Professional Documents
Culture Documents
Daniel Cohen - Dünyanın Zenginliği Ulusların Fakirliği (2) - - 1з0ё0Э
Daniel Cohen - Dünyanın Zenginliği Ulusların Fakirliği (2) - - 1з0ё0Э
MV
DANIEL COHEN
Dünyanın Zenginliği, Ulusların Fakirliği
DANIEL COHEN Paris 1 Panthion-Sorbonne Ûniversitesi’nde iktisat profesörüdür.
Fransa’da sosyalist başbakan Lionel Jospin’in kurduğu İktisadi Çözümleme Konse-
yi’nin de üyesidir. Les Infortunes d e la P ro sp M ti (1 9 9 4 ) ve Nos Temps M odem es
(1999) başlıklı iki ayn kitabı daha yayımlanmıştır.
iletişim Yayınları
Klodfarer Cad. İletişim Han No. 7 Cağaloglu 3 4 4 0 0 İstanbul
Tel: 212.516 22 6 0 -61-62 • Fax: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim .com.tr • web: www.iletisim.com.tr
DANIEL COHEN
Dünyanın
r-y • 1 • w •
Zenginliği,
Ulusların
Fakirliği
Richesse du monde, pauvretes des nations
(The Wealth o f the World and
the Poverty o f Nations)
İN G İL İZ C E ’D EN Ç E V İR E N D ilek HattatOğlu
E m ilie’nin anısına
Bütün bir. denizin tahayyülü b ir d a m la su da saklıdır.
Sp i n o z a
İÇİNDEKİLER
Giriş. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . I I
5. Uygun Eşleşme. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 5
6. İşsizlik ve Dışlama. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 9
Sonuç. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 25
12
şüm lerinin etkisi sayesindedir. Globalleşm e, daha küçük ve
daha hom ojen üretim birim lerinin ortaya çıkışından, taşe
rona vermeye giderek daha fazla başvurulm asından ya da
“iş vasıflarının yükseltilm esi (ki faydasızlaşan daha az vasıf
lı işçilerin dışlanmasına yol açar) eğilim inden sorum lu tu
tulamaz. Günüm üzde gerçekleşen değişim ler, global ek o
nomiyle doğrudan ilişkili olsun ya da olm asın her bir sek
tördeki ve her bir ticari alandaki her bir işi etkilem ektedir.
Bu dönüşüm lerden başlıca iki eğilim sorum ludur: Bilişim
devrimi ve kitlesel eğitim in keşfi. Bu eğilim lerin her biri,
büyük ölçüde, günümüzde hâlâ önem siz olan yoksul ü lke
lerle ticaretten bağımsızdır.
16. yy’da Türklerin Akdeniz’i kapatm asının sonucu ola
rak Avrupa’n ın A tlantik kıyılarına yöneldiğine uzun süre
inanıldı, ama Fernand Braudel’in ünlü araştırm ası artık tam
tersinin doğru olduğunu ortaya koymuştur: Türkler, Akde
niz’in denetim ini ele geçirebildiler, çünkü Avrupa ülkeleri
buraya ilgilerini yitirm işlerdi.2 Bunun gibi, artık yaygınlıkla
öne sü rülen ve günüm üzde işgücü piyasasının böylesine
güvencesiz kılınm asından globalleşmeyi sorum lu tutan id
diayı tersyüz ed ecek kadar a çık olm am ız gerek. Tersine,
“globalleşm e” için bir niş yaratan ve ona kim ilerinin onu
reddetmesine neden olan uğursuz bir boyut katan şey, bi
zim çalışm anın doğasını dönüştürm e eğilimimizdir.
Yanlış bir düşünce çizgisi izlenm esi, sosyal refah için m ü
cadeleyi “tali alanlara” götürecektir, oysa bu savaş “içerde”
verilmelidir. Böylesi analiz hatalarına taham m ülüm üz yok,
çünkü bedelleri çok çok ağır.
2 “Zaman, hâlâ ara sıra karşılaşılan asırlık ve yanıltıcı açıklam ayı, büyük keşifleri
T ürk fethinin tetiklediği açıklam asını ayaklan üstüne oturttu. Oysa, gerçekte
tam tersi olm uştur; büyük keşifler Doğu Akdeniz’in cazibesini büyük ölçüde
çaldığı içindir ki, T ürkler pek de güçlük çekm eden nüfuzlarını genişletip orada
yerleşebildiler.” Fernand Braudel, La M £diterran£e, Le Livre de Poch e, Paris,
1990 2. cilt, s. 3 6 7 .
13
I. Dünyanın Yoksulluğu
15
pa kapitalizm inin şafağında ilk ortaya çık ışın d a dayatan
“piyasa kanunu”na dönüşm esi riskini dayatmıyor mu? Yok
sul ülkelerin niçin yoksul olduğunu ve dünya pazarının bu
ülkelerin zenginliğinin artmasında oynadığı özgül rolü kav
ramadan, bu sorulara açık seçik yanıt veremeyiz.
16
da evlenirler (ya da Dumont’un yazdığı gibi, “evlenmekten
ziyade ırzlarına geçilir”) ya da fuhuş için satılabilirler.
Dumont, “boş zaman sınıfı çiftçiler” diye adlandırdığı çift
çilerle Senegal’de bir köyde karşılaşm ıştı. Böyle b ir adam,
karılarından birini yanında tutar, diğerlerini evin geçim pa
rasını kazanmak üzere bir yıllığına kente çalışmaya yollar.
Kentte bu kadınlar kuru yerde uyurlar. Polis tarafından dü
zenli olarak para cezasına çarptırılırlar. Günde 12 saat çalı
şırlar, bu arada en küçük çocuklarını da sırtlarında taşımak
tadırlar. Beslenmeleri, çoğu kez, şekerli suya batırılm ış kuru
ekm ekten ibarettir. Bir yıl sonra köye döndükleri zaman ko
caları ve akrabaları onları, getirdiklerinin ağırlığıyla ölçer.
Afrika’da parazitler nedeniyle yük hayvanlan pek kulla
nılmaz. Bu, Afrika ekonom isinin uzun süre köleliğe dayan
masının da sebebidir. Afrikalı kadınların günüm üzün köle
leri olduğunu söylem ek, abartı sayılmaz.
K adınların söm ürülm esi, varlığını ikiyü zlü lü kle kabul
eden insanlığın geri kalanına bir hakaret oluşu bir yana bıra
kılsa bile, kendi kendini süreklileştiren bir yoksulluk döngü
sü yaratır: Bir erkeğin makinalara yatınm yapmasını gerek-
sizleştirmek suretiyle bu sömürü, erkeğin bir başka karı satın
alarak yeterince para tasarruf etmesine im kân verir; bu yeni
karı da başka çocuklar doğuracak, onlar da eğer erkek olur
larsa babalan için çalışacaklar kız olurlarsa satılacaklardır.
4 Bkz Robert Bates, Towards a P olitical E con om y o f D evelopm ent (K alkınm anın
Ekonom i Politiğine Doğru, Kaliforniya üniversitesi Yayını, 1 9 8 8 ).
18
sınırları içindeki işlem ler ile iki çuvaldan fazla olm am ası
koşuluyla m alsahibinin kendi tüketim i için ayırdığı m ısır
dır. Bu tip yasal düzenlemeler, ürünlerinin pazarlanmasmda
çiftçilere Pazarlama kurulları dışında hiçbir seçenek bırak
maz; bu da hüküm ete m üm kün olan en düşük fiyatları dik
te etme im kânı verir.
Kırsal kesim e duyulan bu kinin basit bir kökeni vardır:
Seçkinlerin tümü kentlidir ya da hiç değilse siyasi m eşru
iyetlerinin tamamını kentlerden alırlar. Darbeler ve devrim
ler, kent isyanlarından doğar. U luslararası Para F on u ’nun
gıda ürünlerinin fiyatlarını serbest bırakm ayı denediği her
sefer meydana gelen açlık isyanları, dünyadaki tüm hükü
m etleri yıldırır. Ve D em okles’in bu ken tli k ılıcı, b ir kısır
döngü doğurur. Tarım ürünlerinin fiyatlarının yapay olarak
düşük tutulmasıyla kentli seçkinler en savunmasız çiftçile
rin yıkımına yol açar, onları artık satın alm ak zorunda ol
dukları çiftlik ürünlerinin fiyatlarının sübvansiyonuna ba
ğımlı oldukları kentlere gitmeye zorlar. Eğer, kent tüketim i
nin yarısından fazlasının gıda ürünlerinden oluştuğunu dü
şünürsek, bu sürecin geriye çevrilemez doğasını da saçm alı
ğını da tam anlamıyla kavrayabiliriz. Kentler, ilk kurbanları
oldukları bir politikanın ezilenleri haline gelen serseriler ve
yersiz yurtsuzlarla doludur. Bu döngüyü kırm ak neredeyse
imkânsız hale gelmiştir: Döngüyü kırmaya niyetlenen hü
küm etler derhal kent isyanlarıyla karşılaşm ışlardır. Kırsal
kesimdeki yoksulluk -yukarda belirtildiği gibi, nüfusun ço
ğunluğunun yaşadığı- tersine çevrilem ez hale gelmiştir.
Merkantilizm
K entsel ve kırsal bölgeler arasındaki bu karşılaşm a, E ri-
ka’dan Atina’ya, Rom a’ya ve günüm üze kadar her zaman
insanlık durum unun merkezinde yer almıştır. Her ne kadar
19
günümüzde dünya, kentlerin kırsal kesim karşısındaki za
feriyle (Spengler’a göre çöküşün en kesin alam eti) nitele
n irse de, g ü n ü m ü zü n A frik a ’da u y g u la n a n la r tü rü n d e
“kentsel” politikalarının bir sanayi toplum unun doğuşunu
hızlandırabileceğini düşünm ek tarihi ve kuram ı yanlış yo
rumlamak olur. Avrupa toplum larınm tarım çağından sana
yi çağma geçişinin önce, kırsal kesim karşısında kentleri
avantajlı duruma geçirmeyi am açlayan benzeri politikalarca
önlendiği hatırlanabilir.
Örneğin, Afrika’da uygulanan politikalarla rahatsız edici
bir paralellik taşıyan Rönesans Avrupası ülkeleri de tarım
ürünleri için m üm kün olan en düşük fiyatları korum a ama-
cındaydılar. Buğday hareketleri aynı şekilde düzenlenirdi;
ihracat yasaktı, ithalat kolaylaştırılırdı. Bu tip politikalar
16. ve 17. yy Avrupası’nın politika oluşturucuları (C olbert
vd.) tarafından uygulanmıştı. Bu, m erkantilizm olarak tanı
nan politikaydı.
M erkantilizm (kendi başına bir öğreti olm aktan ziyade)
günümüzde “ekonom i politik” diye anılan şeyin ana hatla
rını çizen bir m akaleler dizisidir. “Politik ekonom i” terimi
(m erkantilist düşünür Antoine de M ontchrestien’in buldu
ğu) m erkantilistlerin am acını açıkça tanım lar: Ekonom iyi
politikanın hizm etine sokm ak. Bu nasıl yapılabilirdi? M er
kantilistlerin ilk hedefi, ülkeye altın girişini azamiye çıkar
mak ve ülkeden altın çıkışını da sınırlam ak oldu. Bu sonu
cu elde etm ek için, m erkantilistler altın ihracatını yasakla
mayı salık verdiler. Ayrıca, “ticaret savaşı”na yol açm akla
suçlanan az sayıdaki tekele hüküm et desteği verm ek yoluy
la öteki ihracatların teşvik edilm esini önerdiler. Son olarak
u lusal zen gin liğ in yu rtd ışınd a israf ed ilm esin i ön lem ek
üzere ithalatın kısıtlanm asını önerdiler.
İster ihracatı sübvanse ederek ister ithalatı kısıtlayarak
refah artışı sağlansın, m erkantilist düşünceye göre ticaret ve
20
sanayi daima refah artışı sağlam anın vektörleridir. Buna
karşılık tarım farklı bir muamele görür: Buğday ihracatı ya
saklanır, fakat ithalatı teşvik edilir. Rönesans Avrupası’nda
(günümüz Afrikası’nda olduğu gibi) halkın yüzde 8 0 ’i köy
lüydü, m erkantilistler tarımsal üretim in her zaman son sı
rada yer aldığı bir varlık kuramı öne sürmüşlerdi. İnsanlık
ve Siyaset A ritm etiği Ü zerine D en em eler’d e (1 6 7 1 ’de yazıl
mış ve 1690’da yayımlanmıştır) W illiam Petty der ki, “im a
lat sanayiinde hayvan besiciliğindekinden, ticarette ise ima
lat sanayiindekinden çok daha fazla kazanç vardır”. K eli
m enin m erkantilist anlamıyla tarımsal üretim pek az refah
sağlar. Peki yüzde 8 0 ’i kırsal kesim de bulunan ekonom iler
de yaşayan düşünürlerin böylesi bir kavram ı olm ası nasıl
mümkün olmuştur?
Avrupa örneğinde, m erkantilist politikaların tem ellerini
kavramak kolaydır. Her şeyden önce, siyasa uygulayıcılar,
tarım krizini görme konusunda inanılm az bir körlük sergi
lediler. 14. yüzyılın sonlarına gelindiğinde açlık ve hastalık
salgınları Avrupa nüfusunun yaklaşık yüzde 4 0 ’m ı hakla
mıştı. Sonuç olarak insanlar azalmış, tarım büyük bir konu
olm aktan çıkm ıştı. Bu büyük bir yanlış hesap oldu: Daha
1650’ler kadar erken bir tarihte açlıklar ve hastalık salgınla
rı Avrupa’ya geri döndü.
M erkantilizm in yükselişinin daha kökten bir açıklam ası
da vardır. Ortaçağların ikinci yarısına gelindiğinde Avrupa
kendi siyasi sınırlarını tanımlıyordu. M erkantilistlerin öne
rileri, giderek daha genişleyen ve m aliyeti artan savaşları
karşılamalarını m üm kün kılacak mali kaynaklar bulm a so
runun baskısı altındaki hüküm etlere hitap ediyordu.5 Reka
5 Orta çağlardaki feodal ordular, askeri güçleri her yıl azami k ırk gün için hü
küm darlarına ödünç verilen zırhlı şövalyelerden oluşurdu. R önesanstan beri
var olan modern devletler ise aksine, yılın her günü savaşabilecek düzenli or
dular kurmaya giriştiler - bu nedenle de kraliyet m âliyelerini kaçınılm az biçim
de tükettiler.
21
bet içinde askeriyeye yapılan takviyeler, Fransa’nın, Ispan
ya’nın ve İngiltere’nin kamu mâliyelerini çökertti. Bu harca
maları nasıl karşılayacaklardı? K ullanabildikleri mali kay
naklar nelerdi? Kırsal alanlar en kalabalık nüfuslu yerlerdi,
fakat buralarda üretilen varlığın büyük kısm ı, yine buralar
da tüketiliyordu. Çiftçi ürettiğinin neredeyse tam amını tü
ketirken çiftçin in ürettiklerine nasıl b ir vergi konabilirdi?
Günümüzde böylesi bir politika, hüküm et harcam alarını fi
nanse etm ek için hane üretim ini vergilendirm ekle eşdeğer
olurdu. Kırsal bölgelerin parasal ve mali varlığı fazlasıyla
güçsüzdü. Öte yandan sanayinin ve ticaretin yeri olan kent
ler, karm aşık bir piyasa alışverişleri ağının kesişim nokta
sında yer alıyordu ve bunun sonucu olarak da ağır vergilere
tâbi tutulabilirlerdi. Böylelikle m erkantilizm , kralların kasa
larını doldurm ak için sanayiye ve ticarete güvenm elerini
önerdi. Krallar loncalara, zanaatkâr b irlik lerin e ve ticaret
şirketlerine kendi alanlarındaki uygulamaların tekelini ver
diler; karşılığında da bunlar, çabucak hüküm etlerin başlıca
gelir kaynağı haline gelen vergileri ödediler. Kırsal kesim in
katkısı dolaylı kalmalıydı: Kentlerde satılan gıda ürünleri
nin fiyatlan düşük tutulacaktı, öyle ki kentsel nüfus fazla
olsun ve kolayca doyurulabilsin.
Bununla b irlik te, k ırsal k esim in y o k su lla ştırılm asın ın
kentlere faydası olmuyordu. Gayet kötü denetlenen kırsal
toplu göçün bir sonucu olarak er geç kitlesel açlık patlak
verecekti. Kentsel topluluklar ancak kırsal kesim den yiye
cek fazlalarını alabildikleri ölçüde hayatta kalabilirler -bu
fazlaların bolluğu da sadece çiftçilerin ayakta kalm asına
bağlıydı. Bu, François Quesnay önderliğindeki fizyokratik
düşünürlerin 18. yy’da yaydıkları temel mesajdı: K entler le
hine yasal düzenlem eler yığınının kaldırılm ası ve gıda üre
tim inin dayattığı doğal eşitliğe yönelik olarak “bırakınız
yapsınlar” tavrının alınması. 19. yüzyılın sanayi toplum ları-
22
nın öğretisi haline gelen bu ekonom ik liberalizm 18. yüz
yılda kırsal kesim leri korum anın bir aracı olarak gelişmeye
başlamıştı.
Gerçekten de, tarihçiler, tarımdaki ilerlem elerin, 18. yüz
yılın kapanışında meydana gelen birinci sanayi devrim inin
başlıca nedenleri arasında yer aldığı fikrini sık sık savunur
lar. Sanayileşme ilk olarak kırsal bölgelerde gelişm işti (son
radan “sahte sanayileşme” olarak anılacak olan yoldan). Bu,
bir kez tarımsal üretim lerini artıran (sanayi m allarının -ço
ğu durumda tekstil ürünlerinin- üretim iyle gıda m addeleri
nin üretimi arasındaki dengenin daha iyi denetlenm esinin
bir sonucu olarak) çiftçilerin boş zaman elde etm esinin so
nucuydu. Bu çerçeve bugün de geçerlidir: Asya’nın kalkın
m ası için kesin bir başvuru noktasıdır. A frika tarım ın ın
yağmalandığı sonucuna varan aynı Dünya Bankası çalışm a
sı, K ore’de kırsal bölgelerin k en tler tarafından sübvanse
edildiğini de ortaya serm işti. A çık tır k i, A syalı çiftçiler,
ken tlerin kendi fiyatlarını dayatm asına izin verm iyorlar.
Deng’in Çini de, tarımsal zenginliği sanayileşm eye bir ze
m in olarak geliştirm ek suretiyle bu fizyokratik kalkınm a
modelinden yararlandı.
Afrika ü lkelerinin bu kalkınm a m odelinin dışında k al
dıkları söylenebilir. M erkantilist devletler gibi mali kaynak
lara aç, ama rüşvetle sarhoş Afrika ülkeleri, E ski Rejim in
krallarının başlattığı soylu geleneği izleyerek kendi kırsal
bölgelerini yoksullaştırıyorlar.
Rüşvet
Afrika’da hayatın üçüncü düzeyinde, ekonom ik seçkin ler
tüm ulusları sömürürler. “Hangi ciddi adam, servetinin bir
bölümünü İsviçre’ye yatırmaz ki?” sözü, sözlerini eylem le
riyle destekleyerek A bidjan ve C enevre arasında günlük
23
uçak seferleri başlatan Houphouet Boigny’ye6 atfedilir. Afri
kalıların liderleri tarafından dolandırılmaları, fazlasıyla bili
nen bir konudur. Zaire’de M obutu Sese Seko, öteki geliş
mekte olan ülkelerin devlet başkanlarıyla birlikte hiç kuşku
suz dünyanın en zengin bireylerinden biriydi. Bu despotlar
üretilen zenginliğin bir bölüm ünü gizlice almakla yetinmez
ler. Onlar, var olan her maden ya da petrol kaynağını harca
yarak, yönettikleri ülkeleri en uç yoksulluğa sürüklerler.
V ictor N aim ’in V enezüella deneyim i analizi, aşağıdaki
özet yorumu içerir ve bu yorum pek çok gelişm ekte olan
ülkeye uygulanabilir: “Tersine Midas dokunuşunun çarpıcı
bir örneğinde, sistem , sistem atik olarak altını -ya da petro
lü- yoksulluğa dönüştürm üştü.”7 Venezüella’nın muazzam
petrol gelirini tüketm e tarzı, birçok gelişm ekte olan ü lke
deki rüşvetin sonu çların ın en m ükem m el örn eklerind en
biridir. 1 9 7 0 ’li yılların ikinci yarısında yükselen petrol fi
yatları Venezüella h ükü m etinin, ü lken in sanayileşm esini
destekleyeceği varsayılan yatırım fonları kurm asını m üm
kün k ılm ıştı. A frik a’d aki P azarlam a K u ru lları örn eğin e
benzer olarak bu kamu fonları da, o sırada Venezüella’nın
devlet başkanı olan Carlos Andres Peres’in çevresindeki lo
bi gruplan tarafından çabucak saptırıldı. Rüşvetler ve aracı
lık paylarıyla girişilen m üthiş yarışta, pratikte hiçbir eko
nom ik verimliliği olmayan aşırı büyük projeler üstlenildi.
Ü lkenin kesinlikle ihtiyaç duymadığı alüm inyum ve çelik
fabrikalarının yapımı, sadece kam u fonlarının saptırılm ası
nı gizlem ek içindi. Sonuç olarak Venezüella 1 9 7 0 -1 9 9 0 dö
nem inde, petrol kaynaklarına rağm en yoksullaştı. Sadece
ö tek i ü lk elerle kıyasland ığın da d eğil, m u tlak olarak da
24
yoksullaşm ıştı: Bir Venezuellalm ın 1 9 9 0 ’daki ortalam a geli
ri, 1 9 7 0 ’tekinden daha düşüktü. Rüşvet, ekonom iye, onu
20 yıl öncekinden daha az üretken hale getirm ek suretiyle
zarar vermişti.
Nijerya’da da aynı durum, aynı nedenlerle hüküm sür
mektedir. Petrol gelirleri, hüküm eti, sıfırdan yeni bir baş
kent inşa etmeye yöneltti, ve bu da doğrudan doğruya zen
ginliğin m uazzam ölçülerde boşa harcanm asına yol açtı.
Bizzat Nijerya Maliye Bakanlığı tarafından yayımlanan tah
m ini bir hesaba göre, yatırım a ayrılan 23 m ilyar nairanın
sadece 500 milyonu akıllıca yatırılm ış sayılabilir.
Bu “tersine Midas dokunuşunun” örnekleri saymakla bit
m ez!8 Sürecin merkezinde daima aynı olaylar zincirini bu
luruz: Kamu fonlarını saptırm ak üzere rüşvetçi bir iktidar,
boşuna yapılan harcamaları başlatır, yatırım fonları derhal
çarçur edilir ve sosyal programlar başlangıçtaki hedeflerin
den uzaklaştırılır.
25
nüm noktalarına benzeyen bir yol ayrımına ulaşm ıştır.9 Re
ne Dum ont, “Afrika için dem okrasi”yi savunduğu zam an,
bu savunmasını, kadınların söm ürülm esi, kırsal bölgelerin
sömürülm esi ve seçkinlerin rüşvet alm asına karşı bir dizi
şiddetli argüm an tem elinde yapm ıştı. D em okrasi dolayı-
m ıyla eğitim erişileb ilir b ir h ed ef h aline gelir. E ğitim in
özellikle de kadınların eğitim inin sayesinde, bir toplum di
ğer tür maddi ve eğitimsel varlık birikim ine yönelebilirdi.
Eğitimsel bilgiler ve dem okratik bir sistem , seçkinlerin key
fî iktidarının ortadan kalkm asına veya sınırlanm asına im
kân vermek suretiyle, nihai olarak birbirini güçlendirir.
Bir ziraatçi olan Rene Dum ont’un, yakın zamanda yaptığı
bazı saptam alarla, 18. yüzyıl fizyokratı olan Q uesnay’ın
saptamalarının çakışma derecesini belirtm ek rahatsız edici
dir. Her iki düşünür de kent m erkantilizm ini, kırsal kesi
min baskıcısı olarak suçlarlar. Quesnay dem okrat değildi,
ama piyasaların serbest işleyişinin insanlığı “özgürleştir
m ek ” için y eterli olacağına in an ıyord u . Q uesnay, D ide-
rot’nun Ansiklopedi’sindeki “tahıllar” ve “çiftçiler” madde
lerinin yazarıdır. 19. yüzyıl tarihinin, kendi iradesine bıra
kılan bir piyasanın gerçekleştirdiği kurum suzlaşm a örneği
ni sunduğu düşünüldüğünde, görüşleri günümüzde epeyce
naif sayılabilir. Fakat bu tip bir söylem kesinlikle miyadını
doldurm uş değildir: G ünüm üzde bırakalım A frika’yı A s
ya’da da yankısı gittikçe yayılmaktadır.
9 Tam bir benzerlik yoktur; eğer öyle olsaydı, her ülke, benzer bir maddi zengin
liğe ulaşm ak için Batı’nm adımlarım izlem ek zorunda olurdu.
26
2. iki Şehrin Hikâyesi
27
1980’lerin ortalarına doğru ekonom istler, istatistiksel veri
lerde “koşullu yakınlaşm a” diye adlandırdıkları bir eğilim
farkettiler: Yatırım, eğitim ve ticaret dolayımıyla yoksul ü l
keler, zengin ülkelere yetişmeyi başarabilirdi. Bu tam da As
ya’da ku llanılm ış form üldür- ön ce Jap o n y a’da sonra pek
çok Batılı tarafından Cehennem in Atlıları diye anılan dört
ülkede: Hong Kong, Singapur, Güney Kore ve Tayvan’da -
artık dünyanın geri kalanı tarafından yakından incelenen
b ir süreçte. Bu dört ülken in başarıları (n ü fu sları toplam
olarak 80 milyonu aşmayan) tüm Asya kıtası düzeyinde ve
hatta daha büyük ölçekte tekrarlanabilir miydi? Bu tip zen
ginlik artışının en uç iki örneği, Hong Kong ve Singapur’un
kanıtladığı gibi, m uhtem el yanıt “evet”tir.2
2 Analizim Alwyn Young'm iki parlak m akalesine dayanır: “İki Şehrin Hikâyesi",
NBER M acroeconom ics A nnual 1992, ile, “Sayıların zorbalığı: Doğu Asya’nın bü
yüme deneyim inin istatistiksel gerçeklikleri ile yüzleşm ek”, Ç u arterly Jo u rn a l
o f E conom ics 110 (1 9 9 5 ): 6 4 1 -6 8 0 . Ayrıca Young’ın Çin konusunda ulaştığı ya
yımlanm amış sonuçlardan da yararlandım , bunun için ona teşekkür ederim.
