You are on page 1of 100

Oxford 3000 Kelime I want absolute silence during the i.; uyma f.

; uyarak, uygun
lesson. (Ders süresince mutlak sessizlik olarak, göre
istiyorum.) Everything went according to his
1- a 11) absolutely; (zarf) instructions. (Her şey onun talimatlarına
(herhangi) bir uygun olarak ilerledi.)
kesinlikle, mutlaka, tamamıyla,
a book, a car , a movie (bir kitap, muhakkak 21) account; (isim, fiil)
bir araba, bir film) It is absolutely an extraordinary i.; hesap , hesap verme f.; açıklamak,
2-abandon ; (fiil) situation. (Bu kesinlikle olağanüstü bir hesap vermek, saymak
terk etmek, bırakmak, vazgeçmek, durum.) I don’t have a bank account.
yüzüstü bırakmak 12) absorb; (fiil) (Banka hesabım yok.)
The children have been abandoned by emmek,içine çekmek, soğurmak, 22) accurate; (sıfat)
their mother. (Çocuklar anneleri özümsemek, anlamak kesin, doğru, tam, hatasız
tarafından terk edildi.) Plants absorb oxygen. (Bitkiler This watch is not very accurate. (Bu
3-ability; (isim) oksijen emer.) saat çok doğru değil.)
yetenek, beceri, kabiliyet, 13) abuse; (isim, fiil) 23) accuse; (fiil)
hüner i.; suistimal, taciz f.; suistimal etmek, suçlamak, suçlamada bulunmak,
She has some musical ability. (Onun kötüye kullanmak, itham etmek
biraz müzik yeteneği var.) She suffered years of physical abuse. He accused him of lying. ( Onu yalan
4-able; (sıfat) (Yıllarca fiziksel tacize uğradı.) söylemekle suçladı.)
yetenekli, hünerli, yapabilen, 14) academic; (isim, sıfat) 24) achieve; (fiil)
becerikli, i.; öğretim görevlisi s.; akademik, başarmak, elde etmek, ulaşmak,
You must be able to speak German for bilimsel üstesinden gelmek
this job. (Bu iş için Almanca konuşuyor The new academic year starts in
olabilmelisin.) He had finally achieved great success.
October. (Yeni akademik yıl ekim (Sonunda büyük başarı elde etti.)
5-abortion; (isim) ayında başlıyor.)
25) achievement; (isim)
kürtaj, bebek aldırma,çocuk 15) accept; (fiil)
düşürme başarı, başarma, elde
kabul etmek, kabullenmek, etme,kazanım
She decided to have an abortion. (O, onaylamak
kürtaj yaptırmaya karar verdi.) It was a remarkable achievement for
She has decided not to accept the job. ( such a young student. (Bu, böylesine
6- about; (zarf, edat) İşi kabul etmemeye karar verdi.) genç bir öğrenci için olağanüstü bir
üzere, yaklaşık, hemen hemen,aşağı 16) access; (isim, fiil) başarıydı.)
yukarı, hakkında (ed.) i.; erişme, erişim, giriş f.; 26) acid; (isim, sıfat)
I was very sorry to hear about your erişmek, i.; asit, ekşime s.; ekşi
sister. (Kardeşin hakkında You need a password to access the
duyduklarıma çok üzüldüm.) Acid can damage things. (Asit
confidential information. (Gizli bilgilere zarar verebilir.)
7- above; (zarf, sıfat) erişmek için bir şifren olması gerek.)
27)acknowledge; (fiil)
zf; üzerine, yukarıda, üstünde ,üzerinde 17) accident; (isim)
s.; yukarıdaki, yukarıda geçen kabul etmek, kabullenmek, tasdik
kaza , arıza, rastlantı, etmek, beyan etmek
The birds were flying above the clouds. beklenmedik olay
(Kuşlar bulutların üstünde uçuyorlardı.) It is generally acknowledged to be
The accident happened at 5 a.m. (Kaza wrong. (Bu genel olarak yanlış olarak
8- abroad; zarf, sıfat) sabah saat 5’te oldu.) kabul edilir.)
zf.; yurt dışında s.; dışarı, dış ülke 18) accompany; (fiil) 28) acquire; (fiil)
, yurt dışı eşlik etmek, yanında olmak, , arkadaşlık elde etmek, edinmek, kazanmak,
She worked abroad for a year. ( Bir yıl etmek, yoldaşlık etmek sahip olmak
yurt dışında yaşadı.) Her husband accompanied her on the She has acquired a good knowledge of
9- absence; (isim) trip. (Gezide kocası ona eşlik etti.) History. (Tarih konusunda iyi derecede
bulunmama, yokluk, 19) accomplish; (fiil) bilgi sahibi oldu.)
olmayış başarıyla tamamlamak, becermek, 29) across; (fiil, edat,
They didn’t notice his absence. (Onun sonuçlandırmak, üstesinden gelmek zarf)
yokluğunu fark etmediler.) Mission accomplished. (Görev başarıyla f.; boydan boya geçmek ed.; karşısında
10) absolute; (isim, sıfat) tamamlandı.) zf.;karşıdan karşıya
i. ;mutlak s.; salt,mutlak, 20) according; (isim, The hospital is right across the bank.
kati, kesin zarf) (Hastane bankanın tam karşısında.)
30) act; (fiil, isim) 40)adapt; (fiil) The hospital administrator was
f.; davranmak, hareket etmek, rol adapte etmek, uyarlamak, uymak suspended for a while. (Hastane
oynamak, yalandan yapmak i.; yasa, , uyum sağlamak yöneticisi bir süreliğine görevden
eylem uzaklaştırıldı.)
We should adapt quickly to the new
Don’t act like sorry. (Üzgünmüş system. (Yeni sisteme hızlıca uyum 50) admire; (fiil)
gibi davranma.) sağlamalıyız.) hayran olmak, beğenmek,
31) action; (isim) 41) add; (fiil) I really admire your recent works. (Son
eylem, aksiyon, dava, fiil, çalışmalarınıza gerçekten hayranım.)
eklemek, ilave etmek, katmak ,
davranış toplamak 51) admission; (isim)
Everyone must take responsibility for Do you want to add your name to the itiraf, kabul, giriş izni,
their actions. (Herkes davranışlarının list? (İsmini listeye eklemek ister misin) teslim
sorumluluğunu almalı.)
42) addition; (isim) A lot of countries are applying for
32)active; (sıfat) admission to the European Union.
ek, ekleme, ilave, toplama, katma
etkin, faal, aktif, çalışkan (Birçok ülke Avrupa Birliği’ne kabul
, eklenti
için başvuruda bulunuyor.
She takes an active part in this project. The last additions were done last night.
(Bu projede aktif rol alıyor.) (Son eklemeler dün gece yapıldı.) 52) admit; (fiil)
33)activist; (isim) itiraf etmek, kabul etmek, izin vermek,
43) additional; (sıfat)
teslim etmek
aktivist, eylemci ek , ilave, ilaveten
Don’t be afraid to admit your mistakes.
The human rights activists are The company provided an additional 5 (Hatalarını itiraf etmekten korkma.)
organizing a demonstration this week. million dollars to this project.( Şirket,
(İnsan hakları aktivistleri bu hafta bir bu proje için ilave 5 milyon dolar 53)adolescent; (sıfat,
eylem düzenliyor.) sağladı.) isim)
34) activity; (isim) s.; ergen, ergenlik çağında olan, genç i.;
44) address; (fiil, isim)
yeni yetme, delikanlı
etkinlik, faaliyet, işlem, fiil f.; hitap etmek, konuşma yapmak,
Adolescents may have problems with
The club provides a wide variety of göndermek, değinmek, adres yazmak i.;
their parents in this period. (Erkenlik
activities. (Klüp çok çeşitli aktiviteler adres, söylev, hitap, konuşma
çağındaki gençlerin bu dönemde
sunmaktadır.) I gave my address and phone number. aileleriyle sorunları olabilir.)
35) actor; (isim) (Adresimi ve telefon numaramı verdim.)
54) adopt; (fiil)
oyuncu, erkek oyuncu, 45)adequate; (sıfat)
evlat edinmek, benimsemek, kabul
aktör,artist, yeterli, uygun, kafi etmek, sahiplenmek
He is a world famous actor. (Dünyaca There is not an adequate supply of water A childless couple has adopted a baby.
ünlü bir aktördü.) in Africa. (Afrika’da yeterli su tedariği (Çocuğu olmayan çift, bir bebek evlat
36)actress; (isim) bulunmamakta.) edindi.)
oyuncu, kadın oyuncu, 46) adjust; (fiil) 55) adult; (isim, sıfat)
aktris, artist ayarlamak, uydurmak, uyarlamak i.; yetişkin s.; ergin,
She wants to be an actress when she adapte olmak, yetişkin
grows up. (Büyüyünce aktris olmak I couldn’t adjust to living alone. (Yalnız Why don’t you act like an adult?
istiyor.) yaşamaya uyum sağlayamadım.) (Neden bir yetişkin gibi hareket
37) actual; (sıfat) 47)adjustment; (isim) etmiyorsun?)
asıl, gerçek, hakiki, doğru, ayar, ayarlama, uydurma, 56) advance; (fiil, isim)
aktüel düzenleme, adaptasyon f.; ilerlemek, geliştirmek, gelişim
The actual cost was higher than he We should make a few adjustments to göstermek i.; ilerleme, terfi
expected. (Gerçek tutar beklediğinden the project. (Projeye birkaç düzenleme Do you follow the recent advances in
daha yüksekti.) yapmalıyız.) medical science? ( Tıp alanındaki son
38) actually; (zarf) 48) administration; (isim) gelişmeleri takip ediyor musun?)
aslında, fiilen, gerçekte, yönetim, idare, yöneticilik, 57) advanced; (sıfat)
sahiden idarecilik ileri, gelişmiş, ileri
What did he actually say? The school administration will organize derecede
(Gerçekten ne söyledi?) a picnic at the weekend. ( Okul England is an industrially advanced
39)ad; (isim) yönetimi hafta sonu bir piknik organize country. (İngiltere sanayi bakımından
edecek.) gelişmiş bir ülkedir.)
reklam, ilan, duyuru
We put an ad in the local newspaper. 49) administrator; (isim) 58) advantage; (isim)
(Yererl gazeteye reklam verdik.) yönetici, idareci, müdür, yarar, fayda, avantaj,
You will have an advantage if you korkmuş, ürkmüş acente, temsilci, ajan, vekil
prepare well. (Eğer iyi hazırlanırsan Are you afraid of darkness? Did you call the travel agent? (Seyehat
avantajın olacak.) (Karanlıktan korkar mısın?) acentasını aradın mı?)
59) adventure; (isim, fiil) 69) African; (isim, sıfat) 79) aggressive; (sıfat)
i.; macera , serüven, risk f.; tehlikeye i.; afrika, s.; afrika ile ilgili, agresif, saldırgan, kavgacı
atmak, riske atmak afrikalı She gets aggressive when she’s hungry.
She likes reading adventure stories. Her mother is an African and her father (Acıkınca agresifleşiyor.)
(Macera hikayeleri okumayı sever.) is a Japanese. (Annesi Afrikalı , babası
80) ago; (zarf)
60) advertising; (isim) ise Japon.)
önce
reklam, tanıtım, 70) African-American;
I went to Spain a long time ago.
reklamcılık (isim)
(İspanya’ya çok uzun zaman önce
Alcohol advertising has been banned. afrikalı amerikalı gittim.)
(Alkol reklamı yasaklandı.) He lives in America but he is actually
81) agree; (fiil)
61) advice; (isim) an African-American. (Amerika’da
yaşıyor ancak aslında afrikalı- aynı fikirde olmak, kabul etmek,
öğüt, nasihat, hemfikir olmak , mutabık omak
amerikalı.)
tavsiye,danışma
Sometimes I agree with her ideas.
I will give you some advice for this job. 71) after; (zarf, sıfat) (Bazen onun görüşleriyle aynı fikirde
( Sana bu iş için biraz tavsiye zf.; sonra, ardından, arkasından s.; oluyorum)
vereceğim.) sonraki, sonra gelen
82) agreement; (isim)
62) advise; (fiil) We will go shopping after lunch. (Öğle
yemeğinden sonra alışverişe gideceğiz.) anlaşma, sözleşme, uzlaşma,
öğüt vermek, nasihat etmek, tavsiyede mutabakat
bulunmak, danışmak 72) afternoon; (isim)
The agreement was signed by the
I advise you to be careful. (Size dikkatli öğleden sonra member countries. (Anlaşma, üye
olmanızı tavsiye ederim) I have a meeting on Monday afternoon. ülkeler tarafından imzalandı.)
63) adviser; (isim) (Pazartesi öğleden sonra topantım var.)
83) agricultural; (sıfat)
danışman, akıl hocası, rehber, 73) again; (zarf) tarımsal, zirai
kılavuz, müşavir tekrar, yeniden, bir daha Agricultural production has been raised
You should find a special adviser for Can you say again? I couldn’t for the last ten years. (Son on yıldır
children’s education. ( Çocukların understand. (Tekrar söyler misin? tarımsal üretimde artış meydana geldi)
eğitimi için özel bir danışman Anlayamadım.)
bulmalısın. 84) ah; (ünlem)
74) against; (edat, zarf) of , ah, vah
64) advocate; (isim, fiil)
ed.; karşı , aykırı, aleyhinde zf.; -e Ah, this is delicious. (Of, bu
i.; avukat, savunucu f.; desteklemek, doğru, ters olarak çok lezzetli.)
müdafaa etmek , savunmak
That’s against the law. (Bu
Many experts advocate that sleeping 85) ahead; (zarf, sıfat)
yasaya aykırı.)
early is good for health. (Birçok uzman, zf.; ilerde, leriye s.; öndeki
erken uyumanın sağlık için faydalı 75) age; (isim, fiil)
I will walk ahead. (İleriye
olduğunu savunuyor.) i.; yaş, çağ f.; yürüyeceğim)
yaşlanmak,eskimek
65) affair; (isim) 86) aid; (isim, fiil)
When I was your age, I was already
mesele, vaka, ilişki i.; yardım , yardımcı f.;
finished school. (Senin yaşındayken
She is having an affair with her okulu çoktan bitirmiştim.) yardım etmek,
colleague . (Meslektaşıyla ilişkisi var.) I joined a medical aid programme.
76) agency ; (isim)
66) affect; (isim, fiil) (Tıbbi yardım programına katıldım)
acenta, ajans
i.; duygulanım, heyecan f.; etkilemek, 87) aide; (isim)
We are working with the local travel
duygulandırmak, gibi davranmak emir kulu, emir yaveri,
agancy. (Yerel seyehat acentası ile
Her opinions affected my decision. çalışıyoruz.) yardımcı
(Onun görüşleri kararımı etkiledi.) She worked as nurse’s aid for three
77) agenda; (isim)
67) afford; (fiil) years. (3 yıl hemşire yardımcısı olarak
gündem, gündemde olan konular çalıştı.)
satın almaya gücü yetmek, maddi , ajanda
gücü yetmek 88) AIDS (isim)
Did you have any information about the
We can’t afford to go holiday this meeting’s agenda? ( Toplantının aids
summer. (Bu yaz tatile gitmeye maddi gündemi hakkında bilgin var mı?) AIDS research have been done for years
gücümüz yetmez.) in this institute. (Bu enstitüde AIDS
78) agent; (isim)
68) afraid; (sıfat) araştırması yıllardır yapılıyor.)
89) aim; (isim, fiil) 99) allow; (fiil) Although it was raining, the weather
i.; hedef, amaç f.; amaçlamak , izin vermek was warm. (Yağmur yağmasına rağmen
hedeflemek hava ılıktı.)
You are not allowed to go out until you
His main aim in life is to earn a lot of finish your homework. (Ödevini bitirene 109) always ; (zarf)
money. (Onun hayattaki asıl hedefi çok kadar dışarı çıkmaya izinli değilsin.) her zaman, daima
para kazanmak.)
100) ally; (isim, fiil) She always listens her mother’s advices.
90) air; (isim, fiil) i.; müttefik ülke, müttefik f.; (Her zaman annesinin tavsiyelerini
i.; hava f.; havalandırmak – to be on air katılmak, birleşmek dinler.)
: yayında olmak The Britain was the ally on World War I 110) AM (fiil, isim)
I need some fresh air, let’s go out. . (İngiltere I. Dünya Savaşı’nda müttefik f.; olmak i.; öğleden önce
(Biraz temiz havaya ihtiyacım var, ülkeydi.)
It was 10 a.m. When I woke up.
haydi dışarı çıkalım.)
101) almost; (zarf) (Uyandığımda saat öğleden önce 10’du.
91) aircraft; (isim) neredeyse, az kalsın, 111) amazing; (isim,
uçak, hava taşıtı yaklaşık olarak sıfat)
This aircraft can carry 300 people. (Bu The cat was almost catching the mouse. i.; şaşırtma s.; inanılmaz, şaşırtıcı,
uçak 300 kişi taşıyabilir.) (Kedi neredeyse fareyi yakalıyordu.) hayrete düşüren
92) airline; (isim) 102) alone; (sıfat, zarf) The dance show was amazing. (Dans
havayolu s.; yalnız, tek, kimsesiz zf.; sadece, gösterisi inanılmazdı.)
I prefer international airlines. yalnızca, tek başına 112) American; (sıfat,
(Uluslararası havayollarını tercih My parents are going out , I will be isim)
ediyorum.) alone at home. (Annem ve babam dışarı s.; amerikan i.; amerikalı
çıkıyor, bugun evde yalnız olacağım.)
93) airport; (isim) Her second husband was an American.
havalimanı, havaalanı 103) along; (zarf) (İkinci kocası Amerikalıydı.)
We should get to the airport before the boyunca, süresince, baştan sona, 113) among; (edat)
flight time. (Uçuş zamanından önce kıyısında(yol, nehir vs.)
arasında, ikiden fazla şey
havaalanında olmalıyız.) We walked along the river. (Nehir arasında
kıyısında yürüdük.)
94) album; (isim) I found this picture among his things.
albüm, plak 104) already; (zarf) (Bu resmi eşyalarının arasında buldum.)
Young singer released a new album last zaten, çoktan, evvelce, 114) amount; (isim, fiil)
week. (Genç şarkıcı geçen hafta yeni bir halihazırda i.; miktar, meblağ, tutar f.;
albüm çıkardı.) She’s already late. (zaten geç toplama ulaşmak
kaldı.)
95) alcohol; (isim) We’ve had an enormous amount of
alkol, içki 105) also; (zarf) money from this job. (Bu işten büyük
ayrıca, hem de , aynı miktarda para kazandık.)
Alcohol is vitally dangerous
for the liver. zamanda 115) analysis; (isim)
She also takes dance lessons . (Aynı analiz, çözümleme, irdeleme,
96) alive; (sıfat, zarf)
zamanda dans dersleri de alıyor.) tahlil
s.; canlı, sağ zf.; canlı canlı
106) alter; (fiil) The urine samples are sent to the
Is your grandfather still alive? (Senin
değiştirmek, evirmek, laboratory for analysis. (İdrar örnekleri
büyükbaban hala sağ mı?)
başkalaşmak tahlil için laboratuara gönderilir.)
97) all; (isim, zamir, sıfat
She altered so much, I cant recognize 116) analyst; (isim)
, zarf)
her anymore. (Çok değişti, artık onu analiz uzmanı, analist,
i.; bütün, tümü , her şey zm.; hepsi s.; tanıyamıyorum) çözümlemeci
bütün, tamamı zf.; bütünüyle ,
tamamıyla 107) alternative; (isim, Food analysts are working on a new
sıfat) project. (Gıda analiz uzmanları yeni bir
His all relatives attended his wedding.
i.; alternatif, seçenek f.; diğer, proje üzerinde çalışıyor.)
(Düğününe bütün akrabaları katıldı.)
alternatif, başka 117) analyze; (fiil)
98) alliance; (isim)
There is always an alternative if you analiz etmek, çözümlemek,
ortaklık, ittifak, müttefiklik, think carefully. (Dikkatlice düşünürsen tahlil etmek
antlaşma her zaman bir alternatif vardır.)
The students analyzed a poem in
The government is now in alliance with
108) although; (bağlaç) literature class. (Öğrenciler edebiyat
the non governmental organizations.
e rağmen, karşın, -diği halde, dersinde şiir çözümlemesi yaptılar.
(Hükümet şuanda sivil toplum
kuruluşları ile ortaklık içerisinde.) olmasına rağmen 118) ancient; (sıfat)
eskiden kalma, antik,eski I need another pen, it doesn’t write. zm.; bir yer zf.; herhangi bir yer,
The movied was about the people who (Başka bir tükenmez kalem gerek, bu her yer
lived in ancient Greece. ( Film antik yazmıyor.) I have never been anywhere outside
Yunanistan’da yaşayan insanlar 128) answer; (isim, fiil) Turkey. (Türkiye dışında herhangi bir
hakkındaydı.) yerde hiç bulunmadım.)
i.; cevap, yanıt, çözüm f.; yanıtlamak,
119) and; (bağlaç) cevap vermek , cevaplamak 138) apart; (zarf, sıfat)
ve, ile Please answer these questions in ten zf.; ayrı olarak, ayrı bir yere, bir
Can he read and write in German? minutes. (Lütfen soruları on dakika tarafa s.; ayrı
(Almanca okuyabiliyor ve yazabiliyor içinde cevaplayınız.) I am living apart from my family now.
mu?) 129) anticipate; (fiil) (şuan ailemden ayrı yaşıyorum.)
120) anger; (isim, fiil) merakla beklemek, ummak, 139) apartment; (isim)
i.; öfke, hiddet, kızgınlık f.; sezmek apartman dairesi, daire,
öfkelendirmek, hiddetlendirmek We anticipate that the sales will rise. oda
His anger was terrifying. ( Öfkesi (Satışların artacağını umuyoruz.) She lives in an apartment in New York.
korkutucuydu.) 130) anxiety; (isim) (New York’ta bir apartmanda yaşıyor.)
121) angle; (isim, fiil) kaygı, tasa , endişe , 140) apparent; (sıfat)
i.; açı, bakış açısı f.; çarpıtmak, anksiyete belirgin, bariz, belli , göze
saptırmak You should share your anxieties with çarpan
You should think about this issue from your doctor. (Endişelerini doktorunla It was apparent that she was really
different angles. (Bu konuyu farklı paylaşmalısın.) upset. (Gerçekten üzgün olduğu
bakış açılarından düşünmelisin.) 131) any; (sıfat, zarf, belliydi.)
122) angry; (sıfat) zamir) 141) apparently; (zarf)
kızgın, hiddetli, öfkeli s.; her, bazı, hiçbir zf.; biraz ,hiç zm.; görünürde, anlaşılan ,
herhangi bir görünüşe bakılırsa
I was angry with you for making such
stupid mistakes. (Böylesine aptal hatalar Are there any problems? (Herhangi bir I thought you lost the keys , but
yaptığın için sana kızdım.) sorun var mı?) apparently you did not. (Anahtarları
132) anybody; (isim, kaybettiğini düşünmüştüm ancak
123) animal; (isim, sıfat)
zamir) görünüşe bakılırsa kaybetmemişsin.)
i.; hayvan s.; hayvani,
hayvanca i.; herhangi biri zm.; kimse, 142) appeal; (fiil, isim)
birisi, hiç kimse f.; başvurmak, cazip gelmek, temyiz
This product has not been tested on
animals. (Bu ürün hayvanlar üzerinde Is there anybody who can help us? (Bize etmek i.; başvuru, temyiz, cazibe
test edilmemiştir) yardımcı olabilecek kimse var mı?) The interior design of the house
133) anymore; (zarf) appealed me. (Evin iç dizaynı bana
124) anniversary; (isim)
cazip geldi.)
yıldönümü artık, bundan böyle, daha
fazla 143) appear; (fiil)
Our grandparents are celebrating their
50th. Wedding anniversary. (Büyükanne I don’t drink coke anymore. gözükmek, belirmek, belli
ve büyükbabamız 50. evlilik (Artık kola içmiyorum.) olmak
yıldönümlerini kutluyor. 134) anyone; (zamir) It appears to be an amazing story.
(Etkileyici bir hikaye gibi gözüküyor.)
125) announce; (fiil) herhangi biri, birisi, herkes,
duyurmak,tebliğ etmek, ilan etmek, hiç kimse 144) appearance; (isim)
anons yapmak The question is so simple that anyone görünme, görünüş,
The government announced the new can solve it. (Soru o kadar kolay ki görünüm
economic plan. (Hükümet yeni herkes çözebilir.) She didn’t like her appearance when she
ekonomik planı duyurdu.) 135) anything; (zamir) was a teenager. (Ergenlik döneminde
görünüşünü hiç beğenmezdi.)
126) annual; (isim, sıfat) hiçbir şey, hiçbiri, hiçbir ,
i.; yılda bir kez gerçekleşen etkinlik s.; her şey 145) apple; (isim)
yıllık, her yıl, senelik I am so hungry, I can eat anything.( Çok elma
The annual growth rate is 6% in açım, her şeyi yiyebilirim.) I will pick some apple. (Biraz
agriculture. (Tarımdaki yıllık büyüme 136)anyway; zarf elma toplayacağım.)
oranı %6.)
neyse, nasıl olsa, zaten 146) application; (isim)
127) another; (zamir, Anyway, let’s change the topic. (Neyse, başvuru, uygulama,
sıfat) konuyu değiştirelim.) müracaat
zm.; başka, başkası s.; farklı, Your application is accepted.
137) anywhere; (zamir,
öbür (Başvurunuz kabul edildi.)
zarf)
147) apply; (fiil) She had an Arab friend in Egypt. düzenleme, ayarlama, tanzim
başvurmak, uygulamak, (Mısır’da arap arkadaş edindi.) , aranjman
müracaatta bulunmak 157) architect; (isim, fiil) There are new security arrangements.
If you apply for this job, you must fill (Yeni güvenlik düzenlemeleri var.)
i.; mimar f.; tasarlamak
up the form. (Eğer bu işe başvurmak 168) arrest; (fiil, isim)
He worked as an architect for long
istiyorsanız formu doldurmalısınız.)
years. (Uzun yıllar mimar olarak f.; tutuklamak, yakalamak i.; yakalama,
148) appoint; (fiil) çalıştı.) tutuklama, hapis
atamak, tayin etmek, görevlendirmek , 158) area; (isim) The thief was arrested three days after
belirlemek the robbery. (Hırsız, soygundan üç gün
bölge, alan ,arazi
They have appointed a new teacher. sonra yakalandı.)
Don’t go away from this area. (Bu
(Yeni bir öğretmen atadılar.) 169) arrival; (isim, sıfat)
bölgeden uzağa gitme.)
149) appointment; (isim) i.; varma, geliş, varış, gelme
159) argue; (fiil)
atama, tayin, görev, s.; gelen
tartışmak, itiraz etmek,
randevu Her arrival made me happy. (Onun
çekişmek
I have a dentist appointment tomorrow. gelişi beni mutlu etti.)
We’re always arguing with each other
(Yarın dişçi randevum var.) 170) arrive; (fiil)
about some issues. (Bazı konular
150) appreciate; (fiil) hakkında sürekli birbirimizle ulaşmak, varmak, gelmek
takdir etmek, beğenmek, değerini tartışıyoruz. ) The train arrived at the station on time.
artırmak , kıymet bilmek 160) argument; (isim) (Tren, istasyona zamanında vardı.)
I appreciate your effort. (Çabanı tartışma, iddia, kanıt 171) art; (isim, sıfat)
takdir ediyorum.)
I don’t want argument anymore. (Artık i.; sanat, hüner, sanat eseri s.;
151) approach; (fiil, isim) tartışma istemiyorum.) sanatsal
f.; yaklaşmak, ulaşmak i.; 161) arise; (fiil) Are you interested in modern arts?
yaklaşım (Modern sanatlarla ilgileniyor musun?)
ortaya çıkmak,
As you approached to the west, you’ll kaynaklanmak,yükselmek 172) article; (isim)
see the sea. (Batıya yaklaştıkça denizi
New crisis have arisen. (Yeni makale, eşya, yazı, bent , madde ,
göreceksin.)
sorunlar ortaya çıktı.) hukukta kanun maddesi
152)appropriate; (sıfat) Have you read the article about the
162) arm; (isim, fiil)
s.; uygun, yerinde, technological developments?
i.; kol , güç, cephane f.; silahlandırmak ,
münasip (Teknolojik gelişmeler hakkındaki
destek olmak
These jeans are not appropriate for makaleyi okudun mu?
She broke her arm in an accident.
work. (Bu pantolonlar iş için uygun 173) artist; (isim)
(Kazada kolunu kırdı.)
değil.)
artist, sanatçı, ressam
163) armed; (sıfat)
153) approval; (isim) sanatkar
kollu, ateşli, silahlı
onay, tasdik, tasvip, uygun His favorite artist is Van Gogh. (En
bulma The robber was armed. beğendiği ressam Van Gogh.)
(Soyguncu silahlıydı.)
I can’t say anything without my parent’s 174) artistic; (sıfat)
approval. (Anne babamın onayı 164) army; (isim)
artistik, sanatsal
olmadan bir şey söyleyemem.) ordu, asker, topluluk
They made some artistic arrangements.
154) approve; (fiil) He wants to go into army, after (Bazı sanatsal düzenlemeler yaptılar.)
onaylamak, tasvip etmek, finishing the school.( Okulu bitirdikten
sonra orduya katılmak istiyor.) 175) as; (zarf,
uygun bulmak
edat,bağlaç)
She doesn’t approve my univercity 165) around; (zarf, edat)
zf.; olarak ed.; kadar, gibi , rağmen
choice. (Üniversite seçimimi uygun zf.; etrafta, çevrede , aşağı yukarı ed.; bağ.; olduğundan, -dıkça, -dığı için
bulmuyor.) sularında, civarında ,çünkü
155) approximately; There was no one around. I work as a general director at a firm.
(zarf) (Etrafta kimse yok.) (Bir firmada genel müdür olarak
yaklaşık olarak , aşağı 166) arrange; (fiil) çalışıyorum.9
yukarı düzenlemek, ayarlamak, 176) Asian; (isim, sıfat)
The journey took approximately five hazırlamak , sıralamak i.; asyalı, asya s.; asya ile
hours. (Yolculuk yaklaşık beş saat Can you arrange an appoinment for ilgili ve ona ait
sürecek.)
Thursday? (Perşembeye randevu She likes listening Asian music. (Asya
156) Arab; (isim) ayarlayabilir misin?) müziği dinlemeyi sever.)
arap, arabistanlı 167) arrangement; (isim)
177) aside; (zarf, sıfat) 187) assignment; (isim) 197) athlete; (isim)
zf.; bir kenara, bir tarafa s.; göreve atama, görev , ödev , atlet, sporcu
ayrı devretme He is an athlete, who has medals. (O,
He pulled the car aside. (Arabayı The assaignments will be handed on madalyaları olan bir atlet.)
kenara çekti.) Tuesday. (Ödevler Salı günü teslim
198) athletic; (sıfat)
edilecek.)
178) ask; (fiil) atletik, sportif, atletizmle
soru sormak, rica etmek, 188) assist; (fiil, isim) ilgili
istemek f.; yardımcı olmak, asistanlık She was athletic boy. (Sportif bir
Ask me anything you want to know. yapmak i.; yardım oğlan çocuğuydu.)
(Bana ne bilmek istiyorsan sor.) Her daughter assists her in the kitchen.
199) atmosphere; (isim)
(Kızı mutfakta ona yardımcı olur.)
179) asleep; (sıfat, zarf) atmosfer, çevre , hava
s.; uyuyan zf.; uyurken, 189) assistance; (isim) ,ortam
uykuda yardım, destek There was a friendly atmosphere at the
I found him asleep in the class. (Onu We’ll provide assistance for your party. (Partide arkadaş canlısı bir ortam
sınıfta uyurken buldum.) education. (Eğitiminiz için destek vardı.)
sağlayacağız.)
180) aspect; (isim) 200) attach; (fiil)
görünüş, yön, tavır, açı , 190) assistant; (sıfat, eklemek, iliştirmek,
bakı isim) bitiştirmek
You see only one aspect of the problem. s.; yardımcı i.; asistan, I attach a copy of the file. (Dosyanın bir
(Sorunun yalnızca tek tarafını yardımcı eleman kopyasını ekliyorum.)
görüyorsunuz.) She is working as an assistant at the
201) attack; (isim, fiil)
university. (Üniversitede asistan olarak
181) assault; (fiil, isim) i.; hücum, kriz, girişme , saldırı, taarruz
çalışıyor.)
f.; saldırmak, hücum etmek, tecavüz f.; saldırmak, hücum etmek, atağa
etmek , taarruz etmek i.; saldırı, 191) associate; (fiil, isim) kalkmak
tecavüz, taarruz f.; ilişkilendirmek, birleştirmek i.; iş The enemy forces attacked with all the
The woman was sexually assaulted on ortağı, arkadaş power. (Düşman kuvvetleri tüm gücüyle
the street. (Kadın caddede cinsel War is generally associated with guns hücum etti.)
saldırıya uğradı.) and bombs. (Savaş genelde silah ve
202) attempt; (isim, fiil)
bomba ile ilişkilendirilir.)
182) assert; (fiil) i.; kalkışma, girişim, teşebbüs
iddia etmek, ileri sürmek, açıklamak, 192) association; (isim) f.;girişimde bulunmak, teşebbüste
ortaya koymak ortaklık, dernek, birlik, bulunmak, girişmek
She continued to assert her innocence. teşekkül That was an unsuccessful attempt.
(Masumiyetini iddia etmeyi sürdürdü.) Do you have any association with them? (Başarısız bir girişimdi.)
(Onlarla bir ortaklığınız var mı?)
183) assess; (fiil) 203) attend; (fiil)
değerini biçmek, belirlemek , para 193) assume; (fiil) katılmak, devam etmek,
miktarını tayin etmek farzetmek, varsaymak hazır bulunmak
It is difficult to assess the needs. I assume that he will be better soon. Are you planning to attend her
(İhtiyaçları belirlemek zor.) (Kısa zamanda daha iyi olacağını wedding? (Onun düğününe katılmayı
varsayıyorum.) planlıyor musun)
184) assessment; (isim)
değerlendirme, düşünce 194) assumption; (isim) 204) attention; (isim)
The asessment of the situation must be farzetme, varsayım, tahmin dikkat, ilgi, itina, uyarı
objective. (Bu durumun değerlendirmesi His assumptions were all wrong. (Bütün The young man tried to attract the
nesnel olmalı.) varsayımları yanlıştı.) waitress’ attention. (Genç adam garson
kızın ilgisini çekmeye çalıştı.)
185) asset; (isim) 195) assure; (fiil)
varlık, mülk, servet , en garantilemek, temin etmek, güvence 205) attitude (isim)
değerli şey. altına almak , sigortalamak tavır, tutum, davranış, hal
In this job, attention is the asset . (Bu I can assure you, he will be successfull. If you want to show respect, you should
işte dikkat en değerli şeydir.) (Sizi temin ederim ki başarılı olacak.) change your attitude. (Eğer saygı
göstermek istiyorsan bu tavrını
186) assign; (fiil) 196) at; (zarf, edat )
değiştirmelisin.)
vermek, devretmek, tahsis etmek, zf.; üzere ed.;üzerinde, -de,-
saptamak, atamak, görev vermek da 206) attorney; (isim)
Our teacher assigned each of us a I met him at school. (Onunla avukat, vekil, dava vekili
different task. (Öğretmenimiz her okulda karşılaştım.) A new attorney was appointed for the
birimize farklı bir görev verdi.) case. (Dava için yeni bir avukat atandı.)
207) attract; (fiil) önlemek ,sakınmak ,korunmak, berbat bir şekilde, fena
kendine çekmek, uzak durmak halde, kötü
cezbetmek If you want to avoid sunburns, you She was singing so badly.(Çok kötü
The movie has attracted thounds of shoul use suntan oil.( Eğer güneş şarkı söylüyordu.)
people. (Film, binlerce insanın ilgisini yanıklarından korunmak istiyorsan
227) bag; (isim, fiil)
çekti.) güneş yağı kullanmalısın.)
çanta, torba, kese, f.; çantaya koymak,
208) attractive; (sıfat) 217) award; (fiil, isim) torbaya atmak, çalmak, aşırmak
çekici, cazip , alımlı f.; ödül vermek i.;ödül , I bought her a pink bag for her birthday.
mükafat (Doğum günü için ona pembe bir çanta
I met a young and attractive girl at the
party. (Partide genç ve alımlı bir kızla He was nominated for the best musician aldım.)
tanıştım.) award. (En iyi müzisyen ödülü için aday
228) bake; (isim, fiil)
gösterildi.)
209) attribute; (fiil, isim) i.; yemekli toplantı, karbonat f.; fırında
218) aware; (sıfat) pişirmek, pişmek, kavurmak
f.; atfetmek ,bağlamak, yüklemek,
yormak i.; yetki, nitelik, simge tetikte, farkında , bilinçli I will bake a cake for our guests.
My mother attributes her success to You must be aware of the seriousness of (Misafirlerimiz için kek pişiriceğim)
hard work. (Annem başarısını çok the situation. (Durumun ciddiyetinin
229) balance; (fiil, isim)
çalışmasına bağlıyor.) farkında olmalısın.)
f.; dengelemek, dengede tutmak,
210)audience; (isim) 219) awareness; (isim) tartmak, düşünmek , inip çıkmak i.;
izleyici, seyirci, okuyucu farkındalık, bilinçlilik denge, uyum, denklik, bakiye,bilanço ,
kitlesi Early awareness of the cancer is very terazi
The audience enjoyed the theater and important. (Kanser konusunda erken Try to balance your social life and your
clapped for 5 minutes in the end. farkındalık oldukça önemlidir.) work. ( Sosyal hayatını ve işini dengede
(Seyirci tiyatroyu beğendi ve sonunda tutmaya çalış.)
220) away; (sıfat, zarf)
beş dakika boyunca alkışladı) 230) ball; (isim, fiil)
s.; uzak, zf.; uzakta,
211) author; (isim, fiil) She live 100 m away from here. i.; top, küre, bilye , misket, yumak , top
i.; yazar, eser sahibi f.; (Buradan 100 metre uzakta yaşıyor.) mermisi f.; top yapmak , yumak yapmak
yazmak The kids are playing ball outside.
221) awful; (sıfat)
The author’s aim was to emphasize (Çocuklar dışarıda top oynuyor)
berbat, çok kötü, korkunç
poverty in his book. (Yazarın amacı 231) ban; (isim, fiil)
kitabında yoksulluğa vurgu yapmaktı.) The service at the hotel was awful.
(Oteldeki hizmet berbattı.) i.; yasak, aforoz f.; yasaklamak, boykot
212) authority; (isim) etmek, aforoz etmek
222) baby; ( isim)
yetki, nüfuz, otorite, The doctor banned her smoking after
hakimiyet i.; bebek , hayvan yavrusu she had a heart attack. (Kalp krizi
Only the manager has the authority to The new married couple want to have a geçirdikten sonra doktor ona sigara
give the orders. (Yalnızca müdürün baby. (Yeni evli çift bebek sahibi olmak içmeyi yasakladı.)
talimat verme yetkisi vardır.) istiyor.)
232) band; (isim, fiil)
213) auto; (isim, sıfat) 223) back; (isim, fiil, i.; bando, müzik grubu ,bant , orkestra,
sıfat, zarf) şerit f.; bantlamak , bağlamak
i.; otomobil, araba s.; kendi
kendine i.; arka f.; arka çıkmak, geriye gitmek s.; We bought ticket for the concert of the
arkasındaki, evvelki zf.; arkaya, geride, famous band.(Ünlü müzik grubunun
The auto prices have been increased this
geçmişte konseri için bilet aldık.)
year. (Bu yıl otomobil fiyatları arttı.)
214) available; (sıfat) 224) background; (isim) 233) bank; (isim, fiil)
mevcut, elverişli, müsait, geçmiş, fon, arka plan, özgeçmiş, i.; banka, göl kıyısı, yaka, set f.; para
kullanışlı sosyal çevre yatırmak, set çekmek
The doctor is not available now, please Please talk about your background and I save my money in the bank account.
come later. (Doktor şuan müsait değil, your work experiences. (Lütfen (Paramı banka hesabımda
lütfen daha sonra gelin.) geçmişiniz ve iş tecrübelerinizden biriktiriyorum.)
bahsedin.)
215) average; (isim, sıfat) 234) bar; (isim, fiil)
225) bad; (isim, sıfat) i.; bar, parmaklık, demir çubuk,baro f.;
i.; orta,ortalama s.;sıradan
i.; kötülük, zarar, yıkım, şanssızlık s.; parmaklıkla çevirmek, önlemek
The average income is quite low in
kötü, fena, berbat, nahoş She was sitting at the bar, when I saw
African countries. (Afrika ülkelerinde
ortlama gelir oldukça düşük.) I thought it was a bad talk. (Bence kötü her. (Onu gördüğümde barda
bir konuşmaydı.) oturuyordu.)
216) avoid; ( fiil)
226) badly; (zarf) 235) barely; (zarf)
zar zor, anca Can I use your bathroom? (Banyonuzu I won’t meet him because I don’t like
The mall was so crowded that I could kullanabilir miyim?) him. (Onunla görüşmeyeceğim çünkü
barely bought something. (Alışveriş ondan hoşlanmıyorum.
246) battery; (isim)
merkezi öyle kalabalıktı ki zar zor bir 257) become; (fiil)
batarya, pil, akü
şeyler alabildim.)
We need a battery for the car. (Araba olmak, haline gelmek
236) barrel; (isim, fiil) için yeni bir akü lazım.) She become a finance manager at a
i.; fıçı, namlu f.; fıçılamak private bank .( Özel bir bankada finans
We loaded the barrels on the ship. müdürü oldu.)
247) battle; (isim, fiil)
(Fıçıları gemiye yükledik.) i.; savaş, muharebe f.; savaşmak, 258) bed; ,(isim, fiil)
237) barrier; (isim) mücadele etmek i.; yatak, döşek, tarh f.; yatırmak,
bariyer, duvar, set Thousand of people were killed at the yatak yapmak
At the public meeting, people were battle. (Savaşta binlerce insan This bed is very comfortable. I will buy
standing behind the barriers. (Mitingde öldürüldü.) this. (Bu yatak çok rahat. Bunu
insanlar bariyerlerin arkasında 248) be; (fiil) alacağım.)
duruyordu.) 259) bedroom; (isim)
olmak, mevcut olmak
238) base; (fiil, isim, I wasn’t at school yesterday. yatak odası
sıfat) (Dün okulda yoktum.) The bedroom of the house was very
f.;temellemek, dayandırmak i.; temel, 249) beach; (isim, fiil) large. (Evin yatak odası oldukça
esas, kaide,taban, kural s.; adi, aşağılık büyüktü.)
i.; kumsal, sahil, plaj f.;
Today’s concerns have a historical base. karaya çekmek 260) beer; (isim)
(Bugünkü sorunların tarihsel bir temeli
Our summerhouse is very close to the bira
var.)
beach. (Yazlık evimiz sahile çok yakın.) This city is famous for its beer. (Bu
239) baseball; isim şehir birasıyla ünlüdür.)
250) bean; (isim)
beyzbol , beyzbol topu
fasulye,barbunya, tohum, tane,kahve vb 261) before; (edat, zarf,
When he was studying in New York he çekirdeği, kafa bağlaç)
was playing baseball. (New York’ta
ed.; önünde, öncesinde zf.; önden, daha
okurken beyzbol takımında oynuyordu.) She is cooking beans for dinner.
(Akşam yemeği için fasulye pişiriyor.) önce bağ.; -den önce
240) basic; (sıfat) All arrangements were done before the
252) bear; (fiil, isim)
temel, esas, başlıca ceremony. (Törenden önce bütün
tahammül etmek, dayanmak,
We will start our first lesson with basic i.; ayı hazırlıklar yapıldı.)
katlanmak, taşımak
informations. (İlk dersimize temel 262) begin;(fiil)
bilgilerle başlayacağız.) She talks all the time, I can’t bear
anymore. (Sürekli konuşuyor, artık başlamak, girişmek, adım
241) basically; ( zarf) katlanamıyorum.) atmak
aslında, esasen, temelde 253) beat; (isim, fiil) The tennis course begin this summer.
These two different approaches are (Tenis kursu bu yaz başlıyor.)
i.; ritim, vurma sesi, darbe, çarpma f.;
basically very similar.( Bu iki farklı yenmek, dövmek, atmak çarpmak, 263) beginning; (isim,
yaklaşım esasen çok benzer.) sıfat)
vurma
242) basis; (isim) He beat me at the chess tournament. i.; başlangıç, başlama, milad
kök, temel, taban, altyapı (Satranç turnuvasında beni yendi.) s.; ilk, baş
The basis of a good relationship is 254) beautiful; (sıfat) We missed the beginning of the movie.
mutual trust. (İyi bir ilişkinin temeli (Filmin başlangıcını kaçırdık.)
güzel, zarif, hoş
karşılıklı güvendir.)
My mom is the most beautiful woman 264) behavior; (isim)
243) basket; (isim, fiil) on earth. (Annem dünyadaki en güzel davranış, tavır, tutum
i.; sepet, basketbol potası, küfe f.; kadın.) Her behavior towards me is less
sepetlemek aggressive now. (Bana karşı tutumu
255) beauty; (isim)
The basket is full of apples. şimdi daha az agresif)
güzellik, güzel kişi , güzel
(Sepet elmalarla dolu.) şey 265) behind; (sıfat, zarf,
244) basketball; (isim) I don’t use the beauty products. edat)
basketbol, basketbol topu (Güzellik malzemesi kullanmıyorum.) s.; gerisindeki, ardındaki zf.; arkadan,
geride ed.; ardında, arkasında
He was playing basketball in 256) because; (sıfat)
high school. The cat is standing just behind the
çünkü, nedeniyle , dolayı, - window. (Kedi pencerenin hemen
245) bathroom; (isim) dığı için arkasında duruyor.)
banyo, tuvalet
266) being; (isim)
varoluş, yaratık, f.; faydası olmak, yarar sağlamak i.; The priest spoke by making quotes from
oluş,mahluk yarar, kazanç, iyilik, menfaat,fayda, the Bible. (Rahip, İncil’den alıntılar
I love him with my whole being. (Onu çıkar yaparak konuştu)
bütün varoluşumla seviyorum.) I have had the benefit of this job. (Bu 285) big; (sıfat)
işin faydasını gördüm.)
267) belief; (isim) büyük, kocaman, iri
inanç, güven, fikir, itimat 277) beside; (edat, zarf) I saw a big fish under the lake. (Gölün
He avoids explaining his ed.; yanında, dışında, nazaran zf.; altında kocaman bir balık gördüm.)
political blief. üstelik
286) bike ; (fiil, isim)
My painting looks amateur beside
268) believe; (fiil) f.; bisiklet sürmek , motosiklete binmek
yours. (Beni resmim seninkinin yanında
inanmak, güvenmek, iman i.; bisiklet, motosiklet
amatör duruyor.)
etmek It is our hobby to biking along the sea at
278) besides; (edat , zarf) weekends. (Haftasonları deniz kıyısında
I don’t believe his words. (Onun
sözlerine inanmıyorum.) ed.; dışında, -den başka zf.; bunun yanı bisiklet sürmek hobimiz.)
sıra, ayrıca, bir de
269) bell; (isim) 287) bill; (isim, fiil)
Besides working as a teacher at school ,
çan, zil i.; fatura , poliçe, kağıt para, f.; ilan
he also gives private lessons. (Okulda
ilan, gaga etmek
You can start when you hear the bell öğretmen olmasının yanı sıra özel ders
ring. (Zil sesini duyduğunuzda de veriyor.) Don’t forget to pay he electricity bill.
başlayabilirsiniz.) (Elektrik faturasını ödemeyi unutma.)
279) best; (sıfat,isim, fiil)
270) belong; (fiil) 288) billion; (isim)
s.; en iyi , en uygun i.; en iyisi f.; alt
ait olmak , ilgili olmak etmek, hakkından gelmek milyar
I can’t live here, I don’t feel I am I am trying to do my best. (Elimden She earned a billion dollar in 5 years.
belong here. (Burada yaşayamam, gelenin en iyisini yapmaya (beş yıl içerisinde bir milyar kazandı.)
buraya ait olduğumu hissetmiyorum. çalışıyorum.) 289) bind; (fiil, isim)
271) below; (sıfat, zarf 280) bet; (isim, fiil) f.; bağlamak , sargılamak , yasal olarak
edat) i.; iddia , bahis f.; iddiaya girmek bağlamak i.; bağlayan şey
s.; alt, aşağıdaki zf.; aşağıya, aşağıda , bahis yapmak They bound his hand quickly. (Hızlıca
ed.; aşağısında, aşağı, alt katta He bet me ten dollars that the blue team ellerini bağladılar.)
Please do not write below the sign. won the match. (Mavi takımın maçı 290) biological; (sıfat)
(Lütfen işaretin altına yazı yazmayın.) kazanacağına dair benimle on dolarına
biyolojik, yaşamsal
272) belt; (isim, fiil) iddiaya girdi.)
She was adopted when she was a baby,
i.; kemer, kuşak , şerit f.;kemer 281) better; (isim, sıfat, fiil, but then she learned her biological
bağlamak , şiddetle vurmak zarf) parents. (Bebekken evlatlık edinilmişti
Tie the belt when you driving. (Araba i.; daha iyisi s.; daha iyi , -den daha iyi fakat sonradan biyolojik anne babasını
kullanırken kemerini bağla.) f.; iyileştirmek iyileşmek zf.; daha iyi öğrendi.)
bir şekilde 291) bird; (isim)
273) bench; (isim)
You look sick, you should better go
bank, oturma sırası , kürsü , kuş
home. (Hasta görünüyorsun, eve gitsen
yargıç kürsüsü daha iyi olur.) It is a cute bird with blue color. (Mavi
The benches in the park were all renkli sevimli bir kuş.)
broken. (Parktaki bütün banklar kırıktı.) 282) between; (edat, 292) birth; (isim)
bağlaç)
274) bend; (fiil, isim) ed.; arasında , ortasında bağ.; doğum, doğurma, nesil
eğilmek, boyun eğmek, bükülmek, ila I was present at the birth of my nephew.
kıvrılmak i.; eğilme,bükülme,kıvrılma, Moldova lies between Romania and (Yeğenimin doğumunda oradaydım.)
dönemeç Ukraine. (Moldova, Romanya ile 293) birthday; (isim)
He bent his head and whispered Ukrayna arasında bulunuyor.) doğum günü
something to her. (Kafasını eğdi ve ona
bir şeyler fısıldadı.) 283) beyond; (edat , isim We will celebrate my twentieth birthday
,zarf) tomorrow. (Yarın yirminci yaş günümü
275) beneath; (edat, zarf) ed.; ötesinde i.; öte zf.; öteye, kutlayacağız.)
ed.; altında zf.; aşağıya , allta ayrıca 294) bit; (isim)
, altına The see lies beyond the mountains. küçük parça , biraz , az miktar ,
We live beneath the same roof. (Aynı (Deniz, dağların ötesinde uzanıyor.) bozuk para
çatı altında yaşıyoruz.)
284) Bible; (isim) Can I have a bit of cake? (Biraz
276) benefit; (fiil, isim) incil, kitab-ı muhakaddes kek alabilir miyim?)
295) bite; (isim, fiil)
i.; lokma ,ısırık, acı f.; 304) blue; (sıfat, fiil) yükselme, hızı ekonomik gelişme,
ısırmak , dişlemek s.; mavi, keyifsiz, morali bozuk f.; piyasada canlılık f.; gümbürdemek,
Our neighbour’s dog bit my leg. maviye boyamak uğuldamak, birden artmak , hızla
(Komşumuzun köpeği bacağımı ısırdı.) gelişmek /ilerlerlemek
My favorite colour is blue. (En
(kent/kurum/ekonomi vb.)
296) black; (sıfat, fiil) sevdiğim renk mavidir.)
Since 2010 there is a boom in house
s.; siyah , kara , karanlık, koyu , siyahi 305) board; (isim, fiil) sales. (2010’dan bu yana ev satışlarında
f.; kararmak , siyaha boyamak i.; tahta, levha, pano,heyet f.; gemiye, patlama var.)
She was wearing a black dress last vapura, uçağa vb binmek , yolcu almak,
314) boot; (isim, fiil)
night. (Dün gece siyah bir elbise The results are on the board. (Sonuçlar
giymişti.) i.; bot, çizme, çarık, otomobil koltuk
panoda asılı.)
kılıfı, bagaj f.; çizme giydirmek ,
297) blade; (isim) 306) boat; (isim, fiil) tekmelemek
traş bıçağı, jilet, bıçak ağzı i.; tekne, bot, vapur, kayık ,sandal f.; I liked your red boots. (Kırmızı
This blade is sharp, be careful. (Bu kayıkla taşımak , sandalla gezmek çizmelerini çok beğendim.)
bıçağın ağzı keskin, dikkatli ol.) He bought an expensive boat for sailing. 315) border; (isim, fiil)
298) blame; (isim, fiil) (Denize açılmak için pahalı bir tekne
i.; sınır, hudut , kenar , kıyı, uzun çiçek
aldı.)
i.; suç, kabahat, kusur f.; suçlamak , tarhı f.; sınırlamak, etrafını çevirmek
ayıplamak , suçu birinin üzerine atmak 307) body; (isim) The refugees staying in the camps on
Stop blaming me all the time! (devamlı vücut, beden, gövde, ceset the border. (Mülteciler sınırdaki
beni suçlamaktan vazgeç!) There are too many tattooes on his kamplarda kalıyor.)
299) blanket; (isim, fiil) body. (Vücudunda çok sayıda dövme 316) born; (sıfat)
var.)
i.; battaniye, örtü, yorgan f.; battaniyeye doğmuş, doğan, doğuştan,
sarmak , sarıp sarmalamak 308) bomb; (isim, fiil) doğumlu
It is very cold today, we need another i.; bomba , başarısızlık f.; bomba She was born in a rich family. (Zengin
blanket. (Bugün hava çok soğuk, bir patlatmak, başarısızlığa uğramak bir ailede doğmuş.)
battaniye daha lazım.) Hundreds of bombs were dropped on 317) borrow; (fiil)
300) blind; (isim, fiil, the city during the war. (Savaş sırasında
ödünç almak, borç almak
sıfat) şehre yüzlerce bomba atıldı.)
Can I borrow your white coat for
i.; jaluzi, stor, pusu f.; kör etmek, 309) bombing; (isim) tomorrow? (Beyaz ceketini yarın için
gözünü almak s.;kör, gözleri görmeyen bombalı saldırı, bombalama ödünç alabilir miyim?)
One of her brothers is blind frm birth. eylemi
318) boss; (isim, fiil)
(Kardeşlerinden biri doğuştan kör.) The bombing attempt has failed.
i.; patron, işveren, şef , amir
301) block; (isi, fiil) (Bombalı saldırı girişimi başarısız oldu.)
f.;yönetmek, kontrol etmek, patronluk
i.; blok, kütük, kalıp ,tıkanıklık, taş/kaya 310) bond; (isim, fiil9 yapmak,
parçası, engel f.; tıkamak, kalıplamak, i.; bağ, ilişki, sözleşme f.; bağlamak, Do your job properly or the boss will
engellemek, bloke etmek , önünü birleştirmek , kefil olmak fire you. (İşini düzgün yap yoksa patron
kesmek
There is a special bond between mother seni kovacak.)
He didn’t realize the concrete block and and child. (Anne ve çocuk arasında özel 319) both; (sıfat)
stubbed. (Beton bloğu fark etmedi ve bir bağ vardır. )
ayağını çarptı.) her ikisi , ikisi de
311) bone; (isim, fiil) I love both of you. (Her ikinizi de
302) blood; (isim)
i.; kemik, kılçık, f.;kılçıklarını seviyorum.)
kan,soy , mizaç, huy ayıklamak , kemiklerini ayırmak
320) bother; (isim, fiil)
We need your blood sample for the test. This fish has a lot of bones in it. (Bu
(Test için kan örneğiniz gerekiyor.) i.; zahmet, sıkıntı, f.;zahmet etmek,sinir
balık çok kılçıklı.)
bozmak, sıkıntı vermek
303) blow; (isim, fiil) 312) book; (isim, fiil) Please don’t bother, I won’t stay long.
f.; i.; kitap, senaryo, deste, cilt, kayıt (Lütfen zahmet etme, uzun süre
üflemek, defteri f.; yer ayırtmak, rezerve kalmayacağım.)
esmek ettirmek, adını listeye yazdırmak,
i.; vuruş,darbe,saldırı, rüzgar (rüzgar 321) bottle; (isim, fiil)
kaydettirmek , sanığı kayda geçirmek,
üflemesi, içn) , deftere geçirmek i.; şişe, biberon , emzik f.; şişelemek ,
hava şişelere doldurmak
I forgot my book under the desk
vermek, Fill these bottles with water. (Bu
(Kitabımı sıranın altında unuttum.)
solumak şişelere su doldur.)
You are not blowing enough! (yeterince 313) boom; (isim, fiil)
322) bottom; (isim, fiil ,
üflemiyorsun.) i.; gümbürtü,patlama (satışlarda vs.),
sıfat)
gürleme, uğuldama, fiyatlarda ani
i.; dip, derinlik, alt,nehir/göl yatağı, ekmek I like bright colours. (Canlı
kaynak, temel, en alt kademe, f.; dip Can you pass me the bread? (Ekmeği renkleri severim.)
koymak, temeline inmek s.; dipteki, uzatabilir misin?) 342) brilliant; (sıfat)
aşağıdaki
332) break; (isim, fiil) çok parlak, göz alıcı, çok zeki,
Footnotes are given at the bottom of the
i.; mola, paydos, ara verme f.; kırmak, parlak zekalı
page. (Dipnotlar sayfanın en altında
verilir.) parçalamak,bozmak, batırmak , iflas He was a brilliant student. (Çok zeki bir
etmek öğrenciydi.)
323) boundary; (isim)
You won’t have a break until you finish 343) bring; (fiil)
sınır, hudut, limit your homework. . (Ödevlerinizi bitirene
getirmek,
The army is charged with defending kadar mola vermeyeceksiniz.)
kazandırmak,doğurmak, sebep
national boundaries. (Ordu, ulusal
333) breakfast; (isim, fiil) olmak
sınırları korumakla görevlidir.)
i.; kahvaltı f.; kahvaltı Don’t forget to bring your books with
324) bowl; (isim, fiil) etmek you. (Kitaplarını getirmeyi unutma.)
kase, çukur kap, tas, çanak, oyuk, f.; Breakfast is the most important meal. 344) British; (isim, sıfat)
topu yuvarlamak, bovling (Kahvaltı en önemli öğündür.)
oynamak,çukurlaştırmak i.; ingiliz s.; britanyalı, britanya ile ilgili
334) breast; (isim, fiil) ve oraya ait
Put the ingredients in a bowl.
(Malzemeleri bir çukur kabın içerisine i.; göğüs , meme, bağır f.; göğüs India was one of the British colonies.
koyun.) germek (Hindistan, İngiliz sömürgelerinden
Her mother has a breast cancer. (Annesi biriydi.)
325) box; (isim, fiil)
meme kanseri.) 345) broad; (sıfat)
i; kutu, sandık, loca, boks ,
kompartıman f.; boks yapmak, kutuya 335) breath; (isim) geniş,enli,engin, yaygın, etraflı, çok
koymak, dövüşmek nefes, soluk ayrıntılı , kaba, açık
She keeps her private things in a little Hold your breath for ten seconds. The boat is 3 metres broad and 5 metres
red box. (Özel eşyalarını kırmızı küçük (Nefesini on saniye tut.) high. (Tekne 3 metre genişliğinde ve 5
bir kutuda saklar.) metre yüksekliğinde.)
336) breathe; (fiil)
326) boy; (isim) 346) broken; (sıfat)
solumak, nefes almak
erkek çocuk, delikanlı, kırık, bozulmuş, arızalı ,
Now, breathe slowly. (Şimdi
oğul çökmüş
yavaşça nefes al.)
No one knows this little boy. (Kimse bu He started to cry when he saw his
337) brick; (isim, fiil) broken toy.(Kırık oyuncağını
küçük çocuğu tanımıyor.)
i.; tuğla , fç; tuğla döşemek gördüğünde ağlamaya başladı.)
327) boyfriend; (isim) The house is built of brick. (Ev tuğladan 347) brother; (isim)
erkek arkadaş, sevgili inşa edilmiş.)
erkek kardeş, birader, abi,
She will meet her boyfriend with her 338) bridge; (isim, fiil) dost
family. (Erkek arkadaşını ailesi ile
tanıştıracak.) i.; köprü, burun kemiği, briç oyunu f.; She never get along with her brother.
köpü kurmak, birleştirmek (Erkek kardeşiyle asla iyi geçinmez.)
328) brain; (isim, fiil)
Translation is a bridge between cultures. 348) brown; (sıfat , fiil)
i.; beyin, zihin, zeki kişi f.; (Çeviri, kültürler arasında bir köprüdür.)
kafasını patlatmak s.; kahverengi, esmer , kumral saç ,
339) brief; (isim, sıfat , yanmış f.; esmerleşmek ,
His brain was injured in the car fiil) kahverengileşmek
accident. (Geçirdiği araba kazasında
beyni zedelendi.) i.; belge, evrak s.; kısa, öz f.; He was a handsome boy with brown
bilgilendirmek, özetlemek hair and green eyes. (Kahverengi saçlı
329) branch; (isim, fiil) Make a brief statement about your yeşil gözlü yakışıklı bir gençti.)
i.; dal,ağaç dalı, bölüm, asignmnet. (Ödeviniz hakkıda kısa bir 349) brush; (isim, fiil)
branş,şube(banka) sınıf f.; dallara açıklama yapınız.)
ayrılmak, bölmek i.; fırça, çalılık f.;
340) briefly; (zarf) fırçalamak
The bank has branches abroad.
(Bankanın yurtdışında şubeleri var.) kısaca Brush your shoes before you go out.
I don’t have much time, but I will tell (Dışarı çıkmadan önce ayakkabılarını
330) brand; (isim, fiil) you briefly. (Çok fazla vaktim yok fırçala.)
i.; marka, damga , sembol f.; ancak sana kısaca anlatacağım.) 350) buck;( isim, sıfat,fiil)
damgalamak, markalamak
341) bright; (sıfat) i.; bazı havyanların erkeği , erkek
We will create our own brand. (Kendi
parlak, canlı, aydınlık, saydam, şefff, geyik/tavşan , erkek kızılderili, dolar s.;
markamızı yaratacağız.)
gösterişli, akıllıca züppe f.; sıçramak, karşı gelmek,
331) bread; (isim) engelleri aşmak
They cost twenty bucks. (Yirmi iş, işletme, firma, kurum,iş yeri, kabine, bakanlar kurulu ,kabin,
dolara mal oldu.) görev,vazife çekmeceli dolap , raflı dolap, küçük
She works in the marketing business. özel oda
351) budget; (isim, fiil)
(Pazarlama işinde çalışıyor.) The cabinet minister hasn’t decided the
i.; bütçe f.;bütçelemek
meeting date yet. (Kabine bakanı
TheMinistry will review the budget 361) busy; (sıfat)
toplantı gününe henüz karar vermedi.)
regulation again. (Bakanlık bütçe yoğun, meşgul, faal, işlek
düzenlemesini yeniden gözden 370) cable; (isim, fiil)
I am too busy now, please call me later.
geçirecek.) (Şuan çok meşgulüm lütfen daha sonra i.; kablo, telgraf hattı, telgraf, tel f.;
ara.) telgraf çekmek, tel çekmek, kablo
352) build; (fiil, isim)
döşemek
f.; inşa etmek, bina yapmak, kurmak , 362) but; (bağlaç, zarf,
The electricity is recieved through the
oluşturmak i.; vücut yapısı, bünye edat)
cable. (Elektrik kablodan alınır.)
