Professional Documents
Culture Documents
J. F. LYOTARD
İngilizce'den Çeviren
Ahmet Çiğdem
VADİ YAYINLARI
Vadi Yayınları: 59
Felsefe Dizisi: 16
J. F. Lyotard
Postmodern Durum
İngilizce'den Çeviren
Ahmet Çiğdem
Yayıma Hazırlayan
Murat Güzel
Kapak Tasarımı
Zeki T uman
ISBN
975.7726.57-5
91.06Y .215.59
VADİ YAYINLARI
Meşrutiyet Cad. Bayındır II, 60/5 Kızılay/ANKARA TEL: 435 64 89 FAX: 425 63 45
Çizgi Kitabevi, Zafer Meydanı Kitapçılar Çarşısı KONYA Tel: 353 10 22
J. F. LYOTARD, Paris Üniversitesi III'ten emekli felsefe profesörü ve
Californiya Üniversitesinde de Profesördür. Postmodern Durum'dan ayrı
olarak dil, modernlik ve meşruiyet üzerine yayımlanmış bir çok eseri var
dır.
Yayımlanmış bazı eserleri şunlar: Discourse, Figure (Paris: Klueksieek,
1971); Dérive à Partie de Marx et Freud (Paris: Union Générale d'Edition,
1973); Economic Libidinale (Paris: Editions Minuit, 1974); "Analyzing
Speculative Discourse as Language Game" (Oxford Literary Review 4 ,
1981); Just Gaming (J. L. Thébaud'la birlikte, Minneapolis: University of
Minnesota Press); The Differend: Phrases in Dispute Manchester University
Press, 1988).
İÇİNDEKİLER
Çevirenin Notu / 7
Giriş /11
1. Alan: Bilgisayarlaştırılmış Toplumlarda Bilgi / 16
2. Sorun: Meşrulaştırma / 24
3. Yöntem: Dil Oyunları / 29
4. Toplumsal Bağın Tabiatı: Modern Seçenek / 34
5. Toplumsal Bağın Tabiatı: Postmodern Seçenek / 41
6. Anlatısal Bilginin Pragmatiği / 49
7. Bilimsel Bilginin Pragmatiği / 59
8. Anlatısal İşlev Ve Bilginin Meşrulaştırılması / 67
9. Bilginin Meşrulaştırılmasmın Anlatıları / 74
10. Meşruluk Giderimi / 85
11. Araştırma Ve İşlersellik Meşrulaştırması / 93
12. Eğitim Ve İşlersellik Meşrulaştırması / 105
13. Kararsızlıkların Araştırılması Olarak Postmodern
Bilim / 117
14. Paralojiyle Meşrulaştırma / 130
Ek: Postmodernizm Nedir? / 144
Bir Talep / 144
Realizm / 147
Postmodern / 155
ÇEVİRENİN NOTU*
* Bu not çevirinin ilk baskısında yer almaktadır. Ancak metin içerisinde ilk
çeviride yer alan kimi kavram tercihleri, yayınevinin tercihleri doğrultu
sunda değiştirilmiş; ilk çeviride rastlanan eksiklikler ve yanlış anlamaya
yol açabilecek kısımlar düzeltilmiştir, (y.h.n)
7
lanmaktadır.
Postmodern dönemde bilgi denilince akla yüksek moderni-
tenin dolaysız bir ürünü olan bilimsel bilgi gelmektedir. On-
dokuzuncu yüzyıldan bu yana bilgi, bilimsel bilgiyle
özdeşleştirilegelmektedir. Oysa bildiğimiz ya da
bilemediğimiz tek bilgi türü bilimsel bilgi değildir ve
olmamıştır da. Anlatısal bilgi postmodern toplumlarda gücünü
yitirmiştir - ya da daha doğrusu bu güç elinden alınmıştır.
Bunun nedeni bilginin meşrulaştırımı sorununda yatmaktadır.
Anlatısal bilginin meşrulaştırım kaynakları ve malzemeleri bi
limsel bilginin kazandığı güç ve itibarla tüketilmiştir. Bizler
bu tükenişin doğrudan tanıkları olmak durumundayız
—bizler yani bütün modernistler ve postmodernistler. Bilimsel
bilgi kendisinin dışında kalan bütün bilgi türlerini yeterlik ve
işlersellik ölçütü temelinde değerlendirip bir kenara fırlattığı
için artık bütüncül bir anlatısal bilgi kavramına sahip de
değiliz. Tıpkı anlatısal bilginin dayandığı bütüncül bir
geleneğe de artık sahip olmadığımız gibi. Bütün eğitim
kurumları, bu arada üniversiteler bu bilgi türü ve geleneğinin
ortadan kaldırılması için büyük bir seferberliğe girişmişlerdi
—şimdi bu girişiminin sonuçlarını yaşamaktayız, trajik ve
ölümcül olsa bile.
Meşrulaştırım bilginin temellendirilmesiyle ilgili bir so
rundur. Anlatısal bilginin temeli, özgürleşim, adalet, mutlu
luk, haz, yücelik vb. büyük anlatılardır ve bunların yeterlik
ve işlersellik ölçütüyle alıp vereceği hiç bir şey yoktur. Ne bir
teknik üretebilirler ne teknoloji. Oysa bilimsel bilgi kendisini
kanıtlamış ve tersine çevrilemez bir durumlar ve süreçler top
lamıyla meşrulaştırmıştır. Öyle ki bütün düşünsel etkinlikler
ve bu arada felsefe de bu meşrulaştırım işlemine gönüllü ola
rak katkıda bulunmuştur —oysa felsefe, kendi meşrulaştırı-
mını modernizm içerisinde bile büyük anlatılara bağlanarak
gerçekleştirmişti.
Lyotard'ın tartışması bu noktada Hâbermas'la kesişmekte
dir ama genel olarak meşrulaştırım bunalımıyla Lyotard ve
Habermas farklı şeyleri kastetmektedirler. Doğal olarak Lyo-
tard'ın seçtiği dil oyunlarının çoğulluğunun tanınması ve des
teklenmesi bir çözümken, Habermas dile dayalı evrensel bir
uzlaşım peşindedir. Son yapıtlarında büyük anlatıların oluş
tuğu hümanist geleneğe, sınırlarını Aydınlanma ilkeleri çerçe
vesinde çizdiği modernist bir bakış açısıyla sırt çeviren Ha
bermas neredeyse modernliğin bir kere ve bütün zamanlar
için dondurulmasını istemektedir. Lyotard meşrulaştırıcı bir
güç olarak metaanlatıların tükenişiyle modernitenin bittiğini
düşünmeye yatkındır. Oysa Habermas için modernite hâlâ bit
memiş, tamamlanmamış bir projedir ve Aydınlanma’nın tarihi
kesintilerle birlikte sürmektedir. Aydınlanma'nın özgürleşimci
anlatısı konusunda Lyotard ve Habermas arasında büyük fark
lılıklar bulunmasına rağmen, aynı anlatının bilimsel bilgiye
teslim edilip edilmemesi hususunda bir tavır farklılığı vardır.
Bir ve bütün olana yönelik saldırıları özdeş olsa bile, bütünün
doğru olmadığını söyleyen Adorno'yu terkeden Habermas'tır,
Lyotard değil.
Bütün bunlardan kitabın Lyotard ve Habermas arasında
bir polemik olduğu izlenimi edinilmemelidir. Kitabın kavgası
aslında bilimsel bilgi tekeliyledir ve bilimsel bilginin kör
olumsallığıyla. "Kendinde bir amaç olarak tanımlanmaktan
uzaklaştırılan" bilgi yani postmodern bilgi yine de özgürleşti
rici boyutlar içermektedir. Bunun için bu bilginin üretim şart
ları, ehliyet ve liyakat ölçütleri aranmaksızın, herkese açık ol
malıdır —bu da düz anlamda bir bilginin demokratikleştiril
mesi süreci anlamına gelmez.
Bu demokratikleştirme anlatısı modernizmin bir ürünüydü
ve iflas etti. Dil oyunları çerçevesinde algılandığında, alıcı,
gönderilen ve gönderen arasında bilgiye ait tüm ilişkiler mo
dernite öncesinden bile daha karanlık, daha ulaşılmaz ve ulaş-
9
tırılamazdır artık. Bilgi üreticileri ve satıcıları, bilgi pazarını
otorite ve güç odaklarının denetiminden kurtarmak için müca
dele etmelidirler. Lyotard haklı: Evrensel uzlaşım, güç ilişki
leri ve dengelerinden bağımsız olarak gerçekleşemez, tam ter
sine bunlara karşı verilecek savaşın bir ürünü olabilir. "Adı
olanların, adlarının onurunu kurtarmaya" yönelik verecekleri
bir savaşın ürünü.
Meşrulaştırım süreci toplumsal bağı kurmayı amaçlar;
amaçladığı sürece de işlersellik (performativity) kazanır. Post-
modern bilgi yeni meşrulaştırım kanalları bulabilir
—üniversitenin dışında. Yeterlik ölçütü tek ölçüt olarak ele
alınmayabilir. Bunlar için hemen her yönden eksiksiz olarak
bilgilendirilmiş, eksiksiz enformasyonlu öznelere gerek var
dır. Yerleşik eğitim kurumları bunu sağlamaktan uzaktır.
Çünkü örgütlenmeleri bu amaç esasında gerçekleşmemiştir
vb. Bu savlar Lyotard için tartışmasının önemli savları
olmaktadır. Bu savların katılımcı oyuncular tarafından
desteklenmesi şarttır. Kitap bu yönde bir çağrıdır. Bunun için
yeni kurumsal örgütlenmeler (enstitü vb.) gerekebilir.
İçeriği ve üslubuyla postmodernizm için Türkçeye çevril
miş ilk kitap olma özelliğine sahip olacak elinizdeki metnin,
zaten bilindiğini varsaydığım bir takım çeviri güçlükleri nede
niyle zor gelebilecek bölümlerini yukarıda sıralanmaya çalışı
lan noktaların ve tartışmaların ışığında değerlendirilmesi sanı
rım faydalı olacaktır. Türkçe düşünerek ve yazarak biz de
postmodern dil oyunlarına katılabilirz -aksi, bizi kendi "adı
mızdan" vazgeçmeye götürebilir. Kişisel olarak, bu çevirinin
böylesi bir vazgeçişe tepki olarak okunmasını dilemekteyim.
Çeviriyi çok sevdiğim kedim Birdy'ye adıyorum, okuyamaya
cak olsa bile.
Ahmet Çiğdem
Bahçelievler, Ankara, 1990.
10
GİRİŞ
12
Böylece geleceğin toplumu, bir Newtoncu-antropolojinin
(mesela yapısalcılık ya da sistem teorisi) ihtisasından çok dil
takılarının pragmatiği içerisine düşmektedir. Bir çok ve farklı
dil oyunları vardır -bir öğeler heterojenliği. Yalnızca bunlar
yaralar halinde kurumlar, ortaya çıkarırlar -mevzi belirlenim
cilik (local determinism).
Karar vericiler bununla birlikte toplumsallığın bu bulutla
rını, girdi/çıktı matrislerine göre ve onların öğelerinin ölçüle-
bilirliğini ve de bütünün belirlenebilir olduğunu imâ eden bir
mantığı izleyerek yönetmeye teşebbüs, hayatlarımızı da ikti
darın büyümesi için seferber ederler. Benzeri şekilde bilimsel
hakikat ve toplumsal adalet konularında, iktidarın meşrulaştı-
rılması, onun sistemin işlerliğini (performance) sağlamasına
dayalı olarak gerçekleşmektedir (yeterlik). Bu ölçütün bizim
bütün oyunlarımıza uygulanması zorunlu olarak yumuşak ya
da katı bir terör düzeyi içermektedir, bu terör işlersel, yani öl
çülebilir de olabilir, gözden de kaybolabilir.
Maksimum işlerlik mantığı şüphemiz bir çok bakımdan tu
tarsızdır, özellikle de sosyo-ekonomik alandaki çelişkiye ilişkin
olarak: Hem az (en az üretim maliyeti) hem de çok (aylak ke
simin toplumsal baskısını azaltmak) çalışma talep etmektedir.
Ancak bizim inanmazlığımız şimdi öyle bir hale gelmiştir ki
Marx'ın yaptığı gibi bu tutarsızlıklardan kaynaklanacak her
hangi bir selâmet beklememekteyiz.
Hâlâ postmodern durum, meşruluk gideriminin
(delegitimation) kör olumsallığına olduğu kadar büyüden kur-
tulmuşluğa da yabancıdır. Meta-anlatılardan sonra meşruluk
nerede kalabilecektir?
İşlerlik ölçütü teknolojiktir, doğru ve adil olanı yargıla
makla ilgisi yoktur. Uzlaşımda bulunacak meşruluk Haber-
mas'ın sandığı gibi tartışmayla mı elde edilmiştir? Böyle bir
uzlaşım dil oyunlarının heterojenliğine karşı şiddet uygular.
Ve yenilik daima ayrışmadan doğmuştur. Postmodern bilgi
13
otoritelerin basit bir aracı değildir. Farklılıklara olan duyarlılı
ğımızı arındırmakta, karşılaştırılamazlığımız, hoşgörme yeti
mizi pekiştirmektedir. İlkesi, uzmanın homolojisi değil, yeni-
likçinin paralojisidir .*
Sorun şu: Toplumsal bağın meşrulaştırılması yani adil bir
toplum tasarısı bilimsel etkinliğin paradoksuna benzer bir pa
radoks çerçevesinde' mümkün müdür? Böyle bir paradoks ne
olacaktır?
Elinizdeki metin bir tesadüfün ürünüdür. Son derece geliş
miş toplumlarda bilgi üzerine bir rapordur ve başkanının is
teği üzerine Quebec Hükümeti Üniversiteler Korıseyi'ne su
nulmuştur. Başkanın metnin basımına verdiği müsaadedeki
inceliğinden dolayı teşekkür etmek isterim.
Söylenmesi gereken, bu raporun yazarının bir uzman de
ğil felsefeci (philosopher) olduğudur. Uzman neyi bilip neyi
bilmediğini bilir, felsefeciyse neyi bilip neyi bilmediğini bil
mez. İlki sonuçlandırır, İkincisi sorgular. İki farklı dil oyunu
yani. Burada, onları bütünüyle başarılı olmayan bir sonuçla
birleştirmeye çalıştım.
Bir felsefeci kendisini hiç olmazsa, belirli felsefi ve etiko-
politik meşruiyet söylemlerinin formel ve pragmatik analizi
nin -ki raporda bu tavır sözkonusudur- giderek gün ışığına çı
kacağı düşüncesiyle uyumlayabilir. Rapor bu analizi biraz
sosyolojikleştirici bir eğilimden sunmaya hizmet edecektir,
budayan ancak aynı zamanda konumlandıran bir rapor yani.
Bu sıfatla, raporu, Enstitü tam başlıyorken, Üniversiteyi
sonu olabilecek şeye yaklaşmış olarak bulan bu gerçek
postmodern uğrakta, Paris VIII (Vincennes) Üniversitesi,
Felsefe Politeknik Enstitüsü'ne adıyorum.
J. F. Lyotard
1950____________ 1971
24
stratejik bir değer koymalıdır.
Buna rağmen, bu hipotezin güçlü bir güvenilirliği vardır
ve bu anlamda bizim onu seçmemiz keyfî değildir. Sorun uz
manlar tarafından geniş bir biçimde tasvir edilmektedir23 ve
tele-iletişim endüstrisinin işletilmesi gibi hükümet kurumları-
nın ve özel firmaların oldukça doğrudan ilgilendiği belirli ka
rarlara kılavuzluk etmektedir zaten. Bir dereceye kadar göz
lemlenebilir gerçekliğin bir parçasıdır. Nihayet sözgelimi
dünyanın enerji problemlerini çözmedeki sürekli bir başarısız
lıktan kaynaklanan ekonomik durgunluk veya genel bir geri-
çekilmeden öte, bu senaryonun yürürlüğe girmesi için iyi bir
şans vardır. Çağdaş teknolojinin, toplumun bilgisayarlaştınl-
masına bir alternatif olarak hangi yönü tutturacağını tahmin
etmek zordur.
