You are on page 1of 10

MAHREMİYETTEN MAHRÛMİYET Mİ MAHREMİYETLE İSTİKAMET Mİ?

AİLE NEREYE?
-Kur’ân’dan Referanslarla Çözümlemeler-
Doç. Dr. Hülya Terzioğlu
ÖZET
Modern dünyanın yaşam koşullarının en fazla zarar verdiği kavramlardan/kurumlardan birisi de ailedir.
Bilişim ve ulaşım imkânlarının dünyayı iyice küçültmesi neticesinde bu etkileşim ve dönüşüm, doğusundan
batısına tüm toplumların aile yapılarında iyiden iyiye hissedilmektedir. Mahremiyet kavramı ise aile kurumunun
en önemli bileşenlerinden birisidir. Mahremiyet; içeride eşlerin birbirlerine karşı özsaygılarını koruduğu kadar
birbirlerine yakınlıklarının gerekçesini de oluşturmaktadır. Bu kavram ayrıca aileyi dışarıdakilere karşı mesafe
koyma ve saygınlık oluşturma bakımından da desteklemektedir. Bu tebliğde ailenin hem mukavemetinde hem de
örselenmesinde etkin bir husus olan mahremiyet konusu ele alınacak, Yüce Kitabımızın referansları bağlamında
mahremiyetin temel prensipleri tartışılarak nezaheti ve mukavemetiyle olması gereken aile yapılarına dair tasfîrî
bir analize gidilecektir.
Anahtar Kelimeler: Modernizm, Mahremiyet, Aile, Kur’ân, İstikamet, Kadın, Erkek
SUMMARY
DEPRIVATION OF PRIVACY OR DESTINATION WITH PRIVACY? WHERE IS FAMILY GOING?
-Analysis with Reference to the Qur'an-

Family is one of the most important concepts that damaged by the living conditions of the modern
world. This interaction and transformation is felt in the family structures of all societies from east to west as a
result of information and transportation facilities narrow the world thoroughly. The concept of privacy is one of
the most important components of the family. Privacy protects the self-esteem of the couples (husband and wife)
as well as it is the reason for their closeness to each other. This concept also supports the family in terms of not
only having a distance to the ones who are out of the family but also respectability of the family itself. In this
paper, the subject of privacy, which is an effective issue both in the strength and abuse of the family, will be
explained, and the basic principles of privacy will be discussed in the context of the references of Qur'an. In
addition to this, a descriptive analysis will be done regarding the family structures that should be with their
morality and strength.

Key Words: Modernism, Privacy, Family, Quran, Destination, Women, Man

1. MAHREMİYETİN DÖNÜŞÜMÜ
Mahrem ve nâmahrem olarak günlük dilimizde sıkça kullandığımız iki kelimenin ortak
mastarı olan mahremiyet kavramı biri özel, şahsî ve gizli, diğeri yasak ve uzak olanı anlatan
iki farklı anlam alanına sahiptir. Bunlardan mahrem bir fıkıh terimi olarak “kendileriyle
evlenme yasağı olan belli derecede akrabaları” anlatırken, nâmahrem ise “aralarında evlenme
yasağı bulunmayan kimseler” anlamında Farsça bir kelimedir. 1 Birebir anlamı ise “hareme ait
olan” demektir. Haram, harem, ihram, muharrem gibi yakın anlamlı kelimelerle birlikte
düşünüldüğünde kutsiyet, dokunulmazlık, yasak olma durumlarını anlatmaktadır. Dinî
terimler evreninden olan bu iki kelimenin (mahrem-nâmahrem) ilk çağrışımı, cinsellik,
cinsiyet, karı-kocalık gibi daha spesifik bir alanla ilgili gibi gözükse de kişinin psikososyal,
ahlâkî, hukûkî, ekonomik, örfî, vs. bütün özel alanını anlatması bakımından ilgili pek çok
disiplinin de ortak kavramı hüviyetindedir. Farklı tonlarda ve keyfiyetlerde anlaşılma
biçimleriyle birlikte tarihin hemen bütün kesitlerinde milletlerin farkındalıkları arasında
mahremiyet anlayışları da vardır. Bu sebeple mahremiyet üzerinde konuşmak bütün bu ortak
paydayı dikkate alan ve kadın erkek tüm bireyleri kapsayan bir perspektifi zorunlu
kılmaktadır.

