Professional Documents
Culture Documents
Eski̇ Bi̇r Hacker'in Siradişi Anilari
Eski̇ Bi̇r Hacker'in Siradişi Anilari
https://ksdoh1010.wixsite.com/ksdoh1010
adresinden de okuyabilirsiniz…
“WikiLeaks mi? Bunun yanında o ne ki, güldürme beni…”
DoH
Eski Bir HaCKeR’ın Sıradışı Anıları
Bilgin ASİLTÜRK
2012-2014 Çanakkale Kapalı Cezaevi
( 4 Serilik Kitabın Birincisi )
https://www.facebook.com/kelimelerinsihirbazi
https://twitter.com/bilginasilturk
kelimelerinsihirbazi@gmail.com
kelimelerinsihirbazi@gmail.com
{00}
1)***
ECHELON, dünya medyası ve populer kültürde AUSCANZUKUS olarak bilinen;
UKUSA anlaşmasına dayalı bir istihbarat sinyalleri toplama ve analiz ağı işletimini
açıklarken kullandıkları isimdir.
Günümüz (NSA) Ulusal Güvenlik Dairesi, (National Security Agency) yani ABD'nin en
çok istihbarat toplayan teşkilatının geçmişteki halidir…
Dinlenen herhangi bir kişinin dünya üzerindeki net koordinatlarını da, yani evinizin
adresini de tespit edip kayıt altına alabiliyordu…
2)***
"Kadın nedir ?" sorusuna;
yanıtları;
onun bütün "dişilik ve doğurganlığıyla" hep bir adım "ayrı" oluşundan dem vurarak;
"akıl almaz biçimde eril ve güçlü" oluşuyla, "kendini tek hamlede tüketebilecek
derecedeki zayıflığını" tam manasıyla dile getirebilecek, "edebi ve felsefi" anlatım
gücüne sahip mükemmel bir HACKER.
3)***
Çoğu sanat eserinde cevabı aranan "İnsan Psikolojisi Nedir, Ne değildir?" sorusunu
perişan eden HACKER.
***
İÇİNDEKİLER
***
Okurken;
VE BU KİTABI;
***
NoT : "Çünkü" kelimesi yerine "Çünki" kullanışımı çok
eleştiren oldu ve bir açıklama yapmak zorunluluğu doğdu.
Hatta; siteye girer girmez böyle bir yazım yanlışını(!) gören
bazı "usta" edebiyatçılarla tartışıldı bile konu. İşin özüne
gelince ;
*****
Ütopya Kontu Çünki değil çünkü diye yazılır, bağlactan sonra virgül konulmaz. Bu
hatalar gerisini okumam için kâfi oldu. Gramerinizi gözden geçirin ve öyle yazın.
Kelimelerin Sihirbazı Tarzım bu. Bütün "Çünkü"'lerim "Çünki"'dir. Ve, 1 Türkçe. 1.1
Yanlış. / 2 Azerice. 2.1 Ad. / 3 Osmanlıca. 3.1 Bağlaç./ 4 Türkmence. 4.1 Ad. olarak
kullanılır. Bağlaçtan sonra virgül konmaz ahkamınızı da siz gözden geçirin. Hiçbir kitap
tüm sırlarını bir anda vermez. Sizin şu an yaptığınız, "tam manasıyla bilgi sahibi olmadan
fikir sahibi olmak"...
Ütopya Kontu Dostum senin bu dergilerden öğrendiklerini biz Muharrem Erginler'den
öğrendik. Bunları internetten değil açıp Mehmet Kaplan'dan, Efrasiyap Gemalmaz'dan,
Orhan Okay'dan, Muharrem Taşdemir'den, Muharrem Ergin'den öğreneceksin.
Gramerde Meb'in, Ösym'nin verdiklerinin yüzde kırkı akademik bilgiyle uymaz.
Ütopya Kontu Ayrıca verdiğin makale konumuzla ne alaka? Biz burada virgül bahsini
konuşuyoruz. Çünkü kelimesini konuşuyoruz.
Ütopya Kontu Arkadaşım bak akademik geçerliliği olan makalelerin başında özet kısmı
olur, oraya bakarsanız ve ne hakkında olduğunu anlarsınız. Makalene baktım ve
bağlactan sonra virgül kullanılır diye bir bahis görmedim.
Ütopya Kontu Bir sanat adamı tenkide açık olur ve fikirlere saygı duyar karşısındakini
aşağılarcasına konuşmaz. Bu sanatına sanat katar ama görüyorum ki sende buda yok.
Ütopya Kontu Oooo biz virgül diyoruz adam nerede ya... Kusura bakma ama bağlactan
sonra virgül atan adamın hatta bunu doğru birşey gibi savunanın yazdığını okumam! Sen
böyle devam et edebiyat tarihi kimleri yazacağını iyi bilir, iyi akşamlar.
Ütopya Kontu Çünki kelimesinde de aynı fikirdeyim değişen birşey yok. Bak sana onuda
izah edeyim Türkçe'de ki ünlü uyumuna göre -ki bu Ana Altayca'dan beri bu şekildedir-
darlık-incelik, kalınlık- yumuşaklık nazarında kelimeler vücut bulur. ''Çünkü" kelimesi
de bu ...
Kelimelerin Sihirbazı -"ı,i" karşılığıda olduğu için yazımı klişeleşmistir. - .Bu sizin son
yazdığınız paragraftaki bir cümleden alıntı bay ahkam. Önce -de -da eklerinin doğru
kullanılışını öğrenin sonra tekrar gelin :)
Ütopya Kontu Evet haklısınız. Gerçi bununda dilde ekonomi kuramıyla izah ederim ama
gerek yok.
Kelimelerin Sihirbazı :)
***
Bilgilerinize...
***
{01}
-Yıl 2029-
Ve, yoldaş olsun diye küçücükken alıp da büyüttüğü Zeus, hangi cüretle kendi
bölmesinden çıkmış, karavanın içine kadar girmiş, habire kolunu dürtüyordu.
Çünki zekidirler.
Güzel köpekti.
Çare yok, sarhoşluktan balona dönmüş gözlerinden birini zar zor açtı Zeus'a fırça
atmak için…
Evet, kendisi!
"İyi de, nasıl ?" diye düşünemeden daha, konuştu "Öteki Ben" ve gözleri de
olabildiğine kötü bir ışıkla parıl parıl parlıyordu :
Onun sesindeki hemen hissedilen otoriter tondan hafifçe bir rahatsızlığa kapılan
Hasan :
- O, o, olur, diyebildi kekeleyerek.
Şaşkınlığını atamamış oluşunu bira içmeyişine bağladı ve ikisine de birer tane açtı
Hasan.
Bakışlarında müthiş bir acı ve perişanlık sezilerekten sordu "Öteki Ben" içini
derinden bir çekerek :
- Birlikteyken "güzel ve insana layık" bir ömür geçirdik mi sence? Bak 55 bitiyor ve
neredeyse 56 yaşındasın. Son 30 yılımız, sana göre, Tanrı ve Nuhoğullarına yakışır
biçimde geçti mi?
Hasan duraladı. Her iki gözü de sanki birer melanet kuyusuna dönüşmüş, ve tüyleri
ürperten birer hareketli yuvarlak haline gelmişti :
- Yahu bir de karşıma geçmiş soruyor musun DoH? Mahvettin hayatımı o birleştiğimiz
geceden sonra be! Öyle gaddar ettin ki beni; "iyilik" üzerine tek bir duyguyu bile
hissedemedim içimde onca yıl.
Hafifçe gülümseyerek ve Hasan'ı temin edecek bir şekilde başını yavaşça sallayarak
cevap verdi DevilofHacker :
- Sana bir sır vereyim mi? Birleşme gecesi falan yoktu ki!
Birkaç kez yutkunup, kurumuş ağzında dilini harekete geçirmeye çalışarak dedi ki
Hasan:
- Saçmalama. O gece de şu anki kadar gerçekti ve sen beni içime girerek esir aldın.
Sen ki, sen de o "muamma" insanlardandın.
Yaşamındaki hiçbir şeyden hoşnut olmayan, yaratılış hatalarını asla kabul etmeyen,
mantık - felsefe - vicdan kurallarını en yanlış biçimde uygulayarak kendi kendini
mutsuz eden tiplerdendin.
Gelgelelim hayattan da, kusursuzluğuna denk biçimde, sana, herşeyi ama herşeyi
"en mükemmel şekliyle" vermesini bekledin.
Çünki, hayal kırıklıkların o kadar çoktu ki, ve içindeki hınç öyle güçlüydü ki, intikam
almadan yatışmayacaktı. O yüzden döndün dolaştın kötülükler yaptın.
İşin içine beni de kattın. İyi dinle zavallı DoH, ki sana bu şekilde hitap ederken
kalbimin çok büyük bir acıma hissiyle ezildiğini de bilmelisin.
Çünki dünya üzerinde hiçbir insan senin kadar layık değildir acınmaya, olamaz...
Vicdan doğru beslenmezse bir süre sonra insan kötü, hatta "en kötü" bile olabilir.
Ama dedim ya, "doğru beslenme" gerçekten çok önemli.
Çünki kötüyü kötü eden toplumdur. Buna anne - babasının yanlış ve tutarsız
hareketleriyle şiddet içerikli davranışlarını da eklersek, evlat tabii ki kötü olur.
Öyle bir hale ulaşır ki bir zaman sonra bu duygu, "kötülükten" başka herşey o insana
anlamsız ve komik gelir. Vicdanı donuklaşır, yaşamına sürdüğü kara lekeleri de
hiçbir fedakarlık - dürüstlüğün de temizleyemeyeceğini iyi bilir.
Ezbere bildiği bir şey de şudur; o konuma vardıktan sonra artık bir alçaktır.
Şerefsiz - aşağılık ve belki de çukurdur.
Eğer beni mecbur etmeselerdi - kendi halime bırakmış olsalardı, sence yine kötülük
yanlısı mı olacaktım?
Yine insanlara yalanlar - hakaretler - zulümler mi layık görecek, yine katil olacak
mıydım?
"Kötülük" hayatın içindedir. Hayat bebeği kucaklar, ve bebek nasibini "iyi veya kötü"
sıfatıyla mutlaka alır, sonra da yolunu kendine sunulanla çizer, yaşar..."
Sustu DoH ve kollarını göğsünde birleştirip yine soğuk bir ifadeyle Hasan'ın yanıtını
bekledi. Hasan, dişlerini tümüyle gıcırdatan vahşice bir fısıltıyla :
"- İyi de, bunca akıllıyken, ve zekan tüm diğerlerinin çok üstündeyken, kendine
telkinlerde hatta tehditlerde bulunamaz mıydın?
Mantığının ve yüreğinin sana okkalı bir "şefkat tokadı" atmasını sağlayamaz mıydın?
Bunu istemiş olsaydın, pekala başarırdın!!!"
Hasan da çok zekiydi ve DoH'un iddialarının tümünü son sorusuyla tuzbuz edip
dağıtabilmişti.
Bunca alçak - bunca aşağılık - bunca vicdansız - bunca gaddar ve acımasız oluşu
gözler önündeyken nasıl da yüzü zerre kızarmıyor, nasıl da SÖ'lerin de sık sık
başvurduğu "suçla kurtul" basitliğinin ardına saklanıyor, nasıl da o an, Hasan
"haklılığını onaylayıverse" sanki vicdanı huzura kavuşacakmış hissine odaklanıyordu.
Mümkün müydü peki, asla!..
O güne dek hiçbir acıyı birkaç saniye dışında barındırmamış olan yüreği titriyordu.
Bahçede gezinen karıncaları, annesinin konserve kaynattığı gün, eline geçirdiği kor
haldeki bir odun parçasıyla önce bacaklarından sonra da çelimsiz bedenlerinin arka
kısımlarından başlayarak, aşama aşama, ta kafalarına kadar kızartarak öldürdüğü
güne dönüvermişti…
{02}
"- Burası özel şirket değil ve sen de işçi değilsin! Ne demek ulan, ben lojistik
şubede, Muhittin Yarbay'ın yanında çalışamam, ha! Oraya bir masa koyar, ananı
oturtur, onu bile çalıştırırım istersem! Kendini bil ulan asker, haddini bil!"
Eskiden beri bazı olaylar karşısında öyle hırslanırım ki tarifsiz bir öfkeyle karşımdaki
kişiye, "sessizliğin olanca sarmalamasıyla kopacak fırtına öncesinde" suskun
dudaklarım bembeyaz oluverir, ve sanki o mahlukata değil de çok uzağa
bakarmışçasına, betimin benzimin atmış olduğu yüzümün ortasından fışkıran
"gözlerime" acı ve saldırı yüklü bir bulut çöker, ense kökümden ta topuğuma dek bir
alev topu iner, geçen her saniyede de yavaş yavaş kendi içime gizlenmeye çalışırım.
Haddini bilmeyen o kişi fren yapar da yanlışını sürdürmezse, amenna.
"- Anneminkinin yanına bir masa da ben atarım, senin annenle yanyana çalışırlar! "
Emir Subayı - Emir Astsubayı -Emir Eri ve ona eşlik eden diğer rütbelilerin "şaşkın ve
panikten ne yapacağını bilemez" halde, sergilemiş olduğum bu çıkışı ve olası
sonuçlarını kestirmeye çalıştığı o kısacık zaman diliminde, bir kükremeyi andıran
haykırışında "götürünn şunuu" kısmını zar zor duyabildiğim o koca komutanın keskin
ve net emriyle, soluğu önce Kolordu'ya ait bir cipte sonra da kış aylarında nöbet
sürelerinin 15 dakikaya kadar düştüğü Çanakkale Boğazı'nın soğuk ötesi rüzgarlarına
maruz kalan insanın "donmuş sümüklerini resmen kırarak yere atabildiği" Yıldırım
Kışla'da almıştım.
Cesaret?
Cesaret dediğin; barındırdığını adın gibi bildiğin onca tehlikeye rağmen, sürekli
olarak kullanmaya devam ettiğin patika yolu, hiç girmemek yerine, inat edip
asfaltlamaktır bana göre.
Öyle ya, Kolordu Komutanlığı'nda yataklar yataş puffy - koğuş 10 kişiydi. Kripto,
merkez telefon santrali, telem ve bilgi işlem gibi "özel" kısımlar da yine "özel ve
seçilmiş" muhabere personelinden oluşmuş kişilerle meydana getirilmişti.
Ayrıca, hamam yerine elektrikli şofbenden "her an" gelen sıcak suyla banyo
yapılabilen bir koğuşta askerlik yapabilmek kaç kişiye nasip olur ki?..
Bana uymadı!
Yahu ben, profesyonel bir bilişimci olduğumun istihbaratını nereden aldıklarını hala
anlayamadığım, ama, Türkiye çapında seçilen 4 kişiyle birlikte, dönemin
Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın kalem müdürlüğünde, "lüks ve
konforun" hat safhada olduğu Genelkurmay Başkanlığında, salt sigaramı bina içinde
ve dilediğim an içemeyeceğimi öğrendiğim zaman, kıytırıktan yapılmış birkaç "ters
ve batıcı" hareketten sonra hem kendimi eletmiş hem de en okumuşu ilkokul terk
olan ve çoğunluğu da "Ali okulu" denilen okuma yazma kursuna devam etmiş
askerlerden kurulu "tankçı taburuna" sürgün edilmiştim daha acemi askerliğimin ilk
ayında.
Bilindik bütün efsane - destan - hikaye - masalların bütün gayeleri, çoğu zaman
birbirleriyle çelişkiye düşseler bile, insanı kendi özüne ve içindeki kalitesine
odaklamak - kusursuz insan olmaya zorlamak - şahika veya nirvanaya varmak adına
telkinlerde bulunmaktır.
Dikkate değer yanıysa; o kapıdan çıktıktan sonra, elinde "işe yarayan ve doğru
seçilerek alınmış" doneler olmasıdır. Zordur, fakat imkansız değildir.
Çoğu insanın ömrü boyunca "zavallı" etiketi ruhuna ilişmiş şekilde yaşıyor oluşunun
sebebi;
Mükemmele yakın bir hayırlı evlat - müstakbel doktor - mühendis, hemşire, yönetici
- vericiliğin üst limitini yeniden tanımlayan bir yakın arkadaş - gösterdiği samimi
duygularıyla en kötü anlarda bile gülümsetip güvende hissettirebilen bir sevgili ya
da eş - küfre maruz kalsa da sineye çekebilen alt rütbeli bir asker!
Aylarca iki panço'dan yapılma bir çadırda, boğazın soğuk kıyısında, "boy çukuru"
kazarak ceza çekmiş;
kışlada kendime hep, "mütevazi ve kabulkar olma, aptallar gerçek sanırlar; kavga
çıkarsa da vur durma, bilmezler korkak sanırlar. Aferin sana Hasan, aferin sana!"
diye söylendim…
Sonra ne mi oldu?
Bahsi geçen şey her ne idiyse, Tanrı onu tam da benim "tasvir ve hayallerime" uyan
şekilde olduruverirdi.
GATA'da her şey çok güzeldi ve "Teknoloji" benden ileriye hiç gitmedi, beni
peşinden koşturarak hiç üzüp terletmedi.
***
{03}
FAKAT O GARİBİM,
MANEVİ VE RUHİ HÜRRİYET İÇİN
KÜTLE VE HACİM DENİLEN ŞEYLERİN
ÖNEMSİZ OLDUĞUNUN ÇOK FARKINDAYDI.
***
Askerlik dönüşü "memuriyet tarzı" bir iş arayışına girişmedim hiç. Başkasının emri
altında - tekdüze birşekilde çalışmak külfet gelirdi. Sonra birgün yolda lise
arkadaşıma, Erdinç'e rastladım. O da işsizdi ve 17 metrekare de olsa, babasına ait
bir dükkanları vardı. Boştu. Allem kullem ikna ettik babasını ve HASBİM'i (Hasan'ın
Bilgi İşlem Merkezi) resmen kurduk. Dükkana 2 masa koyduk, 4 de sandalye.
Dolmuştu :)
Erdinç radyo-tv tamiri yapabilirdi ama bilgisayarın b'sinden anlamazdı. Çünki ben
lise 1. sınıftan sonra Elektronik bölümünden Bilgisayar Teknik Liseye geçmiştim, o
kalmıştı.
Dükkanda ufak tefek işler yapıyorsak da, o dönemde PC'ler yeni olduğundan güzel
paralar kazanabiliyor, gelecek vaadediyorduk.
Üstelik kentin tek bilgisayar kursu olan BEBİM (Bursa Elektronik - Bilişim Merkezi) de
bana bir araştırma sonucu ulaşmış, Balıkesir'de "Bilgisayar Programcılığı" kursu
verebilecek "bilgi ve resmiyeti olan bir eğitim belgesine sahip" usta öğretici
(öğretmen) bulamadıklarından gelip, yeni açılacak sınıfta ders vermemi teklif
etmişti.
Zaten konu "bilgi" olduğunda, "birikim ve tecrübelerin" tamamı geçmişe ait iken,
eğer yoksalar ve geleceğe dair planlar yapılıyorsa, bunu, arka lastiği olmayan bir
bisikletle caka satarak yol katetmeye çalışmaya benzetirdim hep.
Dersane ve şirket arasında mekik dokurken, karşıma, "- Valla Hasan, bu sıcaklarda
bizim köyün deresi harika, bir hafta daha gelmeyeceğim ben." yanıtıyla çıkan
Erdinç'e cevabım, üç gün içinde hem resmi olarak hem de fiziki manada kapanışını
yapmak olmuştu HASBİM'in…
İnsanlar, daha önceleri - sıkı dost - iyi arkadaş - dava yoldaşı saydığı birini çok kolay
kaybediveriyor. Öyle ki, belki birbirine hasım bile olabiliyor. Altındaysa, kişiye
yüklenecek kıymet - verilecek değeri belirleme aşamasındayken, muhattabını doğru
test ve denemelere tabi tutamayış yatıyor. Bu yanlış yapıldığındaysa kırmızı çizgiler
haliyle, abartılı - eksik - hatalı çiziliyor.
Beraberce şirket kurduğumuz arkadaşım Yavuz'la birlikte, piyasaya yeni çıkmış olan
Opel Vectra ve özel şoförle gidip geliyorduk okulumuza ehliyet yokluğundan.
Birgün, bir ihale konusunda tartışırken telefonda, tuttu telefonu yüzüme kapattı.
Öyle anlar gelir ki, insan bilinçli ya da bilinçsizce çok büyük bir yanlış yapar sevdiği
insanlardan birine. Sonra bekler. Onunla karşılaşacağı an için hazırlar kendini.
Beyin ve Ruh, bahsedilen yanlışı yapan kişiyi o yüzleşme anına "olabildiğince somut
ve gerçeğe en yakın biçimde de soyut olarak" hazırlar. An gelir.
Karşılaşmanın ilk saniyesinden itibaren büyük bir öfke - yoğun bir aşağılama"
beklenen çehrede "kayıtsızlığın çiçek açtığını" gören suçlu kişi, canının çok daha
fazla yandığını hissettiğinde şaşalar, ve diğeri kendisine bomboş gözlerle bakmaya
devam ederse de, kalp krizi sürecindeki sıkışmayı hisseder göğsünde.
Kızdığım insana "sonsuz bir mutsuzluk içeren öylesine bir bakış" attıktan sonra
ardımı döner ve çeker giderim.
Zaten o halde bıraktıktan sonra, bütün yaşamınca duyacağı suçluluk hissi de ona
yetip artacak bir cezadır.
Üzüntü - Kaygı - Pişmanlık üçlüsü insana aynı anda musallat olursa, kişiliği - tabiatı
hiç umulmayacak derecede değişir bireyin - çaptan ve güçten düşer manevi olarak -
acizleşir, ama asıl şaşırtıcı olan;
hiçbir şekilde anlayamadığı bir anda eski haline dönüverir. Altyapı asla değişmez.
Fabrika sahibi, zaten çirkin olan bana, üstümün başımın perişanlığını da ekleyince,
sanırım, "sıkı bir bilgisayarcı" olabileceğimi hiç kondurmamış, Muhasebe Müdür'ü
Bekir'e yönlendirmişti. Konduramama bir yana, koca şirkette tek bir bilgisayar vardı
ve onu kullanmayı bilen tek kişi de Bekir'di.
Bilgisayarın başına oturtup birkaç soru sordu, sonra afalladı, şaşırdı, telefonu
kaldırıp, "- Kemal Bey, tamam, aradığımızın da fazlası bu genç adam. Alalım işe"
deyiverdi.
PW (Professional Write) isimli programda tek paragraflık bir yazı yazdırırken, başlık
kısmını Pull-Down menüyü hiç açmadan - sadece kısa yol tuşlarıyla Bold / Italic /
Underline yapışım şoka sokmuştu onu :)
Gerçi o yıllarda sadece Bekir değil, hemen hemen hiçkimse bilişim konusunda
emekleme dönemine bile gelememişti.
Kısa süre sonra bütün fabrikayı, günümüzde artık kolay kolay göremeyeceğimiz ve
"koaksiyel kablo" olarak bilinen (tv anteni kablosu) kablolarla,
yeri geldiğinde kalın (thickNet), yeri geldiğinde de daha ince (thinNet) olanlarını
kullanarak donatıp,
Çok yukarılarda bir Matematiksel yetenek sergileyerek daha önceden yazılmış bir
programı çözüp de, mevcut kısıtlamalarını ortadan kaldırdığında onu bozmuş
olmadığın gibi, yüksek çözümleme becerisine sahip beynini ortaya atarak, ne
derece bilgi ve yetenek sahibi olduğunu kanıtlamış olursun.
Uzakdoğudaki birçok ülke, üretilmiş olan herhangi bir çip'i mühendislerine verip,
yazılımları da onlara her türlü desteği sağlayarak teslim edip, kendi yöntem -
metod - bilgi birikimleri vasıtasıyla çözümleyerek aynısını yapmak ya da imkan
tanınandan daha geniş sınırlarda çalıştırabilmek amacıyla "Reverse Engineering"
alanını devasa boyutlara taşımışlardır.
Sonuçta "KIRMAK", bir suç olarak algılanmamalıdır bizim gibi gelişmekte olan
ülkelerde...
Gerçi biralarımızı yudumlarken onun da oradan ayrılıp, bir Yeminli Mali Müşavir'in
yanında çalışmaya başladığını, ona Kaysüt'teyken öğrettiğim LOTUS 123-Quattro Pro
ve Excel'in ilk sürümlerinin artık ekmek kapısı haline geldiğini, tablolamanın "ileri
muhasebede" en önemli şey oluşunu vs. de öğrendim. Maaşı ve konumu iyiydi...
Gittim başladım.
Tam işi bırakmayı - "iş yapmadığım yerde oturup durarak vakit geçiremem ben",
diyerek istifa etmeyi düşünmeye başlamıştım ki on gün kadar sonra, içtiğim birayı
da yarım bırakıp evde, fabrikaya götürüldüm şirketin şoförü tarafından bir gece
vakti.
Baktım, Ve, "silo altı" denen devasa düzeneği - kumanda paneli - BASIC ve MAKİNA
DİLİ (ASCII) karıştıralarak hazırlanmış yazılımıyla birlikte PLC (Programable Logic
Control) çiplerini yöneten ve silolardaki hareketi de denetleyen PC ile karşılaştım
fabrikanın üretim bölümünde. Arızalanmıştı.
Normalde Ankara'daki bilişim firmasından çok yüksek ücretler karşılığı bir eleman
gelirmiş, ama, işte madem ki bir bilgisayarcı işe alınmıştı, o bir baksın'dı.
Öyle demişti bayram üstü stop eden koca fabrikanın Genel Müdürüne İşletme -
Pazarlama - Teknik Müdürleri. Akabinde fabrikanın Veteriner hekimi tüm
idarecilerin sözcüsü olup da bu devasa sorunu anlatmak için aradığında, o da olur
vermişti.
Hepsi PC'nin başında yandık - mahvolduk süzüşleriyle karışık bana bakıyorlardı.
Öyle ya, daha bir haftalık elemanken "ne bilirim - ne yapabilirim" hiçbir fikirleri yok
ve şüphe içindeler...
Öyle ki, yaşadığımız taşra kentine gelen ilk bilgisayarın tuşlarına dokunmak bana
nasip olmuştu sahibinden ve nice mühendisten önce.
Kendime ait bir bilgisayarım üniversite ve askerlik bitene dek hiç olmadı ama, hiç
de bilgisayarsız kalmamıştım.
Hatta, günde sadece 2-3 saat uyumaktan yorgun bile düşerdi bedenim. Mutlaka
klavyelerdeydi ellerim.
İlk "alaşım" ise, tamamen rastlantıya dayalı olarak İ.Ö. 3500 yılında Mezopotamya'da
bulundu. "Bakır ve Teneke" istemdışı birşekilde karışmış, "Bronz" adı verilmiş, ve bu
buluştan sonra da "Bronz Çağı" başlamıştı.
Taşrada yetişmiş ve yıllarca süren mütevazi bir hayat eşliğinde "öğrenime" devam
etmiş insanlarda, dünya üzerindeki alelade şeylerin kolayca yıkamayacağı bir "sabır
ve karşı koyabilme iradesi" gelişir.
Hemen işe koyuldum. Özel tasarım bir arabirim ile devasa kumanda paneline "seri
ve paralel portlardan" bağlanmış 80286 bir PC karşımda duruyordu.
Bulutlanmakla kalsalar iyi, ayakta sallanıp duran beynime uyarak, bir çukurlaşıyor -
bir küçülüp büyüyorlar ve park edecek bir mekan arıyorlardı.
Gözlerim bir türlü tutunamıyor, hedefi tam olarak tutturup da odaklanamıyor, ters
dönüp de bir türlü doğrulamayan tosbağalar gibi didinip duruyorlardı, ki, odada
bulunan müdürlerden biri konuştu : "- Hep böyle çok mu içersin, perişan haldesin?!".
Gerçekten de, bitkin - solgun - ahiretten yeni dönmüşçesine sefil bir haldeydim, ve
bu insanlar beni henüz tanımıyorlardı.
Biraz çekingen bir tonla : "- Abi, bu müdürler var ya, neden kaçtı biliyor musun? İşe
daha yeni başlayan bir personel bu bilgisayar sistemini yanlış bağlar da silolardaki
binlerce kilo arpa - buğday - melas vs. kantarların kapaklarından yerlere akarsa şu
bayramüstü, onların yeniden yukarı taşınması en az 20 gün sürer ve fabrika kapanır
o süreçte. Zarar zarar üstüne. Aha bundan dolayı kaçtılar. Hani hiçbirisi suçu ve
suçluyu denetler pozisyonda olmamak için."
Gülümsedim ve; "- Unutma birader. Dünya kahramanları her zaman sever. Sen üret
bir parti yem. Silolar boşalırsa yerlere komple, ben bastım kumanda panelinin
düğmelerine derim, seni korurum. Cesaretin temel taşı, ödenecek bedeli kayıtsız
şartsız kabul etmektir. Merak etme, öyle bir durumda işten kovulan ben olurum."…
Ustalığımın kaynağını her zaman bildim : Yapılan idmanlar, uygulanan asıl şeyden
daha zorlu olursa, kişiye pürüzsüz bir ustalık kazandırır.
Ve ben; o ustalığı da cebine koymuş, hayat denilen oyunu tek başına göğüslemek
için doğduğunun farkında olan biriydim...
Kısaltma olarak da "b" harfiyle gösterilir. Bir de BYTE (Binary Term) vardır ki, 8
bitten oluşur ve "B" kısaltması ile tasvir edilir. Son dönemlerde QUBYTE (Quantum
Byte) diye birşeyden bahsetse de bilim insanları, henüz çok taze ve somut sonuçları
yok.
Bir diğer cazibeli yanı ise, üçüncü şahısların Qubyte'lara ulaşması durumunda, bilgi
anında değişime uğrayıp bozuluyor. Yani kendinden şifreli ve teoride kırmak çok
güç. Qubyte'ı geçelim, çok yeni. Ama ben; bir "b" ve "B" akışını doğru yaptırıp da, şu
PC - PLC - Kumanda Paneli üçlüsüne yem ürettiremiyorsam bu fabrikada, yazık
bana.
Bana getirisi; henüz 15 günlük bir personel bile değilken maaşa %400 zam, hertürlü
insiyatifi kullanabileceğim "Bilişim ve Teknoloji Müdür'ü" ünvanı, bir bilgi işlem
odası, ve internet bağlantısı. Üstelik havam ve biram da her an yanıbaşımdaydı o
şirkette çalıştığım yıllar boyunca. Akabinde, mevcut UNIX sistemi kaldırmış, heryanı
fiberoptik kablolarla donatmış, PC ve NTSERVER mantığıyla çalışan LAN'ı
kurmuştum…
Kendini bilmek için önce donanmak lazım, hiç olmadı bilgiye hürmet lazım.
Bir de; birkaç bilgiyi alıp kanıksayarak "kültürel manada sınıf atlayıp uçmaya
çalışan" birçok taklitçinin kanatlarının, onu, hiç hesaba katmadığı "köklerine"
dolanarak yerlerde yuvarlatacağını hiç unutmamak lazım.
Örneğin; Berke Üzrek isimli oyuncu, Behzat Ç. dizisinden sonra meşhur olmuş ve bir
röportajda din konusunu kendince araştırdığını belirtmiş.
Şöyle ki; "- Bu bir eğitim. Namaz kılmıyorum ve orucu da şöyle tutuyorum : Oruç
tutulan dönem, güneş patlamalarının olduğu döneme denk geliyor. Her 9 yılda bir
tavan yapar, her yıl 10 gün sarkar. Güneş patlamaları manyetik alan olarak çok
güçlü, ve sarsıcı olabiliyor. İnsan vücudunda en çok enerji tüketen yer mide. Sen
güneş patlaması olduğu sırada yemek yediğinde, manyetik alanın güçsüz kalıyor ve
bu da fiziksel olarak sarsıcı olabilir. O yüzden Ramazan'da güneş batana kadar
yemek yemiyorum ve su içiyorum."
İşte bunları demiş ama, insanın aklına hemen şu soru geliyor : Bu kardeşimiz
inançsızlıkta ısrar ediyor, fakat, Hz. Muhammed (S.A.V) 1400 yıl öncesinde bu tip
teknik bilgilere nasıl sahip, ve, sıradışı önlemler de alarak, insanlığa, güneşin o
kritik dönemlerinde oruçla aç kalmalarını nasıl önerebiliyor?...
1980'den sonra, teknolojik döküman kıtlığının en üst seviyede olduğu taşrada, bilgi
için resmen dilendim, hınç ve hırsla didindim.
Peki ya RMCOBOL öğrenip de program yazmaya çalıştığım günlerde, bu dili çok iyi
bilen Ali Naci isimli birine, "veri girişi sırasında Enter tuşuna her basışta" öten PC'nin
"ses çıkarmaması için gerekli olanı" bana söylemesi için, 7 kişilik şirketteki herkese
1,5 porsiyon yoğurtlu iskender döner ve kola ısmarladıktan sonra (ki param yoktu ve
aile olarak da fakirdik), her veri giriş accept - input satırının sonuna NOBEEP
yazmam gerektiğini öğrendiğimde, onlara zerre kadar kızmadan, aksine, bir "bilgi"
edinmişliğin sevinciyle minnet duyguları besleyişime ne demeli?
ve şöyle diyor :
Odama öyle bişey yerleştirdiniz ki, ona baktığım sürece, ne denli garip ve
bilinmeyenlerle dolu bir dünyada yaşadığımızı unutmam olanaksız.".
Mesai harcayarak çalıştığım ya da proje bazında hizmet verdiğim her şirket sahibi
ya da yöneticisinden benzeri övgüleri aldım. Ve bu lüksü, bir peygamber olmadığım
için vahiy yoluyla değil de, söke söke edindiğim "bilgi" yaşatıyordu bana hayatımın
her aşamasında.
Yolculuğun ortasında bozulan araba teybini "- Kaptan ben bir bakayım mı?" diyerek,
kısıtlı birkaç aparatla tamir ederek, hem bilet parasını geri alan hem de otobüs
yetkililerinin yemek masasında dilediğince ağırlanan kaç genç vardır şu dünyada?
Üniversite'ye ilk kayıt için giden, yeni kazanmış bir liseli hem de. Abi kardeş
ilişkisine dönen tanışıklık sayesinde de, yıllarca, o firmanın otobüslerinde ücretsiz
yolculuk yapışımı da alın göz önüne...
1893'teyse, yani Marconi'den tam 2 yıl önce, radyo dalgalarıyla iletişim konusunu
enine boyuna deşmiş olmasına rağmen, ve bunu da layıkıyle gerçekleştirebileceği
"teknik bilgi ve ekonomik güce" sahipken, radyo dalgalarıyla "haberleşmeyi" değil de
"enerjiyi taşıma" sevdasını bir tutku haline getirmişti.
Mali yönden çok ağır olan projeleriyse bu sevdada diretmesi yüzünden başarısızlıkla
sonuçlandı. Abartıp, başka gezegenlerden sinyaller aldığı veya bir öldürücü ışın
bulduğunu falan anlattı medyada.
Ve aslında, teoride, o bilgisi de vardı. Fakat, "yarım yamalak bir yalanın hem
karşıdakini hem de sahibini vuracağını" hiç hesaplayamadı, ve iş çevrelerinden
gördüğü ekonomik desteği yitirdi.
Tesla'nın o teorileri manyetik alanla ilgili binlerce çalışmanın temelini oluştursa da,
o, içine düştüğü mali bunalımdan sonra otel odalarında - yapayalnız - toplumdan
uzak ve aç öldü.
Balyem'de hem rahatım hem de 7/24 yetkim vardı, ve akşamları Bekir'le buluşup
bira içmenin dışında sürekli PC başındaydım. Jarko Dikarinan 1988'de herkesin
"Chat" diye andığı IRC'yi (Internet Relay Chat) hediye etmişti bizlere ve vaktimin
çoğunu chat odalarında geçirirken bir yandan da, programcılık üzerine dökümanlara
gözatıyordum internette.
Teknik kullanıcıların çoğuysa veri paylaşımlarını BBS (Bulletin Board Systems - İlan
Tahtası Sistemleri) ile yapıyordu. Sonraları, kullanıcıların bir araya gelerek,
"görüşlerini paylaştıkları ve tartışabildikleri" forum sitelerinin sayısı hızla artmaya
başladı, ve ben düzenli olarak takip ediyordum bazılarını.
İnternet henüz çok aktif olmadığından, yine 1988 yılında "Standartlar Topluluğu"
tarafından "nasıl güvenli bir hale getirilebileceği" konusunda uzlaşma sağlanamamış
olan SNMP (Simple Network Management Protokol - Basit Ağ yönetim Protokolü),
"hızlı ve basit" felsefesiyle, herhangi bir güvenlik özelliği olmadan kullanıma
sunulmuş olmasına rağmen çok sorun teşkil etmiyordu.
Asıl meselemiz; varlığı 1982 yılında ortaya çıkan, Apple DoS işletim Sistemini ciddi
manada tehdit edebilen "Elk Cloner" isimli ilk virüsten sonra;
cüretleri ve sayıları hızla artan, başta MBR (Master Boot Record - İlk Sektör)
virüsleri olmak üzere,
"Mutluluk" denen şey, hele de dozu yükseldikçe, ve özellikle de "ilk adım - ilk intiba
- ilk tecrübe" olmak üzere, her olay ve eylemde insanın boş bulunmasına, gayr-i
ihtiyari olarak da olsa, acısı o an hissedilmemiş "yaralar" almasına yol açar.
'80'li yıllarda varolan ve hızla gelişerek sayıları artan zararlı yazılımlar, bilgisayarın
içindeki belge ve çalıştırılabilir programlara saldırıp, onları bozmak için
tasarlanmaktaydı.
1999 yılında iş, WAP (Wireless Aplication Protocol - Kablosuz İleişim Kontrolü) ile
cep telefonlarıyla bile internete erişilebildiğinde çığrından çıktı.
İntel firması '99 da PIII, 2000 yılındaysa 42 bin transistörlü P4 işlemciyi piyasaya
sürdü ve şu güne kadar da delinemeyen; "Aynı boydaki bir silikon üzerine yerleşecek
transistör sayısı, her 18 ayda ikiye katlanacaktır." yasasını, kurucularından Gordon
Moore'u utandırmayarak ispatladı.
Moore Yasası olarak anılan bu tespit hala geçerlidir ve geçerliliğini yitirmesi zor
görünüyor...
***
{04}
"Dünya üzerinde binlerce virüs ve bir o kadar da kötü niyetli insan olsa da beni
ırgalamaz, çünki, bir aslanın umrunda değildir ceylan sürüsünün çok kalabalık oluşu
yahu" diyerek, vaktimi Süperonline'nin Chat Server'in de Kilise kanalında,
Metalmilitan Nick'li kişisiyle laflayarak ve Jakabo nickimin de ününü odaya
girenlerle "matrak ve neşeli sohbetler" yapmak sayesinde arttırarak geçiriyordum.
İlginç bir çocuktu Müslüm.
Yani, Metalmilitan.
Henüz lise talebesiydi, asiydi, metal müzik dinlerdi. Kilise kanalının sahibiydi.
Adana'lıydı. Tembeldi.
Okulu sevmezdi ve sadece kızlarla takılmak adına varolduğuna inanırdı okul denilen
yerin.
Fakat ilginçtir ki, yıllar sonra, üniversite sınavlarında Kırıkkale Üniversitesi Fizik
Bölümünü kazandı. O zekilikte birinden umulurdu ama o haytalığa pek
yakıştıramamış ve şaşırmıştım doğrusu.
Bir gün sörf esnasında, "eski okul arkadaşlarınızı bulun" mantığıyla çalışan,
Türkiye'deki her okulu Veritabanlarına (Database) ekleyerek, gayet pratik çözümler
sunmuş olan bir websitesine rastladım.
Birçok eski okul arkadaşımı bulmuştum ama İzzet Yasin'in bendeki değeri
birbaşkaydı.
Akıllı bir insan ve lise yıllarımızda da birçok güzel bilgisayar programına imza atmış,
becerikli bir yazılımcıydı. Sitenin ilan panosuna bıraktığı telefon numarasını hemen
çevirdim ve uzun uzun konuştuk.
Konuşurken arada telefonu bırakmak ve gelip soru soran diğer mühendislere cevap
vermek zorunda kalıyordu.
"- ICQ numaran kaç Hasan? Ekleyeyim seni ve ordan 7/24 yazışalım" dediğinde, kısa
zaman önce "yahu biriyle konuşmak için, hele de tanımadığın biriyle konuşmak için
program yazmışlar adını da ICQ (I Seek You - Seni Arıyorum) koymuşlar, eksik olsun"
diyerek bilgisayarıma kurmadığım o programı hemen kurmak zorunda kalmıştım.
İzzet Yasin'le günün her saati yazışabiliyorduk artık ve her konuda fikir alışverişi
yapıyorduk. Arada da ICQ çöplüğünde takılan diğer insanların profillerini inceliyor,
"About - Hakkında" kısımlarında ilginçlikler gördüğümde de, "Slm - Nbr" tarzı
başlayıp, laflıyordum.
"Böyle saklı kalmak gibi bir ayrıcalığı varken, henüz gençken, fırsat bulmuşken,
bolca eğlenmeli ve dertleri dirseklemeli, çok derin ve kasvetle düşünmemeli.
Çünki yaşam içinde "felekten gece çalmak" deyimi her an kol gezer durur. Peşine
takılınacak tek gerçek budur ve mümkünse insanın her gecesi bu düsturla
yoğurulmalı, ve hayata böyle tutunmalıdır. Yaşlanınca bu işler azalır, tadı tuzu
kaçar.
Çünki, gençlik - güzellik onları çok çabuk boşayıp gider, talep azalır ve hayat
zulmetmeye başlar. Bir kocakarı veya bunak bir herifle kim ve hangi tarzda eğlenip,
gününü gün etmeye çabalar?", mantığıyla balıklama dalıyordu bu ortamlara. İşin ucu
partner bulmaya dayanıyordu yani.
İşte, sanalın sohbet ortamları, gerçek hayatın bu karanlık eğlence mekanlarını hiç
aratmaz, çünki, sanal zaten uçsuz bucaksız ve kapkara bir güzergah. Karşıdaki
"kendini anlattığı derecede" ışır ortalık, ve onun ancak o kadarını görebilirsin.
Oysa öyle güçtür ki kendin olabilmek. Bu, olduğu gibi görünebilecek insanın devasa
erdemler barındırmasını gerektirir. Katıksız ve az bulunan madenlerin çok kıymetli
olması gibidir.
Zaten çok az "Sıradan Ölümlü" güçlü olduğu şeylerde buluşur. Büyük kısmı ise, zayıf
yönlerinin benzerliğiyle orijinde müttefik olur.
Normal bir konuşma esnasında, sanki söylenmemesi gereken bir şeye sıra gelmiş de,
"söylesem mi söylemesem mi tereddütü yaşıyormuşcasına" devam ederseniz
sözlerinize, işte o duraksama anında havaya saçılan soru işaretleri karşınızdaki
insanda "sizi daha bir ilgiyle dinleme ve size tümüyle odaklanma" hissi uyandırır.
Bu tarzda toplu mesajlar atardım ICQ'daki diğer kullanıcılara ben de, ve mutlaka
doyurucu sohbetlere sürükleyecek birilerini de bulurdum gün içinde.
Fakat birgün, özü "bil bakalım ben kimim?" e dayalı bir mesajıma,
"- Kimsin, yoksa Hacker mısın?" diye bir yanıt alınca hem şaşırmış hem de bu soruyu
soran kadına "Evet" deyivermiştim.
Güvenlik ve güvenlik açıkları konusunda çok ama çok bilgiye sahip olmama rağmen,
medyada Hack ile ilgili forum sitelerinde sidik yarıştırıp duran, bazısı amatör ama
özenti, bazısı da işin ilmine gerçekten hakim olanlar gibi, ismimin önüne "Hacker -
Cracker" sıfatı koymak da hiç aklımdan geçmemişti...
Bilişim suçları işlenmeye başladığında çok sık olarak gündeme gelen bu iki terim,
medyada magazin malzemesi olarak kontrolsüzce kullanılmış, ve çok basit iletişim -
yazılım ihlalleri yapanlar bile Hacker - Cracker olarak tanınmıştı.
Her ikisi de eşit düzeyde bir bilgi birikimine ihtiyaç duysa da, bir Hacker'ı bir
Cracker'dan ayıran şey;
Yani, bir Hacker bilişim korsanlığı yapmaz fakat sistemdeki açık - zayıf noktaları
bulmakta ustadır. Çoğu da bu işi büyük firmalarda güvenlik hizmeti vererek yapar.
O şirkette çalışmasa da, herhangi bir sistemdeki açıkları hobi olarak bulup, bunları
sistem sahiplerine haber verse de "hacker" ünvanını alır.
Bunlar, bilişim sistemlerine izinsiz erişimde bulunur, verileri çalar veya bozar. Asıl
eylemleriyse, yazılımları kırarak sınırlı kullanımdan kurtarmaktır.
Mesela, Pentagon'un Bilişim Teknolojileri Müdürü Art Money bu konuyla ilgili olarak,
gençlerden, hangi teknoloji alanında olursa olsun Cracker değil Hacker olarak
faaliyette bulunmalarını istemiş, ve ikisi arasındaki farka işaret etmişti.
Bu bağlamda Hacker'lık; kötü emeller eşliğinde, ve her iki manasıyla da bir Cracker
olunmadıkça, bilgisayar dünyasında "bilginin zirvesine çıkabilmek" anlamına
gelmekte...
Hani bir yalan atıp da "- Hacker'im, evet, hem de en iyisi" demiştik ya, bu yönde
çalışmalar yapıp da, birgün ICQ'nun konuşma balonuna "- Evde bir köpeğin var mı
senin, ismi de Asya mı?" yazdığım an yaşadığı şoku sevgili olduğumuz dönemlerde de
ballandıra ballandıra anlatır, bana olan ilgisinin "süper bir hacker" oluşumla tavan
yaptığını söylerdi.
Oysa zor olmamıştı mail adresine girerek orada ne varsa okumam. Kocası ve eczacı
arkadaşıyla Asya'nın gazı - hastalığı - ilacıyla ilgili birçok mail gönderip almışlar ve
silmemişlerdi. Şakayla karışık, bir başkasının mailine izinsiz ilk girişim ve password -
güvenlik duvarı vs. denilen şeyleri ilk aşışımdı bu, ve bana "sanal da olsa" bir sevgili
- bir kadın kazandırmıştı.
Bir gün ona; "Yuvayı dişi kuşun yaptığı su götürmez bir gerçek, fakat eksik. Doğrusu;
dişi kuş sadece yuvayı yapmalı. Jeoloji mühendisi olmana rağmen evde durman çok
mantıklı bu yüzden. Hele de iş ülke kurmaya veya kurulan ülkeyi ömürlendirmeye
geldiğinde fiyasko kaçınılmazdır çünki.
Bu tezim iş hayatı için de geçerlidir. Mükemmel bir eğitimin ardından, 1921'de eline
bir cetvel alarak bugünkü Irak - Suriye sınırını kendi başına çizen, sonra da kurulan
yeni Arap devletlerinin her birine krallar atayan Desert Queen yani Çöl Kraliçesi
lakaplı İngiliz hatun Gertrude Bell, bazı özel yazışmalarında dostlarına "Faysal
canımı sıkmaya başladı. Bu adamı kral yapmakla acaba hata mı ettim?" tarzı
özeleştirilerine bile birkaç yıl geçmeden başlamış. Yani bugünkü Ortadoğu'nun ömrü
ancak 80-90 yıl ve onunda tümü kanlı savaşlara sahne olarak sürdü.
Demek ki neymiş, dişi kuş yuvası dışında bişeyler yapmaya kalktığında "Höyyttt"
demek gerekirmiş. :)
Her işi bir kenara bırakıp, sen de bizim yuvamızı yapsana kadın, hı? :P" diye
yazdığımda beni hiç yormadan;
"- Yaz geldi. Edremit'te bir yazlığım var benim. Sizin o taraflara geleceğim yani,
ama, bizim yazlıkta buluşamayız. Sen bir yer ayarlarsan, yuvayı yapmak kolay iş :)"
şeklinde bir cevap alınca dünyalar benim olmuştu…
Herkesin küfürler savurduğu "kör talih" kör ise, ve sen kör değilsen eğer, onu
görebilir - gözünü dört açabilir - hükmedebilirsin.
Ve ben uzun zamandır seks yapmayan bir adam olarak FGCM'ye bu teklifi
yapabilmek için, onunla sadece seksi düşünüyor yanlışına sürüklememek için
aylardır iç dünyamı anlatmışsam da yazışmalarımda, bir kadının etkilenmediği
birine kendini sunmayacağını bildiğimden, şu "bana ilgiyi" kolayca çektiren "zeki bir
hacker" olayından da devam etmiş, mesela;
onun hemen "dur Hasan yapma!" deyişine de "merak etme, ben iyi bir hacker'ım,
kimse yakalayamaz" şeklinde cevap verip, onun devam eden ısrarlarıyla da
vazgeçmiş gibi görünüp, hem gönlünü bir kez daha kendime çekmiş hem de zekama
ve beynime olan hayranlığını katmerlemiştim.
Hoş, köpeğinin adını koyacağını tahmin edip de, onu ICQ'da offline'a düşürüp, o
meşhur çiçeği yeşilden kırmızıya çeviriverdiğimde başka bir yazışmamız esnasında,
o zaten dehama teslim olmuştu bile :)
İlerleyen zamanlarda ben de onun yanına, İstanbul'a çok gitmiş olsam da, eski
öğrencim Aker'in Altınoluk'taki yazlığında gerçekleşen ilk buluşmamız tam bir rüya
gibiydi.
Öyle de oldu.
Bense, uzun zamandır yalnız yaşayan bir erkektim, ve ağrısı olmayan bir Priapizm'e
(Sürekli ereksiyon) yakalanmış damızlık boğa misali, kadınımın üstünden hiç
inmemiştim…
Saatler sonra, aklından yaramazlık yapmak hiç geçmeyen minik bir çocuk gibi
büzülüp - küçülüp kaldı kollarımda.
***
{05}
Nereden estiği belli olmayan bir soruya "evet" yanıtı verilerek başlanmıştı ama,
benim ilgi alanım hack olaylarına ve bunların çokça konuşulup tartışıldığı forum
sitelerine kaymıştı bile.
Birçok forum sitesindeyse yaşları 12 ile 18 arasında değişen gençlerin, bir "hacker"
olarak sen - ben kavgaları yapıp kendilerini ispata kalkıştığını - sidik yarıştırdığını
görüyor, hackledikleri websitesi - ICQ - MSN vs. ne varsa birbirlerine caka satmak
için malzeme olarak kullanıp yayınladığını gördükçe de, bir yandan tebessüm
ediyor, bir yandan da taa '90'lı yılların sonlarına kadar çok yoğun kullanılan IPX/SPX
(Aplletalk Protokolü) yerini alan, ve TCP kısmını nükleer saldırılardan sonra bile
veri akışını güvenli şekilde kesintisiz olarak sağlayabilsin diye Amerikan Savunma
Bakanlığı'nın, IP kısmını ise İngiliz Donanmasının geliştirdiği TCP/IP (Transmission
Control Protocol/Internet Protocol) standartının ve onun kullanıcılarının interneti
nasıl da yerden yere çarptığını, ve, ilk mesaj iletişimini ta 1960 yılında
gerçekleştiren ve Askeri İstihbarat amacıyla geliştirilmiş olan ARPANET'in (Advanced
Research Projects Agency Network-Gelişmiş Araştırma Projeleri Ajansı Ağı)
kemiklerini sızlatışlarına birebir şahit oluyordum.
Çünki, hack olayını tam bilmeyenleri kendine düşman ettiren asıl sebep, Newcastle
and Carlisle isimli demiryolu şirketini lanetleyen papazın durumuna benziyordu :
1841'de ilk pazar gezisini 29 Ağustos günü yapacağını duyuran şirket aleyhine,
gezinin yapılacağı hafta başında Newcastle caddelerine pankartlar asan Rahip W.C.
BURNS halka şöyle sesleniyordu. : "- Pazar ayininden kaçanlara ödül! Charlisle
Demiryolu şirketi; Tanrı'nın Kutsal Gününde, isteyen herkesi 7 şilin 6 peni
karşılığında büyük bir rahatlık ve güven içinde cehenneme götürüyor. Ve bunların
adına da zevk gezisi diyor.!!!".
1998'de internetin yayılma hızının dünya çapında patlama yapmasından sonra ise,
mesela, ""Hackers for Girlies" isimli bir hacker grubu, New York Times gazetesini 9
saat boyunca kapalı kalmasını sağlayabiliyorsa, ben gibi basit bir kullanıcıya kim
bilir neler yapabilirler" diye düşündürtüyordu insanlara.
Bir ev kullanıcısının, binlerce dolarlık bir güvenlik duvarı aparatının ardında duran
bilgisayarı kullanması, ve ağ dahilinde Microsoft ISA Server (İnternet Security and
Acceleration) - Cisco ASA - Checkpoint N6 - Untangle - Fortigate gibi profesyonel
çözümlerle güvenliğini sağlaması olası değildi. Zaten vasat seviyedeki hackerların
çoğu da bu "son kullanıcılara" musallat oluyor ve kalite anlayışını oldukça
düşürmelerine rağmen, forumlarda başarılarıyla övünüp duruyor, birbirlerine de
habire meydan okuyorlardı.
Ciddi bir hack sitesine (wardom____ ya da tahribat____), "- Bilmem kaç tane 6
haneli - 5 haneli ICQ numaram var ve hepsi de aynı mail adresim üzerinden kayıt
edilmiş vaziyette. Bilgisi yeten - Gücü yeten buyursun hacklesin. Adresim :
devilofhacker______", şeklinde bir meydan okuma konusu açmıştı hacker'in(!) bir
tanesi ve konu başlığı da 9 gündür trend topic (çok aktif gözde konu) halindeydi.
Çünki forum sitesini takip eden yüzlerce hacker o mail adresinin peşine düşmüştü,
ve, onu ele geçirerek "dehşet bir hacker" olduğunu kanıtlamak sevdasıyla da kaç
gündür telef olmuştu uykusuzluktan…
"- Kardeş, senin Topic'ini (konu başlığı) sadece 3,5 dakika önce gördüm ve artık
bütün ICQ numaralarınla birlikte mail adresin bana ait. Geçmiş olsun..."
yazdığımda, yer yerinden oynamıştı forumda...
Zavallı hacker benim dikkatimi çekerek kendini tehlikenin göbeğine atmıştı. "-
Kimsin lan sen? Mailimi geri vermezsen seni şöyle yaparım - böyle yaparım - asarım
- keserim" türünden mesajlar atınca da gözümden iyice düşmüştü.
"- Sen! Zavallı insan! Kendini büyük hacker sanan zavallı insan! Şu an, Aisopos'un
sözünü ispatlıyorsun bütün forum sakinlerine, unutma! Demiş ki bu bilge kişi : "-
Sineğin biri araba tekerleğinin dingiline konmuş, amma da tozuttum ha! diye
söylenmiş.". Hadi kal sağlıcakla; JAKABO !"...
CIA'nin yöneticilerinden Richard Folk, benzer bir tanımı "Yeni Dünya Düzeni" için
yapmıştı, ve bu, sanal ortam için de çok doğru bir tanımdı :
"- Ormanda yaşayan canavar ortadan yok olmuştur. Ancak ormanda hala bizi tehdit
eden birçok yılan vardır. Üstelik önceden, canavarın ne yapacağı öngörülebilirken,
mevcut düzende ve durumda yılanların ne zaman, nereden çıkacağı ve ne yapacağı
bilinememektedir."
Bu ifadeyi bilişim dünyasına yorarsak, sadece askeri amaçlar için kurulan ARPANET'e
Haziran 1990'da son verilerek, internetin işletiminin Amerika Online ve Network
Solution gibi firmalara verilmesinden, ve denetiminin de sözde (!) Amerikan
Hükümetinin insiyatifine bırakılmasından sonra sanal dünyayı yılanlar sarmış,
DevilofHacker isimli su yılanı da bana çarpılmıştı.
Hasan tarafında bunlar yaşanırken; kadın, adamın banyo kapısına doğru yürüyüşünü
göz ucuyla izledi. Kısa boylu - tıknaz - dar omuzlu - kalın belli - kalçaları yağ
bağlamış -baldırları küt - boynu kısa ve enliydi. Adamdaki bu değişiklikler öylesine
yavaş olmuştu ki, kadın bile pek farkına varamamıştı.
Günün birinde ikisinin içinde de hiçbir tepki uyanmaz hale gelecek, hem o hem
adam her şeyden hoşnut olacak, hiçbir şeyi umursamayacak, sıfır duygularla
sabahları uyanacak, yıkanacak, ve kesinlikle "aşk'tan ilgisiz şeylerden" bahsederek
yapacaklardı günlük işlerini.
Yine günün birinde, hızla akıp geçmiş olan son 20 yıldan çok daha fazla şey değişmiş
olacak, ama kadın o zaman da şimdiye dek olduğu gibi herşeye alışıverecekti. Öyle
ya, alışkanlık ortaya kilim serdiğinde, aşk çoktan halısını toplayıp gitmiş olacaktı.
Kadının değişmesi de haliyle adamınki gibi yavaş yavaş oldu. Bazen saçlarına eskisi
gibi itina göstermediğini - değişik bir elbise giymeye ya da satın almaya
özenmediğini - adamın yanına yatmaya giderken bile aynaya bakma ihtiyacını hiç
duymadığını - günlerce ruj sürmediğini farkediyordu. Artık pudra ve krem de
kullanmaz olmuş, adamın da bütün bunlarla hiç ilgilenmediğini görünce, her
birinden temelli vazgeçmişti. Güzel yemek yapmak ve alışveriş etmek dışında
herşeyi boşlamış, kendini koyvermişti.
Kadınınsa; herbir saç teline kadar iltifatlara boğulduğu, genç - güçlü ve bir o kadar
da absürt ama vizyon sahibi, aynı zamanda da zeki ve kültürlü sevgilisini eve alışı
ise yarım saati geçmezdi.
Bu vakitlerdeyse onlara muhakkak bol köpüklü biralar eşlik ederdi. Nasıl gelmişlerdi
bu noktaya? Evet ya, Hasan'ın bir hacker çıkmasıyla.
"Septik" kelimesinin de ilgi çekici olması belki yanıtsız bırakmamasında etkendi, ve,
tutup bir hacker çıkmıştı gerçekten de Hasan. Tuhaf bir denkgeliş, tuhaf bir
yazgıydı...
