You are on page 1of 4

Birinci Bölüm

Ön Gözlemler: Nesneyi Yeniden Düşünmek

Kant, bilim dallarında gerçekleşenler başta olmak üzere, insanın kaydettiği her ilerlemenin temelinde,
belli bir bilgi alanını mutlak bilim seviyesine çıkaran bir düşünce devriminin yattığına olan inanca
itimat eder. Bu devrim geçmişte matematik ve fizik dallarında gerçekleşmiş ve şimdi karanlıkta el
yordamıyla geçirilen yüzyılların ardından, felsefe için de o soylu istikametin müjdesini veren bir
devrim için de koşullar artık olgunlaşmıştır.

Felsefi devrimin özü nesne kavramının veya nesnel varlığın insan bilgisiyle ilişkisine dair tamamen
yeni bir anlayışta yatar. Kant bunun için gereken değişimi Kopernik’in astronomide gerçekleştirdiği
türden bir devrime benzetir. Kopernik’e kadar dünyanın merkezde sabit olduğu ve güneşin etrafında
döndüğü varsayılıyordu. Kopernik ise güneşin merkezde dururken dünyanın onun etrafında
döndüğünü görmemizi sağladı. Benzer şekilde antik çağlardan beri filozoflar, insan bilgisinin nesnenin
etrafında şekillendiğine inanıyordu. Yani insan bilgisinin, başlangıçtan itibaren bağımsız şekilde içkin
biçimde duran bir nesnenin yapısına ve niteliklerine uyması gerektiğini düşünüyorlardı. Kantçı devrim
nesnenin metafizik bağımsızlığını ortadan kaldırır ve onu insan bilgisinin yapısına bağımlı kılar.
Nesnenin yapısı, yani tek bildiğimiz olan gözleme dayalı nesne, algılanabilir bir yığına bir bütünlük
veren insan anlayışından (idrak) önsel (apriori) (duyusal deneyimden bağımsız) şekilde elde edilir ve
bu bütünlüğün kipleri “düşünüyorum” fikrinin iptidai birliğinden elde edilir. Böylece Kant’ın cesur
düşüncesi, anlamanın, dünyayı bilirken, dünyadan edinilmiş bilginin örüntülerini taklit etmediğini,
aksine bu örüntüleri dünyaya dayattığını söylemektedir. Bu dayatış, gerekli prensipler (ki sadece bu
bile “nesnel” başlığını hak etmektedir) tarafından yönetilen ampirik bir dünyanın varoluşunun yanı
sıra bu dünyada gerçek nesne ve olayların var oluşunun koşuludur.

Bu insanın anlamasının dünyayı yoktan var ettiği anlamına gelmemektedir, fakat kaostan bir kozmos
teşkil ettiği anlamına gelir. Anlama, edilgen şekilde maruz kalarak duyulardan elde ettiğimiz materyal
olmadan işlev sergileyemeyen önsel, formel bir yapıdır. Duyular idrake henüz gerçek bir nesne
olmayan fakat onun maddesi olan ham bir element sağlar. Spontane bir etken olan anlama ise
işleyişinin kendi önsel işleyiş kiplerine dayanarak bu maddeyi düzenlemeli ve şekillendirmelidir.

Bu nesnelliğin, dolayımsız olarak verili veya edilgen biçimde karşımıza çıkan bir şey olmaktan ziyade
teşkil edilmiş bir hal (statü) olduğuna işaret eder. Anlama, duyumsanabilir nesneye “kategoriler” adı
verilen önsel örüntülerini devreye soktuğunda aralarında nesnel bir sentez yaratır. Gerçek veya
nesnel olarak nitelendirilmeyi hak eden ampirik varlıkları ve genel koşullarını teşkil eden bu nesnel
sentezdir. Bu minvalde, “nesne”, “nesnellik” ve “ampirik gerçeklik” kavramları yeni ve radikal bir
felsefi yorumu kışkırtır.

