You are on page 1of 120

ELEŞTĐREL TARĐH YAZILARI

METE TUNCAY
YAYINA HAZIRLAYANLAR H. BAHADIR TÖRK & H. EMRAH BERĐŞ
ĐÇĐNDEKĐLER
Mele Tuncay
Eleştirel Tarih Yazıları
Liberte Yayınları: 122 Libeıle Yayınlan, Nisan 2006 Đlk baskı Aralık 2005 © Liberte Yayınları Tüm haklan
saklıdır. ISBN: 975-6201-06-1
Yayına Hazırlayanlar: H. Bahadır Türk,
H. Emrah Beriş
Đç Tasarım: Buğra Kalkan
Kapak: Nilüfer Korkmaz
Basını: Turhan Kilapevi Ofset Matbaacılık Tesisleri
Tel; (312) 341 18 13
Liberte Yayınları
GMK Bulvarı No: 108/16 06570 Maltepe - Ankara Tel: (312) 230 87 03 Faks:(312)230 80 03 e-maü:
liberte@liberte.com.tr www.liberte.com.tr

Sunuş.......................................................................................7
Özgeçmiş.................................................................................8
A. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e.............................................9
Türk Siyasal Düşüncesinin Son Yüz Yılında Üç Ana Yönelimin Ortak Çıkmazı:
Dogmatizm..................................9
1293 Kanun-u Esasisinin Son Tâdilleri.................................16
Osmanlı Devleti'nde So! Akımlar ve Partiler.......................25
Hüseyin Hiîmi Çevresi ve Osmanlı Sosyalist Fırkası...........37
Siyasal Miras.........................................................................45
Siyasal Gelişmenin Evreleri..................................................50
Ankara Đstiklâl Mahkemesinde Bir Heyet-i Fesadiye Davası ve Kuva-yı
Milliye......................................................................97
B. Tek Parti Dönemi ve Kemalizm..................................121
Tek Parti Döneminde Basın................................................121
Atatürk'e Nasıl Bakmak......................................................127
Atatürk'ün Yöntemi ve Yönetimi Üzerine..........................135
Atatürk Konusunda Yanıtlara Yanıt....................................144
Đkna (Đnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama).....................155
Sol Kemalizm'e Bakıyor'dan [Bir Söyleşi]........................163
C. Türkiye'de Siyasal Kültür...........................................175
Laiklik.................................................................................175
Laiklik ve Halkçılık.............................................................183
Türkiye Cumhuriyeti'nde Siyasal Düşünce Akımları.........194
Đstanbul Adaları [Rumlara Dair]..........................................202
Yahudiler Üstüne Bir Söyleşi..............................................209
Ermeni Sorunuyla Đlgili Bir Söyleşi....................................221
D. Türkiye'Din Eğitim Sorununa Bakışlar......................228
Eğitim, Özelliklede Yüksek Öğretim Üstüne Düşünceler... 229
Tarih Yazımının Bazı Sorunları Üstüne Düşünceler...........238
Đlk ve Orta Öğretimde Tarih................................................245
E. Kitabiyal........................................................................257
Mahmut Goloğlu'nun Son Eseri..........................................257
Atatürk ve Tanyol................................................................263
O Zaman Öyle [mi] Gerekiyordu [?]...................................272
Niyazi Berkes'in Siyah-Beyaz Anıları................................278
Karabekir'in -Uğur Mutncu'nun Đzin Verdiği
Kadar- An [attıkları................................................................282
Birinci Meclis......................................................................284
Sunuş
H. Bahadır Türk ile H. Emrah Beriş'in hazırlamayı önerdikleri. Önermekle de kalmayıp eski yazılarımdan
seçerek topladıkları bu kitabın yayımlanması beni pek mutlu etti.
Aslında, ben fazla yazmadım. Başlıca iki kitabım var: Türkiye'de Sol Akımlar I: 1908-25 (ve //. 1925-
36) ile T.C'nde Tek-Parti Yöneliminin Kurulması: 1923-31. Bunların ilki 1967'de (ve devam cildi 1991
'de), ikincisi de 1981'de çıktı. Her ikisinin sonradan genişletilmiş çeşitli basımları oldu. Ama çok çeviri
yaptım: Aristoteles'ten D. Hume'a, Th. Jefferson'a, S. M. Lipset'e, E. Barker'a, Kari R. Popper'den, P.
Burke'e, I. Berlin'e, I. Diakonoff a kadar birçok önemli yazarın yapıtlarını Türkçe'ye çevirdim. Ayrıca
çeviri editörlükleri yaptım. Đki de antoloji derledim: Batı 'da Siyasal Düşünceler Tarihi (üç cilt) ve
Sosyalist Düşünüş Tarihi (iki cilt). Tarih ve Toplum (1984-93) ile Toplumsal Tarih (1994-97) dergilerini
kurdum ve yönettim.
Özyaşamöyküm (benimle söyleşi yapan Ayşe ETdem ve Yücel Demirel arkadaşlarımın bir dipnotunda
belirttikleri gibi "monolog" niteliğindeki) uzun bir metin halinde yayımlandı: "Bir Tarihçinin Tarihçesi"
[Cogito, Sayı 32 (Yaz 2002), s. 42-67).
Hiçbir siyasal partiye girmedim, her zaman muhalif kaldım; fakat yıllar boyu sivil toplum kuruluşlarında
çalıştım: Siyasî Đlimler Türk Derneği'nde, Helsinki Yurttaşlar Derneği'nde, Tarih Vakfı'nda.
Özgürlük, eşitlik, dürüstlüğe inandığım için, yapmaya çalıştığım incelemelerde hep eleştirici oldum.
Genellikle kendi çevremden övgüler aldım, başkaları da bana saygı gösterdiler. Ne yazık ki, benim
çalışmalarımı çok az kişi eleştirdi. Bir istisnayı burada memnuniyetle anmak istiyorum: Mete Çelik'in
Toplum ve Bilim dergisinin "literatür eleştirisi" sayfalarında yayımlanan "Mete Tuncay'ın Türkiye'de Sol
Akımlar'ı Üzerine" başlıklı yazısı (Sayı 78, Güz 1998, s. 244-52). Benim başka araştırmalarımı da
kapsayan bu eleştirinin çoğu savlarını haklı ve düşündürücü buldum.
Bu kitapta biraraya getirilen otuza yakın yazı, benim otuz yıldır ilgilendiğim sorunların bir panoramasını
verdikten başka, düşün-celerimdeki değişim ve gelişime de ışık tutuyor. Hazırlayanlara ve okuma
zahmetine katlanacak olanlara teşekkür ederim.
Mete Tuncay
Özgeçmiş
Mete Tuncay, 1936'da Đstanbul'da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okudu. Aynı
kurumda 1961'de Siyasal Bilimler Doktoru, 1966'da Siyasal Teoriler Doçenti oldu. 1961'de Rockefeller
bursuyla Londra Đktisat ve Siyasal Bilimler Okulu'nda incelemeler, 1967-69'da Ankara'daki Muhabere
Okulu'nda ve Harb Tarihi Dairesi'nde askerlik yaptı. 1972-1973 yıllarında bir yıl süreyle DĐSK'te
araştırma uzmanlığı görevini yürüttü. 1974-75'te Kültür Bakanlığı Yayınlar ve Tanıtma Dairesi
Başkanlığında, 1975-77'de Millî Kütüphane Danışmanlığı'nda bulundu. 1979'da SSCB Bilimler Akademisi
konuğu olarak Sovyetler Birliği'nde, 1979-80'de Fulbright bursuyla ABD'deki Stanford Üniversitesi
Hoover Kurumu'nda araştırmalar yaptı. 1987-88'de Hür Berlin Üniversitesi Cari von Ossietzsky
Profesörü oldu. 1967'de Türkiye'de Sol Akımlar 1908-1925 kitabını yayımladı. 1981'de Türkiye
Cumhuriyeti'nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması 1923-193! kitabı basıldı. 1982'de (Sıkıyönetimce
toplatılan ve mahkemede aklandığı halde imha edilen) Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler kitabı yayımlandı.
1983'te bazı yazılarını Bilineceği Bilmek'te topladı. Aynı yıl Şubat'ında 1402 sayılı yasa uyarınca
üniversiteden çıkarıldı. 1990'da Mahkeme kararıyla görevine iade edildi, ama kendisi emekliliğini istedi.
1984 başından itibaren on yıl, aylık Tarih ve Toplum, 1994-96 arasında da Toplumsal Tarih dergilerini
yönetti. Halen Bilgi Üniversitesi Tarih Bölüm Başkanı.
A. Osmanlı'dan Cumhuriyete
Türk Siyasal Düşüncesinin Son Yüz Yılında
Üç Ana Yönelimin Ortak Çıkmazı:
Dogmatizm*
Türkiye yüz yıldır, sırasıyla Đslamcı, Pozitivist-Batıcı ve Sosyalist olmak üzere üç düşünce ikliminde
yaşamıştır dersem, sanırım, çok yanlış bir genelleme yapmış olmam. Bunların bağdaşmaz olduklarını,
birbirleriyle eşit ağırlık taşıdıklarını, Türk düşüncesinin bu evrelerden birini tamamladıktan sonra
ötekine girdiğini, üçünün benzer Ölçülerde yaygınlık kazandığını, yüz yıldan beri başka hiçbir düşünce
akımı doğmadığını söylemek istemiyorum. Yalnızca, bunları ana yönelişler olarak ayırmak bana Önemli
göründü.
Türk düşüncesi, en azından yüz yıldır, hemen hiçbir alanda gerçek anlamıyla yaratıcı olmamıştır -ne
özgün bir kuramsal yapı ortaya koyabilmiş, hatta ne de yabancı kökenli bir düşünceyi yerli koşullara
uyarlamakta ciddi bir başarı gösterebilmiştir. Aydınlarımız genellikle, epigon olmaktan ileri
gidememiştir.
Bu iki tespiti şöyle bağlayacağım: Çağdaş Türk düşüncesindeki üç ana akım içinde, dogmatizm ortak
bir parantez meydana getirmektedir. Düşünürlerimizin benimsedikleri görüşlere dogmatikçe
bağlanmaları, eleştirici ve dolayısıyla yaratıcı olmamalarına yol açmıştır, işte, burada savunmaya
çalışacağım tez, en sivri bir biçimde böyle özetlenebilir.
Hemen söyleyeyim ki, bu bir çeşit özeleştiridir. Bununla, Türk düşüncesine karşı haksızlık etmeyi
amaçlamıyorum. Hatta, nedenini ve çarelerini araştırarak dogmatiklikten kurtulabileceğimiz gibi,
safdilce bir umudum da var.
Önce, dogmatizmden ne anladığımı açıklamaya çalışayım. Dogmatizm, kuşkuculuğun karşı kutbudur.
Bu bakımdan önko-
Mete Tuncay
şulu, "Đnsanlarca bilinebilecek nesnel gerçeklerin varolduğu" yolunda epistemolojik/ontolojik bir
metafiziği kabul etmektir; bundan sonra "nitekim, o gerçeklik falan kuramla yanılmaz, sarsılmaz bir
biçimde kavranmıştır" dersek, dogmatik bir tutum takınmış oluruz. Verdiğim tanımda önemli olan,
yanılmazlık, sar-sılmazlık iddiasıdır; yoksa onun yerine "hipotetik" bir tutum ta-kınılsa, pekâlâ bilimsel
bir kalıba uyulmuş olurdu.
Daha basitçe, dogmatizm kavramının herhangi bir alandaki herhangi bir kuram üstünde inatla
direnmek anlamına geldiğini görüyoruz. Ama acaba bu, bazı alanlarda geliştirilen kuramların yapısal
gereği midir? Öyle olduğunu sanıyorum. Her türlü düşünce gerçeğe erişmek ister; ama gerçeği bilgi
yoluyla değil de, inanç yoluyla kavramaya çalışan yaklaşımlarda, yani bilime karşılık dinde dogmatizm
doğaldır.
Bilim alanında akıl, din alanında duygu egemen olduğu Đçin, inanılan gerçekler yanıltmaz, sarsılmaz
gerçeklerdir; bilinen gerçeklerse, ancak yanlışlıkları ortaya çıkarılıncaya değin öyle imişler gibi kabul
edilir.
Bu basmakalıp sözlerden sonra, şurasını önemle belirtmek isterim ki, insandan çıktığına göre, hangi
alanda olursa olsun, her kuramın dayandığı bir "inanç sistemi" vardır. Bunların yanlışlığı akılla
gösterilemez; dolayısıyla, bilimsel kuramların gerisindeki inançlarda dogmatizmden büsbütün
kurtulmayı bekleyemeyiz. Ancak bu değer yargıları, kalmaları gereken yerden öteye, kuramın ampirik
ya da rasyonel olmak gereken asıl bedenine karışırsa, Đşte o zaman kötü olur.
Vahiye dayanan dinlerin, hatta ayrıntılar bir yana, salt Tanrı inancının (deizmin) ciddi olarak
savunulabileceği kanısında değilim. Çünkü, temel varsayımları, ya ilkece bilinebilir nitelikte olan, ama
şimdilik bilinmeyen, ya da zaten bilinemeyecek soruların (çoğu kez, sözde-sorulann) inanç yoluyla
cevaplandırılmasına dayanmaktadır. Fakat bundan sonra, bir anlamda iç tutarlılıkları olduğunu, hiç
değilse özlerine dokunmadan kendi içlerinde tutarlı bir biçimde yeniden formüle edilebileceklerini
söyleyebiliriz.
10
Eleştirel Tarih Yazıları
Dogmatizmin, böylece dinsel bir kuramda, bağışlanabilirlik anlamında olmasa bile, alışılmışlıktan gelen
bir doğallığı vardır. Zihin zevkimizi, asıl, din-dışı alanlardaki dinsel tutum incitmektedir. Burada,
Đslâmiyet'in akılcı bir din olduğu iddiasını tartışmaya gerek görmüyorum. Bütün dinlerin tarihlerinde
zaman zaman akılla temellendirmeye çalışıldığını biliyoruz; ama böyle çabalar hem gerçekte dinin
özüne aykırı, hem de boşunadır. Ayrıca, Đslâm'ın Tanrı sözü sayılan kutsal kitabında son derece ayrıntılı
kurallar konulmuş olması, başka dinlere oranla onun daha dogmatik bir nitelik taşımasını zorunlu
kılmaktadır.
Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde Osmanlı-Türk düşüncesinin ne ölçüde Đslamcı olduğunu uzun
boylu anlatmayacağım. Şu kadarına dokunmakla yetineyim ki, Đslâmi renk, yalnız Batı etkisinde
çağdaşlaşma eğilimini temsil eden ilericilerin karşılaştıkları tepkide değil, bu ilericilerin kendilerinde de
vardır. Hem galiba, siyasal çöküş yıllarında Đslâmlığın üstünde eskiden daha çok durulmuş, dine daim
çok önem verilmişti. Batıcılığın bizde Đslâm'a karşı döndükten sonra bile, dogmatik bir tutumla
benimsenmesi, belki kendi iç nedenleri kadar, uzun yıllar Đslamcılıkla yanyana ve onunla uzlaştırılarak
savunulmasından ileri gelmiştir.
Bu noktada iki şey söylüyorum: Biri, Türk Batıcılığının pozi-tivist olduğu; öteki, Pozitivizmin dogmatizmi
içerdiği. Bizim Batıcılığımızın, özellikle Đttihat ve Terakki ideolojisinin bir devamı olarak görünen
Kemalizm'in pozitivistliği benim fikrim değildir. Fikir tarihçilerimiz çoktan bu tanımlamada birleştiler.
Batı düşüncesinin mutlaka pozitivist olması gerekmez, elbette. Fakat Pozitivizmin, Batıda 1789
öncesinin Akıl ve Aydınlanma çağlarının meşru çocuğu olduğunu, onların iyimser akla inançlarını
sürdürdüğünü, bizim de siyasal ve toplumsal yapımız gereği, özellikle 1789'u hazırlayan düşüncelerden
etkilendiğimizi unutmayalım. Dinden, böyle bir kesin metafızik-düşmanı programa geçmek, eskilere
pek zor gelmiş olmamalı. Öyle ki, terminolojinin bile değiştirilmesi gerekmemiş, yalnız bazı kavramlara
yeni bir yorum getirilmiştir. Din yerine, bilime inanılmıştır. Atatürk'ün "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir"
sözünü alalım. Bura-
II
Mete Tuncay
dakî ilim yeni bir terim değildi, din bilimi demekti; onun için böyle söylendiğinde, çarpıcı bir yanı yoktu:
sanki dinîn üstünlüğü bir kez daha açıklanmış oluyordu. Aynı sözdeki irşat etme deyimine de
dikkatimizi çekmek isterim. Ayrıca, "aydın" diye çevirdiğimiz "münevver" terimi de, bu yönden son
derece ilginçtir. Batı dillerindeki zekâ adamının yanında, bizim Tanrısal ışıkla aydınlanmış adamımız
buram buram din kokar.