Bütün bunlar hipotezin banal olduğunu söylemek gibi bir
şey oluyor. Ancak ekonomik büyüme ve sosyopolitik gücün
birbirinin tabii tamamlayıcıları olduğu bilim ve teknolojideki
genel ilerleme paradigmasına meydan okumayı başaramadığı
ölçüde böyle. Bilimsel ve teknik bilginin birikimli olması hiç
bir zaman sorgulanmamıştır. En fazlası, tartışılan şey biriki
min aldığı biçim olmuştur. Bazıları düzetjli, sürekli ve benzer
siz, bazıları ise dönemsel, süreksiz ve çatışmalı olarak res-
metmişlerdir.24
Ancak bu herkesçe bilinen önermeler yanıltıcıdır. İlkin, bi
limsel bilgi, bilginin bütünlüğünü temsil etmez, başka tür bir
bilgiye ilave olarak, onunla rekabet ya da çatışma içerisinde
25. Terime Ivan Illich tarafından ağırlık verilmiştir, Tools for Convivi
ality (New York, Harper and Row, 1973).
26. Bu "demoralisation" hakkında bkz. A. Jaubert et J.M. Levy, Leblonds,
(eds)., (Auto) Critique de la science (Paris, Seuil, 1973) 1. Bölüm.
27. Jiirgen Habermas, Legitimationsprobleme in Spätkapitalismus
(Frankfurt, Suhrkamp, 1973).
26
kanunu örnek olarak alınız: Bu kanun belirli bir kategori için
deki yurttaşların özgül bir eylem türünü yerine getirmeleri
gerektiğini vurgulamaktadır. Meşrulaştırma, bir kanun koyu
cunun, böylesi bir kanunu norm olarak çıkarmaya yetkili kı
lındığı bir süreçtir. Şimdi de bir bilimsel önerme örneğini ele
alınız: Bu önerme, bilimsel olarak kabul edilmek için, 'bir
önerme belirli bir şartlar kümesini yerine getirmelidir' kura
lına uymak zorundadır. Bu durumda meşrulaştırma, bilimsel
söylemle ilgilenen bir "kanun koyucunun" konulan şartlarda
(genelde içsel tutarlılık ve deneysel doğrulama şartları) bir
önermenin bilimsel cemaat tarafından ele alınması için
bilimsel söyleme içerilip içerilmeyeceğini belirlediği bir
süreçtir. Konulan bu paralellik zorlama gözükebilir. Ancak
görüleceği üzere böyle değildir. Bilimin meşruluğu sorunu
Platon'dan beri kanun koyucunun meşruluğuna ayrılmaz bir
biçimde bağlıdır. Bu bakış açısından neyin doğru olduğuna
karar vermek, önermelerin tabiatları gereği farklı bu iki
otoriteye bağlanması durumunda bile, neyin adil olduğuna
karar vermekten bağımsız değildir. Burada önemli olan, etik
ve politik olarak adlandırılan dille, bilim olarak adlandırılan
dil arasında belirli bir içsel bağlantı olduğudur. İkisi de aynı
perspektiften, aynı "seçişten" kaynaklanmaktadır
—denilebilirse Batı adı verilen seçişten.
Bilimin daha önce olduğundan çok daha fazla ve bütü
nüyle, yeni teknolojilerin yanısıra egemen güçlere teslim ol
muş gözüktüğü ve bunların çatışmalarında başat bir unsur
olma tehlikesini içerdiği bir zamanda, bilimsel bilginin varo
lan konumunu incelediğimizde, çifte bir meşrulaştırma
sorunu, arkaplana geri çekilmekten öte, zorunlu olarak öne
çıkmaktadır, çünkü sorun kendisinin en eksiksiz formunda,
yani tekrar eski halinde ortadadır: Bilginin ne olduğuna kim
karar verecektir ve hangi ihtiyaçların karara bağlanacağını
kim bilecektir? Bilgisayar çağında, bilgi sorunu şimdi
27
eskisinden daha çok bir hükümet sorunudur.
3. YÖNTEM: DİL OYUNLARI
33. John von Neumann and Oskar Morgensternn, Theory of Games and Eco
nomic Behavior (Princeton University Press, 1944), s.49: "Oyun kendisini
betimleyen kuralların bütünlüğüdür". Bu ifade Wittgenstein’in yaklaşımına
yabancıdır, zira onun için oyun kavramı, tanımlama zaten bir dil oyunu ol
duğundan, bir tanım tarafından kuşatılamaz (Philosophical Investigations,
özellikle bkz. 65-84. kısımlar).
34. Kavram Searle'den gelmektedir: "Konuşma edimleri... dilsel iletişimin
temel ya da en küçük birimleridir" (Speech Acts, s.16). Bense bu edimleri
iletişim alanından çok agon (oyunlardaki tartışma) alanına yerleştiriyo
rum.
35. Agonistik (oyun ve ödül-kazanma teori ve sanatı) Heraklitus'un ontolo
jisinin temelidir. Sadece tragedyanlar olmaksızın, Sofistlerin diyalektiği
nin de. Aristo'nun Topics'lerdeki ve Sophistici Elenchi'deki düşüncelerinin
büyük bir kısmı bu konuya ayrılmıştır. Bkz. F. Nietzsche, "Homer’s Con
test"in Complete Works, vol. 2, New York, Gordon Press, 1974).
lan taze haz yüzünden yapılabilir: Peki popüler konuşma ve
edebiyat tarafından üstlenilen dilsel taciz işinde başka ne içe-
rilmektedir? En büyük zevk, dilin parole (söz) düzeyindeki ev
riminin arkasındaki süreçtir, yani anlamların, kelimelerin ve
deyimlerin dönüşümlerindeki sonsuz keşiftir. Ancak şüphesiz
ki bu zevk bile bir hasım kazanma pahasına elde edilen bir
başarı hissine bağlıdır —hiç olmazsa bir ve heybetli bir düş
man kazanmak pahasına: Kabul edilen dil ya da işaret (ler sis
temi).36
Bu dil agonistiği düşüncesi ikinci ilkeyi gözden kaçınma
malıdır, çünkü ona bir tamamlayıcı olarak durmakta ve bizim
analizimizi yönetmektedir: Gözlemlenebilen toplumsal bağ dil
"hareketlerinden" mürekkeptir. Bu önermenin aydınlığa ka
vuşturulması bizi elimizdeki meselenin özüne götürecektir.
37. Özelde bkz. Talcott Parsons, The Social System (Glencoe, III : Free
34
Toplum üzerine bu iki büyük söylemi tammlıyan metodo
lojik uçurum ondokuzuncu yüzyıldan devralınmıştır. Toplu
mun organik bütün oluşturduğu ve bu bütünün yokluğunda
toplum olmaktan uzaklaşacağı düşüncesi Fransız okulunun ku
rucularının zihnini belirlemiştir. Eklenilen ayrıntı işlevselcilik
tarafından sunulmuş, buna rağmen 1950'lerde Parsons'ın ken-
dini-düzenleyen bir sistem olarak toplum kavramıyla başka
bir yön tutturmuştur. Teorik hatta maddî model artık yaşayan
bir organizma değildir. Bu model İkinci Dünya Savaşı sıra
sında ve sonrasında modelin uygulamalarını yayan sibernetik
tarafından sağlanmıştır.
Parsons'ın çalışmalarında sistemin arkasında yatan ilke,
eğer denilebilirse, hâlâ iyimserdir ve temkinli bir refah devle
tinin korunması altındaki bolluk toplumlarının ve büyüme
ekonomilerinin durağanlaşmasına karşılık gelmektedir38.
Çağdaş Alman teoristlerin eserlerinde, systemtheorie teknokra-
tik, hatta, ümid kırıcı olduğu zikredilmese bile, müstehzidir:
Bireylerin ve grupların ihtiyaçları ve ümitleri arasındaki
uyum ve sistem tarafından garanti edilen işlevler şimdi yal
nızca, sistemin işlemesinin ikincil bir tamamlayıcısıdır. Sis
temin gerçek amacı, kendisini bir bilgisayar gibi programla-
Press, 1967), ve Sociological Theory and Modern Society (New York, Free
Press, 1967). Çağdaş topluma ilişkin Pierre Souyri tarafından hazırlanmış
(dosyalan ve eleştirel bir bibliografyası ile) kullanışlı özete başvurulabi
lir: Le Marxisme après Marx (Paris, Flammerion, 1970). Sosyal teorinin bu
iki büyük akımı arasındaki çatışmaya ilişkin ilginç bir görüş A.W. Gould-
ner tarafından sunulmuştur: The Coming Crisis of Western Sociology (New
York: Basic Books, 1970). Bu çatışma, Frankfurt Okulu'nun mirasçısı ve
özellikle Luhmann'la olmak üzere Alman toplumsal sistem teorisiyle pole
mik içinde olan Habermas'ın düşüncesinde önemli bir yer tutmaktadır.
38. Bu iyimserlik açıkça Robert Lynd'in vardığı sonuçlarda gözükmekte
dir: Knowledge for What? (Princeton, N.J.: Princeton University Press,
1939), s.239; zikreden M. Horkheimer, Eclipse of Reason (Oxford Univer
sity Press, 1947): Modern toplumda, bilim hayatın amaçlarını tanımlamada
dinin yerini kaplamalıdır.
35
ması, girdi ve çıktı arasındaki bütüncül ilişkinin, bir başka
deyişle işlerselliğin optimizasyonudur. Hatta kuralları değişme
sürecindeyken ve yenilikler ortaya çıkmış ve grevler, krizler,
işsizlik ve siyasal devrimler gibi karşı işlevler ümidi
canlandırmakta ve bir alternatif inancına yol açmaktayken bile
halihazırda gerçekleşen şey sadece içsel bir yeniden dü
zenlemedir; bunun sonucuysa sistemin "hayatiyetindeki"
(viability) bir artıştan daha fazla bir şey olamaz. Bu tür bir
işlem gelişimine yegane seçenek entropi ya da çöküştür.39
Burada tekrar, bir toplumsal teori sosyolojisinde içkin olan
basitleştirmelerden kaçarken, hiç olmazsa, 1960'lardaki eko
nomik dünya savaşının yeniden başlaması çerçevesinde, yük
sek derecede gelişmiş endüstriyel toplumları rekabetçi yap-
40. Talcott Parsons, Essays in Sociological Theory Pure and Applied, göz
den geçirilmiş baskı, (Glencoe, Free Press, 1954), ss.216-18.
41. Bu kelimeyi Galbraith'in technostructure (teknikyapı) kavramını The
New Industriel State'de sunulduğu (Boston, Houghton Mifflin, 1967) ya da
R. Aron'un technico-bureacratic structure (teknik-bürokratik yapı) Dix-huit
leçons sur la société industrielle, Paris, Gallimard, 1962) kavramıyla aynı
anlamda kullanıyorum, bürokrasi terimin çağrıştıran bir anlamda değil. Bü
rokrasi terimi çok daha "katıdır" -çünkü ekonomik olduğu kadar politiktir,
çünkü İşçi Muhalefeti (Kollontai) tarafından Bolşevik iktidarın eleştirisi ve
Troçkist muhalefetin Stalinizm eleştirisinden çıkmıştır. Bu konu üzerinde
bkz., Claude Lefort, Elements d'une critique de la bureaucratic (Geneve,
Droz, 1971). Kitapta eleştiri bir bütün olarak bürokratik toplumu da kapsa
maktadır.
42. Eclipse of Reason, s. 183.
37
iddiasındaysa paranoid olarak yargılanabilir. Bu da Marx'ın
düşüncesine bağlı toplum teorilerindeki sınıf çatışması
ilkesinin işlevidir.
"Geleneksel" teori her zaman toplumsal bütünün proglam-
lanmasının içerisine basit bir araç olarak, bu bütünün işlerliği
nin optimizasyonu amacıyla işe sokulma tehlikesiyle yüzyüze-
dir; çünkü geleneksel teori kendi birleştirici ve bütünleştirici
hakikat arzusunu sistem işletmecilerinin birleştirici ve bütün
leştirici pratiğine ödünç vermektedir. "Eleştirel" teori43 uz
laşma ve bireşimlerin tedbiri ve ikiliği ilkesine bağlı olarak bu
kaderden kaçınır bir konumda bulunmalıdır. Öyleyse Mark-
sizme kılavuzluk eden, toplum ve ondan üretilebilecek farklı
bir toplum modeli ve farklı bir bilginin işlevi kavramıdır. Bu
model, kapitalizmin geleneksel sivil toplumlar üzerindeki
gasp sürecini gerçekleştiren mücadelelerinden doğmuştur. Bu
rada toplumsal, siyasal ve ideolojik tarihin bir yüzyıldan daha
fazlasını dolduracak bu mücadelelerin kurbanlarını ortaya ko
yacak bir yere sahip değiliz. Kendimizi şimdilik bizim için çı
karması mümkün olan (çünkü bu mücadelelerin kaderi bilin
mektedir) bilançoyla, bir bakışla doyurmak zorunda kalacağız.
Liberal ya da ileri liberal bir işletmeye sahip toplumlarda mü
cadeleler ve onların araçları sistemin düzenleyicilerine dönüş
müşlerdir; komünist ülkelerde bütünleştirici model ve totali-
taryan etkisi Marksizmin kendi adında bir geridönüşe yolaç-
mış ve sorun üzerindeki mücadeleler basitçe haklardan yok
sunluğa dönüşmüştür.44 Ekonomi politiğin eleştirisi
(Marx'ın Das Kapital'inin altbaşlığı) ve onun mütekabili, yaban
cılaşmış toplum eleştirisi şu veya bu biçimde her yerde siste-
45. Örnek olarak bkz. J.P. Garnier, Lé Marxisme lénifiant (Paris, Le Syco
more, 1979).
46. Bu 1949 ve 1965 arasında yayınlanan "eleştirel ve devrimci yönelimin
organı"nın adıydı. Grubun önde gelen yazarları -çeşitli takma adlar kulla
nılmakta birlikte- C.de Beamont, D. Blanchard, C. Castoriadis, S. de Dies-
bach, C. Lefort, J.F. Lyotard, A. Maso, D. Mothe, P. Simon, P. Souyri'ydi.
47. Ernst Bloch, Das Prinzip Hoffnung (Frankfurt, Suhrkamp Verlag,
1959). Bkz. G. Raulet éd.. Utopie, Marxisme selon E. Bloch (Paris, Payot,
1976).
48. Bu, 1960'lardaki öğrenci hareketi ve Vietnam ve Cezayir savaşları tara
fından yaratılan teorik beceriksizliklere bir kinayeydi. Bunların tarihsel
bir dökümü Alain Schapp ve Pierre Vidal-Naquet tarafından, Journal de la
Commune édudiante (Paris, Seuil, 1969) adlı kitapta yazdıkları girişte
verilmektedir.
39
yaklaşımı kullanacağı ve zorunlu olarak toplumun bunu nasıl
cevaplayacağını seçme anlamına gelmektedir. Bilginin öncel
rolünün toplumun işlemesinde ayrılmaz bir öğe olduğu ve bu
kararla uyum içinde hareket ettiğine karar verilebilir —eğer
toplumun dev bir makine olduğuna zaten karar verilmişse.49
Bunun tam tersine, bilginin eleştirel işlevine değinilebilir;
toplumun uyumlu bir bütün oluşturmadığı ve karşıtlık ilkesi
tarafından büyülenmiş olarak kaldığına karar verildiğinde de,
gelişimi ve dağılımının bu yönde olması hesap edilebilir.50
Seçenek açıkça gözükmektedir. Bu işlevsel ve eleştirel bilgi
arasında, toplumsal olanın türdeş ve içkin ikiliği arasındaki bir
seçimdir. Karar güç ya da keyfi gözükmektedir.