1
Salim Öğüt, “Mahrem”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (Ankara: TDV Yayınları, 1991), 27:388-389.

1
Şüphesiz mahremiyetin en kıymetli hassasiyet sayıldığı sosyal düzlemlerden birisi de aile
yuvalarıdır. Karı-koca rolleri dinî, hukukî, ekonomik, sosyal, kültürel pek çok altyapısının
yanında kendine has karmaşık ve özel ilişki biçimlerini de kapsamaktadır. Deyim yerindeyse
her aile özeldir ve kendine özgü şartlarla temayüz etmektedir. Bu sebeple eşler arasında
mahremiyetin korunmasının aile bereketini artırmak kadar zafiyeti durumunda yıkıcı yıpratıcı
etkileri de kaçınılmazdır. Bugün mahkemelere düşen davalarda bozulan aile yuvalarının
altında bu gerekçenin azımsanamayacak etkisi vardır. Ne var ki kentleşme oranlarının günden
güne artması, tüketim çılgınlığının her ekonomik ve sosyokültürel çevreyi çemberine alması
ve en mühimi internet kullanımı günümüz insanını değerleriyle mesafesi açılan, bireyselliğe
doğru evirilen dünyasını en yakınlarına kapatırken onu hiç tanımadığı insanlarla hemhal eden
bir noktaya getirmiştir. Bu dünyada artık kadınlarımızın evlerde bulunduğu özel alanlar
anlamına gelen “harem”lerin iyiden iyiye kekremsileşen iğreti bir karşılığı vardır. Bir
anlamda avlu, kapı, pencere, duvar, örtü gibi fizikî mekanların muhafazasını sağlayan araçlar
bugün sanal kimliklerin seyahatleriyle fonksiyonlarını büyük ölçüde kaybetmişlerdir. 2 Sözünü
ettiğimiz konu sosyal medyanın kadınıyla erkeğini, gencini yaşlısını, hatta çocuk yaştaki
bireyleri dahi kuşatan ve onlara “yeni bir dünya” vadeden önüne geçilemez cazibesinden
başka bir şey değildir. Bu cazibeye kapılanların ise zarar gördüğü en temel alanlardan birisi de
kişisel ve ailevî mahremiyetleridir.
Esasen mahremiyetin daralıp genişleyen anlam dünyasına müessiriyeti bakımında dinler,
kültürler, hukuk ve yürüyen hayatın pek çok parametresi etkin olabilmektedir. Ancak hiçbirisi
bugün teknolojik gelişmeler kadar dönüştürücü etkiye sahip olmamıştır. Bunun altında yatan
sebep ise onun bigâne kalınamayan ve sorgulanamayan varlığı ve insanlara ulaşmadaki
hızıdır. Bu konu başka bir başlıkta derinlemesine çalışılmayı hak ettiğinden biz burada
yalnızca bu gerçeğin bazı neticelerine işaret edeceğiz. Bugün ısrarla üzerinde durulması
gereken husus teşhir ve ifşa kültürünün yaygınlaşması olarak kendini göstermektedir. Daha
çok sosyal medya paylaşımlarında ortaya çıkan bu durum kişisel verilerin güvenliğini zora
sokarak onların pazarlanması, reklam aracı haline getirilmesi gibi sonuçlar vermektedir. Daha
acısı ise bir kişi kendi özelini -meğer ki bu amaçlarla da olsa- paylaşırsa bu sorun olarak
görülmezken aynı malzemeyi bir başkasının paylaşması sorun olarak değerlendirilmektedir.
Yani bir anlamda mesele yalnızca “paylaşırsam ben paylaşırım” noktasına gelmiş
gözükmektedir. Fatma Barbarosoğlu’nun dikkat çeken temsiliyle söyleyecek olursak “ölümü
bile performansa çeviren”3 bir gözü dönmüşlükle insanımız imtihan olmaktadır.
İşin acı tarafı sosyal medyayla “sosyalleşen” insanımız bir paradoksu da beraberinde
yaşıyor, o da şudur; bir yandan olabildiğince sosyalleşerek hakikatte yüzlerini dahi görmediği,
belki de hiçbir zaman göremeyeceği, yerine göre dünyanın öbür ucundaki yüzlerce, binlerce
insanların nerede olduğu, ne yaptığı, ne yiyip içtiği gibi detaylı paylaşımları merak ederken
aynı insan hane halkına daha az zaman ayırmakta, hemen ulaşabileceği üst kat komşusunu
merak etmemekte, onun ihtiyaçlarına kulak tıkamakta ve böylece yedi yirmi dört güvenli
evinde “emniyetle” oturabilmektedir. Neticede sosyal medyadaki bu konforlu iletişim
zahmetsiz, bedelsiz ve hemen şimdi netice alınan yapısıyla gerçek hayata fark atıp orda
sosyalleşenleri hakiki çevresinden ya tamamen koparıyor ya da ona karşı duyarsızlaştırıyor.
Bütün bu olup bitenler bizim için şu gerçeği ortaya çıkarmıştır: İnsanlar bugün dinin, yasanın,
geleneğin büyük ölçüde sınırlarını belirlediği mahremiyet algısına müdahil olarak yeni bir
mahremiyet sınırı daha belirlemiş, dilediği kişileri bu ağa dahil etmiş, dilediklerini de dışarıda
bırakmıştır. Özel alan-kamusal alan tanımlamaları kamusal alanın lehine iyice genişlerken
özel alanda yara alan aile kurumu sığınılacak “sıcak yuva” olma özelliğini şöhret ve

2
Nazife Şişman, Mahremiyet Hayatın Sırları ve Sınırları (Sunuş bölümü içinde), ed. Nazife Şişman (İstanbul: İnsan
Yayınları, 2019), 8.
3
Fatma Barbarosoğlu, Mutluluk Onay Belgesi (İstanbul: Profil Kitap Yayınları, 2017), 77-89.