Pozitivizmin dogmatikliği içermesi, bir genel felsefe sorunu. Onun için, şimdi bu noktayı tartışmam
gerekli değildir, sanırım. Đngilizce sözcüklerin özdeş ve anlamdaşlarını veren Roget's Thesaurus'tz
'dogmatism'in karşısında şunlar yazılı: Pozitivizm, pragmatizm, keyfîlik, diktatörlük...
Bu sunuş içinde sosyalizm konusunu en sona bıraktım, çünkü sosyalist akım ülkemizde Đslamcılıktan
da, Batıcılıktan da daha yeni. Ama dogmatizm sorununu düşünürken, benim kafamdaki sıra bunun tam
tersineydi. Kendimi içinde saydığım sosyalistliğin bazı kanatlarındaki dogmatizmden huzursuzluk
duymakla başladım. Türkiye'de solun gelişmesi açısından en kritik bir dönemde, yani 1970 sonlarıyla
1971 başlarında, dogmatik kanatların, tartışmaya, düşünmeye açık, daha hoşgörülü gruplara ağır
basmasına üzülüyordum. Evet, sosyalizmin başka ülkelerde de dogmatik türleri -yahut sız de benim
gibi sosyalizmi tek bir akım sayıyorsanız, yorumları- vardır. Türk sosyalizmindeki dogmatik eğilimin
başka ülkelerdeki bu dogmatizmlerden esinlenmiş, onlara öykünme yoluyla meydana gelmiş olması,
kolay ve doğru bir açıklamaydı. Ama bununla yetinmek istemedim. Ülkemizde sosyalist düşünceyi
benimseyenlerin büyük bir çoğunluğu dogmatik tutumu seçiyorsa, bu olgunun bir nedeni olmalıydı.
("Đşin kötüsü" mü diyeyim, yoksa "Neyse ki" mi bilemiyorum: sosyalistler arasındaki dogmatizm tek
yönlü de değildi.)
Solda da niçin çoğunlukla dogmatik modellerin seçildiğini açıklamak isterken, aklıma bizdeki Batıcılığın
laik bir islâmlık olduğu gibi, bu çeşit sosyalistliğin de yeni bir eski tür Batıcılık olabileceği geldi. Đtiraf
ederim ki, bu koşutluğu bana düşündüren, bazı sosyalist eylemci gençlerin, özü itibariyle bizim tek
parti ideolojisini
12
Eleştirel Tarih Yazıları
diriltmek isteyen birtakım cuntacı çevrelerle güç birliği yapmaya kalkışmaları olmuştu. Madem ki,
onlarla anlaşmayı umabiliyorlardı, öyleyse ortak bir yanları bulunmalıydı. Bu ortak yanın, metodolojik
açıdan "dogmatizm" olduğuna karar verdim.
Sosyalizmin, biliyorsunuz, bilimsel bir sistem olma iddiası da vardır. Birçokları, bundan, insan
toplumlarının gelişme çizgisi içinde sosyalizmin kapitalizmi izleyen bir evre olmasını, öznel etkenlerden
bağımsız olarak gerçekleşme zorunluluğunda bulunmasını anlarlar. Bana bu daha çok, tarih felsefesine
giren bir varsayım gibi görünüyor. Öte yandan, sosyalizmin gerçekten bilimsel bir yanı olduğunu da
düşünüyorum. Bilimsellik, herhalde sosyalizmin dayandığı değer yargılarında değildir. Đnsanların insan
olma sıfatıyla eşitliği bilimsel bir önerme değil, bir ahlâk kuralıdır. Bu gibi değerler üstüne kurulu olan
sosyalizmin, ancak ekonomik ve toplumsal güçleri çözümleyişi bilimsel olabilir. Bundan sonra, sosyalist
bir düzenin kurulması için neler yapılması gerekeceğini belirten "eylem kılavuzu" bölümü ise, mantıksal
bir çıkarımdan ibarettir.
Sosyalizm bize, toplumların maddi temelinin üst yapılarını belirlediği gibi bilimsel bir yaklaşım öneriyor.
Bu çerçeve içinde, toplumumuzun çözümlemesini yapmak, ekonomik güçlerin ve sınıfsal ilişkilerin
niteliğini ampirik olarak saptamak, bize düşmektedir. Bunlar, ayrı yerlerde ve zamanlarda doğal olarak
başka başkadır. Böyle bir görecelik değeri yokmuş gibi, diyelim, 1920'lerin Çin'inde kurulan bir
sosyalizme geçiş modelini, 1970'lerin Türkiye'sinde uygulamaya kalkışmak düpedüz dog-matiklik olur.
Tıpkı, 1820'lerin Fransa'sında, 1870'lerin Almanya'sında geçerli bir modeli 1920'lerde, 1930'larda
Batılılaşmak için Türkiye'de yürütmeye kalkışmak gibi.
Sosyalizmin tarihinde ünlü bir sorun, tek ülkede kurulup kurulamayacağıydı. 1840'larda, Marx ve
Engels, kapitalizmin o zamanki koşullarına bakarak böyle bir şeyin olamayacağını düşünmüşlerdi.
1920'lerde ise, Lenin ve Stalin, dünyada tekelci kapitalizm dönemine girildiğini söyleyerek, yalnız
başına Rusya'da sosyalizmin kurulabileceğine karar verdiler ve ustalarının
13
Mete Tuncay
yargısıyla kendilerine karşı çıkanları dogmatiklikle suçladılar. Kapitalizmin nitelik değiştirmesinin, buna
gerçekten izin verip vermediğini tartışmayacağım; fakat savundukları ilke haklıydı: ilgili koşullar
değişince, sonuç da değişebilir.
Sosyalizm ve dogmatiklik konusunda, ele alınacak daha birçok sorunlar var. Bunların ayrıntılarına
girmek istemiyorum. Yalnız, sosyalizm-düşmanlarının öteden beri ileri sürdükleri bir noktaya
dokunmadan geçemeyeceğim, Sosyalistler kendi saflarında dogmatikliğe karşı çıkarak, ellerindeki
kuramın eleştirici ve yaratıcı bir biçimde uygulanmasını savundukları zaman, hasımları bu esnekliğin,
sosyalist öğretinin yanlışlığının kanıtlanmasından kurtulmak için benimsenmiş bir kolaylık olduğunu
söylerler. Bir kurama ne yapılırsa yapılsın yanlışlığının kanıtla-namayacağı bir esneklik vermek elbet
yine dogmatizm olur.
Bence, sosyalist kurama belli bir değerler sisteminin gerçekleştirmesinin aracı diye bakılmalı, kendi
içinde bir amaç olmaya dönüştürülmemelidir. Bugün dayandıkları kavramlar ve çıkarımlar, gerçekler
karşısında işe yaramaz hale gelirse, onlarda ısrar etmenin ne anlamı olur? Evet, bilimsel bir kuramı
bile, dogmatikçe savunarak bir din haline getirmek mümkündür. Ama böyle bir şey olursa ve olmuşsa,
suç kuramın değil, onu bu yolda kullananlarındır.
Moda akımlar değişse de, dogmatizmin aramızda başat bir eğilim olarak hüküm sürmesi, sanıyorum,
gerçekten düşünmenin zor bir şey olmasından ileri geliyor. Dogmatik olmak için, çoğu kez, uslu bir
çocuk gibi söz dinlemek yeter; dogmatik olmamak için ise, deneye yanıla düşünmeyi öğrenmek
gerekir. Buysa, Özgür bir siyasal ve toplumsal ortamın varlığına bağlıdır. Türkiye'de özgürlük sürekli
olmamış, kısa dönemler halinde parıl-dayıp sönmüştür. Öte yandan, bağımsız düşüncenin bir ön koşulu
olan topluma başkaldırma eğilimi bile, bizde yine başkalarına öykünmeden ibaret kalmış, bir türlü
kendimize özgü biçimler kazanamamıştır. Sırtı parkalı, ayağı postallı genç, nerede var diskotek
düşkünü akranları kadar özgünlükten yoksundur, adeta onun kadar kolayına kaçmaktadır.
14
Eleştirel Tarih Yazılan
Sözlerimi bir kuşkumu belirterek bitirmek istiyorum. Bizler belki bireyi' aşan güçlerin önemini
vurgulamakta abartmaya kaçıyoruz Doğrusu, ortam koşulları ne olursa olsun, dogmatizmin zincirlerini
kırmakta ve özgün yollar aramakta, bireysel yiğitliğe iş düşmüyor mu?
15
1293 Kanun-u Esasisinin Son Tâdilleri*
Yaptığım bir çalışma sırasında, elimdeki Kanun-u Esasî'yi (1916-17 yıllarına ait olmakla birlikte, 1918'de
yayımlanan 68'inci basım) son Osmanlı Devlet Salnamesi 'ndeki metinle karşılaştırdım. Bir takım
maddeler değişik çıktı. Bunun üzerine, ikinci tertip Düslur'un son ciltlerini tarayarak, 7, 35, 69, 72 ve
76'ncı maddeleri değiştiren yasaları bulmam uzun sürmedi. Ben o vakte kadar, Ş. Gözübüyük ile S.
Kili'nin Türk Anayasa Metinleri (Siyasal Bilgiler Fakültesi, 1957) derlemesini kullanıyordum.' S.
Feridun'un Anayasalar ve Siyasal Belgeler (Đst., 1962) derlemesine de baktım; orada da, Kanun-u
Esasî'nin yalnızca 1909, 1914 ve 1915'teki tâdilleri gösteriliyor, 1916-18 yıllarındaki dört tâdil
verilmiyordu. Bunun üzerine, merak edip, Türk Anayasa Hukuku tarihini inceleyen belli başlı kitapları
karıştırdım. Hiçbirinde bu değişikliklerden söz edilmiyordu :
Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Ruhumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası (Đst. Hukuk R, 1973), 2.
bas., s. 68'de Kanun-u Esasî'nin «1914'te kabul edilen son tâdili»nin üstünde durmaktadır.
Prof. Dr. Đlhan Arsel, Türk Anayasa Hukukunun Umumî Esasları, /(Ankara, 1965), s. 40'ta, Vahdettin'in
1918 yılı sonlarında, 191 l'de yapılan 35'inci madde tâdili sayesinde Meclis-i Meb'usan'ı kolayca
feshedebildiğini ileri sürmektedir. (Oysa, 35' Đnci madde 1916'daki bir değiştirmeyle büsbütün
kaldırılmış ve 7'nci maddeye fesih yetkisi yeniden konulmuştur. 1918 feshi hakkındaki Đrade-i Seniyeye
de baktım: gerçekten 7'nci maddeye dayanıyor.)
Ord. Prof. Dr. AlĐ Fuat Başgil, Türkiye'de Siyasî Rejim ve Anayasa Prensipleri, I (Đst., 1957) adlı
kitabında, Kanun-u Esasî'nin en son Haziran 1912 (tasdiki: Mayıs 1914) tâdiline değinmektedir.
1
Bu yapıtın 1982'de yapılan ve 1839-1980 yıllarını kapsayan ikinci basımında, Kanun-u Esasî'nin son
dön değişikliğine yer verilmiştir: s. 84-85.
16
Eleştirel Tarih Yazılan
Prof. Dr. Hüseyin Nail Kübalı, Türk Esas Teşkilâtı Hukuku Dersleri (Đst., 1962), s. 111'de keza en son
bu tâdili belirtmekte, üstelik Mayıs 1330 tasdikini 1915 diye çevirmektedir.2
Ord. Prof. Dr. Recai Galip Okandan, Amme Hukukumuzun Ana Hatları (Đst. Hukuk F., 1971), 5. bas.:
1915'ten sonraki tâdillerden hiç söz açmamaktadır.
Daha genç kuşaktan arkadaşlarım da, aynı yanlışlığa kapılmışlardır. Örneğin: Rona Aybay,
Karşılaştırmalı 1961 Ana-yasası-Metin Kitabı (Đst Hukuk F., 1963) ve Cem Eroğul, Anayasayı Değiştirme
Sorunu (Siyasal Bilgiler Fakültesi, 1974), s. 170. Eksiklik, «değişikliklerin hepsi bu kadardır» deyince,
yanlışlık oluyor. Nitekim, Dr. Burhan Gürdoğan, «Đkinci Meşrutiyet Devrinde Anayasa Değişiklikleri»,
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt XVI, (1959), Sayı 1-4, s. 104-5'te, en son 1915 tâdilini
inceledikten sonra, «Gerek bu devrede [Sait Halim Paşanın sadaretinde] ve gerekse müteakip
sadrazamlar devrinde bir anayasa değişikliği vâki olmamıştır» demektedir.
En sonunda, 1918 Martındaki de dahil olmak üzere Kanun-u Esası değişikliklerinin hepsinden haberdar
olduğunu gösteren bir hukukçumuzu buldum.3 Bu, rahmetli hocam Prof. Dr. Yavuz Abadan'dı. Onun,
Prof. Bahri Savcı ile birlikte yayımladığı, Türkiye' de Anayasa Gelişmelerine Bir Bakış adlı küçük kitapta,
kendi yazdığı bölümde s. 50'ye bakınız (Siyasal Bilgiler Fakültesi, 1959). Ama, Abadan da iki Almanca
kaynağa gönderme yapmaktadır:
7
1330 yılı, 13 Mart 1914'ien 12 Mart 1915'e kadar sürer, ikinci tâdilin tasdik tarihi olan 15 Mayıs 1330,
28 Mayıs 1914'e denk düşer. Başka birçok kaynakta ise, Kanun-u Esasî'nin üçüncü tâdilinin tasdik tarihi
(29 Kânunusani 1330), 1914 diye çevrilmektedir; oysa bu, II Şubat 1915 demektir.
3
Tarihçilerimizden Ord. Prof. Y. Hikmet Bayur ise, Türk inkılâbı Tarihi.cilt III, kısım 4'te (Türk Tarih
Kurumu, 1967), Birinci Dünya Savaşı - yıllarında yapılan Kanun-u Esası değişikliklerine değinmekte ve
bunlardan, 9 Mart 1916 tarihlisinin üstünde durmaktadır.
17
Mete Tuncay
Friedrich von Krealitz - Greifenhorst, Die Verfassungsgesetze des Osmanischen Reiches (Wien, 1919)
ve Gotthardt Jaeschke, «Dıe Entwicklung des Osmanischen Verfassungsgesetzes von den anfangen bis
zur Gegenwart,» Die Weil des Islams (Berlin, 1923).
Ben bu durumun, ülkemizde geçerli bilgi üretimi yöntemleri bakımından düşündürücü bir örnek olduğu
kanısındayım. Üstelik, Abadan'ın yazısı, Başgil'inki dışında, andığım bütün kitaplardan daha eski
tarihlidir. Abadan, Almanlardan öğreniyor; ötekilerse, asıl kaynaklara gitmedikten başka, bir
meslekdaşlarının yazdıklarını da okumuyorlar. Tek bir örnekten genelleme yapmanın doğru olmadığını;
ayrıca, üzerlerinde durulmayan değişikliklerin, örneğin 1909 tâdilleri kadar önemli sayı lamayacaklarını
biliyorum. Ama, yine de, bu rahatsız edici bir saptamadır. Üstelik, sorunu biraz daha araştırınca,
elimizdeki hukuk kitaplarında anlatılan ilk anayasal gelişmeler konusunun, 1923'te Paris'te yapılan bir
doktora teziyle (Feridoun Fıkry [Düşünsel], le mouvement constitutionnel en Turquie et la loi sur
l'organisation fondamentale d'Angora - Presses unıversitaires), 1929'da onun yaklaşımını aktaran bir
ders kitabından (Ahmet Mitat, T. C. 'nde Hukuk-u Esasiye Hareketi - Đst.) bilinçli ya da bilinçsiz olarak
esinlendiği de anlaşılıyor, sanırım.