28
büyük bir sanayi know -how 'u getiren bu göçm enler, tez el
den, sonraları Hong Kong’u gelişmekte olan ülkelerin cur-
sus honorum 'u haline getiren yola sokan bir sanayi zemini
inşa ettiler. Ö nceleri Hong Kong’un sanayileşm esi tekstile
dayandırılmıştı. Sonraları sanayileşmiş ülkeler him ayecilik
lerini artırırken, kent de giyim sanayi yönünde yayılarak
daha işlenmiş ürünlere yöneldi, burada him ayecilik için et
kili norm lar koym ak daha zordur. 1 9 7 0 ’li yıllar boyunca
Hong Kong dereceli olarak faaliyet yelpazesini genişletti,
kısa sürede d ü n yan ın önde gelen oy u n ca k ü re tic is i ve
elektronik ürünlerin (özellikle kuvartz saatler) önde gelen
ihracatçılarından biri haline geldi.
1980’lerin başında, Hong Kong’un sanayileşm esinin do
ruğunda Çin, ekonom ik liberalleşm e yoluna girdi. Kaderin
bir oyunuyla insanlar, Mao öncesi Çin’den bildikleri kapita
lizmi canlandırm ak üzere Hong Kong’dan Şanghay’a dön
düler ve Hong Kong, Çin ve dünyanın diğer bölüm leri ara
sındaki ticaretin deposu şeklindeki eski rolüne dönüş yap
maya başladı.
Singapur’un savaş sonrası deneyimi çok daha zordu. Nu-
fusun eğitim düzeyi, dünyadaki en düşük düzeylerden bi
riydi3 ve siyasi ortam gayet istikrarsızdı. Kent, 1 9 5 0 ’li yıllar
da Malezya’daki kom ünist ayaklanmayla sarsılm ıştı, sonra
da 1 9 6 0 ’larda Endonezya ve M alezya arasındaki savaştan
etkilendi. 1967’de Büyük Britanya askerî personelini kent
ten geri çekmeye karar verdiğinde, sanayileşme henüz baş
lam am ıştı. 1 9 6 7 yılı, Singapur için dönüm noktası oldu:
Demir yumruklu Lee Kuan Yew kentin yönetim ini ele aldı.
Singapur hüküm eti, bir dizi yarı diktatörce reform ilan
etti. Çalışma yasaları, tüm çalışma anlaşm azlıklarının, göre
vi “bir bütün olarak topluluğun çıkarlarını” gözetm ek olan
3 1974 kadar geç bir tarihte nüfusun yüzde 7 5 ’inden fazlası hiçbir eğitim görm e
m iş durumdaydı.
29
bir hakem kurulunun yargısına tâbi kılınm ası yoluyla “ba
sitleştirildi”. Hükümet ayrıca, kamu fonlarını gözeten radi
kal bir reform da başlattı. 1 9 7 0 ’lerin başlarında hüküm et,
gayri safi yurt içi hasılanın yüzde 10’unu aşkın kamu fonla
rı fazlasından yararlanabilmişti. Daha sonraları kurulan zo
runlu em eklilik fonları planı, 1970’li ve 8 0 ’li yıllar boyunca
kentteki yatırımların yarısını kendi başına finanse etti. Son
olarak hüküm et, yabancı yatırım cılara elde ed ilen karın
yüzde 9 0 ’ına varan vergi muafiyetleri sundu. Sonuç olarak
Singapur dünyada uluslararası yatırım ların yöneldiği başlı
ca yer haline geldi. Yeni bir Birleşm iş M illetler çalışm asına
göre, Singapur gerçekte, 1 9 8 0 ’ler ve 1 9 9 0 ’ların ilk yarısı b o
yunca 60 milyar USD’ye yakın dış yatırım aldı- Endonez
ya’dan yaklaşık yüzde 5 0 daha fazla (ki nüfusu Singapur’un
nüfusunun 3 0 katıdır) ve Hindistan’dan 20 kat daha fazla.
Singapur hüküm eti ciddi iç ve dış kaynaklarının avantajı
nı kullanarak, sanayi ödeneklerini artırdı. Ö nce tekstil sek
törüne odaklandıktan sonra, kimya ve petrole, sonra oyun
cak sanayine yöneldi, sonra elektronik ve bilgisayar sanayi
ne ve son olarak da (1 9 9 0 ’larm ilk yarısında) mali hizm et
lere yöneldi.
1970 ve 1980 yılları arasında Singapur’un televizyon çıktı
sı, 50 faktör ölçüsünde arttı. 1980’lerin ilk yarısında Singa
pur’un hiçbir bilgisayar tecrübesi yoktu; 1 9 8 0 ’lerin ikinci
yarısına gelindiğinde dünyanın başlıca hard disk ihracatçısı
haline geldi. Singapur’un pek az mali faaliyet sürdürdüğü
bir noktadan Asya’nın en faal mali m erkezlerinden biri hali
ne gelerek gösterdiği gelişme de aynı ölçüde etkileyicidir.4
Singapur hüküm etinin sanayilerini ileriye götürm e oranı
muhteşem dir ve pek çok gözlemciye göre neredeyse saçm a
dır. Sanayilerin hiçbirinin çılgın bir yarışta hüküm et önü n
30
de avantajlarını birleştirm eye yetecek zamanı olm am ışken,
bir de uzmanlaşma şeklindeki yeni aşamaya yönelmişlerdir.
Ve bunun işe yaramış olduğu söylenebilir. Her bir aşamada
gerçekçilikten uzak olduğu halde, hızla uzmanlaşmayla il
gili kararlara geçilm esi, Singapur’u dünyadaki en zengin
kentlerden biri haline getirdi.
Genelleyebilir miyiz?
Asya’da da başka yerlerde de birçok ülke halihazırda Hong
Kong’u ve Singapur’u referans noktası olarak alıyor. Mesela
Afrika’daki Mauritius adasını ele alalım .5
Mauritius, “ilk günlerindeki” Singapur’a çok benzer ola
rak, 1968’de bağımsızlığını kazandıktan sonra bir siyasi is
tikrarsızlık dönemine girmişti. Durum öylesine tehlikeliydi
ki, sonradan Nobel ödülünü kazanan ve adanın kalkınm a
beklentileri hakkında bir rapor yazmış olan Jam es Meade,
ciddi ücret kesintilerinin kaçınılmaz olduğu sonucuna var
mıştı. Siyasi bunalım , olağanüstü hal ilan edildiği ve bir çok
parti ve sendika lideri hapsedildiği zaman doruğuna ulaştı.
19 78’den 1 9 8 2 ’ye kadar ada, başlıca ihracat maddesi olan
şekerin fiyatının düşmesinden etkilendi. 1 9 8 2 ’de demokra
tik yoldan seçilm iş bir hüküm et iktidara geldiği sırada ilan
edilen işsizlik oranı yüzde 2 0 ’ydi. O zamandan sonra, Ma-
uritius’daki durum radikal biçim de değişti. Hüküm et, kısıt
lamasız (tarife-dışı) bölgeleri geliştirm e kartını oynamaya
karar verdi. Mauritius’un kendi ihracatlarına dayatılan kısıt
lam alardan kaçınacak bir yol sunduğunu düşünen Hong
Konglu sanayicilerin desteğiyle, hüküm et, adanın tekstil
üretimini 5 katma kadar çıkarmayı başardı. Hızlı büyümeyle
geçen bir on yılın sonunda Mauritius, ücretlilerinin satın al
31
ma gücünü iki katma çıkarmayı ve böylelikle kendisi ve Af
rikalı kom şuları arasındaki açığı genişletm eyi başarm ıştı.
Mauritius’un büyüme modelini, düşük eğitim ve donanım
düzeyleri zem ininde veya ülkenin siyasi tarihi zem ininde
öngörmeye kalkışanlar, tıpkı Jam es Meade’ın yaptığı gibi, ül
kenin felakete doğru gittiği sonucuna varırlardı.
Tüm bu örnekler Afrika örneğinde m antığının nasıl işle
diğini gördüğümüz “yoksulluk tu z ak ların d an kaçınılabile-
ceğini göstermektedir.
Singapur’un son derece aleyhteki başlangıç koşulları bile
-hiçbir ön sanayileşme olm aması, eğitim li nüfus olmaması-
kentin, ekonom ik olarak atılım yapm asını önlem edi. Bu
nunla birlikte, Singapur hüküm etinin kullandığı yöntem le
rin ışığında, bu kendine özgü kalkınm a m odeli hakkında
n aif ve coşkulu yargılardan kaçınılm alıdır. Bu tartışm ada
sözkonusu olan şey, sü recin arzulanabilirliğinden ziyade,
gerçekleştirilebilirliğidir. Singapur’da kullanılan yöntem leri
savunmak veya eleştirm ek bir şeydir; “nesnel koşullar”ın
analizinden, ister arzulanır olsun ister olm asın ekonom ik
büyüm enin imkânsız olduğu sonucunu çıkarm ak başka bir
şeydir. Lee Kuan Yew’in yöntem lerini eleştirm ek bir şeydir;
bu tip yöntem lerin neden Asya’ya zenginlik getirirken Afri
ka’ya yoksulluk getirdiğini kavramak başka bir şey.
Ulusların Zenginliği
Ekonom istler, bir ulusun zenginliğini belirlerken genellikle
üç üretim etkenini ayırt ederler: Em ek, sermaye ve teknolo
jik ilerleme. Sermaye ve em ek geleneksel araçlar olarak de
ğerlendirilir. Sermaye, aşınma ve eskim e payları bırakılm ak
suretiyle ülkenin yatırım ları toplanarak ölçülür. Em ek ise
kesin olmayan fakat genellikle benzer yöntem lerle düzelti
len kişi-saat sayısıyla veya işçilerin eğitim düzeyi gösterge
32
siyle temsil edilir. “Toplam etken üretkenliği” olarak da dü
şünülen teknolojik ilerleme ise, bir ekonom inin sermaye ve
emeği bir araya getirme verim liliğini ölçer. Eğer, örneğin iki
ekonom i aynı miktarda sermaye yatırıyor ve aynı sayıda işçi
çalıştırıyorsa, fakat birisi hâlâ ötekinden daha yoksulsa, da
ha yoksul olan ekonom inin daha düşük bir “toplam etken
üretkenliği” düzeyine sahip olduğu söylenir. Aynı şekilde,
önceki yatırım ve işçi çalıştırm a oranlarını sürdürdüğü hal
de zam an içinde bir ekonom in in büyüm esi gerilerse, bu
ekonom inin toplam etken üretkenliğindeki büyüm e oranı
n ın azalmış olduğu söylenir. B öylelikle “toplam ü retken
lik”, ekonom istlerin em ek veya sermaye birikim iyle ölçüle-
meyen şeyleri havale ettikleri bir tür kara kutudur.
Büyüme kaynakları ne zaman em ek, sermaye ve toplam
etken üretkenliği olarak unsurlarına ayrılsa, ekonom istler,
üretkenliğin ( “tek n o lo jik ilerlem e”nin) tutarlı olarak, en
azından üretimin geleneksel etkenleri kadar önem li rol oy
nadığını keşfederek şaşırmışlardır. Ö rneğin 1 9 5 0 -1 9 7 3 dö
neminde, Fransa ABD’yi “yakaladığı” zaman, üretkenlikteki
artışlar, Fransa’nın ekonom ik büyüm esinin yüzde 6 0 ’ı tuta-
rındaydı. Pek çok başka sanayileşm iş ülkede de, teknolojik
gelişme, savaş sonrası ekonom ik büyüm enin yarısına yakı
nını temsil eder.
Dört kaplan örneğinde bu unsurlarına ayırma, nasıl bir
rol oynar? Bu ülkelerdeki zenginlik artışı, insangücü ve ma
kine kullanım ını artırm alarının otom atik bir sonucu m u
dur, yoksa bu ülkelerin “toplam üretkenliğine” mi atfedil-
melidir? Şimdi rol oynayan güçleri yakından inceleyelim .
Eğer D ört Kaplan’ın zenginliği asıl olarak uzm anlaşm a
stratejileri, dünya pazarında kurdukları nişler, ya da hatta
“Asyalılık değerleri”nin sonucu olan avantajları sayesindey
se, üretkenlik artışlarının çok güçlü olduğu sonucuna var
mamız gerekir. Fakat gerçekte, bunun tam tersinin geçerli
33
olduğunu keşfediyoruz. Dünya ülkelerini toplam büyüm e
leri bakım ından sıraladığımızda, dört Kaplan (Hong Kong,
Singapur, Güney Kore ve Tayvan) dünyadaki en üretken
beş ülke arasındadır (Botswana, elmas madenleri nedeniyle
birinci sırada yer alır). Fakat ülkeleri yararlandıkları tekno
lo jik ilerlem e bakım ın d an sıraladığım ızda, sıra bozulur:
Kaplanlar burada en iyi öğrenciler olacaklarına, vasat öğ
re n cile r h alin d ed irler, tem bel ö ğ ren ci payesi de S in g a
pur’undur (son 2 0 yıl boyunca hiçbir tek n olo jik ilerlem e
kaydetmemiştir).
Aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi Dört Kaplan’ın
büyümesi hem en hem en tamemen bu ülkelerin iç çabaları
na atfedilebilir. Bu verileri tartışırken Paul Krugm an Kap
lanların zenginliklerini ilhamdan ziyade alınterine borçlu
olduklannı belirtir.6 Bunun en çarpıcı örneği, Singapur’dur:
Büyüm esinin neredeyse üçte ikisi olağanüstü tasarruf ora
nının sonucudur. Hem Güney Kore hem Tayvan’da büyü
m enin yaklaşık dörtte üçü sermaye ve em ekten kaynakla
nır. Yukarda belirtilen nedenlerle (başlangıçtaki geniş insan
sermayesi) Hong Kong, daha dengeli bir büyüm e yaşama
sıyla diğerlerinden ayrılır, burada üç faktörün her biri bü
yüm enin üçte biri tutarındadır. Sözün kısası, Asya’da kal
kınma, temel olarak tasarruf yoluyla sağlanmıştır. Çin, bu
stratejin in m ükem m el b ir tem silcisid ir: 1 9 9 5 ’te tasarru f
oranı, ulusal gelirin yüzde 4 3 ’ydü, oysa aynı yıl, Alt Sahra
Afrikası’nda bu oran yüzde 16’ydı.
Bu kıyaslam anın da açık ça ortaya koyduğu gibi, D ört
Kaplan m ucizesinin kavranm ası kolaydır. O rtada m ucize
yoktur. Adam Smith ve Martih Luther’in yazılarında belirtil
diği gibi zenginlik, her bir bireyin çabalarının geri ödenme
sidir. Bu, bu ilkeleri izlem ek isteyen ülkeler için büyük bir
6 Paul Krugm an, Pop In tem ation alism (Pop uluslararasıcılık, M IT Yayını, 1 9 9 6 ).
34
umut ışığıdır. E n basit çözüm ler -tasarrufun ve yatırım ın
teşvik edilm esi ve işgücünün eğitilm esi- yoksul ü lkelerin
zengin ülkeleri yakalamasına im kân verir görünmektedir.
Toplam
Toplam Sermaye Emek üretkenlik
büyüme girdisi girdisi büyümesi
Kaynaklar: Asya için Aivvyn Y oung: "İk i Şehrin Hikayesi", N BER M a k ro E k o n o m i Yıllığı
1992'de; Fransa için A n g u s Maddison, D ynam ic Forces in Capitalist D evelopm ent (Kapita
list Kalkınmada Dinam ik Güçler, O xford Üniversitesi Yayını, 1991). s. 158, tablo 5.19.
7 Alwyn Young, sözlü katkı, Uluslararası Para Ekonom isi Sem ineri, Paris.
37
Japonya’nın ABD’yi yakalamasına izin veren m ekanizm anın
çok daha büyük ölçekte tekrarı olan bir “yakalama/yetişme”
olgusu işbaşında. Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki açığı
daraltma yönünde bu yavaş yavaş ortaya çıkan hareket, 21.
yüzyılın büyük umudu olarak adlandırılabilir. Eğer gerçek
leşirse, belki de gün gelip tarihçilerin, ülkelerin tarihinde
19. ve 20. yüzyılların önemsiz bir ara dönem den ibaret ol
duğu sonucuna varm alanna im kân tanıyacak. Sanayi devri-
m inin Batı’ya sağladığı hem en hem en tek ayrıcalık, o za
m an, öteki uygarlıklara ken d ilerini uyarlam aları için bir
şans verecek kadar uzun sürmüş olması olacak.
Bu eko no m ik yakalam aya siyasi b ir yakalam a da eşlik
edecek mi? Afrika bağlamında dem okrasi sorununa değin
miştim. Fakat Asya için teşhisin değiştirilm esi şarttır, çü n
kü orada Batı’da olanın ya da Afrika’da olabilecek olanın
tersine, dem okrasi büyümeyi tetikleyen güç değildir, fakat
belki de, halihazırda gerçekleşm ekte olan büyüm e dem ok
rasiye yol açar.
Tam am en ekonom ik terim lerle Asya’da dem okrasi, gel
m ekte geç kalm ıştır, çünkü yenidendağılım konusundaki
çatışmalar, Afrika’daki veya Latin Am erika’daki kadar va
him değildir. Birincisi, 1. Bölüm de belirtildiği gibi, kent ve
kırsal kesim arasındaki çatışm a Asya’da Afrika’daki kadar
keskin değildir. İkincisi, gelir farklılıkları daha az dile geti
rilir: Güney Kore ve Tayvan dünyadaki en eşitlikçi ülkeler
arasındadır (Fransa’dan daha eşitlikçi ve neredeyse İsveç’e
denktirler). Son olarak, sosyal adalet için kritik önem taşı
dığı aşikâr olan eğitim düzeyi konusuna, en çok , Asya’da
hakettiği değer verilm iştir: Eğitim , büyüm e zorunluluğu
adına çabucak kendini dayatmıştır. E konom ik kalkınmada
can alıcı etken olarak ortaya çıkan eğitim, siyasi sorunların
gelecekte yeniden değerlendirilm esini alevlendirecek m uh
temel kıvılcım olarak da görülebilir. Eğitim in zorunlu ola
38
rak genel, evrensel bir biçim aldığı kapitalist bir dünyada
(sanayi öncesi ekonom ide olduğu gibi sanatların bir kuşak
tan ötekine aktarıldığı özgül biçim den ziyade), eğitim dü
zeyinin yükselm esinin er geç güçlü dem okratik özlem lere
yol açacağı sonucuna direnm ek gerçekten güçtür.
Kapitalizm ve dem okrasi gelişm ekte olan ülkelere ihraç
edilm eli m i, bu ü lkelerin kü ltürleri otom atik olarak Batı
m odelini benim sem ek ve kendi değerlerinden vazgeçm ek
zorunda m ı kalır yoksa bir yandan global pazarın kuralla
rını özüm serken her bir kültürün korunm asına izin veren
incelikli bir diyalektiğe mi tanık oluruz? Japonya, uzun sü
re, bir yandan kendi kültürünü korum ayı başarırken dün
ya pazarına girm ekle elde edeceği tüm çıkarları kavramış
olan ilk Asya ülkesi olarak anıldı. Bununla birlikte günü
müzde geleneksel Ja p o n değerlerinin koru nm ası yargısı,
artık pek o kadar açık değildir. Ja p o n kültürünün tem elleri
(otoriteye saygı ve kadınların ikin ci sın ıf statüsü), süreçte
tem el bir rol oynayan kad ınlar için daha yü ksek eğitim
sta n d a rtla rı o lu şm a s ıy la çö k ü y o r. S o ru n u L o u is D u-
m ont’un ifade ettiği gibi artık klasikleşm iş terim lerle orta
ya koyarsak, Jap on ya’nın hiyerarşik toplum unun dereceli
olarak yok olduğunu, yerini, piyasa eko n o m isin in güçlü
bir rol oynadığı daha eşitlikçi bir toplum a bıraktığını söy
leyebiliriz.8
Hakikaten, globalleşme hakkındaki tartışm anın m erkezî
paradoksu, görünüşe bakılırsa, ken d ilerin i, ortaya çıkan
globalleşm enin şokunu dindirmeye uğraşırken bulan Batılı
ülkelerin zor durumuyla ilişkilidir. Günüm üzde globalleş
me zengin ülkelerde -artık yoksul ülkelerde değil- korku
yaratmaktadır. Fazlasıyla doğru fırlatılm ış bir bum erang gi
bi Batı m odeli de yaratıcılarına geri dönm ektedir. Zengin
39
ülkeler, kendi yarattıkları piyasa ekonom isi kanununu ka
bul etmeye hazır olacaklar mıdır, tıpkı eski Yunan kentleri
nin, onların tanrılarını benim sem iş olan Roma İm parator-
luğu’nun boyunduruğuna girm eleri gibi?
40
3. Batı Dünyasının Büyük Korkusu
41
yük bir mali bunalıma girdi ve peso’nun değeri fevkalade
düştü.
Ama herkes biliyordu ki (ya da bilm eliydi k i), bunalım
dan önce, peso fazla değerlenmişti. M eksikalı işçilerin dü
şük ücretlerinin verdiği tehlike işaretlerine rağm en, “güçlü”
bir peso, Amerikalılara Meksika pazarını istila etme imkânı
verdi. Meksika’nın borçlarını geri ödeyecek fazlaları piyasa
ya sürebilmesi için, pesoyu “zayıf” hale getirecek bir mali
bunalım gerekti. Bu hikâyeden çıkarılacak ders evrenseldir:
Her zaman malların alım ve satım larının dengede olduğu
bir değiş tokuş oranı vardır ve bu nedenle “global” rekabet
gü cü n ü n y itirile c e ğ i k ork u su saçm ad ır. D aha a ç ık ç a sı,
Meksika örneğinin kanıtladığı gibi, değiş tokuş oranlarında
bir dengesizliğin meydana gelmesi m üm kündür fakat bun
lar genellikle çabu cak düzeltilirler. Daha 1 7 4 2 ’de ticaret
üzerine denem elerinde David H um e’un belirttiği gibi, bir
ülkede gelişmiş ticaretin ilk sonucu, “daha yoksul devletle
rin, tüm yabancı pazarlarda daha zenginlere daha ucuza
satmasını m üm kün kılm ası”2 suretiyle altın bolluğunun, ü l
kenin ürettiği malların fiyatını artırmasıdır. Hume’un tartış
tığı parasal uyarlamalar altının dalgalanmalarından ziyade
değiş tokuşun dalgalanmaları olarak kavrandığı taktirde bu
alıntı, her şeyi açıklar.
Dolayısıyla zengin ülkelerin yoksul ülkelerle yaptıkları ti
carette korkmalarını gerektiren şey “global” bir zarar değil
dir. Eğer yoksul bir ülke zengin bir ülkeye 100 USD değe
rinde mal satarsa, er geç 100 USD değerinde mal satın ala
caktır. Gerçekten de Büyük Plinius’un3 yaptığı kötücül tah
m inleri yakından inceleyen tarihçilerin, P linius’un sadece
Romalıların alımlarmı hesaba kattığını, satışlarını tahm inle
2 David Hume, Essays, M oral, P olitical and L iterary (Ahlakî, Siyasi ve Edebî De-
nemeler, Oxford Üniversitesi Yayını, 19 6 3 ).
3 Bkz. Yukarıdaki giriş bölümü.
42
rine dahil etmediğini farketmeleri uzun sürmemiştir. Plini-
us Asya’nın veya A rabistan’ın Roma ürünlerine ne kadar
harcadığını tahmin etmiş olsaydı, daha ciddi bir rapor vere
bilecekti: Rom alıların satışları, ortalam a olarak, alım larım
dengeliyordu.4 Burada sözkonusu olan şey, alım lar ve satış
lar arasındaki dengesizlik değildir, fakat bu ikisinin grupsal
uyumdur: Hangi gruplar satıcı olacaktır, hangileri alıcı.
Rekabet Gücü
Hume’un denemesi, düşünce tarihinde ününü korum uştur
çünkü karşıt görüşün, yani sonsuz üretim fazlalarına sahip
olm anın hem m üm kün hem de genellikle istenir olduğunu
savunan m erkantilist görüşü en sert eleştirenlerden biridir.
M erkantilistlerin zararla ilgili takıntısı, asıl olarak dönem le
rin in altın ve güm üşle haşır neşir olm asına bağlanabilir.
W illiam Petty’nin belirttiği gibi “ ticaretin büyük ve nihai
etkisi genel olarak zenginlik değildir, fakat özellikle ne yok
edilebilen ne de öteki metalar gibi dönüştürülebilen ve her
zaman ve her yerde değerli olan güm üşün, altının ve m ü
cevherlerin bolluğudur: Oysa şarabın, tahılların, kuşların,
etin vs. bolluğu zenginliktir gerçi ama hic et nunc.”5 Petty’
nin düşünce çizgisini izleyerek zenginliği, neredeyse, galibi
hâzineyi ilk bulacak denizci olan bir hazine avına benzete
biliriz. Kişi gömülü hâzinenin aranmasına odaklandığında,
rekabet daima kötüdür. Ö teki tekneleri de bu kişinin kendi
kullanım ı için kiralamak iyi olabilir, ama ötekilerin de hâzi
neyi kendileri için aramaları, daima kötüdür: O zaman hâ
zineyi ilk bulan kişi olma 'tehdidini yaratmış olurlar. Mer-
4 Bkz. N icolet, Rendre â C isa r ; Bkz. Ayrıca Paul Veyne, L a S o c iit i rom ain e (Le Se-
uil, 1991).
5 W illiam Petty, E ssays on M ankind an d P olitical A rithm etic (İn san lık ve Siyasi
A ritm etik Üzerine Denemeler, 1. Baskı: 16 7 6 ).
43
k an tilistlerin , uluslararası rekabetin daim a kötü olduğu
inancının temel açıklam ası, budur.
Bu değinmeler, 18. ve 19. yüzyıllarda m erkantilizm e bir
tepki olarak ekonom i politiği yeniden keşfeden Sm ith ve
Ricardo gibi klasik düşünürlerin, niçin ilk iş zenginliğin
(servetin) tanımını gözden geçirmeye kendilerini adadıkla
rını kavramayı kolaylaştırır. Sm ith ve Ricardo (ve Malthus)
için bir ülkenin zenginliği, sadece altın stoklarıyla değil,
halkının emeğiyle ve işgücünün optimum kullanım ını sağ
laması gereken araçlarla ölçülm elidir. Bu yaklaşım açıktır
ki, odağımızı m erkantilistlerin “hazine avı”ndan radikal b i
çimde uzaklaştırır. Artık yabancı rekabetin benim hâzinemi
çalacağından korkm am , çünkü hâzinem , çalışm am dır ve
onu hiç kim se benden uzaklaştıramaz, ve em eğim i m üm
kün olan en iyi biçim de kullanacak görevlere başvurmakta
daima tamamen özgürümdür. Bu, büyük önem taşıyan bir
konudur ve sonraları rek a b et gücü kuram ı olarak bilinen
kuramı bulan klasik ekonom istlerin (özellikle Ricardo’nun)
başlıca katkısı budur.