2
bilinirliliğin bedeli olarak ödeme durumunda kalmıştır. Öyleyse sorulması gereken can alıcı
soru şudur: mahremiyetten mahrumiyet mi, mahremiyetle istikâmet mi, aile nereye?
2. MAHREMİYETİN KEYFİYETİ ve ÖNEMİ
Mahremiyetin derûnî ve kişisel boyutu ile kamusal ve sosyal boyutunun iç içe birbirini
destekleyen süreçleri vardır. Bu sebeple insanların ne sadece kendinden menkul bir anlayışı
ne de yalnızca ötekine göre tanım bulan bir durum ifadesidir mahremiyet. Dinler, gelenekler
ve hukuk sistemleri bu konuda kısmen ortak, kısmen de ayrıldıkları tanımlar yapmışlardır.
İslâm dini insanın kendini tanıması, saygınlığını muhafaza etmesi ve diğer insanlarla
ilişkilerini tanzim etmesi gibi hikmetlerle işin başından beri bu alanda insanı yalnız
bırakmamıştır. Kelimenin kökenindeki “haram olma” anlamı da zaten işe dinin doğrudan
müdahalesi anlamına gelmektedir. Yoksa yalnızca kişilerin kendi başlarına kalabilme,
istedikleri gibi düşünme ve davranma ve istedikleri kişilerle istedikleri yer ve zamanda ilişki
kurabilme anlamında doğrudan onların uhdesindeki bir özel alan tanımlaması değildir. Allah
Teâlâ’nın iki eliyle yarattığını ifade ettiği, ruhundan üflediği, ahsen-i takvîm diye tavsif ettiği,
halife olarak yeryüzünü gönderdiği ve elçileriyle yol gösterdiği insana gösterilen özen
şüphesiz onun için büyük bir onur ve şeref pâyesi anlamına gelecektir. Ne var ki her nimetin
gereği olan mükellefiyet insan için de başlamış, üstelik onun davranışlarının zerre miktarla
ölçüleceği söylenmiştir (el-Zilzâl 99/7-8). Dolayısıyla insanın hem sahip olduğu izzet, hem de
yüklendiği sorumluluk onun dokunulmazlık zırhını giymesini gerektirecektir. Tıpkı
yeryüzünün en eski evi olan Beytü’l-atîk/Kâbe’nin dokunulmazlığı, “Harem” oluşu gibi (el-
Hac 22/29,33; el-Fetih 48/27) insanın izzeti de mahremiyetle korunma altına alınmış,
böylelikle kendine güveni de, insanların ona itimadı da sağlama alınmıştır. Hz. Peygamber’in
ifadesiyle “elinden ve dilinden emniyette olunacak” insandır artık o.
Bugün çağdaş akademik literatürde benliğin inşası adına mahremiyetin önemi ayrıca
kıymetli bulunmaktadır. Kişinin özerk oluşu, etrafındaki kimselerle özgün ve anlamlı ilişkiler
kurması, bu ilişkileri yakın veya mesafeli tutabilme, ortak çalışma ve üretime katkı sağlama
gibi merkezî önem taşıyan bir dizi katma değer mahremiyetin inşasına bağlanmıştır. Bütün bu
prosesler demokratik ve güçlü sosyal yapılara da destek verecektir. Ancak çalışmanın başında
da ifade ettiğimiz gibi bugün çağdaş hayat bunun tam tersi hedefleri bireylere dayatmakta ve
sınırları olabildiğince genişlemiş bir yaşam tarzını adına “özgürlük/özgünlük” diyerek onlara
teklif etmektedir. Bunun idrakinde olarak meseleyi okuduğumuzda çareyi dönüp dolaşıp
insanın bozulmamış doğasında, ona ilham edilen takvâ bilincinde, dinin hikmet ve rahmet
eksenli öğütlerinde ve insanlığın ortak vicdan ve tecrübesinde bulmak mümkündür.
Üç büyük dinin yaratılış bahsinde belli nüanslarla birlikte anlatılan Âdem ve eşinin kıssası
mahremiyetin fıtrî-tabiî boyutuyla ilgili mühim detaylar taşımaktadır. İnsanın kendi benliğini
idrak edişi, ötekini fark edişiyle eş zamanlıdır. Kıssaya göre Allah yarattığı ilk insan çiftine
bütün nimetleri helal sayarken bir ağaca da yaklaşmamalarını emretmiştir. Âdem ve eşi
yaratılışlarına yerleştirilmiş merak duygusunun da tahrikiyle, şeytana kanmış ebedi olacakları
vehmiyle yasak meyveyi yemişlerdir. İşte tam o anda “ayıp yerleri/sev’e” kendilerine açık
olunca birbirlerine karşı mahcubiyetlerini hemen yapraklarla örtünerek gidermeye
çalışmışlardır (el-A’râf 7/22; Tâhâ 20/121). Bu bildik kıssada insanın utanmasının ötekini fark
ettiği anda olması ve avret yerine “sev’e” “ayıp yeri” denmesi çok manidardır. Nitekim
insanın bedeninin örtülmesi Âdem’in çocuklarından birinin diğerini öldürdüğünde de konu
edilmiş, Kâbil, öldürdüğü kardeşi Habil’in cesedini (sev’e) ne yapacağını şaşırınca yeri
eşeleyen bir karga ile ona yol gösterilmiş ve o da yaptığından utanarak kardeşini yere
gömmüştür. Değil midir ki insanın cesedi bile örtülmek suretiyle bu ihtiram devam
ettirilmektedir.4 Aradan geçen yüzyılların bu duyguyu örselese de utanma hissini tamamen
4
Kur’ân’da beden mahremiyetini anlatan çalışma için bk. Mustafa Şentürk, “Kur’ân’da Beden Mahremiyetini Konu Eden
Temel Kavramlar”, Din, Gelenek ve Ahlâk Bağlamında Mahremiyet Algıları Sempozyumu (Ordu, 27-29 Mart 2015), ed.
Yavuz Ünal-Yusuf Bahri Gündoğdu-Şevket Pekdemir-Hasan Atsız (Ordu: ORİV Yayınları, 2016), 101-115.