They have promised to build 300 new bağ.; ama , fakat, ancak , halbuki zf.;
houses for poor families. (Düşük gelirli yalnızca , meğer ed.;-den başka 371) cake; (isim, fiil)
aileler için 300 tane yeni ev inşa I don’t want to offend you but I don’like i.; kek, pasta, yaş pasta f.; kalıplaşmak,
edeceklerini vaat ettiler.) your hair. (seni kırmak istemem ama katılaşmak
353) building; (isim) saçlarını beğenmedim.) I loved my birthday cake! (Doğum günü
pastama bayıdım.!)
bina, inşaat, inşa, apartman , 363) butter; (isim, fiil)
yapı i.; tereyağı, margarin f.; yağ 372) calculate; (fiil)
The old lady lives in an old building. sürmek hesaplamak, hesap etmek, tahmin
(Yaşlı kadın eski bir binada yaşıyor.) Add some butter , if you like. (Eğer etmek, zannetmek, planlamak,
seviyorsanız biraz tereyağı ekleyin.) tasarlamak
354) bullet; (isim)
You will need to calculate how much
mermi, kurşun 364) button; (isim, fiil)
time this works will take. (Bu işin ne
He was killed by a bullet in the heart. i.; düğme, buton, tuş f.; kadar zaman alacağını hesaplaman
(Kalbinden bir kurşun ile öldürüldü.) düğmelemek gerekecek.)
355) bunch; (isim, fiil) Press the button to answer the question.
373) call; (fiil, isim)
(Soruyu cevaplamak için butona basın.)
i.; demet,deste, salkım , takım f.; f.; aramak, çağırmak, isimlendirmek ,
toplamak, demet yapmak 365) buy; (isim, fiil) seslenmek , ilan etmek, davet etmek,
I picked a bunch of flowers for my i.; satın alma,alış, kazanç f.; satın telefonla aramak i.; çağrı, çağırma ,
mother. (Annem için bir demet çiçek almak , almak telefonda konuşma, karar, celp
topladım) We are planning to buy a house for our Call the ambulance in case of an
356) burden; (isim, fiil) children. (Çocuklarımız için bir ev emergency. (Acil durumda ambulansı
almayı planlıyoruz.) arayın.)
i.; ağır yük, ağırlık, sıkıntı f.;
yüklenmek, sıkıntı vermek, yük taşımak 366) buyer; (isim) 374) camera; (isim)
He doesn’t want to be a burden to his satın alan kişi, müşteri, kamera, fotoğraf makinesi
children when he is old. (Yaşlandığında alıcı All photos are in my camera. (Bütün
çocuklarına yük olmak istemiyor.) Have you found a buyer for your car? fotoğraflar kameramda.)
357) burn; (fiil, isim) (Araban için bir alıcı buldun mu?)
375) camp; (isim, fiil)
yanmak, alevlenmek, yakmak, ateşe 367) by; (edat, zarf) i.; kamp, kamp sahası, ordugah,
vermek, kızdırmak i.; yanmış yer ed.; yanında, yakınında, kıyısında, yolu karargah f.; kamp yapmak, kamp
The house was still burning when I ile, vasıtasıyla, …esnasında, -den önce , kurmaka
arrived. (ben vardığımda ev hala -e göre, …’e kalırsa, gereğince, I will go to a summer camp with my
yanıyordu.) tarafından , eşliğinde , boyunca zf.; -e friends. (Arkadaşlarımla yaz kampına
bakarak, geçip , öteye, uzağa gideceğim.)
358) bury; (fiil)
The telephone is by the televison.
gömmek, defnetmek, toprağa vermek , 376) campaign; (isim, fiil)
(Telefon televizyonun yanında.)
saklamak, örtmek i.; kampanya, mücadele, sefer f.;
They buried him with her necklace. C kampanya yapmak, mücadele etmek,
(Onu gerdanlığı ile gömdüler.) 368) cabin; (isim, fiil) sefere çıkmak
359) bus; (isim, fiil) i.; kabin , kulübe, kamara , pilot kabini This is a campaign against racism. (Bu
i.; otobüs, taşıt f.; otobüsle f.; kabin veya kamarada taşımak ırkçılığa karşı bir kampanya.)
taşımak He built a cabin near the sea. (Denizin 377) campus; (isim)
Hurry up! You will miss the bus. (Acele yakınında bir kulübe inşa etti.) kampüs, yerleşke
et! Otobüsü kaçıracaksın.) 369) cabinet; (isim) The campus is full of trees and flowers.
360) business; (isim) (Kampüs ağaçlar ve çiçeklerle dolu.)
378) can; (fiil, iism) She was the captain of the volleyball We are moving tomorrow, we need a
f.; yapabilmek, -ebilmek , edebilmek i.; team at school. (Okulda voleybol carrier. (Yarın taşınıyoruz,bize bir
teneke kutu, konserve kutusu ,hapishane takımının kaptanıydı.) nakliyeci lazım.)
She told she can play the guitar well. 388) capture; (fiil, isim) 397) carry; (isim, fiil)
(İyi gitar çalabildiğini söyledi.) f.; tutsak etmek, esir almak, el koymak i.; taşıma f.; taşımak, nakletmek,
379) Canadian; (isim, ,zaptetmek i.; esir, tutsak etme, iletmek,sürüklemek , üzerinde
sıfat) zaptetme bulundurmak
i.; kanadalı s.; kanada ile ilgi ve Allied forces captured 150 enemy She was carrying a big black bag.
kanada’ya özgü soldiers. (Müttefik kuvvetler 150 (Büyük siyah bir çanta taşıyordu.)
düşman askerini esir aldı.)
She is in love with a Canadian actor. 398) case ; (isim , fiil)
(Kanadalı bir oyuncuya aşık.) 389) car; (isim) i.; dava, durum, vaka, kutu, kasa ,
380) cancer; (isim, sıfat) araba, otomobil, kabin, kın,kılıf , valiz , sandık f.; kutulamak,
vagon yerine koymak
i.; kanser , kötü şey, yengeç
burcu s.; kanserli Where can I park the car. (Arabayı In this case we should call the police.
nereye park edebilirim?) (bu durumda polisi aramalıyız.)
The cancer has spread the whole
entrails. (Kanser tüm iç organlarına 390) carbon; (isim) 399) cash; (isim, sıfat,
yayılmış.) karbon, kömür, kopya kağıdı, fiil)
381) candidate; (isim) karbon kağıdı i.; nakit, peşin para , peşin ödeme s.;
Carbon is found in the chemical peşin f.; tahsil etmek, çek bozdurmak,
aday, talip, namzet
composition of all organic substances. paraya çevirmek
The candidates will be selected
(Karbon tüm organik maddelerin I will pay the cost cash. (Tutarı nakit
according to their ranking. (Adaylar
kimyasal bileşiminde bulunur.) olarak ödeyeceğim.)
puan sıralamalarına göre seçilecek.)
391) card; (isim, fiil) 400) cast; (fiil, isim)
382) cap; (isim, fiil)
i.; kart, oyun kağıdı, kartvizit, kartpostal f.; atmak,dökmek, fırlatmak, göz atmak,
i.; kep, takke ,başlık, kapak f.; başlık
, iskambil kağıdı f.; kart açmak, serpmek, olta atmak, kaybetmek, biçim
geçirmek, kapatmak
fişlemek vermek i.; döküm, atma, fırlatma,
She was wearing a big black cap. savurma, düzen , şekil, kalıp, rol alanlar,
Here is my card, if you want to ask me
(Büyük siyah bir başlık takıyordu. ) oyuncular
anything. (Bana herhangi bir şey
383) capability; (isim) sormak isterseniz buyrun bu benim The girl cast her eyes down book. (Kız
yetenek, kabiliyet, kartım.) kitaba göz attı.)
She has the capability to do this job. 392) care; (isim, fiil) 401) cat; (isim, fiil)
(Onun bu işi başarabilecek kapasitesi f.; umursamak, önemsemek, özen kedi, dedikoducu kadın f.;
var.) göstermek i.; özen, itina , bakım kusmak
384) capable; (sıfat) Don’t pretend as if you don’t care .
402) catch; (isim, fiil)
yetenekli, kabiliyetli, (Umursamıyormuş gibi davranma.)
i.; yakalama, tutma, f.; yakalamak,
becerikli 393) career; (isim, fiil) tutmak, cezbetmek
She’s a very capable architect. (Çok i.; kariyer , meslek hayatı f.; hız He caught the ball before it fell. (Yere
yetenekli bir mimardır.) yapmak düşmeden topu yakaladı.)
385) capacity; (isim) She gave up her career after giving birth
403) category; (isim)
kapasite, yeterlik/ehliyet, hacim, alış to a child. (Çocuk sahibi olduktan sonra
kariyerinden vazgeçti.) kategori, bölüm, sınıf
kabiliyeti, güç, görev
There are 3 categories you can choose.
The car has a fuel tank with capacity of 394) careful; (sıfat)
(Seçebileceğin üç kategori var.)
25 litres. (Arabanın 25 litrelik yakıt dikkatli, özenli, tedbirli,
deposu kapasitesi var.) itinalı 404) Catholic; (sıfat)
386) capital; (isim) Be careful don’t break the glasses. katolik
sermaye,anamal, başkent, (Dikkatli ol bardakları kırma.) The catholic church was restored last
büyük harf year. (Katolik klisesi geçen yıl restore
395) carefully; (zarf)
edildi.)
Paris is the capital of France. (Paris dikkatlice, itina ile, özenli
Fransa’nın başkentidir.) şekilde 405) cause; (fiil, isim)
387) captain; (isim, fiil) Hold the baby carefully. (Bebeği f.; sebep olmak, yol açmak i.;
neden, sebep
i.; kaptan, yüzbaşı , albay, başkomiser dikkatlice tut.)
f.; kaptanlık etmek, yönetmek , The elections caused a chaos in the
396) carrier; (isim)
kumanda etmek country. (Seçimler ülkede kaosa sebep
taşıyıcı, nakliyeci, hamal, oldu.)
dağıtıcı,nakliyeci
406) ceiling; (isim)
tavan, yükseklik sınırı I am certainly coming this store again. The changing conditions effect us
The lamp is hanging from the ceiling. (Bu mağazaya kesinlikle tekrar badly. (Değişen koşullar bizi olumsuz
(Lamba tavandan sarkıyor.) geliyorum.) etkiliyor.)
407) celebrate; (fiil) 418) chain; (isim, fiil) 428) channel; (isim)
kutlamak i.; zincir f.; zincire vurmak kanal, hat
I will celebrate the christmas with my The dog broke his chain and run away. Skip this channel. (Bu kanalı
family. (Noel’i ailemle kutlayacağım.) (Köpek zincirini kırdı ve kaçtı.) değiştir.)
408) celebration; (isim) 419) chair; (isim, fiil) 429) chapter; (isim)
kutlama, şölen, tören i.; sandalye, koltuk f.; bölüm, kısım
başkanlık etmek Summerize the first chapter. (İlk
We have a birthday celebration today.
(Bugün doğum günü kutlaması Pull out a chair and sit with us. (Bir bölümü özetleyin.)
yapıyoruz.) sandalye çek ve bizimle otur.)
430) character; (isim)
409) celebrity; (isim) 420) chairman; (isim) karakter, kişilik
ünlü kişi, şöhret başkan, toplantı başkanı Mickey Mouse is my favorite cartoon
He become a celebrity after this movie. I will introduce you with our founding character. (Mickey Mouse benim favori
(Bu filmden sonra ünlü oldu.) chairman of our company. (Sizi çizgi karakterim)
şirketimizin kurucu başkanı ile
410) cell; (isim) 431) characteristic; (isim,
tanıştıracağım.)
sıfat)
hücre , göz, küçük oda
421) challenge; (isim, fiil) i.; özellik, nitelik s.;
Cells are the smallest building stone of
i.; zorlu iş, meydan okuma f.; meydan karakteristik, tipik
the body. (Hücreler vücudun en küçük
okumak ,kafa tutmak Characteristic features are taken into
yapı taşıdır.)
I accept your challange, let’s play. account. (Karakteristik özellikler göz
411) center; (fiil, isim) (Meydan okumanı kabul ediyorum, önüne alınır.)
f.; ortalamak i.; merkez, haydi oynayalım.)
432) characterize; (fiil)
orta
422) chamber; (isim) simgelemek, nitelemek
I have an appoinment in beauty center.
oda, hazne, The city is characterized by stone
(Güzellik merkezinde randevum var.)
Lock the chamber before you leave. buildings. (Bu şehir taş binalarla
412) central; (sıfat,isim) (Çıkmadan önce odayı kilitle.) nitelenir.)
s.; merkezi,orta i.; telefon
423) champion; (isim, 433) charge; (fiil, isim)
santrali
sıfat) f.; görevlendirmek, suçlamak, yüklemek
The bank has a central branch office in
şampiyon , s.; en iyi, i.; sarj, ücret, yük, suçlama
New York. (Banka’nın New York’da
şampiyon He charged her friend with lying
merkezi bir şubesi var.)
I know the champion boxer Rocky. (Arkadaşını yalan söylemekle suçladı.)
413) century; (isim) (Şampiyon boksör Rocky’i tanıyorum)
434) charity; (isim)
yüzyıl, asır
424) championship; hayırseverlik, ağış, hayır
The construction of the mosque dates (isim) cemiyeti
back to 6th century. (Bu caminin inşası
şampiyona, şampiyonluk He donated 1000 dollars to charity.
6.yy a dayanıyor.)
She will compete on the world (Hayır cemiyetine 1000 dolar bağışladı.)
414) CEO; (isim) championship. (Dünya şampiyonasında
435) chart; (isim, fiil)
ceo (icra kurulu başkanı) yarışacak.)
i.; çizelge, tablo, gösterge f.;garfiğini
She was nominated to ceo reward. (Ceo 425) chance; (isim, fiil)
çıkarmak , göstermek
ödülüne aday göterildi.)
i.; şans, fırsat f.; şans eseri All statistical data are in the chart.(
415) ceremony; (isim) olmak Bütün istatiksel veriler çizelgede yer
tören, merasim Please, give me another chance. (Lütfen alıyor.)
The president gave a speech in the bana bir şans daha ver.)
436) chase; (fiil, isim)
opening ceremony. (Başkan açılış 426) change; (fiil, isim) f.; takip etmek, kovalamak,
töreninde konuşma yaptı.)
f.; değiştirmek, değişmek i.; takip
416) certain; (sıfat) değişim, değişiklik The cats are chasing the mice. (Kediler
kesin, belirli, mutlak The economic situation of the country fareleri kovalıyor.)
He has his own certain thoughts. (Onun has changed dramatically. (Ülkenin 437) cheap; (sıfat)
kendi mutlak görüşleri vardır.) ekonomik durumu hızla değişti.)
ucuz, bayağı
417) certainly; (zarf) 427) changing; (sıfat)
kesinlikle, elbette değişen
The flight ticket prices are cheap and 448) Chinese;(isim, sıfat) i.; daire, çember, halka f.; daire
getting cheaper. (Uçak biletleri fiyatları i.; çince s.; çinli, çinle ilgili içine almak
ucuz ve gittikçe de ucuzluyor.) ve çin’e özgü Circle the correct answer. (Doğru
438) check; (isim, fiil) We had our lunch in a chinese cevabı daire içine alın.)
i.; kontrol f.; denetlemek, kontrol restaurant. (Öğle yemeğimizi bir çin 459) circumstance; (isim)
etmek restoranında yedik.)
durum, hal, koşul, vaziyet
Check your homework before handing it 449) chip; (fiil, isim) I can trust him in any circumstance.
to teacher. (Ödevini öğretmene f.; yontmak, budamak, havalandırmak (Ona her koşulda güvenebilirim)
vermeden önce kontrol et. ) i.; patates kızartması, çentik, kırıntı, fiş,
460) cite; (fiil)
439) cheek; (isim) çip
alıntılamak, atıfta bulunmak,
yanak Hamburgers are served with chips.
bahsetmek
(Hamburgerler patates kızartması ile
I kissed her on both cheek. (Onu iki The speaker cited from Goethe in her
servis edilir.)
yanağından öptüm.) speech. (Konuşmacı, konuşmasında
450) chocolate; (isim) Goethe’den alıntı yaptı.)
440) cheese; (isim)
çikolata
peynir 461) citizen; (isim)
She brought us various chocolates from
Can I have some extra cheese? (Biraz vatandaş
Belgium. (Bize Belçika’dan çeşit çeşit
fazladan peynir alabilir miyim?) Every citizen has responsibilities
çikolatalar getirdi.)
441) chef; (isim) towards his country. (Her vatandaşın
451) choice; (isim) ülkesine karşı sorumlulukları vardır.)
şef, aşçıbaşı
seçenek, tercih, seçim
The chef in the hotel cooks delicious 462) city; (isim)
The school counselling service
meals. (Oteldeki aşçıbaşı çok lezzetli şehir, kent
informed students about career choices.
yemekler yapıyor.) The number of immigrants in the city is
(Okul rehberlik servisi öğrencileri
442) chemical; (isim, kariyer seçimleri konusunda increasing. (Şehirdeki göçmen sayısı
sıfat) bilgilendirdi.) artıyor.)
i..; kimyasal madde s.; 452) cholesterol; (isim) 463) civil; (sıfat)
kimyasal sivil, kamu
kolesterol
Chemical wastes are dangerous for the Martin Luther King is a well known
If you have cholesterol, stay away from
environment. (Kimyasal atıklar çevre leader of civil rights. (Martin Luther
fatty foods. (Kolestrolün varsa yağlı
için zararlıdır.) King sivil hakların bilinen bir
yiyeceklerden uzak dur.)
443) chest; (isim) önderidir.)
453) choose; (fiil)
göğüs, sandık 464) civilian; (isim, sıfat)
seçmek, uygun bulmak
She went to the doctor because she had i.; sivil s.; mülki , sivil
Choose your words carefully.
a chest pain. ( Göğsü ağrıdığı için After he retired from the army, he
(Kelimelerini dikkatlice seç)
doktora gitti.) returned to civilian life. (Ordudan
454) Christian; (isim) emekli olduktan sonra sivil hayata
444) chicken; (isim)
hristiyan döndü.
tavuk, piliç
She became a Christian after she 465) claim; (fiil, isim)
The old man has chickens in his
got married.
backyard. (Yaşlı adamın arka f.; iddia etmek, talepte bulunmak
bahçesinde tavukları var.) 455) Christmas; (isim) i.; iddia, talep
445) chief; (isim, sıfat) noel I don’t claim to be hundred percent
Merry Christmas and a happy new year! right. (Yüzde yüz haklı olduğumu iddia
i.; şef , amir,reis s.; ana,
(Mutlu Noeller ve iyi seneler !) etmiyorum.)
baş
The chief engineer controlled the 456) church; (isim) 466) class; (isim, fiil)
construction area. ( Başmühendis kilise, cemaat i.; sınıf, ders f.;
şantiyeyi denetledi.) sınıflandırmak
Do you often go to church? (Sık sık
446) child; (isim) kiliseye gider misin? Friday’s class canceled. (Cuma günkü
ders iptal oldu.)
çocuk ,evlat 457) cigarette; (isim)
His mother died when he was a child. 467) classic; (isim, sıfat)
sigara
(Annesi o daha çocukken vefat etti.) i.; klasik , klas , klasik eser s.;
He used to smoke a pack of cigarettes a
klasik, geleneksel
447) childhood; (isim) day. (Eskiden günde bir paket sigara
içerdi.) This book is the example of classic
çocukluk
novel. (Bu kitap bir klasik roman
They had a happy childhood. (Onlar 458) circle; (isim, fiil) örneğidir.)
mutlu bir çocukluk geçirdiler.)
468) classroom; (isim) He closed the door behind her. The country was ruled by the coalition
sınıf , derslik (Arkasından kapıyı kapattı.) for many years. (Ülke uzun yıllar
koalisyon ile yönetildi.)
Students decorated the classroom for the 479) closely; (zarf)
new year. (Öğrenciler yeni yıl için sınıfı yakından, benzer 490) coast; (isim, fiil)
süslediler.) i.; deniz kıyısı, sahil kenarı f.; sahil
I followed all the events closely. (Tüm
469) clean; (sıfat, fiil) olayları yakından takip ettim.) boyunca gitmek
s.; temiz, pürüzsüz f.; temizlemek There were long palm trees on the coast.
480) closer;(sıfat)
, arındırmak (Deniz kıyısında uzun palmiye ağaçları
daha yakın vardı.)
She cleaned the house all day. (Bütün
Earth is closer to the sun than Mars.
gün evi temizledi.) 491) coat; (isim, fiil)
(Dünya güneşe Mars’tan daha yakın.)
470) clear; (sıfat) i.; palto, kaban,mont f.;
481) clothes; (isim) kaplamak, örtmek
açık, net, temiz
giysi, giyecek, elbise The coat keeps me warm. (Bu palto beni
The sky is clear, we can see the clouds.
She bought new clothes. (Yeni sıcak tutuyor.)
(Gökyüzü açık, bulutları görebiliyorum)
kıyafetler aldı.)
492) code; (isim, fiil)
471) clearly; (zarf)
482) clothing; (isim) i.; kod, şifre,kanun f.;
açık bir biçimde, açıkça
giyim kuşam, giyim, elbise kodlamak
I explaned everything clearly. (Her şeyi
He was very careful about her clothes Enter the five digit code. (Beş
açıkça izah ettim.)
when he was young. (Gençken giyim haneli kodu giriniz.)
472) client; (isim) kuşamına özen gösterirdi.)
493) coffee; (isim)
müşteri, alıcı, müvekkil 483) cloud; (isim, fiil) kahve, kahvehane
We need to develop client focused i.; bulut,bulanıklık , sıkıntı veren şey f.; I prefer coffee for breakfast.
solutions. (Müşterici odaklı çözümler bulutlanmak, kararmak (Kahvaltıda kahveyi tercih ederim.)
geliştirmeliyiz.)
The sun went behind the clouds. (Güneş
494) cognitive; (sıfat)
473) climate; (isim) bulutların arkasına geçti)
kavramsal, kognitif, algısal
iklim,çevre, hava 484) club; (isim)
She specializes in cognitive psychology.
Climate change is an important problem klüp, cemiyet, dernek
(Kavramsal psikoloji alanında uzmanlık
for our world. (İklim değişikliği
He joined to golf club with his friend. yapıyor.)
dünyamız için önemli bir sorun.)
(Arkadaşı ile golf klübüne katıldı.)
495) cold; (isim, sıfat)
474) climb; (fiil, isim)
485) clue; (isim, fiil) i.; soğukluk, nezle , soğuk algınlığı s.;
f.; tırmanmak, çıkmak i.;
i.; ipucu, işaret , iz f.; bilgi soğuk, soğukkanlı, sakin
tırmanma, çıkma
vermek This special tea is goof for cold. (Bu
Climbing the mountain is exciting but at
Give me a clue or I will never guess. özel çay soğuk algınlığına iyi geliyor.)
the same time it dangerous. (Dağa
(Baan ipucu ver yoksa asla tahmin
tırmanmak heyecan verici ama aynı 496) collapse; (fiil, isim)
edemeyeceğim.)
zamanda tehlikelidir. f.; çökmek, i.; çökme,
486) cluster; (isim, fiil) yıkılma
475) clinic; (isim)
i.; demet , salkım, tutam, küme f; demet The building collapsed because it was
klinik, muayenehane
yapmak, kümelemek very old. (Bina çok eski olduğundan
An animal clinic needs to be opened in
He painted a cluster of grapes. (Bir çöktü.)
this neighborhood. (Bu mahalleye bir
salkım üzüm resmetti.)
hayvan kliniği açılması gerek.) 497) colleague; (isim)
487) coach; (isim, fiil) iş arkadaşı, meslektaş
476) clinical; (sıfat)
i.; otobüs, at arabası, vagon, antrenör f.; They are starting a new project with
klinik, klinik ile ilgili
koçluk yapmak, taşımak, eğitmek their colleagues. (Meslektaşlarıyla yeni
Everything will be clear after the
The couch was moving slowly.(Otobüs bir projeye başlıyorlar.)
clinical tests are done. (Klinik testler
yavaşça hareket ediyordu.)
yapıldıktan sonra her şey belli olacak.) 498) collect; (fiil)
488) coal; (isim) biriktirmek, toplamak, bir araya
477) clock; (isim)
kömür,kor getirmek
saat , hız göstergesi
Put more coal on the fire. ( Ateşe daha He collected a lot of memories from
The clock in the kitchen is not working.
çok kömür koy.) every country he went to. (Gittiği her
(Mutfaktaki saat çalışmıyor.)
489) coalition; (isim) ülkeden birçok hatıra topladı.)
478) close; (fiil,isim, sıfat)
koalisyon, ortak yönetim, 499) collection; (isim)
f.; kapatmak,yaklaşmak bitirmek,
birleşme toplama,koleksiyon, derleme, tahsilat,
anlaşmaya varmak i.;kapanış s.; yakın,
para toplama
samimi
My grandfather is fond of cars and even i.; rahat, konfor, rahatlık f.; rahat He is the member of management
has a car collection. ( Büyükbabam ettirmek committee. (O, yönetim kurulu üyesi.)
arabalara çok meraklı ve hatta bir araba The hotel offers a high standard of 519) common (isim, sıfat)
koleksiyonu var.) comfort. (Otel yüksek konfor standardı
i.; halka açık alan s.; ortak,
500) collective; (sıfat) sunuyor.)
sıradan, yaygın, umumi
toplu, kollektif, ortak 510) comfortable; (sıfat) Air pollution is the common problem of
,ortaklaşa rahat, konforlu,rahatlatıcı the world. (Hava kirliliği dünyanın
Collective decision making can solve These shoes are not very comfortable. ortak sorunudur.)
the problems easily. ( Ortaklaşa karar (Bu ayakkabılar çok rahat değil.) 520) communicate; (fiil)
vermek sorunları daha kolay çözebilir.)
511) command; (fiil, haberleşmek,iletişim kurmak, iletişime
501) college; (isim) isim) geçmek , diyalog kurmak
üniversite, kolej emretmek, buyurmak, i.; emir, They communicate in body language.
Due to financial difficulties, I could not kumanda, buyruk (Beden diliyle iletişim kuruyorlar.)
go to college. (Maddi zorluklar In military , you must obey the 521) communication;
nedeniyle üniversiteye gidemedim) commands. (Askeriye’de verilen (isim)
502) colonial; (isim, sıfat) emirlere itaat etmelisiniz.)
iletişim, haberleşme, irtibat,
i.; sömürgede oturan kimse s.; sömürge, 512) commander; (isim) temas , bağlantı
kolonyal , sömürgeci kumandan, komutan, amir, deniz Psychologists usually have good
Britain had a huge colonial power. binbaşısı communication skills. (Psikologlar
(İngiltere büyük bir sömürge gücüne The commander started military genelde iyi iletişim yeteneklerine sahip
sahipti.) exercise. (Kumandan askeri tatbikat oluyorlar.)
503) color ; (isim; fiil) başlattı.) 522) community; (isim)
i.; renk, boya f.; boyamak, 513) comment; (isim, fiil) topluluk, cemaat, cemiyet,
renklendirmek i.; yorum f.; yorum yapmak, halk,
She likes bright colors. (Parlak eleştirmek She is afraid to speak in front of the
renkleri sever.) Have you any comment to make about community. (Topluluk önünde
the reason of the incident ? (Bu olayın konuşmaktan çekinir.)
504)column; (isim)
nedeni hakkında bir yorumun var mı) 523) company; (isim)
kolon, sütun, dikeç
The old mosque is supported by wooden 514) commercial;(sıfat) şirket, firma , arkadaşlık
columns. (Eski cami tahta kolonlarla ticari The company won the tender. (Şirket
desteklenmektedir The government need to suuport ihaleyi kazandı.)
505) combination; (isim) commercial activities in the whole 524) compare; (fiil)
country. (Hükümet tüm ülkede ticari
kombinasyon, birleştirme, karşılaştırmak, kıyaslamak,
faaliyetleri desteklemelidir.)
birleşim oranlamak
I liked the combination of jeans and red 515) commision; (isim, Do not compare your problems with
coat. (Kot pantolon ve kırmızı ceketin fiil) other people’s. (Kendi sorunlarını
kombinasyonunu beğendim. i.; komisyon, kurul f.; görevlendirmek, başkalarınınkiyle kıyaslama.)
ısmarlamak
506) combine; (fiil) 525) comparison; (isim)
The European Commission has drafted
birleştirmek, birleşmek karşılaştırma, kıyaslama
a new contract. (Avrupa Komisyonu
Sodium and chloride combine to form yeni bir sözleşme hazırladı.) The air travel is very comfortable in
salt. (Sodyum ve klorür tuz oluşumu comparison with bus travel. (Uçak
için birleştirilir.) 516) commit; (fiil) yolculuğu, otobüs yolculuğu ile
suç işlemek, işlemek kıyaslandığında çok rahattır.)
507) come; (fiil)
Most crimes are commited by people 526) compete; (fiil)
gelmek, yaklaşmak,
with pyschological disorders. (Birçok
uğramak, yarışmak, rekabet etmek,
suç psikolojik bozuklukları olan
They are coming to see us. (Bizi aşık atmak
insanlar tarafından işleniyor.)
görmek için geliyorlar.) I can’t compete with you. (Seninle
517) commitment; (isim) rekabet edemem.)
508) comedy; (isim)
bağlılık, bağlanma, söz
komedi, güldürü 527) competition; (isim)
The relationships require a strong
He likes watching comedy shows. yarışma, müsabaka,
commitment. (İlişkiler güçlü bir bağlılık
(Komedi programları izlemeyi sever.) rekabet
gerektirir.)
The competition was postponed because
509) comfort; (isim, fiil) 518) committee; (isim) of bad weather conditions. (Yarışma,
komite, kurul, heyet kötü hava koşulları nedeniyle ertelendi.)
528) competitive; (sıfat) bestelemek, şiir,müzik b yazmak, I have an extra ticket for the concert.
rekabetçi, hırslı oluşturmak, düzenlemek (Konser için fazladan biletim var.)
This shop is selling clothes at Beethoven composed a large number of 547) conclude; (fiil)
competitive prices. (Bu mağaza, operas. (Beethoven çok sayıda opera
sonuç çıkarmak,
kıyafetleri rekabetçi fiyatlara satıyor.) bestelemiştir.)
sonuçlandırmak,karara varmak
529) competitor; (isim) 538) composition; (isim) We can conclude from the paragrapgh
yarışmacı, rakip kompozisyon, beste that the animals are in danger. (Bu
The composition of Requiem belongs to paragraftan hayvanların risk altında
There were over a hundred competitors
Mozart. (Requiem’in bestesi Mozart’a olduğu sonucunu çıkarabiliriz.)
on the tournament. (Turnuvada yüzün
üzerinde yarışmacı vardı.) aittir.) 548) conclusion; (isim)
530) complain; (fiil) 539) comprehensive; yargı, sonuç
(sıfat) Your conclusion paragraph was too
şikayet etmek, dert
yanmak, yakınmak, t kapsamlı, geniş, etraflı short. (Senin sonuç paragrafın çok
sılanmak We need to make a comprehensive list kısaydı.)
Our grandma complains about her pains of related topics. (İlgili konuların 549) concrete; (isim,
all the time. (Büyükannemiz durmadan kapsamlı bir listesini yapmalıyız. sıfat)
ağrılarından şikayet ediyor.) 540) computer; (isim) i.; beton s.; somut,
531) complaint; (isim) bilgisayar, kompüter maddesel
şikayet, yakınma, sitem The computer usage should be limeted The dog is lying on a concrete floor.
(Köpek, beton zeminin üstünde yatıyor.)
Please inform us about your wishes and for kids. (Bilgisayar kullanımı
complaints. (Dilekleriniz ve çocukların için sınırlandırılmalıdır.) 550) condition; (fiil, isim)
şikayetleriniz hakkında bizi 541) concentrate (fiil) f.; şarta bağlamak, koşullamak i.;
bilgilendiriniz.) durum, koşul, şart
konsantre olmak,
532) complete; (fiil, sıfat) yoğunlaşmak You should improve your living
f.; tamamlamak, bütünlemek s.; bütün, I decided to concentrate on my job. conditions. (Yaşam koşullarını
eksiksiz, tam (İşime konsantre olmaya karar verdim) iyileştirmelisin.)
She completed writing the book series 542) concentration; 551) conduct; (isim,fiil)
in two years. (Kitap serisini yazmayı iki (isim) i.; yönetim, davranış f.; yönetmek, idare
yılda tamamladı.) etmek, yürütmek
konsantrasyon,
533) completely; (zarf) yoğunlaşma The guide conducted us around ancient
tamamen, eksiksiz olarak The surgeries requires a great deal of ruins. (Rehber bizi antik kalıntılar
concentration. (Ameliyatlar büyük bir arasında yürüttü)
It completely nonsence.
(Tamamen saçmalıktı.) dikkat gerektirir.) 552) conference; (isim)
534) complex; (isim, 543) concept; (isim) konferans, kongre,
sıfat) konsept, kavram , genel görüşme
i.; kompleks, blok, karışık şey s.; düşünce She attended a conference about first
karışık, karmaşık, komplike The concept of love can be perceived aid. (İlk yardım konulu bir konferansa
differently. (Sevgi kavramı herkesçe katıldı.)
The scientists are still working on the
complex structure of human brain. farklı algılanabilir.) 553)confidence; (isim)
(Bilim insanları halen insan beyninin 544) concern; (isim, fiil) güven, itimat, güvenilirlik
karmaşık yapısı üzerinde çalışıyor.)
i.; kaygı, endişe, ilgi f.; ilgilendirmek, There is a lack of confidence among the
535) complicated; (sıfat) alakadar etmek employees. (Çalışanlar arasında güven
karmaşık,karışık, komplike The individuals concern about their eksikliği var.)
It seems complicated but I will try to future. (Kişiler gelecekleri konusunda 554) confident; (sıfat)
explain. ( Karmaşık görünüyor ancak endişeliler.)
kendine güvenen, emin,
açıklamayı deneyeceğim.) 545) concerned; (sıfat) güvenli
536) component; (isim, endişeli, kaygılı, alakadar, You can’t achieve anything unless you
sıfat) ilgili won’t be in a confident mood. (Eğer
i.; bileşen, tamamlayıcı parça, öğe s.; He didn’t seem concerned about his rahat bir tavır içerisinde olmazsan hiçbir
tamamlayıcı, bileşen health. (Sağlığı konusunda endişeli şeyi başaramazsın.)
He knows every component of a görünmüyordu.) 555) confirm; (fiil)
machine. (O, bir makinenin tüm 546) concert; (isim) onaylamak, teyit etmek,
bileşenlerini bilir.) doğrulamak ,tasdiklemek
konser
537) compose; (fiil)
Please sign here to confirm your 565) consequence; (isim) oluşturmak, teşkil
reservation. (Lütfen rezervasyonunuzu sonuç, netice etmek,kurmak
onaylamak için burayı imzalayın.) Farm products constitute the majority of
Keep trying regardless of the
556) conflict; (fiil, isim) consequences. (Sonuçlarına the export products. (Tarım ürünleri
ihracat ürünlerinin çoğunluğunu
f.; anlaşamamak, ters düşmek, çekişmek aldırmaksızın denemeye devam et.)
oluşturmakta.)
i.; anlaşmazlık, çekişme , çatışma 566) conservative; (sıfat)
Political conflicts have led to violence muhafazakar, tutucu, 575) constitutional;
in society. (Politik çatışmalar toplumda gösterişsiz, ölçülü (sıfat)
şiddete yol açtı.) anayasal, meşruti
He doesn’t agree with his conservative
557) confront; (fiil) views of his parents. (Anne babasının Constitutional rights are equal for
muhafazakar görüşlerine katılmıyor.) everyone. (Anayasal haklar herkes için
yüzleştirmek, karşı
eşittir.)
koymak 567) consider; (fiil)
You know that you have to confront 576) construct; (fiil)
göz önünde bulundurmak, dikkate
your fears. (Korkularınla yüzleşmek almak, hesaba katmak inşa etmek, oluşturmak, bina
zorunda olduğunu biliyorsun.) etmek
Consider all the possibilities before you
558) confusion; (isim) attempt anything. (Bir şeye kalkışmadan They constructed a shelter for street
önce tüm olasılıkları göz önünde animals. (Sokak hayvanları için bir
karışıklık, kafa karışıklığı,
bulundur.) barınak inşa ettiler)
kargaşa
To avoid the confusion underline the 568) considerable; (sıfat) 577) construction; (isim)
significant ones. (Karışıklığı önlemek oldukça, önemli, kayda değer, inşaat, yapı, konstrüksiyon
için önemli olanların altını çiz.) hatırı sayılır ölçüde The construction of the new airport
559) Congress; (isim) She donated a considerable amount of lasted for three years. (Yeni hava
money to our association. (Derneğimize alanının inşaatı üç yıl sürdü.)
kongre, meclis, kurultay
önemli miktarda para bağışladı.) 578) consultant; (isim)
Congress voted on the law proposal
yesterday. (Kongre dün yasa teklifini 569) consideration; (isim) danışman, uzman
oyladı.) göz önünde bulundurma, düşünme, The President’s consultant has resigned.
560) congressional; (sıfat) değerlendirme (Cumhurbaşkanı’nın danışmanı istifa
The consideration of the proposal took a etti.)
kongre, kongresel, kongre ile
ilgili long time. (Teklifin değerlendirilmesi 579) consume; (fiil)
uzun zaman aldı.)
Congressinal election was canceled last tüketmek, sarfetmek
week. (Kongre seçimi geçen hafta iptal 570)consist; (fiil) Nowadays,children consume fastfood a
edildi) den oluşmak, meydana lot. (Çocuklarda bugünlerde çok fazla
561) connect; (fiil) gelmek fastfood tüketiyor.)
bağlamak,birleşmek, ilişki kurmak, The committee consists of eight 580) consumer; (isim)
bağlantı kurmak, members. (Komite sekiz üyeden
tüketici, müşterici, alıcı
oluşuyor.)
The Bosphorus Bridge connects Asia Consumer satisfaction comes first.
and Europe. (Boğaz Köprüsü Asya ve 571) consistent; (sıfat) (Müşteri memnuniyeti önce gelir.)
Avrupa kıtalarını birleştiriyor.) istikrarlı, devamlı, tutarlı,
581) consumption; (isim)
562) connection; (isim) sürekli
tüketim, bitirme, harcama
bağlantı, bağlanma, ilişki Consistent growth in the economy
makes the investors happy. Consumption consciousness of the
There is a strong connection between society is changing day by day.
(Ekonomideki istikrarlı büyüme
heart and brain. (Kalple beyin arasında (Toplumun tüketim bilinci günden güne
yatırımcıları memnun ediyor.)
güçlü bir ilişki var.) değişiyor.)
572)constant; (sıfat)
563) consciousness; (isim) 582) contact; (fiil, isim)
sabit, sürekli, değişmez
bilinç, şuur f.; temasa geçmek, irtibat kurmak,
Babies need constant care. (Bebekler
She lost consciousness, she doesn’t iletişime geçmek i.; temas , irtibat
süreki ilgiye ihtiyaç duyar.)
remember any more. (Bilincini kaybetti, Do you keep in contact with your from
artık hiçbir şey hatırlamıyor. 573) constantly; (zarf) college? (Üniversiteden arkadaşlarınla
564) consensus; (isim) sürekli, durmadan, ikide iletişim halinde misin?)
bir,
fikir birliği, ortak karar, 583) contain; (fiil)
mutabakat Stop grumbling constantly. (Sürekli
içermek, kapsamak, bünyesinde
söylenmeyi bırak.)
Our group has consensus on this issue. bulundurmak
(Grubumuz bu konu üzerinde fikir 574) constitute; (fiil) It does not contain any additives. (Katkı
birliğine sahip) maddesi içermez.)
584) container; (isim) katkıda bulunmak, katkı 603) convince; (fiil)
konteyner, kap yapmak inandırmak, ikna etmek,
These foods can be kept for a week in You can contribute to our project with kandırmak
an airtight container. (Bu yiyecekler bir your suggestions. (Önerilerinizle I am trying to convince her to got out.
hafta süresince hava geçirmeyen bir projemize katkıda bulunabilirsiniz.) (Onu dışarı çıkmaya ikna etmeye
kapta saklanabilir.) 594)contribution; (isim) çalışıyorum.)
585) contemporary; katkı 604) cook; (isim, fiil)
(sıfat) We are grateful for your valuable i.; aşçı f.; yemek yapmak,yemek
modern, muasır, çağdaş, aynı contributions. (Değerli katkılarınız için pişirmek, pişirmek
zamana ait minnettarız.) How did you learn to cook well? (Böyle
She doesn’t like reading contemporary 595) control; (fiil, isim) güzel yemek yapmayı nasıl öğrendin?)
literature works. (Çağdaş edebiyat
f.; kontrol etmek, denetlemek, kumanda 605) cookie; (isim)
eserlerini okumayı sevmez.)
etmek i.; kontrol, denetim kurabiye, bisküvi,
586) content; (isim) The military took control of the country. The chocolate cookie is my favorite.
içerik, kapsam , kapasite (Askeriye ülkenin kontrolünü ele (Çikolatalı kurabiye en sevdiğimdir.)
There is a table of contents at the front geçirdi.)
606) cooking; (isim)
page of the book. (Kitabın ön kapağında 596) controversial; (sıfat)
içerik listesi var.) yemek yapma, yemek
tartışmalı, çekişmeli, pişirme
587) contest; (isim, fiil) anlaşmazlığa neden olan
He is not good at cooking. (Yemek
i.; yarışma, mücadele f.; rekabet It is a highly controversial topic to pişirmede iyi değildir.)
etmek, yarışmak discuss about. (Üzerinde konuşmak için
oldukça tartışmalı bir konu.) 607) cool; (fiil, isim, sıfat)
She won the beauty contest last year.
(Geçen yıl güzellik yarışmasını f.; soğutmak, serinletmek i.; serinlik s.;
597) controversy; (isim)
kazandı.) soğuk, serin,serinkanlı, sakin, havalı
karşıtlık, ihtilaf,münakaşa kimse
588) context; (isim) The question caused controversy. (Soru, The weather is cool outside, so you
bağlam, durum münakaşaya neden oldu.) should wear a jacket. ( Hava serin, bu
You can understand the meaning of a 598) convention; (isim) yüzden ceket giysen iyi olur.)
word from context. (Bir sözcüğün
toplama, toplanma, resmi 608) cooperation; (isim)
anlamını bağlamdan anlayabilirsiniz.)
konferans veya toplantı ortaklık, işbirliği, dayanışma
589)continue; (fiil) The convention place has not been , beraberlik
devam etmek, sürdürmek, decided. (Toplanma yeri henüz Thank you for your cooperation.
süregelmek kararlaştırılmadı.) (İşbirliğiniz için teşekkür ederiz.)
The baby continued crying the whole 599) conventional; (sıfat) 609) cop; (isim, fiil)
night. (Bebek tüm gece ağlamaya
konvensiyonel, alışılagelmiş, i.; polis f.; yakalamak,
devam etti.)
basmakalıp tutuklamak
590) continued; (sıfat) You can’t solve the problems with Somebody call the cop. (Biri
sürekli, devamlı, aralıksız conventional methods. (Basmakalıp polisi arasın.)
I appreciate your continued support. yöntemlerle sorunları çözemezsin.)
610) cope; (fiil)
(Aralıksız desteğinizi takdir ediyorum.) 600) conservation; (isim)
başa çıkmak, üstesinden gelmek,
591) contract; (isim, fiil) koruma, sahip çıkma, uğraşmak
i.; sözleşme, kontrat, taahhüt muhafaza
I am tired of coping with the stresses of
f.;kasılmak, hastalık kapmak , anlaşma Nature conservation is supported by the job. (İşin stresiyle uğraşmaktan
yapmak various organizations. (Doğayı koruma yoruldum.)
Read the contract articles from çeşitli örgütlerle destekleniyor.)
611)copy; (fiil, isim)
beginning to end. (Kontrat maddelerini 601) convert; (fiil)
baştan sona okuyunuz.) f.; kopyalamak, taklit etmek, çoğaltmak
dönüştürmek, çevirmek , i.; kopya , nüsha, suret
592) contrast; (fiil, isim) evirmek, değiştirmek
I will send you a copy of article. (Sana
f.; kıyas etmek, karşılaştırmak i.; The apartment is going to be converted makalenin bir kopyasını göndereceğim.)
karşıtlık, zıtlık, kontrast into a dormitory. (Apartman, öğrenci
yurduna dönüştürülecek.) 612) core; (isim, fiil)
There is an obvious contrast between
twins’ characters. (İkizlerin karakterleri 602) conviction; (isim) i.; çekirdek, öz, esas, göbek (etli
arasında belirgin bir karşıtlık var.) meyvelerde) f.; çekirdeğini çıkarmak
inanç, görüş, kanı
It is thought that the earth’s core is very
593) contribute; (fiil) Be respectful to other’s conviction. hot. (Dünya’nın çekirdeğinin çok sıcak
(Başkalarının inançlarına saygılı ol.) olduğu düşünülüyor.)
613) corn; (isim, fiil) Sorry, I couldn’t hear you. (Afedersin The case was brought to court. (Dava
i.; mısır, darı, tahıl tanesi f.; salamura seni duyamadım.) mahkemeye taşındı.)
etmek, tuzlamak 623) council; (isim) 633) cousin; (isim)
I fed chickens with corns. (Tavukları kurul, meclis, konsey,komisyon, kuzen
tahıl taneleriyle besledim.) kurultay I am going to meet my cousin after
614) corner; (isim, fiil) The district council meets once a week. course. (Kurstan sonra kuzenimle
i.; köşe, dönemeç f.; köşe oluşturmak, (Bölge meclisi haftada bir toplanır.) buluşacağım.)
köşeye sıkıştırmak, viraj almak 624) counselor; (isim) 634) cover; (fiil, isim)
There is a strange man right on the avukat, danışman, rehber, f.; kaplamak , üstünü kapatmak , örtmek
corner. (Hemen köşede garip bir adam müşavir i.; kapak, kılıf, örtü
var.)
You should talk to a family counselor. Much of the country is covered by the
615)corporate; (sıfat, (Bir aile danışmanı ile konuşmalısın.) desert. (Ülkenin çoğu kısmı çöl ile
isim) kaplı.)
625) count; (fiil, isim)
s.; kurumsal, tüzel, birleşik, 635) coverage; (isim)
f.; saymak , hesaba katmak, i.;
şirkete ait i.; şirket
sayı, sayma, tane kapsam, yayın alanı, olay
Being organized is among our corporate kaydı
Begin to count from zero.
strategies. (Planlı olmak kurumsal
(Sıfırdan saymaya başla.) This magazine has an extensive
stratejilerimiz arasında.)
coverage from fashion to health topics.
626) counter; ( isim, fiil)
616) corporation; (isim) (Bu dergi, modadan sağlık konularına
i.; sayaç, sayıcı ,tezgah, mutfak tezgahı kadar geniş bir kapsama sahip.)
kurum, şirket, ortaklık
f.; karşılık vermek
The number of multinational 636) cow; (isim, fiil)
I asked the girl behind the counter how
corporations is increasing. (Çokuluslu i.; inek, f.; korkutmak,
much money were the red shoes.
şirketlerin sayısı artıyor.) sindirmek
(Tezgahın arkasındaki kıza kırmızı
617) correct; (fiil, sıfat) ayakkabıların kaç para olduğunu They have cows in the farm.
f.; doğrulamak, düzeltmek s.; sordum.) (Çiftlikte inekleri var.)
doğru , dürüst 627) country; (isim, sıfat) 637) crack; (fiil, isim)
Find the correct answer. (Doğru ülke, memleket,vatan s.; kırsal, f.; çatlatmak, kırmak, şifreyi çözmek i.;
cevabı bulunuz.) taşraya ait çatırtı, çatlak
618) correspondent; (isim, He fought for his country. (O, Crack an egg into the bowl. (Kaseye bir
sıfat) vatanı için savaştı.) yumurta kırın.)
i.; yazışma yapan kimse, muhabir s.; 628) county; (isim) 638) craft; (isim, fiil)
yazışan, karşılıklı
ilçe, eyalet, il, vilayet i.; zanaat,sanat, beceri, meslek, teknik
She work on CNN as correspondant. ( eleman f.; ustalıkla işlemek
The old couple is living a small county.
CNN’de muhabir olarak çalışıyor.)
(Yaşlı çift küçük bir ilçede yaşıyor.) He learned craft from his master.
619) cost; (fiil, isim) (Ustasından zanaat öğrendi.)
629) couple; (fiil, isim)
f.; mal olmak , para etmek i.; ücret, fiyat 639) crash; (fiil, isim)
f.; çiftleştirmek, eşleştirmek,
,maliyet, masraf , bedel
birleşmek i.; çift, eş f.; kırılmak , çarpmak i.;
The total cost of the project is 5000 çatırtı,kırılma, kaza
The couple was married in 1989. (Bu
dollars. (Bu projenin toplam maliyeti
çift, 1989 yılında evlendi.) There was a car crash on the highway.
5000 dolar.)
(Otobanda kaza vardı.)
630) courage; (isim)
620) cotton; (sıfat, fiil,
cesaret, yüreklilik, cüret 640) crazy; (sıfat)
isim)
The eagle is the symbol of courage. çılgın, deli , kaçık
s.; pamuk, pamuklu f.; anlaşmak,
uzlaşmak i.; pamuklu kumaş , pamuk (Kartal, cesaretin sembolüdür.) What a crazy idea! (Ne kadar
çılgın bir fikir!)
This blanket is 100% cotton. (Bu 631) course; (isim, fiil)
battaniye %100 pamukludur.) i.; kurs, rota, güzergah f.; av peşinden 641) cream; (isim, fiil)
621) couch; (isim, fiil) koşmak, kovalamak i.; kaymak, krema, krem f.; kaymak
She takes French course for three tutmak, krem sürmek
i.; sedir, divan , kanepe f.;
nakışlamak, yatmak, months. (Üç aydır Fransızca kursu Would you like some cream in your
alıyor.) coffee? (Kahvende biraz krema ister
The cat is sleeping on the couch. (Kedi,
misin?)
kanepenin üstünde uyuyor.) 632) court; (isim, fiil)
622) could; (fiil) i.; mahkeme, tenis kortu f.; kur yapmak, 642) create; (fiil)
dalkavukluk yapmak oluşturmak, yaratmak, meydana gelmek
ebilmek , yapabilmek (can) , -
, vücuda getirmek
abilirdi , -ebilirdi
The company is trying to create a 652) critic; (isim) 662)culture; (isim)
reliable image. (Şirket, güvenilir bir eleştirmen, kritik kültür, medeniyet
imaj yaratmak istiyor.)
The literary critics didn’t like the book.( Eastern culture has a rooted history.
643) creation; (isim) Edebiyat eleştirmenleri kitabı (Doğu kültürünün köklü bir tarihi
yaratma, yaratılış, yaratım, beğenmedi.) vardır.)
kreasyon, 653) critical; (sıfat) 663) cup; (isim, fiil)
The creation of the world is discribed in kritik, hassas, yerici, i.; fincan, kupa, çanak f.; şişe çekmek,
religous sources. (Dünyanın yaratılışı eleştirel hacamat yapmak
dini kaynaklarda tasvir edilir.)
Your decisions are critical for the future Can I have a cup a coffee? (Bir fincan
644) creative; (sıfat) of your children. (Sizin kararlarınız kahve alabilir miyim?)
yaratıcı, kreatif çocuklarınızın geleceği içik kritiktir.)
664) curious; (sıfat)
We need a creative team to write an 654) criticism; (isim) meraklı, ilgili, tuhaf, ilginç
advertising copy. (Bir reklam metni eleştiri, kritik, tenkit He is very curious about chemistry.
yazmak için yaratıcı bir ekibe
People should be open to criticism. (Kimya bilimine çok meraklı.)
ihtiyacımız var.)
(İnsanlar eleştiriye açık olmalı.)
665) current; (isim, sıfat)
645) creature; (isim)
655) criticize; (fiil) i.; akım, akarsu debisi s.; güncel,
yaratık, varlık, mahluk
eleştirmek, kritik yapmak, aktüel, şimdiki
The movie’s characters are consist of tenkit etmek Current news from Russia made
fantastic creatures. (Filmin karakterli
Some people don’t like to be criticized. everyone sad. (Rusya’dan gelen güncel
fantastik yaratıklardan oluşuyor)
(Bazı insanlar eleştirilmeyi sevmez.) haberler herkesi üzdü.)
646) credit; (isim, fiil)
656) crop; (isim, fiil) 666) currently; (zarf)
i.; kredi, övgü, beğeni f.; kredi vermek,
i.; ekin, hasat, mahsul f.; ürün vermek, bugünlerde, halihazırda, şu
güvenmek, inanmak
biçmek, kesmek anda
We got credit to buy this house. (Bu evi
Wheat is an important crop for our She is currently traveling a lot.
satın alabilmek için kredi aldık.)
country. (Buğday, ğlkemiz için önemli (Bugünlerde çok seyehat ediyor.)
647) crew; (isim) bir mahsuldür.)
667) curriculum; (isim)
ekip, tayfa, mürettebat, 657) cross; (fiil, isim, müfredat, öğretim
takım sıfat) programı
The crew was died on the plane crash. f.; karşıya geçmek, kesiştirmek, The Ministry of Education has changed
(Mürettebat, uçak kazasında hayatını kesişmek, çarpı koymak i.; çarpı, haç, the curriculum. (Eğitim Bakanlığı
kaybetti.) çarmıh s.; çapraz,zıt müfredatı değiştirdi.)
648)crime; (isim, fiil) Put a cross if the answer is wrong. (Eğer
668) custom; (isim)
i.; suç, sabıka, kabahat f.; cevap yanlışsa çarpı koy.)
örf, adet, gelenek, görenek,
cezalandırmak 658) crowd; (isim, fiil) töre
Human rights violation is a crime. i.; kalabalık, yığın, sürü f.; doldurmak, Their wedding ceremony was organized
(İnsan haklarının ihlali bir suçtur.) kalabalık etmek according to their cutoms. (Düğün
649) criminal; (isim, She looked for her daughter in the törenleri, gelenek ve göreneklerine göre
sıfat) crowd. (Kalabalıkta kızını aradı.) düzenlenmişti.)
i.; suçlu , sabıkalı s.; suçlu, suç 659) crucial; (sıfat) 669) customer; (isim)
oluşturan
çok önemli, elzem , kritik müşteri, alıcı
The police caught the criminal. (Polis,
Teachers play a crucial role in the The customer had a little discussion
suçluyu yakaladı.)
education of the children.(Öğretmenler, with the sales lady. (Müşteri, tezgahtar
650) crisis; (isim) çocukların eğitiminde çok önemli bir rol bayanla küçük bir tartışma yaşadı.)
kriz, bunalım oynar.
670) cut; (fiil, isim, sıfat)
The economic crisis in 1929 affected 660) cry; (fiil, isim) f.; kesmek, doğramak i.; kesik,kesme,
the whole world negatively. (1929’daki f.; ağlamak, çıığlık atmak, bağırmak, şekil, biçim, indirim s.; kesilmiş,
ekonomik kriz tüm dünyayı olumsuz yalvarma i.; ağlama, bağırma , yalvarma indirilmiş
etkiledi.)
She cried after the exam. She cuts her own hair. (Saçını
651) criteria; (isim) (Sınavdan sonra ağladı.) kendisi keser.)
kriterler, ölçütler 661) cultural; (sıfat) 671) cycle; (isim, fiil)
What criteria are used for assessing a kültürel i.; dönme, devir, tur, çevrim f.; bisiklet
canditate’s ability? (Bir adayın sürmek, pedal çevirmek
Every ethnic group has its own cultural
yeteneklerini ölçmek için hangi kriterler
values. (Her etnik grubun kendine özgü
kullanılıyor?)
kültürel değerleri vardır.)
We are going to cycle in the forest veri, girdi, bilgi He left the country without paying his
tomorrow. (Yarın ormanda bisiklet This data was collected from 55 debts. (Borçlarını ödemeden ülkeden
süreceğiz.) countries. (Bu veri 55 ülkeden toplandı.) ayrıldı.)
D 692) decade; (isim)
682) date; (fiil, isim)
672) dad; (isim) onluk, on yıl
f.; randevuya çıkmak , flört etmek i.;
baba, babacığım tarih, randevu , flört edilen kişi The contract is renewed every decade.
Dad, do you allow me to go out? He is dating with a girl who is three (Sözleşme her on yılda bir yenileniyor.)
(Babacığım, dışarı çıkmama izin verir years younger than himself. (Kendinden 693) decide;(fiil)
misin?) üç yaş küçük bir kızla çıkıyor.)
karar vermek, kararlaştırmak,
673) daily; (sıfat, isim) 683) daughter; (isim) hükme bağlamak
s.; günlük, güncel, gündelik i.; günlük kız evlat She decided to live in England after her
gazete, gündelikçi graduation. (Mezun olduktan sonra
She loves her daughter more than
He likes to read daily newspapers. anything. (Kızını her şeyden çok sever.) İngiltere’de yaşamaya karar verdi.)
(Günlük gazeteleri okumayı sever.)
684) day; (isim) 694) decision; (isim)
674) damage; (fiil, isim) karar, irade, yargı
gün, gündüz, dönem
f.; zarar vermek, hasar vermek, I respect your decisions. (Kararlarına
I will see see you another day. (Başka
zedelemek i.; zarar, hasar saygı duyuyorum.)
bir gün görüşürüz.)
It seems that this will cause serious
695) deck; (isim, fiil)
damage to the country’s economy. (Bu, 685) dead; (sıfat)
ülke ekonomisine ciddi zarar verecek ölü, cansız, sönük i.; güverte, deste, üst kısım f.; süslemek,
gibi görünüyor.) bezemek
Her dead body laid on the bad. (Ölü
bedeni yatağın üzerinde serili Jack was the only person on the deck at
675) dance; (fiil, isim)
duruyordu.) that night. ( Jack o gece güvertedeki tek
f.; dans etmek, oynamak i.; dans, kişiydi.)
oyun 686) deal; (fiil, isim)
696) declare;( fiil)
Would you like to dance with me? ( f.; ilgilenmek, iş yapmak i.;
Benimle dans etmek ister misiniz?) anlaşma beyan etmek, ilan etmek,
bildirmek, açıklamak
676) danger; (isim) I have a lot of work to deal with.
(İlgilenmem gereken çok iş var.) Russia declared war on USA. (Rusya
tehlike, risk ABD’ye savaş açtı.)
Polarbears are in danger because of the 687)dealer; (isim)
697) decline; (fiil, isim)
melting of the glaciers. (Kutupayıları, satıcı, dağıtıcı, bayi, iskambilde
buzulların erimesi nedeniyle tehlike kağıtları dağıtan , f.; geri çevirmek, reddetmek , alçalmak
altında.) i.; gerileme, alçalma, düşüş
He is an antique dealer. (O bir
antika satıcısı.) The number of the foreign tourists to
677) dangerous; (sıfat)
Turkey declined by 5% last year.
tehlikeli, riskli 688) dear; (isim, sıfat) (Türkiye’ye gelen yabancı turist sayısı
Bungee-jumping is a dangerous sport. i.; sevgili, sevilen kimse s.; değerli, %5 azaldı.)
(Bungee jumping tehlikeli bir spordur.) sayın, kıymetli, pahalı
698) decrease; (fiil, isim)
678) dare; (isim, fiil) Dear Sarah, I am writing you after a
f.; azaltmak, azalmak, düşüş göstermek,
long time. (Sevgili Sarah, sana uzun bir
i.; cesaret, yiğitlik f.; cesaret etmek, inişe geçmek i.; azalma, eksilme, düşüş
süreden sonra yazıyorum.)
meydan okumak The number of the students decreased
How dare you talk to me like that? 689) death; (isim) from 400 to 360 this year. (Bu yıl
(Benimle bu şekilde konuşmaya nasıl ölüm, vefat ,ölü öğrenci sayısı 400’den 360’a düştü.)
cesaret edersin?) The death of her mother deeply affected 699) deep; (sıfat, zarf)
679) dark; (isim, sıfat) her. (Annesinin ölümü onu derinden
s.; derin, dalgın, boğuk (ses için) , koyu
etkiledi.)
i.; karanlık, koyu renk s.; koyu, kara, (renk için) zf.; içten
belirsiz, esrarengiz 690) debate; (fiil, isim) The little cat fell into a deep pit. (Küçük
It is dark outside, you can’t go now. f.; tartışmak, münakaşa etmek , kedin derin bir çukurun içine düştü.)
(Dışarısı karanlık, şimdi gidemezsin) çekişmek i.; tartışma, fikir çatışması,
700) deeply; (zarf)
müzakere
680) darkness; (isim) içten, derinlemesine,
We should debate this issue at the
karanlık, belirsizlik, derinden
meeting. (Bu meseleyi toplantıda
gizlilik Breath deeply to relax. (Rahatlamak için
tartışmalıyız.)
The sun goes down and the dark falls. derin nefes al.)
(Güneş batıyor ve karanlık çöküyor.) 691) debt; (isim)
701) deer; (isim)
borç, verecek
681) data; (isim) geyik
Most male deer have antlers. (Çoğu He was graduated from university with He denies attempting to murder his
erkek geyiğin çatal boynuzu vardır.) a degree. (Üniversiteden derece ile friend. (Arkadaşını öldürme girişiminde
mezun oldu.) bulunduğunu inkar etti.)
702) defeat; (fiil, isim)
f.; mağlup etmek, yenmek i.; 712) delay; (fiil, isim) 722)department; (isim)
yenilgi,mağlubiyet, bozgun f.; ertelemek, gecikmek i.; departman, daire, bölüm,
The army was defeated in one hour. erteleme, gecikme şube
(Ordu bir saat içersinde mağlup edildi.) We are sorry for the delay. (Gecikme The police department has received new
için özür dileriz.) personnel. (Polis departmanı yeni
703) defend; (fiil)
personel aldı.)
savunmak, müdafaa etmek, 713)deliver; (fiil)
korumak teslim etmek, dağıtmak 723) depend; (fiil)
Politicians defend themselves well. The postman delivered the letters to the bağlı olmak,bel bağlamak,
(Politikacılar kendilerini iyi savunurlar.) houses. (Postacı, mektupları evlere güvenmek
dağıtı.) I don’t know when I can get there. It
704)defendant; (isim)
depends on the traffic. (Oraya ne zaman
sanık, davalı 714) delivery; (isim)
varırım bilmiyorum. Trafiğe bağlı.)
The person who is accused of dağıtım, teslim, sevkiyat
724) dependent; (isim,
commiting a crime is called defendant. The cargo company has not postal
sıfat)
(Suç işlemekle itham edilen kişiye sanık delivery on Sundays. (Kargo şirketinin
denir.) paar günleri posta dağıtımı yok.) i.; bağımlı kimse s.; bağımlı,
muhtaç
705) defense; (isim) 715) demand; (fiil, isim)
A child’s development is dependent on
savunma, defans oyuncusu f.; talep etmek , istemek i.; talep, family and many other factors. (Bir
He is a defense player in the football istek, rağbet çocuğun gelişimi ailesi ve diğer birçok
team. (Futbol takımında defans She demanded for higher pay from her faktöre bağlıdır.)
oyuncusu.) boss. (Patronun daha yüksek ücret talep
725) depending; (isim,
etti.)