Adam Smith modern dünyayı, her bireyin bir işte uzman
laştığı ve kalanını piyasalara bıraktığı bir dünya olarak ta
nımlamıştı. Bu tip uzmanlaşmaya yönelten m antık basittir:
Ben, ötekilere kıyasla, en hünerli olduğum dalı seçerim . Ben
belki mükemmel bir börekçiyim ve aynı zamanda m ükem
mel bir ayakkabı yapımcısıyım - belki bana börek satan b ö
rekçiden daha bile iyi b ir b örekçiyim . Ama ö n em i yok:
Eğer, ayakkabı imalatçısı olarak börekçiliğim den daha iyiy-
sem, tüm zamanımı ayakkabı yapmaya adarım ve börekleri
mi satın alırım. M ükem m el olduğum faaliyetten elde etti
ğim gelir, kendi ekm eğim i yapmaya harcayacağım zamanı
mutlaka karşılayacaktır. Elbette ki, kendi ekm eğim i kendim
yaptığım zamanların özlemini çekebilirim . Bununla birlikte
nostalji, hiçbir zaman, ekmeğimi gerçekten bana yaptıracak
44
kadar güçlü olmayacaktır. Bu geçmiş özlemi, hiçbirimiz as
lında geçmişe geri dönmek istemediğimiz için, özellikle yo
ğun olabilir. Ricardo’nun belirttiği gibi ülkeler arasındaki ti
caret de aynı ilkelere uyum sağlayacaktır: Her bir ülke, re
kabet üstünlüğünü kullanabileceği alanda uzmanlaşacaktır.
Böylece, belirli bir ülke hem tarımsal üretimde hem de sa
nayi üretiminde mükemmel olsa bile, eğer sanayi üretim i,
öteki ülkelere göre en iyi olduğu alansa, bu ülke, yiyecek it
hal edip sanayide uzmanlaşarak kâr edecektir.
Tarih bu bakımdan gayet insafsız olduğunu göstermiştir.
Ticaretin her yerde ve her zaman kendi kendini doyurma
nın bir etkeni olduğu fikri, teorik olarak naif ve tarihsel
olarak yanlıştır. Büyük Britanya sanayi üretim inde uzman
laşarak, tarım ürünlerini ithal eder ve çiftçi nüfusunun va
rını yoğunu yitirm esine yol açar. Tersine, Güney ülkeleri
Büyük Britanya’yla ticaret yaptıklarında, Britanya mallarını
ithal ederler, bu da onların küçük sanayilerini kesintiye uğ
ratır. Her iki durumda da ticaretin sonucu olan değişimden
doğrudan etkilenenler için, bu değişim acımasızdır. Belki
bu noktada “globalleşm e”nin 19. yüzyılda, b irin ci sanayi
devriminin izinde nasıl ortaya çıktığını hatırlam ak uygun
olabilir. Bu bizim , Güney ülkelerinin niçin Kuzey ülkeleriy
le ticaretten korktuklarını ve niçin bu kadar çok insanın,
artık böyle bir ticaretten korkm a sırasının Kuzey ülkelerine
geldiğini savunduğunu kavramamıza yardım edecektir.
7 Sıradaki, Paul Bairoch’nun Le tiers m onde dans l’im p asse (G allim ard, 1 9 8 3 ) adlı
kitabına dayandırılmıştır.
46
Yüzyılın sonuna gelindiğinde ise, Hindistan’ın tekstil tüke
tim inin dörtte üçü Büyük Britanya’dan ithal ediliyordu. Ri-
cardo’nun kuramına uygun olarak, Hindistan, Britanya sa
nayileşmesinin karşılığında sanayisizleşiyordu.
Fakat trajedi burada bitmedi. H indistan’a hangi ürünler
en büyük rekabet üstünlüğünü sağlayacaktı? Buğday ya da
gıda ürünleri değil çünkü Büyük Britanya en azından Ame
rikan İç Savaşı’na kadar bunları ABD’den satın almayı tercih
etti. Hindistan, pamuk, jü t ve indigo (çivit) ihracında daha
iyiydi. Ticaretin yeni bir sonucu olarak, 19. yüzyılın başla
rında Asya’nın tahıl deposu olan Hindistan, artık kendi gı
da ihtiyacını karşılamayan ürünlerin tarım ında uzm anlaş
mış hale geldi ve sonuç olarak da tem el ürünleri ithal eder
oldu. Bu uzm anlaşm anın sonucu olarak büyük kıtlıkların
başgöstermesi uzun sürmedi: Dünya olaylarının elverişsiz
olduğu her seferde de Hindistan kendini gıda ithal edecek
parayı denkleştiremez halde buldu.
Ne yazık ki rekabet gücü kuram ının dram ı bu kadarla
bitmez. Britanyalılar Hindistan’ın afyon bitkisi yetiştirmeye
çok uygun olduğunu farkettiler, bunun başlıca pazarı ya
kındaki Çin’di. Ama Çinliler, afyonun nüfuslarına verdiği
yıkıcı etkilerin farkındaydılar ve serbest ticaretin zararına
da olsa, afyon ticaretini yasaklamak istediler. Ne çıkar: Bü
yük Britanya, lim anlarını afyon ithalatına açmaya zorlamak
üzere Çin’e savaş ilan etti. 1842’de imzalanan N ankin An
laşması, “Afyon Savaşı”nı Büyük Britanya ve serbest ticaret
lehinde sonuçlandırdı: Afyonun Ç in’e girişi serbest kaldı.
Bunun felaket boyutlarındaki etkilerini önlem ek, bir yüzyıl
ve bir kom ünist devrim gerektirdi.
Rekabet gücü kuram ının belirsiz tarihine daha binlerce
örnek verilebilir. (Çay hariç tüm tahılları bırakm ak zorun
da bırakılan) Seylan’dan, Osm anlı İm paratorluğu’na ve La
tin Amerika’ya (her ikisi de 19. yüzyılın akışı içinde sanayi
47
zem inlerini kaybetm işlerdir), günüm üzde Ü çüncü Dünya
ülkelerinin büyük kısmına varana kadar pek çok ülke, 19.
yüzyılın başlıca sanayi ülkesi olan Büyük Britanya’yla tica
ret yapmanın sanayisizleştirm eci etkisini yaşamıştır.
Bu tip olaylar, Ricardo’nun, bir ülkenin sanayileşm esinin
başka bir ülkenin sanayisizleşmesi anlam ına gelir şeklinde
ki varsayımına atfedilebilecek bir korkuya -basitleştirm ek
uğruna, san ay isizleşm e korku su diyeceğim - sebep olur. Bu
korku, uluslararası işbölüm ünün bazı ülkeleri, ekonom ile
rinin kalan kısm ı için herhangi bir itki sunm ayan, ikincil
faaliyetlerle sınırladığı ve “sanayileştirici sanayileşm e”yi8 en
zengin ülkelere ayırdığı fikrinin bir yansımasıdır.
Yeni Sanayisizleşme
“G loballeşm e”nin Üçüncü Dünya Ü lkeleri için 19. yüzyıl
daki son derece travm atik doğası, bu ü lk eleri, “kendini
merkez alan” stratejiler -yani dünya ticaretinin m enzilinin
ötesinde işleyen kalkınm a stratejileri- izlemeyi tercih etm e
nin yararlarına olacağını düşünm eye yöneltti. G ünüm üz
deyse, Asya’nın Dört Kaplanı’na bakan yoksul ülkeler, ken
di sanayileşmelerini güçlendirm ek için dünya ticaretine bel
bağlayabileceklerini kavrıyorlar. Temel bir nitel değişim za
ten gerçekleşti: 1970 ile 1990 arasında, gelişm ekte olan ü l
kelerin ihracatı içinde mamül ürünlerin payı, yüzde 2 0 ’den
yüzde 6 0 ’a çıktı. Birincil ürünlerin ihracatında uzm anlaş
mış bir gelişm ekte olan ülke im ajı kaybolm uştu. 1 9 9 0 ’da
Üçüncü Dünya ülkelerindeki ve eskinin planlı ekonom ile
rindeki işgücünün yüzde 17’si zaten doğrudan ya da dolaylı
olarak sanayi ihracatı sektöründe çalışıyordu. Her şey, yok
sul ülkelerin bu eğilimi pekiştirm ek istediğini gösteriyor.
48
Ticaret korkusu devam ediyor, ama aniden saf değiştir
miş olarak. Artık zengin ülkeler, “globalleşm e”nin kendi sa-
nayisizleşm elerinin habercisi olm asından korkacaklar. Bu
ülkeler, 1980’li yıllarda himayeciliği yeniden kurmaya çalı
şan ülkelerdir. Bu nükseden korku hakkında ne düşünm eli
yiz? Şimdiye kadar bize rehberlik eden rekabet gücü kura
mını aklımızda tutalım. Dünya ticaretinin, Güneyin sanayi
leşm esinin m otorlarından biri haline geldiği ve bunun so
nuçlarından birinin de Kuzeyin kısm i sanayisizleşmesi ol
duğu açıktır. Bununla birlikte bu sürecin Kuzey ülkelerini
kırsal döneme geri götürmeyeceği de açıktır. Güneyin sana
yileşmesi Kuzeyi, Kuzeyin işlenm iş m allar ihraç ettiği bir
alışveriş uzmanlaşmasına yöneltiyor. Dolayısıyla zengin ü l
kelerin risk altında olduğu nokta, “eski tarz”, baskıcı, “sa-
nayisizleştirici” bir sanayisizleşme korkusu noktasında de
ğildir. Zengin ülkelerdeki geleneksel sanayinin bütün sek
törleri, şimdi devam eden süreç tarafından tehdit ediliyor.
19. yüzyılda Britanyalı çiftçilerin örneğindeki gibi, bazı işçi
ler de, bu dönemden itibaren, kademeli olarak işçi sınıfı ha
yatının güvenceli çerçevesi haline gelm iş olan şeyi terket-
mek zorunda kalacaklar. Tekstil, giyim, çelik fabrikaları, ge
mi yapımcılığı gibi yüzyıllık sanayiler Güneyin baskısı al
tında kapanmaya zorlanıyorlar. Ama tersine de, yeni beceri
ler, yeni sanayiler, yüksek hızlı trenler, yazılım vs., geliş
m ekte olan ü lkelerin sunduğu pazarlar sayesinde büyük
ilerlemeler kaydediyor. Eğer zarar etme korkusunu bir yana
bırakırsak, bu yeni pazarların (ne olurlarsa olsunlar) değer
bakımından ithal edilen ürünlere kabaca denk olacağını bi
liriz. Fakat eğer 19. yüzyıl dersini iyi çalışm ışsak, biliriz ki,
dünya ticareti, her ülkede büyük ölçekli yeniden dağıtım
etkileri yapabilir. Çağdaş global alışverişlerin “n et” etkisi
ne olacaktır? Bu dönüşüm lerin sonucu olarak kim kazana
cak ve kim kaybedecek?
49
Makroekonomik Uyarlanma
Yeni-Ricardocu düşünürler tarafından geliştirildiği şekliyle
standart uluslararası ticaret kuramında yoksul ülkelerle ti
caretin sonuçları şöyle analiz edilir:9 Artık tarım la ilgilen
m eyen sanayileşm iş b ir dünyada Y eni-R icardocu e k o n o
m istler zengin ü lkeleri, “yüksek katm a d eğerli” m alların
-yani az em ek fakat büyük m iktarda serm aye (daha çok
m akine) gerektiren m alların- üretim inde rekabet gücüne
sahip görürler, yoksul ülkeleri de büyük miktarda em ek ve
az sermaye kullanan m alların üretim inde rekabet gücüne
sahip sayarlar. Bu nedenle zengin ve yoksul ülkeler arasın
daki ticaret, zengin ülkelerin iş piyasalarında dengesizliğin
artmasına sebep olacaktır. Gerçekte ihracat mallarıyla az sa
yıda iş alanı yaratılır ve Güneyden yapılan ithalatın bir so
nucu olarak da pek çok iş alanı ortadan kalkar. Dolayısıyla
iki etken, “genelde” em ek aleyhine ve sermaye lehine bira-
raya gelecek ve işleyecektir. Güneyden yapılan ithalatların
sonucu olarak işlerini kaybeden işçiler yeni iş bulmak zo
runda kalacaklar; bunu yaparken ücretleri aşağı çekecekler
ve sermayedarlar kâr m arjlarını yükseltm ek için bu koşul
lardan yararlanacaklardır. Bu kâr m arjları aşağıdaki nedenle
büyümeyi sürdürecektir: İhracat sektörleri büyük miktarda
sermaye kullandıkları için, işçi nüfusunun tersine, serm a
yedarlar yükselen talepten kâr sağlayacaktır; sermaye kıt ve
dolayısıyla maliyetli hale gelecek, ve sermayedarlar bir kez
daha globalleşmeden büyük kâr sağlayacaklardır. Bu analiz
bazen, globalleşm enin sermaye lehine ve işçiler aleyhine iş
leyen, sermayedarların işçilere “ücret kısıtlam a”sını dayat
50
tıkları ve böylelikle kârlarını artırd ıkları b ir tarz olduğu
şeklindeki ifadelere yol açar.
Bununla birlikte globalleşm enin zengin ülkelerdeki işçi
ler “pahasına” işlediği hakkındaki “kanıt”, tam am en yanlış
tır. Bu kanıt, Kuzey ülkelerinin sermayeye dayalı mallar ih
raç ettiği ve emeğe dayalı mallar ithal ettiği fikrine dayandı
rılır. Ama kısaca söylersek, durum böyle değildir. Daha
1955 kadar erken bir tarihte W assily L eontief ABD’nin öte
ki ülkelerle ticaretinde emeğin ve serm ayenin paylarının bir
kıyaslam asını yapm ış ve o ran ların , k u ram ın öngördüğü
oranların tam am en tersi olduğunu bulm uştu. Dünyadaki
en zengin ülke olan ABD sınırlarının dışından satın aldığı
mallardan daha emeğe dayalı mallar ihraç etm ekteydi. “Le
ontief paradoksu” (m odelinin tanındığı şekliyle) çok etkile
yiciydi:10 Zengin ülkeler tarafından ihraç edilen m allar çok
emek ve az sermaye gerektirir.
Eğer sermaye, Kuzey-Güney farkının tüm sebebi değilse,
bu farkı yaratan nedir? Kuzeyin hangi rekabet gücü (G ü
neyle kıyasla) alışveriş yapısından sorum ludur? Yanıt çok
kolaydır: Kuzeyin rekabet gücü, çalışan nüfusu içindeki va
sıflı em ek oranın daha büyük olm asında yatar.
Ekonom istler bu yeni bulgunun ışığında ihracat ve itha
lat verilerini, bir ülkenin ihracatında vasıflı em eğin payını
ve ithalatında vasıfsız emeğin payını irdelem ek suretiyle ye
niden incelediler. Zengin ülkelerin ezici çoğunluğu için so
nuç gayet inandırıcıydı: İhraç ürünleri, ortalama üretim den
10 Genelde mali piyasaların uluslararasılaşm asının artm asına rağm en, “globalleş
m e”de serm ayenin rolü aslında şim dilik çok sınırlı kalır. Büyük Britanya’nın
tasarruflarının yaklaşık yansını yabancı ülkelere yatırdığı dönem lerin ço k çok
uzağındayız. Günümüzde zengin ülkelerin serm ayesinin yüzde 1 ilâ 2'si Gü
ney ülkelerine yatırılmaktadır. Bu rakamlar, yoksul ülkelerin kendi sermaye
birikim lerinin yüzde 10’undan daha azını tem sil ederler. 1 9 8 0 ’li yıllan (borç
bunalım ının yoksul ülkeleri zengin ülkelere sermaye sağlamaya zorladığı on
yıl) bir yana bıraksak bile, serm ayenin rolü, dünyanın kutuplaşm asını açıkla
m aktan ço k uzaktır.
51
daha fazla vasıflı emek tüketiyor ve ithal ürünler de çok da
ha fazla vasıfsız em ek içeriyordu. “Naif” uluslararası ticaret
kuram ının öngördüğü gibi, zengin bir ülke ne zaman, 100
dolar değerinde mal alıp satarak yoksul bir ülkeyle ticaret
yaparsa, ihracatla yaratılan iş sayısı, ithalatla ortadan kal
kan iş sayısından daha küçük olur. Fakat sebep, ihracattaki
100 USD’nın emeği kötü ve sermayeyi iyi ödüllendirm esi
değildir; sebep, ihraç ü rünlerinin daha yüksek vasıflı bir iş
çinin az sayıdaki çalışma saati için daha iyi ücret sağlayacak
olmasıdır. Eğer ihraç ürünleri vasıflı işçiler için kârlı ve va
sıfsız işçiler için teh likeli ise, ticaretin ü cretlerin kârlara
oranını çarpıtacağından korkm am alıyız; daha ziyade, bu
nun, ücretlerd e daha büyük eşitsiz lik ler yaratacağından
korkmalıyız. Globalleşm enin sonuçlarına çalışm a dünyası
nın içinde bakmamız gerek.
52
devletine doğrudan veya dolaylı olarak katkıda bulunanlar
dan ya da refah devletiyle ilişkili faaliyet yürüten herkesten
oluşur. M arksist dilde, bunların, işçi sınıfının üretim ve ye
niden üretim işlevlerini yerine getirdikleri söylenebilirdi:
Eğitim, sağlık hizm eti, em eklilik vd. (Fransa’da bu bireyle
rin büyük kısm ı, devlet adına çalışır; ABD’de bunların bü
yük bölümü özel sektördedir.)
Reich’ın üçüncü kategorisi, lokanta çalışanları ve ev te
m izlikçileri gibi “kişisel” hizm et işçilerinden oluşur.
Dördüncü kategori, Reich’m “tekdüze üreticiler” diye ad
landırdığı grubu oluşturur: Hizm etler sektörünün “tuş işçi
leri” yani bilgisayarlara veri girişi yapanlar ve tüm öteki
“işinden olm a” riski altındakiler, çünkü işleri tekrara daya
lıdır ve hiçbir özel vasıf ya da m üşterilerle yüz yüze ilişki
gerektirmez.
Sembol analizcilerinin globalleşm eden yarar sağlamaları
garanti altındadır; tekdüze üreticilerin ise globalleşm eden
zarar görmeleri kesindir. Ö teki iki grubun üyelerine birinci
grubun zenginliği destek olacak m ıdır yoksa onlar da son
grubun üyelerinden (artık öyle çokturlar ki) değer düşürü
cü rekabete maruz kalacaklar mıdır? Bu sorunun yanıtı, iş-
başmdaki m ekanizm aların yoğunluğuna ve çeşitli grupların
demografik evrimine bağlı olacaktır.
“Sembol Analizcileri”
“G loballeşm e” hangi m ekanizm alarla sem bol an alizcileri
(Reich’ın onları adlandırdığı şekliyle) için zenginlik artışına
yol açar? Ricardocu kuram çerçevesinde günüm üzde zen
gin ülkelerin rekabet gücünü, görünüşe bakılırsa bu birey
ler oluşturur: Yoksul ülkelerin artan talebinden yararlanan,
onların ürünleridir ve bu, refahlarını otom atik olarak artı
ran bir olgudur. Ama, “sem bollerin” (yani fikirlerin) üreti-
53
çileriyle globalleşm e arasındaki hakiki ilişki bu yorum un
öngördüğünden daha İnceliklidir.
Nesneler ve fikirler arasında basit ve temel bir fark var
dır: Nesneler tüketilecekleri her sefer için üretilm ek zorun
dadırlar, fakat fikirlerin onları kullanacak herkes için sade
ce bir kere üretilm eleri yeter. Bir nesne olarak, kişisel bir
bilgisayarı düşünün (P C ), genellikle bir seferde sadece bir
kişi tarafından kullanılır. Şimdi de bir bilgisayarın işlem esi
ni sağlayan bir yazılım programını düşünün, aynı anda bir
milyar insan tarafından kullanılabilir.
Ekonom ik terimlerle bir “fikir” “rakipsiz bir kamu m alı”
sayılacaktır.12 “Kamu” kelim esi, çeşitli tüketicilerin aynı an
da belirli bir malı kullanabileceklerini belirtir, tıpkı bir neh
ri geçm ek isteyen herkes için bir kez inşa edilm iş bir köprü
gibi; “rakipsiz” “aşırı kalabalıklaşm aya m aruz kalm ayan”
anlamındadır. Paris’teki Austerlitz Köprüsü’nde akşam 6 ’da
trafik tıkan abilir. Ö te yandan W ind ow s y azılım ları asla
“aşırı kalabalıklaşm ayacak tır'” Eğer bir milyar Ç inli yarın
bu yazılım ı kullanm aya başlam aya karar verse, bugünün
kullanıcılarının kullanım ları kısıtlanm ayacaktır. Gerçekten
de yazılım ağlarının bir sonucu olarak yazılım , onlar için
daha yararlı hale gelmiş olabilir. Şurası açıktır ki, “fikirle
rin ” pazarı büyürken yeni fikirler icat etm ek de daha karlı
hale gelecektir. Aynı icat, hiçbir ek üretim m aliyeti getir
meksizin sonsuz kere satılabilir. (Elbette ki, telif h aklan ya
saları sıkı sıkıya uygulanmalıdır.)
Böylelikle (“sem bol a n a liz cilerin in ürettiği “fikirler” için
büyük bir pazar açılım ı yaratan) “globalleşm e”yle icatlar ve
yeni teknolojiler silsilesi arasında neredeyse otom atik ola
12 Bkz. Paul Romer, “Uzun vadeli büyüme kuram ında sermaye b irikim i” M odem
Business C y cle T heory (M odern İş Döngüsü Kuram ı), der. R. Barro (Harvard
Üniversitesi Yayını, 1 9 8 9 ); Gene Grossm an ve Elhanan Helpm an Innovation
and G row th in the G lo ba l E conom y (G lobal Ekonom ide Buluşlar ve Büyüm e,
M İT Yayını, 19 9 1 ).
54
rak bir dinamik kurulur. Bu kurama göre, çağdaş kapitaliz
min markası olarak görünen heybetli bir icatlar patlam ası
nı, dünya ticaretine borçluyuz. Kuzeyde “fikirlerin” üreti
mine yatırım yapmak, şimdiye kadar olduğundan da “kârlı”
hale geliyor, oysa Güneye bu fikirlere karşılık düşen nesne
lerin üretimi bırakılm ış durumda. Bu yeni işbölüm ünü sı
nayacak pek çok örnek var: Yazılımlar Kuzeyde tasarlanır,
bilgisayarlar Güneyde yapılır; Kuzey Afrika veya Asya’da
imal edilen ayakkabıların tasarımları ve pazarlama kam pan
yaları Kuzey’de yapılır; Televizyon dizileri Kuzeyde üretilir;
televizyon aygıtları Güneyde.
Eşitsizlik Korkusu
Fourastie, ekonom inin “üçüncü sektörleşm e” [tertiarizati-
on] * (halen gerçekleşm ekte olan devrimi tam olarak betim
leyen bir terim ) “20. yüzyılın büyük um udu” olarak gör
müştü, çünkü bu, entelektüel çalışm anın kol em eğinin ye
rini almasına im kân verecekti. Bu gelişm e, bugüne kadar
sürüyor. Şimdilerde, onun, Fourastie’nin öngörm ediği bir
yönünü keşfetmekteyiz: F ik ir üreten ekonom iler, nesneleri
üretenlerden daha az eşitlikçi. Fikirleri olm ayanları dışlama
eğilim i, zenginliği olm ayanları dışlam a eğilim inden daha
güçlü gibi görünüyor. Günümüzde yaratılan dünyanın, geç
mişin dünyasından daha eşitliksiz ve daha “açık” olm asının
nedenlerini başka yerlerde aramak gereksiz.
Dünya ticareti, fikirlerin üretim ine doğrudan veya dolaylı
erişenler için ücretleri artırırken Kuzeyin vasıfsız işçilerinin
işlerinin Güney tarafından ele geçirilm esine im kân vermek
suretiyle, eşitsiz zenginleşm enin (refahın) m otoru olarak iş
görüyor. İcatların üretim ini başlatıp yaymak suretiyle dün
55
ya ticareti m uhtem elen, uzun dönem li büyüm e saiklerini
yaratıyor; bununla birlikte böyle yaparak ücretlilerin b irli
ğini kesintiye uğratıyor, kazananlar ve kaybedenler arasın
da -diyelim M aastricht anlaşmasından yana oy kullananlar
la bu anlaşmaya karşı oy kullananlar arasında- artan bir ge
rilim doğuruyor.
Korkulan, Güney ülkelerinin b iz ef bizden satın alacakla
rından fazlasını satması değildir: Eğer bize 100 USD değe
rinde mal satarlarsa, er geç bizden 100 USD değerinde mal
alacaklardır. “Geriletici sanayisizleşm e”den de korkm am alı
yız: Tersine, Güney ülkeleri bizi, yüksek katma değerli sek
törlere kâr getiren sanayileşmeye itiyorlar. Son olarak kor
kulacak şey yaratılan iş sayısının, yok olan iş sayısından da
ha az olacağı da değildir: Yaratılan ve yok olan iş sayıları
aynı olsa bile (ki durum bu değildir) bunun vasıfsız işçilere
yararı olması çok zordur; yeni işler onlara sunulmayacaktır.
Ticaretin işlerini yok ettiği vasıfsız işçilerin kaderi ne ola
caktır? Ticaret kuramının öngördüğü gibi, vasıfsız emeğe ta
lebin düşmesi, tam da, 1980’li yıllarda iki çok farklı kurum
sal ortamda, ABD’de ve Fransa’da gerçekleşen duruma denk
düşer. ABD’de en az vasıflı işçiler, ücretlerinin yüzde 30 düş
tüğünü gördüler. Fransa’da vasıfsız işçiler işsizlik oranlarının
hızla ve aniden yükseldiğini gördüler -1 9 7 0 ’te yüzde 3 ’ün al
tındayken 1990’da yüzde 2 0 ’ye yaklaştı- oysa vasıflı işçiler
için işsizlik oranı üç aşağı beş yukarı aynı kalmıştı. Yeni eşit
sizliklerin kaynağının ticaret olduğunu kanıtlamaya yeterli
veri var mı? Vasıfsız iş talebinde kayıp yaşandığını vurgula
mak başka şeydir, dünya ticaretini bundan sorumlu tutmak
başka bir şey. Pek çok çalışma, ticaretin yeni ücret eşitsizlik
lerinin kaynağı olabileceği fikrini reddeder.13 Bu çalışmalar,
56
yoksul ülkelerle rekabetten etkilenen işçi yüzdesinin gerçek
te çok küçük olduğunu -toplam işgücünün sadece yüzde 2’si
veya yüzde 3 ’ü- vurgularlar. Fransa’da halen yapılan en kö
tümser tahminler bile net 3 0 0 .0 0 0 işin yok olduğu şeklinde
dir (oysa işsiz işçilerin sayısı 3 milyondan fazladır).14 ABD’de
Güney ülkelerinden yapılan ithalattaki artışın, imalat sanayi
mdeki vasıfsız işlerin yaklaşık yüzde 6’sını yok ettiği tahmin
edilmektedir. Fakat imalat sektörü, Amerikan işgücünün sa
dece yüzde 18’ini istihdam etmektedir. İşsiz kalan işçilerin
bir bütün olarak ekonomiye yaptığı “dalga” etkisini hesaba
katsak bile, bu küçük oranlar, Güneyle rekabetteki eşitsizlik
lerin -ister uluslararası ticaretin ister göçün sonucu olsun-
beşte birinden fazlasını atfetmemize im kân tanımaz. Fran
sa’da, sonuçta olduğu gibi, uluslararası ticaret gerçekte, özel
likle tarımda ve ayakkabı sektöründe vasıfsız işler yaratır.