Bu doktrinin arka planında düşünmemizin ve algımızın bütün içeriğinin zihinsel imgelerden


(Descartes ve Hume’un “idealar”, Kant’ın ise “temsiller” [Vorstellungen] olarak nitelendirdiği) ibaret
olduğu ve aklın ötesinde bir şey olmadığı kabulü yatar. İnsanın kendini zihinsel alanın dışına atıp
zihnin temsillerinin ötesinde bir şeye tutunması mümkün değildir. Bu nedenle, ebedilik ve tözellik gibi
nitelikler dahi ve nesnel bir olgu durumu meydana getiren elzem ilişkilerin hepsi, zihnin kendisinden –
idrak işlevinden - elde edilmelidir.

Normatif bir model ortaya koyan nesnel bir durum tasvirinin doğru olabilmesi için bilişsel
önermelerimizin nesnelliğe uyumlu oldukları gibi birbirlerini destekleyici olmaları gerektiğini inkâr
edecek çok az kişi vardır.1 Bu, gerçeğin nominal niteliklerinden biridir ve mesele, tekabüliyetin nasıl
1
Yani, nesneye ilişkin her doğru önerme (yargı), aynı nesneye ilişkin diğer bütün doğru önermelerle hemfikir
olmalıdır.
temin edildiğidir. Mevcut metafizik gerçekçilik, nesnel hallerin kendi içinde, zihinden bağımsız, zihnin
kendini bu temsillere göre düzenlemesi gerektiği şekilde mevcut olduğunu savunur. Oysaki Kant, bir
birlik, ebedilik ve nesnel bir olgu durumunu (kısaca nesne) ortaya koyan gerekli ilişkileri temsillere
atfedenin bizzat zihin olduğunu iddia ederek bu sıralamayı tersine çevirir.

Bilimlerin Temelleri

Kant’ın düşüncesinde nesneye ilişkin soru aynı zamanda matematiğin ve doğal bilimlerin temellerine
ilişkin bir soru olarak” bu bilimlerin geçerliliğini mümkün kılan nedir?” şeklini alır. İki mesele
yakınsama eğilimindedir çünkü bu soru, bir nesneyi meydana getiren (nesnenin paradigmalarını
ortaya koyan) duyusal malzemenin sentezinin gerçekleştiği bilimsel bilgi seviyesine ilişkindir. Bu
sebeple ve aynı zamanda tarihsel bağlam nedeniyle, doğal bilimlere ilişkin sorgulama ve nesneye
ilişkin sorgulama Kant’ın eleştirel bir metafizik yaratmak için yürüttüğü aynı araştırmanın iki yüzüdür.
Ana dili İngilizce olan pek çok çevirmenle beraber neo-Kantçı Alman alimler meseleyi doğa bilimleri
açısından ele alma eğilimi göstermiş ve böylece Kant’ın felsefi yeniliğini bilimin epistemolojisine ve
geçerliliğine indirgemişlerdir. Bu çalışma ise, insanın evrendeki duruşunu ve dünyayla olan ilişkisini –
eylem dünyası, etik ve tarih de dâhil - ilgilendiren ve yalnızca sahip olduğumuz bilimin bir
onaylanması olmayan Kritik’in daha geniş felsefi anlamını (ve modern düşüncedeki rolünü)
aydınlatmak amacıyla nesnenin bakış açısını öncelemektedir.

Bu bağlamda, iki karşıt ve tamamlayıcı yön tayin edilebilir. Bir tarafta Kant’ın devrimi insan süjesini
içinde bulunduğu dünyaya ve dünyanın içindeki şeylere ilişkin teşkil edici ve belirleyici bir etken
olarak metafizik/felsefi merkeze oturtur. 2 Diğer taraftan insan aklı bütün eyleyişinde, onsuz aklın
kendiliğinden faaliyetinin gerçekleşemeyeceği veya anlamsız ve içerikten yoksun olacağı,
duyumsanabilir materyalin varlığına – verili varoluşa – kati biçimde bağımlıdır. Sonuç olarak Kant
kendini akıl filozofları olan bütün seleflerinden – Eflatun’dan Descartes’a ve Spinoza’dan Leibniz’e ve
Kritik aydınlanma öncesi bütün düşünürlerden - ayırır ve ikili bir muhalif konumdan herkese karşı
çıkar: ilk olarak, insan aklına kendi meşru etkinlik alanında sıra dışı bir güç atfederek ve ikincisi, bu
alanı köklü biçimde küçülterek ve sınırlandırarak. Bundan dolayı Kant her ne kadar dünyayı
şekillendiren rolüyle modern bir akıl filozofu olsa da, aynı zamanda aklın sonluluğu ve insan
varoluşunun sonluluğunun da gerçek filozofudur.

