You are on page 1of 125

Sayı: 9 / Temmuz/Ağustos 2022

• Uğur Tanyeli: Millet bahçeleri ile iktidar,


erken Cumhuriyet dönemi icadını
gündemine alıyor

• Güç, zenginlik, gizem: Yakın Doğu bahçeleri

• Dünyevi zevkler bahçesi:


Hieronymus Bosch’un öbür dünyası

• Roma’da güç erki: Bahçeler

• Kutsal koruluklar: Dikkat Zeus var!

Babil’den bugüne:
Bahçedeki iktidar
Kullanıcı Rehberi

Konu devam ediyor. Sayfayı çevirin. Konu bitti. Sonraki içeriğe geçin.

Videoyu izlemek için tıklayın. Müziği dinlemek için tıklayın.

Sesi açın, kapatın. Dergiyi cihazınıza indirin.

Tam ekran boyutuna büyütün. Sayfayı büyütün veya küçültün.

Arkeo Duvar / 2
Kapak görseli: Babil’in Asma Bahçeleri- modern
illüstrasyon. Birbirinin üstüne yükselen, çok katlı
teraslardan oluşan Babil’in Asma Bahçeleri, antik
dünyanın yedi harikasından birisi ve en ünlü
bahçeleri arasında yer alır.

Yayın Sahibi: AND Gazetecilik ve Yayıncılık, San. ve Tic. A.Ş. adına Vedat Zencir
Genel Yayın Yönetmeni: Barış Avşar
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Murat İnceoğlu
Yazı İşleri Müdürü: Nuray Pehlivan
Katkıda bulunanlar: Hülya Bulut, Abdullah Deveci, Beyhan Gürman,
Seval Konak, Ece Sezgin

Grafik Tasarım: Özgür Akkaya

Reklam Rezervasyon: reklam@gazeteduvar.com.tr

Yönetim Yeri: Harbiye Mahallesi, Cumhuriyet Cad. Seyhan Apartmanı. No 36/5 Şişli/
İstanbul. Santral: (212) 3463601, Faks: (212) 3463635
e-posta: info@gazeteduvar.com.tr

Arkeo Duvar’da yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı
AND Gazetecilik ve Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye aittir. İzin alınmadan, kaynak
gösterilmeden ve link verilmeden iktibas edilemez.

Arkeo Duvar / 3
Editörden

Merhaba…

Arkeo Duvar bu sayısında siz okurlarını bahçelerde küçük bir gezintiye çıkarıyor.
Birlikte Yakın Doğu’dan Roma ve Osmanlı topraklarına uzanıyor ve geçmişten gü-
nümüze bahçelerin izini sürüyoruz. Bahçe dediğimiz bu sınırlı alanın anlamı ne,
nasıl ortaya çıktı ve binyıllardır varlığını nasıl sürdürüyor gibi sorulara cevap ara-
yarak ağaçların gölgesinde serinleyen insanın tarihsel serüvenine dalıyoruz.

*
Çamura ilk nefes üflenince bir bahçede açtı insan gözünü. İlk bahçede öğrendi
rengini çiçeklerin, adını bilmese de ilk orada sevdi kokusunu güllerin. İlk o bah-
çede çağladı kulaklarında suyun sesi, orada serinletti ağaçların gölgesi. Lakin
kaçınılmaz sürgün insanlığın bilinen en eski hikâyesi. Belki de kovulduğu bahçe-
yi arıyordur insan hiç farkında olmadan. Kendi bahçesinde kendini arıyordur,
kendi cennetini kendisi yaratmaya çalışıyordur. Belki de sürgün hikâyelerine
böyle başkaldırıyordur!

*
Geçmişten günümüze, insanlar dünyanın dört bir yanında muazzam bahçeler
inşa etti. Kimi zaman büyük kralların kudretinin ayan beyan bir ilanı oldular,
kimi zamansa medeniyetin göstergesi… Belki de tüm bunların bir yansıması
olarak insan, kimi zaman da bu bahçelere bir kutsallık yükledi. Tanrı, insan
yaşamının başlangıcı için Cennet Bahçesi’ni yarattı. Hatta Cennet bahçelerinin
meyveleri dahi insanın mitolojik tarihini dönüştürecek güce sahip olacaktı…

*
Kutsallığı ezelden gelen parklar/bahçeler, dilden dile aktarılan destanlara, masal-
lara, mitolojik hikâyelere, romanlara, filmlere konu oldu. Mısır bahçelerinden Ba-
bil’in Asma Bahçeleri’ne, Pers paradeisoslarından Roma villa bahçelerine, Avrupa
bahçelerinden Osmanlı bahçeleri, Acem bahçeleri ve daha nicelerine…Bu gör-
kemli bahçeler özünde insanın doğa sevgisi ve özlemi ile ortaya çıksa da zamanla
iktidar ve gücün bir sembolü oldu. İşte Arkeo Duvar’ın bu sayısında her gün belki
de fark etmeden önünden geçtiğimiz park ve bahçelerin binyıllar boyunca uygar-
lıklar için neler ifade etmiş olabileceğinin izini sürüyoruz.

Nuray Pehlivan

Keyifli okumalar…

Arkeo Duvar / 4
KAZI/ANI

Daskyleion Kazısı /
Tomris Bakır
Daskyleion’da 1954 yılında Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal tarafından başlanı-
lan ilk dönem kazı çalışmaları 1959 yılına kadar devam etti. Bu çalışmalar
sırasında açığa çıkan mühür baskıları (bulla), kentin Pers İmparatorluğu’nun
Kuzeybatıdaki son satraplık (valilik) merkezi olduğunu ortaya koydu.

1988 yılında Prof. Dr. Tomris Bakır tarafından kentte ikinci dönem kazılarına
başlandı. Tomris Bakır döneminde yapılan çalışmalarda kentin Frigya, Lidya,
Anadolu-Pers ve Makedonya halklarının art arda, kimi zaman aynı anda ve
bir arada yaşadığını ortaya koyan, dolayısıyla çok kültürlü bir yapının hâkim
olduğunu gösteren pek çok veriye ulaşıldı. Daskyleion’da 2009 yılından beri
üçüncü dönem kazıları Prof. Dr. Kaan İren’in başkanlığında multidisipliner bir
çalışma olarak yürütülmektedir.

Manyas Kuş Gölü’nün (Daskylitis Limne) kıyısındaki Kuş Cenneti (Paradeisos)


ile bütünleşik bir konumda olan Daskyleion, Büyük İskender’in ordusunun da
fetih ettiği bir kent olarak bilinmesinin yanı sıra doğal güzellikleri ve jeopolitik
konumu ile pek çok antik kaynakta anılmaktadır.

1990 yılı kazı sezonunun son günlerinde ortaya çıkan bir keşfi belgelemek için
heyecanla koşturan Tomris Bakır.
Arkeo Duvar / 5
BU SAYIDA...

7 77
Güç, zenginlik, gizem: Roma’da güç erki: Bahçeler
Yakın Doğu bahçeleri Billur Tekkök Karaöz
Hülya Bulut

19 87
Kutsal koruluklar: Dikkat Zeus var! Sanata dönüşen bir tutku:
Pınar Özlem Aytaçlar Osmanlı kültüründe bahçe
Gülgün Yılmaz

29 96
Cennet Bahçesi’ni ararken… Dünyevi zevkler bahçesi:
Ece Sezgin Hieronymus Bosch’un öbür dünyası
Abdullah Deveci
36
Kaosun çağrısı: Islah edilmiş doğa
olarak bahçeler
107
Çiler Çilingiroğlu Bahçe geleneği ve millet bahçeleri
Filiz Yenişehirlioğlu

41
Tanrıların armağanları: 115
Bitki, ağaç ve bahçe
Roma bahçelerinden mutfağa
Selim Martin
Ali Güveloğlu

59
Uğur Tanyeli: Millet bahçeleri ile
121
Zaman içinde müzik:
iktidar, erken Cumhuriyet dönemi
Protest müziğin babası Luther
icadını gündemine alıyor
Evin İlyasoğlu
Nuray Pehlivan

70 123
Bahçeden parka, parktan ArkeoKitap: Antik Çağlardan
meydana: Var olma / iktidar Günümüze Bahçe ve
mücadelesi Kent Kültürü
Lale Can
Billur Tekkök Karaöz
Güç, zenginlik, gizem:
Yakın Doğu bahçeleri
Meyvelerle, zenginlikle dolup taşan, gurur ve ihtişamla inşa edi-
len bahçeler, çağlar boyu cennet bahçesini arayışın sembolüdür.
Peki, yaşamdan ölüme, inanca kadar sirayet eden bahçeler nasıl
oldu da mikro kosmoslara, vaatlerin öznesine, bireysel güç obje-
sine dönüştü?

Doç. Dr. Hülya Bulut


Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü

İ nsan doğası gereği, yaşadığı çevreyi ihtiyacı ve zevkleri doğrultusunda ta-


sarlamayı veya dönüştürmeyi her zaman başarabilmişti. Başarısının sırrı,
sahip olduğu uygulama gücü ve hayal dünyasında saklıdır ki, bu iki güç aynı
zamanda sınırlarının koruyucusudur. İster zengin olun ister fakir, zevk ve
keyfin sembolü olan bahçeler inşa etmek, “kendine yeni bir dünya kurmanın”
en kestirme yoludur aslında. Eğer iktidar ve servetin doruğundaysanız, “inşa
etmek” doğru bir fiildir. Kendi halinde bir bireyseniz, siz buna “yeşertmek”
de diyebilirsiniz. Boyutları, sahipleri ve ziyaretçileri farklı olsa da bahçelerin
özü aynıdır çoğu zaman. Babil’in asma bahçeleri, Hesperidlerin bahçesi, Pers
bahçeleri, Acem bahçeleri… Meyvelerle, zenginlikle dolup taşan, gurur ve ih-

Arkeo Duvar / 7
tişamla inşa edilen bahçeler, çağlar boyu cennet bahçesini arayışın sembo-
lüdür. Peki, yaşamdan ölüme, inanca kadar sirayet eden bahçeler nasıl oldu
da mikro kosmoslara, vaatlerin öznesine, bireysel güç objesine dönüştü?

Antik dönemde Yakın Doğu insanı


bizden farklı mıydı?

Yakın Doğu, çağlar boyunca ünlü keyif bahçelerine ve kraliyet parklarına ev


sahipliği yapar. Başlangıçta tanrıları memnun etmek için tapınaklar etrafında
kurulan park ve bahçeler bir süre sonra arzu nesnesine, beraberinde güç ve
zenginliğin, mutlak otoritenin sembolüne dönüşür. Tanrıların yer yüzündeki
temsilcisi olan kral ve seçkinlerinin bireysel zevklerine göre şekillenen bah-
çeler, fethedilen topraklardan gelen nadir bitki ve hayvan koleksiyonlarıyla
imparatorlukların küçük birer yansıması olarak kraliyet propagandasında et-
kin şekilde kullanılır.

Yakın Doğu bahçeleri konusunda ilk başvuru kaynağımız, destanlar ve dini


metinlerde belirtilen tapınak bahçeleridir. Sümer’de tanrı Enki’nin, meyve
ağaçları, kuşlar ve balıklarla dolu bir bahçesi vardı. MÖ 3. bin yılın sonların-
da, Lagaşlı Gudea’nın içinde üzüm bağları ve balık havuzları olan bahçeleri,

Asur saray bahçesindeki aslanlar. Ninive, Kuzey Saray MÖ 645-640, British Museum.

Arkeo Duvar / 8
onun için keyif ve zevkin adresiydi. MÖ 2. binin başlarından itibaren Mezo-
potamya’daki başkentlerde sarayın içinde veya hemen yakınında tesis edilen
keyif bahçeleriyle karşılaşmaya başlarız. Bu dönemle birlikte Mezopotamya
kralları, askeri seferleri sırasında aldıkları hediyeler arasındaki egzotik bitki
ve hayvanları için özel park ve bahçeler tasarlamaya başlar. Gelenek MÖ 1.
bin yılda da devam eder; güçlü Yeni-Asur kralları dağ formuna öykünen bah-
çelerde nadir bitki ve meyve türlerini yetiştirmeye ve egzotik hayvan koleksi-
yonlarına merak sarar.

Ünlü Asur saray bahçeleri bu dönemdendir. Asur bahçeleri, asıl ününe II.
Sargon ve ardılları Sennakherib ve Essarhaddon Dönemi’nde ulaşır. Bahçe,
artık kral ve maiyetindekiler için keyif yeri olmanın yanı sıra, kraliyet propa-
gandasının etkili bir aracıdır. Saray bahçeleri, uzaktan kemerler ve kanallarla
getirilen sularla sulanır, yeşerdikçe yeşerir. Göletler, bitkiler, meyve ağaçları
ve derin gölgelikler arasında kralın dinlenmek için bir mekâna ihtiyacı vardır;
bahçe köşkü de bu dönemde kullanıma girer. Bahçeler, rengarenk bahar

Sık ağaçları, sulama kanalları ve köşkü ile Asur bahçesi, British Museum.

dalları arasında veya sıcak yaz akşamlarında keyifli saatlerin ve müzikli top-
lantıların merkezidir. Ninive sarayından gelen kabartma, bu keyifli saatle-
rin hikayesini nasıl da detaylı aktarır. Kudretli kral Asurbanipal, bahçesinde
asma dallarının altında klinesine uzanmış, karşısında tahtında oturan krali-
çesiyle neler konuşuyor, kim bilir? Hava ne kadar da sıcak. Neyse ki yelpaze

Arkeo Duvar / 9
Asurpanipal ve kraliçesi bahçe keyfinde. Ninive Kuzey Saray MÖ 645-640, British Museum.

ve sinek kovucular var hizmetkarların elinde. Abanozdan yontulan mobilya-


ların süslemeleri fildişidir muhakkak. Kraliçenin elindeki de altın bilemediniz
en azından gümüş bir içki kasesi.

Yakın Doğu’nun gördüğü en güçlü krallardan biri olan II. Nebukhadnezzar,


aynı zamanda güçlü hırsları olan yaratıcı bir mimardı. Başkentiyle birlikte,
kraliyet sarayı ve teraslar üzerinde yükselen bahçesi, rakipsiz imparatorlu-
ğunu ve zenginliğini yansıtıyordu. Nebukhadnezzar’ın Babil’deki sarayının
yanında, sevgili kraliçesi Semiramis’in vatan özlemini gidermek için asma
bahçeler inşa eder. Onun bahçeleri, antik dönemde dünya harikaları arasın-
dadır. Ancak, Sennakherib metninin yeni çözümleme önerisine göre, bahçe-
ler Nebukhadnezzar tarafından Babil’de değil, Sennakherib tarafından Eski
Babil olarak da bilinen Ninive’de inşa edilmiştir! Bu görüş, romantik hayalle-
rimizi sarsıyor olsa da asma bahçeler tüm zamanların en ünlü bahçesi olma
özelliğini hala korur.

Mısır bahçeleri

İster firavun ister saraylı, isterse halktan biri olsun Mısırlılar için bahçe, tam
anlamıyla günlük yaşamdaki keyif ve zevkin vazgeçilmez bir parçasıydı. El-
bette sadece günlük yaşamla sınırlı değildi bu durum. Öyle olsaydı devasa
tapınakların ve mezar odalarının duvarlarındaki ayrıntılı betimler yapılır mıy-
dı; ya da müze teşhirlerinde varlığıyla insanı şaşırtan ahşap bahçe maketleri
mezarlara bırakılır mıydı?

Arkeo Duvar / 10
Mısır bahçeleri konusunda en erken ka-
nıtlarımız 3. veya 4. Hanedan Dönemi’ne
kadar geri giden tapınak ve mezar komp-
lekslerindeki duvar resimleri, yazıtlar, pa-
pirüsler ve mezar hediyeleri arasından
gelir. Bahçelerin bir kısmı, firavunların bü-
yük imar projeleri kapsamında inşa edi-
lir. Tasarımda bazı ünlü mimarların adları
geçer; yetkili üst düzey devlet memuru ve
I. Amenhotep’ten itibaren 18. Hanedanın
büyük imar projelerinde yer alan Ineni
Meket-Re’nin, Teb’teki mezarında
hem mimar hem de kraliyet bahçıvanıdır. ortaya çıkarılan ahşaptan yapılan
Kraliçe Hatşepsut, bahçelerinin inşasında bahçeli ev maketi, Metropolitan
en yakın danışmanı, mimar Senenmut’a Sanat Müzesi.
güvenir. 18. Hanedan firavunlarından
IV. Amenhotep’in (Akhenaten) kendisi de
kraliyet mimarıdır. O’nun inşa ettirdiği
Amarna kentindeki park ve bahçelerin,
Mısır bahçeleri arasındaki ünü tesadüfi
değildir.

Bireysel güç ve zevkin ötesinde, bahçe-


lerin yaşamın hâkimi olan tanrıların evi
olarak kabul edildiğini bilirsek, duvar re-
simlerindeki göz alıcı canlılıktaki bahçe-
lere verilen önemi ve inşa programların-
da harcanan emeği daha iyi anlayabiliriz.
Mısır’daki bahçe planı yüzlerce yıl benzer
şekilde kendini tekrarlamış, tasarımında
simetrik bir düzen tercih edilmişti; meyve
ağaçları, asmalar, düzgün dikili ağaçlar, Nebamun’un Teb’teki mezarına ait
duvar resmindeki Mısır bahçesi.
palmiyeler ve rengârenk çiçekler, mer-
British Museum.
divenler ve basamaklarla birbirine bağ-
lanan farklı seviyelerdeki teraslar veya
bazen gömülü atriumlarda boy atıyordu.
Bahçe duvarı, çöl kumları ve davetsiz zi-

Arkeo Duvar / 11
yaretçileri engelliyordu. Mısır bahçelerinin olmazsa olmazı, merkezindeki su
havuzları veya göletlerdi. Balıklar, papirüs ve lotus çiçekleri arasında su kuş-
larının neşe ile dolaştığı, genellikle dikdörtgen veya T formlu bu havuz veya
göletlerin ayrı bir önemi vardı; zira onlar hayatın fışkırdığı Nun’u temsil edi-
yordu. Mısır yaratılış mitosunun bir versiyonunda, Nun, Ogdoad’da yani baş-
langıçtaki kaosu temsil eden sekiz tanrıdan biridir ve tüm evreni çevreleyen
ve her şeyin yaratıldığı suları ifade eder.

Mezopotamya’da olduğu gibi, Mısır’da da halkın ihtiyacı olan şarap, meyve-seb-


ze ve papirüs üretilen bahçeler de mevcuttu. Mısır halkı, yabancı ülkelere ger-
çekleştirilen seferler sonrası getirilen bitki tohumları ve egzotik ağaçları kendi
iklimine alıştırmayı da başarmış, bu sayede zengin bir botanik koleksiyonuna
sahip olmuştu. Hatta bitki türlerini toplamak amacıyla düzenlenen bir sefere
ilişkin en eski kanıt da yine Mısır’dan gelir. MÖ 1495’te kraliçe Hatçepsut olduk-
ça pahalı olan, tütsü ve mumyalamada kullanılan buhur ağacı fidanlarını ge-
tirmesi için Prens Nehasi’yi, bugünkü Somali civarında olduğu varsayılan Punt
ülkesine gönderir. Kızıldeniz’i geçip Aden Körfezi’ne ulaşan keşif heyetinin ge-
tirdiği ağaçlar, Teb’deki Amon Tapınağı bahçesine dikilir. Kraliçe, haklı olarak
o güne kadar hiçbir kralın akıl edemediği bu girişimi başarmasıyla övünür.
III. Ramses de aynı tapınağın bahçeleri için Punt Ülkesi, Filistin ve Suriye’den
ağaçlar getirtir. III. Tuthmosis, Suriye’ye gerçekleştirdiği askeri seferinin başa-
rısını yüceltmek için Karnak Tapınağı’nın duvarlarına çok çeşitli egzotik bitki
ve hayvanlardan oluşan bir botanik bahçesi betimi yaptırır. Bu seferler, güçlü
kralların fetihlerinden ve askeri ve ticari başarılarından duydukları gururu yan-
sıtmak ve tanrılara kendilerini göstermek için güçlü bir araçtı.

Karnak botanik odası.

Arkeo Duvar / 12
Urartu bahçeleri

Keyif ve propaganda bahçeleri kurma geleneği, Urartu’da kabul görmemiş


olmamakla birlikte, günümüze ulaşan yazıtlardan Urartu krallarının üretime
yönelik bahçeler kurmaya önem verdiklerini anlıyoruz. Mevcut kaynakları-
mız, Urartu kraliyet propagandasında bağ ve bahçelerin kullanıldığına dair
doğrudan bir kanıt sunmaz. Ancak, kurak topraklarda kurulan kentlerin plan-
lamasında üretime yönelik bağ ve bahçelere önem verdikleri, tanrı Haldi’ye
bağlar sundukları görülür. Ünlü Meherkapı Yazıtı, İşpuini ve oğlu Menua’nın,
Haldi için bir üzüm bağı yaptırdığından bahseder. Yazıtlar, Kral İspuini’den
II. Rusa’ya değin tüm Urartu krallarının bu tür bahçeler kurduklarını aktarır.
Hatta, ezeli düşmanı Asur’un kayıtlarında bile Urartu’da inşa edilen sulama
kanalları, bahçeler ve üzüm bağlarının nasıl yağmalandığından bahsedilir.
Çetin Urartu coğrafyasında halkın ihtiyacına yönelik bağ ve bahçelerin kurul-
ması; devamlılığı için baraj ve sulama kanallarının inşası kaçınılmazdı. İnşa
projelerinin yazıtlarında toprağın işlenmediği, çöl gibi olduğu, herhangi bir
ekin olmadığı, hiçbir su kanalı açılmadığı şeklindeki ifadelerden, kralların
inşa başarılarıyla övündüğünü ve hükümdarlık gücünü hem tanrılara hem
de halka duyurma arzusuyla hareket ettiklerini anlayabiliriz. Köklü imar fa-
aliyetlerinin temeli veya ürünü olan bağ ve bahçeler, dolaylı olarak kraliyet
yönetim propagandasının etkin bir aracı haline gelmiş olmalıdır.

Pers bahçeleri

Antik dönemde Yakın Doğu’nun resmi park ve bahçeleri denilince hiç şüp-
hesiz ilk akla gelenlerden biri Pers bahçeleridir. Persler, Hindistan’dan Mı-
sır’a, Anadolu’ya Ege kıyılarına kadar uzanan imparatorluklarında çok çeşitli
etnik köken ve kültüre sahip toplulukları uzun zaman bir arada tutabilen
bir ulustur. Bu derece farklı ve geniş coğrafyadaki halkları yönetebilecekleri
en uygun sistem olan eyalet sistemini kullanırlar. Mutlak otorite, merkezde
yani İran’daki başkentte bulunan krala aittir. İmparatorluk eyaletlere ayrılmış
ve her birinin başına Akhaemenid sülalesine mensup satraplar, yani valiler
atanmıştı. Satraplıkların hatta satrapların en ünlüleri Anadolu topraklarında-
kilerdi. Antik yazarların yazdığı şekliyle, başta Atina olmak üzere en ezeli düş-
manları olan Yunanlara en yakın olanları Sardis ve Daskyleion satraplığıydı.

Arkeo Duvar / 13
Bu iki satraplık pek çok açıdan stratejik öneme sahipti, ama bizi güzelliğiyle
dillere destan paradeisosları, yani kraliyet parkları ilgilendiriyor. Şaşırtıcıdır ki
bu parklar hakkındaki bilgiler rakipleri, Yunan yazarlar tarafından aktarılır.
İmparatorluğun zirvesinde oturan kral, Büyük Kral olarak tanımlanır ve en
yakınındakinden en uzağına tüm satrapları onun verdiği buyruk doğrultu-
sunda görkemli yaşantısını yansıtmak, taklit etmekle yükümlüdür: “imitatio
regis”. Bu aynı zamanda, Büyük Kralın başkentleri Pasargad’ta, Persepolis’te,
Susa’da ya da zaman zaman kaldığı Babil’deki sarayda olduğu gibi bir kraliyet
parkı tesis etmek zorunda oldukları anlamına geliyordu. Zorunluk diyebiliriz,
çünkü imparatorluğun kurucusu Büyük Kyros bu şekilde buyurmuştu. Hatta
denir ki, bu buyrukta Kyros’un dedesi Med kralı Astyages ile çocukluğunda
çıktığı av partilerinin de etkisi olmuştur. Yönetim organizasyonunda, sistem-
li bir şekilde kurulan kraliyet park ve bahçeleri gündelik yaşam zevklerinin
yanı sıra eyaletler ve başkent arasında sembolik bir bağ ifade ediyor, kralın
mutlak güç ve otoritesini yansıtıyordu. Persler aslında Asur’un mirası üzerin-
den ilerler. Dolayısıyla bu türden parklar kurulması ve otorite aracı olarak
kullanılması yeni değildi; krallığın kurulup yeşerdiği topraklarda zaten köklü
bir gelenek hakimdi. Peki nasıl oldu da kraliyet parkları ve saray bahçeleri bir
Pers fenomenine dönüşmüştü?

Persler aslında Asur’un mirası üzerinden ilerler. Dolayısıyla bu


türden parklar kurulması ve otorite aracı olarak kullanılması
yeni değildi; krallığın kurulup yeşerdiği topraklarda zaten köklü
bir gelenek hakimdi. Peki nasıl oldu da kraliyet parkları ve saray
bahçeleri bir Pers fenomenine dönüşmüştü?

Perslere gelene kadar, Asur, Mısır, Urartu’da uygulamalar kralın bizzat kendi-
si tarafından dikte ettirilerek veya kendi kültüründe yetişmiş katipler tarafın-
dan kaleme alınıyor ya da betimleniyordu. Perslere gelince, köklü bir devlet
kayıt geleneğine sahip olmalarına karşın kültürleri ve yaşam pratikleriyle ilgi-
li bilgileri yabancı kalemlerden, Herodotos, Ksenophon veya Sicilyalı Diodo-
ros’tan elde ediyoruz. Bu yazarlar sadece bir kaçıdır. Ünlü kraliyet parklarını
bize detaylı anlatan da Perslerin doğaya, akarsuya, ziraate verdikleri önemi
anlatan da bu yazarlardır. Aslında yabancı oldukları, yeryüzündeki cennet

Arkeo Duvar / 14
gibi tanımladıkları bir peyzajı ve bu peyzajdaki yaşam keyfini nasıl algılıyor-
larsa öyle aktarırlar. Zaten, Pers algısının şekillenmesinde Yunan ve Romalı
yazarların katkısı yadsınamaz. Antik dünyanın en güçlü krallarından biri olan
erdemli Büyük Kyros’un yetiştirilmesini, hayatını ve yönetim anlayışını dahi,
MÖ 4. yüzyılda yaşayan bir asker alan Ksenophon’dan öğreniyoruz. Perslerin
kendi dillerinde pairidaēza olarak adlandırdıkları botanik ve av parkları Kse-
nophon’da paradeisos, yani cennet olarak geçer ve bu kelime günümüze ka-
dar çok değişime uğramadan yine onun adlandırmasıyla ulaşır. Bir Egeli veya
daha uzakta Baktrialı’nın yerine kendimizi koyalım, bitki ve ağaçlarla özenle
şekillendirilen, göl ve akarsuların, su kanallarının olduğu, buram buram çi-
çek kokularının arasında bir paradeisosta dolaştığımızı hayal edelim. Üstüne
üstlük size görkemli kıyafetleriyle Pers kralının veya bir satrabın eşlik ettiğini
varsayalım. Algımız nasıl şekillenirdi? Genç prens Kyros tarafından Sardis’teki
paradeisosta ağırlanan Lysandros’un verdiği tepkiden farklı olmazdı bizimki
de. Genç Kyros, impatorluğun kuruluşundan dört kuşak sonra, ağabeyi Bü-
yük Kral Artakserkses’e karşı gelmesinden korkan annesi Parysatis sayesinde
başkentten çok uzağa, Sardis’e atanır ve burada görünüşe göre rutin politik
işleri arasında kraliyet parkıyla ilgilenir. Lydandros, ziyareti sırasında krali-
yet parkındaki ağaçların güzelliği ve yürürken etrafını saran kokuların cazi-
besine, düzenlemedeki muntazamlığa hayran kalır; hatta ihtişamlı bir Pers
prensinin, bahçe ve zirai işlerle uğraşmasına çok şaşırır. Çünkü söylediğine
göre planlamayı bizzat prensin kendisi yapmıştır, hatta bitkilerin bazılarını
da dikmiştir. Bu ziyareti yazarımız Ksenophon ayrıntılı olarak aktarır, ama biz
sadece bir kısmını verelim burada:

«Güneş Tanrı adına yemin ederim ki sağlığım yerindeyken, önce zor bir savaş
talimi veya ekim işi yapmadan veya bir şekilde kendimi çalıştırmadan akşam ye-
meğine oturmadım».

Burada konu dışı küçük bir ek yapalım: ne yazık ki Parysatis’in korktuğu başı-
na gelir, oğlu gizlice yürüttüğü güçlü bir hazırlıkla krala karşı gelir ve Ksehop-
hon’un ünlü Onbinlerin Dönüşü (Anabasis) adlı eserinin baş kahramanı olur.

Arkeo Duvar / 15
Diğer taraftan, yukarıdaki pasaj bize Perslerin botanik ve av parklarına ve ta-
rıma ne derece önem verdiklerini gösterir. Kralın erkek çocukları dahil olmak
üzere, Persler çok küçük yaşlardan itibaren ok atma, ata binme, avlanma ve
akşam üzerleri ekim-dikim işleri ve bitki köklerinden ilaç elde etme gibi bir
dizi konuda eğitim alıyordu.

Persler doğanın sembollerini yüceltmiş, onurlandırmıştır. Herodotos, Kserk-


ses’in Frigya ve Sardis arasındaki seferini anlatırken, kralın yolda gördüğü
güzel çınar ağacından etkilenerek dallarına altın bir taç astığını ve Ölümsüz-
ler’den birini muhafız olarak bıraktığını söyler. Bir diğer antik yazarımız Aelia-
nos’un anlattıkları, aynı olayı teyit etmekle birlikte alaycıdır: O’na göre, Kserk-
ses’in Lidya’daki büyük çınar ağacının yanında hiçbir neden yokken durması
ve sanki orada sevdiği bir kadın varmış gibi muhafız bırakması anlamsızdır;
ağacın rüzgârda hareket eden dalları, sağlam gövdesi ve derin köklerinden
oluşan güzelliği zaten yeterlidir ve Kserkses’in barbar altını ve diğer hediye-
leri ne çınar ağacını ne de diğer ağaçları yüceltmez.

