You are on page 1of 144

KUŞTIMUR .
KAHYEHANESI
Necib Mahfuz
Necib Mahfuz 1911 yılında Kahire'de doğdu. l934'te Kahire Üniversitesi'nde
felsefe eğitimini tamamladı. Uzun yıllar kamuda çalıştı, I 956-57 yıllarında yazdığı
Kahire Üçlemesi'yle adını duyurdu. 1959 yılında El Abram gazetesinde tefrika
edilmeye başlanan Cebelavi Sokagı 'nın Çocukları, içerdiği dini göıiişler nedeniyle
Mısır'da ve birçok Arap ülkesinde yasaklandı ve ilk olarak Beyrut'ta yayımlandı.
Necib Mahfuz 1988 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı. 30'dan fazla romanı,
300'den fazla öyküsü varılır. 2006 yılında vefat eden Mahfuz'un yapıtları pek çok
dile çevrilmiştir. Necib Mahfuz'un Kırmızı Kedi'deki diğer yapıtları: Cebelavi
Sokağı 'nın Çocukları, Başkanın Öldürüldüğü Gün, Aşk 'hımanı, Midak Sokağı,
'hımanın Hükmü.

Utku Umut Bulsun


1978 yılında Kırklareli'de doğdu. İstanbul Üniversitesi Batı Dilleri Edebiyatı ile
Eskiçağ Dilleri bölümlerinde öğrenim gördü. Aralarında Türkiye Üzerine Tezler,
Yalçın Küçük; Baba Çık Dışarı Oynayalım!, Michael D. Stewart; Demokrasi
Motifleri, Arend Lijphart; Kadim Çin'in Askeri Klasikleri 1-2, Ralph D. Sawyer;
Holokost Endüstrisi, Norman G. Finkelstein'ın da olduğu çeşitli kitaplar için
çevirmenlik ve editörlük yapmıştır.


Kırmızı Kedi Yayınevi: 145
Çağdaş Klasikler: 12

Özgün adı: Qushtumur

Kuştimur Kahvehanesi
Necib Mahfuz
Çeviren: Utku Umut Bulsun

© 1989, Naguib Mahfouz


© Kırmızı Kedi, 2011

Yayın Yönetmeni: İlknur Ôzdemir


Editör: Özge Arasan
Kapak Tasarımı: Ayşe Nur Ataysoy
Grafik: Yeşim Ercan Aydın

Bu kitabın Türkçe yayın hakkı The Arnerican University in Cairo Press ve


Kalem Telif Haklan Ajansı aracılığıyla alınmıştır.

Tanıtını için yapılacak kısa alınhlar dışında, yayıncının yazılı izni alınmaksızın,
hiçbir şekilde kopya!anamaz, elektronik veya mekanik yolla çoğalblamaz,
yayımlanamaz ve dağıblamaz.

Birinci Basım: Ağustos 2012


ISBN: 978-605-5340-51-3
Kırmızı Kedi Sertifika No: 13252

Baskı: Pasifik Ofset


Cihangir Mah. Güvercin Cad. Baha İş Merkezi A Blok
Haramidere-Avcılar İSTANBUL T: 0212 412 17 77
Pasifik Ofset Sertifika No: 12027

Kırmızı Kedi Yayınevi


kirmizikedi@kirmizikedikitap.com/www.kirmizikedikitap.com
www.facebook.com/ kirmizikedikitap
ômer Avni M. Emektar S. No: 18 Gürnüşsuyu 34427 İSTANBUL
T: 0212 244 89 82 F: 0212 244 09 48
Necib Mahfuz

KUŞTİMUR
KAHVEHANESİ

Çeviren: Utku Umut Bulsun

ROMAN


Kayıp gençliğindeki Abbasiye. Uçsuz bucaksız bir çölün orta-
sında bir vaha. Doğusunda, küçük kaleleri andıran belli belirsiz
konaklar, batısındaysa saklı bahçeleri ve yeni olmalarıyla övü-
nen küçük küçük kümelenmiş evler. Hurma, kına ve dikenli ar-
mut ağaçlarından oluşan yeşil alanlarla sarmalanmış. Heliopolis
varoşlarıyla Ataba Meydanı arasındaki eski yollarda mekik
dokuyan beyaz tramvayın uğultusu da olmasa, tam anlamıyla
sessiz ve sakin bir yer olacak. Esen kuru çöl yeli, kırlardan ta-
şıdığı en derin kokuları savurarak insanın kalbindeki gizli aşkı
uyandırıyor. Ve tam da günbabmında, rebap 1 çalaı:ı dilenci, uzun
cellabiyesine sarınmış, sokaklarda yahnayak ve şaşı gözleriyle
dolanırken, kulak tırmalayan ama kısık bir sesle şarkı söylüyor:
Sana güvendim, Ah Zaman,
Ama sen de bana ihanet ettin ...

Tanışıklıkları
1915'te el-Baramuni İlkokulu'nun bahçesinde
başladı. Okula beş yaşında girdiler ve dokuz yaşında çıktılar.
Hepsi de 1910 yılının farklı aylarında doğmuşlardı. Bugüne ka-
dar doğdukları yerden hiç ayrılmadılar -ve hepsi de Bab el-Nasr
Mezarhğı'na gömülecekti. Arkadaş grupları, komşularının da
katılımıyla yirmi kişiden fazlaydı. Yine de, kimileri başka yer-
lerde yaşamak için taşınsalar, kimileri ölüp gitseler de, -anlatıcı
1 Türkiye, İran, Arabistan, Kuzey Afrika, Hindistan gibi ülkelerde, benzer biçimleri
olan mızraplı ya da yaylı çalgıların ortak adıdır. (ç.n.)

5
ve diğer dördü- beş arkadaş birbirini hiç terk etmemiş, dostluk
bağları hiçbir zaman gevşememişti. Bu kadar can doshı olmala-
rını ne zamanın akışı ne de yaşanan talihsizlikler değiştirebilmiş­
ti -aralarındaki sınıf farklılıkları bile etkileyememişti. Bu, tüın
mükemmelliği ve ebediyeti içinde barındıran bir dostlukhı -beşi
biri, biri de beşi olmuşhı.
İkisi Doğu Abbasiye' den, ikisi de Bah Abbasi ye' dendi.
Anlatıcı da Bah Abbasiye' dendi ama bunun pek bir önemi yok.
Talihimiz ve kaderimiz zamanla değişti ama Abbasiye hala bi-
zim evimiz ve Kuştimur da hala bizim kahvehanemiz. Her kö-
şesi bizim muhabbetlerimizle, kahkahalanmızla ve gözyaşları­
mızla dolu -Kahire'nin inip kalkan göğsünde hiç durmaksızın
çarpan kalplerimizin sesiyle ...

Kuştimur'u keşfetmeden önce Hastane Meydanı'nda,


Muhtar Paşa Sokağı'yla Bahçelerarası Sokağı'nın ortasındaki
İbrahim Amca'ya ait alanda bulunan uzun ince hurma ağaanın
yanında toplanırdık. Uzaklara baktığımızda bütün yeşillik ihti-
yacımızı karşılayan BatıAbbasiye evlerini görürdük. Alanın gü-
neyinde bakımsız dikenli incir ağaçlarını, kuzeyinde ise el-Vayli
bölgesini, havaya hoş bir koku yayan kına ağaçlarının ortasın­
da dönüp duran su değirmenini görürdük. Okulun olmadığı
günlerde tam ortadaki hurma ağacının altında ohırur, gerçek
olaylar ve masallarla dolu sohbetler ederdik. Herkes söze baş­
lamak için kendi evinin olduğu yeri gösterirdi. Böylece biz de
Sadık Safvan'ın Bahçelerarası Sokağı'ndaki evini, İsmail Kadri
Süleyman'ın Hasan Eyd Sokağı'ndaki evini, Hamada Yusri el-
Halavani'nin Hastane Meydanı'ndaki konağını ve Tahir Ubeyd
el-Armalavi'nin Konaklar Sokağı'ndaki villasını görebilirdik.

6
Sadık ve İsmail bahçeli konaklara hayranlardı. Böyİesine
güzide ailelerin çocuklarıyla kurdukları arkadaşlıkları anlatır­
ken büyük bir gururla kendilerinden geçiyorlardı.
Akşamlarıysa muhabbetler tamamen bu dünya ve öteki dün-
yayla ilgili bilgilerle doluyordu.
"Babam Diyanet İşleri Bakanlığı'nda görevli," diye böbürlen-
di Sadık Safvan el-Nadi -"annemin de aklı her şeye erer!"
Safvan el-Nadi Efendi'yi ilk gördüğümüzde, hemen dikkati-
mizi çekmişti. Kısa boylu ve zayıf, daha önce hiç görmediğimiz
kadar uzun ve gür bıyıklı bir adamdı. Zamanla Safvan Efendi'nin
bıyıklan nükteli konuşmaların, şakaların ve alay dolu sözlerin
cazip bir hedefi haline geldi. Sadık da babasına karşı duyduğu
sevgi ve saygıya aldırmaksızın hiç çek.inmeden kahkahalarımı­
za katılıyordu. Annesi -"teyzecik" dediğimiz- Zehrana Kerim'e
ise arada sırada sokakta rastlıyorduk. Siyah şalına sarınmış yü-
rüyordu. İnce peçesinin ardından karşıdan karşıya geçerken
tramvaya dikkat etmemiz konusunda bizi uyarır, bizim sağlığı­
mız için Allah' a dua ederdi. Sadık da nazik ve dindardı: düzenli
olarak namaz kılardı ve yedi yaşına geldiğinde oruç tutmaya da
başlamıştı. Ancak, annesinin onu doğururken geçirdiği bir rahat-
sızlıktan ötürü hiç kardeşi olmamıştı. Ailenin tek çocuğu ve hiç
tükenmeyen umut kaynağıydı. Oldukça sert biri olan babasının
ona bağırıp çağırmasına rağmen yeterince şefkat ve ilgi gördü-
ğünden emindik.
"Sadık, sıkı çalış!" diye bağırırdı. "Babanın sana bırakacağı
bir şey yok, iş bulabilmek için okuluna iyice asılman gerekiyor!"
Rafet el-Zeyn Paşa adındaki bir akrabalarından bahsederken
Sadık'ın ruh halinin nasıl değiştiğini görebiliyorduk. Arkadaşı
Tahir Ubeyd el-Armalavi'nin villasına pek de uzak olmayan
Konaklar Sokağı'nda oturan paşayı ziyarete giderken babasına
eşlik ederdi.

7
"Kuzenimin, paşanın konağı da," dedi nefes nefese, "hp-
kı sizin konak gibi, Hamada. Bahçesi neredeyse İbrahim Amca
Meydanı kadar-hem bu dünyaya hem de öteki dünyaya ait çiçek-
lerle dolu. Selamlık bölümü -Mavi Salon, San Salon- muazzam.
Paşa harika bir adam. Karısı Zübeyde Hanım'ın güzelliğinin eşi
benzeri yok, çok da iyi kalpli bir kadın. Annemle babamı sanki
onlar kadar zenginmişiz gibi seviyorlar. Oğullan Mahmud ben-
den iki yaş büyük, kızlan Emire ise annesi Zübeyde Hanım' dan
bile güzel. Oradaki her şey insanı çıldırtabilir!"
Rafet başlarda fazla varlıklı değildi ama Zübeyde Hanım'ın
sermayesi sayesinde bölgedeki en büyük pirinç fabrikasını kur-
du. Allah da onu ihsanından eksik etmedi. Bu arada, o da -paşa
unvanını alana kadar- kodamanların, seçkinlerin ve İngilizlerin
arasına tuzaklarını kurmayı ihmal etmedi.
"Varlıklı olmak dünyadaki en önemli şey," dedi Sadık.
Kuzeninin konağında geçirdiği günlerde para sevdası
Sadık'ın kalbinde kök saldı. Grubumuzdaki diğerleri gibi orta
halli bir öğrenci olan Sadık'ın rüyalarını bu düşünce kaplamış­
tı. Rafet Paşa, Zübeyde Hanım ve kendisinden yedi yaş büyük
Emire onu büyülemişlerdi: O, uslu bir mümin olarak hayahna
devam ederken, cennetin ve mutluluğun simgeleri haline gel-
mişlerdi. Ne zaman bir kızdan bahsedilse sessizliğe gömülür ya
da bize mezarda göreceğimiz işkenceyi ve mahşer gününü ha-
tırlatırdı.
Büyükbabası öldüğünde Sadık bize şöyle dedi: "Annem bir
gün hepimizin öleceğini söyledi."
Annesinin ya da babasının bir gün öleceğini hiç düşünme­
mişti. Söylediklerinde yeni bir şey yoktu, yine de ölüm bilinme-
yen bir tarihe kadar ertelenmiş bir durum olduğu için kendimizi
güvende hissediyorduk. Hepimiz ölüme sözde boyun eğiyorduk
ama kalbimizde onu belirsiz bir zamana öteliyorduk. Zaman

8
zaman mezarlığa doğru yol alan cenaze kalabalıklanyla yanımız­
dan geçiyor ancak biz bunun bizi etkileyeceğinden hiçbir endişe
duymadan gözucuyla bakıp gidiyorduk. Hurma ağacının albnda
oturup halat çekmece oynuyor, bisküviyle kaplı dondurmalarımız­
la ziyafet çekiyor ya da öğretmenlerimizin. taklitlerini yapıyorduk.
Her zaman yalnız da değildik, ikinci sınıflardan bir düzine
kadar öğrenci de arada sırada bize kahlırdı. İçlerinden bazıla­
n boşboğazlığı, kaba sabalığı, küstahlığı ve sert mizacıyla tanı­
nırdı. Yıne de arkadaşlığımız herhangi bir yabancının içeri gir-
mesine izin vermeyecek kadar sert bir çekirdekten oluşuyordu.
Sadık bizi öğle yemeğine davet eder, nefis tamiya, 1 kocaman
köfteler, çeşitli salatalar, portakal ve mandalinalarla kendimize
ziyafet çekerdik. Soğuk, yağmurlu günlerde akşamüstüne kadar
Bahçelerarası Sokağı'ndaki küçük evinde oyalanırdık.
Hamada Yusri el-Halavani de bu iyiliğe bizi Hastane
Meydanı' ndaki konağına davet ederek karşılık verirdi. Orada
bizi muhteşem kokularla, pınl pınl yeşilliklerle kaplı güzel bir
bahçe karşılardı. Bir hizmetçinin eşliğinde, bahçenin tam orta-
sındaki iki odalı ve balkonlu küçük bir eve doğru yollanırdık.
Bahçeye açılan bir pencereden dalların rüzgarda nasıl dans etti-
ğini görebiliyorduk. Evin her köşesine sinek avlamak için kulla-
nılan, uçlarına büyük yapraklar tutturulmuş sopalar dağılmıştı.
Öğle yemeğinde ızgara et, patlıcan dolması, salata ve tatlı olarak
da sütlü pelte vardı. Yemeğe oturmadan önce kafamızda hiçbir
endişe taşımadan halat çekmece oynadık ve yemekten sonra da
bahçenin patikalannda biraz yürüyüş yaptık. Hamada'run on-
dan birkaç yaş büyük ağabeyi Tevfik'in yeşil bir bisikletle etraf-
ta dolaşmasını izledik. Ve konağın pencerelerinin birinden gizli
gizli yirmi yaşındaki kız kardeşi Efkar'ı gözetledik.
Bu ziyaretimiz utanç verici bir olay dışında gayet güzel geç-

1 Baklayla yapılan bir tür Mısır yemeği.

9
mişti. Gümüş yemek takımları -bıçaklar, çatallar ve kaşıklar­
gayet muntazam bir şekilde masaya dizildiğinde, İsmail Kadri
Süleyman, "Biz sadece bir elimizi ve bir kaşık kullanırız!" diye
bağırarak hepimizin midesine bir sancı soktu.
Sadık'ın paşayla ilgili övgülerinin bir kısmı da hem paşanın
hem de Zübeyde Hanım' ın yemeği kendi ailesinin yediği gibi
yemesine dayanıyordu. Sadece Mahmud ve Emire gümüş takım
kullanıyorlardı.
"Ne kadar iyi insanlar," dedi Sadık. "Sanki içimizden biri gi-
biler. Zübeyde Hanım tuzlama balığa bayılır ve babam da arada
sırada istemekten çekinmez. Annem Zübeyde Hanım' a babamın
soğan yemeden duramadığını söyleyince, balıkların yanında so-
ğan da getirmeye başladı."
Sadık bu hikayeyi sanki insanlık tarihindeki mucizevi olay-
lardan biriymiş gibi ezberden anlatıp dururdu. Hepsinden öte,
aramızdaki en yakışıklı çocuk da oydu. Açık renk tenli, orta boy-
luydu; düzgün yüz hatlarına sahipti; derin, kara gözleri ve ipek
gibi simsiyah saçları vardı.

Hamada Yusri el-Halavani ve ailesi hakkında epey bir şey öğ­


rendik. Konaklarında saray eğitimi veriliyordu. Paşa, ülkedeki
en büyük tahin fabrikasına sahipti: hava kadar hafif ve fıstıklı
tatlılar. Konağın muazzam bir kütüphanesi vardı ama paşanın
buna ayıracak vakti yoktu. Tam bir para ve işadamı. Onu çoğu
zaman Ford'una atlamış giderken görürdük. Orta boylu ve ol-
dukça kilolu bir adamdı. Gür bıyıkları ve hafif esmer teniyle
etrafa hpkı kansı Afife Bedreddin Hanım gibi ihtişam saçardı.
Kadın çirkin değildi ama heybeti güzelliğine üstün geliyordu.
"Babam her zaman meşgul," dedi Hamada, "ve Annem de

10
çok kah -her zaman itaat etmeni istiyor. Kiz kardeşim Mere de
Dieu' da okuyor ve annem onun için zengin bir nişanlı seçti bile.
Kardeşim Tevfik'in çok çalışması annemi memnun ediyor. Ama
beni azarlamaktan hiç vazgeçmiyor, çalışma ve bir yuva olma-
dan paranın hiçbir değeri olmadığını söyleyip duruyor."
"Sen de neden çaba harcamıyorsun?" diye sordu İsmail Kadri.
"Babamın kütüphanesindeki kitapları karıştırıp resimlerine
bakmayı seviyorum."
"Baban gibi olmak istemiyor musun?" diye devam etti İsmail.
"Hayır," dedi Hamada. "Bizi, kardeşimi ve beni fabrikaya gö-
türüyor. Kardeşimin çok hoşuna gidiyor -ama ben sıkılıyorum."
"Ne olmak istiyorsun?" diye sordu Sadık Safvan.
"Bilmiyorum."
Kız kardeşi Efkar dışında, ailesiyle ilişkisi gergindi. Onu çok
severdi ve "O da bizi terk etmek üzere," derken efkarlanırdı.
Babası fabrikadaki geleceğine önem vermesini istiyordu.
Annesi onu azarlamaktan vazgeçmiyordu. Kardeşi de tembelli-
ğiyle dalga geçip duruyordu. Bir süre düzenli olarak namaz kıldı
ama sonra vazgeçti.
"Sadece babam düzenli olarak namaz kılıyor," dedi Hamada.
"Ya annen?" diye merak etti Sadık.
"O namaz kılmıyor. Oruç da tutmuyor. Peki ya Rafet Paşa'run
kansı?"
Sadık gülümsedi. "O da sert mizacı dışında hpkı annen gibi."
Her yıl yaz gelince Dimyat yakınlarındaki Ras el-Bar'a git-
tikleri için bir aylığına onu kaybederdik. Esasen Dimyat köken-
liydiler ve yazı Ras el-Bar' da geçirmek eski bir aile geleneğiydi.
Palmiye yapraklarından yapılan kulübeden -ve denizin dalgala-
rından bahsederdi.
"Dalgalar gerçekten de dağlar kadar yüksek mi?" diye merak
etti İsmail Kadri.

11
"Daha da yüksek!" dedi Hamada. "Dahası, Nil'in denizle bir-
leştiği yeri de görebiliyorsun!"
Bu, bütün bir yıl boyunca Kahire dışına adım atmayan bizler
için büyüleyici bir hayaldi. Armalaviler bile kısa bir tatile çıkar­
lardı. Hamada koyu tenliydi ve uzun boyu ileride nasıl olacağı­
nın habercisiydi. Kocaman kafası asalet ve saygıyla eğiliyordu.
Yüzü fena değildi ama gözlerinde insanın içine işleyen bir bakış
vardı.
Daha sonra, ilkokulda son günlerimizi yaşarken, dokuz ya-
şına geldiğimizde tifoya yakalandı. Özel bir odaya yatırıldı;
konağa gittik ama onu görmemize izin verilmedi. Bir ay kadar
bizden uzak kaldıktan sonra bir hayalet gibi çıkageldi. Hastalığı
hakkında bir sürü şey anlattı, iştahının nasıl kapandığını, iyileş­
me sürecinde ise açlığın nasıl bastırdığını, sonunda açlıkla tok-
luk duygusu arasında gidip gelirken neredeyse bayılmak üzere
olduğunu ... Ancak, hastalığı sayesinde herkesin onu gerçekten
sevdiğini de öğrenmişti.
"Bütün bu felaket bir sinekle başladı!" diye düşünüyordu.
Küçük yaşlarda bile hepimiz uzak gelecekteki hedeflerimizi
görebiliyorduk. Hamada hariç hepimizin hedefi belliydi.

Tahir Ubeyd el-Armalavi, tüm sadeliği, neşeli halleri ve kilo


almaya yatkınlığıyla en sevdiğimiz insanlardan biriydi. Kumral,
alelade bir yüze sahipti ama ona karşı koymak mümkün değildi.
"Tek çocuk olmaktan bıktım usandım," dedi.
"Ama iki kız kardeşin yok mu?"
"Tek erkek benim. Babam beni Mısır'ın bir numaralı doktoru
yapmaya kararlı."
Çok büyük bir konak olmijsa da Dr. Ubeyd el-Armalavi'nin

12
villası oldukça şıkbir evdi. Paşa-doktor Sağlık Bakanlığı'run
laboratuvarlarını yönetiyordu. Resmi bir asaleti, incelik ve
Avusturya'da aldığı doktora eğitimi sayesinde kazandığı
Avrupai havasıyla tamamlıyordu. Bir kahya arabasının kapısı­
nı açtı. Gerçi el-Halavani ya da el-Zeyn kadar varlıklı olmasa
da, her zaman zirvedeydi. Aramızda bizi ondan uzakta tutan
bir mesafe vardı. Oğlunun Bab Abbasiye' den gelen çocuklarla
kaynaşmasını da hoş karşılamıyordu. Ama Tahir yakın arkadaş­
larıyla ilişkilerini kesemeyeceğini ona açık bir dille söylemişti.
Arkadaşımızın annesi, İnsaf el-Kuleli Hanım, bpkı Hamada'run
annesi gibi Mere de Dieu mezunu fakat bununla yetinmeyen,
çok kültürlü ve çok okuyan bir kadındı. Onun sayesinde paşa­
nın bilimsel kütüphanesi felsefe ve beşeri bilimler kitaplarıyla
dolmuştu. Hem o hem de paşa, Tahir'i yüksek faziletli bir insan
yapma konusunda kararlıydılar.
"Elindeki en değerli çalışma kaynakların neler?" diye sor-
muştu bir keresinde oğluna.
"Ezberlediğim mısralar," diye yanıt verdi. "Mesela: Ah,
alamet, hoş geldin / Ben de seni çağırmıştım."
Çok küçük yaşlarda bile şiire büyük bir sevgi besler ve ezber-
lerdi. Belki de bu mısraları villadaki dergilerde görmüştü: anne-
sinden mısraları açık.lamasını ister ve hemen ezberine alırdı.
Bunlar, paşayı memnun ediyordu.
"Oğlan zeki -muhteşem bir doktor olacak," demişti kansına.
Tahir inanç hakkındaki ilk bilgilerini el-Baramuni Okulu'nda
öğrendi. El-Armalavi Villası'nda hiç kimse, din hakkında olumlu
ya da olumsuz bir söz etmemişti. Dini vecibeleri de yerine getir-
miyorlardı: Ramazan ve bayramlar sadece hizmetçiler arasında
uygulanan dini faaliyetlerdi. Sadık Safvan'ın derin inancı ve dini
faaliyetlerinin aksine, Tahir'in yetiştirilme tarzının pagan oldu-
ğu ve hatta hiçbir dine dayanmadığı söylenebilirdi. Kız kardeş-

13
leri Tahiya ve Hiyem da aynı vaziyetteydiler.
"Onları ziyarete gelen harika arkadaşları var -hep birlikte
bahçede ohıruyorlar- ay parçası gibi parlıyorlar!" diyordu Tahir
hayretle.
Müphem bir hıtkunun verdiği heyecanla toplanhlanndan
sıvışıyordu. Kızların yaptıkları kurlar sayesinde gül gibi açılı­
yordu. Karşı cinsle ilk karşılaşmasında derinlerde bir yerlerde,
masum, temiz ve tahrik edici bir keyif patlaması yaşıyordu.
Bir yıl teyzesi tilin aileyi iki haftalığına İskenderiye'ye davet etti
ve biz de hpkı Ras el-Bar'ı dinlediğimiz gibi İskenderiye'yi de
dinledik. San Stefano' da annesi ve kız kardeşleriyle birlikte sa-
dece kadınlara ayrılan özel bir havuza girmiş ve gecelik gibi yüz-
me kıyafetleri giyen hanımları görünce şaşkına dönmüştü.
"İnek gibiydiler, hatta daha da şişman!"
Annesi İnsaf el-Kuleli Hanım, hem erkek hem de kadın için
şişmanlığın güzellik ideali olduğu dönemde, o günün tarzına
pek uymayan, orta yapılı bir kadındı. Yine de ilk tutkulu sev-
dasının İbrahim Amca'nın sahasındaki hurma ağacının altında
bize ezberden okuduğu şiir mısralarına olduğunu biliyorduk.
Sinemadan da büyülenmişti. Bayram günlerinde bir gece ilk defa
Dahir' deki Bellevue Sineması'na gittik. Doğrusu, hepimiz büyü-
lenmiştik ama özellikle onun deli gibi sevdiği belli oluyordu.
Abbasiye sınırlarından ancak bayramlarda çıkabiliyor olmamız
bu hıtkusunu daha da ateşlemişti. Bu arada sinema, muhabbet-
lerimizde önemli bir yer işgal etmeye başlamış, hayal gücümü-
zü öyle boyutlara ulaştırmıştı ki, bir otlağı ikinci vatanımız gibi
görüyorduk. Orayı gördükçe kalbimiz hızla çarpıyor ve özlemle
doluyordu.

14
İsmail Kadri Süleyman'ında hurma ağacının albnda söyle-
yeceği şeyler vardı. Esmer, güçlü yapılı, bal rengi gözlü, büyük
burunlu, zeki görünümlü bir çocuktu. Hasan Eyd Sokağı'ndaki
küçük evinin arkasında bir bahçe vardı ve Sadık Safvan'ın
Bahçelerarası Sokağı'ndaki evini andırıyordu. Babası Kadri
Süleyman Efendi, demiryollarında çalışıyordu. İsmail de, cüssesi
dışında hpkı ona benziyordu.
"Babam ülkedeki bütün trenlere biletsiz binebilir," diye bö-
bürlendi İsmail. "Ve hiç kimse de annem gibi kek ve kıymalı bö-
rek yapamaz!"
Dört kız kardeşi de ondan büyüktü. Aldıkları eğitim ancak
okuryazar olmalarına yetecek kadardı. Ev kadınlığına hazırlan­
malan için eve hapsedilmişlerdi. Güzellikleri de şöyle böyleydi.
Aslında, İsmail Kadri onlardan daha güzel sayılırdı ama yine
de on altılarına gelmeden evlendiler. Hepsi de babalan gibi de-
miryollannda çalışan küçük memurlara verilmişti. Evliliklerinin
mutluluğu için babalan Bab el-Şeriat'taki tek evlerini satmıştı.
"Sana gelince, senin geleceğin kendi ellerinde," demişti Kadri
Süleyman Efendi oğluna.
İsmail babasını hayal kırıklığına uğratmadı, okulda hiç tartış­
masız hepimizi gölgede bıraktı. Çalışh, ezberledi ve sivrildi, ne
öğretmenlerimizin övgülerinden ne de bizim hayret dolu bakış­
larımızdan tatmin oldu. Herkes onun bu alanın en iyisi olduğun­
da birleşiyordu. Çok parlaktı, Sadık'ın şiiri sevdiği gibi o da dini
seviyordu ve yedi yaşından beri oruç tutuyordu.
Allah'ı görkeminin sının olmayan muhteşem bir varlık olarak
tasavvur etmeyi hiçbir zaman bırakmadı.
Öğretmene sürekli O'nun hakkında sorular soruyor, öğret­
men de bir süre sonra rahatsız oluyor ve sadece kabullenip itaat
etmesini söylüyordu. Bu sırada, İsmail ise her türlü eğlenceli de-
neyimi yaşıyordu.

15
"Soğan yetiştiriyordum, ekinleri suluyor ve küçük bahçemiz-
den üzüm ve guava topluyordum," dedi. "Ve kurbağa yakalayıp
içinde ne olduğunu görmek için karınlanru açıyordum."
"Doktor mu olmak istiyorsun?" diye sordu Tahir.
"Belki," dedi. "Henüz bilmiyorum."
Gözü kara merakı sayesinde genç bir kadın hizmetçinin elinde
bir deney yapmış, kadının avucunu kesip açmışh. Bu sefer annesi
çok öfkelenmiş ve aynı şeyi onun eline yapmakla tehdit etmişti.
Hıçkıra hıçkıra ağlayarak annesine yalvannışh. Babası işten dönüp
de ne yapbğını duyduğunda, bastonuyla ona beş kez vurdu. Tıp
eğitiminden vazgeçmesinin nedenlerinden biri belki de buydu. En
eğlenceli hikayelerinin başında şehrin diğer bölgelerinde yaşayan
ablalarına yapbğı ziyaretler geliyordu: Şubra ve Rod el-Farag, el-
Kubaysi ve Seyyide Zeyneb' den bahsederdi. Babası bir keresinde
onu Heliopolis'teki Ay Parkı'nda gezintiye davet etmiş, o da git-
mişti. O da hpkı Tahir'in sinemaya duyduğu sevda gibi buraya
delicesine aşık olmuştu. Buradaki tren ve tekne gezintileri onu
büyülemişti. Ama çocukluğunun en mutlu anlarını tavşan, tavuk
yetiştirdiği ve kendisine bir depo yaptığı çahda geçirmişti. Gayet
disiplinli bir şekilde tavşanlarla tavuklara yem ve su veriyor, yeni
doğan yavrulara göz kulak oluyor ve yumurtaları topluyordu.
Çahdaki odada, onun gözetimi altında tereyağı, peynir alb suyu,
peynir ve pekmez yapılıyordu. Aynı zamanda -kuşları ve yıldız­
larıyla tüm gökyüzünü belli belirsiz görebildiği- çatıyı kaplayan
duvarı resimlerle doldurmuştu. Oda, arada sırada ona yalnız ka-
labilme imkanı veriyordu. Ve tabii akrabalarla komşuların kızları
geldiğinde çok güzel bir fırsat daha yakalamış oluyordu. Uzun za-
mandır dinle ve cinsellikle ilgili tecrübeler yaşamaya başlamıştı.
Bir an dua ederken, bir dakika sonra kızlarla evcilik oynuyordu.
Annesi onun ne kadar dindar olduğundan emindi. Ciddi-
yetinden asla şüphe etmemişti.

16
"Allah'tan korkmuyor musun?" diye sordu Sadık Safvan.
Güldü ve -mahcup bir şekilde- cevap vermedi. Bu çocuk her
konuda bizden öndeydi.

Hurma ağacının alhnda, yabani otların üzerine oturduk.


Hamada ve Tahir şort ve gömlek, Sadık ve İsmail ise cellabi-
yelerini giymişlerdi. Dış görünüşümüze çok önem veriyorduk.
Hamada ve Tahir uzun saçlarını güzelce tarıyor, Sadık ve İsmail
kısa kestiriyorlardı. Sinemanın etkisinde kalarak oyunlarla
ve spor yaparak vücutlarımızı sağlamlaştırmıştık. Tommiks,
Williarn S. Hart veya Douglas Fairbanks Sr. gibi filmlerin sert
adamlarını kendimize model alıyorduk. Her birimiz babalarımı­
zın birer kahraman olduğunu ileri sürüyor ve bunu kanıtlamak
için hikayeler uyduruyorduk: Evçie yakaladıkları bir hırsızı etki-
siz hale getiriyorlar ya da sokaklarda insanları soymaya çalışan
haydutları dövüyorlardı. Kimi zaman sokaklardaki çocuklar bi-
zimle kavga etmek isterlerdi ve bizler de hayal gücümüzün k.ış­
kırtmalarıy la bu meydan okumalara karşılık verirdik. Ancak bu
çocuklar genellikle kafa ahp çelme takhkları için kavgalar her
zaman hüsranla sonuçlanırdı. Konu düşkünlük olduğunda her
birimiz fazlasıyla saf ve bozulmamışhk. Zamanla sinema ko-
nusunda ikiye ayrıldık -bir taraf Le Machisteci diğer taraf ise
Phantomcuydu. Birbirimize karşı tavır aldığımızda muhabbet de
gittikçe ateşli bir hal alırdı. Yine de, hiçbirimiz çirkin bir kelime
söylemez ya da k.ışkırhcı bir harekette bulunmazdık. Grubumuz
akranlarımız arasında gıptayla anılırdı.

17
1918'de, ilkokulu bitirip dokuz yaşına geldiğimizde Hüsey-
niye Okulu'nun sınavına girdik. Bir talihsizliğin bizi ayn düşür­
meyeceğini umut ederek okul bahçesinde sınav sonuçlarını bek-
ledik. Allah'a şükür, hepimiz sınavı geçtik. İsmail Kadri olduk-
ça iyi bir derece yapmıştı, Sadık ve Hamada da fena değillerdi;
Tahir de Dr. Ubeyd el-Armalavi'nin oğlu olduğu için sınavı ge-
çebilmişti. Neyse ki hepimiz hemen hemen aynı yaştaydık ve en
küçük çocukların gittiği aynı sınıfa -dördüncü sınıf- gidiyorduk.
Bizlere yeni ders kitapları verildi, biz de onları -hem de
hepsini- ailelerimizin gözlerindeki memnuniyeti göreceğimiz
evlerimize taşıdık. İsmail, Genç Aslanlar futbol takımına girdi,
yeteneği olmadığı ortaya çıkınca çaresiz, bıraktı. Sadık tiyatro
topluluğunu denedi ama hemen vazgeçti. Bu sırada, Hamada
izci olmak istedi ancak ailesi onaylamadı. Bahçede iki laf etmek
için bir araya geliyor ama okul dışında ancak perşembeleri ve
cumaları toplanabiliyorduk. Perşembeleri Bellevue Sineması'na
gidiyor, cuma sabahlanruysa -hava izin verdiği sürece- hurma
ağaanın altında geçiriyor, analitik tartışmalarımızı ait oldukla-
rı yere saklıyorduk. Aramızda sadece İsmail Kadri Süleyman'ın
sivrilmek için bir acelesi vardı.
Hamada Yusri el-Halavani bir gün bize sırrını açıkladı:
"Babamın Mısır'ın bağımsızlığını istemek amacıyla üç kişinin
İngiltere'ye gittiğini söylediğini işittim!"
"Bu, İngilizler Mısır' dan gidecek demek!" diye ekledi.
Belki de bizler İngilizler hakkında, kışlalarını kurdukları
Abbasiye' de komşumuz olmalarından fazlasını bilmiyorduk.
Askerlerini sık sık tramvayda görürdük. İlk defa, ailelerimiz
bu tartışmalarla çalkalanmaya başladı ve gerçekler okulumuza
kadar ulaştı; liderlerimizin sürgüne gönderilecekleri haberi ge-
liyordu. Bütün okul toplandı, bütün sınıflar ve çeşitli yaş grup-
larından çocuklar, farklı gruplar halinde sıraya geçtiler. Biz en

18
küçüklerin arasındaydık, ancak grupta bıyıklan yeni yeni terle-
meye başlayanlara da rastlayabiliyorduk! Bir sabah, dudakları­
nın üzerinde tüyler çıkmaya başlayan bir grup öğrenci sıradan
ayrılarak gök gürültüsünü andıran bir sesle bağırmaya başladı­
lar: "Grev!" Öyle büyük bir kargaşa çıkh ki, gözetmenimiz bizi
öğretmenlerimize emanet etti ve devrimcilere dönerek yaşımız­
dan dolayı bizim bu grevden muaf tutulmamızı rica etti. Okul
bahçemiz ateşli nutuklarla uğuldadı. Sonra öğrenciler dalga
dalga hiddetli bir gösterinin içine çekildiler. Vatanseverlik hak-
kındaki ilk uygulamalı dersleriydi. Neler olup bittiğinden habe-
rimiz olmasa da yüreklerimizde derin izler bırakh. Evlerimizde
de dışarıda olan bitenin ateşli yankılarını duyuyorduk; baba-
lar ve oğullar yakıcı bir duyguda ilk defa birleşiyorlardı. Hatta
annelerimiz bile dikkat kesilmiş ve olayların heyecanına ka-
pılmışlardı. Gösterilerin gelgitlerini evlerimize taşıyan Aralık
rüzgarı soğuk olabilirdi ama bize göre ılıktan da öte, yakıcı bir
rüzgardı. Şehitlerin nasıl öldükleri efsane gibi dilden dile anla-
tılıyordu. İngiliz devriyeleri, silahlarla korunan kamyonlarıyla
mahallelerimizde geziyorlar, kalabalıkların sloganları güneyde
Hüseyniye, kuzeyde Vayliya' dan bize kadar ulaşıyordu: "Said, 1
Çok Yaşa Said! Ya Tam Bağımsızlık Ya Ölüm!"
Haberler evlerimizde yankılanıyordu: "Toplu taşıma durma
noktasına geldi; her yerde gösteriler düzenleniyor; köylüler pat-
lamaya hazır."
Dünya hiç beklenmedik bir şekilde sarsılmıştı ve durulacağa
benzemiyordu. İçimiz yepyeni duygularla dolmuş, bizleri tama-
men yeni bir varlığa dönüştürüyordu. Sadık, İsmail ve Hamada
büyük bir ateşle doluyor -Tahir de bundan nasibini alıyordu.
Bildiriler dağıblıyor, ateşe körükle gidiliyordu. Bu sırada bizim

1 Said Zaglül (1859-1927): Vafd Partisi'nin lideri, Mısır milliyetçiliğinin önde gelen
isimlerinden biri ve Necib Mahfuz'un kahramanı. (ç.n.)