Bu karardan iki bilgi türünü birlikte ayırdederek kaçın
mak çekici gelmektedir: Birisi doğrudan insan ve maddelere
uygulanabilecek ve kendisini sistem içerisinde vazgeçilmez
bir üretici güç olarak işlemeye hasredecek pozitivist bilgidir;
diğeri ise doğrudan ya da dolaylı olarak değerler ve amaçlar
üzerinde durarak bu türden herhangi bir "hizmete koşulmayı"
reddedecek olan eleştirel, düşünsel ve yorumsamacı bilgi.51
49. Lewis Mumford, The Myth of the Machine, 2 vols, (New York, Harco-
urt, Brace, 1967).
50. Entellektüellerin sistemdeki katılımlarını güvence altına almaya yöne
len bir girişim, bu iki varsayım arasındaki aceleyle doldurulmuştur: P.
Nemo, "La Nouvelle Responsibilite des clercs", Le Monde, 8 Ekim 1978.
51. Naturwissenschaft ve Geisteswissenchaft arasındaki teorik ayrışmanın
başlangıcı Wilhelm Dilthey'in yapıtlarında bulunmaktadır.
40
5. TOPLUMSAL BAĞIN TABİATI:
POSTMODERN SEÇENEK
41
vam edeceğe benzemektedir. Giderek, merkezi sorun, kendi
sinde doğru kararların alınmasını garanti etmesi gereken bu
makinalardaki enformasyona kimlerin girebileceği şeklinde
belirmektedir. Verilere giriş, bütün çizgilerin uzmanlarının
ayrıcalığıdır ve olmayı sürdürecektir. Egemen sınıf karar veri
cilerin sınıfıdır ve olacaktır. Şimdi bile bu sınıf geleneksel siya
sal sınıftan değil, şirket öderleri, yüksek-düzey idarecileri,
mesleki, sendikal, siyasal ve dini örgütlerin başlarından ibaret
bir tabakadan oluşmaktadır.52
Bütün bu söylenenlerde yeni olan, millî-devletler, partiler,
kurumlar, meslekler ve tarihsel gelenekler tarafından temsil
edilen eski cazibe kutuplarının artık, cazibelerini kaybetmesi
dir. Hiç olmazsa, eski biçimlerinde yerlerinin değiştirilebile
ceği de belli değildir. Trilateral Komisyonu cazibenin popüler
kutbu değildir. En büyük isimlerle, yani çağdaş tarihin kah
ramanlarıyla "özdeşleşmek" oldukça güçleşmektedir.53 Bu kita
bın Fransa'da basılması sırasında Fransa Cumhurbaşkanı olan
Giscard d'Estaing’in vatandaşlarına bir hayat amacı olarak
önerdiği "Almanya'yı yakalama" ya kendini adamak kesin
likle heyecanlandırıcı değildir. Ancak o zaman da bu yine,
tam olarak bir hayat amacı değildir. Her bireyin bireysel yete
neğine bağlıdır. Her bireye kendisine göndermede bulundur-
tulur. Ve her birimiz yine de kendi benimizin pek bir şey
54. Bu konu Robert Musil'de merkezi bir tema olmaktadır, Der Mann ohne
Eigenschaften, Hamburg, Rowolt, 1952). Serbest bir yorumda, J. Bouve-
resse bu, 'ben'in "terkedilişi" temasının yirminci yüzyılın başında Mach'ın
epistemolojisiyle birlikte ortaya çıkan "bunalımıyla" olan yakınlığının
altını çizmekte, bunun için şu kanıtı ileri sürmektedir:"Özelde bilimin
verili durumunda, bir insan yalnızca başkalarının onun ne olduğu ve bu
oluşuyla yaptığı şeyle belirlenmektedir... Dünya, yaşanılan olayların
insandan bağımsızlık kazandığı bir dünyadır... Olanın herhangi birisine
ilişkisi olmaksızın ve herhangi birinin sorumluluğunda bulunmaksızın
olduğu bir oluş dünyasıdır" ("La problématique dans du sujet dans L'Homme
sans qualités", Noroit (Arras) 234 ve 235 Ekim 1978 ve Ocak 1979);
yayımlanan metin yazar tarafından gözden geçirilmemiştir.
55. Jean Baudrillard, A l'ombre des majorities silencieuses, ou la fin du so
cial (Fonterassous-bois: Cahiers Utopie. 4, 1978.
56. Bu sistem teorisinin sözlüğüdür. Örnek olarak bkz. "La Nouvelle Res
ponsabilité": "Sibernetik anlamda toplumu bir sistem olarak düşünün, bu
sistem, mesajların uzlaştığı ve yeniden dağıtıldığı bölünmelerle kesişen
bir iletişimdir..."
43
oyunu etkilerine yönelik hareketliliği (dil oyunları yani bütün
söylemek istediğimiz) hoşgörülebilir, hiç olmazsa belirli sınır
lar içerisinde (ancak sınırlar belirsizdir): Bu hareketlilik düzen
leyici mekanizmalar, özelde de sistemin kendi işlerliğini geliş
tirmek üzere deruhte ettiği kendine yönelik düzenlemeler ta
rafından taleb edilmektedir. Hatta sistemin kendi entropisiyle
savaştığı ölçüde bu türden hareketleri cesaretlendirebileceği ve
cesaretlendirmesi gerektiği söylenebilir; beklenmedik bir "ha
reketin" yeniliği, eşler grubunun ya da bir eşin karşılıklı yer
değiştirmesiyle, sistemin sonsuza dek talep edip tükettiği çoğa
lan işlersellikle onu besleyebilir.57
Şimdi hangi bakış açısından dil oyunlarını benim genel
metodolojik yaklaşımım olarak seçtiğim açığa çıkmış olmalıdır.
Açık bir sorun olarak kalacak, bu nitelikteki toplumsal ilişkile
rin bütünlüğünü iddia etmiyorum. Ancak dil oyunlarının, top
lumun varolması için gerekli en küçük ilişki olduğuna müra
caat etmek bile gereksiz: doğmadan önce bile, yalnızca kendi
sine verilen ad dolayısıyla, çocuk etrafındakiler tarafından
oluşturulan öyküde zaten gönderilen olarak konumlandırılmış-
tır. Çocuk kaçınılmaz olarak bu öyküye karşı kendi yolunu çi
zecektir.58 Ya da çok daha basit olarak, bir sorun olarak dur
duğu sürece, toplumsal bağ sorununun kendisi bir dil oyunu,
bir uğraşı oyunudur, dolaysız olarak alıcı ve gönderilen kadar
soran kişiyi de konumlandırır: o zaten toplumsal bağdır.
59. Bkz Michel Serres'in çalışması, özellikle, Hermes I-IV (Paris, Editions
de Minuit, 1969-77).
45
ren mesajlar tarafından yersiz de bırakılmaktadırlar. Kendi
siyle ilgili bir "hareket" gerçekleştirildiğinde, dil oyununda ta
raf olan eş, sadece alıcı ve gönderilen değil aynı zamanda
gönderici olarak da kapasitesini etkileyen bir tür değişime, bir
"yer değiştirmeye" maruz kalır. Bu "hareketler" zorunlu olarak
"karşı hareketleri" doğurur ve herkes bir karşı-hareketin "iyi"
bir hareket değil tepkisel olduğunu bilir. Tepkisel karşı-hare-
ketler, karşıtın stratejisindeki programlanmış etkilerinden
daha fazla bir şey değildir; onun elinde oynarlar ve böylece
güç dengesi üzerinde bir etkileri yoktur. Bu da oyunlardaki
yer değiştirmeyi çoğaltmanın ve hatta yönelimini bozmanın,
beklenmedik bir "hareket" (yeni bir önerme) oluşturacak
biçimdeki önemini vermektedir.
Biz toplumsal ilişkileri bu biçimde anlamak istiyorsak, seç
tiğimiz ölçüt ne olursa olsun, gereken sadece bir iletişim teorisi
değil, agonistiği kurucu bir ilke olarak kabul eden bir oyunlar
teorisidir. Bu bağlamda, yeniliğin asıl öğesinin sadece "keş
fetme" olmadığını görmek kolay olacaktır. Bu yaklaşım için
destek, dil bilimci ve dil felsefecilerine ilave olarak, çağdaş bir
çok sosyologun çalışmalarında da bulunabilir.60
Toplumsal olanın esnek dil oyunları şebekesine "atomize
edilmesi", bürokratik felçle bağlanmış olarak ele alınan61 mo
dern gerçeklikten fazla uzaklaşmış gözükebilir. Hiç olmazsa
bazı kurumların ağırlığının oyunlarda sınırlar koyması ve
böylece oyuncuların hareketlerini yaparken yeniliklerini sınır-
62. Bkz.H.P. Grice, "Logic and Conservation” in Peter Cole and Jeremy
Morgan eds, Speech Acts III, Syntax and Semantics (New York, Academic
Press, 1975), ss. 59-82.
63. Soruna fenomenolojik bir yaklaşım için bkz. Maurice Merleau-Ponty,
Resumes de cours, ed. Claude Lefort (Paris, Gallimard, 1968). Psiko-sosyo-
47
dileri dil stratejilerinin geçici sonuçlan ve aşamalarıdır. Örnek:
Üniversite dil deneyleri için bir yere sahip midir (poetik)? Ka
bine toplantısında hikaye anlatabilir misiniz? Cevaplar açıktır:
evet, eğer üniversite yaratıcı workshoplar açarsa; evet, eğer,
eski kurumun sınırları ortadan kalktıysa.64 Karşılık olarak, sı
nırların oyun içerisinde bir parça olmaktan uzaklaştıklarında,
sadece durağanlaştıkları söylenebilir. Bu, sanırım, çağdaş bilgi
kurumuna uygun yaklaşımdır.
49
da yanlışlığı açıklanabilen bir önermeler kümesidir.65 Bilim,
öğrenmenin bir altkümesidir. O da düzanlamsal önermelerden
ibarettir, ancak bunların kabul edilebilirliği için iki destekle
yici şart ileri sürmektedir: Bunların göndermede bulunduğu
nesnelerin tekrarlanılan girişinin elde edilebilir olması, bir
başka deyişle, açık gözlem şartlarında elde edilebilir olmaları;
ve verili bir önermenin uzmanlar tarafından geçerli olarak de
ğerlendirilen dille nüfuzunun mümkün olup olmadığına karar
verilmesi.66
Bununla birlikte bilgi kavramıyla kastedilen sadece bir
düzanlamsal önermeler kümesi değil, bundan ötede bir
şeydir, "nasıl yapılacağını bilme", "nasıl yaşanacağını bilme"
ve "nasıl dinlenileceğini bilme" düşüncelerini de içermektedir
(savoir-faire, savoir-vivre, savoir-ecouter). O zaman bilgi, bir ses ya
da rengin güzelliği (görsel ve işitsel duyarlılık), adalet
ve/veya mutlulukla (etik bilgelik) ve yeterlilik (teknik nitel
leştirme) ölçütlerinin uygulanması ve belirlenimine uzanarak,
hakikatin yalın belirlenimi ve uygulanımının ötesine giden
bir ehliyet sorunudur. Bu biçimde anlaşıldığında, bilgi her-
53
veya mesleki grup temelinde belirli kategorilere irca etmeyi
kastetmiyorum. Yaptığım popüler anlatıların kendilerine içkin
olan pragmatiği ortaya koymaktır. Sözgelimi bir Cashinahua77
hikaye-anlatıcısı anlatılamaya daima belirli bir formülle baş
lamaktadır: "İşte şunun hikayesi -her zaman söylenildiğini
duyduğum gibi. Size onu kendi üslubumla anlatacağım. Din
leyin". Aynı kişi hikayeyi yine değiştirilemez bir formülle
sona erdirir: "İşte bu hikayenin sonu. Bu hikayeyi size söyle
yen insan şudur (bir Cashinahua ismi) ya da Beyazlara söyle
yen adam şudur (bir İspanyol veya Portekiz ismi)."78
Bu çifte pragmatik eğitimin çabuk bir analizi şunları ortaya
çıkarmaktadır: Anlatılayıcının hikayeyi söylemek için başvur
duğu ehliyet iddiası, hikayeyi kendisinin işittiği olgusudur.
Varolan dinleyiciler aynı otoriteye dinlenme yoluyla gizil bir
giriş elde ederler. Yine anlatının sadık bir aktarım olduğu id
dia edilmekte (hatta anlatısal işlerliğin yüksek düzeyde yeni
likçi olması durumunda bile) ve "sonsuza kadar” söylenmekte
dir. Dolayısıyla kahramanın, bir Cashinahualı, kendisi de bir
zamanlar dinleyiciydi (anlatılanan), belki de gerçekten aynı
hikayenin bir anlatılayıcısı. Ortamın bu benzerliği varolan an-
latılayıcının, ondan öncekinin olduğu gibi bir anlatının kah
ramanı olabilme ihtimaline izin vermektedir. Gerçekte, o zo
runlu olarak böyle bir kahramandır, çünkü anlatılamasının so
nuna düşürülen bir isim taşımaktadır. Bu isim ona, Cashina-
hualar arasında atalığın vazedilmesini meşrulaştıran ilke ko
yucu anlatıyla uygunluk içerisinde verilmiştir.
Bu örnekle izah edilen pragmatik kural, tabiatıyla evren
selleştirilemez.79 Ancak genellikle, geleneksel bilginin özelliği
77. Andre M. d'Ans, Le Dit des vrais hommes (Paris, Union Generale d'E-
ition, 1978).
78 Ibid, s.7.
79. Burada kavramdan, anlatıların geçişini kuşatan pragmatik
"etiketinden" dolayı yararlanıyorum; antropologlar büyük bir dikkatle
54
olarak kabul edilen şeye dair bir işaret verir. Anlatı "konum
ları" (gönderici, alıcı, kahraman) öyle örgütlenmiştir ki gönde
ren konumunu işgal etme hakkı şu çifte temellendirmeyi kap
samaktadır: önceki bir anlatı, taşınılan bir ad dolayısıyla ken
disinin hesaba katılması ve alıcının konumun işgal etmesi ol
gusu üzerine temellenmiştir; başka bir deyişle diğer anlatısal
olayların anlatısal göndericisi olarak konumlandırılmış olması
üzerine. Bu anlatılamalar tarafından aktarılan bilgi herhangi
bir şekilde beyan ediş işlevleriyle sınırlandırılmamıştır. Bu
bilgi tek bir darbede işitilmek için ne söylenmesi, konuşmak
için, ne dinlenilmesi ve bir anlatının nesnesi olmak için anlatı-
sal gerçeklik sahnesinde hangi rolün oynanılması gerektiğini
belirler.80
Böylece bu bilgi biçimine ait konuşma edimleri81 sadece
konuşan tarafından değil fakat aynı zamanda dinleyici tarafın
dan da işler kılınmaktadır —kendisine gönderme yapılan
üçüncü taraf kadar. Böylesi bir aygıttan ortaya çıkan bilgi be
nim "gelişmiş" bilgi diye adlandırdığımla karşılaştırıldığında
"yoğunlaştırılmış" gözükebilir. Bizim örneğimiz açıkça bir an-
latısal geleneğin aynı zaman da üç boyutlu bir ehliyeti tanım
layan ölçütlerin geleneği olduğunu göstermektedir. Bu ehliyet
alanları, "nasıl yapılacağını bilmek","nasıl konuşulacağını bil
mek" ve "nasıl dinleyeceğini bilmek" (savoir-faire, savoir-dire, sa-
voir-entendre), topluluğun kendisi ve çevresiyle varolan ilişki
lerin gerçekleştirildiği alanlardır. Bu anlatılarla aktarılan, top
lumsal bağı oluşturan pragmatik kuralların kümesidir.