Yakın Doğu coğrafyasındaki kralların başlıca görevleri arasında, halkın refahı


ve yaşamın devamı için tarımsal verimi arttırmak ve toprakları her türlü teh-
likeye karşı korumak yer alıyordu. Elverişsiz doğa koşulları karşısında ziraat
ve bayındırlık faaliyetlerinde elde edilen başarı, hükümdarlık gücünün yansı-
ması olarak kabul edilirdi. Böylece, çok erken dönemlerden itibaren ziraatın
hamisi olan “çiftçi kral” ideolojisi ortaya çıkar. Ayrıca, Yakın Doğu kraliyet iko-
nografisinde görülen vahşi hayvan avı sahneleri, “avcı kral” betimleri, kralın
düşmana karşı kazandığı zaferin ve ülkesinde güvenliği ve düzeni sağladığının
sembolüdür. Pers kralları
da parklarında avlanmayı
bir zevk olarak görmenin
ötesinde, bir çeşit savaş
talimi olarak görüyor, ken-
dilerini vahşi hayvan av-
larken tasvir ettiriyorlardı.
Kısacası Persler de durum
farklı değildi.

Çan Altıkulaç Lahtin’den Perslerin yabani hayvan avını


gösteren bölüm. Troia Müzesi

Arkeo Duvar / 16
Kraliyet parkları, kralın erkanıyla hoş vakit geçirdiği, avlandığı, dostlarını ağır-
ladığı, bahar yağmurlarında bahçe köşkünde dinlendiği alanlar değildi sade-
ce. Meyve, tahıl, hayvan ve kereste kaynakları; bir bakıma krallığın silolarıy-
dılar. Yetişen ürünlerin en kalitelileri de kralın sofrası için ayrılırdı. Tanrıça
Anahita ve Mithra’nın koruması altındaki paradeisoslar, çok farklı ekosistem-
lere sahip olan imparatorluk topraklarının küçük bir temsili gibi algılanıyor-
du. Dolayısıyla, herhangi bir şekilde tahrip edilmeleri, tanrıların ve dahi kra-
lın otoritesine karşı açık bir başkaldırı sayılıyordu.
Paradeisoslar genellikle doğal kaynakları verimli bölgelerde kuruluyordu.
Bu tür paradeisosların en göz alıcı ve ihtişamlı olanları imparatorluğun mer-
kezinde Fahliyun Bölgesi’nde, Babil’de ve Anadolu’nun batısında yer alıyor-
du. Büyük Kral, sefer haricindeki yaşamını düzenli olarak imparatorluğun
merkezindeki Pasargad Persepolis, Susa, Ekbatana veya Babil’deki görkem-
li saraylar veya krallık paradeisoslarında geçiriyordu. Sefer döneminde ise
eyaletlerdeki kraliyet parklarındaki saraylarında konaklıyordu. Peki bu para-
deisoslardaki üretim ve süreklilik nasıl sağlanıyordu?

Yazılı belgelerden anladığımız kadarıyla, bir iş bölümü ve yerleşik yönetim


organizasyonu vardı. Her paradesiosta bir yönetici bulunurdu. Özellikle kral
Dareios’un Gadatas’a yazdığı mektup, yöneticilerin kralın gözüne girmek ve
paradeisosların görkemi için yarışırcasına çok emek harcadıklarını ortaya ko-
yar. Üretimde, her zaman olduğu gibi zorunlu işçiler veya Babil, Lidya veya
Likya’dan gelen yabancı işçiler kullanılıyordu.

Kraliyet paradeisosları, satraplığın veya başkentlerin doğal zenginlikleri açı-


sından en uygun yerinde bulunuyordu; bazen çok yakında, bazen uzakta.
Paradeisosların dışında Pers saraylarının içindeki bahçelerden de söz etme-
miz gerekir ki asıl bu bahçelerin yansımaları günümüze kadar ulaşır. İmpa-
ratorluğun kurucusu olan Büyük Kyros’un Pers kültürüne yaptığı katkılardan
biri, politik mesaj vermek için mimari plan ve bahçe düzenlemesini bir arada
kullanmasıdır. Bunun ilk örneğini kendi kurduğu başkenti olan Pasargad’da
uygular. Pasargad, etrafındaki paradeisosu ve içinde etkileyici bahçeleri olan
saray kompleksiyle daha önce eşi benzeri olmayan bir başkentti. İlk defa
burada uygulanan ve “dört bölümlü” (Chahār bāgh) bahçe olarak adlandırı-
lan dikdörtgen bahçenin planı sulama kanallarıyla çizilmiş, kanallar boyunca
gölgelik veren ağaçlar sıralanmıştı. Taht odası doğrudan bu bahçeye açılıyor;
kral yabancı elçileri ve tebaasını zaman zaman burada huzuruna kabul edi-

Arkeo Duvar / 17
yordu. Planın çıkış noktası tesadüfi değildir; Yakın Doğu inancındaki kâinat
düzenine dayanır. Ayrıca bu model, Büyük Kyros’un Babil’i fethetmesi üzeri-
ne halklara yaptığı ünlü seslenişini taşıyan Kyros Silindiri’nde kullandığı “dört
bir tarafın kralı”, dünyanın kralı unvanına da vurgu yapar. O’nun mutlak oto-
ritesini ve hükümdarlık gücünü yansıtır.

Şehzade Bahçesi, Kirman.

Dört bölümlü bahçe planı, yani bugünkü adıyla Chahār bāgh, binlerce yıl ha-
yatta kalarak geç dönem Pers bahçelerine de öncülük eder. Perslerin yaşam
kültürüne sağladığı en uzun ömürlü katkılardan biri olan anıtsal bahçe tasa-
rımının ruhu, bugün UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan modern İran
bahçesi Chahār bāgh ile yaşamaya devam eder.

Perslerden binlerce yıl sonra dahi iktidarların, politik rekabetteki üstünlükle-


rini tıpkı antik Yakın Doğu’daki gibi ihtişamlı saraylar ve bahçeler inşa ederek
dışarı vurma eğiliminde olduğuna tanıklık ediyoruz…

Arkeo Duvar / 18
YAZITLARIN DİLİ

Kutsal koruluklar:
Dikkat Zeus var!
Kutsal koruluklar tapınaklar, şehirler ve yöneticiler için hem
maddi hem de simgesel değerleriyle çok önemli alanlardı.
Peki, acaba sıradan bir insan için ne ifade ediyorlardı? Ör-
neğin Lidya’nın ücra bir dağ köyünde yaşayan birinin, hay-
vanlarını otlatarak geçimini sağlamaktan başka bir gailesi
olmayan bir çobanın hayatında nasıl bir anlamı vardı kutsal
koruluğun?

Doç. Dr. Pınar Özlem Aytaçlar


Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü

Y aşamı bahşeden tanrılar ile yaşam ve bereketin simgesi olan bitki ör-
tüsü arasında her zaman bir ilişki olmuştur. Bu nedenle tanrılara ait
tapınak ve kutsal alanlar sıklıkla kutsal bahçe ve korulukları da içerirler. Or-
manlık bir arazide bir kült alanının kurulması ya da bir tapınağa koruluk ya
da bahçe eklenmesi geleneği MÖ 3. bin Akdeniz kültürlerine kadar gider.
Örneğin Mısırlılar tanrıların, tapınaklarının bahçe ve koruluklarında otur-

Arkeo Duvar / 19
duklarına inanırlardı. Yeryüzünün tanrısal hükümdarları olarak firavunlar
da saraylarının etrafında ve içinde bulunan çok büyük bahçelerin keyfini
sürerlerdi. Yakındoğu’nun çivi yazılı tabletlerinde sık sık tanrılar ve bahçe-
ler arasındaki ilişki yer alır. Asur kralı Ishme-Dagan, kardeşine yazdığı bir
mektupta tanrı Addu için ardıç ağaçlarıyla dolu bir bahçe yapmayı düşün-
düğünü söyler. İşaya kitabında Musevi tanrısının tapınağını güzelleştirmek
için ağaçlar yetiştirildiği yazar. Tanrılar ve kahramanlar için kurulan cennet
bahçeleri Yunan pagan inancında da Geç Bronz Çağı’ndan itibaren karşı-
mıza çıkarlar. Atlas dağlarının yakınındaki mitolojik bir koruluk Hesperidler
bahçeleri adını taşır. Nar, armut, mersin, dut ve badem ağaçlarıyla dolu
olan bu korulukta tanrıça Hera’nın altın elmalarla dolu ölümsüzlük ağacını
yetiştirdiğine inanılır.

Hafızada en çok kalan, ilgi çekici yerler

Yunan dünyasında kutsal bahçe ve koruluklara ilişkin bilgilerimiz temel ola-


rak, antik yazılı kaynaklara, arkeolojik kazılara ve yazıtlara dayanır. Özellik-
le MÖ 2. yüzyıldan itibaren Romalılar, Yunanistan ve Küçük Asya’da ilhak
ettikleri topraklar aracılığıyla, buralarda yaşayan Akdenizli komşularının
geleneklerini tanımaya başlamışlardı. Eski Yunan tapınakları ve kutsal alan-
ları da Romalı tarihçilerin ve gezginlerin ilgi alanına girmişti. MS 2. yüzyılda
bile Pausanias gibi eğitimli Romalı turistler Yunanistan’daki kutsal koru-
lukları ziyaret ediyorlar ve gezi rehberlerinde, mutlaka görülmesi gereken
yerler olarak bu koruluklara da yer veriyorlardı. Bizim Yunan koruluklarına
ilişkin bilgilerimizin çoğu da en başta Pausanias olmak üzere, bu Romalı-
ların eserlerinden kaynağını almaktadır. Kutsal koruluklar, MS 174’de Pa-
usanias’ın gezi rehberinde “hafızada en çok kalan, ilgi çekici yerler” olarak
tanımlanır. Plinius koruluklardaki ağaçların tanrılarla ilişkisini yazar: “Deği-
şik türde ağaçlar ilişkili oldukları tanrıya göre dikilirler. Örneğin Zeus için
meşe, Apollon için defne, Athena için zeytin, Aphrodite (Afrodit) için mersin
ve Herakles için kavak...”

Arkeo Duvar / 20
MÖ 22’de bir Roma eyaleti haline gelen Kıbrıs’ta, bahçeler ve koruluklarla
ilişkili bereket tanrılarına tapınmaya yönelik çok eski ve güçlü bir dinsel
gelenek vardı. Adanın dinsel hayatındaki en önemli tanrıça Afrodit idi ve
tanrıçanın Paleo Paphos’da (modern Kouklia) yaklaşık MÖ 1200 civarına ta-
rihlenen bir tapınağı bulunmaktaydı. Aşk ve bereketin tanrıçası Afrodit’in,
denizden doğup Kıbrıs kıyılarına çıktığı ve ardında çiçek açan bitkiler bırak-
tığına inanılırdı. Herodot’a göre bu çok eski Kıbrıs kültü, kaynağını Yakın-
doğu’nun bereket tanrıçası Astarte’ye tapınılan Suriye’den almıştı. Roma
döneminde, tanrıçanın festivali sırasında, antik dünyanın dört bir yanından
hacılar bu tapınağa gelir ve tören alaylarını kıyıdan başlatarak “kutsal bah-
çe” Hierokepis’de bitirirlerdi.

Kutsal koruluklardan ağaç kesmek yasak

Kourion’daki Apollon Hylates yani ormanların Apollon’u tapınağı da hacıla-


rın geldiği yerlerden biriydi. Buradaki ağaçlar MÖ 7. ya da 6. yüzyıldan beri
vardı. Romalı yazar Ailianus MS 2. yüzyılda buradaki geniş koruluktaki vahşi
hayvanlardan ve özellikle geyiklerden bahseder. Pausanias’ın anlattığı ünlü
koruluklardan biri de Nemea’daki Zeus tapınağında bulunan selvi korulu-
ğudur. Romalı yazarlardan Statius, Atina agorasındaki Oniki Tanrılar altarını
çevreleyen kutsal zeytin ve defne koruluğunu anlatır. Antik yazarlarda geç-
meyen ama arkeolojik kazılar aracılığıyla bilgi sahibi olduğumuz koruluklar
da bulunur. Bu alanları, fidan ekim sıraları ve bazılarında ağaç fidanları
için kullanılan seramik saksıların da bulunduğu ekim çukurları sayesinde
tanırız. Epigrafik kaynaklar, yani yazıtlar da tapınakların sahip olduğu geniş
arazilere ilişkin bilgiler içerdikleri için bize yardımcı olurlar. Örneğin MS 4.
yüzyıla ait, Sicilya’daki Herakleia’da bulunmuş bir yazıt zeytinlikler, bağlar
ve korulukları içeren tapınak arazilerinin listesini içermekteydi. Bu arazi-
ler kiraya verilmişti ve kiracılar üzüm bağlarını ve ağaçları yetiştirmek ve
bakımını yapmaktan ve yaşlanıp ürün vermeyenlerini yenileriyle değiştir-
mekten sorumluydular. Yazıtlar genellikle tapınak arazilerinin kullanımına
ilişkin düzenlemeleri içeren belgeler olarak önem taşırlar. Kutsal koruluk-
lardan ağaç kesmeyi ya da kereste almayı yasaklayan düzenlemeleri ancak
yazıtlar aracılığıyla öğrenebiliyoruz.

Arkeo Duvar / 21
Dokunulmazlık ve iltica alanları

Yunan ve Roma kültürlerinde kutsal koruluklar, kutsal olmayan alanlardan


işaretlenerek ayrılmışlardır. Ölümlüler burada, tanrısal olana tapar ve onun-
la iletişime geçerler. Yunanca ayırmak ya da işaretlemek anlamına gelen
“temnein” fiilinden türeyen “temenos” kelimesi, bir duvar ya da sınır taşıyla
diğer yerlerden ayrılmış olan kutsal alan anlamına gelir. Roma dinsel yasa-
larında da bir arazinin mülkiyeti consecratio aracılığıyla ritüeller eşliğinde
tanrıya aktarılır ve böylece buraya seküler olanın girmesi engellenir. Bu
alanlarda sadece ağaçlar değil, içinde yaşayan tüm canlılar kutsaldır. Bura-
da yaşayan bir geyik, avcıların saldırısından uzak olacaktır. Kutsal koruluğa
sığınan bir insan da tıpkı o geyik gibi dokunulmazdır. Çünkü bu alanlar, tan-
rıların adaletsizliğe karşı koruyuculuğunu ihsan ettiği topraklar sayılırlar.
Bu nedenle de yüzyıllar boyunca iltica
yerleri olmuşlardır. Atina’daki Oniki
Tanrılar altarı ve koruluğu buna en iyi
örnektir. MÖ 519’da Plataialılar The-
bai’den korunmak için buraya sığına-
rak kendilerini Atina koruması altına
almışlardı. Bu alan 5. ve 4. yüzyıllar
boyunca defalarca dokunulmazlık ve
iltica alanı olarak kullanıldı.

Koruluklarda kutsallığı korumak için


ağır cezalar içeren düzenlemeler
oluşturulmuştur. Ağaç kesmek, ke-
reste almak ya da korulukta hayvan
otlatmak gibi eylemler ağır bir şekil-
de cezalandırılır. Bu ceza bazı durum-
larda idam cezası bile olabilmektedir.
Kurban ayinleri, dini ritüeller ve fes-
tivaller sırasında buraya kimlerin ne
Kuzeydoğu Lidya’dan kefaret yazıtı
şekilde girebilecekleri kurallarla be- üzerinde kutsal ağacı kestiği için
lirlenir. Koruluklara festival sırasında cezalandırılmış olan kişiye ait kabartma,
giriş için cinsiyet kuralı vardır. Mesela MS 200.

Arkeo Duvar / 22
Aigion’daki Hera ve Megalopo-
lis’deki Demeter koruluklarına
sadece kadınlar girebiliyordu.
Geronthrai’daki Ares koruluğu
ise sadece erkekler içindi. Ar-
temis Karyatis’in koruluğunda
genç kadınlar tanrıçanın hey-
kelinin etrafında geleneksel
bir dans gerçekleştiriyorlardı.
Pyraia korusunda ise sadece
erkekler festival düzenliyordu.
Phokis yakınındaki Myonia ko-
rusundaki bir altar üzerinde
tanrılara sunular geceleyin ya-
pılıyordu. Tıpkı koruluklar gibi, Doğu Akdeniz’den İÖ 100 civarına ait mermer
mezar steli. Getty Museum. Kutsal koruluktaki
tek bir ağaç da kutsal sayılabili-
bir kadın ve 4 küçük kız. Büyük yapraklarıyla
yordu. Atina’nın kırsal kesimin- betimlenen tek bir ağaç Yunan heykeltıraşlık
deki çiftliklerde bulunan bazı ve resim sanatında tüm bir koruluğu simgeler
zeytin ağaçları kutsanmıştı ve şekilde tasvir edilir. Adak altarı ve bir adak
sunusu (lekythos) ile birlikte bir sütun bulunur.
bunlardan çıkartılan zeytinyağı
Bir diğer adak sunusu da ağaca asılmış olan
büyük Panathenaia festivalin- elbisedir.
de ödül olarak veriliyordu. Bu
ağaçları kesen biri ölüm cezası-
na çarptırılırdı. Bazı ağaçlar bir
kutsal alan ya da altarla ilişkisi
nedeniyle kutsaldı. Tegea’daki
Pan tapınağının yanında büyü-
yen bir meşe ağacına tapınıl-
maktaydı. Arkadia’da bulunan
dev bir sedir ağacı, içine Arte-
mis’in ahşap bir figürini yerleş-
tirildiği için kutsal sayılıyordu.
Samos’daki Hera kutsal alanın-
da zamanının en yaşlısı sayılan
iki ağaç, bir söğüt ve bir hayıt Kutsal korulukta tanrılarına adakta bulunan
müritleri gösteren kabartma. MÖ 200-150.
ağacı, burada Hera tapınağının Glyptothek Müzesi, Münih.

Arkeo Duvar / 23
Bazen bir koruluk, hatta tek bir ağaç bir şehri, bir ülkeyi
temsil edebiliyordu. Forum Romanum’da büyüyen bir incir
ağacı, Roma’nın kuruluş mitosuyla bağlantılı olarak tapım
görüyordu.

inşa edilmesinden çok uzun zaman önce kutsal olarak tapınım görmek-
teydi. Dodona’da Zeus’un meşesine tapınılmakta, yapraklarının rüzgârda
çıkardığı hışırtı kahinlere geleceği fısıldamaktaydı.

Korulukların tek fonksiyonu dinsel değildi ve aslında hiç de uhrevi olmayan


işlevleri de vardı. Aslında her koruluk bir gelir kaynağı idi. Bazı durumlarda
tümüyle kiralanabilen bu arazilerdeki ağaçların meyveleri kullanılır, keres-
tesinden faydalanılırdı. Bağların üzümlerinden şarap, zeytinlerinden zey-
tinyağı elde edilir ve elbette elde edilen gelirin tamamı tapınağa giderdi.

Tek bir ağaç bir şehri,


bir ülkeyi temsil edebiliyordu

Koruluklar, sadece tapınakların kutsallığını perçinleyen gizemli mekânlar


ya da gelir getiren araziler olmanın ötesinde başka anlamlar da ifade et-
mekteydi. Bazen bir koruluk, hatta tek bir ağaç bir şehri, bir ülkeyi temsil
edebiliyordu. Forum Romanum’da büyüyen bir incir ağacı, Roma’nın kuru-
luş mitosuyla bağlantılı olarak tapım görüyordu. Çünkü bu ağaç, Roma’nın
kurucuları Remus ve Romulus’un, altında bir kurt tarafından emzirildiği
ağacı temsil ediyordu. Ne zaman pörsümeye başlasa bu bir işaret olarak
kabul edilir ve ağacın rahipler tarafından yeniden yetiştirilmesi gerekirdi.
Plinius’a göre Romulus ile ilişkili bir tanrı olan Quirinus’un kutsal alanı şeh-
rin en eski tapınaklarından birine sahipti ve bu tapınağın önünde iki kutsal
mersin ağacı bulunuyordu. Biri, senato varolduğu müddetçe büyüyüp ser-
pilecek olan ayrıcalıklı sınıfın, yani “patricilerin meşesi”, diğeri ise halkın et-
kisinin senato kararlarına baskın geldiği sonraki zamanlarda büyüyüp geli-
şen “pleblerin meşesi” idi. Bu tapınağın ayrıca büyük bir koruluğu da vardı.

Arkeo Duvar / 24
Koruluklar siyasi gücün bir göstergesi

Kutsal koruluklar ve onları tem-


silen ağaçlar, bazen, bulunduk-
ları şehrin simgesi de sayılabili-
yorlardı. Örneğin Vespasianus
ve Titus’un, 69’daki Yahudi
ayaklanmasının bastırılmasının
ardından darpedilen bazı sik-
Vespasianus sikkesi (69-79). Ön yüzde
kelerinin arka yüzünde, tek bir
imparatorun portresi. Arka yüzde ayakta duran
hurma ağacı motifi Judaea eya- imparator ve palmiye ağacının altında yas
letinin sembolü olarak bulunu- tutan Yahudi kadın.
yordu. Koruluklar, bölgedeki
tanrısal gücü temsil ettiğinden,
bu alanlara yapılan dış saldırılar
da bu güce darbe indirmek an-
lamına gelmekteydi. Mesela MÖ
639’da Elam’da bulunan kutsal
korulukları Asurbanipal’in or-
dusu yok etmiş ve bunu kayda
Zeugma’dan Philippos I (244-249) sikkesi.
almıştı: “Onların, içine asla bir
Arka yüzde Tykhe’nin kült heykelini içeren bir
yabancının giremeyeceği, sınır- tapınak ve tapınağın önünde, içinde büyük bir
larını aşamayacağı kutsal ko- ağaç koruluğu olan sütunlu bir meydan tasviri
ruluklarına benim askerlerim bulunmaktadır.

girdiler, gizemlerini gördüler ve


yakıp yıktılar.” MÖ 201’de Per-
gamon’a saldıran Makedonya-
lı Philippos V, ordusuna şehrin
baş tanrıçası ve Attalid krallık
hanedanının koruyucusu olan
Athena Nikephoros’un kutsal
alanındaki ağaçları kesmelerini
Caracalla sikkesi. Thrakia. Arka yüzde Augusta
emretmişti. Çok çarpıcı bir di-
Traiana tapınağı içinde Artemis’in kült heykeli ve
ğer örnek, Atina’nın dış mahal- tapınağın her iki yanında koruluğu temsil eden
lelerindeki gymnasionların ve birer ağaç bulunmaktadır.

Arkeo Duvar / 25
kutsal korulukların bulunduğu
eğitim alanlarının Romalı Ge-
neral Sulla tarafından yıkılma-
sı idi. Platon’un “Akademia”sı
ve Aristoteles’in “Lykeion”u Ati-
na’nın dışında, kutsal korulukla-
rın bulunduğu alanın ortasında
yer alan eğitim merkezleriydi.
Sulla’nın saldırısı da bu eğitim
ve kültür kentinin onuruna ve
Atina’nın ruhuna karşı yapılmış Asurbanipal’in Elam seferi. Susa ve çevresindeki
vahşi bir saldırıydı. Atina ise, ya- bahçeler. MÖ 7. yüzyıl, Nineveh.
British Museum.
vaş da olsa, koruluklarını yeni-
den yetiştirip, gymnasionlarını
tekrar inşa ederek kendini iyileştirdi. Çok geçmeden bu koruluklar, adeta
kültürün ve ilmin barbarlık karşısındaki gücünün birer simgesi olarak, eği-
timli Romalıları cezbetmeye ve tarihinde hiç olmadığı kadar ziyaretçi ağır-
lamaya başladı.

Korulukları yakıp yıkmak kadar, sıfırdan oluşturmak da siyasi gücün bir


göstergesi idi. İleride Roma’nın ilk imparatoru Augustus olacak olan Octa-
vianus, MÖ 31’de, Antonius ve Kleopatra’yı yendiği Actium savaşını kutla-
mak ve kutsamak üzere, kuzeybatı Yunanistan’daki bir Roma kasabası olan
Nikopolis’de bir defne koruluğu oluşturdu. Bu koruluk ve kutsal alan, Mars,
Neptün ve Apollon’a adanmıştı. Ağaçları ise bizzat Octavianus, kendisinin
koruyucu tanrısı olduğuna inandığı Apollon’a uygun olarak seçmişti.

Peki, acaba sıradan bir insan için ne ifade ediyorlardı?


Örneğin Lidya’nın ücra bir dağ köyünde yaşayan birinin,
hayvanlarını otlatarak geçimini sağlamaktan başka bir
gailesi olmayan bir çobanın hayatında nasıl bir anlamı vardı
kutsal koruluğun?

Arkeo Duvar / 26
Anlıyoruz ki, kutsal koruluklar ta-
pınaklar, şehirler ve yöneticiler
için hem maddi hem de simgesel
değerleriyle çok önemli alanlar-
dı. Peki, acaba sıradan bir insan
için ne ifade ediyorlardı? Örne-
ğin Lidya’nın ücra bir dağ köyün-
de yaşayan birinin, hayvanlarını
otlatarak geçimini sağlamaktan
başka bir gailesi olmayan bir ço-
banın hayatında nasıl bir anlamı
vardı kutsal koruluğun? Kendisi-
ne ait olmayan, içine giremedi-
ği, gölgesinden bile faydalana-
madığı bu alanlar, zaten dört bir
yandan dinsel yasaklarla çevril-
miş hayatındaki bir başka “giril-
mez”in simgesi olmaktan öte bir
anlam taşıyor muydu? Bu soru-
yu, Lydia’nın kuzeydoğusunda,
kırsalda bulunmuş bir yazıt bi-
zim için cevaplıyor. Kuzeydoğu Lidya’dan kefaret yazıtı. MS geç 2.
yüzyıl.

MS geç 2. yüzyıla ait bu yazıtta, Perkos adlı köyde yaşayan çoban Eumenes’in
başına gelenler yazıyor. Bu küçük köyün yerel tanrıları ve Zeus’a adanmış
kutsal bir koruluğu vardı. Köyün yasaları tanrılar tarafından çoktan belir-
lenmişti. Bunlara uymayanlara ise cezayı doğrudan tanrı veriyordu. Ya da
başka bir deyişle, başına bir felaket gelen ya da hastalanan herkes bunun
tanrısal bir ceza olduğuna inanmaktaydı. Cezanın nedeni işlenen bir günah
olmalıydı. Tüm yaşamın dinsel kurallarla çevrelendiği bir yerde, kendi ha-
linde bir çobanın bile mutlaka bir günahı olurdu. Eumenes de günün birin-
de, hayvanlarını kutsal ormanın el değmemiş leziz otlarına salıverdiği için
günah işlemişti. Şimdi de yapması gereken bu günahının kefaretini öde-
mek ve suçunu taş üzerine yazarak herkese ilan etmekti. Tanrının gücünü
övmesi ve günahının cezasını çeken bir çoban olarak herkese ibret olması
gerekiyordu:

Arkeo Duvar / 27
“Perkenoi Tanrıları sürekli itaatsizlik yapan kişilere Zeus Oreites’in kutsal orma-
nına hayvan sokmamalarını önceden bildirdikleri halde buna itaat edilmedi.
Tanrılar Eumenes oğlu Eumenes’i cezalandırdılar ve Tanrı onu ölümcül bir du-
ruma soktu. Ama Tykhe bana umut verdi. Perkos’daki Nemesisler yücedir!”

Eumenes, günahının kefaretini ödeyerek ölümcül hastalığından kurtulabil-


di mi bilmiyoruz. Ama Eumenes’in köyündeki koruluğun, erişilmez kutsallı-
ğını, tanrının zarar veren gücünden korkanlar sayesinde yüzyıllar boyunca
koruduğundan emin olabiliriz.

Arkeo Duvar / 28
Cennet Bahçesi’ni
ararken…
Cennet Bahçesi, bir daha asla ulaşılamayacak olan ama hep
aranan bir idea olarak kalacaktır. Bu bahçenin kusursuz varlığı,
insana günahkâr doğasını, çektiği acıların kökenini ve neyi kay-
bettiğini hatırlatır…

Ece Sezgin
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü Doktora Öğrencisi

C ennet Bahçesi, sulak topraklar, güzel ve verimli ağaçlarla, zahmetsiz ve


kusursuz bir yaşam için tasarlanmış yeryüzü medeniyetinin başlangıç
projesidir. İnsanlık Âdem ile birlikte burada, sonsuz yaşamı vaat eden bu
bahçede başlar. Ancak insanın hatası ve buradan kovuluşu nedeniyle artık
Cennet Bahçesi, bir daha asla ulaşılamayacak olan ama hep aranan bir idea
olarak kalacaktır. Bu bahçenin kusursuz varlığı, insana günahkâr doğasını,
çektiği acıların kökenini ve neyi kaybettiğini hatırlatır.

…RAB Tanrı doğuda,

Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu…

Yaratılış 2:8

Arkeo Duvar / 29
Bahçe bir medeniyet alameti olarak düşünülebilir. Bu anlamda hem fayda-
cı hem de estetik amaçlarla şekillenen ve devamlılık arz eden kontrollü bir
organizasyondur. Yazılı kaynaklar sayesinde bahçelerin geçmişini eski Me-
zopotamya uygarlıklarına dek takip etmek mümkün. Sümer, Assur ve Babil
kralları; şehirlerine, saray ve tapınaklarına bir tür prestij göstergesi olarak
bahçeler diker ve bu bahçelerin bakımı ve devamlılığı için birilerini görev-
lendirirdi. İşte İbrahimi dinlerde “Aden” ya da “Aden Bahçesi” olarak geçen
cennet bahçesi de aslında Tanrı’nın yeryüzündeki bahçesidir. Tanrı’nın yara-
tılışta yeryüzüne yaptığı bu son dokunuş, medeniyetin de bir anlamda baş-
langıcı olarak tasarlanmıştır. Tanrı, Dünya’yı yarattıktan sonra Aden’e bahçe
diker. Bahçeyle ilgilenmesi için de Âdem’i bu bahçeye koyar ve olaylar gelişir.