Bu yazıda üstünde duracağım dört anayasa değişikliği şunlardır:
/. Kanun-u Esasinin 5 Şaban 1327 Tarihli 76'ncı Madde-i Muaddelesini Muaddil Kanun:
4 Cemaziyülevvel 1334
25 Şubat 1331 (9 Mart 1916)
Madde 76. Meclis-i meb'usan âzasından herbirine her sene içtimai için elli bin kuruş tahsisat ve şehrî
dört bin kuruş üzerinden azimet ve avdet harcırahı verilir. Müddet-i içtimain temdidi ve meclisin
fevkalâde içtimai halinde ayrıca tahsisat
18
Eleştirel Tarih Yazıları
verilmez. Fesihten sonra içtima' eden meclis azasına tahsisatın nısfı verilir.
Đkinci Tertip Düstur, cilt 8, s. 483. Takvim-i Vekâyi, No. 2466 (29 Şubat 1331).
***
2. Kanun-u Esasinin 26 Rebiülevvel 1333 Tarihti 7'inci Madde-i Muaddelesinin Tâdili ile 2 Recep
1332 Tarihli 35'inci Madde-i Muaddelesinin Tayyı Hakkında Kanun :
4 Cemaziyülevvel 1334
25 Şubat" 1331 (9 Mart 1916)
Madde 7...................dört ay zarfında bilintihap içtima' etmek
üzere Iedeliktiza hey'et-i meb'usanın feshi hukuk-u mukaddese-i padi sabidendir.
Madde 35. Tayy edilmiştir. Đkinci Tertip Düstur, cilt 8f s. 484. Takvim-i Vekâyi, No. 2467 (1 Mart 1332)
***
3. 7 Zilhicce 1293 Tarihli Kanun-u Esasî'nin 72'nci Maddesini Muaddil Kanun :
15 Cemaziyülevvel 1334
7 Mart 1332 (20 Mart 1916)
Madde 72. Müntehipler evsaf-ı matlubeyi haiz her Osmanlıyı meb'us intihap edebilirler. Ancak bir kimse
aynı zamanda üçten ziyade daire-ı intihabiyede namzetliğini vaz' edemez.
Đkinci Tertip Düstur, cilt 8, s. 754. Takrim-i Vekâyi, No. 2486 (20 Mart 1332)
***
4. Kamın-u Esasî'nin 69'uncu Maddesini Muaddil Kanım :
8 Cemazıyülaher 1336 21 Mart 1334 (1918)
19
Mete Tuncay
Madde 69. Meb'usan intihab-ı umumîsi dört senede bir kere icra olunur. Đntihap olunan meb'usların
müddet-i meb'usiyeti dört seneden ibaret olup fakat tekrar intihap olunmak caizdir. Ancak dördüncü
sene-i içtimaiye orduyu hümayunun umumî seferberliğini müstelzım muhabereye müsadif olduğu halde
her iki mecliste aded-i mürettebin sülüsanıyla müzakeresine ibtidar ve aded-i mürettebin ekseriyet-i
mutlakasıyla kabul edilecek bir kanun ile müddet-i mezkûre temdit olunabilir.
Đkinci Tertip Düstur, cilt 10, s. 176. Takvim-i Vekâyı, No. 3187 (22 Mart 1334)
Şimdi de, bu değişikliklerin ne anlama geldiğine bakalım.
1. Kanun-u Esasî'nin ilk metninde, 76'ncı madde, milletvekillerine her toplantı yılı için 20.000 kuruş
ödenek ve 5.000 kuruş aylıklı bir devlet memuru gibi yolluk verilmesini öngörüyordu. 1909 tâdilinde
aldığı yeni şekle göre, aynı madde, yıllık ödeneği 30.000 kuruşa çıkartmış, yolluğu değiştirmemiş, ama
anayasada gösterilen (altı aylık) toplantı yılının dışında, fazladan toplanılırsa, aylık 5,000 kuruş
üzerinden ek ödenek verilmesini hükme bağlamıştır. Bu kere, yıllık ödenek 50.000 kuruşa
yükseltilmekte, fakat yolluğun ayda 4.000 kuruş aylıklı bir devlet memuruna göre hesaplanması
öngörülmektedir; ayrıca, uzatma durumları ve olağanüstü toplantılar için ek ödenek kaldırılmakta,
ancak fesih kararından sonraki toplantılar için yarı ödenek verilmesi kuralı konulmaktadır. (Ankara'daki
T.B.M.M.'nde ise, 5 Eylül 1920 tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu uyarınca, yılda bir kereye özgü olmak
üzere, yolluklar değiştirilmemiş -m. 7-, ama ödenekler 1916 tâdilindekinin iki buçuk katına çıkarılmış,
ayrıca (dört aylık) toplantı yılı dışında Meclise devam edenlere ayda 100 lira ek ödenek verilmesi -m. 6-
hükme bağlanmıştır.)
2. Padişahın haklarını sıralayan 7'nci madde, Kanun-u Esasî'nin ilk halinde, -bir süre
koymaksızın- yeniden seçim
20
Eleştirel Tarih Yazıları
yaptırmak koşuluyla, Meclıs-i Meb'usan'ın gerekirse feshedilebileceğini gösterirken; 1909 tâdilinde, bu
hüküm 35'inci maddeye (a) atıfta bulunmakta, üç ay içinde yeni seçimlere gitmek koşulunu
getirmekte, bir de Meclis-i Ayan'ın onayının alınmasını istemektedir. Aynı maddenin 1914 tâdilinde,
Padişahın 35'inci madde (b) uyarınca fesih yetkisinden başka, erteleme ve kapatmanın toplamı, yıllık
toplantı süresinin yarısını geçmemek ve o toplantı yılı içinde süresini tamamlatmak koşuluyla, Meclis-i
Meb'usan'ın toplanmasını geciktirebileceği ya da geçici olarak kapatabileceği de öngörülmüştür. 1915
tâdiline göre, aynı madde, 35'inci madde uyarınca fesih yetkisi olmasının yanısıra, Meclis-i Umumî'nin
zamanında açılıp kapatılması, olağanüstü toplantıya çağrılması, süresi üç ayı geçmemek ve bir daha
tekrarlanmamak üzere toplantının ertelenmesi ve o toplantı yılı içinde tamamlatmak koşuluyla belli bir
süre için kapatılması da, Padişahın kutsal hakları arasında sayılmıştır. Bu kere, 7'inci maddenin
dördüncü kez değiştirilmesiyle, dört ay içinde yeniden seçtirip toplamak koşuluyla, Padişahın Meclis-i
Meb-usan"ı feshedebileceği belirtilmektedir. 35'inci maddeye yapılan atıf da, 35'inci maddenin
kendisiyle birlikte kaldırılmıştır.
35'inci madde, Kanun-u Esasî'nin ilk halinde, Bakanlar Kurulu (Hey'et-i Vükelâ) ile Meclis-i Meb'usan
arasında bir konuda anlaşmazlık çıkar da, Bakanlar Kurulu ısrar ettiği halde, meb'uslar çoğunluk oyuyla
ve ayrıntılı gerekçe göstererek, bakanların önerisini kesinlikle ve tekrar tekrar geri çevirirlerse,
Padişahın isterse Bakanlar Kurulunu değiştirebileceği, isterse de Meclisi yasal süresi içinde yeniden
seçtirmek koşuluyla feshedebileceğini belirtmektedir. 1909 tâdilinde (a) ise, anlaşmazlık (ve
meb'usların kesin ve tekrar tekrar reddi) durumunda, Bakanlar Kurulunun ya bu kararı kabul etmesi ya
da istifa etmek zorunluluğunda olması Öngörülmüştür; yeni Bakanlar Kurulu eskisinin fikrinde ısrar
eder ve Meclis gerekçe göstererek söz konusu öneriyi yine reddederse, 7'nci madde gereğince
seçimlere gidilmek üzere.
21
Mele Tuncay
Padişah Meclisi feshedebilecek, ama yeni gelen meclis de eskisinin görüşünü benimserse, artık bu kere
Bakanlar Kurulu kendi görüşünde ısrar edemeyecektir. 1915 tâdilinde (b) 35'inci maddenin aşağı yukarı
ilk haline dönülmüştür. Bu kere, ayrıntılı gerekçe gösterilmesinden ve tekrar tekrar reddin «kesinlikle»?
olmasından söz edilmemekte, dört ay içinde yeniden seçtirip toplaması koşuluyla Padişaha Meclisi fesih
hakkı tanınmaktadır. Ancak, yeni Meclıs-i Meb'usan da eskisinin oyunda direnirse, geçen tâdilde
öngörüldüğü gibi, bu kararın kabulü bakanlar için zorunlu olacaktır. Đşte, 1916 yılının ikinci tâdilinde,
35'inci madde bu haliyle kaldırılmıştır.
3. 1916 yılının üçüncü tâdilinde söz konusu edilen 72'nci madde ilk kere değiştirilmektedir. Maddenin
özgün biçiminde, seçmenlerin milletvekillerini aynı ilde oturan kişilerden («mensup oldukları daire-i
vilâyet ahalisinden») seçmeleri öngörülürken, şimdi bu koşul kaldırılmakta, yalnızca bir kimsenin en
çok üç seçim çevresinde adaylığını koyabileceği hükmü getirilmektedir.
4. 69'uncu madde de, ilk olarak, 1918'de tâdil edilmiştir. Özgün metinde, bu madde ile, genel
seçimlerin dört yılda bir yapılacağı ve meb'usların yeniden seçilebilecekleri öngörülmüşken,
bu kere, ek olarak, olağanüstü durumlarda dönemin uzatılmasının yolu açılmaktadır. Buna göre, dö-
nemin dördüncü toplantıydı, ordunun genel seferberliğini gerektiren bir savaş zamanına denk
düşerse, Ayan ve Meb'usan Meclislerinde üye tamsayısının üçte ikisiyle görüşme açılıp, yine
tamsayının mutlak çoğunluğuyla Bu dört değişikliğin ne gibi gerekçelerle yapıldığını ve uygulamada
nasıl kullanıldığını araştırmayı, yazımın sınırları dışında tutuyorum.
Bunlardan başka, 1920 yılındaki son Osmanlı Meclis-i Meb'usan'ınm da Kanun-u Esasî'nin geçici
yasalara ilişkin
22
Eleştirel Tarih Yazdan
36'ncı maddesini değiştirmeye çalıştığı,4 fakat bu çabaların sonuçsuz kaldığı anlaşılıyor. Aynı Meclisçe
kabul edilen «Misâk-ı Millî»nin ise, bir Kanun-u Esası tâdili sayılıp sayılamayacağı tartışılabilir.5
1293 Kanun-u Esasî'si, Đkinci Meşrutiyet dönemindeki yedi tâdilinin dışında, 1924 Anayasasının
kabulüyle kesin olarak yürürlükten kaldırılışına değin, B.M.M. tarafından da çeşitli kararlarla
değiştirilmiştir. Kanımca, bu dönemde yalnız Nisab-ı Müzakere Kanunu ya da 1921 Anayasası değil,
Kanun-u Esasî'nin herhangi bir hükmünü değiştiren birçok karar, anayasal belge niteliğini taşımaktadır.
Bu anlayışla seçtiğim belgeleri, yakında Türk Tarih Kurumu'nca yayım-
4
Bak. Doç. Dr. Tarık Zafer Tunaya, «Osmanlı Đmparatorluğumdan T.B.M.M. Hükümeti Rejimine
Geçiş,» Đst. Hukuk Fakültesi - Muammer Raşit Seviğ'e Armağan, (1956) ayrı bası, s. 7.
3
Misâk-ı Millî'nin, Kanun-u Esasfnin l'inci maddesi hükmüyle ilişkili olduğu besbellidir. Fakat, bu belge
biçimsel bakımdan bir değişiklik olmadığı gibi, Meclis-i Meb'usan için yalnızca «özel bir Hey'et-i
Umumiye Kararı» niteliğindedir. Maamafih, Dr. S, Feridun, Anayasal ve Siyasal Belgeler adlı kitabına,
Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri Beyannameleriyle birlikte, Misâk-ı Millî'yi de almıştır.
Belki bütün bu belgeleri, anayasaya ilişkin de facto değiştirme yolları açan bildiriler diye görmek
gerekir. Ancak Dr. FeridurTun s. 37-38'de, Nurettin Peker, "Đstiklâl Savaşı (Đst., 1955), s. 91-95'ten
aktardığı metin hatalıdır. Misâk-ı Millî'nin bu hatalı metinleri hakkında bak. M. Tuncay, «M. M.'mn
Birinci Maddesi Üstüne,» Birikim. Sayı 18-19 (Ağustos-Eylül 1976), s. 12-16. Yeni harflerle doğru
metinler, o yazıda adı geçen Faik Reşit Unat'ın Aylık Ansiklopedi'deki makalesinden başka, Ahmet
Mitat'ın yukarıda anılan kitabında ve T.Z. Tunaya'nın üstteki notta gösterilen yazısında ek olarak veril-
miştir. Bu istisnalar dışında, yine ilk kaynaklara gidilmediği için, Misâk-ı Millî'nin yanlış metinlerinin
kitaptan kitaba aktarılagelmiş olması, yukarıda değindiğim bilgi üretimi yöntemlerimizin sakatlığına bir
başka örnektir. Benim Birikim 'de çıkan makalem üstüne, I976'da toplanan Türk Tarih Kurumu
Kongresinde Doç. Dr. Nejat Kaymaz tarafından bir eleştiri yapılmıştır.
23
Mete Tuncay
lanacak olan Birinci B.M.M. 'ııde Anayasa Tartışmaları adlı derlememde toplamaya çalıştım."
Bu kitap hiçbir zaman çıkmadı. O zamanki Türk Tarih Kurumu Yönetimi, Prof. Dr. Tarık Zafer
Tunaya'ya "1921 Anayasasının Meclis Görüşmeleri"ni hazırlamasını sipariş etmiş, rahmetli Tunaya da, o
sıralar işsiz olduğum için, bu "paraiı görev"i bana vermişti, Ben, yukarıda belirttiğim gibi, yalnız 1337
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun değil, Başkumandanlık Kanunu'ndan Ankara'nın başkent yapılması
hakkındaki Heyet-i Umumiye Kararı'na kadar bir çok yasama belgesinin Meclis tartışmalarını derledim,
başına da bir sunuş yazarak TTK'na teslim ettim. Kurum yönetimi, benim adımı sakıncalı bulmuş olacak
ki, ne kitabı bastı ne de bana bir ödeme yaptı. Geri aldığım klasör, kitaplarımın arasında duruyor.
24
Osmanlı Devleti'nde Sol Akımlar ve Partiler
Türkiye'de sol akımları incelemeye 1908 II. Meşrutiyet devrimiyle başlayacağız. Böyle bir çıkış noktası
seçmek, daha gerilerde gevşek anlamıyla "sol" açısından ilgilenmeye değecek bir şey olmadığı
anlamına gelmez. Batı'da kökleri Yunan aydınlanmasına, hatta Đbrani nebilerine kadar uzanan,
Ortaçağ'da dinî kisveler altında devam edip, kilisenin ekonomik temeli sarsılınca, laikleşen ütopyacı
özlemler, eşitlikten yana duygular; eski Mısır'da, Babil'de, Roma'da başlayıp derebeylik Avrupa'sının
köylü ayaklanmalarında süregelen, adalet adına aşağı sınıfın başkaldırmaları olduğu gibi, Türk tarihinde
de bunlara benzeyen fikir ve hareketler vardır. Bu yönden, çeşitli tarikatların toplumsal içeriklerini
araştırmak, bugün bile töreler arasında kalıntılarına rastlanan eşitlikçi duyguların, Türklerin Orta Asya
günlerindeki kökleri üstüne eğilmek, Ahilik örgütünü, Celali ayaklanmalarını incelemek pekâlâ
saygıdeğer bir çaba olabilir.
Đlk Sol Akımların Özü
Osmanlı Đmparatorluğu'nda, çok eskilerden beri ekonomik amaçlı işçi hareketleri olduğu bilinmektedir.