Dikkatli bir incelemeyi hakeden anlatısal bilginin dör
düncü özelliği zaman üzerindeki etkisidir. Anlatısal form bir
82. Ritmi bozan ve oluşturan ölçü ve aksan arasındaki ilişki Hegel'in spe
külasyon üzerindeki düşüncesinin merkezini teşkil eder. Bkz, Phenomolo-
gie des Geistes'in önsözündeki dördüncü kısım.
83. André M. d'Ans'a bu bilgiyi verdiğinden ötürü teşekkür etmek isterim.
84. Daniel Charles, Le Temps de la voix (Paris, Delarge, 1978)'deki analiz
leri ve Dominique Avron'un L'Appareil musical (Paris, Union Générale, d'E-
dition, 1978).
56
rilmesi ve ölçütlerin biçimlenmesinin işlevleri arasında bir uy
gunluk olmalıdır. Kurguyu basitleştirme yoluyla, bütün bek
lentilere karşı anlatıyı anahtar bir ehliyet formu olarak alan bir
birlikteliğin kendi geçmişini hatırlama ihtiyacı duymadığını
varsayabiliriz. Kendi katı materyalini toplumsal bağı için, sa
dece değerlendirdiği anlatıların anlamında değil, aynı za
manda bunları seslendirme ediminde de bulan bir birliktelik.
Anlatıların gönderimi geçmişe ait gözükebilir, ancak gerçekte
her zaman inşat (okuma) edimiyle çağdaştır. Görüntülerinin
her birinin "işittim" ve "işiteceksiniz" arasındaki uzam ikamet
eyleyen geçici zamansallıkta teşrifatçılık yaptığı çağdaş bir
edimdir.
Bu tür anlatılamanın pragmatik merasimi hakkındaki
önemli şey, anlatının görünümlerinin her birinin özdeşliğini
önceden bildirmesidir. Bu gerçekte böyle olmayabilir ve sık
lıkla değildir de. Öyleyse kendimiz bu etiketin telkin ettiği
açıdaki korku ya da hümora kapalı tutmamalıyız. Buradaki
olgu, vurgulananın bir işlerliğin aksandaki farklılıkları değil,
anlatısal görünümlerin ölçülü vuruşudur. Bu anlamda, geçici
liğin bu kipinin eşzamanlı olarak ezberlenemez ve hatırlana-
mayacak kadar eski olduğu söylenebilir.85
Nihayet anlatısal biçime öncelik veren bir toplum artık,
kendi geçmişini hatırlamak zorunda kalmaktan dolayı anlatıla
rını resmileştirecek özel işlemlere kuşkusuz ihtiyaç duyma
maktadır. Böyle bir kültürü, ilkin anlatılayıcının konumunu,
ona anlatısal pragmatikte ayrıcalıklı bir statü vermek için ayır-
deden, sonra, böylece anlatılananlar ve anlatı sanatından ko
partılan anlatılayıcının neyi değerlendirdiğini, hangi hakla
değerlendirmek zorunda kalacağını sorgulayan ve sonuçta
kendi kişisel meşrulaştırmasının analizini ya da hatırlamasını
58
7. BİLİMSEL BİLGİNİN PRAGMATİĞİ
95. krş. çocukların ilk bilim derslerine olan tavırları ya da yerlilerin etno
logun açıklamalarını yorumlama biçimleri.
96. Bu Melraux'un Clastres'i yorumlama nedenidir: "İlkel bir toplumu ça
lışmaya muktedir olmanın kendisi zaten biraz bozulmuş durumdadır. Ger
çekte, yerli kendi toplumunu etnologun gözleriyle görmeye muktedir, ku-
rumlarının işlevselleşmesini, bunların meşruluğundan önce sorgulamaya
yeterli olmalıdır. Ache kabilesiyle ilgili çalışmasındaki başarısızlığı üze
rine Clastres şöyle bir sonuca varmaktadır: "Ache kabilesi istemedikleri
hediyeleri kabul etmelerine rağmen, aynı zamanda diyalog kurmaya
yönelik girişimleri reddettiler. Çünkü buna ihtiyaç duymayacak kadar
güçlüydüler: Onlar hastalandığında biz konuşmaya başlayacaktık"
(zikreden M. Carty in "Pierre Clastres“, Libre 4 (1978).
65
lerden ibaret, adetler, otorite, önyargı, cehalet, ideoloji. Anlatı
lar, masallar, mitler, efsaneler olarak yalnızca kadınlar ve ço
cuklar için uygundur. En iyisi, bu karanlıkçılığı (obscurantism)
medenileştirmek, eğitmek ve geliştirmek için ışık tutmaktır.
Bu eşitsiz ilişki her oyuna özgü kuralların içsel bir etkisi
dir. Bunu bütün semptomlarıyla biliyoruz. O, Batı medeniyeti
nin doğuşundan başlayan kültür emperyalizminin bütün tari
hidir. Kendisini diğer bütün emperyalizm biçimlerinden ayır-
deden özel vurgusunu kavramak önemli, çünkü meşrulaştır-
maya yönelik bir talep tarafından idare edilmektedir.
8. ANLATISAL İŞLEV
VE BİLGİNİN MEŞRULAŞTIRILMASI
67
mülakat verdiklerinde ne yaparlar? Gerçekte tamamiyle epik
olmayan bir bilgi epiği sunarlar. Anlatısal oyunun kurallarıyla
oynarlar; etkisi sadece medyanın kullanıcıları üzerinde değil
bilim adamlarının duygularında da müessir kalmaktadır. Bu
olgu ne geçicidir ne de görüntüye aittir: Bilimsel bilginin "po
püler" bilgiye ya da ondan ne kalmışsa onunla ilişkisine bağ
lıdır. Devlet bilimin kendisini bir epik olmaktan kurtarması
için büyük para sarfeder, oysa devletin kendi güvenilirliği,
karar vericilerinin ihtiyaç duyduğu kanıtsal onayı elde etmek
için kullandığı bu epiğe dayalıdır.97
Anlatıya başvurmanın, hiç olmazsa bilimin dil oyununun
önermelerinin doğru olmasını arzu ettiği ancak kendinde bun
ları meşrulaştıracak kaynaklara sahip olmaması derecesinde
kaçınılmaz olduğu anlaşılabilirdir. Eğer olay buysa, yukarıda
özetlenildiği gibi, hatırlatmaya ya da yansıtmaya (tarihilik ve
aksan ihtiyacı) değil fakat aksine unutmaya yönelik bir ihtiyaç
(ölçü ihtiyacı) olarak anlaşılan tarih kavramına giderilemez bir
biçimde ihtiyaç duyulduğunu kabul etmek zorunludur (Bkz.
Bölüm 6).
Bizler kendimizi beklemekteyiz. Ancak hareket ettikçe,
meşrulaştırma sorunu için bulunmakta olan açıkça modası geç
miş çözümlerin ilke olarak değil ancak ifade edilme biçimle
rinde modası geçmiş olduğunu aklımızda tutmalıyız. Eğer bu
güne kadar değişik biçimlerde direnebildiklerini görürsek şa
şırmamalıyız. Şu anda kendimizi bilimsel bilginin Batıdaki
konumunu açığa çıkarmak üzere onun bir anlatısını seslen
dirme ihtiyacıyla yükümlü hissetmiyor muyuz?
Bilimin yeni dil oyunu kendisini meşrulaştırma sorununu
daha başlangıçta Platon'da ortaya konulmuştu. Burası Diyalog-
102. Pierre Duhem, Essai sur le notion de théorie physique de Platon à Gali-
71
Burada "halk"tan ne kastedildiği geleneksel anlatısal bil
gide imâ edildiğinden bütünüyle farklıdır. Gördüğümüz gibi,
bu anlatısal bilgi kurumsallaştırıcı müzakereye gerek
duymaktadır, birikimli ilerleme ya da evrenselliğe ilişkin bir
hak talebine değil. Oysa bunlar bilimsel bilginin işleticileridir.
Yeni meşrulaştırım sürecinin "halktan gelen" temsilcilerinin
aynı zamanda etkin bir biçimde halkların geleneksel bilgisini
tahrip etmeye katılmaları kesinlikle şaşırtıcı değildir. Bu
durum, azınlıklar ve gizil ayrılıkçı hareketler yalnızca
obskürantizmi yaymaya itildiklerinden bu noktadan daha ile
ride algılanmaktadır.103
Bu zorunlu olarak soyut öznenin gerçek varlığının, bu öz
nenin düşünmek ve karar vermekle yükümlü kılındığını ve
devletin bir kısmını ya da bütününü oluşturan kurumlara
bağlı olduğunu da görebiliriz. Bu özne soyuttur çünkü özgül
olarak bilgi öznesi paradigması ve doğruluk-değerleriyle dü
zanlamsal önermeleri gönderen-alan bir öznedir. Öte yandan
Devlet sorunu içsel olarak bilimsel bilgi sorunuyla kaynaşmış
olmaktadır.
Ancak bu içiçe geçmenin çok boyutlu olduğu da açıktır.
"Halk" (millet ya da insanlık) ve özellikle halkın kurumları
bilmeye doymazlar -yasalar üretirler. Norm konumuna sahip
buyurucular formüle ederler.104 Sadece neyin doğru olduğuna
ilişkin ifadeler söylenimler değil, adalete yönelik hak iddi
asında bulunan buyurucu önermeler açısından da ehliyetlerini
sınarlar. Söylendiği gibi, anlatısal bilgiyi niteleyen, bu bilgiye
73
9. BİLGİNİN MEŞRULAŞTIRILMASININ
ANLATILARI
113. Touraine nakilde yer alan çelişkileri analiz etmiştir: Université et so
ciété aux Etats-Unis (Paris, Seuil, 1972), ss. 32-40.
114. Bu, Robert Nisbet'in sonuçlarında bile vardır. The Dégradation of the
Academic Dogma (London, Heinemman, 1971).
keye müracaat etmektedir.115 Bu bakış açısından, bilgi ilkin
kendisinde varolan meşruluğu bulmaktadır. Devlet ve toplu
mun ne olduğunu söylemekle yükümlü kılınan şey bilgidir.
Ancak bilgi bu rolü, düzeyleri değiştirerek ve gönderilenin
(tabiat, toplum ve Devlet) pozitif bilgisi olmayı azaltarak ve
buna ilaveten, gönderilenin bilgisinin bilgisi yani spekülatif
olmasıyla yerine getirebilir. "Hayat" ve "Ruh'un adına, bilgi
kendisini adlandırmaktadır.
Spekülatif aygıtın bu kaydedilmeye değer sonucu her
mümkün gönderilen hakkındaki öğrenim söylemlerinin hepsi
nin dolaysız doğruluk-değerlerinin bakış açısından değil, Ru
hun ya da Tinin yolunda belirli bir yeri işgal etmeleri aracılı
ğıyla ya da eğer tercih edilirse, spekülatif söylem tarafından
tafsil edilen Ansiklopedi'deki belirli bir konum çerçevesinde ele
alınmaktadır. Bu söylem kendisi için ne bildiğini açıklama
yani kendini ortaya koyma sürecinde bunları zikretmektedir.
Bu bakımdan doğru bilgi her zaman dolaylı bilgidir, bir özne
nin metaanlatısına katılan kaydedilmiş önermelerden mürek
keptir. Özne bu önermelerin meşruluğunu garanti etmektedir.
Aynı şey söylemin bir öğrenme söylemi olmaması duru
munda bile her söylem çeşitlemesine uygulanabilir, örnekler
hukuk ve Devlet söylemidir.116 Çağdaş yorumsamacı söylem,
bilinmesi gereken bir anlam bulunduğunu garanti eden ve
öylece meşruluğunu tarih üzerinde müzakere eden (özellikle
öğrenim tarihinde) bu varsayımdan doğmuştur. Önermeler
kendi otonimlerinde ele alınmışlar117 ve kendilerini karşılıklı
118. İlkesi hiç olmazsa aşkın etik konularında Kantçıdır, bkz. Kritik der
Reinen Vernuft. Siyaset ve empirik etiğe gelindiğinde, Kant daha basiretli
dir. Hiç kimse kendisini aşkın normatif özneyle özdeşleştiremeyeceğinden,
teorik olarak varolan otoriteyle uzlaşmak daha uygundur. Bkz. "Antwort an
der Frage: 'Was ist "Aufklarung?" (1784) .
ancak önemli olan daha da ileri giderek "en düşük ücret şu dü
zeyde tutulmalıdır" ya da "kürtaj yasaklanmalıdır" gibi adalete
ilişkin ifadeleri meşrulaştırmaktır. Bu bağlamda pozitif bilgi
nin oynayabileceği tek rol, pratik özneyi içerisinde buyurma
nın yerine getirilişinin kaydedildiği gerçeklik hakkında en-
forme etmektir. Özneye yerine getirilebilir ya da yapılması
mümkün olanı belirlemeye izin vermektedir. Ancak ne ya
pılması gerektiği pozitif bilginin saltgörüş alanı içerisinde de
ğildir. Herhangi bir şeyi deruhte etmek mümkün de olabile
cektir adilane de. Bilgi artık özne değil, öznenin hizmetinde
dir. Bilginin yegane meşruluğu, korkunç olmakla birlikte ah
lakın gerçeklik olmasına izin vermesi olgusu dolayısıyladır.
Bu da bilginin topluma ve Devlete, ilke olarak araçların
amaca ilişkisi anlamına gelen ilişkisini başlatmaktadır. Ancak
bilim adamları eğer Devletin siyasetinin, bir başka deyişle
devletin bütün buyruklarının doğru olduğunu hükmüne va
rırlarsa, işbirliği yapmalıdırlar. Eğer kendilerinin de üyesi bu
lundukları sivil toplumun Devlet tarafından kötü bir şekilde
temsil edildiğini hissederlerse, Devletin buyruklarını redde
debilirler. Bu meşrulaştırma biçimi bilim adamlarına, adaletsiz
olarak, bir başka deyişle gerçek bir özerklikte temellenmemiş
olarak pratik insan özneleri olarak politik güce verdikleri des
teği geri çekmelerini sağlayacak bir güç vermektedir. Hatta bi
lim adamları gerçekte böyle bir özerkliğin toplumda gerçek
leşmediğini göstermek üzere uzmanlıklarını kullanma yoluna
bile gidebilirler. Bu da bilginin eleştirel işlevini oluşturmakta
dır. Ancak bilginin pratik özne ya da özerk kollektiflik tara
fından öngörülen amaçlara hizmet etme dışında nihai bir meş
ruluğu olmaması olgusu bakidir.119
XI
10. MEŞRULUK GİDERİMİ
125. Nietzsche, "Der Europäische Nihilismus" (MS.N VII 3); "der Nihilism,
ein normaler zustand" (MS. N W II 3); "Kritik der Nihilism" (MS. W VII 3);
"zum plane" (MS. N V II I) in NietzschesWerke Kritsche Gesamtausgabe,
vol. 7, pts. 1 ve 2 (1887-89) (Berlin, De Gruyter, 1970). Bu metinler bir
yorumlamanın nesnesi olmuşlardır; bkz. K. Ryjik, Nietzsche, le manuscrit
de Lenzer Heide (çoğaltma, Üniversite de Paris VIII-Vincennes).
