You are on page 1of 353

Bu kitabı dilerseniz resmi website adresi olan

https://ksdoh1010.wixsite.com/ksdoh1010

adresinden de okuyabilirsiniz…
“WikiLeaks mi? Bunun yanında o ne ki, güldürme beni…”

DoH
Eski Bir HaCKeR’ın Sıradışı Anıları

Bilgin ASİLTÜRK
2012-2014 Çanakkale Kapalı Cezaevi
( 4 Serilik Kitabın Birincisi )

https://www.facebook.com/kelimelerinsihirbazi
https://twitter.com/bilginasilturk

kelimelerinsihirbazi@gmail.com
kelimelerinsihirbazi@gmail.com
{00}

Herhangi bir zaman ve mekanda,

içinden veri akışı yapılan


kablolu ya da kablosuz aparatlarla
World Wide Web (www) denizinde kulaç attıysan;
Emin ol ki bu kitapta
o ya da bu surette sen de varsın!.

Ve, DoH'un kutlu bakışlarına


muhakkak maruz kaldın...

Geleceğe yönlendirilen düşünceler huzursuz,


geçmişten kurtarılamayan düşünceler mutsuz eder.
Bu kitapla "AN" yakalamam zor olmadı...
Sami DÜNDAR

Muhteşem bir işe imza atılmış...


Volkan SEVERCAN

Çok Çok Güzel.


Ezel AKAY

Dinlendikçe lezzeti artan şarkılar gibi bir kitap.


Defalarca okudum, yine okuyacağım.
Olağanüstü...
Okan BAYÜLGEN
***
ESERİN KISA ÖZETİ

ECHELON'u delme ve dinleme becerisine sahip bir HACKER

1)***
ECHELON, dünya medyası ve populer kültürde AUSCANZUKUS olarak bilinen;

Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri


tarafından imzalanan;

UKUSA anlaşmasına dayalı bir istihbarat sinyalleri toplama ve analiz ağı işletimini
açıklarken kullandıkları isimdir.

Günümüz (NSA) Ulusal Güvenlik Dairesi, (National Security Agency) yani ABD'nin en
çok istihbarat toplayan teşkilatının geçmişteki halidir…

ECHELON dünyanın gözleri ve kulaklarıdır.

Elektronik-Digital istihbaratın en gizli ve en fazla konuşulan sistemidir. Dünya


yörüngesinde dolanan 5 stratejik uyduyu kullanır, ve her uydunun da yeryüzünde
iletişim halinde olduğu bir istasyonu vardır. Takviye olarak 100'den fazla küçüklü
büyüklü uydudan da veri alınabilir.
Bilgisayar - Telefon - Cep Telefonu - EPosta - Faks ve Telefaksları dinlemek ve
izlemek için okyanus altındaki iletişim hatları dahil, herşeyi "her an" kontrol altında
tutuyordu sistem.

1998 - 2000 yıllarında, dakikada 2 milyon - günde 3 milyar telefon görüşmesini


izleyip dinleyebiliyordu ECHELON.

Bilgisayarlar arası yazışmaların da takip edildiğini söylemeye gerek yok.

Dinlenen herhangi bir kişinin dünya üzerindeki net koordinatlarını da, yani evinizin
adresini de tespit edip kayıt altına alabiliyordu…
2)***
"Kadın nedir ?" sorusuna;

yanıtları;

onun bütün "dişilik ve doğurganlığıyla" hep bir adım "ayrı" oluşundan dem vurarak;

"akıl almaz biçimde eril ve güçlü" oluşuyla, "kendini tek hamlede tüketebilecek
derecedeki zayıflığını" tam manasıyla dile getirebilecek, "edebi ve felsefi" anlatım
gücüne sahip mükemmel bir HACKER.

Öyle ki, kudsiyetleri ve heybetleri bakar bakmaz hissedilen, okuyanın ruhuna


anında akseden, göğsü alabildiğine "doldurmuş" seslerle telaffuz edilmiş "Sihirli
Kelimeler" tüm kitap boyunca nikah üstüne nikah tazeler maruz kalan her insanla…

3)***
Çoğu sanat eserinde cevabı aranan "İnsan Psikolojisi Nedir, Ne değildir?" sorusunu
perişan eden HACKER.

***
İÇİNDEKİLER
***
Okurken;

(.) Nokta: Sana 4 birimlik duraksama yapmanı tembihler.

(,) Virgül: Sana 2 birimlik duraksama yapmanı tembihler.

(;) Noktalı Virgül: Sana 3 birimlik duraksama yapmanı


tembihler.

(-) Tire: Bu işaretle ayrılmış parçaların her birini, o


cümlede tek başına okuyarak, bazen farklı bazen de eşanlamlı
sonuçlara ulaşırsın.

('') Tırnak: Bu işaretin arasındaki cümlemsi ifadeler


bağlaçlarla desteklenmiş tasvirlerdir. Ağırlık bakımından
anlam yükseltmesi için bu halde yazılmışlardır.

VE BU KİTABI;

-Canın sıkkınsa, keyfin fazlaca yerindeyse, boşluktaysan;


OKUMA!

-Uzun zamandır duşa girmediysen, miskinsen; OKUMA!

-Yavaş yavaş, tane tane, duraksamalara riayet ederek


okuyamayacaksan; OKUMA!

-''Okumak'' uğraşıyla meşgul olacak kadar toparlayamıyorsan


iradeni; OKUMA!

-Yüreklerinizi tutuşturacak korkunç bir arzuyla


bakışıyorsanız, ama ruhlarınız birbirine dokunmaktan
sakınıyorsa; OKUMA!

***
NoT : "Çünkü" kelimesi yerine "Çünki" kullanışımı çok
eleştiren oldu ve bir açıklama yapmak zorunluluğu doğdu.
Hatta; siteye girer girmez böyle bir yazım yanlışını(!) gören
bazı "usta" edebiyatçılarla tartışıldı bile konu. İşin özüne
gelince ;

çünkü Kelime Kökeni


~ Fa çūn ki ‫ كه چون‬açıklama bağlacı § Fa çūn ‫ چون‬böyle, şunun gibi+ Fa ki ‫ كه‬ilgi edatı
Tarihte En Eski Kaynak
çün ki "1. ne zaman ki, 2. madem ki, 3. öyle ki" [ (1400 yılından önce) ]
Kelime Kökeni
Farsça çūn ki ‫" كه چون‬açıklama bağlacı" deyiminden alıntıdır. Farsça
deyim Farsça çūn ‫" چون‬böyle, şunun gibi" ve Farsça ki ‫" كه‬ilgi edatı" sözcüklerinin bileşiğidir.
Ek Açıklamalar
Karş. Ermenice cagnteğ, Gürcüce cagundela, Kürtçe (Kurmanci) çavandar (aynı anlamda).
Nihai kökeni belirsizdir. Köprülü nihai kaynağın Türkçe olduğunu ileri sürerse de Ramstedt
ve Gerhard Doerfer, Türkische und Mongolische Elementen im Neupersisch III.75 aksi
görüşü savunur.

Ve kendini tanınmış bir yazar olarak ifade eden kişi ile


yaptığımız polemiğin kayıtları da aşağıda.

(Dipnot : "Polemik" sadece yazı ile olur.

Günlük konuşma dilinde yapılanına hasmane bir tutum varsa


"Münakaşa", uzlaşı ve doğruyu bulmaya götürücü tutumlar
sözkonusu ise "Münazara" denir.)

*****

Ütopya Kontu Çünki değil çünkü diye yazılır, bağlactan sonra virgül konulmaz. Bu
hatalar gerisini okumam için kâfi oldu. Gramerinizi gözden geçirin ve öyle yazın.

Kelimelerin Sihirbazı Ahkam kesmeye bayılıyorsunuz. :). Gramerde tarz olmaz mı ?

Kelimelerin Sihirbazı Tarzım bu. Bütün "Çünkü"'lerim "Çünki"'dir. Ve, 1 Türkçe. 1.1
Yanlış. / 2 Azerice. 2.1 Ad. / 3 Osmanlıca. 3.1 Bağlaç./ 4 Türkmence. 4.1 Ad. olarak
kullanılır. Bağlaçtan sonra virgül konmaz ahkamınızı da siz gözden geçirin. Hiçbir kitap
tüm sırlarını bir anda vermez. Sizin şu an yaptığınız, "tam manasıyla bilgi sahibi olmadan
fikir sahibi olmak"...
Ütopya Kontu Dostum senin bu dergilerden öğrendiklerini biz Muharrem Erginler'den
öğrendik. Bunları internetten değil açıp Mehmet Kaplan'dan, Efrasiyap Gemalmaz'dan,
Orhan Okay'dan, Muharrem Taşdemir'den, Muharrem Ergin'den öğreneceksin.
Gramerde Meb'in, Ösym'nin verdiklerinin yüzde kırkı akademik bilgiyle uymaz.

Ütopya Kontu Ayrıca verdiğin makale konumuzla ne alaka? Biz burada virgül bahsini
konuşuyoruz. Çünkü kelimesini konuşuyoruz.

Kelimelerin Sihirbazı :) Okudunuz mu vakit ayırıp verdiğim linkteki bilgileri. Yanlışsa,


yanlışlığı konusunda bilgi sahibi oldunuz mu? Olmadan yanıt vermeye, ahkam kesmeye
devam. Sağlık olsun. "Öğrendikleriniz" size yetiyorsa sorun yok. Öğrendiğini sanmak da
birşeydir. Hiç yoktan iyidir...

Ütopya Kontu Arkadaşım bak akademik geçerliliği olan makalelerin başında özet kısmı
olur, oraya bakarsanız ve ne hakkında olduğunu anlarsınız. Makalene baktım ve
bağlactan sonra virgül kullanılır diye bir bahis görmedim.

Ütopya Kontu Bir sanat adamı tenkide açık olur ve fikirlere saygı duyar karşısındakini
aşağılarcasına konuşmaz. Bu sanatına sanat katar ama görüyorum ki sende buda yok.

Kelimelerin Sihirbazı :) Bunca hızla hiçbirşey göremezsiniz. Bu konuyu kitabımda


işlemiştim. Sizin beğenmediğiniz kitabımda. Şöyle ki ;
***
Şu güne dek hayatın insanoğlu için "hızlı" oluşunu konu eden kitaplar, hatta cilt cilt
ansiklopediler yazıldı. İşin ucu da muhakkak cennet ve cehenneme dayandırıldı.
Öyle ya, bunca kusursuz bir varlığın yok olma ihtimali korkunçtu, yakışmazdı.
Sonuçta "yüksek hız" ile "kısa ömür" birleştiğinde, insanlar din veya felsefe
sayesinde cennete mutlaka ulaşmalıydı.

Benim cennetimse bilinen ve iddia edilenlerden farklıydı :

Hayatın bu çok hızlı geçişi esnasında birçoklarının yapamadığını yapıp,


"durup etrafına bakındığın" anlar var ya, işte onlar insanın cennetidir.
Sürüklenip gittiği ve süratten dolayı kendini bile kaybettiği zaman dilimleriyse,
insanoğlunun cehennemidir. Zaten bu anlattıklarım da birkaç salise içinde olup
bitiyor, ve zavallı "insan" çoğu zaman farkına varamıyor. Saliselerin arasına duraklar
sıkıştırabilmek de, bırak zavallılarını, vasat SÖ.'lerin bile boyunu fazlasıyla aşıyor.
İşte FGCMx, benim o kısacık zaman dilimlerine sıkıştırabildiğim "cennet bahçelerini
andıran" duraklarımdı" demiş, ve yıllarca seks arkadaşı olan kadını bu şekilde
tariflemişti…
Kelimelerin Sihirbazı Doğru olan herşey kabulüm. Negatif Eleştiri de.

Ütopya Kontu Oooo biz virgül diyoruz adam nerede ya... Kusura bakma ama bağlactan
sonra virgül atan adamın hatta bunu doğru birşey gibi savunanın yazdığını okumam! Sen
böyle devam et edebiyat tarihi kimleri yazacağını iyi bilir, iyi akşamlar.

Kelimelerin Sihirbazı Siz "Çünki" ve "Virgül" dediniz, şimdi gönderdiğimin tümünü


okumadan virgüle sığındınız. İkisi de çürütüldü söylediklerinizin. :). Tüm
yazışmalarımızı tekrar inceleyiniz. :)

Ütopya Kontu Çünki kelimesinde de aynı fikirdeyim değişen birşey yok. Bak sana onuda
izah edeyim Türkçe'de ki ünlü uyumuna göre -ki bu Ana Altayca'dan beri bu şekildedir-
darlık-incelik, kalınlık- yumuşaklık nazarında kelimeler vücut bulur. ''Çünkü" kelimesi
de bu ...

Kelimelerin Sihirbazı -"ı,i" karşılığıda olduğu için yazımı klişeleşmistir. - .Bu sizin son
yazdığınız paragraftaki bir cümleden alıntı bay ahkam. Önce -de -da eklerinin doğru
kullanılışını öğrenin sonra tekrar gelin :)

Ütopya Kontu Dostum yazım klişelemistirden ne anlıyorsun? Telaffuz demedim


farkındaysan. Onları biliyorum merak etme iki saat de onu anlatmayacam

Kelimelerin Sihirbazı :). "anlatamayacağım" olacaktı. :D

Ütopya Kontu Evet haklısınız. Gerçi bununda dilde ekonomi kuramıyla izah ederim ama
gerek yok.

Kelimelerin Sihirbazı :)

***

Bilgilerinize...

***
{01}

-Yıl 2029-

"GECE" DENİLEN ŞEY YANIBAŞLARINA UZANMIŞTI VE;


"GÜLÜŞLERİ BİRER MERMİ OLSA
SİLAHLARI MUHAKKAK TUTUKLUK YAPACAK OLAN" İKİ ADAMIN;
TAA "CEPLERİ GAZOZ KAPAKLI ÇOCUKLUKLARINDAN" BAŞLAYIP DA,
"DÜNYA ÜZERİNDEKİ YANLIŞLIKLARI DÜZELTMEYE KALKTIKÇA
ONLARA YENİLERİNİ EKLEDİKLERİNİN FARKINDALIĞINDAKİ"
ŞU İHTİYAR HALLERİNE GELİNCEYE DEK YAKMIŞ OLDUKLARI
"SÖZCÜK ÇIRALARINI"
BİRBİR SÖNDÜRMEYE DURDUKLARINI SEYREDİYORDU...
***

Ne zamandır uyuyordu, kestiremiyordu.


Daha doğrusu ne kadardır "şu sızmış haliyle" karavanın ortalık yerinde uzanmış
yatıyordu?

Ve, yoldaş olsun diye küçücükken alıp da büyüttüğü Zeus, hangi cüretle kendi
bölmesinden çıkmış, karavanın içine kadar girmiş, habire kolunu dürtüyordu.

Bir de Alman Kurt Köpekleri çok akıllı olur derler!

Al işte, yiyeceği fırçalara rağmen nasıl da uyandırmaya çalışıyor onu,


sözümona, "akıllı" bilinen şu ahmak!
"- Bir can dostu gerek bana o karavanda yaşarken" demişti cezaevinden çıktığında.

Karavanda yaşayacaktı bundan sonra ve köpeği de Alman Kurdu olmalı.

Çünki zekidirler.

Adını da Zeus koyacaktı.

Üniversite yıllarında tanıdığı kurt gibi.

O da çok zeki idi.

Güzel köpekti.

Hasan'ı gördüğü an fırlayıp ayağa dikilen ve peşine düşüveren, sevindiğini de elini


yüzünü yalamak suretiyle ifade eden, ısırıverecekmiş gibi yapıp da asla
dişlemeyerek aklınca oyun oynayan, Hasan ona kızmış - küsmüş - sinirlenmişse de
gönlünü almak adına türlü şirinlikler eden, ve haksızlığa uğrayarak azarlanmış ya da
tokatlanmışsa da "kalbi kırgın çocuklar gibi" boynunu büküp arkasını dönen, ve
Hasan yatıştığında da özür mahiyetinde "-Gel ulan buraya kerata" deyip okşadığında
sözleriyle, yılışarak yanında bitiveren bir "alman kurt köpeği" karavan yaşantısında
kesinlikle ona eşlik etmeliydi…

Çare yok, sarhoşluktan balona dönmüş gözlerinden birini zar zor açtı Zeus'a fırça
atmak için…

Uh! O da ne? Zeus'un günahını almış.

Çünki dürtüp duran o değil, bizzat kendisiydi...

Evet, kendisi!

Koluna hızla bir çimdik attı.

Karşısındaki "Ben" kaybolmuyor, ve canı da yandığına göre demek ki hayal değil!

"İyi de, nasıl ?" diye düşünemeden daha, konuştu "Öteki Ben" ve gözleri de
olabildiğine kötü bir ışıkla parıl parıl parlıyordu :

- Kalk bakalım Hasan Efendi!

Azıcık laflayalım seninle bu gece!

Onun sesindeki hemen hissedilen otoriter tondan hafifçe bir rahatsızlığa kapılan
Hasan :
- O, o, olur, diyebildi kekeleyerek.

"Öteki ben" birebir kendi mimikleri ve paradokslarıyla destekleyerek konuşmasına


başladı.

Şaşkınlığını atamamış oluşunu bira içmeyişine bağladı ve ikisine de birer tane açtı
Hasan.

Yorgun bir sesle sormuştu "Öteki Ben" :


- Pazarlık yapıp da birleşme kararı aldığımız geceyi anımsıyor musun?

- Hatırlamaz olur muyum, tabii ki hatırlıyorum.


Çünki dün gibi hala. Neden çıktın içimden, hani kalıcıydın?

- Sabırsız olma Hasan Efendi!


Sıradan Ölümlü (SÖ) olduğunu zırt pırt belli etme!

Hasan, ellerini yumruk yapıp kalçalarına dayayarak :

- Bak sen! Eh, öyle olsun bakalım, konuş hadi, dinliyorum!

Bakışlarında müthiş bir acı ve perişanlık sezilerekten sordu "Öteki Ben" içini
derinden bir çekerek :

- Birlikteyken "güzel ve insana layık" bir ömür geçirdik mi sence? Bak 55 bitiyor ve
neredeyse 56 yaşındasın. Son 30 yılımız, sana göre, Tanrı ve Nuhoğullarına yakışır
biçimde geçti mi?

Hasan duraladı. Her iki gözü de sanki birer melanet kuyusuna dönüşmüş, ve tüyleri
ürperten birer hareketli yuvarlak haline gelmişti :

- Yahu bir de karşıma geçmiş soruyor musun DoH? Mahvettin hayatımı o birleştiğimiz
geceden sonra be! Öyle gaddar ettin ki beni; "iyilik" üzerine tek bir duyguyu bile
hissedemedim içimde onca yıl.

Yaptıklarımın acısını bile çekemez - yaşayamaz halde geçti tüm ömrüm!”

Hafifçe gülümseyerek ve Hasan'ı temin edecek bir şekilde başını yavaşça sallayarak
cevap verdi DevilofHacker :

- Sana bir sır vereyim mi? Birleşme gecesi falan yoktu ki!

Birkaç kez yutkunup, kurumuş ağzında dilini harekete geçirmeye çalışarak dedi ki
Hasan:

- Saçmalama. O gece de şu anki kadar gerçekti ve sen beni içime girerek esir aldın.
Sen ki, sen de o "muamma" insanlardandın.

Yaşamındaki hiçbir şeyden hoşnut olmayan, yaratılış hatalarını asla kabul etmeyen,
mantık - felsefe - vicdan kurallarını en yanlış biçimde uygulayarak kendi kendini
mutsuz eden tiplerdendin.

Evet, belki diğerlerinin tümünden bilmemkaç gömlek üstündün, ve diğerlerinin asla


sahip olamayacağı kabiliyetlere sahiptin.

Gelgelelim hayattan da, kusursuzluğuna denk biçimde, sana, herşeyi ama herşeyi
"en mükemmel şekliyle" vermesini bekledin.

Sıradan Ölümlü'lerden (SÖ) beklediklerin gerçekleşmeyince ve onları


"kapasitelerinin üzerindeki bir halde" eğitemeyince, tuttun düşman oldun.

Çünki, hayal kırıklıkların o kadar çoktu ki, ve içindeki hınç öyle güçlüydü ki, intikam
almadan yatışmayacaktı. O yüzden döndün dolaştın kötülükler yaptın.

İşin içine beni de kattın. İyi dinle zavallı DoH, ki sana bu şekilde hitap ederken
kalbimin çok büyük bir acıma hissiyle ezildiğini de bilmelisin.

Çünki dünya üzerinde hiçbir insan senin kadar layık değildir acınmaya, olamaz...

Hasan devam edecekti ki, DevilofHacker sıkılı yumruklarını birden karavanın


direksiyonuna vurarak araya girdi :

"- Kötü olduğum konusunda haklı olabilirsin!

Vicdan doğru beslenmezse bir süre sonra insan kötü, hatta "en kötü" bile olabilir.
Ama dedim ya, "doğru beslenme" gerçekten çok önemli.

Öyleyse bu bizi "insanın kötü olarak doğmayacağı" gerçeğine götürür.

Çünki kötüyü kötü eden toplumdur. Buna anne - babasının yanlış ve tutarsız
hareketleriyle şiddet içerikli davranışlarını da eklersek, evlat tabii ki kötü olur.

Öyle bir hale ulaşır ki bir zaman sonra bu duygu, "kötülükten" başka herşey o insana
anlamsız ve komik gelir. Vicdanı donuklaşır, yaşamına sürdüğü kara lekeleri de
hiçbir fedakarlık - dürüstlüğün de temizleyemeyeceğini iyi bilir.

Ezbere bildiği bir şey de şudur; o konuma vardıktan sonra artık bir alçaktır.
Şerefsiz - aşağılık ve belki de çukurdur.

Çünki, alçağın bile yere göre bir yüksekliği vardır.

İşte ben de tüm bunlarla alnımdan damgalanmıştım ve artık kazımak mümkün


değildi.

Oysa çok zeki, belki de en zekiydim ve kötülüğü bildiğim derecede iyiliği de


bilirdim.

Eğer beni mecbur etmeselerdi - kendi halime bırakmış olsalardı, sence yine kötülük
yanlısı mı olacaktım?

Hı, sevgili Hasan?

Yine insanlara yalanlar - hakaretler - zulümler mi layık görecek, yine katil olacak
mıydım?

"Evet" dediğini duyamadım!

Yoksa demedin mi? Diyemezsin ki!

Çünki insanoğlunun kötü - aşağılık olarak doğmadığını sen de iyi biliyorsun.

"Kötülük" hayatın içindedir. Hayat bebeği kucaklar, ve bebek nasibini "iyi veya kötü"
sıfatıyla mutlaka alır, sonra da yolunu kendine sunulanla çizer, yaşar..."

Sustu DoH ve kollarını göğsünde birleştirip yine soğuk bir ifadeyle Hasan'ın yanıtını
bekledi. Hasan, dişlerini tümüyle gıcırdatan vahşice bir fısıltıyla :

"- İyi de, bunca akıllıyken, ve zekan tüm diğerlerinin çok üstündeyken, kendine
telkinlerde hatta tehditlerde bulunamaz mıydın?

Mantığının ve yüreğinin sana okkalı bir "şefkat tokadı" atmasını sağlayamaz mıydın?
Bunu istemiş olsaydın, pekala başarırdın!!!"

Hasan da çok zekiydi ve DoH'un iddialarının tümünü son sorusuyla tuzbuz edip
dağıtabilmişti.

DevilofHacker düşüncelere daldı, beyin muhakemesi yapmaya başladı.

Bunca alçak - bunca aşağılık - bunca vicdansız - bunca gaddar ve acımasız oluşu
gözler önündeyken nasıl da yüzü zerre kızarmıyor, nasıl da SÖ'lerin de sık sık
başvurduğu "suçla kurtul" basitliğinin ardına saklanıyor, nasıl da o an, Hasan
"haklılığını onaylayıverse" sanki vicdanı huzura kavuşacakmış hissine odaklanıyordu.
Mümkün müydü peki, asla!..

Yüreğinde, derecesini kendisinin bile tasvir edemeyeceği bir acı hissetti.

O güne dek hiçbir acıyı birkaç saniye dışında barındırmamış olan yüreği titriyordu.

Bu acı DevilofHacker'ı biranda geçmişe sürükledi.

Kendini anca bilmeye başladığı 5'li yaşlarına.

Öyle net öyle detaylı anımsıyordu ki herşeyi.

Bahçede gezinen karıncaları, annesinin konserve kaynattığı gün, eline geçirdiği kor
haldeki bir odun parçasıyla önce bacaklarından sonra da çelimsiz bedenlerinin arka
kısımlarından başlayarak, aşama aşama, ta kafalarına kadar kızartarak öldürdüğü
güne dönüvermişti…

"Peki ya, askerliğim esnasında da hem kendime hem de başkalarına bu denli


acımasız oluşuma ne demeli?" diyerek, bir yıldırımdan daha hızlı bir şekilde
düşünmeye başladı bütün hayatını...
***

{02}

ASKERLİK - TEKNOLOJİ - TESKERE

YAPTIĞI İTİRAZDA BİR EĞRİLİK OLSA,


SIRF MANEN GÜÇSÜZ OLDUKLARINDAN
KURNAZLIKLARA VE RÜTBESEL CÜRETKARLIĞA SAPANLARA
HİÇ SÖZ HAKKI TANIMADAN DOĞRULTUR;
İÇİNDEKİ DENİZİ TAŞIRMAZ,
VE LÜTUFTAN GAZABA DOĞRU BİR HAREKETE YÖNELMEZDİ.
ÖYLE YA;
KÜFÜR DAHİ ALLAH'ÇA YARATILDIĞINDAN,
ÇİRKİN KABUL EDİLMEMELİYDİ;
ÇÜNKİ, O'NUN GEREKSİZ VE ZULÜM ÜZERİNE
TEK BİR HALKETMESİ OLAMAZDI.
GELGELELİM
KÜFRÜN KARŞISINA İMAN ÇIKARILIVERİNCE,
ÇİRKİNLİĞİ ORTALIK YERE BOYLU BOYUNCA YAYILIR,
BARDAĞI DA OKYANUSU DA TAŞIRIRDI...
***

"- Burası özel şirket değil ve sen de işçi değilsin! Ne demek ulan, ben lojistik
şubede, Muhittin Yarbay'ın yanında çalışamam, ha! Oraya bir masa koyar, ananı
oturtur, onu bile çalıştırırım istersem! Kendini bil ulan asker, haddini bil!"

Eskiden beri bazı olaylar karşısında öyle hırslanırım ki tarifsiz bir öfkeyle karşımdaki
kişiye, "sessizliğin olanca sarmalamasıyla kopacak fırtına öncesinde" suskun
dudaklarım bembeyaz oluverir, ve sanki o mahlukata değil de çok uzağa
bakarmışçasına, betimin benzimin atmış olduğu yüzümün ortasından fışkıran
"gözlerime" acı ve saldırı yüklü bir bulut çöker, ense kökümden ta topuğuma dek bir
alev topu iner, geçen her saniyede de yavaş yavaş kendi içime gizlenmeye çalışırım.
Haddini bilmeyen o kişi fren yapar da yanlışını sürdürmezse, amenna.

Tanrı - Şeytan - Melekler ve tüm evren yardımcı olsun aksi durumda...

Fren yapmamıştı işte. Ne de olsa koskoca Kolordu Komutanlığı'nın Kurmay


Başkanı'ydı, yapar mıydı? Geçmişte bu ülkede, o rütbedeki birçok asker darbeleri
becermişti yahu, o kalkıp bir "bilgisayarcı asker'e" pabuç bırakır mıydı?...

"- Anneminkinin yanına bir masa da ben atarım, senin annenle yanyana çalışırlar! "

Emir Subayı - Emir Astsubayı -Emir Eri ve ona eşlik eden diğer rütbelilerin "şaşkın ve
panikten ne yapacağını bilemez" halde, sergilemiş olduğum bu çıkışı ve olası
sonuçlarını kestirmeye çalıştığı o kısacık zaman diliminde, bir kükremeyi andıran
haykırışında "götürünn şunuu" kısmını zar zor duyabildiğim o koca komutanın keskin
ve net emriyle, soluğu önce Kolordu'ya ait bir cipte sonra da kış aylarında nöbet
sürelerinin 15 dakikaya kadar düştüğü Çanakkale Boğazı'nın soğuk ötesi rüzgarlarına
maruz kalan insanın "donmuş sümüklerini resmen kırarak yere atabildiği" Yıldırım
Kışla'da almıştım.

Orada beni, komutandan gelen telefon üzerine "acilen" karşılayan ve sonrasında da


3 ay eziyet edecek olan Alay - Tabur - Bölük Komutanları, evlerinden "apar topar ve
eşofmanlarıyla" gelmiş halde ve "Kurmay Başkanına küfür eden o cesur(!) asker sen
misin la?" tarzı söylemlerle teslim aldılar. Canımdan bezdirip canıma
okuyacaktılar...

Cesaret?

Cesaret dediğin; barındırdığını adın gibi bildiğin onca tehlikeye rağmen, sürekli
olarak kullanmaya devam ettiğin patika yolu, hiç girmemek yerine, inat edip
asfaltlamaktır bana göre.

Ve aslında cesaret, "içinde korku hissi yok" manasına da gelmez.


Aklında korku barındırmayan insanlar, kendilerinin yenilmez olduğunu zannedip, bu
büyüklük hissiyle de, yürüdükleri yolda mevcut olan "yol gösterici işaret ve fikir
verici detayları" es geçerek, muhakkak surette yenilirler.

Cesaretin bendeki tezahürü korkaklığın aksi değil, sıradanlığın - tekdüzeliğin


tezatıdır.

Emir komuta zincirinde "elbiseden geçmez" mantığıyla, inandığı bütün manevi


değerlerini de sisteme kaptırmış bir asker, sadece "Emredersiniz Komutanım" der,
KORBİS (Kolordu Bilgi İşlem Servisi)'te yanyana çalışıp dururken, sürekli olarak
burnunu karıştırmak ve PC (Personel Computer) ekranı dahil heryere sümüklerini
bulaştırmak gibi bir tik sahibi olan Muhittin Yarbay'ın şubesine verilmeyi, ve
elektronik harp planlarını "bu çıldırtıcı olaya maruz kalarak da olsa" hazırlayarak
askerliğini bitirirdi.

Öyle ya, Kolordu Komutanlığı'nda yataklar yataş puffy - koğuş 10 kişiydi. Kripto,
merkez telefon santrali, telem ve bilgi işlem gibi "özel" kısımlar da yine "özel ve
seçilmiş" muhabere personelinden oluşmuş kişilerle meydana getirilmişti.

Ayrıca, hamam yerine elektrikli şofbenden "her an" gelen sıcak suyla banyo
yapılabilen bir koğuşta askerlik yapabilmek kaç kişiye nasip olur ki?..

Bana uymadı!

Yahu ben, profesyonel bir bilişimci olduğumun istihbaratını nereden aldıklarını hala
anlayamadığım, ama, Türkiye çapında seçilen 4 kişiyle birlikte, dönemin
Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın kalem müdürlüğünde, "lüks ve
konforun" hat safhada olduğu Genelkurmay Başkanlığında, salt sigaramı bina içinde
ve dilediğim an içemeyeceğimi öğrendiğim zaman, kıytırıktan yapılmış birkaç "ters
ve batıcı" hareketten sonra hem kendimi eletmiş hem de en okumuşu ilkokul terk
olan ve çoğunluğu da "Ali okulu" denilen okuma yazma kursuna devam etmiş
askerlerden kurulu "tankçı taburuna" sürgün edilmiştim daha acemi askerliğimin ilk
ayında.

Takar mıydım rahat koğuşu - Korbis'i - Lojistik şubeyi - ve sümüklerin efendisi


Muhittin Yarbay'ın sultası altında "konforlu (!)" bir askerlik yapabilmeyi...

Bilindik bütün efsane - destan - hikaye - masalların bütün gayeleri, çoğu zaman
birbirleriyle çelişkiye düşseler bile, insanı kendi özüne ve içindeki kalitesine
odaklamak - kusursuz insan olmaya zorlamak - şahika veya nirvanaya varmak adına
telkinlerde bulunmaktır.

Bu yönde harcanacak emeklerin en büyük çelmecisi - engelliyicisi ise, önce,


paradır, sonra da, diktadır. Para veya diktanın varolduğu yerde "insan" artık "hiç"
sayılmaktadır.

Hal bu olunca, savunma ve korunmaya geçen insanoğlu "duygu ve ruh hali"


bakımından, sıkı sıkıya kapatılmış ve çifte kilitlenmiş çelik kapıların ardındadır. O
kapıyı aşmak ve ardındaki "insan"'a ulaşmak ise hatrı sayılır bir seziş - öngörü - ikna
kabiliyeti gerektirir. Mayası da kelimelerin sihrini mükemmel şekilde algılamak ve
kullanabilmektir.

Dikkate değer yanıysa; o kapıdan çıktıktan sonra, elinde "işe yarayan ve doğru
seçilerek alınmış" doneler olmasıdır. Zordur, fakat imkansız değildir.

Akabinde iş, eldeki bu veriler ışığında, o insanın eksik - aciz kaldıklarını


tamirlemek, ya da, haketmiyorsa layık olduğu kötü hareketi ona bir çırpıda
sergilemektir.

Çoğu insanın ömrü boyunca "zavallı" etiketi ruhuna ilişmiş şekilde yaşıyor oluşunun
sebebi;

herkesin ondan beklediği kişi olmak için çırpınmasıdır.

Mükemmele yakın bir hayırlı evlat - müstakbel doktor - mühendis, hemşire, yönetici
- vericiliğin üst limitini yeniden tanımlayan bir yakın arkadaş - gösterdiği samimi
duygularıyla en kötü anlarda bile gülümsetip güvende hissettirebilen bir sevgili ya
da eş - küfre maruz kalsa da sineye çekebilen alt rütbeli bir asker!

Her ne olacaksa olsun, ucunda kusursuzluk ve mümkünse çokça da "pasif itaat"


olsun.

Ancak kişi, yaşamındaki herkesin bu "farklı ve uçsuz bucaksız" beklentilerini


karşılamaya çalışmakla o derece meşguldür ki yıllar yılı, tümünün acizlik ve
soytarılıktan ibaret oluşunu anlaması neredeyse bir ömre malolur. Doğal olarak
kendi "şahika ve nirvanası" bu süreçte heba olur...

Aylarca iki panço'dan yapılma bir çadırda, boğazın soğuk kıyısında, "boy çukuru"
kazarak ceza çekmiş;

ve, zamanımın çoğunu subay - astsubayların eş ve çocuklarına bilgisayar dersleri


vererek geçirdiğim "konfor cenneti kolordu karagahında" yaşamayı kaybetmiş olsam
da;

komutanımın küfrüne boyun eğmemiş ve birçok acılar çekmiş olsam da;

kışlada kendime hep, "mütevazi ve kabulkar olma, aptallar gerçek sanırlar; kavga
çıkarsa da vur durma, bilmezler korkak sanırlar. Aferin sana Hasan, aferin sana!"
diye söylendim…

Sonra ne mi oldu?

Kavranabilir ne varsa alır - işler ve kendimce sonuçlar çıkarır;

kesinlikle hükmedemeyeceğim veya hiçbir zaman değiştiremeyeceğim şeyleri


kabullenmek, ve ortamın "gönlümce" hale çabucak gelebilmesi için de Tanrı'dan
şans veya uygun fırsat anı dilenirdim hep. Yine öyle yaptım.
Çok geçmeden gözlerimde "optik nöropti" oluştu ve uzun süren tetkiklerden sonra
G.A.T.A'ya (Gülhane Askeri Tıp Akedemisi) sevkedildim. Kör olabilirdim.

İlk bakışta hastalığım can sıkıcı gibi görünse de;

12 Nisan 1993'te Türkiye'nin İnternet'le tanıştığı ve 64 Kbps. kapasiteli kiralık hat


ile, ODTÜ (Ortadoğu Teknik Üniversitesi) Bilgi İşlem Daire Başkanlığı Sistem
Salonu'ndaki yönlendiriciler kullanılarak ABD.'deki National Science Foundation
Network'e bağlandığı günlerden sonra, askere gelip de kakılıp kaldığım "internet
bağlantısı" olmayan kuru PC ortamlarından kurtulmuş, harika sayılabilecek bir
bağlantıya sahip GATA Göz Anabilim Dalı'nda, görevli tüm Komutanların yurtdışı ve
yurtiçi işlemlerini internet üzerinden yaparken aylarca, altyapımın üzerine "en
güncel verileri" ekleme fırsatını bulmuştum askerlik sonuna dek…

İlkgençliğimde birşey farkettim ve ömrümce de uygulayıp lüksünden faydalandım :

Herhangi birşeyi "nasıl arzuluyorsam ve hangi kıvamda hayal ediyorsam", ilk


muhattap olduklarıma sanki olmuş - bitmiş gibi anlatır, konu kendimle ilgiliyse de
sanki becermişim gibi aktarırdım. Sonra beklerdim.

Bahsi geçen şey her ne idiyse, Tanrı onu tam da benim "tasvir ve hayallerime" uyan
şekilde olduruverirdi.

Yine aynı şey olmuştu.

Yıldırım Kışladaki arkadaşlarımın hepsine, "çok yakında gelmemek üzere gidip


kurtuluyorum buradan" demiştim ve işte gerçekleşmişti.

GATA'da her şey çok güzeldi ve "Teknoloji" benden ileriye hiç gitmedi, beni
peşinden koşturarak hiç üzüp terletmedi.

Sonra da bir gün kapıya teskere çıktı geldi...

***
{03}

HASBİM - BEBİM - KAYSÜT - BALYEM

BEYAZ ADAM PARAYI VE GÜCÜ ELİNDE TUTTUĞUNDAN,


SİYAH ADAMI HEP AŞAĞILAYABİLECEĞİNİ SANDI.

FAKAT O GARİBİM,
MANEVİ VE RUHİ HÜRRİYET İÇİN
KÜTLE VE HACİM DENİLEN ŞEYLERİN
ÖNEMSİZ OLDUĞUNUN ÇOK FARKINDAYDI.

HİÇ BIKMADAN, HİÇ USANMADAN,


GÖZ KAPAKLARI OLMAYAN BALIKLARLA
"GÖZ KIRPMAMA" YARIŞI YAPTI, YAPTI, YAPTI, VE KAZANDI!
İÇ DÜNYASINDAKİ AZABI
KÖLELERE HÜCUM İLE ÖRTEBİLECEĞİNİ SANAN
SÖZDE "EFENDİ" DE
SONRALARI BİR ÇOK ŞEYİ ANLADI,
GELGELELİM;
YAPMACIK VE CÜRETKAR GÜLÜŞÜ
SONSUZA DEK ZENCİ KALDI.

***

Askerlik dönüşü "memuriyet tarzı" bir iş arayışına girişmedim hiç. Başkasının emri
altında - tekdüze birşekilde çalışmak külfet gelirdi. Sonra birgün yolda lise
arkadaşıma, Erdinç'e rastladım. O da işsizdi ve 17 metrekare de olsa, babasına ait
bir dükkanları vardı. Boştu. Allem kullem ikna ettik babasını ve HASBİM'i (Hasan'ın
Bilgi İşlem Merkezi) resmen kurduk. Dükkana 2 masa koyduk, 4 de sandalye.

Dolmuştu :)

Erdinç radyo-tv tamiri yapabilirdi ama bilgisayarın b'sinden anlamazdı. Çünki ben
lise 1. sınıftan sonra Elektronik bölümünden Bilgisayar Teknik Liseye geçmiştim, o
kalmıştı.

Dükkanda ufak tefek işler yapıyorsak da, o dönemde PC'ler yeni olduğundan güzel
paralar kazanabiliyor, gelecek vaadediyorduk.

Ağustos'un insanı hezimete uğrattığı en sıcak günlerinden biriydi ve Erdinç


haftasonunda bir akrabasının düğünü için köyüne gitmiş, her ne hikmetse de 8
gündür dönmemişti. Telefon ettim, ama, günlerdir o küçücük dükkanda kan ter
içinde - tek başıma pineklediğimin hesabını sormak değildi niyetim. Öyle ya, insan
başına herşey gelirdi.

Üstelik kentin tek bilgisayar kursu olan BEBİM (Bursa Elektronik - Bilişim Merkezi) de
bana bir araştırma sonucu ulaşmış, Balıkesir'de "Bilgisayar Programcılığı" kursu
verebilecek "bilgi ve resmiyeti olan bir eğitim belgesine sahip" usta öğretici
(öğretmen) bulamadıklarından gelip, yeni açılacak sınıfta ders vermemi teklif
etmişti.

Dükkandaki işlerimi bitirince, hemen dersaneye koşup, gece yarısına kadar da


öğrencilerimle haşır neşir oluyordum.

Mersin'de, Üniversite'deyken bulaşmıştım bu öğretmenlik işine de ilk.

Tabelasını gördüğüm an içeriye girerek "Turbo C eğitimi veriyor musunuz acaba?"


sorusunu yönelttiğim babacan kurs müdürü,
"- Evladım, neden bahsettiğini bilemedim, ama, sen BASIC ve LOTUS123 biliyorsan,
bir de herhangi bir sertifikan varsa elinde "bilgisayar bildiğine dair", gel seni bu
dershaneye öğretmen yapalım." deyivermişti.

Şaka sanmıştım, gerçekmiş.

Üniversite hayatım boyunca hem eğitmenlik yaptım o dersanede, hem de


lojmanında paşalar gibi barındım. İyi ki lise yıllarımda herkes sadece BASIC ve
TURBO PASCAL eğitimi alırken 4 yıl boyunca, ben, FORTRAN - MSCOBOL - RMCOBOL
- DBASE - CLIPPER ve birçok modül programı herhangi bir dökümana ihtiyaç
duymadan, ticari - kişisel yazılımları da zihinden - hemen yazabilecek derecede
öğrenmiş, yalayıp yutmuştum.

Zaten konu "bilgi" olduğunda, "birikim ve tecrübelerin" tamamı geçmişe ait iken,
eğer yoksalar ve geleceğe dair planlar yapılıyorsa, bunu, arka lastiği olmayan bir
bisikletle caka satarak yol katetmeye çalışmaya benzetirdim hep.

Önce edineceksin bilgi ve tecrübeyi, fırsat çıkınca da kullanıp keyfini süreceksin.

Dersane ve şirket arasında mekik dokurken, karşıma, "- Valla Hasan, bu sıcaklarda
bizim köyün deresi harika, bir hafta daha gelmeyeceğim ben." yanıtıyla çıkan
Erdinç'e cevabım, üç gün içinde hem resmi olarak hem de fiziki manada kapanışını
yapmak olmuştu HASBİM'in…

İnsanlar, daha önceleri - sıkı dost - iyi arkadaş - dava yoldaşı saydığı birini çok kolay
kaybediveriyor. Öyle ki, belki birbirine hasım bile olabiliyor. Altındaysa, kişiye
yüklenecek kıymet - verilecek değeri belirleme aşamasındayken, muhattabını doğru
test ve denemelere tabi tutamayış yatıyor. Bu yanlış yapıldığındaysa kırmızı çizgiler
haliyle, abartılı - eksik - hatalı çiziliyor.

Erdinç'inkine benzer bir vakıayı yüksekokuldayken de yaşamıştım.

Beraberce şirket kurduğumuz arkadaşım Yavuz'la birlikte, piyasaya yeni çıkmış olan
Opel Vectra ve özel şoförle gidip geliyorduk okulumuza ehliyet yokluğundan.

Büyük şirketlere bilgisayar sistemleri kuruyor ve bilumum teknoloji hizmetlerini


veriyorduk. Parayı koyacak yer bulamıyorduk.

Birgün, bir ihale konusunda tartışırken telefonda, tuttu telefonu yüzüme kapattı.

Sahibi olduğum yarı hissesini anında çocuk esirgeme kurumuna bağışlamıştım


şirketin, ve yerel medyada manşet olmuştum günlerce "Hayırsever genç işadamı"
diye…

Öyle anlar gelir ki, insan bilinçli ya da bilinçsizce çok büyük bir yanlış yapar sevdiği
insanlardan birine. Sonra bekler. Onunla karşılaşacağı an için hazırlar kendini.

Bu süreçte beyni ruhuna öğütler aktarmakta ve haklı olduğu yönleri sıralamaktadır.


Din çerçevesinde takılanlar bunun adını nefs - şeytan olarak tanımlar.
Batı dilindeyse Ego'dur adı.

Beyin ve Ruh, bahsedilen yanlışı yapan kişiyi o yüzleşme anına "olabildiğince somut
ve gerçeğe en yakın biçimde de soyut olarak" hazırlar. An gelir.

Karşılaşmanın ilk saniyesinden itibaren büyük bir öfke - yoğun bir aşağılama"
beklenen çehrede "kayıtsızlığın çiçek açtığını" gören suçlu kişi, canının çok daha
fazla yandığını hissettiğinde şaşalar, ve diğeri kendisine bomboş gözlerle bakmaya
devam ederse de, kalp krizi sürecindeki sıkışmayı hisseder göğsünde.

Kızdığım insana "sonsuz bir mutsuzluk içeren öylesine bir bakış" attıktan sonra
ardımı döner ve çeker giderim.

Maddi - Manevi bütün ilişkilerimi de bitiririm.

Çünki o insanı darp edemeyecek kadar severim.

Zaten o halde bıraktıktan sonra, bütün yaşamınca duyacağı suçluluk hissi de ona
yetip artacak bir cezadır.

Erdinç'e de Yavuz'a yaptığımın benzerini yapıp çekip gitmiştim ve doğal olarak da


şirketsiz-işsiz kalmıştım...

Üzüntü - Kaygı - Pişmanlık üçlüsü insana aynı anda musallat olursa, kişiliği - tabiatı
hiç umulmayacak derecede değişir bireyin - çaptan ve güçten düşer manevi olarak -
acizleşir, ama asıl şaşırtıcı olan;

hiçbir şekilde anlayamadığı bir anda eski haline dönüverir. Altyapı asla değişmez.

Bunun bilinci ve içinde bulunduğum çaresizliğin de etkisiyle, porno film eşliğinde


bira içebildiğim Börü'nin yerine yalnız gitmek istemedi canım, ve eski iş arkadaşım
olan, abim kadar sevdiğim "bira ortağım - içki arkadaşım" Bekir'i aradım. Kırmaz
beni, kırmadı ve geldi. Yedik içtik dertleştik.

Üniversiteyi yarım bırakıp geldiğim dönemlerde, kendi evimin inşaatında sineklenip


de harçla - kumla vakit geçirirken, yan komşumuz Ümmügül Hanım'ın ''- Hasaan! Sek
Süt'ü satmış devlet. Satın alan adam da çok işçi alacakmış, gidip başvursana" diye
seslendiğinde, tozuna çimentosuna hiç aldırmadan yırtık pırtık kıyafetlerimin,
bisiklete atlayıp KaySüt'e gittiğimde tanışmıştık Bekir'le.

Fabrika sahibi, zaten çirkin olan bana, üstümün başımın perişanlığını da ekleyince,
sanırım, "sıkı bir bilgisayarcı" olabileceğimi hiç kondurmamış, Muhasebe Müdür'ü
Bekir'e yönlendirmişti. Konduramama bir yana, koca şirkette tek bir bilgisayar vardı
ve onu kullanmayı bilen tek kişi de Bekir'di.

Bilgisayarın başına oturtup birkaç soru sordu, sonra afalladı, şaşırdı, telefonu
kaldırıp, "- Kemal Bey, tamam, aradığımızın da fazlası bu genç adam. Alalım işe"
deyiverdi.
PW (Professional Write) isimli programda tek paragraflık bir yazı yazdırırken, başlık
kısmını Pull-Down menüyü hiç açmadan - sadece kısa yol tuşlarıyla Bold / Italic /
Underline yapışım şoka sokmuştu onu :)

Gerçi o yıllarda sadece Bekir değil, hemen hemen hiçkimse bilişim konusunda
emekleme dönemine bile gelememişti.

Fakat Bekir'in benim içimdeki Profesyonel'i kestirişi de taktire değerdi.

Kısa süre sonra bütün fabrikayı, günümüzde artık kolay kolay göremeyeceğimiz ve
"koaksiyel kablo" olarak bilinen (tv anteni kablosu) kablolarla,

yeri geldiğinde kalın (thickNet), yeri geldiğinde de daha ince (thinNet) olanlarını
kullanarak donatıp,

herbirini NIC (network interface card - ağ bağdaştırıcı)'ler ile canlandırıp da


"birbirleriyle haberleşir" hale gelen bilgisayarları her odaya yerleştirdiğimde,
Bekir'in haklılığı ve ileriyi görebilen bir idareci olduğu herkesçe takdir edilmişti.

Akabinde, o dönemin en zor işlerinden birini de kısa zamanda yapıvermiştim.


Fabrika'da sadece Bekir'in kullanabildiği LMS (Logo Moduler Sistem) isimli muhasebe
programını, onun dehşete düştüğü anlarda, "çoklu olarak kullanabilir" hale getirip,
yani kırıp, diğer muhasebe elemanlarının da başka PC üzerinden veri girişi
yapabileceği hale getirmiştim.

"Kırmak" kelimesi, Türkçe ve Dilbilgisi gözönüne alındığında "bozmak-zarar vermek"


manasını da barındırır.

Fakat bilgisayar dünyası için geçerli olmayabiliyor bu eylem çoğu zaman.

Çok yukarılarda bir Matematiksel yetenek sergileyerek daha önceden yazılmış bir
programı çözüp de, mevcut kısıtlamalarını ortadan kaldırdığında onu bozmuş
olmadığın gibi, yüksek çözümleme becerisine sahip beynini ortaya atarak, ne
derece bilgi ve yetenek sahibi olduğunu kanıtlamış olursun.

Uzakdoğudaki birçok ülke, üretilmiş olan herhangi bir çip'i mühendislerine verip,
yazılımları da onlara her türlü desteği sağlayarak teslim edip, kendi yöntem -
metod - bilgi birikimleri vasıtasıyla çözümleyerek aynısını yapmak ya da imkan
tanınandan daha geniş sınırlarda çalıştırabilmek amacıyla "Reverse Engineering"
alanını devasa boyutlara taşımışlardır.

Sonuçta "KIRMAK", bir suç olarak algılanmamalıdır bizim gibi gelişmekte olan
ülkelerde...

Abartıp, biçok işletmecinin adını dahi duymadığı biçimlerle, Fabrika merkeze


kurduğum LAN'ı (Local Area Network) genişletip, İstanbul - Ankara - Bursa'daki
şubelerle anlık iletişime sokabilecek bir WAN (Wide Area Network-Geniş Alan Ağı)
haline getirmiştim Leased Line'lar ile (Kiralık telefon hattı).
Bekir benim bir teknoloji ilahı olduğumu her fırsatta dile getirip uluorta konuşuyor
ve maaşımı KaySüt'deki en yüksek maaş seviyesine getiriyorsa da, ben, "- Yahu,
sesleri açıkça ve net bir şekilde aktarabilen ilk telefon makinası Charles Sumner
Tainter ve Alexander Graham Bell tarafından 15 Şubat 1880'de kullanılmış. Biz 1994
yılındayız. Yapamazsak bu tip şeyleri, ayıp olur" deyip geçiştiriyordum.

Fakat o yılların Türkiyesi düşünüldüğünde de "ne yaptığımı ve kıymetini" çok iyi


biliyordum. Sonra askere gitmiştim ve KaySüt'e geri dönmemiştim. İlişik kesilen bir
işyerine tekrar dönülmezdi, tat vermezdi. Ama Bekir'le dostluğumuz bakiydi.

Gerçi biralarımızı yudumlarken onun da oradan ayrılıp, bir Yeminli Mali Müşavir'in
yanında çalışmaya başladığını, ona Kaysüt'teyken öğrettiğim LOTUS 123-Quattro Pro
ve Excel'in ilk sürümlerinin artık ekmek kapısı haline geldiğini, tablolamanın "ileri
muhasebede" en önemli şey oluşunu vs. de öğrendim. Maaşı ve konumu iyiydi...

Mesleğini ve ele aldığı işi, çevredekilerin ilgisini çekecek - takdirlerini ve


güvenlerini kazanacak kadar iyi yapan biri, uzun süre çaresiz kalmıyor. Bir zaman
sonra Bekir aradı ve Balyem isimli, kentin en köklü ve kurumsallaşmış "hayvan yemi"
fabrikasında çalışıp çalışmayacağımı sordu. Bilişim konusunda hem revizyon hem de
yeni girişimleri olacakmış.

Gittim başladım.

Muhasebe departmanında bir masa ayarladılar bana, ve mevcut UNIX sistemi


kullanan personelin de hiç bilişimciye ihtiyacı varmış gibi görünmüyordu. Çünki
yazılım özeldi ve şıkır şıkır çalışıyordu.

Tam işi bırakmayı - "iş yapmadığım yerde oturup durarak vakit geçiremem ben",
diyerek istifa etmeyi düşünmeye başlamıştım ki on gün kadar sonra, içtiğim birayı
da yarım bırakıp evde, fabrikaya götürüldüm şirketin şoförü tarafından bir gece
vakti.

Genel Müdür'ün emriydi, "Hasan bir baksın" idi.

Baktım, Ve, "silo altı" denen devasa düzeneği - kumanda paneli - BASIC ve MAKİNA
DİLİ (ASCII) karıştıralarak hazırlanmış yazılımıyla birlikte PLC (Programable Logic
Control) çiplerini yöneten ve silolardaki hareketi de denetleyen PC ile karşılaştım
fabrikanın üretim bölümünde. Arızalanmıştı.

Normalde Ankara'daki bilişim firmasından çok yüksek ücretler karşılığı bir eleman
gelirmiş, ama, işte madem ki bir bilgisayarcı işe alınmıştı, o bir baksın'dı.

Öyle demişti bayram üstü stop eden koca fabrikanın Genel Müdürüne İşletme -
Pazarlama - Teknik Müdürleri. Akabinde fabrikanın Veteriner hekimi tüm
idarecilerin sözcüsü olup da bu devasa sorunu anlatmak için aradığında, o da olur
vermişti.
Hepsi PC'nin başında yandık - mahvolduk süzüşleriyle karışık bana bakıyorlardı.

Öyle ya, daha bir haftalık elemanken "ne bilirim - ne yapabilirim" hiçbir fikirleri yok
ve şüphe içindeler...

Bilgisayar kullanmaya çocuk denebilecek yaşta başladım.

Öyle ki, yaşadığımız taşra kentine gelen ilk bilgisayarın tuşlarına dokunmak bana
nasip olmuştu sahibinden ve nice mühendisten önce.

Yanısıra Beko - Arçelik Yetkili servisinde de çalışıyor, meslek lisesinde aldığım


elektronik - bilgisayar eğitimlerini an be an pratiğe çevirebiliyor, hiç zorlanmadan
TV - Radyo - Kasetçalar - Yazarkasa - Video (Vhs-Beta) tamir edebiliyordum.

Bilgisayar bağımlısı olduğumda 14 yaşımdaydım. Lise birinci sınıfa yeni başlamıştım.

Kendime ait bir bilgisayarım üniversite ve askerlik bitene dek hiç olmadı ama, hiç
de bilgisayarsız kalmamıştım.

Hatta, günde sadece 2-3 saat uyumaktan yorgun bile düşerdi bedenim. Mutlaka
klavyelerdeydi ellerim.

Fiziksel problemlerin değişik türleri de başgöstermişti bir süre sonra ve insomnia


denen uyuyamama hastalığının yanısıra, sürekli oturmaktan kaynaklanan hemoroid
bile geçirdim. Aşırı kilo aldım bir dönem, ve, "karpal tünel" denilen dandik sendrom
mouse'a sürekli tıklaya tıklaya oluşmuştu kolumda.

Sonra, bu bağımlılıktan kurtulmanın yolunu Tanrı ve Camii'de görüp, birkaç yıl


camiye bile gittim ve topluma karışmaya çalıştım, ama, PC'yi yenmeyi birtürlü
başaramadım.

Bu bağımlılığı deştiğimde ise; gerçekte, geçmişimden ve oradaki problemlerden


kaçtığımı farkediyorum. Bilgisayar, yani programcılık, beynimin dopamin
salgılamasını sağlıyor ve bu etki de tıpkı alkol gibi. Bu yüzden, "bağımlı olmayan
kişilerin ve bağımlı yakınlarının" bir bağımlının beynine girip gözatabilmesi ve onu
tam manasıyle anlayabilmesi imkansız.

Ve benim bağımlılığım da bir PC oyununa ya da sadece keyif veren bir meşgaleye


olandan farklıydı zaten. Bilirdim ki, el becerileri çok olan kişiler pratikten gittikleri
için "öğrenimi" hor göreceklerdir. Vasat kişilerse "öğrenim" denen şeye sadece
hayranlık duyarlar.

Ondan layıkıyle yararlanan tek zümreyse bilgelerdir.

Ve "öğrenim" denen şey "kişiye sağlayacacağı yararın ne olduğunu asla


gösteremeyecektir" ama gelecekte biryerlerde "öğrenimi beyninin içine almış
kişinin" kazanımları kendi "gözlem ve kavrayış" niteliğine paralel bir şekilde dirilip
hayata geçecek, işine mutlaka yarayacaktır.
Bu bilinçle, hem elektroniği hem de bilgisayarı öğrendim, öğrendim, öğrendim.
Kendimi öğrenmeye bağımlı ettim.

İnsanoğlunca kullanılan ilk metaller altın ve bakırdı, tarih de İ.Ö. 4000'leri


gösteriyordu.

İlk "alaşım" ise, tamamen rastlantıya dayalı olarak İ.Ö. 3500 yılında Mezopotamya'da
bulundu. "Bakır ve Teneke" istemdışı birşekilde karışmış, "Bronz" adı verilmiş, ve bu
buluştan sonra da "Bronz Çağı" başlamıştı.

Yani Bakır'ın biliniyor oluşundan tam 500 yıl sonra!

Bense, kendi bronz çağımı rastlantılara, gecikmelere bırakamazdım.


Hep okudum, hep öğrendim, hep çalıştım. Bıkmadım.

Taşrada yetişmiş ve yıllarca süren mütevazi bir hayat eşliğinde "öğrenime" devam
etmiş insanlarda, dünya üzerindeki alelade şeylerin kolayca yıkamayacağı bir "sabır
ve karşı koyabilme iradesi" gelişir.

Asi olduklarından değil, başkaldırmaya meyilli olduklarından hiç değildir bu halleri,


ama, bilirler ki, o edaları ve harcanmış çabaları, er geç, "kendilerine uyan ve mutlu
olacakları bir dünya kurabilir" pozisyona sokacaktır onları...

Hemen işe koyuldum. Özel tasarım bir arabirim ile devasa kumanda paneline "seri
ve paralel portlardan" bağlanmış 80286 bir PC karşımda duruyordu.

Onunla aramızdaki iletişim;

1985 yılında üretilen ve "şifrelemelerin kontrolünün tam anlamıyla sağlanmaya


çalışıldığı ilk kripto çipi olan Clipper" ile, onu geliştiren mühendislerinki kadar
aşinalık taşıyordu.

Yem üretimini detaylarıyla bilmesem de, dev kantarlara hükmeden kumanda


panosunun ardındaki binlerce transistör - triyak - direnç - tristör ile, olaya digital
boyut katan "PC ve işleyişleri" vakıf olduğum şeylerden ibaretti.

Yalnız bir sorun vardı : Çok bira içmiştim.

Ağzımda içki kokuları resmen ağdalaşmış ve gözlerim bulutlanmıştı.

Bulutlanmakla kalsalar iyi, ayakta sallanıp duran beynime uyarak, bir çukurlaşıyor -
bir küçülüp büyüyorlar ve park edecek bir mekan arıyorlardı.

Gözlerim bir türlü tutunamıyor, hedefi tam olarak tutturup da odaklanamıyor, ters
dönüp de bir türlü doğrulamayan tosbağalar gibi didinip duruyorlardı, ki, odada
bulunan müdürlerden biri konuştu : "- Hep böyle çok mu içersin, perişan haldesin?!".
Gerçekten de, bitkin - solgun - ahiretten yeni dönmüşçesine sefil bir haldeydim, ve
bu insanlar beni henüz tanımıyorlardı.

Hafifçe sırıtarak : "- Meraklanmayın, vücudumda mide bir tane ve o da karnımda.


Bulanacak bir midesi yok beynimin. Bu arızanın üstesinden gelebilirim!"

Yazılım dahil herşeyi inceledim - ölçtüm - biçtim - söktüm - taktım ve lehimledim.

İşim bittiğinde ortalık savaş alanını andırıyordu.


Odadaysa sadece kumanda panosunu kullanan işçiyle ben kalmıştım.

"-Tamam, bir parti yem üret bakalım" dedim işçiye.

Biraz çekingen bir tonla : "- Abi, bu müdürler var ya, neden kaçtı biliyor musun? İşe
daha yeni başlayan bir personel bu bilgisayar sistemini yanlış bağlar da silolardaki
binlerce kilo arpa - buğday - melas vs. kantarların kapaklarından yerlere akarsa şu
bayramüstü, onların yeniden yukarı taşınması en az 20 gün sürer ve fabrika kapanır
o süreçte. Zarar zarar üstüne. Aha bundan dolayı kaçtılar. Hani hiçbirisi suçu ve
suçluyu denetler pozisyonda olmamak için."

Gülümsedim ve; "- Unutma birader. Dünya kahramanları her zaman sever. Sen üret
bir parti yem. Silolar boşalırsa yerlere komple, ben bastım kumanda panelinin
düğmelerine derim, seni korurum. Cesaretin temel taşı, ödenecek bedeli kayıtsız
şartsız kabul etmektir. Merak etme, öyle bir durumda işten kovulan ben olurum."…

Ustalığımın kaynağını her zaman bildim : Yapılan idmanlar, uygulanan asıl şeyden
daha zorlu olursa, kişiye pürüzsüz bir ustalık kazandırır.

Ve ben; o ustalığı da cebine koymuş, hayat denilen oyunu tek başına göğüslemek
için doğduğunun farkında olan biriydim...

BIT (Binary Digit), büyüklük bakımından verilerin en küçüğünü teşkil eder ve 0 ya da


1 olarak sadece iki değer alabilir.

Kısaltma olarak da "b" harfiyle gösterilir. Bir de BYTE (Binary Term) vardır ki, 8
bitten oluşur ve "B" kısaltması ile tasvir edilir. Son dönemlerde QUBYTE (Quantum
Byte) diye birşeyden bahsetse de bilim insanları, henüz çok taze ve somut sonuçları
yok.

Sözde; adını, atomaltı parçacıklar düzeyini inceleyen ve o düzeydeki fizik


kanunlarını ortaya koyan bilim dalından alıyor, ve özellikle de dolaşıkfotonların
birbirlerinden kilometrelerce uzakta olsalar bile "eşzamanlı biçimde birbirlerini
uyarabilmeleri" esasına dayanıp, bilginin bir yerden başka yere belirli bir "süper
hızla" aktarılmasını, dahası, süperpozisyon prensibiyle de hem 1 hem 0 bilgisinin
aynı anda barındırılmasını sağlayabiliyor.

Bir diğer cazibeli yanı ise, üçüncü şahısların Qubyte'lara ulaşması durumunda, bilgi
anında değişime uğrayıp bozuluyor. Yani kendinden şifreli ve teoride kırmak çok
güç. Qubyte'ı geçelim, çok yeni. Ama ben; bir "b" ve "B" akışını doğru yaptırıp da, şu
PC - PLC - Kumanda Paneli üçlüsüne yem ürettiremiyorsam bu fabrikada, yazık
bana.

İşçi düğmelere bastı, sistem sorunsuz çalıştı, yemler üretildi.

Bana getirisi; henüz 15 günlük bir personel bile değilken maaşa %400 zam, hertürlü
insiyatifi kullanabileceğim "Bilişim ve Teknoloji Müdür'ü" ünvanı, bir bilgi işlem
odası, ve internet bağlantısı. Üstelik havam ve biram da her an yanıbaşımdaydı o
şirkette çalıştığım yıllar boyunca. Akabinde, mevcut UNIX sistemi kaldırmış, heryanı
fiberoptik kablolarla donatmış, PC ve NTSERVER mantığıyla çalışan LAN'ı
kurmuştum…

Kendini bilmek için önce donanmak lazım, hiç olmadı bilgiye hürmet lazım.

Bir de; birkaç bilgiyi alıp kanıksayarak "kültürel manada sınıf atlayıp uçmaya
çalışan" birçok taklitçinin kanatlarının, onu, hiç hesaba katmadığı "köklerine"
dolanarak yerlerde yuvarlatacağını hiç unutmamak lazım.

Örneğin; Berke Üzrek isimli oyuncu, Behzat Ç. dizisinden sonra meşhur olmuş ve bir
röportajda din konusunu kendince araştırdığını belirtmiş.

Şöyle ki; "- Bu bir eğitim. Namaz kılmıyorum ve orucu da şöyle tutuyorum : Oruç
tutulan dönem, güneş patlamalarının olduğu döneme denk geliyor. Her 9 yılda bir
tavan yapar, her yıl 10 gün sarkar. Güneş patlamaları manyetik alan olarak çok
güçlü, ve sarsıcı olabiliyor. İnsan vücudunda en çok enerji tüketen yer mide. Sen
güneş patlaması olduğu sırada yemek yediğinde, manyetik alanın güçsüz kalıyor ve
bu da fiziksel olarak sarsıcı olabilir. O yüzden Ramazan'da güneş batana kadar
yemek yemiyorum ve su içiyorum."

İşte bunları demiş ama, insanın aklına hemen şu soru geliyor : Bu kardeşimiz
inançsızlıkta ısrar ediyor, fakat, Hz. Muhammed (S.A.V) 1400 yıl öncesinde bu tip
teknik bilgilere nasıl sahip, ve, sıradışı önlemler de alarak, insanlığa, güneşin o
kritik dönemlerinde oruçla aç kalmalarını nasıl önerebiliyor?...

Ben Peygamber değildim ve bütün kainatı Tanrı vahiyleriyle öğrenemezdim.

1980'den sonra, teknolojik döküman kıtlığının en üst seviyede olduğu taşrada, bilgi
için resmen dilendim, hınç ve hırsla didindim.

Mesela, okulda Basic eğitimi veren öğretmenlerimizde de yeterli bilgi


olmadığından, Balıkesir'de sorup soruşturduğum ve zor da olsa ulaştığım "Boyacı
Uğur" lakaplı birinden öğrenmiştim RANDOM dosyalamada otomatik kayıt numarası
verebilmenin yolunu.

Sohbet sohbeti açtığında, ATTRIB +h komutunun dosyayı silinemez hale gerçekten


getirdiğini zannetmiştim ilk anda, ve defterime "silinmez sonsuza gider" diye not
almıştım :)

Peki ya RMCOBOL öğrenip de program yazmaya çalıştığım günlerde, bu dili çok iyi
bilen Ali Naci isimli birine, "veri girişi sırasında Enter tuşuna her basışta" öten PC'nin
"ses çıkarmaması için gerekli olanı" bana söylemesi için, 7 kişilik şirketteki herkese
1,5 porsiyon yoğurtlu iskender döner ve kola ısmarladıktan sonra (ki param yoktu ve
aile olarak da fakirdik), her veri giriş accept - input satırının sonuna NOBEEP
yazmam gerektiğini öğrendiğimde, onlara zerre kadar kızmadan, aksine, bir "bilgi"
edinmişliğin sevinciyle minnet duyguları besleyişime ne demeli?

Yine o dönemlerde; gittiği bilgisayar kursu vasıtasıyla edindiği RM COBOL kitabını


(Adnan Mazmanoğlu - Kırmızı kapaklı bir kitap), bana sadece 1 haftalığına
verebileceğini söylediğinde Neşat isimli mahalle arkadaşım, besmele çekmiş ve 400
küsür sayfalık kitabı noktasına - virgülüne kadar yazmıştım eski bir ajandaya.

Fotokopi icat edilmişti, evet, ama dedim ya paramız yoktu!...

31 Mart 1930'da, Başbakanlık konutunun oturma odasındaki mobilyaların arasına


yerleştirilen Televizyon için bir teşekkür mektubu yazıyor Başbakan Ramsay
Macdonald;

ve şöyle diyor :

"- Yayınlar başladığında gözlerimin önünde bir mucizenin gerçekleşmesine tanık


oluyorum.

Odama öyle bişey yerleştirdiniz ki, ona baktığım sürece, ne denli garip ve
bilinmeyenlerle dolu bir dünyada yaşadığımızı unutmam olanaksız.".

Mesai harcayarak çalıştığım ya da proje bazında hizmet verdiğim her şirket sahibi
ya da yöneticisinden benzeri övgüleri aldım. Ve bu lüksü, bir peygamber olmadığım
için vahiy yoluyla değil de, söke söke edindiğim "bilgi" yaşatıyordu bana hayatımın
her aşamasında.

Yolculuğun ortasında bozulan araba teybini "- Kaptan ben bir bakayım mı?" diyerek,
kısıtlı birkaç aparatla tamir ederek, hem bilet parasını geri alan hem de otobüs
yetkililerinin yemek masasında dilediğince ağırlanan kaç genç vardır şu dünyada?
Üniversite'ye ilk kayıt için giden, yeni kazanmış bir liseli hem de. Abi kardeş
ilişkisine dönen tanışıklık sayesinde de, yıllarca, o firmanın otobüslerinde ücretsiz
yolculuk yapışımı da alın göz önüne...

Büyük firmaların kendi bünyelerinde bulundurup yüksek maaşlar ödedikleri Ağ ve


güvenlik uzmanları - Sistem Mühendisleri - Veritabanı Yöneticileri - İnternet
Teknoloji Gözetmenleri ve hatta ilaveten onlara anlaşmalı hizmetler sunan Sistem
Entegratörü konumundaki danışman firmalar vardır, ve işyerinin hem lokal hem
global ağlarını korumak bu kişilerin görevidir.

Bense, bütün hepsinin görevini eşzamanlı ve tekbaşıma üstlenebildiğimden, görev


yaptığım firmalarda keyfim hep yerindeydi. Ama hiçbir zaman yükseklerden
uçmadım. Havalara gireceğimi hissettiğim an teknoloji manasında, hemen Tesla'nın
yaşadıklarını anımsadım.

1885 yılında Nikola Tesla, AC akım teorisinin patentini Westinghouse Electric


Company'e sattığında, elinde sadece, DC akımının en büyük temsilcisi olan eski
işvereni Edison ile yaptıkları güç - bilgi savaşını kazanmışlığı vardı.

1893'teyse, yani Marconi'den tam 2 yıl önce, radyo dalgalarıyla iletişim konusunu
enine boyuna deşmiş olmasına rağmen, ve bunu da layıkıyle gerçekleştirebileceği
"teknik bilgi ve ekonomik güce" sahipken, radyo dalgalarıyla "haberleşmeyi" değil de
"enerjiyi taşıma" sevdasını bir tutku haline getirmişti.

Mali yönden çok ağır olan projeleriyse bu sevdada diretmesi yüzünden başarısızlıkla
sonuçlandı. Abartıp, başka gezegenlerden sinyaller aldığı veya bir öldürücü ışın
bulduğunu falan anlattı medyada.

Ve aslında, teoride, o bilgisi de vardı. Fakat, "yarım yamalak bir yalanın hem
karşıdakini hem de sahibini vuracağını" hiç hesaplayamadı, ve iş çevrelerinden
gördüğü ekonomik desteği yitirdi.

Sonrası tam bir hüsran.

Tesla'nın o teorileri manyetik alanla ilgili binlerce çalışmanın temelini oluştursa da,
o, içine düştüğü mali bunalımdan sonra otel odalarında - yapayalnız - toplumdan
uzak ve aç öldü.

Önümde buna benzer örnekler varken, mesleğimin inceliklerini en derin


noktalarından yakalayıp öğrenmiş olmama rağmen "temkin ve kanaati" hiç uzak
tutmadım kendimden...

Balyem'de hem rahatım hem de 7/24 yetkim vardı, ve akşamları Bekir'le buluşup
bira içmenin dışında sürekli PC başındaydım. Jarko Dikarinan 1988'de herkesin
"Chat" diye andığı IRC'yi (Internet Relay Chat) hediye etmişti bizlere ve vaktimin
çoğunu chat odalarında geçirirken bir yandan da, programcılık üzerine dökümanlara
gözatıyordum internette.

Teknik kullanıcıların çoğuysa veri paylaşımlarını BBS (Bulletin Board Systems - İlan
Tahtası Sistemleri) ile yapıyordu. Sonraları, kullanıcıların bir araya gelerek,
"görüşlerini paylaştıkları ve tartışabildikleri" forum sitelerinin sayısı hızla artmaya
başladı, ve ben düzenli olarak takip ediyordum bazılarını.

İnternet henüz çok aktif olmadığından, yine 1988 yılında "Standartlar Topluluğu"
tarafından "nasıl güvenli bir hale getirilebileceği" konusunda uzlaşma sağlanamamış
olan SNMP (Simple Network Management Protokol - Basit Ağ yönetim Protokolü),
"hızlı ve basit" felsefesiyle, herhangi bir güvenlik özelliği olmadan kullanıma
sunulmuş olmasına rağmen çok sorun teşkil etmiyordu.

Asıl meselemiz; varlığı 1982 yılında ortaya çıkan, Apple DoS işletim Sistemini ciddi
manada tehdit edebilen "Elk Cloner" isimli ilk virüsten sonra;

daha 20MB kapasitenin üstüne bile çıkamadığı dönemlerde sabit disklerin


(Harddisk), 3,5 ve 5,25 inch'lik disketler vasıtasıyla bile olsa,

cüretleri ve sayıları hızla artan, başta MBR (Master Boot Record - İlk Sektör)
virüsleri olmak üzere,

bütün .EXE-.COM-.BAT uzantılı dosyaları perişan edebilen VİRÜS'lerdi...

Virüslerin "benle ilgili" unuttuğu birşey vardı :


Mesleki anlamda, hiçbir zaman mutlu olmadım!..

"Mutluluk" denen şey, hele de dozu yükseldikçe, ve özellikle de "ilk adım - ilk intiba
- ilk tecrübe" olmak üzere, her olay ve eylemde insanın boş bulunmasına, gayr-i
ihtiyari olarak da olsa, acısı o an hissedilmemiş "yaralar" almasına yol açar.

Mutluluk lokal anestezi gibidir.


Farketmezsin belki acıyı - sızıyı, ama, çürük de olmuş olsa, artık dişinin yerinde
koca bir oyuk vardır. Mutluluk, temkin ve tedbiri zayıflatır.

'80'li yıllarda varolan ve hızla gelişerek sayıları artan zararlı yazılımlar, bilgisayarın
içindeki belge ve çalıştırılabilir programlara saldırıp, onları bozmak için
tasarlanmaktaydı.

Ve o yıllarda günümüzün gelişmiş ve bol çeşitteki güvenlik yazılımları yoktu.

Çoğu sistem REAKTİF YÖNTEM ile tehdit ve tacizden kurtulmaya çalışırdı.


Bu yöntem, tehdit gün yüzüne çıkıp da bilgisayardaki dosyalarda hasar meydana
getirdikten sonra uygulanabilen tedbir ve eylemleri içerirdi.

Oysa ben, günümüz teknolojisinde bolca kullanılan PROAKTİF YÖNTEMİ, yani;

henüz bilinmeyen fakat öngörebildiğim bütün tehditlerin ortaya çıkmasından önce,


digital manada güvenliğin sağlanması adına, onlarca güvenlik yazılımını kendim
yazar - geliştirir ve uygulamaya sokarak fabrikadaki her PC'ye enjekte ederdim.

Burada bir hatırlatma yapmalıyım.


O dönemlerde zararlı yazılım üretip yüksek güvenlikli ağları bile delerek korsanlık
yapan birçok programcı taraf değiştirmiş, bunlarla savaşır haldeki oluşumlara
katılıp, güvenlik yazılımları üretir hale gelmiştir.

Gerçi o zamanların "zarar verme" amaçları da günümüzde "bilgi ve para" hırsızlığına


dönüşmüştür, bu ayrı bir konu…
O dönemlerin tırmanışının en hızlı hale gelişiyse, 1998 senesinde, 56Kb.'lik
modemlerden 45 bin kat süratli bir erişime sahip internet-2 ve WebTv.'ler ile oldu.

1999 yılında iş, WAP (Wireless Aplication Protocol - Kablosuz İleişim Kontrolü) ile
cep telefonlarıyla bile internete erişilebildiğinde çığrından çıktı.

İntel firması '99 da PIII, 2000 yılındaysa 42 bin transistörlü P4 işlemciyi piyasaya
sürdü ve şu güne kadar da delinemeyen; "Aynı boydaki bir silikon üzerine yerleşecek
transistör sayısı, her 18 ayda ikiye katlanacaktır." yasasını, kurucularından Gordon
Moore'u utandırmayarak ispatladı.

Moore Yasası olarak anılan bu tespit hala geçerlidir ve geçerliliğini yitirmesi zor
görünüyor...

***

{04}

JAKABO - METALMİLİTAN - İZZET YASİN - ICQ - FGCM

İSTER YILAN MİSALİ KIVRAN


İSTER KUŞLAR MİSALİ ÇIRPIN,
BİR ŞİİRİ BİNBİR MAKAM VE TONDA OKUYABİLİYOR OLSAN DA,
ONU YAZAN ŞAİRDEN ÜSTÜN OLAMAZSIN.

TANRI ETİNİ HARAM KILDI DİYE


DOMUZU SUÇLAYAMAZSIN.

HÜKÜM YÜCE ALLAH'TAN ÇIKMIŞSA EĞER


VAKTİ GELİNCE "OL!" EMRİ İŞLESİN DİYE;
HANGİ SEVDANIN FERHAD'I OLDUĞUNA BAKMADAN
KENDİ ÇAĞININ DAĞLARINI ARŞINLAYACAK,
ANLAMANIN BAŞKA ŞEY
ÇÖZMENİN BAMBAŞKA BİR ŞEY OLDUĞUNU
AVAZ AVAZ HAYKIRACAKSIN...
***

Balyem'de herşey yolundaydı ve hayatım rutine dönmüştü. Fabrikadaki 30 kadar PC


sorunsuz çalıştığı sürece, benim çalışmama gerek kalmıyordu ve zaten gerekli bütün
önlemleri almıştım.

"Dünya üzerinde binlerce virüs ve bir o kadar da kötü niyetli insan olsa da beni
ırgalamaz, çünki, bir aslanın umrunda değildir ceylan sürüsünün çok kalabalık oluşu
yahu" diyerek, vaktimi Süperonline'nin Chat Server'in de Kilise kanalında,
Metalmilitan Nick'li kişisiyle laflayarak ve Jakabo nickimin de ününü odaya
girenlerle "matrak ve neşeli sohbetler" yapmak sayesinde arttırarak geçiriyordum.
İlginç bir çocuktu Müslüm.
Yani, Metalmilitan.

Henüz lise talebesiydi, asiydi, metal müzik dinlerdi. Kilise kanalının sahibiydi.
Adana'lıydı. Tembeldi.

Okulu sevmezdi ve sadece kızlarla takılmak adına varolduğuna inanırdı okul denilen
yerin.

Fakat ilginçtir ki, yıllar sonra, üniversite sınavlarında Kırıkkale Üniversitesi Fizik
Bölümünü kazandı. O zekilikte birinden umulurdu ama o haytalığa pek
yakıştıramamış ve şaşırmıştım doğrusu.

Bir gün sörf esnasında, "eski okul arkadaşlarınızı bulun" mantığıyla çalışan,
Türkiye'deki her okulu Veritabanlarına (Database) ekleyerek, gayet pratik çözümler
sunmuş olan bir websitesine rastladım.

Birçok eski okul arkadaşımı bulmuştum ama İzzet Yasin'in bendeki değeri
birbaşkaydı.

Akıllı bir insan ve lise yıllarımızda da birçok güzel bilgisayar programına imza atmış,
becerikli bir yazılımcıydı. Sitenin ilan panosuna bıraktığı telefon numarasını hemen
çevirdim ve uzun uzun konuştuk.

Ege Üniversitesi Üni-Pa'ya (Bilgi İşlem Dairesi) sorumlusu olmuştu ve hiç


şaşırmamıştım.

Konuşurken arada telefonu bırakmak ve gelip soru soran diğer mühendislere cevap
vermek zorunda kalıyordu.

"- ICQ numaran kaç Hasan? Ekleyeyim seni ve ordan 7/24 yazışalım" dediğinde, kısa
zaman önce "yahu biriyle konuşmak için, hele de tanımadığın biriyle konuşmak için
program yazmışlar adını da ICQ (I Seek You - Seni Arıyorum) koymuşlar, eksik olsun"
diyerek bilgisayarıma kurmadığım o programı hemen kurmak zorunda kalmıştım.

İzzet Yasin'le günün her saati yazışabiliyorduk artık ve her konuda fikir alışverişi
yapıyorduk. Arada da ICQ çöplüğünde takılan diğer insanların profillerini inceliyor,
"About - Hakkında" kısımlarında ilginçlikler gördüğümde de, "Slm - Nbr" tarzı
başlayıp, laflıyordum.

Sonra bir şeyi farkettim :

ICQ - MSN - IRC'de takılan hemen herkes;

"Böyle saklı kalmak gibi bir ayrıcalığı varken, henüz gençken, fırsat bulmuşken,
bolca eğlenmeli ve dertleri dirseklemeli, çok derin ve kasvetle düşünmemeli.

Çünki yaşam içinde "felekten gece çalmak" deyimi her an kol gezer durur. Peşine
takılınacak tek gerçek budur ve mümkünse insanın her gecesi bu düsturla
yoğurulmalı, ve hayata böyle tutunmalıdır. Yaşlanınca bu işler azalır, tadı tuzu
kaçar.

İhtiyarlıktan en büyük çile payını da kadınlar alır.

Çünki, gençlik - güzellik onları çok çabuk boşayıp gider, talep azalır ve hayat
zulmetmeye başlar. Bir kocakarı veya bunak bir herifle kim ve hangi tarzda eğlenip,
gününü gün etmeye çabalar?", mantığıyla balıklama dalıyordu bu ortamlara. İşin ucu
partner bulmaya dayanıyordu yani.

İnsanoğulları gerçek yaşamda da kendi putlarını kendi yapar.

Gazino - disko - pavyonlar da bu tip düzenlemelere maruz kalmış yerlerdir mesela.


Düzenekler özenle kuruludur. Yan taraftaki deniz veya havuza kırmızı - sarı - mavi
ışıklar akıtırlar ve oradaki kadınların hepsi kadınlıklarını tamamen soyunmuş,
erkeklerse uçsuz bucaksız erkekliklerini giyinip gelmişlerdir. Bed sesli şarkıcıysa bu
ikisinin arasında bir cinsiyettedir çoğunlukla.

Bu tip yerlerin ışıklandırması fevkalade incelikler taşımalı, alacakaranlıklar


mekandaki bütün eşyayı sımsıkı örtmeli, hatlar bütün belirginliğini kaybetmeli, ve
müşterilerin paraları alkolün de desteğiyle, ceplerinden kolayca alınmalıdır.

İşte, sanalın sohbet ortamları, gerçek hayatın bu karanlık eğlence mekanlarını hiç
aratmaz, çünki, sanal zaten uçsuz bucaksız ve kapkara bir güzergah. Karşıdaki
"kendini anlattığı derecede" ışır ortalık, ve onun ancak o kadarını görebilirsin.

Oysa öyle güçtür ki kendin olabilmek. Bu, olduğu gibi görünebilecek insanın devasa
erdemler barındırmasını gerektirir. Katıksız ve az bulunan madenlerin çok kıymetli
olması gibidir.

Savunma mekanizmalarımızın ve "kalkanlar açık halde" dolaşmalarımızın çoğu,


bilindik "vasat SÖ" kültürünün baş köşesini işgal etmiş olan "zayıf görünmeme
öğretisinin" genç nesillere "hiç hissettirmeden" aktarılabilmesindendir. Durum bu
olunca, yanyana gelen ademoğullarının hiçbirisi "kendisi olma erdem ve cesaretini"
gösteremez.

Zaten çok az "Sıradan Ölümlü" güçlü olduğu şeylerde buluşur. Büyük kısmı ise, zayıf
yönlerinin benzerliğiyle orijinde müttefik olur.

Sonuç mu : Kalabalıklar içinde enine boyuna yaşanan, ve bazen sapkınlık sınırına


dayanan "yalnızlık ve onun getirisi sıkıntılar" ile doludur artık cepler. Eğer daha da
köşeye sıkıştırılırlarsa bu küçük beyinler, kendilerine fütursuz bir dille "mağdur" bile
diyebilirler.

Az sayıda insan ise bu tip bilinçaltı eğitimleri, almışsa defeder - almamışsa


"farkındalıkla" reddeder…

Normal bir konuşma esnasında, sanki söylenmemesi gereken bir şeye sıra gelmiş de,
"söylesem mi söylemesem mi tereddütü yaşıyormuşcasına" devam ederseniz
sözlerinize, işte o duraksama anında havaya saçılan soru işaretleri karşınızdaki
insanda "sizi daha bir ilgiyle dinleme ve size tümüyle odaklanma" hissi uyandırır.

Bu tarzda toplu mesajlar atardım ICQ'daki diğer kullanıcılara ben de, ve mutlaka
doyurucu sohbetlere sürükleyecek birilerini de bulurdum gün içinde.

Fakat birgün, özü "bil bakalım ben kimim?" e dayalı bir mesajıma,

"- Kimsin, yoksa Hacker mısın?" diye bir yanıt alınca hem şaşırmış hem de bu soruyu
soran kadına "Evet" deyivermiştim.

Güvenlik ve güvenlik açıkları konusunda çok ama çok bilgiye sahip olmama rağmen,
medyada Hack ile ilgili forum sitelerinde sidik yarıştırıp duran, bazısı amatör ama
özenti, bazısı da işin ilmine gerçekten hakim olanlar gibi, ismimin önüne "Hacker -
Cracker" sıfatı koymak da hiç aklımdan geçmemişti...

Bilişim suçları işlenmeye başladığında çok sık olarak gündeme gelen bu iki terim,
medyada magazin malzemesi olarak kontrolsüzce kullanılmış, ve çok basit iletişim -
yazılım ihlalleri yapanlar bile Hacker - Cracker olarak tanınmıştı.

Aslında çok yakınmış gibi görünseler de birbirinden çok farklıdır.

Her ikisi de eşit düzeyde bir bilgi birikimine ihtiyaç duysa da, bir Hacker'ı bir
Cracker'dan ayıran şey;

Hacker'ın "özde iyi niyetli" oluşudur.

Yani, bir Hacker bilişim korsanlığı yapmaz fakat sistemdeki açık - zayıf noktaları
bulmakta ustadır. Çoğu da bu işi büyük firmalarda güvenlik hizmeti vererek yapar.
O şirkette çalışmasa da, herhangi bir sistemdeki açıkları hobi olarak bulup, bunları
sistem sahiplerine haber verse de "hacker" ünvanını alır.

Cracker ise, bilişim suçlarını işleyene verilen isimdir.

Bunlar, bilişim sistemlerine izinsiz erişimde bulunur, verileri çalar veya bozar. Asıl
eylemleriyse, yazılımları kırarak sınırlı kullanımdan kurtarmaktır.
Mesela, Pentagon'un Bilişim Teknolojileri Müdürü Art Money bu konuyla ilgili olarak,
gençlerden, hangi teknoloji alanında olursa olsun Cracker değil Hacker olarak
faaliyette bulunmalarını istemiş, ve ikisi arasındaki farka işaret etmişti.

Bu bağlamda Hacker'lık; kötü emeller eşliğinde, ve her iki manasıyla da bir Cracker
olunmadıkça, bilgisayar dünyasında "bilginin zirvesine çıkabilmek" anlamına
gelmekte...

Sanal ya da gerçek yaşamda, arkadaşlığın bir sonraki pozitif sonucu "dostluk". Bu


dostluk farklı cinsler arasında gelişirse, sonraki adımlarda onları haliyle "cinsellik"
bekler. Birçokları cinselliğin dostluğu bitirdiği saçmalığını savunur, şiddetle de
destekler.

Ve ben derim ki onlara; dondurmanın lezzetini çikolata kabına sokup çıkarmakla


yok edebileceğinizi iddia ettiğiniz kadar gülünç duruma düşersiniz bu konuda. :).

Dostluğumuz her geçen gün derinleşiyor, sohbetlerimiz, artık neredeyse hiç


kapatmadığımız PC monitörlerimizde günbegün perçinliyordu ilişkimizi.

Bir oğlu vardı FGCM'nin ve bir de köpeği. Uzaktık.

İstanbul'da yaşıyordu. Babası emekli bir öğretim üyesiydi İstanbul Üniversitesi'nden,


kocasıysa uluslararası bir şirketin üst düzey yöneticilerinden biri. Lise çağındaki
oğlu okul ve eve yaymışken delikanlılığın getirdiği yaramazlıkları, boxer cinsi köpeği
Asya da hep evde, hep başındaydı.

Hani bir yalan atıp da "- Hacker'im, evet, hem de en iyisi" demiştik ya, bu yönde
çalışmalar yapıp da, birgün ICQ'nun konuşma balonuna "- Evde bir köpeğin var mı
senin, ismi de Asya mı?" yazdığım an yaşadığı şoku sevgili olduğumuz dönemlerde de
ballandıra ballandıra anlatır, bana olan ilgisinin "süper bir hacker" oluşumla tavan
yaptığını söylerdi.

Oysa zor olmamıştı mail adresine girerek orada ne varsa okumam. Kocası ve eczacı
arkadaşıyla Asya'nın gazı - hastalığı - ilacıyla ilgili birçok mail gönderip almışlar ve
silmemişlerdi. Şakayla karışık, bir başkasının mailine izinsiz ilk girişim ve password -
güvenlik duvarı vs. denilen şeyleri ilk aşışımdı bu, ve bana "sanal da olsa" bir sevgili
- bir kadın kazandırmıştı.

Aradan 4 ay geçmişti. İnternetten resim göndermeyi bilmediğinden PTT ile


göndermişti fotoğraflarını bana. Yeni boşanmıştım, kadınsızdım. FGCM'nin de
durumu hiç iyi değildi evliliğinde, ve resmen olmasa da teoride çoktan
boşanmışlardı eşiyle.

Bir gün ona; "Yuvayı dişi kuşun yaptığı su götürmez bir gerçek, fakat eksik. Doğrusu;
dişi kuş sadece yuvayı yapmalı. Jeoloji mühendisi olmana rağmen evde durman çok
mantıklı bu yüzden. Hele de iş ülke kurmaya veya kurulan ülkeyi ömürlendirmeye
geldiğinde fiyasko kaçınılmazdır çünki.

Bu tezim iş hayatı için de geçerlidir. Mükemmel bir eğitimin ardından, 1921'de eline
bir cetvel alarak bugünkü Irak - Suriye sınırını kendi başına çizen, sonra da kurulan
yeni Arap devletlerinin her birine krallar atayan Desert Queen yani Çöl Kraliçesi
lakaplı İngiliz hatun Gertrude Bell, bazı özel yazışmalarında dostlarına "Faysal
canımı sıkmaya başladı. Bu adamı kral yapmakla acaba hata mı ettim?" tarzı
özeleştirilerine bile birkaç yıl geçmeden başlamış. Yani bugünkü Ortadoğu'nun ömrü
ancak 80-90 yıl ve onunda tümü kanlı savaşlara sahne olarak sürdü.

Demek ki neymiş, dişi kuş yuvası dışında bişeyler yapmaya kalktığında "Höyyttt"
demek gerekirmiş. :)

Her işi bir kenara bırakıp, sen de bizim yuvamızı yapsana kadın, hı? :P" diye
yazdığımda beni hiç yormadan;

"- Yaz geldi. Edremit'te bir yazlığım var benim. Sizin o taraflara geleceğim yani,
ama, bizim yazlıkta buluşamayız. Sen bir yer ayarlarsan, yuvayı yapmak kolay iş :)"
şeklinde bir cevap alınca dünyalar benim olmuştu…

Herkesin küfürler savurduğu "kör talih" kör ise, ve sen kör değilsen eğer, onu
görebilir - gözünü dört açabilir - hükmedebilirsin.

Ama "övgü ve pohpoh" göze batan meziyetler gerektirirken;

insanın iç dünyasında - benliğinde varolan ve dışarıdan kolayca görülüp sezilemeyen


bazı nitelikler talihi sana çeker, bilmek gerek.

Ve ben uzun zamandır seks yapmayan bir adam olarak FGCM'ye bu teklifi
yapabilmek için, onunla sadece seksi düşünüyor yanlışına sürüklememek için
aylardır iç dünyamı anlatmışsam da yazışmalarımda, bir kadının etkilenmediği
birine kendini sunmayacağını bildiğimden, şu "bana ilgiyi" kolayca çektiren "zeki bir
hacker" olayından da devam etmiş, mesela;

onunla yazıştığımız anlarda, arka planda bir işadamını hacklemiş, şirketlerinin


ulusal politikalarını beğenmediğim için IMKB'deki (İstanbul Menkul Kıymetler
Borsası) portföyünden hisse senedi satış ve alışı yaparak zarara uğratacağımı
söylemiş;

onun hemen "dur Hasan yapma!" deyişine de "merak etme, ben iyi bir hacker'ım,
kimse yakalayamaz" şeklinde cevap verip, onun devam eden ısrarlarıyla da
vazgeçmiş gibi görünüp, hem gönlünü bir kez daha kendime çekmiş hem de zekama
ve beynime olan hayranlığını katmerlemiştim.

Hoş, köpeğinin adını koyacağını tahmin edip de, onu ICQ'da offline'a düşürüp, o
meşhur çiçeği yeşilden kırmızıya çeviriverdiğimde başka bir yazışmamız esnasında,
o zaten dehama teslim olmuştu bile :)

İlerleyen zamanlarda ben de onun yanına, İstanbul'a çok gitmiş olsam da, eski
öğrencim Aker'in Altınoluk'taki yazlığında gerçekleşen ilk buluşmamız tam bir rüya
gibiydi.

Anladık ki sanal sohbetlerimizin tamamı, dünya üzerine düşerken yitirdikleri kayıp


yarısını arama sevdasına düşen her insanın ilk adımlarıydı, ve biz o safhayı layıkıyla
geçmiş, hani elimize bir tabak yoğurt tutuştursalar ayrana çevirecek kadar
titremeler eşliğinde, yüreklerimizi çatlatacak derecede kabartan dev gibi bir
"heyecan ve sabırsızlığın" stresiyle mücadele ederek bir yandan, elimizde bira ve
sigaralarımız eksik olmadan sevişerek, o yazlık evi saran çok anlamlı akımları
soluyarak şehvet yüklü havasında, birbirimizin olmuştuk.

Yaşadığı mutluluğu hiç çekinmeden anlatıyor, gömülüp kaldığı karanlıkların içinden


aniden bir güneş doğduğunu ve her yanının aydınlanıverdiğini itiraf edebiliyordu
açıkça FGCM.

Gözlerime, sanki lolipop şekeriymişler de, bedenimden sonra onları da yalamak


istercesine mutlu bakıyor, bitmek bilmeyen öpüşmelerimiz kanının tamamını
alevlendiriyor, çırılçıplak teninde gezen sert kavrayışlı ellerimin nefessiz bırakıcı
zevkiyle kendinden geçip dururken, kulağına fısıldadığım "- Sen artık benimsin
küçümen" cümlesi daha bir çıldırtırken onu, öbür yandan da teslimiyete "tümüyle ve
hiç gocunmadan" zorluyordu.

Öyle de oldu.

Bense, uzun zamandır yalnız yaşayan bir erkektim, ve ağrısı olmayan bir Priapizm'e
(Sürekli ereksiyon) yakalanmış damızlık boğa misali, kadınımın üstünden hiç
inmemiştim…

Saatler sonra, aklından yaramazlık yapmak hiç geçmeyen minik bir çocuk gibi
büzülüp - küçülüp kaldı kollarımda.

Sarıp sarmaladım onu, uyuduk.

Sonra İstanbul'a döndü...

***
{05}

ERKEĞİN TEKNOSHOW’U, KADININ DRAMA’SI

BİR MUHABBET KUŞUNA YEM VERİRCESİNE


ÖPTÜRÜRKEN AVUÇLARINDAN YUMUŞAKÇA;
FİKİR MİKROBU SARAR TÜM VARLIĞINI
İKİSİNİN DE BİR ZAMAN SONRA,
VE ARTIK KADIN ANLAMIŞTIR Kİ;
HEM KENDİSİ OLUP HEM DE KOCASININ OLAMAZ.

BUNCA ZAYIF ADIMLARLA YÜRÜMEK


BİRŞEY KAZANDIRMADIĞI GİBİ,
CAN RAHATLIĞI BİRYANA
CANLARI ÖYLE SIKKINDIR Kİ HER İKİSİNİN DE,
ESPRİLERİ DAHİ HER KELİMEDE ÇOK KIRICI OLMAKTA
VE DUDAKLARI KIMILDANDIKÇA
BÜTÜN GÜNAHLARI YERLERE DÖKÜLMEKTE.

OYSA BİRBAŞKA ADAM DAHA VARDIR


HAYATININ YAKIN KIYISINDA, VE, O;
KENTİN EN YÜKSEK BİNASINDAN ATLAMA FİKRİ
AKLINDA HİÇ YOKKEN AŞILAYIP;
KADERİN AZAMETİNE DİZ ÇÖKTÜREREK ATLATIP;
SONRA DA TAM YARI YOLDAYKEN,
CAMDAN,
"SEVİNÇ" VE "SEVGİ" İSİMLİ İKİ KANADI
SAĞ VE SOL YANLARINA BİRÇABUCAK TAKIŞTIRIP;
"ATLAMIŞLIĞIN PİŞMANLIĞI
YÜZÜNDEN OKUNANIN
İHTİRAS YÜKLÜ MUTLULUĞUNU"
HER SANİYE ONA YAŞATMAKTA USTADIR.

İŞİN İÇİNDE BU İKİ KAVRAM VARSA DA,


EKSEN II KİŞİLİK BOZUKLUĞU (ÖLDÜR VE HİÇBİR ŞEY HİSSETME!)
SAHİBİ OLUŞU DAHİ BU SİHİRLİ ADAMIN,
BELKİ BEŞ BELKİ DE ON PERDE KADAR ARKA PLANDADIR,
VE KENDİSİNE KADININ DUYDUĞU GÜVENE
TEK BİR ÇİZİK BİLE ATAMAMAKTADIR...
***

Nereden estiği belli olmayan bir soruya "evet" yanıtı verilerek başlanmıştı ama,
benim ilgi alanım hack olaylarına ve bunların çokça konuşulup tartışıldığı forum
sitelerine kaymıştı bile.

İngilizce ya da Türkçe hazırlanmış birçok forum sitesini tarıyor, hack ve hackerların


icraatları üzerine hazırlanmış her dökümanı inceliyor, bana "bilgi" bağlamında hiç
yabancı gelmeyen şeylerle karşılaşıyordum.

Birçok forum sitesindeyse yaşları 12 ile 18 arasında değişen gençlerin, bir "hacker"
olarak sen - ben kavgaları yapıp kendilerini ispata kalkıştığını - sidik yarıştırdığını
görüyor, hackledikleri websitesi - ICQ - MSN vs. ne varsa birbirlerine caka satmak
için malzeme olarak kullanıp yayınladığını gördükçe de, bir yandan tebessüm
ediyor, bir yandan da taa '90'lı yılların sonlarına kadar çok yoğun kullanılan IPX/SPX
(Aplletalk Protokolü) yerini alan, ve TCP kısmını nükleer saldırılardan sonra bile
veri akışını güvenli şekilde kesintisiz olarak sağlayabilsin diye Amerikan Savunma
Bakanlığı'nın, IP kısmını ise İngiliz Donanmasının geliştirdiği TCP/IP (Transmission
Control Protocol/Internet Protocol) standartının ve onun kullanıcılarının interneti
nasıl da yerden yere çarptığını, ve, ilk mesaj iletişimini ta 1960 yılında
gerçekleştiren ve Askeri İstihbarat amacıyla geliştirilmiş olan ARPANET'in (Advanced
Research Projects Agency Network-Gelişmiş Araştırma Projeleri Ajansı Ağı)
kemiklerini sızlatışlarına birebir şahit oluyordum.

Çünki, hack olayını tam bilmeyenleri kendine düşman ettiren asıl sebep, Newcastle
and Carlisle isimli demiryolu şirketini lanetleyen papazın durumuna benziyordu :
1841'de ilk pazar gezisini 29 Ağustos günü yapacağını duyuran şirket aleyhine,
gezinin yapılacağı hafta başında Newcastle caddelerine pankartlar asan Rahip W.C.
BURNS halka şöyle sesleniyordu. : "- Pazar ayininden kaçanlara ödül! Charlisle
Demiryolu şirketi; Tanrı'nın Kutsal Gününde, isteyen herkesi 7 şilin 6 peni
karşılığında büyük bir rahatlık ve güven içinde cehenneme götürüyor. Ve bunların
adına da zevk gezisi diyor.!!!".

Hack olaylarına da böyle düz bir mantıkla ve önyargıyla yaklaşan "Sıradan


Kullanıcılar";

ortalığı kasıp kavuran hackerlara işte bu papazın gözleriyle bakabiliyorlardı, çünki,


hackerlar gerçekten güçlerinin ve bilgi birikimlerinin yetiştiği her yere ve herkese
zarar veriyorlardı.

1998'de internetin yayılma hızının dünya çapında patlama yapmasından sonra ise,
mesela, ""Hackers for Girlies" isimli bir hacker grubu, New York Times gazetesini 9
saat boyunca kapalı kalmasını sağlayabiliyorsa, ben gibi basit bir kullanıcıya kim
bilir neler yapabilirler" diye düşündürtüyordu insanlara.

Bir ev kullanıcısının, binlerce dolarlık bir güvenlik duvarı aparatının ardında duran
bilgisayarı kullanması, ve ağ dahilinde Microsoft ISA Server (İnternet Security and
Acceleration) - Cisco ASA - Checkpoint N6 - Untangle - Fortigate gibi profesyonel
çözümlerle güvenliğini sağlaması olası değildi. Zaten vasat seviyedeki hackerların
çoğu da bu "son kullanıcılara" musallat oluyor ve kalite anlayışını oldukça
düşürmelerine rağmen, forumlarda başarılarıyla övünüp duruyor, birbirlerine de
habire meydan okuyorlardı.

Ciddi bir hack sitesine (wardom____ ya da tahribat____), "- Bilmem kaç tane 6
haneli - 5 haneli ICQ numaram var ve hepsi de aynı mail adresim üzerinden kayıt
edilmiş vaziyette. Bilgisi yeten - Gücü yeten buyursun hacklesin. Adresim :
devilofhacker______", şeklinde bir meydan okuma konusu açmıştı hacker'in(!) bir
tanesi ve konu başlığı da 9 gündür trend topic (çok aktif gözde konu) halindeydi.

Çünki forum sitesini takip eden yüzlerce hacker o mail adresinin peşine düşmüştü,
ve, onu ele geçirerek "dehşet bir hacker" olduğunu kanıtlamak sevdasıyla da kaç
gündür telef olmuştu uykusuzluktan…

"- Kardeş, senin Topic'ini (konu başlığı) sadece 3,5 dakika önce gördüm ve artık
bütün ICQ numaralarınla birlikte mail adresin bana ait. Geçmiş olsun..."
yazdığımda, yer yerinden oynamıştı forumda...

Sadece 3,5 dakika yetmişti. Hacklemiştim o mail adresini. Ve o süre boyunca da


Abraham Lincoln'ün sözü çınlamıştı beynimde sadece : "- Unutmayın! Tehlikeye en
yakın olduğunuz an, dikkat çekmeyi başardığınız an'dır!".

Zavallı hacker benim dikkatimi çekerek kendini tehlikenin göbeğine atmıştı. "-
Kimsin lan sen? Mailimi geri vermezsen seni şöyle yaparım - böyle yaparım - asarım
- keserim" türünden mesajlar atınca da gözümden iyice düşmüştü.

Ona son bir yanıt verip, o forum sitesinden girmemecesine ayrılmıştım :

"- Sen! Zavallı insan! Kendini büyük hacker sanan zavallı insan! Şu an, Aisopos'un
sözünü ispatlıyorsun bütün forum sakinlerine, unutma! Demiş ki bu bilge kişi : "-
Sineğin biri araba tekerleğinin dingiline konmuş, amma da tozuttum ha! diye
söylenmiş.". Hadi kal sağlıcakla; JAKABO !"...

Hack forumlarının hemen hepsi işte bu keşmekeşteydi.

CIA'nin yöneticilerinden Richard Folk, benzer bir tanımı "Yeni Dünya Düzeni" için
yapmıştı, ve bu, sanal ortam için de çok doğru bir tanımdı :

"- Ormanda yaşayan canavar ortadan yok olmuştur. Ancak ormanda hala bizi tehdit
eden birçok yılan vardır. Üstelik önceden, canavarın ne yapacağı öngörülebilirken,
mevcut düzende ve durumda yılanların ne zaman, nereden çıkacağı ve ne yapacağı
bilinememektedir."

Bu ifadeyi bilişim dünyasına yorarsak, sadece askeri amaçlar için kurulan ARPANET'e
Haziran 1990'da son verilerek, internetin işletiminin Amerika Online ve Network
Solution gibi firmalara verilmesinden, ve denetiminin de sözde (!) Amerikan
Hükümetinin insiyatifine bırakılmasından sonra sanal dünyayı yılanlar sarmış,
DevilofHacker isimli su yılanı da bana çarpılmıştı.

Çünki; "Tabanca doğrultularak meydan okunacak bir düşman değildir "akıl", ve


elinde de çoğunlukla küçük bir çakı vardır. Seninki ya patlar ya patlamaz da, o
dürttü müydü, hem batar hem kanatır." düşüncesinden uzaktı. Henüz bilinen zararlı
yazılımlar listesinde olmayan veya antivirüs programlarının hepsini birden birşekilde
atlatabilen programlar yazabilen birine tuş edildiğini ve bunun da bir onur kaynağı
olabileceğini, şu kitabı yazdığım an'a kadar da bilmeyecekti. Hayattaysa, selamlar
olsun...

Hasan tarafında bunlar yaşanırken; kadın, adamın banyo kapısına doğru yürüyüşünü
göz ucuyla izledi. Kısa boylu - tıknaz - dar omuzlu - kalın belli - kalçaları yağ
bağlamış -baldırları küt - boynu kısa ve enliydi. Adamdaki bu değişiklikler öylesine
yavaş olmuştu ki, kadın bile pek farkına varamamıştı.

Günün birinde adamın kocagöbekli - kel - davranışlarının da kötü oluşuna


alışıverecekti. Oysa adam, sevdiği kadın için ODTÜ'yü bırakıp Boğaziçi
Üniversitesi'ne kayıt yaptırdığı yıllarda gür saçlı - ince belli ve tavır olarak da çokça
nazikti.

Günün birinde ikisinin içinde de hiçbir tepki uyanmaz hale gelecek, hem o hem
adam her şeyden hoşnut olacak, hiçbir şeyi umursamayacak, sıfır duygularla
sabahları uyanacak, yıkanacak, ve kesinlikle "aşk'tan ilgisiz şeylerden" bahsederek
yapacaklardı günlük işlerini.

Yine günün birinde, hızla akıp geçmiş olan son 20 yıldan çok daha fazla şey değişmiş
olacak, ama kadın o zaman da şimdiye dek olduğu gibi herşeye alışıverecekti. Öyle
ya, alışkanlık ortaya kilim serdiğinde, aşk çoktan halısını toplayıp gitmiş olacaktı.

Kadının değişmesi de haliyle adamınki gibi yavaş yavaş oldu. Bazen saçlarına eskisi
gibi itina göstermediğini - değişik bir elbise giymeye ya da satın almaya
özenmediğini - adamın yanına yatmaya giderken bile aynaya bakma ihtiyacını hiç
duymadığını - günlerce ruj sürmediğini farkediyordu. Artık pudra ve krem de
kullanmaz olmuş, adamın da bütün bunlarla hiç ilgilenmediğini görünce, her
birinden temelli vazgeçmişti. Güzel yemek yapmak ve alışveriş etmek dışında
herşeyi boşlamış, kendini koyvermişti.

Adam şimdi banyosunu yapacak - salona gelip de hazırlanmış kahvaltıyı görünce


kadına gayet memnun bakışlar atacak - çayının yanında reçel sürülmüş ekmek ya da
iki tane sigara böreğini peşpeşe yiyecek - ve kadının onu uğurlamasını bekleyecekti.
Şirkette de çok hızlı bir yükseliş yaşamış, müdür olmuştu. Uyku saatlerinin düzenli
oluşu da sistemli bir hayat sürüşünün parçasıydı. Zaten bir akşam geç uyusa, ertesi
gün çekilmez bir hal alırdı. Her sabah erken kalkar - banyo yapar - kahvaltısını eder
ve kadının vedasıyla da evden ayrılırdı.

Kadınınsa; herbir saç teline kadar iltifatlara boğulduğu, genç - güçlü ve bir o kadar
da absürt ama vizyon sahibi, aynı zamanda da zeki ve kültürlü sevgilisini eve alışı
ise yarım saati geçmezdi.

Sevişmeleriyse; kocası seyahatteyse günlerce, şehirdeyse de adam işten dönene


yani hava kararana dek hayvani bir şekilde ve çılgıncasına sürerdi.

Bu vakitlerdeyse onlara muhakkak bol köpüklü biralar eşlik ederdi. Nasıl gelmişlerdi
bu noktaya? Evet ya, Hasan'ın bir hacker çıkmasıyla.

Oysa, kadın, sabah gazetelerinde, banka hesaplarını boşaltıp yakalanan hackerların


haberinin etkisinde kalmış ve şaka olsun diye "Hacker mısın?" diye cevap vermişti
Sceptical nickli ICQ kullanıcısının iletisine.

"Septik" kelimesinin de ilgi çekici olması belki yanıtsız bırakmamasında etkendi, ve,
tutup bir hacker çıkmıştı gerçekten de Hasan. Tuhaf bir denkgeliş, tuhaf bir
yazgıydı...

Kadınlarının, seks açlığı ve aşk oyunları için kendisini tercih edip, biat etme
sebeplerini de tenine - terine - bedensel doyuruculuğuna bağladı uzun süre Hasan.

Sonra bir gün farketti ki; rahatlama - sığınıp güvende olma - sokulup samimiyeti
hissetme gibi güçlü duyguların yanısıra, onunla saatlerce sürdürebildikleri
sohbetleri, aslında kocaları ile artık yapamıyor oluşlarının hırsı vardı arka planda.
Bunları alabildiği bir erkekten "beden" kıskanılır mıydı? Mantıklıydı. Ve FGCM ilk
günden beri ona bu yüzden aşıktı.
Fakat bir sabah yıkıldı.

Merak edip, sevdiği kadının maillerine baktı.

Kendisine aşık olan o kadın, tanışmalarından önce yanına gidip geldiği bir üniversite
öğrencisinin evine,

"- Ona durumu anlatıp, kestirip atacağım Hasan. Erkeğimi buldum ben, elveda
diyeceğim Halis'e" demiş olsa da,

sözümona bunları, onda kalan kitaplarını taa evine kadar götürerek söylemişti.

Ne yani, kendisini bunca seven FGCM, Halis denen herifle, veda seksi mi yapmıştı?

Hayatına Hasan'ı soktuktan sonra bu adiliği yapmış mıydı?

Sordu ona.

Yanıtı "- Hayır, asla!" olunca FGCM'nin, inandı ve konuyu kapadı.

İş çıkışı bir sürü bira aldı, evine yollandı.

Bilgisayarını açtı, keyifli(!) dakikalar eşliğinde, bira ve sigarasıyla, gece boyu


internette takıldı...

***

{06}

İLK GÖRÜŞME VE TEKLİF


(ECHELON)
"- İNSANLARIN TÜMÜNÜ SEVMEK ADINA
"TEK BİR" İNSANI SEVMEKTEN VAZGEÇTİĞİNDE;

İNSANLARIN TÜMÜNE MUTLULUK VERMEK ADINA


"TEK BİR" MUTLULUĞU
DİNAMİTLEMEKTEN ÇEKİNMEDİĞİNDE;

İNSANLARIN TÜMÜNÜN KALBİNİ KAZANMAK ADINA


"TEK BİR" KALBİ KIRMAKTAN KORKMADIĞINDA;

YANİ;

YARIN YAPACAĞIN İYİLİKLER İÇİN, GEREKİYORSA,


BUGÜN KÖTÜLÜKLER YAPTIĞINDA;

AYIKLIK MAKAMININ KAPILARINI AÇARAK,


HERŞEYDEN UYANIK BİR HALDE KENDİNDEN GEÇEREK,
KUVVETLİ KAFİRLİK KARŞISINDA ZAFERLER KAZANARAK,
ADEMOĞLU'NUN İÇLERİNİ BÜTÜNÜYLE FETHEDECEK
VE "ÇİRKİN YÜZLÜ GERÇEKLERİ GÖRMEKTEN ÜRKENLER"
SINIFINDAN ÇIKIP;

KURBANLARI - ŞEHİTLERİ - KAHRAMANLARI VE


DAHİLERİ BULUNAN "İMRENİLESİ ADAM" OLACAKSIN"...

"- AKSİ DURUMDA?"...

"- BİLİR MİSİN Kİ,


CEHENNEMDEKİLERİN TANRI'YA OLAN İMANI - İNANCI
DÜNYADAKİLERDEN ÇOK DAHA SAMİMİ,
HATTA TAM OLMASI GEREKTİĞİ GİBİDİR.

ÇÜNKİ;

TECRÜBE ETMİŞLERDİR
VE HERBİRİ ÖTE DÜNYAYI
CAYIR CAYIR YANARAK
BİZZAT YAŞAMAKTADIR.

LAKİN;

ARTIK ÇOK GEÇ KALMIŞLARDIR!!!

DURMA, KALK VE İŞE KOYUL! "...

"- HIMMM!??!"...

***

Tam o sırada, uykusunun yarı uyanıklığa yüz tuttuğu anda, yaşadığı zaman diliminin
ve an'ın önemini farkedemeyecek halde, kafasındaki plan ve tasarılarını - geleceğe
dair akış diyagramlarını - halihazırda neyi varsa, ve dünya üzerindeki yerini
"olabilecek en derin ve hızlı biçimde" oynatacak, ve bütün dengeleri altüst
edeceğini henüz kavrayamadığı şu cümleleri duydu Hasan :

"- Dümdüz ve bilindik mantık kurallarının mengene misali sıkan - yangın çıkmış ve
dumana garkolmuş bir oda gibi boğan - gayet bayıcı ve bir o kadar da sıradan
haldeki yaşamını, muhteşem bir şölene veya cıvıl cıvıl bir maskeli baloya
çevirmeliyiz! Kaynaşmalıyız! "…

Sonra da sustu o konuşan ve kan çanağı gözlerinde bir volkan şahlanmışçasına,


Hasan'ın da gayet net duyabileceği şeyleri, dudakları hiç ama hiç kımıldamadan
mırıldanmaya başladı.

Bir yandan da onu süzüyordu :

"- O ben olmalı, ben de o. Altyapısı çok müsait. Bilgi birikimi ve beyin atılganlığı
fazlasıyla tatminkar. Tek şey var : O bazı şeylerin farkında değil! Ona bir kapı, bir
pencere açmalıyım. Ne çocukluğundaki macır mahallesi denilen fakir bataklığında,
ne okulunda, ne de çalıştığı işyerlerinde ve arkadaş çevresinde görmediği, bugüne
dek hiç öğrenmediği bir ufuğa götürmeliyim onu.