Bütün olarak ticaret ve eşitsizlik arasındaki am pirik ilişki
zayıftır ve Fransa’da, ABD’de ve pek çok başka zengin ülke
de belki de hiç yoktur - niteliksel ilişki, tam da kuram ın
öngördüğü yönde gitse bile. Sanki globalleşm e sadece eşit
liksiz toplumlarda ortaya çıkar gibidir - sanki eşitsizlik yö
nündeki eğilim aslında önce gerçekleşm iş, uluslararası tica
retteki yeni eğilimlere yol hazırlamıştır.
caret ve Am erika’da ücretler: dev bir em m e sesi mi ufak bir h ıçkırık m ı?” Bro-
o kin gs P apers on E con om ic Âvtiviry (M icroecon om ics) 2 (1 9 9 3 ): s. 1 6 1 -2 2 6 ;
Sachs ve H. Shatz, “ABD imalat sanayiinde ticaret ve işler”, B rookin gs Papers
on E conom ic Activity 1 (1 9 9 4 ): s. 1-84. Adrian W ood N orth South Trade, em p-
loym ent and Inequality: changing Fortunes in a Skill Driven W orld (Kuzey Gü
ney Ticareti, tstihdam ve Eşitsizlik: Vasıf Güdüm lü bir Dünyada Değişen Ka
derler, Clarendon, 1 9 9 4 ) adlı kitabında farklı sonuçlara ulaşır. Ö teki ek ono
m istler gibi W ood da, ticaretin önem siz rakam larının ücret eşitsizliklerinden
sorum lu tutulamayacağı sonucuna varır, ancak, W ood’un sonucu, teknolojik
gelişm enin bütünüyle yoksul ülkelerle ticarete içerden verilen yanıt olduğu
varsayımına dayanır. Böylesi aşırı bir hipotez çağdaş tekn o lo jik ilerlem enin
doğasını hesaba katmaz - aşağıda 4. bölüm de geliştireceğim iz bir noktadır bu.
57
4. Üçüncü Sanayi Devrimi
59
üşmesini izleyelim ve dünya ticaretinin sonucu olan eşitsiz
liklerle karşılaştıralım.
60
yüzde 2 0 ’sinden fazlasını yitirmişlerdi. İstihdam edildikleri
halde, yoksulluk sınırının altında kalan işçileri anlatm ak
üzere “çalışan yoksullar” terim i türetildi. 1 9 7 0 ’lerin başla
rında bu işçiler, çalışan nüfusun yüzde 10’unu oluşturuyor
lardı; 1990’larm başında ise yaklaşık yüzde 2 0 ’sini.
Bu yoksullaşm anın sorumlusu neydi? Bir şüpheliler liste
si çabucak hazırlandı. Bu listede globalleşmeye (3. Bölüm de
in celen m işti) ek olarak, hizm et eko n o m isin e geçiş, göç,
sendikaların dağılması ve devletin yasal müdahale alanının
daraltılması yer alıyordu; bunların hepsi de pek çok incele
m enin konusu oldular. Ama bunlara kısaca değinm eden
önce, hiçbir etkenin, halihazırdaki durum un tek sorum lusu
olamayacağını belirtmeliyim.
4 Hepimiz, bu kategorileştirm enin tatm inkâr olm aktan ne kadar uzak kaldığını
biliyoruz.
61
yinin oynadığı rol üzerinde belirli bir ağırlığı olduğu apa
çıktır. Fakat bunun ötesinde ve daha da önem lisi, üçüncü
sektörleşme fikri, olgunun sebep olduğu heterojenliğin ola
ğanüstü derecesini saklar. Sanayide mavi ve beyaz yakalı iş
ç ile r arasın d a pek ç o k bağ v ard ı, fa k a t, b ir b a n k e r ile
McDonald’s’da hizmet veren biri arasında pek az ekonom ik,
sosyal ya da kurumsal bağ vardır.
Ü çüncü sektör işleri konusunun arkasında, iş (çalışm a)
fikrinin kendisiyle çelişen iki portre vardır. Birincisi, 21. yüz
yılın bilgisayar bağlantılı entelektüel işlerinin (R obert Re-
ich’m “sembol analizcileri”nin işi) oluşturduğu tablodur; öte
ki ise, “iğreti işlerin” (yani ev işçiliği ve hizm etçilik gibi işler)
tam sanayi toplumu tarafından ortadan kaldırılmış olduğunu
düşündüğümüz sırada ansızın yeniden ortaya çıktığı arkaik
bir resimdir. Fransız toplumunun ABD’ye bakış şekli, bu iki
yanlılığın mükemmel bir örneğidir: “siberdünya”dan büyü
lenme ve McDonald’s’daki işlerden iğrenme biraradadır.5
Yaygın v a rsa y ım la rın te rsin e , 1 9 8 0 ’li y ılla r b o y u n ca
ABD’de ev işlerinin, tem izlik işlerinin ve yiyecek-hizm et iş
lerinin sayısında önem li bir a z a lm a oldu. ABD’de 1 9 9 0 -
1995 döneminde yaratılan işlerin üçte ikisi ücretlerin orta
lam anın üzerinde olduğu sektörlerdeydi. İstihdam daki en
keskin artışlar sanayi h izm etleri, tıp h izm etleri ve m ali
mesleklerde yaşandı. Kaldı ki, iş vasıfsızlaşm asına yönelik
hiçbir eğilim, ekonom inin üçüncü sektörleşm esiyle doğru
dan ilişkili değildir. Tersine, üçüncü sektörleşm e vasıflı iş
ler yaratır ve vasıfsız işleri yok eder.
Fransa örneğinde vasıfsız işlerin yavaş yavaş yok oluşu,
Fransız ekonom isinin 1970’ler ve 1 9 8 0 ’lerde yaşadığı ü çü n
cü sektörleşm eyle doğrudan ilişkilidir. Bu, Fransız Ulusal
İsta tistik E n stitü sü ’nden D o m in iq u e G o u x ve E ric M a-
5 Fransızlar, fast-food işlerini ABD’deki sahte tam gün istihdam ın gizli yüzü ola
rak değerlendirirler.
62
urin’in yürüttüğü bir araştırm anın sonuçlarında açıkça gö
rülür.6 G oux ve Maurin’e göre, Fransa’da 1 9 8 0 ’lerde vasıfsız
emeğe talebin düşmesi artık hiç gizemli değildir: Bu, özün
de yaklaşık bir on yıl kadar önce ABD’de hakim olan yapıya
benzerlik gösteren bir yapıya doğru istihdam ın evrilm esi
yüzündendir. Bu, üçüncü sektörleşm enin işleri vasıflılaştır-
dığı yönünde bir başka kanıttır.
Öteki Suçlular
Vasıfsız işin değersizleşmesine üçüncü sektörleşm enin yanı
sıra çeşitli etkenler de karıştırılmıştır. E n yaygın olarak anı
lanlar, göç, iş piyasasının devletin yasal düzenleme alanın
dan çıkarılm ası ve sendikalaşmadaki denetlenem eyen geri
lemedir.
Göç, sosyal ve siyasi bedellerin açıkça gayet yüksek oldu
ğu bir alandır. 1 9 8 0 ’ler boyunca ABD’nin iş piyasasına çoğu
vasıfsız olan yaklaşık 10 m ilyon göçm en işçinin girdiği tah
min edilmektedir. Sadece göç, tüm vasıfsız işçilerin yüzde
20’sinden daha fazlasını sağlamaktadır. Bunun gibi, iş piya
sasının devletin yasal düzenleme alanından çıkarılm ası ve
ABD’li işçilerin sendikasızlaşması da önem li etkenler haline
gelmiştir, sendika üyeliği 1 9 8 0 ’ler boyunca yaklaşık 10 pu
an düşmüştür. Vasıfsız işçilere zarar veren bu etkenler, bu
işçilerin son yıllarda vasıflı işçilere göre yoksullaşm asını
açıklamaya yeterli midir? Yanıt olumsuz olm ak zorundadır,
çünkü vasıflı ve vasıfsız işçiler arasındaki dengeyi bozan
başka bir etken daha vardır: Am erikan toplum unun eğitim
düzeyinin yükselmesi.
Ticaretin, üçü ncü sektörleşm enin ya da göçü n sonucu
olan değişimleri bir yana bırakırsak, bir grubun bir başka
63
gruba göre konum unun özgül dem ografik etkenlere bağlı
olm asını bekleyebiliriz. Eğer tem izlikçi kadınlar azsa, çok
oldukları duruma göre tabii ki daha iyi ücret alacaklardır.
Genel olarak eğer az sayıda vasıfsız işçi ve çok sayıda vasıflı
işçi varsa, vasıflı işçilerin göreli durumu, eğitim im kânını
mutlu azınlığın bulabildiği öbür duruma göre daha aleyhle-
rinedir. Bununla birlikte ABD’de kitlesel eğitim in uygulan
ması, pek çok tahmine göre, yukarda anılanların her birin
den daha önem li bir etkendir. Vasıfsız işçileri olum suz etki
leyen etkenleri (göç, sendikasızlaşma veya globalleşm e) in
celeyen ekonomistler, bu etkenleri vasıflı işçileri (ekonom i
de eğitim düzeyindeki yükselmeyle ve eğitim li işçi sayısın
daki artışla temsil edilen) etkileyen olum suz etkenlerle kı
yaslayarak genellikle, vasıflı işçilerin, -vasıfsız işçilere göre-
1960’larm ve 1980’lerin etkisini hissetm esi gereken işçiler
oldukları sonucuna varırlar. Fakat olan bu değildi: Daha iyi
eğitimli işçiler, kendilerine karşı işleyen dem ografik etken
lere rağmen, gerçekte konum larının, vasıfsız işçilerin ko
numlarına göre iyileştiğini gördüler.7
Bu paradoksu nasıl açıklayabiliriz? Bunu dikkatlerim ize
sunan ekonomistler, aşağıdaki açıklamayı yaptılar: Eğer va
sıflı em ek kendisine karşı işleyen demografik etkenlere di-
rençliyse, bu temel olarak, üretim tekn iklerin in evrim ine
bağlı olarak, eğitim talebinin artış eğilimi gösterm esinden-
dir. Ü çüncü sektörleşm enin kısm en bu şekild e işlediğini
görmüştük. Fakat üretim işlerinin “değerlileşm esi”, zengin
ülkelerin sosyal dönüşüm ünde, bir sanayi eko n o m isin in
üçüncü sektör ekonom isine dönüşm esinden çok daha bü
yük b ir etkendir. G oux ve M aurin’in araştırm asına göre,
64
tüm bir dizi işin dönüşümü yönündeki eğilim, Fransız eko
nom isinin her bir alt sektöründe ve aslında her sektörde
görülebilir: “Uzman ya da yönetici m esleklerin oranındaki
artış, her bir faaliyet grubuna ve her bir sektöre özgül dö
nüşümleri yansıtır. Sanayide m ühendislerin ve teknisyenle
rin oranının artması, büyük ölçüde çeşitli sanayi alt sektör
lerinin kendi içlerinde yeniden düzenlenm esi sebebiyledir.
Aynısı üçüncü sektör için de geçerlidir: uzman ve yönetici
m esleklerin oranının artması, bu sektördeki her bir faaliyet
grubuna özgü dönüşüm leri yansıtır.”8
Başka b ir deyişle, nereye b akarsak b akalım ve gözlem
için seçtiğimiz ayrıntı düzeyi ne olursa olsun, em ek, artan
bir değerlileşme süreci içindedir - toplum un kendisine uy
mayı başaramayan m ensuplannı dışarı iten bir süreç. Kaldı
ki globalleşme veya üçüncü sektörleşm e ekranının arkasın
da, günümüzde tanık olduğum uz k itlesel eşitsizlik patla
masının kökeninde, tekniklerdeki devrim yatmaktadır.
65
mıştı. İkinci sanayi devrimi, 20. yüzyıl boyunca yılda orta
lama olarak yüzde 2 büyüme oranına im kân verdi. Bilim sel
keşiflerin evrim i h akkınd aki tahm in lerim i sak lı tutarak,
üçüncü sanayi devrim inin bize daha da “iyi”sini sağlayaca
ğını söylemeye cüret edeceğim.
Bununla birlikte yaşanan dönüşüm lerde en ço k konuşu
lan şey, bilişim devrim inin yılda yüzde 2, 2.5 ya da 3 büyü
me oranı sağlayıp sağlamayacağı değildir. Burada ciddi öl
çüm hataları olabilir. Neredeyse, sanki büyüme fikri -verili
bir dönemin başında ve sonunda üretilen m alların niceliği
ni nasıl kıyaslayacağım ızı bild iğim izi varsayar-, tüketim
mallarının (bilgisayarlar kadar televizyonların ve otom obil
lerin de) ömrü, ürün yenilenm esi yüzünden sürekli kısaldı
ğı için yok olacaktır. ABD Ticaret Bakanlığı, bu alandaki
ABD istatistiklerinin, bu sorunun bir sonucu olarak büyü
meyi her yıl belirli bir yüzde oranında eksik tahm in etm ek
te olabileceği olgusuna dikkat çekmiştir.
Çok daha temel bir düzeyde, üçüncü sanayi devriminde
sözkonusu olan başka şey, hangi tip bir em ek örgütlenmesi
yaratacağıdır -ya da daha basit bir ifadeyle, bu devrimin so
nucunda hangi tip bir sosyal birliğin ortaya çıkacağıdır.
O-Halkası Kuramı
1 9 9 3 ’te M ichael K rem er, te k n o lo jin in sosyal g erçek liğ i
oluşturm a tarzını ifade etm ek am acıyla, “ekonom ik geliş
m enin O-halkası kuram ı”nı önerm işti.9
O-halkası, sim it biçim inde kauçuk bir contadır. Böyle bir
con tanın işlevini görm em esi, C h a llen g er uzay m ekiğinin
patlamasına yol açm ıştı. M ekik, yüzlerce ekibin işbirliğini
ve ciddi sayıda b ileşen in b irleştirilm esin i gerektirm iş ve
66
NASA’ya milyarlarca dolara mal olmuştu. Tüm bu çalışm a
lar ve mürettebatın hayatı kaybedildi çünkü bir conta işle
vini gerektiği gibi yapamadı. Krem er’ın bu örnekten çıkar
dığı ders basitçe şöyledir: Herhangi bir verili m ontaj ban
dında, bir bileşenin en küçük bir işlevsizliği, tüm bitm iş
ürünün kalitesini riske sokar. Sonuç olarak, ortak bir süre
ce katılan işçiler, benzer beceri düzeylerinde olm alıdırlar.
Atom m ühendislerinden oluşan bir ekip, ü creti ne kadar
düşük olursa olsun, orta düzey bir araştırma asistanı çalış
tırma maliyetinin altından kalkamaz. E n iyi hukuk firmala
rı, en iyi sekreterleri çalıştırırlar ve onlara daha ortalama fir
maların sekreterlerine ödediklerinden fazlasını öderler. Kre-
mer, Charlie Parker’ın ve Dizzy Gillespie’nin birlikte çalıştı
ğını, Donny ve Marie Osm ond’un da birlikte çalıştığını ha
tırlatır: En iyiler birlikte çalışır, orta düzey olanlar da öyle.
Eğer bu vasıf eşleşm esini, kendi başına bir olgu olarak
düşünürsek, bilişim devriminin bu eşleşm eyi hangi ölçüde
şiddetlendireceğini tasavvur edebiliriz. Bilgisayar tekn olo ji
si, bileşenlerin biraraya getirilm esini seri üretim dönem i
boyunca olduğundan çok daha esnek hale getirerek, üreti
min çok daha ademi m erkezî imalat süreçleri kullanmasına
imkân verir. Günümüzde bir firma, hesaplarını gözden ge
çirm ek ve ürünlerinin tasarımı için birçok taşerondan ya
rarlanabilir. Her üretim birim inin çok daha geniş bir süre
cin hom ojen bir alt birim i haline geldiği bir süreç yaşanı
yor. Fransız Ulusal İstatistik Enstitüsü’nün sağladığı veriler,
bu sürecin gücünün kanıtlarını sunar. 1986 ve 1 9 9 2 arasın
da on kişiden fazlasını istihdam eden Fransız şirketlerinde
ki işçilerin h om ojen liği,10 yüzde 2 0 ’yi aşkın oranda arttı.
Eğer bu şekilde devam etselerdi (edem edikleri açıktır) sa
10 Bir firma içindeki ücret farklılıklarıyla ölçüldüğü gibi. Bkz. Francis Kramarz,
Stefaıı l.ollivier ve Louis-Poul Pele, Fransa’da ücret eşitsizlikleri ve firm a öz
gülünde telafileri (çalışm a raporu, IN SEE, 19 9 4 ).
67
dece 20 yıl içinde şirketler tamamen aynı ücreti alan çalı
şanlardan oluşacaktı.
Kişisel performanstaki hafif farklılıklar sonuç olarak ge
lirde ciddi farklılıklara yol açabilir, bu da, yetersiz bilgiyle
incelendiği taktirde anlaşılamayabilir.
Uzay m ekiğinin üretim inde çalışmayı başaranlara bir bü
tün olarak projed eki işin in önem iyle bağlantılı bir ücret
ödenecektir. Sonuç olarak bu üretim sürecinin bir parçası
haline gelen bir bilgisayar operatörünün aylığı ile, neredey
se süperm arkette yapacağı işlerin aynısı sayılabilecek bir iş
le yetinm ek zorunda kalan birinin aylık ücreti arasında cid
di bir fark olacaktır.
“O -halkası” üretim dünyasında yapılan pazarlıkta ücret,
bireyin sunduğu h izm etin niteliği kadar ağırlık taşım az.
H içbir firma, “kendi” ürününün kalitesinden fedakârlık et
mek istemez, fedakârlığı reddetmek, daha az kazanç anla
mına gelse bile. Fabrika artık, savaş sonrası yıllardaki gibi
koruma engeli sunmaz. Faaliyetler dizisinden dışlanan her
birey, daha az kaliteli faaliyetlere dönebilir, bazen çok daha
az kazanarak. Dolayısıyla, bireysel kariyer yörüngeleri de
çok daha oynak hale geliyor.11
Yeni Eşitsizlikler
O-halkası dünyasının temel bir özelliği, eşitlikçilikteki geri
lemedir ve bu, ekonom inin “globalleşm esi”nin yol açtığın
dan çok daha önemlidir. Eğer uluslararası ticaret veya göç,
çağdaş eşitsizliğin başlıca nedeni olsaydı, eşitsizlik olgusu
nun gruplararası eşitsizliklerle sınırlı olduğunu gözleyecek
11 İşinin kalitesi hakkında kuşku duyulm aya başladıktan so n ra, bir zam anlar
Fransa’nın en iyi tenis hakem i olarak ünlenm iş olan Jacq u es D orfm an Roland-
Garros’dan kıyı turnuvalarında hakem lik yapmaya düştü. Kuşkular sürdükçe
de hiçbir ücret pazarlığı düşüşünü durduramadı.
68
tik; daha az eğitimli işçiler yoksullaşacak ve daha eğitim li
olanlar zenginleşecekti. Oysa çok daha yaygın bir güç, iş ba
şında: Bu da h er bir sosyo-kültürel grup içinde eşitsizlik pat
lamasıdır. Eşitsizlik olgusu, her bir yaş grubu, her bir eğitim
katmanı ve ekonom inin her bir sektörü içinde meydana ge
liyor. Tıpkı “tüm bir deniz fikrinin her bir su damlasında
olması” gibi (Spinoza’nm söylediği gibi) 1 9 7 0 ’li yılların ba
şından beri kendini dışavurduğu şekliyle tüm bir eşitsizlik
fikri de, em ek piyasasının her katmanında aşikârdır.
ABD’de ücret eşitsizliğinin yüzde 6 0 ’ından fazlası, genç
işçiler ya da eğitimli insanlar ya da sanayi işçileri arasındaki
ü cr e t fa r k lılık la r ın a a tfe d ile b ilir . D ah a da ş a ş ır t ıc ıs ı,
ABD’deki ücret eşitsizliklerinde yaşanan artışın üçte birin
den fazlası, hayatlarının akışı içinde bireylerin gelirlerinde
ki oynamalara atfedilebilir. Dolayısıyla çağdaş kapitalizm ,
her bir sosyal grup, her bir insanın hayatı içinde bir zam an
lar gruplar arasındaki rekabetle sınırlı olan gerilim ler yarat
mak suretiyle yeni tür bir sefalete yol açmaktadır. Eşitsizlik
olgusunun bu “parçalı” niteliği (ki en küçük parçası bütü
nü temsil eder) globalleşm enin, göçün ya da herhangi bir
başka sektörel etkenin, eşitsizlik olgusunun asıl sebebi o l
duğu düşüncesini sürdürenler için kavranabilir olm aktan
uzaktır. Bu sebeplerin hiçbiri geniş m eslek grupları arasın
daki eşitsizliğin artm asını açıklayam az. Bunlar eşitsizliğin
her bir yaş grubunda ya da her bir sektörde niçin arttığını
da kesinlikle açıklayamaz.
O -halkası kuramında temsil edildiği şekliyle em ek piya
sasının segmentasyonu, çok daha güçlü bir açıklam a planı
sunar - ikinci sanayi devriminden miras kalan üretim tarz
larının yerini yeni em ek örgütlenm esinin alm asını açıkla
yan bir plan. O -halkası kuram ı ayrıca, “globalleşm e”n in,
devam eden süreç için yanlış açıklam a olm asına rağm en,
niçin iyi bir mecaz olduğunu da açıklar: Her bir birey ken
69
dini daha geniş bir dünyayla rekabet içinde hisseder, pratik
te rekabet sınırlı kalsa bile. İşlerin biraraya gelm esindeki
yeni esneklik, işbölüm ünde çok daha güçlü bir segmentas-
yonun da ekonom ilerin uluslararası alışverişlere karşı ge
çirgenliğinin artm asının da sebebidir.
Bilişim devriminin en ünlü şirketlerinden ikisinin, App-
le’ın ve M icrosoft’un kaderleri kıyaslandığında kapitalizm in
yeni doğası kolaylıkla kavranabilir. Pek çok gözlem ci, Ma-
cintosh’un yaratıcısı Apple’m M icrosoft’tan daha yaratıcı ol
duğunda hemfikirdir. 1995’e kadar M icrosoft M acintosh’la-
rın neredeyse 10 yıl önce sahip olduğu kullanıcı dostu dü
zeyine ulaşan bir yazılım ı (W indow s 9 5 ) geliştirm em işti.
Bununla birlikte Apple şimdi bunalım da, ve M icrosoft ser
pilip gelişiyor. Sebep şu: Apple “him ayeci” diye adlandırıla
bilecek bir stratejiyi benim seyerek temel bir hata yaptı: En
iyi olduğu alanda, yazılım üretim inde uzm anlaşm ak yerine,
bilgisayar ve yazıcı üretmeye de çalıştı. Ö te yandan M icro
soft “açık” bir strateji seçti, bilgisayarların üretim ini Com-
paq’a ve Dell’e, yazıcıların üretim ini de H ew lett-Packard’a
bıraktı. Sonuç olarak Apple iflasın eşiğinde, fakat M icro
soft, piyasadan azami kazanç sağlama konusunda IBM’i de
geçti. M icrosoft sadece uzm anlık alanında kalan ü rünler
ü reterek zay ıf tarafların ı sın ırla m a k su retiy le O -h alk ası
dünyasına katıldı. Apple ise, tam bir ürün dizisiyle ölçülen
büyük fabrika kavram ında kaldı, böylelikle de kendisini,
her bir ürününün yer aldığı zincirin en zayıf noktasında sa
vunmasız hale getirmiş oldu.
Bu örnek bizi, işlem ekte olan sürecin tam özüne götürür
ve “globalleşm e” diye adlandırdığımız şeyin özünü kavra
mamızı m üm kün kılar. Yeni “eşleşm eler” yaratm ak suretiy
le O-halkası üretim tarzı, yoksul ülkelerin içine girebilecek
leri yeni cepler yaratır (Ö rneğin Asya’da yapılan belirli b il
gisayarlar ve yazıcılar M icrosoft tarafından kontrol edilen
70
ürünler dizisinde küçük bir pazar payı [niş] buluyorlar’2).
Fakat bu yoksul ülkeler, kabaca söylersek, kapitalizm in dö
nüşümünün onlara açtığı yeri dolduruyorlar. Güney ve Ku
zey arasındaki oyunu daha açık hale getiren, büyük “Ford-
tip i” fabrikanın iç çözülm esidir. A yrıca, 2. D ünya Sava-
şı’ndan sonra kurulm uş olan sosyal uzlaşmayı kesintiye uğ
ratan da budur.
Fordizmin Sonu
Sanayi devrimleri ve sosyal adalet arasındaki ilişki durağan
değildir. 19. yüzyılda birinci sanayi devrimi, tanm sal üre
tim deki ilerlem elerin sefalete düşürdüğü köylüleri, onları
içine almak için hiçbir şekilde hazırlanm ış olm ayan kentle
re fırlatmıştı. Bu çağ, Marx’m pek çok m ilitan izleyicisinin
kapitalizme içkin gördüğü bir rahatsızlığı betim lem ek için,
“çalışan sınıfların büyük sefaleti” ve “işçilerin koşulları” gi
bi ifadeler üretmiştir. Sım sıkı iç içe geçm iş bir dizi siyasi ve
sosyal neden, ki kendilerini ikinci sanayi devriminde ortaya
koyacak ve işçilerin hayatlarını radikal olarak değiştirecek
lerdir, bu analizin yanlış olduğunu ortaya koydu.
“D üzenlem e” ekolü nü n’3 Fransız düşünürlerinin empa-
tik bir şekilde vurguladıkları gibi, kapitalizm , bir ya da b ir
kaç sanayi devriminin bir piyasa ekonom isinin değişmeyen
kurallarına eklenm esinden ibaret değildir; daha ziyade, ka
pitalist sistem in işlemesi için aynı anda işgörm ek zorunda
olan üretim tekniklerinin ve sosyal kuralların bir birliğidir.
