You are on page 1of 159

Postmodern durumu sistematik bir akademik

ilginin kaynağı haline ilk getiren herhalde


Lyotard’dır. Analizinin odağı olarak şimdiye
kadarki modernlik eleştirmenlerinin yaptığı gibi
"iktidar istenci" veya "araçsal akıl"ı değil
"meşruluk ilkesini" seçer ve onu "anlatısallık"
terimleriyle açıklar. Bu bakışaçısına göre
modernlik bilimsel bilginin gelişmesinin ardından
gelen bir "anlatısal bilginin çözülüşü"yle
tanımlanmıştır. Anlatıya karşı radikal kuşku ve
bilimsel olanın "bilimsel-öncesi" bilgiye karşı
muhalefeti bir paradoksla sonuçlanmıştır: Tabiatı
gereği tüm anlatısal türden meşrulaştırımaları
reddetmiş olan modern bilimin kendisi nasıl
meşrulaştırılacaktı? Bu paradoksun çözümü
genelde modernliğin, özelde de modern felsefî
düşüncenin karakteristik bir söylem biçiminin
yaratılmasıydı: "".Metasöylemlere" başvuran
"metaanlatılar" (kendilerine eşlik eden tarih
felsefeleriyle birlikte) meşrulaştırmanın dil
oyunundaki sıradan anlatıların yerini almak üzere
inşâ edildi.
Lyotard'a göre "modern" terimi bu anlamda
kendini —Aklın ilerlemesi ve Özgürlük, Tinin
Özgürleşimi türünden— büyük anlatılara
müracaat yoluyla meşrulaştıran tüm bilgi
biçimlerine uygulanabilir. Bunun aksine eğer bir
söylem "metaanlatılara karşı bir güvensizlik"
içindeyse ona postmodern denilebilir. Hakikat
ve özgürlük metaanlatılarının yerine postmodern
söylem Lyotard'ın bu kitapta yer alan
"Postmodernizm nedir?" isimli yazısının sonunda
sarılmaya çalıştığı bir dizi tezatla tanımlanabilir:
"Gelin bütünlüğe karşı bir savaş başlatalım, gelin
sunulamıyana tanıklık edelim, farklılıkları etkin
kılıp, adın onurunu kurtaralım"
Postmodern Durum, postmodernizm
tartışmaları için oldukça geniş bir bilişsellik
boyutlarını ortaya koyuyor. Tartışmasının alanı
bilgisayarlaştırılmış toplumlarda bilgi, sorunsalı
meşrulaştırım, metodu ise (Wittgenstein'den
esinlendiği) dil oyunlarıdır. Ürettiği sonuçlar hem
Vadi/felsefe bilgi teorisinin günümüzdeki temellendirimi
ISBN: 975-7726-57-5 açısından hem de postmodernizmin kavranması
91.06 Y .215.59 bakımından eleştirel bir yaklaşımın geliştirilmesi
için neredeyse vazgeçilmez öğeler içermektedir.
POSTMODERN DURUM
Bilgi Üzerine Bir Rapor

J. F. LYOTARD

İngilizce'den Çeviren
Ahmet Çiğdem

VADİ YAYINLARI
Vadi Yayınları: 59
Felsefe Dizisi: 16

J. F. Lyotard
Postmodern Durum

İngilizce'den Çeviren
Ahmet Çiğdem

Yayıma Hazırlayan
Murat Güzel

© Vadi yayınları, 1994

1. Basım: Ara Yayınları, 1990


Vadi Yayınlarında Düzeltilmiş, Gözden Geçirilmiş 2. Basım
Şubat, 1997

Dizgi, Sayfa düzeni:


ES AM

Kapak Tasarımı
Zeki T uman

Montaj, Baskı ve Cilt


Feryal Matbaacılık
0 (312) 229 36 96

ISBN
975.7726.57-5
91.06Y .215.59

VADİ YAYINLARI
Meşrutiyet Cad. Bayındır II, 60/5 Kızılay/ANKARA TEL: 435 64 89 FAX: 425 63 45
Çizgi Kitabevi, Zafer Meydanı Kitapçılar Çarşısı KONYA Tel: 353 10 22
J. F. LYOTARD, Paris Üniversitesi III'ten emekli felsefe profesörü ve
Californiya Üniversitesinde de Profesördür. Postmodern Durum'dan ayrı
olarak dil, modernlik ve meşruiyet üzerine yayımlanmış bir çok eseri var­
dır.
Yayımlanmış bazı eserleri şunlar: Discourse, Figure (Paris: Klueksieek,
1971); Dérive à Partie de Marx et Freud (Paris: Union Générale d'Edition,
1973); Economic Libidinale (Paris: Editions Minuit, 1974); "Analyzing
Speculative Discourse as Language Game" (Oxford Literary Review 4 ,
1981); Just Gaming (J. L. Thébaud'la birlikte, Minneapolis: University of
Minnesota Press); The Differend: Phrases in Dispute Manchester University
Press, 1988).
İÇİNDEKİLER

Çevirenin Notu / 7
Giriş /11
1. Alan: Bilgisayarlaştırılmış Toplumlarda Bilgi / 16
2. Sorun: Meşrulaştırma / 24
3. Yöntem: Dil Oyunları / 29
4. Toplumsal Bağın Tabiatı: Modern Seçenek / 34
5. Toplumsal Bağın Tabiatı: Postmodern Seçenek / 41
6. Anlatısal Bilginin Pragmatiği / 49
7. Bilimsel Bilginin Pragmatiği / 59
8. Anlatısal İşlev Ve Bilginin Meşrulaştırılması / 67
9. Bilginin Meşrulaştırılmasmın Anlatıları / 74
10. Meşruluk Giderimi / 85
11. Araştırma Ve İşlersellik Meşrulaştırması / 93
12. Eğitim Ve İşlersellik Meşrulaştırması / 105
13. Kararsızlıkların Araştırılması Olarak Postmodern
Bilim / 117
14. Paralojiyle Meşrulaştırma / 130
Ek: Postmodernizm Nedir? / 144
Bir Talep / 144
Realizm / 147
Postmodern / 155
ÇEVİRENİN NOTU*

Elinizdeki metin postmodern toplumlarda bilgi sorunu ve bil­


ginin konumuyla ilgilidir. Lyotard tartışmasının nesnesi olarak
"bilgi'yi, sorunu olarak "meşrulaştırım"! ve yöntem olarak da
"dil oyunları'nı seçmiştir. Günümüzde önemli tartışmalara se­
bep olan postmodernizm kavramına ilişkin oldukça radikal
yargılar içeren bir ek bulunmasına rağmen, kitap doğrudan
postmodernizm tartışmalarını içermemektedir. Ancak moder­
nizm/postmodernizm ikileminin ana damarını oluşturan bilgi
sorunu oldukça geniş ve zengin bir çerçevede değerlendiril­
mekte, bilgi üretiminin varolan (postmodern) şartları sorgu-

* Bu not çevirinin ilk baskısında yer almaktadır. Ancak metin içerisinde ilk
çeviride yer alan kimi kavram tercihleri, yayınevinin tercihleri doğrultu­
sunda değiştirilmiş; ilk çeviride rastlanan eksiklikler ve yanlış anlamaya
yol açabilecek kısımlar düzeltilmiştir, (y.h.n)
7
lanmaktadır.
Postmodern dönemde bilgi denilince akla yüksek moderni-
tenin dolaysız bir ürünü olan bilimsel bilgi gelmektedir. On-
dokuzuncu yüzyıldan bu yana bilgi, bilimsel bilgiyle
özdeşleştirilegelmektedir. Oysa bildiğimiz ya da
bilemediğimiz tek bilgi türü bilimsel bilgi değildir ve
olmamıştır da. Anlatısal bilgi postmodern toplumlarda gücünü
yitirmiştir - ya da daha doğrusu bu güç elinden alınmıştır.
Bunun nedeni bilginin meşrulaştırımı sorununda yatmaktadır.
Anlatısal bilginin meşrulaştırım kaynakları ve malzemeleri bi­
limsel bilginin kazandığı güç ve itibarla tüketilmiştir. Bizler
bu tükenişin doğrudan tanıkları olmak durumundayız
—bizler yani bütün modernistler ve postmodernistler. Bilimsel
bilgi kendisinin dışında kalan bütün bilgi türlerini yeterlik ve
işlersellik ölçütü temelinde değerlendirip bir kenara fırlattığı
için artık bütüncül bir anlatısal bilgi kavramına sahip de
değiliz. Tıpkı anlatısal bilginin dayandığı bütüncül bir
geleneğe de artık sahip olmadığımız gibi. Bütün eğitim
kurumları, bu arada üniversiteler bu bilgi türü ve geleneğinin
ortadan kaldırılması için büyük bir seferberliğe girişmişlerdi
—şimdi bu girişiminin sonuçlarını yaşamaktayız, trajik ve
ölümcül olsa bile.
Meşrulaştırım bilginin temellendirilmesiyle ilgili bir so­
rundur. Anlatısal bilginin temeli, özgürleşim, adalet, mutlu­
luk, haz, yücelik vb. büyük anlatılardır ve bunların yeterlik
ve işlersellik ölçütüyle alıp vereceği hiç bir şey yoktur. Ne bir
teknik üretebilirler ne teknoloji. Oysa bilimsel bilgi kendisini
kanıtlamış ve tersine çevrilemez bir durumlar ve süreçler top­
lamıyla meşrulaştırmıştır. Öyle ki bütün düşünsel etkinlikler
ve bu arada felsefe de bu meşrulaştırım işlemine gönüllü ola­
rak katkıda bulunmuştur —oysa felsefe, kendi meşrulaştırı-
mını modernizm içerisinde bile büyük anlatılara bağlanarak
gerçekleştirmişti.
Lyotard'ın tartışması bu noktada Hâbermas'la kesişmekte­
dir ama genel olarak meşrulaştırım bunalımıyla Lyotard ve
Habermas farklı şeyleri kastetmektedirler. Doğal olarak Lyo-
tard'ın seçtiği dil oyunlarının çoğulluğunun tanınması ve des­
teklenmesi bir çözümken, Habermas dile dayalı evrensel bir
uzlaşım peşindedir. Son yapıtlarında büyük anlatıların oluş­
tuğu hümanist geleneğe, sınırlarını Aydınlanma ilkeleri çerçe­
vesinde çizdiği modernist bir bakış açısıyla sırt çeviren Ha­
bermas neredeyse modernliğin bir kere ve bütün zamanlar
için dondurulmasını istemektedir. Lyotard meşrulaştırıcı bir
güç olarak metaanlatıların tükenişiyle modernitenin bittiğini
düşünmeye yatkındır. Oysa Habermas için modernite hâlâ bit­
memiş, tamamlanmamış bir projedir ve Aydınlanma’nın tarihi
kesintilerle birlikte sürmektedir. Aydınlanma'nın özgürleşimci
anlatısı konusunda Lyotard ve Habermas arasında büyük fark­
lılıklar bulunmasına rağmen, aynı anlatının bilimsel bilgiye
teslim edilip edilmemesi hususunda bir tavır farklılığı vardır.
Bir ve bütün olana yönelik saldırıları özdeş olsa bile, bütünün
doğru olmadığını söyleyen Adorno'yu terkeden Habermas'tır,
Lyotard değil.
Bütün bunlardan kitabın Lyotard ve Habermas arasında
bir polemik olduğu izlenimi edinilmemelidir. Kitabın kavgası
aslında bilimsel bilgi tekeliyledir ve bilimsel bilginin kör
olumsallığıyla. "Kendinde bir amaç olarak tanımlanmaktan
uzaklaştırılan" bilgi yani postmodern bilgi yine de özgürleşti­
rici boyutlar içermektedir. Bunun için bu bilginin üretim şart­
ları, ehliyet ve liyakat ölçütleri aranmaksızın, herkese açık ol­
malıdır —bu da düz anlamda bir bilginin demokratikleştiril­
mesi süreci anlamına gelmez.
Bu demokratikleştirme anlatısı modernizmin bir ürünüydü
ve iflas etti. Dil oyunları çerçevesinde algılandığında, alıcı,
gönderilen ve gönderen arasında bilgiye ait tüm ilişkiler mo­
dernite öncesinden bile daha karanlık, daha ulaşılmaz ve ulaş-

9
tırılamazdır artık. Bilgi üreticileri ve satıcıları, bilgi pazarını
otorite ve güç odaklarının denetiminden kurtarmak için müca­
dele etmelidirler. Lyotard haklı: Evrensel uzlaşım, güç ilişki­
leri ve dengelerinden bağımsız olarak gerçekleşemez, tam ter­
sine bunlara karşı verilecek savaşın bir ürünü olabilir. "Adı
olanların, adlarının onurunu kurtarmaya" yönelik verecekleri
bir savaşın ürünü.
Meşrulaştırım süreci toplumsal bağı kurmayı amaçlar;
amaçladığı sürece de işlersellik (performativity) kazanır. Post-
modern bilgi yeni meşrulaştırım kanalları bulabilir
—üniversitenin dışında. Yeterlik ölçütü tek ölçüt olarak ele
alınmayabilir. Bunlar için hemen her yönden eksiksiz olarak
bilgilendirilmiş, eksiksiz enformasyonlu öznelere gerek var­
dır. Yerleşik eğitim kurumları bunu sağlamaktan uzaktır.
Çünkü örgütlenmeleri bu amaç esasında gerçekleşmemiştir
vb. Bu savlar Lyotard için tartışmasının önemli savları
olmaktadır. Bu savların katılımcı oyuncular tarafından
desteklenmesi şarttır. Kitap bu yönde bir çağrıdır. Bunun için
yeni kurumsal örgütlenmeler (enstitü vb.) gerekebilir.
İçeriği ve üslubuyla postmodernizm için Türkçeye çevril­
miş ilk kitap olma özelliğine sahip olacak elinizdeki metnin,
zaten bilindiğini varsaydığım bir takım çeviri güçlükleri nede­
niyle zor gelebilecek bölümlerini yukarıda sıralanmaya çalışı­
lan noktaların ve tartışmaların ışığında değerlendirilmesi sanı­
rım faydalı olacaktır. Türkçe düşünerek ve yazarak biz de
postmodern dil oyunlarına katılabilirz -aksi, bizi kendi "adı­
mızdan" vazgeçmeye götürebilir. Kişisel olarak, bu çevirinin
böylesi bir vazgeçişe tepki olarak okunmasını dilemekteyim.
Çeviriyi çok sevdiğim kedim Birdy'ye adıyorum, okuyamaya­
cak olsa bile.

Ahmet Çiğdem
Bahçelievler, Ankara, 1990.

10
GİRİŞ

Bu çalışmanın nesnesi, son derece gelişmiş toplumlarda bilgi­


nin durumudur. Bu durumu tasvir etmek üzere postmodern ke­
limesini kullanmaya karar verdim. Kelime Amerika'da sosyo­
loglar ve eleştirmenler arasında kullanılagelmekte ve ondoku-
zuncu yüzyılın sonundan bu yana, edebiyat, güzel sanatlar ve
bilimdeki oyun kurallarını değiştiren dönüşümleri izleyen
kültürümüzün konumunu belirlemektedir. Elinizdeki çalışma,
bu dönüşümleri anlatılar (narratives) krizi bağlamına yerleştir­
meye çalışacaktır.
Bilim her zaman anlatılarla çatışma içinde olmuş; bilim öl­
çütü tarafından yargılanan anlatıların çoğunluğunun masal ol­
duğu görülmüştür. Ancak bilim, kendisini yararlı düzenlilik­
leri koymakla sınırlandırmadığı ölçüde ve hakikati aradıkça,
kendi oyununun kurallarını meşrulaştırmakla yükümlü kılın­
mıştır. Bilim böylece kendi konumuna bağlı olarak bir meşru-
11
luk söylemi üretmekte, bu söylem felsefe olarak adlandırıl­
maktadır. Modern terimini, kendisini bu tür Tinin diyalektiği,
anlamın yorumbilimi, rasyonel ya da çalışan öznenin özgürle-
şimi ya da zenginliğin yaratımı gibi temel anlatılara açık baş­
vurularda bulunan bir metasöyleme gönderme yaparak meş­
rulaştıran herhangi bir bilimi belirlemek üzere kullanacağım.
Sözgelimi bir önermenin doğruluk değeriyle göndereni ve alı­
cısı. arasındaki uzlaşımın kuralı, eğer rasyonel zihinler arasın­
daki mümkün bir oybirliği çerçevesinde tutulmuşsa, kabul
edilebilir olarak farzedilebilir: Bu, bilgi kahramanının iyi bir
etikopolitik amaç -evrensel barış- uğruna çaba sarfettiği Aydın­
lanma anlatısıdır. Bu örnekten görüleceği gibi, eğer bir meta-
anlatı bilgiyi meşrulaştırmaya koyulan bir tarih felsefesini imâ
ediyorsa, toplumsal bağı yöneten kuramların geçerliliğine iliş­
kin sorular ortaya çıkmaktadır ki bunlar da meşrulaştırılmalı-
dır. Böylece adalet, hakikatle aynı biçimde, temel bir anlatıya
emanet edilmektedir.
Ekstrem olanı basitleştirmek amacıyla, postmodern'i meta-
anlatılara yönelik inanmazlık (ineredulity) olarak tanımlayaca­
ğım. Bu inanmazlık kuşkusuz bilimlerdeki ilerlemenin bir
ürünüdür. Ancak bu ilerlemedir ki, akabinde, inanmazlığı
öngörür. Meşruluğun metaanlatısal aygıtının eskimişliğine, en
başta metafizik felsefenin ve geçmişte üzerinde yükseldiği
üniversite kurumunun krizi karşılık gelmektedir. Anlatısal iş­
lev, işlevcilerini (functors), en büyük kahramanını, tehlikele­
rini, yolculuklarını ve amacını kaybediyor. Anlatısal dil ögele-
rinin-anlatısal ancak düzanlamsal (denotative), buyurucu
(prescriptive) ve betimsel vb. - bulutları arasında kayboluyor.
Her bulutun içerisinde saklanan pragmatik değerlikler
(valencies) onun türüne özgüldür. Her birimiz bunların çoğu­
nun kavşağında yaşamaktayız. Bununla birlikte zorunlu ola­
rak sabit dil bireşimleri kurmamaktayız, kurduğumuz bire­
şimlerin özellikleri de zorunlu olarak iletimlenebilir değildir.

12
Böylece geleceğin toplumu, bir Newtoncu-antropolojinin
(mesela yapısalcılık ya da sistem teorisi) ihtisasından çok dil
takılarının pragmatiği içerisine düşmektedir. Bir çok ve farklı
dil oyunları vardır -bir öğeler heterojenliği. Yalnızca bunlar
yaralar halinde kurumlar, ortaya çıkarırlar -mevzi belirlenim­
cilik (local determinism).
Karar vericiler bununla birlikte toplumsallığın bu bulutla­
rını, girdi/çıktı matrislerine göre ve onların öğelerinin ölçüle-
bilirliğini ve de bütünün belirlenebilir olduğunu imâ eden bir
mantığı izleyerek yönetmeye teşebbüs, hayatlarımızı da ikti­
darın büyümesi için seferber ederler. Benzeri şekilde bilimsel
hakikat ve toplumsal adalet konularında, iktidarın meşrulaştı-
rılması, onun sistemin işlerliğini (performance) sağlamasına
dayalı olarak gerçekleşmektedir (yeterlik). Bu ölçütün bizim
bütün oyunlarımıza uygulanması zorunlu olarak yumuşak ya
da katı bir terör düzeyi içermektedir, bu terör işlersel, yani öl­
çülebilir de olabilir, gözden de kaybolabilir.
Maksimum işlerlik mantığı şüphemiz bir çok bakımdan tu­
tarsızdır, özellikle de sosyo-ekonomik alandaki çelişkiye ilişkin
olarak: Hem az (en az üretim maliyeti) hem de çok (aylak ke­
simin toplumsal baskısını azaltmak) çalışma talep etmektedir.
Ancak bizim inanmazlığımız şimdi öyle bir hale gelmiştir ki
Marx'ın yaptığı gibi bu tutarsızlıklardan kaynaklanacak her
hangi bir selâmet beklememekteyiz.
Hâlâ postmodern durum, meşruluk gideriminin
(delegitimation) kör olumsallığına olduğu kadar büyüden kur-
tulmuşluğa da yabancıdır. Meta-anlatılardan sonra meşruluk
nerede kalabilecektir?
İşlerlik ölçütü teknolojiktir, doğru ve adil olanı yargıla­
makla ilgisi yoktur. Uzlaşımda bulunacak meşruluk Haber-
mas'ın sandığı gibi tartışmayla mı elde edilmiştir? Böyle bir
uzlaşım dil oyunlarının heterojenliğine karşı şiddet uygular.
Ve yenilik daima ayrışmadan doğmuştur. Postmodern bilgi

13
otoritelerin basit bir aracı değildir. Farklılıklara olan duyarlılı­
ğımızı arındırmakta, karşılaştırılamazlığımız, hoşgörme yeti­
mizi pekiştirmektedir. İlkesi, uzmanın homolojisi değil, yeni-
likçinin paralojisidir .*
Sorun şu: Toplumsal bağın meşrulaştırılması yani adil bir
toplum tasarısı bilimsel etkinliğin paradoksuna benzer bir pa­
radoks çerçevesinde' mümkün müdür? Böyle bir paradoks ne
olacaktır?
Elinizdeki metin bir tesadüfün ürünüdür. Son derece geliş­
miş toplumlarda bilgi üzerine bir rapordur ve başkanının is­
teği üzerine Quebec Hükümeti Üniversiteler Korıseyi'ne su­
nulmuştur. Başkanın metnin basımına verdiği müsaadedeki
inceliğinden dolayı teşekkür etmek isterim.
Söylenmesi gereken, bu raporun yazarının bir uzman de­
ğil felsefeci (philosopher) olduğudur. Uzman neyi bilip neyi
bilmediğini bilir, felsefeciyse neyi bilip neyi bilmediğini bil­
mez. İlki sonuçlandırır, İkincisi sorgular. İki farklı dil oyunu
yani. Burada, onları bütünüyle başarılı olmayan bir sonuçla
birleştirmeye çalıştım.
Bir felsefeci kendisini hiç olmazsa, belirli felsefi ve etiko-
politik meşruiyet söylemlerinin formel ve pragmatik analizi­
nin -ki raporda bu tavır sözkonusudur- giderek gün ışığına çı­
kacağı düşüncesiyle uyumlayabilir. Rapor bu analizi biraz
sosyolojikleştirici bir eğilimden sunmaya hizmet edecektir,
budayan ancak aynı zamanda konumlandıran bir rapor yani.
Bu sıfatla, raporu, Enstitü tam başlıyorken, Üniversiteyi
sonu olabilecek şeye yaklaşmış olarak bulan bu gerçek
postmodern uğrakta, Paris VIII (Vincennes) Üniversitesi,
Felsefe Politeknik Enstitüsü'ne adıyorum.
J. F. Lyotard

* Homoloji: benzeşim; benzeşme üzerine söylem, paraloji; yanlış ve akla


karşı olma riskiyle birlikte farklılık ve aykırılık söylemi (y.h.n.)
14
POSTMODERN
DURUM
I. ALAN: BİLGİSAYARLAŞTIRILMIŞ
TOPLUMLARDA BİLGİ

Bizim çalışma hipotezimiz, toplumlar postendüstriyel; kültür­


ler de postmodern olarak bilinen çağa girdikçe bilginin konu­
munun değiştiğidir.1 Bu geçiş, Avrupa için yeniden-inşanın ta­
mamlanışını işaret eden 1950'lerin sonundan beri yürürlükte­
dir: Hızı, daha çabuk ya da yavaş ülkelere bağlı olup, bu
ülkeler içerisinde etkinlik sektörüne göre değişmektedir.
Genel durum, özetleyici bir bakış açısını güçleştiren geçici bir
kopuş durumudur.2 Betimlemenin bir parçası zorunlu olarak

1. Alain Touraine, La Société Postindustrielle (Paris, Denoel, 1969; Daniel


Bell, The Coming of Post-Industrial Society (New York, Basic Books,
1973); Ihab Hassan, The Dismemberment of Orpheus: Toward a Post Mo­
dern Literature (New York, OUP, 1971); Michael Menamou and Charches
Caramello, eds., Performance in Postmodern Culture (Wisconsin, Coda
Press, 1977); M. Kohler, "Postmodernismus: ein begriffgeschichtlier
Überlick11, Amerikastudien 22, 1 (1977).
2. Bunun klasik edebi bir ifadesi Michel Butor, Mobile: Etude pour une rep-
16
tahmini olacaktır. Ne olursa olsun, fütürolojiye çok büyük bir
inanç beslemenin akıllıca olmadığını biliyoruz.3
Kaçınılmaz olarak eksik kalacak bir resmi boyamaktan
çok, çalışmamızın nesnesini dolaysız olarak tanımlayan basit
bir özelliği hareket noktam olarak alacağım. Bilimsel bilgi bir
söylem türüdür. Ayrıca son kırk yıl içinde "önde gelen" bi­
limler ve teknolojiler dille ilgilenmek durumunda kalmışlar­
dır: fonoloji ve linguistik teorileri.4 iletişim ve sibernetik
problemleri,5 modern cebir ve bildirişim (informaties) teori­
leri,6 bilgisayarlar ve onların dilleri,7 tercüme sorunları ve
bilgisayar dilleri arasındaki yarışma alanlarının araştırılması,8
enformasyon, birikim ve veri bankalarına ilişkin sorunlar,9
telematik ve zeka terminallerinin kusursuzlaştırılması,10 ve

résentation des Etats-Unis (Paris, Gallimard, 1962)'de bulunmaktadır.


3. Jib Fowles, ed., Handbook of Futures Research (Westport, Conn.: Gre-
envvood Press, 1978).
4. Nikolai S. Trubetskoi, Grundzüge der Phonologie (Prague, cilt 7, 1939).
5. Norbert Wiener, Cyberbetics and Society: The Human Use of Human Se­
ings (Boston, Houston Mifflin, 1949); William Ross Ashby, An Introduc­
tion to Cyberbetics (London, Chapman and Hall, 1956).
6. Johannes von Neumann'in (1903-57) çalışmasına bkz.
7. S. Bellert, "La Formalisation des systèmes cybernétiques, "in Le Con­
cept d'information dans la science contemporaine (Paris, Minuit, 1965).
8. Georges Mounin, Les Problèmes théoriques de la traduction (Paris, Gal­
limard, 1963). IBM 360'lann yeni bir türüyle bilgisayar devrimi 1965'e ka­
dar uzanır: R. Moch, "Le Tournant informatique", Documants contributifs,
Annex 4, L'Informatisation de La société (Paris, 1978), R. M. Ashby, "La
Seconde Génération de la micro-électronique", La Recherche 2 (June 1970),
127 vd.
9. C. L. Gaudfernan and Taib, "Glossarie", in P. Nora and A. Mine, L'Infor­
matisation de la société (Paris, 1978); R. Béca, "Les Banques de données"
Nouvelle informatique et nouvelle croissance, Annex 1, L'Informatisation
de la société.
10. L. Joyeux, "Les Applicaitons avancées de l'informatique", Documents
contributifs. Ev terminalleri (Uyumlanmış Video Terminalleri) 1984'den
önce ticarileştirilmiş bulunup, Uluslararası Kaynak Gelişimi'nin bir rapo­
runa göre 1.400. dolar dolayında bir fiyata malolmaktadır: The Home Ter­
minal (Conn., l.R.D Press, 1979).
17
paradoksoloji.11 Olgular kendileri için konuşmaktadır (ve bu
liste de tüketici değildir).
Bu teknolojik dönüşümlerin bilgi üzerinde hatırı sayılır bir
etkiye sahip olması beklenilebilir: Bunun iki esas işlevi —araş­
tırma ve kazanılmış öğrenmenin aktarımı— zaten etkiyi hisse­
diyor ya da gelecekte hissedecektir. İlk işleve bağlı olarak, ge­
netik bilimi sokaktaki adam için algılanabilir bir örnek sun­
maktadır. Genetik bilimi, teorik paradigmasını sibernetiğe
borçludur. Bir çok diğer örnek zikredilebilir. İkinci işlev içinse,
makinelerin küçültülmesi ve ticarileştirilmesinin, zaten öğ­
renmenin kazanıldığı, sınıflandırıldığı, tüketime sunulduğu
ve sömürüldüğü yolları değiştirmesinin ortak bir bilgi haline
gelmesi örneği verilebilir.12 Enformasyon-sağlayıcı makinele­
rin verimli kılınmasının insan dolaşımı (taşıma sistemleri) ve
sonra da ses ve görsel imgelerin (medya) dolaşımında olduğu
kadar öğrenim dolaşımı konusunda da bir etkiye sahip oldu­
ğunu ve olmayı sürdüreceğini varsaymak akla uygundur.13

11. Paul Watzlawick, Janet Helmick-Beavin, Don D. Jackson, Pragmatics


of Human Communication: A Study of Interactional Patterns, Pathologies,
and Paradoxes (New York, Norton, 1967).
12. Groupe D'analyse et de perspective des systèmes économiques et tech-
nologiques'den J.M. Treille şunu söylemektedir: "Özelde yarı kondüktör ve
lazer teknolojisinin kullanılması olmak üzere, birikmiş enformasyonun
(bildirişim) yayılmasının yeni imkanları konusunda herşey söylenmemiş­
tir... Yakında herkes ucuz yolda enformasyonu arzu ettiği yerde depolamaya
ve dahası özerk bir şekilde işletmeye muktedir olacaktır" {La Semaine Me­
dia, 16, 16 Şubat 1979). Ulusal Bilim kurumu tarafından yapılan bir çalış­
maya göre, iki yüksek okul öğrencisinden biri bunu başarabilecektir. (Le
Semaine media, 13, 25 Ocak).
13. L. Brunei, Des Machines et des hommes (Montreeal, Québec Science,
1978); Jean-Louis Missika and Dominique Wolton, Les réseaux pensants
(Libraire technique et documentarie, 1978). Québec Eyaleti ve Fransa ara­
sında video koferanslarının kullanılışı sıradan hale gelmiştir. Diğer bir ör­
nek elektronik gazetecilik tarafından verilmektedir. Üç büyük Amerikan
şirketi (ABC, NBC ve CBS) bütün dünyadaki üretim stüdyolarının sayısını,
hemen hemen uyduyla tüm olayları elektronik olarak kaydedip Amerika'ya
18
Bilginin tabiatı bu genel dönüşümler bağlamında değiş­
meksizin kalamaz. Eğer öğrenme sadece enformasyon nicelik­
lerine dönüştürüldüyse, yeni kanallara uyup, işlersel olabi­
lir.14 Bu kurulmuş bilgi bütününde bu yolda tercüme edile­
meyecek herhangi bir şeyin ortadan kaldırılacağını ve yeni
araştırma yönünün, bilgisayar diline tercüme edilebilir olgusal
sonuçlarının mümkünâtı tarafından belirleneceğini kestirebili­
riz. Şimdi bilginin "üreticileri" ve kullanıcıları, öğrenmeyi ya
da bulmayı istedikleri ne olursa olsun, bu dillere tercüme araç­
larına sahip olmalıdırlar ve olmak zorunda kalacaklardır da.
Tercüme makineleri üzerindeki araştırma zaten ilerlemiş du­
rumdadır.15 Bilgisayarların hegemonyasının yanısıra belirli
bir mantık ve dolayısıyla hangi önermelerin "bilgi" önermeleri
olarak kabul edileceğini belirleyen bir buyurucu hükümler
kümesi gelmektedir.
Böylece "bilgi kullanıcı" ya (knower) ilişkin olarak —bilgi
sürecinin hangi noktasını işgal ediyorsa etsin— bilginin bütü­
nüyle bir dışsallaştırılması olayıyla karşılaşabiliriz. Bilginin
kazanılmasının zihinlerin ve hatta bireylerin yetiştirilmesi

transfer edilebilecek düzeyde arttırmıştır. Yalnızca Moskova'daki büro hâlâ


film üzerinde çalışmaktadır, bu filmler uydu nakli için Frankfurt'a gönderil­
mektedir. Londra büyük bir "paketleme noktası" olmuştur.
14. Enformasyon birimi parçacıldır. Bu tanımlamalar için bkz. Gaudfernan
and taib, "Glossaire". Bu konu René Thom'da tartışılmaktadır. "Un prut ce­
de la sémantique" l'information" (1973) in Modeles math'mathématiques de
la morphonogenese (Paris, Union Générale d’Edition, 1974). Özelde mesaj­
ların kodlara geçirilmesi çift anlamlılıkların ortadan kaldırılmasına izin
vermektedir, bkz., Watzlavvick et. al., Pragmatics of Human Communica­
tion, s.98.
15. Craig ve Lennox firmaları paket tercümanların ticari üretimini ilan et­
mişlerdin anında alımlama ve herbiri için 1500 kelime içeren dört farklı dil
için hafızalı dört modül. Weidner İletişim Sistemleri Şirketi saat başına
600'den 2400'e çoğaltılacak normal bir tercüman kapasitesine ulaşan ve bir
Multilingual Word Processor (Çokdilli Kelime İşleticisi) geliştirmiştir;
ikidilli sözlük, eşanlamlılar sözlüğü ve gramatik dizinden oluşan üç
boyutlu bir hafızayı içermektedir; (La Semaine media 6,6 Ekim, 1978, 5).
19
(Bildung) sürecinden ayrılamayacağı hakkında eski ilkenin
modası geçmektedir ve bundan sonra daha da geçecektir. Bilgi
kullanıcıları ve arzedicilerinin arzettikleri ve kullandıkları bil­
giyle olan ilişkileri, mal üretici ve tüketicilerinin, ürettikleri ve
tükettikleri mallarla olan ilişkisinin gerçekleştiği bir
(ekonomik) değer formunda gerçekleşmektedir. Bilgi satılmak
üzere üretiliyor ve satılmak üzere üretilecek, yeni bir
üretimde kıymetlendirilmek üzere tüketiliyor, tüketilecek. Her
iki durumda da amaç mübadeledir. Bilgi kendinde bir amaç
olmaktan uzaklaşmakta, "kullanım-değerini" kaybet­
mektedir.16
Bilginin son bir kaç on yıl içerisinde üretimin esas gücü ol­
duğu yaygın bir şekilde kabul edilmektedir.17 Bu durum za­
ten yüksek derecede gelişmiş ülkelerdeki işgücü kompozis­
yonu üzerinde kaydedilebilir bir etkiye sahiptir18 ve gelişen

16. Jürgen Habermas, Erkenntis und Interesse (Frankfurt, Suhrkamp,


1968).
17. İnsanın tabiat anlayışı ve toplumsal bir beden olarak varlığı aracılı­
ğıyla tabiat üzerindeki efendiliği... üretim ve zenginliğin büyük temel-taşı
(Grundpeeller) olarak gözükmektedir", öyle ki "genel toplumsal bilgi bir
doğrudan üretim gücü olmaktadır", diye yazar Marx, Grundrisse’de (Berlin,
Dietz Verlag, 1953 s.593). Bununla birlikte Marx, "yalnızca bilgi for­
munda değil, aynı zamanda toplumsal pratiğin dolaysız organları olarak”
öğrenme “makineler biçiminde güç haline gelmektedir: Makinalar "insan
eli tarafından yaratılan insan beyninin organları, nesneleştirilmiş bilgi gü­
cüdürler" sonucuna varmaktadır. Bkz. Paul Mattick, Marx and Keynes: The
Limits of the Mixed Economy (Boston: Extending Horzion Books, 1969).
Bu nokta Lyotard'da tartışılmaktadır, "La Place de l'aliénation dans le reto­
urnement marqxiste" (1969) in Dérive a partir de Marx et Freud (Paris,
Union Générale Edition, 1973), ss. 78-166.
18. ABD'de işgücü görünümü yirmi yıllık bir dönemde aşağıda belirtildiği
gibi değişmiştir. (1950-71):

1950____________ 1971

% 62_____________ % 51.4 Fabrika, hizmet sektörü ve zirai işçiler


7.5 14.2 Profesyoneller ve teknisyenler
20
ülkeler için temel bir inkitayı oluşturmaktadır. Postendüstriyel
ve postmodern çağda bilim, millî-devletlerin üretici kapasite
alanındaki önceliğini koruyacak ve şüphesiz onu güçlendire­
cektir. Gerçekte bu durum gelişmiş ve gelişen ülkeler arasın­
daki boşluğun gelecekte eskisinden daha geniş olarak büyüye­
ceği sonucuna götüren sebeplerden birisidir.19
Ancak sorunun bu boyutu kendisi için tamamlayıcı olan
diğer boyutunu gölgelememelidir. Enformasyon malı formun­
daki bilgi, üretici güçlerden ayrılamaz bir biçimde güç için
dünyanın her tarafındaki rekabetin zaten esas bir parçasıdır ve
belki de esas parçası olmaya devam edecektir. Millî-devletlerin
bir gün geçmişte toprak denetimi ve daha sonra ham
maddeler ve ucuz emeğin ele geçirilmesi ve sömürülmesi için
savaştıkları gibi enformasyonun denetimi için de savaşacakları
inandırıcı gözükmektedir. Yeni bir alan bir taraftan
endüstriyel ve ticari stratejiler diğer taraftan ise askeri
stratejiler için açılmış bulunmaktadır.20
Ancak yukarıda özetlediğim perspektif benim gösterdiğim
kadar basit değildir. Çünkü bilginin ticarileştirilmesi
(merkantilizasyonu), öğrenimin üretim ve dağıtımına ilişkin
olarak millî-devletin hoşlandığı ve hoşlanacağı önceliği etki­
lemek durumundadır. Öğrenimin, toplumun zihni ya da

30.0 34.0 Bürokratlar


(Statistical Abstracts, 1971)
19. Yüksek düzeyde bir teknisyen veya normal bir bilim adamının "yetişti­
rilmesi" için gereken zamanın, ham maddelerin çıkartılması ve para-serma-
yeye dönüştürülmesi için gereken zamana olan mukayesesi nedeniyle.
1960'ların sonunda Mattick, net yatırım oranını az gelişmiş ülkelerde
GSMH'nın % 3-5, gelişmiş ülkelerde % 10-15 olarak tahmin etmiştir ( M a r x
and Keynes, s.248).
20. Nora et Mine, L'Informatisation de la société, özellikle 1. Bölüm, "Les
défis"; Y. Stourdzé, "les Et ats-Unis et la querre des communications". Le
Monde, 13-15 Ekim 1978. 1979'da dünya telekomünikasyon araçlarının
pazar değeri 30 milyar dolardır; takip eden on yılda bu rakamın 68 milyon
dolara ulaşacağı tahmin edilmektedir (La Semaine media 19, 8 Mart 1979).
21
beyni olarak Devlet'in denetimine bırakıldığı düşüncesi karşıt
bir ilkenin çoğalan gücüyle birlikte çok ama çok modası geç­
miş olacaktır. Bu karşıt ilkeye göre toplum yalnızca içerisin­
deki dolaşan mesajların enformasyon olarak zengin ve kod-çö-
zümü kolay olduğunda varolacak ve ilerleyecektir. Bilginin ti-
carileştirilmesiyle el ele giden iletişimsel "geçirgenlik"
(transparency) ideolojisi Devleti bir "gürültü" ve bir donukluk
faktörü olarak algılamaya başlıyacaktır. Bu bakış açısından
ekonomi ve Devlet arasındaki ilişki sorunu yeni bir aciliyetle
ortaya çıkma tehdidinde bulunur.
Zaten son yirmi-otuz yıl içerisinde ekonomik güçler, çoku­
luslu şirketler tarafından işleyen sermaye dolaşımının yeni bi­
çimleri aracılığıyla Devletin konumunu tehlikeye sokma nok­
tasına ulaşmışlardır. Bu yeni dolaşım biçimleri yatırım kararla­
rının hiç olmazsa kısmen millî-devletlerin denetiminin dışına
çıktığını imâ etmektedir.21 Bu tehdit edici sorun telematik ve
bilgisayar teknolojisinin gelişimiyle birlikte eskisinden daha
çok ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi IBM gibi bir firmanın yer­
yüzünün mahrek alanında bir kuşak işgal etmek ve iletişim
uyduları ya da veri bankası uyduları fırlatmak üzere yetkili
kılındığını farzedin. Kim bunların gücüne sahip olabilecektir?
Hangi kanal ya da verinin yasak olup olmadığını kim belirle­
yecek? Devlet mi? Veya devlet sadece diğerlerinin arasında bir
kullanıcı mı olacak? Yeni yasal sorunlar ve bunlarla birlikte
"kim bilecek" meselesi ortaya çıkacak.
Bilginin tabiatındaki dönüşüm o zaman, varolan kamusal
güçler üzerinde hem fiilî hem hukukî olarak geniş şirketler ve
çok genel biçimde sivil toplumla olan ilişkilerini gözden ge­
çirmeye zorlayacak tepkilere yol açabilir. Dünya pazarının ye-

21. F. De Combret, "Le redéploiment industriel", Le Monde, Nisan 1978;


M. Lepage, Domain le capitalisme (paris. Le Livres de Poche, 1978); Alain
Cotta, La France et l'impératif mondial (Paris, PUF, 1978).
22
niden açılması, daha tutarlı bir ekonomik rekabete geri dönüş,
Amerikan kapitalizminin hegemonyasının kırılışı, sosyalist bir
alternatifin çöküşü, muhtemel bir Çin pazarının açılışı
—bunlar ve bir çok diğer etmen 1970'lerin sonlarında Devlet­
leri 1930'lardan bu yana oynamaya alıştıkları yatırımlara kıla­
vuzluk etme ve yönlendirme rolü konusunda ciddi bir değer­
lendirmeye hazırlamaktadır.22 Bu bakımdan, yeni teknolojiler
sadece böyle bir yeniden gözden geçirmenin âciliyetini arttıra­
bilirler, çünkü bunlar karar vermede (dolayısıyla denetim
araçlarında) kullanılan enformasyonu eskisinden daha hare­
ketli ve intihale elverişli yapmaktadır.
"Eğitimsel" değeri ve siyasal (idari, diplomatik, askeri)
öneminin yerine parayla benzer dolaşım çizgilerine sahip öğ­
renimi, görselleştirmek zor değildir. Kalıcı ayırım bilgi ve ce­
halet arasında olmayacaktır artık ancak tıpkı para konusunda
olduğu gibi, "ödeme bilgisi" ve "yatırım bilgisi" arasında, bir
başka deyişle, bir projenin işlerliğini sağlamaya adanan bilgi
fonlarına karşı gündelik hayatın sürdürülmesi çerçevesinde
mübadele edilen bilgi birikimleri (işgücünün yeniden inşası,
"varkalmak") arasında olacaktır.
Eğer olay buysa, iletişimsel geçirgenlik liberalizme benzer
olacaktır. Diğerleri sadece borçları ödeme eşyası olurken libe­
ralizm, içerisinde bazı kanalların kullanıldığı para akışı örgüt­
lenmesine engel olmaz. Benzeri şekilde, diğerleri her şahsın
toplumsal bağa sürekli borcunu yeniden ödemek üzere kulla­
nılırken, bazılarının "karar vericiler" için ayrıldığı, özdeş tabi­
atın özdeş kanalları boyunca hareket eden bilgi akışları da ta­
hayyül edilebilir.