Kadınlarının, seks açlığı ve aşk oyunları için kendisini tercih edip, biat etme
sebeplerini de tenine - terine - bedensel doyuruculuğuna bağladı uzun süre Hasan.
Sonra bir gün farketti ki; rahatlama - sığınıp güvende olma - sokulup samimiyeti
hissetme gibi güçlü duyguların yanısıra, onunla saatlerce sürdürebildikleri
sohbetleri, aslında kocaları ile artık yapamıyor oluşlarının hırsı vardı arka planda.
Bunları alabildiği bir erkekten "beden" kıskanılır mıydı? Mantıklıydı. Ve FGCM ilk
günden beri ona bu yüzden aşıktı.
Fakat bir sabah yıkıldı.
Kendisine aşık olan o kadın, tanışmalarından önce yanına gidip geldiği bir üniversite
öğrencisinin evine,
"- Ona durumu anlatıp, kestirip atacağım Hasan. Erkeğimi buldum ben, elveda
diyeceğim Halis'e" demiş olsa da,
sözümona bunları, onda kalan kitaplarını taa evine kadar götürerek söylemişti.
Ne yani, kendisini bunca seven FGCM, Halis denen herifle, veda seksi mi yapmıştı?
Sordu ona.
***
{06}
YANİ;
ÇÜNKİ;
TECRÜBE ETMİŞLERDİR
VE HERBİRİ ÖTE DÜNYAYI
CAYIR CAYIR YANARAK
BİZZAT YAŞAMAKTADIR.
LAKİN;
"- HIMMM!??!"...
***
Tam o sırada, uykusunun yarı uyanıklığa yüz tuttuğu anda, yaşadığı zaman diliminin
ve an'ın önemini farkedemeyecek halde, kafasındaki plan ve tasarılarını - geleceğe
dair akış diyagramlarını - halihazırda neyi varsa, ve dünya üzerindeki yerini
"olabilecek en derin ve hızlı biçimde" oynatacak, ve bütün dengeleri altüst
edeceğini henüz kavrayamadığı şu cümleleri duydu Hasan :
"- Dümdüz ve bilindik mantık kurallarının mengene misali sıkan - yangın çıkmış ve
dumana garkolmuş bir oda gibi boğan - gayet bayıcı ve bir o kadar da sıradan
haldeki yaşamını, muhteşem bir şölene veya cıvıl cıvıl bir maskeli baloya
çevirmeliyiz! Kaynaşmalıyız! "…
"- O ben olmalı, ben de o. Altyapısı çok müsait. Bilgi birikimi ve beyin atılganlığı
fazlasıyla tatminkar. Tek şey var : O bazı şeylerin farkında değil! Ona bir kapı, bir
pencere açmalıyım. Ne çocukluğundaki macır mahallesi denilen fakir bataklığında,
ne okulunda, ne de çalıştığı işyerlerinde ve arkadaş çevresinde görmediği, bugüne
dek hiç öğrenmediği bir ufuğa götürmeliyim onu.
Benliğini kuşatmış olan, kuşattıkça da bedenine sinen o yapış yapış zırhı herhangi
bir yerinden mutlaka delmeliyim. İşinin - elbiselerinin - yemeklerinin - gördüğü
ağaçların - uzun uzadıya yayılan yolların - anne, baba ve kardeşinin - hatta oğlunun
(ki o daha bebek, kolay olur), velhasıl rüyalarının bile değişime uğrayacağı; kara
kuru - sarışın - esmer - kumral ve aynı zamanda da fevkalade zengin kadınların bile,
sahip oldukları servetin miktarına bakılmaksızın onun tarafından kolayca
terkedilebileceği;
Öyle ki, ulaşacağı o ufukta kaygı - kuşku - üzüntü - keder - hayıf - pişmanlık hiç yok
ve her türlü aksaklık giderilmiştir.
Muhteşem bir zümrüd-ü anka'nın sırtında kaf dağını aşan bir prens gibi bulutlarla
top sektirmece oynar başın, ve gak dediğinde su guk dediğinde et önündedir o
ufukta.
Ne kulak tırmalayan aykırı bir ses, ne de hazmedilmeyen bir söz vardır ortalıklarda.
Herşeyin hesabı da en ince ayrıntısına varana dek yapılmıştır.
Mesela, bas önündeki onlarca düğmeden birine, tüm hayvan ve bitkiler anında
terbiye edilsin - yat dediğinde yatsın herbiri ve kalk komutunla da ayağa fırlasın.
Peki ya hemen hemen her gün yediğin ve çok ama çok sevdiğin yumurta?
Onu nasıl istersin? Saman sarısı - kavun içi - limon kabuğu - kanarya?
Sağ üst köşeden başlayan ve alt alta sıralanan check-box'lardan dilediğini işaretle
ve yumurtan da aynen öyle pişsin.
Şu an için zor belki ama, gelecekte RJ45 veya fiberoptik benzeri kablolardan
kokular da transfer edilecektir, bil. Dokun ona.
Üzerine öylesine serpiştirilen koyu küf yeşili orantısız lekeler nasıl durmuş peki
purusya mavisinin üstünde, söyle?
Tabii yahu, aralara biraz şafak kızılı damlatıp emrinizi anında yerine getirsinler,
sorun mu? Hayır mı, fikir mi değiştirdiniz, ona da tamam. Silip, yerine nar çiçeği ve
koyu vişne çürüğü arasında bir ton koysunlar ha?
Ne?
Duvarlar kül rengi ve alacaya yakın mı, hani, beyne dinlendirici masajlar yapan?
Hazır hazır. Yapıldı istediğin!
Kadınlar mı?
Çelik ışıltısı tadındaki melodi kırıntıları yani. Sürat, ve ona bağlı baş dönmelerinin
yegane sebebi olan, yarı sentetik yumuşaklıları mı soruyorsun?
Ve bil ki, artık taş yontmayacak, heykel üretmek için terlemeyeceksin günlerce.
Sadece dile ve hangisini dilemişsen, o senin olsun.
Kaşları özenle alınmış o "başka bir kadın" yüzünün hışırdayan ateşi, parfümünün,
taşıyan rüzgarı bile sarhoş, birhoş eden kokusu, mobilyaların tamamına sinmiş ve
oralarda birikmiş "tacizci" şehvet kokuları.
Ezilmiş çimenlerin toprakla karışıp da genzi geren kokusuna yatmak yok ama artık o
ufukta.
"Bir parça yaşam" kokan çamurları da diri diri çiğneyemeyecek; dişinin kovuğuna
sıkışan kavrulmuş susam tanesini dilinle çıkardıktan sonra, ön dişlerinle çıt diye
ezdiğinde ortaya çıkan yanık kokusu da senin dikkatini pek cezbetmeyecek artık.
Çünki senin dansın, yani "tene tapan - değişik bedenlerden can bulan", "Senin"
valsin başlayacak artık!...
Hepsi için açmalıyım ona bu ufku. Yaşamalı. Daha önce yaşadıklarını düşünmeli,
hepsini silmeli, ve şimdi bunları yaşamalı. Bütün çocukluğunu düşünmeli.
İlk gençlik zamanlarının yakası apaçık gömleklerini, suyla ıslata ıslata özenle
taradığı saçlarını, hayalarını patlatacakmışçasına sıkan veya içinde kaybolduğu
bitpazarı işi pantalonlarını düşünmeli...
Güzelim yarıyıl tatillerini kabusa çeviren, "- Boş durulmaz, ayakkabıcı Süleyman'a
gidilecek!" lakırdılarıyla;
o küçücük tamir atölyesinin bir köşesinde ayakta bile zor duran örsün üstünde,
başkalarının tepe tepe kullandığı ayakkabıların çivileri "içeride kol gezen soğuktan
dolayı kızarıp morarmış minicik ellerle" düzeltilip - yeniden kullanılır hale
getirilecek.
Huryaaa edilen - gündüz ayrı gece ayrı gösterimler yapan, ve herkesi Bruce Lee ve
Superman hayranı eden ama Behçet Naçar - Zerrin Egeliler başrollü filmlerin de
bolca gösterildiği sinemaların, veya, camları gazeteyle kapatılmış ve seks filmi
oynatan kahvehanelerin önünde uzun uzun durulmayacak;
dumanı üstünde iki tane ekmek alınarak, soğuyuncaya kadar bir elden öbürüne
geçirildiği esnada üf-püf edilirken tam, babaya rastgelindiğinde ve ekmekler hemen
ona devredildiğinde, üst kısımları neredeyse donmuş haldeki eller pantalonun
cebine sokulmuş olsa da, baba korkusundan şööyle bir ıslık bile çalınamadan ve
bazen de akşam ezanının eşlik etmesiyle;
Gerçi bu "malumun ilamı" bile olsa, öncelikle bir eklif etmeli, sözde, iknaya
çalışmalı."...
"- Tamam ama, önce "hayat nedir?" bir uzlaşalım. Ve, bu mümkün mü sence?
Uzlaşabilir miyiz? "...
"- Ben hayatın, beyaz şapka takıp, yapılamaz denileni yapmak - girilemez denen
bilgisayar sistemine girmek - çözülemez denilen şifreyi çözmek vee, kurbanları asla
ifşa etmeden, destek olmaktan ibaret olabileceğine inanıyorum.
Getirileri otomatikmen seni bulacaktır zaten, ve, bira - sigara - internet - elbise ve
aşk dışında bir şeylere de ihtiyacın yoktur o hayatta.
"Beyaz Şapka" ile, "White Hacking" denilen "Beyaz Kırma"'yı işaret ediyordu.
Güvenlik ve Test amaçlı erişim, çoğunlukla bilişim sistemi sahibinin bilgisi dahilinde
gerçekleşse de; onun bilgisi dışında ama herhangi bir tahribata yol açmadan ve
sistem sahibinin her şekilde uyarılması için güvenlik deliklerinin saptanması
eylemine bu ad verilir, ve bu işin hacker'ına da "Beyaz Şapkalı Hacker" (BŞH) denir.
Yani yaptığı iş kötü gibi görünse de, sonuçları - getirisi iyidir kurban için.
Hasan'ın sesi boğazının orta yerinde düğümlendi ve o düğüm de "acısı çok keskin bir
tutam filizgin otu" misali içerlerine indi :
"- Peki herşey boka bulanırsa, "Beni suçlama, ne yaptımsa senin için yaptım!" mı
diyeceksin? "...
"- Bunu ben değil sen diyebilirsin. Çünki hayatlarımızı birleştirdiğimiz an ben
gideceğim. Sadece sen kalacaksın ve DevilofHacker olarak yaşayacaksın.
Gerek sanalda gerekse normal hayatta."...
"- Canımdan bile vazgeçip sana can katışım topu sana atmak mı? "
"- ???????..."...
"- Rıza göster, nam da senin olsun, ün de! Varlığını, şu düşündüğün "bilinmezlik
karanlığına" gömüver. Sen de biliyorsun ki gömülmeyen şey fidana dönüşmez, filiz
vermez! Metadan metaya seyahat edip durmayı bırak! Kendine çok uzaktan bakmayı
nice zaman önce hakettin sen, ve şu halinle sadece gıcırdayıp duran bir dolap
beygirine benziyorsun! Halin hüzün verici!
Gecenin bir yarısı bilgisayarının başından kalk; şöyle bir yıldızlara bak ve düşün!
Madem ki içinde bulunduğun ortam sana feyz vermiyor, konuştuğun kimseler tatmin
etmiyor, terketmene mani olan ne? Ölümlülere ağlama artık ve ölü bile olsa
kalplerin - beyinlerin içine bak!
Her meseleye bir cevabı olan, her gördüğünü kucaklayan, her bildiğini anlatan bir
kimse mi gördün, hemen uzaklaş! Çünki onunla Tanrı ilgilenir ve gerekeni yapar,
bırak onu. Sen diğerlerinin içindeki yoksulları hisset her daim, ve onların yoksulluğu
mukabilinde en ağır yükleri taşı! Bana inan, kaldırdığın ağırlık miktarınca feraha
ereceksin!
***
{07}
DEĞERLENDİRME
ONU;
BÖYLELİKLE DE
"GÜZEL DOST" OLARAK ANILABİLİRİZ...
***
Sıradan bir gün değildi, ama öyleymişcesine bir yandan FGCM ile aşklarını
pekiştirirken yazışarak, öbür pencerede de Metalmilitan ile söyleşiyordu Hasan
Balyem'deki odasında...
"- Benim de bir arkadaşım var bu işlerle ilgilenen Jakabo. Türk ama ailesi Oslo'da.
Valla ben MS/DOS'u kullanarak gözlerimin önünde bir sürü site ve kişiyi hacklediğini
birebir gördüm.
Laf lafı açıp da, "- 3 aydır birbirimizi taciz ediyoruz ama ne o beni ne de ben onu
hackleyemedik. Mail adresini vereyim de bir de sen bak bakalım şu Rus'a"
dediğinde, tamam deyivermişti Hasan.
Yarım saat geçmemişti ki, elimdeydi Rus'un bütün şifreleri ve iletişim için kullandığı
mail adresleri. Norveçli ve Metalmilitan şok geçiriyorlarken, bir yandan da Hasan'ı
göklere çıkartıyorlardı ki tam, ekran birden karıştı.
Tamam, internetin her kullanıcısı gibi o Rus da kullanım esnasında izler bırakmış, IP
adresi ya da mail adresi sayesinde kişinin tüm bilgilerinin belirlenmesi - şifrelerinin
ele geçirilmesi - içine girdiği bütün veri trafiğinin dinlenebilir hatta değiştirilebilir
oluşundan dolayı Hasan'ca kolayca hacklenmişti ama, şu an onu MSN'ine ekleyip
duranlar kimdi?
Sonra da günbatımına kadar o genç bilişimcilerle haşır neşir oldu, Ukrayna'yı turladı
sanki sanalda...
Normalde her akşam Bekir alırdı Hasan'ı ve bira içmeye giderlerdi. O gün
gelmemişti ve aramamıştı telefonla. Hasan'ın da kafasında binbir düşünce vardı
zaten son birkaç gündür yaşadıklarından dolayı. Kendini çarşıya attı.
İstasyona inen Milli Kuvvetler caddesi kesinlikle çok kalabalıktı. Nefes nefese
insanlar ve kafalarında da Hasan misali bir sürü düşünce.
Dizkapağının dibindeki kırık fara baktı önce, sonra gözü "aracın sahibinin sol kolunu
ve kafasını camdan sonuna kadar çıkarmış" haline kaydı.
Her yanı kalabalık olan kentin bu görkemli caddesinde, caddenin iki tarafını hisar
misali kesip duran iri ve hantal binaların arasında, akşamın inmek üzere olduğu şu
alaca vakitte, karga ve sığırcık kuşlarının çığlıklarını ilk kez bu kadar net şekilde
duyuvermişti.
İşlerinden yeni çıkmış insanların sel misali akışlarına istemsizce kapılmışken durup,
devasa bir mobilya mağazasının vitrinine takılıp kaldığını, aynalı vitrin camındaki
yüzünü, evet o yüzünü farketti ilk kez bu derecedeki ayrıntılarıyla.
Sadece o çağın değil, her devrin ışığı içine işlemiş bir yüz!
Işıl ışıl, pırıl pırıl, beyaz!
çünki;
büyük bir sağlayıcının güvenlik duvarını aşıyorlar, veya, gizlilik derecesindeki birkaç
belgeye ulaşıp, uluorta "biz yaptık - biz becerdik" şeklinde bağrışıyorlar.
Kendilerine, siyah zemin üzerinde dans eden renklerle bezeli bir websitesi
hazırlıyorlar veya kadraja girmeden röportajlar veriyorlar medyaya.
İmkan olsa "insan için ne yaptınız, ve, şu yapabildiğiniz şeylerin önemi de,
üzerlerine sürdüğünüz boyalarla yokolup gitmedi mi?" diye sorardı diğer bütün
hackerlara.
Yıllarca gizli kalabilir ve günün birinde, sade ve sadece "güzel" olarak anılabilirdi.
Ve onlara, "- Sizler, toplum içine yırtık paça ve burnu sürtük ayakkabılarını makyaj
malzemeleriyle boyayanlar gibi, sözümona, süslemelerle kalite enjekte etmiş
kişilersiniz minicik bilgi dağarcıklarına. Hasan şu kitabı yazmasa ve ortaya çıkmayı
kendisi istemese "Tanrısal bir güzel" olarak kalırdı. Bu işlerde de mükemmeli hiç
kimse, iyi olanı ise "yakayı ele verdiklerinde" herkes zaten tanırdı." dese,
Ve her iki tipin de çoğunu gruplar oluşturur ve tek başlarına çoğu zaman birhalt
edemezler.
Çünki o, ereği ne idiyse müthiş bir hız ve kaliteyle ulaşmış, sessiz sedasız da çekip
gitmiştir.
Yine adı beyincik olan organ da bedeni ayakta tutmak gibi önemli bir görevi hiçbir
dış etki kabul etmeden, ve mükemmel bir otomatiğe bağlı kalarak yerine getirir.
Vücutta, insan, mesela sadece soluk alıp verişini belli bir yere kadar kontrol
edebilir.
En önemlisi de, acıyı tarifleyip sinir sistemine algılatılan ama kendisinde acı çekme
kabiliyeti olmayan "beynin" yerini aldım.
İsim yapanlar veya isim yapma sevdasına kapılanlar, her bir pohpoh ile sözümona
aygırlaşır, çok güçlü bir safkana dönüşür.
Küçücük burnu ve küçücük bedeniyle bir it, bir at'tan, üçbeşbin kat daha fazla koku
alır!!! "...
İşte bu sözlerimden sonra eminim susmak onlara çok ama çok yakışır.
***
{08}
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM
NOKSANLIKLARINI TERKEDİP
"GERÇEK İNSAN" OLMAYA NİYETLENDİĞİNDE,
KENDİNİ ARADAN SİLMELİ
VE YOLA ESERLERİNLE DEVAM EDEBİLMELİSİN.
BİL Kİ;
***
Yeşil yaprakları, salkım saçak dalları ve hatta budakları da nefes alıyordu ağaçların
ama Hasan uyuyordu.
Rengarenk veya tonsuz bütün çiçekler - ötüşen veya neredeyse soluk bile almayan
böcekler - yırtıcı veya barışçıl bütün kuşlar uyanıktı, ama Hasan uyuyordu.
Bir o tarafa bir bu tarafa rüzgarların da etkisiyle salım salım salınan kuş - bulut -
dal - yaprakların tümü soluk alıp veriyor - dağlar birbirleriyle bakışıyor - ovalarsa
bol ürün vermenin kıvancıyla göğüs kabartıyor - denizler tüm farkındalıklarıyla
derin derin iç çekerek bu düzene aferinler düzüyordu, ama Hasan uyuyordu...
DevilofHacker dokundu;
Sonra en yüksek - en yüce mevkiye ulaştı, ve akabinde farkettiği şey; çok ama çok
zengin oluşuydu. At - yat - kat - fabrika - arsa - maden - tarla - avm - rezidans vs.
herşeyi vardı.
Neye dokunsa - temas etse "okşayan bir yumuşaklık" kazanabiliyordu. Çelik bile!
onun göz - kulak - ten zevklerini gayet ölçülü ve ince bir titizlikle tatmin etme
yarışındaydılar.
Önündeki envai çeşit yiyecekleri, ve hemen hemen her saat başka bir tanesinin
tadına baktığı içkileri süzdü. Onlar da, tıpkı her gece veya canı ne zaman çekerse
koynuna aldığı güzeller gibi onu mutlu etme sevdasındaydılar.
Tıp denilen basit ilim de onu zinde - pür neşe - dirençli ve olabildiğince kuvvetli
tutmanın gayretindeydi.
Çimdikledi kendisini.
Şaşırdı.
DevilofHacker'dı bu.
***
{09}
İLK İMZA
***
Saate baktı, geç kalacaktı işyerine. Apar topar soğuk bir duş alıp, yarım birasını
fondipleyip yola çıktı.
"- Demek hackte kullandığın nickin bu. Bana hiç söylemeyeceğinden korkuyordum.
Sana da merhaba Hasan'ım, koca adamım, canımmm. Yoksa DoH mu demeliyim, hı?"
yazmıştı, karşılıklı sevgi akıntılarına maruz kalmış konuşma penceresine...
kilise kanalında da Jakabo olarak fazla takılmıyordu DoH, ve günler sonra Müslüm
bir mail attı ona : "- Slm abi. Görünmüyon kaç gündür. Unuttun mu bizi yoksa? Abi
sen hack biliyon ve bizim okuldan arkadaşın kardeşine psikolojik işkence
yapılıyormuş Kuleli Askeri Lisesi'ndeki üst sınıfta okuyan öğrenciler tarafından.
Aartis artis websitesi bile açmışlar. wwwkulelixyz
Bunu hackleyip, alt sınıfları ezmeyin lan yoksa aklınızı alırım" yazsana sitelerine.
Bilinen ilk e-mail bombardımanı ayrılıkçı Tamil Gerillaları'nın Sri Lanka'nın yurtdışı
temsilcilerine günlük 800 kadar eposta göndererek, 15 gün boyunca canlarını
yeterince sıkacak kadar başarılı bir şekilde gerçekleştirilmişti.
"We are the Internet Black Tigers, and we are doing this to distrupt Pour
Communication" imzalı mailler,
onlara duyulan "destekçi sempati'nin" artmasına sebep olmuştur.
"Hacker for Girlies" grubunun ve popüler olmuş her hacker'ın da birer imzası varken,
DoH'un da bir imzası olmalıydı ve her hack işinden sonra imzasını sanalda mutlaka
atmalıydı. Öyle de yaptı.
"DeviLofHackeR
was here!
ICQ : 119941"
***
{10}
TANRI KİTABINI,
RESUL SÜNNETİNİ DAHİ ARKASINA ATMIŞTIR
VE İLAHİ DÜSTURLARI ES GEÇİŞİNİN HESABINI
NASIL VERECEĞİNİ BİLE DÜŞÜNEMEDEN HİÇ,
"O YOKSA CENNETTE"
ROTASINI HEMEN CEHENNEME ÇEVİRECEKTİR!
Her erkeğin bir ömür unutamadığı, etkisinden kurtulamadığı, bazen delişmen bazen
hanım hanımcık, ufak tefek ya da genç irisi, fakat "sevimli ve kesinlikle çok çekici"
bir kadın modeli vardır;
ve o kadınla uzun uzun birliktelik veya muhabbetle dolu anlar yaşamak, macera
denizlerinde beraber kulaç atmak gerekmez.
Gözlerin aşinalığı bile erkeğin mutlu - tatmin olmuş bir hale gelmesine yeter.
İşte onlardan biriydi Bursa'daki bir Ticaret Merkezi'nde sekreterlik yapan Dilşad.
İlgisini çekmiş, DoH'a cevap vermiş, sohbet ilerleyince de resmini göndermişti.
Ay parçası gibiydi.
O yıllardan çok sonraları Keylogger'lar (tuş günlüğü kaydedici) çokça boy göstermiş
olsa da;
Zaten; eğer "1024 bit prensibiyle şifreledim ben bu yazılımı, ve kesinlikle hackerlar
kıramaz" diye konuşan bir firma için sen de kalkıp, "- Ooo, ne güzel, harika bir zeka
ürünü, o programa güveniyorum" diyorsan eğer;
Yok hayır, "- Birileri bir şeyi şifreleyip sunuyorsa bana, birileri de onu her an deşifre
edebilir" mantığıyla bakıyorsan olaya;
Dilşad'ın çok hoşlandığı, sohbet ederken yanıp tutuştuğunu her fırsatta belli ettiği
Hatay'lı Polis memuru evliydi. Ayıptı. Dilşad bekaret manasında olmasa da, evlilik
bağlamında kız oğlan kızdı ve o polise abayı yakmıştı. Hatta Bursa'da birlikte
olmuşlar ve kendini ona sunmuştu.
Bir gün, "Dilşad, sana önemli bişi söyleyeceğim ama bunu yüzyüze söylemem gerek"
dediğinde DoH, hemen kabul edilmişti teklifi. DoH'a güvenilirdi.
Kankası Bekir'le atlayıp gittiler, Özdilek Tekstil'in kafetaryasında buluştular.
BSOD (Blue Screen of Death - Ölümcül Mavi Ekran) veren işletim sistemi bir süre
daha tekleyerek de olsa çalışır, şansı çoksa çökmez ama pek işe de yaramazdı.
Oysa birini, senden istediği herşeyi yapabilecek kadar sevdiğinde, gerçek aşk kol
geziyor ortalıklarda demektir.
"- Acı çekiyorum, öldür beni!" bile dese, canını aşkla almış olursun, ve adın katile
bile çıkmaz onu "çektiği acıdan kurtulsun" diye öldürdüğünde.
Eğer birini gerçekten seviyorsan, onun ihtiyacı olan herşeyi kendininkilerden önde
tutar, zerre kadar sapma olmasın istersin onunkilerin yerine getirilmesinde.
Bunlar, akla hayale sığmayan - iğrenç ötesi şeyler bile olsa dik durur ve karşılarsın.
Binbir parçaya bölünüyormuş gibi olsa da kalbin, hayıflanamazsın.
Böyle yazar DoH'un kitabında,
ve sevgi dedikleri küçümsenecek bir hediye değildir yahu, kıymeti bilinmeli!
Anadolu'da, küçük bir köyde, çok sevdiği ve aşık olduğu karısının, sevgilisiyle kaçıp
kendisini terk edeceğini anlayan kör adam, başına bir iş gelmesine ve sefillik
çekmesine gönlü razı olmadığından, kaçacağına yakın, ayakkabısının içine para
koymuş gizlice.
***
{11}
***
DoH da kadınını böyle sever, ama, kadınların daha önce anlatılan tutumlarının
yanısıra; içinde yaşadığı toplum ve eşyanın dışında varolabilen tek bir filozof
görülmemiştir henüz dünyada!
Ve bütün bu doneler ışığında FGCM ile olan ilişkilerini "olduğu yere kadar olsun,
gittiği yere kadar gitsin" seviyesine çekiverdi DoH.
Tümü, ruhumun "FGCM ve ona duymam gereken aşk konusunda devrim yapmak
niyetiyle hazırladığı bombaların elinde patlamasıyla" havaya uçmuş, ve gönlümün
uçsuz bucaksız genişliği herbirine mezar olmuş.
Bilmem kaç zaman önce "insanlık" denilen o yüce makam zaten "hiç" olmuşken, sen
gidip başka fantaziler bulsana kendine!"
Nice zaman sonra, her fırsatta yaptıkları gibi, iki şehri bir edip, FGCM ile yine
buluştular.
"- Tuhaf duygular içindeyim DoH. Eşimle birlikteyken emin ol suçlu hissediyorum
kendimi. Sanki yasak olan şey seninle gizli gizli buluşmalarımız değil de, kocamla
olan ilişkilerim, iki kardeş gibi de olsa, aynı çatı altında ona hizmet edişlerim!".
Cümleyi kurduğu an, FGCM'nin, "- Madem öyle neden devam ediyorsun benimle
birlikte olmaya? Neden o bira denizlerinde "edepsizliğe varan çıplaklığımızı
yaşadığımız 3-4 günlük kaçamaklarımıza" devam ediyorsun?" diye soruvereceğinden
korktu.
Çünki böyle bir soruya verilecek yanıtı yoktu.
"- Ne olur doğruyu söyle, beni aşağılık bir kadın olarak görüyor musun bazen?"
dediğinde FGCM,
cevabı,
"- Şimdi kızacağım ama! Kalk giyin hadi, ve evine git!" oldu.
"Hiçbir insan onun ruhsal dengesini bozup da abuk subuk bir harekete
yönlendiremez.
"Acaba çantasında kesici birşey ya da bir kutu hap var mıydı?" şüphesi de geçmişti
aklından bir an.
"- Güle güle Sevgili. Ara, hemen gelirim, bilirsin." şeklinde söylendikten sonra kapıyı
vurarak çıktı gitti.
FGCM gidip yalnız kaldığında, bir "mutsuzum ve gezegeni imha etmek istiyorum"
müziği attı Winamp'ın playlist'ine DoH.
Anouar Brahem adlı tını dehasıyla İmisaba tanıştırmıştı ICQ'da kızın mutsuzluk
sebeplerini konuştukları birgün.
İngiltere'de yaşıyordu İmisaba. Ailesi Hatay'da yaşasa da, tedavi olabilmek için
oraya gitmişti. Ciddi bir kadınsal sorunu vardı kendi deyimiyle ve hamile
kalamıyordu.
"- Geleyim oraya bir süreliğine ve benden hamile kal. Gör bak, damızlık ne derece
önemliymiş diyeceksin. Genç - güzel - sağlıklısın yahu!" dediğinde DoH;
"- Gel de; sana verene kadar kimlere verdim, kimler kimler becerdi de gene olmadı
be DoH. Yedi sülalemi halletsen bile hamile kalamam ben, artık eminim :D"
diyebilecek kadar da uçuk ve hayata bağlı bir kızdı. Tuhaftı…
Tarifini bile yapamıyorken, bütün varlığınla peşinden koşuyorsan, hah işte, aşıksın!
FGCM de öyleydi.
Ören'deydi ve DoH alo der demez geldi birkaç gün sonra Altınoluk'a.
Sürekli gittikleri ağaçlık - yeşil çimen zengini ve bir o kadar da ıssız arazilerden
birindelerdi.
"- N'oldu ruslarla savaşınız, anlatsana detaylarını, neler yaptın?" diyerek de,
Onlarca hacker ile tek başına yaptığı sidik yarışlarından sonra, sadece FGCM sezgi
ve duygularını kullanarak belli tespit ve yorumlar yapabiliyordu.
FGCM dudak bükerek, "- Al sana daha büyük bir yalan!" dediği an, DoH küçük bir
çocuğu sarsarcasına omuzlarından yakaladı onu ve;
"- Haksızlık etme! Söylediğin herşeyi - yaptığın her hareketi - rahatsız etmeyen
tenini - gülümsediğinde dudaklarının kıvrım kıvrım kıvrılışını - maceralarımdan
örnekler vermeye başladığımda dört gözle dinlerken, başının yana düşüşünü - sanki
birşey arıyormuşcasına uzaklara dalıp gidişini - somurttuğun anlarda alnında oluşan
kırışıklarını da seviyorum mesela!".
Ağzından çıkan her kelimenin yalan olduğunu biliyorum, ama yine de seviyorum
işte."
"- Seninle seks yaparken zamanı durdurmak isteyişim şu pırıl pırıl havanın böyle
kalması içindir mesela. Şu huzurlu ortamı - tembel tembel uzanıp da hiçbir şeyi
dert etmeden biraların dibine vuruşlarımızı - sevişirken ruhumun da tüm
yorgunluğunu alışını - çepeçevre saran sıcaklığını ve o derin oral seks yapışını değil
de, hazırladığın yumurtalı yemeklere bağlıyorum mesela sana hayranlığımı.
"- Rusların canına okudum. Abi diyorlar başka bir şey demiyorlar artık. Birtanesinin
Borland Inc.'in çözüm ortağı olduğu şirketi varmış 17 kişilik.
"- Tanışmak imkansız olsa gerek de, iletişim içinde kalsak bari en azından DoH abi"
diye çok yalvardı.
Sırtı üşürse hırka - kıçı üşürse don - delirmemek için bira, sigara, internet ve çok
sevdiği yağda yumurta dışında bir şeyleri hiç önemsememişti hayatta.
"- Konuyu bu şekilde çirkinleştirme DoH. Erkekler neden bu derece budala oluyorlar
bazen hiç anlayamıyorum. Kirayı ödeme gayem, daha uzun saatler boyunca güven
içinde beraberce vakit geçirebileceğimizdendi.".
FGCM'yi baştan çıkarıp kendine aşık ederken, bir üniversiteli genç yüzünden
olayların buraya varabileceğini düşünmemişti. İlk günlerde çok direnmiş ama
sonunda DoH'un bile ummadığı şekilde, hayatında Halis denen o çocuk varolmasına
rağmen kendini DoH'a bırakıvermiş, üstelik kocasını da tüm zenginliğine rağmen
hayatından çıkarmıştı.
Keşke DoH hayatına girdikten sonra Halis'in evine gitmese ve DoH'u kaybetmeseydi.
Oysa FGCM bu hissettiklerinden habersizdi DoH'un. Ve şimdiki haliyle de bambaşka
bir kadındı sanki.
Çünki artık rahatça söylüyordu oğluna - annesine - çevresine mesela DoH'la buluşup
da ortadan kaybolduğunda yalanlarını, ve oldukça da inandırıcıydı. Önceleri
beceremezdi. Dünya dolusu tehlikeyi göze alıyor, herşeylere meydan okuma
cesaretini bulabiliyordu kendinde. DoH da doğal olarak huzursuzdu. FGCM'nin
neredeyse tersyüz olmuş biçimde değişmesine sebep kendisiydi.
Gerçi, onun böylesine teslim oluşu DoH'u gururlandırmıyor değildi, fakat, FGCM
"tutku ve aşkla" kendisini bile kaybedecek derecede güçsüz kalarak onun kollarına
düştüğünde, onu uyandırmamıştı.
İşte, yaşamından da bu şekilde, suratı çarşamba pazarına döne döne de olsa gitmeli
ve kendini bulmalıydı. DoH böyle olması gerektiğinden emindi.
Susmak bilmedi.
aklının karıştığı öfke anlarında DoH, "- Hoop, dur, sakin ol, ne bu halin yahu?
İnsanlarla bir elektrikli testereymişsin gibi konuşuyor, kırıyor - kesiyor -
parçalıyorsun! Azıcık sükunet, azıcık akl-ı selim lütfen!" demezdi Hasan'a...
Estirdiği fırtınadan sonra vurdu kapıyı çıktı kadınını ağlar - çırpınır halde
bırakarak...
***
{12}
BANKACI
SÖZLER OLGUN VE DOLGUN OLMAKTAN UZAKSA,
DOSTUN ZİHİN KARIŞIKLIĞI
İÇİNDE BULUNDUĞU DOSTLUĞA DA BULAŞMIŞSA,
AŞK,
TEKRARLANAN ŞOKLARLA ÇİZGİDEN SAPIP DA
ARTIK GEOMETRİK ZİHNİYETE GÖZ KIRPABİLİYORSA;
***
Taylıeli'nden Ören İskele'ye kadar olan 3-4 kilometrelik yolu, sinirden yarım paket
sigarayı ve evden çıkarken kaptığı 3 birayı bitirerek yürüdü DoH.
- Naber, haftasonu bugün, evde misin? Geleyim mi, çay - çorba içirir misin?
- Koca kadınsın sen be. Üstelik bir şey demez emin ol baban olacak o azgın teke. :P
- Tamam, bulurum bulurum. Geliyorum, sen çık kapıya...
DoH da kendi yazılımıyla internet üzerindeki her eposta - MSN - ICQ - IRC
yazışmalarını dinleyebiliyor, verdiği "ilginç" kelimeleri içeren konuşmaların
sahiplerinin de peşine düşüyordu.
Bir işyeri sahibi, kendi websitesinin MetaTag'ları arasına, "Biz Canon ürünleri
satıyoruz. Siemens ürünleri de iyi olmasına rağmen bunları satmıyoruz." yazmıştı.
DoH da kendi yazılımı ve onu farkedemeyecek kadar aciz kılarak ününe gölge
düşüren ECHELON sayesinde, değişik sunucular (Server) üzerinden aktarılmak
durumunda olan verilerin tamamını süzmüş, öyle ki, uluslararası ölçekte çalışan ve
belli başlı ağ düğümlerinin - omurgalarının tam merkezinden elde ettiği verilerle;
a-kişisel veriler,
b-sadece belirli bir ibarenin geçtiği her türlü diyalog,
c-sadece belirli özellikleri taşıyan, kıymetli iş dünyası verileri,
d-belirli bir ülkenin vatandaşlarına ait her türlü veriyi elde etme başarısını
yakalamıştı.
Tek bir hata yapmıştı DoH bu süreçte, ve onu da Balıkesir Telekom Bilgi İşlem
servisine, iş dünyasından tanıdığı Fahri isimli programcıya çay içmek bahanesiyle
uğradığında, herkesin bir boşluğuna getirip;
"- Ölür diye üzülüp durduğumuz adam anjiyodan sonra tam bir azgın tekeye dönüştü
şekerim.
Neredeyse 35 yaşıma geldim ve odamdayken bir o yana bir bu yana dönerken buz
gibi yatağımda, bir de babamın, yeni evlendiği Fatma teyzeyle sevişmelerinin
seslerini dinliyorum valla sabahlara kadar. Bıktım yaa :("
DoH da, hakkında biraz araştırma yaptıktan sonra, ICQ ve MSN'den listesine ekleyip
ilgisini çeken bu bankacıyı,
Üstelik, DoH boşanmış ve bir oğul sahibi olsa da, belki Derya'nın evlenebileceği
biriydi.
Vakit geçtikçe, ona başkalarından "farklı" bir şekilde değer veren ve kaliteli bir ilgi
gösteren adama yavaş yavaş kendini kaptırıp, koyverdi.
Çekyata uzattı onu DoH ve usul usul okşamaya başladı her yerini.
Bir yandan da ahlar - oflar - göğüs germeler - içini çekmeler eşliğinde, sırılsıklam
olduğunu hissedebiliyordu. Az önce sırtında gayet güzel bir elbise olmasına rağmen,
şu an tamamen çırılçıplak bir bedeni - kurumuş bir boğazı - kavrulmuş dudakları -
öpüşleriyle onu sanki serinleten bir adamı vardı üstünde.
kaşlarını hafifçe çatmış haldeki Derya çok net bir refleksle kurtuldu, ve altından
çıkıp yere oturdu :
Onu o pozisyona fiziken ve manen getirmesi tüm gecesini almıştı, ama o, son
saniyede vazgeçmişti.
Dürüstlük sanılan şeyler insanı nasıl da gerçekçi düşünemez hale sokuyor, nasıl da
inat budalası yapabiliyordu.
Olmadı.
***
{13}
DOÇENT
VE BİLGİSİNİN GÜCÜNÜ
TEK BİR İNSAN YA DA SOSYAL BİR FAYDA İÇİN,
ADI "İYİLİK OLSUN DİYE İYİLİK" ŞEKLİNDE ANILACAK BİÇİMDE,
BONKÖR BİR TAVIRLA,
KULLANIR DA KULLANIR...
***
Açtı :
Konuştu :
Formattan önce de, senin için ne varsa diskinde, hepsini yedekle. Orda tezini
görmeseydim bu işe girişmezdim, seni aramazdım. Bilgisayarını herkesin
erişebileceği seviyede tutan bir güvenlik açığın var.
Çünki bilgisayarına not bıraksam sen onu ne zaman okur, okusan anlar ya da inanır
mıydın bilinmez. Sadece dediğimi yap ve bilgisayarını formatlayıp güvenli hale
getir!!! "…
7 kontör düşünüldüğünde çok uzun sayılabilecek bir sessizlik oldu karşı tarafta.
Sonra dolaysız ve oldukça dürüst bir açıklamayı hızlı ama dik bir sesle yapmaya
başladı :
"- Seni, bilgisayarını fethederek çok iyi tanımış olan ama hiç yüz yüze görmemiş,
senin de hiç tanımadığın, beyaz şapkalı - yani iyi niyetli - bir hackerim.
Kara şapkalı, ve çeneden gözlere kadar çekilmiş kara bandanalı bir hacker şu senin
bilgisayarına rastlasa, tezini ve diğer çalışmalarının tümünü siler, çıplak resimlerini
de internet alemine yayarak hayatı sana zindan edebilir diye düşünüp, sen gibi
teknoloji yoksunu bir zavallıyı uyarmak için sahte bir "kabuk numara" kullanıp
arayarak son 7 kontörümü de harcadım.
Şiddetli rüzgar sanki, sokağın başından taa onun evinin içine üfürüp duruyordu, ve
çok güçlü bir kasırgayla savrulan kar, önce odalarda uçuşuyor, dolunayı tümüyle
karartıp - çift camlı pencereleri kolayca aşıp, tüm eve un misali yağıyordu.
Format denilen şey nedir tam bilmiyordu, ama, fanının sesi salondan mutfağa
ulaşan bilgisayarını "en profesyonel koşuculardan bile daha atak bir seğirtmeyle"
giderek kapattı.
Yaşadığı korku ve şaşkınlık onu her an öldürebilirdi ama öldürmemişti, ve onu ikaz
eden, adının tamamını duyamadan telefonun kapandığı Devil'deydi aklı.
Kimdi???...
DevilofHacker'ınsa;
merkez veya merkeze yakın sıradan insanlıktan bir fert olmanın ötesinde,
kuytu bir köşede kalmış ama değeri korunarak artan,
bilinenlerin tümünün kesinlikle alternatifi,
belki avangart belki de kıt imkanların varlığına rağmen,
gayet başarılı sonuçlara imzalar atabilen,
"kendi sanatının yegane beyaz şapkalısı",
ve bu bağlamda da,
yeryüzündeki en digital "arte povera - yoksul sanat" icraacısı olduğu ispatlanmıştı...
***
{14}
GÜLER HOCA'ANIM
ÖYLE Kİ;
***
O kaynaşma gecesinden sonra her şey değişti ve "yeniden - yeni şekliyle" başladı.
Hani önüne, yüzbinlerle ifade edilen senetler - çekler koysalar bir çırpıda
imzalardı. Kim yemiş kim almış ne keder.
Sigarasını altın işlemeli bir çakmak yerine, odasında çıkan yangının az sonra ölüm
kusacak alevlerinden yakabilirdi.
Herşey "ya nasip" ise, ölümün DoH'a o alevlerle geleceği nasıl bilineydi?..
Aslında hepimiz, bütün toplum olarak neydik - kimdik daha önceleri biz?
Önceden; insanları vaktin her anında aldatarak veya kesinlikle ihtiyaçları olmayan
şeyleri asli ihtiyaçlarıymış gibi gösterip, hepsinin saf - temiz - vicdani yanlarını
acımadan kanatıp, paracıklarını - mallarını - birikimlerini ve en sonunda da onur ve
umutlarını çalarak, kazandığımız paralarla birbirimize caka satan zavallılardan
başka şeyler değildik.
Bundan sonra DoH'u uzaktan uzağa tanımlamak - yargılamaya bile gerek duymadan
asmak - anlayamamak kaynaklı savaşlar vermek gibi şeyler SÖ'lerin 1 numaralı "hobi
ve yanlışı" olacaktır.
Aslında, öyle ışıltılı ve steril bir enerjisi vardır ki yakından bakan için,
bu sefer de mesafenin kısalığı kör eder "onu tanıma - anlama" kuyruğundakini.
Gerçekte;
bireysel veya kollektif anlamda "inanç" sahibi olmayanlarsa
onun vizyonunu asla anlayamazlar…
DoH olabilmem için bana tayin edilen ilkokul öğretmenim bile hayata dair ilk
bilgileri beynime kazırken, sadece eşsiz öğretileri kullanmıyor, tamamen bugünlere
yönelik temellerle inşa ediyormuş beni.
Okumayanlar içindeyse
"çok kazanan ve işinde ehil sanatkarlar - bir koyup on alan çiftçiler vardı."
Ama bir DoH, bırakın DoH'u, çeyreği ayarında birisi, hatta benzeri yoktu.
Anladım ki;
Tanrı en büyük ve yaratıcı kudreti birkaç kuşak içinden yalnızca bir adama layık
görüp, ona veriyor.
O adamın en büyük olabilmesi için de; uzun nesiller boyunca gelip göçenlerden
törpülediklerini, yani, seçip seçip diğerlerinin elinden çekip aldığı beceri - akıl -
kabiliyetleri de o şanslıya bahşediyor…
Çirkine yakın, bilindik "köylü çocuğu" sıfatında bir çehresi, ama, orantılı bir vücudu
vardı. Avına fix olmuş kaplan ataklığında bir zekası, ilk kelimeleri ağzından
yuvarlanır yuvarlanmaz hissedilen de bir hatipsel karizması vardı.
Uyanık olduğu her zaman diliminde sürekli olarak arayış halindeydi ve kabına
sığmayarak taşacak bir yaratılıştaydı yüreği.
Toplumsal olaylara hiç kayıtsız kalamaz, haksızlık karşısındaysa "direnen tek kişilik
bir orduya" dönüşüverirdi.
Özellikle de kadınlar.
Bilişim alanında aldı eğitimini ama, daha ilköğretim sıralarından itibaren yine
kendisinin hazırladığı "okuma algoritmasındaki" kitapları hatmetmeye başladı.
Hegel - Nietzsche - Said Nursi - Hacı Bektaş Veli - Ahmed Yesevi - Nakşıbend -
Sigmund Freud - ve özellikle de Epikür.
Bunca zihin atılganlığıyla bir o kadar tembel bir ruh - beden ikilisinin Hasan'da
mükemmele varan karışımıysa hem şaşırtıyor ve çözülemez kılıyor, hem de
peşinden koşulası yapıyordu onu.
Ve çalışmak yerine harıl harıl, aşk - özgürlükler - edinilen yeni dostlar, paylaşılan
uçuk fikirlerin masaya yatırıldığı ilginç sohbetler vardı onun dünyasında.
O dünyanın da temelleri daha küçükken atılmış, "eşsiz" öğretmenleri de Hasan için
özenle seçilmişti.
" - Küçücüktüm ya, işte ondan bir süsmede yere yıkıvermişti beni. Aramızdaki bir
küs bir barışık halleri gören babannem de annemin binbir ısrarıyla da olsa, adı
"Üresin" olan o muzur oğlağı, bayram ziyaretinden dönüşte bana hediye etmişti.
Küçük bir keçi - oğlak sürüm vardı artık, ve onları güderdim sabah akşam.
Yaşama dair "Tohum" bilgileri bana ilk "Soğuklar" anlattı ve ben de can kulağımla
dinledim.
Peki ya rüzgarların taa uzak diyarlardan koparıp da alıp bana getirdikleri şeylere ne
demeli boy boy?
Yaşamın en "derin ve keskin" kaidelerini el ele verip işte bunlar öğretmişti bana.
Fuları - rozeti - şapkası ve tozluklarıyla ilkokul 4'te "izci" olmuştu Hasan özene
bezene.
Gördüğü ilk canlı memelerdi onlar, ve henüz ergen olmamışsa da, yüzünü onlara
gömüp uyumayı ne çok hayal etmişti günlerce.
İlk ciddi ereksiyonlarını o ince belli öğretmenin dolgun memelerinin hayali eşliğinde
geçirmişti döndükten sonra Balıkesir'e…
emekli bir öğretmen olduğunu - Erdek'ten bir ev alıp kocasıyla, oraya yerleştiklerini
- denizi ve Erdek'i çok sevdiklerini - vakitlerinin çoğunu Erdek Öğretmenevi'nde
geçirdiklerini, ve, kadının, "öküz" kocasının ona kötü davranmasının intikamını
önüne gelenle yatarak aldığını öğrendi.
Ne yapıp edip, zaten seks yapmayı ve kocasını aldatmayı neredeyse düzenli bir
alışkanlık haline getirmiş olan bu güzel kadını ikna etmeli, 15 yıldır hiç unutamadığı
memeleri mutlaka emmeliydi…
DoH'un en farkedilmez,
ama kendisinin de hissedilmemesi için yoğun çabalar sarfettiği özelliği :
İçtiği onca biraya rağmen, uykusuzluğa rağmen, Susurluk'tan sonra denk geldiği bir
tırı kendine siper ederek, ki buna "dağın ardına saklanmak" da denir trafikte, ulaştı
Erdek'e sabaha karşı.
DoH ona alıcı gözle şöyle bir bakamadı alacakaranlıkta da olsa, çünki, evinden
sevdiğine yeni kaçan genç kızların heyecanıyla,
"- Sür sür! Ocaklar'a doğru gidelim. Orada zeytinlikler ve çamlar çok!" demişti,
şu "gerçek sarışın" kadın.
Sürdüler arabayı...
Doydu o hala güzel olan memelere, en alıcı şekilde baktı derin derin o boncuk
mavisi gözlere.
***
{15}
HAVUZCULAR
Tek parmağını kullandığın için, gerçek denizlerde yapılan sörf kadar yorucu olmasa
da, oradakinden çok daha fazla zamanı harcattığı muhakkaktı.
O gün de buldu.
"bilmemnehavuzsistemleriHotmailc.m" diye,
iletişim adresi mi olurdu kardeşim!?
Cık cık cık!
Hiç insan, üstelik kendilerine ait bir de Web siteleri mevcutken, Pop3-SMTP
protokollerini kullanan bir mail sistemine 3-5 kuruş fazla para harcamamak için
hotmail'den iletişim adresi kaydeder, ve bunu da ICQ'da göğsünü gere gere
"Türkiye'nin en büyük yüzme havuzu şirketi" şişinmeleriyle yayınlar mıydı?
Msn - Hotmail ilk dönemlerinde "gizli soruya cevap vererek şifre sıfırlamada",
deneme - yanılma için sayı sınırı kullanmıyor,
bu da yaklaşık beşyüzbin kelimelik sözlüğüyle
"Brute Force - Kaba Güç" uygulamasına imkan sağlıyordu DoH'a.
Uzun sürmedi, geldiler, ve yarı hakaret yarı panik içeren sözlerle Msn adreslerini
neden kırdığını sordular, onlar için önemini anlattılar.
Sonra da,
Eşeği önce kaybettirip sonra bulduran, ve bu sayede Sıradan Ölümlü'ye net fakat
tamamen geçici mutluluklar yaşatan Tanrı'dan farklıydı DoH'un tarzı.
Akabinde "neden ve niçinlerini" detayların üstüne basa basa anlatır, bundan sonraki
yaşamında bir eşek sahibi olursa eğer, onu nasıl koruyacağını somut biçimde
tecrübe ettirirdi SÖ.'ye.
Her ikisi de, içlerine dolu misali dökülmüş haz sağanağı olduğu halde yollarına
giderdi sonrasında tarifsiz keyiflerle…
DoH, yine öyle yaptı, ve 13 yaşındaki bir çocuğu razı edip mail adreslerini
kurtarmak için "ablacım - abicim" lakırdılarıyla; işi;
Bir yandan da, kandırmaya çalıştıkları sözümona 13 yaşındaki bir hackerin ne olgun
bir beyin ve bilgi dağarcığına sahip oluşuna ne derece şaşırmış olabileceklerini
düşünüp gülümsedi.
Kurbanları büyük şirketler olduğunda üç aşağı beş yukarı benzer yöntemlerle onları
"uyandırır" ve yoluna giderdi DoH, fakat, ilk kez "13 yaşındaki piç hacker'ı" oynamıştı
ve keyif de almıştı.
Hemen öfkelenen, pimi çekik bir el bombası gibi her an patlamaya hazır, kasıp
kavurup yıkıp geçen bir çocuktu. Evde ise sadece kitap okuduğu zaman dilimlerinde
dururdu.
Çok seviyordu kitap okumayı ve mahallelerindeki kütüphane onun için bir hazine
değerindeydi. Öyle yorucu bir hale getirmişti ki, kütüphane memuru bile bazen
haşlardı onu.
Kardeşinin gözüne kaçan bir çöp parçasını tüm dikkatiyle çıkarmaya çalışırken, nasıl
olursa, parmağını sokuverirdi içine.
Anneler gününde hediye alırdı ama heyecan ve sevinç içinde koşa koşa gelirken
hediye paketini yere düşürür, ya ıslatır ya kırardı.
Her gün en az yarım saat DoH'u azarlar, öğüt verir, hatta döverdi.
Babası ise bir hastanede hastabakıcılık yapar, gündüz de inşaatlarda çalışır, sadece
gürültü yapışına uyanıp, sinirli sinirli bağırıp, eşek sudan gelinceye kadar
dövdüğünde görürdü DoH'u.
"- Biz seni her ihtiyacını karşılayarak büyüttük, eksik bırakmayıp okuttuk, sen neden
düştün bu hapislere?" diye sormuş,
DoH, da;
"- Sadece beni değil, annemi de çok döverdin sen, ve, kadının şiddet gördüğü
ortamlarda "sadece bulunan" çocukların bile, ruhen de, tıpkı bedendeki
yaralanmalara benzer şekilde yaralandığını varsayarsak;
ömür boyu ezik - sinik - asosyal - çekingen ve girişim yeteneğinden yoksun bir ödlek
olarak ortalıklarda dolaşma olasılığının karşısına;
Parasız bırakmamakla değil, yediği sopalarla psikopat olmuştu belki, ama, babası
bunu anlayamazdı. Çünki o "dayak kültürünün" yetiştirdiği bir adamdı.
İlkokulda müdür onu dövmüş, o da annesine söylemiş, ertesi gün okula gelip de
hesap soran annesine müdürün yanıtı,
yakan top - ip atlama - yakalamaç oynayan tüm diğer çocuklardan önce ve bariz
şekilde, okul bahçesini çepeçevre saran tahta çitlerin üzerinde vargücüyle sallanan,
ve onlardan bir çıtayı kırmak için deli gibi çırpınan DoH'u gördüklerinde, tek kelime
bile edemeden önce müdürün odasını sonra da okulu kederli düşünceler içinde
terkeden annesi, sadece "of Allah'ım" diyebilmişti içinden…
Pek tabiidir ki, ilk ve orta okulda da sürekli azar - öğüt ikilisine maruz kalırdı, ve
bazen bir öğretmen - bazen müdür muavinlerinden biri - bazen de okul müdürü
bağırırdı ona.
DoH ise, daha çok tiksinti içinde ve küstah bir gururla onların sözlerini bitirmelerini
beklerdi. Ne yıkılır ne de hayal kırıklığına uğrardı. Sadece yorulurdu dinlerken.
Karşısındakine cevap verecek gücü bile olmazdı bazen.
Çünki enerjisinin büyük kısmını "düşünmek" gibi ciddi şeylere harcardı.
Çok kötü bir oyunculukla insan önüne çıkmış, ve sahneyi boşa işgal etmiş "beceriksiz
tiyatroculara" benzetirdi hepsini.
Şimdi emindi ki, yüzme havuzu şirketi yöneticileri nazarında da, maillerini
hackleyen şu 13'lük piç(!),
***
{16}
ÇİRKİN
"- Yüzüm çirkin olabilir ama vücudum bütün dünya erkeklerinin peşinde koştuğu
ölçülerde be Aysel.
Büyük bir şirkette yönetici olan kadın gerçekten de yüz olarak çok çirkindi.
DoH'un merak ettiğiyse, arkadaşı Aysel'e övdüğü diğer yerleriydi.
İşte o çirkin kadınlardan biriydi Çiğdem, ama, yine kendi iddiasına göre memeleri -
kalçaları - beli - omuzbaşları ve bacakları harika güzellikteydi.
"- Evlensem bile, kocam olsa bile günün birinde, sana şu resimleri gönderdiğim için
hiç pişmanlık duymayacağım DoH. Çünki sen benim dostumsun, internet ve tehlikeli
yönleri konusunda beni uyaran - öğreten bilgi küpümsün.
Canım arkadaşım yaa, alll, bu da bir başka pozisyonda çektiğim hali vaginamın"
diyerekten, DoH'a olan duygularını da açıkça dile getirerek göndermişti herbirini…
Onun her hatırasından ayrı ayrı dersler alır, bazen kesik kesik, bazen de çok uzun
tümcelerin her kelimesinin " anlık fakat hayran olunası bir itinayla" seçildiğini,
konular arasında çok tatlı bir yumuşaklıkla daldan dala geçildiğini,
ama, her birinin de çok ince olmasına rağmen,
çok da sağlam iplikçiklerle birbirine iliştirildiğini,
sonlara gelindiğinde de "oldukça zarif ve içe işleyen nüktelerle" süslendiğini
farkeder.
Bu farkediş o an veya daha sonraları dahi olmasa bile, bir sihrin varlığı,
"ruha kazınan bu sohbetlerin" derinliği ile kurbanın kalbince mutlaka hissedilirdi.
Onların kendisini sevdiğini gören DoH da, dial-up'lar ve RJ45'lar ile başlayıp, UTP ve
fiberoptiklere uzanan, internet denen o silisyum ve metalik kokulu soğuk karanlığın
da kendine has bir sıcaklığı ve aydınlığı olduğunu farkediyordu.
"- Oğlumun - karımın - annemle babamın ve beni tanıyan kim varsa, bilgisayar
başında geçirdiğim vakitleri anlamsız bulmalarının sebebi de bu işte.
Anlayamıyorlar! Ailem beni babaları - eşleri - çocukları - amcaları olduğum için
seviyor, ve, herhangi bir sebeple onlara kötü davranırsam, hemen sıvışırlar o
mekandan.
Ama şu www ağındaki kurbanlar, yani ezilme ve sürüm sürüm sürünme ihtimali
bulunan zavallı son kullanıcılar, beni, onları sevdiğim için seviyor olsalar da, hiç
sevmesem bile sadece uyarıp kendilerine getirmiş olsam da yine sevecekler",
diyordu. Hem de minnet dolu bir aşkla.
O aşk ki;
İşte bu çirkin yüzlü ama nefis vücutlu yönetici hatun da onlardan biriydi...
***
{17}
KAÇAKLAR
EL BOMBASI,
BİRKAÇ SALİSEDE,
ATOMLARI HİÇ AMA HİÇ DEĞİŞMEDEN,
KATILIĞINI KAYBEDİP GAZ HALE GEÇER.
BU DÜNYADAKİ VARLIĞI
YAKASINDA BİR KİMLİK İKEN
HANGİ "SIRADAN ÖLÜMLÜ"
BİR USTA'NIN KARŞISINDA
"HER AN YAKALANMA KORKUSU OLMAKSIZIN"
YALANCI BİR ZAFERİN NEŞESİNİ
UZUN SÜRE MUHAFAZA EDEBİLİR?
ÇOK SÜRMEYECEK,
İŞİN EHLİ SİZİ
"CİM KARNINDA BİR NOKTA" DAHİ OLSANIZ BULUP,
SAHİPLERİNİZE TESLİM EDECEK...
***
Hiç adeti değildi sabahın on birinde Balyem'e gelmek Bekir'in, ama, yanında bir
başka adamla birlikte;
"- Hep sevdim ben iki çocuğumun anasını. Ama gel gör ki, bana böyle bir kazık attı.
Üstelik Astsb. bilgisayardan da iyi anlıyormuş ve galiba gönderdiği programlarla da
Harddiski bozmuş. Ankara ve İstanbul'da işin uzmanı sayılan birsürü firmaya gitti
geldi son 1 yıldır bu HD ama veriler kurtarılamadı. Eşimle aşığı hakkında en ufak bir
ize rastlanamadı.
Gerçekten de hiçbir aşk filmi mutlu sonlardan sonra olup bitenleri anlatmaz yahu.