Öz farkındalık ve Özerklik Edimi olarak Kritik

Bu ikilik, müspet (doğrulayıcı) ve negatif tarafıyla Kantçı kritik bağlamının özünde mevcuttur. Kritik,
felsefi aklın kendini araştırdığı ve incelediği karmaşık bir düşünümsel eylemdir. Hukuki metaforlara
olan eğilimi sebebiyle Kant Kritik’e “bütün temelsiz iddialarını elerken meşru iddialarını
sağlamlaştırmasına vesile olacak bir adalet divanı kurması ve bunu da basitçe hükümlerden ziyade
kendi ebedi ve değişmez kanunlarına (kurallar) göre gerçekleştirmesi” görevini atfeder. 3 Bu divanın
işleyişi geçerli ve geçersiz bütün iddialar üzerindeki sınırların belirlemesini ve yargıda bulunmasını
sağlayacak, aklın gerçekliğini ve işlevlerini betimleyici bir incelemeye dayanır. Bu bakımdan, Kritik her
şeyden önce felsefi bir öz bilinç (farkındalık) kipidir. Kant böyle bir öz bilincin nesneleri bilmeye
yönelik bütün iddiaları öncelemesi ve hazırlaması ve aynı zamanda önden eleştirmesi gerektiğini
savunur. Bilen insan süjesi, dünyaya, içinde olanlara ve ötesinde ne mana yattığına dair herhangi bir
şey bilmeye girişmeden evvel, öncelikle kendini, zihinsel kapasitesini ve kaçınılmaz ontolojik
sınırlılıklarını bilmelidir.

2
Kopernik insanın evrendeki fiziksel yerini adeta cüceleştirmiştir. Kant ise buna, insanın metafizik rolünü
artırarak cevap verir.
3
Saf Aklın Eleştirisi, çeviri ve edisyon Paul Guyer ve Allen W. Wood (Cambridge: Cambridge University Press,
1998), ilk baskıya önsöz (Axi-xii).
Kendi Kritik’ini “yöntem üzerine bir deneme” olarak adlandıran Kant, böylece Bacon ve Descartes’den
beri felsefenin gündeminde olan bir hatta bağlanır. Çoğu modern dönem öncesi filozofu (Spinoza
hariç), bilmek için işe koyulmadan önce kişinin bilginin kendisinin doğasının yanı sıra bilginin meşru
şekilde nasıl elde edildiğini inceleme ve tespit etme gerekliliğinde hemfikirdir. 4 Kant bu yaklaşımı
büyük ölçüde genişletir: bilginin işleyişini ve kiplerini bilmek için kişi, önce bilen varlığı ve sadece
deneyimden elde edilmemiş a priori becerilerinin spektrumunu bilmelidir. Kant Kritik’in bu görevi
gerçekleştirerek, uzun vadede yalnızca bir görüşten ziyade titiz bir bilim olarak görülecek yeni ve
geçerli bir metafiziğe bir “başlangıç” (hazırlık niteliğinde bir metin) olarak hizmet verdiğini söyler.
Ancak Kritik’in kendisinin halihazırda formel bir yöntem olmanın ötesinde tözel bir felsefi içerik
sağladığını fark etmeli ve böylelikle bir öz-farkındalık felsefi bilimi ve Kant’ın kendisinin adlandırdığı
biçimde bir çeşit “metafiziğin metafiziği” olarak görülebilir. 5