Benliğini kuşatmış olan, kuşattıkça da bedenine sinen o yapış yapış zırhı herhangi
bir yerinden mutlaka delmeliyim. İşinin - elbiselerinin - yemeklerinin - gördüğü
ağaçların - uzun uzadıya yayılan yolların - anne, baba ve kardeşinin - hatta oğlunun
(ki o daha bebek, kolay olur), velhasıl rüyalarının bile değişime uğrayacağı; kara
kuru - sarışın - esmer - kumral ve aynı zamanda da fevkalade zengin kadınların bile,
sahip oldukları servetin miktarına bakılmaksızın onun tarafından kolayca
terkedilebileceği;

rakamlarının doğruluğu türlü merciilerce onaylanmış bir piyango biletinin, ikramiye


tutarının devasalığı zerre kadar bile düşünülmeden yırtılıp atılabileceği bir
dünyanın penceresini;
ama tersleyerek ama ikna etmek amacıyla büyüleyerek ardına kadar açmalı, onu,
yeni ufku veya o ufka ulaştıracak yol ile muhakkak tanıştırmalı, sonra da başbaşa
bırakmalıyım.

Öyle ki, ulaşacağı o ufukta kaygı - kuşku - üzüntü - keder - hayıf - pişmanlık hiç yok
ve her türlü aksaklık giderilmiştir.

O'nun arzularının dışında hiçbir şey gerçekleşmez.

Muhteşem bir zümrüd-ü anka'nın sırtında kaf dağını aşan bir prens gibi bulutlarla
top sektirmece oynar başın, ve gak dediğinde su guk dediğinde et önündedir o
ufukta.

Ne kulak tırmalayan aykırı bir ses, ne de hazmedilmeyen bir söz vardır ortalıklarda.
Herşeyin hesabı da en ince ayrıntısına varana dek yapılmıştır.

Mesela, bas önündeki onlarca düğmeden birine, tüm hayvan ve bitkiler anında
terbiye edilsin - yat dediğinde yatsın herbiri ve kalk komutunla da ayağa fırlasın.

Peki ya hemen hemen her gün yediğin ve çok ama çok sevdiğin yumurta?
Onu nasıl istersin? Saman sarısı - kavun içi - limon kabuğu - kanarya?

Sağ üst köşeden başlayan ve alt alta sıralanan check-box'lardan dilediğini işaretle
ve yumurtan da aynen öyle pişsin.

Hımm, demek şu ilerideki çiçeği beğenmedin, çünki, durup dururken kıkırdıyor ve


porno seviyesinde açık seçik fıkralar anlatıyor sana. O halde, hava alıp normale
dönsün diye parka filan götür hadi onu cep telefonuna aktarıp, ama sadece dile
bunu, anında gerçekleşecektir zaten.

Ya diğer "albenili" çiçek? Çekinme çekinme, kokla.

Şu an için zor belki ama, gelecekte RJ45 veya fiberoptik benzeri kablolardan
kokular da transfer edilecektir, bil. Dokun ona.

Üzerine öylesine serpiştirilen koyu küf yeşili orantısız lekeler nasıl durmuş peki
purusya mavisinin üstünde, söyle?

Tabii yahu, aralara biraz şafak kızılı damlatıp emrinizi anında yerine getirsinler,
sorun mu? Hayır mı, fikir mi değiştirdiniz, ona da tamam. Silip, yerine nar çiçeği ve
koyu vişne çürüğü arasında bir ton koysunlar ha?

Hoop, oldu bile.

Ne?

Duvarlar kül rengi ve alacaya yakın mı, hani, beyne dinlendirici masajlar yapan?
Hazır hazır. Yapıldı istediğin!

Kadınlar mı?
Çelik ışıltısı tadındaki melodi kırıntıları yani. Sürat, ve ona bağlı baş dönmelerinin
yegane sebebi olan, yarı sentetik yumuşaklıları mı soruyorsun?

Şu havalandırmayı aç sonuna kadar öncelikle.

Ve bil ki, artık taş yontmayacak, heykel üretmek için terlemeyeceksin günlerce.
Sadece dile ve hangisini dilemişsen, o senin olsun.

Kaşları özenle alınmış o "başka bir kadın" yüzünün hışırdayan ateşi, parfümünün,
taşıyan rüzgarı bile sarhoş, birhoş eden kokusu, mobilyaların tamamına sinmiş ve
oralarda birikmiş "tacizci" şehvet kokuları.

Bunların da hepsi senin.


Kadın dediğin başka nedir ki?...

Mor ve kırmızının kadife naifliğindeki ışımaları - kırılgan biblo ve vazolar - bardağa


tapan, baş eğen sürahiler - gökyüzünü hedeflemiş ihtişamlı şamdanlar - oymaları
tümüyle altın yaldızından oluşan çerçevelerle donanmıştır, ve, odalar bir baştan
öbür başa dek tamamen "Ayna" bu dünyada.

Çünki ayna, derinliğin yanısıra sonsuzluk da katar oynaşmalara!..

Ezilmiş çimenlerin toprakla karışıp da genzi geren kokusuna yatmak yok ama artık o
ufukta.

"Bir parça yaşam" kokan çamurları da diri diri çiğneyemeyecek; dişinin kovuğuna
sıkışan kavrulmuş susam tanesini dilinle çıkardıktan sonra, ön dişlerinle çıt diye
ezdiğinde ortaya çıkan yanık kokusu da senin dikkatini pek cezbetmeyecek artık.

Çünki senin dansın, yani "tene tapan - değişik bedenlerden can bulan", "Senin"
valsin başlayacak artık!...

Hepsi için açmalıyım ona bu ufku. Yaşamalı. Daha önce yaşadıklarını düşünmeli,
hepsini silmeli, ve şimdi bunları yaşamalı. Bütün çocukluğunu düşünmeli.

İlk gençlik zamanlarının yakası apaçık gömleklerini, suyla ıslata ıslata özenle
taradığı saçlarını, hayalarını patlatacakmışçasına sıkan veya içinde kaybolduğu
bitpazarı işi pantalonlarını düşünmeli...

Güzelim yarıyıl tatillerini kabusa çeviren, "- Boş durulmaz, ayakkabıcı Süleyman'a
gidilecek!" lakırdılarıyla;

o küçücük tamir atölyesinin bir köşesinde ayakta bile zor duran örsün üstünde,
başkalarının tepe tepe kullandığı ayakkabıların çivileri "içeride kol gezen soğuktan
dolayı kızarıp morarmış minicik ellerle" düzeltilip - yeniden kullanılır hale
getirilecek.
Huryaaa edilen - gündüz ayrı gece ayrı gösterimler yapan, ve herkesi Bruce Lee ve
Superman hayranı eden ama Behçet Naçar - Zerrin Egeliler başrollü filmlerin de
bolca gösterildiği sinemaların, veya, camları gazeteyle kapatılmış ve seks filmi
oynatan kahvehanelerin önünde uzun uzun durulmayacak;

dumanı üstünde iki tane ekmek alınarak, soğuyuncaya kadar bir elden öbürüne
geçirildiği esnada üf-püf edilirken tam, babaya rastgelindiğinde ve ekmekler hemen
ona devredildiğinde, üst kısımları neredeyse donmuş haldeki eller pantalonun
cebine sokulmuş olsa da, baba korkusundan şööyle bir ıslık bile çalınamadan ve
bazen de akşam ezanının eşlik etmesiyle;

hiç de eğlenceli olmayan o eve(!) dönülecek...

Geçti bütün bunlar, geçmişte kaldı.

Yok yok. O ufuk kesinlikle açılmalı ve Hasan da yaşamalı.

Gerçi bu "malumun ilamı" bile olsa, öncelikle bir eklif etmeli, sözde, iknaya
çalışmalı."...

Bütün bunları, Hasanın da duyabileceği şekilde, fakat, dudaklarını hiç mi hiç


kımıldatmadan mırıldanan DevilofHacker (DoH), sesi oldukça pürüzlenmiş birşekilde
konuştu :

"- Hayatlarımızı birleştirelim!"...

Hasan'ın bitkin yüzünün az önce gerilmiş olan hatları da gevşeyerek :

"- Tamam ama, önce "hayat nedir?" bir uzlaşalım. Ve, bu mümkün mü sence?
Uzlaşabilir miyiz? "...

DevilofHacker, okşayan bir ses tonuyla :

"- Ben hayatın, beyaz şapka takıp, yapılamaz denileni yapmak - girilemez denen
bilgisayar sistemine girmek - çözülemez denilen şifreyi çözmek vee, kurbanları asla
ifşa etmeden, destek olmaktan ibaret olabileceğine inanıyorum.

Getirileri otomatikmen seni bulacaktır zaten, ve, bira - sigara - internet - elbise ve
aşk dışında bir şeylere de ihtiyacın yoktur o hayatta.

Bilgisayarın güncel, bağlantın güçlü olsun yeter.

Haa, bir şey daha!;

ECHELON'un paçasından hemen tut ve sakın bırakma!

Senin yapabileceğin birşey bu, sakın gözünde büyütme,


ve ona entegre olup faydalanırken kimseye de çıtlatma!"...
Hasan, bu söylemleriyle neleri kastettiğini biliyordu DoH'un.

"Beyaz Şapka" ile, "White Hacking" denilen "Beyaz Kırma"'yı işaret ediyordu.

Güvenlik ve Test amaçlı erişim, çoğunlukla bilişim sistemi sahibinin bilgisi dahilinde
gerçekleşse de; onun bilgisi dışında ama herhangi bir tahribata yol açmadan ve
sistem sahibinin her şekilde uyarılması için güvenlik deliklerinin saptanması
eylemine bu ad verilir, ve bu işin hacker'ına da "Beyaz Şapkalı Hacker" (BŞH) denir.

Yani yaptığı iş kötü gibi görünse de, sonuçları - getirisi iyidir kurban için.

Ve bu tarzın insanlara yönelik yararları konusunda hiçkimsenin kuşkusu


bulunmamaktadır bilişim sektöründe.

ECHELON ise dünyanın gözleri ve kulaklarıdır.

Elektronik - Digital istihbaratın en gizli ve en fazla konuşulan sistemidir.

Amerika - İngiltere - Kanada - Avustralya - Yeni Zelanda tarafından ortaklaşa


kurulmuştur.

Dünya yörüngesinde dolanan 5 stratejik uyduyu kullanır, ve her uydunun da


yeryüzünde iletişim halinde olduğu bir istasyonu vardır. Takviye olarak 100'den
fazla küçüklü büyüklü uydudan da veri alınabilir.

Bilgisayar - Telefon - Cep Telefonu - E Posta - Faks - Telefaksları dinlemek ve


izlemek için okyanus altındaki iletişim hatları dahil, herşeyi "her an" kontrol altında
tutuyor sistem.

Hasan ile DoH'un bu konuşmayı yaptığı dönemlerde (1998-2000), dakikada 2 milyon


- günde 3 milyar telefon görüşmesini izleyip dinleyebiliyordu ECHELON.

Bilgisayarlar arası yazışmaların da takip edildiğini söylemeye gerek görmüyorum.

Dinlenen herhangi bir kişinin dünya üzerindeki net koordinatlarını da,


yani evinizin adresini de tespit edip kayıt altına alabiliyordu...

Hasan'ın sesi boğazının orta yerinde düğümlendi ve o düğüm de "acısı çok keskin bir
tutam filizgin otu" misali içerlerine indi :

"- Peki herşey boka bulanırsa, "Beni suçlama, ne yaptımsa senin için yaptım!" mı
diyeceksin? "...

"- Bunu ben değil sen diyebilirsin. Çünki hayatlarımızı birleştirdiğimiz an ben
gideceğim. Sadece sen kalacaksın ve DevilofHacker olarak yaşayacaksın.
Gerek sanalda gerekse normal hayatta."...

"- Topu şimdiden bana attın bile! "...


DevilofHacker elindeki birayı kaldırmış, koca bir yudum almış, sonrasında da kara
gözleri sulu birşekilde,Hasan'a gülümsüyordu :

"- Canımdan bile vazgeçip sana can katışım topu sana atmak mı? "

"- Kabul ediyorum. Nasıl yapacağız," dedi Hasan sakince...

DoH'un sesi birden çok uğursuz bir tonda havada vınladı :


"- Bugünkü hayatının tümünden ve yeryüzündeki herşeyden vazgeç!!! "...

"- ???????..."...

Ne ve nasıl yapacağı konusunu düşünmeye dalmıştı ki Hasan;

DevilofHacker yaşadığı karanlık dünyadaki acılarla bilene bilene neştere benzemiş


olan keskin zekasıyla, dramatizm ve şaşırmışlığın zirvesindeki sahneye bir panayır -
bir lunapark fırtınasıymışcasına giriş yaptı :

"- Rıza göster, nam da senin olsun, ün de! Varlığını, şu düşündüğün "bilinmezlik
karanlığına" gömüver. Sen de biliyorsun ki gömülmeyen şey fidana dönüşmez, filiz
vermez! Metadan metaya seyahat edip durmayı bırak! Kendine çok uzaktan bakmayı
nice zaman önce hakettin sen, ve şu halinle sadece gıcırdayıp duran bir dolap
beygirine benziyorsun! Halin hüzün verici!

Gecenin bir yarısı bilgisayarının başından kalk; şöyle bir yıldızlara bak ve düşün!
Madem ki içinde bulunduğun ortam sana feyz vermiyor, konuştuğun kimseler tatmin
etmiyor, terketmene mani olan ne? Ölümlülere ağlama artık ve ölü bile olsa
kalplerin - beyinlerin içine bak!

Hatalar ve isyanlar yüzünden pişmansan, ve kollektif akılla yoğrulmuşsan, bil ki


zaten ölüsün! Ve yine bil ki, o topluluklardan yayılarak tüm mekan ve zamanı
dolduran şey, sadece "bilindik kokuşmuş et kokusu"! Reddet ki artık tadına
bakmayı, "dünya nimetleri için zaaf gösteriyor" pozisyonundan çık!

Her meseleye bir cevabı olan, her gördüğünü kucaklayan, her bildiğini anlatan bir
kimse mi gördün, hemen uzaklaş! Çünki onunla Tanrı ilgilenir ve gerekeni yapar,
bırak onu. Sen diğerlerinin içindeki yoksulları hisset her daim, ve onların yoksulluğu
mukabilinde en ağır yükleri taşı! Bana inan, kaldırdığın ağırlık miktarınca feraha
ereceksin!

Karamsarlığın kaynağı ışıktan uzak olmaksa,


çabala ve sen ışık olup "beyaz ışık" saç etrafına!!! "…

***
{07}

DEĞERLENDİRME

İNSANOĞLUNDAKİ "ÖZGÜVEN" DENEN KAVRAM


FAZLACA ABARTILMIŞ BİR KAVRAM.

ONU;

BAŞDÖNDÜRÜCÜ BİR BOŞLUĞA DÜŞÜRÜP EZEREK


"ATIMIZIN DİZGİNLERİNİ ÇEKİYOR VE BİZE HİZMET EDİYOR"
HALE GETİRDİĞİMİZDE;
HAKKIMIZDA YANLIŞ DÜŞÜNENLERİN AĞIZLARINI
SIKICA BAĞLAMIŞ OLMAKLA BİRLİKTE,
İÇLERİNDE OLUŞMASI MUHTEMEL
KİN VE ONA BAĞLI ŞİDDETİ DE
"SEVGİ'NİN ŞİDDETİNE" BOĞDURUP;
HER BİRİNİ
"KAFASI BOŞ, CÜZDANLARI VE MİDELERİ DOLU OLAN AŞAĞI DERECEDEKİ İNSANLAR"
OLMAKTAN KURTARABİLİRİZ.

BÖYLELİKLE DE
"GÜZEL DOST" OLARAK ANILABİLİRİZ...

***

Sıradan bir gün değildi, ama öyleymişcesine bir yandan FGCM ile aşklarını
pekiştirirken yazışarak, öbür pencerede de Metalmilitan ile söyleşiyordu Hasan
Balyem'deki odasında...

Yazdığı hack olayını da anlatmıştı ona.

"- Benim de bir arkadaşım var bu işlerle ilgilenen Jakabo. Türk ama ailesi Oslo'da.
Valla ben MS/DOS'u kullanarak gözlerimin önünde bir sürü site ve kişiyi hacklediğini
birebir gördüm.

Sen de süper bir programcısın ve kesinlikle anlaşırsınız onunla" deyip, 7/24


internette takılan o metal müzik hastası Norveç'liyi çağırmıştı sohbet kanalına.

Laf lafı açıp da, "- 3 aydır birbirimizi taciz ediyoruz ama ne o beni ne de ben onu
hackleyemedik. Mail adresini vereyim de bir de sen bak bakalım şu Rus'a"
dediğinde, tamam deyivermişti Hasan.

Yarım saat geçmemişti ki, elimdeydi Rus'un bütün şifreleri ve iletişim için kullandığı
mail adresleri. Norveçli ve Metalmilitan şok geçiriyorlarken, bir yandan da Hasan'ı
göklere çıkartıyorlardı ki tam, ekran birden karıştı.

Tamam, internetin her kullanıcısı gibi o Rus da kullanım esnasında izler bırakmış, IP
adresi ya da mail adresi sayesinde kişinin tüm bilgilerinin belirlenmesi - şifrelerinin
ele geçirilmesi - içine girdiği bütün veri trafiğinin dinlenebilir hatta değiştirilebilir
oluşundan dolayı Hasan'ca kolayca hacklenmişti ama, şu an onu MSN'ine ekleyip
duranlar kimdi?

Sonradan anlaşıldı ki, Norveç'liye kendini ispatlayıp da el öptüren Hasan, Rus'un


arkadaşlarına hedef oluvermişti.
Biraz bilgi topladığındaysa haklarında, Borland International'ın Ukrayna'daki en
büyük çözüm ortağı olduklarını, yazılım geliştirmede ise hiç de yabana atılır
olmadıklarını görünce, "- Dur biraz aşkım. Başım belada. Bana müsaade. Musallat
olan Ruslar var MSN'imde ve hack savaşı çıktı. Çok kalabalık saldırıyorlar. Görüşürüz
sonra, byee!" yazıp, FGCM'den kurtulmuştu.

Sonra da günbatımına kadar o genç bilişimcilerle haşır neşir oldu, Ukrayna'yı turladı
sanki sanalda...

Normalde her akşam Bekir alırdı Hasan'ı ve bira içmeye giderlerdi. O gün
gelmemişti ve aramamıştı telefonla. Hasan'ın da kafasında binbir düşünce vardı
zaten son birkaç gündür yaşadıklarından dolayı. Kendini çarşıya attı.

İstasyona inen Milli Kuvvetler caddesi kesinlikle çok kalabalıktı. Nefes nefese
insanlar ve kafalarında da Hasan misali bir sürü düşünce.

Alacak verecek - giyim kuşam - yeme içme - gezinti - konut problemleri - iş ve


işsizlik - pahalılık - can güvenliği - hükümetin önlem paketleri vs. vs.

Acı bir fren sesiyle irkildi.

Dizkapağının dibindeki kırık fara baktı önce, sonra gözü "aracın sahibinin sol kolunu
ve kafasını camdan sonuna kadar çıkarmış" haline kaydı.

Adeta vücudunun yarısını camdan sarkıtmış, ağzını da olabildiğince büyük açarak


mağara misali; bıyıklarının yarı yarıya sakladığı kirli dişlerinin de tüm azametiyle,
gözlerinden değil kan sanki irin fışkıracakmış gibi, Hasan'ın bir türlü algılayamadığı
sözleri bağıra bağıra sıralıyordu, ki, bunların çoğunluğu da büyük ihtimalle
küfürdü.

Bağcıkları çözüktü Hasan'ın ama ayakkabıları ayaklarını feci şekilde sıkmaya


başlamıştı.

Bunun sebebi de kesinlikle o şoförün çemkirişleri değil, beyni ve ruhundaki


karmaşa, karmaşa ve karar aşamasıydı.

Her yanı kalabalık olan kentin bu görkemli caddesinde, caddenin iki tarafını hisar
misali kesip duran iri ve hantal binaların arasında, akşamın inmek üzere olduğu şu
alaca vakitte, karga ve sığırcık kuşlarının çığlıklarını ilk kez bu kadar net şekilde
duyuvermişti.

Diğer sesler tamamen kesilmişti.

İşlerinden yeni çıkmış insanların sel misali akışlarına istemsizce kapılmışken durup,
devasa bir mobilya mağazasının vitrinine takılıp kaldığını, aynalı vitrin camındaki
yüzünü, evet o yüzünü farketti ilk kez bu derecedeki ayrıntılarıyla.

Nine sandıklarında lavanta çiçekleriyle bekletile bekletile yıpranadursun, bir türlü


giyilmeye vakit bulunamamış eski zaman elbiseleri gibiydi yüzü.

Sadece o çağın değil, her devrin ışığı içine işlemiş bir yüz!
Işıl ışıl, pırıl pırıl, beyaz!

Ev eşyası satan mağazayı süzmeyi bırakıp, arabalardan habire inen cilalı


ayakkabıları -sinek kaydı traşı eskimiş suratları - savrulan kravatlarıyla - yere
düşmanmışcasına vuran topukları ve çantalarını sıkı sıkı tutar halde önünden geçip
giden, başı dik - mağrur sistem insanlarını da bir çırpıda hücrelerine ayırdıktan
sonra,

alması gereken kararın kazanç ya da kayıplarını hiç aklına getirmeden


"-Öyle olmalı!" diye fısıldadı.

"- Evet öyle olmalı;

çünki;

büyük bir sağlayıcının güvenlik duvarını aşıyorlar, veya, gizlilik derecesindeki birkaç
belgeye ulaşıp, uluorta "biz yaptık - biz becerdik" şeklinde bağrışıyorlar.

Kendilerine, siyah zemin üzerinde dans eden renklerle bezeli bir websitesi
hazırlıyorlar veya kadraja girmeden röportajlar veriyorlar medyaya.

İmkan olsa "insan için ne yaptınız, ve, şu yapabildiğiniz şeylerin önemi de,
üzerlerine sürdüğünüz boyalarla yokolup gitmedi mi?" diye sorardı diğer bütün
hackerlara.

Yıllarca gizli kalabilir ve günün birinde, sade ve sadece "güzel" olarak anılabilirdi.

Ve onlara, "- Sizler, toplum içine yırtık paça ve burnu sürtük ayakkabılarını makyaj
malzemeleriyle boyayanlar gibi, sözümona, süslemelerle kalite enjekte etmiş
kişilersiniz minicik bilgi dağarcıklarına. Hasan şu kitabı yazmasa ve ortaya çıkmayı
kendisi istemese "Tanrısal bir güzel" olarak kalırdı. Bu işlerde de mükemmeli hiç
kimse, iyi olanı ise "yakayı ele verdiklerinde" herkes zaten tanırdı." dese,

ve onlar da cevap olarak, "- Beyaz şapkalıların da Underground takılanların da en


iyisi olduğunu iddia ediyorsun ama, adın çok az geçiyor sağda solda, ve, bir
hikayeciden öte birşey de olmayabilirsin yazdığın şu kitapta!" şeklinde kendi
büyüklükleri konusunda ısrarcı olsalar;

o saniye derim ki göğsümü gere gere;

"- 1822'de Charles Babage'nin Difference Engine, ve hemen ardından Analitik


Motor'u yapmasından; makinesinin mekanik olmasına ve ölene kadar da tatmin edici
olarak çalıştıramadığı halde, onu "sayısal bilgisayarın babası" yapmasından bugüne
kadar hacker ve crackerlar vardı.

1993'te Beyaz Saray ve BM interneti kullanmaya başlayıp da, Clinton ve AlGore


"information highways" isimli planı "vahşi batının tren yollarıyla donatılması" esasına
benzeterek heryana fiberoptik kablo döşettiği, ve 50 web merkezinin aynı anda
devreye sokulup, Netscape Browser'ın babası olan MOSAIC piyasaya sürüldüğünde ilk
test edenlerden birisiydim ben.

Bu alemde, iyi bir hack uzmanını ya da crackerı herkesi tanır.


İyi hacker ya yakalanmış ya da yarım bilgi ve o bilgiden kat kat büyük kompleks ve
egolarıyla caka satarken kendini reklam edip, aslında hiç olmadığı kadar becerikli
olduğunu haykırmış, foyası ortaya çıkmak yoluyla da ulusal gazetelerin
manşetlerine taşınmıştır.

Ve her iki tipin de çoğunu gruplar oluşturur ve tek başlarına çoğu zaman birhalt
edemezler.

Mükemmel hackeri ise hiçkimse bilmez, duymamıştır sağda solda adını.

Çünki o, ereği ne idiyse müthiş bir hız ve kaliteyle ulaşmış, sessiz sedasız da çekip
gitmiştir.

Ben de hep öyle yaptım.

Bağırsak, kalp ve midenin çalışmaları esnasındaki hareketlerine müdahale


edemezsiniz.

Yine adı beyincik olan organ da bedeni ayakta tutmak gibi önemli bir görevi hiçbir
dış etki kabul etmeden, ve mükemmel bir otomatiğe bağlı kalarak yerine getirir.

Vücutta, insan, mesela sadece soluk alıp verişini belli bir yere kadar kontrol
edebilir.

Ben de bir PC sistemine kaynadığımda, sistemin insan kontrollerince


denetlenemeyen her organı gibi davrandım.

En önemlisi de, acıyı tarifleyip sinir sistemine algılatılan ama kendisinde acı çekme
kabiliyeti olmayan "beynin" yerini aldım.

Sıkıysa farket, ihbar et, yakala, yakalattır.

Mükemmel hacker ne yakalanmıştır, ne de ün - şöhret peşindedir.

İsim yapanlar veya isim yapma sevdasına kapılanlar, her bir pohpoh ile sözümona
aygırlaşır, çok güçlü bir safkana dönüşür.

Bacakları kuvvetli - nefesi derin ve seri - ciğerleri körük gibidir.


Şişerler de şişerler ve bakanlar o beygirin kafasını sadece bundan ibaret zanneder.

Öyle ya, o heybete o oksijen sirkülasyonuna da o burun yakışır.

Fakat birşeyi esgeçerler :

Hack-Crack olayı koku olayıdır.

Küçücük burnu ve küçücük bedeniyle bir it, bir at'tan, üçbeşbin kat daha fazla koku
alır!!! "...

İşte bu sözlerimden sonra eminim susmak onlara çok ama çok yakışır.

Evet öyle olmalı. DevilofHacker ile kaynaşmalıyım! Kararım bu olmalı!!!

Üç kasa bira aldı ve evine gitti. İçecekti...

***

{08}

DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM

NOKSANLIKLARINI TERKEDİP
"GERÇEK İNSAN" OLMAYA NİYETLENDİĞİNDE,
KENDİNİ ARADAN SİLMELİ
VE YOLA ESERLERİNLE DEVAM EDEBİLMELİSİN.

YERYÜZÜNÜN MAHŞERLERİ İLE ELELE VERMELİ,


HAKİKATTEN SENİN OLAN TEK ŞEYE,
YANİ RUHUNUN İKTİDARINA ŞAPKA ÇIKARMALI,
ÖLEREK YAŞAMALI,
VE İLİMLERİN HİÇBİRİNE AİT NEŞTERİN
RUH'A İŞLEMEDİĞİNİ AÇIKÇA TECRÜBE ETMELİSİN.

BİL Kİ;

ASLINDA KENDİ DOĞUMUNA ZİNCİRLER İÇİNDE UYANDIN VE,


SAHİBİ OLDUĞUN RUH İLE SAHİBİ OLDUĞUN AHLAK,
ÖZGÜRLÜKLERİNE ANCAK VE ANCAK
KURBANLARLA - ÖZÇABAYLA - ACILARLA VE ÇATIŞARAK ULAŞACAK.

İRKİL, GENİŞLE, DEĞİŞ!

***

Yeşil yaprakları, salkım saçak dalları ve hatta budakları da nefes alıyordu ağaçların
ama Hasan uyuyordu.

Rengarenk veya tonsuz bütün çiçekler - ötüşen veya neredeyse soluk bile almayan
böcekler - yırtıcı veya barışçıl bütün kuşlar uyanıktı, ama Hasan uyuyordu.

Ilıman rüzgarlar esiyor, o rüzgarların güç verdiği bulutlar gökte yürüyor, ve o


bulutların ardından saklambaç oynayan yıldızlar görünüyordu, ama Hasan uyuyordu.

Bir o tarafa bir bu tarafa rüzgarların da etkisiyle salım salım salınan kuş - bulut -
dal - yaprakların tümü soluk alıp veriyor - dağlar birbirleriyle bakışıyor - ovalarsa
bol ürün vermenin kıvancıyla göğüs kabartıyor - denizler tüm farkındalıklarıyla
derin derin iç çekerek bu düzene aferinler düzüyordu, ama Hasan uyuyordu...

DevilofHacker dokundu;

Hasan sıçradı, uyandı!!!


Uyandı ve rütbesi çok hızlı bir şekilde artmaya artmaya başladı.

Yükseliş sırasında içi bayılıyordu bazen, ve kaldıramıyordu - taşıyamıyordu ruhuyla


bedeni bu süratli tırmanışı sanki.

Sonra en yüksek - en yüce mevkiye ulaştı, ve akabinde farkettiği şey; çok ama çok
zengin oluşuydu. At - yat - kat - fabrika - arsa - maden - tarla - avm - rezidans vs.
herşeyi vardı.

Borsa ve banka denilen güçler onun parmağından dökülüverecek kelimelerin


peşindeydi ve "tık" dese dikkate alıyorlardı. Şöyle küçücük bir mouse hareketi
çekse, çok gelişmiş veya oldukça geri kalmış ne kadar ülke varsa, anında tarumar
oluyor ve dengeler saniye saniye değişiyordu.

Peynirli yumurtasından koca bir parça aldı ekmeğiyle, keyifle yuttu.

Öylesine yakışıklıydı ki hem, sanırsın erkek güzeli.


Çok da şıktı çookk.
Aksi nasıl düşünülebilirdi ki, komik!

Nezaket paçalarından akıyor, zerafetle birleştiğindeyse etraftaki binlerce kadın ona


olan hayranlığını haykıracak hale geliyor, çok sevdiğini bildiklerinden de sürdükleri
güzel kokuları farketmesi için daha bir sokuluyorlardı.

Neye dokunsa - temas etse "okşayan bir yumuşaklık" kazanabiliyordu. Çelik bile!

Çevresini saran mimar - kahveci - çiçekçi - ressam - sinemacı - heykeltraş - tiyatro


ve televizyoncu tafyası ise,

onun göz - kulak - ten zevklerini gayet ölçülü ve ince bir titizlikle tatmin etme
yarışındaydılar.

Önündeki envai çeşit yiyecekleri, ve hemen hemen her saat başka bir tanesinin
tadına baktığı içkileri süzdü. Onlar da, tıpkı her gece veya canı ne zaman çekerse
koynuna aldığı güzeller gibi onu mutlu etme sevdasındaydılar.

Tıp denilen basit ilim de onu zinde - pür neşe - dirençli ve olabildiğince kuvvetli
tutmanın gayretindeydi.

Adını bile bilmediği meyvelerden yapılmış tatlının boş tabağı, çeşnicibaşı ve


aşçıbaşı tarafından binbir hürmetle huzurundan götürülüyor, anında yeni ve başka
bir lezzet ikram ediliveriyordu.

Çimdikledi kendisini.

Yok, uyanıktı ve hepsi gerçekti.

Az önce uyanmıştı yahu, ne rüyası ne uykusu!?..


Gözünü öündeki monitörden ayırdı,
elindeki mouse'ı bıraktı,
ve bakışları yerde yatan siyah pardesülü - beyaz şapkalı kişiye takıldı.

Yüzünün dörtte üçünü kapatan gece karası renkteki bandanayı sıyırdı...

Şaşırdı.

DevilofHacker'dı bu.

Nabzına baktı, atıyordu!

Tenine dokunduktan kısa bir süre sonra kayboldu...

***

{09}

İLK İMZA

İÇİNDE ÖNERİ OLMAYAN ELEŞTİRİ


HALİYLE CAN SIKAR.

FAKAT BİRİNİ KÖŞEYE SAĞLAM SIKIŞTIRIRSAN


HUYU BİLE ÇIKAR...

***

Saate baktı, geç kalacaktı işyerine. Apar topar soğuk bir duş alıp, yarım birasını
fondipleyip yola çıktı.

DevilofHacker'dı artık ve birçok insanın sükse sebebi saydığı, kendisi için de


rakamları itibariyle önem ve özel bir anlam taşıyan 6 haneli 119941 no'lu ICQ
hesabının infosunu layık olduğu biçimde ayarlamalı, henüz Sıradan Ölümlü'lerin yeni
yeni kullanmaya başladığı MSN Messenger'da ise devilofhacker’ın profil ve
arayüzünü kendine göre düzenlemeli, ihtiyacı olacak yazılımları planlayıp onlara
entegre etmeli, hazırlıklı olmalıydı net üzerindeki herşeye, ve DevilofHacker
olmanın hakkını vermeliydi…

"Merhaba! Çiçek kokulu nefesini tenimin her zerresinde hissetmek istediğim;

soyunmasını Oscar'lık filmmişçesine keyifle seyretmeyi herşeyden çok arzu ettiğim;

kollarımın arasında bulduğumda evrenin sahibiymişim gibi doyuverdiğim kadın,


merhaba sana..." yazdığında;

birsürü ASCII (Makina dili Karakterleri) koddan oluşan infoyu ve DevilofHacker


nickini gördüğünde bir an panikleyen FGCM, durumu hemen toparlamış ve;

"- Demek hackte kullandığın nickin bu. Bana hiç söylemeyeceğinden korkuyordum.
Sana da merhaba Hasan'ım, koca adamım, canımmm. Yoksa DoH mu demeliyim, hı?"
yazmıştı, karşılıklı sevgi akıntılarına maruz kalmış konuşma penceresine...

O günkü yazışmalarının gecesinde DoH otobüse atlamış, sabaha karşı da,


birzamanlar "küçücük bir karşılık bile beklemeden sonsuza dek sevebileceğini"
düşündüğü, ve söz konusu olduğunda sebepsizce de olsa en büyük acıları çekmeye
razı olduğu kadınının yatağında aldı soluğu.

Doydular. Günlerce doydular birbirlerine, hiç doyamayacaklarmışcasına. Ve her


zamanki gibi, Balıkesir'e, yeni evine ve işine döndü DoH…

kilise kanalında da Jakabo olarak fazla takılmıyordu DoH, ve günler sonra Müslüm
bir mail attı ona : "- Slm abi. Görünmüyon kaç gündür. Unuttun mu bizi yoksa? Abi
sen hack biliyon ve bizim okuldan arkadaşın kardeşine psikolojik işkence
yapılıyormuş Kuleli Askeri Lisesi'ndeki üst sınıfta okuyan öğrenciler tarafından.
Aartis artis websitesi bile açmışlar. wwwkulelixyz

Bunu hackleyip, alt sınıfları ezmeyin lan yoksa aklınızı alırım" yazsana sitelerine.

Hadi be abi, kırma beni. Kardeşin; Metalmilitan"…

Bilinen ilk e-mail bombardımanı ayrılıkçı Tamil Gerillaları'nın Sri Lanka'nın yurtdışı
temsilcilerine günlük 800 kadar eposta göndererek, 15 gün boyunca canlarını
yeterince sıkacak kadar başarılı bir şekilde gerçekleştirilmişti.

Tamil Gerillalarının gerçek yaşamdaki kanlı saldırıları destekçiler tarafından bile


kınanacak hale gelmek üzereyken;

"We are the Internet Black Tigers, and we are doing this to distrupt Pour
Communication" imzalı mailler,
onlara duyulan "destekçi sempati'nin" artmasına sebep olmuştur.
"Hacker for Girlies" grubunun ve popüler olmuş her hacker'ın da birer imzası varken,
DoH'un da bir imzası olmalıydı ve her hack işinden sonra imzasını sanalda mutlaka
atmalıydı. Öyle de yaptı.

Metalmilitan'ı kırmamıştı ve Kuleli Askeri Liseli öğrencilerin websitelerini Müslüm'ün


mailini okuduktan kısa süre sonra hacklemişti.

Yaptığı şeyin nedenlerini de belirtmiş,


sayfanın en görünen yerine de ilk kez imzasını bırakmıştı :

"DeviLofHackeR
was here!

ICQ : 119941"

***

{10}

DİLŞAD’IN NEZDİNDE KADIN GERÇEĞİNİ İDRAK


NİCE ERKEK MESTOLMUŞ - BAŞI DÖNMÜŞ
VE GÖZLERİNİN YAŞI KALBİNE AKAR HALDE
"KADIN SEVGİSİ OYUNLARI" EŞLİĞİNDE
CENNETİN KAPISINA DAYANIR.

DURUM ODUR Kİ;


ÖNCE BAKACAKTIR "O KADIN" ORADA MIDIR?!?

TANRI KİTABINI,
RESUL SÜNNETİNİ DAHİ ARKASINA ATMIŞTIR
VE İLAHİ DÜSTURLARI ES GEÇİŞİNİN HESABINI
NASIL VERECEĞİNİ BİLE DÜŞÜNEMEDEN HİÇ,
"O YOKSA CENNETTE"
ROTASINI HEMEN CEHENNEME ÇEVİRECEKTİR!

SORMALI AŞK ADAMINA :


YERYÜZÜNDE SİZLER KADAR
"ALDANMAYA HAZIR"
BAŞKACA BİR YARATIK DAHA VAR MIDIR?
***

Her erkeğin bir ömür unutamadığı, etkisinden kurtulamadığı, bazen delişmen bazen
hanım hanımcık, ufak tefek ya da genç irisi, fakat "sevimli ve kesinlikle çok çekici"
bir kadın modeli vardır;

ve o kadınla uzun uzun birliktelik veya muhabbetle dolu anlar yaşamak, macera
denizlerinde beraber kulaç atmak gerekmez.

Gözlerin aşinalığı bile erkeğin mutlu - tatmin olmuş bir hale gelmesine yeter.

İşte onlardan biriydi Bursa'daki bir Ticaret Merkezi'nde sekreterlik yapan Dilşad.
İlgisini çekmiş, DoH'a cevap vermiş, sohbet ilerleyince de resmini göndermişti.

Ay parçası gibiydi.

DoH'a düşen de kendi resmini göndermekti tabii. Altavista arama motorundan


bulduğu bir Finli'nin resmine, hazırladığı ajan yazılımı da gömerek gönderdi.

Finlandiya Bira'nın anavatanı gibiydi,


finlileri ve Finlandiya'yı bu yüzden de severdi.

Dilşad'ı her şekilde takibe aldı.

Şifreleri - epostaları - başkalarıyla yaptığı konuşmaları hep DoH'a da ulaşıyordu eş


zamanlı olarak.

O yıllardan çok sonraları Keylogger'lar (tuş günlüğü kaydedici) çokça boy göstermiş
olsa da;

ne o gün ne de sonraki günlerde DoH'un yazılımını yakalayabilen bir Antivirüs


çıkmadı.

Keylogger tehdidinin tek amacı vardır.


O da, kullananın klavyesinde bastığı tuşları,
basılma sıralarını aynen koruyarak kaydetmek,
ve daha sonra bu bilgileri DoH'a iletmektir.

Yıllar sonra piyasaya sürülen Windows Vista ve Windows 7 işletim sistemleri


tasarımları gereği Secure by Default (Varsayılan olarak güvenli) olsalar, ve hiçbir
yazılım bileşenini Kernel Ring 0 seviyesinde (en üst seviyede sistem hizmeti
durumunda işlemek) çalıştırmasalar da, DoH'un o günlerde yazdığı ajan program,
sanki Microsoft tarafından onaylanmış ve digital olarak imzalanmış gibi sisteme
sızabiliyor, ve Administrator seviyesinde yetki alabiliyordu.

Zaten; eğer "1024 bit prensibiyle şifreledim ben bu yazılımı, ve kesinlikle hackerlar
kıramaz" diye konuşan bir firma için sen de kalkıp, "- Ooo, ne güzel, harika bir zeka
ürünü, o programa güveniyorum" diyorsan eğer;

digital imza veya benzeri önleyiciler de o kadar güvenlidir.

Yok hayır, "- Birileri bir şeyi şifreleyip sunuyorsa bana, birileri de onu her an deşifre
edebilir" mantığıyla bakıyorsan olaya;

güvenliğin işte o derece tatmin edicidir.


Firmanın adı Microsoft olsa dahi;
bu durum asla değişmez…

Dilşad'ın çok hoşlandığı, sohbet ederken yanıp tutuştuğunu her fırsatta belli ettiği
Hatay'lı Polis memuru evliydi. Ayıptı. Dilşad bekaret manasında olmasa da, evlilik
bağlamında kız oğlan kızdı ve o polise abayı yakmıştı. Hatta Bursa'da birlikte
olmuşlar ve kendini ona sunmuştu.

Bir gün, "Dilşad, sana önemli bişi söyleyeceğim ama bunu yüzyüze söylemem gerek"
dediğinde DoH, hemen kabul edilmişti teklifi. DoH'a güvenilirdi.
Kankası Bekir'le atlayıp gittiler, Özdilek Tekstil'in kafetaryasında buluştular.

Laf lafı açtı ve konu Dilşad'ın kullanılması - kandırılmasına geldi.

DevilofHacker mevzuyu patlattı.

Özetle; o polis tüü-kakaydı.

"- Sana ne be herif! ICQ da benim, .m da meme de benim! Dilediğime veririm!!!"


diyerek masayı terkeden Dilşad'ın ardından bakakaldı iki kafadar.

Bu mudur, bu muydu yani özeti herşeyin?

FGCM de Halis'le, Halis'in evinde yaptıkları veda görüşmesinde bu mantıkla mı


hareket etmiş, ve DoH sorduğunda, yine bu mantığın ışığıyla mı "Asla - Yok valla -
Olmadı - Sevişmedik" lakırdıları etmişti.

Soğudu DoH'un yüreği.


Don tutmadı ama soğudu.
FGCM'ye duyduğu aşk BSOD veriyordu.

BSOD (Blue Screen of Death - Ölümcül Mavi Ekran) veren işletim sistemi bir süre
daha tekleyerek de olsa çalışır, şansı çoksa çökmez ama pek işe de yaramazdı.

Oysa birini, senden istediği herşeyi yapabilecek kadar sevdiğinde, gerçek aşk kol
geziyor ortalıklarda demektir.

Öyle ki; sana;

"- Acı çekiyorum, öldür beni!" bile dese, canını aşkla almış olursun, ve adın katile
bile çıkmaz onu "çektiği acıdan kurtulsun" diye öldürdüğünde.

Eğer birini gerçekten seviyorsan, onun ihtiyacı olan herşeyi kendininkilerden önde
tutar, zerre kadar sapma olmasın istersin onunkilerin yerine getirilmesinde.

Bunlar, akla hayale sığmayan - iğrenç ötesi şeyler bile olsa dik durur ve karşılarsın.
Binbir parçaya bölünüyormuş gibi olsa da kalbin, hayıflanamazsın.
Böyle yazar DoH'un kitabında,
ve sevgi dedikleri küçümsenecek bir hediye değildir yahu, kıymeti bilinmeli!

Tıpkı, karşılıksız sevgiyi gerçekten bilen şu adam gibi :

Anadolu'da, küçük bir köyde, çok sevdiği ve aşık olduğu karısının, sevgilisiyle kaçıp
kendisini terk edeceğini anlayan kör adam, başına bir iş gelmesine ve sefillik
çekmesine gönlü razı olmadığından, kaçacağına yakın, ayakkabısının içine para
koymuş gizlice.

İsmi de Aşık Veysel olarak bilinirmiş o yüce adamın herkesce...

***

{11}

PİKNİKTE VE HER YERDE KAVGA

"İÇERİMDE YALNIZLIĞIN ACISINDAN BAŞKA NE VAR Kİ?"


DİYE DÜŞÜNÜP DÜŞÜNÜP;
"HOŞLANDIĞI ŞEYE ERİŞEMEZ" HALLERİNDEN ZOR DA OLSA SIYRILIP;
"BİR ŞEKİLDE MAKSADA ERMEK LAZIM" FİKİRLERİYLE YOĞRULUP;
MENZİLE VARDIĞINDA GÖRÜRSÜN Kİ;
AYNA,
BAŞKA BİR AYNANIN İÇİNDE KENDİ VARLIĞINDAN HABERDAR OLMUŞTUR,
FAKAT,
"ARTIK BİR BAŞINALIKTAN KURTULDUM" DEDİĞİ ANDAN BERİDİR
OMUZLARINDA
ÇOK ÇOK ÇOK DAHA BÜYÜK PENÇELERİN KIYICILIĞI VARDIR...

***

İnsanoğlu "Sahip Olduğunda" mutlu olacağını zanneder ama yanılır.

Çünki, bir şeyi yaparken aşk ile yapmalısın.

Eski dilde, özünde, İŞK'tir kelimenin aslı.


İbadet-Şükür-Kanaat yani.

AŞK'ı da rıza üzerine yaşamalısın ki, meta olarak kalmasın.

DoH da kadınını böyle sever, ama, kadınların daha önce anlatılan tutumlarının
yanısıra; içinde yaşadığı toplum ve eşyanın dışında varolabilen tek bir filozof
görülmemiştir henüz dünyada!

Ve bütün bu doneler ışığında FGCM ile olan ilişkilerini "olduğu yere kadar olsun,
gittiği yere kadar gitsin" seviyesine çekiverdi DoH.

Sonra da FGCM ile Halis'i, Dilşad ile polisi düşünüp söylendi :

"- Bir mezarlık düşün ki;

orada iyilik - güzellik - saflık - duruluk - şefkat - acıma - doğruluk - dürüstlük -


samimiyet - yürektenlik yanyana mezarlarda sessiz sedasız yatmakta.

Tümü, ruhumun "FGCM ve ona duymam gereken aşk konusunda devrim yapmak
niyetiyle hazırladığı bombaların elinde patlamasıyla" havaya uçmuş, ve gönlümün
uçsuz bucaksız genişliği herbirine mezar olmuş.

Ne devrimi be ey ahmak, neden bu hayale kapıldın ki birdenbire?

Bilmem kaç zaman önce "insanlık" denilen o yüce makam zaten "hiç" olmuşken, sen
gidip başka fantaziler bulsana kendine!"

Nice zaman sonra, her fırsatta yaptıkları gibi, iki şehri bir edip, FGCM ile yine
buluştular.

"- Tuhaf duygular içindeyim DoH. Eşimle birlikteyken emin ol suçlu hissediyorum
kendimi. Sanki yasak olan şey seninle gizli gizli buluşmalarımız değil de, kocamla
olan ilişkilerim, iki kardeş gibi de olsa, aynı çatı altında ona hizmet edişlerim!".

DoH hemen FGCM'den uzaklaştı ki, ne uzaklaşma!


Anlaşılmaması imkansızdı, adeta kaçtı.

"- Yoksa, yoksa suçlu olduğumuzu mu düşünüyorsun, hı? ".

DoH boş bulundu ve yanıtladı :

"- Kesinlikle yanlış bu yaptığımız."

Cümleyi kurduğu an, FGCM'nin, "- Madem öyle neden devam ediyorsun benimle
birlikte olmaya? Neden o bira denizlerinde "edepsizliğe varan çıplaklığımızı
yaşadığımız 3-4 günlük kaçamaklarımıza" devam ediyorsun?" diye soruvereceğinden
korktu.
Çünki böyle bir soruya verilecek yanıtı yoktu.

"- Ne olur doğruyu söyle, beni aşağılık bir kadın olarak görüyor musun bazen?"
dediğinde FGCM,

cevabı,

"- Şimdi kızacağım ama! Kalk giyin hadi, ve evine git!" oldu.

FGCM yere öylece atılıvermiş çantasını kaptığı gibi banyoya girdi.

"Hiçbir insan onun ruhsal dengesini bozup da abuk subuk bir harekete
yönlendiremez.

Çünki benden dolayı antrenmanlı ve güçlü o!" diye düşündü,


bir yandan da tedirgin olarak DoH.

"Acaba çantasında kesici birşey ya da bir kutu hap var mıydı?" şüphesi de geçmişti
aklından bir an.

O'nun üzerine yıktığı sorumluluktan endişe duyduğu kadar, gururlanıyordu da.

Yakın zamana kadar içinde bulunduğu "depresif sıkıntılardan" tereyağından kıl


çekercesine olmasa da kurtuluşunu FGCM'ye borçlu olduğunu getirdi aklına.

Keşke farkında olmasaydı, keşke.


Salt kendi kazanımları için mi devam ediyordu DoH bu ilişkiye?

Yoksa "Amaç ve ereklerini" gerçekleştirmek için kendinden öç alıyordu da bu


süreçte FGCM'yi mi katalizör olarak kullanmaya karar vermişti.

Rahatsızdı bu durumdan aslında, çünki kendisinin FGCM için ne derece önemli


olduğunu ve onu tam manasıyla olumlu sayılacak düzeyde etkileyebildi mi
kestiremiyordu.

"- Git artık!" dedi.

FGCM tebessüm etti.

"- Güle güle Sevgili. Ara, hemen gelirim, bilirsin." şeklinde söylendikten sonra kapıyı
vurarak çıktı gitti.

FGCM gidip yalnız kaldığında, bir "mutsuzum ve gezegeni imha etmek istiyorum"
müziği attı Winamp'ın playlist'ine DoH.

Anouar Brahem adlı tını dehasıyla İmisaba tanıştırmıştı ICQ'da kızın mutsuzluk
sebeplerini konuştukları birgün.
İngiltere'de yaşıyordu İmisaba. Ailesi Hatay'da yaşasa da, tedavi olabilmek için
oraya gitmişti. Ciddi bir kadınsal sorunu vardı kendi deyimiyle ve hamile
kalamıyordu.

Bu yüzden de Anouar Brahem'in insanı intihara bile sürükleyebilecek "Leila Au Pays


Du Carrousel" gibi parçalarını dinliyor, hareketli ve kıpır kıpır olanlara dönüp
bakmıyordu.

"- Geleyim oraya bir süreliğine ve benden hamile kal. Gör bak, damızlık ne derece
önemliymiş diyeceksin. Genç - güzel - sağlıklısın yahu!" dediğinde DoH;

"- Gel de; sana verene kadar kimlere verdim, kimler kimler becerdi de gene olmadı
be DoH. Yedi sülalemi halletsen bile hamile kalamam ben, artık eminim :D"
diyebilecek kadar da uçuk ve hayata bağlı bir kızdı. Tuhaftı…

Tarifini bile yapamıyorken, bütün varlığınla peşinden koşuyorsan, hah işte, aşıksın!

FGCM de öyleydi.
Ören'deydi ve DoH alo der demez geldi birkaç gün sonra Altınoluk'a.

Sürekli gittikleri ağaçlık - yeşil çimen zengini ve bir o kadar da ıssız arazilerden
birindelerdi.

FGCM iki elinin başparmaklarıyla işaret parmaklarını birleştirip çerçeve işareti


yaparak;

"- Baak, bu senin resminnn" dedi,


DoH'un omuz hizasından yukarısını dikdörtgenin içine alarak.

"- N'oldu ruslarla savaşınız, anlatsana detaylarını, neler yaptın?" diyerek de,

konuyu aylardır merak ettiği meydan okumalaşmalarının haberini almaya getirdi.

DoH ise soğuk sayılabilecek bir ses tonuyla


"- Boşver şimdi şu salak takımlarını" şeklinde cevap verdi.

FGCM taşı gediğine koydu :

"- Yalancı, ne boşvermesi. Eylem ve sanal becerilerinden bahsedip seni övmelerine


bayılıyorsun forum sitelerinde!

Ve deşifre edilemez oluşundan müthiş keyif alıyorsun!

Görüyorum ve takip ediyorum bana verdiğin adreslerdeki hack sitelerini akıllım,


hem de günü gününe. Ama sorunca, boşver şimdi diyorsun!".

DoH gülümsedi. FGCM yanılıyordu.

Övülmek - takdir edilmekten değil, konu ne olursa olsun,


FGCM'nin onu övmesinden ve yere göğe sığdıramamasından hoşlanıyordu çünki.

Onlarca hacker ile tek başına yaptığı sidik yarışlarından sonra, sadece FGCM sezgi
ve duygularını kullanarak belli tespit ve yorumlar yapabiliyordu.

İnanılması güç bir "sağduyu veya derinlemesine görüşlerle" perçinliyordu olayların


cereyan süreçlerini değerlendirirken.

"- Yanıldın yine.


Ben hack savaşlarımı sadece senin övüyor oluşundan hoşlanıyorum" dedi DoH.

FGCM dudak bükerek, "- Al sana daha büyük bir yalan!" dediği an, DoH küçük bir
çocuğu sarsarcasına omuzlarından yakaladı onu ve;

"- Haksızlık etme! Söylediğin herşeyi - yaptığın her hareketi - rahatsız etmeyen
tenini - gülümsediğinde dudaklarının kıvrım kıvrım kıvrılışını - maceralarımdan
örnekler vermeye başladığımda dört gözle dinlerken, başının yana düşüşünü - sanki
birşey arıyormuşcasına uzaklara dalıp gidişini - somurttuğun anlarda alnında oluşan
kırışıklarını da seviyorum mesela!".

Pelte gibi olmuştu FGCM.

"- Ben de senin ayaküstü söyleyiverdiğin şu kusursuz yalanlarını çok seviyorum.

Ağzından çıkan her kelimenin yalan olduğunu biliyorum, ama yine de seviyorum
işte."

Sırıttı DoH : "- Devam edeyim öyleyse, hı?" diye sordu.

"- Seninle seks yaparken zamanı durdurmak isteyişim şu pırıl pırıl havanın böyle
kalması içindir mesela. Şu huzurlu ortamı - tembel tembel uzanıp da hiçbir şeyi
dert etmeden biraların dibine vuruşlarımızı - sevişirken ruhumun da tüm
yorgunluğunu alışını - çepeçevre saran sıcaklığını ve o derin oral seks yapışını değil
de, hazırladığın yumurtalı yemeklere bağlıyorum mesela sana hayranlığımı.

Sevişirken duyduğum kalp atışlarının sesi, ve bir bakışından da ne yapmak istediğini


anlıyor oluşum ise şeytan oluşumdan mesela, seninle hiç ilgisi yok! Doğal olarak da
seni seviyor oluşum hikaye!

Buyur sana gerçekler!"

"- İşte şu konuşmaların,


ve konuşurken takındığın tavır,
beni hayran ediyor sana!" diyerek öptü DoH'u FGCM.

DoH, samimi ve şen bir üslupla :

"- Rusların canına okudum. Abi diyorlar başka bir şey demiyorlar artık. Birtanesinin
Borland Inc.'in çözüm ortağı olduğu şirketi varmış 17 kişilik.
"- Tanışmak imkansız olsa gerek de, iletişim içinde kalsak bari en azından DoH abi"
diye çok yalvardı.

Engelleyip gönderdim tabii ki MSN'den. Risk Risktir!"

Güldü FGCM, "- Sağol", dedi ve sevişmeye durdular.


Soluk soluğa - ten tene - tin tine - ter tere.

Takatleri kalmayıncaya dek seviştiler.

Kaç kez zirveye çıktıklarını değil, enerjilerinin son damlasının ne zaman


tükeneceğini baz alıyorlardı seks yaparken.

Sonra da uzun dinlence ve sessizlikler. Rüya gibi...

Ören'deki yazlıkta uzanmışlarken yine birgün;

"- Orada burada buluşmamız çok tehlikeli olmaya başladı biliyorsun.


Şu durumda kiralık bir ev almak daha mantıklı olacak" diye hayıflandı FGCM.

"-Param yok" dedi yarım ağızla DoH.

Hiç de parası olmamıştı ki zaten.

Kazanamamış olduğundan değil, para - mal'a hiç önem vermediğinden


sahiplenmemişti materyalleri.

Sırtı üşürse hırka - kıçı üşürse don - delirmemek için bira, sigara, internet ve çok
sevdiği yağda yumurta dışında bir şeyleri hiç önemsememişti hayatta.

Çocukluk öğretilerindeki "Delikanlı adam nasıl olur?" tarifleri ışığında;

"- Ben öderim dairenin kirasını" diyen FGCM'ye gürlemiş ve;

"- Çıldırdın mı sen kadın!


Karı parası yiyebilecek bir adam olarak mı görüyorsun beni?" diyerek, azarlarcasına
yüzüne çarpmıştı teklifini.

"- Konuyu bu şekilde çirkinleştirme DoH. Erkekler neden bu derece budala oluyorlar
bazen hiç anlayamıyorum. Kirayı ödeme gayem, daha uzun saatler boyunca güven
içinde beraberce vakit geçirebileceğimizdendi.".

Duymazlıktan geldi DoH.


Birasını ve sigarasını aldı, balkona çıktı.

FGCM'yi baştan çıkarıp kendine aşık ederken, bir üniversiteli genç yüzünden
olayların buraya varabileceğini düşünmemişti. İlk günlerde çok direnmiş ama
sonunda DoH'un bile ummadığı şekilde, hayatında Halis denen o çocuk varolmasına
rağmen kendini DoH'a bırakıvermiş, üstelik kocasını da tüm zenginliğine rağmen
hayatından çıkarmıştı.

Keşke DoH hayatına girdikten sonra Halis'in evine gitmese ve DoH'u kaybetmeseydi.
Oysa FGCM bu hissettiklerinden habersizdi DoH'un. Ve şimdiki haliyle de bambaşka
bir kadındı sanki.

Çünki artık rahatça söylüyordu oğluna - annesine - çevresine mesela DoH'la buluşup
da ortadan kaybolduğunda yalanlarını, ve oldukça da inandırıcıydı. Önceleri
beceremezdi. Dünya dolusu tehlikeyi göze alıyor, herşeylere meydan okuma
cesaretini bulabiliyordu kendinde. DoH da doğal olarak huzursuzdu. FGCM'nin
neredeyse tersyüz olmuş biçimde değişmesine sebep kendisiydi.

Çünki onu silahsız bırakmış, dayanaksız birşekilde bütün savunma mekanizmalarını


ortadan kaldırmış, kendi güçlerinin gölgesine sığındırtmıştı.

Gerçi, onun böylesine teslim oluşu DoH'u gururlandırmıyor değildi, fakat, FGCM
"tutku ve aşkla" kendisini bile kaybedecek derecede güçsüz kalarak onun kollarına
düştüğünde, onu uyandırmamıştı.

Şimdiyse geri çok zor dönebileceği bir ağın içindeydi,


ve bu ağı da aslında Halis olayıyla kendisi örmüştü…

Omzuna yaslanan "kadın kokulu" başıyla irkildi FGCM'nin.


Bir yandan da, "- Seni çok seviyorum" demişti.

"- Biram bitti, bira getir dolaptan" diye,


tonunun en soğuk haliyle emretti DoH, ve surat asarak gitti FGCM.

İşte, yaşamından da bu şekilde, suratı çarşamba pazarına döne döne de olsa gitmeli
ve kendini bulmalıydı. DoH böyle olması gerektiğinden emindi.

Ama mesela, bira istemesinde olduğu gibi,


onu yanında istediği an hemen kapıp kopup gelivermeliydi de.

Bira getirdi FGCM ama susmadı.

Susmak bilmedi.

Kustu içindeki kızgınlığı - öfkeyi - siniri, ama birşeyi hesap etmedi :

Ortalığın toza dumana boğulduğu, ve karşısındaki hangi cesaret seviyesinde olursa


olsun;

aklının karıştığı öfke anlarında DoH, "- Hoop, dur, sakin ol, ne bu halin yahu?
İnsanlarla bir elektrikli testereymişsin gibi konuşuyor, kırıyor - kesiyor -
parçalıyorsun! Azıcık sükunet, azıcık akl-ı selim lütfen!" demezdi Hasan'a...

Estirdiği fırtınadan sonra vurdu kapıyı çıktı kadınını ağlar - çırpınır halde
bırakarak...

***

{12}

BANKACI
SÖZLER OLGUN VE DOLGUN OLMAKTAN UZAKSA,
DOSTUN ZİHİN KARIŞIKLIĞI
İÇİNDE BULUNDUĞU DOSTLUĞA DA BULAŞMIŞSA,
AŞK,
TEKRARLANAN ŞOKLARLA ÇİZGİDEN SAPIP DA
ARTIK GEOMETRİK ZİHNİYETE GÖZ KIRPABİLİYORSA;

"KLASİK TRAJEDİ RUHU" AYAKLANIR VE,


ÇİFTİN HAKSIZCA MUTSUZ EDİLENİ,
YAKASINDA PARABOLİK MİKROFON DAHİ TAKILI OLSA,
YOLDAN ÇIKAR VE ALDATIR...

***

Taylıeli'nden Ören İskele'ye kadar olan 3-4 kilometrelik yolu, sinirden yarım paket
sigarayı ve evden çıkarken kaptığı 3 birayı bitirerek yürüdü DoH.

Çay içmek için oturduğunda sahildeki çayevinin taburelerden kurulmuş bahçesine,


aklına Derya geldi, aradı :

- Naber, haftasonu bugün, evde misin? Geleyim mi, çay - çorba içirir misin?
- Koca kadınsın sen be. Üstelik bir şey demez emin ol baban olacak o azgın teke. :P
- Tamam, bulurum bulurum. Geliyorum, sen çık kapıya...

Balıkesir - İzmir - İstanbul - Bursa - Manisa bölgesini


tarayabilen bir yazılım geliştirmişti DoH.

Bu yazılım, daraltılıp genişletilebilen bir IP aralığını izleyebiliyor, kelime


süzebiliyordu.

MetaTagging denilen yöntemdeki, browserların hazırlanan sayfalara


yöneltilebilmesi için arama motorlarında, web sayfasının kodları yazılırken, bir liste
halinde ve branşla ilgili, istenilen sayıda kelime verilmesiyle yapıldığı gibi;

DoH da kendi yazılımıyla internet üzerindeki her eposta - MSN - ICQ - IRC
yazışmalarını dinleyebiliyor, verdiği "ilginç" kelimeleri içeren konuşmaların
sahiplerinin de peşine düşüyordu.

MetaTagging olayını biraz açalım :

Bir işyeri sahibi, kendi websitesinin MetaTag'ları arasına, "Biz Canon ürünleri
satıyoruz. Siemens ürünleri de iyi olmasına rağmen bunları satmıyoruz." yazmıştı.

Arama motorlarında "Siemens" kelimesi aratıldığında, otomatik olarak bu işyeri


sahibinin websitesi de sonuç listesi içinde yer alıyordu.

İşte DoH, yazılımının içine, mesela, "düzüş" kelimesini de koymuştu ve birbirleriyle


yazışırken bu kelimeyi kullanan kişilerin peşine düşüyor, onları yakın takibe
alıyordu.

Bu tip müdahaleler mümkündü DoH'un hünerli elleriyle, ama,

hack alemi aynı derecede profesyonel değildi henüz o dönemlerde.

Benzeri yöntemleri, Amerikan Federal Soruşturma Bürosu FBI'ın sistem mühendisleri


2000 yılında CARNIVORE adlı bir uygulamayla kullanmış ve internet trafiğini
izlemiştir.

2000 - 2001 yıllarında kullandıkları bu izleme tekniğiyle 26000 civarında suçluyu


yakalamışlardır. Demek ki, birileri takip edebiliyorlar ağı…

DoH da kendi yazılımı ve onu farkedemeyecek kadar aciz kılarak ününe gölge
düşüren ECHELON sayesinde, değişik sunucular (Server) üzerinden aktarılmak
durumunda olan verilerin tamamını süzmüş, öyle ki, uluslararası ölçekte çalışan ve
belli başlı ağ düğümlerinin - omurgalarının tam merkezinden elde ettiği verilerle;

a-kişisel veriler,
b-sadece belirli bir ibarenin geçtiği her türlü diyalog,
c-sadece belirli özellikleri taşıyan, kıymetli iş dünyası verileri,
d-belirli bir ülkenin vatandaşlarına ait her türlü veriyi elde etme başarısını
yakalamıştı.

ECHELON'un yaratıcılarıysa farkına bile varamamıştı.

Tek bir hata yapmıştı DoH bu süreçte, ve onu da Balıkesir Telekom Bilgi İşlem
servisine, iş dünyasından tanıdığı Fahri isimli programcıya çay içmek bahanesiyle
uğradığında, herkesin bir boşluğuna getirip;

sistemde kendi icraatlarını açık edebilecek olan delil ve tıkanıklığı gidermiş;


Balıkesir'den çıkış noktası olan Telekom Ana Server'i üzerinden kendine yol vermişti.
İşte Bankacı Derya ile böyle tanışmışlardı.

"- Ölür diye üzülüp durduğumuz adam anjiyodan sonra tam bir azgın tekeye dönüştü
şekerim.

Neredeyse 35 yaşıma geldim ve odamdayken bir o yana bir bu yana dönerken buz
gibi yatağımda, bir de babamın, yeni evlendiği Fatma teyzeyle sevişmelerinin
seslerini dinliyorum valla sabahlara kadar. Bıktım yaa :("

şeklinde bir mesaj atmıştı Balıkesir merkezdeki bayan kuyumcu arkadaşına;

ve DoH'un Robot Yazılımı bu mesajı kayda değer bulup "Havuz'a" almıştı.

DoH da, hakkında biraz araştırma yaptıktan sonra, ICQ ve MSN'den listesine ekleyip
ilgisini çeken bu bankacıyı,

daha sohbete başlamalarının ilk dakikalarında

"- Balıkesir, Ören, xyzq Mh.' desin demi sen?


Ev telefonun da 02667...." diye yazmış,
Derya'yı şoka sokmuş ve şaşırtmıştı.

Akabinde günlerce laflamışlardı sanal ortamda,


ve DoH'a tam olarak güven duymuştu Derya.

Üstelik, DoH boşanmış ve bir oğul sahibi olsa da, belki Derya'nın evlenebileceği
biriydi.

Samimiyetleri ilerlese de hiç buluşmamışlardı, ama, işte, FGCM ile yaşananların


hışmıyla onu aradı DoH ve birkaç saat Derya - Babası - Fatma Teyze'ye konuk oldu.

Sonra da bindi otobüse, evine döndü.

Kısa bir zaman sonra Altınoluk'taki evde tekrar buluştular Derya'yla.

DoH'un "Sıradan Ölümlü'leri" kazandığı nokta;

onların DoH'taki özellikleri gördükten sonra,


sahip olduğu melekelere önce korku sonra da saygıyla bakıp,
kaybettikleri ya da hiç kazanamamış oldukları bu şeylerden övgü ile bahsedip,
bu ilgilerinin de onları manen zenginleştireceğine yürekten inandırmış olmasıdır.

Onlara; çirkin olanın "Çirkin" sıfatıyla anılmasının kimseye birşey


kazandırmayacağını, ama, "Güzel" olana çirkin demenin her iki tarafa da ciddi
kayıplar yaşatacağını, bilinçaltlarına da kazıya kazıya anlatmasıdır.
Bağnaz - Tutucu seviyesindeki bakışıyla "bekaret - koca" öğretisine sıkı sıkı bağlı
olan Derya, işte DoH'un bu güven veren yanına saralanıp, bir odada ve sarhoş halde
sohbet edebiliyordu kül rengi bir Altınoluk sabahında DevilofHacker'la.

Sohbetin her anında ona "seçimlerinin sorumluluğunu taşıyabilecek olgunlukta ve


yaşta bir yetişkin olduğunu, bütün dünyanın olmasa da en azından DoH'un ona bir
komplo kurmayacağından emin olmasını" işliyor, rahatlatıyordu DoH.

Çünki kararlıydı, bekaretini alıp onu özgürleştirecekti...

Herkes gibi bir SÖ idi Derya da ve üstüne üstlük korkaktı.

Yalnızlıklarının acısını sessizce çekiyor, yaptığı aptalca tavırlara haklı nedenler


bularak, aslında zayıflığın zirvesindeyken, kendini iradeli ve güçlü gösteriyor,
öpüşme taleplerine binbir nazla razı oluyordu DoH'un. Kızoğlan kızdı ve aklınca
kendini kocasına saklıyordu.

Vakit geçtikçe, ona başkalarından "farklı" bir şekilde değer veren ve kaliteli bir ilgi
gösteren adama yavaş yavaş kendini kaptırıp, koyverdi.

İspanyol Komutan Fernandez Gonsalvo'nun "Namusun dokusu kalın olmalı" sözünü


detaylıca açıklayıp, evleneceği kişinin sadece bakire olmayışına değil, şu çıplak
haline de kızabileceğini söylediği esnada DoH, külotu ve sütyeni üzerinde
olmadığından utanan ve örtünmeye çalışan Derya, kendini tamamen savunmasız
hissediyordu.

Çekyata uzattı onu DoH ve usul usul okşamaya başladı her yerini.

Çok ama çok titriyor, kafası karışıyor,


adamın gözlerine bakamıyor,
kendinden utanç duyuyordu Derya.

Bir yandan da ahlar - oflar - göğüs germeler - içini çekmeler eşliğinde, sırılsıklam
olduğunu hissedebiliyordu. Az önce sırtında gayet güzel bir elbise olmasına rağmen,
şu an tamamen çırılçıplak bir bedeni - kurumuş bir boğazı - kavrulmuş dudakları -
öpüşleriyle onu sanki serinleten bir adamı vardı üstünde.

Onun vıcık vıcık olmuş apışarasına sürtüyor aletini, çıldırtıyordu DoH.

Derya'nın "sanki hıçkırık tutmuşcasına" sarsılan zayıf bedenini göğsüyle sıkıştırıyor,


sıkıştırıyor, kendini son hamleye inceden inceden hazırlıyordu ki;

kaşlarını hafifçe çatmış haldeki Derya çok net bir refleksle kurtuldu, ve altından
çıkıp yere oturdu :

"- Yapamam DoH, yapamam! Sonuçlarının beni nereye götüreceğini bilemediğim bu


serüvene - bu çılgın yolculuğa, bekaretimi sana sunmayı istesem de, çıkamam.
Affet beni n'olur!"…

Konuşmadı DoH Duşa girdi, soğuk suyla kendine geldi.

Onu o pozisyona fiziken ve manen getirmesi tüm gecesini almıştı, ama o, son
saniyede vazgeçmişti.

Dürüstlük sanılan şeyler insanı nasıl da gerçekçi düşünemez hale sokuyor, nasıl da
inat budalası yapabiliyordu.

Oysa onu kurtarmasına ihtiyacı vardı, fakat, DoH'a da kendisine de o şansı


tanımadı…

DoH en çok emeklerine üzüldü.

Çünki; 1946'da Pensilvenya Üniversitesinde üretilen;

ve ENIAC (Electronic Numerical Integreter and Calculator) adı verilen;

30 ton ağırlığında - 139 metrekare alanda kurulu - 30 metre uzunluğunda - imalinde


1800 vakumlu lamba kullanılan - 100 kW enerji tüketen - içerisindeki lambaların
yüksek ısıdan dolayı çabucak patladığı ve teknisyenlerin bunları yenilemesinin
günler sürdüğü - bütün bu çabalara rağmen sadece 4 işlemden 1 tanesini yaptıktan
sonra lamba değiştirme işinin tekrarlanarak devam ettiği bu uğraşlarda
harcanandan daha fazla emek harcamıştı Derya'nın kızlık sorunsalından
kurtulabilmesi adına.

Olmadı.

Giyinip çıktılar ve bir daha da görüşmediler.

***
{13}

DOÇENT

ALİM ODUR Kİ;


İHTİRASLARININ KISKACINDA
HEDEF GÖZETMEKSİZİN YOL ALMAZ,
SIRF "BİLMİŞ OLMAK İÇİN BİLMENİN" HAYIRSIZLIĞINA
KENDİNİ ASLA BIRAKMAZ!

VE BİLGİSİNİN GÜCÜNÜ
TEK BİR İNSAN YA DA SOSYAL BİR FAYDA İÇİN,
ADI "İYİLİK OLSUN DİYE İYİLİK" ŞEKLİNDE ANILACAK BİÇİMDE,
BONKÖR BİR TAVIRLA,
KULLANIR DA KULLANIR...

***

Karlı bir Şubat gecesi,

hiç de tanıdık olmayan tuhaf bir numara belirmişti telefonunda.

Açtı :

"- Evet, Marmara Üniversitesinde görevliyim.

Dee, siz kimsiniz?

Hangi ülkenin numarası şu beni aradığınız numara???"

Bir yandan da mutfak tezgahında asılı duran,


ve bardakları parlatmak için kullandığı bezle burnunu siliyordu.

Konuştu :

"- Nasıl önemli değilmiş ülkeniz yaa!


Kimsiniz, ne istiyorsunuz?!!!
Nasıl yani yaa?!!
Doçentlik tezim ve sevgilimle çektiğimiz çıplak fotoğraflarım mı???
Neee???
Kimsiniz siz ya?!!!
Ama!!!"…

Bir an telefonda hiçbirşey duyulmadı.

Sonra o gizemli ses,

insanı zirve sersemine çeviren bir tonla açıklamaya girişti :

"- Zaten kontörüm az.


Beni iyi dinle ve bilgisayarını formatla.

Formattan önce de, senin için ne varsa diskinde, hepsini yedekle. Orda tezini
görmeseydim bu işe girişmezdim, seni aramazdım. Bilgisayarını herkesin
erişebileceği seviyede tutan bir güvenlik açığın var.

Söylediğim şeyleri yapmayı bilmiyorsan, güvendiğin ve bunları yapabilecek birine


yaptır ama çok çabuk davran.

Zaten son 7 kontörümü de seni ve yazdığın tezini kurtarayım diye harcadım.

Çünki bilgisayarına not bıraksam sen onu ne zaman okur, okusan anlar ya da inanır
mıydın bilinmez. Sadece dediğimi yap ve bilgisayarını formatlayıp güvenli hale
getir!!! "…

Orta yaşlı Yrd. Doçent Hatun şoktaydı ve gözleri pencereye kaydı.


Dışarıda yağan kara baktı, ama hiç üşümemiş, bilakis, ateşi 40'lara dayanmış
gibiydi. Yüzünü dehşetle karışık ekşitti, kekeleyerek sordu :

"- İ, i, iyi de siz kimsiniz?"

7 kontör düşünüldüğünde çok uzun sayılabilecek bir sessizlik oldu karşı tarafta.

Sonra dolaysız ve oldukça dürüst bir açıklamayı hızlı ama dik bir sesle yapmaya
başladı :

"- Seni, bilgisayarını fethederek çok iyi tanımış olan ama hiç yüz yüze görmemiş,
senin de hiç tanımadığın, beyaz şapkalı - yani iyi niyetli - bir hackerim.
Kara şapkalı, ve çeneden gözlere kadar çekilmiş kara bandanalı bir hacker şu senin
bilgisayarına rastlasa, tezini ve diğer çalışmalarının tümünü siler, çıplak resimlerini
de internet alemine yayarak hayatı sana zindan edebilir diye düşünüp, sen gibi
teknoloji yoksunu bir zavallıyı uyarmak için sahte bir "kabuk numara" kullanıp
arayarak son 7 kontörümü de harcadım.

Devil o... dıt, dıt. dıt."…

Şiddetli rüzgar sanki, sokağın başından taa onun evinin içine üfürüp duruyordu, ve
çok güçlü bir kasırgayla savrulan kar, önce odalarda uçuşuyor, dolunayı tümüyle
karartıp - çift camlı pencereleri kolayca aşıp, tüm eve un misali yağıyordu.

Soğuktu. Çok soğuk.

Ama o, üşümek şöyle dursun, sanki cayır cayır yanıyordu.

Format denilen şey nedir tam bilmiyordu, ama, fanının sesi salondan mutfağa
ulaşan bilgisayarını "en profesyonel koşuculardan bile daha atak bir seğirtmeyle"
giderek kapattı.

Sonra duvardaki fişi, yetmedi, klavye ve monitörün fişlerini de çekti.

Yaşadığı korku ve şaşkınlık onu her an öldürebilirdi ama öldürmemişti, ve onu ikaz
eden, adının tamamını duyamadan telefonun kapandığı Devil'deydi aklı.

Kimdi???...

DevilofHacker'ınsa;

merkez veya merkeze yakın sıradan insanlıktan bir fert olmanın ötesinde,
kuytu bir köşede kalmış ama değeri korunarak artan,
bilinenlerin tümünün kesinlikle alternatifi,
belki avangart belki de kıt imkanların varlığına rağmen,
gayet başarılı sonuçlara imzalar atabilen,
"kendi sanatının yegane beyaz şapkalısı",
ve bu bağlamda da,
yeryüzündeki en digital "arte povera - yoksul sanat" icraacısı olduğu ispatlanmıştı...

***
{14}

GÜLER HOCA'ANIM

İNSANOĞLU'NUN TEZCANLILIĞI ÖYLE TUHAFTIR Kİ,


GÜNÜN KÜÇÜK VAKALARI BİLE
SABIR GÖLÜNÜ BULANDIRMAYA YETEBİLİR.

ÖYLE Kİ;

OCAKTAKİ YEMEK PİŞENE DEK SAATLERCE BEKLER DE


SOĞUYUNCAYA KADAR BEKLEMEK ZOR GELİR,
VE DİLİNİ DAMAĞINI YAKAR, GEVRETİR.

DUA, VE "TANRI'DAN İSTEMENİN HÜKÜMLERİ"


ÖYLESİNE İNCE VE TİTİZ BİR SANATIN DA GÖSTERGESİDİR Kİ,
ÖNÜNDE NE MANTIK HAYATTA KALABİLİR NE TECRÜBE NE DE AKIL.

"İSTEME" EYLEMİNE BÜTÜN BENLİK DAHİL EDİLDİĞİNDE,


VAKTİ GELİNCE,
MUTLAKA KABUL EDİLECEK VE GERÇEKLEŞECEKTİR.

ÇÜNKİ KULUNUN İŞLERİ HİÇBİR ZAMAN


YÜCE YARATICININ OMUZLARINDA YÜK,
BAŞINDA KABUS,
DİLİNDE ŞİKAYET DEĞİLDİR...

***

O kaynaşma gecesinden sonra her şey değişti ve "yeniden - yeni şekliyle" başladı.

DoH Hasan'ın dimağında - ruhunda yeniden doğmuştu.

Fakat iyi bildiği şuydu :

Çocukluğundan bu yana zihninde dolanıp da somut soru ve cevaplara çeviremediği


ne varsa artık dirilmiş, herbiri artık çok net ve anlaşılır biçimde tasvir edilebilir
hale gelmişti.

Yaşadığı zaman, bulunduğu mekan ve tüm meta manasını kaybetmişti.


Şimdi artık olabildiğine "gamsız savuruşlarla" atıyordu adımlarını yürürken.

Hani önüne, yüzbinlerle ifade edilen senetler - çekler koysalar bir çırpıda
imzalardı. Kim yemiş kim almış ne keder.

Sigarasını altın işlemeli bir çakmak yerine, odasında çıkan yangının az sonra ölüm
kusacak alevlerinden yakabilirdi.

Herşey "ya nasip" ise, ölümün DoH'a o alevlerle geleceği nasıl bilineydi?..

Sahi, Hasan değilse kimdi artık?

DevilofHacker değilse de, sahiden kimdi yahu?

Aslında hepimiz, bütün toplum olarak neydik - kimdik daha önceleri biz?

Önceden; insanları vaktin her anında aldatarak veya kesinlikle ihtiyaçları olmayan
şeyleri asli ihtiyaçlarıymış gibi gösterip, hepsinin saf - temiz - vicdani yanlarını
acımadan kanatıp, paracıklarını - mallarını - birikimlerini ve en sonunda da onur ve
umutlarını çalarak, kazandığımız paralarla birbirimize caka satan zavallılardan
başka şeyler değildik.

Aslında böyle olmamızı mevcut sistem emrediyordu açıktan açığa veya


bilinçaltlarımıza :

"- Ya sefil ve esir olacaksın, ya da hükümran ve zorba!"

Oysa şimdi DoH'tur.


Çok renkli - sivri dilli - içi dışı bir ve hiçkimseye benzemeyen karakterlerden
biridir.

Farzet yokoğluyoktur, ama ağır meşreptir de.

Kendi varlığıyla ortaoyunu oynayan, oyunda da kendi tüylerini biricik biricik


yolabilendir.

Hem Veli, hem o kadar da delidir.

Evrenin en meraklı ve yaramaz anaokulu öğrencisi, ama,


aynı zamanda da profesyonel bir eğitimcisidir.

Bundan sonra DoH'u uzaktan uzağa tanımlamak - yargılamaya bile gerek duymadan
asmak - anlayamamak kaynaklı savaşlar vermek gibi şeyler SÖ'lerin 1 numaralı "hobi
ve yanlışı" olacaktır.

Aslında, öyle ışıltılı ve steril bir enerjisi vardır ki yakından bakan için,
bu sefer de mesafenin kısalığı kör eder "onu tanıma - anlama" kuyruğundakini.

Gerçekte;
bireysel veya kollektif anlamda "inanç" sahibi olmayanlarsa
onun vizyonunu asla anlayamazlar…

Geçmişe bakınca öyle net görüyorum ki bazı şeyleri;

DoH olabilmem için bana tayin edilen ilkokul öğretmenim bile hayata dair ilk
bilgileri beynime kazırken, sadece eşsiz öğretileri kullanmıyor, tamamen bugünlere
yönelik temellerle inşa ediyormuş beni.

Çünki Gülfizar Hanım, Gazi Osman Paşa İlkokulu'ndayken, ben o dönemlerde


farkında olamasam da, gerçek bir bilgeymiş ve işin ilginci, o da kimi yetiştirdiğinin
bilincinde değilmiş fakat Tanrı'ca güdülenmiş.

Sonra birkaç nesil geriye ve ileriye baktığımda gördüm ki;


DoH'un sülalesinde birçok okumuş fert vardı.
Öğretmen - Kamuda Müdür - Hastabakıcı - Asker ve Mühendisler.

Okumayanlar içindeyse
"çok kazanan ve işinde ehil sanatkarlar - bir koyup on alan çiftçiler vardı."
Ama bir DoH, bırakın DoH'u, çeyreği ayarında birisi, hatta benzeri yoktu.

Anladım ki;

Tanrı en büyük ve yaratıcı kudreti birkaç kuşak içinden yalnızca bir adama layık
görüp, ona veriyor.

O adamın en büyük olabilmesi için de; uzun nesiller boyunca gelip göçenlerden
törpülediklerini, yani, seçip seçip diğerlerinin elinden çekip aldığı beceri - akıl -
kabiliyetleri de o şanslıya bahşediyor…

Küçük bir taşra kentinde, Balıkesir'de dünyaya geldi Hasan.

Çirkine yakın, bilindik "köylü çocuğu" sıfatında bir çehresi, ama, orantılı bir vücudu
vardı. Avına fix olmuş kaplan ataklığında bir zekası, ilk kelimeleri ağzından
yuvarlanır yuvarlanmaz hissedilen de bir hatipsel karizması vardı.

Uyanık olduğu her zaman diliminde sürekli olarak arayış halindeydi ve kabına
sığmayarak taşacak bir yaratılıştaydı yüreği.

Toplumsal olaylara hiç kayıtsız kalamaz, haksızlık karşısındaysa "direnen tek kişilik
bir orduya" dönüşüverirdi.

İlkgençliğinden hatta çocukluğundan itibaren aşırı duyarlı - bir o kadar duygusal -


olabildiğinin en üst seviyesinde adil - şaşırtıcı derecede de kelime sihirbazıydı.

Hayranları çoktu her döneminde.

Özellikle de kadınlar.

Her yaşta ve her sosyokültürel çevreden "kadın kalbinin anahtarı" onun


ceplerindeydi.

Genç kızlar - Dullar - Evli kadınlar.

Onların zengin ya da fakir olmaları da Hasan'ın nazarında önemsizdi,


çünki, bu dünyada parası "gerektiği kadar varsa" yeterdi.

Muhteşem bir okuyucuydu ve üç beş binlerle ifade ederdi okuduğu kitapların


sayısını.

Bilişim alanında aldı eğitimini ama, daha ilköğretim sıralarından itibaren yine
kendisinin hazırladığı "okuma algoritmasındaki" kitapları hatmetmeye başladı.

Hegel - Nietzsche - Said Nursi - Hacı Bektaş Veli - Ahmed Yesevi - Nakşıbend -
Sigmund Freud - ve özellikle de Epikür.

Değişimi savunurdu her daim ve yeniden doğuşu da "yenilemek ve yenilenmek"


olarak tanımlıyordu çoğu zaman. Hiç kimse Hasan'ın parçalarını birleştirip de
"bütününe ulaşma" keyfini yaşayamıyor, birçok yanı hep muamma kalıyordu.

Bunca zihin atılganlığıyla bir o kadar tembel bir ruh - beden ikilisinin Hasan'da
mükemmele varan karışımıysa hem şaşırtıyor ve çözülemez kılıyor, hem de
peşinden koşulası yapıyordu onu.

Ve çalışmak yerine harıl harıl, aşk - özgürlükler - edinilen yeni dostlar, paylaşılan
uçuk fikirlerin masaya yatırıldığı ilginç sohbetler vardı onun dünyasında.
O dünyanın da temelleri daha küçükken atılmış, "eşsiz" öğretmenleri de Hasan için
özenle seçilmişti.

Anlatırdı ve derdi ki¸

" - Küçücüktüm ya, işte ondan bir süsmede yere yıkıvermişti beni. Aramızdaki bir
küs bir barışık halleri gören babannem de annemin binbir ısrarıyla da olsa, adı
"Üresin" olan o muzur oğlağı, bayram ziyaretinden dönüşte bana hediye etmişti.

Çok sevinmiştim ve o da ismini fazlasıyla hakederek kısa sürede üredi.

Küçük bir keçi - oğlak sürüm vardı artık, ve onları güderdim sabah akşam.

Dağlarda bayırlarda, elimde gül ağacından yapılma ve boyumdan büyük sopayla üç


nesil "Üresin" ailesiyle dolanır, çobanlık ederdim.

7-8 yaşlarındaydım ve haliyle beyin olarak da bilgiye açtım.

Yaşama dair "Tohum" bilgileri bana ilk "Soğuklar" anlattı ve ben de can kulağımla
dinledim.

Yağmurların benim için bestelediği şarkılar doyurdu ruhumu bu çobanlık


günlerimde.

Peki ya rüzgarların taa uzak diyarlardan koparıp da alıp bana getirdikleri şeylere ne
demeli boy boy?

Hele ki bazen tepemde bazen de yanıbaşımdaki dereye su içmeye geldiklerinde cıvıl


cıvıl nağmeleriyle bana yaşam aşılayan kuşlar; onların hakkını nasıl vermeli?

Ya o bölük bölük koruluklardan oluşan bodur orman?

Ah, o orman ne masallar anlatmıştı bana yıllarca hışır hışır.

Yaşamın en "derin ve keskin" kaidelerini el ele verip işte bunlar öğretmişti bana.

İlkgençliğimde, sahip olduğum eşsiz akli melekelere bakıp,


"nasıl oluyor da bilebiliyorum yahu?" diye hayret ederdim ya,
şimdi çok daha iyi kavrıyorum gerçeği.

Keçimi sağmayı - hastayken iğne vurmayı - tüylerini kırpmayı - tekesediğindeki


napacağını bilemez hallerine çare olup, yavruladığında da güven içinde onları bir
arada tutmayı o küçük yaşlarımda becerebiliyorken, büyüdükçe de tabiatın o küçük
ormanında aldığım dersleri derip toplayıp, sırtımdaki çantaya, peynir ekmeğimin
yanına koydum sanarken, aslında çok gizli bir yere, beynimin derinliklerine
yerleştirmiştim bilmeden.

Vakti geldiğinde yeşerip;


filizlenmiş halleri de geçip;
meyve vermeye başladıklarında,
beni DoH'a çevirsinler diye."…

Fuları - rozeti - şapkası ve tozluklarıyla ilkokul 4'te "izci" olmuştu Hasan özene
bezene.

Sene sonundaysa, çayın kazanla demlendiği - akşamların şarkı, türkü, eğlence, ve


gündüzlerin denizde keyifli dakikalar eşliğinde geçirildiği, Türkiye'nin hemen her
okulundan ve her yaşta izci obalarından oluşan bir kampa gitmişti 10 günlüğüne.

Erdek bu yüzden özel bir anlam taşıyordu onun için.

Denizde bütün izciler oynaşırken, sütyeninin düştüğünü farkedemeyen, ve denizden


salına salına öylece çıkan mavi gözlü - sarışın bayan obabaşı, özel bir kısımda
duruyordu belleğinin en kuytu köşesinde.

Gördüğü ilk canlı memelerdi onlar, ve henüz ergen olmamışsa da, yüzünü onlara
gömüp uyumayı ne çok hayal etmişti günlerce.

İlk ciddi ereksiyonlarını o ince belli öğretmenin dolgun memelerinin hayali eşliğinde
geçirmişti döndükten sonra Balıkesir'e…

Erdek'ten bahsediliyordu DoH'un "eleme havuzuna" düşen bir mesajda, ve,


kocasından "benim boynuzlu uyumadan olmaz" diye bahsedip, başka biriyle hararetli
hararetli yazışıyordu Güler isimli kadın.

Dikkatinin tümünü verdiğinde;

emekli bir öğretmen olduğunu - Erdek'ten bir ev alıp kocasıyla, oraya yerleştiklerini
- denizi ve Erdek'i çok sevdiklerini - vakitlerinin çoğunu Erdek Öğretmenevi'nde
geçirdiklerini, ve, kadının, "öküz" kocasının ona kötü davranmasının intikamını
önüne gelenle yatarak aldığını öğrendi.

Akabinde ICQ'dan mesaj attı Güler'e DoH.


Kısa süre sonra da gözleri faltaşı gibi açıldı.

Çünki, doyurucu sohbetlerin ardından, karşılıklı olarak gönderdikleri fotoğraflardan


anladı ki, şu emekli öğretmen, taa izci kampındayken memelerine aşık olduğu izci
öğretmendi!

Ne yapıp edip, zaten seks yapmayı ve kocasını aldatmayı neredeyse düzenli bir
alışkanlık haline getirmiş olan bu güzel kadını ikna etmeli, 15 yıldır hiç unutamadığı
memeleri mutlaka emmeliydi…

DoH'un en farkedilmez,
ama kendisinin de hissedilmemesi için yoğun çabalar sarfettiği özelliği :

Klasik ikna yöntemleri boşa çıkmıştır ve o maksimum seviyede kibarlaşmıştır.


Nezaket ve zerafeti de onun yalan söylediğinin baş kanıtıdır.
Peki yerler mi? Tabii yerler!
Oscar alan oyuncuların hakedip haketmediğini,
sergiledikleri kalite ve rolbilirlikleri belirler!

Yedi Güler Öğretmen de, ve,


"- İyi bari. Çık gel madem araban varsa.
Ortalık aydınlanmadan olursun buralarda" demişti ICQ'da, gecenin tam
dörtbuçuğunda.

İçtiği onca biraya rağmen, uykusuzluğa rağmen, Susurluk'tan sonra denk geldiği bir
tırı kendine siper ederek, ki buna "dağın ardına saklanmak" da denir trafikte, ulaştı
Erdek'e sabaha karşı.

Giyinmiş kuşanmış ve kocasını uyur halde bırakıp gelmişti Güler.

Şafak yeni söküyordu.

DoH ona alıcı gözle şöyle bir bakamadı alacakaranlıkta da olsa, çünki, evinden
sevdiğine yeni kaçan genç kızların heyecanıyla,

"- Sür sür! Ocaklar'a doğru gidelim. Orada zeytinlikler ve çamlar çok!" demişti,
şu "gerçek sarışın" kadın.

Sürdüler arabayı...

"Devasa bir yuva sahibi şu "zaman" denilen örümcek.


Düştün müydü ağına, bil ki, sıra bir gün sana da gelecek" diye düşünüyordu DoH,

bir yandan 15 yıl öncesi kadar diri olmayan memelerini sömürürken,


alkolün dumanladığı masmavi gözlerini süzdüğü kadının.

Yılların hayali, yılların "olsa ya keşke" türküsüydü bu.

Doydu o hala güzel olan memelere, en alıcı şekilde baktı derin derin o boncuk
mavisi gözlere.

Sonra da evire çevire becerdi kadını çam dikenleriyle zeytin yapraklarının


kendiliğinden oluşturduğu şiltenin üzerinde.

Her nefeste kadın organı kokusuyla karıştı,


zeytinliklerin başdöndürücü kokusu DoH'un ciğerlerinde...

O güzel yaz gününün yorgun akşamı başlarken,


Susurluk çıkışında son sürat araba kullanan DoH dönüş yolunda,
dünya tersine bile dönmeye başlasa,
adımını dahi atamayacağını düşündüğü bir sahnede rol alarak yaşadıklarını Güler'le ;
Eski Türk'lerin Kök Tengri, Gök Tangrı, onların çağdaşı çinlilerin Tien, Hristiyanların
Tanrı, Hintlilerin ve bazı uzakdoğuluların Budha, Yeni eflatuncuların logos, kelam
ve zeka üçlemesinden oluşan BiR, Şamanizmin Hüsnü Mutlak, Cemal, ve
Müslümanların Allah diye hitap ettiği "kendi yaratıcısına"; Akıl - ruh - beden olarak
neyi arzu etmişse yerine getirerek, kendisinin özel olduğunu hissettirdiği için
teşekkürler ediyordu.

O DoH'u DoH da yaratıcısını gönülden seviyordu...

***

{15}

HAVUZCULAR

İHTİSAS VE MESLEK ADAMLARININ TUTKULARI SONSUZ,


HEDEFLERİ VE NİYETLERİ TAMAMEN KENDİLERİ İÇİNDİR.

ORTAYA KÜÇÜĞÜ KOYUP BÜYÜĞÜ KAZANMA SEVDALARI


ZAMAN İÇİNDE KİBİRLE ELELE TUTUŞUP DA
"DÜNYAYI YUTMA" HIRSINA DÖNÜŞTÜĞÜNDE,
ARTIK ONLARI SADECE,
"HARİKALARINI ESRARENGİZ METODLARLA YARATIP UYGULAYAN TANRI"
SARSABİLİR.
DEVILOFHACKER DA BU SARSICI SEBEPLERDEN BİRİSİDİR...
***

İlk olarak 1992'de kullanıldığından beri DevilofHacker da yapıyordu internet


üzerinde "Sörf'ü".

Tek parmağını kullandığın için, gerçek denizlerde yapılan sörf kadar yorucu olmasa
da, oradakinden çok daha fazla zamanı harcattığı muhakkaktı.

DoH sörfe başladığında dakikalar dakikalara saatler saatlere bağlanır ve dalgalara


kapılmışcasına o site senin bu site benim sürüklenir, canının sıkıldığı anlarda da
eğlenceli bir şeyler mutlaka bulurdu.

O gün de buldu.

"bilmemnehavuzsistemleriHotmailc.m" diye,
iletişim adresi mi olurdu kardeşim!?
Cık cık cık!

Hiç insan, üstelik kendilerine ait bir de Web siteleri mevcutken, Pop3-SMTP
protokollerini kullanan bir mail sistemine 3-5 kuruş fazla para harcamamak için
hotmail'den iletişim adresi kaydeder, ve bunu da ICQ'da göğsünü gere gere
"Türkiye'nin en büyük yüzme havuzu şirketi" şişinmeleriyle yayınlar mıydı?

Bir dersi çoktan haketmişlerdi…

Msn - Hotmail ilk dönemlerinde "gizli soruya cevap vererek şifre sıfırlamada",
deneme - yanılma için sayı sınırı kullanmıyor,
bu da yaklaşık beşyüzbin kelimelik sözlüğüyle
"Brute Force - Kaba Güç" uygulamasına imkan sağlıyordu DoH'a.

Şirketin mail'ini bu yöntemle kırıp inceleyen DoH,


aynı anda MSN olarak da kullandıklarını görünce,
hemen şifre değiştirip online oldu, ve gelip "- Sen kimsin???" demelerini bekledi.

Uzun sürmedi, geldiler, ve yarı hakaret yarı panik içeren sözlerle Msn adreslerini
neden kırdığını sordular, onlar için önemini anlattılar.

Sonra da,

karşılarında 13 yaşında bir hacker olduğunu öğrenince (!),


"çocuk kandırma" yöntemini benimseyip, maillerini geri almaya giriştiler. :) …

O dönemlerde çok kullanılan "Şu anda C : diski biçimlendiriliyor, lütfen bekleyiniz"


veya "10 saniye içinde Esc tuşuna basmazsınız bilgisayarınızdaki tüm veriler
silinecek!" şeklindeki basit şakalar yerine, daha doyurucu şakalar yapardı DoH
kurbanlarına, ve bu kez "yaramaz ve zeki bir çocuk" kılığına bürünmüş;

şirketin bütün üst ve alt düzey personeliyle,


onları kızdırıp küplere bindirecek sohbetlere girişmişti…

Bazen yumuşatsa da ortamı, DoH'un iletişim kurarak ekranın tam ortasına


gönderdiği mesajları okuyan Kurban SÖ.'ler, o an hissettikleri korkuya eşdeğerde
çaresizlik ve dehşeti de yaşarlardı.

Eşeği önce kaybettirip sonra bulduran, ve bu sayede Sıradan Ölümlü'ye net fakat
tamamen geçici mutluluklar yaşatan Tanrı'dan farklıydı DoH'un tarzı.

O eşeği çeker alır ve kurbanını eşeksiz bırakırdı.

Akabinde "neden ve niçinlerini" detayların üstüne basa basa anlatır, bundan sonraki
yaşamında bir eşek sahibi olursa eğer, onu nasıl koruyacağını somut biçimde
tecrübe ettirirdi SÖ.'ye.

Her ikisi de, içlerine dolu misali dökülmüş haz sağanağı olduğu halde yollarına
giderdi sonrasında tarifsiz keyiflerle…

DoH, yine öyle yaptı, ve 13 yaşındaki bir çocuğu razı edip mail adreslerini
kurtarmak için "ablacım - abicim" lakırdılarıyla; işi;

bundan sonraki eğitimini bile üstlenebilecekleri yalanına kadar götüren bu şirket


yöneticilerine;

kötü bir projenin;

heyecan - hayal kırıklığı - panik - suçlu arayışı - masumların cezalandırılması ve


projeye hiç katkısı olmayanların övülüp yüceltilmesinden oluşacağını, ve bilişim
alanındaki projelerinin 5 para etmez olup, o büyüklükteki bir şirkete yakışmadığını,
bilgi işlem departmanına "konuya vakıf mühendis" almalarına kadar varan bir
ahkamlar silsilesi sunarak;

mail adreslerini onlara iade etmeden kızağa çekerek kopardı iletişimi.

Bir yandan da, kandırmaya çalıştıkları sözümona 13 yaşındaki bir hackerin ne olgun
bir beyin ve bilgi dağarcığına sahip oluşuna ne derece şaşırmış olabileceklerini
düşünüp gülümsedi.

Kurbanları büyük şirketler olduğunda üç aşağı beş yukarı benzer yöntemlerle onları
"uyandırır" ve yoluna giderdi DoH, fakat, ilk kez "13 yaşındaki piç hacker'ı" oynamıştı
ve keyif de almıştı.

Sonra dönüp çocukluğuna baktı birasını yudumlarken...

Daha ilkokul ve ortaokul dönemlerinde bile çok yaramaz ve başa çıkılmazdı.

Hemen öfkelenen, pimi çekik bir el bombası gibi her an patlamaya hazır, kasıp
kavurup yıkıp geçen bir çocuktu. Evde ise sadece kitap okuduğu zaman dilimlerinde
dururdu.

Çok seviyordu kitap okumayı ve mahallelerindeki kütüphane onun için bir hazine
değerindeydi. Öyle yorucu bir hale getirmişti ki, kütüphane memuru bile bazen
haşlardı onu.

Tahtadan divana sırtüstü yatar,


ayağının birini duvarla karışık "kenar yastığının" üstüne sallar biçimde uzatır,
ağzında koca bir sakızla okurdu kitabını.

En çok da Cingöz Recai serisi dellendirirdi onu.


Bayılırdı Cingöz'ün pratik zekasına, özenirdi.
Halbuki ondan birkaç gömlek fazlaydı,
ve henüz çocuk olmasına rağmen ara ara dökülüverirdi ortaya bu meziyeti.

Bazen de Simtaş marka sobanın yanına büzülüp öyle okurdu kitabını.


Kedi gibi, kucağında.

Sakardı. Hem de çok sakardı.

Kardeşinin gözüne kaçan bir çöp parçasını tüm dikkatiyle çıkarmaya çalışırken, nasıl
olursa, parmağını sokuverirdi içine.

Anneler gününde hediye alırdı ama heyecan ve sevinç içinde koşa koşa gelirken
hediye paketini yere düşürür, ya ıslatır ya kırardı.

Annesi onu pek komşu gezmelerine götürmez, evde bırakırdı.

DoH'u sevmediğinden değil, orada uslu durmayacağından.

Her gün en az yarım saat DoH'u azarlar, öğüt verir, hatta döverdi.

Hepsi boşunaydı tabii. DoH yine aynı DoH'tu.


Annesi sonunda pes edip onu kendi haline bıraktı.

Babası ise bir hastanede hastabakıcılık yapar, gündüz de inşaatlarda çalışır, sadece
gürültü yapışına uyanıp, sinirli sinirli bağırıp, eşek sudan gelinceye kadar
dövdüğünde görürdü DoH'u.

Öyle döverdi ki, resmen aklını alırdı.


Hapse girdiğinde DoH cinayet işleyip;

"- Biz seni her ihtiyacını karşılayarak büyüttük, eksik bırakmayıp okuttuk, sen neden
düştün bu hapislere?" diye sormuş,

DoH, da;

"- Sadece beni değil, annemi de çok döverdin sen, ve, kadının şiddet gördüğü
ortamlarda "sadece bulunan" çocukların bile, ruhen de, tıpkı bedendeki
yaralanmalara benzer şekilde yaralandığını varsayarsak;

kendilerinin de şiddet görebileceği "tahmin ve korkusuyla";

ömür boyu ezik - sinik - asosyal - çekingen ve girişim yeteneğinden yoksun bir ödlek
olarak ortalıklarda dolaşma olasılığının karşısına;

çok akıllı olmasının yanısıra agresif ve saldırgan,

hatta şiddeti avucunda taşıyan bir yaratığa dönüşmesi ihtimali de dikilir.

Çocukluğumu düşünüyorum da, parçalar tastamam yerine oturuveriyor :


Ah baba Ahh!" diye düşünmüş hızlıca, ama ona sadece sırıtmakla yetinmişti.

Parasız bırakmamakla değil, yediği sopalarla psikopat olmuştu belki, ama, babası
bunu anlayamazdı. Çünki o "dayak kültürünün" yetiştirdiği bir adamdı.

DoH'un absürd çocukluğunun bir de okul kısmı vardı tabii.

İlkokulda müdür onu dövmüş, o da annesine söylemiş, ertesi gün okula gelip de
hesap soran annesine müdürün yanıtı,

"- Şu an tenefüsteler ve bahçede en az 200 çocuk var.


Şu perdeyi araladığımızda ilk göreceğimiz - dikkatimizi ilk çekecek çocuk DoH
olmazsa, onu haksız yere dövdüğümü kabul edeceğim!" olup,
akabinde annesiyle birlikte baktıklarında da;

yakan top - ip atlama - yakalamaç oynayan tüm diğer çocuklardan önce ve bariz
şekilde, okul bahçesini çepeçevre saran tahta çitlerin üzerinde vargücüyle sallanan,
ve onlardan bir çıtayı kırmak için deli gibi çırpınan DoH'u gördüklerinde, tek kelime
bile edemeden önce müdürün odasını sonra da okulu kederli düşünceler içinde
terkeden annesi, sadece "of Allah'ım" diyebilmişti içinden…

Pek tabiidir ki, ilk ve orta okulda da sürekli azar - öğüt ikilisine maruz kalırdı, ve
bazen bir öğretmen - bazen müdür muavinlerinden biri - bazen de okul müdürü
bağırırdı ona.

DoH ise, daha çok tiksinti içinde ve küstah bir gururla onların sözlerini bitirmelerini
beklerdi. Ne yıkılır ne de hayal kırıklığına uğrardı. Sadece yorulurdu dinlerken.
Karşısındakine cevap verecek gücü bile olmazdı bazen.
Çünki enerjisinin büyük kısmını "düşünmek" gibi ciddi şeylere harcardı.

Onlar konuştukça bağıra bağıra, sanki kendisi bütün olanların dışındaymışcasına


"acıyarak ve bıyık altından sırıtarak" seyrederdi herbirini.

Çok kötü bir oyunculukla insan önüne çıkmış, ve sahneyi boşa işgal etmiş "beceriksiz
tiyatroculara" benzetirdi hepsini.

Çoğu zaman bu acizlere karşı kendini savunma gereği bile duymazdı.

Öyle ya, bir kadın kerhaneye düşüp de,


orada bakire olarak bile yaşasa yıllarca,
diğerleri onu "namuslu bir kadın" saymazdı…

Şimdi emindi ki, yüzme havuzu şirketi yöneticileri nazarında da, maillerini
hackleyen şu 13'lük piç(!),

onlara çok büyük bir ders vermiş ve uyandırmış olsa da,

bu küçücük yaşına rağmen kötüydü ve namussuzdu...

***
{16}

ÇİRKİN

EĞER NASİBİNİ TAM ALAMAMIŞSAN


KADINI KADIN EDEN ÇEKİCİLİKLERDEN;
İMKAN OLSA YERYÜZÜNDEKİ BÜTÜN GÜZELLERİ
ÇİRKİNLEŞTİRMEK YOLUNA GİTMEKTENSE;
AKIL DENEN SEMAVİ DEĞER İLE
GÜZELLİK DENEN İÇİ BOŞ GEÇİCİLİK AKTÖRÜNÜN
NADİREN BİR ARAYA GELECEĞİNİN BİLİNCİYLE
"İYİ DİŞİ" OLMAYA YÖNELMELİ.

ÇÜNKİ İÇİNDE İYİLİK ADINA BİRŞEYLER BULUNDURAN HERŞEYİN


KENDİNE ÖZGÜ VE CİVARDA ALICISI MUHAKKAK BULUNAN
BİR GÜZELLİĞİ VARDIR...
***

"- Yüzüm çirkin olabilir ama vücudum bütün dünya erkeklerinin peşinde koştuğu
ölçülerde be Aysel.

Ben var ya, bu erkeklerin hayal gücüne sıçayım.

Ah bir gösterebilsem ne albenili göğüslerim var, ve, ne yalana yalana sevilecek


güzellikte sabahlara kadar şu kukum.

Aman yaaa, boşver, kendileri kaybeder.


Bir toplantım var, çıkıyorum ben MSN'den. Byee" şeklindeki mesajı gördüğünde
kelime ayıklama programının havuzunda DoH, içindeki meraklı çocuk hemen peşine
düştü mesaj sahibinin.

Ardından da ICQ ve MSN'den ulaşıp,


koyu sohbetlere kadar vardırdı ilk merhaba'yı…

Büyük bir şirkette yönetici olan kadın gerçekten de yüz olarak çok çirkindi.
DoH'un merak ettiğiyse, arkadaşı Aysel'e övdüğü diğer yerleriydi.

Günler sürdü sohbetleri.


Akıllı bir kadındı sonuçta ve konuya hemen girilmezdi.

Çirkin kadınların, hele de akıllılarsa, yükselme söz konusu olduğunda kariyer


yaşamlarında, en büyük kozlarıdır aslında çirkinlikleri.

Güzel olan rakipler "aşırı ilgi ve özgüven" sayesinde kendilerinin yükseleceklerini


zannederken, yerlerinde saydıklarında veya mevkilerini o önemsemedikleri çirkin
kadına kaptırdıklarında kendilerine gelirler.

İşte o çirkin kadınlardan biriydi Çiğdem, ama, yine kendi iddiasına göre memeleri -
kalçaları - beli - omuzbaşları ve bacakları harika güzellikteydi.

Fazla uzun sürmedi DoH'un hepsini görmesi.

İkna etmişti ve hatun da işyerinin tuvaletine giderek,


boy boy - açı açı,
herbirinin fotoğrafını çekmiş;

"- Evlensem bile, kocam olsa bile günün birinde, sana şu resimleri gönderdiğim için
hiç pişmanlık duymayacağım DoH. Çünki sen benim dostumsun, internet ve tehlikeli
yönleri konusunda beni uyaran - öğreten bilgi küpümsün.

Canım arkadaşım yaa, alll, bu da bir başka pozisyonda çektiğim hali vaginamın"
diyerekten, DoH'a olan duygularını da açıkça dile getirerek göndermişti herbirini…

DevilofHacker ile yazışan kurban tarifi zor bir zevkle karşılaşır,


ve her kelimesinden istifade edebileceği cümleler yağmuruyla ıslanırdı MSN'de.

Onun her hatırasından ayrı ayrı dersler alır, bazen kesik kesik, bazen de çok uzun
tümcelerin her kelimesinin " anlık fakat hayran olunası bir itinayla" seçildiğini,
konular arasında çok tatlı bir yumuşaklıkla daldan dala geçildiğini,
ama, her birinin de çok ince olmasına rağmen,
çok da sağlam iplikçiklerle birbirine iliştirildiğini,
sonlara gelindiğinde de "oldukça zarif ve içe işleyen nüktelerle" süslendiğini
farkeder.
Bu farkediş o an veya daha sonraları dahi olmasa bile, bir sihrin varlığı,
"ruha kazınan bu sohbetlerin" derinliği ile kurbanın kalbince mutlaka hissedilirdi.

İnternete girip de o harddisk senin bu kablo benim dolaştığı ilk zamanlarda,


yüzlerce sırrını öğrendiği ve binlerce farklı yöntemle "uyardığı - uyandırdığı"
SÖ.'lere o zamanlar sadece acımıştı.

Bu duyguya sonraları yavaş yavaş sevgi de eklendi.


Kurbanlar ve Efendi birbirlerine alıştı.
DoH'un kendilerini gerçekten sevdiğini hissettikçe çok daha uysal - daha sakin - ve
hayranlıkla karışık "itaatkar" oluyorlardı.

Onların kendisini sevdiğini gören DoH da, dial-up'lar ve RJ45'lar ile başlayıp, UTP ve
fiberoptiklere uzanan, internet denen o silisyum ve metalik kokulu soğuk karanlığın
da kendine has bir sıcaklığı ve aydınlığı olduğunu farkediyordu.

"- Oğlumun - karımın - annemle babamın ve beni tanıyan kim varsa, bilgisayar
başında geçirdiğim vakitleri anlamsız bulmalarının sebebi de bu işte.
Anlayamıyorlar! Ailem beni babaları - eşleri - çocukları - amcaları olduğum için
seviyor, ve, herhangi bir sebeple onlara kötü davranırsam, hemen sıvışırlar o
mekandan.

Ama şu www ağındaki kurbanlar, yani ezilme ve sürüm sürüm sürünme ihtimali
bulunan zavallı son kullanıcılar, beni, onları sevdiğim için seviyor olsalar da, hiç
sevmesem bile sadece uyarıp kendilerine getirmiş olsam da yine sevecekler",
diyordu. Hem de minnet dolu bir aşkla.

O aşk ki;

modemleri hatta bağlı oldukça,

DevilofHacker onlarla iletişim kurmasa da gözetirdi ve yeterdi.

İşte bu çirkin yüzlü ama nefis vücutlu yönetici hatun da onlardan biriydi...

***

{17}
KAÇAKLAR

EL BOMBASI,
BİRKAÇ SALİSEDE,
ATOMLARI HİÇ AMA HİÇ DEĞİŞMEDEN,
KATILIĞINI KAYBEDİP GAZ HALE GEÇER.

BU DÜNYADAKİ VARLIĞI
YAKASINDA BİR KİMLİK İKEN
HANGİ "SIRADAN ÖLÜMLÜ"
BİR USTA'NIN KARŞISINDA
"HER AN YAKALANMA KORKUSU OLMAKSIZIN"
YALANCI BİR ZAFERİN NEŞESİNİ
UZUN SÜRE MUHAFAZA EDEBİLİR?

ÇOK SÜRMEYECEK,
İŞİN EHLİ SİZİ
"CİM KARNINDA BİR NOKTA" DAHİ OLSANIZ BULUP,
SAHİPLERİNİZE TESLİM EDECEK...

***

Hiç adeti değildi sabahın on birinde Balyem'e gelmek Bekir'in, ama, yanında bir
başka adamla birlikte;

barkovizyon sistemini kurmuş ve civar köylerden gelen çiftçilere Uludağ Üniversitesi


Veterinerlik Fakültesi Profesörleri eşliğinde,
besi ve süt hayvanlarının profesyonel ve daha verimli bakımı konusunda sunumlar
yaparken DoH, çıktı geldi.

Seminerden sonra bilgiişlem odasına geçtiler ve anlattılar geliş sebeplerini…

Yanındaki adam süt fabrikasında ustaydı ve karısı bir AstSubay'la kaçmıştı.

İsmini dahi bilmediklerinden ulaşamıyorlardı ama, ellerinde bu kaçış olayına asıl


zemini hazırlamış olan "Harddisk" vardı. Karısı uzun zaman internette laflamıştı
komutanla, ve, bu süreçte de ne kadar mal mülk edinmişlerse eşiyle, tapudan kendi
üstüne geçirmişti tümünü çeşitli bahanelerle.

"- Hep sevdim ben iki çocuğumun anasını. Ama gel gör ki, bana böyle bir kazık attı.
Üstelik Astsb. bilgisayardan da iyi anlıyormuş ve galiba gönderdiği programlarla da
Harddiski bozmuş. Ankara ve İstanbul'da işin uzmanı sayılan birsürü firmaya gitti
geldi son 1 yıldır bu HD ama veriler kurtarılamadı. Eşimle aşığı hakkında en ufak bir
ize rastlanamadı.

Bekir bey de "hallederiz" deyip kaptı beni size getirdi işte."


diye özetledi adam hikayeyi…

Gerçekten de hiçbir aşk filmi mutlu sonlardan sonra olup bitenleri anlatmaz yahu.

Evlilik yükünün dayanılmaz ağırlığı - doğan çocukların sorumluluğu - iş yaşamının


insanı çevirdiği sersemlikle gittikçe seyrekleşen ve belki de biten sevişmelerden hiç
bahsetmez aşk filmleri.

Kavuşur kadın ve erkek, kıyarlar nikahı, ererler muradlarına.

Eee, ya sonra?..

Fabrikada fazla mesaiye de kalarak, uzun zaman dilimlerini evine - çocuklarına -


eşine daha konforlu bir hayat sunabilmek adına didinen şu süt ustası, nasıl
bilebilirdi ki, eve, çocukları faydalansın diye internet aldıklarından beridir,
karısının geceleri geç yatmayı, hatta sabahlamayı adet haline getirdiğini;

internetin onu tekdüze dünyasından alıp da evrenin öteki ucuna kadar


götürdüğünü;

cennet bahçeleri lezzetindeki ortamlarda sürükleyip uzayın derinliklerinde


dolaştırdığını, ve kocasından çok "farklı" davranarak, iki çocuğa rağmen hala diri
olan bedenine iltifatlarından sonra Astsubay'ın, alıp, kocaman yatağına yalnız ama
mutlu bir şekilde bırakıverdiğini.
Bir yıl kadar sonra, internet denen o dipsiz kuyudan, aşık olduğu adama kaçma
planlarını gerçekleştirmek ve Kıbrıs'a yerleşmek fikri çıkmıştı.