Đktisat Tarihi araştırma-larında, (gümüş akçelerin tağşiş edilmesi suretiyle enflasyona gidildiği zaman,
örneğin, cami inşaatında çalışan senk-traşların, yevmiyelerinin satın alma gücü azaldığı için, topluca
işlerini bırakarak köylerine dönmeleri gibi) tatil-i eşgal olaylarına karşı sâdır olmuş pek eski padişah
fermanları bulunmuştur. Ne var ki, bütün bu hareketler modern solcu bilinçten yoksundur. Đşçiler,
ortaklaşa çıkarlarını koruma içgüdüsüyle hareket etmişler; yalnızca ekonomik olan amaçları politik
boyutlara ulaşamamıştır. 19. yy'ın sonlarında başlayan ilk amele teşkilâtları da, aynı kalıbı devam
ettiren hareketlerdir.
Türkiye'de 19. yy'ın son çeyreğinde, Kasımpaşa tersanesinde ve Beykoz debbağhanesinde savsaklanan
işçi ücretlerinin ödenmesini sağlamak için grevler yapılmıştır. Bununla birlikte, daha yüzyılın
ortasındayken, işçilerin devrimciliğe girişebilecekleri
25
M em Tuncay
fikri, hükümeti (gereksiz yerde) ürkütmüştür. Nitekim, 1845 tarihli Polis Nizamı'nın 12. maddesi,
emniyete şu görevi vermekteydi: "Đşini gücünü terk ile mücerret tatil-i mesalihi ibat garezinde olan
amele ve işçi makutelerinin cemiyetlerinin def ve izalesiyle ihtilal vukuunun Önü kestirilmesi."
Osmanlı-Türk aydınları da, geçen yüzyıl boyunca Avrupa'da gelişen solcu fikirleri tanımamış ve
benimsememi şlerdir. Bu durumu açıklamak için, belki şunlar söylenebilir. Osmanlı împara-torluğu'na
Batı'dan zorlanan "Tanzimat" ve "Islahat" çabaları, daha çok gayrimüslim uyrukların güvenliğini
sağlamak amacına yönelmiş olup, geniş Ölçüde devletin dış politikasıyla ilgiliydiler. Yeni Osmanlı ve
Genç Türk akımlarında anlatımını bulan zihniyet ise, bundan ancak bir adım daha ileridir. Bu aydın akı-
mların da temel sorunu "devletin bekâsını temin"; buldukları başlıca çare ise, "teceddüt'tü. Burada
yenileşme denildiği zaman, mutlakıyetten kurtulup meşrutiyete ulaşmak kastediliyordu. Bu demokratik
anlayışın, biçimsel bir "siyasal demokrasi" olarak düşünüldüğü; solculuğa yol açacak bir "ekonomik
demokrasi" anlayışına erişilemediği meydandadır.
Barışçı yollar izleyen evrimci bir sosyalizmin doğması için, önce siyasal özgürlük rejiminin kurulması
gereklidir ve bu koşul Meşrutiyet’e kadar gerçekleşmemiştir. Daha çok yer altı karakterini taşıyan
devrimci bir sosyalistliğin yürümesi için de, -Batı'ya açılıştan Meşrutiyet’e kadar- yeterince zaman
geçmemiştir. Başka toplumların denemelerinden öğrendiğimize göre, bu tür solcu eylem, yetişkin bir
radikal aydın kadrosunun varlığına ve uzun süren mutlakıyetçi bir baskı rejiminin bu kadroyu gitgide
sertleştirmesinde bağlıdır; böyle olursa, ilk gevşemede solcu bir devrim patlak verebilir.
Yenileşme modelini Batı'da arayan Osmanlı-Türk aydınları, bu ülkelerdeki solcu hareketleri
görememişlerdir, çünkü, -bir psikoloji terimi kullanmak gerekirse- sol onların "ilişki çerçevesine (fratne
ofreference) girmemiştir: sola bakılmamıştır ki, sol görülsün.
26
_
Eleştirel Tarih Yazıları
Bu bakımdan bir 1870 Paris Komünü örneğinin bile, solcu içeriğine inilmeksizin, siyasal özgürlük
terimleriyle görülmüş olması, ilgi çekici bir olaydır.
Yeni Osmanlı ve genç Türk akımlarının ekonomik sorunlarla ilgilenmeleri, milliyetçi siyaset açısından ve
pragmatik bir biçimde olmuştur. Daha sonraki yıllarda, Türk yöneticilerinin dünya görüşünü
nitelendirecek olan anti-emperyalist ve (aşağı yukarı aynı anlamda olmak üzere) anti-liberal yönelimler,
tomurcuk halinde, bu aydın çevrelerinde doğmaya başlamıştır.
Đmparatorluğun gayrimüslim ve gayr-i Türk uyrukları ise, genel olarak kendilerini Osmanlı devletiyle
özdeşleştirmemişler ve din-dil yakınlıkları sebebiyle, Batı'yı daha iyi öğrenebilmiş olmaları sayesinde,
solculuğu da daha kolay tanımışlardır. Bu bakımdan solun, ulusal kurtuluş hareketleri gecikmiş olan
Ermeni ve Bulgar azınlıkları arasında yayılmaya başladığını da Özellikle kaydetmek doğru olur.
1908'in Getirdikleri
Türkiye'de solun, asıl, II. Meşrutiyet'ten sonra ortaya çıkması bir rastlantı değildir. 1908 hareketini,
burjuva devrimleri kategorisinde görmek gerekir. Bunun içindir ki, çağdaş sol, Batı'da 1789 devriminin
ertesinde olduğu gibi, Türkiye'de de 1908-1925 döneminde doğmuştur. 1908 devriminin oluşumu,
şüphesiz ki, geniş bir nedenler dizisinin sonucudur. Gözle görünen etkenlerin başında, on yıldır
yoğunlaşan bir aydın muhalefeti ve onunla sıkı sıkıya bağlı olarak ordunun (yani, subayların) tutumu
gelmektedir. Yakın geçmişimizdeki pek iyi bilinen bir kalıbı andıran bir biçimde; II. Abdülhamit
yönetiminin, halk kütlelerine her ne kadar meşru görünürse de, aydınları kendisinden soğuttuğu; ordu-
nun da bir yandan toplum içindeki itibarını azalttığı, öte yandan -Alman yardımlarıyla- maddî gücünü
artırdığı, devrimin böyle patlak verdiği söylenebilir. Bu açıklama da, yanlış değildir, ama yeterince
derinlemesine bir açıklama da değildir.
19. yy'ın ortalarına gelinceye kadar, Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik yapısının, kendine has
özellikler taşıyan bir dere-
27
Mete Tuncay
beylik düzeni olduğu kabul edilebilir. 19, yy'da Osmanlı devleti, gitgide daha çok Fransa, Đngiltere,
Avusturya ve Rusya'nın ekonomik ve politik baskılarının ağırlığını duymaya başlamıştır. Yüzyılın
sonlarına doğru, bu gruba genç Almanya da eklenmiştir. Endüstrileşmiş Batı, otarşik bile olmayan ve
daha çok, bir zamanlar ticarî yolları üstündeki askerî egemenliğine yaslanan Osmanlı ekonomisini hızla
çökertmiştir. Devlet hazinesinin kaynakları kuruyunca, geniş dış istikrazlara başvurulmuştur. Avrupa
sermayesi, Türkiye'ye akmaya başlamış ve bir yabancı bankalar şebekesi kurulmuştur. Gelen sermaye,
daha çok pamuk ve tütün gibi tarım ürünleriyle ilgilenmiş, bu ürünlerin dış pazarlara taşınması ve
karşılığında endüstri maddeleri getirilmesi için, demir ve denizyollarında görüldüğü gibi ulaştırma
sektörüne de biraz el atılmıştır. Böylelikle, yavaş yavaş bir yarı sömürge durumuna giren Türkiye'de,
ekonomik temel değişiklikler toplumsal sınıfları da geniş ölçüde etkilemiştir.
Türkiye'de 1908 devrimi, ekonomik tabanı henüz kurulmamış bir milliyetçi burjuva hevesiyle,
sömürgelikten kurtulmak ve devlet gücünü canlandırmak için yapılmıştır. Ancak, bu yönelim, iktidarı
aldıktan sonra, dış güçlerin karşısında bir tarafa yaslanmadan ayakta durmayı becerememiş ve dünya
ölçüsünde çatışan emperyalizmlerden birine bağlanmak zorunda kalmıştır. Hem de, bütün Yeni
Osmanlı ve Genç Türk akımları içinde gözlemlenen Fransız kültürel etkisi ve Đngiliz meşrutî monarşisine
özenmelere rağmen, Đttihat ve Terakkı'nin Almanya'ya yanaşması, II. Ab-dülhamid modeline bir
dönüşü temsil etmektedir. Bu durumun nedenleri, meşrutiyet döneminde yüzeyde birtakım
kaynaşmalar olmakla birlikte, toplumun sosyoekonomik temellerinin değiş-meyişinde aranmak gerekir.
En sonunda I. Dünya Savaşı, Türk milliyetçiliğini Alman emperyalizminin gölgesinde yükseltme
dileklerini tam bir iflâsa götürmüştür. Yalnız, şurasına işaret edilebilir ki, Türkiye'de endüstrileşmiş bir
altyapı bulunsaydı, genel savaştan yenik çıkıldıktan sonra bile, Millî Mücadele'nin de, Cumhuriyetin de
siyasal tarihi çok başka olurdu.
28
Eleştirel Tarih Yazılan
1920'de resmen meydana atılan Anadolu Kurtuluş Hareketi, bir bakıma sınıf terimleriyle 1908'in
yeniden başlatılması demektir. Zaten, toplumsal zaman açısından büyük bir ilerleme olmamıştır. Ancak
bu kere, düşmana karşı Anadolu'da kurulan cephe, türedi sermaye düzenin tedirgin ettiği taşra
feodalitesıyle, dış sömürülme bağlarını koparıp yerli kaynakları ileri bir endüstri tekniği kullanarak
işletmek isteyen milliyetçi aydın tabakasının işbirliğine dayanmaktadır. Millî Mücadele'nin bitimine kadar
sürdürülen, Halife-Sultana bağlılık fikri ve kurtuluş ertesinde patlak veren çatışmalar gibi, ilk bakışta
kolay anlaşılmayan olaylar, bu dengesiz koalisyonun zorunlu sonuçları diye görülebilir. Kurtuluş Savaşı
sırasında, çoğunlukla Đstanbul ve Đzmir'de üslenmiş bulunan kozmopolit ticaret burjuvazisi, genel
olarak ulusal hareketi tutmamıştır. Fakat zaferlerden sonra, bu sınıfın yeniden -tıpkı vaktiyle Đttihat ve
Terakki'ye yaptığı gibi- Ankara çevresini de kendi görüşüne getirdiği düşünülebilir. Örneğin, bir 1923
Đzmir Đktisat Kongresi'nde benimsenen liberal tutum, bu yorumun doğruluğuna tanık olabilir. Memleket
içinde, ticaret yoluyla büyük sermaye kütleleri birikmeden ve dışardan geniş çaplı yardımlar alınmadan
sanayi yatırımları yapmanın olanaksız görünmesi, Ankara milliyetçilerini, kendi kendine yeterli bir
ekonomik yapı kurma hedeflerine doğru ilerlemekten alıkoymuş, Batı sermayeciliği ve onun yerli
temsilcileriyle uzlaşmaya zorlamıştır. Fakat, (solcuların pejoratif bir anlamda kullandıkları deyimle)
komprador burjuvazi, bu kadarıyla yetinmemiş ve siyasal iktidarı da milliyetçi burjuvazinin elinden
almak istemiştir. Bunun için, daha çok kişisel nedenlerle yönetici kadrodan ayrılmış birtakım ünlü
kimselerden yararlanmış ve laiklik hareketinin rahatsız ettiği dindar halk kütlelerinin tepkilerini
kullanmak yoluna gitmiştir. O sıralar baş gösteren bir din (kisvesi altında, ırk) hareketi, Ankara
hükümetine, düpedüz varlığına karşı yöneltilmiş böyle bir tehditten kurtulmak için elverişli bir fırsat
olmuştur. Nitekim, Şeyh Said ayaklanması bastırılırken çıkarılan Takrır-i Sükûn Kanunu'yla, hükümet
her türlü siyasal muhalefeti ortadan kaldırmıştır. Böylelikle, gerçek anlamıyla, Türk tarihinde bir siyaset
dönemi sona ermiş ve bir idare dönemi başlamıştır.
29
Mete Tuncay
1925'ten sonra, siyasetin yeniden meydana çıkması için daha birçok yıl beklemek gerekecektir.
Türkiye'de (1913-1918 arasındaki beş yıl dışında) siyasetin uygulandığı bu dönem, birtakım sol
akımlara da sahne olmuştur. Aslında, 1908-1925 yıllarındaki siyasetin genel akışı içinde, bunlar pek az
önem taşıyan hareketlerdir. Hemen hiçbir zaman, bir halk hareketi olmak boyutlarına yaklaşılmamış,
bazı küçük aydın çevrelerinde kalınmıştır. Burada yapılan yorum yanlış değilse, Türk toplumunda II.
Meşrutiyet'in ve Cumhuriyet'in ilanıyla denenen, altyapının elverdiği olanakların ilerisine devrimci
sıçrayışlar, Ba-tı'nın -temelinde kapitalist endüstriyalizmi bulunan- yaşam biçimine özenişten kaynak
almışlardır. Etkili bir biçimde herhangi bir toplumsal tabana basamayan bütün ilk sol akımlar ise, esas
itibariyle bu yönelimi desteklemekten öteye gidememişlerdir. Bu destekleyiş, daima iktidarları hazır
olduklarından daha ileriye itmek suretiyle ortaya çıktığı için, hükümetlerin solculara karşı susturucu
tavır takınmalarına ve solcuların da hükümetlere karşı genel bir özgürlük savaşına katılmalarına
şaşılacak bir şey yoktur.
Türk Burjuvazisinin Düşünce Yapısı
1908'den önceki Osmanlı monarşisinin temsil ettiği feodal düzen, doğal ideolojisini leolojik bir siyaset
görüşünde, yani Đslamcılıkta bulmuştur. Ekonomik temelinin zayıflaması sonucunda varlığı tehlikeye
giren Đmparatorluğu koruma emeliyle, bizim olan Hıristiyan ülkelerden bizim olması gereken Müslüman
ülkelere doğru bir kaydırma tasarlandığında da, bu Đslamcı yönelim -II. Abdülhamid'deki gibi- bir
Panislâmizm'e dönüşmüştü. 1908-1925 döneminde siyasi iktidarı alan Türk burjuvazisinin doğal
ideolojisi ise, milliyetçiliktir. Bu yönelim de, uygulamada çeşitli aşamalar geçirmişti. Hürriyetin
Đlanı'ndan hemen sonra, imparatorluğun bekası, Türklerin ulusal duyguları uyanmış Rum, Ermeni,
Bulgar... azınlık topluluklarıyla bir çeşit federatif yapı içinde yaşamaları umuduna bağlı
göründüğünden, Türk milliyetçiliği önceleri çok belirgin olmadı. Ama, Balkan savaşlarıyla bu hayal
bozulunca, şoven bir tutum ağır bastı ve Alman emperyalizminin yardımıyla Turan ülküsünü
gerçekleştirmek, yani
30

Eleştirel Tarih Yazıları


Pan-Türkizm yoluyla imparatorluğu sürdürmek hevesi doğdu. Kurtuluş Savaşı yıllarında ise, Türk
milliyetçiliğinin uyrukları Misak-ı Millî ile sınırlandı. 1908-1925 arasında ortaya çıkan Türk solculuğuna
gelince, bu da ancak Türk proletaryasının doğal ideolojisi olabilirdi. Fakat, Türk proletaryası
denebilecek tabakalar, o yıllarda, gerçekleştirilmesi mümkün sosyalist bir programın toplumsal tabanı
olacak genişlikte değildi. Aslına bakılacak olursa, Türk burjuvazisi de, o dönemde milliyetçi bir plat-
formu kaldıracak sayı gücünde olmaktan uzaktı. Türkiye'de (komprador çeşidinden de olsa) kapitalist
sayılabilecek insanların büyük çoğunluğu, Türk ulusundan değil, azınlık gruplarından geliyordu.