3
yok edemeyeceği bir hakikattir. Öyle ki bu his kişinin bedeninin dokunulmazlığından
başlayarak kutsal değerleri, ailesi, milliyeti, aidiyetleri, malı mülkü vs. bütün sahip
olduklarına kadar uzanacaktır.
İnsanda fıtraten bulunan utanma duyusunu destekleyici emir ve tavsiyelerin yanında onun
dokunulmazlığını kıymetli sayan öğretiler ve buyruklar da vardır. Her şeyden önce insanın bu
bilinç hali Yaratıcısının gözetiminde olması ile ve onu çepeçevre kuşatması ile tahkim
edilmiştir. “Göklerde ve yerde olanları Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli
konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı
mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka
O, onlarla beraberdir…” (el-Mücâdele 58/7). Âyetin bu çarpıcı ifadesi insana mahremiyet
bilincini kazandırmada derûnî bir destek vermektedir. “Gizlileri araştırmayın.” (el-Hucurât
49/12), “Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül bunların
hepsi ondan sorumludur.” (el-İsrâ 17/36) şeklinde buyrularak da bu fıtrî duygunun insana
düşen irade terbiyesi tarafı öne çıkarılmıştır. Kulak, göz ve kalbin sorumluluğunun ayrıca
kıymetli bulunması klasik Kelam kültürümüzde insanın vahiy, duyular ve akıl yoluyla elde
edilen bilgilerine yorulmuş ve insanın bilgi elde etme yollarının onun için ayrıca
sorumluluklar doğuracağının altı çizilmiştir.5
Mahremiyetin insan tabiatının çok önemli bir bileşeni olmasının bir göstergesi de
insanların onurlarının aşağılandığı durumlarda utanç duymaları ve yerine göre toplum içine
çıkamamalarıdır. Örneğin dayak yeme, tacize veya tecavüze uğrama ya da küfür ve hakarete
maruz kalma gibi ağır tecrübelerde mağdur olan tarafın utanç duyması bir yönüyle
yadırganacak da bir durumdur. Zira asıl utanç duyması gereken o değil, bu aşağılık fiilleri
işleyenlerdir. Fakat ne var ki bu üzücü hadiselerde bekli de daha çok mağdur olan taraf
utanmakta ve hatta canına kıyarak bu “utanç”tan kurtulmayı bile seçebilmektedir. Bunun
nedeni şüphesiz insanın bizzat kendi varlığına karşı duyduğu utancın dışa yansımasından
başka bir şey değildir. İnsan adeta kendi öz benliğinden utanmaktadır. Layık olmadığı bu
muameleden onu koruyamadığının utancıdır bu. Dolayısıyla utanma, her zaman utanılacak bir
durumu da gerektirmemektedir. Aynı şekilde insanın iç dünyasının faş edilmesi de onda
benzer bir tepkiye sebep olabilir. Utanmanın vakar, onur ve haysiyetin inşasındaki bu rolü
devre dışı kaldığında artık insanın kendini taşıması çok zordur. İş burada da kalmayacak; sınır
tanıma, kontrollü olma, başkasının hukukunu gözetme gibi temel insanî değerlerden nasibini
de kaybedecektir. İşte bu “utanmaz” yüzlere Hz. Peygamber’in ihtarı hatırlatılabilir:
“Utanmıyorsan dilediğini yap” (Buhârî, “Enbiyâ”, 54).
Bu çok yönlü mahremiyet anlayışının altında biraz da İslâm’ın insanın bedeni de dahil
tüm sahip olduklarının aslında sahibi değil, emanetçisi olması ilkesi vardır. Mülkün hakiki
sahibi Allah’tır.6 Allah’ın esması, sıfatları ve filleri tam yetkinlik taşır. Bu sebeple O; “noksan
sıfatlardan uzak, kâmil sıfatlarla muttasıftır” şeklinde tavsif edilir. İnsan ise kendi bedenine
bile esasta sahip değildir. Bu sebeple bir emanetçinin hassasiyeti ve özenini taşımalıdır. Ne
var ki kökü Batı aydınlanmasına dayanan yaklaşık üç yüz yıllık periyotta köprünün altından
çok sular akmış ve insan, bedeni dahil her şeyi kendi mülkü olarak göreceği egosu şişkin bir
varlığa dönüşmüştür. Gelinen bu noktada bireyler bedenleri üzerinde sınırsız tasarruf hakkına
sahip oldukları gibi elde ettiklerinin “hak edeni ve maliki” sıfatını da kendi uhdelerine
almışlardır. İşte bu paradigma değişikliği mahremiyetin algılanış biçimini yapısal değişikliğe
uğratabilme kudretindedir ve öyle de olmuştur. Bize düşen ise burada durup düşünme ve
kaybettiklerimizi kazanma yolunda silkelenme ve adım atmadır.

5
Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, ed. Yusuf Şevki Yavuz (İstanbul: Mizan Yayınları, 2006), 8: 275.
6
“Mutlak hükümranlık(mülk) elinde olan Allah yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter” (el-Mülk 67/1).

4
3. AİLEDE MAHREMİYETİN KEYFİYETİ ve ÖNEMİ
Aile kelimesi aidiyet duyma, itimat etme, yakınlaşma gibi bu ilişkiyi en temel
dinamikleriyle anlatan bir anlam dünyasına sahiptir.7 İslâm’dan önceki dinlerde ve kültürlerde
toplumsal dokunun sağlamlığı, dinin ve örfün yaşanması, neslin devamının temini gibi ortak
sebeplerle aile çok önemli bir kurum olarak dikkat çekmektedir. Aile kurumunun
mukavemetinde din, örf ve hukuk etkin bir konuma sahiptir. Örneğin Yahudilikte ve
Hıristiyanlıkta ailenin sosyal yapısından ziyade dinî yapısı baskındır. Yahudilikte tıpkı
İbrahim, İshak ve Ya’kup ailelerinde olduğu gibi geleneksel ibadet babanın himayesinde aile
içinde icra edilir (Tekvin 12/7; 13/18 vd.). Bu manevî misyon sebebiyle bekâr kalmanın
büyük günah sayıldığı gibi aile bağlarını kesen kimsenin de atalarının himayesinden mahrum
olacağına inanılır. Ancak gerekli hallerde Yahudilikte boşanmaya ruhsat verilmiştir (Tesniye
24/1). Hıristiyanlığa gelince; Hz. Îsâ’ya göre aile fertleri arasındaki ilişki Allah ile insan
arasındaki ilişki mesabesindedir, hatta bu ilişkinin aynası konumunda olup onun rûhî-manevî
alanda gelişmesine katkı sunmaktadır. Hıristiyan karı-koca adeta ayrılmaları mümkün
olmayan tek bir beden gibi addedilmiş, bu sebeple boşanıp başkasıyla evlenen eş zina yapıyor
sayılmıştır (Markos: 10/8-12; Matta 19/9; Luka 16/18). Her iki dinde de erkeğin güçlü
konumu yaratılış kıssasına göre Âdem’in yasak meyveyi yemesindeki müessiriyeti sebebiyle
kadına rağmen sahip olduğu bir haktır.
İslâm dininde doğrudan emredilmese de insanın fıtrî ihtiyaçlarının temini, temiz nesillerin
devamı ve sağlam toplumsal yapıların tesisi gibi zorunlu süreçlerin bir gereği olarak aile
olmak kuvvetle tavsiye edilmiş, peygamberlerin uygulamalarıyla da desteklenmiştir. İlk insan
çiftinin karı-koca olması aslında insanlığın hikâyesini aile bağlamlı anlamayı
gerektirmektedir. İnsanın kendisini tanıdığı ve inşa ettiği, huzur ve sekînet bulduğu, hayatın
güzelliklerini de mihnet ve sıkıntılarını da deneyimlediği en etkin düzlemdir aile ortamları.
Çocukların çok yönlü gelişimlerinde ailenin olumlu/olumsuz izleri bugün psikolog ve
pedagogları ciddi araştırmalara sevk etmektedir. Bu itibarla denilebilir ki bir insana dünyada
bahşedilen en mühim nimetlerden başında içinde doğduğu aile yapıları gelir. Nitekim Hz.
Âdem’in eşinin yaratılışı anlatılırken bu kıymetli gerekçe açıklanmıştır: “İçinizden kendisiyle
huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda sevgi ve rahmet var etmesi Allah’ın varlık
delillerindendir.” (er-Rûm 30/21). Allah Teâlâ’nın kendi zâtına delil saydığı gökler, yer ve
bunların arasında yayılıp var edilen canlılar, şimşek, yağmur ve rüzgârlar, en nihayet insanın
yaratılışı gibi kevnî ve kozmolojik olayların yanında eşler arasında peyda edilen bu sevgi ve
rahmet bağı çok manidardır.8 Müfessirler iki ayrı insanın farklı hayat tecrübelerinden sonra
hayatlarını birleştirmelerinin hiç kolay olmadığını, bunun ancak Allah’ın rahmet ve
meveddetinin bir sonucu olduğunu söylemeleri buradan kaynaklanmaktadır. 9 Zira bu insan
çiftleri yerine göre anne-babalarına yapmadıkları fedakârlıkları birbirlerine
yapabilmektedirler. Dolayısıyla karı kocanın arasında tesis edilen muhkem bağ adeta yerin,
göğün yaratılışı gibi hayret ve şaşkınlık veren bir delil olarak sunulmuştur.
Ailenin sağlam bir temelde başlaması için gereken meveddet, rahmet ve velâyet bağları
aslında işi baştan sağlama almanın da hedeflendiğini bize gösteriyor. Zira bu sağlam bağın
oluşturulmasında iş sadece insana bırakılmamıştır. Bu bağlar ilâhî rahmetin semereleridir.
“Özünde insanın nefsi hoşlanmasa da, zor da bulsa o, kula faydalar ve hayırlar ulaştırmayı
gerektiren bir sıfattır. İşte bu gerçek bir rahmettir.”10 Yüce dinimiz açısından ailenin bu kadar
önemli bir düzlem olarak görülmesi ilahî nusretin baştan verilmesini gerektirmiştir. Nikâh