706) defensive; (sıfat) zarf)
koruyan, koruyucu, savunma 716) democracy; (isim) i.; güveniş zf.; bağlı olarak
amaçlı, defansif demokrasi Depending on others is an indicate of
It is an example of defensive war. (Bu, Turkey is ruled by democracy. (Türkiye the lack self-confident. (Başkalarına
bir savunma savaşı örneğidir.) demokrasi ile yönetilir.) bağlılık özgüven eksikliğinin bir
göstergesidir.)
707) deficit; (isim) 717) Democrat; (isim)
kasa açığı, açık hesap demokrat, halkçı 726) depict; (fiil, isim)
They are working hard to make up for Democrats are against Republican’s f.; tasvir etmek, betimlemek, anlatmak,
the deficit. (Açığı telafi etmek için çok ideas. ( Demokratlar, göstermek i.; tasvir, tanımlama
çalışıyorlar.) Cumhuriyetçiler’in görüşlerine karşılar.) Can you depict the house in your
708)define; (fiil) 718) democratic; (sıfat) dream? (Hayalindeki evi tasvir eder
misin?)
tanımlamak, tarif etmek, demokratik
açıklamak 727) depression; (isim)
Crime rates are relatively less in
Some terms are diffucult to define. democratic societies. (Demokratik bunalım, depresyon,
(Bazı terimleri tanımlamak zordur.) toplumlarda suç oranı nispeten daha durgunluk
azdır.) He fell into depression after fired. (İşten
709) definitely; (zarf)
719) demonstrate; (fiil) kovulduktan sonra depresyona girdi.)
kesinlikle, tamamen,
kuşkusuz göstermek, gösteri yapmak, 728) depth; (isim)
I definitely remember what you said on ispat etmek derinlik, derin yer
the phone. (Telefonda ne dediğini I will demonstrate how it works. (Size The depth of the pool is about 3 metres.
kesinlikle hatırlıyorum.) bunun nasıl çalıştığını göstereceğim.) (Havuzun derinliği yaklaşık 3 metre.)
710) definition; (isim) 720) demonstration; 729) deputy; (isim)
tanım, tarif, açıklama (isim) millet vekili, delege
The definition of beauty has no certain gösteri, gösterim, ispat He was appointed as deputy from İzmir.
limits. (Güzellik tanımının kesin She went on a demonstration to support (İzmir’den delege olarak atandı.)
sınırları yoktur.) human rights. (İnsan haklarını
730) derive; (fiil)
desteklemek üzere bir gösteriye katıldı.)
711) degree; (isim) türemek, -den elde etmek,
derece, rütbe 721) deny; (fiil) kaynaklanmak, çıkarmak
reddetmek, inkar etmek
The new cream is derived from pine Despite studying hard, he couldn’t pass aygıt, cihaz, alet, edevat
tree. (Yeni çıkan krem çam ağacından the exam. (Çok çalışmasına karşın This device is designed to ease daily life
elde ediliyor.) sınavı geçemedi.) activities. (Bu alet günlük hayatta
731) describe; (fiil) 741) destroy; ( fiil) yaptığımız aktiviteleri kolaylaştırmak
için tasarlanmıştır.
tanımlamak, ifade etmek imha etmek, ortadan kaldırmak ,
The woman was described as short and mahvetmek, harap etmek 751) devote; (fiil)
aged about 30 . (Kadın kısa boylu ve 30 You have destroyed my hopes. adamak,kedini vermek
yaşlarında olarak tanımlandı.) (Hayallerimi mahvettin.) He devoted himself to care of destitute
732) description; (isim) 742) destruction; (isim) children. (Kendini kimsesiz çocukların
bakımına adadı.)
tasvir,tanım, betimleme, yıkım, imha, tahrip etme,harap
tanımlama etme , mahvetme 752) dialogue; (isim)
The mental pain is beyond description. The destruction of the rainforests causes diyalog, karşılıklı konuşma
(Zihinsel acı tanımın ötesindedir.) danger for animal species. (Yağmur This story consists of dialogues. (Bu
ormanlarının tahrip edilmesi hayvan öykü diyaloglardan oluşuyor.)
733) desert; (fiil, isim,
türleri için tehlike oluşturuyor.)
sıfat) 753) die; (fiil, isim)
f.; terk etmek i.; çöl, bozkır, 743) detail; (isim, fiil)
ölmek, can vermek, vefat etmek,
yaban s.; ıssız, çorak i.; ayrıntı, detay f.; detaylandırmak, kıkırdamak i.; oyun zarı , damga
The Sahara is the largest hot desert in ayrıntılı olarak anlatmak
Her mother died suddenly last week.
the world. (Sahra, dünyadaki en büyük We can examine the small details later. (Annesi geçen hafta aniden vefat etti.)
sıcak çöldür.) (Küçük detayları daha sonra inceleriz.)
754) diet; (isim, fiil)
734) deserve; (fiil) 744) detailed; (sıfat)
i.; diyet, rejim, perhiz f.;diyet yapmak ,
hak etmek, layık olmak detaylı, ayrıntılı, etraflı rejim yapmak
She deserved a holiday this year. (Bu yıl He gave me the detailed analysis of the If you don’t go off your diet, you can
tatili hak etti.) report. (Raporun detaylı analizini verdi.) lose weight. (Diyetini bozmazsan 7kilo
735) design; (fiil, isim) 745) detect; (fiil) verebilirsin.)
f.; dizayn etmek , tasarlamak, saptamak, belirlemek, keşfetmek, 755) differ; ((fiil)
düzenlemek i.; tasarım, dizayn, plan belirlemek farklı düşünmek, aynı fikirde olmamak,
She designed the garden of the summer This test can help to detect the disease değişiklik götermek
house. (Yazlık evin bahçesini dizayn early. (Bu test, hastalığın erken I have to differ with you on this issue.
etti.) saptanmasına yardımcı olabilir.) (Bu konuda seninle aynı fikirde
736) designer; (isim) 746) determine; (fiil) değilim.)
tasarımcı, modacı kararlaştırmak, karar 756) difference; (isim)
She is a well known and talented vermek, belirlemek fark, ayrılık
fashion designer. (Tanınmış ve Your goals determine your future. Differences make the world more
yetenekli bir moda tasarımcısıdır.) (Hedefleriniz geleceğinizi belirler.) beautiful. (Farklılıklar dünyayı daha
737) desire; (fiil, isim) 747) develop; (fiil) güzel yapar.)
f.; arzu etmek, istemek, heveslenmek i.; geliştirmek, gelişmek, 757) different; (sıfat)
arzu, istek, şevk ilerlemek farklı, değişik , başka türlü
He has a desire for power and money. Our main aim is to develop country’s She goes different places for holidays.
(Güç ve parayı arzuluyor.) economy. (Esas amacımız ülke (Tatillerde farklı yerlere gider.)
ekonomisini geliştirmektir.)
738) desk; (isim) 758) differently; (zarf)
okul sırası , masa , kürsü, 748) developing; (sıfat)
farklı olarak, başka
şube, büro gelişen, gelişmekte olan biçimde
The student fell asleep on the desk. Developing countries still have a lot of Men and women behave differently.
(öğrenci, sıranın üstünde uyuyakalmış.) economic problems. (Gelişmekte olan (Erkekler ve kadınlar farklı biçimlerde
ülkelerin hala birçok ekonomik sorunu hareket ederler.)
739) desperate; (sıfat)
var.)
çaresiz, umutsuz, ümitsiz 759) difficult; (sıfat)
749) development; (isim)
He is desperate about his future and zor, zahmetli
career. (Geleceği ve kariyeri konusunda gelişim, ilerleme, büyüme,
It is difficult to understand his thoughts.
ümitsiz.) gelişme
(onun düşüncelerini anlamak zordur.)
China gained a quick development in
740) despite; (isim, edat) 760) difficulty; (noun)
technology. (Çin, teknoloji alanında
i.; kin, nefret ed.; rağmen, -e hızlı bir gelişme gösterdi.) zorluk
karşın
750) device; (isim)
She has difficulty in learning. (Öğrenme She touched her hair with dirty hands. 781) discuss;(fiil)
zorluğu yaşıyor.) (Pis elleriyle saçlarına dokundu.) tartışmak, ele almak
761) dig; (fiil) 772)disability; (isim) We can’ discuss family issues in front
kazmak, bellemek sakatlık, engellilik , of people. (Aile meselelerimi insanların
özürlülük önünde tartışamayız.)
They dug in the garden to find gold.
(Bahçeyi altın bulmak için kazdılar.) She has had physical disability since she 782) discussion; (isim)
was five. (Beş yaşından bu yana fiziksel tartışma, görüşme
762) digital; (sıfat)
engelli.)
dijital, sayısal Discussions are still taking place
773) disagree; (fiil) between two delegates. (İkİ temsilci
This digital clock is much better. (Bu
aynı fikirde olmamak, arasında görüşmeler devam ediyor.)
dijital saat çok daha iyi.)
katılmamak 783) disease; (isim)
763) dimension; (isim)
He disagrees with his father on most hastalık, rahatsızlık
boyut, çap, ölçü,hacim points. (Çoğu noktada babasıyla aynı
Doctors investigating whether the
Being a mother added a new dimension fikirde olmaz.)
disease is contagious. (Doktorlar
to her life. (Anne olmak, hayatına farklı
774) disappear; (fiil) hastalığın bulaşıcı olup olmadığını
bir boyut kattı.)
gözden kaybolmak, aniden yok olmak , araştırıyor.)
764) dining; (isim, sıfat) ortadan kaybolmak 784) dish; .(isim)
i.; yemek s.; yemek, The child suddenly disappered on the tabak, yemek
yemekli station. (Çocuk, istasyonda birden
I don’t like eating vegetarian dish. (
The chairs in the dining room are made gözden kayboldu.)
Vejeteryan yemeği yemeyi sevmem.)
of wood. (Yemek odasındaki
775) disaster; (isim)
sandalyedeler ahşaptan yapılmış.) 785) dismiss; (fiil)
felaket, afet
765) dinner; (isim) kovmak , işten çıkarmak
Earthquake is a natural disaster.
akşam yemeği She claims that she was unfairly
(Deprem doğal bir afettir.)
dismissed from her job. (İşinden haksız
We invited Tom and Sue for dinner.
776) discipline; (isim, fiil) yere kovulmuş olduğunu iddia ediyor.)
(Akşam yemeğine Tom ve Sue’yu davet
ettik) i.; discipline, otorite f.;disiplin sağlamak 786) disorder; (isim)
, terbiye etmek
766) direct; (fiil, sıfat) karışıklık, bozukluk,rahatsızlık,
The army has reputation for strict düzensizlik
f.; yöneltmek, doğrultmak s.; discipline. (Ordu, sıkı disipliniyle
direkt, doğrudan She is suffering from eating disorder.
meşhurdur.)
(Yeme bozukluğu çekiyor.)
There are no direct flights to Beijing
777) discourse; (isim,fiil)
from here. (Buradan Pekin’e direkt uçuş 787) display; (fiil, isim)
yok.) i.; söylem , söylev, nutuk f.; konuşmak,
f.; görüntülemek, ekrana getirmek,
söylev vermek
767)direction;(isim) sergilemek i.; görüntü, gösterim, ekran,
His discourse on gender equality got teşhir
yön, yönerge, doğrultu reaction. (Cinsiyet eşitliği üzerine olan
Local artists is going to display their
We are moving on the same direction. söylemi tepki çekti.)
works in this place. (Yerli sanatçılar
(Aynı yönde ilerliyoruz.)
778) discover; (fiil) eserlerini burada sergileyecekler.)
768) directly; (zarf) keşfetmek, bulmak , ortaya 789) dispute; (fiil, isim)
doğrudan, direkt çıkarmak
f.; tartışmak , münakaşa etmek i.;
He drove directly to home after work. Kristof Colomb discovered America in tartışma,çekişme, anlaşmazlık,
(İşten sonra doğrudan eve gitti.) 1492. (Kristof Kolomb, 1942 yılında
The two countries still dispute about the
Amerika’yı keşfetti.)
769) director; (isim) borders. (iki ülke, sınırlar konusunda
müdür, yönetici, yönetmen 779) discovery; (isim) hala tartışma halinde.)
I want to talk to the director of the keşif, buluş, ortaya 790) distance; (isim)
company. (Şirketin müdürü ile çıkarma
mesafe, uzaklık, ara
konuşmak istiyorum.) Discovery of plague vaccine was a great
In the US, distance is measured in
scientific development. (Veba aşısının
770) dirt; (isim) miles. (ABD’de, mesafe mil olarak
buluşu büyük bir bilimsel ilerlemeydi.)
kir, pislik, leke ölçülür.)
Clean the dirt of that car. (Şu arabanın 780) discrimination;
791) distant; (sıfat)
kirini temizleyin.) (isim)
uzak, soğuk, samimiyetsiz
ayrım, ayrımcılık
771) dirty; (fiil, sıfat) Uncle Jack is a distant relative of my
She fought against sexual
f.; kirtletmek, pisletmek s.; kirli, pis, mother. (Jack amca annemin uzak
discrimination. (Cinsiyet ayrımcılığına
terbiyesiz, müstehcen akrabası.)
karşı mücadele etti.)
792) distinct; (sıfat) i.; boşanma, ayrılma f.; I would like a double room. (Çift kişilik
belirgin, bariz, belli boşanmak, ayrılmak bir oda rica ediyorum.)
She has a distinct French accent. Their marriage ended in divorce last 813) doubt; (isim, fiil)
(Belirgin bir Fransız aksanı var.) week. (Evlilikleri geçen hafta boşanma
i.; şüphe, kuşku f.; şüphelenmek,
ile sonlandı.)
793) distinction; (isim) kuşkulanmak
803) DNA; (isim) I always doubt her words. (Onun
ayırt etme, fark
dna (deoksiribonükleikasit) sözlerinden hep şüphelenirim.)
The distinction between dizygotic twins
is clear. (Çift yumurta ikizleri DNA carries genetic information. 814)down; (fiil, isim,
arasındaki fark belirgindir.) (DNA, genetik bilgi taşır.) sıfat)
794) distinguish; (fiil) 804)do; (fiil) f.; aşağı indirmek, devirmek i.;ince tüy,
yapmak, etmek kuş tüyü, bunalım s.; keyifsiz, bezgin
ayırt etmek, fark etmek , ayrı
tutmak There is nothing we can do about it. (Bu He jumped down off the sofa.
(Divandan aşağı zıpladı.)
Sometimes children can not distinguish konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yok.)
between right and wrong. (Çocuklar 805) doctor;( isim) 815) downtown; (isim, sıfat,
bazen doğru ve yanlışı ayırt edemezler.) zarf)
doktor, hekim
795) distribute; (fiil) i.; şehir merkezi s.; şehir merkezindeki
He studied for six years to become a
zf.; şehir mekezine doğru
dağıtmak, teslim etmek doctor. (Doktor olabilmek için altı yıl
She works in a store in downtown.
The red crescent distributed food to the okudu.)
(Şehir merkezinde bir mağazada
earthquake victims. (Kızılay, 806) document; (isim) çalışıyor.)
depremzedelere yiyecek dağıttı.)
doküman, belge
816) dozen; (isim, sıfat)
796) distribution; (isim) Save the document before closing the
i.; düzine, çok sayı s.; on iki
dağıtım, dağılım, teslim program. (Programı kapatmadan önce
adet
The map shows the distribution of plant belgeyi bilgisayara kaydet. )
Can I have two dozen eggs. (İki düzine
species across the world. (Harita, bitki 807) dog; (isim)
yumurta alabilir miyim?)
türlerinin dünya üzerindeki dağılımını
köpek, it
gösteriyor.) 817) draft; ( isim, fiil)
The dog is yelping outside. (Köpek
797) district; (isim) i.; taslak, çizim f.; tasarlamak,
dışarıda acı acı havlıyor.)
plan çizmek
ilçe, bölge, mahalle, semt
808) domestic; (sıfat) The legislation is still in draft form.
It is not allowed to drive fast in the
iç, evcil, yerli, yurtiçi, (Mevzuat hala taslak halinde.)
school district. (Okul bölgesinde hızlı
ailevi
araba kullanmak yasaktır.) 818) drag; ( fiil)
He is an expert in foreign affairs. (O, dış
798) diverse; (sıfat) çekmek, sürüklemek
ilişkiler uzmanı.)
çeşitli, türlü I dragged her from her bed. (Onu
809) dominant; (sıfat, yatağından sürükledim.)
I met people from diverse cultures. isim)
(Çeşitli kültürlerden insanlarla 819) drama; (isim)
s.; baskın, egemen, dominant i.;
tanıştım.) drama, dram, piyes
baskın karakter
799) diversity; (isim) Our firm has achieved a dominant I studied English drama at college.
çeşitlilik, farklılık position in the world market. (Firmamız (Üniversitede İngiliz draması okudum.)
She made a presentation about dünya piyasasında egemen bir posizyon 820) dramatic; (sıfat)
biological diversity in the rainforests. edindi.)
dramatik, etkileyici
(Yağmur ormanlarındaki biyolojik 810) dominate; ( fiil) Don’t be so dramatic. (Bu kadar
çeşitlilik hakkında bir sunum yaptı.)
hükmetmek, egemen olmak, ağır dramatik olma.)
800) divide; (fiil) basmak
821) dramatically; (zarf)
bölmek, ayırmak, He tried to dominate the conversation.
dramatik olarak, önemli
paylaştırmak (Konuşmaya egemen olmaya çalıştı.)
ölçüde
The river divide the city into two parts. 811) door; (isim)
Prices have fallen dramatically.
(Nehir, şehri iki kısıma bölüyor.)
kapı, eşik (Fiyatlar önemli ölçüde düştü.)
801) division; (isim) Close the door, please. (Kapıyı 822) draw; (isim, fiil)
bölme, bölünme kapatın lütfen.)
i.; çekme , çekim f.; çekmek, çizmek,
Mitosis is a type of cell division. 812) double ; (fiil, isim, para çekmek
(Mitoz, bir hücre bölünmesi çeşididir.) sıfat)
She drew the picture of her house.
802) divorce; (isim, fiil) f.; ikiye katlamak i.; çift, dublör (Evinin resmini çizdi.)
s.; çift, duble
823) drawing; (isim)
çekme, çizim, tasarı, kroki I met him everyday during my stay in rahatlıkla, kolayca
I am not very good at drawing. Paris. (Paris’te kaldığım süre boyunca He’s easily distracted. (Kolayca
(Çizimde pek iyi değilimdir.) her gün onunla görüştüm.) dikkati dağılıyor.)
824) dream; (fiil, isim) 834) dust; (isim, fiil) 845) east; (isim)
f.; rüya görmek, düşlemek, hayal i.; toz f.; fırçalamak, toz doğu, şark
kurmak i.; rüya, düş, hayal almak
The relations between East and West is
I thought I was lost, but it was just a The workers wear masks to avoid dust. tense nowadays. (Bugünlerde doğu ve
dream. (Kaybolduğumu sandım ancak (İşçiler tozdan korunmak için maske batı arasındaki ilişkiler gergin.)
sadece rüyaydı.) takıyorlar.)
846) eastern; (sıfat)
825) dress; (fiil, isim) 835) duty; (isim)
doğu, doğuya ait, doğuyla
f.; giyinmek i.; elbise, giysi görev, vazife, ödev ilgili
I bought a pink dress for my friend’s It is our duty to serve the public. (Halka Bulgaria is in eastern Europe.
wedding. (Arkadaşımın düğünü için hizmet etmek bizim görevimiz.) (Bulgaristan doğu Avrupada’dır.)
pembe bir elbise aldım.) E
847) easy; (sıfat)
826) drink; (isim, fiil) 836) each; (zamir, sıfat)
kolay, basit, rahat, sakin
i.; içki f.; içmek zm.; her birisi s.; her, her bir
It is easy for you to tell, cause you don’t
Would you like to drink some tea? Each answer is worth 10 points. (Her bir understand me. (Senin için söylemesi
(Biraz çay içmek ister misin?) cevap 10 puan değerinde.) kolay çünkü beni anlamıyorsun)
827) drive; (fiil, isim) 837) eager; (isim, sıfat) 848) eat; (fiil)
f.; araba sürmek , yönlendirmek s.; istekli, hevesli, gayretli i.; yemek, yemek yemek
i.; sürme, dürtü arzu
I don’t eat red meat. (Kırmızı
Shall we drive or take a taxi? (Arabayla Everyone in the class seem eager to et yemem.)
mı gidelim yoksa taksi mi tutalım?) learn. (Sınıftaki herkes öğrenmeye
hevesli görünüyor.) 849) economic; (sıfat)
828) driver; (isim) ekonomik, hesaplı, idareli
838) ear; (isim)
şoför, sürücü, makinist, Economic growth has increased by 5%
etmen kulak, başak
compared to last year. (Ekonomik
Do you have a driver’s license? (Sürücü The elephant in the zoo had big ears. büyüme geçen yıla göre %5 oranında
belgen var mı?) (Hayvanat bahçesindeki filin büyük arttı.)
kulakları vardı.)
829) drop; (fiil, isim) 850) economics; (isim)
839) early; ( sıfat, zarf)
f.; düşmek , indirmek i.; damla, ekonomi, iktisat, ülke
düşüş, düşme s.; erken, ilkel, çabuk zf.; ekonomisi
erkenden
Be careful! Don’ drop the glasses. She studied economics in METU.
(Dikkatli ol! Bardakları düşürme.) She woke up early this morning. (Bu (ODTÜ’de iktisat okudu.)
sabah erkenden uyandı.)
830) drug; (isim, fiil) 851) economist; (isim)
840) earn; (fiil)
i.; ilaç, uyuşturucu madde , hap f.; ilaç ekonomist, iktisatçı
vermek, uyuşturmak para kazanmak, kazanmak, eline
He planning to be an economist
geçmek
He was a drug addict, he couldn’t stop finishing university. (Üniversiteyi
using them. (O, uyuşturucu madde She earns $500 a week. (Haftada 500 bitirdikten sonra ekonomist olmayı
bağımlısıydı, onları kullanmayı dolar kazanıyor.) planlıyor.)
bırakamadı.) 841) earnings; (isim) 852) economy; (isim)
831) dry; (fiil, sıfat) kazanç, gelir ekonomi, iktisat
f.; kurutmak, kurulamak, He saves his earnings in a bank. National economy have difficult days
kurumak s.; kuru, yavan (Kazancını bir bankada biriktiriyor.) due to crisis. (Ülke ekonomisi, kriz
Is my t-shirt dry yet? (Tişörtüm 842) earth; (isim) nedeniyle zor günler geçiriyor.)
kurumuş mu?)
yeryüzü , dünya, toprak 853) edge; (isim)
832) due; (sıfat, isim) The earth revolves around the sun. kenar, uç, köşe
s.; vadesi dolmuş i.; süre, son (Dünya , güneşin etrafında döner.) He was sitting on the edge of a cliff.
tarih, sona erme (Uçurumun kenarında oturuyordu.)
843) ease; (fiil, isim)
The due date of homework is Monday.
f.; hafiftletmek, rahatlatmak , 854) edition; (isim)
(Ödevin son teslim tarihi Pazartesi.)
kolaylaştırmak i.; rahatlık, kolaylık yayın, basım, yayım
833) during; (edat) I passed the exam with ease. (Sınavı This is the third edition of her novel.
süresince, boyunca, kolaylıkla geçtim.) (Bu, onun romanının üçüncü basımı.)
esnasında
844) easily; (zarf)
855) editor; (isim) She eats three eggs a week. (Haftada üç elemek, atmak, elimine etmek,
editör, düzenleyici, yumurta yer.) saf dışı bırakmak
yayımcı 866) eight; (isim) This mixture eliminates toxins from the
She is the editor of the Washington body. (Bu karışım, toksinleri vücuttan
sekiz
Post. (O, Washington Post’un editörü.) atıyor.)
There were only eight students in the
856) educate; (fiil) class. (Sınıfta yalnızca sekiz öğrenci 877) elite; (isim, sıfat)
eğitmek, öğretmek vardı.) i.; elit tabaka, seçkin kişiler s.;
elit, seçkin
Children need to be educated well. 867) either; (sıfat, zamir,
(çocuklar iyi eğitilmelidirler.) bağlaç) In poor countries, only the elite can
afford an education for their children.
857) educational; (sıfat) s.; her iki, herhangi biri zm.; ikisinden
(Yoksul ülkelerde, yalnızca elit tabaka
biri bağ.; ya, ya da
eğitsel, eğitici, öğretici çocuklarına eğitim aldırabiliyor.)
You can park either side of the road.
Watching documentary is something 878) else; (sıfat, bağlaç)
(Yolun her iki tarafına da
educational. (Belgesel seyretmek eğitici
parkedebilirsin) s.; başka bağ.; ayrıca,
bir şeydir.)
ilaveten, yoksa
868) elderly; (sıfat)
858) educator; (isim) Don’t you have anything else to say? (
yaşlı, yaşça büyük
eğitmen, eğitici Söyleyecek başka bir şeyin yok mu?)
You should show respect to elderly
He is a very wise educator. (Oi çok 879) elsewhere; (zarf)
people. (Yaşça büyük olan insanlara
bilgili bir eğitmendir.)
saygı duymalısın.) başka yerde, başka yere
859) effect; (isim,fiil) I don’like this place. Let’ go elsewhere.
869) elect; (fiil)
i.; etki f.; etkilemek, sonuca (Burayı sevmedim. Başka yere gidelim.)
seçmek, atamak
vardırmak
He was elected as the 40th president of 880) e-mail; (isim)
The spring has a refreshing effect on
the USA. (ABD’nin 40. başkanı olarak e-posta, elektronik posta
human body. (İlkbahar, insan
seçildi.) I sent you a message by e mail. (Sana e-
vücudunda canlandırıcı bir etkiye
sahiptir.) 870) election; (isim) posta ile mesaj gönderdim.)
860) effective; (sıfat) seçim 881) embrace; (fiil)
etkileyici, etkili, tesirli He won the election by a large majority. kucaklamak, sarılmak, sarmak,
(Oy çokluğu ile seçimi kazandı.) sahiplenmek
This new drug is very effective against
cancer. (Bu yeni ilaç kansere karşı çok 871) electric; (sıfat) She embraced her sister warmly.
etkili.) (Kardeşini sevgi dolu bir biçimde
elektrik, elektrikli
kucakladı.)
861) effectively; (zarf) The electric will be off tomorrow.
(Yarın elektrik kesilecek.) 882) emerge; (fiil)
etkin olarak, etkili bir
şekilde ortaya çıkmak, yüzeye
872) electricity; (isim)
çıkmak , belirmek
I dealt with the situation effectively. elektrik, cereyan
(Konuyla etkin olarak ilgilendim.) She finally emerged from the sea.
I can’t imagine a life without electricity. (Sonunda denizden çıktı.)
862) efficiency; (isim) (Elektriksiz bir hayat düşünemiyorum.)
883) emergency; (isim)
etkililik, verimlilik, verim 873) electronic; (sıfat)
acil durum, kriz, tehlike
Efficiency is an important factor in elektronik
business. (Verimlilik, iş dünyasında The government has declared a state of
You must be careful when using the emergency. (Hükümet acil durum ilan
önemli bir etkendir.)
electonic devices. (Elektronik aletleri etti.)
863) efficient; (sıfat) kullanırken dikkatli olmalısın.)
884) emission; (isim)
etkili, verimli, etkin 874) element; (isim)
emisyon, yayma, salım,
The efficiet use of energy was the topic eleman, element, unsur,
dışarı verme
of meeting. (Toplantının konusu verimli öğe
enerji kullanımıydı.) The emission of carbon dioxide into the
Hydrogen is a chemical element. atmosphere is a big danger for earth.
864) effort; (isim) (Hidrojen kimyasal bir elementtir.) (Karbondioksidin atmosfere salınımı
gayret, çaba, emek 875) elementary; (sıfat) dünya için büyük bir tehlike.)
Climbing to the mountain requires a basit, başlangıç, temel 885) emotion; (isim)
great effort. (Dağa tırmanmak büyük
This book is for elementary students. duygu, his
gayret ister.)
(Bu kitap başlangıç öğrencileri için.) She can control her emotions. (O,
865) egg; (isim) duygularını kontrol edebilir.)
876) eliminate; (fiil)
yumurta
886) emotional; (sıfat)
duygusal, hassas, duygulu We encountered many difficulties geliştirmek, artırmak,
Family is important for a child’s during our trip. (Yolculuğumuz boyunca büyütmek
emotional develepment. (Aile, bir bir çok zorlukla karşılaştık.) This is an opportunity to enhance our
çocuğun duygusal gelişimi için 896) encourage; (fiil) company’s repuatation. (Bu,
önemlidir.) şirketimizin ününü artırmak için bir
cesaretlendirmek,
fırsat.)
887) emphasis; (isim) yüreklendirmek
vurgu, vurgulama, önem The coach encouraged his team to win 907) enjoy; (fiil)
The emphasis in this sentence is on the the match. (Koç, maçı kazanmaları için zevk almak,keyif almak, keyfini
adverb. (Bu cümlede vurgu zarfın takımını cesaretlendirdi.) çıkarmak, hoşlanmak, beğenenmek
üstünde.) 897) end; (fiil, isim) Did you enjoy your meal? ( Yemeğinizi
beğendiniz mi?)
888) emphasize; (fii) f.; bitmek, bitirmek, sona ermek
vurgulamak, önemini belirtmek, i.; son, bitiş 908) enormous; (sıfat)
üzerinde durmak I cried at the end of the movie. ( Filmin kocaman, iri, devasa,çok
I want to emphasize this point sonunda ağladım.) büyük
particularly. (Bu konuyu özellikle 898) enemy; (isim) The problems we faced were enormous.
vurgulamak istiyorum.) (Karşılaştığımız problemler çok
düşman , hasım
büyüktü.)
889) employ; (fiil) The enemy was forced to retreat.
işe almak, istihdam etmek, iş (Düşman geri çekilmeye zorlandı.) 909) enough; (sıfat, zarf)
vermek, çalıştırmak yeterli, yeter, yeteri kadar zf.;
899) energy; (isim)
How many people does the company yeteri derecede
enerji, güç, kuvvet
employ? (Şirket kaç kişi işe alıyor?) We don’t have enough rooms for your
She is always full of energy. (Her group. (Sizin grubunuz için yeteri kadar
890) employee; (isim) zaman enerji doludur.) odamız yok.)
işçi, eleman, personel ,
900) enforcement; (isim) 910) ensure; (fiil)
hizmetli
uygulama, yaptırım, icra sağlama almak, emin olmak,
The factory has over 300 employees.
(Fabrika’da 300’ün üzerinde işçi This law may prevent the enforcement garantilemek , temin etmek
çalışıyor) of private property rights. (Bu yasa, özel Please ensure that all lights are switched
mülkiyet haklarının uygulanmasını off. (lütfen tüm ışıkların kapalı
891) employer; (isim) engelleyebilir.) olduğundan emin ol.)
işveren, patron
901) engage; (fiil) 911) enter; (fiil)
The employer refused the demand of
bir işle meşgul olmak, tutmak, girmek, içeriye girmek,
salary raise. (Patron, zam talebini
bağlamak, nişanlamak kaydetmek
reddetti.)
She is currently engaged as a consultant. He entered the room before he knocked
892) employment; (isim) (Şimdi danışman olarak çalışıyor.) on the door. (Kapıyı çalmadan odaya
iş sağlama, istihdam, işe girdi.)
902) engine; (isim)
alma çalıştırma
motor, makine 912) enterprise; (isim)
The government is aiming at full
employment. (Hükümet, tam istihdamı My car needs a new engine. (Arabama girişim, teşebbüs, yatırım,
hedefliyor.) yeni bir motor lazım.) girişim
903) engineer; (isim) New law promotes raising the public
893) empty; (sıfat, fiil)
mühendis, şantiye temsilcisi, enterprises. (Yeni yasa kamu
s.; boş f.; boşaltmak, yatırımlarını artımayı teşvik ediyor.)
akıtmak, dökmek makinist
913) entertainment;
He is a chief engineer in a firm. (O, bir
This glass is half empty. (Bu
bardağın yarısı boş.) firmada baş mühendis.) (isim)
904) engineering; (isim) eğlence, gösteri, davet,
894) enable; (fiil) alem
sağlamak, olanak tanımak, mühendislik, makinistlik
It was typical family entertainment.
fırsat sunmak The bridge is a good example of modern (Tipik bir aile eğlencesiydi.)
Insulin enables the body to store sugar. engineering. (Köprü, modern
mühendisliğin güzel bir örneği.) 914) entire; (sıfat)
(İnsülin vücudun şeker depolamasını
sağlar.) 905) English; (isim) bütün, tüm, tam
ingiliz, ingilizce The entire village was destroyed by the
895) encounter; (fiil,
hurricane. (Bütün köy, kasırga
isim) She learned English in America. (O, nedeniyle tahrip oldu.)
f.; rastlamak, karşılaşmak i.; Amerika’da İngilizce öğrendi.)
rastlantı, karşılaşma 915) entirely; (zarf)
906) enhance; (fiil)
bütünüyle, tamamen, tam There are many errors in your work. ve saire, ve benzeri , vs
olarak (Yaptığın işte bir çok hata var.) We talked about our families, children
I entirely agree with you. (Seninle 926)escape; (isim, fiil) etc. (Ailemiz, çocuklarımız vs hakkında
tamamen aynı fikirdeyim.) konuştuk.)
i.; kaçış, firar, kaçma f.; kaçmak,
916) entrance; (isim) sıvışmak, firar etmek 936) ethics; (isim)
giriş, kapı, giriş yeri Three prisoners have escaped from jail. etik, ahlak kuralları, ahlak
Meet me at the main etrance. (Benimle (Hapishaneden iki mahkum kaçtı) bilimi
ana girişte buluş.) 927) especially; (zarf) She observes the business etchics. (O, iş
etiğine uyar.)
917) entry; (isim) özellikle
giriş yeri,giriş, geçit, antre, I cooked it especially for you. (Bunu 937) ethnic; (isim)
kapı özellikle senin için pişirdim) etnik, ırksal
I was surprised by the sudden entry of 928) essay; (fiil, isim) Different ethnic groups live in this
my mom. (Annemin ani girişiyle country. (Bu ülkede farklı etnik gruplar
f.; kalkışmak, denemek i.; deneme,
şaşırdım.) yaşar.)
girişim, makale, yazı
918) environment; (isim) I wrote an essay on the consequences of 938) European; (isim,
çevre, civar, ortam the First World War. (Birinci Dünya sıfat)
We should tell our children to keep the Savaşı’nın sonuçları üzerine bir makale i.; avrupalı s.; avrupai, avrupa ile
environment clean. ( Çocuklarımıza yazdım.) ilgili ve ona özgü
çevreyi temiz tutmalarını söylemeliyiz.) 929) essential; (sıfat) French and German are among the
European languages. (Fransa ve
919) environmental; asıl, esaslı, ana, gerekli
Almanca Avrupa dilleri arasındadır.)
(sıfat) Money is not essential to happiness.
çevresel, çevre ile ilgili (Mutlu olmak için para asıl şey 939) evaluate; (fiil)
We need to look for new solutions to değildir.) değerlendirmek, ölçmek ,
environmental issues. (Çevresel değer biçmek
930) essentially; (zarf)
sorunlara yeni çözümler aramalıyız.) We need to evaluate the effectiveness of
aslında, esasen, temelde,
different drugs. (Farklı ilaçların
920) episode; (isim) özünde
etkilerini değerlendirmeliyiz.)
bölüm, parça , olay I am, eseentially, a manager not a
teacher. (Ben aslında öğretmen değil, 940) evaluation; (isim)
Did you watch the last episode of the
series that I talked about . (Bahsettiğim müdürüm.) değerlendirme, ölçüm, değer
dizinin son bölümünü izledin mi?) biçme
931) establish; (fiil)
I want a complete evalution of this
921) equal; (sıfat) kurmak, oluşturmak, yasa
report. (Bu raporun tam bir
eşit, eş, denk, aynı düzeyde, çıkarmak
değerlendirmesini istiyorum.)
akran The TGNA was established on April 23,
1920. (TBMM 23 Nisan 1920’de 941) even; (sıfat, zarf,
Each student has equal opportunities.
kurulmuştur.) fiil)
(Her öğrenci eşit imkanlara sahiptir.)
s.; eşit, düz zf.; hatta , bile , rağmen f.;
922) equally; (zarf) 932) establishment;
düzlemek, düzleştirmek
(isim)
eşit olarak, aynı ölçüde I was hot there even in winter.
kuruluş, kurum, müessese,
Diet and exercise are equally important. (Kışın bile sıcaktı.)
birlik
(Diyet ve egzersiz aynı ölçüde
This hotel is a well-run establisment. 942) evening; (sıfat, isim)
öenmlidir.)
(Bu otel iyi yönetilen bir müessesedir.) s.; akşam, akşamki i.; akşam
923) equipment; (isim) , eşitleme
933) estate; (isim)
donanım, ekipman, takım, She likes reading on the long winter
teçhizat emlak, gayrimenkul, mal
evenings. (Uzun kış akşamlarında kitap
mülk, varlık
The equipment of the tennis is not very okumayı sever.)
expensive. (Tenis ekipmanı çok pahalı His whole estate was left to his son.
(Tüm mal varlığı oğluna kaldı.) 943) event; (isim)
değil.)
olay,müsabaka,
924) era; (isim) 934) estimate; (fiil, isim)
organizasyon, etkinlik
dönem, çağ, devir, asır f.; tahmin etmek, paha biçmek, değer
This tragic event has made us all sad. (
biçmek i.; tahmin, ölçüm, görüş
This church belongs to the Victorian Bu trajik olay hepimizi üzdü.)
era. (Bu kilise Victoria dönemine aittir.) Can you give me a rough estimate of
wood you will need? (Ne kadar oduna 944) eventually; (zarf)
925)error; (isim) ihtiyacın olacağı konusunda bana eninde sonunda, sonuç olarak,
hata, yanlışlık, kabaca bir tahmin verebilir misin?) nihayetinde
935) etc; (zarf)
I’ll meet him eventually. (Onunda 955) exact; (sıfat, fiil) Our school have an exchange program
eninde sonunda görüşeceğim.) s.; kesin, tam , kati f.; zorla almak with a school in Bulgaria.
, istemek (Okulumuzun, Bulgaristan’daki bir
945) ever; (zarf)
okulla değişim programı var.)
şimdiye kadar, herhangi bir zamanda, We need to know the exact time the
her zaman, hiç accident occured. (Kazanının 965) exciting; (sıfat)
gerçekleştiği kesin zamanı bilmemiz heyecanlı, uyarıcı
Have you ever been in Australia? (Hiç
gerek.)
Avustralya’ya gittin mi? This was the most exciting story I had
956) exactly; (zarf) ever read. (O zamana dek okuduğum en
946) every; (sıfat)
tam olarak, tamamen, heyecanlı hikayeydi.)
her, her bir
tümüyle 966) executive; (isim,
Every color has a special meaning. (Her
I know exactly how she reacted. (Nasıl sıfat)
rengin özel bir anlamı vardır.)
tepki gösterdiğini tümüyle biliyorum) i.; yönetici, idareci, yetkili kişi s.;
947) everybody; (zamir) yönetsel, idari, yürütme
957) examination; (isim)
herkes She has an executive position in an
inceleme, sorgulama,denetlem,
I told everybody about what happened muayene, sınav advertising agency. (Bir reklam
last night. (Dün gece neler olduğunu ajansında yönetici pozisyonunda
Your proposals are still under
herkese anlattım.) çalışıyor.)
examination. (Önerileriniz hala
948) everyday; (sıfat) inceleme altında.) 967) exercise; (fiil, isim)
her günkü, günlük, olağan 958) examine; (fiil) f.; egzersiz yapmak, antrenman yapmak,
This dictionary is convenient for alıştırma yapmak, uygulamak i.; egzersi,
incelemek, muayene etmek,sorgulamak
everyday use. (Bu sözlük günlük alıştırma, uygulama, antrenman
, sınav yapmak
kullanıma uuygundur.) Swimming is a good exercise. (Yüzmek
The doctor examined her but he could
iyi bir egzersizdir.)
949) everyone; (zamir) not finy anything wrong. (Doktor onu
herkes muayene etti fakat ters giden bir şeye 968) exhibit; (fiil, isim)
Everyone at the meeting agreed with rastlamadı.) f.; sergilemek , ortaya koymak ,
him. ( Toplantıdaki herkes onunla aynı 959) example; (isim) göstermek i.; sergi, teşhir
fikirdeydi.) örnek, numune He exhibited his paintings in an art
950) everything; (zamir) gallery. (Resimlerini bir sanat
This castle perfect example of medieval
galerisinde sergiledi.)
her şey architecture. (Bu kale, ortaçağ
mimarisinin müthiş bir örneğidir.) 969) exhibition; (isim)
She is so arrogant that she thinks she
knows everything. ( Öylesine kibirli ki 960) exceed; (fiil) sergi, sunma, gösterme,
her şeyi bildiğini sanıyor.) aşmak, ileri gitmek, sınırı
sunma
951) everywhere; (zarf) aşmak Have you seen the Van Gogh
exhibition? (Van Gogh sergisini gördün
her yer, her taraf , her The total price will not exceed $50.
mü?)
yerde (Toplam fiyat 50 doları geçmeyecek.)
970) exist; (fiil)
He follows me everywhere. (beni her 961) excellent; (sıfat)
yerde takip ediyor.) var olmak, yaşamak, mevcut
mükemmel, dört dörtlük,
olmak
952) evidence; (isim , fiil) muazzam, kusursuz
Few of these animals still exist in the
kanıt, delil, ispat, şahitlik f.; kanıtlamak, She speaks excellent Russian. wild. (Bu hayvanların birkaçı vahşi
ispatlamak (Mükemmel Rusça konuşuyor.)
doğada halen yaşıyor.)
The police collected a lot of evidence 962) except; (edat, fiil)
against him. (Polis, onun aleyhinde 971)existence; (isim)
ed.; dışında, hariç f., hariç
birçok kanıt topladı.) varoluş, yaşam, varlık
tutmak, dışında tutmak
953) evolution; (isim) I was unaware of your existence until
She works everyday except Sunday.
today.(Bugüne kadar varlığının farkında
evrim, değişim, gelişim (Pazar günü dışında her gün çalışıyor.)
değildim.)
Evolution theory is still a matter of 963) exception; (isim)
debate. (Evrim teorisi hala bir tartışma istisna, hariç tutma,, dışarda 972) existing; (sıfat, isim)
konusu.) s.; varolan, mevcut, şuanki i.; var
bırakma
olma
954) evolve; (fiil) Most of the buildings are modern, but
New laws will replace existing
evrim geçirmek, değişmek, the mosque is an exception. (Binaların
legislation. (Mevcut mevzuatın yerine
geliştirmek çoğu modern ancak cami bir istisna.)
yeni yasalar getirilecek.)
Each school must evolve its own way of 964) exchange; (fiil, isim)
working. (Her okul kendi çalışma 973) expand; (fiil)
f.; değiştirmek, değiş tokuş yapmak ,
yöntemeni geliştirmeli.) takas etmek i.; değiş tokuş, döviz
genişlemek, genişletmek, açıklama, izah, tanımlama The hospital has a two-storey extension.
büyütmek She left the meeting without (Hastanenin iki katlı bir uzantısı var.)
Metals expand when they are heated. explanation. (Açıklama yapmadan 993) extensive; (sıfat)
(Metaller ısıtıldığında genişler.) toplantıdan ayrıldı.)
geniş, kapsamlı, büyük
974)expansion; (isim) 984) explode; (fiil) The fire caused extensive damage.
genleşme, genişleme, patlatmak, patlamak, aksini (Yangın geniş hasara yol açtı.)
büyüme ispatlamak
994) extent; (isim)
Economic expansion period is speeding Bombs were exploding all around the
kapsam, boyut ,uzam,
up. (Ekonomik büyüme dönemi city. (Şehrin her yanında bombalar
uzantı
hızlanıyor.) patlıyordu.)
I was amazed at the extent of his
975) expect; (fiil) 985) explore; (fiil) knowledge. (Bilgisinin kapsamı
ümit etmek, ummak, beklemek, keşfetmek, bulmak karşısında etkilendim.)
zannetmek We can’explore the whole city in three 995) external; (sıfat)
You can’t expect to learn the whole days. (Bütün bir şehri üç gün içerisinde
dış, yabancı, harici , dıştan
subject in two days. (Tüm konuyu iki keşfedemeyiz.)
gelen
gün içinde öğrenmeyi bekleyemezsin.)
986) explosion; (isim) Many external influences affect our
976) expectation; (isim) patlama economy. (Birçok dış etken
beklenti, olasılık, ümit , 100 people were injured in the gas ekonomimiz üzerinde etkili.)
umma explosion. (Gaz patlamasında 100 kişi 996)extra; (sıfat)
There was an expectation that he would yaralandı.)
ekstra, ilave, ek
win. (Onun kazancağına dair bir
987) expose; (fiil) Do you need extra time to finish your
beklenti vardı.)
açığa vurmak, sergilemek, maruz homework? (Ödevini bitirmek için
977) expense; (isim) bırakmak ekstra zamana ihtiyacın var mı?)
gider, harcama My job as a journalist is to expose the 997) extraordinary;
We must keep down expenses. truth. (Benim işim bir gazeteci olarak (sıfat)
(Giderleri kontrol altına almalıyız.) gerçeği ortaya çıkarmaktır.)
sıradışı, olağanüstü,
978) expensive; (sıfat) 988) exposure; (isim) olağandışı, nadir
pahalı, masraflı maruz bırakma, ortaya çıkarma, What an extraordinary achievement!
Meat is very expensive these days. pozlandırma , ışık düşürme (Ne kadar da olağanüstü bir başarı!)
(Bugünlerde et çok pahalı.) Exposure to air pollution is a main 998) extreme; (sıfat)
environmental threat to human health.
979) experience; (isim) aşırı, en uç, son derece
(Hava kirliliğine maruz bırakmak insan
tecrübe, deneyim, deneme sağlığını tehdit eden başlıca çevresel The heat in the desert was extreme.
She has written a book about her tehdittir.) (Çöldeki sıcak aşırıydı.)
experiences abroad. (Yurtdışı 999)extremely; (zarf)
989) express; (fiil, sıfat)
deneyimleri üzerine bir kitap yazdı.)
f.; ifade etmek, açıklamak s.; son derece, aşırı derecede,
980) experiment; (isim) açık, belli, süratli fazlasıyla
deney, test, tecrübe, The best way of expressing feelings is This matter is extremely important. (Bu
deneyim writing. (Duyguları ifade etmenin en iyi konu son derece önemli.)
Many people do not like the idea of yolu yazmaktır.) 1000) eye; (isim)
experiments on animals. (Birçok insan
990) expression; (isim) göz, bakış, görüş
hayvanlar üzerinde deney yapma fikrini
sevmiyor.) ifade, söylem, tabir Close your eyes. I have a surprise for
Freedom of expression is a basic human you. (Gözlerini kapat. Sana bir
981) expert; (isim) sürprizim var.)
right. (İfade özgürlüğü temel insan
uzman, bilirkişi, üstat hakkındır.) 1001) fabric; (isim)
The evidences were analyzed by an
991) extend; (fiil) kumaş, bez, dokuma
expert. (deliller bir uzman tarafından
incelendi.) uzatmak, büyütmek, We prefer cotton fabric for our
genişletmek products. (Ürünlerimiz için pamuklu
982) explain; (fiil)
We are planning to extend the garden. kumaş tercih ediyoruz.)
açıklamak, izah etmek, ifade (Bahçeyi genişletmeyi planlıyoruz.) 1001) face; (fiil, isim)
etmek
992) extension; (isim) f.; yüzleşmek, yüz yüze gelmek
Can you explain the rules of the game?
uzatma, uzantı,genişletme, i.; yüz, surat
(Oyunun kurallarını açıklar mısın?)
büyütme, kapsam Ther suspect has scar on his face.
983) explanation; (isim) (Şüphelinin yüzünde bir yara izi var.)
1002) facility; (isim) iman, inanç, itikat, bağlılık, When he was retired, he decided to be a
tesis, imkan, vasıta, sadakat farmer. (Emekli olunca çiftçi olmaya
I lost my faith in your words. (Senin karar verdi.)
The facility offers a lot activities for
children and adults. (Tesis, çocuklar ve sözlerine olan inancımı kaybettim.) 1023) fashion; (isim)
yetişkinler için çok sayıda aktivite 1013) fall; (isim, fiil) moda, kılık kıyafet
sunuyor.)
i.; sonbahar, düşüş f.; düşmek , suratı Jeans are stilll in fashion. (kot
1003) fact; (isim) asılmak ,mahvolmak pantolonlar hala moda.)
vaka, olgu, gerçek, hakikat With the arrival of September, the 1024) fast; (sıfat, zarf)
I can’t ignore the fact that you lied to leaves began to fall. (Eylülün gelişi ile
s.; hızlı, süratli, seri zf.;
me. (Bana yalan söylediğin gerçeğini yapraklar düşmeye başladı.)
hızlıca, süratle
görmezden gelemem.) 1014) false; (sıfat) Don’t drive fast on the highway.
1004) factor; (isim) yanlış, sahte,yapmacık (Otobanda arabayı hızlı kullanma.)
faktör, etken, unsur, Don’t deny that you gave me false 1025) fat; (isim, sıfat, fiil)
değişken information. (Bana yanlış bilgi verdiğini
i.; yağ s.; şişman, tombul, yağlı f.;
What is the determining factor in this inkar etme.)
şişmanlatmak , besilemek
case? (Bu davadaki belirleyici etken 1015) familiar; (sıfat, You will get fat if you continue to eat so
nedir.) isim) much. (Eğer çok yemeye devam edersen
1005) factory; (isim) s.; tanıdık, bilinen, aşina i.; yakın şişmanlayacaksın.)
fabrika, atölye dost, arkadaş
1026) fate; (isim)
We ordered new machines for our Your face is very familiar to me.
yazgı, kader, alın yazısı,
factory. (Fabrikamız için yeni makineler (Yüzün bana çok tanıdık geliyor.) gelecek , talih
sipariş ettik.) 1016) family; (isim) Sometimes you can’t control your fate.
1006) faculty; (isim) aile, akrabalar, sülale (Bazen kaderini kontrol edemezsin.)
fakülte, yetenek, güç, yeti I wish you and your family a happy new 1027)father; (isim)
He won the Faculty of Law in Oxford. year. (Size ve ailenize mutlu bir yıl baba, peder papazlara verilen
(Oxford’da hukuk fakültesini kazandı.) dilerim) unvan
1007) fade; (fiil, sıfat) 1017) famous; (sıfat) He is a wonderful father to his children.
f.; solmak, rengi solmak ,boyası meşhur, ünlü, şöhretli, (O, çocuklarına karşı muhteşem bir
atmak s.; soluk tanınmış babadır.)
The sun has faded my black tshirt. He is a famous singer in Germany. (O, 1028)fault; (isim)
(Siyah tişörtüm güneşten soldu.) Almanya’da meşhur bir şarkıcıdır.)
kusur, hata, arıza ,
1008) fail; (fiil) 1018) fan; (isim, fiil) bozukluk
başarısız olmak, becerememek, i.; vantilatör, fan, yelpaze, hayran, It was my fault that we were late. (Geç
yapamak, sınavda kalmak taraftar f.; serinletmek, havalandırmak kalmamız benim hatamdı.)
She failed to get into college. (O His fans were wainting in front of the 1029) favor; (isim, fiil)
üniversiteyi kazanamadı.) concert hall. (Hayranları konser
i.; iyilik, lütuf f.; iyilik etmek,
salonunun önünde bekliyordu.)
1009) failure; (isim) lütfetmek
1019) fantasy; (isim) Could you do me a favor please? (Bana
hata, arıza, bozukluk,
başarısızlık fantezi, hayal, düş, kurgu bir iyilik yapar mısın lütfen?)
All my efforts ended in failure. (Bütün Stop living in a fantasy world. (Hayal 1030) favorite; (isim,
çabalarım başarısızlıkla sonuçlandı.) dünyasında yaşamayı bırak.) sıfat)
1010) fair; (isim, sıfat) 1020) far; (sıfat) i.; favori, en çok sevilen s.; gözde,
uzak, öte, ırak, sevgili, en çok sevilen/beğenilen
i.; fuar, kermes, panayır s.;
adil, adaletli The gas station is not far from here. Italian cuisine is my favorite. (İtalyan
(Benzin istasyonu buradan uzak değil) mutfağı benim favorimdir.)
The employees demand fair wage.
(Çalışanlar adil ücret tlep ediyor.) 1021) farm; (isim, fiil) 1031) fear; (isim, fiil)
1011) fairly; (zarf) i.; çiftlik f.; ekmek, çiftçilik i.; korku , kaygı, endişe f.; korkmak ,
yapmak, yetiştirmek endişelenmek
oldukça, dürüstçe, adil bir
şekilde They had a big farm in the countryside. He fears that he has cancer. (Kanser
olmaktan korkuyor.)
I go running fairly regularly. (Oldukça (Kırsalda büyük bir çiftlikleri var.)
düzenli koşuya çıkarım.) 1022) farmer; (isim) 1032) feature; (isim)
1012) faith; (isim) çiftçi, reçber ayırt edici özellik, belirleyici
nitelik
Her hair is the most striking feature of lif, iplik, elyaf, tel, fiber, i.; dosya, klasör f.; dosyalamak,
her. (Saçları onun en göze çarpan ayırt kişilik kayda geçirmek
edici özelliğidir.) Dried fruits are especially high in fibre. Put those files on my desk, please. (Şu
1033) federal; (sıfat) (Kuru meyveler özellikle lif açısından dosyaları masamın üstüne koy lütfen.)
zengindir.)
federal, birleşik 1053) fill; (fiil, isim)
There is a federal state structure in the 1044) fiction; (isim) f.; doldurmak, dolgu yapmak i.;
United States. (ABD’de federal bir düş, kurgu , uydurma, doldurma , dolgu, doyumluk
devlet yapılanması vardır.) fiksiyon Fill the bucket with water.
1034) fee; (isim) The movie is an example of popular (Kovayı suyla doldur.)
fiction. (Film, popüler kurgunun bir
ücret, harç, bedel, fiyat 1054) film; (fiil, isim)
örneğidir.)
There is no entrance fee to the museum. f.; filme çekmek , film yapmak
(Müzeye giriş ücreti yok.) 1045) field; (isim , fiil) i.;film, ince tabaka
i.; saha , alan, tarla f.; sahaya Hollywood is the leader of the film
1035) feed; (fiil)
çıkarmak industry in America.(Hollywood,
beslemek, yemlemek
We camped in a field near the town. Amerika’da film endüstrisinin lideridir.)
,otlamak
(Kasabanın yakınındaki bir alanda kamp
Have you fed the dog? (Köpeği 1055) final; (isim, sıfat)
yaptık.)
besledin mi?) i.; final s.; son, kesin, kati
1046) fifteen; (isim)
1036) feel; (fiil) I made my final decision. (Kesin
on beş kararımı verdim)
hissetmek, sezinlemek, el ile
He lost his father when he was fifteen.
dokunmak 1056) finally; (zarf)
(15 yaşındayken babasını kaybetti.)
I felt terrible when I lied to him. (Ona son olarak, nihayet
yalan söylediğimde çok kötü hissettim.) 1047) fifth; (sıfat) After 8 hours of travelling, we finally
beşinci arrived there. (8 saat yolculuktan sonra,
1037) feeling; (isim)
They organized a party for her fifth nihayet varabildik.)
duygu, his, hissetme,
birthday. (Onun beşinci yaş günü için
dokunma 1057) finance; (fiil, isim)
parti düzenlediler.)
Being a mother is the best feeling in the f.; finanse etmek, gereken parayı
world. (Anne olmak dünyadaki en güzel 1048) fifty; (isim) vermek , finansman sağlamak
histir.) elli i.finansman, para durumu
1038) fellow; (isim) There were fifty candles on the cake. Public expenditures are financed from
(Pastanın üzerinde elli adet mum vardı.) taxes. (Kamu harcamaları vergilerle
arkadaş, ortak, dost, yoldaş
finanse ediliyor.)
She was loved among her fellows. 1049) fight; (isim, fiil)
(Arkadaşları arasında sevilirdi.) i.; dövüş, kavga f.; dövüşmek, 1058) financial; (sıfat)
kavga etmek mali, finansal, parasal
1039) female; (isim, sıfat)
My little brothers are always fighting. Tokyo is one of the major financial
i.; dişi, kadın, bayan s.; dişil,
(Küçük kardeşlerim durmadan kavga centres of the world. (Tokyo, dünyanın
kadınlara ait
ediyorlar.) en önemli finansal merkezlerinden
One of two candidates must be female. biridir.)
(2 adaydan biri bayan olmalı.) 1050) fighter; (isim)
dövüşçü, kavgacı, boksör, avcı 1059) find; (fiil)
1040) fence; (isim, fiil)
uçağı, savaş uçağı bulmak, keşfetmek
i.; çit, parmaklık, engel f.; çit ile
The jet fighter released its bomb. (Savaş She managed to find a solution to the
çevirmek , etrafını çevirmek , korumak
uçağı bombalarını bıraktı.) problem. (Bu soruna bir çözüm bulmayı
He dyed the fences white and yellow. başardı.)
(Çitleri beyaz ve sarıya boyadı.) 1051) fighting; (isim)
kavga, dövüş, savaş 1060) finding; (isim)
1041) few; (sıfat)
He fought in Cyprus. (O, bulma, buluş, keşif , bulgu
az, birkaç
Kıbrıs’ta savaştı.) I had difficulty in finding a new house.
Very few students speak French. (Çok (Yeni bir ev bulmakta zorluk çektim.)
az öğrenci Fransızca konuşabiliyor.) 1052) figure; (isim, fiil)
i.; şekil, rakam f.; şekillendirmek, 1061) fine; (fiil, isim,
1042) fewer; (sıfat) sıfat)
resmetmek
az, daha az f.; cezalandırmak, para cezası vermek i.;
I saw the figure of a lion on his jacket.
The number of tourists is fewer than last (Ceketinin üstünde bir aslan figürü para cezası s.; iyi, hoş , ince
year. (Bu yıl turist sayısı geçen yıldan gördüm.) This town is famous for its fine wines.
daha az.) (Bu kasaba, güzel şaraplarıyla
1052) file; (isim, fiil)
1043) fiber; (isim) meşhurdur.)
1062) finger; (isim, fiil) She has five cats and a dog. (Beş kedisi, The old man lives on the third floor.
i.; parmak f.; parmakla göstermek, bir de köpeği var.) (Yaşlı adam üçüncü katta yaşıyor.)
parmakla dokunmak 1072) fix; (fiil, isim) 1082) flow; (fiil, isim)
He cut his finger, while he was f.; tamir etmek, onarmak, f.; akmak, dökülmek i.; akış,
chopping the onion (Soğan doğrarken ayarlamak i.; tamir akım, debi
parmağını kesti.)
Did you fix the radio? (Radyoyu I can’t stop the flow of blood. (Kan
1063) finish; (isim, fiil) tamir ettin mi?) akışını durduramıyorum.)
i.; son, bitiş f.; bitirmek,bitmek, 1073) flag; (fiil, isim) 1083) flower; (isim, fiil)
sona erdirmek
f.; bayrak çekmek i.; bayrak, i.; çiçek , fidan f.; çiçeklenmek,
I haven’t finished my speaking. Don’t flama, sancak çiçek açmak
interrupt my word. (Konuşmamı henüz
Turkish flag consists of red and white I picked flowers for my mother.
bitirmedim. Sözümü kesme.)
colours. (Türk bayrağı kırmızı ve beyaz (Annem için çiçek topladım.)
1064) fire; (fiil, isim) renklerden oluşur.)
1084) fly; (fiil, isim)
f.; ateşlemek, işten atmak i.; ateş, 1074) flame; (fiil, isim) f.; uçmak ,havalanmak i.;
alev, yangın
f.; alevlendirmek, tutuşmak i.; alev, sinek,uçuş
A lot of animals died in the forest hiddet, şiddet Storks were flying in the sky as a covey.
fire.(Birçok hayvan, orman yangınında
The flames were growing. (Leylekler, gökyüzünde sürü halinde
öldü.)
(Alevler büyüyordu.) uçuyordu.)
1065) firm; (isim, sıfat,
1075) flat; ( isim, sıfat) 1085) focus; (fiil, isim)
fiil)
i.; daire, düz yüzey s.; düz, f.; odaklanmak, odağı ayarlamak i.;
i.; firma, şirket s.; sabit, sıkı, katı,
yassı odak, odak noktası
dayanıklı f.; sağlamlaştırmak
People used to think that the earth was I want you to focus on your own life.
The firm announced that it would raise
flat. (İnsanlar önceden dünyanın düz (Kendi hayatına odaklanmanı istiyorum)
employees’ salaries. (Firma, çalışanların
olduğunu düşünürdü.)
maaşına zam yapacağını açıkladı.) 1086) folk; (isim)
1076) flavour; (isim,fiil) halk, millet, ahali
1066) first; (sıfat, zarf)
i.; tat, lezzet , tat veren şey f.; lezzet How are you folks?
s.; ilk, birinci zf.; ilk olarak,
vermek, tatlandırmak (Nasılsınız millet?)
önce
Pepper gives extra flavour to the sauce.
First, we must make a plan. (İlk olarak 1087) follow; (fiil)
(Biber, sosa ekstra bir lezzet katıyor. )
plan yapmalıyız.) izlemek, takip etmek, ardına
1077) flee; (fiil) düşmek
1067) fish; (isim, fiil)
kaçmak, sıvışmak, aceleyle I think we are being followed. (Sanırım
i.; balık f.; balığa çıkmak,
çıkmak takip ediliyoruz.)
balık tutmak
He was caught trying to flee the town.
Fish fat is very useful for the brain 1088) following; (isim,
(Kasabadan kaçmaya çalışırken
development of children. (Balık yağı, sıfat)
yakalandı.)
çocukların beyin gelişimi için çok i.; taraftarlar, hayran kitlesi, takip etme
faydalıdır.) 1078) flesh; (isim, fiil) s.; izleyen, sonra gelen, takip eden
1068) fishing; (isim) i.; et , ten, vücut f.;ayrıntılarıyla Answer the following question.
anlatmak, çiğ etle beslenmek (Sonraki soruyu cevapla.)
balık tutma, balıkçılık
Lions are flesh-eating animals.
Fishing is a relaxing activity. (Balık 1089) food; (isim)
(Aslanlar etle beslenen hayvanlardır.)
tutmak rahatlatıcı bir aktivitedir.) yiyecek, gıda, besin
1079) flight; (isim)
1069) fit; (fiil, sıfat) Do you like Chinese food? (Çin
uçuş, kaçma yemeklerini sever misin?)
f.; uymak , uydurmak, yakışmak
s.; uygun, zinde Can I cancel my tomorrow flight?
1090) foot; (isim, fiil)
(Yarınki uçuşumu iptal edebilir miyim?)