-İbrahimi dinlerde iki farklı cennet kavramı bulunur. Biri öldükten sonra gidi-
len ebedi yer, diğeri ise bu kusursuzluğun yeryüzü şubesi olan Cennet Bah-
çesi ya da Aden Bahçesidir. Eski Ahit’in yaratılış bölümünde anlatılana göre
Aden’in içerisinden bir ırmak geçer ve bahçeyi sulayarak dört kola ayrılır. Bu

Pierre Daniel Huet, 1700, Carte de la Situation du Paradis Terrestre.


Arkeo Duvar / 30
dört koldan ikisinin adı Fırat ve Dicle’dir. Görmenin Âdem ve Havva dışında
kimseye nasip olmadığı bu bahçenin nerede bulunduğu ya da var olup ol-
madığı hala bir merak konusudur. Ancak 1700’de Pierre Daniel Huet tara-
fından, dinler tarihinin anlaşılması amacıyla yapılan bu eşsiz haritaya göre
Aden Bahçesi, Basra Körfezi’nin kuzeybatısına yerleştirilir.

…Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi.

Bahçenin ortasında hayat ağacıyla, iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı…

Yaratılış 2:9

Bu cennet, içerisinde seçilmiş canlıların bulunması ve doğal olmayan sınırlar-


la çevrelenmiş bir alan olması bakımından bahçe şeklinde tanımlanır. Kutsal
kitaplarda Aden Bahçesi’nden söz edilirken genellikle içerisindeki ağaçların
varlığına vurgu yapılır ve diğer bitki türlerinden pek söz edilmez. Bunun te-
melde iki nedeni varmış gibi görünüyor. İlki, ağaç meyvesinin zahmetsiz bir
besin kaynağı oluşu. Çünkü Aden, mutlak mutluluğun hedeflendiği bir yer
ve Tanrı Âdem’i bu bahçeye koyarken onun için tasasız ve zahmetsizce bir
yaşam planlıyor. İkinci nedense bu bahçenin doğuda kurulmuş olması ne-
deniyle biraz gölgeye ve serinliğe ihtiyaç duyuyor olması. Aden bahçesinde
Âdem yalnız değildir. Tanrı da kimi zaman burada zuhur eder ve serinlikte
ağaçlar arasında gezer.

‘Bahçede istediğin ağacın meyvesini


yiyebilirsin ama…’

Aden Bahçesi’nde tüm bu ağaçlar arasında en ünlü olanları, hayat ağacı ve


iyiyle kötüyü bilme ağacıdır. İlginçtir ki; tanrı, insan, bahçe ve onun içindeki
iki önemli ağacın hikâyesi Eski Babil’e dek uzanır. MÖ 18. yüzyıla ait bir şiirin
anlattığına göre, çok eski zamanlarda, tanrılar yeryüzünde insan yaşamını ilk
kez organize ettiği uzak bir geçmişte her işi kendileri yapmaktan yorulduk-
ları için insanlığı yaratmış ve başına bir kral koymuşlar. Bu kral da bahçesin-

Arkeo Duvar / 31
deki avluya bir hurma ağacı ve ılgın ağacı dikmiş. Şiirde bu iki ağacın kendi
ağzından, kimin kral ve tanrı için daha faydalı ve önemli olduğuyla ilgili tatlı
atışmalar yer alır. Hurma ağacının besinine karşı ılgın ağacının güzelliği, hur-
manın tanrıya sunu olarak kullanılan meyvesine karşı, ılgının krala mobilya
yapımında kullanılan gövdesi… Burada gördüğümüz karşıtlık ve rekabet –
anlamları belki farklı olsa da– Aden Bahçesi’ndeki hayat ağacı ve bilme ağacı
için de geçerlidir. Hayat ağacı ölümsüzlüğü, iyiyle kötüyü bilme ağacıysa ölü-
mü vaat eder. Çünkü Tanrı Âdem’e açıkça şöyle der, “Bahçede istediğin ağa-
cın meyvesini yiyebilirsin ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü
ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün”

…Âdem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı…

Yaratılış 2:25

Tanrı Adem’in yalnız kalmasını uygun bulmaz ve kadını (Havva’yı) yaratır. Bu


yaratı anlatısının hemen ardından insanlığın büyük günahına giriş yapılır.
Bahçedeki en kurnaz hayvan yılandır. Yılan, kadını kandırır ve böylece adam
da kadın da Tanrı’nın kuralını çiğneyerek, iyiyle kötüyü bilme ağacının yasak
meyvesini yemiş olurlar. İkisinin de gözleri açılır ve çıplak olduklarını anlar-
lar. Tanrı, Adem’in iyiyi ve kötüyü bilmekle (tanrının) kendisine has bir özellik
kazandığını bu nedenle artık hayat ağacı meyvesini yiyerek ölümsüz olması-
na izin verilememesi gerektiğini söyler. Bu büyük günah Âdem ve Havva’nın
Aden’den kovulmalarına neden olur. Böylece yılan, bir kez daha insanın
ölümsüzlüğe ulaşmasını engellemiş olur. Aynı Sümer destanında ölümsüz-
lük otunu kral Gılgamış’tan çalmış olduğu o günkü gibi.

Arkeo Duvar / 32
İnsan yalnız Aden’den kovulmakla kalmaz, aynı zamanda Tanrı tarafından
lanetlenir. Yılan da bu lanetten nasibini alır. Yılanın payına ömrü boyunca
karnı üstünde sürünmek, kadının payına çok sancılı doğumlar, adamın payı-
naysa emek vermeden yiyecek bulamamak düşer.

…Böylece RAB Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere

Adem’i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu.

Yaşam ağacının yolunu denetlemek için de Aden bahçesinin

doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi...

Yaratılış 3:23-24

Bu düşüş insanın; doğum, ölüm, üretim


ve diğer çeşitli deneyimlerle tanışabileceği
daha fani ama kontrolün kendinde oldu-
ğu bir dünyaya geçişidir. Buradan sonrası
biraz çetrefilli… Aden Bahçesi’nden kovul-
ma, sıkça insanın tarıma geçiş süreciyle
ilişkilendirilir ki bizzat Tanrı Âdem’i bu-
nunla lanetlemiştir. Ayrıca 16. yüzyıl sonu
17. yüzyıl başına tarihlenen Falnameler-
de Âdem ve Havva cenneti terk ederken
Havva’nın elinde bulunan bir demet buğ-
day başağı da bu fikri destekler nitelikte-
dir. Bir diğer yandan iyiyi ve kötüyü bilme
ağacı meyvesini yedikten sonra Âdem ve
Havva’nın ilk fark ettiği şey çıplak oluşları-
dır. Bu nedenle yasak meyve ya da büyük
Adem ve Havva’nın cennetten
günah belki de seksle birlikte masumiye- çıkarılışı, Falnâme, Topkapı Sarayı
tin bozuluşunu simgeler ki Âdem ile Hav- Müzesi Kütüphanesi, H.1703, vr. 7b
va’nın Aden’den kovulur kovulmaz ilk ço-
cuklarını yapması da bu fikri güçlendirir.

Arkeo Duvar / 33
İnsan, saf masumiyetini o bahçede bırakır

Tüm bu anlatı içerisinde insanlığın geçmiş evreleri ya da doğasına dair hangi


ipuçları olursa olsun, Cennet Bahçesi’nden kovulma, Tanrı’nın huzurundan
da kovulma anlamına geldiğinden insanlık için büyük bir mahcubiyeti temsil
eder. İnsan, saf masumiyetini o bahçede bırakır ve artık doğasında kötülük
de vardır. Bu kötülük sürekli baş gösterir. Âdem ve Havva’nın ilk çocukları
Habil ve Kabil’in hikâyesiyle dünya ilk kez kıskançlık ve cinayetle tanışır. Ar-
dından gelen anlatı olan Yakup ve Esav, hırs ve organize bir kandırmacayı ya-
şatır ilk defa. Tanrılar kızar, tufanlar kopar ama insanlar seçimlerini aynı şe-
kilde yineler. Tanrı, İbrahim soyuna Aden’e benzeyecek toprakları vaat eder
ancak insanın her zaman iyiliği seçmek yerine kötülüğü de barındıran doğası
hiç değişmez. O yüzden de herkes hep arar ve düşler ama hiç kimse Cennet
Bahçesi’ni bir daha göremez.

Arkeo Duvar / 34
Cennet Bahçesi bir köken miti haline dönüşür. İnsanlığın
refah, mutluluk ve masumiyet halinden; ölüm, acı ve sefalet
kavramlarını içselleştireceği bir insanlık haline gelişini
açıklar. Bu kadim hikâye öyle içselleştirilmiştir ki pek çok
insan bir incir yaprağı, bir elma ya da ağaca sarılı bir yılanı
birlikte gördüğünde istemsizce hiç görmediği bu bahçeyi
anımsar!

Bu haliyle Cennet Bahçesi bir köken miti haline dönüşür. İnsanlığın refah,
mutluluk ve masumiyet halinden; ölüm, acı ve sefalet kavramlarını içselleş-
tireceği bir insanlık haline gelişini açıklar. Bir yandan günahkâr doğasını ona
unutturmamak bir diğer yandan da kaybettiği o mükemmel uyumu insana
hatırlatmak için tasarlanmış mitolojik bir hikâye olarak yalnız tek tanrılı din-
lerde değil hayatın da içinde yerini alır. Bu kadim hikâye öyle içselleştirilmiştir
ki pek çok insan bir incir yaprağı, bir elma ya da ağaca sarılı bir yılanı birlikte
gördüğünde istemsizce hiç görmediği bu bahçeyi anımsar!

Arkeo Duvar / 35
İYİ ARKEOLOJİ

Kaosun çağrısı:
Islah edilmiş doğa olarak
bahçeler
Sonsuz ve ıssız evrenin ıslah edilebilir olduğuna dair bir inancı
besler bahçeler. Dolayısıyla o örülen çitler sadece yabanıl hay-
vanları veya domuzları dışarıda değil, aynı zamanda, bastırılan
dürtüleri ve karanlık anti-sosyal düşünceleri de dışarıda tutarlar.
Bahçeleri, toplumsal, uysal insanı mümkün kılan yoğun çabanın
mekânsal karşılığı olarak düşünüyorum.
Doç. Dr. Çiler Çilingiroğlu
Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi

D oğa-kültür ikiliğini kuran tek medeniyet Batı medeniyeti mi gerçekten?


Öyle olsaydı, Doğu, doğayı ıslah edip bahçe denilen mefhumu yaratır
mıydı? Sanmıyorum.

Çok sevdiğimiz, saydığımız antropolog Philippe Descola’ya göre, doğa-kültür


karşıtlığı her aşamasında biraz daha çatallanmış biricik bir tarihsel süreç so-
nucunda Avrupa düşüncesinin olgunlaştırdığı, kesinlikle evrensel olmayan bir
kavrayıştır. Böyle bir ontoloji içinden doğa verili bir bütünlük olarak kavranır.
Bu düşüncenin izlerini ta Antik Yunan düşüncesine kadar sürebiliyoruz. Şöyle
diyor Aristoteles ‘Fizik’ adlı eserinde:

Arkeo Duvar / 36
“Doğanın var olduğunu kanıtlamaya çalışmak gülünçtür; gerçekten açık se-
çik biçimde ortadadır doğa çünkü bir yığın doğal varlık vardır.”

Doğa diye bir bütünlüğün bilgisinden o kadar emin ki Aristoteles, bunu kanıt-
lama çabasından bile gülünç olarak bahsediyor. Kendinden bu kadar emin
konuşuyorsa bu büyük filozof, bir bildiği vardır elbet diyoruz.

Şark kültürlerinin insan dışında doğa diye bir nesnelliği tanıdığını bahçele-
rin derin tarihinden anlayabiliriz. Doğu toplumlarında “bağ, bahçe” köklerini
kadim Mezopotamya ve Fars medeniyetlerinde buluyor. Kelimenin kökünün
zaten Farsça olduğunu biliyoruz: ‫غاب‬. Bag ve onun küçüklük ekiyle türetilmiş
hali bah-çe.

Peki, gelelim kelimenin etimolojisinden mekânın ontolojisine.

İran’ın İsfahan kentindeki Chehel Sotun Sarayı’nın bahçesi. (Fotoğraf: Çiler Çilingiroğlu)

Arkeo Duvar / 37
Islah edilmiş estetik doğa

Doğa; yabanıldır, kaotiktir, olumsaldır, gizemli güçleri bünyesinde besler, ön-


den bilinemez ve kesinlikten uzak olandır. İpe sapa gelmez, ürkünç olsa da
bu doğa belli kurallar içinde yasaları ve o yasalara uygun bir estetiği var-
dır. Çiçeklerin geometrisi, taşların dokusu, yaprakların muazzam damarları,
mantarın benekleri, köklerin sarmallığı, meyvenin kokusu büyüler bizi. İşte
bu düzenli estetiği düzensiz yabanılın içinden kopardı insan. Bu koparış aynı
zamanda bir kopuşu da getirdi beraberinde. Kim bilir Descola’nın “büyük
bölünme” dediği şey belki de böylece nüve verdi insan zihninde. İşte bu ıslah
edilmiş, estetik doğaya “bahçe” diyoruz.

Bahçeler, böylece eksik doğalar olarak hayatımıza girdiler. Artık kaotik olma-
yan, tam tersine, düzenli, simetrik, estetik, manipüle edilebilir ve uysal: Erk’in
kendini tatmin edebileceği pasif nesneler topluluğu. Doğanın kültürün içine dü-
şüncesizce sıkıştırılmasıydı bahçe. İnsan için bir haz nesnesi, bir hobi etkinliği,
güvenlik kaygısı olmadan içine girebileceği, istediğini toplayabileceği, bakımını
yapacağı etrafı çitlerle çevrili toprak parçası. Bahçeler, istenmeyen otlarıyla
dirense bile, insan rutin bakımıyla oradaki yabanın serpilmesini hep engelledi.

İran’ın Şiraz kentinde yer alan Hafız’ın anıt mezarındaki bahçeden bir
görünüm. (Fotoğraf: Çiler Çilingiroğlu)

Arkeo Duvar / 38
Kaosu kozmosa çevirme arzusu

Bu eleştirel perspektiften bakıldığında, bahçeler, insanın kaosu kozmosa çe-


virme arzusunun (kibirinin mi desek?) vücut bulmuş hali gibidir. Islah edilmiş
bu doğa, parçalı ve eksik bir doğadır. Kendi elementinden koparılmış, kana-
tılmıştır. Sadece insan zihnine güzeldir. Göze hoş gelen, zihni dinlendiren ve
onu dinginleştirendir. Kendi tarihselliği içinde güzellik biçim değiştirdikçe o
da biçim değiştirir, ama bahçeler hep kalır. Bazen bir sebze bahçesidir, için-
de manyok yetiştirilen. Bazen bir meyve veya çiçek bahçesidir. Güller, laleler,
şebboylar, lavantalar. Bazen geometrik şekillere sokulur. Bazen ortasına bir
havuz yerleştirilir. Mimarinin bir unsuruna dönüşür bahçe. Belirsizliğe düş-
müş bir varlık olarak insanın mekâna ilişkin etkin tasarımıyla kendi dışındaki
nesnelliği kontrol ettiği fikrini doyururlar. Bahçelerin sadece estetik değil,
aynı zamanda, politik imgeler olmasının ardında da bu yatar kanımca. Bir
kralın vermek istediği mesaj şudur: Ben düzeni, barışı ve refahı tesis edebi-
lirim. Nitekim eski uygarlıkların kralları yazıtlarında bayındırlık faaliyetlerine
dair mutlaka mesajlar vermiştir: “Buraları ben bağ ve bahçeye dönüştürdüm”
der mesela Urartu kralı II. Rusa Ayanis’teki tapınak yazıtında.

Sonsuz ve ıssız evrenin ıslah edilebilir olduğuna dair bir inancı


besler bahçeler. Dolayısıyla o örülen çitler sadece yabanıl
hayvanları veya domuzları dışarıda değil, aynı zamanda,
bastırılan dürtüleri ve karanlık anti-sosyal düşünceleri de
dışarıda tutarlar.

Bu ıslah edilmiş doğanın, sadece dışımızdaki değil de içimizdeki kaotik do-


ğayı da ıslah ettiğine dair bir sezgi taşıyorum. Sonsuz ve ıssız evrenin ıslah
edilebilir olduğuna dair bir inancı besler bahçeler. Dolayısıyla o örülen çit-
ler sadece yabanıl hayvanları veya domuzları dışarıda değil, aynı zamanda,
bastırılan dürtüleri ve karanlık anti-sosyal düşünceleri de dışarıda tutarlar.
Bahçeleri, toplumsal, uysal insanı mümkün kılan yoğun çabanın mekânsal
karşılığı olarak düşünüyorum.

Arkeo Duvar / 39
İran’ın Şiraz kentindeki Bagh-e Najanjestan bahçesi. (Fotoğraf: Çiler Çilingiroğlu)

Duvarların dışındaki dünya

Pink Floyd’un ‘The Wall’ albümünün sonuna gidelim sizinle. Duvarların dı-
şındaki dünyayı arzulayan bir can var orada. Doğumundan ölümüne kadar
normların içine hapsedilmiş ve otantik benliğini unutmaya mahkûm edilmiş
bir varlık. Şunu hayal ediyorum: Nasıl ki, içten içe karanlık doğasıyla yüzleş-
mek isterse insan, bahçedeki varlıklar da çitlerin dışındaki yabana taşmak
ister. Kendi benliğinden istemsizce kopartılmış varlıkların içinde tüketileme-
yen bir kaos istenci olduğunu seziyorum. Tam da bu nedenle çiçek, bitki,
kök, yumru, ağaç, çalı, mantar, taş, toprak içten içe leoparla, domuzla, balık-
la, solucanla, humusla, dışkıyla, çürümüş yaprakla buluşmak istiyor. Dışarıya
adım atmaya cüret eden insanların da elinden tutarlar bence.

Arkeo Duvar / 40
SÖYLENCE

Tanrıların armağanları:
Bitki, ağaç ve bahçe
Helen söylencelerindeki en güzel bahçelerden ilki, bugün Gürcistan
topraklarında kalan Kolkhis şehrindeki Kral Aietes’e ait bahçedir.
Altın postun peşine düşen kahramanların anlatıldığı Argonotlar Se-
feri efsanesinde, şan-şöhret kadar, bu bahçeyi görme ve oradaki zen-
ginliklere ulaşma isteği de önemli yer tutar.

Öğr. Gör. Selim Martin


Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü

D ünyanın farklı coğrafyalarının mitolojilerini incelediğinizde, aslında öy-


künün bir tane olduğunu, kulaktan kulağa, tabletten kâğıda aktarılır-
ken yerel özellikler eklenerek çeşitlendiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Önceki
yazılarımızda bahsettiğimiz üzere öykü; “her söyleyenin ağzında; iklimine,
coğrafyasına ve hayal gücüne göre basitçe değişen, gelişen ve buna rağmen
sürekli ama sürekli tekrar edilen tek bir tanedir”. Uzakdoğu efsanelerindeki
dünyayı alttan kuşatan devasa ağacın kökleri gibi, öyküler de aslında aynı
ifadenin tekrarlanan çeşitleridir. Yazının icadına kadar geçen sürede, söz-
lü gelenek dağları, ovaları ve denizleri aşmış, insanın ayak bastığı her yere

Arkeo Duvar / 41
yayılmıştı. Yazıyla birlikte; kurallar, düzenler ortaya çıkmış, anlatı başlangıç-
taki gerçekliğinden kopmuş, imge aslından uzaklaşarak simgeye dönüşmüş
oldu. Bunlarla birlikte, yazılı metinlerin tekdüze bir sistem içermesi, bilen
gözler için takip edilmesi oldukça kolay bir basmakalıp öyküleme yöntemi
oluşturuyordu.

İnsanın en büyük problemlerinden birisi olan “boğaz derdi” yani beslenme


ile ilgili öykülerin de bundan nasibini aldığını söylemek doğru olacaktır. Bir
avın yarattığı karmaşa ile bir meyvenin getirdiği lezzet, ilk başından itibaren
insan gruplarının üzerinde en çok konuştuğu konu olmaktadır. Bugün dahi
“kültür” öncelikle besinlerin tanımıyla kendini göstermeye devam ediyor.

Avcılık ve toplayıcılıkla geçen milyonlarca yılın tüm zorlukları, bitkilerin kültü-


re alınması ve hayvanların evcilleştirilmesiyle – hayat ne kadar kolaylaşmış
görünse de- unutulmamış, belki de karnını doyurmak bir daha eskisi kadar
zor olmasın diye, zamanla bu yeni beslenme biçimi, hediye olarak kutsanmış
görünmektedir. Yazılı mitlere göre ister Yakındoğu’da ister Polinezya üçge-
ninde, isterseniz de Amerika Kıtası’nda yaşayın, hayvanlar ve bitkiler tanrıla-
rın insanlığa armağanıdır.

Buğday-insan ilişkisi

Bu armağanları saymaya çalışır-


ken söze neresinden başlasak
bilemedim. Haydi, içinde yaşa-
dığımız coğrafyada, adına “Öl-
mez Ağacı” denilen zeytinden
konuşalım önce. Hz. Adem’in
ölüp Tabor Dağı’na gömülürken,
cennetten getirilip ağzına koyu-
lan üç tohumun, Zeytin, Sedir Anton Koberger’in Alman İncilinden Nuh’un
ve Servi ağacına dönüşmesin- Gemisi gravürü, 1483.

Arkeo Duvar / 42
den mi başlayalım, Hz. Nuh’un,
tufanın bitip bitmediğini öğren-
mek için gönderdiği güvercinin
ağzında gelen zeytin dalıyla mı?
İsis’in, Mısır halkına zeytin bit-
kisini tanıttığı zaman mı, yoksa
Athena’nın Atina kentine zeytin
ağacını armağan ettiği zaman
mı başladı bu ilişkinin öyküsü?
Bilemediniz değil mi, ben de bi-
lemiyorum. En iyisi zeytin ağacı Athena ve Poseidon. Noël Hallé, 1711-1781.
ile ilgili ve Homeros’a atfedilen
bir sözü buraya taşıyıp aradan
çekilelim isterseniz.

“Herkese aitim ve kimseye ait değilim. Sen gelmeden önce buradaydım ve


sen gittikten sonra da burada olacağım.”

Yakındoğu coğrafyasının bir diğer önemli bitkisi- ki bugün dahi dünyada ilk
sıradaki yerini korumaktadır- buğdaydır. Son Buzul Doruğunun (Last Gla-
cial Maximum) ardından ortaya çıkan küresel ısınmanın getirdiği erime ve
bol yağış, sulak ortam seven otsu bitkilerin çoğalmasını sağlamıştı. İklime
uyarak yarı yerleşik bir haya-
ta geçen Homo Sapiens’in bu
bitkilerin beslenme açısından
önemini kavraması çok da uzun
sürmemiş olmalıydı. Kendiliğin-
den büyüyen, yemesi güzel ve
doyurucu buğdaygilleri kolayca
toplamak için yaptıkları orak bı-
çakları, zamanla işe yaramayan
diğer otları ortadan kaldırmaya,
bu güzel besine yayılması için
yeni ortam sağlamaya dönük de
Epipaleolitik ve Neolitik orak bıçakları.

Arkeo Duvar / 43
kullanılmıştır. İşte, doğaya yapılan en keskin müdahalelerin belki de ilki olan
bu davranış, yerleşik hayata geçtikten sonra buğday-insan ilişkisini hızlan-
dırmış, önce evcilleştirmeye oradan da tarım üretimine giden yolu başlatmış
görünmektedir.

Buğdayla bu kadar haşır neşir olan ve henüz din-tanrı kavramı bulunmayan


ilk yerleşik avcı-toplayıcılar, birkaç bin sene içerisinde tarım toplumuna dö-
nüşürken, bugün ispatlayabildiğimiz çeşitli Ata-kültü uygulamaları dışında,
bu armağanı nasıl anlamlandırdılar, tam olarak bilemiyoruz. Ancak binlerce
yıl sonrasında ortaya çıkan ilk yazılı metinlerde, geçmişe yönelik bir öykünün
izlerini sürmek mümkün olmaktadır.

Sümer mitlerinde, Annunakiler olarak adlandırılan; çoğul, erkek ve kadınlar-


dan oluşan, Sümerlilerden uzun uzun yıllar önce dünyada hüküm sürmüş
bir tanrı-tanrıçalar topluluğundan bahsedilir. Eski güzel zamanların – büyük
ihtimalle eski sözlü geleneğin mirası – hikayelerinin anlatıldığı bu mitlerde,
Du-ku kutsal dağında yaşayan Annunakilerin, insanlara evcil buğdayı, evcil
koyunu ve dokumayı armağan ettiklerinden bahsedilir. Bugün, buğdayın
anavatanı olarak kabul edilen – eski volkan- Karacadağ’ı ve bu dağın görü-
lebildiği coğrafyalarda ilk yerleşik yaşama geçen toplulukların, bitkilerin kül-
türe alınması, hayvanların evcilleştirilmesi ve dokuma teknolojisinin gelişti-
rilmesinde öncü olduğu düşünülürse, Sümer söylencesi daha anlaşılır hale
gelir. Görünen o ki; başlangıçta Neolitik devrimi gerçekleştiren ilk yerleşik
köylüler ve bu başarılarını kutladıkları ata-kültü ritüelleri vardı. Zamanla bi-
zim Karacadağlılar bir Annunaki’ye, evcilleştirdikleri “buğday”da – her zaman
olduğu gibi – bir tanrı armağanına dönüşmüş görünmektedir.

Buğdaydan bahsetmişken, haydi buğdaygiller (Poaceae) familyasının bir baş-


ka üyesi ile tanışmaya Amerika’ya gidelim. Kıtanın yerlilerinden Zuni, Mika-
suki ve Cheyenne kabilelerinin her birinde insanlığa armağan edilen mısır
bitkisi hakkındaki söylencelere bir göz atalım. Zuni mitinde insanın yaradılışı
öykülerinin içine gizlenmiş, iki büyücünün dünyadaki tüm tohumları ellerin-
de tutarak bir kasabaya gelmeleri ve açlık ile mücadele etmek istiyorlarsa

Arkeo Duvar / 44
genç kız ve erkek çocukların kur-
ban edilmesini kabul etmeleri
konusunda halkı ikna ettikleri
öykü en ilginç olanlardan birisi-
dir. Büyücüler, kabile şefinin kız
ve erkek çocuğunu mısır tohum-
ları ile toprağa gömerler, kuv-
vetli yağmurlarla geçen dördün-
cü gün erkek çocuk dirilerek geri
dönecek, hafif yağmurlarla ge-
çen beşinci günden sonra ise kız
çocuk dirilerek geri dönecektir.
İki çocuk da sağ salim döndük-
ten sonra mısır olgunlaşacak ve
yenmeye hazır hale gelecektir.
İlk mısır hasadının tadı acı ve
yakıcı olunca büyücüler; karga,
baykuş ve çakalı mısır yemek için
çağıracaklar, onlar yedikçe mısır
tatlılaşacak ve insanların yemesi
için uygun hale gelecektir. O gün
bu gündür bu hayvanları mısır
tarlalarından uzakta tutmak bu
Zuni Kadını, 1903.
sebeple olsa gerek.

Avcı-toplayıcı yaşamdan tarım toplumuna geçiş

Cheyenne mitolojisinde; ava giden babanın bir daha dönmemesi, annenin


yabani bitki toplayarak çocuğunu beslemekte zorlanması üzerine gelişen
söylence, tam olarak avcı-toplayıcı yaşamdan tarım toplumuna geçiş döne-
mini yansıtır. Çocuk gündüzleri barınakta aç ve yalnızken, bir mucize olarak,
kendisinden çok çok şişman bir oyun arkadaşı ortaya çıkar. Gündüzleri bir-
likte oynarlar, hava kararınca misafir kaybolur gider. Her akşam gitmeden
önce, şişman misafirin öğrettiği aynı şarkıyı söyleyerek dans ederler.

Arkeo Duvar / 45
“Küçük çocuk tek başına
Küçük çocuk tek başına
Beni yiyebilirler!
Beni yiyebilirler!
Hey hey hey”

Halkımı Doyurmak- Cheyenne Halk Şarkısı

Günler sonra, şarkının en can


alıcı yerinde aç çocuk artık da-
yanamaz ve mucizevi misafirine
bir bıçak batırır, annesi ile birlik-
te, etrafa saçılan mısır taneleri-
ne şaşkınlıkla bir süre bakar ve
sonra hızlıca kaçan misafirin pe-
şine düşerler. Yoldaki tanelerin
sonunda büyük bir mısır çuva-
lı bulurlar. Artık kendileri dahil
tüm kabile bir daha hiç aç kal-
mayacaktır.

Mikasuki mitolojisindeki mısır


Edward Curtis’in kamerasından yabani meyve
öyküsü de aynı Cheyenne kültü-
toplayan Mandan Kızılderili kadınları, Amerika,
ründe olduğu gibi geçiş dönemi 1908.
öyküsüdür. Ancak bununla bir-
likte öyküdeki yaşlı bilge kadın
imgesi hem toplayıcılık işinde
hem de daha sonra tarım üreti-
minde kadınların baskın rolünü
tartışmasız şekilde ortaya koyan
öğeler içermektedir. Anneanne-
leri ile yaşayan başarılı iki genç
erkek avcı, et yemekten o kadar
sıkılmışlar ki yaşlı kadın onları
Mikosuki kabilesi.

Arkeo Duvar / 46
memnun etmek adına, daha önce kimsenin bilmediği mısır ve fasulye bitki-
lerini pişirerek onlara yemek yapar. Hayatları boyunca sadece etle beslenen
gençlerin ne kadar mutlu olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Yaşlı
kadın ölmeye yakın, bu bitkilerin gizemini torunlarıyla paylaşarak artık her-
kesin mısır ve fasulye yetiştirmesine de ön ayak olacaktır.

Her üç öykü, içinde barındırdığı, yeraltından gelen büyücüler, bir görünüp bir
kaybolan çocuk ve bilge-kadın gibi karakterlerin varlığı ile bitkinin toplumda
yarattığı karşılığı çok açık ifade etmeyi başarmıştır. Avcı-toplayıcılar için besi-
ni üretebilmek bir mucizedir, böyle üretilebilir bir bitkiyle de ancak mucizevi
şekilde tanışmalarına şaşırmamak gerekir.