7
Râgıb el-İsfahânî, “avl”, Müfredâtü elfâzi’l-Kur’ân, thk. Safvân Adnan Dâvûdî (Dımaşk: Dâru’l-kalem, 1430/2009), 597.
8
İlgili âyetler için bk. er-Rûm 30/24-25, 46; eş-Şûrâ 42/32.
9
Elmalı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili (İstanbul: Azim Dağıtım, 1935), 6: 3811-3812.
10
İbn. Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü’l-lehfân min mesâyidi’ş-şeytan, haz. Muhammed Seyyid Keylânî (Kahire: b.y.,
1381/1961), 2: 170-171.

5
bağının misâkun ğalîz/güçlü sözleşme (en-Nisâ 4/21), antlaşma olarak tarif edilmesi bu
mukavemeti ömür oldukça korumayı baştan salık vermektedir. Meveddet ve rahmet karşılıklı
anlayışı, sevgiyi ve sadakati güçlendirecek, velâyet ise birbirini temsil, dayanışma, yol
gösterme ve diğerinin yokluğunda onun hukukunu koruma gibi çok yönlü destek
sağlayacaktır.
İslâm hukûkunda hak ve sorumluluklarla sınırları belirlenmiş bir çeşit akit kabul edilen
nikâh; şahitler huzurunda akdedilmesi, akdin ilân edilmesi, evlenen çiftlerin aileleri arasında
oluşturulan akrabalık ilişkisi ve sıla ailenin çok yönlü bir fonksiyon alanı olduğunu
göstermektedir. Çeşitli gelenek ve an’anelerle de zenginleştirilen nikâh bağı bu tanımıyla
bitirildiğinde dahi mahrem/nâmahrem tanımlamaları gereği tamamen sonlanmayan bir akit
olma özelliğindedir. Aile olmanın özel ve karmaşık pek çok boyutu sebebiyle eşler ayrılsa
bile artık onlar birbirleri için dışarıdaki herhangi bir kişi olmayacaklardır. Bu özel ilişkinin
hemen bütün detaylarında mahremiyetin izleri sürülebilmektedir. Örneğin evlilik birlikteliği
akdedilirken kadına verilen ve bir çeşit mâlî güvence anlamına gelen mehir kadının
saygınlığına ve mahremiyetine zarar vermeyecek ifadelerle açıklanmıştır. Konu ile ilgili
âyetler onun gönül hoşluğuyla verilmesi gerektiğini ifade etmiştir (en-Nisâ 4/4). Âyette geçen
“nihle” ifadesi “gönül hoşluğu, gönül rızası” anlamına gelmektedir. 11 Yani zaten kadınların
bir hakkı olan bu durum zorla değil, rıza ile ve nezaketle yapılmalıdır. Mehir evlilikte ülfeti,
samimiyeti ve güveni temin etmede yardımcı olsun diye erkeğin karısına bir çeşit hediye
takdimi olarak da değerlendirilebilir. Zira nikâhtan sonra zifaf olmadan ayrılan çiftlerde -şayet
başta mehir belirlenmişse- kadına bunun yarısının verilmesi, belirlenmemişse de samimi bir
hediye verilmesinin tavsiye edilmesi buna yorulmaktadır (el-Bakara 2/236). 12 Mehir vermenin
gayesi bu olunca ayrılırken koca tarafından talep edilmemesi de anlaşılabilir bir durumdur:
“Vaktiyle siz birbirinizle haşır neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış
olduğu halde onu nasıl geri alırsınız?” (en-Nisâ 4/21). Bu latif ve ahlâkî tavsiye aile olmanın
önemi kadar ailede kadına verilen ehemmiyetin de onun saygınlığının da ifadesi anlamına
gelecektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de konu ile ilgili dikkat çeken bir teşbih de karı kocanın birbirlerinin
elbisesi (libâs) olduğu şeklindeki istiâredir (el-Bakara 2/187). Libâs kelimesi aile olmanın
gereğini ihsas ettiren pek çok anlam alanıyla dikkati çekmektedir. Birbirinde huzur ve sukûn
bulma,13 işlerin birbirine karışması, iç içe girmesi, 14 bir şeyi bir başka şey ile örtme 15 gibi
anlamlardır bunlar. Kelimenin âyete verdiği manâ ile ilgili olarak ise; helâl olmayan şeylerde
eşlerin adeta birbirlerine perde olmaları ve karşılıklı iffetlerini korumaları şeklinde
anlaşılmıştır.16 Bir anlamda mahremiyetlerini karşılıklı olarak güçlendirdikleri ifade
edilmektedir. Elbisenin aslında ihtiyaç gidermek kadar güzel göstermek, süslemek gibi bir
görevi de vardır. Eşler sevgi ve hakkaniyet içerisinde kurdukları aile birlikteliğiyle huzurlu ve
saadetle güzelleşeceklerdir. Bugün değerli pek çok psikolog evlilik ve aile başarısı
gösteremeyenlerin hayattaki diğer başarılarının tadını çıkaramadıkları tespitinde
bulunmaktadır.17
Temeli bu şekilde güçlendirilmiş aile yuvalarının bir çeşit riyaseti denilebilecek görev
babaya verilmiştir. Kur’ân’ın “kavvam” olarak tarif ettiği erkekler bu sıfatı kadınlar için para