22. Bu bir “yönetimin zayıflatılması" ve "minimal devlete" ulaşılması so­


runu; 1974'de başlıyan "bunalıma" eşlik eden Refah Devleti'nin çöküşüdür.
23
2. SORUN: MEŞRULAŞTIRMA

Meşrulaştırma, içerisinde bilginin konumu sorununu irdele­


mek istediğim alanı tanımlıyan çalışma hipotezidir. Bu se­
naryo, bizimkinden bütünüyle farklı bir ruhta ilerlemiş olma­
sına rağmen, "toplumun bilgisayarlaştırılması" adıyla varola-
gelen senaryoya yakın olup, ne özgün olma iddiasındadır ne
de doğru. Bir çalışma hipotezi için gerekli olan, ayırdetme için
yeterli bir kapasiteye sahip olmasıdır. En yüksek derecede ge­
lişmiş toplumların bilgisayarlaşması senaryosu, abartılı bir an­
lamlandırma riskine rağmen, bize bilginin dönüşümünün be­
lirli boyutları ve onun kamusal güç ve sivil kurumlar üzerin­
deki etkilerini ortaya koymaya izin vermektedir —bu etkilerin
başka bakış açılarından algılanması güç olacaktır. Bizim hipo­
tezimiz buna göre, gerçekliğe ilişkin olarak öndeyileyici bir
değer uyarlamamalı, fakat ortaya çıkan sorunlar hakkında

24
stratejik bir değer koymalıdır.
Buna rağmen, bu hipotezin güçlü bir güvenilirliği vardır
ve bu anlamda bizim onu seçmemiz keyfî değildir. Sorun uz­
manlar tarafından geniş bir biçimde tasvir edilmektedir23 ve
tele-iletişim endüstrisinin işletilmesi gibi hükümet kurumları-
nın ve özel firmaların oldukça doğrudan ilgilendiği belirli ka­
rarlara kılavuzluk etmektedir zaten. Bir dereceye kadar göz­
lemlenebilir gerçekliğin bir parçasıdır. Nihayet sözgelimi
dünyanın enerji problemlerini çözmedeki sürekli bir başarısız­
lıktan kaynaklanan ekonomik durgunluk veya genel bir geri-
çekilmeden öte, bu senaryonun yürürlüğe girmesi için iyi bir
şans vardır. Çağdaş teknolojinin, toplumun bilgisayarlaştınl-
masına bir alternatif olarak hangi yönü tutturacağını tahmin
etmek zordur.
Bütün bunlar hipotezin banal olduğunu söylemek gibi bir
şey oluyor. Ancak ekonomik büyüme ve sosyopolitik gücün
birbirinin tabii tamamlayıcıları olduğu bilim ve teknolojideki
genel ilerleme paradigmasına meydan okumayı başaramadığı
ölçüde böyle. Bilimsel ve teknik bilginin birikimli olması hiç
bir zaman sorgulanmamıştır. En fazlası, tartışılan şey biriki­
min aldığı biçim olmuştur. Bazıları düzetjli, sürekli ve benzer­
siz, bazıları ise dönemsel, süreksiz ve çatışmalı olarak res-
metmişlerdir.24
Ancak bu herkesçe bilinen önermeler yanıltıcıdır. İlkin, bi­
limsel bilgi, bilginin bütünlüğünü temsil etmez, başka tür bir
bilgiye ilave olarak, onunla rekabet ya da çatışma içerisinde

23. "La Novelle Informatique et ses utilisateurs", Annex 3, L'Informatisa­


tion de la société (8. not)
24. B.P. Lecuyer, "Bilan et perspectives de la sociologie des sciences dans
les pays occidentaux", Archives européennes de sociologie 19 (1978):
257-336 (Bibliografya). Amerikan ve İngiliz örnekleri üzerine iyi bir en­
formasyon, 1970'lerin başına kadar Merton okulunun hegemonyası, ve
özellikle Kuhn'un etkisi altındaki mevcut ayrışma. Ancak Alman bilim
sosyolojisi hakkında çok bilgi verilmemiş.
25
bir bilgi biçimi olarak varolmuştur. Bu başka tür bilgiyi ben
yalınlık istemlerindeki anlatı olarak adlandıracağım
(karakteristikleri sonra tasvir edilecektir). Bununla anlatısal
bilginin, bilim üzerinde egemen olacağını kastetmiyorum, an­
cak anlatısal bilginin modeli, çağdaş bilimsel bilginin yoksul
bir figür olarak (özellikle "bilen"e ilişkin olarak bir dışsallaş-
maya uğrayan ve daha öncekinden çok daha büyük bir
oranda kullanıcısından yabancılaşan) gözüktüğü duruma
yakın içsel bir denge ve şenliklilik düşüncesine yakındır.25
Araştırmacı ve öğretmenlerin demoralize edilmesi sonucu
önemsiz sayılamaz. 1960'larda, yüksek derecede gelişmiş
toplumların hepsinde olayın, bu meslekleri icra etmeye
hazırlananlar arasında patlayıcı noktaları yakaladığı bilinen
bir olgudur. Bu beladan kendilerini kurtaramayan üniversite
ve laboratuvardaki verimlilikte hatırı sayılır bir düşüş
olmuştur.26 Bunun bir ümit veya korkuyla bir devrime yol
açacağını ummak (60'larda böyle olmuştu) sorunun dışına
çıkmak demektir: Bu tavır, bir gecede post-endüstriyel
toplumdaki nesnelerin düzenini değiştiremeyecektir. Bilim
adamlarının üzerindeki bu şüphe, bilimsel bilginin bugünkü
ve gelecekteki durumunu değerlendirmede temel olarak ele
alınmalıdır.
İkinci nokta olarak yani bilim adamlarının demoralizasyo-
nunun merkezi meşrulaştırma sorunu üzerindeki etkisi nede­
niyle de bu ele alış bütünüyle zorunlu olmaktadır. Bu keli­
meyi otorite sorununu tartışan çağdaş Alman teorisyenlerden
daha geniş bir anlamda kullanıyorum.27 Herhangi bir medeni

25. Terime Ivan Illich tarafından ağırlık verilmiştir, Tools for Convivi­
ality (New York, Harper and Row, 1973).
26. Bu "demoralisation" hakkında bkz. A. Jaubert et J.M. Levy, Leblonds,
(eds)., (Auto) Critique de la science (Paris, Seuil, 1973) 1. Bölüm.
27. Jiirgen Habermas, Legitimationsprobleme in Spätkapitalismus
(Frankfurt, Suhrkamp, 1973).
26
kanunu örnek olarak alınız: Bu kanun belirli bir kategori için­
deki yurttaşların özgül bir eylem türünü yerine getirmeleri
gerektiğini vurgulamaktadır. Meşrulaştırma, bir kanun koyu­
cunun, böylesi bir kanunu norm olarak çıkarmaya yetkili kı­
lındığı bir süreçtir. Şimdi de bir bilimsel önerme örneğini ele
alınız: Bu önerme, bilimsel olarak kabul edilmek için, 'bir
önerme belirli bir şartlar kümesini yerine getirmelidir' kura­
lına uymak zorundadır. Bu durumda meşrulaştırma, bilimsel
söylemle ilgilenen bir "kanun koyucunun" konulan şartlarda
(genelde içsel tutarlılık ve deneysel doğrulama şartları) bir
önermenin bilimsel cemaat tarafından ele alınması için
bilimsel söyleme içerilip içerilmeyeceğini belirlediği bir
süreçtir. Konulan bu paralellik zorlama gözükebilir. Ancak
görüleceği üzere böyle değildir. Bilimin meşruluğu sorunu
Platon'dan beri kanun koyucunun meşruluğuna ayrılmaz bir
biçimde bağlıdır. Bu bakış açısından neyin doğru olduğuna
karar vermek, önermelerin tabiatları gereği farklı bu iki
otoriteye bağlanması durumunda bile, neyin adil olduğuna
karar vermekten bağımsız değildir. Burada önemli olan, etik
ve politik olarak adlandırılan dille, bilim olarak adlandırılan
dil arasında belirli bir içsel bağlantı olduğudur. İkisi de aynı
perspektiften, aynı "seçişten" kaynaklanmaktadır
—denilebilirse Batı adı verilen seçişten.
Bilimin daha önce olduğundan çok daha fazla ve bütü­
nüyle, yeni teknolojilerin yanısıra egemen güçlere teslim ol­
muş gözüktüğü ve bunların çatışmalarında başat bir unsur
olma tehlikesini içerdiği bir zamanda, bilimsel bilginin varo­
lan konumunu incelediğimizde, çifte bir meşrulaştırma
sorunu, arkaplana geri çekilmekten öte, zorunlu olarak öne
çıkmaktadır, çünkü sorun kendisinin en eksiksiz formunda,
yani tekrar eski halinde ortadadır: Bilginin ne olduğuna kim
karar verecektir ve hangi ihtiyaçların karara bağlanacağını
kim bilecektir? Bilgisayar çağında, bilgi sorunu şimdi

27
eskisinden daha çok bir hükümet sorunudur.
3. YÖNTEM: DİL OYUNLARI

Bu sorunu ileriye sürülen çerçeve içerisinde analiz ederken


belli bir prosedürü tercih ettiğimi okuyucu farkedecektir: Dil
olgularını, özelde de onların pragmatik boyutunu vurgula­
dım.28 Bundan sonra ne söyleneceğini açık kılmak için kısa ol-

28. Peirce'ün semiyotiğinin izinde sentaktik, semantik ve pragmatik alan­


ların ayrımı Charles W. Morris tarafından yapıldı: "Foundations of the
Theory of Signs", in Otto Neurath, Rudolp Carnap, and Charles Morris,
eds., International Enclopedia of Unified Science, vol. 1, Bölüm 2 (1938):
77-137. Bu terimin kullanılmasında özellikle Ludwig Wittgenstein, Philo­
sophical Investigations'a (New York, Macmillan, 1953) gönderme yapıyo­
rum; J.L. Austin, How to Do Things with Words (Oxford, Oxford University
Press, 1962); Jürgen Habermas, “Unbereitende Bemerkungen zu einer The-
orie der kommunikativen kompetens" in Habermas and Luhmann, Theorie
der Gesellchaft oder Sozialtechnologie (Stutgart, Suhrkamp, 1971); J. Po­
ulin, "Vers une pragmatique nucleaire de la communication" (Üniversite de
la Montreal, 1977). Bkz. Watzlavvick et. al. Pragmatics of Human Commu­
nication (11. not).
29
makla birlikte pragmatik terimiyle neyin kastedildiğini özetle­
mek faydalı olacaktır.
"Üniversite hastadır" gibi düzanlamsal bir ifade
(denotative utterance) 29 bir mülakat ya da konuşma bağla­
mında sarfedilmiş olup, göndericisini (önermeyi dile getiren
kişi) ve alıcısını (bu önermeyi algılayan kişi) ve de önermenin
ilgilendiği şeyi yani göndermenin nesnesini özgül bir yolda
konumlamaktadır: İfade göndericiyi, "bilicinin" (üniversitenin
hangi durumda olduğunu bilen) konumuna yerleştirir ve
açımlar. Alıcı, bilicinin kabul edilmesi ya da reddedilmesi
durumuna konulmuştur. Önermenin nesnesi (referent)
düzanlamlara özgü bir yolda ele alınmıştır; kendisine
göndermede bulunan önerme tarafından açıklanan ve doğru
olarak özdeşleştirilmeyi talep eden bir şey olarak.
Eğer "üniversite açıktır" gibi bir açıklamayı (declaration)
düşünecek olursak (bir tören sırasında dekan ya da rektör tara­
fından dile getirilmiştir) önceki özgülleştirmelerin artık uygu­
lanmayacağı açıktır. Doğal olarak ifadenin anlamı anlaşılmak
zorundadır, fakat bu genel bir iletişim durumudur ve bize
farklı tür ifadeleri veya onların özgül etkilerini ayırdetmede
yardım etmez. Bu ikinci 'İşlersel"(performative) ifadenin ayır-
dedici özelliği30, dile getirilmesiyle çakışan önermenin nesnesi
üzerindeki etkisidir. Üniversite açıktır çünkü yukarıda

29. "Düzanlam" (Denotation) burada mantıkçıların klasik kullanışındaki


"betimlemeye" karşılık gelmektedir. Quine, "düzanlamı" herhangi bir
şeyin "doğruluğu"yla değiştirir; bkz, W.V. Quine, Word and Object
(Cambridge, Mass.: MIT Press, 1960). J.L. Austin, How to Do Things with
Words, s.39, "betimsel" yerine "kalıcıyı" yeğlemektedir.
30. "İşlersel" (performative) terimi Austin'den bu yana dil teorisinde sarih
bir anlam temelinde ele almaktadır. Bu kitapta, kavram, bir girdi/çıktı ora­
nına göre ölçülen yeni ve muteber yeterlilik anlamındaki, özelde bir siste­
min "işlerselliği" terimiyle birlikte yeniden ortaya çıkacaktır. İki anlam
birbirinden çok uzak değildir. Austin'in işlemsel kavramı optimal işlemi
yerine getirmektedir.
30
zikredilen şartlarda açık olduğu ilan edilmiştir. Bunun böyle
olması, önermenin gönderildiği yer (alıcı) açısından doğrula­
maya ya da tartışmaya tabi değildir, çünkü dolaysız olarak
ifade tarafından yaratılan yeni bağlam içerisine yerleştiril­
miştir. Gönderici için olduğu gibi, alıcı da böyle bir önermeyi
kuracak otoriteyle yüklemlenmelidir. Gerçekte bunu başka bir
biçimde söyleyebilirdik: Gönderici dekan ya da rektör yani bu
türden önermeyi dile getirecek otoriteyle yükümlenmiş kişi,
yalnızca doğrudan gönderileni (önermenin nesnesi, référant,
burada üniversite) ve alıcıyı (üniversite personeli), işaret etti­
ğim biçimde, etkileyebildiği sürece bu konuma sahiptir.
Farklı bir durum "üniversiteye para ver" türünden ifade­
leri içermektedir, bunlar buyuruculardır ve emirler, komutlar,
tavsiyeler, istekler, dualar ve ricalar vb. biçiminde tanzim edi­
lebilirler. Terimi geniş anlamda (örneğin bir günahkarın ba-
ğışlayıcılık iddiasındaki bir tanrı üzerindeki otoritesini de içe­
recek biçimde) kullanırsak, burada gönderici açıkça bir otorite
konumuna yerleştirilmiştir: yani, gönderici, alıcının kendisine
gönderme yapılan eylemi yerine getirmesini beklemektedir.
Buyurmanın pragmatiği alıcı ve gönderilenin durumlarında
çok büyük değişiklikler gerektirmektedir.31
Başka bir düzende tekrar bir sorun, vaad, edebi bir tasvir,
bir anlatılama vb.'nin yeterliliğini (efficiency) özetliyorum.
Wittgenstein, dil incelemesini bir sıyrıktan alıp, dikkatini
farklı söylem biçimlerinin etkileri üzerinde yoğunlaştırır. Dil
oyunları32 (bir kaçını ben yukarıda sıralamıştım) etrafında öz­
deşleştirdiği muhtelif türden ifadeleri ortaya koyar. Dil oyun­
larıyla kastettiği, çeşitli ifade kategorilerinin her birinin, bun­
ların özelliklerini belirleyen kurallar ve konulabilecekleri ya-

31. Bu kategorilerin yeni bir analizi Habermas'ta bulunmakta, "Unbere-


itende Bemerkungen", ve Poulain tarafından tartışılmaktadır, "Vers une
pragmatique nucléaire".
32. Philosophical Investigations, 23. kısım.
31
rarlar çerçevesinde tanımlanabilir olmasıdır —tıpkı her parça­
nın özelliklerini belirleyen bir kurallar kümesiyle tanımlanan
satranç oyununda olduğu gibi; bunları hareket ettirmenin en
uygun yoluyla.
Dil oyunları hakkında şu üç gözlemde bulunmak faydalı
olacaktır: Birincisi, bunların kuralları kendi içerisinde kendi
meşruluklarını taşımazlar, ama açık ya da örtük bir anlaşma­
nın (oyuncular arasındaki bir anlaşmanın) nesnesidirler —bu
oyuncuların kuralları keşfettiğini söylemek _doğru değildir.
İkincisi eğer kurallar yoksa oyun da yoktur.33 Hatta bir kura­
lın son derece küçük tâdili bile oyunun tabiatını değiştirir; bir
"hareket" ya da ifade kuralları tatmin etmiyorsa, tanımla­
dıkları oyuna ait değildirler. Üçüncü nokta biraz önce söyleni­
len şey tarafından önerilmektedir: Her ifade bir oyundaki
"hareket" olarak düşünülmelidir.
Bu son gözlem bir bütün olarak yöntemimizin altını çizen
ilk ilkeyi vermektedir: Oynama ve genel agonistik (cedel) ala­
nına düşen konuşma edimleri34,35 anlamında konuşmak, dö­
vüşmektir. Bu zorunlu olarak kazanılmak üzere oynanıldığı
anlamına gelmez. Bir hareket, keşfedilmesinden dolayı duyu-

33. John von Neumann and Oskar Morgensternn, Theory of Games and Eco­
nomic Behavior (Princeton University Press, 1944), s.49: "Oyun kendisini
betimleyen kuralların bütünlüğüdür". Bu ifade Wittgenstein’in yaklaşımına
yabancıdır, zira onun için oyun kavramı, tanımlama zaten bir dil oyunu ol­
duğundan, bir tanım tarafından kuşatılamaz (Philosophical Investigations,
özellikle bkz. 65-84. kısımlar).
34. Kavram Searle'den gelmektedir: "Konuşma edimleri... dilsel iletişimin
temel ya da en küçük birimleridir" (Speech Acts, s.16). Bense bu edimleri
iletişim alanından çok agon (oyunlardaki tartışma) alanına yerleştiriyo­
rum.
35. Agonistik (oyun ve ödül-kazanma teori ve sanatı) Heraklitus'un ontolo­
jisinin temelidir. Sadece tragedyanlar olmaksızın, Sofistlerin diyalektiği­
nin de. Aristo'nun Topics'lerdeki ve Sophistici Elenchi'deki düşüncelerinin
büyük bir kısmı bu konuya ayrılmıştır. Bkz. F. Nietzsche, "Homer’s Con
test"in Complete Works, vol. 2, New York, Gordon Press, 1974).
lan taze haz yüzünden yapılabilir: Peki popüler konuşma ve
edebiyat tarafından üstlenilen dilsel taciz işinde başka ne içe-
rilmektedir? En büyük zevk, dilin parole (söz) düzeyindeki ev­
riminin arkasındaki süreçtir, yani anlamların, kelimelerin ve
deyimlerin dönüşümlerindeki sonsuz keşiftir. Ancak şüphesiz
ki bu zevk bile bir hasım kazanma pahasına elde edilen bir
başarı hissine bağlıdır —hiç olmazsa bir ve heybetli bir düş­
man kazanmak pahasına: Kabul edilen dil ya da işaret (ler sis­
temi).36
Bu dil agonistiği düşüncesi ikinci ilkeyi gözden kaçınma­
malıdır, çünkü ona bir tamamlayıcı olarak durmakta ve bizim
analizimizi yönetmektedir: Gözlemlenebilen toplumsal bağ dil
"hareketlerinden" mürekkeptir. Bu önermenin aydınlığa ka­
vuşturulması bizi elimizdeki meselenin özüne götürecektir.

36. Lous Hjelmslev, Prolegotne.ua to a Theory of Langııage (Madison: Uni-


versity of Wisconnin Press, 1963) tarafından kurulduğu anlamda ve Roland
Burthes, Eléments de sémiologie (1964) (Paris: Scuil 1966), 4: 1
33
4. TOPLUMSAL BAĞIN TABİATI:
MODERN SEÇENEK

Eğer en yüksek derecede gelişmiş toplumlarda bilginin konu­


munu tartışmak istiyorsak, öncelikle bu topluma hangi meto­
dolojik tasarımın uygulanacağı sorusunu cevaplandırmalıyız.
Basitleştirme pahasına, ilke olarak, hiç olmazsa son yarım yüz­
yıldır toplum için iki temel tasarımsal model olduğunu söyle­
mek uygun düşebilir: Toplum ya işlevsel bir bütün oluştur­
makta ya da ikiye bölünmektedir. İlk modelin bir örneği Tal-
cott Parsons (hiç olmazsa savaş sonrasındaki Parsons) ve onun
okulu tarafından, ikinci model Marksist oluşum (bu oluşumun
bütün tamamlayıcı okulları arasındaki farklılıklar ne olursa ol­
sun sınıf savaşı ilkesi ve toplum içerisinde işleyen bir ikilik
olarak diyalektiği kabul edenler) tarafından önerilmiştir37.

37. Özelde bkz. Talcott Parsons, The Social System (Glencoe, III : Free
34
Toplum üzerine bu iki büyük söylemi tammlıyan metodo­
lojik uçurum ondokuzuncu yüzyıldan devralınmıştır. Toplu­
mun organik bütün oluşturduğu ve bu bütünün yokluğunda
toplum olmaktan uzaklaşacağı düşüncesi Fransız okulunun ku­
rucularının zihnini belirlemiştir. Eklenilen ayrıntı işlevselcilik
tarafından sunulmuş, buna rağmen 1950'lerde Parsons'ın ken-
dini-düzenleyen bir sistem olarak toplum kavramıyla başka
bir yön tutturmuştur. Teorik hatta maddî model artık yaşayan
bir organizma değildir. Bu model İkinci Dünya Savaşı sıra­
sında ve sonrasında modelin uygulamalarını yayan sibernetik
tarafından sağlanmıştır.
Parsons'ın çalışmalarında sistemin arkasında yatan ilke,
eğer denilebilirse, hâlâ iyimserdir ve temkinli bir refah devle­
tinin korunması altındaki bolluk toplumlarının ve büyüme
ekonomilerinin durağanlaşmasına karşılık gelmektedir38.
Çağdaş Alman teoristlerin eserlerinde, systemtheorie teknokra-
tik, hatta, ümid kırıcı olduğu zikredilmese bile, müstehzidir:
Bireylerin ve grupların ihtiyaçları ve ümitleri arasındaki
uyum ve sistem tarafından garanti edilen işlevler şimdi yal­
nızca, sistemin işlemesinin ikincil bir tamamlayıcısıdır. Sis­
temin gerçek amacı, kendisini bir bilgisayar gibi programla-

Press, 1967), ve Sociological Theory and Modern Society (New York, Free
Press, 1967). Çağdaş topluma ilişkin Pierre Souyri tarafından hazırlanmış
(dosyalan ve eleştirel bir bibliografyası ile) kullanışlı özete başvurulabi­
lir: Le Marxisme après Marx (Paris, Flammerion, 1970). Sosyal teorinin bu
iki büyük akımı arasındaki çatışmaya ilişkin ilginç bir görüş A.W. Gould-
ner tarafından sunulmuştur: The Coming Crisis of Western Sociology (New
York: Basic Books, 1970). Bu çatışma, Frankfurt Okulu'nun mirasçısı ve
özellikle Luhmann'la olmak üzere Alman toplumsal sistem teorisiyle pole­
mik içinde olan Habermas'ın düşüncesinde önemli bir yer tutmaktadır.
38. Bu iyimserlik açıkça Robert Lynd'in vardığı sonuçlarda gözükmekte­
dir: Knowledge for What? (Princeton, N.J.: Princeton University Press,
1939), s.239; zikreden M. Horkheimer, Eclipse of Reason (Oxford Univer­
sity Press, 1947): Modern toplumda, bilim hayatın amaçlarını tanımlamada
dinin yerini kaplamalıdır.
35
ması, girdi ve çıktı arasındaki bütüncül ilişkinin, bir başka
deyişle işlerselliğin optimizasyonudur. Hatta kuralları değişme
sürecindeyken ve yenilikler ortaya çıkmış ve grevler, krizler,
işsizlik ve siyasal devrimler gibi karşı işlevler ümidi
canlandırmakta ve bir alternatif inancına yol açmaktayken bile
halihazırda gerçekleşen şey sadece içsel bir yeniden dü­
zenlemedir; bunun sonucuysa sistemin "hayatiyetindeki"
(viability) bir artıştan daha fazla bir şey olamaz. Bu tür bir
işlem gelişimine yegane seçenek entropi ya da çöküştür.39
Burada tekrar, bir toplumsal teori sosyolojisinde içkin olan
basitleştirmelerden kaçarken, hiç olmazsa, 1960'lardaki eko­
nomik dünya savaşının yeniden başlaması çerçevesinde, yük­
sek derecede gelişmiş endüstriyel toplumları rekabetçi yap-

39. Helmut Schelsky, Der Mensch in der Wissenschaftlichen Zivilisation,


(Köln und Opladen, Geistesvissenchaften Heft 96), ss.24 vd: "Devletin
egemenliği artık şiddetin kullanılışındaki tekele sahip olması (Weber) ya
da güçlerin doğuşuna malikliği (Carl Schmitt) gibi olgularca açığa vurul-
mamaktadır. Bu öncelikle, devletin, içerisinde bulunan teknik araçlar bütü­
nünün etkililik derecesinin, en büyük elverişliliği kendisine ayırarak belir­
lemesi ve aynı zamanda, bu araçların başkaları tarafından kullanılışına
koyduğu sınırlamalardan kendi kullanışını müstağni kılmasıdır1'. Bunun bir
istem değil Devlet teorisi olduğu söylenecektir. Ancak Schelsky şunu da
eklemektedir: "Süreç içerisinde Devletin amaçlar seçimi yasaya tabi kılın­
maktadır ki ben zaten bu durumu bilimsel uygarlığın evrensel yasası, yani
araçların amaçları belirlemesi ya da dahası, teknik imkanların bunlardan
elde edilecek yararı dikte etmesi olarak zikretmiştim". Habermas bu yasaya
karşı, teknik araçlar kümesi ve amaçlandırılmış ussal eylemin hiç bir za­
man özerk olarak gelişmediği olgusunu koymaktadır, "Theory and Practice
in Our Scientific Civilizaion" in Theory and Practice (Boston, Beacon,
1973). Yine bkz, Jacques Ellul, La Technique ou l'enjeu du siecle (Paris,
Armond Colin, 1954) ve Le Systeme technicien (Paris, Calmann Levy,
1977), Grevler ve genelde güçlü sendikalar tarafından oluşturulan baskılar,
bir sendika lideri C. Levinson tarafından açıkça ortaya konulduğu gibi uzun
vadede sistemin yararına olacak bir gerilim üretmektedir. Levinson
Amerikan endüstrisinin teknik ve işletmese! ilerleyişini bu gerilime
bağlanmaktadır (zikreden H.F. de Virieu, Le Matin, özel sayı, "Que veut
Giscard?" Ekim, 1978).
36
mak dolayısıyla "millîliklerini" optimal kılmak yolunda taleb
edilen asketik çaba ve "katı" teknokratik toplum anlayışı
arasındaki paralelliği inkar etmek güçleşmektedir.
Hatta Comte gibi bir adamın düşüncesi ve Luhmann'ın
düşüncesi arasında müdahele eden yoğun yerdeğiştirimi de­
ğerlendirirken, ortak bir 'toplumsal' kavramını sezinleyebili­
riz: Toplum birleştirilmiş bir bütünlüktür, bir "birleşmişliktir".
Parsons bunu açıkça formüle etmiştir: "Başarılı dinamik bir
analizin en esas şartı, her sorunun bir bütün olarak sistemin
durumuna sürekli ve sistematik gönderilmesidir... Bir süreç ya
da sistemin sürdürülmesi ya da geliştirilmesine katkıda bulu­
nan veya sistemin uyumu, etkililiği vb. özelliklerinden ayrıştı­
rımında işlevsizleştirici olan bir şartlar kümesi".40 "Teknokrat­
lar” da bu düşünceye boyun eğerler.41 Sistem bir gerçeklik
olacak araçlara sahipse, güvenilirliği oluşmuş demektir; bu da
ihtiyaç duyduğu tek kanıttır: Horkheimer'in aklın "parano­
yası" olarak adlandırdığı şeydir bu.42
Ancak bu sistemik kendini düzenlemenin gerçekçiliği ve
olgu ve yorumlamaların kusursuz olarak mühürlenmiş
çevresi, eğer sadece birinin emrinde ilke olarak bunların
cazibesine bağışık bir görüşe sahipse ya da sahip olma

40. Talcott Parsons, Essays in Sociological Theory Pure and Applied, göz­
den geçirilmiş baskı, (Glencoe, Free Press, 1954), ss.216-18.
41. Bu kelimeyi Galbraith'in technostructure (teknikyapı) kavramını The
New Industriel State'de sunulduğu (Boston, Houghton Mifflin, 1967) ya da
R. Aron'un technico-bureacratic structure (teknik-bürokratik yapı) Dix-huit
leçons sur la société industrielle, Paris, Gallimard, 1962) kavramıyla aynı
anlamda kullanıyorum, bürokrasi terimin çağrıştıran bir anlamda değil. Bü­
rokrasi terimi çok daha "katıdır" -çünkü ekonomik olduğu kadar politiktir,
çünkü İşçi Muhalefeti (Kollontai) tarafından Bolşevik iktidarın eleştirisi ve
Troçkist muhalefetin Stalinizm eleştirisinden çıkmıştır. Bu konu üzerinde
bkz., Claude Lefort, Elements d'une critique de la bureaucratic (Geneve,
Droz, 1971). Kitapta eleştiri bir bütün olarak bürokratik toplumu da kapsa­
maktadır.
42. Eclipse of Reason, s. 183.
37
iddiasındaysa paranoid olarak yargılanabilir. Bu da Marx'ın
düşüncesine bağlı toplum teorilerindeki sınıf çatışması
ilkesinin işlevidir.
"Geleneksel" teori her zaman toplumsal bütünün proglam-
lanmasının içerisine basit bir araç olarak, bu bütünün işlerliği­
nin optimizasyonu amacıyla işe sokulma tehlikesiyle yüzyüze-
dir; çünkü geleneksel teori kendi birleştirici ve bütünleştirici
hakikat arzusunu sistem işletmecilerinin birleştirici ve bütün­
leştirici pratiğine ödünç vermektedir. "Eleştirel" teori43 uz­
laşma ve bireşimlerin tedbiri ve ikiliği ilkesine bağlı olarak bu
kaderden kaçınır bir konumda bulunmalıdır. Öyleyse Mark-
sizme kılavuzluk eden, toplum ve ondan üretilebilecek farklı
bir toplum modeli ve farklı bir bilginin işlevi kavramıdır. Bu
model, kapitalizmin geleneksel sivil toplumlar üzerindeki
gasp sürecini gerçekleştiren mücadelelerinden doğmuştur. Bu­
rada toplumsal, siyasal ve ideolojik tarihin bir yüzyıldan daha
fazlasını dolduracak bu mücadelelerin kurbanlarını ortaya ko­
yacak bir yere sahip değiliz. Kendimizi şimdilik bizim için çı ­
karması mümkün olan (çünkü bu mücadelelerin kaderi bilin­
mektedir) bilançoyla, bir bakışla doyurmak zorunda kalacağız.
Liberal ya da ileri liberal bir işletmeye sahip toplumlarda mü­
cadeleler ve onların araçları sistemin düzenleyicilerine dönüş­
müşlerdir; komünist ülkelerde bütünleştirici model ve totali-
taryan etkisi Marksizmin kendi adında bir geridönüşe yolaç-
mış ve sorun üzerindeki mücadeleler basitçe haklardan yok­
sunluğa dönüşmüştür.44 Ekonomi politiğin eleştirisi
(Marx'ın Das Kapital'inin altbaşlığı) ve onun mütekabili, yaban­
cılaşmış toplum eleştirisi şu veya bu biçimde her yerde siste-

43. Max Horkheimer, "Traditionelle und kritische Theorie" (1937) in Criti­


cal Theory (New York, Herder and Herder, 1972).
44. Bkz. Claude Lefot, Elements d'une critique Un homme en trop (Paris,
Seuil, 1976): Cornelius Castroriadis, La Société bureaucratique (Paris,
Union Générale d'Edition, 1973).
38
min programlanmasında yardımcılar olarak kullanılmakta­
dır.45
Tabiatıyla Frankfurt Okulu ya da Socialisme ou Barbarie46
gibi bu sürece muhalefet ederek eleştirel modeli koruyan ve
yenileyen belirli azınlıklar vardır. Ancak sınıf çatışması veya
bölümlenmesi ilkesinin toplumsal temeli bütün radikalliğini
kaybetme noktasına gelmiştir; sonunda eleştirel modelin teorik
konumunu kaybettiği ve bir "ütopya" veya "ümid”47 duru­
muna indirgendiği, insan ya da akıl veya yaratıcılık ve
Üçüncü Dünya ya da öğrenciler gibi eleştirel öznenin bundan
böyle gerçekleşemez işlevinin uçnoktalarında açığa vurularak
yükselen hazır bir protesto haline geldiği olgusunu gizleyeme­
yiz.48
Bu şematik veya kalıpsal hatırlatmanın tek amacı, ileri en­
düstriyel toplumlarda bilgi sorununu koymayı istediğim so­
runsalı özgülleştirmek olmaktadır —çünkü bilginin konumlan­
dığı toplumun özelliklerini bilmeksizin, bilginin hangi ko­
numda olduğunu, bir başka deyişle, bilginin gelişmesi ve da­
ğılımının bugün karşılaştığı problemleri bilmek mümkün de­
ğildir. Ve bugün daha öncekinden daha fazla olarak, toplum
hakkında bir şey bilmek, herşeyden önce bu çabanın hangi

45. Örnek olarak bkz. J.P. Garnier, Lé Marxisme lénifiant (Paris, Le Syco­
more, 1979).
46. Bu 1949 ve 1965 arasında yayınlanan "eleştirel ve devrimci yönelimin
organı"nın adıydı. Grubun önde gelen yazarları -çeşitli takma adlar kulla­
nılmakta birlikte- C.de Beamont, D. Blanchard, C. Castoriadis, S. de Dies-
bach, C. Lefort, J.F. Lyotard, A. Maso, D. Mothe, P. Simon, P. Souyri'ydi.
47. Ernst Bloch, Das Prinzip Hoffnung (Frankfurt, Suhrkamp Verlag,
1959). Bkz. G. Raulet éd.. Utopie, Marxisme selon E. Bloch (Paris, Payot,
1976).
48. Bu, 1960'lardaki öğrenci hareketi ve Vietnam ve Cezayir savaşları tara­
fından yaratılan teorik beceriksizliklere bir kinayeydi. Bunların tarihsel
bir dökümü Alain Schapp ve Pierre Vidal-Naquet tarafından, Journal de la
Commune édudiante (Paris, Seuil, 1969) adlı kitapta yazdıkları girişte
verilmektedir.
39
yaklaşımı kullanacağı ve zorunlu olarak toplumun bunu nasıl
cevaplayacağını seçme anlamına gelmektedir. Bilginin öncel
rolünün toplumun işlemesinde ayrılmaz bir öğe olduğu ve bu
kararla uyum içinde hareket ettiğine karar verilebilir —eğer
toplumun dev bir makine olduğuna zaten karar verilmişse.49
Bunun tam tersine, bilginin eleştirel işlevine değinilebilir;
toplumun uyumlu bir bütün oluşturmadığı ve karşıtlık ilkesi
tarafından büyülenmiş olarak kaldığına karar verildiğinde de,
gelişimi ve dağılımının bu yönde olması hesap edilebilir.50
Seçenek açıkça gözükmektedir. Bu işlevsel ve eleştirel bilgi
arasında, toplumsal olanın türdeş ve içkin ikiliği arasındaki bir
seçimdir. Karar güç ya da keyfi gözükmektedir.
Bu karardan iki bilgi türünü birlikte ayırdederek kaçın­
mak çekici gelmektedir: Birisi doğrudan insan ve maddelere
uygulanabilecek ve kendisini sistem içerisinde vazgeçilmez
bir üretici güç olarak işlemeye hasredecek pozitivist bilgidir;
diğeri ise doğrudan ya da dolaylı olarak değerler ve amaçlar
üzerinde durarak bu türden herhangi bir "hizmete koşulmayı"
reddedecek olan eleştirel, düşünsel ve yorumsamacı bilgi.51

49. Lewis Mumford, The Myth of the Machine, 2 vols, (New York, Harco-
urt, Brace, 1967).
50. Entellektüellerin sistemdeki katılımlarını güvence altına almaya yöne­
len bir girişim, bu iki varsayım arasındaki aceleyle doldurulmuştur: P.
Nemo, "La Nouvelle Responsibilite des clercs", Le Monde, 8 Ekim 1978.
51. Naturwissenschaft ve Geisteswissenchaft arasındaki teorik ayrışmanın
başlangıcı Wilhelm Dilthey'in yapıtlarında bulunmaktadır.
40
5. TOPLUMSAL BAĞIN TABİATI:
POSTMODERN SEÇENEK

Bu bölünmüş çözümü kabul edilemez buluyorum, çözmeye gi­


riştiği, ancak sadece yeniden ürettiği seçenek artık bizim ilgi­
lenmekte olduğumuz toplumlar için geçerli değildir; çözümün
kendisi, postmodern bilginin en hayati biçimleriyle oluşan ba­
samağın dışında kalan bir tür muhalif düşünüş içerisinde hap­
sedilmiştir. Daha önceden de söylediğim gibi, iktisadi "yeni­
den işsizleştirme" kapitalizmin bugünkü aşamasında, Devletin
işlevinde ortaya çıkan bir değişmeyle el ele gitmekte, teknik­
lerdeki ve teknolojideki dönüşümle de desteklenmektedir. Bu
sendromun toplum imgesi ele alınan alternatif yaklaşımlarda
ciddi bir gözden geçirmeyi zorunlu kılmaktadır. Kısaca söyle­
mek gerekirse, düzenleme dolayısıyla yeniden üretim işlevle­
rinin idarecilerden uzaklaştırılıp, makinalara devredilmesi de­

41
vam edeceğe benzemektedir. Giderek, merkezi sorun, kendi­
sinde doğru kararların alınmasını garanti etmesi gereken bu
makinalardaki enformasyona kimlerin girebileceği şeklinde
belirmektedir. Verilere giriş, bütün çizgilerin uzmanlarının
ayrıcalığıdır ve olmayı sürdürecektir. Egemen sınıf karar veri­
cilerin sınıfıdır ve olacaktır. Şimdi bile bu sınıf geleneksel siya­
sal sınıftan değil, şirket öderleri, yüksek-düzey idarecileri,
mesleki, sendikal, siyasal ve dini örgütlerin başlarından ibaret
bir tabakadan oluşmaktadır.52
Bütün bu söylenenlerde yeni olan, millî-devletler, partiler,
kurumlar, meslekler ve tarihsel gelenekler tarafından temsil
edilen eski cazibe kutuplarının artık, cazibelerini kaybetmesi­
dir. Hiç olmazsa, eski biçimlerinde yerlerinin değiştirilebile­
ceği de belli değildir. Trilateral Komisyonu cazibenin popüler
kutbu değildir. En büyük isimlerle, yani çağdaş tarihin kah­
ramanlarıyla "özdeşleşmek" oldukça güçleşmektedir.53 Bu kita­
bın Fransa'da basılması sırasında Fransa Cumhurbaşkanı olan
Giscard d'Estaing’in vatandaşlarına bir hayat amacı olarak
önerdiği "Almanya'yı yakalama" ya kendini adamak kesin­
likle heyecanlandırıcı değildir. Ancak o zaman da bu yine,
tam olarak bir hayat amacı değildir. Her bireyin bireysel yete­
neğine bağlıdır. Her bireye kendisine göndermede bulundur-
tulur. Ve her birimiz yine de kendi benimizin pek bir şey

52. M. Albert, Fransız Planlama kurumunun bir komisyon üyesi, şöyle


yazmaktadır: "Plan idari bir araştırma bölümüdür... Fikirlerin birbirine ka­
rıştığı, bakış açılarının birbiriyle çarpıştığı ve değişimin hazırlandığı bü­
yük bir toplantı yeridir de... Yalnız olmamalıyız, diğerleri bizi aydınlat­
malı..." (L'Expansion, Kasım 1978). Karar verme sorunu üzerine bkz. G.
Gafgen, Theorie der wissentcaftlichen Entscheidung (Tübingen, 1963); L.
Sfez, Critique de la décision (1976).
53. Son yirmi yılda devrime adını vermiş insanlar olarak Stalin, Mao ve
Castro'nun isimlerinin sönüşünü ve Watergate olayından bu yana ABD'de
başkanlık imgesindeki erozyonu düşününüz.
42
ifade etmediğini de biliyoruz.54
Aşağıda anlatılacak olan bu büyük anlatılardan kopuş,
bazı yazarların toplumsal bağın çözülüşü ve Brownian bir ha­
reketin saçmalığına55 fırlatılan bir tikel atomlar kitlesinin için­
deki toplumsal bütünlerin çözülüşü çerçevesinde inceledikleri
bir duruma yol açmaktadır. Bu türden bir şey olmamaktadır:
Bana bu bakış açısı, kayıp bir "organik" toplumun cennetsel ta­
sarımı tarafından belirlenmiş gözükmektedir.
Bir ben (self) çok şey ifade etmez, ancak bir ada olan ben
de yoktur. Her ben eskisinden daha çok hareketli ve karmaşık
olan bir ilişkiler yumağında varolmaktadır. Genç ya da yaşlı,
kadın veya erkek, zengin ya da yoksul her şahıs, ne kadar
ince olursa olsun, özgül bir iletişim çerçevesinin "düğüm nok­
tasında" yerleşmiştir daima.56 Ya da daha iyisi: Herkes muhte­
lif türden mesajların geçtiği bir konumdadır. Aramızda en az
öncelikli olanlar da dahil hiç kimse onu, alıcı, gönderilen ve
gönderen durumuna dönüştüren ve konumlandıran mesajlar
üzerinde bütünüyle güçsüz değildir. Herhangi birisinin bu dil

54. Bu konu Robert Musil'de merkezi bir tema olmaktadır, Der Mann ohne
Eigenschaften, Hamburg, Rowolt, 1952). Serbest bir yorumda, J. Bouve-
resse bu, 'ben'in "terkedilişi" temasının yirminci yüzyılın başında Mach'ın
epistemolojisiyle birlikte ortaya çıkan "bunalımıyla" olan yakınlığının
altını çizmekte, bunun için şu kanıtı ileri sürmektedir:"Özelde bilimin
verili durumunda, bir insan yalnızca başkalarının onun ne olduğu ve bu
oluşuyla yaptığı şeyle belirlenmektedir... Dünya, yaşanılan olayların
insandan bağımsızlık kazandığı bir dünyadır... Olanın herhangi birisine
ilişkisi olmaksızın ve herhangi birinin sorumluluğunda bulunmaksızın
olduğu bir oluş dünyasıdır" ("La problématique dans du sujet dans L'Homme
sans qualités", Noroit (Arras) 234 ve 235 Ekim 1978 ve Ocak 1979);
yayımlanan metin yazar tarafından gözden geçirilmemiştir.
55. Jean Baudrillard, A l'ombre des majorities silencieuses, ou la fin du so­
cial (Fonterassous-bois: Cahiers Utopie. 4, 1978.
56. Bu sistem teorisinin sözlüğüdür. Örnek olarak bkz. "La Nouvelle Res­
ponsabilité": "Sibernetik anlamda toplumu bir sistem olarak düşünün, bu
sistem, mesajların uzlaştığı ve yeniden dağıtıldığı bölünmelerle kesişen
bir iletişimdir..."
43
oyunu etkilerine yönelik hareketliliği (dil oyunları yani bütün
söylemek istediğimiz) hoşgörülebilir, hiç olmazsa belirli sınır­
lar içerisinde (ancak sınırlar belirsizdir): Bu hareketlilik düzen­
leyici mekanizmalar, özelde de sistemin kendi işlerliğini geliş­
tirmek üzere deruhte ettiği kendine yönelik düzenlemeler ta­
rafından taleb edilmektedir. Hatta sistemin kendi entropisiyle
savaştığı ölçüde bu türden hareketleri cesaretlendirebileceği ve
cesaretlendirmesi gerektiği söylenebilir; beklenmedik bir "ha­
reketin" yeniliği, eşler grubunun ya da bir eşin karşılıklı yer
değiştirmesiyle, sistemin sonsuza dek talep edip tükettiği çoğa­
lan işlersellikle onu besleyebilir.57
Şimdi hangi bakış açısından dil oyunlarını benim genel
metodolojik yaklaşımım olarak seçtiğim açığa çıkmış olmalıdır.
Açık bir sorun olarak kalacak, bu nitelikteki toplumsal ilişkile­
rin bütünlüğünü iddia etmiyorum. Ancak dil oyunlarının, top­
lumun varolması için gerekli en küçük ilişki olduğuna müra­
caat etmek bile gereksiz: doğmadan önce bile, yalnızca kendi­
sine verilen ad dolayısıyla, çocuk etrafındakiler tarafından
oluşturulan öyküde zaten gönderilen olarak konumlandırılmış-
tır. Çocuk kaçınılmaz olarak bu öyküye karşı kendi yolunu çi­
zecektir.58 Ya da çok daha basit olarak, bir sorun olarak dur­
duğu sürece, toplumsal bağ sorununun kendisi bir dil oyunu,
bir uğraşı oyunudur, dolaysız olarak alıcı ve gönderilen kadar
soran kişiyi de konumlandırır: o zaten toplumsal bağdır.