Sahte kimliğini de, süreci baştan sonra en ince ayrıntısına kadar hem planlayan hem
de kontrol eden, gönderdiği birkaç programla da bilgisayarın harddiskini bile
sözümona imha eden Astsb. yaptırmıştı gayr-i meşru alemde namlı - isimli bir
dolandırıcıya.

Fakat her ikisi de minik(!) bir ayrıntıya takılıp kösteklendiler.

Çünki, yakayı, HD'nin eline ulaşmasının 4 gün sonrasında ele verdiler


DevilofHacker'in…

Gerçekten de, hem Ankara'da hem de İstanbul'da Data Recovery (Bilgi Kurtarma)
konusunda hizmet üreten birkaç firmaya götürülmüştü Harddisk, ama, türlü
uğraşlara rağmen netice alınamamış, bir iz bulunamamıştı aşıklara dair.

O firmaların çalışmalarını da analiz ettikçe DoH HD üzerinde, kısır döngülerden


oluşan sıradan eylemlerde bulunuşlarını gördü ve gülümsedi.

Koca koca şirketlerin bilgisayar mühendislerine yakışır mıydı?...

Saati söyleyebilen ilk telefonun icadı için,


14 Şubat 1995'te Fransız Posta İletişim Bakanlığının
Paris Gözlemevi'nde yönetici olan
M. Esclangton'un çabaları aklına geldi hemen DoH'un.

İnsanlar saati sormak için sık sık telefon ediyorlardı gözlemevine ve bu da


personelin vakit kaybetmesine yol açıyordu. M. Esclangton otomatik olarak saati
söyleyebilen "ÖDE8400" sistemini uzun çalışmalar sonucu hayata geçirip, dönemin
ünlü spikerlerinden olan Marcel Laporte'un sesiyle, dakikası ve saniyesiyle saat
ayarını tam söyletebiliyordu arayanlara.

Gel zaman git zaman, Bakanlık görevlilerinden birisi, ziyareti esnasında, sistemin
başındaki görevliye, saatin dakikliğini nasıl becerdiklerini sorunca;

"- Marseille Radyosunun saat anonslarını dinleyerek saat söyleyen telefonun ayarını
yapıyoruz." cevabıyla karşılaştı.

Yetkili hiç üşenmedi ve radyo stüdyosunu arayıp,


saat anonslarını neye göre verdiklerini sordu.

Yanıt ilginçti : "- Otomatik saat söyleyen telefonu arayıp öğreniyoruz."

İşte böyle bir kısır döngüye kapılmış ve işin içinden çıkamamıştı o bilişim şirketleri.

Eh, bilindik şeylerle yola çıkılır,


bilindik ve yetersiz yazılımlar kullanılırsa ancak bu kadar olurdu.

Fakat DoH bir operasyona başladığı zaman, mutlaka, geçen her an ve saniyede
"çapraz koşu ve nişan al" pozisyonundaydı, ve her savaş için özel - özgün taktikler
uygulardı. Dikkati ve özeni takdire şayandı. SÖ'lerin aklına bile gelmeyecek
ayrıntıları hiç atlamazdı.

İki sevgilinin izini de böyle bulmuş, yakalatmıştı. Tabii ki Bekir'in gözünde daha bir
ilahlaşmıştı...

***

{18}

FGCMx

NASIL Kİ EVEREST'E İNŞA EDİLMİŞ BİR ŞEHİR


HİÇ KİMSENİN GÖZÜNDEN SAKLANAMAZSA;

O'NU GÖRÜR GÖRMEZ;

CEPHEDE PUSU ARKADAŞI ŞEHİT OLMUŞ BİR ASKERİN


DÜŞMANA DUYDUĞU KİNİNİ ANDIRAN DOLGUNLUKTAKİ
YÜREĞİMİN BAŞI BULUTLARLA BİR HALE GELDİ,
VE DAİMİ ÖFKENİN ÇELİKLEŞTİRDİĞİ İRADEM GEVŞEYİVERDİ.

ENGELLENMEMİŞ HER ARZUM BAŞIMA BELA OLUR BİLİRİM.


LAKİN, UZAKTAKİLERİ KENDİNE ÇEKEN
VE YANINDAKİLERİ MUTLU EDECEĞİNDEN
ŞÜPHE DUYULAMAYACAK BİR GÜZELLİKTE OLAN
ŞU KADINA KARŞI YAŞANAN BU
KARAKTER ÇARPILMASINI AŞABİLMENİN DE
TEK YOLU VARDIR,
ONU DA BİLİRİM :
NEFESİNİ SOLUMAK...
***

"- Hay o kumaş toplarını sokayım onun biryerlerine! Ya bu müdür katil edecek beni
birader! Bıktım vallahi, istifa edeceğim! Çalıştığımız yer tekstil devi bir holding
sözde ama ipler şerefsiz bir müdürün elinde yaaa! :(("

şeklindeki mesajı görünce DoH, meraklanmış ve bu yazışmaları yakın takibe almıştı.

Tekstil'de çalışıyorlardı ve şirket de gerçekten söz sahibiydi sektörde.

Yaptıkları yazışmaları - gelen giden mailleri incelerken birden duraksadı


DevilofHacker.

Şirketin idari bölümündeki masaların arasında çekilmiş bir fotoğrafa takıldı kaldı....

Ayna karşısındayken kendini alamayan ve esmer teninde - güzel çehresinde


gülücükler açarak kendini inceleyip duran genç kızların edasıyla poz vermişti
fotoğraftaki kadın.

Ruhunu şu esmer güzeline doğru çeken cazibe kesinlikle dayanılmazdı. DoH onu
kollarına aldığının hayaliyle, sanki, bir an çıldırdı. Belleğindeki herşey silinivermiş
ve bedeni de cehennemi bir tutkunun ateşiyle alevlenmişti. Damarlarındaki bütün
kanı dudaklarından emerek sömürse, ve canını alsa bile o an, tek bir öpücüğüne
razıydı DoH şu renk buketini andıran hatunun.

Evet ya, canını o an teslim edebilirdi ve, ne giymişse yakışmış - ne giyse yakışarak
her devrin modasını bir erkeğe gösterebilecek tesirdeki şu olgun dişiye kul köle
olurdu DoH.

Canı çok çekmişti be, gerçekten çok ama çok çekmişti.

Onu elde edişi uzun sürmemeli, en hızlı biçimde şok ederek tamamen kendisine
odaklamasını sağlayacak bir yöntemle hareket etmeli, ICQ ve MSN'de aylarca sohbet
ederek değil, çok daha etkili bi şekilde "kadını" yapmalıydı onu.
Adı FGCMx'di.

Onu fotoğraflayan iş arkadaşının MSN adresini hackledi ve online oldu.

İşte orada, online haldeydi FGCMx.

Hemen yazdı elleri titreye titreye : "- Naber patates burunlu, çalışıyon mu?"

"- ??? Patates? İyi misin Murat?" şeklinde yanıtladı şaşıran kadın.

Çünki iş arkadaşı ona asla böyle hitap etmemişti, edemezdi;


hem kariyer hem de yaş bakımından çokça ilerdeydi.

DoH sanki Murat'mışcasına;

"- Telefondaki bütün numaralarımı sildim FGCMx.


Sana acilen bişiy söylemem lazım ama MSN'den olmaz.
Kaçtı numaran, ezberimde yok," yazdı konuşma penceresine.

Hiçbir şeyden şüphelenmeyen ve numarasını veren kadının yüzüne kapattı anında


MSN'i ve offline oldu.

Fakat bir yandan da bütün şirketi dinlemeye almış, MSN'den yaptıkları yazışmaları
takip ediyordu.

Murat ona, "- Vallahi ben değildim sana yazan FGCMx abla. Hacklendi benim
mailim. O hackleyen yazmıştır" diye açıklama yaptığı esnada tuşladı numarayı DoH
kendi numarasını gizleyerek.

Karşı taraf açtığındaysa, "- Biri beni mi andı? Hacker mi çağırdı? Geldim işte. Selam.
Buyur Patates Burunlu, seni dinliyorum" dedi ve kapatıverdi.

Bu şok kadına yetip artmıştı bile...

Kimdi ki şu "top patlarcasına bir ses tonuyla konuşan hacker??? ".

Kalbi duracak gibiydi kadının duyduğu heyecan ve meraktan.

Çok geçmeden onu kendi MSN'ine ekledi DoH ve,


"-Korkma, ben kötü yürekli bir hacker değilim" ile başlayan sohbetleri,
FGCMx'in bütün "modern kadın" edalarıyla Balıkesir'e, DoH'un evine gelene dek
sürdü.

Evliydi ama kocasıyla kardeş gibilerdi.

O tekstil lisesi, kocasıysa üniversite mezunu olmasına rağmen eşinin pasifliği


çileden çıkarmıştı bir süre sonra FGCMx'i, ve aşkı - seksi bırakıp, kendini tamamen
kariyer yapmaya vermişti. Hatta hamile kaldığında, yasal kürtaj süresini geçmiş olsa
da aldırmıştı karnından "kocası olacak o herifin" tohumladığı bebeğini.

Şimdiyse, aradan geçen 2 haftanın sonunda, zekasına hayran kaldığı


adamın, DevilofHacker'ın evindeydi.

Günlerce çıkmadılar evden, bira içip sohbet ettiler ve birbirlerine küçük dokunuşlar
dışında ilişmediler.

Yıllar sonra bir başka arkadaşına anlatırken DoH :

"-Yağmur gibi kokardı O. Yağmur yağdığında ve toprakla karıştığında ortaya çıkan


kokuyu kastetmiyorum; yağmurumsu kokardı. Etrafımda şaşkın ve hızla hareket
ettiği zamanlar saçı uçuşunca, kokusundan mideme koca bir tekme yemişim gibi
hisseder, hemencecik onunla oynaşmayı arzulardım.

Konuştuğu zamanlar dinlerdim pürdikkat, ve konuyu "hangi sihirli cümleyle


bağlayacak acaba?" diye merak ederdim.

O bilmez ama, nadiren de olsa birayı bardaktan içtiğimizde, O'na kesinlikle


sezdirmeden alır, dudaklarının değdiği yerden yudumlamaya çalışırdım.

Ve kendimi, dağ başı - dere kenarı - yol çatı - hastane - avm vs. her nerede olursak
olalım "evimdeymişim" gibi hissederdim o yanımdayken, var mı ötesi?

Diyeceğim o ki; geriye bakıp onunla ilgili hiçbirşeyi değiştirmek isteği yok içimde.

Şu güne dek hayatın insanoğlu için "hızlı" oluşunu konu eden kitaplar, hatta cilt cilt
ansiklopediler yazıldı. İşin ucu da muhakkak cennet ve cehenneme dayandırıldı.

Öyle ya, bunca kusursuz bir varlığın yok olma ihtimali korkunçtu,
yakışmazdı. Sonuçta "yüksek hız" ile "kısa ömür" birleştiğinde, insanlar din veya
felsefe sayesinde cennete mutlaka ulaşmalıydı.

Benim cennetimse bilinen ve iddia edilenlerden farklıydı : Hayatın bu çok hızlı


geçişi esnasında birçoklarının yapamadığını yaparak "durup etrafına bakındığı" anlar
var ya, işte onlar insanın cennetidir. Sürüklenip gittiği ve süratten dolayı kendini
bile kaybettiği zaman dilimleriyse, insanoğlunun cehennemidir.

Zaten bu anlattıklarım da birkaç salise içinde olup bitiyor, ve zavallı "insan" çoğu
zaman farkına varamıyor. Saliselerin arasına duraklar sıkıştırabilmek de, bırak
zavallılarını, vasat SÖ.'lerin bile boyunu fazlasıyla aşıyor.

İşte FGCMx, benim o kısacık zaman dilimlerine sıkıştırabildiğim "cennet bahçelerini


andıran" duraklarımdı" demiş, ve yıllarca seks arkadaşı olan kadını bu şekilde
tariflemişti…

Vaginismus'a varacak kadar uzak kalmıştı cinsellikten FGCMx evli olduğu yıllar
boyunca.
DoH'un evinde bira içip bolca muhabbet ettiklerinin üçüncü gününde,
öylesine albenili - çekici - tamamıyla beğenilesi bir haldeydi ki kadın,

sanki;

güneşin yüzünü henüz gösterdiği bir yaz mevsiminin ortasında,


üstünde o sabahın çiğlerinin tutunmaya çalıştığı,
ve ısırıldığında da ağızdan kütür kütür ses çıkaracak dirilikteki bir,
"dalından yeni koparılmış şeftali" güzelliğindeydi.

Hiçbir cezbedici harekete başvurmadığı halde, binbir emekle dirildiği hemen belli
olan rengarenk etekliğinin altına hapsedilmiş vücudu öyle bir kıvranış içindeydi ki
kendiliğinden, her an başı dönüp kendinden geçmeye - çıldırtıcı tonlarla inim inim
inlemeye - dokunan erkeği eritmeye hazırdı.

DoH onun elbisesinin dışında kalan buğday koyusu tenini gördükçe - şu an bile ıslak
olup olmadığı konusunda kendisiyle iddialaştıkça - bira sigara ve en doyurucusundan
sohbetlerle bir çekyatı paylaşarak yan yana durmaların artık yetersiz olduğunu
yüreğindeki uçsuz bucaksız çöllere olanca gücüyle haykırdı.

Onun içinde olmayı - içine hemen girmeyi çok arzuladı ama;

bakışlarını, "diliyle bütün o vücudu okşayarak dolaştığının - bedenlerinden sıyrılmış


ve kaynaşmıçlarcasına seviştiklerinin - içiçe geçercesine kucaklaştıklarının -
şefkatle şiddeti iki kardeş yapıp da bağırıp inlediklerinin" hayaliyle doldurarak;

elbisesinin yuvarlak omuzlarında iz yapmış askıları aşağı indirdi


ve göğüslerini dışarı çıkardı.

Kendilerine has pütürleriyle,


koyu kahverengi renklere sahip uyanmış - dikilmiş uçlarıyla,
şimdi her ikisi de DoH'a bakıyorlardı.

O iki meme ucu;

Tanrı'nın onlara acımasından sonra sessizliğin cennetlerinde dinlenmelerini


sağlamak için sağır ve dilsizliği layık gördüğü;

onların da,

başıboş konuşmaların hiç olmadığı o cennetten bütün ihtişamlarıyla kopup gelmiş


olmanın rahatlığıyla daha bir pembeleşerek, sanki;

"- Aşağıda, kapkara ipek çorapların altında, yine o çorapların tutturulduğu ve göreni
delirtecek olan, ve kırmızı kurdelelerden yapılma bağları çözüldüğünde karşına
çıkacak baldırlar sana içten bir merhaba diyene kadar;
önce bizi mest et - hoşnut et - öp - okşa - yala - ısır - acıt!" dercesine,
DoH'un karşısında, dimdik ayakta duruyorlardı.

Daha fazla konuşmalarına müsaade etmedi DoH ve onları sırayla ağzına aldı.

DoH emip öptükçe, FGCMx de bir hırçınlaşıyor bir gevşiyor ve ne yapacağını


şaşırıyor, akabinde, dudaklarını ağzına dayayan DoH'un ağız tadıyla daha bir mest
oluyor ve her bir saniyede bambaşkalaşıyordu.

Kadınları çoğu zaman yiyecek - içecek - meyve - tatlı ya da afili bir meze kefesine
koyan şu kendini aşırı beğenmiş şu adam, nasıl da çıldırtıyor onu ve sanki taa ana
rahminden beri "kuyruk kaldırmakta becerikli bir doğuştan becerilmeye adanan ve
erkeğe doymaz bir fahişe" gibi hissettiriyordu an be an yaptıklarıyla.

Artık kız - kadın - orospu - metres - dul ya da


tüm şehrin artığı bir kaldırım sürtüğü bile olsa farketmezdi.

Çünki DoH, onun, içinde açlığını duyduğu nice şeylere bayıltırcasına bir keyifle
ulaşmasını sağlıyordu kıvrak diliyle, ve bu yüzden de herşeye razıydı.

Manevi değerler hiç olmuş, küçük ısırıklarla hafifçe kanayan dudakları ve meme
uçları da herşeyin madde tarafının "tek gerçek" olduğuna sanki ikna etmişlerdi onu.

Bir an aklına kocası geldi, ve onu tiksinerek sevişi.


Tabii ya, aralarındaki ilişkinin adı tastamamına böyleydi.

Çünki kocasının, "yanında veya dilediği her an karşısında" olmasını isteyebiliyordu,


fakat, şu an DoH'la olduğu gibi kucak kucağa - koyun koyuna olmayı asla!

DevilofHacker'ın da dili öylesine şefkatli - öylesine fedakar - öylesine heyecanlı ve


devamlılık gösteren bir "kalkmak üzere olan otobüsün arka kapısından olanca
gücüyle atlamaya çalışanların hızı ve çevikliğiyle" dolaşıyordu ki artık göğüslerinde
ve apışarasında; ne zaman çırılçıplak kalıverdiğini anlayamamıştı FGCMx...

Sanki o küçücük dil o koca bedeni önce işveli sokuluşlarla kandırıp, sonra da o
fosforlu - ışıl ışıl ateşiyle tutuşturup, yakıp kül etmek hevesindeydi.

DoH'un kadife yumuşaklığında - kuştüyü hafifliğinde - kömür ateşi sıcaklığında bir


okşayışa sahip elinin kukusunu acıtarak avuçlamasıyla irkildi, kendine gelir gibi
oldu.

Ama hala, sanki yemyeşil çimenler üzerinde dans ediyormuş da ayakları yere hiç
değmiyormuş gibi hissediyordu.

DoH kadının sırılsıklam kukusundan aldığı bir parça zevk suyuyla birlikte klitorise
ulaşıp, bazen tam üstünde bazen de çevresinde bastırarak dolaştırıyordu şimdi
parmağını.
Aklı gidiyordu kadının ve dizleri bir süre sonra daha fazla dayanamayıp, sanki okkalı
bir ateş kütlesiymiş de üzerine koca bir kova dolusu soğuk su dökülünce de cazır
cazır cazırdamış olan ruhu ve bedeniyle birlikte, çöktü kaldı yere.

Sadece titriyordu. Boşalma böyle mi olurdu? Yok canım, daha neler. Bunca derin bir
keyif böyle kolayca elde edilebilir miydi yani?...

Beyninde bir nebze olsun düşünebilme kabiliyeti kalmıştı çünki hala yaşadığı zevkin
muhasebesini yapmaya, detaylandırıp ayrıntılarını yakalamaya çalışabiliyordu
FGCMx. Kabiliyetinin bir parçasını da Allah'ın varolduğuna ve kendisine bu zevkleri
tattırarak onurlandırdığına, dilerse daha nelere kadir olabileceğini düşünmeye
ayırdı.

Az sonra, öylece, ne yapacağını bilmez ve ölüm uykusunu andıran, kurşun gibi bir
ağırlığın altında keyfin - zevkin azametiyle kendinden geçmişliğinden çıkmaya
başladı. Uyanışa bir katkı da DoH'un hummalı dudaklarının, onun dudaklarını,
soluklarındaki her iniş çıkışla birlikte, uzun süre pusuda bekleyip de avını yakaladığı
an ziyafete başlayan hayvanların iştahıyla sömürüyor oluşu yaptı. Sonra sarıldı
DevilofHacker ona ve kucaklayıp, kaptığı gibi çekyata uzattı.

Bir süre sadece solukları söyledi en güzel mutluluk şarkılarını birbirlerine sıkı sıkıya
sarılmış yatarlarken. Daha doğrusu, şu DevilofHacker denen ve "hiçbir zaman ve
mekanda sahip olamayacağını yıllarca düşündüğü şeyleri ona birçırpıda yaşatabilen
yaratık" kendisine arkadan dolanmış, ve damarlarının tamamen kanla dolmuşluğunu
çok net biçimde hissedebildiği aletini, içinde olması gereken yerin koca dudaklı
kapısına dayamış halde öylece beklerlerken.

Titremeleri ve nefes alıp verişleri normalleşmeye yüz tuttuğu an, birden döndü ve
ayaklarından başlayıp bacaklarının iç kısmından devam ederek, ılık nefesiyle karışık
birşekilde ve asla "daha önceki erkeklerinde olduğu gibi, bu senin görevin, hadi
yap!" hissine kapılmadan, apışarasına ulaşıp o heybetli şeyi ağzına alana dek öptü,
öptü, öptü.

Boğazına kadar girmesi için zorluyor, sonra da dudaklarının etli dış yüzeyiyle aletin
kafası tekrar kavuşuncaya kadar, hiçbir beklentisi olmadan ve sadece onu mutlu
edebilmenin çabasıyla sokup çıkarıyordu ağız boşluğuna.

Başarıyordu.

Çok tahrik olmuştu ve ince ince inliyordu DoH.


Bir yandan da kadının kadifemsi saçlarını okşuyordu.

Seksin bir sanat olduğunu biçok kez okumuştu değişik yerlerde. Kontrolün tamamen
kaybolduğu o yatağın içinde, ne varsa kontrol edebilen bir sanatçı edasıyla,
kavradığı gibi sırtüstü yatırıverdi DoH FGCMx'i, ve bacaklarını havaya kaldırır
kaldırmaz, yatağın tok - tok sesleri eşliğinde içine girip, altında zevk ve acının
birbirinden ayırdedilemez halleriyle kıvranan o güzel kadının bedenindeki gitgelli
yolculuğuna başladı.
Vargüçleriyle ve kimi zaman hızlandırılmış kimi anlarda da neredeyse durma
noktasına gelen ağır bir ritimle, aynı anda da tenleri yerine sanki ruhlarını birbirine
temas ettiren, ve hiçbir şeyin o an kendilerini etkileyemeyeceğini haykıran bir
meydan okuma - hatta zafer ifadesi taşıyan bakışlarla, az sonra bitecek olan bu
birleşmeyle kalplerindeki cehennemi boğup öldürmeye çalıştıklarını birbirlerine
ispatlarcasına, çılgıncasına sevişiyorlardı.

Daha doğrusu, FGCMx bütün teslimiyetiyle, şu an, kaybedecek hiçbirşeyi olmadığı


ve böylelikle de herşeyi tamamen elde etmiş havasındaki bir tokluk hissiyle,
DoH'tan gelebilecek olan her türlü aşağılanmayı bile "hay hay" nidalarıyla kabul
edebilecek bir ruh haliyle kendini ona bırakmıştı.

DoH da onu bütün halleriyle kabul etmiş ve büyük zevkler eşliğinde evire çevire
beceriyordu.

Ne olduğunu tam olarak kestiremese de, "bittim benn" diye havada taklalar atan
kendi sesini duymaması imkansızdı FGCMx'in.

Artık bu dünyada değildi. Hatta evreni bile terketmek üzereydi.

Oysa, vaginal orgazm denilen şey, sadece onun ve yeryüzündeki herkesin bildiği bir
yatak odası efsanesi değil miydi?

Yok, yok. O an ölse gıkını çıkarmazdı.

Çünki bir efsaneyi bizzat yaşıyordu üstündeki şu adam sayesinde.

Bu adam öyle bir adam ki, kendisini becerirken layıkıyle, o güzelim gözlerinden de
ışık hüzmeleri mi taşıyor ve bu ışıklar da bir cennetin aydınlığını mı müjdeliyor,
yoksa, bir cehennemin ateşlerini mi ona sunuyor; önemsizdi.

Yaşadığı orgazmın hazları öylesine güçlüydü ki, cennet veya cehennemde


sonlanması nazarında bir hiçti. Tam düşüşe geçtiği esnada, soluklarının,
ulaşabileceği en son noktaya vardığını fark etti DoH'un da. Bir yandan kalçalarına
geçmiş tırnaklarını hissederken etinin içinde büyük bir hoşnutlukla, bir yandan da
dört kasığın artık yapıştığına kanaat getirmişliğiyle içine aktığını hissetti DoH'un
sarsıla sarsıla.

Sağdı onu, sağdı, sağdı.

Nefes alış verişleri normale dönene kadar içinde tuttu o "kölesi olabileceği" adamı…

Şimdi daha iyi anlıyordu MSN'de yaptıkları konuşmalarda DoH'un "- Alışma sakın
bana. Belki farkedemezsin ama, tüm varlığını aniden esir alarak kendine müptela
eden çok kuvvetli uyuşturucular gibiyimdir ben!" demekle neyi kastettiğini.

Şu an, yaptıkları konuşmaların altındaki mesajları çok daha iyi anlıyordu, ve sonu
ne olursa olsun, bu adamı, ucuz bir şarap - bir kutu bira - güçlü bir uyuşturucu da
olsa içivermek, sahibi olmak istiyordu.
Toparlandı, bir sigara yaktı ve keyifle tüttürdü.

Sonra koca bir yudum birayı, iştahla, bomboş kalmış - rahatlamış "içine" gönderdi.

Çırılçıplaktı ve içi bütün ağırlıklardan kurtulup, boşalmıştı.

Ama ruhu da tıka basa tok, doygundu.

Özgüveniyse zirvedeydi.

Kararını verdi : DevilofHacker sonsuza kadar ve her koşulda onun efendisiydi…

DoH da FGCMx ile öpüşmeyi "en çok" sevdi.

Diğer kadınlarıyla yaptığı seksten bile çok sevdi belki.

Elinde olsa; yanyana uzanıp da biralarını yudumlarken, sadece öpüşüp koklaştıkları


günlere dönerdi. Onun ağız çukurunu, sanki en önemli sırlarını anlatırcasına diliyle
doldurmayı, ve onun inlemelerinin de kendi ağzına akışını, ve hatta sadece öpüşme
anlarına odaklansın diye belki elleriyle ense ve baş karışık biçimde sıkı sıkıya tutup
sabitlemeyi;

bedeni FGCMx'den çok daha güzel olan başka kadınlarıyla sevişmekten daha büyülü
sayar, ve onunla öpüşmeleri tercih ederdi.

Sonra da dilinden uzaklaşan, hala sırılsıklam olan ve parıldayan dudaklarını


seyretmeyi saniyelerce.

Ardından, teslimiyetten keyif alan kölesiyle göz göze - diz dize gelmeyi ve laflamayı
saatlerce...

***
{19}

ESTETİK MERAKLISI

VÜCUDUNU,
SON DERECE AĞIR BİR YÜKMÜŞCESİNE SÜRÜKLEMEK YERİNE,
SAHİP OLDUĞU ŞEYLERİN SAĞLAYAMADIĞINI
"DOYUM İMKANI SUNAN" ŞEYLERLE TAKVİYELEYİP
"TAM" OLMAYA ERİŞMEK İÇİN ÇIRPINAN KADIN,
NOKSANLIKLARINI HABİRE SAVMAYA ÇALIŞIYORSA;

EKSİK OLANA SADECE ACIYABİLEN


VE KOYNUNA ALAMAYAN DoH,
ŞU "BİYOLOJİK HADİSELER KOMPLEKSİ"
HALİNE GELMEYE ÇALIŞAN CİNS-İ LATİF'İ
MUTLAKA TANIMALI,
ÇÖZÜMLEMELİ,
ANALİZ ETMELİ VE
"TECRÜBELEME AÇ'I"
OLUŞUNA BİR YETKİNLİK DAHA
İLAVE ETMELİYDİ...

***

Bir fikir sahibi olabilmeniz için "bilgiyle donanmanın önemi" konusunda, size önce
şunları anlatayım :

Ortaçağ'da ömür tüketmiş bir insan, hayatı boyunca, çağımız ulusal gazetelerinden
birinin içerdiği kadar "bilgiye" maruz kalmıştır.
Yaşam ve yaşam içindeki her şey bu derece sade - ayrıntısız ve beş duyuyla direkt
algılanabilirliği kadar veri içermektedir...

Yine, örneğin, 16 yy.'da Kıbrıs fethedildiğinde, fetih haberinin bilgisi, başkent


İstanbul'a üç hafta sonra ulaştırılabilmiştir. Bu derece yavaş ve külfetli yani.

Oysa günümüzde, bilginin çıkış materyalleri de, bilgi ele alındıktan sonra iletilmesi
de ışık hızında gerçekleşmekteyken, konusu her ne olursa olsun "bilgi" sahibi
olmaktan DevilofHacker'ı ne alıkoyabilirdi ki?..

Nermin'in, "- Kaşlar için değil yaaa, tamam onları da kalıcı makyaj estetiği ile
düzelttirdim ama, raporlu oluşumun asıl nedeni memelerim. Meme estetiği zor
olaymış valla. Taş gibi oldular ama bir ay boyunca daireye gidemeyeceğim.
Sallanmamaları gerektiği için fazla yürümemem gerekiyormuş" diye yazışı MSN'de
başka bir arkadaşına;

"Hiç estetikli meme görmedim, görmem şart onları" şeklindeki merağı şaha kalkan
"bilgi ve ar/ge delisi" DoH'u harekete geçirmeye yetmişti…

Eski PTT binasının loş ışıkları altında bütün gün evraklarla boğuşmak, yıllardır
değiştirilmeyen yer halısının tozunu solumak, badana yapılsa bile yıpranmışlıkları
örtülemeyen duvarların arasında koca bir haftayı geçirip de, şöyle bir "güneş ve bol
oksijenli deniz havası" alamamak en azından haftasonları veya mesai çıkışları,
varolan solunum sistemi rahatsızlıklarını günden güne azdırıyordu Nermin'in, ve
araları hep nanemolla olan eşine de emrivaki yaparak Edremit'e tayinlerini
istemişlerdi.

Ev içinde lüks ve konfora hiç önem vermese de, başta çehresi ve saçları, sonrasında
da memeleri - ince beli - baldır ve bacakları onun için önemliydi.

Kadın dediğin herşeyiyle dört dörtlük olmalı, dişiliğini gören her erkeği kendine
çekmeliydi.

Yaptırdığı estetik ameliyat dolayısıyla aldığı raporun bitmek üzere olduğu günlerde,
DoH ile olan samimiyetleri, kalkıp onun evine gidip birkaç gün kalabilecek derecede
ilerlemişti.

Tuhaf bir adamdı Nermin'e göre DoH.

Alkolik olmayan bir birasever, umulmayacak derecede bilgili ve buna bağlı olarak
da fazlasıyla cüretkardı. Kendisi, güzelliğinin ardına saklanıp ne derece aksi -
geçimsiz - nazlı ise, DoH da bunlara asla taviz vermeyecek kadar dik bir adamdı.

Ve yine Nermin'e göre,


gidip onunla yüzyüze laflamakta - onu yakından tanımakta bir sakınca yoktu.
Bindi otobüse, Balıkesir'e, o tuhaf hacker'ın evine gitti…
Güzel, alımlı bir kadındı Nermin.

Sarışın - mavi gözlüydü ve kusursuzlaştırmaya çalıştığı bedeni de hem diri hem


albeniliydi.

DoH ise klasik bir köylü çocuğu çehresine sahipti, ama, alkol ve düşünce denizine
dalarak gözlerini donuklaştırıp da dalgın halleriyle keder ve üzüntülere batıp
kaldığında yüzüne dikkatlice bakılırsa;

geçmişte yaşadığı hiçbir şeyin silemediği bir asalet ile,


bedeninden daha hızlı yaşlanan suratında ince bir güzellik mutlaka dikkati çekerdi.

Farkında olduğu ve arttırmaya çalıştığı çekiciliği "birşey" sanan Nermin modeli


insanlar, değişik zamanlarda "farklı olan" şeylerle övünmek isterler.

Bu gereklilik gibidir manevi dünyalarında.

"Övülme" açlığından da başka bir gereksinimdir.


Çoğu zaman da sermayesi yakışıklılık - güzellik - para'dır.

Çok güldüğüm ise;


"- Evet yahu, o bizim aile doktorumuz" veya;
"- Aile mezarlığımıza defnettik" tarzı konuşmalardır.

Gerçi günümüzde gerçekten herkesle ayrı ayrı ilgilenen "aile hekimleri" varsa da
devletçe görevlendirilen, yakın bir geçmişe kadar tek bir aileyle komple ilgilenen
ve iyi para kazanan özel doktorlar övünç konusuydu. Burada kastettiğim budur.

O doktorun ünü, veya mezarın en güzel yerden - süslü püslü olarak tahsis edilmesi
sana ne katabilir ki, sözde, övünç kaynağına dönüştürüp de aklınsıra caka satarsın?

Sonuçta; eğer hastaysan, doktor o süreci hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz, ve
sen zıbardığında, o böbürlendiğin mezara boyluboyunca yatar, övündüğünle
kalırsın…

Kaprisliydi Nermin haliyle, çünki çok güzeldi.

İçip muhabbet ediyorlardı ya,


hani o yaşta kadın bir erkeğin evine sırf laklağa gelmezdi ya;
aklısıra DoH onu elde etmek için taklalar atmalı - şirinlikler yapmalı,
onunla sevişmeyi haketmeliydi.

DoH da bunu sezdiği an vites değiştirip, başka başka ve cinsellikten tamamen uzak
konulara çekti ortamı. Hatta kavga bile çıktı, ve "- Bakkk, çeker giderimmm" diyen
Nermin'e;
"- Paşa gönlün bilir!" diyerek kapıyı gösteren DoH, evin bahçe kapısından uzaklaşan
o inatçı kadının en çok elli adım sonra geri döneceği konusunda bahse tutuşmuştu
kendisiyle.

Döndü Nermin :)…

Hangi yaş diliminde olursa olsun yaşını tahmin etmek güçtü DoH'un.

Yirmileri ile kırkları neredeyse aynıydı. Fark, sözleriyle sesi sayesinde anlaşılabilirdi
ve bu da itina isterdi. Saçları hiç ağarmamıştı kırklarında bile. Gözlerinin rengi ela
gibi görünse de ilk bakışta, yosun yeşiline dönerdi öpüşme mesafesi kadar
yakınlaştıkça.

Boyu çok uzun değildi ama kısa boylu da sayılmazdı. Omuzları genişti.

Önceden varolan dişleri, 35ine geldiğinde, "çektirince baş ağrılarından


kurtulacağını" öğrendiğinde, ve en küçük lekede bile çektirdiği için artık yarısından
fazlası olmayan şeylerdi.

Ama, bedenindeki uzuvları birbirine yakışan, kibar ile kaba arası bir adamdı.

Hele de, alnının ve burnunun heybetiyle, göz çukurlarının orantısı öylesine tatlı bir
hava veriyordu ki anlayabilene, gözlerini diktiği an insan ürperiyordu.

Üzerinde, "her an esrarlı - hiç çözülmemiş" havası vardı.

Gururlu - dik - keskin - kararlı duruşu, azametli ve cüretkar edalarıyla birleşince,


karşıdakine korku salardı. Bütün bunların yanında, konuşmaya başladığında
sesindeki ahenk - kurduğu benzersiz cümleler - tonladığı olay parçacıkları öyle bir
"dünya dışı" hal alıyordu ki;

kesinlikle bu gezegenden olmadığına kanaat getirmeye başlardı karşısındaki.

Ve en önemlisi, dümen - direksiyon - komuta hep kendisindeydi.

Konuşmalardaki akışı hep DoH belirler, ve kim varsa karşısında, peşi sıra sürüklerdi.

Hatipliği ve hitabeti asla tartışılamaz konumdaki birine bile verilebilecek onbinlerce


hazır cevabı vardı, ve tepesi iyice attığında da karşısındaki kim olursa olsun kurşuna
dizerdi hemen sarfettiği kelimelerle…

DoH'un yukarıdaki özelliklerine şahit olup, yine de kendisinden talepçi olması için
son kozu olan "sevişmeden çıkıp gitmek" kolpası da boş çıkan Nermin

"- Gitsem telefon bile etmeyecek, benimle sevişmeyecek, üstelik sevişemediğin için
hiç üzülmeyecektin dimi DoH? Ne biçim adamsın kahrolası? Güzel bir kadın
olduğumu bilmesem, inan ki, acaba çirkin mi buldu beni, diye şüpheye düşerdim.
Kalk hadi kalk, sev beni, sevişelim." itirafından sonra DoH'u yatak odasına götürdü.
DoH biliyordu ki, fiziksel hareketin üçüncüsü olan "her etkinin ona eşit ve ters yönlü
bir tepkisi muhakkak olacaktır" yasası devreye ancak böyle girecek, o estetik
yapılmış ve yara izleri henüz ikinci bir cerrahi operasyonla kapatılmamış memeleri
başka türlü göremeyecek - öpemeyecek - dokunamayacaktı.

Hedefe, "kadını ve güzelliğini" umursamayarak ulaştı…

Bu maceradaki başka bir boyut da şudur :

Kitabın herhangi bir kısmında DoH kalkıp,


"silikonla doldurulmuş memeler" hakkında uzun uzun tasvirler yapsa,
onların fiziki ya da kadına kattığı manevi kazanımlara yönelik edebi anlatımlarda
bulunsa;

okuyucu, "- Almış eline bir tıp kitabı, veya bir makalede denk geldiği şu konuyu
hafızasına kazımış, ve yazdığı kitapta da bu bilgileri bize anlatmış" şeklinde
düşünebilirdi.

Peki bu durumda, gerçekten de DoH;

uzaktan gördüğü - duyduğu herşeyi, gerek notlar alarak gerekse belleğine yazarak,
üzerinde düşünüp muhasebe ettiği birçok şeyi de;
"bilgili - cahil - akıllı - aptal - genç - ihtiyar - zengin - fakir - güzel - çirkin"
ayırdetmeden;

birçok insanı dinleyip,


onların fikir - beceri - özlem ve kayıplarını;
kendi kıvrak diliyle aktarabilen bir felsefeci midir?

Asla!

Nermin ve tombik memeleri mevzusunda olduğu gibi,

içinde olup yaşamadığı hiçbirşey hakkında ahkamlar kesmemiş,

lafını bile etmemiştir…

DevilofHacker Nermin'i uğurlayıp gönderdikten sonra,

bizzat edindiği "estetiki bilgi"den dolayı mutlu birşekilde birasını yudumladı,


sigarasını tellendirdi,
uzun uzun dinlendi...

***
{20}

LUCIFER (DİŞİ ŞEYTAN)

İÇTENLİĞİ SADECE FARKEDERSİNİZ


FAKAT ZORLAYAMAZSINIZ.

ERKEKLERİN KADINLAŞMASI HAZMEDİLEMEZ DE


KADINLARIN DELİKANLICA TAVIRLARI ERDEM'E YORULUR,
CEZBEDER.

BU "HATUN ŞEYTANIN";

MİNİCİK HAYAT GÖRÜŞÜNÜ


DÜNYAYA KABUL ETTİRME
VE BECEREMEYİNCE DE
BÜTÜN HERŞEYİ BAŞINDAN UZAKLAŞTIRMA GİBİ
DİŞİSEL TRİPLERDEN YALITILMIŞ OLDUĞUNU GÖRÜNCE;

DİĞERLERİNİN TAKTIKLARININ YANINA,


VARLIĞIMIN YAKASINA,
BİR GÜL DE O TAKSIN İSTEDİM.

SÜSLESİN BENİ, RUHUMU, BEDENİMİ...

***
Kurbanlarını hep kendisi bulmadı DoH.

Bazen de onlar geldiler ve iletişime geçtiler :

"- Şşitt. DoH!

Artist misin lan sen?

Şu ICQ infona, şu MSN profiline bakılırsa öylesin.

Kendini birhalt sanma bence.

Çünki, Defcon denen şeyi biz de biliriz. İstesek firewall deleriz.

Senin gibi havalı havalı da takılmayız net'te!" diyordu Lucifer nickli kullanıcı DoH'a,
ve, resmen meydan okuyordu…

Bahsettiği "Defcon", "Defense Readiness Condition" yani savunmaya hazır olma


durumu, Firewall ise işletim sistemlerine çok sonraları standart olarak koyulan
güvenlik duvarıydı.

Şu durumda, bir bilişimci havası vardı ve bilgiliydi bazı konularda…

Uykusuz geçirdiği gecenin sonunda aşırı alkol - sigaranın verdiği çöküntüye rağmen
yüzüne,

gözleri çakmak çakmaktı DevilofHacker'ın.

Karşı MSN'de ise, öfke ve şaşkınlık dolu küfür - lanet mesajlarının arasına; "- Seni
hafife almışım! Şifrelerimi ne çabuk arakladın?"; tarzı söylemler karıştıran Lucifer
(Dişi Şeytan) vardı.

Uzun sürmemişti defterini dürmek ve DoH sadece şifrelerine değil, kişisel neyi varsa
hepsine ulaşmıştı…

Kara kaşlarının kara gözlerinin üzerinde altın gibi sarı saçları vardı Lucifer'in ve
resimlerinin herbirinde gayet şıktı.
Osmanbey'de bir bilişim firmasında çalışıyor, programcı ve bayan olmasına rağmen
teknik servis hizmetlerinde görev yapıyordu.

Gitar çalıyor, spor yapıyor, İngilizce ve Almanca biliyordu.

Taşradan gelmişti İstanbul'a, ama,

okul bittikten sonra kalmış ve


tam bir metropol kızına dönüşmüştü.

Rus güzelleri gibi ince uzun - kuğu boyunluydu.

Hani insan iç sıkıntılarını atıp da dünyadan keyif alabilmek için evlense onunla;
öyle bir avutur, hayata öyle bir bağlardı ki insanı şu dişi şeytan, evlenen
aldanmazdı.

Üstelik müşterileri ve iş arkadaşlarıyla yaptığı yazışmalara bakılırsa,


alnı ak - yüreği temiz - dürüst bir kadındı.

Kadındı çünki, sahiplendiği "Metalci" kimliğinden dolayı cinsellik konusunda özgür


bir yaşam sürüyor, hatta tamirata gittiği şirketlerde, patron ya da bölüm
sorumluları olursa beğendiği, hemen ayartıyor ve seks yapıyordu.

Metal müzik hastası oluşundan mıdır bilinmez,


gerçekten de "sıradışı bir hayat - inanç ikilisi" vardı her anında.

Erkeksi ve çalım satar edaları da vardı.

Pısırık - pasif altta kalan kadın tavırlarına ise hiç prim vermiyordu.

Özetle, ilginçti…

Taksici de şaşırmıştı;
"- İlle de bu lavuktan mı alman gerekiyor parayı lan! Al burdan işte" diyerek
paylandığında.

Nice gün sohbet ettikten sonra,


kendinden daha ilginç bulduğu ve Balıkesir'e onu tanımak için,
neredeyse emrivakiyle geldiğinde, ve DoH'ca garajdan karşılandığında,
taksiciye bu üslupla konuştu Lucifer...

Fazla üstüne gitmedi, hareketlerini kısıtlamadı onun DoH kavgayla gürültüyle.

Sevişirken altta yatmadı mesela hiç Lucifer, hep DoH'un üzerindeydi.


Üstelik ağzı da pisti ve küfürleri sevişme esnasında da hiç eksilmedi.
Resmen DoH'a hükmetti.
Seks konusundaki profesyonelliğine ise ancak,

"- Şu çekeceğim saksoyla değil d.l,


ruhun ağzıma gelecek lan .mdüşkünü DoH!" diyerek,

gerçekten de o güne kadarki,

en mükemmel oral seksi DoH'a defalarca yaşattığında inandı…

Yolcu ettikten sonraysa birdaha görüşmedi,

görüşme taleplerini de geri çevirerek kendinden uzaklaştırdı DevilofHacker


Lucifer'i.

Israr eden bu "kendi tarzı olmayan",


ya da,

hayatına birşekilde dahil olmuş;


ve kendi "aykırı şekilleri" sebebiyle de,
hem tensel hem ruhsal olarak dışladığı kadınlarına,
şu soruyu sorup noktayı koyardı DoH :

"- Sen İnanna olmayı becerdin de, ben senden Dumuzi olmayı mı esirgedim? ".

Birisi aşk tanrıçası, diğeri de onun aşığı.

Aşkın olmadığı sekste DoH da uzun süreli kalamazdı...

***
{21}

MASA

BAŞKALARININ DERTLERİYLE İLGİLENMEYİ


ONLARIN DA BENİMLE ALAKADAR OLMASI İÇİN YAPMAM BEN.

ŞEYTAN DA DOLAŞSA DAMARLARIMDA ÇOĞU ZAMAN,


BİLİRİM Kİ,
BENİ ASIL KÖTÜ EDEN ŞEY,
İHTİYACI OLANLARA
GÜCÜM DE YETERLİYKEN EL UZATMAYIŞIMDIR.

GELGELELİM BU DÜNYADA
HERŞEYİN BİR HEDİYESİ VARDIR,

VE KARŞIMDAKİ BİR KADINSA,


ONUN BANA SUNACAĞI EN KIYMETLİ ARMAĞAN
RUHUNDAKİ KIZLIĞI OLACAKTIR...
***

1984 isimli romanında " Big brother is watching you! " sözü ile taa 1949 yılında
yarattığı karakterin,

çok çok daha önceleri taa 1971'de;

23 Host (Sunucu - Ana Makine) faaliyetteyken ARPANET'te,

40 bilgisayarla yapılan halka açık ilk internet gösterisiyle can bulacağını;

ve Big Brother'in totaliter rejimin simgesi olmaktan çıkarak,

"özel hayatın gizliliği gibi temel hakların" yerle bir edileceği "sanal dünyayı" kasıp
kavuracağını tahmin edebilir miydi acaba Orwell?

Birçok bestseller yazara nasip olmayan "öngörü gerçekleşmesi",


ona nasip oldu, ve büyük - küçük kardeşler olanı biteni izlemeye - dinlemeye -
değiştirmeye - silmeye vakıf oldu işte günümüzde…

Bugünün "herkese kolay" olanı, 90'larda ve 2000'lerde DevilofHacker'a yine kolaydı.

Yaptığı sörflerin çoğu kurbanlarının PC'lerinin içinde, dolayısıyla da ruhlarında ve


özel hayatlarındaydı. Ahu'nun kullandığı bilgisayarla da böyle tanıştı DoH Sörf
yapıyordu, birşeyler dikkatini çekti ve, takıldı kaldı.

Saldırı biçimi olan "internete bağlı bilgisayarlarda tarama yaparak güvenlik boşluğu
bulmak" DoH'un sık başvurduğu yöntemdi. OSI (Open System Interconnect) modeli
uygulanan ve 7 katmandan oluşan TCP/IP'nin "Transport" katmanında görev alan
bağlantı noktaları sayesinde ağ trafikleri istenilen şekilde yönlendirilebilmekte ve
denetlenebilmektedir.

Mesela; HTTP için TCP 80 - DNS için UDP 53 - Terminal Services için TCP 3389 - arka
Plan'da akıllı transferler için de TCP veya UDP 2178 no'lu portlara hükmetmek;

o bilgisayarı sanki karşısında sen varmışcasına kullanabilme imkanı sağlar.


Oysa, belki de başka ülkede, hatta kıtalararası biryerdedir kurbanın makinası...

Kendini "ileri düzey bilgiye sahip hacker" olarak tanıtan birçok şarlatan, sadece
açığı bulunan bilgisayarların belli başlı portlarını zorlarken, ve onlara Random
Probe (Rastgele tarama) ile ulaşabilirken, DoH nokta atışı yapabilmekte, geliştirdiği
kendi yazılımlarıyla istediği makinayı köle haline getirebilmekteydi.

Ahu ise, bilgisayarının en küçük programına bile defalarca kez bulaşmış olan
virüsler yüzünden çekmişti dikkatini DoH'un.
Çünki 4-5 terminalli bir Ana Makine'ydı kızın kullandığı PC, ve hali içler acısıydı.

Muhasebe ve İşletme üzerine ciddi programların bulunduğu bir Harddisk,


bu derece teslim edilir miydi virüslere yahu?.

Dayanamadı, C : diskinde ne varsa, uzaktan erişimle, D : diskine yedek almaya


başladı.

İşlem uzun sürecekti ve "ne var ne yok" diye bakınırken o PC'nin donanımsal
aygıtlarına, dikkatini Web Kamera çekti.

Büyük paralar harcanarak kurulmuş, eksiksiz bir sistemle - acemi bir kullanıcı vardı
karşısında.

Yine dayanamadı, ışıklarını yanmaz hale getirerek WebCam'i açtı...

Bunu yapabilecek gücü takdir edersiniz ki fazlasıyla vardı DoH'un;


fakat;
Ahu'nun baldırları - apışarası - dantelli pembe külotu - ve sütbeyazı elbisesi,
kamerayı açar açmaz aklını aldı.

Çünki kamera, bu esmer güzeli kızı ve belden aşağısını en net gösterecek açıyla,
masanın altında duran şifonyer tarzı birşeyin üzerindeydi, ve DevilofHacker çıldırdı.

Şu baştan çıkarıcı apışarası görüntüsü;


"arızaya girmeden,
çökmeden önce,
kurtarayım şu,
teknoloji cahili insanların bilgisayarını bari" şeklinde düşünmüş olan DoH'a,
Tanrı'nın bir armağanıydı…

Ruhunu gerilimlerden kurtarmanın da bedenini gerilimlerden kurtarmak kadar


kazançlı olduğunu bilen DoH,

bunun tek yolunun,

Ahu ile iletişime geçmek olduğuna karar verip, onu MSN'ine ekledi.

Sen kimsin, ben kimim faslından sonra,

genç kızın hiç ummadığı bir anda,

"- Masandaki çiçekleri, üstelik de pet şişeyle satın alınmış suyla sularkan, dibine
aspirin atarken, acaba aynı ilgiyi kendine - kendi narinliğine de gösteriyor musun
Ahu?" deyivermişti.

Bilmem kaçyüz kilometre uzakta yaşayan DoH, masasındaki çiçeği,


yaptığı hareketleri nasıl bilebilirdi yaaa???
"Ani ve hızlı biçimde kaderin tokadını yeyip de henüz acısını bile hissedememişlerin"
dumur oluşu gibi yerinden zıplayan Ahu, noluyo yahu?'yu DoH'a sordu ve hikayeyi
öğrendiğindeyse hem daha bir şaşırdı, hem de mutlu oldu.

Öyle ya; tam kullanamadığı şu aptal PC'yi güvenli - kararlı hale getirirken,
cinsellik içeren oyunlar da oynayabileceği bir adamdı DoH,
ve günboyu süregiden yalnızlığına yoldaş olurdu.

Aylarca sürdü sanaldaki arkadaşlıkları...

Çok güzel bir kızdı Ahu.


Esmerdi ve 24 yaşındaydı.

Hafif kilolu olsa da, oval hatlar ona bir başka şahanelik katıyor,
masa altına indirdiği kamerasından onu izleyen DoH'a "bir afeti andıran" baldırları,
ve apışarasıyla, her ne zaman dilerse, show yapıyordu.

Öyle sağlıklı bir kızdı ki, yaptığı masturbasyonların hemen hepsinde sarsıla sarsıla
boşalıyor, koltuğuna gömülmüş şekilde dakikalarca soluklanıyordu. DoH'a ise;

MSN konuşma balonuna, "- Sağol güzel kız. Harikaydın. Müthiş bir seyirdi. Hadi giy
kilodunu, odana biri gelip de yakalanmadan, topla eteklerini.", tarzından şeyler
yazmak düşüyordu.

Birkaç kez de, işyerindeki odasının kapısını kilitleyip;


kameradan canına can katan o şehvet yüzlü bakışlar, iliklerine kadar titreten maxi
eteklerin altından webcame karşı, şeffaf dantelli külotlar fora edilip de dizlere
kadar indirildikten sonra, ortaya çıkıveren kiraz renkli ve enfes biçimli o kuku
eşliğinde otuzbir çekmişti DoH.

Ahu evlenip de, işten ayrılana dek, sınırları olmayan bir saadetin sarhoşluklarına
taşımıştı DoH'u ekranda, ve sanki sislerden oluşmuş bir dünyanın içinde, yalnızca
ikisi varmışcasına cinsel organının tadına gözleriyle baktırdı…

Ayrılık vaktinden sonra da, "iliklerinde sızlayan günah dolu bir zevkin" sahibesi
olarak aldı DoH'un belleğindeki yerini...

***

{22}

FRANSIZCA ÖĞRETMENİ
DÜNYADAKİ HİÇKİMSE
İNSANA ÖZGÜ KUSURLARIN
NE ÜZERİNDEDİR NE DE ÖTESİNDE.

BU BAĞLAMDA
"HATA YAPMAK" BİR GUSTODUR
YAŞAM İÇİNDE.

FAKAT HATALARIN ÖYLELERİ VARDIR Kİ,


ÖDENECEK BEDELLER
MUHATTAPLARINI TEK HAMLEDE
KARANLIK FİKİRLERİN CEHENNEMİNE ATAR
VE SIYRILIP ÇIKMAK ADINA DA ZERRE ŞANS TANIMAYARAK
"KERAMET HİKAYELERİNİ ÇOK DİNLEDİM,
AH, NERDE BANA NASİP OLACAK ASIL KERAMET"
ŞEKLİNDE HAYKIRTIR DURUR.

KOŞAR HEMEN EL VERİRİM,


ÇÜNKİ BİLİRİM Kİ TANRI
TEMİZ İŞLERE HARCANAN ÇABALARI DA
ÇABALAYANI DA SEVER,
VE,
SADECE KENDİMİN BİLE OLSAM
"KAHRAMAN OLMAK"
BENDEKİ FAZİLETİ KÖRÜKLER...

***

"- Şu perişan ve trajikomik halime bak! Daha düne kadar kendimi öldürmeyi bile
düşünüyordum, ve son bir ayım kabuslarla geçti.

Fakat şimdi kıçıkırık masaya uzanmış, hiç tanımadığım bir adamın ellerini sıkısıkıya
tutarak, karnımdaki bebeğimi öldürmek üzereyim!".

Gözyaşları fazla akamadı ve serumuna katılan anestezi etkisini gösterip, bayıltarak,


maddesel dünyadan ayırdı Arzu'nun ruhunu…

Gerçekten de hiç tanımıyordu DevilofHacker'ı.

Evinde oturmuş internette takılırken tükenmiş vaziyette, ekranına düşen "Kork


benden!" mesajına, "- Ne korkucam be! Kırsan kırsan şifrelerimi kırarsın. Ben zaten
ölmüşüm, çok da tınn!" şeklinde yanıt vermiş, akabinde yapılan sohbetlerde "derdini
- herşeyini" çabucak hackleyerek öğrenen DoH'un ısrarlarına direnememiş, ve
kendini kurtaj masasında buluvermişti.

Gerçi istediği şey de zaten buydu…

Gençlik denilen cemiyetin, tarih boyunca hep aynı özellikleri taşıyıp, benzer
kayıpları yaşayıp, eşdeğerdeki kötü tecrübeleri de bizzat test ederek öğreniyor
oluşlarını; çevrelerinde yeterince "bilge ve bildiklerini de onlara aktarabilen
yaşlıların" bulunmayışına bağlardım.

Yanılmışım.

Bilgi - merak - anlayış - kavrayış taa orta yaşlarındayken meyve vermeye başlıyor
insanda, ve her genç o döneme erişene dek "duygu" denilen şeylerin üzerine, selin
içine düşmüşcesine, körü körüne, "kendisi" atlayıveriyor.

Arzu da öyle yapmış, hiç evlenmemesi gereken biriyle evlenmiş, 6 yıl boyunca
bebek sahibi olamamanın üzüntüleriyle kısır olduğuna kanaat getirmişken ansızın
boşanmış, boşanmışlığın kederiyle de MSN'de tanıştığı ve Ankara'da yaşayan, sözde
efendi - akıllı - dürüst - mevki sahibi bir adamın sıcak davranışlarına ve onu daha
yakından tanımak için yaptığı davete balıklama atlayarak o kente gitmiş, sadece bir
kez birlikte olmalarına rağmen de hamile kalmıştı.

Arzu'yu yıkan ise, bebeğinin babası olacak adama durumu anlattığında aldığı;
"- O senin problemin, ben henüz babalığı düşünebilecek durumda değilim, başının
çaresine bak!" cevabı olmuştu.

Sonrası; anne, baba, iki tane abisi ve mahalle eşrafının yanısıra iş arkadaşları ve bu
hayatta kim varsa tanıdığı, hiçbirine içinde bulunduğu durumu anlatamama - güven
duyamama ile başlayıp, aniden çökerek başına; aklına "kendini öldürme" fikirlerini
bile getiren "major depresyon" dönemleri.

Kadın başına kalkıp da kürtaj için masaya yatsa şu koca İstanbul'da, bu işi merdiven
altında yapan insanların eline düştüğünde böbrek - dalak - kornealarını da
almayacaklarını kim garanti edebilirdi ki?
İçinde günbegün canlanma sürecine yaklaşan bir bebek varken sıkışıp kalmıştı koca
dünyaya, ve internet ona o internete boş boş bakıyordu ki, DoH'un "Kork benden!"
mesajı geldi...

Süslü püslü profili ve alengirli nickiyle DoH bazı zamanlar sırf eğlence olsun diye
mesajlar atardı ve Arzu o yanıtı verince, kırk dereden su getirterek de olsa Arzu'nun
ölüm isteğinin altında yatan gerçekleri öğrendiğinde;

önce, Henry A. Murray'ın 1953'te kaleme aldığı "Expilorition de la Personnaite"


kitabındaki, "Psikanalistlerin, ölüm isteği ile anne karnına dönme arzusu arasındaki
münasebetin varoluşuna dair varsayımı" getirdi aklına;

ardından da, bunca güvensiz - kaygılı - korkulu - yalnız bırakılıp aşağılanmış haldeki
Fransızca Öğretmeninin psikolojik durumunun intihara, yani, dünyanın en güvenli
sığınağı olan "anne karnına" dönüşün imkansızlığıyla "ölüp de kurtulmaya çalışmaya"
ne derece uygun olduğunu düşünüp;

"- Araban var mı?" dedi MSN'in öbür ucundaki kadına.

Evet yanıtından sonra da, "- Saat 24'e geliyor. Hemen evden çıkıp saat 01 :00
otobüsüyle oraya geliyorum. Sabah 7 gibi beni Harem otogarından alırsın, gider
sorununu çözeriz" deyip, kestirip atmıştı DoH...

Gerçekten de sabah buluştular ve önce bir dönemin milletvekili de olan Yıldırım


Aktuna'nın sağlık merkezinden kesin tahlil sonuçlarını aldılar. Sonra da
Bahariye'deki bir kadın doğum uzmanıyla anlaşıp, aynı gün operasyon kararı alıp,
hayatının her anında sorun olacak o bebeği aldırdılar.

İşte Arzu, henüz dün akşam saatlerinde ve internette tanıştığı adamın, çoğunluk
yargılarla da "kötü" diye anılan bir hackerın ellerini tutuyordu o muayenehanede
narkoz öncesi.

Kredi kartları - ev ve arabasının anahtarları - nüfus cüzdanı ve bütün kişisel


eşyasının bulunduğu çantasını da ameliyattan sonra görüp göremeyeceğini
bilmiyordu üstelik.

Öyle ya, şu DoH el oğluydu. Alıp gider miydi, evet?..

Kıymeti olan ve kendisine verilenden daha fazlasını bir başkasına verebildiği an,
"gerçekten mutlu" tamlamasını adının önüne koyabileceğini gayet iyi biliyordu DoH
ve kaçıp da yüzüstü bırakmazdı Arzu'yu.

Acı denen duygudan çok daha güçlü olan "aşağılanma" hissinin boğucu denizinde
çırpınan kadın bırakılır mıydı?

Böyle bir hareket, şeytan da olsa lakabının önünde, DevilofHacker'dan beklenir


miydi? Tabii ki hayır!...

Çok sonraları birkaç kez seks yapmayı deneseler de, ne Arzu ne de DoH birbirlerine
partnermişcesine bakamadı. Onların aralarında çok daha sırlı, derinliği olan bir
dostluk vardı…

Enerji dolu bir beden, kılıç keskinliğindeki zihin ataklığıyla çok büyük işler beceren
ve sürekli ilerleyebilen DoH; tecrübe bağlamında alabildiğine zayıf, ve bir o kadar
da geri kalmış - kendini aşamayıp sınırlı potansiyelde takılı kalmış Sıradan
Ölümlü'leri kendi hallerine hiç bırakmadığı - hiçkimsenin birşeylerini çekip almadığı
- onların da kendisine ikram ettiklerini hiçbirşekilde yeterli bulmadığı - DoH'un
verdiklerinin gücünü de layıkiyle algılayamadıkları için onu pek sevmezler, belki de
nefret ederler.

Fakat DoH "birey" olmak adına onlara hiç kalıcı zararlar vermez ve kurbanları da
bunu bişekilde hisseder.

Peki, "- Bunca çabaya ne gerek vardı, neydi seni kurbanlarını tongaya düşürerek de
olsa uyarma yoluna iten? Üstelik iyilik meleği falan da değilsin!" diye sorulsa;

DoH'un yanıtı, "- Yaşam boyu edindiğim tecrübeler bana öğretti ki; birilerine "iyi
bişeyler" yapmak demek, aslında kendine çok daha büyük iyilikler yapmış olmak
demekmiş" olurdu.

Ve DoH yüzlerce SÖ.'yü inanılmaz tuzaklar ve aldatmacalarla oyuna getirip


hackleyerek uyandırmayı seçtiyse, bunu, akıl - tecrübe - sezgi olarak eksik hatta
sıfır noktasında oldukları için yapmadı.

O an elde avuçta hangi kıymet ve melekeleri varsa, onları bari yitirmesinler diye
uğraştı. Üstelik DoH'tan sonra birçoğu değerlerinin üstüne onlarcasını da kattı.

Derseniz ki; "Peki gerçekten de hakeden kurbanlara mı ettin edeceklerini ve onları


içinde bulundukları aymazlıklardan - müşküllerden çekip aldın?".

O da der ki; "Yerkürede karınca büyüklüğünde binlerce hayvan varken, karıncayiyen


isimli hayvan sadece karıncaları bulup onlarla beslenmeyi çok iyi bilir. Yaratılış da
nasip de Tanrı'dan gelir. Yani DoH da sadece hakettiğine inandıklarını, Tanrı'nın da
güdülemesiyle bulur ve yalnızca onlara el verir…

Kısacası; SÖ'lerin herbiri, alınlarının hemen üst kısmında "yarı ateşten imal" bir çift
iblis boynuzuyla ve "Benim için en son ne yapmıştın?" türküsü dolanmış olarak
ağızlarına, sınırsız bencillikleriyle gezinirlerken dünya üzerinde;

DoH da cirit atar aralarında ve hakettiğine inandıklarının ellerinden, yine kendine


has tarzıyla tutarak dolaşır.

Adı Devil ile başlasa da, kafasının üzerinde melek haresi varmış, ve diline de "Nasıl
yardımcı olabilirim?" havasında bir ezgi takılmış şekilde kurbanlarına ulaşır…

***
{23}

DOKTOR

DERİN, ÖZELLİKLİ VE ANLAYABİLENE


ÇOKÇA KONUŞAN ACILARI VARDI O'NUN.

AKIL İNCEYSE BİRİNDE,


TUTAR O ACILARI KENDİNE
ÖĞRETMEN SAHİBİNİ DE DOST EDER.

DOSTLARINDAN OLUŞAN
"KOZMİK AİLE" KURMA SEVDALISI BİR ADAM OLARAK
SESLENDİM O'NA;
"- HEY, BAŞKALARI GİBİ GÜRÜLTÜYLE SEVMEM BEN, USULCA SOKUL KALBİME!".
SEVGİYE EN ÇOK LAYIK OLAN ŞU
"ÇOCUĞU UĞRUNDA KENDİNİ HARCAMAYA HAZIR ANNE"
DİNLEDİ BENİ
VE YÜREĞİMİN FERAH BİR KÖŞESİNE KURULDU,
KADİM DOST OLDU...

***

Yirminci yüzyılın en önemli buluşu olan, ve elektroniğin candamarı sayılan


Germenyum transistörler, o güne dek kullanılan lambaların tahtını yerlebir edince,
ve "asır dönse artık hep bunlar kullanılır" diye düşünülürken herkesce,

büyük ısı şiddetlerine daha dayanıklı olan saf silikon kristalince (Silisyum) hiç
umulmayan birşekilde yenilgiye uğratılıvermişti…

İşte ICQ'nun da krallığının, birkaç smiley ve webcamerası desteği sayesinde MSN'ce


sallandığı yıllarda, yani birçok kullanıcının artık "webcam" denen aygıta daha kolay
ulaşabildiği yılların başında, ICQ'nun da kan kaybetmeye başladığı ve
DevilofHacker'in da bırakma kararı aldığı günlerde tanıştı Intern Doktor Arzu ile.
(Hastane içi Dr. sayılan son sınıf öğrencisi)

Kullanıcı infoları arasında öylesine gezinirken, "About - Hakkında" kısmına,


"Aptalsan beni yorma" tarzından birşeyler yazmış oluşu ilgisini çekmişti, ve
müstakbel doktor olduğu falan da yazmıyordu infosunda…

"- Ne yani, insanlara - Aspirin iç geçer diyebildiğin için mi çok akıllı olduğunu
düşünüyorsun sayın Dr. Arzu? Yapı Kredi Bankası gibi güçlü bir bankadan almış
olduğun xxxx no'lu kredi kartı mı - annenle babanın öğretmen oluşu mu - kız
kardeşinin de Dr.'luk yapışı mı - erkek kardeşinin ise elektronik mühendisliğinin ses
getirir bir noktasında görevli oluşu mu seni bu derece akıllı yapan? Yoksa cicirik
bicirik kızın mı şu havalı halinin sebebi? Hı, hangisi?" şeklindeki mesajını görünce
DoH'un, emin olun akıllı olmaktan vazgeçmişti Arzu.

O cümleyi profiline yazdığına binbir kere pişman olarak hem de :). Hacklenmişti
:D…

İlk kez kazandığında tıp fakültesini, gencecik bir kızdı ve liseden yeni mezun
olmuştu. Fakat okulda sağ - sol kapışmalarının birinden sonra, tutuklanacaklarını
sanarak Bursa'ya kaçmışlardı sonraları evlendikleri sevgilisiyle. Zaman içinde bir
bebeklerinin oluşu da boşanmalarına mani olamamıştı. Küçük kızını da kaptığı gibi,
her ikisi de emekli öğretmen olan anne - babasının evine döndüğündeyse ne
yapacağını şaşırmış haldeydi.

Ya bulduğu küçük muhasebe ofisinde evraklarla güreşecekti yıllar yılı, ya da,


seneler sonra da olsa hakkında bir arama - yakalama kararı olmadığını ve zor da
olsa birkaç yaptırımı yerine getirdiğinde, kaldığı yerden devam edebileceğini
öğrendiği tıp fakültesine devam ederek, hem çevresine hem de küçük kızı Deniz'e
kocaman bir başarı öyküsü hediye edecekti.

İkincisini seçti.

Evliliğinde yaşadığı zorlukları ve evinde kaldığı ailesinin bütün emirvari tutumlarını


absorbe etmeye çalışarak - eskiye dönük anılarının tamamını görmezden gelerek,
dördüncü sınıftan başladığı ağır derslerin içine atıverdi kendini.

Öyle ki, bazen, üstlendiği bu zor işlerin yapılabilmesi için gerekli olan zamanın
yetersizliğinden yakınarak da olsa, mükemmelliyetçiliğinden asla taviz vermeyip bir
yandan derslerini yapıyor, bir yandan kızını yetiştiriyor, bir yandan da özel yaşamını
düzene sokmaya çalışıyordu, ve bütün bunlar da strese saplanıp kalmasıyla
sonuçlanıyordu.

Fakat o direndi, ve güçlü olmak - yaşamına istediği gibi yön verebilmek için,
yazgısını kendi ellerinde tutarak, çok sevdiği doktorluk mesleğini icra ederken
biryandan, öte yandan da biriciği kızına en güzel yaşamsal artıları sunmak için
çabalayıp durdu.

İşte böyle bir haldeyken çıktı DoH karşısına.


O da boşanmıştı ve Deniz'den birkaç yaş küçük Mehmet'i vardı. Sohbet ederlerken
çok keyif alır, hayatın "herşeyine" ait ne varsa günler - geceler boyu masaya yatırır,
detaylandırır ve münazara ederlerdi.

Kankası Bekirle İzmir'e gelen DoH ile yüzyüze görüşme ve biralama fırsatını da
yakalamıştı Dr. Arzu, ve iade-i ziyaret için de Deniz'i alıp, birkaç günlüğüne DoH'un
evine gitmişti.

DoH pek sorun etmese de, Doktor'un aklı fikri her an kızındaydı.

Bu yüzden de, çocukların, bir yetişkinin ölüm kaygılarını azaltmasına, fakat, günlük
yaşam içindeki tasalanmaları arttırarak, kişiyi ölüme, "törpüleme" vasıtasıyla daha
çabuk götüreceğini göremiyor, DoH'un vurdumduymazmışcasına tavırlarını da çokça
eleştiriyordu.

Oysa DoH haklıydı.

Üremek ve soyumuzu sürdürmek, evrendeki diğer canlılarla eşdeğerde tutarken


bizleri; mesela bir Doktor olarak ünlenmek ve büyük başarılara imza atmak ancak
"tek başınaların" layıkıyle becerebileceği şeylerdendi. Bu yüzden de Doktor Arzu
daha bir çırpınır, daha bir törpülenir hallerdeydi.

Çünki çocuğu olan bir insan, hele de yalnız başınaysa; büyük işler başarmayı -
topluma değerli hizmetler sunmayı - sevgi ve varlıklarını kamuya harcamayı
hiçbirşekilde "evlenmemiş ya da çocuğu olmayanlar" kadar elde edemeyecektir, ve
bu tespit her zaman diliminde - her toplumca iyi tecrübelenen bir gerçektir…

Zor da olsa, Deniz'le daha zorlansa da, MSN'de sürekli iletişim halinde olduğu kadim
dostu DevilofHacker'ın (günbegün şahit olduğu) takdirini aldığı şeyi yapıp, önce tıp
fakültesini sonra da Uzmanlık yıllarını atlatarak Anestezi'yi bitirdi Dr. Arzu.

Onu hiç kıskanmadı ama, DoH'un da Sıradan Ölümlü'ler misali bazı büyük hayalleri
vardı ve bunların tahsil ayağındaysa yarım kalan yüksekokulunu bitirmek vardı,
birtürlü olmadı…

Yıllar süren dostlukları boyunca, zaman zaman boşluğa düşen Arzu, ateşle barut
olayını doğrularcasına DoH'a ara ara meyletse ve hatta "- İkinci bir çocuk
yapacaksam senden olmalı" dese, ve bunu teklif bile etse de, "dünya üzerinde
birileri için önem taşımanın ağırlığına yenik düştüğünü" ve bu yıkıcı duyguyla
hareket ettiğini bildiği bu sevgili insana hep, "canım arkadaşım" düzeyinde
yaklaşmayı ve bu saltolarını savuşturmayı hep bildi DoH.

Üstelik bazen aylarca onların evinde bile kalırdı, ama, Arzu can arkadaşı, Deniz ise
canı kızıydı. Onları bu derece yakın edense, taşıdıkları ortak değerler ve onlara
duydukları saygıydı.

Mesela, Dr. Arzu da "sınıf farklarına" karşıydı.


Mesela, Dr. Arzu da "merhamet ve menfaat" hislerine hiç prim vermezdi DoH gibi.
Sonuçta, merhametten maraz doğar, menfaat ise "onur ve şerefi" hiçe sayar.

Gerçekçi bir kadındı ve DoH için de bu yeterliydi…

Bu bölümde, DoH cezaevine düştükten sonra Dr. Arzu'nun kaleme aldığı ve karşılığı
ancak 1 yıl sonra verildiğinden, Arzu'nun o adresine ulaşmayan ve cezaevine geri
iade edilen mektuplarına noktasına virgülüne dokunmadan bir göz atalım her
ikisinin de kalplerindekileri anlayabilmek için.

Çünki, evet, Dr. Arzu gibi, durumların vehametini anladıklarında çok ama çok
korktular DoH'un kurbanları, ama, "neden ve niçinleri" onlara büyük bir ustalıkla
anlatıp, DoH'un kurbanı olmalarının ne o an ne de daha sonraki iletişimlerinde
onları zorda - darda bırakmayacağını açıkladığında, korkuları saygı ve minnete
dönüştü, rahatladılar.

Bir insanı "saygı duymaya" razı etmek dünyadaki en zor işlerden biridir. Asıl başarı
da, normalde katıksız bir "Hayır!" olacak cevapları, gönülden bir "Hay Hay DoH" a
çevirebilmekteki incelikte yatar ki;

bütün kurbanları DoH'a ilk anda sertlenmiş olsalar da, hem yürek hem de akılla
örerken, sonsuz bir "hoşgörü ve kabulleniş" de sergilerler…

Dr. Arzu'nun Mektubu :

Ah Hasan Ah! 3 gün oldu haberin geleli ve ben şaşırayım mı, sana kızayım mı, sitem
mi edeyim, küfür mü, yoksa oturup ağlayayım mı; ne yapacağımı, ne yazacağımı
bilemez bir halde bekliyorum.

Neyi bekliyorum onu da bilmiyorum. Aylardır seni arıyorum...

Cep telefonundan, Memo'nun telefonundan, ev telefonundan, internetten...

Mesaj atıyorum, not bırakıyorum, nerdesin Hasan diye...

Aklıma öldüğün bile geldi de, bu gelmemişti. İlk şoku atlattıktan sonra oturdum
düşündüm, kıvrandım. Ne yapabilirim diye ona buna sordum ve elimden gelen, en
azından şimdilik, oturup bunu yazmaktı.

"Bir cinayet işledim"...

Bu yalın, anlaşılır, aynı zamanda da akla hayale sığmaz basit cümle nasıl gerçek
olabilir?

"Benim altın kalpli, yufka yürekli, duyarlı dostum, sevdiğim, nasıl olur da bir insanın
canına kıyabilir?", diye düşündüm durdum. Sonra aslında bir cinayet işleyen
insanların duyarsız, yüreksiz, katılaşmış olmayabileceklerini, tam aksine belki de,
buna daha yatkın olabileceklerini düşündüm.
"Eminim pisliğin tekidir karşısındaki" dedim kendi kendime, ya da "o öfkeli, fevri
anlarından biridir" "cinnet anıdır" "içkilidir" "biri çok tahrik etmiştir" "kazayla
olmuştur" gibi bir sürü düşünce geçti aklımdan, içinden çıkamadım ve sana sormaya
karar verdim...

Ne yaptın Hasan?
Nasıl yaptın?
Kim?
Neden?
Neler oldu?
Anlat bana, beni kafamdaki tilkilerden kurtar...

Memo'yu çok merak ediyorum.


Ona ulaşamıyorum.
O nasıl?
Ona nasıl ulaşabilirim, ne yapabilirim onunla ilgili söyle bana, ilk fırsatta Balıkesir'e
gitmeyi umuyorum. Yapabilirsem belki mektubundan önce ben kendim gelmek
istiyorum yanına...

Yapabilirsem, sen yol gösterirsen Memed'e ulaşmak istiyorum.


Bir avukatın var mı?
Benim yapabileceğim ne var?
Dava ne zaman, nerde?
Gelebilir miyim?
Hepsinin cevabını senden mektup gelmeden ben kendim araştırmaya çalışacağım
ama sen de yardım et bana...

Deniz'i sormuşsun, o iyi. Mektubunu o da okudu, yüzündeki şaşkın ve hüzünlü


ifadeyi görebilseydin, onun seni ne çok sevdiğinden birkez daha emin olurdun. Sana
mektubumu gönderdiğim gün 250 TL de para göndereceğim, umarım ulaşır eline.

Ah Hasan!

Sana 130 km. mesafedeyim.


Yanına gelecektim, yakınındaydım.
Sen gelecektin evde yerin bile hazırlanmıştı.
Direndin, gelmedin, çok denedim, ittirdin beni...

Keşkeler için çok geç...

Ama keşke burada olsaydın...

Ağdalı bir mektup yazmak istemezdim sana ama gene de salya sümük oldu biraz
galiba.

Ağlamadım hayır, ama yüreğim darmadağın be Hasan!


Öyle özledim ki seni!
Yazacağım, yine yazacağım...
Sevgilerimle -15.04.2011

DevilofHacker'in Dr. Arzu'ya Mektubu :

Yazmadın!

Bırak ansızın beni yatağımdan fırlatacak gardiyanın sesi ve elindeki mektubu, sana
gönderdiğim fotoğraftan sonra bile yazmadın.

Bekledim, gene yazmadın.

İlkönceleri bu yazmayışlarını "başka dişi" olayıdır, birşeyler sezmiştir - duymuştur da


ondandır diye yorumluyor ve kendi üzerime alıyordum gerekçeleri; ama şimdilerde
"başka kişi" varsayımı beliriyor kafamda ve hemen ekliyorum :

"- Yahu biz dişiler ve kişiler üstü bir frekanstayken onunla, en azından sen öyle
hissediyorken, niye saçma saçma düşünüyorsun? Vardır bir sebebi, daha makul bir
sebebi" deyip, geçiştiriyorum.

Zaten bu mektubu da sana değil kızıma yazıyorum, ama, sen de gözucuyla bakarsın
zaten, biliyorum. :) Kızıma.

Evet.
Cep telefonumda kayıtlı olduğu şekliyle "Güzel Kızım Deniz"e.

Ne sihirli, ne ışıltılı, ne goncafem bir tamlama yakalamışım yahu. Sıfat tamlaması


da değil aslında haa, iki yaşamın bağının ifadesi bu gerçekte. Çok haşır neşir
olunmasa da günlük hayatın içindeyken, iki yaşamın en güçlü bağının ifadesi.

İşin ilginci ne biliyor musun?


Gerçek bu, gerçek sevgi...

Mesela dört böbreği var benim kızımın. Ondaki ikisine birşey olursa diye, diğer ikisi
emaneten benim bedenimde duruyor. Ciğerleri ve hatta ikinci kalbi bile geçici
olarak bende. En ufak arızada iade etmek için asıl sahibine.

Ve, olmasın ama, sana birşey olursa, sanki doğduğu andan itibaren her anı birlikte
geçirmişiz gibi, onun yanıbaşında bitivereceğimden, ne dayısı - ne teyzesi - ne de
başka birine meydan vermeyeceğimden de eminim.

Ancak şu an, onun için kurgulanmış hayatı "sen ve kendisiyle" yaşamalı, tırmanmalı.
Kaldı ki, bilinenin aksine, inişler zordur doktorcuğum, inişler. Dağcılar böbürlene
böbürlene tırmanırlar da, iş aşağıya inmeye gelince, ya helikopterle ya da
tırmanıştan daha zorlu keçiyollarından inerler. Bırak tırmansın benim kızım da.
Elimi uzatıvereceğim ve birlikte iniş yapacağımız zamanlara dek tırmansın. Onun
hayat kurgusu nasılsa, onu yaşasın.
Beni bilirsin doktorcuğum. İnsansı materyaller oldum olası ilgimi çekmedi. Sadece
elzem olanlar, evet, hayatta kalabilmek için elzem olan ihtiyaçlara çevirdim bir
yaştan sonra rotamı ve öyle yaşadım.

Biryerden biryere gidilecekse ulaşım için gereken para - yemek yenilecekse mama
parası - kıçım üşürse don - sırtım üşürse hırka parası ve bir de bira için lazım olan
para vardı ki; o da; sürekli ve çok yoğun şekilde - her konuda - olur olmaz biçimdeki
düşünce bolluklarında bedenimi dahi bitap düşen beynime "fren parası".
Azıcık mola versin diye, delirmeyeyim diye.

Gerisi mi?

Gerisi hayat işte doktorcum, gerisi hayat işte. Bir ucu doğum, diğer ucu kabirde.

Hayatıma çok insan girdi doktorcum. Mesleğin icabı da olsa, senin bile bir ömürde
karşılaşabileceğin insan sayısı benimkilerle kıyaslanamayacak kadar az olacaktır,
emin ol.

Çünki ben heryerdeydim ve her kesimden insanla gün geçirebilecek bilgi - görgü -
güç vs. ne olursa sahiptim. Bir kesim beni diğerleriyle gördüğü an, onlardan sandı
hemen. Sonra bu iki grup biraraya gelip de beni karşıdan gördüklerinde ortak bir ad
koyamadı. Farklıydım her iki taraftan da çünki. Onlar da en kısa yolu seçip
adlandırdılar : DeLi :))

Onca insan görmüş tanımışken sadece sana gerçek bir yakıştırma yaptım ben : "O
beni anlıyor." Ve bunda da yanılmadım. Çünki ben yanılmam :)), önceleri
kibirliydim belki ama, artık kusursuzum. :) hehehe.

Şaka biryana, seni öyle bir yoldaş - sırdaş olarak görüyorum ki aynı yüzyılı
beraberce yaşayarak geçireceğimiz diğer insaoğullarının yanında; benim için "ne
olmasını istiyorsam olabilecek" tek kişisin.

Bu bağlamda; her koşulda ve olayda seninle ben, koşullar ve olaylar üstü kalabilir,
bunu da mevcut öğretilerin ışığında değil, içten gelenler - özyapımız kaynaklı
melekeler sayesinde gerçekleştiririz. Yani, ben öyle görüyorum.

Şimdi; mektup yazsan da yazmasan da ordasın biliyorum. Kötü birşey olsa


duyardım, belki de hissederdim. Ama az kaldı doktorcum, zırt pırt yeni yasalar
çıkıyor. Çıkmasa da 1 yıl sonra Çanakkale Açık Cezaevinde, yani Çan'a, yani sizlere
çok yakın olacağım. Sanırım tam o sıralarda senin mecburi hizmetin bitiyor dimi, ya
nasip...

Biliyor musun doktorcum; aşılacak birsürü zorluğun - üstesinden gelinmesi gereken


ve hiç de tatmin etmeyen koşulların olduğu yerde "Erdem" gelişir ve çok da
görkemlidir.

Hem kendin hem de Deniz için, içinde bulunduğunuz zor şartları böyle belle ve
ikinizi de kasma. Bilirim paniksin, az relaks. :)

Deniz'i benim için kocaman öp ve ne söylemek istiyorsan onu söyle...

Hem kadınlar hem erkekler, kör mutluluklar arayışlarıyla oraya buraya


koşuştururlar, ama bulamazlar. Oysa mutluluk tüm evreni doldurmuş, kalplerine de
dolmuştur. Fakat bencilce arayışları mutlulukla aralarına set çeker ve ulaşamazlar.

Doymak nedir bilmeyen fakir, elindekiyle yetinmesini bilen zengindir.


İkiniz mutlu olun e mi?

Bir konu daha var. Yazdığın ilk ve tek mektupta, onu gönderdiğin gün, miktarını da
belirterek :))), bir miktar para göndereceğini yazmışsın. Bana hiç ulaşmadı. Cezaevi
ismini yanlış yazmış olabilirsin. Kimliğinle herhangibir PTT.'ye gidersen, sanıyorum
ki geri alabilirsin. Yazık olmasın, geri çek ve Deniz'e birşeyler al. PTT'den zengin
misin? :))

Yavaş yavaş sona geliyoruz doktorcum. Mektubun sonuna.

Diyeceğim o ki; ikinizin yeri bu adamın kalbinde bambaşka. Bunu hiç unutmayın.

Şah Cihan ve Karısı Banu Begüm'ün en büyük hatası, aşkı ölümsüzleştirebileceklerini


sanarak anıtlaştırmaları ve Tac-Mahal'i yaptırmaları. Ahmaklar! Aşk bulunan birşey
değildir ki, aranılan birşeydir. Bilseler yapmazlardı.

Ben ikinizi de bir ömür boyu arayacak kadar kıymetli sayıyor, kocaman kocaman
öpüyorum...

Unutmadan; diğerinin eşi olan bu mektup, öbürünün ev adresinize ulaşmama


ihtimaline karşı, işyerine gönderilmek üzerine yazıldı. 14/08/2012***

Bu ikinci mektubun da ulaşmadığından emindi DevilofHacker.

Çünki 7 ay boyunca postanelerde süründükten sonra, Kepsut Cezaevindeyken


göndermiş olmasına rağmen, Çanakkale Cezaevine nakil gittikten sonra kendisine
iade edildi.

Yazacağı ve yayımlatacağı kitapta okuyacakları ümidiyle, fazla sorun etmedi.

Ne (varsa) vefasızlıklarını, ne de iletişimsizliği...

***
{24}

SAMİ DÜNDAR - ///


(MICROSOFT % SUPERONLINE HACK)

BENİM İÇ GÖRÜNÜŞÜM
MEDYATİK - SOSYETİK - KALBURÜSTÜ DENİLENLERİN
IŞILTILI DIŞ GÖRÜNÜŞLERİNİN
YARATILDIĞI YERDEN YARATILMIŞTIR,
VE
"GİZLİ SUSUZLUKLARIYLA HİLE KAZANINI ANDIRAN"
O DÜNYADA,
ASLINDA AŞAĞIDA KALIVERİNCE KARŞIMDA
"ÜSTÜN SANIRKEN KENDİNİ"
MEDYANIN O ŞAAŞALI KİŞİSİ;

İÇİMİ DÖKÜVERİNCE ORTALIK YERE,


"ONA TANIDIK GELİŞİMLE"
TAMAMEN KENDİNİ GÖRÜR,
AMA,
BİR YANDAN DA İÇİMDEKİLERDE YOK OLUR!

KAPILAR MI?

KALMAZ KAPALI KAPI FALAN,


HEPSİ KARŞIMDA EL PENÇE DİVAN DURUR...

***
2003'ün bitmek üzere olduğu, 2004'ün insanoğluna merhaba mesajları gönderip
durduğu dönemlerde ayrıldı Balyem'den DevilofHacker, ve günlerinin mahalle
kahvesinde sabahları dahil olduğu tavla - pişti partileri dışındaki her anını içerek -
internette sörfleyerek geçirmeye başladı…

"Türkiye'li Noel Baba" manşetini atmıştı Ulusal gazetelerden birisi ve ilgisini çekti bu
sıradışı adam.

Çünki gazetenin haberine göre, Wall Street Journal'e bile kapak olmuştu
zamanında.

Ünlü ve eski bir organizatör olduğunu - 1999 depreminde Gölcük donanma


Komutanlığı'ndaki şölenleri yaptıktan hemen sonra yedi kat yerin altında kaldığını -
öldü sanılarak bir ceset torbasına yerleştirildiğindeyse, Erol isimli dikkatli biri
sayesinde "gözünün seyirdiğinin" farkedilmesiyle çok uzun bir operasyon -
rehabilitasyon aşamasını da inatçı kişiliğiyle "ölür - ayağa kalkamaz" lakırdılarına
rağmen atlatıp, hayata dörtten fazla elle saralandığını da yazıyordu haberde.

Gazeteyi bitirmeden kahveden çıktı,


eve gitti,
adamın email adresini
ve başkaca neyi varsa hepsini hackledi…
12.12.2005 23:22:58 HACK'LENDİM...

Kısa bir süre önce "devilofhacker" kod adlı bir Türk hacker tarafından tüm sitelerim
ve MSN dahil tüm maillerim hack'lendi...

Önce çok sinirlenmiş olmama rağmen kısa bir süre sonra benimle temasa geçen
devilofhacker, sanal ortamın güvensizliğini bana detaylarıyla anlattı.

Kitabımı okuduğunu ve bana asla hiç bir zarar vermeyeceğini ifade etti fakat
önceleri pek inanmak istemedim. Oysa anladım ki aslında benim hayatımdaki tüm
şifrelere sahipti ve gerçekten de yasa dışı hiç bir şey yapmıyordu.

Üstelik istediği her sanal ortama kolaylıkla girebildiğini de ispatladı. Onun


ulaşabildiği yerler gerçek niyeti kötü olan bir internet korsanın eline geçse belki de
dünyayı yerinden oynatacak eylemler olabilirdi.

"Niçin" dedim, "niçin yasadışı bir şey yapmıyorsun?"


"Abi" dedi, "ben adam gibi adamım, herhangi bir banka veya güvenliğe ihtiyaç duyan
bir şirket beni işe alsa dünyadaki hiç bir hacker bu firmaya zarar veremez.
Defalarca iş başvurusunda bulunmama rağmen kimse beni ciddiye almadı."

"Peki" dedim "ben senin için ne yapabilirim?"


"Hiç bir şey" dedi, gururundan taviz vermeyerek.
"Sen merak etme abim" dedi, "bundan sonra güvenliğin benden sorulur..."

Çok duygulandım aslında ama belli etmemeye çalıştım.


İki nedenle duygulanmıştım;
1. Türk gencinin dünya çapında bir hacker olması
2. Tam bir Türk gibi mert bir adam olması.

Şimdi sizlere bu yürekli ve dahi adamın bana düştüğü notu aynen yayınlıyorum.

DoH'un da "aman vermez ve takip edilemez" bir hacker olduğunu tüm ekip olarak
günlerdir peşine düşmemize rağmen IP adresi üzerinden, zerre iz bulamayışımızdan
sonra kabullenip, bu mesajı websiteme koydum. Eminim ki kısa süre sonra da O,
bana ait olan herşeyi geri vererek sözünde duracaktır."
hæCq is My Life Style !
Mesaj yazmadan önce 2 kere DÜŞÜN !!!!
"AkıLLı" bir KADIN isen, (Henüz Rastlamadım !) Sorun YOk...-----------------------------
-------
UmuTLaRIM VarDI BeNiM De!
Son TreNe BiNiP GiTTiLeR, AcIMaDaN!--------------------------------------------------------
------
Turks are The BEST !
Best of Fucker !
DeViL oF hæCqé®
icq : 119941
MSN : devilofhacker@hotmail.com
¯²ºº5¤efsane¤²ºº5¯ _(¯`._ hæCqé® _.´¯)_

***

DoH'a düşman olarak, işi ondan öğrenmeye kadar getirenlere baktığımızda, hepsinin
ortak özelliğinin, DoH'la aralarındaki erdem - bilgelik - işbilirlik alanlarındaki farkın,
hiçbir zaman ve koşulda, en azından paralel konuma bile gelemeyeceğini
hissetmeleriyle, "çaresizliklerine haykırış" olduğunu görürüz.

O ya da bu konumda, öyle ya da böyle, kündeye getirip de yenilgiye uğrattığı


Sıradan Ölümlü'lerin kendisine diş bilemelerine kıçıyla gülerdi DoH, Ve, "- Azıcık akıl
olsa beyninizin kıvrımlarında, ve öngörüleriniz de yeterince sağlıklı olsa, o
aşamadan sonra beni kazanmaya ve dost edinmeye uğraşırsınız.

Haa, sorsan ki yaşadığımız atışmalardan önce size; zeki - becerikli - kılıcı da tartısı
da keskin ve adil olan bir adamın canciğer arkadaşı - abisi - kardeşi olabilmek için,
sözümona nelerinizi feda etmezsiniz.

Gerçekten akıllı olsanız, bunu, sizi tuş eden kişi için de istersiniz!" derdi.

O gün bu söylemlerine "Sami Dündar gibi" yi de ekledi.

Çünki O bunu becermişti…

28 Ocak 1978'de, Conneticut'ta, New Haven'de hizmete giren ilk telefon santralinde
operatörlük yapan George Willard,

aboneleri birbirine bağlarken, telefon ilk açıldığında "Ahoy-Ahoy" diye


sesleniyorken, daha sonraları bu kelimenin "Alo" ya dönüşerek bütün dünyaya
yayılacağını kesin bilmiyordu;

ama;

Sami Dündar'ın, geçmişte cezaevinde yatmışlığının kattığı bir etkiyle "derinleşip


derinleşmediğine karar verilemeyecek" bir akılla, mesela, Türkiye'ye ilk havai fişeği
getirecek, mesela çocuklar için ulusal bir kulübe dönüşen etkinliğe ilk adımı
atabilecek, sosyallik konusunda geride bıraktığı yıllar yüzünü günbegün
soldururken, derinliğiyle sürekli övündüğü gözlerine "ilklerin zeki adamı" manasıyla
birlikte iş hayatındaki başarıları da eklenince; ruhunda kıpraşıp duran hazinenin
kişiliğine kazandırdığı güzelliği sezmemek için aptal olmak gerekirdi.

Hele de 17 Ağustos sonrasında "ölüm" 'e okkalı bir tekme atarak "kendisiyle boy
ölçmeye kalkışına bin pişman edişi" şapka çıkarmaya aslında yeterdi.

SD'nin ölüme attığı öyle bir tekmeydi ki; insanları su - yemek - uzuvlarının sıhhati -
aldığı oksijen - ruh vs.'nin ayakta tutup da yaşattığını sananlar da bu tekmeden
nasiplerini alıyorlar.

Çünki, günde iki kez doğru vakti gösterebilen durmuş bir saatin diğer zamanlardaki
yanlışlığından daha fazla yanılıyorlar. Gerçek olan; ne ve neye göre olursa olsun,
insanı, "inançlarının" yaşattığıdır.

Ve, çekip gitmek - yok olmak isteyen insanı da, en iyi, kendisinin kandırabileceği,
ve bu dünyadan koparabileceğidir. İşte bu tip erdemleri barındıran bir olgunluktaki
SD Sıradan Ölümlü'lerden kesinlikle farklıydı ve hacklendiğinde bu farklılığı ile
hareket etti. Belki de yine bir ilki yaptı…

DoH'la Hasan'ın kaynaştığı ilk dönemlerde, ondan çok daha ileride olan bilgeliklerle,
bazı konularda onu rahatça tuş edebilecek durumda olan SÖ'ler vardı. Sırf
yenilmemek için de DoH, bir plan yapmaz, harekete geçmezdi. Fakat onları da
elbette "imrenilip, geçilmesi gereken rakipler" hanesine yazardı.

Tamam, haklı ve hatta haksız bile olsalar, inançlı - bilinçli - artniyetle açıktan açığa
veya sinsi hesaplarla da olsa, bu rakiplerin neden DoH tarafında olmadıklarını da
zamanla en iyi şekilde öğrenmişti, ama, en büyük dersi ona Sami Dündar (SD)
vermişti.

O gün DoH ondan çok büyük bişey öğrendi : SD yenilmişti - çaresizdi - şaşkındı fakat
ne yapıp ne edip DoH'un başarısını önce kabul sonra da alenen takdir ederek,
"DoH'un abisi" sıfatını alana, ve DoH onun yanında yeralana kadar didindi.

SD'nin ömürlük çıkar ve kazanımları da böylelikle gelmişti.

Çünki, hızla ilerleyen dostlukları boyunca,


MSN'de yaptıkları sohbetlerde birçok kez,

"- Beni, senin yazdığın ve maceralarının içinde benim de olduğum kitap kurtaracak
DoH" şeklinde dile getirmişti…
Okan Bayülgen başta olmak üzere birçok sanatçıyla kanka olmasına,

Ezel Akay gibi uluslar arası bir yönetmenle ortak şirket yönetmelerine,

tiyatrocu Volkan Severcan gibi bir ustanın en yakın arkadaşı olmasına rağmen,

depremden sonra hep ters giden işlerinden ve ekonomik olarak belini hiç
doğrultamamasından dolayı söylerdi böyle.

DoH da abisine hep, "- Tamamdır, günü-vakti gelsin de" derdi.

Çünki DoH'un kitap yazmasına, yani 40'lı yaşlarına daha çok vardı, ama, bu arada
dostluklarını da sanaldan çıkarıp gerçek yaşama taşıyabilirlerdi.

Pılısını pırtısını toplayan DoH, SD'nin henüz açtığı ve sadece internette yayın yapan
"Haberposta" gazetesine katkıda bulunmaya, yine SD'nin olan "Fikir Klübü" isimli
şirketine çalışmaya gitti…

Becerilerine sanalda birebir şahit olduğu, ama, yanındayken de görmek istediği


DoH'un; spiritüel görüşe göre "tekrar ete girmek - tekrar bedenlemek - tekrar
doğmak" manasına gelen reenkarnasyonu, aynı bedenine geri dönmeyi başararak
yaşayan ve bunu da "Herşeyin Bittiği Yerden" isimli kitabında detaylarıyla anlatan
Sami Dündar;
Fikir Kulübü'ndeki bütün bilgisayarlara yapılan her işin - basılan her tuşun -
yazışmaların tamamının kendi mail adresine her saatbaşı düzenli olarak geldiğini
gördüğünde;

bazı çalışanlarının başka çalışanlara kendi hakkında yazdığı hakaret içerikli


cümlelere de rastlamasına rağmen, DoH'a teşekkür etmişti.

Çünki DoH'un yazılımı, bilgisayarı çok çok iyi bilen mühendislerce dedect edilmesine
rağmen ele geçmiyor, Windows başta olmak üzere bilinen bütün güvenlik
programlarını atlatabiliyordu…

O günlerde SD çok popülerdi çünki kitabı yeni yayımlanmıştı.

SD'nin ilginç anılarını okuyanlar onunla tanışmak için çırpınıyor, o da DoH'u bazı
istemedikleriyle "- Al beni ceset torbasından çıkaran Bandırma'lı Erol'la sohbet et"
deyip sanki Erol'muşcasına onlarla tanıştırıyordu MSN'de.

İşte bu okurlardan biriydi ESSE.

Gençken çok da güzel olan, ülkenin en büyük üniversitelerinden mezun olmuş zeki
bir kadındı. DoH'la yazışmaya başladıklarındaysa oldukça kiloluydu ve DoH, yıllar
sonra Çin'de kendi şirketini bile kuracak olan Esra'nın zekasına hayran olsa da, onun
çok ısrar etmesine ve açıkça istemesine rağmen yatmadı onunla. Canı çekmedi.

Fakat MSN'de laf lafı açıp da lezbiyen bir ilişkisi olduğunu, sevgilisinin de zenci
olduğunu söylediğinde Esse, DoH irkildi.

Zenci bir kadınla sevişmek, yaşamındaki yapılması gerekenlerden biriydi.

Onu da çağırırsa, yatağa üçlü olarak girerlerse sevişebileceklerini söylediğinde DoH,


Esra hemen tamam dedi.

Zaman ve mekanı kararlaştırıp buluştular ama her ne hikmetse, o koca dudaklı -


kara derili zenci hatun, Esra'nın telefonla sürekli aramasına rağmen birtürlü gel-e-
medi Kozyatağı'ndaki eve.

Oyalandığını ve kandırıldığını düşünen DoH, geceyarısını çoktan geçtiğinde saat,


Esra'nın halasına ait evi sarhoş halde ve kendisine engel olmaya çalışan Esse'yi de
hırpalayarak terkettiğinde, hem üzülmüş hem de içerlemişti.

Çiseleyen yağmurda yürürken caddelerde, aklına geldikçe veya gözüne çarptıkça


yuttuğu B-C-D ya da daha fazlasının kompleksinden oluşan vitamin haplarını
düşündü DoH. Bunlar fiziği için gerçekten işe yarıyor, güçsüz yanlarını olması
gerektiği seviyeye çekiyor, onu dirileştiriyordu. Üstelik doz aşımında vücut,
ihtiyaçtan fazlasını dışarı atıyordu.

Sonra ruhu aklına geldi. Acaba onun vitamini neydi?


Buldu :

İnsanı yaşatan ve hayatın içinde tutan ruh'a takviye olarak verildiğinde ne gibi
pozitif etkileri olduğu veya olacağı tam kestirilemese de, doz aşımlarında dışarı asla
atılmayan ve hatta doyum noktası bile olmayan, günün her saatinde çalakaşık ve
habire kullanılabilen, çoğunlukla da kötülerin işine yarayp emeklerine yağ süren
yegane değer, tek ruhsal vitaminin adı "Ümit" idi.

Esse de bir zenci ile birlikte olabileceği ümidini verdiği sarhoş DoH'u aklınca eve
atıp sevişmeyi ummuştu, ama, onu hiç tanımıyordu. DoH o evden apar topar çıktığı
günden önce de "tecrübe ettiği her olayı ve kayda değer yaşanmışlıkları" en ince
ayrıntılarına varana dek belleğinde saklasa da; yine kendisinin söylemiyle
"unutabildiği her kötü anı biraz daha uzun süre canlı tutar insanı" felsefesinin
ışığında;

bu hatıraların boğazına vargüçleriyle saralanmış ve onu boğmaya çalışan birçift


güçlü kola dönüşmemeleri için maksimum çabalar harcar, tölare ederdi.

Şimdi de öyle yaptı ve "bir zenci kadınla" sevişme arzusunu hemen öteledi…

Günlerini Fikir Klübü - HaberPosta - Antikacı İbrahim Civelek'in Kadıköy Moda'daki


evi arasında geçiriyordu DoH.

İbrahim Civelek Sami Dündar'ın ortağı ve arkadaşıydı.

İçki ve sigara düşmanı bir yeşilaycı olmasına rağmen SD'yi kırmamış, DoH'u evine
almıştı.

Üstelik üçü birleşip teknoloji ve bilişim şirketi kuracaklarından,

SD'yle zaten ortak olduklarından,şu yarı sarhoş hacker'a evini açmıştı işte İstiklal
Caddesi Atlas pasajının en popüler Hediyelik Eşya Satıcısı İbrahim Civelek.

DevilofHacker HaberPosta'ya gidip gelirken, SD'nin, birçoğu ünlü ve sosyeteden olan


arkadaşlarıyla da tanışıyordu.

Yine birgün, haber merkezlerinin takip edildiği onlarca 37 ekran TV ve bir o kadar
da PC bulunan salonda otururlarken, Doğan Medya Grubu'nun Bilişim Müdürü - Sami
Dündar ve gazetenin çalışanları da oradayken; konu Hasan'ın engin bilgilerine geldi
dayandı.

SD'nin öve öve bitiremediği Hasan'a, ABD'den yeni transfer edilmiş olan Cool Bilişim
Müdür'ü "- Sıradan User'ları herkes hackliyor. Günümüzde çoluk çocuk bile hackler
oldu birader. Mesele ciddi işlere imza atabilmekte, bu bağlamda ne yapabilirsin?"
dediğinde;

DoH'un "- Microsoft nasıl bir iş, seni tatmin eder mi?" yanıtına bıyık altından gülmüş,
hatta içinden de onu hakir görecek bir kahkaha atmıştı. Atmıştı da, bilmediği -
anlayamadığı - anlayamayacağı şeyler vardı...

Bedeni saran "deri", envai çeşit gaz ve alaşımlarını geçirmez.


Daha ilginci su geçirmez.
Işık - nem - rüzgar - kuraklık veya soğuk da her zaman hücum eder derimize ama, o
bütün inceliğine rağmen, altında barındırdığı "ıslaklık değişimleri" sayesinde
eskimez.

Evet, eskiyip gitmez.

Altında sıvı ve yağ ocakları vardır onu her daim canlı ve dünyanın "negatif etkilerini
savuşturan" bir yapıda tutan. İnsan derisi bedenin iç dünyasını dışarıdan soyutlamak
görevini üstlenmiş ve bunu da layıkıyla yapan bir gardiyan gibidir. Herkesin bildiği
"sinir sistemi" daha habersizken birçok şeyden, deri, bütün dışsal verileri işleyip,
anında, beyin dahil ilgili tüm organlara aktarabiliyor, ve kişinin bu yöndeki sağlıklı
durumlarının tamamı, derisinin hassasiyet ve kalitesine bağlı.

Fakat, deri, sağlık kalitesi ne derece düşük olsa da, bunu büyük ölçüde başarır.
Hüsrana uğradığı tek varlık VİRÜS'tür.

İnsanın; virüsün kötü etkilerine karşı dirençli olması - kuvvetli ve dengeli tutumlar
sergilemesi, nefes sisteminin öncesinde, derisinin becerikli ve sağlam oluşuna
bağlıdır.

Fakat şartlar ne olursa olsun, virüs denen o son derece küçük ve tehlikeli varlıklar
deriden içeri rahatça girerler…

Alınan bütün donanımsal ve yazılımsal önlemlere rağmen DoH'un, güvenlik


duvarlarının tümünü kolayca aşması da derinin virüsler tarafından aşılmasına
benzer.

Gaz - Su değildir ki deri onu engelleyebilsin.

Sızdığı sistemlerin mevcut kan dolaşımını zerre kadar sekteye uğratmadan 3-4 saat
durdurur, ve zaten bu da vücuda zarar vermez.

Sonra da, mesela, böbreği yerinden söker, masanın üzerine 1 saat kadar bırakır,
sonra da onu yerine takar.

Böbrek bedenden ayrılıp da, birsüre, beslenme kaynağı olan kan'dan uzak kalsa da,
herhangibir bozulmaya uğramaz, ve yerine tekrar takıldığında normal çalışmasına
devam eder.

Ancak insan beyni öyle değildir. Beyin, özellikle kanla taşınan oksijene müthiş
ihtiyaç duyar, hassastır. 20 dk.'lık ayrı kalış, onu mutlak surette öldürür.

İşte DoH sistemler arasında cirit atarken, birsüre ayırmak zorunda kalırsa sistemin
beynini ortamdan, değil 20 dk., belki saatlerce sonra bile herşeyi eski haline
getirip, alacağını alıp - yapacağını yapıp gittikten sonra, o "kurban sistem" sekteye
hiç uğramadan işlemeye devam eder. DoH'un kendi bünyesindeki geçici varlığından
da hiç haberi olmamıştır.

İçeriye, insan derisini kolayca aşıveren bir virüs gibi sızmış, bir ordinaryus misali
çalışmalarını yapmış, bir yel esintisi gibi de çekip gitmiştir…

İşte o bilişim müdürümüz, DoH'un 15-20 dk. içerisinde, yukarıda anlattığımız


çabalardan daha az enerji - bilgi tüketimiyle Microsoft'un çok yüksek maaşlar
ödeyerek istihdam ettiği sorumlu bilgisayar ve sistem mühendislerinin gözlerinin
içine baka baka, Web Sunucuları - Etki Alanı Denetliyicisi (Domain Controller)
olarak çalışan dizin hizmetleri sunucuları ve DNS (Domain Name System) ya da
DHCP (Dynamic Host Configuration Protocol) hizmeti suann "altyapı sunucularının"
güvenliğini aşarak;

bunu da;

çok değişik Modi Operandi kullanarak veya verdiği komutlara uyması için daha
önceden boyun büktürülmüş (hacklenmiş) binlerce PC'den, hedef seçtiği Microsoft'a
diğer kişilerin erişiminin engellenmesi yoluyla (DDOS - Distrubuted Denial of
Service) yapabileceğini Haberposta Gazetesinin ofisinde bulunanlar başta olmak
üzere yakın coğrafi bölgelerdeki herkesin "System is a down!" yazısıyla
karşılaşabileceğini hiç ummamış, aklına bile getirmemişti.

Yine oradaki bütün insanların, başta kendisi ve SD olmak üzere, "istese, belki de
tüm www ağını koca bir mezarlığa çevirebilir mi yani şu "gerçekten de bu dünyadan
değilmiş" havasındaki adam?" şeklinde düşünmelerini sağlayabileceğini hesaba hiç
katmamıştı.
Sadece şapka çıkardı.

Gerek duymasa da çoğu zaman, bu tip sidik yarışlarına real dünyada da girerdi DoH
ama üstünde fazla durmazdı…

Yine birgün; DevilofHacker Fikir Kulübü'nün toplantı salonunda demlenirken inceden


inceye, kendi odasında ulusal çapta işler yapan birini ağırlayan SD, "- Seni biriyle
tanıştırmak istiyorum" diyerek adama, DoH'u çağırdı.

Adam bilişimciydi ve SD'den çok paralı bir işin "olur"unu almaya çalışıyor,
firmalarının ne derece güvenli ve güncel oluşunu anlatıyordu.

Sohbetin biryerinde, "- Mesela senin kardeşin Hasan bile, çok süper bir bilgisayarcı
olmasına rağmen, üstüne üstlük serverlerimizin IP'sini bile versem, bizim
sistemlerimize ulaşamaz, zarar veremez" diyerek, DoH'u güldürmüş, ve SD'yi de "bu
adamı küçümseme" edaları ile yüklü bir sidik yarışına sokmuştu.

SD o bilişim firmasının sahibiyle çata çat bir iddialaşmaya girerken, DoH'un sadece
tebessüm ederek susuşunun ardında, geçmişte ve özellikle de öğretmenlik yaptığı
dönemlerde, her kim olursa olsun "doğru yöntemle" eğitildiğinde doğruyu bulup
yanlışı bırakacağına bir zaman için gönülden inandığını, fakat, ahmak insan için
tavsiye - öğüt - kinaye - feyz gibi şeylerin "iyisinin olmayacağını" anladığında,
gereksiz boy ölçüşmelerden kaçmanın en iyi yol olduığunu bilişinin yattığını fark
edemiyordu.

SD'nin misafirle iddialaşmaları, DoH pek ilgi göstermese de, Host Parkındaki bütün
serverların IP'lerini küçük bir kağıda yazıp, kahvesini de içerek ofisi terketmesiyle
son buldu…

İbrahim Civelek - Sami Dündar - DevilofHacker üçlüsü olarak açacakları şirketten;

İstiklal Caddesi Baro(Balo) sokakta ofis ve ev kiralamış olmasına rağmen, Türkiye'nin


iş ve turizm merkezi sayılan Taksim'de ticari anlamda çok büyük işler
yapabilecekken, "yaşam felsefesine ters düşüş" gibi bir nedenin de bulunduğu
bahaneleri öne sürerek; vazgeçip; Balıkesir'e dönmüştü DoH.

Sonuçta, SD ile birşeyleri sanal ortamda 7/24 iletişim halindeyken de halledebilir,


gerçek bir işyerine gerek duymayabilirdi.

SD ile olan birlikteliklerindeki sorunlardan en önemlisi ise;

O'nun, çevresindeki herkese çok büyük sözler verdiğini - hemen her konuda çok
yükseklerden attığını - olur olmaz haksızlıklara gereken öfke ve tutumunu açıkça
gösterdiğini, ama, iş gerekenin yapılmasına dayanınca kılını bile kıpırdatmayışını,
depremden sonraki travmalara bağlayışıdır DoH'un.

Bu yapısıyla zaten uzun vadeli bi iş hayatını paylaşamazlardı.

Çünki SD eylem yeteneğini Gölcük'teki o binaların altında bırakmış,


bu dünyaya ise sadece eski fikir ve alışkanlıkları kalmıştı...

Balıkesir'deki rahat günlerinin birinde, ziyaretine gittiği Bekir'le çay içerlerken onun
ofisinde, telefonu çaldı DoH'un.

Açtı.

"- Numaranı Sami Dündar'dan aldım Allah'ın belası piç! Neden yaptın, neden bütün
serverlarımızı hackledin? Üstelik backup (yedekleme) ünitelerimizi de yerlebir
etmişsin. Kendini bize böyle ispatlamak zorunda mıydın, mahkemede görüşeceğiz
lan seninle, bittin sen!!!" şeklinde yarı ağlar yarı haykırır biçimde beddualar ve
hakaretler savuruyordu telefonun öbür ucundaki adam.

"- Ben yapmadım! Serverlarına ben dokunmadım. Küfür etmeyi kes!" deyip kapadı
telefonu DoH. Ardından SD'yi arayıp olan biteni anlattı ve numaramı ona buna verip
durma abi diye söylendi.

Konuyu merak eden ve konuşmalara kulak misafiri olan Bekir "- N'oluyo?" diye
sorduğunda, yaşananları duyduğunda "- Yapabileceğinden eminim de, sen mi
yaptın?" şeklinde yönelttiği yeni sorusuna da,

"- Sanal ortamda, 'Ulan ne biçim adamsın - ne abuk subuk - ne tutarsız - ne gamsız -
ne acımasız bir mahlukatsın? '- diye soranlara, hiç düşünmeden hemen soru ile yanıt
veririm Bekir abi :

Hani ben DoH'um ya; Tanrı'nın zulmü - cezaları - yıkım ve tarumar edişleri "kimlere
ve nerelere" ulaşmaz söyle? Beni de yuvarlamış yerlere - bulamış çamurlara -
gazaba uğrattıklarının sadece "Ceza" kısmıyım ben, ve suçları beni ırgalamaz!"
diyerek cevap vermiş, mevzu hakkındaysa Evet ya da Hayır dememişti.

Hem SD hem de Bekir, o Süper Host Parkı'nı delip delmediğini hiç bir zaman
öğrenemedi DoH'un…

Herkesle ve herşeyle alay ederdi ama kendisiyle didişmekten aldığı keyfi de


hiçbirşeyden almazdı DoH.

Hatta derdi ki; bana benzeyen birine rastlarsam, anında vururum!

Bacak bacak üstüne atmış, elinde bira, önünde kıymetli laptop'u, yarı sarhoş ve
bulanık bir bakış, alnında bir dahinin derin çizikleri varken "kendi bilgisayarını" bile
hacklemeyi düşünmüştü birkeresinde.

Öyle ya, Microsoft dahil becermişti.

Yaptığı her saldırı mükemmele varan sonuçlarla biterdi. Sanal saldırıları da aşkları
gibi çoşkulu ve özenli olur, mutlaka da amaca uygun son bulurdu.

Düşünce - görüş - öngörüleri herkeslerden farklı, pişmanlık - öfke - nefreti de en


uçlardaydı. Ancak görünüşü, asla, beyin - ruh ikilisinin heybetine uymazdı.

Liseli genç bir voleybolcuya benzerdi.

Kadınların etkilenip kendisiyle ilgilenmeleri de hiç önem arzetmezdi.

Onu yakından tanıyanlar, aşırı küstah ve alabildiğine bencil bulurlardı.

Oysa; insanlara olan güvensizliklerini gizlemek maksadıyla "bilişim sanatındaki


ustalığıyla" övünür görünmesi, aşırı duygu - duyarlılık yüklü oluşuna karşı da kalkan
gibi kullandığı "kırıcı tavırlarıyla" gerçekten de öyle görünürdü…

DoH'un, elini attığı her işten yüzdeyüz başarıyla çıkışının belki de tek açıklaması
vardır; sözkonusu işlerin SÖ'lerce kabul edilmiş ve geçer akçe sayılan "zenginlik - iş
hayatı - sanat" gibi şeyler olmadığını belirterek konuya açıklık getirelim.

Bu bağlamda, Tanrı'nın bütün kutsal kitaplarda bahsettiği gibi bir "Arı"dır DoH.
Nasıl ki; bal denilen sihirli içkinin sahibi, yeryüzündeki çiçeklerin hükümdarıysa ve
onların özlerini insanlara şifa olsun diye "plan ve projeleri" zerre kadar gecikme
yaşamadan, ve gözle yakalanamaz çeviklikteki bir hızla emip - toplayıp, sonra da
midesine kurulu kazanlarda kaynatıp;

yine binbir hesap ürünü olarak tasarlanmış altıgen kaplara kusar, ve bu çalışmaları
da bütün kısacık yaşamı boyunca, denizler ötesi - dereler berisi demeden - şöyle bir
soluklanayım diye bir yaprak altını gölge edinip de uzun uzadayı da dinlenmeden -
sürekli vızıldayıp da hiç mızmızlanmadan yapıyorsa, ve SÖ'lere hem örnek hem de
esaslı bir doktor oluyorsa;

DoH da arının hız - özen - cesaret - becerikliliği oranında, UTP veya Fiberoptik
hatlar üzerinde SÖ'lerin hiçbir zaman erişemeyeceği bir kabiliyetle yol alıp,

birçok password'u birçok yöntemle devirip,

SÖ'lere dersler vererek uyandırıp, onlara "bal'a benzer hayat iksirlerini" empoze
eder…

Kendi kendini bile "kötü" bulan biri olmasının yanısıra;

"DoH gerçekten kötü karakterli yahu!" diyenlere sormak lazım :

Arı'nın bal taşıyan bedeninin en ucunda,


bir tane de can yakan iğnesi yok mu?..
***

{25}

İTALYA'LI

ÇOCUĞA, PSİKOLOJİK DİKKATİN EN YOĞUNU GÖSTERİLMEZ DE


"YASAKLANMIŞ BİLİNMEZLERE SIĞINMAK"
MECBURİYETİNDE BIRAKILIRSA,
YAŞATILAN SUÇLULUK DUYGUSU
ONUN CİNSELLİĞE OLAN İLGİSİNİ ZİRVEYE TAŞIYACAKTIR.