19
mahallede önemli bir şey oldu. Yusri el-Halavani Paşa kahra-
manlarla omuz omuza yürürken yakalanıp tutuklandı ve hepi-
miz Hamada'ya gıptayla bakmaya başladık.
"Evimiz kederli ama gururluyuz," dedi. "Başka zaman olsa
annem kahrından ölürdü."
Ama Tahir'in nispeten daha sakin olması bizleri sinirlendiri-
yordu.
"Peki ya senin baban?" diye sorduk.
"Babam devlet görevlisi," diye yanıt verdi, "yönetimin adam-
larından biri. Buna rağmen o da Devrim' den yana, ama ... "
"Ama ne?" diye bashrdı Hamada.
"Ama Said hakkında kendine göre fikirleri var! Geçmişinden
pek hoşlanmıyor."
Tahir Sadık'ı azarlamaya başladığında yüz_ümüzü buruştur­
duk: "Senin akraban, Rafet el-Zeyn Paşa da yönetimin adamla-
rından."
"O, onun bileceği iş-kendine kalmış," diye karşılık verdi
Sadık. "Yapabileceğimiz bir şey yok."
Küçük dünyamız evle okul arasına sıkışırken, fanatiklik, ci-
nayet ve kurbanlar günlük yaşamımızın üzerine kara bir tül ör-
tüyordu. Okulda Hamada tutuklu bir kahramanın oğlu olarak
çok sevilen bir kişilik haline geldi. Öğretmenlerin hiçbiri, kendi
güvenlikleri ve geleceklerini hiçe sayarak, bize milliyetçi duy-
gular aşılamakta tereddüt etmiyorlardı. Bu büyük öğretmenler
sayesinde Arabi devriminden bu yana tarihimizde bizden giz-
lenen şeyleri öğrenebildik. Said'in bir güç, mücadele, zeka ve
dürüstlük modeli olduğunu öğrendik. Duyduklarımızla kendi-
mizden geçiyorduk ve vatanseverlik ruhu içimizde filizleniyor-
du -bugün bile söküp atamadıkları bir duygu ... Ülke, sürgün
edilmiş liderlerin salıverilmesiyle ilk zaferin tadını çıkarıyordu
-sonra Said'in ülkeye döndüğü o en muhteşem gün geldi. Yusri

20
el-Ha]avani Paşa da onlarla birlikte serbest bırakılmıştı. Hastane
Meydaru'ndaki konağına döndüğünde Abbasiye, Hüseyniye
ve VayJiya' daki kalabalıklar tarafından karşılandı. Ailesinin
Continental Oteli'nde ayırtbğı odadan olaylan gören arkada-
~ımız Hamada'run tekrar tekrar anlahnasıyla Said'in yuvaya
dönüş kutlamalarını gözümüzde canlandırabiliyorduk. Said'le
Adli'nin devrimin birliğini aniden bozduk.lan günleri de yaşa­
dık. Birdenbire, -tıpkı daha önceleri Le Machiste ile Phantom
,Hasında yaşadığımız anlaşmazlık gibi- kendimizi bir tarafta,
Tahir'i diğer tarafta bulduk. Ama -liderler arasındaki anlaşmaz­
lıklara rağmen- karşılıklı sevgi ve saygımızı kaybetmediğimiz
için arkadaşlığımız sürdü.

Ulusumuz bir beladan diğerine koşarken ve bu arada Said de


ikinci sürgününe gönderilmişken, hepimiz hemen hemen aynı
dönemde ergenliğe eriştik. Bedenlerimizde bir devrim yaşanıyor,
yaklaşmakta olan tehlikenin uyanlarını veriyordu. Aramızdan
sadece İsmail Kadri bu durumu cesaretle karşılayabilmiş, cin-
sel serüvenlerini evinin çatısından İsmail Amca meydanında­
ki hintinciri ağaçlan ormanına taşıyabilmişti. Bu sırada Sadık,
1--Iamada ve Tahir arzularının dayathğı işkenceleri görmezden
gelen masumane bir tavırla dayanabiliyorlardı.
Sadık Safvan sevgi, uyum ve istikrarlı bir evlilikle kutsanmış
bir evde yaşıyordu. Bu evin tek çocuğu olarak, her türlü ilgiyle
kuşatılmıştı -ama ergenliğe adım atması gizlenmesi gereken bir
sır gibi görülüyordu. Ergenlik döneminde, ne bir öğretmen ne
de bir hizmetçiye karşı, inancına ters düşecek bir şey düşündü.
"Bunun tek ilacı evlenmek," dedi bize bir gün. "Ama ne za-
man evleneceğiz?"

21
Sadık anne-babasını severdi --onlardan korkmazdı: Tahir
Ubeyd de onun gibiydi. Safvan el-Nadi Efendi, Sidi el-Kürdi
Camii'ndeki cuma namazlarına giderken oğlunu da yanına alı­
yordu.
Namazdan döndüğü zaman, "Babanın bıyığı namaz sırasın­
da karşıdakini rahatsız etmiyor mu?" diye dalga geçerdi Tahir.
Sadık'ın babası onu çok çalışması ve büyük adam olması için
zorlamaktan hiçbir zaman vazgeçmedi, yoksulluktan ancak bu
şekilde kurtulabilirdi.
"Ben de Rafet Paşa gibi zengin olmak istiyorum," diye söz
vermişti Sadık babasına.
"Zenginlik Allah'ın ellerinde," diye yanıt vermişti babası.
"Yanlış düşünüyorsun."
"O da senin gibi başlamadı mı bu işlere?"
"Enerjini boş hayallerle harcama," diye öfkeyle karşılık verdi
Safvan Efendi.
"Zenginleri herkes sever," dedi İsmail Kadri. "Ama sevgi baş­
kadır, emek başka."
Rafet Paşa'nın konağı, emrinde çalışanlar ve görkemi, Sadık
Safvan'ın zihninde yer etmişti bir kere. Alçakgönüllülükleri de
onu her şeyden çok etkiliyordu. Ve Emire -aralarındaki yaş far-
kına ve hatta kızın yakında evlenecek olmasına rağmen- kalbi-
nin masumiyetten uzaklaşmasına yol açıyordu. Kız zaten bir şe­
kilde, herkesi baştan çıkarıyordu.

Hamada, kahramanın oğlu, uzamaya ve gittikçe daha da


gösterişliolmaya devam etti. Aristokrat bir ailede doğmuş gibi
parlıyordu. Uzun uzun düşünerek konuşuyor, kelimelerini cilalı
bir sözlükten geçirerek kullanıyordu. Mahmud (gerçek ismiydi,

22
Hamada ise lakabı), -Rafet Paşa'run oğlu- bizimle arkadaş olma-
saydı, gururu yüzünden kendisini dünyadan soyutlardı. Hayah
boyunca bu arkadaşlıktan geri adım atmadı. Kız kardeşi Efkar
evlenip uzağa taşındığında kederi daha da arth -bu düşman
bölgesindeki tek arkadaşı oydu. Kardeşi Tevfik, aile içinde biraz
daha kayınlıyordu. Birbirlerine karşı soğuk duygular besliyor-
lardı.
Bir gün Tevfik ona, "Arkadaşlarını onaylamıyorum," dedi.
"Ben onaylıyorum ya -yeter."
Tevfik, onun yanında anne-babasını kışkırtmaya çalışıyordu.
"Bir erkek doğru arkadaşları seçmeli," dedi paşa.
"Bütün arkadaşlarım, liderimiz Said'in de mensup olduğu sı­
nıftan," diye karşılık verdi Hamada.
Paşa güldü ve bir şey demedi.
"Babam, tüm hayalımı fabrikaya atlamamı istiyor," diye an-
latb bize Hamada. "Kardeşim Tevfik gibi olmamı söyleyip dur-
masından daha sinir bozucu bir şey olamaz. Yine de hayatımın
en mutlu saatlerini onun kütüphanesinde geçiriyorum."
"Babanın çok okuduğundan kimsenin şüphesi yok," diye ara-
ya girdi Tahir.
"Belki gençliğinde," dedi Hamada. "Ama bugünlerde ancak
pazar günleri biraz rahatlayabiliyor."
"Peki ya annen?"
"O da gazete, dergi okuyor ve sürekli koşuşturmaca içinde."
"El-Halavani ve el-Zeyn gibi adamları bulduğun sürece,"
dedi Sadık Safvan, "zenginlik boş bir hayal değildir!"
Ardından Hamada'ya sordu: "Sen de baban gibi zengin ol-
mak istemiyor musun?"
"Tabii ki, parayı severim," diye kıkırdadı. "Ama fabrikadan
nefret ediyorum."
"Bir süre sonra Tevfik babanın yerini alacak ve ailenin reisi

23
olacak," dedi Sadık. "Peki ya sen? Ne olmak istiyorsun?"
Kafası karışan Hamada biraz durakladıktan sonra,
"Bilmiyorum. Çalışmayı hala sevmiyorum ama yaşamayı çok
seviyorum," diye karşılık verdi.
"Tahir şiire bayılıyor," diye araya girdi İsmail.
"Hayat şiirden de fabrikadan da güzel," dedi Hamada coşku­
lu bir sesle.
O şık duruşuyla uzun zamandır düşüncelere dalan Tahir, pat
diye bir soru soruverdi: "Annenle baban hiç kavga ediyorlar
mı?"
Hamada şaşırdı: "Bu soru da nereden çıktı şimdi?"
"Gerçekten de bilmek istiyorum."
"Hayatta her zaman çatışmalar olur," dedi Hamada.
"Sizin sınıfta evli çiftler arasındaki tartışmalar nasıl oluyor?"
"Öfke patlamaları, çatık kaşlar," dedi Hamada, gülümseye-
rek. "Babam, 'Hanım, şu şu olmaz,' diyor, annem de, 'Paşa, seni
dinlemiyorum,' diyor. Hep 'Hanım' ve 'Paşa."'
'"Kızım, ya öyle ya böyle,' diyerek hiç aşağılamıyor mu?"
diye sordu Tahir.
"Onu siz yaparsınız, biz değil, beyefendiciğim," diye yanıt
verdi Hamada.
Daha sonra bize babasının tutumluluğundan ve annesinin
müsrifliğinden bahsetti.
"Babam, annemin zaman zaman suçladığı kadar pinti de-
ğildir ama boş yere bir kuruş bile harcamayı sevmez. Annemse
Cicurel' den antika, şölenler için yiyecek, içecek ve özel günler-
de verilmek üzere hediyeler almayı 'boş yere' olarak görmez.
Kardeşim Efkar'ın evini ithal mobilyalar ve mücevheratla do-
natmak için hiçbir masraftan kaçınmadı. Düğün gecesinde de
Münire el-Mehdiye ve Salih Abd el-Hay'ı -müzik dünyasının
yıldızlanru- tutup şarkı söyletti."

24
Kahkahayı basan Hamada ekledi, "Baba, Anne'ye, 'Hanım,
sen tam da İngiliz donanmasına gönderilecek bir torpidosun!'
dedi."
Bununla beraber, paşa Vafd'a 1 yirmi bin Mısır poundu bağış­
ladı. Zamanı gelince de sürgüne gönderilen liderlerin yerini al-
mak için öne çıkh ve tutuklanarak kahramanların arasına kabldı.
Mecliste bizim güzel, öncü isimlerimizden biri oldu ve konağı
da Vafd'ın düzenli karargahlarından biri haline geldi. Ama tüm
bunlara rağmen, Hamada Vafd'a bağlılık ve tutku konusun-
da arkadaşımız İsmail Kadri'yle yarışamazdı. Kendi kendime
Hamada'nın hem iş hem de kutsal savaşımız alanında babasının
tek bir erdemini bile almadığını söylüyordum. Yönetim ya da
komuta için güçlü bir bedene, büyük bir kafaya, heybetli kaşlara
-;ahipti. Ama içinde bunlar için en ufak bir tutku yoktu.

Tahir Ubeyd de Hamada'yla aynı sınıfa mensuptu ama kilo


,ılmaya yatkın olması ve sade, uyumlu yapısıyla bizden biri gibi
görünüyordu. Hurma ağacının altında ilk şiirlerini dinledik.
Annesine karşı oldukçq saygılı, Fransızca öğrenmeye başlamış,
1-_onağın büyük kütüphanesinde köşe bucak araştırma yapıyordu.
"Zorlanıyorum," diyordu zaman zaman tedirginlikle.
"Harika bir doktor olamazsam yazıklar olsun bana!"
İki kız kardeşinin arkadaşlarından büyülendiği açıktı.
Nihayet, İsmail Kadri sordu, "Sizin konakta teras yok muydu?"
"Ne teras var ne de incir ağaçlan!" diye güldü.
Yan Avrupai bir villada büyümesine rağmen kaba bir görün-
1iisü ve tavrı vardı. Paşayla hanımının etkisinden nasıl kaçabil-
ı V,ıfd Partisi: Said Zaglül'iln İngiliz hükümetinden bağımsızlık istemesi üzerine
h.uruldu. Bu siyasi hareket, savaşlar arası dönemde Mısır'da çok önemli bir rol
,ıvnadı. (ç.n.)

25
mişti acaba? Anne-babasının gözünde, onun bu halinden bizler
sorumluyduk ama aslında doğuştan oburdu. Bize sadece abur
cubur -kelle-paça, atbaklası, falafel, pirinç ve baharatlar doldu-
rulmuş sosisler, ciğer, patlıcan turşusu; kuskus, bol soslu kızart­
malar, unlu mamuller, tereyağı ve şeker- sevgisini değil, aynı
zamanda mısralarına isyankar sözcükler katarak sokakların ve
arka mahallelerin dilini kullanmayı da öğretmişti. Kültürel yol-
culuğumuza sözlü ve yazılı hikayelerle başlamışhk ama o üç bü-
yük şairle bu yola çıkmıştı: Ahmed Şevki, Hafız İbrahim ve Halil
Mutran. Anne-babasıyla ilişkileri söz konusu olduğunda, tüm
eleştirilere ve ağır eğitim hayatına rağmen, ilkokulu hayahrun
en güzel zamanı olarak hatırlıyordu. O da onları Fransızca öğre­
nerek ve şiir yazıp ezberleyerek mutlu ediyordu. Gerçi paşa, tüm
bunları onun için seçtiği mesleğin zararına göıiiyordu.
"Şiirle tıbbın ne alakası var?" diye sordu, aklı karışmıştı.
Kendimizi koruma içgüdüsüyle, el-Armalavi Villası'na pek
gitmiyor, paşayla hanımın gözlerinden uzak duruyorduk. Ve
aslında, Tahir'in popüler şiirsel yeteneğinin ortaya çıkmasın­
da daha fazla payımız olduğunu düşünüyorduk. Said'in ikinci
kez sürgünden dönüşünde onu da bizimle birlikte karşılamaya
sürükledik. Arkadaş grubumuz Opera Meydanı'ndaki çalkanhlı
denizde küçük bir dalga yaratmayı başardı.
Hayatımız boyunca hiç bu kadar muhteşem bir şey görme-
miştik; tutku hengamesi, zafer sarhoşluğu ve birbirine kenet-
lenmiş kalabalı~ın gücü bizi yutuvermişti. Alevlenen duygular
-bir fedakarlık arzusu içimizi kaplıyordu- bizi günlük yaşamın
dertlerinden uzaklaştırıyordu. Gırtlaklanmız patlayana kadar
Said için slogan attık. Tahir o kadar kendinden geçmişti ki aile-
sinin Said hakkındaki düşüncelerini bile unutmuştu. Ezbekiye
Duvan'run üzerinden Şeyh'in arabasının etkileyici bir törenle
görüş alanına girdiğini gördüğümüzde hepimiz çılgına döndük,

26
bütün bedenimiz kutsal bir ateşle tutuştu. Zihnimizin mahzen-
lerinde sonsuza kadar saklayacağımız bir gün, bir hatıra ve asla
ı,:ürümeyecek bir görüntüydü! O günden sonra, Abbasiye olduk-
ı,:a neşeli günler geçirdi. İlk defa, meclis seçimlerinden bahsedil-
diğini duyduk. Çadırların arasında dolaştık, atılan nutukları,
~iirleri ve seçimle ilgili hicivleri dinledik. Henüz seçmen olacak
yaşa gelmemiştik. Tahir sayesinde paşa babasının görüşlerini
de duyuyorduk. Mesela, halkın liderlerini böyle saçma sapan
yöntemlerle seçmesini büsbütün maskaralık olarak görüyordu.
Oradaki gelişmeleri ve altında yatan temelleri hiç anlamadan
Avrupa'yı taklit etmeye çalışıyorlardı. Yusri el-Halavani Paşa ise
tam tersini düşünüyordu. Kapanış konuşmasında halkın sesinin
Allah'ın sesi olduğunu ilan etmişti. Aslında, çok da etkili bir ha-
tip değildi ama o gün orası hatiplerle ve ozanlarla doluydu.
Ubeyd Paşa'run tutuklanmasının ona ihtişam ve karizmadan
oluşan bir hale taktığı günlerde Tahir babasına, "Sürgün, hapis
ve ev hapsi, bunlar seni savaşa hazırlıyor işte," dedi.
"Yönetim işi bilgi, tecrübe ve kabiliyet işidir," dedi paşa yu-
karıdan bakarak, "sürgün, hapis ve ev hapsi değil."
Bu sırada, İnsaf eI-ı{uleli Hanım da olan biteni en az kocası
kadar küçümsüyordu.

İsmail Kadri az çok liderimiz sayılırdı. Okulda inkar edilemez


bir biçimde sivrilerek bu hakkı kazanmıştı. Öğretmenler arasın­
da özel bir yeri vardı. Cinsel değişimlerinin yarattığı heyecan
dalgası da cabası. .. Ergenliğe adım attığından beri annesi onunla
daha yakından ilgilendiği için terasın sunduğu fırsatlardan uzak
kalmıştı. Böylece o da dürtülerini incir ağaçlarına, sokak satıcı­
larının kızlarını ayarttığı ormana yöneltmişti. Bununla birlikte,

27
bilgi deposunu annesinden öğrendiği ahiret hayatı ve kabir aza-
bıyla doldurarak hpkı Sadık Safvan gibi imanını korudu. Allah'ı
düşünerek inancını güçlü tuttu.
Sonunda bir gün bize şöyle dedi: "Belki O, biraz da Said gibi-
dir, sadece O tüm evrende hüküm sürebilir!"
"Şimdi babamın neden namaz kılmadığını anladım," dedi
Tahir, gülerek.
İsmail, alçakgönüllülüğü sayesinde bizim aramızda olmak-
tan mutluydu. Dördümüz arasında aile ağacı eksik olmayan bir
tek o vardı. l l.ıtta aynı seviyede olan Sadık Safvan bile, Rafet
el-Zeyn Pa~a'yla yakın akrabaydı. Ama İsmail'in kayda değer
bir akrabası yoktu. Babası, İsmail'in kız kardeşleri evlendiğinde
babadan kalma evlerini bile satmışh. Bu nedenle, hepimiz kültü-
rün cazibl•sim• kapıldığımızda o boş zamanlarında okuyabilmek
için Hamada Vl' Tahir'in kütüphanelerinden kitap ödünç alıyor­
du. İsmail'in vatanseverlik duygularını, Vafd'a karşı tutkusunu
hiçbir ~l'Y zayıflatmadı -neredeyse dinsel bir inançla kendini
adamıı;;tı-. Bu tutkuyla hukuk fakültesine yöneldi; hukuk, ihti-
şam Vl' siy.ıset onu büyülüyordu. Said, hayatındaki en yüce ideal
olduktan sonra ne hp ne de mühendislik onu tatmin edebilirdi.
Tahir'i .1ilesine karşı kışkırtan da oydu.
"Yctl'lll'kli insanları dinleyip, sözlerine itaat etmeli," dedi.
lsrnrla sormakta direttiğimiz soru şüphesiz onu rahatsız etti:
"İbadetk• incir ağaçlarının alhndaki serüvenlerini nasıl bağdaş­
tırabiliyorsun?"
"Hl•r namazdan sonra Allah'a beni affetmesi için yalvarıyo­
rum," dedi. "Ama içimde parlayan bu ateşe karşı ne yapabili-
rim?"

28
Olaylar ve tutkular akıp giderken biz de kendimizi ilko-
h. u l diploması almak için gireceğimiz sınavlara hazırlıyorduk.
1 lepimiz geçtik, başta İsmail Kadri tabii... 1. Fuad Ortaokulu'na
y,lZlldık ve 1923'ten 1928'e kadar beş yılımızı burada geçirdik.
ı\ rtık hazır giyim almaktan vazgeçmiş, pantolon giyiyorduk.
ı:rgenlik çağlarındaki yıllarımızı kültürel gelişime ve hayatı öğ­
rL'nmeye harcadık. Okulun ilk yılında Allah yolumuzu kahveha-
neye, Kuştimur' a düşürdü. Bir süre sonra unutulup giden uzak
,ırkadaş çevremizden el-Sabbah adındaki bir çocuk, bize bir gün
burayı tavsiye etmişti.
"Hurma ağacı artık buluşmak için uygun bir yer değil," dedi.
"Tam size göre bir kahvehane buldum."
"Kahvehane" sözcüğü -yasaklı olarak gördüğümüz bir yer-
di- bizi ürküttü. "Ellerinde nargile, babamız yaşındaki adamla-
rın arasında nasıl otururuz?"
"Bu kadar da korkak tavuk olmayın," diye dalga geçti el-
Sabbah bizimle. "Babalarımız da bizim geçen yaz aldığımız dip-
lomayla buralara geldiler. Kahvehane sapa bir yerde, Dahir'le
Faruk Sokağı'nın köşesinde. Küçük, yeni ve güzel bir yer. Ufak
bir yazlık bahçesi de var. Tek yapmamız gereken oturup konuşa­
bileceğimiz, domino oynayabileceğimiz, çay, tarçın, soda içebile-
ceğimiz bir köşe seçmek."
Büyük bir gizlilik içinde, içimizdeki serüven arzusu ve bilin-
çalhmızda bir suçluluk duygusuyla Dahir'e doğru yollandık.
Kuştimur, parlak yeşil rengi, küçüklüğü -Sadık'ın söylediğine
göre el-Zeyn Paşa'nın konağındaki holden daha büyük değildi­
ve duvarlarına yerleştirilmiş aynalarıyla bizi karşıladı. Küçük
bahçe, dört hurma ağaayla birlikte küçük, açık bir kapının ardın­
da uzanıyordu. Ortasında birkaç kare masa vardı. Kahvehane sa-
hibi bize mekanın iç taraflarında, tezgaha yakın bir masayı işaret
etti. Büyük bir utanç ve mahcubiyetle gözlerimizi yere dikerek

29
yürüdük: Hem yaş hem de tecrübe olarak bizler daha yeni fi-
lizlerdik. Üçümüz cellabiye giyiyorduk ve tezgahın arkasındaki
rafta nargileler ve korkumuzu ikiye katlayan büyük sürahiler di-
zilmişti. Utandıran bakışlar ve öfkeli sözler altında masaya otur-
duk, bir garson geldi -ve yeni ritüelimiz başladı.
1923'ün sonları ya da 1924 başlarında Kuştimur'la işte böy-
le tanıştık. Hiçbir zaman ayrılarnayacağımız bir evlilik bağıyla
bağlandığımızı ya da muhabbetlerimizde karşılıklı sabır ve hoş­
görüyü burada öğreneceğimizi ve hepimizin hayatlarında özel
efsanelere sebep olacağını bilmiyorduk.
O sıralarda ilk vatanseverlik gösterimize katıldık. Artık ceza
alamayacak kadar küçük çocuklar değildik ama diğer yandan
İçişleri Bakanlığı da memleketimizin lideri, başbakan tarafından
yönetiliyordu. Sabahki törenden sonra öğrencilerden biri öne çık­
tı ve gürleyen bir sesle bağırdı: "Grev!" Öğrenciler büyük bir he-
ves ve dikkatle ona yöneldiler ve o da liderimizle kral arasındaki
kriz hakkında uzun bir nutuk çekti. İnsanları, liderlerine duy-
dukları koşulsuz sadakati göstermeleri için Abidin Meydanı'nda
toplanmaya çağırdı. Meydan, tıpkı sürgünden döndüğü günde
olduğu gibi, her türden insanla dolup taştı ama bu sefer öfke
hakimdi. Kalabalığın derinliklerinden bir ses yükseldi: "Ya Said
Ya Devrim!"
Tahir Ubeyd el-Armalavi bu gösteriyi doğru bulmuyordu, biz
de onu kendi düşünceleriyle baş başa bıraktık. Döndüğümüzde
Sadık Safvan, "Peki bu krizin nedeni neydi?" diye sordu.
Açıkçası hiçbir şey bilmiyorduk. Sonra İsmail Kadri kararlı
bir şekilde, "Her halükarda Said'in yanındayız, bir nedeni olsun
ya da olmasın -ve krala karşıyız, bir nedeni olsun ya da olma-
sın."
Kalben buna katılıyorduk. Aslında, krizin nedenlerini öğ­
renmemiştik ve hatta dönüp artık tarihin bir parçası halini alan

30
, ,1.ıylara bakacağımızçok uzun yıllar sonrasına kadar da öğ­
wıımeyi pek umursamadık. Bu dönemde Vafd'ın milliyetçilik
ı III n ında pişmiş ve onun ellerinde yeni bireyler olarak yeniden
,l,,ğmuştuk.

Bir gün, "Mısır' da dört din vardır," diye açıkladı İsmail Kadri,
·· ı..,ıam, Hıristiyanlık, Yahudilik ve Vafd."
"Ve en yaygını da sonuncusudur," diye karşılık verdi Tahir,
,1.ılga geçerek.
Vafd bize neleri sevip nelerden nefret edeceğimizi, ne kadar
·,ı ·vip ne kadar nefret edeceğimizi öğretti. Milliyetçi dava bizi
,·,ıkaladı ve ailemizin, geleceğimizin, kişisel arzularımızın yerini
ı~gal ederek kalplerimizi ele geçirdi. Partinin seline aynı güç ve
•.,iddetle kapılmış, her hücremizde aynı şeyi yaşayarak ilerliyor-
, luk. El-Zeyn Paşa, el-Arm.alavi Paşa ve partileri bizi hayrete dü-
·,,iirüyordu -bunlar insan mıydı yoksa doğanın sapkın yaratıkları
ııııydılar?
Siyasetle birlikte kültürün asil ve hayat veren rüzgarları da
iizerimizde esmeye başladı; haftalık ve aylık dergileri bir çırpıda
, ,kumaya, kitaplara ve hatta çevirilere daldık. El-Manfaluti, el-
ı\kkad, Taha Hüseyin, el-Mazini, Haykal ve Salama Musa gibi
parlayan yıldızlar zihnimizi aydınlahyordu. Muhabbetlerimiz
de sürekli siyasi gidişat üzerineydi. Uyanışımız arhk hem aklı­
mızı, hem kalbimizi hem de irademizi ele geçirmişti.
Sadık Safvan, dindarlığı çerçevesinde kendisine asla geçe-
meyeceği sınırlar çizmişti. El-Manfaluti'yi ve Arap edebiyahnın
diğer öncülerini seviyordu ama inancını etkileyebilecek ya da
onu şüpheye düşürebilecek her şeye karşı kendini kapatmıştı.
Kuştimur' daki muhabbetlerimiz geleneklerin dışına taştığın­
da sessizliğe gömülür, Allah'tan af dilerdi. Bu sırada, siyaset
bir yana, zengin olmakla ilgili eski hayalleri ve akrabası Rafet
Paşa'ya duyduğu sıkı hayranlık hiçbir zaman zayıflamadı.
"Onun siyasi görüşleri aramızdaki derin bağı etkilemez," dedi
bize, kendine güvenen bir ses tonuyla. "Babamı sık sık kibar bir
şekilde azarlıyor ve soruyor, 'Sen de bu soytarıya ne zaman ka-
pıldın, amca?' Ya da bana, 'Ve sen Sadık, hiç düşünmeden baba-
nı takip ediyorsun. Gerçekten de Abidin Meydanı'ndaki yersiz
gösterilere kahldın mı? Eminim neden yapıldığını bile bilmiyor-
sundur. Bu gösterilere katılmayı alışkanlık haline getirmemeni
istiyorum. Bugün iyi durumdalar ama her zaman böyle gitmez.
O bencil ihtiyar için kaç yaşam yitirildi, ne fedakarlıklar yapıldı?'
"Zübeyde Hanım da içtenlikle gülüyor ve anneme samimi bir
şekilde şöyle söylüyor, 'Tebrikler, Zehrana, oğlun daha bugün-
den bir lider olmuş!"
Sadık hala paşadan ve onun konağından, antikalarından, ka-
nsından ve mütevazı kişiliğinden büyüleniyordu. Emire'ye olan
sevdası, kız evlenip uzak bir yere taşınıncaya kadar bitmedi.
"Sende bir sorun yok ama zenginlikle ilgili şu garip hayalle-
rin yok mu!" diye azarladı İsmail Kadri.
"Zenginlik bir hayalle başlar," dedi Sadık.
"Akrabana sorsana nasıl zengin olmuş?"
"Bir kere sormaya çalışhm," diye itiraf etti Sadık. "Anneme
gittim ve neler düşündüğümü anlattım -o da beni uyardı. Paşa
onu kıskandığımı düşünebilirdi."
Sadık'ın oldukça geleneksel bir yapısı vardı ama kendisine
bize garip gelen bir hedef koymuştu. Hamada el-Halavani'ye ge-
lince, o da diğerleri gibi kendini tüm benliğiyle kültüre adamış­
h. Her gece bize bir gün önce okuduğu şeyleri okumakta ısrar
ederdi. Baş döndürücü, sihirli ya da inanılır romanlar seçer ve
eleştiri isterdi.
"Kültür ölümcül bir saldırıdır, bizi küfre karşı harekete geçi-
rir."
Son oku malan din üzerineyse, gururlu bir edayla bize özetler

32
\'l'büyük bir güvenle, "İnancın anlamı işte budur," derdi.
Karşıt taraflar arasında tartışmalar çıkardı. Başlarda
l lamada'nın kökleşmiş fikirleri yoktu ve hiçbir krizle baş et-
ıııcsi gerekmemişti. O zamanlarda şöyle dediğini duyardık:
"İnsanoğlunun hikayesi budur ve kaynağı da budur."
Daha sonra din ve bilim hakkında ılımlı bir kitap okudu ve
kararını verdi: "Görünüşe göre inançla bilgi arasında bir zıtlık
vok."
Öğrendiği şey onu derinden etkiledi ve hızla bir taraftan di-
gcrine geçti. Her türlü tanımlamaya veya tarife karşı çıkıyordu.
lfü gece liberal, ertesi geceyse sosyalist oluyordu.
"Peki ama sen nesin?" diye sordu Sadık.
"Önümde uzun bir yol var," diye yanıtladı, kafası karışmıştı.
Diğer yandan, Tahir Ubeyd'in açık bir hedefi ve bakış açısı
varmış gibi görünüyordu. Hiçbirimizin onun şairane kişiliğinden
~üphesi yoktu. Şiirleri ezberler, tadını çıkarır ve yazmaya başlar­
dı. Halk diliyle yazılmış şiirleri de çok severdi: İlk başlarda bize
kız kardeşlerinin arkadaşlarına kur yaptığı şiirleri okurdu, sonra
Sadık'ın babası Safvan el-Nadi Efendi'nin bıyıklarıyla dalga ge-
çen bir sürü şiirini ... öncülerin şiirlerinde kendini kaybediyor-
du ve büyük modern şairlerin ya da Ebu Tamam el-Buhturi'nin
eserlerinden seçkileri çalışmak istemiyordu.
"Yakında Fransızca okuyacağım," diyordu.
Modem kültür, inançlarına az da olsa bir şeyler katmıştı. Az
çok dinsiz olarak yetiştirilmişti ve bu konu ne ilgisini çekiyor
ne de zihnini meşgul ediyordu. Ancak insanlardan, güzellikten
ve şarkılardan çok etkileniyordu. Bilinci yüce değerlerle inşa
edilmişti. El-Armalavi Villası'nda büyüdüğü için Said Zaglül'ün
sihirli tarafından uzak kalabilmiş, krala karşı da herhangi bir
bağlılık duymamıştı. Parti kavgaları patlak verdiğinde, hepsine
karşı bir nefret ve inançsızlıkla dolmuştu.

33
"Mısır sevgiyi hak ediyor," diye açıklamışb, "ama onu sırf
kendisi olduğu için seven birini henüz bulamadı."
İsmail Kadri, Hamada kadar çok okumuyordu. Ama okudu-
ğu şeyler hakkında düşünüyor ve bizimle tarbşıyordu.
Bir gün şöyle diyerek bize özel bir bakış açısı sundu: "Modem
kültür, din ve gelenek kalelerine düzenlenecek bir saldın için ha-
zırlanıyor."
Açıklamaya çalışb, "Masallarla başlıyor: Bunlar yaygınlaşı­
yor ve büyük sorulara cevaben sunuluyor."
"Senin de mi içinde şüphe tohumlan yeşermeye başladı?"
diye sordu Sadık Safvan, kaygılı bir şekilde.
İsmail, uzunca bir süre düşünceli gözlerle ona bakb.
"Düşüncenin sınırlan yoktur," dedi sonunda.
"Seni tebrik etmeme izin ver!" diye araya girdi Tahir, kıkır­
dayarak.
"Din başka bir şeydir," diye karşılık verdi İsmail, kaşlarını ça-
tarak. "Allah başka ..."
"Gel de şaşırma," dedi Sadık, el çırparak.
Düşündüğü ve şüpheye düştüğü ortadaydı ama bu şüpheci­
liğini Vafd haricinde pek sürdürmedi. Sanat ya da edebiyattan
ziyade genel kültüre daha yatkındı. Geleceği konusunda da, ih-
tişam ve siyasete giriş kapısı olarak gördüğü hukuka yoğunlaş­
mışh. Ona inanıyorduk ve nihai hedefine ulaşacağına güvenimiz
tamdı. Kültür, Hamada el-Halavani'nin hayabnın anlamı haline
geldiği günlerde, İsmail Kadri'nin yükselen kişiliğinin de teme-
lini oluşturuyordu. O bir eylem adamıydı, kalem değil. Hayalleri
de eylemlerinin müjdecisiydi. Yoksulluğuna ve konumuna ya da
etki alanına bakmadan, durmadan ve güvenle ilerledi.

34
Kültürle birlikte tutkunun yanan ateşi de alevlendi. Şüpheden
daha zalim ve daha da ısrarcı bir inatla, gece gündüz demeden
bizi takip etti. Ne zaman bir pencerede beliren ya da sokakta do-
laşan bir cinsilatif görsek, gözlerimizi dergilerden kaldırıyorduk.
Bakışlarımız yüzlerde ve dökümlü, bol elbiselerin içindeki hayat
dolu vücutlarda kayboluyordu. O da en az diğerleri kadar acı
çekse de, İsmail gıptayla bakılan biri olmaya devam ediyordu.
Bir gün el-Sabbah bize geldi ve "Bu kitabı gördünüz mü?"
diye sordu.
Kapağına bakılırsa bu bir tarih kitabıydı. Ama esas kitap kapa-
ğın, Şeyh'in Dönüşü'nün içine gizlenmişti. Kitabı sırayla, gizlice
okumaya karar verdik. Gayet müstehcen hikayelerin anafikrini
,ınlayabilmek için bölümler arasında hızlıca bir göz gezdirdik.
Ateşimiz daha da harlandı ve şeytanın da dürtmesiyle daha da
,ılevlendi. Ve el-Sabbah, aklımızın başımızdan gittiğinden emin
nlduğunda, fahişeler bölgesinden bahsetmeye başladı.
"Hükümetin bundan haberi var mı?" diye sordu Sadık, şaş­
kınlıkla.
"Ruhsatlarını hükümet veriyor ve mekanın güvenliğini hü-
kümet sağlıyor," dedi, uzman gibi konuşuyordu.
O perşembe Bellevue Sineması'ndan çıkıp Clot Bey Sokağı'na
yöneldik. El-Sabbah önümüzde, biz arkasında şaşkın şaşkın
ve karşılaşabileceğimiz şeylerden korka korka yola düştük.
Fuayeleri her türden ve renkten kadınla süslenmiş eski evler...
"Çok kalabalık!" diye fısıldadı Hamada.
"Haydi, başımıza bir şey gelmeden geri dönelim!" diye bas-
tırdı Sadık.
"Burada babasıyla karşılaşmayı bekleyen biri var mı içiniz-
de?" diye dalga geçti el-Sabbah. "Buradaki bütün müşteriler
kendi halinde. Haydi ama, korkaklık yapmayın -çabuk karar
verin."

35
Kalabalık arasında boş boş dolaşmaktansa evlerden birine
girip gözden kaybolmak daha kolay geldi. Daha sonra sokağın
başında buluştuk, hepimizin rengi atmışh. Kuştimur' daki masa•
mıza oturana kadar ağızlarımızı açmadık. Her birimiz diğerleri­
nin başına neler geldiğini öğrenmek için sabırsızlanıyordu.
İlk itiraf eden Sadık Safvan oldu.
"İlk ve son," dedi.
"Neden?" diye sordu biri.
"Güzellik açısından bakıldığında, hiçbir sorunu yoktu," diye
açıkladı. "Odanın zemini taştandı. Çarşaflar, ayna ve divan hep
antikaydı. Divandaki madeni bir tabağı gösterdi ve kabaca para-
yı içine bırakmamı söyledi. Ben de söylediği gibi yaptım. Ben pa-
rayı koyar koymaz kırmızı elbisesini çıkardı ve çırılçıplak kaldı.
Sonra eliyle acelesi olduğunu belirten bir hareket yaptı. O anda,
sanki bir daha asla kendime gelemeyecekmişim gibi soğudum.
'Üzgünüm; teşekkürler,' dedim kibarca, 'ama ben gidiyorum.' O
da, 'Selametle,' dedi. Allah' a sığınıyorum -ama bu ilk ve sonun-
cusuydu."
Gülmekten karnımıza ağrılar girdi. Cesaret bulan Tahir de
macerasını anlatmaya başladı.
"Ben de çenesi dövmeli ve gülümseyen bir köylü kızı bul-
dum. Ona yöneldim ve merdivenlerden çıktık. Oda umurum-
da değildi. Bana, 'Bu kadar genç olmana rağmen katır gibisin,'
dedi. Gülmekten katıldım ama kızdım da ... Ben de Sadık gibi
bir anda soğudum. Çok garip hissettim ve fikrimi değiştirdim.
'Kusura bakma,' dedim, 'hazır değilim.' O da, 'Sen nasıl istersen
ama yine de ödeme yapmak zorundasın,' dedi. Ben de parasını
ödedim ve hızla kapıya yöneldim. 'Çok güzel bir kıçın varmış,
şaplak atasım geldi,' deyince kendimi çıkışa zor attım."
Buna da uzun bir süre güldük. Ardından Sadık, "İlk ve son
mu?" diye sordu.

36
Ama cevap vermedi.
"Başarılı bir girişim, talih yanımızda," dedi Hamada el-
Halavani. "Gözleri çok hoşuma gitti. Kibar ve teşvik ediciydi;
ayaktayken ona sanlmama izin verdi ve her şey çok hızlı gelişti.
Her şey yolundaydı!"
Şimdi bütün gözler İsmail Kadri'ye çevrilmişti. İçimizde daha
önce karşı cinsle deneyimleri olan tek kişi oydu, ondan çok şey bek-
liyorduk. Her zamankinden biraz daha fazla güldü ve şöyle dedi:
"Benim kız gençti ve vücudu da fena değildi. Odaya girdiği­
mizde, kırk-elli yaş arası bir kadın geldi. İri cüsseli ve baskın bir
kişilikti. Genç olan hemen yanına gitti ve muhtemelen iş hak-
kında biraz fısıldaşhktan sonra kadın odadan çıkh. Aniden ya-
şına göre genç gösteren bu kadına karşı içimde bir arzu parladı.
Ben de kıza, 'O hanımı istiyorum,' dedim. Kız afalladı. 'O pat-
roniçe, bizim gibi değildir,' dedi. Ben yine de isteğimi iletmesini
söyledim -bir an duraksadı ve çıkh. Kısa süre sonra kadın geldi
ve kapıyı kilitledi. 'Bana iki misli ödeyeceksin,' dedi, kaba bir
sesle. 'Sadece on kuruşum var,' dedim. Ama geri çevirmedi ve
onu kendime çektiğimde, kollarım onu sarmalamaya yetmedi.
Sonuna kadar keyfini çıkardım."
"Sen normal bir insan değilsin," diye bağırdı Tahir Ubeyd.
El-Sabbah, bir sebepten dolayı bizimle görüşmeyi kesti -ama
biz Clot Bey Sokağı'na gitmeyi hiç bırakmadık. Sadık Safvan
içimizde bu deneyimi tekrarlamayan tek kişiydi. Bu sokak onu
iğrendiriyordu, ne dinine ne de zevkine uygun bir yerdi. Tahir
uzak kalamadı ama genelde izbe bir kahvehanede oturup Arapça
şarkılar dinliyor, gelen geçeni seyrediyordu. Sokağa bakış açısını
şöyle açıklamıştı:
"Bu kadınve erkek sergisi tam anlamıyla günah ve çılgınca
bir şey: Buraya düşkün olanlar kesinlikle akıllarını kaybetmiş­
lerdir."