57. Bunun bir örneği Garnier tarafından verilmiştir. Le Marxisme Lénifi­


ant, "H. Dougier ve F. Blooh-Laine tarafından yönetilen Toplumsal Yenilik
Enformasyon Merkezi'nin rolü, gündelik yaşamdaki yeni deneyimler
(eğitim, sağlık, adalet, kültürel etkinlikler, şehir planlaması, mimari vs.)
üzerine enformasyon sağlamak, analiz etmek ve dağıtmaktır. 'Alternatif
pratikler' hakkındaki bu veri bankası, işi 'sivil toplumun' Sivil Toplum
olarak kalmasını sağlamak olan devlet organlarına hizmetlerini
kiralamaktır: Plan Komiserliği, Sosyal Eylem Sekreterliği, DATAR vs".
58. Freud özelde bu "kader" biçimini vurgulamıştır. Bkz. Marthe Robert,
Roman des origines, origine du roman (Paris, Grasset, 1972).
44
Diğer taraftan günden güne bir gerçeklik ve sorun ola­
rak59 iletişim bileşeninin çok daha öndegelen bir bileşen ol­
duğu bir toplumda, dilin yeni bir önem kazandığı açıktır. Di­
lin anlamlılığını, yönlendirici konuşma ve mesajların taraflı
geçişmesi bir tarafta, diyalog ve serbest açıklama diğer tarafta
olmak üzere geleneksel bir seçeneğe indirgemek yüzeysellik
olacaktır.
Bu son nokta üzerine bir kelime daha: Sorun basit olarak
bir iletişim teorisi çerçevesinde betimlenirse, iki şey gözden
kaçırılır: Birincisi mesajlar bütünüyle farklı biçimlere sahiptir­
ler ve sözgelimi gösterici, buyurucu, değerlendirici ve işler kı­
lıcı olup olmadıklarına bağlı olarak etkide bulunurlar. Burada
mesajların enformasyonu iletmeleri olgusunun önemli olma­
dığı açıktır. Onları bu işleve indirgemek haksız yere sistemin
çıkarlarını ve bakış açısını önceleyen bir perspektifi uygula­
mak demektir. Sibernetik bir makina gerçekte kendisine yük­
lenen enformasyonla çalışır, ancak ona programlanmış amaçlar
buyurucu ve değerlendirici önermelerde ortaya çıkarlar. Ma­
kina, işleme biçimini değiştirme, sözgelimi kendi kendine iş­
lerliğini en çoğa çıkartmada düzeltici bir güce sahip değildir.
Toplumsal sistem için her durumda işlerliğin maksimum nok­
taya çıkartılmasının en iyi amaç olduğu nasıl garanti edi­
lebilir? Herhangi bir durumda sistemin maddesini biçimlendi­
ren "atomlar", bu gibi ifadelere —özelde de bu soruna—
değinmeye ehildir.
İkincisi, enformasyon teorisinin geçici sibernetik versiyonu,
benim toplumun agonistik boyutu olarak dikkat çektiğim ve
hayati değere haiz, önemin bir kısmını gözden kaçırmaktadır.
Atomlar pragmatik ilişkilerin kesişen yollarında yer almakta­
dırlar, ancak sürekli bir hareket içerisinde kendilerini dönüştü-

59. Bkz Michel Serres'in çalışması, özellikle, Hermes I-IV (Paris, Editions
de Minuit, 1969-77).
45
ren mesajlar tarafından yersiz de bırakılmaktadırlar. Kendi­
siyle ilgili bir "hareket" gerçekleştirildiğinde, dil oyununda ta­
raf olan eş, sadece alıcı ve gönderilen değil aynı zamanda
gönderici olarak da kapasitesini etkileyen bir tür değişime, bir
"yer değiştirmeye" maruz kalır. Bu "hareketler" zorunlu olarak
"karşı hareketleri" doğurur ve herkes bir karşı-hareketin "iyi"
bir hareket değil tepkisel olduğunu bilir. Tepkisel karşı-hare-
ketler, karşıtın stratejisindeki programlanmış etkilerinden
daha fazla bir şey değildir; onun elinde oynarlar ve böylece
güç dengesi üzerinde bir etkileri yoktur. Bu da oyunlardaki
yer değiştirmeyi çoğaltmanın ve hatta yönelimini bozmanın,
beklenmedik bir "hareket" (yeni bir önerme) oluşturacak
biçimdeki önemini vermektedir.
Biz toplumsal ilişkileri bu biçimde anlamak istiyorsak, seç­
tiğimiz ölçüt ne olursa olsun, gereken sadece bir iletişim teorisi
değil, agonistiği kurucu bir ilke olarak kabul eden bir oyunlar
teorisidir. Bu bağlamda, yeniliğin asıl öğesinin sadece "keş­
fetme" olmadığını görmek kolay olacaktır. Bu yaklaşım için
destek, dil bilimci ve dil felsefecilerine ilave olarak, çağdaş bir
çok sosyologun çalışmalarında da bulunabilir.60
Toplumsal olanın esnek dil oyunları şebekesine "atomize
edilmesi", bürokratik felçle bağlanmış olarak ele alınan61 mo­
dern gerçeklikten fazla uzaklaşmış gözükebilir. Hiç olmazsa
bazı kurumların ağırlığının oyunlarda sınırlar koyması ve
böylece oyuncuların hareketlerini yaparken yeniliklerini sınır-

60. Örnek olarak Erving Goffman, The Presentation of Self in Everyday


Life (Garden City, Doubleday, 1959); Gouldner, The Coming Cirisis of
Western Sociology (not 37), 10. bölüm; Touraine et. al, Lutte étudiante
(Paris, Seuil, 1978); M. Callon, "Sociologie des techniques?" Pandore 2
(Şubat 1979); Watzlawick et. al, Pragmatics of Human Communication (not
11).
61. 41. nota bkz. Modem toplumların geleceği olarak genel bürokratik­
leşme teması ilkin B. Rizzi tarafından geliştirilmiştir., La Bureaucratisa­
tion du monde (Paris, B. Rizzi, 1939).
46
ladığı itirazı yapılabilir. Ancak bu durum sanırım herhangi
bir tikel güçlüğe yol açmaksızın değerlendirilebilir.
Söylemin sıradan kullanılışında, sözgelimi iki arkadaş ara­
sındaki bir tartışmada, muhataplar herhangi bir ulaşılabilir
cephaneyi, oyunları bir ifadeden diğerine değiştirerek kulla­
nırlar. Sorunlar, istekler, iddialar ve anlatılar karmakarışık bir
şekilde şişeye konulmuşlardır. Savaş kuralsız değildir62 ama
kurallar mümkün ve en büyük ifade esnekliğine izin verip,
cesaretlendirirler.
Bu bakış açısından, bir kurum, sürekli olarak, önermeler
için kendi sınırları içerisinde kabul edilebilir olarak açıklan­
ması için ek sınırlayıcılar gerektirmesi bakımından bir konuş­
madan farklılaşır. Sınırlayıcılar iletişim şebekelerindeki muh­
temel bağlantılara engel olarak, söylemsel gizli güçleri dol­
durmak üzere iş görürler: Söylenmemesi gereken şeyler var­
dır. Bunlar yine öncelikleri tikel bir kurumun söylemini nitele­
yen belirli önerme sınıflarını (bazen sadece bunları olmak
üzere) ayrıcalıklı kılarlar: Söylenmesi gereken şeyler ve bun­
ları söylemenin yolları vardır. Böylece, orduda emirler, kili­
sede dua, okullarda düzanlam, ailelerde anlatılama, felsefede
sorunlar ve iş hayatında işlerlik ortaya çıkar. Bürokratikleşme
bu eğilimin dışsal sınırıdır.
Buna rağmen kurum hakkındaki bu hipotez hâlâ çok "ka­
badır"; kopuş noktası kurumsallaşmış olanın abartılı "şeyleşti-
rici" bir görüşüdür. Bugün, kurumun gizli dil "hareketleri"
üzerine koyduğu sınırların bir kere ve bütün zamanlar için
asla konulmadığını (hatta biçimsel olarak tanımlandıklarında
bile) biliyoruz.63 Dahası, kurum içi ve dışında sınırların ken-

62. Bkz.H.P. Grice, "Logic and Conservation” in Peter Cole and Jeremy
Morgan eds, Speech Acts III, Syntax and Semantics (New York, Academic
Press, 1975), ss. 59-82.
63. Soruna fenomenolojik bir yaklaşım için bkz. Maurice Merleau-Ponty,
Resumes de cours, ed. Claude Lefort (Paris, Gallimard, 1968). Psiko-sosyo-
47
dileri dil stratejilerinin geçici sonuçlan ve aşamalarıdır. Örnek:
Üniversite dil deneyleri için bir yere sahip midir (poetik)? Ka­
bine toplantısında hikaye anlatabilir misiniz? Cevaplar açıktır:
evet, eğer üniversite yaratıcı workshoplar açarsa; evet, eğer,
eski kurumun sınırları ortadan kalktıysa.64 Karşılık olarak, sı­
nırların oyun içerisinde bir parça olmaktan uzaklaştıklarında,
sadece durağanlaştıkları söylenebilir. Bu, sanırım, çağdaş bilgi
kurumuna uygun yaklaşımdır.

lojik bir yaklaşım içinse, R. Louer e au, L. Analyse institutioneelle (Paris,


Edisions de Minuit, 1970).
64. M. Callon, "Sociologie des techniques?", s.30: "Sosyolojik
(sociologies), aktörlerin imgesel ve gerçek, teknik olan ve olmayan, top­
lumsal ve toplumsal olmayan arasında sınırlar ya da farklılıkları kurumsal
taştırma ve oluşturulması hareketidir: bu sınırların durumu tartışmaya açık­
tır ve total egemenlik durumları istisna olmak üzere herhangi bir uzlaşma
(consensus) elde edilemez". Bu noktayı Touraine'nin La Voix et le regard'-
daki sürekli sosyoloji kavramıyla karşılaştırın.
48
6. ANLATISAL BİLGİNİN PRAGMATİĞİ

1. bölümde, ileri derecede gelişmiş toplumlarda araçsal bir


bilgi kavramının sorgulanmaksızm kabulüne karşı iki itiraz
ortaya koydum. Bilgi, özellikle çağdaş biçiminde bilimin ay­
nısı değildir; ve bilim başarılı bir şekilde kendi meşruluğunu
gizlemekten öte, bu sorunu epistemolojik nitelikten az olma­
mak üzere, bütün sosyopolitik görünümleriyle ortaya koymak­
tan kaçamaz. Konuya "anlatısal" bilginin tabiatının bir anali­
ziyle başlayalım. Bizim incelememiz, bir karşılaştırma noktası
sunarak, çağdaş toplumda bilimsel bilgi tarafından öngörülen
biçimin bazı özelliklerini açıklığa kavuşturacaktır. İlave
olarak, bugün ortaya çıkacak meşruluk sorununun nasıl ortaya
çıktığı ya da geri çekildiğini anlamada bize yardım edecektir.
Bilgi (savoir) genelde bilime, hatta öğrenime (connaisance)
indirgenemez. Öğrenim, diğer bütün önermelerin dışta bıra­
kılmasını gösteren ya da nesneleri betimleyen, doğruluğu ya

49
da yanlışlığı açıklanabilen bir önermeler kümesidir.65 Bilim,
öğrenmenin bir altkümesidir. O da düzanlamsal önermelerden
ibarettir, ancak bunların kabul edilebilirliği için iki destekle­
yici şart ileri sürmektedir: Bunların göndermede bulunduğu
nesnelerin tekrarlanılan girişinin elde edilebilir olması, bir
başka deyişle, açık gözlem şartlarında elde edilebilir olmaları;
ve verili bir önermenin uzmanlar tarafından geçerli olarak de­
ğerlendirilen dille nüfuzunun mümkün olup olmadığına karar
verilmesi.66
Bununla birlikte bilgi kavramıyla kastedilen sadece bir
düzanlamsal önermeler kümesi değil, bundan ötede bir
şeydir, "nasıl yapılacağını bilme", "nasıl yaşanacağını bilme"
ve "nasıl dinlenileceğini bilme" düşüncelerini de içermektedir
(savoir-faire, savoir-vivre, savoir-ecouter). O zaman bilgi, bir ses ya
da rengin güzelliği (görsel ve işitsel duyarlılık), adalet
ve/veya mutlulukla (etik bilgelik) ve yeterlilik (teknik nitel­
leştirme) ölçütlerinin uygulanması ve belirlenimine uzanarak,
hakikatin yalın belirlenimi ve uygulanımının ötesine giden
bir ehliyet sorunudur. Bu biçimde anlaşıldığında, bilgi her-

65. Aristo'da bilginin nesnesi, apofantik (apophanties) olarak tanımladığı


şeyle tam manasıyla sınırlanmıştır: "Her cümlenin anlamı olmakla birlikte
(semantikos)... bütün cümleler bir önerme olarak tanımlanamazlar
(apophantilkos). Örneğin dııa bir cümledir ancak ne doğruluğu vardır ne de
yanlışlığı”, (apofantik önermelerle ilgilenen uğraşı -çev.) "De Interpretati-
one",4, 17a, The Organon, vol.l (Cambridge, Mas.: Harvard, 1938) (İng.
çevirenin notu: connaisance'ın "öğrenme" olarak tercüme edilmesi kesin
değildir. Bazen bu kelimeyi "bilgi" olarak (özellikle çoğul olarak gözüktü­
ğünde) tercüme etmek zorunludur: bağlamdan çıkartılacağı gibi, bu bir con-
naisance (Lyotard'ın kullanışında, kurulu düzanlamsal önermeler toplamı)
ya da savoir (çok genel anlamda bilgi) sorunudur. Savoir bir biçimli olarak
"bilgi" diye tercüme edilmektedir).
66. Bkz. Karl Popper, Logik der Forschung (Wien, Springer, 1935) ve
"Normal Science and its Dangers", in I. Lakatos and Alan Musgrave eds.,
Criticism and the Growth of Knowledge (Cambridge, Cambridge University
Press, 1970).
50
hangi birini "iyi" düzanlamsal, buyurucu ve değerlendirici ifa­
deler oluşturmaya ehliyetli kılan bir öğe olmaktadır. Diğer
bütün önermeleri dışta bırakacak tikel bir önermeler sınıfına
göreli (sözgelimi bilişsel önermeler) bir ehliyet değildir. Ak­
sine, mümkün söylem nesnelerinin bir çeşitliliğine ilişkin ola­
rak "iyi" işler yapar. Bilinecek üzerinde karar verilecek, değer­
lendirilecek ve dönüştürülecek söylem nesneleri... Bundan bil­
ginin ilkesel özelliklerinden birisi türetilir: Bilgi ehliyet-inşa-
edici ölçülerin geniş bir dizimiyle uzlaşır ve kendisini
oluşturan muhtelif ehliyet alanları tarafından kurulan bir öz­
nede müseccem yegane biçimdir.
Özel bir dikkat gerektiren diğer bir karakteristik bu tür
bilgi ve adetler arasındaki ilişkidir. Düzanlamsal ya da teknik
konularda "iyi" bir betimleyici ya da değerlendirici önerme
nedir? Bunların hepsinin iyi olduğuna hükmedilir, çünkü,
"bilicinin" diyalogda bulunduğu kişilerin toplumsal çevresinde
karşılıklı olarak adalet, güzellik, hakikat ve yeterliliğin geçerli
ölçütlerine uymaktadır. İlk filozoflar bu meşrulaştırım biçimini
görüş olarak adlandırmışlardır.67 Bilginin bu sıfatla dolaştırıl­
masına izin veren ve bileni bilmeyenden (yabancı, çocuk)
ayırdetmeyi mümkün kılan uzlaşım, bir halkın kültürünü
oluşturan şeydir.68
Kültür ve yetiştirme biçiminde bilginin ne olabileceğine
ilişkin bu kısa hatırlatma bilginin haklılaştırılmasının etnolojik
betimini vermektedir.69 Gelişmekte olan toplumları nesnesi
olarak alan antropolojik çalışmalar ve birikim, hiç olmazsa bazı
bölümlerinden ve bunlar içerisinden bu tür bilginin yaşama-

67. Bkz. Sean Beaufret, Le Poème de Parménide (Paris, PUF, 1955).


68. Tekrar Bildung anlamında (ya da İngilizcedeki "kültür") ve kültüralizm
tarafından değerlendirildiği şekliyle, terim preromantik ve romantiktir.
Krş., Hegel'in Volksgeist.
69. Bkz. Amerikan kültüralist okulu: Core Dubois, Abram Kardiner, Ralph
Linton, Margaret Mead.
51
sına katkıda bulunabilir.70 Gerçek gelişme düşüncesi, çeşitli
ehliyet alanlarının bir geleneğin birliğinde saklı kaldığı ve
özgül yenilikler, tartışmalar ve uğraşılara bağlı ayrışık nitele­
melere göre faklılaşmamış olduğunun varsayıldığı yerde bir
gelişme-olmayan ufuk öngörmektedir. Bu karşıtlık zorunlu
olarak "ilkel" ve "medeni" insan71 arasında doğada bir farklılık
olduğunu göstermez, ancak bilimsel düşünce ve "ilkel zih­
niyet" arasındaki biçimsel özdeşlik öncülüyle rekabet edebi­
lir;72 hatta ehliyetin çağdaş ayrışması73 üstündeki an'anevi
bilginin üstünlüğü öncülüyle (görünür biçimde karşıt olmakla
birlikte) rekabet bile edebilir.
Hangi senaryoyu yürürlüğe koyacaklarına bakılmaksızın
bütün soruşturmaların katılacağı ve bilginin alışılmış duru­
munu bilimsel çağdaki durumundan ayırdeden uzaklığı anla­
yacağı bir noktanın bulunduğunu söylemek mümkündür: ge­
leneksel bilginin biçimlendirilmesinde anlatısal formun önce­
liği.74 Bazıları bu formu onun hatırına inceler. Bazıları kendi­
lerince sorunlu bilgiyi tam olarak oluşturan yapısal işleyicile-
rin ardzamanlı görünümü olarak görürken,75 bazıları da kav­
ramın Freudcu anlamıyla "ekonomik" bir yorumunu getirmek­
tedir.76 Burada önemli olan, onun formunun anlatısal olması

70. Romantizmle ilişkili olarak onsekizinci yüzyılın Avrupa folklor gele­


neği kurumuna ilişkin çalışmalara bakılmalı, mesela Grimm kardeşler ve
Vuk Karadik (Sırpça halk hikayeleri).
71. Bu nokta özel olarak Lucien Lévy-Bruhl'un tezinde ortaya konulmuştur:
La Mentalité pirimitive (Paris, Alcan, 1922).
72. Claude Lévi-Strauss, La Pensée sauvage (Paris, Plan, 1962).
73. Robert Jauxlin, La paix blanche (Paris, Seuil, 1970).
74. Vladimir Propp, Morphology of the Folklore (Bloomigton, 1958).
75. Claude Lévi-Strauss, "La Structure des Mythes" (1955) in Anthoropolo-
gie Structurale (Paris, Plan, 1958) ve "La Structure et la forme: Réflexions
sur un ouvrage de Vladimir Propp, Cahiers de l'Institut de science èconomi-
gue appliquée, 99 M serisi, no.9.
76. Geza Rôheim, Psychoanalysis and Anthropology (New York, Interna
tional Universities, 1959).
52
olgusudur. Anlatım birden daha çok olmak üzere an'anevi bil­
ginin gizli bir biçimidir.
İlkin popüler hikayeler olumlu ya da olumsuz olarak ad­
landırılabilecek çıraklıklar (Bildungen, yetişme), başka bir
deyişle kahramanın yaptıklarını kutlayan başarı ya da başarı­
sızlıkları sıralamaktadır. Bunlar toplumsal kurumlar üzerin­
deki meşruluğu yaymak (mitlerin işlevi) ya da yerleşik ku-
rumlarla (kahramanlar ve hikayeler) uyumun olumlu veya
olumsuz modellerini (başarılı veya başarısız kahraman) temsil
etmektedirler. Böylelikle anlatılar söylendikleri toplumda bir
taraftan ehliyet ölçütlerini tanımlamaya diğer taraftan bu top­
lumda içerisinde işleyen ya da işletilebilecek olanı bu ölçütlere
göre değerlendirmeye izin verirler.
İkincisi, anlatısal form, bilgi söyleminin gelişmiş biçimle­
rinin aksine, kendisini büyük bir dil oyunları çeşitlemesine bı­
rakmaktadır. Sözgelimi gökyüzünün ve kolaylıkla akıp gi­
decek hayvanat ve nebatatın durumuyla ilgili düzanlamsal
önermeler. Aynı gönderilenlere ya da akrabalığa, cinsler ve
çocuklar, komşular ve yabancılar arasındaki farklılıklara iliş­
kin olarak ne yapılmasını gerektiğini vurgulayan buyurucu
deontik önermeler de aynı şeyi yapmaktadırlar. Sorgulayıcı
önermeler, sözgelimi meydan okumalar içeren kıssalarda (bir
soruna karşılık verme, bir yığın şeyden birini seçme) imâ edil­
mektedir; değerlendirici önermeler de aynı sürece katılırlar.
Ölçütü anlatı tarafından arzedilen ya da uygulanan ehliyet
alanları böylece, anlatının oluşturduğu, bu türden bilginin ka­
rakteristiği olan bir bakış açısı tarafından düzenlenen bir ağ
içerisinde birlikte sıkıca dokunmaktadır.
Üçüncü bir özelliği yani anlatıların aktarımıyla ilgili özel­
liği biraz daha ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz. Anlatıların
anlatılanması, aktarımlarının pragmatiğini tanımlayan kural­
lara genellikle itaat etmektedir. Bununla verili bir toplumda,
kurumsal olarak anlatılayıcının rolünü, yaş, cinsiyet ya da aile

53
veya mesleki grup temelinde belirli kategorilere irca etmeyi
kastetmiyorum. Yaptığım popüler anlatıların kendilerine içkin
olan pragmatiği ortaya koymaktır. Sözgelimi bir Cashinahua77
hikaye-anlatıcısı anlatılamaya daima belirli bir formülle baş­
lamaktadır: "İşte şunun hikayesi -her zaman söylenildiğini
duyduğum gibi. Size onu kendi üslubumla anlatacağım. Din­
leyin". Aynı kişi hikayeyi yine değiştirilemez bir formülle
sona erdirir: "İşte bu hikayenin sonu. Bu hikayeyi size söyle­
yen insan şudur (bir Cashinahua ismi) ya da Beyazlara söyle­
yen adam şudur (bir İspanyol veya Portekiz ismi)."78
Bu çifte pragmatik eğitimin çabuk bir analizi şunları ortaya
çıkarmaktadır: Anlatılayıcının hikayeyi söylemek için başvur­
duğu ehliyet iddiası, hikayeyi kendisinin işittiği olgusudur.
Varolan dinleyiciler aynı otoriteye dinlenme yoluyla gizil bir
giriş elde ederler. Yine anlatının sadık bir aktarım olduğu id­
dia edilmekte (hatta anlatısal işlerliğin yüksek düzeyde yeni­
likçi olması durumunda bile) ve "sonsuza kadar” söylenmekte­
dir. Dolayısıyla kahramanın, bir Cashinahualı, kendisi de bir
zamanlar dinleyiciydi (anlatılanan), belki de gerçekten aynı
hikayenin bir anlatılayıcısı. Ortamın bu benzerliği varolan an-
latılayıcının, ondan öncekinin olduğu gibi bir anlatının kah­
ramanı olabilme ihtimaline izin vermektedir. Gerçekte, o zo­
runlu olarak böyle bir kahramandır, çünkü anlatılamasının so­
nuna düşürülen bir isim taşımaktadır. Bu isim ona, Cashina-
hualar arasında atalığın vazedilmesini meşrulaştıran ilke ko­
yucu anlatıyla uygunluk içerisinde verilmiştir.
Bu örnekle izah edilen pragmatik kural, tabiatıyla evren­
selleştirilemez.79 Ancak genellikle, geleneksel bilginin özelliği

77. Andre M. d'Ans, Le Dit des vrais hommes (Paris, Union Generale d'E-
ition, 1978).
78 Ibid, s.7.
79. Burada kavramdan, anlatıların geçişini kuşatan pragmatik
"etiketinden" dolayı yararlanıyorum; antropologlar büyük bir dikkatle
54
olarak kabul edilen şeye dair bir işaret verir. Anlatı "konum­
ları" (gönderici, alıcı, kahraman) öyle örgütlenmiştir ki gönde­
ren konumunu işgal etme hakkı şu çifte temellendirmeyi kap­
samaktadır: önceki bir anlatı, taşınılan bir ad dolayısıyla ken­
disinin hesaba katılması ve alıcının konumun işgal etmesi ol­
gusu üzerine temellenmiştir; başka bir deyişle diğer anlatısal
olayların anlatısal göndericisi olarak konumlandırılmış olması
üzerine. Bu anlatılamalar tarafından aktarılan bilgi herhangi
bir şekilde beyan ediş işlevleriyle sınırlandırılmamıştır. Bu
bilgi tek bir darbede işitilmek için ne söylenmesi, konuşmak
için, ne dinlenilmesi ve bir anlatının nesnesi olmak için anlatı-
sal gerçeklik sahnesinde hangi rolün oynanılması gerektiğini
belirler.80
Böylece bu bilgi biçimine ait konuşma edimleri81 sadece
konuşan tarafından değil fakat aynı zamanda dinleyici tarafın­
dan da işler kılınmaktadır —kendisine gönderme yapılan
üçüncü taraf kadar. Böylesi bir aygıttan ortaya çıkan bilgi be­
nim "gelişmiş" bilgi diye adlandırdığımla karşılaştırıldığında
"yoğunlaştırılmış" gözükebilir. Bizim örneğimiz açıkça bir an-
latısal geleneğin aynı zaman da üç boyutlu bir ehliyeti tanım­
layan ölçütlerin geleneği olduğunu göstermektedir. Bu ehliyet
alanları, "nasıl yapılacağını bilmek","nasıl konuşulacağını bil­
mek" ve "nasıl dinleyeceğini bilmek" (savoir-faire, savoir-dire, sa-
voir-entendre), topluluğun kendisi ve çevresiyle varolan ilişki­
lerin gerçekleştirildiği alanlardır. Bu anlatılarla aktarılan, top­
lumsal bağı oluşturan pragmatik kuralların kümesidir.
Dikkatli bir incelemeyi hakeden anlatısal bilginin dör­
düncü özelliği zaman üzerindeki etkisidir. Anlatısal form bir

ayrıntıyı koymaktadırlar. Bkz. Pierre Clastres, Le Grand Parler: Mythes et


chants sacrés des Indiens Guarani (Paris, Seuil, 1972).
80. Pragmatik boyutu ele alan bir anlatıbilim (narratology) için, bkz. Gé­
rard Genette, Figures ill (Paris, Seuil, 1972).
81. Bkz. not 35.
55
ritim izlemektedir; düzenli periyodlarla zamana vuran bir ölçü
ve bu periyodların belirlediği yükseklik ya da genişliğini dü­
zenleyen aksanın sentezi olmaktadır.82 Anlatının bu müziksel,
delici özelliği açıkça bazı Cashinahua hikayelerinin ritüel işler­
liklerinde ortaya çıkmaktadır. Bu hikayeler başlangıç seremo­
nilerinde mutlak olarak belirli bir biçimde, leksikal ve sentak­
tik düzensizlikler tarafından karartılan bir anlama sahip dilde
sunulmakta, monoton ve değişmez şarkılar olarak söylenmek­
tedir.83 Bunun garip bir bilgi dalı olduğunu ve gönderildiği
genç insanlara bile kendisini anlaşılır kılmadığını söyleyebilir­
siniz!
Ancak bu tür bilgi yine bütünüyle ortak bir bilgidir. Ço­
cuk yuvaları şiirleri bu türdendir, çağdaş müziğin tekrara da­
yalı biçimleri bu türü kapsamaya hiç olmazsa yaklaşmaya ça­
lışmakta, şaşırtıcı bir özellik sergilemektedir. Söylenen ya da
söylenmeyen sesin üretiminde aksan üzerinde ölçü öncelik ka­
zandıkça, zaman, dönemler arasında hatırı sayılır bir bölün­
menin yokluğunda, bu dönemlerin sıralanmışlığına engel olan
ve bunları unutmaya terkeden ve ezberlenemeyecek bir vuruş
olan hafızanın destekçisi olmaktan uzaklaşmaktadır.84 Popüler
söyleyişleri, atasözlerini ve maksimleri düşününüz: Bunların
düzenlenmesinde garip bir zamansallaştırmanın işareti farke-
dilebilir; bizim bilgimizin altın kuralına "asla unutma" kura­
lına karşıtlık oluşturan bir işaret.
Şimdi daha önce belirtildiği gibi anlatısal bilginin bu bili­
nen işlevi ve toplumsal düzenleme, ehliyet alanlarının birleşti-

82. Ritmi bozan ve oluşturan ölçü ve aksan arasındaki ilişki Hegel'in spe­
külasyon üzerindeki düşüncesinin merkezini teşkil eder. Bkz, Phenomolo-
gie des Geistes'in önsözündeki dördüncü kısım.
83. André M. d'Ans'a bu bilgiyi verdiğinden ötürü teşekkür etmek isterim.
84. Daniel Charles, Le Temps de la voix (Paris, Delarge, 1978)'deki analiz­
leri ve Dominique Avron'un L'Appareil musical (Paris, Union Générale, d'E-
dition, 1978).
56
rilmesi ve ölçütlerin biçimlenmesinin işlevleri arasında bir uy­
gunluk olmalıdır. Kurguyu basitleştirme yoluyla, bütün bek­
lentilere karşı anlatıyı anahtar bir ehliyet formu olarak alan bir
birlikteliğin kendi geçmişini hatırlama ihtiyacı duymadığını
varsayabiliriz. Kendi katı materyalini toplumsal bağı için, sa­
dece değerlendirdiği anlatıların anlamında değil, aynı za­
manda bunları seslendirme ediminde de bulan bir birliktelik.
Anlatıların gönderimi geçmişe ait gözükebilir, ancak gerçekte
her zaman inşat (okuma) edimiyle çağdaştır. Görüntülerinin
her birinin "işittim" ve "işiteceksiniz" arasındaki uzam ikamet
eyleyen geçici zamansallıkta teşrifatçılık yaptığı çağdaş bir
edimdir.
Bu tür anlatılamanın pragmatik merasimi hakkındaki
önemli şey, anlatının görünümlerinin her birinin özdeşliğini
önceden bildirmesidir. Bu gerçekte böyle olmayabilir ve sık­
lıkla değildir de. Öyleyse kendimiz bu etiketin telkin ettiği
açıdaki korku ya da hümora kapalı tutmamalıyız. Buradaki
olgu, vurgulananın bir işlerliğin aksandaki farklılıkları değil,
anlatısal görünümlerin ölçülü vuruşudur. Bu anlamda, geçici­
liğin bu kipinin eşzamanlı olarak ezberlenemez ve hatırlana-
mayacak kadar eski olduğu söylenebilir.85
Nihayet anlatısal biçime öncelik veren bir toplum artık,
kendi geçmişini hatırlamak zorunda kalmaktan dolayı anlatıla­
rını resmileştirecek özel işlemlere kuşkusuz ihtiyaç duyma­
maktadır. Böyle bir kültürü, ilkin anlatılayıcının konumunu,
ona anlatısal pragmatikte ayrıcalıklı bir statü vermek için ayır-
deden, sonra, böylece anlatılananlar ve anlatı sanatından ko­
partılan anlatılayıcının neyi değerlendirdiğini, hangi hakla
değerlendirmek zorunda kalacağını sorgulayan ve sonuçta
kendi kişisel meşrulaştırmasının analizini ya da hatırlamasını

85. Bkz. Mircae Elidae, Le Mythe de l'eternal retour (Paris, Galimard,


1949).
57
yerine getiren bir kültür olarak tahayyül etmek güçtür. Bir an­
lamda, insanlar (halk) yalnızca anlatıları gerçekleştirenlerdir:
Bir kere daha söylersek, insanlar anlatıları sadece tafsil ederek
değil, aynı zamanda dinleyerek ve bunlarla kendilerini tafsil
ederek bunu yaparlar; bir başka deyişle, kendi kurumlarında
anlatıları "oyuna" koyarak ve böylece kendilerini anlatılayıcı-
nın konumu kadar, anlatılananlar ve anlatı sanatı konumuna
da yerleştirerek bunu yaparlar.
O zaman dolaysız meşrulaştırma sunan popüler anlatı
pragmatiği ve meşruluk olarak meşruluk sorunu biçiminde
Batıda bilinen dil oyunu arasında bir karşılaştırılamazlık var­
dır: Gördüğümüz gibi, anlatılar ehliyet ölçütlerini belirler
ve/veya onların nasıl uygulanması gerektiğini gösterirler.
Böylece sorgulanan kültürde ne söylenilmesi ve yapılması ge­
rektiğini belirleme hakkına neyin sahip olduğunu tanımlarlar;
kendileri bu kültürün zaten bir parçası olduklarından,
yaptıklarını yapmaları olgusu tarafından meşrulaştırılmış
olurlar.

58
7. BİLİMSEL BİLGİNİN PRAGMATİĞİ

Şimdi de sadece özetleyici bir biçimde klasik bilimsel bilginin


pragmatiği kavramını nitelendirmeye çalışalım. Süreç içeri­
sinde araştırma oyunu ve öğretim oyununu birbirinden ayıra­
cağız.
Kopernik, gezegenlerin çizdiği yolun çevrimsel olduğunu
söylemiştir86. Bu önermenin doğru olup olmadığı bir yana, ha­
rekete geçirdiği pragmatik konumların her birini etkileyen bir
gerilimler kümesi içerisinde ortaya atılmıştır (pragmatik ko­
numlar: gönderici, alıcı, gönderilen). Bu "gerilimler", bir öner­
menin "bilimsel" olarak kabul edilebilirliğini düzenleyen bu­
yurucu önermeler sınıfına aittir.
İlkin, gönderici gönderilen hakkındaki hakikati söylemeli-

86. Bu örnek Frege'den ödünç alınmıştır: "Über Sinn und Bedeatung"


(1928).
59
dir, gezegenlerin takip ettiği yol. Bu ne anlama gelir? Bir taraf­
tan gönderen ne söylediğinin kanıtını sunmaya muktedir sa­
yılmakta, diğer taraftan ise aynı gönderilene ilişkin karşıt ya
da çelişkili herhangi bir önermeyi, yanlışlamaya muktedir kı­
lınmaktadır.
İkincisi, alıcı geçerli olarak işittiği önermeye kabulünü ya
da reddini verebilme ihtimaline sahip olmalıdır. Bu da gösterir
ki, alıcının kendisi, gizil bir göndericidir: bir önermeye ilişkin
onayını ya da onaylamamasının nedenini formüle ettiğinden,
Kopernik'in karşı karşıya geldiği aynı çifte gerekliliğe, Koper­
nik'in sahip olduğu niteliklere gizil olarak sahip olduğu varsa­
yılmaktadır, yani Kopernik'e eşittir. Ancak bu gönderen, yal­
nızca yukarıdaki şartlar altında konuştuğunda bilinebilir ola­
caktır. Bundan önce, onun bilimsel insan olup olmadığını söy­
lemek mümkün değildir.
Üçüncüsü, gönderilen (gezegenlerin izlediği yol)
Kopernik'in önermesinde gerçekte olduğuyla uygunluk
içerisinde "ifade edilmiş" sayılmaktadır. Fakat
Kopernik'inkiyle aynı düzeydeki önermeler aracılığıyla
bilinebilen uygunluk kuralı sorunsal olmaktadır. Söylediğim
doğrudur çünkü doğru olduğunu kanıtlıyorum -peki ama
hangi türden bir kanıt vardır ki benim kanıtım doğru
olmaktadır?
Bu güçlüğün bilimsel çözümü iki kuralın gözlemlenmesin­
den ibarettir: Bunlardan birincisi yargılama anlamında87 diya­
lektik hatta retoriktir. Kanıtlamaya uygun bir gönderilen bir
tartışmada delil olarak kullanılabilir. Herhangi bir şeyi ka­
nıtlayabilirim çünkü gerçeklik benim söylediğim biçimdedir.
Fakat; ben kanıt üretebildiğim müddetçe gerçekliğin benim

87. Bruno Latour and Paolo Fabbri, "Rheüorique de la Science", Actes de la


recherce en scences sociales 13 (1977): 81-95.
60
söylediğim gibi olduğunu söylemeye izin verilir.88 ikinci
kural metafiziktir. Aynı gönderilen çelişkili ya da tutarsız
kanıtların çoğulluğunu arzedemez. Farklı bir şekilde
söylersek, "Tanrı" aldatıcı değildir.89
Bu iki kural ondokuzuncu yüzyıl biliminin doğrulama,
yirminci yüzyıl biliminin yanlışlama90 olarak adlandırdığı şe­
yin altını çizmektedir. Bunlar eşler (gönderici ve alıcı) ara­
sındaki tartışmadan türetilecek olan uzlaşımın bir ufkunu çi­
zerler. Her uzlaşım hakikatin bir işareti değildir. Ancak bir
önermenin doğruluğunun zorunlu olarak bir uzlaşım türettiği
varsayılmaktadır.
Bu özellik araştırmayı kapsamaktadır. Araştırmanın zo­
runlu tamamlayıcısı olarak öğretime başvurması açık olmalı­
dır. Bilim adamları akabinde gönderici olabilecek bir alıcıya
ihtiyaç duyarlar, bir eşe yani. Yoksa önermelerinin doğrulan­
ması mümkün olmayacaktır, çünkü zorunlu becerilerin yeni-
lenmeyişi giderek, zorunlu ve çelişkili tartışmayı sona erdire­
cektir. Yalnızca bilim adamının önermelerinin hakikati değil,
ehliyeti de bu durumda adı geçen tartışmanın içerisindedir.
Herhangi birinin ehliyeti de hiç bir zaman tamamlanmamış
bir olgu değildir. Önerilen önermenin, tartışma ve yanlışlama
sırasında herhangi birinin eşitleri tarafından tartışmaya değer
görülüp görülmemesine bağlıdır. Önermenin doğruluğu ve
göndericinin ehliyeti şu halde eşit bir temel üzerinde, ehil olan
bir grup insanın kollektif onayına bağlıdır. Eşitlere ihtiyaç
vardır ve yaratılmalıdırlar.
Didaktik bu yeniden üretimin oluşmasını güvence altına
almaktadır. Diyalektik araştırma oyunundan farklıdır. Kısaca
söylendikte, ilk varsayımı, alıcının (öğrenci) göndericinin ne

88. Gaston Bachelard, Le Nouvel Esprit scientifique (Paris, PUF, 1934).


89. Descartes, Méditations métaphysique (1641), Médiation.
90. Örnek olarak bkz. Karl G. Hempel, Philosophy of Natural Science
(Enalewood Cliffs, N.J.: Prentice-hall, 1966).
61
bildiğini bilmemesidir. Bu da açıkça neden öğrenmek zorunda
olduğunun nedenidir. İkinci varsayım, alıcının-öğrenci, gönde­
renin bildiğini öğrenebileceği ve ustasının ehliyetine eşit bir
ehliyetle bir uzman olabileceğidir91. Bu çifte gereklilik bir
üçüncüsünü getirir: Araştırmanın pragmatiğini oluşturan kanıt
üretimi ve iddiaların değişimi için varolan önermeler yeterli
olarak düşünülmekte ve dolayısıyla tartışılmaz hakikatlerin
ışığı altında oldukları gibi öğretim yoluyla aktarılabilmek-
tedir.
Bir başka deyişle, bildiğinizi öğretirsiniz. Böylesi uzman­
dır. Ancak öğrenci (didaktik sürecin alıcısı) becerilerini geliş­
tirdikçe, uzman ne bilmediğini fakat öğrenmeye çalıştığını (hiç
olmazsa eğer uzman da araştırmaya katılmışsa) öğrenciye gös­
terebilir. Bu yolla, öğrenci araştırmanın diyalektiğine ya da bi­
limsel bilgi üretimi oyununa sokulmaktadır.
Eğer bilimin pragmatiğini anlatısal bilginin pragmatiğiyle
karşılaştıracak olursak, şu özellikleri belirleyebiliriz:
1. Bilimsel bilgi kazanılacak ve diğerlerini dışta bırakacak
bir dil oyununa-düzanlama ihtiyaç duymaktadır. Bir önerme­
nin doğruluk değeri kabul edilebilirliğini belirleyen ölçüttür.
Tabiatıyla, diğer önerme sınıflarını da bulabiliriz, sözgelimi
sorgulayıcılar ("şunu nasıl açıklayabiliriz?") ve buyurucular
("sınırlı bir öğeler dizisini alınız") gibi. Ancak bunlar da dü­
zanlamsal bir önermede sona ermesi gereken dönüm-noktaları
olarak vardırlar.92 Bu bağlamda, eğer bir gönderilen hakkında
doğru bir önerme üretilmişse, bir şey "öğrenilmiştir" ve eğer
uzmanlara açık gönderilenler hakkında doğrulanabilir ya da

91. Burada bu çift varsayım tarafından çıkartılan güçlükleri tartışmayaca­


ğız. bkz. Vincent Descombes, L'Inconscient malgré lui (Paris, Editions de
minuit, 1977).
92. Bu nokta temel bir güçlülüğü gözden uzak tutmaktadır. Bu güçlük anlatı-
lamanın incelenmesinde de ortaya çıkacaktır: söylemsel oyunlar ve dil
oyunları arasındaki ayrım. Bu ayrımı burada tartışmayacağım.
62
yanlışlanılabilir önermeler üretilmişse bir bilim adamından
sözedilebilir.
2. Bilimsel bilgi bu yolla toplumsal bağı biçimlendirmek
üzere bir araya gelen dil oyunlarından ayrı kılınmaktadır. An-
latısal bilginin aksine, toplumsal bağın doğrudan ve paylaşıl­
mış bir tamamlayıcısıdır çünkü bir meslek geliştirmekte ve
kurumlar yaratmaktadır. Modern toplumlarda dil oyunları
kendilerini nitelikli eşler tarafından çalıştırılan kurumlar biçi­
minde pekiştirirler (profesyonel sınıf). Bilgi ve toplum arasın­
daki ilişki (yani mesleki kapasitelerindeki bilim adamlarını
dışta bırakan genel agonistikteki eşlerin bütün toplamı) karşı­
lıklı dışsallığın birisi olmaktadır. Burada yeni bir sorun gö­
rünmektedir: Toplum ve bilimsel kurum arasındaki ilişki. Bu
sorun didaktik tarafından çözümlenebilir mi, sözgelimi her­
hangi bir toplumsal atomun bilimsel ehliyet kazanabileceği
öncülüğüyle?
3. Araştırma oyununun sınırları içerisinde, gerekli ehliyet
yalnızca göndericinin konumuyla ilgilidir. Alıcının tikel olarak
gerekli bir ehliyeti yoktur (sadece didaktikte gereklidir
-öğrenci zeki olmalıdır). Gönderilene ilişkin bir ehliyet gerek­
liliği de yoktur. Beşeri bilimlerde bile, (insan hayatının bir bo­
yutu olmakla birlikte) gönderilen, ilke olarak, bilimsel diya­
lektikte bağlanmış eşlere dışsaldır. Burada anlatısal oyuna kar­
şıt olarak, bir şahıs ne olduğunu söyleyen bilginin nasıl olaca­
ğını bilmek zorunda değildir.
4. Bir bilim önermesi, kaydedilmiş olması olgusundan ge­
çerlik kazanmaz. Pedagoji olayında bile, bir şey varolan du­
rumda eğer hâlâ tartışma ve kanıt yoluyla doğrulanabilirse öğ­
retilmektedir. Kendinde, hiç bir zaman "yanlışlamadan" kur­
tulma garantisine sahip değildir.93 Halihazırda kabul edilmiş
önermeler biçiminde biriken bilgiye her zaman meydan oku-

93. 90. notta işaret edildiği anlamıyla


63
malar olabilir. Ancak tersine, aynı gönderileni ele alan ve
daha önceden kabul edilmiş bir önermeyle çelişen yeni bir
önerme, eğer önceki önermeyi iddialar ve kanıtlar üretme yo­
luyla yanlışlarsa geçerli olarak kabul edilebilir.
5. Şu halde bilim oyunu ardzamanlı bir zamansallık yani
bir hafıza ve tasarı zamansallığı imâ etmektedir. Bilimsel bir
önermenin şimdiki göndereni, gönderileniyle (bibliyografya)
ilgili önceki önermelerle bir yakınlık sahibi sayılmakta ve sa­
dece konu üzerinde öncekilerden farklıysa yeni bir önerme ge­
tirmektedir. Burada, her işlerliğin "aksam" olarak adlandırdı­
ğım, oyunun polemik işlevi bu araç yoluyla "ölçü" üzerinde
öncelik kazanmaktadır. Bu ardzamanlılık yenisi için bir araş­
tırma ve hafıza varsayarak ilkede birikimli bir süreci temsil
etmektedir. "Ritmi" ya da ölçü ve aksan arasındaki ilişki de­
ğişkendir.94
Bu özellikler iyi bilinmektedir. Ancak iki sebepten dolayı
yeniden düşünülmelidir. Birincisi, bilim ve bilimsel olmayan
(anlatısal) bilgi arasında bir paralel çizmek, bize öncekinin
varlığının sonrakinin varlığından daha az ya da çok zorunlu
olmadığını anlama veya hiç olmazsa sezmede yardım eder.
İkisi de önermeler kümesidirler, önermeler genel olarak uygu-
lanılabilir kurallar çerçevesinde oyuncular tarafından gerçek­
leştirilen "hareketlerdir". Bu kurallar her tikel bilgi türüne
özgüdürler. Bir keresinde "iyi" olarak yargılanan "hareketler"
bir diğerinde "iyi" olarak yargılananlarla, ancak şansla bu
ortaya çıkmadıkça, aynı türden olamazlar.
Buna göre bilimsel bilgi temelinde anlatısal bilginin, anla-
tısal bilgi temelinde bilimsel bilginin geçerliliğini ve varlığını
yargılamak mümkün değildir. Geçerli ölçütler farklıdır. Bütün
yapabileceğimiz, tıpkı gezegen ya da hayvan türlerinin farklı-

94. Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions (Chicago, Uni­


versity of Chicago Press, 1962).
64
lığında yaptığımız gibi, söylemsel türlerin farklılığındaki
şaşırtıcılığa bakmaktır. Postmodernlikteki "anlam kaybından"
şikayet ediş ilke olarak bilginin artık anlatısal olmadığı
olgusunu anlamayı artırmaktadır. Böyle bir tepki zorunlu
olarak gelmez. Herhangi bir teşebbüs de (gelişme gibi araçları
kullanarak) embriyonik bir durumda, bilimsel bilgi anlatısal
olanı içeriyormuşcasına onu anlatısal bilgiden türetmeye ya da
güçlendirmeye kalkışmaz.
Buna rağmen, yaşayan diğer türler gibi dil türleri de bir­
birleriyle ilişkilidir ve bunların ilişkileri uyumlu olmaktan
uzaktır. Bilimin dil oyunu özellikleri hakkındaki bu acele ha­
tırlatmayı haklılaştıran ikinci nokta açıkça anlatısal bilgiye
olan ilişkisiyle ilgilidir. Anlatısal bilginin kendi meşrulaştırma
sorununa öncelik vermediğini söylemiştim; kendisini, tartışma
ve kanıta başvurmaksızın aktarımının pragmatiğinde tasdik
etmektedir. Bu da bilimsel söylemin sorunlarının anlaşılama-
masının belirli bir hoşgörüyle karşılanmasının nedenidir.
Böyle bir söyleme öncelikle anlatısal kültürler ailesinde bir de­
ğişken olarak yaklaşılmaktadır.95 Bunun tersi doğru değildir:
Bilim adamı anlatısal önermelerin geçerliliğini sorgular ve
bunların hiç bir zaman tartışma ve kanıtlamaya bağlı olmadığı
sonucuna varır.96 Bunları farklı bir zihniyete ait olarak sınıflar:
yaban, ilkel, gelişmemiş, gerici, yabancılaşmış, farklı görüş-

95. krş. çocukların ilk bilim derslerine olan tavırları ya da yerlilerin etno­
logun açıklamalarını yorumlama biçimleri.
96. Bu Melraux'un Clastres'i yorumlama nedenidir: "İlkel bir toplumu ça­
lışmaya muktedir olmanın kendisi zaten biraz bozulmuş durumdadır. Ger­
çekte, yerli kendi toplumunu etnologun gözleriyle görmeye muktedir, ku-
rumlarının işlevselleşmesini, bunların meşruluğundan önce sorgulamaya
yeterli olmalıdır. Ache kabilesiyle ilgili çalışmasındaki başarısızlığı üze­
rine Clastres şöyle bir sonuca varmaktadır: "Ache kabilesi istemedikleri
hediyeleri kabul etmelerine rağmen, aynı zamanda diyalog kurmaya
yönelik girişimleri reddettiler. Çünkü buna ihtiyaç duymayacak kadar
güçlüydüler: Onlar hastalandığında biz konuşmaya başlayacaktık"
(zikreden M. Carty in "Pierre Clastres“, Libre 4 (1978).
65
lerden ibaret, adetler, otorite, önyargı, cehalet, ideoloji. Anlatı­
lar, masallar, mitler, efsaneler olarak yalnızca kadınlar ve ço­
cuklar için uygundur. En iyisi, bu karanlıkçılığı (obscurantism)
medenileştirmek, eğitmek ve geliştirmek için ışık tutmaktır.
Bu eşitsiz ilişki her oyuna özgü kuralların içsel bir etkisi­
dir. Bunu bütün semptomlarıyla biliyoruz. O, Batı medeniyeti­
nin doğuşundan başlayan kültür emperyalizminin bütün tari­
hidir. Kendisini diğer bütün emperyalizm biçimlerinden ayır-
deden özel vurgusunu kavramak önemli, çünkü meşrulaştır-
maya yönelik bir talep tarafından idare edilmektedir.
8. ANLATISAL İŞLEV
VE BİLGİNİN MEŞRULAŞTIRILMASI

Bugün meşrulaştırma sorunu, bilimin dil oyununun bir başarı­


sızlığı olarak düşünülmektedir. Sorunun bir sorun ya da araş­
tırmacı ve itici bir güç olarak meşrulaştırılmakta olduğunu söy­
lemek çok daha doğru olacaktır. Ancak, durumu tersine çe­
virerek bu sorunla ilgilenmenin bu biçimi, eski bir tarihe
aittir. Bu noktaya gelmeden önce (bazılarının pozitivizm
olarak adlandırdıkları) bilimsel bilgi diğer çözümleri aramıştır.
Uzun bir zaman bilimsel bilgi, çözümlerinin açık ya da kapalı
olarak anlatısal bilgiye ait işlemlere müracaatına yardımcı
olamamıştı.
Anlatının bu anlatısal-olmayandaki geri dönüşü şu ya da
bu biçimde bir kere ve bütün zamanlar için aşılmış olarak dü­
şünülmemelidir. Bunun açık bir kanıtı: Bilim adamları bir "ke­
şif" yaptıktan sonra televizyona çıktıklarında ya da gazetelere

67
mülakat verdiklerinde ne yaparlar? Gerçekte tamamiyle epik
olmayan bir bilgi epiği sunarlar. Anlatısal oyunun kurallarıyla
oynarlar; etkisi sadece medyanın kullanıcıları üzerinde değil
bilim adamlarının duygularında da müessir kalmaktadır. Bu
olgu ne geçicidir ne de görüntüye aittir: Bilimsel bilginin "po­
püler" bilgiye ya da ondan ne kalmışsa onunla ilişkisine bağ­
lıdır. Devlet bilimin kendisini bir epik olmaktan kurtarması
için büyük para sarfeder, oysa devletin kendi güvenilirliği,
karar vericilerinin ihtiyaç duyduğu kanıtsal onayı elde etmek
için kullandığı bu epiğe dayalıdır.97
Anlatıya başvurmanın, hiç olmazsa bilimin dil oyununun
önermelerinin doğru olmasını arzu ettiği ancak kendinde bun­
ları meşrulaştıracak kaynaklara sahip olmaması derecesinde
kaçınılmaz olduğu anlaşılabilirdir. Eğer olay buysa, yukarıda
özetlenildiği gibi, hatırlatmaya ya da yansıtmaya (tarihilik ve
aksan ihtiyacı) değil fakat aksine unutmaya yönelik bir ihtiyaç
(ölçü ihtiyacı) olarak anlaşılan tarih kavramına giderilemez bir
biçimde ihtiyaç duyulduğunu kabul etmek zorunludur (Bkz.
Bölüm 6).
Bizler kendimizi beklemekteyiz. Ancak hareket ettikçe,
meşrulaştırma sorunu için bulunmakta olan açıkça modası geç­
miş çözümlerin ilke olarak değil ancak ifade edilme biçimle­
rinde modası geçmiş olduğunu aklımızda tutmalıyız. Eğer bu­
güne kadar değişik biçimlerde direnebildiklerini görürsek şa­
şırmamalıyız. Şu anda kendimizi bilimsel bilginin Batıdaki
konumunu açığa çıkarmak üzere onun bir anlatısını seslen­
dirme ihtiyacıyla yükümlü hissetmiyor muyuz?
Bilimin yeni dil oyunu kendisini meşrulaştırma sorununu
daha başlangıçta Platon'da ortaya konulmuştu. Burası Diyalog-

97. Bilimselci ideoloji üzerine bkz., Survive 9 (1971), yeniden basımı in


Jaubert et Levy-Leblond, (Auto) crıtique (not 26) ss. 51 vd. Bu derlemenin
sonunda bilimin sistemin emrine verilmesinin çeşitli biçimlerine karşı sa­
vaşan grupları ve dergileri sıralayan bir bibliyografya vardır.
68
lar'daki ya açık bir tema veya örtük bir varsayım olarak hare­
kete geçirilen bilim pragmatiği yorumunun tam yeri değil.
Özgül gerekleriyle diyalog oyunu, kendisi içerisinde araştırma
ve öğretim işlevlerini saklayarak bu pragmatiği bir kılıfa sok­
maktadır. Daha önceden sayılmış aynı kurallardan bazılarıyla
karşılaşmıştak: sadece uzlaşıma (homologia) yönelik bir görüşle
tartışma, anlaşmanın mümkün olabilmesi için bir garanti ola­
rak gönderilenin birliği, eşler arasındaki eşitlik, hatta kuralları
kabul etmeyi reddedenlerin zayıflık ve kabalık dışında bir
nedenle hariç tutulması, dolayısıyla bir kader değil oyun ol­
duğunun dolaylı bir şekilde kavranılması.98
Burada oyunun bilimsel tabiatı verildiğinde, bilimin meş­
ruluğu sorunu diyaloglarda ortaya çıkartılan sorunlar arasında
olmalıdır. Bunun iyi bilinen bir örneği (sorunu sosyo-antropo-
lojiye başlangıçtan itibaren bağladığından bütünüyle en önem­
lisi) Cumhuriyet'in 6. ve 7. kitaplarında bulunmaktadır. Bildi­
ğimiz gibi cevap, hiç olmazsa cevabın bir parçası, bir anlatı
formunda gelmektedir. İnsanların nasıl ve niçin anlatıları özle­
diği ve bilgiyi tanımayı başaramadığını açıklayan mağara al-
legorisi. Bilgi şu halde anlatının şehadeti üzerine temellenmiş-
tir.
Dahası da var. Platon'un Diyaloglar'ındaki meşrulaştırım
çabası anlatıya biçim sayesinde bir cephane vermektedir. Di­
yalogların her birisi bilimsel tartışmanın bir anlatısı formunu
almaktadır. Buradaki küçük sonuç, tartışmanın hikayesinin
kaydedilmekten çok gösterildiği, anlatılanmaktan çok aşama-
landırıldığı99 ve dolayısıyla epikten çok trajediyle yakın olarak
ilişkide bulunduğudur. Bilimi başlatan Platonik söylemin
bilimsel olmaması olgusu, açıkça bilimi meşrulaştırmaya gi­
rişmesi düzeyindedir. Bilimsel bilgi, kendi bakış açısından hiç

98. Victor Goldschmidt, Les Dialogues de Platon (Paris, PUF, 1947).


99. Bu terimler Genette'den ödünç alınmıştır, Figures III.
69
bir şekilde bilgi olmayan başka bir bilgi türüne, anlatıya baş­
vurmaksızın doğru bilgiyi bilemez ve bilinir kılamaz. Böyle
bir müracaat olmaksızın, bilimsel bilgi kendi geçerliliğini var­
sayma konumunda ve lanetlediği şeyi, önyargıya dayanarak,
sorun dilenerek, durduruyor olacaktır. Ancak anlatıyı otorite ola­
rak kullanarak aynı çıkmaza düşmemekte midir?
Antik, ortaçağ ve klasik felsefelerde içerilen ancak sınır­
lanmayan bilimin meşrulaştırılması söylemleri yoluyla bilim­
sel olandaki anlatısal yeniden görünümü belirtmenin yeri bu­
rası değil. Sonsuz bir işkence olur bu. Çözüm olarak Descartes-
'in felsefesi gibi bir felsefe, Valery'nin zihnin hikayesi100 ola­
rak adlandırdığı ya da Metod Üzerine Risale'nin baliğ olduğu
bir Bildungsroman'daki bilimin meşruluğunu yalnızca göstere­
bilirdi. Aristotoles şüphesiz bilimsel olarak açıklanmış öner­
melerin uyması gereken kuralları (Organon) Varlık üzerine bir
söylemdeki meşrulukların araştırılmasından (Metafizik) ayırdet-
mede en modern olanlardan birisiydi. Daha da modern olan,
bilimsel bilgiyi gönderilenin varlığını açıklayacak hak iddi­
asını da içermek üzere, sadece iddialar ve kanıtlardan, bir
başka deyişle diyalektikten ibaret sayan önerisidir.101
Modern bilimle birlikte, meşrulaştırma sorununda iki yeni
özellik gözükmektedir. Herşeyden önce, "kanıtın nasıl sağla­
nabileceği" ya da çok genel olarak "hakikatin şartlarını kimin
belirleyeceği" sorusuna bir karşılık olarak bir ilk kanıt ya da
aşkın otorite için metafizik bir arayıştan vazgeçilmektedir. Ha­
kikatin şartları, bir başka deyişle bilim oyununun kuralları bu
oyuna içkindir. Bunlar tabiatında zaten bilimsel olan bir tar-

100. Paul Valéry, Introduction à la Méthode de Léonarde Vinci (1894)


(Paris, Galimard, 1957). Bu cilt şu denemeleri de içermektedir: "Margina-
lia” (1930), "Note et digression" (1919) "Leonerd et les philosophes"
(1929).
101. Pierre Aubenque, Le Problème de l'Etre chez Aristote (Paris, PUF,
1962).
70
tışmanın bağları içerisinde oluşturulabilirler. Kuralların uz­
manlar tarafından kendilerine yayılan uzlaşımdan daha güzel
olduklarına ilişkin başka bir kanıt yoktur.
Bu şartlar hakkındaki bir söylemdeki, bir söylemin şartla­
rını tanımlayacak modern temayülü destekleyiş, Rönesans
Hümanizmi, Aydınlanma'da Alman idealist felsefesi, Sturm
und Drang ve Fransa'daki tarihsel okulda zaten farkedilebilir
olan anlatısal (popüler) kültürlerin yenilenen bir itibarı olmak­
tadır. Anlatılama artık meşrulaştırma sürecinde gayri iradi bir
kusur değildir. Bilgi sorunsalında anlatıya açık başvuru, gele­
neksel otoritelerden burjuva sınıflarının kurtulmasıyla birleş­
miştir. Anlatısal bilgi Batı'da yeni otoriteleri meşrulaştırma so­
rununun bir çözüm yolu olarak bir yeniden doğuş yaşamıştır.
Böyle bir sorun için, anlatısal bir sorunsaldaki karşılığı olarak
bir kahramanın ismini taleb etmek tabiidir: Toplum için karar
verme hakkına kim sahiptir? İtaat etmesi gerekenler için buy­
rukları norm olan özne kimdir?
Sosyopolitik meşruluğun bu biçimde sorgulanması yeni bi­
limsel tavırla birleşir: Kahramanın adı halktır, meşruluğun işa­
reti halkın bilincidir, normları yaratma biçimleri ise müzake­
redir. İlerleme düşüncesi bunun zorunlu bir büyümesidir. Bil­
ginin biriktirmekle yükümlü kılındığı hareketten başka bir
şey temsil etmemektedir, ancak bu hareket yeni sosyopolitik
özneye de uzanmaktadır. Halk, bilimsel topluluğun neyin
yanlış neyin doğru olduğunu tartıştığı biçimde, kendi ara­
sında, neyin adil olup olmadığını da tartışmaktadır. Bilim
adamlarının bilimsel yasaları biriktirdikleri gibi halk da me­
deni yasaları biriktirmektedir. Bilim adamlarının öğrendikle­
rinin ışığı altında kurallarını gözden geçirecek yeni "paradig­
malar" üretmesi gibi, halk uzlaşıma ilişkin kuralları tamamla­
maktadır.102

102. Pierre Duhem, Essai sur le notion de théorie physique de Platon à Gali-
71
Burada "halk"tan ne kastedildiği geleneksel anlatısal bil­
gide imâ edildiğinden bütünüyle farklıdır. Gördüğümüz gibi,
bu anlatısal bilgi kurumsallaştırıcı müzakereye gerek
duymaktadır, birikimli ilerleme ya da evrenselliğe ilişkin bir
hak talebine değil. Oysa bunlar bilimsel bilginin işleticileridir.
Yeni meşrulaştırım sürecinin "halktan gelen" temsilcilerinin
aynı zamanda etkin bir biçimde halkların geleneksel bilgisini
tahrip etmeye katılmaları kesinlikle şaşırtıcı değildir. Bu
durum, azınlıklar ve gizil ayrılıkçı hareketler yalnızca
obskürantizmi yaymaya itildiklerinden bu noktadan daha ile­
ride algılanmaktadır.103
Bu zorunlu olarak soyut öznenin gerçek varlığının, bu öz­
nenin düşünmek ve karar vermekle yükümlü kılındığını ve
devletin bir kısmını ya da bütününü oluşturan kurumlara
bağlı olduğunu da görebiliriz. Bu özne soyuttur çünkü özgül
olarak bilgi öznesi paradigması ve doğruluk-değerleriyle dü­
zanlamsal önermeleri gönderen-alan bir öznedir. Öte yandan
Devlet sorunu içsel olarak bilimsel bilgi sorunuyla kaynaşmış
olmaktadır.
Ancak bu içiçe geçmenin çok boyutlu olduğu da açıktır.
"Halk" (millet ya da insanlık) ve özellikle halkın kurumları
bilmeye doymazlar -yasalar üretirler. Norm konumuna sahip
buyurucular formüle ederler.104 Sadece neyin doğru olduğuna
ilişkin ifadeler söylenimler değil, adalete yönelik hak iddi­
asında bulunan buyurucu önermeler açısından da ehliyetlerini
sınarlar. Söylendiği gibi, anlatısal bilgiyi niteleyen, bu bilgiye

lee (Paris, Hermann, 1908); Alexandre Koyre, Etudes Galile'ennes (Paris,


Hermann, 1966;); Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions.
103. Michel de Certeaul, Dominique Julia, Jacques Revel, Une Politique de
la langue: La Révolution Française et les patois (Paris, Galimard, 1975).
104. Hükümler ve yargılar arasındaki ilişki üzerine bkz. G. Kalinowski "Du
Métalanguage en logique. Réflexions sur la logique dè ontique et son rap
port avec la logiuqe des normes", Documents de travail 48 (Università Ur-
bino, 1975).
ilişkin kavramımızı biçimlendiren şey açıkça, diğerlerini zik­
retmeye gerek kalmaksızın bile, bu iki tür ehliyet alanını bir­
leştirmesidir.
Tartıştığımız meşrulaştırma biçimi anlatıyı, bilginin geçer­
liliği olarak yeniden başlatmakta ve anlatının özneyi bilişsel
ya da pratik, bir bilgi ya da özgürlük kahramanı olarak temsil
edip etmediğine bağlı kalarak iki yön tutturmaktadır. Bu seçe­
nek yüzünden, yalnızca meşrulaştırmanın anlamı değişmekle
kalmamakta, ve zaten gözükmekte olduğu gibi, anlatının
kendisi de bu anlamı yeterli bir biçimde betimlemekten uzak­
laşmaktadır.

73
9. BİLGİNİN MEŞRULAŞTIRILMASININ
ANLATILARI

Meşrulaştırma anlatısının iki temel boyutunu inceleyeceğiz. Bi­


risi çokça siyasal, diğeriyse aynı derecede felsefidir. İkisi de,
özelde, bilgi ve bilgi kurumları tarihinde olmak üzere, mo­
dern tarih içerisinde büyük öneme sahiptirler.
Bu boyutlardan birincisinin öznesi, özgürlük kahramanı
olarak insanlıktır. Eğer toplumsal özne zaten bilimsel bilginin
öznesi değilse, bu rahipler ve tiranlar tarafından yasaklanmış
olması sebebiyledir. Bilimin hakkı yeniden keşfedilmelidir. Bu
anlatının yüksek okullardan ve üniversitelerden çok bir ilköğ­
retim piyasasına yöneltilecek olması anlaşılırdır.105 Üçüncü

105. Bu politikanın bir değerlendirmesi Fransız Felsefe Kurumu'nda ikincil


çalışmaların sonunda ve felsefe eğitimi araştırma grubu tarafından ikincil
çalışmaların başlangıcında "biraz" felsefe öğretmek amacıyla verilen
önerilerde bulunmaktadır. Bkz. Oui a peur de la philosophie? (Paris,
74
Fransa Cumhuriyeti'nin eğitim siyaseti güçlü olarak bu varsa­
yımları yansıtmaktadır.
Bu anlatının yüksek eğitimi vurgudan uzak tutmak zo­
runda kalacağı gözükmektedir. Uygun şekilde, Napoleon tara­
fından yüksek eğitime ilişkin olarak uygulanan ölçülerin Dev­
letin bekası için gerekli idari ve mesleki becerileri üretme ar­
zusundan kaynaklandığı düşünülmektedir.106 Bu tavır, özgür­
lük anlatısı bağlamında, Devletin meşruluğunu kendinden
değil, halktan aldığı olgusunu gözden kaçırmaktadır. Böylece
eğer emperyal siyaset yüksek eğitim kurumlarını ilkin Devlet
görevlileri sonra da sivil toplumun yöneticileri için besleyici
bir zemin olarak görmüşse, bunu milletin bir bütün olarak öz­
gürlüğünü yeni bilgi alanlarının halka yayılması aracılığıyla
kazanması öngörüldüğünden dolayı yapmıştır. Bu süreç, adı
geçen kadroların işlevlerini yerine getireceği aracılar ve mes­
lekler vasıtasıyla etkilenecektir. Aynı akıl yürütme, önsel ola­
rak bilimsel kurumların eksiksiz şekilde kurulması için de ge­
çerlidir. Devlet, "millet" adı altında, ilerleme yolunu göster­
mek için "halkın" eğitimi üzerinde doğrudan bir güç kazan­
dığı her durumda özgürlük anlatısına müracaat etmektedir.107
İkinci meşrulaştırma anlatısıyla bilim, millet ve Devlet ara­
sındaki ilişki bütünüyle farklı olarak gelişti. Berlin Üniversite-

Flammarion, 1977), Bölüm 2, "La Philosophie déclassée". Yine


Quebec'deki CEGEP'in program yönelişi de bu yöndedir, özellikle felsefe
kurslarında, bkz, Cahiers de l'eseignement collégial (1975-76).
106. Bkz. H. Janne, "L'Université et les besoins de la société contempo-
rine", Cahiers de L'Association internationale desUniversitiés 10 (1970):
5; zikreden, Commision d'ètude sur les universités, Document de consulta­
tion (Montreal, 1978).
107. "Katı" hemen hemen mistik-askeri bir ifadesi şurada bulunabilir. Julio
de Mesquita Filho, Discorso de Paraninfo da primerio turma de licenciados
pela Faculdade de Filosofía, Ciencas e Letras da Universidade de Sao Pauló
(25 Ocak 1937) bunun bir açıklaması Brezilya'nın gelişiminin modern
problemlerine uyarlanmıştır, Relatarlo do Grupo de Rabalho Reforma Uni­
versitaria (Brezilya, Eğitim ve Kültür Bakanlıkları, 1968).
si'nin 1807 ve 1810 arasındaki kuruluşuyla ilk defa ortaya
çıktı.108 Bu üniversitenin dünyanın genç ülkelerindeki yüksek
öğretimin örgütlenmesindeki etkisi ondokuzuncu ve yirminci
yüzyılda hatırı sayılır ölçüdeydi.
Üniversitenin kurulması sırasında Prusya vekaleti önceden
Fichte tarafından önerilen ve karşı-teklifi Schleiermacher’ca ha­
zırlanan bir projeyle ilgilenmekteydi. Wilhelm-von Humboldt
konu üzerinde bir karar vermek durumunda kalmış ve Schlei-
ermacher'ın daha "liberal" seçiminden yana tavır almıştır.
Herhangi birisi Humboldt'un raporunu okurken onun bi­
lim kurumunun siyasetine ilişkin bütün yaklaşımını şu ünlü
mütalaaya irca edebilir: "Bilim bilim içindir". Fakat bu onun
siyasetinin yüce amacını yanlış anlamak olur; ki bu amaca
rehberlik eden, tartıştığımız meşrulaştırma ilkesidir ve Schlei-
ermacher'in izah ettiği ilkeyle örtüşür.
Humboldt, bilimin kendi ve "ne olursa olsun belirli bir
amaç veya bir sınır olmaksızın yaşayan ve kendisini sürekli
olarak yenileyen" bilimsel kurumun kurallarına itaat ettiğini
açıklamaktadır. Ancak üniversite gerçek kurucu öğesini, bi­
limi, "milletin ahlaki ve ruhsal eğitimine" yönlendirmelidir109.
Bu Bildung-etkisi çıkar gözetmeyen öğrenme arayışından nasıl
türemektedir? Devlet, millet bütün insanlık kendisi hatırına
bilgiye kayıtsız değil midir? Humboldt'un kabul ettiği gibi
bunları ilgilendiren öğrenme değil, "karakter ve eylemdir".
Bakanın danışmanı şu halde bir biçimde Kantcı eleştiri ta­
rafından bilme ve isteme arasında geliştirdiği karşıtlığı hatırla-

108. Bu belgeler Felsefe Koleji ve Miguel Abensour'ın sayesinde


Fransızca'da okunabilmektedir: Philosophes de l'Université L'idealisme
allemand et la question de l'universitèé (Paris, Payot, 1979). Derleme
Schelling, Fichte, Schleiermacher, Humboldt ve Hegel'in denemelerini
içermektedir.
109. "Uber die innere und äussere Organization der höheren wissenchaftlic-
hen Anstalten in Berlin" (1810), in Wilhelm von Humold (Frankfurt,
1957), s. 126.
76
tan temel bir güçlükle karşılaşmaktadır; sadece hakikat ölçü­
tüne cevaplandırılabilir düzanlamlardan oluşmuş bir dil
oyunu ile zorunlu olarak kararları ve mükellefiyetleri içeren
ahlaki, toplumsal ve siyasal pratiği yöneten bir dil oyunu,
başka bir deyişle, doğru olmaktan çok uygun olması umulan,
nihai olarak bilimsel bilginin alanının dışında kalan ifadeler
arasında gerçekleşen bir çatışma olan güçlükle.
Bununla birlikte, bu iki söylem kümesi, sadece bireylerin
öğrenime katılmasını değil, aynı zamanda bilginin ve toplu­
mun bütünüyle meşrulaştırılmış öznesinin yetiştirilmesini de
ihtiva eden Humboldt'un projesiyle amaçlanan Bildung için
vazgeçilmezdir. Humboldt böylelikle Fichte’nin Hayat olarak
adlandırdığı ve üç başarma arzusu ya da daha iyi bir deyişle
üç boyutlu bir etkileşim tarafından canlandırılan bir Tin geliş­
tirmektedir: "herşeyi bir ideale ilişkili kılan" (ahlaki ve top­
lumsal pratiği yöneten) ve "bu ilkeyi ve bu ideali tek bir ide-
ada birleştiren" (gerçek nedenlere yönelik bilimsel araştırma­
nın daima moral ve siyasal hayattaki adil amaçların aranma­
sıyla uzlaşacağını garanti eden) bir Tin. Bu yüce bileşim meşru
özneyi kurmaktadır.
Humboldt geçerken bu üçlü etkilenimin doğal olarak "Al­
man milletinin entellektüel karakterini" devraldığını eklemek
tedir.110 Bu başka bir anlatıya verilmiş, bilginin öznesini halk
olduğu düşüncesine verilmiş bir tavizdir. Ancak gerçekte bu
düşünce Alman idealizmi tarafından geliştirilmiş bilginin meş-
rulaştırılması anlatısından bütünüyle uzaktır. Schleiermacher,
Humboldt ve hatta Hegel gibi insanların Devlete yönelttikleri
şüphe bunun bir göstergesidir. Eğer Schleiermacher bilim ko­
nularında kamusal otoritelere kılavuzluk eden dar milliyetçi­
lik, korumacılık, yararcılık ve pozitivizmden korkuyorsa, bu
dolaysız olarak bile bilim ilkesinin bu otoritelerde bulunma-

110. Ibid, s.128.


77
ması sebebiyledir. Bilginin öznesi halk değil, spekülatif
(düşünsel) ruhtur. Devrimden sonra Fransa'da olduğu gibi
Devlette değil bir Sistemde mücessemdir. Meşrulaştırmanın dil
oyunu devlet-siyasetine ilişkin değil, felsefidir.
Üniversiteler tarafından gerçekleştirilen en büyük işlev,
"bütün öğrenim yapısını açık kılmak ve bütün bilginin temel­
lerini ve ilkelerini yaymaktır". Çünkü "spekülatif" ruh olmak­
sızın yaratıcı bilimsel çalışma yoktur".111 Burada "spekülas­
yon" bilimsel söylemin meşrulaştırılması söylemine verilen
addır. Okullar işlevseldir; Üniversite ise spekülatiftir yani fel­
sefidir. Felsefe laboratuvarlarda ve üniversite-öncesi öğretimde
ayrı bilimlere parçalanmış öğrenmeye yönelik birliği yeniden
kurmalıdır. Felsefe bunu bilimleri bir ruh oluşumundaki uğ­
raklar olarak, bir başka deyişle, ussal bir anlatı ya da daha ile­
risi bir metaanlatıda birbirine bağlayan bir dil oyununda ger­
çekleştirilebilir. Hegel'in Ansiklopedisi (1817-27), Fichte ve Sc-
helling'de Sistem ideası formunda varolan bu bütünleştirme ta­
sarısını gerçekleştirmeye girişmektedir.112
Burada aynı zamanda Özne olan bir Hayat geliştirme me­
kanizmasında anlatısal bilginin bir geridönüşünü görmekte­
yiz. Tinin evrensel bir "tarihi" vardır, tin "hayattır", hayat em-
pirik bilimlerde içerilen tüm biçimlerin düzenlenmiş bilgideki
kendini tasarımlama ve dile getirmelerinin bütünüdür. Alman
idealizminin ansiklopedisi bu hayat öznesinin "tarih-hikayesi-
nin" (histoire) anlatısıdır. Ancak hikayenin anlatılayıcısı ne ge­
leneksel bilginin tikel olumsallığında çamurlaşmış bir halk ne
de bir bütün olarak alman bilim adamları olması gerektiğin-

111. Friedrich Schleiermacher, "Gelegentliche Gedanken über Universitä­


ten in deutschen Sinn, nebst einem Anhang über eine neu zu errichtende"
(1808) in E. Spranger, ed., Fichte, Schleiermacher, Steffens über das Wesen
der Universität (Leipzig, 1910). s.126 vd.
112. "Felsefe öğretimi genellikle bütün üniversiter etkinliklerin temeli
olarak kabul edilmektedir" (ibid, s.128).
78
den, ürettiği bir metaanlatıdır, çünkü bunlar özelleşmelerine
karşılık gelen mesleki çerçevelerinde haczedilmektedir.
Anlatılayıcı hem ampirik bilim hem de popüler kültürlerin
esas kurumlarının meşruluğunun ifade edilmesi sürecindeki
bir metaözne olmalıdır. Bu metaözne kültürlerin ve bilimlerin
ortak temeline ses verişte örtük amaçlarını gerçekleştirmekte­
dir. Spekültatif, üniversiteyi yurt edinir, pozitif bilim ve halk
onun, sadece kaba versiyonlarıdır. Millî devletin kendisi için
halkı söz söylemeye yöneltmenin tek geçerli yolu spekülatif
bilginin dolayımı aracılığıyla olanıdır.
Berlin Üniversitesi'nin kuruluşunu meşrulaştıran, çağdaş
bilginin gelişimi ve üniversitenin gelişiminin motoru
anlamına gelen felsefeyi açıklamak zorunlu olmaktadır. Daha
önceden söylediğim gibi, ABD'yle başlayarak, ondokuzuncu
ve yirminci yüzyılda bir çok ülke kendi yüksek öğretim
sistemlerinin reformu ya da kurulması için bu üniversite
modelini uyarladılar.113 Herşeyin ötesinde özellikle üniversite
çevrelerinde hâlâ yaşayan bu felsefe,114 bilgi meşruluğu
sorununa ilişkin çözümün özellikle yaşayan bir tasarımını
önermektedir.
Araştırma ve öğrenimin yayılması bir yararlılık ilkesi ge­
liştirilerek haklılaştırılamaz. Buradaki düşünce kesinlikle bili­
min Devletin ve/veya sivil toplumun çıkarlarına hizmet et­
mesi gerekliliği değildir. İnsanlığın özgürlük ve şerefte bilgi
aracılığıyla yükseleceği şeklinde hümanist ilke bir kenara bı­
rakılmıştır. Alman idealizmi kendiliğinden, Fichte tarafından
"İlahi Hayat", Hegel tarafındansa "Tinin Hayata" olarak adlan­
dırılan bir öznenin "hayatının" gerçekleşmesinde Devletin ve
toplumun öğreniminin gelişmesini temellendiren bir metail-

113. Touraine nakilde yer alan çelişkileri analiz etmiştir: Université et so­
ciété aux Etats-Unis (Paris, Seuil, 1972), ss. 32-40.
114. Bu, Robert Nisbet'in sonuçlarında bile vardır. The Dégradation of the
Academic Dogma (London, Heinemman, 1971).
keye müracaat etmektedir.115 Bu bakış açısından, bilgi ilkin
kendisinde varolan meşruluğu bulmaktadır. Devlet ve toplu­
mun ne olduğunu söylemekle yükümlü kılınan şey bilgidir.
Ancak bilgi bu rolü, düzeyleri değiştirerek ve gönderilenin
(tabiat, toplum ve Devlet) pozitif bilgisi olmayı azaltarak ve
buna ilaveten, gönderilenin bilgisinin bilgisi yani spekülatif
olmasıyla yerine getirebilir. "Hayat" ve "Ruh'un adına, bilgi
kendisini adlandırmaktadır.
Spekülatif aygıtın bu kaydedilmeye değer sonucu her
mümkün gönderilen hakkındaki öğrenim söylemlerinin hepsi­
nin dolaysız doğruluk-değerlerinin bakış açısından değil, Ru­
hun ya da Tinin yolunda belirli bir yeri işgal etmeleri aracılı­
ğıyla ya da eğer tercih edilirse, spekülatif söylem tarafından
tafsil edilen Ansiklopedi'deki belirli bir konum çerçevesinde ele
alınmaktadır. Bu söylem kendisi için ne bildiğini açıklama
yani kendini ortaya koyma sürecinde bunları zikretmektedir.
Bu bakımdan doğru bilgi her zaman dolaylı bilgidir, bir özne­
nin metaanlatısına katılan kaydedilmiş önermelerden mürek­
keptir. Özne bu önermelerin meşruluğunu garanti etmektedir.
Aynı şey söylemin bir öğrenme söylemi olmaması duru­
munda bile her söylem çeşitlemesine uygulanabilir, örnekler
hukuk ve Devlet söylemidir.116 Çağdaş yorumsamacı söylem,
bilinmesi gereken bir anlam bulunduğunu garanti eden ve
öylece meşruluğunu tarih üzerinde müzakere eden (özellikle
öğrenim tarihinde) bu varsayımdan doğmuştur. Önermeler
kendi otonimlerinde ele alınmışlar117 ve kendilerini karşılıklı

115. Bkz. Hegel, Philosophie des Rechéts (1821).


116. Bkz. Paul Ricoeur, Le Conflict desinterperétations (Paris, Seuil,
1969. İng. tere., The Conflict of Interpretation Nortvvestern University
Press, 1974); Gadamer, Warheit und Methode (Tübingen, Mohr, 1965).
117. Şu iki önermeyi ele alalım: 1) "Ay doğdu"; 2) "Ay doğdu, önermesi bir
düzanlamsal önermedir”. 2 no'lu önermedeki sentagm, /Ay doğdu/, 1 no'lu
önermenin otonimi (Autonym) olmaktadır. Bkz. Josette Rey-Debo\e. l.e
Métalangage (Paris, Le Robert, 1978) Bölüm 4.
80
olarak güçlendirmekle yükümlü varsayıldıkları bir biçimde
harekete geçirilmişlerdir: Bunlar spekülatif dilin kurallarıdır.
Adının gösterdiği gibi Üniversite, dilin en başta gelen kuru­
mudur.
Ancak daha önceden söylediğim gibi, meşruluk sorunu di­
ğer işlemleri kullanarak da çözülebilir. Bunlar arasındaki fark­
lılık akılda tutulmalıdır. Bugün bilginin konumu dengesizdir
ve bilginin spekülatif birliği kırılmıştır. Meşruluğun ilk versi­
yonu yeni bir tutarlılık kazanmaktadır.
Bu versiyona göre, bilgi geçerliliğini kendinde ya da öğ­
renme imkanlarını güncel kılarak gelişen bir öznede değil,
pratik bir öznede, insanlıkta bulmaktadır. Halkı canlandıran
hareket ilkesi bilginin kendisini meşrulaştırması değil, özgür­
lüğün kendisini temellendirmesi, ya da denilebilirse,
kendisini yönetmesidir. Özne somuttur ya da öyle
varsayılmaktadır; epiği öznenin kendisini yönetmekten
engelleyen herşeyden özgürleşmesinin hikayesidir. Öznenin
kendisi için koyduğu yasaların, dışardaki tabiata uygunluk
göstermesinden dolayı değil, yasa koyucuların anayasal olarak
kanunlara tâbi gerçek yurttaşlar olmaları nedeniyle adil olması
istemi, yasayı isteyen ve buna göre de itaat eden yurttaşların
istemiyle daima uzlaşmaktadır.
Açıkça, bu meşrulaştırım biçimi istemin özerkliği aracılı­
ğıyla118 bütünüyle farklı bir dil oyununa, Kant'ın emperatif
olarak adlandırdığı ve bugün buyurucu olarak bildiğimiz şeye
öncelik vermektedir. Önemli olan, "yeryüzü güneş etrafında
bir yörünge izlemektedir" gibi bir hakikate ilişkin düzanlam­
sal ifadeleri meşrulaştırmak değildir ya da sadece bu değildir;

118. İlkesi hiç olmazsa aşkın etik konularında Kantçıdır, bkz. Kritik der
Reinen Vernuft. Siyaset ve empirik etiğe gelindiğinde, Kant daha basiretli­
dir. Hiç kimse kendisini aşkın normatif özneyle özdeşleştiremeyeceğinden,
teorik olarak varolan otoriteyle uzlaşmak daha uygundur. Bkz. "Antwort an
der Frage: 'Was ist "Aufklarung?" (1784) .
ancak önemli olan daha da ileri giderek "en düşük ücret şu dü­
zeyde tutulmalıdır" ya da "kürtaj yasaklanmalıdır" gibi adalete
ilişkin ifadeleri meşrulaştırmaktır. Bu bağlamda pozitif bilgi­
nin oynayabileceği tek rol, pratik özneyi içerisinde buyurma­
nın yerine getirilişinin kaydedildiği gerçeklik hakkında en-
forme etmektir. Özneye yerine getirilebilir ya da yapılması
mümkün olanı belirlemeye izin vermektedir. Ancak ne ya­
pılması gerektiği pozitif bilginin saltgörüş alanı içerisinde de­
ğildir. Herhangi bir şeyi deruhte etmek mümkün de olabile­
cektir adilane de. Bilgi artık özne değil, öznenin hizmetinde­
dir. Bilginin yegane meşruluğu, korkunç olmakla birlikte ah­
lakın gerçeklik olmasına izin vermesi olgusu dolayısıyladır.
Bu da bilginin topluma ve Devlete, ilke olarak araçların
amaca ilişkisi anlamına gelen ilişkisini başlatmaktadır. Ancak
bilim adamları eğer Devletin siyasetinin, bir başka deyişle
devletin bütün buyruklarının doğru olduğunu hükmüne va­
rırlarsa, işbirliği yapmalıdırlar. Eğer kendilerinin de üyesi bu­
lundukları sivil toplumun Devlet tarafından kötü bir şekilde
temsil edildiğini hissederlerse, Devletin buyruklarını redde­
debilirler. Bu meşrulaştırma biçimi bilim adamlarına, adaletsiz
olarak, bir başka deyişle gerçek bir özerklikte temellenmemiş
olarak pratik insan özneleri olarak politik güce verdikleri des­
teği geri çekmelerini sağlayacak bir güç vermektedir. Hatta bi­
lim adamları gerçekte böyle bir özerkliğin toplumda gerçek­
leşmediğini göstermek üzere uzmanlıklarını kullanma yoluna
bile gidebilirler. Bu da bilginin eleştirel işlevini oluşturmakta­
dır. Ancak bilginin pratik özne ya da özerk kollektiflik tara­
fından öngörülen amaçlara hizmet etme dışında nihai bir meş­
ruluğu olmaması olgusu bakidir.119

119. Bkz. Kant, "Antwort”; Jürgen Habermas, Strukturwandel der Öffent­


lichkeit (Frankfurt, Lueterhand, 1962). Öffentlichkeit ("kamuyu özel bir ta­
raf yapmak" anlamında "kamusallık" ya da "kamu" veya "kamusal tar­
tışma") 1960'ların sonunda bir çok bilim adamı grubunun eylemlerini yön-
82
Meşrulaştırım girişimindeki bu rollerin dağılımı bizim ba­
kış açımızdan ilginç olmaktadır, çünkü, sistem-özne teorisine
karşıt olarak dil oyunlarının herhangi bir metaanlatıda bütün -
leştirilebilmesi ya da birleştirilebilmesinin imkanının olmadı­
ğını varsaymaktadır. Bütünüyle tersi: burada pratik özne tara­
fından ifadelendirilen buyurucu önermelere uyarlanan ön­
celik; dil oyunlarını ilke olarak, kalıcı tek işlevi bu özneye en­
formasyon arzetmek olan bilim önermelerinden bağımsız kıl­
maktadır.
İki nokta daha:
1. Marksizmin anlatısal meşrulaştırılmasının (ki bunları za­
ten tasvir etmiştim) bu iki model arasında dalgalandığını gös­
termek kolay olacaktır. Parti üniversitenin, proletarya halkın
ya da insanlığın, diyalektik materyalizm spekülatif materya­
lizmin yerini almaktadır. Stalinizm bilimlerde kurduğu özgül
ilişkilerle bir sonuç alabilir. Stalinizmde bilimler, ruhun haya­
tına eşit olan sosyalizme doğru yürüyüşün metaanlatısından
kaynaklanan takrirler olarak vardırlar yalnızca. Ancak diğer
taraftan Marksizm, ikinci boyuta uygunluk içinde, sosyalizmin
özerk öznenin inşa edilmesinden başka bir şey olmadığını ve
bilimlerin yegane haklılaştırımının ampirik özneye
(proletarya) yabancılaşma ve baskıdan kendisini kurtaracak
araçları Verdiğinde sözkonusu olabileceğini açıklayarak bir
eleştirel bilgi formunda gelişmektedir. Bu da kısaca Frankfurt
Okulu'nun tezidir.
2. Heidegger’in 27 Mayıs 1933'de Freiburg Üniversitesi
rektörü olması dolayısıyla yaptığı konuşma120 meşrulaştırma
tarihinde kadersiz bir kıssa olarak okunabilir. Burada speküla-

lendiren bir ilkedir. Bu gruplar, "Survivre" (Fransa), "Sosyal ve Politik Ey­


lem için Bilim Adamları ve Mühendisler" (ABD) ve "İngiliz Biliminin Top­
lumsal Sorumluluğu Topluluğu".
120. Bu metnin Fransızca tercümesi, Phi, Annalès de l'université de Toulo-
useLe Mirail (Toulouse, 1979)'de bulunabilir.
tif bilim varlık sorununu sorgulama olmuştur. Bu sorgulama,
"tarihsel-ruhsal bir varlık olarak" konulan Alman halkının
"kaderidir". Bu özneye emek, savunma ve bilgi gibi üç hizmet
borçtur. Üniversite bu üç hizmetin yani bilimin metabilgisini
garanti etmektedir. Burada idealizmde olduğu gibi, meşrulaş­
tırım ontolojik hak iddialarıyla bilim olarak adlandırılan bir
metasöylem aracılığı sayesinde kazanılmaktadır. Ancak yine
burada metasöylem sorgulayıcıdır, bütünleştirci değil. Bu me-
tasöylemin evi Üniversitedir. Bilgisini, "tarihî misyonuna", bu
metasöylemi çalışma, mücadele etme ve bilme yoluyla verimli
kılmak olan halka borçludur. Bu halk-özneyi çağırmak insan­
lığı özgürleştirmek değil, "kan ve toprağın güçleri içerisinde
bulunacak en köklü koruma gücü" olan "gerçek dünya ru­
hunu" gerçekleştirmektir. Bilgiyi meşrulaştırmanın yolu olarak
ırk ve çalışma anlatısının bu birbirine geçişi ve bu geçişin ku­
rumları çifte talihsizliktir; teorik olarak tutarsız ve politika ala­
nında yeteri kadar korkunç yankılar bulmuş bir aldanıştır.