These pants don’t fit me. (Bu pantolon i.; ayak, adım f.; yaya yürümek,
bana uymuyor.) 1080) float; (fiil, isim) ödemek
1070) fitness; (isim) f.; su üzerinde durmak, batmadan The man is walking around the street in
yüzmek i.; can yeleği, duba, yüzen şey bare foot. (Adam, sokakta çıplak ayakla
formda olma, zindelik ,
uygunluk, elverişlilik A bottle was floating in the water. (Bir dolaşıyor.)
şişe suyun üstünde yüzüyordu.)
He convinced us of his fitness for the 1091) football; (isim)
task. (Bizi bu göreve uygun olduğuna 1081) floor; (fiil, isim) futbol, futbol topu
ikna etti.) f.; yeri kaplamak, döşemek i.; He plays in a professional football team.
1071) five; (isim) zemin, yer , taban (Profesyonel bir futbol takımında
beş oynuyor.)
1092) for; (edat) 1102) formula; (isim) We should handle this issue within this
için, amacıyla, – den formül, mama, reçete framework. (Konuyu bu çerçevede ele
dolayı almalıyız.)
The chemical formula of water is H2O.
We got a new armchair for the living (Suyun kimyasal formülü H2O’dur.) 1113) free; (sıfat, fiil)
room. (Oturma odasına yeni koltuk s.; ücretsiz, bedava, bağımsız, özgür f.;
1103) forth; (zarf)
aldık.) serbest bırakmak, salıvermek
ileri, diğer, dışarı, dışarıya
1093) force; (fiil, isim) doğru You can’t offer people to work for free.(
f.; zorlamak, baskı yapmak, dayatmak İnsanlara ücretsiz çalışmlarını teklif
He walked back and forth. (İleri
i.; güç, zorlama, kuvvet edemezsin)
geri yürüdü.)
They forced him to tell everything he 1114) freedom; (isim)
1104) fortune; (isim)
knows. (Bildiği herşeyi anlatması için bağımsızlık, özgürlük,
ona baskı yaptılar.) şans, talih, kısmet,
hürriyet, istiklal
gelecek,servet
1094) foreign; (sıfat) Freedom is the best feeling. (Özgürlük
He made a great fortune from this job.
yabancı, harici, yurt dışı en iyi histir.)
(Bu işten büyük bir servet elde etti.)
China has made a rapid progress in 1115) freeze; (fiil, isim)
1105) forward; (sıfat,
foreign trade. (Çin, yurt dışı ticaret f.; donmak, buz tutmak i.; don,
zarf, fiil)
konusunda hızlı bir ilerleme kaydetti.) donma, soğuk hava
s.; ileri, ilerlemiş zf.; ileri doğru f.;
1095) forest; (isim, fiil) sevketmek, yollamak , ilerletmek The puppy was about the freeze outside
i.; orman, ağaçlık f.; so I took him in. (Yavru köpek dışarıda
She took one step forward. (Öne doğru
ağaçlandırmak donmak üzeriydi o yüzden onu içeri
bir adım attı.)
aldım.)
He lost in the tropical forest. (Tropikal
1106) found; (fiil)
ormanda kayıp oldu.) 1116) French; (sıfat,
kurmak, temelini atmak, tesis isim)
1096) forever; (zarf) etmek
s.; fransa ile ilgili, fransızca ile ilgili i.;
sonsuza dek, ebediyen, Jack founded this textile factory in fransız, fransızca
daima 1975. (Jack bu tekstil fabrikasıı 1975’te
She took French lessons from a course.
I will love you forever. (Seni sonsuza kurdu.)
(Bir kurstan Fransızca dersleri aldı.)
dek seveceğim.)
1107) foundation; (isim)
1117) frequency; (isim)
1097) forget; (fiil) kurum,kuruluş, temel, tesis,
sıklık, sık sık olma,
unutmak, aklından çıkmak esas
frekans
I forget to pay the bills. (Faturaları Our foundation has strict rules.
The frequency of car accidents is
ödemeyi unuttum) (Kurumumuzun katı kuralları vardır.)
because of recklessness. (Trafik
1098) form; (fiil, isim) 1108) founder; (isim, fiil) kazalarının sık sık olmasının sebebi
f.; biçimlendirmek, şekillendirmek i.; i.; kurucu f.; gemi batmak , dikkatsizliktir.)
biçim, şekil, vücut yıkılmak, boşa çıkmak 1118) frequent; (sıfat,
Leukemia is one of the most common Atatürk is the founder of Turkish fiil)
forms of cancer. (Lösemi, kanserin en Republic. (Atatürk, Türkiye s.; sık, devamlı, hızlı f.; sık sık
yaygın biçimlerinden biridir.) Cumhuriyeti’nin kurucusudur.) gitmek, dadanmak
1099) formal; (sıfat) 1109) four; (isim) There is a fequent bus service in our
resmi, biçimsel, şekli, dört,, kravat city. (Şehrimizde devamlı otobüs
düzgün She is four years old. (O, hizmeti var.)
Wear your formal dress for tonight. (Bu dört yaşında.) 1119) frequently; (zarf)
gece için resmi kıyafetini giy.) sık sık, çoğunlukla , çok
1110) fourth; (sıfat)
1100) formation; (isim) dördüncü, dörtte bir kez
formasyon, oluşum, You can find an aswer by checking
He is the fourth son of a Brown family.
biçimlenme, yapım (o, Brown ailesinin dördüncü oğludur.) frequently asked questions. (Sık sorulan
This is the formation of a rock. (Bu bir soruları kontrol ederek bir cevap
1111) frame; (isim, fiil) bulabilirsin.)
kaya oluşumu.)
i; çerçeve, arka plan f.; çerçevelemek, 1120) fresh; (sıfat, isim)
1101) former; (isim, sıfat) şekillendirmek, tertip etmek
i.; biçimlendirici s.; önceki, s.; taze, dinç, körpe, canlı, serin i.;
I bought a frame for the photo of my serinlik, körpelik
geçen, eski parents. (Ebeveynlerimin fotoğrafı için
The vegatables at the greengrocer are
The former president made striking bir çerçeve satın aldım.)
statements in his speech. (Eski başkan, fresh. (Manavdaki sebzeler taze.)
1112) framework; (isim)
konuşmasında çarpıcı açıklamalar 1121) friend; (isim)
yaptı.) çerçeve, yapı, bina iskeleti
arkadaş, dost 1132) function; (isim, fiil) G
Jane is one of my best friends. (Jane i.; işlev, görev, fonksiyon f.; işlevini 1141) gain; (isim, fiil)
benim en iyi arkadaşlarımdan biridir.) yerine getirmek, görev yapmak , i.; kazanç, kar, kazanım f.; kazanmak,
işlemek kar etmek, elde etmek
1122) friendly; (sıfat,
zarf) The function of this machine is to dry Our company has gained profit.
the clothes quickly. (Bu makinenin (Şirketimiz kar elde etti.)
s.; arkadaş canlısı, samimi, cana yakın
işlevi kıyafetleri kısa sürede
zf.;dostça, arkadaşça 1142) galaxy; (isim)
kurutmaktır.)
His manners towards me are very galaksi, gökada
friendly. (Bana olan tavırları çok 1133) fund; (isim, fiil)
Our galaxy has many planets.
samimi.) i.; fon, sermaye, kaynak, birikim f.;
(Galaksimizde birçok gezegen var.)
yatırım yapmak, finanse etmek
1123) friendship; (isim)
Natural disaster fund has helped many 1143) gallery; (isim)
arkadaşlık, dostluk
disaster victims. (Doğal afet fonu birçok galeri, üst balkon, sergi,
May our friendship last forever. afetzedeye yardımcı oldu.) geçit, koridor
(Arkadaşlığımız sonsuza dek sürsün.)
1134) fundamental; (sıfat, I have bought two paintings from the
1124) from;(edat) isim) gallery. (Galeriden iki adet tablo aldım.)
den beri, den s.; esas, ana, temel, asıl i.; 1144) game; (isim)
There is a letter for you from your temel, esas oyun, maç, kumar
brother. (Kardeşinden sana bir mektup Fundemental math education is They are training hard for the big game.
var.) important for development of (Büyük antrenman için sıkı antrenman
1125) front; (isim, fiil) intelligence. (Temel matematik eğitimi yapıyorlar.)
i.; ön, cephe, yüz, ön taraf f.; zeka gelişimi için önemlidir.)
1145) gang; (isim, fiil)
yönelmek, dönmek 1135) funding; (isim)
i.; çete, sürü, takım, ekip f.;
The front of the bus was damaged. fonlama, finansman işbirliği yapmak
(Otobüsün ön tarafı hasar görmüş.) sağlama The police has arrested the drug gang.
1126) fruit; (isim) There is a huge funding gap in our (Polis uyuşturucu çetesini göz altına
meyve, yemiş company. (Şirketimizde büyük bir fon aldı.)
açığı var.)
I like summer fruits because they are 1146) gap; (isim)
fresh. (Yaz meyvelerini seviyorum 1136) funeral; (isim) boşluk, aralık, fark
çünkü onlar taze.) cenaze, defin, cenaze töre
Generation gap is a big problem
1127) frustration; (isim) People wear black at the funeral. between parents and their children.
hüsran, düş kırıklığı, boşuna (İnsanlar cenazede siyah giyer.) (Kuşak farkı ebeveynler ve çocuklar
uğraşma 1137) funny; (sıfat) arasında büyük bir problem.)
The reason of her frustration is her komik, gülünç, tuhaf 1147) garage; (isim, fiil)
failure. (Hüsranının nedeni The joke that Mike has told us yesterday i.; garaj, tamirhane , benzin istasyonu f.;
başarısızlığıydı.) was very funny. (Mike’ın dün bize garaja çekmek
1128) fuel; (isim, fiil) anlattığı fıkra çok komikti.) Our garage has place for ten cars.
i.; yakıt, yakacak, benzin f.; yakıt 1138) furniture; (isim) (Garajımızda on araba için yer var.)
sağlamak, benzin doldurmak mobilya, ev eşyası 1148) garden; (isim, fiil)
Fuel prices has raised dramatically. We renewed the furniture of our i.; bahçe, park f.; bahçede çalışmak,
(Benzin fiyatları büyük ölçüde arttı.) summer house. (Yazlığımızın eşyalarını bahçe işiyle uğraşmak
1129) full; (sıfat, isim) yeniledik.) The children are playing in the garden.
s.; dolu, tam i.; doluluk 1139) furthermore; (zarf) (Çocuklar, bahçede oynuyorlar.)
The suitcase is full of her clothes. dahası, ayrıca, üstelik 1149) garlic; (isim)
(Valiz, onun kıyafetleriyle dolu.) David is good at dancing, furthermore sarımsak
1130) fully; (zarf) he can also sing. (David dans etme I dont love the smell of garlic.
tamamen, iyice, tam olarak konusunda iyi ,ayrıca şarkı da (Sarımsak kokusunu sevmiyorum.)
söyleyebiliyor.)
I fully understan your situation. (Senin 1150) gas; (isim, fiil)
durumunu tamamen anlıyorum.) 1140) future; (isim, sıfat) i.; benzin, gaz , petrol f.; benzin
1131) fun; (isim, fiil) i.; gelecek, yarın s.; ilerideki, almak, gazlamak
ilerki Hydrogen and oxygen are both known
i.; eğlence, şaka f.; eğlenmek
Do you want to talk about your future gases. (Hidrojen ve oksijen ikisi de
Kids had fun at the birthday party. plans? (Gelecek planların hakkında bilinen gazlardır.)
(Çocuklar doğum günü partisinde konuşmak ister misin?)
eğlendi.) 1151) gate; (isim)
kapı, geçit, giriş kapısı nesil, kuşak, soy , üretme, doğuştan yetenekli,
Use the main gate to leave your dünyaya getirme kabiliyetli
belongings. (Eşyalarını bırakmak için The new generation is spending their Mozart is a very gifted composer.
ana kapıyı kullan.) time with technological devices. (Yeni (Mozart çok yetenekli bir besteci.)
jenerasyon zamanını teknolojik aletlerle
1152) gather; (fiil) 1172) girl; (isim)
geçiriyor.)
toplamak, bir araya kız
getirmek 1162) genetic; (sıfat, isim)
The girl was sitting alone in the class.
A large crowd gathered in the garden. s.; genetik, kalıtımsal i.; (Kız, sınıfta yalnız başına oturuyordu.)
(Büyük bir kalabalık bahçede toplandı.) genetik yapı
1173) girlfriend; (isim)
Genetic diseases can be foreseen.
1153) gay; (isim, sıfat) kız arkadaş
(Genetik hastalıklar önceden
i.; gey, eşcinsel, homoseksüel s.; sezilebilir.) I have so many girlfriends but one of
keyifli, hoppa them is very special to me. (Birçok kız
1163) gentleman; (isim)
You should respect gay people. arkadaşım var ama onlardan biri benim
(Eşcinsel insanlara saygı duymalısın.) centilmen, beyefendi, soylu için çok özel.)
erkek
1154)gaze; (fiil, isim) 1174) give; (fiil)
He is exactly an English gentleman. (O
f.; dik dik bakmak, gözünü dikmek i.; tam bir İngiliz beyefendisi.) vermek , göstermek,
dik bakış, gözünü dikme getirmek
1164) gently; (zarf)
He gazed at me for five minutes. (Beş She gave a nice watch as present. (Bana
dakika boyunca bana dik dik baktı.) kibarca, nazikçe, yavaşça hediye olarak güzel bir saat verdi.)
He treated me so gently. (Bana çok
1155) gear; (isim, fiil) 1175)given; (sıfat)
kibarca davrandı.)
i.; vites, dişli, donanım f.; vites verilmiş, bilinen, belirli
değiştirmek , oturtmak 1165) German; (isim)
This is the best present that is given to
Careless use of the car may damage the alman, almanca me. (Bu bana verilmiş en iyi hediye.)
gear. (Dikkatsiz araba kullanımı dişliye I learned German in Berlin. (Berlin’de
1176) glad; (sıfat)
zarar verebilir.) Almanca öğredim.)
memnun, mutlu, hoşnut
1156) gender; (isim) 1166) gesture; (isim, fiil)
I am glad to see you. (Seni gördüğüme
cinsiyet, cins i.; jest, işaret, el kol hareketi f.; jest memnun oldum.)
Gender discrimination is really a big yapmak, işaret etmek, el kol hareketi
yapmak 1177) glance; (fiil, isim)
problem. (Cinsiyet ayrımı gerçekten
büyük bir sorun.) Gesture and mimics are important for f.; göz gezdirmek, bakıvermek i.;
communication. (Jest ve mimikler bakış, göz atma
1157) gene; (isim)
iletişim için önemlidir.) She glanced around the room. (Odaya
gen göz gezdirdi.)
1167) get; (fiil)
I can sing well, it is in my genes. (Güzel
almak, elde etmek, 1178) glass; (isim)
şarkı söyleyebiliyorum, bu benim
genlerimde var.) kazanmak cam, bardak,ayna
Did you get tickets for the concert? Don’t put the glass on the edge of the
1158) general; (sıfat,
(Konser için biletleri aldın mı?) table. (Bardağı masanın kenarına
isim)
koyma.)
s.; genel, umumi i.; general, 1168) ghost; (isim)
komutan hayalet, hortlak, ruh 1179) global; (sıfat)
The general opinion is that the I saw a ghost in my dream. (Rüyamda global, küresel, dünya çapında,
performance was successful. ( Genel hayalet gördüm.) evrensel, tüm dünyayı ilgilendiren
görüş, performansın başarılı olduğu Our company take a more global
1169) giant; (sıfat)
yönünde.) approach to the problem. (Şirketimiz, bu
dev gibi, kocaman soruna daha küresel bir açıdan bakıyor.)
1159) generally; (zarf)
I was so scared when this giant animal
genel olarak 1180) glove; (isim)
was running towards us.(Bu kocaman
I don’t generally watch TV. (Genel hayvan bana doğru koşmaya başlayınca eldiven
olarak televizyon izlemem.) korktum.) Wear your glove and hat, it is cold
outside. (Eldivenlerini ve şapkanı tak
1160) generate; (fiil) 1170) gift; (isim)
dışarısı soğuk.)
üretmek, var etmek, oluşturmak, hediye, armağan, ödül,
meydana getirmek bağış 1181)go; (fiil)
This power plant generates I bought this gift from Paris. (Bu gitmek, gezinmek, hareket
electricity.(Bu santral elektrik üretiyor.) hediyeyi Paris’ten aldım.) etmek
She went to see her mother last week.
1161) generation; (isim) 1171) gifted; (sıfat)
(Geçen hafta annesini görmeye gitt.)
1182) goal; (isim) I gradually got well.(Yavaş yavaş It is a great pleasure for me to be with
amaç, hedef, gaye, gol, iyileştim.) you. (Sizlerle birlikte olmak benim için
sayı büyük bir onur.)
1193) graduate; (isim,
Our main goal must be the preservation fiil) 1203) greatest; (sıfat)
of the environment. (Asıl hedefimiz i.; mezun f.; mezun olmak, derece en büyük, azami
çevrenin korunması olmalıdır.) almak You did me the greatest favour ever.
1183) God; She graduated from highschool in 1992. (Bana şimdiye kadarki en büyük iyiliği
tanrı, allah (1992 yılında liseden mezun oldu.) yaptın.)
Oh my God, it is unbelievible. (Aman 1194) grain; (isim) 1204) green; (sıfat, fiil,
Tanrım bu inanılmaz.) tane, tahıl, tanecik, çok küçük isim)
1184) gold; (isim) parça, granül s.; yeşil f.; yeşermek i.; yeşil alan,
Turkey’s grain export has raised. golf sahası
altın
(Türkiye’nin tahıl ihracatı arttı.) He was wearing a green jacket. (Yeşil
I liked your gold bracelet. (Altın
bir ceket giyiyordu.)
bileziğini beğendim.) 1195) grand; (sıfat)
büyük, ihtişamlı, asil 1205) grocery; (isim)
1185) golden; (isim, sıfat)
I was not a very grand mansion. (Çok market, meyve-sebze
i.; altın s.; altından, altın sarısı,
ihtişamlı bir köşk değildi.) dükkanı, bakkallık
altın rengi
We bought some fruits and vegetables
Her doll has golden hair. (Oyuncak 1196) grandfather; (isim)
from the grocery. (Marketten biraz
bebeğinin altın sarısı saçları var.) büyükbaba, dede, cet meyve ve sebze aldık.)
1186) golf; (isim, fiil) Her grandfather bought her a new bike
as present. (Büyükbabası ona hediye 1206) ground; ( isim, fiil)
i.; golf f.; golf oynamak
olarak yeni bir bisiklet aldı.) i.; yer, zemin f.; yere indirmek,
We play golf every Sunday. (Her Pazar
karaya oturtmak
golf oynarız.) 1197) grandmother;
(isim) I saw something fall to the ground.
1187) good; (sıfat, isim) (Yere bir şeyim düştüğünü gördüm.)
büyükanne, anneanne,
s.; iyi, güzel, hoş i.; iyilik,
babaanne, nine 1207) group; (isim, fiil)
yarar, fayda
Our grandmother is living with us. i.; grup, öbek, takım f.; gruplandırmak,
Sorry, my German is not very good.
(Büyükannemiz bizimle yaşıyor.) sınıflandırmak
(Üzgünüm, Almancam çok iyi değil.)
1198) grant; (isim, fiil) A group of girls were playing in the
1188) government; (isim) park. (Bir grup kız parkta oyun
i.; hibe, bağış, burs f.; hibe etmek,
hükümet, devlet, yönetme, oynuyordu.)
bağışlamak, kabul etmek
yönetim
My request was granted. (Ricam 1208) grow; (fiil)
The government has announced that the
kabul edildi.) büyümek, gelişmek,
necessary precautions were taken.
yetişmek
(Hükümet, gerekli önlemlerin alındığını 1199) grass; (isim, fiil)
açıkladı.) He grew up in a rich family. (Zengin bir
i.; ot, çim,otlak, çimen, yeşillik f.;
ailede büyümüştü.)
1189) governor; (isim) otlatmak
Keep off the grass. (Çimlere 1209) growing; (isim,
vali, amir, idareci
basmayınız.) sıfat)
A new governer was assaigned in
i.; büyüme, gelişme s.; büyüyen,
October. (Ekim ayında yeni bir vali 1200) grave; (isim, fiil)
gelişen, artan
atandı.) i.; mezar,kabir f.; oymak,
There is a growing demand to tobacco
1190) grab; (fiil, isim) kazımak
products. ( Tütün ürünlerine artan bir
f.; yakalamak, tutmak, kapmak i.; There were faded flowers on the talep var.)
kapma, alma grave.(Mezarın üstünde solmuş çiçekler
vardı.) 1210) growth; (isim)
She grabbed my hand and ran. (Elimi
büyüme, gelişme, yetişme
tuttu ve koştu.) 1201) gray; (isim, sıfat,
fiil) The policies aim at sustaining economic
1191) grade; (fiil, isim) growth. (Politikalar ekonomik
i.; gri s.; gri, boz f.; ağarmak,
f.; derecelendirmek, puanlamak i.; büyümeyi sürdürmeyi amaçlıyor.
kırlaşmak
derece, aşama, kademe, düzey
We saw a gray bear in the forest. 1211) guarantee; (isim,
I got good grades on my exams. fiil)
(Ormanda gri bir ayı gördük.)
(Sınavlarımdan iyi dereceler aldım.)
i.; garanti, teminat, güvence f.; garanti
1202) great; (sıfat)
1192) gradually; (zarf) altına almak, temin etmek, güvence
harika, müthiş,mükemmel,
yavaş yavaş, adım adım, vermek
büyük, kocaman
aşama aşama
He guaranteed me that it would never The penguins’ natural habitat is He studied very hard to pass the exam.
happen again. (Bunun bir daha antarctic. (Penguenlerin doğal yaşam (Sınavı geçmek için çok çalıştı.)
olmayacağına dair bana garanti verdi.) alanı güney kutbudur.)
1232) hardly; (zarf)
1212) guard; (fiil, isim) 1222) hair; (isim) zorlukla, güçlükle, ancak ,
f.;korumak, himaye etmek i.; muhafız, kıl, tüy, saç neredeyse hiç
koruma , bekçi, gardiyan The girl had a long, curly hair. (Kızın, I can hardly breathe, call an ambulance.
Three guards are waiting in front of the uzun kıvırcık saçları vardı.) (Güçlükle nefes alabiliyorum,
prison. (Hapishanenin önünde üç ambulansı ara.)
1223) half; (sıfat)
gardiyan bekliyor.)
yarım, ayrı, buçuk 1233) hat; (isim)
1213) guess; (isim, fiil) şapka, başlık
One and a half hour will be enough for
i.; tahmin, varsayım f.; tahmin the exam. (Sınav için bir buçuk saat His hat was too big and funny. (Şapkası
etmek, zannetmek yeterli olacaktır.) çok büyük ve gülünçtü.)
I guess you know the answer. (Sanırım
1224) hall; (isim) 1234) hate; (isim, fiil)
cevabı biliyorsun.)
büyük salon, hol, bekleme i.; nefret, kin f.; nefret etmek, kin
1214) guest; (isim) odası beslemek
misafir, konuk The queen greeted her guests in the He hates making mistakes. (Hata
We arranged room for our guests. main hole. (Kraliçe, misafirlerini büyük yapmaktan nefret eder.)
(Misafirlerimiz için oda ayarladık.) salonda selamladı.)
1235) have; (fiil)
1215) guide; (isim, fiil) 1225) hand; (isim, fiil) sahip olmak, tutmak,
i.; rehber, kılavuz f.; rehberlik etmek, i.; el f.; elle vermek, elden teslim etmek, yemek
yol göstermek uzatmak I don’t have enough money to buy this
The guide informed us about the ancient Put ypur hand up if you want to answer. coat. (Bu paltoyu almak için yeterli
city. (Rehber, bizi antik kent hakkında (Cevap vermek istiyorsanız elinizi param yok.)
bilgilendirdi.) kaldırın.)
1236) he; (zamir)
1216) guideline; (isim) 1226) handful; (isim) o (erkek)
kılavuz, ilke, prensip avuç dolusu, avuç He found his true love. (O,
We have very strict guidelines here. Only a handful of people were there. gerçek aşkını buldu.)
(Burada çok katı prensiplerimiz vardır.) (Yalnızca bir avuç insan oradaydı.)
1237) head; (isim, fiil)
1217) guilty; (sıfat) 1227) handle; (fiil, isim) i.; baş, kafa, başkan f.;
suçlu, günahkar f.; idare etmek, ele almak, işlemek i.; başında olmak
She felt guilty for behaviours last night. tutacak yer, kulp, sap She has a big brown hat on his head.
(Dün geceki hareketlerinden dolayı She is very good at handling the (Başında büyük kahverengi bir şapka
suçlu hissediyor.) problems. (Problemleri idare etmek var.)
konusunda çok iyidir.)
1218) gun; (isim, fiil) 1238) headline; (isim, fiil)
i.; silah, tabanca, tüfek f.; 1228) hang; (fiil) i.; manşet, başlık f.; başlık
vurmak, ateş etmek asmak, idam etmek, koymak
John was killed with a gun. (John, bir sarkmak Write the headline in capital letters.
tabanca ile öldürüldü.) She hung up her shirt, then closed the (Başlığı büyük harflerle yaz.)
closet. (Gömleğini astı ve sonra dolabın
1219) guy; (isim, fiil) 1239) headquarters;
kapağını kapadı.)
i.; adam f.; takılmak, alay (isim)
etmek 1229) happen; (fiil) karargah, genel merkez
Who is this guy? (Bu adam olmak, meydana gelmek, The party’s headquarters is in Ankara.
kim?) başına gelmek (Partinin genel merkezi Ankara’da.)
H I don’t know when this happened.
1240) health; (isim)
(Bunun ne zaman olduğunu
1220) habit; (isim) sağlık, esenlik, sıhhat
bilmiyorum.)
alışkanlık, huy, tabiat, Smoking can seriously damage your
yaradılış 1230) happy; (sıfat)
health. (Sigara içmek sağlığınıza ciddi
You should change your eating habits. mutlu, sevinçli, şen zarar verebilir.)
(Yeme alışkanlıklarını değiştirmelisin.) We are happy to see you. (Seni
1241) healthy; (sıfat)
gördüğümüz için mutluyuz.)
1221) habitat; (isim) sağlıklı, sıhhatli, sağlam
ortam, yaşam alanı, doğal ortam, 1231) hard; (sıfat)
The old lady seemed healty in spite of
yerleşim ortamı zor, çetin, zahmetli, sert, her age. (Yaşlı bayan yaşına rağmen
katı sağlıklı görünüyordu.)
1242)hear; (fiil) Her friends made her life hell. 1264) high; (sıfat, fiil)
duymak, işitmek, dava görmek, (Arkadaşları, onun hayatını cehenneme s.; yüksek, yüce, üst f.;
yargılamak çevirdi.) öfkelenmek
Didn’t you hear what I said? (Ne 1253) hello; (ünlem) Mount Ağrı is the highest mountain in
dediğimi duymadın mı?) merhaba, selam Turkey. (Ağrı Dağı Türkiye’deki en
yüksek dağdır.)
1243) hearing; (isim) Hello, is there anybody?
işitme, duyma, dinleme, duruşma, (Merhaba, kimse var mı?) 1265) highlight; (isim,
mahkeme, celse, fiil)
1254) help; (isim, fiil)
Hearing his voiced irritated me. (Onun i.;yardım, destek f.; yardım i.; önemli olay, ilgi çekici olay f.;
sesini duymak beni sinirlendirdi.) belirtmek, altını çizmek, vurgulamak
etmek, yararı olmak
This report highlights the major
1244) heart; (isim) We shoul help each other these days.
problems. (Bu rapor önemli sorunların
kalp, yürek, gönül, öz, (Böyle günlerde birbirimize yardım
altını çiziyor.)
merkez etmeliyiz.)
1266) highly; (zarf)
The patient’s heart stopped suddenly. 1255) helpful; (sıfat)
(Hastanın kalbi birden durdu.) oldukça, pek çok, son
yararlı, faydalı,
derece
1245)heat; (isim, fiil) yardımsever
I think he is highly educated person.
i.; ısı, sıcaklık, ateş, ısıtma f.; You could be more helpful. (Daha çok
(Bence o, oldukça eğitimli bir kişi.)
ısıtmak, kızdırmak yardımcı olabilirdin.)
1267) highway; (isim)
The house is heated by central heating 1256) her; (zamir)
system. (Ev, merkezi ısıtma sistemi ile ona, onun otoban, anayol, otoyol,
ısıtılmaktadır.) karayolu
Did you buy her an expensive bag?
Use the highway to get there fast.
1246) heaven; (isim) (Ona pahalı bir çanta mı aldın?)
(Oraya hızlı varmak için otobandan git.)
cennet, gökyüzü, sema 1257) here; (zarf)
1268) hill; (isim)
This place is like a heaven on earth. burada, buraya, burası
(Burası dünya üzerindeki cennet gibi bir tepe, yığın, bayır
Here is the money you want. (İstediğin
yer.) We ran down the hill. (Tepeden
para burada.)
aşağı koştuk.)
1247) heavily; (zarf)
1258) heritage; (isim)
ağır bir şekilde, ciddi ölçüde, 1269) him; (zamir)
miras, kalıt, kalıtım
şiddetle ona (erkek)
Our traditions are the most heritage.
I is raining heavily for hours. (Saatlerdir Did you see him last night? (Dün gece
(Geleneklerimiz en önemli mirastır.)
şiddetli biçimde yağmur yağıyor.) onu gördün mü?)
1259) hero; (isim)
1248) heavy; (sıfat) 1270) himself; (zamir)
kahraman, cengaver, yiğit
ağır, yoğun, üzücü kendi, kendisi (eril)
He saved my life like a hero. (Bir
I could barely carry the heavy suitcase. He introduced himself.
kahraman gibi hayatımı kurtardı.)
(Ağır valizi güçlükle taşıyabildim.) (Kendisini tanıttı.)
1260) herself; (zamir)
1249) heel; (isim) 1271) hip; (isim, sıfat)
kendisi, kendisini, kendisine
topuk, ökçe, aşağılık kimse i.; kalça, kıç s.; havalı,
(dişil)
She generally prefers shoes with high modern, uyanık
She is very proud of herself. (Kendisi
heel. (Genellikle yüksek topuklu He broke his hip bone skiing. (Kayak
ile gurur duyuyor.)
ayakkabıları tercih eder.) yaparken kalça kemiğini kırdı.)
1261) hey; (ünlem)
1250) height; (isim) 1272) hire; (fiil, isim)
selam, hey
boy, yükseklik, yükselti f.; kiralamak, ücretle tutmak i.;
Hey, what are you doing here ? (Hey kira, kiralama
The building is almost 10 meters high.
burada ne yapıyorsun?)
(Bina yaklaşık 10 metre yüksekliğinde.) We hired a car for our family trip. (Aile
1262) hi; (ünlem) gezimiz için bir araba kiraladık.)
1251) helicopter; (isim)
selam, merhaba 1273) his; (zamir)
helikopter
Hi, how are you? (Selam, onun, onunki (eril)
He was finally found by a police
nasılsın?)
helicopter. (Nihayetinde polis Tim sold his motorbike. (Tim,
helikopteri tarafından bulundu.) 1263) hide; (fiil, isim) motosikletini sattı.)
1252) hell; (isim) f.; saklamak, gizlemek i.; 1274) historian; (isim)
post, deri, cilt
cehennem, felaket tarihçi
Don’t hide your feelings.
Professor Ortaylı is an expert historian.
(Duygularını gizleme.)
(Profesör Ortaylı uzman bir tarihçidir.)
1275) historic; (isim, I am completely honest about my We stayed at a hotel in the center of
sıfat) feelings. (Hislerim konusunda Paris. (Parisin merkezinde bir otelde
i.; tarihi s.; tarihsel, önemli tamamıyle dürüstüm.) kaldık.)
We saw the great historic monument of 1286) honey; (isim, 1296) hour; (isim)
the city. (Şehrin büyük tarihi anıtını ünlem) saat, zaman
gördük.) i.; bal ünl.; canım, şekerim, It takes one hour to get there. (Oraya
1276) historical; (sıfat) sevgilim gitmek bir saat alır.)
tarihi, tarihsel, tarihle ilgili Honey, did you miss mi? (Canım
1297) house; (isim, fiil)
beni özledin mi?)
This building has an historical i.; ev, konut, hane, ev halkı f.;
importance. (Bu binanın tarihsel önemi 1287) honor; (isim, fiil) barındırmak, evine almak
var.) i.; onur, şeref, namus, fazilet f.; Sarah having a party at her home.
1277) history; (isim) onurlandırmak, saygı göstermek (Sarah evinde parti veriyor.)
tarih, tarihçe, geçmiş It is a great honor to be invited here.
1298) household; (isim,
(Buraya davet edilmiş olmak büyük
Discover of the fire is a turning point in sıfat)
onur.)
human history. (Ateşin buluşu, insanlık i.; ev halkı, hane,mesken, ev s.;
tarihinde bir dönüm noktasıdır.) 1288) hope; (isim, fiil) eve ait, evcil
1278) hit; (fiil, isim) i.; umut, ümit, beklenti f.; Most households own at least one car.
ummak, umut etmek (Her hanenin en az bir arabası var.)
f.; çarpmak, vurmak, isabet ettirmek i.;
vurma, çarpma Whatever happens, don’t lose your
1299) housing; (isim)
hope. (Her ne olursa olsun, umudunu
The bus hit a parked vehicle. (Otobüs, ev, iskan, konut, barınak,
kaybetme.)
park halindeki bir araca çarptı.) yuva sağlama
1289) horizon; (isim)
1279) hold; (fiil) The government is planning to build
ufuk, görüş more affordable housing. (Hükümet,
sahip olmak, tutmak, devam
etmek A ship appeared on the horizon. (Ufukta daha çok bütçeye uygun konut inşa
bir gemi göründü.) etmeyi planlıyor.)
She was holding her baby in her arms.
(Bebeğini kollarının arasında 1290) horror; (isim) 1300) how; (zarf)
tutuyordu.) korku, dehşet nasıl, ne kadar, ne
1280) hole; (isim, fiil) Her eyes were wide with horror. How are you feeling now? (Şimdi nasıl
i.; delik, çukur, kovuk, hücre f.; delmek, (Gözleri korkuyla açılmıştı.) hissediyorsun?)
delik açmak 1291) horse; (isim) 1301) however; (bağlaç,
My father dug a deep hole in the at, beygir zarf)
garden.(Babam bahçeye büyük bir bağ.; ancak, fakat, ama ,lakin, oysaki,
Are you afraid of riding horse? (At
çukur kazdı.) yine de zf.; her nasılsa, her halükarad,
binmekten korkar mısın?)
1281) holiday; (isim) bununla birlikte
1292) hospital; (isim)
tatil, bayram, yortu günü It’is already April, however it is very
hastane, bakımevi cold. (Nisan ayındayız ama hava çok
We are planning to go Maldives for
You have to go to hospital for soğuk.)
holiday. (Tatil için Maldivlere gitmeyi
treatment. (Tedavi için hastanaye
planlıyoruz.) 1302) huge; (sıfat, isim)
gitmelisin.)
1282) holy; (sıfat) s.; kocaman, çok büyük, iri i.;
1293) host; (isim, fiil) irikıyım, koca
kutsal, mukaddes
i.; ev sahibi f.; misafir ağırlamak, ev There was a huge crowd at the concert
Did you read the Holy Bible? (Kutsal sahipliği yapmak hall. (Konser salonunda çok büyük bir
İncil’i okudun mu?)
As a host, you should introduce us to kalabalık vardı.)
1283) home; (isim) the other guests. (Ev sahibi olarak bizi
1303) human; (isim, sıfat)
ev, aile ocağı, memleket, diğer misafirlerle tanıştırmalısın.)
i.; insan, insanoğlu, beşer sf.;
yurt 1294) hot; (sıfat, fiil) insani, beşeri
I forgot my umbrella at home. s.; sıcak, acı, ateşli f.; This plant is not fit for human
(Şemsiyemi evde unuttum.) ısıtmak, ısınmak consumption. (Bu bitki insanların
1284) homeless; (sıfat) It is hot today, let’s go swimming. tüketmesi için uygun değildir.)
evsiz barksız, evsiz (Bugün hava sıcak, yüzmeye gidelim.)
1304) humor; (isim, fiil)
We saw a homeless man on the corner. 1295) hotel; (isim) mizah, espri f.; eğlendirmek,
(Köşede evsiz bir adam gördük.) otel güldürmek
1285) honest; (sıfat) She has no sense of humor. (Onun hiç
dürüst, güvenilir, namuslu mizah anlayışı yok.)
1305) hundred; (isim) 1316) identification; To illustrate my point, I will show you a
yüz sayısı (isim) picture. (Demek istediğim şeyi
tanılama,kimlik, kimliğini örneklemek için size bir resim
This watch is worth a several hundred
saptama, teşhis göstereceğim.)
dollars. (Bu kol saati birkaç yüz dolar
değerinde.) Each product has a number for easy 1326) image; (isim, fiil)
identification. (Her ürünün kolay i.; imge, şekil, görüntü, suret f.;
1306) hungry; (sıfat)
tanılamak için bir numarası var.) şekillendirmek, imgeleştirmek
aç, acıkmış
1317) identify; (fiil) The company is trying to improve its
Are you really hungry?
kimliğini saptamak, tanımlamak, image. (Şirket, imajını geliştirmeye
(Gerçekten aç mısın?)
tespit etmek çalışıyor.)
1307) hunter; (isim)
She was able to identify the attacker. 1327) imagination; (isim)
avcı, av köpeği (O, saldırganın kimliğini saptayabildi.) hayal gücü, imgelem
The hunter was alert to every sound and
1318) identity; (isim) Little boy has an interesting
movement. (Avcı her sese ve harekete
kimlik, kişilik, aynılık, imagination. (Küçük çocuğun ilginç bir
karşı tetikteydi.)
özdeşlik hayal dünyası var.)
1308) hunting; (isim)
The police was able to identify the 1328) imagine; (fiil)
avlama, av, avcılık, takip, attacker. (Polis, saldırganın kimliğini hayal etmek, kafasında
araştırma tespit edebildi.) canlandırmak
They went deer hunting. (Onlar, geyik
1319) ie; (zarf) Close your eyes and imagine that you
avına çıktılar.)
şöyleki, yani are in a forest. (Gözlerini kapat ve bir
1309) hurt; (fiil) ormanda olduğunu hayal et.)
Can you give us some examples for the
incitmek, kırmak, yaralamak, basic essential of life, i.e. Housing and 1329) immediate; (sıfat)
acıtmak water ? (Bize yaşam için gerekli olan acil, derhal, çabuk , yakın
You heart my feeling. şeyler, yani barınma ve su gibi şeylere
The medicine had an immediate affect.
(Duygularımı incittin.) örnek verebilir misin?)
(İlaç hemen etki gösterdi.)
1310) husband; (isim) 1320)if; (bağlaç, isim)
1330) immediately; (zarf)
koca, eş bağ.; eğer, sanki, rağmen i.;
acilen, hemen, çabucak
She has been living apart from her belirsizlik, şüphe
He answered all questions immediately.
husband for 2 months. ( 2 aydır If you see Rachel, tell that I called her
(Bütün soruları çabucak cevapladı.)
kocasından ayrı yaşıyor.) last night. (Rachel’ı görürsen onu dün
gece aradığımı söyle.) 1331) immigrant; (sıfat,
1311) hypothesis; (isim)
isim)
hipotez, kuram, varsayım 1321) ignore; (fiil)
s.; göçmen i.; göçmen,
This hypothesis explains so many facts. görmezden gelmek , dikkate almamak,
muhacir
(Bu kuram bir çok gerçeği açıklıyor.) arka plana atmak
America is full of immigrants. (Amerika
I He ignored me like we hadn’t met. (Hiç
göçmenlerle dolu bir ülke.)
1312) I; (zamir) tanışmamışı gibi beni görmezden geldi.)
1332) immigration; (isim)
ben 1322) ill; (isim, sıfat)
göç, hicret
She and I are close friends. (O ve ben i.; hastalık, sorun s.; hasta,
marazlı , rahatsız There is a rise in immigration in Asia.
yakın arkadaşız.)
(Asya kıtasında göç oranında artış var.)
1313) ice; (isim, fiil) I felt ill after the meal. (Yemekten sonra
hasta olduğumu hissetttim.) 1333) impact; (isim)
i.; buz ,buzul f.; dondurmak,
1323) illegal; (sıfat) etki, tesir, vuruş, çarpma
buzlanmak
yasadışı, usulsüz, yasak, Her speech made an impact on
The was ice on the roofs. (Çatıların
kanuna aykırı everyone. (Konuşması, herkeste etki
üstünde kar vardı.)
yaptı.)
It is illegal to park here. (Buraya
1314) idea; (isim)
park etmek yasak.) 1334) implement; (fiil,
düşünce, görüş, fikir isim)
The police was able to identify the 1324) illness; (isim)
f.; uygulamak, yerine getirmek,
attacker. (Polis, saldırganın kimliğini hastalık, rahatsızlık
yürürlüğe koymak (yasa) i.; araç, alet
tespit edebildi.) He died after a long illness. (Uzun bir
The implementation of the new system
1315) ideal; (isim, sıfat) hastalıktan sonra öldü.)
was a great success. (Yeni sistemin
i.; erek, ülkü s.; 1325) illustrate; (fiil) uygulanması büyük başarıydı.)
ideal,uygun resimlendirmek, örneklemek, 1335) implication; (isim)
She is the ideal candidate for us. (O, sergilemek
bizim için ideal bir aday.)
çıkarım, ima etme, bulaştırma, 1345) improvement; 1355) increasing; (sıfat)
içine sokma (isim) artan, giderek artan,
Think very carefully of all the gelişme, ilerleme, yenilik çoğalan
implication. (Bütün çıkarımları There is great improvement in your We are shping our production plan
dikkatlice düşün.) work. (Yaptığın işte büyük bir ilerleme according to increasing demand.
1336) imply; (fiil) var.) (Üretim planımızı artan talebe göre
şekillendiriyoruz.)
kastetmek,ima etmek, 1346) in; (zarf, edat,
içermek sıfat) 1356) increasingly; (zarf)
Are you implying that I am a liar? zf.; içeri, içerde ed.; içinde s.; iç, gözde, giderek artan bir şekilde,
(Benim yalancı olduğumu mu ima çok moda olan, iktidarda olan artarak
ediyorsun?) There are toys in these box. (Bu kutuda It is becoming increasingly clear that
1337) importance; (isim) oyuncaklar var.) she is responsible for everything. (Onun
her şeyin sorumlusu olduğu artarak
önem, ehemmiyet, 1347) incentive; (isim,
belirgin hale geliyor.)
saygınlık sıfat)
This matter has a great importance for teşvik, özendirme s.; teşvik edici, 1357) incredible; (sıfat)
us. (Bu konunun bizim içi büyük önemi özendirici inanılmaz, harika,
var.) There is no incentive for people to save olağanüstü
1338) important; (sıfat) fuel. (İnsanları yakıt tasarrufuna teşvik The party was incredible. (Parti
etmiyolarlar.) olağanüstüydü.)
önemli, mühim
Money is not more important than 1348) incident;(isim) 1358) indeed; (zarf)
health. (Para, sağlıktan daha önemli olay, vaka, tesadüf aslında, gerçekten, sahiden
değildir.) I will never forget this horrible incident. Indeed, I would like to help you.
1339) impose; (fiil) (Bu korkunç olayı asla (Aslında, sana yardım etmek isterim.)
unutmayacağım.)
yüklemek, zorlamak, etkilenmek , 1359) independence;
uygulamaya koymak 1349) include; (fiil) (isim)
A new tax was imposed on fuel. (Yakıta kapsamak, içermek, içine özgürlük, bağımsızlık,
yeni vergi yüklendi.) almak hürriyet
1340) impossible; (sıfat) This price icludes tax. (Bu fiyata Independence day was celebrated across
vergi dahildir.) the country. (Bağımsızlık günü tüm
imkansız
ülkede kutlandı.)
It is impossible to make him happy. 1350) including; (isim,
(Onu mutlu etmek imkansız.) sıfat, edat) 1360) independent; (sıfat)
i.; içerme, kapsama s.; içeren, kapsayan bağımsız, hür, özgür
1341) impress; (fiil)
ed.; dahil Living in a seperate house from my
etkilemek, iz bırakmak, tesir
Jane speaks four languages including family made me more independent.
etmek
Chinese. (Jane, Çince dahil dört dil (Ailemden ayrı bir evde yaşamak beni
He impressed me with his honesty. konuşuyor.) daha özgür kıldı.)
(Dürüstlüğüyle beni etkiledi.)
1351) income; (isim) 1361) index; (isim, fiil)
1342) impression; (isim)
kazanç, gelir i.; indeks, dizin, gösterge f.;
etki, izlenim, intiba indekslemek, dizinlemek
Living on a small income is hard.
My first impression of him was (Düşük gelir ile yaşamak zor.) Subject indexes are available on
negative. (Onunla ilgili ilk izlenimim computer. (Konu dizinleri bilgisayarda
olumsuzdu.) 1352) incorporate; (fiil)
mevcut.)
birleşmek, katmak, dahil etmek,
1343) impressive;( sıfat) 1362) Indian; (isim, sıfat)
anonimleşmek , firma kurmak
etkileyici, çarpıcı, tesirli i.; kızılderili, hintli s.; hint, hindistan’a
The company was incorporated in 2006.
The dance group displayed an (Şirket 2006 yılında anonimleşti.) özgü ve oraya ait , kızılderililere özgü
impressive performance. (Dans grubu We ate Indian food in a restaurant called
etkileyeci bir performans sergiledi.) 1353) increase; (fiil)
‘Asian Food Center’. (‘Asya Yemekleri
artmak, çoğalmak Merkezi’ isimli bir restoranda hint
1344) improve; (fiil)
geliştirmek, ilerletmek,
We need to increase productivity. yemeği yedik.)
(Verimliliği artırmamız gerekiyor.)
gelişmek 1363) indicate; (fiil)
You need to improve your English for a 1354) increased; (sıfat) belirtmek, göstermek, işaret
better job. (Daha iyi bir iş için artmış etmek, sinyal vermek
İngilizceni geliştirmen gerekiyor.) Increased migration have caused The research indicates that male
unplanned urbanization. (Artan göç, population is growing faster.
çarpık kentleşmeye yol açtı.)
(Araştırma, erkek nüfusunun daha hızlı Please inform me if he comes here. 1382) inside; (isim, sıfat ,
arttığını gösteriyor.) (Lütfen o buraya gelirse beni haberdar zarf)
et.) i.; iç taraf, iç kısım s.; iç, içteki
1364) indication; (isim)
1373) information; (isim) zf.; içeri, içeride
belirti, gösterge, kanıt,
bulgu bilgi, haber, malumat, istihbarat, The door is locked from the inside.
danışma (Kapı içeriden kilitli.)
There are clear indications that the
export is increasing. (İthalatın arttığına You can get further information from 1383) insight; (isim)
dair açık göstergeler var.) the information office. (Danışma içgörü, sezgi, kavrama, bir şeyin
ofisinden daha fazla bilgi alabilirsiniz.) iç yüzünü anlama
1365) individual; (isim,
sıfat) 1374) ingredient; (isim) She is writer with great
i.; birey, kişi, zat s.; bireysel, içerik, bileşim, unsur insight. (
şahsi, özel Our shampoo contains only natural 1384) insist; (fiil)
Each individual has rights and ingredients. (Şampuanımız yalnızca ısrar etmek, ayak diremek,
responsibilities. (Her bireyin hakları ve doğal bileşimleri içerir.) üstelemek, dayatmak
sorumlulukları vardır.)
1375) initial; (isim, sıfat) Don’t insist, I don’t want to go. (Israr
1366) industrial; (sıfat) i.; baş harf, paraf s.; baş, ilk, başlangıç, etme gitmek istemiyorum.)
endüstriyel, sanayisel birinci, önceki 1385) inspire; (fiil)
Industrial revolution began in England. What initial is it, Mr. Brown? ‘It’s J, J ilham vermek, aşılamak
(Sanayi devrimi İngiltere’de başladı.) for John. (İsminiz baş harfi nedir Bay
He inspired generations with his
Brown? ‘J, John’un J’si.)
1367) industry; (isim) thoughts. (Düşünceleriyle nesillere
endüstri, sanayi, sektör 1376) initially; (zarf) ilham verdi.)
The government should invest more başlangıç olarak, ilk başta, 1386) install; (fiil)
money in steel industry. (Hükümet, öncelikli olarak
kurmak, yerleştirmek, monte
çelik sanayisine daha çok para yatırımı Initally, the machine worked well. (İlk etmek
yapmalı.) başta makine iyi çalıştı.)
Use the CD to install this program.
1368) infant; (isim, sıfat) 1377) initiative; (isim, (Pogramı yüklemek için CD’yi kullan.)
i.; reşit olmayan, çocuk s.; küçük, sıfat)
1387) instance; (isim)
çocuksu i.; girişim, inisiyatif, ilk adım s.;
örnek, durum
They brought their infant son to the başlatan, ilk
What would you do, for instance, if you
hospital. (Küçük oğullarını hastaneye I consider this to be a good initiative.
found money on the road? (Örneğin
getirdiler.) (Bunu iyi bir girişim olarak kabul
yolda para bulsan ne yapardın?)
ediyorum.)
1369) infection; (isim)
1388) instead; (zarf)
enfeksiyon, iltihap, mikrop 1378) injury; (isim)
yerine
kapma yara, zarar, hasar , sakatlık,
zedelenme She went by train instead of car. (Araba
The baby was exposed to inflaction
yerine trenle gitti.)
because of poor conditions. (Bebek kötü One player is out of the team because of
koşullar nedeniyle enfekiyona maruz innjury. (Bir oyuncu sakatlık nedeniyle 1389) institution; (isim)
kaldı.) takım dışında.) kurum, kuruluş, dernek, enstitü,
1370) inflation; (isim) 1379) inner; (sıfat) tımarhane, hapishane
enflasyon, para bolluğu, iç, ruhsal, içsel John works for a financial institution.
şişme (John, bir finans kurumu için çalışıyor.)
He has inflammation in the inner ear.
Inflation is currently running at 2%. (Şu (İç kulağında iltihap var.) 1390) institutional; (sıfat)
sıralar enflasyon %2 lerde seyrediyor.) kurumsal, kuruma ait
1380) innocent; (sıfat)
1371) influence; (fiil, masum, zararsız, saf The institutional reforms have affected
isim) the whole country positively. (Kurumsal
She was founded innocent. (O,
f.; etkilemek, tesir etmek, nüfuz etmek reformlar tüm ülkeyi olumlu etkiledi.)
suçsuz bulundu.)
i.; etki, tesir, nüfuz 1391) instruction; (isim)
1381) inquiry; (isim)
His parents no longer have any influnce talimat, yönerge, öğretim
over him. (Ailesinin artık onun üzerinde sorgu, araştırma, anket,
danışma Follow the instructions on the paper.
bir etkisi yok.) (Kağıttaki yönergeleri takip ediniz.)
During the public inquiry, questions
1372) inform; (fiil) 1392) instructor; (isim)
were asked to different people. (Halk
bilgilendirmek, bildirmek, araştırması süresince farklı insalara eğitmen, eğitici, öğretim
haberdar etmek sorular soruldu.) görevlisi
My driving instructor is really very The bank gave the credit at 5% interest. The whale dived into the water. (Balina
patient. (Sürücü eğitmenim gerçekten (Banka, krediyi %5 faizle verdi.) suyun içine daldı.)
çok sabırlı.)
1403) interested; (sıfat) 1413) introduce; (fiil)
1393) instrument; (isim) ilgili, alakalı, ortak, çıkarcı tanıştırmak, sunmak, tanıtmak,
enstrüman, alet, vasıta, I am very interested in history. (Tarihle takdim etmek
çalgı çok ilgiliyimdir.) Let me introduce myself. (İzin verin
She can play three different musical kendimi tanıtıyım.)
1404) interesting; (sıfat)
instrument. (Üç farklı müzik aleti
ilginç, enteresan 1414) introduction; (isim)
çalabiliyor.)
He saw many interesting places during giriş, girizgah, tanıtım
1394) insurance; (isim)
his trip. (Gezi süresince birçok ilginç The introduction part was brief but
sigorta yer gördü.) excellent. (Giriş bölümü kısa ancak
Do you have health insurance? (Sağlık mükemmeldi.)
1405) internal; (sıfat)
sigortanız var mı?)
iç, dahili, içsel 1415) invasion; (isim)
1395) intellectual; (sıfat) istila, saldırı, akın
The skeleton serves to protect the
entelektüel,aydın,alim, düşünsel, internal organs. (İskelet, iç organları This documentary is about Viking
zihinsel korumaya hizmet eder.) invasion of Paris. (Belgesel,
Uncle George is very intellectual. Vikingler’in Paris istilasını konu alıyor.)
1406) international;
(George amca çok entelektüel biridir.)
(sıfat) 1416) ,invest; (fiil)
1396) intelligence; (isim) uluslararası, enternasyonal yatırım yapmak, para yatırmak,
zeka, akıl, anlama, A new international airport was built yetki vermek
istihbarat last year. (Geçen yıl yeni bir uluslararası It is a good time to invest in the
He didn’t have the intelligence to havaalanı yapıldı.) currency. (Dövize yatırım yapmak için
answer the easiest question. (En kolay iyi bir zaman.)
1407) internet; (isim)
soruyu cevaplayacak kadar bile zekası
internet 1417) investigate; (fiil)
yoktu.)
The internet connection here is not very soruşturmak, incelemek,
1397) intend; (fiil) araştırmak
strong. (Buradaki internet bağlantısı çok
niyet etmek, niyetlenmek, istemek, güçlü değil.) Police are investigating links between
niyetinde olmak the murders. (Polis, katiller arasındaki
1408) interpret; (fiil)
I don’t intend staying long. (Uzun süre ilişkileri soruşturuyor.)
kalmak niyetinde değilim.) yorumlamak, anlamını açıklamak, sözlü
tercüme yapmak 1418) investigation;
1398) intense; (sıfat) (isim)
I don’t know how to interpret her
yoğun, koyu, gergin words. (Onun sözlerini nasıl soruşturma, araştırma,
The manager is under intense pressure yorumlayacağımı bilemiyorum.) tahkik, inceleme
to resign. (Müdür, istifa etmesi için John is still under investigation. (John
1409) interpretation;
yoğun baskı altında.) hala soruşturma altında.)
(isim)
1399) intensity; (isim) yorum, izah, açıklama, 1419) investigator; (isim)
yoğunluk, koyuluk, gerilim, tercüme soruşturmacı, müfettiş,
şiddet This subject is open to interpretation. dedektif
The pain intensity has increased. (Bu konu yorumlamaya açık.) The investigator suspected John of
(Ağrının şiddeti arttı.) being the murderer. (Dedektif, John’un
1410) intervention; (isim)
katil olmasından şüphelendi.)
1400) intention; (isim) müdahale, karışma
niyet, maksat, hedef, amaç 1420) investment; (isim)
The police’s intervention stopped him
It was not my intention to hurt you. from robbing the bank. (Polis yatırım, atama
(Niyetim seni incitmek değildi.) müdahalesi onun bankayı soymasını Our country needs more investment in
engelledi.) education. (Ülkemizin eğitim alanında
1401) interaction; (isim)
daha çok yatırıma ihtiyacı var.)
etkileşim 1411) interview; (fiil,
isim) 1421) investor; (isim)
The interaction between characters
makes this story interesting. f.; görüşmek, röportaj yapmak i.; yatırımcı, sermaye sahibi
(Karakterler arasındaki etkileşim bu görüşme, röportaj, mülakat Foreign investors withdrew their money
hikayeyi ilginç kılıyor.) He has a job interview next week. from the company. (Yabancı
(Gelecek hafta bir iş görüşmesi var.) yatırımcılar paralarını şirketten çekti.)
1402) interest; (isim, fiil)
i.; ilgi, faiz, çıkar, menfaat f.; 1412) into; (edat) 1422) invite; (fiil)
ilgilendirmek, dikkatini çekmek içine, içeriye davet etmek, çağırmak
They have invited me to go to holiday The car is not in the garage. Did you see 1444) job; (isim)
with them. (Beni onlarla birlikte tatil it? (Araba garajda değil. Onu gördün iş, vazife, görev, meslek
yapmaya davet ettiler.) mü?)
Did they offer you the job? (Sana iş
1423) involve; (fiil) 1434) Italian; (isim, sıfat) teklifi ettiler mi?)
içermek, kapsamak, ihtiva i.; italyan, italyanca s.; 1445) join; (fiil)
etmek italya’ya özgü
katılmak, üye olmak, bağlamak,
I don’t want to involve you in this She cooked us Italian food. (Bize birleştirmek
matter. (Seni bu işe dahil etmek İtalyan yemeği yaptı.)
She have joined an aerobics course.
istemiyorum.)
1435) item; (isim) (Aerobik kursuna üye oldu.)
1424) involved; (sıfat) madde, öğe, parça, fıkra, 1446) joint; (isim, sıfat,
müdahil, ilgili,karışmış bent fiil)
She was deeply involved in politics. What is the second item on the list? i.; eklem, birleşme yeri s.; ortak,
(Önceden politikayla oldukça ilgiliydi.) (Listedeki ikinci madde nedir?) birleşmiş f.; birleştirmek, eklemek
1425) involvement; (isim) 1436) its; (zamir) They were joint owners of the company.
dahil olma, bulaşma, ilgi onun (Onlar şirketin ortak sahipleriydi.)
I’ve heard of his involvement in crime. The baby threw its toy on the floor. 1447) joke; (isim, fiil)
(Onun suça dahil olduğunu duydum.) (Bebek, oyuncağını yere fırlattı.) i.; şaka, komiklik, espri f.;espri yapmak,
1426) Iraqi; (isim, sıfat) 1437) itself; (zamir) şaka yapmak
i.; ıraklı s.; ırak’a özgü kendisi, kendi No one laughed at his joke. (Hiç kimse
onun şakasına gülmedi.)
He has a collection of Iraqi carpets. The machine works by itself. ( Makine
(Onun Irak halilarından oluşan bir kendi kendine çalışır.) 1448) journal; (isim)
koleksiyonu var.) J dergi, günlük, gazete
1427) Irish; (isim, sıfat) 1438) jacket; (isim) She kept a journal during her travels.
i.; irlandaca s.; irlandalı, ceket (Seyahatleri boyunca günlük tuttu.)
irlanda’ya özgü He has to wear a jacket and tie to work. 1449) journalist; (isim)
Can I have a cup of Irish coffee? (Bir (İş için ceket giymesi ve kravat takması gazeteci
fincan İrlanda kahvesi alabilir miyim?) gerekiyor.)
A journalist should expose the truth.
1428) iron; (fiil, isim) 1439) jail; (isim, fiil) (Bir gazeteci gerçekleri ortaya
f.; ütülemek, demir kaplamak i.; i.; hapishane, cezaevi, nezaret f.; çıkarmalıdır.)
ütü, demir tutuklamak, cezaevine kapatmak 1450) journey; (isim, fiil)
I hate ironing shirts. (Gömlekleri He has been released from jail. i.; yolculuk, seyahat, sefer, seyir f.;
ütülemekten nefret ediyorum.) (Cezaevinden serbest bırakıldı.) yolculuk yapmak, seyehat etmek
1429) Islamic; (isim, sıfat) 1440) Japanese; (isim, Did you have good journey?
i.; müslüman s.; islami sıfat) (Seyehatiniz iyi geçti mi?)
The wedding was according to Islamic i.; japonca s.; japon 1451) joy; (isim)
traditions. (Düğün İslami geleneklere She can speak Japanese fluently. (O, neşe, keyif,memnuniyet,
göre yapıldı.) Japonca’yı akıcı biçimde mutluluk
konuşabiliyor.)
1430) island; (isim) They were dancing with joy. (Neşeyle
ada 1441) jet; (isim, fiil) dans ediyorlardı.)
Imagine that you are lost in an island. i.; jet uçağı, fışkırma f.; jet uçağı ile 1452) judge; (fiil, isim)
(Bir adada kaybolduğunu hayal et.) uçmak , fışkırmak
f.; yargılamak, hakemlik etmek,
The accident happened as the jet was değerlendirmek, karara bağlamak i.;
1431) Israeli; (isim, sıfat)
about to take off. (Kaza, jet havalanmak yargıç, hakim
i.; israilli s.; israil’e özgü üzereyken meydana geldi.)
The judge sentenced him to ten years in
Israeli authors are famous in America.
1442) Jew; (isim) prison. (Yargıç, onu on yıllık hapis
(İsrailli yazarlar Amerika’da ünlüler.)
yahudi, musevi, ibrani cezasına çarptırdı)
1432) issue; (isim)
In commerce, Jews have a reputation. 1453) judgement; (isim)
mesele, konu, sorun (Ticaret alanında yahudiler meşhurdur.) yargı, hüküm, kanı
He usually talks about political issues.
1443) Jewish; (sıfat) I don’t want to make a judgement about
(Genellikle siyasi konular hakkında
yahudi, musevi the situation. (Bu durum hakkında bir
konuşur.)
yargıda bulunmak istemiyorum.)
This place has a large Jewish
1433) it; (zamir)
population. (Burası büyük bir yahudi 1454) juice; (isim)
o, ona nüfusuna sahip.)
meyve suyu, sebze suyu, çocuk, velet, oğlak bilmek, tanımak
özsu How are the kids? (Çocuklar Do you know the address where he
Two apple juices please. (İki tane elmalı nasıl?) lives? (Onun yaşadığı adresi biliyor
meyve suyu lütfen.) musun?)
1465) kill; (fiil, isim)
1455) jump; (fiil, isim) f.; öldürmek, cinayet işlemek, canını 1476) knowledge; (isim)
i.; atlamak, zıplamak , sıçramak i.; almak i.; öldürme bilgi, ilim, bilim
atlama, zıplama, sıçrama Five people were killed in the crash. He has a wide knowledge of music.
The children were jumping on the sofa. (Çarpışmada beş kişi öldü.) (Geniş bir müzik bilgisi var.)
(Çocuklar divanın üstünde zıplıyordu.) L
1466) killer; (isim)
1456) junior; (isim, sıfat) katil, öldüren 1477) lab; (isim)
i.; çocuk, yaşça küçük kimse s.; küçük, Police has hunted his killer. (Polis, onun laboratuvar
kıdemce aşağı katilini yakaladı.) He works as a lab technician in a
He is junior to me. (O benden hospital. (O, bir hastanede labratuvar
1467) killing; (isim)
yaşça küçük.) teknisyeni olarak çalışıyor.)
öldürme, cinayet, katletme
1457) jury; (isim) 1478) label; (fiil, isim)
He is one of the perpetrators of the mass
jüri, hakem kurulu killing. (O, toplu öldürmenin f.; etiketlemek, etiket yapıştırmak,
The jury found John guilty. ( Jüri, faillerinden biri.) damgasını vurmak i.;marka, etiket
John’u suçlu buldu.) The date of expiry is on the label. (Son
1468) kind; (isim, sıfat)
kullanma tarihi etiketin üzerinde.)
1458) just; (isim, sıfat, i.; çeşit, cins, tip s.; nazik,
zarf) kibar, cömert 1479) labor; (fiil, isim)
i;doğruluk, adalet s.; adil, dürüst, sade He likes listening different kind of f; çalışmak , emek harcamak i.; emek, iş
zf.; sadece , ancak, az önce music. (Farklı müzik türlerini dinlemeyi gücü, çalışma, işçilik
I have just heard the news. (Haberleri az sever.) The company is trying to keep down
önce duydum.) labor cost. (Şirket, işçilik maliyetini
1469) king; (isim)
düşürmeye çalışıyor.)