ANCAK, PİK YAPAN "YOĞUN BASKI ALTINDAKİ CİNSELLİK" DE


KENDİNİ KARŞIDAKİNE BİR NESNE GİBİ SUNAR.
BİR OYUNCAK, BİR ŞAPKA GİBİ, YİNE ÇOCUKÇA.

MANEVİ ZORLUK İÇİNDE OLUŞU ANLAŞILMASIN DİYE DE,


VERİLEN CİNSELLİĞİN KARŞILIĞI YİNE MADDİ OLARAK İSTENİR.

PARA - KONTÖR - SİNEMA BİLETİ GİBİ.

TA Kİ BİRGÜN,
DÜŞEN BİR YILDIRIMIN IŞIĞININ
BİR MANZARAYI ANİDEN GÖSTERİVERMESİ GİBİ
ÇOCUK DA UYANIR, HERŞEYİ ÇOK NET GÖRÜR,
AMMA,
YILDIRIM ONUN RUHUNA - BEDENİNE - HERŞEYİNE DÜŞMÜŞ
VE ÇOKTAN YERLE BİR ETMİŞTİR...

***

Kendisini hergün MSN Contact List'lerine ekleyenlere alışkındı DoH.

Bazıları gerçek hacker olup olmadığını ve neler yapabileceğini merak edip, sonra da
cesaretlenip konuşuyorlardı onunla ama, biri vardı ki, hem listesine eklemiş hem de
anında webkamerası açma isteği göndermişti.

Merhaba bile demeden bu işe kalkışması da DevilofHacker'in ilgisini çekmişti tabii…

Burnunun ucunda beliriveren, oldukça bakımlı ve biçimli tırnaklarına vişne renginde


oje sürülmüş çok çok güzel bir çift ayakla, narin mi narin alımlı mı alımlı bir çift kol
ise çok daha dikkat çekiciydi.

Birkaç saniye sonra da kamera, ani bir hareketle, çok ama çok diri biçift memeye -
düzgün bir boyun'a - parlak saçlara geçivermişti.

DoH hayretinin yanına derin beğeniler de ekleyerek, güneşten kızarmış


omuzbaşlarının daha bir seksilik kattığı o ince görünümü seyretmeye koyulmuştu ki,
ekrana düşen;

"- Dahasını, çok daha fazlasını istersen bana kontör almalısın. Hem belki sana
güvenirsem yüzümü bile gösteririm, kimbilir. Var mı paran, kontör alıp şifreyi bana
gönderebilir misin? " yazısını farketti…
Olayı anlaması fazla uzun sürmedi.

Ya bir dolandırıcıydı ve kontör şifresini aldıktan hemen sonra offline olup kayıplara
karışacaktı, ya da gerçekten çırılçıplak show yapacaktı.

"- Tamam. Markete kadar inip istediğin kontörü alabilirim ama bana daha fazlasını
göstereceğini nasıl bileyim? " diyerek biraz zaman kazanmak adına onunla
konuşmaya çalıştı DoH, fakat, kamerayı biranda pastoral güzelliğin doruklarına
ulaşmış olan tüysüz ve alabildiğine sade olduğu kadar latifliği her erkeği soluk
soluğa bırakabilecek derecedeki cinsel organına çeviren kız, "- Ben yalan söylemem.
Kontörü alıp geldiğinde tam 20 dakika sevişiriz webcamde, boşalırsın. Gelince MSN'i
titret." dedikten sonra kamera bağlantısını kapattı.

Çoktan analiz ederek kendi yazılımları sayesinde, tespit edilmiş olan IP adresi ve
dolayısıyla PC'sinin peşine düşmek yerine, markete, kontör kartı almaya koştu DoH.
Değişik bir tecrübe olacaktı ve bunu yaşamalıydı…

İtalya'da yaşıyordu Seçil.

Orada doğmuştu, ailesi gurbetçiydi. Batı kültürünün bütün karmaşık ve absürt


yanlarını emmiş, aklısıra "özgür ve çılgın" bir ergendi. Çünki, tastamına 15
yaşındaydı henüz.

Yani, koza devri denilen ve çocukluğundan taa nine olduğu yıllara varıncaya kadar
neye benzeyip - nasıl bir dişi olacağını hiç belli etmediği, en ifadesiz dönemlerini
yeni geçmişti.

Saçları da büyük ihtimal birkaç yıl öncesinde olduğu gibi örgü yapılarak beline
indirilmemiş, yarısı dağınık halde omuzlarından aşağı dökülüyor, kalanı da başının
tepesine topuz yapılmış halde dalgalanıyordu.

Beli incecikti mesela ve artık "bizler buradayız" diye haykırarak kendini aşmak -
taşkın hale gelmek arzusuyla coşan ve "hala gelişme arzusundaki memelerle yarışan"
kalçaları o ince bele ne çok yakışıyordu…

DoH'a birşekilde güvenen ve yüzünü de uzun uzun gösteren bir "çocuksu bakışlı ama
çekici havasıyla ve yetişkin bedeniyle her yanından dişilik akan" yüzsüz - arsız -
yırtık ve "aslında ne yaptığını tam bilemiyor oluşuyla karışık, vücudu, pişmanlığı da
andıran gizli bi korkuyla garip bir şekilde sürekli ürperen" bir arka mahalle kızıydı
bu.

Üstelik akıllıydı da.

İnsanlardan aldığı kontör şifresini hemen deniyor, yüklenmezse de o kişiyle birdaha


muhattap olmuyordu.

Yüklendiğindeyse kendisini okşamaya başlıyor, karşısındaki adam boşalmadan da


kamerayı kapatmıyordu.
Onun orgazm yaşadığına inanmıyordu DoH, çünki çok genç - çok ergendi ve amacı
Türkiye tatili için gerekli kontörü kazanabilmekten başka birşey değildi. Büyük
ihtimalle de sorunlu bir ailesi vardı ve bu işi yapmayı da kendisi gibi aile ilgisinden
yoksun yaşayan arkadaşlarından öğrenmişti...

İlkgençliği dolaylarındaki bir insan için en küçük sorunlar dahi sıradağ büyüklüğüne
ulaşabilir. Azıcık samimiyetle aktarılan en dandik öğretiler bile onun beyninde
yetişip büyüyebilir - benimsenebilir. Onu olduğu haliyle kabullenip yıkıcı
eleştirilerde bulunmayacak birisiyse "Su Azizliği'ne" ulaşabilir ergenin kalbinde.

Yaşadığı ikilemleri ve tavırları "karınca yükü" farzeden erişkinlerse "geçici şeyler"


olarak gördüğünden hepsini, zerre kadar yardımcı olamaz ergene. Ve tümü, bir
zamanlar çektiği benzersiz acıları unutmuş, ergenliği de "saman nezlesi" muamelesi
görmesi gereken birşeymiş gibi algılatmaya çalışarak dolanırlar ortalıklarda.

Oysa genç bir insan, tüm arzuları biryana, ebeveynlerince ciddiye alınmanın
peşindedir yalnızca. Anne baba ise bazen umursamazlıkla bazen de önemsiz - geçici
bulduğu bunalımları çekip almaz ergenin önünden.

Seçil'in de tutturduğu bu yol misali, yanlışlıklardan sonra düşülen çukurlardan


çıkamadıkça, birsüre sonra, bu "kendi başına olan" genç insanlar için "çözüm"
çoğunlukla en istenmeyen biçimde gelir :

Ergen, kendinden hiç beklenmeyecek bir kararlılık, ve yaşamı boyunca elde


edemeyeceği bir ciddiyetle ölümün elindedir.

İntihar etmiştir.

Çözülmüştür sorun ve "bedeni çıplaklıktan kurtulamadıkça beyniyle ruhunu kemiren


ve acı veren solucanlar" bertaraf edilmiştir.

Anne - Baba'ya da bedeli çok yüksek olan bir "hayat dersi" verilmiştir.

Birçırpıda yazdığı manifesto, gerekli yerlere "ölüm" şeklinde iletilmiştir…

Tüm bunları kafasından çabucak geçiren DoH, Seçil'i korkutup yıldırmak için "- Ya
senin bu şovunu kayıt edip de birşekilde, internete yayarlarsa diye düşünmüyor
musun?" dediğinde, "- Çok da tınnn" yanıtını aldığında, şu aklı birkarış havadaki
küçük kızın kendisini anlayamayacağını fark etti ve onu kaderine bırakıp iletişimi
kesti...

***

{26}

İSVEÇLİ
YILKIYA BIRAKILMIŞ BİR AT GİBİ
BAŞKA BAŞKA ERKEKLERİN DÜŞLERİNDE
ISLAKLIKLAR VE ÇIPLAKLIKLAR İÇİNDE,
HİÇ DURMADAN KOŞMAK NEDENSİZ DEĞİLDİR!

SEVGİYLE BİRLİKTE YAŞANAN CİNSELLİK


KENDİNDEN GEÇMENİN EN YUKARIDAKİ BASAMAĞI İKEN;

GERÇEK VE SAF OLANIN YASAKLANMASI


YA DA BASTIRILARAK
UZUNCA BİR SÜRE UYUTULDUKTAN SONRA AYAKLANIP DA
BİRTAKIM GÖLGELERİ BİRTAKIM HAYALLERİ
DEĞERLENDİRME ÇABASINA GİRİŞİLİNCE,
CİNSEL YÖNDEN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ YİTİRMİŞ İNSANOĞULLARININ HERBİRİ
FETİŞİZM DENEN NEFRET VE KORKU DENİZİNE
ÇOKTAN YELKEN AÇMIŞ DEMEKTİR...

***

Seçil'le yaşadığı olay, DevilofHacker'i çok farklı bir boyuta yönlendirdi.

Oturdu ve çok becerikli bir Spyware yazdı.

Sonra da, çok detaylı bilgileri toplayabilen bu Spyware'in internette hızla


yayılmasını sağladı. Bu enstrüman ona "Aptal SÖ'leri" uyandırma fırsatı sunacaktı…

Spyware (Casus Yazılım) ile toplanması amaçlanan bilgiler arasında herşey olabilir.

SÖ'lerin hangi websitelerini ne sıklıkla gezdiğini - kimlere email gönderdiğini ve ona


kimden mail geldiğini - kimlerle ve hangi konuda sohbet ettiğini - hangi programları
PC'sine yükleyip kullandığına varıncaya kadar DoH'a iletebilirdi.

Yazılım, elde ettiği bilgileri "gerçek zamanlı" olarak DoH'a aktarabildiği gibi, bilinen
ve güvenilirliği kanıtlanmış bütün antivirüs ve antispyware'lere de kazık atmakta
usta idi.
Konunun sex olduğu İsveç kaynaklı birtakım verinin peşine düşüp, gerek kadın
psikolojileri hakkındaki tecrübelerine bir yenisini eklemek, gerekse kendisini
"parayla abone olunan, seks arkadaşı arama" sitesinde teşhirden hoşlanan azgın
hemşire olarak tanıtan kadını; oluşturmayı düşündüğü video arşivine katmak için
MSN'ine ekledi.

İngilizce olarak "Benim bir webkameram yok ama madem hoşuna gidiyor, hadi bana
memelerini, kalçalarını, çıplaklığını göster. Azgın ve çılgın bir Türk genciyim ben :)"
dediğinde, biryandan soyunmaya duran ve bedenini birilerine sunmaktan keyif alan
hemşirenin biryandan da ekrana;

"- Siz Türkler ve Müslümanlar tuhafsınız. Kadınlar cinselliklerini özgürce


yaşadıklarında onların kirlendiğini ve öldürülmeleri gerektiğini düşünüyorsunuz,
ama, sizin keltoş kan - irin - adı bilinmez nice tuhaf kokulu akıntıların girdaba
çevirdiği kuku'ya girdiğinde, neden o kuku'nun sahibi olan kadını kirlenmiş
sayıyorsunuz hiç anlamıyorum. Asıl sizin çükünüz kirlenmez mi, ne kadar yanlış
düşünüyorsunuz? Türkiye'ye tatile geldiğimde bunu herkese söylüyorum ama
anlatamıyorum! :P";

gibisinden tuhaf ve ilginç olan değerlendirmesinden sonra, onun MSN'de yapmış


olduğu her hareketi, çok yüksek çözünürlükte kaydetti.

Ardından, bir dizi işlemden geçirerek kullanmak üzere özel bir Harddisk'e
sakladıktan sonra veda etti…

Sahi, kirlenme konusunda,

40'lı yaşlardaki bu çılgın ve çıplak Hemşire,

haklı olabilir miydi?...

***
{27}

KOZAGÜLLÜ

CİNSELLİĞİN BAŞARISIZ OLDUĞU BİR EVLİLİKTE


YEME İÇMEDEN TUTUN DA
SADAKAT VE ARZULARA VARINCAYA DEK
HERŞEY TÜMÜYLE BAŞARISIZDIR.

PARTNER PARTNER DOLAŞARAK


CİNSELLİĞİNİ YAŞAMA YOLUNA GİTMİŞ EVLİ KADIN İSE
TAMAMEN SİNİRSEL BİR DUYGU TRAVMASI YAŞAMAKTADIR.

ASIL ARANANSA
GERÇEK SEVGİ - SEVECENLİK DOLU BİR SEKSİN
DAYANILMAZ SICAKLIĞIDIR...
***

Düşündüğü şeyi hayata geçirebilmesi ve SÖ'leri uyandırabilmesi için DoH'a "Model"


lazımdı ve birsürü de "profesyonel görüntü işleme" çalışması yapmalıydı.

Çünki bilirdi ki; insan beyni görüntüye kelimelerden daha fazla tepki verip daha
fazla ilgi gösteriyor…

Kendisi bile, yazılım geliştirme - tasarlama aşamasında, önüne gelen ve büyük


miktarda analiz çalışmasından geçmiş, sadece rakam ve yazıdan oluşan bir tablo
ile; aynı bilgiyi barındıran grafiği incelemeye başladığında;

beyni "görsel bellek gücü" sayesinde daha kolay anlayıp kavrayabiliyor, rakamların
tablolardakinden daha doyurucu olan hali "grafikler" anlamayı da hafızada
saklamayı da hızlandırıyor ve cazip hale getiriyor.

Eh, konu, "Estetiği olan kadın vücudu" olduğundaki görselliğin önemi kesinlikle
tartışmaya bile açılamazdı.

İllegal yayın yapan birçok websitesini araştırdığında tonlarca kadının


webkamerasından kaydedilmiş çıplak görüntülerinin, aşağılayıcı söylemler eşliğinde
bütün internete yayıldığını, bunların büyük çoğunluğununsa teknolojinin kendilerine
bu yönde darbeler vurabileceğini öngöremediğinden, ve, sözde, kendisine aşık olan
adama bedenini kameradan sergilemekte sakınca görmeyen SÖ bilgisayar
kullanıcıları oluşturuyordu.

Yeni yeni yayılmaya başlayan ve aslında hacker bile sayılamayacak olan, mevcut
birkaç yazılımı kullanarak kadın - erkek - çiftleri bu tip tuzaklara düşürenleri
engellemek imkansız olacağından, suyun öte yanına geçmenin, yani mağdurları
uyandırmanın daha mantıklıca ve eğlenceli olduğuna karar verdi DoH.

Etkili bir uyandırma için aynı yöntemi kullanacaktı…

Yarı hack yarı sex görüntüleri içerikli bir forum sitesinde "yakında gözleriniz yine
bayram edecek" diye forum sakinlerine çalım satan bir LAMER'in (hackerlara özenen
ve bulabildiği hacker programlarını kullanarak birşeyler yapabilene, fakat yazılım
geliştir-e-meyenlere verilen isimdir LAMER), "yakın" dediği ve kadınları tuzağa
düşürüp de internete çıplak görüntülerini koyduğu anlar gelmeden canına okudu
DoH ve neyi var neyi yoksa hackledi.

O şerefsizin ise, hacklendikten sonra forum sitesinde ettiği hakaretleri - küfürleri


"Salla! rakiplerinin öfkesi, başarının tescili" diyerek gözardı etti, ve gayri ihtiyari
onun MSN'inden online oldu.

Online oldu ve şaşırdı.

Çünki "kozagüllü" nickli birisi onu neredeyse fırçalıyordu ve "- Başımın etini yedin
yedin ama tam 45 dk. sen geciktin. neredesin yaaa!?" diyordu.

Sadece "- İşte geldim" yazdı ekrana DoH sanki o lamermiş gibi ve karşıdakinin
kamera isteğine de evet dedi...

Halkın kullanımına 25 Mart 1936 günü açılan ilk görüntülü telefon ve onu hizmete
açan Alman Bakan Freiherr Von Eltz Rübenach'ı düşünüyordu DoH şu "ekranda
çırılçıplak masturbasyon yapan ve sevgilisini mutlu etmeye çalışan 40'lı yaşlardaki
kadını" gördükçe.

Acaba o devlet bakanı, yarım asırdan sonra bu işler için kullanılacağıjnı hiç hayal
edebilmiş miydi o görüntülü telefonun? Üstelik de, o dönemin cihazı oldukça özeldi
ve sadece "Arı IRK"tan olanlar bu hizmetten yararlanabilirdi. Ya şimdi?

Şovunu bitirdiğinde, yüreğini ağzına getirecek hamleyi yaptı DoH ve üzerine


eşofmanlarını giymiş halde oturan kadına az önceki "sınırsız serbestlikle donanmış
çıplak hallerinin" tümünü;
diskin bir kenarına almış olduğu video kaydından ve yine MSN üzerinden seyrettirdi.

Gerçekten de şok geçirdi kadın, havalara hopladı, ve ilk paniği atlatınca da


konuşma balonuna "- Sen kimsin???" yazdı.

Fazla uzatmadı DoH ve olanı biteni, özellikle de sevgilisi sandığı adamın yavşak bir
Lamer olduğunu, ona daha önce de şov yaptıysa, belki de internette yayınlamış
olabileceğini, DoH'un ise kötü değil Beyaz Şapkalı bir Hacker (BŞH) olduğunu samimi
bir üslupla, sabahlara dek bira içip lafladıklarında, detaylandırarak anlattı.

Kozagüllü DoH'a o derece güvendi ve inandı ki, aylar sonra kalkıp onunla sevişmek
için Altınoluk'a bile geldi. Hayatını da DoH'a tümüyle anlattı.

Bu tip saçma ilişkiler içine, kocasının onu mutsuz edişi yüzünden girmiş ve kendine
sevgili - sevgililer edinmişti yaşadığı kentte.

Kocası; yanında çalıştırdığı elemanlara karşı sergilediği kötü tavırların hepsini eşine
de cüretkarca uygulayan bir ezikti.

Çalıştırdığı insanı ya da hayatını paylaştığı kadını aşağılayabilen - itip kakan -


paçavra muamelesi çeken bir adam, kesinlikle alçağın biridir ve hayatın
bütününden intikam alıyordur aslında kendince.

Hastadır yani ve aldatılmayı da hak ediyordur birçok SÖ kadına göre…

Kameraların tehlikeli olabileceği gerçeğini "yaşatarak" öğreten DoH, tonla özel


efekt sayesinde yüzünü ve kim olduğunu kesinlikle gizleyecek biçimde, o çırıçıplak
görüntüleri ve daha sonrasında da;

"el salla - 3 yap - 5 yap - ayağa kalk - dömel" gibisinden yönlendirmeler yaparak, ve
kozagüllü'nün de seve seve poz verdiği kayıtları "dilediği yerde kullanma" iznini de
aldı "artık dostu olan" kadından.

Çünki kafasındaki projeye "sağlıklı bir ilerlemeyi" ancak bu tip görüntülerle


kazandırabilirdi...

***

{28}

HAVVA
İNSANLAR ÇOK ZAMAN ÖNCE
"ALDATANLAR VE ALDANANLAR" OLARAK
İKİ SINIFA AYRILMIŞSA DA;

AYMAZLIKLARA IŞIK TUTARAK


ONLARA ŞUUR VERİP DE
BAL'A KAPILMIŞ SİNEK MİSALİ ÇIRPINMALARINI
YA DA ARI'YA BENZEYEN BAZI GERÇEKLERİ
İLK HAMLEDE ÖLDÜREMEYİNCE
TEKRAR SALDIRIYA GEÇMELERİNİ ENGELLEYEREK;

ONLARI,
ÖMÜRLERİNİN
NANKÖR DOSTLUKLARA YETMEYECEĞİNİN
İDRAKİYLE BAŞBAŞA BIRAKIP;

YETMEDİ;
KALPLERİNİN ÇALGISINA
BİR YALNIZLIK ŞARKISI DA ATIP;
HANGİSİNE ÖĞÜTLER YOLUYLA SÖZLER SÖYLEDİMSE,
SÖZLERİMİN POZİTİF KARŞILIĞINI
MUHAKKAK ALDIM.

KARŞIMDAKİ DİŞİ İSE,


BU DA ÇOĞUNLUKLA YASAK MEYVEYDİ...
***
Kozagüllü balkan göçmeniydi ve sarışındı. Kırklı yaşlarda olmasına rağmen de
vücudu fit ve diriydi, ama, DoH'a hem genç hem de esmer bir model daha lazımdı.

SÖ'ler websitelerinde sörf yapabilirken, DoH webcam webcam gezmeye, onları


sezdirmeden açarak, insanların ev ve işyerlerine gözatmaya başladı.

Taramayı da Türkiye genelindeki IP numaralarında yapıyor, işe yarayabileceğini


düşündüğü bilgisayarların MAC adreslerini biriktiriyordu, ki, daha sonraları o
cihazlara yeniden ulaşabilsin…

Bilgisayarlardaki ağ bağdaştırıcılarının, ister ethernet ister kablosuz bağdaştırıcı


olsun kendine özgü ve dünya üzerindeki başka bir bağdaştırıcının kullanamayacağı,
Hexademical yani 16'lık sayı sistemiyle verilmiş bir fiziksel adresi vardır ve buna da
MAC adresi denir.

İşte DoH bunları takip ederek, webcami olan ve birkez gözatıp geçtiği bilgisayarlara
sonraki günlerde ve değişik zaman dilimlerinde yeniden yeniden ulaşıyordu.

Bu search'lerden birinde buldu DoH aradığı esmer güzelini.


Mersin'liydi, adı Havva'ydı…

Kafasına göre sistemlerinde cirit attığı, ilgisini çektiğinde veya uyandırılmaya


ihtiyacı olduğunu düşünüp de gerekenleri yaptığında DevilofHacker, iletişim
kurduğu kurbanlarının hemen hemen hepsi;

"- Senin benim bilgisayarımda ne işin var?!, ya da,

- Bu bana ait bir PC ve senin delmeye hiç hakkın yok!" gibisinden lakırdıları "çokça
ve değişik versiyonlarda" hep ettiler.

Bre şaşkınlar, bre aymazlar!

Çocukken öğretmeniniz için "benim öğretmenim", büyüdükçe de sırasıyla "benim


işim - benim evim - benim arabam - benim annem ve babam - benim nişanlım -
benim kocam" dediğiniz ne varsa, belki kolayca belki de bir sürecin sonunda
"yitirdiğinizde" hiç düşünmediniz mi evrendeki herhangi birşeyin "size ait"
olamayacağını???

Eh, madem ki durum gerçekte böyle, "benim sistemim - bilgisayarım - PC'im"


saçmalığını bırakın ve kesinlikle size ait olamayacak şeyler için hayıflanmayın.
Kenara çekilin de, asıl sahibi orada hem dolaşsın, hem de belki sizlere kol-kanat
açsın!..

Bu fikre biraz olsun hak veren Havva, sohbet boyunca, bu sefer de nişanlısı olacak
adi herifin onu tam 8 farklı kadınla (ki bunların 5'i fahişeydi) sürekli aldatıyor
oluşuna inanmakta zorlanıyordu.
DoH'un, önüne serdiği şüphesiz delilleri de gördükçe; ilk anda çok kızdığı ve
sevilisiyle - nişanlısıyla ofiste seviştikleri anın video kayıtlarını gizlice almış olan
DoH'u bu yaptığı için bile affetmişti.

Çünki onu kalitesi ve zekasından dolayı sevmişti. Fakat nişanlısı olan ve ona maddi
olarak da birsürü destekte bulunmasına rağmen boynuzlayan herifi öldürmek
istiyordu.

Zaten işin DoH'la ilintili kısmı hep böyle olurdu. Ne yaşanacaksa yaşandıktan sonra,
suratı mermerden bile daha beyaz haldeki kurbanının bir çift "panik ve kabus denizi
haline gelmiş gözlerini" webcamden süzerken derinlemesine, biryandan da yaptığı
açıklamaları okudukça ekranda;

yarı cansız şekilde oturup kalan zavallıya birsüre dehşet birsüre de rahatlama hissi
yaşatan sihirli kelimelerini sıralardı DoH birasını yudumlarken.

Herşey aydınlığa kavuştuktan sonraysa, perişan ama ona rastladığı için bir o kadar
da mutlu haldeki SÖ'nün hissettiklerini hayal ederek sinsi sinsi gülümserdi…

Biraz olsun rahatlamak adına, biryandan tırnaklarını kıpkırmızıya çeviren oje'yi


sürerken ve kırmızılık tırnak boyunca uzayıp giderken;

öte yandan adi nişanlısına okkalı bir tekme atmayı ve hayatından çıkarmayı
hesaplıyor;

parmaklarını üflediği esnada da "- Senin en dişi modelin olacağım canım arkadaşım
DoH. Neyi nasıl arzu edersen ve nasıl giyinmemi istersen öyle giyinecek, senin
istediğin çıplaklığa ulaşıncaya kadar da soyunacağım ve kendimi okşayarak sana
video kaydettireceğim. Bu soyunma işini daha önce de yaptığım nişanlım beni
kaydetti mi ve şantaj için onu kullanır mı onu terkedince bilmiyorum ama, eminim
ki sen, beni korur ve asla incitecek birşey yapmazsın" diyordu.

Artık bir zerre idi Havva.

Yani hiçbirşeyken, yani, belki de nişanlısının kendisini aldattığı fahişelerden birine


dönüşüp de DoH'un kölesi olmuşken, aslında "çok şey"di.

Artık profesyonel olarak kendi şirketinin patronu oluşunun yanısıra, ruh olarak da
en yüce mevkideydi. Çünki DoH daha önce hiç tanışmadığı bir yönüyle tanıştırmıştı
onu, ve artık Havva'nın hem koruyucusu hem efendisi hem de onu özgürleştirebilen
bir dostuydu…

Şimdi DoH'un elinde;


saatlerce sohbet edebilen - gerektiğinde soyunup sevişebilen - her türlü el
hareketini ve rakamları kolayca yapabilen - en çok ve kolayca istenilen "el sallama"
hareketini de karşılayabilen iki tane modeli vardı.

DoH her ikisini de video işleme programlarıyla parçalara ayırmış, anlık taleplerde
bile karşıdakinin söylediği herşeyi anında yapabilecek hale getirmişti.

Ayrıca modelleri, değişik günlerde yapılacak konuşmalar için farklı giyim kuşamlar
içinde de görüntülemişti. Her şey hazırdı iki farklı projeyi hayata geçirmek için…

Kendisine bu projelerde hizmet edecek hatunun adını da belirledi : Zerrin…

***

{29}

ZERRİN

KADIN KILIĞINA BÜRÜNMÜŞ BİR KILICIN ETİNİ


GÜNAHLARLA SÜSLEYİP,
ONDAN BAŞKA HERŞEYİN
MUĞLAK KARANLIKLARDA OLDUĞU ORTAMLARA SALARSAK;

GÖZÜ CİNSELLİKLE KARARMIŞ VE


YASAKLARIN DOĞURDUĞU ARZULARLA
BAŞETME GÜCÜ BULUNMAYAN ERKEK MİLLETİ,
HOŞLANDIĞI YEMLE AVLANAN
VE BECERİKLİ AVCILARIN MUSALLAT OLDUĞU
ACEMİ YAVRULAR MİSALİ TUZAĞA DÜŞERLER.

AKLIN KARŞISINDA SEKSİN


HER ZAMAN ZAFER KAZANABİLECEĞİNİ DE
BÖYLELİKLE TESCİL EDERLER...
***

İnsanların gerçek yüzlerini ve asıl kişiliklerini öfke - boşluğa düşme - darda kalma -
bir emele ulaşmayı istedikleri anlarda ve en önemlisi de "onlara güvendiğini
hissettirdiğin" zamanlarda görürsün.

Ve bir insanı, hiç unutamayacağı biçimde etkileyip de, senin güdülediğin şey dışında
birşey yapmamasını, veya sürekli yaptığı şeyi tamamen bırakmasını istiyorsan;

tek bir metod vardır uygulanması gereken : Korkutmak!

Hele de bu kişiler yeteneksiz oldukları yüzlerine çarpılan hacker - lamer'lar ise,


kesinlikle tutacaktır, çünki birşekilde kanunsuzlardır...

Cyber kelimesinin kökü Cybernetic'ten gelmektedir ve o da "otomatik kontrol"


sistemlerindeki "ileşim ve kontrol" kısmının bir parçasıdır. Cyber kelimesi bir yandan
da altyapı olarak asidir ve diğer atası 80'li yılların "cyberpunk" akımıdır.

İşte hacker ve lamerler de, "vave techno" kültürünün özgür - kaygısız -


sorumsuzluğa varan nitelikleriyle; "iletişim kontrol'ünün" teknoloji ayağını
birleştirip, yaşam tarzı haline getirmelerinden doğmuşlardır. Sorumsuz bir
serbestinin içinde de "kanun" mutlaka tacize - tecavüze uğrayacaktır.

Oysa hackerlar arasında öyle bir sınıf vardır ki BŞH denilen (Beyaz Şapkalı Hacker),
DevilofHacker bunlar için iki etik kural tanımlayıp literatüre bile sokabilir.

İlki ve herkesce bilinen kuralın altın olanı, "Kendine yapılmasını istemeyeceğin


birşeyi başkasına yapma" düsturudur ki, hammadesi dürüstlüktür.

DoH'a ait olan gümüş kural ise, ilk kuralımıza uyulamayarak atılan her adımı makul
görülebilecek hale çekmek için devreye sokulabilir : "B.ktan sayılabilecek bir
eylemle başlayıp da, en önemli kriter sayılan "sonuç"a ulaştığında;

başlangıç noktasındaki kötülükten daha yüksek - daha ulvi - daha saygıdeğer bir
kazanç elde etmişsen; eylemin bütününde takdire şayansındır."...

Zerrin gerektiğinde tamamen giyinik şekilde, yukarıda yazılan iki kurala uymayan
hackerlarla sohbet ederken ve onları oyalarken, DoH da arka planda heriflerin
şifrelerini deşecek, sonra da onlara "teknoloji ve bilgi" konusunda bir "hiç"
olduklarını haykırmak vasıtasıyla bu işlerden soğutacak, ve belki de henüz öğrenme
- merak aşamasındalarsa onları gerçek birer siberterörist olmadan geri
püskürtecektir.

Çünki; asrımızın en önemli gücünün "bilgi" olduğu ortadadır, ve "bilgiyi ellerine


alan" gücü de kuşanmış olmaktadır. İnternet - bilgisayar - cep telefonu - uydular
sayesinde günlük yaşam "olumlu ve konforlu" şekilde süregiderken, madalyonun
öbür yüzündeyse tüm bunların birer silaha dönüşmek için fazlaca birşeye ihtiyaç
duymamaları, ve insanoğlunun karşısına CyberTerror olarak çıkabiliyor oluşları
vardır.
Öyle ki; bu siberterör ataklarıyla koca şehrin trafik ışıkları susturulup insanlar kaosa
sürüklenebilir - ordudaki komuta dairelerine sızılarak bilgilendirmeler yanlış
yaptırılabilir - telefon, elektrik, doğalgaz sistemlerinin tamamı felç edilebilir -
bankaların atm sistemlerinin hepsi hacklenerek ele geçirilebilir - hastane, polis,
itfaiye gibi kurumlar tümüyle kararsız, hatta işlem yapamaz hale getirilebilir.

Ve siberteröristlerin bütün bunları yapabilmek için, normal teröristlerin kullandığı


ateşli silah ve bombalara ihtiyaçları yoktur. Bir PC ve bir modem onlara yetip
artmaktadır.

İşte DoH normal kullanıcıları zor - utanılacak - mağdur hale sokan bu kötü
hackerları ne kadar safdışı bırakabilirse, o derece mutlu olacaktı. Projenin ilk
ayağında bu vardı. Üstelik bu dangalaklar DoH ile karşılaştıklarında mutlaka
tartışacaklar ve bile bile cami duvarına işer pozisyonuna düşeceklerdi.

"Cüretkar ve pervasız" oluşlarının bedelini de, ortalıklarda, o saatten sonra "perişan


ve acınası" edalarla gezinerek ödeyeceklerdi…

Zerrin önce bilinen tüm hack sitelerine "dişi hacker" olarak üye oldu ve birkaç hack
gösterisiyle de öbür hacker ve lamerlerin ilgi odağı haline geldi.

Peşine takıldıklarınınsa; şifrelerini kırıp bütün kirli çamaşırlarını ortaya dökerek


forumlarda rezil etti, hepsini bezdirdi.

Fakat asıl darbeyi Zerrin'in peşine düşen ve resmen bir karakoldan, üstelik de
yanında yığınla üniformalı polis varken, sırf Zerrin'i kadın sandığı için webcamını
açarak yaklaşık 1 saatlik video kaydı yapmasına imkan tanıyan "azgın polis
memuru'ndan" yedi hacker ve lamerler.

Çünki DoH onlarla Zerrin olarak uzun uzadıya sohbet ediyor, bu arada da
defterlerini dürüyor ve nice zaman sonra kameraya o polis görüntüsüyle
çıkıveriyordu. Her şifresini kaybetmesinin yanısıra, bir polisle muhattap olduğunu
ve karşılıklı olarak kamera açma anına kadar da özel hayatından birçok şeyini
paylaşan hacker - lamerimizin aklı karışıyor, offline olarak kaçıp gidiyordu. Büyük
ihtimalle de, o hezimetten sonra, bu işlerden uzak dururdu.

Öyle çok özenti hacker ve lameri dize getirip canına okudu ki DoH;

fiberoptik kabloların kullanılmaya başlamasıyla izleme - dinleme faaliyetlerinin


bütününü kolaylaştıran sayısal ağlara yani ISDN'lere (Intergrated Services Digital
Network - Entegre Sayısal Hizmet Ağları) ne kadar teşekkür etse azdı…

Sıra projenin ikinci ayağına, yani; evde işsiz işsiz oturarak, zaten 7/24 kullandığı
bilgisayar - iki çıplak model ve Zerrin sayesinde, hiç olmazsa günlük masraflarını
karşılayabileceği parayı da kazanmaya gelmişti.

Zerrin'in ünü erkekler arasında günden güne yayılıyor ve bozguna uğratacak


hackerların yanısıra sıradan kullanıcıları da bulmakta hiç zorlanmıyordu.
DevilofHacker'in bütün hazırlıkları da tamamdı.

Programlarını, karşılaşılan her sorunu çözmek yerine, belirli bilgi ve donanımla


hazırlanmış, adeta "yapay zeka" seviyesine çok yakın olacak şekilde yazardı, ve her
yazılımı uzmanlık içerse de, mesela elektronikte çok rastlanan bir olay olan
"televizyonun nasıl tamir edilmesi gerektiği" konusunda önerilerde bulunabilen,
fakat, TV'nin ne işe yaradığını kesinlikle bilemeyen tipik yazılımların çizgisinin
dışına haliyle çıkamazdı.

Modellerinin tüm videoları hazırdı.

El salla - 3 yap, 9 yap - ayağa kalk - sütyenini çıkar - azıcık da arkanı dön ki poponu
göreyim - kilodunu çıkarsana gibisinden her isteğe anında karşılık verebilecek
videoları gerek parça parça gerekse bir bütün olarak gösterebilir, ve kurbanını bir
"kayıt izliyorum" şüphesine düşürmeden avucunda tutabilirdi.

Konu, "çıplak ve sanalda kontör karşılığı gösteri yapan kadın" olduğunda, internet
aleminde adını duyan, Zerrin'i MSN listesine ekliyor, onun ileti kısmından da "250
kontör gönderirsen soyunur ve sana show yaparım. Merak etme, gerçek bir kadınım.
Amacın dalga geçmekse lütfen beni meşgul etme. Yaz kontör şifresini, yükleyeyim
telefonuma ve sevişmeye hemen başlayalım." yazdığını görünce de, erkeklerin hepsi
iç geçiriyor, çok duyduğu "sanal sex" denilen şeyi mutlaka yaşamak istiyordu.

Gerçi konu sadece "kadın" bile olsa, ne dahiler neleri feda etmişti geçmişte, şu
zavallı "cinsellik yoksunu" Türk Erkeği mi koşa koşa gelmeyecekti Zerrin'e?

Mesela Einstein bile, biri şizofren olan iki oğlunu "kadın"a olan zaafiyeti yüzünden
bakıma muhtaç halde yaşatmış, boşandığı eşini ve oğullarını arayıp sormamış, ve
sanki geçmişte böyle bir ailesi hiç olmamış gibi davranabilmişti.

Fakat; tıpkı Albert Einstein'i reddetmiş olan abisi Hans Albert gibi babasını hiç
affetmeyen şizofren oğlu Edward, yıllar sonra, akıl hastanesindeyken, bir başka
hastaya, babasının durumunu şöyle ifade edecekti : "- O abimi ve beni terk etti.
Başta annemizi sonra bizi hertürlü şekilde hep aldattı. Kadınlara çok düşkün ve
elinin altındaki kadınların sayısını arttırmanın peşinde. O çok gaddar bir adam ama
bütün bunlardan kimse bahsetmiyor."...

İşte, dahi ya da gerizekalı penceresinden bakıldığında, çoğu erkek için "kadın"


denilen şey böyle birşeydi. Ve DoH kontör şifresini vererek "sözde Zerrin'i" izleyen
her kurbanın PC'sini izlemeye - dinlemeye alıp, aynı video kaydını birdahaki
gelişinde oynatıp da sahtecilik yanını adamlara çaktırmadan kontörlerini aldı, aldı,
aldı, aldı. Fakat bir sorun vardı.

Bunca "kadına aç adamın" gönderdiği ve hemen telefonuna yükleyerek şifrelerin


gerçekliğini de test ettiği kontörleri nasıl paraya çevirecekti DoH?

Olayı kankası Bekir'e anlattığında çözüm ondan geldi. Eşi sürekli kontör transfer
talebinde bulunduğundan biliyordu Bekir bunu ve DoH'un telefonundaki kontörler
Bekir'in görev yaptığı fabrikada çalışan işçilere transfer yoluyla pazarlanabilir,
parayı da Bekir tahsil eder, DoH'a verirdi. Yeter ki markette satılan rakamdan düşük
olsundu satacakları kontörün fiyatı.

Tam "oldu bu iş" derken, Telefon operatörünün "1 ay içerisinde yalnızca 200 kontör
transfer edebilirsiniz" mesajıyla karşılaşınca, 30 kadar yeni hat açtırıp Bekir ve
Hasan üstüne, o sorunu da öyle aştılar…

DoH artık günün ve gecenin belirli saatlerinde "sanal sex show" işiyle uğraşıyor, titiz
çalışmasıyla da kurbanlara video kayıtları izlediklerini hiç hissettirmeden "çok ama
çok kontör", dolayısıyla da para kazanıyordu.

Zerrin isminde, gerçekte var olan bir kadın sandıkları "nefis vücutlu verimkar
hatunu" hayran hayran izlemekteydi SÖ'ler, ve hepsi de mutluluktan dört köşe
olmaktaydı.

Cinsel organını - memelerini - kara deliğini özgürce sergilemekten çekinmeyen deli


kıza çıldırasıya tutkularla bakıp ekranda, mastürbasyon yapıyorlardı.

Fakat mevcut videoları bitiren ve takriben 2000 kontörü Zerrin'e veren SÖ'ler,
DoH'un itirafını okuyunca MSN'de, izledikleri showların "güzellik ve cazibesini"
gölgede bırakarak sollayan bir dehşetle perişan oluyor, konuşma balonuna "hadi yaa
- ciddi mi yaa - süpersin valla, 6 yap dediğimde kadın şak diye 6 işareti yapınca
parmaklarıyla, ister istemez inandım gerçek oluşuna, helal sana vs." şeklinde tepki
mesajları yazarken, DoH'un hattın diğer ucunda gülümsediğini, fakat bu
gülümseyişin de, şaşkınlıkları artıp ne derece saf olduklarını anladıkça daha vahşi -
daha sırlı - daha şeytani bir hal aldığını asla göremiyorlardı.

DoH, konuyu açıkladığı her SÖ'ye, bu tip video olaylarına karşı hem kendilerinin
tedbirli ve uyanık olmalarını;

masturbasyon yaparken falan kaydetmişse onları kendilerine izleterek, PC


dünyasında bu tarz işlemlerin yapılabileceğini, ve varsa eşi - çocukları - ailelerinin
diğer fertlerini de uyarmaları için gerekli öğütleri verip, kontörleri helal etmelerini
muhakkak istiyordu.

Tekme atanla tekme yiyen bir olmadığından, çoğunlukla teşekkür, bazen de küfür
edip offline olarak çekip gidiyordu SÖ'ler.

Bazılarıysa, "- Her soruya bir yanıtı mutlaka olan şu güzel kadında bir bityeniği
sezmiştim ben, zaten; o güzelliğe o akıl fazlaydı" tipi lakırdılarla düştüğü kerizce -
gülünç durumu yumuşatmaya çalışıyordu.

Fakat tamamının hali; salt "merak" dolayısıyla, taa uzaktan doğru gelen, virajlarla
da bir yaklaşan bir kaybolan "parlak ışıkları" daha berisinden görebilmek, ve ne
olduklarını anlamak için asfalta inince, karşı karşıya geldikleri an gözlerinin
kamaşmasıyla olduğu yerde donup kalarak, o "gizemli ışık hüzmelerinin" altında can
veren tavşanları andırıyordu :)..

Bu binlerce Sıradan Ölümlü'yle sürdürdüğü kontör macerasında ince birşeyi daha


idrak etti DoH : İnsandaki Hayvanları!

Ömrü boyunca ürettiği eserlerin yanısıra, insanın içinde varolduğuna inandığı


"Hayvan"a isim aramakla da meşgul olmuş evrensel sanatçı Leonardo Da Vinci.
Bulmuş mu? Hayır!

Çünki 1 değil birsürü hayvan sözkonusu yahu!

Hem de aynı değil, her türden hayvan barınıyor insanoğlunun içinde biryerlerde.

Bazısı açlığı meşgale edinmiş kendine, kimi hergün oruç tutmuşcasına suya hasret,
birkısmı iflah olmaz azgınlıklarla donanmış, ve büyük çoğunluğu da o veya bu
sebepten dolayı al kanlar içinde, yani yaralı. Bildiğimiz hayvanlar ne derece
tehlikeli olabilir ki "insanın ruhunda kaynayan" hayvanların yanında? Hiç!

Çünki yeryüzündeki hayvanlar sadece acıkırsa öldürür bir diğerini, veya, dalından
koparır ağacın filizini. Kendini tehlikelerden koruyabilmek için de çoğu zaman,
saldırmak yerine kaçar, saklanır.

Çünki en yırtıcı olanı bile aslında ürkektir. Hele de insanla karşılaşsa öyle korkar ki,
ilk hamle karşıdan gelmedikçe, sadece "kirişi kırmak" güdüsü trompet çalar tüm
bedeninde. Ve, hala hayatta kalmışsa eğer güçten düşüp yaşlandığı zamanlarda,
kendine ücra bir köşe bulur, "gık" bile çıkarmadan - sessiz sedasız ölür gider.

Ne arayanı soranı vardır, ne ardından yas tutanı, ne varolduğu günleri anan bir
akrabası. Güçsüz, acınası, zavallı!..

Peki ya insanın içinde yaşayan hayvanlar?


Üstelik de daha doğumda girip yerleşmişler.
Kovsan gitmez, kurşun sıksan ölmez.

Ve adına kötülük - ego - doyumsuzluk - şehvet - kıskançlık vs. denen ne varsa


ezbere bildiği gibi herbiri;

bunları kimde - hangi zamanda - hangi olayda kullanacağını asla bilemez, ve ortaya
çıkma ihtimali olan vahşetin boyutunu da kestiremezsin.

Zaten zararlı olan bu hallerine; ıslah etmek bir yana, üstüne üstlük yeni darbeler
vurup da öylece bırakma gafletini de eklersen;

al işte sana;

uluması - pençe atışı - kıyıcılığı ölümcüllüğe varan, en iyi ihtimalle "hafif yaralı bir
hayvan".

Durmasın karşısında sakın bir başka insan...

***
{30}

DİCLEHAN

EVRENİN KARGAŞA VE DRAM YÜKLÜ MÜZİĞİ


ÖYLE BASTIRIR Kİ RUHU,
ASLINDA
ULAŞILAMAYACAK YÜKSEKLİKLERDE OLMAYAN ŞEYLERE
ERİŞME KABİLİYETİ,
SIRF SİSTEMLİ ÇALIŞMA VE
SABIRLA BEKLEMEYİ BİLMEMEK YÜZÜNDEN
"ETİYLE ENİKONU YATILMIŞ DA BENLİĞİYLE ASLA YATILMAMIŞ BİRİYİM BEN"
KANDIRMACALARI EŞLİĞİNDE,
UMUTLARA KARIŞTIRILMIŞ ÖLÜM SOLUĞU OLARAK
VARLIĞI TEHDİT EDER.

HİÇ OLMADI;
GÜNAH KILIĞINDA ARDINSIRA GELİR DURUR DA,
BİR ÖMRÜ SANA HARAM EDER...
***

"- İyi ama, kendine olan saygını yitirmez misin be Dicle?"

"-Üff yaa, saygım falan kaldı mı ki kendime?

Meslek derslerini bir tarafa bırak, ikinci sınıfın edebiyatını nasıl verdim sanıyorsun
sen yaa :(.

Hem o hoca şimdikinden 10-15 yaş daha ihtiyardı. İğrençti ama, ona bile istediğini
verdim ben! Okul uzamamalı anlıyo musun? Ailem zaten benim okulum yüzünden
soğan bile bulamaz hale geldi yaa :((".

"- Canım arkadaşım, sen naparsan yap ben yanındayım unutma :(("

"- Biliyorum bebiş biliyorum. Erkeklerin çekip çevirdiği ama rezil de ettiği, ve doğru
yoldan ayrılmak zorunda kalan kadına fahişe - kevaşe - sürtük - orospu etiketini
hemencecik yapıştırıverdiği dünyada beni anlayan ve olduğum gibi kabul edecek
birkaç kişiden birisin sen. Sırf dersten geçer not alabilmek adına, meslek dersi
hocasının koynuna girsem, ve kendimi becertsem de bu fikrin değişmez, biliyorum.
Hadi ben kaçtım, internet kafeye rezil olmayayım, param az cebimde, byee."

"- Bye Dicle, üzülme."...

Digital devrelerde varolan "geri besleme ve zamanlama" gibi kavramlar,


kombinasyonal, yani, Analog Elektronik Devrelerde yoktur. Bunlarda işleyiş; girişe
gelen herhangi bir sinyalin, belli amaçlar doğrultusunda, belli işlemlerden
geçmesiyle, çıkışa aktarılmasından ibarettir.

Oysa "geri besleme ve zamanlama" kavramlarının ilk dile geldiği Flip-Flop devreleri
1919 yılında bulunduğunda; süregiden sinyal akışıyla, gerektiğinde, yeni bir veri
dışarıdan gönderilmese de, belirlenen zaman dilimleri boyunca çalışabilen "Digital
Elektronik" devreler yeni çığırlar açtı.

Mesela; hafıza devreleri artık tek bir tetiklemeden aylarca sonra bile veri
işleyebiliyordu, ve insanoğluna yeni yeni ufukları hedefletti.

Tıpkı "yetişmiş" sayılan ve 18'ini geçmiş bir insan yavrusunun; yaşam denilen
hengamede "teklemeye" maruz kaldığında, aile fertlerinden alacağı "uygun zamanda
uygun besleme" gibi maddi ve manevi…

Gelgelelim Dicle bu lüksü kullanabilecek durumda değildi. Ailesinin yaşadığı


ekonomik zorlukları da ister istemez dert edinriken, anlamakta güçlük çektiği
meslek dersleri muhtemelen geleceğine de balta vuracak, sekteye uğratacaktı.
Artık son sınıftaydı ve zaten anlayamadığı dersin sınavlarına çalışmak için ayırdığı
süreyi ne kadar uzatırsa uzatsın yetmeyeceğini biliyor, gittikçe daralan zamanı ve
sonunda başarısız olacağını düşündükçe de kurtçuklar beynini kemiriyor, öyle ki, bu
düşünce savaşlarının ağırlığı onu hem ruhen hem fiziken yorgun düşürüyordu.

Kesinlikle çok güçlü bir girdaptı bu, ve tutup onu yakalamış, habire derinlere
çekiyordu. Vakit daraldıkça, yaşadığı kaygı dolu günleri habire boşa geçirdiğini
farkettikçe de kendisini büyük bir suçluluk duygusunun kollarında buluyor, varolan
enerjisinin hepsini bu ikilem arasında gidip gelmekle tüketiyor ve bitkin düşüyor,
yatağında rahat uyuyamıyor, uykusuz geçen gecelerin gündüzlerindeyse okulda da
kendini derslere veremiyor, ve bir çıkmaz sokaktan öbürüne sürüklenip duruyordu.

DevilofHacker'in meslektaşıydı Dicle, ve Bilgisayar Öğretmenliği okuyordu.

Bir bilişimcinin sahip olduğu beynin çalışma şeklini iyi bildiğinden, onun içinde
bulunduğu durumla ilgili hissettiklerini anlıyordu DoH.
Kendini verip de, sınıfı geçirtip mezun ettirecek kadar ders çalışmadığının
pişmanlığıyla, insanı düşüncesizce kararlar almaya mecbur kılan "umutsuzluk"
duygusunun acımasızlığında köşeye sıkışmıştı.

Pişmanlık halleri, yaşanan kayıpların yoğunluğuyla da doğru orantılı olarak daha bir
"yılansı" havada nükseder bilişimcilerin beyninde. Yılansıdır, çünki, yılanları izleyin,
saniye saniye fikir değiştirirler. Bu duruma bazıları kararsızlık dese de, asla
değildir. Özünde; o pişmanlıktan kurtulma ve onu yoketme çabası yatar, ve bunun
da tek yolu, yani pişmanlığın üstesinden gelebilmenin yolu, oturup planlar
yapmaktır.

Aksi durumda, bilişimci - elektronikçi olmayan biri; salt biryerlere - birşeylere -


birilerine ait olabilmek adına, herşeyi ama herşeyi göze alır ve plan-proje yapmak
yerine, belki de bir koca edinmeyi, ve ona ömür boyu çorba pişirmeyi göze alır…
Ama Dicle bilişimciydi ve meslek dersi öğretmeniyle sevişerek sınıf geçmeyi
hedeflemişti. Sorun muhakkak digitalizme bağlı kalınarak çözülmeliydi. Oysa bir
edebiyatçının - bir şairin beyni kesinlikle çok farklı çalışır. Bunu da iyi bilirdi DoH ve
matematikçi - edebiyatçı oluşunun yanısıra bir şair de olabilirdi.

Gelgelim, çoğu zaman şifreli ifadeler içeren, ve bazen de sadece "karşı tarafa haber
uçurmak maksatlı" şiir sanatı yerine; toplumun her kesimince anlaşılan - yalın yapısı
sayesinde her beyne kolayca ulaşan - düşünce denilen tonlarca ağırlıktaki yükü
kolayca taşıyan - damıtıldıkça da "duygu durumları ve ulaşılması olası erekleri"
okuyanın damarına enjekte eder gibi bir tavra hiç prim vermeyen iletişim aracı olan
"Düzyazı"'yı seçmişti.

İstese; en esrarlısından bi şair olabilir, kelimeler üstündeki hakimiyeti de yeterdi.


Fakat, "gerçeğe çok benzeyen bir sanal" dünyada nefes alırken hergün, şiir gibi bir
"hayal" ile de haşır neşir olmak işine gelmedi. Sonuçta 0 ve 1 rakamlarından ibaret
olsa da, sanal ortam ve DoH gerçeğin ta kendisiydi. Bu yüzden de şairleri oldum
olası sevemedi.

Bir anlatırlar ki şairler "olmayanı ya da olamayacak olanı", ve öyle bir süslerler ki


her SÖ'nün peşine düşüp de tarumar olacağı "hayali" duyguları; zavallı insanoğlu
başını kaldırıp da şiirlerin dünyasından, gerçek hayatın kucağına kuru kuruya
oturuverince çekilmez bir hal alır soluk alıp verişi bile.

Sevemedi şairleri bu yüzden DoH, sevemedi işte.

Sonraları birşeyi daha keşfetti : Şairler, orospu ağaçlarını sallayıp sallayıp, yere
kanatsız bir melek düşmesini bekleyecek kadar da pozitiftiler. Eh be kardeşim, eh
be birader…

Dicle, bilgisayarcı oluşunun verdiği donukluğun da etkisiyle "bir ya da birkaç


kereden birşey olmaz" düşünceleri eşliğinde, öğretmeninin yatağına girerek sınıf
geçmeyi ve okul bitirmeyi düşünse de; henüz yeterli manevi olgunluğa ulaşmamış
20 yaşındaki bir kız oluşundan dolayı; eğitimin alışkanlıklar silsilesi olduğunu -
eğitim süresinde yapılan alıştırma, test, quizlerdeki "yanlışlıkların" da bu
alışkanlıklara dahil olabileceğini - ayrı tez konusu olan ve "istemkar tutumlar
sergilemese, Dicle'yi verimkar hale sokmayacak" diye düşünen hocanın bir "insan"
oluşu, ve insanoğlunun da doğadaki en tehlikeli - vahşi - acımasız yaratık sıfatıyla
anılışının gözardı edilmemesi gerekir. Çünki düşünebilir!

Hayvanların bir kısmı et yemez, bir kısmı ise ota hiç dokunmaz ama insan her ikisini
de birşekilde tüketir. Yeter ki fırsat bulsun ve sömürebilsin.

DoH bütün bu düşünceler eşliğinde Dicle'yle iletişim kurdu ve ona hoşsohbetlerde


"ders çalışma" teklifleri yaptı, ki, içinde bulunduğu sömürülme durumu "onun
alışkanlığı ve yaşam biçimi" olmadan vazgeçebilsin…

Küçümen, minyon bir kızdı Dicle, ve DoH ona MSN'de "- Demek sınıf geçmek için
Hoca'nın koynuna girmeyi, dişiliğini bu ve buna benzer durumlarda kullanarak yol
katetmeyi göze alabiliyorsun.

Ama, özetle; yapmamalısın!

Ben bilgisayar programcısı ve elektronik teknikeriyim.


Arzu edersen sana derslerinde yardım edebilirim" diye yazdığında;

ilk şaşkınlığı "- Listemde ekli değilken, yokken, bana nasıl ileti gönderebiliyorsun
sen???" olan, daha sonra da, "- Bu mevzuuyu sadece tek bir arkadaşımla
konuşmuşken, nasıl oluyor da sen de bilebiliyorsun???" diye uzayıp giden, ama DoH
açıklayıcı bilgiler verip, iyi de bir BŞH olduğunu anlattıkça, ona inanmış - güvenmiş,
ve birkaç gün sonra da kitaplarını - defterlerini sırtlayıp DoH'un evine gitmişti.

Güzeldi Dicle.
Fiziken; sahildeki kumların içinde cıvıl cıvıl cıvıldayan - pırıp pırıl pırıldayan ve
yakut, zümrüt, elmasları andıran, genç ve güzel bir kızdı. İlk birkaç buluşmalarında
Güç Elektroniği ve SQL gibi gayet ağır dersleri tam bir arkadaş havasında
çalışırlarken, ve DoH ona özetiyle "- Öğretmeninle, sınıf geçmek için seks yapmanı
istemedim Dicle, çünki bu seni ruhen bozup etkileyebilir, ve manevi değerlerine
tamiri zor zararlar verebilir. Şimdi genceciksin.

Çalkantılı bir çokeşli sex yaşantısından sonra yuva kurup da evlenirsen, ve kocan
birgün geçmişinle ilgili bişeyler duyup da karşına "- Gerçeği mi öğrenmek istiyorsun
Dicle?! Tamam öyle olsun! Ben sana, seni tanıdığımı sanırken aşık mışım!" gibisinden
söylemlerle çıksa, üzülen yine sen olursun.

Özgür Sex denen birşey bu dünyada var, ama, "sınıf geçme" karşılığı olarak yapılanı
hiç hoş değil" tarzından konuşmalar yaparken; Dicle'nin DoH'un, dudaklarına
kondurduğu buse ile başlayan bir sex arkadaşlığına da yer açmışlardı
dostluklarında.

Aylar geçti, meslek derslerinin hepsi dört dörtlük öğrenildi ve sınavlardan çok
yüksek notlar alınarak okul bitirildi.

Nefes nefese bir sevişmenin ardından, çantasındaki anahtarları çıkarıp DoH'a uzattı
Dicle. Yarı ürkek bir sesle, "- Daha fazla saklayamayacağım. Sen benim için öyle
kıymetli idin ki, DoH, 4 aydır nişanlı olduğum ve birkaç ay sonra da evleneceğim
çocuktan sana bahsedemedim.

Çünki biliyorum ki, o zaman seninle sevişemezdim. Daha doğrusu sen sevişmemizi
istemezdin.

Çünki sen beni "küçük ve korunması gereken cici kız" belledin, ve bunu da hep
hissettirirken, tamamen "dürüst" olmam konusunda da tembihledinm. :(".

"- Dicle? Şimdi sen aylardır hem nişanlın hem de benimle mi sex yaptın? İkinci adam
ben bile olsam ve seni çok haketsem de; haberim olsa böyle bir haksızlığı nişanlına
yapmana izin verir miydim?

Neyse, anahtarlarımı bırak ve git. Dürüst olabilir misin bilmem de, mutlu ol bundan
sonraki yaşamında!" diyerek, Dicle'nin merdivenleri hızla inerek evini terkettiği
esnalarda binbir şeyi düşünüyordu yatağında DevilofHacker…

Hadi diyelim ki; çoğunlukla kısacık kesilmiş hatta usturaya vurulmuş ama diriliği
mutlaka anlaışlan saçlarıyla - kirli ve sigara dumanından sararmış uzun sakalıyla -
monitör izlemekten feri kalmamış ama bir o kadar da anlam içeren bakışlarıyla -
geniş ve heybetli alnıyla - hiçbir fırsat tanımazmışcasına keskin, ve manasıyla da
tüm yeryüzü tecrübelerini emip doymuş, taşmış; hayatın bütün karmaşasını kendine
almış edalarıyla da bir insanı değil de, sanki, yaşama ait bütün sırları
"hareketsizliğine rağmen" haykıran bir heykel yüzüne benzeyen DoH'un çehresinden
etkilenmemek ve defalarca uzun uzun bakmamak elde değildi;

Ve yine hadi diyelim ki; bakıldığında, sıfatındaki sükunet ve mimiksizliğin yanısıra,


sanki SÖ'lerin dünyasına tüm "acı hatıra ve yıkılıp yıkılıp dikilişlerin" kazandırdığı
parlaklık - bilgelik hüzmeleri eşliğinde, evren dışından bakan bu adamın "sırrına
erme isteği" içerlerde biryerlerde yatıştırılması imkansız hale gelirdi, ve daha önce
onunla hiç konuşmamış olan ve sadece yüzünü görmekle bu duyguları hissetmiş
bütün SÖ'lerin DoH'la yarım saat kadar da "sesi ve çehresinin hareketliliği" eşliğinde
laflamalarının "peşinden sürüklenip gitme sebebi" haline gelmesi gibi; Dicle de
kapılıp gelmiş ve içtikleri biralardan sonra da DoH'a defalarca "- Aşık olmadığım
biriyle evlenmem asla" nutukları atmasına rağmen, nişanlandığı müstakbel eşini
aldatma sebebi; yüzyıllardır tekrarlanıp da birçok canın alınmasına bile sebep olan,
şu, "İhanet görmemiş aşk, ne yaparsan yap yüzeyde kalır, asıl derinliğine hiç
ulaşamaz" saçmalığına benzer birşey miydi?..
Sonra aklına FGCM geldi.

DoH'a aşık olmasına rağmen, "son kez" olsun diyerek o da, kitaplarını bırakmak için
gittiğinde evine, Halis denen o çocukla sevişmiş miydi?.

DoH sorduğunda "Hayırrr" demesine rağmen; kadınların hepsi bir erkeğe aşıkken, bir
diğeriyle de sex yapabilir miydi?..

Telefonunu eline aldı, "- Haftasonu Ören'e gelsene." yazıp FGCM'ye gönderdi.

Onunla sevişmek istiyordu ve DoH'u kırmayacağını, muhakkak geleceğini biliyordu...


***

{31}

BAHNAME

"BIRAK EZİLSİNLER,
ALDATILSIN VE KAHREDİLSİNLER,
BELKİ BİNLERCE ASIRLIK
VE AHMAKÇA UYKULARDAN
BÖYLELİKLE UYANABİLİRLER." DİYEMEDİĞİMDEN;

ZİHNİMDE YARI BELİRGİN YARI DA BULANIK


BİRSÜRÜ KAVRAMIN YANIP SÖNMELERİNE DUR DEYİP,
AKLIMI YOĞUN BİÇİMDE TEK NOKTAYA TOPARLAYARAK
VE BİR KAPLANIN GÜCÜYLE
BİR TİLKİ SİNSİLİĞİNİ DE HARMANLAYARAK;

ÇOK ZENGİN HAYAL GÜÇLERİYLE İŞLENMİŞ,


DEĞİŞİK VE ÇEKİCİ GÖRÜNTÜLERLE
GÖZLERİ KAMAŞTIRABİLEN
BİR MANAV DÜKKANI KURDUM.

YASAK ELMASINI BEDAVAYA ALAN GİTTİ,


GİTTİ VE GÖZLERİ FALTAŞI GİBİ AÇILARAKTAN,
UYKU HERBİRİNİ HEMEN TERKETTİ...
***

DevilofHacker'ı onlarca tehdit eşliğinde sorgulayan özel ajanlardan pala bıyıklı


olanı, delici bir biçimde yan gözle süzerken, kaşının birini kaldırıp ağzını çarpıta
çarpıta dedi ki;

- Bak teknoloji manyağı! Eminim ki rakamların sulandırdığı o koca beyninde,


istersek sana neler yapabileceğimiz konusunda en ufak bir sezgi ya da fikir yoktur!

Onun sözlerini derin bir sükunetle dinleyen DoH, keskin gözlerinin ışıltıları eşliğinde
: "- Deliliniz olmadığına göre, sadece "yüksek veri trafiği" yapan bilgisayarımdan
dolayı beni burada daha fazla tutamazsınız sanırım. Parmak izlerimi de aldınız ve
gerekli açıklamayı da yaptım. Siz de teknik polis olarak iyi biliyorsunuz ki;

bir ağa dahil olan bilgisayarlara kendilerini yayarak, ağ üzerinde çok yüksek
miktarda veri trafiği oluşturan SoLucan'lar (WORMS) bile mantıklı bir savunma
olabilir benim şu an içinde bulunduğum duruma. Her ne kadar, ADSL yeni bir
bağlantı şekli olsa da, solucanlardan birkaç tanesi bilgisayarımın bazı portlarını
açıp, buralardan yoğun ve kesintisiz veri transferleri gerçekleştirebilir, ve sizin de
peşime düşmenize neden olabilir, hı amirim?"…

Birkaç resmi evrak ve ifade tutanağını imzalatıp, ilgili savcılığa da danışarak serbest
bıraktılar DoH'u. Şafak sökerken ansızın gelmişlerdi ellerindeki arama emriyle
birlikte. Evde kayda değer birşey bulamasalar da, sorgu için alıp götürdüler Emniyet
Müdürlüğüne. Sonrası malum. Atarlar - giderler - psikolojik baskı yöntemleriyle
itirafa yönlendirmeler vs. ECHELON'da açılmış olan deliğin failinin izleri Balıkesir
gibi bir taşra kentine kadar ulaştırmıştı onları, ama hepsi o kadar.

Çok yüksek veri trafiği olan birkaç kişiyi telekomun Log (İtatistiki kayıtlar)
dosyalarından tespit ederek çapraz sorguya alıp, sonra da serbest bırakmaktan
öteye gidemediler.

Hele DoH'un sorgu esnasındaki güven saçan tavırları ve sakinliğine, dudaklarındaki


olabildiğince yayık ama bir o kadar da "tilkiyi andıran" gülümseyişi eklendiğinde,
daha bir çileden çıkmıştı rütbeli - rütbesiz bütün polisler. Fakat 14 saatin sonunda
yenilgiyi mecburen kabul ettiler ve Hasan'ı evine gönderdiler…

Türkiye'de güç bela ve çoğu zaman da kendi öz çabalarıyla yetişen beyinlere sahip
çıkmaz korumazsan, diğer devletlerin karanlık güçleri öncelikle "beyin göçü", o
olmazsa da "beyin imhası" için harekete geçerler. Bu yüzden kıymetlerini bilmek ve
koruyup gözetmek aslında şarttır DoH gibi Beyaz Şapkalı'ları.

DoH'un en kızdığı şey; sahip olduğu becerileri ezbere bilmelerine ve sonuca


ulaşamayacaklarından emin olmalarına rağmen, devletin üst düzey teknik
personelinin onun izini sürmeye çalışması ve bunu başarabilirlerse de "hayatını
kurcalamak" istemeleriydi. Tabii ki ütopikti, tabii ki hayaldi.

Çünki DoH'un farklı ülkelerdeki İSS'leri kullanarak (İnternet Servis Sağlayıcısı) izini
takip etmemelerini çok kolay biçimde sağlamak gibi bir ayrıcalığı vardı.
Örneğin; İstanbul Maltepe Merkez Camii'nin bahçesine otursa, Pekin - NewYork -
Oslo - Shànghǎi üzerinden Maltepe Emniyet Müdürlüğü'ne ulaşarak bir SiberSaldırı
gerçekleştirse, İstanbul bilişim suçları amirliği olayı çözmek için, adı geçen
şehirlerin polis teşkilatlarıyla iletişime geçmek ve ortak bir operasyon yaparak
DoH'a ulaşmaya çalışmak zorunda kalırlardı, ki, bu da neredeyse imkansızdı; ve DoH
yine de bıraktığı izleri silebilirdi her aşamada.

Sonuçta, aralarında 10 metre mesafe olmasına rağmen, Maltepe İlçe Emniyet


Müdürlüğü DoH'u ele geçiremezdi. :).

Fakat yaşadığı gözaltı ve sorgu süreci DoH'a ECHELON'u vara yoğa kullanmaması
gerektiğini işaret etmişti. Yeni bir arayışa girdi...

DoH search edip süzgeçten geçiremeyecekse, ve kurbanı olup da uyarılacak olan


SÖ'leri seçemeyecekse, yani DoH onlara gidemeyecekse, çerçeveyi biraz daraltarak
da olsa SÖ'ler DoH'a gelmeliydi, ve bunun en kestirme - en etkili yolu bir websitesi
kurmaktı.

Yaptığı her işte "derinlik ve özgünlük" olmasına özen gösteren DoH, uzun uzadıya bir
araştırma sonucunda özü sekse dayalı olan seks partneri arama tarzında hetero -
çift - lezbiyen - gay - biseksüel tercihli herkesin partner bulmak için
başvurabileceği, ücretli olduğunda da para kazandırmasının yanısıra, kıymete
bineceğinden, taleplerin de artmasıyla birhayli aktif olacağını düşündüğü;

hepsi biryana;

şöhreti ve felsefesi olan bir domain olan bahname’nin boşta olduğunu görünce,
Kamasutra kadar bilinmese de, Türk-İslam sentezli Bahname'nin çok yerinde bir fikir
olduğuna karar verip hemen satın aldı.

Domain isimleri (Alan adları - Websitesi İsimleri) önemlidir ve özgün olanlarına


meraklılarınca çok da para verilir. Domainler ilk kez kayıt altına alınırlarken,
"ağların ağı" olan internetin küresel - merkeziyetçi olmayan - sınırsız ve açık -
altyapıdan bağımsız - kullanıcı denetimli gibi özelliklerinden doğan, "ilk gelen
domaini alır" prensibi uygulanır, ve sırf bu işle milyon $'lar kazanan insanlar vardır.

Örneğin; Amerikalı Jim Burke, "wtccrash" sitesini kaydettirme sebebi olarak; 11


eylül saldırıları esnasında, ilk uçağın çarptığını duyar duymaz domain regist yapan
bir siteye girmesine rağmen, kendisinden saniyeler önce "worldtradecentercrash"
isimli domain'in birbaşkası tarafından kaydedilmesini gösterir.

İlginç olansa; her iki domainin de, henüz ikinci uçak kulelere çarpmadan
kaydedilmiş oluşudur.

Yani konuyla ilgili mühendis veya teknik kişiler çok hızlı olmak zorundadır, çünki
internet ortamında domainler çok büyük önem taşır.

Bir diğer ilginç nokta da; ikinci uçağın çarpmasından sonra yaşanan domain kayıt
olayında vardır ki; İsviçre'li bir internet kullanıcısı çarpışmanın saniyeler sonrasında,
çoğul ifadeyi gösteren "worldtradecentercrasheS ve wtccrasheS" adreslerini kıymeti
yükselince satmak ya da kendisi bir websitesi tasarlayarak büyük kitlelere ulaşmak
maksadıyla kayıt edip, üstüne almıştır…

Bahname'ye gelince;

İlhanlı hükümdarlarından Gazan Mahmut Han’ın (1271-1304) oğlu Muzaffer,


dünyanın en güzel kızlarıyla ilişkide bulunmaktadır ama günün birinde gücünü
kaybeder.
Tabipler, hükümdarın oğlunu muayenelerden geçirip, üzerinde türlü türlü ilaç
denerlerse de çare bulamazlar. Muzaffer artık hiçbir şeyden zevk alamaz hale
gelmiştir. Nasreddin Tusi saraya çağrılır, Muzaffer’in eski “gücüne” kavuşmasının
çarelerini içeren hacmi küçük ama yararı büyük bir kitap hazırlaması, cinsel işlevi
olan her türlü ilacın formülünü yazması istenir.

Asıl işi gökbilimciliği olan Tus’lu bilgin bu konuda yazılmış tüm eski kitapları
inceler, kendi dönemindeki uygulamayı da gözden geçirir ve istenen kitabı
hazırlayıp saraya sunar.

Bahname-i Padişah, yıllarca elden ele dolaşmış ve yazılmasından 300 yıl sonra,
Osmanlılar döneminde Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiştir. İlhanlı saraylarındakilerin
yanı sıra halk tarafından da sıkça kullanılmıştır.

Tus'lu Bilgin Nasıreddin Tusi'nin aynı adlı eserinin domain olarak hiçkimse tarafından
kaydedilmemiş olması şanstı. DoH da "cuk oturdu be!" diyerek, ağız tadıyla
bahname'yi üzerine alıp, içeriğine koymak için de insanların arkadaş - sevgili - seks
partneri arayacağı bir websitesinin kodlarını ASP programlama dili ile çabucak
yazdı.

Bu sitenin varlığı DoH'un kurban SÖ bulmasına birçok yönden katkı sağlayacaktı.

Birincisi; dünyanın en tehlikeli insanı "kompleksleri ve bir amacı olan şapşal


insan'dır", ki, bunların birkısmını kültürel olarak cinselliğe aç durumdaki erkekler
oluştururken, diğer grup da "lamer-hacker" geçinen ama insanlara zarar vermekten
başka birşey yapmayan eziklerden oluşur.

Bunların tamamı Bahname'ye doluşacaklardır.

İkinci durumun açıklaması için bir kıssamız var : Zeki bir psikolog, içip içip ya da
içmeden de olsa eve gelen kocasının kendisini sürekli dövdüğünü anlatan kadına; eşi
eve girdiği an ağzına koca bir yudum ayran alarak, adam uyuyana dek tutmasını
salık veriyor.

İlginçtir ki, işe yarıyor ve sopa olayı sona eriyor.

Milattan önce 2500'lü yıllarda kocalarına cevap verme cüretini gösteren kadının,
"üzerinde kendi ismi yazılı tuğlayla dövüldüğünü" düşününce, "eh be kadın milleti eh
be! :)" dememenin mümkün olmadığı gibi;

bu ya da başka sebeplerle eşine küs kadınların, ya da farklı eğilimi olan yüzlerce


insanın Bahname'ye kayıt olup, "DoH'un uyarabileceği SÖ'ler" safına katılması
mümkün olacaktı.

Bu tip insanlar adını duydukları an Bahname'ye üye olacaklardı, çünki; 60-65 yıl
öncesinin en meşhur ABD'li banka soyguncusuna "- Neden banka soymakta bunca
ısrar ediyorsun?" dediklerinde, Willie Surtan isimli soyguncu, "- Çünki orası paraların
bulunduğu yer" gibisinden net ve anlaşılır bir yanıt veriyorsa, arayış halinde sörfe
çıkan birçok SÖ de soluğu "kendine benzeyenlerin" bulunduğu Bahname'de alacaktı…
DoH bütün yazılımlarını ve, donanımsal olarak RAID desteğini ve dolayısıyla da
yüksek hızı barındıran SAN (Storage Area Network) ve SCSI özellikli, sıradan
kullanıcılardan ziyade firmaların sistem odalarında bulunabilecek çok büyük verileri
depolamaya imkan tanıyan bilgisayarına, "Hosting" niteliği kazandıracak çalışmaları
bitirdi.

Çünki Bahname'yi ve onunla yapacağı illegal çalışmaları yurtiçi ve yurtdışından


hizmet veren bir bilişim firmasına emanet edemezdi. Anında enselenirdi.

Hosting işleminde, websitesinin sunucuya (Server) yüklenmesi ve tüm dünyaya


yayınlanması sağlanır. Bu işi genellikle büyük şirketler yapsa da, gelişen teknoloji
ve yazılımlar sayesinde, kişisel bilgisayarlar bile sunucu olarak kullanılabilir. En
büyük gereklilik, o bilgisayara internetin her an ulaşılabilmesi için diğer insanların,
statik (değişken) yerine dinamik (sabit) bir IP numarası edinilmesidir. Ya da o
PC'nin, internette 7/24 kalması sağlanmalı, kopma olduğunda da websitesinin yeni
IP değerleri domain yönlendirici makinada sürekli güncellenmelidir.

DoH bu tip bir sisteme birçok nedenden dolayı ihtiyaç duydu.

Örneğin, Bahname'ye üye alırken onaylattığı sözleşmede "Haber Grupları Protokolü"


olan NNTP'yi de açarak, her SÖ'nün PC'sine dilediği an ulaşabilme imkanına kavuştu.

Biryandan da CookieServer kurarak her üyenin internetteki kişisel alışkanlıklarını


dinlemeye - izlemeye aldı. Cookies (Tanımlama bilgileri), gerçekte SÖ'ün ziyaret
etmiş olduğu web sayfalarına ileriki bir tarihte tekrar girdiğinde, sitenin onu
otomatik olarak tanıması için SÖ'nün bilgisayarına depolanan küçük dosyalardır.

Ama gerekli yazılım geliştirmeleriyle DoH, her üyenin nette hangi websitelerini
gezdiğini süzüp alabilir, o kişi hakkında bir profil oluşturarak bunu onunla iletişim
kurduğundaki sohbetlerde kullanabilirdi.

Fakat asıl takdir edilesi yazılımı, MSN ve MSNServer'lardan User(Kullanıcı)


araklamak, ve onları Bahname'ye çağırmak aklına geldiğinde geliştirdi. Profesyonel
bir Robot olmuştu bu. Listesinde olsun olmasın, MSN'e bağlanan (online) kim varsa
anında enseleyip otomatik mesaj gönderiyor ve siteye davet ediyordu. Davet
mesajının güven uyandıran edebi şekli de kadın - erkek binlerce SÖ'yü bahname'ye
çekiyordu.

Öyle ki; baştan DoH'a Ticket gönderen Google Adsense bile, daha sonraki
zamanlarda websitesinde oluşan yoğun trafiği "sahte tık" sayesinde oluştu sanarak,
DoH'a binlerce $'ını vermemişti. Yani sistem heryönüyle mükemmel, heryönüyle
DoH'un emellerine uygun haldeydi…

Şimdiden sonra hikayelerini okuyacağınız kişiler gibi binlerce vakıa ile uğraştı
DevilofHacker ama sizler sadece seçilmiş 50-60 kadarını okuma fırsatını
bulacaksınız bu kitapta.

DoH ikinci kitabını yazdığındaysa : Türkiye ve Dünya'yı sallayacak konular ve


tanınmış sanatçı/ akademisyen/ sporcu/ işadamı/ devlet adamı/ bürokrat/
edebiyatçı/ yazar/ şair hikayeleri ile çıkacak karşınıza.

"Tümü gerçek ve tecrübe edilmiş hikayeler olacak", demeye lüzum dahi


görmüyorum. :)

Ayrıca, DoH ; cinayet işleyerek cezaevine girdikten sonra;

Bahname’ye ait ne kadar domain'i vardıysa başta olmak üzere,

devilofhacker’a ait bütün mail adreslerini kayıt yenileme yapamadığından bu


kitapta konusu edilen bütün adresilerin muhtemelen başkaları tarafından
sahiplenilmiş olabileceğini de belirterek, maceralara devam edelim...

***

{32}

ADANALI
ZEKA VE DERİN KAVRAYIŞ GÜCÜ SAYESİNDE
ÇOĞU İNSANIN YÜREKLERİNDE BULUNAN
VE İÇERİYİ GÖSTEREN PENCEREDEN BAKMAK MÜMKÜN İKEN;

"CANININ İSTEDİĞİNİ YAP" OKULUNDAN MEZUN OLMUŞ


VE KUTSAL DANSLARINI HİÇBİR GÜRÜLTÜNÜN BULANDIRMASINA
İZİN VERMEYENLERLE KARŞILAŞILDIĞINDA BU;

İNSANI ÇILGINCASINA ETKİLEYEN


BATIL İNANÇLAR - ÇILGIN DÜŞLER - SINIRSIZ FANTAZİLER
O GÜNE DEĞİN İNSANIN ZEKASI HAKKINDA EDİNİLEN
KANAAT VE PRENSİPLERE SIKI BİR DARBE VURARAK,
FİKİRLERDE,
NEDENİ BİRTÜRLÜ ANLAŞILAMAYACAK KADAR
KÖKLÜ DEĞİŞİKLİKLERE YOL AÇAR...
***

Lezbiyen ilişki yaşama meraklısıydı Emine.

Evli olmasına, eşinin İncirlik Hava Üssü gibi biryerde iyi maaşla çalışmasına, ve
haliyle de cinsel yaşamlarında sorun olmamasına rağmen;

bir kadınla seks yapmak ve onu yalayıp - okşamak çıldırtıyordu Emine'yi. Böyle
yazmıştı Bahname'deki profiline ve evli - bekar bütün kadınlarla yazışabileceklerini
beyan etmişti.

DoH, Emine'yle Zerrin'i tanıştırmak için hemen harekete geçti :D..

Birkaç saat hiç soyunmadan sohbet ettiler kamerada.


DoH'un modellerini anımsayınız.
Giyinik şekilde ve klavyeden yazı yazar biçimde kayıtları da vardı elinde.
Sonra da mevzu derinleşip, sanal sekse geldiklerinde, soyundu her iki kadın da ve
başladılar birbirlerini izlerken kendilerini okşamaya her ikisi de. Emine'nin lezbiyen
anlara doymazlığı kadar, acemi süsü verilmiş olan Zerrin'in de çılgın fantazilere olan
istekleri hiç bitmiyordu, çünki DoH biryandan da Emine'yi an be an kayıt ediyordu...

Mesela Zerrin; "- Lütfen yaa, kırma beni hadi n'olur aşkımmm…………….." dediğinde,
Emine onu kırmamış ve banyoya koşup getirdiği koca kovanın içine çişini yapmıştı
kameraya yakın çekim göstere göstere.

DoH Zerrin'in sapık olduğunu düşünse de, öte yandan da "tecrübe tecrübedir" diyor
ve Emine'ye sıradışı ne varsa yaptırıp, kaydediyordu.

Zaten bir yazılım geliştirip MSN'e montelemişti ve karşı tarafın kamerası açıldığı an,
sistem görüntüyü otomatik olarak kayıt ediyordu.

Aradan geçen 3-5 saatin sonunda, kendi görüntülerini izleyen, ve DoH'un "- Sanal
ortamda soyunma. Kötü niyetli biri görüntülerini kaydedip internete yayabilir!"
telkinleriyle kendine gelecek olan Emine'nin şok ve minnet duygularını hesaplamaya
çalışırken;

"- Kaydet, n'olcak ki? İstersen akşam kocam gelince kamerayı açar, karşında
sevişiriz. Biz takmayız öyle şeyleri şekerimmm" diyen kadının kendisini
şaşırtmasıyla, ve gerçekten de gece olup kocası eve geldiğinde gözlerinin önünde
yaptıkları hırçın seksle bir felsefi sonuca daha ulaştı.

Kıskançlıklar - çekememezlikler - çıkar çatışmaları ve özellikle de cinsel


konulardaki bağlayıcı yönü çok ağır basan öğretiler, SÖ'lerin başını her an belaya
sokmaktadır ve bazı günahlar esip geçen zaman vasıtasıyla mazinin mülkü olur.

"Mazi" dedikleriyse asla yargılanmamalı - asılmamalı. Çünki, güncelin bütün modern


ve konforlu üst kat daireleri onun üzerine oturtulur, ve maziye vurulan her darbeyle
de yapı temelden sarsılır, belki de yerlebir olur.

İşte DeviLofHacKeR o gün, dünya üzerindeki insan icadı bütün sorunların çözümünü
buldu Emine ve Kocası sayesinde : Uygulama alanı bulabilir miydi başka Sıradan
Ölümlü'lerde meçhuldü, ama, yerkürede yüzyıl öncesi de 1 dk. öncesi de herkesce
"Mazi" sayılıyor ya hani; işte dert - keder - problemlerin çözümü ;

yeryüzündeki herkesin bir mazisi olmasına rağmen,

hiçkimsenin "sorular sormaması" idi.

Şu karı koca ise, değil mazi ve mazi hakkında sorular sormamak, "yaşanan an'ı" bile
silip yok sayabilecek hale gelmişler, özgürleşmişler ve benliklerini materyalden
kurtarabilmişlerdi.

DoH onlara, elindeki görüntülerin hiçbir şekilde üçüncü şahıslarla


paylaşılmayacağının garantisini verip kendince, bir de şapka çıkarıp özgürlüklerine,
vedalaştı…
Yeni bir kurban bulmaya yönelirken aklında;

L.G. Roberts'in, DARPA laboratuvarlarında görevliyken taa 1966 yılında ve


"bilgisayar ağları" kavramını geliştirirken; aynı anda 4 bilgisayarı birbirine bağlamayı
1969'da becerdiğinde internetin temelinin atılmasının yanısıra;

"Gözetim Sistemi" denilen şeyin yeni şeklini "çok yönlü bilgi toplama - bilgi
yönlendirme - analiz" gibi kavramlardan çok uzak olan;

"sevişme-seks" gibi
tamamen tensel - bedensel olan bir eylemi de
sayısallaştırdıklarını,
ve SÖ'lere sunduklarını
öngörüp öngöremediklerinin sorusu vardı…

***

{33}

HIYARCI

KAFASI AKADEMİK OLMAYAN KADIN,


DÜNYADAKİ MUTLULUK KAYNAKLARINI
PARA - SOSYAL GÜÇ - KARİYER'DEN İBARET GÖRÜP DE
İLKİ İÇİN MÜCADELE ETMİŞSE;

İKİ UCUNDA DA İĞNE BULUNAN BİR ENJEKTÖRLE


OLAYA İLAÇ (ZEHİR) ZERKEDER AKLINCA…

EVLENDİĞİ ŞEYİN
"KADININ BEDENİ VE GÖNLÜNÜ HOŞ EDEN BİR ERKEK" DEĞİL DE,
BİR EV VE İÇİNDEKİ EŞYALAR OLDUĞUNU
"BİRBİRİNİ KOVALAYAN
CİNSEL TATMİNSİZLİKLER NETİCESİNDE"ANLADIĞINDA;

YANİ, YAŞAMDAKİ EN BÜYÜK ZEVKİ


İNSANA VERME GÜCÜNE SAHİP OLAN
CİNSELLİĞE HASRET KALDIKÇA,
ARTIK AHLAK DA O EVDE UÇUŞAN
KURU SÖZLER VE NASİHATLER YIĞINI HALİNİ ALIR.

SAHİBE Mİ?

O DA HIYARLARA KALIR...

***

Gökyüzünden, dinlenmek için inmiş bir meleğin yuvasını andıran ve kubbesinin


uçları kırmızı kurdelelerle tutturulmuş cibinliğin altında,

açık penceredeki tül perdeleri aşarak odaya sızmış güneş ışıklarıyla aydınlanan
yatağın üzerinde,

"- İşte benim gerçek kocam bu :(" dediği çok iri bir salatalığın üzerinde zıplayıp
dururken bir yandan da diri memelerini okşayarak inleyen Semra neredeyse
kendinden geçmek üzereydi…

Burası onun nice mutlulukları paylaşmayı umduğu yatakodasıydı kocasıyla.

Bahname'ye "- Çok yalnızım!" mesajı bıraktığında, kendisiyle iletişime geçen


Zerrin'e, bu saray odalarını andıran ve özenle düşeli namahremiyle birlikte
"vücudunu ve herşeyini" açmaktan hiç utanmamış, hiç azap duymamıştı.

Çünki sırf zenginliğine vurulduğunu sonradan farkettiği kocasıyla gerçekten çok lüks
bir yaşantıyı paylaşırken, aynı zamanda da cinsel hayatlarındaki uyumsuzluğu enine
boyuna bölüşüyorlardı, ve Zerrin de onu sohbetleri esnasında kesinlikle anlamış -
hak vermiş, bir kadın olarak(!) da soyunup eşlik etmeye başlamıştı yalnızlığına.

Odasının hafif ve saf "temizlik" kokuları eşliğinde, sanal da olsa çarpık bir ilişki
yaşamış olmaları, Zerrin'le yakaladıkları ruhani musikiyi kesinlikle gölgeleyemiyor,
ve her ikisini de yavaş yavaş orgazma taşıyordu.

Koca hıyarı hiç umulmayan bir kolaylıkla karadeliğine alarak sarsıla sarsıla
boşalmasına şahit oldu Semra'nın "yere kadar uzanmış eflatun renkli ve kelebek
desenli" yatakodası perdeleri.

Zerrin de onu yakalamış, aynı zamanda orgazma erişmişti…

Kocasının ekonomik olarak sunduğu ne varsa, hepsinden fazla keyif aldığı bu sanal
sevişmenin ardından, laptopunu alıp pijamalarını giyerek salona geçti Semra, ve
Zerrin'le çok tatlı çok içten bir sohbete başladı.

Zerrin'in BŞH (Beyaz Şapkalı) bir hacker olduğunu, sanal ortamda webcamlerdeki
her görüntünün kayıt altına alınabileceğini, şantaj için olmasa da internete dağıtılıp
başını tamiri zor belalara sokabileceğini, fakat DevilofHacker'in şu an kendisine
izlettiği az önceki hıyarlı sahnelerin asla üçüncü şahısla paylaşılmayacağını vs.
okuduğunda MSN'in konuşma balonunda, gözleri faltaşı gibi açıldı, ne yapacağını
bilemedi, aklı karıştı…

"- Hiç üzülme. Eşini aldatır mısın bilemem de, Zerrin'le yaşadıklarınız için hiç
üzülme. Bedenler her an hazır, ve ten bu aşk güreşlerinin katalizörü - en önemli
figürü. Tin'ler alt alta üst üste gelip oynaşabiliyor mu kocanlayken sen
açıkyüreklilikle ondan bahset, ki, aşkın varlığına ikna et kendini. Aksi durumda inan
bir suç işlemedin, ve sadece netteki tehlikelere karşı DoH tarafından "tecrübe
ettirilerek" uyandırıldın. Hadi kal sağlıcakla." diye yazıp kayıplara karıştığında DoH;

Semra da monitöre boş gözlerle bakakalmış,

onun her SÖ'ye sağladığı koruma - gözetmeler için duyduğu minneti kalbinde
derinlemesine yeşertirken biryandan,

öbür yandan da herşeylerine karışmaya varan ve "kendi özel alanımız" dedikleri


alanın kırmızı çizgilerinin tecavüze uğramasına,

ve geçici de olsa "delirtecek kadar güçlü bir tehdide" maruz kalışına "sinirlenmek"
dışında nasıl bir insani duyguyla karşılık vermesi gerektiğini kestirmeye
çalışıyordu…

Herşeye rağmen DoH'a minnettardı, ve atlattığı tehlikeden sonra, konforlu evinin


içinde kol gezen bütün olumsuzluklara rağmen, şu an gerçekten de çok mutluydu…

***
{34}

AZERBAYCANLI

"YOKSUL İNSANLARIN DOSTLUKLARININ" SICAKLIĞIYLA,


"BAHARLARI SEVER GİBİ" SEVMEK
VE YANAŞMAK İSTESEM DE İNSANLARA;

NORMAL DENİLENİN ÇOK ÜSTÜNDEKİ BİR BERRAKLIKLA


GÖRÜVERİNCE ONLARIN
"KATI YÜREKLİLİKLE HOR BİR BAKIŞINI" DİĞERLERİNE,
VE ORTALIKLARDA "KALİTE" DENEN

SAHTE MASKELERLE DOLAŞTIKLARINI İDRAK EDİNCE;

"DAHA KALİTELİ OLAN,


- SADECE KALİTELİYMİŞ GİBİ - DAVRANANIN
ANCAK DÜŞMANI OLMAYA NAMZETTİR."
DÜŞÜNCESİYLE DİKİLİR KARŞILARINA,
İMZAMI ATARIM ALINLARININ TAA ORTALARINA...

***

Nasıl oluyor da sudan çıkıvermiş bir balık veya suya düşüvermiş bir yüzmebilmez
gibi soluksuz kalmıyor şu Sıradan Ölümlü'ler yahu?

Ve nasıl oluyor da kör - sağır - topal halde, doğduğu andan itibaren taa ölüm anına
dek şu keşmekeşin içinde,
sanki hiç bıkmazcasına,

egsos dumanları - tren takırtısı - araçgürültüsü - insan çokluğu ve sözümona hayat


mücadelesi adı altında, kazanımları dahi "ölüm" düşünüldüğünde beş para etmeyen
aşık atmaların müdavimi;

ve yeri geldiğinde de sanki birbirlerine düşmanmışcasına en sevdiklerini bile


yokederek kazanılan sidik yarışlarının sevdalısı oluyorlar?..

DevilofHacker'ı bazen öyle bezdirir ve oksijensiz bırakır ki şu sözde "modern yaşam",


"safi oksijen" soluyabilmek için mezarın tekine girip toprağından emesi gelir.

Çünki gerçekte "Yeryüzü" okullarda ders kategorize edercesine "birden çok uzmanlık
alanının" bulunduğu biryer değil.

Tek uzmanlık alanı var bu dünyada :


"Hayatta kalmak ve ölürken bile bile dimdik ayakta olmak!"

Çok hızlı değişir evren, ve bu değişim de gelişerek gerçekleşir.


Zamanında gözalıcı ve baştan çıkarıcı sayılan menfaatler - kazanımlar bir süre sonra
önemini yitiriverir. Sadece "yaşayabiliyor" oluşununsa modası hiç geçmez.

Bu fikirleriyle yoğrulagiden DoH'un websitesinde, info kısmına, "şöyle başarılı


işkadınıyım - böyle profesyonel şirket yöneticisiyim - mükemmeliğin ve
mükemmelliyetçiliğin zirvesindeyim vs." yazan esmer güzeli bir Azeri elbet dikkat
çekerdi.

Bakalım yüzeyde dillendirdiği bütün bu üstünlükleri Zerrin'le tanıştıklarının kaçıncı


saatinde alaşağı edilir, "içte biriktirilmiş ve şehvete bulanmış acazetler" sahnedeki
yerini alır, ve "ben ben" lakırdıları yerle bir olurdu.

"Ben"lik dedik de;

Hud suresinin 107. ve 108. ayetlerinde cennet ve cehennemin geçici olduğu imalı
da olsa bildiriliyor, ama, sonrası için bir "ne olacak?" tebliği yok.

Deniyor ki ; "Orada gökler ve yer durdukça duracaklar...".

Bu dünyada hayatın asıl manası hala muamma, öte dünya başlıbaşına "bilinmezlik ve
sırlar üzerine" kuruluyken, ortalıklarda "ben! ben!" diye dolan dur sen!..

Gerçekten de Azerbaycan'da ithalat - ihracatla uğraşan çok başarılı bir iş kadınıydı


Samira, ve Uluslararası işlere imza atmıştı. Bahname'ye aradığı cinsiyeti "kadın -
erkek farketmez, düzeyli şekilde sohbetler edebilelim" diye belirtmişse de, Zerrin'in
kıvrak ve akıcı muhabbetleri onu çok sarmış, herşeyini paylaşmaya başlamıştı.

DoH onun anlattıklarını dinledikçe tam da düşündüğü gibi bir Sıradan Ölümlü dişiyle
karşı karşıya olduğunu tescilledi. Samira da diğer mevkidaşları gibiydi ve stresin
bulaşıcı olduğunu bilmemesinin yanısıra, kaynağının da adrenalin olduğunun
farkında değildi.

Adrenalin ise kendini kaptırdığı "güçlü olma duygusu'nun" zamanla masumiyetini


yitirip, önce kendisine sonra da başkalarına zarar verir hale gelmesi için;

yine farkında olmadan ve güçlü olabilmek adına sarfettiği çabaların harcadığı


emeklerin bir ürünüdür.

Bu emekler de önce "zaman" sonrasında da yüksek enerji kaybına sebep olur SÖ'nün
yaşamında.

Doğal olarak da biryerlere boşalma ihtiyacı hisseden "cinsel ben", azıcık


pohpohlandığında hemen gevşer, rahatlama hissine kavuşmak için tabu - inanç -
prensip vs. ne varsa bir yana bırakır, ve, webcamdaki caaanım dertortağı Zerrin'le
sanal seks yapmaya başlar.

Bu sevişme esnasında mutludur Samira, çünki, iş hayatındaki yoğunlukta olduğu gibi


tansiyonu yükselse - bedeninin her zerresinde çarpıntılar hissetse - adrenalin denen
hormon damarlarında gelişigüzel ama bir o kadar da güçlü gezinse de, beyninde
çalışma hayatındayken oluşan sıkıntılardan eser yoktur.

Kalkar gider ve "- Sadece okşamak yetmiyor Zerrin, bekle bir sn. bebeğim" şeklinde
yazdığı mesajın ardından;

getirdiği kocaman deodorant spreyinin üstüne oturur.

Heteroseksüeldir normalde, ve kocasının memeuçlarını sıkması da çok hoşuna


gitmektedir.

Eşdeğerde olmasa da iki adet mangal alıp gelmiştir ayrıca banyodan. Meme uçlarını
hafifçe acıtan mandallar ve içini fazlasıyla dolduran deodorant kutusunun eşliğinde,
sarsıla sarsıla boşalmışlardır karşılıklı ekranlarda yeni arkadaşı Zerrin'le…

Şimdi sırada; iş dünyasında edindiği başarılar kaynaklı sürdürdüğü zengin yaşamın,


ve bu yine bu yaşamın ortaya çıkardığı "kibir"in aslında onun gözlerine nasıl da mil
çektiğini, ve o küçümsediği fakirlerin kendisinden "ruhen" ne derece zengin
olduğunu; yanısıra;

o koşuşturma dünyasında sükse ile karışık şekilde yudumladığı viskinin aslında nasıl
da "saflıktan uzak ve acı - korku - güçsüzlük - umutsuzluklarla" harmanlanmışlığını;
ve o küçümsediği fakirler "izbe bir bakkaldan" kötü bir şarap alıp keyifle içmeye
koyulduklarında, yaşamın en saf - en doyurucu nektarlarını yudumlamakla
kalmayıp;

kendisinin o şaaşalı hayat içerisinde hiçbir zaman için "ektiği tohuma bağlı bir ürün"
elde edip de biçememesine rağmen, onların ne ektiyse onu biçmek gibi bir lüksü
her an yaşadıklarını anlatmak, ve ona "aklının" hiç de sandığı kadar ulu olmadığını
göstermek suretiyle uyandırmak vardır...

Önce tüm olan bitenin itirafını Zerrin'e yaptırdı ve kendisini hiç bulaştırmadı DoH.
BŞH (Beyaz Şapkalı Hacker) olsa da bir hackerin kendisini görüntüleyip kaydettiğini
bilsin istemedi.

Çünki bu tip "yüksek ego ve kibir" sahibi SÖ'lerin korku ve panik halleri de tuhaf
olur, çok derin etkilere yol açabilirdi gerçek yaşamlarında. Fakat Samira kendi
görüntülerini izlediğinde "- Sen bittin kızım! Beni kaydetmeyi çok ağır ödeteceğim
sana! Kocam Amerikalı ve polis teşkilatında görevli. Seni mutlaka buldurtup canına
okutacağım!! " vs. vs. deyip, hızını alamayıp gidip kocasını da çağırarak yaşadıkları
herşeyi anlatınca ona Zerrin'in gözleri önünde, ve ikisi bir olup birsürü atar - gider
yapınca, kanalı hemen değiştirdi ve topu Zerrin'den alıp DevilofHacker oluverdi...

Onların giderlerine giderin kralını yaparak mükemmel bir hacker olduğunu, yerini
ve kimliğini tespit etmeleri için hergün onlarla MSN bağlantısı yapacağını, güçleri
yetiyorsa yakalatmalarını vs. söyledi.

Karşılarındakinin bir erkek ve bir hacker, izledikleri Zerrin'inse video kaydından


ibaret bir model olduğunu öğrendiklerinde, ikisi de vitesi geriye almak ve yasılmak
zorunda kaldı.

Yaşadıkları dehşet dolu anları yeterince uzatan ve derslerini veren DoH, çıplak
görüntülerinin kendisiyle mezara gideceğinin garantisini verirken;

her ikisinden de gerek sanal gerek real yaşamda "mütevazı ve farkındalığı yüksek"
insanlar olmaları, ve bu tip tuzaklara birdaha düşmemek için de daha dikkatli
olacaklarının sözünü alıp iletişimi kopardı…

Biliyordu ki, yaşananlardan sonra, Samira'nın kafasında da "alçakgönüllü bir


patroniçe" olmak adına birsürü pozitif fikir vardı...

***
{35}

UYANIK İDİL

HERKESİN AKŞAMÜSTLERİ BİTİRDİĞİ


EKMEK KAVGASININ KUTSALLIĞINDAN UZAK,
ŞEHVETİN YÖNETMESİYLE
GENÇLİĞİNİN EN OLGUN ÇAĞININ SAÇTIĞI
GÜL KOKULARI - GÜL KIRMIZILIKLARI
TENİNDE, YANAKLARINDA VE HER YANINDA YAŞARKEN;

GÖLGESİNİ YİTİRMİŞ BİR AĞAÇ GİBİ ALELADE,

YA DA ETİNE BATMIŞ KIYMIK MİSALİ


YAŞAYIVERİNCE "KORKUNÇ BEN'İ" ANİDEN,
VE BUNALIMDAN BÜYÜMÜŞ GÖZLERİYLE
ÇIĞIRINDAN ÇIKIP DA

"DELİYE DÖNDÜREN DÜŞÜNCE


VE DUYGULARININ MAHŞERİNİ ELLERİNE ALIVERİNCE"

FARKEDİVERECEKTİ KORKULARLA ÖMÜR SÜRMENİN


ÖLMEKTEN ÇOK DAHA FAZLA
YÜREKLİLİK GEREKTİRECEĞİNİ...
***

"- Öldü o belki de şu an, öldü annıyon mu Allah'ın belası! Durma beni de hackle
istersen ama önce dinle.

Üç ölü yedi yaralı vardı Tarsus yolundaki kazada ve yaralılardan birisi de İdil'di.

Geçen hafta aranısda geçen herşeyi anlattı.

Çünkü bis kankayıs onna ve herşeyimisi paylaşırıs.

Sabah gördüğümde yoğun bakımdaydı ve belki de şimdiye kadar çoktan öldü.

Sil onu listenden ve unuttt!

Tamam mı hacker abiii :((" …

İlkbakışta kankası için yüreği parçalanan genç bir kızın yakarışları gibi görünse de;

Bahname'ye kayıt olma amacını profilinde "Yeni nişanlandım ama nişanlımın gücü
beni doyurmaya yeter mi sanıyorsunuz? Gelin hadi tanışalımmm sevişelimmm :P";

diye belirten İdil'in küçücük aklıyla yaptığı planın parçalarıydı bu söylemler aslında.

Ortamda ölümlü - yaralanmalı bir kaza olmadığını Ulusal Gazeteler - EGM Bilişim
Dairesi Başkanlığı ve birçok resmi kurumun veritabanlarına sızarak öğrenen DoH;

biryandan da IP'si zaten takip havuzunda olan İdil'in PC'sini yoklamış,

DevilofHacker'a yukarıdaki sözleri yazan kızın başka pencerede de İdil'e "- İnandı
galiba ya, du bi, bekle konuşuyo, bişiler diyo dur" yazdığını görebiliyordu. :D.

Kıza kaza ile ilgili sorular sorarken ve İdil çabuk iyileşsin diye dua edeceğini
belirtirken, bıyık altından da sırıtıyor,

"- Şu SÖ'ler ne tuhaf ulu Tanrım" demekle yetiniyordu…

Esmer güzeli olmasına rağmen sahte sarışınlığı seçen İdil'in ilk uyanıklığı - kurnazlığı
değildi şu başvurduğu.
İnfosundaki mesajı okuduğunda ve "al sana bi süzme salak daha" diyerek peşine
hemen Zerrin'i saldığında DoH,

hani İdil uyanık - zeki - külyutmaz ya, kameralarını açar açmaz iki kadın da, "şimdi
bana elinle 3 yap bakalım" deyiverdiğinde ve Zerrin de üç rakamını en ufak pürüz
yaşanmadan kamerada gösteriverdiğinde, karşısında çılgınca sevişmeye hazır gerçek
bir kadın olduğuna kanaat getirmişti, ve onunla saatlerce webcamsex yapmaya
girişmişti.

Biryandan da nişanlısı ne yaparsa yapsın doymadığından ve seksi çok sevdiğinden tut


da, yaşam içindeki her türlü paylaşımlarından bahsetmişti partneri Zerrin'e.

Kısacası DoH İdil'i her yönüyle analiz etmişti.


Neden böyle bir "İdil öldü!" kandırmacasına başvurduğuna gelince : Utandı DoH'tan.

Çünki DoH ona günlerce "seks yapmanın güzel birşey" oluşunun yanısıra, boyutun,
"insanın kendine duyduğu saygıyı törpüleyecek hale gelmemesi gerektiğinin", ve
kurban SÖ'lerin hepsine telkin ettiği ne varsa "internette güvenlik" ile ilgili bütün
açıklamalarını bir bir yaptı.

Görüntülerinin üçüncü kişilerin eline geçmeyeceğinin güvencesini fazlasıyla verse


de DoH, İdil yaşadığı utanç yüzünden kaçmak, PC'nin başından kalkmak istiyordu
her an.

Sandığı kadar akıllı olmasa da, utanacak kadar aklı vardı İdil'in, lakin, gidemiyor ve
kırmızı lake koltuğun üzerinde DoH'a yarı hayran yarı kızgın şekilde bakarken
kıvranıyordu.

Çünki, öğütler verdiği mahalli terketmek için hareketlenen insana öyle bir bakış
atardı ki DoH, bir çift namluyu andıran ve akları öfkeden birçırpıda kanlanan
gözlerin nezaretinde, oturduğu yere daha bir "kurulmak ve beklemek" zorunda
kalırdı zavallı.

İşte dersini böylece alan İdil, birkaç gün sonra da "öldü o" planını uygulamaya
sokmuştu,

ve DoH aslında bunu hemen anlamışsa da İdil'i kendisiyle başbaşa bıraktı, iletişimi
kesmesine izin verdi.

Korkusu ve utancı ona yeterdi…

Bazen olması gerekenden daha acımasız olduğu düşünülse de,


mutlak adalet için bu hale gelmek yıllarını almıştır,
ve duygularından çok daha güçlü bir liderdir DevilofHacker...

***
{36}
MUHASEBECİNİN YAZGISI

NURLARI SÖNMÜŞ KAPILARDAN KOLAYCA GEÇİRİP


ONU KONFORLU BİR YAŞAMA KAVUŞTURACAK OLAN KİTAPLAR
ANSIZIN TÜKENİP DE BÜYÜSÜ YARIM KALINCA EĞİTİM - ÖĞRETİMİN;

KAYBETTİĞİ SERVETİNİ
YENİDEN ELDE ETMEK ADINA HİÇ ÇABALAYAMAYAN
VE ŞÖYLE BİR SİLKİNİP
TEKRAR ESKİ DÜNYASINA DÖNEMEYENLERİN
SARSILMIŞLIĞI - EZİLMİŞLİĞİYLE
BAHTININ KAYPAK YILDIZINA
SİTEM ÜSTÜNE SİTEMLER EDECEK,
FAKAT,
EN ÖZGÜR İNSANIN DAHİ
SAHİPSİZ - EFENDİSİZ - GÜDÜLMESİZ OLAMAYACAĞINI ANLADIĞINDA
KADERİNE RAZI OLMUŞLUKLA
BAŞBAŞA KALIVERECEĞİNİ DE
ÖĞRENECEKTİR...
***

Programlama dillerinin belli başlı işleyiş şekilleri, birbirlerine çok benzeyen


mantıkları vardır.

Satırlar şeklinde yazıldıktan sonra, o kodları yorumlayıp - işleyip -


denetleyip "çalıştırılabilir" hale getiren derleyicilerin sayesinde "bilgisayar
programı" haline gelirler…

"Derleme" sürecinde, karşılaşılan yazım veya mantık hatalarından, programcı hemen


haberdar edilir, ve "ham program kodları"yazılımcıyı uyarmadan derlenip de bir
bilgisayar programı haline dönüştürülmezler.
Ancak, HTML, yani websitesi sayfalarında da binlerce işlev - komut olmasına
rağmen, özde "programlama dili" olmadıkları ve derlemeye tabi tutulmadıkları için,
yazım ve mantık hatası gibi sorunlar, sadece, web sayfaları tarayıcı ile açıldığı
zaman farkedilebilir.

Yani, görücüye direk çıkmak durumundaysanız, o websitesindeki birsürü aksaklık -


sorun aynı anda son kullanıcılara da yansır…

Hayat da insana çoğu zaman bu şekilde yaklaşır.

Çocuk üniversite sınavlarını kazanır ve, "Okur gider be Allah'ın izniyle. Kazandı ya
hayırlısıyla" denilerek başka kente uğurlanır. Baba bir kurumda işçidir en iyi
ihtimalle, ama, hem evde kalanlara hem de "okuyup herkesin yüzünü
güldürsün" diye gönderdikleri çocuğa yetmeyecektir kazandığı para.

Eh, her iki taraf da fedakarlıklara başlar haliyle ve kemer sıkma politikaları
uygulamaya sokulur. Fakat feriştah olsa da gurbetteki, okul - yurt - kantin - kitap -
ulaşım meselelerini halledemeyecektir kendisine ailesinin kıt kanaat gönderdiği
parayla.

Erkekler, okulu bırakıp gitmeden hemen önce gelen seçenekte "parttime iş" bularak
çözerken sorunu, kızlar her işte rağbet gör-e-meyeceklerinden, dişiliklerini o ya da
bu şekilde ön plana çıkarmak zorunda kalırlar.

Yeter ki memleketteki herkes "bak bak, okulu bıraktı geldi!" demesin.

İşte Zeynep de o kızlardan biriydi ve İşletme-Muhasebe okumaya çalışıyordu…

"- Kontörüm yok kızım kontörümmm! Son görüştüğüm herif hayvanın tekiydi. Canımı
yaka yaka becerdi beni ama hakettiğim parayı bile tam vermedi. Bir haftadır kontör
bile alamıyorum. Okula giderken minibüse dahi binmiyorum :(((", şeklinde dert
yanıyordu msn'de Zeynep başka bir kıza.

"Parasızlık + kontörsüzlük + seks + okul + gençkız = kötü yol" demektir diye


düşünüp, takibe aldı Zeynep'in herşeyini; ve cep telefon numarasını öğrenir
öğrenmez de Zerrin'in showlardan kazandığı kontörlerden binlercesini ona transfer
etti DevilofHacker…

Yaşamda neyin "sonsuz bir önem ve gerçeklik" taşıdığını öğrendiği yirmili yaşlarında
farketti ki DoH, çenesinin gaz pedalı sanki hızla paslanıyormuşcasına devre dışı
kalmaya başlamış.

Öyle ya; kim ve hangi cesaret seviyesinde olursa olsun, patlamaya hazır bir el
bombası ağzına sokulduğu an nutku tutulur, ve ne kendinde ne dilinde konuşacak
gücü bulamaz, şok olur. Ölümün de insana "hadi toparlan da gidelim"anlamında göz
kırpmadan geçirdiği tek bir saniyesi yoktur.

Ve ölümün suç ortağı "hayat" öyle bir basınçla yüklenir ki insanın omuzlarından;
hani çok uzun ve yaya bir yolculuktan sonra seni karşılayan akraban elindeki bavulu
alıverdiği an farkedersin ya kolunun kopacakmışcasına ağrıdığını;

işte azrail gırtlağına çöküp, bu dünyada içine çektiği son nefesi alıp terkisine
gidinceye kadar da "yaşamak" denilen külfetin farkında bile değildir çoğu insan…

Zeynep tam dört yıldır farkındaydı, ve okulu bitirebilmek için bedenini, ayda birkaç
kez de olsa, adını "fahişe'ye" çıkarmayacak şekilde satmaya başlamıştı. İşte DoH
azrailden önce elindeki bavulu almak ve onu rahatlatmak için gönderdi kontörleri,
ve hiçbirşey ummadı, talep etmedi. Gelgelelim Zeynep, kontörleri gönderen 20-30
kadar farklı telefon no'sunu günün her dakikası aramaktan hiç vazgeçmedi.

Sim kartları sadece Bekir yeni kontör müşterisi bulduğunda telefona takan DoH ise,
ulaşamadığı için SMS de atan Zeynep'in yüzlerce "Kimsin sen?" mesajına da maruz
kalıyor ve Bekir'in paralarını peşin aldığı müşterilere kontör transferi yapamıyordu.

Çünki Zeynep'in kontörü boldu, ve gönderdiği SMS'lerin birini silse akabinde yenisi
geliyor, DoH da yapacağı transfer işlemini gerçekleştiremiyordu. Mecburen aradı
Zeynep'i ve olan biteni anlattı.

O'na özetle; "Param yok diye başla ve gereksinimlerini sırala. Hemen anlayacaksın
dostlarının ederi kaç para"düsturuna istinadan kol kanat olmak istediğini, parası
olmadığından da elindeki kontörlerden gönderdiğini, okulunu bitirip bir işe girerek
hem kendisine hem de ailesine yardımcı olabilmesi için sebepsiz - karşılıksız olmak
kaydıyla destek vermek istediğini anlattı.

Bu sefer de Zeynep'in "Seni yakından tanımam lazım" ısrarlarına maruz kalarak, bir
gece onu misafiri olarak ağırladı. Hayata dair çok şeyden bahsettiler Zeynep'le.

Ve sürekli gidip gelmeye başladı kız daha sonraları DoH'un evine.

Öyle ki, bu samimi ve canayakın kadına DoH "ne zaman istersen gel gir" diyerek
evinin anahtarlarını bile vermişti…

Sonra birgün, sadece anahtarlar geldi kargo ile...

Babası "- Ne beşinci yılı be!? Okul dört senede bitmediyse yürü evine!" diyerek,
kamyoncu bir arkadaşını da alıp gelip, "gece operasyonuyla" Zeynep'i ve ev
eşyalarını da alarak, memleketlerine, götürmüştü.

İletişimleri de koptu Zeynep'le çünki internet - telefon vs. hiçbişekilde görünmedi


ortalıklarda…

Büyük ihtimalle; yine babasının bulacağı ve hiç tanımadığı bir adamla evlendirildi,
ve adına "Yuva" denilen manevi bir mezarda annelik yapmaya başladı çocuklarına...

***
{37}
AŞİRET GELİNİ

BAHÇESİNDEKİ KUŞLARA YEM ATARCASINA


ÖMRÜNÜ AVUÇ AVUÇ TÜKETİRKEN
"KENDİNE TARLA AÇMAK UĞRUNA
KOMŞUSUNUN ORMANINI ATEŞE VEREBİLENLERİN BENCİLLİĞİNDEKİ"
BİR ADAM VE YAVRULARI İÇİN;

KÖTÜLÜKLERİN HERBİRİNDEN
TAPTAZE BİR "İLERİYE ATILIŞLA" KURTULUP DA
ÇOOK UZAKTAKİ BİR BULUTA SIĞINMASI İÇİN UĞRAŞIRKEN;

RUH'U "KORKUNÇ BEN" İLE KARŞILAŞIVERİP DE


BÜSBÜTÜN GÜÇSÜZ KALIVERDİĞİNDE,
FARKINA VARDI KENDİ VARLIĞININ AĞIRLIĞININ,
ÖNEMİNİN VE GEREKLİLİĞİNİN...
***

"Hayatım Roman" diyen Siz;

öyle ya da böyle "mutlu" yaşayan bir aile içine doğmuş olanlar!

Ne'niz roman olacak ki?...

Bir iki çalkantılı aşkınız - kurduğunuz şirketin batması - işten ayrılmanız - sevdiğiniz
birinin ölümü - havuzda atlattığınız boğulma tehlikesi vs. mi olacak romanın bütün
konuları?

Sonuçta karnın tok sırtın pek büyümüşsün işte. Doğmuşsun - büyütülmüşsün -


okullara gitmişsin - ya kendi şirketinizde çalışmış ya da en kötü ihtimalle orta düzey
maaşla mesai saatleri belli bir işe girmişsin, ki, çalışmasan bile ailen ve onların sana
da yetebilecek standartları varmış zaten. Akşam olmuş sıcak bir eve dönmüşsün,
soğuksa da kombiyi - kaloriferi açmış veya en azından sobayı tutuşturmuşsun.

"Hayati" sayılabilecek kayıpların olmamış hiç kazık - sekte - yoksunluk bağlamında.


Yani, olabilirliği zaten kabullenebilinecek şeylermiş roman konusu edebileceğin
zorlukların tümü.