XI
10. MEŞRULUK GİDERİMİ

Çağdaş toplum ve kültürde -postendüstriyel toplum, postmo­


dern kültür-121 bilginin meşrulaştırılması sorunu çeşitli biçim ­
lerde formüle edilmektedir. Hangi birleştirme türünü kullan­
dığına ve spekülatif ya da bir özgürleşim anlatısı olup olmadı­
ğına bakılmaksızın, büyük anlatı güvenilirliğini kaybetmiştir.
Anlatının çöküşü, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri teknoloji
ve tekniklerin tomurcuklanmasının eylemin amaçlarından
araçlarına bir vurgu değişikliği yapan bir etkisi olarak görüle­
bilir; aynı zamanda 1930-60 döneminde Keynesciliğin koru­
ması altındaki gerileyişinden sonra ileri liberal kapitalizmin
kaynak değiştirmesinin bir etkisi olarak da. Bu yenileme ko-

121. 1. nota bakınız. Postmodernizmin belirli bilimsel boyutları Ihab Has­


san tarafından keşfedilmiştir: "Culture, Intereminacy, and Immanence:
Margins of the (Postmodern) Age", Humanities in Societv I (1978): 51:85.
85
münist seçeneği ortadan kaldırarak mal ve hizmetlerden bi­
reysel hoşlanımı kıymetlendirdi.
Bu biçimde nedenleri aradığımız her zaman hayal kırıklı­
ğına uğrayabiliriz. Bu hipotezlerden birini veya diğerini uyar­
ladığımızda, önceden zikredilen eğilimler arasındaki karşılıklı
ilişkiyi, spekülasyon ve özgürleşim gibi kökel anlatıların bir­
leştirici ve meşrulaştırıcı gücünü ayrıntılandırmak zorunda ka­
lacağız.
Doğal olarak hem kapitalist yenileme ve gönenç hem de
teknolojinin bozucu dalgalanması bilginin konumu üzerinde
bir etkiye sahip olacaktı. Ancak çağdaş bilimin, bu etkilere,
bunlar varolmadan çok önce, nasıl müsait olabildiğini anlamak
için, ilkin ondokuzuncu yüzyılın büyük anlatılarında içkin
olan nihilizm ve "meşruluk giderimi"nin (deligitimation) kök­
lerini bulmalıyız.122
Herşeyden önce spekülatif aygıt bilgiyle belirsiz bir ilişki
barındırmaktadır; bilginin bu adı, kendi önermelerini, bunları
meşrulaştıran ikincil-düzeyde kaydederek kendisini ikiye kat­
ladığı ("yukarıya kaldırdığı", nebt sich auf: tasfiye ettiği) dere­
cede hak ettiğini göstermektedir. Bu da bilginin dolayımsızlı-
ğında, belirli bir gönderilene (yaşayan bir organizma, kimya­
sal bir özellik, fiziksel bir olay vb.) dayanan düzanlamsal söy­
lemin gerçekte bildiğini sandığı şeyi bilmez, demektir. Pozitif
bilim bir bilgi biçimi değildir ve spekülatif düşünce onun
aşılmasıyla beslenir. Böylece Hegelci spekülatif anlatı, kabul
ettiği gibi, pozitif öğrenmeye karşı belirli bir şüphecilik taşı­
maktadır.123

122. Claus Muller; "meşruluğun giderilmesi (delegetimation) süreci" ifade­


sini kullanmaktadır: Politics of Communication (New York, Oxford Uni­
versity Press, 1973), s. 164.
123. "Kuşku yolu... ümitsizlik yolu... şüphecilik", diye yazar, Pheneomo-
logie des Geistes'in önsözünde; amaç doğal bilgi üzerindeki spekülatif itki­
nin tesirini betimlemektedir.
86
Kendisini meşrulaştırmamış bir bilim gerçek bir bilim de­
ğildir. Eğer bir söylem meşrulaştırmakla yükümlü sayılıyorsa,
bilim öncesi bir bilgi biçimine ait gözükmekte, "avami" anlatı­
lar gibi, bir ideoloji ya da güç aracı derecesine yani en aşağı
dereceye yerleştirilmektedir. Eğer söylemin ampirik olarak kı­
nadığı bilim oyununun kuralları, bilimin kendisine uygulanı­
yorsa, bu daima olacaktır.
Şu spekülatif önermeyi örnek olarak alalım: "Bir bilimsel
önerme eğer sadece evrensel bir üretim sürecinde yerini alabi­
liyorsa bilgidir". Sorun şu: Bu önerme kendisinin tanımladığı
biçimiyle bir bilgi midir? Eğer sadece evrensel bir üretim süre­
cinde yerini alabiliyorsa, ki alabiliyor, bu durumda yapacağı
tek şey, böyle bir sürecin varolduğunu (ruhun hayatı) ve ken­
disinin bu sürecin bir ifadesi olduğunu varsaymaktır. Bu var­
sayım gerçekte spekülatif dil oyunundan ayrılamaz; onsuz,
meşrulaştırmanın dili, meşru olmayacaktır. Bilimi, eğer ide­
alizmin kelimesini kullanacak olursak, bir pike içerisinde an­
lamsızlığa götürecektir.
Ancak bu varsayım bizi postmodern kültür istikametine
götüren bütünüyle farklı bir anlamda anlaşılabilir. Daha önce­
den uyarladığımız perspektifi koruyarak bu varsayımın, spe­
külatif bir oyun oynamak için uyulması gereken kurallar kü­
mesini tanımladığını söyleyebilirdik.124 Böylesi bir karşılık il­
kin bizim "pozitif" genel bilgi kipini bilimlerin temsil ettiğini,
sonra da, bu dili her zaman açık kılması gereken belirli biçim­
sel ve koyutsal (axiomatic) varsayımları imâ etmek üzere anla­
dığımızı kabul ettiğimizi göstermektedir. Bu da farklı bir ter­
minolojiyle olmakla birlikte bütünüyle Nietzsche'nin
yaptığıdır —"Avrupa nihilizminin" kendisine karşı çevrilen

124. Bu değerlendirmeye engel olmak korkusuyla, bu kurallar grubunun


açıklanmasını ilgili sonraki bir çalışmaya kadar ertelemiştim. (Bkz.
"Analyzing Speculative Discourse as Language-Game", The Oxford Literary
Review 4. no. 3 (1981): 59-67.
87
bilimin hakikat gereksemesinden sonuçlandığını gösterdiği
zaman.125
Burada hiç değilse bu bakımdan dil oyunları düşüncesin­
den fazla uzak olmayan bir bakış açısı ortaya çıkmaktadır. Bu­
rada sözkonusu olan, meşrulaştırımın kendisi tarafından hare­
kete geçirilen, meşrulaştırmanın giderilmesi talebidir. Ondo­
kuzuncu yüzyıldan beri göstergeleri biriken bilimsel bilginin
"krizi", bilimlerin verimli kılınması şansından doğmuş olma­
yıp, teknolojinin ilerlemesi ve kapitalizmin yayılmasının bir
sonucu niteliğini taşımaktadır. Dahası, bilgi meşruluğu ilkesi­
nin içsel bir çöküşünü temsil etmektedir. Spekülatif oyunun
içerisindeki çalışmada bir erozyon vardır. Her bilimin kendi
yerini bulduğu ansiklopedik ağ dalgasını kaybederek, bunları
tedrici olarak serbest bırakmaktadır.
Çeşitli bilim dalları arasındaki klasik ayırdedici çizgiler
böylece sorgulanmaktadır; disiplinler ortadan kalkmakta, bi­
limler arasındaki sınırlarda karışmalar oluşmakta ve bu geliş­
melerden yeni bölgeler doğmaktadır. Öğrenmenin spekülatif
hiyerarşisi bir içkin ve eskiden olduğu gibi araştırma alanla­
rının yavan şebekesini, sürekli bir değişim içerisinde olan mü­
tekabil sınırları ortaya çıkarmaktadır. Eski "fakülteler" her tür­
den kuruluş ve kurumlara dönüşmekte ve üniversiteler spekü­
latif meşrulaştırma işlevini kaybetmekte, spekülatif anlatı tara­
fından nefesi kısılan araştırmanın sorumluluğundan kurtul­
duklarında, kendilerini yerleşik bilgi olarak değerlendirilen
şeylerin aktarımıyla sınırlandırmakta, didaktik aracılığıyla
araştırmacıların üretiminden çok öğretmenlerin tekrar yetişti-

125. Nietzsche, "Der Europäische Nihilismus" (MS.N VII 3); "der Nihilism,
ein normaler zustand" (MS. N W II 3); "Kritik der Nihilism" (MS. W VII 3);
"zum plane" (MS. N V II I) in NietzschesWerke Kritsche Gesamtausgabe,
vol. 7, pts. 1 ve 2 (1887-89) (Berlin, De Gruyter, 1970). Bu metinler bir
yorumlamanın nesnesi olmuşlardır; bkz. K. Ryjik, Nietzsche, le manuscrit
de Lenzer Heide (çoğaltma, Üniversite de Paris VIII-Vincennes).
88
rilmesini garanti etmektedirler. Bu Nietzsche'nin içinde bulun­
duğu ve lanetlediği bir durumdur.126
Diğer meşrulaştırma sürecine içkin olan çöküşün gizilgücü,
Aufklärung'dan (Aydınlanma) kaynaklanan özgürleşim aygıtı
spekülatif söylem içerisindeki bir çalışmadan daha az yoğun
değildir, ama farklı bir boyuta dokunmaktadır. Ayırdedici
özelliği, bilim ve hakikatin meşrulaştırılmasını, ahlaki, top­
lumsal ve politik praksisde içerilen muhatapların özerkliğinde
temellendirmesidir. Gördüğümüz gibi, bu meşrulaştırma bi­
çimiyle ilgili dolaysız sorunlar vardır: pratik değerli buyurucu
bir önerme ile bilişsel değerli düzanlamsal bir önerme arasın­
daki fark bir liyakat, dolayısıyla ehliyet farkıdır. Eğer gerçek
bir durumu betimleyen önerme doğruysa, onun üzerinde te­
mellenmiş bir buyurucu önermenin (gerçekliği zorunlu olarak
düzenlemenin bir etkisi) uygun olmasını gerektirecek bir şey
yoktur. Örnek olarak kapalı bir kapıyı alınız. "Kapı kapalıdır"
ve "kapıyı aç" arasında, tasarımsal mantıkta tanımlandığı gibi
bir ardıllık ilişkisi yoktur. İki önerme farklı türden liyakat ve
ehliyet alanını tanımlayan iki özerk kurallar kümesine aittir.
Burada aklı bir taraftan bilişsel ya da teorik, diğer taraftan pra­
tik akıl olarak bölmenin etkisi bilim söyleminin meşruluğuna
saldırıda bulunmaktadır. Doğrudan değil ancak dolaylı olarak,
dil oyununun kendi kurallarıyla (Kant'ta bilginin a priori ko­
şullarını veren bir ilk bakış) var-olduğu ve praxis oyununu
denetleyecek özel bir çağrıda bulunmadığını (bu sebepten es­
tetik oyunu için de) göstererek. Böylece bilim oyunu diğerle­
riyle bir dengeye sokulmaktadır.
Eğer bu "meşruluk giderimi" en küçük zerresinde araştırı­
lır ve alanı (Wittgenstein, Martin Buber ve Emmanuel Levinas-

126. "On the future of our educational institutions", in Complete Works


(not 35), vol. 3.
89
'ın kendi yollarında yaptığı gibi127) genişletilirse postmodernli-
ğin varolan önemli bir görünümü için yol açılmış olur: bilim
kendi oyununu oynar, diğer dil oyunlarını meşrulaştırmaya
muktedir değildir. Örneğin buyurma oyunu onu kaçırır. Her-
şeyin ötesinde, spekülasyonun varsaydığı gibi, kendisini meş­
rulaştırmaya muktedir değildir.
Toplumsal özne dil oyunlarının bu yayılmasında kendisini
çözüyor gözükmektedir. Toplumsal bağ dilbilimseldir, ancak
basit bir iplikle dokunmamıştır. En azından farklı kurallara
itaat eden iki (gerçeklikte sonsuz sayıdaki) dil oyununun bö-
lümlenmesiyle biçimlenen bir kumaştır. Wittgenstein şöyle
der: "Bizim dilimiz eski bir şehir olarak görülebilir: küçük so­
kak ve meydanların, eski ve yeni evlerin ve çeşitli zaman­
larda muhtelif ilavelerle inşa edilen evlerin bir labirenti. Bu
labirent birbiçimli evler ve doğru ve düzenli caddelere sahip
yeni bir kasabalar çokluğuyla kuşatılmış durumdadır".128 Bir
bütünlük ilkesinin -ya da bir bilgi metasöyleminin otoritesi al­
tındaki bileşimin- uygulanamaz olması dolayısıyla, dil "şeh­
rini" eski döngüsel kıyas paradoksuna, "bir şehir, şehir olmaya
başlamadan önce kaç tane ev veya sokak almaktadır?"
sorusunu sorarak bağlı kılmaktadır.129
Eski şehre varoşlar katarak, eski dil oyunlarına yeni dil
oyunları eklenmektedir: "kimya sembolizmi ve sonsuz küçük­
lükler terkibi".130 Otuzbeş yıl sonra listeye, makina dilleri,
oyun teorisi matrisleri, müziksel terkibin yeni sistemleri, man­
tığın düzanlamsal olmayan formlarının terkib sistemleri
(modal mantık, deontik mantık, temporal mantık), genetik

127. Martin Buber, lch und Du (Berlin, Schocken Verlag, 1922) ve Dialo-
gisches Leben (Zürich, Müller, 1947); Emmanuel Lèvinas, Totalité et Infi­
nité (La Haye, Nijhoff, 1961).
128. Philosophical investigations, s. 8.
129. Ibid.
130. Ibid.
90
kodların dili ve fonolojik yapıların grafiklerini de ekleyebili­
riz.
Bu tomurcuklanmanın kötümser bir izlenimini de verebili­
riz: Bu dillerin hepsini konuşan bir kimse yoktur, evrensel bir
metadile sahip değillerdir; sistem-özne tasarımı bir başarısız­
lıktır; özgürleşme hedefinin bilimle alıp vereceği hiç bir şey
yoktur; hepimiz öğrenimin bu veya şu disiplinindeki poziti­
vizme batmış durumdayız; gerçek alimler bilim adamlarına
dönüşmüşlerdir; araştırmanın küçültülen görevleri birbirlerin­
den ayrılmışlardır ve bunların hepsine birden hükmedile-
mez.131 Spekülatif ya da hümanistik felsefe, bu türden işlevle­
rini yerine getirmekte ısrar ettiği her yerde felsefenin neden
böylesi bir bunalımla karşılaştığını açıklayan meşrulaştırım
görevlerinden ayrılmaya zorlanmış132 ve mantık sistemleri in­
celemesi ya da düşünceler tarihi gibi felsefenin bunlara teslim
olmasını gerektirecek kadar gerçekçi olduğu özelliklere indir­
genmiştir.133

131. Örnek olarak bkz. "La taylorisation de le recherce", in (Auoto) critique


de la science ss. 291-3. Özellikle D.J. de Solla Price, Little Science, Big
Science (New York, Columbia University Press, 1963). Düşük verimli ça­
lışmalar, yüksek verimli çalışmaların karesi kadar bir büyümeye sahiptir,
böylece yüksek verimli araştırmalar gerçek olarak sadece her yirmi yılda
bir çoğalmaktadır. Price toplumsal bir birim olarak düşünülen bilimin
"demokratik olmadığı" ve "kendine güvenen bilim adamının", "en küçük
birimin yüzlerce yıl ilerisinde olduğu" sonucuna varır (s. 56-69).
132. Bkz.J.T. Desanti, "Sur le rapport traditionnel des sciences et de la phi­
losophie", in La Philosophie silencieuse, ou critique des philosophies de la
science (Paris, Seuil, 1975).
133. Bu bakımdan beşeri bilimlerden birisi olarak akademik felsefenin ye­
niden sınıflandırılması, mesleki ilgilerden uzakta bir anlam taşımaktadır.
Meşrulaştırma olarak felsefenin ortadan kalkmaya yüz tuttuğunu sanmıyo­
rum ancak bu görevi ifa edememesi söz konusudur, hiç olmazsa üniversi­
teyle kurduğu bağları gözden geçirmeksizin ilerletmesi mümkün değildir.
Bu konu üzerinde bkz. Projet d'un institut polytechnique de la philosophie
(çoğaltma, Department de philosophié, Uniiversite de Paris VIII, Vincen­
nes, 1979).
Yüzyılın dönümünde Viyana bu kötümserlikten beslen­
mişti, sadece Musil, Kraus, Hofmannsthal, Loos, Schönberg ve
Broch gibi sanatçılar değil, aynı zamanda Mach ve Wittgens­
tein gibi filozoflor da dahil olmak üzere.134 Olabildiği kada­
rıyla meşruluk giderimindeki teorik ve sanatsal sorumluluğun
bilincini taşımışlardı. Bugün artık ağlama sürecinin tamamlan­
dığını söyleyebiliriz. Tekrar başlamaya da ihtiyaç yoktur.
Wittgenstein'in gücü, Viyana Çevresi135 tarafından geliştiril­
mekte olan pozitivizmi seçmemesinden kaynaklanıyordu; an­
cak bu güç bir meşrulaştırma türü olarak dil oyunlarını ince­
lemesinde özetlenilmişti ve işlersellik üzerine de temellendi­
rilmiş değildi. Bu da postmodern dünyanın ne olduğudur. Bir
çok insan kayıp anlatı için nostaljilerini yitirmiştir. Bir biçimde
barbarlığa indirgendikleri söylenemez. Onları koruyan, meş­
rulaştırmanın yalnızca bunların dilbilimsel pratik ve
iletişimsel etkileşimden kaynaklanabileceği bilgileridir. Diğer
her inançta "kendi sakalına gülümseyen" bilim, bunlara
gerçekliğin keskin sertliğini öğretmiştir.136

134. Bkz. Allan Janik and Stephan Toulmin, Wittenstein's Vienna (New
York, Simon and Schuster, 1973) ve J. Piel, ed., ''Vienne début d'un siècle",
Critique, 339-40 (1975).
135. Bkz. Jürgen Habermas, "Dogmatismus, Vernunft unt Entscheidung-Zu
Theorie und praxis der Werwis wissenschaftlichen Zivilisation" (1963), in
Theorie und Praxis.
136. "Bilim kendi sakalına gülümsüyor" Musil'in Niteliksiz Adam romanı­
nın 72. bölümünün başlığıdır. Zikreden ve tartışan, J. Bouveresse, "La
Problémetique du sujet" (not 54).
11. ARAŞTIRMA
VE İŞLERSELLİK MEŞRULAŞTIRMASI

Şimdi araştırma pratiğini incelemekle başlayıp, bilim konu­


suna dönelim. Bilim kendi esas mekanizmalarında halihazırda
iki önemli değişime uğramaktadır: tartışma yöntemlerinde bir
çoğalma ve kanıtlama sürecinde artan bir komplekslik düzeyi.
Aristotales, Descartes ve John Stuart Mili diğerleri arasında,
düzanlamsal bir ifadenin, alıcısının onayını nasıl alabildiğini
yöneten kuralları ortaya koymaya girişmişlerdi.137 Bilimsel
araştırma bu yöntemlerle büyük bir birim oluşturmaz. Daha
önceden de söylenildiği gibi, bilimsel araştırma klasik akla
meydan okuyor gözüken düzanlamsal özellikler metodunu
kullanabilir ve kullanmaktadır da. Bachelard bunların bir lis­
tesini yapmıştı ve liste zaten eksiktir.138

137. Aristotle, Analytics, Descartes, Regulae ad directioneın ingenii


(1941) ve Principles de la philosophie (1644) ve John Stuart Mill, System
of Logic (1843).
138. Gaston Bachelard, Le Rationalisme appliqué (Paris, PUF, 1949); Mic-
93
Bununla birlikte bu diller tesadüfen işgörmezler. Kullanı­
lışları bizim pragmatik olarak adlandırdığımız bir şarta bağlı­
dır. Her biri kendi kurallarını ve alıcısının bunları kabul et­
mesi isteğini formüle etmelidir. Bu şartı yerine getirmek için,
önerilen dilde kullanılacak sembollerin bir tanımını içeren bir
aksiyomatik, tarif edilmektedir. Bu, kabul edilebilmek için
(iyi-biçimlenmiş ifade şekilleri) dilde alması gereken açıklama
formlarının bir betimi ve kabul edilmiş açıklamalarda (dar an­
lamda aksiyomlar) işlerlik kazanan işlemlerin bir
sıralanmasını içermektedir.139
Ancak bir aksiyomatiğin ne içermesi gerektiğini ya da ger­
çekte ne içerdiğini nasıl bilebiliriz? Yukarıda sıralanan şartlar
biçimsel şartlardır. Verili bir dilin bir aksiyomatiğin biçimsel
şartlarını yerine getirip getirmediğini belirleyecek bir metadil
olmak zorundadır, bu metadil mantıktır.
Bu noktada kısa bir aydınlatma zorunludur. İşe bir aksi­
yomatik kurarak başlayıp, sonra kabul edilebilir önermeler
olarak tanımlanmış önermeleri üretmek için kullanan birisiyle,
olguları koymakla başlayıp, sonra önermelerini oluştururken
kullandığı dilin aksiyomatiğini keşfetmeye uğraşan bir bilim
adamı arasındaki seçenek mantıksal değil, sadece ampirik bir
seçenektir. Kesinlikle araştırmacı ve de felsefeci için büyük bir
öneme sahiptir ancak her durumda önermelerin geçerli kılın­
ması sorunu aynı kalmaktadır.140
Şu soru meşrulaştırma sorunuyla çok ilgilidir: mantıkçı
hangi ölçütlerle bir aksiyomatik için gerekli özellikleri tanım-

hel Serres, "La Réforme et lessept péchés", L'Arc 42, 1970.


139. David Hilbert, Grundlagen der Geometrie (1899) (İngb terc., Foundati­
ons of Geometry, La Salle, Open Court, 1971). Nicolas Bourbaki, L'archi­
tecture des mathématiques", in Dionnais, éd., Les Grands Courants de la
pensée mathématique (Paris, PUF, 1955; Ing. terc. Axiomatics, New York,
Free Press of Glencoe, 1962).
140. Btz. Blanche, L'Axiomatique.5. bölüm.
94
lamaktadır? Bilimsel diller için bir model var mıdır? Eğer öy­
leyse, sadece bir tane midir? Formel bir sistemin sentaksı için
genel olarak gereken özellikler,141 tutarlılık (sözgelimi olum-
suzlamaya ilişkin olarak tutarsız olan bir sistem bir önermeyi
ve de karşıtını kabul edecektir), sentaktik tamamlanmışlık
(eğer bir aksiyom eklenirse, sistem tutarlılığını kaybedecektir),
karar verilebilirlik (verili bir varsayımın bir sisteme ait olup
olmadığına karar vermek için etkili bir işlem olmalıdır) ve bir
diğerine ilişkin olarak aksiyomların bağımsızlığıdır. Gödel
böylelikle sistem içerisinde ne reddedilebilen ne de
gösterilebilen bir varsayımın aritmetik sistemdeki varlığını
etkili bir biçimde kurmuştu. Bu da aritmetik sistemin tamlık
şartını yerine getirmeyi başaramadığını kanıtlar.142
Bu durumu genellemek mümkün olduğundan, bütün for­
mel sistemlerin içsel sınırlamaları bulunduğu kabul edilmeli­
dir.143 Bu mantığa da uygulanabilir. Mantığın yapay
(aksiyomatik) bir dili betimlemek üzere kullandığı metadil
"doğal" ya da "gündelik" dildir. Bu dil diğer bütün diller ken­
disine çevrilebileceğinden evrenseldir, ancak olumsuzlamaya
ilişkin olarak tutarlı değildir -paradoksların oluşmasına izin
vermektedir çünkü.144
Bu da bilginin meşrulaştırılması sorununun yeniden biçim-
lendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Düzanlamsal bir önerme-

141. Burada Robert Martin'i izliyorum. Logique contemperaine et formali­


sation (Paris, PUF, 1964), ss.33-41 ve 122 vd.
142. Kurt Gödel, "Über formal unentscheidbare Satze der Principia Mathe-
metica und vewandter Systeme", Monatshefte für Mathematik undPhysik 38
(1931).
143. Jean Ladrière, Les Limitations internes des formalismes (Louvain, E.
Nauwelaerts, 1957).
144. Alfred Tarski, Logic, Semantics, Metamathematics (Oxford, Claren-
don Press, 1956): J.P. Desclès ët Z. Guentcheva-Descles, "Metalangue, mé-
talangage, métalingiustique", Documentsde travail 60-61 (Universita di Ur-
bino, Ocak-Subat, 1977).
nin doğruluğu açıklandığında, içerisinde karar verilebilir ve
gösterilebilir bir ön-varsayımın varolduğu aksiyomatik sistem,
zaten ifade edilmiş olmakta, yani muhataplara bilinir kılın­
makta ve onun biçimsel olarak mümkün olduğunca tatmin
edici olduğu kabul edilmektedir. Bourbaki grubu matematiği­
nin geliştiği ruh budur.145 Ancak benzeri gözlemler diğer bi­
limler için de yapılabilir. Bu bilimler işlevselleşme kuralları
gösterilemeyen ancak uzmanlar arasında bir uzlaşımın nesnesi
olan bir dile borçludurlar. Bu kurallar, hiç olmazsa bazıları, bir
istektir. İstek bir buyurma tarzıdır.
Kabul edilecek bilimsel bir önerme için gerekli tartışma
böylelikle, izin verilebilir tartışma araçlarını tanımlayan kural­
ların "ilk" kabul edilişine bağlanmaktadır. Gerçekte bu ilk ka­
bul, tekrarlanış ilkesi tarafından düzenli olarak yemlenmekte­
dir. Bilimsel bilginin iki kaydadeğer özelliği buradan kaynak­
lanmaktadır: araçlarının esnekliği yani dillerinin çoğulluğu ve
pragmatik bir oyun olarak karakteri -kendinde eşler arasında
çizilen bir anlaşmaya bağımlı kılınan "hareketlerin" (yeni
önermeler) kabul edilebilirliği. Bir başka sonuç bilgide iki
farklı tür "ilerlemenin" olmasıdır: birisi yerleşik kurallar içeri­
sinde yeni bir harekete (yeni bir iddia) karşılık gelmektedir,
diğeriyse yeni kuralların keşfine, başka bir deyişle yeni bir
oyun değişikliğine.146
Açıkçası, akıl düşüncesindeki büyük bir değişim bu yeni
düzenlemeye eşlik etmektedir. Evrensel metadil ilkesinin yeri,
düzanlamsal önermelerin hakikatini ortaya koymaya yeterli
formel ve aksiyomatik sistemlerin çoğulluğu ilkesi tarafından

145. Les Eléments des mathématiques (Paris, Hermann, 1940). Bu çalışma­


nın kopuşunun ayırdedici noktaları Öklidyen geometrinin belirli "koyutla-
rını" göstermeye yönelik ilk girişimlerde bulunmaktadır. Bkz. Leon
Brunschvicg, Les Etapes de la philosophie mathématique (Paris, PUF,
1947).
146. Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Révolutions (not 94).
96
değiştirilmektedir. Bu sistemler evrensel ancak tutarlı olmayan
bir metadil tarafından tasvir edilmektedir. Klasik ve modern
bilimde paradoks hatta paralojizm olarak varolan, bu sistemle­
rin bazılarında, yeni bir inandırma gücü elde edebilir ve böy­
lelikle uzmanlar topluluğunun onayını kazanabilir.147 Burada
izlediğim dil oyunu metodu, bu düşünce oluşumunda geçerli
bir yer iddiasında bulunabilir.
Araştırmanın diğer temel boyutu, kanıt üretimi, bizi bütü­
nüyle farklı başka bir yöne götürmektedir. Bu da ilkede, yeni
bir önerme için onay kazanmak için tasarlanmış tartışma süre­
cinin bir parçasıdır, sözgelimi hukuksal retorik olayında bir
sergilemeyi sunma ya da tanıklık etme gibi.148 Ancak burada
özgül bir sorun daha var: Gönderilen ("gerçeklik") bilim
adamları arasındaki tartışmada kaydedilen ve ayakta kalmaya
çağrılan bir gönderilendir.
Biraz önce kanıt soruşturmasının, delillerin kanıtlamaya ih­
tiyaç duyması yüzünden sorunsal olduğuna işaret etmiştim.
Kanıtın nasıl elde edildiğinin betimlenmesiyle işe başlanabilir,
ama bu durumda diğer bilim adamları aynı süreci tekrarlaya­
rak sonucu kontrol edebilirler. Ancak olgu hâlâ kanıtlanmış
olmak için gözlenilmek zorundadır. Bilimsel bir gözlemi ne
oluşturmaktadır? Kulak, göz ya da bir duyu organı tarafından
kaydedilen bir olgu mu? Oysa duyumlar aldatıcıdır, bunların
derecesi ve ayırdetme güçleri sınırlıdır.149
Burada teknoloji devreye girmektedir. Teknolojik araçlar
insan organları için sentetik yardımcılar ya da işlevleri veri

147. Mantıksal-Matematiksel paradoksların bir sınıflandırılışı şurada bu­


lunabilir; F.P. Ramsey The Foundations of Mathematics and Other Logical
Essays (New York ,Harcourt and Brace, 1931).
148. Bkz. Aristotle, Rhetoric, 2.1393a vd.
149. Sorun bir tanıklık ve de tarihsel kaynak sorunudur. Olgu söylentiden
mi bilinmektedir yoksa de visu (görme) kanalıyla mı? Ayrım, Herodotus ta­
rafından yapılmıştır. Bkz. F. Hartog, "Herodote rapsode et arpenteur". He-
rodote 9 (1977): 55. 65.
97
elde etmek ve zemin oluşturmak olan fizyolojik sistemler ola­
rak ortaya çıkmıştır150. En uygun işlerlik ilkesini izlemekte­
dirler; çıktıyı en çoğa çıkartmak (kazanılan enformasyon ve
düzenlemeler) ve girdiyi en aza indirmek (süreçte harcanılan
enerji)151. Teknoloji doğru, adil, güzel vb.'ne değil yeterliğe
ilişkin bir oyundur. Teknik bir "hareket" daha iyisini yaptı­
ğında ve/veya bir başkasından daha az enerji harcandığında
"iyidir".
Teknik ehliyetin bu tanımı geç bir gelişmedir. Uzun bir
zaman önce yenilikler tesadüfen gelmekteydi, araştırma şansı­
nın ürünleri ya da araştırma, bilgiden çok zenaatlarla (technai)
ilgili olurdu. Klasik dönemdeki Grekler, sözgelimi, bilgi ve
teknoloji arasında yakın bir ilişki kurmamışlardı.152 Onaltıncı
ve onyedinci yüzyıllarda, "perspektörlerin" çalışmaları hâlâ bir
merak ve sanatsal yenilik153 konusuydu ve bu durum onseki­
zinci yüzyılın sonuna kadar sürdü.154 Bugün bile, teknik ye­
niliğin bazı zamanlar bricolage'a (küçük alet yapım meşguliyet­
leri) ait "yaban" etkinlikleri, hâlâ bilimsel tartışmanın buyruk­
larının dışında devam etmektedir.
Bununla birlikte, bilimsel bilginin pragmatiği geleneksel
bilginin ya da ilham üzerine temellenmiş bilginin yerini al­
dıkça kanıta duyulan ihtiyaç çoğalarak güçlenmektedir. Metod
Üzerine Risale'nin sonunda Descartes zaten laboratuar serma-

150. A. Gehlen, "Die Technik in der Sichtweise der Anthropologie", An­


tropologische Forschung (Hamburg, Rowohlt, 1961).
151. Andre Leroi-Gourhan, Milieu et Techniques (Paris, Albin-Michel,
1945) Le GEste et la parole, I, Technique et langage (Paris, Albin-Michel,
1964).
152. Jean Pierre Vernant, Mythe et pensée chez les Grecs (Paris, Maspero,
1965) özellikle bölüm 4. "Le Travail et le pensée technique".
153. Jurgis Baltrusaitis, Anamorphoses, ou magie artificielle des effects
merveilleux (Paris, O. Perrin, 1969).
154. Lewis Mumford, Technics and Civilization (New York, Harcourt and
Brace, 1963); Bertrand Gille, Historie des Techniques (Paris, Galimard; Ple-
iade, 1978).
98
yesi peşindeydi. Burada yeni bir sorun gözükmektedir: Kanıt
üretme amacıyla insan bedeninin işlerliğini optimal kılan araç­
lar ilave harcamalar gerektirmektedir.155 Para yoksa, kanıt da
yoktur; önermeleri doğrulayacak araçlar ve hakikat de. Bilim­
sel dil oyunları zenginin oyunları olmuştur. Kim ki en zengin­
dir, haklı olmanın en iyi şansına sahiptir. Böylelikle zenginlik,
yeterlilik ve hakikat arasındaki denklem kurulmaktadır.
Onsekizinci yüzyılın sonunda ilk endüstriyel devrimle bir­
likte gerçekleşen, bu denklemin karşılığının keşfedilmesidir:
zenginlik olmaksızın teknoloji yoktur, ancak teknoloji olmadan
da zenginlik varolamaz. Yatırım için teknik bir aygıt gerek­
mektedir fakat uygulanacağı görevin yeterliliğini optimal kıl­
dığından, bu aygıt geliştirilmiş işlerlikten türeyen artı-değeri
de optimalleştirmektedir. Artı-değer için ihtiyaç duyulan tek
şey gerçekleştirilmesidir; yani yerine getirilen görevin ürünü­
nün satılması. Sistem şöyle konulabilir: satışın bir parçası,
daha ileri derecede işlerlik geliştirilişine ayrılan araştırma fonu
içerisine geri çevrilmektedir. Bu noktada, bilim bir üretim
gücü, bir başka deyişle sermayenin dolaşımında bir uğrak
olmaktadır.
Teknolojiye başlangıç olarak yüklenilen işlerlik geliştirme
buyruğu ve ürün gerçekleştirilişi bilgiden çok zenginliğe yö­
nelik bir tutkudur. Teknoloji ve kâr arasındaki "organik" bağ,
bilimle birleşmesiyle daha da ilerlemiştir. Teknoloji yalnızca
genelleştirilmiş bir işlersellik ruhunun dolayımıyla çağdaş
bilgi için önemli olmaktadır. Bugün bile bilgideki ilerleme bü­
tünüyle teknolojik yatırıma bağlanmamıştır.156

155. Bunun çarpıcı bir örneği, amatör radyoların izafiyet teorisinin belirli
göstergelerini doğrulamak üzere kullanılışıdır; konu M.J. Mulkay and D.O.
Edge tarafından çalıştırılmıştır: "Cognitive, Technical and Social Factors
in the Growth of Radio-Astronomy", Social Science Information 12, no. 6
(1973): 25-61.
156. Mulkay, bilimsel bilgi ve teknolojinin göreli bağımsızlığının esnek
99
Kapitalizm bilimsel araştırma sorununu kendi özel yo­
lunda çözmektedir. İlkin ve öncelikle araştırmayı "teknolojik"
uygulamaya yönelten işlersellik ve ticarileştirme talepleriyle
özel şirketlerdeki araştırma bölümlerini finanse ederek doğru­
dan; dolaylı olarak da program harcamalarını, çalışmanın so­
nuçları üzerinde dolaysız bir dönüş beklentisi olmaksızın üni­
versite bölümlerine, araştırma laboratuarlarına ve bağımsız
araştırma gruplarına, tahsis ederek, özel, devlet ve karma-
sektör araştırma kurumları yaratarak.157 Bunun yapılmasının
arkasındaki teori, araştırmanın hayati ve böylelikle yüksek
derecede kâr getirebilir bir yeniliği güçlendirme ihtimalini
çoğaltmak için belirli bir zaman diliminin kaybı pahasına fi­
nanse edilmesinin gerektiğidir.158 Millî-devletler özellikle

bir modelini sunmaktadır: "The Model of Branching", The Sociological


Review 33 (1976): 509-26. Ulusal Bilimler Akademisi Kamu Komitesi
Başkanı H.Brooks, 1960'larda araştırma ve geliştirmedeki yatırım yönte­
mini eleştirerek şunları söylemektedir: "Ay yarışının etkilerinden birisi de
teknolojik yeniliklerin fiyatını bütünüyle çok pahalı olduğu noktaya kadar
artırmak olmuştur... Araştırma tam anlamıyla uzun dönemli bir etkinliktir.
Hızlı çoğalma ya da azalma gizlenmiş masraflara işaret etmekte ve büyük
oranda bir yetersizliği ifade etmektedir. Entellektüel üretim belli bir aşama­
nın ötesine geçemez". (Le-Etats-unis ontils une politique de la science?" La
Recherche 15 (1971): 611. Mart 1972'de Beyaz Saray'ın bilim danışmanı
E. E. David, Jr. bir Milli İhtiyaçlar Uygulamalı Araştırma programı
önererek, aynı sonuçlara varmaktadır: Gelişme için daha sınırlayıcı
taktikler, araştırma için geniş ve esnek bir strateji (La Recherche 21
(1972) 211).
157. Bu, 1937'de Princeton'daki Kitle İletişimi Araştırma Merkezi olacak
projeye katılma nedenlerinden birisidir. Bu durum biraz gerilim yaratmıştır,
çünkü radyo endüstrileri projeye katılmayı reddetmişlerdi. Bir kısım insan
Lazarsfeld'in bir çok şeyi başlattığını ancak hiç bir şeyi bitirmediğini söy­
lemektedir. Lazarsfeld'in kendisi Morrison'a "genellikle olayları biraraya
getirdiğini ve bunların çalışmasını timid ettiğini" söylemişti. Zik, D. Mor­
rison, "The Beginning of Modern Mass Communication Research”, Archi­
ves europennes de sociologie 19, no. 2 (1978): 437-59.
158. ABD'de araştırma ve geliştirmeye federal hükümet tarafından ayrılan
fonlar 1956'da özel sermayeden gelen fonlara eşitti, o zamandan beri de
100
Keynesyen dönemlerinde aynı kuralı izlerler: uygulamalı
araştırma bir taraftan, temel araştırma diğer taraftan yürütülür.
Bunlar aracıların düzenlenmesi yoluyla kuruluşlarla işbirliği
yaparlar. İş yönetiminin varolan ortak normları uygulamalı
bilim laboratuarlarına yayılmaktadır: hiyerarşi, mer­
kezileştirilmiş karar süreçleri, takım çalışması, bireysel ve
kollektif çabaların birleştirilmesi, satılabilir porgramların
gelişmesi, pazar araştırması vb. 159 "Temel" araştırmaya yöne­
lik merkezler bu olaydan daha az etkilenmekte, ancak daha az
mali kaynak almaktadırlar.
Kanıt üretimi, bilimsel iletilerin alıcılarındandan onay ka­
zanmaya tasarlanmış tartışma sürecinin ilke olarak sadece bir
parçasıdır, ve böylece amacın artık hakikat değil işlersellik
yani girdi/çıktı denklemindeki en iyi imkanı elde etmek ol­
duğu başka bir dil oyununun denetimi altına girmektedir.
Devlet ve/veya şirket bu yeni amacı haklılaştırmak için, meş­
rulaştırmanın idealist ve hümanist anlatılarını ortadan kaldır­
malıdır. Bugünün finansal araştırma destekleyicilerinin söyle­
mindeki tek geçerli amaç güçtür. Bilim adamları, teknisyenler
ve araçlar hakikati bulmaya değil, gücü artırmaya zorlanmak-
tadırlar.
Sorun güç söyleminin nelerden oluştuğu ve bir meşrulaş­
tırma kurup kuramayacağıdır. İlk bakışta, güç ve hak, güç ve
bilgelik bir başka deyişle, güçlü, adil ve doğru olan arasındaki
geleneksel ayrım tarafından güç söylemi bunu yapmaktan alı­
konulmaktadır. Geçerli olanın doğru/yanlış ayrımı olduğu dü-

daha da yükselmektedir (OCDE, 1956).


159. Robert Nisbet, (Degradation (not 1114), 5. bölüm) "İleri kapitaliz­
min" bağımsız araştırma bölümleri biçiminde üniversiteye nüfuz etmesinin
daha kısa bir tasvirini sunmaktadır. Bu tür merkezlerdeki toplumsal
ilişkiler akademik geleneği rahatsız etmektedir. Bkz. (Auto) Critique de la
science (not 26), "Le prolétariat scientific", "Les chercheur", "La Crise des
mandarins" bölümleri.
101
zanlamsal oyunu, adil olan / olmayanın nüfuz ettiği buyurucu
oyun ve yeterli/yetersiz ayrımının ölçüt olduğu teknik oyun­
dan ayırdığımda, buna daha önceki dil oyunları teorisi çerçe­
vesinde karşılaştırılamazlık olarak göndermede bulunmuştum.
"Zor" (force) ayırdedici şekilde son oyuna, teknoloji oyununa
ait gözükmektedir. Zorun terör aracılığıyla işlediği durumları
dışarda bırakıyorum, çünkü dil oyunları alanının dışında kal­
maktadır ve böyle bir zorun yeterliliği muhalif oyuncuyu
onun yaptığından daha iyi bir "hareket" gerçekleştirmeksizin
ortadan kaldırılmaya dayalıdır. Yeterlilik, yani arzulanan so­
nucu elde etmek "bunu söyle ya da yap, yoksa hiç bir zaman
tekrar konuşmayacaksın" buyruğundan türetildiğinde, biz tek­
rar terör alanına girmekteyiz, burada toplumsal bağ artık tah­
rip olmuştur.
Ancak işlersellik kanıt üretmeye muktedir olmayı artırdı­
ğında, haklı olmaya muktedir oluşu da artırması olgusu yine
devam eder. Bilimsel bilgiye geniş bir ölçek üzerinde katılan
teknik ölçüt, hakikat ölçütünü etkilemeyi başaramaz. Aynı şey
adalet ve işlersellik arasındaki ilişki hakkında da söylenmek­
tedir: adil olduğu telaffuz edilen bir düzenin, akabinde buyu­
rucunun işlerlik kapasitesini artıracak, tamamlanmış olma
şanslarını çoğaltacağı olasılığı. Bu olasılık Luhmann'ı posten-
düstriyel toplumlarda yasaların normatifliğinin yerinin, işlem­
lerin işlerselliği tarafından değiştirildiğini varsaymaya yö­
neltmiştir.160 "Bağlam denetimi" başka bir deyişle bu işlerlik
gelişimi, bir tür meşrulaştırmadan geçebilen bağlamı ("tabiat"
ya da insanlar olabilir) kuran eş veya eşler pahasına kazanıl­
mıştır.161 Bu, fiilî meşrulaştırmadır.

160. Niklas Luhmann, Legitimation durch Verfahren (Neuweid, Luchter-


hand, 1969).
161. Luhmann yorumunda Mueller şöyle yazmaktadır: "İleri endüstriyel
toplumda, yasal-ussal meşrulaştırma,yurttaşların inançlarına ya da ahlaka
kendilisinden herhangi bir anlam atfetmeven teknokratik meşrulaştırma ta-
Bu işlem şu çerçevede işgörmektedir: "Gerçeklik" bilimsel
tartışmada kanıt olarak kullanılan verileri ve sonuçlarıyla, bir
hukuki, ahlaki ve siyasal tabiatın öncüllerini ve buyruklarını
hazırlayan bir şey olduğundan, bu oyunların hepsine, "ger­
çekliğe" hükmederek, hükmedebilir. Bu da tam teknolojinin
yaptığıdır. Teknolojiyi pekiştirerek, gerçeklik de "pekiştirilir"
ve eş şekilde çoğalan adil ve doğru olma şansı da. Karşılık
olarak, eğer bilimsel bilgiye ve karar verme otoritesine sahip
olunursa, teknoloji her şeyiyle çok etkili bir biçimde pekiştiril-
mektedir.
Bu da güçle meşrulaştırmanın nasıl biçimlendiğidir. Güç
sadece iyi işlersellik değil, etkili doğrulama ve iyi hüküm
verme demektir. Güç, bilim ve hukuku yeterlilik temelinde,
bu yeterliliği de bilim ve hukuk temelinde meşrulaştırmakta­
dır. Kendisini de işlerliğin en yükseğe çıkartılması etrafında
örgütlenmiş bir sistemle aynı biçimde meşrulaştırıcıdır.162
Şimdi bu tür bağlam denetiminin genellleştirilmiş bir toplum­
sal bilgisayarlaştırma sayesinde yapılabilebileceği açıktır. Dü­
zanlamsal ya da buyurucu bir ifadenin işlerselliği, oransal ola­
rak gönderileni hakkında herhangi birinin sahip olduğu en­
formasyon oranıyla artmaktadır. Böylece şimdi gücün büyü­
mesi ve kendisini meşrulaştırması, veri birikimi ve elde edile­
bilirliğiyle, enformasyonun işgörürlüğü yolunu tutmaktadır.
Bilim ve teknoloji arasındaki ilişki tersine çevrilmiştir. Bu­
rada tartışmanın karmaşıklığı önemli olmaktadır. Özellikle
kanıt elde etme araçlarında daha büyük sofistikasyonu zorunlu

rafından kaplanmaktadır". (Politics of Communication not 122, s. 135).