Halen gerçekleşm ekte olan üçüncü sanayi devrim i, ikinci
71
sanayi devriminin akışı boyunca -yani, bütün 20 . yüzyıl b o
yunca- yazılm ış olan sosyal sözleşm eyi tahrip ediyor. Bu
sosyal sözleşm e, kim i zam an ad landırıldığı adıyla “F o r-
dizm” yokoluyor. Bu bunalım ın anahatlarını çizerken, gü
nümüzdeki devrim in teknolojik yönüyle doğrudan ilişkili
olanı, öteki sosyal uzlaşmalara atfedilebilecek olandan dik
katle ayırmak canalıcı önem taşır. Yeni sanayi devriminden
kaynaklanan çözü lm eyi, siyasi etken lerd en kaynaklanan
çözülmeden ayırtetmeye çalışm ak zorundayız.
Artık çözülm ekte olan toplum sal sözleşm e, nasıl oldu da
Fordizm diye bilinir oldu? Henry Ford bir gün işçilerinin
ücretlerini iki katma çıkarmaya karar verdi. Ünlü kamusal
açıklam ası, Ford’un, işçilerinin otom obillerini satın alabil
mesini istemesiydi. Bunu düşünüp taşınıp söylem iş değildi.
Ford işçilerinin otom obil alımları, Ford’un satışlarında çok
önemsiz bir oran tuttu, oysa maliyetler içindeki payları çok
daha ciddi miktardaydı. Bununla birlikte Ford’un savı cid
diye alındı ve pek çok yanlış anlamaya yol açtı. Ford’un iş
çilerinin ücretlerini artırm a nedeni aslında, çok yüksek bir
işçi giriş çıkışı oranıyla karşı karşıya olmasıydı. Ford işçile
rini montaj bandına bağlamak için onlara ciddi ücret artış
ları vermeye karar verdi ve bu da Ford’un fabrikaları içinde
gerçek bir işçi sınıfı topluluğunun oluşm asına yol açtı. Bu
girişim in sonucu ikna ediciydi: Ü retkenlik kazanımları hız
la Henry Ford’un sağlamış olduğu ücret artışlarını ödedi ve
Ford bu girişimi “iyi iş” olarak ilan etm ek suretiyle özetle
di. Ücretler ve üretkenlik arasındaki bu kârlı karşılıklı ba
ğım lılık, Fordizm in özüdür. M ontaj bandı çalışm ası, üret
kenlikte ciddi kazanımlara yol açar ve bu kazanımlar kıs
m en işçilere döner. M arx’ın öngördüğü gibi işçi sın ıfın ın
kaçınılmaz göreli yoksullaşm asının yerine tam tersi gerçek
leşti: İşçilerin gelirleri, üretilen zenginliğe endekslendi.
Henry Ford’un, işçilerinin sarhoş olup olmadığıyla ilgilen
72
diği, ama İngilizce konuşabilip konuşam adıklarıyla ya da
hatta okur yazar olup olmadıklarıyla ilgilenmediği söylen
miştir.14 Bununla birlikte günümüzde eğer verimli bir üre
tim biriminde yer almak isteniyorsa, hiç kimse okur yazar
olmamayı ya da yaşadığı ülkenin dilini bilm em eyi kaldıra
maz. “Fordizm ”in sonu, kapitalist aygıtın çekirdeğinden va
sıfsız işçilerin hakikaten dışlanmasının başlangıcını gösterir.
Ortaya çıkan kapitalizm in ilk günlerinde sayıları artan
serseriler, “artık işçiler” ve “Eski R ejim ” taraftarları, adım
adım 19. yüzyılın ücretlileri haline gelecek olanların ilk saf
larını oluşturdular.15 Günüm üzün terim leriyle, büyük For-
dist fabrikanın dışındaki çalışm anın uzağında kalışın çalış
ma kavramının ciddi bir yeniden inşasına yol açıp açmadı
ğını ve hakikaten dışlamadan ibaret bir süreç olup olm adı
ğını kendimize sorm ak zorundayız.
O-halkası kuram ının sınırları boyunca, burada gerçekte
yürürlükte olan ikili bir süreç görebiliriz. Eğer büyük For-
dist fabrikanın sonunu üretim m erkezlerinin daha küçük,
daha “profesyonel” ve büyük ölçüde çok daha hom ojen b i
rimler olarak yeniden yapılanm asının işareti olarak yorum
larsak, vasıflı işçilerin sadece pek az yabancılaştırıldığını
görebiliriz. Vasıflı işçilerin sistem le bağları özsel kalır fakat
bu bağların yeri hakkında çok daha büyük bir belirsizlik
vardır. M icrosoft’ta çalışm a hayatına başlayan bir bireyin,
kariyerini nerede sona erdireceği hakkında hiçbir fikri yok
tur; fakat Ford ya da Renault’da çalışm a hayatına başlayan
biri, pratikte çalışm asını aynı yerde sona erdirmeyi de ga
rantilemiştir.
Vasıfsız işçilerin maruz kaldığı dışlanma, vasıflı işçilerin-
kinden radikal b içim d e farklıdır. G e lecek k u şak lar için
oluşturulan eğitim çalışmaları ne olursa olsun, düşük vasıf
14 Bkz Edward Behr, LA m iriqu e q u ifa it p eu r (P lon, 1 9 9 5 ).
73
lı işçilerin kaderleri, zaten belirlenm iş gibi görünüyor. Bu
işçilerin yabancılaşm asının yeni bir ücret sözleşm esine ze
m in oluşturm aya hizm et etm esi, p ek m ü m kü n değildir.
Zengin ülkelerde düşük vasıflı işçilerin bir geçiş dönem inin
-vasıfsız emeğe talebin aniden çöktüğü bir dönem in- uy
gunsuzları olm alan çok daha muhtemeldir.
74
S. Uygun Eşleşme
Okul
Okul, im kânların yeniden dağılımında m erkez! bir rol oy
nar. Eğer em ek bunalım ı globalleşm e yüzünden olsaydı,
75
ideal çözüm, kesinlikle kitlesel eğitim olurdu. Yürürlükteki
mantığı hatırlayalım: Yoksul ülkelerle ticaret düşük vasıflı
işleri yok eder ve yüksek vasıflı işler yaratır. Dolayısıyla n ü
fusta değişim olmamışsa, ani bir vasıfsız işçi fazlası ve vasıf
lı işçi kıtlığı ortaya çıkar. O halde bu eşitsizliğin him ayeci
likten çok daha etkin bir çaresi, nüfusun eğitim düzeyini
yükseltmek olurdu, çünkü vasıflı işgücündeki yeterli bir ar
tış, vasıflı ve vasıfsız işçi oranlarını dengeleyebilirdi.
Bununla birlikte ne yazık ki eşitsizliklere karşı m ücadele
de eğitimi evrensel çözüm olarak görm ek isteyenlerin heye
canını yatıştırm ak zorundayız. N itekim bazı ekonom istler
yeni eşitsizlik çağının kökenlerini tam da kitlesel eğitime
dayandırmaktan çekinm ezler.2 Bu sav paradoksal görünebi
lir ama aslında vasıfsız emeğin kazanç kaybına karşılık dü
şen bir sezgidir.
Az sayıda vasıflı işçi ve çok sayıda vasıfsız işçinin bulun
duğu bir toplumda, vasıflı işçilerin en iyi kullanım ı, onlara,
vasıfsız işçilerin astlar olarak çalıştığı işler verm ektir. Bu,
her şeyden önce, yüksek vasıflı m ühendislerin vasıfsız işçi
leri istihdam eden fabrikaları çalıştırdığı son derece hiyerar
şik üretim merkezleri yaratan Fordist fabrikanın kilit kavra
mıdır. Bununla birlikte nüfusun vasıf düzeyinin yükselm e
si, bu eşleşm enin mantığını değiştirir. Vasıflı işçi sayısı ar
tınca, artık başka bir m antık işlemeye başlayabilir: Vasıflı
işçiler artık daha büyük bir topluluk oluşturdukları için,
çok daha türdeş üretim birim leri içinde gruplaşmaları teş
vik edilir. Toplum , eğitim in b ir sonucu o la r a k , fabrikanın
sosyal kaynaşma rolü oynadığı ve üretilen zenginliği içeride
yeniden dağıttığı bir dünyadan, daha eğitim li işçilerin ken
di aralarında oldukları, yapmak istem edikleri “düşük” işleri
2 Bkz. M IT n in iki çalışm a raporu: M ichael Krem er ve E ric M askin'in Vasıf Teme
linde Ayrım cılık ve Eşitsizliğin Yükselişi (1 9 9 6 ); Daron Acem oğlu’nun Eşleş
m e, H eterojenlik ve G elirin Evrim i (1 9 9 5 ).
76
ötekilere taşeron verdiği eşitsizlikçi bir üretim tarzına geçer.
Bilişim devrimini yansıtmak bir yana, bu yeni “uygun eşleş
m e” mantığı aslında toplum un, işgücünün yeni bileşim ine
verdiği mantıksal yanıt olacaktır.
Böylelikle naif globalleşme kuramlarından doğan içbakış-
ları çürüten sonuçlara ulaşılır. Bu kuramlara göre, nüfusun
kısm en eğitilmesi, iş kayıplarının kısm î etkisini dengelemeye
yeterlidir, çünkü, ötekilerin eğitimi sayesinde vasıfsız bir iş
çi, her zaman, iş aradığı piyasanın tıkanıklığından yarar sağ
layabilir. Standart kuramda, vasıfsız kalan işçiye, kom şusu
nun vasfının yükselmesi doğrudan doğruya yarar sağlamasa
bile, yardım cı olur. Burada sunduğumuz yeni kuramlarda ise
tam tersi olur. Bir bütün olarak toplum un vasıf yükseltme
çabalarına katılmayan bir işçi, geride kalır. Dolayısıyla “kla
s ik ” globalleşm e ku ram ların ın bakış açısınd an , nüfusun
yüzde 8 0 ’inin lise diploması almasını hedef koym ak, geride
kalan yüzde 20 de dahil, herkes için çok iyidir. Fakat eğer
uygun eşleşm e kuram ına inanıyorsak bu, kalan yüzde 20
için fe la k e t demektir: Nüfusun yüzde 8 0 ’inin okuyabildiği
bir dünyada okuma yazma bilm em ek, bu yüzde 2 0 için aşıl
maz bir engeldir. Eğer günümüzde “okuryazarlık” “İngilizce
konuşm ak” ya da “bilgisayarları an lam ak” dem ekse, m o
dern dışlam anın düğüm noktasına gelm iş oluruz. Bu sav
kesinlikle, kitlesel eğitim e yönelik atılım ın yavaşlatılm ası
gerektiğini savunmaz. Ama, eğitim in niçin dışlamayı güç
lendirme tehdidi taşıdığını kavramamıza yardım eder.
“Uygun eşleşm e”, eğitim sistem inin kendi içinde de za
ten yürürlüktedir. Fransa’nın farklı sosyal kökenlere sahip
çocuklarını sınıflarda yan yana getiren Üçüncü Cumhuriyet
okul sistemi, az sayıda öğretm enin bulunduğu bir okul sis
tem inin m antıksal örgütlenm esi olarak yorumlanabilir. Öğ
ren cilerin ve öğ retm enlerin sayıları k ritik boyuta u laşır
ulaşmaz, ana babalar, çocukları için daha seçici bir eğitim
77
stratejisi belirlediler: Eğitim i, devlet okullarının ilk günle
rinde olduğundan ço k daha özel tarzda bölüm leyen daha
dar topluluklar oluşturdular. Bu durumda “iyi” okullar “en
iyi” okullar haline gelirler çünkü, ortalam a oku llann sahip
olduğundan daha geniş bir öğrenci ve öğretm en havuzun
dan yararlanabilirler, arkadan ortalama okullar gelir, vs.
Fransız sosyolog Agnes van Zanten’in belirttiği gibi “bu
seçme stratejilerini, en çok orta sınıf aileler, özellikle de, en
iyi okulların yakınında yaşamak için gerekli araçlara sahip
olmasalar bile karm aşık seçm e ve eşleşm e sistem lerini de
şifre etm ek ve yönlendirm ek için gereken hizm etlerden,
bilgiden, zamandan ve sosyal ağlardan yararlanabilen m es
lek sahibi aileler kullanır.”3 Ancak bu seçm e stratejilerinde
ki tek entrikacı, anababalar değildir. O kullar da, bazen b i
linçsizce buna katkıda bulunurlar. Van Zanten’in sözleriyle
“öğrencilerin görece türdeş gruplara bölünm esi -öğrencile
rin yeteneklerine ya da seçeneklerine dayalı program ların
yaratılması gibi pedagojik araçların kullanılm ası- okul m ü
dürleri ve öğretmenleri için, öğrenci sayısının artm asından
ve iç heterojenliğin büyüm esinden doğan öğretim ve disip
lin problem lerinin çıkardığı güçlüklerin üstesinden gelm e
nin en iyi yollanndan biridir.” Van Zanten şu sonuca varır:
Daha imtiyazlı koşullardaki anababaların, açık veya gizli bir
tehditle karşılaştıklarında... daha az imtiyazlı m ahallelerde
ki okullara, ortaokullara ve liselere (hatta bazen ilkokulla
ra) yönelecek olm ası, sosyal sınıflar arasındaki gizli hiye
rarşilerin yeniden yapılanması iyiden iyiye kışkırtır. Bu hi
yerarşiler prestijli ‘Avrupa program larından ‘m üzik’ ya da
‘tiyatro’ sınıflarına kadar bir dizi seçenek biçim ini alır.” Bu
her şeyi anlatıyor. Fordist fabrika tablosundaki gibi, devlet
okulları, kitlesel eğitim in paradoksal etkisin i hissederler:
78
Daha bölünmüş hale gelirler böylelikle de yeni eşitsizlikle
rin ortaya çıkm asına katkıda bulunurlar.
Aile
Yeni eşitsizlikten mustarip kurum lar listesine aileyi de kat
mak, garip hatta naif görünebilir. Ama gelin, biçim i ve içe
riği ayıralım.
Biçim bakım ınd an, istihdam b u n alım ın ı b etim lem ekte
kullanılan ifadelerin, ailenin “işlevsizleşm esini” anlatmakta
kullanılan ifadelerden daha çok benzediği hiçbir şey yok
tur. Em ek incelem eleri alanında uzm anlaşm ış ekonom ist
ler, şirketlerdeki işçi giriş çıkışı oranını “ayrılma oranı” ola
rak anarlar; tıpkı benim yaptığım gibi, bir şirketin ve bir ça
lışanın m antıksal olarak “evliliği”ni tarif ederken de “eşleş-
m e”den söz ederler. Aslında aile kuram ları, iş piyasasının
işleyişini açıklam ak için sunduğum analiz tipinden önce
gelir. İş piyasasındaki bölüm lenm e (segm entasyon) hakkm -
daki yeni kuram lar aslında doğrudan doğruya Amerikalı bir
ekonom ist olan Gary Becker’ın geliştirdiği ve “aileye eko
nom ik yaklaşım ”ı şekillendirdiği m odellerden esinlenir.4 Bu
iki farklı dünya arasındaki benzerliği gösterm ek için Bec-
ker’ın tezini kısaca sunacağım.
Becker’ın iddialı am acı, ekonom ik analizin yöntem lerini
insan hayatındaki en sam imi davranışlara -özgül olarak da
aile içindeki bireylerin davranışlarına- “ihraç” etm ekti. E k o
nom ik analiz yöntem leri, aslında, az sayıda kavramla özet
lenebilir.
Bir sorunu inceleyen bir ekonom ist öncelikle arz ve talep
etk en leri üzerind e od aklanır. E ğ er ik i etk en arasın d aki
4 Gary Becker, A Trealise on the Fam ily (A ilenin Bilim sel İncelenm esi, Harvard
Üniversitesi Yayını, 1991 ikinci baskı). Uygun eşleşm e kavram ını Becker’den
ödünç aldım.
79
“alışveriş koşulları”nı anlam ak istiyorsak, etkenlere kesin
fiyatları koym am ız bile gerekm ez. K entlerde erkeklerden
fazla sayıda kadının yaşadığını (ve kırsal kesim de de bunun
tersinin geçerli olduğunu) bilen bir ekonom ist, bu fikirleri
aile ilişkilerine uyguladığı zam an “fiyat” ne olursa olsun,
kentteki evlilik “piyasaları”m n erkeklerin lehine olacağı;
örneğin en azından bekâr bir erkeğin kentte kırsal kesim-
dekinden daha çabuk evleneceği sonucuna varabilecektir.
Bu analiz, gerekirse, sosyal-m esleki bakım d an ya da yaş
grupları için de yapılabilir.
Ekonom istlerin kullandığı ikinci kavram, piyasadaki iki
varlığın b irb irin in yerine geçebilirliği ya da b irb irin i ta-
mamlayabilirliğidir. Eğer birinin kıtlığı, ötekinin bolluğuyla
dengelenebiliyorsa, bir üretim faktörünün ya da bir tüketim
m alının ötekinin yerine geçtiği söylenebilir. Örneğin çay ve
kahve b irb irin in yerine g eçeb ilen m allardır. E ğ er kahve
yoksa ve çay varsa, dünya durmaz, tüketiciler pek de güç
lük çekm eden kahveden çaya geçerler. K ısacası kahvenin
kıtlığı sadece kısm en de olsa, çay tüketim ini artıracaktır.
Ö te yandan kahve ve şeker birbirini tamamlayan etkenler
dir: Eğer şeker piyasadan çekilirse, kahve tüketim i zarar
görür, çünkü kahve içenlerin bazıları kahveye katm ak için
şeker gereksinimi duyarlar.5
Evlilik ilişkileri alanına gelince, burada geçerli olan açıktır
ki, erkek ve kadının birbirini tamamlayıcığı değildir; bir çif
tin paylaşacağı özelliklerin niteliğidir. Eğer evliliğin ana he
defi mali zenginliği paylaşmaksa, ki ikame edilebilir bir mal
dır, o zaman eşlerden zengin olanı, öbür eşin zengin olm ası
5 Aynı satırlarda ekonom ist Douglas North 14. yüzyıldaki büyük veba salgının
dan sonra ani bir çiftçi kıtlığı yaşandığının altını çizeek feodalizm in gerilem e
sinden söz eder. N orth, feodal gücün gerilem esi kadar köylü hayatının dönü
şüm ünü de toprağın -çiftçileri tamamlayan üretim etkeninin- görece bolluğuna
atfeder. Bkz. Douglas North ve robert Thom as, T h e Rise o f the W estem Worİd
(Batı Dünyasının Yükselişi, Cambridge Üniversitesi Yayını, 1 9 7 3 ).
80
na daha az ihtiyaç duyacaktır. Ö te yandan eğer ana hedef,
kişinin kendisiyle aynı estetik zevklere sahip bir eş bulma
sıysa, o zaman, çiftin paylaşmak isteyeceği özellikler birbiri
ni tamamlayıcı nitelikte olacaktır: Şeker tüketim inin kahve
tüketimini desteklemesi gibi, eşlerden birinin konsere gitme
zevkini, ötekini de orada bulma zevki güçlendirecektir.
Becker’a göre, eğer aşk, maddi refahtan ayrılırsa ve evlilik
asıl olarak bir zevk konusu haline gelirse, “evlilik piyasala
rı” uygun eşleşme dolayımıyla işler - yani çiftler geçm işte
kinden daha türdeş hale gelir, her birey, kendi zevklerini
paylaşan veya kendisine benzeyen bir eş arar. Çiftlerin bira-
raya gelişi paradan ziyade aşk tem elinde oluştuğu zaman,
daha eşitlik çi hale gelm ez. B ir eşin zenginliğini değil de
zevklerini paylaşmaya kalkışm ak, aslında daha da seçici ol
maktır, çünkü burada hiçbir telafi m ekanizm ası araya gire
mez. Yoksul düşmüş bir aristokratın zengin bir burjuvayla
evlenebildiği ya da becerili bir genç adamın ustasının kızıy
la evlenebildiği bir dünya, aynı değerleri paylaşan bireyle
rin bir grup oluşturmaya eğilim gösterdiği bir dünyaya yol
açıyor. Bazı tahminlere göre, ABD’de hanehalklan arasında
ki gelir eşitsizliklerindeki artışın yarısı, uygun eşleşme eği
lim inin artmasıyla açıklanabilir.
Fakat aslında, uygun eşleşm e stratejileri kendilerini en
çok boşanma oranındaki değişimler dolayımıyla ortaya ko
yar. Becker’ın analizine göre, bu değişimler, gelir artışıyla
ilişkilidir, özellikle de kadınların gelirinin artışıyla. Bir ka
dın kendisini özerk hale getiren bir maaşa erişebildiği za
man, üzerine kurulu olduğu m utluluğun paylaşılması ide
alinden tatm in olmadığı (kadının ya da erkeğin bakış açı
sından bu böyle olabilir) bir evliliği yeniden değerlendir
meye almasının önünde hiçbir şey, geçm işte durabildiği gi
bi, duramaz. İşgücü piyasası ayrılığın maddi açıdan çok da
ha az sorun yaratacağı yeni bir özgürlüğün fırsatlarını su
81
nar, böylelikle hayatının akışı içerisinde, kadının “zevkleri
n i” daha da özgürce ifade etm esine izin verir.
Çiftlerin hayatlarındaki ve işgücü piyasasının işleyişinde
ki paralel dönüşüm ler bu analizden çıkarsanabilir. Bir kez
bireylerin m esleki kaderleri kim liklerinin tanım ına can alı
cı katkıyı yapan değişken haline gelince, iş piyasasının in
sanları etkileyen kaprislerinin, çaresiz bir şekilde evli çifte
yönelik bir tehdide dönüştüğünü kavrayabiliriz. Eğer m es
lek hayatında partnerlerden biri başarılı, öteki de başarısız
olursa, b aşlan g ıçtak i neredeyse özdeş k oşu llara rağm en
çift, aralarında oluşan yeni eşitsizliğin tehdidi altına gire
cektir. Başlangıç n oktaların ın özdeşliği veri alındığında,
çağdaş dünyayı kaderlerin eşitsizliğinin artm asıyla tanım la
mak zorundaysak (buna “grup içi eşitsizliklerde artış” den
m ektedir), boşanma oranlarında da artış kesinlikle beklen
melidir.
Sosyologlar boşanm a konu su na daha geniş b ir açıdan
yaklaşırlar fakat onlar da benzer bir sonuca ulaşırlar: Bir
çiftin ilişkisi, artık eşit olmayı özleyen iki kişi arasındaki bir
sözleşmeye dayanmaktadır ve taraflardan biri artık bu söz
leşm eden mutlu olm adığında serbestçe iptal edilebilm esi
sözleşm enin en temel niteliğidir. François de Singly’nin be
lirttiği gibi: “Bireysel olarak kendini gerçekleştirm eyi başar
ma yönündeki sosyal baskı altında modern çiftler, her bir
eşin kim lik değişim lerinin ritm ini izlem ek zorundadırlar.
D eğişiklik zorunludur: Eşlerden her birinin üstlendiği iş
levlerin yeniden tanım lanm ası değişikliği kesin kılar, bu da
ayrılığı yaratır ve sonunda başka çiftlerin oluşm asına yol
açar.”6 Singly’ye göre, evlilik hayatının apaçık aksaklıkları,
aslında, Batı toplumlarma özgü bir dinam iğin sonucu ola
rak y o ru m la n a b ilir. N o rb e rt E lia s ’a g öre bu d in a m ik ,
82
“’ben’in tek yasa koyucu olduğu düzenlem enin iç ilkeleri
nin”7 ahlâki kurallar ve nezaket gibi sosyal norm ların zorla
yerini almasıdır.
Becker’m işgücü piyasasının yeni rolü hakkındaki açıkla
ması ve Singly’nin çağdaş bireycilik hakkındaki daha geniş
kapsamlı açıklam ası, birbirini güçlendirir. Çağdaş çiftlerin
temelini oluşturan eşitlik duygusu, hiyerarşik toplum ların
çöküşünde -Louis Dum ont’un açıkça b ir piyasa ekonom isi
nin ortaya çıkışıyla içten içe bağlantılı olduğunu gösterdiği
çöküşte-8 bir etkendir. Bu belki de, tesadüfen aynı soyadına
sahip iki erkeğin buluşma yeridir: T ıpkı Rene D um ont’un
Afrika hiyerarşik sistem lerinin kadınların söm ürülm esine
etkilerini ortaya koyması gibi, Louis Dum ont da çağdaş Ho-
mo aequ alis’in ortaya çıkışının giderek daha güçlenen piya
sa ekonom isinden nasıl koparılamayacağım gösterir.
Kaldı ki, evliliğe zem in oluşturagelen hiyerarşik sistem le
rin çök ü şü n ü n zen gin ü lk elerd ek i b oşan m a oran ın d ak i
yükselişin sebebi olm ası beklenm elidir. B unu nla b irlik te
İrene Thery’nin “evlenm em e” dediği olguya yön elik yeni
eğilim karm aşıktır: “Kazanılan özgürlüğün çatışm a kaynak
larını dönüştürm esi ve kaçınılmaz olarak artırm asıyla artık
herkes en değerli m ülkiyeti olduğunu ileri sürdüğü şeyin,
yani bireysel ve açık bir yol olarak tam am lanan özel haya
tın tehdidi altındadır”9 Ailenin bu dönüşüm ü m odern bire
yin yaşadığı güçlüğün m ükem m el bir ifadesidir. Kişi aile
sinden ya da işinden “boşanm ak”ta serbest olm ak ister; bu
nunla birlikte kendini boşanm anın kural haline geldiği bir
dünyaya fırlatılm ış bulunca, başdönm esi hisseder. Pascal
Bruckner’in söylediği gibi, dem okratik insan kendisini gele
83
neklerden kurtarma peşindedir, fakat bunu başardığı zaman
da geleneklerin nostaljisine kapılır.’0
Bu sürecin felsefi yönünü, Aydınlanma Çağı ve Romantizm
arasındaki geleneksel karşıtlık zemininde kavrayabiliriz. Ro-
bert Legros’nun Uldee d ’H umanite adlı kitabında betimlediği
gibi, Aydınlanma da Romantizm de aynı “m odern” varsayım
dan yola çıktılar: “Hayvan doğası”nın varoluşu anlamında bir
“insan doğası” yoktur; sadece sosyal yapımlar vardır. Fakat
bu aynı çıkış noktasından birbirinden radikal olarak farklı iki
içerik dizisi ortaya çıktı. Aydınlanma için insan, kültürel ve
dinî geleneklerden (ki yanlış olarak insan, bunları “doğa
sı”na ait sayabilmişti) “kopmak” suretiyle özgün olarak ken
disi h alin e geldi. İn sa n ın evi olan top lu m la ilişk isin d e
“özerklik” arayışı, böylelikle insanın niteliği haline geldi. Ro
mantikler içinse, tersine, insanlık sadece kendi yaratmış ol
duğu belirli uygarlıkların, dinlerin ve dillerin içinde ve bun
ların sonucu olarak var oldu. Aydınlanma’nın insanı bunlar
dan sıyırma projesi insanı insanlıktan çıkanyordu: “Ö zerk
lik” sadece “ihtiyaçların” tatmini arayışına yöneltti ve insanın
kendi “doğasına ait” olduğuna kanaat getirdiği bu yapay ihti
yaçlar aslında insanı hayvan düzeyine indirdi.