Eee, ya sonra?..
Sahte kimliğini de, süreci baştan sonra en ince ayrıntısına kadar hem planlayan hem
de kontrol eden, gönderdiği birkaç programla da bilgisayarın harddiskini bile
sözümona imha eden Astsb. yaptırmıştı gayr-i meşru alemde namlı - isimli bir
dolandırıcıya.
Gerçekten de, hem Ankara'da hem de İstanbul'da Data Recovery (Bilgi Kurtarma)
konusunda hizmet üreten birkaç firmaya götürülmüştü Harddisk, ama, türlü
uğraşlara rağmen netice alınamamış, bir iz bulunamamıştı aşıklara dair.
Gel zaman git zaman, Bakanlık görevlilerinden birisi, ziyareti esnasında, sistemin
başındaki görevliye, saatin dakikliğini nasıl becerdiklerini sorunca;
"- Marseille Radyosunun saat anonslarını dinleyerek saat söyleyen telefonun ayarını
yapıyoruz." cevabıyla karşılaştı.
İşte böyle bir kısır döngüye kapılmış ve işin içinden çıkamamıştı o bilişim şirketleri.
Fakat DoH bir operasyona başladığı zaman, mutlaka, geçen her an ve saniyede
"çapraz koşu ve nişan al" pozisyonundaydı, ve her savaş için özel - özgün taktikler
uygulardı. Dikkati ve özeni takdire şayandı. SÖ'lerin aklına bile gelmeyecek
ayrıntıları hiç atlamazdı.
İki sevgilinin izini de böyle bulmuş, yakalatmıştı. Tabii ki Bekir'in gözünde daha bir
ilahlaşmıştı...
***
{18}
FGCMx
"- Hay o kumaş toplarını sokayım onun biryerlerine! Ya bu müdür katil edecek beni
birader! Bıktım vallahi, istifa edeceğim! Çalıştığımız yer tekstil devi bir holding
sözde ama ipler şerefsiz bir müdürün elinde yaaa! :(("
Şirketin idari bölümündeki masaların arasında çekilmiş bir fotoğrafa takıldı kaldı....
Ruhunu şu esmer güzeline doğru çeken cazibe kesinlikle dayanılmazdı. DoH onu
kollarına aldığının hayaliyle, sanki, bir an çıldırdı. Belleğindeki herşey silinivermiş
ve bedeni de cehennemi bir tutkunun ateşiyle alevlenmişti. Damarlarındaki bütün
kanı dudaklarından emerek sömürse, ve canını alsa bile o an, tek bir öpücüğüne
razıydı DoH şu renk buketini andıran hatunun.
Evet ya, canını o an teslim edebilirdi ve, ne giymişse yakışmış - ne giyse yakışarak
her devrin modasını bir erkeğe gösterebilecek tesirdeki şu olgun dişiye kul köle
olurdu DoH.
Onu elde edişi uzun sürmemeli, en hızlı biçimde şok ederek tamamen kendisine
odaklamasını sağlayacak bir yöntemle hareket etmeli, ICQ ve MSN'de aylarca sohbet
ederek değil, çok daha etkili bi şekilde "kadını" yapmalıydı onu.
Adı FGCMx'di.
Hemen yazdı elleri titreye titreye : "- Naber patates burunlu, çalışıyon mu?"
"- ??? Patates? İyi misin Murat?" şeklinde yanıtladı şaşıran kadın.
Fakat bir yandan da bütün şirketi dinlemeye almış, MSN'den yaptıkları yazışmaları
takip ediyordu.
Murat ona, "- Vallahi ben değildim sana yazan FGCMx abla. Hacklendi benim
mailim. O hackleyen yazmıştır" diye açıklama yaptığı esnada tuşladı numarayı DoH
kendi numarasını gizleyerek.
Karşı taraf açtığındaysa, "- Biri beni mi andı? Hacker mi çağırdı? Geldim işte. Selam.
Buyur Patates Burunlu, seni dinliyorum" dedi ve kapatıverdi.
Günlerce çıkmadılar evden, bira içip sohbet ettiler ve birbirlerine küçük dokunuşlar
dışında ilişmediler.
Ve kendimi, dağ başı - dere kenarı - yol çatı - hastane - avm vs. her nerede olursak
olalım "evimdeymişim" gibi hissederdim o yanımdayken, var mı ötesi?
Diyeceğim o ki; geriye bakıp onunla ilgili hiçbirşeyi değiştirmek isteği yok içimde.
Şu güne dek hayatın insanoğlu için "hızlı" oluşunu konu eden kitaplar, hatta cilt cilt
ansiklopediler yazıldı. İşin ucu da muhakkak cennet ve cehenneme dayandırıldı.
Öyle ya, bunca kusursuz bir varlığın yok olma ihtimali korkunçtu,
yakışmazdı. Sonuçta "yüksek hız" ile "kısa ömür" birleştiğinde, insanlar din veya
felsefe sayesinde cennete mutlaka ulaşmalıydı.
Zaten bu anlattıklarım da birkaç salise içinde olup bitiyor, ve zavallı "insan" çoğu
zaman farkına varamıyor. Saliselerin arasına duraklar sıkıştırabilmek de, bırak
zavallılarını, vasat SÖ.'lerin bile boyunu fazlasıyla aşıyor.
Vaginismus'a varacak kadar uzak kalmıştı cinsellikten FGCMx evli olduğu yıllar
boyunca.
DoH'un evinde bira içip bolca muhabbet ettiklerinin üçüncü gününde,
öylesine albenili - çekici - tamamıyla beğenilesi bir haldeydi ki kadın,
sanki;
Hiçbir cezbedici harekete başvurmadığı halde, binbir emekle dirildiği hemen belli
olan rengarenk etekliğinin altına hapsedilmiş vücudu öyle bir kıvranış içindeydi ki
kendiliğinden, her an başı dönüp kendinden geçmeye - çıldırtıcı tonlarla inim inim
inlemeye - dokunan erkeği eritmeye hazırdı.
DoH onun elbisesinin dışında kalan buğday koyusu tenini gördükçe - şu an bile ıslak
olup olmadığı konusunda kendisiyle iddialaştıkça - bira sigara ve en doyurucusundan
sohbetlerle bir çekyatı paylaşarak yan yana durmaların artık yetersiz olduğunu
yüreğindeki uçsuz bucaksız çöllere olanca gücüyle haykırdı.
onların da,
"- Aşağıda, kapkara ipek çorapların altında, yine o çorapların tutturulduğu ve göreni
delirtecek olan, ve kırmızı kurdelelerden yapılma bağları çözüldüğünde karşına
çıkacak baldırlar sana içten bir merhaba diyene kadar;
önce bizi mest et - hoşnut et - öp - okşa - yala - ısır - acıt!" dercesine,
DoH'un karşısında, dimdik ayakta duruyorlardı.
Daha fazla konuşmalarına müsaade etmedi DoH ve onları sırayla ağzına aldı.
Kadınları çoğu zaman yiyecek - içecek - meyve - tatlı ya da afili bir meze kefesine
koyan şu kendini aşırı beğenmiş şu adam, nasıl da çıldırtıyor onu ve sanki taa ana
rahminden beri "kuyruk kaldırmakta becerikli bir doğuştan becerilmeye adanan ve
erkeğe doymaz bir fahişe" gibi hissettiriyordu an be an yaptıklarıyla.
Çünki DoH, onun, içinde açlığını duyduğu nice şeylere bayıltırcasına bir keyifle
ulaşmasını sağlıyordu kıvrak diliyle, ve bu yüzden de herşeye razıydı.
Manevi değerler hiç olmuş, küçük ısırıklarla hafifçe kanayan dudakları ve meme
uçları da herşeyin madde tarafının "tek gerçek" olduğuna sanki ikna etmişlerdi onu.
Sanki o küçücük dil o koca bedeni önce işveli sokuluşlarla kandırıp, sonra da o
fosforlu - ışıl ışıl ateşiyle tutuşturup, yakıp kül etmek hevesindeydi.
Ama hala, sanki yemyeşil çimenler üzerinde dans ediyormuş da ayakları yere hiç
değmiyormuş gibi hissediyordu.
DoH kadının sırılsıklam kukusundan aldığı bir parça zevk suyuyla birlikte klitorise
ulaşıp, bazen tam üstünde bazen de çevresinde bastırarak dolaştırıyordu şimdi
parmağını.
Aklı gidiyordu kadının ve dizleri bir süre sonra daha fazla dayanamayıp, sanki okkalı
bir ateş kütlesiymiş de üzerine koca bir kova dolusu soğuk su dökülünce de cazır
cazır cazırdamış olan ruhu ve bedeniyle birlikte, çöktü kaldı yere.
Sadece titriyordu. Boşalma böyle mi olurdu? Yok canım, daha neler. Bunca derin bir
keyif böyle kolayca elde edilebilir miydi yani?...
Beyninde bir nebze olsun düşünebilme kabiliyeti kalmıştı çünki hala yaşadığı zevkin
muhasebesini yapmaya, detaylandırıp ayrıntılarını yakalamaya çalışabiliyordu
FGCMx. Kabiliyetinin bir parçasını da Allah'ın varolduğuna ve kendisine bu zevkleri
tattırarak onurlandırdığına, dilerse daha nelere kadir olabileceğini düşünmeye
ayırdı.
Az sonra, öylece, ne yapacağını bilmez ve ölüm uykusunu andıran, kurşun gibi bir
ağırlığın altında keyfin - zevkin azametiyle kendinden geçmişliğinden çıkmaya
başladı. Uyanışa bir katkı da DoH'un hummalı dudaklarının, onun dudaklarını,
soluklarındaki her iniş çıkışla birlikte, uzun süre pusuda bekleyip de avını yakaladığı
an ziyafete başlayan hayvanların iştahıyla sömürüyor oluşu yaptı. Sonra sarıldı
DevilofHacker ona ve kucaklayıp, kaptığı gibi çekyata uzattı.
Bir süre sadece solukları söyledi en güzel mutluluk şarkılarını birbirlerine sıkı sıkıya
sarılmış yatarlarken. Daha doğrusu, şu DevilofHacker denen ve "hiçbir zaman ve
mekanda sahip olamayacağını yıllarca düşündüğü şeyleri ona birçırpıda yaşatabilen
yaratık" kendisine arkadan dolanmış, ve damarlarının tamamen kanla dolmuşluğunu
çok net biçimde hissedebildiği aletini, içinde olması gereken yerin koca dudaklı
kapısına dayamış halde öylece beklerlerken.
Titremeleri ve nefes alıp verişleri normalleşmeye yüz tuttuğu an, birden döndü ve
ayaklarından başlayıp bacaklarının iç kısmından devam ederek, ılık nefesiyle karışık
birşekilde ve asla "daha önceki erkeklerinde olduğu gibi, bu senin görevin, hadi
yap!" hissine kapılmadan, apışarasına ulaşıp o heybetli şeyi ağzına alana dek öptü,
öptü, öptü.
Boğazına kadar girmesi için zorluyor, sonra da dudaklarının etli dış yüzeyiyle aletin
kafası tekrar kavuşuncaya kadar, hiçbir beklentisi olmadan ve sadece onu mutlu
edebilmenin çabasıyla sokup çıkarıyordu ağız boşluğuna.
Başarıyordu.
Seksin bir sanat olduğunu biçok kez okumuştu değişik yerlerde. Kontrolün tamamen
kaybolduğu o yatağın içinde, ne varsa kontrol edebilen bir sanatçı edasıyla,
kavradığı gibi sırtüstü yatırıverdi DoH FGCMx'i, ve bacaklarını havaya kaldırır
kaldırmaz, yatağın tok - tok sesleri eşliğinde içine girip, altında zevk ve acının
birbirinden ayırdedilemez halleriyle kıvranan o güzel kadının bedenindeki gitgelli
yolculuğuna başladı.
Vargüçleriyle ve kimi zaman hızlandırılmış kimi anlarda da neredeyse durma
noktasına gelen ağır bir ritimle, aynı anda da tenleri yerine sanki ruhlarını birbirine
temas ettiren, ve hiçbir şeyin o an kendilerini etkileyemeyeceğini haykıran bir
meydan okuma - hatta zafer ifadesi taşıyan bakışlarla, az sonra bitecek olan bu
birleşmeyle kalplerindeki cehennemi boğup öldürmeye çalıştıklarını birbirlerine
ispatlarcasına, çılgıncasına sevişiyorlardı.
DoH da onu bütün halleriyle kabul etmiş ve büyük zevkler eşliğinde evire çevire
beceriyordu.
Ne olduğunu tam olarak kestiremese de, "bittim benn" diye havada taklalar atan
kendi sesini duymaması imkansızdı FGCMx'in.
Oysa, vaginal orgazm denilen şey, sadece onun ve yeryüzündeki herkesin bildiği bir
yatak odası efsanesi değil miydi?
Bu adam öyle bir adam ki, kendisini becerirken layıkıyle, o güzelim gözlerinden de
ışık hüzmeleri mi taşıyor ve bu ışıklar da bir cennetin aydınlığını mı müjdeliyor,
yoksa, bir cehennemin ateşlerini mi ona sunuyor; önemsizdi.
Nefes alış verişleri normale dönene kadar içinde tuttu o "kölesi olabileceği" adamı…
Şimdi daha iyi anlıyordu MSN'de yaptıkları konuşmalarda DoH'un "- Alışma sakın
bana. Belki farkedemezsin ama, tüm varlığını aniden esir alarak kendine müptela
eden çok kuvvetli uyuşturucular gibiyimdir ben!" demekle neyi kastettiğini.
Şu an, yaptıkları konuşmaların altındaki mesajları çok daha iyi anlıyordu, ve sonu
ne olursa olsun, bu adamı, ucuz bir şarap - bir kutu bira - güçlü bir uyuşturucu da
olsa içivermek, sahibi olmak istiyordu.
Toparlandı, bir sigara yaktı ve keyifle tüttürdü.
Sonra koca bir yudum birayı, iştahla, bomboş kalmış - rahatlamış "içine" gönderdi.
Özgüveniyse zirvedeydi.
bedeni FGCMx'den çok daha güzel olan başka kadınlarıyla sevişmekten daha büyülü
sayar, ve onunla öpüşmeleri tercih ederdi.
Ardından, teslimiyetten keyif alan kölesiyle göz göze - diz dize gelmeyi ve laflamayı
saatlerce...
***
{19}
ESTETİK MERAKLISI
VÜCUDUNU,
SON DERECE AĞIR BİR YÜKMÜŞCESİNE SÜRÜKLEMEK YERİNE,
SAHİP OLDUĞU ŞEYLERİN SAĞLAYAMADIĞINI
"DOYUM İMKANI SUNAN" ŞEYLERLE TAKVİYELEYİP
"TAM" OLMAYA ERİŞMEK İÇİN ÇIRPINAN KADIN,
NOKSANLIKLARINI HABİRE SAVMAYA ÇALIŞIYORSA;
***
Bir fikir sahibi olabilmeniz için "bilgiyle donanmanın önemi" konusunda, size önce
şunları anlatayım :
Ortaçağ'da ömür tüketmiş bir insan, hayatı boyunca, çağımız ulusal gazetelerinden
birinin içerdiği kadar "bilgiye" maruz kalmıştır.
Yaşam ve yaşam içindeki her şey bu derece sade - ayrıntısız ve beş duyuyla direkt
algılanabilirliği kadar veri içermektedir...
Oysa günümüzde, bilginin çıkış materyalleri de, bilgi ele alındıktan sonra iletilmesi
de ışık hızında gerçekleşmekteyken, konusu her ne olursa olsun "bilgi" sahibi
olmaktan DevilofHacker'ı ne alıkoyabilirdi ki?..
Nermin'in, "- Kaşlar için değil yaaa, tamam onları da kalıcı makyaj estetiği ile
düzelttirdim ama, raporlu oluşumun asıl nedeni memelerim. Meme estetiği zor
olaymış valla. Taş gibi oldular ama bir ay boyunca daireye gidemeyeceğim.
Sallanmamaları gerektiği için fazla yürümemem gerekiyormuş" diye yazışı MSN'de
başka bir arkadaşına;
"Hiç estetikli meme görmedim, görmem şart onları" şeklindeki merağı şaha kalkan
"bilgi ve ar/ge delisi" DoH'u harekete geçirmeye yetmişti…
Eski PTT binasının loş ışıkları altında bütün gün evraklarla boğuşmak, yıllardır
değiştirilmeyen yer halısının tozunu solumak, badana yapılsa bile yıpranmışlıkları
örtülemeyen duvarların arasında koca bir haftayı geçirip de, şöyle bir "güneş ve bol
oksijenli deniz havası" alamamak en azından haftasonları veya mesai çıkışları,
varolan solunum sistemi rahatsızlıklarını günden güne azdırıyordu Nermin'in, ve
araları hep nanemolla olan eşine de emrivaki yaparak Edremit'e tayinlerini
istemişlerdi.
Ev içinde lüks ve konfora hiç önem vermese de, başta çehresi ve saçları, sonrasında
da memeleri - ince beli - baldır ve bacakları onun için önemliydi.
Kadın dediğin herşeyiyle dört dörtlük olmalı, dişiliğini gören her erkeği kendine
çekmeliydi.
Yaptırdığı estetik ameliyat dolayısıyla aldığı raporun bitmek üzere olduğu günlerde,
DoH ile olan samimiyetleri, kalkıp onun evine gidip birkaç gün kalabilecek derecede
ilerlemişti.
Alkolik olmayan bir birasever, umulmayacak derecede bilgili ve buna bağlı olarak
da fazlasıyla cüretkardı. Kendisi, güzelliğinin ardına saklanıp ne derece aksi -
geçimsiz - nazlı ise, DoH da bunlara asla taviz vermeyecek kadar dik bir adamdı.
DoH ise klasik bir köylü çocuğu çehresine sahipti, ama, alkol ve düşünce denizine
dalarak gözlerini donuklaştırıp da dalgın halleriyle keder ve üzüntülere batıp
kaldığında yüzüne dikkatlice bakılırsa;
Gerçi günümüzde gerçekten herkesle ayrı ayrı ilgilenen "aile hekimleri" varsa da
devletçe görevlendirilen, yakın bir geçmişe kadar tek bir aileyle komple ilgilenen
ve iyi para kazanan özel doktorlar övünç konusuydu. Burada kastettiğim budur.
O doktorun ünü, veya mezarın en güzel yerden - süslü püslü olarak tahsis edilmesi
sana ne katabilir ki, sözde, övünç kaynağına dönüştürüp de aklınsıra caka satarsın?
Sonuçta; eğer hastaysan, doktor o süreci hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz, ve
sen zıbardığında, o böbürlendiğin mezara boyluboyunca yatar, övündüğünle
kalırsın…
DoH da bunu sezdiği an vites değiştirip, başka başka ve cinsellikten tamamen uzak
konulara çekti ortamı. Hatta kavga bile çıktı, ve "- Bakkk, çeker giderimmm" diyen
Nermin'e;
"- Paşa gönlün bilir!" diyerek kapıyı gösteren DoH, evin bahçe kapısından uzaklaşan
o inatçı kadının en çok elli adım sonra geri döneceği konusunda bahse tutuşmuştu
kendisiyle.
Hangi yaş diliminde olursa olsun yaşını tahmin etmek güçtü DoH'un.
Yirmileri ile kırkları neredeyse aynıydı. Fark, sözleriyle sesi sayesinde anlaşılabilirdi
ve bu da itina isterdi. Saçları hiç ağarmamıştı kırklarında bile. Gözlerinin rengi ela
gibi görünse de ilk bakışta, yosun yeşiline dönerdi öpüşme mesafesi kadar
yakınlaştıkça.
Boyu çok uzun değildi ama kısa boylu da sayılmazdı. Omuzları genişti.
Ama, bedenindeki uzuvları birbirine yakışan, kibar ile kaba arası bir adamdı.
Hele de, alnının ve burnunun heybetiyle, göz çukurlarının orantısı öylesine tatlı bir
hava veriyordu ki anlayabilene, gözlerini diktiği an insan ürperiyordu.
Konuşmalardaki akışı hep DoH belirler, ve kim varsa karşısında, peşi sıra sürüklerdi.
DoH'un yukarıdaki özelliklerine şahit olup, yine de kendisinden talepçi olması için
son kozu olan "sevişmeden çıkıp gitmek" kolpası da boş çıkan Nermin
"- Gitsem telefon bile etmeyecek, benimle sevişmeyecek, üstelik sevişemediğin için
hiç üzülmeyecektin dimi DoH? Ne biçim adamsın kahrolası? Güzel bir kadın
olduğumu bilmesem, inan ki, acaba çirkin mi buldu beni, diye şüpheye düşerdim.
Kalk hadi kalk, sev beni, sevişelim." itirafından sonra DoH'u yatak odasına götürdü.
DoH biliyordu ki, fiziksel hareketin üçüncüsü olan "her etkinin ona eşit ve ters yönlü
bir tepkisi muhakkak olacaktır" yasası devreye ancak böyle girecek, o estetik
yapılmış ve yara izleri henüz ikinci bir cerrahi operasyonla kapatılmamış memeleri
başka türlü göremeyecek - öpemeyecek - dokunamayacaktı.
okuyucu, "- Almış eline bir tıp kitabı, veya bir makalede denk geldiği şu konuyu
hafızasına kazımış, ve yazdığı kitapta da bu bilgileri bize anlatmış" şeklinde
düşünebilirdi.
uzaktan gördüğü - duyduğu herşeyi, gerek notlar alarak gerekse belleğine yazarak,
üzerinde düşünüp muhasebe ettiği birçok şeyi de;
"bilgili - cahil - akıllı - aptal - genç - ihtiyar - zengin - fakir - güzel - çirkin"
ayırdetmeden;
Asla!
***
{20}
BU "HATUN ŞEYTANIN";
***
Kurbanlarını hep kendisi bulmadı DoH.
Senin gibi havalı havalı da takılmayız net'te!" diyordu Lucifer nickli kullanıcı DoH'a,
ve, resmen meydan okuyordu…
Uykusuz geçirdiği gecenin sonunda aşırı alkol - sigaranın verdiği çöküntüye rağmen
yüzüne,
Karşı MSN'de ise, öfke ve şaşkınlık dolu küfür - lanet mesajlarının arasına; "- Seni
hafife almışım! Şifrelerimi ne çabuk arakladın?"; tarzı söylemler karıştıran Lucifer
(Dişi Şeytan) vardı.
Uzun sürmemişti defterini dürmek ve DoH sadece şifrelerine değil, kişisel neyi varsa
hepsine ulaşmıştı…
Kara kaşlarının kara gözlerinin üzerinde altın gibi sarı saçları vardı Lucifer'in ve
resimlerinin herbirinde gayet şıktı.
Osmanbey'de bir bilişim firmasında çalışıyor, programcı ve bayan olmasına rağmen
teknik servis hizmetlerinde görev yapıyordu.
Hani insan iç sıkıntılarını atıp da dünyadan keyif alabilmek için evlense onunla;
öyle bir avutur, hayata öyle bir bağlardı ki insanı şu dişi şeytan, evlenen
aldanmazdı.
Pısırık - pasif altta kalan kadın tavırlarına ise hiç prim vermiyordu.
Özetle, ilginçti…
Taksici de şaşırmıştı;
"- İlle de bu lavuktan mı alman gerekiyor parayı lan! Al burdan işte" diyerek
paylandığında.
"- Sen İnanna olmayı becerdin de, ben senden Dumuzi olmayı mı esirgedim? ".
***
{21}
MASA
GELGELELİM BU DÜNYADA
HERŞEYİN BİR HEDİYESİ VARDIR,
1984 isimli romanında " Big brother is watching you! " sözü ile taa 1949 yılında
yarattığı karakterin,
"özel hayatın gizliliği gibi temel hakların" yerle bir edileceği "sanal dünyayı" kasıp
kavuracağını tahmin edebilir miydi acaba Orwell?
Saldırı biçimi olan "internete bağlı bilgisayarlarda tarama yaparak güvenlik boşluğu
bulmak" DoH'un sık başvurduğu yöntemdi. OSI (Open System Interconnect) modeli
uygulanan ve 7 katmandan oluşan TCP/IP'nin "Transport" katmanında görev alan
bağlantı noktaları sayesinde ağ trafikleri istenilen şekilde yönlendirilebilmekte ve
denetlenebilmektedir.
Mesela; HTTP için TCP 80 - DNS için UDP 53 - Terminal Services için TCP 3389 - arka
Plan'da akıllı transferler için de TCP veya UDP 2178 no'lu portlara hükmetmek;
Kendini "ileri düzey bilgiye sahip hacker" olarak tanıtan birçok şarlatan, sadece
açığı bulunan bilgisayarların belli başlı portlarını zorlarken, ve onlara Random
Probe (Rastgele tarama) ile ulaşabilirken, DoH nokta atışı yapabilmekte, geliştirdiği
kendi yazılımlarıyla istediği makinayı köle haline getirebilmekteydi.
Ahu ise, bilgisayarının en küçük programına bile defalarca kez bulaşmış olan
virüsler yüzünden çekmişti dikkatini DoH'un.
Çünki 4-5 terminalli bir Ana Makine'ydı kızın kullandığı PC, ve hali içler acısıydı.
İşlem uzun sürecekti ve "ne var ne yok" diye bakınırken o PC'nin donanımsal
aygıtlarına, dikkatini Web Kamera çekti.
Büyük paralar harcanarak kurulmuş, eksiksiz bir sistemle - acemi bir kullanıcı vardı
karşısında.
Çünki kamera, bu esmer güzeli kızı ve belden aşağısını en net gösterecek açıyla,
masanın altında duran şifonyer tarzı birşeyin üzerindeydi, ve DevilofHacker çıldırdı.
Ahu ile iletişime geçmek olduğuna karar verip, onu MSN'ine ekledi.
"- Masandaki çiçekleri, üstelik de pet şişeyle satın alınmış suyla sularkan, dibine
aspirin atarken, acaba aynı ilgiyi kendine - kendi narinliğine de gösteriyor musun
Ahu?" deyivermişti.
Öyle ya; tam kullanamadığı şu aptal PC'yi güvenli - kararlı hale getirirken,
cinsellik içeren oyunlar da oynayabileceği bir adamdı DoH,
ve günboyu süregiden yalnızlığına yoldaş olurdu.
Hafif kilolu olsa da, oval hatlar ona bir başka şahanelik katıyor,
masa altına indirdiği kamerasından onu izleyen DoH'a "bir afeti andıran" baldırları,
ve apışarasıyla, her ne zaman dilerse, show yapıyordu.
Öyle sağlıklı bir kızdı ki, yaptığı masturbasyonların hemen hepsinde sarsıla sarsıla
boşalıyor, koltuğuna gömülmüş şekilde dakikalarca soluklanıyordu. DoH'a ise;
MSN konuşma balonuna, "- Sağol güzel kız. Harikaydın. Müthiş bir seyirdi. Hadi giy
kilodunu, odana biri gelip de yakalanmadan, topla eteklerini.", tarzından şeyler
yazmak düşüyordu.
Ahu evlenip de, işten ayrılana dek, sınırları olmayan bir saadetin sarhoşluklarına
taşımıştı DoH'u ekranda, ve sanki sislerden oluşmuş bir dünyanın içinde, yalnızca
ikisi varmışcasına cinsel organının tadına gözleriyle baktırdı…
Ayrılık vaktinden sonra da, "iliklerinde sızlayan günah dolu bir zevkin" sahibesi
olarak aldı DoH'un belleğindeki yerini...
***
{22}
FRANSIZCA ÖĞRETMENİ
DÜNYADAKİ HİÇKİMSE
İNSANA ÖZGÜ KUSURLARIN
NE ÜZERİNDEDİR NE DE ÖTESİNDE.
BU BAĞLAMDA
"HATA YAPMAK" BİR GUSTODUR
YAŞAM İÇİNDE.
***
"- Şu perişan ve trajikomik halime bak! Daha düne kadar kendimi öldürmeyi bile
düşünüyordum, ve son bir ayım kabuslarla geçti.
Fakat şimdi kıçıkırık masaya uzanmış, hiç tanımadığım bir adamın ellerini sıkısıkıya
tutarak, karnımdaki bebeğimi öldürmek üzereyim!".
Gençlik denilen cemiyetin, tarih boyunca hep aynı özellikleri taşıyıp, benzer
kayıpları yaşayıp, eşdeğerdeki kötü tecrübeleri de bizzat test ederek öğreniyor
oluşlarını; çevrelerinde yeterince "bilge ve bildiklerini de onlara aktarabilen
yaşlıların" bulunmayışına bağlardım.
Yanılmışım.
Bilgi - merak - anlayış - kavrayış taa orta yaşlarındayken meyve vermeye başlıyor
insanda, ve her genç o döneme erişene dek "duygu" denilen şeylerin üzerine, selin
içine düşmüşcesine, körü körüne, "kendisi" atlayıveriyor.
Arzu da öyle yapmış, hiç evlenmemesi gereken biriyle evlenmiş, 6 yıl boyunca
bebek sahibi olamamanın üzüntüleriyle kısır olduğuna kanaat getirmişken ansızın
boşanmış, boşanmışlığın kederiyle de MSN'de tanıştığı ve Ankara'da yaşayan, sözde
efendi - akıllı - dürüst - mevki sahibi bir adamın sıcak davranışlarına ve onu daha
yakından tanımak için yaptığı davete balıklama atlayarak o kente gitmiş, sadece bir
kez birlikte olmalarına rağmen de hamile kalmıştı.
Arzu'yu yıkan ise, bebeğinin babası olacak adama durumu anlattığında aldığı;
"- O senin problemin, ben henüz babalığı düşünebilecek durumda değilim, başının
çaresine bak!" cevabı olmuştu.
Sonrası; anne, baba, iki tane abisi ve mahalle eşrafının yanısıra iş arkadaşları ve bu
hayatta kim varsa tanıdığı, hiçbirine içinde bulunduğu durumu anlatamama - güven
duyamama ile başlayıp, aniden çökerek başına; aklına "kendini öldürme" fikirlerini
bile getiren "major depresyon" dönemleri.
Kadın başına kalkıp da kürtaj için masaya yatsa şu koca İstanbul'da, bu işi merdiven
altında yapan insanların eline düştüğünde böbrek - dalak - kornealarını da
almayacaklarını kim garanti edebilirdi ki?
İçinde günbegün canlanma sürecine yaklaşan bir bebek varken sıkışıp kalmıştı koca
dünyaya, ve internet ona o internete boş boş bakıyordu ki, DoH'un "Kork benden!"
mesajı geldi...
Süslü püslü profili ve alengirli nickiyle DoH bazı zamanlar sırf eğlence olsun diye
mesajlar atardı ve Arzu o yanıtı verince, kırk dereden su getirterek de olsa Arzu'nun
ölüm isteğinin altında yatan gerçekleri öğrendiğinde;
ardından da, bunca güvensiz - kaygılı - korkulu - yalnız bırakılıp aşağılanmış haldeki
Fransızca Öğretmeninin psikolojik durumunun intihara, yani, dünyanın en güvenli
sığınağı olan "anne karnına" dönüşün imkansızlığıyla "ölüp de kurtulmaya çalışmaya"
ne derece uygun olduğunu düşünüp;
Evet yanıtından sonra da, "- Saat 24'e geliyor. Hemen evden çıkıp saat 01 :00
otobüsüyle oraya geliyorum. Sabah 7 gibi beni Harem otogarından alırsın, gider
sorununu çözeriz" deyip, kestirip atmıştı DoH...
İşte Arzu, henüz dün akşam saatlerinde ve internette tanıştığı adamın, çoğunluk
yargılarla da "kötü" diye anılan bir hackerın ellerini tutuyordu o muayenehanede
narkoz öncesi.
Kıymeti olan ve kendisine verilenden daha fazlasını bir başkasına verebildiği an,
"gerçekten mutlu" tamlamasını adının önüne koyabileceğini gayet iyi biliyordu DoH
ve kaçıp da yüzüstü bırakmazdı Arzu'yu.
Acı denen duygudan çok daha güçlü olan "aşağılanma" hissinin boğucu denizinde
çırpınan kadın bırakılır mıydı?
Çok sonraları birkaç kez seks yapmayı deneseler de, ne Arzu ne de DoH birbirlerine
partnermişcesine bakamadı. Onların aralarında çok daha sırlı, derinliği olan bir
dostluk vardı…
Enerji dolu bir beden, kılıç keskinliğindeki zihin ataklığıyla çok büyük işler beceren
ve sürekli ilerleyebilen DoH; tecrübe bağlamında alabildiğine zayıf, ve bir o kadar
da geri kalmış - kendini aşamayıp sınırlı potansiyelde takılı kalmış Sıradan
Ölümlü'leri kendi hallerine hiç bırakmadığı - hiçkimsenin birşeylerini çekip almadığı
- onların da kendisine ikram ettiklerini hiçbirşekilde yeterli bulmadığı - DoH'un
verdiklerinin gücünü de layıkiyle algılayamadıkları için onu pek sevmezler, belki de
nefret ederler.
Fakat DoH "birey" olmak adına onlara hiç kalıcı zararlar vermez ve kurbanları da
bunu bişekilde hisseder.
Peki, "- Bunca çabaya ne gerek vardı, neydi seni kurbanlarını tongaya düşürerek de
olsa uyarma yoluna iten? Üstelik iyilik meleği falan da değilsin!" diye sorulsa;
DoH'un yanıtı, "- Yaşam boyu edindiğim tecrübeler bana öğretti ki; birilerine "iyi
bişeyler" yapmak demek, aslında kendine çok daha büyük iyilikler yapmış olmak
demekmiş" olurdu.
O an elde avuçta hangi kıymet ve melekeleri varsa, onları bari yitirmesinler diye
uğraştı. Üstelik DoH'tan sonra birçoğu değerlerinin üstüne onlarcasını da kattı.
Kısacası; SÖ'lerin herbiri, alınlarının hemen üst kısmında "yarı ateşten imal" bir çift
iblis boynuzuyla ve "Benim için en son ne yapmıştın?" türküsü dolanmış olarak
ağızlarına, sınırsız bencillikleriyle gezinirlerken dünya üzerinde;
Adı Devil ile başlasa da, kafasının üzerinde melek haresi varmış, ve diline de "Nasıl
yardımcı olabilirim?" havasında bir ezgi takılmış şekilde kurbanlarına ulaşır…
***
{23}
DOKTOR
DOSTLARINDAN OLUŞAN
"KOZMİK AİLE" KURMA SEVDALISI BİR ADAM OLARAK
SESLENDİM O'NA;
"- HEY, BAŞKALARI GİBİ GÜRÜLTÜYLE SEVMEM BEN, USULCA SOKUL KALBİME!".
SEVGİYE EN ÇOK LAYIK OLAN ŞU
"ÇOCUĞU UĞRUNDA KENDİNİ HARCAMAYA HAZIR ANNE"
DİNLEDİ BENİ
VE YÜREĞİMİN FERAH BİR KÖŞESİNE KURULDU,
KADİM DOST OLDU...
***
büyük ısı şiddetlerine daha dayanıklı olan saf silikon kristalince (Silisyum) hiç
umulmayan birşekilde yenilgiye uğratılıvermişti…
"- Ne yani, insanlara - Aspirin iç geçer diyebildiğin için mi çok akıllı olduğunu
düşünüyorsun sayın Dr. Arzu? Yapı Kredi Bankası gibi güçlü bir bankadan almış
olduğun xxxx no'lu kredi kartı mı - annenle babanın öğretmen oluşu mu - kız
kardeşinin de Dr.'luk yapışı mı - erkek kardeşinin ise elektronik mühendisliğinin ses
getirir bir noktasında görevli oluşu mu seni bu derece akıllı yapan? Yoksa cicirik
bicirik kızın mı şu havalı halinin sebebi? Hı, hangisi?" şeklindeki mesajını görünce
DoH'un, emin olun akıllı olmaktan vazgeçmişti Arzu.
O cümleyi profiline yazdığına binbir kere pişman olarak hem de :). Hacklenmişti
:D…
İlk kez kazandığında tıp fakültesini, gencecik bir kızdı ve liseden yeni mezun
olmuştu. Fakat okulda sağ - sol kapışmalarının birinden sonra, tutuklanacaklarını
sanarak Bursa'ya kaçmışlardı sonraları evlendikleri sevgilisiyle. Zaman içinde bir
bebeklerinin oluşu da boşanmalarına mani olamamıştı. Küçük kızını da kaptığı gibi,
her ikisi de emekli öğretmen olan anne - babasının evine döndüğündeyse ne
yapacağını şaşırmış haldeydi.
İkincisini seçti.
Öyle ki, bazen, üstlendiği bu zor işlerin yapılabilmesi için gerekli olan zamanın
yetersizliğinden yakınarak da olsa, mükemmelliyetçiliğinden asla taviz vermeyip bir
yandan derslerini yapıyor, bir yandan kızını yetiştiriyor, bir yandan da özel yaşamını
düzene sokmaya çalışıyordu, ve bütün bunlar da strese saplanıp kalmasıyla
sonuçlanıyordu.
Fakat o direndi, ve güçlü olmak - yaşamına istediği gibi yön verebilmek için,
yazgısını kendi ellerinde tutarak, çok sevdiği doktorluk mesleğini icra ederken
biryandan, öte yandan da biriciği kızına en güzel yaşamsal artıları sunmak için
çabalayıp durdu.
Kankası Bekirle İzmir'e gelen DoH ile yüzyüze görüşme ve biralama fırsatını da
yakalamıştı Dr. Arzu, ve iade-i ziyaret için de Deniz'i alıp, birkaç günlüğüne DoH'un
evine gitmişti.
DoH pek sorun etmese de, Doktor'un aklı fikri her an kızındaydı.
Bu yüzden de, çocukların, bir yetişkinin ölüm kaygılarını azaltmasına, fakat, günlük
yaşam içindeki tasalanmaları arttırarak, kişiyi ölüme, "törpüleme" vasıtasıyla daha
çabuk götüreceğini göremiyor, DoH'un vurdumduymazmışcasına tavırlarını da çokça
eleştiriyordu.
Çünki çocuğu olan bir insan, hele de yalnız başınaysa; büyük işler başarmayı -
topluma değerli hizmetler sunmayı - sevgi ve varlıklarını kamuya harcamayı
hiçbirşekilde "evlenmemiş ya da çocuğu olmayanlar" kadar elde edemeyecektir, ve
bu tespit her zaman diliminde - her toplumca iyi tecrübelenen bir gerçektir…
Zor da olsa, Deniz'le daha zorlansa da, MSN'de sürekli iletişim halinde olduğu kadim
dostu DevilofHacker'ın (günbegün şahit olduğu) takdirini aldığı şeyi yapıp, önce tıp
fakültesini sonra da Uzmanlık yıllarını atlatarak Anestezi'yi bitirdi Dr. Arzu.
Onu hiç kıskanmadı ama, DoH'un da Sıradan Ölümlü'ler misali bazı büyük hayalleri
vardı ve bunların tahsil ayağındaysa yarım kalan yüksekokulunu bitirmek vardı,
birtürlü olmadı…
Yıllar süren dostlukları boyunca, zaman zaman boşluğa düşen Arzu, ateşle barut
olayını doğrularcasına DoH'a ara ara meyletse ve hatta "- İkinci bir çocuk
yapacaksam senden olmalı" dese, ve bunu teklif bile etse de, "dünya üzerinde
birileri için önem taşımanın ağırlığına yenik düştüğünü" ve bu yıkıcı duyguyla
hareket ettiğini bildiği bu sevgili insana hep, "canım arkadaşım" düzeyinde
yaklaşmayı ve bu saltolarını savuşturmayı hep bildi DoH.
Üstelik bazen aylarca onların evinde bile kalırdı, ama, Arzu can arkadaşı, Deniz ise
canı kızıydı. Onları bu derece yakın edense, taşıdıkları ortak değerler ve onlara
duydukları saygıydı.
Bu bölümde, DoH cezaevine düştükten sonra Dr. Arzu'nun kaleme aldığı ve karşılığı
ancak 1 yıl sonra verildiğinden, Arzu'nun o adresine ulaşmayan ve cezaevine geri
iade edilen mektuplarına noktasına virgülüne dokunmadan bir göz atalım her
ikisinin de kalplerindekileri anlayabilmek için.
Çünki, evet, Dr. Arzu gibi, durumların vehametini anladıklarında çok ama çok
korktular DoH'un kurbanları, ama, "neden ve niçinleri" onlara büyük bir ustalıkla
anlatıp, DoH'un kurbanı olmalarının ne o an ne de daha sonraki iletişimlerinde
onları zorda - darda bırakmayacağını açıkladığında, korkuları saygı ve minnete
dönüştü, rahatladılar.
Bir insanı "saygı duymaya" razı etmek dünyadaki en zor işlerden biridir. Asıl başarı
da, normalde katıksız bir "Hayır!" olacak cevapları, gönülden bir "Hay Hay DoH" a
çevirebilmekteki incelikte yatar ki;
bütün kurbanları DoH'a ilk anda sertlenmiş olsalar da, hem yürek hem de akılla
örerken, sonsuz bir "hoşgörü ve kabulleniş" de sergilerler…
Ah Hasan Ah! 3 gün oldu haberin geleli ve ben şaşırayım mı, sana kızayım mı, sitem
mi edeyim, küfür mü, yoksa oturup ağlayayım mı; ne yapacağımı, ne yazacağımı
bilemez bir halde bekliyorum.
Aklıma öldüğün bile geldi de, bu gelmemişti. İlk şoku atlattıktan sonra oturdum
düşündüm, kıvrandım. Ne yapabilirim diye ona buna sordum ve elimden gelen, en
azından şimdilik, oturup bunu yazmaktı.
Bu yalın, anlaşılır, aynı zamanda da akla hayale sığmaz basit cümle nasıl gerçek
olabilir?
"Benim altın kalpli, yufka yürekli, duyarlı dostum, sevdiğim, nasıl olur da bir insanın
canına kıyabilir?", diye düşündüm durdum. Sonra aslında bir cinayet işleyen
insanların duyarsız, yüreksiz, katılaşmış olmayabileceklerini, tam aksine belki de,
buna daha yatkın olabileceklerini düşündüm.
"Eminim pisliğin tekidir karşısındaki" dedim kendi kendime, ya da "o öfkeli, fevri
anlarından biridir" "cinnet anıdır" "içkilidir" "biri çok tahrik etmiştir" "kazayla
olmuştur" gibi bir sürü düşünce geçti aklımdan, içinden çıkamadım ve sana sormaya
karar verdim...
Ne yaptın Hasan?
Nasıl yaptın?
Kim?
Neden?
Neler oldu?
Anlat bana, beni kafamdaki tilkilerden kurtar...
Ah Hasan!
Ağdalı bir mektup yazmak istemezdim sana ama gene de salya sümük oldu biraz
galiba.
Yazmadın!
Bırak ansızın beni yatağımdan fırlatacak gardiyanın sesi ve elindeki mektubu, sana
gönderdiğim fotoğraftan sonra bile yazmadın.
"- Yahu biz dişiler ve kişiler üstü bir frekanstayken onunla, en azından sen öyle
hissediyorken, niye saçma saçma düşünüyorsun? Vardır bir sebebi, daha makul bir
sebebi" deyip, geçiştiriyorum.
Zaten bu mektubu da sana değil kızıma yazıyorum, ama, sen de gözucuyla bakarsın
zaten, biliyorum. :) Kızıma.
Evet.
Cep telefonumda kayıtlı olduğu şekliyle "Güzel Kızım Deniz"e.
Mesela dört böbreği var benim kızımın. Ondaki ikisine birşey olursa diye, diğer ikisi
emaneten benim bedenimde duruyor. Ciğerleri ve hatta ikinci kalbi bile geçici
olarak bende. En ufak arızada iade etmek için asıl sahibine.
Ve, olmasın ama, sana birşey olursa, sanki doğduğu andan itibaren her anı birlikte
geçirmişiz gibi, onun yanıbaşında bitivereceğimden, ne dayısı - ne teyzesi - ne de
başka birine meydan vermeyeceğimden de eminim.
Ancak şu an, onun için kurgulanmış hayatı "sen ve kendisiyle" yaşamalı, tırmanmalı.
Kaldı ki, bilinenin aksine, inişler zordur doktorcuğum, inişler. Dağcılar böbürlene
böbürlene tırmanırlar da, iş aşağıya inmeye gelince, ya helikopterle ya da
tırmanıştan daha zorlu keçiyollarından inerler. Bırak tırmansın benim kızım da.
Elimi uzatıvereceğim ve birlikte iniş yapacağımız zamanlara dek tırmansın. Onun
hayat kurgusu nasılsa, onu yaşasın.
Beni bilirsin doktorcuğum. İnsansı materyaller oldum olası ilgimi çekmedi. Sadece
elzem olanlar, evet, hayatta kalabilmek için elzem olan ihtiyaçlara çevirdim bir
yaştan sonra rotamı ve öyle yaşadım.
Biryerden biryere gidilecekse ulaşım için gereken para - yemek yenilecekse mama
parası - kıçım üşürse don - sırtım üşürse hırka parası ve bir de bira için lazım olan
para vardı ki; o da; sürekli ve çok yoğun şekilde - her konuda - olur olmaz biçimdeki
düşünce bolluklarında bedenimi dahi bitap düşen beynime "fren parası".
Azıcık mola versin diye, delirmeyeyim diye.
Gerisi mi?
Gerisi hayat işte doktorcum, gerisi hayat işte. Bir ucu doğum, diğer ucu kabirde.
Hayatıma çok insan girdi doktorcum. Mesleğin icabı da olsa, senin bile bir ömürde
karşılaşabileceğin insan sayısı benimkilerle kıyaslanamayacak kadar az olacaktır,
emin ol.
Çünki ben heryerdeydim ve her kesimden insanla gün geçirebilecek bilgi - görgü -
güç vs. ne olursa sahiptim. Bir kesim beni diğerleriyle gördüğü an, onlardan sandı
hemen. Sonra bu iki grup biraraya gelip de beni karşıdan gördüklerinde ortak bir ad
koyamadı. Farklıydım her iki taraftan da çünki. Onlar da en kısa yolu seçip
adlandırdılar : DeLi :))
Onca insan görmüş tanımışken sadece sana gerçek bir yakıştırma yaptım ben : "O
beni anlıyor." Ve bunda da yanılmadım. Çünki ben yanılmam :)), önceleri
kibirliydim belki ama, artık kusursuzum. :) hehehe.
Şaka biryana, seni öyle bir yoldaş - sırdaş olarak görüyorum ki aynı yüzyılı
beraberce yaşayarak geçireceğimiz diğer insaoğullarının yanında; benim için "ne
olmasını istiyorsam olabilecek" tek kişisin.
Bu bağlamda; her koşulda ve olayda seninle ben, koşullar ve olaylar üstü kalabilir,
bunu da mevcut öğretilerin ışığında değil, içten gelenler - özyapımız kaynaklı
melekeler sayesinde gerçekleştiririz. Yani, ben öyle görüyorum.
Hem kendin hem de Deniz için, içinde bulunduğunuz zor şartları böyle belle ve
ikinizi de kasma. Bilirim paniksin, az relaks. :)
Bir konu daha var. Yazdığın ilk ve tek mektupta, onu gönderdiğin gün, miktarını da
belirterek :))), bir miktar para göndereceğini yazmışsın. Bana hiç ulaşmadı. Cezaevi
ismini yanlış yazmış olabilirsin. Kimliğinle herhangibir PTT.'ye gidersen, sanıyorum
ki geri alabilirsin. Yazık olmasın, geri çek ve Deniz'e birşeyler al. PTT'den zengin
misin? :))
Diyeceğim o ki; ikinizin yeri bu adamın kalbinde bambaşka. Bunu hiç unutmayın.
Ben ikinizi de bir ömür boyu arayacak kadar kıymetli sayıyor, kocaman kocaman
öpüyorum...
***
{24}
BENİM İÇ GÖRÜNÜŞÜM
MEDYATİK - SOSYETİK - KALBURÜSTÜ DENİLENLERİN
IŞILTILI DIŞ GÖRÜNÜŞLERİNİN
YARATILDIĞI YERDEN YARATILMIŞTIR,
VE
"GİZLİ SUSUZLUKLARIYLA HİLE KAZANINI ANDIRAN"
O DÜNYADA,
ASLINDA AŞAĞIDA KALIVERİNCE KARŞIMDA
"ÜSTÜN SANIRKEN KENDİNİ"
MEDYANIN O ŞAAŞALI KİŞİSİ;
KAPILAR MI?
***
2003'ün bitmek üzere olduğu, 2004'ün insanoğluna merhaba mesajları gönderip
durduğu dönemlerde ayrıldı Balyem'den DevilofHacker, ve günlerinin mahalle
kahvesinde sabahları dahil olduğu tavla - pişti partileri dışındaki her anını içerek -
internette sörfleyerek geçirmeye başladı…
"Türkiye'li Noel Baba" manşetini atmıştı Ulusal gazetelerden birisi ve ilgisini çekti bu
sıradışı adam.
Çünki gazetenin haberine göre, Wall Street Journal'e bile kapak olmuştu
zamanında.
Kısa bir süre önce "devilofhacker" kod adlı bir Türk hacker tarafından tüm sitelerim
ve MSN dahil tüm maillerim hack'lendi...
Önce çok sinirlenmiş olmama rağmen kısa bir süre sonra benimle temasa geçen
devilofhacker, sanal ortamın güvensizliğini bana detaylarıyla anlattı.
Kitabımı okuduğunu ve bana asla hiç bir zarar vermeyeceğini ifade etti fakat
önceleri pek inanmak istemedim. Oysa anladım ki aslında benim hayatımdaki tüm
şifrelere sahipti ve gerçekten de yasa dışı hiç bir şey yapmıyordu.
Şimdi sizlere bu yürekli ve dahi adamın bana düştüğü notu aynen yayınlıyorum.
DoH'un da "aman vermez ve takip edilemez" bir hacker olduğunu tüm ekip olarak
günlerdir peşine düşmemize rağmen IP adresi üzerinden, zerre iz bulamayışımızdan
sonra kabullenip, bu mesajı websiteme koydum. Eminim ki kısa süre sonra da O,
bana ait olan herşeyi geri vererek sözünde duracaktır."
hæCq is My Life Style !
Mesaj yazmadan önce 2 kere DÜŞÜN !!!!
"AkıLLı" bir KADIN isen, (Henüz Rastlamadım !) Sorun YOk...-----------------------------
-------
UmuTLaRIM VarDI BeNiM De!
Son TreNe BiNiP GiTTiLeR, AcIMaDaN!--------------------------------------------------------
------
Turks are The BEST !
Best of Fucker !
DeViL oF hæCqé®
icq : 119941
MSN : devilofhacker@hotmail.com
¯²ºº5¤efsane¤²ºº5¯ _(¯`._ hæCqé® _.´¯)_
***
DoH'a düşman olarak, işi ondan öğrenmeye kadar getirenlere baktığımızda, hepsinin
ortak özelliğinin, DoH'la aralarındaki erdem - bilgelik - işbilirlik alanlarındaki farkın,
hiçbir zaman ve koşulda, en azından paralel konuma bile gelemeyeceğini
hissetmeleriyle, "çaresizliklerine haykırış" olduğunu görürüz.
Haa, sorsan ki yaşadığımız atışmalardan önce size; zeki - becerikli - kılıcı da tartısı
da keskin ve adil olan bir adamın canciğer arkadaşı - abisi - kardeşi olabilmek için,
sözümona nelerinizi feda etmezsiniz.
Gerçekten akıllı olsanız, bunu, sizi tuş eden kişi için de istersiniz!" derdi.
28 Ocak 1978'de, Conneticut'ta, New Haven'de hizmete giren ilk telefon santralinde
operatörlük yapan George Willard,
ama;
Hele de 17 Ağustos sonrasında "ölüm" 'e okkalı bir tekme atarak "kendisiyle boy
ölçmeye kalkışına bin pişman edişi" şapka çıkarmaya aslında yeterdi.
SD'nin ölüme attığı öyle bir tekmeydi ki; insanları su - yemek - uzuvlarının sıhhati -
aldığı oksijen - ruh vs.'nin ayakta tutup da yaşattığını sananlar da bu tekmeden
nasiplerini alıyorlar.
Çünki, günde iki kez doğru vakti gösterebilen durmuş bir saatin diğer zamanlardaki
yanlışlığından daha fazla yanılıyorlar. Gerçek olan; ne ve neye göre olursa olsun,
insanı, "inançlarının" yaşattığıdır.
Ve, çekip gitmek - yok olmak isteyen insanı da, en iyi, kendisinin kandırabileceği,
ve bu dünyadan koparabileceğidir. İşte bu tip erdemleri barındıran bir olgunluktaki
SD Sıradan Ölümlü'lerden kesinlikle farklıydı ve hacklendiğinde bu farklılığı ile
hareket etti. Belki de yine bir ilki yaptı…
DoH'la Hasan'ın kaynaştığı ilk dönemlerde, ondan çok daha ileride olan bilgeliklerle,
bazı konularda onu rahatça tuş edebilecek durumda olan SÖ'ler vardı. Sırf
yenilmemek için de DoH, bir plan yapmaz, harekete geçmezdi. Fakat onları da
elbette "imrenilip, geçilmesi gereken rakipler" hanesine yazardı.
Tamam, haklı ve hatta haksız bile olsalar, inançlı - bilinçli - artniyetle açıktan açığa
veya sinsi hesaplarla da olsa, bu rakiplerin neden DoH tarafında olmadıklarını da
zamanla en iyi şekilde öğrenmişti, ama, en büyük dersi ona Sami Dündar (SD)
vermişti.
O gün DoH ondan çok büyük bişey öğrendi : SD yenilmişti - çaresizdi - şaşkındı fakat
ne yapıp ne edip DoH'un başarısını önce kabul sonra da alenen takdir ederek,
"DoH'un abisi" sıfatını alana, ve DoH onun yanında yeralana kadar didindi.
"- Beni, senin yazdığın ve maceralarının içinde benim de olduğum kitap kurtaracak
DoH" şeklinde dile getirmişti…
Okan Bayülgen başta olmak üzere birçok sanatçıyla kanka olmasına,
Ezel Akay gibi uluslar arası bir yönetmenle ortak şirket yönetmelerine,
tiyatrocu Volkan Severcan gibi bir ustanın en yakın arkadaşı olmasına rağmen,
depremden sonra hep ters giden işlerinden ve ekonomik olarak belini hiç
doğrultamamasından dolayı söylerdi böyle.
Çünki DoH'un kitap yazmasına, yani 40'lı yaşlarına daha çok vardı, ama, bu arada
dostluklarını da sanaldan çıkarıp gerçek yaşama taşıyabilirlerdi.
Pılısını pırtısını toplayan DoH, SD'nin henüz açtığı ve sadece internette yayın yapan
"Haberposta" gazetesine katkıda bulunmaya, yine SD'nin olan "Fikir Klübü" isimli
şirketine çalışmaya gitti…
Çünki DoH'un yazılımı, bilgisayarı çok çok iyi bilen mühendislerce dedect edilmesine
rağmen ele geçmiyor, Windows başta olmak üzere bilinen bütün güvenlik
programlarını atlatabiliyordu…
SD'nin ilginç anılarını okuyanlar onunla tanışmak için çırpınıyor, o da DoH'u bazı
istemedikleriyle "- Al beni ceset torbasından çıkaran Bandırma'lı Erol'la sohbet et"
deyip sanki Erol'muşcasına onlarla tanıştırıyordu MSN'de.
Gençken çok da güzel olan, ülkenin en büyük üniversitelerinden mezun olmuş zeki
bir kadındı. DoH'la yazışmaya başladıklarındaysa oldukça kiloluydu ve DoH, yıllar
sonra Çin'de kendi şirketini bile kuracak olan Esra'nın zekasına hayran olsa da, onun
çok ısrar etmesine ve açıkça istemesine rağmen yatmadı onunla. Canı çekmedi.
Fakat MSN'de laf lafı açıp da lezbiyen bir ilişkisi olduğunu, sevgilisinin de zenci
olduğunu söylediğinde Esse, DoH irkildi.
İnsanı yaşatan ve hayatın içinde tutan ruh'a takviye olarak verildiğinde ne gibi
pozitif etkileri olduğu veya olacağı tam kestirilemese de, doz aşımlarında dışarı asla
atılmayan ve hatta doyum noktası bile olmayan, günün her saatinde çalakaşık ve
habire kullanılabilen, çoğunlukla da kötülerin işine yarayp emeklerine yağ süren
yegane değer, tek ruhsal vitaminin adı "Ümit" idi.
Esse de bir zenci ile birlikte olabileceği ümidini verdiği sarhoş DoH'u aklınca eve
atıp sevişmeyi ummuştu, ama, onu hiç tanımıyordu. DoH o evden apar topar çıktığı
günden önce de "tecrübe ettiği her olayı ve kayda değer yaşanmışlıkları" en ince
ayrıntılarına varana dek belleğinde saklasa da; yine kendisinin söylemiyle
"unutabildiği her kötü anı biraz daha uzun süre canlı tutar insanı" felsefesinin
ışığında;
Şimdi de öyle yaptı ve "bir zenci kadınla" sevişme arzusunu hemen öteledi…
İçki ve sigara düşmanı bir yeşilaycı olmasına rağmen SD'yi kırmamış, DoH'u evine
almıştı.
SD'yle zaten ortak olduklarından,şu yarı sarhoş hacker'a evini açmıştı işte İstiklal
Caddesi Atlas pasajının en popüler Hediyelik Eşya Satıcısı İbrahim Civelek.
Yine birgün, haber merkezlerinin takip edildiği onlarca 37 ekran TV ve bir o kadar
da PC bulunan salonda otururlarken, Doğan Medya Grubu'nun Bilişim Müdürü - Sami
Dündar ve gazetenin çalışanları da oradayken; konu Hasan'ın engin bilgilerine geldi
dayandı.
SD'nin öve öve bitiremediği Hasan'a, ABD'den yeni transfer edilmiş olan Cool Bilişim
Müdür'ü "- Sıradan User'ları herkes hackliyor. Günümüzde çoluk çocuk bile hackler
oldu birader. Mesele ciddi işlere imza atabilmekte, bu bağlamda ne yapabilirsin?"
dediğinde;
DoH'un "- Microsoft nasıl bir iş, seni tatmin eder mi?" yanıtına bıyık altından gülmüş,
hatta içinden de onu hakir görecek bir kahkaha atmıştı. Atmıştı da, bilmediği -
anlayamadığı - anlayamayacağı şeyler vardı...