Habermas'da (Teori ve Pratik, not 39) teknokratik sorunsal üzerine Alman
materyalin bir bibliografyası vardır.
162. Gilles Faucannier hakikatin denetiminin dilbilimsel bir analizini
vermektedir: "Comment cotroler la vérité? Remarques illustrées par par des
assertions dangereuses et pernicieuses en rout genre". Actes de la recherche
en sciences sociales 25 (1979): 1-22.
103
kıldığı ve akabinde işlerselliğe katkıda bulunduğunda. Araş­
tırma fonları güç büyümesinin mantığıyla uyum içerisinde
Devlet, işletmeler ve millî şirketler tarafından sağlanmaktadır.
Sistemin işlerliğinin dolaylı olarak bile optimal kılınmasına
katkıda bulunduklarını iddia etmeye muktedir olmayan araş­
tırma sektörleri, sermayenin akışı tarafından ortadan kaldırıl­
mış ve yaşlılığa terkedilmiştir. İşlerlik ölçütü belirli araştırma
merkezlerini desteklemeyi reddetmelerini haklılaştıran otorite­
ler tarafından açıkça yardıma çağrılmaktadır.163

163. Böylece 1970'lerde İngiliz Üniversitesi Bağış Komitesi, "konuların


yoğunlaştırılması, özelleştirilmesi, üretkenliği ve fiyat sınırlarıyla inşa
denetiminde daha olumlu bir rol oynamaya ikna edilmiştir". (The Politics
of Education: Edward Boyle and Anthony Crosland in Conservation with
Maurice Kogan, Penguin, 1971, s.196). Bu tavır Brooks'ın yukarıdan
alıntılanan açıklamalarıyla çelişiyor gözükebilir (not 156) ancak 1)
Edvvards'ın başka bir yerde söylediği gibi "strateji" liberal, "taktikler”
otoriteryan olabilir. 2) Kamusal otoriteler arasındaki sorumluluk sık sık en
daraltılmış anlamında alınmaktadır, yani bir projenin biriktirilebilir
işlerliğini cevaplandırma kapasitesi olarak. 3) Kamu otoriteleri, işlem
ölçütleri dolaysız olarak bağlayıcı olan özel gruplardan daima bağımsız
değildir. Eğer yeniliğin araştırmadaki şansları biriktirilemiyorsa, o zaman
kamusal çıkar bütün araştırma sürecinde yardımda bulunuyor
gözükmektedir. Belirli bir dönemden sonra yeterlilik öngörüsü şartlarından
başka şartlar altında tabii.
104
12. EĞİTİM VE
İŞLERSELLİKLE MEŞRULAŞTIRILMASI

Bilginin diğer yüzünün -aktarılmasının veya eğitiminin- işler­


sellik ölçütünün önceliği tarafından nasıl etkilendiğini betim­
lemek kolay olacaktır.
Yerleşik bir bilgi birikimi olduğu düşüncesini kabul eder­
sek, bilginin aktarımı sorunu pragmatik bir bakış açısından
bir sorular dizisine bölünebilir: Öğrenmeyi kim
aktarmaktadır? Ne aktarılmaktadır, kime aktarılmaktadır?
Hangi araçla? Hangi biçimde? Hangi etkiyle?164 Bir
üniversitenin politikası bu sorulara verilen tutarlı bir cevaplar
kümesi tarafından biçimlenmektedir.
Eğer varsayılan bir toplumsal sistemin işlerliği geçerlilik

164. 1939-40 yıllarında Princeton Radyo Araştırma Merkezi'nde Lazarsfeld


tarafından yürütülen seminerler sırasında, Laswell iletişim sürecini şu for­
mülde tanımlamıştır: "Kim, kime hangi etkiyle, hangi kanalda ne söyledi?"
Bkz. D. Morrison, "Beginning".
105
ölçütü olarak alınırsa (yani sistem teorisinin perspektifi uygu­
landığında), yüksek eğitim toplumsal sistemin bir alt sistemi
olmakta ve aynı işlersellik ölçütü bu sorunlardan her birine
uygulanmaktadır.
Arzulanan amaç yüksek eğitimin, toplumsal sistemin en
iyi işlerselliğine optimal katkısı olmaktadır. Uygun şekilde,
sistemden ayrılamaz olan becerileri de yaratmak zorunda kala­
caktır. Bunlar iki türlüdür. İlk türden olanlar çok özgül bir bi­
çimde dünya rekabetiyle ilgilenmek üzere tasarlanmışlardır,
millî devletler veya büyük eğitim kuruluşlarının dünya paza­
rında satabileceği "özelliklere” göre değişirler. Eğer genel hi­
potezimiz doğruysa, bu çalışmanın başlangıcında zikredilen
ve eylemin gelecek yıllarda ortaya çıkacağı önde gelen sektör­
lerde yüksek ve orta derecedeki işletme yöneticileri ve uzman­
lara olan talepte bir büyüme olacaktır. "Telematikteki" yetiş­
tirmeye uygulanabilirlik niteliği taşıyan her disiplin muhte­
melen eğitimde bir öncelik kazanacaktır (bilgisayar bilimcileri,
sibernetikçiler, dilbilimciler, matematikçiler, mantıkçılar...) Ni­
tekim öyle olmaktadır: Tıp ve biyolojide örneklendiği üzere,
bu uzmanların sayısındaki bir artış, diğer öğrenme sektörle­
rindeki araştırmaları da hızlandırmalarıdır.
İkincisi, hâlâ aynı genel hipotez içerisinde yüksek öğre­
nim, toplumun içsel akışını beslemede merkezileşen ve toplu­
mun ihtiyaçlarını karşılayıcı becerilerle toplumsal sistemi des­
teklemeye devam etmek zorunda kalacaktır. Önceleri, sıklıkla
özgürleşim anlatısı tarafından meşrulaştırılan genel bir hayat
modelinin biçimlenmesi ve yayılmasını bu görevi icap ettir­
mekteydi. Meşruluğun giderilmesi bağlamında üniversiteler
ve yüksek öğrenim kuruluşları beceriler yaratmaya çağrılmak­
tadır artık, fikirler değil. Belli bir disiplinde bir çok doktor, bir
çok öğretmen ve bir çok mühendis ve idareciler vb. Bilginin
aktarımı artık bir milleti özgürleşime götürecek kılavuzluğa
muktedir bir elit grubu yetiştirmeye göre tasarlanmamaktadır.

106
Tasarlandığı şey, sistemi, kurumları tarafından gereksinen
pragmatik konumlardaki rollerini kabul edilebilir bir şekilde
yerine getirmeye muktedir oyuncularla desteklemektir.165
Yüksek öğrenimin amaçları işlevselse, alıcısı ne olmakta­
dır? Öğrenci zaten değişmiştir ve kesinlikle daha çok değişe­
cektir: "Özgürleşim çerçevesinde anlaşılan en büyük toplumsal
ilerleme göreviyle az ya da çok ilgili '‘liberal elit"den gelme­
mektedir artık.166 Bu anlamda "demokratik" üniversite (giriş
gereklilikleri olmayan, öğrenci başına ücret toplandığında bile
topluma ve öğrenciye aza malolan ve yüksek kayıt oranı bu­
lunan)167 Özgürleşimci hümanist ilkeler etrafında modelleşti-
rilmesine rağmen, bugün işlerlik yolunda çok az şey sunmak­
tadır.168 Gerçekte yüksek eğitim, yeni kullanıcılarından kay-

165. Bu Parsons'ın "araçsal aktivizm" olarak tanımladığı ve "bilişsel


ussallıkla" karıştırma noktasında kutsadığı şeydir: "bilişsel ussallığın
yönlenimi, araçsal aktivizmin ortak kültüründe gizli olmakla birlikte,
entellektüeller ve eğitilmiş sınıflar arasında yüksek derecede algılanıp ve
az ya da çok sarih olarak bunların mesleki araştırmalarında çok açık bir
şekilde uygulanmaktadır". (Talcott Parsons, Gerald K. Platt,
"Considérations on the American Academic Systems", Minerva 6 (Yaz,
1968): 507; zik, Alain Touraine, Université et société (not 113). s. 146.
166. Mueller profesyonel entelijansiya'yı teknik entelijensiya'ya karşıt
olarak kavramsallaştırır. Galbraith'ı izleyerek, teknokratik meşrulaştırım
boyutunda profesyonel entelijensiyanın direniş ve uyarısını betimlemekte­
dir (Politics of Communication (not 122) ss. 172-177.
167. 1970-71 akademik yılı başlangıcı 19 yaşındakilerin % 30-40'ı Ka­
nada ABD, SSCB, Yugoslavya gibi ülkelerde yüksek eğitimde kayıtlıydı.
Bu oran, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya ve Hollanda'da % 20
dolayındadır. Bu ülkelerin hepsinde bu sayı 1959'dan bu yana iki ya da üç
katına çıkmıştı. Yine aynı kaynağa göre (M. Devezè.. Histoire
contamporaine de l’université (Paris, SEDES, 1976, ss. 439-40).
Öğrencilerin tüm nüfusa oranı, % 4'den % 10 dolaylarına (Batı Avrupa için),
Kanada'da % 6.1'den % 21.3'e, ABD'de % 15.1'den % 32.5'e yükselmiştir.
168. Fransa'da CNRS hariç, total yüksek eğitim bütçesi 1967'de 3.075 mil­
yar frank, 1975'de 5.454 milyar franka ulaşmıştır ancak : 0.55'ten % 0.39'a
bir düşüş göstererek. Mutlak rakamlardaki çoğalmalar, maaş, iş masrafları
ve burslara aittir. Araştırma ödenekleri tutarı az ya da çok aynı almıştır.
(Devè ze, Histoire, ss. 447-50). E.E. David, 1970'lerde doktora derecesi
107
naklanan ve hem ileri derecede denetimden çıkan toplumsal
talepler hem de idari ölçümler tarafından dikte edilen büyük
bir yeni-bağlanma süreci yaşamaktadır: yüksek öğrenimin iş­
levlerinin iki büyük hizmet kategorisine bölümlenmesi
eğilim.
Yüksek öğrenim, mesleki yetiştirme işlevinde hâlâ kendi­
sini liberal elit gençliğine sunmakta ve onlara her meslek tara­
fından zorunlu olarak değerlendirilen ehliyeti aktarmaktadır.
Gençlik şu veya bu yolla (sözgelimi teknoloji enstitüleri) hepsi
aynı didaktik modele uyan, yeni teknik ve teknolojilere bağlı
yeni bilgi alanlarının alıcıları tarafından birleştirilmiş durum­
dadır. Onlar bir kere daha "etkin" olmak zorunda kalan genç
insanlardır. .
Bu iki öğrenci kategorisi dışında kalan (ki bunlar mesleki
ve "teknik entelijansiyayı" yeniden üretirler169) genç insanla­
rın arta kalan üniversitedeki varoluşlarıyla, güzel sanatlar ve
beşeri bilimlerdeki açılışların sayısını çoğaltmalarına rağmen,
istatistiklerde iş arayanlar grubuna dahil edilmemekle birlikte
çoğu işsizdir. Yaşlarına rağmen, gerçekte bilgi alıcılarının yeni
kategorisine aittirler.
Mesleki işlevine ek olarak üniversite, sistemin işlerliğini
geliştirmede yani iş eğitimi ve sürekli eğitimde yeni bir rol
oynamaya başlıyor ve başlamalıdır da.170 Üniversitelerin mes-

olan talebin 1960'lardan pek fazla olmadığını belirtmektedir (s.212).


169. Mueller'in terminolojisinde, Politics of Communicaiton.
170. J.Dofny ve M. Rioux'un "kültürel yetişme" başlığı altında tartıştıkları
konu. Bkz. inventaire et bilan de quelqes experiences d'intervention de l'u­
niversite in L'Université dans son milieu: action et responsibilité (AUPELF
Konferansı, Üniversite de Montrea, 1971) Yazarlar Kuzey Amerika Üniver­
sitelerinin iki türü olarak adlandırdıkları öğretim ve araştırmanın bütünüyle
toplumsal talepten bağımsızlaştığı beşeri bilimler kolejleri (liberal arts
colleges) ve kendisine ödeme yapılacak herhangi bir öğretim kadrosunu da­
ğıtmaya yönelmiş" multiversity'yi eleştirmektedirler. Bu son sistem üze­
rine bkz. Clark Kerr, The Uses of the University: With a Poscript-1972
(Cambridge, Mass.: Harvard Üniversitenin müdaheleciliği olmaksızın işle-
leki bir yönelimle kurulan enstitü ve bölümlerinin dışında,
bilgi artık bir blok olarak, bir kere ve bütün zamanlar için,
genç insanlara iş gücüne katılmadan önce aktarılmamaktadır.
Dahası bilgi ya zaten çalışan ya da çalışmaları beklenen yetiş­
kinlere "a la carte" hizmet vermektedir ve verecektir de. Amaç
bunların becerilerini ve yükselme şanslarını artırma yanında,
bunlara hem mesleki ufuklarını genişletme hem de teknik ve
etik yaşantılarını eklemlemeye izin veren dil oyunları, dil ve
enformasyon kazanmada yardımcı olmaktır.171
Bilgi aktarımının tutturduğu yeni yol çatışmasız değildir.
Sistemin dolayısıyla, "sistemin karar vericilerinin" çıkarlarını
ilgilendirdikçe, mesleki ilerlemeyi teşvik etmek (sadece bütü­
nün işlerliğini geliştirebildiğinden), söylem, kurum ve değer­
lerdeki herhangi bir deneyimleme (sosyo-politik geri tep­
meleri zikretmeksizin bile, pedagoji, öğrenci değerlendirme
ve test edilmesinde, müfredatta yaratacağı kaçınılmaz "aksak­
lıklarla") küçük bir etkiye sahip olmasıyla ya da işlersel bir
etkisinin yokluğuyla değerlendirilmekte ve sistemin ciddiyeti
adına hiç bir itibar gösterilmemektedir. Böyle bir deneyim iş-
levselcilikten bir kaçış sunmaktadır. İşlevselciliğin kendisi
süreci işaret ettiğinden, elden kolayca bırakılmamalıdır.172
Sorumluluğun ekstra üniversite şebekeleri üzerinde intikal

yen bir model Dofny ve Riou tarafından önerilmiştir. Üniversitenin gelece­


ğinin bir tasviri aynı konferansta M. Alliot tarafından verilmiştir. Bkz.
"Structures optimales de I institution universtaiere", ibid, ss. 145-54. Al­
liot, "mümkün olduğunca, gerçekten olması gerektiğini varolan bir kaç
tane örnek bulundukça yapılara inanıyoruz" sonucuna varır.
171. Yazarın kişisel deneyimi bunun Vincennes'deki bir yığın bölümle or­
taya çıkan durumla örtüştüğü şeklindedir.
172. 12 Kasım 1968'deki yüksek eğitim reform kanunu, sürekli eğitimi
profesyonel bir anlamda algılanan yüksek eğitimin görevleri arasında say­
maktadır. "Yüksek eğitim, önceki öğrencilere ve üniversite eğitimine fırsat
bulamıyanlara, yeteneklerine göre mesleklerini değiştirme ya da geliştir­
meyi sağlamak üzere açık olmalıdır".
109
edeceğini varsaymak güvenli bir tutum olacaktır.173
Ancak, eğer işlersellik ilkesi takip edeceği politikanın he­
defini her zaman tuttaramazsa, genel etkisi yüksek öğrenim
kurumlarını varolan iktidarlara bağlı kılmak olacaktır. Bil­
ginin kendinde bir amaç olmaktan uzaklaştığı uğrak-insanla-
rın özgürleşimi ya da ideanın gerçekleşmesi- ve bilgi aktarımı,
artık bilim adamları ve öğrencilere düşen münhasır bir sorum­
luluk değildir. "Üniversite imtiyazı" düşüncesi şimdi artık
geçmiş bir döneme aittir. 1960'lardaki bunalımdan sonra üni­
versitelere bahşedilen "özerklik", pratikte hiç bir yerde öğ­
retmen gruplarının, içinde bulundukları kurumun bütçesinin
ne olacağına karar verme gücünde olmadığı olgusuna çok az
anlam atfetmektedir.174 Bütün yapabildikleri kendilerine
ayrılan fonları o zaman sadece süreç içerisindeki son durak
olarak kullanabilmektir.175
Yüksek öğrenimde ne öğretilmektedir? Mesleki eğitim du­
rumunda, kendimizi dar bir işlevselci bakış açısıyla sınırlandı­
rarak, yerleşik bilginin örgütlü bir stoğunun aktarılan esas şey
olduğunu söyleyebiliriz. Yeni teknolojilerin bu stoğa uygu­
lanması, iletişim ortamı üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahip
olabilir. Ortamın, susan öğrenciler önünde bir asistan tarafın-

173. Tele-sept-jours'la bir mülakatında resmî olarak Holocaust dizisini 2.


kanaldan halk okulu öğrencilerine tavsiye eden Fransa Eğitim Bakanı eği­
tim sektöründen kendisi için özerk bir görsel-işitsel araç yaratma girişimin
başarısızlığa uğradığını ve "eğitimin ilk görevinin televizyonda çocuklara
nasıl program seçeceklerini öğretmek olduğunu" açıklamıştır.
174.İngiltere'de Devlet'in üniversitelere katkısı 1920 ve 1960 arasında %
30'dan % 80'e yükselmiştir, üniversite Bağış Komitesi (Bilim ve Üniversi­
teler Bakanlığı'na bağlıdır) üniversiteler tarafından belirtilen ihtiyaç ve ge­
lişme planlarını inceledikten sonra yıllık yardımları dağıtmaktadır.
175. Fransa'da fonları bölümler arasında dağıtma araçları, işletme ve teçhi­
zat masrafları için tahsisat ayırmaktadır. Geçici personellik durumunda öğ­
retmenlerin sadece maaşlar üzerinde güçleri vardır. Projeler ve idari yemden
örgütlenmenin finanse edilmesi vs. gereken mali kaynak üniversiteye tah­
sis edilen genel öğretim bütçesinden alınmaktadır.
110
dan yöneltilen "pratik çalışma" oturumları veya bölümleri için
ayrılan sorunlarla birlikte verilen bir ders olması mutlak ola­
rak zorunlu gözükmemektedir. Öğrenimin bilgisayar diline
çevrilebilmesi ve geleneksel öğretmenin yerinin hafıza banka­
larınca alınabilmesi derecesinde, didaktik, geleneksel hafıza
(kütüphaneler vb.) ve bilgisayar veri bankalarını öğrencinin
sunumuna verilen zeka terminallerine bağlayan makinalara
devredilebilir.
Pedagoji zorunlu olarak bu süreçten zarar görmeyecektir.
Öğrencilere hâlâ bir şeyler öğretilmek zorunluluğu olacaktır,
ancak bu içerik değil, terminallerin nasıl kullanılacağıdır. Bir
taraftan yeni dilleri öğreten araçlar, diğer taraftan soruşturma
dil oyunuyla ilgilenecek incelikli bir yeterlik. Soruşturma, so­
runun nereye gönderileceği (alıcısının kim olacağı) bir başka
deyişle bilinmeye ihtiyaç duyulan şey, geçerli hafızanın ne ol­
duğudur. Sorunun yanlış anlamalardan kaçınmak üzere nasıl
ifade edilmesi gerektiğidir?176 Bu bakış açısından, enforma-
tikte özellikle telematikte ilk öğretim, şimdi sözgelimi yabancı
bir dilde akıcılığın sağlanmasının olduğu gibi üniversitelerde
temel bir zorunluluk olmalıdır.
Sadece büyük meşrulaştırma anlatıları bağlamında
—insanlığın özgürleşimi ve /veya tinin hayatı— öğretmenlerin
yerinin makinalar tarafından kısmî olarak alınması kaçınılmaz
hatta tahammül edilemez gözükebilir.177 Ancak bu anlatıların
artık bilginin kazanılmasındaki istemin arkasında duran ilke­
sel itici güç olmadığı da muhtemeldir. Eğer güdülenmeyi sağ­
layan güçse, o zaman klasik didaktiğin bu boyutu geçerli ol­
maktan uzaklaşmaktadır. Şimdi açık ya da örtük bir şekilde

176. Marshall McLuhan, Essays (Montreal, Hartubise Ltd., 1977); P. Anto­


ine, "Comment's informer" Projet 124 (1978): 395-413.
177. Zeka terminalleri kullanılışının Japonya'da okul çocuklarına öğretil­
diği bilinmektedir. Kanada’da ayrı üniversite ve kolej bölümleri tarafından
düzenli olarak kullanılmaktadır.
111
öğrenci tarafından sorulan Devletin yüksek eğitim kurumları-
nın, "doğru"luğu değil, "faydasının ne olduğudur". Bilginin
merkantilizasyonu bağlamında bu soru, "bilginin satılabilir-
liği" sorusuna çok seyrek olmayan bir biçimde eşittir. İktidar-
büyümesi bağlamında soru, "bilgi elverişli midir?" İşlerlik
-yönlendirmeli bir becerideki ehliyete sahip olarak, bilgi ger­
çekten yukarıda betimlenen şartlarda satılabilir gözükmekte
ve tanımı dolayısıyla elverişli olmaktadır. Bilginin değerini
oluşturan artık doğru/yanlış, adil/adaletsiz ve tabiatıyla ge­
nelde düşük işlersellik gibi başka ölçütler tarafından tanımlan­
dığı şekliyle ehliyet değildir.
Bu durum işlersel becerilerdeki ehliyet için geniş bir pazar
manzarası yaratmaktadır. Bu türden bilgiye sahip olanlar tek­
liflerin hatta baştan çıkarmaların nesnesi olacaklardır.178 Bu
açıdan bakıldığında, yaklaştığımız bilginin sonu değildir- tam
tersine. Veri bankaları yarının Ansiklopedileridir. Bunlar kul­
lanıcılarının her birinin kapasitesini aşmaktadır. Postmodern
insanın "tabiatlarıdırlar".179
Bununla birlikte didaktik, basit olarak enformasyonun ak­
tarımından ibaret değildir ve ehliyet, bir işlerlik becerisi ola­
rak tanımlandığında bile, veri için iyi bir hafızaya sahip ol­
mayı veya kolaylıkla bir veriye girebilmeyi bir bilgisayara
indirgemez. En başta gelen önemi, "burada ve şimdi" bir so­
runu çözecek ilgili veriyi gerçekleştirme ve etkili bir strateji
içerisinde örgütleme kapasitesi olan ortak bir noktadır.
Oyun tam bir enformasyon oyunu olmadığı müddetçe,

178. Bu politika İkinci Dünya Savaşı'ndan beri Amerikan araştırma


merkezleri tarafından izlenmektedir.
179. Nora ve Mine (L'Informatisation de la société, not 9, s. 16) şöyle de­
mektedir: "Gelecek onyıllarda insanlığın ilerleyen kutupları için esas mey­
dan okuma egemen bir konunun meydan okuyuşu değildir artık çünkü böyle
bir egemenlik zaten kurulmuştur. Bu meydan okuma bildirişim ve daha ileri
gidecek bir örgütlenmeye izin verecek bir bağlantılar şebekesinin kurulma­
sıyla ortaya çıkmaktadır".
112
avantaj bilgiye sahip ve enformasyon elde edebilen oyuncu­
nun olacaktır.180 Tanım gereği, bu durum öğrenme sürecin­
deki bir öğrencinin durumudur. Ancak tam enformasyon
oyunlarında,181 en iyi işlersellik bu yolda ilave enformasyonu
elde etmeden ibaret olamaz. Tam olarak söylersek, bir "hare­
keti" oluşturan yeni bir yolla veriyi düzenlemekten gelmekte­
dir. Bu yeni düzenleme genellikle, önceden bağımsız olarak
tutulan veriler dizisini birbirine bağlayarak sağlanmakta­
dır.182 Ayrı olarak yerleşeni eklemleme kapasitesi imgelem
olarak adlandırılabilir. Hız özelliklerinden birisidir. Verinin
ilke olarak herhangi bir uzmana (bilimsel sır yoktur) açık ol­
duğu anlamında, tam bir enformasyon oyununda yöneltildiği
biçimiyle postmodern bilginin dünyasını kavramak mümkün­
dür. Denk bir ehliyet verildiğinde (artık bilginin kazanılma­
sında değil fakat üretilmesinde), son tahlilde ekstra
işlerselliğin bağımlı olduğu, ya yeni bir hareket yapmaya
veya oyunun kurallarını değiştirmeye izin veren
"imgelemdir".
Eğer eğitim sadece becerilerin yeniden üretimini değil
aynı zamanda bunların ilerlemesini sağlayacaksa, bilgi akta­
rımının enformasyon aktarımıyla sınırlanmaması gerektiği or­
taya çıkmaktadır. Eğitim, geleneksel bilginin örgütlenmesi ta­
rafından bir diğerinde devasa ölçülerde sakınılan alanları bir­
leştirme iktidarını çoğaltabilen bütün işlemlerdeki yetiştirmeyi
de içermelidir. 1968 bunalımından sonra özellikle popüler olan
"disiplinler arası çalışmalar" sloganı bundan çok zaman önce

180. Anatol Rapoport, Fights Games, and Debates (ann Arbor: University
of Michigan Press, 1960).
181. Bu Mulkay'ın Branşlaşma modelidir (bkz. not 156). Gilles Deleuze
Logique du sens (Paris, PUF, 1968) ve Différence et répétition (Paris, PUF,
1968) başlıklı kitaplarında dizilerin kesişmesi çerçevesinde olayları analiz
etmiştir.
182. Zaman dinamikteki güç faktörünün belirlenmesinde bir değişkendir.
Bkz.Paul Virilio, Vitesse et politique (Paris, Galilee, 1976).
113
geliştirilmekte birlikte, bu istikamette hareket ediyor gözük­
mektedir. Bunun üniversitelerin feodalizmine karşı ayaklanma
olduğunu söylemektedirler, bundan daha fazlasına karşı ayak-
lanılmıştır oysa.
Humboldt'un Üniversite modelinde her bilim düşünce
tarafından zenginleştirilen bir sistem içerisinde kendi yerine
sahiptir. Bir bilimin diğerinin alanına yönelik güçlenmesi sa­
dece düzensizlik ve sistemde bir "gürültüye" yol açacaktır. İş­
birliği sadece düşünce düzeyinde ve filozofların kafasında yer
alabilir.
Bir disiplinler arası yaklaşım düşüncesi meşruluğun gide­
rilmesi çağma ve onun güçlenen ampirizmine özgüdür. Bil­
giye yönelik ilişki, insanlığın özgürleşimi veya tinin hayatının
gerçekleşmesi çerçevesinde değil, karmaşık bir kavramsal ve
maddi makina aygıtının kullanıcıları ve bunun işlerlik yeterli­
liklerinden kâr elde edenler çerçevesinde eklemlenmektedir.
Bunların içerisinde nihai amacın ifade edileceği ve sözkonusu
mekanizmanın doğru kullanılacağı bir metadil ve metaanla-
tıya yer yoktur. Ancak işlerliğini geliştirecek beyin fırtınasına
sahiptirler.
Ekip çalışmasına yönelik vurgu, bilgide işlersellik ölçütü­
nün üstünlüğüyle ilgili kılınmaktadır. Hakikati söylemeye ya
da adaleti buyurmaya geldiğinde, rakamlar anlamsızdır. Eğer
adalet ve hakikat başarı olasılığı çerçevesinde düşünülürse, bir
fark yapabilirler. Genelde, ekip çalışması, toplum bilimciler ta­
rafından çok önceden ayrıntılandırılmış belirli şartlar altında
yapılırsa işlerliği geliştirmektedir.183 Özelde, takım çalışması­
nın bilhassa verili bir modelin alanı içerisindeki işlerselliğin
geliştirilmesinde, belirli bir görevin tamamlanmasında başarılı
olduğu görülmektedir. Yararları, yeni modelleri "imgelemeye"
yönelik bir ihtiyaç duyulduğunda, başka bir deyişle kavram-

183. Jacob L. Moreno, Who shall survive (Beacon, 1953).


114
lar düzeyinde daha az belirgin gözükmektedir. Somut olarak
bunun işlediği yerde bile bazı olaylar olmaktadır, ancak ekip
kuruluşuna neyin atfedilebileceğini ve takım üyelerinin birey­
sel yeteneklerinden neyin türetildiğini birbirinden ayırdetmek
güçtür.
Bu yönelimin bilginin aktarılmasından çok üretilmesiyle
(araştırma) ilgilendiği gözlemlenecektir. Bunları birbirinden
ayırdetmek soyutlamaya düşmek demektir ve muhtemelen iş-
levselcilik ve profesyonalizm çerçevesinde bile verimliliği dü­
şürmektedir. Dünyanın her tarafındaki bilgi kurumlarının yö­
neldiği çözüm henüz didaktiğin bu iki boyutunu ayırmaktan
ibarettir: "basit" yeniden üretim ve "geniş" yeniden üretim. Bu
ayırma kurumlar, kurumlar içerisindeki programlar ve onların
yeniden üretilmesi veya düzeylerin, kurumların gruplaşması,
ya mesleki becerilerin seçilmesi ya da "yaratıcı" zihinlerin
"uyarılması" ve geliştirilmesi için disiplinlerin gruplaşması
gibi belirli bir amaç için tahsis edilen bütün varlık türleri tara­
fından yapılmaktadır. İlk kategorinin verili giriş olduğu akta­
rım kanalları geniş bir ölçek üzerinde basitleştirilip, kullanıma
sokulabilir. İkinci kategori, aristokratik eşitlikçiliğin şartların­
daki daha küçük bir ölçek üzerinde çalışma ayrıcalığına sahip­
tir184. Bu son kategorinin resmi olarak üniversitelerin bir par­
çası olup olmadığı çok küçük bir sorundur.
Açıkça belirgin olan, her iki durumda da meşruluğun gi­
derilmesi ve işlerlik ölçütünün üstünlüğü ve profesör çağının
matem çanının çalışını dile getirmesidir: bir profesör, yeni ha­
reketleri ya da dil oyunlarını imgelemedeki disiplinler arası
takımlardan ve yerleşik bilgiyi aktarmadaki hafıza bankası

184. En iyi bilinenler arasında:Kitle İletişimi Araştırma Merkezi


(Princeton), Zihinsel Araştırma Enstitüsü (Palo Alto), Masschusetts Tekno­
loji Enstitüsü (Boston), Institut für Sozialforcshung (Frankfurt). Clark
Kerr'in İdeapolis (düşünkent) olarak adlandırdığı argümanın bir kısmı
kollektif araştırmanın yenilikleri artırdığı ilkesine dayalıdır.
115
şebekelerinden daha yeterli değildir artık.

116
13. KARARSIZLIKLARIN ARAŞTIRILMASI
OLARAK POSTMODERN BİLİM

Daha önceden işaret edildiği gibi, bilimsel araştırma pragma­


tiği, özellikle yeni tartışma yöntemleri araştırmasında, yeni
"hareketlerin" hatta dil oyunları için yeni kuralların keşfedil­
mesini vurgulamaktadır. Şimdi biz, bilimsel bilginin bugünkü
durumunda çok önemli olan sorunun bu boyutuna daha yakın
olarak bakmalıyız. Bilimsel bilginin bir "kriz çözümü"
(determinizm krizinin çözümü) aradığını söyleyebilirdik. De­
terminizm, meşrulaştırmanın işlersellik sayesinde üzerinde
temellendirildiği hipotezdir. İşlersellik girdi/çıktı oranıyla ta­
nımlandığında, girdinin verildiği sistemin sabit olduğu varsa­
yımı sözkonusudur. Sistem düzenli bir "yol” izlemelidir; çıktı­
nın açık bir öndeyilemesinin yapılabileceği bir türeve sahip
olarak sürekli bir işlev olarak açıklanmasının mümkün olduğu

117
bir yol.185
Bu, pozitivist verimlilik "felsefesidir". Bu felsefeye karşı
olarak nihai meşrulaştırma tartışmasını kolaylaştıracak bir yı­
ğın önemli örneği kanıt olarak belirteceğim. Kısaca söylemek
gerekirse, amaç, bir kaç örnek esasında, postmodern bilimsel
bilginin pragmatiğinin kendiliğinden işlersellik araştırması
için çok az bir yakınlığı olduğunu göstermektir.
Bilim, verimlilik pozitivizmi tarafından geliştirilmez. Tersi
doğrudur: araştırma anlamında bir kanıt ya da karşı-örnekle-
rin, bir başka deyişle kavranılamaz olanın "keşfedilmesi" üze­
rine çalışma, bir "paradoks" arama anlamına gelen bir iddiayı
destekleme ve bu iddiayı uslamlama oyunlarındaki yeni ku­
rallarla meşrulaştırma. Bu durumların hiç birisinde verimlilik
kendi hatırına aranmamıştır; bağışta bulunanların sonuçta
olaydan bir çıkar elde etmeye karar verdiklerinde186 fazladan
bir etken olarak ve bazen gecikmiş olarak gelmektedir. Her
yeni gözlem, önerme, hipotez ve teoriyle gelmeyi hiç bir za­
man başaramayan meşruluk sorunudur. Felsefe bu bilim soru­
sunu sormadığından, bilim bu soruyu kendisi sormaktadır.

185. Solla Price, Little Science, Big Science (not 131). Burada Price bir bi­
lim kurmaya girişmekte, toplumsal bir nesne olarak bilimin
(istatistiksel)yasalarını kurmaktadır. 131. notta bunu zaten demokratik ol­
mayan bir görüş yasası olarak belirlemiştim. Başka bir yasa, yani "görül­
mez kolejler" yasası, bilimsel kurumlardaki bildirişim kurallarının artışı ve
çoğalan sayıdaki yayınların etkisini tasvir etmektedir: Bilgi "aristokrat­
ları" bu sürece, yüz dolaylarında seçilmiş bir üye içeren kişiler arası ilişki
ağları kurarak karşılık vermeye yönelmektedirler. Diana Crane bu kolejle­
rin sosyopetik bir analizini sunmuştur: Invisible Colleges (Chicago and
london, University of Chicago Press, 1972). bkz. Lecuyer, "Bilan et pers-
pectives" (not 24).
186. Fractals Form, Chace and Dimension (San Fransisco, Freean, 1977).
Benoit Mandelbrot, ilgililerin alışılmamış olması dolayısıyla araştırmaları­
nın verililiğine rağmen sonraları tanınan ya da hiç tanınmayan matematik
ve fizikçilerinin bir "biyografik ve tarihsel taslaklarının" bir ekini sunar
(s. 249,73).
118
Modası geçmiş olan, Alman idealistlerin yaptığı gibi,
bilimi pozitivist olarak görerek, meşrulaştırılmamış bir öğ­
renme, yarı-bilgi statüsüne indirgemektir, neyin doğru ve adil
olduğunu sormak değil. "Senin iddianın değeri nedir, kanıtı­
nın değeri nedir?" sorusu bu kadarıyla bilimsel bilginin prag-
matiğinin bir parçası olarak, belli bir iddianın alıcısının dönü­
şümünü ve kanıtın, yeni bir iddia ve kanıt göndericisine dö­
nüşmesini, dolayısıyla her kuşak bilim adamlarının yer değiş­
tirmesini ve bilimsel söylemin yenileşmesini sağlamaktadır.
Bilim gelişir (hiç kimse bilimin geliştiğini inkar edemez); bu
soruyu sorarak gelişir. Bu soru geliştikçe şu soruyu ortaya çıka­
rır, yani metasoruyu, bir başka deyişle meşruluk sorununu:
"Değer mi sorusunun değeri nedir?”187
Postmodern bilimsel bilginin en çarpıcı özelliğinin,
kendisini geçerli kılan kurallar üzerindeki söylemin (açıkça)
bilimsel bilgiye içkin olduğunu belirtmiştim.188 Ondokuzuncu
yüzyılın sonunda, meşruluğun bir kaybı ve felsefi "pragma­
tizme" ya da mantıksal pozitivizme bir düşüş olarak düşünü­
len, bilimsel söylemin içerisindeki yasa olarak konulan öner­
melerin geçerli kılınması söylemini de içererek bilimin tekrar
ayağa kalktığı bir dönemdir yalnızca. Gördüğümüz gibi, bu
içerme basit bir işlem olmayıp, son derece ciddiye alman "pa­
radokslara" ve gerçekte bilginin tabiatındaki değişmeler olan,
bilginin alanı üzerindeki "sınırlamalara" yol açmaktadır.
Gödel'in teoremini doğuran matematiksel araştırma, bu
değişmenin tabiatta nasıl yer aldığını açıklayan gerçek bir pa-

187. Bunun meşhur bir örneği quantum mekaniği tarafından ortaya çıkartı­
lan determinizm tartışmasıdır. Örnek olarak bkz, J.M. Levy-Leblond'un
Born-Einstein yazışmasının sunumu (1916-55), "Le Grand débat de la méc-
hanique quantique", La Recherce 20 (1972): 137-44. Son yüzyılda beşeri bi­
limlerin tarihi bu tür antropolojik söylemden metadil düzeyinde geçişlerle
doludur.
188. Ihab Hassan immanence (içkinlik) olarak kavramsallaştırdığı şeyin
bir imgesini vermektedir (not 121).
radigmadır.189 Ancak dinamiğin uğradığı dönüşüm, yeni bi­
limsel ruhun daha az bir örneği değildir ve burada özel bir il­
giye mazhar olmaktadır, çünkü, bizi daha önce gördüğümüz
gibi, özellikle toplumsal teori alanındaki işlerlik tartışmasında
öncelikle ortaya çıkan sistem düşüncesini yeniden ele almaya
çekmektedir.
İşlerlik ilkesi, teoride daima biriktirilebilen, canlılık ve ça­
lışma, sıcak ve soğuk kaynak, nihayet girdi ve çıktı arasındaki
ilişkide temellenmiş yüksek derecede düzgün bir sistem imâ
etmektedir. Bu fikir termo dinamikten gelmekte ve eğer bütün
değişkenler biliniyorsa, bir sistemin işlerliğinin evrimi öndeyi-
lenebilir düşüncesiyle de birleşmektedir. Bu durumun ideal
anlamda gerçekleştirilişi açıkça Laplace'ın "şeytan"
kurgusunda ifade edilmiştir.190 Kişi, bir t anında evrenin du­
rumunu belirleyen bütün değişkenleri bildiğinde, bir t1>t
anında evrenin durumunu da öndeyileyebilir. Bu kurgu,
evren olarak adlandırılan sistemler sistemini de içererek,
fiziksel sistemlerin, evrimlerinin de düzenli bir yol izlediği
sonucuyla, düzenli örüntüler takip ettiği ve "normal" sürekli
işlevlere (ve fütürolojiye) yol açtığı ilkesi tarafından
desteklenmektedir.
Quantum mekaniği ve atomik fiziğin yolculuğu, alanları
farklılaşan karşılıklı göstergelerin ve bu ilkenin uygulanabilir­
liğinin derecesini iki biçimde sınırlandırmıştır. Birincisi, bir
sistemin başlangıç durumunun (veya bütün bağımsız değiş­
kenlerin), tam bir tanımı, hiç olmazsa sistem tarafından ta­
nımlanırken tüketilene eşit bir enerji sarfiyatı gerektirecektir.
Bir sistemin herhangi bir verili durumunun tam bir ölçümünü
başarmanın fiili imkansızlığı Borges tarafından bir notta an-

189. Bkz. not 142.


190. Pierre Simon Laplace, Exposition du système du monde, 2 vols
(1796).
120
latılmıştır. Bir imparator, imparatorluğun kusursuz ölçüde açık
bir haritasının yapılmasını arzular. Projesi ülkeyi sefalete
sürükler —çünkü herkes bütün enerjisini kartografiye har­
car.191
Brillouin'in iddiası192 işlerliğini geliştirmekle yükümlü sa­
nılan bir sistem üzerindeki eksiksiz bir denetim ideasının
(veya ideolojisinin) çelişki yasasıyla tutarsız olduğu sonucuna
varır: gerçekte artırmayı amaçladığı işlerlik düzeyini düşür­
mektedir. Bu tutarsızlık devlet ve sosyo-ekonomik bürokrasile­
rin zayıflığını açıklamaktadır; denetledikleri sistemleri ya da
altsistemleri boğmakta, süreç içerisinde (negatif geribildirim)
kendi nefeslerini tıkamaktadırlar. Böyle bir açıklamanın is­
temi, sistemin kendi dışında herhangi bir meşrulaştırma biçi­
mini yardıma çağırmaya ihtiyaç duymamasıdır (Sözgelimi, in­
sanların özgürlüğü, sınırsız otoriteye karşı ayaklanmaya teşvik
etmektedir). Toplumun bir sistem olduğunu kabul ettiğimizde
bile toplum üzerinde başlangıç durumunun tam bir tanımını
gerektirecek eksiksiz bir denetim, böyle bir tanımın daha ön­
ceden de etkili kılınamaması sebebiyle mümkün olmamakta­
dır.
Ancak bu sınırlama sadece eksiksiz bilgi ve bundan kay­
naklanan gücün uygulanabilirliğini sorgulamaktadır. Bunlar
teoride mümkün olmayı sürdürmektedirler. Klasik determi­
nizm, bir sistemin total bilgisinin ulaşılamaz fakat kavranılabi-
lir sınırı içerisinde işlemeye devam etmektedir.193
Quantum teorisi ve mikrofizik sürekli ve öndeyilenebilir

191. "Del Rigor en la ciencia" in Historié Universal de la lnfamia (Buenos


Arires, Eméce, 1954, ss. 131-32; ).
192. Enformasyonun kendisi enerji tüketmekte, oluşturduğu negentropi,
entropiye yol açmaktadır. Michel Serres sık sık bu iddiaya gönderme yap­
maktadır, örnek olarak bkz, Hermès III: La Traduction Paris Editions de Mi­
nuit, 1974, s. 92).
193. Burada llya Prigogine ve I. Stengers'i izliyorum, "La Dynmique, de Le­
ibniz à Lucrèe", Critique 380 (1979):49.
121
bir biçimde yörünge düşüncesinin çok radikal bir gözden geçi­
rilmesini gerektirmektedir. Açıklık arayışı, fiyatla değil, ko­
nunun gerçek niteliğinden ötürü sınırlanmaktadır. Belirliliğin
yükselmesiyle, belirsizliğin (denetim yokluğu) azaldığı doğru
değildir; belirsizlikte aynı ölçüde yükselmektedir. Jean Perrin
buna bir örnek olarak, bir alanda içerilen verili bir hava mik­
tarının gerçek yoğunluğunun (kütle/hacim) ölçülmesini ver­
mektedir. Alanın hacmi 100 m3'den 1 cm3'e düşürüldüğünde
büyük oranda değişmektedir. 1 cm3 'den 1/1000 mm3'e düşü­
rüldüğünde ise bu oranda zaten milyon kere milyon oranında
düzensiz değişmeler gözlemlenilebilmesine rağmen, çok kü­
çük bir değişme vardır. Alanın hacmi düştükçe, değişmelerin
ebadı çoğalmaktadır. Bir kübik mikronun 1/10 hacmi için de­
ğişmeler yüz oranında, kübikmikronun hacmi 1/100 oldu­
ğunda ise 1 /5 oranındadır.
Hacmin daha ileri oranda düşürülmesi bizi moleküler öl­
çüye götürmektedir. Eğer küçük bir alan havadaki iki molekül
arasındaki boşluğa yerleştirilirse, havanın gerçek yoğunluğu o
zaman sıfırdır. Ancak yüzde bir gibi bir zaman dolayında kü­
çük alanın merkezi bir molekül içerisine "düşecek" ve böyle­
likle ortalama yoğunluk gazın gerçek yoğunluğyla karşılaştırı­
labilecektir.
İntra-atomik boyutlara indirgendiğinde, şanslar daha yük­
sektir: bu küçük alan bir kere daha sıfır yoğunlukla boşluğa
yerleştirilecektir. Ancak milyonda bir kere, merkezi bir zer­
reye ya da atomun çekirdeğine düşecektir ve bunu
yaptığında, yoğunluk suyun yoğunluğundan milyonlarca kez
daha büyük olacaktır. "Eğer küçük alan hâlâ daha ileriye
sıkılırsa, ortalama ve gerçek yoğunluk muhtemelen çok
geçmeden sıfır olacak ve sıfırda kalacaktır, ancak daha önce
elde edilen değerlerden önemli ölçüde daha yüksek değerleri