Burjuvazi adına Türk olarak hemen yalnız memurlar ve zabitler vardı. Fakat, kültür yoluyla, modern
teknolojinin vadettiği zengin gelişme imkânlarını sezinleyen bu tabakalar, kapitalist olmak, yabancıların
ve azınlıkların ekonomik hayattaki egemen yerlerini almak özlemini duymaya başlamışlardı. Milli-
yetçiliğin iktisadi anlamı da bundan ibaretti. Onun içindir ki, milli-yetçi Türk burjuvazisi hedeflerine
ulaşabilmek amacıyla, kendi ırkından olan -fakat rejim terimiyle hasım durumda bulunan- feodal
unsurlara yanaşmak, onlarla uzlaşmak zorunda kalmıştı. Uzun bir süre, Enver Paşa'da da, Mustafa
Kemal Paşa'da da görülen Đslâm'a karşı ödün verici tutum, aslında böyle bir koalisyon arayışın
anlatımıdır. Bunun gibi, solcular da zaman zaman burjuvaziye ve feodal sınıflara yaklaşmak
zorunluluğunu duymuşlar ve onlara göre, kendi programlarında ulusaî veya dinsel istemlere ağırlık
vermişlerdir.
Bu genel çerçeve açısından, bizim Osmanlı solculuğu kategorimiz 11. Meşrutıyet'ın ilk yıllarında, yeni
iktidara gelmiş burjuva sınıfının temsilcilerine karşı bir özgürlük savaşı içinde oluşmuştur. Bu hükümet,
başlangıçta ne Đslamcılığa yaklaşmıştı, ne de -potansiyel olarak içinde taşıdığı- milliyetçiliği ortaya koy-
muştu. Çeşitli milletlerden kurulu bir imparatorluğu yaşatma çabası, içinde farklı ırk ve dinlerden
üyelerin yer aldığı devrin Meclis-i Mebusan ve Âyan'ında anlatımını buluyordu. Bu durum, devletin
muhafazakâr ve Müslüman unsurları arasında doğal bir tepki doğurmuştu.
31
Mete Tuncay
Batı'da önce ticari, sonra sınaî karakterde bir burjuvazinin dogması ve toplumda egemen olması, nasıl
dinle zorunlu birtakım sürtüşmelere, çatışmalara yol açmışsa, Türkiye'de de Batılılaşma hareketi buna
benzeyen eğilimler yaratmıştır. Bu bakımdan, Türk toplumunda saltanatın ve hilafetin ilgasryla din ve
devlet işlerinin ayrılması, yani "laiklik devrimi", halk kütlele-riyle yönetici aydın kadroları arasında
gözlemlenen soğuma olayının ilk nedeni değil, son halkalarından biridir. Modernleşmenin başından
beri, bu yönde bir yabancılaşma olmuştur. Denilebilir ki, yeni Osmanlı aydınının bilgisi, Đslâmi din bilimi
olmadığı andan itibaren halktan kopma başlamıştır. Đşte II. Meşrutiyet boyunca işlemeye devam eden
bu süreç içinde, Đttihat ve Terakki'nin, Müslümanları birinci planda yer almaktan çıkaran
imparatorlukçu enternasyonalizmi, kütlelere fazla ileri giden bir hareket olarak görünmüştür.
Osmanlı Solculuğu ve Anadolu Solculuğu
Aslında iktidarın temsil ettiği zihniyetten daha ileri bir ideoloji adına meydana çıkan Osmanlı
sosyalistleri, bir yandan milletlerarası bir solcular dayanışmasını savunurken, bir yandan da (fırsatçı
denebilecek bir tutumla, kısa vadede işin kolayına kaçarak) Đslâmî tepkiden de yararlanmanın yolunu
aramıştır.
Batı'da kapitalizme karşı dinin geçmişten gelen tepkisiyle, solun gelecek adına söz söyleyen tepkisinin
birleşerek örneğin Hıristiyan sosyalizmlerini türetmesi gibi; Türkiye'de de kapitalizmin soğuk
materyalizmine karşı, insanî ve âdil bir dünya görüşüne dayanan ve ilkede, halkla birlik olunmasını
öngören solcu fikirler duyulur duyulmaz, bunun Đslâmlıkla özdeş olabileceği (belki, modernleşmenin
halkla aydınlar arasında yıktığı köprüleri yeniden kurmak umuduyla) önce din cephesinde
düşünülmüştür.
Hilmi çevresinin, sosyalizmi Müslümanlığın bir gereği olarak tanıtmaya kalkmasının temeli bu
noktadadır. Zamanla, Đttihat ve Terakki'nin Türk milliyetçiliğini gitgide daha sivri terimlerle belirgin hale
getirmesi, Osmanlı solcularının bu içten tutarsız tavırlarını daha da kuvvetlendirmiş ve iktidar, hem
yeterince en-
32
Eleştirel Tarih Yazılan
ternasyonalist, hem de yeterince Đslamcı olmadığı için tenkit edilmiştir. Daha sonra hâkim tabaka,
milliyetçiliğini dincilikle de örtmeye çalışınca, bu kere solcular yapılan işe (Hürriyet ve Đtilâf çevresiyle
birlikte ve büsbütün haksız olmayarak) samimî değil diye kötü gözlerle bakmışlardır.
Anadolu solculuğuna gelince, bu, toptan genelleme yapmaya elverişli olmayan zoraki bir coğrafya
kategorisidir. Çözümleme amacıyla, şöyle bir yeniden-smıflama doğru olabilir: Yeşil Ordu Cemiyeti'yle
Resmi Türkiye Komünist Fırkası, Yeşil Ordu'nun Nazım Bey kolu ile Türkiye Halk Đştirakiyim Fırkası'nın
birinci dönemi. Gizli Türkiye Komünist Partisi ile Suphi'nin teşkilatı ve Türkiye Halk Đştirakiyûn
Fırkası'nın ikinci dönemi. Bu grupların üçünde de ortak olan özellik, bir dış düşmana karşı girişilen ulu-
sal kurtuluş hareketinde feodal, burjuva ve proleter unsurlara dayanarak, elbirliğiyle, sınıflararası bir
hareket yapmak isteğidir. Ancak, benzerlik burada bitmektedir. Hareketin yarını bakımından bu
unsurlara verilen ağırlık farklıdır. Birinci grubun solculuğu, sosyalist sözlüğü gelişigüzel kullanmaktan
ibaret görünmektedir. Millî mücadele yönetiminin belli bir dönemdeki politikasının ifadesinden başka bir
şey olmayan bu anlayışta, ulusal burjuvazinin çıkarı en başta gelir; feodal dinî unsur bilinçli olarak
geçici bir süre için kullanılmaktadır; ezilen tabakaların sosyalist Özlemlerinin ise, ulusal egemenliğin
tamamıyla gerçekleştirilmesi halinde kendiliğinden doyum bulacağı sanılmakta, hatta "komünizm"e
erişmek için sınıf mücadelesini şart görenlerin yanıldığı samimi olarak iddia edilmektedir. Đkinci grupta
feodalite-burjuvazi-proletarya koalisyonu, ilkindeki gibi bir hareket noktası olarak anılmakta, fakat
zamanla anti emperyalist mücadele tasfiye edilince, anti kapitalizmin de ağır basacağı, bu durumun
sosyalizmin gelişmesine yol açacağı umulmaktadır. Üçüncü grubun bu orta duraktan farkı, bir özlemi
gerçekle karıştırarak dinci-feodal unsuru geri plana atması ve onun yerini sosyalist bilinçlenme süreci
içinde bulunan emekçilerin doldurduğu varsayımına bel bağlanmasıdır.
33
Mete Tuncay
Anadolu mücadelesi, bir halk hareketi olmak yolundaki başarısını, şüphesiz Osmanlı demokrasinden
hem daha millî hem daha dinî olabilmesine borçludur, bir bakıma, bu durum TBMM'nin Mechs-i
Mebusan'a oranla, sosyal zaman çizgisi üstünde daha geride olması demektir. Fakat, solcu anlayışın
halkçılık yönü, bu güç sentezin işleyebilmesini sağlayan teorik malzemeyi getirmiştir.
Anadolu solculuğunun üçüncü grubuyla yakından ilgili olan, Đstanbul'daki Aydınlık çevresi ise, sosyal
sınıflar ve rejimler bakımından nerede durduğunu daha açık olarak göstermektedir. Bu çevre
feodaliteye ve onun dinci ideolojisine karşıdır. Fakat, burjuvazinin milliyetçiliğini kısa vadede iki
mazeretle desteklemektedir. Bir kere, dış düşmana karşı sınıflararası bir milli kurtuluş hareketinin
önderliğini yapan Türk burjuvazisi, dolayısıyla dünya devriminin anti emperyalist gereklerine de hizmet
etmiş olmaktadır. Sonra, Türk toplumu açısından, her zaman (belki Leninizm'le pek uyuşmayan, fakat
iyi Marxizmin sonucu olan) sosyalizme geçmek için önce kapitalizmin gelişmesini bir ön-mesele saymak
eğilimi, bir kelimeyle "Menşevik'çe" diyebileceğimiz bir kaygı da vardır. Bu sözü biraz açmak gerekir.
Uluslararası solculuk, "dünya devrimi" sloganının anlattığı saldırı çağından, "tek ülkede sosyalizm"
ilkesinde anlatımını bulan -o zamana kadar kazanılanı, yani sosyalist anavatanı, Sovyetler Birliği'ni-
savunma dönemine girince, milli kurtuluş hareketleri de, dünya devriminin yardımcı kuvveti olarak
yedeğe alınmıştı. Bu geçiş olurken, hatırlanacağı üzere, Aydınlık çevresi Kominlern'de eleştirilmiştir.
Aydınlık'a yöneltilen suçlama, yabancı kapitalizmlerin gelecekteki emperyalist tehditlerine karşı Türk
millî burjuvazisinin kapitalist bir gelişme süreci içine girmesini teşvik etmesiydi. Sosyalist kuramı
bugünkü anlayışımızla, söz-konusu eleştirinin, aynı çerçeve içinde değerlendirilince bir bakıma haklı bir
bakıma haksız olduğu teslim edilebilir. Gerçekten de. Aydınlık çevresinin tutumu ulusal burjuvaziyi -
kapitalizmin teknolojik temelini getirmesi için- desteklemekten başka bir şey değildi. Ancak, o günün
koşullarında solcular için başka seçimlik yol olması yüzünden bu durum kaçınılmaz bir gerekirciliğin
34
Eleştirel Tarih Yazıları
anlatımıydı. Türk solu, bağımsız bir hareket yürütecek kadar geniş bir toplumsal tabana basamıyordu.
Şefik Hüsnü'nün çözümlemeleri, henüz Ankara hükümetine tam bir burjuva kapitalizmi egemenliğinin
temsilcileri olarak bakmamak için nedenler bulunduğunu ortaya koyuyor, ulusal devrimcilerin
Türkiye'nin ekonomik gelişimini -yeni terminolojiyle- "kapitalist olmayan" bir yoldan yaptıracak şekilde
etkilenebilir olduğu umudunu veriyordu. Başka kelimelerle söylemek gerekirse, Aydınlık çevresi (veya
1925 öncesinin Türkiye Komünist Partisi) Ankara hükümetini özel sektör kapitalizmin yol açacağı acıları
çektirmeden bir dönem atlatmak, bir hamlede sosyalizme yaklaştırmak istiyordu. Bu, klasik olarak bir
komünist partisinin bir kapitalist burjuva hükümetine karşı tipik tavrı değildir. Türkiye'de o tavrı
görmek için, 1925 sonrasını beklemek gerekecektir.
Son olarak şunu hatırlatalım ki, Türkiye'de solcu düşünüş bütün dönemlerinde başka ülkelerden
esinlenmiştir. Modernleşme çabası içinde, uzunca bir süredir, Bati'ya dönük olan Türk toplumunda
buna şaşmamak gerekir. Bu memlekette, (belki sağın "mukaddesatçı" kanadından başka) son
zamanlarda dışarıdan getirilmemiş bir siyaset görüşü bulunmadığı söylenebilir. Türk aydını, aşağı
yukarı yüz yıldan beri Batı'da iyi diye gördüğü şeyleri halkına benimsetmeye savaşmaktadır. Benzer
durumdaki ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de ortaya çıkan toplumsal sorunların çoğu, kütlelere mal
edilmeye çalışılan yeniliklerin yerleşik geleneksel düzende yarattığı tepkilerle ilgilidir. "Gericilik" diye
nitelenen böyle tepkiler, şimdiye kadar hep pratik bir yönden ele alınmış ve daha "ileri" bir düzene
geçişi engelledikleri gerekçesiyle ortadan kaldırmak istenmiştir. Oysa, tepkilerin içten nedenleri
anlaşılmadan ve kabul ettirilmek istenen yeniliklerin özüyle ilgileri çözümlenmeden, bu yolda tam
başarıya ulaşılması güçtür.
Sonuç
Türk solculuğu 1908-1925 yılları arasında, siyasal iktidar mücadelesi açısından bakılırsa, besbelli ki,
küçük ve önemsiz bir hareket olmuştur. Salt bir tarih merakını karşılamanın ötesinde, bu konuyu
35
Mete Tuncay
araştırılmaya değer kılan, asıl fikrî planda yapılan denemelerdir. Sosyalist kuramı gözden geçirerek
memleket gerçeklerine uydurmaya çalışan ilk solcularımız, bu pratik amaçlı çabaları sırasında,
Türkiye'deki siyasetin oluşumunu anlamak bakımından bize pek çok şey öğretmişlerdir. Fakat, uzun
dönemli hedeflerine yaklaşa-mamalarından başka, kısa dönemli olarak düşündüklerinin de ger-
çekleştirilmesinde (yanı, Türkiye'nin özel mülkiyete dayalı bir burjuva kapitalizmi yoluna girmesinin
önlenmesinde) başarısızlığa uğradıkları açıktır. Bu durumu, sol harekete önderlik eden sorunların,
sorumluların iyi çözümleme yapmış olsalar bile, taktik kararlarında yanılmış olmalarıyla açıklamak
mümkündür; ancak, sorunun daha derinde bir kökü de olabilir. Bu ülkede uygulanmak istenen teorik
solcu görüş, acaba, ne kadar akıllıca hareket edilirse edilsin, dogmalarına sadık bir davranışı anlamsız,
revizyon yapmaya hazır bir tutumu ise faydasız bırakacak kadar Türk toplumunun yapısına yabancı bir
kuruluşta mıdır? Bu soruya en iyi karşılığı, bugün gelişmekte olan Türk solu verebilir.
36
Hüseyin Hilmi Çevresi ve Osmanlı Sosyalist Fırkası*
Meşrutiyet istanbul'unda, solcu fikirler besleyen ve bunları yaymaya çalışan küçük bir aydın çevresi
olmuştur. Bu çevrenin belkemiği, "Đştirakçi" namıyla ün salan Hüseyin Hilmi'dir. Özellikle, mütareke
yıllarında büyük teşkilatçılık kabiliyetini ispat eden Hüseyin Hilmi'nin solculuğu ilk Önce nasıl tanıdığı
hakkında iki söylenti vardır: Romanya'da bir sosyalist nümayişi görüp ilgilenmiş; sosyalistliği
Đstanbul'da Baha Tevfik'ten öğrenmiş. Tabiatıyla bunların her ikisi de doğru olabilir. Zaten önemli olan,
çevrenin yayınlarıyla kendisini duyurmasıdır: hangi rastlantılarla bu işin başladığını araştırmak pek
gerekli sayılmaz. Biraz materyalist, biraz da anarşist yönelimli ve hür fikirli bir genç olduğu anlaşılan
Baha Tev-fık, Hilmi çevresinin yanında kalmıştır.
Bu çevreden bahsederken, birtakım gazete sahipleri bir araya gelerek "Osmanlı Sosyalist Fırkasi"nı
kurmuşlardır, gibi bir izlenim vermek doğru olmaz. Partiden Önce de, dergi yayımlayan bir grup vardır.
Sürekli baskı altında tutulan bu çevre, bir ara parti kurmuş ve gazete çıkarmak istemiştir. Fakat, bu
gazetelerden biri hükümet tarafından kapatıldıkça, bir başkası yayıma başlayarak sebatlı bir fikir
mücadelesi yapılmıştır. Bir ara, anavatanda solcu faaliyet imkansız hale sokulunca, mücadele yurt
dışından devam ettirilmiştir. Daha sonra, yeniden harekete geçmek fırsatı bulunmuş, dergi ve gazete
yayımlanmıştır. Fakat, bu canlanış da uzun sürmemiş, takibat yine başlamıştır. Nihayet, Mahmud
Şevket Paşa'nın katli vesilesiyle sona erdirilen bütün muhalefetin içinde, savaş ertesine kadar, solculuk
da ortadan kalkmıştır.