‘Büyük ruh sesimi duydu ve


bize yeni bir şey getirdi’

Bir başka Kızılderili söylencesinde, beslenme probleminin çözümü için sa-


dece kutsal varlıklara değil aynı zamanda bir kahramana da ihtiyaç duyuldu-
ğu görülür. Söylencede, fakir ve çocuklarını doyurmakta zorlanan ama Bü-
yük Ruh’a şükran duymayı hiç eksik etmeyen bir babanın en büyük çocuğu
kahraman olarak karşımıza çıkar. Babası gibi şükran dolu bir karaktere sa-
hip Wunzh; büyüyüp de kendisine yaşamı boyunca hangi ruhun rehberlik
edeceğini öğreneceği Ke-ig-niş-im-o-win (oruç töreni) ritüelinin vakti gelince,
tören için evinden biraz uzağa kurulan geleneksel odasında oruç tutmaya
başlar. Gündüzleri doğada yeni açan çiçekleri seyrederek yürüyor, geceleri
de zihnini güzel rüyalara açıyordu. Ormanlarda dolaşırken bitkilerin, otların,
tomurcukların insanların yardımı olmadan nasıl büyüdüklerini ve hangile-
rinin şifalı veya zehirli sular içerdiğini öğrenmek için duyduğu büyük arzu,
akşam odasına çekildiğinde Büyük Ruh’un insanlara beslenmek için hayvan
avlamak ve balık tutmaktan daha kolay bir yaşam yolu verip veremeyeceği
sorularına dönüşüyordu. Oruçla geçen üçüncü günün sonunda, iyi giyimli ve
kibar bir genç göklerden onu ziyarete gelir. Büyük Ruh’un; savaşmak, güçlü
olmak yerine halkını doyurmakla ilgili düşüncelerini çok beğendiğini Wunz-
h’a aktarır.

Arkeo Duvar / 47
Misafir, sonraki dört gün boyunca ziyaretlerini arttırır ve her geldiğinde kah-
ramanımızı kendisi ile güreşmeye zorlar. Yedinci günün akşamında, oruç
nedeniyle çok güçsüz olmasına rağmen, halkını doyurmaktaki kararlılığı ve
cesaretinden güç alan kahramanımız rakibini nihayet yenmeyi başarınca, is-
tediği şeylerin gerçekleşmesinin önü açılacaktır. Önce, güzel giysili ve kibar
adamın bedenini – ona anlatıldığı gibi – toprağa gömer. Bahar boyunca me-
zarı ziyaret eder, yabani otları temizler ve toprağı sular. Çok geçmeden yeşe-
ren filizlere, köydeki kimseye bahsetmeden bakmaya devam eder. Yaz bitip
de parlak renkli ipeksi püskülleri, sallanan sorguçları ve dik yapraklarıyla,
altın koçanlarla dolu muhteşem bir bitki ortaya çıkınca başta babası olmak
üzere tüm köyü çağırır.

Wunzh “Bu arkadaşım” diye bağırdı, “O bütün insanlığın arkadaşı Mondaw-


min (mısır). Artık yalnızca avcılığa bağlı kalmak zorunda değiliz. Bu arma-
ğan üredikçe ve beslendikçe toprak bizi besleyecek.” Sonra bir başak çekti,
bak baba, dedi, ben bunun için oruç tuttum. Büyük Ruh sesimi duydu ve
bize yeni bir şey getirdi. Halkımız yalnız av peşinde koşmak ve suları izle-
mek zorunda kalmayacak. Sonra babasına yabancının verdiği bilgileri ak-
tardı. Ona geniş yaprakların güreşte elbiselerin soyulduğu gibi soyulması
gerektiğini anlattı. Tohumun dış kabuğu soyulana kadar nasıl ateşte tu-
tulması gerektiğini, bütün süt tohumda kalırken nasıl kızardığını gösterdi.
Bütün aile yeni büyüyen tohumlarla ziyafet verdiler ve onu veren lütufkâr
Ruh’a şükranlarını bildirdiler. Böylece mısır dünyaya geldi ve o günden beri
de yeniliyor.

Ojibwa Kabilesi- Mondawmin Efsanesi

Bu söylencenin yazıya geçirilmesiyle ortaya çıkan basmakalıp öyküleme yön-


temine dikkatlice baktığımızda, arkasındaki eski sözlü anlatımın gerçekçiliği
açıkça görünüyor. Aynı bizim coğrafyanın buğday öykülerinde olduğu gibi,
yeni koşullara hızlıca adapte olan bir kişi, bir ata, zamanla bu başarıyı ilahi
bir varlıkla paylaşmak durumunda kalmış. Yerliler; İspanyollar ve Hıristiyan
misyonerler ile karşılaşmasalardı, büyük ihtimalle mısırı evcilleştiren bu ata,
şimdilerde uzak zamanların bir tanrısına çoktan dönüşmüş olacaktı. Tarımcı
toplumların toplumsal örgütlerinin, ahlak düzenlerinin, törenlerinin ve mito-

Arkeo Duvar / 48
lojilerinin en büyük endişesi bireyciliğin görünümlerini bastırmak olmuştur.
Bu genellikle insanları kendi çıkarları, istekleri ve deneyim kipleriyle değil,
toplum egemenliğinde geliştirilip yaşatılan duygusal düzen ve davranış ka-
lıplarıyla hareket etmeye ikna ederek veya zorlayarak yapılmıştır. Bitkiden
çıkartılan ders, bireyi yalnızca bir hücre veya daha büyük bir sürecin bir anı –
bir soyun, ırkın veya daha geniş ifadeyle bir türün parçası- olarak gören bakış
açısı, kişisel kendiliğindenliği, kendini keşfetmenin her dürtüsünü yok ede-
cek kadar değersizleştirir. Bu endişe, o kadar baskılayıcı bir davranış oluştu-
rur ki, zamanla bir dine dönüşür.

“Size tam gerçeği söylüyorum: Bir tohum (buğday) tanesi yere düşüp öl-
mezse, o yalnız kalır; fakat ölürse, çok mahsul verir.”

Yuhanna 12: 24

Kızılderili mitlerinde gördüğümüz, öldürülen kutsal varlığın gövdesinin be-


sin bitkisine dönüşmesi biçimindeki mitolojik imge, Endonezya’nın doğusu,
Melanezya ve Avustralya’da, tepesini Havainin oluşturduğu Yeni Zelanda ve
Paskalya Adasının öteki uçlarını oluşturduğu, Polinezya adalar üçgeninde de
aynen görülür. Burada da “kahraman”, söylencenin olmazsa olmaz karakte-
ridir.

‘Canavar yılanbalığı’ miti

Gözümüzü, Polinezya’nın Herakles’i (Herkül) olarak tanımlayabileceğimiz


kahramanı, ünlü Maui’ye çevirelim. En iyi bilinen büyülü kahramanlıkları; de-
nizin dibinden adaları avlayıp çıkarması, güneşi, oyuna getirip yavaşlatması,
arkadaşlarına dünyada daha fazla yer açabilmek için göğü kaldırması ve “an-
nesinin mutfağından ateş çalması” öyküleridir. Bazıları ne kadar da tanıdık
değil mi? Bunlar çok havalı işler olsa da boğaz derdine de çare bulmak lazım
Maui Efendi; öyle bedavadan kahramanlık yok!

Arkeo Duvar / 49
Her şey, tutkulu ve güzel Hina’nın, ada söylencelerinin meşhur, ürkütücü yı-
lan balığı olan kocası Te Tuna’dan (fallus) sıkılıp, yemek bulmaya çıkıyorum
diyerek evden kaçıp kendisine yeni bir eş araması ile başlar. Hina çok çekici
bir kadındır ancak kocasının namını duyan tüm erkekler ondan hızlıca uzak-
laşacaktır. Kadın, kahramanımızın klanına ulaşınca, Maui’nin annesi oğlunu
Hina’yı eş olarak alması için kandırır. Problemsiz başlayan bu ilişki, etraftaki
tüm erkeklerin, kıskançlık içinde, sürekli Te Tuna’ya gidip karısının Maui ile
birlikte olduğunu ballandıra ballandıra anlatmasıyla sıkıntıya girecektir. Ni-
hayetinde Te Tuna ile Maui karşı karşıya gelecek, alışageldiğimiz üzere kah-
ramanımız kazanacak ve Te Tuna’nın başını kesecektir. Asıl öykü ise bu tek-
düze kalıptan sonra başlar.

Kahramanın annesi Hua-hega Maui’ye “Başı al ve evimizin köşesindeki di-


reğin yanına göm” dedi. Maui denileni yaptı ve bir daha da aklına getirme-
di. Bir akşam Te Tuna’nın başının gömülü olduğu köşede otururlarken Maui
kumdan yeni bir sürgün çıktığını gördü. Şaşırdı. Hua-hega ona “Yanında
büyüyen bitki tanrılar ülkesinden deniz yeşili renkli kabuk’ olarak bilinen
bir tür hindistancevizidir. Çünkü denizin derinliklerinden geldi, bize kendi
ülkesinin rengini veriyor” dedi, değerli hindistancevizi ağacına iyi bak, he-
pimize yiyecek vereceğini göreceksin.” Maui olgunlaşınca meyveleri topla-
dı. İçindekini herkes yedi, kabuklarını içki kabı olarak kullandı.

Fegatu Adası – Canavar Yılanbalığı

Hilo şehrinde bir adamın açlıktan ölmesi üzerine şekillenen


öykü; gömülen bir bedenin besleyici bir bitkiye dönüşmesi
mitlerinin tekrar örneklerinden başka bir şey değildir. Ancak
burada kahramanların yerini dindar bir baba ile tanrılar
alacaktır.

Arkeo Duvar / 50
Avcılık-toplayıcılıktan üretimcili-
ğe geçişi anlatan bu güzel “cana-
var yılanbalığı” mitinde en dikkat
çekici nokta, daha önce Mikasu-
ki söylencelerinde de karşımıza
çıkan yaşlı-bilge kadın imgesidir.
Diğer tüm öykülerinde başrol
olan kahraman Maui, bu öyküde
sanki annesinin ona biçtiği se-
naryoyu canlandırmak dışında
bir iş yapmamış görünmektedir.
Anne Hua-hega’nın, Hina’yı oğ-
luna eş olarak aldırması, Te Tu-
na’nın başını toprağa gömdür-
mesi ve tüm herkese sürpriz bir
Maui ile Te Tuna, Yeni Zelanda Posta Pulu.
şekilde filizlenen meyveyi onun
zaten tanıyor olması; besin üre-
timinde kadınların rolünün, bir
mit vasıtasıyla, açıkça gözler
önüne serilmesi değil de nedir?

‘Kalbimi ve iç organlarımı kapımızın yanına göm’

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, insanın üretimdeki rolü, kurgu aynı kal-


makla beraber, zaman içerisinde önce kutsallaşmış doğal varlıklara sonra
da ilahlara atfedilecektir. Örnek olarak, Hawaii’nin bitki söylencelerinin en
ünlüsüne göz atmakta fayda var. Hilo şehrinde bir adamın açlıktan ölmesi
üzerine şekillenen öykü; gömülen bir bedenin besleyici bir bitkiye dönüşme-
si mitlerinin tekrar örneklerinden başka bir şey değildir. Ancak burada kah-
ramanların yerini dindar bir baba ile tanrılar alacaktır.

Büyük yiyecek kıtlığı sırasında, beslenmekte zorlanan bir ailesi ve hasta bir
bebeği olan bir adam, Puueo’daki tapınağa dua etmeye giderek tanrıdan ne
yapması gerektiğini öğrenir ve gelip karısına tek tek anlatır.

Arkeo Duvar / 51
“Soylu mo’o’nun sesini duydum, dedi. Bu gece öleceğim. “Karanlık, denizin
üstünü örter örtmez, başımı siyah bir örtüyle örtecek, gövdemden soluğum
kesilince başımı dikkatle su kaynağının yanına gömeceksin. Kalbimi ve iç
organlarımı kapımızın yanına göm. Ayaklarım, bacaklarım, kollarımı aynı
biçimde sakla. Sonra ikimizin hep dinlendiği divana yat, gece boyunca dik-
katle çevreyi dinle ve güneş sabah göğünü kızartana kadar kıpırdama. Kü-
çük oğlumuzun yaşamı kurtulacak. Bunları dedi ve yüzüstü düşüp öldü.

Söylence; kocasının dediklerini eksiksiz yapan kadının, bütün evi saran ağaç,
bitki ve küçük otlara isim vermesiyle ve çocuğuna bunları yedirmesiyle de-
vam eder.

Kapının önünde tam kocasının kalbini gömdüğü yerde çıkan ağaca ve mey-
vesine Ulu (Ekmekağacı) adını verdi. Dev yapraklı, sarı meyvalı ağaca ise
Muz dedi. Fidan gibi saplar ve sarmaşıklar vardı; birincisine şeker kamışı,
ikincisine yam ismini koydu, sonra küçük çocuğu çağırarak meyveleri top-
lattırdı, en büyüğünü ve iyisini tanrılara ayırarak kalanları kızgın kömürde
kızarttı.

Hawaii Mokuola Adası – Ulu Efsanesi

Ağaçları büyütmeyi ve meyve yetiştirmeyi madem başardık, diyar diyar geze-


rek örnekleri çoğaltalım.

Meyveler; avcı-toplayı toplumlardan bu yana insanların


en önemli besin kaynaklarından birisidir. Yerleşik yaşama
geçen toplumlar, zaman içerisin de buğday evcilleştirmede
gösterdikleri başarıyı meyve yetiştirmede de göstermişlerdir.

Arkeo Duvar / 52
Japonya’nın Hristiyanlık sonrası
öykülerinden olan; Mikado’nun,
141 yaşında ölmeden hemen
önce kahraman Tajima-mori’yi
“Zamanı Olmayan Hoş Koku-
lu Ağacın” meyvesini getirme-
si amacıyla ebedi ülkeye gön-
dermesi efsanesi, bizim Sümer
mitlerinden bildiğimiz Gılgameš
çeşitlemelerinden birisi gibi gö-
rünmektedir. Sonunda kahra-
man ağacın meyvesini koparma-
yı başarır ama bu arada Mikado
çoktan ölmüştür. Sonra Taji-
ma-Mori meyveyi dörde ayırıp
bir parçasını İmparatoriçeye, di-
ğerini kutsal hükümdarın mezar
kapısına sunar. Büyük ihtimalle
diğer parçaların birisi kendisi-
ne diğeri de halka paylaştırıla-
caktır. Zamanı olmayan hoş ko-
kulu ağacı sorarsanız, portakal
canım, bizim portakal. Anavata-
nında oturup, bu meyveyi hiçbir
efsanemize konu etmememize Tajimamori ve Portakal Ağacı, Kikuchi Yösai.
bakmayın, biz de türkülerimize
konu etmişiz…

“Portakalım tekerlendi, yedik sıra şekerlendi aman kaçalım vay vay…”

Arkeo Duvar / 53
İskandinav mitleri

Gezmeye devam. Şimdiki durağımız İskandinav mitleri. İnsanın yaradılışı öy-


külerinin belki de en ilginci, İskandinav kültüründe yer alan, iki ağaç kütüğü-
ne can verilmesi söylencesidir. Bor’un oğullarının (Odin, Vili ve ve) sahilde
yürürlerken iki kütüğe rastlaması, kütüklere insan şekli verdikten sonra sı-
rayla onlara, nefes ve hayat; idrak ve hareket yeteneği, konuşma, duyma ve
görme yeteneği bahşetmesi öyküsü hem tanrılara biçilen rolü hem de insan
yaşamında ağaçların yerini göstermesi bakımından çok önemlidir. Zira öy-
künün devamında buraların altı dikkatlice çizilir. Tanrılar; erkeğe Askr (diş-
budak ağacı) kadına ise Embla (karaağaç) dediler. İnsan ırkı işte bu ikisinden
türedi ve Midgard denen topraklar onlara bahşedildi.

Askr ve Embla’nın Yaratılması, Lorenz Frølich, 1895.

Meyveler; avcı-toplayı toplumlardan bu yana insanların en önemli besin


kaynaklarından birisidir. Yerleşik yaşama geçen toplumlar, zaman içerisin-
de buğday evcilleştirmede gösterdikleri başarıyı meyve yetiştirmede de gös-
termişlerdir. İnsanların tarlaların iç kısımlarına, kenarlarına ya da sınırlarına
meyve ağaçları dikmesi bugün olduğu gibi ilk üretimcilerin de sıklıkla uygu-
ladığı bir yöntem olmalıydı, zira bu sayede asıl ürün (buğday) bir nedenden
dolayı zarar görürse, meyveler onun yerini tutabilirdi.

Arkeo Duvar / 54
İnsanların kültüre aldıkları tarım ürünlerinin sayısı arttıkça, özellikle de su-
lamalı tarıma geçildikten sonra, meyve yetiştiriciliği bir yan ürün olmaktan
çıkıp asıl geçim ekonomisi araçlarından birisine dönüşmüştür. Bugün bah-
çecilik adı verilen bu faaliyetin en erken örnekleri, Kalkolitik Çağ’da Mezopo-
tamya’da karşımıza çıkan hurma yetiştiriciliği olabilir. Bunlarla birlikte özel-
likle Tunç Çağı’ndan, ağaç türleri ile ürünlerin ekonomik karşılıklarına kadar
detaylı bilgilerin, çok sayıda yazılı metin sayesinde elimizde olduğunu söyle-
mek gerekir.

Sizce tanrıları ne yatıştırır?

Bu duruma Anadolu’dan bir örnek olarak Hitit kaynaklarından bahsedelim.


Boğazköy’de ele geçirilen çivi yazılı tabletlerde üzüm, zeytin, incir, nar, elma,
kayısı, kiraz, hurma, armut, muşmula, kızılcık, kuşburnu, badem, fıstık gibi çok
sayıda meyve ismi yer almaktadır. Bu meyvelerin taze tüketiminden kurutul-
malarına, dini törenlerden ritüellerde kullanımına kadar çok çeşitli bilgiler de
aynı yazıtlarda karşımıza çıkar. Madem yazılı metinler elimizde, tanrıların ar-
mağanı bu ağaçların kullanımını gösteren enteresan bilgilere bir değinelim.

Yazılı kaynaklardan anlaşıldığı üzere Hititler; tanrıların şehirlerde ve kasaba-


larda yaşadığına inanıyorlardı. Tanrı bir sebepten dolayı öfkelenerek ya da
kızarak şehrini terk ederse onu geri çağırmak için birtakım bitkilerden fayda-
lanarak yapılan yakarma/ çağırma ritüellerini kullanıyorlardı. Sizce tanrıları
ne yatıştırır? Bilmesi çok kolay, sofrada görünce bizi de mutlu eden şeyler;
zeytin-zeytinyağı, incir, üzüm, malt, kızıl buğday ve bal.

Tanrı kızarsa yapılacakları öğrendik ama ya insan tanrılara kızarsa ne olacak?


Buyurun II. Murşili’nin duasına:

Arkeo Duvar / 55
“Ey tanrılar, siz ne yaptınız ne işlediniz? (Ülkeye) bir salgın hastalık getir-
diniz (öyle ki) tüm Hitit halkı ölmektedir. Dolayısıyla hiç kimse sizin için ne
kurban ekmeği ne de şarap sunabilmektedir. Tanrıların tarla ve bahçeleri-
ni sürekli olarak işleyen çiftçiler ölüp gittiler; artık onlar tanrıların tarla ve
bahçelerini işleyememektedir. Artık hiç kimse hasat kaldıramamaktadır.”

İnsan ölürse tanrılar nic’olur gibi


ince bir tehdit içeren bu duayı
aklımızın bir kenarına yazıp, He-
len mitolojisindeki en güzel iki
bahçeyle son sözlerimizi aktara-
lım. Neydi önermemiz? Bitkiler,
ağaçlar tanrıların armağanıdır.
Sonunu da bağlayalım; tanrı-
nın olan ona geri döner. Helen
söylencelerindeki en güzel bah-
çelerden ilki, bugün Gürcistan
topraklarında kalan Kolkhis şeh-
rindeki Kral Aietes’e ait bahçedir.
Altın postun peşine düşen kah-
ramanların anlatıldığı Argonot-
lar Seferi efsanesinde, şan-şöh-
ret kadar, bu bahçeyi görme ve Aietes, Bartolomeo di Giovanni, 1458-1501.
oradaki zenginliklere ulaşma is-
teği de önemli yer tutar.

Türlü türlü ağaçlar ve çiçeklerle bezeli bu bahçede, dört çeşme vardı: Birin-
den buz gibi su, ötekilerden süt, bal ve en sonuncusundan da tanrı Diony-
sos’un insanlığa armağan ettiği şarabı akıyordu gürül gürül.

Argonautika- Rhodos’lu Apollonios

Arkeo Duvar / 56
Tek tanrılı dinlerdeki “cennet” tariflerine oldukça benzer bu ifadeler, bırakın
Helenistik Çağ’ın insanlarını, günümüz toplumunun bile ağzının suyunu akıt-
maya yeter. Gelelim ikinci bahçemize. Hesperidlerin bahçesi olarak bilinen
bu yer; şan-şöhret, zenginlik peşinde koşan kahramanlara kapalı ne yazık ki.
Yalnızca tanrılar/ tanrıçalar ile gerçek halk kahramanları bu öyküde kendine
yer bulabilir.

Yalnızca tanrılar/ tanrıçalar ile gerçek halk


kahramanları

Tanrıların egemenlik mücade-


lesinde, üçüncü kuşak galip gel-
miş, Zeus, kardeşleri ile iktidarı
ele geçirmişti. Şimdi çoğalmak,
paylaşmak ve yönetmek zama-
nıydı. Kız kardeşi Hera ile dü-
ğünleri Gaia’nın (Toprak Ana)
altın elmalarının olduğu bah-
çede yapılmıştı. Antik dünyada
bu tür büyük birleşme törenleri
“Kutsal Evlilik” (Hieros Gamos)
olarak adlandırılır ve yeni ya-
şamın kurulması için başlangıç
kabul edilir. Gaia, altın elmaları Hesperidlerin Bahçesi, Frederick Leighton, 1892.
düğün hediyesi olarak Hera’ya
armağan eder, Hera da bu elmaları bahçeye kendi eliyle geri eker. Nektar
(tanrı balı) akan nehirlerin ve ölümsüzlük sağlayan altın elmaların bulundu-
ğu bu cennet bahçesine; göğü sırtında taşıyan Titan Atlas’ın kızlarını (Hespe-
rides) ve pençeleri zehirli, yüz başlı yılan Ladon’u bekçi olarak koyarlar.

Arkeo Duvar / 57
Bahçeden getirilen bir elmanın bilinen ilk güzellik yarışmasına ve daha son-
ra Troya Savaşı’na yol açmasını ve bu bahçeye ulaşabilen Helenlerin en bü-
yük ulusal kahramanı Herakles’in (Herkül) maceralarını başka bir yazımıza
bırakalım ve cennet demişken kadim Sümerliler ve büyük ozan Homeros’un
birer şiiri ile yazımızı kapatalım. Belki de cennet bahçesi bu şiirlerde gizlidir.

(Orada) aslan öldürmez,

kurt kuzuya saldırmaz...

yaşlı kadınları ben yaşlı kadınım demez,

yaşlı erkekleri ben yaşlı erkeğim demez.

Sümer Şiiri - MÖ 2050

ölümsüz dünyanın ucuna götürecek seni..

öyle rahat yaşar ki insanlar orda: hiç kış olmaz,

ne kar yağar, ne yağmur,

insanları serinletmek için Okeanos’tan yükselir

esen yelleri Zephyros’un tatlı tatlı.

Odysseia - Homeros

Arkeo Duvar / 58
Uğur Tanyeli: Millet bahçeleri
ile iktidar, erken Cumhuriyet
dönemi icadını gündemine alıyor
Millet bahçelerinin çok eskimiş bir kavramı yeniden gündeme
getirdiği kesin. Çamlıca’da 1860’lardan başlayarak kurulan Mil-
let Bahçesi bile bu adı taşıyordu. Erken Cumhuriyet döneminde
de özellikle Anadolu kentlerinde çeşitli ölçeklerde millet bah-
çeleri inşa edildiği bilinmeyen bir mesele değil. Onlar pek çok
kentte oluşturulan ilk örgütlü, tasarlanmış yeşil alanlardı. Kent-
sel modernleşme amaç ve ideolojisinin bileşenleriydiler.

Nuray Pehlivan

Uğur Tanyeli.

Arkeo Duvar / 59
S adabad ve diğer bahçeler hakkında neler biliyoruz? 16. yüzyıl Rönesans
Dönemi Avrupa şehirleriyle, İstanbul’u karşılaştırdığımızda neler
söyleyebiliriz? İktidar, neden bu derece içselleştirilmiş, halkın olmazsa
olmaz seyir alanları üzerinden eski bir propaganda aracıyla millet bahçesi
kavramını kullanmak istiyor? Neden Central Park için akla hiç gelmeyecek
dönüşümler Türkiye'de akla gelebiliyor? Bunları ve daha pek çok soruyu
Mimarlık tarihçisi Prof. Dr. Uğur Tanyeli’ye sorduk.

‘Bahçe mimarisi hakkında konuşmak pek


mümkün değil’

Selçuklu ve Osmanlı çağı bahçelerine geçmeden önce, özellikle


İstanbul'da Bizans bahçeleri hakkında bilinenler neler? Örneğin, Mese
Yolu üzerindeki meydanlarda peyzaj var mıydı?

Bizans bahçelerine ilişkin hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Ancak


özgün dönem belgelerinde Bizans dönemindeki doğa kavrayışı bağlamında
yorumlanabilecek bazı bilgiler var. Hatta bu konuda kapsamlı bir akademik
çalışma da mevcut ancak bahçe mimarisi konusunda konuşmak pek
mümkün değil. Buna karşılık İstanbul’un Geç Roma ve Bizans dönemi
meydanlarının mimarisi hakkında daha geniş bilgiye sahibiz. Bunların
spontane oluşmuş açık alanlar olmadığı, tasarlanmış yapı kompleksleri
olarak biçimlendirildiğini kesin olarak söyleyebiliriz. Fakat Osmanlı
dönemine ulaşmış Mese yolu üzerinde bir forum yok. Bunlar muhtemelen
uzun Bizans binyılı içinde büyük ölçüde tahrip olmuşlardı.

Arkeo Duvar / 60
Anadolu Selçuklu çağında kamusal ve konut gibi özel mekanlarda
bahçe mimarisi hakkında ne tür bilgilere sahibiz? Dönemin Varka
ve Gülşah gibi veya İran kaynaklı diğer minyatürlü edebi yazmaları
bahçeler hakkında bilgi veriyor mu?

Anadolu Selçuklu bahçeleri hakkında bilinenler de ne yazık ki çok sınırlı.


Beyşehir Gölü kıyısında Kubadabad Sarayı’nın doğa içinde dağınık ayrık
yapılardan oluştuğu kapsamlı arkeolojik kazılar sayesinde anlaşıldı. Burada
bir av parkı bulunduğu da biliniyor. Ancak peyzajı hakkında bilinen bir
şey yok. Dolayısıyla bu erken dönemin minyatürlerinden peyzaj hakkında
bilgiler derlenebileceğini de söyleyemeyiz.

‘Turgut Özal’ın annesi bile buraya gömüldü’

Osmanlı kentlerinde meydan veya peyzaj düzenlemesi planlı olarak


yapılmış mekanlar var mıydı? Bu bağlamda külliyelerin geniş
bahçelerini nasıl değerlendirmek gerekir?

18. yüzyıl öncesinde Osmanlı kentlerinde kamusal mekânın planlandığı bir


örnek yok. Fatih ve Süleymaniye Külliyeleri gibi geometrik ortogonal düzen
gösteren yapı kompleksleri var. Ancak, onların kent planlama ölçeğini
değil, geniş bir mimari ölçeği temsil ettiğini söylemeliyiz. Kent planlama
kentin strüktürüne müdahale etmekle başlar. Külliye planlamasıysa geniş
bir kentsel alanın çok sayıda yapıyla donatılması şeklinde açıklanabilir.
Bu külliyelerdeki açık mekanların nasıl bitkilendirildiği, dolayısıyla peyzajı
hakkında da bir şey söyleyemiyoruz. Ancak özgün halinde Kanuni’nin
türbesi çevresindeki alanın bir tür peyzaj düzenlemesine tabi olduğunu,
bir gül bahçesi olarak biçimlendirildiğini biliyoruz. Bir dönem resminde
Hürrem ve Kanuni türbelerini içeren hazire duvarının çevrelediği alanın
içinde bir kapıdan ötekine uzanan bir “arbor”la da karşılaşılıyor ki, bunun
16. yüzyılda başka bir örneğini göremeyiz. Bu çok ilginç alan Süleymaniye
Vakfiyesi’ndeki aksi doğrultuda açık hükme rağmen, sonraki yüzyıllarda bir
mezarlığa dönüştürüldü ve hala da bu süreç acıklı biçimde devam ediyor.
Düşünün Turgut Özal’ın annesi bile buraya gömüldü.

Arkeo Duvar / 61
18. yüzyıl öncesi Osmanlı bahçe tasarımı için söylenebileceklerse sınırlı.
Özgül bir planlama iradesini yansıttıklarını iddia edemeyiz. Ancak Osmanlı
bahçeleri için bir tür spontane gelişme ve düzenlemeden söz edebiliriz.
Bir geometrik düzen endişesinden bahsedemeyiz. Doğal mekâna
geometrik düzen verme kavrayışı doğaya egemenlik kuran modern insan
ve antroposen kavrayış çağının doğuşuyla başlar. Osmanlı’nın antroposen
dünya kavrayışının erken başlangıcını ise ancak 18. yüzyılda ve kısıtlı ölçüde
görürüz.

‘Yalnızca batı etkisiyle açıklanması zor’

Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa seyahatinden sonra başta


Sadabad olmak üzere Hurşit Paşa Çiftliği, Bülbül Deresi, Kırk Serviler,
Ihlamur Mesiresi gibi batılı anlayışta peyzaj düzenlenmesini görüyoruz.
Peki, bunları nasıl yorumlamalıyız?

