Bu yüzden onun neredeyse bir şahıs kadar
kişisel bir etken olduğu anlamına gelen kişisel terime kasten sa­
dık kalıyorum.

Doğal olarak öte yandan insanların onun bir nevi haya­


let olduğunu sanmaları tehlikesi vardır. Hakikaten ilkel zihne
göre anima bir hayalettir. Belirli bir bütünlüktür ve eğer ilkel
bir duygu halinin içindeysen onu bir hayalet—bir duman ya­
hut rüzgar figürü—biçiminde görebilirsin. Bir halüsinasyon
olabilir. Örneğin deliler animaya tutulduklarında bu durum
hâsıl olur. Yakın bir zamanda akıl hastası bir erkek çocuğunu
görmek üzere Zürih’teki bir kliniğe danışman hekim olarak
çağrıldım. Odaya girince çocuk beni gayet nazikçe selamlayıp
şöyle dedi. “Belki inanmayacaksınız ama ben ablamım ve Bu-
distim”. Gerçekten de evli bir ablası vardı ama hayatında onun
bir rolü yoktu. İnsanların onu erkek sanmalarının bir hata ol­
duğunu, hatta bunun annesinin kötü bir icadı olduğunu ifade
etti. Onun için anima ablası mutlak surette gerçek, kendisin­
den bile daha gerçekti; onunla özdeşti. Ablası bir Budistti ve bu
yüzden Doğunun gizemlerine dalmıştı ve bir Hint ismi vardı
ki bu sıradışı biçimde zekice bir icattı. Tam olarak hatırlamıyo­
rum ama üç heceden oluşuyordu ve ortadaki hece Hinducada
kutsal anlamına gelen dava idi. Yarı İtalyanca, yarı Hinduca ya
da Sanskritçe ve biraz da Yunancaydı. Tipik bir adlandırmay­
dı ve kutsal-metres-kız kardeş anlamına geliyordu. Erkeklerin
animayı sıradışı bir gerçeklik olarak hissettikleri pek çok vaka
biliyorum. Rider Haggard’ın böyle uzun bir roman serisini eğer
animası ona aşırı gerçek gelmeseydi muhtemelen yazamayaca­
ğından gayet eminim. İşte bu yüzden kişisel karakteri bu denli
vurguluyorum. Figürü her zamankinden tamamen farklı bir
biçimde ele almalıyız çünkü söz konusu figür bu etkenin belirli
gelişim koşulları altında bütün kişisel karakterini yitirebilir ve
sadece bir işleve dönüşebilir olmasına rağmen yaşayan bir et­

157
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

ken ortaya çıkarır. Ancak bu sadece bilinçli tavrın insan özelliği


ve karakteristiklerini—yani mandala psikolojisini— yitirecek
kertede olduğu zaman gerçekleşir.

Bayan Howells: (Animanın) oryantal ya da daha eski bir me­


deniyetin niteliğine bürünmesi sık rastlanan bir şey mi? Örne­
ğin burada Yahudi bir kız olarak karşımızda.

Dr. Jung: Öyle görünüyor. Ayişede ve Pierre Benoitnın At-


lantis’inde anima Oryantal bir varlıktır145. Animus da öyle.
Ancak şimdi animustan söz etmesek iyi olur. Beni korkutuyor;
onunla uğraşmak çok daha zor. Anima belirli; animus ise be­
lirsiz.

Soru: Anima her erkeğin ve her kadının kesinlikle bir par­


çası mı?

Dr. Jung: Hayır, anima erkeğin psikolojisinin dişil kısmıdır;


bu yüzden doğal olarak kadında var olamaz. Olursa mutlak su­
rette kadının bilinç ilkesiyle özdeş olur ve bu durumda ona Eros
derdim. Aynı şeyin tersi erkek için de geçerli. Erkeğin içindeki
animus bir kişi değil, onun bilinç ilkesidir ve bu durumdaysa
ona Logos derdim.

Çin felsefesinde erkeğin eril ve dişil ruhlarından bahseder­


ler. Bu yüzden, Wilhelm animus ve animayı tamı tamına benim
kullanacağım gibi kullanır. Animus ve anima terimleri Çince
hun ve kweiH6 terimlerine karşılık gelir ancak her zaman erkeğe
yönelik kullanılırlar. Çinliler—maalesef benim kadar— kadın
psikolojisiyle ilgilenmemişlerdi. Ortaçağda bile kadınların bah­
se değer ruhlarının olmadığı ya da Anatole France’ın Penguen­

145 Atlantis (1919) adlı roman; Jung’un sık sık alıntıladığı bir başka eser. 1920
Mart ayının başları. Bkz. C. G.Jung: Word an d Im age (1979) adlı çalışma­
daki mektup: s. 151.
146 W ilhelm in Çince metni incelemesinde (Altın Çiçeğin Sırrı, 1962 baskısı,
s. 14 vd.) ve Jung’un yorumunda (a.g.e., s. 115 vd.; Studien über alchem is-
tische Vorstellungen, par. 57-60) animanın Çince karşılığı p'o sözcüğüdür.
Kwei sözcüğünün “iblis” ya da “ölmüş birinin ruhu” anlamına geldiği söy­
lenir. Cary Baynes’ in Wilhelme yazdığı dipnot, terimlerin kullanımını
açıklamaya yöneliktir.

158
CARL GUSTAV JUNG

ler Adasındaki gibi “küçük ruhlar”ının olduğu söylenirdi147.


Onları St. Mael vaftiz ettiği için ruhlarının olup olmadığı bir
mesele haline gelir ve sonunda İskenderiyeli Azize Katerina’ya
danışırlar. O da bu ruhani görüş ayrılığına şu sözüyle son verir:
“Onlara ölümsüz ancak küçük ruhlar verilmiş!” Bu yüzden Or­
taçağda kadın psikolojisi Chose inconnue [bilinmeyen bir şey]
idi ve benzer şekilde eski Çin filozofları eril animusun cennet
için varolduğu, dişil ruhunsa sadece ölümden sonra yere batan
bir hayalet, heyula olduğu düşüncesine sahiptiler. Biri Sonsuz­
luğa kadar varolur, diğeriyse bir nevi musallat hayalete, iblise
dönüşür. Bu yüzden Çinliler erkeğin içindeki animusla bizim
Logos ya da bilinç ilkesi dediğimiz şeyi kastetmişlerdi.

Ancak ben erkek psikolojisinin yanı sıra kadın psikolojisiy­


le de uğraşmak durumunda olduğumdan erkeğin içindeki bi­
linç ilkesine Logos, kadının içindeki ilişkide olma ilkesineyse
Eros demeyi daha uygun buldum. Erkeğin içindeki aşağı Erosu
anima, kadının içindeki aşağı Logosuysa animus olarak adlan­
dırdım. Bu kavramlar, Logos ve Eros, kabaca ruhun Hıristiyan
tasarımına karşılık gelir. Ve buna uymayan, yanlış tonda ilahi
söyleyen şey erkeğin içindeki Eros ilkesini temsil eden anima,
kadının içindeki Logos ilkesini temsil eden, ancak daha ikincil
bir biçimde, alçak bir konumdaki animus olsa gerek. Animanın
burada Diabolos in musica [müzikteki şeytan] rolünü oynama­
sının nedeni, erkeğin içindeki özel Logos ilkesinin Eros ilkesine
izin vermemesidir. Onun ayrıştırması, şeyleri kendi ayrılıkla­
rıyla görmesi gerekir, yoksa onları tanıyamaz. Ancak bu ilişkide
olma ilkesine aykırıdır. Kadın şeylerin ayrıştırılmasmı istemez;
onları neredeyse senkronize olmuş bir biçimde görmek ister.
Animası tarafından zapt edilen erkek, özellikle kadınlar arasın­
da en belalı zorluklarla karşılaşır. Animus yasasının hükmettiği
kadınsa ilişki kuramaz; dikenli bir kaktüs yasaları duvarı tara­

147 Jung M ysterium Coniunctionis adlı çalışmasında (1955: par. 227) ve Tibet
Ölüler K ita b ın d a ( Tibetan B oo k o f the D ead, 1935: Zur Psychologie west­
licher und östlicher Religion, par. 835) bu öyküyü kısaca anlatır. Anatole
France’ın Penguenler A dası romanı için bkz. 23 Ocak, 1929, n. 2.

159
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

fından etrafı sarılmış bir ayrımcılıktan başka bir şey değildir.


Erkeğe onun neyin peşinde olduğunu söyler ve bu erkeğin ödü­
nü koparır; erkek onunla başa çıkamaz.

Öyleyse bu rüyada animanın rolüne gelecek olursak onun


dişil olduğunu büyük ihtimalle gayet net bir şekilde anlamış­
sınızdır ancak aynı zamanda neden erildir? Bu çok sıradışı bir
vaka. Ve dikkat ettiysen sonra erkeğe, Yahudiye dönüşüyor. Er­
keğin animasının hangi koşullar altında dişi ya da hermafrodit
olabileceğini düşünüyorsun?

Cevap: Eşcinsel olduğunda.


Dr. Jung: Doğru. Farkındalığı olan zihin dişil olduğunda in­
san çoğu zaman cinsiyeti belirsiz hayvan figürleriyle karşılaşır.
Belki sapkınlıklardan pek muaf değildir ancak herkesin belirli
ölçüde sapkınlıkları vardır; hepimizin, bütün nüfusun içinde o
katil yüzdesi vardır. Ancak hastanın içinde bastırılmış eşcinsel­
lik gibi bir şeye dair hiçbir iz yok.

Bayan Fierz: Anima, erkeğe kendisinin o rolü oynaması,


bunu yapabilmesi için de bir çeşit taklitçiliğe girişmesi gerek­
tiğini kabul ettirmeye muktedir değildir. Bilince yaklaşan bi-
linçdışıdır.

Bayan Sawyer: Onunla [anima] özdeşleşmedi mi ve bu yüz­


den de [anima] eril değil mi?

Dr. Jung: Ona yaklaşamadığı için onunla özdeşleşmesi ge­


rektiğini mi kastediyorsun? Bayan Fierz bunu bilinçdışı açısın­
dan, bilinçdışının sesini duyurmaya çalışması açısından ele alı­
yor. Bayan Sawyer bunu bilincin—bilinci anima tarafından ele
geçirilmiş ve bu yüzden hermafrodittir— bilinçdışıyla bağlantı
kurmaya çalışması olarak görüyor. Her iki bakış açısına göre de
bir bağlantı kurabilmek için insanın ondan kurtulması gerekir.

Bayan Henley: Bu durumda eşcinsellik bir gençlik vasfı ol­


duğu için sadece gelişim eksikliğini ifade ediyor olabilir mi?

Dr. Jung: Bu da doğru çünkü dinî açıdan gelişmemiş; o açı­

160
CARL GUSTAV JUNG

dan on, on iki yaşlarında bir nevi eşcinsel delikanlı olarak ifade
şansı bulmuş olabilir. Bu, sembolik eşcinsellik olurdu. Birtakım
belirgin cinsiyet sapkınlıklarının gelişmemiş bir durumu ifade
ederek sadece sembolik oldukları doğrudur. O halde işaret edi­
lebilecek bilinçli bir eşcinsellik teşhiri yoktur; bu yüzden bunun
sembolik eşcinsellik olduğunu ve normal olanın bozukluğu ol­
madığını varsayabiliriz. Daha önceki rüyalarında, örneğin oğlan
çocuğu Eros’u çağırdığı ve ona karşı tartışmasız bir sevecenlik
hissettiği ebedi çocuk (puer aeternus) rüyasında bu duygunun
izleri vardır148. Ve yine son seminerimizde gördüğü bir rüyada,
oğlan çocuğu Telesphorosa149 taptığı şu eşzamanlılık olayında
eşcinsel bir şey olup olmadığına dair şüpheye düşmüştü. Hâl­
buki bu sadece sembolik, on iki yaşında birinin durumu gibi
özgül bir toyluktu. Bu tür bir zihinsel toyluk çok lokal olabilir;
bu toyluğun özgül bir ifadesini imliyor olabilir ya da erkeğin
hiçbir eşcinsel deneyimi olmamasına rağmen aslında kendisi­
nin eşcinsel olduğuna inanmaya muktedir olduğu noktasına
kadar gidebilir. Bana eşcinsel oldukları şikâyetiyle gelen, oysa
onlara “Nasıl oldu? Delikanlılarla bir sorun yaşadın mı?” diye
sorduğumda öfkeyle bir erkeğe dokunmadıkları yanıtını veren
erkekler oldu. “Erkeklerle mi?” “Hayır”. “O halde niye kalkıp
da kendine eşcinsel diyorsun?” Sonra içinde eşcinsellik olan
rüyalar gördüğü için bir hekimin kendisine eşcinsel olduğunu
söylediğini söyledi. Bu, erkeğin bazı yönlerden olgun olmadığı
ve toyluğunun kendisini farklı şekillerde ifade ettiği—ne kadın­
larla, ne hayatla, ne de maneviyatla ilgileniyor— anlamına gelir.
Burada söz konusu olan şey de budur: bazı yönlerden kesinlikle
toy oluşu, rüyada ergenliğine geri dönüşüyle açığa çıkıyor. O
halde hangi yönden toy? Nerede bilinçsiz?

Bayan Deady: Cinselliğiyle başa çıkamıyor.


Dr. Jung: Ancak onun hızlı kadınlarla her tür şeyi yaşamış
biri olduğunu ve cinsellikten pek de haberdar olmayan biri ol­
madığını unutmamalısın. Cinsiyeti yanlış ama somut olarak
148 13 Mart 1929, s. 170.
149 11 Aralık 1929, s. 431.

161
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

değil. O halde sorunu ne?

Dr. Deady: Onda on altı yaşında duygusuz bir delikanlının


cinsiyeti var.

Dr. Jurıg: İşte bu, duygusuz olması. Cinsiyeti gayet normal


ancak ilişkilendirilmemiş cinsiyet, bir tür oto-erotizm, bir çeşit
mastürbasyon. Nesneyle bir ilişki yok ve muhtemelen karısı­
nın frijitliğinin ve diğer maceralarının nedeni de bu. Eros ge­
lişmemiş, cinselliği değil. Hiçbir şekilde gelişmemiş değil ancak
cinsellikle olan ilişkisi yanlış. Son rüyada makinesini çalıştıra­
caktı ve makinenin parçalarının merkezi parçaya düzgün bir
biçimde bağlantılı olup olmadığı meselesi ortaya çıktı. Bütün
bu işlevlerin, özellikle cinselliğinin toplam mekanizmaya dâhil
edilmesi gerekir. Bağlantısız olursa doğal olarak tam bir kişilik
şeklinde işleyemez. Cinselliğinin tamamen hesaba katılması ve
kendi cinselliğine dair duygularının olması gerekir. Diğer bir
deyişle Eros ilkesinin tanınması gerekir. Animanm ortaya çık­
masının nedeni onun Eros olmasıdır. Eski bakış açısına sahip
olduğunda, eski ilahiyi söylediğinde Eros ve şeytanın kendisi
sonsuza dek bastırılır. Bu yüzden kendini kilisede ilahiyi bozar­
ken bulur. Toyluğu, çocukluğa geri dönmesinde ve aynı zaman­
da sembolik eşcinselliğinde açığa çıkar. Eğer erkeğin animası
erilse, mutlak surette onun tarafından ele geçirilmiş—saplantı
haline getirilmiş—tir ve o dişil olana dek onunla bir ilişki ku­
ramaz. Onun efemine olduğunu söylemek—ona hükmettiğini
söylemek— aynı şeydir. Rüyanın açığa çıkardığı şey şudur: Sen
efeminesin, animan tarafından ele geçirilmişsin.