Altında sıvı ve yağ ocakları vardır onu her daim canlı ve dünyanın "negatif etkilerini
savuşturan" bir yapıda tutan. İnsan derisi bedenin iç dünyasını dışarıdan soyutlamak
görevini üstlenmiş ve bunu da layıkıyla yapan bir gardiyan gibidir. Herkesin bildiği
"sinir sistemi" daha habersizken birçok şeyden, deri, bütün dışsal verileri işleyip,
anında, beyin dahil ilgili tüm organlara aktarabiliyor, ve kişinin bu yöndeki sağlıklı
durumlarının tamamı, derisinin hassasiyet ve kalitesine bağlı.
Fakat, deri, sağlık kalitesi ne derece düşük olsa da, bunu büyük ölçüde başarır.
Hüsrana uğradığı tek varlık VİRÜS'tür.
İnsanın; virüsün kötü etkilerine karşı dirençli olması - kuvvetli ve dengeli tutumlar
sergilemesi, nefes sisteminin öncesinde, derisinin becerikli ve sağlam oluşuna
bağlıdır.
Fakat şartlar ne olursa olsun, virüs denen o son derece küçük ve tehlikeli varlıklar
deriden içeri rahatça girerler…
Sızdığı sistemlerin mevcut kan dolaşımını zerre kadar sekteye uğratmadan 3-4 saat
durdurur, ve zaten bu da vücuda zarar vermez.
Sonra da, mesela, böbreği yerinden söker, masanın üzerine 1 saat kadar bırakır,
sonra da onu yerine takar.
Böbrek bedenden ayrılıp da, birsüre, beslenme kaynağı olan kan'dan uzak kalsa da,
herhangibir bozulmaya uğramaz, ve yerine tekrar takıldığında normal çalışmasına
devam eder.
Ancak insan beyni öyle değildir. Beyin, özellikle kanla taşınan oksijene müthiş
ihtiyaç duyar, hassastır. 20 dk.'lık ayrı kalış, onu mutlak surette öldürür.
İşte DoH sistemler arasında cirit atarken, birsüre ayırmak zorunda kalırsa sistemin
beynini ortamdan, değil 20 dk., belki saatlerce sonra bile herşeyi eski haline
getirip, alacağını alıp - yapacağını yapıp gittikten sonra, o "kurban sistem" sekteye
hiç uğramadan işlemeye devam eder. DoH'un kendi bünyesindeki geçici varlığından
da hiç haberi olmamıştır.
İçeriye, insan derisini kolayca aşıveren bir virüs gibi sızmış, bir ordinaryus misali
çalışmalarını yapmış, bir yel esintisi gibi de çekip gitmiştir…
bunu da;
çok değişik Modi Operandi kullanarak veya verdiği komutlara uyması için daha
önceden boyun büktürülmüş (hacklenmiş) binlerce PC'den, hedef seçtiği Microsoft'a
diğer kişilerin erişiminin engellenmesi yoluyla (DDOS - Distrubuted Denial of
Service) yapabileceğini Haberposta Gazetesinin ofisinde bulunanlar başta olmak
üzere yakın coğrafi bölgelerdeki herkesin "System is a down!" yazısıyla
karşılaşabileceğini hiç ummamış, aklına bile getirmemişti.
Yine oradaki bütün insanların, başta kendisi ve SD olmak üzere, "istese, belki de
tüm www ağını koca bir mezarlığa çevirebilir mi yani şu "gerçekten de bu dünyadan
değilmiş" havasındaki adam?" şeklinde düşünmelerini sağlayabileceğini hesaba hiç
katmamıştı.
Sadece şapka çıkardı.
Gerek duymasa da çoğu zaman, bu tip sidik yarışlarına real dünyada da girerdi DoH
ama üstünde fazla durmazdı…
Adam bilişimciydi ve SD'den çok paralı bir işin "olur"unu almaya çalışıyor,
firmalarının ne derece güvenli ve güncel oluşunu anlatıyordu.
Sohbetin biryerinde, "- Mesela senin kardeşin Hasan bile, çok süper bir bilgisayarcı
olmasına rağmen, üstüne üstlük serverlerimizin IP'sini bile versem, bizim
sistemlerimize ulaşamaz, zarar veremez" diyerek, DoH'u güldürmüş, ve SD'yi de "bu
adamı küçümseme" edaları ile yüklü bir sidik yarışına sokmuştu.
SD o bilişim firmasının sahibiyle çata çat bir iddialaşmaya girerken, DoH'un sadece
tebessüm ederek susuşunun ardında, geçmişte ve özellikle de öğretmenlik yaptığı
dönemlerde, her kim olursa olsun "doğru yöntemle" eğitildiğinde doğruyu bulup
yanlışı bırakacağına bir zaman için gönülden inandığını, fakat, ahmak insan için
tavsiye - öğüt - kinaye - feyz gibi şeylerin "iyisinin olmayacağını" anladığında,
gereksiz boy ölçüşmelerden kaçmanın en iyi yol olduığunu bilişinin yattığını fark
edemiyordu.
SD'nin misafirle iddialaşmaları, DoH pek ilgi göstermese de, Host Parkındaki bütün
serverların IP'lerini küçük bir kağıda yazıp, kahvesini de içerek ofisi terketmesiyle
son buldu…
O'nun, çevresindeki herkese çok büyük sözler verdiğini - hemen her konuda çok
yükseklerden attığını - olur olmaz haksızlıklara gereken öfke ve tutumunu açıkça
gösterdiğini, ama, iş gerekenin yapılmasına dayanınca kılını bile kıpırdatmayışını,
depremden sonraki travmalara bağlayışıdır DoH'un.
Balıkesir'deki rahat günlerinin birinde, ziyaretine gittiği Bekir'le çay içerlerken onun
ofisinde, telefonu çaldı DoH'un.
Açtı.
"- Numaranı Sami Dündar'dan aldım Allah'ın belası piç! Neden yaptın, neden bütün
serverlarımızı hackledin? Üstelik backup (yedekleme) ünitelerimizi de yerlebir
etmişsin. Kendini bize böyle ispatlamak zorunda mıydın, mahkemede görüşeceğiz
lan seninle, bittin sen!!!" şeklinde yarı ağlar yarı haykırır biçimde beddualar ve
hakaretler savuruyordu telefonun öbür ucundaki adam.
"- Ben yapmadım! Serverlarına ben dokunmadım. Küfür etmeyi kes!" deyip kapadı
telefonu DoH. Ardından SD'yi arayıp olan biteni anlattı ve numaramı ona buna verip
durma abi diye söylendi.
Konuyu merak eden ve konuşmalara kulak misafiri olan Bekir "- N'oluyo?" diye
sorduğunda, yaşananları duyduğunda "- Yapabileceğinden eminim de, sen mi
yaptın?" şeklinde yönelttiği yeni sorusuna da,
"- Sanal ortamda, 'Ulan ne biçim adamsın - ne abuk subuk - ne tutarsız - ne gamsız -
ne acımasız bir mahlukatsın? '- diye soranlara, hiç düşünmeden hemen soru ile yanıt
veririm Bekir abi :
Hani ben DoH'um ya; Tanrı'nın zulmü - cezaları - yıkım ve tarumar edişleri "kimlere
ve nerelere" ulaşmaz söyle? Beni de yuvarlamış yerlere - bulamış çamurlara -
gazaba uğrattıklarının sadece "Ceza" kısmıyım ben, ve suçları beni ırgalamaz!"
diyerek cevap vermiş, mevzu hakkındaysa Evet ya da Hayır dememişti.
Hem SD hem de Bekir, o Süper Host Parkı'nı delip delmediğini hiç bir zaman
öğrenemedi DoH'un…
Bacak bacak üstüne atmış, elinde bira, önünde kıymetli laptop'u, yarı sarhoş ve
bulanık bir bakış, alnında bir dahinin derin çizikleri varken "kendi bilgisayarını" bile
hacklemeyi düşünmüştü birkeresinde.
Yaptığı her saldırı mükemmele varan sonuçlarla biterdi. Sanal saldırıları da aşkları
gibi çoşkulu ve özenli olur, mutlaka da amaca uygun son bulurdu.
DoH'un, elini attığı her işten yüzdeyüz başarıyla çıkışının belki de tek açıklaması
vardır; sözkonusu işlerin SÖ'lerce kabul edilmiş ve geçer akçe sayılan "zenginlik - iş
hayatı - sanat" gibi şeyler olmadığını belirterek konuya açıklık getirelim.
Bu bağlamda, Tanrı'nın bütün kutsal kitaplarda bahsettiği gibi bir "Arı"dır DoH.
Nasıl ki; bal denilen sihirli içkinin sahibi, yeryüzündeki çiçeklerin hükümdarıysa ve
onların özlerini insanlara şifa olsun diye "plan ve projeleri" zerre kadar gecikme
yaşamadan, ve gözle yakalanamaz çeviklikteki bir hızla emip - toplayıp, sonra da
midesine kurulu kazanlarda kaynatıp;
yine binbir hesap ürünü olarak tasarlanmış altıgen kaplara kusar, ve bu çalışmaları
da bütün kısacık yaşamı boyunca, denizler ötesi - dereler berisi demeden - şöyle bir
soluklanayım diye bir yaprak altını gölge edinip de uzun uzadayı da dinlenmeden -
sürekli vızıldayıp da hiç mızmızlanmadan yapıyorsa, ve SÖ'lere hem örnek hem de
esaslı bir doktor oluyorsa;
DoH da arının hız - özen - cesaret - becerikliliği oranında, UTP veya Fiberoptik
hatlar üzerinde SÖ'lerin hiçbir zaman erişemeyeceği bir kabiliyetle yol alıp,
SÖ'lere dersler vererek uyandırıp, onlara "bal'a benzer hayat iksirlerini" empoze
eder…
{25}
İTALYA'LI
TA Kİ BİRGÜN,
DÜŞEN BİR YILDIRIMIN IŞIĞININ
BİR MANZARAYI ANİDEN GÖSTERİVERMESİ GİBİ
ÇOCUK DA UYANIR, HERŞEYİ ÇOK NET GÖRÜR,
AMMA,
YILDIRIM ONUN RUHUNA - BEDENİNE - HERŞEYİNE DÜŞMÜŞ
VE ÇOKTAN YERLE BİR ETMİŞTİR...
***
Bazıları gerçek hacker olup olmadığını ve neler yapabileceğini merak edip, sonra da
cesaretlenip konuşuyorlardı onunla ama, biri vardı ki, hem listesine eklemiş hem de
anında webkamerası açma isteği göndermişti.
Birkaç saniye sonra da kamera, ani bir hareketle, çok ama çok diri biçift memeye -
düzgün bir boyun'a - parlak saçlara geçivermişti.
"- Dahasını, çok daha fazlasını istersen bana kontör almalısın. Hem belki sana
güvenirsem yüzümü bile gösteririm, kimbilir. Var mı paran, kontör alıp şifreyi bana
gönderebilir misin? " yazısını farketti…
Olayı anlaması fazla uzun sürmedi.
Ya bir dolandırıcıydı ve kontör şifresini aldıktan hemen sonra offline olup kayıplara
karışacaktı, ya da gerçekten çırılçıplak show yapacaktı.
"- Tamam. Markete kadar inip istediğin kontörü alabilirim ama bana daha fazlasını
göstereceğini nasıl bileyim? " diyerek biraz zaman kazanmak adına onunla
konuşmaya çalıştı DoH, fakat, kamerayı biranda pastoral güzelliğin doruklarına
ulaşmış olan tüysüz ve alabildiğine sade olduğu kadar latifliği her erkeği soluk
soluğa bırakabilecek derecedeki cinsel organına çeviren kız, "- Ben yalan söylemem.
Kontörü alıp geldiğinde tam 20 dakika sevişiriz webcamde, boşalırsın. Gelince MSN'i
titret." dedikten sonra kamera bağlantısını kapattı.
Çoktan analiz ederek kendi yazılımları sayesinde, tespit edilmiş olan IP adresi ve
dolayısıyla PC'sinin peşine düşmek yerine, markete, kontör kartı almaya koştu DoH.
Değişik bir tecrübe olacaktı ve bunu yaşamalıydı…
Yani, koza devri denilen ve çocukluğundan taa nine olduğu yıllara varıncaya kadar
neye benzeyip - nasıl bir dişi olacağını hiç belli etmediği, en ifadesiz dönemlerini
yeni geçmişti.
Saçları da büyük ihtimal birkaç yıl öncesinde olduğu gibi örgü yapılarak beline
indirilmemiş, yarısı dağınık halde omuzlarından aşağı dökülüyor, kalanı da başının
tepesine topuz yapılmış halde dalgalanıyordu.
Beli incecikti mesela ve artık "bizler buradayız" diye haykırarak kendini aşmak -
taşkın hale gelmek arzusuyla coşan ve "hala gelişme arzusundaki memelerle yarışan"
kalçaları o ince bele ne çok yakışıyordu…
DoH'a birşekilde güvenen ve yüzünü de uzun uzun gösteren bir "çocuksu bakışlı ama
çekici havasıyla ve yetişkin bedeniyle her yanından dişilik akan" yüzsüz - arsız -
yırtık ve "aslında ne yaptığını tam bilemiyor oluşuyla karışık, vücudu, pişmanlığı da
andıran gizli bi korkuyla garip bir şekilde sürekli ürperen" bir arka mahalle kızıydı
bu.
İlkgençliği dolaylarındaki bir insan için en küçük sorunlar dahi sıradağ büyüklüğüne
ulaşabilir. Azıcık samimiyetle aktarılan en dandik öğretiler bile onun beyninde
yetişip büyüyebilir - benimsenebilir. Onu olduğu haliyle kabullenip yıkıcı
eleştirilerde bulunmayacak birisiyse "Su Azizliği'ne" ulaşabilir ergenin kalbinde.
Oysa genç bir insan, tüm arzuları biryana, ebeveynlerince ciddiye alınmanın
peşindedir yalnızca. Anne baba ise bazen umursamazlıkla bazen de önemsiz - geçici
bulduğu bunalımları çekip almaz ergenin önünden.
İntihar etmiştir.
Anne - Baba'ya da bedeli çok yüksek olan bir "hayat dersi" verilmiştir.
Tüm bunları kafasından çabucak geçiren DoH, Seçil'i korkutup yıldırmak için "- Ya
senin bu şovunu kayıt edip de birşekilde, internete yayarlarsa diye düşünmüyor
musun?" dediğinde, "- Çok da tınnn" yanıtını aldığında, şu aklı birkarış havadaki
küçük kızın kendisini anlayamayacağını fark etti ve onu kaderine bırakıp iletişimi
kesti...
***
{26}
İSVEÇLİ
YILKIYA BIRAKILMIŞ BİR AT GİBİ
BAŞKA BAŞKA ERKEKLERİN DÜŞLERİNDE
ISLAKLIKLAR VE ÇIPLAKLIKLAR İÇİNDE,
HİÇ DURMADAN KOŞMAK NEDENSİZ DEĞİLDİR!
***
Spyware (Casus Yazılım) ile toplanması amaçlanan bilgiler arasında herşey olabilir.
Yazılım, elde ettiği bilgileri "gerçek zamanlı" olarak DoH'a aktarabildiği gibi, bilinen
ve güvenilirliği kanıtlanmış bütün antivirüs ve antispyware'lere de kazık atmakta
usta idi.
Konunun sex olduğu İsveç kaynaklı birtakım verinin peşine düşüp, gerek kadın
psikolojileri hakkındaki tecrübelerine bir yenisini eklemek, gerekse kendisini
"parayla abone olunan, seks arkadaşı arama" sitesinde teşhirden hoşlanan azgın
hemşire olarak tanıtan kadını; oluşturmayı düşündüğü video arşivine katmak için
MSN'ine ekledi.
İngilizce olarak "Benim bir webkameram yok ama madem hoşuna gidiyor, hadi bana
memelerini, kalçalarını, çıplaklığını göster. Azgın ve çılgın bir Türk genciyim ben :)"
dediğinde, biryandan soyunmaya duran ve bedenini birilerine sunmaktan keyif alan
hemşirenin biryandan da ekrana;
Ardından, bir dizi işlemden geçirerek kullanmak üzere özel bir Harddisk'e
sakladıktan sonra veda etti…
***
{27}
KOZAGÜLLÜ
ASIL ARANANSA
GERÇEK SEVGİ - SEVECENLİK DOLU BİR SEKSİN
DAYANILMAZ SICAKLIĞIDIR...
***
Çünki bilirdi ki; insan beyni görüntüye kelimelerden daha fazla tepki verip daha
fazla ilgi gösteriyor…
beyni "görsel bellek gücü" sayesinde daha kolay anlayıp kavrayabiliyor, rakamların
tablolardakinden daha doyurucu olan hali "grafikler" anlamayı da hafızada
saklamayı da hızlandırıyor ve cazip hale getiriyor.
Eh, konu, "Estetiği olan kadın vücudu" olduğundaki görselliğin önemi kesinlikle
tartışmaya bile açılamazdı.
Yeni yeni yayılmaya başlayan ve aslında hacker bile sayılamayacak olan, mevcut
birkaç yazılımı kullanarak kadın - erkek - çiftleri bu tip tuzaklara düşürenleri
engellemek imkansız olacağından, suyun öte yanına geçmenin, yani mağdurları
uyandırmanın daha mantıklıca ve eğlenceli olduğuna karar verdi DoH.
Yarı hack yarı sex görüntüleri içerikli bir forum sitesinde "yakında gözleriniz yine
bayram edecek" diye forum sakinlerine çalım satan bir LAMER'in (hackerlara özenen
ve bulabildiği hacker programlarını kullanarak birşeyler yapabilene, fakat yazılım
geliştir-e-meyenlere verilen isimdir LAMER), "yakın" dediği ve kadınları tuzağa
düşürüp de internete çıplak görüntülerini koyduğu anlar gelmeden canına okudu
DoH ve neyi var neyi yoksa hackledi.
Çünki "kozagüllü" nickli birisi onu neredeyse fırçalıyordu ve "- Başımın etini yedin
yedin ama tam 45 dk. sen geciktin. neredesin yaaa!?" diyordu.
Sadece "- İşte geldim" yazdı ekrana DoH sanki o lamermiş gibi ve karşıdakinin
kamera isteğine de evet dedi...
Halkın kullanımına 25 Mart 1936 günü açılan ilk görüntülü telefon ve onu hizmete
açan Alman Bakan Freiherr Von Eltz Rübenach'ı düşünüyordu DoH şu "ekranda
çırılçıplak masturbasyon yapan ve sevgilisini mutlu etmeye çalışan 40'lı yaşlardaki
kadını" gördükçe.
Acaba o devlet bakanı, yarım asırdan sonra bu işler için kullanılacağıjnı hiç hayal
edebilmiş miydi o görüntülü telefonun? Üstelik de, o dönemin cihazı oldukça özeldi
ve sadece "Arı IRK"tan olanlar bu hizmetten yararlanabilirdi. Ya şimdi?
Fazla uzatmadı DoH ve olanı biteni, özellikle de sevgilisi sandığı adamın yavşak bir
Lamer olduğunu, ona daha önce de şov yaptıysa, belki de internette yayınlamış
olabileceğini, DoH'un ise kötü değil Beyaz Şapkalı bir Hacker (BŞH) olduğunu samimi
bir üslupla, sabahlara dek bira içip lafladıklarında, detaylandırarak anlattı.
Kozagüllü DoH'a o derece güvendi ve inandı ki, aylar sonra kalkıp onunla sevişmek
için Altınoluk'a bile geldi. Hayatını da DoH'a tümüyle anlattı.
Bu tip saçma ilişkiler içine, kocasının onu mutsuz edişi yüzünden girmiş ve kendine
sevgili - sevgililer edinmişti yaşadığı kentte.
Kocası; yanında çalıştırdığı elemanlara karşı sergilediği kötü tavırların hepsini eşine
de cüretkarca uygulayan bir ezikti.
"el salla - 3 yap - 5 yap - ayağa kalk - dömel" gibisinden yönlendirmeler yaparak, ve
kozagüllü'nün de seve seve poz verdiği kayıtları "dilediği yerde kullanma" iznini de
aldı "artık dostu olan" kadından.
***
{28}
HAVVA
İNSANLAR ÇOK ZAMAN ÖNCE
"ALDATANLAR VE ALDANANLAR" OLARAK
İKİ SINIFA AYRILMIŞSA DA;
ONLARI,
ÖMÜRLERİNİN
NANKÖR DOSTLUKLARA YETMEYECEĞİNİN
İDRAKİYLE BAŞBAŞA BIRAKIP;
YETMEDİ;
KALPLERİNİN ÇALGISINA
BİR YALNIZLIK ŞARKISI DA ATIP;
HANGİSİNE ÖĞÜTLER YOLUYLA SÖZLER SÖYLEDİMSE,
SÖZLERİMİN POZİTİF KARŞILIĞINI
MUHAKKAK ALDIM.
İşte DoH bunları takip ederek, webcami olan ve birkez gözatıp geçtiği bilgisayarlara
sonraki günlerde ve değişik zaman dilimlerinde yeniden yeniden ulaşıyordu.
- Bu bana ait bir PC ve senin delmeye hiç hakkın yok!" gibisinden lakırdıları "çokça
ve değişik versiyonlarda" hep ettiler.
Bu fikre biraz olsun hak veren Havva, sohbet boyunca, bu sefer de nişanlısı olacak
adi herifin onu tam 8 farklı kadınla (ki bunların 5'i fahişeydi) sürekli aldatıyor
oluşuna inanmakta zorlanıyordu.
DoH'un, önüne serdiği şüphesiz delilleri de gördükçe; ilk anda çok kızdığı ve
sevilisiyle - nişanlısıyla ofiste seviştikleri anın video kayıtlarını gizlice almış olan
DoH'u bu yaptığı için bile affetmişti.
Çünki onu kalitesi ve zekasından dolayı sevmişti. Fakat nişanlısı olan ve ona maddi
olarak da birsürü destekte bulunmasına rağmen boynuzlayan herifi öldürmek
istiyordu.
Zaten işin DoH'la ilintili kısmı hep böyle olurdu. Ne yaşanacaksa yaşandıktan sonra,
suratı mermerden bile daha beyaz haldeki kurbanının bir çift "panik ve kabus denizi
haline gelmiş gözlerini" webcamden süzerken derinlemesine, biryandan da yaptığı
açıklamaları okudukça ekranda;
yarı cansız şekilde oturup kalan zavallıya birsüre dehşet birsüre de rahatlama hissi
yaşatan sihirli kelimelerini sıralardı DoH birasını yudumlarken.
Herşey aydınlığa kavuştuktan sonraysa, perişan ama ona rastladığı için bir o kadar
da mutlu haldeki SÖ'nün hissettiklerini hayal ederek sinsi sinsi gülümserdi…
öte yandan adi nişanlısına okkalı bir tekme atmayı ve hayatından çıkarmayı
hesaplıyor;
parmaklarını üflediği esnada da "- Senin en dişi modelin olacağım canım arkadaşım
DoH. Neyi nasıl arzu edersen ve nasıl giyinmemi istersen öyle giyinecek, senin
istediğin çıplaklığa ulaşıncaya kadar da soyunacağım ve kendimi okşayarak sana
video kaydettireceğim. Bu soyunma işini daha önce de yaptığım nişanlım beni
kaydetti mi ve şantaj için onu kullanır mı onu terkedince bilmiyorum ama, eminim
ki sen, beni korur ve asla incitecek birşey yapmazsın" diyordu.
Artık profesyonel olarak kendi şirketinin patronu oluşunun yanısıra, ruh olarak da
en yüce mevkideydi. Çünki DoH daha önce hiç tanışmadığı bir yönüyle tanıştırmıştı
onu, ve artık Havva'nın hem koruyucusu hem efendisi hem de onu özgürleştirebilen
bir dostuydu…
DoH her ikisini de video işleme programlarıyla parçalara ayırmış, anlık taleplerde
bile karşıdakinin söylediği herşeyi anında yapabilecek hale getirmişti.
Ayrıca modelleri, değişik günlerde yapılacak konuşmalar için farklı giyim kuşamlar
içinde de görüntülemişti. Her şey hazırdı iki farklı projeyi hayata geçirmek için…
***
{29}
ZERRİN
İnsanların gerçek yüzlerini ve asıl kişiliklerini öfke - boşluğa düşme - darda kalma -
bir emele ulaşmayı istedikleri anlarda ve en önemlisi de "onlara güvendiğini
hissettirdiğin" zamanlarda görürsün.
Ve bir insanı, hiç unutamayacağı biçimde etkileyip de, senin güdülediğin şey dışında
birşey yapmamasını, veya sürekli yaptığı şeyi tamamen bırakmasını istiyorsan;
Oysa hackerlar arasında öyle bir sınıf vardır ki BŞH denilen (Beyaz Şapkalı Hacker),
DevilofHacker bunlar için iki etik kural tanımlayıp literatüre bile sokabilir.
DoH'a ait olan gümüş kural ise, ilk kuralımıza uyulamayarak atılan her adımı makul
görülebilecek hale çekmek için devreye sokulabilir : "B.ktan sayılabilecek bir
eylemle başlayıp da, en önemli kriter sayılan "sonuç"a ulaştığında;
başlangıç noktasındaki kötülükten daha yüksek - daha ulvi - daha saygıdeğer bir
kazanç elde etmişsen; eylemin bütününde takdire şayansındır."...
Zerrin gerektiğinde tamamen giyinik şekilde, yukarıda yazılan iki kurala uymayan
hackerlarla sohbet ederken ve onları oyalarken, DoH da arka planda heriflerin
şifrelerini deşecek, sonra da onlara "teknoloji ve bilgi" konusunda bir "hiç"
olduklarını haykırmak vasıtasıyla bu işlerden soğutacak, ve belki de henüz öğrenme
- merak aşamasındalarsa onları gerçek birer siberterörist olmadan geri
püskürtecektir.
İşte DoH normal kullanıcıları zor - utanılacak - mağdur hale sokan bu kötü
hackerları ne kadar safdışı bırakabilirse, o derece mutlu olacaktı. Projenin ilk
ayağında bu vardı. Üstelik bu dangalaklar DoH ile karşılaştıklarında mutlaka
tartışacaklar ve bile bile cami duvarına işer pozisyonuna düşeceklerdi.
Zerrin önce bilinen tüm hack sitelerine "dişi hacker" olarak üye oldu ve birkaç hack
gösterisiyle de öbür hacker ve lamerlerin ilgi odağı haline geldi.
Fakat asıl darbeyi Zerrin'in peşine düşen ve resmen bir karakoldan, üstelik de
yanında yığınla üniformalı polis varken, sırf Zerrin'i kadın sandığı için webcamını
açarak yaklaşık 1 saatlik video kaydı yapmasına imkan tanıyan "azgın polis
memuru'ndan" yedi hacker ve lamerler.
Çünki DoH onlarla Zerrin olarak uzun uzadıya sohbet ediyor, bu arada da
defterlerini dürüyor ve nice zaman sonra kameraya o polis görüntüsüyle
çıkıveriyordu. Her şifresini kaybetmesinin yanısıra, bir polisle muhattap olduğunu
ve karşılıklı olarak kamera açma anına kadar da özel hayatından birçok şeyini
paylaşan hacker - lamerimizin aklı karışıyor, offline olarak kaçıp gidiyordu. Büyük
ihtimalle de, o hezimetten sonra, bu işlerden uzak dururdu.
Öyle çok özenti hacker ve lameri dize getirip canına okudu ki DoH;
Sıra projenin ikinci ayağına, yani; evde işsiz işsiz oturarak, zaten 7/24 kullandığı
bilgisayar - iki çıplak model ve Zerrin sayesinde, hiç olmazsa günlük masraflarını
karşılayabileceği parayı da kazanmaya gelmişti.
El salla - 3 yap, 9 yap - ayağa kalk - sütyenini çıkar - azıcık da arkanı dön ki poponu
göreyim - kilodunu çıkarsana gibisinden her isteğe anında karşılık verebilecek
videoları gerek parça parça gerekse bir bütün olarak gösterebilir, ve kurbanını bir
"kayıt izliyorum" şüphesine düşürmeden avucunda tutabilirdi.
Konu, "çıplak ve sanalda kontör karşılığı gösteri yapan kadın" olduğunda, internet
aleminde adını duyan, Zerrin'i MSN listesine ekliyor, onun ileti kısmından da "250
kontör gönderirsen soyunur ve sana show yaparım. Merak etme, gerçek bir kadınım.
Amacın dalga geçmekse lütfen beni meşgul etme. Yaz kontör şifresini, yükleyeyim
telefonuma ve sevişmeye hemen başlayalım." yazdığını görünce de, erkeklerin hepsi
iç geçiriyor, çok duyduğu "sanal sex" denilen şeyi mutlaka yaşamak istiyordu.
Gerçi konu sadece "kadın" bile olsa, ne dahiler neleri feda etmişti geçmişte, şu
zavallı "cinsellik yoksunu" Türk Erkeği mi koşa koşa gelmeyecekti Zerrin'e?
Mesela Einstein bile, biri şizofren olan iki oğlunu "kadın"a olan zaafiyeti yüzünden
bakıma muhtaç halde yaşatmış, boşandığı eşini ve oğullarını arayıp sormamış, ve
sanki geçmişte böyle bir ailesi hiç olmamış gibi davranabilmişti.
Fakat; tıpkı Albert Einstein'i reddetmiş olan abisi Hans Albert gibi babasını hiç
affetmeyen şizofren oğlu Edward, yıllar sonra, akıl hastanesindeyken, bir başka
hastaya, babasının durumunu şöyle ifade edecekti : "- O abimi ve beni terk etti.
Başta annemizi sonra bizi hertürlü şekilde hep aldattı. Kadınlara çok düşkün ve
elinin altındaki kadınların sayısını arttırmanın peşinde. O çok gaddar bir adam ama
bütün bunlardan kimse bahsetmiyor."...
Olayı kankası Bekir'e anlattığında çözüm ondan geldi. Eşi sürekli kontör transfer
talebinde bulunduğundan biliyordu Bekir bunu ve DoH'un telefonundaki kontörler
Bekir'in görev yaptığı fabrikada çalışan işçilere transfer yoluyla pazarlanabilir,
parayı da Bekir tahsil eder, DoH'a verirdi. Yeter ki markette satılan rakamdan düşük
olsundu satacakları kontörün fiyatı.
Tam "oldu bu iş" derken, Telefon operatörünün "1 ay içerisinde yalnızca 200 kontör
transfer edebilirsiniz" mesajıyla karşılaşınca, 30 kadar yeni hat açtırıp Bekir ve
Hasan üstüne, o sorunu da öyle aştılar…
DoH artık günün ve gecenin belirli saatlerinde "sanal sex show" işiyle uğraşıyor, titiz
çalışmasıyla da kurbanlara video kayıtları izlediklerini hiç hissettirmeden "çok ama
çok kontör", dolayısıyla da para kazanıyordu.
Zerrin isminde, gerçekte var olan bir kadın sandıkları "nefis vücutlu verimkar
hatunu" hayran hayran izlemekteydi SÖ'ler, ve hepsi de mutluluktan dört köşe
olmaktaydı.
Fakat mevcut videoları bitiren ve takriben 2000 kontörü Zerrin'e veren SÖ'ler,
DoH'un itirafını okuyunca MSN'de, izledikleri showların "güzellik ve cazibesini"
gölgede bırakarak sollayan bir dehşetle perişan oluyor, konuşma balonuna "hadi yaa
- ciddi mi yaa - süpersin valla, 6 yap dediğimde kadın şak diye 6 işareti yapınca
parmaklarıyla, ister istemez inandım gerçek oluşuna, helal sana vs." şeklinde tepki
mesajları yazarken, DoH'un hattın diğer ucunda gülümsediğini, fakat bu
gülümseyişin de, şaşkınlıkları artıp ne derece saf olduklarını anladıkça daha vahşi -
daha sırlı - daha şeytani bir hal aldığını asla göremiyorlardı.
DoH, konuyu açıkladığı her SÖ'ye, bu tip video olaylarına karşı hem kendilerinin
tedbirli ve uyanık olmalarını;
Tekme atanla tekme yiyen bir olmadığından, çoğunlukla teşekkür, bazen de küfür
edip offline olarak çekip gidiyordu SÖ'ler.
Bazılarıysa, "- Her soruya bir yanıtı mutlaka olan şu güzel kadında bir bityeniği
sezmiştim ben, zaten; o güzelliğe o akıl fazlaydı" tipi lakırdılarla düştüğü kerizce -
gülünç durumu yumuşatmaya çalışıyordu.
Fakat tamamının hali; salt "merak" dolayısıyla, taa uzaktan doğru gelen, virajlarla
da bir yaklaşan bir kaybolan "parlak ışıkları" daha berisinden görebilmek, ve ne
olduklarını anlamak için asfalta inince, karşı karşıya geldikleri an gözlerinin
kamaşmasıyla olduğu yerde donup kalarak, o "gizemli ışık hüzmelerinin" altında can
veren tavşanları andırıyordu :)..
Hem de aynı değil, her türden hayvan barınıyor insanoğlunun içinde biryerlerde.
Bazısı açlığı meşgale edinmiş kendine, kimi hergün oruç tutmuşcasına suya hasret,
birkısmı iflah olmaz azgınlıklarla donanmış, ve büyük çoğunluğu da o veya bu
sebepten dolayı al kanlar içinde, yani yaralı. Bildiğimiz hayvanlar ne derece
tehlikeli olabilir ki "insanın ruhunda kaynayan" hayvanların yanında? Hiç!
Çünki yeryüzündeki hayvanlar sadece acıkırsa öldürür bir diğerini, veya, dalından
koparır ağacın filizini. Kendini tehlikelerden koruyabilmek için de çoğu zaman,
saldırmak yerine kaçar, saklanır.
Çünki en yırtıcı olanı bile aslında ürkektir. Hele de insanla karşılaşsa öyle korkar ki,
ilk hamle karşıdan gelmedikçe, sadece "kirişi kırmak" güdüsü trompet çalar tüm
bedeninde. Ve, hala hayatta kalmışsa eğer güçten düşüp yaşlandığı zamanlarda,
kendine ücra bir köşe bulur, "gık" bile çıkarmadan - sessiz sedasız ölür gider.
Ne arayanı soranı vardır, ne ardından yas tutanı, ne varolduğu günleri anan bir
akrabası. Güçsüz, acınası, zavallı!..
bunları kimde - hangi zamanda - hangi olayda kullanacağını asla bilemez, ve ortaya
çıkma ihtimali olan vahşetin boyutunu da kestiremezsin.
Zaten zararlı olan bu hallerine; ıslah etmek bir yana, üstüne üstlük yeni darbeler
vurup da öylece bırakma gafletini de eklersen;
al işte sana;
uluması - pençe atışı - kıyıcılığı ölümcüllüğe varan, en iyi ihtimalle "hafif yaralı bir
hayvan".
***
{30}
DİCLEHAN
HİÇ OLMADI;
GÜNAH KILIĞINDA ARDINSIRA GELİR DURUR DA,
BİR ÖMRÜ SANA HARAM EDER...
***
Meslek derslerini bir tarafa bırak, ikinci sınıfın edebiyatını nasıl verdim sanıyorsun
sen yaa :(.
Hem o hoca şimdikinden 10-15 yaş daha ihtiyardı. İğrençti ama, ona bile istediğini
verdim ben! Okul uzamamalı anlıyo musun? Ailem zaten benim okulum yüzünden
soğan bile bulamaz hale geldi yaa :((".
"- Canım arkadaşım, sen naparsan yap ben yanındayım unutma :(("
"- Biliyorum bebiş biliyorum. Erkeklerin çekip çevirdiği ama rezil de ettiği, ve doğru
yoldan ayrılmak zorunda kalan kadına fahişe - kevaşe - sürtük - orospu etiketini
hemencecik yapıştırıverdiği dünyada beni anlayan ve olduğum gibi kabul edecek
birkaç kişiden birisin sen. Sırf dersten geçer not alabilmek adına, meslek dersi
hocasının koynuna girsem, ve kendimi becertsem de bu fikrin değişmez, biliyorum.
Hadi ben kaçtım, internet kafeye rezil olmayayım, param az cebimde, byee."
Oysa "geri besleme ve zamanlama" kavramlarının ilk dile geldiği Flip-Flop devreleri
1919 yılında bulunduğunda; süregiden sinyal akışıyla, gerektiğinde, yeni bir veri
dışarıdan gönderilmese de, belirlenen zaman dilimleri boyunca çalışabilen "Digital
Elektronik" devreler yeni çığırlar açtı.
Mesela; hafıza devreleri artık tek bir tetiklemeden aylarca sonra bile veri
işleyebiliyordu, ve insanoğluna yeni yeni ufukları hedefletti.
Tıpkı "yetişmiş" sayılan ve 18'ini geçmiş bir insan yavrusunun; yaşam denilen
hengamede "teklemeye" maruz kaldığında, aile fertlerinden alacağı "uygun zamanda
uygun besleme" gibi maddi ve manevi…
Kesinlikle çok güçlü bir girdaptı bu, ve tutup onu yakalamış, habire derinlere
çekiyordu. Vakit daraldıkça, yaşadığı kaygı dolu günleri habire boşa geçirdiğini
farkettikçe de kendisini büyük bir suçluluk duygusunun kollarında buluyor, varolan
enerjisinin hepsini bu ikilem arasında gidip gelmekle tüketiyor ve bitkin düşüyor,
yatağında rahat uyuyamıyor, uykusuz geçen gecelerin gündüzlerindeyse okulda da
kendini derslere veremiyor, ve bir çıkmaz sokaktan öbürüne sürüklenip duruyordu.
Bir bilişimcinin sahip olduğu beynin çalışma şeklini iyi bildiğinden, onun içinde
bulunduğu durumla ilgili hissettiklerini anlıyordu DoH.
Kendini verip de, sınıfı geçirtip mezun ettirecek kadar ders çalışmadığının
pişmanlığıyla, insanı düşüncesizce kararlar almaya mecbur kılan "umutsuzluk"
duygusunun acımasızlığında köşeye sıkışmıştı.
Pişmanlık halleri, yaşanan kayıpların yoğunluğuyla da doğru orantılı olarak daha bir
"yılansı" havada nükseder bilişimcilerin beyninde. Yılansıdır, çünki, yılanları izleyin,
saniye saniye fikir değiştirirler. Bu duruma bazıları kararsızlık dese de, asla
değildir. Özünde; o pişmanlıktan kurtulma ve onu yoketme çabası yatar, ve bunun
da tek yolu, yani pişmanlığın üstesinden gelebilmenin yolu, oturup planlar
yapmaktır.
Gelgelim, çoğu zaman şifreli ifadeler içeren, ve bazen de sadece "karşı tarafa haber
uçurmak maksatlı" şiir sanatı yerine; toplumun her kesimince anlaşılan - yalın yapısı
sayesinde her beyne kolayca ulaşan - düşünce denilen tonlarca ağırlıktaki yükü
kolayca taşıyan - damıtıldıkça da "duygu durumları ve ulaşılması olası erekleri"
okuyanın damarına enjekte eder gibi bir tavra hiç prim vermeyen iletişim aracı olan
"Düzyazı"'yı seçmişti.
Sonraları birşeyi daha keşfetti : Şairler, orospu ağaçlarını sallayıp sallayıp, yere
kanatsız bir melek düşmesini bekleyecek kadar da pozitiftiler. Eh be kardeşim, eh
be birader…
Hayvanların bir kısmı et yemez, bir kısmı ise ota hiç dokunmaz ama insan her ikisini
de birşekilde tüketir. Yeter ki fırsat bulsun ve sömürebilsin.
Küçümen, minyon bir kızdı Dicle, ve DoH ona MSN'de "- Demek sınıf geçmek için
Hoca'nın koynuna girmeyi, dişiliğini bu ve buna benzer durumlarda kullanarak yol
katetmeyi göze alabiliyorsun.
ilk şaşkınlığı "- Listemde ekli değilken, yokken, bana nasıl ileti gönderebiliyorsun
sen???" olan, daha sonra da, "- Bu mevzuuyu sadece tek bir arkadaşımla
konuşmuşken, nasıl oluyor da sen de bilebiliyorsun???" diye uzayıp giden, ama DoH
açıklayıcı bilgiler verip, iyi de bir BŞH olduğunu anlattıkça, ona inanmış - güvenmiş,
ve birkaç gün sonra da kitaplarını - defterlerini sırtlayıp DoH'un evine gitmişti.
Güzeldi Dicle.
Fiziken; sahildeki kumların içinde cıvıl cıvıl cıvıldayan - pırıp pırıl pırıldayan ve
yakut, zümrüt, elmasları andıran, genç ve güzel bir kızdı. İlk birkaç buluşmalarında
Güç Elektroniği ve SQL gibi gayet ağır dersleri tam bir arkadaş havasında
çalışırlarken, ve DoH ona özetiyle "- Öğretmeninle, sınıf geçmek için seks yapmanı
istemedim Dicle, çünki bu seni ruhen bozup etkileyebilir, ve manevi değerlerine
tamiri zor zararlar verebilir. Şimdi genceciksin.
Çalkantılı bir çokeşli sex yaşantısından sonra yuva kurup da evlenirsen, ve kocan
birgün geçmişinle ilgili bişeyler duyup da karşına "- Gerçeği mi öğrenmek istiyorsun
Dicle?! Tamam öyle olsun! Ben sana, seni tanıdığımı sanırken aşık mışım!" gibisinden
söylemlerle çıksa, üzülen yine sen olursun.
Özgür Sex denen birşey bu dünyada var, ama, "sınıf geçme" karşılığı olarak yapılanı
hiç hoş değil" tarzından konuşmalar yaparken; Dicle'nin DoH'un, dudaklarına
kondurduğu buse ile başlayan bir sex arkadaşlığına da yer açmışlardı
dostluklarında.
Aylar geçti, meslek derslerinin hepsi dört dörtlük öğrenildi ve sınavlardan çok
yüksek notlar alınarak okul bitirildi.
Nefes nefese bir sevişmenin ardından, çantasındaki anahtarları çıkarıp DoH'a uzattı
Dicle. Yarı ürkek bir sesle, "- Daha fazla saklayamayacağım. Sen benim için öyle
kıymetli idin ki, DoH, 4 aydır nişanlı olduğum ve birkaç ay sonra da evleneceğim
çocuktan sana bahsedemedim.
Çünki biliyorum ki, o zaman seninle sevişemezdim. Daha doğrusu sen sevişmemizi
istemezdin.
Çünki sen beni "küçük ve korunması gereken cici kız" belledin, ve bunu da hep
hissettirirken, tamamen "dürüst" olmam konusunda da tembihledinm. :(".
"- Dicle? Şimdi sen aylardır hem nişanlın hem de benimle mi sex yaptın? İkinci adam
ben bile olsam ve seni çok haketsem de; haberim olsa böyle bir haksızlığı nişanlına
yapmana izin verir miydim?
Neyse, anahtarlarımı bırak ve git. Dürüst olabilir misin bilmem de, mutlu ol bundan
sonraki yaşamında!" diyerek, Dicle'nin merdivenleri hızla inerek evini terkettiği
esnalarda binbir şeyi düşünüyordu yatağında DevilofHacker…
Hadi diyelim ki; çoğunlukla kısacık kesilmiş hatta usturaya vurulmuş ama diriliği
mutlaka anlaışlan saçlarıyla - kirli ve sigara dumanından sararmış uzun sakalıyla -
monitör izlemekten feri kalmamış ama bir o kadar da anlam içeren bakışlarıyla -
geniş ve heybetli alnıyla - hiçbir fırsat tanımazmışcasına keskin, ve manasıyla da
tüm yeryüzü tecrübelerini emip doymuş, taşmış; hayatın bütün karmaşasını kendine
almış edalarıyla da bir insanı değil de, sanki, yaşama ait bütün sırları
"hareketsizliğine rağmen" haykıran bir heykel yüzüne benzeyen DoH'un çehresinden
etkilenmemek ve defalarca uzun uzun bakmamak elde değildi;
DoH'a aşık olmasına rağmen, "son kez" olsun diyerek o da, kitaplarını bırakmak için
gittiğinde evine, Halis denen o çocukla sevişmiş miydi?.
DoH sorduğunda "Hayırrr" demesine rağmen; kadınların hepsi bir erkeğe aşıkken, bir
diğeriyle de sex yapabilir miydi?..
Telefonunu eline aldı, "- Haftasonu Ören'e gelsene." yazıp FGCM'ye gönderdi.
{31}
BAHNAME
"BIRAK EZİLSİNLER,
ALDATILSIN VE KAHREDİLSİNLER,
BELKİ BİNLERCE ASIRLIK
VE AHMAKÇA UYKULARDAN
BÖYLELİKLE UYANABİLİRLER." DİYEMEDİĞİMDEN;
Onun sözlerini derin bir sükunetle dinleyen DoH, keskin gözlerinin ışıltıları eşliğinde
: "- Deliliniz olmadığına göre, sadece "yüksek veri trafiği" yapan bilgisayarımdan
dolayı beni burada daha fazla tutamazsınız sanırım. Parmak izlerimi de aldınız ve
gerekli açıklamayı da yaptım. Siz de teknik polis olarak iyi biliyorsunuz ki;
bir ağa dahil olan bilgisayarlara kendilerini yayarak, ağ üzerinde çok yüksek
miktarda veri trafiği oluşturan SoLucan'lar (WORMS) bile mantıklı bir savunma
olabilir benim şu an içinde bulunduğum duruma. Her ne kadar, ADSL yeni bir
bağlantı şekli olsa da, solucanlardan birkaç tanesi bilgisayarımın bazı portlarını
açıp, buralardan yoğun ve kesintisiz veri transferleri gerçekleştirebilir, ve sizin de
peşime düşmenize neden olabilir, hı amirim?"…
Birkaç resmi evrak ve ifade tutanağını imzalatıp, ilgili savcılığa da danışarak serbest
bıraktılar DoH'u. Şafak sökerken ansızın gelmişlerdi ellerindeki arama emriyle
birlikte. Evde kayda değer birşey bulamasalar da, sorgu için alıp götürdüler Emniyet
Müdürlüğüne. Sonrası malum. Atarlar - giderler - psikolojik baskı yöntemleriyle
itirafa yönlendirmeler vs. ECHELON'da açılmış olan deliğin failinin izleri Balıkesir
gibi bir taşra kentine kadar ulaştırmıştı onları, ama hepsi o kadar.
Çok yüksek veri trafiği olan birkaç kişiyi telekomun Log (İtatistiki kayıtlar)
dosyalarından tespit ederek çapraz sorguya alıp, sonra da serbest bırakmaktan
öteye gidemediler.
Türkiye'de güç bela ve çoğu zaman da kendi öz çabalarıyla yetişen beyinlere sahip
çıkmaz korumazsan, diğer devletlerin karanlık güçleri öncelikle "beyin göçü", o
olmazsa da "beyin imhası" için harekete geçerler. Bu yüzden kıymetlerini bilmek ve
koruyup gözetmek aslında şarttır DoH gibi Beyaz Şapkalı'ları.
Çünki DoH'un farklı ülkelerdeki İSS'leri kullanarak (İnternet Servis Sağlayıcısı) izini
takip etmemelerini çok kolay biçimde sağlamak gibi bir ayrıcalığı vardı.
Örneğin; İstanbul Maltepe Merkez Camii'nin bahçesine otursa, Pekin - NewYork -
Oslo - Shànghǎi üzerinden Maltepe Emniyet Müdürlüğü'ne ulaşarak bir SiberSaldırı
gerçekleştirse, İstanbul bilişim suçları amirliği olayı çözmek için, adı geçen
şehirlerin polis teşkilatlarıyla iletişime geçmek ve ortak bir operasyon yaparak
DoH'a ulaşmaya çalışmak zorunda kalırlardı, ki, bu da neredeyse imkansızdı; ve DoH
yine de bıraktığı izleri silebilirdi her aşamada.
Fakat yaşadığı gözaltı ve sorgu süreci DoH'a ECHELON'u vara yoğa kullanmaması
gerektiğini işaret etmişti. Yeni bir arayışa girdi...
Yaptığı her işte "derinlik ve özgünlük" olmasına özen gösteren DoH, uzun uzadıya bir
araştırma sonucunda özü sekse dayalı olan seks partneri arama tarzında hetero -
çift - lezbiyen - gay - biseksüel tercihli herkesin partner bulmak için
başvurabileceği, ücretli olduğunda da para kazandırmasının yanısıra, kıymete
bineceğinden, taleplerin de artmasıyla birhayli aktif olacağını düşündüğü;
hepsi biryana;
şöhreti ve felsefesi olan bir domain olan bahname’nin boşta olduğunu görünce,
Kamasutra kadar bilinmese de, Türk-İslam sentezli Bahname'nin çok yerinde bir fikir
olduğuna karar verip hemen satın aldı.
İlginç olansa; her iki domainin de, henüz ikinci uçak kulelere çarpmadan
kaydedilmiş oluşudur.
Yani konuyla ilgili mühendis veya teknik kişiler çok hızlı olmak zorundadır, çünki
internet ortamında domainler çok büyük önem taşır.
Bir diğer ilginç nokta da; ikinci uçağın çarpmasından sonra yaşanan domain kayıt
olayında vardır ki; İsviçre'li bir internet kullanıcısı çarpışmanın saniyeler sonrasında,
çoğul ifadeyi gösteren "worldtradecentercrasheS ve wtccrasheS" adreslerini kıymeti
yükselince satmak ya da kendisi bir websitesi tasarlayarak büyük kitlelere ulaşmak
maksadıyla kayıt edip, üstüne almıştır…
Bahname'ye gelince;
Asıl işi gökbilimciliği olan Tus’lu bilgin bu konuda yazılmış tüm eski kitapları
inceler, kendi dönemindeki uygulamayı da gözden geçirir ve istenen kitabı
hazırlayıp saraya sunar.
Bahname-i Padişah, yıllarca elden ele dolaşmış ve yazılmasından 300 yıl sonra,
Osmanlılar döneminde Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiştir. İlhanlı saraylarındakilerin
yanı sıra halk tarafından da sıkça kullanılmıştır.
Tus'lu Bilgin Nasıreddin Tusi'nin aynı adlı eserinin domain olarak hiçkimse tarafından
kaydedilmemiş olması şanstı. DoH da "cuk oturdu be!" diyerek, ağız tadıyla
bahname'yi üzerine alıp, içeriğine koymak için de insanların arkadaş - sevgili - seks
partneri arayacağı bir websitesinin kodlarını ASP programlama dili ile çabucak
yazdı.
İkinci durumun açıklaması için bir kıssamız var : Zeki bir psikolog, içip içip ya da
içmeden de olsa eve gelen kocasının kendisini sürekli dövdüğünü anlatan kadına; eşi
eve girdiği an ağzına koca bir yudum ayran alarak, adam uyuyana dek tutmasını
salık veriyor.
Milattan önce 2500'lü yıllarda kocalarına cevap verme cüretini gösteren kadının,
"üzerinde kendi ismi yazılı tuğlayla dövüldüğünü" düşününce, "eh be kadın milleti eh
be! :)" dememenin mümkün olmadığı gibi;
Bu tip insanlar adını duydukları an Bahname'ye üye olacaklardı, çünki; 60-65 yıl
öncesinin en meşhur ABD'li banka soyguncusuna "- Neden banka soymakta bunca
ısrar ediyorsun?" dediklerinde, Willie Surtan isimli soyguncu, "- Çünki orası paraların
bulunduğu yer" gibisinden net ve anlaşılır bir yanıt veriyorsa, arayış halinde sörfe
çıkan birçok SÖ de soluğu "kendine benzeyenlerin" bulunduğu Bahname'de alacaktı…
DoH bütün yazılımlarını ve, donanımsal olarak RAID desteğini ve dolayısıyla da
yüksek hızı barındıran SAN (Storage Area Network) ve SCSI özellikli, sıradan
kullanıcılardan ziyade firmaların sistem odalarında bulunabilecek çok büyük verileri
depolamaya imkan tanıyan bilgisayarına, "Hosting" niteliği kazandıracak çalışmaları
bitirdi.
Ama gerekli yazılım geliştirmeleriyle DoH, her üyenin nette hangi websitelerini
gezdiğini süzüp alabilir, o kişi hakkında bir profil oluşturarak bunu onunla iletişim
kurduğundaki sohbetlerde kullanabilirdi.
Öyle ki; baştan DoH'a Ticket gönderen Google Adsense bile, daha sonraki
zamanlarda websitesinde oluşan yoğun trafiği "sahte tık" sayesinde oluştu sanarak,
DoH'a binlerce $'ını vermemişti. Yani sistem heryönüyle mükemmel, heryönüyle
DoH'un emellerine uygun haldeydi…
Şimdiden sonra hikayelerini okuyacağınız kişiler gibi binlerce vakıa ile uğraştı
DevilofHacker ama sizler sadece seçilmiş 50-60 kadarını okuma fırsatını
bulacaksınız bu kitapta.
***
{32}
ADANALI
ZEKA VE DERİN KAVRAYIŞ GÜCÜ SAYESİNDE
ÇOĞU İNSANIN YÜREKLERİNDE BULUNAN
VE İÇERİYİ GÖSTEREN PENCEREDEN BAKMAK MÜMKÜN İKEN;
Evli olmasına, eşinin İncirlik Hava Üssü gibi biryerde iyi maaşla çalışmasına, ve
haliyle de cinsel yaşamlarında sorun olmamasına rağmen;
bir kadınla seks yapmak ve onu yalayıp - okşamak çıldırtıyordu Emine'yi. Böyle
yazmıştı Bahname'deki profiline ve evli - bekar bütün kadınlarla yazışabileceklerini
beyan etmişti.
Mesela Zerrin; "- Lütfen yaa, kırma beni hadi n'olur aşkımmm…………….." dediğinde,
Emine onu kırmamış ve banyoya koşup getirdiği koca kovanın içine çişini yapmıştı
kameraya yakın çekim göstere göstere.
DoH Zerrin'in sapık olduğunu düşünse de, öte yandan da "tecrübe tecrübedir" diyor
ve Emine'ye sıradışı ne varsa yaptırıp, kaydediyordu.
Zaten bir yazılım geliştirip MSN'e montelemişti ve karşı tarafın kamerası açıldığı an,
sistem görüntüyü otomatik olarak kayıt ediyordu.
Aradan geçen 3-5 saatin sonunda, kendi görüntülerini izleyen, ve DoH'un "- Sanal
ortamda soyunma. Kötü niyetli biri görüntülerini kaydedip internete yayabilir!"
telkinleriyle kendine gelecek olan Emine'nin şok ve minnet duygularını hesaplamaya
çalışırken;
"- Kaydet, n'olcak ki? İstersen akşam kocam gelince kamerayı açar, karşında
sevişiriz. Biz takmayız öyle şeyleri şekerimmm" diyen kadının kendisini
şaşırtmasıyla, ve gerçekten de gece olup kocası eve geldiğinde gözlerinin önünde
yaptıkları hırçın seksle bir felsefi sonuca daha ulaştı.
İşte DeviLofHacKeR o gün, dünya üzerindeki insan icadı bütün sorunların çözümünü
buldu Emine ve Kocası sayesinde : Uygulama alanı bulabilir miydi başka Sıradan
Ölümlü'lerde meçhuldü, ama, yerkürede yüzyıl öncesi de 1 dk. öncesi de herkesce
"Mazi" sayılıyor ya hani; işte dert - keder - problemlerin çözümü ;
Şu karı koca ise, değil mazi ve mazi hakkında sorular sormamak, "yaşanan an'ı" bile
silip yok sayabilecek hale gelmişler, özgürleşmişler ve benliklerini materyalden
kurtarabilmişlerdi.
"Gözetim Sistemi" denilen şeyin yeni şeklini "çok yönlü bilgi toplama - bilgi
yönlendirme - analiz" gibi kavramlardan çok uzak olan;
"sevişme-seks" gibi
tamamen tensel - bedensel olan bir eylemi de
sayısallaştırdıklarını,
ve SÖ'lere sunduklarını
öngörüp öngöremediklerinin sorusu vardı…
***
{33}
HIYARCI
EVLENDİĞİ ŞEYİN
"KADININ BEDENİ VE GÖNLÜNÜ HOŞ EDEN BİR ERKEK" DEĞİL DE,
BİR EV VE İÇİNDEKİ EŞYALAR OLDUĞUNU
"BİRBİRİNİ KOVALAYAN
CİNSEL TATMİNSİZLİKLER NETİCESİNDE"ANLADIĞINDA;
SAHİBE Mİ?
O DA HIYARLARA KALIR...
***
açık penceredeki tül perdeleri aşarak odaya sızmış güneş ışıklarıyla aydınlanan
yatağın üzerinde,
"- İşte benim gerçek kocam bu :(" dediği çok iri bir salatalığın üzerinde zıplayıp
dururken bir yandan da diri memelerini okşayarak inleyen Semra neredeyse
kendinden geçmek üzereydi…
Çünki sırf zenginliğine vurulduğunu sonradan farkettiği kocasıyla gerçekten çok lüks
bir yaşantıyı paylaşırken, aynı zamanda da cinsel hayatlarındaki uyumsuzluğu enine
boyuna bölüşüyorlardı, ve Zerrin de onu sohbetleri esnasında kesinlikle anlamış -
hak vermiş, bir kadın olarak(!) da soyunup eşlik etmeye başlamıştı yalnızlığına.
Odasının hafif ve saf "temizlik" kokuları eşliğinde, sanal da olsa çarpık bir ilişki
yaşamış olmaları, Zerrin'le yakaladıkları ruhani musikiyi kesinlikle gölgeleyemiyor,
ve her ikisini de yavaş yavaş orgazma taşıyordu.
Koca hıyarı hiç umulmayan bir kolaylıkla karadeliğine alarak sarsıla sarsıla
boşalmasına şahit oldu Semra'nın "yere kadar uzanmış eflatun renkli ve kelebek
desenli" yatakodası perdeleri.
Kocasının ekonomik olarak sunduğu ne varsa, hepsinden fazla keyif aldığı bu sanal
sevişmenin ardından, laptopunu alıp pijamalarını giyerek salona geçti Semra, ve
Zerrin'le çok tatlı çok içten bir sohbete başladı.