Hijyen de fiziki olarak hep varmış bulunduğun ortamlarda, ve diyalog kurduğun


insanlar baz alındığında da "steril"sayılabilecek kişilerle muhattap olmuşsun hep.
Az önce bahsi geçen mutlulukların da "basmakalıp ve daracık bir çerçevede" bile
olsa cirit atmış hayatının biryerlerinde ve tabii ki hepsi de sıradan. Kafanı "dış
dünya - dışarısı" tabir edilen yere çıkarmak ise, rahatının kaçacağı endişesiyle,
ütopya olmaktan öteye hiç gitmemiş.

Oysa, hayat dediğin şeyin bir romanı olacaksa, içinde, hiç olmazsa "başkalarına -
bitakım ideallere adanmış ömür"sıfat tamlamasının bari olması gerekiyor. Korkak
olmasan tadına bakabilirdin. Yapmadın, ve kalkmış "hayatım roman olur" diyorsun.

Cık! Olmaz.

Olsa olsa herkesin ezbere bildiği bir "Masal" olur...

Bazen kurtulmak için can atar insan evinden - yurdundan - doğduğu topraklardan.
Giden geri dönmek için çırpınır sonraları, ve hiç gidememiş olanlar da asla
vazgeçmez bu garip "gitme" sevdalarından.

Sanırlar ki; özgürleşecek - değişecek - tad alacaklar gittikleri o başka diyarların


eşsiz - doyulmaz baharlarından. Ne bilirler ki kendileri yapışmış bırakmamacasına
kendi paçalarından…

DevilofHacker'ın özgürlük ve gitmek anlayışı da SÖ'ler bakışıyla "son nokta" sayılır.


Fikir olarak onlara harika gelir ama uygulama kapıya geldiğinde, SÖ'lerin herbiri,
kapı ardına dayayacak dayak ararlar, dolap ararlar, koltuk ararlar, ve yüzleşme -
yaşama cesaretini gösteremezler.

Bu anlayışta; hiçbir mekana - çatı altına - dört duvar arasına bağlı - bağımlı
değilsindir, ve sürekli olarak "ortam", doğal olarak da "sosyal çevre" değiştirirsin.
DoH'un mantalitesiyle yaşarsan, bir yerleşkeden veya herhangi birşeylerden
sıkılacak vakti bulamazsın bile.

Vasıtanın da önemi yoktur; biletini ve başını alır gidersin. Süreç, ve gezinti alanının
boyutu uzadıkçaysa "vatansızlığa varan bir serbesti" kucaklar seni.

SÖ'lerin kaçı bu mertebeye ulaşabilir?

Kaç tanesi ailesini - evinin bulunduğu sokağı - tanıdık yüzlerden oluşan mahalle
esnafını - alışverişten traşa ve hatta traşın vaktine kadar varan alışkanlıklarını da
bırakıp, çekip gidebilir?

Kaç SÖ alışkanlık edinmekten kaçarak ışık hızı denilebilecek süratle, mekan ve bu


mekanları süsleyen "sevgili kadınlar"değiştirebilir?

Yapamaz büyük çoğunluğu.


Şaşırtıcıdır ki; Üniversite tercih formu veya askerlik çağrı pusulası ellerine
ulaşıncaya dek, birçok SÖ yaşadığı bu güzel ülkenin her iline - ilçesine
gidebileceğini sanarak geçirmiştir çocukluk - ilk gençlik dönemini. Belgeler eline
ulaşır ve y-a-p-a-m-a-z!

İş ciddiye bindiği an, "gitmek" denilen şey yuttuğu lokma kadar yakınına sokulduğu
an; gitmeyi becerdiyse bile geri dönmek için çırpınır durur, veya hiç gidemez. Onu
orada tutan şeylerin başındadır ailesi, ikinci ve son sırasında da yaşadığı şehrin ta
kendisi!

Doğumundan bu yana her kıvrımını ezberlediği sokak - sokağı dolduran bilindik ağaç
kokuları - tanyeri ağarırken onu sıcak yatağında uyandıran sokak köpeklerinin
sesleri - ve hatta varsa, kaldırımdaki "basılmaması gereken ve üçe kırılmış",
basıldığında da paçaya çamurlu su fışkırtan parke taşları - anacadde üzerindeki
apartmanların altında bulunan ve sürekli sahip değiştiren kiracı esnafların
dükkanları - onların önünde çiçeklerini satmaya çalışan çingene teyze - şarabını
yudumlayan mahallenin alkoliği;

ve tanıdık tanımadık herkesten para isteyen delisi.

Hepsi alışkanlıklar prangası, prangalar silsilesi. Zavallı SÖ gidebilir mi?


DoH onların bir ömürde yaşadığını bazen bir ayda bazen de bir haftada yaşayarak
terkeder o mekanları. Bilir; onun dünyası doğduğu yerlerden ibaret değildir…

Kimileri de vardır ki, "biryerlerde" yaşatılırlar.


İşte onlardan biriydi aşiret gelini Dilan.

Büyük maharet gerektiren "çocukları uyandırıp kahvaltılarını hazırlamak, okula


yollamak, ve kocasını her ama her şekilde hoşnut etmek" gibi şeylerin sorgusuz
sualsiz kölesiydi. Üstelik sırf "çocuklar" kısmı bile başlıbaşına ve yeterince candan
bezdiriciydi.
Akşamları PC başında Chat-Oyun-Video-Müzik derken yatmak bilmiyorlar, sabahları
da haliyle uyanmakta zorlanıyorlardı.

Çocuk sayısı da her yıl artıyordu o küçücük evde, çünki, onların öğretilerine göre
doğum kontrolünün her türlüsü haramdı. Hoş, yine öğretilerin suçuydu amcasının
oğluyla birçırpıda evlendirilerek "sonsuz mutsuzluklara(!)" gark olacağı yuvasına
uğurlanmış oluşu.

Oysa dünya üzerinde, adına "aşk" denen ve kadının da kendi tercihlerince bu


duyguyu yaşayabildiğinin duyumlarını alıyordu tv'den - gazeteler'den, ve çocuklarını
okula gönderdikten sonra girip gezindiği internetten. Yine bu sörflerden birinde
rastladığı bahname'ye üye olunca, hemen farketti onu DoH…

Mutsuzdu. Çok mutsuzdu Dilan. Aşk'ı bulmak ve yaşamak istiyordu.

DoH onu takibe aldığında birkaç erkek ile yazıştığını gördü. Hatta onlara, "- Aşk
denilen şey cinsellik yaşayarak gelecekse bana, yaşayalım ama, bizim aşirette böyle
bir suçun cezası ölümdür. Dört çocuğum var benim, ve onları bırakıp senin yanına
gelemeyeceğim gibi, altlı üstlü amca çocuklarına ait olan bu apartmana da seni
alamam :( " tarzı üzüntü kaynağı şeyler eşliğinde dert yandığını da tespit etti.

Yoldan çıkmaya hazırdı, ve kendisi dahil onlarca insanın hayatını altüst edebilecek
bu fikirlerden arındırılmalıydı. Çünki çocukları vardı. Korkmasına rağmen büyük
hatalar yapmaya çoktan hazırdı Dilan. Bunların başlıca sebepleri arasında yine
cinsellik ve cinsel manada doyurulmamış oluşu yatıyordu.

Onların kültüründe önsevişme denilen şey yoktu mesela, ve ağız "ekmek


yemek" içindi. Memeler süt emen bebeğin payıydı, ve ters ilişki zaten zerre
miktarda anılamayacak ölçüde büyük bir günahtı. Geriye, hiç sevmediği kocasının,
yine "kendi canı çektiği an", Dilan'ın üstüne çıkıp debelenmeleri kalıyor, ve o da bu
birleşmelerden nefret ediyordu…

DevilofHacker, Zerrin'den yardım istediğinde, şu çok zengin aşiret kızının artık


neredeyse "Aşk yoksa eksik olsun pembe bile olsa rüya, aşk varsa kabusa da
amenna" noktasında olduğunu düşünüyor, Mevlana'nın "Aşk hiçbir afetten ders
almıyor" söylemini belleğinden çağırıp;

"Afet'e aşık olmak kalıveriyor zavallı Dilan'a" diye de elini çabuk tutuyordu.

Başardı da.

Zerrin erkek olmadığı için çok hızlı gelişti arkadaşlıkları Dilan'la.

Ve iş "gerçeğinden ve bir erkekle yapılanından" önce, karşılıklı mastürbasyon


yapmaya ve bunu kamerada denemeye geldi.

Fakat o kadar tutuktu ki Dilan, sütyeni çıkarmaya bile zor evet dedi.

Zerrin anadan üryan bir halde kendisini okşayıp orgazma ulaşırken ekranda habire;

yetişme tarzı - kültür - aşiret ve töre öğretilerine başkaldırmada pasif kalan Dilan,
ancak o bıngıl memelerini okşayabiliyor açık açık, kilodunu çıkarmadığı için de elini
içine sokarak kurcalıyordu apışarasını.

Çok uğraştı Zerrin ama onu tam olarak soyamadı. Belki de yaşatılacak korku için
böylesi gerekli diyerek, devreye birden DoH giriverdi…

Evin salonundaki duvar saatinin tiktakları, birtürlü geçmek bilmeyen zaman, onu
her geçen saniyeyle "giyotine sürüklüyormuş" hissiyle birleşerek sinir bozuculuğunu
arttırırken;

ekranda kendi azönceki yarıçıplak halini izleyen Dilan, bilgisayarda görüntülerin


kaydedebileceğinin yanısıra MSN'de konuştuğu insanın bir kadın değil bir erkek ve
üstelik de hacker olabileceğini öğrenmiş oluşuna ilave olarak;

onun; "- Şimdi herşeyini çıkar. Sadece memelerinle bile internete yayabilirim seni
istersem, ama yapmam. Fakat sen de bana istediğimi ver, soyun. O da son kez.
Görüyorsun ki internet senin aradığın temiz aşkın bulunduğu yer değil. Aksine seni
felaketlere sürükleyebilecek bir ortam!..", deyişine de soyunarak yanıt veriyor, ve
efendisinin insiyatifine bırakıyordu herşeyi.

Doğurduğu çocuklardan sonra birhayli dağılmış olan kukusunu webcamde DoH'a


zoraki de olsa gösterirken, onun alaylı ve meraklı gülümseyişlerine de bütün evreni
yerlebir edebilecek kadar öfkeli bir çehreyle karşılık veriyordu.

Fakat elinden de birşey gelmiyor, itaat ediyordu. Artık değil soyunmak ya da sevgili
bulup da kocasını aldatmak, PC'ye dokunmayacaktı bile.

Çünki şu görüntüleri sanal aleme yayılsa, azrail onun başını almaya çok çabuk
gelirdi.

Fakat işte, Allah onu DoH'la karşılaştırmış, uyandırmış, akıllandırmıştı. Ona,


mecburen de olsa, güvenebilirdi.

Artık aşiretinin ve kaderinin ona sunduğunu yaşamaya razı olan Dilan, o gün DoH'un
dehşet veren öğretisiyle birşeyi daha netleştirdi kafasında : Ticaret - spor - hastalık
- kumar ya da "kurban olunası aşk" diye nitelemeden, "hayatta
kalmak" ile "ölüm" arasında gidip geldiğin fantastik duygunun adı "Risk" idi, ve Dilan
çocuklarını aşk için bile olsa riske atamazdı...

DoH mu?

Her kurbanına yaptığı gibi önce yolcu edip Dilan'ı gönderdi,


sonra da bütün kaydettiklerini kalıcı olarak silip,
birasını yudumlayaraktan yeni kurbanlara yöneldi...

***

{38}
SEM HOCASI

OLAĞAN DIŞI GERÇEKLİKLER


VE MANTIK DIŞI DÜŞLERLE SEVİŞİRKEN
HERBİRİNİ İRADE EGZERSİZİ SAYARAK CÜRETKARCA;
İLKELERE AYKIRI DAVRANAN
BİLGİ YÜKLÜ BİR AHMAK POZİSYONUNDA
DERT GİYSİLERİ KUŞANMIŞ KÖTÜ KÖTÜ ŞEYLERİN
O YÜCE(!) MAKAMIMA
KESKİN VE ETKİLİ BİÇİMDE SALDIRIŞLARIYLA;

KENDİMİ ARTIK
DÜŞÜNCE YETENEĞİNDEN YOKSUN - APTAL - BEYİNSİZ
BİR YARATIKTAN BAŞKA BİRŞEY OLARAK GÖREMİYOR, VE,
KADERİM DİYE NİTELENDİĞİM KARARLARA
KOŞAR ADIMLARLA
İLERLEMEK ZORUNDA KALIVERİYORDUM...
***

Antikadır yarı sulanmış beyni şu DoH'un. Değeri yüksek ama o kadar da eski.

Çünki teknolojinin efendisi olmasına, ve gelmiş geçmiş bütün


felsefecilerin "Sus"düsturuna rağmen çenesini bazen ve en gerekli olduğu anlarda
tutmayı birtürlü öğrenememiş, beyninin "susma" köşesini harekete
geçirememiştir...

Heyecana kapılınca bir toplulukta, hiç kimseye meydan vermez ve sürekli kendisi
konuşur.

Boş şeyler söylemez, ama, hep o konuşur. Politikacıları - bilim insanlarını - şair ve
edebiyatçıları asla beğenmez, ve bunda hem haklı hem de onlardan üstün oluşu
ortada olsa bile, mesela, Nietzche'yi "kıt fikirli" diyerek küçümsemesine ne gerek
var?

Dünya üzerinde "aklı başında" başka insan olmadığını savunmak da neyin nesi
uluorta?

Diyelim ki öyle; şu "melik örgülü saçları ince kordelalarla geriye tutturulmuş" hatun
senin izini nasıl buldu? Ne izi yaa, direk nokta atışı yaptı ve ulaşılamaz sanılan
DoH'un herşeyina şakkk diye ulaştı!!!

Ulaştı ve anında atarını da giderini de yaptı.


Oysa ilkbaşlarda ne de kolay bir lokmaydı...

Türkiye'nin güzide üniversitelerinden birinin Sürekli Eğitim Merkezi'nde (SEM)


görevliydi, ve iş arkadaşlarından birine "- Aşk'ı seks'i o sitelerde mi arıyorsun sen ya?
Gören de akıllı uslu birşey sanır ha!" yazdığı için MSN'de konuşurlarken, "Ne yani?
Bahname bir SÖ'ye aşk ya da seks veremez mi? Sen kim oluyorsun da DoH'un
websitesini küçümsüyorsun?" gibisinden düşünceler eşliğinde kadını takıntı haline
getirmiş, akabinde Zerrin'e havale etmiş, ve Zerrin de bu olgun - akıllı - kıvrak
zekalı - iş yaşamı düşünüldüğünde "kaşar" diye tabir edilen kadını tuş edebilmek için
koca bir gece cebellemişti.

Gelgelelim sanal seks yapmaya razı olan hocaanımın tek şartı vardı "hem nuh hem
de peygamber" demek için :
Zerrin'in sesini cep telefonundan duymak - konuşmak.

"- Vallahi telefonumun hoperlarörü bozuk :(" diyen Zerrin'e; "- Sen numaranı ver,
sevişelim, ben seni sonra ararım konuşuruz" deyince de, o zaman dilimindeyken
içinde kıvrandığı öfke ile, bu dünyadaki tek hedefi "şu etine dolgun - iki yetişkin
erkek evlat sahibi modern kadını çırılçıplak soymak - seyretmek - tuş etmek" haline
gelen DevilofHacker, bütün gece aldığı alkolün de etkisiyle boş bulundu, ve
konuşma balonuna telefonunu yazıverdi : 053643xxx99…

Gelişme çağlarından 35'lerine gelene dek çehresi her daim buz gibi bir atalet içinde
olan, orta boylu - geniş omuzlu - buğday tenli - esnek ama direnç yüklü
kemikleriyle "aktif agresif" bir adamdı DoH.

Öyle ki, suratına bakanlar, o sıfatın sahibinin "engin ve her an genişleyen" zekasıyla
- ruhunda barındırdığı binlerce cevhere dair en ufak bir ipucu sezemezdi. Eyleme
geçtiği andan, bir olayın bitirilişine dek gözden kaçmayacak büyüklükte "tedbirli ve
soğukkanlı" olan DoH, dürüstlük veya cesaretine toz bile kondurulmaya kalkılsa,
önünde durulması güç bir hortuma dönüşür, yıkar geçerdi.

Defalarca ölçüp biçip değerlendirmeden bir karar almaz ama, niyetine girdiği şey
için de denizler kabarıp karaları boğacak olsa dahi geri adım atmaz, yolundan
dönmezdi.

En zayıf anlarıysa; inandığı ve doğruluğundan emin olduğu değerler için, özgüveni


ve farkında olduğu güçlerinin de etkisiyle "gereğinden fazla alıngan ve pusuya
düşmüş ya da üstesinden gelememiş" hissettiği zamanlardı.

Öyle ki; bazen en küçük eleştirileri bile şahsına vurulmuş bir tokat - küfür sayar,
bütün sertliği ve acımasızlığıyla saldırıya geçerdi. Fakat hiçkimsenin insanlık
onuruna dil uzatmazdı. Yediği dayaktan heryeri mosmor olsa veya DoH'un bıçak
darbeleriyle oracıkta can verse bile "Onur'u" mutlaka kendisinde kalmalıydı.

Öfkelendiğinde, o çok sevdiği ve sihirli olduklarına inandığı kelimeler diyaframını


parçalarcasına, magma tabakasından bu yana edindiği ivmenin gücüyle bir
volkandan fışkırırcasına, engellenemez biçimde çıkardı ağzından. Peki ya şimdi?

Şimdi neden dut yemiş bülbül gibiydi?


Şu kadından duydukları onu nasıl da "ne yapacağını bilemez" hale getirmişti...

"- Yaaa işte hocaanım, şeytanın nefesi seninki dahil her deliğe böylece girebilir :D.

Ama korkma. Bu görüntülerin hiçbir şart altında afişe edilmez ve güvendedir.

Fakat bil ki, internet sanıldığından çok daha fazla tehlikeli ve boktan biryerdir.

Haa, unutmadan yaşını gözönüne alırsak, memelerin birharika.

Sabaha dek uyuyasım geldi başımı onlara yaslayarak. Güzel kadınsın vesselam";
yazdığında MSN'in konuşma balonuna zafer kazanmış komutan edalarıyla;

"- Senin adın Hasan, Balıkesir'de yaşıyorsun, günde en az üç kez konuştuğun bir
sevgilin var ve adı FGCM. O İstanbul'da yaşıyor. Jeolog ve balerin. Onun cep telefon
numarası 05334xxxxx ve Honda Jazz marka araba kullanıyor!" şeklinde bir yanıt
alınca;

henüz yeni açtığı birayı fondip yapıp "- Ne diyosun yahu? O tariflediğin ben değilim.
Zaten sana da rastgele bir cep numarası vermiştim ben yaa" vs. dese de;

Hocaanım "- Kozlar eşit DoH! Susarsan susarım!!!" tarzı bişeyler karalayıp offline
oldu gitti. Haklı olarak da sanal sevişme görüntülerinin asla yayınlanmayacağının
garantisini, kendince, karşısındaki dut gibi sarhoş hackerden söke söke aldı...

Hadi diyelim Turkcell'de tanıdığı vardı Hocaanımın üst mevkilerde, ve normalde


rehberde bile geçmeyen telefonuna ait bütün detayları oradan öğrendi. Ya arabaya
ne demeli?

Onu da FGCM'ye sordu. Henüz 1 ay olmuştu yeni oyuncağını alalı FGCM ve Türkcell'e
bildirmemişti haliyle. Fakat arabayı satın aldığı firma ona bir hediye paketi
vermişti. Boyner iştiraki olan bir şirket FGCM'ye 7/24 acil durum hizmeti verecekti.
Mesela kapıda kalsa, 444'lü numarayı arayıp kendini tanıtacak ve bir çilingir
saniyede yanına gelecekti. İş anlaşıldı…

DoH'un Echelon'u kadar olmasa da, benzer öneme sahip bir backdoor'u Hocaanım
Türkcell ve Boyner'deki sıkı ilişkileri sayesinde açmış ve kullanmıştı. DoH olayı pek
önemsemese de midesi hafiften bir bulandı…

Bu yaşanandaki gibi, her an herşeyi kontrol altında tutamadığı da oldu DoH'un.

Önüne çoktan seçmeli "yapılabilecekler ve izlenebilecek yollar listesi" serildiğinde;

yanlış seviyesini en düşüğe çekmek için kaderine seslenirdi, ve yolu onun seçmesini
isterdi.

Eğer bir SÖ olsaydı; herbirinin sadece başlangıç noktalarına bakıp, sanki tüm
ilerleme boyunca ve yolun sonuna ulaştığında olabilecek şeyler hakkında bilmediği
yokmuş gibi konuşur, herhangi birinin yönelttiği basit bir soru karşısındaysa hemen
dizüstü çöker kalırdı.

Fakat DevilofHacker ve Hasan her zaman, kaderin bu dünyadaki en "üstün" ve


en "güçlü" olduğuna gönülden inandı…

Bu bağlamda; iki kafadar içinde bulundukları durumu enine boyuna istişare etmek
için masaya yatırmalı;

"Hocaanım" tokadını da kaderin onlara lütuf tadında sunduğu bir uyarı olarak
algılamalıydı...
***

{39}
SİHİRBAZ'IN DOĞUŞU

AKIL VE DİRAYETİ PAHA BİÇİLMEZ BİLGELİKLER İÇERSE DE,


KALBİ,
KAVGADAN SÖZ EDERKEN BİLE
BARIŞTAN YANA BAYRAK AÇAN
MASUM ÇOCUKLARINKİ GİBİ OLAMIYORDU.

ÜSTAKIL ONA ARZU VE HINÇLARI BIRAK DEDİKÇE,


O, DEĞİŞMEMEK İÇİN ÇOK DİRENDİ,
FAKAT,
EN SONUNDA KARARSIZLIĞINI BİRYANA İTEREK,
DEDİKLERİNE HARFİYEN BOYUN EĞECEĞİNİN SÖZÜNÜ
ZORAKİ DE OLSA VERDİ...
***

"- Kalk bakalım kalk! Biraz konuşalım. Konuşalım ve son eylemindeki facianın
sonuçlarını değerlendirip, gerekiyorsa yeni kararlar alalım!" diyordu Hasan, ve içtiği
biraların etkisiyle derin uykuya dalmış olan DoH'u sarsıyordu…

Yüzü bembeyazdı ve yosun yeşili gözleri DoH'a doğru zehirli ışınlar saçarcasına
bakıyordu.

Bir körüğü andıran göğsü de habire inip kalkıyordu :

"- Tamam, hazırım. Bana çok kızmış olmalısın, hı?" derken DevilofHacker, gözlerini
Hasan'ın zeki bakışlarından kaçırmaya çalışıyordu.

"- Hayır, kızmadım" dedi Hasan ve devam etti.

"- Kızmadım ve herşeyin farkındayım. Senin tek başına giriştiğin eylemlerde de,
ikimizin müdahil olduklarımızda da farkındalığım her an devredeydi.
Senin "vekil" benim "asil" olduğumu da iyi biliyordum. Bakma sen Türkiye'de Millet'in
Vekil'lerinin Asıl'larden daha yüksek "yetki ve kazanımlara" sahip oluşuna. Ben,
Jakabo'ya da Sceptical'e de sana da benim vekalet verdiğimin ve dilediğim an çekip
alma lüksünü de ellerimde tuttuğumun bilincindeydim. Ve diyorum ki şu aralar,
korku denen duygunun insanı "diri ve tetikte" tuttuğundan emin olsak da,
geçirdiğimiz soruşturma ve SEM Hocasını da birtarafa bırakarak söylüyorum ki;
korkunç bir insan olabilmek için çok daha fazla enerji ve emek gerekiyor. Acaba
korkunçluktan vaz mı geçsek???

Çünki; acı - kandırılmak - yarı yolda bırakılmak - önemsenmemek - kıymeti


bilinmemek - hastalığa yakalanmak - haksızlığa uğramak - hakaret edilmek - iftiraya
maruz kalmak - iflas etmek - evini kaybetmek - aç kalmak - sesini duyuramamak -
dirsek yemek - çelme takılmak - tehdit edilmek - şantaj yapılmak - korkutulmak -
aşağılanmak - reddedilmek ve benzeri daha nice sorunla başa çıkabilmeyi
sağlayacak kadar güçlü olan silahın "Bir çift gülen göz"olduğunu iyi biliyorum ben.
Hı, vaz mı geçsek?"…

Yüzünün seyirmesinden, çok derin bir iç çelişkisi geçirdiği anlaşılan DoH, kirpikleri
titrer halde konuştu : "- Fazla konuşmam ve yazarak iletişmeyi tercih ederim
bilirsin.

Çünki konuşmalarım karşımdakine ağır gelir, bunu da bilirsin. Çok nadir yaptığım
konuşmalarda da, maruz kalan SÖ, ses tonumun yüzyıllar öncesinden çıkıp gelen
bir "boğukluk ve soğuklukta" olduğunu fark eder önce; sonrasındaysa;

evin bodrumunda kurulu kitaplıktaki onlarca ciltlik ansiklopedilerin arasına sıkışıp


kalan bir "anaokulu boyama kitabı" olduğu hissine kapılır.

Ya da; genişliği ancak bir insan bedenince olan merdivenleri soluk soluğa tırmanıp,
belki beş minareyi bu şekilde çıkarak tıkandığını zanneder.

Veya; yanlış tanıyla ölüm ilanı verilip de koyulduğu mezardan binbir güçlükle çıkıp
tozun pisliğin içinden, gün ışığına kavuşma sürecine kadarki "korkunç
bunalımı" yaşar benim her cümlemde.

Keyifli anlarıma denk gelir de dilim çözülürse muhattabıma karşı, bilgelik - erdem -
hayat dersi içeren envai çeşit şeyler anlatırım. Adeta büyülerim ve her iki taraf da
ortamdan mutlu - doymuş ayrılır. Amaca ulaşılmıştır.

Tepki gösterip de yanlışları haykırmak istediğimdeyse ortalıkta fırtınalar eser fakat


yine de "verimli" sonuçlara ulaşılır. Eğer ki kan dondurucu bakışlarla öylece duruyor
ve susuyorsam SÖ karşısında, işte o vakit durmamak gerekir oralarda.

Ve biliyor musun sevgili Hasan, kim ve ne olursa olsun karşımdaki, gördüm ki;
ağzımdan çıkan her "olur" beni binbir zahmete sürükleyecek yola açılan bir
kapıymış. Keyfimin ve özgürlüğümün sadık bekçisi, ama bununla birlikte aksi -
anlayışsız gösterse de, koltuk değneğim - yol arkadaşım sayılan, ve hizmetlerine de
sonsuz teşekkür borçlu olduğum kelime "hayır"mış.

Bazen; nezaket ve tatlı dilin insanı karşı konulamaz yaptığını savunan felsefi
olumlamalara inat olsun diye mi kabayım?, diye düşünüyorum. Sonra da bunu kendi
türümün en iyisi olmak adına, onların savunduğunu aşmak, hatta gerekiyorsa
muhaliflikten iktidara geçmek için yaptığımı farkediyorum.

Argo'yu ve ayıp sayılan uzuv isimlerini bolca kullanışıma da şaşmamak gerek.

Çünki, kesin - net anlatım gücünün yanısıra "çeşitlilik ve sihirli bir


verimlilik" becerileri vardır onların. Örneğin; "Klitoris" kelimesini sıkça kullandığımı
görüp de beni eleştiren Sıradan Ölümlü'lere, "- Kızarsanız kızın ama cahilsiniz işte!"
dediğimde daha bir celallenirlerdi.

Kuzum, bu kelime özüyle Yunanca ve anlamı da "Tanrısal"! Dünyanın büyük


çoğunluğunun beyni ise bu tartıştığım SÖ'ler gibi a.cıksal!!!

Birşey daha : Nasıl oldu da 25'ini geçmemiş bir SÖ diriliğinde kaldı bedenimiz?
Halbuki o dönemi çok uzun zaman önce geçmiştik.

İşin sırrı yine farkındalık - algı kabiliyetinin yanısıra, sergilediğimiz korkunçlukta ve


öfkede.

Üstelik ruh için değil bu söylemim, beden için.

Çünki farkında olmak ve savunma mekanizmaları geliştirebilmek sadece


maneviyatımıza özgü değil, organizma için de geçerli.

Bedenin bu korunma kalkanları "doğru ve hızlı"çalıştığında; hayatın, fırtınalar - iç ve


dış tehditler - hatta her an ölümle burun buruna gelerek bile geçiyor olsa da,
gerekli önlemler çabucak alınıyor ve bilindik vücutsal çöküntüler yaşanmıyor..."…

Hasan zoraki de olsa gülümseyerek, yarımağızla : "- Peki de, "farzet ki bir araba
sendeki vücut, dil denen direksiyonu aman sıkı tut !" derken biz her daim; kalktın
cep telefon numaranı Hocaanım'a, en öfkeli ve sarhoş anında bile olsa, veriverdin!
Buna ne buyrulur?

Diğer söylemlerine gelince : Bu taktiği Napster'den biliyorum ben. Veri paylaşım


aracı olan (file sharing tools) ve kullananlara internet üzerindeki diğer insanlarla
dosya paylaşımına imkan sağlayan Napster programının uyanık yazılımcıları; aslında
paralı olan ünlü yazılım - müzik - videolarının geniş kitlelerce korsan şekilde
paylaşılıyor oluşuna;

programlarının içine Yeni Sanatçı - New Artist bölümü eklediklerinden, bu


sayede "yeni yeni sanatçılar kendi eserlerini diğer kullanıcıların beğenisine
sumaktadır ve amaçları kendilerini tanıtmaktır, dolayısıyla da hak ihlalleri
yoktur," demişler, ve dünyaca ünlü Napster davasında bu durumu "dürüst kullanım -
fair use" savunmasına dayandırmışlardır. Fakat mahkeme bu savunmayı reddetti,
çünki, Napster'in sağladığı imkanla koruma altındaki eserler de değiş tokuş
edilmekteydi.

Panik çok ilkel bi duygu DoH. Ve bu duyguyu SÖ'lere yaşatırken, aslında seni bile
rahatsız eden bu hallere metafizik bir mana vermeye çalışsan da, gerçekte, trajik
ruh halinin ifadesinden öteye gidemiyorsun. Böylelikle de kurbanın olan her SÖ'yü
de kendine benzetip, dünyayı düşman olarak görmeye başlamalarına sebep olup,
yoketmeye çalışmalarına vesile olabilirsin.

SÖ'lerin dünyasında zaten başıboş kasırgalar mevcutken, kendi iç trajedilerini


kainata ve topluma aksettiren her insanın vebali seni ve beni mutlaka ilgilendirir.
Yoksa var ya, eski bir bilgisayar öğretmeni olsam da, senin yapabildiğin ve
yapabileceğin şeyleri kimseye öğretmem mümkün değil, bilirim.

Yalnızsın çünki tamamen benzersizsin, ve bilişim dünyasının "olmazsa olmazı, ve


bilgisayarın bütünleyici parçası" olan "İşletim Sistemi" gibisin bu alemde. En iyi ben
bilir, ben takdir ederim..."…

DoH'un perişan haldeki sesi Hasan'ın son söylediklerine öfkeden titreyerek : "-
Zihnimin diğer insanlardan çok değişik mi çalıştığından, ya da akıl hastalığı taşıyıp
taşımadığımdan hiç emin olamadığı için ne diyeceğini tam olarak bilemeyen SÖ'ler;

karmaşık kurbanlar ve onların karmaşık olaylarıyla ilgilenebilmek için benim de her


zaman "karmaşık ve korkulu ilişkiler" içinde bulunmam gerektiğini, ve bunun da,
sonuna gelindiğinde, kurbanlarımın her birinin üç aşağı beş yukarı "- Senden başka
kimsem yok derken sana öylesine söylenmemiş birşey olduğunu biliyordum ama
koyacak tartı bulamıyordum. Sağolasın DoH!" gibisinden samimi itiraflarla beni
taçlandırıyorlar!

Benden hoşnutlar! Ve ben de, birçok insanın, bıraktığı mirasın nasıl


değerlendirildiğini bilememesinin aksine, henüz hayattayken, nasıl bir fark
yarattığımı görmek istiyorum.

Yöntemlerimin yanlış olduğuna da katılmıyorum!"...

Salondaki divana yayıla yayıla oturmuş, eline de bol resimli dergileri almışıtı
Hasan.

Fakat gerçekte ne dergiler ilgilendiriyordu onu ne de çıplak kadınlardan oluşmuş


kuşe kağıda basılı, pürüzsüz resimler.

Amaç DoH'u, "ilgim az söylediklerine" imajıyla sarsmak ve geri adım atmaya


zorlamaktı.

Çok kurnaz bir sırıtışla :

"- Bazı gerçekler vardır ki, sadece kendimiz onları çok iyi biliriz.

"Vicdan ve Mantık" kabiliyetimiz haykırır yüzümüze adi oluşumuzu en içerimizde,


ama, hiç açık etmez ve kelimelere dökemeyiz.

Fakat birgün herhangi birisi bu hakikati alenen dile getiriverir.


Kendimizin de hakkını sonuna dek teslim edeceği bir gerçeği başkasından
duyuvermek ise çok ağırdır. Hatta belki o söyleyen için "urun kellesin!" bile
diyesimiz gelir.

Bu bağlamda; her yazılımcının, geliştirdiği programlarda, hiç olmazsa imza olsun


diye tasarladığı "kendine özgü bozuk bir kodu" muhakkak vardır, ve "DevilofHacker",
Hasan'ın artık kullanmaması gereken, güncelden geri plana alması uygun düşen o
bozuk kodudur!!!"...

Atmak üzere olduğu çığlığı elleriyle boğan DoH, gizli bir panikle dolu bakışlarını
Hasan'a dikerek : "- Yanlarına alkışçı da bulduklarında şöyle en cazgırlarından, sanal
ortamda benim karşıma dikilip de gerekli gereksiz - haklı haksız - yerli
yersiz "karalama ve belaltına vurma" çalışmalarına girişirler bazı Sıradan
Ölümlü'ler.

Fakat tekbirşeyi öğrenirler : Yaşamdaki herşey un ufak edilebilir de, rezillikler


sonsuza kadar biryerlerde kalır.

Keşke, mesela, kağıt üstündeki harfleri birbirine karıştırıp okuyamadığımı düşünüp


saldırıya geçmeden önce; benim bir " Disleksi " olabileceğimi - üç boyutlu
düşünebileceğimi - doğru eğitimle NASA'nın uzay mekiği programlarında bile yer
alabileceğimi hesaplayabilseler!!!

Çünki ; Sıradan Ölümlü'ler okuma, yazma ve anlama gibi eylemler için beyninin sol
ön lobunu kullanır. Disleksi olan kişiler ise sol ön lobu kullanmakta zorluk yaşarlar.
Disleksi olan kişilerin sayısal zekası çok yüksektir. Okul zamanlarında matematik ve
fizik derslerini çok severler. Fakat sözel konuları beceremeyebilirler.

Disleksi olan kişilerin sözel zekaları düşük veya geri değildir. Aksine çok güçlü sözel
zekaları vardır. Normal bir insanın hayal gücünün en az 2 katına sahiptirler. Disleksi
olan çoğu kişinin en büyük düşmanı kitaptır.

Bazıları bir kitabı anlamak için aynı kitabı 5-6 kere okur. Ben edebi eserler
konusunda küçücük becerileri elde etmek adına ne çok süründüm, kütüphaneler
dolusu kitabı nasıl hatmettim inleye inleye, en iyi sen bilirsin!

Ayrıcaaaa; Disleksi olan insanlar üstün zekalı insanlardır ve bir kısmı dahidir.

Albert Einstein, Walt Disney, Leonardo Da Vinci, Bill Gates gibi ünlü isimler şu an
aklıma geliverenler.

Bu mu bozuk kod Hasan, ha, bu mu??! "...

Hasan DoH'un beyninin içinde kıvrım kıvrım kıvrılan soru işaretini çoktan
farketmişti.

Derince bir soluk alarak : "- Seni yoketmeye çalışıyor muşum gibi davranma. Ne yok
olacaksın ne de unutulacaksın. Şair Lord Byron'un kızı Ada Augusta Lovalace
unutuldu mu?
Babbage'nin analitik makinasıyla ilgilendiği 1800'lü yıllarda, sağlanan koşula göre
farklı karttaki komut dizisini işleme koyan "delgi kart sistemi'ne" dayalı olması
gerektiğine inanıyordu.

Bu fikir, aynı şart koşul sağlandığında farklı delgi kartı serisinin kullanımını
engelleyecek, aynı koşul birçok kez yerine geldiğindeyse, makine gerekli olan aynı
kart serisine atlayıp onları kullanabilecekti.

Bu ışıltılı prensip günümüz yazılımcılarının da


kullandığı "döngü" ve "rutin'lerin" temeliydi. Bu katkısından dolayı ona "İlk
Programcı" dendi ve LADY ADA AUGUSTA LOVALACE'in adı 1970'lerde
çıkan "ADA" programlama diline verildi. Yani ne unutuldu ne de etkenliği geçti."...

DoH sanki güçsüzleşmiş de gücünü yeniden toplamak istermişcesine yumruklarını


sıkarak : "- Peki ya şuna ne diyorsun? Sen de çok iyi biliyorsun ki; beyin okumak ve
içindeki fikirleri algılamak zor iştir. Binlerce bilimsel çalışma ve analitik teste
rağmen, gerçekten güçtür karşıdakinin aklından geçenlere sırdaş olmak.

Tek bir yolu vardır, ve bencileyin çok az insan bunu layıkıyle becerebilir :

Her duygunun ete kemiğe bürünmüş halleri mevcuttur. SÖ'lerin ruhunda, ve,
yüreğiyle beynine sığmayan - görünmez düşünce ağlarının ilmek ilmek atıldığı -
kararsızlığın çoğu kez esir aldığı o "fikir deryası'nın" yakamozlarından hiç fire
vermeden, ve çevreyi gündüz olmuş gibi aydınlatan "güçlü bir şimşek
ışıltısıyla" mutlaka sahibinin gözlerine yansır! Okumak veya tercüman olmak da işin
erbabına kalır.

Sen de çok iyi biliyorsun ki, iyi ya da kötü olsalar da fikirlerin önüne geçebilirim ve
onların sahiplerini bir saat gibi kurup, koltuğuma kurulup, nasıl işlediklerini
izleyebilirim. Çoğu kez, birkere başladığımda duramayacağım endişesiyle çığlık bile
atmam. En okkalılarından birtanesi çenemin altına tünemiş bile olsa sessiz kalır,
çığlık atmam işte.

Birçoğunu kendi yarattığım rastlantılarla sürüklendim durdum o aşktan diğerine - bu


hackten öbürüne. Sanalın hırpalanmış bir beyaz şapkalısı olarak tonlarca başarısızlık
- yenilgi gibi görünen durumdan adeta elim yüzüm kan içinde kaldığımda,
tutunduğu küçücük bir kaya veya dal parçasıyla da hayatı kurtulan dağcılar misali,
taa denizlerin en dibinden zirvelere biranda fırladım, dimdik ayakta durdum, ve
hedeflerimi asla ıskalamadım. Ben sanal dünyanın yegane kahramanıyım!"...

Yalvarmayla karışık alabildiğine çaresiz bir öfkeyle; acımasız erkeklerin fütursuz


sözlerinden veya cicili bicili güzel kadınların gözyaşlarından çok daha etkili biçimde
bakıyordu DoH Hasan'a.

Soğuk kış günlerinde ağızdan çıkan dumanın şeffaflığında anlatmaya başladı Hasan
:
"- Karizma denilen şeyin DoH'un ikinci adı olduğu gerçeğini, bazıları, onun bazen
yanlış yaptığını söyleyerek, bazen de daha az bira içmesi gerektiğini öne sürerek
gölgelemeye çalışsalar da; hiçkimse O'nun sanaldaki en ihtiraslı adam olduğu
gerçeğini inkar edemez. Fakat yoğun öfke'nin de küçültücü birşey olduğu açıktır.
İşte şu öfkeli hallerin seni batan güneş haline sokuveriyor, ve insanlar daha çok
doğan güneşe tapınmayı severler. Batan güneşin peşine takılıp gitmezler.

Ya da; bütün ataleti - ketumluğu - donukluğu veya soğukluğa varan serinkanlılığına


rağmen, gerçekte, yaz mevsiminin parçasıdır desek senin için; bu öyle bir parça
olur ki; ilk ve son birkaç günü yağmur - dolu - fırtına ve yıldırımlar
barındıran "ilkyaz ve sonyaz" havaları gibidir. Oysa şu an bize "Hepyaz" ortamını
yaşatacak birşey ya da biri lazım.

Herkes yine bilir ki, DevilofHacker'ın olay ve insan davranışlarını analiz - anlayış -
yorumu konusundaki g.tünün kalkmışlığı hiç de boşa değildir.

Çünki ona herhangi bir konuda veya insanlar hakkında birtakım sözler söylenir -
olaylar aksettirilir ve bunlarla ilgili "kendi gözü - kendi beyni - kendi diliyle" öyle
açıklamalar yapar, ve daha önce hiç rastlanmamış biçimlerle yeniden anlatır ve
yorumlar ki DoH, o konu ya da olay artık bambaşka birşeydir.

Hah işte, bize, o açıklamayı "hepyaz" havasında yapabilecek, dehşet ve


korkunçluğundan arınmış biri lazım.

Fakat nasıl ki sen meydandayken de Jakabo - Sceptical ve Ben aslında hiçbiryere


gitmemişken, o yeni kişiyi ortaya saldığımızda da sadece o ön planda olacak.

İşe de senin account'un disabled edilerek başlanılacak ve DevilofHacker hotmail,


msn, livecom'ların hiçbiri artık kullanılmayacak!!! "...

Gözleri kafasının iki yanında içleri ateş dolu iki bilye misali parlayarak sordu DoH :

"- Tamam! Dediğin gibi olsun Hasan. Ne dersen ve neyi nasıl istersen herşeye
kocaman bir tamam. Pekiii, var mı böyle biri??? "

DevilofHacker'in sesindeki ciddiyete ve teslimiyete şaşırarak cevapladı Hasan :

"- Var tabii. İçerde, küçük odada. Çok da sarhoş."

Birlikte odaya gittiklerinde kapıyı açtı ve çekyatta uyuyanı işaret ederek sordu
DevilofHacker :

"- Kim bu? Adı ne?"

Özgüven yüklü bir coşkuyla,


DoH'tan istediğini almışlığın da verdiği yüksek keyifle cevap verdi Hasan :

"- O, beşli'nin son ayağı.

Adı da, KELİMELERİN SİHİRBAZI! "...

***
{40}

KELİMELERİN SİHİRBAZI

BAŞÖĞRETMEN YAKLAŞIMLARI
CHURCHİLL VE LENİN'İN YAŞADIĞI
DÖNEMLERDE KALDI.

"BİLGİ AKIŞI" GÜNÜMÜZDE,


HERKESİN AVUÇLARINDA GEZDİREBİLDİĞİ ÇAĞLAYANLARDIR.

BUNCA HIZ, BUNCA "KENDİLİĞİNDEN ÖĞRENME"


ÖYLE BİR YOĞURUYOR Kİ İNSANOĞLUNU;

ÇAĞIN NAZARINDA ARTIK HERKES ÖĞRENCİ,


VE İHTİYACI OLAN YEGANE ŞEY DE,
"REHBER" SIFATINI
LAYIKIYLA TAŞIYABİLENLERDİR...
***

Uzun yıllar fırtına - yıldırım - kasırga misali yaşayan Kelimelerin Sihirbazı (KS), 35'ini
geçip de şu kitabın yazılacağı 40'lara doğru yol almaya başladığında, inanılması güç
bir değişim geçirdi…

Hayatın tüm onaylamadığı saçmalıkları arasında kendini "fena" diye tanımlatan


"insanüstü" tavrı görünürlerde artık yoktu.

Çevresine her daim "keskin ve sorgulamadan asan bakışlarla" hükmederken, ve yine


aynı bakışlarından, çoğu zaman insanı anında huzursuz eden bir "herşeye ve herkese
hakim" havası fışkırırken;

artık, insanları - hayvanları ve hatta bilindik cansız eşyayı bile uzun uzun ve boş
gözlerle süzebiliyordu.

Bazen öyle bir boşluk oluşuyordu ki bakışlarında, çevresindeki hiçbirşey onu zerre
kadar alakadar etmiyor, bir anlam taşımıyordu. Yüzünde ne mutluluk ne heyecan ne
şaşkınlık ne kırgınlık ne öfke ne de merak belirtisi çoğu zaman yoktu.

Koca bir ömür boyu sürmüş olan çok büyük bir sıkıntıyı, veya disiplin suçundan
düştüğü hücredeki işkence evresini atlatmış da rahatlamış, veya, belki zayıf bile
alacak olsa dahi matematik sınavından çıkıp da süreçten kurtulmuşcasına "sakin ve
dinlenmiş" haldeydi.

Bırakın küçük - yetersiz görmeyi SÖ'leri, sanki hayranlık - gıpta ile karşılıyordu bazı
hadiselerini. Bunları da bazen ayna karşısında kendine fısıldıyordu, lakin, yalın bir
kılıca dönüşmüş tonuyla, bir idam emrinin yankılarını taşırcasına, yığınla sürprizli
maceranın kahramanı olan DevilofHacker'ın sesi de duyulurdu çok derinlerden arada
sırada, ve O, "Hepsi saçmalık! Sen DoH'sun ve değişemezsin!" dercesine haykırırdı
sanki karanlığa gömülmüş dehlizlerden…

Bütün dinginliğiyle kendi gözlerine her zamanki gibi bir samimiyet ve aşkla
bakarken, "- Bilirim ki Şeytan'ın nefesi her delikten geçebilir" diye düşünen
Kelimelerin Sihirbazı (KS);

"- Ama artık sadece kelimelerim var benim. Kudsiyetleri ve heybetleri bakar
bakmaz hissedilen, okuyanın ruhuna anında akseden, göğsü alabildiğine "doldurmuş"
seslerle telaffuz edilen sihirli kelimelerim var." şeklinde söyleniyordu.

O kelimeler ki; Kelimelerin Sihirbazı (KS) için birer canlı varlıktır herbiri. O'nun
kaleminin ucunda doğarlar, çok uzun bir ömrü "ölmez bir sevgiyle harmanlanmış"
olarak yaşarlar, tam anlamıyla ölümsüz bir hayata da "tarifsiz zevkler - derin
manalar - müziksel tınıların aşıları" ile heran tazelenerek kavuşurlar.

Kelimelerin Sihirbazı'nın (KS) hiçbir kelimesi "boş söz" değildir. Çünki kelimeler onun
hayatına işlemiş, kanı - canı - tümden dimağı haline gelmiştir. İnsana ait öfke -
üzüntü - nefret - kin - endişe - kaygı - hüsran - keder - acı - ihtiras ve benzeri ne
kadar "his" varsa seslendirirken, "kesinlikle duyan ve düşünen şeyler" halini alan;

ister iki insan arasında olsun isterse de bi başka objeye karşı duyulsun neşe - minnet
- güven - güzellik - sevgi - aşk - inanç - hayal - hicran - heyecan gibi duyguları tasvir
etmek için birbirleriyle "sevişen - güreşen - oynaşan" şeylere dönüşen;

özde; içi çil çil altınla - mücevherle - inciyle doldurulmuş ve rengarenk "anlam"
şaraplarıyla yıkanmış, tesiri ve azizlik derecesi hat safhadaki çok tılsımlı - çok
kıymetli servetlerdir.

O kelimeler ki; Kelimelerin Sihirbazı'nın (KS) içlerine "DİL" denilen sanatkarın uçsuz
bucaksız hünerlerini de doldurduğu, "doğru yolu bulmuşluklarıyla" sağlam
şahsiyetlere kavuşturduğu, sade - alçakgönüllü - dürüst oldukları kadar,
gerektiğinde de "inatçı ve yırtıcı" hale soktuğu;

delik ceplerine tıka basa doldurarak salına salına yürürken, ayaklarının dibine akan
kelime parçacıklarını "arkadan gelen ve onları toplama zahmetine girişen" kim varsa
kıpır kıpır bir ahenk denizine ulaşma lüksüne kavuşturduğu;

oraya ulaşıldığında da sırları artık gizlenemez bir hale gelen "ilahi güzellikleri
tescilli" manevi haz üreteçleridir.

Güzelden anlayan ve güzelliğe aşık olan KS, kelimelerini asla zevksiz - çirkin - itici
giydirmez. Bilir ki, saçının başının dağınıklığı - paspallığı yanısıra "pis manzaralı ve
yakışıksız" kıyafetlerle topluma karışan SÖ'ler nasıl ki aslında iç alemlerinin kirlerini
- paslarını ve kötü kokularını dışarı yansıtıyorlarsa;

kelimeleri özensiz - basit - sıradan kullandığında ortaya çıkacak olan "Bütün" de


ancak, tüyleri uzayıp kirden ve pislikten yapış yapış hale gelen, yanına
sokulunmayacak kadar bakımsız ve acınası, hayattaki bütün dertleri birparça küflü
ekmek olan, ve onu da içlerinde cebelleştikleri çöplüklerde arayan sokak
köpeklerine benzer.

İşte bu yüzdendir ki KS, "güzelliği ve güzelden anlıyor oluşunu" kaybetmeyi şiddetle


reddeder, ve kelimeleri "kupkuru - tatsız - tuzsuz - somurtup duran - estetik ve
elastikiyetten uzak" hallere hiç sokmayarak süsler de süsler.

Öyle ki; dilleri sussa gözleri, gözleri sussa kirpikleri konuşur herbirinin.

Alelade olmayan bu konuşmalarda da "doğru - güzel - samimiliğin ayrı birşey, tesir


etmenin ayrı birşey" olduğunun hiç unutulmaması gereken tek düstur olduğu
"kulağına küpe edilir" her bir kelimenin…

Kelimeleri harmanlayarak "etkileyen - beyne işleyen - sezdirmeden güden ve


yönlendiren" yazılar yazmak, ve bunları kitlelere ulaştırarak bir "Truva Atı"
becerisiyle SÖ'lerin gönüllerini fethetmek çok kolaydı KS için.

İnternet ortamındaki Truva Atları da öyle yapardı. Asıl amaçları "zarar vermek"
olmayan bu yazılımlar, kullanıcının bilgisayarına sızmaya ve o bilgisayarı uzaktan
yönetebilmeye imkan sağlarlar. Genellikle bir Host (Sunucu) ve bir Client (İstemci)
olmak üzere iki adet programcıktan oluşurlar. Host program hedef olarak seçilen
PC'ye gönderilir ve çalışması sağlanır. Akabinde Client programla o PC'ye bağlanan
saldırgan, sanki oradaymışcasına o bilgisayar sistemini kullanır, veri ilave eder ya
da alır.

Çok kullanılan Truva Atı (Trojen Horse) yöntemi adını, Akhaia'lılar ile bugünkü
Çanakkale ilinde yaşayan Truva halkının yaptığı bir savaştan alır. İlyada Destanında
şiirsel bir anlatımla dile getirilen savaşta;

Truvalılar kendilerine hediye olarak gönderilen çok büyük bir ahşap atı şehre
alırlar, fakat, gece olduğunda ahşap atın içerisinden çıkan Akhaia'lı savaşçılar şehrin
kapılarını dışta hazır bekleyen ordularına açarak, özü kurnazlık olan bu taktikle
savaşı kazanırlar.

İşte, KS bu tip bir olayı yazılara yaptırabilir ve okuyanların beyinlerini


fethedebilirdi.

Bunu da, ün - şöhret - nam denen şeylerin önemsiz olduğunu vurgulamak için
kitaplar yazıp da, en başa kendi isimlerini yazanlar gibi değil, tamamen kendi
tarzıyla ve kimliğini gizleyerekten "Facebook" denilen çöplük vasıtasıyla
yapabilirdi.
Bunu yapmak, hayata geçirmek kolaydı da, çok büyük bir sorun vardı. Keşke çözüm
için "Momus" KS'nin yakınlarında olsaydı.
Kusur bulma tanrısıydı Momus mitolojide.

Bir insan yaratan Prometheus, bir boğa yaratan Zeus, ve bir ev yaratan Minerva;

eserleriyle ilgili "nasıl olmuş?" diye soru yönelttiklerinde Momus'a;

boğayı, "boynuzları gözlerinin altında değil" diye;


insanı, "göğsünde bir kapısı yok" diye;
evi de "kötü komşulardan kaçmak için tekerlekleri yok" diye beğenmemiş.

İşte eğer yakınlarda olsaydı bu sürreal olduğu kadar sempatik kusur bulma tanrısı,
belki de KS'ye;

DoH'un asi çıkışlarla neden arada sırada da olsa birşeylere karıştığını söyleyebilir,
çözüm için ilginç önerilerde bulunabilirdi.

Çünki normalde DoH'un sessiz sedasız şekilde, çekildiği köşeden gözlemlerini


yapması - danışılırsa konuşması - KS'ye zırt pırt müdahale etmemesi gerekirdi.

KS bu durumdan huzursuz olmakta haksız değildi, çünki, şeytan adamın düşünü


azdırır da suyunu ısıtmazdı.

Ve genel yapısı itibariyle DoH "öfke kontrol" gücünü yitirdiğinde, bir adamı çiğ çiğ
yiyebilir ve çoraplarıyla da ağzını silebilirdi. Durum tehlikeliydi.

Oysa Jakabo ve Sceptical hiç böyle değillerdi.


Onlara başvurulmadığı anlarda çıkmazlardı hiç ortalıklara...

Çok gençti Jakabo. (JKB)

Ve gençlik dedikleri şey; çarşaf gibi bir denizin ansızın kabarıvereceğini - ışıltısıyla
göz kamaştıran parlak göklerin biranda kararıvereceğini - daha önce hiç görmediği
ama albenisine kapılıp da burnuna götürdüğü an çok berbat bir kokuyla
karşılaşabileceğini ve böylelikle basit bir çiçeğin bile kendisini kolayca aldatışını
tecrübe edip;

sonra da bütün dünyayı kan kokusuna bürüyen ve "kalleş ruhu - acımasızlığı - talan
edici yanıyla" gezegenin içine edip duran insanoğlunu gerçekten tanımaya başladığı
yaşlarda bitiyor.

Jakabo da o dönemlere gelinceye kadar neşeli - çoğunlukla iyi huylu - şakasever -


güvenebilen bir haldeydi her genç gibi. Beyninin Hipokampüs'ü tıka basa ARC
proteini dolsa da, "affetme limitlerini ve kırmızı çizgileri keskin - dik şekilde"
belirleyebilecek durumda olsa da, insanları her koşulda bağışlamasını kalbi sürekli
öğütlerdi Jakabo'ya ve O da söz dinlerdi.

Çok deneyimsizdi Jakabo. (JKB)

Çevresindekileri yiyip bitirmektense, kendi kendini meze ediyordu "sürekliliği olan


düşünce bolluklarına." Kafataslarının içine dinamit koyup patlatma gibi, tümünü
şehir meydanda ipe çekmek gibi fikirlere asla kapılmıyor, onların birer "boş kuyu"
oluşunu ve ucundan ayağı kayıverse yokolacağını sezse bile gözardı ediyordu.

Çünki, "çocuk padişahtan korkmaz" atasözündeki o "herhangi bi otoriteden veya


dehşet kaynağından korkmayan çocuk" kadar; kendisini uyaracak tecrübelerden
yoksundu.

Çocuğun korkusuzluğunu da zaten, korkulması gereken o varlıkla ilgili geçmiş bir


tecrübesinin olmayışı, dolayısıyla da o tecrübenin hatırlanmayışı sağlar ya;

işte Jakabo da insanlara yönelik olaylarda çoğu zaman bu yalınlıktaydı.

Öyle ki; daha; "genç bilse, ihtiyar yapabilse" savının ilk bölümünde oluşuyla,
insanların gözbebeğine bakarken onların bütününü de görebileceği bilgeleşmiş
kıvamlarda değildi.

Çok duruydu Jakabo. (JKB)

Güzel bir kadına gülümsediğinde, bunu öyle savunmasızca yapardı ki;

zamanı geldiğinde şahdamarına bir vampir gibi saldırmayacağından emin olan


kadının içinde ona "annelik etme" arzusu uyanırdı.

Ve kadın, Jakabo'nun henüz, "tek çiçekle bahar geçmez, tek kadınla da ömür
tüketilmez", ya da, "asıl lezzet, lezzetlerin değişmesindendir" tarzındaki "damızlık
olgun erkek" söylemleriyle henüz tanışmadığını şıp diye anlardı.

Ve yine bilirdi ki kadın; bir buse verip de Jakabo'ya sonra çekse gitse; artık onun
bulunmadığı yerde "kadın cinsini tükenmiş" sayabilecek kadar güçlü bir melankoliyle
dans etmeye başlardı şu genç adam.

Çok som'du Jakabo. (JKB)

Leke tutmayacak bir aşkın peşinden yıllar yılı koşabilecek derecede saf, ve aşkın en
önemli yan etkisinin "karşılıksız kalması" olabileceğini kestiremeyecek kadar
som'du.

Çünki henüz, en keskin - en dayanıklı sirkelerin en kaliteli şaraplardan


yapılabileceğini, ve en uçlarda yaşanan aşkların da karşılıksız kaldığında "kıyıcılığı
ve öldürücülüğü yüksek" bir katile dönüşebileceğini kestiremiyordu. Dolayısıyla da,
aşkın biryanında şarkılar - şiirler - büyüler - efsaneler - iksirler varken;

diğer yanında da acılar - delirmeler - intiharlar - cinayetler olduğu gerçeğinin


negatif yanlarını kendine hiç yakıştıramıyor, es geçiyordu.

Çünki o genellikle, aşık olmak ve kalbinin gümbürtüsüyle de diğer herşeyin sesini


bastırmak istiyordu.

Çok vicdanlıydı Jakabo. (JKB)


Eğer vicdan azabı denilen şeyin asıl gücünü ve o gücün maddi - manevi yıkıcılığını
"20 yıl sonraki aklı o an başında olsa ve" düşünebilseydi - hesaplayabilseydi;

"bir kereden birşey olmaz" veya tam tersi olmasına rağmen aynı saçmalık
derecesindeki "birkez yapan her zaman tekrarlar" gibisinden aforizmalara sık sık
yakalanmaz, ve bu düsturlara oyuncak olmayarak da, herşey yaşanıp bittikten
sonra, "hayatımın bu olmaması gerekiyordu yahu!" şeklindeki söylemlerle sızlanmak
zorunda kalmayabilirdi.

Benliğini bir küçüklük - bir aşağılık duygusu kaplamadan;

diğer insanların sürekli başvurduğu "kabul görme ve tuzağa itilmeme" adına gerekli
bulduğu "sosyal maske" takmak gibi birşeye, içinde yaşadığı toplumun beklentilerine
rağmen tenezzül etmiyor, başkalarının Jakabo'yu nasıl göreceğini düşünerek ilişkiler
kurmak - iletişimde bulunmak yerine;

aslında "Ne?" olduğuyla ilgilenecekleri zannıyla, sürekli kayıplar yaşıyordu.

Kendisine hiç kimsenin "Beni al ve çok uzaklar götür" dememesine rağmen;


kendileriyle birlikte sürüklenme taleplerini her an dile getiriyor oluşları da
Jakabo'da bir uyanışa yol açmıyordu…

"Genç kalabilmek" gibi birşeyin süregiden bir toplu yaşamda hiçkimseye tam
manasıyla "özgürce" nasip olmamasından dolayı gerçekleşecekti ScepticaL'in (Scpt)
sancılı ve uzun soluklu doğumu.

Jakabo'nun (Jkb) gençlik enerjisine bağlı olan bütün atılganlıkları, o ya da bu


şekilde "başarısız bırakılarak bedbahtlığa sürüklenmek" gibi sonuçlara, üstelik tam
da "gücümün zirvesindeyim" dediği anlarda merhaba dedikçe, insanoğlu ve onunla
ilgili - ilintili ne varsa bir tiksinme - bir acıma duygusu sarıyordu heryanını, ve bu da
ScepticaL'in (Scpt) doğumuna zemin hazırlıyordu.

Jakabo da (JKB) durumu kanıksıyor ve düşmek - devrilmek - gerilemek gibi


kavramları "olağan" sayabiliyordu hal böyle olunca. Bütün gençliğine rağmen çok
yorgundu ve pılısını pırtısını toplayıp ortalık yerden çekilmeye, meydanı ScepticaL'e
(SCPT) bırakmaya hazırdı.

Son derece dürüst olan Jakabo (JKB) toplumun dışında kalmamak adına hayalperest
olmaktan vazgeçmeye yönelse de, hızla tuhaf alışkanlıklar edinmeye başlamıştı.
Olabilirliklerini yüksek sandığı beklentileri - planları birbiri ardına gerçekleş-e-
medikçe ruhu eziliyor - acı çekiyor ve dolayısıyla da sinirli - öfkeli duruyordu
kendine karşı.

Rastlayıp durduğu zorlanmaların doğal sonucu olan "engellenme" hissi de günden


güne benliğini sarıyor, ve O bunları öngöremediği - beklemediği - hesaplayamadığı
için kendini suçluyor, haliyle de ruhi bir çöküntüye adım adım yaklaşıyordu.
Engellenme kökenli kızgınlıkları da geçen zamanla evrime, daha doğrusu mutasyona
maruz kalıyor, yeni adı da "düşmanlık" oluyordu. Neye düşmanlık?
Kendisini, "incinmemek için diğerlerine tereddütle yaklaşmak" zorunda bırakan,
onlara zarar vermemek için de "başının çaresine bakmak" gibi bir külfetin kölesi
haline gelmek pahasına da olsa sıcak - samimi ilişkileri terkederek "yalnızlığa -
yalnız yaşamaya" iten; kalıcı ruhi bozukluklar riskine rağmen "birbaşınalığı" cazip
gösteren herşeye düşmanlık!

İşte JKB tüm bunlarla boğuşup, uyanamadıkça, biryerlerde birinin damarlarında kan
akışı - göğsünde kalp atışı - ruhunda canlanış gerçekleşiyor, ve onu ister istemez
uzun bir dinlenceye, bir kızağa çekilişe zorluyordu.

Kim mi?
Tabii ki : SCEPTICAL...

Çok yorgundu Sceptical. (SCPT)

İnsanları - doğayı - aşkı - güven ve dürüstlük duygularını olduklarından daha basit


biçimde ele almayarak, onlara "karşılık bulabileceği şekilde" yaklaşmayıp,
gereğinden fazla ulviyet yükleyerek, "merhamet" denilen mikrobun kıyıcılığını ve
yıkım gücünü küçümseyerek, kendisine işkence edip üzenlerin safına birkez olsun
geçip de olayların oradan nasıl gözüktüğüne bakmayarak, ve zorba tavırların
"kendinden hiç utanmadan" nasıl sergilenebileceğini hiç tecrübe etmeyerek
yormuştu benlini alabildiğine.

SCPT'yi yoran diğerleri nasıl da sık nasıl da kolay söyleyebiliyordu "- Afedersin, beni
yanlış anladın, öyle söylemek - yapmak istememiştim :(" tarzındaki cümleleri, ama,
kullandıkları beden dilindeki "sert ve delici bakış - bir paradoksla istemsizce
desteklenen el hareketi - dudağındaki itici bir dikine bükülme ya da ses tonundaki
irrite edici kontrolsüz iniş çıkışların" karşısındaki şu zeki adam tarafından gayet
doğru sonuçlarla algılanabileceğini kestiremiyordu çamları devirmeden önce.

Yoruldu işte SCPT böyle böyle.

Çok kaygılıydı ScepticaL. (SCPT)

Yediği kazıklar ve darbeler yüzünden "Uçmayı" tam olarak öğrenememişliğiyle


"tüketilen ve ucunda zavallı bir ihtiyarlığa ulaşılan" yaşamdan kaygılıydı. Kendi
kendine derdi ki;

"- Zaman umulandan bile hızlı geçer ve ben ihtiyarlayarak çaptan düşerim. Ölüm
çok yakındadır ve belki de kapının ardındadır. Çocuk - genç - orta yaşlı bir adamken
"çok önemli, çok kıymetli gibi görünen erekler - binbir çeşit heyecanlar - bazen
aylar süren sevinçler - yürekten hiç çıkmaz sanılan üzüntüler - duyulan veya
sarfedilen ihtiraslı kelimeler - artık ışıltısını yitiren renkler - uç noktalarda alınan
zevkler - birzamanlar yerimden hoplamama sebep olan sesler" artık bütün heybetini
kaybeder.

Hepsi de "nerdeyse beni taşıyamaz" durumdaki dizlerimle yarışıyorlardır adeta "yitip


gitme" konusunda. Adımlarım küçülür , ve sarfettiğim dikkat nedeniyle iyice
zayıflamış olan gözlerim daha bir büyür. Elimdeki bastona dayanarak attığım her iki
adım arasında "çok mühim bir memleket meselesini çözecekmişcesine" düşünerek
ilerliyorumdur sokakta, ve bazen de ayarı tutturamayıp yuvarlanıyorumdur yerlere.

En gücüme gidense torunumun 8 yaşındaki oğlunu bana çoban etmiş olmalarıdır


çünki unutkanlık da musallat olmuştur başıma. Oysa gençken çevremdekilere "-
Kendimi teknoloji konusunda öyle güncel öyle diri tutacağım ki "torunlarım olan
yeni neslim" bütün teknik bilgileri benim eşsiz aktarma kabiliyetim sayesinde
"dedelerinden" öğrenmenin keyfini yaşayacak." derdim. Fakat geçen gün "- Nereye
gidiyorsun yahu sabah sabah?" diye sorup da yolumu kesen yakışıklı adam
torunummuş, adını söylemeyi bile beceremedim :((

Yok, yok! Varlığını benim nefeslerim sayesinde sürdürdüğü halde, gençliğimi


sömürüp de hiç teşekkür etmeyen şu hayata, attığı onca kazık ve yaşattığı onca
hüsran - hayal kırıklığının üstüne bir de "Şaklaban İhtiyar ScepticaL" isimli filmi
izletmek bana göre değil. Gençliğime bir çizik atar, bundan sonra yalnızlığımla
yaşar giderim."...

Çok mutsuzdu ScepticaL. (SCPT)

Çevresinde tamamlayıcısı - kurtarıcısı olabilecek birilerini bulamıyor oluşu daha da


arttırıyordu mutsuzluğunu.

Çünki onların hemen hemen hepsi, derinliği - niceliği hakkında neredeyse hiç
bilgileri yokken birçok konuda, normal denilen şeyin nerde başladığını ve anormalin
de nerede sonlandığını hiç bilmezken aslında, yine, SCPT'in "yapıcı" metodlarının
esaslarını kavramak biryana "ucundan azıcık bile" anlayamamışken, dolayısıyla da
yargılama güçleri - hakları yokken; kalkıp asıveriyorlardı habire.

Eksiklikleriyle birlikte "farklı" olanlar kendileriydi aslında, ve SCPT anormal


derecede normaldi bilge bir kişinin bakışlarında.

"Anlaşılamamışlığın tutsaklığıyla" her daim mutsuzdu işte SCPT de hal böyle olunca.

Birkeresinde mutluluğunu koydu boyluboyunca tartıya ve eksi bakiye verdi anında.

"Bira - sigara - internet - hırka - don ve kadın bana yeter de artar bile" derdi ya
hep;

belki bu 6 anahtar da hiç mutlu etmemişti onu. Peki bedbahtlığının sebebi neydi
yahu?

Yoksa suç kör talihte miydi; ve neden birkere olsun ona gülmemişti?

Düşündü, düşündü, bir yanıt - bir telkin bulamadı. Birasından koca bir yudum aldı,
sigarasından geniz dolusu bir duman çekti ve; "- Siktir et ulan! Mutlu da mutsuz da
aynı yere, "kara toprağa" gidecek ve o duygular anlamını yitirecek. Hiç olmazsa sen,
maddi - manevi zenginken herşeyini kaybedip de etrafa şaşkın şaşkın bakanlardan
olmayacaksın, siktir et!" diyerek konuyu kapadı.
Çok takıntılıydı Sceptical . (SCPT)

Yüklendiği bu takıntılar sebebiyle, günlük hayatın içerisinde ve tüm yaşamınca en


acımasız olduğu kişi yine kendisiydi.

O, sanal ve real alemdeki "şaşırtıcı - kendine özgü başarılarını ve sıradışı tarzını" bir
sanat olarak görüyordu. Bütün sanatçı kişiliklerin ortak özelliği de; mükemmele
varmasını istediği "kusursuzluk arayışıyla" muhteşemliğe ulaşan bir "benzersiz eser"
üretmiş olabilme ereğidir.

Kendine olan acımasızlığın doğal sebebi de böylece;

ortaya koyduğu işler ile beyninde tasarladığı arasındaki zerre miktarı da olsa
"farklar"dır. Durum bundan ibaret olacaksa gün be gün, yıllar sürecek olan bir
melankoli depresyonunun içinde, ruh değişikliğine hiç uğramadan, yani; bir incir
çekirdeğini bile doldurmayacak olan "bayağı heyecanlara" kapılıp da "yaşıyorum ve
çok mesudum" sanarak, hayatını uçurumvari boşluklara savurmanın külfetine hiç
katlanmadan, şu an içinde bulunduğu durumu muhafaza edebilir; ne - neden - ne
kadar - ne zaman - nerede - süreç - hangi şartlarda - kim - kaç gibi şeylerle asla
muhattap olmayabilirdi.

Bunu da diğerlerine "ansızın dürtüp de rahatsız edersem kimbilir ne ters tepkilerle


karşılaşırım" şeklinde düşündürtmek, ve bol bol kendi başına kalıp kafasını dinlemek
için "huysuz - aksi - kavgacı -muhalefet" oluşlarıyla sağlayabilirdi.

Toplumdaki diğer insanların kutsal saydığı ve bilinçli ya da çoğu zaman bilinçsizce


inandığı şeylere "aslında haklı olarak" saldırıp durmak yerine;

sınırlarını "uygun" çizmeye çalışıp da sonucunda sadece "kendini tanıtmak ve


çevreye kabul ettirmek" gibi şeyler elde edeceği, fakat bolca gösterip de içlerinde
kalmayı tercih etmeyeceği "öfkeli olmak" yerine;

kaygılı - endişeli - tedirgin - alıngan - ilgi alanı daralmış - karamsar düşünceli -


durgun - isteksiz olmayı tercih etti. Çünki allame-i cihan bile olsa, dünyanın mevcut
düzenine ne ayak uydurabilir ne de değiştirebilirdi.

Bu hallerle takıldığında ona layık görecekleri "psikonevroz" yakıştırmaları ise onu


hiç enterese etmezdi. Yeter ki "sıkıntılı" bile olsa, "kendine" kaçabileydi.

Herhangi bir sebepten dara düşmüş ve başını kollarının arasına alıp birsonraki
adımda yapacaklarının ince hesaplarıyla meşgul olan birilerine rastgeldiğinde de,
"neyi ve nasıl yapacağını tam olarak bilmiyorsan, hiçbir şey yapma şu an için. emin
ol daha karlı çıkacaksın" deyip, "aslında kendi haliyetini" önerdiğinde, ona "git
işine!" dedikten sonra bildiklerini işlerler, sonra da hüsrana uğrarlar ve üzülürlerdi.

Oysa SCPT gibi hiçbişey yapmayarak "verimsiz - bomboş - çokça uyuyarak -


bekleyerek" geçirseler o dönemlerini, ileride hiç hoşlanmayacakları şeylerle belki
daha az karşılaşacaklarını birtürlü idrak edemezlerdi.
Ve gün gelip de SPCT'e de tıpkı JKB'ya dendiği gibi sahneyi terketmesi gerektiği
söylendiğinde;

insanoğluna "yeme içmeyi - uyumayı - işine konsantre olmayı ve hatta huzuru" bile
unutturabilecek güçteki, ve bu gücün de önüne ne çıkarsa çıksın ezip geçebilecek
kadar acımasız hale getirdiği "Tutku" denilen hastalığın yakınından bile geçmeyerek
denileni yapar, pılısını pırtısını alelacele toplar ve çeker giderdi.

Kendisine seslenildiği-danışıldığı an'a kadar da inzivaya çekildiği yerde kalır,


sahnedeki kumpanyayı gözlemler, fakat asla herhangi birşeye müdahale etmezdi...

Acaba DoH, şu "vakitsiz ve emir çeşnisini andıran halleriyle" olaylara direkt müdahil
olarak; sadece kendi çıkarlarıyla ilgilenmek kaynaklı "cüret" ile, zararları
püskürtmek veya onlardan uzak kalmak kaynaklı "zillet" kelimelerini;

çıkarları korumak ve zarardan korunmak için kendini en iyi şekilde ifade edebilme
yolu olan "cesur yürekli olmak" tamlamasıyla karıştırıyor olabilir miydi?

Çünki, Hasan - Jakabo - Sceptical - KelimelerinSihirbazı ve DevilofHacker bilim


dünyasının bile birtakım psikolojik testlerle ölçemeyeceği, ancak, niteliksel olarak
analiz edebileceği;

özünde de zaten aynı potansiyele sahipken, ve o anki biyolojik - bilişsel - duygusal -


fiziksel kapasiteye bağlı olarak az biraz farklılık gösteren bir "zeka'ları" varken;

DoH diğerlerine karşı neden "Hükümran" tavırlar sergileyip de, tonunu hiç
tanımayan bir evrenden gelir hale çektiği karanlık - çürümüşlük - korku ve iticilik
dolu sözlerle "araya girme - gideduranı engelleme - kontrolü ele geçirme" çabaları
gösterebiliyordu?

Sanki; "iç ahenk" denilen şeyleri tutarsız olduğunda, yaşamdaki herşeyin aleyhlerine
olacağını bilmiyor muydu?

Oysa, normalde, her zaman bağlı kaldıkları "Proxy" mantığıyla hareket etmeli ve
bunu da tereyağından kıl çekercesine yapmalıydılar ki, dışarıdan farkedilmesin...

Proxy Server'lar, İnternet Servis Sağlayıcıları tarafından kurulan, veri alışveriş işini
hızlandırmak amacıyla kullanılan, çok güçlü "Sunucu" bilgisayarlardır.

Bir kullanıcı Browser'in adres çubuğuna websitesi adresi yazıp da görmek


istediğinde, o websitesi birbaşka PC kullanıcısı tarafından gezilmişse daha önce, ve
ProxyServer içine kaydedilmişse, önce oradaki veriler ekrana getirilirken, varsa
güncel bilgiler için websitesinin asıl sunucusu ile bağlantı kurulur.

O websitesi ProxyServer üzerinde hiç yoksa da yine sitenin ana sunucusuna


yönelinir. Bu işlem sayesinde ISS'nin ProxyServer'i, Hasan - JKB - DoH - Scpt ve KS
arasındaki "bilgi-tecrübe" paylaşımı olarak düşünülmelidir.

Fakat DoH söz hakkı verilmeden yaptığı zamansız çıkışları ile;


ilk kez görüldüğü 26 Nisan 1999 tarihinde milyarlarca dolarlık zarar veren;

önce PC'ye bulaşan sonra uyumaya başlayan, fakat tarihler 26 Nisan veya 26
Haziranı gösterdiğinde aktif hale gelerek bilgisayara ciddi zararlar veren CIH
(Çernobil) virüsü gibi davranmış oluyordu ve, çokça kostaklandığı bu durumları
gerçekten tehlikeliydi.

Çünki DoH bu şekilde davranarak KS'ye, "Davul senin boynunda dursun ama tokmak
benim elimde kalsın" demiş gibi oluyordu.

Bir istişare şarttı ve toplandılar…

Toplantı sonuçlandığında; oybirliğiyle, yani 5'i de;

DoH'un, "benliklerine acı ve sıkıntı veren" bu durumuna,


"akıllarına çok uygun ve sıkıntı vermeyeceği gibi",
mevcut arıza ve sorunları da gözardı ettirebilecek şekilde bir karara imza attılar.

Dahası; "Ulan, odunlar dahi baltayı mahkemeye verecekleri vakit "sapı bizdendir"
diyerek vazgeçmişler be!" dedikten sonra,

klavyeyi Kelimelerin Sihirbazı'nın eline tutuşturup,

Facebook'ta sihirli yazılar yazmaya yolladılar...

***

{41}

EDEBİYAT NEFERİ KS'NİN PARLAK ZAFERİ

İSLİ LAMBALAR MİSALİ


ŞAHSİYETLERİNİN EN KARANLIK KÖŞELERİNE
SIKIŞIP BÜZÜŞEREK KALMIŞLARA,
UNUTULMUŞLARA, BIRAKILMIŞLARA,
YERLERDE SÜRÜKLENMİŞLERE,
KÜSKÜNLÜKLERİNDEN BAŞKA ŞEYLERİ OLMAYANLARA
ÖYLE BİR YAKLAŞMAK GEREKİR Kİ;

HALİHAZIRDA İNANDIKLARI ŞEYLERDEN


ÇEVİRMEYE ÇALIŞMAK YERİNE,
YENİ ŞEYLERLE TANIŞTIRIP ONLARA İNANDIRARAK;

BİR ANDA KENDİSİNİN DIŞINA ÇIKIVERSİN,


GÜÇLENSİN, HATTA DİRİLSİN...
***

Her ne kadar Facebook müptelalarının birçoğu "hasta" insanlardan oluşsa da;

mesele zaten bu narsist - röntgenci - bağımlı - dikkat eksikliği ile donanmış - çoğu
zaman hiperaktif - depresyona kolay meyleden - saplantılı SÖ'lere hitap ederek,
onları önce okumaya sonra da okuduklarının kendilerini çekip çevirmesiyle,

KelimelerinSihirbazı'nın güdülediği çizgiye ulaştırarak herşey bir önem arzedecekti…

Öyle ki, bu insanların çoğu, arama motorları vasıtasıyla bulduğu videoklip - şiir -
nesir - denemelerini paylaşıp, aldıkları "beğen" tıkları ile mutlu olurken, fazla
bilinmedik oluşlarının yanısıra "çok özgün - çok orijinal" sanatçılara yönelmezlerdi.

Hele de iş "okumak" gibi bir eyleme dayanıyorsa,


mevzu "deve ve hendek" kıssasında düğümlenebilirdi...

İşe "Hayran Sayfası" denilen ve yazılarını çeşitli resimlerle de destekleyebileceği bir


sayfa açmakla başladı KS. İlk birkaç yazısını bitirip paylaştığında, takipçi sayısının
nasıl olup da bunca hızlı birşekilde arttığına kendisi bile inanmakta zorlandı. Fakat
1 ay'ı doldurup da okuyucu kitlesi 150 bin gibi bir rakama ulaştığında, Sezar'ın
hakkını Sezar'a bıraktı.

Çünki yazıları okuyan SÖ'ler "biryere gitmek için daha kapısından çıkarken bile
hasretini duyacakları evleriymiş" hissine kapılıyor, günde 1 değil de daha fazla yazı
yazmasını talep ediyorlardı KS'den. O'nun birsonraki eserini yazdığı an'a kadar geçen
zaman, ev hasreti - vatan hasreti çekiyormuşcasına zor geçiyor, okudukları şeylerde
de, hangi zümreden olurlarsa olsunlar kendilerini buluyor;

bunları yayınlayanları "bir edebiyat grubu" ya da "profesyonel bilim insanı"


sanıyorlardı.

Çünki sayfada kişisel fotoğrafı bile yoktu KS'nin ve o kısma "altın sarısı zemin
üzerinde duran bir dolmakalem resmi" yerleştirmişti.

Haliyle, "etkilenip de okumak için can attıkları şu yazıların" sahibini merak


etmemek elde değildi.

Fakat o bütün taleplere rağmen kimliğini sayfasında hiç afişe etmedi.


Geçen zaman içinde, "hiç kimsenin göremeyeceği şekilde görüp değerlendirdiği
olayları", yine birbiriyle alt alta üst üste sevişir biçimdeki ve asla "rastgele
seçilmemiş" kelimelerle en orijinal şekilde yazıya dökebilen;

yazdığı yüzlerce makalede ise tek bir boş cümleye yer vermeyen KS'nin hayran
sayfası 300 bin sadık okuyucuya ulaşmıştı.

Çünki okuyup bayıldıktan sonra binbir övgüyle kendi duvarlarında paylaştıkları bu


yazılarda SÖ'ler;

psikolojik insani durumların ifade edilebilmesi için "Dil'in" bütün imkanlarının


seferber edilişini görüyor, fakat, değişik sosyokültürel yaşantılarda olsalar da, bu
yazıların herbirinde KS'nin yaşantısının varolduğunu, zaten, bir okuyucunun da,
sezgi gücü - üslup - gözlem kabiliyeti kullanılmış bir yazıda "kendisine benziyor
olanın" peşinde koşacağını kestiremiyor, bu büyülenmiş hallerle de KS'ye günden
güne tutuluyorlardı.

Kaleme aldığı sihirli yazılarda KS, herbir okuyucusuyla dostane ve samimi bağlar
kurabiliyor, iletişimin içine de bolca "saydamlık" serpiştirdiğinde, gönülleri daha bir
kolay fethediyordu.

Bu halini SÖ'lere de bulaştıran KS iletişim kurduğu her bir SÖ'nün mutfağındaki


tenceresinde et mi kaynadığını dert mi kaynadığını kolayca öğrenebiliyordu. O
aşamadan sonraysa, onları kötüye karşı uyandırmak - herhangi bişeye kanalize
etmek - öğretmek ve öğütlemek kolaylaşıyordu.

"Erkeğin okumuşundan kadı, kadının okumuşundan cadı olur" sözüne inat,


Kelimelerin Sihirbazı'nın sanal ortamdaki binlerce hayranından bir tanesi O'nun için
şuna benzer bir yorum yapmıştı bir yazısının altına :

"KS; büyük puntolarla yazılmış - kalın ciltli - okudukça, tozlu ama hiç yıpranmamış
olduğu anlaşılan - albenisi çokça olan bir kitaptır.

Tuhaf ve şok edici olansa, her okumaya kalkan için "yabancı bir lisanla" yazılmış
olmasıdır.

Bu lisan, Türkçe konuşan iki farklı okuyucu için bile başka başkadır.

O kitabın kapağını açmaya niyetlenen kişi, öncelikle bu yabancı dili çözüp


öğrenmeli ve KS isimli kitabı kendine en uygun haliyle, öylece okumalıdır."...

Kendi vasatlığından dolayı eşit seviyedeki şeyleri sevip ilgi duyan Sıradan Ölümlü'ler
ise;

daha yazıların giriş bölümündeyken, onlara "kendi iklimlerinin lisanıyla" seslenişiyle;

ve bu seslenişinde de asla "şunun bunun uydurulmasıyla orta yere atılan süslü püslü
sahte baloncuklar olmadığını" hissettirmesiyle;

makalenin (kaç sayfa olursa olsun) tamamını okumalarını sağlayarak;


özgür - bütünüyle orijinal - Tanrı'nın O'na bahşettiği edebi güçleri layıkıyle kullanan
KS'yi, inanması güç de olsa "algılayıp", onun kabiliyetlerini de "kendisinde neredeyse
hiç yetenek olmamasına rağmen değerlendirebilerek" ve kıymetini takdir
edebilerek;

diğer başarılı sanatkarlara yaptıkları "kolunu kanadını kırmak" yoluna asla


sapmamışlardır.

Çünki KS, yazdığı yazılar aracılığıyla iletişim kurduğu her Sıradan Ölümlü'ye "kendi
otorite ve hükümlerine seve isteye boyun eğmesi gerektiğini";

hayatlarındaki gerçekler her ne ise onlara dayandırarak ve "direkt gözlerinin içine


bakarcasına" söylerdi.

Bu tarz bir "ölçü" anlayışı da onların dünyasına oldukça yabancıydı ve gördüğü an


hepsi peşine takılırdı...

***

{42}

ALAMANCI KIDEMLİ ANNE

ERKEK MERT KADIN DA NAMUSLU DEĞİLSE,


DELİCE HEVESLERDEN ZEVKLER ALMA İŞİNİ
DERİNLİK PSİKOLOJİSİNİN BİLE TAHTINI SALLAYARAK
ADET HALİNE GETİRMİŞLERSE;

AŞK SANILAN ŞEY HEDEFTEN SAPTIĞI ZAMAN,


TANRI O İNSANIN YİTİP GİTMESİ İÇİN
AKLINI TARUMAR EDER,
VE,
GÜNAHKAR TIRNAKLARIYLA KAŞIYABİLECEKLERİ,
TANIDIK - BİLİNDİK - ALIŞILMIŞ
YENİ YARALARA SEVKEDER...
***
Kasım 2001'de Badtrans isimli virüs, bulaştığı bilgisayarlarda hackerların da rahatça
girebilmeleri için backdoor'lar bırakmaya başladı.

Yani, açık arka kapılar.

Böylelikle IP Search Program'larını kullanmayı bilen en acemi lamerler bile bu


virüsü barındıran PC'leri ve dolayısıyla da sahiplerini fethedebiliyorlardı.

Fakat KS artık bu tarz yöntemler yerine "Edebiyat'ın Gücü" ile ele geçiriyordu
Sıradan Ölümlü'leri…

İşte onlardan biriydi Figen, ve, yüzünü dahi görmediği bir adama, yazdığı yazılardan
dolayı etkilenip, delicesine aşık olmuştu. KS de aşırı ısrarlarına dayanamayarak
kapısını açtı ona.

MSN'de sohbet etmeye başladıklarından sonra da anladı ki;


sağlığın kadrini hastaya sormak akıllı işiymiş!..

"Çalar saat" denilen icat, neden sadece Figen'e etki ederdi ki o evde mesela?

Bir hizmetçileri olsa ne güzel olabilirdi ya da.

Çünki o zaman, sahip olduğu 5 çocuk için erkenden kalkmak, yumurtaların yanına
peynir - süt - portakal suyu koymak, bütün o geleneksel "Aman çocuğum okulda
başarılı olsun!" zahmetlerine hergün maruz kalmak, herbirine de "dişlerini
fırçalamaları" için bile yalvarmak zorunda kalmazdı.

Böylelikle sabahları herşey hazır olarak uyanabilir, daha az yorulur, iş yerinden


aldığı günübirlik ya da birkaç günlük izinlerinde de çocuklarının güven içinde
olduğunu bilmenin rahatlığıyla;

daha onlar doğmamışken "öz amcasının" yanına gidip de, onunla özgürce yaşadığı
"cinselliğini", KS'nin Altınoluk'taki evine giderek de yaşayabilirdi gönlünce.

Evet, öz amcası.!.

Aşık olduğu adamın kim olduğunun önemi yoktu koynuna girmek için Figen'e göre,
ve amcası birkaç yıl önce öldüğü için, "hastalıklı" olduğunun farkında olamasa da,
benzeri bir aşkı KS'ye duyuyordu Facebook'taki emsalsiz yazılarını okudukça.

Aşk ona, amcasında olduğu gibi, Türkiye - Almanya arasında bir uçak tüneli
açtırabilir, kocasını ve çocuklarını bırakarak ilk uçağa atlatıp KS'nin yanına
koşturabilirdi.

Hatta "o eşsiz yazıların sahibi" şu esrarengiz adama tümüyle sahip olabilmek için
küçük bir planı dahi vardı.
Şöyle ki; yaşadıkları muhitte yakın komşusu olan ve kendisinden yaklaşık 20 yaş
kadar küçük olan bir kızı KS ile tanıştırıp evlendirecek;

onun da Almanya'ya, çakma eşinin yanına yerleşmesini sağlayacak;

böylelikle kocasını ve çocuklarını bırakmak zorunda kalmadan, yani, yuvasını


dağıtmadan - mevcut düzenini bozmadan "aşkı KS'ye" kavuşabilecekti.

Tek şartı; "KS, resmi nikahlı eşiyle haftada 1 kezden fazla sevişmesin ve eşine aşık
olmasın"'dı...

Bilgisayar ekranına bakarken KS de hertarafını sarıp sarmalayan "Aşk'ı" her an


yeniden keşfediyordu aslında.

Begonyalardaki şebnemlerin az sonra sönüverecek ışıltısı gibi - serçelerin ölümcül


elektrik tellerinde şakıdıkları sevgi sözcükleri gibi.

O ekrana bir bakış atıverdiğinde, SÖ'lerin "ne demek istediğini" hemen


algılayabildiği bir "Aşk".

KS'nin aşk mantalitesi bu kadar net olduğunda da;

bu yola neden girmişti niçin girmişti hemen çözümleyiveriyor - tüm geçmişle


birlikte "uçsuz bucaksız gelecek" de onun "beynindeki parmaklarının ucunda"
raksediyor ve klavyeye yansıyordu.

Durum bu olunca da "eşya ve tin" asıl kimliklerini hemencecik fısıldıyordu KS'ye o


ekranların içinden.

"Eyvah! Deli devran sürer, akıllı vakit bekler! Şimdi bu "hasta ruhlu" okuyucumdan
nasıl kurtulacağım?" diye düşünürken KS, hiç beklenmeyen birşey oldu.

Hiç beklenmeyen ve daha önce yapılmamış olan!..

DevilofHacker aniden belirdi, klavyeyi kaptığı gibi,


"Memelerini göstersene, güzeller mi bir bakayım :)" yazıp ekrana,
sonra da çekip gitti…

Kelimelerin Sihirbazı bu yaşanılanların analizini yapıp, yol haritası çıkarırken


bundan sonra olabilecekler için;

Figen iri memelerini fora etmiş, resmen onlarla güreşirken ekranda,


biryandan da konuşma balonuna espriler yazıyordu :

"- Sen bakma yaşımın 45 olduğuna ve 5 çocuk doğurmuşluğuma. Bu memelerle


dizimde top sektirebileceğim ya da onların altını yıkamak için omuzuma
atabileceğim günler hala çok uzakta. Ben sana yıllarca yeterim aşkımmm! :))"
"- Yahu" dedi KS, "- Ya ben kötü adam olsam, şu çıplak halini kaydetsem ve
internete yaysam! Korkmuyor musun?" diye sordu Figen'e.

"- Senden başka hiçkimseye açmam ki kameramı bile. Ve ben eminim, sen öyle
birşey yapmazsın çünki seni yazılarından dolayı çok çok iyi tanıyorum ben Sihirbaz.
Bir amcam, bir kocam, bir de sen gördün bugüne kadar memelerimi" yanıtını alınca
da, laftan anlamayacağından emin olduğu kadını engelledi MSN'den KS…

İletişim kurmaya çalıştıysa da uzunca birsüre,


sonunda vazgeçti mail - msn -facebook yoluyla yaptığı tacizlerinden Figen,
ve başbaşa kaldı "ulaşamadığı aşk'ının" çok beğendiği yazılarıyla, çaresizliğinden...

***

{43}

İSRAİLOĞULLARI'NDAN ESTER

DERTLİ İNSAN İÇİNİ DÖKMEYE DOYAMAZ.

YETER Kİ KENDİNİ BİR ÇOCUK İNANCI VE


GÜVENİYLE TESLİM EDEBİLECEK KADAR
"ÜSTÜN" GÖRDÜĞÜ BİRİNE BIRAKSIN.

ÇÜNKİ O KİŞİLER, BİRYERLERE BAKIP ARAMAZLAR ÇÖZÜMÜ,


DİREK BİLİRLER, VE, ŞAŞMAYAN ÖLÇÜLERLE,
DEĞİŞMEYEN KURALLARA SAHİPTİRLER.

SONUÇ : SİNSİ VE SÜRÜNGEN BİR GÖLGE GİBİ


TAKİP EDEN SIKINTI
BİR ANDA DEFEDİLİR,
HUZURA ÇABUCAK ERİŞİLİR...
***
Tarafgirlik yapmayan bir yahudiydi. Türkiye'de doğup da, bizim kültürümüzle
büyümüş olmasıydı bunun sebebi ve tiril tiril Türk kokardı Ester…

Ninesi iyice yaşlanıp da babası başa çıkamaz hale gelince, hem nineyle hem kendi
hastalıklarıyla gün geçiremedikçe, İsrail yolu görünmüştü Ester'e hiç onaylamasa
da.

İhtiyarlara bakarken, bir yandan da dünyaca ünlü bir pırlantacıda çalışırdı.

KelimelerinSihirbazı facebook'a yeni yazısını yüklemeye çalışırken, işte bu Ester'in


mesajı belirdi ekranda :

"- Selam Sihirbaz. Sami Dündar söyledi bu güzel yazıların sahibinin sen olduğunu.
Harikasın! Ama bana DoH lazım. Hem de acilen. İnce bir konuda ondan yardım
almalıyım. Senin de böylesine edebi takılmana çok şaşırdım, ama dedim ya,
makalelerin muhteşem ve birçırpıda okudum hepsini, bayıldım."…

Kelimelerin Sihirbazı ile Sami Dündar 7/24 iletişim halindeydi. Hiç kopmamışlardı
ki.

Ama KS hiç kızmadı ona ve sormadı bile "neden KS'nin ben olduğumu Ester'e
söyledin?" diye. Çünki Ester DoH'u ve Hasan'ı tanırdı. Özünde de iyi bir insandı.

Bir arkadaşı vardı Ester'in, ve SD'nin Fikir Klübünde çalışırdı.

Okan Bayülgen hayranı olan Ester, arkadaşı Sheyla'yı araya sokup, Sami Dündar'ın
kankası olan Okan Bayülgen ile Lucca'da bir kahve içme şansı yakalamıştı geçmişte,
ve birsüre sonra da SD ile DoH birolup işletmişlerdi Ester'i, "Aha bu Okan Bayülgen,
seninle MSN'de laflayacak, konuşun vs." deyip.

Günlerce sanki Okan'mışcasına konuşturmuşlardı DoH'u onunla.


Sonra da gerçeği açıklayıp, hep beraber gülüşmüşlerdi.
DoH'u bundan dolayı bilirdi Ester, ve, hem hayranıydı hem de çok severdi.

Lakin KS'yi bilmezdi, çünki daha dünyaya yeni Merhaba demişti, ve SD - Bekir -
FGCM - FGCMx dışında hiçkimse öğrenmemişti kimliğini…

"- İlk metro 10 Ocak 1863'te, saat 06 :00'da hizmete girdi Ester'cim", diyerek söze
başladı KelimelerinSihirbazı ve devam etti :

"- Londra'da, Farrington Street ile Paddington arasındaki 7 istasyonu turluyordu bu


Metro 33 dakikada, ve vagonları aydınlatan şeyler de gaz lambalarıydı.

İlginç olansa; birinci mevkii vagonlardaki ışığın, insanların gazetelerini çıkarıp


okuyabileceği kadar güçlü oluşunun, Daily Telegraph gazetesinde ince ve önemli bir
ayrıntı olarak verilmesiydi.

Yani neymiş Ester'cik, "okumak" her şart ve ortamda çok önemliymiş.


Ben de bu yüzden yazıyorum işte yazılarımı, ve insanlara böyle hizmet ediyorum.
DoH sana ne için lazımsa anlat bana. Mutlaka iletirim kendisine :)".

Ester de gülümsemekle yetindi ve derdini dile getirdi.

Yaklaşık 1 yıldır platonik takıldıkları bir erkek varmış hayatında.


Hem platonik hem de sanal.

Profesyonel Makyöz olan Ester, süslenip püslenip de envai çeşit fotoğrafını


gönderdiği bu adamın, iş resim göndermeye geldiğinde sürekli bahaneler üreterek
kaçmasına ancak 1 yıl sabredebilmiş. Evlilik lakırdıları bile yapan bir erkek, neden
kendini bunca gizlermiş, onun kim olduğunu öğrense öğrense DeviLofHacKeR
öğrenirmiş...

Gerçekten de öyle oldu.

Ester mevzuuyu anlatıp da e-mail adresini verdiğinde o herifin, yaklaşık 30 dakika


sonra kendisini şok eden gerçeğe ulaştı.

Bilmemne Caddesi, bilmemne sokak, bilmemne apartmanı, numara bilmemkaç'ta


oturan X-Y isimli şahıs;

Ester'lerin İstanbul'daki evlerinin üst katındaki,


ve Ester'in de çok samimi bir arkadaşının kocası olan birbaşka yahudi çıktı !

Hıçkıra hıçkıra ağlayan ve yaşadıklarına bin lanet eden Ester'i teselliye


kalkışmasının o an için faydasız bir girişim olacağını bilen KS;

onu kendi kendine bıraktı ve facebook'taki okuyucularına döndü…

İçinden de, "N'olacak bu kadın - erkek ilişkilerindeki yavşaklığın sonucu ey Tanrı'm?


Neden insanoğullarını bunca kahpe yarattın?
Yoksa çok mu psikopatsın???" şeklinde söyleniyordu...

***

{44}

MS'LE DANS
HER NEFES ALIŞINDA
CİĞERLERİNİ DOLDURAN KEDER HAVASI,
AKLINI DA RAFA KALDIRMAK İÇİN UĞRAŞIRKEN HAYATA KARŞI
GENÇLİĞE AİT HER İLGİDEN SONRA,
VE YAŞADIĞI HER AN'I TİFTİKLEYEREK
PARMAKLARININ ARASINDAN KAYIP GİTMESİNE
SEBEP OLUYORKEN YAŞAMININ;

KALKTI "HAYIR" DEYİVERDİ.

FAKAT HENÜZ O'NUN MANEVİ KUDRETİNİN,


VE,
YASAKLANMASI BİLE GEREKEBİLECEK KADAR
İLAHİ KIYMETLER TAŞIYAN,
VE BİR AMAÇ İÇİN YEŞEREN
"ÇOK ATEŞLİ
VE BİR O KADAR DA ATILGAN FİKİRLERİNİN GÜCÜNÜN"
FARKINDA DEĞİLDİ...
***

Çoktan 800bin'i aşmıştı Kelimelerin Sihirbazı'nın facebook'taki okuyucu sayısı…

Onların sadece "okuma" ihtiyaçlarına değil, her konudaki beklentilerine


yoğunlaşarak;

mevcut karizması ile okurun tamamen rahat hissetmesi arasındaki hassas çizgiyi hiç
ihlal etmemesinin yanısıra;

uyandırdığı merakla birlikte kendisine duyulan güvenleri de an be an tazeleyerek,


ve tabii bunun için de takipçilerinin hayal bile edemeyeceği "edebi mucizeleri"
önlerine her fırsatta sürerek, "harikulade üstünlük ve ustalık içeren mimarisiyle
gerçek zevkler" barındıran tasvirleri ortalıklardan hiç eksik etmeyerek, okuyanların
hepsini kendine, cinsiyet ve yaş farketmeksizin aşık ederdi Kelimelerin Sihirbazı.

Özlem hariç!

Ya da öyle olduğunu, "sadece yazılara" aşık olduğunu iddia ederek yalan


söylüyordu...

Sözümona; sihirbazın kendi fotoğrafının yerinde bir dolmakalem oluşunun hiç önemi
yoktu Facebook sayfasında, ve KS'yi görmese - tanımasa da olurdu.

Hatta MSN'de yaptıkları birkaç sihirli sohbetin bile ardını getirmeseler, iletişimi de
hemencecik kesseler bile olurdu.

Laf lafı açıp da, onun MS (Multipl Skleroz) hastası olduğunu, çok ama çok aşık
olduğu kocasının kaza sonucu 2 yıl önce öldüğünü, liseye giden oğlunun okul
masraflarını bile karşılayabilecek kadar bir emekli maaşının ya da gelirinin
olmadığını, çünki, eşinin sağlığında çok para kazandıkları halde "lüks ve konfora"
harcayıp da geleceklerini hiç planlama gereği duymadıklarını, ve geçimlerini asker
emeklisi babasının finanse ettiğini falan öğrenince işi çözdü KS :

Hayata Küskünlük!..

Aşıktı kocasına Özlem, hem de delicesine.Onun ani ölümünün, üzerlerine karabasan


gibi çöküp de hayatlarını kabusa çevirmesi yetmezmiş gibi, MS hastalığı da katmer
oluvermişti herşeye. Çünki amansız hastalıktı. Eğer şansın varsa; seni kör - sağır -
topal etmeden ve 15-20 yıl o şekilde yaşatmadan canını alıveren bir sinir sistemi
hastalığıydı.

Ne anlattıysa, ne kadar sihirli kelimesi varsa ortaya döktüyse de Özlem'in bu bitik


haline çare olamadı KS.

"Dilden gelen elden gelse, her fukara padişah olurdu be" deyip,
sonrasında daha somut bir eyleme imza attı.

MS hakkında araştırmalar yaparken, Türkiye'de ilk kez uygulanacak bir yöntemi


keşfettiğinde;

anında Üniversite'deki birkaç "hatrı sayılır" arkadaşını araya sokup, "kobay" niyetine
de olsa 50 kişilik bir hasta grubunun içine Özlem'in de alınmasını sağladı.

Cerrahi bir operasyonla vücut ısısı 2 derece düşürülecek, yanıt alınamazsa daha
kötüye gidilmeyecek, ama pozitif neticeye varılırsa da gözleri daha net
görebilecek, aksayan ayağı da aksamaz olacaktı.

Operasyondan tam 2 ay sonra eski haline geri dönüş yaptı Özlem'in bedeni, vücut
ısısı tekrar yükseldi ve MS de bütün yıkıcılığına yeniden büründü.

Böylelikle boşa çıktı KS'nin "Adam adama gerektir, tosbağaya kabuğu" diyerek
başvurduğu hamlesi...

Otuzlu yaşlara geldiğinde, tecrübeler - deneyimler vs. derken, endorfin yüklü bir
"farkındalık" geliyor insana. Fakat hayat KS'ye her yaşında çokça şefkatli yaklaştı
aslında.

Şanslıydı.

Çünki, ona karşı, hayatın bir elinde kızılcık sopası varken ve vınlatarak vururken,
diğer elinde de pansuman malzemeleri ve mutlu eden hediyeler vardı.

Bu yüzden de, gerçekte, mutsuz bir KS olacağına, başta hiçkimsenin "algılayıp da


tam manasıyla analiz edemediği - muhasebe etme lüksüne eremediği";

farkındalıksızlıklarına rağmen "özünde mutlu" bir KS oldu.

Daha önceleri, tamamen altıncı hislerin gözetim ve denetiminde olsa da bu


böyleydi.
Özlem ise bütün bunlardan yoksun, 41-42 yaşında, ve kaybedilmek üzere olan bir
Sıradan Ölümlü'ydü… (SÖ)

KS onun için daha sonraki adımda neler yapabileceğini düşünürken, birasından koca
bir yudum alıp da PC ekranına döndüğünde yeni yazısını hazırlamak için, ekranda
bir not gördü. Büyük puntolarla yazılmıştı ve notu bırakan da DoH'tu :

"Sıradan Ölümlü (SÖ) kadınların "büyük" hikayelerine çoğu zaman, onların "küçücük
yalanları" sayesinde ulaşılır, ve, bir kadın seni "o güne dek ettiği duaların cevabı"
olarak düşünene kadar da ele geçirilemez.

Bütün farklılıklarına rağmen avucumun içine alabildiğim kadınların herbirinin


mücevherleri çok sevdiğini, sevmediğini söyleyenlerin de sadece "sevmediklerini
sandığını" çok iyi bilirim ben.

Ve iletişimlerimin hepsinde "nazik dokunuşlarla okşanmak" gibi bir lüksü hayatının


içinde canlı tutup da, rastgeldiği an "tonik hareketsizlik" moduna giriveren yırtıcı
köpekbalıkları misali;

kendisine sunduğumda mücevherleri (!) samimiyetler eşliğinde;

"tonik hale girmeyi zaten isteyip duran kadın milletiyle" sürükleyici hikayelere
doğru yol alırım.

Senin de tek yapman gereken bu!

Sevişin Özlem'le! Sanalda!

Bir kadına verilecek en kıymetli mücevher içli sevişmelerdir.

İşini kolaylaştırmak için ona mesaj attım az önce.

"MSN'de online ol ve seviş benimle" şeklinde.


Top sende. Sağlıcakla.
DevilofHacker."...

KS DoH'un yazdıklarını tekrar tekrar okuduğunda birçırpıda, yüreğinin


derinliklerinden korkunç bir titreşim geçti.

Biran ona sert bir yanıt vermeyi düşündüyse de, dudağını ısırdı ve omuz silkerek :

"- Yahu deveye bindikten sonra çalı ardına gizlenilmeyeceğini bilmiyor musun a
sihirbaz? Eee, o halde DoH'a hayıflanmayı aklından niye geçiriyorsun?

Neyse ki kılıç kınını kesmez ve sen de ondan bir zarar görmezsin. Sallaaa!" deyip
geçiştirdi...

Uzun zamandır çektiği hastalık ruhunda çeşitli buhranlar uyandırmış, mutsuz ve


kuruntulu olmasına rağmen kuvvetli bir seziş yeteneğine de sahip, çok okuyan ve
çok düşünen, gökyüzünde uçan kuşların sıhhatini bile kıskanır bir ruh halinde gün
geçiren Özlem başta çok direndi ve;

"- Çıldırdın mı sen sihirbaz?! O güzelim yazıların sahibi mülayim insandan böyle
iğrenç bir teklif alacağıma öleydim daha iyiydi. Ben, kocam öte dünyaya gittiğinden
bu yana başka erkekle sevişmenin hayalini bile kur-a-mamışken, nasıl olur da
karşına çırılçıplak çıkarak masturbasyon yaparım sana uyup ? Hem, erkek arasam,
seni çıplak görene kadar birsürü porno kanal var internette vs." diye başlayan
konuşmaları;

"- İçime girmedin, bana elini bile sürmedin, ama deliler gibi seviştik!

Hem de kameradan kameraya!

Ve ben inandım ki, bir erkek "organının kalkmasıyla ya da temasıyla" kanıtlamazmış


erkekliğini ve ancak kadınına yaşattığı "şevk ve zevk" ile ispatlarmış.

Hele de bu kadın şu aptal hastalık yüzünden "sevişirken kalp çarpıntısından


ölüvereceğini düşünen" bezgin ve yılgın kadınsa.

Oysa şu an kendimi kraliçeler gibi hissediyorum ve öldüğüm falan da yok! :)"


şekline döndüğünde yaşadığı derin orgazmdan sonra yarı yarıya meydanda kalan
göğüslerini de bornozunun yakası içine sokuşturmaya çalışırken kendi memelerine
değil de bilgisayarının ekranına bakmış olsaydı yani az önce yaşadıklarının düşsel
parıltıları içinde hala yüzüyor olmasaydı KS'nin dudaklarını geren sinsi gülüşü ve
gözleriyle kaşlarındaki alaycı ifadeyi, onu çapkın çapkın süzüşüyle birlikte
görebilirdi...

Aylarca sevişti KS ile o gece karası saçlı - cazibeli - zeki ve albenili kadın.

İncelik ve hassasiyetini yitirmeden, kaybettiği kocasına olan aşkıyla "sadakat"


arasında bocalamayı bıraktı birsüre sonra, ve yaşam onu daha sıkı sardı.

Birgün, birşey oldu.

Hiç umulmadık birşey :

Gözleri net görmeye, ayağındaki aksama gerilemeye, ve hatta yaşadığı şehrin


sokaklarında bisiklet sürmeye bile başladı Özlem.

KS ile yaşadıklarından doğan "ümit tarafından ağır basmaya" çalışması mı, yoksa
uygulanan cerrahi operasyonun etkilerinin zamana yayılmış yapıya sahip oluşundan
mıdır bilinmez, oldukça iyileşti.

İstanbul'da iş buldu ve çalışmaya başladı. Oğlunu da oradaki bir okula kaydettirmiş,


adeta yeniden dirilmişti.

Büyük ihtimalle orada gerçek bir seks arkadaşı da bulmuştu.


Çünki artık KS'ye, arada sırada da olsa;
"- Hey ahbap, hadi sevişelimmm" şeklinde yazmıyordu MSN'den…

Olsundu.

Fırsat rüzgara benzerse eğer, onu tutma marifetini aşılamıştı Özlem'e, ve


misyonunu tamamlamıştı Kelimelerin Sihirbazı.

Birasından içip, sigarasından çekip,


Facebook'taki yazılarına daldı...

***

{45}

DERİN

SADECE EN YUKARIDAKİ MERTEBEYE ULAŞMIŞ YAZARLAR


KÜLTÜR - DİL - ZAMAN GİBİ KISITLAMALARIN ÜSTÜNE ÇIKIP;

BEZGİN - NEŞESİZ - İÇ EZEN RUH ÇÖKÜNTÜLERİYLE


SENDELENE SALLANA YÜRÜMEYE ÇALIŞAN
VE HAYATLARINI TEK BİR ZAR ATIŞINA BAĞLAYANLARIN
MANEVİ SOKAKLARINA
YOĞUN BİR SİS MİSALİ YAYILARAK ELLERİNDEN TUTUP,
DUYGULARINI ALABİLDİĞİNE KAMÇILAYAN
TAŞKIN ZEVKLERE ULAŞTIRABİLİR.

YETER Kİ FIRSATLARIN BİRİKTİRİLİP


BEKLETİLEMEYECEĞİNİN FARKINDA YAŞASINLAR, VE,
DÜŞLERİNDE BİNLERCE KEZ GÖRDÜKLERİ
O EŞSİZ TADLARIN
KEYFİNİ ÇIKARTMAYA TALİP OLSUNLAR…
***
Birinin dilinin çözülmesini sağlamanın en geçerli taktiği, önce konuyu açıp, sonra da
kendi dilini tutmaktır.

Yine öyle oldu.

"Kadın'ı" yazdı uzun uzun Facebook'taki sayfasına Kelimelerin Sihirbazı…

Gözyaşlarıyla yıkanan vadilerde ömür tüketen;

yaşadığı çilelerden sonra "yıkmanın imkansız olduğunu" bile bile kendi etrafına
savunma duvarı ören;

ve o duvara da "hoşa gitme - beğendirme - dikkat çekme" gibi duyguların ruhunda


cirit atmasına rağmen taa genç kızlığından hatta kız çocuğu olduğu zamanlardan
beri, vücudunun bir uzvuymuşcasına heran dizinin dibinde bulundurduğu "Aynayı"
artık duvara asma ihtiyacı duymadan;

ve Tanrı'ya "şu 3 günlük dünyada mutlu tek gün benim nazarımda artık mucize mi
sayılacak?" tarzında sorular yöneltip duran;

hüznün doldurduğu gözlerinde, "hızla geçip giden ve onu tüketen zamanın dışında
kalmışlığının" kaynattığı hıncının bariz biçimde okunabildiği;

"Mutsuz Kadını" yazdı...

En sosyetesinden en kırsalındakine varıncaya dek, kadının her gönül vakıasında "çok


güçlü bir inançla savunduğu her güzelliği, değişik versiyon ve hikayelerle
kaybederek" nasıl da pes etmek zorunda kaldığını;

hayattan yediği şamarın gönlünün yanağında bıraktığı kızıllığın yanısıra "beyninin


yüzünün gözünün şişmişliğiyle", rüzgarın kokusunu teninde taşıyan bir "adam gibi
adam'a" muhtaç ve aç yaşamak zorunda bırakıldığını yazdı;

kadınların bedbahtlıklarının ve tarifi çok zor "nasıl bir yükü omuzladıklarının"


farkında olduğunu anlattı.

O yazıya yorum yapan binlerce kadından biriydi Derin ve en ilginciydi.

Hiç kasmadan, "- Sen! Şu yazıyı kaleme alan esrarengiz adam! Sadece 1 geceliğine
yanıma gel ve bana "adam gibi adam" nasıl olurmuş göster. Öyle ihtiyacım var ki
buna, sanırsın, kan fışkıran şah damarıma dikiş atılacak! :("...

İlk lokanta 1765 yılında, "Champ d'Oiseau" adıyla, Bulanger isimli biri tarafından,
Paris'te açıldığında;

"Venite ad me, omnes qui stomach laboraties et ego restaurabo vos" özdeyişi vardı
kapısında.

Diyordu ki; "Siz ey midesi guruldayanlar! Bana gelin iyileştireyim!".


Bu latince özdeyişteki "Restauraba" yani "İyileştirmek" sözcüğü zaman içerisinde
"lokanta" anlamında "Restoran" olarak kullanılmaya başlandı...

"Bir kadın sadece karnının açlığından değil, duygusal açlıktan da ölebilir.


Hele de şah damarını kesilmiş sayıyorsa, bu yaşadığı açlığın yoğunluğuna direnmeyip
intihara bile "aç aç" gidebilir." diye düşünen KS;

Derin'le MSN'de yaptıkları uzun sohbetlerden sonra, sırt çantasını birayla doldurarak
soluğu otobüste aldı. Adana'daydı...

KS, Derin'in açtığı kapıdan usulca içeri girdi.

Kendini küçük ve oldukça loş bir salonda buldu, çünki perdeler sıkı sıkıya
kapatılmıştı. Solda TV duruyordu ve ortadaki fiskos masasının çevresine mavi
kumaşlarla kaplı çekyatlar dizilmişti. Duvarlar açık renkte ve cıvıl cıvıl desenli
kağıtlarla kaplıydı. Sağdaki çiçek köşesine palmiyeler kasılmıştı :

"- 1 günlüğüne ayarladım burayı. Aynı yerde çalıştığımız arkadaşımın evi. Ve "evine
erkek atacağım" bile dedim sırıtarak. Çok şaşırdı. Aaa, ayakta durmasana. Otur,
otur da biranı yudumla Sihirbaz" diyen;

bu son derece güzel - biçimli - beyaz bir meleği andıran oval yüze sahip, hayatı
olduğu gibi kabullenmiş, sabırlı ve sakin, ama kendi alemine gömülüp kalmış genç
kadının karşıdaki çekyatta "ayaklarının bileklerini birbirine dolayarak ve pürüzsüz -
küçücük parmaklarının sadece ucunu halıya basarak" öyle bir oturuşu vardı ki, sahip
olduğu dişiliğin tüm zerafeti tam manasıyla saçılıyordu salona.

Kocası hem zengin hem okumuş olduğu yalanıyla nikahlayıp kopardıktan sonra onu
ailesinden ve çok sevdiği İzmir'den, "belki zamanla düzelir" diyerek, "aşağılama ve
hakaret" içeren tüm davranışlarının yanısıra bir de aldatınca, erkeklere olan
güvenini kaybeder Derin.

Hatta onlara karşı gizli kin bile beslemeye başlar.

Kendini tamamıyla kızlarına adamıştır ki, zaten "kötü" olan kocası ansızın kendi
yaşamını birtarafa bırakan - heran başka kişiliğe bürünen - değil erkeklik
vazifelerini yapmak, dişlerini bile fırçalayamayan - sefil, bezgin, tehlikeli bir
şizofrene dönüşünce zaman içinde, kaçar o köyden...

Saatlerce konuştular.
İçtiler biralarını ve hayattan - insanlardan - herşeyden konuştular.
En çok da "Özgürlük"ten.

Bir işçi istiyorsa "maaşa zam" - bir genç istiyorsa "anlaşılmak" - bir doktor istiyorsa
"can da alabilmek" - bir mimar istiyorsa "normların dışında binalar inşa edebilmek"
- ve bir kadın istiyorsa "söz söyleme ve hüküm verebilme hakkı" manalarına gelen şu
"Özgürlük" kelimesi bu kadar mı çok şey anlatır ya da bu kadar mı çok yanıltırdı?

Peki ya Derin?
O hapsolduğu ve çok bunaldığı küçücük dünyasının kabuğunu kırıp da özgürlüğe
nasıl ulaşırdı?..

Ulaştı.

KS onun elbiselerini çıkartıp çırılçıplak bıraktığında, ve orgazmın doruklarına


taşıdığında, uçsuz bucaksız özgürlüklere de ulaştı.