88
rilmesini garanti etmektedirler. Bu Nietzsche'nin içinde bulun
duğu ve lanetlediği bir durumdur.126
Diğer meşrulaştırma sürecine içkin olan çöküşün gizilgücü,
Aufklärung'dan (Aydınlanma) kaynaklanan özgürleşim aygıtı
spekülatif söylem içerisindeki bir çalışmadan daha az yoğun
değildir, ama farklı bir boyuta dokunmaktadır. Ayırdedici
özelliği, bilim ve hakikatin meşrulaştırılmasını, ahlaki, top
lumsal ve politik praksisde içerilen muhatapların özerkliğinde
temellendirmesidir. Gördüğümüz gibi, bu meşrulaştırma bi
çimiyle ilgili dolaysız sorunlar vardır: pratik değerli buyurucu
bir önerme ile bilişsel değerli düzanlamsal bir önerme arasın
daki fark bir liyakat, dolayısıyla ehliyet farkıdır. Eğer gerçek
bir durumu betimleyen önerme doğruysa, onun üzerinde te
mellenmiş bir buyurucu önermenin (gerçekliği zorunlu olarak
düzenlemenin bir etkisi) uygun olmasını gerektirecek bir şey
yoktur. Örnek olarak kapalı bir kapıyı alınız. "Kapı kapalıdır"
ve "kapıyı aç" arasında, tasarımsal mantıkta tanımlandığı gibi
bir ardıllık ilişkisi yoktur. İki önerme farklı türden liyakat ve
ehliyet alanını tanımlayan iki özerk kurallar kümesine aittir.
Burada aklı bir taraftan bilişsel ya da teorik, diğer taraftan pra
tik akıl olarak bölmenin etkisi bilim söyleminin meşruluğuna
saldırıda bulunmaktadır. Doğrudan değil ancak dolaylı olarak,
dil oyununun kendi kurallarıyla (Kant'ta bilginin a priori ko
şullarını veren bir ilk bakış) var-olduğu ve praxis oyununu
denetleyecek özel bir çağrıda bulunmadığını (bu sebepten es
tetik oyunu için de) göstererek. Böylece bilim oyunu diğerle
riyle bir dengeye sokulmaktadır.
Eğer bu "meşruluk giderimi" en küçük zerresinde araştırı
lır ve alanı (Wittgenstein, Martin Buber ve Emmanuel Levinas-
127. Martin Buber, lch und Du (Berlin, Schocken Verlag, 1922) ve Dialo-
gisches Leben (Zürich, Müller, 1947); Emmanuel Lèvinas, Totalité et Infi
nité (La Haye, Nijhoff, 1961).
128. Philosophical investigations, s. 8.
129. Ibid.
130. Ibid.
90
kodların dili ve fonolojik yapıların grafiklerini de ekleyebili
riz.
Bu tomurcuklanmanın kötümser bir izlenimini de verebili
riz: Bu dillerin hepsini konuşan bir kimse yoktur, evrensel bir
metadile sahip değillerdir; sistem-özne tasarımı bir başarısız
lıktır; özgürleşme hedefinin bilimle alıp vereceği hiç bir şey
yoktur; hepimiz öğrenimin bu veya şu disiplinindeki poziti
vizme batmış durumdayız; gerçek alimler bilim adamlarına
dönüşmüşlerdir; araştırmanın küçültülen görevleri birbirlerin
den ayrılmışlardır ve bunların hepsine birden hükmedile-
mez.131 Spekülatif ya da hümanistik felsefe, bu türden işlevle
rini yerine getirmekte ısrar ettiği her yerde felsefenin neden
böylesi bir bunalımla karşılaştığını açıklayan meşrulaştırım
görevlerinden ayrılmaya zorlanmış132 ve mantık sistemleri in
celemesi ya da düşünceler tarihi gibi felsefenin bunlara teslim
olmasını gerektirecek kadar gerçekçi olduğu özelliklere indir
genmiştir.133
134. Bkz. Allan Janik and Stephan Toulmin, Wittenstein's Vienna (New
York, Simon and Schuster, 1973) ve J. Piel, ed., ''Vienne début d'un siècle",
Critique, 339-40 (1975).
135. Bkz. Jürgen Habermas, "Dogmatismus, Vernunft unt Entscheidung-Zu
Theorie und praxis der Werwis wissenschaftlichen Zivilisation" (1963), in
Theorie und Praxis.
136. "Bilim kendi sakalına gülümsüyor" Musil'in Niteliksiz Adam romanı
nın 72. bölümünün başlığıdır. Zikreden ve tartışan, J. Bouveresse, "La
Problémetique du sujet" (not 54).
11. ARAŞTIRMA
VE İŞLERSELLİK MEŞRULAŞTIRMASI
155. Bunun çarpıcı bir örneği, amatör radyoların izafiyet teorisinin belirli
göstergelerini doğrulamak üzere kullanılışıdır; konu M.J. Mulkay and D.O.
Edge tarafından çalıştırılmıştır: "Cognitive, Technical and Social Factors
in the Growth of Radio-Astronomy", Social Science Information 12, no. 6
(1973): 25-61.
156. Mulkay, bilimsel bilgi ve teknolojinin göreli bağımsızlığının esnek
99
Kapitalizm bilimsel araştırma sorununu kendi özel yo
lunda çözmektedir. İlkin ve öncelikle araştırmayı "teknolojik"
uygulamaya yönelten işlersellik ve ticarileştirme talepleriyle
özel şirketlerdeki araştırma bölümlerini finanse ederek doğru
dan; dolaylı olarak da program harcamalarını, çalışmanın so
nuçları üzerinde dolaysız bir dönüş beklentisi olmaksızın üni
versite bölümlerine, araştırma laboratuarlarına ve bağımsız
araştırma gruplarına, tahsis ederek, özel, devlet ve karma-
sektör araştırma kurumları yaratarak.157 Bunun yapılmasının
arkasındaki teori, araştırmanın hayati ve böylelikle yüksek
derecede kâr getirebilir bir yeniliği güçlendirme ihtimalini
çoğaltmak için belirli bir zaman diliminin kaybı pahasına fi
nanse edilmesinin gerektiğidir.158 Millî-devletler özellikle
106
Tasarlandığı şey, sistemi, kurumları tarafından gereksinen
pragmatik konumlardaki rollerini kabul edilebilir bir şekilde
yerine getirmeye muktedir oyuncularla desteklemektir.165
Yüksek öğrenimin amaçları işlevselse, alıcısı ne olmakta
dır? Öğrenci zaten değişmiştir ve kesinlikle daha çok değişe
cektir: "Özgürleşim çerçevesinde anlaşılan en büyük toplumsal
ilerleme göreviyle az ya da çok ilgili '‘liberal elit"den gelme
mektedir artık.166 Bu anlamda "demokratik" üniversite (giriş
gereklilikleri olmayan, öğrenci başına ücret toplandığında bile
topluma ve öğrenciye aza malolan ve yüksek kayıt oranı bu
lunan)167 Özgürleşimci hümanist ilkeler etrafında modelleşti-
rilmesine rağmen, bugün işlerlik yolunda çok az şey sunmak
tadır.168 Gerçekte yüksek eğitim, yeni kullanıcılarından kay-
180. Anatol Rapoport, Fights Games, and Debates (ann Arbor: University
of Michigan Press, 1960).
181. Bu Mulkay'ın Branşlaşma modelidir (bkz. not 156). Gilles Deleuze
Logique du sens (Paris, PUF, 1968) ve Différence et répétition (Paris, PUF,
1968) başlıklı kitaplarında dizilerin kesişmesi çerçevesinde olayları analiz
etmiştir.
182. Zaman dinamikteki güç faktörünün belirlenmesinde bir değişkendir.
Bkz.Paul Virilio, Vitesse et politique (Paris, Galilee, 1976).
113
geliştirilmekte birlikte, bu istikamette hareket ediyor gözük
mektedir. Bunun üniversitelerin feodalizmine karşı ayaklanma
olduğunu söylemektedirler, bundan daha fazlasına karşı ayak-
lanılmıştır oysa.
Humboldt'un Üniversite modelinde her bilim düşünce
tarafından zenginleştirilen bir sistem içerisinde kendi yerine
sahiptir. Bir bilimin diğerinin alanına yönelik güçlenmesi sa
dece düzensizlik ve sistemde bir "gürültüye" yol açacaktır. İş
birliği sadece düşünce düzeyinde ve filozofların kafasında yer
alabilir.
Bir disiplinler arası yaklaşım düşüncesi meşruluğun gide
rilmesi çağma ve onun güçlenen ampirizmine özgüdür. Bil
giye yönelik ilişki, insanlığın özgürleşimi veya tinin hayatının
gerçekleşmesi çerçevesinde değil, karmaşık bir kavramsal ve
maddi makina aygıtının kullanıcıları ve bunun işlerlik yeterli
liklerinden kâr elde edenler çerçevesinde eklemlenmektedir.
Bunların içerisinde nihai amacın ifade edileceği ve sözkonusu
mekanizmanın doğru kullanılacağı bir metadil ve metaanla-
tıya yer yoktur. Ancak işlerliğini geliştirecek beyin fırtınasına
sahiptirler.
Ekip çalışmasına yönelik vurgu, bilgide işlersellik ölçütü
nün üstünlüğüyle ilgili kılınmaktadır. Hakikati söylemeye ya
da adaleti buyurmaya geldiğinde, rakamlar anlamsızdır. Eğer
adalet ve hakikat başarı olasılığı çerçevesinde düşünülürse, bir
fark yapabilirler. Genelde, ekip çalışması, toplum bilimciler ta
rafından çok önceden ayrıntılandırılmış belirli şartlar altında
yapılırsa işlerliği geliştirmektedir.183 Özelde, takım çalışması
nın bilhassa verili bir modelin alanı içerisindeki işlerselliğin
geliştirilmesinde, belirli bir görevin tamamlanmasında başarılı
olduğu görülmektedir. Yararları, yeni modelleri "imgelemeye"
yönelik bir ihtiyaç duyulduğunda, başka bir deyişle kavram-
116
13. KARARSIZLIKLARIN ARAŞTIRILMASI
OLARAK POSTMODERN BİLİM
117
bir yol.185
Bu, pozitivist verimlilik "felsefesidir". Bu felsefeye karşı
olarak nihai meşrulaştırma tartışmasını kolaylaştıracak bir yı
ğın önemli örneği kanıt olarak belirteceğim. Kısaca söylemek
gerekirse, amaç, bir kaç örnek esasında, postmodern bilimsel
bilginin pragmatiğinin kendiliğinden işlersellik araştırması
için çok az bir yakınlığı olduğunu göstermektir.
Bilim, verimlilik pozitivizmi tarafından geliştirilmez. Tersi
doğrudur: araştırma anlamında bir kanıt ya da karşı-örnekle-
rin, bir başka deyişle kavranılamaz olanın "keşfedilmesi" üze
rine çalışma, bir "paradoks" arama anlamına gelen bir iddiayı
destekleme ve bu iddiayı uslamlama oyunlarındaki yeni ku
rallarla meşrulaştırma. Bu durumların hiç birisinde verimlilik
kendi hatırına aranmamıştır; bağışta bulunanların sonuçta
olaydan bir çıkar elde etmeye karar verdiklerinde186 fazladan
bir etken olarak ve bazen gecikmiş olarak gelmektedir. Her
yeni gözlem, önerme, hipotez ve teoriyle gelmeyi hiç bir za
man başaramayan meşruluk sorunudur. Felsefe bu bilim soru
sunu sormadığından, bilim bu soruyu kendisi sormaktadır.
185. Solla Price, Little Science, Big Science (not 131). Burada Price bir bi
lim kurmaya girişmekte, toplumsal bir nesne olarak bilimin
(istatistiksel)yasalarını kurmaktadır. 131. notta bunu zaten demokratik ol
mayan bir görüş yasası olarak belirlemiştim. Başka bir yasa, yani "görül
mez kolejler" yasası, bilimsel kurumlardaki bildirişim kurallarının artışı ve
çoğalan sayıdaki yayınların etkisini tasvir etmektedir: Bilgi "aristokrat
ları" bu sürece, yüz dolaylarında seçilmiş bir üye içeren kişiler arası ilişki
ağları kurarak karşılık vermeye yönelmektedirler. Diana Crane bu kolejle
rin sosyopetik bir analizini sunmuştur: Invisible Colleges (Chicago and
london, University of Chicago Press, 1972). bkz. Lecuyer, "Bilan et pers-
pectives" (not 24).
186. Fractals Form, Chace and Dimension (San Fransisco, Freean, 1977).
Benoit Mandelbrot, ilgililerin alışılmamış olması dolayısıyla araştırmaları
nın verililiğine rağmen sonraları tanınan ya da hiç tanınmayan matematik
ve fizikçilerinin bir "biyografik ve tarihsel taslaklarının" bir ekini sunar
(s. 249,73).
118
Modası geçmiş olan, Alman idealistlerin yaptığı gibi,
bilimi pozitivist olarak görerek, meşrulaştırılmamış bir öğ
renme, yarı-bilgi statüsüne indirgemektir, neyin doğru ve adil
olduğunu sormak değil. "Senin iddianın değeri nedir, kanıtı
nın değeri nedir?" sorusu bu kadarıyla bilimsel bilginin prag-
matiğinin bir parçası olarak, belli bir iddianın alıcısının dönü
şümünü ve kanıtın, yeni bir iddia ve kanıt göndericisine dö
nüşmesini, dolayısıyla her kuşak bilim adamlarının yer değiş
tirmesini ve bilimsel söylemin yenileşmesini sağlamaktadır.
Bilim gelişir (hiç kimse bilimin geliştiğini inkar edemez); bu
soruyu sorarak gelişir. Bu soru geliştikçe şu soruyu ortaya çıka
rır, yani metasoruyu, bir başka deyişle meşruluk sorununu:
"Değer mi sorusunun değeri nedir?”187
Postmodern bilimsel bilginin en çarpıcı özelliğinin,
kendisini geçerli kılan kurallar üzerindeki söylemin (açıkça)
bilimsel bilgiye içkin olduğunu belirtmiştim.188 Ondokuzuncu
yüzyılın sonunda, meşruluğun bir kaybı ve felsefi "pragma
tizme" ya da mantıksal pozitivizme bir düşüş olarak düşünü
len, bilimsel söylemin içerisindeki yasa olarak konulan öner
melerin geçerli kılınması söylemini de içererek bilimin tekrar
ayağa kalktığı bir dönemdir yalnızca. Gördüğümüz gibi, bu
içerme basit bir işlem olmayıp, son derece ciddiye alman "pa
radokslara" ve gerçekte bilginin tabiatındaki değişmeler olan,
bilginin alanı üzerindeki "sınırlamalara" yol açmaktadır.
Gödel'in teoremini doğuran matematiksel araştırma, bu
değişmenin tabiatta nasıl yer aldığını açıklayan gerçek bir pa-
187. Bunun meşhur bir örneği quantum mekaniği tarafından ortaya çıkartı
lan determinizm tartışmasıdır. Örnek olarak bkz, J.M. Levy-Leblond'un
Born-Einstein yazışmasının sunumu (1916-55), "Le Grand débat de la méc-
hanique quantique", La Recherce 20 (1972): 137-44. Son yüzyılda beşeri bi
limlerin tarihi bu tür antropolojik söylemden metadil düzeyinde geçişlerle
doludur.
188. Ihab Hassan immanence (içkinlik) olarak kavramsallaştırdığı şeyin
bir imgesini vermektedir (not 121).
radigmadır.189 Ancak dinamiğin uğradığı dönüşüm, yeni bi
limsel ruhun daha az bir örneği değildir ve burada özel bir il
giye mazhar olmaktadır, çünkü, bizi daha önce gördüğümüz
gibi, özellikle toplumsal teori alanındaki işlerlik tartışmasında
öncelikle ortaya çıkan sistem düşüncesini yeniden ele almaya
çekmektedir.
İşlerlik ilkesi, teoride daima biriktirilebilen, canlılık ve ça
lışma, sıcak ve soğuk kaynak, nihayet girdi ve çıktı arasındaki
ilişkide temellenmiş yüksek derecede düzgün bir sistem imâ
etmektedir. Bu fikir termo dinamikten gelmekte ve eğer bütün
değişkenler biliniyorsa, bir sistemin işlerliğinin evrimi öndeyi-
lenebilir düşüncesiyle de birleşmektedir. Bu durumun ideal
anlamda gerçekleştirilişi açıkça Laplace'ın "şeytan"
kurgusunda ifade edilmiştir.190 Kişi, bir t anında evrenin du
rumunu belirleyen bütün değişkenleri bildiğinde, bir t1>t
anında evrenin durumunu da öndeyileyebilir. Bu kurgu,
evren olarak adlandırılan sistemler sistemini de içererek,
fiziksel sistemlerin, evrimlerinin de düzenli bir yol izlediği
sonucuyla, düzenli örüntüler takip ettiği ve "normal" sürekli
işlevlere (ve fütürolojiye) yol açtığı ilkesi tarafından
desteklenmektedir.