122
yakaladığı yerlerdeki bazı çok istisnâî durumlar hariç."194
Havanın yoğunluğu hakkındaki bilgi böylece mutlak ola­
rak uyuşmaz önermelerin çoğulluğunda çözülmektedir. Bu
önermeler eğer konuşan tarafından seçilen bir ölçüye görelileş­
tirilirse, uyumlu kılınabilir. İlave olarak, belirli düzeylerde
yoğunluk önermesi yalın bir ileri sürme biçiminde değil, sa­
dece türünün modelleştirilmiş bir iddiası olarak ifade edilebi­
lir. Yoğunluğun sıfıra eşit olacağına inanılabilir, ancak n'in çok
geniş bir rakam olduğu yerde 10n oranında gerçekleşebileceği
de tartışılamaz.
Burada bir bilim adamının önermesi ve "tabiatın söylediği"
tam enformasyonsuz bir oyun olarak örgütlenmiş gözükmek­
tedir. Bilim adamının önermesinin modalizasyonu, tabiatın
üreteceği gerçek tekil önermenin (işaret) öndeyilenemez ol­
duğu olgusunu yansıtmaktadır. Hesaplanabilen tek şey öner­
menin, başka bir şeyden çok, sadece belli bir şeyi söyleyeceği
olasılığıdır. Mikrofizik düzeyinde "en iyi" enformasyon, bir
başka deyişle, ‘daha yüksek bir işlerlik ehliyetine sahip enfor­
masyon elde edilemez. Sorun karşıtın ("tabiat") ne olduğunu
öğrenmek değil, oynadığı oyunu tanımlamaktır. Einstein,
"Tanrı'nın zar attığı" düşüncesine engel olmuştur.195 Ancak zar
atmak açıkça bu türden "yeterli" istatistiki düzenliliklerin
kurulabileceği bir oyundur (bu kadarıyla eski nihai Belirleyici
imgesi için). Eğer Tanrı kağıt oynasaydı, o zaman bilim tara­
fından hesaplanan "öncel şans" düzeyi, zarın yukarıya gelen
yüzüne kayıdsızlığına isnad edilemez; ancak bir hileye, başka
bir ifadeyle bir, yığın mümkün ve salt stratejiler arasındaki bir
şansa bırakılmış bir seçime atfedilmek zorunda kalacaktı.196

194. Jean Baptiste Perrin, Less Atomes (Paris, PUF, 1970), ss. 14-22. Bu
metin Endelbrot tarafından Fractals' a bir giriş olarak kullanılıştır.
195. Zikreden Werner Heisenberg, Physiscs and Beyond (New York, Harper
and Row, 1971).
196. Bilimler Akademisine sunulan (Eki 1921) bir tebliğde Borel, "oyun-
Genellikle tabiatın kayıtsız ancak aldatıcı olmayan bir kar­
şıt olduğu ve bu temel üzerinde doğal ve beşeri bilimler ara­
sındaki ayrımın yapıldığı kabul edilmektedir.197 Pragmatik
kavramlarla bu, doğal bilimlerde "tabiatın", hakkında bilim
adamlarının birbirlerine karşı yaptıkları hareketleri oluşturan
düzanlamsal ifadeleri değiş-tokuş ettikleri (sessiz, bir çok kere­
ler atılmış bir zar kadar öndeyilenebilir) bir gönderilen olması
anlamına gelir. Beşeri bilimlerde, gönderilen (insan) oyuna ka­
tılan bilim adamının stratejisini karşılayan bir strateji (belki de
karmaşık bir strateji) geliştiren ve konuşan bir gönderilendir
oysa; burada bilimadamının karşı karşıya bulunduğu şans
türü, nesne esaslı ya da kayıtsız değil fakat davranışsal veya
stratejiktir198 —yani agonistik.
Bu sorunların mikrofiziği ilgilendirdiği ve verili bir siste­
min evrimi için ihtimali öndeyilemelerin temelini biçimlendi­
recek kadar tam, yeterli ve sürekli işlevlerin kuruluşunu en­
gellemediği iddia edilecektir. Bu sistem teorisyenlerinin akıl
yürütme biçimidir. Bunlar haklarını tekrar kazanmak için kul­
landıkları işlerlik aracılığıyla meşrulaştırmanın da teorisyenle-

larda en iyi oynama biçiminin olmadığını" (tam bildirimsiz oyunlar), "bir


kere ve bütün zamanlar için seçilmiş bir kodun yokluğunda, birinin oyu­
nunu değiştirerek avantajlı bir şekilde oynanıp oynanılamayacağı şüphe
konusudur." demektedir. Bu ayrım temelinde von Neumann kararın bu olası-
lıklaştırılmasının kendisinin belirli şartlarda "oynamak için en iyi yol" ol­
duğunu göstermektedir. Bkz. Georges Gulbaud, Eléments de la théorie des
jeux (Paris, Dunod, 1968), ss. 14-21, ve J.P. Séris, La Théorie des jeux
(Paris, PUF, 1974). "Postmodern" sonuçlar bu kavramları seyrekçe kullan­
maktadırlar, örnek olarak bkz. John Cage, Silence ve A Year from Monday
Middletown, Conn.: Wesleyan University Press, 1961 ve 1967).
197. I. Epstein, "Jogos" (çoğaltma, Fundaça Armando alvares Penteado,
1978).
198. "Olasılık burada bir nesnenin yapısının kurucu ilkesi olarak değil, bir
davranış yapısının düzenleyici ilkesi olarak gözükmektedir" (Gilles-Gas-
ton, Granger, Pensée formelle et sciences de l'homme, Paris, Aubier-Mon-
taigne, 1960, s. 142). Tanrıların oyun oynadığı düşüncesi bir pre-Platonik
Grek hipotezi olacaktır.
ridir. Bununla birlikte çağdaş matematikte açık ölçümün ger­
çek olasılığını ve böylece insan ölçeğinde bile nesnelerin dav­
ranışını öndeyilemeyi sorgulayan bir oluşum vardır.
Mandelbrot, Perrin tarafından yazılmış, yukarıda tartışılan
metni bir kaynak olarak zikreder. Ancak analizi beklenmedik
bir yönde geliştirir. Mandelbrot, "türevlerle fonksiyonların ça­
lışılacak en kolay ve en basit şeyler olmakla birlikte, bunların
istisnai" olduklarını yazar. "Geometrik bir dil kullanıldığında,
teğeti olmayan eğriler kuraldır ve düzenli eğriler (çevrim gibi)
ilginç ancak bütünüyle özeldir."199
Bu gözlem sadece boş bir merakın nesnesi olmayıp, bir çok
deneysel veri için geçerlidir. Tuzlanmış su ve sabunlanmış bir
zerrenin farklı renkleri, göz için yüzeyindeki herhangi bir
noktada teğet çizmenin olmadığı düzensizlikleri göstermekte­
dir. Burada uygulanabilen model Brownian hareketin modeli­
dir: Belirli bir noktadan bir parçacığın hareketin vektörünün
izotropik, bir başka deyişle bütün muhtemel yönlerin eşit de­
recede olası olduğu şeklinde iyi bilinen bir özelliğe dayanan
model.
Ancak çok daha benzer düzeylerde aynı sorunla karşılaş­
maktayız, sözgelimi eğer Britanya sahillerinin sarih bir ölçü­
münü yapmak istiyorsak, ayın kraterle dolu yüzeyi, stelar
(yıldızlara ait) maddenin dağılımı, bir telefon konuşması sıra­
sındaki müdahalelerin oranı, genelde gürültü ve bulutların bi­
çimi gibi etmenleri hesaba katmak durumundayız. Kısaca, tas­
lakları ve dağılımları insanın ellerinde düzenlenmeyen bir
nesneler toplamı söz konusudur.
Mandelbrot bu türden verilerin türevsel varlıkları bulun­
mayan sürekli fonksiyonlarınkine benzer eğrileri betimledi­
ğini göstermektedir. Bunun basitleştirilmiş bir modeli Koch'un

199. Mandelbrot, Fractals, s. 5.


125
eğrisidir200- Kendine benzeşiktir ve bu benzeşikliğin içeri­
sinde inşa edildiği boyutunun 10g4/10g3'den başka bütün bir
numara olmadığı gösterilebilir. "Boyutlarının sayısı" bir iki
arasındaki bir yere yerleştirilen ve böylece içsel olarak bir
çizgi ve yüzeyarasında bulunan bir eğriyle haklılaştırılacaktır.
Çünkü bunların kendine benzeşikliğinin ilgili boyutu bir kı­
rılmadır ve Mandelbrot bu türden nesneleri kırılmalar olarak
adlandırır.
René Thom benzer bir yönde gitmektedir.201 Doğrudan
Laplace'ın determinizmi ve hatta olasılık teorisinde bir varsa­
yım olan sabit bir sistem düşüncesinin geçerliliğini sorgular.
Thom belirli bir görüngüde ortaya çıkan ve ona beklenme­
dik bir biçimde neden olan süreksizliklerin formel bir beti­
mine izin veren matematiksel bir dil geliştirir; bu dil katastrof
teorisi olarak bilinen şeyi oluşturur.
Saldırganlığı bir köpeğin değişken durumu olarak alınız:
Saldırganlığı köpeğin kızgınlığı (denetleme değişkeni) ora­
nında artacaktır.202 Köpeğin kızgınlığının ölçülebilir olduğunu
varsayınız, belirli bir eşiğe ulaştığında bir saldırı biçiminde
ifade edilecektir. İkinci denetleme değişkeni korkunun karşıt
bir etkisi vardır, eşiğine ulaştığında kaçış olarak belirir. Kız­
gınlık ya da korku yokluğunda, köpeğin davranışı durağandır
(Gaussun eğrisinin tepe noktası). Ancak eğer iki denetleme
değişkeni çoğalırsa, iki eşiğe de eş zamanlı olarak yakla­
şılmaktadır. Burada köpeğin davranışı öndeyilenemezdir, ve

200. Sürekli ve düzeltilemez, kendine-benzer bir eğire Mandelbrot tarafın­


dan betimlenip (s. 38 vd), von Koch tarafından 1904'de kurulmuştur. Bkz.
Fractals'ın bibliografyası.
201. Modèles mathématiques de la morphogenèse (not 14) Katastrof teori­
sinin popüler bir değerlendirilmesi K. Pomian tarafından verilmiştir: "Ca­
tastrophes déterminisme". Libre 4 (1978): 115-36.
202. Pomia bu örneği E.C. Zeeman'dan almıştır: "The Geometry of Catas­
trophe", The Times Literary Supplement, 10 Ekim 1971.
126
kaçıştan saldırıya, saldırıdan kaçışa değişebilir. Sistemin dura­
ğan olmadığı söylenmişti, denetleme değişkenleri süreklidir
ancak durum değişkeni süreksizdir.
Thom bu türden bir hareketliliği ifade eden bir denklem
yazmanın ve köpeğin davranışını, bir davranış tipinden diğe­
rine ani geçişleri de içermek üzere köpeğin davranışını göste­
ren bütün hareket noktalarını çizen bir grafiği oluşturmanın
mümkün olduğunu gösterir. Denklem, denetim ve durum de­
ğişkenlerinin sayısıyla (burada 2 + 1) tanımlanan bir katastrof-
lar sınıfının karakteristiğidir.
Bu durum bize, determinizm ve nondeterminizm, durağan
ve hareketli sistemler arasındaki tartışmada bir cevap sunmak­
tadır. Thom bunu bir koyut (postülat) olarak formüle eder: "Bir
sürecin az ya da çok belirlenmiş karakteri, sürecin mevzi du­
rumu tarafından belirlenmektedir."203 Determinizm kendisi de
belirlenmiş bir işleme türüdür. Her olayda tabiat başlangıçtaki
mevzi görünümlerle uzlaşabilir en az karmaşık morfolojiyi
üretmektedir.204 Ancak bu görünümlerin sabit bir formun
üretimini engelleyebileceği de -gerçekte çok sık olarak böyle
olmaktadır- mümkün gözükmektedir. Bu olmaktadır çünkü
görünümler genellikle çatışma içerisindedir: "Katastrof" modeli
bütün nedensel süreçleri tek ve sezgisel olarak haklılaştırma-
nın kolay olduğu sürece, Heraklitus'a göre bütün nesnelerin
babası olan çatışmaya indirgemektedir.205 Denetim değişken­
lerinin durum değişkenlerinden daha uzlaşmaz olması muhte­
meldir. Varolan herşey "determinizm adalarıdır". Katastrofik
çatışma lafzi olarak kuraldır: Bir oyundaki değişkenlerin sayı­
sıyla belirlenen genel agonistik dizileri için kurallar vardır.

203. René Thom, Stabilité structurelle et morphogenèse (reading, Mass.:


W.A. Benjamin, 1972). Zik, Pomian, "Catastrophes", s. 134.
204. René Thom, Modèles mathématiques, s. 24.
205. Ibid, s. 25.0zellikle bkz. Watzlawick et. al., Pragmatics of Human
Communication (not 11) 6. bölüm.
Thom’un çalışması ve Palo Alto araştırma okulunun özel­
likle şizofreninin incelenmesine paradoksiyolojiyi uygulaması
(Çift Bağ Teorisi olarak bilinmektedir) arasında bir paralellik
(zayıf da olsa) kurmak sorunun dışına çıkmak değildir.206 Bu­
rada, bu bağlantıya işaret etmekten daha fazlasını yapmıyaca-
ğım. Teori bize, düzenlilikler ve "ortak bir ölçüye vurulamaz-
lıklar" üzerinde yoğunlaşan araştırmanın en gündelik sorun­
lara nasıl uygulanabilir olduğunu anlamada yardım etmekte­
dir.
Bu araştırmadan çıkartacağımız sonuç, sürekli farklılaşabi-
len bir işlevin bir bilgi paradigması ve*öndeyi olarak önceliği
kaybediyor olmasıdır. Postmodern bilim kendisini, karar veri­
lemezler, açık denetimin sınırları, eksik enformasyon tarafın­
dan karakterize edilen çatışmalar, "fracta", katastroflar ve
pragmatik paradokslarla ilgili kılarak, kendi evrimini sürek­
siz, katastrofik, yenilenemez ve paradoksal olarak kurumsal­
laştırıyor ve bilgi kelimesinin anlamını değiştiriyor, böyle bir
değişimin nasıl yer alabileceğini açıklıyor. Bilineni değil, bi­
linmeyeni üretiyor. Postmodern bilim, en çoğa çıkartılmış iş­
lerlikle yapacak hiçbir işi olmayan, paraloji olarak anlaşılan
esas bir farklılığa sahip bir meşrulaştırma modeli önermekte­
dir.207
Çalışması bu istikamette giden bir oyun teorisi uzmanı ko­
nuyu iyi belirtmiştir: " O zaman oyun teorisinin yararlığı ne­
rede yatmaktadır? Sanıyoruz, oyun teorisi bir fikir türeticisi
olarak herhangi bir sofistike teorinin yararlı olması anlamında

206. Özellikle bkz. Watzlawick et. al., Pragmatics of Human Communica­


tion (not 11) 6. bölüm.
207. "Bilimsel bilginin üretim şartlan üretilen bilgiden ayırdedilmelidir.
Bilimsel etkinliğin iki kurucu aşaması vardır: Bilineni bilinemez kılmak
ve sonra bu bilgi-olmayanı bağımsız bir sembolik metasisteme yeniden
götürmek... Bilimin özgüllüğü onun öngörülemezliğindendir" (P. Breton,
in Pandore 3 (1979): 10).
128
yararlıdır."208 P.13. Medawar kendi adına "idealara sahip ol­
manın bilim adamının en yüksék görevi"209 olduğunu ve "Bi­
limsel bir yöntemin"210 bulunmadığını, bilim adamının her-
şeyden önce "hikayeler anlatan" bir kişi olduğunu söylemek­
tedir. Tek fark, bilim adamının, bu hikayeleri doğrulamakla
kayıtlı olmasıdır.

208. Anatol Rapport, Two-Person Game (ann Arbor, University of Michi­


gan Press, 1966), s. 202.
209. P.B. Medawar, The Art of the Soluble (London, Methuen, 1967), s.
116; bkz, özellikle "Two Conceptions of Science" ve "Hypothesis and
Imagination" başlıklı bölümler.
210. Paul K. Feyerabend tarafından açıklanmıştır, Against Method
(London, New Left Booss, 1975). Örnek Galileo'dur. Popper ve Lakatos'a
karşılık, Feyerabend epistemolojik "anarşizmin” sözcülüğünü üstlenmiştir.
129
14. PAROLOJİYLE MEŞRULAŞTIRMA

Bu noktada günümüzde bilgi meşrulaştırması sorunuyla ilgili


sunduğumuz olguların hedeflerimiz açısından yeterli oldu­
ğunu söyleyelim. Artık büyük anlatılara müracaat etmiyoruz
-postmodern bilimsel bilginin geçerli kılınması olarak ne Tin-
'in diyalektiğine ve hatta ne de insanlığın özgürleşimine baş­
vurabiliriz. Ancak daha önceden gördüğümüz gibi, küçük an­
latı (petit récit), çok özel bir biçimde bilimde, muhayyel yeni­
liğin esas formu olarak kalmaktadır.211 Buna ek olarak,
uzlaşım ilkesinin, bir geçerlileştirme ilkesi olarak uygun
gözükmemektedir. Uzlaşım ilkesinin iki ifade edilme biçimi
vardır: İlkinde, uzlaşım, bilen zekalar ve özgür iradeler olarak
tanımlanan insanlar arasında, diyalogda kazanılan bir

211. Bu çalışmanın sınırları içerisinde, meşrulaştırma söylemlerindeki an­


latının dönüşü tarafından öngörülen biçimi analiz etmek mümkün gözük­
memektedir. Örnekler, açık sistemlerin çalışılması, yerel belirlenimcilik,
karşıyöntem genelde paroloji adı altında gruplandırdığın herşey.
130
anlaşmadır. Bu Habermas tarafından geliştirilen bir
açıklamadır ancak onun kavramı özgürleşim anlatısının
geçerliliğine bağlıdır. İkincisinde, uzlaşım, kendisini işlerliğini
korumak ve geliştirmek üzere yönlendiren sistemin bir
öğesidir.212 Luhmann'ın geliştirdiği anlamda, idari işlemlerin
nesnesidir. Bu durumda, uzlaşımın yegane geçerliliği, sistemi
meşrulaştıran gerçek amaca ulaşmakta bir araç olarak kulla­
nılan güçtür.
Sorun buna göre sadece paraloji-üzerinde temellenmiş bir
meşrulaştırma biçimine sahip olmanın mümkün olup olmadı­
ğını belirlemektir. Paroloji yenilikten ayırdedilmelidir: yeni­
lik, sistemin komutası altındadır ya da hiç olmazsa sistem ta­
rafından kendi yeterliliğini artırmak için kullanılmaktadır;
paraloji, önemi son dönemlere gelinceye kadar pek sık anla­
şılmayan ve bilgi pragmatiğinde gerçekleştirilen bir hareket­
tir. Gerçeklikte hipotez için güçlükler sergilemeyen başka bir
harekete dönüştürülen zorunlu değil fakat sık sık ortaya çıkan
bir olaydır.
Bilimsel pragmatiğin betimine dönerek (Bölüm 7), ihtilaf
(anlaşmazlık) kavramını vurgulamalıyız. Uzlaşım hiç bir za­
man ulaşılamayan bir ufuktur. Bir paradigmanın koruması al­
tında yer alan araştırma durağanlaşmaya yönelir;213 teknolo­
jik, ekonomik ya da sanatsal bir "ideanın" sömürüsü gibidir,

212. Örneğin Nora ve Minc Japonların bilgisayar alanındaki başarısını,


Japon toplumunun özgüllüğü olarak değerlendirdikleri "toplumsal uzlaşı-
mın yoğunluğuna" atfetmekte (not 9), sonuçta şöyle demektedirler: Yayıl­
mış toplumsal bir bilgisayarlaşmanın dinamiği kırılgan bir topluma yol
açmaktadır, böyle bir toplum, uzlaşmayı kolaylaştırıcı bir görüşle kurul­
makta ancak böyle bir toplumun varlığını zaten öngörmekte, uzlaşma sağ­
lanamazsa da bir durgunluğa sürüklenmektedir" (s. 125). Y. Stourdzé, "les
Etats-Unis" (not 20), yönetimi zayıflatma, dinginliğini bozma, düzenleş-
tirmeye karşı varolan eğilimin, toplumun, Devlet'in işlerlik ehliyetine du­
yulan güvenin yitirilmesi tarafından desteklenmesi olgusunu vurgulamakta­
dır.
213. Kuhn'un kastettiği anlamda.
131
azaltılamaz. Şaşırtıcı olan, birilerinin her zaman "aklın" düze­
nini bozma peşinde olmasıdır. Anlama için yeni normlarının
ilan edilişinde ya da bilim dilinin yeni bir alanının araştırılma­
sını belirleyen yeni kuralları inşa edecek bir öneride açığa çı­
kan açıklamanın kapasitesini sabitleştiren bir gücün varlığını
konumlamak zorunludur. Bu bilimsel tartışma bağlamında
Thom'un morfojenesis olarak adlandırdığıyla aynı süreçtir. Ku­
ralsız değildir (katastrof sınıfları vardır) ancak daima mevzi
olarak belirlenmektedir.214 Bilimsel tartışmaya uygulanmış ve
geçici bir çerçevede yerleştirilmiş olarak, bu özellik "keşiflerin"
öndeyilenemez olduğunu ima etmektedir. Açıklık düşüncesi
bağlamında, kör noktalar türeten ve uzlaşıma boyun eğen bir
etmendir.
Bu özet, sistemler teorisinin ve önerdiği meşrulaştırma tü­
rünün ne olursa olsun bilimsel bir temeli olmadığım görme­
mizi kolaylaştırmaktadır. Bilimin kendisi, bu sistem teorisinin
paradigmasına göre işlemez ve çağdaş bilim böyle bir
paradigmanın toplumu betimlemek üzere kullanma imkanını
dışta bırakmaktadır.
Bu bağlamda, Luhmann'ın savındaki iki önemli noktayı
inceleyelim. Bir taraftan, sistem sadece karmaşıklığı indirgeye­
rek işlemekte, diğer taraftan kendi amaçlarına göre tekil etki-
lenimlerin uyarlanmasını geliştirmek durumunda kalmakta­
dır.215 Karmaşıklıktaki indirgeme, sistemin güç yeterliliğini

214. Pomian ("Catastrophes") bu tip işlevleşmenin Hegelci diyalektikle


ilişkisinin olmadığını göstermektedir.
215. "Kararların meşruluğunun uygun surette gerektirdiği şey esas olarak
minimum bir kopmayla, toplumsal sistem içerisinde etkili bir öğrenme sü­
recidir. Bu çok daha genel bir sorunun bir boyutudur: "Etkilenmeler nasıl
değişir, nasıl siyasal idari alt sistem, (sadece toplumun bir parçasıyken)
toplumda, kararlan aracılığıyla beklentileri yapısallaştırılabilir? "Sadece
bir parça olanın faaliyetinin etkinliği bütün için geniş ölçüde, yeni beklen­
tileri zaten var olan sistemlere uyarlamada nasıl başarılı olduğuna bağlıdır.
Bu sistemler şahıslar ya da toplumsal sistemler olabilir, ancak önemli iş-
beslemek için gereklidir. Eğer bütün mesajlar bütün bireyler
arasında serbestçe dolaşabiliyorsa, doğru seçim yapmadan
önce ele alınmak zorunda olunan enformasyonun niteliği hatırı
sayılır ölçüde kararları geciktirecek, dolayısıyla işlerselliği
düşürecektir. Hız, çalışırken, sistemin güç öğesidir.
Bu çekirdek düşüncelerin, ciddi bozulmaların riskinden
kurtulunmak isteniyorsa gerçekten değerlendirilmesi gerektiği
itirazı yapılacaktır. Luhmann şöyle karşılık verir -bu da ikinci
nokta-: Bireysel etkilenimleri sistemin kararlarıyla uzlaşabilir
kılmak için, "bütün bozulmalardan serbest" bir "çıraklık
eğitim kabilinden" süreç aracılığıyla, bu etkilenimlere
kılavuzluk etmek mümkündür. Kararlar bireylerin etkilenim-
lerine saygı göstermek zorunda değillerdir, etkilenimler ka­
rarlara, hiç olmazsa etkilerine telkinde bulunmak zorundadır­
lar. İdari işlemler, sistemin daha iyi işlerlik kazanması için,
bireylere sistemin ihtiyaç duyduğu şeyi istetmelidir. Telematik
teknolojisinin bu süreçte hangi rolü oynayabildiğini görmek
kolaydır.2'6
Bağlam denetimi ve egemenlik içsel olarak yokluklarından
çok varlıklarının daha iyi olduğu düşüncesinin yanında inan­
dırıcı bir gücün bulunduğu inkar edilemez. İşlersellik ölçütü
kendi "avantajlarına" sahiptir. İlke olarak metafizik bir söy­
leme başvurmayı dışta bırakmakta; masallardan feragat et­
meyi gerektirmekte, açık zihinler ve soğuk iradeler talep et­
mekte, özlerin tanımının yerini eylemlerin birikimiyle değiş­
tirmekte, "oyuncuların" sadece ortaya koydukları önermeler
için değil, aynı zamanda, bu önermeleri kabul edilebilir kıl-

levsel rahatsızlıklara yol açmadan uyarlama gerçekleşmelidir". (Niklas


Luhmann, Legitimation durch Verfahren, not 160, s. 35.
216. Bu David Riesman'ın ilk çalışmalarında eleştirilen bir hipotezdir.
Bkz. Riesman, The Lonely Crowd (New Haven, Yale University Press,
1950); W.H. White Organizaton Man , New York, Simon and Schuster,
1956; Herbert Marcuse, One-Dimensional Man (Boston, Beacon, 1966).
133
mak için itaat ettikleri kurallar içinde sorumluluk sahibi kıl­
maktadır. Bilginin pragmatik işlevlerini, yeterlilik ölçütüyle
ilişkili gözükecek şekilde aydınlığa kavuşturmaktadır. Bunlar,
tartışma, kanıt üretimi, öğrenimin aktarılması ve imgelemin
eğitimi pragmatikleridir.
Bütün dil oyunlarının bir kendi-bilgisine (hatta yasa ko­
yucu bilgi alanına girmeyenleri bile) yükselmelerine katkıda
da bulunmaktadır. Gündelik söylemi bir tür metasöyleme
doğru sarsmaya yönelir. Sıradan önermeler şimdi kendini
kaydetme için bir eğilim göstermekte, çeşitli pragmatik post­
lar, kendilerini ilgilendiren cari mesajlarda bile dolaylı bir bağ
kurmaya gitmektedir.217 Çalışmasını parçalara ayırma ve dil­
lerini birleştirme çabası yolunda bilimsel topluluk tarafından
deneyimlenen içsel iletişim sorunlarının, anlatısal kültüründen
yoksunlaştırılmış bir toplumsal birlikteliğin kendi içsel iletişi­
mini ve sorgulama süreci içerisinde adına verilen kararların
meşruluğunun tabiatını yeniden incelemesi gerektiğinde de­
neyimlediği sorunlarla doğaları gereği karşılaştırılabilir oldu­
ğunu önermektedir.
Okuyucuyu hayrete düşürme riskiyle, sistemin avan­
tajları arasındaki şiddeti hesaba katabileceğini de söyleyecek­
tim. Güç ölçütü çerçevesinde, bir istek (yani bir buyurma bi­
çimi), karşılanmış bir ihtiyacın katılığı üzerine temellenmiş
olması sayesinde oluşan meşruluktan hiç bir şey kazanmaz.
Haklar katılıktan değil, zorluğun sistemin işlerliğini geliştir­
mesi tesellisinden kaynaklanmaktadır. En ayrıcalıksızın ihti­
yaçları bir ilke konusu olarak sistem düzenleyicisi biçiminde
kullanılmamalıdır. Çünkü bunları tatmin etmenin araçları za­
ten bilindiğinden, bunların gerçek doyumları sistemin işlerli-

217. Josette-Rey- Debove (Le Metalangage, not 117, s. 228 vd) Çağdaş
gündelik hayattaki otonomik ifade ve dolaylı söylem işaretlerinin canlan­
dırılmasına işaret etmektedir. Bize hatırlattığı üzere, "dolaylı söyleme gü-
venilemez".
134
ğini geliştirmeyecek, sadece harcamalarını artıracaktır. Bunun
tek karşı göstergesi, en ayrıcalıksızların tatmin edilmemesinin
bütünü bozabileceğidir. Güçsüz tarafından yönetilmek, gücün
tabiatına aykırıdır. Ancak bu tabiat içerisinde yeni istekleri or­
taya koymak "hayat" normlarının yeniden tanımlanmasına yol
açmak anlamına gelmektedir.218 Bu anlamda sistem, insanlığı
farklı bir normatif kapasite düzeyinde insanileştirmek için, in­
sanlığı gideren ve bundan sonra ilaçlayan öncü bir makina
olarak gözükmektedir. Teknokratlar, toplumun ihtiyaçları ola­
rak ortaya koyduğu şeye güvenemediklerini açıklamışlardır:
teknokratlar, toplumun kendi ihtiyaçlarını, bu ihtiyaçlar yeni
teknolojilerden bağımsız değişkenler olmadığından dolayı bi­
lemeyeceğini "bilmektedirler".219 Bu karar verenlerin ve onla­
rın körlüğünün bir kendini bilmezliğidir.
Teknokratların "kibri"nin anlamı, kendilerini, en mümkün
işlersel birliğin araştırılmasında bir bütünlük olarak algılanan
toplumsal sistemle özdeşleştirmeleridir. Eğer bilim pragmati-
ğine bakacak olursak, böyle bir özdeşleşmenin imkansız oldu­
ğunu öğreniriz. İlke olarak, hem bilgi tekeline sahip bir bilim
adamı yoktur; hem de bir bilim adamı bir bütün biçiminde

218. Georges Cangulheim'in söylediği gibi, "insan yalnızca normalden


daha fazla bir şey olup, bir dizi norma muktedir olduğunda gerçekten sağlık­
lıdır". ("Le Normal et la pathologique" (1951) in La Connaisance de la vie,
Paris, Hachette, 1952, s. 210).
219. E.E. David (not 156), toplumun sadece teknolojik çevresinin varolan
durumunda hissettiği ihtiyaçlarının farkına varabildiği yorumunu yapar.
Temel bilimler teknik çevreyi yeniden modelleştiren ve öngörülemeyen ih­
tiyaçlar yaratan, bilinmeyen özellikleri keşfeden bir mahiyete sahiptir. Ör­
nek olarak katı maddelerin amplifer olarak kullanılmasına ve katı hal fizi­
ğinin hızlı gelişimini belirtmektedir. Toplumsal etkileşimlerin bu "olum­
suz düzenlenişi" ve çağdaş tekniğin nesnesi tarafından oluşturulan ihtiyaç­
lar R. Jaulin tarafından eleştirilmiştir. "Le Mythe technologique", Revue de
I'enterprise 26 (Mart 1979):49-55. Bu metin A.G.H. Audiricourt'un bir de­
ğerlendirmesidir.: "La technologie culturelle, essai méthodologie", in
Gille, Historié des techniques (not 154).
135
"bilimin" işlerliğine bir ekleme yapmadıkları maskesiyle, bir
araştırmacının etkilerini, bir araştırma projesinin "ihtiyaçlarını"
yadsımaz. Bir araştırmacıya genellikle verilen karşılık, "Gör­
memiz gerekecek, bana şimdi hikayeni anlat"tır.220 İlke ola­
rak, bir olayın kapanmakta olması ya da "bilimin" gücünün,
yeniden açıldığı takdirde tehlikeye gireceği şeklinde bilim
adamının bir önyargısı yoktur. Gerçekte, bunun tam tersi doğ­
rudur.
Doğal olarak, bu gerçeklikte her zaman böyle olmaz. Bir
yığın bilim adamı, bazen yıllarca "hareketlerinin" görmezlik­
ten gelindiğini ya da bastırıldığını görmüşlerdir. Çünkü, sa­
dece üniversite ve bilimsel hiyerarşide değil, aynı zamanda
sorunsalda da,221 kabul edilen konumları birdenbire yerlerin­
den etmişlerdir. "Hareket" ne kadar güçlüyse, çok muhtemel
olarak, en küçük uzlaşım tarafından inkar edilecektir, çünkü
uzlaşımın temellenmekte olduğu oyunun kurallarını değiştir­
mektedir. Ancak bilgi kurumu bu biçimde işlediğinde, davra­
nışı bir içdenge ilkesi tarafından idare edilen sıradan bir güç
merkezi gibi hareket etmektedir.
Bu türden bir davranış, Luhmann tarafından betimlenen
sistemin davranışı gibi yıldırıcıdır. Yıldırıcılıkla (terör), bir
oyuncuyu paylaşılan bir dil oyunundan uzaklaştırmakla ya da

220. Medawar (Art of the Soluble, ss. 151-52.) bilim adamlarının yazma ve
konuşma üsluplarını karşılaştırmaktadır. Yazma üslubu kıyası olmalıdır;
aksi takdirde bilim adamları dikkate alınmayacaklardır. İkincisi yani ko­
nuşma üslubu için Medawar sık sık laboratuvarlarda işitilen ifadelerin, "so­
nuçlarım henüz bir hikaye oluşturmaz"ı da içeren bir listesini çıkartır. Me­
dawar, "bilim adamları, hikayeler söyleyerek açıklayıcı yapılar kurarlar"
sonucuna varır.
221. Meşhur bir örnek için bkz. Lewis S. Feuer, Einstein and the Genera­
tion of Science (New York, Basic Books, 1874). Moscovici'nin kitabın
fransızca tercümesine yazdığı girişte vurguladığı gibi (Einstein et le con-
flictde générations, Bruxelles, 1979) "görelik aralarında hiç kimsenin fi­
zikçi olmadığı arkadaşlar tarafından kurulan bir geçici 'akademide' doğmuş­
tur; bunların hepsi mühendis ya da amatör felsefecilerdi".
136
uzaklaştırma amacıyla tehdit etmekle elde edilen yeterliliği
kastediyorum. Oyuncunun dilsizliği ya da geri çekilmesi, yan-
lışlanmakta oluşundan gelmektedir (herhangi birini oyundan
engellemenin bir çok yolu vardır). İlke olarak bilimlerde
denkliği bulunmayan karar vericilerin kibri, terörün uygulan­
masından oluşmaktadır. Şöyle denmektedir: "Etkilenmelerini
bizim amaçlarımıza uyarla ya da başka bir şey yap."222
Hatta çeşitli oyunlara yönelik verilen izin, işlerselliğe bağlı
kılınmıştır. Hayat normlarının yeniden tanımlanması, sistemin
güç için ehliyetinin büyüselleştirilmesinden ibarettir. Bu özel­
likle telematik teknolojisinin başlangıcındaki olaydır: Teknok­
ratlar, telematikte bir özgürleşme vaadi ve bağlayıcılar arasın­
daki etkileşimlerde bir zenginlik görmektedirler. Bu süreci on­
lar için çekici kılan, sistemde, işlerselliğini geliştirmeye yol
açacak yeni gerilimlerin ortaya çıkmasıdır.223
Bilimin farklılaştırıcı olduğu düzeyde, onun pragmatiği,
sabit bir sistemin karşı modelini sunmaktadır. Bir önerme, bi­
linenden bir farklılık gösterdiği uğrakta ve bulunmasındaki
süreçte yer alan kanıt ve savdan sonra ele alınmaya değer gö­
rülmektedir. Bilim, içerisinde bir önermenin, eğer "idealar tü-
rettiyse" yani önermeler ve oyun kuralları türettiyse geçerli
olan bir "açık sistem"224 modelidir. Bilim kendisinde diğer bü-

222. Orwell'in paradoksu. Bürokrat şöyle der: "Bizler ne olumsuz itaatle


hatta ne de adi bir başeğmeyle memnun olabiliriz. Bize nihai olarak teslim
olduğunuzda bu sizin hür iradenizin bir neticesi olmalı" (1984, New York,
Harcourt and Brace, 1949, s. 258). Bir dil oyunu terminolojisinde aynı pa­
radoks şöyle açıklanacaktır: "Özgür ol" ya da "Ne istediğini iste"; bunlar
Watzlawick tarafından analiz edilmiştir (not 11) ss. 203-7. Bu paradokslar
üzerine bkz, J.M. Slanskis, "Genèses 'actuelles' et Genèses 'sérilles' de l'in­
consistant et de hétérogeme", Critique 379 (1987): 1155-73.
223. Bkz. Nora ve Minc'in, kitle bilgisayarlaşmasının Fransız toplumunda
kaçınılmaz olarak üreteceği gerilimleri betimleyişleri. (L'Informatisation
de la société (not 9).
224. Bkz. not 181. Krş, Watzlawick'deki açık sistemlerin tartışılması:
Pragmatics of Human Communicaiton, s. 117-48. Açık sistemler teorisi
137
tün dillerin çevrilebildiği ve değerlendirildiği genel bir meta-
dile sahip değildir. Bu da bilimi sistemle, terörle birlikte ele
alınan bütün şeylerle özdeşleşmekten alıkoyan bir şeydir.
Eğer bilimsel bir toplulukta karar alıcılar ve uygulayıcılar
arasındaki bölümleme varsa (ki vardır), bilim pragmatiğinin
kendisinin değil, sosyoekonomik sistemin bir olgusudur bu;
ancak bilginin muhayyel gelişimine büyük engellerden birisi
olarak.
Burada genel meşrulaştırma sorunu, toplum ve bir bilim
pragmatiğinin karşı modeli arasındaki ilişkinin niteliği olmak­
tadır. Bir toplumu oluşturan dil materyalinin geniş bulutlarına
uygulanabilir mi? Öğrenme oyunuyla mı sınırlıdır? Eğer öy­
leyse, toplumsal bağa ilişkin olarak hangi rolü oynamaktadır?
Toplum üzerinde kendileri için yadsıdıkları işlerlik ölçütünü
zorlayan karar vericiler altkümesinin asli bir öğesi midir? Ya­
hut tersine, otoritelerle işbirliği yapanın reddedilişi midir?
Mali kaynak yokluğu nedeniyle araştırmanın imkansızlaşması
ihtimaline refakât eden riske katlanarak, karşı kültür yönünde
bir hareket midir?225
Bu çalışmanın başlangıcından beri, çeşitli dil oyunları ara­
sında, özellikle düzanlamsal ya da bilim oyunlarıyla, buyu­
rucu ya da eylem oyunları arasında olmak üzere, sadece for-
mel değil aynı zamanda pragmatik farklılıklar bulunduğunu
vurguladım. Bilim pragmatiği, üzerinde öğrenme kurumları
(enstitüler, merkezler ve üniversiteler) inşa ettiği temel olan
düzanlamsal ifadeler üstüne bina edilmiştir. Ancak postmo­
dern gelişim, önemli bir "olguyu" açığa çıkarmaktadır: Düzan­
lamsal önermelerin tartışılması bile kurallara sahip olmak ihti-
yacındadır. Kurallar düzanlamsal değil, karmaşadan kurtul-

kavramı Salanskis'in çalışmasının konusudur: Le Systématique ouvert.