Zerrin'in BŞH (Beyaz Şapkalı) bir hacker olduğunu, sanal ortamda webcamlerdeki
her görüntünün kayıt altına alınabileceğini, şantaj için olmasa da internete dağıtılıp
başını tamiri zor belalara sokabileceğini, fakat DevilofHacker'in şu an kendisine
izlettiği az önceki hıyarlı sahnelerin asla üçüncü şahısla paylaşılmayacağını vs.
okuduğunda MSN'in konuşma balonunda, gözleri faltaşı gibi açıldı, ne yapacağını
bilemedi, aklı karıştı…
"- Hiç üzülme. Eşini aldatır mısın bilemem de, Zerrin'le yaşadıklarınız için hiç
üzülme. Bedenler her an hazır, ve ten bu aşk güreşlerinin katalizörü - en önemli
figürü. Tin'ler alt alta üst üste gelip oynaşabiliyor mu kocanlayken sen
açıkyüreklilikle ondan bahset, ki, aşkın varlığına ikna et kendini. Aksi durumda inan
bir suç işlemedin, ve sadece netteki tehlikelere karşı DoH tarafından "tecrübe
ettirilerek" uyandırıldın. Hadi kal sağlıcakla." diye yazıp kayıplara karıştığında DoH;
onun her SÖ'ye sağladığı koruma - gözetmeler için duyduğu minneti kalbinde
derinlemesine yeşertirken biryandan,
ve geçici de olsa "delirtecek kadar güçlü bir tehdide" maruz kalışına "sinirlenmek"
dışında nasıl bir insani duyguyla karşılık vermesi gerektiğini kestirmeye
çalışıyordu…
***
{34}
AZERBAYCANLI
***
Nasıl oluyor da sudan çıkıvermiş bir balık veya suya düşüvermiş bir yüzmebilmez
gibi soluksuz kalmıyor şu Sıradan Ölümlü'ler yahu?
Ve nasıl oluyor da kör - sağır - topal halde, doğduğu andan itibaren taa ölüm anına
dek şu keşmekeşin içinde,
sanki hiç bıkmazcasına,
Çünki gerçekte "Yeryüzü" okullarda ders kategorize edercesine "birden çok uzmanlık
alanının" bulunduğu biryer değil.
Hud suresinin 107. ve 108. ayetlerinde cennet ve cehennemin geçici olduğu imalı
da olsa bildiriliyor, ama, sonrası için bir "ne olacak?" tebliği yok.
Bu dünyada hayatın asıl manası hala muamma, öte dünya başlıbaşına "bilinmezlik ve
sırlar üzerine" kuruluyken, ortalıklarda "ben! ben!" diye dolan dur sen!..
DoH onun anlattıklarını dinledikçe tam da düşündüğü gibi bir Sıradan Ölümlü dişiyle
karşı karşıya olduğunu tescilledi. Samira da diğer mevkidaşları gibiydi ve stresin
bulaşıcı olduğunu bilmemesinin yanısıra, kaynağının da adrenalin olduğunun
farkında değildi.
Bu emekler de önce "zaman" sonrasında da yüksek enerji kaybına sebep olur SÖ'nün
yaşamında.
Kalkar gider ve "- Sadece okşamak yetmiyor Zerrin, bekle bir sn. bebeğim" şeklinde
yazdığı mesajın ardından;
Eşdeğerde olmasa da iki adet mangal alıp gelmiştir ayrıca banyodan. Meme uçlarını
hafifçe acıtan mandallar ve içini fazlasıyla dolduran deodorant kutusunun eşliğinde,
sarsıla sarsıla boşalmışlardır karşılıklı ekranlarda yeni arkadaşı Zerrin'le…
o koşuşturma dünyasında sükse ile karışık şekilde yudumladığı viskinin aslında nasıl
da "saflıktan uzak ve acı - korku - güçsüzlük - umutsuzluklarla" harmanlanmışlığını;
ve o küçümsediği fakirler "izbe bir bakkaldan" kötü bir şarap alıp keyifle içmeye
koyulduklarında, yaşamın en saf - en doyurucu nektarlarını yudumlamakla
kalmayıp;
kendisinin o şaaşalı hayat içerisinde hiçbir zaman için "ektiği tohuma bağlı bir ürün"
elde edip de biçememesine rağmen, onların ne ektiyse onu biçmek gibi bir lüksü
her an yaşadıklarını anlatmak, ve ona "aklının" hiç de sandığı kadar ulu olmadığını
göstermek suretiyle uyandırmak vardır...
Önce tüm olan bitenin itirafını Zerrin'e yaptırdı ve kendisini hiç bulaştırmadı DoH.
BŞH (Beyaz Şapkalı Hacker) olsa da bir hackerin kendisini görüntüleyip kaydettiğini
bilsin istemedi.
Çünki bu tip "yüksek ego ve kibir" sahibi SÖ'lerin korku ve panik halleri de tuhaf
olur, çok derin etkilere yol açabilirdi gerçek yaşamlarında. Fakat Samira kendi
görüntülerini izlediğinde "- Sen bittin kızım! Beni kaydetmeyi çok ağır ödeteceğim
sana! Kocam Amerikalı ve polis teşkilatında görevli. Seni mutlaka buldurtup canına
okutacağım!! " vs. vs. deyip, hızını alamayıp gidip kocasını da çağırarak yaşadıkları
herşeyi anlatınca ona Zerrin'in gözleri önünde, ve ikisi bir olup birsürü atar - gider
yapınca, kanalı hemen değiştirdi ve topu Zerrin'den alıp DevilofHacker oluverdi...
Onların giderlerine giderin kralını yaparak mükemmel bir hacker olduğunu, yerini
ve kimliğini tespit etmeleri için hergün onlarla MSN bağlantısı yapacağını, güçleri
yetiyorsa yakalatmalarını vs. söyledi.
Yaşadıkları dehşet dolu anları yeterince uzatan ve derslerini veren DoH, çıplak
görüntülerinin kendisiyle mezara gideceğinin garantisini verirken;
her ikisinden de gerek sanal gerek real yaşamda "mütevazı ve farkındalığı yüksek"
insanlar olmaları, ve bu tip tuzaklara birdaha düşmemek için de daha dikkatli
olacaklarının sözünü alıp iletişimi kopardı…
***
{35}
UYANIK İDİL
"- Öldü o belki de şu an, öldü annıyon mu Allah'ın belası! Durma beni de hackle
istersen ama önce dinle.
Üç ölü yedi yaralı vardı Tarsus yolundaki kazada ve yaralılardan birisi de İdil'di.
İlkbakışta kankası için yüreği parçalanan genç bir kızın yakarışları gibi görünse de;
Bahname'ye kayıt olma amacını profilinde "Yeni nişanlandım ama nişanlımın gücü
beni doyurmaya yeter mi sanıyorsunuz? Gelin hadi tanışalımmm sevişelimmm :P";
diye belirten İdil'in küçücük aklıyla yaptığı planın parçalarıydı bu söylemler aslında.
Ortamda ölümlü - yaralanmalı bir kaza olmadığını Ulusal Gazeteler - EGM Bilişim
Dairesi Başkanlığı ve birçok resmi kurumun veritabanlarına sızarak öğrenen DoH;
DevilofHacker'a yukarıdaki sözleri yazan kızın başka pencerede de İdil'e "- İnandı
galiba ya, du bi, bekle konuşuyo, bişiler diyo dur" yazdığını görebiliyordu. :D.
Kıza kaza ile ilgili sorular sorarken ve İdil çabuk iyileşsin diye dua edeceğini
belirtirken, bıyık altından da sırıtıyor,
Esmer güzeli olmasına rağmen sahte sarışınlığı seçen İdil'in ilk uyanıklığı - kurnazlığı
değildi şu başvurduğu.
İnfosundaki mesajı okuduğunda ve "al sana bi süzme salak daha" diyerek peşine
hemen Zerrin'i saldığında DoH,
hani İdil uyanık - zeki - külyutmaz ya, kameralarını açar açmaz iki kadın da, "şimdi
bana elinle 3 yap bakalım" deyiverdiğinde ve Zerrin de üç rakamını en ufak pürüz
yaşanmadan kamerada gösteriverdiğinde, karşısında çılgınca sevişmeye hazır gerçek
bir kadın olduğuna kanaat getirmişti, ve onunla saatlerce webcamsex yapmaya
girişmişti.
Çünki DoH ona günlerce "seks yapmanın güzel birşey" oluşunun yanısıra, boyutun,
"insanın kendine duyduğu saygıyı törpüleyecek hale gelmemesi gerektiğinin", ve
kurban SÖ'lerin hepsine telkin ettiği ne varsa "internette güvenlik" ile ilgili bütün
açıklamalarını bir bir yaptı.
Sandığı kadar akıllı olmasa da, utanacak kadar aklı vardı İdil'in, lakin, gidemiyor ve
kırmızı lake koltuğun üzerinde DoH'a yarı hayran yarı kızgın şekilde bakarken
kıvranıyordu.
Çünki, öğütler verdiği mahalli terketmek için hareketlenen insana öyle bir bakış
atardı ki DoH, bir çift namluyu andıran ve akları öfkeden birçırpıda kanlanan
gözlerin nezaretinde, oturduğu yere daha bir "kurulmak ve beklemek" zorunda
kalırdı zavallı.
İşte dersini böylece alan İdil, birkaç gün sonra da "öldü o" planını uygulamaya
sokmuştu,
ve DoH aslında bunu hemen anlamışsa da İdil'i kendisiyle başbaşa bıraktı, iletişimi
kesmesine izin verdi.
***
{36}
MUHASEBECİNİN YAZGISI
KAYBETTİĞİ SERVETİNİ
YENİDEN ELDE ETMEK ADINA HİÇ ÇABALAYAMAYAN
VE ŞÖYLE BİR SİLKİNİP
TEKRAR ESKİ DÜNYASINA DÖNEMEYENLERİN
SARSILMIŞLIĞI - EZİLMİŞLİĞİYLE
BAHTININ KAYPAK YILDIZINA
SİTEM ÜSTÜNE SİTEMLER EDECEK,
FAKAT,
EN ÖZGÜR İNSANIN DAHİ
SAHİPSİZ - EFENDİSİZ - GÜDÜLMESİZ OLAMAYACAĞINI ANLADIĞINDA
KADERİNE RAZI OLMUŞLUKLA
BAŞBAŞA KALIVERECEĞİNİ DE
ÖĞRENECEKTİR...
***
Çocuk üniversite sınavlarını kazanır ve, "Okur gider be Allah'ın izniyle. Kazandı ya
hayırlısıyla" denilerek başka kente uğurlanır. Baba bir kurumda işçidir en iyi
ihtimalle, ama, hem evde kalanlara hem de "okuyup herkesin yüzünü
güldürsün" diye gönderdikleri çocuğa yetmeyecektir kazandığı para.
Eh, her iki taraf da fedakarlıklara başlar haliyle ve kemer sıkma politikaları
uygulamaya sokulur. Fakat feriştah olsa da gurbetteki, okul - yurt - kantin - kitap -
ulaşım meselelerini halledemeyecektir kendisine ailesinin kıt kanaat gönderdiği
parayla.
Erkekler, okulu bırakıp gitmeden hemen önce gelen seçenekte "parttime iş" bularak
çözerken sorunu, kızlar her işte rağbet gör-e-meyeceklerinden, dişiliklerini o ya da
bu şekilde ön plana çıkarmak zorunda kalırlar.
"- Kontörüm yok kızım kontörümmm! Son görüştüğüm herif hayvanın tekiydi. Canımı
yaka yaka becerdi beni ama hakettiğim parayı bile tam vermedi. Bir haftadır kontör
bile alamıyorum. Okula giderken minibüse dahi binmiyorum :(((", şeklinde dert
yanıyordu msn'de Zeynep başka bir kıza.
Yaşamda neyin "sonsuz bir önem ve gerçeklik" taşıdığını öğrendiği yirmili yaşlarında
farketti ki DoH, çenesinin gaz pedalı sanki hızla paslanıyormuşcasına devre dışı
kalmaya başlamış.
Öyle ya; kim ve hangi cesaret seviyesinde olursa olsun, patlamaya hazır bir el
bombası ağzına sokulduğu an nutku tutulur, ve ne kendinde ne dilinde konuşacak
gücü bulamaz, şok olur. Ölümün de insana "hadi toparlan da gidelim"anlamında göz
kırpmadan geçirdiği tek bir saniyesi yoktur.
Ve ölümün suç ortağı "hayat" öyle bir basınçla yüklenir ki insanın omuzlarından;
hani çok uzun ve yaya bir yolculuktan sonra seni karşılayan akraban elindeki bavulu
alıverdiği an farkedersin ya kolunun kopacakmışcasına ağrıdığını;
işte azrail gırtlağına çöküp, bu dünyada içine çektiği son nefesi alıp terkisine
gidinceye kadar da "yaşamak" denilen külfetin farkında bile değildir çoğu insan…
Zeynep tam dört yıldır farkındaydı, ve okulu bitirebilmek için bedenini, ayda birkaç
kez de olsa, adını "fahişe'ye" çıkarmayacak şekilde satmaya başlamıştı. İşte DoH
azrailden önce elindeki bavulu almak ve onu rahatlatmak için gönderdi kontörleri,
ve hiçbirşey ummadı, talep etmedi. Gelgelelim Zeynep, kontörleri gönderen 20-30
kadar farklı telefon no'sunu günün her dakikası aramaktan hiç vazgeçmedi.
Sim kartları sadece Bekir yeni kontör müşterisi bulduğunda telefona takan DoH ise,
ulaşamadığı için SMS de atan Zeynep'in yüzlerce "Kimsin sen?" mesajına da maruz
kalıyor ve Bekir'in paralarını peşin aldığı müşterilere kontör transferi yapamıyordu.
Çünki Zeynep'in kontörü boldu, ve gönderdiği SMS'lerin birini silse akabinde yenisi
geliyor, DoH da yapacağı transfer işlemini gerçekleştiremiyordu. Mecburen aradı
Zeynep'i ve olan biteni anlattı.
O'na özetle; "Param yok diye başla ve gereksinimlerini sırala. Hemen anlayacaksın
dostlarının ederi kaç para"düsturuna istinadan kol kanat olmak istediğini, parası
olmadığından da elindeki kontörlerden gönderdiğini, okulunu bitirip bir işe girerek
hem kendisine hem de ailesine yardımcı olabilmesi için sebepsiz - karşılıksız olmak
kaydıyla destek vermek istediğini anlattı.
Bu sefer de Zeynep'in "Seni yakından tanımam lazım" ısrarlarına maruz kalarak, bir
gece onu misafiri olarak ağırladı. Hayata dair çok şeyden bahsettiler Zeynep'le.
Öyle ki, bu samimi ve canayakın kadına DoH "ne zaman istersen gel gir" diyerek
evinin anahtarlarını bile vermişti…
Babası "- Ne beşinci yılı be!? Okul dört senede bitmediyse yürü evine!" diyerek,
kamyoncu bir arkadaşını da alıp gelip, "gece operasyonuyla" Zeynep'i ve ev
eşyalarını da alarak, memleketlerine, götürmüştü.
Büyük ihtimalle; yine babasının bulacağı ve hiç tanımadığı bir adamla evlendirildi,
ve adına "Yuva" denilen manevi bir mezarda annelik yapmaya başladı çocuklarına...
***
{37}
AŞİRET GELİNİ
KÖTÜLÜKLERİN HERBİRİNDEN
TAPTAZE BİR "İLERİYE ATILIŞLA" KURTULUP DA
ÇOOK UZAKTAKİ BİR BULUTA SIĞINMASI İÇİN UĞRAŞIRKEN;
Bir iki çalkantılı aşkınız - kurduğunuz şirketin batması - işten ayrılmanız - sevdiğiniz
birinin ölümü - havuzda atlattığınız boğulma tehlikesi vs. mi olacak romanın bütün
konuları?
Oysa, hayat dediğin şeyin bir romanı olacaksa, içinde, hiç olmazsa "başkalarına -
bitakım ideallere adanmış ömür"sıfat tamlamasının bari olması gerekiyor. Korkak
olmasan tadına bakabilirdin. Yapmadın, ve kalkmış "hayatım roman olur" diyorsun.
Cık! Olmaz.
Bazen kurtulmak için can atar insan evinden - yurdundan - doğduğu topraklardan.
Giden geri dönmek için çırpınır sonraları, ve hiç gidememiş olanlar da asla
vazgeçmez bu garip "gitme" sevdalarından.
Bu anlayışta; hiçbir mekana - çatı altına - dört duvar arasına bağlı - bağımlı
değilsindir, ve sürekli olarak "ortam", doğal olarak da "sosyal çevre" değiştirirsin.
DoH'un mantalitesiyle yaşarsan, bir yerleşkeden veya herhangi birşeylerden
sıkılacak vakti bulamazsın bile.
Vasıtanın da önemi yoktur; biletini ve başını alır gidersin. Süreç, ve gezinti alanının
boyutu uzadıkçaysa "vatansızlığa varan bir serbesti" kucaklar seni.
Kaç tanesi ailesini - evinin bulunduğu sokağı - tanıdık yüzlerden oluşan mahalle
esnafını - alışverişten traşa ve hatta traşın vaktine kadar varan alışkanlıklarını da
bırakıp, çekip gidebilir?
İş ciddiye bindiği an, "gitmek" denilen şey yuttuğu lokma kadar yakınına sokulduğu
an; gitmeyi becerdiyse bile geri dönmek için çırpınır durur, veya hiç gidemez. Onu
orada tutan şeylerin başındadır ailesi, ikinci ve son sırasında da yaşadığı şehrin ta
kendisi!
Doğumundan bu yana her kıvrımını ezberlediği sokak - sokağı dolduran bilindik ağaç
kokuları - tanyeri ağarırken onu sıcak yatağında uyandıran sokak köpeklerinin
sesleri - ve hatta varsa, kaldırımdaki "basılmaması gereken ve üçe kırılmış",
basıldığında da paçaya çamurlu su fışkırtan parke taşları - anacadde üzerindeki
apartmanların altında bulunan ve sürekli sahip değiştiren kiracı esnafların
dükkanları - onların önünde çiçeklerini satmaya çalışan çingene teyze - şarabını
yudumlayan mahallenin alkoliği;
Çocuk sayısı da her yıl artıyordu o küçücük evde, çünki, onların öğretilerine göre
doğum kontrolünün her türlüsü haramdı. Hoş, yine öğretilerin suçuydu amcasının
oğluyla birçırpıda evlendirilerek "sonsuz mutsuzluklara(!)" gark olacağı yuvasına
uğurlanmış oluşu.
DoH onu takibe aldığında birkaç erkek ile yazıştığını gördü. Hatta onlara, "- Aşk
denilen şey cinsellik yaşayarak gelecekse bana, yaşayalım ama, bizim aşirette böyle
bir suçun cezası ölümdür. Dört çocuğum var benim, ve onları bırakıp senin yanına
gelemeyeceğim gibi, altlı üstlü amca çocuklarına ait olan bu apartmana da seni
alamam :( " tarzı üzüntü kaynağı şeyler eşliğinde dert yandığını da tespit etti.
Yoldan çıkmaya hazırdı, ve kendisi dahil onlarca insanın hayatını altüst edebilecek
bu fikirlerden arındırılmalıydı. Çünki çocukları vardı. Korkmasına rağmen büyük
hatalar yapmaya çoktan hazırdı Dilan. Bunların başlıca sebepleri arasında yine
cinsellik ve cinsel manada doyurulmamış oluşu yatıyordu.
"Afet'e aşık olmak kalıveriyor zavallı Dilan'a" diye de elini çabuk tutuyordu.
Başardı da.
Fakat o kadar tutuktu ki Dilan, sütyeni çıkarmaya bile zor evet dedi.
Zerrin anadan üryan bir halde kendisini okşayıp orgazma ulaşırken ekranda habire;
yetişme tarzı - kültür - aşiret ve töre öğretilerine başkaldırmada pasif kalan Dilan,
ancak o bıngıl memelerini okşayabiliyor açık açık, kilodunu çıkarmadığı için de elini
içine sokarak kurcalıyordu apışarasını.
Çok uğraştı Zerrin ama onu tam olarak soyamadı. Belki de yaşatılacak korku için
böylesi gerekli diyerek, devreye birden DoH giriverdi…
Evin salonundaki duvar saatinin tiktakları, birtürlü geçmek bilmeyen zaman, onu
her geçen saniyeyle "giyotine sürüklüyormuş" hissiyle birleşerek sinir bozuculuğunu
arttırırken;
onun; "- Şimdi herşeyini çıkar. Sadece memelerinle bile internete yayabilirim seni
istersem, ama yapmam. Fakat sen de bana istediğimi ver, soyun. O da son kez.
Görüyorsun ki internet senin aradığın temiz aşkın bulunduğu yer değil. Aksine seni
felaketlere sürükleyebilecek bir ortam!..", deyişine de soyunarak yanıt veriyor, ve
efendisinin insiyatifine bırakıyordu herşeyi.
Fakat elinden de birşey gelmiyor, itaat ediyordu. Artık değil soyunmak ya da sevgili
bulup da kocasını aldatmak, PC'ye dokunmayacaktı bile.
Çünki şu görüntüleri sanal aleme yayılsa, azrail onun başını almaya çok çabuk
gelirdi.
Artık aşiretinin ve kaderinin ona sunduğunu yaşamaya razı olan Dilan, o gün DoH'un
dehşet veren öğretisiyle birşeyi daha netleştirdi kafasında : Ticaret - spor - hastalık
- kumar ya da "kurban olunası aşk" diye nitelemeden, "hayatta
kalmak" ile "ölüm" arasında gidip geldiğin fantastik duygunun adı "Risk" idi, ve Dilan
çocuklarını aşk için bile olsa riske atamazdı...
DoH mu?
***
{38}
SEM HOCASI
KENDİMİ ARTIK
DÜŞÜNCE YETENEĞİNDEN YOKSUN - APTAL - BEYİNSİZ
BİR YARATIKTAN BAŞKA BİRŞEY OLARAK GÖREMİYOR, VE,
KADERİM DİYE NİTELENDİĞİM KARARLARA
KOŞAR ADIMLARLA
İLERLEMEK ZORUNDA KALIVERİYORDUM...
***
Antikadır yarı sulanmış beyni şu DoH'un. Değeri yüksek ama o kadar da eski.
Heyecana kapılınca bir toplulukta, hiç kimseye meydan vermez ve sürekli kendisi
konuşur.
Boş şeyler söylemez, ama, hep o konuşur. Politikacıları - bilim insanlarını - şair ve
edebiyatçıları asla beğenmez, ve bunda hem haklı hem de onlardan üstün oluşu
ortada olsa bile, mesela, Nietzche'yi "kıt fikirli" diyerek küçümsemesine ne gerek
var?
Dünya üzerinde "aklı başında" başka insan olmadığını savunmak da neyin nesi
uluorta?
Diyelim ki öyle; şu "melik örgülü saçları ince kordelalarla geriye tutturulmuş" hatun
senin izini nasıl buldu? Ne izi yaa, direk nokta atışı yaptı ve ulaşılamaz sanılan
DoH'un herşeyina şakkk diye ulaştı!!!
Gelgelelim sanal seks yapmaya razı olan hocaanımın tek şartı vardı "hem nuh hem
de peygamber" demek için :
Zerrin'in sesini cep telefonundan duymak - konuşmak.
"- Vallahi telefonumun hoperlarörü bozuk :(" diyen Zerrin'e; "- Sen numaranı ver,
sevişelim, ben seni sonra ararım konuşuruz" deyince de, o zaman dilimindeyken
içinde kıvrandığı öfke ile, bu dünyadaki tek hedefi "şu etine dolgun - iki yetişkin
erkek evlat sahibi modern kadını çırılçıplak soymak - seyretmek - tuş etmek" haline
gelen DevilofHacker, bütün gece aldığı alkolün de etkisiyle boş bulundu, ve
konuşma balonuna telefonunu yazıverdi : 053643xxx99…
Gelişme çağlarından 35'lerine gelene dek çehresi her daim buz gibi bir atalet içinde
olan, orta boylu - geniş omuzlu - buğday tenli - esnek ama direnç yüklü
kemikleriyle "aktif agresif" bir adamdı DoH.
Öyle ki, suratına bakanlar, o sıfatın sahibinin "engin ve her an genişleyen" zekasıyla
- ruhunda barındırdığı binlerce cevhere dair en ufak bir ipucu sezemezdi. Eyleme
geçtiği andan, bir olayın bitirilişine dek gözden kaçmayacak büyüklükte "tedbirli ve
soğukkanlı" olan DoH, dürüstlük veya cesaretine toz bile kondurulmaya kalkılsa,
önünde durulması güç bir hortuma dönüşür, yıkar geçerdi.
Defalarca ölçüp biçip değerlendirmeden bir karar almaz ama, niyetine girdiği şey
için de denizler kabarıp karaları boğacak olsa dahi geri adım atmaz, yolundan
dönmezdi.
Öyle ki; bazen en küçük eleştirileri bile şahsına vurulmuş bir tokat - küfür sayar,
bütün sertliği ve acımasızlığıyla saldırıya geçerdi. Fakat hiçkimsenin insanlık
onuruna dil uzatmazdı. Yediği dayaktan heryeri mosmor olsa veya DoH'un bıçak
darbeleriyle oracıkta can verse bile "Onur'u" mutlaka kendisinde kalmalıydı.
"- Yaaa işte hocaanım, şeytanın nefesi seninki dahil her deliğe böylece girebilir :D.
Fakat bil ki, internet sanıldığından çok daha fazla tehlikeli ve boktan biryerdir.
Sabaha dek uyuyasım geldi başımı onlara yaslayarak. Güzel kadınsın vesselam";
yazdığında MSN'in konuşma balonuna zafer kazanmış komutan edalarıyla;
"- Senin adın Hasan, Balıkesir'de yaşıyorsun, günde en az üç kez konuştuğun bir
sevgilin var ve adı FGCM. O İstanbul'da yaşıyor. Jeolog ve balerin. Onun cep telefon
numarası 05334xxxxx ve Honda Jazz marka araba kullanıyor!" şeklinde bir yanıt
alınca;
henüz yeni açtığı birayı fondip yapıp "- Ne diyosun yahu? O tariflediğin ben değilim.
Zaten sana da rastgele bir cep numarası vermiştim ben yaa" vs. dese de;
Hocaanım "- Kozlar eşit DoH! Susarsan susarım!!!" tarzı bişeyler karalayıp offline
oldu gitti. Haklı olarak da sanal sevişme görüntülerinin asla yayınlanmayacağının
garantisini, kendince, karşısındaki dut gibi sarhoş hackerden söke söke aldı...
Onu da FGCM'ye sordu. Henüz 1 ay olmuştu yeni oyuncağını alalı FGCM ve Türkcell'e
bildirmemişti haliyle. Fakat arabayı satın aldığı firma ona bir hediye paketi
vermişti. Boyner iştiraki olan bir şirket FGCM'ye 7/24 acil durum hizmeti verecekti.
Mesela kapıda kalsa, 444'lü numarayı arayıp kendini tanıtacak ve bir çilingir
saniyede yanına gelecekti. İş anlaşıldı…
DoH'un Echelon'u kadar olmasa da, benzer öneme sahip bir backdoor'u Hocaanım
Türkcell ve Boyner'deki sıkı ilişkileri sayesinde açmış ve kullanmıştı. DoH olayı pek
önemsemese de midesi hafiften bir bulandı…
yanlış seviyesini en düşüğe çekmek için kaderine seslenirdi, ve yolu onun seçmesini
isterdi.
Eğer bir SÖ olsaydı; herbirinin sadece başlangıç noktalarına bakıp, sanki tüm
ilerleme boyunca ve yolun sonuna ulaştığında olabilecek şeyler hakkında bilmediği
yokmuş gibi konuşur, herhangi birinin yönelttiği basit bir soru karşısındaysa hemen
dizüstü çöker kalırdı.
Bu bağlamda; iki kafadar içinde bulundukları durumu enine boyuna istişare etmek
için masaya yatırmalı;
"Hocaanım" tokadını da kaderin onlara lütuf tadında sunduğu bir uyarı olarak
algılamalıydı...
***
{39}
SİHİRBAZ'IN DOĞUŞU
"- Kalk bakalım kalk! Biraz konuşalım. Konuşalım ve son eylemindeki facianın
sonuçlarını değerlendirip, gerekiyorsa yeni kararlar alalım!" diyordu Hasan, ve içtiği
biraların etkisiyle derin uykuya dalmış olan DoH'u sarsıyordu…
Yüzü bembeyazdı ve yosun yeşili gözleri DoH'a doğru zehirli ışınlar saçarcasına
bakıyordu.
"- Tamam, hazırım. Bana çok kızmış olmalısın, hı?" derken DevilofHacker, gözlerini
Hasan'ın zeki bakışlarından kaçırmaya çalışıyordu.
"- Kızmadım ve herşeyin farkındayım. Senin tek başına giriştiğin eylemlerde de,
ikimizin müdahil olduklarımızda da farkındalığım her an devredeydi.
Senin "vekil" benim "asil" olduğumu da iyi biliyordum. Bakma sen Türkiye'de Millet'in
Vekil'lerinin Asıl'larden daha yüksek "yetki ve kazanımlara" sahip oluşuna. Ben,
Jakabo'ya da Sceptical'e de sana da benim vekalet verdiğimin ve dilediğim an çekip
alma lüksünü de ellerimde tuttuğumun bilincindeydim. Ve diyorum ki şu aralar,
korku denen duygunun insanı "diri ve tetikte" tuttuğundan emin olsak da,
geçirdiğimiz soruşturma ve SEM Hocasını da birtarafa bırakarak söylüyorum ki;
korkunç bir insan olabilmek için çok daha fazla enerji ve emek gerekiyor. Acaba
korkunçluktan vaz mı geçsek???
Yüzünün seyirmesinden, çok derin bir iç çelişkisi geçirdiği anlaşılan DoH, kirpikleri
titrer halde konuştu : "- Fazla konuşmam ve yazarak iletişmeyi tercih ederim
bilirsin.
Çünki konuşmalarım karşımdakine ağır gelir, bunu da bilirsin. Çok nadir yaptığım
konuşmalarda da, maruz kalan SÖ, ses tonumun yüzyıllar öncesinden çıkıp gelen
bir "boğukluk ve soğuklukta" olduğunu fark eder önce; sonrasındaysa;
Ya da; genişliği ancak bir insan bedenince olan merdivenleri soluk soluğa tırmanıp,
belki beş minareyi bu şekilde çıkarak tıkandığını zanneder.
Veya; yanlış tanıyla ölüm ilanı verilip de koyulduğu mezardan binbir güçlükle çıkıp
tozun pisliğin içinden, gün ışığına kavuşma sürecine kadarki "korkunç
bunalımı" yaşar benim her cümlemde.
Keyifli anlarıma denk gelir de dilim çözülürse muhattabıma karşı, bilgelik - erdem -
hayat dersi içeren envai çeşit şeyler anlatırım. Adeta büyülerim ve her iki taraf da
ortamdan mutlu - doymuş ayrılır. Amaca ulaşılmıştır.
Ve biliyor musun sevgili Hasan, kim ve ne olursa olsun karşımdaki, gördüm ki;
ağzımdan çıkan her "olur" beni binbir zahmete sürükleyecek yola açılan bir
kapıymış. Keyfimin ve özgürlüğümün sadık bekçisi, ama bununla birlikte aksi -
anlayışsız gösterse de, koltuk değneğim - yol arkadaşım sayılan, ve hizmetlerine de
sonsuz teşekkür borçlu olduğum kelime "hayır"mış.
Bazen; nezaket ve tatlı dilin insanı karşı konulamaz yaptığını savunan felsefi
olumlamalara inat olsun diye mi kabayım?, diye düşünüyorum. Sonra da bunu kendi
türümün en iyisi olmak adına, onların savunduğunu aşmak, hatta gerekiyorsa
muhaliflikten iktidara geçmek için yaptığımı farkediyorum.
Birşey daha : Nasıl oldu da 25'ini geçmemiş bir SÖ diriliğinde kaldı bedenimiz?
Halbuki o dönemi çok uzun zaman önce geçmiştik.
Hasan zoraki de olsa gülümseyerek, yarımağızla : "- Peki de, "farzet ki bir araba
sendeki vücut, dil denen direksiyonu aman sıkı tut !" derken biz her daim; kalktın
cep telefon numaranı Hocaanım'a, en öfkeli ve sarhoş anında bile olsa, veriverdin!
Buna ne buyrulur?
Panik çok ilkel bi duygu DoH. Ve bu duyguyu SÖ'lere yaşatırken, aslında seni bile
rahatsız eden bu hallere metafizik bir mana vermeye çalışsan da, gerçekte, trajik
ruh halinin ifadesinden öteye gidemiyorsun. Böylelikle de kurbanın olan her SÖ'yü
de kendine benzetip, dünyayı düşman olarak görmeye başlamalarına sebep olup,
yoketmeye çalışmalarına vesile olabilirsin.
DoH'un perişan haldeki sesi Hasan'ın son söylediklerine öfkeden titreyerek : "-
Zihnimin diğer insanlardan çok değişik mi çalıştığından, ya da akıl hastalığı taşıyıp
taşımadığımdan hiç emin olamadığı için ne diyeceğini tam olarak bilemeyen SÖ'ler;
Salondaki divana yayıla yayıla oturmuş, eline de bol resimli dergileri almışıtı
Hasan.
"- Bazı gerçekler vardır ki, sadece kendimiz onları çok iyi biliriz.
Atmak üzere olduğu çığlığı elleriyle boğan DoH, gizli bir panikle dolu bakışlarını
Hasan'a dikerek : "- Yanlarına alkışçı da bulduklarında şöyle en cazgırlarından, sanal
ortamda benim karşıma dikilip de gerekli gereksiz - haklı haksız - yerli
yersiz "karalama ve belaltına vurma" çalışmalarına girişirler bazı Sıradan
Ölümlü'ler.
Çünki ; Sıradan Ölümlü'ler okuma, yazma ve anlama gibi eylemler için beyninin sol
ön lobunu kullanır. Disleksi olan kişiler ise sol ön lobu kullanmakta zorluk yaşarlar.
Disleksi olan kişilerin sayısal zekası çok yüksektir. Okul zamanlarında matematik ve
fizik derslerini çok severler. Fakat sözel konuları beceremeyebilirler.
Disleksi olan kişilerin sözel zekaları düşük veya geri değildir. Aksine çok güçlü sözel
zekaları vardır. Normal bir insanın hayal gücünün en az 2 katına sahiptirler. Disleksi
olan çoğu kişinin en büyük düşmanı kitaptır.
Bazıları bir kitabı anlamak için aynı kitabı 5-6 kere okur. Ben edebi eserler
konusunda küçücük becerileri elde etmek adına ne çok süründüm, kütüphaneler
dolusu kitabı nasıl hatmettim inleye inleye, en iyi sen bilirsin!
Ayrıcaaaa; Disleksi olan insanlar üstün zekalı insanlardır ve bir kısmı dahidir.
Albert Einstein, Walt Disney, Leonardo Da Vinci, Bill Gates gibi ünlü isimler şu an
aklıma geliverenler.
Hasan DoH'un beyninin içinde kıvrım kıvrım kıvrılan soru işaretini çoktan
farketmişti.
Derince bir soluk alarak : "- Seni yoketmeye çalışıyor muşum gibi davranma. Ne yok
olacaksın ne de unutulacaksın. Şair Lord Byron'un kızı Ada Augusta Lovalace
unutuldu mu?
Babbage'nin analitik makinasıyla ilgilendiği 1800'lü yıllarda, sağlanan koşula göre
farklı karttaki komut dizisini işleme koyan "delgi kart sistemi'ne" dayalı olması
gerektiğine inanıyordu.
Bu fikir, aynı şart koşul sağlandığında farklı delgi kartı serisinin kullanımını
engelleyecek, aynı koşul birçok kez yerine geldiğindeyse, makine gerekli olan aynı
kart serisine atlayıp onları kullanabilecekti.
Tek bir yolu vardır, ve bencileyin çok az insan bunu layıkıyle becerebilir :
Her duygunun ete kemiğe bürünmüş halleri mevcuttur. SÖ'lerin ruhunda, ve,
yüreğiyle beynine sığmayan - görünmez düşünce ağlarının ilmek ilmek atıldığı -
kararsızlığın çoğu kez esir aldığı o "fikir deryası'nın" yakamozlarından hiç fire
vermeden, ve çevreyi gündüz olmuş gibi aydınlatan "güçlü bir şimşek
ışıltısıyla" mutlaka sahibinin gözlerine yansır! Okumak veya tercüman olmak da işin
erbabına kalır.
Sen de çok iyi biliyorsun ki, iyi ya da kötü olsalar da fikirlerin önüne geçebilirim ve
onların sahiplerini bir saat gibi kurup, koltuğuma kurulup, nasıl işlediklerini
izleyebilirim. Çoğu kez, birkere başladığımda duramayacağım endişesiyle çığlık bile
atmam. En okkalılarından birtanesi çenemin altına tünemiş bile olsa sessiz kalır,
çığlık atmam işte.
Soğuk kış günlerinde ağızdan çıkan dumanın şeffaflığında anlatmaya başladı Hasan
:
"- Karizma denilen şeyin DoH'un ikinci adı olduğu gerçeğini, bazıları, onun bazen
yanlış yaptığını söyleyerek, bazen de daha az bira içmesi gerektiğini öne sürerek
gölgelemeye çalışsalar da; hiçkimse O'nun sanaldaki en ihtiraslı adam olduğu
gerçeğini inkar edemez. Fakat yoğun öfke'nin de küçültücü birşey olduğu açıktır.
İşte şu öfkeli hallerin seni batan güneş haline sokuveriyor, ve insanlar daha çok
doğan güneşe tapınmayı severler. Batan güneşin peşine takılıp gitmezler.
Herkes yine bilir ki, DevilofHacker'ın olay ve insan davranışlarını analiz - anlayış -
yorumu konusundaki g.tünün kalkmışlığı hiç de boşa değildir.
Çünki ona herhangi bir konuda veya insanlar hakkında birtakım sözler söylenir -
olaylar aksettirilir ve bunlarla ilgili "kendi gözü - kendi beyni - kendi diliyle" öyle
açıklamalar yapar, ve daha önce hiç rastlanmamış biçimlerle yeniden anlatır ve
yorumlar ki DoH, o konu ya da olay artık bambaşka birşeydir.
Gözleri kafasının iki yanında içleri ateş dolu iki bilye misali parlayarak sordu DoH :
"- Tamam! Dediğin gibi olsun Hasan. Ne dersen ve neyi nasıl istersen herşeye
kocaman bir tamam. Pekiii, var mı böyle biri??? "
Birlikte odaya gittiklerinde kapıyı açtı ve çekyatta uyuyanı işaret ederek sordu
DevilofHacker :
***
{40}
KELİMELERİN SİHİRBAZI
BAŞÖĞRETMEN YAKLAŞIMLARI
CHURCHİLL VE LENİN'İN YAŞADIĞI
DÖNEMLERDE KALDI.
Uzun yıllar fırtına - yıldırım - kasırga misali yaşayan Kelimelerin Sihirbazı (KS), 35'ini
geçip de şu kitabın yazılacağı 40'lara doğru yol almaya başladığında, inanılması güç
bir değişim geçirdi…
artık, insanları - hayvanları ve hatta bilindik cansız eşyayı bile uzun uzun ve boş
gözlerle süzebiliyordu.
Bazen öyle bir boşluk oluşuyordu ki bakışlarında, çevresindeki hiçbirşey onu zerre
kadar alakadar etmiyor, bir anlam taşımıyordu. Yüzünde ne mutluluk ne heyecan ne
şaşkınlık ne kırgınlık ne öfke ne de merak belirtisi çoğu zaman yoktu.
Koca bir ömür boyu sürmüş olan çok büyük bir sıkıntıyı, veya disiplin suçundan
düştüğü hücredeki işkence evresini atlatmış da rahatlamış, veya, belki zayıf bile
alacak olsa dahi matematik sınavından çıkıp da süreçten kurtulmuşcasına "sakin ve
dinlenmiş" haldeydi.
Bırakın küçük - yetersiz görmeyi SÖ'leri, sanki hayranlık - gıpta ile karşılıyordu bazı
hadiselerini. Bunları da bazen ayna karşısında kendine fısıldıyordu, lakin, yalın bir
kılıca dönüşmüş tonuyla, bir idam emrinin yankılarını taşırcasına, yığınla sürprizli
maceranın kahramanı olan DevilofHacker'ın sesi de duyulurdu çok derinlerden arada
sırada, ve O, "Hepsi saçmalık! Sen DoH'sun ve değişemezsin!" dercesine haykırırdı
sanki karanlığa gömülmüş dehlizlerden…
Bütün dinginliğiyle kendi gözlerine her zamanki gibi bir samimiyet ve aşkla
bakarken, "- Bilirim ki Şeytan'ın nefesi her delikten geçebilir" diye düşünen
Kelimelerin Sihirbazı (KS);
"- Ama artık sadece kelimelerim var benim. Kudsiyetleri ve heybetleri bakar
bakmaz hissedilen, okuyanın ruhuna anında akseden, göğsü alabildiğine "doldurmuş"
seslerle telaffuz edilen sihirli kelimelerim var." şeklinde söyleniyordu.
O kelimeler ki; Kelimelerin Sihirbazı (KS) için birer canlı varlıktır herbiri. O'nun
kaleminin ucunda doğarlar, çok uzun bir ömrü "ölmez bir sevgiyle harmanlanmış"
olarak yaşarlar, tam anlamıyla ölümsüz bir hayata da "tarifsiz zevkler - derin
manalar - müziksel tınıların aşıları" ile heran tazelenerek kavuşurlar.
Kelimelerin Sihirbazı'nın (KS) hiçbir kelimesi "boş söz" değildir. Çünki kelimeler onun
hayatına işlemiş, kanı - canı - tümden dimağı haline gelmiştir. İnsana ait öfke -
üzüntü - nefret - kin - endişe - kaygı - hüsran - keder - acı - ihtiras ve benzeri ne
kadar "his" varsa seslendirirken, "kesinlikle duyan ve düşünen şeyler" halini alan;
ister iki insan arasında olsun isterse de bi başka objeye karşı duyulsun neşe - minnet
- güven - güzellik - sevgi - aşk - inanç - hayal - hicran - heyecan gibi duyguları tasvir
etmek için birbirleriyle "sevişen - güreşen - oynaşan" şeylere dönüşen;
özde; içi çil çil altınla - mücevherle - inciyle doldurulmuş ve rengarenk "anlam"
şaraplarıyla yıkanmış, tesiri ve azizlik derecesi hat safhadaki çok tılsımlı - çok
kıymetli servetlerdir.
O kelimeler ki; Kelimelerin Sihirbazı'nın (KS) içlerine "DİL" denilen sanatkarın uçsuz
bucaksız hünerlerini de doldurduğu, "doğru yolu bulmuşluklarıyla" sağlam
şahsiyetlere kavuşturduğu, sade - alçakgönüllü - dürüst oldukları kadar,
gerektiğinde de "inatçı ve yırtıcı" hale soktuğu;
delik ceplerine tıka basa doldurarak salına salına yürürken, ayaklarının dibine akan
kelime parçacıklarını "arkadan gelen ve onları toplama zahmetine girişen" kim varsa
kıpır kıpır bir ahenk denizine ulaşma lüksüne kavuşturduğu;
oraya ulaşıldığında da sırları artık gizlenemez bir hale gelen "ilahi güzellikleri
tescilli" manevi haz üreteçleridir.
Güzelden anlayan ve güzelliğe aşık olan KS, kelimelerini asla zevksiz - çirkin - itici
giydirmez. Bilir ki, saçının başının dağınıklığı - paspallığı yanısıra "pis manzaralı ve
yakışıksız" kıyafetlerle topluma karışan SÖ'ler nasıl ki aslında iç alemlerinin kirlerini
- paslarını ve kötü kokularını dışarı yansıtıyorlarsa;
Öyle ki; dilleri sussa gözleri, gözleri sussa kirpikleri konuşur herbirinin.
İnternet ortamındaki Truva Atları da öyle yapardı. Asıl amaçları "zarar vermek"
olmayan bu yazılımlar, kullanıcının bilgisayarına sızmaya ve o bilgisayarı uzaktan
yönetebilmeye imkan sağlarlar. Genellikle bir Host (Sunucu) ve bir Client (İstemci)
olmak üzere iki adet programcıktan oluşurlar. Host program hedef olarak seçilen
PC'ye gönderilir ve çalışması sağlanır. Akabinde Client programla o PC'ye bağlanan
saldırgan, sanki oradaymışcasına o bilgisayar sistemini kullanır, veri ilave eder ya
da alır.
Çok kullanılan Truva Atı (Trojen Horse) yöntemi adını, Akhaia'lılar ile bugünkü
Çanakkale ilinde yaşayan Truva halkının yaptığı bir savaştan alır. İlyada Destanında
şiirsel bir anlatımla dile getirilen savaşta;
Truvalılar kendilerine hediye olarak gönderilen çok büyük bir ahşap atı şehre
alırlar, fakat, gece olduğunda ahşap atın içerisinden çıkan Akhaia'lı savaşçılar şehrin
kapılarını dışta hazır bekleyen ordularına açarak, özü kurnazlık olan bu taktikle
savaşı kazanırlar.
Bunu da, ün - şöhret - nam denen şeylerin önemsiz olduğunu vurgulamak için
kitaplar yazıp da, en başa kendi isimlerini yazanlar gibi değil, tamamen kendi
tarzıyla ve kimliğini gizleyerekten "Facebook" denilen çöplük vasıtasıyla
yapabilirdi.
Bunu yapmak, hayata geçirmek kolaydı da, çok büyük bir sorun vardı. Keşke çözüm
için "Momus" KS'nin yakınlarında olsaydı.
Kusur bulma tanrısıydı Momus mitolojide.
Bir insan yaratan Prometheus, bir boğa yaratan Zeus, ve bir ev yaratan Minerva;
İşte eğer yakınlarda olsaydı bu sürreal olduğu kadar sempatik kusur bulma tanrısı,
belki de KS'ye;
DoH'un asi çıkışlarla neden arada sırada da olsa birşeylere karıştığını söyleyebilir,
çözüm için ilginç önerilerde bulunabilirdi.
Ve genel yapısı itibariyle DoH "öfke kontrol" gücünü yitirdiğinde, bir adamı çiğ çiğ
yiyebilir ve çoraplarıyla da ağzını silebilirdi. Durum tehlikeliydi.
Ve gençlik dedikleri şey; çarşaf gibi bir denizin ansızın kabarıvereceğini - ışıltısıyla
göz kamaştıran parlak göklerin biranda kararıvereceğini - daha önce hiç görmediği
ama albenisine kapılıp da burnuna götürdüğü an çok berbat bir kokuyla
karşılaşabileceğini ve böylelikle basit bir çiçeğin bile kendisini kolayca aldatışını
tecrübe edip;
sonra da bütün dünyayı kan kokusuna bürüyen ve "kalleş ruhu - acımasızlığı - talan
edici yanıyla" gezegenin içine edip duran insanoğlunu gerçekten tanımaya başladığı
yaşlarda bitiyor.
Öyle ki; daha; "genç bilse, ihtiyar yapabilse" savının ilk bölümünde oluşuyla,
insanların gözbebeğine bakarken onların bütününü de görebileceği bilgeleşmiş
kıvamlarda değildi.
Ve kadın, Jakabo'nun henüz, "tek çiçekle bahar geçmez, tek kadınla da ömür
tüketilmez", ya da, "asıl lezzet, lezzetlerin değişmesindendir" tarzındaki "damızlık
olgun erkek" söylemleriyle henüz tanışmadığını şıp diye anlardı.
Ve yine bilirdi ki kadın; bir buse verip de Jakabo'ya sonra çekse gitse; artık onun
bulunmadığı yerde "kadın cinsini tükenmiş" sayabilecek kadar güçlü bir melankoliyle
dans etmeye başlardı şu genç adam.
Leke tutmayacak bir aşkın peşinden yıllar yılı koşabilecek derecede saf, ve aşkın en
önemli yan etkisinin "karşılıksız kalması" olabileceğini kestiremeyecek kadar
som'du.
"bir kereden birşey olmaz" veya tam tersi olmasına rağmen aynı saçmalık
derecesindeki "birkez yapan her zaman tekrarlar" gibisinden aforizmalara sık sık
yakalanmaz, ve bu düsturlara oyuncak olmayarak da, herşey yaşanıp bittikten
sonra, "hayatımın bu olmaması gerekiyordu yahu!" şeklindeki söylemlerle sızlanmak
zorunda kalmayabilirdi.
diğer insanların sürekli başvurduğu "kabul görme ve tuzağa itilmeme" adına gerekli
bulduğu "sosyal maske" takmak gibi birşeye, içinde yaşadığı toplumun beklentilerine
rağmen tenezzül etmiyor, başkalarının Jakabo'yu nasıl göreceğini düşünerek ilişkiler
kurmak - iletişimde bulunmak yerine;
"Genç kalabilmek" gibi birşeyin süregiden bir toplu yaşamda hiçkimseye tam
manasıyla "özgürce" nasip olmamasından dolayı gerçekleşecekti ScepticaL'in (Scpt)
sancılı ve uzun soluklu doğumu.
Son derece dürüst olan Jakabo (JKB) toplumun dışında kalmamak adına hayalperest
olmaktan vazgeçmeye yönelse de, hızla tuhaf alışkanlıklar edinmeye başlamıştı.
Olabilirliklerini yüksek sandığı beklentileri - planları birbiri ardına gerçekleş-e-
medikçe ruhu eziliyor - acı çekiyor ve dolayısıyla da sinirli - öfkeli duruyordu
kendine karşı.
İşte JKB tüm bunlarla boğuşup, uyanamadıkça, biryerlerde birinin damarlarında kan
akışı - göğsünde kalp atışı - ruhunda canlanış gerçekleşiyor, ve onu ister istemez
uzun bir dinlenceye, bir kızağa çekilişe zorluyordu.
Kim mi?
Tabii ki : SCEPTICAL...
SCPT'yi yoran diğerleri nasıl da sık nasıl da kolay söyleyebiliyordu "- Afedersin, beni
yanlış anladın, öyle söylemek - yapmak istememiştim :(" tarzındaki cümleleri, ama,
kullandıkları beden dilindeki "sert ve delici bakış - bir paradoksla istemsizce
desteklenen el hareketi - dudağındaki itici bir dikine bükülme ya da ses tonundaki
irrite edici kontrolsüz iniş çıkışların" karşısındaki şu zeki adam tarafından gayet
doğru sonuçlarla algılanabileceğini kestiremiyordu çamları devirmeden önce.
"- Zaman umulandan bile hızlı geçer ve ben ihtiyarlayarak çaptan düşerim. Ölüm
çok yakındadır ve belki de kapının ardındadır. Çocuk - genç - orta yaşlı bir adamken
"çok önemli, çok kıymetli gibi görünen erekler - binbir çeşit heyecanlar - bazen
aylar süren sevinçler - yürekten hiç çıkmaz sanılan üzüntüler - duyulan veya
sarfedilen ihtiraslı kelimeler - artık ışıltısını yitiren renkler - uç noktalarda alınan
zevkler - birzamanlar yerimden hoplamama sebep olan sesler" artık bütün heybetini
kaybeder.
Çünki onların hemen hemen hepsi, derinliği - niceliği hakkında neredeyse hiç
bilgileri yokken birçok konuda, normal denilen şeyin nerde başladığını ve anormalin
de nerede sonlandığını hiç bilmezken aslında, yine, SCPT'in "yapıcı" metodlarının
esaslarını kavramak biryana "ucundan azıcık bile" anlayamamışken, dolayısıyla da
yargılama güçleri - hakları yokken; kalkıp asıveriyorlardı habire.
"Anlaşılamamışlığın tutsaklığıyla" her daim mutsuzdu işte SCPT de hal böyle olunca.
"Bira - sigara - internet - hırka - don ve kadın bana yeter de artar bile" derdi ya
hep;
belki bu 6 anahtar da hiç mutlu etmemişti onu. Peki bedbahtlığının sebebi neydi
yahu?
Yoksa suç kör talihte miydi; ve neden birkere olsun ona gülmemişti?
Düşündü, düşündü, bir yanıt - bir telkin bulamadı. Birasından koca bir yudum aldı,
sigarasından geniz dolusu bir duman çekti ve; "- Siktir et ulan! Mutlu da mutsuz da
aynı yere, "kara toprağa" gidecek ve o duygular anlamını yitirecek. Hiç olmazsa sen,
maddi - manevi zenginken herşeyini kaybedip de etrafa şaşkın şaşkın bakanlardan
olmayacaksın, siktir et!" diyerek konuyu kapadı.
Çok takıntılıydı Sceptical . (SCPT)
O, sanal ve real alemdeki "şaşırtıcı - kendine özgü başarılarını ve sıradışı tarzını" bir
sanat olarak görüyordu. Bütün sanatçı kişiliklerin ortak özelliği de; mükemmele
varmasını istediği "kusursuzluk arayışıyla" muhteşemliğe ulaşan bir "benzersiz eser"
üretmiş olabilme ereğidir.
ortaya koyduğu işler ile beyninde tasarladığı arasındaki zerre miktarı da olsa
"farklar"dır. Durum bundan ibaret olacaksa gün be gün, yıllar sürecek olan bir
melankoli depresyonunun içinde, ruh değişikliğine hiç uğramadan, yani; bir incir
çekirdeğini bile doldurmayacak olan "bayağı heyecanlara" kapılıp da "yaşıyorum ve
çok mesudum" sanarak, hayatını uçurumvari boşluklara savurmanın külfetine hiç
katlanmadan, şu an içinde bulunduğu durumu muhafaza edebilir; ne - neden - ne
kadar - ne zaman - nerede - süreç - hangi şartlarda - kim - kaç gibi şeylerle asla
muhattap olmayabilirdi.
Herhangi bir sebepten dara düşmüş ve başını kollarının arasına alıp birsonraki
adımda yapacaklarının ince hesaplarıyla meşgul olan birilerine rastgeldiğinde de,
"neyi ve nasıl yapacağını tam olarak bilmiyorsan, hiçbir şey yapma şu an için. emin
ol daha karlı çıkacaksın" deyip, "aslında kendi haliyetini" önerdiğinde, ona "git
işine!" dedikten sonra bildiklerini işlerler, sonra da hüsrana uğrarlar ve üzülürlerdi.
insanoğluna "yeme içmeyi - uyumayı - işine konsantre olmayı ve hatta huzuru" bile
unutturabilecek güçteki, ve bu gücün de önüne ne çıkarsa çıksın ezip geçebilecek
kadar acımasız hale getirdiği "Tutku" denilen hastalığın yakınından bile geçmeyerek
denileni yapar, pılısını pırtısını alelacele toplar ve çeker giderdi.
Acaba DoH, şu "vakitsiz ve emir çeşnisini andıran halleriyle" olaylara direkt müdahil
olarak; sadece kendi çıkarlarıyla ilgilenmek kaynaklı "cüret" ile, zararları
püskürtmek veya onlardan uzak kalmak kaynaklı "zillet" kelimelerini;
çıkarları korumak ve zarardan korunmak için kendini en iyi şekilde ifade edebilme
yolu olan "cesur yürekli olmak" tamlamasıyla karıştırıyor olabilir miydi?
DoH diğerlerine karşı neden "Hükümran" tavırlar sergileyip de, tonunu hiç
tanımayan bir evrenden gelir hale çektiği karanlık - çürümüşlük - korku ve iticilik
dolu sözlerle "araya girme - gideduranı engelleme - kontrolü ele geçirme" çabaları
gösterebiliyordu?
Sanki; "iç ahenk" denilen şeyleri tutarsız olduğunda, yaşamdaki herşeyin aleyhlerine
olacağını bilmiyor muydu?
Oysa, normalde, her zaman bağlı kaldıkları "Proxy" mantığıyla hareket etmeli ve
bunu da tereyağından kıl çekercesine yapmalıydılar ki, dışarıdan farkedilmesin...
Proxy Server'lar, İnternet Servis Sağlayıcıları tarafından kurulan, veri alışveriş işini
hızlandırmak amacıyla kullanılan, çok güçlü "Sunucu" bilgisayarlardır.
önce PC'ye bulaşan sonra uyumaya başlayan, fakat tarihler 26 Nisan veya 26
Haziranı gösterdiğinde aktif hale gelerek bilgisayara ciddi zararlar veren CIH
(Çernobil) virüsü gibi davranmış oluyordu ve, çokça kostaklandığı bu durumları
gerçekten tehlikeliydi.
Çünki DoH bu şekilde davranarak KS'ye, "Davul senin boynunda dursun ama tokmak
benim elimde kalsın" demiş gibi oluyordu.
Dahası; "Ulan, odunlar dahi baltayı mahkemeye verecekleri vakit "sapı bizdendir"
diyerek vazgeçmişler be!" dedikten sonra,
***
{41}
mesele zaten bu narsist - röntgenci - bağımlı - dikkat eksikliği ile donanmış - çoğu
zaman hiperaktif - depresyona kolay meyleden - saplantılı SÖ'lere hitap ederek,
onları önce okumaya sonra da okuduklarının kendilerini çekip çevirmesiyle,
Öyle ki, bu insanların çoğu, arama motorları vasıtasıyla bulduğu videoklip - şiir -
nesir - denemelerini paylaşıp, aldıkları "beğen" tıkları ile mutlu olurken, fazla
bilinmedik oluşlarının yanısıra "çok özgün - çok orijinal" sanatçılara yönelmezlerdi.
Çünki yazıları okuyan SÖ'ler "biryere gitmek için daha kapısından çıkarken bile
hasretini duyacakları evleriymiş" hissine kapılıyor, günde 1 değil de daha fazla yazı
yazmasını talep ediyorlardı KS'den. O'nun birsonraki eserini yazdığı an'a kadar geçen
zaman, ev hasreti - vatan hasreti çekiyormuşcasına zor geçiyor, okudukları şeylerde
de, hangi zümreden olurlarsa olsunlar kendilerini buluyor;
Çünki sayfada kişisel fotoğrafı bile yoktu KS'nin ve o kısma "altın sarısı zemin
üzerinde duran bir dolmakalem resmi" yerleştirmişti.
yazdığı yüzlerce makalede ise tek bir boş cümleye yer vermeyen KS'nin hayran
sayfası 300 bin sadık okuyucuya ulaşmıştı.
Kaleme aldığı sihirli yazılarda KS, herbir okuyucusuyla dostane ve samimi bağlar
kurabiliyor, iletişimin içine de bolca "saydamlık" serpiştirdiğinde, gönülleri daha bir
kolay fethediyordu.
"KS; büyük puntolarla yazılmış - kalın ciltli - okudukça, tozlu ama hiç yıpranmamış
olduğu anlaşılan - albenisi çokça olan bir kitaptır.
Tuhaf ve şok edici olansa, her okumaya kalkan için "yabancı bir lisanla" yazılmış
olmasıdır.
Bu lisan, Türkçe konuşan iki farklı okuyucu için bile başka başkadır.