162
VII.
RUH

MASALLARDA RUHUN
FENOMENOLOJÎSİ
Aşağıdaki pasajların konusu olan yaşlı bilge, bütün
arketipler arasında tanınması en kolay olanlardan biri­
dir. Öykülerde sık sık malum olgunluğundan ötürü ken­
disinden destek alan ve akıl danışan ebedi çocuğun (puer
aeternus) yardımına koşar. Bilgelik, dişiden ziyade eril
bir figür olduğunda yalnızca acı tecrübeyle kazanılan
arketipsel bilgelikten ziyade bilinçdışında var olan birfe­
raseti gerekli kılar. Kehanet sistemleri psikede arketipsel
Kendiliğin bir özelliği olan bu her şeyi bilme [omniscien-
ce] melekesinden yararlanırlar. Her rüyada kendiliğin,
her yaşam tecrübesine bir anlam yükleyerek önemli nok­
talara parmak basan bu “bilge”yanına rastlamak müm­
kündür. Söz konusu içsel rehber kışkırtıcı olabilir. Bu eril
bilgelik kaynağıyla temasa geçen birey, onunla birlikte
tecrit olma, özdeşleşme ve abartıya meyyaldir. Çoğu za­
man bu abartı, saçma ve sorumsuz edimlere yol açar.
Jung'un, bir kısmını bu pasajlardan sonra bulabileceğiniz
Merkür’le ilgili makalesi bütün psişik ruhsallığın temel
ikircikliğini vurgulayarak bilinçdışının sıradan herhangi
bir bilge baba düşüncesine son verir.
4 0 1 Ruh tü rü nün m asallarda yaşlı bir adam biçim in d e g ö­
rü lm e sıklığı rüyalardakiyle aynıd ır150. K ahram an ne zam an

150 Burada kullanılan masal malzemesi için Bayan H. von Roques ve Dr.
Marie-Louise von Franz’a minnettarım.

163
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

kendisini içinden ancak derin bir düşünce ya da şanslı bir fik­


rin—diğer bir deyişle ruhsal bir işlev yahut bir tür endopsişik
özdevinimin— kurtarabileceği umutsuz ve çaresiz bir duruma
düşse yaşlı adam hâsıl olur. Ancak iç ve dış sebepler yüzünden
kahraman bunu kendisi başaramaz; eksikliği ödünlem ek için
gereken bilgi kişileşmiş bir düşünce biçiminde yani bu bilge ve
yardımsever adam suretinde ortaya çıkar. Örneğin bir Estonya
masalında151 ineğinin kaçmasına izin veren ve bu yüzden kor­
kudan eve gidemeyen horlanmış küçük bir yetimin hikâyesi
anlatılır. Çocuk şansını denemek isteyerek kaçar. Haliyle ken­
dini görünürde hiçbir çıkış yolu olmayan umutsuz bir duruma
sokar. Yorgun ve bitap bir halde derin bir uykuya dalar. Uyan­
dığında

ağzının içinde sanki sıvı bir şey vardır ve önünde uzun, beyaz
sakallı, ufak tefek bir yaşlı adamın ayakta durduğunu, süt şi­
şesinin tıpasını değiştirdiğini görür. “Bana içecek bir şey ver”,
diye yalvarır çocuk. “Bugünlük yeterince içtin”, diye karşılık
verir yaşlı adam. “Yolumuz kesişmeseydi, bu kesinlikle son uy­
kun olurdu çünkü seni bulduğumda yarı ölüydün”. Yaşlı adam
çocuğa kim olduğunu ve nereye gitmek istediğini sorar. Çocuk
da ona hatırladığı kadarıyla önceki gece dayak yiyişine kadar
başına gelen her şeyi anlatır. “Yavrucuğum”, der adam, “Sen kol
kanat gerenleri ve sevenleri toprağın altında mezarlarında ya­
tan diğer çocuklardan daha zengin ya da yoksul değilsin. Artık
geri dönemezsin. Evden kaçtığın için dünyada kendine yeni
bir talih aramalısın. Benim ne bir evim, ne yuvam, ne karım,
ne de çocuğum olduğu için sana bakamam ancak sana bedava­
dan çok yararlı öğütler verebilirim”.

402 Şimdiye dek yaşlı adam çocuğun, masalın kahramanı­


nın kendisi için düşünebileceklerinden daha fazla bir şey söyle­

151 Finnische und estnische Volksm ärchen, No. 68, s. 208 [“Yetim bir Çocuğun
Talihi Beklenmedik Biçimde Nasıl Döndü”]. [Burada alıntılanan Alman­
ca bütün öykü derlemeleri, kaynakçada “Masallar” altında sıralanmıştır;
bkz. Öykülerin başlıkları parantez içinde verilmiş, ancak yayınlanmış ter­
cümelerinin yerine dair bir bilgi verilmemiştir -EDİTÖRLER.]

164
CARL GUSTAV JUNG

medi. Duygu stresine yol açtıktan ve böyle birden ortadan kay­


bolup kaçtıktan sonra en azından yiyeceğe ihtiyacı olduğunu
düşünmesi gerekirdi. Üstelik böyle bir anda kendi durumunu
da düşünmeliydi. Yakın geçmişe değin bütün yaşam öyküsü,
böyle durumlarda her zaman olduğu gibi aklından geçmiş ol­
malıydı. Bu tür bir hatırlama, insanın fiziksel ve ruhsal bütün
güçlerinin zorlandığı ve topladığı bu güçle geleceğin kapısını
açacağı kritik anda amacı bütün kişiliğin parçalarını bir araya
getirmek olan maksatlı bir süreçtir. Çocuğun bunu yapmasına
kimse yardım edemez, tamamen kendine güvenmek zorunda­
dır. Geri dönüş yoktur. Bu farkmdalık ona eylemleri için gerekli
kararlılığı verecektir. Yaşlı adam onu meseleyle yüzleşmeye zor­
layarak karar verme zahmetinden kurtarır. Aslında bizatihi bu
yaşlı adam, bilinçli düşüncenin henüz—ya da artık— mümkün
olmadığı zaman bilincin dışında psişik uzamda birden ortaya
çıkan ahlaki ve fiziki güçlerin maksatlı düşünmesi ve odaklan­
masıdır. Psişik güçlerin odaklanmasının ve geriliminin her za­
man sihirli gibi görünen bir yanı vardır: Çoğu zaman iradenin
bilinçli çabasından daha üstün, umulmadık bir dayanma gücü
geliştirirler. İnsan bu deneyselliği hipnozun yarattığı yapay
odaklanmada gözlemleyebilir: Sunumlarımda düzenli olarak
fiziksel açıdan zayıf bir histeriği derin bir hipnoz uykusuna so­
kar ve onu başı ve ayakları başka sandalyelerde olacak şekilde
sırtüstü, kaskatı yatırır, bir dakika kadar öylece kalmasını sağ­
lardım. Nabzı yavaş yavaş doksana çıkardı. Öğrencilerin arasın­
da genç, güçlü bir atlet aynı şeyi iradenin bilinçli bir çabasıyla
nafile taklit etmeye çalıştı. Nabzı yüz yirmiye fırlamış bir halde
(hipnozun) tam ortasında bayıldı.

403 Akıllı yaşlı adam çocuğu bu noktaya getirdiğinde, artık


yararlı öğütlerine başlayabilirdi yani artık durum umutsuz gö­
rünmüyordu. Çocuğa talihinin nişanesi olan yüce dağa varana
dek yedi yıl boyunca sürekli doğuya doğru yolculuğuna devam
etmesini öğütler. Dağın büyüklüğü ve uzunluğu, çocuğun ye­
tişkin kişiliğine göndermedir152. Gücün toplanması (kişinin)

152 Dağ, hac yolculuğu ve yükselişin amacını temsil eder; bu yüzden çoğu

165
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

kendine güvenini getirir ve bu yüzden başarının en iyi temina­


tıdır153. Bundan böyle hiçbir şeyin eksikliğini hissetmeyecektir.
“Kesemi ve şişemi al”, der yaşlı adam. “Her gün ihtiyacın olan
yiyecek ve içeceği onlarda bulacaksın”. Aynı zamanda ona, ne
zaman bir nehir geçmesi gerekse kayığa dönüşecek olan bir du-
lavratotu yaprağı verir.

404 Masallarda yaşlı adamlar özdüşünümü tetiklemek ve


ahlaki güçleri harekete geçirmek için çoğu zaman kim, neden,
nereden, nereye gibi sorular sorarlar154 ve yine çoğu zaman ge­
rekli sihirli tılsımı155, başarmak için beklenmedik ve inanılmaz
gücü verirler ki bu iyi ve kötüde benzer olan birleşmiş kişiliğin
tuhaflıklarından biridir. Hâlbuki yaşlı adamın müdahalesi—ar-
ketipin aniden nesnelleşmesi—bilinç kendi başına bu sıradışı
başarma gücünü edinecek kadar kişiliği birleştirmeye muktedir
olmadığından aynı derecede gerekli görünebilir. Bunun için sa­
dece masallarda değil genelde gerçek hayatta da, saf duygula­
nım tepkilerini bir içsel yüzleşme ve idrak zinciriyle denetleyen
arketipin nesnel müdahalesine ihtiyaç duyulur. Bunlar kim, ne­

zaman kendiliğin psikolojik anlamını taşır. Yi Çing (I Ching) bu amacı


şöyle tanımlar: “Tanıştırır kral onu/ Batı Dağıyla” (Wilhelm/Baynes’a ait
İngilizce çeviriden, 1967, s. 74— Hexagram 17. Sui, “Following”), kşz.
Honorius o f Autun (Expositio in Cantica canticorum , kol. 389): “Dağlar
peygamberlerdir”. Richard of St. Victor şöyle der: “Vis videre Christum
transfıguratum? Ascende in montem istum, diace cognoscere te ipsum”
(Başkalaşmış Isa’yı mı görmek istiyorsun? O dağa çık ve kendini bilmeyi
öğren). (B enjam in m inor, kol. 53-56.)
153 Bu konuda yoga fenomenolojisine dikkat çekmemiz gerekir.
154 Bunun sayısız örneği vardır: İspanyol ve P ortekiz M asalları, s. 158, 199
[“Beyaz Papağan” ve “Kraliçe Rose ya da Küçük Tom”]; Rus M asalları,
s. 149 [“Elleri Olmayan Kız”]; B alkan M asalları, s. 64 [“Çoban ve Üç Sa-
movila”]; İrandan M asallar, s. 150 vd. [“Windburg Hamamının Sırrı”];
İskandinav M asalları, I, s. 231 [“Kurtadam”].
155 Erkek kardeşlerini arayan kıza, onlara doğru yuvarlanan bir ip yumağı
verir (Fin ve Estonya M asalları, s. 260 [“Çekişen Kardeşler”]). Cennetin
krallığını arayan prense kendi kendine giden bir kayık verilir (G rim m Al­
m an M asalları, s. 381 vd. [“Demir Pabuçlar”]). Diğer hediyeler arasında
herkesi dans ettiren bir flüt vardır (B alkan M asalları, s. 173 [“On iki Kı­
rıntı”]), yolu bulan top, görünmezlik sopası (İskandinav M asalları, I, s. 97
[“On iki Çift Altın Pabuçlu Prenses”]), mucize köpekler (a.g.e., s. 287 [“Üç
Köpek”]) ve bir gizli bilgelik kitabı vardır (Çin M asalları, s. 258 [“Jang
Liang”]).

166
CARL GUSTAV JUNG

rede, nasıl, niçin sorularının açık açık ortaya çıkmasına sebep


olur ve bu bilgedeki doğrudan durum bilgisinin yanı sıra ama­
cı da beraberinde getirir. Sonuçta ortaya çıkan aydınlanma ve
ölümcül düğümün çözülmesinde çoğu zaman—psikoterapistin
pek yabancısı olmadığı— büyülü bir şey vardır.

405 Yaşlı adamın düşündürme eğilimi, insanları “uyuma”-


ya teşvik etme biçiminde de görülür. Nitekim kaybettiği erkek
kardeşlerini arayan kıza şöyle der: “Şimdi yat uyu: gün ola, hay­
rola156”. Başını derde sokan kahramanın umutsuz durumundan
çıkış yolunu da görür veya en azından ona yolculuğunda yar­
dımcı olacak bilgiler verir. Bunun için hâlihazırda hayvanlar­
dan, bilhassa kuşlardan yararlanır. Cennetin krallığını arayan
prense yaşlı keşiş şöyle der: “Üç yüz yıldır burada yaşıyorum
ama bu güne kadar kimse bana gelip de cennetin krallığını sor­
madı. Cevabı sana kendim söyleyemem. Yukarda, evin diğer bir
katında her türden kuş yaşar. Bunu sana ancak onlar söyleyebi­
lir157”. Yaşlı adam hangi yolların hedefe gittiğini bilir ve onları
kahramana gösterir158. Onu olası tehlikelere ilişkin uyararak bu
tehlikelerle nasıl başa çıkacağını anlatır. Örneğin gümüş su bul­
maya giden çocuğa, kuyuyu gözleri açık uyuyan, ayrıca gözleri
kapalıyken de görebilen bir aslanın koruduğunu söyler159 yahut
krala şifa olacak sihirli kuyuya giden delikanlıyı kuyudan suyu
hızlı hızlı çekmesi konusunda uyarır çünkü etrafta kuyuya ge­
len herkesi yakalayan gizlenmiş cadılar vardır160. Sevgilisi kur-
tadama dönüşen prensese ateş yakmasını ve üstüne bir kazan
katran koymasını söyler. Ardından prensesin kıymetli beyaz
zambağını bu kaynar kazana atması ve kurtadam geldiğinde
kazanı onun başından aşağı boşaltması gerekir; böylece büyü

156 Fin ve Estonya M asalları.


157 A lm an Grimtn M asalları. Bir Balkan masalında (B alkan m archen , [“Ç o­
ban ve Üç Samovila”]) yaşlı adama “bütün kuşların Çarı” derler. Bu m a­
salda bütün cevapları saksağan bilir. Kşz. Gustav Meyrink’in B eyaz D om i­
n ik li romanındaki gizemli “güvercin terbiyecisi”.
158 İrandan M asallar.
159 İspanyol ve P ortekiz M asalları, s. 158 [“Beyaz Papağan”].
160 A.g.e., s. 199 [“Kraliçe Rose ya da Küçük Tom”].

167
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

bozulacaktır161. Kimi zaman yaşlı adam, bir Kafkas masalındaki


gibi genç prense krallığı babasından miras alabilmesi için eşsiz
bir saray yapması gerektiğini söyleyen yaşlı adam gibi tenkit­
çidir. Prens kendine söyleneni yapar. Kimse sarayda bir kusur
bulamaz; ta ki yaşlı adam gelip şunları söyleyene dek: “Şüphesiz
çok iyi bir saray yapmışsın. Ama ne yazık ki ana duvarı biraz
yamuk!” Prens sarayı yıkıp yeniden yapar, ancak yaşlı adam
yine bir kusur bulur. Üçüncü defasında da aynı şey olur162.