Osmanlı Sosyalist Fırkası ve Đştirak
Hüseyin Hilmi; 26 Şubat 1910 Cumartesi günü Đştirak adlı haftalık bir dergi yayımlamaya başlamıştır.
Đştirak, 11 Haziran 1910'dakı
isi (Đleticim Yay., istanbul, 1985),
cilt 6, s. 145a 52
37
Mete Tuncay
16. sayısına kadar düzenli olarak çıkmış, fakat 13 Haziran'da yayımlanan Ahmet Samim özel sayısı
(sayı 17) üzerine, Divan-ı Harb-i Örfi tarafından kapatılmıştır. Bu olaydan iki ay sonra, Hilmi çevresi
yedek bir dergi çıkarmaya karar vermiştir: insaniyet. 18 ve 25 Ağustos 1910'da iki sayı çıkan Đnsaniyet,
Divan-ı Harb-i Örfı'nin Đştirak'ın kapanma süresini yeterli bularak yayımlanmasına izin vermesi
sonucunda, "icabında yeniden çıkmak üzere" kaydıyla kendiliğinden kapanmıştır. Đ Eylül 1910'da 18.
sayısıyla yayın hayatına dönen Đştirak, bir hafta sonra Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın kuruluşunu haber
vermiş, 15 Eylül tarihli 20. sayısında Fırka Be-yanname ve Programını yayımladıktan sonra, sıkı yöne-
timce yeni-den yasaklanmıştır.
Sosyalist-Đnsaniyet-Medeniyet
Bu kere, "Osmanlı Sosyalist Fırkası heyet-i idare azaları" sıfatını takınan Hilmi çevresi, Đştirak'in ikinci
kere kapatılmasının üstünden iki. ay geçtikten sonra Sosyalist gazetesini çıkarmışlardır: 24 Kasım 1910.
Haftada iki kere yayımlanan bu parti organı, ancak iki sayı dayanabilmiş ve "neşriyat-ı müheyyice ve
haysiyet şikânesi" yüzünden Divan-ı Harb-ı Örfî kararıyla kapatılmıştır. Bunun üzerine, geçen sefer
iştirak'ın yedeği olan Đnsaniyet, yine aynı amaçla hemen yayımlanmaya başlamıştır: 1 Aralık 1910.
Fakat, insaniyet de üçüncü sayısından sonra süresiz olarak kapatılmıştır. Hilmi çevresi, bir parti organı
olmasını mutlaka istedikleri için, ara vermeden bu kere de yeni bir Medeniyet gazetesiyle yayına
devam etmişlerdir.
Hilmi çevresinin solculuğu hakkında yapılabilecek ilk gözlem, homojenlikten uzak oluşu ve yerleşip
oturmamışlığıdır. Onun için, o dönemdeki yayınların herhangi bir köşesine bakarak bütün akım
hakkında genellemeler yaparken çok dikkat etmek gerekir.
Hilmi çevresinin toplu görüşü olarak, Đştirak'in birinci sayısının ilk yazısında ('"Meslek", s. 1-2) öne
sürülen düşünceler, bu derginin başlangıçta sosyalistlikten ne kadar habersiz olduğunu açıkça gösterir.
Burada, toplum olarak "iki şeye fevkalâde ihtiyacımız var" denilmektedir. 'Teşebbüs ve terakki". "Sınıf-ı
miidrike-i insaniyet", bugün "Milletim nev-i beşerdir, vatanım rû-yi zemin" mısraının ifade ettiği fikre
bağlamıştır. "Đşte Avrupa'da daima terakki eden,
Eleştirel Tarih Yazıları
terakki ettiği kadar mazhar-ı tebcil olan fikr-i mukad-dese tebaen biz de (Đştirak)i halka takdim etmekle
müftehiriz. Maksadımız terakki ve teali, sınıf-ı makhure-i amelinin şerait-i tıkriyesini i'iâ, lıayat-ı
mâneviyesini temniye, (ittihat)ı tamim, mevcudiyetimizi tahkimdir". Đştirak'te, yalnız sosyalizmin doğru
dürüst bilinmemesi değil, Batı kültürünü tanıyışın da iğretiliği göze çarpmaktadır. Bununla birlikte,
genel bilgi eksikliğinin yanı sıra, daha çok sezgiye dayanarak yazıldığı halde, Marxçı sosyalist teorinin
ulaştığı bazı sonuçları hayli doğru olarak anlatan birtakım Đştirak makaleleri de vardır. Baha Tev-fik
tarafından kaleme alındığı söylenen, "Sosyalistliğin Atisi" başlıklı yazı, bunlara örnek gösterilebilir.
Parti Programı
Osmanlı Sosyalist Fırkası kurulduktan sonra yayımlanan parti Beyanname ve Programı, Hilmi çevresinin
solculuğun anlamını iyice kavramamış olduğunu bir kere daha ortaya koymaktadır. Osmanlı Sosyalist
Fırkası, sosyalist olmaktan çok, liberal bir kuruluş olarak görünmektedir. Nitekim, programındaki
taleplerin çoğunluğu siyasi hürriyet düzeniyle ilgilidir. Bununla birlikte, işçilerin çalışma şartlarının ve
örgütlenme imkanlarının düzeltilmesi için de bazı maddeler konulmuştur (14, 17-20 ve 22). Solcu bir
anlayışa yakın sayılabilecek, vergi reformu (4-5), millileştirme (6), barışçılık (9-11) gibi konularla ilgili
maddeler ise, aslında kendiliklerinden sosyalist bir düzen getirebilecek unsurlar değil, ancak
uygulanırsa ortamı değişime hazırlayabilecek tekliflerdir.
Vergi reformu, liberal bir iktisat düzeninin de gereği olabilir. Millileştirmenin sosyalizme has bir şey
olmadığı -artık- iyice bilinmektedir. Barışçılık dilekleri ise, herhangi bir sistemde ortaya çıkabilir ve Hilmi
grubuna modellik eden Fransız sosyalistlerinin çoğunun da 1914'te yaptığı gibi, bazen solcular
tarafından da kabul olunmayabilir.
Hilmi çevresinin dergilerinde, daha başından beri işçi sınıfından söz edilmiş; fakat bu, Önceleri daha
çok "edebiyat yapmak" şeklinde olmuş, sonra da düpedüz haber aktarmakla yetinilmiş ve bu malzeme
bilinçli bir teori çerçevesi içinde yorumlanmamıştır. Osmanlı Sosyalist Fırkası kurulduktan sonra
çıkarılan gazetelerde, işçi meselelerine
39
Mete Tuncay
yeni bir yaklaşma yolu denenmiştir. Salt ekonomik gayeli grevlerin teşkilâtsızlık yüzünden başarıya
ulaşamaması üzerine, işçilere Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın desteğiyle sendikalar kurmaları öğütten-
mektedir. Böylelikle Parti de güçlenecektir, ancak bu işin kolay ve çabuk gerçekleşebileceği konusunda
iyimserlik gösterilmemektedir. Bu tavrın realistliğini teslim etmek gerekir. Gerçekten de, Hilmi çevresi,
savaştan önceki yıllarda genellikle halka ve özellikle işçilere inmeyi becerememiş ve bir "hareket"
olamamıştır.
Bu akımın solculuğu halka yaklaştırmak için düşündüğü şeylerden biri, Đslâmiyet'le bir uzlaşma zemini
aramak olmuştur. Đşti-rak'te Hüseyin Hilmi'nin imzasını taşıyan yegâne yazı, "Şûra-yı Ümmet'e Cevap",
böyle bir denemenin, ifadesidir. Hilmi, bu yazısında, sosyalistliğin Đsa ile başladığını, "Đslâmiyet'te dahi
nice âyât-i kerime ve ehâdis-i şerife ile teyit ve tasdik olunan" sosyalist esasların "zekât gibi amelî bir
surete dahi ifrağ" edildiği söylemektedir. Osmanlı Sosyalist Fırkası çevresinde sosyalizmi Đslâm'la bağ-
daştırmak yolundaki girişim, aynı zamanda "ulemadan bir zat" olan Karesi mebusu Abdülaziz Mecdi
[Tolun (1865-1942)] efendinin "Düşün" başlıklı yazısıyla devam etmiştir. Aslında, "Cevap"tan da
"Düşün"den de aynı sonucun çıktığı söylenebilir: Sosyalist olmak, Müslüman olmanın gereğidir. Ancak,
niyetler açısından, bu iki yazı arasında tam bir ters-simetri vardır, Hüseyin Hilmi, bilgisinin bütün
yalınkatlığıyla birlikte, Đslâm'dan faydalanmak isteyen bir sosyalisttir; Abdülaziz Mecdı ise, sosyalizmi
kullanmaya kalkışan bir Müslüman.
Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın hiçbir zaman Meclis-i Mebusan'da temsilcisi olmamıştır. Đştirak'in misafir
yazarı Mecdi Efendi, Đttihat ve Terakki Fırkası'nın mebusuydu. Ondan başka, Hilmi çevresiyle iyi
münasebetleri olan birtakım mebuslar daha vardı. Bunların başlıcaları, Ahali Fırkası ve Ermeni Sosyal
Demokrat Partisi (Taşnak) etrafında toplanmışlardı. Mecliste Emlâk Vergisi Kanunu müzakere edilirken,
bütün bu mebuslar, sola yakın buldukları müterakki vergilendirme sistemini kabul ettirmek için
çalışmışlardır. Osmanlı parlamentosundaki solcu azınlık, temsilcileri arasında, Bulgar asıllı Selanik
mebusu Vlahof Efendi 'yi anmak gerekir.
40
Eleştirel Tarik Yazılan
Hilmi çevresinin bu dönemdeki faaliyeti hakkında yapılması gereken belki en önemli gözlem, solcu
fikirleri yaymak amacıyla başlayan bu hareketin, kısa sürede liberal bir muhalefet platformuna kayışıyla
ilgilidir. Bu bakımdan, iştirak'ın Ahmet Samim'in anısına ayrılan 17. sayısı, bir dönüm noktası
sayılabilir. Đttihat ve Terakki Fırkası'nın kanunsuz şiddet metotları kullanacak kadar sert bir hâkimiyet
anlayışı olduğunu gösteren bu ikinci gazeteci cinayeti (daha önce, Serbesti başyazarı Hasan Fehmi
öldürülmüştü), yeni kurulan bu çevreyi rahat bir ortam içinde solcu bilince ulaşmaya çalışmaktan
alıkoymuş ve genel hürriyet mücadelesine katılmaya sürüklemiştir. Osmanlı Sosyalist Fırkası
gazetelerinde de, (solculukla bağdaşmayacak kadar) safdil bir hukuk devleti anlayışı ileri sürülmüş ve
basın hürriyeti titizlikle savunulmuştur. Türkiye'deki sosyalist yayınların izmin kaybolduğu 1911 yılında,
idarenin solcu kuruluşlar üstündeki baskısı çoğalmış olsa gerektir. Öte yandan, bu dönemde Đttihat ve
Terakki'ye karşı türeyen güçler, bir muhalefet cephesi halinde birleşmeye yönelerek 21 Kasım 1911'de
Hürriyet ve Đtilâf Fırkası'nı meydana getirmiştir. Trablusgarp saldırısı, Arnavutluk ayaklanması ve
Balkan savaşı gibi dış olayların iç politikayı önemli derecede etkilediği bu sıralarda, Osmanlı Sosyalist
Fırkası'nın da Hürriyet ve Đtilâfçılara yanaşmış olması muhtemeldir. Bununla birlikte, daha sonraki
gelişmelerden anlaşılacağı üzere, Hilmi çevresi bu ana muhalefet partisine büsbütün katılmamış ve
bağımsızlığını korumuştur.
Türkiye Sosyalist Fırkası
Mütarekeden sonra, Osmanlı Sosyalist Fırkası reisi Hüseyin Hilmi de Đstanbul'a gelmiş ve hemen yeni
bir ad altında partisini canlandırmaya koyulmuştur. Böylelikle, 1919 Şubat'ında Türkiye Sosyalist Fırkası
kurulmuştur. Bu dönemde Hilmi, şimdi ikbal mevkiine gelen -sürgündeyken ahbap olduğu (Mustafa
Sabri Hoca gibi)-Hürriyet ve Đtılâfçılardan himaye görmüştür. Yeni Türkiye Sosyalist Fırkası içinde de
Hilmi, reis olmuş: kâtib-i umumilik ise, Mustafa Fazıl'a ÎÇun] verilmiştir. Savaş yıllarında Đsviçre'de
okuyan bu genç, Şevket Mehmet Ali [Bilgisin] ve Hasan Sadi [Birkök] adlı iki arkadaşıyla birlikte, Hilmi
çevresine ideolojik mürşitlik etmiştir.
41
Mele Tuncay
Türkiye Sosyalist Fırkası, bir ay içinde programını açıklamıştır. Bu belge, eski Osmanlı Sosyalist Fırkası
ve Paris Şubesi programlarının izlerini taşımakla birlikte, onlara oranla daha ayrıntılı ve bilinçlidir.
Türkiye Sosyalist Fırkası programı, önce sosyalizmin amacını tanımlamaktadır: Eşitsizlik ve adaletsizliğe
dayanan bugünkü toplumun ana kuruluşunda değişiklikler yaparak, onu çekilebilecek bir duruma
getirmek. Bunun için de parti iki temel istekte bulunmaktadır: Üretim ve dağıtım araçlarının
devletleştirilmesi ve aynı amacı güdenlerle uluslar arası işbirliği edilmesi. Bu dileklerin
gerçekleştirilmesini beklerken, birtakım genel reformlar yapılmalıdır. Parti, hükümeti zorlamak istediği
bu ıslahat tedbirlerini programında sıralamaktadır. "Siyasî" başlığı altında toplanan maddeler, genellikle
eski programları andırmaktadır; yalnız burada dinin bir özel mesele sayılması, laik bir anlayışa işaret
eder (m.5). "Đktisadî" tedbirler, millîleştirmeyle ve malî politikayla ilgilidir. Öngörülen vergi reformu, bu
kere, zorunlu ihtiyaç maddeleri istihlâk vergilerinin kaldırılması ve müterakki esasın kabulüyle
yetinmemekte, daha ileriye giderek, miras vergilerinin artırılmasını, lüks harcamaların ve kullanılmayan
servetlerin vergilendirilmesini, emekçilerden vergi alınmamasını istemektedir. "Sermayesiz Sınıfin
Himayesi"yle ilgili talepler ise, çalışma şartlarının düzeltilmesi hakkında derli toplu bir tedbirler katalogu
meydana getirmiştir. Bu arada, bir "Amele Nezareti" veya "Meşagil ve Mesalih-i Amele Kalemi" ku-
rulması da sözkonusu edilmektedir.
Türkiye Sosyalist Fırkası programının yayımlanmasından bir buçuk ay sonra, Hüseyin Hilmi mütareke
dönemindeki yegâne gazetesini, Đdrâk'ı çıkarmaya başlamıştır. Bu tek yapraklı günlük gazetenin Ömrü
pek tasa sürmüştür. 28 Nisan 1919'da çıkan Đdrak, 17. ve 18. sayıları arasında (14 Mayıs'tan 1
Temmuz'a kadar) teknik sebeplerden ötürü yayına ara vermiş ve 22 Temmuz'da yayımlanan 33.
sayısından itibaren kesin olarak kapanmıştır.
Đdrakin kapanması, genel bir iç politika kavgasının sonucunda olmuştur. Hürriyet ve Đtilâf Fırkası'nda
baş gösteren siyasi buhran, ikinci Ferid Paşa hükümetinin devrilmesine yol açmış, fakat yine Ferid Paşa
-üçüncü kere- kabineyi kurmakla görevlendirilince, par-
42

Eleştirel Tarih Yazılan


tilerarası bir muhalefet cephesi yaratılmıştı, Bu muhalefet cephesinin bildirisini, bütün gazeteler içinde
yalnız Đdrak yayımlamıştır: "Fırkaların Millete Beyannamesi". Aynı sayıda, hükümete şiddetle kafa tutan
"Vah Memleketimize; Vah Milletimize, Vah Bize!!!" başlıklı bir makale de vardır. Đdrak'in böylelikle feda
edilmesi, Hüseyin Hilmi'nin Hürriyet ve Đtilâf Fırka merkezi taraftarlarından para almış olmasıyla
açıklanmıştır. Bu doğru olabilir. Fakat tıpkı Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın vaktiyle Ahmet Samim'in
öldürülmesi üzerine Đttihatçı iktidara karşı genel siyasi muhalefete katılmak zorunluluğunu duyması
gibi; bu kere de, Türkiye Sosyalist Fır-kası'nın hem aciz hem müstebit bir hükümete karşı cephe
almayı, solcu faaliyete girişmeden önce çözülmesi gereken bir ön-mesele diye görmüş olması da
kuvvetle muhtemeldir. Zaten, partinin daha birkaç gün önce toplanan genel kurulunda da bu yönde bir
karar alınmış olması mümkündür.