Üstelik "söz söyleme ve hüküm verebilme hakkı" da vardı.

Yaz mevsimine "erken gel ve çok uzun süre kal" deme şansı hiç yokken, KS'ye
defalarca;

"- Hadi beni yere yatır, kapının altından esen soğuk rüzgar bedenimi yalarken, ve o
sihirli ellerin göğüs uçlarımda dolaşırken, cinsel organının yaydığı sıcaklığı ta
kukumdan başlatıp da ense köküme kadar ulaştır, ve bana ister bir bakire ister bir
fahişeymişim gibi sahip olup, orgazmın zirvesine birdaha birdaha ulaştır!" deme
lüksü vardı.

Derin bu lüksü o 24 saat içinde biçok kez yaşadı.

Özgürce...

Aklında da artık şu vardı :

"Yıllardan beri ilk kez birisi bana bir eşya - bir araç değil de, sahip olduğum kadınsı
"Nur'un" farkındalığıyla baktı, içime de bu soylulukla aktı.

Sırf bunu yeniden hissedebilmek için bile olsa bu aptal dünyada kalınır, yaşanır,
yaşamalı."…

***

{46}

BİNLERCESİNDEN SADECE ÜÇÜ


BEKAR VE EFKARLI YALNIZLIKLARI
ODASININ HERYANINA SAÇIP,
ASLINDA ÇOK HAFİF VE KORKAK İKEN,
ÇOK AKILLICA HARCANMASI GEREKEN BİR GAYRETLE
"SEVİLMEK" DENİLEN ŞEYİ ELDE ETMEK ADINA,
İNANCIYLA EYLEMİ HİÇ DE BİR OLMAYAN ŞEKİLDE TAPINIP DA,
SÖZÜMONA YÜREĞİNDEN TAŞAN AŞKINI
BALLANDIRA BALLANDIRA ANLATIRKEN;

HİÇ FARKINA VARAMIYORDU Kİ


KARŞISINDAKİ ADAM FEVKALADE BİR GÖRÜŞLE
YEMİNLERDEN ÇOK
ŞAHSİYETLERİN ASALETİNE BAKAR...

***

"- Beni kimse tam olarak anlamıyor" dediğinde Kelimelerin Sihirbazı (KS), ya gülüp
küçümsüyor - ya burnu büyük diye nefret ediyor- ya da boş bulunup da anlamaya
çalışırken, dayanamayıp sigorta attırıyorlar…

Oysa sadece "anlayamayacaklarını" anlasalar bile yetecek.

Çarşının ortasına dükkan açan sünnetçinin vitrine niçin "Saat" koyduğunu


anlayıverişleri kadar kolay olacak onu kabullenişleri :).

Bir de; 3-5 bin kitap okuduğunu söylediğinde şaşıranlara çok kızıyordu KS, sonra
vazgeçti.

Öyle ya; "herşey mümkündür" felsefesine ancak 1 kitaba 6 okuyucunun düşmediği


ülkelerde sahip olunurdu.

Ailesinde en az 1 adet "Yazar" olan insanlar, ancak İzlanda gibi yerlerde bulunurdu.

Facebook'ta yazdığı şeyleri okuyan kadınlar, her ne kadar KS'yi tam olarak
anlayamasa da, onları ve geçmişteki bütün kadınlarını bir "Kitap" yerine
koyduğundan, onlara öyle muamele etti KS.

Kapağını açtığında o kitabın, dünyaları umursamayan bir kadının aşk için akıttığı
salya sümüğe hayran olacağını sanarak ellerini uzattı hep geçmişte.

Uzattı ki; "karton karakter" olmaktan sıyrılıp "bir" olsun, KS'nin Bir'i olsun.

Sayfaları çevirdikçeyse; salt kibrine destek olması için piyano dersi alan, veya, caka
satmak için kütüphanesine kiloyla kitap satın alan zorbalarla karşılaştı.

"Aman yarım kalsın bu hikaye de" diyerek kitabı alelacele ve açmamacasına


kapattı.
İşte şimdiki 3 kadının hikayesi, diğer binlercesinin hikayesine tercüman olacak
cinsten ve KS'nin okumaya "yarısındayken" son verdiklerinden...

Neslihan annesini erken yaşta kaybetmişti, ve engelli kardeşinin bütün


sorumluluğunu almışken babasıyla birlikte, sonra da onun kötürüm oluşuyla yalnızlık
cinleri başına üşüşerek debeletirken, ve bütün gün ikisinin birden bakımıyla meşgul
olurken "doğurmamış ama anne" edalarıyla, bir yandan da yaşamındaki gerçek
şartları hiç dikkate almadan, "olmayacak şeyleri olabilecekmiş gibi" düşünebilme,
ve günlük koşuşturmaların sıkıntı - baskılarından kurtulup da boş vakit bulduğu an
"rüya ile hülya olmasa züğürtlerin canı çıkar" sözünü doğrularcasına hayaller
kurmaya başlar, boyutunu da otistik düşünceye kadar götürür, evlenip yuva
kuramadıkça "aleyhine işleyen günlerin" acısını da bu düşlere yükleyerek yaşar,
hayalleriyle içiçe yaşamayı benliğinden sildiği an bitip tükeneceğini de çok iyi
biliyorken, "orada kendisini bekleyen boşluğa" nasılsa düşmeden nefes alıp
veriyordu.

İstanbul'da yaşıyorlardı ama, asıl İstanbul'dan çok uzaktaki varoş bir mahallede.
Fakat hayallerin kenar mahallesi ya da jet sosyetesi olmazdı. O da özgür özgür
hayallerini kurar, bunu yaparken de birsüre sonra içini çeke çeke ağlardı. Gözyaşları
pembe yanaklarından peşpeşe düşerken, alt dudağını bükmekten ve sümüklerini de
hork hork çekmekten hiç utanmazdı. Pencereden dışarısını seyrettiği anlarda "içine
çöreklenen gariplik" eşliğinde, iki çocuğu olacağını hayal ederdi mesela.

Bir oğlan bir kız. Oğlan babası gibi kumral, ve kabak kafalı olacaktı muhakkak ama,
kızı, kendisi gibi esmer ve alyanaklı. Bahçede oyun oynayıp dururlarken oğlan kızı
ittiriverecek "kediyi ben seveceğim sen bırak" diyerek, ve gayet mutluyken kızı
"duru sesi buruşan yüzünden bir çığlığa dönüşerek anne yaa şu oğluna baaak"
şeklinde ağlamaya başlayacak;

Neslihan da birkoşu gidip yanlarına, onları öpüp barıştıracaktı.

Gelmedi o "gök mavisi gözlü kız ile çakmak çakmak bakan oğlan çocuğu" hiç
dışarısını izleyip durduğu pencereye doğru uzaktan uzaktan.

Kanı kuruyup, ilikleri kıkırdağa dönmeye yüz tutup, memeleri bir erkeğin ağzına
acımsı gelecek hale dönüşünceye dek bekledi, ama, kendi çocukluğundan bu yana
hayallerini kurduğu "kapının ansızın açılıvermesiyle içeriye giriverecek olan, kara
saçları omuzlarını süsleyen kızıyla - yaptığı yaramazlıklardan sonra başını onun
dizlerine koyup da ağlayan kabak kafalı oğlu", engelli kardeşiyle kötürüm
babasından meydan bularak ona gel-e-medi.

Çok bekledi öncelikle bir damadı sonra da o hayalindeki çocukları, ama, bir türlü
gelmedi üçü de, gel-e-medi…

Sonra birgün aşık oluverdi. Hem de nasıl!

Öyle bir aşk ki; dünya üzerinde hiçbir kadın onun kadar inanmamış, aşkı böylesine
dirilerek karşılamamış, yüreğini de bir şifa iksiriyle yıkanmışcasına ak - pak edip,
tarifsiz sevinçlerle doldurmamıştı.
Kötürüm babasının üçotuz emekli aylığından kırparak taksitlerini ödediği
bilgisayarının başındayken, facebook denilen yerde denk geliverdiği Kelimelerin
Sihirbazı isimli yazar, ona ve hayata ait öyle şeyler anlatıyordu ki;

içinde bulunduğu zorlu yaşamda adımlarını ağırlaştırıp da "balçık çamur kütleleri"


misali, ya da, habire zincire vurulup tökezlenmesine yol açan ne varsa envai,
herbirinden kurtuluyor, ve sihirli yazıların sahibine de daha bi bağlanıyordu.

Müptelası olduğu adamı hiç vakit kaybetmeden MSN listesine ekleyip, anlattı içinde
bulunduğu duygu durumunu ve, "Senin için herşeyi yaparım!" ahkamıyla da
kapatıverdi oturumu.

Haftalarca ettikleri sohbetlerde KS Neslihan'a;

onu bulunduğu zindandan kurtaramayacağını, ancak, kendi kendisini kurtarmak


adına isabetli telkinlerle destek olabileceğini;

çünki, KS vasıtasıyla kurtulmanın "aslında başka bir zindana atılmak" gibi bir etki
yapabileceğini anlatmaya çalışsa da, vazgeçiremedi.

Aşk'a söz geçer miydi?.. 1/3


***

Ayşe Gebze'liydi, ve, alabildiğine duyarlı bir beyin - ruh - kalp üçlüsünden çıktığını
kolayca anladığı yazıları "her kelimesini ayrıştırarak" okudukça Facebook'ta;

yıkıcı bir kasırganın önünde sarsılan ağaç gibi titriyor, acılıklarıyla yaşamını harap
eden, ve tek sebebinin de "kocası" olduğuna inandığı korkunç anılardan saklanmak
istercesine yüzünü elleriyle kapatıyor, sonra da KS'nin sihirli yazılarına daha bir
samimi şevkle sarılıp okuyor, okuyor, onların sahibine daha bir tutuluyordu.

Senin adın "beyaz" olsun demişti Ayşe'ye ilk konuşmalarında KS.

Çünki MSN'de açtığı kamerada, sütbeyaz bir elbiseyle çıkmıştı onun karşısına. Oysa
ne saftı şu sihirbaz yarabbi, sütlük beyazlık mı kalmıştı? Yüzünden beyazlık dahil
her rengi çekip alarak;

daha önceki masumiyet - duygusallık - soyluluğu da bir "karalıkla" bulandırıp,


çöküşe - dayanıksızlığa - yapayalnızlığa dönüştürerek hüzne bulayan, aşk ve sevgiyle
dolu olması gereken "yarınlarına" ait bütün düşleri evliliklerinin daha ilk üç yılında
kırıp - döken - tüketen bir kocası vardı.

Öyle ki; artık zamanı algılayamıyor, umudu ise kafdağının ardında arıyordu. Ona iki
kızı bile yardımcı olamıyor, her gününü "değişik yıkılışlar" eşliğinde, ve uykuyla
uyanıklık arasındaki bir sersemlik ile yaşıyordu.

Geceler ise ayrı bir dertti. "Bir insanı sevmekle başlar herşey" diyerek yola çıktığı ve
sevdalandığını sandığı, pijamasını katlamaktan bile uzak bir sarsaklıktaki "kocası
olacak adam" Ayşe'yi kavgasız gürültüsüz olmasıyla da "iyi bir evlilik" sayılan oyunun
"ideal koca" argümanı olarak yatağa girecek - yorgun olup olmadığına ya da isteyip
istemediğine hiç bakmadan üstüne çıkıp aklınca "sevişecek" - onu da tam
beceremeyip yarım yamalak hallederek yana kıvrılıp uzanacak, sonra da Ayşe'nin
kulağının dibinde sabaha kadar horlayacak.

Şu Ayşe isimli köle "duygu yoksunluğundan" dolayı acı çeker üzülürmüş kocasına ne?

O iç huzurlarıyla osura - horlaya uyurken, Ayşe "içinin devasa darlığından" perdeleri


açıp sabaha kadar gökyüzünü izlemiş - uyumaya niyetlendiğindeyse "yastığı koca bir
taşa dönüşüp" kafasına batarmış kocasına ne?

Aslında onu suçlamakta haksız mı acaba?

Şu "kocası olan adam", birzamanlar çıta gibi olan bedenini, ve o bedenin "bir davula
takılan deri" gerginliğindeki eski halini kaybettiğini - bıkkın kadınların gezdirdiği
lopluktaki geniş kalçalarını - sarkık sayılabilecek memelerini - ve bedenindeki
gevşemişliklere yarenlik eden ışıltısız ve coşkusuz gözlerini neredeyse her gece
tepesine çıktığında farkediyor muydu ki, kalkıp "duygularını farketmiyor" diye
kızıyordu adama?

Ve birşey daha vardı onun asla farkedemeyeceği : Sırf daha rahat uyuyabilmek için
becerdiği karısı, o uyuduktan sonra, büsbütün bir yalnızlık - hüzün - mutsuzluk
bataklığına saplanıp, kurtulmak için çırpınmıyordu bile.

Öyle ki; evlendikten sonra herşey yıprandıkça hızla, adına "sevda" dedikleri şeyin de
çay bardağındaki çayla birlikte içilip bitirildiği - yemek pişirdiği tencereyi
ovduğunda lavabonun deliklerinden geçip giden is karaları gibi kolayca giderildiği -
aylarca balkonda güneşin altında rengi atmış bir gazete misali solup eskidiğini
görüyor olmak "korkunç" gelmiyordu artık Ayşe'ye.

Tuttu bir deneme yaptı ve kocasını en yakın arkadaşı Nurten'in koynundayken


getirdi gözünün önüne. Sonra da bir solukta seviştirdi. İçi kavrulsun istedi, onu
kıskanmak istedi. Yoksa, yoksa, kıskanmayı mı unutmuştu?

Çünki böyle bir durumdayken bile kocası ve yakın arkadaşının sevişmeleri onu zerre
miktarda ilgilendirmedi.

Tam; "Eskisi gibi yürek çarpıntılı - heyecanlı Ayşe yok buralarda. Öldü o yalnız
gecelerin sabahını bulmaya çalışırken çocuklarını ve kocasını uyuttuktan sonraları.
"Evli kadınlığının" boyun eğişi öldürdü onu ruhuna işleye işleye!" diye düşünürken,
büyük kızı ders çalışsın diye aldıkları bilgisayarının başında bir arkadaşının önerdiği
KS ve yazılarıyla tanıştı…

Aman Allah'ım!

Böyle birşey mümkün olabilir miydi?

O yazılardan fışkıran "hüzmeler" yalnızlığının üzerine böylesine dik açılarla


düşebilir, hala güzel ve endamlı sayılabilecek vücudunu ürpertip, parmaklarını ipeği
andıran uzun saçlarının içinden geçirdiği esnada yürek dolusu gülümsetip de "kocası
olacak adamla" olan bütün donuk ve soğuk geçmişini unutturup;

dünyayı yeniden dönüyor, ve zamanı yeniden akıyor hale getiriverirken;

yazıları kuşatan samimiyet ve sevecenlik tüm benliğini sarıverip, ona "kanatlanmış"


hissini yaşatabilir miydi?

Ne hissi yaa ne hissi? Okudukça farkediyordu ki;

artık resmen bir sevda perisiydi! KS'nin henüz farkında olmadığı - bilmediği sevdalı
bir peri!

Hemen bilsin istedi, ve o sihirli yazıların efendisini MSN listesine ekledi.


Ne güzelll, yanıt da vermişti…

Aylar geçti. KS sabırla Ayşe'yi ve bazen açık açık bazen de gizli kapaklı yaptığı aşk
söylemlerini dinledi.

Ona da her fırsatta, "KS'yi hiç tanımayanlar veya tanıyıp da okumayanlar veya
okuyup da anlamayanlar" safında yer aldığını söyleyip;

Leyla ile Mecnun'un ulaştığı aşk neşesine asla erişemeyeceklerini,


belki yüzlerce belki de binlerce kez söyledi.

Karşılıksız da olsa, aşk'a söz geçer miydi?.. 2/3

***

Selma Mersin'de yaşayan - bir yıldır dul - sakin - sağlam yapılı - çilekeş bir 3 çocuk
annesiydi.

Gençti, güzeldi, işveliydi.

O da diğer binlercesi gibi "dil'inkine" alışkındı da, "hayat sürçmesinden" muzdaripti.

Dil sürçtüğünde yine dil kullanılarak düzeltilebiliyorken, hayatı sürçmüştü onun, ve


bunu hangi hayat ile düzeltebileceğini birtürlü bilememişti.

Oysa herşey ne güzel başlamıştı, ve tüm ömrü kocacığının güzel saçlarına yüzünü
gözünü sürerek - onun cezbeden kokusunu bir yaşam iksiriymiş gibi kana kana içine
sindirerek - insana güven veren kolunun çemberinde "mutlu ve mesutken" daha bir
sokularak geçirecekti "yaşadığımız dünyayla alakasını kesip de bambaşka alemlere
dalıp gitmiş" hallerdeyken.

Olmadı!

Tam da mutluluk üzerine ne kadar mucize varsa inanmaya başlamışken, kaos ve


kabus denilen acayipliklerin "bir başka kadın" kılığına girip de onun biricik hanesine
dolanmasıyla, gecenin bir vakti 2 yavrusunu da alarak kapıyı açıp kendini sokaklara
attı.

Ne bastığı yeri görüyor ne de sağanak yağmurdan etkileniyordu. Sadece çocuklarının


ıslanması üzüyordu, ama, üçüncü bebeğinin karnında olup da yağmurdan korunuşu
azıcık da olsa Selma'yı avutuyordu.

Kimsenin bilemeyeceği ama onun muhakkak yaşayacağı bir gelecek için fal
bakarmışcasına uzun uzun süzdükten sonra gökyüzünü, 5 yıl önce giriştiği "deli
saçması kader oyununa" önce karşı çıkan sonra da "çaresizlikten dolayı seyirci
kalmaktan başka bişey yapamayan" o anne ve babasının kapısını, asla yapmacık
olmayan bir hüzünle tedirgin tedirgin çaldı.

Bir zamanlar müstakbel kocasıyla arasına giren "bir karaçalı" gibi gördüğü büyükleri
emindi ki onu anlar, içeri alır ve sahiplenirdi. En azından üçüncü bebeğini doğurana
kadar!

Kapı açıldı. Gecenin derin sessizliğine hiç aldırmayan, Selma'ya tek bir soru bile
sormayan biricik ailesi, onu ve sırılsıklam olmuş çocuklarını aceleyle içeri aldı…

Çocuklarının üçünün de doğumundan sonra kendine geldiği an ilk sorduğu


"bebeciğinin sağlığı" olmuştu gayr-i ihtiyari. Kana bulanmış bir apışarası varken, ve
bedenindeki her parçası sancırken, hemen her annenin yapacağını yapıp onların
nasıl olduğunu sormuştu hemşirelere.

Kucağına ilk aldığı anda da, o sevgili varlığın "Merhaba, ben bebek. Senin adın da
anne olsa gerek!" dercesine tutunuşuyla, gökyüzündeki güneş sanki sadece onları
ısıtmak gayesiyle doğuyor - ırmaklar ve dereler ise sadece onların ayaklarını
yıkamak istercesine çağlıyor sayışlarını anımsadı.

O duyguların boş olduğuna;

kendisi küçücük bir kızken her saniye ferahlık duygusu veren şu kocaman "baba
evinin" genişliğinin, zaman geçtikçe boşluk - ıssızlık - yalnızlık - karamsarlık - kaygı
- panik ve hatta kin kustuğunu gördükçe üzerine;

üç çocuk doğurmuşluğunun pek de övünülecek birşey olmadığını, çünki, sokaktaki


uyuz itin de bunu pekala becerebildiğini - iştahsız olduklarında elinde mama tasıyla
"doğru dürüst doysunlar" diye peşlerinden koşmasa da büyüyüp bir baltaya sap
olabileceklerini - soğuk kış geceleri hastalandıklarında başları ucunda
sabahlamalara ve ağlamaklı gözlerle nöbet tutmasa da "daha geç
iyileşmeyeceklerini" - analı veya anasız da olsalar büyüyebileceklerini - bir insanın
mutsuz olacaksa böyleyken de olabileceğini düşündü.

Peki ya kendisi?

Perişandı.

Küçücük bir kilerde iri sopalarla kovalanıp da birköşeye kıstırılmış kedi gibi ürkek ve
tetikteydi. Yüreğinden dışa vuran siyahi rengin sesi evin büyük ve yüksek odalarında
yankılandıkça daha da ürkütücü bir hal alırken, tutup el kadar bebeğiyle birlikte
çocuklarının odasına sığınıyor;

gelgelelim kocasıyla "öteki kadının" sırtına yükledikleri o "şehrin bütün yalnızlıkları"


yakasını bırakmıyordu.

Uzandığı herşey elinde kalmıştı hayatta, ve artık ucundan bile tutmaya çekiniyor,
ruhunu serinletecek birşeyler bulamadıkça da daha çok bunalıyor;

20 küsür yıllık yaşamında neyi var neyi yoksa hepsine "manasızlık" yükleyen, ve en
cüretkar şekilde kalan hayatına da "bitmişlik yaftasıyla hükmeden" kocasının;

evlendikleri gün avuçlarına tutuşturduğu o güzel görünüşlü çiçeğin geçen zaman


içinde taşınması imkansız bir kaktüs ağacına dönüşerek belini bükmesine yol açtığı,
ve gönlünün saçlarının dağınık - gönlünün ellerinin kirli - gönlünün tırnaklarının
uzun ve pis birşekilde yaşamasına sebep olarak, her anını "utanarak ve öylesine"
yaşamak zorunda bırakışını hiç affedemiyor;

kendini her soluk alışverişte bir uçurumdan itiyorlarmış gibi hissediyordu.

Çığlıklarını içine göme göme bir mezarlığa çevirmişti orasını da, ve o çığlık çiçekleri
yemek - bulaşık - çamaşır - temizlik denen şeylerin acımasız egemenliğinde
"beyninin elini kolunu bağlayarak" uğultularla, nasıl da mırıldanıyordu aşkın -
sevdanın çoktan öldüğünü, ve o cesedin de, hasta çocuğunun başında sabahı
ederken alnına koyduğu sirkeli bezlerle asla ayağa kalkamayacağından emindi.

Aşk ve sevda öylesine cesetti ki artık onun içinde biryerlerde, memeleri sadece
bebeğine süt vermeye - kolları zoraki de olsa çocuklarını sarmalamaya - kasıklarını
her hareketle titreten bacaklarıysa çocuğunu sallamaya yarıyor, o cesedin kokusu
da gülyüzünü günden güne solgunlaştırıp, gözlerine "önüne her ne çıkarsa çıksın
suçlayıcı bakışlar" kazandırıyordu.

Çıra misali yanan o yeşil gözler - yumuşak bir örtüymüşcesine o gözleri perdeleyen
siyah ve uzun kirpikler, bir büyüyü gizleyip gizleyip gösterircesine kapanıp açılan o
güzelim gözkapakları hızla bitkinleşiyor - şavkını ve ışıltısını yitiriyor - Selma'nın
içindeki cesetle yarışa girişiyordu.

Hani yaşlanıp da ölüme yaklaştıkça insan küçülürmüş ya, işte tam öyle "gittikçe
küçüldüğünü ve yapayalnız uzandığı karyolasının da her geçen gün büyüdüğünü"
hissediyordu.

Sonra birşey oldu!..

Sihrini hissedebildiği ama "yitip gitmişliğiyle" birtürlü somutlaştırma gücünü


kendinde bulamadığı, kömür karası gözlerine bakmaktan hiç sakınmadan, kendi
yeşil gözlerini de hiç kapamadan, pespembe dudaklarını onunkilerden kaçırmaya hiç
gerek duymadan, ve her göreni hayrete düşürecek bir becerilikle altına doğru
kayıvermişti o muthiş yazar KS'nin.
Kendini ona sunmaktan, ve bütün mahremini ona açıverip de üstüne çıkarmaktan
zerre kadar tereddüt etmemişti.

Çünki o sihir yüklü yazıları kaleme alabilen adam bunu hem hakeder hem de
kaygılarını anlayabileceği gibi, kırılganlığının sınır ve boyutlarını da hissedebilirdi.

KS memelerini emip sömürürken, kayganlaşan kukusunun da açlığını gideriyor, ve


ruhundaki çürümüş cesede yeniden "et ve kemik" giydiriyordu, ki, büyük oğlunun
seslenmesiyle sıyrılıverdi "körlemesine kendini bıraktığı" o tutkulu sancıdan.

Farketti ki, cinsel organı sırılsıklam halde,


oğlunun bilgisayarının başındaydı ve ekranda da KS'nin bir yazısı vardı...

Ne yani; bu adam onu bunca etkileyip de "tamamen gerçekmiş gibi hissedilen" bir
sanrı mı yaşatmıştı?

Fakat sanrılarda "arzulanan nesneler" bellekte kaldığı şekliyle görülebilirlerken;

Selma tek bir yazısını okuyarak şu KS denen, ve daha önce hiç görmediği adamı tüm
bedeninde nasıl ağırlamıştı?

Düşünmeyi bıraktı, KS'yi MSN'ine ekledi ve ona duyduğu aşk'ı anlatmaya başladı!

KS elbet kulak verirdi de,


aşk'a söz geçer miydi?.. 3/3

***

Yazılarında somut hareketten çok, "düşüncelere ve düşünsel yaşantılara" önem


veren KS, cümlelerini "uzun fakat bir ahenk içinde birbirlerini tamamlar" şekilde
kurup, onun üslubunu yer yer "aksak ve pürüzlü" yer yer de "çapraşık ve karmaşık"
bulanlara bile, "Ama olsun. Bu da onun süsleme sanatı - sanatının süsü, ve harika"
dedirtme konusunda çok başarılı olsa da, yukarıda sadece 3'ü örneklenen binlerce
kadından nasıl uzaklaşabileceğini bir türlü keşfedemiyor, keyfi kaçıyordu.

Onlara psikoloji ve parapsikolojinin en görkemli kıssalarıyla birşeyler anlatsa, ve


onların "KS'ye karşı hissettiği çılgınlıkların" asla KS'nin talihi olmayacağını ispatlasa,
dayanamayıp MSN'de engelleyip silse de yeni yeni mail adresleri kaydederek tekrar
tekrar geliyorlardı o "biricik adamlarının" accountuna, ve bazen de tamamen başka
biriymişcesine sohbet ettiklerinden, KS onların kim olduğunu öğrendiği an'a dek
birsürü zamanını oraya harcamış oluyor, bu durumlara da çok kızıyordu.

Sonra birgün;

KS'yi bile coşkuyla gülümsetecek olan, "hayali ve karanlık bir alemden aksederken
tüyleri bile dimdik ederek" kulaklara uyguladığı vahşi temasta da "ince bir olayı"
muhakkak hissettiren çınlamalar eşliğindeki DeviLofHacker'in sesi duyuldu
bilgisayarın hoperlöründen, ve o ses;
"- Kendini ne üzüyorsun? Sana her daim "senin için herşeyi yaparım" demiyorlar mı,
ve her şartta sana sokulup - sana sığınarak yaşamayı arzulayıp da;

sendeki o "bir çift farkındalık yüklü göz" kendilerini ömürlerince sahiplensin


istemiyorlar mı?

O halde, geldikleri an yeniden MSN'ine,


onlardan çırılçıplak soyunmalarını ve sanal da olsa "karın" olmalarını iste.

Yarıya yakını "- Sen de bilindik normal erkekmişsin, sadece bedenimi istedin!"
diyerek çekip gidecektir emin ol.

Diğer yarıya da onları saniye saniye kayıt edeceğini ama asla bir zarar
gelmeyeceğini, fakat bu çıplak kayıtların CD'lerini toprağa gömmüş olsan da, ne
yapıp yapmayacağını onların seni "rahatsız etme derecelerinin" belirleyeceğini
söyleyiver.

Kaldı ki, kayıt etmene bile gerek yok.

Emin ol ki hepsi ; uçmaya gelince deveyim, yüke gelince de kuşum diyen


devekuşları gibi davranmaktan vazgeçip, seni rahat bırakacaklardır.

Hadi kolay gelsin! :D" şeklinde konuşuyordu...

1540'lı yıllarda Roma'da kullanılan ilk "Soğutma" yönteminin esası, bolca tuzun su
içinde eritilmesiydi.

Aralarındaki anlaşmayı hiçe sayıp zırt pırt devreye girerek hoşa gitmeyen birşey
yapmış olsa da, DevilofHacker galiba teknolojide kullanılan soğutma yöntemlerini
"kadınlar ve kalpleri" üzerinde de etkili olacak hale getirmiş, gerekli revizyonlardan
sonra da Kelimelerin Sihirbazı'na önermişti.

Çok aşık ve herşeyi yapmaya hazır olduğunu söyleyen binlerce okuyucusu kadın,
kalpleri göğüs kafesini delerek dışarıya fırlayacakmışcasına atsa da KS'ye karşı;

ya da onun bir tek samimi öpücüğü, sanki, içine düştükleri hastalığın derecesini ılık
bir iklim seviyesine indirecek, ve çektikleri ölüm azabının tamamını dindirecek de
olsa biranda;

yaptığı şu ahlaksız teklifle "Nesirde mantık ve eşya kurallarının" tamamını susturup


da bilinçaltlarını konuşturabilen şu KS'ye ne denebilirdi ki?

Yuh mu?

Akla en makul geleni; o sihirli yazıları hergün aynı hayranlıkla takip etmek,
ama, şu deli yazarın peşini bırakmaktı.

Bu "peş bırakma" eylemini,


KS'nin webcamdaki;
"kalpleri tutuşturacak derecedeki ateşinin ardındaki hınzırlık da alenen sezilebilen
bakışları" eşliğinde;

Neslihan; bekaretinin de verdiği ürkeklikle ancak askılı fenilasına kadar;

Ayşe; henüz kocasıyla da seks yapıyor oluşlarının utangaçlığını biraz sağaltmasıyla,


çırılçıplak soyunmasına rağmen cinsel organını birtürlü webcamin objektifine
dayayamayıp da KS'nin dileğini layıkıyla yerine getiremeyerek;

Selma ise, uzun zamandır yaşadığı dulluğun, çektiği yalnızlık çilesine katmer
oluşuyla, sadece memelerini göstermekten öteye gidemeyerek webcamde;

"Aşık olduğu adamla cilveleşip de, onu hayatının bir parçası haline getirememişliğin"
zehirli kıymığı şahdamarlarına saplanmış olarak gerçekleştirdi, ve, diğer
binlercesine katılıp, çekti gitti...

***

{47}

BİR TELEFON, BİR LAPTOP VE SAKATATLAR

AH, HATALI KUL!


BENİ SAKIN BIRAKMA!
SEN BANA HER AN LAZIMSIN EY HATALI KUL!
SEN OLMAZSAN BEN NE YAPARIM?!

AH, ACI BANA HATALI KUL, ACI BANA!


GEL, SOKUL, SOKUL DA Bİr ANLAMI OLSUN YAŞANTIMIN!

GEL DÜŞMANIM OL BENİM EY HATALI KUL!


GEL ÖLDÜREYİM, KIRAYIM DÖKEYİM SENİ, GEL!

BİR SIR VEREYİM Mİ SANA EY HATALI KUL?!


BİL Kİ SEN OLMAZSAN BEN DE OLAMAM, GEL!

***
"- Harika yazıyorsunuz!" diyordu kadın. "- Bu harika yazılar mükemmel bir ekip işi
olmalı.

Çünki ancak birbiriyle "organizmaymışcasına bütünleşik çalışabilen beyinlerin ortak


emeği" şu güzellikteki eserler ortaya çıkarabilir.

Hele de noktalaması iğrenç - kelime seçimleri berbat - cümle kurguları rezil -


tasvirleri beş para etmeyen birsürü yazı garabetlerini okumuşsanız şu Facebook'ta;

inanın ruhu yenileniyor insanın sizlerin yazdıklarını okudukça. Tebrikler."…

Kelimelerin Sihirbazı (KS) bu iltifatı yapan kişiye kuru bir "Teşekkürler" yazdıktan
sonra MSN konuşma balonunda, hemen gidip profilini inceledi. Resmine, çok süslü
bir kapının önünde duran - kısa boylu - kırarmış saçları kirpi gibi kabarık - badem
gözleriyle çakmak çakmak bakan bir ecnebiyi koymuştu kesin.

Çünki Türkçe yazmasına rağmen MSN'de, bir Türk olmadığı aşikardı.

"- Ama yanıldınız. Yazılar bana ait ve tek başımayım. Bu kadar beğendiğinize göre
bütün yazılarımı geriye dönük olarak da okumuş olmalısınız. Günde sadece 1 uzun
yazı 1 tane de özdeyiş kalitesinde pasajcık yazarım" şeklinde cevap verdi KS.

"- Aman Allah'ım. Bu inanılmaz! Fakat günde birtek yazı çok az. Daha fazla
yazmalısınız" diyen kadına da, sırf makara olsun diye;

"- Ben çok fakir, yapayalnız biriyim. Dünyada hiçkimsem yok ve bilgisayarım
dökülüyor. O birtek yazıyı hazırlamak bile bu PC ile, bütün günümü alıyor. Zaten
bunu da bit pazarından aldım neredeyse bedavaya, çünki büyük ihtimalle çöpe
atılmıştı. Daha çok yazı üretemediğim için sizden özür dilerim :(" şeklinde yanıt
verip, tepkisini ölçmek istedi.

Kadının, "- Ben sana son model bilgisayarlar, cep telefonları, araba veya ev alırım.
İnan ki bu dünyada artık yalnız değilsin, çünki ben varım!" biçiminde konuşmasıyla
da şok olup;

"- İyi de, sen kimsin?" dedi...

Yahudiydi ve 50'li yaşlarındaydı anlattığına göre.

KS'yi kocasının yanından bile rahat rahat arayabilecek modernlikte(!) bir "kalburüstü
zenginlikleri" vardı. Sesi ise paket paket sigara tüketmiş de çatlamışcasına geliyordu
cep telefonundan, ve "yapayalnız bir adam olan KS'ye" sunduğu şeyler, "sadece
yazılarına istinaden bulunduğu vaatler" ışıl ışıldı.

Gözleri kamaşan KS, insanda varolan ve 5 duyunun yardımını asla gereksinmeyen bir
duygu sistemini, yani, "sezgilerini" hemen harekete geçirip;

normal bir insan bu söylemlere "Sorma kişinin aslını, sohbetinden bellidir"


diyebilecekken, ve o süslü vaadlerin ardından koşabilecekken;
"Otu çek köküne bak! Şu kadının ataları değil miydi Hz. Musa'yı çileden çıkarıp da
başına türlü türlü işler açan? Hatta Tanrı tarafından lanetlenip damgalanan?" diye
düşünüp, zaten pırt pırt araya girip sahneye fırlayan DevilofHacker'e havale etti
kadın hakkında istihbarat yapma ve neyin nesi olduğunu anlama işini.

Gerçekleri gözüyle "duyup", kulaklarıyla "gördüğündeyse";


panikten, neredeyse birdaha takmamacasına çekiverecekti PC'nin fişini...

KS'nin kullandığı bilgisayar sistemi, kapalı bir mekana gönderilen bir ışın demetinin
yansımaları üzerindeki kesintilerden dolayı oluşan titreşimlerden "ses sinyali" elde
edebilecek profesyonellikteydi.

En ilginç olan da, kadının kullandığı Laptop'un yanısıra, kapalı bile olsalar sabit veya
cep telefonlarını da kısa birsüre sonra "dinlenebilir" hale getirişiydi DoH'un.

İlk kez 1992 yılında kullanılan "İnternette sörf" tabirini;

"içinden elektrik akımı geçen herşeyde ve heryerde sörf" haline dönüştürebilen


DoH'a, "Yazılar yazarım Faceook'da, ve bizim tavuk bir yumurta yumurtlamış olur,
ki, onu da 7 mahalle duyar.

DoH'un kısrağı küheylan doğurur da hiç sesi çıkmaz be :D" diyerekten takdir edip;

"ihtiyaç halinde, iş becerir olmak erdemli olmanın önüne geçebiliyormuş" fikrini


birkez daha ispatlayan DoH'u uğurlayıp, kadını ve kocasıyla birlikte yedikleri haltları
izlemeye-dinlemeye başladı...

Düzenbaz - sahtekar - namert oluşu kadar, para için yapmayacağı kötülüğün


olmadığı her hareketinden belli oluyordu kadının kocasının. KS herşeyi kadının
laptopuna bağlantı kurarak izleyebiliyordu, ve o laptop 7 adet izleme kamerasını
takip imkanı veriyordu kadına. O kameralardan birisi, orta yerinde iki tane büyük
mermer masa bulunan - heryeri cilalı ve tertemiz görünen - doktor muayenehanesi
ya da ameliyathanesini andıran, kocaman bir odayı göstermekteydi.

Laptoptaki kapalı devre kamera sistemi, o devasa mekandaki her sahneyi en rahat
görülecek şekilde veriyordu.

Dikkate değer en önemli şey ise; her odada ayna/cam şeklinde gözetleme
pencerelerinin oluşu ve üstü başı tiftik tiftik - saçı sakalı birbirine karışmış - çıplak
ayaklarındaki tırnakları çapaya dönmüş bir adamın, gözünü duvardaki büyük saatten
hiç ayırmadan bir pencereden öbürüne, çılgıncasına çarpan yüreğine habire bıçak
yercesine koşturuşu ve hiç soluk almadan haykırışıydı.

Bazı şeyleri Kelimelerin Sihirbazı biraz sonra anladı...


İnternet aleminde çok bilinen ve sık kullanılan; esası; websayfalarının
görünümlerini birebir taklit ederek, link kısayollarına tıklandığında o sahte sayfaya
yönlenen, ve adres çubuğunu (URL - Uniform Resource Locator) kontrol etmeyen
kullanıcıların, başta kullanıcı bilgilerini sonra da şifre - kredi kartı numaralarını ve
özel nesi varsa çalmak amacıyla oluşturulmuş tehdit türüne Kimlik Avı (Phishing)
denir, ve bu yöntem "karanlıkta uçan bir ok misali" en acemi hackerlar - lamerlerce
dahi kullanılsa, sahibine mutlaka kurbanlar getirir.

Bu sayede de, sanal ortamdaki yıkıcılığı hiç de küçümsenmeyecek şekilde


kullanıcıların herşeyi ele geçirilir ve geçici de olsa hayatı zindana çevrilir.

Fakat bu yahudi ekip, "gerçek yaşamlar çalma" üzerine profesyoneldi ve KS'nin


ekranda izledikleri tüyler ürperticiydi...

Sokaklarda yaşayarak çöplerden bulduğu şeylerle karnını doyuran düşkün adam;

ansızın karşısına çıkıp da onu lüks bir restorana götürerek envai çeşit sıcak yemek
yeme fırsatı sunan; bunu da günlerce - haftalarca - aylarca tekrarlayıp güvenini
kazanarak "sınırsız bir sevgiyi köküne kadar hakettiğini düşünerek", böylelikle de
kendini ona kayıtsız şartsız teslim etmekte en ufak bir sakınca görmeden;

ancak, hayat içinde rastgele hatta paspal giyinen insanların bile "takım elbise ve
kravatla" dolaşanlardan daha fazla parası olabileceğini defalarca tecrübe etmişken,
yine bu takım elbiselilerin içinden de;

"caniliğin en üst mertebelerine ulaşmış ve sessizliklerinden ürkülmesi gerekenlerin


de çıkabileceğini" hiç düşünmeden;

malikanenin şu mahzeni andıran karanlık odasındaki mermer masaya yatırılıp, sıkı


sıkıya bağlanmış haldeyken, kendisini oraya bağlayıp da tıbbi malzemeleri almaya
giden çirkin suratlı insanların yaklaşan ayak seslerini duydukça;

herbir ayak sesinin alınyazısını ortadan ikiye bölüverecek birer tehlike çanına
dönüştüğünü hissedebiliyor ama artık haykıramıyordu.

Tek yapabildiği; cerahatli ve patlak dudaklarından kesik kesik soluyarak


yalvarışlarını ortaya dökmek, ve bunların da beyinlerinde bir sivrisinek vızıltısı
kadar iz bırakmadığından emin olduğu şu garip insanları etkilemesiyle serbest kalıp
kaçabilmeyi ummaktı.

Kısa bir süre sonra yan tarafındaki mermer masaya da birini getirdiler, ki, teninin
beyazlığından bile anlamak mümkündü gayet zengin - sosyete olduğunu.

Saray odalarında, güneş görmeden büyümüş, yaşatılmıştı.

Onu da ameliyata hazırlıyordu şu koşuşup duran ve arapçayı andıran dille konuşan


azrailleri. Fakat bizim zavallı düşkün tabii ki İbranice konuşulduğunu bilemezdi.

Gözlerindeki parlaklıklar "eline dolgun bir av geçirmiş çakallarınkini" andırırken, ve


O onlara sadece yalvaran bakışlarla bakabilirken;

başucuna gelip de ellerini mermer masaya dayayarak belden aşağısı çırılçıplak


haldeyken, ve şahane edası ise şu ölümcül halinde bile onda da afet etkisi
yaratmışken, attığı kahkahasını duyduğunda o "sözde iyiliksever kadının", zavallı
kalbinin felce uğradığını sandı.

Çünki kocasına, "- Hadi sok şunu içime aşkım, ameliyat başlamak üzere, sok aletini
böbreklerime kadar, hadi, oohhh!" diyordu.

KS afallamış kalmıştı kamerada izlediklerinden dolayı.

Ne yani; durumu olduğu gibi kabullenmekten başka yapabileceği birşeyi olmayan,


ve kellesi koltuğundayken, hayatı şu cadalozun ellerine teslim edilmiş haldeki
adamın çelimsiz bedeninde yılan misali dolaşıp da tüylerini diken diken eden buz
gibi parmakların sahibi doktor müsveddesininin de gözleri önünde, böbrek - dalak -
ciğer - kornea ve daha işe yarar hangi organı varsa kesilip çıkarılırken;

ve tarifi imkansız azaplardan kurtulmak için "beklediği ecelin çabuk gelmesi adına
dualar ederken", ölümlerden ölüm beğenme şansı bile olmayan şu zavallı adamın;

telefonda KS ile konuşurken takındığı candan - sevimli - etkili ve karşısında akan


suları durduracak halinin altında bir şeytanı barındıran o kadın "kendisini kocasına
becerttirerek" keyif mi alacaktı?

Yaşattığı vahşetle "tüyler ürpertici bir sonla" şu dünyaya veda edecek adamın kanlar
içindeki o doğranmış hali ona hiç "herhangi bir çeşit" pişmanlık yaşatmayacak
mıydı???

Bütün vücuduna hücum etmiş olan ve "stres hormonu" olarak tanımlanan kortisol'un
etkisiyle DoH'u dürttü KS panikle.

"Bu böyle devam etmemeli! Gammaz olmasa tilki pazarda gezermiş DoH!
Çabuk birşeyler yap, çabukkk! :("...

Klavyeyi alan DoH, koordinatlarını belirlediği villanın adresini ve orada o an


yaşanılanları hem o bölgedeki hem de bütün ülkedeki Emniyet Müdürlüklerine "Acil"
ön belirteciyle işaretlenmiş şekilde mail attı.

Yahudi kadının laptopundaki kendine ait bütün izleri silmeyi de unutmadı.

Çünki büyük ihtimalle dakikalar sonra, o villayı güvenlik güçleri basacaklardı.

Ertesi günkü bütün ulusal gazeteler;

organ nakli olayını mafyavari yöntemlerle gerçekleştirmeyi alışkanlık haline


getirmiş, ve daha önce de büyük bir baskınla suçüstü enselenmiş olan doktorun "son
kurbanına" kıyacağı, ve organlarını zengin bir yahudi fabrikatöre takacağı esnada
yakalandığını;

korkudan konuşamaz haldeki bir yoksulun kurtarıldığını, doktora finansal ve sosyal


çevre sağlayan bir karı kocanın da adliyeye sevkedildiğini yazıyordu…

Fakat sürmanşet veya manşetleri süsleyen o haberde;


güvenlik güçlerine gönderilen binlerce ihbar eposta'sı ve kaynağı konusunda tek
kelime bile yoktu...

***

{48}

FOTOĞRAFÇININ
RUH HALİNİN FOTOĞRAFLARI

AKLIN MANTIĞIN TERKETMİŞ OLDUĞU


VE KARGAŞAYA BULANIK HALDEKİ ZİHİNLERİ,
METAPSİŞİK PSİKOLOJİNİN DE YARDIMIYLA,
KİTAPLARI İNCELEMEKTEN ÇOK DAHA KOLAY BİÇİMDE İNCELEYİP;

YİNE KENDİNE ÖZGÜ VE


SESSİZ SEDASIZ GÖZLEMLER YAPTIKTAN SONRA,
BİRTAKIM DERİN MANALAR ÇIKARARAK
BİRTAKIM SONUÇLAR ELDE EDER;

DÜŞÜNCELİ - TECRÜBELİ - MARİFETLİ VE


KURNAZ BİR ADAM OLDUĞUNU
KANITLADIĞI KARŞI TARAFA,
BÖYLE BİR KİMSE İLE BİRLİKTE OLMANIN
BULUNMAZ BİR NİMET OLDUĞU FİKRİNİ
KOLAYCA YÜKLEYİVERİRDİ...
***

"- Bir erkeğin bu yazıları yazmış oluşu ne tuhaf bana göre.

Dünya üzerinde bu tip duyarlı erkekler var ve ben gençliğimin 25 yılını bir hödüğe
harcadım, acınacak bir hayat yaşadım :( "...

Böyle diyordu MSN'deki kadın.

Ümran'dı adı…

"- Fazla büyütmemek gerek. İnan ki ben de son derece geniş bir kültüre sahipsem
de, çok cepheli bir sanatçı olamadım.

Sadece, dünyamın tamamını kelimelerle ördüm daha çocukluğumdan itibaren,


onlarla duydum - gördüm - düşündüm ve onları "en kıymetlim" yaptım zaman
içinde.

Olay bundan ibaret" diyerek kadının ezginliğini biraz olsun yumuşatma yoluna gitti
Kelimelerin Sihirbazı (KS) ve günlerce sürdü sohbetleri.

Fotoğrafçıydı Ümran ve büyükşehirlerden birinin en eski esnaflarındandı. Konu


"Mutsuzluk" olduğunda da birhayli eski ve kıdemliydi. Aslında artık, yani 50
yaşındayken, yaşamasını bilen bir kadındı ve kazandığı paraya kölelik etmek yerine
ona hükmedebiliyordu, fakat çok mutsuzdu.

"Herhangi biriyle 1 batman tuz yemedikçe neyin nesi olduğu bilinemez" sözünden
haberi olmadığından, kendisinden 25 yaş büyük bir yerel gazeteciyle "aşık oldum"
sanarak ve cemiyetteki şatafatına aldanarak evlenmiş;

1 batman tuzun yaklaşık 9 kg ettiği ve bunun da yemeklerde tüketileceğinin


kastedildiği düşünüldüğünde, işte tam o kadar zamanı kavga - dövüş - aşağılanma -
suçlanma ile geçirerek;

tam ayakları suya erdiğindeyse, dünyaya getirdiği 3 çocuğunu nazara alıp da


terkedemediği kocasının hışmına 25 yıl boyunca uğrayarak geçirmişti "geride ne
kadarı kaldığını kestiremediği ancak birzamanlar çok uzun bir yolculukmuş gibi
görünen" yaşamının büyük bir bölümünü.

Şimdiyse; gezegenin bu derece daralabileceğini hiç hesaplayamamışlığıyla, artık 75


yaşında olan ve huzur evine yerleştirdiği kocasının bitmek bilmez sağlık
sorunlarıyla, 3 yavrusunun hergün artan marafları varken gündemde işyerini
kapatmışlığıyla, gün geçtikçe daha bir köşeye sıkışıyor;

alelacele taşındığı annesinin evinin odaları onu daha bir ürkütüyor;

o da panik içinde küçük kızının odasına sığınıyor ve laptopu açıp KS'nin "bedbahtlık"
üzerine yazdığı makaleleri okuyordu facebookta.

Velhasıl günleri, iç parçalayan ve hüzün yağmurları yağdıran şarkılar söyleyerek


geçiyordu…

Pişmanlık dereceleri günbegün artan evlilikler, sadece karı - koca - çocuklar için
değil, önce yakın akrabalar sonra da bütün sosyal çevre için de azap verici birhal
alır.
Öyle ki, bu tip evlilikler, herşeyiyle dörtdörtlük tasarlanmış ve "sabır denen büyük
makamın ustalıkla kullanılmasıyla" meydana getirilmiş bir sanat eserinin üzerine
kova kova su dökülmesini andırır.

Önce su azıcık bir zarar verir ve gözle tam görülmez kaybın büyüklüğü. Fakat geçen
zaman muhakkak çürütür o eşsiz eseri.

Aşkın bile aldandığı bu tip izdivaçlarda da tek bir suçlu vardır : Karşı taraf(!)

Mesela Ümran'ın eşi, kendi kişisel yetersizliklerini - sonuçları ağır yanlışların


sorumluluklarını - kendisine yakıştıramadığı ne varsa karısına yükleyerek, onda,
süreklilik içeren bir "suçluluk duygusu" meydana getiriyor;

kendisi günde 1 tane köşe yazısı yazarak keyif çatarken, karısına bir internet kafe
ya da fotoğrafçı dükkanının bütün yükünü reva görüyor, güzel paralar kazanmasına
rağmen de onu aşağılayıp eziyordu.

Bunun altındaysa büyük ihtimalle Ümran'ın alımlı ve çekici bir çerkes kızı olmasının
yanısıra, aralarındaki yaş farkının doğurduğu kıskançlık yatıyordu.

Yıllar yılı demir yalayıp ateş püskürten bu egoist adamın ellerindeki Ümran ise,
artık kontrol edemediği stresi neredeyse bir yaşam biçimi haline ister istemez
getirmiş, kişisel farkındalığını da yitirerek bu yaşam tarzının bedellerini önce
kendisi ödemeye kalksa da becerememiş, ayakta duran ne varsa maddi - manevi
yıkarak çevresindeki sevenlerine de pay etmişti.

Kocası olacak olan o övüngen adam en sonunda elden ayaktan düşerek önüne bakar
hale gelmişse de, öfke - üzüntü - nefret - kin vb. duygulara uzun süre maruz kalan
Ümran, içine düştüğü bu duyguların girdaplarından bir türlü kurtulamıyordu, ve bu
durumu da KS yaptıkları her mesajlaşmada hissedebiliyordu.

Tam, "- Artık elden ayaktan düştüğünde huzurevine sürdüğün o zalim adama sırf
çocuklarının babası oluşundan dolayı zarar vermek istemeyeceğinden;

ona yıkıcılığı yüksek bir pişmanlık yaşatmak, ki, sana da zaten bu kadarı yakışır;

belki kendini daha iyi hissettirecektir. Sonuçta bütün Semavi dinler bize
düşmanlarımızı affetmeyi emrederken, dostlarımızı affetmek konusunda bir
bağlayıcılık önermezler" diyecekken Ümran'a KS;

yüreğinin taa derinlerinden kopan ve diklik dolu sesi duyuldu DoH'un :

"- Bırak PC'den felsefe yapmayı da onu yanına çağır. Görmüyor musun kahırdan
ölecek kadıncağız! Çağır ve birkaç gün tatil yapın, ama, Bekir'i de işin içine kat ve
onun yazlığına giderek ne aktaracaksan birebir - yüzyüze sohbet ederken aktar.

Unutma ki, Tanrı sadaka veren kullarını sever, ve zenginlikleri de zenginleri de bu


iş için yaratır zaten. Sen züğürt olduğuna göre, sadakanı ona ruhi pansuman
yaparak ver.
Bunu yaptığında varlıkların tükenmez merak etme, çünki felsefe anlata anlata
eksilmez!"…

Hiçbir seçimini Jakabo'ya - Sceptical'e - DevilofHacker'a ya da tek başına


Kelimelerin Sihirbazı'na bırakmamıştı Hasan.

Onların öngörüleri mi eksikti - fikir denizleri mi kirliydi - zekaları mı kıttı da, herbir
seçimde "Kalp" en gözde karar merciiydi ve, kendi beyanlarının ardından son sözü
muhakkak ondan beklerdi?

Tabii ki hayır!

Ama hepsi birtek şeyden çok emindi :

Zekice ve salt mantıkla yapılmış seçimler her zaman "En Doğru" seçimler
olmayabilirdi.

Yine öyle yaptı ve Ümran'ı davet etti.

O da dünden hazırmışcasına kabul ederek koşa koşa, şu çok beğendiği kelime


sihirbazının yanına geliverdi...

Onlar rahat rahat konuşup dertleşsinler diye yolboyunca direksiyonu sahiplenen


Bekir, Ayvalık'taki yazlığa ulaştıklarında, bir saki gibi her hizmeti üstlenmiş, Ümran
ve KS'ye her psikolojik meseleyi masaya yatırabilecek fırsatı fazlasıyla vermişti.

Çok erken yaşlarında, daha genç kızlığında olgunlaşıverip de çok keskin bir pratik
zekanın güdülediği, ancak, yaşadığı negatiflikler sonucunda yine çok erken yaşta
aniden bönleşivermişcesine, veya birtakım gizli devlet meselelerine kafası
takılıyormuşcasına bakışları sık sık bir noktaya dikilip kalan Ümran;

aslında içinden taşıverecek olan canlılığı "kararlı tutumlarıyla bağlayıp öldüren, ve


onu derin bir bezginliğe iten depresyondan" an be an sıyrılıyor, önceleri "aklına
hayaline sığdıramayacağı karmaşıklıkta bir ruh - karakter ikilisine sahip KS" ile
yaptıkları "insan ve insan psikolojisi sohbetleri" boyunca saatler birer
saniyeymişcesine akıp geçiyor, artık yazlığa vardıklarının ikinci gününün sabahı
hızla yaklaşıyordu, ve hayatta hiçkimseyle böylesine doyulmaz sohbetlere daldığını,
hiç durmadan tükettikleri biraların yoğun baskısına rağmen hiç bu kadar zevkli
zamanlar yaşadığını hatırlamıyor;

bir kurbağanın kalbini durdurabilecek ya da psikosomatik birçok fiziki rahatsızlığa


bile kuvvetle etki edebilecek yelpazedeki düşünce gücüne sahip KS'ye daha bir
hayran oluyor, onun, yazılarındaki gibi basit ve monotondan yola çıkıp da zamanla
zenginleşen biri olmadığını, aksine, her an zengin kelimeler kullanan usta bir hatip
de olduğunu farkediyordu.

Bir insanı etkisi altına almakta gayet becerikli olan, bazen huyuna suyuna giderek
onu evirip çeviren - bazen onun niyetlerini çözmüşlüğüyle kendi fikirlerine yürekten
inandırabilen - bazen de güçsüzlüklerini sezerek veya onun dizginlerini elinde tutan
kişileri beyninde sıfıra çektirerek hayatına müdahil olan KS;

iş "annelik ve yavrular" kısmına geldiğinde gerçekten çok zorlanabiliyordu.

Kocasıyla ilgili sıkıntıları, özetle, "Kusurlu olanı deneyimlediğin için artık kusursuz
olana yönelmen daha kolay olacaktır, ve bu, insan hayatındaki çok önemli bir
metodtur" diyerek aşmasına yardımcı olabilirken;

ismi zikredildiğinde, kaç yaşımızda olursak olalım tarifi imkansız duyguları içimizde
akıştırabilen, dolu dolu bir ferahlama hissinin belirtilerini gözlerimizin parıltısıyla
dışarı yansıtabilen, hayal - ümit - sıcaklık - ışık gibi nurani duyguları sevgi - şefkat -
korunma ile harmanlayarak;

hayatımızdaki en savunmasız - en "rüzgar önünde savrulur" - en "kaygan zeminlerde


sağa sola çarpa çarpa sürüklenir" birhalde dahi olsak, beden ve ruhlarımıza sinmiş
korkuların kuşatmışlığından sıyrılarak "iç organlarımız gıdıklanıyormuşcasına"
insanoğlunu mutluluğa sevkeden "Anne" lakaplı özne sözkonusu olduğunda;

KS bile cümle kurarken tedirginlikler yaşardı.

Çünki, bir anne için "Çocukları" konusu,


güneşin yer küreye her sabah yüz göstermesi derecesinde hassastı.

Konu konuyu açarak sohbetlerinin ucu;

kafkasyadan henüz gelmişcesine ışıl ışıl bir haldeki, ve büyüdükçe de güzelliğinin


artacağı çok belli olan, içli, mazlum ve çilekeşliğe yatkın küçük kızına;

giyim kuşamı, tavırları ve konuşma tarzıyla tam bir züppeyi andırsa da aslında
oldukça hayalperest, romantik ve iyi yürekli bir delikanlı olan oğluna;

kıskanç, asi, dedikoducu ve yalancılığı huy edinen, güzel ve kibar görünüşlü büyük
kızına dayandığında;

Ümran'ın sesi bulundukları salona bir gurultu misali yayılıyor, "açlık ve soğuğa uzun
süre maruz kalmış çelimsiz bir kafes kuşu" gibi titrek titrek ulaşıyordu KS ve Bekir'in
kulaklarına.

"- Bu dünyada herşeylerine hazırlıklı olmalısın onların. Mesela; al anne bu senin


torunun diyerek bile çalabilir kapıyı birgün büyük kızın" dediğinde KS, Ümran çok
hiddetlenmiş ve bu "kabul edilemez" savından dolayı onu birhayli paylamıştı.

Öyle ya; ona göre çocukları hala çayır çimen kokuları üzerine sinmiş - saç baş
biryana dağılmış - yaramazlık ve haşarılıkları bile oldukça sevimli yabanilerken;

kendisiyse "spor blüzler ve kolları sıvalı hırkalarına eşlik eden daracık kot
pantolonlarıyla" çocuklarının en yakın arkadaşıydı, ve zaten hiç topuklu iskarpinler
üzerine "taranarak sıkı sıkıya toplanmış saçlarla" tüneyen, ve resmiyeti hemen
farkedilen siyah elbiselerle de bu ciddiyeti süslenen olgun - ağır bir kadın
olamamıştı.

Hem kızı hem arkadaşı olan bekar birine de böyle absürt bir olayı dünya biryana
yıkılsa yakıştıramazdı…

İkinci günün sonunda çok yoruldular üçü de. Bekir salona hazırladı yatıp dinleneceği
döşeği, Ümran'la KS'ye de içinde iki ayrı yatak olan bir başka odayı verdi dubleks
mekanın üst katından.

Sevgili olmadıklarından Ümran'a hiç ilişmedi KS, fakat, ateşle barut olduklarını ve
"Dost dostun eğerlenmiş atıdır" söylemine binaen onunla sevişmek istediğini birkaç
şekilde ima etti.

Ümran tarafından da terslenmeye varan biçimde reddedilince,


ister istemez sinirlendi, çaldığı sazı anında ters çevirdi.

"- Böyle alkol yüklü günler ve gecelerden sonra ben, gerekirse paramla satın
alacağım bir fahişeyle bile yatarım. Ama bu kadın bulmakta zorluk çektiğimden
değildir. O an sadece seks gereklidir. Derdim de altıma serilen kadınla değil,
kendimledir.

Olaylara bakış açımı kastederek olgunluğuma defalarca hayran olan ve hayat


felsefelerimde büyük teselliler bulduğunu söylerken beni gerçekten tanıdığını
umduğum sen, belki de kocandan başka kimseyle seks yapmamışlığın çekingenliğiyle
beni reddediyorken birşeyi atlıyor, ve bizim erkeklik organımızın hiç olmazsa ele
gelebildiğini unutuyorsun.

Dilersen sırtını döner yatarsın orada rahatça, dilersen de ben kendimi tatmin
ederken izleyebilirsin. Daha önce, canlı birşekilde, mastürbasyon yapan erkek
görmediğinden de eminim! :D" dedikten sonra;

onun gözleri önünde sıyırıverdi şortunu, ve alabildiğine tahrik olmuş birhalde,


fahişelerin bile sahip olamayacağı dokunuşlarla uyararak aletini, yaptı
mastürbasyonunu.

Ümran'ı bilerek kışkırtan ve onu "keşkelerle belkiler" arasında bırakırken, biryandan


da utangaç ve şaşkın hareketlerine zihninden yansıyan;

"Allah'ım! Şu adam geniş geniş 31 çekiyor gözümün önünde ve odaya yayılan erkek
çamaşırı kokusu aklımı başımdan alırken, kafa derimden ta uçlarına kadar terleyen
saçlarım bile "bizi şu cinsel organın sahibinden mahrum bıraktın ya, yuh sana!" diye
söylenirken, ense köküme de zonklama şeklinde ağrılar saplanıyor. Of yaa, off :((";

şeklindeki hayıflanmaları okuyabiliyor, bu yüzden de hemen boşalmıyor, ağırdan


alıyordu.

İşi bitince de, yan yataktan kafası alt üst olmuş halde onu izleyen Ümran ile hiç
gözgöze gelmeden yattı uyudu…
Üçüncü günün ortalarında gelen telefonla Bekir Balıkesir'e dönmek, Ümran ve KS de
Altınoluk'a geçmek zorunda kaldı. Evi havalandırıp birer bira açtılar ve karşılıklı
duran çekyatlara yayıldılar.

KS zaten farkındaydı Ümran'ın dün gece izlediği mastürbasyon showdan sonra


"Çağırsalar da gitmesem, çağrımasalar da küssem" ruh halinden çoktan çıktığını,
ama ne zaman patlayacağını kestiremiyordu, ki, henüz ikinci biralarını yeni
açtıklarında, ansızın, "Sev beni" deyiverdi :D

Yaşamı boyunca "farkındalık yüklü bir aptallık her savaşı kazanır" mantığıyla hareket
eden DoH'un;

gülümsemesini tutmaya çalışırken billur berraklığını andıran kahkahalarının


arasından süzülen "- Yalvart onu! Dilesin senden becerilmeyi!" şeklindeki söylemi
kulaklarında çınlarken KS'nin, ona çenesini kapatmasını çok kesin bir ruh
hareketiyle belli ederek Ümran'ın yanına geçti, ve bir yalvarış ifadesini çoktan
takınmış haldeki dudaklarını ıslakça öperken, biryandan da sarılarak kendine doğru
çekti.

Çırılçıplak hale getirdikten sonra da;

yıllar boyu yeterince doyurulmadığından dolayı fazlaca eskimemiş olan nefis sarışın
teninde aşk ve ihtiras yüklü dudaklarıyla her öpüşte Ümran'ı tarifsiz hazlarla
eritiverecek şekilde, en kuytu yerlerine varana dek dolaştı, dolaştı.

Yıllarca anlayışsız bir koca elinde cinsel çekiciliği zedelenen, ve hissetme


yeteneğini bile kaybetmek üzere olan;

en çok da bacakaraları gergin haldeki etleri KS sayesinde dirilmiş, can suyu almış,
içinde patlayan flaş ışıkları eşliğinde defalarca boşalmıştı.

KS'nin, cinsel organının içinde tekrar tekrar dolaşmaya başladığını her hissedişinde
yarı baygın bir vaziyetteyken samimi bir şekilde gülümseyip;

"- Ah, ben dün akşam seni sadece izleyerek ne büyük ahmaklık etmişim. Al beni.
Nasıl istiyorsan öyle becer beni!" diye mırıldanıyordu…

Sayısını bile hatırlamadıkları birleşmelerin kritiğini onlarca bira eşliğinde Altınoluk


Deniz Feneri'nin hemen dibine sere serpe yayılmış halde yapıp gülüşürlerken, "Ara
beni" şeklinde bir SMS düştü Ümran'ın telefonuna.

Büyük kızındandı ve hiç vakit kaybetmeden aradı.

Konuşma uzadıkça ve Ümran'ın kullandığı "ama, ama nasıl olur yaa?'ların" sayısı
arttıkça, hava birkaç kat daha elektrikleniyor, Ümran'sa kendisini kaçamak da olsa
göz hapsinde tutarak tek yanlı duyabildiği şeylerden anlam çıkarmaya çalışan
KS'den gözlerini kaçırıyor, sanki canını oracıkta teslim ediverecekmişcesine güçlü
bir iç çelişkisi yaşadığı da her edasından her halinden belli oluyordu.

Telefonu kapattığında sustu.


Gözlerini denizdeki bir noktaya dikti ve uzun uzun sustu.

Sonra da, "- Tanrı olmadığın kesin, ama lütfen söyle bana Hasan sen nesin? Yoksa
herşeyi bilebilen bir müneccim misin? Hamileymiş kızım ve kürtaj için de son
safhadaymış. Tanıdığım ve döndüğümde öldürecek olduğum bir çocuktan hamile
kalmış!" diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Yıkılmıştı.

Ümran'ın kalbindeki acıları birkaç gün içinde "reddedemeyeceği yüzlerce öğüt ve


ahkamlarla" sanki bir nurla arınmışcasına dindiren KS;

tek bu karmaşık döneminde bir aptallık yapmasın diye;

kızını ölmüş farzetmesini istedi ondan ve, ölen bir insanın gömülüp de cemaatin
geriye döndüğü anlara kadar olan seramoniyi beyninde detaylı birşekilde yaşayarak
idrak ettiğinde;

şu hamilelik olayının önemini nasıl da yitirivereceğini, ve, bu dünyada asıl neyin


önemli olduğunu layıkıyle kavrayabileceğini tam manasıyla telkin ederek sarstı,
kendine getirdi.

Yetmedi, "Ana üvey olunca baba gavur olurmuş" diyerek, kalktı, onların yaşadığı
kente taşındı. Ümran hayatını tamamen toparlayıp işlerini halledene, ve birgün
gelip KS'ye;

"- Ama sen beni hiç pikniğe - lunaparka götürmüyorsun!" dediği an'a kadar, yani
kendi yokluğunda bir boşluğa düşüp de ne kendine ne ailesine zarar vermesin
diyerek kolaçan ettiği kadının, artık hayat enerjisiyle dolduğuna kanaat getirene
kadar, ki bu 3-5 ay sürdü, onların şehrinde yaşadı…

Yola kendi kendine devam edebileceğini anladığı zaman da kıytırıktan bir bahane
uydurup, hayatları sahiplerine emanet ederek o kentten ayrıldı;

kendi memleketine, kendine kaçtı...

***

{49}

KIRMIZI TURPTAN DÜĞME


SAMİMİYETSİZLİK, SAHTE HAYAT, REZALETLERE GEBE OLAN
VE AHLAK DÜŞKÜNLÜKLERİNİN PİRİ SAYILAN "YALAN";

YAKIŞIKLI ERKEK YA DA ZARİF KADIN ELDE ETTİRECEĞİ UMUDUYLA,


KAİNATIN EN DOĞAL ŞEYİYMİŞ GİBİ ATTIRDIĞINDA KENDİNİ ORTAYA,
VE ASLINDA ACİZ'İN BİLİNÇALTINDA YERLEŞİK,
VE TABİATIN KENDİSİNDEN ESİRGEDİĞİ
NOKSANLIK DENEN NEYİ VARSA
HEPSİNİN İNTİKAMINI ALMAYA YÖNLENDİRDİĞİ AN;

YALANA MARUZ KALAN TARAF


ARTIK KENDİNİ SULARA KAPTIRIP GİDEN
GICIRTILI VE KÖHNE BİR GEMİ GİBİ HİSSEDER DÜNYA ÜZERİNDE.

GÖZLERİNDEN YAŞ BİLE AKMAZ,


LAKİN,
KALBİNİN BİR YAŞAM BOYU AĞLADIĞINI
ÇOK NET DUYABİLİRSİN...

***

Takvimler 2009'u gösterdiğinde,

sayfasındaki hayran, yani okuyucu sayısı milyonu aşmıştı.

Erkek okurların sayısı da, genelde "kadın - kız tavlama amaçlı" kullanılmasına
rağmen facebook'un, hiç de azımsanamazdı.

Kelimelerin Sihirbazı'nın yazılarını büyük iştahlarla bekliyorlar, okuyorlardı.

Okudukları meydandaydı çünki eleştiri - yorum yapıyorlardı.

O, binlerce - onbinlerce - yüzbinlerce erkeğin gayesi de yaşanan bir olayla KS


tarafından anlaşıldı ama, daha başkalarına da zaman içinde rastgelmişse de, haberi
olmadan cereyan eden benzeri durumlar kimbilir kaç kez tekrarlanmıştı…

"- Cemmmm!" diyordu, MSN'in öbür ucundaki ay parçası görünümlü kadın.

"- Şşşttt, CEMMM! seni yakaladım!".


Kelimelerin Sihirbazı ise anlam veremediği bu hitap şekline, sadece "?" yazarak
cevap verdi.

"- Üff aşkım yaa, uzatma işte yaa.


Sen söylemesen de sayfanı buldum işte yaaa.
Ayrıca harikasın biliyo musun?
Diğer yazılarını da okudukça sana birkez daha aşık oldum.
Mucckkk".

"- ???".

"- Aşkım kızıyorum ama.


Ne bu böyle soru işareti soru işareti yaaa!".

"- İsmim Cem değil bu bir. MSN'deki ve facebooktaki resimlerine bakıyorum da;
seni hayatım boyunca hiç görmedim, bu da iki.!".

Israrındaki direnci biraz olsun kırılan kadın sordu : "- Peki siz kimsiniz???"

"- Hayran sayfamın başlığında yazıldığı gibi, Kelimelerin Sihirbazı benim adım!"…

Bir müddet sessizlik olduktan sonra,


herbir harfinden gözyaşları döküldüğü hemen anlaşılan,
şu cümle düştü MSN'in konuşma balonuna :

"- Sihirbaz! Allah Seni Kahretsin!


Aptallığım için beni de!
Üstüne üstlük canımı da alsınnn :(((".

"- Gerçekten sen şu Cem denen orospu çocuğu değilmişsin!


Telefon ettim ve acı gerçeği az önce öğrendim :((("…

Annesini ve babasını küçük yaşta kaybedince, amcası ve yengesince üstüne


titreyerek büyütülmüş, doktora seviyesine dek okumuş, iradeli ve istediklerinden
emin, çokça kültürlü, genç ve güzel bir kızdı İrem.

Modern çağın gerektirdiği şekilde büyümüşse de, inançları konusunda da yeterince


eğitilmiş ve dininin emirlerini de hiç yabana atmayan bir yapıdaydı.

Fakat hem karakter hem de öğreti bazında ne kadar güçlü olursa olsun, öğrendiği
gerçeğin yıkıcılığından ve içinde kaynaşarak çıldırtıcı boyutlara ulaşan duygular
yüzünden kafasındaki her dengeyi kaybetmekten çok korkuyor, kuş gibi
çırpınıyordu. Bu çırpınışları da Cem isimli adama bedduaları eşliğinde bir durulup
bir hareketleniyordu.

Facebook'ta bulmuştu onu Cem, ve ilkbaşlarda peşinden koşturup da sıradan "İlan-ı


Aşk" kelamları ile gönlünü çalmaya giriştiğini düşünse de İrem;
hiç ummadığı derecede özgün şiir - nesir karışımı yazılarla birlikte harmanlanmış
"klasik müziğin en çarpıcı örneklerinden seçilerek hazırlanmış" videoları gördükçe,
daha doğrusu, "o yazıların içerisinden fırlayan ve karşı konulmaz tatlılıktaki bir çift
kadife gözü" satır aralarında farkettikçe;

yazıların sahibi sandığı o "güneş kadar aydınlık bir manevi güzellik taşıyan, ve
candanlığı sonsuzluğa uzanan muhabbetlere gebeymiş gibi görünen" çocuğa kayıtsız
kalamamış, onu mahzun etmeyi her ne şartta olursa olsun kendine yakıştıramamış,
kalan hayatının sonuna kadar "maddi ve manevi olarak fedakarlık - taviz - hoşgörü
küpü haline dönüşerek" evlenmeyi bile kabul etmişti onunla.

Nasıl evlenilmezdi ki onca güzelliği kaleminin ucunda taşıyabilen bir adamla?

Hatta, ısrarlarına dayanamayıp, evlilik adına fol yok yumurta yok iken yatağa dahi
girebilir, en önemli varlığı saydığı bekaretini bile ona feda edebilirdi rahatlıkla...

"- İyi de, bütün bu yaşananlarda benim payım ne ki, Tanrı'nın lanetini üzerime
okuyorsun İrem?" deyince Kelimelerin Sihirbazı;

sözümona o "Heybetli" beynine aşık olduğu için verdiği kızlığını geri alamayacağını
bilinciyle, ve o beynin ürettiklerinin asıl sahibinin Cem değil de KS'nin çıkmış
olmasıyla hüngür hüngür ağlarken, biryandan da yaşlı gözlerinin içinden "kendini
bekleyen karanlık geleceğin senaryosunun kızlık zarı kanıyla yazılmış sayfalarını"
okuyabiliyordu.

"- İnan bana Sihirbaz" dedi, içini derince bir çekerek;

"- Kendimi, bayram hediyesi erkenden eline verilmiş koyun gibi hissediyorum.
Hediye, "gerçeği öğrenmiş oluşum", ama, bayram sabahı da kurban edileceğim. İşte
bu haldeyim. Çok ama çok dertliyim. Bir kurbanlık bayramın gelişine sevinir mi
sence :( ?"...

İnsanoğlu, tam olarak ne yapacağını ve nerde kullanacağını bilmese bile, sahip olma
- birikim ve donanımı olmasa bile, başarılı ve güçlü olma - yapabildiği şeyleri
sergileyerek de pohpohlanma güdüleri kalplerine enjekte edilmiş halde şutlanırlar
Tanrı tarafından dünyaya.

Erkekler de; bu üç güdülenimin tamamını "kadınlar" üzerinde kullanır.

İş hayatındaki başarılar - lüks ve konforlu yaşam - yakışıklılık ya da benzeri her ne


varsa peşine düştüğü bir erkeğin, git bak, ta ucunda "güzel kadına ulaşabilmenin
ezikçe içgüdüsü" vardır.

Tıpkı KS'den aşırdığı yazılarla da olsa bunu yapan Cem gibi.

Biran için kadınları kaldıralım bakalım yeryüzünden, hangi erkek para - güç -
kariyer - okul vs. için kılını kıpırdatacak?

Sakal traşı bile olmazlar, yeyip içip geniş geniş uyurlar…


"- Dinle İrem'cik. Boş çuvalın ayakta duramayacağını bilmeyen bu tip erkekler,
kapalı ve kendi kabuğuna çekilmiş bir vaziyette ömür tüketirken;

aslında "libido'nun" dürtmesiyle harekete geçip yakasına da aşk sandıkları


takıştırmayı yaparken, beğendiği kadına musallat olup, mektupla - kıskançlıklarla -
hayali rakiplerle - silahla - tehditle - intihara meyille - cinnet seviyesinde
sırnaşmayla elde edemediği an O'nu;

karganın bülbülü taklit etmeye çalışırken kendi ötüşünü unuttuğu misal, tutup
başkalarındaki güzellikleri çalıp da "sözde sevdiğine" sunduğunda emeline
ulaşacağını sanarak, temelsiz bir birlikteliğe kanat çırparlar.

Malum, rağbet her devirde güzel ile zenginedir.

Cem de benim zengin yazılarımı copy+paste yapıp (çalıp), sen "güzeline" sundu, ve
sanırım facebookta yapan çok bunu.

İnan yaşadıklarını duyunca, keşke şu yazıları yazmasaydım bile dedim, ve böyle


olmasını hiç istemezdim, fakat emin ol ki gücüm bu tip şerefsizleri engellemeye
yetmez, ve ben de şu dangalaklıklar furyasının büsbütün dışında kalamam çünki
yazmayı seviyorum ve bırakamam.

Hikayelerimde sürekli olarak "davranış bilimlerinin sıradışı olanlarına" değinip,


tenkit veya takdir edip hükümler verirken oldukça keskin biçimde, senin şu
yaşadıkların gibisini dimağıma yeni depoluyor, şaşırıyorum. "Senin için ne
yapabilirim irem?" diye de sana sormak istiyorum :("...

"- Ben onu beyni, beyninin güzelliği, güzel fikirleri için sevmiştim, ama şu an "o
sevda" gözyaşı olarak akıp gidiyor gözlerimden. Çünki aslında "senin yazılarını çalan
ve bana yollayan" o kalleş hırsızı değil, seni sevmişim.

Fakat bizim adetlerimizde kadın ömrünce tek bir erkeğe sunar kendini, ve bu
yüzden de sana ellerimi uzatıp da "Tut n'olur" diyemem. İçim kan revan halde
tükenip gitsem de bunu diyemem, ikinci bir erkeğe kendimi veremem. Adını
koyamayacağım birsürü karmaşa beni beklese de bundan sonraki hayatımda,
yaşama karşı duyacağım isteksizlik içimin heryerine yayılsa ve damarlarımın her
zerresine işlese de, şu yaşadığım "kandırılma ve aşağılanmayı" gururuma hiçbir
zaman yediremesem de, ki, eminim bir kadının daha aşağılanmış bir durumu
olamaz;

sokak köpeği gibi yalnız birşekilde ordan oraya savrulsam ve hiçbiyere sığınamasam
da, kendimden her saniye utanç duysam ve hatta iğrensem de;

mecburum geri kalan ömrümü bir rahibe gibi yaşamaya.

Tek bildiğim, hiçbir zaman elle tutulur eylemlere dönüşemese de hiç eksilmeyecek
senin "beynine ve yazılarına" olan bu bendeki sevda.
Yarından tezi yok Kanada'ya, ablamın yanına gidecek, büyük ihtimalle de inzivaya
çekileceğim.

Fakat senin "başkalığını" ve beyninin göklerden inmişliğini asla unutmayacağım.

Ne tuhaf.

O yazdıklarınla hiçbirşey istemedin benden ama, herşeyini bana, sen farkında


olmasan da, veriverdin.

Keşke gerçek yaşamda da sen doldursaydın içimi ve hiç görmeseydim o Allah'ın


belası Cem'i :(("...

Sonra offline oldu İrem.

KS bir seslense DoH anında gelir ve İrem'in yerini sanki orada yaşıyormuşcasına
tespit edebilir, onun peşinden gidebilirdi.

Ama yapmadı.

Çünki, İrem'in bu tercihinin "en doğru tercih" oldup olmadığını yeryüzündeki


hiçkimse bilemezdi.

İlişmedi, müdahale etmedi...

***

{50}

KOŞULSUZ TESLİMİYET

BİR BUYURAN VARSA BAŞINDA,


GERÇEK ÖZGÜRLÜKTEN BAHSETMEK ZORDUR.

BU BAĞLAMDA,
KAFALARIN KASVETLİ VE SOĞUK EVLİLİKLERİ YANINDA,
KALPLERİN SICAK - ÖZVERİLİ - DURU BAKIŞLI - İÇTENLİKLİ
EVLİLİKLERİ YEĞDİR.

KALPTEN VE SINIRSIZCA SEVEN


KENDİNİ ALABİLDİĞİNE ÖZGÜR HİSSEDER,
RUHU DA BEDENİ DE TAŞAR ve
ORTAYA "DOSTLUK" ÇIKAR.

DOSTLUKLAR BAĞIŞLANAN DEĞİL


KAZANILAN ŞEYLERDİR,
VE DOSTUN KAPISINDAN
KORKAKLAR - BİRŞEYLER UMANLAR - ÖVÜNMEYİ SEVEN
YA DA ÖVÜLME BEKLENTİSİ OLANLAR GİREMEZLER.

ÇÜNKİ DOSTLUKLAR
SADECE AYNI RUH - KALP
MERTEBESİNDE OLANLARI BİRLEŞTİRİR,
VE KARŞISINDAKİNE
"AŞK OLSAYDI ARAMIZDAKİ,
AŞKLA SEVSEYDİN BENİ,
ZAMANLA BİTERDİ VE
NE YAZIK OLURDU BE DOSTUM"
DEDİRTİR...
***

"Tutku" denilen şeyin, insanın yüreğindeki en derin - en korunaklı - en gizli yerden


açığa çıkan, ve sınırı - limiti - hacmi olmayan bir cömertlik - vericilik duygusunun
kontrolünde olduğunu düşünmeye başladı Kelimelerin Sihirbazı (KS) ekrandaki iletiyi
tekrar tekrar okurken…

Diyordu ki MSN'de ansızın beliren mesajda;

"- Selam Sihirbaz. Hani birgün gelse ve ölesiye aşık olduğum adamla evlensem -
çoluk çocuğa karışsam - üstüne üstlük onları büyütüp de torun torba sahibi olsam,
ve evliliğim boyunca zerre kadar mutsuzluk da yaşamasam kocamla; geriye dönüp
baktığımda, o mutlu yıllar boyunca; sen beni her çağırdığında koşa koşa sana, ama
sadece sana gelişimden, senin beni bir et parçası olarak görüp becerdikten sonra
gönderişinden hiç pişman olmayacağım gibi; sevgili ve çok değerli kocamı da
aldatmışım gibi hissetmem hiç.

Vallahi de hissetmem, billahi de hissetmem.

Çünki, hiç görmemiş olsam da yüzünü - fotoğrafını, yazılarının her satırıyla "kendimi
kaybediyormuşcasına başkalaşan ben", seni, dünya üzerindeki hiçbir varlıkla aynı
teraziye koyarak boy ölçüştüremem.

O "mana boyutunda", seni tartabilecek yapıda bir terazi var mıdır zaten onu da
bilemem."...
Kendini bir an 1725 yılında Venedik'te doğup da yüzlerce kadını tesirinde bıraka
bıraka ünlenen Giovanni Giacomo Casanova gibi hissetse de;

"Güldürme lan, bu suratla sen ve Kazanova olmak, ne alaka? :D" şeklinde


söylenerek;

"acaba oldukça basit - saf - cahil bir kadınla mı karşı karşıyayım, yoksa "Delilik"
denilen ruhi ve güçlü yeteneğin bilgelikten daha ağır basabileceğinin
farkındalığındaki bir dişiyle mi başbaşayım?" biçimindeki fikir sorgulamalarını
bırakıp, detayları kendisinden öğrenmek üzere, 18'ine henüz yeni girmiş olan "genç
kız Emine" ile sohbete girişti...

Birine methiyeler düzmek ve ona yaranmak çabasıyla hareket eden kişinin asıl
amacının, o kişiden bir beklentisi olması ya da ondan kazanç sağlaması insanların
doğasında varken;

KS'nin yazılarını okumaya başlamadan önce "beyninin havasının tamamen puslu ve


anlam veremediği sıkıntılar içinde" olduğunu söyleyen Emine, kendini çok zorlasa da
içinden çıkamadığı - karabasanlarla dolu - sabahın ayazlarında bile terlemesine yol
açan - ve sanki bileğine bağlanmış da günyüzüne çıkmasını engelliyormuşcasına
karanlık yalnızlıklarda onu boğup duran kurşunvari ağırlıklardan kurtulmasına vesile
olan bu yazıların;

onu o kötü düşten uyandırdığını - hayata karşı olan bütün tedirginlik ve ürkekliğini
çekip aldığını - güveni sıfıra inmiş halde, hızla, bilinmeyen çıkmazlara
sürüklenirken, altında kıvranıp durduğu yorganı üzerinden çekiverdiğini, ve mavi bir
gökyüzüyle yeniden göz göze getirdiğini "hiçbir çıkar ummadan" anlatabiliyordu
KS'ye.

Samimiydi, çünki, 16'sı ile 18'i arasını "aşk sandığı" birliktelikler yüzünden akıl
hastanelerine gide gele geçirmiş, yaşadığı buhranlar kalıcı hale dönüşürken sevdiği
adamın da çekip gidişiyle birlikte, Bakırköy'deki hastane tarafından isminin önüne
"Deli" lakabı takılarak mimlenmişti.

O mimi resmi kayıtlardan kaldıramayacak olsa da, yaşadıklarının "her an bir diş
daha kopararak canını yakan kelepçelere dönüşmesinden" kurtulmasının, ve "azap
vericiliği çok yüksek olan karışık duygularından kolayca sıyrılmasının" tek sebebi
KS'nin sihirli kelimeleriydi…

"- Herşeyi anlarım da, daha konuşmamızın girizgahında ortaya attığın bu aptalca
fedakarlığa inan benim bile aklım ermiyor, ve, ben tarafından soluk aldırmaz
birşekilde büyülenmişsin de, yine benim uğruma "en kötü akibetlere dahi koşa koşa
gidebilecekmişsin" gibisindeki bu davranışın dehşete düşürüyor, ne diyeceğimi
şaşırıyorum.
Kaldı ki sana, sen yaştaki gencecik bir kıza, çok güzel de olsa, hiçbir söz vermedim,
vermem.

Zaten sözlerin de ne fiziki ağırlığı - ne şekli - ne de bağlayıcılığı vardır, ve, bir


zaman sonra hem "söz veren" hem de "verilen sözlere güvenen" muhakkak aldanır."
yazdı KS Emine'ye ve sohbet koyulaştı.

"- Al işte! Ailem beni deli sanıyor, sen ise sümüklü bir kız çocuğu!

Oysa ikisi de değilim, ve hem fiziki anlamda hem de beyin düşünüldüğünde tam
manasıyla bir yetişkinim ben!" diyerek KS'yi iyice bunaltıp da peşini asla
bırakmayacağının sinyallerini verirken Emine;

kısıklığına rağmen içindeki şimşeklerin besbelli olduğu gözleriyle DevilofHacker


giriverdi sahneye ve;

"- Yaz telefon numaranı ve o övündüğü fiziğindeki her uzvun santim santim
fotoğrafını çekip göndermesini iste. Beyninin fotoğraflarını sen zaten çekersin
milim milim :)

Kadınları kaçıran bu taktik daha önce de hep tuttu biliyorsun :D" diyerek şeytani
bir kahkaha attı...

Babası eski bir sabıkalı ve öfkeli bir adam olduğundan;

kızkardeşi - annesi - kendisi heran baskı altında yaşayıp giderken tanıştığı bir oğlanı
çok sevip de onunla evlenmek istemesi karşısında "ev hapsi" uygulamak gibi bir
yönteme başvurunca;

Emine de o delikanlıyla kaçmış, kısa süre de Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki bir


otelde "aşk'ı olan gencin" onlara "yeni hayat" kurabileceği umuduyla yaşamış, korkup
vazgeçen ve onu yalnız bırakan delikanlıdan sonra ağına düştüğü depresyonun etkisi
biryandan örselerken "çocuk kalpliliğini", öbür yandan yıldırıcı baba - doktor
ikilisinin dayatmalarıyla "bu dünyada 50'li yaşlarına dek ne hali varsa görmüş kadar"
olgunlaşan birisine dönüştüğünü;

topuklarının pembeliğinden saç uçlarının kırıklığına varıncaya kadar çok net


biçimde çekilmiş fotoğraflarını MMS olarak gönderince yüzlerce kare olarak;

birbirlerine şaşkın şaşkın bakan DoH ve KS, Emine'nin hiç de şakası olmadığı kadar
aynı derecede "Olgun ve Ağır" bir beyin taşıdığını farketmiş;

yıllardır bir amatör fotoğrafçılık kulübüne de üye olduğunu ise, yirmisine varmamış
dinçliğinin - tenindeki ışıl ışıl zerafetin - gürbüzlüğü ve sapasağlamlığının
damarlarında taşıdığı tertemiz kandan kaynaklandığını ve bütün organlarının
yepyeniliğinin de "profesyonelce fotoğraflanabilmesinin nedenini" sorduğunda
öğrendi KS.

Öyle ki;
yaşının 18 oluşuna rağmen "çok iyi gelişmiş bir kumral güzeli" olduğu o
fotoğraflardan "sanki karşısındaymışcasına" anlaşılabiliyordu.

Gerçekten de fotoğraf çekme işinden iyi anlıyordu.

Üstelik o resimleri göndererek anında; KS'ye bahsettiği sevgi - dostluk - muhabbet


besleme olayında hiç de maske kullanmadığını;

KS'yi bir ömür "seçme" ve bunda da gerçekten "sadakatle hareket etme" bağlamında
hem samimi hem de kararlı olduğunu gayet net biçimde ispat ediveriyordu.

"Dost yoluna post olmalı" sözünü de "hakkını tastamamına vererek" doğruluyordu...

FGCM'nin Dragos'taki evinde geçirilen 3 günün sonrasında şiddetli bir kavga çıktı
küçük bir meseleden dolayı, ve KS;

"- Bu kadın birgün beni çıldırtacak!

Zaten bunca yılı birlikte geçirişimizin yegane sebebi 2-3 ayda bir görüşüyor
oluşumuz, ve affetmiş olsam da;

Halis denen gençle "birşeyler yapıp yapmadığı" konusundaki takıntımın öfkesini


benliğimden birtürlü atamazken, neden benim üstüme üstüme geliyor yahu aptal
saptal konularla, of ulan off!" diye söylene söylene içinden, kapıyı çarparak kendini
sokaklara attı.

Küçük bir ilanda gördüğü "Güvenlik görevlisi ev arkadaşı arıyor" yazısı ise onu
Beşiktaş'a, Ihlamur parkı civarına sürükledi.

Sakin mizaçlı bir günündeyse, telefonuyla oynaşırken, gözüne Emine'nin numarası


çarptı.

"Acaba?" diye düşünüp, "İstanbul'da ve Beşiktaş'tayım. Eğer yanıma gelecek olursan,


seni Karakartal heykelinin oradan alırım" şeklinde bir SMS attı.

"Sanırım bütün o mangalda kül bırakmaz sohbetler fos çıktı. Neredeyse 1 saat oldu
ki, SMS'imi bile yanıtlamadı" diye içinden geçirirken;

gür - inatçı - yanlardan kırmızı kordelalar ile sıkıca boğulmuş saçları ve topacık
kumral yüzündeki çocuksu gülümseyişiyle Emine'nin olduğu MMS ile acele
toparlandı, BKM'ye doğru hızlı adımlarla yol aldı.

Çünki o MMS'in not kısmında "Kartal'ın yanındayım :)" yazıyordu, ve bu sıcak mesaj,
o çocuk irisi samimi kız tarafından yollanmıştı...

Bu sahneyi ve detaylarını MSN'de laflarken çok hayallemişler çok konuşmuşlardı,


ancak şu an, yürekleri "bir koşu atının kalbi kadar hızlı çarparken", soluk bile
almadan, ve, gerçekten yaşıyorlardı.
MSN'de birçok kez "sen tam kucaklıksın" dediği Emine'yi dizlerine çırılçıkplak şekilde
oturtan KS, önlerindeki masada duran ve loş odaya ateş kızılı ışıklar saçan laptop ile
facebookta gezinen Emine'nin "artık omuzlarına dek inen ve bir ipek örtüyü andıran
siyah saçlarındaki ve gülen gözbebeklerinin ekranda farkedilen yansıması eşliğinde";

onun diri memeleri başta olmak üzere tüm vücudunu yoğururcasına okşuyor,
kulağına da, "- Seni kucağımda bütün gece sevebilirim. Bacaklarının arasından
süzülen ıslaklığa ve çıldıracak gibi oluşuma rağmen, içine girip de hiç becermeden,
şu büyük zevkin tadını sabahlara kadar yaşayabilirim.

Çünki, şu minicik karnında - şu sıcacık baldırlarında - şu cezbeden ayaklarında ve


kıkırdak diriliğindeki memelerinde dolaşan parmaklarım seni bana akıtmaya yetip
artıyor, müthiş keyif veriyor, ve ben senin içine akmasam da olur aletimden." diye
fısıldıyordu.

KS'nin kucağındayken ayakları yere değmemesine rağmen, çok ani bir refleksle
zıplayarak onun aletini tek hamlede içine alıveren Emine, KS'nin sözleriyle kızarıp
"daha bir narinleşen daha bir güzelleşen" yüzündeki küçücük ağzından inlemeyi
andıran derin bir "ohhh" sesi çıkardı ve bu ses;

kadın parfümeri endüstrisinden hiç yardım almadan "gül ve menekşe" karışımını


andıran doğal kokusunu odanın her yanına bulaştıran şu 18'lik tazenin "teslim olduğu
KS'ce becerilmekten aldığı enerji ve canlılığı" ispatlar cinstendi.

Kucağındaki eşsiz güzelliğe hayatında ilk kez seks yaparmışcasına sıkı sıkı sarılan KS,
ensesinden kavradığı Emine'nin başını kendine çevirdi, ve ilk karşılaşmalarında
"hayatça alaya alınmış - tuhaf ve derin birsürü acı aktarılmış" o maviş gözlere
yeniden baktı.

Orgazmın arefesindeki o gözlerde şimdi, Stawn Fanning isimli yaşıtının da henüz 18


yaşındaki bir üniversite öğrencisiyken geliştirdiği ve dünya çapında ünlendirerek
"övünç denizi" haline getirdiği Napster'den elde edilen onur - gurur - memnuniyet -
başarının yaşattığı kıvancın taşıdığı "yorgunluk ve doygunluğun" tamamına yakını
vardı sanki.

Kıvrana kıvrana, inleye inleye, çok derin ve sevecen temaslar eşliğinde boşaldılar.

Sonra birdaha, birdaha, birdaha ve birdaha.

Taa ki cinsel organları keyiften eriyene kadar, bıkmadan usanmadan, sarılarak


boşaldılar…

Henüz "çok kullanılmış ve eskimiş olgun kadın" edasına varmamış teninde meltem
rüzgarlarının kokusunu taşıyan Emine;

sanki sözler çıkarken dudaklarını yakarmış korkusuyla;

hiç ama hiç konuşmadan KS ile;


elbise denilen ve masum güzelliğini örtüveren şeyleri giyindi, gitti.

Nasılsa "kocasından bile öte gördüğü erkeğine" yalnızca bir çağırma mesafesindeydi
ve kelimelere ne hacetti.

Onu arzuladığını birşekilde belli etmesi, seslere ve sözlere hiç ihtiyaç duymadan
koşup gelmesine, kendini ona tüm benliğiyle sunuvermesine yeterdi...

***

{51}

O KADINLARI, KADINLAR NEYİ İSTER?

BUGÜN ÖVENE YARIN SÖVDÜRTMEDEN,


ELDEKİ ÖLÇEĞİ
MUTLULUK - İÇTENLİK - İNSANA DÖNÜKLÜK VE
DENGE'DEN HİÇ AYIRMADAN,
SAYGININ KAYNAĞININ
BİRBİRİNİ KABUL ETMEKTEN GEÇTİĞİNİ
HİÇ UNUTMADAN,
TAPILANA DEĞER KAZANDIRANIN
TAPAN KİMSE OLDUĞUNU,
VE SIĞ MANTIKLA İNANCIN BİRARADA OLAMAYACAĞINI
YABANA HİÇ ATMADAN;

KİŞİLERİN, KAYIP HALKASI BOL OLAN


NEFRET – ÖLDÜRME - ZULÜM İSTEKLERİNE DOKUNUP DOKUNUP
HABİRE TÖRPÜLEYEREK
HAYAL KURMA GÜÇLERİNİ UYANDIRIP,
YARATMA YETENEKSİZLİKLERİNİ DE YÜZLERİNE VURUP,
BİR "HEYECAN DAĞITICISI" OLDUĞUNA İNANDIRARAK,
HERBİRİNİ MÜPTELAN DA EDEBİLİRSİN,
KADİM DOSTUN DA...
***
"Bilgi fakirlerini ikiye ayırmak gerekir" derdi Kelimelerin Sihirbazı (KS).

İlk grupta; "Kendimi arıyorum - Hayatın anlamını çözmeye çalışıyorum"


konuşmalarını sıkça yapan, ve bütün sermayesi de 3-5 kişisel gelişim kitabı
okumuşluk olan "farklılığını ispat budalası" insanlar vardır.

Bu halleriyle de "kuyruğunu yakalamaya çalışan itlere" benzetip, kendilerini bilmese


de onlara "Neysen osun; yapma!" diyerek seslenmek isterdi de, sonra vazgeçerdi.

Çünki bu seslenişinin boşa çaba olacağını bilir, boşverirdi…

İkinci grup ise daha gerçekçi ve sıradan insanlardan oluşurdu ki, bunlar;

3-5 kişisel gelişim kitabına dahi el sürmemişlikleriyle, fakat daha "samimi ve dürüst"
bir kişilik örneği sergileyerek yaşayıp giderlerdi.

Okumuş ve bilge olana özenmek - kıskanmak - imrenmek - istifade etmek de bu


gruptakilerin eksisiydi ve Kadir de bunlardan biriydi.

İnsanın doğuşundan itibaren hızla gelişen, ve ergenlik ile 25'i arasında zirveyi gören,
30'lardan sonra ise azalmaya başladığı bilinen "Zeka" isimli uzvunu, sanırsın ki
"Yenice elek duvarda gerek" atasözünü hiç anlamamışçasına, bellek de dahil hiç
kullanmamış, hafızasına da "okuma, yazma ve okuduğunu zar zor da olsa algılama -
anlama" dışında birşeylere bulaştırmamıştı ilkokuldan sonra.

Fakat beraber takılıp da günlerce ettikleri seyahatler boyunca, hem anlattıkları


hem de canlı olarak cep telefonuyla yaptığı yazışma - konuşmaları gözlemleyen
Kadir'in içlerine biryerine iğne ucu gibi batıp duran kıskançlığın da farkındaydı KS,
ve ona "Kitap okuma alışkanlığı" aşısını gecikmiş de olsa yapmaya çalışırdı.

Çünki, bu "bedeni zayıf ama hareketleri kalın - kaba" tır şoförünü severdi.

27 yaşına kadar da, tabiri caizse "sürünen ama tır sahibi olabilecek kadar sebat ve
hırsa da sahip" bu delikanlıya çevresindeki birçoklarından fazla güvenirdi.

7 gün ve 24 saat başından ayrılmadığı PC'nden çok bunaldığı zaman dilimlerinde


kaçan, ve mahallesindeki kıraathanede pişti - tavla keyifleri yapan KS, yine çok
iddialı ve hararetli geçen bir pişti turnuvasında tanışmıştı Kadir'le.

Kendi halinde - sessiz sakin - kaliteli giyime ve paraya düşkün bu gencin başta
facebook ve diğer sohbet programlarına olan ilgisi, ve ortak bir arkadaşlarının da
"Hasan bilgisayar olayında 1 numaradır, onun peşine takıl, sana çok şey öğretir"
şeklindeki yönlendirmesiyle muhabbetleri artmış, frekansların tutmasıyla da iş, "Son
model tırda, birlikte, Türkiye'yi turlamaya" kadar varmıştı.

Hatta, topalla gezenin aksama öğreneceği gibi, tır şoförüyle gezenin de "daha bir
otomobili iki araç arasına sağ salim park edebilmişliği bile yokken" bu işe merak
saracağı belli olduğundan :D, bir sürücü kursuna kayıt yaptıran KS, Kadir'le
dolaştığı dönemde tır ehliyeti dahi almış;

dorse ile motor mahalli arasındaki farklı manevra kabiliyetini bir türlü
öğrenemediğinden koca tırı geri geri götüremese de, "E ve D sınıfı tır ehliyetiyle"
dost sohbetlerinde caka satar hale gelmişti :).

Fakat zaten asıl gaye, cep telefonu sayesinde sürekli online olabildiği facebookta,
anı anına yazılar yazabilmek, uğradıkları şehirlerde de okuyucularından biri ya da
birkaçıyla buluşup tanışmak - sohbet etmek - bira içmekti KS'ye göre.

Bor madeni nakliyesi yaptıkları her şehirdeki kerhaneye muhakkak uğrayan, ve çok
sevdiği parasını oradaki hayat kadınlarına rahatça saçan, güncelin sosyal
ortamlarına giremediği için zamanla o meclislere kendini "yaraş-a-maz" farzederek
gün geçtikçe silikleşen;

bu tarzdaki "ruh geriliğine" de birsüre sonra "onu yürekten sevecek bir kadının bile"
faydası olamayacağı - onu kurtarmaya gücü yetmeyeceği ortadayken, ve kendisine
sadece bir tanesinin azıcık da olsa gösterebileceği şefkat - samimi alaka - kalbini
okşayacak bir telkine açken kamyoncu Kadir;

yan koltukta elinde sigarası - birası - cep telefonuyla oturan KS'nin onlarca kadınla
yaptığı ve onları "kurma mekanizması kurulduktan sonra KS'ye doğru koşuşturan
oyuncak bebekler" haline dönüştürdüğü sohbetlere şahit oldukça;

ve o kadınlar kutup ya da çöllerde bile yaşıyor da olsa KS'nin yazıları ve


muhabbetlerinden sonra "rengarenk desenlerle süslenmiş - ılık ılık - ışıl ışıl bir bahar
havasını yaşatır" hale gelişlerine hayretler ediyor;

"- Hasan abi, sen çirkin bir adamken, bu işler nasıl böyle olabiliyor?" sorgulamaları
eşliğinde, “karnı çok acıkmış kurtların gözü” gibi parlayan kara gözlerine bir de
"bana da öğret yaa :(" ışıldaması ekleyerek;

seyahatleri boyunca KS'ye kendisini "kadınlarda bulunan ve bir erkeği ancak başına
varabildiğinde doyuran" o aşklar - sevdalar pınarına götürmesi adına yalvar yakar
oluyordu.

Kadınları ele geçirme konusundaki sorularını o kadar samimi hayretlerle soruyordu


ki Kadir;

kıkır kıkır gülmekten kendini alamayan KS, tuttu ona kendi yazılarını nasıl kopyala -
yapıştır yapabileceğini öğretti, ve kadınların artık onun facebook sayfasına da
hücum edeceğinin garantisini verdi.

Tecrübeyle sabitti :)…

Aynı mahallede yaşayan ve Kadir'in yıllardır platonik olarak aşk beslediği fakat
konuşup açılamadığı bir kız, Facebook’unda paylaştığı yazıları okudukça ona karşı
yumuşamış, hatta birkaç kez de buluşmuşken pizzacı ya da kafede, sonrasında,
birden isteksizleşmişti meyledişlerine her nedense.

Oysa ki böyle olmamalı, KS'nin kadınlarıyla kurduğu iletişimlerde olduğu gibi, o


kızın da ihtirasla yanıp tutuşan bakışları Kadir'in benliğinde son bulmalı, ve
"birbaşınalık karanlığına" alışmış gözler "Kadir" denilen aşkla, alabildiğine
kamaşmalıydı.

Fakat kamyoncu Kadir; kızın, tüm ruhuyla birlikte, bırak ışığı, sesinin ahenginin
dahi kendisinden hızla uzaklaştığını - silinip kaybolduğunu hissediyor, uğradığı hayal
kırıklığının asıl sebebinin de KS'nin kendisinden sakladığı "öğüt ve yöntemler"
olduğunu düşünecek kadar aptalca bir öfkeye kapılıyordu.

Gelgelelim; mesela, Tekirdağ limanındayken direksiyonu teslim ettiği KS'nin,


Kadir'in defalarca öğretmiş olmasına rağmen, manevra yaptırdığı tırın far ışıklarının
oradaki bekçi kulübesinin kapısını çok çok yakından yaladığını, kendisi müdahale
etmese o bekçi kulübesinin üstünden geçeceklerini, bu olayın altında da KS'nin "tır
kullanma konusundaki" eksikliklerinin yattığını birtürlü anlayamıyordu.

Öyle ya; KS'ninkilerden kopyalayıp da sevdiğine sunduğu o yazılar karşıdaki insanda


"taşıdığı beceri ve maharetlerle her kadını kendine hemen uydurabilecek adam"
imajı uyandırıyorsa da;

neskafelerini yudumlarken yaptıkları konuşmalardaki basitlik - kurduğu


cümlelerdeki çiğlik hemen anlaşılıyor, liseyi birincilikle bitirip de edebiyat
fakültesine yeni yerleşen kızcağız da Facebook’taki söylemlerin Kadir'e ait
olmadığını kolayca anlıyordu.

Fakat Kadir bunu birtürlü kabullenemiyor, bir örnekle göstermesini istiyordu "çirkin
adam KS'den şu "sihirli sohbetlerin" verimli ilk buluşmalarını" :)...

İzmir'de yaşıyordu Zinnet ve KS'nin sayfasıyla yeni tanışmıştı.

Okuduğu yazıların etkileyiciliği üzerine mesajlaştıkları sırada Kadir'in tırı da İzmir


Karşıyaka'ya doğru yük götürüyordu.

Kaliteli bir viski zerafeti taşıyan Zinnet'in facebooktaki resimlerini gördüğünde


Kadir;

"- Ne yani, şu ilik gibi kızın karşısına bu paspal ve küspe kirlerine bulanmış
kıyafetinle çıkıp, şu sarhoş gözlerine saçının sakalının berbatlığını da ekleyerek, o
muhteşem güzellikteki kıza saatlerce "küçüklük duygusu" yaşatabilir misin güzel
konuşma ile sen şimdi?" bakışları atar iken;

Zinnet'e tesadüfen İzmir'e geldiklerini dilerse tanışabileceklerini yazan KS, az sonra,


direksiyonu Kordon'daki biryere çevirmesini tembihledi Kadir'e.

Zinnet belirlemişti buluşacakları yeri ve Kadir'in de bildiği bu yer, onun deyimiyle


"sosyetelerin takıldığı" biryerdi.

Oralara çok gidip gelmişti bir güzel kız tavlayabilir miyim umuduyla ve "bardağı çok
paradan" birsürü içki içmişti.

Buluştular...

Düşüncelerinde ve hitabetinde kitapların kurallarına asla bağlı kalmayan, ruh


güzelliğini tamamlamak adına okurken "gereğinden fazla vakit ayırarak uyuşukluğa
hiç bulaşmadan" olgunlaşan, ve bunu da konuşmaktaki ustalığıyla her daim
ispatlayan;

iyi bir belleği ve keskin bir zekası olmasına rağmen tıkandığında da son çare olarak
halihazırdaki bilgilerini harmanlayarak "bilmediğini bilir gibi gösterme"
kabiliyetinden de çok iyi birşekilde faydalanan KS;

birsürü bira eşliğinde yaptıkları sohbette Zinnet'i olduğu kadar Kadir'i de şaşırtıyor;

"şu harika güzellikteki esmerle saatlerdir laflayan ve neredeyse onu ağzının içine
düşürecek olan kişi bizim Hasan abi mi yahu?" düşünceleri eşliğinde onları sadece
izliyor, tek kelime etmiyordu.

Zaten istese de edemez, tarihi bilgi donanımıyla bir bilge - şiirsel anlatımlarıyla iç
dünyası çok zengin bir entelektüel - matematik ve fen konularıyla titizlik ve
hassasiyet yönünü ispatlayan bir deha - tabiat ve benzeri bilimlerdeki engin
ahkamlarıyla derinliğini gözler önüne seren bir doğabilimci - mantığının her an
denetlemesiyle de sağlamlığı her kelimesinde anlaşılan bir "söz söyleme sanatçısına"
dönüşüveren KS ile aynı ringe çıkıp da ondan habire tekme yemeyi göze alamazdı.

Alacağı dersi almıştı ama tabii ki yine de çok eksik kaldı…

Kadir o günün bitiminde Zinnet'in;

"- Arkadaşının kamyonu var nasılsa ve orada yatabilir. Ama sen bu gece lütfen
bende kal. 25 yaşında koca kızım ben, ve yalnız yaşayan bir bayan arkadaşım var.
Eminim halimden anlar ve evini bize açar. N'olur KS benimle kal" demiş olmasına
rağmen "yola kiminle çıktıysam onunla dönerim" düsturunu çiğnemeyerek
reddetmesiyle;

KS'nin kadınları hiçbirşeye zorlamadığını - hiçbirşeye maruz tutmadığını - uyguladığı


psikolojik güç konusunda da sadece karşısındaki kadının izin verdiğince bir güç
kullandığını - onları herhangi bir baskıya maruz bırakmadığını, ve onlara yine
Kadir'e göre "saçma salak" birsürü şey söylemiş olmasına rağmen iradesi çok yüksek
bir büyücüymüşcesine hükmedebilmesini;

tuttu;

Tanrı'nın güçlü elinin KS'nin alınyazısı ve talihine çok cömert dokunuşlar yapmış
oluşuna;

bu üstün tarafının da yine Tanrı tarafından her an kontrol edilip denetimden


geçirilmesiyle süreklilik kazandığına kanaat getirip, kendi şanssızlığına ve
talihsizliğine hayıflandı :)…

Belki de Kamyoncu Kadir'in dolaylı da olsa bu düşüncesinde haklı olabileceği birşey


vardı ki KS'nin sık sık kullandığı, o da çağımızda tam müzelik :

Doğuştan benlikte yer alması gereken;


ve öğrenmeyle de elde edilemeyecek olan o sihirli meziyet :

Bilgi Donanımlı ve Samimi bir Mütevazilik...

***

{ 52 }

FGCMxx / CİNAYET

MUTLU ARIZALARIN
“HATASI BOL ESERİ" OLAN KADIN;
KENDİSİ HARİÇ YENEBİLECEK HERŞEYİ SİNDİREBİLEN
“MİDE” MİSALİ YAŞAYIP GİDERKEN
BİR PROBLEMLER SARMALININ İÇİNDE CÜRÜMÜNCE;

BİRÇOK ÖLÜMCÜL ARZUNUN ARKASINDAKİ


KISKANÇLIK VE OTORİTE DÜŞKÜNLÜĞÜ İLE HAREKET EDEN BİR KURBANIN,
BELKİ DE BİLE İSTEYE SEÇTİĞİ KIYICI CELLADININ ELLERİNDE,
SÖYLEDİĞİ SON SÖZÜN KENDİ SONUNU DA GETİRİŞİNİ GÖRÜNCE
KANLA BIÇAKLA;

BU DÜNYADA İYİLİĞİN KARŞISINDA


KÖTÜLÜK DİYE BİRŞEYİN OLMADIĞINI
VE ASLINDA BUNLARIN ADININ
"ÜSTÜN DEĞERLER" VE "EKSİKLİKLER"
OLMASI GEREKTİĞİNİ
ZOR DA OLSA ANLAYIVERDİ...
***
FGCMxx : Birinin diğer insanlarla kurduğu ilişkilerde büründüğü tavır - sergilediği
davranışlar kaynaklı olarak takıştırıp çıkardığı maskeye; kendisini diğerlerinden
ayıran özelliklerinin çevreye uyum sağlamak adına geliştirdiği her tutumun bir kalıp
- bir alışkanlıklar bütünü haline gelmiş oluşundan dolayı "Kişilik" adı verirsek;
Kişiliği oluşturan argümanları da; neşeli, mutlu ve dışa dönük - ilgisiz, içe
dönük - endişeli, takıntılı - duygusal, naif ve romantik - kuşkulu, sinirli ve öfkeli
şeklinde gruplandırırsak;
Herbirinin eğilip bükülebilirliğinin de şartlar ve imkanlar doğrultusunda
kendine has dinamizm - mekanizma - yasa sahibi oluşuna bağlı tutarsak;
İşte, nefes alan her insanoğlunda 1 tane bulunan bu "Spesifik Ruh"
olgusundan, yani kişilikten, Hasan'da tam 5 tane vardı...

Asıl taşıyıcı Hasan iken; Jakabo – Sceptical – DevilofHacker -


KelimelerinSihirbazı isimli kişilikler ise aynı Ruh'un gemisinde barınan ve seyahat
eden farklı farklı ruhlardı. Fakat durum buyken kişilik bölünmesi ya da şizofreni
akla getirilmemelidir.
Anatominin dehaları da vücutta iki ayrı böbrek olduğunu söyler, ama
fizyolojik olarak öyle değildir. Bir böbrek alınırsa diğeri büyür. Büyümeye ve eşinin
boşluğunu doldurmaya ihtiyaç duyar. Aynı durum akciğerler için de sözkonusudur.
Bu organlar gerçekte tektir ve hem birbirine bağlı hem de içiçedir. Biri yokolduğu
an, aslında diğerinin de yitiş süreci başlamış olur.
İşte Hasan'ın yolcularıyla arasındaki ilinti de budur, ve Japonların ortaya
çıkardığı JunglePuzzle oyunundaki sistemin yapısıyla daha kolay anlaşılabilir. Buna
göre; bir parçanın eksik oluşu, işlerin tümüyle bozulması anlamına gelir. Fakat bu
asla içiçelik – karışıklık - kaos olduğunun göstergesi değil, birbirine bağımlılık
manasındadır…

Yine; her insanda tek ama Hasan'da 5 olan bu ruhi şahsiyetlerin herbiri;
sıkıntı verici dış etkilerden özgünlüklerini koruma adına, kendine ait ruhi yapı -
kültür seviyesi - görgü ve bilgisiyle sıyrılmak, ve maruz kaldığı sarsıntı, baskı,
negatif heyecan, ıstıraplardan kurtulmaya çalışıp onu yoketmek - unutmak - üstünü
örtmek veya şeklini ve yapısını değiştirmeye çalışmak yerine, o müşkülü "Ehline"
bırakır ve kendisi sahneden çekilir.
Çünki bu beşlinin kurduğu imecede "çekilen zihinsel çileler" herbirinin
zihnini ayrı ayrı geliştirmiştir ve neredeyse eksiksizdir. Gerçi şu an bunları
okuyanların büyük çoğunluğu ve psikayaristler "Yahu, böyle şey olmaz! Düpedüz deli
işte Hasan!" deseler de; halka indiğimizde ve sorduğumuzda göreceklerdir ki; kendi
kendine konuşmadığı - kendi kendine gülmediği - sağa sola saldırmadığı - durup
dururken bir ortamdan kaçıp gitmediği sürece, toplum onları "Deli" olarak
tanımayacak veya "Ruh Hastası" olarak kabul etmeyecektir…

İnsanların doğumlarından ölümlerine kadar içinde bulundukları toplum


kültürünün ondan istediği ve beklediği şeyler için değişime uğraması, ve o ortamdan
etkilenmesine "Kültürlenme" denir, ve, Hasan – Jkb – Scpt – DoH - KS beşlisi
gezegende varolan her kültürlenmeden nasibini alarak vücuda gelmiş;
Bütünlük (Unformiti and Completeness) - Yeterlilik (Eficiency) -
Anlaşılabilirlik (Understandability) - Yerleşiklik (Locatization) - Tutarlılık
(Confirmability) - Değiştirilebilirlik (Modufrability) - Gizlilik (Abstraction Hiding) -
Modülerlik (Modularity) konularında hem sanal ortam hem de gerçek yaşamda
profesyonelleşmiştir, ancak, Adil - Akıllı - Cesur - Cömert - Ağırbaşlı - Namuslu -
Sakin - Affedici - Yumuşak huylu - Sabırlı - Diline hakim - Dosdoğru - Merhametli
olmak gibi şeyleri kendi çap ve kriterleine uygun olarak yaşama geçirebilen bu
beşli;
İç dünyalarının karanlıklarına gömmüş oldukları veya kontrol etmekte hiç
zorlanmadıkları, Cahilce Hareket - Başkalarıyla alay etmek veya hakir görmek -
Korkaklık - Gazap - Kibir - Övünmek - Söz verip tutmamak - Müsrif ve Savurgan
olmak - Zulme Başvurmak - Cimrilik - İnsanları çekiştirmek veya Gıybet - Aşırıya
kaçan şakalar yapmak - Yalan söylemek - Münakaşa etmek veya kavga çıkarmak -
Tembellik - Küçük şeylere tamah etmek - Hasetlenmek - İftira atmak - Cinsellikte
aşırıya kaçmak - İçki ve sigarada ölçüyü kaçırmak, gibi şeylerle bazen saniye gibi bir
zaman diliminde bile birbirine karışabiliyor; hatta ansızın bir bütün olarak bile
kişilikler yer değiştirebiliyordu.
Sahnede Sceptical varken mesela, bir anda Jakabo onu itip ortaya atlıyor,
Jakabo'nun repliği ise DoH'un piyasaya çıkıvermesiyle yarım kalabiliyordu. Bu
tehlikeli karmaşaya ise kozmozdaki tek bir insan sebep oluyordu : FGCMxx !..