Kendi vasatlığından dolayı eşit seviyedeki şeyleri sevip ilgi duyan Sıradan Ölümlü'ler
ise;
ve bu seslenişinde de asla "şunun bunun uydurulmasıyla orta yere atılan süslü püslü
sahte baloncuklar olmadığını" hissettirmesiyle;
Çünki KS, yazdığı yazılar aracılığıyla iletişim kurduğu her Sıradan Ölümlü'ye "kendi
otorite ve hükümlerine seve isteye boyun eğmesi gerektiğini";
***
{42}
Fakat KS artık bu tarz yöntemler yerine "Edebiyat'ın Gücü" ile ele geçiriyordu
Sıradan Ölümlü'leri…
İşte onlardan biriydi Figen, ve, yüzünü dahi görmediği bir adama, yazdığı yazılardan
dolayı etkilenip, delicesine aşık olmuştu. KS de aşırı ısrarlarına dayanamayarak
kapısını açtı ona.
"Çalar saat" denilen icat, neden sadece Figen'e etki ederdi ki o evde mesela?
Çünki o zaman, sahip olduğu 5 çocuk için erkenden kalkmak, yumurtaların yanına
peynir - süt - portakal suyu koymak, bütün o geleneksel "Aman çocuğum okulda
başarılı olsun!" zahmetlerine hergün maruz kalmak, herbirine de "dişlerini
fırçalamaları" için bile yalvarmak zorunda kalmazdı.
daha onlar doğmamışken "öz amcasının" yanına gidip de, onunla özgürce yaşadığı
"cinselliğini", KS'nin Altınoluk'taki evine giderek de yaşayabilirdi gönlünce.
Evet, öz amcası.!.
Aşık olduğu adamın kim olduğunun önemi yoktu koynuna girmek için Figen'e göre,
ve amcası birkaç yıl önce öldüğü için, "hastalıklı" olduğunun farkında olamasa da,
benzeri bir aşkı KS'ye duyuyordu Facebook'taki emsalsiz yazılarını okudukça.
Aşk ona, amcasında olduğu gibi, Türkiye - Almanya arasında bir uçak tüneli
açtırabilir, kocasını ve çocuklarını bırakarak ilk uçağa atlatıp KS'nin yanına
koşturabilirdi.
Hatta "o eşsiz yazıların sahibi" şu esrarengiz adama tümüyle sahip olabilmek için
küçük bir planı dahi vardı.
Şöyle ki; yaşadıkları muhitte yakın komşusu olan ve kendisinden yaklaşık 20 yaş
kadar küçük olan bir kızı KS ile tanıştırıp evlendirecek;
Tek şartı; "KS, resmi nikahlı eşiyle haftada 1 kezden fazla sevişmesin ve eşine aşık
olmasın"'dı...
"Eyvah! Deli devran sürer, akıllı vakit bekler! Şimdi bu "hasta ruhlu" okuyucumdan
nasıl kurtulacağım?" diye düşünürken KS, hiç beklenmeyen birşey oldu.
"- Senden başka hiçkimseye açmam ki kameramı bile. Ve ben eminim, sen öyle
birşey yapmazsın çünki seni yazılarından dolayı çok çok iyi tanıyorum ben Sihirbaz.
Bir amcam, bir kocam, bir de sen gördün bugüne kadar memelerimi" yanıtını alınca
da, laftan anlamayacağından emin olduğu kadını engelledi MSN'den KS…
***
{43}
İSRAİLOĞULLARI'NDAN ESTER
Ninesi iyice yaşlanıp da babası başa çıkamaz hale gelince, hem nineyle hem kendi
hastalıklarıyla gün geçiremedikçe, İsrail yolu görünmüştü Ester'e hiç onaylamasa
da.
"- Selam Sihirbaz. Sami Dündar söyledi bu güzel yazıların sahibinin sen olduğunu.
Harikasın! Ama bana DoH lazım. Hem de acilen. İnce bir konuda ondan yardım
almalıyım. Senin de böylesine edebi takılmana çok şaşırdım, ama dedim ya,
makalelerin muhteşem ve birçırpıda okudum hepsini, bayıldım."…
Kelimelerin Sihirbazı ile Sami Dündar 7/24 iletişim halindeydi. Hiç kopmamışlardı
ki.
Ama KS hiç kızmadı ona ve sormadı bile "neden KS'nin ben olduğumu Ester'e
söyledin?" diye. Çünki Ester DoH'u ve Hasan'ı tanırdı. Özünde de iyi bir insandı.
Okan Bayülgen hayranı olan Ester, arkadaşı Sheyla'yı araya sokup, Sami Dündar'ın
kankası olan Okan Bayülgen ile Lucca'da bir kahve içme şansı yakalamıştı geçmişte,
ve birsüre sonra da SD ile DoH birolup işletmişlerdi Ester'i, "Aha bu Okan Bayülgen,
seninle MSN'de laflayacak, konuşun vs." deyip.
Lakin KS'yi bilmezdi, çünki daha dünyaya yeni Merhaba demişti, ve SD - Bekir -
FGCM - FGCMx dışında hiçkimse öğrenmemişti kimliğini…
"- İlk metro 10 Ocak 1863'te, saat 06 :00'da hizmete girdi Ester'cim", diyerek söze
başladı KelimelerinSihirbazı ve devam etti :
***
{44}
MS'LE DANS
HER NEFES ALIŞINDA
CİĞERLERİNİ DOLDURAN KEDER HAVASI,
AKLINI DA RAFA KALDIRMAK İÇİN UĞRAŞIRKEN HAYATA KARŞI
GENÇLİĞE AİT HER İLGİDEN SONRA,
VE YAŞADIĞI HER AN'I TİFTİKLEYEREK
PARMAKLARININ ARASINDAN KAYIP GİTMESİNE
SEBEP OLUYORKEN YAŞAMININ;
mevcut karizması ile okurun tamamen rahat hissetmesi arasındaki hassas çizgiyi hiç
ihlal etmemesinin yanısıra;
Özlem hariç!
Sözümona; sihirbazın kendi fotoğrafının yerinde bir dolmakalem oluşunun hiç önemi
yoktu Facebook sayfasında, ve KS'yi görmese - tanımasa da olurdu.
Hatta MSN'de yaptıkları birkaç sihirli sohbetin bile ardını getirmeseler, iletişimi de
hemencecik kesseler bile olurdu.
Laf lafı açıp da, onun MS (Multipl Skleroz) hastası olduğunu, çok ama çok aşık
olduğu kocasının kaza sonucu 2 yıl önce öldüğünü, liseye giden oğlunun okul
masraflarını bile karşılayabilecek kadar bir emekli maaşının ya da gelirinin
olmadığını, çünki, eşinin sağlığında çok para kazandıkları halde "lüks ve konfora"
harcayıp da geleceklerini hiç planlama gereği duymadıklarını, ve geçimlerini asker
emeklisi babasının finanse ettiğini falan öğrenince işi çözdü KS :
Hayata Küskünlük!..
"Dilden gelen elden gelse, her fukara padişah olurdu be" deyip,
sonrasında daha somut bir eyleme imza attı.
anında Üniversite'deki birkaç "hatrı sayılır" arkadaşını araya sokup, "kobay" niyetine
de olsa 50 kişilik bir hasta grubunun içine Özlem'in de alınmasını sağladı.
Cerrahi bir operasyonla vücut ısısı 2 derece düşürülecek, yanıt alınamazsa daha
kötüye gidilmeyecek, ama pozitif neticeye varılırsa da gözleri daha net
görebilecek, aksayan ayağı da aksamaz olacaktı.
Operasyondan tam 2 ay sonra eski haline geri dönüş yaptı Özlem'in bedeni, vücut
ısısı tekrar yükseldi ve MS de bütün yıkıcılığına yeniden büründü.
Böylelikle boşa çıktı KS'nin "Adam adama gerektir, tosbağaya kabuğu" diyerek
başvurduğu hamlesi...
Otuzlu yaşlara geldiğinde, tecrübeler - deneyimler vs. derken, endorfin yüklü bir
"farkındalık" geliyor insana. Fakat hayat KS'ye her yaşında çokça şefkatli yaklaştı
aslında.
Şanslıydı.
Çünki, ona karşı, hayatın bir elinde kızılcık sopası varken ve vınlatarak vururken,
diğer elinde de pansuman malzemeleri ve mutlu eden hediyeler vardı.
KS onun için daha sonraki adımda neler yapabileceğini düşünürken, birasından koca
bir yudum alıp da PC ekranına döndüğünde yeni yazısını hazırlamak için, ekranda
bir not gördü. Büyük puntolarla yazılmıştı ve notu bırakan da DoH'tu :
"Sıradan Ölümlü (SÖ) kadınların "büyük" hikayelerine çoğu zaman, onların "küçücük
yalanları" sayesinde ulaşılır, ve, bir kadın seni "o güne dek ettiği duaların cevabı"
olarak düşünene kadar da ele geçirilemez.
"tonik hale girmeyi zaten isteyip duran kadın milletiyle" sürükleyici hikayelere
doğru yol alırım.
Biran ona sert bir yanıt vermeyi düşündüyse de, dudağını ısırdı ve omuz silkerek :
"- Yahu deveye bindikten sonra çalı ardına gizlenilmeyeceğini bilmiyor musun a
sihirbaz? Eee, o halde DoH'a hayıflanmayı aklından niye geçiriyorsun?
Neyse ki kılıç kınını kesmez ve sen de ondan bir zarar görmezsin. Sallaaa!" deyip
geçiştirdi...
"- Çıldırdın mı sen sihirbaz?! O güzelim yazıların sahibi mülayim insandan böyle
iğrenç bir teklif alacağıma öleydim daha iyiydi. Ben, kocam öte dünyaya gittiğinden
bu yana başka erkekle sevişmenin hayalini bile kur-a-mamışken, nasıl olur da
karşına çırılçıplak çıkarak masturbasyon yaparım sana uyup ? Hem, erkek arasam,
seni çıplak görene kadar birsürü porno kanal var internette vs." diye başlayan
konuşmaları;
"- İçime girmedin, bana elini bile sürmedin, ama deliler gibi seviştik!
Aylarca sevişti KS ile o gece karası saçlı - cazibeli - zeki ve albenili kadın.
KS ile yaşadıklarından doğan "ümit tarafından ağır basmaya" çalışması mı, yoksa
uygulanan cerrahi operasyonun etkilerinin zamana yayılmış yapıya sahip oluşundan
mıdır bilinmez, oldukça iyileşti.
Olsundu.
***
{45}
DERİN
yaşadığı çilelerden sonra "yıkmanın imkansız olduğunu" bile bile kendi etrafına
savunma duvarı ören;
ve Tanrı'ya "şu 3 günlük dünyada mutlu tek gün benim nazarımda artık mucize mi
sayılacak?" tarzında sorular yöneltip duran;
hüznün doldurduğu gözlerinde, "hızla geçip giden ve onu tüketen zamanın dışında
kalmışlığının" kaynattığı hıncının bariz biçimde okunabildiği;
Hiç kasmadan, "- Sen! Şu yazıyı kaleme alan esrarengiz adam! Sadece 1 geceliğine
yanıma gel ve bana "adam gibi adam" nasıl olurmuş göster. Öyle ihtiyacım var ki
buna, sanırsın, kan fışkıran şah damarıma dikiş atılacak! :("...
İlk lokanta 1765 yılında, "Champ d'Oiseau" adıyla, Bulanger isimli biri tarafından,
Paris'te açıldığında;
"Venite ad me, omnes qui stomach laboraties et ego restaurabo vos" özdeyişi vardı
kapısında.
Derin'le MSN'de yaptıkları uzun sohbetlerden sonra, sırt çantasını birayla doldurarak
soluğu otobüste aldı. Adana'daydı...
Kendini küçük ve oldukça loş bir salonda buldu, çünki perdeler sıkı sıkıya
kapatılmıştı. Solda TV duruyordu ve ortadaki fiskos masasının çevresine mavi
kumaşlarla kaplı çekyatlar dizilmişti. Duvarlar açık renkte ve cıvıl cıvıl desenli
kağıtlarla kaplıydı. Sağdaki çiçek köşesine palmiyeler kasılmıştı :
"- 1 günlüğüne ayarladım burayı. Aynı yerde çalıştığımız arkadaşımın evi. Ve "evine
erkek atacağım" bile dedim sırıtarak. Çok şaşırdı. Aaa, ayakta durmasana. Otur,
otur da biranı yudumla Sihirbaz" diyen;
bu son derece güzel - biçimli - beyaz bir meleği andıran oval yüze sahip, hayatı
olduğu gibi kabullenmiş, sabırlı ve sakin, ama kendi alemine gömülüp kalmış genç
kadının karşıdaki çekyatta "ayaklarının bileklerini birbirine dolayarak ve pürüzsüz -
küçücük parmaklarının sadece ucunu halıya basarak" öyle bir oturuşu vardı ki, sahip
olduğu dişiliğin tüm zerafeti tam manasıyla saçılıyordu salona.
Kocası hem zengin hem okumuş olduğu yalanıyla nikahlayıp kopardıktan sonra onu
ailesinden ve çok sevdiği İzmir'den, "belki zamanla düzelir" diyerek, "aşağılama ve
hakaret" içeren tüm davranışlarının yanısıra bir de aldatınca, erkeklere olan
güvenini kaybeder Derin.
Kendini tamamıyla kızlarına adamıştır ki, zaten "kötü" olan kocası ansızın kendi
yaşamını birtarafa bırakan - heran başka kişiliğe bürünen - değil erkeklik
vazifelerini yapmak, dişlerini bile fırçalayamayan - sefil, bezgin, tehlikeli bir
şizofrene dönüşünce zaman içinde, kaçar o köyden...
Saatlerce konuştular.
İçtiler biralarını ve hayattan - insanlardan - herşeyden konuştular.
En çok da "Özgürlük"ten.
Bir işçi istiyorsa "maaşa zam" - bir genç istiyorsa "anlaşılmak" - bir doktor istiyorsa
"can da alabilmek" - bir mimar istiyorsa "normların dışında binalar inşa edebilmek"
- ve bir kadın istiyorsa "söz söyleme ve hüküm verebilme hakkı" manalarına gelen şu
"Özgürlük" kelimesi bu kadar mı çok şey anlatır ya da bu kadar mı çok yanıltırdı?
Peki ya Derin?
O hapsolduğu ve çok bunaldığı küçücük dünyasının kabuğunu kırıp da özgürlüğe
nasıl ulaşırdı?..
Ulaştı.
Yaz mevsimine "erken gel ve çok uzun süre kal" deme şansı hiç yokken, KS'ye
defalarca;
"- Hadi beni yere yatır, kapının altından esen soğuk rüzgar bedenimi yalarken, ve o
sihirli ellerin göğüs uçlarımda dolaşırken, cinsel organının yaydığı sıcaklığı ta
kukumdan başlatıp da ense köküme kadar ulaştır, ve bana ister bir bakire ister bir
fahişeymişim gibi sahip olup, orgazmın zirvesine birdaha birdaha ulaştır!" deme
lüksü vardı.
Özgürce...
"Yıllardan beri ilk kez birisi bana bir eşya - bir araç değil de, sahip olduğum kadınsı
"Nur'un" farkındalığıyla baktı, içime de bu soylulukla aktı.
Sırf bunu yeniden hissedebilmek için bile olsa bu aptal dünyada kalınır, yaşanır,
yaşamalı."…
***
{46}
***
"- Beni kimse tam olarak anlamıyor" dediğinde Kelimelerin Sihirbazı (KS), ya gülüp
küçümsüyor - ya burnu büyük diye nefret ediyor- ya da boş bulunup da anlamaya
çalışırken, dayanamayıp sigorta attırıyorlar…
Bir de; 3-5 bin kitap okuduğunu söylediğinde şaşıranlara çok kızıyordu KS, sonra
vazgeçti.
Ailesinde en az 1 adet "Yazar" olan insanlar, ancak İzlanda gibi yerlerde bulunurdu.
Facebook'ta yazdığı şeyleri okuyan kadınlar, her ne kadar KS'yi tam olarak
anlayamasa da, onları ve geçmişteki bütün kadınlarını bir "Kitap" yerine
koyduğundan, onlara öyle muamele etti KS.
Kapağını açtığında o kitabın, dünyaları umursamayan bir kadının aşk için akıttığı
salya sümüğe hayran olacağını sanarak ellerini uzattı hep geçmişte.
Uzattı ki; "karton karakter" olmaktan sıyrılıp "bir" olsun, KS'nin Bir'i olsun.
Sayfaları çevirdikçeyse; salt kibrine destek olması için piyano dersi alan, veya, caka
satmak için kütüphanesine kiloyla kitap satın alan zorbalarla karşılaştı.
İstanbul'da yaşıyorlardı ama, asıl İstanbul'dan çok uzaktaki varoş bir mahallede.
Fakat hayallerin kenar mahallesi ya da jet sosyetesi olmazdı. O da özgür özgür
hayallerini kurar, bunu yaparken de birsüre sonra içini çeke çeke ağlardı. Gözyaşları
pembe yanaklarından peşpeşe düşerken, alt dudağını bükmekten ve sümüklerini de
hork hork çekmekten hiç utanmazdı. Pencereden dışarısını seyrettiği anlarda "içine
çöreklenen gariplik" eşliğinde, iki çocuğu olacağını hayal ederdi mesela.
Bir oğlan bir kız. Oğlan babası gibi kumral, ve kabak kafalı olacaktı muhakkak ama,
kızı, kendisi gibi esmer ve alyanaklı. Bahçede oyun oynayıp dururlarken oğlan kızı
ittiriverecek "kediyi ben seveceğim sen bırak" diyerek, ve gayet mutluyken kızı
"duru sesi buruşan yüzünden bir çığlığa dönüşerek anne yaa şu oğluna baaak"
şeklinde ağlamaya başlayacak;
Gelmedi o "gök mavisi gözlü kız ile çakmak çakmak bakan oğlan çocuğu" hiç
dışarısını izleyip durduğu pencereye doğru uzaktan uzaktan.
Kanı kuruyup, ilikleri kıkırdağa dönmeye yüz tutup, memeleri bir erkeğin ağzına
acımsı gelecek hale dönüşünceye dek bekledi, ama, kendi çocukluğundan bu yana
hayallerini kurduğu "kapının ansızın açılıvermesiyle içeriye giriverecek olan, kara
saçları omuzlarını süsleyen kızıyla - yaptığı yaramazlıklardan sonra başını onun
dizlerine koyup da ağlayan kabak kafalı oğlu", engelli kardeşiyle kötürüm
babasından meydan bularak ona gel-e-medi.
Çok bekledi öncelikle bir damadı sonra da o hayalindeki çocukları, ama, bir türlü
gelmedi üçü de, gel-e-medi…
Öyle bir aşk ki; dünya üzerinde hiçbir kadın onun kadar inanmamış, aşkı böylesine
dirilerek karşılamamış, yüreğini de bir şifa iksiriyle yıkanmışcasına ak - pak edip,
tarifsiz sevinçlerle doldurmamıştı.
Kötürüm babasının üçotuz emekli aylığından kırparak taksitlerini ödediği
bilgisayarının başındayken, facebook denilen yerde denk geliverdiği Kelimelerin
Sihirbazı isimli yazar, ona ve hayata ait öyle şeyler anlatıyordu ki;
Müptelası olduğu adamı hiç vakit kaybetmeden MSN listesine ekleyip, anlattı içinde
bulunduğu duygu durumunu ve, "Senin için herşeyi yaparım!" ahkamıyla da
kapatıverdi oturumu.
çünki, KS vasıtasıyla kurtulmanın "aslında başka bir zindana atılmak" gibi bir etki
yapabileceğini anlatmaya çalışsa da, vazgeçiremedi.
Ayşe Gebze'liydi, ve, alabildiğine duyarlı bir beyin - ruh - kalp üçlüsünden çıktığını
kolayca anladığı yazıları "her kelimesini ayrıştırarak" okudukça Facebook'ta;
yıkıcı bir kasırganın önünde sarsılan ağaç gibi titriyor, acılıklarıyla yaşamını harap
eden, ve tek sebebinin de "kocası" olduğuna inandığı korkunç anılardan saklanmak
istercesine yüzünü elleriyle kapatıyor, sonra da KS'nin sihirli yazılarına daha bir
samimi şevkle sarılıp okuyor, okuyor, onların sahibine daha bir tutuluyordu.
Çünki MSN'de açtığı kamerada, sütbeyaz bir elbiseyle çıkmıştı onun karşısına. Oysa
ne saftı şu sihirbaz yarabbi, sütlük beyazlık mı kalmıştı? Yüzünden beyazlık dahil
her rengi çekip alarak;
Öyle ki; artık zamanı algılayamıyor, umudu ise kafdağının ardında arıyordu. Ona iki
kızı bile yardımcı olamıyor, her gününü "değişik yıkılışlar" eşliğinde, ve uykuyla
uyanıklık arasındaki bir sersemlik ile yaşıyordu.
Geceler ise ayrı bir dertti. "Bir insanı sevmekle başlar herşey" diyerek yola çıktığı ve
sevdalandığını sandığı, pijamasını katlamaktan bile uzak bir sarsaklıktaki "kocası
olacak adam" Ayşe'yi kavgasız gürültüsüz olmasıyla da "iyi bir evlilik" sayılan oyunun
"ideal koca" argümanı olarak yatağa girecek - yorgun olup olmadığına ya da isteyip
istemediğine hiç bakmadan üstüne çıkıp aklınca "sevişecek" - onu da tam
beceremeyip yarım yamalak hallederek yana kıvrılıp uzanacak, sonra da Ayşe'nin
kulağının dibinde sabaha kadar horlayacak.
Şu Ayşe isimli köle "duygu yoksunluğundan" dolayı acı çeker üzülürmüş kocasına ne?
Şu "kocası olan adam", birzamanlar çıta gibi olan bedenini, ve o bedenin "bir davula
takılan deri" gerginliğindeki eski halini kaybettiğini - bıkkın kadınların gezdirdiği
lopluktaki geniş kalçalarını - sarkık sayılabilecek memelerini - ve bedenindeki
gevşemişliklere yarenlik eden ışıltısız ve coşkusuz gözlerini neredeyse her gece
tepesine çıktığında farkediyor muydu ki, kalkıp "duygularını farketmiyor" diye
kızıyordu adama?
Ve birşey daha vardı onun asla farkedemeyeceği : Sırf daha rahat uyuyabilmek için
becerdiği karısı, o uyuduktan sonra, büsbütün bir yalnızlık - hüzün - mutsuzluk
bataklığına saplanıp, kurtulmak için çırpınmıyordu bile.
Öyle ki; evlendikten sonra herşey yıprandıkça hızla, adına "sevda" dedikleri şeyin de
çay bardağındaki çayla birlikte içilip bitirildiği - yemek pişirdiği tencereyi
ovduğunda lavabonun deliklerinden geçip giden is karaları gibi kolayca giderildiği -
aylarca balkonda güneşin altında rengi atmış bir gazete misali solup eskidiğini
görüyor olmak "korkunç" gelmiyordu artık Ayşe'ye.
Çünki böyle bir durumdayken bile kocası ve yakın arkadaşının sevişmeleri onu zerre
miktarda ilgilendirmedi.
Tam; "Eskisi gibi yürek çarpıntılı - heyecanlı Ayşe yok buralarda. Öldü o yalnız
gecelerin sabahını bulmaya çalışırken çocuklarını ve kocasını uyuttuktan sonraları.
"Evli kadınlığının" boyun eğişi öldürdü onu ruhuna işleye işleye!" diye düşünürken,
büyük kızı ders çalışsın diye aldıkları bilgisayarının başında bir arkadaşının önerdiği
KS ve yazılarıyla tanıştı…
Aman Allah'ım!
artık resmen bir sevda perisiydi! KS'nin henüz farkında olmadığı - bilmediği sevdalı
bir peri!
Aylar geçti. KS sabırla Ayşe'yi ve bazen açık açık bazen de gizli kapaklı yaptığı aşk
söylemlerini dinledi.
Ona da her fırsatta, "KS'yi hiç tanımayanlar veya tanıyıp da okumayanlar veya
okuyup da anlamayanlar" safında yer aldığını söyleyip;
***
Selma Mersin'de yaşayan - bir yıldır dul - sakin - sağlam yapılı - çilekeş bir 3 çocuk
annesiydi.
Oysa herşey ne güzel başlamıştı, ve tüm ömrü kocacığının güzel saçlarına yüzünü
gözünü sürerek - onun cezbeden kokusunu bir yaşam iksiriymiş gibi kana kana içine
sindirerek - insana güven veren kolunun çemberinde "mutlu ve mesutken" daha bir
sokularak geçirecekti "yaşadığımız dünyayla alakasını kesip de bambaşka alemlere
dalıp gitmiş" hallerdeyken.
Olmadı!
Kimsenin bilemeyeceği ama onun muhakkak yaşayacağı bir gelecek için fal
bakarmışcasına uzun uzun süzdükten sonra gökyüzünü, 5 yıl önce giriştiği "deli
saçması kader oyununa" önce karşı çıkan sonra da "çaresizlikten dolayı seyirci
kalmaktan başka bişey yapamayan" o anne ve babasının kapısını, asla yapmacık
olmayan bir hüzünle tedirgin tedirgin çaldı.
Bir zamanlar müstakbel kocasıyla arasına giren "bir karaçalı" gibi gördüğü büyükleri
emindi ki onu anlar, içeri alır ve sahiplenirdi. En azından üçüncü bebeğini doğurana
kadar!
Kapı açıldı. Gecenin derin sessizliğine hiç aldırmayan, Selma'ya tek bir soru bile
sormayan biricik ailesi, onu ve sırılsıklam olmuş çocuklarını aceleyle içeri aldı…
Kucağına ilk aldığı anda da, o sevgili varlığın "Merhaba, ben bebek. Senin adın da
anne olsa gerek!" dercesine tutunuşuyla, gökyüzündeki güneş sanki sadece onları
ısıtmak gayesiyle doğuyor - ırmaklar ve dereler ise sadece onların ayaklarını
yıkamak istercesine çağlıyor sayışlarını anımsadı.
kendisi küçücük bir kızken her saniye ferahlık duygusu veren şu kocaman "baba
evinin" genişliğinin, zaman geçtikçe boşluk - ıssızlık - yalnızlık - karamsarlık - kaygı
- panik ve hatta kin kustuğunu gördükçe üzerine;
Peki ya kendisi?
Perişandı.
Küçücük bir kilerde iri sopalarla kovalanıp da birköşeye kıstırılmış kedi gibi ürkek ve
tetikteydi. Yüreğinden dışa vuran siyahi rengin sesi evin büyük ve yüksek odalarında
yankılandıkça daha da ürkütücü bir hal alırken, tutup el kadar bebeğiyle birlikte
çocuklarının odasına sığınıyor;
Uzandığı herşey elinde kalmıştı hayatta, ve artık ucundan bile tutmaya çekiniyor,
ruhunu serinletecek birşeyler bulamadıkça da daha çok bunalıyor;
20 küsür yıllık yaşamında neyi var neyi yoksa hepsine "manasızlık" yükleyen, ve en
cüretkar şekilde kalan hayatına da "bitmişlik yaftasıyla hükmeden" kocasının;
Çığlıklarını içine göme göme bir mezarlığa çevirmişti orasını da, ve o çığlık çiçekleri
yemek - bulaşık - çamaşır - temizlik denen şeylerin acımasız egemenliğinde
"beyninin elini kolunu bağlayarak" uğultularla, nasıl da mırıldanıyordu aşkın -
sevdanın çoktan öldüğünü, ve o cesedin de, hasta çocuğunun başında sabahı
ederken alnına koyduğu sirkeli bezlerle asla ayağa kalkamayacağından emindi.
Aşk ve sevda öylesine cesetti ki artık onun içinde biryerlerde, memeleri sadece
bebeğine süt vermeye - kolları zoraki de olsa çocuklarını sarmalamaya - kasıklarını
her hareketle titreten bacaklarıysa çocuğunu sallamaya yarıyor, o cesedin kokusu
da gülyüzünü günden güne solgunlaştırıp, gözlerine "önüne her ne çıkarsa çıksın
suçlayıcı bakışlar" kazandırıyordu.
Çıra misali yanan o yeşil gözler - yumuşak bir örtüymüşcesine o gözleri perdeleyen
siyah ve uzun kirpikler, bir büyüyü gizleyip gizleyip gösterircesine kapanıp açılan o
güzelim gözkapakları hızla bitkinleşiyor - şavkını ve ışıltısını yitiriyor - Selma'nın
içindeki cesetle yarışa girişiyordu.
Hani yaşlanıp da ölüme yaklaştıkça insan küçülürmüş ya, işte tam öyle "gittikçe
küçüldüğünü ve yapayalnız uzandığı karyolasının da her geçen gün büyüdüğünü"
hissediyordu.
Çünki o sihir yüklü yazıları kaleme alabilen adam bunu hem hakeder hem de
kaygılarını anlayabileceği gibi, kırılganlığının sınır ve boyutlarını da hissedebilirdi.
Ne yani; bu adam onu bunca etkileyip de "tamamen gerçekmiş gibi hissedilen" bir
sanrı mı yaşatmıştı?
Selma tek bir yazısını okuyarak şu KS denen, ve daha önce hiç görmediği adamı tüm
bedeninde nasıl ağırlamıştı?
Düşünmeyi bıraktı, KS'yi MSN'ine ekledi ve ona duyduğu aşk'ı anlatmaya başladı!
***
Sonra birgün;
KS'yi bile coşkuyla gülümsetecek olan, "hayali ve karanlık bir alemden aksederken
tüyleri bile dimdik ederek" kulaklara uyguladığı vahşi temasta da "ince bir olayı"
muhakkak hissettiren çınlamalar eşliğindeki DeviLofHacker'in sesi duyuldu
bilgisayarın hoperlöründen, ve o ses;
"- Kendini ne üzüyorsun? Sana her daim "senin için herşeyi yaparım" demiyorlar mı,
ve her şartta sana sokulup - sana sığınarak yaşamayı arzulayıp da;
Yarıya yakını "- Sen de bilindik normal erkekmişsin, sadece bedenimi istedin!"
diyerek çekip gidecektir emin ol.
Diğer yarıya da onları saniye saniye kayıt edeceğini ama asla bir zarar
gelmeyeceğini, fakat bu çıplak kayıtların CD'lerini toprağa gömmüş olsan da, ne
yapıp yapmayacağını onların seni "rahatsız etme derecelerinin" belirleyeceğini
söyleyiver.
1540'lı yıllarda Roma'da kullanılan ilk "Soğutma" yönteminin esası, bolca tuzun su
içinde eritilmesiydi.
Aralarındaki anlaşmayı hiçe sayıp zırt pırt devreye girerek hoşa gitmeyen birşey
yapmış olsa da, DevilofHacker galiba teknolojide kullanılan soğutma yöntemlerini
"kadınlar ve kalpleri" üzerinde de etkili olacak hale getirmiş, gerekli revizyonlardan
sonra da Kelimelerin Sihirbazı'na önermişti.
Çok aşık ve herşeyi yapmaya hazır olduğunu söyleyen binlerce okuyucusu kadın,
kalpleri göğüs kafesini delerek dışarıya fırlayacakmışcasına atsa da KS'ye karşı;
ya da onun bir tek samimi öpücüğü, sanki, içine düştükleri hastalığın derecesini ılık
bir iklim seviyesine indirecek, ve çektikleri ölüm azabının tamamını dindirecek de
olsa biranda;
Yuh mu?
Akla en makul geleni; o sihirli yazıları hergün aynı hayranlıkla takip etmek,
ama, şu deli yazarın peşini bırakmaktı.
Selma ise, uzun zamandır yaşadığı dulluğun, çektiği yalnızlık çilesine katmer
oluşuyla, sadece memelerini göstermekten öteye gidemeyerek webcamde;
"Aşık olduğu adamla cilveleşip de, onu hayatının bir parçası haline getirememişliğin"
zehirli kıymığı şahdamarlarına saplanmış olarak gerçekleştirdi, ve, diğer
binlercesine katılıp, çekti gitti...
***
{47}
***
"- Harika yazıyorsunuz!" diyordu kadın. "- Bu harika yazılar mükemmel bir ekip işi
olmalı.
Kelimelerin Sihirbazı (KS) bu iltifatı yapan kişiye kuru bir "Teşekkürler" yazdıktan
sonra MSN konuşma balonunda, hemen gidip profilini inceledi. Resmine, çok süslü
bir kapının önünde duran - kısa boylu - kırarmış saçları kirpi gibi kabarık - badem
gözleriyle çakmak çakmak bakan bir ecnebiyi koymuştu kesin.
"- Ama yanıldınız. Yazılar bana ait ve tek başımayım. Bu kadar beğendiğinize göre
bütün yazılarımı geriye dönük olarak da okumuş olmalısınız. Günde sadece 1 uzun
yazı 1 tane de özdeyiş kalitesinde pasajcık yazarım" şeklinde cevap verdi KS.
"- Aman Allah'ım. Bu inanılmaz! Fakat günde birtek yazı çok az. Daha fazla
yazmalısınız" diyen kadına da, sırf makara olsun diye;
"- Ben çok fakir, yapayalnız biriyim. Dünyada hiçkimsem yok ve bilgisayarım
dökülüyor. O birtek yazıyı hazırlamak bile bu PC ile, bütün günümü alıyor. Zaten
bunu da bit pazarından aldım neredeyse bedavaya, çünki büyük ihtimalle çöpe
atılmıştı. Daha çok yazı üretemediğim için sizden özür dilerim :(" şeklinde yanıt
verip, tepkisini ölçmek istedi.
Kadının, "- Ben sana son model bilgisayarlar, cep telefonları, araba veya ev alırım.
İnan ki bu dünyada artık yalnız değilsin, çünki ben varım!" biçiminde konuşmasıyla
da şok olup;
KS'yi kocasının yanından bile rahat rahat arayabilecek modernlikte(!) bir "kalburüstü
zenginlikleri" vardı. Sesi ise paket paket sigara tüketmiş de çatlamışcasına geliyordu
cep telefonundan, ve "yapayalnız bir adam olan KS'ye" sunduğu şeyler, "sadece
yazılarına istinaden bulunduğu vaatler" ışıl ışıldı.
Gözleri kamaşan KS, insanda varolan ve 5 duyunun yardımını asla gereksinmeyen bir
duygu sistemini, yani, "sezgilerini" hemen harekete geçirip;
KS'nin kullandığı bilgisayar sistemi, kapalı bir mekana gönderilen bir ışın demetinin
yansımaları üzerindeki kesintilerden dolayı oluşan titreşimlerden "ses sinyali" elde
edebilecek profesyonellikteydi.
En ilginç olan da, kadının kullandığı Laptop'un yanısıra, kapalı bile olsalar sabit veya
cep telefonlarını da kısa birsüre sonra "dinlenebilir" hale getirişiydi DoH'un.
DoH'un kısrağı küheylan doğurur da hiç sesi çıkmaz be :D" diyerekten takdir edip;
Laptoptaki kapalı devre kamera sistemi, o devasa mekandaki her sahneyi en rahat
görülecek şekilde veriyordu.
Dikkate değer en önemli şey ise; her odada ayna/cam şeklinde gözetleme
pencerelerinin oluşu ve üstü başı tiftik tiftik - saçı sakalı birbirine karışmış - çıplak
ayaklarındaki tırnakları çapaya dönmüş bir adamın, gözünü duvardaki büyük saatten
hiç ayırmadan bir pencereden öbürüne, çılgıncasına çarpan yüreğine habire bıçak
yercesine koşturuşu ve hiç soluk almadan haykırışıydı.
ansızın karşısına çıkıp da onu lüks bir restorana götürerek envai çeşit sıcak yemek
yeme fırsatı sunan; bunu da günlerce - haftalarca - aylarca tekrarlayıp güvenini
kazanarak "sınırsız bir sevgiyi köküne kadar hakettiğini düşünerek", böylelikle de
kendini ona kayıtsız şartsız teslim etmekte en ufak bir sakınca görmeden;
ancak, hayat içinde rastgele hatta paspal giyinen insanların bile "takım elbise ve
kravatla" dolaşanlardan daha fazla parası olabileceğini defalarca tecrübe etmişken,
yine bu takım elbiselilerin içinden de;
herbir ayak sesinin alınyazısını ortadan ikiye bölüverecek birer tehlike çanına
dönüştüğünü hissedebiliyor ama artık haykıramıyordu.
Kısa bir süre sonra yan tarafındaki mermer masaya da birini getirdiler, ki, teninin
beyazlığından bile anlamak mümkündü gayet zengin - sosyete olduğunu.
Çünki kocasına, "- Hadi sok şunu içime aşkım, ameliyat başlamak üzere, sok aletini
böbreklerime kadar, hadi, oohhh!" diyordu.
ve tarifi imkansız azaplardan kurtulmak için "beklediği ecelin çabuk gelmesi adına
dualar ederken", ölümlerden ölüm beğenme şansı bile olmayan şu zavallı adamın;
Yaşattığı vahşetle "tüyler ürpertici bir sonla" şu dünyaya veda edecek adamın kanlar
içindeki o doğranmış hali ona hiç "herhangi bir çeşit" pişmanlık yaşatmayacak
mıydı???
Bütün vücuduna hücum etmiş olan ve "stres hormonu" olarak tanımlanan kortisol'un
etkisiyle DoH'u dürttü KS panikle.
"Bu böyle devam etmemeli! Gammaz olmasa tilki pazarda gezermiş DoH!
Çabuk birşeyler yap, çabukkk! :("...
***
{48}
FOTOĞRAFÇININ
RUH HALİNİN FOTOĞRAFLARI
Dünya üzerinde bu tip duyarlı erkekler var ve ben gençliğimin 25 yılını bir hödüğe
harcadım, acınacak bir hayat yaşadım :( "...
Ümran'dı adı…
"- Fazla büyütmemek gerek. İnan ki ben de son derece geniş bir kültüre sahipsem
de, çok cepheli bir sanatçı olamadım.
Olay bundan ibaret" diyerek kadının ezginliğini biraz olsun yumuşatma yoluna gitti
Kelimelerin Sihirbazı (KS) ve günlerce sürdü sohbetleri.
"Herhangi biriyle 1 batman tuz yemedikçe neyin nesi olduğu bilinemez" sözünden
haberi olmadığından, kendisinden 25 yaş büyük bir yerel gazeteciyle "aşık oldum"
sanarak ve cemiyetteki şatafatına aldanarak evlenmiş;
o da panik içinde küçük kızının odasına sığınıyor ve laptopu açıp KS'nin "bedbahtlık"
üzerine yazdığı makaleleri okuyordu facebookta.
Pişmanlık dereceleri günbegün artan evlilikler, sadece karı - koca - çocuklar için
değil, önce yakın akrabalar sonra da bütün sosyal çevre için de azap verici birhal
alır.
Öyle ki, bu tip evlilikler, herşeyiyle dörtdörtlük tasarlanmış ve "sabır denen büyük
makamın ustalıkla kullanılmasıyla" meydana getirilmiş bir sanat eserinin üzerine
kova kova su dökülmesini andırır.
Önce su azıcık bir zarar verir ve gözle tam görülmez kaybın büyüklüğü. Fakat geçen
zaman muhakkak çürütür o eşsiz eseri.
Aşkın bile aldandığı bu tip izdivaçlarda da tek bir suçlu vardır : Karşı taraf(!)
kendisi günde 1 tane köşe yazısı yazarak keyif çatarken, karısına bir internet kafe
ya da fotoğrafçı dükkanının bütün yükünü reva görüyor, güzel paralar kazanmasına
rağmen de onu aşağılayıp eziyordu.
Bunun altındaysa büyük ihtimalle Ümran'ın alımlı ve çekici bir çerkes kızı olmasının
yanısıra, aralarındaki yaş farkının doğurduğu kıskançlık yatıyordu.
Yıllar yılı demir yalayıp ateş püskürten bu egoist adamın ellerindeki Ümran ise,
artık kontrol edemediği stresi neredeyse bir yaşam biçimi haline ister istemez
getirmiş, kişisel farkındalığını da yitirerek bu yaşam tarzının bedellerini önce
kendisi ödemeye kalksa da becerememiş, ayakta duran ne varsa maddi - manevi
yıkarak çevresindeki sevenlerine de pay etmişti.
Kocası olacak olan o övüngen adam en sonunda elden ayaktan düşerek önüne bakar
hale gelmişse de, öfke - üzüntü - nefret - kin vb. duygulara uzun süre maruz kalan
Ümran, içine düştüğü bu duyguların girdaplarından bir türlü kurtulamıyordu, ve bu
durumu da KS yaptıkları her mesajlaşmada hissedebiliyordu.
Tam, "- Artık elden ayaktan düştüğünde huzurevine sürdüğün o zalim adama sırf
çocuklarının babası oluşundan dolayı zarar vermek istemeyeceğinden;
ona yıkıcılığı yüksek bir pişmanlık yaşatmak, ki, sana da zaten bu kadarı yakışır;
belki kendini daha iyi hissettirecektir. Sonuçta bütün Semavi dinler bize
düşmanlarımızı affetmeyi emrederken, dostlarımızı affetmek konusunda bir
bağlayıcılık önermezler" diyecekken Ümran'a KS;
"- Bırak PC'den felsefe yapmayı da onu yanına çağır. Görmüyor musun kahırdan
ölecek kadıncağız! Çağır ve birkaç gün tatil yapın, ama, Bekir'i de işin içine kat ve
onun yazlığına giderek ne aktaracaksan birebir - yüzyüze sohbet ederken aktar.
Onların öngörüleri mi eksikti - fikir denizleri mi kirliydi - zekaları mı kıttı da, herbir
seçimde "Kalp" en gözde karar merciiydi ve, kendi beyanlarının ardından son sözü
muhakkak ondan beklerdi?
Tabii ki hayır!
Zekice ve salt mantıkla yapılmış seçimler her zaman "En Doğru" seçimler
olmayabilirdi.
Çok erken yaşlarında, daha genç kızlığında olgunlaşıverip de çok keskin bir pratik
zekanın güdülediği, ancak, yaşadığı negatiflikler sonucunda yine çok erken yaşta
aniden bönleşivermişcesine, veya birtakım gizli devlet meselelerine kafası
takılıyormuşcasına bakışları sık sık bir noktaya dikilip kalan Ümran;
Bir insanı etkisi altına almakta gayet becerikli olan, bazen huyuna suyuna giderek
onu evirip çeviren - bazen onun niyetlerini çözmüşlüğüyle kendi fikirlerine yürekten
inandırabilen - bazen de güçsüzlüklerini sezerek veya onun dizginlerini elinde tutan
kişileri beyninde sıfıra çektirerek hayatına müdahil olan KS;
Kocasıyla ilgili sıkıntıları, özetle, "Kusurlu olanı deneyimlediğin için artık kusursuz
olana yönelmen daha kolay olacaktır, ve bu, insan hayatındaki çok önemli bir
metodtur" diyerek aşmasına yardımcı olabilirken;
ismi zikredildiğinde, kaç yaşımızda olursak olalım tarifi imkansız duyguları içimizde
akıştırabilen, dolu dolu bir ferahlama hissinin belirtilerini gözlerimizin parıltısıyla
dışarı yansıtabilen, hayal - ümit - sıcaklık - ışık gibi nurani duyguları sevgi - şefkat -
korunma ile harmanlayarak;
giyim kuşamı, tavırları ve konuşma tarzıyla tam bir züppeyi andırsa da aslında
oldukça hayalperest, romantik ve iyi yürekli bir delikanlı olan oğluna;
kıskanç, asi, dedikoducu ve yalancılığı huy edinen, güzel ve kibar görünüşlü büyük
kızına dayandığında;
Ümran'ın sesi bulundukları salona bir gurultu misali yayılıyor, "açlık ve soğuğa uzun
süre maruz kalmış çelimsiz bir kafes kuşu" gibi titrek titrek ulaşıyordu KS ve Bekir'in
kulaklarına.
Öyle ya; ona göre çocukları hala çayır çimen kokuları üzerine sinmiş - saç baş
biryana dağılmış - yaramazlık ve haşarılıkları bile oldukça sevimli yabanilerken;
kendisiyse "spor blüzler ve kolları sıvalı hırkalarına eşlik eden daracık kot
pantolonlarıyla" çocuklarının en yakın arkadaşıydı, ve zaten hiç topuklu iskarpinler
üzerine "taranarak sıkı sıkıya toplanmış saçlarla" tüneyen, ve resmiyeti hemen
farkedilen siyah elbiselerle de bu ciddiyeti süslenen olgun - ağır bir kadın
olamamıştı.
Hem kızı hem arkadaşı olan bekar birine de böyle absürt bir olayı dünya biryana
yıkılsa yakıştıramazdı…
İkinci günün sonunda çok yoruldular üçü de. Bekir salona hazırladı yatıp dinleneceği
döşeği, Ümran'la KS'ye de içinde iki ayrı yatak olan bir başka odayı verdi dubleks
mekanın üst katından.
Sevgili olmadıklarından Ümran'a hiç ilişmedi KS, fakat, ateşle barut olduklarını ve
"Dost dostun eğerlenmiş atıdır" söylemine binaen onunla sevişmek istediğini birkaç
şekilde ima etti.
"- Böyle alkol yüklü günler ve gecelerden sonra ben, gerekirse paramla satın
alacağım bir fahişeyle bile yatarım. Ama bu kadın bulmakta zorluk çektiğimden
değildir. O an sadece seks gereklidir. Derdim de altıma serilen kadınla değil,
kendimledir.
Dilersen sırtını döner yatarsın orada rahatça, dilersen de ben kendimi tatmin
ederken izleyebilirsin. Daha önce, canlı birşekilde, mastürbasyon yapan erkek
görmediğinden de eminim! :D" dedikten sonra;
"Allah'ım! Şu adam geniş geniş 31 çekiyor gözümün önünde ve odaya yayılan erkek
çamaşırı kokusu aklımı başımdan alırken, kafa derimden ta uçlarına kadar terleyen
saçlarım bile "bizi şu cinsel organın sahibinden mahrum bıraktın ya, yuh sana!" diye
söylenirken, ense köküme de zonklama şeklinde ağrılar saplanıyor. Of yaa, off :((";
İşi bitince de, yan yataktan kafası alt üst olmuş halde onu izleyen Ümran ile hiç
gözgöze gelmeden yattı uyudu…
Üçüncü günün ortalarında gelen telefonla Bekir Balıkesir'e dönmek, Ümran ve KS de
Altınoluk'a geçmek zorunda kaldı. Evi havalandırıp birer bira açtılar ve karşılıklı
duran çekyatlara yayıldılar.
Yaşamı boyunca "farkındalık yüklü bir aptallık her savaşı kazanır" mantığıyla hareket
eden DoH'un;
yıllar boyu yeterince doyurulmadığından dolayı fazlaca eskimemiş olan nefis sarışın
teninde aşk ve ihtiras yüklü dudaklarıyla her öpüşte Ümran'ı tarifsiz hazlarla
eritiverecek şekilde, en kuytu yerlerine varana dek dolaştı, dolaştı.
en çok da bacakaraları gergin haldeki etleri KS sayesinde dirilmiş, can suyu almış,
içinde patlayan flaş ışıkları eşliğinde defalarca boşalmıştı.
KS'nin, cinsel organının içinde tekrar tekrar dolaşmaya başladığını her hissedişinde
yarı baygın bir vaziyetteyken samimi bir şekilde gülümseyip;
"- Ah, ben dün akşam seni sadece izleyerek ne büyük ahmaklık etmişim. Al beni.
Nasıl istiyorsan öyle becer beni!" diye mırıldanıyordu…
Konuşma uzadıkça ve Ümran'ın kullandığı "ama, ama nasıl olur yaa?'ların" sayısı
arttıkça, hava birkaç kat daha elektrikleniyor, Ümran'sa kendisini kaçamak da olsa
göz hapsinde tutarak tek yanlı duyabildiği şeylerden anlam çıkarmaya çalışan
KS'den gözlerini kaçırıyor, sanki canını oracıkta teslim ediverecekmişcesine güçlü
bir iç çelişkisi yaşadığı da her edasından her halinden belli oluyordu.
Sonra da, "- Tanrı olmadığın kesin, ama lütfen söyle bana Hasan sen nesin? Yoksa
herşeyi bilebilen bir müneccim misin? Hamileymiş kızım ve kürtaj için de son
safhadaymış. Tanıdığım ve döndüğümde öldürecek olduğum bir çocuktan hamile
kalmış!" diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Yıkılmıştı.
kızını ölmüş farzetmesini istedi ondan ve, ölen bir insanın gömülüp de cemaatin
geriye döndüğü anlara kadar olan seramoniyi beyninde detaylı birşekilde yaşayarak
idrak ettiğinde;
Yetmedi, "Ana üvey olunca baba gavur olurmuş" diyerek, kalktı, onların yaşadığı
kente taşındı. Ümran hayatını tamamen toparlayıp işlerini halledene, ve birgün
gelip KS'ye;
"- Ama sen beni hiç pikniğe - lunaparka götürmüyorsun!" dediği an'a kadar, yani
kendi yokluğunda bir boşluğa düşüp de ne kendine ne ailesine zarar vermesin
diyerek kolaçan ettiği kadının, artık hayat enerjisiyle dolduğuna kanaat getirene
kadar, ki bu 3-5 ay sürdü, onların şehrinde yaşadı…
Yola kendi kendine devam edebileceğini anladığı zaman da kıytırıktan bir bahane
uydurup, hayatları sahiplerine emanet ederek o kentten ayrıldı;
***
{49}
***
Erkek okurların sayısı da, genelde "kadın - kız tavlama amaçlı" kullanılmasına
rağmen facebook'un, hiç de azımsanamazdı.
"- ???".
"- İsmim Cem değil bu bir. MSN'deki ve facebooktaki resimlerine bakıyorum da;
seni hayatım boyunca hiç görmedim, bu da iki.!".
Israrındaki direnci biraz olsun kırılan kadın sordu : "- Peki siz kimsiniz???"
"- Hayran sayfamın başlığında yazıldığı gibi, Kelimelerin Sihirbazı benim adım!"…
Fakat hem karakter hem de öğreti bazında ne kadar güçlü olursa olsun, öğrendiği
gerçeğin yıkıcılığından ve içinde kaynaşarak çıldırtıcı boyutlara ulaşan duygular
yüzünden kafasındaki her dengeyi kaybetmekten çok korkuyor, kuş gibi
çırpınıyordu. Bu çırpınışları da Cem isimli adama bedduaları eşliğinde bir durulup
bir hareketleniyordu.
yazıların sahibi sandığı o "güneş kadar aydınlık bir manevi güzellik taşıyan, ve
candanlığı sonsuzluğa uzanan muhabbetlere gebeymiş gibi görünen" çocuğa kayıtsız
kalamamış, onu mahzun etmeyi her ne şartta olursa olsun kendine yakıştıramamış,
kalan hayatının sonuna kadar "maddi ve manevi olarak fedakarlık - taviz - hoşgörü
küpü haline dönüşerek" evlenmeyi bile kabul etmişti onunla.
Hatta, ısrarlarına dayanamayıp, evlilik adına fol yok yumurta yok iken yatağa dahi
girebilir, en önemli varlığı saydığı bekaretini bile ona feda edebilirdi rahatlıkla...
"- İyi de, bütün bu yaşananlarda benim payım ne ki, Tanrı'nın lanetini üzerime
okuyorsun İrem?" deyince Kelimelerin Sihirbazı;
sözümona o "Heybetli" beynine aşık olduğu için verdiği kızlığını geri alamayacağını
bilinciyle, ve o beynin ürettiklerinin asıl sahibinin Cem değil de KS'nin çıkmış
olmasıyla hüngür hüngür ağlarken, biryandan da yaşlı gözlerinin içinden "kendini
bekleyen karanlık geleceğin senaryosunun kızlık zarı kanıyla yazılmış sayfalarını"
okuyabiliyordu.
"- Kendimi, bayram hediyesi erkenden eline verilmiş koyun gibi hissediyorum.
Hediye, "gerçeği öğrenmiş oluşum", ama, bayram sabahı da kurban edileceğim. İşte
bu haldeyim. Çok ama çok dertliyim. Bir kurbanlık bayramın gelişine sevinir mi
sence :( ?"...
İnsanoğlu, tam olarak ne yapacağını ve nerde kullanacağını bilmese bile, sahip olma
- birikim ve donanımı olmasa bile, başarılı ve güçlü olma - yapabildiği şeyleri
sergileyerek de pohpohlanma güdüleri kalplerine enjekte edilmiş halde şutlanırlar
Tanrı tarafından dünyaya.
Biran için kadınları kaldıralım bakalım yeryüzünden, hangi erkek para - güç -
kariyer - okul vs. için kılını kıpırdatacak?
karganın bülbülü taklit etmeye çalışırken kendi ötüşünü unuttuğu misal, tutup
başkalarındaki güzellikleri çalıp da "sözde sevdiğine" sunduğunda emeline
ulaşacağını sanarak, temelsiz bir birlikteliğe kanat çırparlar.
Cem de benim zengin yazılarımı copy+paste yapıp (çalıp), sen "güzeline" sundu, ve
sanırım facebookta yapan çok bunu.
"- Ben onu beyni, beyninin güzelliği, güzel fikirleri için sevmiştim, ama şu an "o
sevda" gözyaşı olarak akıp gidiyor gözlerimden. Çünki aslında "senin yazılarını çalan
ve bana yollayan" o kalleş hırsızı değil, seni sevmişim.
Fakat bizim adetlerimizde kadın ömrünce tek bir erkeğe sunar kendini, ve bu
yüzden de sana ellerimi uzatıp da "Tut n'olur" diyemem. İçim kan revan halde
tükenip gitsem de bunu diyemem, ikinci bir erkeğe kendimi veremem. Adını
koyamayacağım birsürü karmaşa beni beklese de bundan sonraki hayatımda,
yaşama karşı duyacağım isteksizlik içimin heryerine yayılsa ve damarlarımın her
zerresine işlese de, şu yaşadığım "kandırılma ve aşağılanmayı" gururuma hiçbir
zaman yediremesem de, ki, eminim bir kadının daha aşağılanmış bir durumu
olamaz;
sokak köpeği gibi yalnız birşekilde ordan oraya savrulsam ve hiçbiyere sığınamasam
da, kendimden her saniye utanç duysam ve hatta iğrensem de;
Tek bildiğim, hiçbir zaman elle tutulur eylemlere dönüşemese de hiç eksilmeyecek
senin "beynine ve yazılarına" olan bu bendeki sevda.
Yarından tezi yok Kanada'ya, ablamın yanına gidecek, büyük ihtimalle de inzivaya
çekileceğim.
Ne tuhaf.
KS bir seslense DoH anında gelir ve İrem'in yerini sanki orada yaşıyormuşcasına
tespit edebilir, onun peşinden gidebilirdi.
Ama yapmadı.
***
{50}
KOŞULSUZ TESLİMİYET
BU BAĞLAMDA,
KAFALARIN KASVETLİ VE SOĞUK EVLİLİKLERİ YANINDA,
KALPLERİN SICAK - ÖZVERİLİ - DURU BAKIŞLI - İÇTENLİKLİ
EVLİLİKLERİ YEĞDİR.
ÇÜNKİ DOSTLUKLAR
SADECE AYNI RUH - KALP
MERTEBESİNDE OLANLARI BİRLEŞTİRİR,
VE KARŞISINDAKİNE
"AŞK OLSAYDI ARAMIZDAKİ,
AŞKLA SEVSEYDİN BENİ,
ZAMANLA BİTERDİ VE
NE YAZIK OLURDU BE DOSTUM"
DEDİRTİR...
***
"- Selam Sihirbaz. Hani birgün gelse ve ölesiye aşık olduğum adamla evlensem -
çoluk çocuğa karışsam - üstüne üstlük onları büyütüp de torun torba sahibi olsam,
ve evliliğim boyunca zerre kadar mutsuzluk da yaşamasam kocamla; geriye dönüp
baktığımda, o mutlu yıllar boyunca; sen beni her çağırdığında koşa koşa sana, ama
sadece sana gelişimden, senin beni bir et parçası olarak görüp becerdikten sonra
gönderişinden hiç pişman olmayacağım gibi; sevgili ve çok değerli kocamı da
aldatmışım gibi hissetmem hiç.
Çünki, hiç görmemiş olsam da yüzünü - fotoğrafını, yazılarının her satırıyla "kendimi
kaybediyormuşcasına başkalaşan ben", seni, dünya üzerindeki hiçbir varlıkla aynı
teraziye koyarak boy ölçüştüremem.
O "mana boyutunda", seni tartabilecek yapıda bir terazi var mıdır zaten onu da
bilemem."...
Kendini bir an 1725 yılında Venedik'te doğup da yüzlerce kadını tesirinde bıraka
bıraka ünlenen Giovanni Giacomo Casanova gibi hissetse de;
"acaba oldukça basit - saf - cahil bir kadınla mı karşı karşıyayım, yoksa "Delilik"
denilen ruhi ve güçlü yeteneğin bilgelikten daha ağır basabileceğinin
farkındalığındaki bir dişiyle mi başbaşayım?" biçimindeki fikir sorgulamalarını
bırakıp, detayları kendisinden öğrenmek üzere, 18'ine henüz yeni girmiş olan "genç
kız Emine" ile sohbete girişti...
Birine methiyeler düzmek ve ona yaranmak çabasıyla hareket eden kişinin asıl
amacının, o kişiden bir beklentisi olması ya da ondan kazanç sağlaması insanların
doğasında varken;
onu o kötü düşten uyandırdığını - hayata karşı olan bütün tedirginlik ve ürkekliğini
çekip aldığını - güveni sıfıra inmiş halde, hızla, bilinmeyen çıkmazlara
sürüklenirken, altında kıvranıp durduğu yorganı üzerinden çekiverdiğini, ve mavi bir
gökyüzüyle yeniden göz göze getirdiğini "hiçbir çıkar ummadan" anlatabiliyordu
KS'ye.
Samimiydi, çünki, 16'sı ile 18'i arasını "aşk sandığı" birliktelikler yüzünden akıl
hastanelerine gide gele geçirmiş, yaşadığı buhranlar kalıcı hale dönüşürken sevdiği
adamın da çekip gidişiyle birlikte, Bakırköy'deki hastane tarafından isminin önüne
"Deli" lakabı takılarak mimlenmişti.
O mimi resmi kayıtlardan kaldıramayacak olsa da, yaşadıklarının "her an bir diş
daha kopararak canını yakan kelepçelere dönüşmesinden" kurtulmasının, ve "azap
vericiliği çok yüksek olan karışık duygularından kolayca sıyrılmasının" tek sebebi
KS'nin sihirli kelimeleriydi…
"- Herşeyi anlarım da, daha konuşmamızın girizgahında ortaya attığın bu aptalca
fedakarlığa inan benim bile aklım ermiyor, ve, ben tarafından soluk aldırmaz
birşekilde büyülenmişsin de, yine benim uğruma "en kötü akibetlere dahi koşa koşa
gidebilecekmişsin" gibisindeki bu davranışın dehşete düşürüyor, ne diyeceğimi
şaşırıyorum.