37
Siyaset, kültür ve seksle birlikte aşk da tüm ışığıyla üzerimize
doğdu. Onun saf iksiriyle ilk başı dönen Sadık Safvan' dı. Ebu
Koda Sokağı'ndaki evlerinden çıkarken annesi Fatma'nın yanın­
daki ihsan'ı ilk gördüğünde arkadaşımız on alh, kız ise on üç
yaşındaydı. Kuştimur'a giderken evlerinin yanından ne zaman
geçsek, gözlerini kaldırıp merakla ikinci katın penceresine ba-
kardı. ihsan yaşına göre fazlasıyla olgun bir kızdı: Güzel, zarif
bir vücut; açık tenli, yuvarlak bir yüz; gösterişli, kestane rengi
saçlar; ela gözler ve genellikle "Kral Süleyman yüzüğü" denen
mükemmel bir ağız ... Onun da Sadık'ta gönlünün olduğu açıkh
ya da en azından oğlanın ona olan ilgisinden etkilenmişti.
"Bu kız tam bir elma gibi," dedi Sadık, mest olmuşçasına. "Ve
hayat dolu. Babasının adının İbrahim el-Vali olduğunu öğrendik,
çok çocuklu küçük bir devlet memuru."
"Aşkın ne olduğunu öğrendin mi artık?" diye sordu Tahir
Ubeyd.
"Onun varlığının parılhsıyla sarhoşum," dedi Sadık.
"Gözlerim ona değdiğinde dünya dönmeye başlıyor. Ne zaman
onu düşünsem muhteşem bir mutluluk duygusuyla doluyo-
rum."
"Ben de Mary Pickford' a karşı benzer şeyler hissettim," dedi
Tahir. "Ve eskiden kız kardeşlerimin arkadaşlarına karşı da ... "
"Sen henüz aşık olmamışsın," diye karşılık verdi Sadık.
"İncir ağaçları, Clot Bey Sokağı ve işim sayesinde kendimi
kontrol edebiliyorum çok şükür," dedi İsmail Kadri. "Komşu
kızlarından birine bakıyorum ama işimi bırakacak ya da pence-
rede dikilecek kadar sabrım yok."
Hamada el-Halavani, Sadık'a döndü.

38
"Sen aşıksın. Ee, sonra?" diye sordu.
"Dur bakalım," diye uyardı, "Henüz bir şey başarmış deği­
lim."
Tahir Ubeyd, aşk hayatından önce bizi şiirleriyle heyecan-
landırıyordu. İlk aşk şiiri, "Bahçedeki Dilberler", dönemin
ruhunu yakaladığı söylenen oldukça yaygın bir dergide, Intellect
Magazine' de yayımlanınca yanımıza geldi. Bu, nereden bakarsa-
nız bakın büyük bir itibar demekti. Kuştimur' daki küçük köşe­
miz bu olay üzerine büyük bir neşe ve gururla dolmuştu.
"Bir şairin doğuşuna tanıklık ediyoruz," diye böbürlendi
Hamada.
"Şiirin basıldığından ailenin haberi var mı?" diye sordu
Sadık, nefes nefese kalmışh.
"Villanın içinde yeteneğim anne-babamı memnun ediyor -
bunu oftalmolojiye hazırlık gibi görüyorlar, yeteneğim de yede-
ğimde duruyor," dedi Tahir. "Ama babam lntellect Magazine' deki
şiirimi görünce yüzünü buruşturdu. 'Bu, edebiyat,' dedi öfkeyle,
'senin konumuna uygun bir şey değil.' Ben de 'Şevki Bey de bir
şairdi, baba' diye karşılık verdim. Ama dedi, 'Şevki aynı zaman-
da kraliyet prensiydi. Sadece şiirse ancak dilencilerin mesleği
olabilir."'
Her halükarda, bu olay şiirinin basılmasının verdiği mutlu-
luğu gölgelemedi. İsmail Kadri dergiye bir teşekkür ziyaretine
gitmesini önerdi, hem tanışmış hem de ilişkilerini güçlendirmiş
olurdu -o da gitti. Orada yeni arkadaşlar edindi ve onlara ina-
nanların en önde gelen isimlerinden ilerici değerlerle ilgili şeyler
öğrendi. Eski dünyayı tamamen yıkmak ve modern bilimin ön-
cülüğünde yeni bir dünya kurmak için mücadele edenleri an-
lamaya başladı. Sanki eski dünyayla birlikte babasının kasvetli
düşüncelerini de yok etmek ister gibiydi. Ancak, kendini bu ide-
allere adamak ya da kişiliğini değiştirmek yerine bu ilkeler ve

39
yandaşlarıyla ilişkisini arkadaşlık düzeyinde tuttu. O dönemde
saf, tutkulu aşk kozasından çıkıp hakiki bir deneyim mücade-
lesine girişti. Bir gün Sadık onu Abbasiye Eczanesi'nin önünde
Raife Hamza'yı beklerken gördü. Çevik, kumral tenli, güzel yüz
hatlarına, ilgi çekici bir vücuda ve göğüslere sahip, en azından
Tahir'le aynı yaşlarda bir kızdı. Abbasiye' deki hemen hemen
herkes onu fark etmişti. Annesiyle birlikte çok da eski olmayan,
bir yüzü bizim o taraflara, diğer yüzü de büyük ortaçağ mezar-
lığına bakan bir apartmanda oturuyorlardı. Raife hemşireydi,
hastalara iğne vurmak gibi farmakolojik çalışmalar yapıyordu;
aynı zamanda hastanede çalıştığı da söyleniyordu. Hiçbir temele
dayanmasa da adı çıkmıştı ama Abbasi ye' de işler böyle yürürdü.
Güler yüzü ve sade elbisesiyle o evden o eve iğneye gittiği için
adının çıkması normaldi. Tahir ise obeziteye yatkın vücudu ve
dalgın ifadesiyle onun tam zıttıydı. Ubeyd el-Armalavi Paşa'nın
oğlu Tahir'i kim tanımazdı ki? Kız onu başından savdığında
gülümsedi -kızmadı. Bir umutla peşinden gitmeyi sürdürdü.
Böylece arkadaş toplantılarımızda artık iki aşığımız vardı: ruh
halleri, sihrin ve coşkunun baştan çıkarıalığını gözler önüne se-
riyordu.
"Raife'nin güvenli bir yere ihtiyacı var -yani, kendine ait bir
daire, mesela," dedi Hamada el-Halavani, Tahir'e.
"Onun neye ihtiyacı olduğunu biliyorum," dedi deneyimli
İsmail Kadri, "ama çok para harcaman gerekecek."
"Sanki bir fahişeden bahsediyormuş gibi konuşuyorsunuz!"
diye bağırdı Tahir.
İkisi de şaşkınlıkla sustular.
"Kusura bakmayın, ikiniz de ... Ama insanların neler söyle-
diklerini biliyorsunuz..."
"Saçma," dedi Tahir. "Raife'yi tıpkı senin İhsan'ı sevdiğin gibi
seviyorum."

40
Söyledikleri herkesin içinden bir şeyler geçmesine rağmen
dillerini tutmalarını sağladı. Ardından devam etti.
"Daha en başından meseleye yanlış yaklaşhm," dedi. "O
evden bu eve kızı izlemem hiçbir işe yaramadı. Anladığım ka-
darıyla işini yapıp evine gitmekten başka bir şey düşünmüyor.
İnsanların ağzı torba değil ki; ellerinde hiçbir kanıt olmadan ifti-
ra abyorlar. Doğrusunu isterseniz, bana gülümsediği zaman içim
yepyeni duygularla doluyor ve ona aşık olduğumu biliyorum."
Birbirlerini daha da yakından tanıdıktan sonra Birbis
Bahçeleri'nde buluşmaya söz verdiler.
"İnsanın kendini adaması lazım," demişti kız ona. "Asil bir
mesleğim var. İnsanlar rezil şeyler söylüyorlar."
"Belki de bazılarımız onun cingöz bir kız olduğunu ve benim-
se kurnazlık taraklarında hiç bezi olmayan, iyi bir aileden gelen
bir şair olduğumu düşünüyor," dedi Tahir. "Ona karşı bana her-
hangi bir kanıt getirebilir misiniz," diye meydan okudu.
Aslında, hiçbirimiz onu boş bir sokakta bir adamla yakalama-
mıştık ya da özellikle onun hakkında herhangi bir şey duyma-
mıştık. Sadece arkadaşımızın iyiliğini istiyorduk.
Birbirlerine sembolik hediyeler verdiler. Bir keresinde, aşk
sarhoşuyken bize, "Onunla sonuna kadar gitmeye kararlıyım,"
dedi.
Kısa bir duraklamanın ardından, devam elti: "Ailemi tanıyor
ve koşullarımı da takdir ediyor: Bir keresinde bana, önlem ola-
rak, 'Onlara karşı gelebilecek misin?' diye sordu. Ben de her şey­
le baş edebileceğimi söyledim."
Ondaki bu büyük dönüşüm doğal olarak aklımızı karıştırdı.
"Daha on alh yaşındasın," diye hahrlatb Hamada el-Halavani.
"Evlilik için uygun bir yaş," diye karşılık verdi.
"Onun için pek de uygun değil," dedi-Hamada.
"Aşk böyle şeyleri umursamaz," diye güldü Tahir.

41
"Senin şiirlerinden bir şey anlıyor mu?" diye sordu İsmail
Kadri.
"En azından yanlış anlamıyor," diye cevap verdi. "Benim esas
hayran olduğum şey, güçlü karakteri."
"Onun yüzünden ailenden ayrı mı düşeceksin?" diye sordu
Hamada.
"Bu beni endişelendirmiyor."
"Aşkın ne olduğunu şimdi öğrendin mi?" diye dalga geçti
Sadık.
"Belki de bir delilik ya da hastalıkhr," diye kıkırdadı. "Ama
ne olursa olsun, mutluluk böyle bir şey olmalı."
"Peki ya Mary Pickford? Bahçedeki cilveleşmeler?"
"Onlar çerezdi."
"Bu seksten başka bir şey mi?" diye sordu merakla İsmail
Kadri.
"Bu, meyveleri seks olan meleksi bir ağaç."
Ardından Sadık bize bir itirafta bulundu: "Anneme İhsan'ın
annesi Fatma'yla birlikte Fatiha okur mu diye sordum. Babam
da bir süre dü~ündü ve karşı çıkmadı."
Hamada el-Halavani -belki de iki aşıkla olan muhabbetinden
etkilenerek- kendisini bir aşk kapanının içinde buldu. Samira el-
Maruki'ye deli gibi aşık olduğunu öğrendik.
"Hayatta istcycbilccc~in her şey onda var," dedi. "O da orta
sınıftan gelen, on altı ya~ında bir kız. Başörtüsünü takmadan, tek
başına akrabalarını ziyarete geliyor: onun batılılaştığını düşünü­
yorlar. Kıskanç ve ailenin namusuna düşkün olan amca çocuğu­
nun itirazlarına karşın daha önceleri de ailesiyle gelirmiş."
Tabii ki Hamada, oldukça varlıklı bir milliyetçi kahraman olan
Yusri el-Halavani Paşa'nın evladı olarak gayet iyi tanınıyordu.
Hizmetçi kadın aracılığıyla onu geceleri aşıkların buluşma nok-
tası haline gelen Konaklar Sokağı'nda bir randevuya davet etti.

42
Daha en başından itibaren Hamada'nın eşsiz bir maceraya
sürüklendiğini düşünüyorduk ama Sadık ve Tahir'in gönlünü
yakan gerçek aşkı henüz tatmadığını biliyorduk. Her halükarda,
aşk sokağında buluştular ama bu deneyim de daha başlamadan
iptal edildi. Henüz birkaç dakika görüşebilmişlerdi ki kızın am-
casının oğlu yırtıcı bir hayvan gibi üzerine çullandı. Kızı öyle
sert tokatladı ki kız dengesini kaybedip yere düştü. Daha sonra
bir polis memuru olanları fark edene kadar arkadaşımıza ağza
alınmayacak şeyler söyledi. Skandal bir futbol topu gibi oradan
oraya, dilden dile dolaşh. Yusri Paşa öfkeden deliye dönmüştü.
"Adam sana saldırıyor ve ben burada elim kolum bağlı oturu-
yorum. Neden? Çünkü suç bizde," derken öfkesi burnundan tü-
tüyordu. "İyi aile kızlarına nasıl böyle davranırsın? Bu el-Maruki
de kim bu arada? Ne kadar hayırsız bir evlatsın sen."
Bu kavganın sonucunda arkadaşımızın yanaklarında ve
dudaklarında yara bereler kaldı, birkaç gün de-ev cezası aldı.
Yanımıza döndüğünde gülmeden duramadık.
"Ne işler peşindesin?" diye sordu Tahir hevesle.
"Hiçbir şey," diye yanıtladı sakin bir sesle.
"Onu sevmiyor musun?"
"Her şey o kavga yüzünden mahvoldu," dedi.
"Hiç konuşamadınız mı?"
"Sadece merhabalaştık ve birbirimizden hoşlandığımızı söy-
ledik-sonra olan oldu zaten."
"Belki de senden haber bekliyordur, ha?"
"Hiçbir şey yapamam."
"Asıl sorun senin aşık olmamandı," dedi Sadık Safvan.
"Belki de," diye omuz silkti.
İsmail Kadri bu yoldan dönmedi.
"Seks, başlı başına muhteşem ve önemli bir şey," dedi açık
açık.

43
"Senin kültüründen ve zekandan beklenmeyecek bir söz."
"Seks senin var olmanı sağlar. El-Manfaluti'nin 'Belki de aşk­
tan şaşkına dönmüştü ya da dönmemişti' sözleri beni rahatsız
etmiyor."

Kişisel endişelerbir yana, lider Said Zaglül'ün ölümüyle tüm


ulusun kalbi derinden yara almıştı. Hepimiz donakalmış, ruhla-
rımız keder ve ölüm duygusuyla ateşe düşmüştü. Tahir Ubeyd
bile umutsuzluğa ve pişmanlığa kapılmışb. Merhumun liderliği
tüm milliyetçi koalisyonu gölgede bırakmışb: Muhalifleri bile
onu yandaşları ve takipçileri kadar seviyorlardı. Her birimizin
ailelerimizin bu ölüm haberini nasıl aldığı ve ne kadar gözyaşı
döktüğü hakkında anlatacak hikayelerimiz vardı. Said için her
göz yaşla, her kalp yasla doldu.
"Ubeyd Paşa'yla İnsaf Hanım nasıl karşıladı?"
"Üzüldüler tabii ki," diye cevap verdi Tahir. "Babam son yıl­
larında tüm mazisini telafi ettiğini, tüm ulusun ve vatansever
hareketin brıbası haline geldiğini söyledi."
Hep birlikte Opera Mcydanı'na gittik. Çabk kaşlı, homurda-
nan ve bekleşen insrınların arasına girdik. Top arabasına konmuş
tabut göründü~i.indl·, sıcrık ve nemden yapış yapış olan Ağustos
havası acı fcryatlarkı doldu. Biz de cenaze kortejinin ardındaki
insan seliyle süri.iklenen.•k Muhammed Ali Sokağı'na yöneldik.
Burada haykırışlar balkonlardaki kadınların yakarışlarına karış­
tı. Said'siz, sessiz Abbasiye'yl' döndük. Kaygı ve ateşle dolu yeni
bir tarih dalgasının içim.• daldık. Said'in halefine sadakat yemini
ettik ve göklerde beliren alametleri izledik.
Son senemizde okulu başarıyla bitirmek için çabalarımızı iki
katına çıkardık. İsmail Kadri sivrilmek için çok çalıştı ve hukuk fa-

44
kültesinde burslu okumaya hak kazandı. Ama kör talih onun yolu-
nu hkadı. Okuldaki ilk dönemin sonunda Kadri Süleyman Efendi
kalbinden rahatsızlandı ve yatağa düştü. Babasının hastalığıyla
dikkati dağılan İsmail'in tüm düzeni bozuldu. Ailesi de bir yan-
dan doktor ve ilaç masrafları nedeniyle ona teessüflerini artırdılar.
İsmail büyük bir üzüntüyle bize babasının hastalığından bahsetti
-zayıflığından ve bacaklarındaki şişlerden, iyileşmesi için fazla bir
umut beslemediklerinden... Ve gerçekten de Kadri Efendi sağlığına
bir daha kavuşamadı: Sınavdan bir ay önce, Mart'ın sonlarında ru-
hunu teslim etti. Hastalığı ve ardından ölümü sonrasında arkada-
~ımızı teskin edemedik. İsmail, diplomasını aldı ama hak ettiği de-
receye kavuşamadı. Babasının emekli maaşı masrafları karşılamı­
yordu: Ailesinin temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyordu.
Biri, ne yapacağını sorduğunda, "Güzel Sanatlar Fakültesi dı­
~ında hiçbir yerde parasız okuma şansım yok," diyordu kederli
bir sesle.
"Üzülme," dedi Sadık, moral vermeye çalışıyordu. "İstediğin
her alanda başarılı olabilirsin."
"Ne kara bahbm varmış," diye yazıklandı İsmail, teslim ol-
muştu.

Diğer arkadaşlarımıza gelince; Tahir, babasının ısrarları üze-


rine Tıp Fakültesi'ne girdi.
"Kendi başına, sınavlarını geçerek, benim hiçbir yardımım ol-
madan tıp fakültesine giremezdin," demişti paşa. "Yine de azim-
le çalışırsan başarılı olabilirsin."
"Ama ben bir şairim, baba!"
"Böyle bir kusurun olduğunu bilsen bile," diye devam etti ba-
bası, "tıp okumaya devam edebilirsin. Senin gibi deli doktorlar
tanıyorum ama onlar da doktorluklanndan vazgeçmiyorlar."
"İstemediğin halde tıp okuyabilir misin?" diye sordu Hamada
el-Halavani.

45
"Tıp alanında bir kariyer elde etmeyi unut," dedi Tahir. "En
önemlisi, Intellect Magazine' de benim şiirimin yayımlanması ve
editör de sürekli daha fazla yazmam için bastırıyor. Babamla son
bir kavgaya girişeceğimiz görülüyor ve bunda yanlış bir şey yok."
Hamada el-Halavani, hiç istemese de -hiçbir yeri istemiyordu
gerçi-hukuk fakültesine girdi.
"Babamın çenesi kapansın diye girdim -başka bir nedeni
yok," dedi Hamada. "Artık beni kendi işine sokmaya çalışmak­
tan vazgeçti ve işleri kardeşim Tevfik'in üstlenecek olması onu
memnun ediyor. Hukuk fakültesine sırf benim de ciddi hedefle-
rim olabileceğini ona göstermek için girdim."
"Savcı ya da hakim olabilirsin," dedi Sadık.
"Benim hedeflerim daha büyük," diye karşılık verdi. "Ben
kültüre, yaşama ve özgürlüğe aşığım."
"Özgürlük mü?"
"Şimdilik buna 'işsizlik' diyelim, olur mu," dedi Hamada.
Zamanla hayalleri berraklaşmaya ve somut bir hal almaya
başladı. Bir aristokrat gibi yaşadı. Mesafe tanımaksızın her bah-
çeden bir çiçek kopardı. Hem ruhen hem de bedenen hiçbir bağı
ve yükümlülüğü olmadan ...
"Hayallerini gerçeğe çevirebiliyor," dedi İsmail Kadri, hayretle.
Esas çarpıcı sürpriz, Sadık Safvan cephesinden geldi. "Size
bomba gibi bir haberim var!" derken yakışıklı yüzü neşeyle par-
lıyordu.
Merakla onu dinlemeye hazırlandık.
"Tuhafiye dükkanı açıyorum!" diye yumurtladı.
Bu centilmen, dindar genç delirmiş miydi acaba? Ama doğ­
ruydu. Ailesine eğitimini tamamlamayacağını ve zenginliğe gi-
den yolda ilk adım olarak bir tuhafiye dükkanı açacağını söyle-
mişti. Safvan Efendi deliye dönmüştü: Zehrana Kerim ise oğluna
nazar değdiğine inanıyordu.

46
"Şaka yapıyorsun herhalde," dedi babası.
"Gayet ciddiyim."
"Sen aklını oynatrnışsın!"
"Neden, baba? Aklım başımda ve ne istediğimi de biliyo-
rum."
"Bugüne kadar hiç okumuş birinin devlet memuru olmaktan-
sa dükkan açmayı tercih ettiğini görmedim."
"Bir dükkandan elde edebileceğin asgari karla devlet memu-
runun maaşını bir karşılaşhr."
"Para her şey demek değildir," diye azarladı babası. "Kasap
da zengin!"
"Para, en önemli şeydir."
"Peki ya saygınlık?"
"Şerefinle çalışırsan saygı görürsün," diye karşılık verdi
Sadık.
"Sen çok şımarmışsın," dedi babası. "Mesele bu. Peki ya sen
bu işi yapabilecek tecrübeye sahip misin?"
"Benim her türden arkadaşım var," dedi sakin ve nazik bir
tonla babasını sakinleştirmek için. "Kimi bakkal kimi de tuhafi-
yeci.''
"Bu yetmez!" diye bağırdı babası öfkeyle. "İşe başlamak için
parayı nereden bulacaksın?"
"Abbasiye'yle Ebu Hüda arasındaki yeni binada üç pounda
bir dükkan var. Annemin biraz ziynet eşyası var: Daha sonra ona
iki katını öderim."
"Bak ben ne düşünüyorum," dedi babası. "Çocukça fikirler
ve çocukça oyunlar bunlar."
Mutlu son hiç beklenmedik bir yerden geldi. Rafet el-Zeyn'in
konağına yapbklan bir aile ziyaretinde Safvan, paşaya oğlundan
dert yandı.
"Bravo!" diye bağırdı Rafet, Safvan çok şaşırdı.

47
"Bravo mu sevgili paşam?" diye sordu Safvan, kafası kanş­
mışh.

"İyi fikir," dedi paşa. "Dünya sürekli değişmek zorunda:


Abbasiye' de bir tane bile hıhafiye dükkanı olmadığını biliyor
musun?"
Safvan'ın hiddeti biraz yahşh. "Her projenin doğru bir mali
yapısı olması gerekmez mi?" demeye cüret etti.
"Doğru," diye yanıt verdi paşa. "Sağlam bir plan yapmalı.
Ben ihtiyacı olan parayı ona faiz almadan borç vereceğim ve her
adımını izleyeceğim."
Safvan Efendi'nin muhalefeti o anda sona erdi. Zübeyde
Hanım kıkırdayarak oğlanla dalga geçmeye başladı, "Ne kadar
şanslısın, Sadık Amca!"
Çocuk oyunu, bizim kuşkulu bakışlarımız alhnda ciddi
bir işe dönüştü. Dükkan kiralandı ve bir marangoz hıhıldu,
paşa dükkanı çekip çevirmesi için bir adamını gönderdi, adam
Sadık'ın hesaplarını kontrol alhna aldı ve ona ticaretin püf nok-
talarını öğretti. Paşa aynı zamanda onu tanıdık toptancılarla
tanıştırdı ve kefil oldu. Yaz bitip de üniversite açılmadan önce
Sadık dükkanında, süsleme kağıtları, içecekler, sigaralar, hraş
malzemeleri, nakışlar, çeşit çeşit çikolatalar, fıstıklı tatlılar, suka-
bağı tohumları ve yerfıshklanyla dolu rafların arasında kurum
kurum kuruluyordu. Biz de bu yeni duruma ayak uydurma-
lı ve ona hak ettiği saygıyı göstermeliydik ama başlarda bu da
bize bir oyun gibi geldi. Dükkanın önünden geçiyor, birbirimi-
ze gülümsüyor, onun ahşap tezgahın ardında dikilmesini ya da
bir şeylerle uğraşmasını izliyor, müşterilerini, genç oğlanları ve
kızları, kadınlan seyrediyorduk. Tam bir işadamı gibi görünü-
yordu -hatta bıyıkları bile çıkmaya başlamışb. Allahtan babası­
nın bıyıkları kadar gür değildi ama yine de kendisine Charlie
Chaplin'in bıyığı gibi bir bıyık yapabilmişti.

48
Akşamlan dükkan kapandıktan sonra bizimle Kuştimur' da
buluşur, kültür ve siyaset dünyasına iltica ederdi. İsmail Kadri
kadın müşteriler yüzünden bayram ediyordu. Hamada buna ye-
rel bir özdeyişle karşılık veriyordu: "Allah kimsesizlerin elinden
tutar." Büyük bir merakla işlerin nasıl gittiğini soruyordu.
"Önce paşaya olan borcumu ödüyorum," dedi Sadık. "Yine
de elimde genç bir memurun hayal bile edemeyeceği kadar para
kalıyor."
Yeni bir bomba daha patlatması fazla uzun sürmedi.
"Çok geçmeden evlenmeyi düşünüyorum," dedi bir gece.
Bu sefer o kadar şaşırmadık, ne kadar dindar ve iffetli oldu-
ğunu biliyorduk. Bizim dikkatsiz kulaklarımızda geçmişin sesle-
ri, olaylar ve mevsimlerin durmaksızın akışıyla berraklaşıyordu.
Kimimiz üniversitenin amfilerinde otururken kimimiz de büyük
bir hevesle kaderimizi gerçekleştirmenin yollarını arıyorduk.
Sadık, niyetini yeni ailesine açmaya ve yeterince para biriktirene
kadar beklemelerini istemeye karar verdi.
Anlaşılan İbrahim el-Vali Efendi, çocuğun efendilikten tuha-
fiyeciliğe geçişinden pek etkilenmemişti. Ama SafvanEfendi gu-
rurluydu: "Oğlum diplomasını aldı. Aydınların liberal düşünce­
lerle ilgili kitaplar hakkında neler yazdıklarını okumadınız mı?"
İhsan samimi ve kararlı bir şekilde, kesin bir dille bunu ka-
bul etti ve aileler bu mutlu günün hazırlıklarını yapmaya koyul-
dular.
"Ne bu acele?" diye sordu Safvan Efendi. "Borcunu ödeyene
kadar beklesen daha iyi olmaz mıydı? Geçimini sağlayıp uygun
bir ev aldıktan sonra evlenebilirsin. İbrahim el-Vali Efendi'nin
dişli bir adam olduğunu unutma ve Allah kuluna kaldıramaya­
cağı yükü vermez."
Sadık babasını her şeyin yolunda olduğuna ikna etti. Bu sı­
rada, neden bu kadar acele ettiğini ve düğün günü hakkında

49
neden bu kadar heyecanlandığını öğrendik.
"Bu, merhametsiz ve muazzam bir savaş olacak-ve Allah he-
pimizi korusun," dedi Hamada, gülerek.
Sadık dükkanını gören bir binadan üç odalı bir daire tuttu.
Annesi çeyizi ve nişan hediyelerini alabilmek için ziynet eşyala­
rııu sattı. Bu sırada Rafet Paşa Sadık'a anne-babasının yanında,
"Zübeyde senin borcunu silmemizi istedi ama ben reddettim.
Kimseye muhtaç olmadan, kendi başına ayakta durmanı istiyo-
rum," dedi
Yine de oturma odası için bir divan, iki koltuk, porselen takı­
mı ve mutfak eşyalarından oluşan bir hediye vermeyi ihmal et-
medi. Daireyi sade eşyalarla döşediler ama doğal olarak Sadık'ın
içinde yeni ve özel bir koku uzun bir süre yer etti.
Düğün gecesi Ebu 1-lüda Sokağı'ndaki küçük çadırda toplan-
dık. Davetlilerle birlikte hazırlanan yere oturduk, uzaktan narin
vücudu ve devasa bıyığıyla dolaşan Safvan Efendi'yi seyrettik.
Platformdan Abdüllatif d-Banna geleneksel Arap orkestrasıyla
hafif ve eğlcnn•li bir şarkı söyleyerek bize bakıyordu:
"Evin perdeleri kıııııııısııı
Komşular /ıir ~ey giirı·ıııı•:-iıılcr:
Ne kadar /ııılıti_ıııırı: ~imdi!"
Sadık göründü, binayla çadır arasına sıkışmış, coşkuyla bizi
selamlıyordu. SL•vimli bir gülümsemenin ardında büyük bir şaş­
kınlık gizliyordu.
"Özel bir masad,l yiyl•n•~iz," dedi.
"Benim de cebimdl' özl'I bir şişe var," dedi Hamada el-
Halavani. "Bu gecl.' bana lwr ~l'Y serbest."
"Şafak sökene kadar Sl'ndl'll biz sorumluyuz," dedi Tahir.
Rafet Paşa çadıra gdnwdi ama arkadaşımız aileyi tebrik et-
mek için geldiğini söyledi. Karısı da, diğer kadınlar arasında
güzelliğiyle dolunay gibi parlıyormuş. Damat, düğün alayını

50
onunla birlikte seyretmemizi istedi. Ağzımızı aradı ama istediği­
ni alamadı. Görevliler yabana gençlerin kadın davetliler arasın­
da dolaşmasını pek hoş görmüyorlardı.
"Ne kadar şaşkın ve korkmuş görünüyor," dedi Hamada.
"Olay çok önemli ve tehlikeli, daha da iyiye gibneyeceği ke-
sin," dedi Tahir.
Her birimiz bizim sıramızın ne zaman geleceğini ve o gü-
nün nasıl olacağını merak ediyorduk. Büyük bir memnuniyet ve
merakla, hep birlikte derin bir nefes aldık. Evlerimize döndü-
ğümüzde arkadaşımızın çıplak, kaygılı ve mahcup bir şekilde,
kızın, rüyalarındaki gibi ona yaklaşmasını beklediği gözümüzün
önüne geldi.
Tüm hafta boyunca bizim yanımıza gelmedi. Kuştimur' a gel-
diği ilk gün, kendini bir itirafta bulunmak zorunda hissedene
kadar, bastırılmış arzularımızla güçlendirilmiş sorularımızı yağ­
mur gibi üzerine yağdırdık.
"Bir kadehten başka bir şey içmedim," diye başladı. "Yetti de
arttı bile. Bir süre sonra kapıyı üzerimize kapattık. O anda haya-
tın bütün yüklerinden, geleneklerden, hayaletlerden, sınırlama­
lardan ve yasaklardan kurtulduğumu hissettim. Başına doladığı
yasemin çiçeklerinden yapılma tacı çıkardım ve onu göğsüme
bastırdım. Daha sonra beynimdeki garip bir mahcubiyetle heye-
can karışımının yarattığı hengame, ateş kadehinden aldığım bir
yuduma dayanamadı ve bu duygudan sıyrıldım. Ona başımın
döndüğünü itiraf ettim. O da sırtüstü uzanıp rahatlamamı söy-
ledi. Uzandım ve gecenin geri kalanını uyur uyanık bir vaziyette
geçirdim. Sonra uyandım ve bütün duyularım da uyandı. Onu
uykusundan öpücüklerle uyandırdım ve ... daha ne diyeyim?
Kardeşiniz tam bir aslan!"
Sadık etkileyici bir kahkaha attı, "İkimiz de yanıyorduk -hiç-
bir şey bizi söndüremezdi."

51
Mest olmuş bir şekilde,
eski ve hüsran dolu bir dürtüyle
kafasının nasıl karışhğını dinledik. O hayahnın ışığıydı, hayat
doluydu. Balayı da ağzına kadar balla doluydu. Tam üç günlük
bir tatilden sonra dükkanına geri döndü. Rafet Paşa'nın gön-
derdiği adam onu yetiştirme işini bitirdikten sonra tüm işleri
kendi eline aldı ve dükkan gidip gelen insanların uğrak yerine
döndü. Çevredeki tek tuhafiye dükkanı olması başlı başına bir
başarı nedeniydi. Abbasi ye' de fazla dükkan olmaması yerleşim
alanlarının iki farklı bölgeye bölünmesinden kaynaklanıyordu:
Doğudaki görkemli konaklar ve batıdaki villalar. Dükkanlar
sadece evler yıkıldığı ve yerine yeni bir bina dikildiği zaman
kendilerine yer bulabiliyorlardı. Sadık tüm benliğiyle aşk ve gü-
venle dolmuştu. Siyaset ve kültüre gelince, bunları hayatından
çıkarmıştı.
"Artık hayatında okumaya yer yok," dedi Hamada el-
Halavani.
"En fazla gazete okuyorum," dedi Sadık. "Arada sırada da
dergilerde çıkan makaleler."
Bu sırada, ulus bir dizi şaşırtıcı olayın içine çekilmişti.
Koalisyon bozuldu ve Muhammed Mahmud yeni bir hükümet
kurdu, anayasayı askıya aldı. Ardından el-Nahhas 1 önderliğin­
deki Vafd'la kral, Muhammed Mahmud ve İngilizler arasın­
da çatışma çıktı. İçimizde bunlardan en fazla etkilenen İsmail
Kadri'ydi. Her zaman bir fanatik olmuştu -siyasette, kültürde
ve sekste ... Paşa babası bu çatışmanın yıldızlarından biri olması­
na rağmen Hamada'nın heyecanı ve hıtkusuysa ondan çok daha
azdı. İsmail bütün öğrenci gösterilerine katılırken Sadık du-
rumdan memnun olmadığını söylemekle yetinmiş, Hamada ise
1 Mustafa cl-Nahhas (1879-1%5): Said Zaglül'ün 1927'de ölmesinin ardından Vafd
Partisi'nin lideri oldu. Dünya Savaşları arasındaki dönemde oldukça fazla sayıda
fraksiyon barındıran Mısır siyasi hayabnda el-Nahhas, sonuncusu Ocak 1952'de
olmak üzere çeşitli dönemlerde başbakanlık yaptı. (ç.n.)

52
üniversite duvarları dışındakiprotestolara kablmamış, kitlelere
karışmayı istememişti. Tahir de görünüşe göre, tarafsız kalmayı
seçmişti: Ailesinin ya da diğer tarafın fikirlerine kablıp kahlma-
dığını söylememişti.
"Bu sorunu kim çözebilecekse o çözsün," dedi bir gün.
"Mustafa el-Nahhas değilse, Muhammed Mahmud o zaman."
Bir gün de bizim hiç aklımıza gelmeyen bir şeye dikkat çekti.
"Siz de," dedi, "Vafd'ın siyasi olarak ilerici, zihinsel, olarak
gerici olduğunu; Liberal Anayasacılarınsa siyasi olarak gerici ve
zihinsel olarak ilerici olduklarını düşünmüyor musunuz?"
Aslında, kültürel olarak Vafdcı ya da Liberal Anayasacı ola-
rak ayrılmıyorduk. Siyasi tutkularımız da muhaliflerimize olan
takdir duygularımızı törpülemiyordu. Gerçekten de, İngiltere
düşmanımız olmasına karşın bazı İngiliz yazarlarından etkilen-
mediğimizi söyleyebilir miydik?
Arkadaşlarımızın özgürleşen kültürel yaşamlarında muhte-
şem bir ilerleme, cesaret ve gelişme vardı. Üniversite çalışma­
ları da başarısızlık uyarıları verecek kadar büyük bir yorgun-
lukla gizli gizi ilerliyordu. Hamada, sakin ve soğukkanlı bir
şekilde hukuk derslerine devam ediyordu. İsmail Kadri, nefret
ettiği bir işte çalışmamak için pek de sevmediği Güzel Sanatlar
Fakültesi'ne sürgün edilmişti.
Sadık onu, "Sende büyük bir profesör olma potansiyeli var,"
diye cesaretlendiriyordu.
"Birinin hedefi imkansız hale geldiyse, o zaman ölüm onu bu-
labilir."
Ama Tahir güzel şiirlerini büyük bir azimle yayımlama­
ya, kendine Fransızca eserlerden çeviriler de yaptığı lntellect
Magazine' de bir yer yapmaya başlamıştı. Onun açısından bakın­
ca, dergi ona sınırsız bir talih getiren mali ödüller sunuyordu ve
o da bunu en güzel şekilde har vurup harman savuruyordu.

53
Onu ailesiyle yaşayacağı sorunlar hakkında uyardık.
"Savaş başlasın!" diye güldü.
"Başarılı olarak aileni yatıştır, sonra ne istersen onu yap,"
dedi Sadık.
"Kölelikten hoşlanmıyorum," dedi ısrarla.
Akademik dönemin sonunda Harnada ve İsmail sınıflarını
geçtiler ama Tahir bütün derslerinden kaldı. Böylece el-Armalavi
Villası'nda hakiki bir kriz patlak verdi. Paşa ve İnsaf Hanım, hu-
zurlarında sanık sandalyesinde oturan veliahtlarından umudu
tamamen kesmişlerdi.
"Bu notlar kesinlikle başkasına ait," dedi paşa, somurtarak.
"Bu kadar zeki olmak yanında büyük sorumluluklar da geti-
rir," diye sitem etti İnsaf Hanım. "Senin fikirlerini de öğrenmek
istiyoruz."
Kalbi ıstırapla doldu ama ruhunu teslim etmeyecek kadar bü-
yümüştü.
"İstemeye istemeye tıp fakültesine girdim, işte benim fikrim
bu," dedi Tahir.
"Sen bir çocuk değilsin," dedi babası. "Ne istiyorsun?"
"Benim istikbalim şiir ve gazetecilikte," dedi.
"Çok kötü haberler bunlar," diye karşılık verdi paşa.
"Mesele aslında çok basit, baba."
"Aklındaki şeyler başka bir felakete yol açacak."
"Ah, ne büyük hayal kırıklığı!" diye bağırdı annesi, ellerini
başının arasına alarak.
"Çok üzgünüm," dedi. "Ama başka seçeneğim yok."
Hikayesini, "Villa ağlama çadırı gibi ve ben de çok öfkeli-
yim," diyerek bitirdi.
"Tekrar düşünmeyecek misin?" diye sordu Sadık.
"Yakında dergide şair ve çevirmen olarak işe başlayaca­
ğım," diye cevap verdi Tahir. "Sabit bir maaşım olacak. Oradaki

54
,ırkadaşlanm beni gerçekten de çok takdir ediyorlar."
"Ben de senin tarafındayım," dedi İsmail Kadri.
"Bazen anne-babalar bize en baştan yetiştirilmeleri gerektiği­
ni gösterirler," diye ekledi Hamada.
"Senin baban benimki gibi değil," dedi Tahir. "Daha esnek bir
kişiliği var."
"Küçümsemeleri beni delirtiyor," dedi Hamada, sinirlenmişti.
Tahir, Intellect Magazine'e girdi. Bu sırada, Raife'yle ilişkisi ge-
lişip güçlenmekle kalmadı, Abbasiye' de hiçbir sır saklı kalmadı­
ğı için çevrede de duyulmaya başlandı.
"Arhk ertelemenin bir anlamı yok," dedi bir gün. "Benim de
Sadık Safvan gibi yapmam gerekiyor."
"Paşa daha kendine gelemedi," diye fısıldadı Sadık.
"Kaderden kaçılmaz," dedi Tahir küçümseyerek.
Kuştimur' da fikirler çatışh. Hamada, doğru zaman gelene
kadar bu evlilik işinin gizli tutulmasından yana olduğunu söy-
ledi. İsmail ise hiçbir şeyi gizlememesini, Tahir'in babasına bir
mektup yazıp kendini grubumuzdan kurtardığını açıklamasını
tavsiye etti.
"Hayır," dedi Tahir. "Zorluklara tek başıma göğüs germek is-
tiyorum."
Ardından kahkahalara boğularak devam etti: "Bırakalım ka-
der ne yaparsa yapsın."
Bugünlerde oldukça heyecanlı olan İsmail Kadri'nin başı­
na önemli bir şey geldi. Üniversitenin koruma altındaki bölge-
lerinden birinde bir gösteriye katıldı -ama duvarların dışına
çıktığında tutuklandı. Anında ve süresiz olarak okuldan ahldı.
Arkadaşımızın durumu aramızda büyük bir acı ve pişmanlık
dalgası yarath. Babasının ölümü hayatının gidişatını değiştir­
miş, bütün umutlarını paramparça etmişti ve şimdi geri kalanı
da kutsal mücadelesi nedeniyle yok olup gitmişti. Annesiyle

55
birlikte ufacık
bir emekli maaşına bağlı yaşıyorlardı ve içinde
bulundukları krize bir an önce çözüm bulmaktan başka seçeneği
yoktu. Aramızdaki toplantılarda fikir alışverişinde bulunurken
Sadık Safvan, "Sadece bir ortaokul diplomasıyla iş bulman ge-
rekiyor," dedi.
"Yusri Paşa ve Rafet Paşa gibi sana yardımcı olabilecek önem-
li insanlar tanıyoruz," dedi Tahir Ubeyd.
"Babam Vafdcı ve rüzgar da Vafd'ın aleyhine esiyor," diye
karşılık verdi Hamada.
"Rafet Paşa Vafd muhalifi ama bizi geri çevirmez," diye ek-
ledi Sadık.
Sadık, övgüye değer bir fikir ileri sürmüştü. İsmail'le birlikte
Rafet Paşa'nın konağına gittiler ve meseleyi en başından anlat-
tılar.
Paşa, İsmail' e baktı.
"Yani sen de bir Vafdasın, öyle mi?" dedi, sitemle.
"Aynı benim gibi, Paşam," diye gülümseyerek araya girdi
Sadık.
Paşaelinden geleni yapacağına söz verdi -ve sözünü tutmaya
da kararlıydı. İsmail Kadri, Dar-ül Kütüb' de, milli kütüphanede
memur olarak işe başladı -böylece arkadaşımızın liderlik ve hu-
kuk kariyeri yapma hevesi de sona ermiş oldu.
"Dar-ül Kütüb, düşünsel işleri sevenler için doğru bir yer,"
dedi Hamada, teselli olsun diye ...
"Vafd bir gün iktidara geri dönecek," dedi İsmail, kararlıy­
dı. "Ama liderlikten hiç kimse beni tanımıyor," diye hayıflandı.
Ardından cılız bir sesle ekledi: "Bu hayatta benim için kültürden
başka bir şey kalmadı."
"Bir de dikenli armutluklar," dedi Hamada, endişelerini gi-
derme umuduyla ...
Tüm bunlar olurken diğer arkadaşlarımız bizden uzak düş-

56
t(iler. Kuştimur'daki meclisimizde sadece beşimiz kaldık ve bir
..;üre sonra kahvehanenin demirbaşları haline geldik. Yaz tatili
..,üresince tek bir geceyi bile atlamadık. Nargile içmeye ve duma-
nıyla kendimizden geçmeye başladık.
Günlük programımıza tiyatro ve müzikholü de ekleyerek
toplantılarımızı perşembe gününe aldık. Sadece tükettiğimiz
~arabın miktarını artırmakla kalmamıştık. Hamada, haşhaştan
nasıl sigara sarılacağını da öğrendi. Kuştimur en sevdiğimiz yer
haline geldi, özgürce nefes alabileceğimiz ve arkadaşlarımızla
duygularımızı paylaşabileceğimiz bir sığınak ... Üçümüz -Sadık,
İsmail ve Tahir- çalışma hayatlarına başladılar. Hamada üniver-
..,jtedeki sönük hayatına devam etti. Sadık'ın durumu bizi mutlu
l'diyordu; hem iş hem de aşk hayatında hayallerine ulaşmıştı.
İyi talihi için Allah' a şükretmekten ne büyük zevk alıyordu.
Her fırsatta, "Evlilik, Allah'ın kullarına sunduğu en büyük ni-
mettir," diyordu.
"Şimdi de tatlı hasret sıkıntıları çekme zamanı," diyordu yeri
gelince.
Takip eden günlerde, en derin sırları bile asla saklamayan,
berrak bir su kadar temiz yüzüyle bize sıkıntılarından bahsetti.
Bu hasret miydi, ne düşünüyorduk?
"Kızın gözü dönmüş aşkı aniden sona erdi!"
Esas endişesini anlatmaya başladığında samimi olarak içini
döküyordu: "Ailesindeki adamlardan biri bu durumun kısa sü-
receğini ve geçici olduğunu söyledi, endişelenecek bir şey yok-
muş."