1459) justice; (isim) kral
adalet, dürüstlük, yargıç, 1480) laboratory; (isim)
Lion is known as the king of forest.
hakim (Aslan, ormanın kralı olarak bilinir.) laboratuvar
We are demanding justice. (Biz, adalet The laboratory is equipped with the
1470) kiss; (fiil, isim)
talep ediyoruz.) latest devices. (Laboratuvar son model
f.; öpmek, öpüşmek i.; cihazlarla donatılmış durumda.)
1460) justify; (fiil) öpücük
meşrulaştırmak, haklı çıkarmak, 1481) lack; (isim, fiil)
She kisses her mother everynight and
doğrulamak, savunmak wishes goodnight. (Her gece annesini i.; eksiklik, noksanlık, yokluk f.; yoksun
You don’t need to justify yourself to öper ve iyi geceler diler.) kalmak, eksik olmak
anyone. (Kendini kimseye karşı He lacks confidence. (Onun
1471) kitchen; (isim)
savunmaya ihtiyacın yok.) özgüven eksikliği var.)
mutfak
K 1482) lady; (isim)
She is preparing meal in the kitchen. (O,
1461) keep; (fiil) leydi, hanımefendi, bayan,
mutfakta yemek hazırlıyor.)
tutmak, saklamak, ilerlemek, hanım
sürdürmek,devam etmek, göz kulak 1472) knee; (isim)
There is a lady waiting to see you. (Sizi
olmak diz, dirsek görmek için bekleyen bir hanımefendi
She always keeps her room clean. I injured my knee when I fell. var.)
(Odasını her zaman temiz tutar.) (Düştüğümde dizimi yaraladım.)
1483) lake; (isim)
1462) key; (isim, fiil) 1473) knife; (isim, fiil) göl , kırmızı boya maddesi
i.; anahtar, kilit, tuş f .; i.; bıçak, çakı f.; bıçaklamak, We saw different kinds of fishes under
kilitlemek arkadan vurmak the lake. (Gölün altında farklı türlerde
Where did you put the car keys? (Araba Clean the knives and forkS, please. balıklar gördük.)
anahtarlarını nereye koydun?) (Bıçakları ve çatalları temizle lütfen.)
1484) land; (fiil, isim)
1463) kick; (fiil, isim) 1474) knock; (fiil, isim) f.; karaya çıkmak, yere inmek, i.;
f.; tekmelemek, ayak ile vurmak kapı çalmak, vurmak i.; toprak, kara parçası, ülke, diyar
i.; tekme, çifte vuruş The elephant is the biggest living land
The baby kicked for the first time. He knocked three times and came in. animal. (Fil, yaşayan en büyük kara
(Bebek ilk kez tekme attı.) (Kapıyı üç kez çaldı ve içeri girdi.) hayvanıdır.)
1464) kid; (isim) 1475) know; (fiil) 1485) landscape; (isim)
manzara, manzara resmi, f.; gülmek, kahkaha atmak i.; gülüş, liderlik, önderlik, öncülük
peyzaj gülme, kahkaha we can manage this work with strong
She took a picture of the amazing He always makes me laugh with her leadership. (Bu işi güçlü bir liderlikle
landscape. (Büyüleyici manzaranın jokes. (Şakalarıyla beni her zaman başarabiliriz.)
fotoğrafını çekti.) güldürür.)
1506) leading; (sıfat,
1486) language; (isim) 1496) launch; (fiil) isim)
dil, lisan fırlatmak (roket, uzay mekiği), s.; öncü olan, önde gelen, ileri gelen i.;
Everyone should learn a foreign başlatmak, piyasaya sürmek, fırlatmak yol gösterme, rehberlik
language. (Herkes bir yabancı dil The new satellite will be launched in He played a leading role during the war.
öğrenmelidir.) June. (Yeni uydu haziranda fırlatılacak.) (Savaş sürecinde öncü rol oynadı.)
1487) lap; (isim, fiil) 1497) law; (isim) 1507) leaf; (fiil,isim)
i.; kucak, etek, halat, ip, tur, etap, kat f.; hukuk, kanun, yasa f.; yapraklanmak i.; yaprak,
sarmak, dolamak, örtmek, üstüne You have to obey laws. (Yasalara sayfa
koymak, yalayıp yutmak uymak zorundasın.) The trees came into leaf. (Ağaçlar
The boy sit on his father’s lap in the car. yapraklandı.)
1498) lawn; (isim)
(Çocuk, arabada babasının kucağına
çimen, çim, patiska 1508) league; (isim)
oturdu.)
We should mow the lawn before winter lig,küme, birleşme, ittifak
1488) large; (sıfat)
come. (Kış gelmeden çimleri Our team plays in the football league.
geniş, büyük biçmeliyiz.) (Takımımız futbol liginde oynuyor.)
They built a hotel on a large area.
1499) lawsuit; (isim) 1509) lean; (fiil, sıfat)
(Büyük bir alan üzerine otel inşa ettiler.)
dava f.; eğilmek, yaslanmak, dayanmak,
1489) largely; (zarf) meyletmek s.; eğik, zayıf, yağsız et
She filed a lawsuit against the company
bolca, fazlasıyla, büyük she worked at before. (Önceden çalıştığı Do not lean on the door. (Kapıya
ölçüde şirkete dava açtı.) yaslanmayınız.)
It depends largely on luck. (Bu, büyük
1500) lawyer; (isim) 1510) learn; (fiil)
ölçüde şansa bağlı.)
avukat öğrenmek
1490) last; (sıfat, fiil,
Can you recommend me an experienced If you want to learn a language, you
zarf)
lawyer? (Bana deneyimli bir avukat should practice. (Eğer bir dili öğrenmek
s.; son, sonuncu, nihai f.;sürmek, tavsiye eder misin?) istiyorsan, pratik yapmalısın.)
gitmek, dayanmak, zf.; sonuncu olarak,
sonuç olarak 1501) lay; (fiil, isim, sıfat) 1511) learning; (isim)
I saw him last summer. (Onu yerleştirmek,koymak, sermek, sunmak, öğrenme, tahsil, öğrenim
geçen yaz gördüm.) ileri sürmek, yatmak, sevişmek, There is no end to learning.
yumurtlamak i.; yatma, durum, konum, (Öğrenmenin sonu yoktur.)
1491) late; (sıfat, zarf) sevişme s.; meslekten olmayan
s.; gecikmiş, geç, eski, son zf.; 1512) least; (sıfat)
She laid the baby on its cradle. (Bebeği
son zamanlarda beşiğine yatırdı.) en az, en düşük, asgari
The church was built in the late 1890s. He is wprking well, even though he has
1502) layer; (isim, fiil)
(Kilise 1890ların sonunda inşa edildi.) the least experience. (En az onun
i.; tabaka, katman f.; katmanlara tecrübesi olmasına rağmen iyi
1492) later; (zarf) ayırmak çalışıyor.)
sonradan, daha sonra How many layers have the atmosphere?
1513) leather; (isim, fiil)
See you later. (Daha sonra (Atmosferin kaç tabakası vardır?)
görüşürüz.) i.; deri, meşin f.; deri ile kaplamak,
1503) lead; (fiil) kayışla dövmek
1493) Latin; (isim) rehberlik etmek, öncülük etmek, Is your jacket real leather? (Ceketin
latin, latince yol göstermek hakiki deriden mi yapılmış?)
There are so many Latin terms in the If he leads, I will follow. (Eğer o
1514)leave; (fiil, isim)
article. (Makalede çok sayıda latince öncülük ederse takip ederim.)
terim var.) f.; terketmek, ayrılmak, bırakmak,
1504) leader; (isim) gitmek i.;izin, veda, ayrılma
1494) latter; (isim, sıfat) lider, önder, rehber, öncü, She left home without saying a
i.; ikincisi, sonuncusu s.; sonraki, sonra kılavuz goodbye. (Hoşçakal demeden evi
gelen, sonuncu Atatürk was the leader of Turkish terketti.)
The latter point is more important. Republic. (Atatürk, Türkiye
1515) left; (isim, sıfat)
(İkinci kısım daha önemli.) Cumhuriyeti’nin lideriydi.)
i.; sol taraf, artık s.; sol,
1495) laugh; (fiil, isim) 1505) leadership; (isim) soldaki
I broke my left arm. (Sol His parents won’t let him go abroad. f.; kaldırmak, yükseltmek,
kolum kırıldı.) (Anne babası yurtdışına gitmesine izin havalndırmak i.; asansör
vermeyecek.) I can’t lift this box. Can you help me?
1516) leg; (isim)
1527) letter; (isim) (Bu kutuyu kaldıramıyorum. Bana
bacak, ayak, mobilya ayağı
yardım edebilir misin?)
A dog bit his leg. (Bacağını bir mektup, harf
köpek ısırdı.) They used write letter each other. 1537) light; (isim, fiil,
(Eskiden birbirlerine mektup sıfat)
1517) legacy; (isim)
yazarlardı.) i.; ışık, ışıltı, günışığı, aydınlık f.;
miras parlamak, ışıldamak, yakmak,
1528) level; (isim, fiil)
He left his nephew a small legacy. (O, tutuşturmak s.; hafif, açık (renk)
yeğenine küçük bir miras bıraktı.) düzey, seviye f.; düzeltmek,
The light of the candle brightened the
dengelemek
1518) legal; (sıfat) room. (Mumun ışığı odayı aydınlattı.)
My speaking level is weak but I can
yasal, meşru, kanuni, tüzel write well. (Konuşma düzeyim zayıf 1538) like; (fiil, edat)
Drug use is not legal in most of the ancak iyi yazabilirim) f.; hoşlanmak, beğenmek, sevmek
countries. (Uyuşturucu kullanımı çoğu ed. ; gibi
1529) liberal; (isim, sıfat)
ülkede yasal değil.) Do you like skiing? (Kayak
i.; liberal görüşlü s.; özgür,
1519) legend; (isim) yapmayı sever misin?)
liberal
efsane, mit, masal The Liberal Party has won the elections. 1539) likely; (zarf, sıfat)
Have you heard about the legend of (Liberal parti seçimleri kazandı.) zf.; büyük ihtimalle, muhtemelen s.;
King Arthur? (Kral Arthur efsanesini olası, muhtemel
1530) library; (isim)
hiç duydun mu?) Tickets are likely to be expensive.
kütüphane, kitaplık
1520) legislation; (isim) (Biletler muhtemelen pahalıdır.)
I borrowed a book from the school
yasa, tüzük, kanunlar, library. (Okul kütüphanesinden kitap 1540) limit; (fiil, isim)
mevzuat, yasama ödünç aldım.) f.; sınırlandırmak, kısıtlamak, limitlerini
The legislation is still in draft form. belirlemek i.; limit, sınır
1531) license; (fiil, isim)
(Yasa hala taslak halinde.) Her dreams have no limit. (Onun
f.; ruhsat vermek, yetki vermek, izin
1521) legitimate; (fiil, hayallerinin sınır yok.)
vermek i.; lisans, ruhsat,ehliyet,
sıfat) evlenme cüzdanı 1541) limitation; (isim)
f.; meşrulaştırmak, yasallaştırmak s.; This license is no longer valid. (Bu sınırlama, kısıtlama, limit
meşru, kanuni lisans artık geçerli değil) No one would accept limitation on their
According to law, this is quite freedom. (Kimse özgürlüğünün
1532) lie; (fiil, isim)
legitmate. (Yasalara göre bu gayet kısıtlanmasını kabul etmezdi.)
meşru.) yalan söylemek, uzanmak i.;
yalan, yatış 1542) limited; (sıfat)
1522) lemon; (isim, sıfat)
The cat is lying by the fire. (Kedi, ateşin sınırlı, kısıtlı, parçalı
i.; limon s.; limonlu yanında uzanıyor.) We managed great things in limited
I like lemon in salad. (Salatada time. (Sınırlı sürede büyük şeyler
1533) life; (isim)
limonu severim.) başardık.)
hayat, yaşam, ömür, can
1523) length; (isim) 1543) line; (fiil, isim)
The time is short between life and
uzunluk, boy, süre death. ( Yaşamla ölüm arasında kısa bir f.; çizmek, sıralamak, dizmek
Meter is a measure of length. (Metre, bir zaman var.) i.;çizgi, dizi, sıra,hat
uzunluk ölçüsüdür.) Do not cross the yellow line. (Sarı
1534) lifestyle; (isim)
1524) less; (sıfat, isim) çizgiyi geçmeyiniz.)
yaşam biçimi
s.; daha az, eksik i.; eksi, Regular exericise is a part of healthy 1544) link; (fiil, isim)
daha az şey lifestyle. (Düzenli egzersiz, sağlıklı f.; bağlamak , birleştirmek i.;
She has less money than her sister. yaşam biçimin bir parçasıdır.) bağlantı, bağ
(Kardeşinden daha az parası var.) There is a direct link between smoking
1535) lifetime; (isim)
1525) lesson; (isim) and heart diseases. (Sigara içmek ve
i.; hayat, ömür, yaşam, ömür
ders kalp hastalıkları arasında doğrudan bir
boyu
bağlantı vardır.)
Our first lesson on Monday is English. During his lifetime, he had witnessed
(Pazartesi günü ilk dersimiz İngilizce.) two world wars. (Ömründe, iki dünya 1545) lip; (isim)
1526) let; (fiil) savaşına tanıklık etmişti.) dudak
1336) lift; (fiil, isim) She kissed him on his lips. (Onu
izin vermek, müsaade
etmek, dudaklarından öptü.)
1546) list; (fiil,isim) 1556) local; (sıfat) 1567) lot; (isim, fiil)
f.; listelemek, kaydetmek i.; liste, yerel, lokal, yöresel i.; pay , hisse, talih, yazgı f.;
dizelge It is difficult to understand the local bölüştürmek
Is your name on the list? (Adın dialect. (yerel lehçeyi anlamak zor.) I heard a lot about you. (Senin hakkında
listede var mı?) çok şey duydum.)
1557) locate; (fiil)
1547) listen; (fiil) yerini bulmak, tespit etmek, 1568) lots of; (sıfat)
dinlemek yerleştirmek bir sürü
The students listened their teacher Police couldn’t locate the suspect. There is still lots of food in the fridge.
carefully. (Öğrenciler, öğretmenlerini (Polis, şüphelinin yerini tespit edemedi.) (Buzdolabında hala bir sürü yiyecek
dikkatle dinlediler.) var.)
1558) location; (isim)
1548) literally; (isim, yer, mevki, konum 1569) loud; (sıfat, zarf)
zarf) s.; yüksek (ses), sesli, gürültülü
What is the exact location of the plain?
i.; kelime kelime zf.; harfiyen, (Uçağın kesin konumu nedir?) zf.; yüksek sesle
gerçekten The music was very loud, I couldn’t
1559) lock; (fiil, isim)
This sentence can’t be literally hear you. (Müzik çok gürültülüydü, seni
translated. (Bu cümle harfiyen f.; kilitlemek, birbirine duyamadım.)
çevrilemez.) geçirmek i.; kilit
1570) love; (fiil, isim)
Did you lock the door? (Kapıyı
1549) literary; (sıfat) f.; sevmek, aşık olmak i.; aşk,
kilitledin mi?)
edebi sevda, sevgii sevgili
1560) long; (sıfat, fiil)
Geoffry Chaucer turned English into a Their love was love at the first sight.
literary language. (Geoffry Chaucer s.; uzun, çok, yorucu f.; hasret (Onların aşkı, ilk görüşte aşktı.)
İngilizce’yi edebi bir dil haline olmak, arzulamak
1571) lovely; (sıfat)
getirmiştir.) It’s the world’s longest tunnel. (O,
dünyanın en uzun tüneli.) güzel, sevimli
1550) literature; (isim)
She is a lovely and nice young lady. (O,
edebiyat, yazın 1561) long-term; (sıfat)
sevimli ve hoş bir genç bayan.)
I have read many major work of English uzun vadeli, uzun süreli
1572) lover; (isim)
literature. (İngiliz edebiyatının önemli The public is complaning about long
edebiyat eserlerini okudum.) term unemployment. (Halk, uzun süreli sevgili, aşık, yar
işsizlikten yakınıyor.) He admitted that he used to be her lover.
1551) little; (sıfat)
(Eskiden onun sevgilisi olduğunu itiraf
az, küçük, ufak 1562)look; (fiil, isim)
etti.)
His little brother is five years old. f.; bakmak, görmek, aramak i.;
bakış, görünüş 1573) low; (isim, sıfat)
(Küçük oğlan kardeşi beş yaşında.)
Look at those horses! (Şu i.; böğürme s.; düşük, az ,
1552) live; (fiil, sıfat) alçak
atlara bak!)
f.; yaşamak, hayatta kalmak s.; canlı, They were eating around a low table.
yaşayan, hayat dolu 1563) loose; (sıfat, fiil)
(Alçak bir masanın etrafında yemek
They live in a big house. (Büyük bir s.; gevşek, bol, serbest f.; salmak, yiyorlardı.)
evde yaşıyorlar.) çözmek, gevşetmek
1574) lower; (fiil, sıfat)
She wears loose clothes to hide her
1553) living; (sıfat, isim) f.; indirmek, düşürmek, azaltmak s.;
belly. (Göbeğini saklamak için bol
s.; canlı, sağ, diri i.; yaşam, hayat, kıyafetler giyer.) aşağı, alt , daha alçak
yaşantı Her lower lip trembled in fear. (Alt
1564) lose; (fiil)
There is no living for people in poles. dudağı korku içerisinde titredi.)
(Kutuplarda insanlar için hayat yoktur.) kaybetmek, kazanamamak
1575) luck; (isim)
I’ve lost my phone. (Telefonumu
1554) load; (fiil, isim) şans, baht, talih
kaybettim.)
f.; yüklemek, doldurmak i.; yük, ağırlık, She wished me good luck for the job
yükümlülük 1565) loss; (isim)
interview. (Bana iş görüşmem için iyi
The truck waited at the warehouse to kayıp, zarar, hasar şanslar diledi.)
pick up its load. (Kamyon, deponun Your husband’s death is a great loss.
1576) lucky; (sıfat)
önünde yükünü almak için bekledi.) (Kocanızın ölümü büyük bir kayıp.)
şanslı, talihli, kısmetli
1555) loan; (isim, fiil) 1566) lost; (sıfat, fiil)
This is your lucky day! Wish
i.; borç, kredi, ödünç f.; borç vermek, s.; kayıp, yitik f.; something. (Bugün senin şanslı günün!
ödünç vermek kaybetmek Bir şeyler dile.)
It took five years to rapay my loan to He lost money in gambling. (Kumarda
1577) lunch; (isim, fiil)
him. (Ona borcumu ödemem beş yılımı para kaybetti.)
aldı.)
i.; öğle yemeği f.; öğle He learnt car maintenance. (O, araba 1597) manager; (isim)
yemeği yemek tamiri yapmayı öğrendi.) yönetici, idareci, müdür
I usually take a nap after lunch. 1587) major; (sıfat) Our manager set a meeting yesterday.
(Genellikle öğle yemeğinden sonra (Müdürümüz dün toplantı düzenledi.)
başlıca, büyük, önemli
biraz kestiririm.)
We have encountered major problems. 1598) manner; (isim)
1578) lung; (isim) (Büyük problemlerle karşı karşıya tavır, davranış,
akciğer kaldık.) tutum,yöntem
Smoking is one of the main causes of 1588) majority; (isim) His manner was agressive. (Agrasif bir
lung cancer. (Sigara içmek, akciğer tutumu vardı.)
çoğunluk, çokluk
kanserinin başlıca nedenlerindendir.)
Majority of the people is happy with 1599) manufacturer;
M
their lives. (İnsanların çoğu (isim)
1579) machine; (isim) hayatlarından mutlular.) imalatçı, üretici, fabrikatör
makine, mekanizma
1589) make; (fiil) Japan is know as the major
Machines have replaced human labour manufacturer of technology. (Japonya,
yapmak, yaptırmak, yaratmak,
in industry. (Sanayide, makineler insan önemli bir teknoloji üreticisi olarak
hazırlamak
gücünün yerine geçti.) bilinir.)
You should make your plans before
1580) mad; (sıfat) Christmas. (Noel’den önce planlarını 1600) manufacturing;
deli, çılgın, öfkeli, kızgın yapmalısın.) (isim)
I’ll go mad if I have to wait my lunch 1590) maker; (isim) imalat, üretim, yapım
much longer. (Eğer yemeğimi daha Manufacturing industry was affected by
yapan, yapıcı, yapımcı
fazla beklemek zorunda kalırsam deliye the economic crisis. (İmalat endüstrisi
döneceğim.) He is an excellent instrument maker. (O,
ekonomik krizden etkilendi.)
mükemmel bir entstrüman yapıcısıdır.)
1581) magazine; (isim) 1601) many; (sıfat, zarf)
1591) makeup; (isim)
dergi, magazin s.; birçok, bir yığın zf.; çok
makyaj
She likes reading fashion magazines. I’ve got too many works to do.
(Moda dergileri okumayı sever.) Use cream to clean your makeup.
(Yapacak bir yığın işim var.)
(Makyajını temizlemek için krem
1582) mail; (fiil,isim) kullan.) 1602) map; (isim, fiil)
f.; posta ile göndermek i.; i.; harita, plan f.; haritalamak, işaret
1592) male; (isim)
posta etmek, saptamak
erkek, bay
I will check if there is any letter for me. The map helped us to find our way.
(Benim için mektup var mı diye postamı All the participants were male. (Harita yolumuzu bulmamıza yardımcı
kontrol edeceğim.).) (Katılımcıların hepsi erkekti.)
oldu.)
1583) main; (isim, sıfat) 1593) mall; (fiil, isim)
1603) margin; (isim)
i.; esas, temel s.; ana, baş, f.; dövmek, vurmak i.; kapalı çarşı,
kenar boşluğu, mesafe,
başlıca alışveriş merkezi, ağaçlık yol
sınır
The manager’s office is in the main Let’s go to the mall. (Alışveriş
Leave a margin on the left.
building. (Müdürün odası ana binada.) merkezine gidelim.) (Solda boşluk bırak.)
1584) mainly; (zarf) 1594) man; (isim)
1604) mark; (fiil, isim)
başlıca, esasen, ağırlıklı erkek, adam, insan, kişi
f.; işaretlemek, damgalamak,
olarak Men and women have equal rights. notlandırmak i.; iz, işaret, damga, puan
The people in the fair were mainly (Erkekler ve kadınlar eşit haklara
Mark the words that you don’t know the
foreign guests. (Fuardaki insanlar genel sahiptirler.) meaning. (Anlamını bilmediğin
olarak yabancı konuklardı.) 1595) manage; (fiil) kelimeleri işaretle.)
1585) maintain; (fiil) yönetmek, idare etmek, çekip 1605) market; (isim)
sürdürmek, devam ettirmek, bakmak, çevirmek
piyasa, Pazar, çarşı, borsa
bakım yapmak He managed this project successfully.
She bought some fruits and vegetables
Azerbaijan and Turkey have always (Bu projeyi başarı ile yönetti.)
at the market. (Pazardan meyve ve
maintained close relations. (Azerbaycan 1596) management; sebze aldı.)
ve Türkiye daima yakın ilişkilerini (isim)
sürdürmüşlerdir.) 1606) marketing; (isim)
idare, yönetim pazarlama
1586) maintenance; The hotel management was so rude that
(isim) Marketing techniques play major role in
they did not give my money back. (Otel this field. (Pazarlama teknikleri bu
bakım, tamir, sürdürme, yönetimi o kadar kabaydı ki paramı geri alanda öenmli rol oynar.)
devam vermediler.)
1607) marriage; (isim) f.; önem taşımak, önemli olmak i.; 1627) measurement;
evlilik, nikah, evlenme madde, konu, mesele (isim)
Their marriage was celebrated with a We have more important matters to ölçü, ölçme, ölçüm
magnificent ceremony. (Evlilikleri, discuss. (Tartışacak daha önemli Do you know the exact measurements
görkemli bir törenle kutlandı.) meselelerimiz var.) of the room? (Odanın tam ölçülerini
1618) may; (isim, fiil) biliyor musun?)
1608) married; (sıfat)
evli, nikahlı i.; mayıs f.; -ebilmek, -ebilir, 1628) meat; (isim)
olası olmak et
How long have you been married? (Ne
zamandır evlisiniz?) This film will be released next May. She doesn’t eat meat because she is
(Bu film, önümüzdeki mayıs çıkacak.) vegetarian. (O et yemez çünkü
1609) marry; (fiil)
1619) maybe; (bağlaç, vejeteryan.)
evlenmek, nikahlanmak
ünlem) 1629) mechanism; (isim)
Will you marry me? (Benimle
bağ.; belki de ünl.; belki, yöntem, mekanizma,
evlenir misin?)
olabilir düzenek
1610) mask; (fiil, isim) Maybe you should tell him later. (Belki He captured the control
f.; maskelemek, gizlemek i.; ona daha sonra söylemelisin.) mechanism.(Kontrol mekanizmasını ele
maske, örtü geçirdi.)
1620) mayor; (isim)
The robbers were wearing masks.
belediye başkanı 1630) media;
(Hırsızlar maske takıyordu.)
He was elected mayor. (O, belediye medya, basın
1611) mass; (fiil, isim) başkanı seçildi.) The media doesn’t report news
f.; kümelemek, toplamak, yığmak objectively. (Medya, haberleri objektif
1621) me; (zamir)
i.; kütle,yığın olarak vermiyor.)
ben, beni, bana
The sky was full of masses of clouds.
(Gökyüzü bulut kütleleriyle kaplıydı.) He told me that he won’t be able to join 1631) medical;
us. (Bize katılamayacağını söyledi.) i.; medikal, tıp s.; tıbbi
1612) massive; (sıfat)
1622) meal; (isim) Scientists have started a new medical
çok büyük, iri, ağır , research recently. (Bilimadamları son
heybetli öğün, yemek
zamanlarda yeni bir tıbbi araştırma
The explosion made a massive hole in What would you like to eat on your başlattı.)
the ground. (Patlama, yerde çok büyük evening meal? (Akşam yemeğinde ne
yemek istersiniz?) 1632) medication; (isim)
bir çukur açtı.)
ilaç, ilaç tedavisi
1613) master; (isim, fiil) 1623) mean; (fiil, sıfat,
isim) Are you currently taking any
i.; üstad, usta f.; üstesinden gelmek, medication? (Şu şıralar herhangi bir ilaç
öğrenmek, uzmanlaşmak f.; demek istemek, anlamına gelmek, s.;
alıyor musunuz?)
pinti, adi, kaba i.; orta, ortalama
He called himself the master of math.
Jim is a mean man. He never buys 1633) medicine; (isim,
(Kendine matematik ustası diyor.)
presents to anyone. (Jim cimri bir fiil)
1614) match; (fiil, isim) adamdır. Hiç kimseye asla hediye i.; ilaç, tıp, hekimlik f.; ilaç
f.; eşleştirmek, uydurmak i.; eş, almaz.) vermek
denk, kibrit, maç Did you take your medicine?
1624) meaning; (isim,
They are playing an important match sıfat) (İlacını aldın mı?)
against Barcelona on Sunday. (Pazar
i.; anlam, mana, kasıt, yorum s.; anlam, 1634) medium; (isim,
günü Barselona’ya karşı önemli bir maç
anlamlı, niyetli sıfat)
oynayacaklar.)
What is the meaning of this word? (Bu i.; orta, orta düzey, aracı, gereç
1615) material; (isim, sözcüğün anlamı nedir?) d.; ortalama
sıfat)
1625) meanwhile; (zarf) We have three sizes- small, medium and
i.; materyal, madde, malzeme s.; maddi, large. (Üç beden var- küçük, orta ve
maddesel bu sırada, tam bu sırada, aynı
büyük.)
anda
We need more materials to make a soap.
I’ll be back in an hour. Meanwhile do 1635) meet;
(Sabun yapmak için daha fazla
malzemeye ihtiyacımız var.) your homework. (Bir saat içinde buluşmak, görüşmek,
geleceğim. Bu sırada ödevini yap.) karşılaşmak, rastlamak
1616) math; (isim)
1626) measure; I met him after many years. (Onunla
matematik yıllar sonra karşılaştım.)
f.; ölçmek i.; ölçü, önlem,
He is good at math but I don’t. (O,
tedbir 1636) meeting;
matematikte iyidir ama ben değilim.)
A ship’s speed is measured in knots. toplantı, buluşma ,
1617) matter; (fiil, isim) (Bir geminin hızı nat olarak ölçülür.) karşılaşma
That was such a boring meeting that I metal, madde s.; metalik, i.; mayın, maden zm.; benimki f.; mayın
didn’t listen to anyone. (O kadar sıkıcı madeni döşemek, maden işletmek
bir toplantıydı ki kimseyi dinlemedim.) The frame is made of mental. (Çerçeve It is smilar to mine. (Bu
1637) member; metalden yapılmış.) benimkinin benzeri)
üye, mensup,eleman 1648) meter; (isim) 1658) minister; (isim)
Some of the members were absent. metre, ölçü, sayaç bakan, papaz
(Üyelerin bazıları yoktu.) John ran a hundred meters in fifteen The meeting of EU Foreign Ministers is
1638) membership; (isim) seconds. (John, yüz metreyi onbeş on Monday. (AB Dışişleri Bakanları
saniyede koştu.) toplantısı Pazartesi günü.)
üyelik
I applied for a membership of a charity. 1649) method; 1659) minor; (isim, sıfat)
(Bir yardım derneğinin üyeliğine yöntem, tarz, usul, metot i.; reşit olmayan kimse s.; daha küçük,
başvurdum.) He developed a new method to solve the küçük, ufak tefek, reşit olmayan
1639) memory; problem. (Problemi çözmek için yeni There may be some minor changes in
bir metot geliştirdi.) the plan. (Planda ufak tefek
hafıza, bellek, anı
değişiklikler olabilir.)
I have a bad memory for words. 1650) Mexican; (isim,
(Kelime hafızam kötüdür.) sıfat) 1660) minority; (isim)
i.; meksikalı s.; meksika, azınlık, reşit olmama
1640) mental; (sıfat)
meksika’ya özgü There is a French- speaking minority in
akli,akılsal, mental, ruhsal
A mexican reporter wanted to make an the west of the country. (Ülkenin
Her problems are mental, not physical. interview with me. (Meksikalı bir batısında Fransızca konuşan bir azınlık
(Onun sorunları akılsal, fiziksel değil.) gazeteci benimle röportaj yapmak var.)
1641) mention; istedi.)
1661) minute;
bahsetmek, söz etmek, dile 1651) middle; dakika, an , tutanak s.; önemsiz,
getirmek i.; orta s.; ortadaki, ara ufak tefek
You mentioned in your e-mail that you He called me in the middle of the night. The exam will be finished in five
might come over here. (Yazdığın e (Beni gecenin ortasında aradı.) minutes. (Sınav 5 dakika sonra bitecek.)
postada buraya gelebileceğinden
bahsetmiştin.) 1652) might; 1662) miracle; (isim)
i.; kuvvet, güç f.; -ebilirdi, -e mucize
1642) menu; (isim)
bilmek, olası olmak It is miracle that nobody was killed in
menü,mönü, yemek listesi
I thought we might go to funfair on the car crash. (Araba kazasında
May I have the menu, please? (Menüyü Sunday. (Pazar günü lunaparaka kimsenin ölmemesi bir mucize.)
alabilir miyim lütfen?) gidebilceğimizi düşünmüştüm.)
1663) mirror; (isim, fiil)
1643) mere; (isim, sıfat) 1653) military; i.; ayna f.; aksettirmek,
i.; bataklık s.; mutlak, salt, i.; ordu s.; askeri yasıtmak
sade, sırf
Military forces attacked the enemy at She looked at herself in the mirror.
Even the mere thought of it makes me dawn. (Askeri kuvvetler, şafak vaktinde (Aynada kendine baktı.)
happy. (Onun yalnızca düşüncesi bile düşmana saldırdı.)
beni mutlu ediyor.) 1664) miss;
1654) milk; (isim) f.; özlemek, isabet etmemek, ıskalamak,
1644) merely;(zarf)
süt kaçırmak i.; ıskalama, evlenmemiş
sadece, yalnızca, salt bayan
Can you buy a bottle of milk? (Bir şişe
He said nothing, merely smiled. (Hiçbir süt alabilir misin?) He misses his old days. (Eski
şey söylemedi, yalnızca gülümsedi.) günlerini özlüyor.)
1655) million;
1645) mess; (isim, fiil) 1665) missile; (isim)
milyon
i.; dağınıklık, karışıklık f.; merak, atılan şey, mermi,
Millions of people died of black death
karıştırmak, altüst etmek kurşun, füze
in Europe. (Milyonlarca insan
The room was in mess. (Oda Avrupa’da vebadan öldü.) Missile attack on the capital is
dağınıklık içindeydi.) resuming. (Başkente füze saldırısı
1656) mind;
1646) message; (isim) devam ediyor.)
f.; önemsemek, ilgilenmek, kulak asmak
ileti, mesaj, bildiri i.;akıl, zihin 1666) mission;
I sent him a massage to inform him Her face is still in my mind. misyon, görev, amaç
about time of the trip. (Ona, gezinin (Yüzü hala aklımda.) He accomplished his mission in the
zamanını bildirmek için bir mesaj army. (Ordudaki görevini tamamladı.)
attım.) 1657) mine; (isim, zamir,
fiil) 1667) mistake; (isim, fiil)
1647) metal; (isim, sıfat)
i.; yanlış, hata, yanlışlık, yanılgı f.; an, lahza, esna Our monthly mortgage payment is
yanlış anlamak, yanılmak That moment was the happiest moment 2.000 dollars. (Aylık ipotek ödememiz
Don’t worry, we all make mistakes. of my life. (O an, hayatımın en mutlu 2000 dolar.)
(Endişelenme, hepimiz hata yapabiliriz.) anıydı.) 1688) most; (sıfat, isim)
1668) mix; (fiil, isim) 1678) money; s.; en, en çok, en fazla i.;
f.; karıştırmak, katmak i.; para, ücret çoğu
karışım I’ve got no money left. (Hiç I spend most money on clothes. (En çok
If you mix yellow and blue, you get param kalmadı.) parayı kıyafetlere harcarım.)
green. (Sarı ve maviyi karıştırırsan yeşil 1689) mostly; (zarf)
1679) monitor; (fiil, isim)
elde edersin.)
f.; izlemek, gözlemek i.; gözlem, çoğunlukla, çoğu zaman,
1669) mixture; (isim) monitör daha çok
karışım, karıştırma Each patient’s progress is closely This are of Africa is mostly desert.
Add the butter to the mixture and beat monitored. (Her hastanın gelişimi (Afrika’nın bu alanı çoğunlukla çöl.)
well. (Karışımın içine yağı ekle ve iyice yakından gözleniyor.) 1690) mother; (isim)
karıştır.)
1680) month; (isim) anne, ana
1670) mm ; (isim) ay His mother was a nurse but she is
milimetre She earns $2000 a month. (Ayda 2000 retired now. (Annesi hemşireyi ama
Use wood of at least 20 mm thickness. dolar kazanıyor.) şuan emekli oldu.)
(En az yirmi mm kalınlığında tahta 1691) motion; (isim)
kullan.) 1681) mood; (isim)
hareket, devinim
ruh hali, ruhsal durum
1671) mode; (isim) Rub the cream in with a circular motion.
He is in a bad mood today. (Onun
kip, mod, moda,usul, biçim, (Kremayı dairesel hareketlerle sür.)
bugün ruh hali kötü.)
üslup
1692) motivation; (isim)
Change your mode of communication. 1682) moon; (isim)
motivasyon, teşvik,
(İletişim biçimini değiştir.) ay, uydu
güdülenme
1672) model; How many moons does Jupiter have?
He is intelligent but he lack motivation.
(Jüpiter’in kaç tane uydusu var?)
i.; model, manken, kalıp f.; mankenlik (O, zeki ancak motivasyon eksikliği
yapmak, biçimlendirmek, kalıbını 1683) moral; (isim, sıfat) var.)
çıkarmak i.; değer, kıssadan hisse, alınacak ders 1693) motor; (isim)
She used to want to be a model. s.; ahlaki, manevi, erdemli
motor, makine, araba
(Önceden manken olmak isterdi.) They live according to their traditional
Now you can start the motor. (Motoru
1673) moderate; (sıfat, moral values. (Onlar, geleneksel ahlaki
şimdi çalıştırabilirsin.)
fiil) değerlerine göre yaşarlar.)
1694) mount; (fiil, isim)
s.; ılımlı, ölçülü, orta dereceli f.; 1684) more; (sıfat, zarf)
ılımlaştırmak, hafifletmek binmek, üzerine çıkmak,
s.; daha fazla, daha çok zf.;
oturtmak i.; dağ, tepe
Cook over a moderate heat. (Orta daha
ateşte pişir.) He mounted the platform and started to
More and more people are getting
dance. (Platformun üzerine çıktı ve dans
1674) modern; cancer in early ages. (Gitgide daha fazla
etmeye başladı.)
insan erken yaşlarda kansere
modern, çağdaş, muasır
yakalanıyor.) 1695) mountain; (isim)
Stress is a major problem of our modern
dağ
life. (Stres, modern hayatımızın önemli 1685) moreover; (zarf)
bir sorunudur.) dahası, üstelik, ayrıca Mount Ararat is the highest mountain in
Turkey. (Ağrı Dağı, Türkiye’deki en
1675) modest; (sıfat) I lost a lot money, moreover it was a
yüksek dağdır.)
waste of time. (Bir sürü paramı
mütevazi, alçakgönüllü,
kaybettim, dahası zaman kaybıydı.) 1696) mouse; (isim)
sade, gösterişsiz
1686) morning; (isim) fare,sıçan
She is very modest about her success.
(Başarısı konusunda çok sabah I saw a big mouse in the garden.
alçakgönüllüdür.) (Bahçede büyük bir fare gördüm.)
Every morning I drink a cup of coffee.
1676) mom; (isim) (Her sabah bir fincan kahve içerim.) 1697)mouth;
anne 1687) mortgage; (isim) ağız, gaga
Where is my mom? (Annem ipotek, rehin A snake’s mouth is very flexible. (Bir
nerede?) (gayrimenkul) yılanın ağzı oldukça esnektir.)
1677) moment; 1698) move;
i.; hamle, hareket, taşınma f.; hareket müzik, nağme The little children ran naked through the
etmek, yer değiştirmek, taşınmak His music style was very interesting. beach. (Küçük çocuklar plajda çıplak
The bus was already moving when I got (Onun müzik tarzı çok ilginçti.) halde koştular.)
there. (Oraya vardığımda otobüs çoktan 1720) name; (isim, fiil)
1710) musical; (sıfat)
hareket etmişti.)
müzikal, müzikle ilgili i.; isim, ad f.; adını koymak, ad vermek,
1699) movement; söylemek, ismiyle çağırmak
She improved her musical talent. (O,
hareket, eylem, akım müzikal yeteneğini kanıtladı.) We found the name ‘Max’ for our dog.
There are various movements in our (Köpeğimiz için Max ismini bulduk.)
1711) musician; (isim)
literature history. (Edebiyat tarihimizde 1721)narrative; (isim,
birçok akım vardır.) müzisyen, çalgıcı
sıfat)
He is an old jazz musician. (O, eski bir
1700)movie; i.; anlatı, hikaye, öykü s.;
caz müsizyenidir.)
film, sinema filmi öyküsel, hikaye tarzında
1712) Muslim; (isim) The story contains more narrative than
The movie we wacthed last night was a
waste of time. (Dün izlediğimiz film müslüman dialogue. (Hikaye, diyalogdan çok
zaman kaybıydı.) Friday is a holiday in many Muslim anlatı içeriyor.)
countries. (Cuma, birçok Müslüman 1722) narrow; (sıfat)
1701) Mr;
ülkede tatil günüdür.)
i.; bay s.; bey dar, sıkı
1713) must; (fiil, isim) The road is too narrow for two car go
Let me introduce you Mr. Brown. (Sizi
Bay Brown ile tanıştırıyım.) f.; gerekmek, -meli/-malı i.; together. (Bu yol iki arabanın yanyana
zorunluluk, gereklilik gitmesi için çok dar.)
1702) Mrs;
Cars must not park in front of the 1723) nation; (isim)
i.; bayan (evli) s.; hanım entrance. (Arabalar girişin önüne park
millet, halk, ulus
Mrs. Yıldız is waiting for you in her etmemeli.)
office. (Bayan Yıldız sizi ofisinde The African nations fought for their
1714) mutual; (sıfat) independence. (Afrika halkları
bekliyor.)
ortak, karşılıklı özgürlükleri için savaştı.)
1703) Ms; (isim)
We both have a mutual interest in art. 1724) national; (sıfat)
evli olmayan bayan (Sanata karşı ikimizin de ortak bir ilgisi
milli, ulusal
Ms. Green will be back shortly. (Bayan var.)
Green kısa sürede geri dönecek.) Our national anthem consists of ten
1715) my; (zamir) verses. (Bizim ulusal marşımız on
1704) much; (sıfat, zarf) benim kıtadan oluşur.)
s.; fazla, çok zf.; çok, You can’t wear my clothes without my 1725) native; (sıfat)
fazlaca, hayli permission. (Kıyafetlerimi benim iznim
yerli
I paid much money for these shoes. (Bu olmadan giyemezsin.)
ayakkabılar için çok para ödedim.) This island is mostly populated by
1716) myself; (zarf, native Americans. (Bu adada
1705) multiple; (sıfat) zamir) çoğunlukla yerli Amerikalılar yaşıyor.)
çoklu, birkaç, çeşitli zf.; kendim zm.; bizzat, kendim,
1726) natural; (sıfat)
We made multiple copies of the page. kendimi
doğal, doğuştan, natürel
(Sayfanın çoklu fotokopisini çektik.) I can’t express myself in French very
,olağan
well. (Fransızca’da kendimi çok iyi
1706) murder; (fiil, isim) Wild animals should live in their natural
ifade edemiyorum.)
f.; cinayet işlemek, öldürmek, katletmek habitats. (Vahşi hayvanlar, doğal
i.; cinayet, öldürme 1717) mystery; (isim) habitatlarında yaşamalıdır.)
What was the murder weapon? (Cinayet esrar, sır, gizem 1727) naturally; (zarf)
silahı neydi?) He often tells us stories full of mystery.
doğal olarak, haliyle, tabii
(Bize sık sık sır dolu hikayeler anlatır.)
1707) muscle; (isim) Naturally, I get upset when things go
kas, adale 1718) myth; (isim) wrong. (Doğal olarak bir şeyler kötü
These exercises build muscle. (Bu efsane, mit gidince üzülürüm.)
egzersizler kas yapar.) There are Gods and Goddess in Greek
1728) nature; (isim)
myths. (Yunan mitlerinde tanrılar ve
1708) museum; (isim) doğa, tabiat, mizaç,
tanrıçalar vardır.)
müze yaradılış
N
We visited a science museum in We must preserve the nature. (Doğayı
1719) naked; (sıfat)
London. (Londra’da bir bilim müzesini korumalıyız.)
ziyaret ettik.) çıplak
1729) near; (zarf, sıfat)
1709) music;(isim)
zf.; yakın, yakınında, civarında s.; Our neighbors are very noisy. haber, haberler
sıkı, samimi (Komşularımız çok gürültücü.) Have you seen the news about
As far as i know, he must be near here. 1740) neighborhood; upcoming elections? (Gelecek seçimler
(Bildiğim kadarıyla buraya yakın (isim) hakkındaki haberi izledin mi?
olmalı.)
mahalle, semt, komşuluk 1751) newspaper; (isim)
1730) nearby; (zarf) We grew up in the same neighborhood. gazete
yakında (Biz aynı mahallede büyüdük.) She likes reading newspaper while she
The car is parked nearby. (Araba 1741) neither; (sıfat, zamir, is having a breakfast. (Kahvaltı
yakında park edili.) bağlaç) yaparken gazete okumayı sever.)
1731) nearly; (zarf) s.; hiçbir zm.; hiçbiri, ne bu ne öteki 1752) next; (edat, sıfat,
neredeyse, yaklaşık olarak, hemen bağ.; gerekse zarf)
hemen, takriben Which do you like? Neither. (Hangisini ed.; sonraki, yanında s.; bitişik,sonraki,
I was nearly falling into the well. beğendin? Hiçbiri.) en yakın, ertese, gelecek, önümüzdeki
(Neredeyse kuyuya düşüyordum.) zf.; ondan sonra
1742) nerve; (isim)
Your turn, answer the next question.
1732) necessarily; (zarf) sinir, asap
(Sıra sende, sonraki soruyu sen
ister istemez, muhakkak, ille I need something to calm my nerves. cevapla.)
de (Sinirlerimi yatıştıracak bir şey lazım.)
1753) nice; (sıfat)
The weather forecast is not necessarily 1743) nervous; (sıfat)
reliabe. (Hava durumu tahminleri ille de sevimli, hoş, iyi, güzel
sinirli, gergin, tedirgin
güvenilir değildir.) Her attitudes towards me were nice.
I felt really nervous before the exam. (Bana karşı davranışları hoştu.)
1733) necessary; (sıfat) (Sınavdan önce gerçekten çok
gerekli, gereken, lazım, gergindim.) 1754) night; (sıfat, isim)
zprunlu s.; gece i.; gece
1744) net; (isim, sıfat)
All the necessary precautions must be I played video games all night long.
i.; ağ, şebeke s.; net, kesin
taken. (Bütün gerekli önlemler (Tüm gece video oyunları oynadım.
alınmalı.) The net profit of this year is around 2
millions. (Bu yıl net kar 2 milyon 1753) nine; (isim)
1734) neck; (isim) civarında.) dokuz
boyun, elbise yakası Banks open at nine o’clock. (Bankalar
1745) network;(isim)
Giraffes have very long neck. saat dokuzda açılıyor.)
ağ, şebeke
(Zürafaların çok uzun boyunları vardır.)
The railway network in Turkey are 1754) no; (ünlem, isim,
1735) need; (fiil, isim) being extended. (Türkiye’deki sıfat)
f.; ihtiyaç duymak, gerek duymak , demiryolu ağları genişletiliyor.) ünl.; hayır i.; ret s.; yasak,
gerekli olmak i.; ihtiyaç, gereksinim hiçbir
1746) never; (zarf)
Do you need any help? (Yardıma She said “No” to his propasal. (Evlilik
hiç, asla, hiçbir zaman
ihtiyacın var mı?) teklifine “Hayır” dedi.)
She never eats meat, she is a vegetarian.
1736) negative; (sıfat) (Asla et yemez, o vejeteryan.) 1755) nobody; (zamir,
olumsuz, negatif isim)
1747) nevertheless; (zarf,
The crisis had a negative effect on zm.; hiç kimse i.; hiç
bağlaç)
economy. (Krizin ekonomi üzerinde Nobody knew what to say. (Hiç kimse
zf.; yine de, buna karşın
olumsuz etkisi oldu.) ne diyeceğini bilmiyordu.)
bağ.;ancak
1737) negotiate; (fiil) I failed. Nevertheless, I tried. (Başarısız 1756) nod; (fiil, isim)
görüşmek, müzakere oldum. Yine denedim.) f.; kafa sallamak, başıyla selam vermek,
yapmak başı ile onaylamak i.; kafa sallama
1748) new; (sıfat)
The government refused to negotiate I asked her if he would come to us and
yeni, taze
with terrorists. (Hükümet, teroristlerle she nodded. (Ona bize gelecek misin
müzakere yapmayı reddetti.) I bought a new computer last week. diye sordum ve o da başıyla onayladı.)
(Geçen hafta yeni bilgisayar aldım.)
1738) negotiation; (isim) 1757) noise; (isim)
1749) newly; (zarf)
müzakere, uzlaşma gürültü, ses
yeni, yakın
The negotiations with the company are zamanlarda,geçenlerde You are making too much noise. (Çok
continuing. (Şirketle müzakareler fazla gürültü yapıyorsunuz.)
Newly married couple is waiting a baby.
devam ediyor.) 1758) nomination; (isim)
(Yeni evli çift bebek bekliyor.)
1739) neighbor; (isim) aday gösterme, atama
1750) news; (isim)
komşu
He has had five Oscar nominations. His notes weren’t enough to pass this I have numerous book in my library.
(Onun beş Oscar adaylığı var.) lesson. (Notları bu dersi geçmek için (Kütüphanemde çok sayıda kitap var.)
yeterli değildi.)
1759) none; (zamir, zarf) 1779) nurse; (fiil, isim)
zm.; hiçbirisi, hiç kimse zf.; asla, 1769) nothing; (isim) f.; bakıcılık yapmak, hemşirelik
hiçbir zaman hiç, hiçbir şey, yok yapmak, emzirmek i.; hemşire
None of you will leave this area. There is nothing to worry about. Her dream is to become a nurse. (Onun
(Hiçbiriniz bu bölgeden (Endişelenecek bir şey yok.) hayali hemşire olmak.)
ayrılmayacaksınız.)
1770) notice; (isim, fiil) 1780) nut; (isim)
1760) nonetheless; (zarf) i.; bildiri, ihbar, duyuru, ihtar, dikkat, fındık
bununla birlikte, her şeye farketme f.; farketmek, gözünden They are gathering nuts. (Onlar
rağmen, yine de kaçmamak fındık topluyorlar.)
The exam won’t be hard. Nonetheless, Did you notice how sad John was?
1781) object; (fiil, isim)
we need to study. (Sınav çok zor (John’un ne kadar üzgün olduğunu
olmayacak. Yine de biz çalışmalıyız.) farkettin mi?) f.; karşı çıkmak, itiraz etmek i.; amaç,
obje, nesne, cisim
1761) nor; (bağlaç) 1771) notion; (isim)
I object to your opinion. (Senin fikrine
ne de, ne kavram, nosyon, düşünce, itiraz ediyorum.)
Not a building nor a tree was left fikir
O
standing. (Geride ne bir bina ne bir ağaç Our political system is based on the
1782) objective; (isim,
kaldı.) notions of equality and liberty. (Siyasi
sıfat)
sistemimiz eşitlik ve özgürlük
1762) normal; (sıfat) i.; hedef, amaç s.; nesnel,
kavramları üzerine kuruludur.)
normal, olağan, standart objektif, tarafsız
1772) novel; (isim)
I hope things could get back normal. You should be more objective when
(Umarım her şey normale döner.) roman criticising. (Eleştiri yaparken daha
I like reading historic novels. (Tarihi nesnel olmalısın.)
1763) normally; (zarf)
romanları okumayı severim.)
normalde, genelde 1783) obligation; (isim)
1773) now; (zarf) zorunluluk, mecburiyet,
She doesn’t normally eat meat. (O
normalde et yemez.) şimdi, hemen, şu anda mükellefiyet
What time is it in New York now? (Şu Paying taxes is our legal obligation.
1764) north; (isim, sıfat,
an New York’ta saat kaç?) (Vergi vermek bizim yasal
zarf)
zorunluluğumuz.)
i.; kuzey s.; kuzeydeki, kuzeyden gelen 1774) nowhere; (isim,
zf.; kuzeye doğru, kuzeyd zarf) 1784) observation; (isim)
We changed our direction to the north. i.; hiçbir yer zf.; hiçbir yerde, gözlem, gözetim, inceleme
(Yönümüzü kuzeye çevirdik.) hiçbir yere The suspect is being kept under
There was nowhere for me to sit. observation. (Şüpheli gözlem altında
1765) northern; (sıfat)
(Oturacak hiçbir yer yoktu.) tutuluyor.)
kuzeyli, kuzey, kuzeye ait
1775)n’t; 1785) observe; (fiil)
More people live in the northern part of
the town. (Birçok insan kasabanın değil (can’t, don’t, haven’t gözlemlemek, incelemek
kuzeyinde yaşıyor.) gibi) Have you observed any changes lately?
I don’t know what to say. (Ne (Son zamanlarda bir değişim
1766) nose; (isim)
diyeceğimi bilemiyorum) gözlemledin mi?)
burun, koklama duyusu
1776) nuclear; (sıfat) 1786) observer; (isim)
Your nose is running.
(Burnun akıyor.) nükleer gözlemci, gözetmen, gözcü
The country has nuclear weapons. According to the observers, the plane
1767) not; (zarf)
(Ülkenin nükleer silahları var.) exploded shortly after take off.
değil, yok (Gözlemcilere göre uçak kalktıktan kısa
1777) number; (fiil, isim)
I am not an artist, don’t expect me to bir süre sonra patlamış.)
draw well. (Ben sanatçı değilim, benden f.; numaralamak, sayı saymak i.;
numara, rakam, sayı, miktar, adet 1787) obtain; (fiil)
iyi çizim yapmamı bekleme.)
Dial this phone number to talk the elde etmek, edinmek, kazanmak,
1768) note; (fiil, isim) ele geçirmek
manager. (Yöneticiyle konuşmak için
i.; not, nota, fatura, senet f.; not etmek, bu telefon numarasını tuşlayınız.) I finally obtained information from the
kaydetmek, işaretlemek , farkına professor. (Sonunda profesörden bilgi
varmak 1778) numerous; (sıfat)
edindim.)
sayısız, birçok, çok sayıda
1788) obvious; (sıfat)
belli, apaçık, bariz 1799) off; (sıfat, zarf, fiil) i.; izin, kabul, onay s.; iyi f.; onaylamak,
It is obvious that you don’t want to s.; kapalı, izinli, bozuk, uzak, kötü, kabul etmek ünl.; olur, tamam
come with us. (Belli ki bizimle gelmek yorgun zf.; dışında, haricinde, uzakta f.; OK, let’s go. (Tamam,
istemiyorsun.) öldürmek gidelim.)
1789) obviously; (zarf) As I reached the station, I got off the 1809) okay; (ünlem, isim,
bus. (İstasyona vardığımda otobüsten sıfat)
apaçık, besbelli, açıkçası
indim.)
You are obviously sleepy. ünl.; tamam i.; tasdik, onay s.;
(Apaçık uykusulusun.) 1800) offense; (isim) iyi, uygun
suç, gücenme, dargınlık, Okay, I accept my mistake. (Tamam,
1790) occasion; (isim)
kırgınlık hatamı kabul ediyorum.)
fırsat, olay, durum, ortam
I am sorry I meant no offense. 1810) old; (sıfat)
I can remember very few occasions (Afedersin, gücendirmek istememiştim.)
from my childhood. (Çocukluğumdan eski, yaşlı, ihtiyar, modası
çok az olayı hatırlayabiliyorum.) 1801) offensive; (sıfat) geçmiş
saldıran, saldırgan, kırıcı The baby is only a few months old.
1791) occasionally; (zarf)
Your comments are deeply offensive. (Bebek yalnızca birkaç aylık.)
ara sıra, zaman zaman
(Yorumların oldukça kırıcı.) 1811) Olympic; (sıfat)
These symptoms can occasionally lead
serious diseases. (Bu belirtiler zaman 1802) offer; (isim, fiil) olimpik, olimpiyat
zaman ciddi hastalıklara yol açabilir.) i.; teklif, öneri, sunma, arz f.; teklif He is an olympic champion. (O, bir
etmek, önermek, sunmak, arz etmek olimpiyat şampiyonudur.)
1792) occupation; (isim)
They decided to offer him a job. (Ona 1812) on; (edat, sıfat,
iş, uğraş, meslek
bir iş teklif etmeye karar verdiler.) zarf)
What is your mother’s occupation?
(Annenin mesleği nedir?) 1803) office; (isim) ed.; üstünde, üzerinde, -de/-da s.; açık,
ofis, büro, iş yeri, makam devrede, hazır, devam etmekte olan zf.;
1793) occupy; (fiil) konusunda, hakkında, aralıksız
odası
işgal etmek, meşgul etmek, oyalamak,
Are you going to office today? (Bugün The car keys are on the table. (Araba
zamanını almak, tutmak anahtarları masanın üzerinde.)
ofise gidiyor musun?)
The capital has been occupied by the
1804) officer; (isim) 1813) once; (zarf)
foreign military forces. (Başkent
yabancı askeri güçler tarafından işgal memur, görevli, polis bir kez, bir kere, bir keresinde, eskiden,
edildi.) memuru, subay bir zamanlar
The police officer arrested the thief. This song was famous once, but nobody
1794) occur; (fiil)
(Polis memuru hırsızı tutukladı.) listens it today. (Bu şarkı bir zamanlar
meydana gelmek, olmak, meşhurdu ancak artık kimse
ortaya çıkmak 1804) official; (isim, sıfat) dinlemiyor.)
When did the event occur? (Bu olay ne i.; memur, resmi yetkili, görevli 1814) one; (isim, sıfat,
zaman meydana geldi?) s.; resmi zamir)
1795) ocean; (isim) The president made an official visit to i.; bir, birisi s.; tek, bir tane
okyanus Berlin in April. (Başkan, nisan ayında zm.; biri
Berlin’e resmi bir gezi yaptı.)
Ocean levels are rising. (Okyanus Do you want one or two? (Bir tane mi
seviyesi yükseliyor.) 1805) often; (zarf) istersin iki tane mi?)
1796) odd; (sıfat) sık sık, genellikle, çok kez 1815) ongoing; (sıfat)
garip, tuhaf, acayip, How often do you go to the cinema? süregelen, devam eden
sıradışı (Ne sıklıkla sinemaya gidersin?) There is an ongoing discussion between
There is something odd about that girl. 1806) oh; (ünlem) two countries. (İki ülke arasında devam
(BU kızda tuhaf bir şeyler var.) eden bir müzakere var.)
ha, ah
1797) odds; (isim) Oh, how gorgeous! (Ah, ne kadar 1816) onion; (isim)
şans, olasılık, ihtimal muhteşem!) soğan
The odds are very much in favour. 1807) oil; (isim, fiil) Chop the onions finely.
(Olasılıklar bizim tarafımızda. ) (Soğanları ince ince doğra.)
i.; yağ, sıvıyağ, petrol f.;
1798) of; edat, fiil) yağlamak 1817) online; (sıfat, zarf)
ed.; -nın, -nin, -den, -dan, hakkında f.; Put some oil in the salad. s.; bağlantılı, online zf.;
bir şeyden övünerek bahsetmek (Salataya biraz yağ koy.) online olarak
I showed him a photo of my dog. (Ona 1808) ok; (isim, sıfat, fiil, Online shopping has become a trend.
köpeğimin fotoğrafını gösterdim.) ünlem) (Online alışveriş bir trend haline geldi.)
1818) only; (sıfat, zarf) i.; rakip, düşman s.; karşıt, How was your day? It was ordinary.
s.; tek , bir, biricik, eşsiz, yalnız zf.; aleyhtar (Günün nasıl geçti? Sıradandı.)
yalnızca, sadece They managed to beat their opponents. 1837) organic; (sıfat)
Jane is their only daughter. (Jane (Rakiplerini yenmeyi başardılar.)
organik, canlı, bedensel
onların tek kızı.) 1828) opportunity; (isim) You shoul prefer organic vegetables and
1819) onto; (edat) fırsat, imkan, olanak, şans fruits for your health. (Sağlığınız için
üzerine, üstüne At least I can give you the opportunity organik sebze ve meyveleri tercih
of explaining what happend. (Sana, en etmelisiniz.)
Move the books onto the third shelf.
(Kitapları üçüncü rafın üzerine çıkar.) azından ne olduğunu anlatma fırsatı 1838) organization;
verebilirim.) (isim)
1820) open; (fiil, sıfat)
1829) oppose; (fiil) organizasyon, örgüt, kurum, kuruluş,
f.; açmak, açılmak, başlamak, başlatmak
karşı çıkmak, başkaldırmak, dernek, teşkilatlanma
s.; açık, geniş, serbest, dürüst, içten,
ferah muhalefet yapmak She is the leader of a voluntary
I can’t keep my eyes open, I am so Her parents are oppesed to her marriage. organization. (Gönüllü bir
(Anne babası onun evliliğine karşo organizasyonun lideri.)
sleepy. (Gözlerimi açık tutamıyorum,
çok uykum var.) çıktı.) 1839) organize; (fiil)
1821) opening; (isim) 1830) opposite; (isim, sıfat, organize etmek, düzenlemek,
edat) tertiplemek, hazırlamak
açma, açılış, açıklık, ağız
i.;zıt s.; ters, zıt, aksi, karşıt, muhalif They organized a great party for their
The president made an impressive
ed.; karşısında daughter’s birthday. (Kızlarının doğum
speech at the opening ceramony.
günü için büyük bir parti düzenlediler.)
(Başkan, açılış töreninde etkileyici bir They went in opposite directions. (Zıt
konuşma yaptı.) yönlerden gittiler.) 1840) orientation; (isim)
1822) operate; (fiil) 1831) opposition; (isim) oryantasyon, çevreye uyum sağlama, bir
muhalefet, karşı koyma, yere alışma, yönelim
ameliyat etmek, işletmek,
çalıştırmak, idare etmek itiraz This is orientation week for all our new
He spent three years in prison for his workers. (Bu hafta tüm yeni
Solar panels can only operate in the
sunlight. (Güneş panelleri yalnızca opposition to the regime. (Rejime karşı çalışanlarımız için oryantasyon haftası.)
güneş ışığında çalıştırılabilir.) muhalefeti olduğu için hapiste üç yıl 1841) origin; (isim)
geçirdi.)
1823) operating; (isim, köken, kaynak, orijin
sıfat) 1832) option; (isim) The origin of the word is Arabic.
i.; ameliyat, işletme, çalıştırma s.; seçenek, tercih, seçme, (Kelimenin kökeni Arapçadır.)
faaliyet yürüten opsiyon
1842) original; (sıfat)
The patient is waiting in the operating I had no option but to leave.
orijinal, özgün,asıl
room. (Hasta, ameliyat odasında (Ayrılmaktan başka çarem yoktu.)
That is a very original idea. (Bu
bekliyor.) 1833) or; (bağlaç) çok özgün bir fikir.)
1824) operation; (isim) ya da, veya, yoksa, ya
1843) originally; (zarf)
operasyon,ameliyat, harekat, There are people who don’t have
aslen, aslında, köken
işlem, faaliyet homes, jobs or family. (Evi, işi ya da
olarak
The heart operation took two hours. ailesi olmayan insanlar var.)
Our family originally came from Iran.
(Ameliyat iki saat sürdü.) 1834) orange; (isim) (Ailemiz köken olarak İran’dan
1825) operator; (isim) portakal, turuncu geliyor.)
operatör, çalıştıran kişi, Would you like some orange juice? 1844) other; (sıfat, zamir)
işletmeci (Biraz portakal suyu ister misiniz?)
s.; diğer, öbür, öteki, başka zm.;
He works as machine operator. (O, 1835) order; (isim, fiil) diğeri, öbürü
makine operatörü olarak çalışıyor.)
i.; düzen, emir, buyruk, sipariş, sıra f.; Are there any other questions? (Başka
1826) opinion; (isim) emir vermek, tertiplemek, düzen soru var mı?)
düşünce, fikir, görüş sağlamak, sipariş vermek
1845) others; (zamir)
Everyone should tell his/her opinion in The names are listed in alphabetical diğerleri, başkaları
democratic societies. (Demokratik order. (İsimler alfabetik sıraya göre
listeli.) Some pictures are better than others.
toplumlarda herkes fikrini
(Bazı resimler diğerlerinden daha iyi.)
söylemelidir.) 1836) ordinary; (sıfat)
1846) otherwise; (zarf)
1827) opponent; (isim, sıradan, olağan, basit,
sıfat) alışılmış aksi halde, başkaca
I borrowed some money. Otherwise, I s.; etraflı, geniş kapsamlı, genel zf.; tam, Turn to page 50. (Sayfa
couldn’t have afforded the trip. (Biraz genel olarak 50’ye çevirin.)
borç para aldım. Aksi halde bu geziye They made an overall asessment after 1865) pain; (isim)
maddi gücüm yetmezdi.) the meeting. (Toplantıdan sonra genel
ağrı, sancı, sızı, acı, ızdırap
1847) ought; (fiil, sıfat) bir değerlendirme yaptılar.)