406 Yaşlı adam bir yandan bilgi, tefekkür, içgörü, bilgelik,


zekâ ve sezgiyi, diğer yandan “ruhsal” karakterini yeterince ya­
lın yapan iyi niyet ve yardımseverlik gibi ahlaki nitelikleri tem­
sil eder. Arketip, bilinçdışının otonom bir içeriği olduğundan
genelde arketipleri somutlaştıran masal, yaşlı adamın tıpkı m o­
dern rüyalardaki gibi rüyalarda da peyda olmasına sebep olabi­
lir Bir Balkan masalında yaşlı adam, zor durumdaki kahramana
rüyasında görünür ve ona kendisine verilen zorlu görevleri ba­
şarabilmesi için akıl verir163. Yaşlı adamın bilinçdışıyla ilişkisi,
kendisine “Ormanın Kralı” denilen bir Rus masalında açık açık
ifade edilir. Köylü yorgun bir halde bir ağaç kütüğüne oturunca
birden ufak tefek, yaşlı bir adam peyda olur: “Yüzü gözü kırış
kırıştır ve dizlerine kadar uzanan yeşil bir sakalı vardır”. “Sen de
kimsin?”, diye sorar köylü. “Ben Ormanın Kralı Och”, diye ce­
vap verir cüce. Köylü, serseri oğlunu çalışması için bu adamın
yanma verir “ve Ormanın Kralı delikanlıyı yanına alıp gider
ve onu yerin altındaki diğer dünyaya, buradaki yeşil bir kulü­
beye getirir... Kulübenin içindeki her şey yeşildir: duvarlar ve
sandalyeler, Och’un karısı ve hatta çocukları yeşildir... ve onu
bekleyen minik sudan-kadınlar sedefotu kadar yeşildir”. Yiye­
cekler bile yeşildir. Ormanın Kralı burada, ormanda su perile­
rinin arasında hüküm süren bir bitki ya da ağaç ruhudur; suyla
da bağlantıları vardır ki bu onun açık bir biçimde bilinçdışıyla
olan ilişkisini gösterir çünkü bilinçdışı çoğu zaman ağaç ve su

161 İskandinav M asalları, cilt. I, s. 231 vd. [“Kurtadam”].


162 K afkas M asalları, s. 35 vd. [“Sahte ve Gerçek Bülbül”].
163 B alkan M asalları, s. 217 [“Dişi Şeytan ve Farth’ın Perisi”)].

168
CARL GUSTAV JUNG

sembolleriyle ifade edilir.

407 Yaşlı adam bir cüce suretinde ortaya çıktığı zaman,


bilinçdışıyla eşit bir biçimde bir bağlantısı vardır. Sevgilisini
arayan prenses masalıysa şöyle devam eder: “Gece oldu ve ka­
ranlık çöktü. Oysa prenses hâlâ aynı yerde oturup ağlıyordu.
Orada düşüncelere dalmışken kendisini selamlayan bir ses du­
yar: ‘İyi akşamlar güzel kız! Neden burada yapayalnız ve üzgün
oturuyorsun?’ Kız haliyle epey şaşırır ve hemen ayağa kalkar.
Etrafına bakındığında önünde başıyla onu selamlayan, nazik ve
yalın, küçücük, yaşlı bir adamın durduğunu farkeder”. Bir İsveç
masalında kralın kızına bir sepet elma götürmek isteyen köylü­
nün oğlu “es chlis isigs Manndli, das frogt-ne, was er do i dem
Chratte haig?” (ona sepetinin içinde ne olduğunu soran küçü­
cük bir demir adamla karşılaşır). Bir başka metinde “C ücenin
“es isigs Chlaidlia” (demirden elbisesi vardır). “İsig” sözcüğüyle
“eisig”den (buzlu) ziyade muhtemelen “eisern” (demir) kastedi­
liyor. Eğer birincisi doğru olsaydı, “es Chlaidli vo Is” (buzdan
elbise) olması gerekirdi164. Aslında küçük buzadamlar da, kü­
çük demiradamlar da vardır. Modern bir rüyada tıpkı prensesle
evlenmek isteyen köylü delikanlının masalındaki gibi kritik bir
noktada ortaya çıkan gerçekten küçük, kara bir demiradama
rastlamıştım.

408 Yaşlı bilgenin pek çok kez ortaya çıktığı modern bir
rüya serisinde bu yaşlı adam bir keresinde normal boyutlarda­
dır ve yüksek kayalıklı duvarlarla çevrili bir çukurun dibinde
belirir. Bir başka sefer de bir dağ başında, alçak taşlı bir böl­
menin içindeki küçücük bir figürdür. Aynı m otif Goethe’nin
bir şapkanın içinde yaşayan cüce prenses öyküsünde karşımıza
çıkar165. Bu bağlamda Zosimos’un rüyasındaki166 Anthroparion
yani küçük kurşun adamın yanı sıra madenlerde yaşayan metal
adamları, antikçağın usta parmak adamları, simyacıların cüce­

164 Grimm Kardeşlerce derlenen çocuk masalları cildinden, No. 84 (1912),


II, s. 84 vd. Metin fonetik hatalarla doludur.
165 Goethe, “Die neue Melusine” [“Yeni Melusine”].
166 Kşz. “Zosimos’un Rüyaları” par. 87 (III, i, 2-3).

169
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

leri ve minik gulyabaniler, iyilik perileri, küçük cinler vs. güru­


hundan da bahsedebiliriz. Bu tür kavramların ne denli “gerçek”
olduklarını ciddi bir dağ kazası vakasında anladım: Kazadan
sonra dağcılardan ikisi de aynı şeyi görmüşler. Güpegündüz
buzun yüzeyindeki erişilmez yarıktan güç bela sürünerek çıkan
ve buzuldan karşıya geçen iki küçük kukuletalı adam, her iki
dağcıyı da hayretler içinde bırakmış. Çoğu zaman bana bilinç-
dışının son derece küçüklerin dünyası olduğunu düşündüren
motiflerle karşılaştım. Bu düşünce rasyonalist bakış açısıyla bir
şeyin başın içine sığabilmesi için küçük olması gerektiği çıkar­
samasından hareketle bütün bu rüyalarda endoskopik şeylerle
uğraştığımıza dair muğlak duygudan kaynaklanıyor olabilir.
Hepsinin çok alakasız olduğunu söyleyemesem de, bu türden
“rasyonel” tahminleri desteklemeyen biriyimdir. Bir yandan
küçük şeylere, öte yandansa devasa şeylere—-devler vs.— duyu­
lan bu sevginin bilinçdışındaki uzamsal ve zamansal ilişkilerin
tuhaf muğlaklığıyla bağlantılı olması bana daha olası görünü­
yor167. İnsanın oran duygusu, rasyonel büyük ve küçük kavra­
mı kendine özgü bir biçimde antropomorfiktir ve hem fiziksel
fenomenler evreninde, hem de kolektif bilinçdışının bilhassa
insan kapasitesinin ötesindeki kısımlarında geçerliliğini yitirir.
Nefs [atman]” küçükten daha küçük ve büyükten daha büyük”,
“parmak kadar’flır ama “her yönden dünyayı çepeçevre sarar ve
on parmaklık uzayı yönetir”. Kaberioslara168 dair Goethe şunla­
rı söyler: “boyu küçük/gücü büyük”. Aynı şekilde, yaşlı bilgenin
arketipi oldukça küçük, neredeyse gözle görülmezdir ama çok
zor durumda kalan insanların görebileceği gibi kaderi değiş­
tiren bir potansiyele sahiptir. Arketipler, atom evreniyle pay­
laştıkları bu tuhaflığa sahiptir ki araştırmacı mikrofızik dünya­
sında derine indikçe, orada zincirlenmiş patlayıcı güçlerin ne
kadar yıkıcı olduğunu gözlerimizin önüne serer. En büyük etki­
lerin küçücük sebeplerden kaynaklandığı, yalnızca fizikte değil,
psikolojik araştırmalarda da açıkça ortaya konmuştur. Yaşamın

167 Bir Sibirya masalında (M archen aus Sibirien, no. 13 [“Taş Olan Adam”])
yaşlı adam göğe yükselen beyaz bir şekildir.
168 Hephaestus’un oğullları olan yeraltı tanrıları -çn.

170
CARL GUSTAV JUNG

kritik anlarında her şey çoğu zaman nasıl da ufacık görünen bir
şeye bağlıdır!

409 Bazı ilkel masallarda arketipimizin aydınlatıcı niteliği,


yaşlı adamın güneşle özdeşleştirilmesiyle ifade edilir. Berabe­
rinde balkabağım pişireceği bir meşale getirir. Onu yedikten
sonra insanlığın ateşi kendisinden çalmasına yol açan ateşi ya­
nında götürür169. Bir Kuzey Amerika Kızılderili masalında yaşlı
adam ateşin sahibi büyücü bir hekimdir170. Eski Ahitten ve Gül
Paskalyası mucizesinden bildiğimiz kadarıyla ruhun da ateşli
bir yanı vardır.

MERKÜR CİNİ
1. Kısım

I. Şişedeki Cin

239 Hermes’le ilgili sempozyuma yaptığım katkıda171 bu


farklı tonlardan oluşan kurnaz tanrının klasik dönemin çökü­
şüyle birlikte hiçbir şekilde ölmediğini, tam tersine yüzyıllardır,
hatta yakın zamana değin farklı kılıklarda yaşamaya ve insan
zihnini hilekâr sanatları ve şifa istidadıyla meşgul etmeye de­
vam ettiğini göstermeye çalışacağım. Çocuklara bugün hâlâ
Grimm Kardeşlerin tıpkı diğer bütün masallar gibi unutulmaz
olan ve dahası günümüze geldiği şekliyle Hermesçi gizemin
özünü ve derin anlamım içeren “Şişedeki Cin” masalı anlatı­
lıyor:

Bir zamanlar yoksul bir oduncu vardı. Okula göndermek


istediği bir tanecik oğlu vardı. Ancak oğluna çok az para vere­

169 Indianerm archen aus Sü dam erika (Güney A m erika’d an K ızılderili m asal­
ları), s. 285 [“Dünyanın Sonu ve Ateş Hırsızı”].
170 Indianerm archen aus N ordam erika (Kuzey A m erika’d an K ızılderili m asal­
ları), s. 74 [Manabos Öyküleri: “Ateş Hırsızı”].
171 Simyada Merkür kavramının sadece genel bir incelemesini veriyorum,
kesinlikle kapsamlı bir yorumunu vermiyorum. Alıntılanan betimleyici
materyal bu yüzden sadece örnek olarak alınmalıdır ve eksiksizlik gibi bir
iddiası yoktur.

171
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

bildiğinden daha sınav vakti gelmeden oğlanın parası bitmişti.


Bunun üzerine oğlu eve geri dönüp ormanda çalışan babasına
yardım etmeye başlamıştı. Bir gün öğle arası çalışma molasın­
da ormanda dolaşırken, çocuk kocaman yaşlı bir meşe ağacı­
na rastlar. Yerin altından bir ses duyar, “Beni dışarı çıkar, beni
dışarı çıkar!”. Ağacın dibini kazmaya başlar ve toprağın içinde
ağzı sımsıkı kapalı bir şişe bulur; ses bu şişeden gelmektedir.
Şişenin ağzını açar açmaz bir cin dışarı fırlar ve hemen ağa­
cın yarısı kadar büyük bir görünüme kavuşur. Cin korkunç bir
sesle bağırır: “Cezamı çektim ve intikamım alınacak! Ben yüce
ve güçlü Merkür ciniyim ve sen şimdi ödüllendirileceksin. Her
kim beni serbest bırakırsa, onu boğazlamalıyım”. Bunun üze­
rine çocuk korkar ve hemen bir hile düşünerek cine şöyle der:
“Önce senin şişeye kapatılan o cin olup olmadığından emin ol­
malıyım”. Bunu kanıtlamak isteyen cin şişeye geri döner. Çocuk
da anında şişenin kapağım kapar ve böylece cin tekrar şişeye
hapsolmuş olur. Bu kez cin eğer kendisini serbest bırakırsa ço­
cuğa onu cömertçe ödüllendireceğini söyler. Bunun üzerine
çocuk cini serbest bırakır. Cin de ona ödül olarak küçük bir
halı parçası verir ve şöyle der: “Bu halının bir yüzünü bir yara­
nın üstüne örtersen iyileşir; diğer yüzünü ise demir ya da çeli­
ğe sürtersen gümüşe döner”. Bunun üzerine çocuk halıyı kırık
baltasına sürter ve balta gümüşe döner. Çocuk baltayı dört yüz
akçeye satar. Böylece baba oğul bütün sıkıntılarından kurtulur­
lar. Çocuk okuluna geri döner ve sonra halısı sayesinde meşhur
bir hekim olur.

240 Şimdi bu masaldan hangi içgörüye ulaşabiliriz? Bildi­


ğiniz gibi masalları tıpkı rüyalar gibi hayal ürünü olarak ele
alabilir ve bilinçdışının kendisi hakkında hazırlıksız söylemleri
şeklinde tasavvur edebiliriz.

241 Nasıl ki çoğu rüyanın en başında rüya eyleminin sah­


nesine ilişkin bir bilgi veriliyorsa, masallar da sihirli şeylerin
gerçekleştiği mekân olarak ormanı böyle anlatır. Tıpkı derin
bir su ve deniz gibi karanlık ve gözün her yerini göremediği
orman, bilinmezin ve gizemlerin evidir. Bilinçdışı için uygun

172
CARL GUSTAV JUNG

bir eşanlamdır. Pek çok ağacın—ormanı oluşturan canlı un­


surların—arasında muazzam boyutuyla özellikle bir ağaç göze
çarpar. Ağaçlar, sudaki balıklar gibi bilinçdışının canlı içeriğini
temsil eder. Bu içeriğin arasında önemli bir parça “meşe ağa­
cı” olarak kişileştirilir. Ağaçlar kendilerine özgüdür. Bir ağaç
bu yüzden çoğu zaman bir kişilik sembolüdür172. Bavyeralı II.
Ludwig’in, bahçesindeki kimi muazzam ağaçları selamlayarak
onurlandırdığı söylenir. Yaşlı yüce meşe ağacı bilindiği gibi
ormanın kralıdır. Bu yüzden bilinçdışının içeriği arasında en
belirgin kişiliğe sahip merkezi bir figürü temsil eder. K endi­
liğin prototipi, bireyleşme sürecinin kaynağı ve amacının bir
sembolüdür. Bitki sembolizmi derin bir bilinçsizlik durumunu
imlediğinden meşe ağacı, kişiliğin sessiz bilinçdışı merkezini
simgeler. Bundan masal kahramanının deruni bir biçimde ken­
disinin bilincinde olmadığı sonucuna varılabilir. O, birtakım
simya incelemeleri örneklerinde rastladığımız “uyur”, “kör”
ya da “gözleri bağlılardan biridir173. Onlar, hâlâ kendilerinin
bilincinde olmayan, henüz gelecekleriyle, daha kapsamlı kişi­
likleriyle, “öz’leriyle bütünleşmemiş ya da mistiklerin dilinde
henüz “aydınlanmamış”, uyanmamış olanlardır. Kahramanımız
için bu yüzden ağaç büyük bir sırrı barındırır174.

242 Sır, ağacın tepesinde değil, köklerinde gizlidir175 ve o bir

172 Ağaçların kişileştirilmesiyle ilgili bkz. Frazer, The M agic Art, II, 9. bölüm.
Ağaçlar aynı zamanda ölülerin ruhlarının mekanıdır ya da yeni doğmuş
çocuğun hayatıyla bir tutulurlar (a.g.e., I, s. 184).
173 Kşz. M utus liber (Sessiz Kitap) adlı kitabın kapağında uyuyanı trompetle
uyandıran bir melek vardır, “Die Psychologie der Übertragung” [“Akta­
rım Psikolojisi”], (Görsel 11). Benzer şeye M ichelspacher’in Ç abala, spe-
culum artis et naturae adlı çalışmasında da rastlamak mümkün (Psycho­
logie und A lchem ie [Psikoloji ve Sim ya], Görsel 93). Ö n planda üzerinde
bir tapmağın olduğu bir dağın önünde gözleri bağlı bir adam durur. Biraz
daha arkadaysa bir başka adam dağın içindeki bir deliğe giren bir tilkinin
peşinden koşar. “Yardımsever hayvan” tapmağa giden yolu gösterir. Tilki
ya da tavşan rehberlik eden “hilebaz” Merkür’dür.
174 Ağaç sembolüyle ilgili daha fazla malzeme için bkz. aş. “Felsefe Ağacı”,
kısım II.
175 Bu m otif aynı anlamıyla Gnostikler tarafından kullanılmıştır. Kşz. Pek
çok adı olan, bingözlü “Tanrı Sözü” “Hepsinin kökünde gizlidir”. Hippol-
ytus, Elenchos, V, 9, 15.