Sami Dündar ile kurdukları şirketi kapatıp da İstanbul'dan Balıkesir'e döndüğü


günlerdi ScepticaL'in. Binlerce kez düşündüğü konu yine beyninde ve saniyelik
mesele uyanıvermişti : Deli Yaftası!..

Onu tanıyan herkesin, herşeyin üniversitedeyken ağaca astıkları 4 solcu


öğrenciden kiloca en ağır olanının ayaklarından asılı haldeyken ipin boşalması ve
yere çakılıp ölmesiyle başladığını, ve, deli deli hallerinin okuldan atılmasıyla
bağlantılı olduğunu sansa da; ScepticaL'in doğuşu, Askeri Liseler sınavını kazanmış
olmasına rağmen gözlerinin bozuk çıkışıyla elenmesinden sonra gerçekleşmişti.
Çünki Hasan çok sevdiği o üniformayı giyememişti ortaokuldan sonra. SD'nin
yanından dönünce sahne aldı yine ScepticaL, ve kendi kendine yaptığı telkinler bile
yavan kaldı içinde bulunduğu major depresyona karşı zaman zaman.
Çevresindekilerin hallerine gülerdi onun için sarfettikleri çabalar aklına geldikçe.
Çünki Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine bile kendisi gitmişti. Yaşadığı
ağır depresyonu onu içinden çıkamayacağı bir çukura itivermesini engellemek, ve
profesyonel destek alarak, gerçekten delirmemek için. Ama diğerleri deli olduğu
için girdiğini sandılar hastaneye :) Girmek de zor olmamıştı zaten. Oradaki
doktorların hepsi basmakalıp eğitimlerin adamıydı, ve onlara göre herkes "hasta".
Ne gülmüştü onu tedavi etme çabalarına, ve psikoterapi esnasındaki çırpınışlarına.
Oysa, farkında olmadan, zaten sihirli 1-2 ilaç denemişlerdi ve ScepticaL kendi
reçetesini çoktan yazmıştı : Remeron. Tek ilaç tek reçete. Sihirli bir ilacın keşfi!
Keşiften sonraki 4 gün ise hem gerçek delilerin hem de her rütbedeki deli
doktorlarının analizini yapabilmek için yatmıştı hastanede. 7 gün bitince de yine
kendi isteğiyle, girdiği gibi, vasi ihtiyacı duymadan kendisi atmıştı taburcu kefalet
kağıdına. Yahu, düşünün,, bir deli kendine kefil :)…

İş hayatında yaşadıklarından kaynaklanan "Arkadaşlık – Akrabalık – Sevgililik


- Dostluk ve bilumum sosyal yakınlaşmaların tümü çıkarlara dayanır ve onların
büyüklüğüne paralel olarak gelişir herbiri" düşüncesi, daha "Düşünen Adam"
heykelini geçmeden taa o hastanenin bahçesinde, yeniden dirilip birdaha
perçinleşmişti belleğine, ve bazen ikileme düşüp "buna ne zamandan beri sahibim
ben, deli olmadan önce mi yoksa sonra mı saplandı dimağıma bu fikir en
keskininden?" diye düşündü.
O bir haftalık akıl hastanesi macerasından önce de sonra da, tabiatı gereği,
"iç sıkıntıları – kaygı - mutsuzluk hissi" ScepticaL'i hiç yalnız bırakmadı. Ama bazen
durum kendi kendini telkinle bile giderilmeyecek bir hal alırdı, ve işte o an
imdadına caddeler-sokaklar koşardı. O caddeler ki, ScepticaL'in "farklı" ve
"farkındalık yüklü" bakan gözlerine neler neler anlatırdı. Yaşamın efendisi mesela,
sefil olduğu kadar verimli bir toprak misali de üretken olan sokaklardı. İçi kemir
kemir kemirildiğinde kendini teslim ediverdiği sokaklar, aylak aylak dolaşıp da
attığı her adımda, o güne kadar okuduğu binlerce kitaptan bile daha çok şeyi ona
birsolukta anlatırdı.
ScepticaL'in sıradan ve basit olmayışı, aksine, asil ve yüce bir gurura sahip
olmasına rağmen ara ara sokaklara düşmesi önemsizdi, ama, sanki "Deli"
kelimesinin, derin olduğu kadar dayanılmaz da bir acısı vardı. "Çoğunluk"
olanlardan uzaklaştıran ve yalnızlaştıran bir etkisi vardı sanki bu kelimenin. Varlığın
ile alay ediliyor, ve, normal insanlar sınıfından "anormal ve azınlık" olan bir gruba
itiliveriliyordun sana bu kelime ile seslenildiğinde sanki. Hele de aslında yakından
uzaktan alakan yoksa bu sözcükle, hele de bunu sana söyleyenlerin tümünden
akıllıysan! Hele de "farklı" oluşuna bir isim bulamadıkları için bu sözcüğü sana lakap
olarak seçmişlerse, eksiklerse!..

Depresyon, hem de major olanı, hayatının her döneminde vardı, ve belli


dönemlerde kapıyı çalardı. Özellikle de iş hayatında başarısız olduğunda mesela.
Dolandırılıp da profesyonellerce, Beyoğlu İstiklal Caddesi Baro - Balo (Nevizade
yanı) sokaktaki Limited Şirketini kaybettiğindeyse en ağırını yaşamıştı ve uzunca bir
süre evden çıkmamış, terasla salon arasında geçirmişti günlerini. İnternet – Bira -
Sigara ve hiç meşgalesi olmadan hem de. Yanısıra bitmeyen kaygı – korku –
tedirginlik - iç bayılmaları eşliğinde. Evden çıkmaya niyetlendiğindeyse 1 yıl kadar
sonra, bu seferde evlere giremedi ve çekti gitti.
Paçavralar arasında yaşadı ve kendisini hastaneye götürmeye çalışan polis –
jandarma - zabıta vs. kim varsa, reddetti. İnsanlardan gelen tüm yardımlara da
arkasını döndü. Onu anla-ya-mayanların hepsini dünyasından kazımış atmış, sadece
"içli anlayış" yüklü olan hayvanları bırakmıştı çevresinde. Çoğu zaman yanında bir
kedi - köpek yavrusu taşıyordu. Konuşmak isteyenlerin yüzüne "anlam yüklü"
bakışlarla takılıp kalıyor birsüre, sonra da hiçbirşey söylemeden uzaklaşıyordu.
Gözlerinde her daim içten içe yalvaran, ve sanki dilenen bir tonda "biraz olsun
rahat bırak" arzusu vardı ScepticaL'in onunla iletişim kurmaya çalışanlara karşı.
Herkes anlayamasa da, vardı.
Hiç dilenmedi ve gıdasını sağda solda kurulan mahalle pazarları toparlanıp
gittikten sonrasıyla, çöpçülerin geliş saati arasındaki zaman diliminde, duvar
kenarlarına bırakılmış yarı çürük sebze - meyvelerden, ve çöp kutularına "bazen
bütüne varan büyüklükte atılmış" ekmeklerden çıkarıyordu. Hisleri yarıdan fazla
kördü o dönemde ScepticaL’in ve şuuru kendisini ilgilendirmeyen meselelerde
devreye hiç girmiyordu, ki "sınırsız dinlence" gerçekleşsin. Yarım yamalak yeyip
içen ve 24 saatin 20'sini yanındaki kedi - köpeklerle bir bankta uyuyarak geçiren bir
adamdı. Yani dünyanın en gamsız adamı. Cep telefonu – bilgisayar – bira – kadın –
para - sigara bile yoktu hayatında ama mutluydu. Tek kaygısı oğlu Memo'ydu ve o da
gelinlerine emanetti. Kardeşinin karısı vicdanlı bir insandı ve ScepticaL'in de "oğlu
sözkonusu olduğunda" ona olan güveni tamdı. Bakardı.
Öyle uzun sürdü ki bu durum, bir ara kendisi bile korktu. "Ya normale
dönemezsem!" diye bile düşündü bazen. Yok yok. O güçlüydü. O Jakabo'ydu. O
ScepticaL'di. O DoH'du. O KS'ydi. Bir takvim belirler ve ne zaman isterse normal
haline dönebilirdi. Yeter ki istesindi. Zaten halihazırda bir planı da vardı. 1,5 yıldır
fiziken ve ruhen atıl haldeydi, ve geriye dönüş, yani akıllanış ve "toplum" denilen
"kollektif çıkarlar kumpanyasına" yeniden katılış en fazla 6 ay sürerdi. Sonra da
kaldığı yerden devam ederdi.
Birgün yine sokaklardayken SD geldi aklına, ve mahallelerinde CD-DVD
kiralayan Mehmet Ali'nin dükkanına gidip, onun PC'sini 2-3 dk. kullandı. MSN'de
konuşurlarken SD ona birisiyle tanışmasını önerdi. Eskiden de bu şekilde
paslaşırlardı. O kişiyle aynı kentteydiler ve kadının ailesi oldukça varlıklı, oldukça
namlıydı. Hatta Balıkesir'in en köklüsü olan bu geniş aile, tabiri caizse, şehrin
düpedüz paşasıydı. Ama ilk tanıştıklarında onun kimin kızı olduğunu bilmeyen
ScepticaL, kötü kocasından kurtarmak için onu kaçırdı. Bu işi de sahneye çağırdığı
DoH'a yaptırdı. Tanıştıklarının üçüncü haftasında, DoH birasını yudumlarıp sigarasını
içerken Sındırgı'dan Bursa'ya uzanan arayollardan birindeki çoban çeşmesinde, "-
Ulan ben şimdi evli bir kadını mı kaçırdım yani?" diye gülümsüyor, ve polis ya da
jandarma'ya yakalanmadan FGCMxx'in İstanbul Ataşehir'deki evine nasıl
ulaşacaklarının hesabını yapıyordu. İşte böylece normal yaşama dönüş "uyanışı"
çok hızlı oldu…

MSN'deyken, "- İyi o zaman abi, tanış diyorsan tanışayım. Belki sohbet
edebileceğim biridir" diyerek MehmetAli'nin dükkanından çıkmış, mahalle kahvesine
gitmişti Sceptical. Yüzündeki üzüntülü ve düşünceli halin aslında onu ayakta tutan -
diri tutan - herkeste olması gereken ve sevinç denen şeyin "taşkınlık" - üzüntü
denen şeyin de "teskin ve dinginlik" kazandıracağını bilmeyen bir arkadaşı, biraz
açılsın diye belki, onu zorla tavlaya oturttu. Oyunun ortasında, eve uğradığında
yanına almış olduğu cep telefonu çaldı. Zarları bırakıp telefonu açtığında, etkileyici
bir kadın sesi ona. "- Ünlü organizatör Sami Dündar'dan aldım telefon numaranızı
Hasan Bey. Sizinle tanışmak istiyorum. Ofisiniz nerede acaba? Çıkıp geleyim vs."
şeklinde birşeyler anlatıyordu. İçinden "Ne ofisi :)" dedi ve karşıdaki kadına "- Şu an
tavla oynuyorum, kahvedeyim, sonra arayın" diyerek kapattı. Her iş önemliydi
ScepticaL'e göre ve kıvamındaysa ertelenemezdi. Kendini yine o anki işine verdi :
Tavla'ya.
Aradan bir kaç gün geçmişti, telefon yine çaldı. "- Yüzüme nasıl telefon
kapatırsın! Sen kendini ne sanıyorsun?" serzenişleri eşliğinde FGCMxx ile,
yakınlardaki bir okulun bahçesinde buluşma kararı alındı. Çünki kadının arabası
vardı ama ScepticaL'in sadece ayakkabıları. Gelirken bira satın almış olan süslü
püslü kadının arabasında yapılan 1 saatlik sohbet, her iki tarafı da memnun etmiş
olacak ki, o soğuk kış gecesinde ve araç içinde değil de, bir meskende devam
etmeye vardı. ScepticaL'in Müfit isminde yalnız ve çulsuz yaşayan, pazarlarda incik
boncuk satarak hayatta kalmaya çalışan bir arkadaşı vardı ki, onu kırmazdı. Paldır
küldür oraya gidilerek kapısı çalındı.
Müfit odadaki teneke sobayı parçaladığı limon kasalarının tahtalarıyla
tutuşturup evin diğer odasına çekilir çekilmez, "- Siz çok ilginç bir adamsınız"
derken, bir yandan da kendisini öpmeye çalışan sarışın kadının hamlelerini "Yok
canım, herhangibir ilginçliği - üstünlüğü olmayan basit - sıradan bir insanım ben"
cümleleriyle savuşturan ScepticaL, bu yarı sarhoş dişinin örme ceketini –
pantolonunu - boxer şortunu nasıl olup da çıkararak onu çırılçıplak bıraktığını -
önsevişme, giriş ya da benzeri şeylere hiç mi hiç ihtiyaç duymadan o küçük
fakirhane odasında organının soluğu onun pespembe vajinasında aldığını -
kadınınsa, henüz ıslanmamış organına alırken büyük bir iştahla ScepticaL'i, zerre
kadar tedirginlik yaşamıyor oluşunun onda "hafif meşrep" fikri oluşmasına
yolaçtığını - önsevişmesiz başlayan bu birleşmenin nereye varacağını hesaplamaya
çalışırken, bacaklarını alabildiğince açmış olan şu kadının üstünde gidip gelirken,
aniden, "- Hayır! Hayır! Yapamam! Kocama ihanet edemem! Yapmamam lazım!"
nidalarıyla birlikte onu yana atmaya çalışmasıyla şaşkına döndü. İzin vermedi tabii
kendisini üstünden atmasına, ve hareketlerini hızlandırarak – haykırarak - inleyerek
boşaldı. Bedenini kadının bedenine devirdiğinde, onun hıçkıra hıçkıra ağladığını ve
"-O'na söz vermiştim, aldatmayacaktım" şeklinde söylendiğini duyunca da sordu : "-
Kime?".
ScepticaL FGCMxx'in bir ikiz kardeşi olduğunu, onunsa "alkolik" olduğuna
inandığı kardeşine, kendince, psikolojik manada yollar gösterip destek olmaya falan
çalıştığını ilk o gece öğrendi.
Kocasına kayıtsızlığı, ve dünyadaki en tehlikeli duygu olan "kıskançlığı"
hemen anlaşılabilen FGCMxx, çok ama çok varlıklı bir ailenin, doğumları esnasında
öz anneleri öldüğü için onları evlatlık edinerek şımarık - hoppa mizaçta yetiştirdiği,
çocukluktan bir türlü kurtulamayan, fakat çok zeki, iki kızından biriydi. Genç kızlık
dönemini; bilen - bilgisine her an yeni bilgiler katan - bunları yine de az bularak
durmamacasına yenilerini öğrenmeye çalışan biri olarak geçirmişti, ve çok sevdiği
babasının intiharı "içinde biryerde iyileşmeyen bir yara" olarak onunla beraber
büyüdükçe; aralarında yaşamak zorunda kaldığı "sosyetede" katlanılmaz insanlarla
uğraştıkça - sevmediği şeyleri yapmak zorunda kaldıkça - yeterince para
kazanamadığını anlatıp duran doymaz insanlara dişini sıkarak tahammül etmeye
çalıştıkça bunalmış, ve "acaba kurtulur muyum?" diyerek kocasıyla evlenmiş; aşağı
tabakadan gelip de soyluların arasına sonradan katılan bu adam da maneviyat baz
alındığında birşeylere çare olamayınca, kendini alkole, üstelik de biraya vermişti.
Gecelerin bütün karanlıklarını içine alıp, onun aç gözlerine teslim olup da;
daha önceleri hakkında çok şeyler okuduğu ve inandığı, O'na, özetle; "Tüm
varedilmiş olan ne varsa, bir an için hepsinin dışına çıkılıp da, hepsine dışarıdan
baktığında, belki de o bütüne "Tanrı" derdin!" gibi saçma fikri aşılayarak
"septisizmin doktrinlerinden" bile daha zavallı bir "herşeyden şüphe duyabilen
bir çeşit imansız - hiçbişeye inanmak istemeyen bir inkarcı" haline gelmesine
sebep olan "Spiritüel Düşünce ve Reenkarnasyon" ahmaklıklarının da kendisine
yardımcı olmayışından; "Allah'ım yardım et" gibisinden bir yakarışı da diline
dolayamıyor; "kolu kanadı kırık bir şekilde de olsa" boğulduğu o karanlıklardan
sıyrılamıyordu.
Kocasıyla birlikte yaşadıkları ev kar – tipi - tufan barındıran kutup geceleri
gibi eziyordu FGCMxx'in ruhunu, ve bu evde yaşamaya neden katlandığını, nasıl
kurtulabileceğini de bilmiyordu. Kapana kısılmıştı. Paranın yönettiği "ailesinin ve
sosyal çevrelerinin" kalp – vicdan - maneviyat konularındaki eksiklikleri onu zaman
içinde oldukça acımasız yapmış, bilinçaltını ise "şartlar ne olursa olsun hedefe
kilitlenmek" gibi bir bencillikle donatmıştı. Fakat para sorunu olmadığından, iş –
kariyer - geçim gibi şeylere yönelemiyor, hedeflerini "sapkınca bile olsa" ikili
ilişkiler üzerinden belirliyordu. Seks – aşk - sevişme denilen şeyleri; yaşadığı
konforlu hayatta çok dengeli ve düzenli de beslenebiliyor oluşundan kaynaklanan
yüksek libidosundan dolayı, gerçekliklerden kaçıp kurtulmak - yaşamında
karşılaştığı zorlukları unutmak - hem ruh hem beden manasında gevşeyebilmek için,
yani, herhangibir uyuşturucuymuşcasına kullanıyor, bu sefer de, hırçın – kızgın –
gergin - huzursuz günler geçirdiğinden uykuları bozuluyor, ve organizmasında
meydana gelen bozulmalar da onun "farkında ol-a-madan" kendisine ve
çevresindekilere zarar vermesine yol açıyor, yaydan çıkan ok'a müdahale edemiyor
oluşu onu daha bir "saçmalar" pozisyona düşürüyor, başedemediği şeyler yüzünden
yaptığı hatalar da "onarılamaz" hallere dönüşünce soluğu psikayaristlerde alıyor,
onların yazdığı antidepresanlardan medet umuyordu.
"Gerçekten acıktığında gerçekleri görebileceğinin" hiç farkında olmadan
sürdürdüğü bu yaşam tarzı FGCMxx'i ve egosunu öyle bir hale sokmuştu ki; ömrü
boyunca tek bir aşka sadık kalıp da o aşkın ızdırabını çekmiş, ve başkalarınca
meftun - meczup gözüyle bakılanlardan çok uzaktı. Onların yaşadığı "bir çocuk gibi
tertemiz gülümseyen" o aşkları hayal edebiliyor, o aşklarda çekilen ve
erişilemeyecek büyüklükteki azapların bile mübarekliğini kestirebiliyor, ancak,
içine düştüğü libido egoizmini herkesin peşinde koşturduğu "günün giyim modası"
gibi kullanmaktan kendini alamıyor, o modaya uyarak da bütün gardrobunu "1 kez
giyildikten sonra bir daha yüzüne bakılmamış kıyafetlerle (!)" dolduruyordu.
Öyle ki; bütün süperegosuna rağmen hiç de ham değilken, ve kendini
"herkesin hoşuna gidecek" şekilde ayarlayabilecekken; tutup, onları kendine
uydurmak yerine onlara uymak zorunda kalıyor, ve "iki kadeh içip kalkarım" diye
girdiği bir gece klübünün barmeninin koynunda ve o mekanın arkasındaki zula bir
odada uyanabiliyordu.
Öyle ki; içine düştüğü bu cinsel şehvet bataklığı ona; hani din kisvesine
bürünmüş tarikatlara girse, ve oradaki şehvet delisi sahte şeyh ve müritlerin herbiri
günün her anında saldırıp dursa, hatta, ucu seksüel katilliğe uzanan cinsel
birleşmelere bile, varsa, "Neden olmasın?" dedirtecek gibiydi.
Hal böyle olunca; FGCMxx'in ellerinden şehvet – alkol - depresizm tutunca;
sık sık başvurduğu yalanı ve yalanın göstergesi olan; aşırı heyecanın elleri
terletmesi - yaşadığı coşku ve korkuların yüzünü sarartması - yalanı ortaya
savururken yutkunması ve çektiği susuzluğu da dudaklarını diliyle ıslatma yoluyla
gösterme çabası - bazen boynundaki atar damardan bile gözlenebilen nabız
hızlanmaları - konuşma sırasında gözlerini karşısındakinden sık sık kaçırması -
sesinin renginin ve tonunun değişerek doğal halinden uzaklaşması ve
kuvvetsizleşmesi - irade boşluğundan kaynaklanan kontrolsüz el ve ayak
hareketlerinin sergilenmesi ya da "tüm bedenin sallanması veya biryana eğilmesi"
gibi klasik tepkileri; ona "hasta ruhlu - deli" gözüyle bakan, ve kendi lüks yaşamına
sarılan içgüveysi kocasıyla, yine, ona "annelik gayretiyle" yaklaşıp da hoş tutmak
adına hiç kırmayan annesine yutturabiliyordu, ama; bütün yaşamını "küçük
ayrıntıları seziş" gibi bir düstura dayayıp da büyük kayıpları bile gözardı
ettirebilecek bir "onur'un" efendisi haline gelmiş olan KS'ye yediremiyor; masa –
bira – içki – felsefe - sohbet ortağı olduğu şu adamın vizyonuna da şapka
çıkarıyordu…

Bu adama; hiç yaşamamacasına mazisini unutarak bağlanabilir, kulu kölesi


olabilirdi. Kitaplar gibi konuşan şu bilge adam ona zırt pırt "Bana tutunamazsın!"
imalarında bulunsa da satır aralarında; sahip olduğu gurur – kibir - kendini
beğenmişlik – para – ün - hatta beyin olarak neyi varsa birkenara bırakıp ona
diklenebilir, "- Sana tutunabilirim ve ömrümün sonuna kadar da tutunacağım!"
şeklinde bir direnç gösterebilirdi…

***
{53}

CİNAYETLERİN SEBEPLERİ ÖLENLERE SORULMALI

"- Pisst. Kap gel biraları da pikniğe gidelim :)" şeklinde bir SMS
gönderdiğinde, elindeki uğraşısı her ne olursa olsun, eğer ilaç almamışsa ve
uyumuyorsa - uyuyorsa da uyanır uyanmaz arabasına atlayıp gelen, ve mesajı
gönderen KS'yi gücünün yettiğince sıcacık – vazgeçilmez - tartışma götürmez bir
tutkuyla seven FGCMxx'in "Öküzlük sınırındaki" kalpsizliğinin sık sık ortaya neden
çıktığını da çabucak kavradı KS : O'nun kalbinin ruhuna, zengin ve sömürülebilir
kadınlık adı altında birçok cerrahi operasyon yapılmış, dikişleri de beceriksiz
cerrahlarca çarpık çurpuk atılmıştı…

Çevresi ve ailesinin tüm baskı ve engellemelerini birşekilde aşarak kendi


istediklerini muhakkak yapan bu asi kadın, henüz 1-2 haftadır tanıştıkları, ve
hemen hergün buluşarak kadeh tokuşturdukları şu deli dolu ama akıllı adam, onu
korkutmak – sindirmek – acındırmak - öfkelendirmek ya da neşelendirmek için
sergilediği sahte öfkelere veya gülümsemelere bürünüşünü asla yemiyor, hiç
etkilenmiyor, ve ona bir "erkek arkadaşıymış" gibi davranıyor, emrediyor - itip
kakıyor - azarlıyor ve gerekiyorsa yerden yere vuruyordu. Bunu da onun içindeki asıl
FGCMxx'e ulaşıp, elinden tutup dışarı çekmek için yapıyordu. Her ne kadar KS'nin bu
tavırlarını "sürekli tekrarlanan zevkli bir oyun" zanneden çocuk ruhlu kadın, en
çok da, kendisine bağırıp çağıran ve küsen adamın, aradan birvakit geçtikten sonra
eline bira ve sigaralarını alıp gelip de, yumuşacık bir suratla ona gülümseyip
yanağını okşamasından ve barışmalarından hoşlansa da; canı bu oyunu oynamayı
çekmediğindeyse DoH tarafından herşekilde yönetilmek ona güzel gelirdi, ve onun
söylediklerini hiç yargılamadan yapıp, eksiksiz birşekilde itaat ederdi.
KS de ona karşı sürekli adil – dürüst - merhametli davranır, olaylardaki
sınırları kesin çizgilerle ayırmaz, sabır ve basitlik olgularını hat safhada tutarak
uygular, bazen felsefenin en üst noktasındaki feyzleri bile açık ve net ifade
edilebilecek hale indirger, ve ona eleştiri ya da önyargıda bulunmadan yansıtır;
sorunların çevresinde dolaşıp eşelenmek yerine tuttuğu gibi elinden tam ortasına
sürükleyerek FGCMxx'i "Yüzleşme" denilen ve onun hiç alışık olmadığı birşeye
sığınmasını sağlar, ve bunun da bir Tanrı Hükmü olduğunu, çünki insanın günaha
meyilli olarak yaratılıp günü geldiğinde de bunlarla yüzleşip Tanrı'nın "Ceza ve Ödül
Sisteminden" payını "tam ve onun adaletine yakışır biçimde" alacağına dikkat
çekerek, onun "eksikliklerini tamamlar - fazlalarını törpüler" biçimde yönetirdi.
Tuhaf olansa; KS bunca ince ve yoğun çabalarla iletişim kurarken onunla,
FGCMxx ise onun düşünceli hallerini "yaşadıkları ilişkinin içine sızıvermiş bir öteki
kadına" dayandırıp, açıklamasını da "- Bir insan bir başka insanı ondan uzak kaldığı
zamanlarda sencileyin derin düşünür. Ben şu an yanında olduğumdan, bir başka
kadını düşündüğün aşikar! :(" şeklindeki bu dünya dışı bir mantıkla yapabilir,
Jakabo'yu da kahkahalarla güldürebilirdi :). Böyle bir kıskançlık tribini de ona
ancak FGCMxx atabilirdi.
Daha ilk buluşmalarında karar vermişti ScepticaL "içine düştüğü boşluğun
dibinde onu bekleyen kibirli doktorların insafına bırakmamayı FGCMxx'in aklını,
ama onları birbirine asıl yaklaştıran, yaklaştıkça da özgürleştirip bu dünyadan
koparırcasına rahatlatan şey : "Ortak çekilen zihinsel acılar", acı veren düşlerdi.
Ortak payda bu olunca da, buluşup bira içmeleri - akla gelen ve gelmemesi gereken
herşey hakkında edilen sohbetler - sadece hayvani duyguların bastırılması için zırt
pırt yapılan seksler; yani; birlikteliklerinin her anı gizemli - bayağılaşmanın
ucundayken bile ulvi - ıstıraplarıyla, hayal kırıklıklarıyla, kendine özgü süsleriyle de
çok ama çok çekiciydi. Fakat içerisinde asla Kays ile Leyla'yı andıracak hisler
içermezdi. (Gerçek adı Kays'tır şu herkesin "Mecnun" diye andığı adamın ve bu
kelime cinlenmiş - kafayı yemiş manasında kullandığı bir lakaptır arabın.) Yine
birşey daha vardı ki, buluştuklarında dile getirip de karşılıklı ve katıla katıla
güldükleri : Fiziksel ve çehresel çirkinlikleri :).
Sarhoş naralarının ikiye böldüğü geceler sokaklarda sürterken - başbaşa
verdikleri yalnızlıklarını dere kenarının birindeki ağacın dallarına asıp da piknik
yaparken - hayat denen maratonu koşup dururken sendeleyip yere yuvarlanışlarının
kritiğini falan değerlendirirken, laf dönüp dolaşıp hantal - şişko bedenlerine ve
"iticiliğe varan biçimsizliğiyle" çehrelerine gelir dayanır, onlarsa, Brad Pit ve
Angelina Jolie olamamışlığın sorumluluğunu "sıradan beyinli çirkin insanlar" gibi
tabiata hiç bağlamaz, kendilerine attığı bu kazık için ona kötülük sevdasına hiç
tutulmaz, ruhlarıyla tenleri arasındaki "uçurumvari uyum bozukluklarıyla" insan
içine salıverdiği için ne tabiattan ne de Tanrı'dan hesap sorma – gücenme - küsme
gafletine düşmeden yer – içer - sevişir, ve makara - espri konusu haline getirirlerdi
çirkinliklerini. Ama şaka biryana, gerçekten de "çok güzel ve albenili" olmasalar
da, zekiydiler ve birçok şeyi örterdi bu…

Horasan Vali'lerinden birisi, oğullarına sürekli olarak silah – zırh - kitap


dükkanlarından başka yerde oturup eyleşmemelerini tembihler, bu sayede de "alim
ve cesur" olmalarını sağlamaya çalışırmış. Konu cesaret olduğundaysa, gerçekten
de, insanlar daha çocukluklarında "cesur ve mert" insanlarla oturup kalkar,
savaşlarda bulunmuş ya da toplumda kahramanlık göstermiş kişilerin cemaatlerinde
vakit geçirerek büyürlerse, "korkmamayı - cesur olmayı" öğrenebilirler.
ScepticaL'in cesaretiniyse ilk olarak; "kocamın yanına gitmek istemiyorum ben yaa
:(" dediğinde, "gitme o zaman, kaçalım" deyiverdiğinden birkaç saat sonra şaka
olmadığını anladığında test etmişti FGCMxx, ve ikisi başbaşa verip yollar aşıp
gitmişti, ama, daha büyük bir deneyimi; kocasını boşayıp da gönderdikten sonra,
suyu – elektriği - doğal gazı artık olmayan o evde takılırlarken, annesinin onları
bastığı gece yaşamıştı. Soğukkanlılığını kaybedip de donunu tumanını alıp kaçmak
yerine, "o ketum annesiyle" çata çat bir laf dalaşına girişmiş, ondan birsürü tokat
ve yumruk hamlesi almasına rağmen karşılık vermemiş, üstüne üstlük cazgır
annesinin pes edip çekip gitmesini bile sağlamıştı söylene söylene. Tuhaf adamlığını
birkez daha ispatlamıştı Hasan bir sonrakinden önce :).
Fakat FGCMxx DoH hakkındaki bir ayrıntıyı henüz bilmiyordu o dönemlerde.
DevilofHacker'ın kabalık – cüret - fütursuzluğa varan davranışlarının da sebebi olan
cesaret; genç insanların "birsürü kazancı gözetme" dertlerinden dolayı yapmaktan
sakındığı; fakat, yaşamdan beklentilerinin neredeyse tamamen tükenmişliğiyle
ihtiyarlıklarını yaşayan 70 yaş üstü SÖ'lerin sergilemekten çekinmediği olağan
tavırları!
Peki o birleşme gecesini anımsıyor musunuz? İşte o gece DoH'a, 80-90
yaşındaki ruhların bilgeliği ve cesareti de aktarılmıştı. Ve bu cesaret asla; ahmak ve
cahil olanın "gözleri önünde cereyan eden şeyleri bile" algılayamayıp - doğru
yorumlayamayıp da cüretkarca ve cesurane şekilde saldırıya geçebilmesi; ve; akıl
ile mantığını en ileri düzeyde kullanabilmesinin yanında "herşey mümkündür"
şüpheciliğiyle olayların uzak gelecekteki getiri veya kayıplarını hesaplayarak da olsa
"tutuk – temkinli - ve belki de korkak" oluşu ile asla karıştırılmamalı birilerinin;
onun cesaretine, kadifenin çeliğe dönüşmesi ne ise, işte o gözle bakılmalıydı.
FGCMxx zaman içinde yaşadıkları olay ve karşılaştıkları zorluklar sayesinde bunu en
iyi anlayan kişi olacaktı…

Herbiri, "her açıdan ve bilinen her değer yargısıyla" ölçüldüğünde tamamen


farklıydı kadınlarının. Farklı olmanın ötesinde, belki benzer yanları bile yoktu.
Onları seçiş sebeplerinin içindeyse tek bir unsur alenen göze çarpıyordu :
Eğer bir kadını hayatına sokmuş ve onun erkeği olmuşsa, o kadın yanında
yokken, "Hasan"; insanoğullarının en zavallısı - en rezili - en acizi - en alçağı, ve o
kadının yanındayken de en popüleri - en şık fikirlisi - en saygını - en kıymetlisi ve uç
noktalardaki kalitesiyle de "insanüstü" oluveriyordu.
Kadınlarının tamamını kendisini ıslah, ve belki de salt varlığıyla bile kontrol
edebilecek-yükseltebilecek olanlarından seçiyordu. İlginci; bazıları bunu
başarabilecek herhangi bir melekeye bile sahip değildi. Olay, damıtılmaya gerek
duymadan bir fıçıda uzun süre bekletilince "Şarap" oluveren çavuş üzümünün tuhaf
hikayesiydi…

İçinde çırpınıp durduğu ruh hallerinden dolayı algı yoksunluklarıyla güreşen,


ve gördüğü sanrılara bile tutunmaya çalışan FGCMxx de kadını olmuştu ama,
yukarıdakilerin tamamı, bu "karşıtlıklar barındıran gözlerinde her an sinsice
birşeyler gizleyen" şımarık sosyete kadını için de geçerliydi. Zaten, sadece "en geç
3 ayda bir mutlaka görüştükleri, ve Halis denilen herifle o hayatında olmasına
rağmen birlikte olup olmadığını şüphesinden dolayı hiç affedemediği" FGCM'yi
diğerlerinin hizasına hiçbir zaman getirmedi, getiremedi DoH. Sonraları farketti ki,
onlarca yıl hayatında tutuşunun ve ondan kopmayışının, kaldı ki bu süre içinde
birsürü yeni kadını olmuşluğunun, ve onlarla da gün geçirmişliğinin yanında,
FGCM'nin kendisindeki yansımalarının, aralarında kilometrelerce yol ve birkaç şehir
olmasına rağmen etkilerini hiç kaybetmemiş oluşuydu. Diğer kadınları ise sadece
yanıbaşındayken, hatta koynundayken "birşeyler" ifade ediyordu…

Birgün, FGCMxx ile buluşmadıkları birgün, onun neden hayatında olduğuyla


ilgili bir muhasebe yaptı : Sağlığı sıhhati yerindeydi, ve istediği herşeyi yeyip içtiği
halde hiç hazımsızlık çekmiyordu. Zaten DoH'un kilosu hiç değişmez,
şişmanlamazdı. Sırım gibiydi. Kendisiyle bir pazarlığa oturulsa herhangi bir meta
teklif edilemezdi, çünki, para ile işi olsa bile paraya tapmazdı. Ülkenin herhangi bir
ilindeki "başka meyhaneler - içki içilebilecek dereler ve piknik alanları - başka
başka kadınlar" ve daha başka sıradışı işler ilgi alanının orjiniydi. Parmağındaki
ülkücü yüzüğünü oynattı, gömleğinin yakasını gevşetti, birasından köpüklü bir
yudum aldı, çatalıyla peynir tabağına uzandı, peynir dilimi serin – tuzlu - okşayıcı
bir gezinti yaptı ağzında önce, sonra dişlerinin arasında pelte gibi ezilerek dağıldı,
ve lezzetini yitirince de yemek borusuna gönderildi.
Çek defteri ve koca göğüslü bir sekreteri yoktu ama, "gücüm" dediği bilgi
birikimi - kıvrak bir zekası - çelik parmaklıklarla korunan bir özgüveni - ses ve
kurşun geçirmez bir ataleti ve "bilumum saçmalıklar arasında yaşadığını görerek
evlilik teklifini reddettiği" Türkiye'nin sayılı zenginlerinden bir ailenin kızı olan bir
"içki ve seks arkadaşı" vardı. O'nun, DoH – Scp – KS - Jkb'nin hayatında varoluş
sebebiyse, herbirinde, ayrı ayrı, "Vedat Didari şiiri etkisi" yapabiliyor oluşuydu…

ScepticaL'e "aptalca bu" diyerek onunla evlenmeyişini küçümseyen FGCMxx,


"- O halde ben özgür bir kadın olarak, sen hiç sevmesen ve yasaklasan da dilediğimi
yapabilir, gay bir arkadaşımla buluşup onun hazırladığı esrarlı sigarayı içebilir,
abartıp bunu sana MSN üzerinden de izletebilirim" gibisinden bir ahmaklığa,
(uyuşturucu konusunda daha önceden ikaz edilmiş olmasına rağmen) imza attığında
yer yerinden oynamıştı.
Çünki ufak tefek hatalarında onu cezalandırırken DoH, bunun bir intikamın
değil ona duyduğu sevginin bir alameti olduğunu muhakkak hissettirirken;
uyuşturucu ve uyarıcı maddelere olan düşmanlık hissinin de etkisiyle onu çok
dövmüştü. Öyle dövmüştü ki, yürüyemez hale getirip evine - ailesine yollamıştı.
FGCMxx'in gerçeği söyleyemeyip onlara "psikopat işte! Sebepsiz dövdü beni!"
şeklindeki yalanı ise; medyayı ayağa kaldırıp da ailelerine toz kondurmamak için
dayısının el altından gönderdiği sivil polislere "dosdoğru" ne ise onu anlattığında
ortaya çıkmıştı Hasan, ve annesi başta olmak üzere tüm aile büyükleri "o zaman
dövmüş de iyi olmuş vs." dese de, artık ayrılmışlardı.
Bu ayrılığı da FGCMxx'e yazdığı son eposta'da şöyle dile getirmişti KS : "Issız
bir adada tek başına yaşarken altın madeni bulmaya benzer beni sevmek. Fazlasıyla
zenginsindir ama harcayacak fırsatı bulamazsın. Yenmez – içilmez - haşlanmaz -
kızartılmaz bir zenginliktir avuçlarındaki, okyanusa açılmaya karar verememişken
henüz, hiç kıymetim yoktur modern hayat nazarında. Bir sal, küçük bir tekne
yapsan "tonlarca ben'i" de yükleyemezsin. Alabildiği kadarını tekneye taşır, yakın
gelecekteki zenginliğine ulaşmak için karanlık sulara heyecanla açılırsın ama bu
sefer de "ben" eksik kalırım. Yine de razıysan ve yola çıkmışsan, ilk fırtınaya dek
"ben'li" hayaller eşliğinde adadan uzaklaşırsın. Gücün yetmezse ve mücadele
edemezsen o hırçın dalgalarla, sahip olduğun altından vazgeçmen tek yoludur
hayatta kalışının. Direnirsen, bu kez de zenginliğinle batarsın. Mevzuu o ki; ya
batacak ya da "ben'li ve zengin" kalıp, anakara’larda harcama sevdasına
kapılmayacaktın. Malumun ilamı gibiydi dizginlenemez hırslarla sahiplenmek "eksik
ben'i" ve o aymazlıkla da yola çıkışın. Velhasıl sen; "eksik de olsa ben'i" taşırım
sanarak, hayatında belki son kez aldanırsın ve bu da ölümüne malolur. Ya fakirin en
zengini kalıp okyanuslar aşma fikrinden uzak durmalıydın, ya da, ikimizi de güvenle
taşıyabilecek bir gemi inşaa edecek kadar mahir olmalıydın. Ne o? Yoksa sen de
"yuva ve dişi kuş - erkek aslanın ava çıkmayış" önesürümlerini "halt" sayanlardan
mısın? Yahu zaten bu yüzden ben'siz, işte bu yüzden yalnızsın! Korkarım ki de
ancak, azraille oynayacağınız "canın çıksın" oyununda uyanacaksın!!”…

O'na sormak lazımdı aslında böyle bir hareketi, uyuşturucu gibi bir illeti, sırf
"can acıtmak" için dahi olsa içmeyi kocasına yapmış olsa tepkisi ne olurdu diye.
İnanın ki o lümpen adam, bırakın dövmeyi, yüzleşemez ve bu yapılanı görmezden
gelirdi. Ve yine sormak lazım FGCMxx'e, hani DoH'a bir erkek olduğu için aşık
olmuşsun ya, peki diyelim. Ülkedeki beyaz şapkalı hackerların en kıdemlisi - en
süperi - en beceriklisi - en zekisi - en mükemmeli oluşu falan da seni hiç
etkilememiş, peki diyelim. Anlaşılması zor olan şu : Hasan'ı Jakabo'yu ScepticaL'i
DevilofHacker'ı, Kelimelerin Sihirbazı'nı birbirinden nasıl ayırdettiğin ve diğer SÖ
erkeklerine nasıl benzettiğin? Mümkünlüğü çok zor bir durum bu çünki. İnsanlar
bunu ayırdetme konusunda hiç becerikli değildir şu evrende. Rahmetli Işıkara da en
seksi erkek seçilmedi mi geçmişte? :).
Diyelim ki sadece "erkek" olarak seçip de birlikte oldun DoH'la, ve köküne
kadar da aşık oldun. Fakat zaman geçip de sana anlattıkça "gerçekte kim?"
olduğunu, öğrendin ve gayet iyi biliyordun. Sevgiliyken, ya da hayal olarak
kurguladığın evlilik döneminde "bilindik bir memur - bilindik bir koca - bilindik bir
adam - bilindik bir sevgili" yaşantısı mı umacaktın onunla olan birlikteliğin
boyunca?. "Sıradışı ve Sürrealist" beşliyle aşk yaşayıp da, sıradan bir hayat -
sıradan beklentiler içine mi girecektin? Gerçi haklısın, kadın denilen yaratığın aşk
ve evliliklerden "çok ama çok insani" bir beklentisi vardır : "Her ne yaparsa yapsın,
erkeğinin orjininde, odak noktasında olmak ve katlanılmak!" Sıradan erkekler için
pek tabii ki kabul edilebilir bu. Ya şu beşli için?. Ve, şu duvara toslayarak da
paramparça olur bu arzu zaten : "Kadın kısmı önce bir haltlar karıştırıyor, itilip
kakılıp dövüldükten sonra da sevgilisi veya kocasından şikayet etmeyi seviyor,
vazgeçemiyor. FGCMxx ise başmızmız - başşikayetçi olmayı seçmiş de bilememiş!"
:D…

Biten her ilişkiden sonra Jakabo, bir dönemini sıkı muhasebe ile geçirip,
"nasıl bir dengesizlik ettiğini" bulmaya çalışırdı. Kadınlarını da, olabildiğince,
suçlamalarından yalıtmaya çalışırdı. Sonraları anladı ki, O’nun tepkileri tümüyle
"etkiye tepki" imiş, ve KS bütün aşklarındaki sancılı dönemlerde "hızla yaklaşan gel
- git'i" kum taneleri ve çakıl taşlarıyla engellerim sanarak geçirirmiş.
"Yüzkarası ancak gözyaşıyla temizlenir" gibisinden birsürü şey anlatmış
olmasına rağmen "kontrolsüz ve iffetsiz" bir hayat sürmeye inatla devam eden
FGCMxx dahil bütün kadınlarını "birşeyler öğrenme isteklerinin" yoğun oluşunu
gördüğü için de seçti ScepticaL. Bedensel çekiciliklerinin yanısıra bu özellikleri de
KS için çok önemliydi. Öğretici yanının kesinlikliğiyle de gerçekten çok şeyler
öğrendiler. Sonra birgün farketti ki; kadın denilen yaratık öğrenebiliyor ancaaak,
uygulama fakiri!
Fakat bu ayrılık döneminde FGCMxx'i diğer kadınlarından ayıracak bir
özelliğini de keşfetti. Bu keşif neden bu kadar uzun sürdü tam bilemedi Hasan,
çünki, ayrıntıları seziş konusundaki yetileri bazen onu bile şaşırtırdı. Hani şu
örümcek adamın "örümcek hisleri" devreye girip de alarm çaldığı anlarda tehlikeyi
bertaraf etmek veya konumunu değiştirmek için yaptığı "reflekssi hareketin"
kendisinin bile çok sonra farkına varışı gibi çalışırdı önsezileri, ve akıl ile mantık da
yol arkadaşlarıydı. FGCMxx ile ilgili olan ve çok geç tesbit ettiği şeye gelince : O,
ancak ve ancak "işine geldiğinde ve keyfi yerindeyse" DoH'a muhtaç, işine
gelmediği zamanlardaysa kendi bildiğini okuyan bir dişiydi…

İlişkilerinin başlangıç aşamalarında ihtiyatlı – soğukkanlı – ketum - çekingene


varan biçimde mesafeli bir hali sözkonusudur Hasan'ın. Karşı cinse "ilgisini" hiç belli
etmez. Zaman akıp karşılıklı paylaşımlar artıp da arada "sevgi elektriği" cirit
atmaya başlasa bile, en azından, yakasında hep takılı duran "atalet" asla ortadan
kalkmayacaktır. Kalktı sandığın an bir bakmışsın ki en ortalıktadır. Özünde cana
yakın - talihine sonuna kadar güvenen - yaşamaktan keyif alan birisi olsa da, gizler.
Karşı cinsle münasebetlerinin hepsinde romantizm de barındıran serüvenler arar,
ki, bunlarda kesinlikle sınır yoktur. Heyecanı ve damak tadı olmayan ilişkileri
benimsemez.
Gerçekten - gönülden ve aynı zamanda da derinlemesine seven bir aşıktır,
ancak, bir başkasına da kolayca kapılabilir. Çünki macera "o an için" o kadındadır
ve onu da yaşamak ister. Küçük bir mimik - minik bir kadınsı eda onu o romantik
ilişkiye yöneltecek ve orada "arayışta olduğu prens ve prensesi - kral ve kraliçeyi"
diriltmeye çalışacak, ideallerinin çok gerisinde kaldığını hissettiği an ise, "batıcı"
durumlara katlanmak yerine, sahip olduğu hırka – don – bira - sigara dörtlüsünü de
toparlayıp, yoluna başkası ile devam edecektir. Asla ve asla "tek eş" tamlaması
yoktur hayatında bu yüzden. FGCMxx yaşamına dahil olduğunda, FGCM ve FGCMx
başta olmak üzere, o güne dek hayatına giren bütün kadınları da birşekilde beyninin
– kalbinin - teninin biryerlerindeydi mesela, ve, varsa yoksa "idealler ve onların
getireceği muhteşem tatmin" her an "öncelikleri" arasındaydı…

Eli açık, hatta, savuran cinsten bir cömerttir KS, ancak, bir sorun yaşamı
boyunca gölgesi gibi olmuştur ScepticaL'ın. Sevgilisine "yağmur yağdırırcasına"
herşeyi satın alıp hediye etmek ister mesela, ve aslında verdiklerinin de karşılıksız
olduğunu düşünmemek gerekir. Çünki ilişkilerinde güven unsuru ne derece
önemliyse, maddi - manevi verdiklerinin karşılığı da "Mutlak Sadakat" olmalıdır.
Bahsi geçen sorun ise; basit ihtiyaçları karşılamak dışında "para" ile ciddi manada
küs oluşlarıdır :P :D. Takmaz - elinde tutmaz - kıymet vermez - yok diye de
gocunmaz…

Aşklarında iki birincisi olan bir yarış peyderbey gözlemlenebilir: Erotizm ve


Romantizm. Bu ikiliden biri, dönüşümlü olarak hep ilk sırada, diğeri de atbaşı kadar
ardındadır, ve eksikse hasbelkader bir tanesi, diğeri de can bulamaz o ilişkide. Aşk
duyduğu ve açıkça sunduğu kadının biraz olsun fiziksel çekiciliği muhakkak
olmalıdır, ve ilk hoşlandığı andan itibaren çekim alanında olduğunu - heyecanla "o
an'ı" beklediğini dile getirebileceği halde yapmaz, parnterini o hale getirmek için
bilgi birikimi - akıl oyunu - vizyonu da vardır, fakat, hiç talepçi pozisyonuna
düşmez, veya talepçiyken bir bakmışsındır ki sahip olduğu zihin atılganlığının ürünü
bir paradoksla "talep edilen" konumuna yükselivermiştir. Aşk ve onun kankası Seks,
ScepticaL'in yaşamının en önemli olmasa da "çok önemli" argümanlarıdır. Taaa "ilk
aşk" zamanından gelen argümanlar hem de…

İlk öpüş - ilk sevişme - ilk cinsel birliktelik ne harika şeylerdi. Çok güzel
hislerdi. Gelgelelim "ilk aşkının da" tüm diğer kadınlar gibi avanak - kolay
kandırılabilir - samimiyet ve ilgi budalası - korunma ve gözetilme açlığıyla kıvranan,
sıradan bir dişi olduğunu keşfettiğinde, uzunca bir dönemini "daha güzel bir kadın
bulsam ne olacak ki? O’ndan da en çok birkaç yıl sonra bıkmayacak mıyım,
bunalmayacak mıyım sanki? Ve artık eminim ki "Aşk" da tarih gibi "tekerrürden
ibaret bir olaylar silsilesi", ve benim arzuladığım "zeka ve doyuruculuğa sahip bir
kadın" bulup da aşık olmam büyük ihtimalle imkansız!" düşüncesiyle geçirdi. Sonra
birgün, aniden, uzandığı yatakta irkildi, ve beyninin en dipteki kıvrımlarında
"kocaman ve cevabı zor" bir soru dirildi : "Öyle bir kadın ya varsa, ve şu an bu
dünyadaysa???". Fırladı.
Bu fırlayış ta kırklı yaşlarına kadar uzadı ve "O"nu aradı. Ne var ki; sayılarını
unutmuş olsa da, bulduklarıyla yaşadığı her "aşk'ı" hayallerle başlayıp, "şehvet ve
elvedayla" sona erdi. Ancak, "Şeytan'la ortak buğday eken sadece samanını alır"
sözünü yerden yere vurduran FGCMxx "güzel" olmaması yanında, erotizm ve
romantizm rüzgarları da estiremese bile bulunduları ortamda, yeri bir başkaydı
"beyin" olarak DoH'un gözünde. Tabii ki bu noktada "Jakabo'nun da kusurları
yoktur" demek abes olur. Ancak Hasan bunları bazen "sadece ve sadece derin bir
sükut ile" öylesine ustaca saklar, ve önlerine granit soğukluğundaki bakışlarını
duvar ederdi ki, bu kusurların en büyüğünü bile azıcık olsun sezip de yüzüne
vurmaya yeltenen FGCMxx, oturmadan ziyade "adeta bir yığılma edasıyla" kalkıştığı
yere mıhlanır kalırdı, ve ScepticaL hiç de aşık olmadığı bu kadından, çokça
sinirlendirse de, farklı bir şekilde haz alırdı. Öyle ki; onunla gezip tozup içtiklerinde
hallerine bakar bakar "alınlarımıza "kamuya açık yerlerde dolaştırılmaları
tehlikelidir" diye yazsalar, ve bizi zorla bir eve kapatsalar yeridir ha, çünki, aklı
başında hiçbir doktor şu iki çatlağı akıl hastanesine sokup da delilerin ruh sağlığını
riske atmaz :D" diye düşünür, bağırıp çağırmışsa bile daha yeni, tutar FGCMxx'e
gönülden bir sarılırdı. Ne var ki, o çektiği sopa, işlediği suça rağmen ağır gelmiş ve
ayrılmışlardı…

Hemen hemen hergün buluşup bira içen ve muhabbetler eden birileri için
fazla sayılabilecek bir "uzak durma" döneminden sonra, hiç ummadıkları bir anda
karşılamışlardı. Fakat FGCMxx adı kadar emindi ki, Sherlock Holmes
becerikliliğindeki şu adam tezgahlamıştı ansızın gerçekleşen bu denkgelişi. Öyle ya,
yapabilirdi, tanıyordu. Çünki O, bilgisayar denilen ve "dibi bucağı ayrıntı - ince
planlama" olan alete, neredeyse, "tuval üzerine müziğin bile resmini yapabilecek
meziyete sahip bir ressam" kadar hakimken, bunu da yapabilirdi. O an; Hasan'dan
- Jakabo'dan - ScepticaL'den - DevilofHacker'dan - Kelimelerin Sihirbazı'ndan nefret
etmesi gerektiğini düşündü hemen, çünki haklı dayanakları vardı; ama
yapamıyordu.
Karşılaştıkları AVM'nin merkezi yayın sistemindeki müziğin ağırlaşması
aldatıcıydı, çünki, fırtına öncesi sessizlik misali yavaşlamıştı müzik. Sonra dans
başladı. İsimleri "DoH ve FGCMxx'in kalpleri" olan içiçe iki hulohop o yavaş müzikte
müthiş bir hızla dönüyordu. Hız o seviyeye ulaşmıştı ki, sanırsın hiç hareket etmiyor
ikisi de. Kalpten hulohoplar birer yıldız gibi aydınlatırken ortamı, AVM'de çalan
parça sona erdi ve FGCMxx aklından şunu geçirdi : "Bu serseri onunla neden
evlenmemişti ki???"…

Bir ikiz kardeşi olmasına rağmen mutsuz - yapayalnız geçen çocukluğunun -


gençkızlığının öcünü kimden ve nasıl alacağını hiç bilemiyor, herhangi bir ortamda
ve herhangi biriyle tartışıp arıza çıkarabiliyordu FGCMxx. Yaşı ortahalli olana dek
sadece iki erkeği "gönülden ve çok ama çok" sevmişti.
Birincisi; içine düştüğü bunalımlar sonucu, köhne bir otel odasındaki kalorifer
borusuna kendini asarak intihar eden babası, ki, onun ölüm şeklini üstünden 20
küsur yıl geçmesine rağmen internetin gizli dehlizlerinden Hasan çıkarıvermişti de
öyle öğrenebilmişti;
İkincisi de DoH'tu. İkisi de onu farklı versiyonlarla da olsa terketmişti.
Babası daha küçüklüğünde ve minicik bir kız çocuğuyken, KS ise tam da bir
erkeğe "olgun bir kadının tutunuşlarıyla" sıkı sıkıya bağlandığı bir dönemde. İki
terkediş arasında tuhaf bir ilinti, tuhaf bir de ayrım vardı : Jkb ile olan birlikteliği
çocukken beyin – ruh - kalbini kanatan yarayı iyileştirmiş, fakat gidişiyle birlikte
yara yeniden açılmış, hatta çektiği acılar 2-3 kat artmıştı. "DoH bunun farkında bile
değildi belki" diye düşünmeye yanaşmadı çünki onun "farkındalığı" azami
seviyededir, bilirdi. Hasan'ın canlılığı – enerjisi - duygu yükü – dürüstlüğü -
ketumluğu ve hepsinden önemlisi de cesur oluşu, babasından sonra sıkıntılar
içerisinde debelendiği günlerini bile ona unutturuveriyordu, ama işte FGCMxx'i
birgün ScepticaL de kendi kendine bırakmış, "bir kadın" olarak defterden silerek
sevişmemişti bile çok uzun süre. Kopmuştu.
Halbuki; bir ortaokul arkadaşını facebook denen çöplükte yıllar sonra bulsa,
artık doktor olan arkadaşını Ataşehir'deki evine çağırsa, adam anestezi uzmanı
oluşundan ve "Sen mutfağa gitme, içkileri ben hazırlayacağım" diyerek FGCMxx için
hazırladığı Absolute Votka'nın içine bayıltıcı bir ilaç koyduğunu ve kendisine tecavüz
ettiğini iddia etse bile; Hasan'ın Bora isimli o "kamu zararlısı böceği" arayıp aklını
almasından sonra konu yargıya bile yansımış olsa da, onunla yaşadığı cinsel
birlikteliğin "isteyerek olma ihtimali" her daim varolsa da, n'olurdu ki yani? Bir
kadın bu ve esrar içme gibi sebeplerle dışlanabilir miydi? Babası cennete gitmiş ve
geri gelmemişti ama, Scpt anılarıyla hep belleğinde kalmış, hatta şu AVM'de de
karşısına çıkıvermişti.
Ayrılık sürecinde sadece iki kez görmüştü onu. İkincisindeyse kesin olarak
"bir daha görüşmemeleri" konusunda kararlar almış, ve DoH'a da söylemişti
bunları. O ise küçücük bir tebessüm etmişti. KS'nin lakırdı ve davranışlarının
akabinde, mantığı - genel geçer kuralları - örfleri ve adetleri bir kenara
ittiriverecek, hatta halı altına süpürtecek güçte bir atmosfer oluşuyor ortamda
FGCMxx de direnemiyor, çekim gücüne kapılıyordu. Yanlıştı, görüşmemeliydiler!
Aslında, O'nu kaybetmekten veya kaybetme tehlikesinin adını bile diline
dolamaktan korktuğunu kendine hiç itiraf edemiyordu, fakat, evet evet, DoH'u bir
daha hiç görmemeliydi. Kararı buydu ve kesindi! Fakat bu kararı, Hasan'ı hesaba
katmadan, kendi başına almıştı, tutar mıydı?...

KS'nin ona gönderdiği felsefe – parapsikoloji - insan psikolojisi ağırlıklı mailler


için "yalan dolan" demişti de geçmişte, "Yalan dediğin o gerçekleri bal gibi de
seviyorsun sen. Gerçek yalanlara çok sık başvursan da, aslında onlara karşısın. Nasıl
da kendini yadsıyorsun. İnan ki bütün ömrün boyunca Spiritüelizm - Reenkarnasyon
ve benzeri şeylerle ilgilenmiş olmana şaşıyorum" gibisinden bir yanıtla karşısına
dikiliverdiğinde, birkez daha aşık olmuştu ona. Ama yiğitliğe bok sürmemek için,
inat olsun da DoH delirsin diye, "- Ben de senin programcılıkta niçin başarılı
olamadığını iyi biliyorum. Neden hep bu saçma sapan konulardan bahsedip de, bir
erkek ve bir kadının hem seks yapıp hem de normal arkadaş olamayacağı tezini
sürekli ortaya atarak benimle sevişmiyor, azmış olduğun anlarda bile el sürmüyor,
beni becermiyorsun? :(" demişti.
Cezalandırıcıların şeytani keyfiyle sırıtmıştı Jakabo. O'nun kirli dişlerini
göstererek sırıtışı daha bir sihir dolu şevkle konuşmaya itmişti FGCMxx'i : "- Şu senin
zırt pırt bahsettiğin "Sevmek" kelimesi, garip olduğu kadar da çirkin duruyor
ağzında biliyor musun? Çok matah birşeymiş gibi geliyor ilk anda insanın kulağına,
ama senin gibi yazarlar bu kelimeyi kullanınca utanç duyuyorum. Çırılçıplak
soyunup kolayca sarfediyorsunuz o sözcüğü bol keseden. Hele hele şairler! Onlar
daha acımasız, daha arlanmaz! Ve sen hem yazar hem de dilediğin an şairsin
kahrolası herif! Şu farklı "Sevmek" anlayışını da al ve git!!! :((("…

Gitti DoH Ve bira içip bikaç tane, uyudu.


FGCMxx'in ertesi gün zır zır aramasıyla da uyanıp, bu sefer cep telefonunu
kökten kapatıp yine uyudu. Umuyordu arayacağını, hep böyle yapardı. Önce bir
haltlar karıştırır, sonra fırça ya da sopasını yer, uzunca birsüre "dayak yemiş köpek
enciği gibi" küskün bakar, ufaktan ufaktan "takındığı bütün şirinliğiyle" de
sokulurdu Hasan'a…

Körü körüne ve inandığı bütün değerleri silme pahasına, içindeki bütün olmaz
- olamazları bastırarak elde etmeye çalışmıştı FGCMxx'i Jakabo, ve işte tamamdı,
herşey arzuladığı gibi olmuştu. Onun teslim oluşu öyle ani olmuştu ki, neredeyse
kendisinin hiç rolü yokmuşcasına kolay bir zaferdi. FGCMxx tam anlamıyla
verivermişti ScepticaL'e kendini. Zerre miktarda çekingenlik – tereddüt – utanma -
acaba duygusu göstermeden hem de. KS bir yol hazırlamış, FGCMxx de "hay hay"
diyerek o yolu bir solukta arşınlamıştı. Bu ise Hasan'ın övünmesi veya sevinmesi
gereken durumlardan değildi, aksine üzüldü. Çünki, bir kadının, erkeğini üç şekilde
doyurabileceğini düşünürdü her zaman DoH : Kültürel – Duygusal - Cinsel.
Hepsi ayrı şeylerdi ve tek bir kadında aynı anda bulunabilirler miydi? Biri
veya birkaçı eksik olduğundan mıydı FGCMxx'in çabucak teslim oluşu? Veya DoH'a bu
üçlüyü aynı anda sunabilir miydi? Bırak FGCMxx'i, yeryüzüne bu üç meziyete de
sahip bir kadın gelmiş olabilir miydi? Yanıt "Hayır" ise Jakabo'nun FGCMxx ile yeyip
içme - gezme konusundakı ısrarının altında yatan "Semavi esrar" neydi??!...

Çok sinirli bir halde gelmişti Hasan Erdinç isimli arkadaşının internet kafesine
:
"- Senin bu dayın var ya, çileden çıkardı beni birader! Hadi işsiziz dedik, hem
onun hem bizim işimiz görülsün ve arada da sen olduğundan çalışırız özveriyle dedik
ama şu halimize bak!".
Balya ilçesinden gelirken yorgan – yastık - battaniye gibi şeylerini alelacele
tıkıştırdığı çuvalı kafenin bir köşesine atıvermişti kan ter içindeki ScepticaL. Ve
hararetli birşekilde dayı ile yaptıkları kavgayı anlatıyor; bilgisayar programcısının
kendisi olmasına ve yeni kurulan taşıyıcılar kooperatifi için altyapısı - üstyapısıyla
profesyonel bir yazılım hazırlıyor oluşuna rağmen Erdinç'in dayısının ahkamlar
keserek ona "- Hani yahu, 1 haftadır hiçbir iş yapmamışsın sen?!" tarzından
konuşması; o soğuk ofiste ve o küçücük ilçede yarı aç yarı tok da olsa çalışıyor
olmasına rağmen, asıl mesleği kamyon şoförlüğü olan o kertenkele suratlı herifin
KS'nin oraya hatır belasına geldiğini unutup da "Abdal ata binince bey, şalgam aşa
girince yağ oldum sanır" sözünü tasdiklercesine patronluk raconları kesmesine
çokça kızmıştı. Bir yandan yaşananları Erdinç'e hiddetlenerek anlatırken, bir yandan
da FGCMxx'e "- Gel beni çarşı merkezinden al da gidip biryerlerde bira içelim.
Moralim çok bozuk!" şeklinde SMS atmış, onun gelmesini bekliyordu arabasıyla.
Böylece çuvalı da taşımak zorunda kalmayacaktı sırtında…

Bir torba dolusu birayla gitmişlerdi her zaman takılıp içtikleri ve sohbet
ettikleri eski dokuma fabrikasının arkasındaki koruluk araziye. Yine sohbet ettiler,
yine içtiler ama konu daha çok Hasan'ın uğradığı haksızlık ve Erdinç'in dayısına olan
kızgınlığıydı.
Cahil bir adamdı dayı, ve annesi olmasa çoluk çocuğu da aç kalırdı. Bir
dönemini aylak aylak kahve köşelerinde plan - hayal ikilisiyle geçirir, sonra da
aklına en yatanını uygulamak için borç harç demeden piyasaya atılırdı. Zaten,
istisnaları saymazsak; cahillik önce vurdumduymaz sonra da tembel eder, ve birsüre
geçince amaç "aynı kaygısızlıkla para ve güç sahibi olmak maksadıyla harekete
geçerek bitakım işler yapmaya" dönüştüğünde, işte o andan itibaren cahil insan
"tehlikeli" sınıfına terfi etmiş demektir. Ya elimine edeceksin ya da sevdiğin
herşeyi onun mıntıkasından uzaklaştırıp, hiç olmazsa onlara büyük iyilikler yapmış
olacaksın.
İşte; yarım trilyonluk borca girip "sözde" bir kamyoncular kooperatifi kurup,
Türkiye'nin bilindik bir maden şirketine bile rest çekerek onun nakliyesini
"külhanbeyi edalarıyla" yüklenmek isteyen şu "cahil ama cüretkar Mehmet Dayı"
ScepticaL'in bütün moralini yerlebir etmiş, onu teskin etmek veya sinirli hallerini
yumuşatmak görevi de FGCMxx'e düşmüştü. Birkaç saat kadar içtiler orada, sonra
sıkıldılar ve Jakabo'nn mahallesini en yukarıdan gören bir tepeye çıkarak, kalan
biraları da oradaki şehir ışıklı manzara eşliğinde yudumlamak için arabanın
direksiyonunu mahalle içine kırdılar. Pazar yerinden geçerken de KS'nin çocukluk
arkadaşı olan ve mahallenin en işlek kahvesini çalıştıran Serkan'a rastladılar.
Annesini ve babasını küçük yaşta kaybedip, kardeşiyle yarı aç yarı tok bir
yaşam sürmüş, haddinden fazla ezilmişken hayatta, yine de "Düğüne gider zurna
beğenmez, hamama gider kurna beğenmez" ayarında biriydi Serkan. Normal
şartlarda, benlik ve kişilik gelişiminde rol oynayan etmenlere bağlı olarak kendini
akılsız – şanssız - olumsuz görenlerle; kendini akıllı – yetenekli – sevimli - yakışıklı
gibi tümüyle olumlu görenler arasında bir yerdeydi Serkan'ın ruh hali çocukluğundan
beri. Öyle ki; birgün içki masasını salya sümük halde hüzne boğarak "öksüz ve
yetim büyümüşlüğün" onu ve kardeşini perişan ettiğinden yakınıp ağlanırken;
ertesi gün ise yanındakilere karşı kendini beğenme – kıskançlık – haset – cimrilik -
kin dolu oluşları alenen sezilebilecek cümleler eşliğinde, küçümseyici tutumlar
sergilerdi.
Uzun yıllar aşçı yamaklığı yaparak kazandığı paralarla mahallenin en merkezi
yerindeki kıraathanesini devralmış, bir köşesine kurduğu akvaryum ve muhabbet
kuşu kafesleriyle de kazançlarına kazanç katmış, hem kendine hem de kardeşine
"konforu küçümsenemez" bir yaşamı sunabilmişti onca yıl çektikleri sefaletten
sonra. Konfor dedikse, bir devlet memuru kadar olanından bahsediyoruz bu
noktada. Gelgelim Serkan bu sahip olduklarından dolayı sürekli mağrurlanıyor; yeni
yükselenlerin "eskiden beridir yüksekte ve zengin olanlarından daha tehlikeli"
olduğunu her konuşmasında açık açık beyan ediyordu sanki çevresindekilere. Buna
rağmen insanlara kalıcı zararlar verdiği görülmemişti…

Serkan'ın davetini kabul edip kahveye girdiklerinde, onun zaten içmekte


olduğunu ve müşterileri gönderdikten sonra bira eşliğinde tek başına kafa
dinlediğini gördüler. Birer tane de FGCMxx ile DoH'a ikram etmişti, ve ellerinde
biraları olduğu halde önce akvaryumdaki balıklarla sonra da birbirinden renkli
muhabbet kuşlarıyla oynaştılar. Fakat Serkan'da anlaşılması güç bir hiperaktivite
vardı, ve sadece ScepticaL farkedebiliyordu onun ruh halindeki saldırganlığa varan
tedirginliği.
Çünki; pişti oynamak için telefonla çağırdıkları Fatih ve Sami isimli
arkadaşları dahil masadaki herkes, Serkan'ın oyun esnasındaki agresif hareketlerini
her zamanki tempolarına benzetmiş, ve yenen takımın yenilen takımı kızdırdığı
normal bir oyun zannetmişlerdi. Yanlarında FGCMxx gibi sosyetik bir bayan olmasa
da birbirlerine sınırları zorlatırcasına takılırlar, piştiden anlamadıklarını öne sürüp
alay ederlerdi hep. Fakat, bütün moral bozukluğuna rağmen farketmişti ki Jakabo,
Serkan'ın hareketleri o gece "bir başka" tuhaftı.
Serkan'a "- Birader geç oldu, bu saatte açık büfe zor buluruz, biz gidelim"
gerekçesini sunan KS'ye, "- Bizde çevre var oğlum. Senin gibi asosyal değiliz.
İstediğim birayı alacak birsürü adamı yatağından kaldırırım ben her vakit" diyerek
ilk arızayı yapmıştı Serkan.
Çünki; kendisine "aptalın tekiyim ben" veya "bu yaptığım öküzlüktü"
dediğinde birisi, sen de kalkıp aynı şeyi söylersen, kavga çıkartırsın. Doğru olan, "-
Yok canım, kendine haksızlık etme" tarzı cümleler sarfetmektir. Aynı şey birinin
diğerini kandırması veya üçkağıt yapması için de geçerlidir. Bazı şeyler sadece
yapılır veya onaylanır belki, ama asla dile getirilmemelidir.
Hasan'ın asosyal oluşu ve PC başından ayrılmayışı zaten ortadayken,
altlarında son model araba da varken ve onunla gidip bira alabilecekken,
Jakabo'nun bu eksik yönünün üzerine basarak caka satmanın ne anlamı vardı ki
şimdi?
Pas geçti DoH bu hareketi mecburen, çünki, gerçekten de telefonuna sarılan
Serkan'ı kırmayan bir büfeci gelmiş ve koca bir torba bira temin edilmişti. Az önce
sözü edilen tepeye sadece FGCMxx'le değil de, 4 kişi olarak gidildi.
İçilen her yudum birayla, Serkan daha bir cüretkar, daha bir "ne dediğini
bilmez" hale geliyordu. Üstelik de gereksiz yere ve abartılı biçimde öfkeliydi.
Aslında DoH da çoğunlukla kendini tam manasıyla ifade etmeyen biriydi can
sıkkınlığında, ama, bazı komplekslere sahip SÖ'lere özgü bütün ezikliği hissetse de,
tam iki katı da öfkeyi barındırırdı.
Bir yere ait olamama duygusu ve içine girmek istemediği toplumdan
intikamını almanın, ya da, onları yönetmenin; ve yönetirken de buğuz etmenin
yolunu bir başka formülle halletmeliydi, ve bu yol da sanal ortam olabilirdi. Fakat
Serkan, konuştukları konu ne olursa olsun öne fırlıyor, yüzünü fırtına bulutları
karartmışcasına "yıkıcı ve aşağılayıcı" kelamlar ediyordu.
Mesela, aklına, yıllar önce mekanına oturup da içtiği çayların parasını
vermeyen ve birsürü racon kesen mafya elemanları geldiğinde, FGCMxx - Jakabo ve
Büfeci Faruk'a, "- Göreceksiniz, onları da asıp keseceğim, analarını s..eceğim!"
dediğinde; sırf biraz daha gönlü olsun diye dediklerini onaylar bir edayla "- Yaparsın
sen canım kardeşim, onlar kim ki? Vs." diyen Hasan'a, "- Ulan sen çocuk mu
avutuyorsun, yaparsın maparsın diyerek haa?!" gibi aptalca tepkiler gösterdiğinde,
işlerin sarpa saracağını çoktan sezmişti ScepticaL, ama, Serkan'a söz geçirmekte
zorlanıyordu. Oysa sanaldaki kurbanlarıyla arası böyle değildi…

Güzel bir sonuca götürmüş olsa da; neden ilk anlarda yaptığı kötülüklerin
bedelini ödetmek - perişan etmek - süründürmek sevdasına kapılmadı hiç kurbanları
mesela? Çünki Jakabo onların karşısına binlerce iyi arasından herbirinin işine farklı
farklı yarayacak olan "İyi" ile çıktı. Onları kaderin karşı konulmazlığı derecesinde
özgür bıraktı, ancak, önlerinden de "şartlar ne olursa olsun sevdiği erkeğe bağlılığını
sürdürtecek olan "kadın kalbine" hitap edermişcesine etkileyici ve sihirli"
doyuruculukları hiç eksik etmedi, ipleri daima ellerindeydi. Gelgelim bütün bunlar
o gece Serkan'a sökmedi, etki etmedi. Aksine, Hasan'ın telkinlerine, yüzünü zehir
misali yakan bir osmanlı tokadıyla yanıt verdi…

Serkan'ın, çıkan küçük sürtüşmelerden dolayı DevilofHacker'a attığı tokattan


sonra "Allah'ım, ne işim var benim burada, gecenin şu vaktinde?" sorusu, geceli
gündüzlü yaşadıkları 1,5 yılın ardından ilk kez geldi FGCMxx'in aklına. Çünki, Taksim
meydanında içerlerken, bir İran'lı herife uyup da ortadan kaybolmuş, onca
kalabalığın içinde KS onları bulduğunda ona bağırıp çağırıp bir de tokat vurmuş,
taksiye atlayıp eve geldiklerinde de "- Sen bana vuramazsın, vurdun, ben de sana
vuracağım" diye tutturmuş ve Jakabo'ya tek bir tokat atmakla da kendini önce
hastanede sonra de ettiği şikayet neticesinde İçerenköy Polis Merkezinde bulmuştu
ilk kavgalarında. Yani tokat ScepticaL için büyük hakaretti ve affetmezdi. Şimdi
Serkan'a kimbilir neler ederdi. Fakat, bir heykel gibi donup kalan FGCMxx'in
korktuğu olmadı…

Sesinde çok gizli bir öfkenin varlığı az da olsa hissedilen Hasan, daha
yüksekten parlamak yerine, sağduyusundan imdat istedi, ve karşısındaki 25 yıllık
arkadaşına olan kızgınlığını soğukkanlılıkla gidermek adına "- Çok sarhoşsun Serkan,
keşke vurmasaydın! Şimdi gidiyorum, ama, yarın sabah tavla oynamaya geldiğimde
bil ki şu yaptıklarının utancıyla yüzüme bakamayacaksın!"
Sonra da ön koltuktaki biraları yere bırakmasını söylediği FGCMxx'e
haykırırcasına seslendi : "-Gidiyoruz buradan, bin arabaya!".
DoH'un emir edası taşıya sesin öylesine etkiliydi ki, şöyle bir titreyen
FGCMxx, kesinlikle kendinin olamayacak bir ses tonuyla "- Tamam" diyebildi ve bir
panikle arabaya bindi. Sürekli kullanmadığı için kontak anahtarı - vites kutusu, kolu
- aynası vs. neyi varsa yabancı olduğu arabayı çalıştırmak için mücadele ederken
DoH, acısının çoktan geçtiği fakat aşağılanma hissinin yüreğine çöreklendiği tokadı
düşünüyordu bir yandan. O alçaltıcı tokatın gölgesinde de kendine bir "aferin
madalyası" takmalıydı, çünki öfkesi tavandayken bile sabredebilmiş, Serkan'a birşey
yapmamıştı. Hay Allah, şu kontak deliği nerdeydi yahu, bir an önce arabayı
çalıştırıp, herşey bu noktadayken buradan ayrılmalıydı…

Jakabo arabayı çalıştırıp biran önce oradan gidebilmenin paniğindeyken, sağ


arka kapı açıldı bir hışımla ve Serkan içeriye daldı. Ağzında da "bin kez söyle
eşeğe, bir dirhem inmez aşağıya" sözünü doğrultacak cinsten hakaret ve küfürler
vardı.
"- Lan anasını s..tiimin çocuğu sen gitmek için benden izin aldın mı lan? İn lan
aşağı, seni bidaa tokatlıcam! Zaten var ya, sen bundan sonra benim şamar oğlanım
oldun lan artık! Seni hergün tokatlıcammm!!!"…

Kontak anahtarıyla uğraşmayı bıraktı DoH. Zaten artık FGCMxx’in


yanındayken sürekli kimlik ve kişilik karmaşası yaşayıp duran beşli'den de eser
kalmamış, meydanı da sahneyi de DoH doldurmuştu.
Şu andan itibaren de, diğer kişiliklere; bilgisayar kullanıcısının isteği dışında
web tarayıcı pencereleri açarak çeşitli sitelerin reklamını yapan, veya zararlı
sitelere yönlendiren reklam yazılım programları (ADWARE) gibiymişlercesine
davranmaya kararlıydı.
DevilofHacker'a göre; Jakabo – ScepticaL - Kelimelerin Sihirbazı - Hasan
dörtlüsü bir araya gelse ve günlerce istişare etse, Serkan'a "- Hoop kardeş!!! Bu
dünyada sadece anneliğin son kullanma tarihi yoktur! Arkadaşlığımızın son kullanma
tarihi az önceki söylemlerinle ve kafama ikinci kez attğın tokatla sona erdi!!!"
diyemezlerdi. Bunu Serkan'a söyleyemediğimizde, bizi hayvanların üstündeki bir
seviyeye çıkaracak olan tek şeyimiz, yani "vicdanımız" nasıl rahat etsindi?
Öyle ya; vicdan çalışmazsa ve korkarsa, insan kendine olan saygısını yitirirdi.
Oysa; Jakabo gülmek, eğlenmek - ScepticaL kara kara düşünmek -
KelimelerinSihirbazı yazdıklarından dolayı övülmek, ve Hasan da taşıdığı bu beş
yolcuyu "gemiyi batırmadan yüzdürmek suretiyle" yaşatmak derdindeydi ve
DevilofHacker artık yönetimi ele geçirmeliydi…

Eli cebine gitti ve Osmanlı Kültüründen gelen "çakı taşıma" adeti ilk kez bir
"can alma" işi için kullanılmaya şu an namzetti. Mantar toplarken veya meyve
soyarken kullandığı çakısıyla gözgöze geldiklerindeyse; DoH'un gözleri "ışık saçan
bir canavar gözü gibi" çakının keskin yüzüne doğru açılıp kapanmış, Serkan'ın
öldürülmesi konusundaki anlaşma saniyenin binde biri kadar bir zaman diliminde
sessiz sedasız yapılmıştı. Bir ozanın kalbi gibi ışık ve duyarlılıkla atan kalbi, şimdi
bir suçlununki gibi arsız bir panikle atıyordu DoH'un, ve sol eliyle gömleğinin
yakalarından sıkı sıkıya tuttuğu Serkan'a sokuverdi çakının soluk çeliğini…

Bağırsaklarına yediği ilk darbeyle faltaşı gibi açılmış olan gözlerinde öyle bir
dehşet ifadesi vardı ki Serkan'ın, gören, ölümden beter bir korku geçirdiğini sanırdı.
Açılan yarıktan kan boşalmaya başladığında, göz göze ve burun buruna bir halde
konuştu DoH :
"- Horozca aklın yok muydu vaktinde öteydin, küfür etmekle de en büyük
hatayı ettin!

"-Affet" dedi Serkan yalvaran bir sesle;


"-Affet Hasan abi, evet hata ettim, nolur affet beni."

Yarımağızla bir kelime döküldü dudaklarından DoH'un :


"- Geçti! "

Sonra çakısını Serkan'ın et ve deri bulunan heryerine vurdu bedeninin. Hedef


gözetmeden, vurdu, vurdu, vurdu...

Dayanamadı, 25 yıllık arkadaşını, arabanın arka koltuğunda liğme liğme


keserken; onun da yumruk attığını sanarak sol arka kapıdan dışarı çekmeye çalışan
Büfeci Faruk'un bacaklarına da "- Lan ben burda meşgulken, iğnesiz arı gibi ne
çekiştiriyon lan sen beni arkamdan!" diyerek, iki bıçak darbesi de onun bacaklarına
vurdu.
Hırsı ve öfkesi dinecek gibi değildi, ve zaten yediği çakılardan dolayı şaşıran -
aklı giden - koşmaya başlayan Faruk'un peşine takıldı, ama, 100 kiloluk bedenle 50
kiloluk adamı yakalamak çok zordu. Bir futbol sahası kadar mesafeyi afrikalı
atletler hızında kaçan Faruk'un peşini bırakarak, son nefesini vermek üzere olan
Serkan'a, arabanın arka koltuğuna geri döndü...

Belki de, yediği 25 çakı darbesinden sonra Serkan çoktan ölmüştü.


Onu arka kapıdan yere indirdi ve cansız bedenine doğru eğilerek,
"- İyi halt ettin!!! " dedi…

DevilofHacker'in sokaktaki "Ben"i de, sanaldaki "Ben" i kadar kıyıcı


olabileceğini gösterirken, FGCMxx ise arabanın kapısının eşiğinde ve hayretten
donakalmış birşekilde aşık olduğu adama "ne yaptın?" gibisinden bakmaya
çalışıyordu.
Sesinin alaylı ve sivri tonu kendisinin de hoşuna pek gitmeyerek, neredeyse
bir tesbih böceği gibi dertop olmuş ve titreyen FGCMxx'e söylendi DoH :
"- Ölüm hastalığı iyileşmez kadın! Ve Serkan az önce o hastalığa yakalandı.
Bin arabaya da gidelim!!! ".
DevilofHacker onun konuşacağını ve dilinin dolaşacağını sanırken, ortalığı kan
gölüne çeviren bir vahşete tanık olan FGCMxx onu bile yapamadı ve sadece başını
aşağı yukarı sallayabildi "olur" anlamında…

Yaklaşık 1 saat süren ve güzergah gözetilmeyen araba yolculuğundan sonra


teslim olma vakti gelmişti. Aracı sağa çeken DevilofHacker, FGCMxx'in elini
koparırcasına tuttu ve avuçlarının arasında ezici bir kuvvetle sıktı. FGCMxx'in eli,
pamuğa benzeyen beyaz ellerin demirimsi kıskacında ezilirken DevilofHacker
konuştu :
"- Uzunca bir süre görüşemeyeceğiz. Senden tek isteğim, ailenin vermiş
olduğu burslardan Memo'nun eğitimi için de bişeyler ayarlaman. Ve mahkemede
anlatacaklarının tümünün "dosdoğru ne ise" onun olması. Tamam mı?".
Başını da sallayarak tamam dese de FGCMxx, DoH'a tek bir mektup bile
yazmayarak, ve Memo için kılını bile kıpırdatmayarak onca yıl, kendisine yakışanı
yaptı…

DevilofHacker, "Cehenneme ateşi herkes kendi götürür" diyerek ayaklandı ve


jandarma karakoluna doğru yol aldı...

***

{54}

"SENİN HER YASANA UYACAĞIM,


KÖLEN OLACAĞIM,
ELLERİNİ AYAKLARINI ÖPECEĞİM,
AMA KORU BENİ," DEMİŞSEN DE;

KANUN KOYUCU "KORUMA" KISMINI


KENDİSİNİN GERÇEKLEŞTİREMEDİĞİNİ NAZARA HİÇ ALMADAN,
TUTUP SENİ, HOŞGÖRÜ – DEHŞET – YIKIM – TİKSİNTİ
DOLU BİR DÜNYAYA KAPATIVERİR.

BU ÖYLE BİR DÜNYADIR Kİ;


ORADA AZICIK HUZUR VE BİRİKİ DÜŞ DAHİ
SANA ÇOK GÖRÜLÜR,
SİNİR VE ÖFKE
AKILDAN HEP BİR ADIM ÖNCEDEN HAREKETLENİR.

ŞU HAYATTA, GAYET DENGELİ BİR GEMİNİN


BELLİ BELİRSİZ SALLANTISI AYARINDA
MEST OLMAYI UMAN SEN,
O DÜNYAYLA BAŞBAŞA BIRAKILINCA,
HANGİ BİÇİMDEKİ OLAYIN
HANGİ ANDA PATLAK VERECEĞİNİ BİLEMEYİŞİNE BAĞLI OLARAK
HİÇBİR TEDBİRE BAŞVURMADAN,
TAMAMEN RASTLANTISAL VE AMAÇSIZ BİR ŞEKİLDE
CANLI KALMAYA ÇALIŞIRSIN.

SADECE "CANLI" KALMAYA...

***
CEZAEVİ : O ya da bu sebeple cinayet işlenir, akabinde yüce mahkeme kurulur.
Devlet – taraflar – ebeveyn - akrabalar da hep oradadır. Sanık, sandalyesine ilişir,
ve sözde, "kılı kırk yararak" yargılanır. Orada, o sandalyede sanık tek başına
oturur, ama, hüküm giymesi ve hapsedilmesi gereken sadece o değildir. Bu gerçek
her zaman es geçilir, görmezden gelinir…

Serkan saatlerce uğraşmama - vazgeçmesi için ikna etmeye çalışmama -


kendisine çok kızdığımı ve ciddi zararlar vermemi istemiyorsa tavırlarını düzeltmesi
ve küfür etmemesi gerektiğini defalarca söylememe - bana vurmasının ise en yanlış
hareketlerden birisi olduğunu üstüne basa basa belirtmeme rağmen beni küçümsedi
– dinlemedi - ciddiye almadı ve öldü…

"Ciddiye almamak!". İnsanoğlunun huyudur bu…

Bütün semavi ya da felsefi dinlerde bahsi geçen "Mehdi – Mesih - Budha"nın


kıyamet öncesi dünyaya döneceğine ve mucizeler göstereceğine - insanları
uyaracağına falan yürekten inanır herkes, ama, biri çıkıp da "- O beklenilen Mesih
ben'im!" şeklinde feryad ettiğinde uluorta, insanlar tutup onu akıl hastanesine
kapatır. İnanmaz, dinlemez, ciddiye almaz.
Bunu çok iyi bilen DoH, bir hedef belirlemeden önce çok hassas hesaplar
yapar, kararını verdiği an ise başka hiçbirşeyi görmez, ve yine kendi yöntemleriyle,
olanca gücüyle hedefine koşardı. Onu başarıya asıl ulaştıran ise, bazen yıllar süren
"hazırlık evresindeki" suskunluk ve sabrıydı. O, "sabır" ile kankaydı. Lakin, "Sağırın
kulağı duymaz, ahmağın her yanı" sözü yakasına yapışık olan Serkan o sabrı bile
taşırmıştı. DevilofHacker ile ters düşmek koca bir yanlıştı…

Gerçi; iletişim kurduğu her SÖ'yle değişik konularda muhakkak ters düşer,
mevzu ne olursa olsun kendi iddiasını ortaya atar, savunduğu şey ilk anda absürt
gelse de duyana; istatistik – analitik – matematik - felsefe bezeli önermelerinin
sonuçlarını kendi hanesine hemencecik +1 olarak kaydederdi. Ve gözle görülür bir
gururla "- Göreceksin ki benim dediğim doğru çıkacak ve er geç sen de bana hak
vereceksin" deyip beklerdi. Karşısındaki de ona vakti gelince mutlaka hak verir,
DoH'un yanıldığını hiç kimse göremezdi.
Öyle ki; bütün o "gem vurulmaz ve önünde durulmaz haliyle" yeryüzünü an
be an şekillendiren doğa olayları üstüne bile iddialarda bulunsa, ve küçük bir kaza
sonucu durum az biraz farklı gelişse; DoH'a katıksız bir teslimiyetle hürmet
göstermeye çalışan tabiattan bile hesap sorabilirdi. “Gafile kelam, nafile kelam”
paralelliğinde terbiyesizleşen Serkan'a da yaptıklarından dolayı bedel ödetilmeliydi.
Hesap soruldu, ödetildi…

Ödetildi de; DoH, Yusuf Peygamberin "Düşmanların sevindirildiği, dostların


denendiği yerdir" dediği cezaevinde, içinde bulunduğu suçluluk psikolojisiyle;
"Küçücük bir çocukken düşerdim yerlere ve çığlıklar atardım habire.
Yarabandı yapıştırırdı annem dizimin gösterdiğim yerine. Üstelik zerre kadar bir
çizik, damla miktar kan olmasa bile! Birini öldürdüm anne, mahpuslardayım,
ellerimle birlikte ruhum da kan içinde! Ah anne, yetişsene, neredesin sen,
ilkyardımın nerede?!?!" düşüncelerinin boğuculuğunda geçirdi ilk birkaç ayını.
Evet, acemilik ve şaşkınlık kısa sürdü çünki "Ruh" sıradışı ve olağanüstü bir
varlık. Beden gibi her an o da yaralanabilir ve sonra da iyileşir. İnsan vücudunda bir
organ kaybı sözkonusu olduğunda yerine yenisi gelmez ama, ruh bir organını
kaybettiğinde “beyin ile kalp elele verip” ruhtaki bu eksikliği "Zaman" denilen
büyücünün de pozitif desteğiyle giderebilir. Ruh bir uzvunu kaybettiğinde,
kertenkele misali, yenisini er ya da geç üretir. Lakin, çok iyi bir eğitim ve terbiye
görmüş olması gerekir.
DoH'un ruhsal eğitimi tam olsa da, birkaç ayını bazı sorularla geçirdi. Mesela;
"Sahiden de ölmesi gerekir miydi Serkan'ın? Tarafımdan öldürülecek derecede
hakaretler yağdırmış olsa da - küfürler etmiş olsa da - abartıp bana vurmuş olsa da,
25-30 bıçak darbesiyle veda etmesi gerekir miydi dünyaya? Diyelim ki sadece
dövdüm ve burnunu ya da kolunu kırıp bıraktım. Aklını başına toplar ve hayatını
kimseyi "tahrik ve taciz" etmeden sürdürür müydü? Yoksa kin güder ve o beni
öldürür müydü?". Sonra farketti ki, tüm bu soruları beynine "Vicdan azabı" denilen
şarlatan fısıldıyor ve DoH ondan hoşlanmaz. Herhangi bir somut faydası olmayacağı
gibi, insanın aklını da olabildiğince karıştırır. Gerçek olan; bu dünyada herşey
olacağına varır, hakeden de hakettiğini alır…

Yine de ara ara yoklardı DoH'un vicdanı ve mantıklı sebepleri de vardı.


Hapishane duvarlarını izler haldeyken, onlardan birini anımsadı : "Yaşadığım
maceraları ve iç dünyama yansımalarını birilerine anlatsam, anlayamamalarının
yanısıra "kesin oynatmış bu" da derlerdi.
Birileri veya diğerleri !
Ulan var ya, şu ana kadar hep başkalarının intibalarına göre mi yaşadım
acaba ben? Hiç umursamadığımı söylerken, ve kendim de öyle olmadığına yürekten
inanmışken, yoksa kendi arzu ve emellerime göre değil de, çevremdeki
"Diğerleri'nin" hakkımda sahip olduğu veya olabileceği düşüncelere göre mi
tasarlayıp eyleme dökmüştüm hareketlerimi, düşüncelerimi? Peki, öyle olsa, bunca
absürt – kötü - gaddarane şeyi uluorta yapar mıydım?
Kötü şeyler? Evet ya. İçimi dışıma çevirsem, o kömürlüğün karalarını kimlere
çekinmeden gösterebilirim ki? Deldiğim yasaklar - girdiğim günahlar kaleme alınıp
da muhasebe edilecek gibi değil yahu! Daha kötüsü de, hemen hemen hepsini bazı
bahanelerin kanatları altında bile isteye yapmıştım. Ama aklıma hiç de, birgün
bunların yakama yapışıp da beni utandırmaya çalışacağı aklıma bile gelmedi.
Geliyorlar işte, ve tekiyle bile yüzleşemeyeceğini sanan ben, binlercesiyle burun
buruna gelip, yerin dibine geçmeye hazırlanıyorum. Ama ama, o günah ve ayıpların
çoğu eğlenceli şeylerdi yaa! Ele geçmeleri de çok zor deneyimlerdi vallahi, ve
kesinlikle kıvamındayken de yaşanmaları gerekirdi! Şu an niçin bütün cazibe ve
çekiciliklerini kaybetmişler gibi peki? Beynimi sancıtıyorlar. Hepsi bir olmuş,
acımasızca çullanıyorlar!
N'oluyo yaa! Hımm, o da ne?? Bir mermer parçası mı şu yerdeki? Üstelik de
mezartaşından kopmuşa benziyor. Tüh bee! Elimde biralarla şu dağ başında, eski ve
hemen hemen yokolmuş bir mezarın üzerine oturmuşum. Ölülerle ilintili şeylerin bu
tip etkileri olur, ve bu vicdan muhakemesinde, kendimi sanık koltuğunda bu yüzden
bulmuşum! DevilofHacker yargıçtır yargıç! Hemen pılımı pırtımı toplarlayayım,
şuradan kalkayım, ve asıl makamıma kasılayım."…

Bu bağlamda, "çekilen ve çekilecek çileler" sözkonusu olduğunda zaten


soğukkanlı olan DoH, cinayetten tutuklanıp, daha önce hiç cezaevi görmemiş
olmasına rağmen, şaşkınlık ve paniği attıktan sonra üzerinden, "- N'apalım yahu. Bir
söğüdün gölgesinde, biralar elimizde oturmuş tavla oynarken, çatıdan kafamıza bir
kiremit düşüverdi işte." deyivererek, gelmiş olan zorlukların herbirini ve
muhtemelen gelecek olanların da hepsini silip atıvermişti. Mantalitesi DoH'un
yaşanmışlıklarda, aşağı yukarı buna benzerdi. Ama özellikle belirtmek gerekir ki, ne
yeni girdiğinde ne de yıllarını hapiste geçirip de tahliye edildikten sonra aklına
çokça gelen bazı "duygular" hiç değişmedi, çünki onlar, annesininkilerdi :
"- Ne yani; küçücük tartışmalarda bile karşısındakine saldıracak kadar
agresifleşen - darp eden - hastanelik edecek kadar sopa çeken "ayyaş ve berduş
oğlu", onun tüm çabalarına ve ülkenin en iyi okullarında özenle okutulmuş olmasına
rağmen; en sonunda; "akıl ve mantık" denilen melekelerini biryana bırakıp da, bir
anda düşman bellediği çocukluk arkadaşını 25-30 yerinden bıçaklayarak öldürmüş
müydü? Kendi bedeninde, bütün bunları ve benzer canilikleri yapabilecek birini mi
beslemişti 9 ay 10 gün, ve büyütmüştü üstüne titreyerek gün be gün? Sırf onu
doğurmamış olmakla, şu dünyayı bir zerre olsun bunca kötülük ve "bir katilden"
korumuş olabilir miydi?".
DoH ise, imkan olsa, annesinin bu duygularına şöyle cevap verirdi : "- Seninle
ilgisi yok be annem. Onu uyarmış ve şöyle demiştim : Hinlik etmezsen taciz etmem,
tahrik etmezsen öldürmem!!! Dinlemek, ciddiye almak istemedi.
Tüm bu düşünce kurgularından habersiz olan annesiyse, "Acaba hasta mı
oğlum?" fikriyle de güreşiyordu belleğinde DoH'a göre. Çünki oğlu saygıdeğerdi, ve
"soylu azmaz, bal kokmazdı" ona göre. Ruh hastası olamazdı, olmamalıydı. Yoksa,
yoksa hasta mıydı?...

Kasten "Bir şeyi Öldürmenin" özünde, kişinin ulaşmayı istediği emelin önüne
set kuranın yok edilmesi düşüncesi olsa gerek. Anlık gelişen kavga veya tartışmalar
sonucunda işlenen cinayetlerin bile temelinde bu ya da buna benzer bilinçaltı
kaygıların varlığı yatar bence. Bu bakışla; hiçkimsenin insan öldürme suçuna karşı
sigortası – garantisi - güvencesi yoktur. Genellikle, herkesin tabiatında varolan
"öldürme dürtüsü", ki, Habil ve Kabil ikilisinden mirastır bizlere; "Ben birini
öldürsem, biri de, yaptığıma karşılık bir ceza olsun diye, beni öldürebilir"
korkusuyla frenlenir. Ne var ki; katillerin yaşadığı "Hayal Kırıklığı Duyumsaması"
sıradan bir insanın yaşayabileceğinden kat kat fazladır, ve çok daha karmaşıktır.
Tıpkı Web ağları gibi…

Sevdiği insanın ona bir düş kırıklığı yaşatmış olması hazmedilemez ve tutar
öldürür katil. Veya tehlikeli bir hale düştüğünde "Benim gibi birine bu yapılır mıydı?"
sorgusu ve isyanıyla, yine gözünü kırpmadan öldürür katil. Ama bu, "Hasta Katil!"…
Hasta ruhlu ya da psikolojik olarak aşırı duyarlı, yani "Sorunlu" katillerin
durumu bencileyin özeldir. Bunlar, yılların birikimi olan duyguların bileşimiyle "bir
anda ve pişmanlık duymadan" cinayet işlerler sanırım.
Çünki, sıradan katilden tamamen farklı olarak, suçlarını bütün açıklığıyla
itiraf ederler, ve olaylarında ortalığı kan gölüne çevirirler. Asla bir plan veya haince
düşünceler yoktur eylemlerinde. Cinayeti de herkesin gözü önünde, alenen, ve ne
olduğu önemli olmayan herhangi bir öldürücü cisimle tek başlarına işlerler.
Ölenin, “sorunlu katil”e ktritik bir zamanda yaptığı "acımasız bir eleştiri -
küçük düşürücü veya alaylı bir bakış atması - onu haksız yere darp etmesi",
kendi ölümünü hazırlar. Tıpkı Serkan gibi!
Şu hasta – “sorunlu katil” savımı, DoH kendini aklamak ve suçunu hastalığa
yamamak istiyor gibi algıalmayın sakın, fakat, "fazlalık da eksiklik gibidir"
düsturunun ışığında, aşırı duygulu - aşırı duyarlı oluşun da değerlendirmesini
yeniden bir yapın. Zaten işlenen suçların çoğu "duygu" unsuru içeriyor, ancak,
cezalar "mantık ve matematik ürünü" olarak veriliyor. İnsanların sosyal sınıfı – yaşı
- yaşayış biçimi - mesleki ya da toplumsal tecrübesi - analitik veya hissi zekası - örf
adet veya töresel eğitimi, ve en önemlisi "vicdani adaletsizliğe bakışı ve anlayışı"
asla dikkate alınmıyor. Hal böyle olunca, içine bolca su katılmış süt bedene hangi
derecede fayda sağlıyorsa, DoH'a verildiği gibi bol keseden yapıştırılan "15 yıl"
benzeri cezalar da o ölçüde adilane oluyor…

"Pereat Mundus Fiat Justitia" demiş, ve "Dünya yıkılsa da adalet yerine


gelsin" formülünü bir hayli ütopik olsa bile savunmuşsa da bilge kişi, "Hayatta
kalmak için gerekirse ölürüm bile" savı - söylemi kadar anlamsız bir hal almaktadır
"artık olmayan bir dünyada" adaletin yerine gelmesi.
İlginci; adaleti savunup da onun önemini vurgulayan bu söylem bile şiddet,
hatta "dünyanın yıkılması gibi" ürkütücü ve Tanrısal bir şiddet içermekte.
Ulaşılması bunca "Zor" olan birşey de insanoğluna ancak ve ancak "Adaletsizlik
Duygusu" işlemekte, ve bu duygu da sıkça rastlanan birşeye dönüşmekte pratikte.
Çünki bizim ülkenin yargıçları, genellikle, kendi yaşamlarındaki tecrübelerine
- mesleki eğitimlerinin derinliğine - bazı hallerde de tahminlerde bulunarak hüküm
vermekteler. Sanık susma hakkını kullanıyor ve konuşmuyorsa, veya gereğinden
fazla agresif ve öfkeliyse duruşmalarda; bu tutumları, çoğunlukla, suçlu
olduklarının kanıtı bile sayılabilmektedir. Bu durumda da, eldeki sanığa "falanca
tarihte filanca bankayı soymadığını ispatla!" şeklindeki bir soru bile benim gözümde
daha makul ve kabul edilebilirdir, çünki, belki de ispat edip "kanaat veya kehanet"
üzere verilecek bir cezadan kurtulabilir.
Ceza verme sistemimiz oldukça aksak olsa da, yine de şaşılacak orandadır
verilen kararların "doğru" kişilere gidişi. Gelgelelim bir de gönüllere anlatmalı bu
hakedişi… :).
Cezaevine ilk girdiğimde beni karşılayan ve bir masada ağırlayıp hoşgeldin
eden birhayli eski bir mahkum, neden hapse tıkıldığımı sordu. "- Aslında burada
olmayı haketmiyorum, haksızlığa uğradım" gibilerinden laflar ettiğimde, "-
Öldürdüğün adam bugün ya da yarın, çürümesi için toprağın altına gömülecek yahu!
Kesin öylesindir, suçsuzsundur. Şu hapishane var ya zaten, hiçbir bok yapmamış
heriflerle dolu anasını satayım" deyip sırıtmıştı…

Cezaevinde kaldığım süre boyunca anladım ki; tamamen iftiraya maruz


kalarak veya yanlışlık eseri de olsa, kahreden dört duvar arasına atılmış hiç kimse
tümüyle masum değildir. Arka planda "başka bir olay veya haram" dolayısıyla "İlahi
Adalet" tecelli etmiştir.
Ve yine anladım ki; insanları çiviyle - kör bıçakla - çıplak elle ya da
dimağların alamayacağı birşekilde dahi öldürmüş olsa da, hiçkimse bizim sandığımız
ya da umduğumuz kadar dehşet verici değildir. Çünki vahşet, uygun mevsim ve
ortamlarda yüzünü gösterir. Öyle olmasaydı, yan ranzadaki 9 kişinin katili adam,
beni, birlikte aynı odayı paylaştığımız 23 ay boyunca çoktan keserdi…

Kesmek biçmek dedik de; cezaevine düştükten sonra öğrendim psikopatların


ortak özellikleri arasında "normal şekilde koku alamama" gibi tuhaf bir tespitin de
olduğunu. Eh, oksijen azlığı ile ilintiliyse beyin tam çalışmaz tabii haliyle, dedim,
kabul. Ama birtek konuda bu durumu kabullenemeyeceğim. O da; adlarına kadın
denen, ve yaşamıma hem ruhen hem de bedenen dahil olan sırma saçlı perilerin
bulunduğumuz ortamdaki havanın her zerresine savurdukları "mutluluğun ve
keyiften uçmuşluğun" kokusu! Bu kokuda yanılmış veya eksik tartmış olamam.
Çünki o anlarda Tanrı'ya karşı sonu olmayan bir minnetle atıp duran kalbim
"ruhuma çekiyordu" bu kokuyu, ve tüm benliğim de mest oluyordu.
Burnun koku alma yoksunu oluşunu doğru varsayarsak ölümlerin birçoğunda;
cinayet mahkumlarının büyük kısmı, tüm kibar ve mütevazi tavırlarının gerisinde,
"saniyenin binde biri süresinde değişebilen, ve acımasızlıkla kıyıcılığın
doruklarına ulaşan", kısacası kabusa dönüşen bir yaratık da beslerler. Fakat o
yaratığın "sabır eşiği", o dört duvar arasında, özgür insanların sandığından çok daha
hızlı ama bir o kadar da zor ve mücadele içinde geçen "zamanla", genişleyerek
değişir, gelişir.
Uzun süre kaldığında hapishanede, sabır ve tölerans bazında tuhaf meziyetler
bile geliştirirsin. Mesela; küçücük koğuşta onlarca insanla birliktesindir, ve bunların
kimi yemek yer ve ağzını şapırdatır - kimi bir köşede uyuz itler gibi kaşınır - kimi
burnundaki kılları koparmakla meşguldür - kimi de lavaboda kansırıyordur.
Normalde bunların herbirine tepki gösterebilecek olan sen ise, kulaklarının
becerisini gözlerine devreder, gözlerini de koğuş meydanında duran 37 ekran TV'ye
diker, patlayacaklarmışcasına açar, ve hiçbirşey göremeyecek hale gelene dek,
filme fix olursun.
Sabır konusundaki bu kendini aşmışlığın ise gerçektir, tıpkı "tövbe" gibidir.
Nasıl ki tövbeler, burukluk - başı öne eğilmişlik - samimi bir pişmanlık olduğunda
Tanrı tarafından kabul görürse; senin sabır ve tölerans bağlamındaki kendini
aşmışlığın da "gerçek tövbeler kadar" net ve kalıcıdır…

Cezaevinde uzun süre kalıp da feyz alabilecek olan "kendini bilir"


mahkumlar, artık sadece çözebilecekleri düğümü bağlamayı düstur edinedursun;
yukarıda bahsettiğim ceza sistemi sadece matematiksel yönden yaklaşmakla kalmaz
insana, oldukça da geç tecelli eder. Birçoklarında yaşanan "Sürecin Uzaması"
benim yargılanmamda da yaşandı ve dava dosyam 45 ay sonra kesin hükme
bağlandı.
A canım yargıcım, a güzel yargıtayım, a hukuk sistemim! O suçu işleyen DoH
yaklaşık 4 yıl öncesinde kaldı. Çünki yukarıda mahkum hareketleri olarak
sayılanların onda birine dahi tahammülü olmaz iken geçmişte, o da değişti,
gelişerek değişti. Ve sizin 15 senelik hapis cezanız bambaşka bir DevilofHacker'a
verildi…
Hapishaneler için "delikanlı yatağı" derlerdi ve ben de inanırdım.
Dedikodunun "bataklık sineklerinden de" hızlı yayıldığını gördüğümde ve
cezaevlerinin karılar hamamını bile geçtiğini farkettiğimdeyse, "öve öve öküz
ederler, boynuzunu dokuz ederler" deyip, ara ara, rahmetliyi belki de boşu
boşuna öldürdüğümü bile düşünür oldum. Birşey daha vardı tümüyle yanıldığım.
Mesela, mahpus damı rüyalarımın özgürlüğünü kısıtlayamaz sanırdım. İlk 2,5
yıl geçtikten ve rüya bile göremez hale geldikten sonra, bir mahkumun hem
dünyada maddi - manevi fakir hem de ahirette en rezil olduğunu belledim, ve bu
çilekeşhanelerin nelere gebe olabileceği konusunda öngörü - önyargı vs.
beslememekte karar kıldım.
Şimdiden sonra, bizzat şahit olduğum birkaç trajikomik olayı objektife
yaklaştıracağım, ve cezaevlerinde "cehalet ve çaresizlik" el ele verdiğinde
insanoğullarını nasıl da "İyiliğe iyilik her kişinin karı, kötülüğe iyilik er kişinin
karı" düsturundan uzaklaştırıp da "çok daha kötü - çok daha suçlu" yapabileceğine
ışık tutacağım.
Suç ve kötülük dedik de; cezevinde öyle çok "talihsiz olay - kader
mahkumu" hikayesine şahit oldum ki, bunlardaki her kurban; ya şeytan denen güzel
icada kaptırmıştı kendini, ya da "Tanrı yazgısı" o yaşadıklarını başına musallat
etmişti.
Bu bağlamda; suçlu olup da cehennemde ceza çekeceklerin sayısıyla; insan
gibi (!) yaşayıp da cennete gireceklerin yekününe bakıyorum da dünya genelinde;
şeytan yarışı çoktan kazanmış mı ne?...

***

BAKLAVA : Zordur cezaevi, hem de çok zor. Kısıtlıdır herşeyin, tıpkı özgürlüğün
gibi. Bilinçli kısıtlanır Devlet Baba tarafından. Malum suçlusundur, mahkumsundur.
Hani birgün çıkarsan ve yaşama dahil olursan, kıymet bil de tekrar suç işleme diye.
Örneğin; senede 2 kez baklava yiyebilirsin. Dini bayramlarda ve tabii ki paran varsa.
Kar etme maksadı da güdüldüğünden, o baklavayı da fahiş fiyata getirtirsin
kantinden…

Dört kafadar yemek ortağı idi. Aynı masayı paylaşana öyle denir mahpusta.
Yenilen herşey, oluşturulan havuz hesabından satın alınır, birlikte oturulur yemek
masasına ve birlikte kalkılır.
Bayram yakındı ve yeni gelen kantin listesindeki "Cevizli baklava bilmem kaç
lira" ibaresi cezbetmişti hepsini. Gelgör ki hiçbirinin hesabında 1 kilo baklavayı
satın alabilecek miktarda para yoktu. Dördünün hesabındaki kırık çıkık paralar
toplanınca, ancak ederdi 1 kilo baklava.
Müflis bezirganın eski defterleri karıştırdığı özenle hesabı yaptılar, ve
sarıldılar dilekçe kağıtlarına. "- Şu kadar lira şu kişinin emanet para hesabından, şu
kadar da filancanın hesabından kesilerek, tarafımıza 1 kilo baklava getirilmesini
saygılarımızla arzederiz."
Oh be. Sevinmişlerdi. Senede 2 kez yapılabilen birşeyi yaşayabileceklerdi.
Sonuçta, halletmişlerdi işte. Öyle ya; burası cezaeviydi ve parası olan 5 kilo da
yazıp yiyebilirdi ama kural şuydu : Burda birileri yer, birileri yutkunurdu; ve onlar
bu bayramı yutkunarak geçirmeyeceklerdi…

Başladılar kaç "fitil" yani dilim olarak geleceğinin hesabını yapmaya


baklavanın. Çünki, dörde böleceklerdi. Daha önceden satın alan veya almış birinin
kutusunu uzaktan gören cinayet mahkumu noktayı koydu :"- 32 ile 35 arası fitil
gelir bir kiloda. Herbirimize en az 8'er tane işte!" Tamamdı. Kulağa hoş gelmişti.
Henüz 14 gün vardı bayrama, ve tek yapmaları gereken şey de, uzun yıllardır alışkın
oldukları - iyi bildikleri birşeydi : Beklemek…

Onaltı gözle ama sevinçlerini de olabildiğince gizleyerek beklediler. O gün


geldi çattı ve sabah gardiyan kapı mangalından baklavaları vermek için dört
kafadardan birinin ismini bağırdı. Hepsi mazgala koştu diğer bütün mahkum
arkadaşları gibi, çünki onlar da baklava siparişi vermişlerdi. İçlerinden "Ağır Abi"
olanı aldı kalınca mukavvadan yapılmış ve süslenmiş baklava kutusunu. Diğer
mahkumlara sezdirilmemeye çalışılan bir mutluluğun heyecanı ve pratik
hareketlerle açtı kutunun kapağını kirli masalarından birinin üzerinde. Fakat o ne???
Yufka böreği gibi hamursak ve dümdüz birşey çıkmıştı mukavva kutunun
kapağının altından, kaldı ki, baklava dilimleri - fitilleri hak getire! O sakin o mutlu
surat gitmiş, yüzü biranda çarşamba pazarına dönmüştü ağır abinin, ve hiddetinden
sesi bile kısılmıştı "- Bu ne lan .mına koduğumun?!!" dedi bağırarak, ki gözlerinden
geçen öfke bulutunu farketmemişsen körsün demekti. Sonra da, cezaevi idaresiyle
"sözde baklavayı" imal edene kadar ardı ardına saydırmaya başladı küfürleri.
Çılgına dönmüştü.
Öyle ya, uzun geceyi dert çeken bilirdi, bu ne rezillikti?! Tam, "atımı getirin
lan!" noktasında; kapı gardiyanını çağırmak için kullanılan ikaz düğmesini işaret
edip yaşça biraz küçük olan diğer yemek ortağına, "- Bas lan şu anasını ..ktimin
ziline!" diye haykırdı. Gardiyanı çağırıp hesap soracak, hır çıkaracaktı. Binbir çileyle
ulaştıkları şu mübarek günde bu yapılan, cinayet sebebi sayılacak ehemmiyette bir
haksızlıktı…

Yaşananları göz ucuyla ve dikkatli bir şekilde yan masadan izleyen 60'lı
yaşlardaki bir dayı, bizim yemek ortaklarının masasına, yani olay mahalline seğirtti.
Mukavva kutunun kapak kısmını bir hamlede geri kapatıp, çok hızlı bir hareketle de
kutuyu ters çevirip yine masaya koydu.
Bu haliyle yeniden açtı kutunun kapağını, ve orada bulunan 15-20 mahkumun
tamamını bir sessizlik aldı önce. Şaşkın gözlerle bir yaşlı mahkuma bir de önlerinde
duran; nar gibi kızarmış ve aşağı yukarı 30-35 fitilden oluşan baklavaya
bakakalmışlardı.
Sonra her kafadan bir ses çıkmaya başladı, ama artık koğuşa yüreklerden
kopup gelen kahkahalar hakimdi. Nasıl olmasındı, "Ağır Abi" baklava kutusunu
tersinden açmıştı…
***

DİŞ : Cezaevinin saygı – hürmet - iyi tavra değer insanları vardır, ve bunlar bazı
kriterleri taşırlar. Ya gayr-i Meşru hayatın önde gelen isimlerindendir; itibar
korkudan ya da paradan dolayıdır. Ya da çok uzun zamandır ve yüz kızartıcı
olmayan nedenlerden ceza yatıyordur, hürmet cezayadır. Veya diğerlerinden
oldukça büyüktür yaş olarak ve ona karşı yapılan hareketlerde kusur işlemekten
kaçınılır - sözüne ters cevap verilmez - bir işi varsa yardımcı olunur…

Koğuşta, bütün dişleri dökülmüş ve takma diş almak için sürekli hastaneye
gidip gelen 70'lerinde bir dayı ile; dayının çok sevdiği ve çok yüz verdiği,
alabildiğine hızlı ve bir o kadar da azılı genç bir mahkum, şaka - makara birlikte
çekiyorlardı cezalarını.
Öyle ki; bazen genç olan dozu kaçırdığında yaşlı mahkum onu uyarıyor,
olmadı sinirlenip azarlıyordu. Şaka konusu da genellikle onun peltek konuşmaları
yani dişsizliği oluyordu. Genç olan ihtiyar olana kah havuç ikram ediyordu yemek
masasında, kah kürdan uzatıyordu yemeklerden kalkıldıktan sonra… :).
Hapishanede her an makara yapılmaz. Mahkumun binbir derdi olur – düşünür
- üzülür, ve depresyon denilen şey günde onlarca kez çalarak kapısını, yorar insanı.
Genç mahkum ise gençliğinin verdiği tecrübesizlikle sürekli kızdırıyordu bizim 70'lik
ihtiyarı, ve şaka olarak başlattığı çoğu olay ta.ak muhabbetine dönüyor, dayının
bağırıp çığırırken vurmaya kalktığı bile oluyordu. Hoş, vursa ne olacak ki?
Yaşlanmış, çaptan düşmüş, gencin ruhu bile duymaz.
Bir sabah vakti, uykuların en tatlı yerindeyken tüm koğuş ahalisi, canhıraş bir
haykırış duyduk bahçeden gelen. Palas pandıras havalandırmaya indiğimizde gördük
ki, manzara kötüydü. Genç mahkumun pazusu, yaşlı mahkumun da ağzı yüzü kan
içindeydi.
İhtiyar, inci gibi dişleriyle ama kan revan içinde, tarifi imkansız bir intikamın
hazzıyla gülümsüyordu. Bir gün önce hastaneden yeni dişlerini almış, sabah
saatlerinde diğerinin alaylı tacizlerine yine maruz kalmış, koca bir parça et koparıp
genç mahkumun pazusundan yere tükürmüş, ve geçmişin bütün hıncını alıp
rahatlamıştı…

Halbuki o genç; ihtiyarın cins bir horoz olup daha yumurtadayken öttüğünü,
bu yüzden de 7 kişinin canını "intikam" için alıp da çocukluğundan beridir
cezaevlerinde ömür tükettiğini gözardı etmeyip ona göre davranaydı ne hayrına
olurdu…
***

PARA : Para çok şeydir cezaevinde. "Herşey" değildir belki ama çokşeydir işte. Para
sigaradır, para peynirdir, para eşofmandır, para ayakkabıdır, para domatestir, ve
hatta itibardır…

Çok cesur ve gözüpek dahi olsan, sesin kısık ve çatlaktır paran yoksa.
Gözlerin fersiz, kulakların ise birçok olaya ve haksızlığa karşı sağırdır. Hele de
koğuşundaki paralı insanlar şeref – onur – tutum - cüret ve en önemlisi de "adam
olma" derecelerini sahip oldukları paranın gücünden alıyorlarsa vay senin haline.
Disiplin cezası üstüne disiplin cezası alır ve hücreye atılırsın bu karaktersizlerin
sergilediği "basit olduğu kadar adaletsiz ve insan ezmeye yönelik tavırlarını"
görüp görüp de dövdükçe. Ve disiplin cezası denilen şeyi genel af bile kaldıramaz
da, bitene kadar kalırsın hapishanede. Velhasıl; para, bir hayli birşeydir
cezaevinde…

Geniş geniş oturmuş sigarayı nasıl olup da bıraktığını anlatıyordu birtanesi


yemekhanede. Öyle ki, günde 3 paket içermiş bazen. İki yıl öncesine kadar da
başının belasıymış sigara illeti.
"- Doktora yazdırdım hapı, 20 günde bıraktım mereti!".
Bu özeti duyan ve mahkumluk hayatının büyük çoğunluğunca ezile büzüle
ondan bundan sigara otlanan bir başka mahkumun beyninde şimşekler çakmıştı.
Neden olmasındı, neden o da bırakmasındı? Gitti birilerinden dilekçe kağıdı ve
kalem buldu.
"-Sayın müdürüm, vs vs, revire çıkmak istiyorum, vs vs, arzederim."…
Bundan sonrası kolay diye düşündü. O da yazdıracaktı kurum doktoruna aynı
ilacı ve kurtulacaktı işte "Sinyale çıkmak" diye tabir edilen şu sigara dilenmekten.
Sabahı zor etti. Koğuş kapısının önündeki sandalyelerden birine ilişti. Revir işleriyle
görevli gardiyanın kapı mazgalını açıp "- Revire çıkacaklar hazırlansınnn!" demesini
beklemeye başladı. O sesi duyar duymaz da atıldı ve gidip dikildi doktorun
karşısına. Hem sevinçli hem heyecanlıydı. Bir çırpıda koğuştaki mevzuyu ve diğer
mahkumun hikayesini anlattı.
Doktor dışında 3-4 gardiyan ve sağlık memurları da vardı o küçücük odada.
"- Hay hay" dedi doktor.
"- Hemen yazıyorum sigara bıraktırma hapını, lakin, devlet karşılamıyor ve
150TL fiyatı!"…

Anasız çocuk nasıl ki kanatsız kuş gibiyse, parasız mahkum da ne yaparsa


yapsın adam değildi işte. Afalladı doktorun söylediğini duyunca önce, ve kocaman
kocaman yutkundu birkaç kez akabinde. Sesinin hiç çıkmayacağını sandı bir an fakat
zayıf ve kırılgan da olsa çıkmıştı derince bir nefesten sonra :
"- Boşver o hapı doktor bey, kalsın, sen bana bir asprin yazsana"...
***

GÜNEŞ : Aba'nın kadri yağmurda bilinirmiş ya hani, işte o misal, kaçmaz insanlar
mahpus damında güneşten. Özgürlüğü elinde olanlara mahsustur "aman başıma
güneş geçmesin" türü nedenlerle güneşten saklanmak. Aksine, ararsın güneşi
"havalandırma bahçesi" denilen 6-7 metrelik yükseklikteki kuyuda volta atarken…

Çünki çoğu zaman, ısısı ve ışığı ulaşır sana güneşin ama, fiziki anlamda
kendisi görülemez dört duvardan oluşan o çukurdan. Hele de kış aylarında öyle bir
saklanır ki, bahçenin sadece bir köşesine vurur güneş ışığı. Çöker, güneşin seni biraz
olsun ısıtmasını umarsın kalın paltoların içinden. O da, “abdalın dostluğu köy
görününceye kadardır” misali, ancak birkaç saat için geçerlidir koca gün…

Çömelmiş ve sırtını iki duvarın birleştiği noktaya vermişti kafası zaten türlü
düşüncelerle dolu olan mahkumun biri. Cezaevi – dışarısı – para – arkadaşları – ailesi
- iş, güç - af, yasa, tahliye - kalan yıllar ve zar zor geçirmiş olduğu her saniyesi
ızdırap yüklü kör zamanlar. Oradan oraya atlıyordu zihni. Ve güneşin ancak 1
metrekareyi dolduran cılız ışığı onu biraz olsun ısıtırken, o da gözlerini kapatmış
halde hayaller kuruyordu.
Sonra birden ışık kesildi ve karanlığa büründü o daracık alan. Öyle ki,
kararmayı hissedebiliyordu gözkapaklarının bile altından…

Kafasını kaldırıp ne olduğuna baktı.