She is suffering from chest pain. (Göğüs
f.; -meli/ -malı, gerekli i.; 1856) overcome; (fiil) ağrısı çekiyor.)
zorunluluk, yükümlülük üstesinden gelmek, yenmek,
1866) painful; (sıfat)
You ought to apologize. (Özür alt etmek
dilemelisin.) ağrılı, sancılı, eziyetli
She overcame all difficulties on her
own. (O, kendi başına tüm zorlukların Her treatment process was painful.
1848) our; (zamir)
üstesinden geldi.) (Onun tedavi süreci çok sancılıydı.)
bizim
1857) overlook; (fiil) 1867) paint; (fiil, isim)
I showed them some of our photos.
(Onlara bazı fotoğraflarımızı aldırmamak, hoşgörmek, gözünden f.; boyamak, resmetmek i.; boya,
gösterdim.) kaçmak, dikkate almamak makyaj malzemesi
It seems that they have overlooked one The walls were painted blue. (Duvarlar
1849) ourselves; (zamir)
important fact. (Önemli bir gerçeği maviye boyandı.)
kendimiz, biz
gözden kaçırmı gibi görünüyorlar.) 1868) painter; (isim)
We shouldn’t blame ourselves for her
actions. (Onun yaptıkları yüzünden 1858) owe; (fiil) ressam, boyacı
kendimizi suçlamamalıyız.) borçlu olmak, minnettar Picasso is a well known painter.
olmak (Picasso tanınmış bir ressamdır.)
1850) out; (isim, zarf, fiil,
sıfat) He still owes five thousand dollars to 1869) painting; (isim)
his father. (Babasına hala beş bin dolar resim, boyama, tablo, yağlı
i.; çıkış, çıkar yol, çözüm, çizgi dışı zf.;
borcu var.)
dışarı, dışarıya,dışarıda f.; çıkarmak, boya
meydana çıkmak, kovmak s.; dış, harici, 1859) own; (zamir, fiil, Painting and music are her biggest
bitmiş, uzak, eskimiş, modası geçmiş sıfat) hobbies. (resim ve müzik onun en
I called him but he was out. (Onu zm.; kendi, kendinin f.; sahip büyük hobileri.)
aradım ama dışarıdaydı.) olmak s.; özel 1870) pair; (isim, fiil)
1851) outcome;(isim) Is that your own car? (Bu senin i.; çift, eş f.; çift olmak, eşleşmek,
kendi araban mı?) eşleştirmek
sonuç, netice , çıktı, ürün
What was the outcome of your 1860) owner; (isim) She bought a pair of gloves. (Bana bir
research? (Araştırmanızın sonuçları sahip,mal sahibi çift eldiven aldı.)
nelerdi?) He is the owner of a textile factory. (O, 1871) pale; (sıfat)
1852) outside; (zarf, isim, bir tekstil fabrikasının sahibi.) soluk, solgun, renksiz,
sıfat, edat) P cansız
zf.;dışarı, dıştan, dışarıya i.; dış, dış 1861) pace; (fiil, isim) You look pale. Are you ill? (Solgun
taraf s.; dış, dışarıdaki, harici f.;adımlamak, gezinmek i.; görünüyorsun. Hasta mısın?)
ed.;dışında, dışına tempo, adım, yürüyüş
1872) Palestinian; (isim,
You can’t open the window from the The runners have quickened their pace. sıfat)
outside. (Pencereyi dışarıdan (Yarışçılar tempolarını hızlandırdı.)
açamazsın.) i.; filistinli s.; filistin
1862) pack; (fiil, isim) The Pastinians had to leave their home
1853) oven; (isim) after war. (Filistinliler savaştan sonra
f.; paketlemek, ambalajlamak ,
fırın, ocak eşyalarını toplamak i.; ambalaj, paket, evlerini terk etmek zorunda kaldılar.)
She bakes cakes in the oven. (Kekleri sargı 1873) palm; (isim)
fırında pişirdi.) I have packed a few things into the palmiye, hurma ağacı, avuç,
1854) over; (sıfat, zarf, suitcase. (Valizin içine birkaç şey
avuç içi
edat) topladım.)
John is planting a palm tree in his
s.; bitmiş, üstün, çok fazla, aşırı zf.; 1863) package; (fiil, isim) backyard. (John arka bahçesine palmiye
fazla, tekrar,yine, üzerine, aşırı, her f.; paketlemek i.; paket, koli, ağacı dikiyor.)
yerinden, baştan sona ed.; üzerinde, ambalaj
üstünde, üstünden, hakkında, karşıya, 1874) pan; (isim)
There is a large package for you. (Size
öbür tarafa, boyunca tava, tepsi
büyük bir paket var.)
By the time I arrived, the meeting was Melt the butter in a pan. (Yağı bir
over. (ben vardığımda toplantı bitmişti.) 1864) page; (isim) tavanın içinde erit.)
i.; sayfa, uşak, otel garsonu, komi f.;
1855) overall; (sıfat, zarf) 1875) panel; (isim)
sayfaları numaralandırmak
pano, tabla, panel Is there a particular type of book you I haven’t seen him in the past few
The important politicians are going to enjoy? (Sevdiğin belirli bir kitap türü weeks. (Onu geçen birkaç haftadır
meet in this panel. (Önemli siyasetçiler var mı?) görmedim.)
bu panelde buluşacak.) 1886) particularly; (zarf) 1896) patch; (isim, fiil)
1876) pant; (isim, fiil) özellikle i.; yama, onarma, arsa, arazi
i.; soluma f.; hızlı hızlı solumak, nefes I enjoyed the movie, particularly the parçası f.; yamamak
nefese kalmak second half. (Filmi beğendim, özellikle They are growing vegetables in this
de ikinci yarısını.) patch. (Bu arsada sebze yetiştiriyorlar.)
1877) paper; (isim, fiil)
i.; kağıt , duvar kağıdı, gazete, rapor , 1887) partly; (zarf) 1897) path; (isim)
yazılı ödev f.;üzerine kağıt kaplamak, kısmen, yer yer, bir ölçüde yol, keçiyolu, patika
duvar kağıdıyla kaplamak She was only partly responsible for the We walked along a narrow path. (Dar
He wrote his name on a piece of paper. accident. (O, kazadan kısmen bir patika boyunca yürüdük.)
(Bir parça kağıdın üzerine ismini yazdı.) soumluydu.)
1898) patient; (sıfat, isim)
1878) parent; (isim, 1888) partner; (isim) s.; sabırlı, hoşgörülü i.;
fiil,sıfat) ortak, partner, paydaş, eş, hasta
i.; anne- baba, veli f.; ebeveynlik etmek hayat arkadaşı The patient will soon recover from her
s; temel, esas How did you meet your partner? (Eşinle illness. (Hasta, yakında sağlığına
He is not living with his parents nasıl tanıştın?) kavuşacak.)
anymore. (Artık anne babasıyla
1889) partnership; (isim) 1899) pattern; (isim, fiil)
yaşamıyor.)
ortaklık i.; model, kalıp, şablon, desen , numune,
1879) park; (isim, fiil) örnek f.; şekillerle süslemek,
We are making new agreements to
i.; park, mesire f.; park strengthen our partnership. modellemek
etmek (Ortaklığımızı güçlendirmek için yeni She showed me a tshirt with a floral
You can’t park your car here. anlaşmalar yapıyoruz) pattern. (Bana çiçek desenli bir tişört
(Arabanızı buraya park edemezsiniz.) gösterdi.)
1890) party; (isim, fiil)
1880) parking; (isim) i.; parti, alem, eğlence, taraf, şahıs, 1900) pause; (fiil, isim)
park etme, park cemiyet, kurum f.; parti yaparak f.; duraklamak, mola vermek, ara
I finally found a parking space. kutlamak vermek i.; ara verme, ara, durma
(Sonunda bir park alanı buldum.) Did you go to her birthday party? (Onun She paused at the door and took a deep
doğum günü partisine gittin mi?) breath. (Kapıda durakladı ve derin bir
1881) part; (isim, fiil)
nefes aldı.)
i.; kısım, parça, bölüm, taraf, görev f.; 1891) pass; (fiil, isim)
kısımlara ayırmak, parçalamak f.; geçmek, geçirmek, vermek, pas 1901) pay; (isim, fiil)
We have done the difficult part of the vermek (sporda) , geçip gitmek, i.; ücret, ödeme, maaş f.;ödemek,
work. (işin zor kısmını bitirdik.) devretmek i.; geçiş, geçit, paso, pasaport karşılığını vermek, cezasını çekmek
The road was so narrow that cars were Are you paying in cash or by credit
1882) participant; (isim)
unable to pass. (Yol öyle dardı ki card? (Nakit mi ödeyeceksin yoksa
katılımcı, iştirakçı arabalar geçemedi.) kredi kartıyla mı?)
All the participants gathered in the main
1892) passage; (isim) 1902) payment; (isim)
hall. (Bütün katılımcılar ana salonda
toplandı.) pasaj, geçit, geçiş, kanal ödeme, harcama, ücret,
Our office is just along the passage. maaş
1883) participate; (fiil)
(Ofisimiz pasajın içinde.) Can I use credit card for payment?
katılmak, ortak olmak, iştirak (Ödeme için kredi kartı kullanabilir
1893) passenger; (isim)
etmek miyim?)
yolcu, gezgin
We encourage students to participate in
The train was full of passengers. (Tren 1903) PC; (isim)
the social clubs. (Öğrencileri sosyal
klüplere katılmaya teşvik ediyoruz.) yolcu doluydu.) kişisel bilgisayar
1894) passion; (isim) They are watching a movie on PC.
1884) participation;
(Bilgisayarda film izliyorlar.)
(isim) tutku, hırs, ihtiras
katılım, ortaklık, iştirak He has a passion for painting. (Resim 1904)peace; (isim)
yapmaya tutkusu var.) barış,uzlaşma, huzur,
1885) particular; (sıfat, selamet
isim) 1895) past; (sıfat, isim)
After years of war, people have begun
s., belirli, belli, özel, şahsi, özgü s.; geçmiş, geçen, geçenki, önceki i.;
to live in peace. (Uzun yıllar süren
i.; özellik, madde mazi, geçmiş zaman
savaştan sonra insanlar barış içinde
yaşamaya başladı.)
1905) peak; (isim, fiil) mükemmel olarak, kusursuz Your brother has strong personality in
i.; doruk, zirve f.; zirveye bir şekilde spite of his age. (Kardeşinin yaşına
çıkmak, doruğa ulaşmak Do you understand? Yes, perfectly. rağmen güçlü bir kişiliği var.)
I am at the peak of my career. (Anladın mı? Evet, kusursuz şekilde.) 1926) personally; (zarf)
(Kariyerimin zirvesindeyim.) 1916) perform; (fiil) kişisel olarak, şahsen
1906) peer; (isim, fiil) icra etmek, yapmak, yerine getirmek, Personally, I prefer the first option.
akran, eş, yaşıt f., çıkmak, rol yapmak, oynamak (oyuncu), (Şahsen ben birinci seçeneği tercih
dikkatle bakmak canlandırmak, müzik eserin çalmak, ederim.)
performans sergilemek
He went to the window and peered out. 1927) personnel; (isim)
(Pencereye gitti ve dikkatle dışarı The play was first performed in 1995.
eleman, personel,
baktı.) (Oyun, ilk kez 1995’te oynandı.)
çalışanlar
1907) penalty; (isim) 1917) performance; We need more personnel for this job.
(isim) (Bu iş için daha fazla elemana
ceza, penaltı
performans, gösteri, sahneye koyma, ihtiyacımız var.)
They should abolish the death penatly.
icra etme, yapma, yerine getirme
(Ölüm cezasını kaldırmaları gerek.) 1928) perspective; (isim)
The performance starts at eight o’clock.
1908) people; (isim) bakış açısı, perspektif
(Gösteri, saat sekizde başlıyor.)
insanlar, millet, halk, ümmet, Try to look that issue from a different
1918) perhaps; (zarf) perspective. (Bu konuya farklı bir bakış
kalabalık
belki, muhtemelen açısından bakmayı dene.)
Many young people are out of work.
(Birçok genç insan işsiz.) Perhaps it will be sunny tomorrow. 1929) persuade; (fiil)
(Yarın belki güneşli olacak.)
1909) pepper; (isim) ikna etmek, inandırmak,
1919) period; (isim) aklını çelmek
biber
dönem,süre, zaman, devir, çağ, You can’t persuade him easily. (Onu
Add some pepper into sauce. (Sosun
aybaşı, regl kolayca ikna edemezsin.)
içine biraz biber ekle.)
He did his all works in a short period. 1930) pet; (isim, sıfat)
1910) per; (zarf, edat) (Kısa bir sürede bütün işlerini halletti.)
i.; evcil hayvan s.; evcil,
zf.; her ed.; her biri için,
1920) permanent; (sıfat) gözde , biricik
başına
daimi, kalıcı, temelli Do you have any pets? (Hiç evcil
How much is the average wage per
She is looking for a permanent job. hayvanın var mı?)
hour? (Saat başı ortalama ücret ne
kadar?) (Daimi bir iş arıyor.) 1931) phase; (isim)
1911) perceive; (fiil) 1921) permission; (isim) evre, aşama, safha, faz
algılamak, idrak etmek, farkına varmak, izin, müsaade He is going through a difficult phase.
ayrımsamak I don’t need your permission to go out. (O, zor bir evreden geçiyor.)
I perceived a change in his talk. (Onun (Dışarı çıkmak için senin iznine 1932) phenomenon;
konuşmasında bir değişiklik fark ettim.) ihtiyacım yok.) (isim)
1912) percentage; (isim) 1922) permit; (isim, fiil) fenomen,algılanabilen şey,
i.; izin, ruhsat f.; izin vermek, olağanüstülük, olağanüstü şey, olay
yüzde, hisse, yüzdelik
müsaade etmek Globalization is a phenomenon our age.
What percentage of the population is
Permit me to offer you some advice. (Küreselleşme, çağımızın fenomeni.)
under 18? (Nüfusun yüzde kaçı 18 yaşın
altında?) (Size birkaç tavsiye vermeme izin 1933) philosophy; (isim)
verin.)
1913) perception; (isim) felsefe, filozofi
1923) person; (isim) John studied philosophy at the
algı, algılama, idrak,
kavrama kişi, şahıs, zat, birey university. (John üniversitede felsefe
okudu.)
Our perception of reality can be can be I am not a jealous person. (Ben kıskanç
different. (Gerçek algımız farklı bir kişi değilim.) 1934) phone; (fiil, isim)
olabilir.) 1924) personal; (sıfat) f.; telefon etmek i.; telefon
1914) perfect; (sıfat) kişisel, özel, şahsi, bireysel He doesn’t answer the phone. (telefona
mükemmel, kusursuz,müthiş, I want to state my own personal cevap vermiyor.)
harika opinion. (Kendi şahsi görüşümü 1935) photo; (isim)
You look perfect in this dress. (Bu belirtmek istiyorum.)
fotoğraf, foto
elbisenin içinde mükemmel 1925) personality; (isim) I will take a photo of the landscape.
görünüyorsun.)
kişilik, şahsiyet, benlik (Manzaranın bir fotoğrafını çekeceğim.)
1915) perfectly; (zarf)
1936) photograph; (fiil, 1946) piece; (isim) Our planet has only one satellite.
isim) parça, adet, tane, kısım, (Gezegenimizin yalnızca bir uydusu
f.; fotoğrafını çekmek i.; piyes, eser var.)
fotoğraf There were tiny pieces of glass on the 1957) planning; (isim)
He has photographed some wild floor. (Yerde küçük cam parçaları planlama, tasarım
animals. (Bazı vahşi hayvanların vardı.)
Our planning team is working well.
fotoğraflarını çekti.)
1947) pile; (isim, fiil) (Planlama takımımız iyi çalışıyor.)
1937) photographer; i.; yığın, küme, öbek f.; kümelenmek, 1958) plant; (fiil, isim)
(isim) yığın yapmak
f.; dikmek,ekmek, kök salmak,
fotoğrafçı He arranged the files in piles. (Dosyaları ağaçlandırmak i.; bitki, ot, santral, tesis
The photographer shot the unusual öbek halinde düzenledi.)
All plants need light and water. (Tüm
pictures. (Fotoğrafçı sıradışı fotoğraflar
1948) pilot; (isim) bitkilerin ışık ve suya ihtiyacı vardır.)
çekti.)
pilot, rehber, deney 1959) plastic; (isim)
1938) phrase; (fiil, isim)
Her husband is an airline pilot. (Onun plastik, naylon
f.; uygun sözcük ve cümlelerle ifade kocası bir havayolu pilotu.)
etmek i.; ifade, sözcük öbeği This bag is made of plastic. (Bu çanta
1949) pine; (isim) plastikten yapılmış.)
I don’t know what this French phrase
means. (Bu Fransızca ifade ne anlama çam, fıstık çamı 1960) plate; (isim)
geliyor bilmiyorum.) There used be a pine in our backyard. tabak, levha, plaka
(Önceden arka bahçemizde bir çam
1939) physical; (sıfat) Put my sandwich on a plate. (Benim
ağacı vardı.)
fiziksel, bedensel, somut, sandviçimi bir tabağa koy.)
maddi 1950) pink; (isim)
1961) platform; (isim)
He’s in good physical pembe
platform, düzlük, yüksekçe
condition.(Bedensel durumu iyi.) I liked your pink bag. (Pembe yer, peron
çantanı beğendim.)
1940) physically; (zarf) Which platform does the train leave
fiziksel olarak, bedenen 1951) pipe; (isim) from? (Tren hangi perondan kalkıyor?)
I am feeling physically ill. (Bedenen boru, soluk borusu, pipo 1962) play; (fiil, isim)
hasta hissediyorum.) He smoked his pipe in joy. f.; oynamak, oynatmak, müzik aleti
(Neşeyle piposunu içti.) çalmak, tiyatro oynamak i.; oyun,
1941) physician; (isim)
1952) pitch; (fiil, isim) gösteri, piyes
tıp adamı, doktor, hekim
She is not a dentist, she is a physician. yalpalamak, sendelemek, zift dökmek, Let’s play a different game. (Farklı bir
yola taş döşemek i.; saha, alan, zift oyun oynayalım.)
(O diş hekimi değil, o bir doktor.)
Football is played on the grass pitch. 1963) player; (isim)
1942) piano; (isim)
(Futbol çim sahada oynanır.) oyuncu, sporcu, çalgıcı
piyano
1953) place; (fiil, isim) He is a famous tennis player. (O, ünlü
I listened him playing the piano. (Onu
f.;yerleştirmek, koymak , yerini bir tenis oyuncusu.)
piyano çalarken dinledim.)
belirlemek i.; yer, alan, mekan, sıra 1964) please; (fiil, ünlem)
1943) pick; (fiil, isim)
The police searched the place. (polis, f.; memnun etmek, keyif vermek,
f.; seçmek, toplamak (meyve, çiçek mekanı aradı.) hoşnut etmek ünl.; lütfen
vb.), ayırmak, gagalamak i.; seçme,
gitar penası 1954) plan; (fiil, isim) Be quiet please! (Sessiz olun
Pick a number from one to ten. (Birden f.; planlamak, plan çizmek, tasarlamak lütfen)
ona kadar bir sayı seç.) i.; plan, yol, tasarı 1965) pleasure; (isim)
It is too late to change our plans. keyif, zevk, memnuniyet
1944) picture; (isim, fiil)
(Planlarımızı değiştirmek için çok geç.)
i.; resim, tablo, betimleme f.; zihinde It is pleasure to see you again. (Sizi
canlandırmak, düşlemek, resmetmek, 1955) plane; (isim, fiil) yeniden görmek bir zevk.)
betimlemek i.; uçak, düzlem, düz yüzey f.; 1966) plenty; (isim, sıfat,
Have you got any pictures of your düzlemek zarf)
village? (Sende köyünüzün resmi var Our plane is going to take off at five i.; bolluk, çokluk s.; pek çok zf.;
mı?) p.m. (Uçağımız akşam saat beşte bol bol
kalkacak.)
1945) pie; (isim) We have got plenty of food. (Pek çok
turta,tart, pasta 1956) planet; (isim) yiyeceğimiz var.)
Do you want more apple pie? (Daha gezegen 1967) plot; (isim, fiil)
fazla elmalı turta ister misin?)
i.; arsa, hikaye konusu, komplo f.; 1978) political; (sıfat) Skiing has become very popular
komplo kurmak , entrika çevirmek siyasi, politik, siyasal recently. (Son zamanlarda kayak çok
He accused me of being part of the plot. popüler hale geldi.)
They are trying to organize a new
(Beni komplonun bir parçası olmakla political party. (Yeni bir siyasi parti 1988) population; (isim)
suçladı.) kurmaya çalışıyorlar.) nüfus, halk
1968) plus; (sıfat, isim, 1979) politically; (zarf) Germany is a counrty with ageing
edat) population. (Almanya, yaşlanan nüfuslu
siyasi olarak, politik
s.; artı i.; artı işareti ed.; ve açıdan bir ülkedir.)
ayrıca
We need to evaluate the events 1989) porch; (isim)
Three plus four is seven. (Üç artı politically. (Olayları bir de politik veranda, sundurma , portik
dört yedi yapar.) açıdan değerlendirmeliyiz.)
We had our breakfast on the porch.
1969) PM; (isim) 1980) politician; (isim) (Kahvaltımızı verandada ettik.)
öğleden sonra (ös) politikacı, siyasetçi 1990) port; (isim)
The appointment is at 4 p.m. (Randevu Winston Churchill was an English liman, iskele tarafı, geminin
öğleden sonra saat 4’te.) politician. (Winston Churchill bir İngiliz sol tarafı
1970) pocket; (isim) politikacıydı.)
Their yacht is still in port. (Onların yatı
cep, oyuk, çukur 1981) politics; (isim) hala limanda.)
She put a piece of paper in his packet. siyaset, siyaset bilimi, 1991) portion; (fiil, isim)
(Onun cebine bir kağıt parçası koydu.) politika
f.; ayırmak, paylaştırmak, bölmek i.;
1971) poem; (isim) Winston Churchill is an important parça, kısım, çeyiz
person in British politics. (Winston
şiir She cut the cake into eight small
Churchill, İngiltere siyasetinde önemli
Can you read us the poem out loud? portions. (Pastayı sekiz parçaya böldü.)
bir kişidir.)
(Şiiri bize dışından okur musun?) 1992) portrait; (isim)
1982) poll; (fiil, isim)
1972) poet; (isim) portre, resim
f.; oy almak/ oy vermek, anket yapmak
şair, ozan i.; oy verme, oylmama A portrait of her father was hung on the
In addition to being a poet, he was a wall. (Duvarda babasının bir resmi
The result of the poll will be announced
politician. (Şair olmasının yanı sıra asılıydı.)
tomorrow. (Oylamanın sonucu yarın
politikacıydı da.) duyurulacak.) 1993) portray; (fiil)
1973) poetry; (isim) 1983) pollution; (isim) resmetmek, portresini yapmak,
şiir, şiir sanatı sergilemek
kirlilik, çevre kirliliği
She especially likes poetry and music. He portrayed her girlfriend.
Water pollution is a major problem. (Su
(O, özellikle şiiri ve müziği sever.) (Kızarkadaşını resmetti.)
kirliliği büyük bit problem.)
1974) point; (isim, fiil) 1994) pose; (isim, fiil)
1984) pool; (isim)
i.; nokta, uç, puan, amaç, işaretleme f.; i.; poz, duruş f.; poz vermek, tavır
havuz
ucunu sivriltmek, noktalamak, işaret takınmak
The children jumped into the
etmek They posed for a picture together.
pool. (Çocuklar
Here are the main points of the article. (Birlikte bir fotoğraf çekinmek için poz
(İşte makalenin temel noktaları.) 1985) poor; (sıfat) verdiler.)
fakir, yoksul, kötü, zavallı, 1995) position; (isim, fiil)
1975) pole; (isim)
biçare, perişan, sefil
kutup, direk, bayrak direği i.; pozisyon, mevki, konum, statü,
The project aims to help the poorest durum, görev f.; konumlanmak
Penguins live in the south pole. families. (Proje, en fakir ailelere yardım
(Penguenler güney kutbunda yaşar.) He took up his position by the table.
etmeyi amaçlıyor.)
(Masanın yanında pozisyonunu aldı.)
1976) police; (isim) 1986) pop; (fiil, isim,
1996) positive; (sıfat)
polis, zabıta, kolluk sıfat)
pozitif, olumlu, artı, kesin,
The burgler was arrested by the police. f.; patlatmak, ateş etmek, rehine
şüphesiz
(Hırsız, polis tarafından yakalandı.) koymak i.; pop müzik, baba, babalık,
patlama sesi s.;pop, popüler Can’t you try to be more positive about
1977) policy; (isim) your job? (İşin konusunda daha pozitif
Madonna is a famous pop star.
politika, siyaset, prensip olmayı deneyemez misin?)
(Madonna ünlü bir pop şarkıcıdır.)
The US government has had a 1997) possess; (fiil)
significant change in foreign policy. 1987) popular; (sıfat)
sahip olmak, elinde
(ABD hükümeti, dış politikasında popüler, tutulan, gözde, sevilen,
bulundurmak
önemli bir değişiklik yaptı.) halka hitap eden
The only thing he possessed was his Pour the sauce over the salad. (Sosu Nobody can predict what will happen in
dog. (Sahip olduğu tek şey köpeğiydi.) salatanın üstüne dök.) the future. (Gelecekte ne olacağını
kimse öngöremez.)
1998) possibility; (isim) 2008) poverty; (isim)
imkan, olasılık, ihtimal yoksulluk, fakirlik, sefalet 2018) prefer; (fiil)
We’ve already considered that There is an extreme poverty in this tercih etmek, yeğlemek
possibility. (Bu ihtimali zaten region. (Bu bölgede aşırı bir yoksulluk I prefer my coffee with milk. (Kahvemi
düşünmüştük.) mevcut.) sütlü tercih ederim.)
1999) possible; (sıfat) 2009) powder; (isim) 2019) preference; (isim)
mümkün, olası, muhtemel, toz, pudra tercih, yeğleme
makul Mix the chili powder with a cup of It’s a personal preference. (Bu
Use public transport whenever possible. water. (Çili tozunu bir pardak su ile kişisel bir tetrcih.)
(Mümkün oldukça toplu taşımayı karıştırın.)
2020) pregnancy; (isim)
kullan.)
2010) power; (isim) hamilelik, gebelik
2000) possibly; (zarf) güç, kuvvet, enerji , etki, Many women experience sickness
muhtemelen, olabilir, belki yetki, otorite during pregnancy. (Birçok kadın
Will you go to the seminar this week? - Nuclear power is used to generate hamileliği süresince hasta olur.)
Possibly. (Bu hafta seminere gidecek electricity. (Nükleer enerji, elektrik
2021) pregnant; (sıfat)
misin?. Muhtemelen.) üretmek için kullanılır.)
hamile, gebe
2001) post; (isim, fiil) 2011) powerful; (sıfat)
His wife is pregnant. (Onun karısı
i.; posta, direk, makam f.; postalamak, güçlü, kuvvetli hamile.)
posta ile göndermek Mr. Green is a rich and powerful man.
2022) preparation; (isim)
I will send the copies to you by post. (Bay Green zengin ve güçlü bir
(Kopyaları sana posta ile adamdır.) hazırlık, hazırlama,
göndereceğim.) hazırlanma
2012) practical; (sıfat)
We have finished food preparation.
2002) pot; (isim) pratik, kullanışlı (Yiyecek hazırlığını tamamladık.)
demlik, çanak, pota You can gain practical experience in
2023) prepare; (fiil)
She dropped the yoghurt pot. (Yoğurt thias work. (Bu işte pratik tecrübe
çanağını yere düşürdü.) edinebilirsin.) hazırlamak, düzenlemek,
yapmak
2003) potato; (isim) 2013) practice; (isim, fiil)
The whole class is preparing for the
patates i.; uygulama, pratik, idman, alıştırma, exams. (Tüm sınıf sınavlar için
I will bake these potatoes. (Bu egzersiz f.; antrenman yapmak, egzersiz hazırlanıyor.)
patatesleri fırında pişireceğim.) yapmak, alıştırma yapmak
2024) prescription; (isim)
Playing the piano requires much
2004) potential; (sıfat) reçete, talimat
practice. (Piyano çalmak çok pratik
potansiyel, olası, ister.) The doctor gave me a prescription for
muhtemel painkiller. (Doktor bana ağrı kesici için
2014) pray; (fiil)
First we need to identify potential reçete yazdı.)
problems. (Öncelikle olası sorunları dua etmek, yalvarmak
2025) presence; (isim)
belirlemeliyiz.) She knelt down and prayed. (O, diz
çöktü ve dua etti.) mevcudiyet, bulunma,
2005) potentially; (zarf) bulunuş, varlık
potansiyel olarak, olanak 2015) prayer; (isim)
He didn’t even notice my presence.
dahilind dua, yalvarma, ibadet (Benim varlığımı fark etmedi bile.)
It is a potentially dangerous situaton not He learned this prayer when he was a
2026) present; (isim,
real. (Bu, potansiyel olarak tehlikeli bir child. (Bu duayı çocukken öğrenmişti.)
sıfat, fiil)
durum, gerçek değil.)
2016) precisely; (zarf) i.; hediye, armağan , şimdiki zaman s.;
2006) pound; (fiil, isim) kesinlikle, aynen öyle,tam mevcut, şimdiki, hazır f.; sunmak,
f.; yumruklamak, vurmak, havanda olarak hediye etmek, sahnelemek
dövmek i.; vurma, darbe, paund, It is not clear precisely when the We can’t do anything in the present
sterlin(ingiliz parası) accident happened. (Kazanın ne zaman situation. (Şuanki durumda bir şey
I have spent 50 pounds today. (Bugün olduğu tam olarak belli değil.) yapamayız.)
50 pound harcadım.)
2017) predict; (fiil) 2027) presentation; (isim)
2007) pour; (fiil) öngörmek, tahmin etmek sunum
dökmek, yağmak, akmak I admired his presentation. (Onun
sunumuna bayıldım.)
2028) preserve; (fiil) Children over 12 must pay full price for i.; kıdemli, manastır başkatibi s.;
korumak, muhafaza etmek, the ticket. (12 yaşın üzerindeki çocuklar öncelikli, ön, önceki, eski zf.; önce
saklamak bilet için tam ücret ödemek zorundalar.) Please give us prior notification. (Lütfen
Traditions shoul be preserved. 2039) pride; (isim) bize ön bildirim verin.)
(Gelenekler muhafaza edilmelidir.) gurur, onur, övünç 2048) priority; (isim)
2029) president; (isim) He watched his son with pride during öncelik, kıdemlilik
başkan, cumhurbaşkanı the match. (Maç boyunca oğlunu Club members will be given priority.
gururla izledi.) (Kulüp üyelerine öncelik verilecektir.)
Do you have any comment, Mr
President? (Bir yorumunuz var mı sayın 2040) priest; (isim) 2049) prison; (isim)
Başkan?) rahip, papaz, keşiş hapishane, hapis,
2030) presidential; (sıfat) My brother has become a priest. cezaevi,zindan
başkanlık (Kardeşim rahip oldu.) He is in prison for five years. (O
The presidential election’s date is still 2041) primarily; (zarf) beş yıldır hapiste.)
unclear. (Başkanlık seçiminin tarihi öncelikle, başlıca, ilk 2050) prisoner; (isim)
henüz net değil.) olarak tutuklu, esir, tutsak,
2031) press; (fiil, isim) This book is primarily written for mahpus
f.; baskı yapmak, basmak, hızlandırmak children. (Bu kitap öncelikle çocuklar He was taken prisoner by the enemy
i.; baskı, pres, basın için yazılmıştır.) soldiers in the war. (O, savaşta düşman
The story was reported in the local 2042) primary; (sıfat) askerleri tarafından esir alındı.)
press. (Bu hikaye yerel basında başlıca, birincil, temel, ana 2051) privacy; (isim)
yayınlandı.)
Our primary aim is to educate our gizlilik, mahremiyet, özel
2032) pressure; (isim, fiil) children well. (Bizim başlıca amacımız yaşam
i.; baskı, basınç, zorlama, pres f.; çocuklarımızı iyi eğitmektir.) You should respect my privacy. (Özel
baskılamak, basınç uygulamak 2043) prime; (fiil, isim yaşamıma saygı göstermelisin.)
I can’t work under pressure. (Baskı ,sıfat) 2052) private; (isim,
altında çalışamam.) f.; suyla doldurarak kullanıma sıfat)
2033) pretend; (fiil) hazırlamak, astar vurmak i.; bir i.; er, erbaş s.; özel, kişiye
kimsenin verimli dönemi, gençlik, en özel, kişisel
numara yapmak, yapar gibi
güzel zaman s.; baş, başlıca, en önemli,
görünmek May I talk to you about a private
birinci
You don’t need to pretend like you matter? (Sizinle özel bir konu hakkında
Winning shouldn’t be your prime konuşabilir miyim?)
don’t know him. (Onu tanımıyormuş
objective in this game. (Bu oyunca
gibi numara yapmana gerek yok.) 2053) probably; (zarf)
kazanmak birinci amacınız
2034) pretty; (sıfat, zarf) olmamalıdır.) muhtemelen, büyük
s.; şirin, sevimli, tatlı, hoş zf.; ihtimalle,galiba
2044) principal; (isim,
oldukça, epey, çok sıfat) You are probably right.
The performance was pretty good. (Muhtemelen haklısın.)
i.; okul müdürü, yönetici s.;
(Gösteri oldukça güzeldi.) başlıca, esas, asıl 2054) problem; (isim)
2035) prevent; (fiil) John Brown is the principle of St Peter’s problem, sorun, mesele
engel olmak, önlemek, engellemek, college. (John Brown, St Peter kolejinin Let me know if you have any problems.
önüne geçmek müdürüdür.) (Bir problemin olursa bileyim.)
The accident could have been 2045) principle; (isim) 2055) procedure; (isim)
prevented. (Kaza önlenebilirdi.) ilke, prensip prosedür, yöntem,usul
2036) previous; (sıfat) There are six fundamental principles of These are standard procedures. (Bunlar
önceki, önceden olan, eski our company. (Şirketimizin altı temel standart prosedürler.)
She has a son from a previous marriage. prensipi vardır.) 2056) proceed; (fiil)
(Önceki evliliğinden bir oğlu var.) 2046) print; (isim, fiil) ilerlemek, devam etmek,
2037) previously; (zarf) i.; baskı f.; basmak, dava açmak
önceden, daha önce yazdırmak Work is proceeding quickly. (İş hızlı bir
The building had previously been used Can you print these texts? (Bu metinleri şekilde ilerliyor.)
as a hospital. (Bu bina önceden hastane yazdırabilir misin?) 2057) process; (fiil, isim)
olarak kullanılıyordu.) 2047) prior; (isim, sıfat,
f.; işlemek, dava açmak i.; işlem,
2038) price; (isim) zarf) süreç, dava
ücret, fiyat, paha, bedel
The new hospital building is in process In this class, students will learn how to mülkiyet, mal-mülk, servet,
of construction. (Yeni hastane binası program. (Bu derste öğrenciler sahiplik
inşa sürecinde.) programlama yapmayı öğrenecekler.) This area is government property. (Bu
2058) produce; (fiil) 2068) progress; (isim, fiil) alan kamu malıdır.)
üretmek, yapmak, imal etmek , i.; gelişim, ilerleme, kalkınma f.; 2078) proportion; (iism)
meydana getirmek gelişmek, ilerlemek oran, orantı, kısım, bölüm
The region produces over half of the She made a rapid progress. (O, hızlı bir The proportion of regular smokers
country’s wheat. (Bu bölge, ülkenin gelişim gösterdi.) increases with age. (Düzenli olarak
buğday üretiminin yarısından fazlasını sigara içenlerin oranı yaşla birlikte
2069) project; (isim, fiil)
karşılıyor.) artıyor.)
i.; proje, plan f.; proje çizmek,
2059) producer; (isim) planını çizmek 2079) proposal; (isim)
üretici, yapımcı The firm is designing a new building teklif, öneri, evlenme
Italy is a famous cheese producer. project. (Firma, yeni bir bina projesi teklifi
(İtalya meşhur bir penir üreticisidir.) tasarlıyor.) His proposal was rejected. (Onun teklifi
2060) product; (isim) 2070) prominent; (sıfat) reddedildi.)
ürün, verim, mahsul öne çıkan, belirgin, önde 2080) propose; (fiil)
We need new range of products to sell. ( gelen(kimse) teklif etmek, önermek, ileri
Satışa koymak için yeni ürün çeşitlerine She played a prominant role in the sürmek
ihtiyacımız var.) projede. (Projede belirgin bir rol What would you propose? (Sen
oynadı.) ne önerirdin?)
2061) production; (isim)
üretim, imal, yapım, ürün 2071) promise; (isim, fiil) 2081) proposed; (sıfat)
Production of the new car will start next i.; söz, vaat f.; söz vermek, önerilen
December. (Önümüzdeki Aralık ayında vaat etmek
The proposed plan was accepted.
yeni arabanın üretimi başlayacak.) Promise not to tell anyone. (Kimseye (Önerilen plan kabul edildi.)
söylemeyeceğine söz ver.)
2062) profession; (isim) 2082) prosecutor; (isim)
meslek, uzmanlık alanı, 2072) promote; (fiil)
savcı
uğraş teşvik etmek, desteklemek, terfi
Each court has a prosecuter. (Her
She is at the top of her profession. (O, ettirmek, yüceltmek
mahkemenin bir savcısı vardır.)
mesleğinin zirvesinde.) They developed new policies to
promote economic growth. (Ekonomik 2083) prospect; (fiil, isim)
2063) professional; (sıfat)
büyümeyi teşvik etmek için yeni f.; maden vb. aramak i.; görünüş,
profesyonel, uzman, politikalar geliştirdiler.) beklenti, olasılık
mesleki
2073) prompt; (sıfat) Is there any prospect of this recovery?
Most of the people on the course were (Onun iyileşmesinin bir olanağı var
professional men. (Kurstaki kişilerin çabuk, hızlı (cevap), seri
mı?)
çoğu profesyonel adamlardı.) She wrote a prompt answer to my letter.
(Mektubuma hızlı cevap yazdı.) 2084) protect; (fiil)
2064) professor; (isim)
korumak, kollamak, himaye etmek ,
profesör 2074) proof; (isim)
muhafaza etmek
The professor gave us a lecture on kanıt, ispat, delil
Wear sunglasses to protect your eyes
European economy. (Profesör, bize There is no proof that he stole the car. from the sun. (Gözlerini güneşten
Avrupa ekonomisi hakkında ders verdi) (Arabayı onun çaldığına dair hiçbir korumak için güneş gözlüğü tak.)
kanıt yok.)
2065) profile; (isim) 2085) protection; (isim)
profil 2075) proper; (sıfat)
koruma, himaye, korunma
Her phone number is included her uygun, münasip, yakışır,
The animals threatened with extension
profile. (Telefon numarası profilinde düzgün
are under protection. (Nesli tükenme
mevcut.) I think he is the proper person for this tahlikesinde olan hayvanlar koruma
job. (Bence o, bu iş için uygun kişi.) altında.)
2066) profit; (isim)
kar, fayda, çıkar, yarar 2076) properly; (zarf) 2086) protein; (isim)
The company’s profit was very high. düzgün bir şekilde, doğru dürüst, protein
(Şirketin karı çok yüksekti.) uygun bir şekilde
Meat is good source of protein. (Et iyi
The radio isn’t working properly. bir protein kaynağıdır.)
2067)program; (isim, fiil)
(Radyo düzgün bir şekilde çalışmıyor.)
i.; program, gösteri f.; 2087) protest; (isim, fiil)
programlamak 2077) property; (isim)
i.; protesto f.; protesto etmek,
karşı çıkmak
They accepted the conditions without We are here to provide a service for the takip etmek, izlemek,
protest. (Şartları karşı çıkmadan kabul public. (Halka hizmet sağlamak için peşinde koşmak
ettiler.) buradayız.) She wishes to pursue a good career. (Oi
2088) proud; (sıfat) 2098) publication; (isim) iyi bir kariyer izlemek istiyor.)
gururlu, şerefli, onurlu yayım, yayımlama, 2108) push; (fiil)
I feel proud to be part of this project. yayınlama, basılma itmek, kakmak, zorlamak,
(Bu projenin bir parçası olmaktan dolayı She celebrated her first novel’s baskı yapmak
çok gururluyum.) publication. (İlk kitabının You push and I’ll pull. (Sen it,
yayımlanmasını kutladı.) ben çekeceğim.)
2089) prove; (fiil)
kanıtlamak, ispat etmek, ortaya koymak, 2099) publicly; (zarf) 2109) put; (fiil)
tecrübe etmek, denemek açıkça, halka açık olarak, koymak, ifade etmek, kurmak,
They hope this new evidence will prove resmen söndürmek
his innocence. (Bu yeni delilin onun These informations are not publicly Do you put sugar in your tea? (Çayına
masumiyetini kanıtlayacağını available. (Bu bilgiler halka açık değil.) şeker koyuyor musun?)
umuyorlar.)
2100) publish; (fiil) Q
2090) provide; (fiil) yayınlamak, yayımlamak, 2110) qualify; (fiil)
sağlamak, temin etmek, ihtiyacını kamuoyuna açıklamak nitelendirmek, kalifiye
karşılamak The first edition was publised in 2005. etmek
The hospital provides the best possible (İlk basımı 2005’te yayımlanmıştı.) This training course will qualify you for
medical care. (Hastane, mümkün olan a better job. (Bu eğitim kursu sizi daha
2101) publisher; (isim)
en iyi tıbbi bakımı temin ediyor.) iyi bir iş için kalifiye edecek.)
yayınevi, yayımcı, yayıncı
2091) provider; (isim) editör 2111) qualilty; (isim)
tedarik eden kimse, sağlayıcı, aile She ordered a book from a publisher in i.; kalite, nitelik, üstünlük, çeşit, cins s.;
geçindiren kimse Germany. (Almanya’daki bir yayın nitelikli, kaliteli
He is the family’s sole evinden kitap sipariş ettiler.) The quality of their life improved when
provider. they moved to London. (Londra’ya
2102) pull; (fiil)
2092) province; (isim) taşındıklarında yaşam kaliteleri
çekmek, asılmak, yolmak, kürek
yükseldi.)
il, vilayet çekmek, kenara parketmek
İzmir is a province of Turkey. (İzmir, Pull your chair nearer the table. 2112) quarter; (isim)
Türkiye’nin bir ilidir.) (Sandalyeni masanınn daha yakınına çeyrek, saatin dörtte biri (15 dk),
çek.) çevre, bölge
2093) provision; (isim)
2103) punishment; (isim) I will meet you at quater past. (seninle
hüküm, koşul, şart, yiyecek veya gerekli
on beş dakika sonra buluşalım.)
şeyleri sağlamak ceza, cezalandırma
The government is responsible for the What is the punishment for robbery? 2113) quarterback; (fiil,
provision of health care. (Hükümet, (Hırsızlığın cezası nedir?) isim)
sağlık hizmetinin sağlanmasından sevk etmek, idare etmek i.; oyunu
2104) purchase; (fiil,
sorumludur.) yöneten oyuncu
isim)
2094) psychological; He is quarterback in team. (O, takımda
f.; satın almak i.; satın alma,
(sıfat) yönetici oyuncu.)
alım
psikolojik, ruhsal He purchased a new car. (O yeni 2114) question; (isim, fiil)
He wrote a new psychological novel. bir araba aldı.) i.; soru , soruşturma, dava, şüphe f.;
(O, yeni bir psikolojik roman yazdı.) sorgulamak, soru sormak, kuşkulanmak
2105) pure; (sıfat)
2095) psychologist; (isim) I hope you don’t ask me awkward
saf, salt, kusursuz
questions. (Umarım bana garip sorular
psikolog These shirts are pure silk. (Bu sormazsın.)
She wants to be a pyschologist. (O, gömleklar salt ipek kumaştan.)
psikolog olmak istiyor.) 2115) quick; (sıfat, zarf)
2106) purpose; (isim)
s.; hızlı, süratli zf.;çabuk
2096) psychology; (isim) amaç, niyet, maksat
It is quicker by bus. (Otobüsle
psikoloji, ruh bilimi The main purpose of the book is to daha hızlı.)
His psychology is in bad condition. provide a guide to students. (Kitabın
(Onun psikolojisi kötü durumda.) temel amacı öğrencilere rehberlik 2116) quickly; (zarf)
sağlamaktır.) hızlıca, çabucak, acele
2097) public; (isim, sıfat)
2107) pursue; (fiil) The last week has gone quickly. (Geçen
i.; halk, umum s.; kamu, kamusal,
hafta hızlıca geçiverdi.)
umumi, halka açık
2117) quiet; (isim, sıfat, The hotel offers a wide range of çiğ, ham, toy
fiil) facilities. (Otel, çok çeşitli etkinlikler The meat is still row, roast it more. (Et
i.; sessizlik, sükunet, sakinlik s.; sessiz, sunuyor.) hala çiğ, daha fazla pişir.)
sakin,huzurlu f.; sakinleştirmek, susmak 2127) rank; (isim, fiil) 2138) reach; (fiil)
Please be quiet. (Lütfen i.; derece,kademe, rütbe, sıra f.; ulaşmak, uzanmak, yetmek,
sessiz olun.) derecelendirmek, sıra olmak varmak, erişmek
2118) quote; (fiil) She was elected to ministerial rank. (O, I hope this letter reaches you as quick as
alıntılamak, alıntı yapmak bakanlık kademesine seçildi.) possible. (Umarım bu mektup sana
She quoted from Goethe in his speech. 2128) rapid; (sıfat) mümkün olduğu kadar hızlı sürede
(Konuşmasında Goethe’den alıntı ulaşır.)
hızlı, süratli, seri, ani
yaptı.) 2139) react; (fiil)
The patient made a rapid recovery.
R (Hasta, hızlı iyilişti.) tepki göstermek, reaksiyon
2119) race; (fiil, isim) göstermek , tepkimek
2129) rapidly; (zarf)
f.; yarışmak, koşmak i.; yarış, Don’t react quickly, first listen. (Hemen
hızla, süratle
koşu, ırk, soy tepki gösterme, öncelikle dinle.)
Our economy is growing rapidly.
Who won the race? (Yarışı 2140) reaction; (isim)
(Ekonomimiz süratle büyüyor.)
kim kazandı?)
tepki, reaksiyon, tepkime
2130) rare; (sıfat)
2120) racial; (sıfat) What was your father’s reaction to the
nadir, ender, seyrek
ırksal, ırkla ilgili news? (Babanın haberlere tepkisi ne
This species is quite rare. (Bu, oldukça oldu?)
He was condemed for his racial
nadir bir tür.)
expressions. (Irkasal ifadeler kullanması 2141) read; (fiil)
nedeniyle kınandı.9 2131) rarely; (zarf)
okumak
2121) radical; (isim, sıfat) nadiren, ender olarak
I am tryin to read the map. (Haritayı
i.; radikal, köken s.; köklü, She goes to opera rarely. (O, operaya okumaya çalışıyorum.)
kökten, köksel nadiren gider.)
2142) reader; (isim)
The institution made radical changes. 2132) rate; (isim, fiil)
okuyucu, okur
(Kurum, köklü değişiklikler yaptı.) i.; oran, kur , tarife, derece f.;
Are you a good reader? (Sen iyi bir
2122) radio; (isim, fiil) azarlamak, vergi koymak, fiyat
okuyucu musundur?)
belirlemek
i.; radyo, telsiz f.; telsizle haberleşmek,
It is well known that the city has a high 2143) reading; (isim)
radyodan yayınlamak
crime rate. (Bu şehrin yüksek bir suç okuma
The interview was broadcast on radio.
oranının olduğu iyi bilinir.) My hobbies include reading and
(Röportaj radyoda yayınlandı.)
2133) rather; (zarf) painting. (Okuma ve resim yapma
2123) rail; (fiil, isim) hobilerim arasında.)
oldukça, bir hayli, epey, -den
f.; ray döşemeki parmaklıkla çevirmek
ziyade 2144) ready; (sıfat)
i.; ray, demiryolu, tırabzan, parmaklık
It was a rather difficult question. hazır,müsait
She prefers travelling by rail. (O,
(Oldukça zor bir soruydu.) Come on, dinner’s ready. (Haydi,
demiryolu ile seyahat etmeyi tercih
eder.) 2134) rating; (isim) yemek hazır.)

2124) rain; (isim, fiil) derecelendirme, 2145) real; (sıfat)


sınıflandırma, derece gerçek, reel, hakiki, asıl
i.; yağmur, yağış f.; yapmur
yağmak The movie had a bad rating. (Film kötü Are those real flowers? (Bunlar gerçek
bir derecelendirme aldı.) çiçekler mi?)
It is heavily raining outside. (Dışarıda
çok yağmur yağıyor.) 2135) ratio; (isim) 2146) reality; (isim)
2125) raise; (fiil, isim) oran, orantı gerçeklik, hakikat
f.;kaldırmak, artırmak, yetiştirmek, What is the ratio of men to women in She refuses to face reality. (Gerçekle
çocuk büyütmek, konusunu açmak, öne the region. (Bölgede erkeklerin yüzleşmeyi reddediyor.)
sürmek i.; artış, zam kadınlara oranı nedir?
2147) realize; (fiil)
Most employees expect a pay raise this 2136) rational; (sıfat)
farketmek, anlamak,
year. (çoğu çalışan bu yıl zam istiyor.) rasyonel, mantıklı, makul, gerçekleştirmek
akla yatkın
2126) range; (fiil, isim) I didn’t realize you were so upset. (Bu
f.; sıralanmak, sıra halinde olmak, There is no rational explanation for his kadar üzgün olduğunu fark etmedim.)
yayılmak, boyunca gitmek i.; sıra(dağ), actions. (Onun davranışlarının mantıklı
bir açıklaması yok.) 2148) really; (zarf)
seri (ürün), çeşitlilik, silsile, menzil
2137) raw; (sıfat)
gerçekten, sahiden, 2159) recommendation; 2169) reference; (isim)
hakikaten, aslında (isim) referans,söz etme, başvuru,
I really don’t mind. (Gerçekten tavsiye, öneri havale, danışma
umrumda değil.) We chose the hotel on their He made reference to his homeland.
2149) reason; (isim) recommendation. (Onların tavsiyesi (Anavatanından söz etti.)
üzerine oteli seçtik.)
sebep, neden, gerekçe, akıl, 2170) reflect; (fiil)
mantık, sağduyu 2160) record; (isim, fiil) yansıtmak, ifade etmek,
I want to know the reason why you are i;kayıt, plak, sicil, tutanak, rekor belirtmek
so late. (Bu kadar geç kalmanın sebebi f.;kayda almak, kaydetmek, tutanak His face was reflected in the mirror.
nedir bilmek istiyorum.) tutmak (Yüzü aynaya yansımıştı.)
2150) reasonable; (sıfat) I kept a record of my expenses.
2171) reflection; (isim)
(Harcamalarımın kaydını tuttum.)
makul, uygun, mantıklı yansıma, akis, etki,
They sold their house at a reasonable 2161) recording; (isim) düşünce
price. (Evlerini makul bir fiyata sattılar.) kayıt, bant, kaydetme Your clothes are often a reflection of
2151) recall; (fiil) We watched the video recording of the your personality. (Kıyafetleriniz
wedding. (Düğünün video kaydını çoğunlukla kişiliğinizi yansıtır.)
hatırlamak, anımsamak,
izledik.)
hatırlatmak, anımsatmak 2172) reform; (fiil)
He couldn’t recall my name. (Benim 2162) recover; (fiil) reform yapmak, ıslah etmek, yeniden
ismimi hatırlayamadı.) iyileşmek, kurtarmak, düzenlemek, düzeltmek, iyileştirmek
kendine gelmek The law needs to be reformed. (Yasanın
2152) receive; (fiil)
It can take months to recover . yeniden düzenlenmesi lazım.)
almak, teslim almak, eline
(İyileşmesi aylar sürebilir.)
ulaşmak 2173) refugee; (isim)
He received a present from his uncle. 2163) recovery; (isim) mülteci, sığınmacı
(Amcasından bir hediye aldı.) iyileşme, kurtulma, They are staying in a refugee camp for a
toparlanma while. (Onlar bir süreliğine mülteci
2153) recent; (sıfat)
My father made a quick recovery from kampında kalıyorlar.)
son, yeni, yakında olmuş, en
the operation. (Babam ameliyattan sonra
son 2174) refuse; (fiil)
çabuk iyileşme gösterdi.)
There have been not so many changes in reddetmek, geri çevirmek,
recent years. (Son yıllarda çok fazla 2164) recruit; (fiil, isim) karşı koymak
değişiklik olmadı.) f.;üye yapmak, iyileştirmek, asker She refused his proposal. (Onun
toplamak i.; acemi er, yeni üye evlenme teklifini reddetti.)
2154) recently; (zarf)
They recruited many new members to
son zamanlarda, son günlerde, yakın 2175) regard; (fiil, isim)
the club. (Kulübe birçok yeni üye
geçmişte, kısa süre önce , şu sıralar f.; saymak, hesaba katmak, gözetmek i.;
aldılar.)
I haven’t seen them recently. (Onları saygınlık, itibar
son zamanlarda görmüyorum.) 2165) red; (sıfat)
His works are very regarded. (Onun
kırmızı, al, kızıl eserleri çok sayılıyor.)
2155) recipe; (isim)
She dyed her hair red. (Saçını
yemek tarifi 2176) regarding; (edat)
kızıla boyamış.)
What is the recipe of this soup? (Bu ilişkin, -e gelince,
çorbanın tarifi nedir?) 2166) reduce; (fiil) konusunda
azaltmak, eksiltmek, indirgemek, He said nothing regarding your request.
2156) recognition; (isim)
sadeleştirmek (Senin ricana ilişkin bir şey söylemedi.)
tanıma, tanınma, tanınırlık
Giving up smoking reduces the risk of
She glanced at me but there was no 2177) regardless; (zarf)
heart diseases. (Sigarayı bırakmak kalp
recognition. (Bana bakış attı ancak hastalıkları riskini azaltır.) aldırmadan, umursamayarak, ne
tanıdığında dair bir işaret yoktu.) olursa olsun
2167) reduction; (isim)
2157) recognize; (fiil) She did what she wanted, regardless of
indirme, azaltma, düşürme, the consequences. (Sonuçlarına
tanımak, bilmek, varlığını eksiltme aldırmadan istediği şeyi yaptı.)
kabul etmek
There has been some reduction in
I recognize him by his curly long hair. unemployment. (İşsizlikte azalma oldu.) 2178) regime; (isim)
(Onu uzun kıvırcık saçından tanıdım.) rejim, yönetim biçimi, diyet,
2168) refer; (fiil) perhiz
2158) recommend; (fiil)
işaret etmek, bahsetmek, anmak, havale The military regime has fallen. (Askeri
tavsiye etmek, önermek etmek, sevk etmek rejim düştü.)
Can you recommend a good restaurant? You know who I am referring to.
(İyi bir restoran tavsiye edebilir misin?) (Kimden bahsettiğimi biliyorsun.) 2179) region; (isim)
bölge, yöre, diyar, çevre, 2189) relation; (isim) You can rely on me, I can keep your
mıntıka ilişki, bağlantı, oran secret. (Bana güvenebilirsin, sırrını
Marmara is the most densely populated tutarım.)
We have a strong relation in our family.
region of Turkey. (Marmara, (Ailemizde güçlü bir ilişki var.) 2200) remain; (fiil)
Türkiye’nin en yoğun nüfuslu
2190) relationship; (isim) geriye kalmak, artakalmak, artmak,
bölgesidir.)
olduğu gibi kalmak
ilişki, alaka, bağlantı,
2180) regional; (sıfat) Only a small part of the house remained
akrabalık, yakınlık
bölgesel, yerel after the fire. (Yangından sonra evin çok
She has a very close relationship with
This tv channel is regional. (Bu küçük bir kısmı geriye kaldı.)
her cousin. (Kuzeniyle çok yakın bir
televizyon kanalı bölgesel.) ilişkisi var.) 2201) remaining; (isim,
2181) register; (fiil, isim) sıfat)
2191) relative; (isim,
f.; kaydetmek, sicile geçirmek i.; sıfat) i.; kalma, bakiye s.; arda kalan,
kayıt, sicil baki, kalık
i.; akraba, hısım s.; göreceli,
the ship was registered in America. nispi, ilişkin She gave the remaining foods to her
(Gemi Amerika’ya kayıtlıydı.) neighbour. (Kalan yemekleri
I don’t know many of my distant
komşusuna verdi.)
2182) regular; (sıfat) relatives. (Uzak akrabalarımın çoğunu
tanımıyorum.) 2202) remarkable; (sıfat)
düzenli, müdavim
2192) relatively; (zarf) dikkat çekici, göze çarpan,
There is a regular bus service to the
dikkate değer
center. (Merkeze düzenli otobüs hizmeti nispeten, görece, oranla
var.) She is truly a remarkable woman. (O
I think this exam is relatively easy.
gerçekten dikkat çekici bir kadın.)
2183) regularly; (zarf) (Bence bu sınav nispeten daha kolay.)
2203) remember;
düzenli olarak, belli 2193) relax; (fiil)
aralıklarla hatırlamak, anımsamak,
rahatlamak, gevşemek,
anmak
I do my exercises regularly. hafiflemek, dinlenmek
(Egzersizlerimi düzenli olarak yaparım.) Just relax and enjoy your holiday. Do you remember your first day at
school? (Okuldaki ilk gününü hatırlıyor
2184) regulate; (fiil) (Gevşe ve tatilinin tadını çıkar.)
musun?)
düzenlemek, düzene sokmak, 2194) release; (fiil, isim)
2204) remind; (fiil)
ayarlamak f.; salmak, serbest bırakmak, piyasaya
hatırlatmak, anımsatmak,
Meat prices were regulated by the sürmek i.; serbest bırakma, tahliye
andırmak
government. (Et fiyatları hükümet They released the prisioner after five
tarafından düzenlendi.) Can someone remind me the exam’s
years. (Mahkumu beş yıl sonra serbest
date. (Birisi bana sınavın tarihini
2185) regulation; (isim) bıraktılar.)
hatırlatabilir mi?)
düzenleme, ayarlama 2195) relevant; (sıfat)
2205) remote; (isim, sıfat)
We should adapt to new regulations. konu ile ilgili, alakası olan
i.; uzak s.; mesafeli,
(Yeni düzenlemelere uyum Do you have the relevant experience. dolaylı
sağlamalıyız.) (Konu ile alakalı tecrüben var mı?)
The beach is remote from here. (Sahil
2186) reinforce; (fiil) 2196) relief; (isim) buradan uzakta.)
sağlamlaştırmak, pekiştirmek, rahatlama, hafifletme, iç 2206) remove; (fiil)
güçlendirmek, takviye etmek rahatlaması
çıkarmak, gidermek, ortadan kaldırmak,
All buildings in this area were She sighed with relief. uzaklaştırmak, taşımak
reinforced to withstand earthquakes. (Rahatlayarak oh çekti.)
(Bu bölgedeki tüm binalar depreme Use soap to remove the stain. (Lekeyi
dayanaklı olması için sağlamlaştırıldı.) 2197) religion; (isim) çıkarmak için sabun kullan.)
din, kült 2207) repeat; (fiil)
2187) reject; (fiil)
You shoul respect other religions. tekrarlamak, yinelemek,
reddetmek, geri çevirmek,
(Diğer dinlere saygı göstermelisin.) tekrar etmek
istememek
The proposal was rejected. (Öneri 2198) religious; (sıfat) Can you repeat it again? (Birkez daha
reddedildi.) dini, dindar, dinsel tekrar edebilir misin?)
2188) relate; (fiil) His wife is very religious. (Onun karısı 2208) repeatedly; (zarf)
çok dindardır.) tekrar tekrar, durmadan,
ilişkisi olmak, ilgili olmak, nakletmek,
bağlantı kurmak 2199) rely; (fiil) defalarca
It is difficult to relate these two topics. güvenmek, itimat etmek, He said the song repeatedly. (Şarkıyı
(Bu iki konu arasında bağlantı kurmak itibar etmek tekrar tekrar söyledi.)
çok zor.) 2209) replace; (fiil)
yer değiştirmek, yerine geçmek, f.; talep etmek, istemek, rica etmek i.; I am against this resolution. (Bu
yenisiyle değiştirmek talep, rica, istek önermeye karşıyım.)
They say computers will replace They made a request for further aid. 2229) resolve; (fiil)
human’s workforce. (Bilgisayarların (Daha fazla yardım talep ettiler.)
azmetmek, kesin karar vermek,
insan çalışma gücünün yerine
2219) require; (fiil) çözümlemek, gidermek
geçeceğini söylüyorlar.)
gerekmek, ihtiyacı olmak, We met to resolve the conflict.
2210) reply; (fiil, isim) gereksinim içinde olmak (Tartışmayı gidermek üzere buluştuk.)
f.; cevaplamak, yanıt vermek i.; The little dog requires a lot of care. 2230) resort; (isim)
cevap, yanıt (Küçük köpeğin çok ilgiye ihtiyacı var.)
tatil yeri, dinlence yeri, tatil
He replied my letters. (Benim
2220) requirement; (isim) merkezi
mektuplarımı cevapladı.)
ihtiyaç, gereksinim The ski resorts prices are very high.
2211) report; (fiil, isim) (Kayak merkezi fiyatları çok yüksek.)
Our immediate requirement is more
f.; rapor etmek, bildirmek, haber staff. (Bizim acil ihtiyacımız daha fazla 2231) resource; (isim)
vermek, ihbar etmek i.; rapor, bildiri, eleman.)
tutanak kaynak
2221) research; (isim, fiil) We must use our natural resources
The committee will report on its
research tomorrow. (Komite, yarın i.; araştırma, inceleme, bilimsel efficiently. (Doğal kaynaklarımızı
araştırmalarını rapor edecek.) araştırma f.; araştırmak, incelemek verimli bir şekilde kullanmalıyız.)
What are the results of the research? 2232) respect; (isim, fiil)
2212) reporter; (isim)
(Araştımanın sonuçları neler?)
muhabir, haberci, muhbir i.; saygı, itibar, hürmet f.; saygı
2222) researcher; (isim) göstermek, itibar göstermek, hürmet
A reporter from New York Times made
araştırmacı etmek
an interview with the doctor. (New
York Times’dan bir muhabir benimle He was a former researcher of our She has no respect to her parents.
röportaj yaptı.) university. (O, üniversitemizin (Ebeveynlerine karşı hiç saygısı yok.)
araştırmacısıydı.) 2233) respond; (fiil)
2213) represent; (fiil)
temsil etmek, simgelemek, 2223) resemble; (fiil) karşılık vermek, yanıtlamak,
anlatmak benzemek, andırmak, tepki göstermek
The European Union represents 28 birisine çekmek How did he respond the news?
countries. (Avrupa Birliği 28 ülkeyi He closely resembles his father. (O, (Haberlere nasıl karşılık verdi?)
temsil ediyor.) babasına çok benziyor.) 2234) respondent; (isim,
2214) representation; 2224)reservation; (isim) sıfat)
(isim) rezervasyon, yer ayırtma i.; davalı, sanık s.; savunma
temsil, temsilcilik yapan, karşılık veren
I will call the hotel and make a
We made a representation to the public. reservation. (Oteli arayacağım ve The respondents refused the blames.