173
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

kişilik olduğu ya da bir kişiliğe sahip olduğundan kişiliğin en çar­


pıcı emarelerini de—ses, konuşma ve bilinçli bir amaç— taşır ve
kahramandan kendisini özgürlüğüne kavuşturmasını ister. Ken­
di rızası olmaksızın yakalanmış ve orada ağacın kökleri arasında
toprağa hapsedilmiştir. Kökler inorganik evrene, mineral kral­
lığına uzanır. Psikolojik terminolojiyle bu, kendiliğin bedende,
daha doğrusu bedenin kimyasal unsurlarında köklerinin olduğu
anlamına gelir. Masalın bu çarpıcı cümlesi kendi içinde ne anlam
taşırsa taşısın, canlı bitkinin cansız toprakta kök salması muci­
zesinden daha tuhaf değildir. Simyacılar, Empedokles’in dört
köküne (rhizomata) karşılık gelen kendi dört elementlerini tarif
etmişler ve bunları simyanın en önemli ve merkezi sembolünün
parçasını, bireyleşme sürecinin amacını temsil eden felsefe taşı­
nın ( lapisphilosophorum) yapıtaşları olarak görmüşlerdi.
243 Köklerde gizli olan sır, şişeye hapsedilmiş bir cindir.
Doğal olarak ilk başta köklerin arasına gizlenmemiş, daha son­
ra köklere saklanacak olan bir şişeye hapsedilmişti. Muhteme­
len bir büyücü yani simyacı onu yakalamış ve oraya hapsetmiş­
ti. Daha sonra göreceğimiz gibi bu cin, ağacın özü, Merkür’ün
tanımlarından biri olan spiritus vegetativus [bitki ruhu] gibi bir
şeydir. Ağacın yaşam ilkesi gibi, ondan çıkarılan ruhsal bir öz­
dür ve principium individuationis [bireyleşme ilkesi] şeklinde
de tanımlanabilir. Böylece ağaç, kendiliğin gerçekleşmesinin
dışadönük ve görünür bir işareti haline gelir. Simyacıların da
benzer bir görüşe sahip oldukları anlaşılıyor. Nitekim “Aurelia
occulta’da şöyle der: “Filozoflar dünya cennetinin ortasında
duran ağacın merkezini tutkuyla arar dururlar176”. Aynı kayna­
ğa göre İsa’nın kendisi bu ağaçtır177. Ağaç benzetmesi şu söz­
leri söyleyen İskenderiyeli Eulogius’a (takriben M.Ö. 600) ka­
dar uzanır: “İşte Babadaki kök, Oğuldaki dal ve Kutsal Ruhtaki
meyve: zira üçündeki öz [ovaia] birdir178”. Merkür de trinus et
unus [üç parçalı ve tektir].

176 Theatrum chem icum , IV (1659), s. 500.


177 A.g.e., s. 478: “Cismani ve ruhani yaşam ağacı olan (İsa)”.
178 Krueger, D as D ogm a von d er D reieinigkeit und G ottm enschheit, s. 207.

174
CARL GUSTAV JUNG

244 Bunu psikolojik terimlerle açıklayacak olursak masal


bize merkürün özünün, bireyleşme ilkesinin (principium indi-
viduationis) doğal koşullar altında serbest bir biçimde gelişece­
ğini, ancak dışardan kasti müdahaleyle özgürlüğünün elinden
alınacağını ve kötü bir cin gibi ustalıkla hapsedilip uzaklaştırı­
lacağını söyler. (Sadece kötü cinlerin hapsedilmesi gerekir ve
bu cinin kötülüğü insan öldürme niyetiyle kendini belli eder.)
Masalın haklı olduğunu ve cinin gerçekten anlatıldığı kadar
kötücül olduğunu farzedersek, bireyleşme ilkesini hapseden Us­
tanın aslında iyi bir niyetinin olduğu sonucuna varmamız ge­
rekir. Ancak insanın bireyleşme ilkesini uzaklaştırma gücüne
sahip bu iyi niyetli Usta da kimdir? Böyle bir güç ancak ruhlar
âleminde ruhların hükümdarı olan birine verilir. Bireyleşme il­
kesinin bütün kötülüklerin kaynağı olduğu düşüncesine Scho-
penhauerde ve biraz da Budizmde rastlanır. Hıristiyanlıkta da
insan doğası asli günahla lekelenmiş ve bu lekeden İsa’nın ken­
dini kurban etmesiyle kurtulabilmiştir. İnsan “doğal” haliyle ne
iyi, ne de saftır ve eğer doğal bir şekilde gelişseydi, sonuç bir
hayvanınkinden çok da farklı olmayan bir ürün olurdu. Eğer
Usta doğal varlığın serbest gelişimine iyiyle kötü arasındaki
ayrımı ortaya koyarak ve kötülüğü men ederek müdahale et­
meseydi, katışıksız içgüdüsellik ve suçluluk duygusunu dert et­
meyen naif bilinçsizlik galip gelirdi. Suç olmadan ahlaki bilinç,
farklılıkların bilincinde olmadan vicdan olamayacağına göre
ruhların efendisinin tuhaf müdahalesinin bilincin her tür ge­
lişimi için kesinlikle gerekli ve bu açıdan iyi niyetli olduğunu
kabul etmemiz gerekir. Dini inançlarımıza göre bu Usta biza­
tihi Tanrıdır—ve simyacı, yaratı eserine benzer bir iş yapmaya
çalıştığı için bir bakıma Yaratıcıyla rekabet eder ve kendisinin
mikrokozmik eserini dünya yaratıcısının eserine benzetir179.

245 Masalımızda doğal kötülük “köklere yani yeryüzü­

179 “Dicta Belini”de Merkür şu sözleri söyler: “Bütün dünyanın kaynağı olan
ekmek benden yaratılmış ve dünya benim merhametimle oluşmuştur ve
eğer dünya sona ermiyorsa bu, Tanrının armağanı olduğu içindir “ (Dis-
tinctio X X V III, in Theatr. ehem ., V, 1660, s. 87).

175
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

ne diğer bir deyişle bedene sürgün edilir. Bu ifade, Hıristiyan


düşüncesinin daha incelikli doktrinel ayrımlarını dikkate al­
madan genel anlamda bedene utançla baktığına dair tarihsel
gerçekle örtüşür180. Çünkü doktrine göre genel anlamda kendi
başına (per se) ne beden, ne de doğa kötüdür: Tanrının eseri
ya da kendini ifşa ettiği asıl biçim gibi doğa da kötülükle öz­
deşleştirilemez. Aynı şekilde masaldaki kötü cinin yeryüzüne
hapsedilip istek üzerine serbest bırakılmasına müsaade edilir
ve aynı zamanda bu cin orada emniyetli ve özel bir kabın için­
de gizlenir ki böylece meşe ağacının tam altının dışında hiç­
bir yerde dikkati kendine çekemez. Şişe insan yapımı yapay bir
üründür ve bu yüzden amacı ruhu, çevredeki ortamdan ayır­
mak olan sürecin entelektüel erekselliğini ve yapaylığını imler.
Simyanın vas Hermeticum’u gibi “hermesçi” biçimde mühür­
lenmişti (yani Hermes’in işaretiyle mühürlenmişti)181; camdan
yapılması ve içinde dünyanın yaratıldığı kozmosu temsil etti­
ği için mümkün olduğunca yuvarlak olması gerekirdi182. Şef­
faf cam, sağlamlaştırılmış su ya da hava gibidir ki her ikisi de
ruhun eş anlamlılarıdır. Simyasal karşılığı bu yüzden eski bir
simya düşüncesine göre kozmosu çevreleyen anima mundi’ye
[dünyanın ruhu] tekabül eder. Heisterbach’lı Caesarius (XIII.
yüzyıl) ruhun cam bir küre biçiminde hâsıl olduğu bir görün­
tüden bahseder183. Benzer şekilde “ruhsal” ya da “ruhani” (aet-
hereus) felsefe taşı, çoğu zaman cennetsi Kudüs’ün altın camıyla
(aurum vitreum) bir tutulan (kimi zaman dövülgen (Malleabile)
olarak tanımlanan) değerli bir camdır ( Vitrum) (Vahiy 21:21).

246 Alman masalında şişeye hapsedilmiş cinin, Alman mil­


li tanrısı Wotan’la bir tutulan pagan tanrısı Merkür’ün adıyla
çağrıldığını vurgulamak gerek. Merkür’den bahsedilmesi, bir

180 Kşz. iustitiae originalis [asli dürüstlük] ve status naturae integrae [doğa­
nın aslında iyi olduğu] doktrinleri.
181 Kşz. Vahiy 20: 3: “ve onun üzerini mühürledi”.
182 “Beşincisi Ahenk ve Aşktan/ Eserinle yukardaki Kürenin arasından”. —
Norton’s “Ordinall o f Alchimy”, Theatrum chem icum Britannicum , 6. b ö ­
lüm, s. 92.
183 D ialogus m iraculorum , İng. çev. Scott ve Bland, I, s. 42, 236.

176
CARL GUSTAV JUNG

yandan simya öğretiminde kullanılan alegorik öykülerle, diğer


yandan da “büyülenmiş ruh” motifinin etrafında kümelenen
meşhur masallar grubuyla yakından bağlantılı olan masalın
simyasal bir halk efsanesi olduğunu gösterir. Nitekim masalı­
mız kötü cini, Hıristiyanlığın etkisi altında karanlık yer altına
hapsedilen ve ahlaki açıdan dışlanan bir pagan tanrısı olarak
yorumlar. Hermes bütün karanlık yandaşları ( Tenebriones), ce­
halet yanlıları ( Obscurantists) arasında meşhur gizemler şeyta­
nına, Wotan ise orman ve fırtına şeytanına dönüşür; Merkür ise
metal, metal adam (homunculus), ejderha (serpens mercurialis),
kükreyen azgın aslan, gece kuzgunu ( nycticorax) ve kara kartal
biçimine girer—bunların içinde son dördü şeytanla eşanlamlı­
dır. Aslında şişedeki cin diğer çoğu masaldaki şeytan gibi dav­
ranır: Adi metali altına dönüştürerek servet bahşeder ve tıpkı
şeytan gibi o da kandırılır.

II. Cinle Ağaç Arasındaki Bağlantı

247 Merkür ciniyle ilgili incelememize devam etmeden


önce önemsiz olmayan bir gerçeğe dikkat çekmek istiyorum.
Cinin hapsedildiği yer sıradan bir yer değil, çok önemli bir
yer—meşe ağacının yani ormanın kralının altı. Psikolojik te­
rimlerle söyleyecek olursak bu, tıpkı bireyleşme ilkesinde saklı
giz gibi kötü ruhun kendiliğin köklerine hapsedildiği anlamı­
na gelir. Ağaçla ya da kökleriyle özdeş değildir; oraya yapay
yollardan konmuştur. Masal bize kendiliği temsil eden meşe
ağacının şişedeki cinden büyüdüğünü düşündürecek bir sebep
vermez; meşenin daha ziyade bir sırrı saklamak için uygun bir
yer oluşturduğunu düşünebiliriz. Örneğin bir hazine tercihen
bir tür işaret noktasının yakınına gömülür ya da böyle bir işa­
ret sonradan konur. Cennet ağacı buna ve benzer masallara
bir prototip teşkil eder, o da kendisinden çıkan yılanın sesi ile
özdeş değildir184. Hâlbuki bu mitsel motiflerin ilkel insanlar

184 Lilith ya da Melusina biçimindeki Merkür, Ripley Scrowle’daki ağaçta kar­


şımıza çıkar. Bu bağlama “Aenigma Bononiense” denilen şeyin bilimsel
bir yorumu olarak ağaç perileri (hamadryad) de dâhildir, kşz. M ysterium
Coniunctionis, s. 68 vd.

177
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

arasında gözlemlenen birtakım psikolojik olgularla önemli bir


bağının olduğu unutulmamalıdır. Böyle bütün vakalarda ilkel
animizmle kayda değer bir benzerlik vardır: Birtakım ağaçlara
ruhlar can verir—insan karakteri diyebileceğimiz bir kişilikleri
vardır—ve insanlara emirler veren bir sese sahiptirler. Amaury
Talbot185 Nijeryadan benzer bir vakada yerli bir askerin bir oji
ağacının kendisine seslendiğini ve adamın apar topar kışladan
çıkıp ağaca koştuğunu aktarır. Adam çapraz sorguda ağacın is­
mini taşıyan herkesin ara sıra onun sesini duyduğunu iddia et­
mişti. Burada ses şüphesiz ağaçla özdeştir. Bu psişik fenomenler
aslında ağaçla şeytanın bir olduğunu ve ayrılmalarının daha üst
bir kültür ve bilinç düzeyine karşılık gelen ikinci bir fenomen
olduğunu akıllara getirir. Asıl fenomen ahlaki açıdan nötr bir
doğa tanrıçası, saf ve yalın bir harikadan ( tremendum) başka bir
şey değildir. Oysa ikinci fenomen insanı doğadan koparan ve
böylece daha yüksek, farklılaşmış bir bilincin varlığına tanıklık
eden bir ayrım edimini imler. Buna çok daha yüksek bir düze­
ye tanıklık eden üçüncü bir fenomen olarak sesin yasaklı bir
kötü ruh olduğunu haykıran ahlaki nitelik eklenir. Bu üçüncü
düzeye, rakibinden hâlâ kurtulamamış olsa da, en azından onu
hapsederek bir süreliğine zararsız hale getirmiş “daha yüce” ve
“iyi” bir Tanrı inancının damgasını vurduğu su götürmez bir
gerçektir (Vahiy 20: 1-3).