"Biz bu konuda tecrübe sahibi olan insanlar değiliz," dedi


Hamada. "Ya kendini çok üzeceksin ya da mutlu olmaya çalışa­
caksın."
Tahir'in hikayesi de bizi çok etkiledi.
Bir gece bir karış yüzle geldi: "Savaş başladı!"
Bize sakin sakin neler olduğunu anlattı ve biz de anlayışla
etrafında toplandık.
"Savaşilan ettim!" diye bağırdı.
Ailesiyle arasında suskunluktan başka bir şey kalmamışh.
Diplomatlarla evlenen iki kız kardeşi bile ona mektup göndere-
rek babasırun arzularını yerine getirmesini istemişlerdi.
Esas derdiyse aşkı, ailesi ve tam bağımsızlığa duyduğu özlem
arasındaki mücadeleydi. Ne gecikmeyi göze alabilir ne de kaç-
mayı kabul edebilirdi. Anne-babasını bahçeye bakan balkonda
yakaladı.
"Ben ciddi ciddi evlenmeyi düşünüyorum," dedi.
Beklediğinin aksine, yanıt vermediler. Ağızlarından alabildi-
ği tek şey paşanın kaygılı bir sesle, "Senin konumundaki bir ada-
ma uygun saygıdeğer bir kız buldun mu?" sorusu oldu.
"Buldum -ve kesinlikle aradığım kız," dedi Tahir, sakindi.
Soğuk tavrını bırakan paşa oldukça kaygılı bir sesle sordu:
"Duyduklarım doğru mu? İnanmaya korkuyorum ... "
"Ne diyorsun sen?" diye sordu hanım, çok öfkelenmişti.
"Ne duyduğunu bilmiyorum," dedi Tahir, "ama o kız Raife
Hamza."
"Şu hemşire kız! Hani şey olan ... " diye ağzından kaçırdı ba-
bası.
"Baba, lütfen," dedi Tahir ayağa kalkarken.
"Benim itibarımı yok ederek intikam almaya çalışan bilinme-
yen bir güç olmalı," diyerek küfretti babası.
"Bu ne felaket, Tahir!" diye homurdandı annesi.
Bu sırada babası, "Sl•ni uyarıyorum, sakın o kızı bu eve geti-
reyim deme!" diyl' söyl(.>niyordu.
"Direnmek bL•yhulfo," dl•di Tahir.
Dinlemeye dL•vam l'ltik, çok l'tkilenmiştik. Anlamsız bir gü-
lümsemeyle devam etti.

58
"Ben de eşyalarımı aldım ve çıkhm."
"Hiç mücadele etmeden senden vazgeçecekler, öyle mi?"
diye meraklandı Sadık.
"O zamandan beri el-Halavani konağındaki yazlık evde yaşı­
yorum," diyerek dalga geçti.
"Peki ya sonra?"
"Raife'yle anlaşhk. Nikah yapıldıktan sonra bir süre onların
yanında yaşayacağım."
Bu aşığın saray gibi bir evden bir tarafı eski mezarlara bakan
küçücük ve bakımsız bir apartman dairesine taşınması ne büyük
bir yolculuktu! Arkadaşımız, bizim gözümüzde karşısına ne çı­
kacağı umurunda olmayan bir serüvenciydi. Hayatını kendine
özgü bir cesaretle seçmiş ve delice bir kahramanlıkla görkemli
ailesiyle olan bağlarını kesip atmışh. Muhabbetimiz işlerin nasıl
yoluna koyulacağı üzerine dönüyordu: Sonunda herkes nikah
töreninin Sadık Safvan'ın evinde yapılması noktasında birleşti.
Düğün de Dahir'deki Aile Gazinosu'nda yapılacakh. Doğrusu,
nerede olsa giderdik bu düğüne.
Raife'nin dairesindeki bir oda boşaltıldı ve el-Şada
Sokağı'ndaki bir mobilyaadan yeni eşyalar alındı. Raife'nin an-
nesinin yatak odasına ilaveten, üçüncü oda küçük bir salon ve
yemek odasına dönüştürüldü. Yumuşak bir sonbahar havası var-
dı. Biz de yemek ve içkiler için ayrılan özel bir masanın etrafında
toplandık.
Raife gayet sakin ve mutlu görünüyordu ama annesi ya yaşı
ya da kötü organizasyon nedeniyle partiye katılamamıştı. Yedik,
içtik ve güldük. Ardından taksilere binerek gelinin apartmanına
geldik.
Tahir de Raife de yirmi yedi yaşındaydılar, gerçi İsmail kızın
daha yaşlı olduğunu düşünüyordu. Evlerimize döndüğümüzde
sohbet konudan konuya atlamaya başladı.

59
"Hayatlarımız Kader'in ellerinde bir oyuncaktan başka bir
şey değil," dedi Sadık. "O zaman ona mutlu bir yaşam dileye-
lim."
"Cesaretine hayranım," dedi Hamada. "Çok farklı bir adam."
"İnşallah pişman olmaz," diye ekledi İsmail Kadri.
"Bu kadar zenginlik ve lüksün ardından yeni hayabna alışa­
bilecek mi acaba?" diye merak ediyordu Sadık.
"Tıpkı macera filmlerindeki gibi," diyerek güldü Hamada.
Tahir artık İstikrar ve Saadet Partisi'ne kablmıştı. Sadık ve
Tahir sayesinde, bazen sinemalarda gördüğümüz ya da el-
Manfaluti'nin tarif ettiği doğru ve gerçek aşkı öğrenmiştik.
Sonuçta ikisi bizim en verimli üyelerimiz olmuşlardı -biri tüccar,
diğeri de şair... Çok geçmeden ikisi de baba olacaklardı. Bu, kül-
tür denizinde bir kuzeye bir güneye boşu boşuna dolanmaktan
da, hiçbir ücret almadan Mısır siyasetini incelemekten de daha
iyiydi.
İsmail Kadri'nin küçük bir bürokrat olacağı hiç aklımıza gel-
memişti.
"Neden yazmaya dönmüyorsun?" diye üzerine gitti Tahir.
"Rüyamda bile görmüyorum," diye cevap verdi, hevesi kaç-
mışb.

Hayır,günlük yaşamın cansızlığına yenik düşeceği aklımızın


ucundan bile geçmezdi. Siyasi azmi eskiden nasılsa hala öyleydi.
Sadece birimizin aklında bir soru işareti kalmışb: Bu kişi, fi-
kirler ve düşünce ekolleri arasında gidip gelen ancak her biri en
fazla birkaç gün süren Hamada'ydı. Sonuçta, Tahir her buluşma­
mızda, "Bugün kimsin bakalım?" diyerek dalga geçiyordu.
Kuştimur'un bir köşesindeki akşam muhabbetleri, orijinal-
lik ile modernlik arasındaki tarbşmalarla dönüyor, yeni düşün­
ce bilimsel gelişmelerle ışıldıyor, doğru bir yönetim şeklinin
bağımsızlık ve demokrasinin nimetlerinden faydalanmamızı

60
sağlayacağı yönünde ilerliyordu. Vafd'ın diktatörlüğe karşı ci-
hadını büyük bir ilgi ve coşkuyla takip ediyorduk. Günler geçip
giderken Sadık, bebeğin doğumunu beklemek için kendini biraz
geri çekti. ihsan'ın doğumu çok kolay olmadı: Ebeye yardım et-
mesi için bir doktor çağırmaları gerekti. Bu zorlu mücadeleden
sonra Allah ona ilk oğlunu bağışladı. Adını, peygamberlerin ba-
bası, İbrahim koydular. Sadık'ın neşesi ikiye katlandı: Doğum
kazasız belasız atlahlmış, anne eski haline geri dönmüştü.
"Çocuk sahibi olma fikrini sevmiyorum," dedi Tahir.
"Ya Raife?" diye sordu Sadık, artık bu konuda tecrübeli sayı-
lırdı.
"Tam tersi, tabii ki," diye karşılık verdi.
"Harika," dedi Sadık. "Er ya da geç, üremek zorundasın."
"Korkarım, zaten olan bu," diye pes etti Tahir.
"Bu onun hakkı ve sen de pişmanlık duymamalısın," dedi
Sadık, ahlak dersi verir gibiydi.
Bazılarımız Tahir'in arzusu söndükten sonra nasıl tepki ve-
receğinden korkuyorduk. Aslında, aşkından vazgeçmemişti ve
gerçek aşk olduğunu kanıtlıyordu. Yeni durumu neşe ve huzurla
karşılamıştı. Sanki tek derdi buymuş gibi, işine daha da sıkı sa-
rıldı, daha verimli ve başarılı olmaya başladı. Ve tıpkı Hamada
gibi, o da özel bir aileden geldiği halde, kendini içgüdüsel olarak
sıradan insanlar gibi yaşamaya hazırlıyordu. Çevremizde olma-
sından kaynaklanan alışkanlıklar ve davranışlar bir yana, dış gö-
rünüşü bile babası ve kız kardeşlerinden farklıydı.
Evliliğinin ilk günlerinde Raife'nin işi bırakıp evde oturması­
nı istemişti. Kız hiç direnmedi.
"Buna tamamen hazırım," dedi memnuniyetle. Ardından ek-
ledi, "Ama bu senin sırtına daha fazla yük bindirmez mi?"
Düşündü ve hesap yaptı. Kızın kendisinden iki kat fazla ka-
zandığını fark edince işine devam etmesi yönünde karar verdi.

61
"Karakteri güveni hak ediyor," dedi bize bütün samimiyetiy-
le.
İnsanlar onun geçmişi hakkında ileri geri konuşunca kalbi-
miz sıkışıyordu.
Hüzün günleri, diktatörlük nihayet yıkılınca yüzümüze bir
gülücük kondurdu. Ancak Vafd'ın iktidar günleri de müzake-
relerin başarısızlıkla sona ermesi üzerine göz açıp kapayıncaya
kadar geçti. Sanki bulutların arasından yüzünü gösterip kaçan
bir güneş gibiydi. Ardından İsmail Sıdkı Paşa geldi, zalim ve
korku dolu, kanlı bir dönemin habercisiydi. Bütün ülke göste-
rilerle sarsıldı, pek çok şehit verildi. İsmail Kadri, Bab el-Halk
Meydaru'ndaki çatışmaları Milli Kütüphane'deki odasının pen-
ceresinden izledi. Kader'in onu bir devlet memuru yapması çok
garipti. İşiyle aşağıdaki gösterilerde yer almak arasında bocalı­
yordu.
Bu sırada, Yusri el-Halavani Paşa'run hastalık nedeniy-
le konağında kalmaya zorlanması bizi çok üzüyordu. Prostat
ameliyatı oldu. Çok geçmeden evinden biraz uzaktaki Fransız
Hastanesi' nde hayata gözlerini yumdu. Onunla birlikte Abbasiye
-ekonomi, siyaset ve vatanseverlik adına- bütün evlatları arasın­
daki en önemli kişiliği kaybetti. Vafd'ın ilk kutsal savaşçılarından
birini kaybettiği gibi ... Cenaze töreni muazzamdı: Tören alayının
başında Vafd'ın lideri Mustafa el-Nahhas yürüyordu. Merhum
babasıyla arasındaki ilişkilerin kopmuş olmasına rağmen arka-
daşımız Hamada, cenaze günü hüzne boğulmuştu. Törende tıp­
kı kardeşi Tevfik gibi o da en içten gözyaşlarını döktü. Yine de
bir şey kesindi -bir özgürlük ve bağımsızlık duygusu içindey-
di ve bu onu gayet mutlu ediyordu. Babasının işini yürütmeyi
kardeşine bıraktı, -banka hesapları ve gayrimenkuller de dahil
olmak üzere- mirasından kendine düşen payı aldı. Şansına, ba-
basının ölümünden sadece birkaç hafta önce reşit olmuştu. Artık

62
hepimiz arkadaşımızın tam anlamıyla çok zengin olduğunu bi-
liyorduk.
"Kardeşinle iyi geçinmeye bak, ileride başın ağrımasın," diye
öğüt verdi Sadık.
"Tamamen kahlıyorum," dedi Hamada, "ama ben fabrikanın
yıllık gelirinden kendime düşen payı alıyorum."
"Arlık hukuk eğitimini bitirmen gerekiyor," diye uyardı
İsmail Kadri.
"Ne gerek var ki?" diye dalga geçti Harnada.
"En azından onca emek verdiğin yıllar boşuna gitmemiş
olur!"
"Saçma," dedi Hamada.
Hiçbir tereddüt ya da pişmanlık duymadan Hukuk
Fakültesi'ni bıraktı. Anne-babasının arzusunu yerine getireme-
mekten en ufak bir vicdan azabı bile duymadı. Çok uzun zaman-
dır bashrdığı hayallerini gerçekleştirebilecek durumdaydı artik.
Han el-Halili'de bir daire tuttu, arabesk mobilyalarla döşedi.
Ardından Zarnalek'teki Cebaliye Sokağı'nda demirli teknesinde
kendine özel bir kulüp yarath.
"Eğlenecek şeyler o kadar fazla ki!" diye böbürleniyordu.
Hem duygusal hem de zihnen daha büyük bir dünyada ya-
~ama tutkusunu tatmin edebileceği günler gelmişti; herhangi bir
yükümlülük duymadan bu yolculuğa çıkabilirdi. Herhangi bir
fikre sadık kalmayı hor gördüğü gibi işle de bir bağının kalma-
sını istemiyordu. Sadık ve Tahir'in evliliklerinden de etkilenme-
mişti. Düğünlerin yarattığı heyecan bizim de evlenmek isteme-
mize yol açmıştı. Ancak o fikirlerinden vazgeçmeye niyetli değil­
di. Han el-Halili ile Cebaliye Sokağı arasında mekik dokumaya,
, ıkumaya ve müzik dinlemeye devam etti. Biraz şarap içti ve bü-
yük bir şevkle haşhaş kullandı. Ardından, günün en az iki saatini
Kuş tim ur' da bizimle oturarak geçirmeye başladı.

63
"Bir adamın şu hayattan isteyebileceği her şeye sahibim,"
dedi açık açık.
"Arkadaşımız kendisi için neyin doğru olduğunu biliyor,"
diye araya girdi Tahir.
"Sadece bekle: Sonunda kafasına dank edebilir!" dedi Sadık,
şüpheliydi.
Daha sonra İsmail Kadri'nin tamamen uyuşmuş bir şekilde
yaşadığını, sürekli hareketsiz kaldığını, sınırlı bir gelirle, hiçbir
gelecek beklentisi olmadan, çalışma ve derin düşüncelerle bo-
ğuştuğunu anladık. Acı veren bir şüpheyle birlikte sıradan ve
acınası duygusal zevkler, onu yok etti. Neden karşısına çıkan
zorluklara karşı yeteneklerini kullanarak direnmemişti? Neden
yazmaya dönmemişti? Neden hukuk eğitimine devam etmemiş­
ti? Neden yenilgiye teslim olmuştu? Büyük kararlılığı ne zaman
sona ermişti? Dünya nimetlerinin sefasını sürmekten elinde ka-
lan tek şey, Han el-Halili' de ya da teknesinde yediği lezzetli ye-
mekler ve birkaç kadeh viskiden başka bir şey değildi. Yine de o
parlak düşünsel uyanıklığını kaybetmemişti. Hamada yanında
birkaç yabancı getirip güzel sanatlar ve batı müziği konusunda
yardım istediğinde, İsmail bu tür şeylere hakim olduğunu gös-
termişti. Hamada'nın azmi zaman zaman kırılıyor olabilirdi ama
İsmail'inki asla ... Sanat, edebiyat ve felsefeye ilgisi, siyasete ilgi-,
sinin yanında sönük kalıyordu. O alanda başöğretmenimiz ol"'.'
mayı sürdürüyordu.
Demokratik eğilimleri ortadaydı. Büyük bir coşkuyla,.
"Toplumsal adalet olmadan demokrasi olmaz," diyordu.
Görünüşe göre, en azından, küçük bir memur olarak kalmıştı.•
Kitap okumaya ve Vafd' a sadık kaldı. Gecelerini Kuştimur' dal
geçiriyordu. Kederle olan yakın ilişkisini sadece gözlerinin de-j
rinliklerine bakhğınızda görebiliyordunuz.
Tahir Ubeyd -kendi kendini sürgün etmesine rağmen- şiirledi

M !
en sonunda zamanının yayımlanan en güzel ya da en azından
prestijli Intellect Magazine' de yayımlanan en güzel şiirler ola-
rak görülmeye başlandığında bizi çok mutlu etti. Arada sırada
Raife'yi de görüyorduk. Hamileliğini gizlemek için bol ve dö-
kümlü giysiler giyiyordu. Zamanı gelince, şairin bir kızı oldu:
Derya.
Tahir de Sadık gibi babalığın keyfini sürüyordu. "Ubeyd el-
Armalavi Paşa ve İnsaf el-Kuleli Hanım'ın torunları olduğunu
bilip bilmediklerinden haberiniz var mı?" diye sordu.
Aslında arkadaşımız ailesiyle olan tüm bağlarını koparmışh.
Paşanın çahk kaşlı bakışları geri adım atmayacağını gösteriyor-
du. Hanımın da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Hiç kimse hanımın
Raife'nin yaşlı annesine olan öfkesini dindireceğine inanmıyor­
du. Bu mesele bir şairin işkence görmüş, asi ruhunda bir hayal,
bir mit haline geldi.
Hamada arada sırada eskiden anne-babasını ne- kadar sev-
diğini hahrlayarak sorardı: "Konaklar Sokağı'nı hiç özlemiyor
musun?"
Uzun süre düşünür, endişelerini gülümsemesine gizlerdi.
"Seni terk edeni sen de terk et," derdi.
Daha sonra da gururla Derya' dan bahsederdi.
"Gerçekten çok ama çok güzel," derdi, gözleri ışıl ışıl. "Hem
annesinin hem de babasının en güzel özelliklerini almış."
"Ve Allah ona babasının şişmanlığını da verdiyse," diye dalga
geçerdi Sadık, "kendi çağının Bamba Kashar'ı 1 olacak!"
"Sadık kendinde değil," dedi Hamada bir gece. "Fark etme-
diniz mi?"
Sadık, buluşma yerimize her zamankinden geç geldiğinde,
hepimiz onu yakın takibe aldık. O da bunun farkındaydı ama
görmezden geldi.
ı Mısır tarihinde, bir filmde oynayan ilk dansöz. (ç.n.)

65
"Sende bir şeyler var," dedi Harnada.
Derin bir nefes aldı ama susmaya devam etti. Geri kalanımız,
o sessizliğini bozana kadar, birbirimizin halini hahnnı sorduk.
"İhsan çok değişti," dedi.
Hepimiz dikkat kesildik. Aile sırları, kimi zaman diktatörlü-
ğün katliamlarından ya da felsefi fikirlerden bile daha çok ilgi-
mizi çekiyordu.
"Arhk tamı tamına bir anne," diye devam etti Sadık.
Seks olmadan yaşayan insanları anlamıyorduk. Görünüşe
göre Tahir de anlamıyordu.
"Kendini ev işlerine adadı," dedi. "Varsa yoksa ufaklık."
Ciddi bir ifadeyle bizlere bakh ve devam etti, "Peki ya ben?
Başlarda anneliğin böyle bir şey olduğunu düşündüm ama za-
manla her şey eski haline döner sanıyordum. Ama boşuna bek-
liyormuşum."
"Her şey için vakit var," dedi Tahir, teselli ebnek istiyordu.
Sadık derin bir nefes daha aldı.
"Eskiden ateş parçası gibiydi, şimdiyse geriye sadece küller
kaldı," diyerek kederlendi.
"Belki de sağlığıyla ilgili bir şeydir," diye araya girdi Tahir.
"Bundan daha sağlıklı olamazdı," dedi Sadık, "gerçi, belki
gereğinden fazla kilo aldı. Eski güzelliğini kaybetti, gözlerinde
de sadece o sakin bakış var, ölü gibi aslında. Her şeyle yakından
ilgileniyor ama kendine bakmıyor. Bambaşka biri oldu."
"Lütfen kusuruma bakma," diye kekeledi Tahir, "ama aca-
ba? .. "
"Karşılık veriyor ama bir görevmiş gibi, tutku yok."
"Aranızda bir şey mi oldu?"
"Hayır -gayet huzurluyuz," diye karşılık verdi Sadık. "Sorun
daha derinlerde bir yerde."
"Daha sabırlı olmalısın," dedi İsmail.

66
"Bir seferinde ona, 'Sorun ne, hayalım? Neden kendine hiç
bakmıyorsun? Eskiden yeni açan bir gül goncası gibiydin,' de-
dim. Ev işleriyle oğlanın bakımını mazeret olarak öne sürdü. Bu
mazeretler yetersiz ve kabul edilemez. Dahası, gayet mutlu ve
huzurlu, çok da hareketli. Evimiz temizlik ve yemek açısından
örnek alınabilecek durumda. Oğlan da her zaman göz kamaş­
tıran parlaklıkta beyaz kundaklara sarılıyor. Ama yine de evin
hanımı sanki yüz yıl yaşlanmış gibi."
Hamada, Tahir Ubeyd'e bakh.
"Sen ne diyorsun?" diye sordu.
"Bu durum hiç de normal değil."
"Bir doktora göründü mü?" diye sordu İsmail Kadri.
"Biraz ima ettim," dedi Sadık, "ama ağırına gitti ve ağlamaya
başladı. Tam bir utangaçlık abidesidir. Terbiyeli ve itaatkardır.
Bu imayı hakaret olarak algıladı. Karı koca arasındaki ilişkinin
zorunlu bir görev olamayacağını anlathm ama o hala böyle ol-
madığını söylüyor."
Tek yapabildiğimiz ona sabırlı olmasını söylemek ve bir çö-
züm bulmasını umut etmek oldu. Ama durumunun ciddiyeti-
nin farkındaydık. İşi nedeniyle bitkin düşen bir adamdı ve zorlu
bir günün ardından tek tesellisi aşktı. Bu konuda doymak bil-
mez biri olduğundan, bu eziyete karşı ne kadar sabır göstere-
bilirdi ki?
Sonunda bize açıldı, "Yeniden hamile kaldı ve korkarım işler
daha da kötüye gidecek."
Böylece Sadık, huzur konusunda en bahtsızımız çıktı. İhsan
ona Sabri adından ikinci bir erkek evlat verdi ve işler tahmin et-
tiği gibi daha da kötüleşti.
"Çok örnek bir kadın, ideal bir anne -bense çaresiz bir koca-
dan başka bir şey değilim."
Kuştimur bizim ikinci yuvamız haline geldi. Orta yaşlı sahi-

67
bi öldü ve yerine oğlu geçti. Duvarlar Sıdkı'nın düşüşü, liderle-
ri Hitler önderliğfude Nazilerin zaferleri ve Mısır'ın 1936'daki
bağımsızlık antlaşmasıyla ilgili haberlerle yankılandı. Nispeten
uzun süren bu dönemde Ham.ada Yusri el-Halavani'nin soka-
ğın karşısındaki binayla fazla meşgul olduğunu gördük. Orada,
dördüncü katta, arada sırada pencerede ya da balkonda bir kız
belirirdi. Dikkate değer bir kızdı. Biraz geç ortaya çıkmışh. Bubi-
naya yeni taşınan bir ailenin kızıydı. İyi bir görüş alanımız vardı.
Kızın yuvarlak, çok sevimli kumral yüzünü, kocaman gözlerini
ve ipek gibi saçlarını görebiliyorduk. Başının üzerindeki saygın­
lık halesiyle üst sınıftan olduğunu belli ediyordu. Haberler bize
ulaşıyordu: Babası taşradan Sağlık Bakanhğı'na tayin edilen bir
doktordu. Hamada -bariz bir şekilde- pencerenin yanında, en
iyi görüş açısına sahip yeri kapmıştı. Sürekli olarak erkenden
Kuştimur'a geliyor, böylece kızı gündüz gözüyle görme şansına
erişiyordu.
Mevsimlerden ilkbahardı. İlkbahar ve yaz aylarında küçük
bahçeye taşınırdık. Buradan Faruk Sokağı'na çıkan boş yolun
karşısını hiçbir engelle karşılaşmadan görebiliyorduk. Hamada
yirmi beş yaşına gelmişti ve bir kavga sonucunda başarısızlığa
uğrayıp kısacık süren hikaye dışında bir aşk hayalı olmamışb.
Hevesini dindirmek için Han el-Halili ve Cebaliye Sokağı'ndaki
iki kuytu köşesine çekildikten sonra günübirlik ilişkilere de gir-
mişti. Kadınlar bir veya iki kere gelir sonra da kendi yollarına
giderlerdi. Hiçbir bağ ve yükümlülük olmadan yaşamak onu
mutlu ediyordu. Fikir akımları arasında da gidip geliyordu.
Şimdiyse, hayahnda ilk defa, kendisini aşıklar diyarına adı­
yordu. Bir bakış atar, yüzü kızarır -kibrini bir kenara bırakır, öz-
lem ve tutkunun kollarına sıkı sıkıya tutunurdu.
"Bunların hiçbiri beni şaşırtmıyor," dedi Sadık, kendi üzün-
tüsünü unutarak.
Hamada suçlamaları reddetmiyordu, büyülendiği gerçeğine
teslim oluyordu.
"Allah aşkına!" diye bağırdı Tahir Ubeyd. "Düğünlerin ve gü-
zel gecelerin hasretiyle yanıyoruz!"
Kıza gönderdiği mesajların o büyük, kocaman gözlerde karşı­
lık bulduğunu kendi gözlerimizle gördük.
"Hemen bir şeyler yapmalısın," dedi İsmail Kadri.
Aşkı seviyorduk ve yarathğı esintiyi memnuniyetle karşılı­
yorduk; yarattığı ortam savaş söylentileri ve siyasi uyarılarla,
sefa sürmekle şiddetli şüphelerin arasına sıkışan kültürel fırhna­
larla gerilen havayı yumuşatıyordu. Yine de arkadaşımız gülüp
geçiyor ve hayal kuruyordu. Gözünden de hiçbir şey kaçmıyor­
du.
"Onu mazur görün," dedi İsmail, "zorbalığa varan özgür-
lüğünden vazgeçip kalbini ve ruhunu ebedi zincirlere vurması
onun için hiç de kolay değil."
Ancak diğer tarafta olağanüstü bir cesaret ve iyi niyet vardı.
Balkonda zarif bir elbisenin içinde saf bir varlık duruyordu ve
sokağa çıkhğında da çok cana yakın davranıyordu. Kız öyle bir
bakıyordu ki arlık o noktadan sonra şüpheye yer kalmamıştı.
"Gerçekten oldu mu?" diye sordu Tahir.
"Dışarıya tek başına mı çıkıyor?" diye merak ediyordu Sadık.
"Bu, bir şekilde cevap vermek zorunda olduğun gayet açık
bir davet," diye devam etti Tahir. "O işareti hissettim."
Hamada sanki ayağa kalkmaya hazırlanırmış gibi ceketinin
düğmesini ilikledi. Işıldayan bir yüzle gülümsedi.
"Allah'tan ümidini kesme," dedi İsmail.
O kadar gergindi ki, gülümseyemedi bile.
Kızba1kondan kayboldu ve Tahir hızla bahçeden çıktı.
Gözden kaybolana kadar onu izledik.
"Bu davet çok belirleyici bir karşılaşmaya yol açacak," dedi

69
Sadık. "Harnada yıl sona ermeden evlenir."
Ertesi gün aramıza biraz geç katıldı. Bize o eski, sakin yüzüy-
le baktı, duygusal sallantılardan ve umudun ateşinden eser yok-
hı. Aklımızı başımıza topladık ve sıcakkanlı bir tavırla sorduk:
"Tebrik edelim mi?"
Soğuk bir kahkaha ath.
"Her şeyi unutun," dedi.
Ama merak bize başka bir yol bırakmıyordu.
"Dün, tramvay durağında bekledim," dedi, öfkeliydi. "O ana
kadar sırılsıklam aşıkhrn -tıpkı Sadık'la Tahir'in bir zamanlar ol-
duğu gibi ... "
"Ee, sonra?"
"Annesiyle birlikte durağa doğru geldiklerini gördüm," dedi.
"Neler olabileceğini tahmin ediyordum: Birinci sınıf bir kom-
parhmana gidecek, tanışacak ve ilk adımlarımızı atabileceğimiz
uygun bir yer bulana kadar ottıracaktık. Ve evet, benimle o son
nokta arasında sadece bir adım kalmıştı -bir adım bizi bambaşka
bir boyuta, bir dünyadan diğerine, bir felsefeden diğerine taşı­
yacaktı. Ve bir anda kendimi uzun süredir hayalim olan mut-
lak özgürlük.le beni köleliğe sürükleyen o baştan çıkarıcı, fani
duygu arasında kalmış buldum. Yıkıldım. Kız çok güzeldi, bana
davetkar gözlerle bakıyordu. Arkasında da annesi vardı, bize
meşruluğun o saflığını sağlıyordu. Tramvay durağa yanaştı ve
durdu, önce annesi bindi sonra da kız. Gülümsüyordu. Tek yap-
mam gereken tramvaya binmekti ve her şey hallolacaktı. Ama
durduğum yere çakıldım ve gözlerimi ondan kaçırarak uzaklara
baktım. Tramvay hareket etti ve ben de olduğum yerde kalakal-
dım. Derin bir nefes aldım, hayatta kalmanın tadını çıkardım.
Bacaklarım tarifsiz bir mahcubiyetle titriyordu."
Bir süre kendimizi kaybettikten sonra kahkahalarla gülmeye
başladık.

70
"Allah belam versin, hem de binlerce kez!"
"Çok uygun bir kızdı," dedi bir diğeri.
"Çok pişman olacaksın!"
"Unutun arhk bu meseleyi," diye yalvardı.
Yaşadığı faciaya saygımızdan sustuk. Belki de meseleyi daha
soma tekrar gündeme getirirdik. Aslında, yüzünden her şey
okunuyordu -bu adam mutlak özgürlüğe tapıyordu ve bunu
elde edebileceği maddi olanaklara da sahipti. Ama bir insan na-
sıl olur da hiçbir şeye bağlanmadan yaşayabilir? İsmail Kadri,
Harnada'nın birini gerçekten sevemeyeceğini düşünüyordu.
Yine de bu kızı sevmişti işte. Aşk, çılgın aşıklannki ya da sine-
malardaki gibi olmak zorunda mıydı? Bu dünyada, Hamada
eserlerin sadece sergilendiği, sahlmadığı bir müzede gibiydi.
Han el-Halili' de annesiyle birlikte yaşadığı görkemli konağında;
teknesinde, fahişelerleydi; kütüphanedeyse kalbi ve aklıyla ...
"Çok fazla hedef koyarsan, en önemlisini ıskalarsın," dedi
İsmail Kadri bir gün.
"Yanıldığımı kabul ediyorum ve size Hamada'nın asla evle-
nemeyeceğini söylüyorum," diye araya girdi Sadık Safvan, ger-
çeği anlamışh.
Hamada'run kardeşi Tevfik, babasının ölümünden bir yıl son-
ra evlendi. Tıpkı soylu bir aileden Afife Bedreddin Harum'ı eşi
olarak seçen babalan gibi o da Doğu Abbasiye'nin kalburüstü ai-
lelerinden bir kız seçmişti. Hanım, Hamada'run da evlenmesini
istiyordu ama Hamada buna da karşı çıktı.
"Ne iş, ne okul, ne evlilik -sen ne için yaşıyorsun?" diye sor-
du oğluna.
Esas mesele Hamada Yusri el-Halavani'nin sırlarının bütün
Abbasiye'ye•yayılmış olmasıydı. Ve insanların diline düşmüş­
tü. Abbasiye de olsa olsa büyük bir kabile olduğundan hangi
sır saklı kalabilirdi ki? İnsanlar Han el-Halili' deki dairesinde ve

71
Cebaliye Sokağı'ndaki büyük teknesindeki şaşkın kızlan biliyor-
lardı ve "Haşhaş Müptelası" diye adı çıkmışh.
"Ne büyük kayıp, muteberlerin oğulları!" diye kederlendi
Afife Hanım. "Hamad el-Halavani'den Tahir Ubeyd'e, ah kal-
bim, gel de kederlenme!"
Aynı zamanda grubumuzun Doğu Abbasiye'nin evlatlarının
bozulmasından sorumlu olduğu da söyleniyordu. Bu haberler
bize ulaştığında İsmail Kadri bir kahkaha atarak "Türünün tek
örneği, popüler bir şairi ve yeni Ömer Hayyam'ı mı suçluyor-
lar?" dedi.
"Doğrusu, seni yozlaşhran aslında Doğu Abbasiye," diye
dalga geçti Sadık Safvan, "Han el-Halili ve Cebaliye'deki bütün
o şarapları ve haşhaşıyla ... İyi aile çocuklarına ve aristokrasinin
evlatlarına yazıklar olsun!"
Ama İsmail Kadri kederlenmeyi hak eden tek _kişiydi.
Koşulları biraz düzelseydi hepimizi evlilik yolunda ezip geçer-
di. Disiplini ve istikrar aşkıyla tanınırdı. Bu sırada, bütün hayal
kırıklıklarına rağmen vatanseverlik ateşinin sönmediği de belli
oluyordu. Kral Faruk'un Vafd'la sürtüşmesine en çok öfkelenen
ve çileden çıkan oydu -el-Nahhas'ın yersiz istifasını da asla af-
fetmeyecekti.
"Eski zamanlarda, Ahmed Mahir ve Mahmud Fehmi el-
Nukraşi hainlere ölüm cezası verirlermiş," dedi öfkeyle. "Şimdi
kendileri idamı hak ediyorlar."
Bugünlerde Sadık'ın babası Safvan el-Nadi Efendi hayata
gözlerini yumdu. Ünlü bıyığına duygusal bir yakınlık duydu-
ğumuz bu baba, el-Nahhas'ın başbakanlıktan istifa ettiği gün
toprağa verildi.
"Babam arada sırada da olsa dükkana geldiğinde, ben hep
işlere boğulmuş oluyordum," diye anlatmaya başladı Sadık.
"Faruk Meydanı'ndaki Abduh'un kahvesine gitmeden önce

72
benimle biraz oturmak istediğini söyledi. Ben de bütün sevgim
ve saygımla onu hoş karşıladım. Allah' a şükür, her cuma günü
Bahçelerarası Sokağı'ndaki eski eve gitmeyi bırakmadım. Emekli
olduktan sonra onunla ilgilenme görevimi de hiç savsaklama-
dım. Endişe verici derecede zayıf olduğunu gördüm ve telaşlan­
dım. Bana İbrahim, Sabri ve İhsan'ı sordu. Sağlığına dikkat et-
mesini söyledim. Gülümsedi ve büyükbabamın ondan daha za-
yıf olduğunu ama seksenlerine kadar yaşadığını söyledi. Sonra
bana ve aileme uzun ömür dileyerek gitti. Elini öptüm ve Ebu
Hüda'nm köşesine kadar ona eşlik ettim -sonrasında ne olduğu­
nu hepiniz biliyorsunuz."
Gerçekten de biliyorduk. Abduh'un kahvesinde domino
oynarken kalbi durmuş, ölmüştü. Haberi bize Kuştimur' dayken
geldi. Hepimiz Sadık'la birlikte kalktık ve adam toprağa veri-
lene kadar yanından ayrılmadık. Babasının ölümü Sadık'ı de-
rinden etkilemişti. Musalla taşının başında babası için dualar
etmiş ve akşam kurulan taziye çadırında Şeyh el-Şaşai'nin oku-
duğu Kuran'ı dinlemiştik. Tüm bunlar olurken bir yandan da
Kuştimur' daki köşemizde siyaset ve el-Nahhas'ın istifasını ko-
nuşmaya devam ediyorduk.
Kuştimur kahvehanesi, delikanlılıktan çıkıp adamlığa geçi-
şimizin ilk adımlarına şahit oldu. Hayatımızı iş, kültür ve ak-
şam muhabbetleri arasında geçiriyorduk. Siyasi yaşamlarımız
umut ve talihsizlik arasında gidip geliyordu. Sanki zorlu ve de-
rin köklere sahip mücadelelere zincirle bağlanmış, aa çekiyor-
duk. Bu sırada, bizler dünyevi başarılar için beklerken aramızda
Hamada gibi, tüm bunlardan uzakta, hayahn sefasını sürenler;
Sadık gibi, parayla kendini güvence alhna alıp ayaklan yere sağ­
lam basanlar da vardı. Akşamlarımız kimi zaman yeni nesil üze-
rine tarhşmalarla da süsleniyordu: Sadık'ın oğulları İbrahim ve
Sabri, Tahir'in kızı Derya ... İbrahim artık dokuz yaşındaydı ve

73
Hüseyniye Erkek Okulu'na gidiyordu. Derya ise sekiz yaşınday­
dı ve o da Abbasiye Kız Okulu'nda öğrenciydi. Sabri, yedi ya-
şındaydı ve ilkokula gitmeye hazırlanıyordu. Bazen çocuklarla
nasıl baş ettiklerini soruyorduk.
11
Fazla sert olmadan ama uyanık olarak," dedi Sadık.
11
İstisnalar da olabilir tabii. Bazen cüretleri ve korkusuz olmaları
beni dehşete düşürüyor -ama böylesi daha iyi değil mi?"
11
Derya'ya çarpılmış durumdayım," diye itiraf etti Tahir, 0 11

güzelliği ve cazibesi. Elimi öfkeyle kaldırmamın imkanı yok-ba-


zen annesiyle arasında arabuluculuk bile yapıyorum. Raife bana
kıyasla daha sert. Bunda da yanlış bir yan görmüyorum."
Okullar tatil olduğunda çocukları görebiliyorduk. Aileleriyle
birlikte yeni kıyafetlerini giyerek Kuştimur' a geliyorlardı.