Başka bir mahkum, tam önünde, ayaklarını açmış, güneşe yüzünü dönmüş
halde dikiliyordu. Ona göre, “ahıra yabancı koyun kenarda yatmalıydı”, çünki o ışık
vuran tek köşeye ilk o çömelmişti, bu ne cüretti…

Zemberek gibi fırladı yerinden. Ensesinden kavradığı gibi adamın, hemen


sağındaki duvara vurdu, vurdu, vurdu kafasını...

Bozuk psikolojilerde böyledir, kavgalar anlık olay ve kelimelerden gelişir.


Aldığı darbelerle bayılan ve kan revan içinde kalan mahkumu yere bıraktı
koşuşturan diğer mahkumların şaşkın bakışları arasında, ve mırıldandı :
"- Güneşimi kapatma!!!"

***

{55}

YÜZÜSTÜ BIRAKILAN NİŞANLILAR MİSALİ


YALVARIYOR OLSAN DA HAYATA;
ÖNCE, BİRİNİN İNSANA YAKIŞIR BİÇİMDE YAŞAYABİLMESİNİN
"UMUTSUZLUK" DENİLEN ŞEYİN ÖBÜR YANINDA BAŞLADIĞININ BİLİNCİYLE,
KENDİNE VE YAŞAMA OLAN İNANMA DUYGUNU KAYBEDER;
SONRA DA BENLİĞİNİ EN UFAK KORUNMAYA DAHİ
HİÇ İHTİYACI OLMAYAN BİR YALNIZLIĞIN ELLERİNE BIRAKIVERİRSİN.
DEBİSİ EN YUKARDA OLAN IRMAKLARI DAHİ
DONDURABİLECEK BİR ÇILDIRTICI SOĞUK EŞLİĞİNDE DE
UZUN VE YORUCU BİR MARATONA ÇIKIVERİRSİN.
HEM DE BİLE İSTEYE.

ÖYLE YA; BOŞA OLACAKSA,


DİRENİŞ VE SONRASINDA BİLE
TESLİMİYETİN KÜÇÜK DÜŞÜRÜCÜLÜĞÜNÜ YAŞAYACAKSAN,
EN BAŞTA "KABUL ETMENİN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ" YAŞAMIŞ OLMAK DA
HAZ VERİR KENDİNİ BİLEN KİŞİYE...
***

SALIVERİLME SONRASI : 10 sene! Dil için telaffuzu çok kolay iki kelime. Tarih 2010'u
gösterirken "yapma, yeter, sonu kötü olacak!" deyip de kendimi ciddiye
aldırtamadığım, ve haddini gerçekten aşan arkadaşımı paramparça ederek, hatta
liğme liğme doğrayarak öldürdüğümün üzerinden tam on yıl geçmiş, ve takvimler
artık 2021'den yaprak döker duruma gelmiş…

Bu uzun zaman diliminde, "Arkadaş ya da Sıkı Dost" olarak bildiğim hiç


kimse beni arayıp sormadı. Eh, neyse ki ben ezbere bilirdim ki, babalardan para –
pul – mal - mülk miras olarak kalırdı da, "adamlık" kalmazdı. Bu kavramlar bazında
yalnız ve hiçkimsesiz kaldım.
Fakat, gerek ranzamda uzanırken gerekse havalandırmada voltadayken, en
ufak ayrıntısına varana dek irdeler ve bu acımasız katili "arkadaşlıktan, dostluktan"
çıkaranları düşüncelerimde sayıklarken bu katilin gerçek ıstırabını anlayamıyor
oluşlarına hayıflanırdım. Gelgelelim içlerinden sadece FGCM için tuhaf şeyler geçip
giderdi beynimden. Çünki kadınım oluşunun yanısıra, O, en kallavi dostumdu da.
Fakat serçenin soyu tükenmesin diye kedilere kanat vermeyen rabbim onu da
olması gerektiği kadar vefasız yaratıp, genel işleyişi genel dünya düzenini
değiştirmemişti, ve FGCM de yazdığım iki mektuba da yanıt vermemişti. Cevap
vermeyişinden emin olmama sebep ise; zarfın üzerinde ismi yazan kişiye ulaşmayan
mektupların, (mektup sahibinin hapiste oluşuna gösterilen ince bir hassasiyet de var
mı PTT'dde bilmem), muhakkak geri dönüyor oluşuydu. Bana dönüşü olmadığına
göre o iki mektubun, FGCM'ye mutlak surette ulaşmıştı herbiri, belliydi…

Karşılıksız kalan o iki mektuptan sonra, tahliye olduğumda; onunla bir anda
karşılaştığımızı, ve "ben gibi bir katili alaya alan gözlerini" derin ıstıraplar içeren
gözyaşı selleriyle doldurmayı, bana karşı duygusuz ve en kötüsü artık kayıtsız hale
gelmiş kalbini azaptan azaba sürüklemeyi, mağrur bir kuğu gibi çok yükseklerde
duran başını "ah ben neden bu vefasızlığı DoH'a yaptım ki?" yargılamaları beyninin
içinde çınlarken yerden yere vurdurmayı defalarca düşündüm, hayal ettim.
Ranzama kapanıp da ihtimallere baktığımda, o bile beni artık aramıyorsa, belki de
bu hayattan artık iğrenmem gerekiyor. Ve, lekesizlik -namusluluk benim için artık
çok uzaktadır. Demek kalan hayatımı içine düştüğüm şu çirkefin içinde geçirecek,
ne sonsuz pişmanlığımdan sıyrılabileceğim ne de "ıslah olmuş benliğimin" şu
kokmuş halimden kurtulmasını sağlayabileceğim.
Tüm uğraşlarım - gayretlerim boşa çıkıp da, çırpınıp duran şu "sefil katilin",
yine içinde bulunduğu SÖ topluluğunun ona layık gördüğü bütün mahrumiyetlerden
dolayı ezildiği, ve ansızın önüne çıkarıp önce katil sonra da perişan ettiği tüm bu
kurguların hiçbiri gözönüne alınmayacak, ve namus timsali dürtülerin(!)
hasbelkader suça birkez bulaşanı bile insandan saymayarak - neden niçinleri
derinlemesine muhasebe etmeyerek, ceza denilen şeyin de aslında suçluya
yaptığının kötülüğünü öğreterek birdaha yapmamasını sağlamak yerine; çok şiddetli
bir hayati şamar ile öylesine yerle bir edilip, "Katil" damgasıyla da her kesimde öyle
bir aşağılanacak, bağlantılı sıfatlarla daha beter yaftalanıp adı "Sabıka" olan
etiketle de sanki "bulaşıcı ve ölümcül hastalıklar" taşıyormuşcasına öyle bir
dışlanacak ki; ona kötülüğü iyiliğe tercih etmekten - Allah dışındaki “muhtaçlara
muhtaç olmamak” için çalarak edinmekten - suç adı verilen başkaca uçurumlara
belki de istemeye istemeye yuvarlanıp düşmekten başka yol kalmayacak. Korkunç
bu! Gerçekten korkunç!...

Hadi devleti ve diğer dostları es geçelim, tek FGCM beni "kimsesiz"


bırakmasa ve mektuplarıma yanıt verseydi. Ve o yanıtın, beni gelecek yaşamımda o
uçurumlardan uzak tutabileceğini bilseydi. Bilemedi…

Tevhid zikrinde diğer hiçbir ibadette olmayan ihlasın varolduğunu bilen DoH,
gönülden bir “la ilahe illallah” çekerek, denizde ıslanmış olanın yağmurdan
korkmayacağını kendine telkin ederek, mevladan gayrisinden hiçbir şey
beklemeyerek ayrıldı cezaevinin kapısından…

Kafasında "her ziyanın bir öğüt olduğu" düsturu, ve tabancanın dolusunun 1


kişiyi boşununsa 40 kişiyi korkutacağının bilinciyle; planlarını gerçekleştirmek için
önünde kalan 8 yılı yaşayacağı "Özgür dış dünyaya(!)" doğru yürüdü…
***

{56}

AZ SONRA,
"SAVAŞ" DENİLEN ŞEYİN BİLE
KENDİ İÇİNDE VAROLAN NAMUSU KİRLETİLECEK,
HER İKİ ADAM DA
RUHLAR ALEMİNDEN KOKU ALMAYA BAŞLAYACAK,
VE,
BU DÜNYAYA KARŞI
"BiNBiR EDEPLE"
SUSUŞACAKLARDI...
***

- YIL 2029 -
.......... ......... .......... .........." Yüreğinde, derecesini kendisinin dahi tasvir
edemeyeceği bir acı hissetti. O güne dek hiçbir acıyı birkaç saniye dışında
barındırmamış olan yüreği titriyordu. Bu acı DevilofHacker'i bir anda geçmişe
sürükledi. Kendini anca bilmeye başladığı 5'li yaşlarına.

Öyle net öyle detaylı anımsıyordu ki her şeyi! Bahçede gezinen karıncaları,
annesinin konserve kaynattığı gün, eline geçirdiği kor haldeki bir odun parçasıyla
önce bacaklarından sonra da çelimsiz bedenlerinin arka kısımlarından başlayarak,
aşama aşama, ta kafalarına kadar kızartarak öldürdüğü güne dönüvermişti…

"Peki ya, askerliğim esnasında da hem kendime hem de başkalarına bu


denli acımasız oluşuma ne demeli?" diyerek, bir yıldırımdan daha hızlı bir şekilde
düşünmeye başladı bütün hayatını.".... .......... ........... ........... ………………… …..
………. …..

***

Nice zaman sonra DoH, Hasan'ın fondiplediği biradan sonraki kesif


öksürüğüyle kendine geldi, ve o da birasından koca bir yudum aldı. Elleriyle kafasını
kavradı. Aklına biricik oğlunu getirdi. Bu saatten sonra daha da saklanmaya, en
azından ona karşı binlerce maskenin ardından davranmaya artık tahammül
edemezdi, zaten artık vakti de kalmamıştı, ve yapayalnız yediği sofrayı yine kendisi
kaldırmalıydı!
Çünki aslında Memo'nun o pak sevgisine ve en içten beslediği “Evlat
duyguları'na" da hiç layık değildi. Bu yaşa gelene kadar neler yaşadığını ve ne
haltlar yediğini, gerçekte ne mal olduğunu önce Memo sonra da bütün insanlık
öğrenmeliydi. Ama önce, bugüne dek neredeyse her gününü hatta her saatini en
ince detaylara kadar kaleme aldığı Harita Metod Defterlerine ilave olarak tek bir
parşömene daha birşeyler yazmalıydı. Yani oğluna bir mektup - bir not
bırakmalıydı…

Bilgisayar Programcısı olmasına rağmen, neden yaşadıklarını 3-4 adet çizgili


deftere yazmıştı. Galiba eski kafalıydı veya hapishane alışkanlığıydı. Zaten önemli
olan da; uzun yıllar belleğine kazılı olan; Obama'dan Merkel'e - Sabancı'dan
Şahenk'e - Esad Coşan'dan Cübbeli'ye – Mali Erbil’den Acun Ilıcalı’ya kim varsa "Güç
ve Güçlerin kullanılışına dair gündem oluşturmuş", onlara ait bütün hack ürünü
bilgilerin yazılı olduğu muhteviyatlarıydı.
Bunların, Sezen Aksu'dan Deniz Seki’ye ve hatta Rihanna'ya kadar, en
ilginçlerini oluşturanlar ise yerli ya da yabancı uyruklu sanarçılardı. Türkiye ve
Dünya'ya ait birsürü deşifreyi Memo bir veya birkaç kitap olarak yayınlatabilir, çok
para kazanabilirdi, ve Antika – Gerçeklik - Para üçlüsüyle böylece buluşabilirdi.
Okuyan bütün SÖ'ler binbir lanet etse de DoH'a, hakettiği cezayı kendi elleriyle
çoktan verdiğini öğrenince teselli bulacaktı, ama, ya oğlu? Ya onun düşeceği keder
denizi?.
Belki Memo bile hiç üzülmezdi. Hepsini satır satır okuduğunda, binbir beddua
ve öfke ile anımsanacak bile olsa, babası olan şu "Hain ve Alçak" adamın oğlu oluşu
dışında zerre kadar üzüntü duymayacaktı. Gerçi, ne olursa olsun, her ne fenalık
yaşatmışsa yaşatmış olsun diğer insanlara; herşeye rağmen "Babası" olduğunu, ve
tüm canavar ruhuna rağmen onu çok sevdiğini bilmesi yetecekti…

Şehrin dışında bir dere kenarındaydılar, ve yakınlardaki köyden sabah ezanı


duyulmaya başladı. Tövbe edip ibadete durmak, kendisi gibi günah yüklü insanları
bütün pisliklerinden kurtarıp, işledikleri suçların vicdan azaplarından arındırmaz
mıydı? Allah'a yönelip ona kalpten yalvaranlar, günahsız bir yol ve dürüst bir yaşama
dönüş yapamazlar mıydı? Kesinlikle öyleydi, ve bir an nefesi daraldı, kulakları
uğuldamaya başladı.
Uğultular arasından tanıdık bir ses : "- Allahım! Yaptığım bütün kötülükler -
girdiğim çeşit çeşit günahlar - bencilce attığım her adım için beni affet n'olur. Kalan
yaşamımda da Ehl-i Sünnet vel Cemaat'ten ayırma. Yalvarırım bana diğer insanlar,
diğer iyi insanlar gibi olma fırsatını ver." şeklinde dua ediyordu.
Yaklaşık 30 yıl önce, ilk karısını evden kovduktan sonra etmişti bu duayı.
Yahu, böyle bir duayı edebilen o akıllı adam, neden daha sonraları yine
tonlarca kötülük peşinde koşmuştu ki? Tanrı'yı neden birdaha hiç mutlak itaat
makamı olarak görmemişti? Gördüyse de itaat etmemişti???
Bütün geçmişinin, beyninde, milyonlarca uğultu eşliğinde(!) geri dönmesi onu
çok öfkelendiriyordu. Öfkelendikçe de soluk alamıyordu. Beynini düşünceleriyle
başbaşa bırakıp, bira ve sigarası eşliğinde çalışma masasındaki laptop'da sörf yapan
Hasan'ın hemen sağından karbeyazı bir A4 kağıdıyla kalem aldı.
Titrek elleriyle ve kargacık burgacık sayılabilecek bir özensizlikle, "Herşeye
rağmen baban seni çok sevdi canım oğlum. Belki de bu, senin babanın tek
gerçeğiydi!" yazdı. Sonra karavan'ın camını aşağı çekti sürgüsünden, ve ağarmakta
olan gökyüzüyle burun buruna geldi. Tanrı'nın oralarda biryerlerde olduğundan
emindi. Sonsuz çaresizliklerin getirdiği bir tevekkül içinde O'na mırıldandı :
"- Hiç olmazsa Memo'yu büyük mutluluklarla yaşat. Şu an tam 30 yaşında.
Kalan ömrünü bir şölene çevir. Biliyorum ki senin nezdinde zorluk diye birşey yok,
ve herşey kolaylık içerir sana göre. Bu yüzden bu dileğim de gerçekleştirilmesi zor
olan birşey değil. Haa, dersen ki, "İtin duası kabul olsaydı,"; ben de "Cambaz ipte
balık dipte gerek" diyerek, sana aksilenmek gafletine hiç düşmem. Şimdiden
Teşekkürler!"…

Bilgisayarının ekranına pörtlemiş gözlerle bakan ve tüm sarhoşluğuyla


klavyeden birşeyler yazmaya çalışan Hasan'ın algılayamadığı bir çeviklikle yerini
ezbere bildiği ve üçüncü çekmecede her daim yağlı - her daim bakımlı - her daim
mermi ağzında duran 22 kalibrelik silaha uzandı. Eline alır almaz da şakağına
dayayıp tetiği çekti…

DoH'un cansız bedeni karavan'ın ortasına yığıldı kaldı. Hasan'ın başı da


laptopun klavyesine düşmüş, basılı kalan tuşlar yüzünden de aşırı tuş tekrarını ikaz
eden bip...bip...bip...bip sesleri duyulmaya başlanmıştı…

Zeus karavanın alt kısmındaki yuvasından fırladı. Silah sesinden ziyade, uzun
zamandır birlikte yaşadığı sahibinin artık nefes almadığını, öldüğünü hissettiğinden,
dehşetengiz bir panikle havlamaya başlamıştı. Ancak, yapabildiği halde, karavanın
kapısını burnuyla açıp da içeri girmeye cesaret edemedi. Yasaktı ona bu ve O'nun
yasaklarını çiğnemekten korkardı…

Öyle ya; ölüsünden bile herşey umulurdu; çünki "O" DevilofHacker'dı...

******
DeViLofHaCKeR 'ca
AHKÂMLAR

***

ADEMOĞULLARI ve DÜNYA : Çocukluğunda aile fertlerine, gençliğinde


çevresindekilere, soluk soluğa sevişmelerin ardından birasını yudumlarken
kadınlarına, ve gözkapaklarının her hareketinde kendine söylerdi :

Şu hayatın dandik labirentlerinde diğerlerinin “hiç yapamadığı ve yapamayacağı”


biçimde yol alıp, belki sürreal ve kazanımsız, belki de hiçbir ereği olmayan insansı
meşgalelerle zamanı bolca harcayıp, tam kırklı yaşlarıma geldiğimde yazıp
yayımlattığım tek kitapla hidayete ereceğim.

Ve tüm Sıradan Ölümlülerden (SÖ), bunca geç kaldığım için özür dileyeceğim…

Parapsikolojinin ispat ettiği “bilinç” ve “bilinçaltı” denilen kavramlardan ikincisini


hedef alacak kitabım. Her Sıradan Ölümlünün (SÖ) belleğine de oradan güçlü
damıtımlar akacak satırlar arşınlandıkça.

Okunmaya devam edildikçe;

tabiatta ne kadar “fizik ve dinamik kanunu” varsa, harikulade biçimde uygulanmış


edebi formüller dizisinin etkisiyle yok farzedilecek;

“felsefi ve ruhani” değerler ise bir “korkulu rüya veya boğuculuğu herkesce bilinen
bir kabusa” dönüşse de, cazip birçok sırrın peşinden “buruk ve vahşi bir açlıkla”
sürüklenen okuyucular;

bazen “genç ve yakışıklı” bir erkek suretindeki “iyilik”, bazen “sivri dili ve kesici
tırnaklarıyla” fenalık peşinde koşan güzel yüzlü bir kadın kılığındaki “kötülük”,
bazen de “bilgelik ve tecrübe aktarımı” konusunda uzmanlaşmış aksakallı bir ihtiyar
görünümündeki “Olgunluk” ile karşılaşacaklar kitabın pasajları boyunca.

Ve farkedecekler ki; ellerindeki kitabın onlara anlattıklarının kendine özgü bir


cismi, bir şahsiyeti var. Fakat yine de kitap hakkında “iyi - kötü - vasat -
muhteşem” veya başka bir şekildeki herhangi bir kanıya varamayacak ve onu
kategorize edemeyecekler...

Çünki, bu kitap aslında DeViLofHacKeR’ın (DoH) çok şeyler bildiğini ispatlamak için
değil, ondan “birşeyler öğrenin” diye yazıldı. Zaten DeViLofHacKeR da hiçbir zaman
“herşeyi” bildiğini iddia etmez. Malumdur ki Tanrı dışında hiçkimse herşeyi
bilemez. Gerçek olan DoH’un ''çok şey'' bildiğidir. Öte yandan, hiçbir öğrenci,
öğretmenini kesin ve net değerlerle ölçme becerisine sahip değildir.

Ve birşeyler öğrenirken, sizden kafaca üstün olduğunu kabul ettirmeye asla


yönelmeyen DeViLofHacKeR’ı (DOH) daha bir sevecek, onun size okuma - yazmayı
değil “okumayı” öğrettiğine şahit olacaksınız.

Bu şekilde de kitabın kalitesini kaypak eleştirmenlerin avuçlarından kurtarıp, sizin


görüşlerinizle, hem “okunabilir” hem de “kıymet verilebilir” hale getireceksiniz.

Haa; sadece keyif alabilmek için okuyacaksanız derim ki; varolan keyfinizi de
kaçırmayın! Çünki; mükemmel eğitilmiş – becerikli - ufku açık insanları alıp, “yarım
yamalak işleyen ve kokuşmuş” bir ortama entegre ederseniz, ortamın galip
geleceğinden emin oluş kadar, bu kitabın da size bir faydası olmayacaktır keyif
bağlamında...
Kitabın her cümlesi, müsveddeler üzerinde defalarca durmak - enine boyuna
düşünmek - kelime eklemek ve çıkarmak gibi şeylere minimum seviyede
başvurularak, neredeyse tek seferde yazıldı.

DeViLofHacKeR’ın beyninde, sihri zor anlaşılan birçok atölye çalışmasında “süzüle


imbiklene”, koca bir taslak iken, ''eşsiz bir desen veya motife'' dönüştürülerek, ama
asla bir karalaması olmadan, çarçabuk birşekilde ve yanlışızlığıyla da “düzgün fikir”
örneği olacak yapıda kaleme alındı.

“- İyi de, bu kabiliyetteki bir kişiliğin aynı zamanda aksi ve huysuz oluşuna ne
buyrulur?'' derseniz; yazarlık bir sanat dalı sayılırsa eğer, huysuz olmayan birtek
sanatçı gösterin hadi', deyiveririm. Kendisiyle bile çatışıp da geçinemeyen büyük bir
sanatçıdan “iyi huylu” olmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Koyunlardan birini alıp da
sürüye çoban köpeği olarak dikseniz, çok daha makul sayılır bu yaptığınız....

DeViLofHacKeR’in hikayesini okurken; sefalet – saltanat – masumiyet – sevgi – tutku


– aşk – polemik – serüven – para – seks – ihanet – arkadaşlık – cinayet – intikam – çile
- sır perdeleri – gözyaşı - kan kokusu – gaddarlık – usanç – utanç - merhamet ve
hepsinden önemlisi “Samimiyet” kavramlarını yüreğinizde birebir yaşayacak,
soyuttan somuta vardıracaksınız beyninizde. Beyninizde diyorum çünki yaşamınıza
sokmak için tüm sayılanları, ancak DeviLofHacKeR (DOH) olmanız lazım.

Yani; “Neden hayat benim için bu kadar zor?”,


“Başarılı olmak için neden bunca çok çalışmam gerekli?” şeklinde sorular sormak
yerine;

“Ben hazır olayım ki, fırsat dedikleri şey geliverdiğinde, alsın rütbemi en yukarılara
çıkarsın. Hazır değilsem, öyle çok “fırsat” günü ve günceli yaşarken teğet geçer ki
beni. Ama bilgi denen Güç'ü elime alarak hazır biçimde beklersem, olmaz olmaz!”,
demişliğiniz gerekli çok eski zamanlarınızda…
DeViLofHacKeR’ı (DOH) bir filozof veya bilim adamı, belki de birsürü karmaşık
sıfatın toplamı saymak, ve şu yeryüzü denen büyük alemdeki diğer insanlara bakıp
inceleyerek O’nu anladığını iddia etmek gaflettir.

Çünki DOH henüz lisenin birinci sınıfını bitirdiğinde, “pozitif ilimler” konusunda
olması gerektiği seviyedeyken, insan - insan psikolojisi - olaylar ve olay
akışlarındaki “kişisel gelişim ve öngörü” safhalarını eksiksiz ve kusursuz olarak
biliyordu.

Bu süreç boyunca da “bilinen ve erişilen” ile “bilinmesi ve erişilmesi mümkün olan”


ve “bilinmesi imkansız kabul edilmesi gerekenlerin” varlığını hakkıyla benimsediği
için, insanı da bütün yerküre bazında ele alması zor olmamıştır.

Sonraki dönemlerinde de “insan ve insana ait” her ne varsa, bütün biçim ve hareket
şekilleriyle test etme imkan ve lüksünü bizzat yaşayarak elde etmiştir.

Küçük yada büyük insan - sağlam ya da hasta insan - masum ya da suçlu ve kötü
insan - bilgili ya da kör cahil insan - aklı yerinde ya da deli insan - sakar ya da
hünerli insan gibi tanımlanan profillerin yanısıra;

filozof – sanatçı – şair – yazar – dahi – kahraman – bilge – hazret – köylü – memur –
işçi - ordinaryus profesör – öğretmen – müftü – sosyete – politikacı - komutan ve
boşta gezenler ile alkolikleri “belli aralıklarla ama kalıcı bir şekilde” dost edinerek,
hem analiz etmiş hem de beynin başdöndürücü keskinliğinin paralelliğinde, insana
özgü sır perdelerinin “aslında ne olduğunu” bütün çıplaklığıyla ortaya serebilecek
hale gelmiştir…

Yazdığı şu kitabı sadece otobiyografik anı olarak algılayan okuyucu, O’nun


cüretindeki ihtişamı anlamamış ve DOH'u bir adet kitaba hapsetmiş olacak, ve,
“medeniyet denilen aptal icadının ahmak takipçisi” sıfatıyla zerre kadar birşey
öğrenemeyecektir. Yalnızca, “okuma kabiliyeti” biraz daha artar - gelişir.

Çünki, SÖ’ler zaten en derin buhranlar ve güncelin getirdiği psikolojik durum


değişimleri sayesinde, kendilerini her an tehlikeye düşürecek olan nefes alışlarının,
hiç nefes almayan canlıların bile çok gerisinde tuttuğunu ancak DoH ikinci ya da
üçüncü kitabını yazarsa sezebilir, ve O bunu yaptığındaysa ancak o zaman materyal
“köle”, SÖ ise “efendi” rolüne bürünecek ve insanlar ezilmişlikten kurtulacak.

Ama DoH içinde bulunulan hali, Tanrı'nın isteği ve takdiri olan şeyleri temelden
bozmayacak.

Bozmayacak çünki Sıradan Ölümlüler’in (SÖ) ihtiyaç duyduğu, ve değişik zaman


dilimlerinde doğup - ölen milyarlarca insanoğlunun içinde “ender rastlanabilen ve
mükemmel güçlere sahip - bilinmeyen şeyleri sezebilen - yeni dünyalar ve yaşam
alanları yaratacak kadar hayal gücünü barındıran - en bilinen şeyler arasındaki
gizemleri ise kefşetme beceri ve öngürülerini taşıyan” bazı insanlar da doğdu.
Bunlar diğerlerine, ihtiyaç duyduklarının fazlasını da “ilim ve psişik” bazda verdi.
Her iki taraf da memnunken araya girmek olmaz, düzen ve işleyişi tümden bozmak
olmaz...

Gerçi her çağın “medeniyetimiz” dediği ve sahiplendiği şey, hep “kötü”


durumdaydı.

Çünki, aslında SÖ’lere bile uygun değildi. Sebebi de; bütün Tanrısallığına rağmen,
insanoğlunun “fıtratı ve yaratılış biçimi” tam manasıyla çözülüp - deşifre
edilmeden, dayatılıp, insanların “ucuz hayallerinden - abuk subuk teorilerinden -
rastlantısal ilmi keşif ve icatlardan” ve çoğu zaman da insanın “sapkın istek ve
emellerinden” beslenilmiş olmasıdır.

Geçmişteki SÖ medeniyetleri, “sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen dehaların”


zeka boyu, ve yine onların yetersiz algı kapasitelerine, ve tamamen kendi mesleki
dünyalarında yaşadıkları “denkgelişlere” göre gelişmiş; insanoğlunun madde
dışındaki durumunu “terbiye ve yüceltme” amacı hiç güdülmemiştir.

Böyle olunca da, bilim insanları nereye ya da neye doğru gittiklerini hiç bilemeden,
“tesadüflere dayalı bazı ince hesaplamalar ve birtakım kısa boylu ileri görüşler”
sayesinde yol almıştır. Her medeniyetteki “keşif ve icatları” inceleyin, herbiri,
varacakları nokta “tam ve kesin” olarak bilinmeden ortaya çıkmıştır. O çağın
modern toplumunu da; varılan “çarpık çurpuk ve özünde hesaplanamamış sonuçlar”
meydana getirmiştir.

Modernleşip medenileştiğini savunan SÖ’nün dünyasında ise “orman kanunu'' sadece


“ad ve şekil” değiştirerek hep varolmuş, ve milyarlarca yıldır insanoğlunun yakasını
aslında hiç bırakmamıştır.

Bu kanunu ormanda güçlü güçsüze uygularken, kentlerde insanların zengin olanı


fakirlere tatbik etmiştir.

Ve gerçekte, birçok şeyin ölçüsü sayılarak akademi ve enstitülerde “ezbere dayalı


olarak” nesilden nesle aktarılan terbiye ve görgü - akli melekeler ve muhakeme
kabiliyeti - ince hesaplarla muhasebe edebilme yeteneği - özgüven ve cesaret gibi
şeyler, insanın gerçek kapasitesine uygun gelişmemiş, eksik veya yanlış empozelerle
vücut bulmuştur toplumlarda.

Medeniyetlerdeki gelişmelerin tamamı, kendisini “tam anlamıyla çözememiş”


insanoğlunun bütünüyle materyalden oluşan dünyasında, yine onları olduğu haliyle
kullanıp da bazen evirip çevirerek yeni icatlar haline soktuğu şekliyle “çapsız” bir
biçimde olmuştur. “Yaşam enerjisi ve altın düşünceden yoksun” şeylerle gelişmeye
çalışan sözümona “düşünebilen” SÖ de tabii ki aslında hep yerinde saymıştır.

Öyle ki, sıradan ölümlülerin çoğu şu tespiti bile hala yapamıyor : “- Yahu; verem –
kanser - kalp ve damar hastalıkları - ortopedi ve travmatoloji vs. söz konusu olunca
sayı her geçen gün düşerken, adı depresyon – anksiyete – pmd – şizofreni - atipik
psikoz - paranoid sendrom vs. diye birçok şekilde anılan “akıl hastalıkları ve delilik”
sayısı neden sürekli artış gösteriyor?''...
Maddesel dünyaya ayak uydurdukça, ve her teknolojik gelişimi maddenin
paralelinde yaptıkça sen, ''tıp ve modern dünya'' ilerledi sanıyorsun, ama aslında,
kullanmaya kullanmaya, “boy boy ve nesil nesil” aklını tüketiyor, mevcut zekanı da
törpülüyorsun.

Ayağına bir taş düşen insanoğlu, ağrının sebebini taşa bağlamayı çok kolay öğrenip,
gerekirse de bütün tıbbi araştırmalar neticesinde ameliyatlarda safha sahfa
profesyonelleşirken;

bir tartışma sırasında sarf ettiği birkaç sihirli cümleden sonra karşısındakinin başına
“ani bir ağrı ve dayanılmaz bir ağırlık çöktürebilen” DeViLofHacKeR’in nasıl bir taş
düşmesi veya basınç ile bunu gerçekleştirdiğini “ne çeşit bir ölçme cihazı” ile
ölçüp, gerekiyorsa da beyin ameliyatını ne tür enstrümanlarla ve kıstaslarla
yapabilir?...

DoH muhattap olduğu bütün Sıradan Ölümlü’lerin (SÖ); o an veya geçmişte yaşadığı
acıların mahiyet ve şiddetini - beslenme ve duygudurum kaynaklı kan dolaşımı
yetersizliklerini ve bunlara bağlı psikolojik bozuklukları - yaşadığı çevreden gelen
omurilik ve bağlı bütün kemiklerin aksak yanlarını - kas ve yağ dokularındaki bütün
teklemeleri - sinir sistemindeki marazların göz ve çehreye yansıyan “özet değil”
bütünüyle aslını - geçmiş yıllarını ve olası kalan ömrünü; birkaç günü aşmayan bir
“sadece internette yazışma” sürecinde bile test edip, onda on tutan kehanetlerde
bulunabilir.

Çünki DoH, kitabını okuyanlar kabul etse de etmese de; “yaşayış – besleniş - eğitim,
öğretim - psikolojik altyapı - dini ve Tanrı’sal teferruatlar - beden gücü ve tümleşik
direnç” olarak “özel” yaratılmış, Tanrı’nın diğerlerinde ayrı ayrı kullandığı yaradılış
esaslarının bütüne yakını kadarını Tanrı’dan tek başına alabilme lüksünü tatmıştır.
Fakat yine de bir sohbette;

“- Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim. Daha genç bir “BEN” ile bişekilde
karşılaşsam, O’na, “sakın korkma” kelimeleri ile başlayan cümleler kurarak öğütler
verir, desteklerdim.

Yok, yok, hayır yahu!!! Koca bir yalan bu!

Çok çok genç ve tecrübesiz bir DoH ile karşılaşsam eğer, ondan öyle uzak dururdum
ki, bu mesafe belki de dünyanın etrafında birkaç tur kadar olurdu.

Çünki nefret ederdim o “Ben”’den be nefret!

Sonuçta her SÖ en çok kendinden nefret eder yaşamınca, fakat bilmez.


Ve konu DeViLofHacKeR (DoH) ise, bu nefretin bir limiti olamaz!!!

Şu öldürme lakırdısına bakıp, atar - gider yapan beni yüksekten uçmakla suçlayıp
burun kıvıracağınızı tahmin edebiliyorum.

Lakin; ben zaten gerçek bir katilim ve rahmetliyi 25 kez bıçaklayıp liğme liğme
ettim.

Bunu gözönünde bulundurursanız, dediğini yapan bir DoH’u tasavvur edebilirsiniz


kafanızda! Evet, benden daha genç bir “ben” ile karşılaşsam, onu hemen
öldürürdüm !!!

Hayır, hasta değilim.

Tamam, depresyon ve manik atak hayatımın her evresinde başımdaydılar, ve üstüne


zekiliğimle hafızamın da güçlü oluşunu eklediğinizde, yanlarına çılgınca para
harcama – alkolizm - sekse düşkünlüğü de kattığınızda, kare tamamlanıyor ve Psikoz
Manik Depresif (PMD) olma ihtimalim yükseliyordu fakat hiç kabul etmedim bu
durumu. Haklı nedenlerim de vardı.
Birincisi; bu SÖ’lere musallat olan bir hastalıktı.
İkincisi; tanıdığım birkaç PMD ile aynı kulvarda olamazdım.

Benim adım DeViLofHacKeR’di, yakışmazdı.

Ancak yine de, profesyonel destek alabilir miyim acaba düşüncesiyle birsürü
psikolog ve psikiyatr ile yüzgöz oldum.

Bu seanslardaki tek şaşırtıcı şey, daha muayenehanelerine adım atar atmaz


bedenimi yalayıp geçen ve taa ruhumun iliklerine kadar ulaşıp da masajsı
dokunuşlarla beni sarmalayan rahatlama hissiydi.

Sonrası bilindik muhabbetler ve sidik yarıştırmalardı kelimeleri kullanarak.

Fakat o genç DoH’un ne hastalık ne de katil ruhumdan dolayı öldürüleceğini asla


düşünmeyin.”, demişti...

Oysa ki DoH milyarların olmasa da kimliğini öğrenmiş olan herkesin sevgilisi, digital
bilgi dünyasının “her daim 17 yaşındaymışcasına bir performansla donatılmış” bilge
bir beyaz şapkalı hacker’ı, her an büyükçe bir parçası muhattap olduğu insanların
seyrine sunulan ve ağzına kadar dolu mikroçipi, gerek sanalda gerek gerçek yaşam
içinde seyr-ü seferdeyken “beni izlemeye devam edin, edin ki şu an keyfini
sürdüğünüz lezzetlerin sürekliliğini yitirmeyin” diyebilen bir küresel figür, saldığı
korkuya rağmen yanısıra sergilediği sempati - mütevaziliğin diplerinden doruklara
saniyeler içinde ulaşabilen karizması ile de SÖ’lerin hiç tadamayacağı bir başarı
yelpazesinin sahibiydi.
Hayatın en dışından en içine uzanmış bir güçtü DoH, ve kurbanlarının “Baba Kemal
Cündi”’si olmayı da hiçbir zaman arzu etmedi.

Zaten onların da “Şems” olmaya güçleri yetmezdi.

Tanrı, sevgili peygamberi Musa’nın dileğini neden geri çevirdi ve tecellisini dağa
gösterdi?...

DeViLofHacKeR der ki;

kendimi bolca övmelerimin ve diğer insanları “Sıradan Ölümlüler” olarak


nitelememin, aslında çevreme ve dünyaya uyum sağlayamamışlığım kaynaklı
olduğunu düşünen, ve, düpedüz şizofrenik tepkiler verdiğim konusunda hemfikir
olanların kaçı acaba düşünce ve eylemlerimin” klasik ve bilindik şizofrenlerinkiler
gibi “sembolik ve rüyasal” olmadığının farkına varır, ve tarzımın panoramasını
doğru yorumlama başarısına ulaşır?

Çünki masal dahi olsa bazı yumurtalar ördek değil kuğu doğurur.

Lafı kendimi yüceltmeye getirdiğimde; cüretkar - kendini beğenmiş - hatta narsist


olduğumu iddia edenlerin yanısıra,“- N’olmuş yani, senden çok var” diye başlayıp,
SÖ sıfatlarıyla, deha – mühendis – profesor – dilbilimci – şair – yazar - bilişim uzmanı
vs. isimlerini sıralayanlara hemen bir soru soruyorum.

Herkesin bildiği ya da bildiğini sandığı şeyi : ”- Mevlana’nın eserinin adı?”.

Şöyle bir böbürlenerek yapıştırıyorlar cevabı : “- Tabiiki Mesnevi! ”.


İşte diyorum hemen, “ben, o herkesin bildiği Mesnevi değil, Mesneviyi de içinde
barındıran asıl eser “Divan-ı Kebir’im!”. Ve ekliyorum :

“- Beni bilindik sıfatlarla anlamaya çalıştığınızda ancak bilindik sonuçlara ulaşır,


bilindik kıymetlerle biçersiniz değerimi. Bilmediğinizi bilerek algılamaya çalışın
ederimi! ”...

Teke tek olduğumuzda kurbanlarıma “muhteşem” olduğumu göstermem çok zor


olmadı.

Çünki karşımda, dev bir ayna üzerinde kusurlarıyla ortalık yerde duran “kendileri”
vardı. Ve otoritemin peşine takılıp da “tam bir kurban” olmalarını da, bana
sıralayıp anlatmaya kalkıştıkları “neden ve niçinlere” kulak tıkayarak, dolayısıyla da
hiç taviz verme riskine girmeyerek sağladım.

Onlarla vakit harcadığım dünyalarda hava hep ılık ve oksijen bol - gökyüzü masmavi
ve bulutlar sanki birer kenar süsü - yüzler tümüyle güleç ve dostane - bütün
nesnelerin kenarları oval - çayır çimen ise yeşilin en albenilisinden, üstelik de
diriydi. Oralarda ne varsa sevgi adına, hepsinin tadını her an hissediyordum
damaklarımda.

Çünki; ya dışarıya karşı kanlı savaşlara girmeliydim ya da o savaşları içerimde


yaşamalıydım enine boyuna.

Bu bağlamda, kurbanlarıma “yalın mutlulukları” yine kendime has yöntemlerle


yaşattım. Bu yüzden de onlara layık gördüğüm birsürü işkenceye - gözleri, kulakları
ve hatta beyinleri yokmuşcasına haksızca yermelerime – küçümsemelerime - köle
etmelerime - binbir şekilde dövmelerime, yine hiç belli etmeden bilinçaltlarına
akıttığım ve özünde tamamen doğru olan “iyi ve asil” oluşuma kanaat getirip, bütün
sertlik - keskinlik - acmasızlıklarıma ses çıkarmadılar. Öyle de olmalıydı. Geçici
kayıplar verdiler ama onur ve namuslarını sonsuza kadar kurtardılar...

“- Benimle neden uğraşıyorsun ki?


Süzme bir aptalım ben ve bunu en iyi sen biliyorsun! :(”, diye soran kurbanlarım,
yine bilmiyorlardı ki, dönüp kendi içime her baktığımda ve gaflete düşüp de
“kendimle uğraşma” yanılgısına selam verdiğimde, dehşete kapılır, ağlayacak hale
gelirdim.

Oysa sen gibi Sıradan Ölümlüler (SÖ), “imrenti ile karışık bir kıskançlığın ışığında”
sevgi ve saygılarını dile getirdikleri an samimiyetle, işte o an, coşkulu bir zafer hissi
beni dimdik ayakta tutar, ve o güçle yeni uğraşlar - yeni kurbanlar bulurum. Hayır,
ego tatmini değil bu. Ben sizlerle, her seferinde, tutkunun sürüklediği bir merakla
hareket eden çocuklar misali, hayatın kabuklu dış yüzeyini aşıp, özündeki “iyi ve
tad alınır” olana ulaşarak tazeleniyorum.

Ve hiç büyük olmadım ben. Çünki hayallerimi, onlarla aynı düzlemdeyken, “net ve
yüksekte” göremezdim.

Zaten; hastalık - ekonomik darboğaz - psikolojik çöküntüler - siyasi veya idari


hezimetler - topluma veya devlete karşı olan sorumluluklar düşünüldüğünde;

bazen Hasan öne çıkar ve durumu kurtarır, bazen de DoH olaylara el atar ve
müşkülden sıyrılırlardı.

Sonra da birbirlerini “hiç çözememişcesine” manalı bakışlarla kutlayarak;

“- Hiçbir halta benzetilemeyen kara kuru bir kakalakböceği gibisin. Eminim ki her
mekan ve zamanda yaşayabilir, karşına çıkan herşeyle beslenebilirsin!” edalarıyla
şakayollu süzerlerdi...
Evet, bir tahtakurusu bir hamamböceği gibi “Gece”’nin sükunet ve karanlığını her
zaman sevmiştim. Hapisteki uzun yıllarım boyunca “Gece”’yi göremesem de
gözlerimle doya doya, onunla geçmişteki sıkı fıkı dostluğumuzu hayal edip
avunurdum.

Ama biryandan da onun bana olan bağlılığından hep şüphe de etmiştim geçmişte.

Çünki o kapkara “Gece”, beni, kıytırık bir oyuncağa dalıp da ebeveynini unutuveren
küçük çocuk hızıyla unutur, çekip giderdi. “Gece” bütün karanlığını da alıp yanına
gidiverdiğinde, benim içimi de bütün ihtişamıyla “ümitsizlik kadar siyah kalp
ağrılarıyla dolduran yalnızlık” ile ruhumun göz göze gelişi doldururdu.

Bundan dolayı gündüzleri, kendimi, diğerleriyle birebir iletişim esnasında, tam


anlamıyla ifade edemezdim. Bu ise aslında benden kaynaklanmıyordu.

Mesela; Yahudi Müslümanı - Budist Hristiyanı - Müslüman ise diğer dinlerdeki


“kendine uymayanları” dışlarken kendi hesabına, ve düşmanken bunlar birbirlerine
içten içe de olsa kendi aralarında;

ansızın bir ateiste rastlamış da üzerine çullanmışcasına hep birlikte;

ben de kalakalıyordum işte öylecene, “Sıradışı fikirlerimle” Sıradan Ölümlü’lerin


içinde, kendi kendime...

***

BİRA / ALKOL : Özünde, tembel bir sanatçıdır DeViLofHacKeR (DoH). Keyfine


düşkün, bira ve sigaraya düşkün. Sıradan Ölümlü’lerin (SÖ) tamamına yakını para
kazanmak uğruna günün oniki saatini kafası ayık şekilde çalışmaya, kalanını da
dinlence ve eğlenceye ayırır…

Gerçek sanat içinse “iş hayatı ve programlanmış sistemli çalışmalar” uygun değildir.
Sanatçıların dünyası ve yaşamları çalkantılarla dolu - çoğunlukla kararsız -
mağruriyetleri hırçınlıkla ve sanatsal tacizlerle süslenmiş fakat diğerlerininkinden
daha iyi, çok daha güneşli ve aydınlıktır.

Çünki, gerçek yaşamda “reklam arası kadar bile hayale yer olmadığını” daha
çocukluklarında anlamış, büyüdüklerinde de tembel tembel bekleşirken, içkili
kafalarla, üretivermenin kollarına atılmışlardır.

İçki dedik de, uyuşturucuya oldum olası ve düşmani derecede karşıyım,


caymayacağım. Onunla at başı giden ve dozajı da “alınan ezik keyiflerle” sürekli
artan “Ego” acizliğine ise hiç bulaşmadım, bulaşmayacağım.

Fakat alkole ve özellikle de biraya aşığım.


Birayı çok seviyor oluşumu ve sürekli içişimi alkolik oluşuma yoranlara “asla” der ve
eklerdim :

“- Ben sadece gönlünce gülen kadınları severim!”.

“Saçmaladı deli yine” derlerdi ilinti kuramayıp eminim.

İzah edeyim : Yudumladığım her bira “şuh bir kadın kahkahası” gibi ıpıslak ve
büyüleyiciydi.

Ve, henüz içmediğim her yudum biranın bardaktaki duruşunda, kıpır kıpır bir
billurun o kahkahada parçalanırken yaydığı berraklık vardı...

DeVilofHacKeR (DoH) günlerce bilgisayarının başından kalmaz, evden çıkmaz ve her


fırsatta bira içerdi. Nice sonra kendini caddelere attığındaysa “hiç eksilmeyen
azametiyle karada adım atmaya henüz alışamamış denizciler” edasıyla bir o yana
bir bu yana, “saldırırcasına” dolaşırdı. Tabii ki elinde ve belinde bira kutusuyla...

Maltepe sahilinde, yan bankta oturan ve bir vesileyle konuşmaya başladığı adam,
yakınlardaki büfeden satın alıp ikram ettiği çelik gibi soğuk birayı, “- Sen iç, afiyet
olsun, bana dokunur, hasta eder” diyerek geri çevirdiğinde sinirlenmiş, ayağını yere
vurur ve gözleri de ateş saçar biçimde;

“- Hasta etse ne olur birader?! Yataklara düşer ve belki de ölür müsün ha? Tabii ya,
sen ölürsen şu boktan dünya n’apacağını şaşırır di mi? Onun hiç umrunda değilken
sen, hasta olma kaygısıyla mı şu güzelim bira teklifimi geri çeviriyorsun, ve içinde
bulunduğun mezardan kafanı çıkarmış da bana “ya hasta olursam?” tribi
yapıyorsun?! İçme canım kardeşim, içme!!” demişti.

Şaşırdı adam ve apar topar kalkıp, tek kelime etmeden, ardına bile bakmadan
gitti.

Kimdi ya da neydi gerçekten şu DeViLofHacKeR?


Ölüm çığırtkanlığından keyif alan sarhoş bir Veli mi;
insanların şaşkınlık ve afallamalarından beslenen alkolik bir deli mi?..

Her ne olursa olsun birayı çok sevdi ve 25 yıl aralıksız içti.


Ta ki, cinayetten sonra cezaevine girdiği o geceye dek.

Bu yüzden herkescikler, o gece için yaptıkları gibi hep DoH’u suçladılar.


Özellikle de annesi ve yakın çevresi.
Cinayeti de direk alkole bağladılar.

Yahu, 25 yıl içti DoH o enfes biraları, ve bırak birini 25 yerinden bıçaklayıp kesip
biçmeyi, neredeyse yumruk bile atmadı.

Alkolün kişide şiddet duygusu uyandıracağına, hele de katil edeceğine hiç


inanmadı…

”- Söyle bakalım sen neden öldürüldün???” diye,


bir de rahmetliye sorabilmek lazımdı...

***

FAKİRLİK / ÇULSUZLUK : İnsanoğlu, yeryüzü varolduğundan beridir, önce dünyayı


sonra da bütün evreni sahiplenme sevdası güdüyor. Öyle ya, henüz 100'de çok küçük
bir dilimini kullanarak binbir teknolojik – tıbbi – fiziki - ruhani bilimi, beyni
sayesinde kendine oyuncak edebiliyorsa, milyarlarca yıldır süregelen mücadelesini
birgün elbet kazanacak, herşeyin sahibi de o olacak...

Bu ihtimalin varolduğunu biran için kabul etsek de, insanoğlu bu dünyanın zaten
sahipli olduğunun farkına varamadan bu hülyalara dalıyor.

Onlar; ölmeme yeteneğine sahip olan yegane varlıklar; tek hücreli hayvanlar!

Bizim kadar karmaşık ve aynı ölçüde mükemmel organları, ve dolayısıyla da fiziksel


bir bütünleşik sistemleri yok. Bu yoksunluktan mıdır bilinmez, gayet ilkeller ve
insanoğlu ile kıyaslandığında çelik çomak gibi kalıyorlar.

Ama, her daim diriler ve her daim ayaktalar.


İnsanın baş düşmanı olan "ölüm" ile taşak geçip, milyarlarca yıldır ona meydan
okuyorlar...

Yaşam denilen savaşın tek kazananı var ve o da ölüm.

Çünki, onun emireri olan "zaman", her geçen dakikayla efendisinin yararına işliyor
ve onun şanını - şerefini - namını layıkiyle koruyor. Zavallı Sıradan Ölümlü (SÖ.) ise,
ölümün değişmez kanunlarının tamamı yürürlükteyken, sözümona, mal - mülk -
tokluk - güzellik gibi acizane şeyleri sahiplenip, ucuz ve ahmakça türküler
mırıldanmaktan öteye gidemiyor.

Ne yalan söyleyeyim, ben de yaşam isimli o savaşta nefes alıp verdiğim süre
boyunca Tanrı'ya pek dua etmedim. Dua'nın gücüyle de, Tanrı'nın hakkımda taa
ruhlar alemindeyken daha ben, takdir edip onayladığı hükümleri değiştirtmek
istemedim.

Fakat ona yakardığım anlarda hep;

beni, kıçımdaki dondan - sırtımdaki hırkadan - dudaklarımdaki sigara ve elimdeki


biradan - bir de internet bağlantısından mahrum bırakmamasını diledim.

Sadece bunlara sahip olan birisi diğer insanlarca "çok yoksul" kabul edilse de, sorun
yok benim gözümde.
"Doygun hayat" noktasındaysa ikinci bir dileğim daha oldu Tanrı'dan :

Beni ömrümce fakir yaşatabilir ama gariban etmesin.

Fakirlik insanı mağdur eder bir dönem belki, fakat, "Gariban" dediğin kişi ağız
tadıyla rezil bile olamaz.

Bu yüzden de hiç zengin ol-a-madım ve her zaman yoksuldum.

Çünki para nasıl kazanılır hiç öğren-e-medim.

Ancak, parasızlığın beni ittiği bütün çaresizlikleri, "şerefi hat safhadaki bir
üniforma" gibi üstümde alenen taşıyabilecek kadar bilge ve aynı ölçüde
onurluydum...

Elim iş tutmaz benim.


Hırka - don - sigara - bira - kadın - internet eşittir cennet.

Gel gör ki devir eski devir değil.


Şu altısı bile hatrı sayılır bir para istiyor, ve sefillik insanın midesinden çok gözünü
oyuyor.

DevilofHacker (DoH) oluşuma aldırmadan bir camiye yanaşabilirim. Ama ağzım bira
kokar çoğu zaman. Kalksa biri "- Biz keriz miyiz lan? Sabah akşam iç iç, sonra gel
cami önüne avuç aç - para iste. Öyle kurnazlık yok, bas git! " dese, al başına belayı.

Bela da onun söylemlerinden gelmez başıma ha. Verdiğim cevaptan gelir.

Faraza desem ki "- Yahu şu kapı önündeki arabayı alırken filanca rahmetlinin dul
karısını nikahladıktan sonra cebine attığın paracıklardan hiç mi harcamadın?
Eskiden de mi zengindin, eskiden de mi hacı hocaydın? ".
Neyse cami önü ve dilenmek fikri DoH'un mentalitesine hiç uygun değil...

Hayali kavgaları geçip bir kitapçıya dalsam.

Elime bir Nietzsche geçse.

Üstüm başım yağmurdan dolayı ıslak ama ellerim kuru kalsa.

Kitaplar nazarımda kıymetli ya, hiç yıpratmadan karıştırsam sayfalarını.

Nietzsche bana "- Beni bırak da bir Epikür bul ve gözün dünya görsün." diye
fısıldasa.

"- Yahu üstad, gözümün dünyayı gördüğü mü var ki? Eski kafayım ben, Epikür üstelik
damarlarımda dolaşıyor her solukta" desem, kıskansa ve suratını ekşitse...

Niçin sadece "akıl verme ve yöntem önerme" sözkonusu olduğunda meydanda


oluşumu, ve mal, para veya diğer materyaller için kılımı kıpırdatmadığımı, ve
hayata madde gözüyle bakmadığımı mı soruyorsunuz?

Para ve maddi şeylere sahipliğim, o içinde bulunduğum günü geçirmekten öteye


gid-e-medi hiç. Hem önemsemedim hem de gerek duymadım. Bana ne kadar para
lazımsa tedarik ettiğim andan itibaren, daha fazlasına ulaşmak adına çabalamadım.

Bu bağlamda; maddiyatım zaten marjinal olduğundan, çok hora geçecek bile olsa,
paylaşmazdım.

Çünki, "fazlaca varlığı olan kişiden" çevresindeki herkes irili ufaklı birşeyler ister, ve
bu da o insanın gücünün önce parçalanmasına, sonra da yokolmasına sebep olur.
Oysa, kendimi bildim bileli bende sadece "keskin işleyen ve sonuçlara götürebilen
akıl" boldu. Güç, para, ün ve karizma adına ne varsa elde edebilirdim de. Fakat o
zaman amaçlarıma ulaşamaz, üstüne üstlük SÖ.'leri de "kötü kaderlerine" bırakmış
olur, onları kazanmak şöyle dursun, sonsuza dek kaybederdim.
Çünki kurbanlarım bu vasıflara sahip bir DoH'a asla güvenemezdi.
Kaybedeceği şeyleri çok olan birine nasıl güvenilir ki???...

Hal böyle olunca hayat da DevilofHacker'ı hiçbir şart ve olayda ezip - yerle bir edip
- böcekmişçesine itip kakıp aşağılayamadı.

Çünki DoH hayata hiç "kazanımlar ve kayıplar" penceresinden bakmadı.

Hayat denilen kalpsiz efendinin karşısında hep onu küçük gören - kıymet vermeyen -
yalakalık etmeyen bir DoH vardı. Ne az'a az dedi, ne fazlayı bana ver diye
hayıflandı.

Bu yüzden Hayat da DoH'a hep saygılıydı, çünki onun hedefinde sadece "sonsuzlukta
hep varolabilmek" vardı…

Sorarsan da şöyle derdi :

"- Ben bu yaşamı karşıma alıyorum, ve, Şah - Vezir - Kale - Fil - At ve piyonlarıyla
tam takım olmak üzere, fakat, satranç yerine "dama" oynayarak, taşlarda ne
azamet, ne sayısal ne de işlevsel bir "değer" bırakmıyorum.

Çünki, Tanrı'nın kurduğu düzenle satranç oynanmayacağını çok iyi biliyorum...

Bu oyunda destekçim hep "en az" belirteci oldu benim.


Böylelikle diğerlerinin "tekrarlayıp durdukları fikirlerini" ortaya saçarken ettikleri
hakaretlere de hep "en az" şekilde maruz kaldım, rahattım.

Öyle ya; hırka - don - bira - internet - sigara ve kadından oluşan altı parça şeyi
"ihtiyacı olanın tümü!" varsayan birine kim ve neden muhalif olup da kendi başını
ağrıtsın ki?..

Sıradan Ölümlülerin (SÖ.) yitip gitmesi için gereken yol haritası : Çok çalış, rol yap,
bolca eğlen, takma ve umursama, fazlaca kazan, yarıştan kopma, önlere katıl,
doyma ve hep ye, taraf tut ve tuttuğun taraf da mutlaka "güçlü" olan olsun, zayıfı
boğ - ez - yoket, yine çalış, yine rol yap - oyna, herşeyi boşver, sana gıpta ile
bakılıyor zannederken de yolunu şaşır ve yitip git. Bilindik manzara yani.

Oysa sadece; dünya üzerindeki "sürekli değişimlerin formülünü" çözdüğünde


bilgeleşir - zenginleşirsin, ve geçici şeyler senin nazarında önemini yitirir. E zaten
bu dünyadaki herşey de geçici değil midir?..

Şu ahir zaman denilen yüzyıl öyle acınası bir zaman dilimi ki; babalar "güçsüz ve
neredeyse bitik" adımlarla ailesini ilerilere taşıma çabasında.

Anaların "ne kadın ne de insan" olarak kıymeti kalmamış ve her an ezilmekte.

Çocuklar duyarsız - gıda yoksunu veya tamamı kimyasallardan oluşan besinlerle


"zavallıca bir büyümenin" gayretinde.

Ahlak bozula bozula artık en derin kuyuların diplerinde.

Tüm insanoğlu bedenlerinin yanısıra "ruhsal açlık" ve sefaletlerin pençesinde.


Ve bu haller hiç de geçecekmiş gibi durmuyor.
Herkes elleri bağrında ve ümitsiz olduğu kadar da nice etkisiz teşebbüsler içinde...

Çok parası olmadığı, lüks içinde yaşayamadığı, holdingleri yönetip de insanlara


patronluk yapamadığı, paranın açabileceği kapıları arşınlayamadığı için üzülüp de,
kahırdan, ne yapacağını bilmez halde dolaşanlara şaşıyorum.

Yahu; mesela, yüzgeçlerin yok ama suda yüzebiliyorsun. Standartları yakalayan bir
bedenin varsa ve uzuvların tamamsa daha neyin peşindesin? Altı bacağının olması
sana ne katabilir ki, paranın yokluğuna hayıflanıyorsun?!.
Şu işim şöyle yolunda gitse de filanca dileğim gerçekleşse;

hani şu kişi var ya, o falan sözü söylese de akıbet tam istediğimce beni bulsa;

olsa – bitse – varsa – dönse - denk gelse - tam öyle olsa - gönlümce gerçekleşse -
bana musallat olmasa – bulaşmasa - tedirgin etmese; se-sa-se-sa!

Yahu çıldırdınız mı?

Bu dünyadaki en bedbaht edici - en derde salıcı - mutsuzluğa onlarca kapı açıcı -


yemeden içmeden kestirici - şaşkınlık budalası yapıp, gidip durduğun yoldan çıkarıp
da yersiz yurtsuz bırakıp "hayallerinin tümüne veda ettirici" yegane şey; "istediğini
ele geçirmek ve emeline ulaşmak!" değil midir?..

***
KADIN / KADINLARIM : Yirmibeş yaşındaydı DevilofHacker (DoH) evlendiğinde, ve o
yaşa kadar neredeyse hiç sevgilisi olmamıştı. Seks yapmıştı ama "sevgili olmaya
veya bulmaya" yabancıydı. Yaşı kırklara dayandığında da evliydi ancak eşleri
farklıydı, ve yanısıra da birçok sevgilisi vardı…

Özünde; yalnız kalmaktan deli gibi korkuşu vardı bu "çokça sevgiliye" sahip
oluşunun, ve "karanlıktan ödü patlayan bir çocuk gibiydi, ki," yalnızlık da aynı şeydi
DoH için.

Kadınlarının tamamını da; onu pür dikkat dinleyecek ama yargılayıp sorgulamayacak
- her daim kanatları altında tutacak, koruyacak ama asla boğmayacak - kozasının
"kelebek adayı" tırtılı sahiplendiği gibi saracak ama gerektiği anlarda özgür
bırakacak - hem zeki, hem anaç, hem seksi, hem de eğlenceli kadınlardan
seçmişti.

"Zeki" olanlar aynı zamanda da "depresif ve mutsuz" olduklarından bu tip bir


kategoriye duyduğu ihtiyacı onlardan karşılıyordu.

Yanındaki kadını ışıl ışıl ve pırıl pırıl olsun, ama, DoH'a asla gölge etmesin - iş ve
özel yaşamında gayet başarılı olsun, ama, DoH'u geçme amacı gütmesin - bazı
hayati durumlarda atak ve pratik olsun, ama, DoH'un önünde hiç durmasın.

Kadınları böyle böyle olsun ki, DoH'da "o an" besleneceği kadını hangisiyse gitsin
ondan beslensin.

Herhangi biriyle nokta koyduklarında ilişkilerine, "çöken ve enkaza dönüşen duygu


çöplüğünden" anında çıksın DevilofHacker ve "diğer" ya da "yeni" kadınıyla
macerasına devam edebilsin.

Hiç sadık olmasın, olmayı da istemesin zaten. İlişkisi gayet iyiyken bile kadınları ile,
O, "yeni bedenler" aramaya devam etsin, bulsun da...

Aslında kadınları birbirinden haberdardır - hissediyordur birşekilde, ve DoH'un


onlara verdikleri ile yetinmeye razıdır. Onu her koşulda sevmiştir kadınları. Hem de
çok!

Aptal ya da geniş mezhepli olduklarından değil, DevilofHacker'ın kapasitesini analiz


edip, onun, çok ileride ve sınırsız bir yelpazede oluşundan kabullenirler bu durumu.

DoH ondan ne derece ve nasıl beslenirse beslensin, birşekilde hayatında olsun, bu


yeter. İşte DoH'a bu türküler eşliğinde sevdalanırlar. "Gerçekten" ve "hiç yamasız"
sevdalanırlar. Evet! DoH'un bokunda boncuk var :) ...

İkili ilişkilerde "çok bilindik ve üçüncü sayfaları süsleyen" ekonomisiyle çok ilintili
cinayetlerin tümünden daha "devasa ve bitirici" bir kayıp vardır çiftlerin arasında.
Bu çoğu zaman sadece hissedilir ve kelimelere dökülemez :

Eşine veya sevgilisine tüm "kişiselliğini ve özünü" kalbini de içine katarak verirsin.
Bütün materyallerden üstündür bu, çünki sen zaten tümüyle busundur ve varolanın
hepsini vermişsindir. Bu bağlamda, ruhu olmayan bir beden nedir ki zaten?

Sonra, küçücük bir zaman dilimine sıkıştırılmış olan bir ayrıntı seni alnından vurur.

O da şudur : Karşıdakinin gereksinimi her ne ise yine de karşılayamamışsındır ve "aç


aç ve memnuniyetsizlikle" karşında öylece durur!

Yansımalarından biri de seks şeklinde olur.

Bu konu kadının tek gerçeği, erkeğinse ütopyasıdır.

Seks, her canlı için, eşine "bir hediye" olarak sunulurken, insanın dişisi bunu bir
güvence - garantörlük gibi görür, ve onlarca yıl evli bile kalınmış olsa da, yeri
geldiğinde kullandığı bir silahtır kadının. Karavana attığı, ıskaladığı da nadir
görülür.

Çünki öyle anları olur ve öyle ağır bir kasvetle yoğrulur ki kadın, asla anlayamazsın.
Yatağınıza "huzuru tamamen kaçmış küçük bir çocuk" gibi girer, ve elini uzatsan da
büründüğü o duygu zırhını aşıp, çehresine geçirdiği o "tarifsiz acı maskesini" alaşağı
ederek, dokunamazsın...

Çok sabırlı bir erkeğim ben. Bir kadını hiçbir zaman bunaltıp da elimden
kaçırmadım bu yüzden. Beklemeyi bilirim. Gereksizce hamleler yapıp da elim boş
dönmem.

Bir oyun kedisi gibi, bana doğru atılacak olan yün yumağı dört göz ve dört patiyle
bekler, hiç acele etmem.

Sonuçta seks tek başına koca bir hiçtir. Kadınımla birbirimize öyle "sıkıca"
bağlanmalıyız ki, ikimizden de sadece 1 adet kişilik çıkabilsin ortaya, ve bu yeni
kişiliği yaratan kişilikler yok olup gitsin. Birimizin varlığı öbürü olmadan hiçbir
anlam taşımasın ve sabun köpüğü gibi erisin.

Fakat bazı anlar vardır ki aşklarda; insan kendini "müebbet hapse henüz çarptırılmış
ve boş gözlerle mahkeme heyetini süzen bir adamın" yaşama sevincinden daha da
aşağı durumda hisseder.

Buna sebep : Sevgilisine duyduğu güven ve onu tanımışlığın en yüksek mertebesinde


olmasına rağmen, elinde tuttuğu ve namlusundan gri dumanlar tüten bir
tabancayla, ayaklarının dibinde yatan bir ceset varken dahi "o yapmaz"
diyebilecekken; beynini allak bullak ediverecek potansiyeli bünyesinde barındıran
"acaba?" tohumudur...

Kendime özgü sebeplerle ve yine kendine has "biçim ve kırmızı çizgilerle" içime
çeke çeke yaşadığım ilişkilerimde, onlarca kadınımın herbirine bir şekliyle aşık
oldum. Hem de, şu "ilk aşk" aforizmalarının tam tersine "düpedüz ve sırılsıklam" aşık
oldum.

Kadınımı her an özlüyor, bırakın saatler, bazen günler boyu, onunla yanyana
geldiğimiz zaman neleri ballandıra ballandıra anlatacağımı düşünüp planlıyor,
kişisel olarak "neyi iyi neyi kötü" yaptığımın muhasebesini tutup da ciroyu pozitife
yükseltmek için hesaplar yapıyordum. Şirinlik seviyemi onunlayken tavan yapacak
hale sokmak için de kendimi sürekli şartlandırıyordum.

Bunların tümü, aşığının kadınına olan tutkusunun göstergesi sayılabilir, ama, birden
farkına vardım ki yıllar sonra, bütün bunları ben, o an seks yaparak - içerek -
eğlenerek vakit geçirdiğim dişiye değil; belki de hayatım boyunca bulamayacağım
"O kadın" için kurguluyormuşum.
"Bir sonrakinde bulurum" umuduyla da, hiç kimsenin ulaşamadığı o yüce aşkın
peşinde koşuşuyormuşum her kadınımda.

Ve aşk denilen büyülü evin temellerinin, sevgilinin varlığı değil yokluğu üzerine inşa
edildiğini birşekilde idrak ediyormuşum bilinçaltımda.

Yoksa neden dolaşayım ki onlarca farklı kucakta?..

Herbirini ayrı ayrı çok sevdim, değer verdim, tüm absürdlüğüme rağmen de onlar
tarafından sevildim.

Pek azıyla fikir ayrlığına düştüm "arkadaşlık" konusunda ilişkimiz bittikten sonra, ve
araya katgüt (ameliyat ipliği) dahi konmuş olsa, iyileşemedi bir türlü o benzersiz
yara.

Hiçbir kadınımda; içine kırmızı renk bir "yiyecek renklendiricisi" katılmış beyaz
şarabı, sanki gerçek kırmızı şarapmış da içmişim yanılgısına düşmedim aslında.
Herbirinin (birşekilde) sürekli hayatımda oluşunun nedeni budur.

Özünde, bir köpeğin sahip olabileceği en hassas burun, bende, "öngörü ve seziş"
olarak tezahür etmiş, ve yanılmışlığım azdır. Ama, "çok renkli" olmasına rağmen
kendisi dışladığımı iddia eden kadınlarım da oldu. Neden olmasın ki? Onca renk
cümbüşü kerhanelerde de boldu...

Kadınıma varışlarımın ve birzaman sonra birçırpıda çekip gidişlerimin de iki makul


sebebi vardı : Başlangıçlarda, bana sadece biraz "duruluk ve berraklık" lazımdı.

Son buluşlarının sebebiyse "çamur ve bulanıklıktan" kaçıştı.

Birliktelik esnasındaysa, kadınlarım her buluşmamızda büyüledi beni, çekti, iç


çektirdi ve baştan çıkardı. Güzellikleri ve beyin yapıları da hep farklıydı.

Zaten "hazzın doruklarına ulaşarak yaşadığımız sevişmelerimizin" sebebi de çoğu


zaman "duru güzellikleri" değil : aynı evde hatta aynı kentte olmayışımız ve haliyle
de göz eskitmelerine maruz kalmayışımızdı.

Koyun koyunayken "soluklarımızı paylaşarak birbirimize can kattığımız" hiçbir


kadınım, ilkbakışta öyle görünse de, aslında ne ten ne de tin peşinde koşmadığımı
hiçbir zaman anlamayacak.

Benim; "koynumdaki o sevgili varlığı bütün detaylarıyla belleğime işleyerek,


sonraları gözlerimi her yumduğumda da eksiksiz ve tüm çekicilikleriyle onu yeniden
anımsayabilmek" konusundaki açlığımı giderdiğimi asla bilemeyecekler...

Gördüm ki; sarkmalarıma - argo ve keskin dille sokmalarıma - taciz etmeden tahrik
edip akıllarına karpuz kabuğu düşürmelerime - olmadı, tüm münazara, münakaşa
veya tartışmayı, kelimelerin sihirlerini de kullanarak sözü apışarasından hiç
çıkarmadığımda;
bana, o ya da buşekilde "namusun bütün öğüt ve aforizmalarını" sıralayıp, ardından
da kalbinin ululuğunu birçok örnekle savunan, ve o kalbin aslında "apışarasından
önce fethedilmesi" gerektiğini haykıran, ve bu savların sahibinin de "gerçekte bir
kraliçe" olduğunu farketmem gerektiğini, kendince başıma kakan kadınlarımla
yatağa girişimiz, aynı şehirdeysek üç saati, farklı illerdeysek de üç günbatımını
bulmamış. :D.

İş inada bindiğinde; "- Eh ben de senin saçlarını "taa 5 yaşımdan beridir her koşulda
uyandığım sabah ezanı vaktinde", bütün o şehvetli uğraş gecemizden sonra
darmadağın halde görüp de, biramı yudumlayıp sigaramı içmezsem!" diye
bilenirdim.

Konu "kadın" olduğunda öyle inatçı bir arızaydım ki ben, dünyanın bütün tamir araç
gereçleri "sağlamlığıma" şaşardı benim. :D…

Kadınlarımın "canını dişine takarak"; içyüzümü bilen hemcinslerimin de "imrenerek"


peşimden gelişlerinin ve itaat edişlerinin sebepleri arasında uçsuz bucaksız özgür
tavırlarım - dibi bulunmaz cesaretim - uygulamalardaki sınırsız akıl kuvvetim sayılsa
da, özde; birçoklarının algılama becerisini bile gösteremediği fakat kesinlikle
hissettiği "esrarengiz yapım" ve heryere ustalıkla serpiştirdiğim "devasa soru
işaretleri" yatar.

Yanısıra; yaldız veya sim dedikleri şeylerden yapıştırılmışcasına ışıldayan upuzun


kirpiklerinin arasından öyle mahmur öyle süzülerek bakar ki, ve etkilemek istediği
kadının gözlerinin içine öyle çıkmamacasına dalar ki bakışlarım;

"tüm varlığıyla bir yudumda içiveren dişinin" aklı karışır - elleri duracak yer bulamaz
- ayakları dolaşır.

Kalbini neredeyse çatlatacak olan bu tarifsiz heyecanı saklamaya çalışırken kadın,


içinde binbir mana barındıran bir tebessüm eşliğinde DoH, onun "bedeninden
ruhuna gidip duran patikada" hızla yol alır.

Kadın nesine tutulur nesine aşık olur bir erkeğin, kimse tarifleyemez ama,
DevilofHacker "samimiyeti hisseder ve aşık olur" dediğinde bu tespite kimse itiraz
edemez...

Bir de, "ulaşılamaz ve ele geçmez" oluşundur kadını senin peşinden sürükleyen.
Emin olun ki galibiyet önemli değil, tek canlıdır kadın "sadece savaşmayı" çok
seven...

Birçok güzel kadınla birlikte olmuştu.

Sıradanla çirkin arası bir yakışıklılığı, bilindik "köylü çocuğu" sıfatı, bakımsız dişleri
vardı ama, DoH'un hayatına giren kadınlar hem bedenen hem sosyal hem ekonomik
açıdan hem de tahsil bakımından çok çok güzeldi kendisinden. Hem DoH'tan hem de
diğer hemcinslerinden.

Bazı anlar kendisi bile şaşardı.

Hadi diyelim, sohbetlerden sonra "beynimin derinliğini keşfettikçe" kendilerini daha


çok teslim ediyorlardı ya, ilk anlardaki meyil nasıl açıklanırdı.

Onu da birgün soluk soluğa sevişmelerinin ardından gelen sohbetlerinde


kadınlarından birisi kısaca şöyle anlatmıştı :

''- Ben mağrur ve dik insanları daima beğenirim. Sen de her zaman gururlu – ciddi -
kibarlığa varan bir saygı çerçevesindeydin etrafına karşı. Hele, çoğu zaman suratını
kaplayan dalgın – dertli - düşünceli halin daha güçlü sempati - merak uyandırırdı
bende. Ağırdın. Belki sen de sürekli kur yapan ve bana aşkını ilan edip duran
"diğerleri" gibi davranabilirdin, ama, beğeniyor oluşuna rağmen bile olsa hislerini
hiç açık etmedin. Zaten aksi durumda, şartlar ne olursa olsun seni kesinlikle
reddederdim. İçinde "bir güzel insanın" varolduğuna kanaati bu sebeplerden getirip,
koynuna giriverdim."...

Tanrı aşk hissini saçarken yeryüzüne, dişileri "dağıtan" erkekleri de "arayan" olarak
tayin etmiş. Durum böyle olunca da, caanım dünya erkeği "aşka susamış ruhuyla" en
değişik tutkuları diriltip içinde, her an "yeni ve taze" heyecanlara kapılmak için "o
kadın senin bu kadın benim" dolanmış durmuştur.

Yaratılışı buyken, nedenini bir kadına sorarsan : Kesin kudurmuştur!..

Hani insanız ya, herbirimizin irili ufaklı hayalleri var işte. Ben de düştüm
çocukluktan kurtulur kurtulmaz birtanesinin peşine. Üstelik, gerçeğe yakın olması
için de, isterken fazla yüksekten uçmadım. Ola ki gerçekleşir diye.

Yalvardım Tanrı'ya; ''- N'olur bana yakışıklı bir aşk nasip et ve ömürlük olsun.''. Ne
zor bir istek, ve ulaşılmaz bir hayal olduğunu ise nice zaman sonra anladım.

Tanrı'nın "oku" emri bir Ümmi'yi en inanılmaz bir hızla - en açıklanamaz biçimde
Ordinaryus Profesöre dönüştürüveriyor, ve, yine tek hecelik bir eşsiz kelime olan
"Aşk" ise, insanın bütün varlığının içine, sığamaz sanılsa da, sanki, mağmanın
ateşlerini tümüyle dolduruveriyor.

Ben de, eski bir tanıdığa "hiç olmadık bir zamanda ve hiç ummadık bir yerde
rastlamış olmanın eşsiz sevincini yaşarcasına" yaşamak için "aşk'ı", çok yalvardım
Tanrı'ya. Sanırım bana karşı sağırdı, karşıma "O" kadını hiç çıkarmadı…

Zaten var ya; adına sevgi - tutku - aşk ya da başka ne derseniz deyin, tümü kadınlar
içindir. Erkeğe yaramaz bunlar. Onun cesaretini emer emer tükürür.

Çünki bu duygular, buharlı hamam ortamının insan bedenini pelteleştirdiği gibi,


kalbi naif – yumuşak - direnci düşük hale getirir. Öyle bir ortamda da erkeğe çok
lazım olan "cesaret" nasıl can bulur, varlığını nasıl olur da sürdürür?

Cesaret dedik de, işin aldatma ve boynuz takma kısmıysa tamamiyle fasa fiso, ucuz
bahane.

İniver insan ruhunun derinliklerine göreceksin ki; insan Tanrı olmak istemez,
Tanrı’ya sahip olmak – elinde tutmak ister.

Bu bağlamda; yasak aşkın "erkek kişisi", kocasının - sevgilisinin tam anlamıyla sahip
olup da hüküm süremediği kadının yüreğini kendine kul - kendine köle etmiş
olmanın hazzını sever.

Ayrılıklardan sonraysa, iki aşıktan birinin aklına düşüveren şu sorudan daha


ürkütücü birbaşka soru yoktur :

"O benim yaşamımdaki herşeydi. Ya ben onun hayatındaki "herhangi birşey"


idiysem?"

İşte ben, konu aşk olduğunda, bilinçaltımın dürtmesiyle de olsa belki, körkütük
sarhoştum hayatım boyunca ve sana gelemedim bir türlü.

Öyle ki; geçen ilk taksi yetecekti. Sarhoştum ve o derece kendimde değildim ki,
yanıbaşımdan geçiveren taksilere el edemedim. Ama, kalbimde kocaman bir sevda,
dudağımda belli belirsiz bir türküyle vallahi hep sana gelmeyi bekledim.

Eskiden ne çok incitilmiştim ve aslında belki sarhoşluk da bahane!


O taksiye binmeyi "yürekten" isteyemedim...
Aşklarda, kadınlara karşı yapılan deliliğin gel - git durumları olur mu, yoksa derin ve
emsalsiz duygu değişimlerinden mi kaynaklanırdı bilmem ama; cimcime ortamların
en keyifli anlarında bile, yaptığı küçük bir ofsayt hareket veya sarfettiği iğneleyici -
tahrik edici cümle, kalbimde derin bir nefretin uyanmasına sebep olurdu.

"Şu!" kadın için bunca yanmak da, böyle olduğunda, belki de boş ve gereksizdi!

Gözümde o saniyede "hiç"'e dönüşüveren şu aşağılık yaratığı iyi niyetler besleyerek


düşünmemeli belki de en gerçeğinden acıtmak için güzelce dövmeli, ve cüretinin
bedelini ağır ödetmeliydim. Kompleksli bir psikopat mıydım, bencil bir deli miydim?

Sahiden de çok hırpalarım kadınlarımı.

Öyle böyle değil, uzun süre hiçkimsenin dayanamayacağı şekilde eleştirir - tenkid
eder - yerden yere vururum. Birçok "dişisel ofsayt" hareketlerindeyse düşmancasına
hem de.

Ve ezbere bilirim ki çekip giden birçoğunun yanısıra (duygusal olarak), benimle


kalan ve tek şart bile öne sürmeden beni sevmeye devam edenler, hayatımın
"kadın" başlıklı pasajının parlayan 4 yıldızıdır. (1- FGCM, 2- FGCMx, 3- FGCMxx 4-
"O")

Her ne kadar "hoyrat ve gelgeç tavırlarımla" kadınlarımı aşağıladığım düşünülse de


birçok kez, onlara ve "yaratma - dünyaya getirme - doğurabilme" imtiyazlarına
karşı, içimde, kıskançlıkla karışık saygı – imrenme - kendimden üstün görme her
zaman olmuştur.

Hele de, dışarıdan birtakım müdahelelerle ve erkeksel girişime hiç ihtiyaç olmadan,
dişi kurbağanın yumurtasından yavru elde edilebildiğini öğrendiğim, ve spermin
yerinin doldurulabileceğine kanaat getirdiğimden beri, sokaklara dökülüp de avaz
avaz "eşitlik" naraları atan kadınlara daha bir gönülden "yuh" çekiyorum...

Evet, agresiftir DoH ve "düşüncesizce yapılan hareketlere" verdiği tepkileri dik -


keskin - talan edicidir. Ama bunun tersi durumlarda da kolu kanadı alabildiğine
geniştir.
Öyle ki, kadınları, tüm şükran hislerini ona karşı, sonsuz bir teslimiyetle, kucağında
"eminliğinden şüphe duymadan barınabilecekleri bir sığınak" edasını sürekli
hisseder, ve başları o kucakta yumuşakça okşanırken, ruhları da manasız
dargınlıkların tatsızlığından uzak, olabildiğince keyfeder...

Kadınlarıma karşı hissettiğim "tarifi zor duyguların" manasını yıllarca çözmeye


çalıştım. Fakat ne tuhaftır ki, bir arpa boyu yol alamadım. Ulan şu 40 sayısı
harbiden birçok sırrı barındırıyor sanırım.

Kırklarımda; aşk - sevgi - tutku vs. dedikleri şeylerin, karın ağrısı - kol kırılması -
ayak burkulması - apandisit patlaması ayarındaki "hissi hastalıklar" olduğunu ve
doktorun da - hemşirenin de - ameliyat veya kimyasal tedavisinin de adresinin
"Maşuk" olduğunu yeni yeni anladım. DevilofHacker'ın da Tanrıgüdüsel olarak, her
hastalanışından sonra, iyileştiği an, alelacele toparlanıp kendi kendisini taburcu
edişlerine şapka çıkardım.

Onlarsa, yaşadığı terkedilişin ardından aşağı yukarı şu lakırdıyı yapardı DoH'a :"-
Gönlüm artık birbaşkasına kapalı ve onun donmuş varlığında tek bir kıvılcım
mevcut. Gün gelir yeniden ateşe dönüşür umuduyla bir köşede bekleyen bu yaşam
kıvılcımının soluğuyla ısınıyor - nefes alıyor ve hem depresyona hem de ölüme
direniyorum. İşte o kıvılcımın adı DoH!"…

Kadınları o ya da bu şekilde yaklaşık olarak böyle söyler, o da dinler ve gülümserdi.

Keşke (ona göre) acımasızca ardında bıraktığı şu kadın; belki kısa belki de uzun bir
zaman diliminden sonra kendini sarıp sarmalayacak olan birbaşka erkeğin
kucağındayken de bu lakırdıları edebilse ve DoH'un gidişlerinin kalıcı olduğunu
bugünden sezebilseydi...

Peki kadınlarımın hiçbiri benden niye vazgeçemedi ve hayatımın biryerinde, ve


özellikle de benim istediğim "zaman ve biçimde" neden yanımda oldu biliyor
musunuz?

Söyleyeyim : En saçma an ve işlerimde bile sonuna kadar "farkındalık" ve bir o kadar


da "kararlılık" hakimdi.

Bu ikisi, yeryüzündeki her dişinin kendini sunacağı erkekte olmasını isteyeceği


başlıca iki kıymetti…
Her kadını, kendini DoH'a sunmadan önce, onun haline için için gülerek;

"- Yakışıklılıktan pek nasiplenmemiş ama, benzersiz bir kişilik ve envai çeşit
kabiliyetlerle donatılmış şu adamın;

kendisinden başka lütufta bulunmayacak olan "diğer çekici ve başdöndürücü


kadınlar" nazarında da "korkunç" yakıştırması yapılarak aşağılanacağını" düşünür,
ve, kendi cömertliğine paylar çıkartırdı.

Ah bir bilebilseydi gerçeği, ah bir anlasaydı.

Çünki bu fikirlere, DoH'un sahip olduğu "mağrur ve donuk yüz hatları" yanısıra,
"şeytanca soğukluklar barındıran bakışlarını" algılayamayarak kapılırdı...

Bunca "kadın ve aşk" ahkamından sonra derim ki;

Aşklara ve Masallara hep inandım.

Bunu söylediğimde, "- Çocuk musun sen yahu! Masallar gibi Aşklar da yalan! Uyan
artık!" diyenlere de hiç inanmadım, muhattap almadım.

Sadece içimden;
hatta; "heybetinden içime bile sığdıramadığım büyüklükteki" şu soruyu sordum :

"- Hadi masallar uydurma diyelim, ama, kadın'a rağmen bile olsa;
Aşk, Ya Varsa!? "...
***

ANNEM / AİLEM : Ne yazık ki DevilofHacker'ın (DoH) çalkantılı yaşamından en çok


etkilenen Memo oldu. Çünki DoH herşeyin ötesinde her daim bira içerdi, sarhoştu.

Annesi evden gideli neredeyse 1 yıl olmuştu Mehmet'in, ve DoH bu sürenin ilk altı
ayını kendini hepten içkiye vererek, Memo'dan mümkün olduğunca uzak durarak ve
onun bakımını babaannesine devretmiş halde, sarhoş olarak geçirmişti. İlk
karısından ayrılmaktan dolayı üzüldüğü için değil, Memo'ya tam "anne kucağı
çağında" nasıl olup da layıkıyla bakabileceğini hesaplayıp durmak kasıyordu onu…

Sonraki zamanlardaysa, gece veya gündüz - ayık veya en sarhoş halinde bile onu
ağlatmamak ve hiçbirşeyden mahrum bırakmamak adına "elinden gelen tüm gayreti"
gösterdi.

Bazı geceler korkup yatağında ağlamaya başladığında, başı hareli bir meleğe
dönüşen DoH, Memo'ya yetişir, sever – öper - ninni söyler ve uyutamazsa da
sabahlara dek başında beklerdi.
Şeker ve çikolatalar biryana, sarhoşken gidip de beyin - paça karışık çorbasını içtiği
lokantadan "haşlanıp terbiye edilmiş" kuzu beyni alır, lapa hale gelene dek ezer,
zoraki de olsa oğluna yedirirdi.

Öyle ya, erkek evlat hem bedenen hem de aklen iyi gelişmeliydi ve "kuzu beyni
püresi" bu işe katkı sağlamada birebirdi…

Fakat bazen, evet bazen arıza yapardı DoH.

Onun küçük bir çocuk olduğunu unutur, "bunalmışlığıyla!" bağırır - çağırır ve


hırpalardı.

Sonradan bu gaddar haline kendisi de şaşardı ama ne yazık ki yapardı.

O masum ise; odada cüssesi kendinden büyük masa - çekyat - sehpa, ne bulursa
arkasına saklanır, büzüşür, olabildiğince küçülür ve kendisini babacığına
göstermemek için ne yapacağını bilemezdi :(.

Korkmaması imkansızdı, çünki DoH öfkelendiğinde, o şefkat ve sevgi yüklü adam


gider, yerine öfke Tanrı'sı gelirdi sanki.

Öyle ki; bağırmaya başladığında var sesiyle, odanın camları bile zangır zangır eder,
Memo da "yağmurda sırılsıklam olmuş insan" misali titrerdi.

Bu anlar çok nadir olsa da, oğluma bile diğer insanlara davrandığım "resmiyet -
acımasızlık - gaddarlıkla" yaklaşış sebebim psikopat oluşum değil, fakat belki,
Memo'nun gözünde bazen öyle zannedilir.

Ah güzel oğluşum, ah bebeğim! Ben bilirim ki, sadece "iyi ve keyfe dokunan"
yanlarını önüne sürüp de öğretirsem sana şu hayatı, kanatsız bir melek gibi yetişir,
sonra da başına gelen "hiç olmayacak - umulmayacak felaketler" karşısında ezim
ezim ezilirsin.

Oysa, yeryüzündeki kötülüklerin mümkün olan en çoğunu sana göstermeli, tamamen


güzel niyetlerle atılmış bir adımın bile insanı her zaman güzelliklere
götürmeyeceğini öğretmeli, sürekli hazır ve "istenmeyenlerle başedebilecek" hale
çok çabuk getirmeliydim seni.

Umarım, "iyi" değil "adil" olup da "boktan dünyaya uyum sağlayabilecek" şekilde
yetiştirdiğim için, birgün affedersin beni...

Mesela cezaevindeyken bazı günler sanki kanım çekiliyordu.

Çok sinsi bir kalp çarpıntısı ruhumu tehdit edip, onu, bedenimden sürmeye
çalışıyordu. Akabinde o güzel yüzün geliyordu aklıma, gülümsüyordum. Sonra dört
duvar kan tükürüyordu ellerime, ve senin doğum gününü lanet olası bir hücrede
geçirdiğimin farkına varıp, "Kutlu olsun yeni yaşın canım oğlum. Yanında olamasam
da seni çok seviyorum." diye söyleniyordum acı yüklü ve ıslık gibi bir sesle.

Ardından, ne yapacağımı şaşırdığım, o senin "lastik patlattığın" dönem gelirdi


aklıma eğitimin konusunda.

Oysa daha bebekliğinden başlayıp, "itaat etmeyi" doğuştan bilmen gerektiğini ve


Tanrı'yla birlikte içinde bulunduğumuz dünyanın bunu becerebileni, ve neye ya da
kime eyvallah edeceğinin farkındalığıyla yaşayanı "baştacı" edeceğini dilime türkü
etmiş oluşumdan, sana hep, bu yeteneği en iyi kullanabileceğin "askerlik" mesleğine
yönlendirmeye, yine bunu da kendiliğinden isteyesin diye de "süsleyip överek"
beynine işlemeye çalıştım.

Ne hikmetse başaramadım.
Tarih öğretmeni olacakmış benim oğlum, hay yarım akıllım :)…

Çok bilindik zamanlarda ve hiç ummadığım birinden duyuverdiğim bir kelime -


kelimeler grubu, herbirşeyi depolamayı çoğu zaman kabullenen belleğimin öyle bir
yerine kazınır ki, bunların da ortak özelliği; ciltler dolusu yazsan da "o kısacık ve
sihirli" ifadenin yanında ancak "özet" sayılabilmesidir.

Niçin "büyük adam" olamadık konusunu ayaküstü konuşurken internetkafeci bir


arkadaşımla, "- Parayı bulamadık biz Hasan. Çok zengin olamadık, çünki, ancak
"baban kadar" olursun bu hayatta. Bazı istisnaları sayma" demişti.

Bir çağrışım vasıtasıyla her uyanışında bu sözlerin sarfedildiği hatıra, hemen oğlum
gelir aklıma.

Dudaklarım mırıldanmaya bile cesaret edemez ama “bir avuç elem bir avuç
mahzuniyet ve kaygı" yüklü gözlerim, yıldızı sönmüş ve kararmış bir sükutla haykırır
tüm ruhuma;

"- Sen dışarıdan bakan SÖ.'ler nazarında "bilgisayar başında, elinde bira ve
sigarasıyla" ömür tüketen bir zavallısın! Ya Memo'da ancak babası kadar olursa???
"...

İkinci eşim mi?


O bizi acıması olmayan gerçek bir şeytan sanıyor!

Hayatında olumlu bir değişim için kendini hazır hissedip "yeniden inşa edilmiş bir
yaşama" kavuşmak adına, "mabet" bellediği DoH'un iç dünyasına giremediğini
düşünüp, "kapıda bekleşen diğer rakipleriyle" kah kıyasıya dövüşüyor - kah onlarla
dost olup çanaklarındaki yiyeceği paylaşıyor.

Ona şunu sormalı : "- Neden hala Mabedinin kapısındasın?".

Yanıt veremese de kendini ifade edemese de diliyle;

"Kalender - dert ve zevki aynı kefede tartabilen - hükmedebilirsen gönül ehli –


olgun - dışı berbat ve sarhoş görünse de içi hoşgörü ve adalet dolu - gölgesi olunup
peşisıra sürünülecek kadar da ışıklı ve kütle sahibi bir ruhu var onun", diye,
bilinçaltında her an sayıkladığından emin olabiliriz.

Çok çile çektiği ve çok hakettiği için bir bebeği olsun istedim mesela onun. Olmadı,
maya tutmadı yıllarca.

Sonrasında, taa cezaevindeyken "pembe oda" uygulaması başlayınca tam vaktidir


dedim. "O kırklarında ama hala diri, ve biraz itina ile hamile kalabilir. Vücut sperm
üretimi için en kaliteli yanlarını seçiyor olabilir gıdaların, ama, ben yine de son
masturbasyonumu perşembe yapıp, son haftayı da mümkün olduğunca karavana
yemeklerinden uzak ve organik beslenmeyle geçireyim. Fındık - yoğurt - salatalık -
domatesi bol yiyeyim. Pazartesi de imalata girer, tohumlama işini hallederim"
düşüncesiyle cuma - cumartesi - pazarımı geçirip, pazartesi DK.'yla biraraya geldim.

Çarşamba günü ise; tanınmış bir jinekoloğun "sperm kalitesi sorunu" yaşayan bir
okuyucusuna gazeteden verdiği öğütleri okuyunca şok geçirdim.

Hamile kalımında; erkeğin sıkı ve organik beslenmesinin ardından, ne eksik ne fazla


ve mutlaka 3 günlük "boşalma diyetinden" sonra "tohumlamada en kaliteli sonucun"
alınacağını salık verişini hayretle okuyunca;

DK.'ya bir bebek verme fikri sonrası daha önce hiç duymadığım bir konuda da "nokta
atışıyla" uygulanmış bir yöntemle ilgili derin tıbbi öngörünün - içgörünün, ve bu tip
şeylerin beni "hayat boyu başarılı" yaptığını biraz daha tecrübe ettim.

Gazeteyi okuyunca şaşırmakla hata etmişim.


Ne bekliyordum ki; DoH'un melekelerini yok mu farzedecektim?..
İki evliliğimde de "aile bakımı ve ev işlerinde" profesyonel, ancak, "dişilik ve
dolayısıyla da kişilik" sorunlarıyla dolu, yaşadığı ev sözkonusu olduğunda orayı bir
kraliçe edasıyla çekip çeviren ve bana zerre kadar külfet yüklemeyen, ama,
sözkonusu "iki metrelik yatak" olduğu an sadece uzanıp da, abartısız, "hazırolda"
komut bekleyen kadınlara layık gördü beni Tanrı.

Ve akabinde diğer kadınlarımı eften püften sebeplerle de olsa karşıma çıkardı.


Fakat O'nu ve bana layık gördüğü şeyleri yargılamadım hiç.
Tanrı'yı yargılamak bana yakışmazdı.

"Evlilik ve Kadın" sözkonusu olduğunda son olarak şunu diyeceğim : Birşeyler


yapmasam da sevilebileceğimi "annem" dışındaki birisi bana ispatladığında, söz
veriyorum onu baştacı edeceğim!..

Zaten "evli çiftler ve uzun süredir sevgili olanlar" birbirinin törpüsüdür derim.

Seviştikten sonra ya da günlerce birbirlerine dokunmadıkları halde, odalarının


"tahtı" olan yataklarının çarşafı sürekli kırışır. Düzeltilir, yine kullanılır, yine kırışır.

Çarşafın "zaman" denilen buldozerden aldığı pay "küçük bir ütü operasyonu" ile
yokedilebilir ama o "kırışıklıklar" evli insanın yüzünde "geçen yıllarla orantılı
derinliklerde" acımasızca sırıtır...

Gelelim DoH ve Annem'e.

Potansiyel bir suçlu ve profesyonel bir günahkar olduğumu ilk annem farketmiş
olmalıydı diye düşünüyorum. Ve tüm annelerin de kendi yavruları için aynı
farkındalığa aşağı yukarı aynı yaş dönemlerinde ulaşmaları gerekirdi. İlk anlar
oldukça heyecan vericidir çünki. Bir aileye henüz dahil olan "yeni bir bebek".

Gözlerini göremesen de yumuk olduğundan, gözkapaklarının tümsekliğiyle


varolduklarını hissettiğin, ve ellerinde on ayaklarında on parmak olduğunu görüp de
"oh çok şükür, klasik bir seçim" diyerek rahatlayabildiğin, ilk intiba ve fiziksel
kontrollerden sonraysa "herşeyi gerçekten bilindik şekillerdeyse" seni mutluluklara
garkeden, ve %50 ihtimalle de geleceğin "kötü - katil - canavar - bencil" SÖ'lerden
biri olma ihtimalini o an aklına bile getirmediğin "yeni bir bebek".

Ve annelerin, o masum ve misk kokulu bebekleri bir sabah uyanıp da kollarını


boyunlarına doladığı an "yürekten kopup gelen katışıksız bir sevgiyle", artık onun
"bebek" gibi kokmadığını, hatta, o yoğun ve sıradan kokuyla karşılaştığında, içine
çekmeye doyamadığı eski "şekerimsi süt kokusu" arasında dağlar kadar fark
olduğunu hissedip de, hayvani bir dürtüyle kendini biran olsun geriye çektiği refleks
hareketinden sonra "ayaklarının suya ermiş" olması gerekirdi.

Ama hiçbir anne bir ömür yüzleşemez ki böyle birşeyle.


Hiç hem de...

Bu olağan durum yetmezmiş gibi, yaramazlık yaptığımda ve aklım henüz ermeye


başlamamışken, annemle babamın karşısında başım öne eğik vaziyette fırçamı
yerken, iki ejderhanın alev saçan ağızlarına benzetirdim çemkiren suratlarını.

Birinin nefesi azıcık kesilecek oldu muydu diğeri soluklanıyor ve hemen devreye
girip devam ediyordu sözümona "öğüt dolu haykırışlara" nöbetleşe.

Çoğu zaman da bu tip bir çabaya bile gerek duymaz, direk döverlerdi.
Hem de ne dövme.

Geleceğin katilinin aklını alır, şiddetsever olmasına ve psikopatlaştırmaya katkıyı


sürdürürlerdi...
***

AHKAMLARA SONSÖZ : Şu ana kadar anlattığım İnsanoğlu - Fakirlik - Alkol - Kadınlar


- Cezaevi ve Aile hakkında çok daha detaylı şeyler bulacaksınız kitapta. Tabii ki bir
Hacker'in kurbanlarıyla yaşadıklarının arasına serpiştirilmiş olarak.
Agresif – saldırgan - şiddet bağımlısı olduğumu söyler dururlar.
Söylerler de "acaba neden?" demezler.

Bazen de "sevgi şelalesi" olup aktığımı veya "şefkat abidesi" bile sayılabileceğimi
iddia ederler. Ederler de "acaba neden?" demezler…

Bilirsiniz ki; hangi din'e mensup olursa olsun, inançlı bir insan dininin gereklerinden
ayrılmadan yaşadığı zaman, gününün her dakikasında; cezalandırıcı - yapılan yanlış
dolayısıyla zulmedici - helak edici, /ve/ , koruyup kollayıcı – affedici - şefkatli bir
Tanrı arasında gidip gelip, iki taraflı bir "durumlar silsilesi" ile karşı karşıya kalır.

Ben de; çoğu zaman, uçsuz bucaksız komplekslerle donatılmış ve birbirine tersyüz
olmuş duyguların orjini olan ruhumla sohbet etmek isterim. Hiç tınmaz!

Öfkeden birbirine geçmiş dişlerimi binbir güçlükle ayırır, egoma seslenirim.


Oralı olmaz!

Tüm sesli girişimlerim boşa çıkınca, kılıcı kalkanı kuşanır da "gece karası vicdanıma"
ya Allah nidalarım eşliğinde saldırır ve yerle bir etmek isterim.

Sonuç yine hüsrandır!


Hezimete uğrar yenik düşerim.
Korkarım ki bir Tanrı olmayı asla beceremeyeceğim.
Taklit etmektense hiç vazgeçmeyeceğim...

Farkındalık, hele "insanüstü farkındalık" çok yorucu birşey.

Çünki, "oyun kuralına uygun olsun" diye, yapmaman gerekeni bile yaparsın, ve
kendini çarkların arasına balıklama atarsın. Birine, hatası ya da iticiliği yüzünden
fenalık edeceksem, daha önce işlediğim günahlarım ve kan bulaşmış geçmişim hep
gözümün önünde, beynimin terkisindedir.

Ve bilirim ki, kötü bir olay da kötü olayı takip eder.

Ve yine bilirim ki, bu saatten sonra ne vicdanımı temizleyip rahatlayabilirim ne de


maziyi silebilirim.

Binlerce "iyilik ve sevap" yüklü tavır, bana, ne şeref ve onurumu ne de namusumu


geri verebilir.
Eh, o halde, aynı alçak insan DevilofHacker (DoH) olarak kötülükler edebilir - yeni
kurbanlar edinebilir - burnumun dikine gidebilirim.

Nasılsa biri de bir bini de bir…

Adam olmam mı?

Derim ki bu noktada adamlıkla ilgili olarak;

küçücük bir çocukken "askere gitme zamanım için", "ohoo, bilmem kaç sene var
daha" gibisinden laflar ederdim.

Sonraları büyüdükçe iş, bir adam - bir erkek olmanın gününü hesaplamaya döndü.

Ben bunun için de çok vaktim olduğunu sanıyordum.


Yaş kırklara geldiğinde anladım ki, yokmuş.

O zaman da içinden çakamadığım tek hesap şuymuş aslında :


"İp mi kısa, kuyu mu derin?".

Anlayacağınız bu bağlamda çaktım matematikten ve, birdaha da dünyaya, bu


hesaplar kumpanyasına zor gelirim…

"- Peki mutlaka DevilofHacker olmalı mıydın, başka bir yol bulamaz mıydın?"
derseniz;

Hayır!

Çünki yöntemlerim korku saldığı kadar yapıcı ve eşsizdir de.


Bu da kurbanlarımın bana "gayr-i ihtiyari de olsa" hayranlığını sağlar.
Korku zaten bir sihirdir ve insanı da diri - uyanık tutar.

"Saf bir iyilik" metodunu da tercih edebilirdim.


Fakat o zaman ben eksilir - değişir - tükenirdim.

Çünki iyilikler kısa süre sonra ruha "muhteşem ve insanüstü" olduğunu haykırır.
Fakat kötülük yapıp duran DoH, en olmaz ihtimalle,
Sıradan Ölümlü'lerin (SÖ.) bulunduğu saftadır...

Kitabı okudukça, sayfalar ilerledikçe;


DoH'un yıllarca kendi kendine konuşmuş, ve hangi mertebede budalalıklar içerirse
içersin, bütün hareket ve hallerine hayran - kendini beğenmiş bir şizofren olduğuna
mı kanaat getirmeye başladınız?

Demek ki farkında olsanız da olmasanız da anlattıklarımdan birşeyler


öğreniyorsunuz.

Ama bilin ki; her insan bir dönem boyunca da olsa öğretmenine muhalefet etmeden
onun mertebesine - yüksekliğine yaklaşamaz.

Size tavsiyemse; şu an absürt veya sürreal fikir ve saplantılı düşüncelerden


oluştuğuna inandığınız, ama, belki de para vererek aldığınız şu kitabı "sonuna kadar
okumak" işkencesine katlanmayı, yani sabretmeyi, bundan sonraki her işinizde
alışkanlık haline getirin ve DoH'a da teşekkür edin.

Çünki siz ne derseniz deyin, bu kitap size, diğer insanlarda rastlayamayacağınız bir
"dostluk ve canayakınlıkla" ilgi gösteriyor olacak aslında.

Çoğunun düştüğü hataya düşüp de "araç"'tan zevk almaya çalışmayın, ve herbir


cümlenin size fısıldadığı "amaç'ları " farkedin. Bu da, dünyadaki en zor şeydir,
deneyin.
Ah, keşke DevilofHacker'dan (DoH) birden fazla olsaydı dünya üzerinde, ve bazı
DoH'ların uçuk olan neyi varsa sabırla görüp - değerlendirip - katlanıp, diğer
DoH'ların "neyi neden?" yaptığını o zaman belki azıcık da olsa anlardınız.

Çünki bilimdeki birçok şey, ancak ve ancak "kıyas metodu" uygulanabildiğinde


sağlıklı ve kesin sonuçlara götürebilir…

DevilofHacker'ın (DoH), en ütopik ve bir o kadar da absürt söylemi; diğer insanları


"Sıradan Ölümlü (SÖ.)" diye tarifleyerek, kendini ölümsüz veya onlardan çok bariz
şekilde "farklı bir ölümlü" kefesine koyuşudur.

Birgün ölecek oluşu ilkini silip atarken, ikinci şıkkın doğru değerlemesi için tek bir
şey yeterlidir : Normal insanların kendi ömürlerinin uzunluğu hakkında en ufak bir
"bilgi ve tespiti" olamaz iken, DoH ne zaman öleceğini bilir ve kitabın birkaç yerinde
de o ölüm anından bahsedilir.

Sıradan Ölümlüler (SÖ) böyle bir bilgiye sahip olsalardı kendi adlarına, kimbilir,
belki de, o an olduklarından çok daha çılgın hayatlar yaşarlardı.

Çünki onların tamamını "sistemliliğe ve ölçülü bir yaşam sürmeye" iten yegane şey,
ne zaman öleceklerine dair bilgiden yoksun oluşlarıydı. Belki de o bilgi ellerinde
olsa, hepsinin aklını alır, delirtirdi.

İşte DoH'u farklı kılan şey, o bilgiye sahipken bile, evrenin bütününe "renkler -
zevkler - dehşetlerden ibaret bir alem" gözüyle bakıp, hiçbirşeyi zerre kadar ciddiye
almamaktı. Kendi ölümü bile, pantalonunun cebinde sürekli taşıyıp da, arada eline
alarak stres attığı küçücük bir oyuncaktı…

Yaptığı bunca kötülüğe(!) ve olabildiğince acımasızlıkla attığı adımlara bakılırsa da,


DoH'un, ulaşabildiği Sıradan Ölümlüleri (SÖ) "en acı tecrübelerle karşı karşıya
bırakarak da olsa" uyandırmak yerine, kök söktürmesi – süründürmesi - rezil rüsvay
etmesi umulur.

En kötü ihtimalle de, herbirini kendine, ayrı ayrı amaçlar için tamamen köle
yapması düşünülür.

Oysa O, daha bu yolun en başında, tüm insanlığı, bütün salaklık ve sapkınlıklarına


rağmen bağışlamış, ve belki de sevmiş, belki de tarifi imkansız biçimde acımıştır.

Buna sebep de, her insanı dış dünyanın organik saldırılarından koruyan derisi gibi,
ruhlarını da çevreleyip saran bir "soyut derinin" olduğunu düşünmesi, ve o derinin
altındaki mükemmel sistemleri bir bir keşfetmek isteyişi, ve yaratanın hatrına da
oradaki marazları tedavi etmek maksadını taşımasıdır…

Yaparken keyif aldığı anlaşılan sözkonusu kötülüklerin(!) "gerçek kötülükler" olduğu


çağları da vardı DevilofHacker'in (DoH).

Yakın komşuları ve mahalle esnafı dahil herkes onun sağır olduğu konusunda
hemfikirdiler mesela küçük bir çocukken.
Çünki hemen hemen hepsi ona seslendiklerinde duyuramıyorlardı. Sağır değildi
fakat, duymak ya da yüzleşmek istemediği şeyleri gözardı edebilecek olgunlukta,
beş yaşındaki bir oğlan çocuğuydu. (5 / 40 / 55 yaşların da "sırlı yaşlar" olduğunu
belirteyim bu arada).

Dış dünyayla arasına "görünmeyen bir duvarı" hemen örebilen, ve o dünyanın


rahatsız edici etkenlerinden kendini yalıtabilen karakterdeydi. Fakat, mesela,
annesinin yaklaştığını hemen sezerdi ve salondan gelen ayak sesinin ona ait
olduğunu – tıklatışından, kapının önünde onun durduğunu bilir – hatta evin
bahçesindeki hayvan damından ulaşan “kuzu boku kürüme” sesinden bile küreği
babasının veya birbaşkasının değil de annesinin kullandığını anlayabilirdi.

Yalnızken oyalanabilecek çok şeyler bulabiliyordu ve o yalnızlıklardan da hoşnuttu.

Bahçe onu en mutlu eden yerdi.

Çoğu zaman da karıncaları gözlemlerdi. Bıkmadan usanmadan onları ve


hareketlerini izler, yuvalarını yeniden ve ne kadar sürede inşa edebileceklerini
merak edip bozar, eline aldığı kibritle bazı karıncaları yakar ve acı çekişlerini
izlerdi. Bazısının tek bazısının da birden fazla bacak veya antenlerini koparır, ne
tepki verdiklerini belleğine kazırdı.

En çok da, annesi onu ansızın çağırdığında, onlarcasının üstüne basar ve ölürken
çıtırdayışlarını dinlerdi.

Acı - kötülük - ölüm - haram - günah sıfatlarını henüz bilmiyordu ama bu


yaptıklarından keyif alıyordu. Sadece 5 yaşındaydı ve mutluydu…

Büyüdükçe, derin ve daldan dala düşünceler eşliğinde kendini sürekli yargılar,


muhasebe eder, ve dün - gün - yarına ait "olmuş ve olası yaşanmışlıklara dair"
bilançolar çıkarırdı.

Bütün sosyal olaylarda ne kadar değişken olduğu sonucuna varırdı.


Sonra da kişilikleri ve tarzları oturmuş olanlara gıpta etme ihtiyacı duyardı.

Öyle ya; yüz insandan doksandokuzu tehlike anında frene olanca gücüyle basıp
durdurmaya çalışacakken bir arabayı, sadece DoH tüttürdüğü ıslığı bile kesintiye
uğratmadan, "ya olağanüstü birşey olur da kazadan sıyrılırsam" şeklindeki, saniyenin
binde biri sayılabilecek zaman diliminde beyninde oluşan düşünceler demetiyle
frene hamle yapmayabilir, hatta kazadan kurtulabilirdi.

Ve bu halleri de kesinlikle değişkendi.


Lise arkadaşı ve kankası İzzet Yasin'e konuyu açtığında, ondan, " - Senin kişiliğin
yok. Kişiliksiz kişisin sen. "Her" kişilik sen, "hiç" kişilik yine sen. Ve bu da bir
ayrıcalık!" gibisinden sözler işittiğinde Altıeylül pasajının altındaki bir kafede İzzet
Yasin ve onun sevgilisi Arzu ile birlikte çaylarını yudumlarken;

"saçmaladı yahu!" diye düşünmüştü belki ama, şimdilerde, daha bir analitik
bakabiliyor olaya.

Evet, DevilofHacker, şiirimsilikten küfürselliğe saniyenin milyonda biri kadar süre


içinde değişebilen zihin sıçrayışına, zihinsel kişilik bolluğuna sahipti.

Ve bütün bunlar ışığında kendini; "- Sıradışı bir arızayım ben. Hem eli kanlı katil,
hem tutucu bir Epikür’yen, üstelik de Aristokrat!" şeklinde tanımlardı...

Maceralarından sadece 60 kadarını okuyacağınız ve onların benzeri olarak


binlercesini yaşamış olan DevilofHacker; bütün o yıllar boyunca yalnızca doğru
bildiklerini yaptı, ihtiyacı olduğuna inandıklarını hackledi.

"Vicdan sahibim, Acı öğretmenim, Adalet Tanrım" düsturu da dilindeydi…

Dünya zaten karmakarışık biryer, bilirsiniz.

Hemen hemen herşeyde "ahlaki netlik" eksikliği varken, DoH'u ve yaptıklarını


yargılama cüretini gösterebilenler, mesela, kedilerle köpeklerin bile doğ-a-mamış
bebeklerden daha çok hakları olduğunu;

doğup da birkaç saat yaşayabilen ama tümüyle hastalıklı bir insan yavrusunun dahi
kürtaj ile değil de doğal yollardan ölmesi gerektiğini ne düşünür ne de savunurlar…
Durum o ki; DevilofHacker bir kaos olsa da, sağduyusu ve yapıcılığı da vardır aynı
zamanda.

Kitabı okuyup yaptıklarını öğrendikçe, keseceğiniz ahkamları ve kendinizce


vereceğiniz hükümleri; "DoH yıllarca işbaşındayken yakalayıp da direk kendisine
iletseydiniz ya madem?". diyebilirim. :D..

Sağduyulu da olsa bir kaosu reddetmek acizliğini gösterebilirsiniz, ama, ikaz


etmeyenin suçlama hakkının da olmadığını hiç mi hiç aklınızdan çıkarmayın…

Velhasıl; ben hepsine ulaştım, ve sizin de bütün, (ütopik de olsa), "ideallerinizin"


gerçekleştiği bir dünyaya kavuşmanız temennilerimle, iyi okumalar…

***

Kitabı Cezaevinde yazdım. Anlattıklarım tümüyle gerçek ve kendi hayatım...

"İyi bir hacker'ı herkes bilir. Ya yakalanmıştır, ya da kendisi bilinmek istemiştirve çıkar demeç verir
medyaya. Mükemmel hacker'ı ise hiç kimse..." cümlesi size ne anlatıyor bilinmez ama;

DeViLofHaCKeR isimli Beyaz Şapkalı HaCKer, NSA'da (Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi) bir binbaşıyı
istifa ettirecek kadar iyiydi, onların güvenlik duvarlarını aşarak sistemlerinde cirit atmıştı. Sıradan
kullanıcıların hayatlarına dalışı bir elmaya ısırık atmaktan öteye gitmemiştir...

You might also like