Quantum mekaniği ve atomik fiziğin yolculuğu, alanları
farklılaşan karşılıklı göstergelerin ve bu ilkenin uygulanabilir
liğinin derecesini iki biçimde sınırlandırmıştır. Birincisi, bir
sistemin başlangıç durumunun (veya bütün bağımsız değiş
kenlerin), tam bir tanımı, hiç olmazsa sistem tarafından ta
nımlanırken tüketilene eşit bir enerji sarfiyatı gerektirecektir.
Bir sistemin herhangi bir verili durumunun tam bir ölçümünü
başarmanın fiili imkansızlığı Borges tarafından bir notta an-
122
yakaladığı yerlerdeki bazı çok istisnâî durumlar hariç."194
Havanın yoğunluğu hakkındaki bilgi böylece mutlak ola
rak uyuşmaz önermelerin çoğulluğunda çözülmektedir. Bu
önermeler eğer konuşan tarafından seçilen bir ölçüye görelileş
tirilirse, uyumlu kılınabilir. İlave olarak, belirli düzeylerde
yoğunluk önermesi yalın bir ileri sürme biçiminde değil, sa
dece türünün modelleştirilmiş bir iddiası olarak ifade edilebi
lir. Yoğunluğun sıfıra eşit olacağına inanılabilir, ancak n'in çok
geniş bir rakam olduğu yerde 10n oranında gerçekleşebileceği
de tartışılamaz.
Burada bir bilim adamının önermesi ve "tabiatın söylediği"
tam enformasyonsuz bir oyun olarak örgütlenmiş gözükmek
tedir. Bilim adamının önermesinin modalizasyonu, tabiatın
üreteceği gerçek tekil önermenin (işaret) öndeyilenemez ol
duğu olgusunu yansıtmaktadır. Hesaplanabilen tek şey öner
menin, başka bir şeyden çok, sadece belli bir şeyi söyleyeceği
olasılığıdır. Mikrofizik düzeyinde "en iyi" enformasyon, bir
başka deyişle, ‘daha yüksek bir işlerlik ehliyetine sahip enfor
masyon elde edilemez. Sorun karşıtın ("tabiat") ne olduğunu
öğrenmek değil, oynadığı oyunu tanımlamaktır. Einstein,
"Tanrı'nın zar attığı" düşüncesine engel olmuştur.195 Ancak zar
atmak açıkça bu türden "yeterli" istatistiki düzenliliklerin
kurulabileceği bir oyundur (bu kadarıyla eski nihai Belirleyici
imgesi için). Eğer Tanrı kağıt oynasaydı, o zaman bilim tara
fından hesaplanan "öncel şans" düzeyi, zarın yukarıya gelen
yüzüne kayıdsızlığına isnad edilemez; ancak bir hileye, başka
bir ifadeyle bir, yığın mümkün ve salt stratejiler arasındaki bir
şansa bırakılmış bir seçime atfedilmek zorunda kalacaktı.196
194. Jean Baptiste Perrin, Less Atomes (Paris, PUF, 1970), ss. 14-22. Bu
metin Endelbrot tarafından Fractals' a bir giriş olarak kullanılıştır.
195. Zikreden Werner Heisenberg, Physiscs and Beyond (New York, Harper
and Row, 1971).
196. Bilimler Akademisine sunulan (Eki 1921) bir tebliğde Borel, "oyun-
Genellikle tabiatın kayıtsız ancak aldatıcı olmayan bir kar
şıt olduğu ve bu temel üzerinde doğal ve beşeri bilimler ara
sındaki ayrımın yapıldığı kabul edilmektedir.197 Pragmatik
kavramlarla bu, doğal bilimlerde "tabiatın", hakkında bilim
adamlarının birbirlerine karşı yaptıkları hareketleri oluşturan
düzanlamsal ifadeleri değiş-tokuş ettikleri (sessiz, bir çok kere
ler atılmış bir zar kadar öndeyilenebilir) bir gönderilen olması
anlamına gelir. Beşeri bilimlerde, gönderilen (insan) oyuna ka
tılan bilim adamının stratejisini karşılayan bir strateji (belki de
karmaşık bir strateji) geliştiren ve konuşan bir gönderilendir
oysa; burada bilimadamının karşı karşıya bulunduğu şans
türü, nesne esaslı ya da kayıtsız değil fakat davranışsal veya
stratejiktir198 —yani agonistik.
Bu sorunların mikrofiziği ilgilendirdiği ve verili bir siste
min evrimi için ihtimali öndeyilemelerin temelini biçimlendi
recek kadar tam, yeterli ve sürekli işlevlerin kuruluşunu en
gellemediği iddia edilecektir. Bu sistem teorisyenlerinin akıl
yürütme biçimidir. Bunlar haklarını tekrar kazanmak için kul
landıkları işlerlik aracılığıyla meşrulaştırmanın da teorisyenle-
217. Josette-Rey- Debove (Le Metalangage, not 117, s. 228 vd) Çağdaş
gündelik hayattaki otonomik ifade ve dolaylı söylem işaretlerinin canlan
dırılmasına işaret etmektedir. Bize hatırlattığı üzere, "dolaylı söyleme gü-
venilemez".
134
ğini geliştirmeyecek, sadece harcamalarını artıracaktır. Bunun
tek karşı göstergesi, en ayrıcalıksızların tatmin edilmemesinin
bütünü bozabileceğidir. Güçsüz tarafından yönetilmek, gücün
tabiatına aykırıdır. Ancak bu tabiat içerisinde yeni istekleri or
taya koymak "hayat" normlarının yeniden tanımlanmasına yol
açmak anlamına gelmektedir.218 Bu anlamda sistem, insanlığı
farklı bir normatif kapasite düzeyinde insanileştirmek için, in
sanlığı gideren ve bundan sonra ilaçlayan öncü bir makina
olarak gözükmektedir. Teknokratlar, toplumun ihtiyaçları ola
rak ortaya koyduğu şeye güvenemediklerini açıklamışlardır:
teknokratlar, toplumun kendi ihtiyaçlarını, bu ihtiyaçlar yeni
teknolojilerden bağımsız değişkenler olmadığından dolayı bi
lemeyeceğini "bilmektedirler".219 Bu karar verenlerin ve onla
rın körlüğünün bir kendini bilmezliğidir.
Teknokratların "kibri"nin anlamı, kendilerini, en mümkün
işlersel birliğin araştırılmasında bir bütünlük olarak algılanan
toplumsal sistemle özdeşleştirmeleridir. Eğer bilim pragmati-
ğine bakacak olursak, böyle bir özdeşleşmenin imkansız oldu
ğunu öğreniriz. İlke olarak, hem bilgi tekeline sahip bir bilim
adamı yoktur; hem de bir bilim adamı bir bütün biçiminde
220. Medawar (Art of the Soluble, ss. 151-52.) bilim adamlarının yazma ve
konuşma üsluplarını karşılaştırmaktadır. Yazma üslubu kıyası olmalıdır;
aksi takdirde bilim adamları dikkate alınmayacaklardır. İkincisi yani ko
nuşma üslubu için Medawar sık sık laboratuvarlarda işitilen ifadelerin, "so
nuçlarım henüz bir hikaye oluşturmaz"ı da içeren bir listesini çıkartır. Me
dawar, "bilim adamları, hikayeler söyleyerek açıklayıcı yapılar kurarlar"
sonucuna varır.
221. Meşhur bir örnek için bkz. Lewis S. Feuer, Einstein and the Genera
tion of Science (New York, Basic Books, 1874). Moscovici'nin kitabın
fransızca tercümesine yazdığı girişte vurguladığı gibi (Einstein et le con-
flictde générations, Bruxelles, 1979) "görelik aralarında hiç kimsenin fi
zikçi olmadığı arkadaşlar tarafından kurulan bir geçici 'akademide' doğmuş
tur; bunların hepsi mühendis ya da amatör felsefecilerdi".
136
uzaklaştırma amacıyla tehdit etmekle elde edilen yeterliliği
kastediyorum. Oyuncunun dilsizliği ya da geri çekilmesi, yan-
lışlanmakta oluşundan gelmektedir (herhangi birini oyundan
engellemenin bir çok yolu vardır). İlke olarak bilimlerde
denkliği bulunmayan karar vericilerin kibri, terörün uygulan
masından oluşmaktadır. Şöyle denmektedir: "Etkilenmelerini
bizim amaçlarımıza uyarla ya da başka bir şey yap."222
Hatta çeşitli oyunlara yönelik verilen izin, işlerselliğe bağlı
kılınmıştır. Hayat normlarının yeniden tanımlanması, sistemin
güç için ehliyetinin büyüselleştirilmesinden ibarettir. Bu özel
likle telematik teknolojisinin başlangıcındaki olaydır: Teknok
ratlar, telematikte bir özgürleşme vaadi ve bağlayıcılar arasın
daki etkileşimlerde bir zenginlik görmektedirler. Bu süreci on
lar için çekici kılan, sistemde, işlerselliğini geliştirmeye yol
açacak yeni gerilimlerin ortaya çıkmasıdır.223
Bilimin farklılaştırıcı olduğu düzeyde, onun pragmatiği,
sabit bir sistemin karşı modelini sunmaktadır. Bir önerme, bi
linenden bir farklılık gösterdiği uğrakta ve bulunmasındaki
süreçte yer alan kanıt ve savdan sonra ele alınmaya değer gö
rülmektedir. Bilim, içerisinde bir önermenin, eğer "idealar tü-
rettiyse" yani önermeler ve oyun kuralları türettiyse geçerli
olan bir "açık sistem"224 modelidir. Bilim kendisinde diğer bü-
230. Bkz, J. Poulai, not 28. Pragmatiğin Searle ve Gehlen tarafından çok
daha genel bir tartışması için bkz, Poulain, "Pragmatique de la parole et
pragmatique de la vie". Phi zéro 7. no. 1. (Université de Montreal, ekim,
1978): 5-50.
141
nek yaratmaya girişmek, yerini değiştirmeye kasteden sistemi
andırmakla sonuçlanacaktı. Geçici anlaşmaya yönelik eğilimin
de çift anlamlı olmasıyla mutluluk duymalıyız, çünkü bütü
nüyle sistemin amacına bağlanmamıştır, ve henüz sistem bu
girişimi hoşgörmektedir. Bu da sistem içerisinde başka bir
amacın varlığına tanıklık etmektedir.
Bu türden dil bilgisi oyunları ve bunların kuralları ve etki
leri için sorumluluk yüklenilmesi kararı. Bunların en anlamlı
etkisi, açıkça kuralların uyarlanmasını geçerli kılan şeydir,
yani paraloji arayışı.
Nihayet bizler, toplumun bilgisayarlaştırılmasının bu so
runsalı nasıl etkilediğini anlamak durumundayız. Bu süreç bil
ginin kendisini de içermeye kadar uzanan ve işlersellik ölçütü
tarafından başka herşeyi dışta bırakacak şekilde idare edilen
pazar sistemini düzenleyen ve denetleyen bir "rüya" aracı ola
bilirdi. Bu durumda kaçınılmaz olarak, terörün kullanılışını
içerecekti. Ancak gruplara, genellikle bilgileştirilebilir karar
ları alırken yokluğunu duydukları enformasyonu sağlayarak,
metabuyurucuları tartışmalarında yardımcı oldu. Bilgisayar
laşmanın bu yollardan İkincisini seçmesi için izlenecek yol il
kede çok basittir: halka hafıza ve veri bankalarına serbest giriş
imkanı veriniz.231 O zaman dil oyunları, belirli bir zamanda,
231. Bkz, Tricot et. al. Informatique et libertés, hükümet raporu (La Docu
mentation françaiese, 1975); L. Joinet, "les pièges liberaticides' de l'in
formatique", Le Monde diplomatique 300 (Mart 1979): bu tuzaklar "nüfusun
büyük bir kesiminin yönetimine 'toplumsal profiller' tekniğinin uygulan
masıdır; güvenliğin mantığı toplumun otomatizasyonu tarafından üretil
miştir". Bkz, Inférences 1 ve 2 (Kış 1974 Bahar 1975). Multimedya ileti
şim şebekelerinin kurulması konuyla ilgili belge ve analizler. Ele alınan
konular şunlar: Amatör radyolar (özellikle bunların ekim 1970'lerde FLQ ve
Fransa'da Mayıs 1972'deki "Komün cephesi" olayları sırasındaki rolleri);
ABD ve Kanada'da cemaat radyoları; bilgisayarların basım işindeki editör-
yal çalışma üzerindeki etkisi; İtalya'daki gelişmelerinden önce korsan rad
yolar; idari dosyalar, IBM tekeli, bilgisayar sabotajı. Bir bilgisayar almak
için referandum yapan Yverdon belediyesinin belirli kurallar yürürlüğe
142
tam enformasyon oyunları olacaktır. Ancak sıfır-çözüm oyun
ları olmayabilirler de; bu yüzden, tartışma hiç bir zaman kü
çük büyük bir denge durumunda saplanmak riskini almaya
caktır, çünkü erzaklarını tüketmiştir. Erzak bilgi olabileceğin
den (eğer isterseniz, enformasyon), bilgi kaynağı, dilin müm
kün sözceler kaynağı tüketilemezdir. Bu da hem adalet tutku
sunu hem de bilinmeyen tutkusunu dikkate alan bir siyasetin
taslağını çıkarmaktadır.
143
EK:
POSTMODERNİZM NEDİR?
Bir Talep
144
Mille Plateaux'dan hoşnutsuzluk duyduklarını, çünkü özellikle
felsefi bir yapıt okurken, küçük bir anlamla doyurulmayı um
duklarını okudum. Saygıdeğer bir tarihçinin kaleminden, 1960
ve 1970'lerin avantgard düşünürlerinin dilin kullanılmasında
bir terör saltanatı sürdürdüklerini ve verimli bir etkileşimin
şartlarının entellektüeller üzerinde ortak bir konuşma biçimi
nin yani tarihçilerin konuşma biçiminin empoze edilmesiyle
yeniden kurulması gerektiğini okudum. Konuşan makinaların
meydan okuması altında, Kıta Avrupası düşüncesinin, gerçek
liğe ait makinalara teslim olmasından, gönderme paradigması
için, dilbilimsellik paradigmasının (konuşma üzerine konuşu
lur, yazma hakkında yazılır, metinler arasılık) yerinin değişti
rilmesinden şikayet eden ve şimdi, gönderilendeki katı dil
demirleme harcını düzenlemenin zamanının geldiğini düşü
nen genç bir dil felsefecisini okumaktayım. Postmodernizmin
kendisi için, özellikle şaşkın bir kamu oyu, nükleer savaş teh
ditleri altında, otoriteyi totaliter bir gözetme siyasetine cesaret
lendirdiğinde, oyunları ve fantazileriyle politik otorite önünde
çok az bir ağırlığa sahip olduğunu söyleyen yetenekli bir teat-
rolojist (tiyatro bilimci) okudum.