18. yüzyılda ortaya çıkan değişimleri Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa


elçiliğiyle başlatmak çok yaygın bir historiyografik yaklaşım. Fakat bunların
artık yalnızca batı etkisiyle açıklanması zor olan, çok daha kapsamlı bir dizi
değişimle bağlantılı olduğunu düşünüyoruz. Osmanlı’nın doğa kavrayışının
radikal bir başkalaşımından söz etmek zor değil. Bunu sadece yeşil alanlarda,
bahçelerde değil, Nedim’in şiirlerinde bile fark ederiz. Doğaya egemen
insan kavrayışının, antroposen yaklaşımın ilk izlerini görmek de mümkün.
Örneğin, Sadabad’da derenin yatağı değiştirilerek bir kilometreden uzun bir
kesimi doğrusal yeni bir yatağa aktarılmış ve “Cedvel-i Sim” diye bir yapay su
ekseni yaratılmıştı. Ayrıca, planlı bir cirit oynama alanı yapıldığı, Karadeniz
kıyısında İnebolu’dan yetişkin binlerce ağaç sökülüp getirilerek planlı bir
koru oluşturulduğu da anlaşılıyor. Bunlar hep doğaya aktif müdahale
kavramının doğduğuna işaret ediyor.

Ateşli silahların oluşturduğu tehdidi karşılamaya yönelik bu


yeni kentsel savunma sistemlerinin de doğal çevreye müdahale
ve doğal çevre tasarımı kapsamında ele alınması gerekir.

Arkeo Duvar / 62
20. yüzyıl başlarında Sadabat, İstanbul Büyükşehir Belediyesi kartpostal koleksiyonu.

Aynı dönemde kentlerin çevresini kuşatan tahkimat sistemlerinin de


benzer bir değişim sürecine girdiği fark edilir. Eskinin sur gibi duvarlardan
ibaret kent tahkimatları giderek tüm Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı’da
da kent çevresinin topoğrafyasına müdahale eden çok büyük ölçekli bir
çevre düzenlemesine doğru değişirler. Hiç ilişkili gibi gözükmese de ateşli
silahların oluşturduğu tehdidi karşılamaya yönelik bu yeni kentsel savunma
sistemlerinin de doğal çevreye müdahale ve doğal çevre tasarımı kapsamında
ele alınması gerekir. Aynı ilişki Osmanlı için değil, ama Avrupa için çok
kapsamlı biçimde araştırılmış ve yazılmıştır. Kuşkusuz Avrupa hakkında bu
açıdan 16. yüzyıldan başlayarak çok daha fazla şey söyleyebiliriz. Hem elde
böyle çok sayıda inşai kanıt var hem de devasa bir yazılı ve kuramsal dönem
çalışması bulunuyor. Bu konunun Osmanlı dönemi bütününü kapsayacak
şekilde çok ayrıntılı akademik çalışmalar yapılmasını gerektirdiği aşikâr.

Arkeo Duvar / 63
‘Yeşil alanlar sekülerleşen bir gündelik yaşamı
var etti’

Lale Devri’nin ve bu dönemin sonunu getiren Patrona Halil İsyanı


simgelerinden biri olarak Sadabad gösteriliyor. Sadabad ve diğer
bahçeler hakkında neler biliyoruz? Buralara yüklenen olumsuz
simgesel anlamın nedeni olan yaşantı nasıldı?

Sadabad’ın bir kesimi dışında, saydığınız diğer mesire alanlarının planlanmış


olmadıkları kesin. Ancak mesireyi ve doğal alanda rekreasyonun yeni
formlarını planlanmış olmasalar da çok önemli mimari değişimler olarak
okuyorum. İstanbul’un kent çeperindeki bu gibi gündelik kullanıma ve doğayı
deneyimlemeye hizmet eden yeşil alanlar devrimsel etkiler yaptılar. Sözgelimi,
kadının sosyalleşmesini geliştirdiler ve zaten o taleple ilişkiliydiler. Farklı
toplumsal ve etnodinsel grupların karşılaşma imkanlarını tırmandırdılar;
bir anlamda sekülerleşen bir gündelik yaşam alanı var ettiler. Hepsinden
önemlisi mesireler, mahallenin sıkı denetim rejimi içinde olanaksız bir
tür serbestiyet fırsatı yarattılar. Orada kadınlar özgürce piknik yapıyor,
müzik dinliyor, salıncak kuruyor, özetle geleneksel toplumsal kabuklarını
kırıyorlardı. Hatta karşı cinsle Sadullah Ağa’nın şarkısındaki ifadeyle
“Küçüksu’da gördüm seni, gözlerinden bildim seni” denecek kadar dolaylı
yüzleşmeler de yaşıyorlardı. Osmanlı flörtünün bile mesirede doğduğunu
ileri sürmek yanlış olmaz. Özetle mesireler, mahallenin büyük gözaltı
ortamının dışına çıkmaya imkân verdi. Toplumun bir kesiminin de tepkilerini

II. Mahmut döneminde Sadabad Sarayı, Preault tarafından yapılmış gravür.

Arkeo Duvar / 64
tetikledi. Dönemin muhafazakâr
yazarlarının metinlerinde kadın-
ların doğal çevreye açılmasının
ne denli tepki çektiğini görmek
mümkündür. Şemdanizade adlı
bir dönem yazarı bu nedenle
“her mahallede ehl-i ırz denecek
üç hatun kalmadı” diye yazacaktı.

Dolayısıyla, mesire ve genelde


İstanbul’un yakın çevresindeki
doğal alanlar hem hevesle kulla-
nıldı hem de geniş bir toplumsal
muhalefeti de gerekçelendirdi.
Patrona İsyanı başka etmenlerin
yanısıra, bu gerilimin de bir teza-
hürüdür. Hatta, bu muhalefetin
öncelikle kadın toplumsal kim-
18. Yüzyıl sonlarında Kağıthane, Enderunlu
liğindeki yeni değişime yönelik Fazıl’ın Zenanname adlı eserinden.
olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla
fiziksel mekân sadece fiziksel ve mimari içerikli değildir; doğrudan toplum-
sal bir gerçekliktir. Bu bağlamda önemi de toplumsallığında gizli. Döneme
ilişkin bir başka mesele de Türkiye’de çevresel/fiziksel ve toplumsal mo-
dernleşmenin çok ağırlıklı biçimde kadınların sorunsallaştırılmasıyla üretil-
diğidir. 18. yüzyıldan itibaren değişim hep kadınların sırtında taşıdıkları ve
cefasını çektikleri bir yük olmuştur. Bugün de büyük oranda öyledir.

‘Avrupa ile yapılacak bir karşılaştırma verimsiz


olur’

Konut avluları veya bahçelerinin kullanımı açısından Osmanlı ile


Safevi (İran) ve Osmanlı ile Fransa, İngiltere gibi Avrupa ülkelerini
karşılaştırmak mimarlık tarihi açısından doğru bir yaklaşım olur mu?
Özellikle avlulara yüklenen işlev ve süsleme-düzenleme durumları
dikkate alınırsa farklılıklar var mıdır?

Arkeo Duvar / 65
18 yüzyıl öncesi İstanbul’da Osmanlı konutu avlularından konuşmak an-
lamlı olmaz. O dönemden kalma bir konut ve avlusu veya bahçesi yok. Bir
karşılaştırma için İran mimarisine başvurmak da olanaksız. “Cahar bağ”
diye adlandırılan klasik İran, Orta Asya ve Hint bahçelerinin Osmanlı’da hiç
örneği yok. Onlar çok farklı bir peyzaj kavramına işaret eder. Avrupa ile ya-
pılacak bir karşılaştırma da verimsiz olur.

18. yüzyılda kimi görsel kaynaklarda rastlanan konutlara eklemlenmiş kü-


çük ölçekli bahçe kompozisyonlarını Avrupa Barok bahçe tasarım yaklaşı-
mıyla bağlantılı düşünmek kuşkusuz mümkün. Fakat Barok peyzajın Ver-
say’daki, Petersburg’da Peterhof’taki, Potsdam’da Sans Souci’deki veya
Karlsruhe’deki gibi kilometrekarelerce alana yayılan devasa uzanımlı doğal
çevre düzenlemeleriyle ilişkisi buradakilerin mütevazı boyutları çerçeve-
sinde değerlendirilmelidir. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak
geniş park ölçeğinde doğal çevre düzenlemeleri burada da ortaya çıkar.
Yıldız Parkı, aslında saray bahçesi böyle bir örnektir.

‘Müslüman Osmanlılar yeşil alanları huzur


içinde kullanamadı’

Kamusal/kentsel mekân olarak bahçenin kullanımını doğu ve batı


şeklinde ayıran çeşitli tezler var. Sizce böyle bir genelleme yapılabilir
mi?

Doğu-batı yarılması artık anlamlı olmaktan çok, uzak bir dünya-tarihsel


açıklama modeli. Sayısız farklı durum var. Doğu-batı gibi bir genelleme ya-
pılamaz. Kentsel, doğal, kamusal ve özel mekanlar bağlamında Osmanlı
ile İran da birbirlerinden Fransa ya da İngiltere ile oldukları kadar farklıdır.
Karşılaştırmalar farklı yer ve zamanlardaki farklı mimari çevre ve doğal alan
kavrayışları araştırılarak kabaca yapılabilir.

Arkeo Duvar / 66
Doğal çevreye olduğu gibi kentsel mekâna da radikal müdahale fikri hiç
kuşkusuz İtalya’da başlar. Planlı meydanlar orada daha 15. yüzyılda belirir.
16. yüzyıl biterken Roma’dan başlayarak bir kentin tüm ulaşım ağı geomet-
rize edilir. Doğrusal ulaşım eksenleri yapılır. Yeşil alan planlamaları da yine
İtalya’dan ve 16. yüzyıldan itibaren gündeme gelir. Fiziksel çevre genelde
doğaldan inşaiye kadar her ölçekte insanın matematiksel iradesinin ege-
menliğine girer. Doğayı ve kenti bir anlamda insanlığın tasarımsal iradesi-
ne, hatta keyfine göre biçimlemenin yolu daha 16. yüzyılda açılır. Türkiye’de
de 18. yüzyılda başlar ama 19. yüzyılda bile hala mutlak iradesini kentsel ve
doğal ölçekte ortama dayatan bir tasarımcı özne fikri ortada yoktur. Kamu-
sal işlevli kent içi parkları da batı ve orta Avrupa’da 18. yüzyılda görülmeye
başlayacaktır. İstanbul’da 1860’lar eşiği öncesinde küçük ölçekli bir kent
parkı bile henüz yoktur.

Ancak mesirelerin 18. ve 19. yüzyıllardaki kullanımının Avrupa’daki kent


parklarına benzer nitelikte olduğu kesin. Yaklaşık aynı işlevleri görmüş ama
buradaki rolleri çok daha tepkisel olmuştur. Erken Osmanlı romanlarında
bile mesirenin o zaman olumsuz diye lanetlenen etkilerine yönelik muha-
lefet belirgindir. Kısacası, Osmanlıların ya da İstanbullu Müslüman Osman-
lıların yeşil alanları huzur içinde kullanabildikleri söylenemez. Geleneksel
toplumsallığı bozdukları, gayriahlaki ilişkileri tetikledikleri savı 19. yüzyıl
sonlarına kadar bitimsizce yinelenmiştir.

‘Olağan bir yeşil alana millet bahçesi demek


anlamlı değil’

Avrupa’da park ve bahçeler üzerinden iktidarın gücünü göstermesi,


iktidar ve güç sembolü olarak kullanılması geçtiğimiz yüzyılda kaldı
artık. Kentlerin dokusundaki parklar yaşamın, kentlerin vazgeçilmez
bir parçası. Hal böyleyken iktidar, neden bu derece içselleştirilmiş,
halkın olmazsa olmaz seyir alanları üzerinden eski bir propaganda
aracıyla millet bahçesi kavramını kullanmak istiyor?

Arkeo Duvar / 67
Millet bahçelerinin çok eskimiş bir kavramı yeniden gündeme getirdiği
kesin. Çamlıca’da 1860’lardan başlayarak kurulan millet bahçesi bile bu adı
taşıyordu. Erken Cumhuriyet döneminde de özellikle Anadolu kentlerinde
çeşitli ölçeklerde millet bahçeleri inşa edildiği bilinmeyen bir mesele değil.
Onlar pek çok kentte oluşturulan ilk örgütlü, tasarlanmış yeşil alanlardı.
Kentsel modernleşme amaç ve ideolojisinin bileşenleriydiler. Yeşil alan
kullanımını ve piyasa yapma etkinliğini pek çok kentte kentliler ilk kez
oralarda deneyimledi. Yeni kentsel rekreasyon ve sosyalleşme fırsatları ilk
olarak oralarda gündem geldi. Onlar küçük ölçeklerinin ötesinde önemli
toplumsal roller oynadılar. İktidar herhalde hiç farkında olmadan Erken
Cumhuriyet dönemi icadı bir kentsel elemanı kendi gündemine alıyor.
Kökendeki modernleşmeci ve çok anlamlı sosyalleştirici gerekçelerinden
boşaltarak o da yeşil alanlar oluşturmayı deniyor.

Fakat bugün yeşil alan yapmak için ideolojik bir iradeye ihtiyaç yok. Toplum
yeşil alan talep ediyor zaten. Dolayısıyla, bunun nasıl bir ideolojik gerekçesi
olduğunu bilmiyorum. Bir kent parkı yapmak için merkezi yönetimin
işe karışmasının artık gerekmediği de aşikâr. Belediyeler böyle işler için
var zaten. Bence tek açıklama, iktidarın Gezi olaylarında geniş grupların
Gezi Parkı’nı savunma amacıyla
harekete geçmesine karşı bir
tür “park yanlısı” yanıt vermeyi
denemesi olmalıdır. “Biz de yeşil
alanlar istiyoruz ve seviyoruz”
gibi bir argümanla düşündükleri
kanısındayım. Ancak yeşil
alanlar yapma meselesinin bile
Türkiye’deki siyasal yarılmada
bir veri haline gelişi ilginç. Bugün
olağan bir yeşil alana millet bahçesi
adını vermenin anlamlı olduğunu
da söyleyemem. Bu ad bile artık
o kadar eskimiş ve içeriksizleşmiş
ki, bunu nasıl fark etmediklerini
anlamaktan acizim. Bence,
iktidarın siyasal argümanların
iyice lümpenleşmesinden başka
bir şeye işaret etmiyor bu girişim.
Uğur Tanyeli.

Arkeo Duvar / 68
‘Yeşil alan kıyımı kentte ve kırda bir politika
haline geldi’

İstanbul'da Gezi Parkı, Ankara'da Atatürk Orman Çiftliği, Diyarbakır’da


Hevsel Bahçeleri ve bunlara benzer daha başka şehirlerde bilmediğimiz
ya da gündeme gelmeyen yeşil alanlar aslında birer korunması
gereken kültürel miras değil midir? Neden Central Park için akla hiç
gelmeyecek dönüşümler Türkiye'de akla gelebiliyor. Yeterince güçlü
anıları mı yok bu yeşil alanların?

Yeşil alanların, parkların, oralardaki peyzaj tasarımlarının korunmaya değer


nitelikte oldukları tartışmaya gerek olmayacak ölçüde aşikâr. Örneğin, New
York’un Central Park’ının 19. yüzyıldaki bitki örtüsünün bile korunup restore
edildiğini biliyoruz. Japonya’da bahçe restorasyonu diye bir disiplin bile
var. Ben yeryüzünde bir parkı yıkıp yerine bina yapmaya kalkışan bugünkü
iktidardan başka bir yerel veya merkezi yönetim de bilmiyorum. Belli ki millet
bahçesi yapma iddiası, yeşil alana ve parklara saygı göstermek, tarihseli
korumak ve geçmişimize sahip çıkalım gibi iddialarla konuşulduğu halde,
o doğrultuda davranmak anlamına gelmiyor. Bunun nedeni, bu alanların
yeterince güçlü anıları barındırmayışı veya önemli olmayışları değil, onlara
gerçek bir tarihsel ve doğal çevre bilinciyle ve duyarlılıkla yaklaşmama ısrarı.
Daha önemlisi, yeşil alan kıyımının kentte ve kırda neredeyse bir politika
haline gelmesi…

Arkeo Duvar / 69
Bahçeden parka, parktan
meydana: Var olma /
iktidar mücadelesi
Aylar süren ve tüm ülkeye yayılan direnişle Gezi Parkı,
halkın agorası olarak kaldı ve iktidara geri adım attırdı. AKP
iktidarının meydan savaşındaki yeni stratejisi ise “Millet
Bahçeleri”. Gezi Parkı’na AVM yapmaya çalışan, Salda
Gölü’nü ve daha nice doğal güzelliği peşkeş çeken iktidar şimdi
de “Millet Bahçesi” ile halkın ortak vakit geçireceği parkları
planlıyor.
Lale Can
Psikolog

B izleri diğer canlılardan belirgin bir şekilde ayıran ilişkiselliğimizin or-


ganizatörü mekândır. Mekânların salt bir anlamı yoktur. Mekân ancak
kendisini dolduran şeylerle bir kimlik kazanır. Burada, çevre psikologlarının
uzun yıllardır çalıştığı yer kimliği (place identity) kavramı önemli bir işleve
sahiptir. Yer kimliği, o yeri diğerlerinden ayıran özelliklerin ve bireysel atıf-
ların tümüdür. Kök salma olgusu ise antropolojik olarak insanın yer kimli-
ğine ihtiyacını doğurur. Yani insan sosyal bir hayvan olarak kimliğini oluş-
turabilmek için “burası noktası” nın inşasına ihtiyaç duyar. Kişinin “burası
noktası” bir hapishane hücresi olabileceği gibi bir park ya da kentin belirli
bir meydanı olabilir.

Arkeo Duvar / 70
Abraham Moles’un deyişiyle “kent, merkezi ile var olur.” Bu nedenle kent
kavramının temelinde kenar mahalle-merkez diyalektiği yatar. Burada
günlük hayatta kullanılan “ev kira, semt bizim” latifesine bakabiliriz. Kişi-
sel mekândan kent meydanlarına gittikçe daha özgün, kamusal bir kim-
lik kazanılabilir. Bunu, mahalle baskısının kent meydanlarında azalmasıyla
doğru orantılı düşünebiliriz. Öyle ki Orta Çağ Avrupası’nda “kentli” kelimesi
özgür insan anlamında da kullanılır. Her kent meydanının diğer bir kente
ve meydanına göre farklı kimliği vardır. Bireyin kök salma, mekânı sahip-
lenme ihtiyacı belirli sınırları meydana getirir.

Antik kentlerde meydanlar nasıl kullanıldı?

Eski Mezopotamya’dan bugüne ulaşan Gılgamış Destanı’nda Uruk kralının


kentin etrafını surla kuşattırdığı ve bu surlara rölyeflerle kendi maceraları-
nı kazıttırdığı anlatılır. Buradan da kralın kalıcı olma, kök salma ve mekân
hâkimiyeti isteğini somut bir şekilde görebiliriz. Kentlerin odak noktalarını
ve halkın toplaşma alanlarını oluşturan meydanlar ise antik Yunan’da “Ago-
ra”, Roma’da “Forum”, Rönesans’ta “piazza” isimlerini aldı ve sonrasında
“kent meydanı” kullanılmaya başlanıldı. Antik Yunan’da insanlar agoralar-
da bir araya gelerek felsefi ve politik konuları tartışıyorlardı. Bu bağlamda
agoralar kentin kamusal alanını oluşturuyordu. Bir diğer yandan agoralar,
ticaretin yapıldığı pazar yerleri olarak da kullanılabiliyordu. Belki de genetik
kodlarımıza işlenen bu ilk kent meydanı temsili agoralar sayesinde yurttaş-
lık ve özgürlük mücadelemizi alanlarda sürdürmeye devam ediyoruzdur!

17. yüzyılda meydanlar, parklar ve bulvarlar, aynı sosyo-


ekonomik düzeyden ve meslekten insanların birlikte
yaşayabilecekleri cepheler oluşturmaya hizmet etmeye
başladı.

Arkeo Duvar / 71
İtalyan Ressam Raffaello Sanzio tarafından 1509-1511 yılları arasında yapılmış
“Atina Okulu” isimli tablo.

Muktedirler meydanları iktidar alanı olarak


nasıl kullanıyor?

Helenistik dönemle birlikte agoralarda anıtlar ve kutsal mekânlar boy gös-


termeye başladı. Tiranlar ve despotlar halka kendi gücünü göstermek için
eğlenceler düzenliyor, aynı zamanda anıtlar, çeşmeler için fazlaca para harcı-
yorlardı. Bir ordu devleti olarak kabul edebileceğimiz Roma’da ise meydanlar
daha geniş yer kaplıyordu. Agoraya ek olarak davalar burada izlenebiliyor ve
askeri geçit törenleri düzenleniyordu. Kalabalığı kontrol etme gereği duyan
iktidar, ilk defa halkın anlık bir şekilde eğlenebilmesi için parkları oluşturdu.
İktidarın nam salma ve güç gösterme istekleri halkı forumlarda pasif bir role
sürüklemiş, insanlar sadece görevleri gereği forumdaki gösterilere katılmış-
lardır. Roma Dönemi’nde yolunda gitmeyen işleri örtbas etmek ve gündem
değiştirmek için hükümdar gladyatör dövüşleri düzenletir ve halkın ilgisini
bu oyunlara çekebilmek için gladyatörleri gösterilerde hayvanlara parçalatır-
dı. Bir diğer yandan, tasarım olarak bakıldığında, Roma forumlarındaki geo-
metrik mimari, muktedirlerle halk arasındaki çizgiyi de belli eden cinstendi.
Rönesans’a gelindiğinde ise
daha çok kapitalist toplumun
ihtiyacını giderecek şekilde pa-
zar alanı olarak kullanılan mey-
danlar için “piazza” ismi kulla-
nılıyordu. Ticari ilişkilerine ek
olarak meydanlarda iktidarın
ve ordunun güç gösterileri de-
vam ediyordu. Öyle ki ordu-
nun ihtiyaçları için piazzaların
çevresine terziler, tophaneler
ve genelevler kurulmuştu. Bu
dönemde iktidar, ibret-i âlem
olsun diye idam cezalarını bu
meydanlarda uygulatıyordu.
Bu yöntemle halka, gözlendiği/
gözetlendiği mesajı verilmek
William Tell tablosu, British Museum.
isteniyor, adeta “panoptikon”
toplumu yaratılmaya çalışılı-
yordu. Tam burada gerçekliği
şaibeli olan, dönemin halk kahramanı William Tell’den bahsetmek gerek:
İsviçre imparatoru şapkasını kentin meydanına astırır ve geçen herkesten
bu şapkaya selam vermesini bekler. Fakat karakterimiz okçu William Tell
şapkayı selamlamadığı için tutuklanır. Ceza olarak meydanda oğlunun ba-
şına konulacak elmayı ok atışıyla ikiye bölmesi istenir. Eğer elmayı böle-
mezse oğlu ve kendisi meydanda idam edilecektir. Hikâyenin sonunda Wil-
liam Tell’in kurtulduğuna inanılır.

17. yüzyılda meydanlar, parklar ve bulvarlar, aynı sosyo-ekonomik düzey-


den ve meslekten insanların birlikte yaşayabilecekleri cepheler oluştur-
maya hizmet etmeye başladı. Ancak Sanayi Devrimi’nin ardından devletler
meydanların kontrolünü daha fazla elinde bulundurmak istiyordu. Örne-
ğin, burjuva politikacısı ve şehir planlamacı Georges Eugène Haussmann,
Fransa’daki meydanları ezen ve ezilen sınıflar nezdinde ayırmak istiyordu.
Yani amacı, sınıfları kendi içlerinde yalıtmak, her sınıfın kendi çöplüğün-
de kalmasını sağlayacak bir şehir planı oluşturmaktı. Bu dönemden sonra
meydanlar, muktedirler tarafından kapitalist rekabete hizmet edecek şekil-
de tasarlanmaya başlandı. Meydanların yanındaki veya yerindeki alışveriş

Arkeo Duvar / 73
merkezleri, lüks konutlar bu rekabetin ve halkın ortak alan kullanımını en-
gellemenin en büyük göstergeleri olmuştu. Öyle ki Haussmann, devrimden
sonra tüm Paris’i yıkıp baştan kurmayı planlıyordu. Böylece meydanları so-
kak sokak halkın olası direnişine kapatabileceğini hayal ediyordu!

Halk, meydanları iktidarlara karşı


nasıl kullandı?

Kök salma, yer kimliği ve mekânı sahiplenme ihtiyaçlarına ek olarak birey-


ler eşit ve özgür yurttaşlık haklarını da mekânlar üzerinden temin ederler.
İşte bu yüzden iktidarların tahakküm aracı olan meydanlar, halkların da öz-
gürlük mücadelesinin aracı bazen de amacı oldu. İktidarların tüm engelle-
mesine ve şiddetine rağmen kitleler meydanları hak mücadelesinin mekâ-
nı olarak kullanmaya devam etti. Muhaliflerin kamusal alan ve parklardan
başka seslerini duyurabilecekleri bir mecranın olmaması belki de meydan-
ları kullanma ısrarını açıklayabilir. Tüm gücün muktedirde toplandığı, kitle
iletişim araçlarının hepsinin halka karşı kullanıldığı merkezi bir sistemde
halk adına başka bir propaganda aracı düşünülemez zira.

Haziran/2013 Gezi Parkı eylemine polisin biber gazıyla saldırısı.

Arkeo Duvar / 74
İstanbul Taksim Meydanı Cumhuriyet Dönemi’nin en önemli eylem ve gös-
teri meydanı iken bu meydanda 1 Mayıs gösterileri dâhil her türlü eylem ve
gösteri yasaklandı. Yasaklamanın ardından, anlık bireysel ve kitlesel eylem-
ler yapan halk kitleleri eylem alanını geri kazanmak için Taksim Meydanı’nı
seçiyordu. İktidar, halkın kolektif belleğinde yer eden bu direniş alanından
kurtulabilmek, aynı zamanda kapitalizmin ihtiyacına uygun olarak Gezi
Parkı’na AVM yapmak için meydanı tamamen halktan izole etmeye çalıştı.
Sonuç olarak; aylar süren ve tüm ülkeye yayılan direnişle Gezi Parkı, halkın
agorası olarak kaldı ve iktidara geri adım attırdı. AKP İktidarının meydan
savaşındaki yeni stratejisi ise “Millet Bahçeleri”. Gezi Parkı’na AVM yapma-
ya çalışan, Salda Gölü’nü ve daha nice doğal güzelliği peşkeş çeken iktidar
şimdi de “Millet Bahçesi” ile halkın ortak vakit geçireceği parkları planlıyor.

AKP iktidarı ‘millet bahçeleri’ ile


meydanları nasıl kullanmak istiyor?

Tarihsel olarak muktedirlerin meydanları kullanım şekillerine baktığımızda


toplumsal adaletsizliğin, yönetememe krizinin ya da otoriterleşmenin art-
tığı dönemlerde kamusal meydanlara özellikle müdahale edildiğini göre-
biliriz. Çünkü iktidarlar için halkın kültürel ve kolektif belleğine müdahale
edebilmenin en kolay yolu parkları-meydanları değiştirmektir. Oysa her ne
koşulda olursa olsun muktedirler kitlelere cenaze, inanç ya da diğer kül-
türel ihtiyaçlarını karşılayacakları meydanları tahsis etmekle yükümlüdür.
Diğer yandan modern mimarideki yeni tasarımlar “panoptikon toplumu”
anlayışının pekiştirilmesine hizmet eder. Gerek yeni dönem politikaların
bir sonucu olarak gerek bekçiler gerekse kameralar, korku iklimi oluştura-
rak meydan, park ve bahçelerdeki kamusal alan algısını tahrip eder. Kişisel
alandan kent meydanlarına doğru giderken kazanılan özgün kimlik, yeni
tasarlanan bahçeler yardımıyla tekrar boyunduruk altına alınabilir.

Bu bir nevi iktidarın onların “Gezi Parkı” varsa bizim de


“Millet Bahçelerimiz” var sinyalidir. Aynı zamanda burjuva
siyasetçisi Haussmann’ın “her sınıfı kendi bölgesindeki
parklarına hapsetme” politikasıdır.

Arkeo Duvar / 75
Sonuç olarak, “burası noktası” nın inşası aynı zamanda “başka yer” inşasını
da getirir. Bu “biz” ve “diğerleri” çağrışımına benzerdir. Ülkemizde uygulan-
maya çalışılan politikaya baktığımızda da bunu görebiliriz. Bu bir nevi ikti-
darın onların “Gezi Parkı” varsa bizim de “Millet Bahçelerimiz” var sinyalidir.
Aynı zamanda burjuva siyasetçisi Haussmann’ın “her sınıfı kendi bölgesin-
deki parklarına hapsetme” politikasıdır. Çünkü hâlihazırda burjuvalar za-
ten özel parklı-bahçeli villalarda ya da sitelerde yaşıyor. Dolayısıyla kamu-
sal kimliğine müdahale edilmek istenilen kesim belli. Hem ezilen sınıf hem
de ezen sınıfın meydan muharebesi bu bağlamda insanlık tarihi boyunca
devam edeceğe benziyor!

Arkeo Duvar / 76
Roma’da güç erki:
Bahçeler
Roma Dönemi’nde ev ve bahçe kavramı sadece yaşama birimi
ve peyzaj tasarımı olarak düşünülmemelidir. Ev ve bahçe
çoğunlukla İmparator veya sahibi olduğu kişinin güç erkini
göstermesi, farklı coğrafyalara seyahatlerinden getirdiği bitkileri
kendi bahçesinde yetiştirmesi ile kolonyal bir güdüyü de
barındırır.

Prof. Dr. Billur Tekkök Karaöz


Başkent Üniversitesi, Sanat Tarihi ve Müzecilik Bölümü

R oma Dönemi günlük yaşantısı içinde bahçelerin önemi ve yeri hakkın-


da bilgilere yazılı kaynaklardan ve arkeolojik bulgulardan ulaşabiliyo-
ruz. İngiltere’den Arap Yarımadası’na kadar tüm “Roma döneminde ev-bah-
çe” ilişkisi kazılarda öne alınması gereken bir konu olmasına rağmen İtalya
dışındaki diğer Roma kentlerinde bu konuya yönelik araştırmalar ancak
yakın bir tarihte başlamıştır.