248 Mevcut bilinç düzeyinde ağaç cinlerinin varolduğunu


düşünemeyeceğimiz için ilkel insanın halüsinasyon gördüğü­
nü, kendisini ağaca yansıtan bilinçdışım duyduğunu düşünme­
ye zorlanırız. Eğer bu teori doğruysa—ve ben günümüzde bunu
diğer türlü nasıl formülleştirebileceğimizi bilmiyorum—ikinci
bir bilinç düzeyi nesne “ağaç”la ona yansıtılan bilinçdışı içeriği
arasındaki bir ayrımı etkilemiş, böylelikle bir aydınlanma edi­
mini başarmış demektir. Üçüncü düzey çok daha yükseğe çı­
kar ve “kötülük’ u nesneden ayrılmış olan psişik içeriğe atfeder.
Son olarak dördüncü bir düzey, günümüzde bilincimizin ulaş­
tığı düzey “ruh”un nesnel varlığını yadsıyarak ve ilkel insanın

185 In the Shadow o f the Bush, s. 31 vd.

178
CARL GUSTAV JUNG

bir şey duymadığını, sadece işitsel bir halüsinasyon yaşadığını


deklare ederek aydınlanmayı bir kademe ileriye taşır. Sonuç­
ta bütün fenomen—açık bir biçimde kötü ruhun var olmadığı
düşüncesinden istifade ederek buhar olup uçup gider ve komik
bir biçimde önemsizleşir. Öte yandan meselenin özüne inmesi
gereken beşinci bir düzey, mucize olarak başlayan şeyi anlamsız
bir kendini kandırmaya dönüştüren sihirbazlık numarasını—
sırf başladığı noktaya geri dönmek için—merak eder. Babası­
na ormanda altmış geyik gördüğüne dair bir hikâye uyduran
çocuk gibi soru sorar: “O halde ormandaki hışırtı da neydi?”
Beşinci düzey sonuçta bir şey olduğu kanaatindedir: Psişik
içerik ağaç ya da ağacın içindeki bir cin veya herhangi bir ruh
olmasa da, bilinçdışından fırlayan, eğer kişi psikeye herhangi
bir gerçeklik sunmaya kararlıysa varlığı yadsınamayan bir fe­
nomendir. Kişi bunu yapmazsa,—modern aklın pek inandırıcı
bulmadığı—Tanrının yoktan var ettiği (creatio ex nihilo) düşün­
cesine hepsi muhtemelen hayal edilemeyecek kadar tesadüfi
atom yığınlarından çıkmış buhar makinesi, otomobil, radyo ve
yeryüzündeki her bir kütüphaneyi dâhil etmek zorunda kalır.
Olmuş olabilecek tek şey Yaratıcının Yığışım [Conglomeratio]
şeklinde yeniden adlandırılmış olacağıdır.

249 Beşinci düzey bilinçdışının varolduğunu ve diğer varo­


lan şeyler gibi bir gerçekliğinin olduğunu varsayar. Ne kadar
itici olsa da, bu “ruhun” ve aynı zamanda “kötü” ruhun da bir
gerçekliği olduğu anlamına gelir. Dahası “iyi” ile “kötü” arasın­
daki ayrım birden artık modası geçmiş olmaktan çıkar, gayet
güncel ve gerekli bir hale gelir. Kritik nokta şu ki kötü ruhun
öznel bir psişik tecrübe olduğu kanıtlanamadığı sürece ağaçla­
rın ve hatta diğer makul nesnelerin bile bir kez daha ciddi bir
biçimde onun meskeni sayılması gerekirdi.

III. M erkür’ü Azadetm e Sorunu


250 Bilincin paradoksal gerçekliğine şimdilik daha fazla
devam etmeyip şişedeki cin masalına geri döneceğiz. Gördü­
ğümüz gibi Merkür cini “aldatılmış şeytan”la birtakım ben­

179
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

zerlikler taşır. Hâlbuki bu yalnızca yüzeysel bir analojidir


çünkü şeytanın yetilerinin aksine Merkür altını at dışkısına
dönüşmez, iyi metal olarak kalır; sihirli halıysa sabah olunca
küle dönüşmez, şifai gücünü muhafaza eder. Çalmak istediği
ruhtan hileyle çıkarılamaz da Merkür. Ancak kendi mizacıyla
kandırılabilir; çocuğun onu kötü mizacını iyileştirmek ve uy­
sallaştırmak için tekrar şişeye sokmayı başardığı söylenebilir.
Merkür kibarlaşır, delikanlıya faydalı bir fidye verir ve böylece
özgürlüğüne kavuşur. Sonrasında talebenin talihinin dönüşünü
ve nasıl mucizeler yaratan bir hekim olduğunu öğreniriz an­
cak—tuhaf bir biçimde—azat edilen ruhun ne yaptığına dair
bir şey anlatılmaz, gerçi bu Merkür’ün çok yönlü çağrışımla­
rıyla aklımızı karıştırdığı anlamlar ağı ışığında enteresan ola­
bilirdi. Oysa bu pagan tanrısı, Hermes-Merkür-Wotan tekrar
serbest bırakılınca ne olur? Bir büyücüler tanrısı, Spiritus vege-
tativus [bitki ruhu], ve fırtına şeytanı olarak bir daha kolay ko­
lay esarete dönmez ve masalda esaretin onun doğasını sonunda
mükemmel ötesine dönüştürdüğünü düşünmemizi gerektiren
bir sebep yoktur. Hermes kuşu cam kafesten kaçmış ve sonun­
da tecrübeli simyacının ne pahasına olursa olsun engellemek
istediği şey gerçekleşmiştir. Bu yüzden şişenin ağzını her daim
sihirli işaretlerle mühürlemiş ve “içindeki kaçamasın” diye onu
çok uzun zaman kısık ateşte tutmuştur. Zira kaçarsa bütün me­
şakkatli eser boşa gider ve baştan başlaması gerekir. Kendisine
Cennetin Krallığından yalnızca bir kez uygulanması gereken
eser olarak bahsedilen, kendini yenileyen bir şey şeklinde bir
parça ihsan edilen kahramanımız bir Pazar çocuğudur ve muh­
temelen ruhsal açıdan fakirdir186. Oysa sihirli halıyı kaybeder­
se, onu bir daha asla kendi başına geri getiremez. Sanki Usta­
nın biri Merkür cinini yakalamayı başarmış ve onu bir hazine
gibi—belki daha sonra kullanmak üzere—güvenli bir yere sak­
lamıştır. Vahşi Merkür’ü kendisine Mephisto gibi itaatkâr bir
“hizmetkâr” olarak hizmet etmek üzere ehlileştireceğini tasar­

186 “Ona bir kerede son vereceği için / Tekrar başlamak zorunda kal­
mamalıdır”. —Norton’s “Ordinall o f Alchimy”, Theatr. ehem . Brit., 4. bö­
lüm, s. 48.

180
CARL GUSTAV JUNG

lamış bile olabilir—bu tür düşünce silsileleri simyaya yabancı


değildir. Belki de meşe ağacına geri dönüp kuşunun kaçtığını
anladığında üzülerek şaşırmıştır. Her halükarda şişeyi kaderine
terketmemek daha iyi olurdu.

251 Ne olursa olsun çocuğun—kendi işine yarayan—davra­


nışının simyasal açıdan yanlış sayılması gerekir. Merkür’ü azat
ederek bilinmeyen bir Ustanın meşru haklarına tecavüz etme­
sinin dışında çocuk bu tekinsiz ruhun dünyaya salındığında
neler olabileceğinden tamamen bihaberdir. Simyanın altın çağı
XVI. yüzyıl ve XVII. yüzyılın ilk yarısıdır. O çağda gerçekten
bir fırtına kuşu, iblislerin hapishane olarak hissetmiş olacakları
ruhani bir kaptan kaçmıştır. Söylediğim gibi bütün simyacılar
Merkür’ün kaçmasına izin verilmesine karşıydılar. Onu dönüş­
türebilmeleri için şişede tutmaları gerekiyordu: Çünkü kurşu­
nun (bir başka gizemli madde) Petasios gibi “onu araştırmak
isteyen herkesi cehaletle delirtecek kadar çileden çıkarılmış ve
arsız olduğuna” inanıyorlardı187. Aynı şey yakalandığı her sefer­
de kurtulan ele avuca sığmaz—simyacıları umutsuzluğa sürük­
leyen hilebaz—Merkür için söylenir188.

X. Özet
284 Merkür’ün çeşitli yönleri şöyle özetlenebilir:
1. M erkür, tam am ı hayal edilebilir karşıtlardan olu­
şur. Bu yüzden gayet açık bir biçim de bir ikiliktir ancak
yine de sayısız içsel çelişkilerinin çarpıcı bir biçim de eşit
sayıda birbirinden farklı ve alenen bağım sız figürlere ayrı­
labilm esine rağm en bir birlik olarak isim lendirilir.

2. Hem m addi, hem de ruhanidir.

3. Aşağı ve m addi olanın yüksek ve ruhani olana,


yüksek ve ruhani olanın da aşağı ve maddi olana dönüş­

187 Olympiodorus in Berthelot, Alchimistes grecs, II, iv, 43.


188 Kşz. “Dialogus Mercurii alchymistae et naturae” adlı eğlenceli metin,
Theatr. ehem ., IV (1659), s. 449 vd.

181
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

tüğü süreçtir.

4. Şeytan, kurtarıcı bir ruh rehberi, ele avuca sığmaz


bir hilebaz ve Tanrının fiziksel doğaya yansımasıdır.

5. Aynı zamanda zanaatkârın opus alchymicum [sim-


yasal yapıt] ile kesişen m istik tecrübesinin yansımasıdır.
6 . Bu itibarla bir yandan kendiliği, diğer yandan b i­
reyleşme sürecini ve isim lerinin sınırsız sayısından ötürü
aynı zam anda kolektif bilinçdışım tem sil eder189.

285 Elbette altın yapımı, aynı zamanda bilumum kimyasal


araştırma simyayı fazlasıyla ilgilendirirdi. Ancak daha büyük,
tutkulu—pek de “araştırma” denemeyecek—bir ilginin daha
ziyade bilinçdışı deneyiminde yattığı anlaşılıyor. Simyanın
bu yanının—[iVOTiKâ—uzun zamandır yanlış anlaşılıyor olu­
şu, kişilerüstü bilinçdışı bir yana, kolektif bilinçdışı, psikoloji
hakkında bir şey bilinmemesinden kaynaklanıyor. Psişik ger­
çekliğe dair bir şey bilinmediği sürece bu, şayet ortaya çıkarsa
yansıtılacaktır. Dolayısıyla psişik yasa ve düzene dair ilk bilgiler
yıldızlarda bulunmuş ve daha sonra yansıtmalarla bilinmeyen
maddelere kadar genişletilmişti. Deneyimin bu iki evreni bilim
dallarına ayrılmıştı: Astroloji astronomiye, simya ise kimyaya
dönüşmüştü. Diğer yandan zamanın astronomik bakımdan
belirlenmesi ve karakteri arasındaki tuhaf bağlantı, ancak çok
yakın zamanda ampirik bir bilime yaklaşan bir şeye dönüşmeye
başlamıştır. Gerçekten önemli psişik gerçekler ne ölçülüp tartı-
labilir, ne de bir deney tüpünün içinde yahut mikroskop altında
görülebilir. Bu yüzden de kestirilemezler; diğer bir deyişle tıpkı
renklerin körlere değil, görebilenlere gösterilmesi gerektiği gibi
psişik gerçeklerin de onlara yönelik sezgileri olan insanlara bı­
rakılmaları gerekir.

286 Simyada bulunan yansımalar deposuysa daha az bilinir


ve bunu daha yakından araştırmayı aşırı zorlaştıran bir başka
engel vardır. Çünkü karakterin, olumsuz olduğu takdirde kom­

189 Dolayısıyla Merkür m are nostrum [bizim deniz] olarak adlandırılır.

182
CARL GUSTAV JUNG

şusuna eğlenceli gelse bile birey için fazlasıyla nahoş olan ast­
rolojik bileşenlerinin aksine simyasal yansımalar, en yüce ras­
yonel inanç ve değerlerimize acı verici bir tezat—ya da daha
ziyade ödünleyici bir ilişki—teşkil eden kolektif içeriği temsil
ederler. Aklın dokunmadan bıraktığı nihai sorulara doğal psi-
kenin tuhaf yanıtlarını verirler. Bütün ilerlemenin ve bizi üzücü
mevcut zamandan kurtaracak bir gelecek inancının aksine il­
kel bir şeylere, kalpten inanılan dünyamızı değişen bir görüntü
oyununa benzeten maddenin açık bir biçimde umutsuzca sabit,
sonsuz salınmama işaret ederler. Bize etkin, arzulu yaşamımızın
kurtarıcı amacı olarak inorganik olanın—taş—bir sembolünü,
yaşamayan, sadece var olan ya da “olan” bir şeyi, karşıtların
sınırsız ve akıl sır ermez bir oyununun edilgen öznesini gös­
terirler. “Can”, rasyonel aklın o bedensiz soyutlaması ve “ruh”,
kupkuru felsefe diyalektiğinin o iki boyutlu metaforu simyasal
yansımada somut, soluk bedenler gibi neredeyse fiziksel, plas­
tik bir biçimde ortaya çıkar ve rasyonel bilincimizin tamam­
layıcı parçaları olma işlevini üstlenmeyi reddeder. Ruhsuz bir
psikoloji umudu insanı hiçbir yere götürmez ve bilinçdışının
daha yeni keşfedildiği yanılgısı ortadan kaybolur: İtiraf etmek
gerekirse (bilinçdışı) biraz tuhaf bir biçimde yaklaşık iki bin yıl­
dır bilinmektedir. Öyleyse kendimizi kandırmayalım: Nasıl ki
karakterin parçalarını zamanın astronomik belirleyicilerinden
ayıramazsak, hükmedilmez ve ele avuca sığmaz Merkür’ü de
maddenin otonomisinden ayıramayız. Yansıtma-taşıyıcısından
bir şeyler her daim yansımaya yapışır ve biz onu bilincimize,
psişik olarak bildiğimiz kısma bir noktaya kadar entegre etmeyi
başarsak bile onunla birlikte kozmosa ve onun maddilliğine ait
bir şeyi de entegre edeceğiz ya da kozmos bizden sonsuz bir bi­
çimde büyük olduğundan daha ziyade onun inorganik tarafın­
dan özümsenmiş olacağız. “Kendinizi canlı felsefe taşlarına dö­
nüştürün!” diye bağırırdı bir simyacı, ancak taşın nasıl sonsuz
bir biçimde yavaş bir şekilde “oluştuğunu” bilmezdi. Simyanın
yansımalarından çıkan “doğal ışık”ı düşünen herkes elbette ese­
rin istediği “sonsuz meditasyonun yoruculuğundan bahseden

183
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

Ustaya katılacaktır. Bu yansımalarda “nesnel” bir ruhun feno-


menolojisiyle, en uygun sembolü madde olan psişik deneyimin
gerçek bir matrisiyle karşılaşırız. İnsan, hiçbir yerde ve hiçbir
zaman maddenin davranışını gözlemlemeden ve kanunlarına
dikkat etmeden onu kontrol altına alamamıştır; ancak bunu
yaptığı sürece onu kontrol edebilmiştir. Aynı şey, bugün bi-
linçdışı dediğimiz o nesnel ruh için geçerlidir: o da madde gibi
dayanıklıdır, ele avuca sığmaz ve gizemlidir, fazla insandışı ya
da insanüstü olduğu için bize erimen laesae majestatis humanae
[krala karşı işlenen ihanet suçu] gibi görünen kanunlara uyar.
İnsan esere (opus) el uzatırsa, simyacının dediği gibi Tanrının
yaratısını tekrarlar. Oluşmamış olanla, Tiamat’ın 190 kaosuyla
mücadele aslında ilkel bir tecrübedir.