225. Kilise ve Devletin birbirinden ayrılmasından sonra Feyerabend, aynı
sağduyuyla, Devlet ve Bilimin birbirinden ayrılmasını talep eder. Peki Para
ve Bilim hakkında ne söylenebilir?
138
mak için metabuyurucu ifadeler olarak adlandırmakla çok iyi
ettiğimiz, buyurucu ifadelerdir (dil oyunları hareketlerinin ka­
bul edilebilirliği için ne olmaları gerektiğini buyurmaktadır­
lar). Varolan bilim pragmatiğinin farklılaştırıcı, muhayyel ya
da paralojik etkinliğinin işlevi, bu metabuyuruculara (bilimin
"varsayımları") işaret etmek ve oyunculara farklı olanların ka­
bul edilmesi için istekte bulunmaktadır.226 Bu türden kabul
edilebilir isteğin yapabileceği yegane meşrulaştırma, idealar
yani yeni önermeler türeteceği özelliği olmaktadır.
Toplumsal pragmatik, bilimsel pragmatiğin "yalınlığına"
sahip değildir. Farklı biçimli ifade sınıflarının (düzanlamsal,
buyurucu, işlersel, teknik değerlendirici vb.) çeşitli
şebekelerin birbirine girmesiyle biçimlenmiş bir azmandır.
Bütün bu dil oyunlarına ortak metabuyurucuları belirlemek ya
da bilimsel toplulukta belli bir anda işleyen gözden geçiri­
lebilir bir uzlaşımın toplumsal birliktelikle dolaşan önermeler
bütünlüğünü düzenleyen metabuyurucular bütünlüğünü
kapsayabilmesi için bir neden yoktur. Nitekim, geleneksel ya
da "modern" (insanlığın özgürleşimi veya ideanın
gerçekleşmesi) meşrulaştırma anlatılarının günümüzdeki
çöküşü, bu inancın ortadan kalkmasına uygundur. "Sistemin"
ideolojisinin, bütünlüğe yönelik hak iddialarıyla doldurmaya
çalıştığı ve işlerlik ölçütünün iki yüzlülüğünde ifade ettiği,
yokluğudur.
Bu nedenle, meşrulaştırma sorununu ele alışımızdaki227

226. Bu hiç olmazsa bu kavramı anlamanın, Ducrot'nun sorunsalından ge­


len bir yoludur. Dire (not 28).
227. Legitimationsprobleme (not 27), passim, özellikle s. 21-22: "Dil bir
dönüştürücü biçiminde, bilişleri önermelere, ihtiyaç ve hisleri normatif
beklentilere (emir ve değerler) değiştirerek işlemektedir. Bu dönüşüm bir ta­
raftan haz, istem ve yönelim öznelliği arasındaki kapsayıcı ayrımı, diğer
taraftan evrenselliğe yönelik bir hak talebiyle ifadeleri ve normları üret­
mektedir. Evrensellik bilginin nesnelliği ve geçerli normların meşruluğuna
işaret etmektedir. Her ikisi de topluluğun kurucu, yaşanmış toplumsal dene
139
yönlenmede Diskurs bir başka deyişle bir tartışma diyalogu228
olarak adlandırdığı şey aracılığıyla evrensel bir uzlaşımı araş­
tırma yönünde Habermas'ı izlemek ne mümkün hatta ne de
basiretli gözükmektedir.
Bu, iki varsayım ileri sürmek demektir: İlkin, dil oyunları
farklı biçimli ve pragmatik kuralların türdeş olmayan kümele­
rine bağlı olduğunda bütün konuşmacılar için evrensel geçerli
dil oyunlarının kurallar ya da metabuyurmalar olması teme­
linde anlaşılması mümkündür.
İkincisi, diyalogun hedefinin uzlaşım olmasıdır. Ancak bi­
lim pragmatiğinin analizinde gösterdiğim gibi, uzlaşım tartış­
manın tekil bir durumudur, amacı değil. Amacı, aksine pa-
ralojidir. Bu çifte gözlem (kuralların türdeş olmayışı ve muha­
lefet arayışı) hâlâ Habermas’ın araştırmasının altını çizen bir
inancı tahrip etmektedir. Bu inanç özetle, kollektif (evrensel)
bir özne olarak insanlığın, ortak özgürleşimini bütün dil
oyunlarında müsaade edilen "hareketlerin" aracılığıyla aradığı
ve herhangi bir önermenin meşruluğunun özgürleşime
katkıda bulunmasına bağlı olduğu şeklindedir.229

yimini güvence altına alırlar. Sorunu bu biçimde formüle ederek, meşruluk


probleminin bir karşıtlık türüne, evrenselliğe bağlandığını görmekteyiz.
Bu tutum bir taraftan, Kant'ın eleştirisine karşılık olarak, (ki bu eleştiri
kavramsal evrenselliği, bilginin öznesine uygun tutarak ve ideal evrensel­
liği ya da eylemin öznesinin ufkunu belirleyen "supra-duyumlanabilir tabi­
atı ayrıştırmaktadır) bilginin öznesini meşruluğuyla eylemin öznesinin
meşruluğunu özdeş varsaymakta, diğer taraftan uzlaşımın sadece insanlığın
hayatının mümkün tek ufku olduğunu öngörmektedir.
228. İbid, s. 20. Buyurucu önermelerin metabuyuruculuğunun (yani yasala­
rın normalleştirilmesinin) Diskurs’a ikincil kılınması açıktır, sözgelimi
bkz, s. 144. "Geçerliliğe yönelik normatif hak iddiasının kendisi, her za­
man ussal bir tartışmada kabul edilebileceğini varsayması anlamında biliş­
seldir".
229. Garbis Kortian, Me'tacritique (Paris, Editions de Minuit, 1979), bölüm
5. Kortian Habermas'ın düşüncesinin bu aydınlanma boyutunu incelemekte­
dir. Yine bkz. aynı yazarın "Le Discours philosophique et son object", Cri­
tique 384 (1979): 407-19.
140
Habermas'ın Luhmann'a karşı bu başvurmasının hangi iş­
levi yerine getirdiğini görmek kolaydır. Diskurs, durağan bir
sistem teorisine karşı nihai silahtır. Neden güzeldir, fakat sav
değil230. Uzlaşım modası geçmiş ve şüpheli bir değer olmuş­
tur, ancak adaletin ne modası geçmiştir ne de şüpheli. Şu
halde, uzlaşım ideasına bağlanmayan bir adalet ideası ve pra­
tiği yakalamalıyız.
Dil oyunlarının farklı biçimliliğinin tanınması bu yöndeki
ilk duraktır. Bu açıkça, dil oyunlarının eşbiçimli olduğunu var­
sayan ve öyle yapmak için uğraşan terörün bir reddini göster­
mektedir. İkinci durak, bir oyunu tanımlayan kurallar üzerin­
deki herhangi bir uzlaşım ve onun içerisinde gerçekleştirilebi­
lir "hareketler" mevzi olmalı, başka bir deyişle, mevcut oyun­
cular tarafından üstünde anlaşılmalı ve muhtemel bir ilkeye
bağlı kalmalıdır. O zaman yönelim (orientation) metaargü-
manların çoğulluğundan yana olmalıdır. Yönelimle metabuyu-
ruculara ait tartışmayı kastediyorum ve bu zaman ve mekanla
sınırlı olmaktadır.
Bu yönelim toplumsal etkileşimin şimdilerde aldığı evri­
min istikametine karşılık gelmektedir. Pratikteki geçici an­
laşma, siyasal olaylarda olduğu kadar, mesleki, duygusal, cin­
sel, kültürel, ailevi ve uluslararası alanlardaki sürekli kurum-
ların yerini almaktadır. Bu evrim tabiatıyla çift anlamlıdır: ge­
çici anlaşma, en büyük esneklik, en düşük fiyat ve güdülen­
meleri sağlayan yaratıcı karışıklık nedeniyle sistem tarafından
tercih edilmektedir -bu etmenlerin hepsi çoğalan işlemselliğe
(operativity) katkıda bulunmaktadır. Ne olursa olsun, burada
sisteme "yalın" bir seçenek üretme sorunu yoktur. Hepimizin
bildiği gibi, 1970'ler yaklaştıkça bu türden herhangi bir seçe-

230. Bkz, J. Poulai, not 28. Pragmatiğin Searle ve Gehlen tarafından çok
daha genel bir tartışması için bkz, Poulain, "Pragmatique de la parole et
pragmatique de la vie". Phi zéro 7. no. 1. (Université de Montreal, ekim,
1978): 5-50.
141
nek yaratmaya girişmek, yerini değiştirmeye kasteden sistemi
andırmakla sonuçlanacaktı. Geçici anlaşmaya yönelik eğilimin
de çift anlamlı olmasıyla mutluluk duymalıyız, çünkü bütü­
nüyle sistemin amacına bağlanmamıştır, ve henüz sistem bu
girişimi hoşgörmektedir. Bu da sistem içerisinde başka bir
amacın varlığına tanıklık etmektedir.
Bu türden dil bilgisi oyunları ve bunların kuralları ve etki­
leri için sorumluluk yüklenilmesi kararı. Bunların en anlamlı
etkisi, açıkça kuralların uyarlanmasını geçerli kılan şeydir,
yani paraloji arayışı.
Nihayet bizler, toplumun bilgisayarlaştırılmasının bu so­
runsalı nasıl etkilediğini anlamak durumundayız. Bu süreç bil­
ginin kendisini de içermeye kadar uzanan ve işlersellik ölçütü
tarafından başka herşeyi dışta bırakacak şekilde idare edilen
pazar sistemini düzenleyen ve denetleyen bir "rüya" aracı ola­
bilirdi. Bu durumda kaçınılmaz olarak, terörün kullanılışını
içerecekti. Ancak gruplara, genellikle bilgileştirilebilir karar­
ları alırken yokluğunu duydukları enformasyonu sağlayarak,
metabuyurucuları tartışmalarında yardımcı oldu. Bilgisayar­
laşmanın bu yollardan İkincisini seçmesi için izlenecek yol il­
kede çok basittir: halka hafıza ve veri bankalarına serbest giriş
imkanı veriniz.231 O zaman dil oyunları, belirli bir zamanda,

231. Bkz, Tricot et. al. Informatique et libertés, hükümet raporu (La Docu­
mentation françaiese, 1975); L. Joinet, "les pièges liberaticides' de l'in­
formatique", Le Monde diplomatique 300 (Mart 1979): bu tuzaklar "nüfusun
büyük bir kesiminin yönetimine 'toplumsal profiller' tekniğinin uygulan­
masıdır; güvenliğin mantığı toplumun otomatizasyonu tarafından üretil­
miştir". Bkz, Inférences 1 ve 2 (Kış 1974 Bahar 1975). Multimedya ileti­
şim şebekelerinin kurulması konuyla ilgili belge ve analizler. Ele alınan
konular şunlar: Amatör radyolar (özellikle bunların ekim 1970'lerde FLQ ve
Fransa'da Mayıs 1972'deki "Komün cephesi" olayları sırasındaki rolleri);
ABD ve Kanada'da cemaat radyoları; bilgisayarların basım işindeki editör-
yal çalışma üzerindeki etkisi; İtalya'daki gelişmelerinden önce korsan rad­
yolar; idari dosyalar, IBM tekeli, bilgisayar sabotajı. Bir bilgisayar almak
için referandum yapan Yverdon belediyesinin belirli kurallar yürürlüğe
142
tam enformasyon oyunları olacaktır. Ancak sıfır-çözüm oyun­
ları olmayabilirler de; bu yüzden, tartışma hiç bir zaman kü­
çük büyük bir denge durumunda saplanmak riskini almaya­
caktır, çünkü erzaklarını tüketmiştir. Erzak bilgi olabileceğin­
den (eğer isterseniz, enformasyon), bilgi kaynağı, dilin müm­
kün sözceler kaynağı tüketilemezdir. Bu da hem adalet tutku­
sunu hem de bilinmeyen tutkusunu dikkate alan bir siyasetin
taslağını çıkarmaktadır.

koyması, belediye meclisinin hangi verilerin toplanacağına ilişkin mutlak


otoritesi; bu otorite hangi şartlar altında bu verilerin iletişime sunulabile­
ceğini de içermekteydi. Belli bir ücret karşılığında yurttaşların bütün veri­
lere girişinin sağlanması. Her yurttaşın kendi dosyasındaki maddeleri
görme hakkı. Bunları düzeltme ve gerektiğinde Belediye meclisine şikayet
etme hakkı. Eğer gerekirse şikayetin Devlet Konseyi'ne yapılabilmesi. Bü­
tün yurttaşların istek üzerine kendilerini ilgilendiren verilerin iletişimin­
den haberdar olması ve bunların kime verildiğini bilmesi (La Semaine me-
ida 18, 1 Mart, 1979, 9).

143
EK:
POSTMODERNİZM NEDİR?

Bir Talep

Bu bir durgunlaşma dönemidir -bunu söylerken, zamanların


rengine göndermede bulunuyorum. Her taraftan, sanatlarda
ve başka yerlerde deneyimlemeye bir son vermeye zorlan-
maktayız. Realizmi yücelten ve yeni bir öznelliğin yükselişi­
nin militanı olan bir sanat tarihçisini okudum. Resim paza­
rında, "Transavangardizmi" paketleyen ve satan bir sanat eleş­
tirmenini okudum. Deneyimleme çocuğunu, işlevselcilik kirli
suyuyla leğenden fırlatarak Bauhaus projesinden, postmoder­
nizmin adı altında uzaklaşan mimarları okudum. Gülünç şe­
kilde Judaeo-Christianism olarak adlandırdığı bir felsefe keşfe­
derek, bununla, yaymaktan yükümlü tutulduğumuz dinsiz­
liğe bir son vermeye yönelen yeni bir felsefeci okudum. Hafta­
lık bir Fransız dergide, bazılarının Deleuze ve Guattari'nin

144
Mille Plateaux'dan hoşnutsuzluk duyduklarını, çünkü özellikle
felsefi bir yapıt okurken, küçük bir anlamla doyurulmayı um­
duklarını okudum. Saygıdeğer bir tarihçinin kaleminden, 1960
ve 1970'lerin avantgard düşünürlerinin dilin kullanılmasında
bir terör saltanatı sürdürdüklerini ve verimli bir etkileşimin
şartlarının entellektüeller üzerinde ortak bir konuşma biçimi­
nin yani tarihçilerin konuşma biçiminin empoze edilmesiyle
yeniden kurulması gerektiğini okudum. Konuşan makinaların
meydan okuması altında, Kıta Avrupası düşüncesinin, gerçek­
liğe ait makinalara teslim olmasından, gönderme paradigması
için, dilbilimsellik paradigmasının (konuşma üzerine konuşu­
lur, yazma hakkında yazılır, metinler arasılık) yerinin değişti­
rilmesinden şikayet eden ve şimdi, gönderilendeki katı dil
demirleme harcını düzenlemenin zamanının geldiğini düşü­
nen genç bir dil felsefecisini okumaktayım. Postmodernizmin
kendisi için, özellikle şaşkın bir kamu oyu, nükleer savaş teh­
ditleri altında, otoriteyi totaliter bir gözetme siyasetine cesaret­
lendirdiğinde, oyunları ve fantazileriyle politik otorite önünde
çok az bir ağırlığa sahip olduğunu söyleyen yetenekli bir teat-
rolojist (tiyatro bilimci) okudum.
Modernliği muhafazakârlar olarak adlandırdığı kişilere
karşı savunan şöhretli bir düşünürü okudum. Postmoderniz­
min yasaklayıcılığı altında, neomuhafazakarların, modernizm-
den yani Aydınlanmanın tamamlanmamış projesinden kur­
tulmak istediklerine inanmaktadır. Ona göre, Popper ve
Adorno gibi Aufklarung'un son yandaşları bile, bu projeyi sa­
dece hayatın bir kaç özel alanında [The Open Society (Açık Top­
lum) yazarı -Popper- için siyaset ve Aesthetische Theorie (Estetik
Teori) yazarı Adorno içinse sanat alanı] savunmaya muktedir­
diler. Jürgen Habermas (herkes kendisini tanıyacaktır), eğer
modernlik başarısız olduysa, bu başarısızlık, somut bireysel
yaşantılar, "aşağılanmış anlam" ve "tahrip edilmiş biçim"in,
özgürleşme olarak değil, Baudelaire’in bir yüzyıl önce betim-

145
lediği sonsuz bir ennui (aşınmışlık hissi) biçiminde, hayatın
bütünlüğünün uzmanların dar ehliyetine terkedilen bağımsız
özelliklere dağıtılmasına izin verilmesinde yatmaktadır diye
düşünür.
Albercht Wellmer’in bir isteğini takip ederek, Habermas,
kültürün bu parçalanması ve hayattan koparılmasının çaresi­
nin, "artık öncelikle zevk yargılarında ifade edildiğinde de­
ğil", "yaşanan tarihsel durumu açıklamak için kullanıldığında
yani "varlık sorunlarıyla ilişkili kılındığında", sadece "estetik
deneyimin değişen konumundan" gelebileceğini dü­
şünmektedir. Çünkü bu deneyim o zaman "estetik eleştirinin
değil, bir dil oyununun parçası olmaktadır"; "bilişsel süreçler
ve normatif beklentilerde" yer almaktadır; "farklı uğrakların
birbirlerine gönderme yaptıkları biçimi değiştirmektedir".
Habermas'ın sanatlardan ve onların sunduğu deneyimlerden
gereksindiği, kısaca bilişsel, etik ve siyasal söylemler arasın­
daki boşluğu doldurmak, böylece deneyimin birliğine yol aç­
maktır.
Benim sorunum, Habermas'ın zihninde yatan birliğin
hangi türden olduğunu belirlemektir. Modernlik projesinin
amacı olan sosyokültürel bütünlüğün kurulması sırasında, bu
bütünlüğün içerisindeki gündelik hayat ve düşüncenin bütün
unsurları organik bir bütünde olduğu gibi yerlerini alacaklar
mıdır? Ya da farklı türden dil oyunları -biliş, etik ve siyaset-
arasında çizilmek zorunda olan geçiş bundan farklı bir düzene
mi aittir? Eğer öyleyse, bunlar arasında gerçek bir bileşimi et­
kilemeye muktedir olacak mıdır?
Hegelci bir etkilenmeden gelen ilk hipotez, diyalektik ola­
rak bütünleştirici bir deneyim düşüncesine meydan okumaz:
ikinci hipotez, Kant'ın, Yargıgücünün Eleştirisi'ndeki ruha çok
yakındır ancak tıpkı Eleştiri gibi, postmodernliğin Aydın­
lanma düşüncesi ve bir özne ve birleştirici bir tarihin sonu ide-
ası üzerine empoze ettiği keskin yeniden incelenmeye tâbi tu­

146
tulmalıdır. Sadece Wittgenstein ve Adorno değil, Habermas
tarafından okunma şansına sahip olamayan başka bir kaç dü­
şünür (Fransız ya da değil) tarafından da başlatılan bu eleştiri,
hiç olmazsa onları neomuhafazakârlıklarından dolayı düşük
bir not almaktan korumaktadır.

Realizm

Belirlemeye başladığım taleplerin hepsi eşit değildir. Çelişkili


bile olabilirler. Bazıları postmodernizm adına ileri sürülmekte­
dir, bazıları da onunla savaşmak için. Bir gönderge (nesnel
gerçeklik), bir anlam (ve inanılır aşkınlık) bir alıcı (ve dinleyi­
ciler) veya gönderici (ve öznel açıklayıcılık) veya iletişimsel
uzlaşma (ve genel bir değişimler kodu, tarihsel söylemin tarzı
gibi) için bir talep formüle etmek zorunlu olarak aynı şey de­
ğildir. Ancak sanatsal deneyimlemeyi yayacak farklı davet­
lerde, düzen için özdeş bir çağrı, birlik, özdeşlik, güvenlik
veya kamusallık (Öffentlichkeit ve "bir kamu bulma" anla­
mında) içinse bir arzu vardır. Sanatçılar ve yazarlar cemaatin
sinesine geri getirilmeli, eğer cemaat hasta olarak
değerlendiriliyorsa, hiç olmazsa onu iyileştirme görevine
tahsis edilmelidir.
Bu ortak düzenin yanlışlanamaz bir işareti vardır: Bu ya­
zarların hepsi için avantgardların mirasını tasfiye etmekten
daha acil bir şey yoktur. Özellikde sözde-transavangardizmin
yaptığı tam da budur. Achille Bonito Oliva'nın Bernard La-
marche -Vadel ve Michel Enric'in sorduğu sorulara verdiği ce­
vaplar bu olay hakkında bir şüpheye yer bırakmamaktadır.
Ancak avantgardları karıştırarak bir araya koymakla, sanatçı
ve eleştirmen, karşı bir atak geliştirmeden onları aşabilecekleri
yolunda kendilerini daha emin hissederler. Çünkü daha ön­
ceki deneylerin parçalayıcı karakterinin ötesine gitmenin bir

147
yolu olarak en çok iki yüzlü eklektizme atlayabilirler. Ancak
açık bir şekilde onlara arkalarını dönerlerse, görünür bir bi­
çimde saçma ve yeni akademik tavrın riskini üzerlerine ala­
caklardır. Burjuvazinin kendisini tarihsel süreç içerisinde inşa
ettiği bir zamanda Salonlar ve Akademiler, realizmin örtüsü al­
tında güzel plastik ve edebi tavırlar için ödüller sağlamaya ve
geçici bir ıstırap merkezi olarak işlemeye muktedirdiler. An­
cak kapitalizm içsel olarak benzer nesnelerin, toplumsal rolle­
rin ve kurumların gerçekliğini giderecek bir güce sahiptir.
Öyle ki gerçeksi (realistic) tasarımlar diye bilinen tasarımlar
artık, nostalji veya istihza hariç, doyumdan çok acı çekmenin
bir fırsatı olarak gerçekliği çağıramamaktadır. Klasizm,
gerçekliğin deneyimleme ve oranlamadan başka bir yaşantıya
fırsat bırakmayacak şekilde durağanlaştırıldığı bir dünyada
yöneltiliyor gözükmektedir.
Bu konu Walter Benjamin'in bütün okuyucularına tanıdık
gelmektedir, ancak konunun gerçek boyutunu görmek zorun­
ludur. Fotoğraf resim sanatına dışarıdan bir meydan okuma
olarak gözükmemiş, endüstriyel sinemanın anlatısal edebiyata
yaptığından daha fazlasını yapmamıştır. Fotografi, sadece on-
beşinci yüzyıl sanatı (quattrocento) tarafından geliştirilen gö­
rünür olanın düzenlenmesi programına nihai dokunuşu koy­
maktayken, sinema, onsekizinci yüzyıldan beri en büyük ter­
biye (Bildung) romanlarında varolan idealde
-ardzamanlılıkları organik bütünler halinde dönemselleş­
tirme- son duraktı. Bir bakıma mekanik ve endüstriyel olanın
el ve zanaat işlerini yedeklemesi kendinde bir felaket değildir;
eğer sanatın Özünde bir seçkin zanaatkârlığınca yardım olunan
bireyselliğin ifadesi olduğuna inanılıyorsa.
Değişiklik esas olarak, fotografik ve sinematografik süre­
cin, akademizmin gerçekçiliğe yüklediği çeşitli bilinçlilikleri
şüpheden korumak görevini anlatısal ve resimsel gerçeklikten
yüzbin kere daha geniş bir dolaşımla daha iyi ve daha hızlı

148
bir şekilde yerine getirebilmesinde yatmaktadır. Endüstriyel
fotografi ve sinema, amacı ne zaman olursa olsun göndergeyi
sabitleştirmek ve tanınabilir bir anlamla yüklenmiş bir bakış
açısına göre düzenlemek, alıcıyı imgeler ve aşamaları çabucak
çözmeye ve böylece diğerlerinden aldığı onay kadar kendi
kimliğinin bilincini de yakalamaya muktedir kılacak sentaks
ve sözlüğü yeniden üretmek olduğunda resme ve romana üs­
tün olacaktır. Çünkü, bu tür imge ve aşama yapıları bunların
hepsinin arasında ortak olan bir iletişim kodu yaratacaktır. Bu
gerçekliğin etkilerinin ya da tercih edilirse, gerçekçiliğin fan-
tazilerinin çoğalma biçimidir.
Eğer varolanın (ehemmiyeti küçük) destekleyicileri olmayı
arzu etmezlerse, ressam ve romancı kendilerini bu tür terapa-
tik kullanılışlara bırakmayı reddetmeli, kendilerinden önce
gelenlerden anlatılama ya da resmetme kurallarını öğ­
rendikçe, bu kuralları sorgulamalıdırlar. Çok geçmeden de bu
kurallar onlara, kandırmanın, ayartmanın ve itimadı yenile­
menin bir aracı olarak görünmelidir. Bu da onların, ressam ve
romancı için "doğru" olmasını imkansız kılmaktadır. Resim ve
edebiyatın ortak adı altında, öncesi olmayan bir çatlak yer
almaktadır. Sanatın kurallarını yeniden incelemeyi redde­
denler, iletişim ve "uygun" kurallar aracılığıyla, gerçekliğe
yönelik kendisini memnun etmeye muktedir nesne ve durum­
larla hastalıklı bir tutkuyla kitle uyumculuğunda başarılı ka­
riyerler peşinde koşmalıdırlar. Pornografi, fotografi ve filmin
böyle bir amaç için kullanılmasıdır; kitle iletişim araçlarının
meydan okuyuşuna karşılık vermeyen görsel ya da anlatısal
sanatların genel bir modeli olmaktadır.
Plastik ve anlatısal sanatların kurallarını sorgulayan sanat­
çılar ve yazarlar muhtemelen çalışmalarını dolaşıma sokarak
şüphelerini paylaştıkça "gerçeklik" ve "özdeşlikle" ilgilenenle­
rin gözünde az bir güvenilirliğe sahip olma kaderiyle başbaşa,
bir izleyici kitlesine sahip olma garantisinden yoksundurlar.

149
Böylece avantgardların diyalektiğini, endüstri ve kitle iletişimi
realizmi tarafından resim ve anlatı sanatlarına yöneltilen mey­
dan okumaya atfetmek mümkün olmaktadır. Duchamp'ın "ha­
zır yapım" iddiası, resim sanatının hatta bir sanatçı olmanın bu
sabit sahiplenememe sürecini etkin ve gülünç bir şekilde im­
lemekten başka bir şey yapmamaktadır. Thierry de Duve'ün
olaya nüfuz eden bir şekilde gözlemlediği gibi, Modern estetik
sorun, "Güzel nedir?" değil, "Neyin sanat (ve edebiyat) olarak
belirlenebileceğidir?"
Yegane tanımı, sanatın gerçekliğinde ima edilen gerçeklik so­
runundan kaçmak olan realizm, daima akademizm ve kitsch
arasında bir yerde durmaktadır. Güç bir partinin adını üstüne
aldığında, realizm ve onun neoklasik tamamlayıcısı deneysel
avantgard üzerinde, onu yasaklayarak ve iftira ederek zafer
kazanmaktadır. Partinin istediği, seçtiği ve propaganda ettiği
hazır "doğru" imgeler, "doğru" anlatılar, ve "doğru" biçimler,
kamunun deneyimlediği korku ve yıkım için uygun bir çare
olarak kendilerini arzulayacak bir kamusal alan bulabilir. Ger­
çeklik talebi -yani birlik, basitlik ve iletişimlenebilirlik vb. ta-
lebi- Devrim sonrası Rus toplumu ve iki dünya savaşı arasın­
daki Alman toplumunun ne sürekliliğine sahiptir ne de yo­
ğunluğuna. Bu olgu Nasyonel Sosyalist ve Stalinist realizm
arasındaki ayrım için bir temel sağlamaktadır.
Açık olan, politik aygıt tarafından dile getirildiğinde, sa­
natsal deneyimlemeye yönelik saldırının özellikle gerici oldu­
ğudur. Estetik yargı, sadece bu ya da bu türden bir çalışmanın
güzele ilişkin yerleşik kurallarla uyum için olup olmadığına
karar vermek için gerekli olacaktır. Politik akademizm, sanat
çalışmasının neyi bir sanat nesnesi yaptığını ve bir izleyici
kitle bulmaya muktedir olup olamayacağını incelemek yerine,
bazı çalışmaları ve kamuyu ve bütün zamanlar için tayin edi­
len güzel bir sanat eseri için a priori ölçütlere sahiptir ve bun­
ları empoze etmektedir. Estetik yargılamadaki kategorilerin

150
kullanılışı böylece bilişsel yargılamada kullanılan kategorilerle
aynı olacaktır. Kant gibi konuşursak, ikisi de belirleyici yargı­
lar belirleyici olacaktır. İfade etme ilkin anlayışta "iyi biçim-
lenmekte"dir. O zaman sadece deneyimde elde edilen olaylar
bu ifade altında sınıflandırılabilir olaylar olmaktadır.
Güç partinin değil de sermayenin olduğunda, "transavant-
gardist" ya da "postmodern" (Jencks'in kastettiği anlamda) çö­
züm, antimodern çözümden daha iyi uyarlanmış olduğunu is-
bat etmektedir. Eklektizm çağdaş genel kültürün sıfır derece­
sidir. Reggae dinlenilir, bir western seyredilir, öğle için McDo­
nald's ve akşam için yerel mutfaklar tercih edilir, Tokyo'da Pa­
ris parfümü kullanılır ve Hong Kong'da "retro" elbiseler giyi­
lir. Bilgi, tv oyunlarının konusudur. Eklektik çalışmalar için
kitle bulmak kolaydır. Bir kitsch olmakla sanat patronların
"zevkinde" hüküm süren karmaşaya pezevenklik etmektedir.
Sanatçılar, galeri sahipleri, eleştirmenler ve kitle, "herşeyin
idare ettiği" yaklaşımda birlikte savrulmaktadırlar. Ve dönem
bir durgunlaşma dönemidir. "Her şeyi idare ederim" realizmi,
gerçekte paranın realizmidir. Estetik ölçütlerin yokluğunda,
sanat çalışmalarının değerini, sağladıkları kâra göre belirle­
mek yararlı ve mümkün kalmaktadır. Bu türden bir realizm,
sermayenin bütün "ihtiyaçları" uzlaştırması gibi, varolan eği­
lim ve ihtiyaçların satın alıcı bir güce sahip olmasını sağlaya­
rak, bütün eğilimleri uzlaştırmaktadır. Beğeni içinse, herhangi
biri üç kağıt açar ya da kendisiyle eğlenirse, zevk sahibi ol­
maya ihtiyaç yoktur.
Sanatsal ve edebi araştırma bir keresinde "kültürel siyasa"
bir keresinde sanat ve kitap pazarı tarafından olmak üzere iki
kere tehdit edilmiştir. Bazen bu, bazen başka bir kanalla tav­
siye edilen, ilkin, gönderildikleri kamunun gözünde varolan
konulara göre çalışmalar ortaya koymaktır. Sonra çalışmalar
öyle iyi kotarılacaktır ki ("iyi yapım") kamu, bu çalışmaların
ne hakkında olduğunu görecek, neye işaret ettiğini anlayacak,

151
bilerek onaylayacak ya da onaylamayacak, hatta eğer müm­
künse bu tür bir çalışmadan belli bir derecede konfor da türe-
tebilecektir.
Endüstriyel ve mekanik sanatlar ve edebiyat ve güzel sa­
natlar arasındaki bağa ilişkin verilen bu yorum, taslak olarak
doğru, ancak sınırlı bir şekilde sosyolojikleştirici ve tarihselleş­
tirici, bir başka deyişle, tek taraflı olmaktadır. Benjamin ve
Adorno'nun ketumluklarının üzerinden geçerek, bilim ve en­
düstrinin gerçeklikle ilgili şüpheden, sanat ve yazıdan daha
çok özgür olmadığı hatırlanmalıdır. Başka bir şeye inanmak,
bilimler ve teknolojilerin mefistofolesci işlevciliklerinin hüma-
nistik bir yorumuyla abartılı şekilde eğlenmek olacaktır. Bu­
gün egemen varlığını, tekno-bilimin yani bilişsel önermele­
rin, en mümkün işlerliğin erekselliğine (teknolojik ölçüt) yo­
ğun biçimde ikincil kılınmasının olduğu inkar edilmiyor. An­
cak mekanik ve endüstriyel olan, özellikle geleneksel olarak
sanatçılara ayrılmış alana girdiklerinde, bunlarla birlikte güç
etkilerinden daha fazla bir şeyi taşımaktadırlar. Bilimsel bilgi
ve kapitalist sistemden türeyen nesne ve düşünceler, olabilir­
liklerini destekleyen kuralların birisiyle bunları aktarabilir. Bu
kural, belirli bağlanmalar ve belirli bilgilere sahip eşler ara­
sındaki bir uzlaşma tarafından test edilmedikçe gerçeklik yok­
tur kuralıdır.
Bu kuralın sonuçları küçük değildir; çünkü bu kural, zih­
nin sahip olduğuna inandığı metafizik, dinsel ve siyasal kesin­
liklerin dışına bir tür gerçeklik kaçışıyla sermaye yöneticileri
ve bilim adamının politikası üzerine bırakılan izdir. Bu geri
çekiliş bilimin ve kapitalizmin doğuşu için mutlak olarak zo­
runludur. Aristoteles'in hareket yasasından şüphe edilmeksi­
zin, korporatizm, merkanitilizm ve fizyokrasi reddedilmeksi-
zin endüstri mümkün değildir. Hangi çağda gözükürse gözük­
sün, modernlik bir inanç sarsılması olmaksızın ve gerçekliğin
"gerçeklik yokluğu" keşfedilmeksizin ve diğer gerçeklikler

152
icad edilmeksizin varolamaz.
Eğer dar ve tarihselleştirilmiş bir yorumdan kurtarılmaya
çalışılırsa, bu "gerçekliğin yokluğu" kavramı neyi imlemekte­
dir? İbare kuşkusuz Nietzsche'nin nihilizm olarak adlandırdığı
şeye yakındır. Ancak ben, Nietzschecil bakış açısının Kantçı
Yücelik temasında çok erken bir biçimlenmesini görmekteyim.
Sanıyorum, özelde Yücenin estetiğinde, modern sanat
(edebiyatı içererek) kendi itkisini, avantgardların mantığı da
koyutlarını bulmaktadır.
Yücelik duygusu (ki yüceliğin duygusudur da) Kant'a
göre, güçlü ve eşit hacimli bir histir. Hem acı hem de zevk ta­
şımaktadır. Hâlâ daha iyi olan, onda zevkin acıdan türemesi­
dir. Augustine ve Descartes'dan gelen ve Kant'ın radikal bir
biçimde meydan okumadığı öznenin geleneği içerisinde, bu
çelişki (bazıları nevroz ya da mazoşizm olarak adlandırılacak­
lardır) bir öznenin yetileri arasındaki çatışma olarak gelişmek­
tedir: bir şeyi algılama yetisi, ve onu "sunma" yetisi arasındaki
çatışma. Bilgi, ilkin eğer önerme anlaşılabilirse, İkincisi eğer
"olaylar" kendisine "karşılık gelen" deneyden türetilebiliyorsa,
vardır. Güzellik eğer, herhangi bir kavramsal belirlenim ve
sanat yapıtının meydana çıkarabileceği herhangi bir istemden
bağımsız zevk hissi olmaksızın, duyarlık tarafından verilen
belirli bir "olay" (sanat yapıtı) (hiç bir zaman elde de edilemi-
yebilen) evrensel bir uzlaşım ilkesine başvurursa, vardır.
Buna göre zevk kavrama karşılık gelen bir nesneyi sunma
ve algılama kapasitesi arasındaki kuralsız, belirlenmemiş bir
uzlaşımın, Kant'ın düşünümsel olarak adlandırdığı bir yargıyı
oluşturan ve haz olarak deneyimlenebileni test etmektedir.
Yüce farklı bir duygudur ve aksine, imgelem eğer sadece il­
kede, bir kavramı karşılayabilen bir nesneyi sunmayı başara­
madığında yer almaktadır. Dünyanın ideasına sahibiz (olanın
bütünlüğü) fakat bunun bir örneğini gösterme kapasitesine sa­
hip değiliz. Kırılamıyan, ayrıştırılamıyan bir 'yalın'ın ide-

153
asına sahibiz, ancak onu, bir "olayı" olabilecek duyumlanabilir
bir nesneyle gösteremeyiz. Sonsuz derecede büyük ve sonsuz
derecede güçlü olanı algılayabiliriz fakat bu mutlak büyük­
lüğü veya gücü "görünür kılmakla" yükümlü her sunum bize
acı verecek kadar yetersiz görünmektedir. Bunlar sunumu
mümkün olmayan idealardır. Dolayısıyla gerçeklik (yaşantı)
hakkında bilgi vermezler; güzelduygusunu yaratacak yetile­
rin serbestçe birleşimini de engellerler. Zevkin sabitleştiril­
mesi ve biçimlenmesini de. Bunların sunumlanamaz oldukları
söylenebilir.
Diderot’nun söylediği gibi, modern sanatı, "küçük teknik
uzmanlığı"nı (son "petit technique"), sunumlanamıyanın varol­
duğu olgusuna adayan bir girişim olarak adlandıracağım. Al­
gılanabilen, ancak ne görülebilen ne de görünür kılınabilen
bir şeyin olduğunu gösterme girişimi. Bu modern resimde
olan bir şeydir. Görünür bir şeyin olmadığı nasıl görünür
kılınabilir? Kant'ın kendisi "biçimsizlik, biçiminin yokluğu"nu
adlandırdığında, sunulamıyana mümkün bir endeks olarak
gidecek yolu gösterir. Yine Kant imgelemin, bitimsizin (diğer
bir sunumlanamaz) sunumlanmasını araştırdığında
deneyimlediği boş "soyutlama"dan da bahsetmektedir: bu
soyutlamanın kendisi bitimsizin bir sunumu gibidir, yâni
"negatif" sunumu. Incil'de Mutlakın bütün sunumlanımının
yasaklandığı, en yüce pasaj olarak "suret yapmayacaksın"
(Exodus, 20/4) emrini zikreder.* Büyük resimler estetiğini
özetlemek için bu gözlemlere küçük ihtiyaçlar eklenecektir.
Resim sanatı tabiatıyla olumsuz bir biçimde olmasına rağmen
bir şey "sunacaktır". buna göre biçimlendirme ya da
sunumlamadan kaçınacaktır. Malevitch'in köşelerinin birisi

* Anılan pasaj Ahd-i Atik’in 20. babında yer alır: “Kendin için put oyma,
yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında su­
larda olanın hiç suretini yapmayacaksın...” (y.h. n)
gibi beyaz olacak, sadece görmenin imkansız olduğunu tesbit
ederek görmemizi sağlıyacaktır. Ancak acıya yol açarak zevk
verecektir. Resimdeki avantgardların aksiyomları, kendilerini
görünür sunumlamalar aracılığıyla sunulamıyana ima yap­
maya adadıkları sürece bu buyruklarda tanınır olacaklardır.
Bu görevin desteklemeye ya da kendisini haklılaştırmaya
yeterli olduğu ad ya da bu adla varolan sistemler büyük bir
dikkati hak etmektedirler, ancak bunlar yalnızca
meşrulaştırmak yani gizlemek üzere yücenin işlemesinde
ortaya çıkabilirler. Gerçekliğin karşılaştırılamazlığı olmaksızın
Kant'ın yücelik felsefesi de varolan kavrama açıklanamaz
kalmaktadırlar.
Burada çeşitli avantgardların, bizi inandırmak için birçok
araca sahip olan resimsel teknikleri inceleyerek gerçekliği nite­
liksiz kıldıkları ve dilsizleştirdikleri yolu ayrıntılı bir biçimde
ele almaya niyetim yok. Mevzi ton, çizim, renklerin karışımı,
aracın ve desteğin tabiatı, anlaşma, gösterme, müze: Avant-
gardlar sürekli olarak düşünceyi bakışa ikincil kılmayı ve onu
sunulamayandan uzaklaştırmayı mümkün kılan sunumlama-
nın araçlarını uzaklaştırıyorlar. Eğer Habermas, Marcuse gibi,
bu gerçekliğin giderilmesi görevini, avantgardı niteleyen
(baskıcı) "aşağılamanın" bir boyutu olarak anlıyorsa, Kantçı
yüceleştirmeyi Freudcu yüceltmeye karıştırmasından ve esteti­
ğin onun için güzelin estetiği olarak kalmasından ileri gelmek­
tedir.

Postmodern

O zaman postmodern nedir? İmge ve anlatılamanın kuralla­


rında ortaya atılan sorunların başdöndürücü incelenmesinde
ne gibi bir yer işgal etmekte ya da etmemektedir? Şüphesiz
modernin bir parçasıdır. Devralınan tek şey, eğer sadece

155
dünse (modo, modo Petronius'un hep söylediği gibi) şüphe
edilmelidir. Cezanne'ın meydan okuduğu uzam hangisidir?
Empresyonistlerin. Picasso ve Braque hangi nesneye
saldırdılar? Cezanne'ın nesnesine. Duchamp 1912'de hangi
savdan ayrıldı? Kübist bile olsa resim yapılmalı savından.
Buren, Duchamp'ın çalışmasıyla dokunulmaz olarak kaldığına
inandığı diğer varsayımı sorgulamaktadır: Yapıtın sunumlama
yeri. Korkunç bir hızlanma içerisinde, kuşaklar kendilerini
çökertmektedirler. Bir yapıt eğer ilkin postmodernse modern
olabilir. Böyle anlaşılan postmodernizm, amacında modernizm
değildir oluşumunda modernizmdir ve bu oluşum durumu
süreklidir.
Ancak kelimenin bu zayıf mekanik anlamıyla kalmayaca­
ğım. Modernliğin gerçeğin uzaklaştırılmasında ve sunulabilir
ve algılanabilir arasındaki yüce ilişkiye göre yer aldığı doğ­
ruysa, bu ilişki içerisinde, (müzikçinin dilini kullanırsak) iki
modu birbirinden ayırdetmek mümkündür. Vurgu, sunum­
lama yetisinin güçsüzlüğü, insan tarafından varlığı hissedilen
nostalji ve herşeye rağmen kendisini (insanı) içerisinde oturtan
boşluk ve karanlık istemi üzerine konulabilir. Dahası algılama
yetisinin gücü, "insandışılığı" (Apollinaire'in modern sanatçı­
lardan taleb ettiği özellik) üzerine de konulabilir, çünkü bu,
bizim duyarlığımız ve imgelememizin algıladığını karşılayıp
karşılayamadığına ilişkin anlayışımızın işi değildir. Resimsel,
sanatsal, ya da her neyse, oyunun yeni kurallarının bulunma­
sından kaynaklanan oluşun artması ve büyük sevince de yö­
nelebilir. Kafamdaki şey, avantgardların tarihindeki satranç
tahtasından bir kaç ismi çok şematik olarak çekersek açığa çı­
kacaktır. Melankoli boyutunda, Alman Ekspresyonistler, no-
vatio (yenilik) boyutunda Braque ve Picasso, ilk boyuttan Ma-
levitch sonrakinden Lissitsky. Birinden Chirico diğerinden
Duchamp. Bu iki modu birbirinden ayıran nüans sonsuz olabi­
lir; sık sık hemen hemen ayrılamaz biçimde aynı parçada bir­

156
likte vardırlar ve ancak, deneme ve pişmanlık arasında dü­
şüncenin kaderinin bağlı olduğu, uzun bir sürede bağlı
kalacağı bir farklılığa (un differend) tanıklık etmektedirler.
Hem Proust'un hem de Joyce'un yapıtları, kendisini sunu­
lur kılmaya izin vermeyen bir şeye imâda bulunmaktadır. Pa-
olo Fabbri'nin yenilerde dikkatimi çektiği bu imâ, bir yüce es­
tetiğine ait çalışmalardan ayrılamaz olan bir açıklama biçimi­
dir. Proust'ta bu imâ için ödenmesi gereken bedel olarak kaçı­
nılan, zaman fazlalığına kurban bir olan bilincin özdeşliğidir
(au trop de temps). Ancak Joyce'da edebiyat ya da yapıt fazlalı­
ğına bir kurban olarak yazmanın özdeşliğidir (au trop de livre).
Proust, içerisinde, bir çok işleyicisinin hâlâ romansı anlatı-
lama tarzına dahil olduğu bir yazı ve sentaks ve sözlüğünde
değişmemiş bir dil aracılığıyla sunulamayanı daha da ileri gö­
türmektedir. Proust'un Balzac ve Flaubert'den devraldığı edebi
kurum, kabul edilen bir şekilde altüst olmuştur; kahramanın
bir karakter değil, zamanın bilinci olması ve bu noktada anla-
tılanan olayların ardzamanlılığının zaten Flaubert tarafından
tahrip edilmesi, anlatısal ses nedeniyle sorguya alınmıştır.
Buna rağmen, kitabın bütünlüğü, bilincin yolculuğu bölüm­
den ertelense bile, ciddi olarak bir meydan okumayla karşı­
laşmamıştır. Yazının kendisiyle özdeşliği, sonsuz anlatılama-
nın labirenti boyunca Tinin Görüngübilimi'nin birliğiyle karşı­
laştırılmakta olan bu tür bir birliği çağrıştırmaya yeterlidir.
Joyce sunulamayanın yazısında, imleyende (işaret eden)
algılanabilir olmasına izin vermektedir. Eldeki anlatının ve
hatta üslubcu işleyicilerin bütün alanı, bütünün birliğine yöne­
lik bir ilgi olmaksızın oyuna konulmuştur, ve yeni işleyiciler
yorulmuştur artık. Gramer ve edebi dilin sözlüğü artık veri
olarak kabul edilmemektedir. Dahası bunlar, akademik biçim­
ler, sunulamayanı ileri götürülmekten alıkoyan (Nietzsche’nin
dediği gibi) takvada türeyen ritüeller olarak gözükmektedir.
O zaman burada farklılık sözkonusudur: modern estetik,

157
nostaljik olmakla birlikte yüceliğin estetiğidir. Sunulamayana
sadece kayıp içerikler olarak ileri götürülme izni vermektedir.
Ancak farkedilebilen tutarlığından dolayı biçim, okuyucuya
ya da görücü-maddeye haz ve teselli sunmaya devam
etmektedir. Haz ve zevkin içsel bir bireşimi olan gerçek yüce
duygusunu, bu duygular oluşturmamaktadır ama. Aklın
bütün sunumlamayı artırması ihtiyacından doğan haz ve im­
gelemenin ya da duyarlığın kavrama eşit olmaması gerekti­
ğinden doğan acının bireşimi.
Postmodern, modemin içerisinde sunulamayanı, sunumla-
manın kendisinde ileri götüren olacaktır: güzel biçimlerin te­
sellisini, ve elde edilemez olanın kollektif nostaljisini paylaş­
mayı mümkün kılan bir zevk uzlaşımını inkar edecektir; .bun­
lardan hoşlanmak için değil, sunulamayanın güçle bir anla­
mını veren yeni sunumlamaları araştıracaktır. Postmodern sa­
natçı veya,yazar, felsefecinin konumundadır. Yazdığı metin,
ürettiği çalışma ilke olarak daha önceden yerleşmiş kurallar ta­
rafından yönetilemez; benzer kategorilerin metne ya da çalış­
maya uygulanmasıyla belirleyici bir yargıya göre yargılana-
mazlar. Bu kurallar ve kategoriler sanat yapıtının kendisi için
aradığı kural ve kategorilerdir. O zaman yazar ve sanatçı,
yapılacak olmakta olanın kurallarını formüle etmek için kuralsız
çalışmaktadır. Böylece çalışma ve metnin bir olayın
karakterlerine sahip olması olgusu doğar. Böylece onlar daima
yazarları için geç gelecekler, veya aynı ölçüde olmak üzere,
gerçekleşmeleri (mise en oeuvre) daima hemen başlayacaktır.
Postmodern, geleceğin (post) evvelkiliği (modo) paradoksuna
göre anlaşılmak zorunda kalacaktır.
Parça (Athaneum-Alman romantiklerinin dergisi) modern­
ken, bana, deneme (Montaigne) postmodern gözükmektedir.
Nihayet, burada bizim işimizin gerçekliği arzetmek değil,
algılanabilen ancak sunulamayan imâları keşfetmek olduğu
açığa çıkmalıdır. Bu görevin dil oyunları arasında (yetiler adı

158
altında Kant'ın bir boşluk tarafından ayrıldığını bildiği) varo­
lan son uzlaşmayı etkileyeceği beklenmemelidir. Sadece aşkın
bir yanılsama (yani Hegel’in yanılsaması) bunları gerçek bir
birlik içinde bütünleştirmeyi ümit edebilir. Ancak Kant böyle
bir yanılsama için ödenmesi gereken fiyatın terör olduğunu bi­
liyordu. Ondokuz ve yirminci yüzyıllar bize tahammül ede­
bildiğimizden daha fazla terör getirdi. Bütün ve bir nostaljisi,
kavram ve duyumlanabilenin, şeffaf ve iletimlenebilir dene­
yimin uzlaşması için yeteri kadar bedel ödedik. Genel teskin-
lik ve durgunluk talebi altında, gerçekliği yükseltecek fantazi-
nin gerçekleşmesi için terörün geri dönmesi arzusunun mırıltı­
larını işitebiliriz. Cevap: Gelin bütünlüğe karşı bir savaş başla­
talım, gelin sunulamayana tanıklık edelim, farklılıkları etkin
kılıp, adın onurunu kurtaralım.

You might also like