Arkeo Duvar / 77
Roma Dönemi’ndeki günlük yaşama ilişkin önemli bilgiler aldığımız Yaşlı
Plinius, Roma bahçelerinin Asur’un Asma Bahçelerinden esinlenildiğinden
söz eder. Hatta Roma’da kralların bahçelerini kendilerinin ektiğini, Roma
literatüründe bahçeden hiçbir zaman “tarla” olarak bahsedilmediğini, her
zaman “bahçe” teriminin kullanıldığını da ekler. Ev ve eve ait toprak, ailenin
kutsallığının bir parçası olarak görülmüştür. Bahçeler aynı zamanda mitos-
ların da çeşitlendiği mekânlardır. Bu nedenle bahçelerde tanrı veya tanrıça
heykelleri bulunur. Koleksiyon niteliğinde olan bu heykeller, zaman içeri-
sinde bahçelerin “sergi mekânı” işlevi kazanmasını sağlamıştır.

Heykeller ve gelişmiş su sistemlerinin yer aldığı Roma Dönemi Atrium’lu bir eve ait bahçe
canlandırması.

Roma Cumhuriyet Dönemi’nde hem tüccar hem de politikacı olan Cice-


ro’nun bahçesinde sergilediği bir heykel koleksiyonuna sahip olduğunu,
arkadaşı Atticus’a yazdığı mektuplardan anlıyoruz. Kardeşi Quintus’a yaz-
dığı mektuplarda da aile ve koleksiyonların sergilendiği bir mekân olması
açısından bahçenin önemini vurgular.

Arkeo Duvar / 78
Roma döneminde halka açık park alanlarına ve bahçelere, imparatorluğun
gücünü temsil eden kültürel mekânlar veya imparatorluğun farklı inanç ve
sınıftan halkı bir araya getirme amacı güttüğü projeler olarak bakmak ge-
rekir. Roma’da halka açık park alanları Roma Cumhuriyet döneminden beri
önemsenmiştir. Augustus, ilk imparator olarak halkına karşı demokratik
olma adına Vedius Polio’nun ona bağışladığı ev ve araziyi, karısı Livia adı-
na halka açık portikli bir bahçe hâline getirir. Roma’nın orta ve alt sosyal
sınıflarının yaşadığı Carinae ve Suburra bölgesini kapsayan bu arazide inşa
faaliyetleri MÖ 15-7 yılları arasında gerçekleşir. Livia Portiği olarak bilinen
bu park 115x75 metrelik çayırlık alana sahiptir. Esquiline Tepesi’nde ko-
numlanan arazide düzenlenen portik, nişlerle çevrili duvarlara ve ortada
bir havuza sahiptir. Portiğin MS 3. yüzyılda Septimius Severus kent planın-
da oldukça yaygın bir alanı kap-
sadığını görebiliriz.

Livia tarafından, geleneksel Ana


Tanrıça Kutlaması Günü olan 11
Haziran’da, anlaşma ve uyum
tanrıçası olan Concordia heyke-
linin dikildiği ve halka açık olan
bu mekân, Augustus ve karısı
Livia’nın aile birliğine bakışı ve
propaganda aracı gibi görülebi- MS 3. yüzyıl Roma kent planı üzerinde Livia
lir. Ancak Ovid, bu amacın dışın- Portiği.
da yürüyüş yolu olarak kullanı-
lan portiğin kızlarla buluşma yeri olduğundan bahseder.
Augustus döneminde halka açık imar faaliyetlerinden bir diğeri de kentin
içinde oluşturulan yapay göldür; Stagnum Agrippae diye bilinen hem yüzme
havuzu hem de atletik faaliyetlerde kullanılan bu göl, Marcus Agrippae’nın
kendi adına yaptırdığı hamam binasının hemen yanındadır. Hatta şehre
MÖ 19’da getirdiği su kaynağı nedeniyle göle Agrippa’nın adı verilmiştir.
Tacitus, Nero döneminde bu gölün içinde tekne partileri yapıldığı, kıyısında
genelevlerin bulunduğu ve yarı çıplak hayat kadınlarının dans ettiğinden
bahseder.

Arkeo Duvar / 79
MS 1. yüzyıl sonunda yaşamış zengin iş insanı Pollius Felix’in, Sorrento Bur-
nu’nda Massa Lubrense’de yer alan evi öne çıkan örneklerden biridir. Şair
Publius Papinius Statius, evi ziyaret eden biri olarak şiirinde bu evden söz
eder. Şiirinde evin alt terasının denizle ilişkili olduğu, üst terasta iki kule
arasında sıcak havuzlu, Neptün ve Herkül’e ait tapınaklar olduğu üzerine
tarifler verir. Zikzak yapan bir portikle erişilen üst teras, villanın yapımı için
arazinin teraslandığını gösterir.

Laurentium’da portikli bir villa örneği canlandırması.

Lares ve Penates kültleri

Genç Pliny de mektuplarında Laurentine ve Toskana bölgesinde yer alan


villa bahçelerinden söz eder. Pompeii kazıları, MS 79’da Vezüv Yanarda-
ğı’nın patlamasıyla lavların altında kalan kentin, iyi korunmuş durumda
olmaları nedeniyle, ev ve bahçe ilişkisi konusunda önemli bilgiler sunar.
Bahçelerin aynı zamanda aileye ait heykellerin sergilendiği, aile ve evin be-
reketini sağlayan Lares ve Penates kültlerine ilişkin heykel ve özel nişlerle
sunuların yapıldığı alanları barındırdığı bilinir. Lares kültünün ilk ne zaman
başladığına dair bilgiler kısıtlıdır. Lares, aileyle ilişkili ataların ruhu ve tarla,
çiftlik ve evlerinin koruyucu tanrısı olarak bilinmektedir. Ailenin kendi öze-
linde inancını yönetmesiyle ilgili her evde bulunan Larariumlar (evin içinde
yer alan kutsal alan) önemli bilgiler sunar. Evi koruyan Lares kültü dışında

Arkeo Duvar / 80
Lararium, Pompei.

evin bereketi de Penates kültü ile ilişkilidir. Evin içinde dolaşan ruhlar ola-
rak algılanan bu kült de evi koruyan güç gibi düşünülebilir. Penates, evin
kilerindeki yiyecek içecekleri, odun, kömür gibi ev içi ihtiyaçlarını koruyan
ruhtur.

Evin bir parçası olan doğa

Roma Cumhuriyet dönemine ait zengin aile evine örnek olarak Augustus’un
karısı Livia’nın Palatine Tepesi’ndeki evinden de söz edebiliriz. 1868’de keş-
fedilen Palatine Tepesi’nde bulunan evin en dikkat çekici özelliği duvar re-
simleridir. Roma’nın 12 kilometre kuzeyinde Via Flaminia üzerinde yer alan
evin içinde bulunan duvar resimleri, ev ve bahçe ilişkisini yoğun olarak vur-
gulayan bir örnektir. Livia’nın Augustus ile evlenmeden önce sahibi olduğu
bu ev, Augustus ile evlendiğinde Roma’daki evine alternatif şehir dışında
kır evi (villa) olarak kullanılmıştır. Roma Duvar Stili 2 geleneğinin erken
örneğini temsil eden yemek salonu duvar resminde olduğu gibi, bahçele-

Arkeo Duvar / 81
re ait görseller, MÖ 30’dan sonra doğayı taklit etmekten çok şiirsel bir his
uyandırmak, doğayı evin bir parçası gibi hissettirmek için iç mekânların du-
varlarında resmedilmiştir.

Livia’ya ait Ad Gallinas Albas adıyla anılan villanın bağlı olduğu mitos; kartal
tarafından kaçırılan beyaz tavuğun Livia’nın eline geçmesi ve tavuğun ağ-
zında taşıdığı barışı temsil eden defne dalının bu bahçeye düşmesi üzeri-
nedir. Bu bahçede büyüyen defne ağacının dalları Julio Cladius sülalesinin
zafer çelenkleri için kullanılmıştır. Suetonius ise bahçede görülen defnenin
bu bahçeye dikilmesi öyküsünü anlatması dışında, kendi zamanında bu-
rada tavuk çiftliği olduğundan da bahseder. Villanın bahçe peyzajının, aile
tarafından Roma’da inşa ettirilen Barış Altarı’nda kullanılan ikonografi ve
bitkilerle karşılaştırılması, Augustus döneminin ideolojisi ve yenilikler vaat
eden önermelerin sembolleri olarak da düşünülebilir.

Duvar resminde görülen ağaç ve bitkilerin analojisi üzerine yapılan en son


çalışmada öne çıkan tiplerin; çam ağacı, saplı meşe ağacı, pınar meşesi ile
arka planda defne, çit kenarında şimşir, iris ve bahçeye dağılmış olarak mer-
sin, Avrupa ladini, ayı pençesi çiçeği, kocayemiş çalısı, menekşe, kızılcık, Ak-
deniz servi ağacı, haşhaş, hurma ağacı, ayva ağacı, nar, limon ağacı, geyik dili
bitkisi, zakkum, tüylü kartopu olduğu yorumu yapılmıştır. Duvar resminde
mükemmel sunulan peyzajda çimler bile kesilmiş olarak işlenmiştir.

Livia’ya ait Ad Gallinas Albas adıyla anılan villanın duvarlarını süsleyen bahçe peyzajlı
duvar resmi.

Arkeo Duvar / 82
Kırsal arazide edinilen evlerin küçük kulübeler olduğundan söz edilse de
özellikle İtalya’da büyük tarım arazileri zengin ailelere ait olduğundan kent-
te yaşayan zenginlerin hafta sonu evleri aynı zamanda tarım arazileriyle
geniş alana yayılır. Cadizli Columella, MS 40-60’larda Roma’ya yakın arazi
sahibi olduktan sonra yazdığı De Re Rustica adlı eserinde Romalıların tarım,
ekim- dikim işleri ile ilgili değerli bilgiler verir. Bu eserinde aynı zamanda
kırsal arazide kullanılan hayvan
iş gücü, ağaçların budanması,
aşılanması, özellikle üzüm yetiş-
tirmek, bağcılık ve balcılık, balık
çiftlikleri ve en önemlisi bahçe
peyzajıyla ilgili bilgiler de sunar.

Roma İmparatorluk döneminde


kırsal yaşama ve peyzaja ilişkin
bilgi sunan başka bir örnek de 3.
Duvar Resmi Stili’nde işlenmiş,
merkezde eski bir ağaç, anıtsal
bir çeşme ve otlayan hayvan-
lar ikonografisinin kullanıldığı,
Agrippa’nın Boscotrease yakının-
daki evinin duvarını süsleyen re-
Agrippa’nın Boscotrease yakınındaki evinin
simdir. duvarını süsleyen resim.

Kutsal alanların yansıması

Pompeii’nin 1 km. kuzeyinde bir diğer villa, Publius Fannius Synistor Villa-
sı’dır. Villa, şehir dışında yaşayan aristokrat aile yaşamını belgeler. Ev, villa
olarak tanımlansa da bir bölümü çiftlik evi olarak kullanılmıştır. Bu evlerin,
Romalı senatörlerin Roma geleneksel değerlerine bağlı yaşam tarzını be-
nimsediklerini söylemelerine rağmen evlerde gözlenen Helenistik stilde iç
dekorasyon, yeme birimleri ve entelektüel tarz yaşamın ve felsefi söylemin
merkezleri olmalarıdır. Avlulu ve bahçeli ev mimarisi Yunan gymnasiumu-
nun ve kutsal alanlarının yansıması olarak görülür. Ailenin özel koleksiyo-
nu olan heykeltıraşlık eserlerinin (Yunan filozoflarının büstleri) ayrıca satyr,

Arkeo Duvar / 83
nümfe heykellerinin de sergilendiği bu evlerde kentli olan sahibin kırsal
yaşamla da bütünleşmiş zevkleri görülür. Villanın sütunlu avluya açılan bö-
lümünde yer alan duvar resminde gözlenen boğa başı, defne yaprakları
ve meyvelerden oluşan girland, duvarın mermer taklidi görüntüsü; Roma
dönemi 2. Duvar Resmi Stili’ndedir. Resimde görülen bahçe ile ilişkilendiri-
len yapı, evin sokağa açılan kapısı, kapı girişinde konsollar içinde defne bit-
kisi resimleri, yatak odasının batı ve doğu duvarına yapılmış resimler, ku-
zey duvarda bahçeye çıkışta bir mağara, onun üstünde tepe ve mor üzüm
salkımlarının resmedilmesi kırsal yaşam öğeleridir.

Publius Fannius Synistor Villası, yatak odası batı ve doğu duvarı.

Roma bahçelerinde bugün olduğu gibi özel bitkileri saksılara diken ve bu-
dayarak bitkilere şekil veren, bahçelere bakım yapan bahçıvanlardan söz
edilebilir. Tiberius Claudius Turiscus, “topiarii “yani, “bitkilere özel formlar
veren kişi” özgürlüğünü bu işi yaparak satın almış köle olarak bahçıvanlık
sanatının da ilk bilinen isimlerindendir.

Ev ve bahçe çoğunlukla İmparator veya sahibi olduğu kişinin


güç erkini göstermesi, farklı coğrafyalara seyahatlerinden
getirdiği bitkileri kendi bahçesinde yetiştirmesi ile kolonyal
bir güdüyü de barındırır.

Arkeo Duvar / 84
Orchard Evi yatak odası duvar resmi detayı, Pompeii.

Yoğun nüfus artışı nedeniyle MS 2. yüzyılda yapılan çok katlı yapıların inşa-
sında yeni peyzaj özellikleri hâkimdir. MS 315’te insulanın (çok katlı yapı) yer-
leştirilmesiyle ilgili değişiklikler yapıldığı görülür. Bu dönemde Roma kentin-
de 44,850 insula ve 1781 ev kayıtlıdır. Ostia, Roma’nın Akdeniz’e açılan liman
kenti olarak Roma Dönemi çok katlı evleri konusunda önemli bilgiler sunar.
Ostia’da Insula of Diana diye bilinen yapı her iki sokağa da bakan konumuyla
tüm adayı kaplayacak şekilde tasarlanmıştır. Nüfus artışına bağlı gelişen bu
tarz bitişik kent evleri özellikle MS 2. yüzyılda Ostia örneğinde olduğu gibi alt
katta dükkân, üst kat ev olarak tasarlanmıştır.

Diana Evi, Ostia.

Arkeo Duvar / 85
Hadrian Dönemi’ne tarihlenen Dipinti Evi ise geniş bahçesi ile dikkati çeker.
Çok katlı yapıların küçük yaşam ünitelerine bölünmesi yasal nedenlerle ol-
muş, yaşam birimleri fonksiyonel hâle getirilmiş, böylece alanların kiraya
verilme şansı artmıştır. Her daire yaklaşık 239 metrekaredir. Yapı, caddeye
açılan tarafta sahip olduğu dükkânları ve üst kata ulaşan merdivenleri ile
günümüz çok katlı ve bahçeli ev kavramının ilklerini oluşturur.

Roma Dönemi’nde ev ve bahçe kavramı sadece yaşama birimi ve peyzaj


tasarımı olarak düşünülmemelidir. Ev ve bahçe çoğunlukla İmparator veya
sahibi olduğu kişinin güç erkini göstermesi, farklı coğrafyalara seyahatle-
rinden getirdiği bitkileri kendi bahçesinde yetiştirmesi ile kolonyal bir gü-
düyü de barındırır.

Dipinti Evi, Ostia.

Arkeo Duvar / 86
Sanata dönüşen bir tutku:
Osmanlı kültüründe
bahçe
Osmanlı kuyumcularının mücevher yaparken değerli taşların şeklini
bozmadan kullanması gibi, Osmanlı saray bahçelerinde de el değ-
memişçesine bir doğallığın hâkim olduğunu görebiliriz…

Prof. Dr. Gülgün Yılmaz


Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü

A nadolu’nun geleneksel ev tasarımında yaşantının büyük kısmının geç-


tiği, kimi yörelerde “hayat” olarak adlandırılan avlu kavramı, Osmanlı
sarayının oluşumunu ve tasarım felsefesini de açıklamaktadır kuşkusuz. Os-
manlı sarayı kompleksini; birbirine bağlı avlu ve taşlıklar, teras ve setler, so-
falar, fıskiyeli havuzlar, çeşme ve selsebiller, irili ufaklı köşkler çevresinde
gelişen mekanlar meydana getirir. Teras düzenlemeleri topografyaya uyum
esasına dayanırken, bu oluşum içeriden çok dışarıyla ilişkili bir yaşamı vur-
gular. Bahçelerden başka sarayların yakın çevresinde yer alan avlaklarda,
dışarıdan getirilip içeriye salınmış av hayvanlarının dolaştığı; gündüz cirit, ok
atma, güreş, avlanma gibi amaçlarla kullanılan alanlarda, geceleri kuş sesle-
rinin dinlendiği bilinir. Dış dünyadan izole ama kendi içinde kendi tabiatını
barındıran bu yapılanma belki de göçebe yaşamın izlerini taşır.

Arkeo Duvar / 87
Osmanlı’nın mirasçısı olduğu Anadolu Selçuklu dönemi Kubadabad ve Key-
kubadiye saraylarının mimari süslemesinde kullanılan zengin bitkisel be-
zeme repertuarı, çiçeğe verilen değeri ve doğayı dikkatle gözlemleyen bir
sanatsal anlayışı gösteriyor. Örneğin, Beyşehir Kubadabad sarayında yayla-
lardan getirilen suyun toplandığı bir barajı içeren av parkı yer alır. Ayrıca ya-
zılı kaynaklarda Selçuklu sultanlarının Antalya, Alanya, Konya, Kayseri, Sivas
ve Erzincan’daki yazlık köşklerinin bahçeleriyle ilgili anlatımlarını biliyoruz.

Osmanlı kuyumcularının mücevher yaparken değerli taşların şeklini bozma-


dan kullanması gibi, Osmanlı saray bahçelerinde de el değmemişçesine bir
doğallığın hâkim olduğunu görebiliriz. Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanesi-
nin en değerli eserlerinden sayılan ve Nakkaş Osman ile ekibi tarafından

Hünername minyatürü, Topkapı Sarayı


ikinci avlusunda ceylanlar, Nakkaş Osman,
Topkapı Sarayı Müzesi.
Hünername minyatürü, Kanuni Sultan
Süleyman’ın Hasan Paşa’yı Üsküdar Sarayı
Bahçesinde kabulü, Nakkaş Osman,
Topkapı Sarayı Müzesi.

Arkeo Duvar / 88
hazırlanan Hünername adlı kitabın bir minyatüründe, saray bahçesi padi-
şah için hazırlanmış yüksekçe platform ve köşk dışında bir mimari müdahale
içermezken; arkada uzanan kayalıklar, yüksek servi ve çınar ağaçları, bahar
dalları ve çimenler, hatta iskelesiz sahil tamamen doğal bir dokuyu yansıtır.
Aynı eserdeki başka bir minyatürde, Topkapı Sarayı ikinci avlusunda ceylan-
lar dolaşırken, ağaçlarda kuşlar ötüşür.

Gölge veren ulu ağaçlar, bostan ve meyvelikler, şifalı otlar, güzel kokulu ıtır-
lar, koku ve renkleri gönülleri şenlendiren çiçeklerle bezeli bahçeler bir yan-
dan da İslam inancındaki cennet algısıyla özdeşleşir. Bahçe kavramını inançla
bağdaştıran İslam anlayışı Batılı yazarların da ilgisini çekmiştir. Fransız doğa-
bilimci Joseph Pitton de Tournefort gözlemlerini: “… Türklerin en dindarları
hayır işlemek için bitkileri sular, daha iyi beslenmeleri için topraklarını kabartır.
Müslümanlar bitkilere bakarak her şeyi yaratan ve koruyan Allah’a hoş gelen bir
şey yaptıklarına inanırlar…” şeklinde dile getirir. Alphonse de Lamartine ise Os-
manlı tarihini ele aldığı eserinin bir yerinde: “… üstünde ağaç dalları ve yanında
bir çeşme, gözünün önünde kırlar, ya da deniz, oturmak ve orada, belirsiz, dalgın
bir seyirle saatler, günler geçirmek, işte Müslüman’ın hayatı; evini seçiş ve düzen-
leyişinden bu zevki anlaşılır. Türkler filozof bir millettir; her şeyi topraktan çıkarır,
her şeyi Allah’a bağlarlar...” şeklinde gözlemlerini aktarır.

Saray bahçeleri hem gezilip hoş zaman geçirilen, müzikli ve


içkili eğlenceler düzenlenen hem de sarayın ihtiyacı olan
meyve, şifalı bitki ve çiçeklerin yetiştirildiği birer alan olarak
değerlendirilmiştir.

Arkeo Duvar / 89
Bahçelerde hayat
ve kutlama

Saray bahçeleri hem gezilip hoş za-


man geçirilen, müzikli ve içkili eğ-
lenceler düzenlenen hem de sara-
yın ihtiyacı olan meyve, şifalı bitki
ve çiçeklerin yetiştirildiği birer alan Surname-i Hümayun minyatürü, III.
olarak değerlendirilmiştir. Bahar Murad’ın şehzadesi Mehmed’in sünnet
aylarında harem kadınlarının, gün- düğününde çiçekçilerin geçişi. Nakkaş
Osman, Topkapı Sarayı Müzesi.
ler öncesinden hazırlıkları başlayan
bahçe eğlencelerine çıktıkları anla-
tılır. Bahçelerde yetiştirilen çiçek-
lerin armağanlaşma geleneğinde
önemli yeri olduğunu, Osmanlı sa-
ray geleneğinde özellikle sünnet ve
evlenme düğünlerinde kutlamala-
rın çiçeklerle zenginleştiğini biliyo-
ruz. Hatta günümüze ulaşan çeyiz
defterlerinde padişah kızlarına gön-
derilen armağanlar arasında çiçek-
lerin de yer alması dikkat çekicidir.
III. Murad’ın dönemindeki sünnet
düğünü şenliklerini anlatan Surna-
me-i Hümayun adlı eserin minyatür-
lerinde, padişahın huzurundan ge- Surname-i Hümayun minyatürü, sünnet
düğününde Mısırlı ıtır satıcılarının taşınır
çen esnaf loncaları arasında çiçek bahçeyi getirmeleri, Nakkaş Osman,
ve ıtır satıcılarına yer verilmiştir . Çi- Topkapı Sarayı Müzesi.
çek satıcılarının padişahın huzurun-
dan geçirdiği çiçek tablası, vazoların
ağırlığından bel vermiş halde betim-
lenmiştir. Eserin metninde, getiri-
len çiçeklerin kokusundan övgüyle
bahsedilirken, bir başka minyatür-
de ise Mısırlı baharat satıcılarının

Arkeo Duvar / 90
araba üzerinde yürüterek küçük bir
bahçeyi padişaha sundukları anlatı-
lır. Üstelik bu “mobil bahçe”nin ken-
di sulama sistemine sahip olduğu
da kaydedilmiştir. Benzer sahneleri
III. Ahmed’in şehzadelerinin sünnet
düğünü şenliklerini anlatan Surna-
me-i Vehbi adlı eserde de görüyor,
özellikle hoş kokulu çiçeklerin geniş
tablalar içinde düğün evine gönde-
rildiğini biliyoruz. Saray düğünleri-
ne gönderilen armağanlar arasında
yer alan, şekerden yapılmış bahçe
maketleri ise hem gözlere hem de
damaklara hitap eder.

Surname-i Vehbi minyatürü, III. Ahmed’in


şehzadeleri için düzenlenen sünnet
Bursa, Edirne ve İstanbul’daki büyük düğününde şekerden yapılmış bahçe
saraylar ile Amasya ve Manisa’da- maketlerinin getirilişi, Nakkaş Levni, Topkapı
ki şehzade saraylarının bahçeleri Sarayı Müzesi.
hanedan mensupları için şekillen-
dirilmiş “hasbahçe”lerdir. Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un da dikkat çektiği üze-
re Bursa Sarayı bahçesi kale içinde “suyu bol” olarak ifade edilirken, Edirne
Sarayı ve bahçeleri nehirler arasında yer alır. Topkapı ve Üsküdar Sarayları
da deniz manzarası ile bahçeleri bütünleştiren yapılardır. Peyzajda doğal su
kaynaklarının yer almasının yanı sıra çeşme ve havuzlarla pekişen bahçe ve
su ilişkisi, Osmanlı Sarayının karakteristiği olarak karşımıza çıkar.

Osmanlı döneminde saray bahçeleri dışında, halkın kullanımına sunulmuş


bahçe ve mesireler de bulunur. Askeri, ticari, hukuki, diplomatik başarılarıy-
la Osmanlı tarihinin zirvesini temsil eden Kanuni döneminde çiçek ve bahçe
kültürünün de büyük gelişim gösterdiğini görebiliriz. 16. Yüzyıl kaynakların-
da İstanbul’un Rumeli ve Anadolu yakalarında, Fener, Haydar Paşa, Üskü-
dar, Piyale Paşa, Defterdar Paşa, Sinan Paşa, Bayram Paşa, Musahib Paşa
ve Ayazma Bahçesi adlarıyla geçen mesire yerleri zikredilir. Boğaz kıyıları da

Arkeo Duvar / 91
yine iki yakada çok sayıda bahçeyle donanmıştır. Beykoz, Küçüksu, Göksu
mesire yerleri Anadolu yakasını; Emirgan, Büyükdere, Bebek bahçeleri de
Rumeli yakasını süsler. Mesire yerlerinin belirlenmesinde de “su kenarı”nda
konumlanma kaidesine sadakatle uyulduğunu söyleyebiliriz.

Philippe du Fresne-Canayen “… İbrahim Paşa’nın Boğaziçi’ndeki evinin bahçe-


lerinde yetişen mavi, sarı, kırmızı çiçeklerin ihtişamı görülmeye değer. Türkler
çiçekleri çok sever, ellerinde ya da sarıklarında daima çiçek vardır. Pâdişahın
sarayında ağaçların altında her çeşit ve kokuda çiçek bulunur. Ağaç olarak servi
ağırlıktadır...” diyerek saray bahçesini tasvir ederken; 17. Yüzyılda Osmanlı
İmparatorluğu’na gelen Fransız gezgin Jean-Baptiste Tavernier de saray bah-
çeleri hakkında şu bilgileri verir: “… Sarayda küçük küçük çiçek bahçeleri bulu-
nur. Bostancıbaşının idaresindeki, sarayı çevreleyen büyük bahçe, diğerleri gibi
padişahındır ve serviler çoğunluktadır. Yürüyüş yollarında mozaikler ve renkli
mermerler bulunur. Çok sayıda bostancı bahçeden sorumludur. Çilek ve ahudu-
du, kavun, salatalık, bolca bulunur. Bahçede bulunan çeşmeler değişik renkteki
mermerden yapılmıştır...” Bu anlatımlardan 18. yüzyıla dek saray mekânları
gibi saray bahçelerinin de tasarım anlayışı yerine ihtiyaca bağlı düzenleme-
lerle şekillendiği söylenebilir.

Avrupa tarzı bahçe düzenlemeleri

1720’li yıllarda elçilik göreviyle Fransa’ya yollanan Yirmisekiz Çelebi Mehmed


Efendi, sefaretnamesinde saray yaşantısını usta bir gözlemcinin yorumlarıy-
la aktarır. Mehmed Efendi hastane, okul, fabrika, saray ve bahçeleri heye-
tiyle beraber incelemiş, sefaretnamesinde gördüklerini hayret ve hayranlık
ifadeleri içinde yazıya dökmüştür. Avrupa etkilerinin Osmanlı topraklarına
girmesinde -bir anlamda Osmanlı için Batı’da bir pencere açılmasında- Meh-
med Çelebi’nin gezisi ile Versailles, Marly, Fontainebleau, Trianon Saraylarını
öven ve benzerlerinin yapılmasını öneren mektupları, beraberinde getirdiği
resimler, planlar ve kitaplar birer dönüm noktası olmuştur. Böylece III. Ah-
med dönemiyle özdeşleşen, Kağıthane deresi kenarındaki Sadabad bahçele-
ri, Fransız saraylarının bahçelerinden ilham alınarak düzenlenir.

Arkeo Duvar / 92
III. Selim döneminde sarayda baş mimar olarak çalışan Antoine-Ignace Mel-
ling, gravürlerden oluşan ve İstanbul’u konu alan bir albüm hazırlar. Mel-
ling, III. Selim’in kızkardeşi Hatice Sultan’ın Defterdarburnu’ndaki Neşetabad
Sarayı’nı ve bahçelerini tasarlayıp düzenlemekle kalmamış, haremin resmi-
ni yapma cesareti gösterecek kadar da saraya yakın olur. Hatice Sultan bu
düzenlemelerin öncesinde, Danimarka Maslahatgüzarı Hübsch’ün Büyükde-
re’deki yazlık villasının bahçelerini görmek için Sultan’dan izin ister ve İstan-
bul’u Avrupa tarzında güzelleştirmek isteyen Sultan III. Selim kendisine bu izni
verir. Aynı dönemde İstanbul’daki bazı köşk ve kasırların bahçeleri, yabancı
uzmanlar tarafından, Rönesans ve Barok tarzında düzenlenir. 18. Yüzyılda
Melling’in Batı etkili bahçe düzenlemelerinden sonra 19. Yüzyılın ikinci yarı-
sından itibaren Avrupa, özellikle de Fransız bahçe düzenlemeleri saraylarda
ve konaklarda yaygınlaşır. Avrupa tarzı bahçe düzenlemeleri hakkında, 1835
yılında İstanbul’a gelen İngiliz seyyah ve edebiyatçı Miss Julia Pardoe’nun, Re-
isülküttab Yusuf Paşa’nın yalı bahçesini anlatan satırları bize fikir verir: “… bir
yanda mermer havuzları, öte yanda portakal ağaçları arasındaki gezinti yolları
ve her yanda çeşitli ustalıklarla biçimlendirilmiş gül, mine ve sardunya tarhları
ile küçük bir cennetti…”

Bahçe düzenlemenin bir sanat ha-


lini almaya başladığı 18. yüzyılda,
Batılılaşma yönünde değişime uğ-
rayan tasvir sanatlarında da bah-
çe konusunu işleyen sahnelerin
giderek yaygınlaştığını görebiliriz.
Geleneksel duvar çinilerinin yeri-
ni almaya başlayan kalemişi duvar
resimlerinde, lake kitap ciltlerinde,
pulat sini ve tepsilerde, şiir albüm-
lerinin sayfaları arasında duvarlarla
sınırlanmış bahçe manzaraları kimi
zaman hayali bir dünyayı betimler.
Osmanlı sanatında bir yenilik ola-
rak karşımıza çıkan bu manzara re- Lake kitap cilt kapağında köşk ve bahçe
simlerinde köşkler, köprüler, renkli tasviri, Abdullah Buhari, Topkapı Sarayı
Müzesi.