287 Psike, doğrudan deneyimlendiğinde canlandırdığı ve


onunla bir olduğu anlaşılan “canlı” maddede karşımıza çıktığı
için Merkür’e argentum vivum [yaşayan gümüş] denir. Bilinç­
li ayrım ya da bilincin kendisi, masal terimleriyle konuşacak
olursak sanki cini şişeden çıkarır gibi bedeni ruhtan ayıran ve
Merkür cinini cıvadan [hydrargyrum\ koparan o çok önemli
müdahaleyi etkiler. Hâlbuki ruh ve beden, yapay ayrıma rağ­
men yaşamın gizeminde, şişeye hapsedilse de tıpkı cevheri ve
yaşayan özü gibi ağacın köklerinde bulunan Merkür cininde
birleşir. (Merkür), Upanişadların dilinde ağacın kişisel nefsidir
[atman]. Şişede hapsedilmiş (Merkür), bene ve Hindu düşün­
cesine göre bireysel varlığı aydınlanmaya ulaştıran bireyleşme
ilkesine tekabül eder. Tutsaklıktan kurtulan Merkür, insanüstü
ruhun karakterine bürünür. Yaratılmış bütün şeylerin canlan­
dırıcı ilkesi, hiranyagarbha (altın tohum)191, filius macrocosmi
[:makrokozmosun oğlu] tarafından temsil edilen kişilerüstü
kendilik, bilgelerin tek taşı haline gelir. “Rosinus ad Sarratan-
tam”, “Malus Philosophus’ un 192 lapisin bilinçle olan psikolojik

190 Babil mitolojisinde kaos tanrıçası -çn.


191 Kşz. Maitrayana-Brahmana Upanishad, V, 8 (Doğunun Kutsal Kitapları,
cilt: 15, s. 311). Vedanta-Sutras’ta spiritus vegetativus [bitki ruhu] ve ko­
lektif ruh olarak ortaya çıkar (a.g.e., cilt. 34, s. 173; cilt: 48, s. 578).
192 Rosinus incelemesi (Zosimos) muhtemelen Arapça kökenlidir. “Malus”,

184
CARL GUSTAV JUNG

ilişkisini formüle dökmeye çalışan bir sözünü alıntılar: “İtaat


söz konusu olunca, bu taş senin altında; hâkimiyet söz konusu
olunca, senin üstünde; bilgi söz konusu olunca senden gelen
(bir şey); eşitliğe gelinceyse aşağı yukarı senin ayarındadır”193.
Kendiliğe uygulandığında, bu şu anlama gelir: “Kendilik sana
tâbidir, ancak diğer yandansa seni yönetir. Senin çabalarına
ve bilgine bağlıdır ama seni aşar ve benzer düşüncelere sahip
herkesi kucaklar”. Bu, kendiliğin kolektif doğasını imler çünkü
kendilik kişiliğin bütünlüğünü temsil eder. Tanım olarak bü­
tünlük, deneyim tarafından her yerde özdeş olduğu gösterilen
kolektif bilinçdışım içerir.

288 Yoksul talebenin şişedeki cinle karşılaşması, kör ve he­


nüz uykudan uyanmamış insanın ruhani yolculuğunu betimler.
Aynı motif, yaşamağacına tırmanan çoban masalının temelini
ve aynı zamanda simya temasını oluşturur. Çünkü imlediği
şey kendini bilinçdışında hazırlayıp yavaş yavaş bilince giren
bireyleşme sürecidir. Bunun en yaygın simyasal sembolü ağaç,
cennetteki iyiyle kötüyü bilme ağacına uzanan arbor philosophi-
ca’dır [felsefe ağacıdır]. Burada (kişiyi) masalımızdaki gibi şey­
tani bir yılan, kötücül bir ruh kışkırtır ve bilgiye ikna eder. Kı­
saca İncil geleneğine göre Merkür cininin karanlık tarafla pek
çok bağlantısının olması şaşırtıcı değildir. Suretlerinden biri de
felsefe ağacında yaşayan dişi şeytan-yılan, Lilith ya da Melusi-
nadır. Aynı zamanda Kutsal Ruha benzemekle kalmaz, simya­
ya göre onunla özdeştir de. Ruh arketipinin muğlaklığına dair
her şeyi öğrendikten sonra bu korkunç çelişkiyi kabul etmekten
başka çaremiz yok. Muğlak Merkür’ümüz kuralı onaylamakla
kalır. Her halükarda çelişki, Yaratıcının huzurlu, masum cenne­
tini, aynı ağaca tıpkı yasak elmalar gibi “kazara” konmuş apaçık
tehlikeli bir ağaç-yılanmın varlığıyla canlandırmaya ilişkin tu­
haf tasımından daha kötü değildir.

“Magus’ un bir bozması olabilir. İbnünnedim’im Fihrist’i (M.S. 987) Ri-


mas’ın (Zosimos) yazdıklarıyla birlikte Magus’un biri “Bilge Magus’un
Sanat Üzerine Kitabı” başlığını taşıyan iki eserine yer verir (Ruska, Turba,
s. 272).
193 Art. aurip, I, s. 310.

185
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

289 Hem masalların, hem de simyanın Merkür’ü ekseriya


nahoş bir biçimde resmettiklerini kabul etmek gerekir ki bu çok
daha şaşırtıcıdır çünkü (Merkür’ün) olumlu yönü onu sadece
Kutsal Ruhla değil, aynı zamanda felsefe taşı ( lapis) suretinde
İsa’yla, hatta bir üçlü olarak Teslisle ilişkilendirir. Simyacıları
Merkür’ün karanlık ve şeytani yanına dikkat çekmeye yönel­
ten şey sanki tam da bu ilişkiler gibi görünüyor ve bu, (sim­
yacıların) lacivert taşıyla gerçekten İsa’yı kastettikleri varsayı­
mının şiddetle karşısındadır. Eğer kastettikleri şey bu olsaydı,
İsa’yı neden felsefe taşı diye yeniden adlandırsınlardı? Felsefe
taşı olsa olsa İsa analojisinin fiziksel dünyadaki bir muadili­
dir. Sembolizmi, onun özünü oluşturan Merkür gibi psikolojik
açıdan ifade edecek olursak o da İsa’nın sembolik figürü gibi
kendiliğe işaret eder194. İsa sembolünün saflığı ve birliğiyle kı­
yaslandığında Merkür-felsefe taşı muğlak, paradoksal ve tama­
mıyla pagandır. Bu yüzden psikenin, kesinlikle Hıristiyanlık ta­
rafından şekillendirilmemiş ve hiçbir şekilde “İsa” sembolüyle
ifade edilemeyecek bir parçasını temsil eder. Aksine gördüğü­
müz gibi pek çok yönden zaman zaman ışığın meleği kisvesi­
ne bürünen şeytana işaret eder. Felsefe taşı kendiliğin ayrıksı,
doğaya bağımlı ve Hıristiyan maneviyatıyla kavgalı bir yönünü
oluşturur. Hıristiyan modelinden ayıklanmış her şeyi temsil
eder. Ancak bunlar canlı gerçekliğe sahip olduklarından kendi­
lerini karanlık Hermes sembollerinin dışında ifade edemezler.
Merkür’ün paradoksal doğası, kendiliğin önemli bir yanını—
yani onun özünde bir zıtlıklar bileşeni [complexio oppositorum]
olduğu ve herhangi bir bütünlük temsil edecekse bundan başka
bir şey olamayacağı gerçeğini— yansıtır. Yeryüzü tanrısı [deus
terrestris] olarak Merkür’ün, psikolojik kendiliğin önemli bir
unsuru olan gizli tanrıdan [deus absconditus] bir parçası vardır
ve kendilik (su götürmez ve kanıtlanamaz inanç dışında) bir
Tanrı-imgesinden ayrılamaz. Felsefe taşının karşıtlıkları kucak­
layan bir sembol olduğunu vurgulamış olsam da, kendiliğin —

194 [Kşz. A ion, “Christus, ein Symbol des Selbst” <“tsa, Bir Kendilik Sembo­
lü’^ -EDİTÖRLER.]

186
CARL GUSTAV JUNG

tabiri caizse—daha bütüncül bir sembolü olduğunun düşünül­


memesi gerekir. Bu kesinlikle çok yanlış olurdu çünkü aslında
o, şekli ve içeriği büyük ölçüde bilinçdışı tarafından belirlenmiş
bir imgedir. Bu yüzden metinlerde hiçbir zaman bitmiş ve son
şekli verilmiş halde bulunmaz; gizemli maddelere, Merkür’e,
dönüşüm sürecine ve nihai ürüne yapılan dağınık atıfları birleş­
tirmek zorundayız. Felsefe taşı öyle ya da böyle neredeyse her
zaman inceleme konusu olsa da, onun asıl şekline ilişkin bir gö­
rüş birliği yoktur. Hemen hemen her yazarın kendine özgü ale­
gorileri, eşanlamlı sözcükleri ve metaforları vardır. Bu da taşın
her ne kadar genel bir deney nesnesi olsa bile, çok daha büyük
ölçüde öznellik sınırını ancak zaman zaman geçmiş ve muğlak
felsefe taşı kavramını doğurmuş bilinçdışının su yüzüne çıkmış
bir uzantısı olduğunu ortaya koyar.

290 Bu figürün karşısında az çok gizli doktrinlerin şafağına


saklanmış, hatları keskin bir biçimde dogma tarafından çizil­
miş olan Yüce İsa ve Dünyanın Kurtarıcısı [Salvator Mundi],
önünde küçük yıldızların sönük kaldığı Yeni Güneş İsa [Christ
Sol Novus] durur. O, teslis biçimindeki bilincin gün ışığının te­
yididir. İsa figürü öylesine açık ve belirgindir ki, ondan farklı
olan her şey sadece aşağı değil, aynı zamanda sapkın ve alçak
görünmelidir. Bu, İsa’nın kendi öğretisinin değil, daha ziyade
ona öğretilenin ve özellikle dogmanın onun figürüne bahşet­
tiği billur saflığın sonucudur. Sonuç olarak İsa’yla şeytan yahut
düşmüş melek Deccal arasındaki karşıtların gerilimi, Yaratılışla
başlayan bütün Hıristiyanlık tarihi boyunca hiç olmadığı ka­
dar artmıştır. Eyüp peygamber zamanında Şeytan hâlâ Tanrı­
nın çocukları arasındadır. Eyüp suresi 6 . ayette şöyle der: “Bir
gün ilahi varlıklar Rabbin huzuruna çıkmak için geldiklerinde,
Şeytan da onlarla geldi”. İlahi varlıkların bir araya gelişinin bu
tablosu, ne Yeni Ahitteki “Çekil Şeytan” ayetine (Matta 4:10),
ne de bin yıl için yeraltına zincirlenen ejderhaya dair bir ipucu
vermez (Vahiy 20:2). Bir taraftaki ışık bolluğu sanki diğer yan­
da kapkara bir karanlığı doğurmuştu. Kara maddenin alışılma­
dık büyük yayılımının günahsız bir varlığı neredeyse imkânsız

187
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

hale getirdiği de görülebilir. Böyle bir varlığa duyulan sevgi


dolu inanç, kişinin kendi kara pis evini temizlemesini gerek­
tirir. Ancak pisliğin bir yere boşaltılması icap eder ve nereye
boşaltılırsa boşaltılsın, olası dünyaların en iyisini bile pis bir
kokuya boğacaktır.

291 İlkel dünyanın dengesi bozulmuştur. Söylediğim şey


eleştiri maksatlı değil, çünkü sadece acımasız mantığa değil, bu
gelişimin yararlılığına da derinden inandım. Karşıtların em-
patik ayrışması, daha sert ayrımla eşanlamlıdır ve bu bilincin
herhangi bir şekilde genişlemesi ya da yükselmesi için olmazsa
olmaz bir şeydir. Bilincin ilerleyen farklılaşması, insan biyolo­
jisinin en önemli görevidir ve bu yüzden en büyük ödülleri—
büyük ölçüde artan hayatta kalma şansı ve güç teknolojisinin
gelişimi—alır. Filogenetik bakış açısından bilincin etkileri, ci­
ğerlerin nefes almasının ve sıcak-kanlılığın etkileri gibi geniş
kapsamlıdır. Hâlbuki bilincin açıklığı haliyle bilinçlenmeye
daha az muktedir psikenin loş unsurlarının kararmasını gerek­
tirir; böylece er ya da geç psişik sistemde bir bölünme oluşur.
Böyle tanınmadığı için yansıtılır ve ışığın güçleriyle karanlığın
güçleri arasındaki metafıziksel bir bölünme şeklinde ortaya çı­
kar. Bu yansımanın olasılığı, ışığın ve karanlığın gerçek şeytan­
larının sayısız arkaik kalıntılarının varlığı tarafından her çağda
garanti altına alınır. Bu yüzden Hıristiyanlıktaki karşıtların ge­
rilimi hâlâ belirsiz bir ölçüde, her ne kadar ikisi aynı şey olma­
sa da, antik İrandaki ikilikten kaynaklanır.

292 Hıristiyan gelişiminin ahlaki sonuçlarının antik İsrail


dini yasalarıyla karşılaştırıldığında çok önemli bir gelişmeyi
temsil ettiğine şüphe yoktur. Sinoptik İncillerin Hıristiyanlığı,
Yahudiliğin içindeki konularla uzlaşmaktan biraz daha fazlası­
na işaret eder ki bu Hindu çoktanrıcılığının içindeki çok daha
eski Budist reformasyonuyla kıyaslanabilir. Psikolojik açıdan
her iki reformasyon da bilincin muazzam güçlenmesiyle so­
nuçlanır. Bu özellikle Sakyamuni’nin kullandığı doğurtma yön­
teminde açıkça görülebilir. Oysa İsa’nın sözleri, bu türün en
açık formülasyonunu, İsa’nın Bezae kodeksindeki sözlerini uy­

188
CARL GUSTAV JUNG

durma deyip geçsek bile aynı eğilimi gösterirler: “Ne mutlu ne


yaptığını bilene! Ne yaptığını bilmeyeninse vay haline; o, yasa­
yı çiğneyendir!” (Luka 6:4). Sonuçta dürüst olmayan kâhyanın
meseli (Luka 16), tam da olması gereken yerde, Apokrifada195
yerini almamıştır.

293 Metafiziksel dünyadaki çatlak yavaş yavaş bilince insan


ruhundaki bölünme olarak yükselmiştir ve aydınlıkla karanlık
arasındaki mücadele içerdeki savaş alanına yönelir. Sahne de­
ğişimi tamamen aşikâr değildir çünkü Aziz Loyolalı Ignatius
gözlerimizi çelişkiye açmayı ve bunu en güçlü ruhani alıştırma­
lar aracılığıyla duygularımıza aşılamayı gerekli görmüştü196. Bu
çabaların açık nedenlerden dolayı yalnızca sınırlı bir uygulama
alanı vardı. Ve bu yüzden belki garip ama XIX. yüzyıl sonunda
bilincin tıkanan gerçekleşme sürecine müdahale etmeye ve tek­
rar açmaya zorlananlar tıp hekimleriydi. Soruna herhangi bir
dini amaç gütmeksizin bilimsel açıdan yaklaşmış olan Freud,
olası aydın bir iyimserliğin saklamaya çalıştığı insan doğasının
dipsiz karanlığını ortaya çıkarmıştır. O zamandan beri psikote­
rapi, karanlığın benim gölge dediğim uçsuz bucaksız alanını bı­
kıp usanmadan bir şekilde araştırmıştır. Modern bilimin bu te­
şebbüsü sadece birkaçının gözlerini açmıştı. Oysa zamanımızın
tarihi olayları insanın psişik gerçekliğinin resmini kan ve ateşin
silinmez renkleriyle çizmiş ve ona içindeki şeytanın hızına ye­
tişebilecek kadar bilinçlenirse—ki en büyük sorun budur—asla
unutamayacağı bir ders vermişti. Diğer tek umut, maddi gücü
kullanırken kendini heba eden bir yaratıcılığı dizginlemeyi
öğrenebilmesidir. Maalesef bu yöndeki bütün çabalar renksiz
ütopyalara benzer.

294 Tanrı Sözü İsa figürü insanın içindeki Anima rationalis’i


[düşünen hayvanı], kendisinin Kvpıoç un, Ruhların Efendisinin
altında ve ona tâbi olduğunu bildiği sürece itiraz edilemeyen

195 Eski Ahite bağlı olup İbranice metinleri bulunmadığı için Kitabı Mukad-
des’in metnine herkesçe dahil edilmeyen ve bazı kiliselerce mukaddes
kabul edilen birtakım kitaplar -çn.
196 Ruhani A lıştırm alar, s. 75 vd.