Modernliği muhafazakârlar olarak adlandırdığı kişilere
karşı savunan şöhretli bir düşünürü okudum. Postmoderniz
min yasaklayıcılığı altında, neomuhafazakarların, modernizm-
den yani Aydınlanmanın tamamlanmamış projesinden kur
tulmak istediklerine inanmaktadır. Ona göre, Popper ve
Adorno gibi Aufklarung'un son yandaşları bile, bu projeyi sa
dece hayatın bir kaç özel alanında [The Open Society (Açık Top
lum) yazarı -Popper- için siyaset ve Aesthetische Theorie (Estetik
Teori) yazarı Adorno içinse sanat alanı] savunmaya muktedir
diler. Jürgen Habermas (herkes kendisini tanıyacaktır), eğer
modernlik başarısız olduysa, bu başarısızlık, somut bireysel
yaşantılar, "aşağılanmış anlam" ve "tahrip edilmiş biçim"in,
özgürleşme olarak değil, Baudelaire’in bir yüzyıl önce betim-
145
lediği sonsuz bir ennui (aşınmışlık hissi) biçiminde, hayatın
bütünlüğünün uzmanların dar ehliyetine terkedilen bağımsız
özelliklere dağıtılmasına izin verilmesinde yatmaktadır diye
düşünür.
Albercht Wellmer’in bir isteğini takip ederek, Habermas,
kültürün bu parçalanması ve hayattan koparılmasının çaresi
nin, "artık öncelikle zevk yargılarında ifade edildiğinde de
ğil", "yaşanan tarihsel durumu açıklamak için kullanıldığında
yani "varlık sorunlarıyla ilişkili kılındığında", sadece "estetik
deneyimin değişen konumundan" gelebileceğini dü
şünmektedir. Çünkü bu deneyim o zaman "estetik eleştirinin
değil, bir dil oyununun parçası olmaktadır"; "bilişsel süreçler
ve normatif beklentilerde" yer almaktadır; "farklı uğrakların
birbirlerine gönderme yaptıkları biçimi değiştirmektedir".
Habermas'ın sanatlardan ve onların sunduğu deneyimlerden
gereksindiği, kısaca bilişsel, etik ve siyasal söylemler arasın
daki boşluğu doldurmak, böylece deneyimin birliğine yol aç
maktır.
Benim sorunum, Habermas'ın zihninde yatan birliğin
hangi türden olduğunu belirlemektir. Modernlik projesinin
amacı olan sosyokültürel bütünlüğün kurulması sırasında, bu
bütünlüğün içerisindeki gündelik hayat ve düşüncenin bütün
unsurları organik bir bütünde olduğu gibi yerlerini alacaklar
mıdır? Ya da farklı türden dil oyunları -biliş, etik ve siyaset-
arasında çizilmek zorunda olan geçiş bundan farklı bir düzene
mi aittir? Eğer öyleyse, bunlar arasında gerçek bir bileşimi et
kilemeye muktedir olacak mıdır?
Hegelci bir etkilenmeden gelen ilk hipotez, diyalektik ola
rak bütünleştirici bir deneyim düşüncesine meydan okumaz:
ikinci hipotez, Kant'ın, Yargıgücünün Eleştirisi'ndeki ruha çok
yakındır ancak tıpkı Eleştiri gibi, postmodernliğin Aydın
lanma düşüncesi ve bir özne ve birleştirici bir tarihin sonu ide-
ası üzerine empoze ettiği keskin yeniden incelenmeye tâbi tu
146
tulmalıdır. Sadece Wittgenstein ve Adorno değil, Habermas
tarafından okunma şansına sahip olamayan başka bir kaç dü
şünür (Fransız ya da değil) tarafından da başlatılan bu eleştiri,
hiç olmazsa onları neomuhafazakârlıklarından dolayı düşük
bir not almaktan korumaktadır.
Realizm
147
yolu olarak en çok iki yüzlü eklektizme atlayabilirler. Ancak
açık bir şekilde onlara arkalarını dönerlerse, görünür bir bi
çimde saçma ve yeni akademik tavrın riskini üzerlerine ala
caklardır. Burjuvazinin kendisini tarihsel süreç içerisinde inşa
ettiği bir zamanda Salonlar ve Akademiler, realizmin örtüsü al
tında güzel plastik ve edebi tavırlar için ödüller sağlamaya ve
geçici bir ıstırap merkezi olarak işlemeye muktedirdiler. An
cak kapitalizm içsel olarak benzer nesnelerin, toplumsal rolle
rin ve kurumların gerçekliğini giderecek bir güce sahiptir.
Öyle ki gerçeksi (realistic) tasarımlar diye bilinen tasarımlar
artık, nostalji veya istihza hariç, doyumdan çok acı çekmenin
bir fırsatı olarak gerçekliği çağıramamaktadır. Klasizm,
gerçekliğin deneyimleme ve oranlamadan başka bir yaşantıya
fırsat bırakmayacak şekilde durağanlaştırıldığı bir dünyada
yöneltiliyor gözükmektedir.
Bu konu Walter Benjamin'in bütün okuyucularına tanıdık
gelmektedir, ancak konunun gerçek boyutunu görmek zorun
ludur. Fotoğraf resim sanatına dışarıdan bir meydan okuma
olarak gözükmemiş, endüstriyel sinemanın anlatısal edebiyata
yaptığından daha fazlasını yapmamıştır. Fotografi, sadece on-
beşinci yüzyıl sanatı (quattrocento) tarafından geliştirilen gö
rünür olanın düzenlenmesi programına nihai dokunuşu koy
maktayken, sinema, onsekizinci yüzyıldan beri en büyük ter
biye (Bildung) romanlarında varolan idealde
-ardzamanlılıkları organik bütünler halinde dönemselleş
tirme- son duraktı. Bir bakıma mekanik ve endüstriyel olanın
el ve zanaat işlerini yedeklemesi kendinde bir felaket değildir;
eğer sanatın Özünde bir seçkin zanaatkârlığınca yardım olunan
bireyselliğin ifadesi olduğuna inanılıyorsa.
Değişiklik esas olarak, fotografik ve sinematografik süre
cin, akademizmin gerçekçiliğe yüklediği çeşitli bilinçlilikleri
şüpheden korumak görevini anlatısal ve resimsel gerçeklikten
yüzbin kere daha geniş bir dolaşımla daha iyi ve daha hızlı
148
bir şekilde yerine getirebilmesinde yatmaktadır. Endüstriyel
fotografi ve sinema, amacı ne zaman olursa olsun göndergeyi
sabitleştirmek ve tanınabilir bir anlamla yüklenmiş bir bakış
açısına göre düzenlemek, alıcıyı imgeler ve aşamaları çabucak
çözmeye ve böylece diğerlerinden aldığı onay kadar kendi
kimliğinin bilincini de yakalamaya muktedir kılacak sentaks
ve sözlüğü yeniden üretmek olduğunda resme ve romana üs
tün olacaktır. Çünkü, bu tür imge ve aşama yapıları bunların
hepsinin arasında ortak olan bir iletişim kodu yaratacaktır. Bu
gerçekliğin etkilerinin ya da tercih edilirse, gerçekçiliğin fan-
tazilerinin çoğalma biçimidir.
Eğer varolanın (ehemmiyeti küçük) destekleyicileri olmayı
arzu etmezlerse, ressam ve romancı kendilerini bu tür terapa-
tik kullanılışlara bırakmayı reddetmeli, kendilerinden önce
gelenlerden anlatılama ya da resmetme kurallarını öğ
rendikçe, bu kuralları sorgulamalıdırlar. Çok geçmeden de bu
kurallar onlara, kandırmanın, ayartmanın ve itimadı yenile
menin bir aracı olarak görünmelidir. Bu da onların, ressam ve
romancı için "doğru" olmasını imkansız kılmaktadır. Resim ve
edebiyatın ortak adı altında, öncesi olmayan bir çatlak yer
almaktadır. Sanatın kurallarını yeniden incelemeyi redde
denler, iletişim ve "uygun" kurallar aracılığıyla, gerçekliğe
yönelik kendisini memnun etmeye muktedir nesne ve durum
larla hastalıklı bir tutkuyla kitle uyumculuğunda başarılı ka
riyerler peşinde koşmalıdırlar. Pornografi, fotografi ve filmin
böyle bir amaç için kullanılmasıdır; kitle iletişim araçlarının
meydan okuyuşuna karşılık vermeyen görsel ya da anlatısal
sanatların genel bir modeli olmaktadır.
Plastik ve anlatısal sanatların kurallarını sorgulayan sanat
çılar ve yazarlar muhtemelen çalışmalarını dolaşıma sokarak
şüphelerini paylaştıkça "gerçeklik" ve "özdeşlikle" ilgilenenle
rin gözünde az bir güvenilirliğe sahip olma kaderiyle başbaşa,
bir izleyici kitlesine sahip olma garantisinden yoksundurlar.
149
Böylece avantgardların diyalektiğini, endüstri ve kitle iletişimi
realizmi tarafından resim ve anlatı sanatlarına yöneltilen mey
dan okumaya atfetmek mümkün olmaktadır. Duchamp'ın "ha
zır yapım" iddiası, resim sanatının hatta bir sanatçı olmanın bu
sabit sahiplenememe sürecini etkin ve gülünç bir şekilde im
lemekten başka bir şey yapmamaktadır. Thierry de Duve'ün
olaya nüfuz eden bir şekilde gözlemlediği gibi, Modern estetik
sorun, "Güzel nedir?" değil, "Neyin sanat (ve edebiyat) olarak
belirlenebileceğidir?"
Yegane tanımı, sanatın gerçekliğinde ima edilen gerçeklik so
runundan kaçmak olan realizm, daima akademizm ve kitsch
arasında bir yerde durmaktadır. Güç bir partinin adını üstüne
aldığında, realizm ve onun neoklasik tamamlayıcısı deneysel
avantgard üzerinde, onu yasaklayarak ve iftira ederek zafer
kazanmaktadır. Partinin istediği, seçtiği ve propaganda ettiği
hazır "doğru" imgeler, "doğru" anlatılar, ve "doğru" biçimler,
kamunun deneyimlediği korku ve yıkım için uygun bir çare
olarak kendilerini arzulayacak bir kamusal alan bulabilir. Ger
çeklik talebi -yani birlik, basitlik ve iletişimlenebilirlik vb. ta-
lebi- Devrim sonrası Rus toplumu ve iki dünya savaşı arasın
daki Alman toplumunun ne sürekliliğine sahiptir ne de yo
ğunluğuna. Bu olgu Nasyonel Sosyalist ve Stalinist realizm
arasındaki ayrım için bir temel sağlamaktadır.
Açık olan, politik aygıt tarafından dile getirildiğinde, sa
natsal deneyimlemeye yönelik saldırının özellikle gerici oldu
ğudur. Estetik yargı, sadece bu ya da bu türden bir çalışmanın
güzele ilişkin yerleşik kurallarla uyum için olup olmadığına
karar vermek için gerekli olacaktır. Politik akademizm, sanat
çalışmasının neyi bir sanat nesnesi yaptığını ve bir izleyici
kitle bulmaya muktedir olup olamayacağını incelemek yerine,
bazı çalışmaları ve kamuyu ve bütün zamanlar için tayin edi
len güzel bir sanat eseri için a priori ölçütlere sahiptir ve bun
ları empoze etmektedir. Estetik yargılamadaki kategorilerin
150
kullanılışı böylece bilişsel yargılamada kullanılan kategorilerle
aynı olacaktır. Kant gibi konuşursak, ikisi de belirleyici yargı
lar belirleyici olacaktır. İfade etme ilkin anlayışta "iyi biçim-
lenmekte"dir. O zaman sadece deneyimde elde edilen olaylar
bu ifade altında sınıflandırılabilir olaylar olmaktadır.
Güç partinin değil de sermayenin olduğunda, "transavant-
gardist" ya da "postmodern" (Jencks'in kastettiği anlamda) çö
züm, antimodern çözümden daha iyi uyarlanmış olduğunu is-
bat etmektedir. Eklektizm çağdaş genel kültürün sıfır derece
sidir. Reggae dinlenilir, bir western seyredilir, öğle için McDo
nald's ve akşam için yerel mutfaklar tercih edilir, Tokyo'da Pa
ris parfümü kullanılır ve Hong Kong'da "retro" elbiseler giyi
lir. Bilgi, tv oyunlarının konusudur. Eklektik çalışmalar için
kitle bulmak kolaydır. Bir kitsch olmakla sanat patronların
"zevkinde" hüküm süren karmaşaya pezevenklik etmektedir.
Sanatçılar, galeri sahipleri, eleştirmenler ve kitle, "herşeyin
idare ettiği" yaklaşımda birlikte savrulmaktadırlar. Ve dönem
bir durgunlaşma dönemidir. "Her şeyi idare ederim" realizmi,
gerçekte paranın realizmidir. Estetik ölçütlerin yokluğunda,
sanat çalışmalarının değerini, sağladıkları kâra göre belirle
mek yararlı ve mümkün kalmaktadır. Bu türden bir realizm,
sermayenin bütün "ihtiyaçları" uzlaştırması gibi, varolan eği
lim ve ihtiyaçların satın alıcı bir güce sahip olmasını sağlaya
rak, bütün eğilimleri uzlaştırmaktadır. Beğeni içinse, herhangi
biri üç kağıt açar ya da kendisiyle eğlenirse, zevk sahibi ol
maya ihtiyaç yoktur.
Sanatsal ve edebi araştırma bir keresinde "kültürel siyasa"
bir keresinde sanat ve kitap pazarı tarafından olmak üzere iki
kere tehdit edilmiştir. Bazen bu, bazen başka bir kanalla tav
siye edilen, ilkin, gönderildikleri kamunun gözünde varolan
konulara göre çalışmalar ortaya koymaktır. Sonra çalışmalar
öyle iyi kotarılacaktır ki ("iyi yapım") kamu, bu çalışmaların
ne hakkında olduğunu görecek, neye işaret ettiğini anlayacak,
151
bilerek onaylayacak ya da onaylamayacak, hatta eğer müm
künse bu tür bir çalışmadan belli bir derecede konfor da türe-
tebilecektir.
Endüstriyel ve mekanik sanatlar ve edebiyat ve güzel sa
natlar arasındaki bağa ilişkin verilen bu yorum, taslak olarak
doğru, ancak sınırlı bir şekilde sosyolojikleştirici ve tarihselleş
tirici, bir başka deyişle, tek taraflı olmaktadır. Benjamin ve
Adorno'nun ketumluklarının üzerinden geçerek, bilim ve en
düstrinin gerçeklikle ilgili şüpheden, sanat ve yazıdan daha
çok özgür olmadığı hatırlanmalıdır. Başka bir şeye inanmak,
bilimler ve teknolojilerin mefistofolesci işlevciliklerinin hüma-
nistik bir yorumuyla abartılı şekilde eğlenmek olacaktır. Bu
gün egemen varlığını, tekno-bilimin yani bilişsel önermele
rin, en mümkün işlerliğin erekselliğine (teknolojik ölçüt) yo
ğun biçimde ikincil kılınmasının olduğu inkar edilmiyor. An
cak mekanik ve endüstriyel olan, özellikle geleneksel olarak
sanatçılara ayrılmış alana girdiklerinde, bunlarla birlikte güç
etkilerinden daha fazla bir şeyi taşımaktadırlar. Bilimsel bilgi
ve kapitalist sistemden türeyen nesne ve düşünceler, olabilir
liklerini destekleyen kuralların birisiyle bunları aktarabilir. Bu
kural, belirli bağlanmalar ve belirli bilgilere sahip eşler ara
sındaki bir uzlaşma tarafından test edilmedikçe gerçeklik yok
tur kuralıdır.
Bu kuralın sonuçları küçük değildir; çünkü bu kural, zih
nin sahip olduğuna inandığı metafizik, dinsel ve siyasal kesin
liklerin dışına bir tür gerçeklik kaçışıyla sermaye yöneticileri
ve bilim adamının politikası üzerine bırakılan izdir. Bu geri
çekiliş bilimin ve kapitalizmin doğuşu için mutlak olarak zo
runludur. Aristoteles'in hareket yasasından şüphe edilmeksi
zin, korporatizm, merkanitilizm ve fizyokrasi reddedilmeksi-
zin endüstri mümkün değildir. Hangi çağda gözükürse gözük
sün, modernlik bir inanç sarsılması olmaksızın ve gerçekliğin
"gerçeklik yokluğu" keşfedilmeksizin ve diğer gerçeklikler
152
icad edilmeksizin varolamaz.