Dünyanın atmosferi kasvet bulutlarıyla kaplandı. İnsanlık


draması kritik seviyeden çıkarak gerilim düzeyine ulaşh. Alman
orduları Polonya'yı ortadan kaldırırlarken İngiltere ve Fransa da
Almanya'ya savaş açmakta hiç vakit kaybetmediler.
"Bu İkinci Dünya Savaşı," diye ilan etti İsmail Kadri.
"Ama İtalya savaş açmadı!" diye araya girdi Hamada, biraz
rahatlamak istiyordu.
Her halükarda, ya bugün ya yarın, Mısır'ın Müttefikler'le
İtilaf Devletleri arasındaki savaş alanında olacağından hiçbirimi-
zin şüphesi yoktu. Hükümet, bu bilinmezle karşılaşmak için ha-
rekete geçti. Hava saldırıları hakkında faydalı bilgiler yayınlıyor
ve tüm dikkatini mecburi hizmetlere veriyordu. Sokak lambalan
maviye boyandı, gecelerimiz hiç alışık olmadığımız bir karan-
lığa büründü. Bazı bölgelerde yeralh sığınakları bile kazmaya
başladık.

74
Haberler bizi endişelendirip uyandırsa da hayahn çarkları
durmuyordu.
Hamada el-Halavani'nin hayah konak, tekne ve Han el-
Halili arasında geçiyordu. Fikirsel mücadelesine Müttefikler'le
İtilaf Devletleri arasındaki kararsızlığı da eklenmişti. Kısa bir
süre İtilaf Devletleri'nden yana oldu. Nazizmi ve ırkçı felsefesi-
ni açıklıyor, Aryan ırkının kökenlerine kadar iniyordu. Bir başka
gece ise Müttefi!<ler' den yana oluyor, demokrasiye bağlılığını
ilan ediyor, tarihsel zenginliğine ve özgürlük, eşitlik, kardeş­
lik ilkeleriyle insanlığa kattıklarına ne kadar sevdalı olduğunu
anlahyordu. Baskılara ve sokaklarda dolaşan Müttefik asker-
lerine karşı kendini korumak için son model Ford marka bir ara-
ba aldı.
"Viski gittikçe azalıyor," diye hayıflandı Hamada. "Haşhaş
da daha pahalı arhk. Hepsinden öte, kadınlar da sivillerden çok
askerleri tercih ediyorlar. O zaman, savaşa girmeyen bir ülke ol-
maktan çıkarımız nedir acaba?"
"Bizim bölgemizde de savaş patlak verecek," diye yanıtladı
İsmail. "Ölüm yaklaşhğı zaman, dünya zevkleri çürür," diye ek-
ledi gülerek.
Filmler için birkaç kez şarkı yazması istenmişti ve böylece
Tahir Ubeyd'in maddi koşulları biraz düzelmişti. Zatürreeye ya-
kalanan kayınvalidesi Hakk'ın rahmetine kavuşmuştu. İki daire-
yi birleştirmiş, bir tarafı yemek ve oturma odası, diğer tarafı ise
kütüphaneye çevirip mobilyaları da yenilemişti.
"Konaklar Sokağı'ndaki villaya giderken yanına Derya'yı da
alırsan, orada sana•kapalı olan gönül kapılarını açabilirsin."
"Korkanın Derya olması gerektiği gibi hoş karşılanmayacak­
hr," dedi Tahir, "ve anne-babama karşı benim gönül kapılarımı
kapamama yol açan kişiyi hala seviyorum."
"Ama torunların karşı konulamayacak bir sihirleri vardır..."

75
"Sen bizimkileri benim kadar tanımıyorsun," diye karşılık
verdi Tahir gülerek.
O günlerde Raife işinden ayrıldı, kendini sadece evinin kadı­
nı olmaya adadı. Yıne de kıvrak bedenini korumakta ısrarlıydı.
Kocasına duyduğu aşk ve gururla gazete ve dergilerde görünen
kadınların fiziğine ulaşmak için çaba harcadı.
Sadık Safvan' a gelince, vakti geçmeden sırlan açığa çıkma­
yan bir hikayesi vardı. Bizim gözümüzde her zaman ihtişamlı,
oldukça çekici bir adamdı. Özellikle de müşterileri onu hem ki-
şilik hem de dış görünüşü açısından oldukça sevimli buluyor-
lardı. Doğru, İhsan'la olan sorunu zamanla kronik bir hal almış,
derdini tasasını gizlemeye çalışırken o da duruma ayak uy-
durmuştu. Ancak bir gece sırlarını bizimle paylaşmaya karar
verdi.
"Savaş korkunç bir şey, hiç şüphe yok," dedi Sadık. "Ama iyi
yanları da yok değil."
Sözleri hepimizi şoke etmişti.
"Dünyanın sonu hakkında felsefe mi yapıyorsun?" diye sor-
du Tahir, dalga geçerek.
Hikaye, Almanya'da Hitler'in iktidara gelmesiyle başladı.
Rafet el-Zeyn Paşa'ya yaptığı ziyaretlerden birinde paşa söyle
demişti: "Savaş geliyor, emin olabilirsin."
"Allah her şeye kadirdir," diye karşılık vermişti Sadık.
"Savaşa hazırlanmalısın, Müttefikler hazır," diye öğüt verdi
paşa.

"Ben mi, Paşam?" diye şaşkınlıkla karşılık verdi Sadık.


"Bugün bir milyeme1 sathğın iğneyi yakında bulamayacak-
sın, beş kuruşa satanlar çıkacak: Bunu hiç düşündün mü?" dedi
paşa. "Ticaret almak ve satmak değildir, aynı zamanda düşün­
mek ve plan yapmaktır."
1 Altın ve değerli madenler için kullanılan bir ölçü birimi. (ç.n.)

76
Sadık akrabasına, büyük tüccara hayranlıkla ve kafası karış­
mış bir halde baktı.
"Bütün ithal mallarını topla," diye öğüt verdi paşa. "Tıraş ta-
kımları, kalemler, şekerler -her şeyi. Çerçöp toplayıp altın paha-
sına sat."
Onun hikayesi buydu. Devam ederken meraklı gözlerle onu
izledik, "Dairemdeki odalardan birini depoya çevirdim. Çok
ucuza alınan temel ihtiyaç maddelerini çok pahalıya satabili-
rim ... "
"Allah, 'yürü ya kulum' demiş!" diyerek güldü Tahir.
"Allah' a şükürler olsun, Yerin ve Göğün Hakimi!" diye ba-
ğırdı Sadık.
Para yağmur gibi akmaya başladığında el-Zeyn Paşa,
Allah'tan sonra Sadık'ın kalbinin en nadide köşesinde kendine
yer buldu. Dairesine yeni mobilyalar aldı. Yaşlılığında annesine
karşı görevlerini yerine getirdi, kadınla yakından ilgilendi ve
hem yiyecek hem de kıyafet konusunda hiçbir sıkıntı çekmeme-
sini sağladı. En ufak bir şikayetinde onu bu bölgedeki doktor-
lardan daha iyi olduğu söylenen, şehir merkezindeki doktora
götürdü. Yine de bunların hiçbiri evlilik hayatındaki kederine
merhem olmuyordu.
"Ben de senin gibi kadınlardan elimi eteğimi çekebilirdim,"
dedi Hamada el-Halavani'ye.
"Hiçbir tutku bana yasak değil," dedi Hamada, kesin bir dille.
O, bu durumdayken okul malzemeleri almak için Leyla
Hasan geldi. Balık etli,• koyu tenli, heyecan verici bir kadındı.
Alev alev yanan gözleri ve terbiyeli giyimiyle onun arzuları­
nı ve içgüdülerini uyandırdı. İçindekini saklayabilen bir adam
değildi, ne varsa ortadaydı. Kadının sürpriz saldırısı sırasında
oldukça dalgındı, onu bir daha görebileceğini düşünmüyordu.
Ancak birkaç gün sonra alışveriş için tekrar geldi. Onu gündelik

77
sıkınhlanndan çekip çıkardığı için kadını gördüğüne seviniyor-
du: "Abbasiye' den değilsiniz sanının, değil mi?"
"Mahallenin muhtarı mısınız siz?" diye cilveli bir karşılık
verdi kadın.
"Herkesi tanırım -ister dükkanda ister sokakta olsun."
"Biz yeni geldik," dedi. "Çalışhğırn okulun yanındaki Halil
Amca'nın apartmanında oturuyoruz."
"Şeref verdiniz," dedi neşeyle.
"Abbasiye tehlikeli bir yer, İngiliz kışlaları burada," dedi ka-
dın.
"Allah bizi korur," diye karşılık verdi.
Karşı taraftan onay aldığını hissetti. Bu hikayeyi bize anlahn-
ca üzerinde bayağı kafa yorduk -ne de olsa içimizde en cesuru
Hama da' ydı.
"Şartların kötü," dedi Sadık'a. "İkinci kez evlenmen mazur
görülebilir."
"Ama İhsan'ın yeri ayn -Leyla o yeri alamaz," dedi, mutlulu-
ğunu gizlemiyordu.
"İhsan'ı ve iki oğlunu bütün sevgin ve onurunla destekle,"
dedi Hamada. "Anlayacak, takdir edecek ve mazur görecektir."
Sonunda bir gün Leyla, yanında annesi olduğunu söylediği
altmışlı yaşlarında bir kadınla geldi.
"Tebrikler," dedi annesine, muhabbet açmaya çalışıyordu.
"Yakında sizin binada da bir sığınak yapacaklarmış."
"Evet," diye karşılık verdi kadın gülerek, "kışlaları saymazsa-
nız Abbasiye güzel bir yer."
"Abbasi ye, içinde en güzel kızın yaşadığı yer olarak kutsan-
mış," dedi, iltifat etmeye çalışıyordu.
Kadın kurnaz bir edayla sırıttı. Leyla da gülümsedi -ve bu iş
de böylece iyi sonlanmış oldu.
Sadık, yüzü mutluluktan parlayarak olanları bize anlath.

78
Yeniden aşık olduğundan şüphemiz yoktu. İyi bir adamdı. Evlilik
dışında başka bir kadını tanıması düşünülemezdi bile. Evlilikten
kaçmayacağını bilmek bizi çok memnun ediyordu. Böyle mese-
lelerde deneyimli olanlar Halil Amca'nın apartmanındaki yeni
aileyi araştırmakla görevlendirildi. Gelen bilgilere göre genç ka-
dın, Leyla Hassan otuz yaşındaydı-Sadık'la hemen hemen aynı
yaşta- ve Abbasiye İlkokulu'nda öğretmendi. Annesi Ayşe, kü-
çük bir emekli maaşı alan bir duldu. Belki de bu şartlardaki bir
ailenin, -üniversite diplomasına ilaveten- iyi bir itibarı, serveti
ve yakışıklılığı olmasaydı küçük bir dükkan sahibiyle evliliğe
razı olması pek mümkün olmayacaktı.
Hayallerini sonuna kadar kovaladı. Dükkanının karşısında­
ki alanda yapılan yeni binanın bitişini seyrettik. Kendini Allah' a
emanet ederek, planlan tutarsa, yeni gelini için bir daire almaya
karar verdi ve aldı da ...
Savaşla birlikte, bizim oralarda da ne neşe ne de mutluluk ve-
ren değişimler oldu. Abbasiye Sokağı'y la Kraliçe Nazlı Sokağı' run
arasına yeni bir yol yapıldı. Güzel manzaramızın ortasındaki kır­
ların içinden geçiyordu. İbrahim Amca öldüğünde su değirme­
ninin de sesi kesildi. Verimli, iç açıcı yeşil alanlar ve güzel, güçlü
kokularla birlikte temiz hava da kayboldu. Yolun iki tarafında
da çorak araziler oluştu. Burası hemen İngiliz Ordusu'nun ara-
balar dolusu attığı ikinci el eşyaların; lastik yığınlarının, makine
parçalarının ve eski battaniyelerin satıldığı bir yere dönüştü. Tek
duyduğumuz inşaat gürültüsü, satıcıların yaygarası ve pazarlık­
çıların kavgalarıydı. Tek gördüğümüz ise büyük kamyonların
kaldırdıkları tozdu. Anacadde sessizliğini kaybetti. Düzinelerce
kamyonet ve sayısı iki katına çıkarılan tramvaylar, İngilizler için
çalışan işçilerle dolu olarak geçip gidiyorlardı. Askerler her yere,
hatta yerel kahvehanelere kadar yayılmışlardı. Bu sırada, Doğu
Abbasiye' de anacaddeye bakan birkaç konak satılmış, yerlerine

79
uzun uzun apartmanlar dikilmişti. Şehrin silueti değişmeye baş­
ladı. Birkaç yeri, küçük, zarif evleri ve birbirlerine büyük bir aile
gibi kenetlenmiş az sayıdaki sakiniyle eski bölge, insanlarla ve
dükkanlarla sarmalanmışh.
Bir yandan bunlar olurken, diğer yandan Sadık'ın ikinci ev-
liliğinden kısa bir süre önce, arkadaşımız servetini arbrdığıru
açıklamakta aceleci davranıyordu. Dükkanın karşısındaki büyük
binada, zemin katta birkaç büyük oda kiralamış, bunları birleş­
tirerek büyük ve gayet güzel döşenmiş bir dükkan haline getir-
mişti. Daha sonra buraya taşındı -kısa sürede Abbasiye' deki tek
tuhafiyeci olmakla kalmadı, aynı zamanda şehir merkezindeki
dükkanlara benzeyen tek dükkan da onunkiydi. Girişe, gecele-
ri parlayan büyük bir elektrikli tabelaya Kufi harflerle 'el-Nadi'
yazdırdı. Tezgahta, işe aldığı Rüştü Kamil adında bir delikanlı
oturuyordu.
Her zamanki hayırseverliğiyle Sadık, "Benim hayalim ger-
çekleşiyor, önce Allah, sonra da el-Zeyn Paşa sayesinde ... "
"Ve tabii Hitler de!" diye dalga geçti Tahir.
Sadık azmettiği şeyi başarıyordu. Ancak Tahir buna karşı çı­
kar gibi görünen tek kişiydi.
"Bir adam gerçekten huzurlu olmak istiyorsa bir kadının ye-
terli olduğunu düşünüyorum," dedi.
"İhsan anlayışla karşılıyor," diye karşılık verdi Sadık.
"Kadınlar kalpleriyle düşünürler," dedi Tahir.
Sadık, sorununu annesine açık açık anlattı ve kadın da onun
için dua edeceğini söyledi. Ama İhsan'a açılırken büyük bir ke-
der duydu. Gittikçe artan kilolarına karşın, keşke bu kadar iyilik
timsali, uysal, çalışkan olmasaydı. Tabii ki, Leyla ve annesinin
tavrı kesinleşene kadar ihsan'la konuşmamışb. Dahası, Ayşe,
onu ilk karısının hastalığı nedeniyle evlenme teklif ettiğine ve
ne olursa olsun onu bırakmayacağına ikna edene kadar kızıyla

80
evlenmesine izin vermeyecekti. Böylece yeni kayınvalidesi şöyle
diyebildi: "Allah senden razı olsun, kızım arbk yuva yıkan biri
olarak görülmeyecek!" Kadının kendisinden birkaç yaş küçük
olmasını istese de, Sadık memnundu. Başka şeylerden rahatsız
oluyordu. Özellikle de Leyla'nın daha önce başka bir adamla ni-
şanlanmasından ve evlenmeden nişanın bozulmuş olmasından ...
Bu durumu adamın ailesinin yoksul olmasına ve gelinin ihti-
yaçlarını yeterince karşılayamayacaklarına bağlamıştı. Annesi
Zehrana da evin dışında çalışan kadınlara hiç güvenmediğini
söylemişti. Ancak, el-Zeyn Paşa'nın karısı Zübeyde Hanım, bu
tür boş şeylerle dalga geçmiş, arhk günümüzde iyi aile kızlarının
da erkekler gibi işlerde çalışabildiklerini, bunda yanlış bir şey
olmadığını söylemişti.
ihsan'la baş başa kaldıklarında nihayet ona hiç olmadığı ka-
dar yıldığını söyleyebilmişti.
"İhsan," dedi, "Allah biliyor, sen hayahmdaki en-güzel şey­
sin."
Garip bir şekilde, İhsan sanki söylemeye niyetlendiği şeyi
sezmiş gibi kaygılı gözlerle ona bakıyordu.
"Artık sabrım kalmadı ve yapabileceğim başka bir şey de
yok," diye açıkladı. "Başka bir kadınla evlenmem ikimiz için de
en iyisi olacaktır."
İhsan'ın kızmasını bekliyordu. Geçirdikleri bunca yıl içinde
hiç kızmamıştı. İhsan bir bakış attı, yaşadığı şok ve korku kar-
şısında öfkelenmeye başlamıştı -sonra yüzünü ellerinin arasına
gizledi.
"Bu ev senin ve çocukların," diye güvence verdi, "ve hiçbir
şey bizi ayıramayacak."
Ama karşısında sessizlikten başka bir şey bulamadı, sanki ka-
dın onu böyle cezalandırıyordu.
Kuştimur' daki gecesini sonlandırıp dairesine geri döndü-

81
ğünde sadece hanımın İbrahim ve Sabri'yi alarak babasının Ebu
Hüda Sokağı'ndaki evine gittiğini söyleyen hizmetçi kadını
buldu. Sabaha kadar bekleyemeyip hemen Ebu Hüda'ya gitti.
İbrahim el-Vali Efendi ve Fatma onu bekliyordu. Ne büyük bir
keder ve ciddiyet!
"İhsan benim en sevdiğim kızım," dedi İbrahim Efendi, "ama
bahh kara çıktı."
"Dünyadaki en iyi kadınlardan biri," diye karşılık verdi Sadık.
İçinde bulunduğu çıkmazı bütün ayrıntılarıyla anlath. Ertesi
gün İhsan, Sadık'la birlikte eve geri döndü. Sadık, hemen aklına
koyduğu şeyi bitirmeye girişti. Bütün gelişmeleri başından so-
nuna kadar merakla takip ettik. Ayşe ona açık açık gelinlik ala-
bilecek parayı bile zar zor bulduklarım, evi döşeme görevinin
ona kaldığım söyledi. Leyla düğününün yaz tatilinde olmasını,
Sadık da ilk kansının duygularım incitmemek için büyük kutla-
malar yapılmamasını istedi.
"Dahir' de bir Aile Gazinosu var," dedi Tahir.
Öyle de oldu. Leyla'yla böylece tanışmış olduk. İyi bir yemek
yedik ve Hamada onları yeni yuvalarına kavuşmadan önce ara-
basıyla Kahire'nin kuytu köşelerine götürdü. Böylece doğrucu,
dindar arkadaşımızın canlılığı meşru bir tatminle doldu. Uyarı
sirenleri ve uçaksavar ateşinin gürültüsü altında geçen karartma
gecelerinde yeni gelininin kollarında teselli buldu.
Kışın en koyu zamanında, 4 Şubat'ta Vafd'ın tanklarıyla
tekrar iktidara gelmesiyle ~a~kına döndük. Kuştimur'da hem
bizden hem de gelip gL'Çl'n mi.i~tt-rilerden sesler yükseldi ve tar-
tışmalar çıktı. İnsanlar Vafd'ın dünmL•sinden memnunlardı ama
İngiliz koruması hakkında söyleıwnk•r kafalarını kanşhnyordu.
"Bütün adamlarımızın hain olduklarını görmüyor musu-
nuz?" dedi Tahir dalga gL'ÇL'rL•k.
"Mustafa el-Nahhas'ı vatan hainliğiyle suçlamak o kadar

82
kolay değil," dedi Sadık. "Ama ne diyeceğimi de bilemiyorum."
"Her hükümet İngilizlerin talimahyla kuruluyor," diye araya
girdi Hamada el-Halavani. "O zaman, onların talimatlarıyla hal-
kın istedikleri örtüşüyorsa, ne diye üzülelim ki?"
Ama İsmail Kadri coşkusu azalmamış ve şüpheye düşmemiş­
ti. Daha doğrusu Vafd dışında her şeyden şüphe duyardı. Her
şeye felsefi bir manbl<la yaklaşıyordu ama sıra Vafd' a gelince
ateşli kitlelerin içinde sadık bir neferdi.
"Vafd' dan şikayet etmeyin," dedi, "üzerine ahlan her türlü
iftirayı çok seviyorsunuz!"
Bir gece, ilk gerçek hava baskınıyla karşı karşıya kaldık.
Uçaksavar ateşiyle değil, patlayan bombaların yarathğı bir dep-
remle sallanan evlerimizde uyandık. Her tarafımızı ölüm sardı.
Hiçbir şeye kulak asmadan hızla sığınaklara doluştuk. Bir sığı­
nakta İsmail, annesi, Tahir, Raife ve Derya'nın yanında Sadık
ve gelini, İhsan, İbrahim, Sabri ve Zehrana vardı._ Yüzümüzün
toprağında korkunun açhğı hendekler oluşmuştu. Ölüm bütün
yakınlığı, hengamesi ve vahşiliğiyle karşımızdaydı. Kadınlar
bağrışıyor, çocuklar çığlık atıyor ve erkekler sessizce bir köşeye
sinmiş bekliyorlardı. Hava saldırısı beş dakikadan uzun sürme-
di, hatta belki daha bile az ama bizler sanki suyun altında nefes
alamayan dalgıçlar gibiydik.
İlk nefesimizde bir gevşeme ve tükenmişlik vardı. Tahir titrek
sesiyle, "Çadırlarda yaşamaya mı mahkum olduk?" dedi.
"Gerçekliğe dönüp kendime geldiğimde," dedi Sadık, "ken-
dimi Leyla'yla İhsan arasında gidip gelirken buldum. İkisi de
gecelik giymişler ve sabahlıklanna sarınmışlardı. Saçları darma-
dağınık, yüzleri bitkindi. O sırada ihsan bir yağ fıçısı gibi görü-
nürken Leyla muhteşem görünüyordu."
Sadık hava saldırısının dehşetinden birbirinden uzaklaşmış
iki ailenin üyeleri arasında, kafası karışmış bir şek.ilde çıktı. Gitti

83
ge]di ve geldi gitti. İbrahim ve Sabri ona sıkı sıkı yapışhkların­
da kendi bitkin yüzünde utancı ve şaşkınlığı gördü. Düştüğü bu
çıkmaz, gecenin sonunda tehJikenin geçtiğini, insanlann kendi
hayatlanna dönebileceklerini bildiren siren sesleriyle yok oldu.
Sadık o günden sonra hayahnı iki aile arasında pay]aşhrdı. İki
gün Leyla'run dairesinde, iki gün de İhsan'ın dairesinde kalıyor­
du. Ev hayahnın gerginlikten ve kıskançlıktan uzak bir hale ge-
lebilmesi için bir hayli beklemesi gerekti.
Savaşta dengeler Müttefikler'in lehine değişti; hava saldın­
lan azalmaya başladı ve her zamanki gibi Vafd görevi bırakh.
Kuştimur' daki günlerimiz sakin ve sessiz geçiyordu. Genç ne-
sil -İbrahim, Sabri ve Derya- ergenlik çağına gelmişti. Sadık ve
Tahir gururla çocuklarının okuldaki başarılarını ve kültüre olan
düşkünlüklerini övüyorlardı. Ama yine de ...
"Siyasetin bütün çürümüşlüğüne tanık oldular. Hiçbir parti-
ye bir bağlılıkları yok."
"Müslüman Kardeşler, Marksistler ve Genç Mısır gibi yeni
oluşumları var."
"Saygısızlar ve dalga geçiyorlar."
Sadık'ın iki oğlunu da işadamı yapmak gibi bir derdi olduğu­
nu anladık. Diğer yandan Tahir, Derya'yı özgür bırakarak kendi
ayaklan üzerinde durmayı öğretiyordu. Tabii, onu gözetmeyi ve
gerektiğinde yol göstermeyi de ihmal etmeden ... Bu iki farklı ar-
kadaşın başarılı olduk.lan zenginlikleri ve teknik yetenekleriyle
ortadaydı. İsmail bile Vafd'ın iktidarı sırasında devlet memur-
luğunda yedinci kademeye terfi etmişti. Gerçi bize bir sürpriz
de hazırlamışh. Ortaya çıkan sürpriz garipliğin bir mucizesi gibi
görünüyordu.
Bir gece Hamada el-Halavani onu işaret edip gülerek,
"Cebaliye Sokağı'ndan arabamla geçerken bu yaşlı tilki efendiyi
ve bir kadını birbirlerinin kulaklarına fısıldarken gördüm!"

84
Bütün gözler İsmail'e döndü. Yüzümüzde ayıplamayla kan-
şık bir merak ifadesi vardı.
"Dikenli armut bahçeleri gittikten sonra bir şeyler yapmam
gerekiyordu," diye homurdandı.
"İddiaya girerim, Milli Kütüphane' deki antika Kuran'ları aşı­
rıp sahyordur bu," diye dalga geçti Hamada.
"Sen bizim arkamızdan gizli işler mi çeviriyorsun?" diye sor-
du Sadık, azarlayan bir tonda.
"Hikaye size anlatabileceğim kıvama gelene kadar bekle-
dim," diye itiraf etti İsmail. "Kadın, yaşlı annesiyle yaşayan bir
dul. Hasan Eyd Sokağı'ndaki evimin karşısındaki küçük binada
oturuyorlar."
"Ee, yaşlı kadınlara kur yapmak senin adetin değil mi zaten!"
diye patladı Tahir.
"O başlath," dedi kendini savunarak.
"Peki sen ne yaptın?" diye bastırdı Tahir.
"Ben de karşılık verdim!"
"Artık tam bir erkek olduğuna göre, sonunda aşkın ne oldu-
ğunu anladın mı?" diye sordu Sadık.
"Abartmaya gerek yok," dedi Hamada, "ve her kadının ken-
dine göre bir dişiliği vardır."
"Ee, artık dikenli armut bahçeleri de olmadığına göre, ne ya-
pacaksın?" diye sordu Tahir.
"Hayır, hayır -o saygıdeğer bir kadın."
"Peki çözüm ne?" diye bastırdı Tahir.
"Buluşup tanıştık ve Cebaliye'ye gittik. Feryat figan kabul et-
tirdim. Birazcık kilolu, hoşa gidecek ölçüde; ve esmer, tam da
benim sevdiğim gibi. Bumu biraz yassı ve gözleri de büyük ve
ayrı. Muhabbeti biraz tıkanmış, sanki hep kendini ifade edecek
kelimeleri arar gibi ... Kırk yaşlarında olduğunu tahmin ediyo-
rum."

85
Bir an duraksadıktan
sonra devam etti, "Biraz paraya sık.ışık
olduğumu da açık açık anlathm."
"Güzel," dedi Tahir. "Belki de Allah onu aramızdan alana ka-
dar haram bir ilişkiye razı gelebilir!"
"Hayır, öyle bir şey değil. Ben de ona olan hayranlığımı açık­
lamadan edemedim!"
"İşte bu bir sorun!" dedi Tahir.
"Aksine," diye itiraz etti İsmail. "Bana güvenip zengin oldu-
ğunu söyledi. Onun için önemli olan ahlak ve samimiyet."
"Sabırlı olursan kazanırsın," diye teselli etti Sadık büyük bir
zevkle.
Hepimiz onun adına sevindik. En azından bu düğünün -kişi­
liğiyle harika şeyler yaratma ümidi veren- bu adamın hak ettiği
bir şey olduğunu düşünüyorduk.
Ancak annesi, Fatiha Asal Hanımefendi, onun mürüvveti-
ni görecek kadar yaşayamadı. Onunla konuştuğu sırada, hiç-
bir sıkınh belirtisi göstermeden, sanki pili biten bir el lambası
gibi aniden ölüverdi. İsmail, onun kanatları alhnda düzenli bir
hayat kurmuş, yalnız kalınca endişeli ve kaygılı bir hal almıştı.
Tafida'yla buluşmaya devam etti ve aralarındaki çekim gittikçe
daha da güçlendi.
"Bir adamın kendi evinin hazırlıklarına katılamaması çok
aa," dedi bir gün bize.
"Evlilik bütün o törenlerden daha önemlidir," diye karşılık
verdi Sadık Safvan, cesaret vermek istiyordu.
Kadının gelirinin aylık en az yüz pound olduğu biliniyordu,
kayda değer oranda birikimi olduğu da ... -ancak gerçek tahmin-
lerimizin de ötesindeydi. Kadının onu sevdiğinden ve bütün iyi
niyetiyle evlenmek istediğinden şüphe etmiyorduk. Yeni bir ya-
tak odası hazırlamak ve eski holle yemek odasını birleştirmek
için harekete geçildi. Onlar bu hazırlık telaşına düşmüşken,

86
Tafida'nın annesi rahmetli oldu.
"Onu aradan çıkarmak için öldürdüğünü düşünüyorum,"
diye takıldı Tahir, "ve cesedin incelenmesini istiyorum."
Her şey yerine oturmuştu. Düğün gecesi yas döneminin kırk
gün sonrasına ertelendi. Herhangi bir parti vermemenin en iyisi
olacağı düşünüldü ve İsmail bir kuruş bile katkıda bulunamadı­
ğı bu tör.enlerin yapılamayacak olmasından memnundu. İsmail,
evlilik hayalının geçeceği güzel dairesine taşınmak için doğduğu
evden ayrıldı.
"İnşallah Allah bizi çoluk çocuk sahibi yapmaz," dedi.
Ama daha bir ay geçmeden haberini verdi: "Kadın hamile.
İnşallah yaşı geçmiştir de düşük yapar."
Tepelerden kayan kum tanecikleri gibi zaman da ensemizden
kayıp geçti. İlk iki atom bombasının patlatılmasıyla savaş sona
erdi ve yeni bir dünya doğdu. Sadık zenginliğinden bir şey kay-
betmedi ama endişesiz bir hayat sürmüyordu. Seks konusunda
gayet tatmin olduğu ortadaydı ve böylece olan biteni kabullenip
sabır gösterebiliyordu.
"Leyla'nın kısır olduğu ortada," dedi Sadık. "Bu da onu içten
içe kemiriyor."
"Bir doktora görünmedi mi?" diye sordu biri.
"Bir süre sonra gittik," dedi. "O da tahminlerimizi onayladı
-bu onu daha da üzdü."
Bu nedenle Sadık endişelerinden bir türlü kurtulamıyordu.
İşleri kadın için daha da kolaylaştırmak istediğinden, bunun o
kadar da önemli olmadığını söylüyordu. Ama kadın onun zaten
baba olduğunu, neden hiç endişelenmediğini anladığını söyleye-
rek karşı çıkıyordu. Sadık, Leyla' run abartılı kadınsılığına rağmen
huysuz, çabuk tepki gösteren ve sivri dilli olduğunu anlamıştı.
"Sanki evde de okuldaymış gibi ders vermeye çalışıyor," dedi
Sadık.

87
Leyla, İhsan'ı kıskanmaya başladı. Sadık'ın İbrahim ve
Sabri'yi görüp mutlu olmak için onun evine gitmeye fazla he-
vesli olduğunu düşünüyordu.
"Doğrusu, bir çakışma olmasın diye uğraşıyorum," dedi
Sadık, "elimden geldiğince."
Bunları duyduğumuza üzülmüştük. Bir türlü huzur bulama-
yan hayırsever arkadaşımızın talihsizliği bizi hayrete düşürü­
yordu.
"Kendi karakterini etrafındakilere kabul ettirmeye çalışan ka-
dınlardan."
Bu durum böyle devam edip giderken, hatta daha da kötüle-
şirken, kadını eğitim konusunda ondan üstün olduğunu zannet-
mekle suçladı. Bu onu gerçekten çok rahatsız etmişti.
"Eğitimli ama dar kafalı," dedi. "Kültür yok ve günlük me-
selelerde tam bir kör cahil. Hatta el-Nahhas'la Sıdkı arasındaki
farkı bile bilmez. Kuruntulu."
Yanlış bir seçim yaphğını anlamıştık. Kadın Sadık'ın ona olan
duygularından çok emindi ve bunu çirkin bir şekilde suistimal
ediyor, bütün tavrıyla bunu belli ediyordu. Ama arkadaşımız
umutsuzluğa düşmedi.
"Zaman bütün hataları düzeltir."
Bir gün çok mutlu, ertesi gün ise kederliydi. Göğsü sıkıştığın­
da kendi kendini teselli ediyordu:
"Biraz törpülense ondan iyisi yok," dedi Sadık. "Daha savur-
ganlığından da bahsetmedim size. O kadar çok para harcıyorum
ki -diğer evdeki çocuklar için harcadığım paranın iki katını ne-
redeyse ... Evde yemek yapan bir kadın ve pazarda gördüğü her
şeyi almak istiyor. Misafirliğe gitmeyi, misafir gelmesini çok sevi-
yor. Güzel güzel evde oturmasını istesem, beni onu hapsetmekle
suçluyor ve benim çağdışı kalmış bir adam olduğumu söylüyor.
Masraflar umurumda değil, annesine yardım etmek istemesini

88
de gayet hoş karşılıyorum. Ama her şeye rağmen, en azından bir
teşekkürü de hak ettiğime inanıyorum."
"Onu hala seviyor musun?"
"Aslına bakarsan seviyorum," dedi, pes etmişti.
"Sen yetenekli ve uzmanlaşmış bir tüccarsın," dedi Hamada
Halavani, "ama evde kibar bir adam oluyorsun. ihsan Hanım se-
nin gerçek karakterini takdir edemedi çünkü o senden bile daha
kibardı."
"Ona düğünde ne verdiğini hahrlamıyor mu?"
"Her şey unutuldu gitti," diye karşılık verdi Sadık, "ve ben de
hatırlatmayı hiç düşünmüyorum."
"Kadınlar kibirlidirler -imansızdırlar," diye dalga geçerek
araya girdi Hamada. "Böyle durumlarda saygıdeğer bir hanımla
bir fahişe arasında hiçbir fark yoktur."
Sadık, İhsan'ın evinde kalmayı, dertlerinden biraz olsun uzak-
laşma fırsatı olarak görüyordu. İhsan yeni hayatına alışmıştı ve
belki de her zaman istediği huzuru bulduğunu düşünüyordu.
ihsan'ın evinde de sorun çıkarsa, sarılabileceği İbrahim ve Sabri
vardı. Ortaokula geçtiklerinde daha da bağımsız hale geldiler,
evden uzaklara gidebiliyorlardı. Ergenlik çağına geldiği zaman-
ları hatırlayarak meraklanıyor ve başlarına bir şey gelmemesi
için dua ediyordu. Sidi el-Kürdi Camii'ndeki cuma namazları­
na çocukları da götürmek istiyordu: Sabri gelirdi ama İbrahim
kaçardı. Aynı zamanda işte kimin yardımcı olacağını da merak
ediyordu ama para çocukların ilgisini çekmiyordu. Rafet el-Zeyn
Paşa'run akrabası olmak da çocukların umurunda değildi. Her
geçen gün İbrahim'in her şeyi, bütün partileri ve örgütlenmeleri
reddettiğini, hiçbir şeyden suçluluk duymadığını daha iyi anlı­
yordu. Peki ne istiyordu bu çocuk? En azından Sabri dindarlık
konusunda babasının izinden gidiyordu ve bu konulardan uzak
tutulabilirdi.