189
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

önemli bir düzeye çıkarmıştır. Oysa akıl kendini özgürleştir­


miş ve hâkim kılmıştır. Kendini Déesse Raison [Akıl Tanrıçası]
olarak Notre Dameda tahta oturtmuş ve gelecek olayları müj­
delemiştir. Bilincimiz artık bundan böyle diğer dünyaya ait,
eskatolojik imgelerin kutsal alanıyla sınırlı değildir. Yukardan
inen bir güç tarafından değil— lumen de lumine [ışıklar ışığı\
gibi—aşağıdan büyük bir baskıyla yukarıya çıkan ve bilinç ken­
disini karanlıktan koparıp ışığa tırmandıkça gücü artan bir güç
tarafından özgürleşmesine yardım edilmişti. Doğanın tamamı­
na hakim ödünlem e ilkesine uygun olarak ister bireysel, ister
kolektif olsun her psişik gelişim, aşıldığında enantiodromia 197
üreten yani zıddına yönelen bir elverişlilik içerir. Bilinçdışın-
dan gelen ödünleyici eğilimler, kritik dönüm noktasına yak­
laşılırken bile fark edilebilirler ancak yollarına bilinç çıkarsa
tamamen bastırılırlar. Karanlıktaki kıpırtılar zorunlu olarak
ruhsal gelişim idealine şeytani bir ihanet gibi görünür. Akıl,
aksi yöndeki bütün kanıtlara rağmen kendisiyle çelişen ya da
kendi yasalarına aykırı her şeyi akıldışı olarak yaftalamaktan
kendini alamaz. Ahlak kendisinin değişmesine mahal vermez
çünkü kendisine uymayan her şey ahlak dışıdır ve bu yüzden
bastırılmalıdır. Bu tür bir bilinçli baskı altında bilinçdışına ak­
mak zorunda kalan enerji yığınını hayal etmek zor değildir.

295 Rüyadaki gibi tereddütle yüzyılların içedönük düşünce­


leri yavaş yavaş Merkür figürünü oluşturmuş ve bütün psikolo­
jik kurallara göre İsa’yla bir ödünlem e ilişkisi içinde duran bir
sembol yaratmıştır. Bu, onun yerini aldığı ya da onunla özdeş
olduğu anlamına gelmiyor çünkü böyle olsaydı, gerçekten de
onun yerini alabilirdi. Varlığını ödünlem e yasasına borçludur
ve amacı iki psikolojik dünyayı ayıran uçuruma İsa imgesine
incelikli bir ödünleyici karşıt nokta sunarak bir köprü kur­
maktır. Faust’ta ödünlem e figürünün yazarın klasik tercihle­
rinden bekleneceği üzere tanrıların kurnaz ulağının olmayışı,

197 Jung terminolojisinde kabaca çokkutupluluk ilkesini imleyen sözcük. Bu


ilkeye göre evrendeki kutupluluk ve denge yasaları icabı, zıta yönelen her­
hangi bir güç, kaçınılmaz olarak kendi karşıtını doğurur -çn.

190
CARL GUSTAV JUNG

“Mephistopheles198” isminin gösterdiği gibi Ortaçağ büyüsü­


nün lağım çukurlarından çıkmış bir tamdık (familiaris) oluşu,
bilakis Goethe’nin bilincinin kökleşmiş Hıristiyan karakterini
kanıtlar. Hıristiyan düşüncesinde karanlık hasım her zaman
şeytandır. Gösterdiğim gibi Merkür bu önyargıdan kılpayı kur­
tulur. Ancak bu önyargıdan ne pahasına olursa olsun karşıtlığı
sürdürmeyi küçümsemesi sayesinde kurtulur. İsminin büyüsü,
muğlaklığı ve hilebazlığına rağmen bölünmenin dışında kal­
masını sağlar zira eski bir pagan tanrısı olarak mantıksal ve ah­
laki çelişkilere karşı dayanıklı, doğal bir bölünmezliğe sahiptir.
Bu ona, tam da içimizdeki bölünmeyi iyileştirebilmemiz için
gerekli özellikler olan dokunulmazlık ve sağlamlık kazandırır.

296 Merkür’ün bütün tasvirleriyle simyasal resimlerinin


bir özeti çıkarılsa, bunlar diğer kaynaklardan alınan kendilik
sembolleriyle çarpıcı bir paralellik oluşturur. Felsefe taşı olarak
Merkür’ün kendilik diye tanımladığım psikolojik karm aşanın
sembolik bir ifadesi olduğu sonucu, insanın kolay kolay gözün­
den kaçmaz. Benzer şekilde aynı sebeplerden ötürü İsa figürü
de bir kendilik sembolü olarak görülmelidir. Ancak bu bariz
bir çözümsüz çelişkiyi doğurur çünkü bilinçdışının nasıl olup
da bütünlük karakteri de taşıyan tek ve aynı içerikten çıkmış
iki farklı imgeyi şekillendirebileceği ilk başta açık değildir. El­
bette yüzyıllar bu iki figüre de yapacağı manevi şeyi yapmıştır
ve insan, özümseme sürecinde ikisine de büyük ölçüde insani
özellikler atfedildiğini düşünme eğilimindedir. Bu iki figürün
uydurma olduğunu düşünenlere göre çelişki hemen çözülür. O
halde bu, öznel psişik durumu yansıtır: İki figür, insanı ve göl­
gesini temsil eder.

297 Bu basit ve açık çözüm maalesef eleştiriye karşı diren­


meyen temeller üzerine kurulmuştur. Hem İsa, hem de şeytan
figürü arketipsel örüntülere dayanır ve ikisi de uydurulmuş de­
ğildirler, daha ziyade deney imlenirler. Varlıkları bilinmelerin­

198 Latincede yerin altından gelen tehlikeli koku anlamındaki nıephitis söz­
cüğünden -çn.

191
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

den önce gelir'99 ve bu işte zihnin onları özümseyip mümkünse


onlara felsefesinde bir yer vermekten başka bir rolü yoktur. An­
cak çok yüzeysel bir entelektüellik bu gerçeği göz ardı edebilir.
Kendiliğin aslında büyük olasılıkla özgün biçiminde bile bir
ikilik arz eden iki farklı imgesiyle karşılaşırız. Bu ikilik uydur­
ma değil, otonom bir fenomendir.

298 Haliyle bilincin bakış açısıyla düşündüğümüzden kaçı­


nılmaz olarak bilinçle bilinçdışı arasındaki ayrımın bu ikiliğin
tek sebebi olduğu sonucuna varırız. Ancak deneyim bilinç-ön-
cesi psişik bir işlevin ve muadil otonom etkenlerin, arketiplerin
varlığını ortaya koymuştur. Delilerin sesleriyle sanrılarının ve
nevrotiklerin korkularıyla saplantılarının aklın kontrolünün
ötesinde olduğunu ve benin istemli bir biçimde rüyalar ürete-
meyeceğini, yalnızca görmek zorunda olduğu rüyaları görece­
ğini bir kez kabul eder etmez önce tanrıların, sonra teolojinin
geldiğini de anlayabiliriz. Aslında bir adım öteye geçip başlan­
gıçta biri parlak, biri gölgeli iki figürün olduğunu ve bilincin
ışığının ancak sonrasında kendini geceden ve onun yıldızları­
nın muğlak parıltısından ayırdığını varsaymamız gerekir.

299 O halde eğer İsa’yla karanlık mizaçlı-tanrı doğrudan de-


neyimlenebilen otonom imgelerse, rasyonalist nedensel silsileyi
tersine çevirmek ve bu figürleri psişik koşullarımıza dayandır­
mak yerine psişik koşullarımızı bu figürlere dayandırmak zorun­
dayız. Bu, modern akıldan çok şey talep eder ama kuramımızın
mantığını değiştirmez. Söz konusu bakış açısına göre İsa bilincin,
Merkür ise bilinçdışının arketipi olarak ortaya çıkar. (Merkür)
Küpid ve Kyllenios200 gibi bizi duyular dünyasına doğru kışkır­
tır; o, baharın başlangıcının benedicta viriditası [kutsalyeşili] ve
multi flores’ı [çoklu çiçeği], hakkında haklı olarak şunların söy­
lendiği bir illüzyon ve sanrı tanrısıdır: “Invenitur in vena Sangu-
ine plena” [O, kanla şişmiş damarda bulunur]. Aynı zamanda bir
Hermes Chthonios [yeraltı dünyası Hermes’i] ve Erostur, yine

199 Bunun kanıtı, bilindik düşman kardeşler motifidir.


200 Kilene Dağından gelen anlamındaki sözcük; Hermes bu dağda
doğduğundan burası Kyllenios olarak anılmaktadır -çn.

192

İ
CARL GUSTAV JUNG

de “bütün ışıkları aşan ışık”, lux moderna [yeni ışık] ondan çıkar
çünkü felsefe taşı maddede gizlenen ışık figüründen başka bir
şey değildir201. Aziz Augustinus’un I. Selaniklilerden (5:5) yap­
tığı alıntı bu bağlamdadır: “Hepiniz ışık çocukları, gün çocuk­
larısınız. Bağlılığımız ne geceyedir, ne de karanlığa”. Ve bilginin
iki biçimi arasında cognitio vespertina [gecenin bilgisi] ve cogni-
tio matutina [gündüzün bilgisi] olarak ayrım yapar; ilki scientia
creaturae’nin [yaratılanların bilgisine], İkincisiyse scientia Crea-
toris’in [yaratıcının bilgisine] tekabül eder202. Eğer bilgiyi bilinçle
bir tutarsak Augustinus’un düşüncesi sadece insan ve doğa bilin­
cinin gece gibi yavaş yavaş karardığını akıllara getirir. Ancak na­
sıl ki gece sabahı doğuruyorsa, karanlıktan da yeni bir ışık, aynı
anda hem gecenin, hem de sabahın yıldızı—Lucifer, ışık taşıyıcı­
sı—olan stella matutina doğar.

300 Merkür hiçbir şekilde Hıristiyan şeytanı değildir—


Hıristiyan şeytanının daha ziyade L'ucifer’in ya da Merkür’ün
“şeytanileşmesi” olduğu söylenebilir. Merkür, kendisi asla ışık
olmayan, doğanın ışığını, taze sabahyıldızından önce solan ayın
ve yıldızların ışığını taşıyan bir cpu>a<pöpoç olan ilkel ışık taşıyı­
cının anıştırmasıdır. Aziz Augustinus bu ışığın Yaratıcı yarat­
tıklarının sevgisinden mahrum kalmadıkça karanlığa gömül­
meyeceğim söyler. Halbuki bu da gece ve gündüzün uyumuna
aittir. Hölderlin’in “Patmos”ta söylediği gibi

Ve utançla
Güç kalbimizden sökülür
Zira her göksel varlık bir kurban ister
Esirgenince de
Olmaz hiç iyi şeyler

301 Görünen bütün ışıklar söndüğünde insan, bilge Yaj-

201 Kşz. Ostanes, taşların ruhu olduğunu söylemiştir.


202 “Çünkü yaratılanların bilgisi Yaradanın bilgisiyle kıyaslandığında yal­
nızca bir alacakaranlıktır ve bu yüzden batar ve yaratılanlar Yaratıcının
sevgisine ve övgüsüne nail olunca sabah yeniden doğarlar. Ve yaratıla­
nın sevgisi Yaratıcıyı terketmediği sürece hiç karanlık olmaz”. — Tanrının
Şehri, XI, vii.
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

navalkyamn sözlerine göre kendiliğin ışığını bulur. “Öyleyse


insanın ışığı nedir? Kendilik onun ışığıdır. İnsan, kendiliğin
ışığıyla dinlenir, ilerler, işini yapar ve geri döner203”. Böylece Au-
gustinus’la yaratılışın ilk günü cognitio sui ipsius2M[kendilik-bil-
gisi] ile başlar; bununla kastedilen benin değil, benin öznesi
olduğu nesnel fenomenin yani kendiliğin bilgisidir205. Öyleyse
Tekvindeki yaratılış günlerinin sırası takip edilince yerlerin ve
göklerin, denizlerin, bitkilerin, yıldızların, sudaki ve havadaki
hayvanların bilgisine ve sonunda altıncı günde kara hayvanla­
rının ve insanın ipsius hominis’ine [kendisinin bilgisine] ulaşılır.
Cognitio matutina [gündüzün bilgisi] kendilik-bilgisidir, oysa
cognitio vespertina [gecenin bilgisi] insanoğlunun bilgisidir206.
Augustinus’a göre kendiliğin başlangıcında gerçekleşeceği dü­
şünülse de, cognitio matutina kendini “on bin şey’de kaybettik­
çe yavaş yavaş yaşlanır ve sonunda insana gelir. Oysa bu doğru
olsaydı, Augustinus’un meseli kendisiyle çelişerek anlamını yi­
tirirdi. Bu kadar bariz bir hata böyle yetenekli bir adama isnat
edilemez. Asıl söylemek istediği, kendilik-bilgisinin scientia
Creatoris207, bilinçdışının karanlığıyla örtülmüş bilincin uyu­

203 Brihadâranyaka Upanishad, IV, 3, 6 (kşz. Hume, The Thirteen Principal


U panishads [On üç Temel U panişad], s. 133).
204 “Ve o [yaratılanın bilgisi] kendinin bilgisine gelince, bu bir gün eder” (Et
hoc cum facit in cognitione sui ipsius, dies unus est).— Tanrının Şehri, XI,
vii. Bu, felsefe taşının garip bir biçimde filiu s unius d iei [bir günün oğlu]
olarak adlandırılmasının nedeni olabilir [kşz. Mysterium Coniunctionis, s.
335, 504.]
205 “Hiçbir bilgi, insanın kendisinin bildiğinden daha iyi olmadığı için
düşüncelerimizi, sözcüklerimizi ve yaptıklarımızı inceleyelim. Eğer ken­
dimizi anlamazsak, bütün şeylerin doğasını dikkatlice inceleyip doğru bir
biçimde anlasak da neye yarar ki? L iber de Spiritu etA n im a, LI (Migne,
P.L., s. 40, kol. 816-17). Bu kitap, çok sonra yanlışlıkla Augustinusa atfedi­
len bir incelemedir.
206 “Bu yüzden kendi içinde gecenin bilgisi olan yaratılanın bilgisi, Tanrıda
gündüzün bilgisiydi çünkü yaratılan, Tanrıda kendisinde göründüğünden
daha yalın görünür”.—Dialogus Q uaestionum IX V , Quaest. X X V I (M ig­
ne, P.L., cilt 40, kol. 741).
207 The Liber d e Spiritu et A nim a kendilik-bilgisine, Tanrıyla bütünleşmenin
temel şartı olduğu için çok büyük bir önem atfeder. “İçlerindekini bıra­
kıp Tanrıyı zahirde arayanlar vardır; oysa içlerindeki Tanrıdır. Bu yüzden
kendimize dönelim ki kendimize yükselebilelim.. . . İlk olarak kendimize
bu zahiri ve aşağı şeylerden yükseliriz. İkinci olarak yüksek kalbe çıka­

194
CARL GUSTAV JUNG

duğu gecenin ardından açığa çıkan bir sabahyıldızı olduğudur.