Kritik’in temelini atacağı bu yeni metafizik iki kola ayrılacaktır. Doğaya ilişkin eleştirel bir metafizik
(epistemoloji ve ontoloji dâhil) ve ahlaki edime ilişkin eleştirel bir metafizik (hukuk, siyaset, tarih ve
ahlaki bir din dâhil). Fakat yine de Kritik’in kendisinin halihazırda öz bilincinin yanı sıra doğal dünyanın
temellerine ilişkin tözel bir kuram önerdiği ortaya çıkar. Zira, Kritik’in ortaya koyduğu “Kopernikçi”
prensibe göre doğadaki düşünen nesneler için mevcut koşullar, olan nesneler için mevcut koşulların
eşidir. Yani, düşünen doğal nesnelerin temellerini bildiğimizde, doğrudan doğanın kendisine ilişkin
temelleri de biliriz. Kant’ın “doğaya ilişkin saf bir bilim” dediği şeye sahip oluruz. Dolayısıyla, bu
temellere ve algılanabilir maddelere dayanan ampirik bir doğa bilimine de (fizik ve türevleri olan
astronomi, organik kimya, biyoloji) ihtiyacımız vardır. Çünkü bu, aracılığıyla belli nesneleri ve doğa
yasalarını ve hatta bir dünyanın var olduğunu bildiğimiz tek ampirik bilimdir. Ampirik bilim apriori
bilime dayalı olduğundan, koşullu bir önerme olarak önden bilebiliriz, yani eğer doğal bir dünya ve
içinde doğal nesneler varsa hepsi zorunlu olarak, Kritik’in apriori olarak tespit ettiği ve atfettiği belli
ilksel (öncül) koşullara uyarlar. Bu bakımdan, bilinç bilimini açığa vuran Kritik aynı saikle doğanın
temellerine ilişkin bir bilimin önünü açar.

Bu Kritik’in doğrulayıcı tarafıdır: doğanın formel temellerini teşkil ederek anlamanın meşru gücünü
keşfetmek. Her ne kadar aynı mantık bu gücü onasa ve kendine yakıştırsa da aynı zamanda sınırlarını
tanır ve onları çiğnemeyi kendine yasaklar. Bu da negatif tarafıdır. Kant’ın hukuki metaforunda, akıl
kendi mahkemesinde yargılanır: yalnızca bilişsel eylem (edim) aracılığıyla sınırlarını keşfetmekle
kalmaz, aynı zamanda bir irade edimiyle bu sınırlara saygı duymak ve bunları çiğnemeye yönelik
ayartmayı yenmek için kendini karara bağlar. Bu ayartmayı Kant akılcılığın doğasına içkin olarak alır ve
bundan dolayı ayrıcalıklı bir güce sahip olmakla beraber yine de aşılabileceğini ve aşılması gerektiğini
düşünür. Kantçı manada bu, Kritik’in bilgi alanında halihazırda mevcut bir otonomi edimi
gerçekleştirdiği anlamına gelir.

Kant’ın otonomi kavramı genelde, kendi akılcı doğasının kanunlarına göre kendini kısıtlayan ve
böylece kendi kaderini tayin ve özgürlüğe kavuşan iradeye (kategorik zorunluluk olarak ifade edilen)
atıf yaptığı edim ve ahlak alanlarını ilişkilendirilir. Benzer bir izlek bilginin kritiğinde de (üstü örtük
şekilde) mevcuttur: kuramsal akıl keyfi veya rastlantısal olmaktan ziyade aklın “ebedi ve değişmez
olan” kanunlarına göre kendini kısıtlar (yukarıdaki alıntıya bakınız, Axii) ve bu yolla kendini
gerçekleştirir ve özerkleşir. Daha az doktriner bir ifadeyle, beraberinde gelen bütün ıstırap ve kayıp
hissine rağmen, aklın sınırlarına teslim olarak müspet bir özgürleştirici güç ihtimalini içinde barındırır.

Sonlu Akılcı Varlıklar

4
Spinoza modern felsefe ana akımının aksine belli bir bilginin ne olduğunu bilmek için kişi hâlihazırda (belli bir)
bilgiye sahip olmalıdır. Bu nedenle tözel bilgi, yöntemi bilmenin öncülüdür ve ön koşuludur.
5
Marcus Hertz’e bir mektupta görüledüğü üzere, 11 Mayıs 1781.
Bu doğrultuda Kant insanı “sınırlı bir akılcı varlık” ve “sonlu bir düşünen varlık” olarak tanımlar. Her iki
sıfat da, “akılcı” ve “sonlu”, tanım (ve birbirleri) için eşit derecede elzemdir. İnsan sonluluğundan ayrı
bir şekilde akılcı değildir. Bu dolayım Kant’ın insana dair düşüncesinin merkezindedir. Aklın
sonluluğunun haricinde akılcı olamayız. Aynı şekilde insanın sonluluğu en başından itibaren ussal
yaratıklar olarak bize atfedilmiştir.

You might also like