11
İsfahânî, “nhl”, Müfredât, 795.
12
Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, 2: 48-49,108.
13
İbn Manzûr, “lbs”, Lisânü'l-Arab (Beyrut: b.y.,1990), 6:203.
14
İbn Fâris, “lbs”, Mu'cemu mekâyisu'l-luğa, thk. A. Muhammed Harun (Beyrut: Darü’l-fikr, ts.), 5: 230.
15
Zemahşerî, “lbs”, Esâsü’l-belâğa, thk. Muhammed Basil Beyrut Uyûnü's-Sûd (Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-mısriyye,
1419/1998), 2:156.
16
Mâtürîdî, Te’vîlât, 1: 364.
17
Psikolog Doğan Cüceloğlu “Aile İçi İletişim” konulu bir seminerinde bu cümleyi kullanmıştır.

6
harcadıkları için almışlardır.18 Bir çeşit görev tanımı olan bu durumun bugün polemik konusu
yapılması anlamlı değildir. Evi geçindirme görevinin paylaşılması veya kadına geçmesi
durumlarında meseleye farklı bakmak da mümkündür. Burada önemli olan husus ailenin belli
bir hiyerarşi gerektirdiği, bunun da belli bir düzeni sağlamaya matuf olduğudur. Zira nizâ bu
rahmet otağı kurbiyete halel getirmemelidir. Erkeğe kavvamlık rolü verilmesi yanında kadının
da ailede sıla oluşturma kabiliyeti ayrı bir önemi haizdir. Hatta denilebilir ki kadının bu yapıcı
ve telif edici özelliği olmasa evin geçiminin mâlî yönden garanti altına alınması tek başına
yuvaların selametine yetmeyecektir. Neticede hangi görevin daha üstün olduğu, ya da kimin
katma değerinin daha fazla olduğu anlamlı değildir. Cinsiyet rollerinin birbirine epeyce
yaklaştığı, kentleşmenin ve ekonomik koşulların doğurduğu zorunlu süreçler günümüzde
kavvamlığı kadın ve erkek arasında ortak payda yapma eşiğine getirmiştir.
Hayatın genel akışı içinde aile hayatlarının her zaman ideal seyirde yürümediği de bir
vâkıâdır. Bu sebeple Kur’ân’da aile içi problemler baş gösterdiğinde yol gösterilmiş, deyim
yerindeyse işin halline yardım edilmek istenmiştir. Kadının “nüşûz”u olarak tarif edilen
sıkıntılı durumlarda kavvam sıfatıyla kocanın çözüm araması tavsiye edilir. Kadın ise yollar
tükendiğinde hakeme başvurarak -gerekiyorsa- evliliğini bitirebilecektir. Burada mahremiyet
adına çok önemli bir detay vardır. O da Kur’ân’ın aile içi sorunları içerde çözmeye yönelik
teşviki ve yönlendirmesidir. Bugün ne acıdır ki âyetin asıl vermek istediği mesaj bir yana
bırakılarak konu “fadribûhunne” bağlamında bir yere kilitlenip ilâhî mesajın hikmeti berhevâ
edilmek istenmektedir. Resmi rakamlara göre ülkemizde şiddete uğrayan kadınların ¼ lere
kadar düşmesinin de basıncıyla yetkin olan olmayan her kafadan bir ses çıkmaktadır. Ama
bilinmelidir ki aynı resmî rakamlar eşine şiddet uygulayan erkeklerin bu menfur davranışları
doğrudan dinin ya da bu âyetin algılanış biçiminden kaynaklanmamakta, psikolojik,
ekonomik, ailevî, örfî vs. çeşitli gerekçelerden neş’et etmektedir. Konumuzla ilgili kısma
dönecek olursak Nisâ Sûresi’nin ilgili âyeti çerçevesinde asıl mesaj aile içi anlaşmazlıkların
çözüm yerinin aile olduğu gerçeğidir. Her ailenin kendine özgü şartları da hesaba katılırsa
aranacak çözümün gizliliği ve kendine özel oluşu bir o kadar kıymetli olacaktır. Mezhep
kurucumuz Mâtürîdî anlaşmazlık durumunda devlet başkanının dahi yetkin olmadığını,
karşılıklı tayin edilecek hakemin de karı kocanın rızası dahilinde sınırlı bir yetkiye sahip
olacağını belirtmiştir.19 Bu nezih yaklaşım evdeki çocuklara örneklik açısından da lüzumlu
görülmüştür. Neticede evin içinde çözümlenmeyen meseleler dışarıya yansıyınca daha sonra
eşler barışsa da dışarıda devam eden söylenti ve dedikodular meseleyi bir türlü
bitirmeyecektir.
Evliliğin meşrû sebeplerle nihayetlendirilmesine gelince esasen bu durum sevilmeyen,
istenmeyen helâl olarak tarif edilmiş (Ebû Dâvûd, “Talâk”, 3). ancak başka çaresi kalmayan
evliliklerin taraflara zarar vermemesi için bir çıkış yolu olarak boşanmaya ruhsat verilmiştir.
Mesela bk. (el-Bakara 2/228-232, 236-237, 241; et-Talâk 65/1-2; Buhârî, “Talâk”, 1-4). Bu
sürecin doğru yönetilmesi iki taraf için ve varsa çocuklar için de çok mühimdir. Nikâh bağının
ortadan kalkması sılayı tamamen bitirmediğinden ayrılan eşlerin hukuku belli oranda devam
etmektedir. Yine belli oranda evlenme yasakları ve süt emzirmeden doğan sıhriyet bağı da
burada hatırlanabilir. Kur’ân’da ayrılan çiftlerin bu süreçten müteessir olmamaları için teselli
eden ifadeleri vardır. Bu ifade ayrıca her iki insanın ayrı ayrı onurunu değerli bulmaktadır.
“Eğer karı koca ayrılırlarsa Allah bol rızkından onların ihtiyaçlarını giderir. Allah’ın lütfu
geniştir, hikmeti sonsuzdur.” (en-Nisâ 4/130). Bugün aile kurmayı bile bir takım çıkar
ilişkileri çerçevesinde anlayan kimi çevrelerin işin başında ekonomik beklentilerle birbirini
yorduğuna, ayrılınca da nafaka meselesi üzerinden bu yıpratmanın devam ettiğine şahit