Kaldı ki sana, sen yaştaki gencecik bir kıza, çok güzel de olsa, hiçbir söz vermedim,
vermem.
"- Al işte! Ailem beni deli sanıyor, sen ise sümüklü bir kız çocuğu!
Oysa ikisi de değilim, ve hem fiziki anlamda hem de beyin düşünüldüğünde tam
manasıyla bir yetişkinim ben!" diyerek KS'yi iyice bunaltıp da peşini asla
bırakmayacağının sinyallerini verirken Emine;
"- Yaz telefon numaranı ve o övündüğü fiziğindeki her uzvun santim santim
fotoğrafını çekip göndermesini iste. Beyninin fotoğraflarını sen zaten çekersin
milim milim :)
Kadınları kaçıran bu taktik daha önce de hep tuttu biliyorsun :D" diyerek şeytani
bir kahkaha attı...
kızkardeşi - annesi - kendisi heran baskı altında yaşayıp giderken tanıştığı bir oğlanı
çok sevip de onunla evlenmek istemesi karşısında "ev hapsi" uygulamak gibi bir
yönteme başvurunca;
birbirlerine şaşkın şaşkın bakan DoH ve KS, Emine'nin hiç de şakası olmadığı kadar
aynı derecede "Olgun ve Ağır" bir beyin taşıdığını farketmiş;
yıllardır bir amatör fotoğrafçılık kulübüne de üye olduğunu ise, yirmisine varmamış
dinçliğinin - tenindeki ışıl ışıl zerafetin - gürbüzlüğü ve sapasağlamlığının
damarlarında taşıdığı tertemiz kandan kaynaklandığını ve bütün organlarının
yepyeniliğinin de "profesyonelce fotoğraflanabilmesinin nedenini" sorduğunda
öğrendi KS.
Öyle ki;
yaşının 18 oluşuna rağmen "çok iyi gelişmiş bir kumral güzeli" olduğu o
fotoğraflardan "sanki karşısındaymışcasına" anlaşılabiliyordu.
KS'yi bir ömür "seçme" ve bunda da gerçekten "sadakatle hareket etme" bağlamında
hem samimi hem de kararlı olduğunu gayet net biçimde ispat ediveriyordu.
FGCM'nin Dragos'taki evinde geçirilen 3 günün sonrasında şiddetli bir kavga çıktı
küçük bir meseleden dolayı, ve KS;
Zaten bunca yılı birlikte geçirişimizin yegane sebebi 2-3 ayda bir görüşüyor
oluşumuz, ve affetmiş olsam da;
Küçük bir ilanda gördüğü "Güvenlik görevlisi ev arkadaşı arıyor" yazısı ise onu
Beşiktaş'a, Ihlamur parkı civarına sürükledi.
"Sanırım bütün o mangalda kül bırakmaz sohbetler fos çıktı. Neredeyse 1 saat oldu
ki, SMS'imi bile yanıtlamadı" diye içinden geçirirken;
gür - inatçı - yanlardan kırmızı kordelalar ile sıkıca boğulmuş saçları ve topacık
kumral yüzündeki çocuksu gülümseyişiyle Emine'nin olduğu MMS ile acele
toparlandı, BKM'ye doğru hızlı adımlarla yol aldı.
Çünki o MMS'in not kısmında "Kartal'ın yanındayım :)" yazıyordu, ve bu sıcak mesaj,
o çocuk irisi samimi kız tarafından yollanmıştı...
onun diri memeleri başta olmak üzere tüm vücudunu yoğururcasına okşuyor,
kulağına da, "- Seni kucağımda bütün gece sevebilirim. Bacaklarının arasından
süzülen ıslaklığa ve çıldıracak gibi oluşuma rağmen, içine girip de hiç becermeden,
şu büyük zevkin tadını sabahlara kadar yaşayabilirim.
KS'nin kucağındayken ayakları yere değmemesine rağmen, çok ani bir refleksle
zıplayarak onun aletini tek hamlede içine alıveren Emine, KS'nin sözleriyle kızarıp
"daha bir narinleşen daha bir güzelleşen" yüzündeki küçücük ağzından inlemeyi
andıran derin bir "ohhh" sesi çıkardı ve bu ses;
Kucağındaki eşsiz güzelliğe hayatında ilk kez seks yaparmışcasına sıkı sıkı sarılan KS,
ensesinden kavradığı Emine'nin başını kendine çevirdi, ve ilk karşılaşmalarında
"hayatça alaya alınmış - tuhaf ve derin birsürü acı aktarılmış" o maviş gözlere
yeniden baktı.
Kıvrana kıvrana, inleye inleye, çok derin ve sevecen temaslar eşliğinde boşaldılar.
Henüz "çok kullanılmış ve eskimiş olgun kadın" edasına varmamış teninde meltem
rüzgarlarının kokusunu taşıyan Emine;
Nasılsa "kocasından bile öte gördüğü erkeğine" yalnızca bir çağırma mesafesindeydi
ve kelimelere ne hacetti.
Onu arzuladığını birşekilde belli etmesi, seslere ve sözlere hiç ihtiyaç duymadan
koşup gelmesine, kendini ona tüm benliğiyle sunuvermesine yeterdi...
***
{51}
İkinci grup ise daha gerçekçi ve sıradan insanlardan oluşurdu ki, bunlar;
3-5 kişisel gelişim kitabına dahi el sürmemişlikleriyle, fakat daha "samimi ve dürüst"
bir kişilik örneği sergileyerek yaşayıp giderlerdi.
İnsanın doğuşundan itibaren hızla gelişen, ve ergenlik ile 25'i arasında zirveyi gören,
30'lardan sonra ise azalmaya başladığı bilinen "Zeka" isimli uzvunu, sanırsın ki
"Yenice elek duvarda gerek" atasözünü hiç anlamamışçasına, bellek de dahil hiç
kullanmamış, hafızasına da "okuma, yazma ve okuduğunu zar zor da olsa algılama -
anlama" dışında birşeylere bulaştırmamıştı ilkokuldan sonra.
Çünki, bu "bedeni zayıf ama hareketleri kalın - kaba" tır şoförünü severdi.
27 yaşına kadar da, tabiri caizse "sürünen ama tır sahibi olabilecek kadar sebat ve
hırsa da sahip" bu delikanlıya çevresindeki birçoklarından fazla güvenirdi.
Kendi halinde - sessiz sakin - kaliteli giyime ve paraya düşkün bu gencin başta
facebook ve diğer sohbet programlarına olan ilgisi, ve ortak bir arkadaşlarının da
"Hasan bilgisayar olayında 1 numaradır, onun peşine takıl, sana çok şey öğretir"
şeklindeki yönlendirmesiyle muhabbetleri artmış, frekansların tutmasıyla da iş, "Son
model tırda, birlikte, Türkiye'yi turlamaya" kadar varmıştı.
Hatta, topalla gezenin aksama öğreneceği gibi, tır şoförüyle gezenin de "daha bir
otomobili iki araç arasına sağ salim park edebilmişliği bile yokken" bu işe merak
saracağı belli olduğundan :D, bir sürücü kursuna kayıt yaptıran KS, Kadir'le
dolaştığı dönemde tır ehliyeti dahi almış;
dorse ile motor mahalli arasındaki farklı manevra kabiliyetini bir türlü
öğrenemediğinden koca tırı geri geri götüremese de, "E ve D sınıfı tır ehliyetiyle"
dost sohbetlerinde caka satar hale gelmişti :).
Fakat zaten asıl gaye, cep telefonu sayesinde sürekli online olabildiği facebookta,
anı anına yazılar yazabilmek, uğradıkları şehirlerde de okuyucularından biri ya da
birkaçıyla buluşup tanışmak - sohbet etmek - bira içmekti KS'ye göre.
Bor madeni nakliyesi yaptıkları her şehirdeki kerhaneye muhakkak uğrayan, ve çok
sevdiği parasını oradaki hayat kadınlarına rahatça saçan, güncelin sosyal
ortamlarına giremediği için zamanla o meclislere kendini "yaraş-a-maz" farzederek
gün geçtikçe silikleşen;
bu tarzdaki "ruh geriliğine" de birsüre sonra "onu yürekten sevecek bir kadının bile"
faydası olamayacağı - onu kurtarmaya gücü yetmeyeceği ortadayken, ve kendisine
sadece bir tanesinin azıcık da olsa gösterebileceği şefkat - samimi alaka - kalbini
okşayacak bir telkine açken kamyoncu Kadir;
yan koltukta elinde sigarası - birası - cep telefonuyla oturan KS'nin onlarca kadınla
yaptığı ve onları "kurma mekanizması kurulduktan sonra KS'ye doğru koşuşturan
oyuncak bebekler" haline dönüştürdüğü sohbetlere şahit oldukça;
"- Hasan abi, sen çirkin bir adamken, bu işler nasıl böyle olabiliyor?" sorgulamaları
eşliğinde, “karnı çok acıkmış kurtların gözü” gibi parlayan kara gözlerine bir de
"bana da öğret yaa :(" ışıldaması ekleyerek;
seyahatleri boyunca KS'ye kendisini "kadınlarda bulunan ve bir erkeği ancak başına
varabildiğinde doyuran" o aşklar - sevdalar pınarına götürmesi adına yalvar yakar
oluyordu.
kıkır kıkır gülmekten kendini alamayan KS, tuttu ona kendi yazılarını nasıl kopyala -
yapıştır yapabileceğini öğretti, ve kadınların artık onun facebook sayfasına da
hücum edeceğinin garantisini verdi.
Aynı mahallede yaşayan ve Kadir'in yıllardır platonik olarak aşk beslediği fakat
konuşup açılamadığı bir kız, Facebook’unda paylaştığı yazıları okudukça ona karşı
yumuşamış, hatta birkaç kez de buluşmuşken pizzacı ya da kafede, sonrasında,
birden isteksizleşmişti meyledişlerine her nedense.
Fakat kamyoncu Kadir; kızın, tüm ruhuyla birlikte, bırak ışığı, sesinin ahenginin
dahi kendisinden hızla uzaklaştığını - silinip kaybolduğunu hissediyor, uğradığı hayal
kırıklığının asıl sebebinin de KS'nin kendisinden sakladığı "öğüt ve yöntemler"
olduğunu düşünecek kadar aptalca bir öfkeye kapılıyordu.
Fakat Kadir bunu birtürlü kabullenemiyor, bir örnekle göstermesini istiyordu "çirkin
adam KS'den şu "sihirli sohbetlerin" verimli ilk buluşmalarını" :)...
"- Ne yani, şu ilik gibi kızın karşısına bu paspal ve küspe kirlerine bulanmış
kıyafetinle çıkıp, şu sarhoş gözlerine saçının sakalının berbatlığını da ekleyerek, o
muhteşem güzellikteki kıza saatlerce "küçüklük duygusu" yaşatabilir misin güzel
konuşma ile sen şimdi?" bakışları atar iken;
Oralara çok gidip gelmişti bir güzel kız tavlayabilir miyim umuduyla ve "bardağı çok
paradan" birsürü içki içmişti.
Buluştular...
iyi bir belleği ve keskin bir zekası olmasına rağmen tıkandığında da son çare olarak
halihazırdaki bilgilerini harmanlayarak "bilmediğini bilir gibi gösterme"
kabiliyetinden de çok iyi birşekilde faydalanan KS;
birsürü bira eşliğinde yaptıkları sohbette Zinnet'i olduğu kadar Kadir'i de şaşırtıyor;
"şu harika güzellikteki esmerle saatlerdir laflayan ve neredeyse onu ağzının içine
düşürecek olan kişi bizim Hasan abi mi yahu?" düşünceleri eşliğinde onları sadece
izliyor, tek kelime etmiyordu.
Zaten istese de edemez, tarihi bilgi donanımıyla bir bilge - şiirsel anlatımlarıyla iç
dünyası çok zengin bir entelektüel - matematik ve fen konularıyla titizlik ve
hassasiyet yönünü ispatlayan bir deha - tabiat ve benzeri bilimlerdeki engin
ahkamlarıyla derinliğini gözler önüne seren bir doğabilimci - mantığının her an
denetlemesiyle de sağlamlığı her kelimesinde anlaşılan bir "söz söyleme sanatçısına"
dönüşüveren KS ile aynı ringe çıkıp da ondan habire tekme yemeyi göze alamazdı.
"- Arkadaşının kamyonu var nasılsa ve orada yatabilir. Ama sen bu gece lütfen
bende kal. 25 yaşında koca kızım ben, ve yalnız yaşayan bir bayan arkadaşım var.
Eminim halimden anlar ve evini bize açar. N'olur KS benimle kal" demiş olmasına
rağmen "yola kiminle çıktıysam onunla dönerim" düsturunu çiğnemeyerek
reddetmesiyle;
tuttu;
Tanrı'nın güçlü elinin KS'nin alınyazısı ve talihine çok cömert dokunuşlar yapmış
oluşuna;
***
{ 52 }
FGCMxx / CİNAYET
MUTLU ARIZALARIN
“HATASI BOL ESERİ" OLAN KADIN;
KENDİSİ HARİÇ YENEBİLECEK HERŞEYİ SİNDİREBİLEN
“MİDE” MİSALİ YAŞAYIP GİDERKEN
BİR PROBLEMLER SARMALININ İÇİNDE CÜRÜMÜNCE;
Yine; her insanda tek ama Hasan'da 5 olan bu ruhi şahsiyetlerin herbiri;
sıkıntı verici dış etkilerden özgünlüklerini koruma adına, kendine ait ruhi yapı -
kültür seviyesi - görgü ve bilgisiyle sıyrılmak, ve maruz kaldığı sarsıntı, baskı,
negatif heyecan, ıstıraplardan kurtulmaya çalışıp onu yoketmek - unutmak - üstünü
örtmek veya şeklini ve yapısını değiştirmeye çalışmak yerine, o müşkülü "Ehline"
bırakır ve kendisi sahneden çekilir.
Çünki bu beşlinin kurduğu imecede "çekilen zihinsel çileler" herbirinin
zihnini ayrı ayrı geliştirmiştir ve neredeyse eksiksizdir. Gerçi şu an bunları
okuyanların büyük çoğunluğu ve psikayaristler "Yahu, böyle şey olmaz! Düpedüz deli
işte Hasan!" deseler de; halka indiğimizde ve sorduğumuzda göreceklerdir ki; kendi
kendine konuşmadığı - kendi kendine gülmediği - sağa sola saldırmadığı - durup
dururken bir ortamdan kaçıp gitmediği sürece, toplum onları "Deli" olarak
tanımayacak veya "Ruh Hastası" olarak kabul etmeyecektir…
MSN'deyken, "- İyi o zaman abi, tanış diyorsan tanışayım. Belki sohbet
edebileceğim biridir" diyerek MehmetAli'nin dükkanından çıkmış, mahalle kahvesine
gitmişti Sceptical. Yüzündeki üzüntülü ve düşünceli halin aslında onu ayakta tutan -
diri tutan - herkeste olması gereken ve sevinç denen şeyin "taşkınlık" - üzüntü
denen şeyin de "teskin ve dinginlik" kazandıracağını bilmeyen bir arkadaşı, biraz
açılsın diye belki, onu zorla tavlaya oturttu. Oyunun ortasında, eve uğradığında
yanına almış olduğu cep telefonu çaldı. Zarları bırakıp telefonu açtığında, etkileyici
bir kadın sesi ona. "- Ünlü organizatör Sami Dündar'dan aldım telefon numaranızı
Hasan Bey. Sizinle tanışmak istiyorum. Ofisiniz nerede acaba? Çıkıp geleyim vs."
şeklinde birşeyler anlatıyordu. İçinden "Ne ofisi :)" dedi ve karşıdaki kadına "- Şu an
tavla oynuyorum, kahvedeyim, sonra arayın" diyerek kapattı. Her iş önemliydi
ScepticaL'e göre ve kıvamındaysa ertelenemezdi. Kendini yine o anki işine verdi :
Tavla'ya.
Aradan bir kaç gün geçmişti, telefon yine çaldı. "- Yüzüme nasıl telefon
kapatırsın! Sen kendini ne sanıyorsun?" serzenişleri eşliğinde FGCMxx ile,
yakınlardaki bir okulun bahçesinde buluşma kararı alındı. Çünki kadının arabası
vardı ama ScepticaL'in sadece ayakkabıları. Gelirken bira satın almış olan süslü
püslü kadının arabasında yapılan 1 saatlik sohbet, her iki tarafı da memnun etmiş
olacak ki, o soğuk kış gecesinde ve araç içinde değil de, bir meskende devam
etmeye vardı. ScepticaL'in Müfit isminde yalnız ve çulsuz yaşayan, pazarlarda incik
boncuk satarak hayatta kalmaya çalışan bir arkadaşı vardı ki, onu kırmazdı. Paldır
küldür oraya gidilerek kapısı çalındı.
Müfit odadaki teneke sobayı parçaladığı limon kasalarının tahtalarıyla
tutuşturup evin diğer odasına çekilir çekilmez, "- Siz çok ilginç bir adamsınız"
derken, bir yandan da kendisini öpmeye çalışan sarışın kadının hamlelerini "Yok
canım, herhangibir ilginçliği - üstünlüğü olmayan basit - sıradan bir insanım ben"
cümleleriyle savuşturan ScepticaL, bu yarı sarhoş dişinin örme ceketini –
pantolonunu - boxer şortunu nasıl olup da çıkararak onu çırılçıplak bıraktığını -
önsevişme, giriş ya da benzeri şeylere hiç mi hiç ihtiyaç duymadan o küçük
fakirhane odasında organının soluğu onun pespembe vajinasında aldığını -
kadınınsa, henüz ıslanmamış organına alırken büyük bir iştahla ScepticaL'i, zerre
kadar tedirginlik yaşamıyor oluşunun onda "hafif meşrep" fikri oluşmasına
yolaçtığını - önsevişmesiz başlayan bu birleşmenin nereye varacağını hesaplamaya
çalışırken, bacaklarını alabildiğince açmış olan şu kadının üstünde gidip gelirken,
aniden, "- Hayır! Hayır! Yapamam! Kocama ihanet edemem! Yapmamam lazım!"
nidalarıyla birlikte onu yana atmaya çalışmasıyla şaşkına döndü. İzin vermedi tabii
kendisini üstünden atmasına, ve hareketlerini hızlandırarak – haykırarak - inleyerek
boşaldı. Bedenini kadının bedenine devirdiğinde, onun hıçkıra hıçkıra ağladığını ve
"-O'na söz vermiştim, aldatmayacaktım" şeklinde söylendiğini duyunca da sordu : "-
Kime?".
ScepticaL FGCMxx'in bir ikiz kardeşi olduğunu, onunsa "alkolik" olduğuna
inandığı kardeşine, kendince, psikolojik manada yollar gösterip destek olmaya falan
çalıştığını ilk o gece öğrendi.
Kocasına kayıtsızlığı, ve dünyadaki en tehlikeli duygu olan "kıskançlığı"
hemen anlaşılabilen FGCMxx, çok ama çok varlıklı bir ailenin, doğumları esnasında
öz anneleri öldüğü için onları evlatlık edinerek şımarık - hoppa mizaçta yetiştirdiği,
çocukluktan bir türlü kurtulamayan, fakat çok zeki, iki kızından biriydi. Genç kızlık
dönemini; bilen - bilgisine her an yeni bilgiler katan - bunları yine de az bularak
durmamacasına yenilerini öğrenmeye çalışan biri olarak geçirmişti, ve çok sevdiği
babasının intiharı "içinde biryerde iyileşmeyen bir yara" olarak onunla beraber
büyüdükçe; aralarında yaşamak zorunda kaldığı "sosyetede" katlanılmaz insanlarla
uğraştıkça - sevmediği şeyleri yapmak zorunda kaldıkça - yeterince para
kazanamadığını anlatıp duran doymaz insanlara dişini sıkarak tahammül etmeye
çalıştıkça bunalmış, ve "acaba kurtulur muyum?" diyerek kocasıyla evlenmiş; aşağı
tabakadan gelip de soyluların arasına sonradan katılan bu adam da maneviyat baz
alındığında birşeylere çare olamayınca, kendini alkole, üstelik de biraya vermişti.
Gecelerin bütün karanlıklarını içine alıp, onun aç gözlerine teslim olup da;
daha önceleri hakkında çok şeyler okuduğu ve inandığı, O'na, özetle; "Tüm
varedilmiş olan ne varsa, bir an için hepsinin dışına çıkılıp da, hepsine dışarıdan
baktığında, belki de o bütüne "Tanrı" derdin!" gibi saçma fikri aşılayarak
"septisizmin doktrinlerinden" bile daha zavallı bir "herşeyden şüphe duyabilen
bir çeşit imansız - hiçbişeye inanmak istemeyen bir inkarcı" haline gelmesine
sebep olan "Spiritüel Düşünce ve Reenkarnasyon" ahmaklıklarının da kendisine
yardımcı olmayışından; "Allah'ım yardım et" gibisinden bir yakarışı da diline
dolayamıyor; "kolu kanadı kırık bir şekilde de olsa" boğulduğu o karanlıklardan
sıyrılamıyordu.
Kocasıyla birlikte yaşadıkları ev kar – tipi - tufan barındıran kutup geceleri
gibi eziyordu FGCMxx'in ruhunu, ve bu evde yaşamaya neden katlandığını, nasıl
kurtulabileceğini de bilmiyordu. Kapana kısılmıştı. Paranın yönettiği "ailesinin ve
sosyal çevrelerinin" kalp – vicdan - maneviyat konularındaki eksiklikleri onu zaman
içinde oldukça acımasız yapmış, bilinçaltını ise "şartlar ne olursa olsun hedefe
kilitlenmek" gibi bir bencillikle donatmıştı. Fakat para sorunu olmadığından, iş –
kariyer - geçim gibi şeylere yönelemiyor, hedeflerini "sapkınca bile olsa" ikili
ilişkiler üzerinden belirliyordu. Seks – aşk - sevişme denilen şeyleri; yaşadığı
konforlu hayatta çok dengeli ve düzenli de beslenebiliyor oluşundan kaynaklanan
yüksek libidosundan dolayı, gerçekliklerden kaçıp kurtulmak - yaşamında
karşılaştığı zorlukları unutmak - hem ruh hem beden manasında gevşeyebilmek için,
yani, herhangibir uyuşturucuymuşcasına kullanıyor, bu sefer de, hırçın – kızgın –
gergin - huzursuz günler geçirdiğinden uykuları bozuluyor, ve organizmasında
meydana gelen bozulmalar da onun "farkında ol-a-madan" kendisine ve
çevresindekilere zarar vermesine yol açıyor, yaydan çıkan ok'a müdahale edemiyor
oluşu onu daha bir "saçmalar" pozisyona düşürüyor, başedemediği şeyler yüzünden
yaptığı hatalar da "onarılamaz" hallere dönüşünce soluğu psikayaristlerde alıyor,
onların yazdığı antidepresanlardan medet umuyordu.
"Gerçekten acıktığında gerçekleri görebileceğinin" hiç farkında olmadan
sürdürdüğü bu yaşam tarzı FGCMxx'i ve egosunu öyle bir hale sokmuştu ki; ömrü
boyunca tek bir aşka sadık kalıp da o aşkın ızdırabını çekmiş, ve başkalarınca
meftun - meczup gözüyle bakılanlardan çok uzaktı. Onların yaşadığı "bir çocuk gibi
tertemiz gülümseyen" o aşkları hayal edebiliyor, o aşklarda çekilen ve
erişilemeyecek büyüklükteki azapların bile mübarekliğini kestirebiliyor, ancak,
içine düştüğü libido egoizmini herkesin peşinde koşturduğu "günün giyim modası"
gibi kullanmaktan kendini alamıyor, o modaya uyarak da bütün gardrobunu "1 kez
giyildikten sonra bir daha yüzüne bakılmamış kıyafetlerle (!)" dolduruyordu.
Öyle ki; bütün süperegosuna rağmen hiç de ham değilken, ve kendini
"herkesin hoşuna gidecek" şekilde ayarlayabilecekken; tutup, onları kendine
uydurmak yerine onlara uymak zorunda kalıyor, ve "iki kadeh içip kalkarım" diye
girdiği bir gece klübünün barmeninin koynunda ve o mekanın arkasındaki zula bir
odada uyanabiliyordu.
Öyle ki; içine düştüğü bu cinsel şehvet bataklığı ona; hani din kisvesine
bürünmüş tarikatlara girse, ve oradaki şehvet delisi sahte şeyh ve müritlerin herbiri
günün her anında saldırıp dursa, hatta, ucu seksüel katilliğe uzanan cinsel
birleşmelere bile, varsa, "Neden olmasın?" dedirtecek gibiydi.
Hal böyle olunca; FGCMxx'in ellerinden şehvet – alkol - depresizm tutunca;
sık sık başvurduğu yalanı ve yalanın göstergesi olan; aşırı heyecanın elleri
terletmesi - yaşadığı coşku ve korkuların yüzünü sarartması - yalanı ortaya
savururken yutkunması ve çektiği susuzluğu da dudaklarını diliyle ıslatma yoluyla
gösterme çabası - bazen boynundaki atar damardan bile gözlenebilen nabız
hızlanmaları - konuşma sırasında gözlerini karşısındakinden sık sık kaçırması -
sesinin renginin ve tonunun değişerek doğal halinden uzaklaşması ve
kuvvetsizleşmesi - irade boşluğundan kaynaklanan kontrolsüz el ve ayak
hareketlerinin sergilenmesi ya da "tüm bedenin sallanması veya biryana eğilmesi"
gibi klasik tepkileri; ona "hasta ruhlu - deli" gözüyle bakan, ve kendi lüks yaşamına
sarılan içgüveysi kocasıyla, yine, ona "annelik gayretiyle" yaklaşıp da hoş tutmak
adına hiç kırmayan annesine yutturabiliyordu, ama; bütün yaşamını "küçük
ayrıntıları seziş" gibi bir düstura dayayıp da büyük kayıpları bile gözardı
ettirebilecek bir "onur'un" efendisi haline gelmiş olan KS'ye yediremiyor; masa –
bira – içki – felsefe - sohbet ortağı olduğu şu adamın vizyonuna da şapka
çıkarıyordu…
***
{53}
"- Pisst. Kap gel biraları da pikniğe gidelim :)" şeklinde bir SMS
gönderdiğinde, elindeki uğraşısı her ne olursa olsun, eğer ilaç almamışsa ve
uyumuyorsa - uyuyorsa da uyanır uyanmaz arabasına atlayıp gelen, ve mesajı
gönderen KS'yi gücünün yettiğince sıcacık – vazgeçilmez - tartışma götürmez bir
tutkuyla seven FGCMxx'in "Öküzlük sınırındaki" kalpsizliğinin sık sık ortaya neden
çıktığını da çabucak kavradı KS : O'nun kalbinin ruhuna, zengin ve sömürülebilir
kadınlık adı altında birçok cerrahi operasyon yapılmış, dikişleri de beceriksiz
cerrahlarca çarpık çurpuk atılmıştı…
O'na sormak lazımdı aslında böyle bir hareketi, uyuşturucu gibi bir illeti, sırf
"can acıtmak" için dahi olsa içmeyi kocasına yapmış olsa tepkisi ne olurdu diye.
İnanın ki o lümpen adam, bırakın dövmeyi, yüzleşemez ve bu yapılanı görmezden
gelirdi. Ve yine sormak lazım FGCMxx'e, hani DoH'a bir erkek olduğu için aşık
olmuşsun ya, peki diyelim. Ülkedeki beyaz şapkalı hackerların en kıdemlisi - en
süperi - en beceriklisi - en zekisi - en mükemmeli oluşu falan da seni hiç
etkilememiş, peki diyelim. Anlaşılması zor olan şu : Hasan'ı Jakabo'yu ScepticaL'i
DevilofHacker'ı, Kelimelerin Sihirbazı'nı birbirinden nasıl ayırdettiğin ve diğer SÖ
erkeklerine nasıl benzettiğin? Mümkünlüğü çok zor bir durum bu çünki. İnsanlar
bunu ayırdetme konusunda hiç becerikli değildir şu evrende. Rahmetli Işıkara da en
seksi erkek seçilmedi mi geçmişte? :).
Diyelim ki sadece "erkek" olarak seçip de birlikte oldun DoH'la, ve köküne
kadar da aşık oldun. Fakat zaman geçip de sana anlattıkça "gerçekte kim?"
olduğunu, öğrendin ve gayet iyi biliyordun. Sevgiliyken, ya da hayal olarak
kurguladığın evlilik döneminde "bilindik bir memur - bilindik bir koca - bilindik bir
adam - bilindik bir sevgili" yaşantısı mı umacaktın onunla olan birlikteliğin
boyunca?. "Sıradışı ve Sürrealist" beşliyle aşk yaşayıp da, sıradan bir hayat -
sıradan beklentiler içine mi girecektin? Gerçi haklısın, kadın denilen yaratığın aşk
ve evliliklerden "çok ama çok insani" bir beklentisi vardır : "Her ne yaparsa yapsın,
erkeğinin orjininde, odak noktasında olmak ve katlanılmak!" Sıradan erkekler için
pek tabii ki kabul edilebilir bu. Ya şu beşli için?. Ve, şu duvara toslayarak da
paramparça olur bu arzu zaten : "Kadın kısmı önce bir haltlar karıştırıyor, itilip
kakılıp dövüldükten sonra da sevgilisi veya kocasından şikayet etmeyi seviyor,
vazgeçemiyor. FGCMxx ise başmızmız - başşikayetçi olmayı seçmiş de bilememiş!"
:D…
Biten her ilişkiden sonra Jakabo, bir dönemini sıkı muhasebe ile geçirip,
"nasıl bir dengesizlik ettiğini" bulmaya çalışırdı. Kadınlarını da, olabildiğince,
suçlamalarından yalıtmaya çalışırdı. Sonraları anladı ki, O’nun tepkileri tümüyle
"etkiye tepki" imiş, ve KS bütün aşklarındaki sancılı dönemlerde "hızla yaklaşan gel
- git'i" kum taneleri ve çakıl taşlarıyla engellerim sanarak geçirirmiş.
"Yüzkarası ancak gözyaşıyla temizlenir" gibisinden birsürü şey anlatmış
olmasına rağmen "kontrolsüz ve iffetsiz" bir hayat sürmeye inatla devam eden
FGCMxx dahil bütün kadınlarını "birşeyler öğrenme isteklerinin" yoğun oluşunu
gördüğü için de seçti ScepticaL. Bedensel çekiciliklerinin yanısıra bu özellikleri de
KS için çok önemliydi. Öğretici yanının kesinlikliğiyle de gerçekten çok şeyler
öğrendiler. Sonra birgün farketti ki; kadın denilen yaratık öğrenebiliyor ancaaak,
uygulama fakiri!
Fakat bu ayrılık döneminde FGCMxx'i diğer kadınlarından ayıracak bir
özelliğini de keşfetti. Bu keşif neden bu kadar uzun sürdü tam bilemedi Hasan,
çünki, ayrıntıları seziş konusundaki yetileri bazen onu bile şaşırtırdı. Hani şu
örümcek adamın "örümcek hisleri" devreye girip de alarm çaldığı anlarda tehlikeyi
bertaraf etmek veya konumunu değiştirmek için yaptığı "reflekssi hareketin"
kendisinin bile çok sonra farkına varışı gibi çalışırdı önsezileri, ve akıl ile mantık da
yol arkadaşlarıydı. FGCMxx ile ilgili olan ve çok geç tesbit ettiği şeye gelince : O,
ancak ve ancak "işine geldiğinde ve keyfi yerindeyse" DoH'a muhtaç, işine
gelmediği zamanlardaysa kendi bildiğini okuyan bir dişiydi…
Eli açık, hatta, savuran cinsten bir cömerttir KS, ancak, bir sorun yaşamı
boyunca gölgesi gibi olmuştur ScepticaL'ın. Sevgilisine "yağmur yağdırırcasına"
herşeyi satın alıp hediye etmek ister mesela, ve aslında verdiklerinin de karşılıksız
olduğunu düşünmemek gerekir. Çünki ilişkilerinde güven unsuru ne derece
önemliyse, maddi - manevi verdiklerinin karşılığı da "Mutlak Sadakat" olmalıdır.
Bahsi geçen sorun ise; basit ihtiyaçları karşılamak dışında "para" ile ciddi manada
küs oluşlarıdır :P :D. Takmaz - elinde tutmaz - kıymet vermez - yok diye de
gocunmaz…
İlk öpüş - ilk sevişme - ilk cinsel birliktelik ne harika şeylerdi. Çok güzel
hislerdi. Gelgelelim "ilk aşkının da" tüm diğer kadınlar gibi avanak - kolay
kandırılabilir - samimiyet ve ilgi budalası - korunma ve gözetilme açlığıyla kıvranan,
sıradan bir dişi olduğunu keşfettiğinde, uzunca bir dönemini "daha güzel bir kadın
bulsam ne olacak ki? O’ndan da en çok birkaç yıl sonra bıkmayacak mıyım,
bunalmayacak mıyım sanki? Ve artık eminim ki "Aşk" da tarih gibi "tekerrürden
ibaret bir olaylar silsilesi", ve benim arzuladığım "zeka ve doyuruculuğa sahip bir
kadın" bulup da aşık olmam büyük ihtimalle imkansız!" düşüncesiyle geçirdi. Sonra
birgün, aniden, uzandığı yatakta irkildi, ve beyninin en dipteki kıvrımlarında
"kocaman ve cevabı zor" bir soru dirildi : "Öyle bir kadın ya varsa, ve şu an bu
dünyadaysa???". Fırladı.
Bu fırlayış ta kırklı yaşlarına kadar uzadı ve "O"nu aradı. Ne var ki; sayılarını
unutmuş olsa da, bulduklarıyla yaşadığı her "aşk'ı" hayallerle başlayıp, "şehvet ve
elvedayla" sona erdi. Ancak, "Şeytan'la ortak buğday eken sadece samanını alır"
sözünü yerden yere vurduran FGCMxx "güzel" olmaması yanında, erotizm ve
romantizm rüzgarları da estiremese bile bulunduları ortamda, yeri bir başkaydı
"beyin" olarak DoH'un gözünde. Tabii ki bu noktada "Jakabo'nun da kusurları
yoktur" demek abes olur. Ancak Hasan bunları bazen "sadece ve sadece derin bir
sükut ile" öylesine ustaca saklar, ve önlerine granit soğukluğundaki bakışlarını
duvar ederdi ki, bu kusurların en büyüğünü bile azıcık olsun sezip de yüzüne
vurmaya yeltenen FGCMxx, oturmadan ziyade "adeta bir yığılma edasıyla" kalkıştığı
yere mıhlanır kalırdı, ve ScepticaL hiç de aşık olmadığı bu kadından, çokça
sinirlendirse de, farklı bir şekilde haz alırdı. Öyle ki; onunla gezip tozup içtiklerinde
hallerine bakar bakar "alınlarımıza "kamuya açık yerlerde dolaştırılmaları
tehlikelidir" diye yazsalar, ve bizi zorla bir eve kapatsalar yeridir ha, çünki, aklı
başında hiçbir doktor şu iki çatlağı akıl hastanesine sokup da delilerin ruh sağlığını
riske atmaz :D" diye düşünür, bağırıp çağırmışsa bile daha yeni, tutar FGCMxx'e
gönülden bir sarılırdı. Ne var ki, o çektiği sopa, işlediği suça rağmen ağır gelmiş ve
ayrılmışlardı…
Hemen hemen hergün buluşup bira içen ve muhabbetler eden birileri için
fazla sayılabilecek bir "uzak durma" döneminden sonra, hiç ummadıkları bir anda
karşılamışlardı. Fakat FGCMxx adı kadar emindi ki, Sherlock Holmes
becerikliliğindeki şu adam tezgahlamıştı ansızın gerçekleşen bu denkgelişi. Öyle ya,
yapabilirdi, tanıyordu. Çünki O, bilgisayar denilen ve "dibi bucağı ayrıntı - ince
planlama" olan alete, neredeyse, "tuval üzerine müziğin bile resmini yapabilecek
meziyete sahip bir ressam" kadar hakimken, bunu da yapabilirdi. O an; Hasan'dan
- Jakabo'dan - ScepticaL'den - DevilofHacker'dan - Kelimelerin Sihirbazı'ndan nefret
etmesi gerektiğini düşündü hemen, çünki haklı dayanakları vardı; ama
yapamıyordu.
Karşılaştıkları AVM'nin merkezi yayın sistemindeki müziğin ağırlaşması
aldatıcıydı, çünki, fırtına öncesi sessizlik misali yavaşlamıştı müzik. Sonra dans
başladı. İsimleri "DoH ve FGCMxx'in kalpleri" olan içiçe iki hulohop o yavaş müzikte
müthiş bir hızla dönüyordu. Hız o seviyeye ulaşmıştı ki, sanırsın hiç hareket etmiyor
ikisi de. Kalpten hulohoplar birer yıldız gibi aydınlatırken ortamı, AVM'de çalan
parça sona erdi ve FGCMxx aklından şunu geçirdi : "Bu serseri onunla neden
evlenmemişti ki???"…
Körü körüne ve inandığı bütün değerleri silme pahasına, içindeki bütün olmaz
- olamazları bastırarak elde etmeye çalışmıştı FGCMxx'i Jakabo, ve işte tamamdı,
herşey arzuladığı gibi olmuştu. Onun teslim oluşu öyle ani olmuştu ki, neredeyse
kendisinin hiç rolü yokmuşcasına kolay bir zaferdi. FGCMxx tam anlamıyla
verivermişti ScepticaL'e kendini. Zerre miktarda çekingenlik – tereddüt – utanma -
acaba duygusu göstermeden hem de. KS bir yol hazırlamış, FGCMxx de "hay hay"
diyerek o yolu bir solukta arşınlamıştı. Bu ise Hasan'ın övünmesi veya sevinmesi
gereken durumlardan değildi, aksine üzüldü. Çünki, bir kadının, erkeğini üç şekilde
doyurabileceğini düşünürdü her zaman DoH : Kültürel – Duygusal - Cinsel.
Hepsi ayrı şeylerdi ve tek bir kadında aynı anda bulunabilirler miydi? Biri
veya birkaçı eksik olduğundan mıydı FGCMxx'in çabucak teslim oluşu? Veya DoH'a bu
üçlüyü aynı anda sunabilir miydi? Bırak FGCMxx'i, yeryüzüne bu üç meziyete de
sahip bir kadın gelmiş olabilir miydi? Yanıt "Hayır" ise Jakabo'nun FGCMxx ile yeyip
içme - gezme konusundakı ısrarının altında yatan "Semavi esrar" neydi??!...
Çok sinirli bir halde gelmişti Hasan Erdinç isimli arkadaşının internet kafesine
:
"- Senin bu dayın var ya, çileden çıkardı beni birader! Hadi işsiziz dedik, hem
onun hem bizim işimiz görülsün ve arada da sen olduğundan çalışırız özveriyle dedik
ama şu halimize bak!".
Balya ilçesinden gelirken yorgan – yastık - battaniye gibi şeylerini alelacele
tıkıştırdığı çuvalı kafenin bir köşesine atıvermişti kan ter içindeki ScepticaL. Ve
hararetli birşekilde dayı ile yaptıkları kavgayı anlatıyor; bilgisayar programcısının
kendisi olmasına ve yeni kurulan taşıyıcılar kooperatifi için altyapısı - üstyapısıyla
profesyonel bir yazılım hazırlıyor oluşuna rağmen Erdinç'in dayısının ahkamlar
keserek ona "- Hani yahu, 1 haftadır hiçbir iş yapmamışsın sen?!" tarzından
konuşması; o soğuk ofiste ve o küçücük ilçede yarı aç yarı tok da olsa çalışıyor
olmasına rağmen, asıl mesleği kamyon şoförlüğü olan o kertenkele suratlı herifin
KS'nin oraya hatır belasına geldiğini unutup da "Abdal ata binince bey, şalgam aşa
girince yağ oldum sanır" sözünü tasdiklercesine patronluk raconları kesmesine
çokça kızmıştı. Bir yandan yaşananları Erdinç'e hiddetlenerek anlatırken, bir yandan
da FGCMxx'e "- Gel beni çarşı merkezinden al da gidip biryerlerde bira içelim.
Moralim çok bozuk!" şeklinde SMS atmış, onun gelmesini bekliyordu arabasıyla.
Böylece çuvalı da taşımak zorunda kalmayacaktı sırtında…
Bir torba dolusu birayla gitmişlerdi her zaman takılıp içtikleri ve sohbet
ettikleri eski dokuma fabrikasının arkasındaki koruluk araziye. Yine sohbet ettiler,
yine içtiler ama konu daha çok Hasan'ın uğradığı haksızlık ve Erdinç'in dayısına olan
kızgınlığıydı.
Cahil bir adamdı dayı, ve annesi olmasa çoluk çocuğu da aç kalırdı. Bir
dönemini aylak aylak kahve köşelerinde plan - hayal ikilisiyle geçirir, sonra da
aklına en yatanını uygulamak için borç harç demeden piyasaya atılırdı. Zaten,
istisnaları saymazsak; cahillik önce vurdumduymaz sonra da tembel eder, ve birsüre
geçince amaç "aynı kaygısızlıkla para ve güç sahibi olmak maksadıyla harekete
geçerek bitakım işler yapmaya" dönüştüğünde, işte o andan itibaren cahil insan
"tehlikeli" sınıfına terfi etmiş demektir. Ya elimine edeceksin ya da sevdiğin
herşeyi onun mıntıkasından uzaklaştırıp, hiç olmazsa onlara büyük iyilikler yapmış
olacaksın.
İşte; yarım trilyonluk borca girip "sözde" bir kamyoncular kooperatifi kurup,
Türkiye'nin bilindik bir maden şirketine bile rest çekerek onun nakliyesini
"külhanbeyi edalarıyla" yüklenmek isteyen şu "cahil ama cüretkar Mehmet Dayı"
ScepticaL'in bütün moralini yerlebir etmiş, onu teskin etmek veya sinirli hallerini
yumuşatmak görevi de FGCMxx'e düşmüştü. Birkaç saat kadar içtiler orada, sonra
sıkıldılar ve Jakabo'nn mahallesini en yukarıdan gören bir tepeye çıkarak, kalan
biraları da oradaki şehir ışıklı manzara eşliğinde yudumlamak için arabanın
direksiyonunu mahalle içine kırdılar. Pazar yerinden geçerken de KS'nin çocukluk
arkadaşı olan ve mahallenin en işlek kahvesini çalıştıran Serkan'a rastladılar.
Annesini ve babasını küçük yaşta kaybedip, kardeşiyle yarı aç yarı tok bir
yaşam sürmüş, haddinden fazla ezilmişken hayatta, yine de "Düğüne gider zurna
beğenmez, hamama gider kurna beğenmez" ayarında biriydi Serkan. Normal
şartlarda, benlik ve kişilik gelişiminde rol oynayan etmenlere bağlı olarak kendini
akılsız – şanssız - olumsuz görenlerle; kendini akıllı – yetenekli – sevimli - yakışıklı
gibi tümüyle olumlu görenler arasında bir yerdeydi Serkan'ın ruh hali çocukluğundan
beri. Öyle ki; birgün içki masasını salya sümük halde hüzne boğarak "öksüz ve
yetim büyümüşlüğün" onu ve kardeşini perişan ettiğinden yakınıp ağlanırken;
ertesi gün ise yanındakilere karşı kendini beğenme – kıskançlık – haset – cimrilik -
kin dolu oluşları alenen sezilebilecek cümleler eşliğinde, küçümseyici tutumlar
sergilerdi.
Uzun yıllar aşçı yamaklığı yaparak kazandığı paralarla mahallenin en merkezi
yerindeki kıraathanesini devralmış, bir köşesine kurduğu akvaryum ve muhabbet
kuşu kafesleriyle de kazançlarına kazanç katmış, hem kendine hem de kardeşine
"konforu küçümsenemez" bir yaşamı sunabilmişti onca yıl çektikleri sefaletten
sonra. Konfor dedikse, bir devlet memuru kadar olanından bahsediyoruz bu
noktada. Gelgelim Serkan bu sahip olduklarından dolayı sürekli mağrurlanıyor; yeni
yükselenlerin "eskiden beridir yüksekte ve zengin olanlarından daha tehlikeli"
olduğunu her konuşmasında açık açık beyan ediyordu sanki çevresindekilere. Buna
rağmen insanlara kalıcı zararlar verdiği görülmemişti…
Güzel bir sonuca götürmüş olsa da; neden ilk anlarda yaptığı kötülüklerin
bedelini ödetmek - perişan etmek - süründürmek sevdasına kapılmadı hiç kurbanları
mesela? Çünki Jakabo onların karşısına binlerce iyi arasından herbirinin işine farklı
farklı yarayacak olan "İyi" ile çıktı. Onları kaderin karşı konulmazlığı derecesinde
özgür bıraktı, ancak, önlerinden de "şartlar ne olursa olsun sevdiği erkeğe bağlılığını
sürdürtecek olan "kadın kalbine" hitap edermişcesine etkileyici ve sihirli"
doyuruculukları hiç eksik etmedi, ipleri daima ellerindeydi. Gelgelim bütün bunlar
o gece Serkan'a sökmedi, etki etmedi. Aksine, Hasan'ın telkinlerine, yüzünü zehir
misali yakan bir osmanlı tokadıyla yanıt verdi…
Sesinde çok gizli bir öfkenin varlığı az da olsa hissedilen Hasan, daha
yüksekten parlamak yerine, sağduyusundan imdat istedi, ve karşısındaki 25 yıllık
arkadaşına olan kızgınlığını soğukkanlılıkla gidermek adına "- Çok sarhoşsun Serkan,
keşke vurmasaydın! Şimdi gidiyorum, ama, yarın sabah tavla oynamaya geldiğimde
bil ki şu yaptıklarının utancıyla yüzüme bakamayacaksın!"
Sonra da ön koltuktaki biraları yere bırakmasını söylediği FGCMxx'e
haykırırcasına seslendi : "-Gidiyoruz buradan, bin arabaya!".
DoH'un emir edası taşıya sesin öylesine etkiliydi ki, şöyle bir titreyen
FGCMxx, kesinlikle kendinin olamayacak bir ses tonuyla "- Tamam" diyebildi ve bir
panikle arabaya bindi. Sürekli kullanmadığı için kontak anahtarı - vites kutusu, kolu
- aynası vs. neyi varsa yabancı olduğu arabayı çalıştırmak için mücadele ederken
DoH, acısının çoktan geçtiği fakat aşağılanma hissinin yüreğine çöreklendiği tokadı
düşünüyordu bir yandan. O alçaltıcı tokatın gölgesinde de kendine bir "aferin
madalyası" takmalıydı, çünki öfkesi tavandayken bile sabredebilmiş, Serkan'a birşey
yapmamıştı. Hay Allah, şu kontak deliği nerdeydi yahu, bir an önce arabayı
çalıştırıp, herşey bu noktadayken buradan ayrılmalıydı…
Eli cebine gitti ve Osmanlı Kültüründen gelen "çakı taşıma" adeti ilk kez bir
"can alma" işi için kullanılmaya şu an namzetti. Mantar toplarken veya meyve
soyarken kullandığı çakısıyla gözgöze geldiklerindeyse; DoH'un gözleri "ışık saçan
bir canavar gözü gibi" çakının keskin yüzüne doğru açılıp kapanmış, Serkan'ın
öldürülmesi konusundaki anlaşma saniyenin binde biri kadar bir zaman diliminde
sessiz sedasız yapılmıştı. Bir ozanın kalbi gibi ışık ve duyarlılıkla atan kalbi, şimdi
bir suçlununki gibi arsız bir panikle atıyordu DoH'un, ve sol eliyle gömleğinin
yakalarından sıkı sıkıya tuttuğu Serkan'a sokuverdi çakının soluk çeliğini…
Bağırsaklarına yediği ilk darbeyle faltaşı gibi açılmış olan gözlerinde öyle bir
dehşet ifadesi vardı ki Serkan'ın, gören, ölümden beter bir korku geçirdiğini sanırdı.
Açılan yarıktan kan boşalmaya başladığında, göz göze ve burun buruna bir halde
konuştu DoH :
"- Horozca aklın yok muydu vaktinde öteydin, küfür etmekle de en büyük
hatayı ettin!
***
{54}
***
CEZAEVİ : O ya da bu sebeple cinayet işlenir, akabinde yüce mahkeme kurulur.
Devlet – taraflar – ebeveyn - akrabalar da hep oradadır. Sanık, sandalyesine ilişir,
ve sözde, "kılı kırk yararak" yargılanır. Orada, o sandalyede sanık tek başına
oturur, ama, hüküm giymesi ve hapsedilmesi gereken sadece o değildir. Bu gerçek
her zaman es geçilir, görmezden gelinir…
Gerçi; iletişim kurduğu her SÖ'yle değişik konularda muhakkak ters düşer,
mevzu ne olursa olsun kendi iddiasını ortaya atar, savunduğu şey ilk anda absürt
gelse de duyana; istatistik – analitik – matematik - felsefe bezeli önermelerinin
sonuçlarını kendi hanesine hemencecik +1 olarak kaydederdi. Ve gözle görülür bir
gururla "- Göreceksin ki benim dediğim doğru çıkacak ve er geç sen de bana hak
vereceksin" deyip beklerdi. Karşısındaki de ona vakti gelince mutlaka hak verir,
DoH'un yanıldığını hiç kimse göremezdi.
Öyle ki; bütün o "gem vurulmaz ve önünde durulmaz haliyle" yeryüzünü an
be an şekillendiren doğa olayları üstüne bile iddialarda bulunsa, ve küçük bir kaza
sonucu durum az biraz farklı gelişse; DoH'a katıksız bir teslimiyetle hürmet
göstermeye çalışan tabiattan bile hesap sorabilirdi. “Gafile kelam, nafile kelam”
paralelliğinde terbiyesizleşen Serkan'a da yaptıklarından dolayı bedel ödetilmeliydi.
Hesap soruldu, ödetildi…
Kasten "Bir şeyi Öldürmenin" özünde, kişinin ulaşmayı istediği emelin önüne
set kuranın yok edilmesi düşüncesi olsa gerek. Anlık gelişen kavga veya tartışmalar
sonucunda işlenen cinayetlerin bile temelinde bu ya da buna benzer bilinçaltı
kaygıların varlığı yatar bence. Bu bakışla; hiçkimsenin insan öldürme suçuna karşı
sigortası – garantisi - güvencesi yoktur. Genellikle, herkesin tabiatında varolan
"öldürme dürtüsü", ki, Habil ve Kabil ikilisinden mirastır bizlere; "Ben birini
öldürsem, biri de, yaptığıma karşılık bir ceza olsun diye, beni öldürebilir"
korkusuyla frenlenir. Ne var ki; katillerin yaşadığı "Hayal Kırıklığı Duyumsaması"
sıradan bir insanın yaşayabileceğinden kat kat fazladır, ve çok daha karmaşıktır.
Tıpkı Web ağları gibi…
Sevdiği insanın ona bir düş kırıklığı yaşatmış olması hazmedilemez ve tutar
öldürür katil. Veya tehlikeli bir hale düştüğünde "Benim gibi birine bu yapılır mıydı?"
sorgusu ve isyanıyla, yine gözünü kırpmadan öldürür katil. Ama bu, "Hasta Katil!"…
Hasta ruhlu ya da psikolojik olarak aşırı duyarlı, yani "Sorunlu" katillerin
durumu bencileyin özeldir. Bunlar, yılların birikimi olan duyguların bileşimiyle "bir
anda ve pişmanlık duymadan" cinayet işlerler sanırım.
Çünki, sıradan katilden tamamen farklı olarak, suçlarını bütün açıklığıyla
itiraf ederler, ve olaylarında ortalığı kan gölüne çevirirler. Asla bir plan veya haince
düşünceler yoktur eylemlerinde. Cinayeti de herkesin gözü önünde, alenen, ve ne
olduğu önemli olmayan herhangi bir öldürücü cisimle tek başlarına işlerler.
Ölenin, “sorunlu katil”e ktritik bir zamanda yaptığı "acımasız bir eleştiri -
küçük düşürücü veya alaylı bir bakış atması - onu haksız yere darp etmesi",
kendi ölümünü hazırlar. Tıpkı Serkan gibi!
Şu hasta – “sorunlu katil” savımı, DoH kendini aklamak ve suçunu hastalığa
yamamak istiyor gibi algıalmayın sakın, fakat, "fazlalık da eksiklik gibidir"
düsturunun ışığında, aşırı duygulu - aşırı duyarlı oluşun da değerlendirmesini
yeniden bir yapın. Zaten işlenen suçların çoğu "duygu" unsuru içeriyor, ancak,
cezalar "mantık ve matematik ürünü" olarak veriliyor. İnsanların sosyal sınıfı – yaşı
- yaşayış biçimi - mesleki ya da toplumsal tecrübesi - analitik veya hissi zekası - örf
adet veya töresel eğitimi, ve en önemlisi "vicdani adaletsizliğe bakışı ve anlayışı"
asla dikkate alınmıyor. Hal böyle olunca, içine bolca su katılmış süt bedene hangi
derecede fayda sağlıyorsa, DoH'a verildiği gibi bol keseden yapıştırılan "15 yıl"
benzeri cezalar da o ölçüde adilane oluyor…
***
BAKLAVA : Zordur cezaevi, hem de çok zor. Kısıtlıdır herşeyin, tıpkı özgürlüğün
gibi. Bilinçli kısıtlanır Devlet Baba tarafından. Malum suçlusundur, mahkumsundur.
Hani birgün çıkarsan ve yaşama dahil olursan, kıymet bil de tekrar suç işleme diye.
Örneğin; senede 2 kez baklava yiyebilirsin. Dini bayramlarda ve tabii ki paran varsa.
Kar etme maksadı da güdüldüğünden, o baklavayı da fahiş fiyata getirtirsin
kantinden…
Dört kafadar yemek ortağı idi. Aynı masayı paylaşana öyle denir mahpusta.
Yenilen herşey, oluşturulan havuz hesabından satın alınır, birlikte oturulur yemek
masasına ve birlikte kalkılır.
Bayram yakındı ve yeni gelen kantin listesindeki "Cevizli baklava bilmem kaç
lira" ibaresi cezbetmişti hepsini. Gelgör ki hiçbirinin hesabında 1 kilo baklavayı
satın alabilecek miktarda para yoktu. Dördünün hesabındaki kırık çıkık paralar
toplanınca, ancak ederdi 1 kilo baklava.
Müflis bezirganın eski defterleri karıştırdığı özenle hesabı yaptılar, ve
sarıldılar dilekçe kağıtlarına. "- Şu kadar lira şu kişinin emanet para hesabından, şu
kadar da filancanın hesabından kesilerek, tarafımıza 1 kilo baklava getirilmesini
saygılarımızla arzederiz."
Oh be. Sevinmişlerdi. Senede 2 kez yapılabilen birşeyi yaşayabileceklerdi.
Sonuçta, halletmişlerdi işte. Öyle ya; burası cezaeviydi ve parası olan 5 kilo da
yazıp yiyebilirdi ama kural şuydu : Burda birileri yer, birileri yutkunurdu; ve onlar
bu bayramı yutkunarak geçirmeyeceklerdi…
Yaşananları göz ucuyla ve dikkatli bir şekilde yan masadan izleyen 60'lı
yaşlardaki bir dayı, bizim yemek ortaklarının masasına, yani olay mahalline seğirtti.
Mukavva kutunun kapak kısmını bir hamlede geri kapatıp, çok hızlı bir hareketle de
kutuyu ters çevirip yine masaya koydu.
Bu haliyle yeniden açtı kutunun kapağını, ve orada bulunan 15-20 mahkumun
tamamını bir sessizlik aldı önce. Şaşkın gözlerle bir yaşlı mahkuma bir de önlerinde
duran; nar gibi kızarmış ve aşağı yukarı 30-35 fitilden oluşan baklavaya
bakakalmışlardı.
Sonra her kafadan bir ses çıkmaya başladı, ama artık koğuşa yüreklerden
kopup gelen kahkahalar hakimdi. Nasıl olmasındı, "Ağır Abi" baklava kutusunu
tersinden açmıştı…
***
DİŞ : Cezaevinin saygı – hürmet - iyi tavra değer insanları vardır, ve bunlar bazı
kriterleri taşırlar. Ya gayr-i Meşru hayatın önde gelen isimlerindendir; itibar
korkudan ya da paradan dolayıdır. Ya da çok uzun zamandır ve yüz kızartıcı
olmayan nedenlerden ceza yatıyordur, hürmet cezayadır. Veya diğerlerinden
oldukça büyüktür yaş olarak ve ona karşı yapılan hareketlerde kusur işlemekten
kaçınılır - sözüne ters cevap verilmez - bir işi varsa yardımcı olunur…
Koğuşta, bütün dişleri dökülmüş ve takma diş almak için sürekli hastaneye
gidip gelen 70'lerinde bir dayı ile; dayının çok sevdiği ve çok yüz verdiği,
alabildiğine hızlı ve bir o kadar da azılı genç bir mahkum, şaka - makara birlikte
çekiyorlardı cezalarını.
Öyle ki; bazen genç olan dozu kaçırdığında yaşlı mahkum onu uyarıyor,
olmadı sinirlenip azarlıyordu. Şaka konusu da genellikle onun peltek konuşmaları
yani dişsizliği oluyordu. Genç olan ihtiyar olana kah havuç ikram ediyordu yemek
masasında, kah kürdan uzatıyordu yemeklerden kalkıldıktan sonra… :).
Hapishanede her an makara yapılmaz. Mahkumun binbir derdi olur – düşünür
- üzülür, ve depresyon denilen şey günde onlarca kez çalarak kapısını, yorar insanı.
Genç mahkum ise gençliğinin verdiği tecrübesizlikle sürekli kızdırıyordu bizim 70'lik
ihtiyarı, ve şaka olarak başlattığı çoğu olay ta.ak muhabbetine dönüyor, dayının
bağırıp çığırırken vurmaya kalktığı bile oluyordu. Hoş, vursa ne olacak ki?
Yaşlanmış, çaptan düşmüş, gencin ruhu bile duymaz.
Bir sabah vakti, uykuların en tatlı yerindeyken tüm koğuş ahalisi, canhıraş bir
haykırış duyduk bahçeden gelen. Palas pandıras havalandırmaya indiğimizde gördük
ki, manzara kötüydü. Genç mahkumun pazusu, yaşlı mahkumun da ağzı yüzü kan
içindeydi.