Arkeo Duvar / 93
çiçeklerle süslü çiçek tarhları,
dallarından meyveler sarkan
ağaçlar Batılı bir bahçe düzeni-
ni gösterecek şekilde ve pers-
pektif kurallarına uymaya çalı-
şarak yani yine Batının anlatım
diliyle canlandırılır. Topkapı Sa-
rayı’nda, 18. Yüzyıl sonu ve 19.
yüzyıl başında önce yaptırılan
ya da yenilenen I. Abdülhamid
Has odası, Valide Sultan Daire- Topkapı Sarayı Harem Dairesi, Mihrişah Valide
si, Mabeyn Sofası, III. Selim ve Sultan Hasodası’ndan duvar resminde bahçe
köşkü.
Mihrişah Valide Sultan Has oda-
ları, III. Osman Köşkü gibi pek çok mekânın duvarlarını bu hayali bahçe man-
zaraları süsler. Kısacası 16. Yüzyılda sarayı bahçeye taşıyan anlayış değişmiş,
18. yüzyıldan sonra adeta bahçeyi mekânın içine sığdırma çabası kendini
göstermeye başlamıştır.

Doğaya müdahale eden bir anlayışa doğru

Lake kitap cilt kapağında köşk ve bahçe tasviri, Abdullah Buhari, Topkapı Sarayı Müzesi.

Arkeo Duvar / 94
19. yüzyılda Çırağan, Beylerbeyi, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında, söz ko-
nusu yapıların Batı tarzı mimarileriyle uyumlu bahçe düzenlemelerini göre-
biliriz. Fıskiyeli havuzlar, çiçek tarhları, mermer ya da bronz hayvan heykelle-
ri, devasa bronz döküm vazolar, oturma birimleri, çitler kullanılarak Batı’daki
bahçelerin birer benzeri yaratılır. Sarayın bahçe düzenlemeleri, varlıklı aile-
lerin konak ve köşklerini de etkiler. Örneğin, İzmir’in Avusturya Başkonso-
losu Karl von Scherzer, 1873 Viyana Sergisi için Avusturya Devleti tarafın-
dan istenen ticari ve kültürel içerikli raporunda, İspanyol hasırından yapılmış
sandalyeler ve İngiliz üretimi demir bahçe mobilyalarının da İzmir limanına
getirilen ithal mobilyalar arasında yer aldığını bildirir.

Osmanlı siyasi, askeri ve bilimsel alanlarda olduğu kadar sanat konusunda


da çok çeşitli kaynaklardan beslenerek yükselir. Ancak başlangıçta olumlu
sonuçlar yaratan yabancı etkiler, sürdürülemez hale gelerek imparatorluğun
sonunu hazırlar. İmparatorluğun her yerinden, en uzak coğrafyalardan en
yetenekli sanatçıları kendine çeken Osmanlı Sarayı devrinin en önemli sanat
üretim merkezi iken 18. yüzyılda değişen dünya düzeni ile geleneğini yitirir.
Sanatın bu gelişim çizgisi bahçe düzenlemelerinde de kendini gösterir ve
doğayla bütünleşen bahçe zevki doğaya müdahale eden bir anlayışa evrilir.
Değişmeyen ise Osmanlı toplumunda bahçeye, çiçeğe, ağaca ve hayvanlara
karşı beslenen tutku derecesindeki derin ve yoğun sevgidir…

Arkeo Duvar / 95
Dünyevi zevkler bahçesi:
Hieronymus Bosch’un
öbür dünyası
Cennet ödül, cehennem ise ceza çekmek için gidilen yer. Hierony-
mus Bosch cennet bahçesi ve cehennemle birlikte dünyevi bahçe-
nin de resmini yapmıştır. Bosch’un bu eseri din tarihi, sanat tarihi,
psikanaliz, edebiyat gibi farklı disiplinlerin konusu olmuş ve hak-
kında çok şey yazılıp çizilmiştir.

Abdullah Deveci
Sanat Tarihçisi, Eskişehir Okulu

Hieronymus Bosch, Dünyevi Zevkler Bahçesi, Madrid Peado Müzesi.

Arkeo Duvar / 96
A kadça’da Gannu, İbranilerde Gan Aden (Aden Bahçesi), Greklerde pará-
deisos, Grek mitolojisinde Hesperidler Bahçesi, İslam’da cennet kelime-
leri daima bahçe ile ilişkilidir. Hatta bahçenin kendisidir. İslam’da cennet,
“örtmek, gizlemek” anlamında olup “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe”
anlamındadır. Cennet, verimli topraklarla çok güzel bitki örtüsüne sahiptir.
Tabii elmanın bütün cennet inanışları için özel bir anlamı olduğunu da ekle-
meden geçmeyelim.

Cennet ödül, cehennem ise ceza çekmek için gidilen yer. Hieronymus Bosch
cennet bahçesi ve cehennemle birlikte dünyevi bahçenin de resmini yapmış-
tır. Bosch’un bu eseri din tarihi, sanat tarihi, psikanaliz, edebiyat gibi farklı
disiplinlerin konusu olmuş ve hakkında çok şey yazılıp çizilmiştir.

Hollandalı Rönesans Ressamı Hieronymus Bosch, kesin tarih bilinmese de


1450’lerde S’Hertogenbosch’da doğdu. 1516 yılında aynı kentte öldü. Asıl
adı Jheronimus van Aken olan Bosch, Aachen’den geldiği sanılan bir ressam
ailenin çocuğuydu. Tüm yaşamı S’Hertogenbosch’da geçti. 1488 – 1499 yıl-
larında İlk bağımsız işlerini bu kentin katedralinde gerçekleştiren Bosch, ka-
tedralin resim ve süslemelerinde çalıştı. Kişisel hayatıyla ilgili neredeyse hiç
bilgi yoktur. Bosch’un yaşadığı dönem Protestan düşünce ve reform hare-
ketlerinin yoğunlaşmaya başladığı dönemdir. Bilindiği gibi, Reform hareke-
tinin din ve insan arasındaki bürokrasiyi kaldırmak çabası Avrupa’nın Kuzey
ve Benelüks coğrafyasında yoğun karşılık bulmuştur. Bosch Katolik ahlakının
didaktik bir ressamıdır. İnsanların daha dindar olması için resimlerinin etkili
olmasını istemiştir.

Arkeo Duvar / 97
Korku dini beslerken alaycılığı
seküler olanın iştahını kabartır

Anna C. Krausse’a göre, 16.yüzyıl Hollanda’sında salgın hastalıklar, savaşla-


rın yıkıcı etkisi, toplumsal çalkantılara eşlik eden açlık gibi nedenler dinsel
duyguları derinden etkiler. Tanrının insanları cezalandırdığını düşünenler
dinsel fanatizme savrulur. Cadı avlarının ayyuka çıktığı dönemlerdi bu zor
dönemler. Diğer yandan dini kurumların tartışıldığı ve Katolik Kilisesi’ne kar-
şı ‘Reform’u savunanların kitleleri kucaklamaya başladığı dönemlerdi. Hie-
ronymus Bosch’un resimlerini böyle dini ve siyasi ortamda yaptığını tahayyül
etmeliyiz. Tuhaf olanı korkunun, absürt olanı keskin alaycılığın eşlik ettiği
resimlerdir bunlar. Korku dini beslerken alaycılığın seküler olanın iştahını
kabarttığını söylemek kanımca yanlış olmaz. Benelüks coğrafyası ressamları-
nın, Van Eyck’in, Bosch’un, sonrasında Bruegel’in fantastik konularla birlikte
hep yaptığı bir şeydir bu.

Bosch’un Dünyevi Zevkleri Bahçesi adlı eseri triptik bir eserdir. Triptik resim
denildiğinde ortadaki daha geniş olan üç kanatlı bir pano düzeni anlaşılmalı-
dır. Yan kapaklar açılır kapanır ve kapatıldığında da orta panoyu kaplayacak
şekildedir. Kapaklar kapatıldığında Dünyevi Zevkler Bahçesi’nde olduğu gibi
bir arka kapak resmiyle de karşılaşabiliriz.

Arka kapak resmi:


Üçüncü gün

Triptiğin yan kapakları kapatıl-


dığında gri tonlarında boyanmış
bir küre ve sol köşede elinde İn-
cil tutan Tanrı betimlemesi yer
alır. Arka kapak resminde ışık ve
renk yoktur. Bunun nedeni evre-
nin yaratılışının üçüncü gününün
tasvir edilmesi olmalıdır. Gomb-
rich bunun Nuh Tufanı tasviri ol- Arka Kapak Resmi: Yaratılışın Üçüncü Günü.

Arkeo Duvar / 98
duğu, resmin isminin “Tufanın Verdiği Ders” olması gerektiğini söylese de
sağ ve üst köşesindeki yazılar resmin yaratılış ile ilgili bir sahne olduğunu
düşündürür: İpse dixit et facta sunt; ıpse mandavit et cerata sunt (Çünkü O
söyledi ve oldu; O emretti ve sabit durdu).

Sol panel: Cennet bahçesine tercih edilen günah

Cennet bahçesinin tüm güzelliği


ve çekiciliği ile tasvir edildiği sol
panel aynı zamanda kutsal evli-
liği gösterir. Kutsal evlilik tek eşli
olmalıdır. Âdem, Havva ve Tan-
rı, fantastik hayvanlar ve nesne-
lerle dolu cennette günahkâr ol-
mayan insanları beklemektedir.
Gombirch’e göre bu kompozis-
yonda Tanrının Havva’nın elin-
den tutması, Adem’in ayaklarının
Tanrının giysisiyle temas etme-
si insan ile Tanrı arasındaki ilahi
birliğe işaret eder.

Meyvelerle dolu ağaçların ara-


sına su birikintisinden su içen
beyaz tek boynuzlu at, geyikler,
ağaca tırmanan ayı, iki ayaklı
uzun kulaklı tuhaf hayvan, çeşitli
kuşlar, Avrupa için yabancı fil ve
zürafanın yanı sıra öndeki su biri-
kintisinde kitap okuyan kuş başlı
balık gövdeli hayvanla, boynuzlu
balık gibi hayvanların yanı sıra
kurbağa ve çeşitli su canlıları…
Kısacası Bosch’un hayal gücüyle
biçim kazanmış çok sayıda ya-
ratık cennetin hayvanları olarak Sol Panel: Cennet.
tasvir edilmiştir.

Arkeo Duvar / 99
Eski Ahit’te (Leviler 11; 13) eti yenmemesi gereken tiksindirici ve kötücül bir
kuş olarak tanımlanan, Orta Çağ’da da cadılık ve uğursuzlukla anılan bayku-
şun cennette betimlenmesi dikkat çekicidir. Arka plandaki su birikintisi için-
de yer alan Hayat Çeşmesi olarak yorumlanan fıskiyeli çeşmenin ortasındaki
oyukta, yani özel bir yerde baykuşun yer alması cennetin de tekin bir yer
olamadığını anlatmanın bir yolu olarak kullanmış. Ya da Âdem ve Havva’nın
cennetten kovulacağının habercisi olarak Bosch’un baykuş simgesini kullan-
dığını düşünebiliriz.

Orta panel:
Dünyevi zevkler

Çıplak, kendilerinden geçmiş ve


şehvet içindeki insanlar resmin
ismini veren dünyevi zevkler
bahçesinde, yani yaşanılan dün-
yada tasvir edilmiştir. Bosch’un
göstermek istediği şey, Hıristi-
yanlıkta yedi ölümcül günah ola-
rak inanılan kibir, açgözlülük, kıs-
kançlık, şehvet, öfke, miskinlik ve
oburluk günahlarına boğulmuş Orta Panel: Dünyevi zevkler.
insanların dünyanın geçiciliğini
umursamadan yaşamalarıdır. Parçalanıverecekmiş gibi duran fıskiye, ısta-
koz kabukları, cam nesneler, yumurtalar her şeyin kırılıp döküleceği ve yok
olacağı hissi verir.

Orta kısımda yer alan su birikintisinde yüzen kadınların etrafında at, öküz,
ayı, deve, domuz, geyik gibi hayvanlardan başka grifon gibi fantastik yaratık-
ların üzerine binmiş erkekler dairesel bir döngü içinde dolaşır. Cinsellik ile
ilgili metaforla yoldan çıkmış insanların bu döngüde hep aynı şeyi tekrarladı-
ğı gösterilir. İnsanlar mutlaka değişik meyvelerle betimlenmiştir. Meyvelerle
cennetteki ilk günaha gönderme yapılarak günahkarların dünyevi olanı tercih
ettiği bir kez daha gösterilir. Cinselliğin bir bahçede gösterilmesi Orta Çağ’ın

Arkeo Duvar / 100


edebi eserlerinden bilinen alegorik bir anlatımdır. Benzeşimler üzerinden ya-
pılan ve içerisinde aşk bahçelerinden bahseden 13. yüzyılın ünlü şiirlerinden
“Gülün Romantizmi” burada hatırlanabilir: Gül goncasıyla sembolize edilen
bir bakirenin yoldan çıkmasını rüya alegorisiyle anlatan şiir Geç Orta Çağ’ın
en sevilen şiirlerindendir.

Sağ panel:
İlk günahın
kaç bin yıllık evrimi
ve cehennem

Kargaşanın hâkim olduğu atmos-


fer içinde cehennemi gösteren
sağ panel resminde günahkâr in-
sanların değişik yöntemlerle ıstı-
rap ve utanç içinde ceza çekişleri
gösterilir. Göksel ışığın olmadığı,
dış evrene kapalı ve ufuksuz fan-
tastik bir mekân olarak betimle-
nen cehennemde bahçe yoktur:
Hayvan veya makina insan karı-
şımı yaratıkların insanlara işken-
ce ettiği ateşler içinde bir yerdir.
Burada korkunun kol gezdiği ka-
ranlık vardır.

Cehennem bölümünün merkezi


figürü, batıverecekmiş gibi duran
iki kayık üstünde yükselen ağaç
adamdır. Parçalanmış beden im-
gesinin diğerlerinden daha güç-
lü gösterildiği betimleme budur.
Parçalanmış kalçanın iç kısımda
fıçıdan testiye olasılıkla içki dol- Sağ Panel: Cehennem.

Arkeo Duvar / 101


duran bir kişiyle masada oturan insanlar görülür. Bir erkek, sanki pencere
kenarında oturmuş gibi umursamaz bir biçimde eziyet çekenleri seyretmek-
tedir. Bir başka erkek kalçasına saplanmış okla merdiven tırmanmaktadır.

Bosch’un Dünyevi Zevkleri Bahçesi adlı eserinden ilk olarak, Antonio Beatis
1517-1518 yıllarındaki Almanya-Hollanda-Fransa-İtalya gezisi günlüklerinde
bahseder. Beatis, resmin zor anlaşıldığını söyler. Doğaya sadık betimlemenin
dışında tuhaf bulduğu kısımlardan bahseder. Resimdeki çoğu kişi için tuhaf
bulunan, “turna dışkılayanlar” betimlemesidir. Panelin sağ alt tarafında bir
tahtta oturan kuş kafalı karışık yaratık tarafından yutulan günahkâr insanın
kalçasından kuşlar çıkmaktadır. Tuhaf bulunan bu betimlemeler için, 1605’te
José de Siguenza “insanlığın utancına ve günahına ilişkin hicivli bir yorum”
demiştir.

Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi’nin yorumlanmasında farklı görüşler var-


dır: İtalya’dan gelenler için Bosch’un bu dehşet verici düzenlemeleri, sevimli,
düşsel ve eğlendiriciydi. Ancak şiddet ve işkence görünümlerinin korku ögesi
olarak kullanıldığı çok açıktır. Gombrich, Bosch’un imge dünyasının güldü-
rücü bulunmaktan vazgeçilmesinin 20.yüzyıl tutumu olduğunu söyler. Yakın
zamanlarda yapılan yorumlarda ise cinsellik üzerinde çokça durulmuştur.
Krausse, Bosch’un niyeti 20. yüzyıl sanatçılarından farklıydı der. “O, insan ru-
hunun derinliklerinde yatan kötülükleri değil, insan eyleminin kötü sonuçlarını
tuvale aktarmak çabasındaydı. Korkunç görüntülerin ardında ahlakçı bir mesaj
saklıydı.” Bosch “resimleriyle insanlığın bu dünyada yaptığı yanlışlar yüzün-
den çekeceği cehennem azabına dikkat çekmek” istemiştir.

Sürrealizmin kuramcısı olarak kabul edilen Andre Breton’un


“Sürrealizm benden önce vardı benden sonra da var olacak”
sözü aralarında Bosch’un da bulunduğu bir grup sanatçıyı
öncelediğini düşündürür.

Arkeo Duvar / 102


Gerçeküstülük akımı ve Bosch

Bosch’un resimlerinde görülen tuhaf ve fantastik yaratıklar, bitkiler ve seb-


zeler, uzatılmış, oransız büyütülmüş ve deforme edilmiş türlü figürler, insan
organları eklenmiş hayvanlar, hermoafrodit iblisler, beden parçalarının ayrı
bir figür olarak resmedilmesi sürrealizmin habercisi biçim dünyası olarak
değerlendirilir. M. Irak’a göre, Bosch’un cennet-cehennem gibi dini konularla
yaptığı ahlaki çöküşün eleştirisidir. Bosch’un sanatı tema olarak sürrealistle-
re benzemez. Ancak biçimsel anlamda 20.yy. da savaşın yarattığı yıkımdan
olumsuz etkilenen sürrealistlerle benzeşir. Sürrealistlerin bilinçdışı gibi yeni
veya başka bir dünyaya kaçış çabasıyla ortaya çıkan kurgu sahneleri Bos-
ch’un biçim dünyasıyla örtüşür. Sürrealizmin kuramcısı olarak kabul edilen
Andre Breton’un “Sürrealizm benden önce vardı benden sonra da var olacak”
sözü aralarında Bosch’un da bulunduğu bir grup sanatçıyı öncelediğini dü-
şündürür.

Lacan’la Bosch’un uhrevi dünyasından, insanın


dünyevi dünyasına

1920’lerde André Breton öncülüğünde gelişen Surrealizm akımı Freud’un


psikanaliz yönteminden büyük ölçüde etkilenmiştir. Psikanalizde duygusal
ve düşünsel bir durumla baş edememe durumlarında bilinç dışının egoya
doğru püskürmesiyle rüyalar, dil sürçmeleri, istemsiz el-kol ve kas hareket-
leri, bağlantısız ve mantıksal dizgesi olmayan ve birbirini izleyen konuşmalar
birer semptom olarak ortaya çıkar. J. M. Émile Lacan’ın psikanalizle bağlantılı
olarak iki resme çok önem verdiği anlaşılıyor. Bunlardan biri, Hans Holbe-
in’in Elçiler resmi, diğeri de Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi resmidir. Rüya
benzeri fantastik imgelerin bolca olması, resmi psikanalizin konusu yapmak
için zaten yeterlidir.

Arkeo Duvar / 103


Bosch’un günahın cezasıyla terbiye edilmiş ahlakın sonuç
alıcı ve mutlu bir toplum için elzem olduğunu düşündüğü de
çok belli. Böyle bir ahlak cennet bahçesine açılan kapı aynı
zamanda.

Bosch’un bu resmi hakkında yapılan psikanaliz yorumları anlamak için La-


can’ın “Ayna Evresi” ve “Yabancılaşma” kavramlarına değinmek gerekiyor.
Konu aslında Lacan’dan önce Fransız psikolog Henri Wallon tarafından yapı-
lan çalışmalara dayanır. Wallon’un çalışmasında 6 aylık çocuklarla, şempan-
zelerin ayna karşısında davranışları test edilir. Şempanze ayna karşısında
kendi görüntüsünü yanıltıcı bularak ilgi göstermezken, daha motor yetileri
gelişmemiş çocuk aynadaki görüntüyü kendi imgesi olarak kabul eder. Ço-
cuk kendisi dışında bir (aynadaki) imgeyle özdeşleşir. Lacan’ın çalışmalarında
özne-ben’in işlevinin oluşturucusu olarak ayna evresi hep referans noktası
olmuştur.

Yabancılaşma üzerine ilk belirlemeler Marx’a aittir. Marx’a göre, “kapitalist


düzen içinde işçinin kendi emeğiyle ürettiği nesnelere yabancılaşması üre-
tim ilişkileri bağlamında tanımlanmıştı. Bu yabancılaşma aynı zamanda “in-
sanın insandan yabancılaşmasıdır. E. From da “Kendi emeğine ve eylemlerine
yabancılaşan insan, diğer insanlarla olduğu gibi, kendisiyle irtibatını” kaybetti-
ğini söylemişti. Ayna evresini izleyen yabancılaşmada ilk belirleme, aynadaki
imgenin hem boyutları hem de ters yüz olmuş haliyle çocuğun aynısı olma-
dığıdır. Aynadaki imge kendisi olmadığından yabancılaştırıcı bir şeydir. Fun-
da Kızıler Emer’in anlatımıyla, “ben ve öteki / aslı ve sureti ikilemini yaratan
bir obje olarak ayna; mitolojide (Narkissos), sanatta ve yazında başat olarak
benlik arayışını ve yabancılaşmayı simgeler.” Yazar H. Kräftner’in metinlerin-
de kullandığı ayna imgesini değerlendiren Emer, ayna evresinin kimlik ara-
yışı ve yabancılaşma olguları ekseninde kullanıldığı tespitini yapar. Kräftner
bir mektubunda, “Her aynanın kişiye başka bir yüz gösterdiği doğru; bu nedenle
şimdi kendime çok yabancıyım” demektedir. Erdoğan Özmen’e göre, Lacan’ın
bize gösterdiği imgedeki bu yabancılaşmanın ‘ego’yla nasıl örtüştüğüdür.

Arkeo Duvar / 104


“Ego, bedensel bütünlüğün başlangıçtaki eksikliğine dayanan yabancılaştırı-
cı bir özdeşleşmeyle yapılanır. Ne denli tamamlanmış görünürse görünsün,”
beden parçalanmış ve eşgüdümsüzdür.” Lacan bu durumun en iyi anlatımı-
nın Bosch’un resimlerinde görüldüğünü söyler. Bosch’un resimlerinde gö-
rülen parçalanmış beden çözülme hallerinde ve rüyalarda kendini gösterir.
Lacan’a göre, insan imgelemini taciz eden bedensel felaketlere ilişkin ‘hadım
etme, iktidarsızlaşma, yaralama, uzuvların kopması, yerinden çıkması gibi
imgeler Bosch’un resimlerinde güçlü biçimde verilmiştir.

Kim bilir? Bosch belki de terler içinde uyandığı rüyasından aklında kalanları
resmetti. Belki de üyesi olduğu Katolik cemaatin toplantılarında yapılan ko-
nuşmalarda geçen ve psikanaliz için birer semptom olan anlatımlar resimle-
rinde etkili oldu.

Yaşadığımız dünyaya indirilen cennet tahayyülü

Gombrich çok haklı olarak Jan Van Eyck’in Arnolfini’nin Evlenmesi resmiyle
Bosch’un bu resmi arasında paralellikler kurar. Gombrich Eyck’in resmine
düştüğü “Ben de oradaydım” notunu, Dünyevi Zevkler Bahçesin’de de görsek
yadırganmazdı diye düşünür.

Bosch’un günahın cezasıyla terbiye edilmiş ahlakın sonuç alıcı ve mutlu bir
toplum için elzem olduğunu düşündüğü de çok belli. Böyle bir ahlak cennet
bahçesine açılan kapı aynı zamanda. Ama ne Bosch’un yaşadığı zamanlarda
ne daha öncesinde ne de şimdilerde huzur ve mutluluğu bulamadı insan-
lık. Beşinci Mektupta Habeşistanlı öğrenciye “Yaşamak ne güzel şey TARANTA –
BABU” diye yazdırır Nâzım Hikmet. Halbuki bu satırların yazıldığı zamanlarda
Musollini İtalya’sı cehennemi yaşamaktadır. Nâzım elbette yeryüzü cenneti-
ni düşlüyordu. Yeryüzü kardeşliği, eşitlikçi ve özgür yaşam, cehennem ceza-
sının korkusuyla oluşmayacak. Cennetin yeryüzüne indirilmesiyle oluşacak.
Michel Foucault, “Bosch’un eserlerinin onun çağdaşları ve izleyen kuşaklar
açısından taşıdığı anlam bir ahlâk dersidir: dünyadan doğan bütün bu figür-
ler kalpteki canavarları ihbar etmekte değiller midir?” diye sorarken imgele-
min uhrevi değil, bu dünyaya ait olduğunu kasteder.

Arkeo Duvar / 105


Rüyamda yorgun düştüm,
cenneti arzulamıyorum artık.
Geçmiş peşimizden gelir,
biz ölünceye dek.

Cennet de cehennem de budur.

Kusura Bakmayın Notu: Arkeo Duvar’ın 8. sayısında “Patates Yiyenler ve On


Altı Ton Vicdan” başlıklı yazıda günlerce uykumu kaçıran bir hata yaptım.
“On Altı Ton” şarkısı bir Amerikan madenci şarkısı. Metinde İngiliz madenci
şarkısı değil de sadece madenci şarkısı deseydim, belki sorun olmayacaktı.
Ama yazının başlığında da “on altı ton” geçmesi hatayı çok belirgin hale ge-
tirdi. Okuyucularımızdan özür dilerim.

Arkeo Duvar / 106


Bahçe geleneği ve
millet bahçeleri

Millet bahçesi olarak tanımlanan bahçeler, bu kentsel değişimin


ve yaşama biçiminin bir parçasıdır. Tanzimat sonrası kentlerin
idari sistemi ve mimarlık eylemindeki değişiklikler, mesire yerlerin-
den farklı olarak bu tür bahçeleri yeni kentsoyluya farklı sosyalleş-
me mekanları oluşturmak için planlanır. İsimlerinin millet bahçesi
olması da yine Tanzimat ile ilişkili olmalıdır.

Prof. Dr. Filiz Yenişehirlioğlu


Koç Üniversitesi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü

D oğayı anlama, kontrol edebilme, ona hâkim olmaya çalışarak insanın


günlük yaşamındaki faaliyetleri kendi avantajına çevirebilme yetisi
tarih öncesi dönemlerden beri devam eden bir serüvendir. Doğadan ve
doğal çevreden etkilenen insan daha sonraları sanayi devrimiyle beraber
doğayı etkilemeye, bozmaya veya değiştirmeye başlar. İklim değişiklikleri,
bio çeşitlilikteki yok olmalar, depremler bir yandan yeni türlerin ortaya çık-
masına öte yandan ise yok olmasında etken olmuştur.
Arkeo Duvar / 107
İnsanın doğayla olan yakın ilişkisinde, tarım evrimi ve tohum ekerek karnını
doyurmaya başlaması önemlidir. Bu kapsamda ortaya bireysel bahçeler ve
bakımı çıkar. Bahçeler sadece yemek ihtiyacını karşılayıcı sebze ve meyve
ağaçları ile donatılmaz, onlara çevrelerini güzelleştirici çiçekler de eklenir.
Çiçek kültürü, sanayi öncesi toplumların sonsuz değer verdikleri bir alan-
dır. Tabii çiçekler sadece bahçelerdeki estetik güzellik, renk ve koku duygu-
su için değil aynı zamanda ecza gereksinimi için de kullanılmıştır. Çiçeklerin
biçimleri, rüzgardaki salınımları, diğer canlılara besi kaynağı olması müzik,
edebiyat gibi alanlarda ilham kaynağı olmuş, kimi çiçeklere dini veya sosyal
sembolik anlamlar yüklenmiştir. Çiçek metaforu özellikle kadın betimleme-
lerinde kullanılmıştır. Deniz aşırı ülkelerden getirilen türler, doğal yollarla
tohumların hareketliliği bahçeleri zenginleştirmiş ve onları prestijli alanlar
haline dönüştürmüştür. Lale gibi çiçek türleri özellikle yetiştirilmeye çalı-
şılmış, 18. yüzyıl Osmanlı dünyasında yeni lale türleri yetiştirilmiş, onlara
adeta patent alınmış ve yeni türlere edebi isimler verilmiştir. Ayrıca lale
soğanından çıkacak lalenin rengi önceden belli olmadığı için, bahis konusu
bile olmuştur! Klasik Dönem Osmanlı sanatının ana ögesi olan doğadan
alınan çiçekler her tür malzeme üzerinde kullanılırken, 17. yüzyıl sonundan
itibaren konakların kasr ve sarayların duvar resimlerinde de bahçe betim-
lemeleri önemli bir yer tutar.

Bahçelere yüklenen sembolik anlam

Çiçeklerin özgünlüğü ve çekiciliği tarih içinde özellikle yönetici sınıfların kul-


lanmaya çalıştığı bir gösteri alanına dönüşür. Saray bahçeleri bir yandan
yöneticinin yaşadığı yeri gizemli ve farklı kılarken, zor bulunan ve egzo-
tik bitkilerin yetiştirildiği yerler olur. Saray bahçeleri, bireysel bahçelerden
farklı olarak uzman kişiler tarafından düzenlenen yerlerdir. Sarayın planlı
mimarisi gibi bahçeler de açık hava alanlarının mekansal düzenlemeleri
için başlı başına bir “mimari” oluşturmaya başlar. Paris’te Louvre Sarayı’nın
14. yüzyıldaki ilk kuruluş halini bulmak için yapılan arkeolojik kazılarda, sa-
rayın bahçesi de araştırılmış ve daha sonra Tuilerie Bahçeleri adını alacak
olan yerde 14. yüzyıl saray bahçelerinden kalıntılar bulunmuştur. Tablolar,
gravürler, desenler kadar arkeolojik araştırmalar da geçmiş bahçeleri araş-
tırmamıza yardım eder. Bahçelere yüklenen sembolik anlam özellikle İslam
kültüründe cennet tanımıyla da özdeşleşir ve anlam kazanır.