18
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler
kadınların yöneticisi(kavvam) ve koruyucusudur…” (en-Nisâ 4/34).
19
Mâtürîdî, Te’vîlât, 3:210-211.

7
olmayanımız yok gibidir. İşte bu âyet rızkın insanın tekelinde olmadığını baştan
hatırlatmaktadır. Oysa ki daha önce paylaştığımız erkeklerin aile geçimini sağlamalarını
tavsiye eden ve onlara “kavvam” diyen de bu ilâhî öğretidir. Her iki âyet birlikte mütalaa
edildiğinde ortaya çıkan hikmet şudur: Aile geçimini sağlamada etkin taraf erkek olsa da asıl
rızkı veren Allah’tır. Öyleyse birbirinizi rızık için tercih etmeyin, eşinizden ayrılırsanız da asıl
hâmînizin mülkün sahibi olan Allah Teâlâ olduğunu hatırlayın. İşte kadına da erkeğe de öz
saygılarını korumaları yolunda çok önemli bir destek de bu bağlamda verilmiştir.
Kur’ân’ı Kerîm insanlığa örnek ailelerin yanında lanet ve ibretle anılacak ailelerden de
bahsetmektedir. Peygamberlerin hemen tamamı aile kurmuşlardır. Bu aileler zaman zaman
onların en büyük dayanağı olarak nebevî mücadelenin birer parçası iken, zaman zaman da
peygamberler için bizzat imtihan vesilesi olmuşlardır. Kur’ân’da Hz. Peygamber’in aile
hayatından bahseden bazı sûrelerde her iki detaya dair örnekler bulmak mümkündür. Hz.
Âdem ve eşi, Hz. İbrahim’in eşleri, Hz. Nûh’un ve Lût’un karısı, Hz. Eyyûb’un karısı, Hz.
Meryem’in anne-babası(Âl-i İmrân), Hz. Peygamber’in eşleri insanlığa hem ibret hem de
örneklik sunan farklı aile modelleridir. Aslında peygamberlerin aile kurmaları, evlat ve torun
sahibi olmaları ve tüm akrabalık ilişkileri onların getirdiği yüce mesajların doğrudan
uygulandığı ortamlar olmuştur. Hatta Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman ve Hz. Peygamber’in çok eşli
olduğu bilinmektedir. Bu durumu bir çeşit taaccüb ve tahkir sebebi sayan kimi çevrelere
Kur’ân mühim bir cevap vermektedir: “Andolsun senden önce de peygamberler göndermiş,
onlara da eş ve çocuklar vermiştik…” (er-Ra’d 13/38). Peygamberlerin Allah’ın elçiliği gibi
sıkıntı, mücadele ve zorluklarla dolu bir sorumluluğa birden çok kadın ve çocukları da
eklemek elbette yalnızca onların özel tercihleri ile veya -hâşâ-nefsânî temelde anlaşılamaz.
Onların aile mahremiyeti ve saygınlığı adına gösterdikleri hassasiyet peygamber kişiliklerinin
de bir parçası olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber’in Kur’ân’da özel hayatına dair anlatılan
bazı konular işte bu hakikati doğrudan bizlere göstermektedir (en-Nûr 24/11-20; el-Ahzâb
33/28, 37-38;et-Tahrîm 66/1-5) Ümmühâtü’l-müminîn olan annelerimizle ilgili bu detaylara
girmeksizin şunun altını çizmeliyiz; Yüce Peygamberimiz eşleri arasında kimi zaman latife ile
kimi zaman öğüt ve nasihat ile kimi zaman da kısmen kırılıp gönül koyarak insaflı ve adil bir
eş olduğunu her durumda göstermiştir. Hz. Âişe’ye iftira edildiğinde bu durumdan etkilense
de bunu onu incitecek şekilde hissettirmemiş, Hz. Hafsâ’nın celâlli halinde ona mukabelede
bulunmamış, Hz. Safiyye’yi yerine göre diğer eşlerine karşı kollamıştır. Bu yaşananların eşsiz
nebevî örneklikler olduğu kadar aile hayatının her zaman ideal seyirde gidemeyebileceğinin
de hatırlatılması demektir.
Hz. Peygamber’in meşhur Veda Hutbesi’nde verdiği son mesajlar arasında kadınlara
dikkat çektiği, onları erkeklerin Allah’ın emaneti olarak aldıkları ifade edilir. Emanet
tanımlaması modern dünyanın kadın ve erkek ilişkisinin dili değildir elbet. Hatta yerine göre
kadını erkekle eşit görmeyen onu erkeğin “insafına” bırakan bir yaklaşım gibi de
anlaşılmaktadır. Peki gerçekten durum böyle midir ve kastedilen bu mudur? Hz. Peygamber
eşleriyle hukuku açısından da üsve-i hasene/en güzel örnektir. “Sizin en hayırlınız hanımı için
en hayırlı olanınızdır, ben hanımları hakkında en hayırlı olan biriyim” (İbni Mâce, “Nikâh”,
50; Tirmizî, “Menâkıb”, 63). “Müminlerin iman yönünden en güzel olanı ahlakı en güzel olan
ve hanımına zarif davranandır.” (Ebû Dâvud, “Sünen”, 15; Tirmizî, “Îmân”, 6) buyuran da
odur. Bu güzel ifadelerin arkasında yatan “emanet” anlayışıdır. Emanet ise size ait olmayan
ve bu sebeple olduğu gibi korumak ve kollamakla görevli olduğunuz kişi, şey veya durum
demektir. Dolayısıyla emanete karşı kendi mahremiyeti çerçevesinde onu kollamak, sırrını
saklamak ve saygı duymak birincil vazife olarak anlaşılmalıdır.