Romantizm Aydınlanma’nm bir eleştirisidir fakat Aydın
lanma Çağı da Rom antizm in önceden bir eleştirisi olarak
görülebilir. Uygarlıkların insan için “doğal” olduğunu ka
bul etm ek, (Rom antiklerle birlikte) onların kendi kendile
rine ortaya çıkm adıklarını kendim izden gizlem ek olur. Uy
garlıkların ilerlem edeki otoritesini kabul etm ek, yarattıkları
bakım ından insanın özgürlüğünü inkâr etmektir. Fakat Ro
m antiklerin Aydınlanma eleştirisi de aynı ölçüde geçerlidir:
Ö zerklik kendi başına b ir am aç olduğu zam an kesinlikle
“insanlıktan çıkarıcıdır.”
84
Çağdaş kapitalizmin yaşadığı dönüşüm lere m ükem m elen
uyan bu k arşıtlık, m odern in san ın iki ç e lişk ili eğilim in i
keskinleştirir: İnsanlık tarihinin “globalleşm e”nin tem sil et
tiği yeni sayfasını paylaşma arzusu ile bu sürecin “insanlık
tan çıkaracağı” ve insan toplulukları için fazlasıyla geniş bir
dünya yaratacağı korkusu.
Ulus
Ulus da bir “uygun eşleşm e” sürecinin öznesidir. 19. yüz
yılda geniş ülkelerin küçük ülkelerden daha değerli olduğu
düşünülürdü, çünkü geniş bir ülkenin iç piyasası geniş ve
dolayısıyla ekonom isi de daha güçlü olurdu. Almanya’nın
ve İtalya’nın oluşum lan, ABD’nin günümüzde hâlâ referans
noktası olarak hizm et ettiği bir m odele dayanıyordu. M ili
tan ABD himayeciliği ABD şirketlerini muazzam ölçek eko
nom ileri arasına sokmayı ve böylelikle onları ortaya çıkan
kapitalizmin devliğine tam uyumlu partnerler haline getir
meyi başardı. Sonuçta ortaya çıkan model, büyük bir paza
rı, iç pazarı korumaya yetecek güçte federal bir devleti ve iç
pazarı birleştirecek ortak bir para birim ini11 kapsar. Bu m o
deli, günümüzde Avrupa’nın inşasına yönelik çabaların te
meli olarak da, 19. yüzyılda ulusal birliğe yönelik çabaların
temeli olarak da kolaylıkla tanırız.
B u n u n la b ir lik te , a rtık , dünya p a z a rın ın h er ü lk ey e
m ümkün olan en geniş pazarı sunmasıyla büyük bir iç pa
zarın küçük bir iç pazardan daha iyi olduğu fikri geçerliliği
ni yitiriyor. K üçük bir ülke artık siyasi bir vücut oluştur
mak için büyük bir pazarın yararlanndan m ahrum kalm ak
zorunda değil. Sonuç olarak geniş ülkelerin zenginliği artık
dağılmakta olan bir görüntü sunuyor ve 1 9 9 0 ’lı yıllarda pek
11 Günüm üz Avrupası’n ın durum unda olduğu gibi, ortak para birim inin ku
rumsal statü kazanması uzun zaman aldı.
85
çok küçük ülke ortaya çıkabildi. Bu ülkelerin büyük kısm ı
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ve Berlin D uvan’nın yıkıl
m asının sonucu ortaya çıktı fakat en zengin ülkeler içinde
ki (İtalya, Belçika ve Ispanya m esela) ayrılıkçı akım lar da
bu eğilim in gücünü gösterm ektedir. Sadece Singapur ve
Hong Kong’un başarısı bile, geniş bir iç pazarın büyüm enin
zorunlu bir koşulu olduğu fikrini geçersizleştirm eye yeter.
Sonuç olarak ekonom i p o litik çile r a rtık gen iş ü lk eler
aley h in e yeni savlar ortaya atıyorlar.12 Buradaki tem el sav,
nüfusun heterojenliğinin, ciddi bir yeniden dağılımı zorla
ması ve geniş ülkenin ekonom isini borç ve enflasyonla aşın
yüklem esiyle ilişk ili. Daha türdeş olan k ü çü k ü lkeler bu
riske maruz kalmazlar. Ulusal birliğini yitiren Çekoslovak
ya, Çekleri ve Slovakları birlikte yaşamaya zorlam anın ge
tirdiği siyasi yükten kendisini kurtardı. Öte yandan yapay
bir şekilde birleşik W alloon-Flam an topluluğunu devam et
tiren Belçika maliyetli bir yeniden dağıtım sistem inin yükü
nü taşıyor; sonuç olarak Belçika O ECD ülkeleri arasında en
yüksek kamu borcu olan ülkelerden biri - İtalya’n ın hem en
arkasında (o da borçlarını, kuzey ve güney bölgeleri arasın
daki, kültürel bir niteliği olm amasına rağmen ço k dile geti
rilen heterojenliğe borçlu.)
Dolayısıyla bu literatürün geliştirdiği radikal biçim de ye
ni fikir, ekonom ik entegrasyonun siyasi topluluklann ih ti
yaç duyduğu büyüklüğü kısıtlam asıdır. Bu fikir, şu tem el
varsayıma dayanır: Globalleşm e geniş iç pazarlarından ya
rarlanm ak iç in gen iş ü lk eleri sü rd ürm e zoru n lu lu ğu n u
azaltır. Dolayısıyla “ulusal” politikalar sık sık düz ve basit
politikaların reddi olarak yorum lanan b ir bunalım yaşar
ken, yerel ve bölgesel politikalann önem kazanm ası şaşırtı
86
cı değildir. Böylelikle, sonuçların ekonom ik düzeyden ziya
de siyasi düzeyde görülmesi, globalleşm enin çelişkileri ara
sında dikkat çeker; ü lkeler ne dünya pazarına göre fazla
küçük hale getirilmelidir, ne de kendilerine biçilen temel
rolü -dem okrasinin sınırlarını çizm ek- yerine getirem eye
cekleri kadar geniş olmalıdırlar.
88
6. işsizlik ve Dışlama
89
bir denklik vardır. Paul Krugman’ın söylediği gibi “parasız
Amerika” ve “işsiz Avrupa” tek bir olgunun iki ayrı yüzünü
temsil ederler. Farklı toplumlar, onları zıt yönlere itiyormuş
gibi görünen fakat aslında aynı yöne götüren bu olguya
farklı kurumlarla tepki verdiler: Yeni bölüm lenm e biçim le
rinin tehdidi altına girmiş topluluklar.
Kitlesel işsizlik
Avrupalılar işsizliği çok ani keşfettiler. Ö rneğin Fransa’da
iş s iz lik 1 9 7 3 ’te a k tif n ü fu su n yü zd e 3 ’ü n d e k a lm ış tı.
1976’ya gelindiğinde yüzde 6’yı geçmişti. 1 9 9 6 ’da ise yüzde
12’ye ulaşm ıştı. E konom i p olitikalarının hedefi işsizliğin
massedilmesi olan hüküm etlerin tümü de, kontrol edilem e
yen güçlerin yönettiği işsizlik yüzünden birbiri ardına dü
şürüldü. Bununla birlikte geriye baktığım ızda 1 9 7 0’li yıllar
boyunca işsizlikteki artışın ilk bakışta göründüğünden çok
daha az şaşırtıcı olduğunu söyleyebiliriz. Fransa, basitçe, is
tisnai b ir d önem in sonu na gelm işti: Savaş so n rası “altın
çağ” kabaca, Avrupa’n ın ABD’yi yakalam a dönem i olarak
biçim lenm işti. 2. Dünya Savaşı’ndan hem en sonra F ra n
sa’da kişi başına gelir ABD’deki kişi başına gelirin yüzde
4 0 ’ı tutarındaydı; 1 9 7 5 ’e gelindiğinde ise bu oran yüzde
8 0 ’e yükselmişti. Ö lçüm hataları olabileceğini de hesaba ka
tarsak, Fransa’nın 1 9 7 0 ’li yılların ortalarına gelindiğinde
ABD kadar zenginleştiğini söyleyebiliriz. Fransa’nın daha
yavaş büyüme hızına -ya kendi yüzyıllık ortalam asına (20.
yüzyıl boyunca yılda 2.1 ) denk düşen oranlara ya da “altın
çağ ” b oyu n ca ABD’de yaşanan oran lara (y ıld a 2 .5 ) eşit
oranlara-2 dönm esi kaçınılmazdı.
1960’lardan 1 9 8 0 ’lere Fransa’da işsizlik oranındaki deği
2 Bu fik ri M isfortu n es o f P rosp erity (Z en g in liğ in T a lih siz lik leri, M İT Y ayını,
1 9 9 5 ), adlı kitabım da geliştirdim.
90
şim ler analiz edildiğinde, ya bu oranın 1 9 7 0 ’lerin ortala
rından sonra aniden yükseldiği sonucuna varırsınız ya da
işsizliğin 1 9 6 0 ’larda düşük oranlıyken (yüzde 2) 1 980’ler-
de yüksek fakat istikrarlı bir orana (yüzde 9 -1 0 ) çıktığını
gösteren b ir “basam ak” grafiği çizersiniz. Bu “basam ak”lılı-
ğm m antıksal doğası, büyüm edeki gerilem e tem elinde k o
laylıkla açıklanabilir. Tüm diğer koşullar aynı kaldığında,
yüzde 2.5 büyüm e dönem inde yüzde 5 büyüm e dönem in
de olduğundan daha az işçi çalıştırılır, çünkü işe alınacak
yeni işçiyi arama, eğitme ve donanım sağlam ak için gere
ken çabalar, zayıf büyüm e durumunda güçlü büyüm e du
rumunda olduğu kadar ödüllendirilm ez. Ekonom ik büyü
m e yavaşladığı zam an iş ve donanım talebinin uzun d ö
nem li bir gerilem eye maruz kalm ası kaçınılm azdır. Ve bu
iki değişken arasında güçlü b ir koşu tlu k kurm ak m üm
kündür.
Eğer büyüm e oranı tekrar 1 9 6 0 ’lardaki seviyesine çıka-
bilseydi, işsizliğin bugünkünden ciddi ölçüde düşük olaca
ğına kuşku yoktur. Bu da insanı, bu sağduyulu sav zem i
ninde ancak güçlü büyümeyi teşvik eden bir politikanın iş
sizlik sorununu çözebileceğine inanm aya itiyor. Fakat ne
yazık ki yasa gücüyle büyüme sağlanamayacağına göre bu
sav geçersizleşir, çünkü büyüm e, serm aye b irik im in e ve
teknolojik ilerlemeye bağım lıdır (2. Bölüm de yoksul ülke
lerle ilişkili olarak gördüğümüz gibi). Ve tekn olojik ilerle
me ciddi ölçüde yavaşlam ıştır! Teknolojik ilerlem e F ran
sa’ya “altın çağ” boyunca kendiliğinden yılda yüzde 3 “faz
ladan” büyüme sağlamıştı, fakat 1 9 7 0 ’lerin ortalarından b e
ri bu “fazla” yılda yüzde l ’in altındadır. Teknolojik ilerleme
1960’lı yıllarda muazzamdı çünkü Avrupa ülkeleri Am eri
kan buluşlannından serbestçe yararlanabiliyorlardı. G ünü
m üzde te k n o lo jik ilerlem en in h ız ı, ilerlem en in sın ırın a
ulaşmış ülkelerin hızına düşmüş durumdadır; bu da daha
91
yavaş, daha belirsiz ve yıkıcı güçleri çoğu kez net bir yöne
sahip olmayan bir hızdır.
Bununla birlikte işsizliği m assetm ekte en başarılı ü lkele
rin en güçlü büyümeye sahip ülkeler olduğunu düşünm ek
yanlış olur. 1 9 7 3 ’ten 1993’e ABD’nin ortalama büyüm e ora
nı Fransa’nınkiyle tam am en aynıydı: Yüzde 2,3. 1 9 7 3 ’ten
beri Fransa’da işsizlik dört katına çık tı, fakat ABD’de he
men hem en aynı kaldı. D olayısıyla bu fark, büyüm eden
başka etkenler yüzünden olmalı.
Fransa’da ve ABD’deki işsizliğin kıyaslanması, açıklayıcı
dır. 1980’lerin sonlarında ekonom ik döngüsünün zirvesin
deki Fransa’nın işsizlik oram yüzde 9 civarındaydı. 1 9 9 0 ’la-
rın ortalarında döngüsünün alt noktasındayken ise yüzde
12 civarında bir işsizlik oram vardı. ABD’deki durum için
aşağıdaki rakamları karşılaştırmamız gerekir: 1 9 9 7 ’de eko
nom ik döngüsünün yüksek bir noktasındayken ABD’nin iş
sizlik oranı yüzde 5’ti; 1 9 8 0 ’lerin başlarında döngüsünün
en alt n oktasın d ay ken ise bu oran y ak laşık yüzde 8 ’di.
ABD’de ve Fransa’da işsizliği kıyaslarken bu dalgalanmaları
dikkate alm ak zorundayız. Doğru bir analiz için yüksek
n o k ta la n y ü k sek n o k ta la rla (A BD ’n in yüzde 5 o ra n ın ı
Fransa’nın yüzde 9 oranıyla) ya da düşük noktaları düşük
noktalarla (ABD’nin yüzde 8 oranını Fransa’nın yüzde 12
oranıyla) kıyaslamalıyız.
Devam edersek, bu kıyaslam a bizi aşağıdaki sonu çlara
götürür: Bir yandan Fransa, döngüyü tersine çevirerek iş
sizlik oranını yüzde 12’den yüzde 9 ’a düşürmeyi seçebilirdi.
(Bunun açtığı tartışma, ekonom i politikasının m erkezinde
yer alır). Öte yandan eğer kabaca döngüdeki yüksek nokta
ları -Fransa için yüzde 9 ve ABD için yüzde 5- kıyaslamaya
odaklanırsak, farkın sebeplerinin neler olduğunu ve duru
mun nasıl değiştirilebileceğini sorm amız gerekir.
Bu konuda binlerce makale yazılmıştır. Bunları, dile geti
92
rilen çeşitli yaklaşımları öne çıkarmaya kalkışm aksızın k ı
saca özetleyeceğim .3
Genel bir sonuç, tek bir başlıca neden bulunam ayacağı
dır; daha ziyade çoklu, birbirini bağlayan belirleyicilerle
uğraşıyoruz. Ö rneğin Fransa’nın s a la ire m inim um interpro-
fessio n el cro issa b le (indeks ayarlam alı asgari ü cret) istih
damı önler ve b elki de işsizlik o ran ın ın yüzde birin d en
sorum ludur; Fransa’da ABD’dekinden daha kapsam lı olan
işsizlik yardım ları yaklaşık yüzde yarım dan sorum ludur;
işten çıkarm a m aliyetleri ve fazla m esaiyi düzenleyen çe
şitli yasalar ve benzerleri de bir diğer yüzde birden sorum
lu olabilir. Kalan açık, farklı istatistik yöntem lerinin ku l
lanılm asına atfedilebilir: ABD’de işsizler gen ellik le çalış
mak istem eyen bireyler olarak anılır, çünkü işsizlerin bir
bölü m ü , düşük işsiz lik y ard ım ların ı başvurm aya değer
bulm az.4 (A çıktır ki bu etkenlerin göreli önem i hakkında-
ki tartışmaya yer var; ben, genel m utabakatı sunm aya ça
lıştım .)
Yukardaki verilerle tartışmayı sonuçlandırm ak, işsizliğin
esas b ir ö z e lliğ in in a ltın ın ç iz ilm e s in i en g eller. T ıp k ı
ABD’deki “ortalama” ücret rakam larının bunlara eşlik eden
eşitsizlikteki ciddi artışı açıklam akta başarısız olm ası gibi,
ortalama işsizlik rakamları da en önem li m eseleleri gözden
ırak tutar: Eşitsizlikleri ve bunun sonucu olan dışlama po
tansiyelini. Ortalama oranların belirleyicilerini analiz etm e
ye çalışm aktansa, işsizliğin daha ayrıntılı bir incelem esini
yapalım.
3 M ükem m el bir alan araştırması için Bkz. Charlie Bean, “Avrupa’da işsizlik”, J o
urnal o f E con om ic Literatüre 3 2 (Temmuz 1 9 9 4 ): s. 5 7 3 -6 1 9 .
4 Bu önem li nokta konusunda Bkz. C. Sorrentino, “İşsizlik göstergelerin ulusla
rarası kıyaslanm ası", (M onthly L a b o r Review, (ay) 1 9 9 3 ): s. 3-19.
93
Vasıfsız Emeğe Talebin Düşmesi
Avrupa’daki işsizliğin anahtarı, aslında, Am erika’daki ücret
eşitsizliklerin in de anahtarıdır. B üyüm edeki gerilem enin
kaçınılmaz sonuçlarının ötesinde istihdam bunalım ı ö n ce
likle, vasıfsız emeğe talepteki yeni azalm anın bir yansıması
olarak görülmelidir.
Fransa’da 1970’lerin başlarından 1 9 8 0 ’lerin sonlarına ka
dar yükselen işsizlik oranının incelenm esi, eğitim düzeyle
rine bağlı olarak işçilerin kaderleri arasındaki tutarsızlığın
ciddi ölçüde arttığını ortaya koyar. 1 9 7 0 ’lerin başlarında va
sıflı işçilerin işsizlik oranı (yüzde 2 .5 ) vasıfsız işçilerin ora
nına (yüzde 3 .5 ) epey yakındı. 1 9 7 0 ’ler ve 1 9 8 0 ’lerde şid
detlenen istihdam “bunalım ı”, aslında vasıfsız em eğin bu
nalımından başka bir şey değildi: 1 9 9 0 ’a gelindiğinde vasıflı
işçilerin işsizlik oranı yüzde 4 .5 ’ti, oysa vasıfsız işçilerin iş
sizlik oranı neredeyse yüzde 2 0 ’ye ulaşmıştı. İşsizlik oranla
rının da gösterdiği gibi, bunalım sadece vasıfsız işçileri etki
lemiş görünüyor; ABD’de olduğu gibi Avrupa’da da vasıfsız
işçiler, vasıfsız emeğe talebin görünüşe bakılırsa evrensel
düşüşünün kurbanlarıydılar. Bunalım ABD’de ücret kesinti
leri olarak kendini gösterdi, fakat Avrupa’da istihdam daki
gerileme olarak kendini gösterdi.
İşsizliğin vasıfsız işçileri vasıflılardan daha fazla etkilem e
sinin en azından iki nedeni vardır. İlki, açık bir asimetridir:
Vasıflı bir işçi daima vasıfsız bir işi de yapabilir, oysa tersi
m üm kün değildir. Liseyi yeni bitirm iş biri yaz boyunca piz
za satabilir, ama liseden atılm ış biri düzenli b ir istihdam
b ek le rk en , m atem atik dersi verem ez. Bu b iz i dosdoğru
ikinci nedene, eğitim hakkındaki temel sorunun tam kalbi
ne götürür: Eğitim daha iyi işler yaratm anın bir aracı haline
mi geldi yoksa, sadece, belirsiz hale gelmiş bir iş piyasasın
da, bazı bireyleri ötekilerin üstü olarak terfi ettirm enin bir
94
mekanizması olarak mı iş görüyor? E konom ik literatürde
bu iki uç görüşün de savunucuları vardır. 1 9 7 0 ’lerin ortala
rında Michael Spence, eğitim in, işe alma süreci boyunca iş
verenler için sadece bir “işaret” olarak iş gördüğü görüşünü
savunan bir denem e yayım ladı.5 Bu kuram a göre okulda
neyin öğretildiği kesinlikle hiçbir kendinde değer taşımaz.
Hesaba katılan tek şey, bireyin öğrenme ve rekabetçi koşul
lara tepki verm e yeteneğidir, yani sosyal bilim mi yoksa
matematik mi öğrettiğimiz hiç farketmez.
Eğitim uzm anlarının yaptığı araştırm alar, çoğu kez, bu
hipotezin değerini doğrular. Örneğin Christian Baudelot ve
M ichel Glaude’un “Eğitim de elde edilen dereceler, çoğal
dıkça değersizleşiyor m u?”6 başlıklı m akalesinin sonuçlan,
Spence’in yaklaşım ını kısm en doğrular. Baudelot ve Gla-
ude, ücretler, okulda geçirilen yılların m utlak sayısından zi
yade elde edilen derecelerin hiyerarşisiyle doğrusal ilişkili
olduğu zaman ücret yapısının ciddi ölçüde istikrarlı oldu
ğunu buldular. En eğitimli yüzde 10 arasında yer alan öğ
renciler, ücret durum larını, kendilerini izleyen yüzde 10’a
göre koruma eğilimindeydiler, ve bu böyle sürüyordu. Lise
diplomasına sahip insan sayısı artarken, diplom anın değeri
azalır fakat lise diplom asının tem sil ettiği aynı eğitim duru-
m u n d akilerin -ortalam aya görece- k o n u m la rın ın değeri
azalmaz. Ü cret hiyerarşileri ile eğitim hiyerarşileri arasında
ki tekabüliyet veri alındığında, Spence’in betim lediği tür
den bir m ekanizm anın m uhtem elen işlediğini kabul etm ek
zorunda kalırız.
O kulun süresini uzatm ak, tek tek öğrenciler için akılcı
95
bir strateji olmaya devam eder fakat bir bütün olarak top
lum için saçma ve acıklı olurdu. Eğer ortalamadan sapma,
sadece uzun vadede sözkonusuysa, toplum un ortalam ayı
yükseltm ek için harcayacağı her çaba, boşuna olurdu.
Uluslararası düzeyde eğitim durumu açıkça zenginleşm e
yi belirleyen bir etkendir Kaplanların kanıtladığı gibi. Bu
nunla birlikte ülke içi düzeyde eğitim açıkça, vasıflılaşma-
nın bir öğesi olarak iş gördüğü ölçüde işgücünü farklılaştı
ran bir araç olarak da iş görür.
Ancak Fransa ve ABD arasında çarpıcı bir tem el fark var
dır: İşsiz kalan Am erikalı bir vasıfsız işçi, yeni bir iş bulm ak
için vasıflı bir işçiden daha fazla zaman harcamaz. Daha ön
ce gördüğümüz gibi bu işçin in erişebileceği işler sürekli
olarak nitelik bakım ından gerilem ektedir; bununla birlikte
işsizlik çalışm a dünyasından d ışlanm ayla so n u çlan m az.
Fransa’da eğitimsiz ve işsiz biri iş aramak için vasıflı bir iş
çinin iki katım aşkın zaman harcar. Farkın özü burada ya
tar: ABD’de işsizlik insanın çabucak değiştirebileceği “sıra
dan” bir durumdur, fakat Fransa’da kaçılm ası güç bir yok
sulluk tuzağıdır.
işsizlik niçin Fransa’da bir dışlama aygıtı olarak iş görü
yor, fakat ABD’de (ço k sayıda işçin in yaşadığı) b ir geçiş
noktası oluyor? Başka bir deyişle, neden Fransa’da işsizlik
olgusu girilebilecek işlerin sayısına etki yaparken, ABD’de
ücret uçurumu olarak kendini gösteriyor? Ö ncelikle, ücret
ler ve istihdam arasındaki ilişki bakım ından bırakınız yap
sın lar ku ram larını ve bu kuram lara y ö n eltilen K eynesci
eleştirileri incelem eden bu soruyu yanıtlayamayız.
Phillips Eğrisi
Eğer ücret pazarlıkları, işsizliğin doğrudan sebebi değilse,
oynadıkları rol tam olarak nedir? Bunlar, enflasyonu b elir
lerler. Keynes sonrası ekonom istler, Phillips eğrisini7 k a
bul ederek bu fikri som utlaştırırlar; bu eğri, enflasyon ve
işsizlik arasındaki ilişkiyi aşağıdaki şekilde ifade eder: İş
sizlik fazlasıyla yüksek olduğunda, ü cretler ve fiyatlar dü
şer, işsizlik fazlasıyla düşük olduğunda ise ücretler ve fi
yatlar artar.
1960’lı yıllarda büyüme doruğundayken, “tam istihdam ”
gerçekten de Phillips korelasyonunun öngördüğü ücret pat
lamasına yol açm ıştı. Phillips eğrisinin m antığı -hem en he
men tam istihdam la enflasyon tehd id inin gelm esi- genel
kabul gördü.
Phillips eğrisinin mantığına göre (sim etri esasına dayana
rak), 1970 ’li yıllarda Avrupa ülkelerini etkileyen büyüm e
deki gerilem enin ve işsizlikteki artışın ücretleri aşağı iten
bir baskı yaratması beklenirdi. Fakat işler başka türlü geliş
ti. İlk (1 9 7 3 ) petrol fiyatları şokunu izleyen on yıl boyunca
katma değer içinde ücretlerin payı, sürekli bir yükseliş kay
dederek Fransa’da yüzde 6 3 ’ten yüzde 6 9 ’a çıktı, oysa işsiz
lik iki katma çıkm ıştı. 1 9 7 0 ’lerin belası olan “stagflasyon”
(işsizlik ve enflasyonun bir bileşim i), iki beladan birini seç
m ek zorunda olduğumuzu ama aynı anda iki belayı birden
99
seçmemiz gerekmediğini söyleyen Phillips eğrisiyle açıkla
namadı.
Nasıl oldu da işsizlik oram artarken, ücretlilerin pazarlık
gücü olumsuz etkilenm edi? Yıllar boyunca çeşitli açıklam a
lar yapıldı. Reel ücretlerin katı bir biçim de geğer kaybetm e
si tem eline dayanan ilk açıklam alardan biri zam anla yeter
siz bulund u. Bu açıklam aya göre, işsiz lik ü cre t a rtışın ı
olumsuz yönde etkileyeceği için, ücretlerin alım gücünün
evrimi, Phillips eğrisinin m antığına uygun hale gelecekti.