(Halka bir temsil sergiledik.) rezervasyon yaptıracağım.) (Sanıklar suçlamaları reddetti.)

2215) representative; 2225) resident; (isim) 2235) response; (isim)


(sıfat) sakin, bir yerde oturan cevap, yanıtlama, karşılık
temsilci, temsili The pool is only for residents. (Havuz I called twice but there was no response.
The committee includes representatives yalnızca burada oturanlar için.) (İki kez aradım ancak yanıt yoktu.)
from industry. (komitede sanayiden de 2226) resist; (fiil) 2236) responsibility;
temsilciler var.) (isim)
direnmek, karşı koymak,
2216) Republican; (sıfat, dayanmak, göğüs germek sorumluluk, yükümlülük,
isim) mesuliyet
We are determined to resist the
s.; cumhuriyetçi i.; pressure. (Baskıya direnmekte Jane took the full responsibility. (Jane,
(abd’de)cumhuriyetçi parti taraftarı kararlıyız.) tüm sorumluluğu üstüne aldı.)
The Republicans won the election in 2227) resistance; (iism) 2237) responsible; (sıfat)
America. (Amerika’da seçimi sorumlu, yükümlü, mesul
Cumhuriyetçiler kazandı.) direnç, direniş, direnme,
rezistans, dayanma gücü John is responsible for financing the
2217) reputation; (isim) There has been a strong resistance to project. (John, projeyi finanse etmekten
ün, şöhret, itibar this new law. (Yeni yasaya karşı güçlü sorumlu.)
She soon acquired a reputation as a bir direniş var.) 2238) rest; (fiil, isim)
singer. (Kısa sürede şarkıcı olarak ün
2228) resolution; (isim) f.; dinlenmek, dayanmak, güvenmek i.;
elde etti.) geri kalan, artan, dinginlik, dayanak
kararlılık, azim, önerme,
2218) request; (fiil, isim) çözme
You need to rest if you are sick. 2249) review; (fiil) i.; artış, zam, yükselme, güneşin doğuşu
(Hastaysan dinlenmen gerek.) gözden geçirmek, yeniden f.; yükselmek, gün doğmak, ayağa
gözatmak, incelemek kalmak
2239) restaurant; (isim)
We need to review the case. (Durumu I am going to ask for a rise. (Zam
restoran, lokanta
gözden geçirmeliyiz.) isteyeceğim.)
We had a meal in a restaurant.
(Restronda yemek yedik.) 2250) revolution; (isim) 2260) risk; (isim, fiil)
2240) restore; (fiil) devrim, ihtilal i.; risk, tehlike f.; riske etmek,
tehlikeye atmak
yenileştirmek, iyileştirmek, French revolution break out in 1789.
restore etmek (Fransız Devrimi 1789’da ortaya çıktı.) Why you take such a risk? (Neden böyle
bir risk alıyorsun?)
They restored the old church. (Eski 2251) rhythm; (isim)
kiliseyi restore ettiler.) 2261) river; (isim)
ritim, nabız atışı
2241)restriction; (isim) nehir, akarsu
He can’t seem to play in rhythm. (Ritme
sınırlama, kısıtlama, uygun çalmıyor gibi görünüyor.) Kızılırmak is longest river of Turkey.
daraltma (Kızılırmak Türkiye’nin en uzun
2252) rice; (isim) nehridir.)
The government put restrictions on
foreign trade. (Hükümet dış ticarete pirinç, pilav
2262) road; (isim)
kısıtlama getirdi.) We ate rice and meatball at dinner.
yol, cadde
(Akşam yemeğinde pilav ve köfte
2242) result; (isim, fiil) The house is on a very busy road. (Ev,
yedik.)
i.; sonuç, netice f.; sonuçlanmak, çok işlek bir yol üzerinde.)
neticelenmek 2253) rich; (sıfat)
2263) rock; (isim, fiil)
Success is the result of hard work. zengin, verimli, besleyici
i.; kaya, taş, rock müziği, sallama f.;
(Başarı, sıkı çalışmanın bir sonucudur.) They are one of the richest families in
sallamak, sarsmak
the world. (Onlar, dünyanın en zengin
2243) retain; (fiil) It is possible to find volcanic rocks in
ailelerinden biri.)
alıkoymak, elde tutmak, this area. (Bu bölgede volkanik kayalara
sürdürmek 2254) rid; (fiil) rastlamak mümkün.)
He struggled to retain the control. temizlemek, defetmek, başından
2264) role; (isim, fiil)
(Kontrolü elinde tutmak için mücadele atmak, kurtulmak
verdi.) i.; rol, görev f.; rol yapmak
He wants to rid of his old car. (Eski
arabasından kurtulmak istiyor.) It is one of the greatest roles I have
2244) retire; (fiil)
played. (Oynadığım en harika rollerden
emekli olmak, inzivaya 2255) ride; (fiil, isim) bir tanesi.)
çekilmek f.; binmek (at, bisiklete, motosiklet vb)
2265) roll; (fiil, isim)
He retired early because of his sickness. i.; gezinti, yolculuk (at, bisiklet, araba
(Hastalığı nedeniyle erken emekli oldu.) ile) f.; yuvarlamak, yuvarlanmak, rulo
yapmak i.; rulo, yuvarlanma
2245) retirement; (isim) I learnt to ride as a child. (Bisiklet
sürmeyi çocukken öğrendim.) Wallpaper is sold in rolls. (Duvarkağıdı
emeklilik, geri çekilme rulo şeklinde satılıyor.)
The retirement age for men is 65. 2256) rifle; (isim, fiil)
(Erkekler için emeklilik yaşı 65’tir.) 2266) romantic; (sıfat)
i.; tüfek f., soymak, yağma
etmek romantik, duygusal
2246) return; (isim, fiil)
Their home had been rifled. He buys me roses every week, he is so
i.; geri dönüş, iade f.; geri dönmek, geri romantic. (Bana her hafta gül alır, çok
(Onların evi soyuldu.)
çevirmek, iade etmek romantik biridir.)
When will you return from holiday? 2257) right; (isim, sıfat,
zarf) 2267) roof; (isim)
(Tatilden ne zaman döneceksiniz?)
i.; sağ taraf, hak, dürüstlük s.; haklı, çatı, dam
2247) reveal; (fiil)
doğru,dürüst zf.; doğruca The cat climbed the roof. (Kedi
ortaya çıkarmak, meydana koymak, çatıya tırmandı.)
You are right to criticize him. (Onu
açığa vurmak, afişe etmek
eleştirmekte haklısın.)
She didn’t reveal her friend’s secrets. 2268) room; (isim)
(Arkadaşının sırlarını açığa çıkarmadı.) 2258) ring; (fiil, isim) oda, salon,mekan, yer
f.; çalmak (telefon, zil) i.; You should sit in the waiting room for a
2248) revenue; (isim)
yüzük, halka few minutes. (Birkaç dakikalığına
gelir, hasılat bekleme odasında oturmalısınız.)
The door is ringing. (Kapı
The company’s annual revenue is about çalıyor.) 2269) root; (isim)
three million dollars. (Şirketin yıllık
hasılatı ortalama üç milyon dolar.) 2259) rise; (isim, fiil) kök, köken, kaynak, töz
Pull the plant up by the roots. (Bitkiyi yazılı olmayan kurallara göre Can I have a chicken salad? (Tavuklu
köklerinden kopar.) yaşıyorlar.) salata alabilir miyim?)
2270) rope; (isim) 2280) run; (isim, fiil) 2291) salary; (isim)
halat, ip, urgan i.; koşu, akış f.; koşmak, seyirtmek, aylık, maaş
They tied his hands with rope. (Ellerini işletmek, çalıştırmak They complains about the low salary.
iple bağladılar.) Can you run as fast as John? (John (Düşük maaştan şikayetçiler.)
kadar hızlı koşabilir misin?) 2292) sale; (isim)
2271) rose; (isim)
gül, rozet 2281) running; (isim) satış, ucuzluk
I like the smell of rose. (Gül koşu, koşma, işletme, çalışma, She gets 5% commission on each sale.
kokusunu severim.) idare etme (Her bir satıştan %5 komisyon alıyor.)
I’ve bought a new running shoes. (Yeni 2293) sales; (isim)
2272) rough; (sıfat) koşu ayakkabıları aldım.)
satış, indirimli satış
kaba, sert, kötü, pürüzlü, pütür
pütür, tırtıklı 2282) rural;(sıfat) I bought shoes in the sales. (İndirimden
kırsal, taşra ayakkabı aldım.)
I am having a rough day. (Kötü bir gün
geçiriyorum.) They used to live in rural area. (Kırsal 2294) salt; (isim)
alanda yaşamaya alıştılar.) tuz
2273) roughly; (zarf)
yaklaşık olarak, kabaca, 2283) rush; (fiil, isim) Pass the salt please. (Tuzu uzatır
aşağı yukarı f.; acele etmek, telaş etmek, koşturmak mısın lütfen.)
Sales are up by roughly 20%. (Satışlar i.; acele, telaş , koşuşturmaca, rağbet 2295) same;
yaklaşık olarak %20 oranında arttı.) There is no need to rush, we have plenty s.; aynı, benzer zm.; aynısı, aynı şey zf.;
of time. (Acele etmeye gerek yok, çok aynı şekilde
2274) round; (sıfat, zamanımız var.)
isim,fiil) We have lived in the same
neighborhood for ten years. (On yıldır
s.; yuvarlak i.; sefer, tur f.; köşeyi, virajı 2284) Russian; (isim)
aynı semtte yaşıyoruz.)
dönmek, etrafında dönmek rus, rusça
Rugby isn’t played with a round ball. She decided to learn Russian. (Rusça 2296) sample; (isim)
(Rugby yuvarlak topla oynanmaz.) öğrenmeye karar verdi.) numune, örnek, örneklem
2275) route; (isim) 2285) sacred; (sıfat) The doctor wanted a blood sample for
the test. (Doktor test için kan örneği
rota, güzergah, hat kutsal, aziz, mukaddes
istedi.)
Which is the shortest route to take? Cows are sacred to Hindus. (İnekler
(Hangi güzergah daha kısa?) Hindular için kutsaldır.) 2297) sanction; (isim)
yaptırım, onaylama,
2276) routine; (sıfat, 2286) sad; (sıfat)
müsaade, teyit
isim) üzgün, üzüntülü, hüzünlü,
The economic sanctions have been
s.; rutin, alışılagelen, sıradan i.; üzücü
lifted. (Ekonomik yaptırımlar
alışkanlık haline gelmiş şey, hergünkü Don’t be sad, everything will be okay. kaldırıldı.)
işler, rutin (Üzülme, her şey iyi olacak.)
2298) sand; (isim)
Doing exercise is a part of my daily 2287) safe; (isim, sıfat)
routine. (Egzersiz yapmak benim kum, kumsal
i.; kasa s.; güvende, emniyetli,
günlük rutinim.) We went for a walk along the sand.
tehlikesiz
(Kumsalda yürüyüşe çıktık.)
2277) row; (isim) I don’t feel safe in this hotel. (Bu otelde
sıra, dizi, kargaşa, kavga güvende hissetmiyorum.) 2299) satellite; (isim)
Let’s sit in the back row. (Arka uydu
2288) safety; (isim)
sırada oturalım.) The moon is a satellite of earth. (Ay,
güvenlik, emniyet, güven
dünyanın uydusudur.)
2278) rub; (fiil) They took all necessary safety
precautions. (Tüm gerekli güvenlik 2300) satisfaction; (isim)
ovmak, sürtmek,
zımparalamak önlemlerini aldılar.) tatmin, memnuniyet,
doygunluk
She rubbed her chin thoughtfully. 2289) sake; (isim)
(Düşünceli bir şekilde çenesini ovdu.) She had the satisfcation of seeing her
hatır
book is loved. (Kitabının sevilmiş
2279) rule; (isim, fiil) Oh, for goodness’ sake! (Ah, Tanrı olmasından memnuniyet duydu.)
i.; kural, kanun, yasa, adet f.; yönetmek, aşkına!)-kalıp bir kullanımdır
2301) satisfy; (fiil)
hükmetmek, egemen olmak 2290) salad; (isim)
tatmin etmek, memnun etmek,
The primitive tribes are living according salata
doyurmak
to the unwritten rules. (ilkel kabileler,
Her success didn’t satisfy everyone. We are studying to a tight schedule. f.; çığlık atmak, bağırmak, haykırmak i.;
(Onun başarısı herkesi memnun (Sıkı bir programa bağlı ders çığlık, bağırma, haykırış
etmedi.) çalışıyoruz.) She screamed like she had seen a
2302) sauce; (isim) 2312) scheme; (fiil, isim) monstar. (Canavar görmüşçesine çığlık
attı.)
sos f.; dolap çevirmek,düzenlemek,
I want some tomato sauce on pasta. tasarlamak i.; entrika, dolap, şema 2322) screen; (isim)
(Makarnanın üzerine biraz domates sosu The poem’s rhyme scheme is ekran, beyazperde, sinema
istiyorum.) complicated. (Şiirin uyak şeması We were staring at the computer screen.
karmaşık.) (Bilgisayar ekranına bakıyorduk.)
2303) save; (isim, fiil)
i.; kurtarma f.;kurtarmak, para 2313) scholar; (isim) 2323) script; (isim)
biriktirmek, tasarruf etmek bilgin, bilimadamı, senaryo, el yazısı
She saved a little girl from falling into bursiyer
I admired her neat script. (Onun
the sea. (Küçük bir kızı denize He is the most distinguished scholar in muntazam el yazısına hayran kaldım.)
düşmekten kurtardı.) his field. (Alanındaki en seçkin
bilimadamıdır.) 2324) sea; (isim)
2304) saving; (isim, sıfat)
deniz, derya
i.; tasarruf, birikim, biriktirme, kurtarma 2314) scholarship; (isim)
We stayed in a hotel with sea view?
s.; kurtaran burs, bilim, alimlik
(Deniz manzaralı bir otelde kaldık.)
You saved my life. Thank you for He went to music school on a
everything. (Hayatımı kurtardın. Her scholarship. (Müzik okuluna burslu 2325) search; (isim, fiil)
şey için teşekkür ederim.) gitti.) i.; arama, araştırma f.; araştırmak,
aramak
2305) say;) 2315) school; (isim)
The search for a cure goes on. (Tedavi
söylemek, demek okul, fakülte, mektep
için araştırma devam ediyor.)
I didn’t believe even a single word he We need more money for hospitals and
said. (Söylediği tek bir söze bile schools. (Hastaneler ve okullar için 2326) season; (isim, fiil)
inanmadım.) daha fazla paraya ihtiyacımız var.) i.; mevsim, sezon, baharat f.;
baharat katmak
2306) scale; (fiil, isim) 2316) science; (isim)
The hotels are always full during the
f.; ölçeklendirmek, hesaplamak, tartmak bilim, ilim, bilim dalı
summer season. (Yaz sezonu boyunca
i.; ölçek, tartar, pul There have been a great progress in oteller her zaman dolu olur.)
On a global scale, %25 of energy is science and technology. (Bilim ve
created from natural sources. (Küresel teknolojide büyük bir ilerleme var.) 2327) seat; (isim, fiil)
ölçekte, enerji üretiminin %25’i doğal i.; koltuk, oturacak yer, iskemle
2317) scientific; (sıfat)
kaynaklardan üretiliyor.) f.; oturtmak
bilimsel, ilmi
2307)scandal; (isim) Ladies and gentlemen, please take your
He is interested in scientific discoveries. seats. (Bayanlar ve baylar lütffen
skandal, rezalet, rezillik (O, bilimsel keşiflerle çok ilgili.) yerlerinizi alın.)
His words caused scandals. (Sözleri
2318) scientist; (isim) 2328) second; (isim, sıfat)
skandallara neden oldu.)
bilim adamı, bilim insanı, fenci, i.; saniye, an, düello şahidi
2308) scared; (sıfat) alim, bilgin s.; ikinci
korkmuş Many scientists are working in this Ankara is the second most crowded city
He is scared of darkness. (O, field. (Birçok bilim adamı bu alanda of Turkey. (Ankara, Türkiye’nin ikinci
karanlıktan korkar.) çalışıyor.) en kalabalık şehridir.)
2309) scenario; (isim) 2319) scope; (isim,fiil) 2329) secret; (isim, sıfat)
senaryo i.; kapsam, faaliyet alanı, niyet f.; i.; sır, gizem s.; gizli,
The scenario of the film was really araştırmak, incelemek gizemli, esrarlı
interesting. (Filmin senaryosu gerçekten There is still plenty of scope for Don’t tell your secret to anyone. (Sırrını
ilginçti.) improvement. (Gelişim için hala birçok hiç kimseye söyleme.)
faaliyet alanı var.)
2310) scene; (isim) 2330) secretary; (isim)
olay yeri, sahne, perde, 2320) score; (isim, fiil)
sekreter
manzara i.; skor, sayı (oyunda), puan f.; puan
Please call my secretary to make an
He described the scene in detail. (Olay almak, sayı kazanmak appoinment. (Lütfen randevu almak için
yerini detaylıca tarif etti.) The final score is 5-2. (Son sekreterimi arayın.)
skor 5-2.)
2311) schedule; (isim, fiil) 2331) section; (isim)
i.; program plan, çizelge f.; 2321) scream; (fiil, isim)
kısım, bölüm, kesit, parça,
çizelgelemek, planlamak bölük
We will discuss these issues in the next 2342) selection; (isim) Use the word ‘book’ in a sentence.
section. (Bu konuları önümüzdeki seçme, seçim, ayırma, (Kitap kelimesini bir cümle içinde
bölümde tartışacağız.) seleksiyon kullan.)
2332) sector; (isim) The final team selection will be made 2352) separate; (fiil, sıfat)
sektör, işkolu tomorrow. (Son takım seçmeleri yarın f.; ayırmak, ayrıştırmak s.;
yapılacak.) ayrı, ayrık
The private sector is tiring. (Özel sektör
yorucudur.) 2343) self; (isim, zamir) They use seperate bathrooms. (Onlar
i.; öz, kişilik zm.; kendi ayrı banyoları kullanıyolar.)
2333) secure; (fiil)
güvenceye almak, korumak, She has no self confidence. (Onun hiç 2353) sequence; (isim)
sağlamlaştırmak özgüveni yok.) dizi, sıra, silsile, birbiri ardından
I feel secure when you are with me. 2344) sell; (fiil) gelme, ardışık
(Sen benimleyken güvende satmak, vermek, satılmak Number the pages in sequence.
hissediyorum.) (Sayfaları ardışık numaralandır.)
We offered them a good price to sell
2334) security; (isim) their car. (Arabalarını satmaları için iyi 2354) series; (isim)
güvenlik, emniyet, koruma bir fiyat teklif ettik.) seri, silsile, dizi
John is a security guard at the airport. 2345) senate; (isim) They gave a series of concerts. (Onlar,
(John havaalanında güvenlik görevlisi.) senato bir dizi konser verdiler.)
2335) see; (fiil) He is a member of Senate. (O bir 2355) serious; (sıfat)
görmek, bakmak,seyretmek, Senato üyesi.) ciddi, ağırbaşlı, gerçek,
anlamak, farketmek 2346) senator; (isim) tehlikeli
Did you see what happened last night? senatör I am not a very serious person. (çok
(Dün gece ne olduğunu gördün mü?) ciddi bir insan değilim.)
He has served as Senator for California
2336) seed; (isim, fiil) since 2015. (2015’den bu yana 2356) seriously; (zarf)
tohum, döl f.; tohumlamak, Kaliforniya’ya senatör olarak hizmet cidden, ciddi olarak, ağır
çekirdeğini çıkarmak ediyor.) şekilde
These fruits can be grown from seed. 2347) send; (fiil) Seriously, what is the matter with you?
(Bu meyveler tohumdan yetişebilirler.) göndermek, sevk etmek, (Cidden, senin sorunun ne?)
2337) seek; (fiil) yollamak, dağıtmak 2357) serve; (fiil)
aramak, uğraşmak, peşinde I’ll send you a postcard. (Sana bir hizmet etmek, servis yapmak,
koşmak kartpostal göndereceğim.) servis atmak
We are seeking new ways of expanding 2348) senior; (isim) They served a wonderful meal to their
our membership. (Üyeliklerimizi kıdemli, üst düzey, son sınıf guests. (Misafirlerine harika yemekler
genişletmenin yeni yollarını arıyoruz.) öğrencisi, yaşça büyük, servis ettiler.)
2338) seem; (fiil) Junior nurses usually work alongside 2358) service; (isim)
görünmek, gözükmek, benzemek, more senior nurses. (Kıdemce aşağı hizmet, servis, görev, idare
gibi gelmek olan hemşireler genellikle daha kıdemli
The government aims to improve public
hemşirelerin yanında çalışırlar.)
It seems that he knows what he is doing. services. (Hükümet, kamu hizmetlerini
(Ne yaptığını biliyor gibi görünüyor.) 2349) sense; (isim, fiil) geliştirmeyi hedefliyor.)
2339) segment; (isim, fiil) i.; duyu, his, algı, anlam, düşünce f.; 2359) session; (isim)
hissetmek, sezmek, içine doğmak,
i.; bölüm, parça, altkesit f.; bölmek, seans, celse, oturum
anlamak
parçalara ayırmak The court session lasted an hour.
Dogs have a strong sense of smell.
She delated a small segment of the (Mahkeme oturumu bir saat sürdü.)
(Köpeklerin güçlü bir koku alma duyusu
painting. (Resmin küçük bir parçasını
vardır.) 2360) set; (isim, sıfat, fiil)
sildi.)
2350) sensitive; (sıfat) i.; set, takım,dizi,seri s.; belirli,
2340) seize; (fiil) kurulmuş, sabit f.; batmak(güneş), bir
duyarlı, hassas, içli
kapmak, el koymak, gasp etmek, ödev vermek, başlamak,
zorla almak She is very sensitive to other people’s girişmek,yerleştirmek, yerleşmek,
problems. (Başka insanların sorunlarına belirlemek, oturtmak, kararlaştırmak
He tried to seize the gun from her.
karşı çok duyarlıdır.)
(Tabancayı ondan zorla almaya çalıştı.) Who wants to set the table? (Masayı
2351) sentence; (isim, fiil) hazırlamayı kim ister?)
2341) select; (fiil)
i.; cümle , hüküm f.; hüküm vermek, 2361) setting; (isim)
seçmek, ayıklamak
cezaya çarptırmak, mahkum etmek
He was selected to the basketball team. ortam, ayar, düzenleme
(O, basketbol takımına seçildi.)
It was the perfect setting for a Shake the bottle well before use. f.; parlamak, parlatmak, parıldamak,
wonderful wedding. (Muhteşem bir (Kullanmadan önce şişeyi iyice ışımak i.; parlaklık
düğün için harika bir ortamdı.) çalkalayın) The sun is shining brightly.
2362) settle; (fiil) 2372) shall; (fiil) (Güneş ışıl ışıl parlıyor.)
yerleşmek, oturmak, konmak, kararlılık, niyet, plan bildiren gelecek 2382) ship; (isim, fiil)
çökeltmek (sıvının içindeki katı zaman yardımcı fiili, söz verme i.; gemi f.; gemiye mal
maddeleri) durumunda kullanılır yüklemek
The cat settled itself on the couch. (Kedi This time next week I shall be in The shiip has two restaurants. (Gemide
kanepeye oturdu.) London. (Gelecek hafta bu zamanlarda iki adet restoran var.)
Londra’da olacağım.)
2363) settlement; (isim) 2383) shirt; (isim)
yerleşim, mesken, yerleştirme, 2373) shape; (fiil, isim)
gömlek
tasfiye, anlaşma f.; şekillendirmek, şekil vermek,
This shirt is made of 100% cotton. (Bu
She signed the divorce settlement. biçimlendirmek i.; şekil, biçim, form
gömlek %100 pamuktur.)
(Boşanma anlaşmasını imzaladı.) The cake was in shape of a heart. (Pasta
kalp şeklindeydi.) 2384) shit; (fiil)
2364) seven; (isim)
sıçmak, kaka yapmak , bok,
yedi rakamı 2374) share; (fiil, isim)
saçmalık (argoda)
There are seven days in a week. (Bir f.; paylaşmak, bölüştürmek, hisse
You are talking shit!
haftada yedi gün var.) almak, ortak olmak i.; pay, hisse,
(Saçmalıyorsun.)
paylaşma
2365) several; (sıfat) 2385) shock; (fiil, isim)
We shared the pizza between us.
birçok, çeşitli, değişik (Pizzayı aramızda paylaştık.) f.; şok etmek, sarsılmak i.;
She’s written several books about şok
2375) she; (isim, zamir)
nature. (Doğa üzerine birçok kitap I got a terrible shock yesterday. (Dün
yazdı.) i.; dişi, kadın zm.; o (dişil),
çok kötü bir şok yaşadım.)
kendisi
2366) severe; (sıfat) 2386) shoe; (isim)
She is the strongest woman I have ever
şiddetli, sert, haşin, acı seen. (şimdiye dek gördüğüm en güçlü ayakkabı
We had a severe winter last year. kadın.) What’s your shoe size? (Ayakkabı
(Geçen yıl sert bir kış geçirdik.) numaranız nedir?)
2376) sheet; (isim)
2367) sex; (isim) çarşaf, levha, tabaka 2387) shoot; (fiil, isim)
seks, cinsel ilişki, sevişme, I have changed the sheets. f.; ateş etmek,öldürmek , vurmak,
cinsellik, cinsiyet (Çarşafları değiştirdim.) silahla yaralamak, çekim yapmak, film
How can you tell what sex a fish is? çekmek i.; vuruş, ateş, fotoğraf çekme,
2377) shelf; (isim)
(Bir balığın hangi cinsiyetten olduğunu çekim
nasıl anlarsın?) raf, denizde sığlık
Don’t shoot. I surrender. (Ateş etme.
The jar is on the top shelf. Teslim oluyorum.)
2368) sexual; (sıfat)
(Kavanoz en üst rafta.)
cinsel, cinsi, seksüel 2388) shooting; (isim)
2378) shell; (isim, fiil)
Legislations preventing sexual abuse ateş etme, ateş, avcılık
must be enacted. (Cinsel istismarı i.; kabuk, deniz kabuğu f.; kabuğunu
He suddenly started shooting. (Aniden
önleyici yasalar çıkarılmalı.) çıkartmak, bombardıman yapmak
ateş etmeye başladı.)
We collected shells on the beach.
2369) shade; (isim, fiil) 2389) shore; (isim)
(Sahilde deniz kabuğu topladık.)
i.; gölge, gölgelik f.; gölge kıyı, sahil, yaka
yapmak 2379) shelter; (isim)
They have a beautiful house on the
The temperature reaches 30 C in the barınak, sığınak, siperlik
shores of the lake. (Gölün kıyısında çok
shade. (Sıcaklık, gölgede otuz dereceye The homeless people are desperately güzel bir evleri var.)
ulaşıyor.) seeking shelter. (Evsiz insanlar çaresiz
halde sığınacak bir yer arıyorlar.) 2390) short; (sıfat)
2370) shadow; (isim)
kısa, alçak, bodur, dar
gölge, karartı 2380) shift; (isim, fiil)
(zaman)
The dog is chasing its shadow. (Köpek, i.; vardiya, mesai, değişim f.; The girl had a short curly hair. (Kızın
kendi gögesini kovalıyor.) değiştirmek, yönü değişmek (rüzgar)
kısa kıvırcık saçları vardı.)
Could you help me shift this furniture.
2371) shake; (fiil, isim) 2391) shortly; (zarf)
(Şu mobilyanın yerini değiştirmeme
f.; sallamak, titremek, silkelemek, yardım eder misin?) kısaca, birazdan, yakında
çalkalamak, sarmak i.; titreme, sarsma,
2381) shine; (fiil, isim) I will be ready shortly. (Birazdan
sarsıntı, sallanış
hazır olacağım.)
2392) shot; (isim, fiil) The car is standing on the right side of She was wearing a silver necklace.
i.; atış, şut, silah sesi, fotoğraf the road. (Araba, yolun sağ tarafında (Gümüş bir gerdanlık takıyordu.)
karesi f.; vurmak duruyor.)
2412) similar; (sıfat)
I heard some shots in the distance. 2402) sigh; (isim, fiil) benzer, eş
(Uzaktan birkaç silah sesi duydum.) i.; iç çekme, ah etme f.; iç çekmek, iç We have very similar hobbies. (Çok
2393) should; (fiil) geçirmek, ah etmek benzer hobilerimiz var.)
gerekmek, -meli/-malı She sighed deeply. (Derin
2413) similarly; (zarf)
derin iç çekti.)
You should have been more careful. benzer şekilde, benzer
(Daha dikkatli olmalıydın.) 2403) sight; (isim) biçimde
2394) shoulder; (isim, görme, görme yetisi, görüş The srudents dressed similary for the
fiil) alanı, bakış graduation ceremony. (Öğrenciler,
i.; omuz, dağ (sırt) f.; omuz The disease has affected her sight. mezuniyet törenleri için benzer şekilde
vurmak, omuzlamak (Hastalık onun görme yetisini etkiledi.) giyindiler.)
He looked back over his shoulder. 2404) sign; (fiil, isim) 2414) simple; (sıfat)
(Omzunun üzerinden arkasına baktı.) f.; imzalamak, belirtmek, işaret etmek i.; basit, sade, kolay, yalın,
2395) shout; (fiil, isim) işaret, simge, belirti,imza gösterişsiz
f.; haykırmak, bağırmak i.; Headaches may be a sign of stress. This machine is very simple to use. (Bu
haykırış, bağırış (Başağrıları stresin işareti olabilir.) makineyi kullanmak çok kolay.)
Stop shouting and listen! 2405) signal; (fiil, isim) 2415) simply; (zarf)
(Bağırmayı kes ve dinle.) f.; sinyal vermek, işaret etmek i.; sinyal, basit bir şekilde, sadece, basbayağı,
2396) show; ( isim, fiil) işaret, uyarı gösterişsiz bir şekilde
f.; göstermek, kanıtlamak, sergilemek, There is no warning signal on the road. you must simply tell the truth. (Basitçe
sahnelemek, oynatmak i.; gösteri, tv (Yolda hiç uyarı işareti yok.) gerçeği söylemek zorundasın.)
programı, sergi 2406) significance; (isim) 2416) sin; (isim, fiil)
The research has shown that people are önem, değer i.; günah, suç f.; günah
influenced by TV advertisements. işlemek
Does the symbol has any particular
(Araştırma, insanların televizyon
significance? (Bu sembolün özel bir God, please forgive my sins. (Tanrım,
reklamlarından etkilendiğini gösteriyor.)
önemi var mı?) lütfen günahlarımı affet.)
2397) shower; (isim)
2407) significant; (sıfat) 2417) since; (zarf, edat)
duş, sağanak, bebek hediye
önemli, belirgin, dikkate değer, zf.;ondan sonra, o zamandan beri ed.;-
partisi
kaydadeğer den beri, -den dolayı, için
She is in shower now.
The project has shown a significant I haven’t eaten anything since breakfast.
(Şuanda duşta.)
improvement. (Proje, önemli bir (Kahvaltıdan beri bir şey yemedim.)
2398) shrug; (isim, fiil) gelişme gösterdi.)
2418) sing; (fiil)
i.; omuz silkme f.; omuz 2408) significantly; (zarf) şarkı söylemek, ötmek, şakımak,
silkmek
önemli ölçüde vızıldamak
Jane shrugged her shoulder and said
Profits of our company have increased Will you sing us a song? (Bize bir şarkı
nothing. (Jane omzunu silkti ve hiçbir
significantly. (Şirketimizin karı önemli söyler misin?)
şey söylemedi.)
ölçüde arttı.)
2419) singer; (isim)
2399) shut; (fiil, sıfat)
2409) silence; (isim, fiil) şarkıcı
f.; kapatmak, kapamak s.; kapalı,
i.; sessizlik, suskunluk f.; He is a wonderful opera singer. (O,
kapanık
susturmak muhteşem bir opera şarkıcısıdır.)
Shut the door, please. (Kapıyı
There was an absolute silence in the
kapat lütfen.) 2420) single; (sıfat)
classroom. (Sınıfta tam bir sessizlik
2400) sick; (sıfat) vardı.) bekar, yalnız, tek, tekil,
ayrı
hasta, dengesiz (kimse), 2410) silent; (sıfat)
hastalıklı There wasn’t a single vacant room in
sessiz, suskun the hotel. (Otelde bir tek boş oda yoktu.)
Her father is very sick. (Onun
Eveybody be silent! (Herkes
babası çok hasta.) 2421) sink; (fiil, isim)
sessiz olsun!)
2401) side; (isim, sıfat) f.; batmak, suya batmak i.;
2411) silver; (sıfat, fiil) lavabo
i.; kenar, taraf, cephe, yön,yaka
s.; gümüş, gümüş rengi f.; The boat sank to the bottom of the sea.
s.; yan, yandaki
gümüşle kaplamak (Tekne denizin altına battı.)
2422) sir; (isim)
bir asalet unvanı, sör, bay, You can see a lot of stars in the sky. That dress is too small for you. (O
efendim (Gökyüzünde bir sürü yıldız elbise senin için çok küçük.)
Good morning, sir. görebilirsin.)
2443) smart; (sıfat, fiil)
(Günaydın efendim.) 2433) slave; (isim, fiil) s.; zeki, akıllı, gösterişli, hoş f.;
2423) sister; (isim) i.; köle, kul f.; köle gibi sızlamak, acımak, ağrımak
kız kardeş, abla, hemşire, çalışmak You look very smart in that dress. (bu
hastabakıcı, rahibe He treated his wife like a slave. elbisenin içinde çok hoş görünüyorsun.)
Do you have any brothers or sisters? (Karısına bir köleymiş gibi
2444) smell; (fiil, isim)
(Erkek ya da kız kardeşin var mı?) davranıyordu.)
f.; kokmak, koklamak i.;
2424) sit; (fiil) 2434) sleep; (isim, fiil) koku
oturmak, bulunmak, durmak, konmak, i.; uyku, uyuma f.; uyumak, This perfume is smelling like a rose.
kuluçkaya yatmak (tavuk), toplantı uyuklamak (Bu parfüm gül gibi kokuyor.)
halinde olmak The baby is sleeping. Be quiet. (Bebek
2445) smile; (fiil, isim)
May I sit here? (Buraya oturabilir uyuyor. Sessiz ol.)
f.; gülmek, gülümsemek, tebessüm
miyim?) 2435) slice; (fiil, isim) etmek i.; gülücük, tebessüm
2425) site; (fiil, isim) f.; dilimlemek, kesmek i.; She smiled at me with joy. (Bana
f.; oturtmak, yerleştirmek i.; yerleşim dilim, pay neşeyle gülümsedi.)
yeri, mekan, site, yer, konum She sliced the meat carefully. (Eti
2446) smoke; (isim, fiil)
This site is ideal for building the a özenle dilimledi.)
i.; duman, sigara içme f.; sigara içmek,
house. (Bu yer, ev inşa etmek için 2436) slide; (isim, fiil) duman tütmek
uygun.)
i.; slayt, sürgü, kaydırak f.; You should quit smoking for your
2426) situation; (isim) kaydırmak, kaymak health. (Sağlığın için sigarayı
durum, konum, mevki, The children were sliding on the snow. bırakmalısın.)
vazife, hal, (Çocuklar karın üstünde kayıyorlardı.)
2447) smooth; (fiil, sıfat)
The situation is worse than we think. 2437) slight; (sıfat, fiil) f.; düzlemek, yumuşatmak s.;
(Durum düşündüğümüzden daha kötü.)
s.; hafif, az, cüzi, belli belirsiz f.; düz, pürüzsüz
2427) six; (isim) önemsememek, hafife almak Her skin was perfectly smooth. (Onun
altı rakamı Fortunately, the damage was slight. cildi mükemmel derecede pürüzsüzdü.)
Cut the cake into six equal slices. (Neyse ki hasar azdı.)
2448) snap; (fiil, isim,
(Pastayı altı eşit dilime böl.) 2438) slightly; (zarf) sıfat)
2428) size; (isim, fiil) hafifçe, az oranda , biraz f.; patlamak, koparmak,çat diye
i.; boyut, büyüklük, ölçü, uzam f.; Are you afraid of high? -Ony slightly. kapanmak, şipşak fotoğraf
boyutlandırmak (Yüksekten korkuyor musun? -Yalnızca çekmek,şaklamak, ısırmaya çalışmak i.;
biraz.) çıtırtı, şak sesi, ısırma, şipşak fotoğraf
We were shocked at the size of their
s.; anlık, beklenmedik
house. (Evlerinin büyüklüğünü 2439) slip; (fiil)
gördüğümüzde şok olduk.) The rope suddenly snapped. (İp
kaymak, sürçmek, sıyırmak, birdenbire koptu.)
2429) ski; (isim, fiil) kaçmak
2449) snow; (isim, fiil)
i.; kayak f.; kaymak He slipped over on the ice and broke his
arm. (Buzun üzerine kayıp düştü ve i.; kar f.; kar yağmak
We went skiing in Uludağ last winter.
(Geçen kış Uludağ’da kayak yapmaya kolunu kırdı.) Children are playing in the snow.
gittik.) (Çocuklar karda oynuyorlar.)
2440) slow; (fiil, sıfat)
2430) skill; (isim) f.; yavaşlatmak, ağırlaşmak s.; 2450) so;
beceri, marifet, yetenek, yavaş, ağır, aheste zf.; böyle,öyle, bu kadar, demek ki,
ustalık, hüner Progress was slower than we expected. dolayısıyla, bu yüzden, bundan dolayı
bağ.; ve , için, öyleki
This job requires management skill. (Bu (Gelişim beklediğimizden daha yavaştı.)
iş yönetim becerisi gerektiriyor.) We have so much to do.
2441) slowly; (zarf)
(Yapacak çok şeyimiz var.)
2431) skin; (isim, fiil) yavaşça, yavaş yavaş
2451) so-called; (sıfat)
i.; ten, cilt, deri, zar f.; soymak, Could you speak more slowly please.
derisini yüzmek (Lütfen daha yavaş konuşur musun?) sözde, adlı
He is receiving skin cancer treatment. How these so called improvements
2442) small; (sıfat)
(Cilt kanseri tedavisi görüyor.) helped the local community? (Bu sözde
küçük, ufak, ufacık, minik, alçak, gelişmeler yerel halka nasıl yardımcı
2432) sky; (isim) az, önemsiz oldu?)
gökyüzü
2452) soccer; (isim)
futbol The detective solved the mystery of the kısa süre içinde, az sonra,
We watched the soccer match in the crime. (Dedektif suçun gizemini birazdan, pek yakında
stadium. (Futbol maçını stadyumda aydınlattı.) I hope you will be better soon. (Umarım
izledik.) 2463) some; (sıfat, zarf) kısa süre içinde daha iyi olursun.)
2453) social; (sıfat) s.; bazı, birkaç, biraz zf.; epey, aşağı 2474) sophisticated;
sosyal, toplumsal, arkadaş yukarı, yaklaşık (sıfat)
canlısı, girgin There is still some juice in the bottle. sofistike, çok yönlü, karmaşık,
It is important to provide social order. (Şişede hala biraz meyve suyu var.) tecrübeli, entelektüel
(Sosyal düzeni sağlamak önemlidir.) 2464) somebody; (zamir) John is a sophisticated young man.
(John entelektüel bir genç adam.)
2454) society; (isim) biri,birisi, bir kimse
toplum, topluluk, dernek, I need somebody to help me. (Bana 2475) sorry; (sıfat)
cemiyet, yardım edecek biri lazım.) üzgün, hüzünlü, üzüntülü
Racism exists at all levels of society. 2465) somehow; (zarf) Sorry, I am late. (Üzgünüm,
(Irkçılık, toplumun her düzeyinde geç kaldım.)
bir şekilde, iyi kötü, nasıl
mevcut.)
olsa 2476) sort; (fiil, isim)
2455) soft; (sıfat) Somehow, I trust him. (Bir şekilde ona f.; sıralamak, sınıflandırmak i.;
yumuşak, cıvık, hassas güveniyorum.) tür, cins, çeşit
The grass was soft and springy. (Çimler 2466) someone; (zarf) These sort of problems are quite
yumuşak ve canlıydı.) common. (Bu tür problemler oldukça
birisi, biri, bir kimse
yaygın.)
2456) software; (isim) There is someone in the garden.
yazılım (Bahçede birisi var.) 2477) soul; (isim)
Will this software run on my machine? 2467) something; (isim) ruh, maneviyat, tin
(Bu yazılım benim makinemde He belives that soul is immortal. (O,
bir şey
çalışacak mı?) ruhun ölümsüz olduğuna iananır.)
Would you like something to drink?
2457) soil; (isim,fiil) (İçecek bir şey ister misiniz?) 2478) sound; (isim, fiil)
i.; toprak f.; pislemek, lekemelek, i.; ses f.; ses vermek, gibi
2468) sometimes; (zarf)
kirletmek gelmek
bazen, arada, ara sıra, kimi
This land has fertile soil. (Bu ülkenin It sounds ridiculous. (Kulağa
zaman
verimli toprakları var.) gülünç geliyor.)
Sometimes I visit my grandparents.
2458) solar; (sıfat) (Ara sıra büyük annemi ve büyük 2479) soup; (isim)
güneş, güneşle ilgili babamı ziyaret ediyorum.) çorba,
Solar power is used all around the 2469) somewhat; (zarf) The soup is not warm enough. (Bu
world. (Güneş enerjisi dünyanın her çorba yeterince sıcak değil.)
bir nebze, birazcık, kısmen,
yerinde kullanılıyor.)
aşağı yukarı 2480) source; (isim)
2459) soldier; (isim) I was somewhat surprised to see him. kaynak, köken, menşe
asker, er, nefer, (Onu gördüğüme biraz şaşırdım.) We should use renewable energy
The soldier was wounded in the leg. 2470) somewhere; (zarf, sources. (Yenilenebilir enerji
(Asker, bacağından vuruldu.) zamir) kaynaklarını kullanmalıyız.)
2460) solid; (sıfat) zf.; bir yere, bir yerde zm.; 2481) south; (isim)
katı, katı cisim, sağlam, bir yer güney
sert Let’s go somewhere silent. (Sessiz bir Which way is south? (Güney
She can’t eat solid food because of her yere gidelim.) hangi taraf?9
illness. (Hastalığından dolayı katı 2471) son; (isim) 2482) southern; (sıfat)
yiyecek yiyemiyor.)
oğul, erkek evlat, evlat güney, güneyli, güneye ait
2461) solution; (isim) They have two sons and a daughter. (İki It is obvious from his accent that he
çözüm, çözelti oğulları ve bir kızları var.) comes from southern. (Güneyden
We need to find an immediate solution 2472) song; (isim) geldiği aksanından apaçık belli.)
for this problem. (Bu problem için acil
şarkı, türkü, ötme, şakıma, 2483) Soviet; (isim)
bir çözüm bulmamız gerek.)
destan sovyet rusya idare meclisi
2462) solve; (fiil) We sang a song together. The Soviet Union collapsed in 1991.
çözmek, halletmek, çözümlemek, (Birlikte şarkı söyledik.) (Soveyt Birliği 1991 yılında dağıldı.)
aydınlatmak
2473) soon; (zarf) 2484) space; (isim)
uzay, aralık, boşluk, açıklık, harcamak, geçirmek (vakit, He was born in the spring of 1952.
mekan geceyi vb.), sarf etmek (1952 yılının baharında doğdu.)
She was the first woman in space. (O, I have spent all my money. (Bütün 2506) square; (isim, sıfat)
uzaydaki ilk kadındı.) paramı harcadım.)
i.; meydan s.; kare
2485) Spanish; (isim, 2496) spending; (isim) She drew a square room. (Kare şeklinde
sıfat) harcama bir oda çizdi.)
i.; ispanyolca s.; ispanyol They made a survey on spending habits. 2507) squeeze; (fiil)
Spanish was easy to learn for me. (Harcama alışkanlıkları üzerine bir
sıkışmak, sıkmak, ezmek
(İspanyolca’yı öğrenmek benim için anket yaptılar.)
kolay oldu.) He squeezed my hand and smiled at me.
2497) spin; (fiil, isim) (Elimi sıktı ve bana gülümsedi.)
2486) speak; (fiil) f.; döndürmek, bükmek, eğirmek i.;
2508) stability; (isim)
konuşmak, ses çıkarmak dönme, devir
kararlılık, durağanlık, istikrar,
She speaks five languages. (O, My head is spinning. (Başım
sabitlik, tutarlılık
beş dil konuşuyor.) dönüyor.)
It was time of political stability. (Siyasi
2487) speaker; (isim) 2498) spirit; (isim) istikrarın olduğu zamanlardı.9
konuşmacı, spiker, meclis ruh,ruh hali, can, ispirto
2509) stable; (isim, sıfat)
başkanı, hoparlör I am in good spirits today. (Bugün iyi
i.; ahır, dam s.; istikrarlı, sabit,
He was a guest speaker at the seminar. ruh halimdeyim.)
değişmez, durağan, kararlı
(O, seminerde konuk konuşmacıydı.)
2499) spiritual; (sıfat) She wants a stable relationship. (O,
2488) special; (sıfat) ruhsal, manevi, dini istikrarlı bir ilişki istiyor.)
özel, hususi We are concerned about his spiritual 2510) staff; (isim)
What are your special interests? (Özel welfare. (Onun ruhsal sağlığı hakkında
kadro, personel, gereç
uğraşlarınız nelerdir?) endişeliyiz.)
We have 20 part-time staff. (20 tane
2489) specialist; (isim) 2500) split; (fiil) yarı zamanlı çalışan elemanımız var.)
uzman, uzman doktor bölmek, yarmak, ayırmak,
2511) stage; (fiil, isim)
You need some specialist advice. (Senin parçalanmak
f.; sahnelemek, sahneye koymak i.;
biraz uzman tavsiyesine ihtiyacın var.) The debate has split the country down
sahne, evre, etap, devre, kademe, aşama
the middle. (Tartışma, ülkeyi ikiye
2490) species; (isim) The product is at the design stage.
böldü.)
tür, cins (Ürün tasarlama aşamasında.)
2501) spokesman; (isim)
There are many species of birds. 2512) stair; (isim)
(Birçok kuş türü vardır.) sözcü, konuşmacı
merdiven basamağı
A spokesman for the government
2491) specific; (sıfat) How many stairs are there? (Kaç tane
answered the questions. (Hükümet
özel, özgü, belirlli sözcüsü soruları yanıtladı.) basamak var?)
I gave you specific instructions. (Sana 2513) stake; (isim, fiil)
2502) sport; (isim)
belirli yönergeleri verdim.)
spor i.; kazık, direk, pay f.; kazığa bağlamak,
2492) specifically; (zarf) rest çekmek
I am not interested in sport. (Sporla
belirli bir biçimde, özellike ilgilenmiyorum.) He has the 20% stake in the company.
I specifically told you not to eat junk (Onun şirkette %20 payı var.)
2503) spot; (isim, fiil)
food. (Sana ıvır zıvır yememeni 2514) stand; (fiil, isim)
özellikle söyledim.) nokta, benek, leke f.; beneklemek, fark
etmek, ayırt etmek f.; ayakta durmak, dikilmek,
2493) speech; (isim) katlanmak i.; ayaklık
Leopard has spots. (Leoparın
konuşma, söylev, hitabe benekleri vardır.) She was too weak to stand. (Ayakta
Their friends made speeches at their durmak için fazla güçsüzdü.)
2504) spread; (fiil)
wedding. (Arkadaşları düğünlerinde 2515) standard; (sıfat,
konuşma yaptılar.) yaymak, yayılmak,
isim)
bulaşmak
2494) speed; (isim, fiil) s.; standart, normal i.; norm,
The disease spreads easily. (Hastalık
i.; hız, sürat f.; hızla gitmek, ölçüt
hızlı bir şekilde yayılıyor.)
süratli gitmek We aim to sustain our standards of
2505) spring; (isim, sıfat, customer care. (Müşteri ilişkileri
Don’t exceed the speed limit.
fiil) standartlarımızı devam ettirmeyi
.(Hız sınırını aşma.)
i.; yay, ilkbahar, bahar, kaynak, memba hedefliyoruz.)
2495) spend; (fiil) s.; yaylı f.; burkmak, atlamak
2516) standing; (sıfat,
isim)
s.; ayakta, durma i.; duruş, durma, i.; sabit durum s.; istikrarlı, 2537) storage; (isim)
konum, saygınlık sağlam, sabit depo, depolama, biriktirme
The conract has no legal standing. We are making a steady progress. We need more storage now. (Daha fazla
(Kontratın yasal bir konumu yok.) (İstikrarlı bir ilerleme kaydediyoruz.) depolamaya ihtiyacımız var.)
2517) star; (isim) 2527) steal; (fiil) 2538) store; (fiil, isim)
yıldız , ünlü çalmak, hırsızlık yapmak f.;depolamak, saklamak, muhafaza
You are shining like a star. (Bir yıldız My wallet was stolen. (Cüzdanım etmek i.;mağaza,depo, ambar
gibi parlıyorsun.) çalındı.) Where is the nearest carpet store? (En
2518) stare; (fiil) 2528) steel; (isim) yakın halı mağazası nerede?)
dik dik bakmak, uzun uzun çelik 2539) storm; (isim, fiil))
bakmak The frame is made of steel. (Çerçeve fırtına f.; fırtına gibi esmek,
Everyone stared him after he screamed. çelikten yapılmış.) bağırıp çağırmak
(Çığlık attıktan sonra herkes ona dik dik The storm broke after rain (Yağmurdan
2529) step; (isim, fiil)
baktı.) sonra fırtına başladı.)
i.; adım, basamak,hamle, üvey f.;
2519) start; (fiil, isim) basmak, adım atmak, girmek 2540) story; (isim)
f.; başlamak, başlatmak i.; He took a step towards me. (Bana doğru hikaye, öykü, tarih, rivayet
başlama, başlangıç bir adım attı.) I am going to tell you a fantastic story.
I have just started a new job. (Henüz (Sana fantastik bir hikaye anlatacağım.)
2530) stick; (isim, fiil)
yeni bir işe başladım.)
i.; sopa, çubuk f.; saplamak, batırmak, 2541) straight; (sıfat,
2520) state; (fiil, isim) yapıştırmak,yapışmak zarf)
f.; belirtmek, ifade etmek, bildirmek i.; I stock the photos into an album. s.; doğru, düz, düzgün zf.;
devlet, eyalet, durum, hal (Fotoğrafları albüme yapıştırdım.) dosdoğru, dümdüz
He was in state of temporary He looked me straight in the eye.
2531) still; (sıfat, zarf)
depression. (Geçici bir depresyon (Dosdoğru gözlerimin içine baktı.)
halindeydi.) s.; durgun, sabit, hareketsiz zf.; hala,
yine de, buna rağmen, kıpırdamadan 2542) strange; (sıfat)
2521) statement; (isim)
He went two hours ago and I’m still tuhaf, garip, acayip,
açıklama, beyan, söz, ifade waiting for him. (İki saat önce gitti ve yabancı
Do you agree with this statement? (Bu ben hala onu bekliyorum.) A strange thing happened in the movie.
ifadeye katılıyor musun?) (Filmde tuhaf bir şey oldu.)
2532) stir; (fiil)
2522) station; karıştırmak, uyandırmak(belli bir 2543) stranger; (isim)
istasyon, gar, terminal, duyguyu) yabancı
durak He stirred his tea with milk. I am stranger in this country. (Ben bu
We walked back to the station. (Çayını sütle karıştırdı.) ülkede yabancıyım.)
(İstasyona geri yürüdük.)
2533) stock; (isim, fiil) 2544) strategic; (sıfat)
2523) statistics; (isim) i.; stok, mevcut mal f.; stoklamak, stratejik
istatik, sayımbilim depolamak, bulundurmak
Cameras were set up at strategic points.
According to statistics over 2000 people The model you liked is not in stock. (Kameralar stratejik noktalara
killed because of the disease. (Sizin beğendiğiniz model stokta yok.) yerleştirildi.)
(İstatistiklere göre hastalıktan 2000’in
2534) stomach; (isim) 2545) strategy; (isim)
üzerinde insan öldü.)
mide, karın strateji, taktik
2524) status; (isim)
I’ve got a tomach-ache. He was a total genius when it came to
statü, konum, durum, hal, (Midem ağrıyor.) military strategy. (Konu askeri strateji
mevki
2535) stone; (isim) olunca tam bir dahiydi.)
She married a man with a high social
status. (Sosyal statüsü yüksek olan bir taş, çekirdek (meyve) 2546) stream; (isim, fiil)
adamla evlendi.) She threw a stone to the window. dere, akarsu f.; akıp gitmek
(Pencereye taş fırlattı.) Tears streamed down her face.
2525) stay; (fiil, isim)
2536) stop; (fiil, isim) (Gözyaşları yüzünden akıp gitti.)
f.; kalmak,durmak, beklemek i.; kalma,
kalış, kalış süresi f.; durmak, durdurmak, kesilmek i.; 2547) street; (isim)
You stay here, I’ll be back soon. (Sen durak, durma, duraklama cadde, sokak, yol
burada kal, ben hemen döneceğim.) The rain had stopped and the clouds had He was mooning around the street.
cleared away. (Yağmur durmuştu ve (Caddede dalgın dalgın dolanıp
2526) steady; (isim, sıfat)
bulutlar kaybolmuştu.) duruyordu.)
2548) strength; (isim) 2558) structure; (isim, 2568) subsequent; (sıfat)
güç, kuvvet, sağlamlık, fiil) sonradan gelen, izleyen, takip
dayanma gücü i.; yapı, bina, inşaat, iskelet, bünye f.; eden, daha sonraki
I have no strength to walk any further. yapılandırmak, şekillendirmek Subseqent events confirmed our guess’.
(Daha fazla yürüyecek güzüm yok.) These two sentences have equivalent (Takip eden gelişmeler tahminlerimizi
grammatical structures. (Bu iki doğruladı.)
2549) strengthen; (fiil)
cümlenin yapıları eş gramer yapıları
güçlendirmek, kuvvetlendirmek, 2569) substance; (isim)
var.)
sağlamlaştırmak madde, cisim, öz
2559) struggle; (isim, fiil)
He pushed the rock with his all strength. It is dangerous to mix these substances.
(Kayayı tüm gücüyle itti.) i.; çabalama, mücadele f.; çabalamak, (Bu maddeleri karıştımak tehlikeli.)
mücadele etmek, cebelleşmek
2550) stress; (isim, fiil) 2570) substantial; (sıfat)
We are struggling for our independence.
i.; stres, baskı f.; vurgu yapmak, (Özgürlüğümüz için mücadele önemli, varlıklı, var olan, maddi,
tonlamak ediyoruz.) büyük çapta
Stress is often a factor for diseases. They earned substantial amount of
2560) student; (isim)
(Stres genellikle hastalıkların money. ( Büyük çapta para kazandılar.)
etmenidir.) öğrenci, talebe
2571) succeed; (fiil)
These students are really clever. (Bu
2551) stretch; (fiil) başarılı olmak, başarmak, amacına
öğrenciler gerçekten akıllı.)
germek, uzatmak, uzamak, ulaşmak, izlemek
gerinmek, esnemek 2561) studio; (isim)
Our plan succeeded. (Planımız
This tshirt has stretched. (Bu stüdyo, stüdyo daire, başarılı oldu.)
tişört esnedi.) atöyle
2572) success; (isim)
They are recording a song in the studio.
2552) strike; (isim, fiil) başarı, başarma, başarılı
(Stüdyoda şarkı kayda alıyorlar.)
i.;darbe, çarpma, grev f.; vurmak, kimse
çarpmak 2562) study; (fiil, isim)
We owe our success to your works.
The ship struck a rock. (Gemi bir f.; çalışmak, öğrenim görmek, (Başarımızı sizin çalışmalarınıza
kayaya çarptı.) araştırmak, incelemek i.; çalışma, borçluyuz.)
öğrenim, araştırma
2553) string; (isim, fiil) 2573) successful; (sıfat)
I studied Maths the whole night. (Bütün
i.; sicim, dizi f.; kılçıklarını ayıklamak, gece matematik çalıştım.) başarılı
ipe dizmek, germek I wasn’t very successuful in highschool.
2563) stuff; (isim, fiil)
The necklace is in form of stringed (Lisede çok başarılı değildim.)
pearls. (Gerdanlık ipe dizilmiş inciler i.; şey, ıvır zıvır, eşya f.; tıkmak, tıka
basa doldurmak 2574) successfully; (zarf)
halindeydi.)
I prefer to buy stuffs in sale. başarılı bir şekilde,
2554) strip; (fiil, isim) başarıyla
(İndirimdeki şeyleri almayı tercih
f.; soymak, soyunmak, giysilerini ederim.) She successfully graduate from
çıkarmak i.;şerit, soyunma, sınır, striptiz university. (Üniversiteden başarıyla
2564) stupid; (sıfat)
I stripped and washed myself. mezun oldu.)
(Soyundum ve yıkandım.) aptal, salak, ahmak, aptalca
2575) such; (sıfat, zarf)
I know, it was a stupid mistake.
2555) stroke; (isim) s.; çok, öyle, böylesine , bunun gibi zf.;
(Biliyorum çok aptal bir hataydı.)
vuruş, inme, felç ne kadar da, mesela, öylesine
2565) style; (isim, fiil)
What a beautiful stroke! (Ne kadar I have never seen such a complex
güzel bir vuruş!) i.; stil, tarz , üslup, biçem f.; sentence. (Hiç böylesine karmaşık bir
biçimlendirmek, dizayn etmek cümle görmemiştim.)
2556) strong; (sıfat)
She has a different clothing style. (Onun
güçlü, kuvvetli, sıkı, sert,sağlam, 2576) sudden; (sıfat)
farklı bir giyim tarzı var.)
dayanıklı, istikrarlı ani, beklenmedik
2566) subject; (isim)
He lifted the heavy box with his strong Her death was very sudden. (Onun
arms. (Güçlü kollarıyla ağır koliyi konu, ders, özne, ölümü çok beklenmedikti.)
kaldırdı.) Climate change is still a subject of
2577) suddenly; (zarf)
debate. (İklim değişikliği hala bir
2557) strongly; (zarf) aniden, birdenbire, ansızın, durup
tartışma konusu.)
kuvvetle, şiddetle, fazlasıyla, dururken
son derece 2567) submit; (fiil)
Suddenly the changed and it started to
I am strongly opposed to the idea. (Bu sunmak, vermek,arz etmek, ileri raining. (Hava aniden değişti ve yağmur
fikre şiddetle karşı çıkıyorum) sürmek, boyun eğmek yağmaya başladı.)
She refused to submit to threats.
2578) sue; (fiil)
(Tehditlere boyun eğmeyi reddetti.)
dava açmak, mahkemeye We had a super time in Spain. He will require surgery on his right arm.
vermek (İspanya’da müthiş zaman geçirdik.) (Sağ kolundan ameliyat olacak.)
She sued for divorce. (Boşanmak 2590) supply; (fiil, isim) 2600) surprise; (fiil, isim)
için dava açtı.)
f.; sağlamak, tedarik etmek, temin f.; şaşırtmak, hayrete düşürmek i.;
2579) suffer; (fiil) etmek i.; tedarik, arz, sağlama sürpriz, şaşkınlık
acı çekmek, katlanmak, çekmek, The food supply is not enough. What a nice surprise! (Ne güzel
sıkıntı çekmek (Yiyecek arzı yeterli değil.) bir sürpriz!)
He suffered intense pain. 2591) support; (fiil) 2601) surprised; (sıfat)
(Çok acı çekti.)
f.; desteklemek, tarafında olmak, güç şaşırmış, şaşkın
2580) sufficient; (sıfat) vermek, yardımcı olmak i.; destek, arka He looked surprised when he saw me.
yeterli, kafi, elverişli çıkma, yardım (beni gördüğünde şaşırmış
There is no sufficient food for everyone. You should support your family in hard görünüyordu.)
(Herkes için yeteri kadar yiyecek yok.) times. (Zor zamanlarda aileni 2602) surprising; (sıfat)
desteklemelisin.)
2581) sugar; (isim, şaşırtıcı
ünlem) 2592) supporter; (isim)
It is not surprising that they won.
şeker ünl.; şekerim, tatlım taraftar, destekçi, yardımcı (Kazanmaları şaşırtıcı değil.)
Do you take sugar for your coffee? He is a supporter of Arsenal. (O,
2603) surprisingly; (zarf)
(Kahvene şeker alır mısın?) Arsenal taraftarı.)
şaşırtıcı bir şekilde
2582) suggest; (fiil) 2593) suppose; (fiil)
She looked surprisingly well. (Şaşırtıcı
önermek, tavsiye etmek,fikir vermek, sanmak, zannetmek, varsaymak, derecede iyi görünüyordu.)
ileri sürmek, ortaya atmak farz etmek
2604) surround; (fiil)
I suggest that we go out to eat. (Yemeği I suppose that he is very rich.
(Sanıyorum o çok zengin.) kuşatmak, etrafını sarmak,
dışarda yemeyi öneriyorum.)
çevrelemek
2583) suggestion; (isim) 2594) supposed; (sıfat)
The lake is surrounded by trees. (Göl
öneri,önerme, telkin sözde, varsayılan, ağaçlarla çevrelenmiş.)
farzedilen
Do you have any suggestions? 2605) survey; (isim, fiil)
(Bir önerin var mı?) When did this supposed story
happened? (bu sözde hikaye ne zaman i.; anket, araştırma f.; anket yapmak,
2584) suicide; (isim) yaşandı?) göz gezdirmek, incelemek
intihar We used survey method for our
2595) Supreme; (sıfat)
She attempted suicide. (O, research. (Araştırmamız için anket
yüce, en büyük, ulu, yöntemini kullandık.)
intihara kalkıştı.)
yüksek
2585) suit; (isim, fiil) 2606) survival; (isim)
He is the member of Supreme Court.
i.; takım, takım elbise f.; uygun (O, Yüksek Mahkeme üyesidir.) hayatta kalma, yaşama,
olmak, uymak kalıntı
2596) sure; (sıfat, zarf)
The groom was wearing an elegant suit. His only chance of survival was an
s.; emin, güvenilir, kati zf.; elbette, operation. (Hayatta kalmasının tek yolu
(Damat şık bir takım elbise giyiyordu.)
mutlaka, şüphesiz, kesinlikle ameliyattı.)
2586) summer; (isim) I’m sure that I’ve seen that man before.
2607) survive; (fiil)
yaz mevsimi, yazlık (O adamı daha önce gördüğüme
hayatta kalmak, atlatmak,
This tree blossoms in the late summer. eminim.)
sağ kurtulmak
(Bu ağaç yazın sonlarında çiçeklenir.) 2597) surely; (zarf)
Only three people survived in the crash.