8
SONUÇ
Günümüzde aileyi tehdit eden en önemli konulardan birisi de aile mahremiyetinin zarar
görmesidir. Konuya dikkat çekmek için hazırladığımız bu çalışmada aşağıdaki neticelere
ulaştık.
1. Modern hayatın insanlara dayattığı yaşam biçiminden olumsuz etkilenen en önemli
toplumsal kurumlardan birisi de ailenin mahremiyeti ve nezahetidir.
2. Mahremiyetin biri insanın öz saygısı anlamında ferdî, diğeri onun insanlarla
hukukunda ortaya çıkan özel alanı anlamında iki boyutu vardır.
3. Mahremiyetin tanım ve muhtevasında hukuk sistemleri, örf ve adetler, dinler ve
gelenekler etkindir.
4. İslâm dini de bu alanı yalnızca insanın kendi uhdesinde olan bir keyfiyet olarak
tanımlamamış ona bu konuda yol gösterici öğüt ve emirler vermiş, yerine göre belli
kısıtlamalar getirmiştir. Nitekim kelimenin etimolojisinde bu anlamlar vardır.
5. Mahremiyetin aileye desteği kadar ihlalinde ciddi zararları olduğu tartışılmaz bir
gerçektir. Aile yuvalarının yıkılmasındaki müessir sebepler arasında mahremiyetin
korunmaması başat bir etkendir, ülkemizde de dünyada da her gün bunun sayısız
örnekleri yaşanmaktadır.
6. İslâm’da insanın mahremiyet hassasiyeti tabiî ve fıtrî temelde anlaşılmakta, her iki
cinsiyeti de câmî bir keyfiyette tanımlanmaktadır. İmtihan için yaratılan insan bütün
çeldiricilere karşı da uyarıcı ve izzetini destekleyici öğütler vermiştir. Buna göre
insanın kıymeti en temelde kendi öz varlığındadır. Ötekine göre aldığı pozisyonlar
bunun üzerine eklenen olumlu olumsuz değerlendirmeler olarak görülmelidir.
7. Mahremiyetin toplumsal boyutta ortaya çıkan tarafında özellikle aile mahremiyeti
üzerinde özenle durulmuştur. Nikâhın tanımından kuruluş şartlarına kadar bütün
süreçler mahremiyete verilen değer ekseninde yürümektedir.
8. Kadınlara emanet tanımlaması, eşlerin birbirlerine libâs oluşu, mehir, ailede riyâset ve
hatta boşanma süreci bu çerçevede okunmalıdır.
9. İslâm’da sıhriyet ve süt emzirmeden doğan sıla gereği aile mahremiyetinin bitmeyen
bir süreç olduğu unutulmamalıdır.
10. Bütün bu örnekler insanın hem öz benliğinin ihkâmı, hem de ötekiyle hukukunda
başucu öğütlerdir. Nitekim peygamberlerin aile kurmuş olması ve bu ailelerin inanç ve
davranış boyutunda yaşadıkları tecrübeler hayatla bire bir uyumlu ve hakiki
örneklikler olarak temayüz etmiştir. Dolayısıyla zamanlar üstü örneklik boyutu
taşımakta ve yolumuzu aydınlatmaktadırlar.
11. Modern zamanların değişen tüm hayat şartları içinde değişmeyen tek şey insanın fıtrî
yönüdür. Fıtrat takip edildiğinde mahremiyetin altyapısı güçlenecek, Kur’ân’ın ve
onun mümtaz elçilerinin davet ve örnekliği uygulandığında da kolay yol alınacaktır.

KAYNAKÇA

9
Barbarosoğlu, Fatma. Mutluluk Onay Belgesi. İstanbul: Profil Kitap Yayınları, 2017.
Cevziyye, İbn Kayyim, İğâsetü’l-lehfân min mesâyidi’ş-şeytan. haz. Muhammed Seyyid
Keylânî. 2 Cilt. Kahire: b.y., 1381/1961.
İbn Fâris. “lbs”, Mu'cemu mekâyisu'l-luğa. thk. A. Muhammed Harun. 6 Cilt. Beyrut:
Darü’l-fikr, ts.
İbn Manzûr. “lbs”. Lisânü'l-Arab. 15 Cilt. Beyrut: b.y., 1990.
İsfahânî, Râgıb. “avl”. Müfredâtü elfâzi’l-Kur’ân. thk. Safvân Adnan Dâvûdî. 1: 597.
Dımaşk: Dâru’l-kalem, 1430/2009.
Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed. Te’vîlâtü’l-Kur’ân. Ed. Yusuf Şevki
Yavuz. 18 Cilt. İstanbul: Mizan Yayınları, 2006.
Öğüt, Salim. “Mahrem”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Ankara: TDV
Yayınları, 1991.
Şentürk, Mustafa. “Kur’ân’da Beden Mahremiyetini Konu Eden Temel Kavramlar”. Din,
Gelenek ve Ahlâk Bağlamında Mahremiyet Algıları Sempozyumu (Ordu, 27-29 Mart 2015).
ed. Yavuz Ünal-Yusuf Bahri Gündoğdu-Şevket Pekdemir-Hasan Atsız. 101-115. Ordu: ORİV
Yayınları, 2016.
Şişman, Nazife. Mahremiyet Hayatın Sırları ve Sınırları. ed. Nazife Şişman. İstanbul:
İnsan Yayınları, 2019.
Yazır, Elmalı Hamdi Hak Dini Kur’ân Dili. 10 Cilt. İstanbul: Azim Dağıtım, 1935.
Zemahşerî. “lbs”. Esâsü’l-belâğa. thk. Muhammed Basil Beyrut Uyûnü's-Sûd. 2 Cilt.
Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-mısriyye, 1419/1998.

10

You might also like