Bununla birlikte, alım güçlerindeki bir kaybı kabul etm eleri
gerektiğinde işçiler ço k daha “in a tçı” olurlar. Ü cretliler,
petrol fiyatlarının dört katm a çıkm asını, ücret kesintileri
yoluyla benim sem eyi reddettiler ve işsizliğin artm asına rağ
m en, firm aları gereken uyarlam aları yapm akla yüküm lü
tuttular.8 Bu açıklamada aksayan şey şudur: Petrolün m ali
yeti Fransa’nın gayrisafi yurt içi üretim inin yalnızca yüzde
3 ’ü tutarındaydı. O sırada ekonom ik büyüme de yılda yüz
de 3 ’e denk düştüğüne göre, eğ er reel ücretler sabit kalm ış
o lsay d ı, petrol b u n alım ın ın e tk ile rin in silin m esin in ço k
uzun sürm em esi gerekirdi. Dolayısıyla soru birdenbire şu
şekle büründü: İşsizlikteki artışa rağmen ücretler niçin art
mayı sürdürdü?
içerdekiler ve Dışardakiler
Bu soruyu yanıtlam ak için, ekonom i kuram ı yeni paradig
malardan yararlanm ak zorundaydı. Bunların en ikna edici
olanı şöyle özetlenebilir: İşsizler, ücret pazarlıklarını etkile
mez, bunun tem el nedeni, ü cret pazarlıklarının iş sahibi
olanlar tarafından yapılması ve bu nedenle de iş arayanları
istihdam etm ekten ziyade, istihdam edilenlerin işlerini k o
8 M. Bruno ve J . Sachs, E con om ics o f W orldw ide S tag flatıon (D ünya Çapındaki
Stagfllasyonun Ekonom isi, Harvard Ü niversitesi Yayım, 1 9 8 5 ).
100
ruyacak şekilde belirlenm esidir. Ve birinin işini korum ası
demek, o kişinin ücretinin kendi üretkenliğinin evrimi ze
mininde belirlenm esi demektir, yoksa işsizin üretebileceği
potansiyel zemininde değil.
İçerdekiler-dışardakiler kuram ı diye anılan bu kuram, iş
sizlikteki artışa rağmen, ücretlerin nasıl yükselm eyi sürdür
düğünü açıklar: İçerdekiler için, tek risk işini kaybetme ris
kidir. İşsizlik düzeyi düşük olduğu ya da düşmeye başladığı
zaman, içerdekiler kendilerini bu riskten kurtulm uş hisse
debilirler ve korkusuzca, kendi üretkenliklerinin artmasına
bağlı olarak ücret artışları sağlamaya çalışabilirler. Bu özel
kuram, işsizlik oranında “denge” kavram ını (belirli bir iş
sizlik düzeyinin üzerinde ücretler azalır, altında ise tekrar
zemin bulur.) bir yana bırakır. Zaman içinde ulaşılan her
düzey, gelecek için başvuru noktası olur.
İçerdekiler-dışardakiler kuram ını Fransa’daki ekonom ik
gelişmelere uygulamak kolaydır. Örneğin R A. M uet, 1966-
1973 dönem inde işsizlik yüzde 3 ’e, 1 9 7 7 ’de yüzde 6 ’ya,
1 9 8 9 ’da yüzde 9 ’a ulaştığı zam anlarda ü cretlerin artmaya
başladığını belirtir.9 Muet, genel olarak, ücret pazarlıklarını
başlatan asgari işsizlik oranının yüzde 8 0 oranında içerde-
kiler-dışardakiler kuram ının öngördüğü gecikm e (hystere-
sis) olgusuyla belirlendiğini, sadece yüzde 2 0 ’lik bir bölü
m ünün sabit bir düzeye geri dönüş olgusuyla belirlendiğini
tahmin eder.
G ö rü n ü şe b a k ılırsa , bu e tk ile y ici k u ram , 1 9 8 0 ’le r ve
1990’lar boyunca ücret paylarının yükselişini karşılar. An
cak, bu kuram ı kabul etm enin radikal sonuçları vardır.
İlk olarak, enflasyonla mücadelede, işsizliği artırm a yolu
na gitmek, hem kısa vadede etkilidir, (çünkü işsizlikteki ar
tış, ücret artışların ı durduracaktır) hem de uzun vadede
9 P A. M uet, Chöm age et politique econom ique (rapor 9 4 0 6 , O ffice Français des
Conjonctures Econoftıiques, 19 9 4 ).
101
tehlikeli hasarlar verebilir: İşsizlik, ulaştığı düzey ne olursa
olsun, işsizliği düşürme çabalarına karşı direnecektir.10 Kal
dı ki içerdekiler-dışardakiler kuram ı, bordro vergilerini dü
şürm ek suretiyle işgücü m aliyetini azaltmaya kalkışm anın
yararsız olduğu, çünkü bu azalm anın, halihazırda işi olan
ücretliler tarafından mas edileceği fikrini de içerir.
Kısacası, içerdekilier-dışardakiler kuram ı, bizi, mali poli
tikaların işsizlikle m ücadelede yararlı olabildiği fikrinden
vazgeçmeye zorlar. Ayrıca, işsizlikle m ücadele için pratikte,
içerdekileri dışardakilere, yani rakiplerine karşı koruyan
haklara (yani tüm bir yasal düzenlem eler toplam ına) karşı
açık ve radikal mücadeleden başka hiçbir um ut bırakmaz.
işsizlik ve Dışlama
Artık işgücü piyasasının som ut işleyişine dönebiliriz. Fran
sa’da içerdekiler ve dışardakiler arasındaki duvarı oluşturan
nedir ve niçin ABD’de aynı biçim de oluşmaz?
Aslında iki ayrı boyutu olduğu halde durumu tek boyuta
indirgeyerek, olgunu n çarp ık b ir resm in i sunduğu için ,
Fransa ve ABD’de işsizlik arasındaki farkı sadece işsizlik
oranlarını inceleyerek kavrayamayız: Yok olan işlerin oranı
(a y rılık oranı denir) ve işsizlerin iş bulm ak için ihtiyaç duy
dukları zaman miktarı.
Fransa ve ABD arasındaki fark, daha çok işsiz bireylerin
sayısında (toplam nüfusa göre oranında) değil, bu iki ü lke
de işlerin kaybedilme ve bulunm a hızının farklı oluşunda
yatar. ABD’de her ay aktif nüfusun yaklaşık yüzde 2’si işini
kaybeder; bunun karşılığı Fransa için yüzde 0 .4 ’tür. Fakat
10 M uet'ye göre, işsizlikteki istatistiksel olarak bir haneli artış, ücret enflasyonu
nu 0 .4 ölçüsünde azaltır. Bu da, 1 9 8 0 ’li yıllar boyunca işsizlikte yaşanan artı
şın dezenflasyonun yansından fazlasının “sebeplerinden” sorum lu olduğu an
lam ına gelir.
102
bir Amerikalı ortalama olarak 3 aydan daha kısa bir süre iş
siz kalırken, Fransız işsiz, iş bulm ak için bir yıldan fazla za
man harcar. Başka bir deyişle ABD ’d e işsizlik F ra n sa ’dakin -
den ço k d a h a sık ve ço k d a h a k ısa sürelidir.
ABD’de işsizliğin dışlanmanın bir etkeni olm am asını kav
ramak için, bu denli ayrıntılı verileri incelem eye gerek yok
tur: İşsizlik dönem i, Amerikan işçisinin hayatının sıradan
bir bölümdür, oysa Fransız işçisinin hayatında günümüzde
bile ender rastlanan bir olaydır (Fransa’da işsizlik oranının
daha yüksek olmasına rağm en). Art arda dört yıl boyunca
Fransız işçilerinin yüzde 8 5 ’i asla işsizlikle tanışmadı.
İşsizlik Fransa’da çok alışıldık bir şey olm adığından, pen
çesine düşenler için çabucak bir leke haline gelir - tam an
lamıyla kadro dışı sayılırlar. Fransa’da yılda 4 milyon iş ya
ratılır ve yok olur. Toplam nüfusa izafen bu, ABD’deki sayı
ya çok yakındır. Ancak arada ciddi bir fark vardır: ABD’de
iş değiştiren işçilerin çoğunluğu bir işsizlik dönem i geçirir.
Fransa’da iş değiştiren işçilerin yarısından fazlası doğrudan
doğruya bir işten ötekine geçer. Her yıl yaratılan 4 milyon
işin bir milyondan azı, işsizlere sunulur. İki m ilyon iş halen
istihdam edilen işçilere gider, bir m ilyonu da önceleri işsiz
olarak sayılmamış işçilere.
Bunun ışığında global ticaretin işleri yok etm esi korkusu
nun hangi ölçüde işin esasını kaybettiğini görebiliriz. Yok
sul ülkelerle ticaret Fransa’da 3 0 0 .0 0 0 iş kaybıyla sonuçla
nabilm iştir - “olağan” kapitalizm yüzünden yok olan işler
düşünüldüğünde gülünç denecek kadar düşük bir sayıdır
bu. Tehlikeli olan, yok olan işlerin oranından çok, Fransız
toplum unun iş yaratımı ve iş yok olm asının etkilerine yo
ğunlaşma şeklidir.
ABD’de işler, işsiz veya iş sahibi, “herkese açıktır”; Fran
sa’da ise içerdekilerin oluşturduğu çok daha sıkı bir çekirdek
kadroda yoğunlaşırlar. Niçin? En doğrudan yanıt, ABD’de iş
103
ten çıkarmak çok kolay olduğu için iş verenlerin işe almak
tan çekinmemeleridir. Fransa’da şirket ve çalışanları arasın
daki ilişki, aynı nitelikte değildir. İşten çıkarma prosedürleri
hakkmdaki yasalar bir yana, Philippe d’lribarne’m gayet gü
zel betimlediği gibi işten çıkarma bir “namus sistem i”11 teme
lindeki kurallar tarafından yönetilir. Fransa’da bir işçi kolay
ca işten atılamaz, fakat ABD’de işveren, üst üste iki gün işe
geç geldi diye bir çalışanım işten çıkarmakta duraksamaya-
caktır. D’Iribarne bu tavır farkını Fransa’nın tarihi bakım ın
dan açıklar: Fransa’da bir sosyal ilişkinin, Eski Rejim ’in hiye
rarşik ilişkilerini canlandırdığı fikrini akla getirecek herşey,
reddedilir. ABD’de ise demokratik duygular, toplum un en te
melinde yer alırlar. Tocquiville’in belirttiği gibi, Amerika’da,
hiçbir zaman bir hizmetçiye köle muamelesi yapılmaz; söz
leşme ilişkilerine serbestçe girer. Önceden haber vermeksizin
işten ayrılabilir ve aynı şekilde bir gecede kovulabilir.
Bu kıyaslama bizi aşağıdaki değerlendirm elere yöneltiyor.
Fransız firmaları, aynı anda hem çok daha az işten çıkarm a
ya hem de çok daha az işe almaya -her iki durumda da iş
gücünün oranı ABD’dekinin beşte biri kadardır- yol açacak
şekilde davranırlar. İstihdam konusundaki bu ihtiyatlı tu
tum, zorunlu olarak daha uzun süreli işsizlik dönem lerine
yol açar - işsizlik, derin kökleri olan bir olgudur. 1968’de
Fransa’da işsizlik düzeyi önem senm eyecek durumdayken
(ABD’dekinden çok daha düşükken) işsiz bir birey iş bul
mak için 9 ay beklem ek zorundaydı. Petrol şokunu izleyen
bunalım bu beklem eyi 4 ay daha artırdı ve böylece işsizlik
oranı da yükseldi, fakat ABD ile aradaki radikal fark, Fran
sa’da işsizlik oranındaki patlamadan önce de toplumsal ger
çekliğin bir ögesiydi.12
104
Pratikte, neyin tarihsel geleneklerden ya da d’Iribarne’ın
“nam us sistem i” diye adlandırdığı sistem d en, neyin bazı
özgül etkenlerden (işten atma maliyetleri, toplu sözleşm e
ler vs.) kaynaklandığını ayırmanın çok güç olduğu açıktır.
D olayısıyla genel tabloyu göz önü ne alm alıyız. Büyüm e
oranları aynı olduğu zaman bile Fransız işgücü piyasasına
işsizin entegrasyonu, A m erikan işgücü piyasasından çok
daha güçtür. Eğer piyasa zenginlikten dışlananları kolayca
içine alamıyorsa bile, neden Fransız toplum unun kendi en
savunmasız kesim lerini maruz bıraktığı dışlama olgusunu
önleyecek daha üst düzey bir dayanışma gerçekleşemiyor?
Başka bir deyişle, niçin politika için de tıpkı ekonom i için
olduğu gibi, dışardakilerin entegrasyonu bu kadar zor?
105
7. Politikanın Yoksulluğu
112
Oldukça benzer sosyal kategorilerde yer alan Fransız bi
reylerin kaderlerindeki bu acım asız farklar, endekse bağlı
asgari ücretin (SM IC ) işlemesiyle de örneklenir. Bu araç is
tihdam edilen işçilerin en savunmasız olanlarının pazarlık
gücünü etkili biçim de güçlendirir. Bu araç olmasaydı, bu iş
çiler de m uhtem elen, 1 9 8 0 ’ler boyunca ABD’de sayıları kat
kat artan “çalışan yoksullara” katılacaklardı. Aynı zamanda
da SM IC, kendileri için b ir istihdam engeli haline geldiği
insanları tamamen kendi kaderleriyle başbaşa bırakır. Ü ret
kenliği SMIC’nin gerektirdiği düzeyin altında kalanlar için
hiçbir tahsisat ya da ödem e yoktur. Daha açık söylersek,
uzun dönemli işsizlik kategorisine düşene kadar bu insan
lar toplum tarafından “yardım” göremezler.
115
m in merkezi ile çevresi arasında köprüler kurm ak için sü
rekli bir arayış yönlendirmelidir.
Burası, okullarda, topluluklarda ya da ailelerde yoksul
lukla başa çıkm ak için alman önlem lerin döküm ünü yap
m anın yeri değil; bu tartışma işin bedelinin ödenm esi k o
nusuyla sınırlı. Zengin ülkelerde yoksulluğu azaltm anın en
basit çaresini çok kişi bilir, ama sık sık tartışma dışı bırakı
lır - liberaller tartışma dışı bırakır çünkü “m uhafazakâr” bir
ekonom ist tarafından önerilm iştir, m uhafazakârlar tartış
maz çün kü böyle bir p ro jen in gerektireceği kaynakların
m iktarından ürkerler, ayrıca her iki taraf da bu çarenin ge
rektireceği yeniden düşünm e süreci yüzünden tartışm az.
“Negatif gelir vergisi” diye bilinen bu çare, sözkonusu birey
iş bulsun ya da bulm asın çalışma yaşma gelmiş her bireye
bir asgari geliri garanti etm ek şeklindedir.5
Bu basit önerinin temel avantajı, her bireyin b ir iş bulun
ca bırakm ak zorunda olmadığı bir asgari ücret aldığı için,
toplum u , bireyleri asgari ü cretli olarak ad lan d ırm aktan
kurtarmasıdır.
Tartışmayı şöyle basitleştirebilir ve som utlaştırabiliriz: b i
lileri, aylık asgari geliri diyelim 2 0 0 USD ile sınırlasın. Ö te
ki uçta b irileri de bu gelirin h ak ik aten b ir geçim ü creti
oluşturması gerektiğini (diyelim , asgari ücretle kıyaslanabi
lir) söyleyecektir. İkinciler için geçim ücreti Keynes’in vaad
ettiği bolluk toplum unun gerçekleştirilm esidir ve üretim ,
gelirden sonra gelir.6
F a k a t çağdaş eşitsiz liğ e k arşı m ücad eled e sö zk on u su
olan, farklıdır. En avantajsız bireylere, onları kaçam ayacak
ları yoksulluk tuzaklarına hapsedecek teşvikler verm ekten
116
kaçınm ak zorundayız (teşvik verm enin psikolojik sonuçları
ve başkalarının gözünde teşvik almaya bağlanan damga yü
zünden). Bu bakış açısından gerçekten gerek duyduğumuz
şey, herkesin alacağı orta düzey bir yardımdır - diyelim, as
gari ücretin yaklaşık yarısı. H edef en avantajsız bireylere,
onları yeni gettolarda tecrit etm eksizin yardım etmeyi sağ
layacak uygun bir araç bulmaktır.
Bu asgari gelir, asgari ücretin yerini alacak m ıdır? Eğer
korumaya karşı dışlama ikilem inden kaçınılm ası gerektiği
fikrini koruyorsak, başka ara çözüm ler de bulunabilir. Ö r
neğin çalışan nüfusun yoksulluğuyla m ücadele etm ek için
Clinton yönetimi, etkili bir araç geliştirdi, -Kazanılm ış Gelir
Vergisi Kredisi- bu, işçileri çalıştıracak firmalara değil de iş
çilere para yardımı yapılmasını m üm kün kılan bir yöntem
dir: Sosyal merdivenin en altındaki bir işçinin her 100 USD
kazanışında, ABD hüküm eti bu işçiye, bazı durumlarda 40
USD’ye varan yardımlar verir.7 Bu önlem in faydaları açıktır:
Asgari ücretle istihdam edilebilenler ile edilem eyenler ara
sında yapay duvarlar yaratmaksızın toplum un ücret eşitsizli
ğine çare bulmasını m üm kün kılar. Piyasanın işleyişini en
gellemek zorunda kalm aksızın piyasanın yarattığı eşitsizlik
leri düzeltebileceğimizi gösterir. Özetle, siyasi değerlendir
melerin yönetmediği b ir mali sistem in sosyal etkinliğini ka
nıtlar. Buradaki tek sorun şudur: Toplum, en avantajsız işçi
lerle dayanışma alanında ne kadar ileri gidecektir?
117
sizlik, verim lilik konusundaki belirsizlikten ço k yeniden
dağılım a duyulan yeni tür b ir gü vensizlik yüzündendir.
Vergileri düşürm enin, yeniden dağılımı iyileştirm ekten çok
daha popüler bir seçim vaadi olduğu açıktır. Günümüzde
biçim lenm ekte olan yeni ekonom i politikte sözkonusu olan
şey, şu sorunun değerlendirilmesidir: Hangi siyasi ittifaklar,
toplumları siyasi bakımdan kabul edilebilir bir dağıtım sis
temi çevresinde toplayabilir?
İlk önce eşitsizlikle m ücadelenin hakikaten ortalam a seç
m enin siyasi gündem ine denk düşüp düşm ediğini bilm e
miz gerek. Ancak iş bununla bitmez: Bireylerin çoğunluğu
aynı anda, globalleşmeden korkabilir ve politikanın, global
leşmenin olumsuz sonuçlarını etkisiz kılm akta başarısız ka
lacağından kaygılanabilir mi? Bu ikisi, birbiriyle çelişir gö
rünmektedir. Eğer seçm enlerin çoğunluğu globalleşm e kor
kusunu paylaşıyorsa, neden kendilerinin globalleşm enin et
kilerini giderebilm e yeteneklerinden de kuşku duysunlar
ki? Neden bu aynı çoğunluk aynı anda eşitsiz ekonom i ve
yeniden dağıtımcı politika için uğraşmaya karar veremedi?
Raquel Fernandez ve Dani Rodrik’in analizini izleyelim .8
100 kişiden oluşan bir toplum düşünelim ; bu 100 kişi,
her yıl 100 USD üreten, m ükem m elen eşitlikçi bir toplumda
yılda 1 USD kazanarak başlasın. Şimdi “globalleşm e”yi (tica
ret ve sanayi devrimi anlamında) 6 0 kişiye gelirlerini iki ka
tma çıkarma imkânı sağlayan fakat kalan 4 0 kişinin gelirini
yarıya indiren bir reform olarak yorumlayalım. Burada glo
balleşme eşitsizliği artırır fakat hâlâ bir bütün olarak toplu
mu zenginleştirmektedir, çünkü gelirler globalleşm e ön ce
sinde 100 iken, sonrasında 140’a (6 0 x 2 + 4 0 x 0 .5 = 1 4 0 ) çık
mıştır. Mali sistem inin kısıtlamadığı bir toplum , globalleş
118
meye girmeyi seçerdi: Herkesin tatmin edilmesi için de, geli
ri 1 USD’dan 2 USD’a çıkan kişilerin, “kaybedenler”in ka
yıplarını hiç değilse 50 sentle karşılamaları gerekirdi.
Fakat bu sorunu çözmez: Bir toplum baştan kaybedenle
rin kayıplarını karşılama taahhüdünde bulunsaydı bile, as
lında hiçbir şey son radan kazananları bu taahhüdü yerine
getirmeye zorlayamazdı. Bir toplum da globalleşm enin bir
sonucu, zenginler ve yoksullar arasında bir uçurum yarat
masıdır. Bu dönüşümden yarar sağlayanlar çoğunluğu oluş
turduğu sürece, siyasi olarak onları kaybedenlerin kayıpla
rını karşılam akla yüküm lü kılacak hiçbir yol yoktur. De
m okratik m utabakat “kaybedenler”i zenginlikten dışlaya
caktır - sadece piyasa kurallarının bir sonucu olarak değil,
ayrıca bu kuralların etkilerinin artık, siyasetin yasaları tara
fından ortadan kaldırılamaması yüzünden de.
Bu sav geliştirilebilir. Eğer toplum ticaretten hangi 60 kişi
nin yarar sağlayacağını önceden bilm ezse, yine de böylesi
eşitsizlikleri yaratacak bir dönüşümden yana oy kullanmayı
tercih eder mi? Eğer her seçmen bir “kumarbaz”sa, o zaman
her biri, başanlı olma şansının kaybetme riskinden daha bü
yük olduğuna inanabilir ve dolayısıyla globalleşme lehinde
oy kullanabilir. Fakat globalleşm enin “gizli” olm adığını ve
globalleşmeden yarar sağlayacak 6 0 kişiden 4 9 ’unun ön ce
den bilindiğini varsayalım. Globalleşmenin kendilerini nasıl
etkileyeceğini bilmeyen 51 kişi, bu durumda farklı bir seçim
le karşı karşıyadır: Aralarından sadece 11 kişinin kazanacağı
nı bilmektedirler. Bu kişiler de “kumarbaz” olsalar bile, artık
duraksamaya yer yoktur: Geleceklerinin ne olacağını bilme
yen 51 kişi, globalleşme aleyhine oy kullanacaktır. Gelecek
lerini örten “cehalet perdesi”, global olarak kaybedeceğini bi
len bu alt-grubun bir değişimi engellemesine sebep olacaktır.
Bu örneğin büyüleyici yanı, belirli sosyal dönüşüm lerin
siyasi olarak tersine çevrilem ezliğinin kavranm asını kolay
119
laştırmasıdır. İncelediğim iz örnekte, eşitliksiz zenginlik yo
lunu seçm iş bir toplum , geçm işteki çekinceleri ne olm uş
olursa olsun, bu yolda ısrar eder. Fransa’nın, kendi siyasi
kapasitesinin bir zamanlar bu yönde gerçekleştirilm iş eşit
sizlik lerin akışın ı tersine çevirm eye y eteceğ in d en (b elki
haklı olarak) kuşku duyarak, ABD’yi, bu eşitsizlik sınırının
öteki yanından seyrettiği söylenebilir.
Eğer Avrupa’daki işsizliği bu yeni eşitsizliğin dışavurum
larından biri olarak yorum larsak, ister istem ez, Avrupa top-
lum larının m uhtem elen zaten nehrin öteki yanına gelmiş
olduklarını da görürüz. Pierre Rosanvallon Fransız refah
devletinin bunalım ını, 2. Dünya Savaşı’ndan hem en sonra
Fransız toplumunu kaplayan “cehalet perdesi”nin kalkm a
sına bağlar.9 Oysa günümüzde herkes toplum daki konumu
hakkında bilgi sahibid ir ve zenginliği yenid en dağıtm ak
çok daha güçleşmiştir.
Yeni Bireycilik
Sözünü ettiğimiz Fransız seçm en çoğunluğunun bugünkü
yeniden dağıtım sistem inden hoşnut olduğu sonucuna mı
varacağız? Kazananlar durum undaki yüzde 6 0 , toplum un
kalanını, payına düşen kader her neyse, tam am en bir kura
çekm e temelinde ona terk mi ediyor? Bu fazlasıyla düz bir
sonuç olur: Bireylerin yoksulluk karşısındaki tavırları, sa
dece kendi sosyal konum larıyla belirlenm ez. Thom as Pi-
ketty’nin çalışm aları, seçm enlerin, kendi dar ekonom ik ç ı
karlarından yana değil de, kendi dünya anlayışlarına uygun
oy kullanm aya ço k daha eğ ilim li olduğuna k a n ıt teşkil
eder. Piketty’nin gösterdiği gibi, oy verm e m odelleri, sık
sık, seçm enin kendi sosyal durum undan ço k daha fazla,
9 Pierre Rosanvallon, L a n ouvelle questicm socia le: R epen ser l’E tat-P roviden ce (Le
Seuil, 1995 ).
120
ana babasının sosyal durumuyla belirlenir.10
Şimdi uygulamalı psikolojideki bir deneyin sonuçlarını
kullanarak, çok daha somut bir örnekle bu savı açıklayayım.
Bu deney, yeniden dağılıma yönelik bu tip tavırları kavrama
mıza yardımcı olacak.11 On çocuktan resim çizm eleri isten
di. Resimler bittiği zaman, deneyi düzenleyen kişi bunlar
dan birini rastgele seçti ve en iyi resim olduğunu ilan ederek
çizen çocu ğ u n 2 0 USD ödül h ak ettiğ in i açıklad ı. A ncak
ödül çocuğa verildikten hem en sonra, öğretm en çocuğun
kulağına, öteki dokuz çocuktan birinin çok hasta olduğunu
ve 20 USD ödülün ona çok yardımcı olabileceğini fısıldadı.
Deneylerin yüzde 9 0 ’mda çocu k parayı arkadaşına verdi.
Sonra bu deneyin sonucu, en iyi resmin ödül alacağını açık
lamak için resim lerin bitirilm esini beklem ek yerine, öğret
m enin daha baştan 20 USD ödül verileceğini ilan ettiği bir
diğer deneyle kıyaslandı. Resim ler bitirilince ve en iyi olan
ödüllendirilince (ilk deneydeki gibi rastgele seçilen bir re
sim) öğretmen hasta çocuk hakkındaki aynı hikâyeyi anlat
tı. Bu kez kazananın yanıtı radikal biçim de farklıydı: Deney
lerin yüzde 9 0 ’mda kazanan çocuk parayı vermedi.
Bu deney basit ve temel bir gerçekliği gösterir: Özgecilik
ve başkalarını düşünme insan doğasına içkin değildir; daha
ziyade bireylerin ait oldukları sosyal dünyayı kavrayışlarına
bağlıdır. İlk çocuk beklenm edik bir ödül aldı ve sonuçta öte
ki çocuğa karşı cöm ertlik hissetti; ikinci çocuk 20 USD ödü
lü kendi çabasıyla kazandığına inandı ve bencilce davrandı.
Bu örnek çeşitli sonuçlara yol açabilir. Bunlardan biri, sa
vaş sonrasının “altın çağ”ınm sonundan beri Avrupa’da orta
121
ya çıkmakta olan tavır farklılığının önem ini vurgular: İnsan,
kazanacağını düşündüğünden fazlasını kazandığı sürece (sa
vaş sonrası yıllardaki durumda) cöm ertlik hisseder ve “her
kesin” toplumsal korunması için çalışır. Diğer yandan, insan
sürekli olarak beklentilerinin altında kaldığı bir dönemde
yaşıyorsa, daha bireyci olur ve ötekilerin durumunu dikkate
almadan “kendi” em eklilik aylığı için mücadele eder.