2587) summit; (isim) muhakkak, hakikaten, elbette, (Kazada yalnızca üç kişi sağ kurtuldu.)
zirve, tepe, uç nokta, zirve kesinlikle, şüphesiz
2608) survivor; (isim)
toplantısı Do you love him? -Surely not. (Onu
seviyor musun? -Elbette hayır.) sağ kalan, hayatta kalan,
We finally reached the summit.
kurtulan
(Sonunda zirveye ulaştık.) 2598) surface; (isim, fiil)
There were no survivors. (Hayatta kalan
2588) sun; (isim) i.; yüzey, düzey, üst, dış yüz f.; yüzeye kimse yoktu.)
güneş çıkmak, su yüzüne çıkmak
2609) suspect; (fiil, sıfat)
The sun was shining. (Güneş We need a flat surface to play the game
on. (Oyunu üzerinde oynamamız için f.; şüphelenmek, kuşkulanmak,
parlıyordu.)
düz bir yüzeye ihtiyacımız var.) güvenmemek s.; şüpheli, sanık
2589) super; (sıfat) I suspected him of lying. (Onun yalan
2599) surgery; (isim)
süper, müthiş, çok güzel, söylediğinden şüphelendim.)
birinci sınıf ameliyat
2610) sustain; (fiil)
devam ettirmek, sürdürmek, güç She put a plate on the table. (Masaya bir 2631) tape; (isim, fiil)
vermek, ayakta tutmak tabak koydu.) i.; bant, şerit, kaset, bant kaydı f.; kayda
She managed to sustain everyone’s 2621) tablespoon; (isim) almak, banda çekmek
interest during her speech. (Kouşması I lent her my Michael Jackson tapes.
yemek kaşığı, çorba kaşığı
süresince herkesin ilgisini sürdürmeyi (Ona Michael Jackson kasetlerimi
başardı.) Add two tablespoon of flour. (İki yemek
ödünç verdim.)
kaşığı un ekle.)
2611) swear; (fiil) 2632) target; (isim, fiil)
2622) tactic; (isim)
sövmek, küfür etmek, yemin i.; hedef, erek, amaç f.;
etmek taktik
hedeflemek, amaçlamak
I swear I will never leave you. (Yemin It is time to try another tactic. (Şimdi
Set yourself available targets. (Kendine
ederim seni asla terketmeyeceğim.) başka bir taktik deneme zamanı.)
ulaşabileceğin hedefler koy.)
2612) sweep; (fiil) 2623) tail; (isim)
2633) task; (isim, fiil)
süpürmek, önüne katmak, kuyruk, arka kısım
i.; görev, vazife,iş f.;
sürüklenmek The dog is wagging its tail to play. görevlendirmek, iş vermek
She swept the room. (O, (Köpek oyun oynamak için kuyruğunu
He accomplished his task. (Görevini
odayı süpürdü.) sallıyor.)
başarıyla tamamladı.)
2613) sweet; (isim) 2624) take; (fiil)
2634) taste; (fiil, isim)
tatlı, şirin, şekerleme almak, götürmek, (fotoğraf) çekmek,
f.; tatmak, tat vermek, tadına gitmek i.;
alıp götürmek, kabul etmek, gerekmek,
The fruit juice is too sweet for me. tat, lezzet
gerektirmek, elde etmek, etkili olmak,
(Meyve suyu benim için çok tatlı.) The soup tastes good. (Çorbanın
sınava girmek, çıkarmak
2614) swim; (fiil, isim) lezzeti güzel.
Take the key and open the door.
f.; yüzmek i.; yüzme (Anahtarı al ve kapıyı aç.) 2635) tax; (isim, fiil)
I go swimming once in a week. 2625) tale; (isim) i.; vergi, vergilendirme, harç f.;
(Haftada bir yüzmeye giderim.) vergi koymak
masal
2615) swing; (fiil, isim) They have to pay their tax until the end
I love listening tales before I sleep.
of this month. (Bu ayın sonuna kadar
f.; sallanmak, sallamak, salıncakta (Uyumadan önce masal dinlemeyi
vergilerini ödemek zorundalar.)
sallanmak i.sallanma severim.)
The children are swinging in the park. 2636) taxpayer; (isim)
2626) talent; (isim)
(Çocuklar parkta salıncakta mükellef, vergi veren
yetenek, kabiliyet, hüner,
sallanıyorlar.) kimse
marifet
2616) switch; (fiil, isim) Each taxpayer pays 300 dollars a year.
She is a great talent. (O büyük bir
(Her vergi mükellefi yıllık 300 dolar
f.; değiştirmek, düğmeye basıp yetenek. )
ödüyor.)
açmak/kapatmak i.; değişme, şalter
2627) talk; (fiil, isim)
John switched on the TV. (John 2637) tea; (isim)
f.; konuşmak, söylemek, söz etmek i.;
televizyonu açtı.) çay
konuşma, sohbet, laf
2617) symbol;(isim) Would you like tea or coffee? (Çay mı
Let’s talk about our future plans.
istersin kahve mi?)
sembol, işaret, simge (Gelecek planlarımız hakkında
Red rose is a symbol of love. (Kırmızı konuşalım.) 2638) teach; (fiil)
gül aşkın bir simgesidir.) 2628) tall; (sıfat) öğretmek, eğitmek, ders vermek, ders
anlatmak, öğretmenlik yapmak
2618) symptom; (isim) uzun, boylu boslu, servi
boylu John teaches them English. (John onlara
belirti, gösterge, emare
İngilizce öğretiyor.)
Cough is a symptom of flu. (Öksürük He is tall and thin. (O, uzun
gribin bir belirtisidir.) ve zayıf.) 2639) teacher; (isim)
2629) tank; (isim) öğretmen, muallim
2619) system; (isim)
tank, depo, hazne There is a growing need for qualified
sistem, usul, yol, düzen,
teachers. (Nitelikli öğretmen ihtiyacı
şebeke The fuel tank exploded. (Yakıt
artıyor.)
The first railway system was buit about tankı patladı.)
a hundred years ago. (İlk demiryolu 2640) teaching; (isim)
2630) tap; (fiil, isim)
sistemi yaklaşık yüz yıl önce yapıldı.) öğretme, öğretim,
f.; hafifçe vurmak, suyunu akıtmak, tıpa
T öğretmenlik
takmak, para sızdırmak i.; musluk,
2620) table; (isim) tıkaç, tıpa Teaching at a primary school is funny.
(İlkokulda öğretmenlik yapmak
masa, sofra, tezgah, tablo, Someone tapped at the window. (Birisi
eğlenceli.)
tabla pencereye hafifçe vurdu.)
2641) team; (isim, fiil) Please turn off the television. (Lütfen ara, koşullar, anlaşma koşulları,
i.; takım, ekip, tim, grup f.; takım televizyonu kapat.) şartlar, ücret, fiyat
oluşturmak, ekip kurmak 2652) tell; (fiil) I can’t work under these terms. (Bu
The team is not playing very well this koşullar altında çalışamam.)
anlatmak, söylemek, demek,
season. (Takım bu sezon çok iyi haber vermek 2663) terrible; (sıfat)
oynamıyor.)
Tell me what do you want to do? (Ne berbat, korkunç, müthiş,
2642) tear; (fiil, isim) yapmak istediğini bana anlat.) feci
f.; yırtmak, yırtılmak, kopmak 2653) temperature; (isim) I saw a terrible dream. (Berbat bir
i.;yırtık, gözyaşı rüya gördüm.)
sıcaklık, ısı, ısı derecesi
I tore my shirt on the fence. (Gömleğimi 2664) territory; (isim)
The temperature will rise 5 degrees.
çite takılıp yırttım.)
(Sıcaklık beş derece artacak.) bölge, arazi, mıntıka, yöre,
2643) teaspoon; (isim) memleket, toprak, kara
2654) temporary; (sıfat)
çay kaşığı The island is Greek territory. (Bu ada
geçici
Add one teaspoon of salt. (Bir Yunan toprağı.)
I am looking for a temporary work.
çay kaşığı tuz ekle.) 2665) terror; (isim)
(Geçici bir iş arıyorum.)
2644) technical; (sıfat) terör, dehşet
2655) ten; (isim)
teknik The people escaped from terror in their
on (sayı)
They offer free technical support. land. (İnsanlar ülkelerindeki terörden
The boy was just ten years old in this kaçtılar.)
(Onlar, ücretsiz teknik destek
picture. (Çocuk, bu fotoğrafta yalnızca
sunuyorlar.) 2666) terrorism; (isim)
on yaşındaydı.)
2645) technique; (isim) terörizm
2656) tend; (fiil)
teknik, yöntem, fen The government is fighting against
eğilimi olmak, meyletmek,
We’ve improved our marketing terrorism. (Hükümet terorizme karşı
yönelmek, yüz tutmak
techiques. (Pazarlama tekniklerimizi savaşıyor.)
Women tend to live longer than men.
geliştirdik.) 2667) terrorist; (isim)
(Kadınlar, erkeklerden daha uzun
2646) technology; (isim) yaşamaya eğilimlidirler.) terörist
teknoloji 2657) tendency; (isim) The terrorists released the hostages.
Modern technology has made our lives eğilim, yönelim (Teröristler rehineleri serbest bıraktı.)
more comfortable. (Modern teknoloji, 2668) test; (isim, fiil)
I have a tedency to get nervous when I
hayatlarımızı daha rahat bir hale
am hungry. (Açken sinirlenmeye i.; test, deneme, deney, sınav f.; test
getirdi.)
eğilimim var.) etmek, denemek, sınamak, tahlil etmek
2647) teen; (isim) When can I get my test results. (Test
2658) tennis; (isim)
genç, delikanlı sonuçlarımı ne zaman alabilirim?)
tenis
The teen readers showed a great interest 2669) testify; (fiil)
We are going to play tennis at the
to his book. (Genç okuyucular onun
weekend. (Haftasonu tenis tanıklık etmek, şahitlik
kitabına büyük ilgi gösterdi.)
oynayacağız.) etmek
2648) teenager; (isim) There are several witnesse who will
2659) tension; (isim)
ergen, 13ile 19 yaş arasındaki testify for the defence. (Savunma için
tansiyon, gerilim, gerginlik
kimse, delikanlı tanıklık edecek bir sürü şahit var.)
The tension between two political
This magazine is for teenagers. (Bu 2670) testimony; (isim)
leaders is increasing. (İki siyasi lider
dergi ergenler için.)
arasındaki tansiyon artıyor.) tanıklık, şahitlik, ifade
2649) telephone; (isim, verme
2660) tent; (isim)
fiil) Can I refuse to give testimony? (İfade
çadır
i.; telefon f.; telefon etmek vermeyi reddebilir miyim?)
We pitched our tent in the woods.
I made a telephone call. (Telefon 2671) testing; (isim)
(Çadırımızı ormanlık alana kurduk.)
görüşmesi yaptım.)
deneme, sınav, test etme
2661) term; (isim, fiil)
2650) telescope; (isim) The people are against nuclear testing in
i.; terim, dönem, devre, sömestr, yarıyıl
teleskop their region. (İnsanlar, yaşadıkları
f.; isimlendirmek, adlandırmak
We looked at the stars through a bölgede nükleer deneme yapılmasına
‘Alto” is a musical term. (Alto, karşılar.)
telescope. (Bir teleskop ile yıldızları
bir müzik terimidir.)
izledik.) 2672) text; (isim, fiil)
2662) terms; (isim)
2651) television; (isim) i.; metin f.; cep telefonundan
televizyon mesaj atmak
We read the text carefully. (Metni 2683) then; (isim, sıfat, düşünmek, anımsamak, aklından
dikkatlice okuduk.) zarf) geçirmek
2673) than; (edat) i.; o zamanlar s.; o zamanki zf.;o halde, I was thinking about you. (Seni
öyleyse, ondan sonra düşünüyordum.)
…den/ dan , -mektense
Life was harder then because I didn’t 2694) thinking; (isim,
He was much smaller than his brother.
have a job. (Hayat o zamanlar zordu sıfat)
(Kardeşinden daha kısaydı.)
çünkü bir işim yoktu.)
i.; düşünme, fikir, düşünüş
2674) thank; (isim, fiil)
2684) theory; (isim) s.; düşünen
i.; teşekkür, şükran f.;
teori, kuram What is the thinking behind the
teşekkür etmek
According to the theory of relativity, campaign. (Kampanyanın arkasındaki
Thank you for the meal. (Yemek fikir nedir?)
nothing can travel faster than light.
için teşekkürler.)
(İzafiyet teorisine göre ışıktan daha hızlı 2695) third; (isim, sıfat,
2675) thanks; (isim, giden bir şey yoktur.) zarf)
ünlem)
2685) therapy; (isim) i.; üçte bir s.; üçüncü, zf.; üçüncü
i.; teşekkür ünl.; olarak
terapi, tedavi, iyileştirme
teşekkürler
She underwent drug theraphy. (O, ilaç He came third in the race.
Thanks for your support. (Desteğin için (Yarışta üçüncü oldu.)
tedavisi gördü.)
teşekkürler.)
2686) there; (zarf, ünlem) 2696) thirty; (isim)
2676) that; (zamir,
zf; orada, oraya, orası ünl.; otuz
bağlaç)
şurada, işte… She is thirty now. (O şimdi
zm.; o, şu zf.; bu kadar, o kadar bağ.;
diye, -dığı/-diği, ki There are our friends over there. (Orada otuz yaşında.)
bizim arkadaşlarımız var.) 2697) this; (zamir, zarf)
Look at that man! (Şu adama
bak!) 2687) therefore; (bağlaç) zm.; bu, bunu, buna zf.; bu kadar,
bu sebeple, bu yüzden, bu böylesine
2677) the; (isim)
nedenle Is this your bag? (Bu senin
bilinen veya hakkında konuşulan nesne
çantan mı?)
ve insanları belirtmede isimlerden önce There is still too much to discuss.
kullanılır Therefore we should return to meeting. 2698) those; (zamir)
(Daha konuşulacak çok şey var. Bu
What’s the matter? (Sorun onlar, şunlar
nedenle toplantıya geri dönmeliyiz.)
nedir?) Those are not my pencils. (Onlar benim
2688) these; (zamir) kalemlerim değil.)
2678) theater; (isim)
bunlar
tiyatro 2699) though; (bağlaç)
I liked most these red shoes. (En çok bu
I used to go to the theater every month. gerçi, -diği halde, oysa, -e
kırmızı ayakkabıları beğendim.)
(Eskiden her ay tiyatroya giderdim.) karşın, rağmen
2689) they; (zamir) They are very different, though they did
2679) their; (zamir)
onlar seem to get on well. (Farklı olmalarına
onların
Do you know, who they are? (Onların karşın iyi anlaşıyor gibi
Parents love their children equally. görünüyorlardı.)
kim olduğunu biliyor musun?)
(Anne babalar, çocuklarını eşit derecede
severler.) 2690) thick; (sıfat) 2700) thought; (isim)
kalın, yoğun düşünce, fikir, görüş, kanı
2680) them; (zamir)
onlara, onların This book is too thick to read in a week. I’d like to hear your thoughts on this
(bu kitap bir haftada okumak için çok matter. (bu konu hakkında senin
I gave them notes for the exam. (Onlara düşüncelerini duymak isterim.)
kalın.)
sınav için notları verdim.)
2691) thin; (fiil, sıfat) 2701) thousand; (isim)
2681) theme; (isim)
f.; zayıflamak, inceltmek s.; bin
tema, madde, konu
zayıf, ince There were thousands of people there.
The basic team of the article is climate (Orada binlerce insan vardı.)
The walls are very thin. (Duvarlar
change. (Bu makalenin ana teması iklim
çok ince.) 2702) threat; (isim)
değişikliğidir.)
2692) thing; (isim) tehdit, gözdağı, korkutma
2682) themselves; (zamir)
şey, nesne, obje, eşya, There is a real threat of war. (Gerçek bir
kendileri, kendilerine,
yaratık savaş tehditi var.)
kendilerini
There are a lot of things I’d like to buy. 2703) threaten; (fiil)
They have bought themselves a new car.
(Almak istediğim çok şey var.)
(Kendilerine yeni bir araba aldılar.) tehdit etmek, korkutmak, gözdağı
2693) think; (fiil) vermek
The attacker threatened them with a There was no time to complete the 2725) tomato; (isim)
gun. (Saldırgan onları tabanca ile tehdit homework. (ödevi tamamlamak için domates
etti.) zaman yoktu.)
I made a sandwich with lettuce and
2704) three; (isim) 2714) tiny; (sıfat) tomato. (Marul ve tomatesli sandviç
üç minik, minicik, ufacık yaptım.)
She has three brothers. (Onun üç oğlan The baby was too tiny when she was 2726) tomorrow; (zarf)
kardeşi var.) born. (Bebek, doğduğunda minicikti.) yarın
2705) throat; (isim) 2715) tip; (isim, fiil) We are leaving from Paris tomorrow.
boğaz, gerdan i.; bahşiş, uç, taktik f.; tüyo vermek, bir (Paris’ten yarın ayrılıyoruz.)
I’ve got a sore throat. (Boğaz yana yatmak, devrilmek 2727) tone; (isim, fiil)
ağrım var.) He gave me some useful tips on how to i.; ton, koyuluk f.; ton vermek,
save money. (Nasıl para biriktirileceği tonlamak, yumuşatmak
2706)through; (edat)
konusunda bana faydalı taktikler verdi.)
vasıtasıyla, aracılığıyla, yoluyla, Don’t speak to me in that tone of voice.
boyunca, başından sonuna dek, … 2716) tire; (fiil, isim) (Bana bu ses tonuyla konuşma.)
nedeniyle f.; yormak, yorulmak, usanmak, bıkmak 2728) tongue; (isim)
Go through this way, and you will see i.; lastik, tekerlek
dil
the hospital on your right. (bu yol My legs are beginning to tire.
I tried to speak in their native language.
boyunca git, sağ tarafında hastaneyi (Bacaklarım yorulmaya başlıyor.)
(Onların anadilinde konuşmaya
göreceksin.)
2717) tired; (sıfat) çalıştım.)
2707) throughout; (zarf, yorgun, bitkin 2729) tonight; (zarf)
sıfat)
I am too tired even to think. (Düşünmek bu gece, bu akşam
zf.; boyunca, baştan aşağı, tamamıyla, için bile çok yorgunum.)
süresince s.; baştan başa It’s very cold tonight. (Bu gece
2718) tissue; (isim) çok soğuk.)
The house was painted yellow
throughout. (Ev baştan aşağı sarıya doku, tuvalet kağıdı, kağıt 2730) too; (sıfat, zarf)
boyandı.) peçete
s.; çok, aşırı zf.; fazla, dahi,
Your brain tissues have been damaged. ayrıca, da
2708) throw; (isim, fiil)
(Beyin dokularınız zedelenmiş.)
i.; atış, fırlatma, atma f.; This dress is too big for me. (Bu elbise
fırlatmak, atmak 2719) title; (isim) benim için çok büyük.)
Can you throw me the ball? başlık, unvan 2731) tool; (isim)
(Bana topu atar mısın?) I can’t remember the title of the book. araç, alet, takım
(Kitabın başlığını hatırlayamıyorum.)
2709) thus; (zarf) We need to use tools to open that box.
böylece, böylelikle, dolayısıyla, 2720) to; (edat) (Kutuyu açabilmek için alet
bu nedenle karşı, -e doğru, -e karşı, için -mastar kullanmamız gerek.)
Thus they decided that I was right. eki: -mek/-mak 2732) tooth; (isim)
(Böylece haklı olduğuma karar I walked to the home. (Eve doğru diş
verdiler.) yürüdüm.)
I have just had a tooth out.
2710) ticket; (isim) 2721) tobacco; (isim) (Dişimi çektirdim.)
bilet, fiş tütün 2733) top; (isim)
Did you get tickets for the concert? Tobacco advertising has been banned. tepe, en üst, zirve, üst parça
(konser için biletleri aldın mı?) (Tütün reklamı yasaklandı.) (kıyafet)
2711) tie; (fiil, isim) 2722) today; (isim) Put the book on the top shelf. (Kitabı en
f.; bağlamak i.; bağlantı, ilişki, bugün, bu günlerde üst rafa koy.)
alaka, bağ Today is my birthday. (Bugün benim 2734)topic; (isim)
They tied his hands with a rope. doğum günüm) konu, başlık
(Ellerini bir iple bağladılar.) 2723) toe; (isim) The main topic of our conversation will
2712) tight; (sıfat) ayak parmağı be environmental issues.
sıkı,sıkışık,dar, gergin (Konuşmamızın ana konusu çevresel
I stubbed my toe on the step. (Ayak
konular olacak.)
She was wearing a tight pair of jeans. parmağımı basamağa çarptım.)
(Dar bir kot pantolon giyiyordu.) 2735)toss; (fiil, isim)
2724) together; (zarf)
2713) time; (isim,fiil) f.; tartışmak, saçmak, sarsılmak,
birlikte, beraber, bir arada
kıpırdanmak, fırlatmak i.; atış (yazı
i.; zaman, süre, vakit, kez, defa, kere f.; We grew up together. (Biz turada), atma (top, gülle vb.), fırlatma
zamanlamak, süre tutmak birlikte büyüdük.)
He tossed me the ball. (Topu kasaba, şehir, ilçe, belde 2757)training; (isim)
bana fırlattı.) The town is far from here. (Kasaba idman, eğitim, antrenman,
2736)total; (isim) buradan uzakta.) alıştırma, egzersiz, kurs
toplam, toplamı, tutar 2747)toy; (isim) He had a good basketball training in the
summer course. (Yaz kursunda iyi bir
How much money did you spend in oyuncak
basketbol eğitimi aldı.)
total? (Toplamda kaç para harcadın?) The children are playing with their toys.
2737)totally; (zarf) (Çocuklar oyuncaklarıyla oynuyorlar.) 2758)transfer; (isim, fiil)
i.; devir, nakil, devretme, havale,
bütünüyle, tamamıyla 2748)trace; (fiil, isim)
aktarım, aktarma, transfer f.; aktarma
Your behaviour is totally unacceptable. f.; izlemek, izini sürmek i.; yapmak, devretmek, transfer etmek,
(Bu davranışın tamamıyla kabul işaret, iz havale yapmak
edilemez.) He disappeared without a trace. (Bir iz How can I transfer money from my
2738)touch; (fiil) olmaksızın ortadan kayboldu.) bank account. (Banka hesabımdan nasıl
değmek, dokunmak, temas 2749)track; (fiil, isim) para transfer edebilirim?)
etmek, el sürmek f.; izlemek, takip etmek i.; 2759)transferable; (sıfat)
Don’t touch that plate, it is still hot. yol, iz transfer edilebilir,
(Tabağa dokunma, hala sıcak.) We followed the bear’s track in the devredilebilir
2739)tough; (sıfat) snow. (Karda ayının izlerini takip ettik.) This ticket is not transferable. (Bu bilet
zor, zorlu, güçlü, 2750)trade; (isim, fiil) devredilemez.)
sağlam,çetin, sert i.; ticaret, alım satım, alışveriş f.; 2760)transform; (fiil)
It was a though decision to make. ticaret yapmak dönüşmek, dönüştürmek,
(Vermesi zor bir karardı.) Trade between the two countries has çevirmek, değiştirmek
2740)tour; (fiil, isim) increased. (İki ülke arasındaki ticaret A new colour will transform your living
arttı.) room. (Yeni bir renk otorma odanızı
f.; gezmek i.; gezinti, tur;
gezi , seyahat 2751)tradition; (isim) değiştirecek.)
They made a tour of Europe. (Onlar gelenek, adet, görenek 2761)transformation;
Avrupa turu yaptılar.) You should have respect for traditions. (isim)
2741)tourist; (isim) (Geleneklere saygı duymalısın.) dönüşüm, dönüştürme
turist 2752)traditional; (sıfat) What a transformation! Your hair looks
great. (Ne dönüşüm ama! Saçların
This place is a popular tourist geleneksel, ananevi
destination. (Burası popüler bir turist harika görünüyor.)
Their wedding was very traditional.
çeken yer.) (Düğünleri çok gelenekseldi.) 2762)transition; (isim)
2742)tournament; (isim) 2753)traffic; (isim) intikal, geçiş, değişme ,
turnuva, yarışma geçme
trafik, gidiş geliş,
She attended the tennis tournament. (O, kaçakçılık We need a quick transition between the
tenis turnuvasına katıldı.) old system and the new one. (Eski
We were stuck in traffic and missed our sistem ile yenisi arasında hızlı bir geçişe
2743)toward; (edat) flight. (Trafiğe sıkıştık ve uçağımızı ihtiyacımız var.)
kaçırdık.)
ed.; tarafına doğru, doğrultusunda, -e 2763)translate; (fiil)
karşı, -e doğru s.; uysal, yumuşak başlı 2754)tragedy; (isim)
çevirmek, tercüme etmek
He acted fairly toward me. (Bana karşı facia, felaket, trajedi
dürüst davrandı.) The book has been translated into 12
It’s a tragedy that she died so soon. laguages. (Kitap on iki dile çevrildi.)
2744)towards; (zarf, (Onun bu kadar yakın bir zamanda
edat) ölmesi trajediydi.) 2764)transportation;
(isim)
zf.; doğru, -e yönelik, karşı ed.; 2755)trail; (isim, fiil)
ulaşım,yer değiştirme, aktarım,
tarafına doğru i.; iz f.; iz sürmek, takip ulaştırma, taşıma, taşımacılık, nakliye
He was friendly and kind towards me. etmek
(Bana karşı arkadaş canlısı ve kibardı.) The hounds were following the fox’s The transposition system made our job
easier. (Yer değiştirme sistemi işimizi
2745)tower; (isim) trail. (Tazılar tilkinin izini sürüyorlardı.) daha kolaylaştırdı.)
kule, hisar 2756)train; (isim, fiil) 2765)travel; (fiil, isim)
The Eiffel tower is a symbol of France. i.; tren f.; eğitmek, eğitim vermek, f.; gezmek, seyahat etmek, yolculuk
(Eyfel Kulesi Fransa’nın bir antrenman yapmak etmek, dolaşmak i.; gezi, seyahat,
sembolüdür.) Hurry up! We will miss the train. yolculuk, sefer
2746)town; (isim) (Çabuk ol treni kaçıracağız.)
My biggest dream is to travel to Asian i.; seyahat, gezi, yolculuk, gezinti f.; 2785)tunnel; (isim)
countries. (En büyük hayalim Asya seğirtmek, hafif adımlarla koşmak, tünel, içgeçit
ülkelerine seyahat etmek.) sendelemek
We went through the tunnel. (Tünelin
2766)treat; (fiil) They took a trip with a boat. (Tekne ile içinden geçtik.)
seyahate çıktılar.)
davranmak, muamale etmek, tedavi 2786)turn; (fiil, isim)
etmek, işlemden geçirmek 2776)troop; (fiil, isim)
f.; dönmek,döndürmek,dönüşmek,
You are treating like a little child. f.; topluca ilerlemek, ilerlemek i.; çevirmek, yöneltmek i.; dönüş, dönme,
(Küçük bir çocuk gibi davranıyorsun.) topluluk, oymak (izcilikte), bölük, alay, sıra
tabur
2767)treatment; (isim) He decided to turn back to his work.
The Russian troops bombed the city. (İşine geri dönmeye karar verdi.)
muamele, davranış , tedavi,
(Rus orduları şehri bombaladılar.)
iyileşirme 2787)TV; (isim)
The doctor said that he need medical 2777)trouble; (isim)
televizyon
treatment. (Doktor, onun medikal sorun, dert, bela, asksilik, sıkıntı, arıza,
What’s on TV tonight? (Bu gece
tedaviye ihtiyacı olduğunu söyledi.) problem, rahatsızlık
televizyondane var?)
2768)treaty; (isim) I think this situation might lead trouble.
(Bence bu durum sıkıntıya yol açabilir.) 2788)twelve; (isim)
anlaşma, akit, pakt
on iki
Fifteen countries signed the treaty. (On 2778)truck; (isim, fiil)
This key opens the box twelve. (Bu
beş ülke anlaşmayı imzaladı.) i.; kamyon, değiş tokuş f.;
anahtar on iki numaralı kutuyu açıyor.)
takas etmek
2769) tree; (isim)
The truck driver was too drunk. 2789)twenty; (isim)
ağaç
(Kamyon şoförü çok sarhoştu.) yirmi
He fell down while he was climbing the
2779)true; (sıfat) She married at her twenty. (O, yirmi
tree. (Ağaca tırmanırken yere düştü.)
yaşında evlendi.)
doğru, gerçek, sahi, hakiki
2770)tremendous; (sıfat)
The novel is based on a true story. 2790)twice; (zarf)
kocaman, muazzam, şahane, çok
(Roman, gerçek bir hikayaye iki kez, iki kere, iki sefer
büyük, heybetli
dayanıyor.) I go swimming twice a week. (Haftada
It was a tremendous experience.
2780)truly; (fiil) iki kez yüzmeye giderim.)
(Şahane bir deneyimdi.)
tamamen, sahiden, tam olarak, cidden, 2791)twin; (isim)
2771)trend; (fiil, isim)
samimiyetle, hakikaten ikiz
f.; yönelmek, eğilim göstermek,
I am truly sorry that I made such a big She is expecting twins. (O, ikiz
meyletmek i.; meyil, eğilim, moda,
mistake. (Böylesine büyük bir hata bebek bekliyor.)
akım
yaptığım için hakikaten çok üzgünüm.)
There is a growing trend towards 2792)two; (isim, sıfat)
colourful clothes. (Renkli kıyafetlere 2781)trust; (fiil, isim) iki s.; iki tane
karşı artan bir trend var.) f.; güvenmek, inanmak, itimat etmek i.; May I have two cups of tea. (İki fincan
güven, itimat çay alabilir miyim?)
2772)trial; (isim)
Trust her. She will never betray you.
duruşma, yargılama, yargılanma, 2793)type; (fiil, isim)
(Ona güven. Sana asla ihanet etmez.)
deneme, sınama
yazmak, daktilo ile yazmak i.;
The trial is open to the public. 2782)truth; (isim) cins, tür, tip, sınıf
(Duruşma halka açık.) gerçek, gerçeklik, doğruluk, Bungalows are a type of house.
hakikat, (Bungalowlar bir tür evdir.)
2773)tribe; (isim)
I think she’s not telling the truth. (Bence
kabile, kavim, aşiret, 2794)typical; (sıfat)
doğruyu söylemiyor.)
budun tipik, karakteristik
There are still tribes that live in 2783)try; (fiil, isim)
This is a typical example of English
Amaonian rainforest. (Hala Amazon f.; denemek, sınamak, çabalamak, poetry. (Bu, İngiliz şiirinin tipik bir
ormanlarında yaşayan kabileler var.) tecrübe etmek i.; deneme, uğraşma,
örneği.)
çaba
2774)trick; (fiil, isim) 2795)typically; (zarf)
Just try to do your best. (Yalnızca
f.; oyuna getirmek, kandırmak i.; genellikle, tipik, tipik
elinden gelenin en iyisini yapmaya
numara, hile, dalavere, aldatmaca
çalış.) olarak
We had to think of a trick to get past the Mothers typically worry about their
guards. (Muhafızları atlatmak için bir 2784)tube; (isim)
children. (Anneler genellikle çocukları
numara düüşünmek zorunda kaldık.) tüp, boru, tünel için endişelenirler.)
2775)trip; (isim, fiil) Can you buy a tube of toothpaste? (Bir
tüp diş macunu alabilir misin?) 2796)ugly; (sıfat)
çirkin, bet, nahoş
What an ugly building! (Ne i.; forma, üniforma s.; tekdüze, Jane is quite unlike her sister. (Jane
çirkin bir bina!) birörnek kardeşinden çok farklı.)
2797)ultimate; (sıfat) All students are wearing uniform. 2817)unlikely; (sıfat)
(Bütün öğrenciler üniforma giyiyorlar.)
son,lüks, en üst düzey, olasılıksız, olasılık, dışı,
nihai 2807)union; (isim) beklenilmeyen
Silk sheets are the ultimate luxury. (İpek birlik, birleşme, sendika, The project seems unlikely to succeed.
çarşaflar en lüksüdür.) dernek (Projenin başarılı olması olanaksız
Germany is a member of European görünüyor.)
2798)ultimately; (zarf)
Union. (Almanya Avrupa Birliği’nin bir 2818)until; (edat, bağlaç)
en sonunda, sonuçta,
üyesidir.)
nihayetinde ed.; ila, kadar, değin bağ.; -e
A poor diet wil ultimately lead to 2808)unique; (sıfat) kadar, ta ki
illness. (Zayıf beslenme eninde sonunda benzersiz, eşsiz, biricik, Until now I have never been lived
hastalığa yol açar.) kendine has alone. (Şuana kadar hiç yalnız
Everyone’s fingerprints are unique. yaşamamıştım.)
2799)unable; (sıfat)
(Herkesin parmak izi benzersizdir.) 2819)unusual; (sıfat)
aciz, yapamaz, gücü
yetmez 2809)unit; (isim) alışılmadık, olağandışı,
I tried to contact him but was unable to. ünite, birim, birlik, öğe sıradışı
(Onunla irtibat kurmaya çalıştım ama The basic unit of society is the family. She has a very unusual name. (Onun
olmadı.) (Toplumun en küçük birimi ailedir.) çok sıradışı bir ismi var.)
2800)uncle; (isim) 2810)United; (sıfat) 2820)up; (edat, zarf,
dayı, amca sıfat)
birleşik, birleşmiş
I am going to visit my uncle. (Amcamı The commision is trying to build a ed.; yukarısına, yukarısında, yukarı zf.;
ziyaret edeceğim.) yukarıya doğru, yukarda ünl.; yukarı!
united Europe. (Komisyon birleşmiş bir
S.; dik, yüksekte
2801)under; (edat, sıfat, Avrupa inşa etmek istiyor.)
They live up in the hill. (Tepelerin
zarf) 2811)universal; (sıfat) yukarısında yaşıyorlar.)
ed.; altında, emrinde, idaresinde s.; alt, evrensel, genelgeçer
daha küçük, -den az zf.; aşağısına, 2821)upon; (edat)
Agreement on this issue is universal.
aşağısında üstünde, üzerinde, üzerine
(Bu konu üzerindeki anlaşma
The baby hid under the table. (Bebek genelgeçerdir.) They agreed upon the last decision.
masanın altına saklandı.) (Son karar üzerinde anlaştılar.)
2812)universe; (isim)
2802)undergo; (fiil) 2822)upper; (sıfat)
evren, kainat, alem
hastalık geçirmek, çekmek, katlanmak, üst, yukarıdaki
She lives in her little univerve on her
sıkıntı çekmek, -e uğramak There is a scar on his upper lip. (Üst
own. (Kendi başına küçük evreninde
I underwent a surgery last month. yaşıyor.) dudağının üstünde bir yara izi var.)
(Geçen ay ameliyat geçirdim.)
2813)university; (isim) 2823) urban; (sıfat)
2803)understand; (fiil) kentsel, şehirsel
üniversite
anlamak, idrak etmek, anlayışla The municipality financed the urban
Is there a university in this city? (Bu
karşılamak development. (Belediye kentsel gelişimi
şehirde üniversite var mı?)
Do you understand what I mean? (Ne finanse etti.)
demek istediğimi anlıyor musun?) 2814)unknown; (sıfat)
2824) urge; (isim, fiil)
bilinmez, bilinmeyen,
2804)understanding; (isim, i.; dürtü f.; dürtmek,
tanınmayan
sıfat) zorlamak
The attacker’s identity remains
i.; anlama, anlayış, kavrayış s.; She urged him to stay. (Onu
unknown. (Saldırganın kimli hala
anlayışlı kalmaya zorladı.)
bilinmiyor.)
The existence of God is beyond human
2825) us; (zamir)
understanding. (Tanrı’nın varlığı insan 2815)unless; (bağlaç)
kavrayışının ötesindedir.) mediği sürece, -mezse, - biz, bizi, bize
medikçe She refused to give us her dog.
2805)unfortunately;
(zarf) Unless I am mistaken, she lives in here. (Köpeğini bize vermeyi reddetti.)
(Eğer yanılmıyorsam o burada yaşıyor.) 2826) use; (fiil, isim)
maalesef
Unfortunately, I won’t be able to come 2816)unlike; (sıfat, edat) f.; kullanmak, harcamak, tüketmek,
to the party. (Maalesef partiye s.; farklı, benzemeyen ed.; aksine, yararlanmak i.; kullanma, kullanım,
katılamayacağım.) farklı olarak fayda

2806)uniform; (isim,sıfat)
Can I use your phone? (Telefonunu This region’s climate is variable. (Bu It is Germany versus France in the final
kullanabilir miyim?) bölgenin iklimi değişkendir.) match. (Final maçında Almanya
Fransa’ya karşı.)
2827) used; (sıfat) 2838) variation; (isim)
kullanılmış, alışkın, alışık varyasyon, farklılık, çeşitlilik, 2848) very; (zarf, sıfat)
I am not used to waking up so early. değişme, dönüşme zf.; çok, pek, gerçekten s.; gayet, çok,
(Bu kadar erken kalkmaya alışkın There are many diffrent cooking aynı, gerçek
değilim.) variation of this meal. (Bu yemeğin çok Very few people know him here.
farklı pişirme yöntemleri var.) (Burada onu çok az kişi tanıyor.)
2828) useful; (sıfat)
kullanışlı, faydalı, yararlı 2839) variety; (isim) 2849) vessel; (isim)
His experiences might be useful to us. çeşit, çeşitlilik damar, gemi, tekne, kap, tas,
(Onun tecrübeleri bizim için faydalı This tool can be used in a variety of deniz taşıtı
olabilir.) ways. (bu alet farklı çeşitlerde The nurse hit a blood vessel. (Hemşire
kullanılabilir.) damardan enjeksiyon yaptı.)
2829) user; (isim)
kullanıcı 2840) various; (sıfat) 2850) veteran; (sıfat,
çeşitli, farklı, türlü isim)
Enter your user name. (Kullanıcı
adınızı giriniz.) He quitted the job for various reasons. s.; emektar, kıdemli, gazi i.; eski asker,
(İşini farklı nedenlerden dolayı bıraktı.) çok tecrübeli kimse
2830) usual; (sıfat)
He is Vietnam vet. (O,
olağan,her zamanki, 2841) vary; (fiil)
vietnam gazisi.)
alışılagelmiş çeşitli olmak, değişmek,
çeşitlenmek 2851) via; (edat)
He came home later than usual. (Eve
her zamankinden daha geç geldi.) Class numbers vary between 10-20. aracılığıyla, vasıtasıyla,
(Sınıf numaraları 10 ila 20 arasında üzerinden, yolu ile
2831) usually; (zarf)
değişmektedir.) We flew home via Dubai. (Eve Dubai
çoğunlukla, genellikle, üzerinden geçtik.)
genelde 2842) vast; (isim, sıfat)
i.; büyüklük, büyük boşluk s.; engin, 2852) victim; (isim, sıfat)
I usually go to work by car. (İşe
genellikle arabayla giderim.) geniş, çok geniş i.; kurban, kazazede s.;
There is a vast area of forest behind our mağdur
2832) utility; (isim)
house. (Evimizin arkasında çok geniş We will provide the earthquake victims
kamu hizmet kuruluşu, hizmet bir ormanlık alan var.) food. (Deprem mağdurlarına yiyecek
programı, yararlılık, fayda temin edeceğiz.)
2843) vegetable; (isim,
You have to pay for utilities. (Kamu
sıfat) 2853) victory; (isim)
hizmet kuruluşlarına ödeme
yapmalısın.) i.; sebze s.; bitkisel zafer, galibiyet
V Green vegatables are the source of The team’s victory made everyone
vitamin. (Yeşil sebzeler vitamin happy. (Takımın galibiyeti herkesi
2833) vacation; (isim)
kaynağıdır.) sevindirdi.)
tatil, boşaltma
2844) vehicle; (isim) 2854) video; (isim)
We are on vacation in Bodrum right
now. (Şuan Bodrum’da tatildeyiz.) araç, vasıta, taşıt video
Are you the driver of this vehicle? (Bu We watched their wedding videos.
2834) valley; (isim)
aracın sahibi misiniz?) (Onların düğün videolarını izledik.)
vadi
2845) venture; (isim, fiil) 2855) view; (isim, fiil)
The valley is 20 km away. (Vadi
20 km uzaklıkta.) i.; girişim, tehlikeli iş f.; riske atmak, i.; manzara, görüntü, görünüm, görüş
tehlikeye atmak, cüret etmek, göze alanı, görüş, bakış f.; görüntülemek,
2835) valuable; (sıfat) almak bakmak, incelemek
değerli, kıymetli The business venture made him rich. His views on the subject were accepted.
Your advices are valuable for me . (BU iş girişimi onu zengin etti.) (Konu hakkındaki görüşleri kabul
(Senin tavsiyelerin benim için değerli.) gördü.)
2846) version; (isim)
2836) value; (isim, fiil) versiyon, sürüm 2856) viewer; (isim)
i.; değer, paha, kıymet, önem f.; değer Thre are two versions of the game. izleyici, seyirci
vermek, paha biçmek (Oyunun iki sürümü var.) The programme attracted thousands of
The value of the euro has risen greatly. viewers. (Program binlerce kişinin
2847) versus; (edat)
(Euro’nun değeri büyük ölçüde arttı.) ilgisini çekti.)
karşı
2837) variable; (sıfat) 2857) village; (isim)
değişken, değişen köy
We visited some villages in Spain. ziyaretçi f.; beklemek, bekletmek i.;
(İspanya’daki bazı köyleri ziyaret ettik.) We have got visitors from abroad. bekleme, bekleyiş
2858) violate; (fiil) (yurtdışından ziyaretçilerimiz var.) I have been waiting for you for hours.
(Saatlerdir seni bekliyorum.)
ihlal etmek, bozmak 2869) visual; (sıfat)
You violated the international law. görsel 2880) wake; (fiil)
(Uluslararası hukuku ihlal ettin.) She has a very good visual memory. uyanmak, canlanmak, uyanık
(Çok iyi bir görsel hafızası var.) kalmak
2859) violation; (isim)
I usually wake late on weekends.
ihlal, ihlal etme 2870) vital; (sıfat)
(Haftasonları genelde geç uyanırım.)
The violation of the treaty has some hayati, yaşamsal, çok
sanctions. (Anlaşmayı ihlal etmenin önemli, yaşayan 2881) walk; (fiil, isim)
bazı yaptırımları var.) Water is vital for us. (Su herkes f.; yürümek, dolaşmak, gezinmek i.;
için hayatidir.) yürüyüş, yürüme, gezinti
2860) violence; (isim)
The baby is just learning to walk.
şiddet, hiddet, zorlama, 2871) voice; (isim, fiil)
(Bebek, yürümeyi henüz öğreniyor.)
zorbalık i.; ses, seda f.; söylemek, dile
The police used violence against the getirmek 2882) wall; (isim, fiil)
protesters. (Polis, göstericilere karşı Can you hear my voice? (Sesimi i.,duvar, set , sur f.; duvarla
şiddet uyguladı.) duyabiliyor musun?) çevirmek
2861) violent; (sıfat) I am going to paint the walls yellow.
2872) volume; (isim)
(Duvarları sarıya boyayacağım.)
şiddetli, zorlu, sert hacim, cilt(kitap)
There was a violent reaction from the 2883) wander; (fiil, isim)
She has an encyclopedia in 20 volumes.
public. (Halktan sert bir tepki vardı.) (20 ciltlik bir ansiklopedisi var.) f.; başıboş dolaşmak, amaçsızca
dolaşmak i.; amaçsızca dolaşma
2862) virtually; (zarf) 2873) volunteer; (isim)
He is wandering aimlessly.
adeta, gerçekte, aslında gönüllü (Amaçsızca dolaşıyor.)
He virtually admitted he was guilty. Are there any volunteers to help me?
(Aslında suçlu olduğunu itiraf etti.) 2884) want; (isim, fiil)
(Bana yardım edecek gönüllü kimse var
mı?) i.; istek, arzu, gereksinme f.; istemek,
2863) virtue; (isim)
arzu etmek, talep etmek
erdem, fazilet, doğruluk 2874) vote; (isim, fiil)
Do you want some cake? (Biraz
He led a life of virtue. (Erdemli i.; oy, rey, oylama f.; oylamak, oy kek ister misin?)
bir hayat sürdü.) kullanmak, oy vermek, ilan etmek
2885) war; (isim)
2864) virus; (isim) He obtained 45% of the vote.
(Oyların %45’ini aldı.) savaş, harp, cenk,
virüs muharebe
There is a virus infection in his body. 2875) voter; (isim)
The Second World War lasted six year.
(Vücudunda virüs iltihabı var.) seçmen (İkinci Dünya Savaşı altı yıl sürdü.)
2865) visible; (sıfat) The voters rate was about 85%. (
2886) warm; (sıfat, fiil)
Seçmen oranı %85 civarındaydı.)
görünen, gözle görülür, s.; ılık, sıcak, sıcak tutan, samimi f.;
görülür 2876) voyage; (isim) ısıtmak, ısınmak
He showed no visible sign of emotion. sefer, yolculuk, deniz The weather is nice and warm today.
(Gözle görülür bir duygu belirtisi yolculuğu (Hava bugün güzel ve sıcak.)
yoktu.) The voyage lasted 15 days. (Deniz
2887) warn; (fiil)
2866) vision; (isim) yolculuğu 15 gün sürdü.)
uyarmak, ikaz etmek
görme, tasavvur, hayal gücü, 2877) vulnerable; (sıfat)
I tried to warn you but you didn’t listen.
görü savunmasız, korunmasız, (Seni uyarmaya çalıştım ancak
Cats have good night vision. (Kediler hassas dinlemedin.)
geceleri iyi görürler.) He looked very vulnerable standing
2888) warning; (isim)
2867) visit; (isim, fiil) there on his own. (Orada kendi kendine
otururken çok savunmasızdı.) uyarı, ikaz, ihtar
i.; ziyaret, muayene f.; ziyaret etmek,
W There were no adequate warning table
görmeye gitmek, uğramak, muayene
on the road. (Yolda yeterince uyarı
etmeye gitmek (doktor) 2878) wage; (isim)
tabelası yoktu.)
For more information, visit our website. ücret, maaş, aylık
(Daha fazla bilgi için internet sitemizi 2889) wash; (fiil, isim)
Wages will be paid on Monday.
ziyaret edin.) (Ücretler Pazartesi günü ödenecek.) f.; yıkamak, yıkanmak, aşındırmak i.;
yıkama, yıkanma
2868) visitor; (isim) 2879) wait; (fiil, isim)
Wash your hands before dinner. Choose your weapon. i.; kuyu, hazne , apartman boşluğu s.;
(Yemekten önce ellerini yıka.) (Silahını seç.) iyi, hoş f.; fışkırmak, kaynamak ünl.;
peki, ha , şey
2890) waste; (fiil, isim) 2900) wear; (fiil, isim)
Well, I will go myself. (Peki,
f.; israf etmek, boşa harcamak, saçıp f.; giymek, takmak, yıpratmak, eskimek
kendim gideceğim.)
savurmak i.; israf, atık i.; giysi, giyim, yıpranma, eskime
Why do you waste your money on He was wearing a black suit. (O, siyah 2911) west; (isim, sıfat,
clothing? (Neden paranı giysiye vererek bir takım elbise giyiyordu.) zarf)
israf ediyorsun?) i.; batı s.; batıdaki zf.; batıya
2901) weather; (isim)
doğru, batıya
2891) watch; (fiil) hava, hava durumu
The town is in the west of the city.
f; tv seyretmek, izlemek, bakmak , I won’t go out in this weather. (Bu (Kasaba şehrin batısında bulunuyor.)
gözlemek, dikkat etmek, göz kulak havada dışarı çıkmam.)
olmak, nöbet tutmak i.; saat, kol saati , 2912) western; (sıfat,
seyretme, gözetim, dikkat etme, nöbet, 2902) wedding; (isim) isim)
gözcü nikah, düğün s.; batı, batılı i.; kovboy
The children are watching cartoon on Have you been invited to their romanı/ filmi
TV. (Çocuklar televizyonda çizgifilm wedding? (Onların düğününe davetli It is one of the greatest work of Western
izliyorlar.) misin?) art. (Bu, batı sanatının en büyük
2892) water; (fiil, isim) 2903) week; (isim) eserlerinden biridir.)
f.; sulamak, ıslatmak, su vermek i.; su, hafta 2913) wet; (fiil, isim)
su birikintisi He will be back in a week. (Bir hafta f.; ıslatmak i.; ıslak, yaş
May I have a glass of water? (Bir içinde dönecek.) You will get wet. Take an umberalla.
bardak su alabilir miyim) 2904) weekend; (isim) (Islanacaksın. Şemsiye al.)
2893) wave; (fiil, isim) hafta sonu 2914) what; (ünlem, sıfat)
f.; dalgalanmak, el sallamak i.; Have a good weekend! (İyi hafta ünl. ; ne s.; hangi
dalga, el sallama sonları!) What do you want? (Ne
Huge waves were breaking on the shore. 2905) weekly; (sıfat) istiyorsun?)
(Büyük dalgalar kıyıya vuruyordu.)
haftalık 2915) whatever; (sıfat,
2894) way; (isim) Employees are paid weekly. (ÇalışanlaR zamir)
yol, yön, taraf, yöntem haftalık ücret alıyor.) s.; her türlü, her çeşit zm.;
Which way did John go? (John herhangi, ne
2906) weigh; (fiil)
hangi taraftan gitti?) Whatever I do, I do with respect. (Ne
tartmak, ağırlığında olmak
2895) we; (zamir) yaparsam yapayım, saygıyla yaparım.)
How much do you weigh? (Kaç
biz kilo ağırlığındasın?) 2916) wheel; (isim)
We are close friends since our 2907) weight; (isim, fiil) tekerlek, çark
childhood. (Biz, çocukluğumuzdan beri The wheels got all muddy. (Tekerlekler
yakın arkadaşız.) i.; ağırlık, tartma, tartı f.;
ağırlık yapmak çamur olmuştu.)
2896) weak; (sıfat)
The average weight of a new born baby 2917) when; (zarf,
cılız, güçsüz, zayıf, halsiz is about three kilos. (Yeni doğan bir bağlaç)
It rained all week. (Tüm hafta bebeğin ortalama ağırlığı üç kilodur.) zf.; ne zaman bağ.; -dığında/-diğinde, -
yağmur yağdı.) 2908) welcome; (ünlem, dığı zaman, -iken, -ınca
2897) wealth; (isim) fiil) When you prepare the meal, please call
varlık, servet, zenginlik, ünl.; hoş geldin, hoş geldiniz f.; konuk us. (Yemeği yaptığın zaman bizi ara
ağırlamak, hoş karşılamak lütfen.)
bolluk
His personel wealth is around 200 It is a pleasure to welcome you to our 2918) whenever; (zarf,
million dollars. (Onun kişisel serveti home. (Sizi evimizde ağırlamaktan bağlaç)
200 milyon dolar civarında.) memnun oluruz.) zf.; herhangi bir zamanda bağ.; her ne
zaman, ne zamanki, her ….-dığında
2898) wealthy; (sıfat) 2909) welfare; (isim)
refah, esenlik, yardım, You can come to me whenever you
varlıklı, zengin, servet
iyilik want. (Ne zaman istersen bana
sahibi
gelebilirsin.)
Switzerland is a wealthy country. We are worried about the country’s
(İsviçre zengin bir ülkedir.) welfare. (Ülkenin refahı konusunda 2919) where; (zarf,
endişeliyiz.) bağlaç)
2899) weapon; (isim)
2910) well; (isim, sıfat, fiil, zf.; nereye, nerede bağ.; -dığı
silah yerde
ünlem)
Where do you want to go for dinner? kimin, ki onun, -en/-an The wind is blowing from the north.
(Akşam yemeği için nereye gitmek Whose car is that? (Bu kimin (Rüzgar kuzeyden esiyor.)
istersiniz?) arabası?) 2940) window; (isim)
2920) whereas; (bağlaç) 2930) why; (zarf, isim) pencere, camekan
iken, halbuki, oysaki, madem zf.; niçin, neden, niye i.; Close the window, please. (Pencereyi
ki sebep kapatın lütfen.)
Some of the students failed wherase Why are you so sad? (Neden 2941) wine; (isim)
other passed. (diğerleri geçerken bazı böyle üzgünsün?)
öğrenciler sınavdan kaldı.) şarap, şarap rengi
2931) wide; (sıfat) We drank a glass of wine with some
2921) whether; (bağlaç)
geniş, açık, bol, enli, engin cheese. (Biraz peynirle şarap içtik.)
-ip -meyeceğini, -ip -
She has wide knowledge on this subject. 2942) wing; (isim)
mediğini,
(Bu konu hakkında engin bilgisi var.)
You seem undecided whether to go or kanat
not. (Gidip gitmeme konusunda kararsız 2932) widely; (zarf) The bird has beautiful small wings.
görünüyorsun.) yaygın biçimde, büyük oranda, geniş bir (Kuşun güzel küçük kanatları var.)
şekilde, iyice, geniş çapta, geniş ölçüde
2922) which; (sıfat, zamir, 2943) winner; (isim)
bağlaç) The proposal was widely accepted.
galip, kazanan
(Teklif büyük oranda kabul edildi.)
s.; hangi zm.; hangisi, hangisini The winners of the competition will be
bağ.; ki o, -diği 2933) widepread; (sıfat) awarded. (Yarışmanın kazananları
Which one do you prefer? (Hnagisini yaygın ödüllendirilecek.)
tercih edersin?) Alcohol problems are quite widespread 2944) winter; (isim, sıfat)
2923) while; (bağlaç, in the society. (Alkol problemleri
i.; kış s.; kışlık
isim) toplumda oldukça yaygın.)
We went to France last winter. (Geçen
bağ.; iken, sırasında, süresince, oysa, 2934) wife; (isim) kış Fransa’ya gittik.)
olduğu halde i.; müddet, zaman karı, hanım, eş (kocanın),
2945) wipe; (fiil, isim)ü
While there is life, there is hope. (Hayat hatun
olduğu sürece umut da vardır.) f.; silmek i.;silme,
I met the doctor’s wife. (Doktor’un karı
temizleme
2924) whisper; (fiil, isim) ile tanıştım.)
She wiped her hands on a towel.
fısıldamak i.; fısıltı 2935) wild; (isim, sıfat) (Ellerini havluya sildi.)
What are you two whispering about? i.; yaban s.; yabani, vahşi
2946) wire; (fiil, isim)
(Siz ikiniz neden fısıldaşıyorsunuz?) He went to America to see wild
f.; telle çevirmek, telle bağlamak i.; tel,
2925) white; (sıfat) animals. (Vahşi hayvanları görmek için
kablo, telgraf
Afrika’ya gitti.)
beyaz, ak, temiz, soluk, beyaz The telephone wires had been cut.
ırktan olan 2936) will; (isim, fiil) (Telefonun kabloları kesilmişti.)
She bought a new white coat. (O, yeni i.; istek, vasiyet, vasiyetname, irade f.; 2947) wisdom; (isim)
beyaz bir mont aldı.) dilemek, vasiyetle bırakmak, iradesini
kullanmak bilgelik, akıl, irfan
2926) who; (zamir,
In spite of what happened, she never Experience is a way to wisdom.
bağlaç) (Deneyim bilgeliğe giden yoldur.)
lost the will to live. (Olanlara rağmen
zm.; kim, kimi, kime bağ.; ki
hiçbir zaman yaşamaya olan isteğini 2948) wise; (sıfat)
o, -dığı
kaybetmedi.) bilge, bilgili, akıllı
Who is your sister? (Senin kız
kardeşin kim?) 2937) willing; (sıfat) She is young but wise. (O genç
istekli, hevesli, gönüllü ama bilgili.)
2927) whole; (sıfat)
I am willing to help you. (Sana yardım 2949) wish; (fiil, isim)
bütün, tam, tüm, tek parça
etmeye gönüllüyüm.) f.; dilemek, istemek, arzu etmek,
He spent the whole day watching TV.
(Bütün günü televizyon izleyerek 2938) win; (fiil, isim) temenni etmek i.; istek, dilek, arzu,
geçirdi.) f.; kazanmak, yenmek, galip gelmek i.; temenni
kazanç, kazanma, galibiyet, başarı I wish you a happy new year. (Sana
2928) whom; (zamir, mutlu bir yeni yıl dilerim.)
bağlaç) Which team won? (Hangi takım
kazandı?) 2950) with; (edat)
zm.; kimi, kim, kime bağ.; -
dığı/-diği 2939) wind; (isim, fiil) ile, ile beraber, birlikte,
Whom did they invite to the wedding? i.; rüzgar, yel f.;sarmak, dolamak, yanında
(Düğüne kimleri davet ettiler?) dolaşmak, kıvırmak I went shopping with my mom. (Annem
ile birlikte alışverişe gittik.)
2929) whose; (zamir)
2951) withdraw; (fiil) 2962) worker; (isim) f.; sarmak, dolamak, paketlemek
geri çekilmek, geri almak, para işçi, çalışan, eleman, amele i.; sargı, örtü
çekmek, çekmek We are look for qualified workers. I wrapped the baby in a blanket.
Both troops withdrew their forces from (Nitelikli işçiler arıyoruz.) (Bebeği battaniyeye sardım.)
the region. (Her iki ordu da güçlerini 2975) write; (fiil)
2963) working; (sıfat,
bölgeden çekti.)
isim) yazmak, yazı yazmak,
2952) within; (edat) s.; çalışan i.; çalışma, kaleme almak
içinde, içerisinde, işleyiş The tecaher wrote the answers on the
kapsamında, zarfında She is a working mother. (O, board. (Öğretmen cevapları tahtaya
I will be there within ten minutes. (On çalışan bir anne.) yazdı.)
dakika içerisinde orada olacağım.) 2976) writer; (isim)
2964) works; (isim)
2953) without; (zarf, çalışmalar, yapıtlar, tesis, fabrika, yazar
edat) iş, atölye The writer expresses himself correctly
zf.; haricen, -meksizin ed.; -meden, Works are going well. (İşler in Turkish. (Yazar, kendini Türkçe’de
olmaksızın , -sız/-siz iyi gidiyor.) doğru şekilde ifade edebiliyor.)
I don’t go anywhere without you. 2977) writing; (isim)
2965) workshop; (isim)
(Sensiz hiçbir yere gitmem.)
atölye çalışması, çalıştay yazım, yazma, yazı
2954) witness; (fiil, isim) He is professional on reading of ancient
They will join a drama workshop.
f.; şahitlik etmek, şahit olmak i.; şahit, (Onlar drama üzerine bir atölye writing. (O eski yazı okuma konusunda
tanık, tanıklık çalışmasına katılacaklar.) uzman.)
I witnessed a murder. (Bir 2978) wrong; (sıfat, isim,
2966) world; (isim)
cinayete şahit oldum.) fiil)
dünya, yeryüzü, cihan,
2955) woman; (isim) alem s.; yanlış, uygunsuz, haksız i.; kötülük,
kadın, hanım zarar, haksızlık f.;kötülük etmek,
Spanish is spoken in many parts of the
haksızlık etmek
She is a married woman. (O, evli world. (İspanyolca dünyanın bir çok
bir kadın.) yerinde konuşuluyor.) That answer is wrong. (Bu
cevap yanlış.)
2956) wonder; (isim, fiil) 2967) worried; (sıfat)
2979) yard; (isim)
i.; harika, muzice, şaşkınlık, şaşırma f.; endişeli, merakta kalmış,
merak etmek, şüphe etmek, şaşmak endişe içinde bahçe, avlu, açıklık
I wonder who is this guy. (Bu adamın She gave me a worried look. (Bana The children were playing in the yard.
kim olduğunu merak ediyorum.) endişeli bir bakış attı.) (Çocuklar bahçede oynuyordu.)
2957) wonderful; (sıfat) 2968) worry; (isim, fiil) 2980) yeah; (ünlem)
harika, müthiş, mükemmel i.; endişe, kaygı, tasa, üzüntü, merak, evet, tamam
You look wonderful! (Harika kuruntu f.; merak etmek, endişelenmek, Yeah, right. I got it. (Evet, doğru.
görünüyorsun!) kaygılanmak, üzülmek Anladım.)
Don’t worry about me. (Benim 2981) year; (isim)
2958) wood; (isim)
için endişelenme.)
odun, tahta, ahşap yıl, sene
2969) worth; (isim) The museum is open all year round.
He chopped some wood for the wood.
(Şömine için biraz odun kesti.) değer, eder (Müze tüm yıl boyunca açık.)
How much is this painting worth? (Bu 2982) yell; (fiil, isim)
2959) wooden; (sıfat)
tablonun değeri kaç para?)
ahşap, tahtadan yapılmış f.; bağırmak i.; bağırma
2970) would; (fiil) She yelled out in pain. (Acı
Mix the soup with a wooden spoon.
(Çorbayı tahta kaşıkla karıştır.) istemek, -ecek/-acak, -ecekti, içerisinde bağırdı.)
-erdi/-ardı
2960) word; (isim) 2983) yellow; (sıfat)
She would look better with long hair.
sözcük, kelime, söz sarı
(Uzun saçla daha iyi görünürdü.)
Do you know the words to this song? There were yellow flowers on her dress.
2971) wound; (fiil, isim) (Elbisesinin üstüne sarı çiçekler vardı.)
(Bu şarkının sözlerini biliyor musun?)
f.; yaralamak, vurmak i.;
2961) work; (isim, fiil) 2984) yes; (isim, ünlem)
yara, bere
i.; iş, çalışma, eser, yapıt f.; çalışmak, iş The nurse cleaned the wound. (Hemşire i.; evet, olumlu cevap ünl.; evet,
yapmak, işlemek, işe yaramak, tamam
yarayı temizledi.)
çalıştırmak Is this your jacket? Yes, it is. (Bu senin
2972) wrap; (fiil, isim) ceketin mi? Evet.)
He has been working for twenty years.
(O, yirmi yıldır çalışıyor.)
2987) yesterday; (zarf) They took their children to the zoo.
dün (Çocuklarını hayvanat bahçesine
götürdüler.)
Where were you yesterday? (Dün
neredeydin?)
2991) yet; (zarf, bağlaç)
zf.; henüz, daha, şimdiden, gerçi, yine
de bağ.; ancak, oysa
Are you ready? Not yet. (Hazır mısın?
Henüz değilim.)
2992) yield; (isim, fiil)
i.; verim, getiri, mahsul f.; ürün vermek,
kazanç sağlamak, boyun eğmek, teslim
olmak
Rich soil yields good crops. (Zengin
toprak iyi mahsul verir.)
2993) you; (zamir)
sen, siz, seni, sana, sizi, size,
sizler
You said you knew me. (Sen beni
tanıdığını söyledin.)
2994) young; (sıfat)
genç, taze, yeni, küçük,
yavru
I am the youngest of three sisters. (Üç
kız kardeşten en küçük olanı benim.)
2995) your; (zamir)
senin, sizin
Excuse me, is this your watch?
(Afedersiniz bu kol saati sizin mi?)
2996) yours; (zamir)
seninki, sizinki, senin,
sizin
Is he friend of yours? (O senin
arkadaşın mı?)
2997) yourself; (zamir)
kendin, kendini, kendine,
kendiniz
Don’t fool yourself. (Kendini
kandırma.)
2998) youth; (isim)
gençlik, delikanlılık
He was very agressive in his youth.
(Gençliğinde çok agresifti.)
2999) zone; (isim)
bölge, alan, kuşak, zon,
saha
They are trying to strengthen the new
trade zone. (Yeni ticaret alanını
güçlendirmeye çalışıyorlar.)
3000) zoo; (isim)
hayvanat bahçesi

You might also like