Türkiye Sosyalist Fırkası, 1919 sonlarında yapılan genel seçimlere, Đstanbul'dan iki adayla katılmış,
fakat başarısızlığa uğramıştır. Bundan sonra, partinin 1920 ilkbaharında yürütülmesine yardım ettiği
Debbağhane, Tersane ve Tramvay grevleri, Hilmi'ye büyük ün kazandırmıştır. Zaferle sonuçlanan bu
grevlerin etkisiyle, her gün yüzlerce kişi Türkiye Sosyalist Fırkası'na yazılmaya başlamıştır. Bu arada
gözleri korkan Şirket-i Hayriye, Tramvay Kumpanyası, Haliç Đdaresi gibi kurumların yüksek memurları
da, cömert bağışlar yaparak partiye girmişlerdir. Böylece toplanan paralarla, Türkiye Sosyalist Fırkası
merkezi umumisi için Divan-yolu'nda bir konak, reis beye de armalı bir otomobil alınmıştır. Bu parlak
dönem, bir yıldan fazla sürmüştür. 1921 Bir Mayıs'ında Đstanbul'un hemen bütün işçileri, özellikle
Şirket-i Hayriye, Seyr-i sefain, Haliç Đdaresi, ve Tramvay Kumpanyası'nda çalıkların hepsi tatil yapmışlar
ve amele bayramını kutlamışlardır.
Hilmi'nin diktatörlüğü, önce aydınların partiden kopmalarına yol açmıştır. Bunların yerini, Salih Reis
(hamallar kahyası), Çopur Rıza ve Rasım Satar (Aksaray tramvay deposu müdürü) gibi işçi sınıfına
daha yakın birtakım kimseler almış olmakla birlikte, Hilmi'nin kendi başına buyruk hareketleri bütün
parti üyelerini te-
43
Mete Tuncay
dirgin etmiştir. Bundan daha önemli bir çöküş nedeni, Tramvay kumpanyasına karşı Hilmi'nin yönettiği
yeni grevlerin olumsuz sonuçlanmasıdır. Çeşitli işletmeler, başlangıçta vermek zorunda kaldıkları
tavizleri geri almak ve Türkiye Sosyalist Fırkasf na üye olan işçilerini atmak için fırsat kaçırmamışlardır.
Bu arada. Tramvay amelesini Türkiye Sosyalist Fırkası'ndan ayırmak amacıyla bir 'işçileri Siyanet
Cemiyeti" kurulmuş ve yine Tramvay işçilerinden teşekkül eden bir "Müstakil Sosyalist Fırkası" ortaya
atılmıştır. Başka birtakım sol işçi kuruluşlarının da rekabeti sonucunda, Hilmi'nin gücü azalmıştır. Bunun
üzerine malî sıkıntılar baş göstermiş ve parti ancak Yüzbaşı Murat Bey adlı su gemisinin kaptanı
Hasan'ın para yardımlarıyla ayakta kalabilmiştir. Türkiye Sosyalist Fırkası, önceleri iki bin kadar işçi-üye
toplamışken, nihayet 1922 Ağustos'unda "ismen mevcut ise de, reis Hilmi'nin etrafında bir masa ve bir
de sandalyeden maada kimse kalmamıştır." Çok geçmeden Hüseyin Hilmi'nin esrarengiz, bir şekilde
öldürülmesiyle, Türkiye Sosyalist Fırkası da büsbütün dağılmış ve tarihe karışmıştır.
44
Siyasal Miras
Türkiye Cumhuriyeti, gökten zembille inmemiştir. Kendisinden önceki büyük bir devletin (Osmanlı
Đmparatorluğu'nun) başlıca kalıtçısı, o devletin küçüle küçüle geriye kalan esas bölümünün, yeni bir
siyasal düzenlemeyle devamıdır. TC'ye Osmanlı Devleti'nden ne kalmıştır? Toprağından, halkından
ordusuna, memuruna; parasından pulundan harcına, borcuna; dilinden dinine, yasalarından gelenekle-
rine, göreneklerine, maddi-manevi kültürüne kadar her şey! Sorulması gereken asıl soru, TC'de neyin
değiştiğidir. Ve bu soruya verilen karşılıklarda, resmî ideoloji nedeniyle, büyük abartmalar vardır. Ama
biz, yine de, Osmanlı kalıtının öğelerine daha yakından bakmaya çalışalım. Bu açıdan, başlıca üç
noktaya değinmek istiyoruz: Birincisi, Kurtuluş Savaşı sırasında Đstanbul-Ankara ilişkisi; ikincisi, bazı
Osmanlı kurumlarının Cumhuriyette de devam etmesi; üçüncüsüyse, ekonomik ve toplumsal yapının
sürekliliği.
Önemli birçok tarih olayı gibi, bir devletin ne zaman sona erdiği ve bir yenisinin ne zaman başladığı da
kesin bir ana indirgenemez. Osmanlı Devleti'nin sona erişi, 16 Mart 1920'de Đstanbul'un Đtilâf
Devletleri'nce işgali (daha doğrusu, mevcut işgalin pekiştirilmesi) olayına tarihlenir. Ama, Osmanlı
Devleti'nin hâkimiyet hakları daha 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'yle ciddi bir biçimde sınır-
lanmış olmakla birlikte, Saltanat işgalden iki yıl yedi buçuk ay sonra, 1 Kasım 1922'de lâğvedilmiş,
hatta 1876 Osmanlı Kanun-i Esasisi ancak 20 Nisan 1924 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile büsbütün
kaldırılmıştır. Öte yandan, Cumhuriyet 29 Ekim 1923'te ilan edilmiş olmakla birlikte, yeni devletin
kuruluşunu Ankara'da TBMM'nin toplandığı 23 Nisan 1920'ye, kuruluş hazırlıklarını da 1919 yaz ve
güzünün Erzurum ve Sivas Kongrelerine, hatta Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya geçtiği 19 Mayıs
1919'a kadar gerilere götürmek yanlış olmaz.
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (Đletişim Yay., Đstanbul, 1983), cilt 7, s. 1964-66.
45
Mete Tuncay
Kurtuluş Savaşı sırasında Đstanbul ile Ankara hükümetleri arasında sürekli ve uzlaşmaz bir çatışma
olduğunu vurgulayan görüşler, Osmanlı yönetimiyle TC'nin kurulmasına varacak olan Anadolu ha-
reketinin iç içeliği gerçeğini bulandırmaktadır. Bu tür açıklamalar, son padişah Vahdettin ile Sadrazam
Damat Ferit Paşa'nın "hain" oldukları iddiasıyla temellendirilmektedir. Oysa, böyle öznel bir iddia
sağduyuya aykırıdır: Bir ülkenin başında bulunan kişiler, o Ülkenin batmasını istemiş olamazlar; ancak,
durumu yanlış değerlendirmiş, kurtuluş yolunu doğru görmemiş olabilirler. Kaldı ki, Mondros
Mütarekesi'nden Saltanatın ilgasına kadar, bütün Đstanbul hükümetlerine "hain" Damat Ferit Paşa
başkanlık etmiş değildir. Talât Paşa'nın savaşın sonundaki istifasından 4 Mart 1919'da Ferit Paşa'nın ilk
kabinesini kurmasına değin, Đzzet ve Tevfik Paşa'lar sadrazamlık yapmışlardır. Ferit Paşa'nın toplamı
yedi ay süren ardı ardına üç hükümetinden sonra, Alı Rıza ve Salih Paşalar sadrazam olmuşlardır. Ferit
Paşa'nın dördüncü ve beşinci hükümetleri de toplam olarak yedi ay bile sürmemiş, 1920 Ekimi'nin son
haftasından itibaren tam iki yıl Tevfik Paşa sadrazamlık etmiştir. Bu paşaların "hain"likleri ise, söz
konusu değildir. Đleride belgeler ortaya konulunca, Đstanbul'un Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara'ya -
şimdi söylendiğinden daha çok-destek olduğu, nezaret bürokrasilerinin belki halkın duygudaşlığını da
aşan ölçülerde Anadolu'ya yardım ettiği görülürse, buna şaşmamak gerekecektir.
Cumhuriyetin ilanından sonra, Osmanlı asker ve sivil bürokrasisi, özel kurul (Heyet-i Mahsusa)larca
incelenerek, (Türkiye sınırları dışında kalanlar ve) Millî Mücadele aleyhine çalışanlar ayıklanmıştır. Bu
temizlikte, sadece 1250 memur çıkarılmıştır; Osmanlı subaylarından kaç tanesinin Cumhuriyet
ordusuyla ilişiğinin kesildiği bilinmemekle birlikte, bu sayının sivillerden daha çok olmadığı tahmin
edilebilir. Kaldı ki, bu yöntemle işten atılanların bir bölümü itiraz yoluyla haklarını geri alabilmişler,
1938 Haziranı'nda çıkarılan Af Yasası'yla da (eski askerler hakkında alınanlar hariç) bütün adem-i
istihdam kararları kaldırılmıştır.
Kurtuluş Savaşı sırasında Osmanlı parası-pulu kullanılmış, hatta bu paralar ve pullar Cumhuriyet
döneminde de bir süre yürürlükte kalmıştır. 1916'dan sonra Đtıbar-ı Millî Bankası aracılığıyla basılan
46
Eleştirel Tarih Yazılan
161.018.738 Osmanlı Lirası, 30.12.1925 tarih ve 701 sayılı, 23.3.Đ929 tarih ve 1408 sayılı yasalar
uyarınca basılan kağıt Cumhuriyet paralarıyla başa baş değiştirilmiştir. Osmanlı Bankası'nın çıkarmış
olduğu 891.475 lira ise 1946'ya kadar tedavülde kalmıştır.
TC, Osmanlı Devleti'nin borçlarını, Balkan Savaşı'ndan önceki bölümünün % 62.23'ünü, bundan
sonraki bölümünün ise % 76.53'ünü üstlenmiş ve 1954 yılına kadar kendi payına düşen borçları yıllık
taksitlerle tamamen ödemiştir.
1876 tarihli Osmanlı Kanun-u Esasîsi'nin -hiç değilse kimi hükümlerinin- Cumhuriyet'ten sonra da bir
süre yürürlükte kaldığına yukarıda değinmiştim. Yasalar vb. yasal düzenlemelere gelince, 19531e,
yani Cumhuriyet'in 30. yılında Mer'iyetteki Osmanlı Mevzuatı adlı bir kitap halinde toplanmıştır. Bu
çalışmada, Mut-lakiyet ve Meşrutiyet dönemlerinde çıkan asılları 1. ve II. tertip Düsturumda bulunan
kanunlar, kanun-u muvakkatlar, iradeler, nizamnameler, talimatnameler, tahriratlardan vb. o tarihte
hâla yürürlükte olanları, on üç bölüme ayırarak sıralamıştır:
1. Emniyet ve Asayiş
2. Ecnebiler
3. Belediyeler
4. Ziraat ve Sular
5. Arazi ve istimlâk
6. Vakıflar ve Diyanet Đşleri
7. Đktisat, Ticaret ve Đş Hayatı
8. Malî Đşler
9. Millî Eğitim
10. Vilâyet Hususi Đdareleri
11. Nüfus Đşleri
12. Münakalât ve Muhaberat
13. Müteferrik.
Bu belgelerde geçen kimi özgül terimler, ayrı bir karara dayanmaksızın şöyle yorumlanagelmiştir:
Osmanlı=Türk; Teb'a-i Osma-niye= TC uyrukları; Devlet-i Aliye^TC devleti; Memalik-i Mah-
47
Mete Tuncay
susa=Türkiye; Ferman-ı Padişahı, Đrade-i Seniye-irade (hükümet kararı?); Babıâli, Sadaret-i
Uzma^başbakanlık; Meclis-i Umumî, Meclis-i Meb'u-san=TBMM; Meclis-i Vükelâ=bakanlar kurulu;
Süfen-i Hümayun=De-niz kuvvetleri gemileri vb. Bugün, aradan bir otuz yıl daha geçtikten sonra, bu
mevzuatın çoğu değişmiş durumdadır; fakat elan yürürlükte bulunanları da vardır. Şurasını da unutma-
mak gerekir ki, Osmanlı Devleti devam etmiş olsaydı dahi bu gibi düzenlemeler doğal olarak zamanla
değişikliklere uğrardı.
Bu askeri, mülkî, malî, hukukî Öğelerden başka, Cumhuriyet döneminde devam eden birçok Osmanlı
kurumunun da ayrı ayrı üstünde durulabilir; ama, daha önemlisi, ekonomik ve toplumsal yapının
sürekliliğidir. Bir memleketin ekonomik ve toplumsal yapısının siyasal düzeninin belirlediği (öte yandan
siyasal düzeninin de ekonomik ve toplumsal yapısını bir ölçüde etkilediği) doğru olmakla birlikte, bu
ilişki eşzamanlı olarak ortaya çıkmayabilir. Nitekim, apayrı bir siyasal kuruluş meydana getirmesine
karşılık, Osmanlı Devleti 15. yüzyılda Bizans Đmparatorluğu'nun mirasçısı olmuş, onun bir kara devleti
olma konumunu, dış alım-satımlarda kendi deniz taşımacılığı gereksinmeleri için Ceneviz ve
Venediklilere kapitülasyonlar verme, ancak Asya ile Avrupa arasındaki transit kara ticaretinin rantını
toplama durumunu sürdürmüş, bu yüzden de, okyanus-aşırı yolların bulunmasıyla sarsılmıştır. Onun
gibi, TC de Osmanlı Imparator-luğu'nun dünya ekonomisi içindeki konumunun (daha çok olumsuz
nitelikteki) koşullarının kalıtçısı olmuştur. Osmanlılar birkaç yüzyıldır dış (kapitalist) ülkelere hammadde
satıp, onlardan işlenmiş ürünler alarak yaşamaktaydılar. Bu alışverişe büyük şehirlerde le-vantenlerden
ve azınlıklardan oluşan bir ticaret burjuvazisi aracılık etmekteydi. Taşrada da, tarımsal üretimle küçük
sanatlar geniş ölçüde gayrimüslim azınlıkların elindeydi. Cumhuriyet kuruluncaya değin (Birinci Dünya
Savaşı'nda Ermenilerin, Kurtuluş Savaşı'nda da Rumların tasfiyesiyle) bu yapı toprak mülkiyeti
bakımından oldukça değişmişti; ama dış ticaret ilişkileri geniş ölçüde aynı kalmıştır.
Osmanlı Devleti'nde Đkinci Meşrutiyetle birlikte bir "iktisadiyatta millîleştirme" sürecinin başladığı
bilinmektedir. Bu süreç içinde, Müslüman-Türk unsurlar yavaş yavaş palazlanarak, Levanten ve
48
Eleştirel Tarih Yazıları
azınlıkların ticaret tekelini kırmaya ve onların yerini almaya çalışıyorlardı. Cumhuriyet döneminde söz
konusu eğilim devam etmiş, özellikle 1929 Dünya Bunalımı'nı izleyen yıllarda, yabancı sermayenin
Türkiye'den çekilmesiyle, onun ilişkili olduğu sistem bozulmuş ve devletin ekonominin işleyişine
doğrudan doğruya girmesi sonucunu doğurmuştur. (Aslında, Cumhuriyet devletçiliği de, Đttihat ve
Terakkı'nin ekonomi politikasının doğal bir uzantısı olmuştur.) Đkinci Dünya Savaşı sırasında çıkarılan
Varlık Vergisi Kanunu'nun uygulanışı, azınlıkların iktisadiyattaki egemenliğini kırma isteğinin dramatik
bir örneğidir. Millîleştirme süreci, ancak Đkinci Dünya Savaşı ertesinde tamamlanmıştır. Belki, bu
yöndeki son bir çarpıcı hareket, hükümetçe düzenlenen, ama denetim altında tutulamayan 6-7 Eylül
1955 olaylarıdır. Özetle, Cumhuriyet döneminde etkileri belirginleşen birçok etken, çok daha önceden,
Osmanlı Devleti içinde oluşmaya başlamıştır.