Arkeo Duvar / 108


Bahçeler üzerine, özellikle de Osmanlı Dönemi bahçeleriyle ilgili araştır-
malar ve yayınlar bulunmaktadır. Genellikle bireysel veya saray bahçele-
ri dışında kentlinin ortak doğal alanlarda buluştukları yerler ise Osmanlı
Döneminde mesire yerleri olarak bilinir. Bu alanlar kentlerin içinde doğal
olarak yer alan, çiçek tarhları veya yollar ile düzenlenmemiş, kentsoylu-
nun ailecek gelip yerlerde oturabildiği, zaman geçirdiği yerlerdir. İstanbul’a
veya İmparatorluğun büyük kentlerine gelen seyyahların yazdıklarına ve
gravürlere bakılırsa, 19. yüzyılda mezarlıklar bile mesire yeri olarak kulla-
nılmıştır. Açıklıkta yer alan bu ferah ve ağaçlıklı alanlar, güzel manzaraları
ile de dikkat çeker. Ayrıca 18. yüzyıldan sonra kentlinin daha çok kentsel
açık alanları kullanmaya başlaması, onları köşklerin, yalıların koruluklarına,
padişahların veya yöneticilerin yaptırdıkları kasırların herkese açık bahçe-
lerine de yönlendirir. Buralarda inşa edilen çeşmeler, gelenlerin su ihtiya-
cını da karşılar.

Oya Şenyurt, Osmanlı metinleri üzerine yaptığı araştırmasında Osmanlı


dünyasında gezme kavramı için, “açılma, ferahlama, yorgunluk atma, sağlık
için “tebdil-i mekân” (mekân değişikliği) ya da “tebdil-i hevâ (hava değişik-
liği)” eylemidir” der. Dolayısıyla mesire yerleri de bu amaca hizmet etmiş
olmalıdır. İstanbul’da Kağıthane bölgesi, Küçük Su Kasrı çevresi gibi mesire
yerleri kentlinin kullandığı boş doğal alanlardır.

Kağıthane, 18. yüzyıl. Zennenname, Göksu Mesiresi.


Enderunlu Fazıl, İstanbul Üniversitesi.

Arkeo Duvar / 109


Yeni bina ve mahalle oluşumları

19. yüzyılda Avrupa’daki sanayileşme, kent planlamalarını ve kentsel geli-


şimi büyük ölçüde etkiler. Çalışma saatlerini düzenleyen bu yeni anlayış,
kentlerin sağlıklı hale getirilmesi ve benzeri yeni düzenlemeler insanların
yaşamlarında da değişiklik yaratır. Osmanlı kentsoylusu da İmparatorluğun
büyük kentlerinde bu yeni yaşama düzenine göre günlerini yeniden orga-
nize eder. Tanzimat ve Islahat Fermanı sonrası ortaya çıkan ve kentlerin
inşasını ve yeni yapılaşmaları daha önce olmayan kurallara bağlayan enbi-
ye-nizamnameleri, insanların yeni mekansal özellikleri olan mahallelerde
ve daha önce görmedikleri mimari üsluplarla inşa edilmiş yerlerde yaşa-
malarına yol açar. Yeni bina ve mahalle oluşumları belirli kurallara bağla-
nır. Elbette yeni kurulacak bir mahallede okul, karakol, mescit inşa edilmeli
ve pis atık su sistemi yapılmalıdır. Sokaklara ve binalara isim veya numara-
lar verilir. Evlerin kaldırıma taşmaları engellenir, saçaklar içeri çekilir. Öte
yandan mimari eylemin, modern eğitim almış okullardan mezun mimar-
lar tarafından gerçekleşmesi de bu değişime katkı sağlar. Büyük kentlerde
apartmanlar inşa edilmeye başlanır. İdari sistem içinde de belediyelerin ve
Vilayet Meclisleri’nin kurulması, kentlinin temsiliyetini de bu tür kurumlar-
da arttırmıştır. Ayrıca Müslüman ve Gayr-i müslimler arasındaki hukuksal
farkların kalkması ve herkesin aynı sosyal vatandaşlık statüsüne geçmesi
Gayr-i Müslimlerin de Müslümanlar kadar bu yeni kurumlarda temsil edil-
melerine olanak sağlar.

Eskiden var olan sosyal, ekonomik ve kültürel kurumları barındıran yapılar


yeni bir forma dönüşür. Arastalar ve kapalı çarşıların yanısıra pasajlar or-
taya çıkar, konaklama artık otellerde yapılır, sağlık sorunlarını hastaneler
karşılar, idari bürokrasi yöneticilerin evlerindeki selamlıklardan değil artık
bakanlık binalarından yönetilir. Sinema, tiyatro, resim sergileri gibi etkinlik-
lere ailecek gidilir.

Arkeo Duvar / 110


İsimlerinin millet bahçesi olması
tanzimat ile ilişkili

Millet bahçesi olarak tanımlanan bahçeler de bu kentsel değişimin ve ya-


şama biçiminin bir parçasıdır. Tanzimat sonrası kentlerin idari sistemi ve
mimarlık eylemindeki değişiklikler, mesire yerlerinden farklı olarak bu tür
bahçeleri yeni kentsoyluya farklı sosyalleşme mekanları oluşturmak için
planlanır. İsimlerinin millet bahçesi olması da yine Tanzimat ile ilişkili ol-
malıdır. Bu konuyla ilgili iki görüş vardır: Belirli bir dini gruba dahil olan-
lara verilen Arapça “millet” tanımlaması Tanzimat ve Islahat Fermanı ile
Osmanlı İmparatorluğundaki Gayr-i müslimleri tanımlamada yeni anlam-
lar kazanmış ve Ermeni Milleti, Rum Milleti gibi tanımlar yaygınlaşmıştır.
Namık Kemal ise millet kavramını İslam dinine bağlı olanlar için kullanır.
Diğer yandan 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra artan “ulus devlet” kurma
çalışmaları Osmanlı’yı da etkilemiş ve cemaatlerin üstünde kapsayıcı bir
Osmanlı “Millet” kavramı, özellikle Balkan ülkelerindeki entelektüeller ara-
sında tartışılmıştır. Dolayısıyla yeni tür kentleşmenin oluşmaya başladığı
ve yeni tür kentsoylu yaşama biçimi içinde millet bahçesi tanımı bu sos-
yal-kültürel kapsayıcılık ve temsiliyet ile bağlantılı olmalıdır. Ancak, zaman
içinde bu bahçeler Belediye Bahçesi veya Hürriyet Bahçesi gibi tanımlar da
almışlardır.

Başkent İstanbul ve imparatorluğun diğer büyük kentlerinde planlanarak


özellikle belediyeler tarafından ya-
pılan bu bahçelerde, bulunduğu
kentin sosyal yapısına göre farklı
kullanım biçimleri de bulunuyordu.
Kimilerinde bir havuz bulunurken,
tiyatro ve konser gibi etkinliklerin
yanı sıra, hayırseverlik için yapılan
toplantılarda burada yer alıyordu.
Kafe ve içkili yerlerde gezmeye ge-
lenlerin oturabileceği, hizmet aldığı
yerler vardı.
Edirne Reşadiye Bahçesi.

Arkeo Duvar / 111


Kent içindeki mezarlıkların
kaldırılması veya yangın yer-
leri bu tür bahçelerin kurul-
masına yardımcı oldu. İstan-
bul’da 1860’larda yapımı biten
ve Pera ahalisinin kullandığı
Tepebaşı millet parkı böyle bir
yerdi ve Beyoğlu Altıncı Bele-
diyesi tarafından yaptırılmıştı.
Yine İstanbul’daki Taksim Par-
Tepebaşı Millet Bahçesi.
kı da düzenli yolları, ağaçları,
kafeleri ile burada çocukluğu
geçen İstanbul’lu Yorgos Theotokas’ın, Leonides isimli romanındaki anılar-
la canlılık kazanır.

Ancak bütün millet bahçele-


ri aynı planlama ve görkemli
görünüşte değillerdi. Örneğin
yine İstanbul Sultan Ahmet’te-
ki bahçe, kentsel alanın yer
verdiği ölçüde yapılmıştı.

Sultanahmet Millet Bahçesi.

Veya Trabzon ‘daki bahçede


olduğu gibi, modern planlama
yanında geleneksel yaşam bi-
çimi de devam etmekteydi.

Trabzon Belediye Bahçesi.

Arkeo Duvar / 112


Bu tür bahçelerin popüler ol-
duğunu ve eğlence, vakit geçir-
me yerleri olarak kullanıldığını
Kırklareli’ndeki bahçeyi ve kul-
lananları gösteren fotoğrafta
görebiliriz. Yine fotoğrafta, otu-
ranların poz verdiklerini, belki
de özel bir toplantı için bir ara-
ya geldiklerini de görmekteyiz.
Kırklareli Hürriyet Bahçesi.

Günümüzde millet bahçeleri

Millet bahçeleri Erken Cumhuriyet Döneminde de kullanılır. Ancak kentler-


de nüfusun artması ve yeni planlamalar sonucu bu alanlar binalarla kapla-
nır ve bahçe kavramı yerini park kavramına bırakır. Küçüklü büyüklü park-
lar, yeni kurulan mahallelerin arasında kamusal alanlar olarak, belediyeler
tarafından seçilen kişiler adına veya belli kavramları hatırlatmak üzere dü-
zenlenir. Kentsel yaşamın önemli bir parçası olan bahçeler ve parklar kuş-
kusuz ki her tarihsel dönemde kullanılmaya devam edecektir.

Ankara Millet Bahçesi (VEKAM Koleksiyonu).

Arkeo Duvar / 113


Günümüzde de millet bahçeleri adıyla yeniden kentlerde parklar düzenleni-
yor. Bu kez planlamayı ve düzenlemeyi, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği
Bakanlığı aracılığıyla hükümet yapmakta. Millet bahçeleri ile doğayı “mil-
let”le buluşturmak hedefleniyor. Ancak kırsal kesimin nerdeyse kalmadığı,
köylerin boşalıp tarımın gerilediği, kentsel nüfusun hızla çoğaldığı, kentler-
deki betonlaşmaların artması ise her geçen gün daha görünür bir hal aldı.
Yoğun inşaat furyası kentlerin görünümünü yataydan dikeye çekerken, in-
sanlar oturdukları siteler içine kapanıyor. Henüz daha tam olarak nasıl işle-
tileceklerini ve içinde neler bulunacağını bilmediğimiz bu yeni mekanların
inşaatları da hızla birçok kentte yayılıyor…

Kartpostalları bulmamda yardımcı olan Erhan Saçlı’ya teşekkür ederim.

Arkeo Duvar / 114


BESLENMENİN TARİHİ

Roma bahçelerinden
mutfağa
Antik Çağ mutfağını yönetmek o kadar kolay bir iş değildi; ürün-
lerin sürdürülebilirliği yoktu, pazar çeşitliliği dardı, fiyatlar istikrar-
sızdı. Ama yoksul halka buğday dağıtarak karınlarını doyurmak
pek ala mümkündü. Ancak gözü hep fazlasında olan varsıl kesimi
doyurmak için özel bahçelerde türlü sebze ve meyve yetiştirmek
gerekiyordu…

Doç. Dr. Ali Güveloğlu


Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

G ünümüzde yaygın ulaşım ağı sayesinde bulunduğumuz yerden binlerce


kilometre uzaklarda yetiştirilmiş sebze–meyvelere ulaşabiliyor, modern
teknolojiyle üretilmiş soğutucu ve buzdolapları sayesinde bunları haftalar-
ca evimizde bekletebiliyoruz. Dahası gelişmiş tarım uygulamaları sayesinde
mevsiminde olmayan sebze ve meyveleri her an elimizin altında hazır bu-
labiliyoruz. Çok uzak olmayan geçmişimizde; daha bir nesil önceki büyük-
lerimizin bundan çok farklı bir yaşam sürdüklerini, eğer kendileri yetiştir-
miyorlarsa her şeylerini mevsiminde semt pazarlarından satın aldıklarını ve
bozulmadan tüketmek için çaba sarf ettiklerini unuttuk. Dahası onlar günü-

Arkeo Duvar / 115


müzdeki ürün çeşitliliğinden de habersizlerdi, uzak diyarlardan getirilen tro-
pikal meyve-sebze ve yemişler onlar tarafından tanınmıyordu.

Sebze ve meyvelere ulaşmak kolay değildi

Biraz daha geriye gidecek olursak Amerika’nın keşfinden önce mısır, yeşil bi-
ber, domates gibi besinler de bilinmiyordu. Hadi yola çıkmışken biraz daha
uzaklara gidelim. Eğer pazardan satın alınmak zorunda ise Antik Çağ’da bi-
linen sebze ve meyvelere ulaşmak bile her hanenin harcı değildi. Tedarik
zincirindeki aksamalar yüzünden sınırlı ürün daha siz pazara varmadan tü-
kenebilirdi, satın aldığınız ürünü eve götürürken saldırıya uğrayabilirdiniz,
kapkaççılar hırsızlar yolunuzu gözetliyor olabilirdi. Hatta satın almak istedi-
ğiniz ürün pazara hiç getirilmemiş bile olabilirdi!

Yoksul halk, pazarcının ona sunduklarıyla ve kendi kaderiyle boğuşadursun


evlerinde mutfak bulundurma ayrıcalığına sahip sınırlı sayıdaki varsıl kesim
dilediği ürüne ulaşmanın yollarını bulmuştu bile. Bir kere yeterince paranız
varsa Roma’da ulaşamayacağınız şey yoktu. Mesela bizim Apicius’umuz Lib-
ya kıyılarında dev gibi karidesler bulunduğunu duyunca ta Ostia’dan gemi-
sine atlayıp bir göz atmaya gitmişti, aynı adı taşıyan başka bir şikemperver
o sıralar doğuda seferde bulunan imparator Traianus’a küçük bir kavanoz

Apicius’un De re Coquinaria’sı.

Arkeo Duvar / 116


içinde yengeç göndermeyi başarmıştı. Daha başka örneklerde süt ve ekmek
kırıntılarıyla salyangozların nasıl irileştirileceği, özel havuzlarda süs balıkla-
rının nasıl sofralık mezeye dönüştürüleceği, kaz ciğerlerinin nasıl büyütüle-
ceği, içi fındık-ceviz dolu küplerde farelerin nasıl semirtileceği anlatılır. Dört
ayaklıların ahırlarda özenle beslendiğinden söz etmeye bile gerek yok!

Peki sebze–meyve yetiştiriciliğinde durum nasıldı? Bir kere Romalı sahip ol-
duğu toprağın durumunu iyi tanır ve ona göre davranırdı; devlet yöneticiliği
ile ünlü olmakla birlikte Marcus Porcius Cato çiftçilik hakkında hatırı sayılır
bir bilgi birikimine sahipti. Bir çiftliğin nasıl işletileceğine dair her şeyi kaleme
aldığı eseri De Agricola’da toprak türlerine göre hangi meyve ve sebzelerin
yetiştirileceğini sayar. Tabii Cato’nun bu konuda yazan tek kişi olmadığını söy-
lemek gerekir. Yaşlı Plinius, Historia Naturalis’te yeri geldikçe bitki yetiştirici-
liği, bağ ve bahçe bakımıyla ilgili bilgi verir. Columella ve Varro Cato’nunkiyle
aynı adı paylaşan eserlerinde İtalya topraklarına uygun tarım ürünlerinin lis-
tesini verir, küçük ve orta büyüklükteki bahçelerin bakımının nasıl yapılaca-
ğını, elde edilen ürünü uzun süre saklamanın yollarını anlatır. Vitruvius, De
Architectura adlı kitabında bir çiftlik evinin nasıl kurulacağından tutun da
elde edilen ürünün depodan mutfağa, işlikten ambara hangi kurgu içinde
en verimli şekilde taşınacağı hakkında bilgiler aktarır. Buraya kadar vermeye
çalıştığımız, yazılı eserlere dayalı olduğundan çoğunlukla okur yazar, eğitimli
ve kısmen varsıl kesime hitap etmektedir.

Romalılar havucun turuncusunu


hiçbir zaman görmediler

Toplumun geri kalan kısmı daha küçük köy evlerinde yaşar ve toprağında ken-
di tüketebileceği kadarını üretirdi, okur yazar olsa bile adı geçen literatüre ula-
şıp bu doğrultuda bir üretim gerçekleştirmesi pek olası değildi. Bahçelerinde
yetiştirdikleri en yaygın sebze soğandı, soğan hem halkın hem de lejyonerlerin
tükettikleri temel gıdalardandı. Ardından siyah havuç, kök sebzeler ve lahana
gelirdi, sarımsak bilinmesine bilinirdi ancak tüketimi pek yaygın değildi.

Arkeo Duvar / 117


Pazı, ebegümeci, ıspanak, kuş-
konmaz, marul, pırasa, bakla, be-
zelye, enginar, su kabağı, kereviz
ve yabani turp, Romalıların bah-
çelerinde görmeye alışık olduğu-
muz bitkilerdi. Ancak bunlar gü-
nümüzdeki gibi gösterişli, albenili
değildi. Çoğu bugünkü görünü-
müne 19. yüzyıldan sonra kavuş-
tu. Romalılar havucun turuncu- Roma bahçelerinde yetişen bitkiler.

sunu hiçbir zaman görmediler,


daha çok siyahını ve beyazını tü-
ketirlerdi. Bahçe otlarından kekik,
biberiye, kişniş, fesleğen, sumak,
defne, susam, yabani kereviz bahçelerde yer alan ve mutfaklarda bolca kul-
lanılan baharatlardı.

Lucius licinius lucullus

Aynı bahçelerde incir, üzüm, nar, dut, muşmula, ahlat, elma ve armut, ayva,
kiraz, kayısı, şeftali, kestane, ceviz, fındık bulunurdu; narenciyeler ufak tefek,
günümüzdekinden daha kalın kabuklu, acımsı ve susuzdu. Karpuz kavundan
çok daha önce girdi Romalıların bahçesine ve sofrasına. M.Ö. I. yüzyılın ilk
çeyreği Romalıların hayatında o kadar çok değişikliğe sahne oldu ki anlat-
maya sayfalar yetmez… Sulla’nın yetenekli subaylarından birisi olarak görev
yapan Lucius Licinius Lucullus Anadolu’nun kuzeyinde yer alan Mithradates
krallığına karşı girişilen bir dizi savaşın üçüncü ve son ayağını yönetmek üze-
re görevlendirilmişti. Yetenekli subay aynı zamanda damağına düşkündü,
daha Roma’dayken düzenlediği şaşaalı şölenler, yemek için evinde kafesler-
de besleyip büyüttüğü egzotik kuşlar ve sofrasının zenginliği biyografi yaza-
rı Plutarkhos tarafından anlatılır. Onun adı damak tadı düşkünlüğüyle öyle
bağdaşmıştır ki Avrupa’nın birçok kentinde aynı adı paylaşan gurme resto-
ranlar bulunur. Her neyse adı geçen damağına düşkün subay Anadolu’nun
zengin tarımsal geçmişi karşısında hayranlığa düşmüş gibi görünüyor; Antik

Arkeo Duvar / 118


Çağ yazarlarının aktardığına göre kiraz ve kayısı fidelerini Avrupa toprakları-
na taşıyan ilk kişi de o olmuştur. Bitki bilimciler bunun aksini iddia etmekte
zorlanırlar. Kazılarda ele geçen daha eski çekirdeklerin vişne çekirdeği oldu-
ğu ve en azından kirazın Lucullus döneminde Anadolu’dan hareketle Roma
topraklarına ulaştırıldığı ve kısa sürede Akdeniz iklimine uyum sağladığı ka-
bul edilir.

Devlet hazinesinde saklanan ot

Bitki yetiştirme ve transplantasyon konusunda yetenekli Romalıların başa-


rısız olduğu yerler de olmadı değil aslında; M.Ö. 4. yüzyıldan beri severek
tükettikleri silphium adlı bitkiyi Roma’nın karşı kıyısında yer alan Kyrene ken-
tinde tanıdılar tanımasına ama onu bir türlü İtalya topraklarına adapte ede-
mediler. 1. yüzyılın ortalarına gelindiğinde sarımsak ve saman karışımını an-
dıran kokuya sahip bu güzelim ot (baharat) o kadar değerliydi ki yazarlar son
demetinin uzun süre devlet hazinesinde saklandıktan sonra imparator Nero
tarafından tüketildiğini söylerler. Tarçın, karabiber ve karanfil yetiştirme de-
nemelerinin sonuçsuz kaldığından söz etmeye bile gerek yok. Romalılar çok-
ça para ve emek harcadıkları bu ürünlere pek düşkün olsalar da onları İtalya
topraklarına adapte etmekte bir başarı elde edemediler.

Romalıların neslini tüketecek kadar çok kullandığı silphium bitkisi.

Arkeo Duvar / 119


Antik Çağ mutfağını yönetmek kolay bir iş değildi

Klasik bir Roma mutfağı sohbetinde yer alması gereken ana başlıklardan bir
tanesi de neler yoktu meselesidir; Amerika’dan gelen bitki çeşitlerinin hiçbiri
elbette Antik Roma bahçelerinde yoktu. Nelerdi peki bunlar; başta domates
ve patates, tabii ki sivrisi, dolmalığı derken biberler, muhtemelen yeşil fasul-
ye, yeni dünya, ayçiçeği, kakao, tütün ve akla ilk sırada gelmeyen daha başka
bir sürü sebze ve meyve Romalıların bahçelerinde yetiştirilmedi.

Görüldüğü gibi Antik Çağ mutfa-


ğını yönetmek o kadar kolay bir iş
değildi; ürünlerin sürdürülebilirliği
yoktu, pazar çeşitliliği dardı, fiyat-
lar istikrarsızdı. Ama yoksul halka
buğday dağıtarak karınlarını do-
yurmak pek ala mümkündü. Ancak
gözü hep fazlasında olan varsıl ke-
simi doyurmak için özel bahçelerde
türlü sebze ve meyve yetiştirmek
gerekiyordu! Bu iş için kendi büyük
villalarının bahçelerini kullanan
zengin kesim bahçede çalışacak
Antik Roma mutfağı örneği.
kölelere de sahipti. Onlar efendi-
leri için toprağı çapalayıp dönemin
ve mevsimin gözde meyve-sebze-
lerini yetiştirmekte yarışırlardı. İşin
bundan sonrası mahir aşçılara kalmıştı…

Arkeo Duvar / 120


Zaman içinde müzik:
Protest müziğin babası
Luther
1517 yılında Martin Luther, Almanya’da gerçekleştirdiği reform-
la Katolik Kilisesi’nden ayrılır ve Protestan Kilisesi’ni kurar. Re-
formdan önce tüm Katolik ayinlerinde Latince metin okunmak-
tadır. Luther ilk iş olarak özgün metni Almancaya çevirtir. Sonra
Almanca metinler eski, bildik şarkıların melodisine uyarlanır. Bu
arada her ülke kendi dilinde konuşmaya, dua etmeye ve kendi
dilinde şarkı söylemeye başlamıştır.

Evin İlyasoğlu

Arkeo Duvar / 121


Luther Kilisesi’nin müzik dünyasına en önemli katkısı “koral” adlı ilahi biçimi-
ni getirmek olmuştur. Fransa’da “psalm”, İngiltere’de “anthem” olarak anılan
bu biçim saf şarkıdan köklenip gelişmiştir. Almanya’daki Luther Kilisesi’nin
müziği 18. yüzyılda Johann Sebastian Bach’in besteleriyle doruğa ulaşacak-
tır. İngiliz müziğinde de etkisini hemen gösteren Reform, Thomas Tallis ve
William Byrd gibi bestecileri ortaya çıkaracaktır.

Reform, İtalya gibi Katolik ülkelerde Karşı Reform’la sonuçlanmıştır. Kuzey


İtalya’da 1545-1563 yılları arasında toplanan bir kurul (trend konsülü) kili-
sedeki gevşekliğe karşı önlemler alma çabasındadır. Müzik konusunda da
yakınmalar vardır: Çoksesliliğin ve halk ezgilerinin kiliseye girmesiyle kutsal
ortam bozulmaktadır. Çoksesli bir koroyla kalabalık çalgılar topluluğu, kutsal
metnin anlaşılmasını olanaksız kılacaktır. 1562’de Papa, yalın ezgi geleneğin-
deki sınırlı kalıplara dönmeyi ve eski kilise kurallarının uygulanması gereğini
duyurur.

Öte yanda, Giovanni Pierluigi da Palestrina, altı sesli Missa Papae Marcel-
li’yi besteleyip yayınlayarak çoksesliliğin sözcükleri anlamakla bir ilintisi ol-
madığını, böylesine bir missa’nın hâlâ kutsal nitelikli olabileceğini savunur.
Çoksesliliğin yalnızca bir teknik, yapıta anlam kazandırma yöntemi olduğunu
ileri sürer. Palestrina, sayısı yüzü aşan missa, 375 motet, pek çok dinsel içe-
rikli madrigal ve ilahi bestelemiştir. Yaklaşık yüz kadar da dindışı vokal mü-
zik yapıtı, madrigalleri vardır. Dinsel içerikli yapıtlarındaki karanlık renkler
onun Orta Çağ geleneğine bağlılığını gösterir. Bach’tan önce müzik tarihinde
hiçbir besteci, Palestrina kadar adını duyurmamıştır. Bu arada aynı yıllarda
İtalya’da yaşayan Gioseffo Zarlino da Aristoksenus ve Rameau arasındaki en
önemli kuramcıdır. Kontrpuan üstüne bilgiler geliştirmiştir. “Le istitutioni har
moniche” en önemli yapıtıdır.

Arkeo Duvar / 122


ARKEO-KITAP

Antik Çağlardan Günümüze


Bahçe ve Kent Kültürü
Prof. Dr. Billur Tekkök Karaöz

“A ntik Çağlardan Günümüze


Bahçe ve Kent Kültürü” ki-
tabı, Koç Üniversitesi VEKAM ta-
rafından 9 Mayıs 2019 tarihinde
gerçekleştirilen “Antik Çağlardan
Günümüze Kent Alanı ve Peyzaj
Kültürü” adlı sempozyumda su-
nulan bildirilerin bir derlemesidir.
Kent peyzajı üzerine çalışmalar yü-
rüten araştırmacılar için önemli bir
başvuru kaynağı olması hedefle-
nen kitapta, tarihsel süreciyle kentin yaşamını canlı kılan bahçe, park, sulak
alanlar ve kenti besleyen tarım arazileri, çiftlikler araştırmacıların uzmanlık
alanları ile belgelendi.

Anadolu, Mezopotamya ve Mısır’da MÖ 3. binyıldan beri yaşanan kentleş-


me sürecinde seçilen yerleşim alanları, iskân özellikleri ile verimli topraklar,
su kaynakları ve doğal kaynakların kullanımı yayında bir araya getirilmiştir.
Ayrıca askeri seferler sırasında bahçe bitkilerinin farklı bölgelerden getirilip
dikilmesi ile kültürlerin yönetim propagandasındaki rolü tartışılmış; Roma
kültüründe yaşam ve üretimi birlikte barındıran evin, çoklu değere sahip bir
yapı bütünü olarak yönetimi, sınıfı belgelemesi ve sanata katkısı incelenmiş-
tir.

Arkeo Duvar / 123


Bahçe kültürü ve değişimi

Konstantinopolis’in Doğu Roma’nın başkenti yapılmasının ardından artan


nüfus doğrultusunda tarım alanlarının yönetimi, meyve, sebze yetiştiriciliği;
20. yüzyılın başlarına kadar bağ olarak kullanılmış teras ekim alanına sahip
Mavrucandere ve Ürgüp yakınlarındaki Karlık köyünde yeni keşfedilen şa-
rap işlikleri; Orta Çağ’da kilisenin yönetiminde olan ilaç yapımı için özel bitki
ekimleri ve tıbbi bitki bahçeleri yayında işlenen diğer konulardır.

Yayında ayrıca Osmanlı dönemi bahçe kültürü; yabancı gezginlerin aktarım-


ları, vakıf kayıtları 18. yüzyıldan sonra saray köşkler ve kentsoylu evlerinde
yer alan yağlıboya peyzaj ve natürmortlardan örneklerle sunulmuştur. Lale
Devri’nde saray mimarisindeki değişimin bahçeye nasıl yansıdığı ve 19. yüz-
yılda Osmanlı saray bahçelerinin tasarımında peyzaj öğeleri ile yeni egzotik,
yaprak dökmeyen çiçekli bitkilerin iklime alıştırılarak bahçelere dikilmesi ko-
nuları ele alınmıştır. Kitapta son olarak Cumhuriyet döneminde Ankara’da-
ki imar faaliyetlerinde ve kültürel peyzajın biçimlenmesinde peyzajın rolü,
1940’lardan 1960’lara bu dönüşüm sürecini yaşamış kent halkının zihin hari-
tasından izlenmiştir.

Antik Çağlardan Günümüze Kent Alanı ve


Peyzaj Kültürü
Editör: Billur Tekkök Karaöz
Koç Üniversitesi Yayınları

Arkeo Duvar / 124


Bağ ve bahçelerin koruyucusu:
Priapos
A ntik Yunan ve Roma mitolojisinde bağ, bahçe ve tarlaları koruduğu-
na; meyve, sebze ve diğer ürünlerin bolluğunu sağladığına inanılan
tanrı Priapos’tu. Tanrının kökeni ve kimin çocuğu olduğuna dair antik
kaynaklar hemfikir değilse de en yaygın görüş, Dionisos ile Afrodit’in ço-
cuğu olduğu ve kültünün Lampsakos’ta (Lapseki) doğduğu yönündedir.
Priapos’un en karakteristik özelliği, üreme gücünü vurgulayan, anormal
büyüklükteki erkeklik organıydı. Bu özelliği nedeniyle zamanla müsteh-
cen şiir ve fıkraların baş aktörü haline gelmişti. Priapos önde gelen tan-
rılardan biri değilse de halk arasında, özellikle kırsal kesimde sevilirdi.
Onun çeşitli biçim ve boyutlardaki temsilleri hem ürünlerin bereketini
sağlamak hem de sınırları belirtmek amacıyla bağ, bahçe ve tarlalara ko-
nulurdu.

Priapos temsilleri genellikle kabaca yapılsalar


da yetkin heykeltıraşlık örnekleri de mevcuttur.
Heykellerinin bazılarında elbisesinin eteğine veya
kucağındaki bir sepete doldurduğu meyvelerle
tasvir edilir. Erkeklik organı da taşıdığı meyvelere
destek olur. Bazı örneklerde bir elinde orak
bulunur. MS 170-240 arasına tarihlenen bu
Roma İmparatorluk Dönemi mermer Priapos
heykeli, günümüzde Boston Güzel Sanatlar Müzesi
koleksiyonunda yer almaktadır.

Hazırlayan: Heval Bozbay

Arkeo Duvar / 125

You might also like