Bu deney Fransa ve ABD arasındaki tavır farklılığını kav
ram am ızı da m üm kün kılar. M esleki başarının nedenleri
hakkında kendileriyle görüşüldüğü zaman Fransızlar “ilişki
ağları, şans” diye cevap verirler; A m erikalılar ise “hırs ve
çalışm a” diye. Başarılı olmuş bir Fransız yukardaki deney
deki b irin ci ço cu k gibidir; şansına inanır. A m erikalı ise
ikinci çocuğa benzer; çabalarının sonucuna inanır - oysa,
pratikte sosyal gerçeklik Atlantik’in iki yakasında da aslın
da çok benzerdir (çünkü sosyal hareketlilik m odelleri, yay
gın kanaatin tersine, Fransa’da ve ABD’de karşılaştırılabilir
ö z e llik te d irle r). F ra n sız la rın on ca k o rk tu ğ u top lu m u n
Amerikanlaşması, bireylerin toplumu temsil edişleri alanın
da, işyerinde daha “kaygılı” davranışta, kişinin m esleki ba
şarı sağlamak için harcadığı çabaların oluşturduğu yeni re
simde kendini göstermektedir.
123
mografik ve sosyal etkenden kaynaklanır. Fakat burada, yü
rürlükteki düzenin yerini alabilecek bir plan tasarlama ye
terliliği olarak tanımladığımız bu sıkı “siyasi” konu da b i
rincil önem taşır. Gerçekte tartışma, iki saçm a alternatifin
tuzağına yakalanm ış görünm ektedir: Bugünkü sistem i ya
sürdürmek ya da ortadan kaldırm ak. Böylesi bir alternatif
kısm en, refah devleti hakkındaki özgün tartışm adan kay
naklanır: Toplumu yönetm ek için piyasaya güvenecek m i
yiz, yoksa piyasanın etki alanını sınırlayacak tam am layıcı
kurum lar mı kuracağız? A çıktır ki bu hâlâ ço k büyük önem
taşıyan bir konudur, ancak, başka bir m eseleyle karıştırıl
mamalıdır: Sosyal hakların nasıl doğru biçim de ifade edile
ceğine karar verm ekle... Refah devletinin dönüştürülm esi,
içine doğduğu piyasanın eleştirel incelem esind en vazgeç
mek anlamına gelmez; daha ziyade üçüncü sanayi devrimi-
nin yarattığı eşitsizliğe refah devletini uyarlam ak için, For-
dizm dönem inin -yani ikinci sanayi devrim inin- çerçevesi
içinde algılanan bir yapıyı düzeltm ek anlam ına gelir.
124
Sonuç
125
yade, ortaya çıkan yeni tür eşitsizliğe uyarlanacak şekilde
değiştirilebilecek türde bir korumaya ihtiyaçları vardır. Re
fah devletinin bunalım ı m ali globalleşm eyle yönetilem ez;
bu bunalım, işsizlik riskinin pratikte ihm al edilebilir oldu
ğu, ortalama öm rün em eklilik yaşına göre kısa kaldığı ve
büyümenin, çalışan nüfusun katkılarının em eklilerin aylık
larını her zaman finanse etmeye yeteceğinden hiçkim senin
kuşku duyamayacağı kadar güçlü olduğu bir dönemde ta
sarlanm ış bir sistem in bunalım ıdır. Refah devletinin yeni
çağdaş eşitsizlikler dünyasına uyarlam ak, globalleşm enin
pek az sorumlu olduğu bir iç mantığa boyun eğer.
Ayrıca, bunalım ı durdurmak için siyasi arenanın kendisi
nin “globalleştirilm esi” gerektiğini düşünm ek de yanlıştır.
Avrupa Birliği fikrinin öncüleri, bir “Avrupa Birleşik Dev
letleri” oluşturm anın Avrupa ülkelerinin yaşadığı güçlükle
rin çözümüne yardımcı olacağını kanıtlamaya çalışıyorlar.
Şanssızlıkları, (ünlü bir form ülün parodisini yaparsak) Bir
leşik Devletler’i örnek alma isteklerinde başarısız olm ak bir
yana başarılı olmalarıdır. ABD’de siyasi kampanyaların reto
rik lerin i dolduran “W ash in gton ”m reddi, “P a ris”in veya
“Londra”n ın benzer bir reddi bakım ından bu olguyu yo
rumlamaya kalkışan bir Avrupalı için kavranabilir değildir.
Ancak W ashington “Brüksel”le ya da Avrupa Birliği’yle k ı
yaslandığında bu red de tamamen anlaşılır hale gelir. Böyle-
si bir red, sadece, günümüzdeki bunalım ın yerel, neredeyse
mahrem doğasını kavramış olanlar için anlaşılabilirdir. Bu
nalım ın global olduğunu düşünm ek, kamusal eylem in m eş
ruiyetinin kaybı sorununun çözüm üne yardım etm ez, ve
Avrupa’da Avrupa’yı tem el görevlerinden uzaklaştıran bir
güvensizlik ortamı yaratır.
G ünüm üzdeki bunalım ı anlam ak için globalleşm eyi bir
çıkış noktası olarak kullananlar, açıkça çok çok önem li bir
risk taşıyan bir akıl yürütme hatası yaparlar: Yoksul ülkele
126
rin b ek len tilerin i yok ed ecek yeni tür b ir h im ayeciliğ in
yükselişine yol açabilir. Yoksul ülkeler için dünya ticareti
bir nutuk konusundan ibaret değildir; insanlık tarihinde bir
parantez olarak görülebilecek olan, dünya ülkelerinin, dün
ya tarihinde daha önce eşi görülm emiş bir şekilde zenginlik
ve iktidar uçurum larının genişlem esine izin verdiği iki yüz
yılın vaat edilmiş sonudur. 21. yüzyılın büyük umudu, ön
celikle ülkeler arasındaki uçurum un kapatılm asından olu
şabilir - bu, gördüğümüz gibi, m akul bir umuttur. Ayrıca,
ekonom inin sosyal bağları güçlendirm eyi bıraktığı bir dö
nemde, Batı ülkelerinin tekrar siyasi terim lerle düşünmeye
başlayacakları umudunu da içerebilir; ne yazık ki bu, iyim
serlikte daha dikkatli olmamız gereken bir alandır.
127
Sonsöz: Dünyanın Odiseyası
129
olan daha derinlerdeki bir süreçte ortaya çıkm ış görünür.
Bu taklitçilik şaşırtıcı olmayacaktır, çünkü hem bireyler
hem de ülkeler için insanlık tarihinin güçlü bir motorudur.
Yaklaşık 12.000 yıl önce tanm bir kez keşfedilince bu keşfin
dünyanın diğer kısım larına sıçram ası uzun sürm edi. Tari
höncesi çağ uzmanları, neolitik devrimin yılda 5 kilometre
çapında bir alanda yayıldığını tahmin ederler. Bu sürecin in
celenmesi bir başka keşfe yol açmıştır: Incil’in hikâyelerine
sahne olan Şeria nehrinin kıyılarında başlayan neolitik dev
rim, yayılırken kendisiyle birlikte bu bölgede bilinen tanrıla
rı da taşıdı. Ö rneğin bir tanrıçanın bir boğayla alışılmadık
eşleşmesi -Neolitik tanrıların ilk ifadesi-, çok geçmeden, gö
rünüşte henüz onları benim sem em iş bölgelerde boy gösterir.
Bu bir ölçüde öyküsel malumatlar bizi, günüm üzün m er
kez! sorunlarının ta göbeğine götürür: Batı ülkeleri, m aki
neleri ve üretim tarzlarını ihraç ettikleri zaman, kendi “tan
rılarını” ve kendi değerlerini de ihraç ediyorlar mı? Ve bu
alışverişler hangi sırayla yapılıyor? M akineler önce, değer
ler sonra mı, yoksa tersi mi? Başka bir deyişle, kapitalist fi
kirlere bağlılık, bir sanayi devrim inin ön şartı mı? Tarih ön
cesi dönem uzmanlarının şaşırtıcı ölçüde kesin yanıtlarını
incelersek, bu zor sorularla başa çıkm am ız kolaylaşabilir.
Dün
N eolitik devrim sırasında olaylar zin ciri nasıldı? Ja cq u es
Cauvin,3 (Gordon Childe’ın geliştirdiği) yaygın olarak ka
bul gören bir görüşü aktarır. Buna göre, tarım ın keşfi bir
dış nedene bağlıdır: Büyük bir iklim değişikliğinin av hay
vanlarının ani bir yok oluşuna yol açm ası ve böylelikle in
sanları hayatlarını sürdürm ek için başka yollar bulm aya
3 Jacq u es Cauvin, N aissance des dieux, naissan ce de l'agriculture (CN RS, 1994).
130
zorlaması - tarım ın keşfine yol açan ihtiyaç. Bu deneyimin
b ir sonucu olarak insanlar hayat tarzlarını dönüştürdüler,
yerleşik yaşam a geçtiler ve yeni ortam ların a uygun yeni
tanrılar keşfettiler. Fakat bu açıklam a artık karbon testi te
melinde reddedilmektedir. Yerleşik yaşamın, tarım ın keşfin
den ön ce olduğu görülüyor, in san lık tarih in d ek i ilk kent
olan Erika, ilk buğday tanelerinden önce vardı. Bu keşif,
kendi başına, insan ların y erleşik hayata geçm esi için av
hayvanlarının yeterince bol olduğunu kanıtlam aya yeterli-
dir: Cauvin’in belirttiği gibi, “tarıma geçiş, başlangıçta kıt
lık koşullarına bir tepki değildi”4 10. yüzyılın sonunda ya
şama alanlarının sayısının azalm ası, dem ografik etken ler
den ziyade sosyal etken lere atfedilir. C auvin, “Topluluk
merkezli görevler için işbirliği yapıldığını gösteren yeni ve
topluluk tipi bir mim ari faaliyetin Erika’nın genişlem esine
damgasını vurması rastlantı değildir” der.5
Tanrılara inancın da, N eolitik dönem den öncesine dayan
dığı görülmektedir. Bunun kanıtlanm ası ço k daha zordur:
Bir in an cın eskiliği nasıl kanıtlanabilir? Tarih öncesi uz
m anları bunu, öncelikle, ölüleri göm m e adetinin neolitik
dönem den yüzyıllarca önceki tarihlere dayandığını b elirt
mek suretiyle ortaya koyuyorlar. Sonra, N eolitik dönemden
hemen önce insanların aşama aşama sadece hayvan tem sil
lerinden vazgeçip, tanrıların tem sillerine çok fazla benze
yen figürler kullanm aya başladıklarını belirtiyorlar. Bu fi
gürler, çok sık olarak kadındı ve çok ender olarak da hay
vandı. Tek hayvan figürü de boğa figürüydü. O dönemde
insanların henüz yaban öküzlerini avlam adıklarını bildiği
mize göre (geyikleri avlıyorlardı) boğa, m uhtem elen yeni
bir simgesel değer taşıyordu. Daha sonraları, iki figür bir
leştirildi, kadın, boğayı doğururken temsil edildi. İşte, öteki
4 A.g.e.
5 A.g.e.
131
toplumlara yayıldığı ilk günlerde N eolitik devrimle birlikte
taşman imge, budur.
Cauvin’in dönüşüm özeti şöyledir. Artık doğaya esir ol
mayan insanlar, yaratılmış varlıkların yeni bir rolünü üstlen
diler - onları yaratıcılar haline getiren bir rolü. “Tanrılar ve
insanlar arasında oluşan yeni uçurum ... İnsan aklının (orta
mı hakkındaki) fikrini tamamen değiştirmiş olmalıydı; ayrı
ca, yeni yeni hissettiği varoluş tasasını telafi ederken, deyim
yerindeyse bunları yaymak için gerekli enerjiyi açığa çıkar
mak suretiyle yeni girişimlere de yol açm ak zorundaydı. O
zamana kadar canlı dünyanın doğal yeniden üretim döngü
lerinin izleyicileri olan neolitik toplumlar, bundan sonra ak
tif üreticiler olarak müdahale etm e özgürlüğünü kazandı
lar... Sanki “din”, önce, -doğrudan doğruya faydacı olmayan
bir düzeyde-6 sonradan, değişikliğe uğramış bir ilişkiler sis
temi içiride dünyaya yeni anlamlar vermek suretiyle gerçek
dünyada iş gören bir tür “aşkın m antık” geliştirmişti.
Bu hayret verici bulgular, sorunun tam özüne gider. “Ka
pitalizm in ruhu” kapitalizm den önce m i oluştu? İkna ol
m ak için , Adam Sm ith’in kitabı T h e W ealth o f N atio n s’ın
(Ulusların Zenginliği) sanayi devrim inin - görünüşe bakı
lırsa Sm ith’in şahsen hayal bile edem ediği b ir devrim in-
başlangıcmdan önce yazıldığını belirtm ek gerek. Benzer şe
kilde biz de belki yakında, günümüzdeki globalleşme dal
gasının, üzerinde geliştiği (bireyci? D em okratik?) değerler
kadar üretim tekniklerini de yaygınlaştırdığını keşfederiz.
Eğer bu tip bir globalleşm e gerçekleşm ekteyse, dünyanın
birörnekleşm esinden korkm alı mıyız? N eolitik dönem de
doğm uş eski uygarlıkların çeşitliliğ in in kanıtlad ığı gibi,
muhtem elen hayır. Fernand Braudel’in belirttiği gibi: “dün
yadaki tüm uygarlıkların, er geç, kendi sıradan tekniklerini
6 A.g.e.
132
ve bu teknikler dolayımıyla hayat tarzlarından bazılarını bi-
rörnekleştirm eyi başaracağını varsaysak bile, uzun bir za
man için, hâlâ farklılık gösteren uygarlıklarla karşılaşacağı
mız olgusu değişmez. Uzun bir süre için ‘uygarlık’ kelim esi,
hem tekil hem de çoğul anlamında varlığını sürdürecek.”7
Bugün
Günümüzde dünyadaki eşitsizliklerin kaba bir döküm ü, re
fah farklılıklarını ortadan kaldırm ak için ne kadar çok şey
yapılması gerektiğini çarpıcı biçim de gösterir. Batılı bir yol
cu gelişmekte olan ülkelerin büyük kentlerini gezerken, ta
nık olduğu kalıcı karşıtlıklar karşısında derhal çarpılıp ka
lır. Sfenks’in dibinde yer alan aşırı kalabalık ve hırpani so
kaklar, M ısır’ı ziyaret eden turistleri, piram itler kadar etki
ler. Jea n Christophe Ruffin’in betim lediği terra itıcognitae
ülkenin hâlâ ne kadar da azgelişmiş olduğunu bize hatırlat
mak üzere oradadır.
Bu tip görüntüler hem gerçek hem de aldatıcıdır. G erçek
tirler çünkü Avrupalılar’a ve Amerikalılar’a -diyelim ki- M ı
sırlılardan çok daha zengin olduklarını hatırlatırlar. Arada
ki fark, yaklaşık olarak, zengin ülkelerdeki nüfusun en zen
gin yüzde l ’i ile en yoksul yüzde l ’i arasındaki hayat stan
dardı farkına denk düşer. Fakat bu uçurum aldatıcıdır. Eğer
Mısır, Asya için öngörülen oranda (yılda yüzde 7 .5 ) büyü-
yebilseydi, Avrupa’yla arasındaki açığın yarısın ı ortadan
kaldırması 15 yıldan daha az sürecekti; sonuç olarak 2025
yılı civarlarında M ısır u çu ru m un dörtte üçünü kapam ış
olacaktı. A çıktır ki zengin bir ülkede yaşayan hiçbir yoksul
birey veya çocuğu hatta torunu için bile uçurum un benzer
133
bir şekilde daralmasını um m ak, m antıklı değildir.
Uzun süre, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki gelir dü
zeyleri kıyaslandığında, yoksul ülkelerin geliri yer yer ciddi
ölçülerde, olduğundan az tahm in edildi. Ö rneğin gelişm ek
te olan bir ülkede çalışan bir kuaförün işi, zengin bir ü lke
deki bir kuaförün işinden tem el olarak farklı değildir. Fakat
Jea n Fourastie’nin belirttiği gibi “Aslında H indistan’daki bir
kuaförden daha fazla çalışm ayan New Yorklu b ir kuaför,
Chicago’daki çelik fabrikası işçisi kadar ücret alacaktır.”8
Mısırlı bir kuaförün iş başına aldığı para, -ikisi de aynı işi
yapsalar bile-, Parisli bir kuaförünkünden daha az olacaktır
çünkü müşterileri yoksuldur ve seçenekleri o kadar parlak
değildir.
Şimdi savı tersine çevirelim : Eğer bir saç kesim i, Kahi-
re’de Paris’tekinin otuzda birine mal oluyorsa, o zaman as
lında Kahire’de yaşayan birinin alım gücü göründüğünden
fazladır. Kahire’de yaşayan daha az kazanır (USD olarak) fa
kat yerel malların büyük bölüm ü de (saç kesim i, çeşitli öte
ki hizmetler, kiralar vb.) daha ucuzdur. Dolayısıyla yoksul
ülkelerin geliriyle zengin ülkelerin geliri arasında m akul bir
kıyaslama yapabilmek için, dünya ticaretiyle bağlantılı ol
mayan bütün faaliyetleri -bazen ciddi ölçüde- yeniden de
ğerlemek zorundayız. Yoksul ülkelerin gelirini hesaplarken,
daha ucuz yerel mallara denk düşen ek m iktarı da dahil et
memiz gerekir.
Böylesi bir yeniden değerlemeden sonra elimizde dünya
daki zenginliğin radikal biçim de farklı bir tablosu kalır. G e
leneksel hesap yöntem lerine göre, zengin ü lkeler -dünya
nüfusunun yüzde 2 0 ’sinden biraz daha azını oluştururlar-
dünyadaki zenginliğin yüzde 8 0 ’ine yakınını kazanırlar. Ye
134
ni hesap yöntem ine göre ise, zengin ülkeler de yoksul ülke
ler de, toplam zenginliğin yaklaşık yarısına sahiptirler.
Bu bölü şü m ün zengin ü lk eler içind e gözlen ebilend en
çok farklı olmayışı bir tesadüftür. Örneğin ABD’de ve Avru
pa’da en zengin yüzde 2 0 ’yi oluşturan bireyler, toplam zen
ginliğin yüzde 4 0 ’ı ile 50 ’si arasında kazanırlar, sonuç ola
rak, kalan yüzde 8 0 ’i oluşturanlar, tıpkı yoksul ülkelerdeki
gibi, zenginliğin öteki yarısıyla yetinm ek zorundadır. Bu ra
kamlar veri alındığında, ülkelerin kendi içlerin deki eşitsiz
liklerin dünyadaki eşisizliklerden çok daha şiddetli olduğu
nu öngörebiliriz. “21. yüzyılın büyük um udu” diye adlan
dırabileceğimiz şey ise, yani dünyanın her yanında gelirle
rin yakınlaşması, zaten gerçekleşm e sürecinde.
135
kısm ının çıkarlarıyla, serbest ticaretten daha fazla uzlaştıra-
bilen “doğal” bir kuram değildir. T ıpkı serbest ticaret gibi,
himayecilik de bazı grupları diğer gruplar karşısında ayrıca
lıklı hale getirir ve gruplar arasındaki çatışm a son derece
şiddetli hale gelebilir. Köleliğin kaldırılması adına yapılmış
olmasına rağmen, Amerikan Iç Savaşı bedelin yüksek olabi
leceğinin iyi bir örneğidir. İç savaşın ekonom ik yönü aslın
da çok basitti: Tarım ü rün lerin i Büyük Britanya’ya ihraç
eden Güney eyaletleri serbest ticaretten tam anlamıyla kâr
ediyorlardı. Bu eyaletler, Büyük Britanya’nın ödeme gücüne
sahip piyasalarında yer edinmişlerdi ve ihtiyaç duyduklan
mamül malları düşük fiyatlarla ithal edebiliyorlardı. Kuzey
eyaletleri ise tersine, Güneyin tarım ürünlerini kendi tüke
timleri için tutmak istiyorlar ve yeni yeni ortaya çıkan sana
yi potansiyelini Britanya’nın rekabetinden korum ak istiyor
lardı. D olayısıyla tam am en ben zer n ed en lerle, G üney’in
serbest ticaret uyguladığı kadar Kuzey de him ayecilik uygu
ladı. 5 yıl sonra, Kuzey savaşı kazandı, böylelikle askeri
alanda sanayi toplum lannm kesin bir avantaja sahip olduk
larını kanıtladı; bunun Avrupa ülkelerinin him ayeciliği ter
cih edişiyle apaçık bağlantıları vardır.
Rekabet gücü kuram ı, him ayeciliğin, sanayileşm enin re
ka bet gücü sağlamadığı ülkelerin sanayileşm esine yardımcı
olduğunu kanıtlamaya yeterlidir (Britanya deneyim inin ter
sine); ama bu kuram, him ayeciliğin nasıl “herkes için ” iyi
bir şey olduğunu gösterm ekte eksik kalır. Dolayısıyla him a
yeci taraf, iddiasını kanıtlam ak için başka argümanlar bul
mak zorundadır. Bu ihtiyacı, “yavru sanayiler” kuramı kar
şılayabilir; bu kuram, adının da düşündürdüğü gibi, yavru
luk devresindeki bir sanayinin de tıpkı bir çocu k gibi, öteki
ü lkelerle ilişkilerinde g e rçe k rek a b et gücünü kazanm adan
önce dış saldırılardan korunm aya ihtiyacı olduğunu ileri
sürer. Frederick List (bir Alman) tarafından daha da gelişti
136
rilen bu kuram, genel düzeyde, genç sanayilere uyarlanmış
korum anın gerekçelendirilm esine im kân verir; özgül dü
zeyde ise Zollverein’in, 19. yüzyılda Prusya’n ın kurduğu
güm rük birliğinin temeli olarak hizm et etmiştir. List’e göre
bu birlikte açıkça ortaya konan şey, Britanya rekabetinden
korunm uş bir “A lm an” sanayisinin gelişebilm esine ve ta
rımsal kaynakların ihraç edilm ekten ziyade elde tutulm ası
na im kân vermeye yeterli olacak şekilde korunm uş bir gru
bun kurulmasıydı.
Bir ölçüde benzer biçim de, Avrupa Birligi’nin inşası da
kendisine katılan ülkeler çevresinde bir alan oluşturmuştur.
2. Dünya Savaşı’nm sonrasında Avrupa Birliği dış ilişkileri
önceki sömürge bağlarıyla kuvvetle damgalanmış ülkelerde
başarılı bir ticari açılışa yöneldi. Ö tek i etk en lerin d u ru
m undaki gibi bu açılış dönem i de savaş sonrasının “altın
çağ”ı sırasında gözlerden kaçtı; dolayısıyla savaş sonrası yıl
ların istisnai başarısına hangi ölçüde katkıda bulunduğunu
tam olarak söylem ek zordur, fakat günümüzde Avrupa’nın
yaşadığı muazzam hayalkırıklığınm , Avrupa planının, ser
best ticaretin aşırılıklarına karşı “korum a” sağlayabilen öğe
lere sahip (en azından zım nen) bir m odele bağım lı oluşuna
atfedilebileceği açıktır.
138
tekstil sanayii korum alı konum elde ettiği zam an, bunun
bedelini tüm Amerikan giyim sanayii ödedi.
Üretim, düyanın dört bir yanından öğeler barındıran bu
yeni iç içeligi, artık, genel bir him ayecilik kurma şeklindeki
radikal karar bir yana bırakılırsa, çeşitli piyasalar arasında
sınırlar çizilmesini pratikte imkânsız hale getirir. Ü rünler ve
yenilikler yelpazesinin pratikte donm uş olduğu durağan bir
dünyada him ayecilik, ille de çok m aliyetli bir seçenek ol
mak zorunda değildir. Fakat günümüzdeki şekliyle Global
leşmenin esas özelliği, ve kuşkusuz onu geri dönüşsüz bir
olgu haline sokan sebep şudur: Globalleşm e, üçüncü sanayi
devrimiyle aynı anda gerçekleşmektedir. Bu yeni devrim, fa
aliyetlerin büyük ölçüde adem i m erkezîleşm esini sağlıyor,
böylelikle de özgül rekabet güçleri arayışını uyarıyor.
Bu değerlendirmeler günümüzün himayeciliği ile dünün
him ayeciliği arasındaki büyüyen farkı kavram am ızı m üm
kün kılar. Sonuçları 19. yüzyıl boyunca hissedilm iş olan bi
rinci sanayi devriminin taklit edilmesi aslında görece kolay
dır. Paul Bairoch Marc Seguin’in lokom otif satın almasıyla il
gili mizahî bir olay anlatır; Seguin lokom otifi atölyesinin or
tasına kurar ve çalışanlarının bunu kopyalam asını ister."
Eğer Fransa bugün sistem in dışında kalarak başkalarına ait
yenilikleri taklit etmeye karar verseydi (Hindistan’ın yapma
ya çalıştığı gibi) çabucak kendisini öteki ülkeler tarafından
kovulmuş bulacak ve yeni teknolojilerin sürekli hızlanm a
sından yarar sağlayamayacaktı. Bu açıdan diyebiliriz ki, glo
balleşme çoktan kaçınılmaz hale gelmiştir.
139
D
ünya, bugüne kadar görülmemiş bir ivmeyle zen
ginleşiyor. Yerkürenin en kalabalık iki ülkesi, Çin ve
Hindistan, inanılm az bir hızla büyüyorlar. Hong
Kong ve Singapur gibi ülkeler, eski efendileri Ingiltere'den ar
tık daha zenginler. Ama aynı zamanda, yaşlı Batı ulusları, ta
mamen tedavi ettiklerini zannettikleri bir hastalıkla, fakirlikle
yeniden boğuşuyorlar. Fakir ülkelerin bazılarının zenginleş
mesi, zengin ülkelerin fakirleşmesinin nedeni mi? Tüm sıkın
tılarım ızın sorumluluğunu küreselleşmeye yüklemek doğru
mu? Daniel Cohen, bu soruların cevabının yeni sanayi devri-
minde yattığını iddia ediyor. İşsizliğin ve günümüzün eşitsiz
liklerinin kaynağında ticaretin değil, bu köklü yapısal dönü
şümün bulunduğunu ispatlamaya çalışırken, fakir ülkelerle
yapılan ticaretin dar sınırlarına dikkati çekiyor. Zengin ülke
lerde halkın bir kesimi fakirleşirken, fakir ülke halklarının bü
yük bir bölümü göreli olarak daha da fakirleşiyorlar. Yeni sa
nayi devriminin harmanladığı ülkelerde himayecilik politika
larına yeniden sarılmanın, arzulanan hedeflerle nasıl çelişkili
olabileceğini vurgulayan yazar, krizle mücadele için dikkate
almamız gereken yeni perspektifleri bize gösteriyor.