89
"İki oğlanda olağanüstü çocuklar, bu sana yetsin ve mutlu
ol," diye tavsiyede bulundu İsmail Kadri.
"Allah'a şükür," diye mırıldandı.
Ancak başka bir sorun ikinci evin güvenliğini tehdit ebneye
başlamıştı: ihsan'ın sağlığı. Kadının şişmanlığının hiç durma-
dan, ağır ağır arttığını fark ehnişti. İhsan, hiç kimsenin gözün-
den kaçmayacak kadar şişmişti ve bu kilolar hareketlerini de
kısıtlıyordu. Hantallaşmıştı ve bazen de oturduğu yerden hiz-
metçilerin yardımı olmadan kalkamıyordu. Çok fazla yemekten
kaçınmasına rağmen bu hale gelmişti.
"Leyla onun iki katını yiyor ama inceliğinden bir şey kaybet-
miyor," diyordu Sadık.
Sonunda onu bir doktora götürmeye karar verdi. Doktor,
kadının tiroid bezlerinde bir sorun olduğunu keşfetti ve ilaç
yazdı. Ama ilaç piyasada bulunmadığı için hiçbir işe yarama-
yan zorlu bir perhize başladı. Anksiyete baş gösterdi; Sadık
onu eskisinden daha çok takdir ediyor ve endişelerini paylaşı­
yordu. Allah'ın iradesine teslim olarak, eve bir aşçı hıtmaktan
başka çare bulamadı. O günlerde mali durumu çok ilerledi ve
Bahçelerarası Sokağı'ndaki doğduğu evle İsmail Kadri'nin
Hasan Eyd Sokağı'ndaki evini satın aldı. İki evi de yıkarak yer-
lerine Batı Abbasiye'de türünün ilk örneği olduğu söylenen iki
yeni bina diktirdi. Geleneksel sükunetinden arta kalanları öldü-
rüp Abbasiye'nin nüfusunu artırma işinde Üzerlerine düşeni ye-
rine getirmiş oldular.
Hamada el-Halavani'nin geniş kapsamlı hayatı devam edi•
yordu ve hiçbir yükümlülük taşımadan bilginin sırurlarınd~
gezinmek gibi eğlenceli işlerden de elini eteğini çekmemiştı,
Zenginliğinin onu bizden uzaklaştıracağı endişesini de ati~
mamıştık. Yeni ortamlara girip yeni insanlarla birlikte olrna1
yı seviyordu. Bu nedenle Abbasiye ve Kuştimur'dan u1

90
kalıyordu ama yine de Kuştimur' dan ve çocukluk arkadaşların­
dan kopamıyordu. Aramızdaki tek bekar olduğu için kalbi ar-
kadaşlık ve anılarla ısınıyordu. Daha küçük yaşlardan itibaren
kardeşi Tevfik'le arasına giren karşılıklı soğukluk nedeniyle o
taraftan bir şey beklemiyordu. Tevfik'le arasında açılan uçuru-
mun bir benzeri, kocasının ona haşhaş bağımlısı dediğini ve aşa­
ğıladığını öğrendiğinde, kız kardeşiyle de açılmaya başlamıştı.
Kalbinin duygularını açığa çıkarabileceği tek yer Kuştimur ve
eski arkadaşlarıydı.
Annesi Afife Bedreddin Hanım, bir tür kazaya kurban gitti.
Ailesi, Abbasi ye' deki ilk klimalı evlerden birinde oturuyordu.
Çok sıcak bir yaz gününde, terini kurutmak ve serinlemek için
klimanın önüne oturmuş ve zatürreeye tutulmuştu. Penisilin
yaptıklarında ise -yeni sihirli ilaç- alerjisi olduğu ortaya çıkmış­
tı. Kadın oracıkta ruhunu teslim etti. Hamada, kırklı yaşlarının
ortasında, çok sevdiği annesinin ölümünü soğukkanlılıkla kar-
şıladı. Kardeşi Tevfik Maadi'ye, kız kardeşi Efkar Zamalek' e ta-
şındıklarında -annesine yaptığı ziyaretlerde- kendisini yardım­
cılar ve hizmetçilerle dolu bir kalede gibi hissediyordu. Kadın
bir hafta boyunca parmağını bile kımıldatmadan yaşayabilirdi.
Böylece konağı satma fikri ortaya çıktı. Mal mülk sahibi olma iç-
güdüsü Sadık'ı harekete geçirdi ama fiyat sormaya çekiniyordu:
Tüm mali birikimi yüz bin pound civarındaydı. Yıkıp yerlerine
bina dikmek haricinde böyle konakları almayı tercih etmiyordu
,lma bu konağa böyle davranmak ona doğru gelmiyordu. Fırının
sahibi Hüseyin Amca, konağı sabn alıp yıktı ve yerine dört yeni
bina dikti.
Bu, Abbasiye' de yerine yeni bir bina dikilen ilk konaktı.
Böylece Doğu Abbasiye'ye daha önceleri sadece turist olarak
~ezmeye gelenlerden oluşan yeni bir sınıf sakinler geldi. Konağın
satışında ona düşen pay ve annesinden kalan yaklaşık elli bin

91
poundla birlikte Hamada'nın serveti de arth.
Para onun için artık neredeyse sihrihi kaybeden günlük bir
alışkanlıkh.
"Mikrofon, kendi düşüncesi dışındaki bütün düşünceleri biz-
lere ulaştırır," dedi her zamanki gibi.
Her zaman iyi bir okuyucu, dinleyici, gözlemci, allahsız bir
ayyaş ve haşhaş içicisiydi. Ama haşhaş ona hükmetmeye başla­
mıştı. Gözlerindeki kasvetten, hareketlerindeki hantallıktan ve
küçümseyici tavırlarından belli oluyordu.
"Amma da şanslısın," dedi Sadık bir gün. "İçimizde en mutlu
ve kafası en rahat olan sensin."
Hamada kahlmadığını belli edercesine başını salladı ama tek
kelime bile etmedi.
Bir gece, "Sabah kalktığımda, kendime soruyorum, şimdi ne
olacak?" dedi.
"Bir şarkıcı bize güzel bir şarkı söylerse," dedi Tahir Ubeyd,
"biz de ona 'Bir daha! Bir daha!' diye bağırırız."
"Bazen kalbim tekrar tekrar aynı şeyleri yapmayı istemiyor,"
diye cevap verdi Hamada sakince.
"Can sıkıntısından mı sıkıldın?" diye sordu Sadık merakla.
"Pek sayılmaz," diye karşılık verdi, sanki kendini bir suçla-
maya karşı savunuyormuş gibiydi. "Bu sadece bir geçiş dönemi.
Ama bir sorun beni geceleri uyutmuyor."
"Bir sorun mu?"
"Hayat hem verir hem de alır," dedi. "Ama ben sadece alıyo­
rum."
"Kimin verip almadığını bulduğun sürece," dedi Tahir araya
girerek, "kimin alıp vermediğini bilmenin bir zararı yok."
"Hepimiz hayat denen bu bilinmeyen yolda yokuş aşağı gidi-
yoruz," diye sıkkın bir sesle karşılık verdi Hamada.
"O zaman sen de aldığın gibi ver," dedi Sadık, teselli etmeye

92
çalışıyordu. "Kaçakçıların, pezevenklerin, fahişelerin, tekne sa-
hibinin, Han el-Halili' deki evin sahibinin, marketlerin, kasapla-
rın, mağazaların senden neler aldığını unutma. Bir şey almadan
veren kimse yoktur."
Hamada, şaka mı yapıyor yoksa ciddi mi olduğunu anlamak
için şüpheli gözlerle Sadık'a bakh.
"Bu kuytu köşemizde saçına ilk aklar da düşmeye başladı,"
diye karşılık verdi Sadık'ın başını işaret ederek.
Sadık kaşlarını çattı. "Hayır... mümkün değil."
Düz siyah saçlarındaki farklı rengi bulana kadar gözlerimizi
kafasında gezdirdik. Sadık duvardaki aynalarda beyaz saçı ara-
maya başladı ve ardından utangaç bir gülümsemeyle yanımıza
geldi.
"Babamın saçları da henüz gençliğinin baharındayken beyaz-
lamıştı!"
"Hani el-Baramuni İlkokulu'ndaki ilk günümüzü hatırlıyor
musunuz? Sanki bu sabahmış gibi geliyor!"
"Kuştimur da yaşlanıyor," dedi Hamada hüzünle. "Duvar-
larının boyaya, masa ve sandalyelerinin tamire ihtiyacı var.
Tuvaleti de yeniden yapmak lazım ... Sadece mütevazı bahçesi
Aile Gazinosu'ndaki gibi tazeliğini koruyor."
"Kuştimur benim için Roxie ya da el-Bodega' dan daha değer­
li," dedi İsmail Kadri.
"İnsanoğlunun nihai hedefinin mutluluk olduğu doğru mu?"
diye sordu Hamada, durup dururken.
Tahir Ubeyd şiir ve gazetecilik alanında başarı üzerine ba-
şarı kazanmış, kızı Derya sayesinde mutluluğu yakalamışh.
Doğrusu, oldukça çekici, narin yapılı, gül gibi bir ten rengine,
kocaman gözlere ve gür kestane saçlara sahip bir kızdı. Arada
sırada ortaokuldan geliş gidişlerinde rastlardık.
"Akıllı -fikirlerine güvenen bir kız," dedi büyük gururla.
"Fen ve matematikte sivriliyor. Annesi onun bir doktor olduğu­
nu görmek istiyor."
"Kendi kendime soruyorum, aşık olmuyor mu?" diye ekledi
gülümseyerek. "Sizce rüyalarındaki erkek kim acaba?"
"Peki ya onu Konaklar Sokağı'nda yanında bir delikanlıyla
görsen ne yaparsın?" diye sordu Hamada.
"Hiç görmemiş, fark etmemiş gibi davranırım."
"Çocuklarımızı uyarmak, doğru yolu göstermek gibi bir gö-
revimiz yok mu?" diye sordu Sadık Safvan.
"Annesi görevini gayet güzel yerine getiriyor," diye karşılık
verdi Tahir.
O günlerde Tahir tüm şiirlerini bir araya topladı ve Bahçedeki
Hanımlar adıyla yayımladı. Hepimize birer tane hediye etti ve
biz de onu tüm kalbimizle kutladık.
Hamada, bir gece teknesinde bir ziyafet vermek istedi. Bütün
meslektaşlarını -ileri gelen solcuları- yanlarında kitabın bir
kopyasını getirmelerini söyleyerek davet etti. Kitap hakkında
makaleler yayımlandı ve Tahir'in fotoğrafı dergilere çıktı. Pek
çok insan Raife'yi evin becerikli hanımı, ihtiyatlı bir anne, zeki,
sadık ve etkileyici bir eş olarak görüyordu. Kocasının mutlu ve
huzurlu olması için gereken her şey onda vardı. Şüphesiz o da
umulmadık şekilde değişmişti: Aşırı kilo kaybetmiş ve yüzünde
yaşını ortaya çıkaran çizgiler belirmişti. Yine de hem güzelliğini
hem de kıvrak bedenini korumuştu ve hala kıpır kıpırdı.
Tüm bunlarla birlikte, ülke meseleleri kişisel endişelerimize
ağır basıyordu. Partiler arasındaki çalışmalar artmış.ve siyasi are-
na karşılıklı uzlaşmazlıkla dolmuştu. Tahir, bir gün Sadık'a şöy­
le dedi: "Beni de tüm bu karmaşayı reddeden oğlun İbrahim'in
yerine say."
Her halükarda, birimiz -Tahir Ubeyd'e göre- ünlü olmuş~
tu. Emin adımlarla edebiyat yıldızları arasına girmişti. Doğl1

94
Sadık Safvan kendisini bir halk adamı olarak görmeyi seviyordu.
Oldukça varlıklı, tanınmış bir tüccar olmak hoşuna gidiyordu.
Yine de sanat, yaratıcıları üzerinde kendine has bir hale oluştu­
ruyordu. Bunun el-Armalavi Paşa ve kansı üzerinde hiçbir etkisi
olmamış mıydı? Bunun olabileceğinin işaretlerini neden göre-
memişlerdi? Paşa emekli oldu, şehir merkezinde bir tıbbi ana-
liz kliniği açh. Görünüşe göre oğlunu tamamen unutmuştu. Bu
sırada Tahir, şiir ve çeviriye ilaveten, haftada bir, ona daha fazla
okur kazandıran hicivli makaleler yazmaya başlamışh.
İsmail Kadri, Tafida Yunan Hastanesi'nde son bulan zorlu bir
doğumun ardından Hebatallah'ı ya da 'Allah'ın lütfu'nu doğu­
runca baba oldu.
Bir gece bize geldi ve "Evde hukuk çalışacağım," dedi.
Eskiden çok başarılı olduğu bir alanda yeniden çalışmak iste-
mesine hepimiz sevindik.
"Eski hedeflerine geri mi dönüyorsun?" diye sordu Sadık.
"Evet," dedi. "Vatanseverlikle siyasetle ilgilenmek arasında
bir ayrım yapmıyorum."
Kuştimur' daki köşemize rahatsız edici haberler de gelme-
ye başlamıştı: Ahmed Mahir'in öldürülmesi, Filistin Savaşı,
Nukraşi'ye düzenlenen suikast, İbrahim Abdül Hadi ile
Müslüman Kardeşler arasındaki kavga, Vafd'ın tekrar iktidara
gelmesi, Kahire'nin yakılması ... Kader bize ya kaygılı, aa ve öfke
dolu ya da akşam muhabbetleriyle, şakalarla, komik hikayelerle
yaşamamızı dayatıyordu. Çocuklar üniversiteye girdiler, hatta
Hebatallah bile anaokuluna gitmeye başladı. Biz ise artık kırklı
yaşlarımıza gelmiş -ebediyetin yankısını kulaklarımızda duya-
cak kadar yaşamıştık. Sadık, zenginliğinin zirvesine erişmişti.
Hamada el-Halavani, can sıkıntısından kurtulmak için ölçüsüz
bir yeme, içme, uyuşturucu alemine dalmış, Tahir' den bile daha
kilolu olmuştu. Tahir ise kelimeler dünyasında kendine özgü bir

95
yer edinmişti. İsmail Kadri, üniversite diplomasını aldı, Milli
Kütüphane' deki görevinden istifa etti ve Vafd yanlısı bir hukuk
bürosunda çalışmaya başladı. En önemli ailevi olaylarsa ya ka-
dınlar ya da çocuklar arasında yaşanıyordu.
öncelikle, Sadık Safvan'ın evinde, ihsan'ın hastalığı bü-
yük bir hızla ilerledi ve kadın yatağa düştü, elini kıpırdatacak
hali kalmamıştı. Sadık gücünün son damlasına kadar onunla
ilgilendi ve bir gün bize hiçbir zaman unutamayacağımız bir şey
söyledi: "O olmasaydı gerçek mutluluğu asla bilemezdim."
İkinci kansına gelince, Leyla sapkın oyunlarını oynama-
ya devam etti, ona acı ve mutluluğun ikiz kutuplarında mekik
dokuttu, ta ki onun yanında kalma arzusuyla ondan kurtulma
isteği arasında paramparça olana kadar... Leyla'ya etkileyici bir
kadınsılık bahşedildiğini ama bunun yanında zorbalık zehriyle
dolu olduğunu ve hiçbir temele dayanmasa da, kendisinin göz-
de olduğunu düşünerek böbürlendiğini tekrar tekrar söylüyor-
du. Kışkırtıldığı zaman da dilinden en iğrenç zehirleri akıtabili-.
yordu. O da karşılık vermeden duramıyordu ve Leyla ona nasıl
lanet okunacağını ve böyle zamanlarda söyledikleri için pişman
olmamayı öğretmişti.
"Evlilik hayatındaki talihin iş hayatındaki gibi yaver gitme-
di," dedi Hamada el-Halavani.
"Benim bir karım var ve hiçbir kadına benzemez," dedi Sadık
esefle. "Ne büyük bir felaket, İhsan!"
Leyla, kısırlığına bağlı olarak daha da dengesizleşti. Bir gün
şöyle dedi: "Bir binayı benim üzerime yaparak hayatımı güven-
ce altına al."
Ne büyük bir felaket -Sadık öldükten sonra ona ne olacağı­
nı düşünüyordu! Hiç kimsenin ağzına dahi almaması gereken o
sonu hatırlatıyordu. Sadık nasıl da öfkelenmişti! Kadının para-
sından başka bir şey düşünmediğinden emindi. Aslında, daha

96
en başından itibaren onun servetinden başka bir şeyle ilgilenme-
mişti.
"Allah'ın bu konuda bir kanunu var ve ben bunu çiğnemeye
niyetli değilim," diye karşılık verdi sert bir şekilde.
"İki oğlundan başkasını sevmediğini itiraf et!" diye feryat etti
kadın.
Aralarındaki anlaşmazlıklar düşmanlığa dönüştü. Artık bir-
birlerine selam bile vermez olmuşlardı. Tüm ilişkileri kesilmişti.
O günden sonra Leyla vaktinin çoğunu evin dışında geçirmeye
başladı.
"Tam bir cehennem," dedi İsmail kederli bir halde.
"Onu zapt edecek birisi lazım" dedi Hamada.
"Hayatımı mahvetti," diye iç çekti Sadık. "Boşansam mı aca-
ba?"
Ortama bir sessizlik çöktü, kimse bu sessizliği bozmak istemi-
yordu -Hamada hariç.
"Aslında," diye akıl vermeye başladı, "onun gibi bir kadın­
dan uzak durmak sana iyi gelecektir."
"Yaptıklarımdan dolayı Allah beni cezalandırıyor mu yok-
sa?"
Bu soruyu kendini Allah' a adamış bir sofunun sakinliğiyle
sormuştu. Akıllı tüccarların gözünde hoş görülebilecek bazı ti-
cari faaliyetlerini hatırladık ki bazıları bunları halkın üzerinden
fayda sağlamak olarak görebilirdi. Ama ona olan bağlılığımız ve
merhamet duygumuzla bunları görmezden gelmiştik.
"Leyla'yla mutlu olmak istiyorsan, onun iradesine kayıtsız
şartsız teslim olmalısın," dedi İsmail Kadri.
"Mümkün değil," diye karşılık verdi Sadık. "Tıpkı ateş gibi,
onu doyurmak da mümkün değil."
"Madem öyle," dedi İsmail, "o zaman boşanmaktan başka çı­
kar yol yok."

97
Kadının üzerine bir bina yapılması talebinden vazgeçmeye-
ceğini anlamıştı.
"Leyla," dedi sonunda, ürkütücü bir sakinlikle, "seninle ha-
yat çekilmez bir hal aldı."
"Kör talihimin bana her gün hatırlattığı şey de bu," diye ba-
ğırdı Leyla.
"O zaman ikimiz de kendi yolumuza gidelim," diye karşılık
verdi Sadık.
"Bu, şimdiye kadar senden duyduğum en güzel şey," dedi
Leyla.
Sadık, büyük Kahire yangınından sadece birkaç gün önce
ikinci kansından boşandı. Hiç de önemsiz sayılmayacak bir
bedel ödedi: Mobilyalar kadında kaldı, boşanma tazminatı ve
yanında bir de nafaka ...
"Kafanın rahat olması daha önemli," diyordu kendi kendini
teskin etmek için.
Aynı günlerde yoksunluk dönemine geri döndüğünü de
fark etti. Ancak hayatında mutluluk kırıntıları da yok değildi
-İbrahim Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuş, ardından Sabri
onu takip etmişti. İbrahim, açtıkları sınavı geçip Rafet el-Zeyn
Paşa'dan da biraz yardım görerek Mısır Ulusal Bankası'nda işe
girdi.
Bu arada Sabri, Müslüman Kardeşler'e düzenlenen bir ope-
rasyonda gözaltına alındı. Örgüte katılmamıştı ama dindar-
lığını göstermek için bir cami yapımına bağışta bulunmuştu.
Müslüman Kardeş)er'in bağışçı listesinde adı geçiyordu. Küfür
ve dayağın ardından serbest bırakıldı. Gözaltına alınmış olması
iş bulma çabalarında geçici bir engel teşkil etti.
Daha sonra sadece Sadık'ın ailesine değil, hepimize neşe geti-
ren bir sürpriz yaşandı. İbrahim, arkadaşı Tahir'in kızı Derya'yla
evlenme isteğini dile getirerek babasını çok mutlu etti. Sadık bu

98
gelişmelerden çok memnundu ve bir süreliğine bütün dertlerini
unuttu. En azından Sadık'ın rızası alınmışh.
"Derya'yla her konuda anlaşbk," dedi İbrahim Sadık'a.
Sadık homurdanmaya başladı, "Bu sefer haddini biraz aştın,
İbrahim."
"Nasıl yani?" diye sordu, afallamıştı.
Sadık her zamanki gibi sessizliğe gömüldü.
Böylece uzun zamandır geçirmediğimiz kadar neşeli bir gece
geçirebildik. Sadık gülen gözlerle Tahir Ubeyd'e baktı ve şöyle
dedi, "Şair, efendim, sadık kulunuz huzurunuza çıkmak ister."
Bu hepimizi duygulandırdı, bize geçip giden günleri hatır­
lattı. Yine de bugünlerin çoğu dostlukla, azı hüzünle doluydu.
"Şeref duyarım, Sadık, usta," dedi Tahir, bir kahkaha patla-
tarak. "Bir süredir böyle bir talep bekliyordum zaten ama son
duyan sen oldun."
Hepimiz nargilelerimizin gurultuları eşliğinde kahkahalarla
gülmeye başladık.
Derya muhteşem bir kızdı. Tahir ona resim sevgisini aşıla­
mıştı. O da, fen ve matematikte çok başarılı olmasına ve anne-
sinin itirazlarına rağmen Güzel Sanatlar Fakültesi'ne gitmişti.
Okulunu bitirince babası onu Intellect Magazine' de işe aldı. O da
egemen gerçekliği biraz sola kayarak reddetme konusunda tıpkı
babası gibiydi. Ama sanata olan tutkusu her şeyin üstündeydi.
"Bu kadar hüznün arasında senin de biraz neşelenmeye hak-
kın var, iyi adam," dedi Hamada. "Ve sen de tekrar evlenmelisin
-papazlar gibi yaşamak sana göre değil."
"Ama önce Sabri'nin iyi olduğundan emin olmalıyım," diye
karşılık verdi Sadık.
Sabri, gözaltında yaşadığı korkunç şeylerden sonra rahat bir
nefes almaya başlamıştı. İş kapıları birer birer yüzüne kapandı­
ğında İsmail Kadri, babasına onunla birlikte hukuk bürosunda

99
çalışabileceğini söylemişti. Ama Sadık oğlunu başarılı bir tüc-
car olarak yetiştirerek daha iyisini yaptı. Böylece öldüğünde
ya da emekli olduğunda gözü arkada kalmayacaktı. Sabri ken-
dini bu yeni macerada denemek istedi, babası da ona Abbasiye
Meydaru'na bakan Aşere Caddesi'nin sonunda bir dükkan açtı.
Sadık, İsmail Kadri'nin evinin hemen önündeki Hasan Eyd
Sokağı'ndaki yeni binasından bir daire vererek İbrahim ve
Derya'nın evliliklerini kutladı. Tahir de aynı binada kendisi ve
Raife için bir daire tuthı, yeni koşullarına uygun olarak evi yeni
mobilyalarla döşediler.
Bu uzun dönem boyunca Hamada el-Halavani, endişelerin­
den kaynaklanan gizli bir felaketler dalgasının içine düştü. Bu
tıknaz haşhaş müptelası, bıkkınlık ve sersemliğin de ötesinde
yepyeni bir muammayla karşı karşıyaydı.
"Ne kadar rahat olduğumun bir önemi yok," dedi bir gece,
"bazen bu hayattan iğrenecek derecede bıkkınlık geliyor."
Hepimiz somurtmaya başladık, uzun bir süre konuşmadık.
Sonunda Sadık vaaz veren bir tonda sessizliği bozdu. 11 Aramızda
yaşamak için çalışmak zorunda olmayan bir tek sen varsın."
"Ezberden okuduğun vaazlarını başkasına sakla," diye kö-
pürdü Hamada, kabalaşmışh. "Harika bir hayat bu. Ama bazı
cesur çözümlere de ihtiyaç var."
"Fazla enerjini başka faaliyetlere yönlendirmeye çalış," diye
tavsiyede bulundu Tahir. "Seyahate çıkmaya ne dersin?"
Ondan bir süreliğine mahrum olmak ne kadar acı verici olsa
da, doğru bir tedavi yöntemiydi. Hamada seyahate çıkmaya ka-
rar verdi. Mısır'ın içlerinden başlayarak yazı Kuzey Kıyısı'nın
çeşitli yerlerinde geçirdi. Kışın da El-Aksur ve Asvan'daydı.
Döndüğünde biraz daha iyiydi ama bu da uzun sürmedi.
"Git ve yurtdışını da gör," dedi İsmail Kadri.
Bu tavsiye keyfini yerine getirdi ve kafasında seyahat plan-

100
larıru kurmaya başladı. Ancak tarih Mısır için yeni maceralar ha-
zırlıyordu ve bu planlarını sürekli ertelemek zorunda kalacakh.
Tahir Ubeyd bir sanatçı olarak parladı ve baba olmak da
onu son derece mutlu ediyordu. Ancak bir koca olarak içimi-
zi şüpheyle dolduruyordu. Raife kırklı yaşlarına gelmişti ama
yıllar hiçbirimizi onun kadar yıpratmamışh. Bazılarımız onun
düğün gününde tahmin ettiğimizden daha yaşlı olduğu sonu-
cuna ulaşmıştı. Aşın derecede zayıflamış, vücudundaki bütün
kadınsı özellikler eriyip gitmişti. Yüzündeki kemikler daha da
belirginleşmiş, ona vahşi bir görünüm kazandırmışh. Bu da bü-
tün görüntüsünü değiştiriyordu. Yine de en azından dışarıdan
eski sevgisinin bitmediği anlaşılıyordu. Tahir her zamanki gibi
neşeli, sakin ve alaycıydı. Biz de acaba hanım meslektaşları ve
hayranlarıyla arası nasıl diye düşünmeden duramıyorduk.
Sadakati yüksek ahlakının kaynağıydı, arzularını tatmin etme
duygusuna ağır basıyordu.
O sıralarda Tahir, babasının yaşının etkilerini göstermesiy-
le birlikte ciddi bir idrar kesesi iltitıabı kaphğı için Konaklar
Sokağı'ndaki villasında yattığını öğrendi. Hayahnın baharında
genç bir delikanlıyken ayrıldığı villaya orta yaşlı bir adam olarak
geri dönüyordu. Dönüşü tam bir şok etkisi yarath: İnsaf Hanım,
Tahir'i büyük bir sıcaklıkla ve öpücüklerle karşıladı, hiç izin al-
madan onu hemen paşanın yatak odasına götürdü. Adam güç-
süz gözleriyle uzun bir süre ona bakb, yatak örtüsünün altından
bir deri bir kemik kalmış elini uzath. Tahir'in gözlerinden yaşlar
süzülene dek, uzun bir süre tokalaşhlar.
"Metin ol, baba," dedi usulca. "Bir"dahaki gelişimde seni sağ-
lığına kavuşmuş görmek istiyorum."
Paşa cılız bir sesle teşekkür etti ve "Ailen nasıl?" diye sordu.
"Bizzat gelip seni görmek istiyorlar."
"Ben de onları görmek isterim," diye karşılık verdi, fısıldıyordu.

101
Aile ziyareti, havadaki ağır ölüm kokusunun eşliğinde ger-
çekleşti. Paşa, yatağında boylu boyunca uzanmış, heybetli ha-
yabnın son anlarını yaşıyordu. Hanım'ın saçları kederden bem-
beyaz olmuş, yüzündeki kan çekilmişti. Raife, Derya ve İbrahim
Tahir'le birlikte gelmişlerdi: Derya'nın hayat dolu olması ve gü-
zelliği, odadaki hüzün dalgasına başkaldırıyordu. Hanım onu
büyük bir sevgiyle göğsüne bashrdı, paşa da elini tuttu. Öğlen
yemeğine kadar villada kaldılar. Birkaç gün sonra el-Armalavi
Paşa rahmetli oldu. Gazeteler ona hak ettiği övgüleri düzdüler
ve Abbasi ye' de şanına yakışır bir cenaze töreni düzenlendi. İnsaf
el-Kuleli Hanım, oğlunu, gelinini, torununu ve kocasını villaya
davet etti. Paşa, villa haricinde hiçbir mülk bırakmamışh. Kayda
değer miktarda hisse senedi ve bir miktar nakit hanım, Tahir,
Tahiya ve Hiyem arasında paylaştınlmışb. Dostumuz Sadık
Sahran da iki konak sahibi oldu --el-Zeyn ve el-Armalavi konak-
lan-. İkisi arasında mekik dokuyordu. Bundan ne kadar büyük
bir zevk aldığını gizlemeye de zahmet etmiyordu.
İsmail Kadri, akıl hocası onu Vafd'ın en seçkin isimleriyle
taruşhrdığında hukuk bürosundan alışılmışın ötesinde yüksek
bir maaş alıyordu. Aldığı iyi eğitimin sonucunda öne çıkma­
ya başlamış, insanların kalbinde saygıdeğer bir yer edinmişti.
Müslüman ve Hıristiyan gençlik örgütlerinde edebi toplantılara
kahlıyor, sayısız tarhşmada yer alıyordu. Çok parlak bir geleceği
olduğundan bahsediliyordu: Bundan şüphemiz yoktu, er ya da
geç hedefine ulaşacakh.
"Dikkat et," demişti hamisi 1950'de, "bu yıl yapılacak genel
seçimlerde sen de aday olacaksın!"
İngiltere'yle yapılan 1936 Antlaşması 1 feshedildiğinde, zafe-

1 Bu antlaşmayla İngiltere'ye Süveyş Kanalı'nı "korumak" amacıyla Mısır'da birlik


bulundurma hakkı veriliyordu. Mısır'da büyük bir muhalefetle karşılandı ve Vafd
partisine karşı olumsuz bir hava esti. Mustafa el-Nahhas antlaşmayı imzalayanlar-
dan biriydi fakat 195l'de tekrar başbakan olunca antlaşmayı iptal etti. (ç.n.)

102
rin zirvesine ulaşmıştık. Kahire yangınının ardındansa dipsiz
kuyulara düşmüştük. Gerçi arkasında bir geri zekalı ya da çılgın
olsa da, ardı ardına çok mühim olaylar yaşanıyordu.
"Burası bir devlet değil, panayır alanı," dedi Tahir Ubeyd.
Hepimiz bunalıma girmiştik, tadımız kaçmıştı, alaycı ve öfke
doluyduk. 23 Temmuz 1952,1 bize parlak bir gündoğumu gibi
geldi. Fırtınalı bir uyanışla kendimize geldik, her şey bir rüya gi-
biydi. Kral öldü ve resmi unvanlar feshedildi. Yoksullar ve kim-
sesizler yaşadıkları çöplüklerden çıkarak tahta geldiler, imkansız
olan mümkün hale geldi. Kuştirnur'daki her zamanki köşemiz­
de, darbe yandaşlarının deyişiyle, Kutsal Hareket'ten başka
konuşacak bir şey yoktu.
Sadık bir şeyler öğrenebilmek için aceleyle yaşlı akrabasına, el-
Zeyn Paşa'ya (artık Rafet el-Zeyn Bey' di) gitti. Eski Vafdçılığına
geri dönüyordu.
Yine de tek söyleyebileceği, "Bu gerçekten de kutsal bir hare-
ket," olacaktı.
Ancak, sesi ona ihanet etti ve o da gülümsedi. Gözleri keder
ve endişeyle doluydu.
Hamada el-Halavani her zamanki gibiydi. Ancak bir gün bir
karar verdi, hevesi onu tüketti ve kendisini Hür Subaylar'dan
biriymiş gibi görmeye başladı. Devrim' e karşı biri hakkında bir
rapor ya da bir söylenti duyduğunda a□masız bir düşmana dö-
nüşüyordu.
"Bunlar Amerikan ajanından başka bir şey değiller!" diye kö-
pürüyordu.
İsmail Kadri'nin aklı, hareketin eylemlerini hoş karşılıyor­
du ama kalbi inkar ediyordu. Vafd yanlısı olduğunu hiçbir za-
man gizlememişti. İçinin derinliklerinde kalbiyle aklı arasında
1 Temmuz 1952'de Kral Faruk devrildi ve General Muhammed Necib'in liderliğin-
deki "Hür Subaylar" iktidara geldi. Daha sonra Cemal Abdul Nasır grubun lideri
oldu ve 1970 yılında ölene kadar Mısır'ın başkanlığını yaptı. (ç.n.)

103
süren bir savaş yaşanıyordu.
"Kendilerine temel olarak Vafd'ı almalılar!" dedi açık açık.
Şüphesiz kişisel umutlan kaba askeri hareketin ayakları albn-
da ezilip gitmişti. Esas hayret verici olan Tahir Ubeyd'in tutkulu
tavrıydı! Uzun tartışmalarımız boyunca ilk defa onun parlak bir
ışık gibi parıldadığını, dans ettiğini ve zafer şarkıları söylediğini
gördük. Hem aklını hem de kalbini hiç tereddüt etmeden ver-
mişti.
"Bu benim hayalimdi," dedi, "bugüne kadar dile getireme-
miştim!"
Ardından büyük bir memnuniyetle ekledi, "Derya da sonuna
kadar benimle birlikte."
Bu ruh haliyle birlikte şiirleri de Intellect Magazine' de parla-
maya başladı.
Devrim treni bir istasyondan diğerine ulaşıyor, sınır tanı­
mayan zaferlerle süsleniyor, engelleri birer birer aşıyor ve rakip
tanımıyordu.
Sadık
Safvan hala huzursuzluklarıyla mücadele ediyordu.
Bu sıkınhlan el-Zeyd Paşa'run ailesini ziyaretinde daha da art-
h. Tarım reformu nedeniyle Zübeyde Harum'ın topraklarının
büyük bölümü elinden alınmış, borsadaki işlemleri de durdu-
rulmuştu. Ailenin elinde kalan tek kaynak, yeni yönetmelikler-
le kuşa çevrilen arazilerinin kira geliriydi. Hatta oğlu Mahmud
kordiplomatlıktan ayrılmış ve İngiltere'ye iltica etmişti.
"Ben büyük toprak ağalarından değilim ama biraz mülküm
var," dedi Sadık. "Bizim sıramız geldi -ve Oevrim'in başarılı in-
sanların azılı bir düşmanı olduğunu görmüyor musunuz?"
Her zaman takip edildiğini düşünmüştü. Artan karını nasıl
koruyacağı hakkında kafası karışmışh.
"Kazandıklarımla ne yapacağımı bilemiyorum," diyerek
somurttu. "Parayı gayrimenkule yatırmak ahmakça olacak.

104
Bankaya koymak daha da aptalca. Evimde tutayım desem, o da
geri zekalılık. .. "
Bir gün, "Belki de kafan rahatlamışhr arlık, ha?" dedi oğlu
İbrahim'e.
"Nüfuzundan faydalanmak diye bir şey duydun mu hiç?"
diye karşılık verdi İbrahim. "Gizli servisler hakkındaki haber-
ler sana ulaşmadı mı? Yozlaşmanın o pis kokusunu almıyor mu-
sun?"
"Başka bir devrim hayali daha kuruyor gibisin," diye kükredi
öfkeyle. "Bir tanesi yetmedi mi?"
Sabri, Müslüman Kardeşler'e bağlılığı nedeniyle Devrim'e sa-
hip çıkıyordu. Daha sonra Devrim, Müslüman Kardeşler'le ters
düştü: Tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. Suçsuz bulunmuş
olsa da, hiçbir şeye güveni kalmamışh. Bir fırsahru bulup Suudi
Arabistan'a kaçlı ve bir müteahhitlik firmasında uygun bir iş
buldu. Sadık ve İhsan' dan ayn düşmüştü ama Sadık oğlunun,
onun görüşüne göre arhk orman kanunuyla yönetilen Mısır'dan
uzakta kendine bir hayat kurduğu ve güvenli bir işi olduğu fik-
riyle kendini avutuyordu. Tüm endişelerine rağmen, sevgisi, sa-
mimiyeti ve gittikçe sıklaşan ziyaretleri sayesinde velinimetine
daha da yakınlaşh. Bu sırada, ihtiyar paşa seksen yaşında hayata
gözlerini yumdu: Sağlığı gittikçe bozulmuş ve odasına hapsol-
muştu. Hafızası zayıflamış, hiçbir şeye ilgi duymaz olmuştu.
Zübeyde Hanım da talihinin dönmesiyle sarsılmışh.
Sadık bütün ihtiyaçlarını karşılamayı teklif etti.
"Yaphğınız iyiliklerin en azından bir kısnuru geri ödememe
izin verin, hiçbirini unutmadım," dedi.
Kadıncağız, "Sen de benim sonsuza dek kaybettiğim oğlum,
Mahmud gibisin" diyebildi.
Arlık konaklar birer birer kayboluyordu: Yerlerine apart-
man blokları ve yeni evler yapılıyordu. Tarihinde ilk defa

105
Abbasiye'nin doğusu ve babsı birbirine benzemeye başlamıştı.
Bir gece Hamada el-Halavani, Sadık'ın endişelerini hafifletmeye
çalıştı.
"Al sana bir dize," dedi. "'Mazi gitti ve umut tükendi / ama
en azından bugünün var.' Bunu nefes almadan üç kez tekrarla!"
"Ama yine de o yırtıcı dişleri düşünüyor olacağım!" diye kar-
şı çıktı Sadık.
Belki de Hamada el-Halavani de o yırtıcı dişlerden korkuyor-
du. Hala Han el-Halili' deki evini, teknesini ve arabasını kaybet-
memişti. Ama kendine sık sık şu soruyu soruyordu: "Yarının ne
getireceğini kim bilebilir ki?"
Ne zaman kötü düşünceler aklına üşüşse, kendini soyutlayıp
küçümseyerek bütün günü sigara sarmaya ayırırdı.
"Devrim bize öyle harikalar getirdi ki sıkılmak mümkün de-
ğil," diye aa acı dalga geçerdi. Ya da şöyle derdi: "Mesele gün
gibi ortada: Bir grup yoksul insan zenginlere saldırarak paraları­
nı yağmaladılar ve halka da kırıntılarını saçtılar."
Millileştirmeler başladığında ilk darbeyi aldı. Fabrikasına el
konuldu, düzenli gelir kapısı kapanmış oldu. Serveti fazla sar-
sılmadı ama korkulan katlanarak arttı ve bağımlılığı daha da
şiddetlendi.
"Allah müstahakkını versin, baba," diye takıldı. "Beni o ka-
dar tembel, kardeşimi de o kadar hırslı yapmışsın ki ... Kim daha
akıllıymış gör bakalım."
Karaciğerinden rahatsızlandı ve tedavi oldu. Artık alkol ala-
mıyordu ama hiçbir zaman alkolik olmamıştı zaten. Millileştirme
döneminde elli yaşına bastı: Güzel kadınlardan artık zevk ala-
madığını söyledi. Bu yüzden, ruh haline bağlı olarak, istedikleri-
ni elde etmek için çok dikkatli seçimler yapıyordu. Ve hayatında
ilk defa, hafızası onu yanıltmaya başlamıştı.
"Ölüm önce insanın hafızasında başlar," diye homurdandı.

106
"Hafızanın ölmesi ölümlerin en acımasızıdır. Hafıza gitti mi, ya-
şarken dahi ölü gibisin."
Hiç şüphe yok ki, trajedi bulutları kanatlarını onun üzerinde
açmışh. Kardeşini ve en büyük tarım arazilerinin sahipleri ara-
sında sayılan kız kardeşi Efkar'ın kocasını görmeye gittiğinde
bunu daha iyi anlamışb. Babasının partisi Vafd -ve gururla son-
suzluğa yükselen kahramanları- tantanalı bir propaganda so-
nucunda dağların tepelerinden inip moloz yığınlarının arasına
kanşhğında da aynı şeyi hissetmişti.
"Vermeden almak beni rahatsız ediyor," dedi. "Ama arhk
tövbe ettim. Bugünlerde ölümü kabullenmenin iyi bir şey oldu-
ğunu ister istemez benimsemek zorundayız. Başımıza gelecek
felaketlerden ancak böyle kurtulabiliriz."
İsmail Kadri, kaderin umutlarıyla arasına girmesinden hay-
rete düşüyordu. Gelecek ne zaman ona gülümsese, olaylar öyle
bir gelişiyordu ki yüzünde gülümseme filan kalmıyordu. Hukuk
alanındaki çalışmaları ona hatırı sayılır bir gelir sağlıyordu.
Nesnel aklı, Devrimin ulusu ve halkı için yaphklannı görmezden
gelmiyordu ve bazen büyük bir dünya gücünün vatandaşı ol-
duğunu düşünüyordu. Ama kalbi Devrime ve devrimcilere açık
değildi. Olumsuz bakış açısını sürdürmeye devam etti. Ancak
bir gün bize şöyle söyledi: "Devrimin çok görkemli hedefleri var
ama kader onu haydutların ellerine bırak.ti. Artık Tafida'da da
teselli bulamıyorum; ben ellime o da altmışına geldi. Gerçekliğe
teslim olup mağlubiyeti kabullenmiyor. Ne yediklerine dikkat
ediyor ne de günlük egzersizlerini yapıyor. Yaşına hiç de uygun
olmayan kıyafetler giyiyor ve kendini göstermeyi o kadar sevi-
yor ki insan rahatsız oluyor."
"Ne kadar marifetli olduğunu unutmak mümkün değil," di-
yerek kıpırdandı, "ama zaman zaman ölmüş olmasını da diliyo-
rum!"