Eğer dar ve tarihselleştirilmiş bir yorumdan kurtarılmaya
çalışılırsa, bu "gerçekliğin yokluğu" kavramı neyi imlemekte
dir? İbare kuşkusuz Nietzsche'nin nihilizm olarak adlandırdığı
şeye yakındır. Ancak ben, Nietzschecil bakış açısının Kantçı
Yücelik temasında çok erken bir biçimlenmesini görmekteyim.
Sanıyorum, özelde Yücenin estetiğinde, modern sanat
(edebiyatı içererek) kendi itkisini, avantgardların mantığı da
koyutlarını bulmaktadır.
Yücelik duygusu (ki yüceliğin duygusudur da) Kant'a
göre, güçlü ve eşit hacimli bir histir. Hem acı hem de zevk ta
şımaktadır. Hâlâ daha iyi olan, onda zevkin acıdan türemesi
dir. Augustine ve Descartes'dan gelen ve Kant'ın radikal bir
biçimde meydan okumadığı öznenin geleneği içerisinde, bu
çelişki (bazıları nevroz ya da mazoşizm olarak adlandırılacak
lardır) bir öznenin yetileri arasındaki çatışma olarak gelişmek
tedir: bir şeyi algılama yetisi, ve onu "sunma" yetisi arasındaki
çatışma. Bilgi, ilkin eğer önerme anlaşılabilirse, İkincisi eğer
"olaylar" kendisine "karşılık gelen" deneyden türetilebiliyorsa,
vardır. Güzellik eğer, herhangi bir kavramsal belirlenim ve
sanat yapıtının meydana çıkarabileceği herhangi bir istemden
bağımsız zevk hissi olmaksızın, duyarlık tarafından verilen
belirli bir "olay" (sanat yapıtı) (hiç bir zaman elde de edilemi-
yebilen) evrensel bir uzlaşım ilkesine başvurursa, vardır.
Buna göre zevk kavrama karşılık gelen bir nesneyi sunma
ve algılama kapasitesi arasındaki kuralsız, belirlenmemiş bir
uzlaşımın, Kant'ın düşünümsel olarak adlandırdığı bir yargıyı
oluşturan ve haz olarak deneyimlenebileni test etmektedir.
Yüce farklı bir duygudur ve aksine, imgelem eğer sadece il
kede, bir kavramı karşılayabilen bir nesneyi sunmayı başara
madığında yer almaktadır. Dünyanın ideasına sahibiz (olanın
bütünlüğü) fakat bunun bir örneğini gösterme kapasitesine sa
hip değiliz. Kırılamıyan, ayrıştırılamıyan bir 'yalın'ın ide-
153
asına sahibiz, ancak onu, bir "olayı" olabilecek duyumlanabilir
bir nesneyle gösteremeyiz. Sonsuz derecede büyük ve sonsuz
derecede güçlü olanı algılayabiliriz fakat bu mutlak büyük
lüğü veya gücü "görünür kılmakla" yükümlü her sunum bize
acı verecek kadar yetersiz görünmektedir. Bunlar sunumu
mümkün olmayan idealardır. Dolayısıyla gerçeklik (yaşantı)
hakkında bilgi vermezler; güzelduygusunu yaratacak yetile
rin serbestçe birleşimini de engellerler. Zevkin sabitleştiril
mesi ve biçimlenmesini de. Bunların sunumlanamaz oldukları
söylenebilir.
Diderot’nun söylediği gibi, modern sanatı, "küçük teknik
uzmanlığı"nı (son "petit technique"), sunumlanamıyanın varol
duğu olgusuna adayan bir girişim olarak adlandıracağım. Al
gılanabilen, ancak ne görülebilen ne de görünür kılınabilen
bir şeyin olduğunu gösterme girişimi. Bu modern resimde
olan bir şeydir. Görünür bir şeyin olmadığı nasıl görünür
kılınabilir? Kant'ın kendisi "biçimsizlik, biçiminin yokluğu"nu
adlandırdığında, sunulamıyana mümkün bir endeks olarak
gidecek yolu gösterir. Yine Kant imgelemin, bitimsizin (diğer
bir sunumlanamaz) sunumlanmasını araştırdığında
deneyimlediği boş "soyutlama"dan da bahsetmektedir: bu
soyutlamanın kendisi bitimsizin bir sunumu gibidir, yâni
"negatif" sunumu. Incil'de Mutlakın bütün sunumlanımının
yasaklandığı, en yüce pasaj olarak "suret yapmayacaksın"
(Exodus, 20/4) emrini zikreder.* Büyük resimler estetiğini
özetlemek için bu gözlemlere küçük ihtiyaçlar eklenecektir.
Resim sanatı tabiatıyla olumsuz bir biçimde olmasına rağmen
bir şey "sunacaktır". buna göre biçimlendirme ya da
sunumlamadan kaçınacaktır. Malevitch'in köşelerinin birisi
* Anılan pasaj Ahd-i Atik’in 20. babında yer alır: “Kendin için put oyma,
yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında su
larda olanın hiç suretini yapmayacaksın...” (y.h. n)
gibi beyaz olacak, sadece görmenin imkansız olduğunu tesbit
ederek görmemizi sağlıyacaktır. Ancak acıya yol açarak zevk
verecektir. Resimdeki avantgardların aksiyomları, kendilerini
görünür sunumlamalar aracılığıyla sunulamıyana ima yap
maya adadıkları sürece bu buyruklarda tanınır olacaklardır.
Bu görevin desteklemeye ya da kendisini haklılaştırmaya
yeterli olduğu ad ya da bu adla varolan sistemler büyük bir
dikkati hak etmektedirler, ancak bunlar yalnızca
meşrulaştırmak yani gizlemek üzere yücenin işlemesinde
ortaya çıkabilirler. Gerçekliğin karşılaştırılamazlığı olmaksızın
Kant'ın yücelik felsefesi de varolan kavrama açıklanamaz
kalmaktadırlar.
Burada çeşitli avantgardların, bizi inandırmak için birçok
araca sahip olan resimsel teknikleri inceleyerek gerçekliği nite
liksiz kıldıkları ve dilsizleştirdikleri yolu ayrıntılı bir biçimde
ele almaya niyetim yok. Mevzi ton, çizim, renklerin karışımı,
aracın ve desteğin tabiatı, anlaşma, gösterme, müze: Avant-
gardlar sürekli olarak düşünceyi bakışa ikincil kılmayı ve onu
sunulamayandan uzaklaştırmayı mümkün kılan sunumlama-
nın araçlarını uzaklaştırıyorlar. Eğer Habermas, Marcuse gibi,
bu gerçekliğin giderilmesi görevini, avantgardı niteleyen
(baskıcı) "aşağılamanın" bir boyutu olarak anlıyorsa, Kantçı
yüceleştirmeyi Freudcu yüceltmeye karıştırmasından ve esteti
ğin onun için güzelin estetiği olarak kalmasından ileri gelmek
tedir.
Postmodern
155
dünse (modo, modo Petronius'un hep söylediği gibi) şüphe
edilmelidir. Cezanne'ın meydan okuduğu uzam hangisidir?
Empresyonistlerin. Picasso ve Braque hangi nesneye
saldırdılar? Cezanne'ın nesnesine. Duchamp 1912'de hangi
savdan ayrıldı? Kübist bile olsa resim yapılmalı savından.
Buren, Duchamp'ın çalışmasıyla dokunulmaz olarak kaldığına
inandığı diğer varsayımı sorgulamaktadır: Yapıtın sunumlama
yeri. Korkunç bir hızlanma içerisinde, kuşaklar kendilerini
çökertmektedirler. Bir yapıt eğer ilkin postmodernse modern
olabilir. Böyle anlaşılan postmodernizm, amacında modernizm
değildir oluşumunda modernizmdir ve bu oluşum durumu
süreklidir.
Ancak kelimenin bu zayıf mekanik anlamıyla kalmayaca
ğım. Modernliğin gerçeğin uzaklaştırılmasında ve sunulabilir
ve algılanabilir arasındaki yüce ilişkiye göre yer aldığı doğ
ruysa, bu ilişki içerisinde, (müzikçinin dilini kullanırsak) iki
modu birbirinden ayırdetmek mümkündür. Vurgu, sunum
lama yetisinin güçsüzlüğü, insan tarafından varlığı hissedilen
nostalji ve herşeye rağmen kendisini (insanı) içerisinde oturtan
boşluk ve karanlık istemi üzerine konulabilir. Dahası algılama
yetisinin gücü, "insandışılığı" (Apollinaire'in modern sanatçı
lardan taleb ettiği özellik) üzerine de konulabilir, çünkü bu,
bizim duyarlığımız ve imgelememizin algıladığını karşılayıp
karşılayamadığına ilişkin anlayışımızın işi değildir. Resimsel,
sanatsal, ya da her neyse, oyunun yeni kurallarının bulunma
sından kaynaklanan oluşun artması ve büyük sevince de yö
nelebilir. Kafamdaki şey, avantgardların tarihindeki satranç
tahtasından bir kaç ismi çok şematik olarak çekersek açığa çı
kacaktır. Melankoli boyutunda, Alman Ekspresyonistler, no-
vatio (yenilik) boyutunda Braque ve Picasso, ilk boyuttan Ma-
levitch sonrakinden Lissitsky. Birinden Chirico diğerinden
Duchamp. Bu iki modu birbirinden ayıran nüans sonsuz olabi
lir; sık sık hemen hemen ayrılamaz biçimde aynı parçada bir
156
likte vardırlar ve ancak, deneme ve pişmanlık arasında dü
şüncenin kaderinin bağlı olduğu, uzun bir sürede bağlı
kalacağı bir farklılığa (un differend) tanıklık etmektedirler.
Hem Proust'un hem de Joyce'un yapıtları, kendisini sunu
lur kılmaya izin vermeyen bir şeye imâda bulunmaktadır. Pa-
olo Fabbri'nin yenilerde dikkatimi çektiği bu imâ, bir yüce es
tetiğine ait çalışmalardan ayrılamaz olan bir açıklama biçimi
dir. Proust'ta bu imâ için ödenmesi gereken bedel olarak kaçı
nılan, zaman fazlalığına kurban bir olan bilincin özdeşliğidir
(au trop de temps). Ancak Joyce'da edebiyat ya da yapıt fazlalı
ğına bir kurban olarak yazmanın özdeşliğidir (au trop de livre).
Proust, içerisinde, bir çok işleyicisinin hâlâ romansı anlatı-
lama tarzına dahil olduğu bir yazı ve sentaks ve sözlüğünde
değişmemiş bir dil aracılığıyla sunulamayanı daha da ileri gö
türmektedir. Proust'un Balzac ve Flaubert'den devraldığı edebi
kurum, kabul edilen bir şekilde altüst olmuştur; kahramanın
bir karakter değil, zamanın bilinci olması ve bu noktada anla-
tılanan olayların ardzamanlılığının zaten Flaubert tarafından
tahrip edilmesi, anlatısal ses nedeniyle sorguya alınmıştır.
Buna rağmen, kitabın bütünlüğü, bilincin yolculuğu bölüm
den ertelense bile, ciddi olarak bir meydan okumayla karşı
laşmamıştır. Yazının kendisiyle özdeşliği, sonsuz anlatılama-
nın labirenti boyunca Tinin Görüngübilimi'nin birliğiyle karşı
laştırılmakta olan bu tür bir birliği çağrıştırmaya yeterlidir.
Joyce sunulamayanın yazısında, imleyende (işaret eden)
algılanabilir olmasına izin vermektedir. Eldeki anlatının ve
hatta üslubcu işleyicilerin bütün alanı, bütünün birliğine yöne
lik bir ilgi olmaksızın oyuna konulmuştur, ve yeni işleyiciler
yorulmuştur artık. Gramer ve edebi dilin sözlüğü artık veri
olarak kabul edilmemektedir. Dahası bunlar, akademik biçim
ler, sunulamayanı ileri götürülmekten alıkoyan (Nietzsche’nin
dediği gibi) takvada türeyen ritüeller olarak gözükmektedir.
O zaman burada farklılık sözkonusudur: modern estetik,
157
nostaljik olmakla birlikte yüceliğin estetiğidir. Sunulamayana
sadece kayıp içerikler olarak ileri götürülme izni vermektedir.
Ancak farkedilebilen tutarlığından dolayı biçim, okuyucuya
ya da görücü-maddeye haz ve teselli sunmaya devam
etmektedir. Haz ve zevkin içsel bir bireşimi olan gerçek yüce
duygusunu, bu duygular oluşturmamaktadır ama. Aklın
bütün sunumlamayı artırması ihtiyacından doğan haz ve im
gelemenin ya da duyarlığın kavrama eşit olmaması gerekti
ğinden doğan acının bireşimi.
Postmodern, modemin içerisinde sunulamayanı, sunumla-
manın kendisinde ileri götüren olacaktır: güzel biçimlerin te
sellisini, ve elde edilemez olanın kollektif nostaljisini paylaş
mayı mümkün kılan bir zevk uzlaşımını inkar edecektir; .bun
lardan hoşlanmak için değil, sunulamayanın güçle bir anla
mını veren yeni sunumlamaları araştıracaktır. Postmodern sa
natçı veya,yazar, felsefecinin konumundadır. Yazdığı metin,
ürettiği çalışma ilke olarak daha önceden yerleşmiş kurallar ta
rafından yönetilemez; benzer kategorilerin metne ya da çalış
maya uygulanmasıyla belirleyici bir yargıya göre yargılana-
mazlar. Bu kurallar ve kategoriler sanat yapıtının kendisi için
aradığı kural ve kategorilerdir. O zaman yazar ve sanatçı,
yapılacak olmakta olanın kurallarını formüle etmek için kuralsız
çalışmaktadır. Böylece çalışma ve metnin bir olayın
karakterlerine sahip olması olgusu doğar. Böylece onlar daima
yazarları için geç gelecekler, veya aynı ölçüde olmak üzere,
gerçekleşmeleri (mise en oeuvre) daima hemen başlayacaktır.
Postmodern, geleceğin (post) evvelkiliği (modo) paradoksuna
göre anlaşılmak zorunda kalacaktır.
Parça (Athaneum-Alman romantiklerinin dergisi) modern
ken, bana, deneme (Montaigne) postmodern gözükmektedir.
Nihayet, burada bizim işimizin gerçekliği arzetmek değil,
algılanabilen ancak sunulamayan imâları keşfetmek olduğu
açığa çıkmalıdır. Bu görevin dil oyunları arasında (yetiler adı
158
altında Kant'ın bir boşluk tarafından ayrıldığını bildiği) varo
lan son uzlaşmayı etkileyeceği beklenmemelidir. Sadece aşkın
bir yanılsama (yani Hegel’in yanılsaması) bunları gerçek bir
birlik içinde bütünleştirmeyi ümit edebilir. Ancak Kant böyle
bir yanılsama için ödenmesi gereken fiyatın terör olduğunu bi
liyordu. Ondokuz ve yirminci yüzyıllar bize tahammül ede
bildiğimizden daha fazla terör getirdi. Bütün ve bir nostaljisi,
kavram ve duyumlanabilenin, şeffaf ve iletimlenebilir dene
yimin uzlaşması için yeteri kadar bedel ödedik. Genel teskin-
lik ve durgunluk talebi altında, gerçekliği yükseltecek fantazi-
nin gerçekleşmesi için terörün geri dönmesi arzusunun mırıltı
larını işitebiliriz. Cevap: Gelin bütünlüğe karşı bir savaş başla
talım, gelin sunulamayana tanıklık edelim, farklılıkları etkin
kılıp, adın onurunu kurtaralım.