Ancak bu ilk ışıkla yükselen bilgi sonunda kaçınılmaz olarak
kendine şu soruyu soran scientia hominise [insanın bilgisine]
dönüşür: “Her şeyi bilen ve anlayan kimdir? Kim olacak, ken­
dim tabi ki”. Bu, yedinci günün yani dinlenme gününün doğ­
duğu karanlığın çöküşünü imler208: “Oysa Tanrının dinlenmesi
Tanrıda dinlenenlerden kalanları imler209”. Şabat bu yüzden
insanın Tanrıya yöneldiği ve cognitio matutina’nm ışığına tek­
rar kavuştuğu gündür. Ve bu günün gecesi yoktur210. Sembolik
bakış açısından Augustinus’un kafasında gün isimlerinin pagan
tanrılarının isimleri olması önemsiz olamaz. Büyüyen karanlık
en yoğun noktasına Venüs gününde (Cuma) ulaşır ve Satürn
gününde (Cumartesi) Lucifere dönüşür. Satürn günü, Gü­
neş gününde (Pazar) dolun evresinde görünen ışığa rehberlik
eder. Gösterdiğim gibi Merkür sadece Venüs’le değil, bilhassa
Satürn’le daha yakından ilgilidir. Merkür olarak juvenis [genç],
Satürn olaraksa senex tir [yaşlıdır].

302 Augustinus muazzam bir gerçeği yani her ruhani haki­


katin insanın elinde yalnızca bir araç olacak şekilde yavaş ya­
vaş maddi bir şeye dönüştüğünü idrak etmiş gibi geliyor bana.
Sonuçta insan kendini bir bilici olarak görmeye engel olamaz,
evet hatta elinin altındaki sınırsız imkânlara sahip bir yaratıcı
olarak bile bunu yapamaz. Simyacı, modern insan şöyle dursun
esasen bu tip bir insandı. Bir simyacı hâlâ şöyle dua ediyor ola­

rız. ... Üçüncü çıkışta Tanrıya yükseliriz” (Migne, P.L., cilt 40, kol. 817).
“Yüsek kalp” (cor altu m ; “derin kalp” de denir) dörde bölünmüş mandala,
im ago D ei (Tanrının imgesi) yahut kendiliktir. L iber d e Spiritu et A nim a
Augustinus geleneğinin temelidir. Bizatihi Augustinus şöyle der (D e vera
religione LXXII, Migne, P.L., cilt 34, kol. 154): “ Dışarı değil, içinize yöne­
lin; hakikatin evi içimizdeki insandır. Ve mizacın gereği değişken oldu­
ğunu öğrenirsen, kendini aş. Ancak kendini akıl yürüten bir ruh olarak
aşman gerektiğini unutma”.
208 Güneş batınca akşam çöker. Güneş yani Tanrının varlığı olan adaletin
ışığı insan için batmıştır.—E narrationes in Ps. XXIX, II, 16 (I, s. 308). Bu
sözler Mezmurlar’d aki “Gözyaşlarınız belki bir gece akar, ama sabah se­
vinç doğar” ayetine göndermedir [30: 5 (A.V.)]
209 Tanrının Şehri, X I, viii.
210 İtiraflar, 289.

195
MASKÜLEN: ERİLLİĞİN FARKLI YÜZLERİ

bilirdi: “Aklımızın korkunç karanlığını arındır”. Oysa modern


insan öylesine kararmıştır ki zihninin ışığı dışında hiçbir şey
onun dünyasını aydınlatamaz. “Occasus Christi, passio Christi”
[“Batan Güneş İsa, Çile Çeken İsa”]211. İşte bu yüzden sıradan
bir şafaktan ziyade Tanrıların Şafağına [Götterdämmerung]
benzeyen o çok methettikleri uygarlığımıza böyle tuhaf şeyler
olmaktadır.

303 Merkür, o çiftyüzlü tanrı sadece aklı insanın alabileceği


en yüce ışığa ulaşmaya çalışanlara ve yalnızca cognito vesper­
tina ya güvenmeyenlere lumen naturae [doğal ışık], Servator
[Hizmetkâr] ve Salvator [Kurtarıcı] olarak gelir. Bu ışığa dikkat
etmeyenler içinse lumen naturae tehlikeli bir ignis fatuus’a [al­
datıcı umuda], ruhun rehberi de şeytani bir baştan çıkarıcıya
dönüşür. Lucifer ışığı getirebilecekken, günümüzde basın ve
radyoların ses verdiği propaganda orjilerinden zevk alan yalan­
lar babasına döner ve sayısız milyonları mahveder.

211 Enarrationes in Ps. CIII, Sermo III, 21 (Migne, P.L., cilt 37, kol. 1374).

196
Pinhan Psikoloji Serisi
CARL GUSTAV JUNG
Rüyalar
Yazar, psikiyatrisi, eğitimci, ressam ve bir de seyyah olan Cari Gus-
tav Jung, rüyalar hakkmdaki fikirlerini bu derlemede toplamıştır.
Gizemcilik, din, kültür, semboller gibi ana temaları kendine özgü ve
maharetli anlatım tekniğiyle okuyucuya sunmuştur. Rüyaları fîlmsel
özellikleriyle teşhis etmiş, ayrıca sadece şahsi planda söz konusu olan
«kişisel rüyalar» ile hepimizin tecrübe ettiği ve kolektif bilinçdışı-
nın ürünü olan “büyük rüyalar” arasında ayrım yapmıştır. Yirminci
yüzyılın en etkin figürlerinden biri olarak Jung, Rüyalar adlı eseriyle
kendi ürettiği sıradışı kavramlara anlaşılır tarzda bir giriş yapmakla
kalmamış, bunun yanında toplu eserlerinin nitelikli okunması için de
en ideal yöntemi sunmuştur.

(Yakında Çıkacak)

CARL GUSTAV JUNG


Feminetı
Dişilliğin Farklt Yüzleri
“Sevmek, kudreti cennetten cehenneme uzanan bir enerjidir” der
Jung, kitabın içindeki “Bir Öğrencinin Sevme Sorunu” adlı bölüm
üzerine düşüncelerini geliştirirken. Ne var ki Jung bu kitapta sade­
ce sevgi veya aşk sorunundan bahsetmez: Geniş alanlara ve kitlelere
ulaşan, kişinin iç dünyasıyla ilgili teorilerini açıklamaya ve yorum­
lamaya devam eder. Feminen ilke ışığında, mitolojik anne figürü ar-
ketiplerinden yirminci yüzyıl Avrupa kadınının tecrübelerine kadar
okuyucuya rehberlik yapar. Bu arada animus ve anim a gibi kendi ki­
şilik anlayışı içinde son derece önemli kavramları aydınlatmayı ihmal
etmez. Jung un fikirlerinin çoğu yirmi birinci yüzyılda yetişen nesiller
için kaynak niteliğindedir. Feminen, Jung’un iddialarının radikalliğini
göstermesi açısından da kışkırtıcı bir eserdir.
(Yakında Çıkacak)

CARL GUSTAV JUNG


Kişiliğin Gelişimi
Jung, ana araştırma alanlarını ideal yetişkin kişiliği üzerine yoğunlaş­
tırmıştır ancak bu eserde çocukluk psikolojisine eğilir. Ele aldığı me­
seleler esas olarak eğitim ve birey olma sorunlarıdır. Bunu yaparken
çocuklukta görülmeye başlayan zeka, algı ve duygu bozukluklarında
anne-babaların ve eğitimcilerin göz ardı edilemez rolüne vurgu yapar.
Jung, anne-babaların ve eğitimcilerin psikolojisinin çocuğun gelişimi
için hem olumlu hem olumsuz getirilerinin olacağını söyler. Dolayı­
sıyla bu kişilerin sadece eğitmeyi bilen değil aynı zamanda kendi kişi­
liklerini de geliştirebilen insanlar olması gerektiğinin üzerinde durur.

DONALD W. WINNICOTT
Bebekler ve Anneleri
Bu eserde Winnicott, bebekler ve anneler arasındaki ilişki ve bebeğin
doğum esnasında ve hemen sonrasında vuku bulan psikolojik süreç
hakkında geliştirdiği düşüncelerini ilk kez bir araya toplar. Doğrudan
yaklaşım tarzıyla her bebeğin asgari ihtiyacı olan emzirilmeyi, ilk di­
yalog ve “rüya için malzeme” olarak ele alır. Öte yandan psikanaliz ve
ebelik, kişiliğin ilk işaretleri ve sözsüz iletişimin doğası üzerine tartı­
şır. Kısacası bu eser, bütün ebeveynler, ebeveyn adayları ve bebeklerle
ilgili inceleme ve gözlem yapan herkesi ilgilendiren bir çalışma.
DONALD W. WINNICOTT

Başlangıç Noktamız Ev
Britanya’nın belki de en yetenekli ve en yaratıcı psikanalisti olan Win-
nicott, bu eserinde çocukların zihinlerine ve zihin yapılarına dair
edindiğimiz bilgileri kökünden değiştirecek söylemler geliştiriyor.
Daha önce yayınlanmamış konuşmalarından ve zor ulaşılan gazete
ve dergi makalelerinden derlenmiş bu eser, “Sağlıklı Birey Kavramı”,
“Depresyonun Değeri”, “Umut Belirtisi Olarak Çocuk Suçluluğu” gibi
başlıkları işliyor. Winnicott ayrıca “savaşTözgürlük” “demokrasi” ve
“feminizm” hakkmdaki düşünceleriyle gelişen kişiliğin hem aileyle
hem de toplumla etkileşimlerine değiniyor. Anna Freud’dan Melanie
Klein’a ve Heinz Kohut’a kadar fikirleri birçok ünlü psikanalisti etkile­
miş olan Winnicott bu eseriyle, profesyonel sahanın ötesine geçmeyi
başarmış ve dile getirdiği etkili gözlem ve tespitler sayesinde sadece
eğitimcilerin değil anne-babaların da yakından takip ettiği bir psika­
nalist olmuştur.

DONALD W. WINNICOTT
Çocuk Aile ve Dış Dünya
W innicott bu eserinde, anne ve bebek arasındaki sevgi bağıyla baş­
layan çocukluk döneminin temel ilişkilerini araştırır. Yazar için bu
ilişkiler kişiliğin gelişimi adına son derece önemlidir. Ağdalı ve resmi
bir anlatıma girmeden, sohbet rahatlığında; beslenme, ağlama, oyun,
bağımsızlık ve utanma gibi günlük meseleleri açıklar. Bunun yanın­
da çalma ve yalan söyleme gibi ciddi sorunlara da eğilir. Winnicott,
ebeveynlerin doğuştan gelen yeteneklerine vurgu yapar, ayrıca bu ye­
tenekleri öğrenilmesi gereken kabiliyetlerden özellikle ayırır. Karak­
teristik zeka ve içgörü üzerinden, saldırganlığın, bağımlılık korkusu
ile bunların yetişkinlikte neden olacağı talihsiz sonuçların ve çocuğun
içindeki ahlakiliğin köklerini ortaya çıkarır.
RONALD DAVID LAING
Bölünmüş Benlik
Laing, bu ilk ve klasikleşmiş kitabında, otoriter, damgalayıcı psikiyat­
rinin toplumsal baskıyla el ele vererek insanlara dayattığı “trajedi”-
ye varoluşsal fenomenolojik çerçeveden bakılmasını öneriyor. Yazar,
“ruhen rahatsız” kategorisine sorgusuz, alelacele sokulan insanların
gerçekte varoluşsal bir kriz yaşadıklarını, Sartre, Heidegger, Kierke-
gaard gibi felsefeciler yoluyla anlaşılabileceklerini gösteriyor. Uyum,
itaat ve rekabetin normal olmanın koşulları olarak dayatıldığı bir
dünyada kendi özgür seçimlerini uygulayacak yer bulamayan birey,
diğer insanlarla ilişkilerinde bir sahte-benlikle hareket etmeye, iç­
sel bir benlik geliştirmeye koyulur. Tehlikeli ve acımasız gerçekliğin
erişemediği bu içsel benlik, imkânsız bir amacın, sakat bir projenin
peşinden koşar: Bedenle bağını olabildiğince aza indirgemeye çalı­
şır. Bölünmüş Benlik, incinmiş, hırpalanmış, henüz baş edememiş,
atlatamamışların, “iyi çocuk»luktan “kötü çocuk»luğa düşmüşlerin
hikâyesini dürüst bir çağrıyla, eleştiri-özeleştiri gerekliliğiyle sunuyor.

JOHN BOWLBY
Bağlanma
(Bağlanma ve Kaybetme -1)
Alanındaki temel çalışmalardan biri olan Bağlanma ve Kaybetme
üçlemesinin ilk cildi Bağlanm a, bağlanma ilişkilerinin nasıl kurul­
duğunu anlatır ve çocuğun anneye olan bağlarının doğasını inceler.
Bowlby, çocuklar üzerine yapılan deneysel çalışmaların ve bunlar­
dan gelen verileri onaylayan biyolojik buluşların nasıl bazı davranış
kalıplarını ortaya çıkardığını gösterir. Ona göre bağlanma davranışı,
hayatta kalma mücadelesinde yırtıcılara karşı korunmak için ortaya
çıkan, beslenme ve üreme kadar önemli olan içgüdüsel bir tepkidir.
Çalışmasına içgüdüsel davranış, nedenleri, işlevleri ve ontogeni tar­
tışmalarıyla başlayan Bowlby, bağlanma davranışının nasıl geliştiği,
nasıl idare edildiği, ne işlevi olduğuna dair kuramsal bir tablo verme­
ye çalışır. Bu cildin ilk basımından sonraki on beş senelik süreçte hem
kuramsal hem ampirik birçok gelişmeye ithafen ikinci baskıya iki yeni
bölüm eklenmiş, ve diğer bölümler gözden geçirilmiştir.
JOHN BOWLBY
Ayrılma
(Bağlanma ve Kaybetme - 2)
Bağlanma ve Kaybetme üçlemesinin ikinci cildi olan Ayrılma, ayrı­
lık yaşantısı ve ona eşlik eden kaygı duygusunu, ebeveynlerin çocu­
ğu terk etmekle tehdit etmesinin yarattığı korkuyu ve ebeveyn-çocuk
ilişkisini tersine çeviren durumları ele alması bakımından alanındaki
temel eserlerden biridir. Bowlby bu ciltte korkuya yol açan durumları
tekrar inceler ve bunları hayvanların gözlemlenmesinden elde edilen
bulgularla karşılaştırır. Korkunun, ani hareket, karanlık ve ayrılık gibi
belli başlı durumlarda ortaya çıktığı sonucuna varır ve aslında zarar­
sız sayılabilecek bu durumların tehlike riskinin arttığına işaret ettiğini
söyler. Bovvlby’nin eseri psikanalitik teoriye katkısı ve bu alanda bir
eksik olarak nitelendirilebilecek biyolojik perspektifi kullanması ba­
kımından literatürde önemli bir yer tutar.

(Yakında Çıkacak)

MELANIE KLEIN

Çocuk Psikanalizi
1920’li yıllarda psikanalistlerin çoğu küçük çocukların psikanalitik
metot için yeterli ve hazır olmadıklarını savunuyorlardı. Melanie Kle­
in, bu görüşü reddetti ve çocuklara uygulanan metodu yeniden dü­
zenledi. 1932 yılında ise bu eseri yayınladı. Çocuk Psikanalizi, çocuk
analizindeki devrimci tavrıyla artık alanında bir klasik olarak kabul
görür. Kleinın kendi tasarladığı özel teknikleri metin içinde ayrıntılı
bir şekilde sunması esere ayrıca öncülük ve orijinallik katar. Psikana­
liz uğraşını çocukluğun erken dönemlerine kadar götüren Klein, sa­
dece genç çocukların tedavisine katkı yapmakla sınırlı kalmaz, ayrıca
çocukluğun kişiliğin gelişimindeki etkisine ve yetişkinlerde görülen
nevroz ve psikozlara dair yeni perspektifler açar.

You might also like