İhtiyar, inci gibi dişleriyle ama kan revan içinde, tarifi imkansız bir intikamın
hazzıyla gülümsüyordu. Bir gün önce hastaneden yeni dişlerini almış, sabah
saatlerinde diğerinin alaylı tacizlerine yine maruz kalmış, koca bir parça et koparıp
genç mahkumun pazusundan yere tükürmüş, ve geçmişin bütün hıncını alıp
rahatlamıştı…
Halbuki o genç; ihtiyarın cins bir horoz olup daha yumurtadayken öttüğünü,
bu yüzden de 7 kişinin canını "intikam" için alıp da çocukluğundan beridir
cezaevlerinde ömür tükettiğini gözardı etmeyip ona göre davranaydı ne hayrına
olurdu…
***
PARA : Para çok şeydir cezaevinde. "Herşey" değildir belki ama çokşeydir işte. Para
sigaradır, para peynirdir, para eşofmandır, para ayakkabıdır, para domatestir, ve
hatta itibardır…
Çok cesur ve gözüpek dahi olsan, sesin kısık ve çatlaktır paran yoksa.
Gözlerin fersiz, kulakların ise birçok olaya ve haksızlığa karşı sağırdır. Hele de
koğuşundaki paralı insanlar şeref – onur – tutum - cüret ve en önemlisi de "adam
olma" derecelerini sahip oldukları paranın gücünden alıyorlarsa vay senin haline.
Disiplin cezası üstüne disiplin cezası alır ve hücreye atılırsın bu karaktersizlerin
sergilediği "basit olduğu kadar adaletsiz ve insan ezmeye yönelik tavırlarını"
görüp görüp de dövdükçe. Ve disiplin cezası denilen şeyi genel af bile kaldıramaz
da, bitene kadar kalırsın hapishanede. Velhasıl; para, bir hayli birşeydir
cezaevinde…
GÜNEŞ : Aba'nın kadri yağmurda bilinirmiş ya hani, işte o misal, kaçmaz insanlar
mahpus damında güneşten. Özgürlüğü elinde olanlara mahsustur "aman başıma
güneş geçmesin" türü nedenlerle güneşten saklanmak. Aksine, ararsın güneşi
"havalandırma bahçesi" denilen 6-7 metrelik yükseklikteki kuyuda volta atarken…
Çünki çoğu zaman, ısısı ve ışığı ulaşır sana güneşin ama, fiziki anlamda
kendisi görülemez dört duvardan oluşan o çukurdan. Hele de kış aylarında öyle bir
saklanır ki, bahçenin sadece bir köşesine vurur güneş ışığı. Çöker, güneşin seni biraz
olsun ısıtmasını umarsın kalın paltoların içinden. O da, “abdalın dostluğu köy
görününceye kadardır” misali, ancak birkaç saat için geçerlidir koca gün…
Çömelmiş ve sırtını iki duvarın birleştiği noktaya vermişti kafası zaten türlü
düşüncelerle dolu olan mahkumun biri. Cezaevi – dışarısı – para – arkadaşları – ailesi
- iş, güç - af, yasa, tahliye - kalan yıllar ve zar zor geçirmiş olduğu her saniyesi
ızdırap yüklü kör zamanlar. Oradan oraya atlıyordu zihni. Ve güneşin ancak 1
metrekareyi dolduran cılız ışığı onu biraz olsun ısıtırken, o da gözlerini kapatmış
halde hayaller kuruyordu.
Sonra birden ışık kesildi ve karanlığa büründü o daracık alan. Öyle ki,
kararmayı hissedebiliyordu gözkapaklarının bile altından…
***
{55}
SALIVERİLME SONRASI : 10 sene! Dil için telaffuzu çok kolay iki kelime. Tarih 2010'u
gösterirken "yapma, yeter, sonu kötü olacak!" deyip de kendimi ciddiye
aldırtamadığım, ve haddini gerçekten aşan arkadaşımı paramparça ederek, hatta
liğme liğme doğrayarak öldürdüğümün üzerinden tam on yıl geçmiş, ve takvimler
artık 2021'den yaprak döker duruma gelmiş…
Karşılıksız kalan o iki mektuptan sonra, tahliye olduğumda; onunla bir anda
karşılaştığımızı, ve "ben gibi bir katili alaya alan gözlerini" derin ıstıraplar içeren
gözyaşı selleriyle doldurmayı, bana karşı duygusuz ve en kötüsü artık kayıtsız hale
gelmiş kalbini azaptan azaba sürüklemeyi, mağrur bir kuğu gibi çok yükseklerde
duran başını "ah ben neden bu vefasızlığı DoH'a yaptım ki?" yargılamaları beyninin
içinde çınlarken yerden yere vurdurmayı defalarca düşündüm, hayal ettim.
Ranzama kapanıp da ihtimallere baktığımda, o bile beni artık aramıyorsa, belki de
bu hayattan artık iğrenmem gerekiyor. Ve, lekesizlik -namusluluk benim için artık
çok uzaktadır. Demek kalan hayatımı içine düştüğüm şu çirkefin içinde geçirecek,
ne sonsuz pişmanlığımdan sıyrılabileceğim ne de "ıslah olmuş benliğimin" şu
kokmuş halimden kurtulmasını sağlayabileceğim.
Tüm uğraşlarım - gayretlerim boşa çıkıp da, çırpınıp duran şu "sefil katilin",
yine içinde bulunduğu SÖ topluluğunun ona layık gördüğü bütün mahrumiyetlerden
dolayı ezildiği, ve ansızın önüne çıkarıp önce katil sonra da perişan ettiği tüm bu
kurguların hiçbiri gözönüne alınmayacak, ve namus timsali dürtülerin(!)
hasbelkader suça birkez bulaşanı bile insandan saymayarak - neden niçinleri
derinlemesine muhasebe etmeyerek, ceza denilen şeyin de aslında suçluya
yaptığının kötülüğünü öğreterek birdaha yapmamasını sağlamak yerine; çok şiddetli
bir hayati şamar ile öylesine yerle bir edilip, "Katil" damgasıyla da her kesimde öyle
bir aşağılanacak, bağlantılı sıfatlarla daha beter yaftalanıp adı "Sabıka" olan
etiketle de sanki "bulaşıcı ve ölümcül hastalıklar" taşıyormuşcasına öyle bir
dışlanacak ki; ona kötülüğü iyiliğe tercih etmekten - Allah dışındaki “muhtaçlara
muhtaç olmamak” için çalarak edinmekten - suç adı verilen başkaca uçurumlara
belki de istemeye istemeye yuvarlanıp düşmekten başka yol kalmayacak. Korkunç
bu! Gerçekten korkunç!...
Tevhid zikrinde diğer hiçbir ibadette olmayan ihlasın varolduğunu bilen DoH,
gönülden bir “la ilahe illallah” çekerek, denizde ıslanmış olanın yağmurdan
korkmayacağını kendine telkin ederek, mevladan gayrisinden hiçbir şey
beklemeyerek ayrıldı cezaevinin kapısından…
{56}
AZ SONRA,
"SAVAŞ" DENİLEN ŞEYİN BİLE
KENDİ İÇİNDE VAROLAN NAMUSU KİRLETİLECEK,
HER İKİ ADAM DA
RUHLAR ALEMİNDEN KOKU ALMAYA BAŞLAYACAK,
VE,
BU DÜNYAYA KARŞI
"BiNBiR EDEPLE"
SUSUŞACAKLARDI...
***
- YIL 2029 -
.......... ......... .......... .........." Yüreğinde, derecesini kendisinin dahi tasvir
edemeyeceği bir acı hissetti. O güne dek hiçbir acıyı birkaç saniye dışında
barındırmamış olan yüreği titriyordu. Bu acı DevilofHacker'i bir anda geçmişe
sürükledi. Kendini anca bilmeye başladığı 5'li yaşlarına.
Öyle net öyle detaylı anımsıyordu ki her şeyi! Bahçede gezinen karıncaları,
annesinin konserve kaynattığı gün, eline geçirdiği kor haldeki bir odun parçasıyla
önce bacaklarından sonra da çelimsiz bedenlerinin arka kısımlarından başlayarak,
aşama aşama, ta kafalarına kadar kızartarak öldürdüğü güne dönüvermişti…
***
Zeus karavanın alt kısmındaki yuvasından fırladı. Silah sesinden ziyade, uzun
zamandır birlikte yaşadığı sahibinin artık nefes almadığını, öldüğünü hissettiğinden,
dehşetengiz bir panikle havlamaya başlamıştı. Ancak, yapabildiği halde, karavanın
kapısını burnuyla açıp da içeri girmeye cesaret edemedi. Yasaktı ona bu ve O'nun
yasaklarını çiğnemekten korkardı…
******
DeViLofHaCKeR 'ca
AHKÂMLAR
***
Ve tüm Sıradan Ölümlülerden (SÖ), bunca geç kaldığım için özür dileyeceğim…
“felsefi ve ruhani” değerler ise bir “korkulu rüya veya boğuculuğu herkesce bilinen
bir kabusa” dönüşse de, cazip birçok sırrın peşinden “buruk ve vahşi bir açlıkla”
sürüklenen okuyucular;
bazen “genç ve yakışıklı” bir erkek suretindeki “iyilik”, bazen “sivri dili ve kesici
tırnaklarıyla” fenalık peşinde koşan güzel yüzlü bir kadın kılığındaki “kötülük”,
bazen de “bilgelik ve tecrübe aktarımı” konusunda uzmanlaşmış aksakallı bir ihtiyar
görünümündeki “Olgunluk” ile karşılaşacaklar kitabın pasajları boyunca.
Çünki, bu kitap aslında DeViLofHacKeR’ın (DoH) çok şeyler bildiğini ispatlamak için
değil, ondan “birşeyler öğrenin” diye yazıldı. Zaten DeViLofHacKeR da hiçbir zaman
“herşeyi” bildiğini iddia etmez. Malumdur ki Tanrı dışında hiçkimse herşeyi
bilemez. Gerçek olan DoH’un ''çok şey'' bildiğidir. Öte yandan, hiçbir öğrenci,
öğretmenini kesin ve net değerlerle ölçme becerisine sahip değildir.
Haa; sadece keyif alabilmek için okuyacaksanız derim ki; varolan keyfinizi de
kaçırmayın! Çünki; mükemmel eğitilmiş – becerikli - ufku açık insanları alıp, “yarım
yamalak işleyen ve kokuşmuş” bir ortama entegre ederseniz, ortamın galip
geleceğinden emin oluş kadar, bu kitabın da size bir faydası olmayacaktır keyif
bağlamında...
Kitabın her cümlesi, müsveddeler üzerinde defalarca durmak - enine boyuna
düşünmek - kelime eklemek ve çıkarmak gibi şeylere minimum seviyede
başvurularak, neredeyse tek seferde yazıldı.
“- İyi de, bu kabiliyetteki bir kişiliğin aynı zamanda aksi ve huysuz oluşuna ne
buyrulur?'' derseniz; yazarlık bir sanat dalı sayılırsa eğer, huysuz olmayan birtek
sanatçı gösterin hadi', deyiveririm. Kendisiyle bile çatışıp da geçinemeyen büyük bir
sanatçıdan “iyi huylu” olmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Koyunlardan birini alıp da
sürüye çoban köpeği olarak dikseniz, çok daha makul sayılır bu yaptığınız....
“Ben hazır olayım ki, fırsat dedikleri şey geliverdiğinde, alsın rütbemi en yukarılara
çıkarsın. Hazır değilsem, öyle çok “fırsat” günü ve günceli yaşarken teğet geçer ki
beni. Ama bilgi denen Güç'ü elime alarak hazır biçimde beklersem, olmaz olmaz!”,
demişliğiniz gerekli çok eski zamanlarınızda…
DeViLofHacKeR’ı (DOH) bir filozof veya bilim adamı, belki de birsürü karmaşık
sıfatın toplamı saymak, ve şu yeryüzü denen büyük alemdeki diğer insanlara bakıp
inceleyerek O’nu anladığını iddia etmek gaflettir.
Çünki DOH henüz lisenin birinci sınıfını bitirdiğinde, “pozitif ilimler” konusunda
olması gerektiği seviyedeyken, insan - insan psikolojisi - olaylar ve olay
akışlarındaki “kişisel gelişim ve öngörü” safhalarını eksiksiz ve kusursuz olarak
biliyordu.
Sonraki dönemlerinde de “insan ve insana ait” her ne varsa, bütün biçim ve hareket
şekilleriyle test etme imkan ve lüksünü bizzat yaşayarak elde etmiştir.
Küçük yada büyük insan - sağlam ya da hasta insan - masum ya da suçlu ve kötü
insan - bilgili ya da kör cahil insan - aklı yerinde ya da deli insan - sakar ya da
hünerli insan gibi tanımlanan profillerin yanısıra;
filozof – sanatçı – şair – yazar – dahi – kahraman – bilge – hazret – köylü – memur –
işçi - ordinaryus profesör – öğretmen – müftü – sosyete – politikacı - komutan ve
boşta gezenler ile alkolikleri “belli aralıklarla ama kalıcı bir şekilde” dost edinerek,
hem analiz etmiş hem de beynin başdöndürücü keskinliğinin paralelliğinde, insana
özgü sır perdelerinin “aslında ne olduğunu” bütün çıplaklığıyla ortaya serebilecek
hale gelmiştir…
Ama DoH içinde bulunulan hali, Tanrı'nın isteği ve takdiri olan şeyleri temelden
bozmayacak.
Çünki, aslında SÖ’lere bile uygun değildi. Sebebi de; bütün Tanrısallığına rağmen,
insanoğlunun “fıtratı ve yaratılış biçimi” tam manasıyla çözülüp - deşifre
edilmeden, dayatılıp, insanların “ucuz hayallerinden - abuk subuk teorilerinden -
rastlantısal ilmi keşif ve icatlardan” ve çoğu zaman da insanın “sapkın istek ve
emellerinden” beslenilmiş olmasıdır.
Böyle olunca da, bilim insanları nereye ya da neye doğru gittiklerini hiç bilemeden,
“tesadüflere dayalı bazı ince hesaplamalar ve birtakım kısa boylu ileri görüşler”
sayesinde yol almıştır. Her medeniyetteki “keşif ve icatları” inceleyin, herbiri,
varacakları nokta “tam ve kesin” olarak bilinmeden ortaya çıkmıştır. O çağın
modern toplumunu da; varılan “çarpık çurpuk ve özünde hesaplanamamış sonuçlar”
meydana getirmiştir.
Öyle ki, sıradan ölümlülerin çoğu şu tespiti bile hala yapamıyor : “- Yahu; verem –
kanser - kalp ve damar hastalıkları - ortopedi ve travmatoloji vs. söz konusu olunca
sayı her geçen gün düşerken, adı depresyon – anksiyete – pmd – şizofreni - atipik
psikoz - paranoid sendrom vs. diye birçok şekilde anılan “akıl hastalıkları ve delilik”
sayısı neden sürekli artış gösteriyor?''...
Maddesel dünyaya ayak uydurdukça, ve her teknolojik gelişimi maddenin
paralelinde yaptıkça sen, ''tıp ve modern dünya'' ilerledi sanıyorsun, ama aslında,
kullanmaya kullanmaya, “boy boy ve nesil nesil” aklını tüketiyor, mevcut zekanı da
törpülüyorsun.
Ayağına bir taş düşen insanoğlu, ağrının sebebini taşa bağlamayı çok kolay öğrenip,
gerekirse de bütün tıbbi araştırmalar neticesinde ameliyatlarda safha sahfa
profesyonelleşirken;
bir tartışma sırasında sarf ettiği birkaç sihirli cümleden sonra karşısındakinin başına
“ani bir ağrı ve dayanılmaz bir ağırlık çöktürebilen” DeViLofHacKeR’in nasıl bir taş
düşmesi veya basınç ile bunu gerçekleştirdiğini “ne çeşit bir ölçme cihazı” ile
ölçüp, gerekiyorsa da beyin ameliyatını ne tür enstrümanlarla ve kıstaslarla
yapabilir?...
DoH muhattap olduğu bütün Sıradan Ölümlü’lerin (SÖ); o an veya geçmişte yaşadığı
acıların mahiyet ve şiddetini - beslenme ve duygudurum kaynaklı kan dolaşımı
yetersizliklerini ve bunlara bağlı psikolojik bozuklukları - yaşadığı çevreden gelen
omurilik ve bağlı bütün kemiklerin aksak yanlarını - kas ve yağ dokularındaki bütün
teklemeleri - sinir sistemindeki marazların göz ve çehreye yansıyan “özet değil”
bütünüyle aslını - geçmiş yıllarını ve olası kalan ömrünü; birkaç günü aşmayan bir
“sadece internette yazışma” sürecinde bile test edip, onda on tutan kehanetlerde
bulunabilir.
Çünki DoH, kitabını okuyanlar kabul etse de etmese de; “yaşayış – besleniş - eğitim,
öğretim - psikolojik altyapı - dini ve Tanrı’sal teferruatlar - beden gücü ve tümleşik
direnç” olarak “özel” yaratılmış, Tanrı’nın diğerlerinde ayrı ayrı kullandığı yaradılış
esaslarının bütüne yakını kadarını Tanrı’dan tek başına alabilme lüksünü tatmıştır.
Fakat yine de bir sohbette;
“- Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim. Daha genç bir “BEN” ile bişekilde
karşılaşsam, O’na, “sakın korkma” kelimeleri ile başlayan cümleler kurarak öğütler
verir, desteklerdim.
Çok çok genç ve tecrübesiz bir DoH ile karşılaşsam eğer, ondan öyle uzak dururdum
ki, bu mesafe belki de dünyanın etrafında birkaç tur kadar olurdu.
Şu öldürme lakırdısına bakıp, atar - gider yapan beni yüksekten uçmakla suçlayıp
burun kıvıracağınızı tahmin edebiliyorum.
Lakin; ben zaten gerçek bir katilim ve rahmetliyi 25 kez bıçaklayıp liğme liğme
ettim.
Ancak yine de, profesyonel destek alabilir miyim acaba düşüncesiyle birsürü
psikolog ve psikiyatr ile yüzgöz oldum.
Oysa ki DoH milyarların olmasa da kimliğini öğrenmiş olan herkesin sevgilisi, digital
bilgi dünyasının “her daim 17 yaşındaymışcasına bir performansla donatılmış” bilge
bir beyaz şapkalı hacker’ı, her an büyükçe bir parçası muhattap olduğu insanların
seyrine sunulan ve ağzına kadar dolu mikroçipi, gerek sanalda gerek gerçek yaşam
içinde seyr-ü seferdeyken “beni izlemeye devam edin, edin ki şu an keyfini
sürdüğünüz lezzetlerin sürekliliğini yitirmeyin” diyebilen bir küresel figür, saldığı
korkuya rağmen yanısıra sergilediği sempati - mütevaziliğin diplerinden doruklara
saniyeler içinde ulaşabilen karizması ile de SÖ’lerin hiç tadamayacağı bir başarı
yelpazesinin sahibiydi.
Hayatın en dışından en içine uzanmış bir güçtü DoH, ve kurbanlarının “Baba Kemal
Cündi”’si olmayı da hiçbir zaman arzu etmedi.
Tanrı, sevgili peygamberi Musa’nın dileğini neden geri çevirdi ve tecellisini dağa
gösterdi?...
Çünki masal dahi olsa bazı yumurtalar ördek değil kuğu doğurur.
Çünki karşımda, dev bir ayna üzerinde kusurlarıyla ortalık yerde duran “kendileri”
vardı. Ve otoritemin peşine takılıp da “tam bir kurban” olmalarını da, bana
sıralayıp anlatmaya kalkıştıkları “neden ve niçinlere” kulak tıkayarak, dolayısıyla da
hiç taviz verme riskine girmeyerek sağladım.
Onlarla vakit harcadığım dünyalarda hava hep ılık ve oksijen bol - gökyüzü masmavi
ve bulutlar sanki birer kenar süsü - yüzler tümüyle güleç ve dostane - bütün
nesnelerin kenarları oval - çayır çimen ise yeşilin en albenilisinden, üstelik de
diriydi. Oralarda ne varsa sevgi adına, hepsinin tadını her an hissediyordum
damaklarımda.
Oysa sen gibi Sıradan Ölümlüler (SÖ), “imrenti ile karışık bir kıskançlığın ışığında”
sevgi ve saygılarını dile getirdikleri an samimiyetle, işte o an, coşkulu bir zafer hissi
beni dimdik ayakta tutar, ve o güçle yeni uğraşlar - yeni kurbanlar bulurum. Hayır,
ego tatmini değil bu. Ben sizlerle, her seferinde, tutkunun sürüklediği bir merakla
hareket eden çocuklar misali, hayatın kabuklu dış yüzeyini aşıp, özündeki “iyi ve
tad alınır” olana ulaşarak tazeleniyorum.
Ve hiç büyük olmadım ben. Çünki hayallerimi, onlarla aynı düzlemdeyken, “net ve
yüksekte” göremezdim.
bazen Hasan öne çıkar ve durumu kurtarır, bazen de DoH olaylara el atar ve
müşkülden sıyrılırlardı.
“- Hiçbir halta benzetilemeyen kara kuru bir kakalakböceği gibisin. Eminim ki her
mekan ve zamanda yaşayabilir, karşına çıkan herşeyle beslenebilirsin!” edalarıyla
şakayollu süzerlerdi...
Evet, bir tahtakurusu bir hamamböceği gibi “Gece”’nin sükunet ve karanlığını her
zaman sevmiştim. Hapisteki uzun yıllarım boyunca “Gece”’yi göremesem de
gözlerimle doya doya, onunla geçmişteki sıkı fıkı dostluğumuzu hayal edip
avunurdum.
Ama biryandan da onun bana olan bağlılığından hep şüphe de etmiştim geçmişte.
Çünki o kapkara “Gece”, beni, kıytırık bir oyuncağa dalıp da ebeveynini unutuveren
küçük çocuk hızıyla unutur, çekip giderdi. “Gece” bütün karanlığını da alıp yanına
gidiverdiğinde, benim içimi de bütün ihtişamıyla “ümitsizlik kadar siyah kalp
ağrılarıyla dolduran yalnızlık” ile ruhumun göz göze gelişi doldururdu.
***
Gerçek sanat içinse “iş hayatı ve programlanmış sistemli çalışmalar” uygun değildir.
Sanatçıların dünyası ve yaşamları çalkantılarla dolu - çoğunlukla kararsız -
mağruriyetleri hırçınlıkla ve sanatsal tacizlerle süslenmiş fakat diğerlerininkinden
daha iyi, çok daha güneşli ve aydınlıktır.
Çünki, gerçek yaşamda “reklam arası kadar bile hayale yer olmadığını” daha
çocukluklarında anlamış, büyüdüklerinde de tembel tembel bekleşirken, içkili
kafalarla, üretivermenin kollarına atılmışlardır.
İzah edeyim : Yudumladığım her bira “şuh bir kadın kahkahası” gibi ıpıslak ve
büyüleyiciydi.
Ve, henüz içmediğim her yudum biranın bardaktaki duruşunda, kıpır kıpır bir
billurun o kahkahada parçalanırken yaydığı berraklık vardı...
Maltepe sahilinde, yan bankta oturan ve bir vesileyle konuşmaya başladığı adam,
yakınlardaki büfeden satın alıp ikram ettiği çelik gibi soğuk birayı, “- Sen iç, afiyet
olsun, bana dokunur, hasta eder” diyerek geri çevirdiğinde sinirlenmiş, ayağını yere
vurur ve gözleri de ateş saçar biçimde;
“- Hasta etse ne olur birader?! Yataklara düşer ve belki de ölür müsün ha? Tabii ya,
sen ölürsen şu boktan dünya n’apacağını şaşırır di mi? Onun hiç umrunda değilken
sen, hasta olma kaygısıyla mı şu güzelim bira teklifimi geri çeviriyorsun, ve içinde
bulunduğun mezardan kafanı çıkarmış da bana “ya hasta olursam?” tribi
yapıyorsun?! İçme canım kardeşim, içme!!” demişti.
Şaşırdı adam ve apar topar kalkıp, tek kelime etmeden, ardına bile bakmadan
gitti.
Yahu, 25 yıl içti DoH o enfes biraları, ve bırak birini 25 yerinden bıçaklayıp kesip
biçmeyi, neredeyse yumruk bile atmadı.
***
Bu ihtimalin varolduğunu biran için kabul etsek de, insanoğlu bu dünyanın zaten
sahipli olduğunun farkına varamadan bu hülyalara dalıyor.
Onlar; ölmeme yeteneğine sahip olan yegane varlıklar; tek hücreli hayvanlar!
Çünki, onun emireri olan "zaman", her geçen dakikayla efendisinin yararına işliyor
ve onun şanını - şerefini - namını layıkiyle koruyor. Zavallı Sıradan Ölümlü (SÖ.) ise,
ölümün değişmez kanunlarının tamamı yürürlükteyken, sözümona, mal - mülk -
tokluk - güzellik gibi acizane şeyleri sahiplenip, ucuz ve ahmakça türküler
mırıldanmaktan öteye gidemiyor.
Ne yalan söyleyeyim, ben de yaşam isimli o savaşta nefes alıp verdiğim süre
boyunca Tanrı'ya pek dua etmedim. Dua'nın gücüyle de, Tanrı'nın hakkımda taa
ruhlar alemindeyken daha ben, takdir edip onayladığı hükümleri değiştirtmek
istemedim.
Sadece bunlara sahip olan birisi diğer insanlarca "çok yoksul" kabul edilse de, sorun
yok benim gözümde.
"Doygun hayat" noktasındaysa ikinci bir dileğim daha oldu Tanrı'dan :
Fakirlik insanı mağdur eder bir dönem belki, fakat, "Gariban" dediğin kişi ağız
tadıyla rezil bile olamaz.
Ancak, parasızlığın beni ittiği bütün çaresizlikleri, "şerefi hat safhadaki bir
üniforma" gibi üstümde alenen taşıyabilecek kadar bilge ve aynı ölçüde
onurluydum...
DevilofHacker (DoH) oluşuma aldırmadan bir camiye yanaşabilirim. Ama ağzım bira
kokar çoğu zaman. Kalksa biri "- Biz keriz miyiz lan? Sabah akşam iç iç, sonra gel
cami önüne avuç aç - para iste. Öyle kurnazlık yok, bas git! " dese, al başına belayı.
Faraza desem ki "- Yahu şu kapı önündeki arabayı alırken filanca rahmetlinin dul
karısını nikahladıktan sonra cebine attığın paracıklardan hiç mi harcamadın?
Eskiden de mi zengindin, eskiden de mi hacı hocaydın? ".
Neyse cami önü ve dilenmek fikri DoH'un mentalitesine hiç uygun değil...
Nietzsche bana "- Beni bırak da bir Epikür bul ve gözün dünya görsün." diye
fısıldasa.
"- Yahu üstad, gözümün dünyayı gördüğü mü var ki? Eski kafayım ben, Epikür üstelik
damarlarımda dolaşıyor her solukta" desem, kıskansa ve suratını ekşitse...
Bu bağlamda; maddiyatım zaten marjinal olduğundan, çok hora geçecek bile olsa,
paylaşmazdım.
Çünki, "fazlaca varlığı olan kişiden" çevresindeki herkes irili ufaklı birşeyler ister, ve
bu da o insanın gücünün önce parçalanmasına, sonra da yokolmasına sebep olur.
Oysa, kendimi bildim bileli bende sadece "keskin işleyen ve sonuçlara götürebilen
akıl" boldu. Güç, para, ün ve karizma adına ne varsa elde edebilirdim de. Fakat o
zaman amaçlarıma ulaşamaz, üstüne üstlük SÖ.'leri de "kötü kaderlerine" bırakmış
olur, onları kazanmak şöyle dursun, sonsuza dek kaybederdim.
Çünki kurbanlarım bu vasıflara sahip bir DoH'a asla güvenemezdi.
Kaybedeceği şeyleri çok olan birine nasıl güvenilir ki???...
Hal böyle olunca hayat da DevilofHacker'ı hiçbir şart ve olayda ezip - yerle bir edip
- böcekmişçesine itip kakıp aşağılayamadı.
Hayat denilen kalpsiz efendinin karşısında hep onu küçük gören - kıymet vermeyen -
yalakalık etmeyen bir DoH vardı. Ne az'a az dedi, ne fazlayı bana ver diye
hayıflandı.
Bu yüzden Hayat da DoH'a hep saygılıydı, çünki onun hedefinde sadece "sonsuzlukta
hep varolabilmek" vardı…
"- Ben bu yaşamı karşıma alıyorum, ve, Şah - Vezir - Kale - Fil - At ve piyonlarıyla
tam takım olmak üzere, fakat, satranç yerine "dama" oynayarak, taşlarda ne
azamet, ne sayısal ne de işlevsel bir "değer" bırakmıyorum.
Öyle ya; hırka - don - bira - internet - sigara ve kadından oluşan altı parça şeyi
"ihtiyacı olanın tümü!" varsayan birine kim ve neden muhalif olup da kendi başını
ağrıtsın ki?..
Sıradan Ölümlülerin (SÖ.) yitip gitmesi için gereken yol haritası : Çok çalış, rol yap,
bolca eğlen, takma ve umursama, fazlaca kazan, yarıştan kopma, önlere katıl,
doyma ve hep ye, taraf tut ve tuttuğun taraf da mutlaka "güçlü" olan olsun, zayıfı
boğ - ez - yoket, yine çalış, yine rol yap - oyna, herşeyi boşver, sana gıpta ile
bakılıyor zannederken de yolunu şaşır ve yitip git. Bilindik manzara yani.
Şu ahir zaman denilen yüzyıl öyle acınası bir zaman dilimi ki; babalar "güçsüz ve
neredeyse bitik" adımlarla ailesini ilerilere taşıma çabasında.
Yahu; mesela, yüzgeçlerin yok ama suda yüzebiliyorsun. Standartları yakalayan bir
bedenin varsa ve uzuvların tamamsa daha neyin peşindesin? Altı bacağının olması
sana ne katabilir ki, paranın yokluğuna hayıflanıyorsun?!.
Şu işim şöyle yolunda gitse de filanca dileğim gerçekleşse;
hani şu kişi var ya, o falan sözü söylese de akıbet tam istediğimce beni bulsa;
olsa – bitse – varsa – dönse - denk gelse - tam öyle olsa - gönlümce gerçekleşse -
bana musallat olmasa – bulaşmasa - tedirgin etmese; se-sa-se-sa!
***
KADIN / KADINLARIM : Yirmibeş yaşındaydı DevilofHacker (DoH) evlendiğinde, ve o
yaşa kadar neredeyse hiç sevgilisi olmamıştı. Seks yapmıştı ama "sevgili olmaya
veya bulmaya" yabancıydı. Yaşı kırklara dayandığında da evliydi ancak eşleri
farklıydı, ve yanısıra da birçok sevgilisi vardı…
Özünde; yalnız kalmaktan deli gibi korkuşu vardı bu "çokça sevgiliye" sahip
oluşunun, ve "karanlıktan ödü patlayan bir çocuk gibiydi, ki," yalnızlık da aynı şeydi
DoH için.
Kadınlarının tamamını da; onu pür dikkat dinleyecek ama yargılayıp sorgulamayacak
- her daim kanatları altında tutacak, koruyacak ama asla boğmayacak - kozasının
"kelebek adayı" tırtılı sahiplendiği gibi saracak ama gerektiği anlarda özgür
bırakacak - hem zeki, hem anaç, hem seksi, hem de eğlenceli kadınlardan
seçmişti.
Yanındaki kadını ışıl ışıl ve pırıl pırıl olsun, ama, DoH'a asla gölge etmesin - iş ve
özel yaşamında gayet başarılı olsun, ama, DoH'u geçme amacı gütmesin - bazı
hayati durumlarda atak ve pratik olsun, ama, DoH'un önünde hiç durmasın.
Kadınları böyle böyle olsun ki, DoH'da "o an" besleneceği kadını hangisiyse gitsin
ondan beslensin.
Hiç sadık olmasın, olmayı da istemesin zaten. İlişkisi gayet iyiyken bile kadınları ile,
O, "yeni bedenler" aramaya devam etsin, bulsun da...
İkili ilişkilerde "çok bilindik ve üçüncü sayfaları süsleyen" ekonomisiyle çok ilintili
cinayetlerin tümünden daha "devasa ve bitirici" bir kayıp vardır çiftlerin arasında.
Bu çoğu zaman sadece hissedilir ve kelimelere dökülemez :
Eşine veya sevgilisine tüm "kişiselliğini ve özünü" kalbini de içine katarak verirsin.
Bütün materyallerden üstündür bu, çünki sen zaten tümüyle busundur ve varolanın
hepsini vermişsindir. Bu bağlamda, ruhu olmayan bir beden nedir ki zaten?
Sonra, küçücük bir zaman dilimine sıkıştırılmış olan bir ayrıntı seni alnından vurur.
Seks, her canlı için, eşine "bir hediye" olarak sunulurken, insanın dişisi bunu bir
güvence - garantörlük gibi görür, ve onlarca yıl evli bile kalınmış olsa da, yeri
geldiğinde kullandığı bir silahtır kadının. Karavana attığı, ıskaladığı da nadir
görülür.
Çünki öyle anları olur ve öyle ağır bir kasvetle yoğrulur ki kadın, asla anlayamazsın.
Yatağınıza "huzuru tamamen kaçmış küçük bir çocuk" gibi girer, ve elini uzatsan da
büründüğü o duygu zırhını aşıp, çehresine geçirdiği o "tarifsiz acı maskesini" alaşağı
ederek, dokunamazsın...
Çok sabırlı bir erkeğim ben. Bir kadını hiçbir zaman bunaltıp da elimden
kaçırmadım bu yüzden. Beklemeyi bilirim. Gereksizce hamleler yapıp da elim boş
dönmem.
Bir oyun kedisi gibi, bana doğru atılacak olan yün yumağı dört göz ve dört patiyle
bekler, hiç acele etmem.
Sonuçta seks tek başına koca bir hiçtir. Kadınımla birbirimize öyle "sıkıca"
bağlanmalıyız ki, ikimizden de sadece 1 adet kişilik çıkabilsin ortaya, ve bu yeni
kişiliği yaratan kişilikler yok olup gitsin. Birimizin varlığı öbürü olmadan hiçbir
anlam taşımasın ve sabun köpüğü gibi erisin.
Fakat bazı anlar vardır ki aşklarda; insan kendini "müebbet hapse henüz çarptırılmış
ve boş gözlerle mahkeme heyetini süzen bir adamın" yaşama sevincinden daha da
aşağı durumda hisseder.
Kendime özgü sebeplerle ve yine kendine has "biçim ve kırmızı çizgilerle" içime
çeke çeke yaşadığım ilişkilerimde, onlarca kadınımın herbirine bir şekliyle aşık
oldum. Hem de, şu "ilk aşk" aforizmalarının tam tersine "düpedüz ve sırılsıklam" aşık
oldum.
Kadınımı her an özlüyor, bırakın saatler, bazen günler boyu, onunla yanyana
geldiğimiz zaman neleri ballandıra ballandıra anlatacağımı düşünüp planlıyor,
kişisel olarak "neyi iyi neyi kötü" yaptığımın muhasebesini tutup da ciroyu pozitife
yükseltmek için hesaplar yapıyordum. Şirinlik seviyemi onunlayken tavan yapacak
hale sokmak için de kendimi sürekli şartlandırıyordum.
Bunların tümü, aşığının kadınına olan tutkusunun göstergesi sayılabilir, ama, birden
farkına vardım ki yıllar sonra, bütün bunları ben, o an seks yaparak - içerek -
eğlenerek vakit geçirdiğim dişiye değil; belki de hayatım boyunca bulamayacağım
"O kadın" için kurguluyormuşum.
"Bir sonrakinde bulurum" umuduyla da, hiç kimsenin ulaşamadığı o yüce aşkın
peşinde koşuşuyormuşum her kadınımda.
Ve aşk denilen büyülü evin temellerinin, sevgilinin varlığı değil yokluğu üzerine inşa
edildiğini birşekilde idrak ediyormuşum bilinçaltımda.
Herbirini ayrı ayrı çok sevdim, değer verdim, tüm absürdlüğüme rağmen de onlar
tarafından sevildim.
Pek azıyla fikir ayrlığına düştüm "arkadaşlık" konusunda ilişkimiz bittikten sonra, ve
araya katgüt (ameliyat ipliği) dahi konmuş olsa, iyileşemedi bir türlü o benzersiz
yara.
Hiçbir kadınımda; içine kırmızı renk bir "yiyecek renklendiricisi" katılmış beyaz
şarabı, sanki gerçek kırmızı şarapmış da içmişim yanılgısına düşmedim aslında.
Herbirinin (birşekilde) sürekli hayatımda oluşunun nedeni budur.
Özünde, bir köpeğin sahip olabileceği en hassas burun, bende, "öngörü ve seziş"
olarak tezahür etmiş, ve yanılmışlığım azdır. Ama, "çok renkli" olmasına rağmen
kendisi dışladığımı iddia eden kadınlarım da oldu. Neden olmasın ki? Onca renk
cümbüşü kerhanelerde de boldu...
Gördüm ki; sarkmalarıma - argo ve keskin dille sokmalarıma - taciz etmeden tahrik
edip akıllarına karpuz kabuğu düşürmelerime - olmadı, tüm münazara, münakaşa
veya tartışmayı, kelimelerin sihirlerini de kullanarak sözü apışarasından hiç
çıkarmadığımda;
bana, o ya da buşekilde "namusun bütün öğüt ve aforizmalarını" sıralayıp, ardından
da kalbinin ululuğunu birçok örnekle savunan, ve o kalbin aslında "apışarasından
önce fethedilmesi" gerektiğini haykıran, ve bu savların sahibinin de "gerçekte bir
kraliçe" olduğunu farketmem gerektiğini, kendince başıma kakan kadınlarımla
yatağa girişimiz, aynı şehirdeysek üç saati, farklı illerdeysek de üç günbatımını
bulmamış. :D.
İş inada bindiğinde; "- Eh ben de senin saçlarını "taa 5 yaşımdan beridir her koşulda
uyandığım sabah ezanı vaktinde", bütün o şehvetli uğraş gecemizden sonra
darmadağın halde görüp de, biramı yudumlayıp sigaramı içmezsem!" diye
bilenirdim.
Konu "kadın" olduğunda öyle inatçı bir arızaydım ki ben, dünyanın bütün tamir araç
gereçleri "sağlamlığıma" şaşardı benim. :D…
"tüm varlığıyla bir yudumda içiveren dişinin" aklı karışır - elleri duracak yer bulamaz
- ayakları dolaşır.
Kadın nesine tutulur nesine aşık olur bir erkeğin, kimse tarifleyemez ama,
DevilofHacker "samimiyeti hisseder ve aşık olur" dediğinde bu tespite kimse itiraz
edemez...
Bir de, "ulaşılamaz ve ele geçmez" oluşundur kadını senin peşinden sürükleyen.
Emin olun ki galibiyet önemli değil, tek canlıdır kadın "sadece savaşmayı" çok
seven...
Sıradanla çirkin arası bir yakışıklılığı, bilindik "köylü çocuğu" sıfatı, bakımsız dişleri
vardı ama, DoH'un hayatına giren kadınlar hem bedenen hem sosyal hem ekonomik
açıdan hem de tahsil bakımından çok çok güzeldi kendisinden. Hem DoH'tan hem de
diğer hemcinslerinden.
''- Ben mağrur ve dik insanları daima beğenirim. Sen de her zaman gururlu – ciddi -
kibarlığa varan bir saygı çerçevesindeydin etrafına karşı. Hele, çoğu zaman suratını
kaplayan dalgın – dertli - düşünceli halin daha güçlü sempati - merak uyandırırdı
bende. Ağırdın. Belki sen de sürekli kur yapan ve bana aşkını ilan edip duran
"diğerleri" gibi davranabilirdin, ama, beğeniyor oluşuna rağmen bile olsa hislerini
hiç açık etmedin. Zaten aksi durumda, şartlar ne olursa olsun seni kesinlikle
reddederdim. İçinde "bir güzel insanın" varolduğuna kanaati bu sebeplerden getirip,
koynuna giriverdim."...
Tanrı aşk hissini saçarken yeryüzüne, dişileri "dağıtan" erkekleri de "arayan" olarak
tayin etmiş. Durum böyle olunca da, caanım dünya erkeği "aşka susamış ruhuyla" en
değişik tutkuları diriltip içinde, her an "yeni ve taze" heyecanlara kapılmak için "o
kadın senin bu kadın benim" dolanmış durmuştur.
Hani insanız ya, herbirimizin irili ufaklı hayalleri var işte. Ben de düştüm
çocukluktan kurtulur kurtulmaz birtanesinin peşine. Üstelik, gerçeğe yakın olması
için de, isterken fazla yüksekten uçmadım. Ola ki gerçekleşir diye.
Yalvardım Tanrı'ya; ''- N'olur bana yakışıklı bir aşk nasip et ve ömürlük olsun.''. Ne
zor bir istek, ve ulaşılmaz bir hayal olduğunu ise nice zaman sonra anladım.
Tanrı'nın "oku" emri bir Ümmi'yi en inanılmaz bir hızla - en açıklanamaz biçimde
Ordinaryus Profesöre dönüştürüveriyor, ve, yine tek hecelik bir eşsiz kelime olan
"Aşk" ise, insanın bütün varlığının içine, sığamaz sanılsa da, sanki, mağmanın
ateşlerini tümüyle dolduruveriyor.
Ben de, eski bir tanıdığa "hiç olmadık bir zamanda ve hiç ummadık bir yerde
rastlamış olmanın eşsiz sevincini yaşarcasına" yaşamak için "aşk'ı", çok yalvardım
Tanrı'ya. Sanırım bana karşı sağırdı, karşıma "O" kadını hiç çıkarmadı…
Zaten var ya; adına sevgi - tutku - aşk ya da başka ne derseniz deyin, tümü kadınlar
içindir. Erkeğe yaramaz bunlar. Onun cesaretini emer emer tükürür.
Cesaret dedik de, işin aldatma ve boynuz takma kısmıysa tamamiyle fasa fiso, ucuz
bahane.
İniver insan ruhunun derinliklerine göreceksin ki; insan Tanrı olmak istemez,
Tanrı’ya sahip olmak – elinde tutmak ister.
Bu bağlamda; yasak aşkın "erkek kişisi", kocasının - sevgilisinin tam anlamıyla sahip
olup da hüküm süremediği kadının yüreğini kendine kul - kendine köle etmiş
olmanın hazzını sever.
İşte ben, konu aşk olduğunda, bilinçaltımın dürtmesiyle de olsa belki, körkütük
sarhoştum hayatım boyunca ve sana gelemedim bir türlü.
Öyle ki; geçen ilk taksi yetecekti. Sarhoştum ve o derece kendimde değildim ki,
yanıbaşımdan geçiveren taksilere el edemedim. Ama, kalbimde kocaman bir sevda,
dudağımda belli belirsiz bir türküyle vallahi hep sana gelmeyi bekledim.
"Şu!" kadın için bunca yanmak da, böyle olduğunda, belki de boş ve gereksizdi!
Öyle böyle değil, uzun süre hiçkimsenin dayanamayacağı şekilde eleştirir - tenkid
eder - yerden yere vururum. Birçok "dişisel ofsayt" hareketlerindeyse düşmancasına
hem de.
Hele de, dışarıdan birtakım müdahelelerle ve erkeksel girişime hiç ihtiyaç olmadan,
dişi kurbağanın yumurtasından yavru elde edilebildiğini öğrendiğim, ve spermin
yerinin doldurulabileceğine kanaat getirdiğimden beri, sokaklara dökülüp de avaz
avaz "eşitlik" naraları atan kadınlara daha bir gönülden "yuh" çekiyorum...
Kırklarımda; aşk - sevgi - tutku vs. dedikleri şeylerin, karın ağrısı - kol kırılması -
ayak burkulması - apandisit patlaması ayarındaki "hissi hastalıklar" olduğunu ve
doktorun da - hemşirenin de - ameliyat veya kimyasal tedavisinin de adresinin
"Maşuk" olduğunu yeni yeni anladım. DevilofHacker'ın da Tanrıgüdüsel olarak, her
hastalanışından sonra, iyileştiği an, alelacele toparlanıp kendi kendisini taburcu
edişlerine şapka çıkardım.
Onlarsa, yaşadığı terkedilişin ardından aşağı yukarı şu lakırdıyı yapardı DoH'a :"-
Gönlüm artık birbaşkasına kapalı ve onun donmuş varlığında tek bir kıvılcım
mevcut. Gün gelir yeniden ateşe dönüşür umuduyla bir köşede bekleyen bu yaşam
kıvılcımının soluğuyla ısınıyor - nefes alıyor ve hem depresyona hem de ölüme
direniyorum. İşte o kıvılcımın adı DoH!"…
Keşke (ona göre) acımasızca ardında bıraktığı şu kadın; belki kısa belki de uzun bir
zaman diliminden sonra kendini sarıp sarmalayacak olan birbaşka erkeğin
kucağındayken de bu lakırdıları edebilse ve DoH'un gidişlerinin kalıcı olduğunu
bugünden sezebilseydi...
"- Yakışıklılıktan pek nasiplenmemiş ama, benzersiz bir kişilik ve envai çeşit
kabiliyetlerle donatılmış şu adamın;
Çünki bu fikirlere, DoH'un sahip olduğu "mağrur ve donuk yüz hatları" yanısıra,
"şeytanca soğukluklar barındıran bakışlarını" algılayamayarak kapılırdı...
Bunu söylediğimde, "- Çocuk musun sen yahu! Masallar gibi Aşklar da yalan! Uyan
artık!" diyenlere de hiç inanmadım, muhattap almadım.
Sadece içimden;
hatta; "heybetinden içime bile sığdıramadığım büyüklükteki" şu soruyu sordum :
"- Hadi masallar uydurma diyelim, ama, kadın'a rağmen bile olsa;
Aşk, Ya Varsa!? "...
***
Annesi evden gideli neredeyse 1 yıl olmuştu Mehmet'in, ve DoH bu sürenin ilk altı
ayını kendini hepten içkiye vererek, Memo'dan mümkün olduğunca uzak durarak ve
onun bakımını babaannesine devretmiş halde, sarhoş olarak geçirmişti. İlk
karısından ayrılmaktan dolayı üzüldüğü için değil, Memo'ya tam "anne kucağı
çağında" nasıl olup da layıkıyla bakabileceğini hesaplayıp durmak kasıyordu onu…
Sonraki zamanlardaysa, gece veya gündüz - ayık veya en sarhoş halinde bile onu
ağlatmamak ve hiçbirşeyden mahrum bırakmamak adına "elinden gelen tüm gayreti"
gösterdi.
Bazı geceler korkup yatağında ağlamaya başladığında, başı hareli bir meleğe
dönüşen DoH, Memo'ya yetişir, sever – öper - ninni söyler ve uyutamazsa da
sabahlara dek başında beklerdi.
Şeker ve çikolatalar biryana, sarhoşken gidip de beyin - paça karışık çorbasını içtiği
lokantadan "haşlanıp terbiye edilmiş" kuzu beyni alır, lapa hale gelene dek ezer,
zoraki de olsa oğluna yedirirdi.
Öyle ya, erkek evlat hem bedenen hem de aklen iyi gelişmeliydi ve "kuzu beyni
püresi" bu işe katkı sağlamada birebirdi…
O masum ise; odada cüssesi kendinden büyük masa - çekyat - sehpa, ne bulursa
arkasına saklanır, büzüşür, olabildiğince küçülür ve kendisini babacığına
göstermemek için ne yapacağını bilemezdi :(.
Öyle ki; bağırmaya başladığında var sesiyle, odanın camları bile zangır zangır eder,
Memo da "yağmurda sırılsıklam olmuş insan" misali titrerdi.
Bu anlar çok nadir olsa da, oğluma bile diğer insanlara davrandığım "resmiyet -
acımasızlık - gaddarlıkla" yaklaşış sebebim psikopat oluşum değil, fakat belki,
Memo'nun gözünde bazen öyle zannedilir.
Ah güzel oğluşum, ah bebeğim! Ben bilirim ki, sadece "iyi ve keyfe dokunan"
yanlarını önüne sürüp de öğretirsem sana şu hayatı, kanatsız bir melek gibi yetişir,
sonra da başına gelen "hiç olmayacak - umulmayacak felaketler" karşısında ezim
ezim ezilirsin.
Umarım, "iyi" değil "adil" olup da "boktan dünyaya uyum sağlayabilecek" şekilde
yetiştirdiğim için, birgün affedersin beni...
Çok sinsi bir kalp çarpıntısı ruhumu tehdit edip, onu, bedenimden sürmeye
çalışıyordu. Akabinde o güzel yüzün geliyordu aklıma, gülümsüyordum. Sonra dört
duvar kan tükürüyordu ellerime, ve senin doğum gününü lanet olası bir hücrede
geçirdiğimin farkına varıp, "Kutlu olsun yeni yaşın canım oğlum. Yanında olamasam
da seni çok seviyorum." diye söyleniyordum acı yüklü ve ıslık gibi bir sesle.
Ne hikmetse başaramadım.
Tarih öğretmeni olacakmış benim oğlum, hay yarım akıllım :)…
Bir çağrışım vasıtasıyla her uyanışında bu sözlerin sarfedildiği hatıra, hemen oğlum
gelir aklıma.
Dudaklarım mırıldanmaya bile cesaret edemez ama “bir avuç elem bir avuç
mahzuniyet ve kaygı" yüklü gözlerim, yıldızı sönmüş ve kararmış bir sükutla haykırır
tüm ruhuma;
"- Sen dışarıdan bakan SÖ.'ler nazarında "bilgisayar başında, elinde bira ve
sigarasıyla" ömür tüketen bir zavallısın! Ya Memo'da ancak babası kadar olursa???
"...
Hayatında olumlu bir değişim için kendini hazır hissedip "yeniden inşa edilmiş bir
yaşama" kavuşmak adına, "mabet" bellediği DoH'un iç dünyasına giremediğini
düşünüp, "kapıda bekleşen diğer rakipleriyle" kah kıyasıya dövüşüyor - kah onlarla
dost olup çanaklarındaki yiyeceği paylaşıyor.
Çok çile çektiği ve çok hakettiği için bir bebeği olsun istedim mesela onun. Olmadı,
maya tutmadı yıllarca.
Çarşamba günü ise; tanınmış bir jinekoloğun "sperm kalitesi sorunu" yaşayan bir
okuyucusuna gazeteden verdiği öğütleri okuyunca şok geçirdim.
DK.'ya bir bebek verme fikri sonrası daha önce hiç duymadığım bir konuda da "nokta
atışıyla" uygulanmış bir yöntemle ilgili derin tıbbi öngörünün - içgörünün, ve bu tip
şeylerin beni "hayat boyu başarılı" yaptığını biraz daha tecrübe ettim.
Zaten "evli çiftler ve uzun süredir sevgili olanlar" birbirinin törpüsüdür derim.
Çarşafın "zaman" denilen buldozerden aldığı pay "küçük bir ütü operasyonu" ile
yokedilebilir ama o "kırışıklıklar" evli insanın yüzünde "geçen yıllarla orantılı
derinliklerde" acımasızca sırıtır...
Potansiyel bir suçlu ve profesyonel bir günahkar olduğumu ilk annem farketmiş
olmalıydı diye düşünüyorum. Ve tüm annelerin de kendi yavruları için aynı
farkındalığa aşağı yukarı aynı yaş dönemlerinde ulaşmaları gerekirdi. İlk anlar
oldukça heyecan vericidir çünki. Bir aileye henüz dahil olan "yeni bir bebek".
Birinin nefesi azıcık kesilecek oldu muydu diğeri soluklanıyor ve hemen devreye
girip devam ediyordu sözümona "öğüt dolu haykırışlara" nöbetleşe.
Çoğu zaman da bu tip bir çabaya bile gerek duymaz, direk döverlerdi.
Hem de ne dövme.
Bazen de "sevgi şelalesi" olup aktığımı veya "şefkat abidesi" bile sayılabileceğimi
iddia ederler. Ederler de "acaba neden?" demezler…
Bilirsiniz ki; hangi din'e mensup olursa olsun, inançlı bir insan dininin gereklerinden
ayrılmadan yaşadığı zaman, gününün her dakikasında; cezalandırıcı - yapılan yanlış
dolayısıyla zulmedici - helak edici, /ve/ , koruyup kollayıcı – affedici - şefkatli bir
Tanrı arasında gidip gelip, iki taraflı bir "durumlar silsilesi" ile karşı karşıya kalır.
Ben de; çoğu zaman, uçsuz bucaksız komplekslerle donatılmış ve birbirine tersyüz
olmuş duyguların orjini olan ruhumla sohbet etmek isterim. Hiç tınmaz!
Tüm sesli girişimlerim boşa çıkınca, kılıcı kalkanı kuşanır da "gece karası vicdanıma"
ya Allah nidalarım eşliğinde saldırır ve yerle bir etmek isterim.
Çünki, "oyun kuralına uygun olsun" diye, yapmaman gerekeni bile yaparsın, ve
kendini çarkların arasına balıklama atarsın. Birine, hatası ya da iticiliği yüzünden
fenalık edeceksem, daha önce işlediğim günahlarım ve kan bulaşmış geçmişim hep
gözümün önünde, beynimin terkisindedir.
küçücük bir çocukken "askere gitme zamanım için", "ohoo, bilmem kaç sene var
daha" gibisinden laflar ederdim.
Sonraları büyüdükçe iş, bir adam - bir erkek olmanın gününü hesaplamaya döndü.
"- Peki mutlaka DevilofHacker olmalı mıydın, başka bir yol bulamaz mıydın?"
derseniz;
Hayır!
Çünki iyilikler kısa süre sonra ruha "muhteşem ve insanüstü" olduğunu haykırır.
Fakat kötülük yapıp duran DoH, en olmaz ihtimalle,
Sıradan Ölümlü'lerin (SÖ.) bulunduğu saftadır...
Ama bilin ki; her insan bir dönem boyunca da olsa öğretmenine muhalefet etmeden
onun mertebesine - yüksekliğine yaklaşamaz.
Çünki siz ne derseniz deyin, bu kitap size, diğer insanlarda rastlayamayacağınız bir
"dostluk ve canayakınlıkla" ilgi gösteriyor olacak aslında.
Birgün ölecek oluşu ilkini silip atarken, ikinci şıkkın doğru değerlemesi için tek bir
şey yeterlidir : Normal insanların kendi ömürlerinin uzunluğu hakkında en ufak bir
"bilgi ve tespiti" olamaz iken, DoH ne zaman öleceğini bilir ve kitabın birkaç yerinde
de o ölüm anından bahsedilir.
Sıradan Ölümlüler (SÖ) böyle bir bilgiye sahip olsalardı kendi adlarına, kimbilir,
belki de, o an olduklarından çok daha çılgın hayatlar yaşarlardı.
Çünki onların tamamını "sistemliliğe ve ölçülü bir yaşam sürmeye" iten yegane şey,
ne zaman öleceklerine dair bilgiden yoksun oluşlarıydı. Belki de o bilgi ellerinde
olsa, hepsinin aklını alır, delirtirdi.
İşte DoH'u farklı kılan şey, o bilgiye sahipken bile, evrenin bütününe "renkler -
zevkler - dehşetlerden ibaret bir alem" gözüyle bakıp, hiçbirşeyi zerre kadar ciddiye
almamaktı. Kendi ölümü bile, pantalonunun cebinde sürekli taşıyıp da, arada eline
alarak stres attığı küçücük bir oyuncaktı…
En kötü ihtimalle de, herbirini kendine, ayrı ayrı amaçlar için tamamen köle
yapması düşünülür.
Buna sebep de, her insanı dış dünyanın organik saldırılarından koruyan derisi gibi,
ruhlarını da çevreleyip saran bir "soyut derinin" olduğunu düşünmesi, ve o derinin
altındaki mükemmel sistemleri bir bir keşfetmek isteyişi, ve yaratanın hatrına da
oradaki marazları tedavi etmek maksadını taşımasıdır…
Yakın komşuları ve mahalle esnafı dahil herkes onun sağır olduğu konusunda
hemfikirdiler mesela küçük bir çocukken.
Çünki hemen hemen hepsi ona seslendiklerinde duyuramıyorlardı. Sağır değildi
fakat, duymak ya da yüzleşmek istemediği şeyleri gözardı edebilecek olgunlukta,
beş yaşındaki bir oğlan çocuğuydu. (5 / 40 / 55 yaşların da "sırlı yaşlar" olduğunu
belirteyim bu arada).
En çok da, annesi onu ansızın çağırdığında, onlarcasının üstüne basar ve ölürken
çıtırdayışlarını dinlerdi.
Öyle ya; yüz insandan doksandokuzu tehlike anında frene olanca gücüyle basıp
durdurmaya çalışacakken bir arabayı, sadece DoH tüttürdüğü ıslığı bile kesintiye
uğratmadan, "ya olağanüstü birşey olur da kazadan sıyrılırsam" şeklindeki, saniyenin
binde biri sayılabilecek zaman diliminde beyninde oluşan düşünceler demetiyle
frene hamle yapmayabilir, hatta kazadan kurtulabilirdi.
"saçmaladı yahu!" diye düşünmüştü belki ama, şimdilerde, daha bir analitik
bakabiliyor olaya.
Ve bütün bunlar ışığında kendini; "- Sıradışı bir arızayım ben. Hem eli kanlı katil,
hem tutucu bir Epikür’yen, üstelik de Aristokrat!" şeklinde tanımlardı...
doğup da birkaç saat yaşayabilen ama tümüyle hastalıklı bir insan yavrusunun dahi
kürtaj ile değil de doğal yollardan ölmesi gerektiğini ne düşünür ne de savunurlar…
Durum o ki; DevilofHacker bir kaos olsa da, sağduyusu ve yapıcılığı da vardır aynı
zamanda.
***
"İyi bir hacker'ı herkes bilir. Ya yakalanmıştır, ya da kendisi bilinmek istemiştirve çıkar demeç verir
medyaya. Mükemmel hacker'ı ise hiç kimse..." cümlesi size ne anlatıyor bilinmez ama;
DeViLofHaCKeR isimli Beyaz Şapkalı HaCKer, NSA'da (Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi) bir binbaşıyı
istifa ettirecek kadar iyiydi, onların güvenlik duvarlarını aşarak sistemlerinde cirit atmıştı. Sıradan
kullanıcıların hayatlarına dalışı bir elmaya ısırık atmaktan öteye gitmemiştir...