107
"Belki de Hindu incir ağaçları ormanına tekrar gitmelisin,
ha?" dedi Hamada el-Halavani, bacağını çekiştirerek.
Hayalında ilk defa bütün ilgisini Hebatallah' a yöneltmişti.
Devrim olduğunda alh yaşındaydı ve arhk ilkokulu bitirmek
üzereydi. Büyüdükçe devasa vücut yapısı, güçlü fiziği ve spor
alanındaki üstünlüğü ön plana çıkıyordu.
"Yüzde yüz devrim çocuğu," dedi İsmail, gülerek, "ve bun-
dan da hiçbir şikayeti yok. Başına bir şey gelmesini istemiyorsan,
söylediği hiçbir şeyi düzeltmeye kalkma sakın!"
Bir gece, durup dururken şöyle dedi: "Yarahldığımız ve ya-
şam verildiğimiz şu hayahn bir amaa vardır. Ve tabii evrenin de
bir amaa vardır ama nedir?"
O gece yaşam ve yaradılışın amacı üzerine uzun bir sohbete
daldık. Bir süreliğine kendi dertlerimizi unutmuştuk.
Gittikçe azalan arkadaş çevremizde Tahir Ubeyd zekasıyla ay
gibi parlıyor, simsiyah gecede kuyrukluyıldız gibi ışıldıyordu.
Daha ilk günden, Liberation Magazine' de editörlük yapması isten-
mişti. Neden? İkiyüzlülerden ya da güvenilir ahbaplarından biri
değildi ama o eski popülist duygulan devrimi daha doğmadan
fark etmesini sağlamıştı. Partilerle arasına mesafe koyarak da
akıllılık yapmıştı. Bir süre sonra, devrime olan inancının kabul
edilmesinden ziyade -doğallığı ve samimiyeti sayesinde- kültü-
rel faaliyetlerden sorumlu görevlilerle arasında dostane bir ilişki
kurulmuşhı. Hangi başarı, zafer ya da duruş, hareketin kalbini
onun hemen radyoda ve sonrasında televizyonda çalınacak şar­
kılara söz olabilecek en uygun imgeyi bulmasını sağlayan şairlik
yeteneğinden daha hızlı çarphrabilirdi ki?
"Onların yanında yer alman, bizi herhangi bir cezadan kurta-
rabilir mi acaba?" diye sordu Sadık Safvan.
"Ne şiir ne de düzyazı bizi kurtarabilir," diye takıldı.
"Ne kadar üzücü ve anlaşılmaz bir durum," dedi Hamada

108
el-Halavani, "söylediklerinde ve yazdıklarında bu kadar samimi
olmak zorunda kalman ... "
"İçi saçmalıkla dolu harika şiirler!" diye destek çıkh.
"İnan bana," dedi Tahir, ciddiyetle, "Mısır, tüm görkemli ta-
rihi boyunca hiç bu kadar yükselmemiş ve tarihinde böylesiiıe
mucizevi bir adam görmemişti. Kişisel kayıplarını aşarak tarihin
engin yollarında yer alabilen büyük bir adam."
Merhum paşanın konağında annesi ve İbrahim'le aralarında
samimi bir tartışma sürüyordu.
"Gerçekten başka bir devrim daha mı bekliyorsun?" diye me-
rak etti İbrahim. "Devrimci bir kariyer düşkününden başka bir
şey değilsin!"
Hem Tahir'e hem de Derya'ya meydan okuyarak ekledi,
"Sahne değişti ama oyuncular aynı."
"Devrim, beraberinde fırsatçıları da getiriyor," diye karşı çıkb
Tahir, "ama liderinin bir mükemmellik sembolü olması yeter."
"Dayı, adam bir diktatör."
"Aksine, adil bir hakem."
On yıllık evliliği süresince hamile kalamamasına rağmen
Derya mutluydu. Kişisel çekiciliğinin yanı sıra resme olan yete-
neği daha da artmışh.
Tahir'in mali koşulları çok daha iyi bir düzeye geldi ve doğal
eğilimlerine bol bol, kimi zaman aşırıya kaçan bir ilgiyle yönel-
me imkanı buldu. Paranın aşkını esir etmesine hiçbir zaman izin
vermedi.
Günler kimilerini yükseltip kimilerini de batırarak akıp ge-
çiyordu. Kuştimur' daki köşemizi hiç boş bırakmadık. Sadece
sahibi tadilat yapıp zemin döşemelerini değiştirmeye, duvarları
beyaza boyamaya ve eski mobilyaları değiştirmeye karar verdi-
ğinde kısa bir süreliğine gidemedik. Bahçe işleriyle, duvar diple-
rinde yasemin yetiştirmekle, her köşeye gül ve karanfil saksıları

109
yerleştirmekle uğraşıyordu. Tuvaletleri değiştirip yeni nargileler
de almıştı. İki yeni tezgah daha ekledi: Bir tanesinde dondurma
satıyor diğerinde ise -bir ocakta- köfte yapıyordu.
Her zamanki gibi, sarsılmaz bir arkadaşlık bağıyla birbirimi-
ze bağlıydık. Belki de hiç aynlmamamızda, feleğin çarklarının
sürekli dönmesine rağmen Abbasiye'yi terk etmememizin de
yardımı olmuştu. Aramızdan uzaklaşan tek isim Hamada'ydı
ama o da her gece bizimleydi -bizim yerimize başka bir gruba
kahlmayı hiç istememişti.
Doğru, Abbasiye ilk dönemlerinde sakin, yemyeşil bir yerdi
ama eski bölgenin her iki yanında da açılan dükkanlarla birlikte
beyaz tramvayı da tarihteki yerini almıştı. Şimdi ise kalabalık,
sokakları gençlerle dolu, hem özel hem de devlete ait araçların
gezindiği, insan kalabalığı ve gürültüyle karmaşanın hakim ol-
duğu bir yerdi ama yine de hiçbirimiz burayı terk etmemiştik.
Yine hiçbirimiz, eski ahbap çevremizden kimse kalmasa da ge-
ceyi Kuştimur dışında bir yerde geçirmeyi düşünmemiştik bile.
Hepsi birer birer başka bölgelere dağılmış ya da vakitleri gelince
Hakk'ın rahmetine kavuşmuşlardı. Arkadaşlığımızın bir teselli
kaynağı olduğunu fark ettiğimizde birbirimize olan yakınlığı­
mız daha da kuvvetlenmişti. Geçmişin tortularını geride bıraktı­
ğımızda gerçekliğe teslim olmak baskın gelmişti. Üzerimize tatlı
bir rehavet çökmüş ve hülyalara dalmışlık. 5 Haziran 19671 günü,
volkanın gürlemesiyle hepimiz kendimize geldik. Önce bir şaş­
kınlık, sorgulama ve merak, kafa karışıklığı ve kuşku -ardından
tekrar şaşkınlık, sorgulama ve merak ... Hiçbir kaçışın olmadığı
bir gerçeklikle yutkunuyorduk. Nasıl? Bilmiyoruz. Neden? Onu da
bilmiyoruz. Ardından bir sohbet seli akmaya başladı; bir şakalaş­
ma sağanağı albnda, çelişkili duyguların sınırsız oyun alanında
l 1967 Haziran Savaşı (Alh Gün Savaşı) (Arapçası al-naksa [gerileme]) hem Mısır
hem de tüm Arap dünyası için büyük bir darbeydi. Sina (daha sonra geri verildi),
Golan Tepeleri, Kudüs ve Ürdün'ün batı sahillerinin büyük kısmı kaybedildi. (ç.n.)
muazzam bir keder en çılgın neşe kaynağı haline geldi. Ama bu-
nalım tohumları ruhumuzun en derin yerlerinde kendilerine yer
bulmuşlardı artık.
Sadık Safvan, 1952'den beri belki de ilk defa daha rahat ne-
fes almaya başlamışh. Durumdan ne kadar memnun olduğunu
açıklamaya utanıyordu. Ve belki de bu memnuniyeti endişeden
o kadar da yoksun değildi. Yine de gözleri ve dil sürçmeleri,
çekirgeler gibi yayılan sonu gelmez şakaları onu ele veriyordu.
Hemen Rafet el-Zeyn Paşa'yı ziyarete gitmişti. Onu gördüğün­
de, yaşanan gelişmelerin ilerlemiş yaşının getirdiği sıkıntılara bir
nebze olsun merhem olabildiğini anlamıştı.
Mırıldanan Zübeyde Hanım parmağını göğe kaldırdı.
"O burada," diyerek iç çekti.
Ancak, paşa mağlubiyetten birkaç gün sonra kalp krizi so-
nucu vefat etti. Kırkı çıkmadan birkaç gün önce de Hanım onu
takip etti. Kısa süre sonra, Sadık'ın annesi Zehrana öldü ve cena-
zesi taşındığı yeni dairesinden kaldırıldı. Sadık buraya çok katlı
bir bina dikti. Bu trajediler Sadık'ın daha büyük olaylardan daha
az etkilenmesine yol açmamıştı.
Artık duygularını ifade etmekte pek bir sakınca görmüyordu.
"Zararım karşılandı -bu savaşlarda ilahi bir el var!" diye hay-
kırdı, alaya bir dille.
Savaşın dişlerini çektiği doymak bilmez çenelerden artık
korkmuyordu.
Hamada el-Halavani her zamanki gibi çelişkili ruh hallerinde
dolaşıp duruyordu. Bir gece hıçkıra hıçkıra ağlayıp memleketin
durumuna lanetler okuyor, toz toprağın altında kalan faziletin
dayanılmaz aasıyla kendinden geçiyor; ertesi gece ise milletle
dalga geçme ve şakalaşma konusunda Sadık'ı bile bastırıyordu.
"Bize gururu ve fazileti öğrettiği söylenmiyor muydu?" diye
kıkırdadı. "Gurur ve faziletle doldun mu?"

111
Hamada yaralı memleketiyle alay edince İsmail Kadri derin
bir kederle sarsılıyordu.
"İnsan yediği tokada en azından tokatla karşılık vermeli,"
diye karşılık verdi, çok hırslanmışb.
Daha sonra yüksek sesle öfkesini gösterdi: "Nasıl oldu da bu
rejim hala yıkılmadı? Bu adam sablmış bir ajan olsa, daha fazla
zarar veremezdi."
Ancak hiçbirimiz Tahir Ubeyd kadar şaşırmamışbk. Bu yüz-
den deliye dönmüş ve tükenmişti.
"Keşke bunlar olmadan önce ölmüş olsaydım," diye fısıldadı.
"Hangi millet felaketlerden çekmemiştir ki?" dedi Hamada,
Tahir'in gerginliğini azaltmayı umarak.
"Ama bu felaketlerin de felaketi," dedi Tahir mağlup bir sesle.
Aynı duygulan paylaşan Hamada cevap verdi: "Hayatta ol-
duğumuz sürece umuttan kaçış yok."
"Hangi umut?" diye sordu, şüpheyle.
"Çocuklarımızdaki umut."
"Mağlubiyetin çocuklarındaki mi?"
Ardından Sadık, Tahir'e sordu: "Kahramanından vazgeçtin
galiba?"
Bir süre susan Tahir cevap verdi: "Galiba arhk ölecek ve ben
de onunla birlikte öleceğim."
Artık rahatlama şansımızın kalmadığını bilsek de buluşma
isteğimiz gittikçe artb. Bizim için en önemli tarhşma konusu bel-
liydi: Mayhoş bir siyasi geçmiş -uyuduk ve aa posası, salyaları­
mıza karıştı. Kahkahaların azalması belki de derin düşüncelere
ve felsefeye dalmaktan korkmamıza yol açıyordu. Altmışımıza
merdiven dayadığımız yılın geri kalanını ve ertesi yılı hep bu
ruh haliyle geçirdik.
"Bugün dükkanda önemli bir mevzu konuşuldu," dedi Sadık
Safvan bir gece. "Komşumuzla kızı bir şeyler almaya geldiler."

112
Bu, sakin ruhlarımızda bir heyecan dalgası yarattı. Bu şaşırtı­
cı -ve memnuniyet verici- haber üzerine tahminlerde bulunma-
ya başladık.
"Emine Hamdi ve en büyük kızı, Sina İbrahim!"
Bu isimleri biliyorduk galiba. Emine Hamdi kırk yaşlarında
bir duldu ve hiç kimsenin karşı çıkamayacağı makul bir geçmişe
sahipti. Sina ise on sekiz yaşında, oldukça güzel bir kızdı. Sınırlı
kaynaklara sahip bir bürokrat olan babası -kızın büyükbabası­
Ali Bereket ve eşi Hatice Allam'ın kanatları altında yaşıyorlardı.
"Emine, altmışlı yaşlarındaki bir adam için uygun bir kadın-
dır," dedi Hamada el-Halavani.
"Ama ben gözlerimi Sina' dan alamadım."
"Torunun olacak yaşta," dedi İsmail Kadri.
"Hayatı yıllarla ölçemezsin," diye karşı çıkh Sadık.
"Yaş farkı hakikaten de çok fazla," dedi Tahir
"Bana hayatının baharındaki İhsan'ı hatırlatıyor-kütür kütür
bir elma gibi, hayat dolu ve akıllı."
"Daha önce de iki kez hüsrana uğradın," diye hahrlattı İsmail.
"Her seferinde kötü talihin baskın geldi. Bu sefer, kendi seçimini
kendin yapacaksın."
"Mutlu son hiç beklemediğin bir yerden de gelebilir," dedi
Sadık, gözleri parlıyordu.
"Annesi ve ailesi on sekiz yaşındaki bir kız için altmışlarında
bir damadı kabul ederler mi?" diye sordu Tahir, kuşkuyla baka-
rak.
"Erkekler bugünlerde paralarıyla tarhlLyorlar, para hiç olma-
dığı kadar önemli hale geldi," diye araya girdi Hamada. "Kız,
büyükbabasırun eline bakarak fakir bir yaşam sürüyor, damadı­
mızı talih kuşu gibi göreceklerdir."
"Bence kadın kızını da alıp kendini bana göstermeye geldi,
böylece doğru seçimi yapabilecektim."

113
"Ve sen de doğru seçimi yapmıyorsun," diye karşılık verdi
Tahir.
"Bashğın yere dikkat et," diye uyardı İsmail.
"Bu deyimi alıp 5 Haziran kahramanına yöneltsek nasıl olur
acaba?" diye dalga geçti Sadık. "Bana kalırsa, ben kendime gü-
veniyorum. Uzun zamandır bekarlığın ve nefsine hakim olma-
nın işkencelerinden geçiyorum, Allah biliyor ya!"
Hiç vakit kaybetmedi. Arzularının peşinden gitti ve karşı­
lığını da gördü. Bu sırada, arkadaşımızın mutluluğunu görme
hevesimiz ve şüphelerimizin yersiz olduğunu anlamamız bizi
herhangi bir şey yapmaktan alıkoydu. Her zamanki gibi bütün
masrafların albna girdi, eskiden Kral Faruk Meydanı olarak bi-
linen Ordu Meydanı'ndaki yepyeni bir apartmandan bir daire
aldı ve yırbcı dişlerle karşılaşbğında yaşadığı gerginliği telafi
edebilmek için bütün cömertliğini gösterdi.
"Öyle bir yaştayız ki, imkansız şeylerin olması hiçbirimizi şa­
şırtmıyor!" dedi İsmail, evlerimize dönerken.
Söyledikleri Hamada el-Halavani'nin hayahndaki hiç beklen-
medik değişimlerin de habercisi gibiydi. Hiçbir şey yapmamak-
tan ve can sıkıntısından o kadar çok şikayet ediyordu ki...
"Hayata çok keskin çizgilerle bakıyorsunuz," dedi. "Ben, hiç
gelmeyecek uykuyu beklemek için muntazaman yatağa giren bir
adamım! Her gün ayrı bir yük, yeni hiçbir şey yok," diye sızlan­
dı. "Memnuniyetsizlik ruhun kanseridir," diye devam etti, bir
Tahir'e bir İsmail' e bakarak.
"Arkadaş çevresinin ne anlamı var o zaman?" diye sordu
Sadık.
"İnsan taştan da olsa bunalıma girebilir," diyerek omuz silkti.
"Biraz huzur bulabildiğim tek yer Kuştimur."
Altmışıncı yaş günü kutlamalarının hazırlıkları devam eder-
ken gelip bize şöyle dedi: "Çocuklar, evlendirin beni!"

114
Uzun bir süre kahkahalarla güldük. Ama ardından ciddileşti:
"Şaka yapmıyorum - evlendirin beni. Bir eşe ihtiyacım var!"
Sadık söze girdiğinde hepimiz sessizce düşünüyorduk, "Ben
böyle olacağını biliyordum."
"Can sıkınhsından kurtulmaktan başka bir şey istemiyorum,"
diye ekledi Hamada.
"Sen en asil aileler için bile talih kuşu olarak görülürsün,"
dedi Sadık Hamada'ya. Söylediklerinde samimi mi olduğu yok-
sa iltifat mı ettiği belli değildi.
Ne denirse densin, aslında 5 Haziran'dan daha kötü bir üne
sahipti. Hangi aile onu tembel, iflah olmaz bir haşhaş müptelası
olarak görmüyordu ki? İlerlemiş yaşından hiç bahsetmiyorum.
Şimdiki kızlar eskisi gibi değildi ve arkadaşımız Sadık Safvan'ın
karısı Sina gibi bir kadın bulmak da kolay değildi.
Hepimiz onun adına araşhnnaya giriştik. Hepimiz ret cevap-
lany la geri dönüyorduk. Bir gün Sadık o alışılagelen yüce gönül-
lülüğüyle, "Benim kayınvalideye ne dersin? Çok iyi bir kadın ve
bence o da kabul edecektir," dedi.
"Orucumu soğanla mı açayım yani?" diye karşılık verdi
Hamada, büyük bir kibirle.
Çaldığı her kapının yüzüne kapanması tepesini attırıyor, ya-
ralı gururuna tuz basıyordu.
"Meslek sahibi kadınlar şu faziletli bakirelerden iyidir," diye
kükredi.
Hepimiz kaşlarımızı çatmıştık.
"Sakin ol," diye ısrar etti Sadık, "yoksa cehennemlik olacak-
sın."
"Hiç kimse onları benim kadar tanıyamaz," dedi dalga geçe-
rek.
Hamada büyük bir azimle kendi yolunda yürümeye devam
etti. Zamalek'te bir daire kiraladı ve içini bir müze gibi döşedi.

115
Geliniyle tanışmamız için bizi bir otelde yemeğe davet etti. Gelin
kırklı yaşlarının ortalarında bir kadındı, dolgun bir vücudu ve
güzel bir yüzü vardı. Giydiği gelinlik bayağılığının yarathğı ha-
vayı dağıtmaya yetmemişti. Derin gözlerinden tecrübe ve hırçın­
lık akıyordu. Bu sahte düzgün hayatın, en az daha önce yaşadığı
hovardalıklar kadar, onun yapısına uygun olmadığını düşünü­
yorduk. Ortada aşk filan olsaydı onu mazur görebilirdik ama
bu evliliğin sadece ve sadece inatçılığından ve gururundan ger-
çekleştiğini anlamıştık. Kuştimur' da bize kadının iyi bir aileden
geldiğini ve birçok faziletli kızdan daha iyi olduğunu anlatmaya
çalışh. Tek yapabildiğimiz ona başarı ve mutluluk dilemek oldu.
İsmail Kadri, oldukça başarılı olduğu hukuk firmasında ça-
lışbğı sırada alhnışına bastı. Tafida yetmiş oldu. İlerleyen yaşına
yenik düştü ve gerçekliğe teslim oldu. Baş ağrılan ve bacakların­
daki ağrılarla boğuşmaya başladı. Hebatallah, yirmi dört yaşın­
da mühendis oldu. Mağlubiyet ve kahramanının düşüşü kalbi-
ni yaraladı. Uzun zamandır hayalini kurduğu şeyi yaptı; Suudi
Arabistan' a taşındı.
Tafida kimsesiz kalmıştı ama İsmail şöyle dedi: "O da en az
senin kadar endişeli ama belki de orada biraz rahat eder."
Ne işi ne de kazandığı başarılar İsmail'in siyasi kederini ve
mağlubiyeti atlatmasına yetmişti. Bunlara bir de karısının gittik-
çe solan yüzü ve oğlunun başka diyarlara gitmesi eklenmişti. Bu
dönemde ruhani şeylerden ve parapsikolojinin mucizelerinden
bahsetmeye başladı. Tabii ki, bu tip şeylerle kültür turizminden
önce tanışmıştı. Hamada da orada burada amaçsızca dolaşbğı
dönemlerde benzer şeyleri görmüştü. Ama İsmail, Sufilerin söz-
lerinde yeni bir tür sihir bulmuştu. Dört elle sarıldı ve kendinden
geçti. Bu öpücüğün kalbini iyileştiren zarif bir teselli olduğunu
düşünüyordu.
"Dine geri döndüğünü kabul et," dedi Sadık açık bir dille.

116
"Meseleyi basitleştirme yoksa anlamını kaybeder," diye ce-
vap verdi memnuniyetsizlikle.
"Geceler mucizelere gebedir," dedi Tahir. "Dışarıdan bakıl­
dığında, felaket zincirinin sonu yokmuş gibi görünür." İsmail,
gururuyla tutkusu arasında kalmış gibiydi.
Tahir Ubeyd lideri için liderinin kendine üzüldüğünden fazla
üzülüyordu.
Bir gece yazdığı methiyeyi bizlere okudu; keder, ümitsizlik ve
kendini yergi dalgaları arasında boğulmuştu. Hiçbirimiz bunu
hoş karşılamadık. Radyolar ve televizyonlar şarkılarını çalmaz
oldu. Ne de olsa ancak zafer dönemlerinde dinlenebilecek şar­
kılardı.
Bir gece bize itiraflarda bulundu. Özellikle de İsmail'i hedef
almışh: "Benim karımın durumu seninkinden bile kötü."
"Ellerinden geleni yaptılar," diye karşılık verdi İsmail.
"Ondan nefret etmeye başladım," dedi Tahir, gaddarca.
"Nihayetinde her şeyden nefret edilir," dedi İsmail.
Tahir, büyük oranda kinaye sanatından etkilendiği belli olan
umutsuzluk, keder ve kötümserlik dolu şiirleriyle gecemizi dol-
durdu. Yaralı kahramanına, dolaylı yoldan bile olsa zarar verebi-
lecek hiçbir şiirini bastırmamıştı.
"Bakın, devrimi zararlı unsurlarından nasıl da temizliyor,
yeni bir ordu kuruyor," dedi Tahir, en küçük bir umut ışığına
bile dört elle sarıhyordu.
"Sisifos dağa tırmanmaya başladı yine!" diye dalga geçti
İsmail.
Ruhu parçalanmış, gururu kırılmış Tahir bu sataşmalara ar-
tık cevap vermiyordu. Adam bu dünyadan aniden göçtüğünde,
Tahir de kaderin şamarını yemişti.
"Ben de müminlere katılıyorum -gerçi onlardan biri değilim
ama- O'nun zatı hariç her şey helak olacaktır," dedi.

117
Sadık Safvan ise neşesini saklayamıyordu.
"Bu haberler balayından bile daha heyecanlı," diye sevincini
belli etti.
"Ölümü, en görkemli işlerinden biri oldu," dedi Hamada
duygusuzca.
"Doğru zamanda gitti," diye araya girdi İsmail, "seli arkasın­
dan gelenlere bıraktı."
Sadık ise kendine yeni bir dayanak bulmuştu: "Yeni başkan­
dan umutluyum," dedi.
Sina'yla birlikteyken çok mutluydu ve kendini dünyanın
hakimi gibi hissediyordu. Belki de Sina onun istediği kadar sade
bir kadın değildi, İhsan' a ise hiç benzemiyordu. Ortaokul diplo-
masını bile düğünden sadece birkaç gün önce almıştı.
"Eğitimime devam etmek istiyorum," dedi tutkuyla.
"Ben de ortaokuldan sonra okula gitmedim," diye karşılık
verdi Sadık, rahatsız olmuştu. "Onun yerine çalıştım. Sen de be-
nim gibi yap, bir ev hanımı olarak kendini geliştir."
"Eğitimime devam etmek en büyük hayalimdi," dedi usulca.
"Bunun artık hiçbir önemi yok," diye azarladı Sadık.
"Artık bütün kızlar okula gidiyor," diye ısrar etti.
"Herkes damdan atlasa sen de mi atlayacaksın yani?" diye
bağırdı.
"Hayır,"
dedi, "ama bilgili olmak da önemli."
"Ama bir eş ve sonrasında da bir anne olmak kadar önemli
değil."
"Üniversitede okuyan ama evli kadın öğrenciler de var," diye
devam etti, Sadık'ı bezdiren bir inatçılıkla.
"Karımın üniversiteye gidip diğer öğrencilerle kaynaşmasına
asla izin vermem!" dedi, ona olan aşkını ve hoşgörüsünü bir ke-
nara bırakarak.
"Bana güvenmiyor musun?" diye sordu, ısrarcıydı.
"Tabii ki güveniyorum," diye karşılık verdi, "ama itibarım
buna izin vermez."
Zor koşullar altında yaşamasa ve ailesi baskı yapmasa kadı­
nın onunla evlenmeye razı olmayacağını anlamıştı.
"İyice anla," dedi, sertleşmişti, "asla kabul etmeyeceğim."
Sina, sözünü dinleyip sustu. Daha sonra üniversiteyi dışarı­
dan bitirme konusunda onu ikna etmeye çalıştı ama Sadık ona
da razı gelmedi.
Leyla'ya yumuşak davrandığında neler olduğunu hatırlayıp
bize açık açık şunları söyledi: "Bu sefer olmaz. Baştan nasıl an-
laştıysak öyle olacak."
Leyla'run ona verdiği dersi kalbinden hiçbir zaman sileme-
diğini anlamıştık. Yumuşak başlı arkadaşımızın insan görünü-
münde bir aslan olduğunu düşünmek hoşumuza gidiyordu.
"Her yıkınhnın arasında bir iblis gizlidir," dedi İsmail Kadri.
"Ama ben bu iblisi şişesine geri soktum," dedi Sadık, kendin-
den emin bir sesle.
Hiçbirimiz onun bu tavrını onaylamıyorduk ama şikayetleri­
rnizle de canını sıkmak istemiyorduk. Güzel bir kadın olduğu ka-
dar ev işlerinde de maharetli olduğunu kanıtlamıştı. Büyükbaba-
sırun evindeki utanç dolu köşeye dönmemek için umutlarını feda
ettiğini anlamıştık. Özellikle de babası kayıtsızlık ya da umursa-
mazlık nedeniyle hiç ortalarda olmadığı sürece ... Sadık birçok kez
onun hayat dolu olmasını ve hareketliliğini övmüş, sert tavrı sa-
yesinde kadının kendi değerini keşfettiğini ima etmişti.
"Onunla kütüphanem arasında mekik dokuyabilecek durum-
da değilim," dedi, "bütün boş vaktini okuyarak geçiriyor. Bunun
bir zararı yok ama bana, 'Bilgi, paradan daha önemlidir,' dedi.
"Bu söz hiç hoşuma gitmedi," dedi Sadık. "Bu kadar pısırık
olmasaydım edindiği bilgilere benim param sayesinde ulaşabil­
diğini ona hatırlatırdım.

119
"'Parayla uğraşan adamlar toplumda itibar görür' dedim.
'Bir sürü berbat aydın bir kadını mutsuz etmekle kalmaz, daha
en başından evlenemezler bile."'
"Bütün hayabmız boyunca bizimle bu kadar yakın arkadaş
olman ve yine de böyle fikirleri savunman ne muhteşem bir
şey!" diyerek güldü Hamada el-Halavani.
"Kadınların kendilerine özgü bir dilleri vardır ve onlarla o
dilden konuşmadığın zaman söylediklerinin bir anlamı olmaz,"
dedi.
Her ne kadar onun mutlu olmasını dilesek de, ne kadar başarı­
lı olacağı konusunda içimize kurt düşmüştü. Sina, onun için rah-
minden Nuha'yı üretti. Kalbi sıcaklık ve mutlulukla dolmuştu.
Zaman akmaya devam ediyor, her geçen gün bizi yedinci on
yılımıza bir adım daha yaklaşbnyordu. Şaşırbcı bir şekilde, sağ­
lığımız bütün endişelerimize rağmen yerindeydi. İkinci lider dö-
nemi de kendi sürprizlerini hazırlıyordu -vaazlar, zafer, barış ve
İnfitah 1 çağıydı. Aynı zamanda bütün adiliğiyle bugüne kadarki
en büyük yolsuzluk seviyesine ulaşılmıştı. Başımıza gelen deği­
şimleri zar zor anlayabiliyorduk. Eskiden olduğu gibi, herhangi
bir olay için dışarı çıktığımızda, ne olduğumuzu ve ne hale gel-
diğimizi karşılaştırır, yaşadığımız dönüşümden başımız döner-
di. Bu durum bizi birbirimize daha da yakınlaştırdı. Kuştimur
bizden biri olmuştu, biz de onun köşelerinden biri ... Aramızdan
göçüp gidenleri hatırladıkça birbirimize bakar, bizim günlerimi-
zin de sayılı olduğunu anlardık.
Bir gece, "Ne hayat ama!" diye aşka geldi, Sadık Safvan.
"Oğlum İbrahim, zenginliği reddedenleri reddediyor, karımsa
paraya hak ettiği değeri vermiyor. Benim hakkımdaki gizli duy•
gularının bir işareti değil mi bu?"

1 Arapça (anlamı ekonomik açılımdrr). Başkan Enver Sedat'ın 1970'lerde Mısır eko-
nomisini yıllardır sıkı bir denetim altında tutmayı bırakıp yabancı sermayenin ili•
keye girişini teşvik etmesini içerir. (ç.n.)

120
Ekim zaferiyle kendinden geçmişti. İsrail'le yapılan barış ve
demokrasiye yönelmek onu mutlu ediyordu. Ama yine de endi-
şelerini ve sıkıntısını gizleyemiyordu.
İsmail Kadri onun korkularını gidermeye çalışıyordu. "Evlilik
müessesesi bütün felsefelerden daha güçlüdür."
"Ama aynı zamanda para ve milyonerler çağında yaşıyoruz,"
diye ekledi Haınada.
"Neredeyiz biz ve kim onlar?" diye sordu Sadık. "Ben sade-
ce bu çağın yoksulluğa sürüklediği gruptan eski kafalı bir ada-
mım."
Pek çok insan anlaşmalar ve hayali zenginler hakkında de-
dikodu yapıyordu. O sırada, kansının ailesi vefat etti. Önce Ali
Bereket, ardından büyükannesi Hatice ve sonra kayınvalide­
si Emine, birer birer bu dünyadan ayrıldılar. Dört yaşına gelen
Nuha anaokuluna başladı. Dikkati dağılmıştı ve yeni bir fikirle
gelerek bizim de dikkatimizi dağıttı.
"Hanım öğretmenler hakkında ne biliyorsunuz?" diye sordu
Sadık.
Yüzü kızardığı için gülmeden duramadık.
"Şaka yapmıyorum," diye çıkışh.
Ciddi olduğundan hiç şüphemiz yoktu.
"Bir uzman bulmalısın -sana tavsiyemiz bu olur," dedi İsmail.
Doğrudan ifade etmese de heyecanını paylaşıyorduk. İhsan
Hakk'ın rahmetine kavuştuğunda yasını tuttu.
"En mükemmel kadındı," diye homurdandı. "Kahredici bir
hastalığa yakalanmasaydı, bir erkeğin ulaşabileceği en büyük
mutluluğa nail olamayacaktım."
Devam etti, "En kötü sürgün kendi memleketinizde hisset-
tiğinizdir. Allah böyle dönemlerde kahır verir. En yakınlarımızı
alıp bize düşman ederler. Ve doğruya doğru dostlarım, bu dün-
yada bana en yakın olanlar sizsiniz."

121
Sadık içimizde hastalıkla tanışan ilk kişiydi
ve ağrılı bir roma-
tizma yüzünden eklemlerinden arhk hayır gelmiyordu. Bir sürü
doktora daruşh, ilaç kullanmayı alışkanlık haline getirdi ve hatta
yeme alışkanlıklarını bile değiştirdi.
"Allah' a şükür," dedi. "Hem bu dünyada hem de ahirette
bize gün yüzü gösterecek. Ne zaman yakın bir arkadaşım benim
huzurumu kaçırsa, ardından hemen bir ağrı veya bela beni bulu-
yor. Ve ne zaman böyle bir belaya tutulsam Allah'ı hahrlıyorum
-O'ndan gelen her şeyin başımın üstünde yeri var ve kendimi
O'na teslim ediyorum. O da beni sabır ve gönül rahatlığıyla dol-
duruyor."
İyi bir son, ya da en azından kötü olmayan bir son olabilirdi.
Tabii, Hamada el-Halavani altımızda o bombayı patlatmasaydı.
"Dostlarım," dedi, "Sadık'ın karısının yan binadaki genç bir
adamla şüpheli bir şekilde işaretleştiğini gördüğümü söylemek
için arabaya atlayıp geldim."
Bu haberi öbür dünyadan üzerimize çöken en musibet felaket
gibi karşıladık. Kafalarımız allak bullak olmakla kalmadı, birbi-
rimizden yardım isteyen, ısrarla sorgulayan ve endişelerle kap-
lanmış gözlerle birbirimize bakhk.
Bir süre sessizce oturduk, ta ki Tahir bu sessizliği bozana ka-
dar: "Belki de yanlış görmüşsündür ya da yanlış anlamışsındır?"
"Ne gördüğümden gayet eminim," diye karşılık verdi
Hamada, kaşlarını çatarak. "O gelmeden önce bir şeyler düşü­
nelim."
"Mesele çok çetrefilli," diyerek somurttu Tahir Ubeyd.
"Bir karar vermemiz gerek," dedi Harnada.
"Ama önce emin olmalıyız," diye karşılık verdi Tahir.
"Gayet eminim diyorum," diye ısrar etti Hamada.
Üzerimize ağır bir sessizlik çöktü. Harnada, "Ona haber ver-
mek boynumuzun borcu."

122
"Ama belki de mahvolmasına yol açacağız," dedi Tahir.
"Bildiklerimizi ondan saklayabilir miyiz ki?"
"Hiç kurtuluşu yok, bir şekilde neler olup bittiğini anlaya-
cak," dedi İsmail.
"Bu skandal onu suç işlemeye itebilir," diyerek somurttu
Tahir.
Uzun bir süre daha birbirimizle bakıştık, sonra Hamada ses-
sizliği bozdu: "Bundan nasıl bir hayır çıkar acaba?"
"O öğrenir ve tehlikeli bir durum yaşanmadan konu kapa-
nır."
"Bu günah sonsuza kadar devam edemez -bir yerde son bul-
malı," diye ısrar etti İsmail.
"0'dan bunu saklamaya bizim gücümüz yetmez," dedi
Hamada.
"Bana bırakın," dedi İsmail Kadri.
Sadık Safvan geldiğinde, İsmail onu bahçeye çıkardı.
Sonbaharın son günlerinde olduğumuz için bahçe boştu. Bir saat
geçti, ölümden bile daha ağır gelen bir saat. .. Sonra ikisi sessizce
bizim yanımıza döndüler, biz de sohbetimize başladık. Ah, mağ­
lubiyet anındaki o soylu insanın görüntüsü! Bütün duygusal
tepkilerini yatıştırana kadar onu teselli etmeye çalıştık.
Meseleyi düşünmek için biraz zaman istedi. Kararlaştırdığımız
saatte geri gelene kadar günler geçmişti.
"Ne öneriyorsunuz?" diye sordu.
"Senin irfanına ve dindarlığına yakışır bir çözüm bulduk,"
diye başladı İsmail Kadri. "Boşanmanın bir faydası olmaz ve
Nuha'yı da elinde tutmalısın. Onu yoksulluğa mahkum etme-
nin de bir faydası yok. Mahkemeye gitmektense kendi aranız­
da anlaşmanız daha iyi olacaktır. Ona bir daire kirala ve kızının
hatırına bir nafakaya bağla. Bir daha söylüyorum, dindarlığına
yakışan da budur."

123
Sadık'ın cezalandırma
ve intikam arzusunu bashnnak için
muazzam bir gayret gösterdiğine inanıyorum. Ve gerçekten de
daha önce hiç kimsenin yapmadığı kadar doğru bir şey yapb:
Kadının gururunu da koruyarak ondan boşandı; Nuha'yı bu
trajediden olabildiğince uzakta tutmayı başardı. Yalnızlığına
geri döndü ama bu seferki mutlak bir yalnızlık değildi. Yanında
Nuha ve dadısı vardı. Böylece, yaşının ve hastalığının da etkisiy-
le, eski mahrumiyet duygusundan kurtulmuştu.
Bir grup insan gelip dükkanını satın almayı teklif ettiler.
İnfitah döneminde pek çoğu açılan butiklerden açmak istiyor-
lardı.
"Hayatımdaki en güvenilir şeyler dükkanım ve Kuştimur,"
diye homurdandı.
"Senin yerinde olsaydım, bir anlaşmaya varırdım," diye
öğütledi Hamada. "Teklifleri şahane -ve artık rahata erebilirsin."
"Benden sonra işimi devam ettirebilecek kimse yok," dedi
Sadık. "İbrahim kendi dünyasında ve Sabri de neredeyse oraya
uyum sağlıyor. Daha ne kadar sabahtan akşama kadar çalışabi­
lirim ki?"
Dükkanı sattı, Nuha'yı yetiştirebilmek için kendine zaman
yaratb, romatizması azaldı, Kuran ve Hadis okumaya başladı,
Hac görevini yerine getirdi. Ancak, Kuştimur' daki köşemizin
yeri başkaydı. Hamada el-Halavani de Ekim zaferiyle kendin-
den geçenlerden biriydi ve barış yapılmasından da memnundu
ama üzerine Budizmi anımsatan sarsılmaz bir dinginlik çökmüş­
tü. O balayıruıı tadını çıkarırken evliliğinin bir fiyaskoyla sonuç-
landığını kabul etti. Bazen gözlerinde, "Ben kendime ne yapbm
böyle?" diye soran bir gülümseme belirirdi.
Doğrusu, karşı cinsle olan ilişkilerinde herhangi bir değişik­
lik olmamışh ve mesleki geçmişi nedeniyle kansından bıkmış
da değildi. Kadın hala onun sevgilisiydi ama kansı gibi davran-

124
mıyordu. Gece gündüz demeden süslenmekle uğraşıyor, içki ve
haşhaş müptelalığı devam ediyordu. Ev işlerini ihmal ediyor,
evdeki hizmetçilere emirler yağdırmakla yetiniyordu. Daha ilk
günden beri sürekli para istemekten de vazgeçmemişti.
Hamile kalınca Hamada değişeceğini ummuştu ama cenin
rahminde ölmüştü: Ameliyat ve onca hengame bir sonuç verme-
mişti.
"Yatak dışında konuşmuyoruz: Dinliyorum ama ne diyeceği­
mi bilmiyorum," diye şikayet ediyordu.
Yalnızlığı ve can sıkınhsı katlanarak arth. Her fırsatta o güzel
daireden kaçmaya çalışıyor, onsuz yalnızlığın daha kolay çekilir
hale geldiğini söylüyordu.
Çok yakında boşanma haberini almayı bekliyorduk. Sadık
Safvan, "Cadalozluk yapıyor mu?" diye sordu.
"Kendi çapında," diye yanıt verdi Hamada. "İçindeki kötü-
lüğün dışarı çıkmasına izin vermiyoruz. Sadece biraz hoppa:
Fahişelik kadının içindeki insanlığı öldürür ve gerçek sefaleti
ortaya çıkarır."
"Ne yapmak istiyorsun?" diye sordu Sadık, hüzünlü bir sesle.
"Onu boşamak istiyorum tabii ki," diyerek güldü.
"Ama bu o kadar da kolay değil," dedi bir süre durakladıktan
sonra, "ve kanlı bir muharebe olmadan da çözülmez -skandal,
rezalet, duruşma ve iyi bir kazık yemeden olmaz. Benimle kavga
etmek ya da sokakta yüz yüze gelmek için bir an bile tereddüt
etmeyecektir."
"Bir gün meslek sahibi kadınların sıradan kadınlardan daha
iyi olduklarını söylemiştin," diye hatırlattı Tahir Ubeyd.
"Bana bunları hatırlatma," diye karşılık verdi Hamada.
"Benden ne koparabilirse koparacak işte."
"Ama sen biraz sakinleş," dedi Sadık.
O da sakinleşmeye kararlıydı. Her şey kahvaltıyla başladı.

125
Kendini tutmak gibi bir adeti yoktu, o yüzden kadına yargılayıa
ve kınayıcı bakışlarla bakarken yemekleri etrafa saçmaya başladı.
"Evlilik hayahnın bana göre olmadığı ortada," diye bağırdı.
"Benimle kendini denemek için mi evlendin o zaman?" diye
karşılık verdi kadın, küstahça.
"Nasıl bir araya geldiysek öyle ayrılmamız daha iyi," dedi
Hamada, usulca. "Umarım hatalarımdan dolayı beni affedersin."
Kadın ağzına geleni söylemeye başladı. Hamada sabırla otu-
rup dinledi. Herhangi bir mahkemeye gitmeden karşılıklı uzla-
şabilecekleri bir yol arayacağını söyledi. Kadın bir milyon Mısır
poundu istedi, aksi halde mahkemeye gidecekti. Bir süre pazar-
lık yaphktan sonra dörtte birine razı oldu.
"Bu çılgınlık çağında felaket bir kayıp oldu bu," dedi Hamada.
"Servetimin bugün bir değeri yok: Her şey ateş pahası. Bir za-
manlar elli kuruşa aldığım şeye bugün kırk-elli pound ödüyo-
rum! Yine de o sıkıcı kaşarla birlikte yaşamaktansa can sıkınhsı
Allah'ın bir lütfu gibi!"
"Her halükarda," diyerek araya girdi İsmail Kadri, "gerçek
bir kadınla evlenmek istiyorsan ... "
"Yok artık, ben tövbe ettim!" diye kestirip atlı Hamada, sinir-
lenmişti.
Bir zamanlar onu rahatsız eden eski hayatına dönmeyi muaz-
zam bir kazanç olarak görüyordu.
Sonra bir şeyler oldu ve hiç alışık olmadığımız bir şekilde,
Kuştimur'a gelmeyi bıraktı -önce bir gece, sonra ertesi gece ...
Arkadaşlar sık sık onu ziyaret edip neden gelmediğini öğren­
meye çalışıyorlardı: Han el-Halili, tekne ve Zamalek'teki daire...
Sonunda acı gerçeği öğrendik: Hiç beklemediği bir anda göğüs
ağrısı rahatsızlığıyla Maadi Hastanesi'ne kaldırıldığını ve bura-
da tedavi gördüğünü ...
Büyük bir telaşla hastaneye koşuşturduk. Kardeşi Tevfik ve

126
kız kardeşi Efkar bizi karşıladı:
Tehlikeyi atlattığını söyleyerek
bizi biraz rahatlattılar ama birkaç gün daha ziyaretçi kabul ede-
meyecekti. Tevfik yaşlandıkça Yusri Paşa'ya daha da benzemiş­
ti. Ancak Efkar zayıflamış ve geçen yılların gazabına uğramışh:
Vücudu erimiş, yüzü buruş buruş olmuş ve çökmüştü. Bir za-
manlar baş tacı edilen güzelliği, zamanın hükmüne yenik düş­
müştü.

"Zamanın onu ne ha.le getirdiğine bir baksanıza!" diye mırıl­


dandı Tahir Ubeyd.
İki gün soma ziyaretine gittiğimizde Hamada'nın soluk yü-
zünden neşesinin eksik olmadığını gördük. Bize göğüs ağrısın­
dan bahsetti.
"Vurduğu zaman çok sert vuruyor," dedi, "ve geçtiğinde,
yani normale döndüğünde, insan sanki az önce ölümün kıyısın­
dan dönmemiş gibi hissediyor."
Her zamanki gibi zilzurna sarhoş olduğunu anlatarak devam
etti. Gecenin geç bir vaktinde yemeğini yemek için kalktığında
göğsünde bir elektriklenme hissetmiş. O kadar şiddetli bir ağ­
rıymış ki neredeyse nefes alamaz hale gelmiş -kendini dışarıya
atmış, bağırmış çağırmış ve yere düşüp yuvarlanmaya başlamış.
Hizmetçi hemen ağabeyini aramış: O da yanına bir doktor alıp
gelmiş ve Hamada'yı hastaneye kaldırmışlar.
Üç hafta sonra taburcu edildi ve ondan başka hiç kimsenin
dolduramayacağı yerine, Kuştimur'a döndü. Bu arada, artık dü-
zenli olarak ilaç kullanmaya ve sıkı bir perhize de başlamışh.
"Şu hayatta tat aldığım ne varsa onları da elimden almak is-
tiyorlar," diye şikayet etti. "Romatizma için ayrı perhiz, bir sürü
kural da cabası."
"Nihayetinde hayat bir olmak ya da olmamak meselesi değil
mi?" dedi Sadık Safvan.
Her gün ilaçlarını aldığını biliyorduk ama perhizini hiç umur-

127
samadığıru da anlamışhk. Hamada, bütün cüreti ve umursamaz-
lığıyla her zamanki gibi yemeye devam ediyordu. Haşhaştan
uzak durmak bir yana, azaltmamışh bile.
Ona nasihat verdiğimizde de şakayla karışık bizi azarlıyordu.
"İntihar etmeye mi karar verdin?" diye sordu Tahir Ubeyd.
"Yaşama sevgimden vazgeçmemeye karar verdim!"
Kadınlardan da vazgeçmiş değildi. Ayda sadece bir kez de
olsa, onlarla görüşüyordu.
"Yaşın seni bu yükümlülükten muaf tutmuyor mu?" diye sor-
du Sadık, pis pis sırıtarak.
"Ama bu benim durumumdaki bir adam için pek uygun ol-
maz," diyerek bir kahkaha attı Hamada.
Tahir Ubeyd, kendisini nefret ettiği ve katlanamayacağı bir
dünyada, ikinci liderin idaresi altında buldu. Daha ilk gün-
den beri bu düşüncenin altında eziliyor, onu hem yabana hem
de yerli irticaa güçlerin bir ajanı olarak görüyordu., lntellect
Magazine'in başından ayrılmakta bir an bile tereddüt etmedi.
Ancak esas darbe, hiçbir doğrudan suçlama ya da açıklama ol-
maksızın yazmasının yasaklanmasıyla geldi. Çok öfkelenmişti,
tabii ki bizler de ... Medyanın hiçbir alanında izine rastlanmıyor­
du artık. Büyük zafer geldiğinde garip bir uyuşuklukla karşıla­
dı. Bunun tohumlarının merhum lider tarafından atıldığını söy-
lüyordu. Aramızda, bütün hayatı boyunca merhuma büyük bir
saygıyla bağlı olan bir tek oydu ve ölümünden sonra da anısını
yaşatıyordu. Olağanüstü bir arkadaşlığımız olmasaydı belki de
ondan rahatsız olabilir ve aramıza sokmayabilirdik. Ama bizim-
le kaldı, bize diklendi, ciddi tartışmalarda ciddiyetini korudu,
şakaya şakayla karşılık verdi.
Tahir, faaliyetlerini yurtdışında yayımlanan Arap dergilerine
birkaç şiirini göndermekle sınırlandırdı. Altmış yaşına geldik-
ten kıs~ bir süre sonra, bugüne kadar hiç karşılaşmadığım bir

128
meseleyle baş etmek zorunda kaldı. lntellect Magazine'e kablan
yeni bir kadın editör vardı; Enver Bedran. Tahir'in sıkı hayranla-
rından biri olduğu belliydi: Tahir'e olan hayranlığı kimi zaman
hayallerinin de ötesine geçiyordu. Birkaç kez Kuştimur'a gelmiş
ve böylece biz de onu tanıma fırsah_bulmuştuk. İngiliz dili bölü-
münden mezun olduğunu öğrendik. Oldukça zeki, yirmi beş ya-
şında ama yaşına göre bir hayli kültürlü bir kadındı. İnce uzun,
esmer tenli, yüz hatları düzgün, kısık gözlü, küçük ve yassı bu-
runlu, alımlı bir kadın olduğu söylenebilirdi.
Kadını uzun uzadıya inceleme fırsatı bulan İsmail Kadri, bir
gece Tahir'e sordu: "Çırağını seviyor musun?"
"Evet," diye cevap verdi, kısa ve öz.
"Belki de modem yöntemler kulJanmahsın," dedi Hamada
el-Halavani.
"Ama benim hislerim gayet samimi!" diye parladı.
"Bugüne kadar yeterince aşk yaşadığını düşünüyordum,"
dedi Sadık Safvan.
"Aşk kural tanımaz," diye karşılık verdi Tahir.
"Peki ya Raife?"
"O mesele uzun zaman önce kapandı," dedi Tahir.
"Bir okulda seks üzerine ders verebiliriz," diyerek güldü
İsmail Kadri.
"Tedbirli olmak Kader'le boy ölçüşmeni sağlamaz," dedi
Tahir, pes ederek.
Gariptir, o günlerde kırk yaşına gelen kızı Derya ilk çocuğuna
hamile kalmışh. Hamile kalabilmek için doktor doktor gezmiş
ama sonunda umudunu kaybetmişti. Doğal olarak, doğacak to-
rununu kucağına almayı beklemesi gereken Tahir, kendisini aşk
meselelerine kaphrmıştı. Bir gece zevkten sarhoş olmuş bir şekil­
de -uzun zamandır onu bu halde görmemiştik- yanımıza geldi.
"Evleniyoruz!" dedi, gözleri parlıyordu.

129
"Bize de sizi tebrik etmek düşer o zaman."
"Peki ya Raife?" diye sordu Sadık.
Alt dudağını ısırarak cevap verdi.
"Açık açık konuşmaktan başka çare yoktu," dedi. "Zor, san-
cılı bir süreç ama ben böyle şeylere alışkınım. Artık elindeki şey­
lere sahip çıkamayacak duruma geldiğine ikna oldu. Ben de ona
her zamanki gibi onurunu ve refahım koruyacak şekilde evde
kalabileceği konusunda garanti verdim."
Bir süre durakladı ve ardından devam etti, "Sakin ama tit-
reyen bir sesle, gözyaşlarıyla parlayan gözlerini bana dikerek,
'Teessüflerimi kabul et ama bu durumda yapabileceğim başka
bir şey yok,' dedi. Ben de ona, 'Hatalı olduğumun farkındayım'
dedim. Buna karşılık, 'Hiç şüphem yok: Hiç de ihtiyaç duyma-
dığın bir dönemde üzerine büyük bir bilgelik çöktü ama en çok
ihtiyaç duyduğun anda da ortadan kayboldu- Allah yardımcın
olsun' dedi."
Yoğun bir sıkmhyla perişan kadını gözlerimizin önüne getir-
dik. Zaman aleyhine dönmüş, bir peçete gibi kullanılıp bir kena-
ra ahlmışh.
"Hiç kimsenin tahmin bile edemeyeceği büyük bir acı için-
dedir muhakkak," dedi Sadık Safvan. "Her ne kadar güçlü bir
mazeretim olsa da, İhsan da böyle bir duruma düşmüştü."
Ancak mutluluk, yolundaki bütün tereddütleri temizleyerek
Tahir'i alıp götürdü. Kimi zaman masum bir çocuk gibi görünüyor,
o özgür zafer günlerinin artık mazi olmuş anılarını hatırlahyordu.
"Bu dünyada gerçek ve sağlam olan hiçbir şey yok," dedi,
özür dilemek ister gibiydi. "Neden bu dünyayı isteyeyim ki?"
İlk defa, Derya onunla aynı fikirde değildi ve bu düşüncesini
kınıyordu.
"Baba, senden hiç böyle bir şey beklemezdim," diyerek ayıp­
ladı.

130
"Bu her gün karşılaşhğımız doğal bir şey," dedi Tahir gülüm-
seyerek.
"Peki ya annem?" diye sordu yumuşak bir sesle. "Biz sadece
sadakat istedik -ki o da en az aşk kadar güzel bir şeydir."
Kızının bu sözlerinin gizli bir gururdan kaynaklandığını anla-
mıştı. Yine de, o meşhur inatçılığıyla kendi yolunda ilerlemeye de-
vam etti. Sanki affedilmek istiyordu. "Aşk aşktır -ve bence onun
varlığı, bütün muhalefeti göz açıp kapayıncaya kadar yok eder."
Yeni bir yuva kurmaya çalışırken eskiden hiç karşılaşmadı­
ğımız bir sorunla yüz yüze geldi -yaşayacak bir daire bulmak. ..
Ama bunun çözümü o kadar da zor değildi, çok da kısa olma-
yan uğraşların ardından depozito vermeden kiralayabileceği bir
yuva buldu. Yeni yaşamına, hiç bilmediği bir dünyaya ilk defa
adım atıyormuş gibi giriyordu. Enver, sadece aşkıyla onu mutlu
etmekle kalmamış, zekası, dürüstlüğü ve kültüre düşkünlüğüyle
de ilgisini çekmişti. Şiirlerine olan hıtkusu da cabası.
"Tam da bizim gruba göre bir kadın," dedi.
Enver, -Tahir'i de çok mutlu eden bir hamle yaparak-hamile
kalma meselesini ertelemeye karar vermişti. Ancak herhangi bir
siyasi bağlılığı da yoktu. Duyduklarına ya da okuduklarına öyle
hemen inanmazdı. Aklı şiire ve şiir eleştirisine takılmıştı. Zaman
zaman da şiir yazmaya çalışıyordu.
"Siyasi ciddiyeti görebileceğin tek yer dinsel eğilimleridir,"
dedi Tahir'e Nasıra olduğunu açıkladığında.
"Bunu onaylıyor musun yani?" diye sordu Tahir, rahatsız ol-
muştu.

"Hiç de onaylamıyorum," dedi. "Ama ahlaksızlık ve huzur-


suzlukla kuduran bir okyanusta ayakları yere sağlam basan bir
tek onlardır."
"Sence hiç umutlan kalmış mıdır?" diye sordu, gerginlik ar-
tıyordu.

131
"Asla," diye karşılık verdi ve bu sefer o sordu, "Neden iltica
etmiyorsun? Burada yaşamak her geçen gün daha da zorlaşıyor
-ve sen yurtdışında şahane iş fırsatları bulabilirsin."
"Buradaki fırsatların hepsi tükenmiş sayılmaz," diyerek takıl­
dı. "Benden şarkı ve revü isteyen özel tiyatrolar da var."
"İtibarını ayaklar altına alıp bununla yaşayabilir misin?" diye
sordu.
Yetmişli yaşlarının ortasındaki bir adamın iltica etmesinin
pek de akıllıca olmayacağını açık açık söyledik.
"Özel sektörde çalışmayı kabul etmen daha fazlasına mal ola-
bilir," dedi Sadık Safvan.
Aslında özel sektörün çağrılarına karşılık vermesinin nede-
ni yaşam şartlarının ağırlaşması ve iki evi birden geçindirmek
zorunda olmasıydı. Yıkılmamak için yeteneğini sonuna kadar
kullandı ama yine de Enver'in gözündeki itibarının yerle bir
olmasından korkuyordu. Geliri arth ama Enver'in gözleri sık
sık dalmaya başladı. Bu gözlerin ardında bir uyan gizliydi ve
korkhığumuz başımıza geliyordu.
Bu süre zarfında rebabın bir zamanlar Sadık ve Hama da' dan
duyduğumuz melankolik ezgileri çalmasını bekliyorduk. Bu
arada Enver hamile kalmış ama zor bir doğumun ardından kü-
çük kızları ölü doğmuştu.
"Sadece bu da değil," dedi Tahir, "şair olamayacağına da ka-
rar verdi ve denemekten vazgeçti."
Kariyerine bir eleştirmen olarak devam etti ve hala hamile ka-
labilecek ve gayet sağlıklı bir çocuk doğurabilecek durumdaydı.
Tahir bugünün gölgesinde geçmişin anılarıyla sarmalanmış, endi-
şeleri ve sıkıntısı ikiye katlanmıştı. Hayallerinden sıyrılmış, elinde
avucunda havadan başka bir şey olmadığının farkına varmışh.
"Arkadaşınız bitmiş durumda!" dedi.
Soru dolu gözlerle ona baktık.

132
"Odalarımızı ayırdık," dedi. Ardından dingin bir sesle ekledi:
"Aramızdaki ilişki olabilecek en iyi durumda."
Enver, Londra' da yayımlanan bir Arap dergisinden iş teklifi
almışh ve oraya gitmek istediğini açık bir dille belirtmişti. Tahir
buna karşı ileri sürebileceği bir mazeret bulamıyordu.
Belki de aramızdan şu sözleri söyleyebilecek tek insan Sadık
Safvan' dı: "Bu durum hiç de doğru değil."
Tahir, tekrar Raife, Derya, İbrahim ve yeni torunu Nebile ile
birlikte yaşamak için Konaklar Sokağı'na geri döndü. Kendini
yeniden sanat alanına ath. Bir zamanlar ona bilincini kaybetti-
recek kadar işkence eden Enver'den çok uzaklardaydı. Emekli
olup ikramiyesini aldı ve eline bol para geçti. Bir gün bize takıldı:
"İnfitah'ın yeni zenginlerinden biri oldum."
Yine de kalbinin derinliklerinde çok ama çok üzgündü ve yı­
kıldığı hissi peşini bırakmıyordu.
"Hayabmın en güzel umudu nedir?" diye sordu bir akşam.
"Liderin ölmesi ya da öldürülmesi mi?" diye dalga geçti
Hamada.
"Ölüm," diye karşılık verdi Tahir. "Ölmek istiyorum -ölmek
için yalvarıyorum."
Biz itirazlarımızı bitirene kadar başka bir şey söylemedi ve
sonra şöyle devam etti: "Derya olmasaydı, ya da Derya ve Nebile
olmasaydı, intihar edecektim. Onlara verdiğim değer ve ne ka-
dar utanacaklarını bilmem, beni intihardan vazgeçirdi."
"Son dönem şiirlerin affetmenin ulvi bir örneği olarak kala-
cak," diye araya girdi İsmail Kadri.
"Bir insanın açlık ve yoksulluğa karşı kendini koruması suç
mu?"
İsmail, devam etmeden önce bir süre duraksadı, "Son dönem
işlerin nasıl olur da daha kalitesiz olur? Bana göre, onlar da en az
eski şiirlerin kadar güzel."

133
Yetmiş yaşınamerdiven dayadığı günlerde pek de iyi huylu
olmayan bir idrar yolu hastalığına yakalandı. Doktorlar prosta-
hnda kötü huylu hücreler buldular ve deneysel bir tedavi uygu-
lamaya başladılar. Bu tedavi de işe yaramazsa ameliyattan başka
çare yoktu.
Hastalığını küçümseyerek ve umutla mırıldanarak karşıladı:
"Belki de yolun sonuna gelmişimdir."
Bir gece muhabbeti bitirip evlerimize dağılırken Sadık bir
soru sordu: "Ne düşünüyorsunuz? Tahir'e kansı Enver'i boşa­
masını tavsiye etmeyi düşünüyorum."
İsmail nedenini sorunca şöyle cevap verdi: "Bu işe sonu-
nu düşünmeden balıklama atladı ve kederi de katlanmış oldu.
Onun yaşında bir kadının öyle bir ülkede birine aşık olmadan
yaşayabileceğine inanıyor musunuz?"
"Böyle yaparak ona daha fazla acı vermiş olmayacak mısın?"
"Hayır -kadın zaten sonsuza kadar hayatından çıkmış du-
rumda."
Sadık ertesi gece bu fikirlerini Tahir'e de açh. Pek şaşırmışa
benzemiyordu.
"Ben de uzun zamandır bunu düşünüyordum," diye itiraf
etti. "Şansını tekrar denemesinde bir sorun yok."
Tahir nazik bir mektup yazarak bu isteğini Enver' e iletti.
Ardından boşandılar. Hepimiz derin bir nefes aldık. Yine de
bence Tahir hala ölmeyi arzuluyordu ve tek yaptığı o günü bek-
lemekti.
İsmail Kadri barodan ayrıldı, emekliliği gelene kadar bekledi
ve partilerin -aslında Vafd'ın- geri döndüğü dönemde ikrami-
yesini de aldı. Kalbi heyecanla çarpıyor ve eski hayalleri başını
döndürüyordu. Arlık kır saçlı, yaşlı bir adam olmasına rağmen,
yeni parti onun kafasından adamlarla doluydu. Hatta bazıları
ondan on-yirmi yıl daha yaşlıydı.

134
"Bugün Vafd'ın verdiği mesaj nedir?" diye sordu Tahir
Ubeyd, şüpheyle yaklaşarak.
"Demokrasiyi savunmak."
"Serbest piyasayı savunmak ve Temmuz Devrimi'nden kur-
tulmak," diye karşılık verdi Tahir. "Ve kendisini siyasi irticanın
ana partisi olarak sağlama almak."
"İlk talep edilen şeyi, toplumsal adaleti görmezden gelemez,"
diye karşılık verdi İsmail.
"Milliyetçi Parti de onu söylüyor," dedi Tahir. "Aynı hedefi
gerçekleştirmek için neden iki parti kurulsun ki?"
İsmail, kalbiyle aklı arasındaki diyaloğu takip ederek mese-
leye kafa yormaya devam etti. Ama şartlar Vafd'ı faaliyetlerini
dondurmak zorunda bırakb.ğında o da içindeki bu çatışmadan
kurtulmuş oldu.
Günler günleri kovalarken İsmail bizi hem fiziksel hem de zi-
hinsel olarak uyandırdı ve çalışmalarıyla bizi büyüledi. Tafida,
ilerlemiş yaşının etkileri bedeninden ruhuna yayılmasına rağ­
men -neredeyse iltica eden oğlunu bile hahrlayamayacak duru-
ma gelmişti- hayata sıkı sıkıya tutunmaya devam etti. O gün-
lerde ailenin sırtına yüklenen en ağır yük, hayat pahalılığıydı.
Tafida'run geliri, İsmail'in emekli ikramiyesi ve birikimlerine
rağmen enflasyonla baş edemiyor, düzgün bir yaşam standardı
yakalayamıyorlardı.
Tafida'nın Sabatiya'da harabeye dönmüş bir evi vardı: Sadık,
İsmail' e burayı satmalarını, arazinin değer kazanmış olmasın­
dan faydalanmalarını tavsiye etti. İsmail de kansını ikna ederek
evi elli bin pounda sath. Böylece uzun bir süre sakin ve huzurlu
bir hayat sürebildi. Ruhanilik ve Sufizme olan ilgisi de gittikçe
artıyordu. İsmail bize büyük Sufilerden alınblar yapıyor ve bu-
radaki sembolleri açıklamakla uğraşıyordu. Bu konuda tek başı­
naydı, hiç kimse ona cevap vermiyor ve böyle şeyleri dinlemek

135
istemiyordu. Her şeyden önce, Sadık Safvan, abartılı fantezileri
ve sembolizmi pek sevmeyen basit bir mümindi. Harnada'mn
hobisi ise arada sırada ortaya çıkıyor, bir gece Sufi olurken ertesi
gece dönüp İsmail'le ve bahsettiği Sufilerle dalga geçiyordu.
Tahir'e gelince, o hiçbir dine inanmıyordu.
"Sen meseleyi derinlemesine incelemeyi seven bir öğrenci
misin yoksa sadece önündeki yolu mu takip ediyorsun?" diye
dalga geçti.
Akla ve bilgiye sonsuz bir inanç duyan ve bunlardan asla
vazgeçemeyecek bir adama böyle bir soru sorulur muydu?
"Sezgi, bilgiye ulaşmak için bir araçtır, tıpkı rasyonel düşünce
gibi ve hepsinin yeri ayrıdır," diye karşılık verdi İsmail.
"Rasyonel düşünceyi gayet iyi biliyoruz," dedi Tahir kibirli
bir ifadeyle. "Ama sezgi konusuna gelince, o kadar da iyi deği­
liz."
"Onu da öğrenebiliriz, öğrenen çok ... "
"Bir gün," diye gürledi Tahir, "abasını giyinmiş, dünyadan
elini eteğini çekmiş bir şekilde karşımıza çıkacağını düşünüyo­
rum."
"Hayır, ben öyle bir adam değilim," diye karşılık verdi İsmail.
"Öte tarafta olduğu kadar bu dünyada da gizemler var. Gök, yer
ve her şey, her zaman bunu bize hatırlatıyor. Bize ne anlattığı­
nın farkına varmalıyız. Bu dünyada karşımıza çıkan gizli şeyleri
seviyorum, ölümden sonra da karşımıza çıkacak olmaları beni
büyülüyor."
"Buna bunaklık ve ölüm korkusu derler," diyerek küçümse-
yen bir edayla omuz silkti Tahir.
"Buna aşk derler," dedi İsmail gülümseyerek, "yaşlılıktan da
korkudan da daha öte bir şeydir."
"Dünyayla bu şek.ilde bir bağ kurmuş olman ne güzel."
"Bu daha çok özel bir bağ gibi," diye karşı çıkh İsmail. "Kutsal

136
bir bağ, bu dünyanın görkeminin kadınlarda toplandığını kabul
etmekten utanmayacak insanların kurabileceği türden."
Hamada el-Halavani bir kahkaha patlattı.
"lvırıp kıvırmaya gerek yok," diye azarladı. "Tekrar ergenlik
çağına döndüm desene. Evliliğine ihanet etmek için bir işler ka-
rıştırıyorsun ama ... "
"Kendimi sabır erdemiyle donatmalıyım," dedi gülümseye-
rek.
Tahir eskiden kalma bir kahkaha attı.
"Bize gösterdin ki Şeyh İsmail," diye dalga geçmeye başladı,
"senin Sufiliğinin mabedi para, meditasyon, romantizm ve afro-
dizyaklar olmuş!"
İsrnail'in tavrı Tahir'in aklındaki korkuları, en azından görü-
nürde, su yüzüne çıkarmamıştı. Bütün dirayetiyle, İsmail'in yap-
tıklarını bir tür kaçış olarak görerek direndi ve İsmail' in son anın­
da bile hayata sırtını çevirmediğini anladı. Bunun için ne aşkın­
dan vazgeçmiş ne de bitmesine izin vermişti. Uzun bir yaşamın
ardından yeteneklerini sonuna dek zorlamış, görevini yerine ge-
tirene kadar kendini tefekküre teslim etmemişti. Onda daha önce
böylesi bir berraklık ve sevimlilik de görmemiştik. Hamada'nın
yaptığı gibi, dış görünüşün arkasına saklanmıyordu mesela.
İsmail bizi sıradan aşıkların bulamayacağı bir aşkı ve sıradan
adamların bilemeyeceği bir cinselliği bulduğuna ikna etmişti.
Sadık Safvan söylediklerinde haklıydı: "Polis bu tip davranış­
ları sadece Ceza Yasası'na göre değerlendirir. Allah yardımcısı
olsun!"

Hep birlikte seksenli yaşlarımıza doğru hızla yol alıyorduk.


Kuştimur' daki köşemiz yerinde duruyordu -Allah onu başımız-

137
dan eksik etmesin!- etrafımızda ne fırbnalar koparsa kopsun,
yerinden kıpırdamayan tek şey oydu. Eski duvarları bizimle
dünyanın arasına girmiyordu. Yılların hızla geçip gitmesi ne kal-
bimizi ne de dilimizi durdurmaya yetmişti. Paylaşbğımız anılar
ve uznn zamandır bir arada olmamız sabrımızı da kuvvetlendir-
mişti. Zaman zaman birbirimize anlatbğımız eğlenceli hikayeler
ya da sadece bir gülümseme bile bize yetiyordu.
Aslında enflasyon bizi de korkutuyordu. Yozlaşma bizi de
endişelendiriyordu. Baskılar bizi de öfkelendiriyordu. Liderin
öldürüldüğü gün bizi bir telaş sardı, bundan sonra başımıza ne-
ler geleceğini düşünmeye başladık. Ama ilerlemiş yaşımıza, ro-
matizmaya, kalp hastalıklarına, prostat iltihaplarına ve Sufizme
rağmen, bastonlanmıza dayanarak Bahçelerarası Sokağı'ndaki
eski okulda kurulan referandum merkezine gidip, bütün umut-
larımızı bağladığımız yeni başkanı seçmek için oy kullandık.
Yaşama ve inanca olan bağlılığımız bu umutlarda su yüzüne çı­
kıyordu.
Sadık Safvan'ınromatizma ağrılan bitmek bilmiyordu ama
Nuha'nın büyüyüp anaokuluna başlamasıyla evin neşesi de ye-
rine gelmişti. İbrahim, Derya ve Nebile'nin ziyaretleri de ayn
bir eğlence kaynağıydı. Sabri'yle mektuplaşmayı hiç bırakma­
mıştı. Yurtdışında kurduğu ailesiyle Mısır' a gelip onları ziyaret
etmeye söz vermişti. Bu sırada Sadık diz çöküp secdeye varma-
dan, oturarak namaz kılmaya, her gün Sidi el-Kürdi Camii'ne
gitmeye başlamıştı. Yaşlılık onda ayrı bir güzellik yaratmış, saç-
larına ve bıyıklarına ak düşürmüştü. Ü zerine bir ağırbaşlılık çök-
müştü.

"Nuha'yla Nebile nelerle karşılaşacak acaba?" diye düşünüp


duruyordu.
Gençlik ve bugün karşılaşbğı sorunlar hakkındaki sohbetin
de kapısı açılmış oluyordu. Biz de geçmişin, onların bugünlerine

138
ve geleceklerine nasıl etkileri olacağını konuşuyorduk.
"Senin çocuklar, harcanan milyonlarca gence kıyasla çok
şanslılar," dedi Haınada el-Halavani.
"Belki de bu zorluklar onları daha da bileyecek ve içlerinden
muhteşem insanlar çıkacak," diye araya girdi İsmail Kadri.
"Bizler bu ülkede iki devrim yaşadık ve hem umudun hem
de hayal kırıklığının ne demek olduğunu iyi biliyoruz," dedi
Hamada. "Bu milletin nasıl bir çıkmaza girdiğini görmüyor mu-
yuz?"
"Hiç kimse sorumluluktan kaçamaz," diye karşılık verdi
İsmail. "Hep suçu birinin üzerine atarak büyük bir hata yapıyo­
ruz."
Böylece kendimizi sorgulamaya başladık, savunmayla sav-
cılık makamı arasında uzun bir tartışma yaşanmaya başlandı.
Hamada kendini savunabilecek durumda değildi. Sadık da kızı
Nuha' dan bahsetmeye başladı: "Dindar bir kız olması hoşuma
gidiyor ama batı müziğine de deli oluyor, televizyona bayılıyor.
Okuldaki üstün başarısına rağmen edebiyattan hiç hoşlanmı­
yor."
"O da kendine özgü bir Sufilik benimsemiş!" dedi Tahir, kah-
kahayla gülerek.
"Yürüyen iskeletlere döndük," dedi Sadık, yaşlı yüzlerimize
bakarak. "Akranlarımız göçüp giderken bizim buraya tutunup
kalmamız ne aa."
Hamada el-Halavani canını sıkan şeylere takılıp kalmıştı.
Daha sabırlı biri olmuştu ve eskisi kadar şikayet de etmiyordu
artık. Zamanla hayatla daha barışık bir adam haline geldi. Artık
araba kullanamıyordu ve bir şoför tutmayı düşünüyordu. Ama
şoförlük ücretleri geri adım atmasını sağladı. O da arabayı garaja
koyup taksileri kullanmaya başladı.
"Eski çamlar bardak oldu," deyip duruyordu.

139
Hamada'run hayattan aldığı zevkler, yemek ve haşhaş müp-
telalığı devam ediyordu ama arhk sıvamayı, elde tutulan küçük
nargilesini içemiyordu. Günde iki saatten fazla kitap da okuya-
mıyordu.
SadıkSafvan bir gün, "Senin gibi günahkarların -ufaak bir
günah işlemiş bile olsalar- öldükten sonra başlarına neler gele-
ceğini düşünmesi akıllıca olacakhr" dedi.
Sözleri Hamada' run ve Tahir Ubeyd' in dikkatini çekti. Hamada
inanca o kadar da uzak değildi. Her fikri ve inanışı nasıl denediy-
se, dindarlığı da öyle denemişti. İslamiyeti, sonra Hıristiyanlığı ve
hatta Museviliği bile ... Bu nedenle Sadık'ın söylediklerine kulak
kabartmışh. Ramazan'ın gelmesiyle birlikte oruç tutmaya ve na-
maz kılmaya başladı. Bir hafta boyunca Müslüman gibi yaşıyor,
sonra ya vazgeçiyor ya da unutuyordu. Tıpkı kalp rahatsızlığını
unuttuğu gibi... Hasta olduğunu neredeyse biz bile unutmuştuk.
Bir kriz daha geçirince, içimizden biri fanilik meselesini açtı.
"Bizim yaşımızda hayatı bu kadar çok sevip de kendine iş­
kence eden insan, kesin delidir," dedi birimiz sırıtarak.
Bazen aklı bir şeylere takılır ve şöyle derdi: "Kısa bir süreli-
ğine de olsa, duyularımızın mezarda bile çalışacağına inanmak
nasıl bir iştir!"
"Evlenmediğine ve çocuklarının olmadığına pişman mısın?"
diye sordu Sadık Safvan.
"Kesinlikle hayır," diye karşılık verdi, "ama evlilikle ilgili
abuk sabuk denemelerimden pişmanım."
Tahir Ubeyd'in -kilosundan bir şey kaybetmese de- hem
zenginliği hem de nefreti artmışh. Hastalığı onu zaman zaman
öfkeli ve neşesiz yapıyordu. Bir yandan ölme arzusunda ısrar
ederken, diğer yandan hastalığından ve yol açacağı sorunlardan
da korkuyordu. Enver Bedran'ın dergiden bir meslektaşıyla ev-
lendiğini duydu, hiç çekinmeden bize de söyledi.

140
"Ölmeyi nasıl istersin," diye azarladı Sadık Safvan, "Derya ve
Nebile ne olacak?"
"İnsan haklarında eksiklikler var: İnsan isterse ölebilmeli. En
rahat şekilde ölmeni sağlayacak yasal ilaçlan ve yöntemleri kul-
lanabilmelisin."
İsmail Kadri, derin düşünceler, aşk ve seks arasında gidip
geliyordu. Sağlığı, mucizevi bir şekilde yerindeydi. Günler geç-
tikçe, hepimizden en az beş yaş daha genç göründüğü ortaya
çıkıyordu.
"Cinsel gücün de bir sınırı var," diye habrlattı Tahir Ubeyd.
"Belki," diye karşılık verdi İsmail, kendine güveniyordu. "Ama
çiçekler, yıldızlar, gece ve gün bana kalıyor. Kuştimur' daki vefalı
köşemizi de unutma. Sadakat, sevgi ve dürüstlüğün köşesini ... "
Oğlu Hebatallah'ın, son mektubunda uygun bir iş olursa
Mısır'a geri dönmeyi düşündüğünü yazdığını söyledi. Bunu
duyduğumuza çok sevindik.

Günler akıp gitti. Zaman dur durak bilmiyordu. Daha da yaş­


landık, birbirimize olan sevgimiz de yaşlandı. İçimizden biri bir
gece gelmeyince korkuyor ve rahatsız oluyorduk. En yüce duy-
guların yaşandığı anlarda, zamanın çarklarının sesini duyuyor,
artık son sayfaya geldiğimizi görüyorduk.
"Sonumuzun nasıl olacağını çok merak ediyorum," diye
düşünüyordu Hamada el-Halavani. "Evde mi? Yolda mı?
Kahvehanede mi? Allah bize acıyacak mı yoksa çok zorlu bir
ölüm mü olacak?"
Hemen konuyu değiştirmeye çalıştık.
Hafızamız sadece Hamada'ya değil, bize de isyan ediyordu.
Bir gün, alınh yapmak istediği birinin ismini unuttu.

141
"Monad teorisini bulan adam vardı ya hani," diye eveleyip
geveliyordu.
"Leibniz," diye hahrlath İsmail.
"Nasıl oldu da unuttum?" diye sızlandı. "Ölürken cahil mi
öleceğiz acaba?"
Unutkanlığımıza kurban giden isimleri hatırlamaya başla­
dık: Safvan el-Nadi ve Zehrana Kerim, Rafet el-Zeyn Paşa ve
Zübeyde İffet Hanım, Yusri el-Halavani Paşa ve Afife Nur el-Din
Hanım, Ubeyd el-Armalavi Paşa ve İnsaf el-Kuleli Hanım, Kadri
Süleyman ve Fatiha Asal, bir sürü meslektaş ve arkadaş ...
Eski Abbasiye'den hiçbir iz kalmış mıydı acaba? Tarlalar ve
yeşillikler neredeydi? Hurma ağacı ve alhnda oturan çocuklar
neredeydi, peki ya hintincirleri? Saklı bahçeleriyle evler nere-
deydi? Konaklar, villalar, aristokrat hanımlar? Beton cangılların­
dan ve çılgına dönmüş kalabalıklardan başka bir şey görebiliyor
muyduk? Sadece curcuna ve karmaşanın sesini mi duyuyorduk?
Ardımızda sadece saçma sapan bakışlar mı kalacakh?
Duyduğumuz şeyler bize işkence ederken, kayıp meyvele-
rini toplamak için geçmişin bahçelerine dalıyorduk. Bunun bir
yanılsama olduğunu bile bile, geçmişin de aa ve kederle dolu
olduğunu bile bile hem de ... Yine de yanılgı ve sihirle dolu bu
bahçeye koşmaktan geri kalamıyorduk.
Bir gece, "Sıkı dostluğumuzun yetmişinci yılını kutlamayı
teklif ediyorum," dedi Sadık Safvan. Tüm kalbimizle bunu ka-
bul ettik.
"Gelin, Han el-Halili'de kutlayalım," dedi Hamada.
"Tekne daha iyi," dedi Tahir Ubeyd.
"En iyisi Kuştimur," diye ısrar etti İsmail Kadri. "Dostlu-
ğumuzla Kuştimur'u birbirinden ayıramayız."
Hiç tartışmadan kabul ettik. Kahvehane bizim yaşımızda,
mütevazı insanlarla doluydu. Bir parça pasta ve birer bardak çay

142
bize yeterdi. Pastanın kalanını
kahvenin sahibine, garsonlara ve
ayakkabı boyacılarına bıraktık. Hepimizin günün anlam ve öne-
mine uygun bir şeyler söylemesi gerekiyordu.
"Ben diyorum ki," diye başladı Sadık Safvan, "Allah bizi kem
gözlerden korusun. Yetmiş yıl akıp geçti ve hiçbirimiz bu vefalı
dostluğa zarar verecek tek bir kelime bile söylemedik. O zaman,
bu saf arkadaşlık ilelebet sürsün ve tüm dünyaya örnek olsun."
"Her kahkahamızda bitkin kalplerimizin kadehlerine bir yu-
dum su koysaydık," diye başladı Hamada el-Halavani, "bir göl
dolusu saf, tatlı suyumuz olurdu."
"Gerçekten de yetmiş yılı deviriyor muyuz?" diye sordu
Tahir Ubeyd. "Ülkemiz yetmiş yılı geçirdi -ama biz sanki bir da-
kikadır birlikteyiz." .
"Tarih bize kendi yolumuzu çizdi," diye özetledi İsmail Kadri,
"sevgimiz hiç bitmeyecek."
Ben de dalıp gittiğim bir anda Sadık Safvan'ın beni billur se-
siyle uyandırdığı yaşlı rebap çalgıcısının sözlerini hatırlamaya
çalışıyordum:

"And olsun kuşluk vaktine,


Ve sükuna erdiğinde geceye ki,
Rabbin seni ne terk etti, ne de darıldı.
Ahiret elbette senin için dünyadan daha hayırlıdır.
Şüphesiz Rabbin, sana verecek ve sen, hoşnut olacaksın.
O, seni öksüz bulup da barındırmadı mı?
Seni şaşırmış bulup da doğru yola eriştirmedi mi?
Seni fakir bulup da zenginleştirmedi mi?
O halde sakın yetime kahretme.
Ve bir şey isteyeni azarlama,
Bununla beraber Rabbinin nimetini anlat." 1
1 Kuran, Duha Suresi. (ç.n.)

143
<O
-.J-
CXl=
O)=
O=
uı=
uı- .

w- .
"'
o= Q l?'İ~i
~-
(,.)-
~~~
,.""li!:

'Tanışıklıkları 1915'te başladı. Okula beş yaşında girdiler ve dokuz yaşında çıktılar.
Hepsi de 1910 yılının farklı aylarında doğmuşlardı. Bugüne kadar doğdukları yerden
hiç ayrılmadılar-ve hepsi de Bab el-Nasr Mezarlığı'na gömülecekti. Kimisi başka
yerlerde yaşamak için taşınsa, kimi ölüp gitse de, beş arkadaş birbirini hiç terk
etmemiş, dostluk bağları hiçbir zaman gevşememiştL Bu kadar can dostu olmalarını
ne zamanın akışı ne de yaşanan talihsizlikler değiştirebilmişti -aralarındaki sınıf
farklılıkları bile etkileyememişti. Bu, tüm mükemmelliği ve ebediyeti içinde barındıran
bir dostluktu be ş i biri, biri de beş i olmu ştu . "

You might also like