49
Siyasal Gelişmenin Evreleri*
Osmanlı Skinei Meşrutiyeti'yle Kurtuluş Savaşı yılları (1908-1922), Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş
dönemini oluşturur. "Hürriyetin Đlânı" diye de tanınan, 1876 Anayasası'nın (Kanun-u Esasi) 23
Temmuz 1908'de yeniden yürürlüğe konulması olayından itibaren geçen 15 yıllık sürenin, gerçekten,
cumhuriyetin maddî ve manevi koşullarını hazırladığı söylenebilir. Kurtuluş Savaşı'nı fiilen sona erdiren
Büyük Taarruz'la Đzmir'e girilmesinden sonraki on dört ay boyunca ise, cumhuriyet hazırlığı daha
somutlaşmıştır. 29 Ekim 1923'te ilân edilen Cumhuriyetin altmış yıllık tarihi, 1950 genel seçimleri
sonucunda 27 yıllık iktidar partisinin barışçı bir biçimde devrilmesiyle, ortaya yakın bir ye-rinden ikiye
ayrılır. Biz de, TC'dekı siyasal gelişmeleri, Cumhuriyetin kuruluşundan 14 Mayıs seçimlerine ve
Demokrat Parti iktidarının başından 12 Eylül olayına kadar iki ana döneme böleceğiz. 1980 güzünde
başlayan yeni altdönemi ise, artık tarih değil, içinde yaşanılan zaman sayıp, değerlendirilmesini
geleceğin tarihçilerine bırakalım.
CHP'nin Kesintisiz Đktidar Olma Dönemi (1923-1950) Bu dönem de, iki doğal bölümden oluşmaktadır.
Atatürk'ün Cumhurbaşkanlığı (1923-1938): TC'nin bu ilk evresi, gelişme özellikleri bakımından
beş altdöneme ayrılarak incelenebilir,
a, Takrir-i Sükûn Öncesi Demokrasi (1923-1925) Kurtuluş Savaşı'nın yürütülmesini denetleyen Birinci
TBMM, olağanüstü oluşumuna karşın, sofu Đslamcısından komünistine kadar geniş bĐr siyasal görüşler
yelpazesini temsil eden ve hoşgörülü bir özgürlük ortamı içinde çalışan bir kuruldu. (Olağandışı
oluşumundan söz etmekle, bu Meclisin Đstanbul Mebu-
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (Đletişim Yay., Đstanbul, 1983), cilt 7, s. 1967-90.
Eleştirel Tarih Yazıları
sanı'ndan gelebilenlerin yanisıra, her sancaktan ikinci seçmenler, sancak ve il idare ve belediye meclisi
üyeleri ve yerel Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti heyet-i idare üyelerinin seçtikleri beşer kişiden meydana
gelişini kastediyorum. Elbette, bu olağandışılık normal demokrasi uygulamalarına göredir; yoksa ilk
Meclisin oluşumu, daha sonraki örneklerle karşılaştırıldığında demokrasi kurallarına çok daha
uygundur.)
10 Mayıs 1921'de TBMM içinde kurulan Birinci Grup, askeri zaferden ve saltanatın kaldırılmasından
sonra partileşme yoluna girmiştir. Adı 1922 sonlarında belirlenen (Halk Fırkası), platformu da ikinci
dönem genel seçimlerine gitme kararı alındıktan sonra 1923 Nisanı'nda açıklanan (Dokuz Umde Beyan-
namesi) yeni parti, ancak 11 Eylül'de resmen kurulabilmiştir. Bu arada, 11 Ağustos'ta Đkinci TBMM
toplanmış, Fethi (Okyar), Rauf (Orbay) yerine hükümeti kurmuş ve Lozan Barış Antlaşması 23
Ağustos'ta yeni Meclis'çe onaylanmıştır. Halk Fırkası, partili olacak milletvekillerinin 9 Eylül'de yaptığı
bir toplantıda ilk tüzüğünü hazırlamıştır. Dahiliye Vekâleti'ne tescil için başvurulmasından üç gün önce
yapılan bu toplantının Đzmir'in kurtuluşunun yıldönümüne denk getirildiği görülmektedir. CHP'nin
oluşturulmasının, yönetici kadro tarafından Kurtuluş Savaşı zaferinin siyasal üstünlüğe çevrilmesi
anlamını taşıdığı, bu simgesel olaydan da anlaşılabilir.
On hafta yaşayabilen, Cumhuriyet öncesinin Fethi Bey başkanlığındaki son TBMM Hükümeti, ilk dönem
Meclis'indeki muhaliflerin tekrar seçilmemelerine özel çaba gösterilmesine karşın, yeni Meclis'e bir türlü
egemen olamamıştır. TBMM'nin de HF'nin de reisi olan Mustafa Kemal Paşa, bu duruma köktenci bir
çare bulmak için, önce bir hükümet bunalımı çıkarttırmış, sonra da Cumhuriyetin ilanını sağlamıştır.
Bunun üzerine, Mustafa Kemal Paşa TC'nin ilk cumhurbaşkanı, Đsmet Paşa ilk başbakanı, Fethi Bey de
TBMM başkanı olmuştur. Aynı zamanda HF Meclis Grubu reisliğine de seçilen Đsmet Paşa'yı, Gazı "fırka
reis-i umumiliğiyle fiilen iştigale tevkil" etmiştir; yani başbakan ayrıca partinin genel başkan vekilliğine
getirilmiştir.
51
Mete Tuncay
Eleştirel Tarih Yazılan
Genç Cumhuriyet'in karşılaştığı Đlk iç politika sorunu, kaldırmak istediği halifelik kurumuyla ilgili olarak,
esbak (bir önceki) Başvekil Rauf Bey'in çevresinde oluşan bir muhalefet grubudur. Đstanbul basınının
önemli bir bölümü de bu muhalif hareketi desteklemektedir. Rauf Bey ve arkadaşlarına göre,
Cumhuriyet ileri gelenleri biraz fazla radikal ve acelecidirler.
Hint Müslümanlarından Đsmailiyye mezhebinin başı Ağa Han ile Londra'dakı Đslâm Cemiyeti'nin reisi
Seyit Emir Ali'nin halifelik makamının bütün Müslüman halklar arasında manevî bir bağ olarak
korunmasının gereğini vurgulamak için Türkiye Başvekiline yazdıkları bir mektubun gazetelerde çıkması
ve Đstanbul Barosu'nun reisi Lütfü Fikri Bey'in îanı'n'de halifeye hitaben bir açık mektup yayımlayarak,
istifa edeceği söylentilerine karşın, kesinlikle böyle bir şey yapmamasını öğütlemesi, 8 Aralık 1923'te
Đstanbul'da Cumhuriyetin ilk istiklal Mahkemesi'nin kurulmasına yol açmıştır. TBMM'nden bir hayli
direnişle çıkan bir karar uyarınca, Cebelibereket Mebusu Đhsan (Eryavuz) Bey'in başkanlığında
oluşturulan bu mahkeme, gazetecilerin yalnızca gözlerini yıldırımayı amaçladığı için onları hapse mah-
kûm etmemiş, Lütfi Fikri Bey için ise 5 yıl hapis hükmü vermiştir. (Bu ceza da, daha iki ay geçmeden
bir özel yasayla affedilecektir.) Bu olaylardaki ilginç nokta, iki Hintli önderin Đngilizlerin adamı oldukları
için Türkiye'nin çağdaşlaşmasını engellemek amacıyla ve Đngilizlerin buyruğuyla hilafetten yana
çıktıklarının resmen iddia edilmesidir. Oysa, halifeliğin kaldırılması, Đmparatorluğunun Müslüman
uyruklarının dış bir güce bağlanmalarını önlemek bakımından Đngiltere'nin son derece işine gelmiştir.
3 Mart 1924'te TBMM, (Genelkurmay Başkanlığı'nı kabineden çıkardıktan başka) laiklik yönünde,
halifeliğin ilgası başta olmak üzere, bir dizi karar almıştır: Şer'iye ve Evkaf Vekâleti, Diyanet Đşleri
Riyaseti ile Vakıflar Umum Müdürlüğü'ne dönüştürülmüş, mahkemelerde ve okullarda birlik
sağlanmıştır.
Bu olaylarda laiklikle ilgili olarak belirginleşmeye başlayan muhalefetin, 20 Nisan 1924'te tamamlanan
yeni Anayasa görüşmeleri sırasında Meclis çoğunluğuna egemen olduğu, Kanun-i
52
Esasî Encümenince -Cumhuriyetin (ve HF'nin) üst yöneticilerinin isteklerini yansıtarak- önerilen taslağın
birçok noktadan yürütme yetkilerini sınırlayıcı ve yasama yetkilerini genişletici bir biçimde
değiştirilmesinden anlaşılmaktadır. Bunun anlamı, henüz parti-içi demokrasi çerçevesinde kalan
muhalefetin başarılı olduğudur. Şurasını da belirtmek gerekir ki, 1924 ilkbaharında HF daha ülke
çapında örgütlenmiş olmayıp, Meclis grubunu oluşturan milletvekillerinden ibarettir. Mart ayında
yapılan grup idare heyeti seçimlerinde, merkezden gösterilen adayların önemli bir bölümü seçilmemiş,
yani parti içinde disiplinli bir yukarıya bağlılık sağlanamamıştır. O yılın yaz aylarında merkezin
gönderdiği teşkilat yapmakla görevli milletvekilleri birçok illerde çalışmaya koyulmuşlar ve parti
mutemetleri atamışlardır. Böylelikle, HF'nın yerel düzeyde örgütlenmesi başlamıştır.
1924 Kasımı'nda, göçmenlerin yerleştirilmelerindeki beceriksizlik ve yolsuzlukların eleştirilmesinin yol
açtığı bir gensoru oylamasında, Đsmet Paşa hükümeti güvenoyu alırken, muhalif kalan milletvekilleri
Halk Fırkası'ndan istifa ederek 17 Kasım'da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurmuşlardır. Bu yeni
partinin başkanı Kazım Karabekir Paşa, ikinci başkanları Dr. Adnan (Adıvar) ve Hüseyin Rauf (Orbay)
Beyler, genel sekreteri de Ali Fuat (Cebesoy) Paşa'ydı. Partinin 25 milletvekili daha vardı. TCF'nin
kuruluşunun dördüncü gününde, CHF Meclis Grubu hükümetin sıkıyönetim ilanı önerisini
reddedince. Đsmet Paşa sağlık bozukluğu bahanesiyle istifa etmiş, TCF'nin de güvenoyu verdiği yeni
kabine Fethi Bey tarafından kurulmuştur. Bu hükümetin yumuşak ve uzlaşıcı karakteri, CHF'den
kopmaları durdurmuştur. Ancak, Fethi Bey kabinesi, Doğu'da patlak veren Şeyh Sait Ayaklanması
nedeniyle çok kısa ömürlü olmuş. CHF'deki sertlik yanlılarının ağır basmaları sonucunda devrilmiştir. Bir
kısım Sünnî Kürtlerin, hilafetin kaldırılmasını kendilerini merkezî devlete bağlayan bağın çözülmesi diye
görerek ulusal nitelikte bir ayrılmacı harekete kalkışmaları, genç TC'nin siyasal yaşamının altüst
olmasına yol açmıştır. Hükümet, bu hareketi ülke çapında genel bir bastırma politikasına gerekçe
edebilmek için, olayları ulusal ayrılmacı yerine, dinsel-karşıdev-
53
J
Mete Tuncay
rimci terimleri içinde görmeyi yeğlemiş ve yine Đngiliz emperyalizminin bir oyunu olduğunu ileri
sürmüştür. Oysa, bu konuda herhangi bir kanıt olmadığı gibi, o dönemde bir Kürt ayaklanmasını
desteklemek de Đngiliz çıkarlarına aykırı görünmektedir.
b. Đstiklal Mahkemeli Takrir-i Sükûn Dönemi (1925-192 7) 2 Mart 1925'te yapılan bir CHF grup
toplantısında, Fethi Bey'in taraftar olmadığı sert bastırma politikasının 60'a karşı 94 oyla kabul edilmesi
sonucunda hükümet istifaya zorlanmış ve yeni kabineyi, başvekillikten ayrıldığı aylarda da CHF umum
reis vekilliğini sürdürmüş olan Đsmet Paşa kurmuştur. Đsmet Paşa'nın ilk icraatı, TBMM'den bir Takrir-i
Sükûn Kanunu çıkarttırmak, biri isyan mıntıkasında, öteki yurdun geri kalan her yerinde gezici olarak
vazife görecek iki tane de Đstiklal Mahkemesi kurdurmak olmuştur.
Takrir-i Sükûn Kanunu öncelikle basını yola getirmekte kullanılmış, çeşitli illerde yayımlanan birçok
gazete ve dergi, hükümet ya da Đstiklal Mahkemesi kararıyla temelli kapatılmıştır. Bir grup gazeteci de,
ayaklanmayı dolaylı olarak kışkırttıkları gerekçesiyle, Şark Đstiklal Mahkemesi tarafından tutuklanmıştır.
Aralarında Eşref Edip, Velid Ebüzziya, Sadrı Ethem (Ertem), Ahmet Emin (Yalman), Ahmet Şükrü
(Esmer), Suphi Nuri (lîeri) Beyler'in de bulunduğu bu gazetecilere bir süre gözdağı verildikten sonra
serbest bırakılmışlardır. Ankara Đstiklal Mahkemesi ise, Tanın, başyazarı Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey'i
ömür boyu sürgün cezasına mahkûm etmiştir.
Basından sonra, sıra muhalefet partisine gelmiştir. TCF programındaki "efkâr ve itikadat-ı diniyeye
hürmetkar" olma ilkesi (madde 6), irtica kışkırtıcılığı sayılmıştır. Şark ve Ankara Đstiklal
Mahkemeleri'nde görülen iki dava sonucunda, Đsyan Mıntıkası Mahkemesi kendi görev bölgesi içindeki
bütün TCF şubelerini kapatmış, öteki mahkeme de Partinin toptan kapatılması için hükümeti
uyarmıştır. Bakanlar Kurulu, Takrir-i Sükûn Kanunu'na dayanarak, 3 Haziran 1925'te TCF'nı kesin
olarak yasaklamıştır.
54
Eleştirel Tarih Yazdan
Şeyh Sait Ayaklanması'nın yenilgiye uğratılması ve Đstiklal Mahkemeleri'nin şiddetli hükümleri, bir dizi
toplumsal düzeltimin yürürlüğe konmasıyla laikleşme sürecinin daha ileriye götürülmesine olanak
sağlamıştır. Bunlar arasında, şapka giydirilmesi, tarikatların yasaklanması ve tekkelerin kapatılmasını
saymak gerekir. Fakat bu reform hareketleri, ülkenin birçok yerinde "din elden gidiyor" diye tepkiler
doğurmuş, gezici Ankara Đstiklal Mahkemesi de gericileri sindirmiştir. Sıkıyönetim Mahkemeleriyle iki
istiklal Mahkemesinin 1925-26'da verdiği idam kararları yüzlerce olmuştur. Bu davalar savsamaya
başlamışken, Đzmir'de Cumhurbaşkanına yönelik suikast girişiminin ortaya çıkması, yeni bir sertlik
dalgasına yol açmıştır. Derhal Ankara Đstiklal Mahkemesi'nin elkoyduğu bu olay dolayısıyla, suikast
düzenleyicilerinin yanı sıra, eski Terakkiperverler de, daha eski Đttihatçılar da yargılanmışlardır. Suikast
girişimiyle ilişkilendirilen TCF'li paşalar bile, ancak ordunun örtük baskısı ve cumhurbaşkanının araya
girmesi sonucu beraat ettirilmişlerdir. Hele Ankara'da muhakeme edilen Cavit Bey gibi Đttihatçılar
suikastla bir ilgileri kanıtlanmadığı halde, sırf eski kırgınlıklar ve geleceğe ilişkin endişeler nedeniyle
asılmışlardır.
Takrir-i Sükûn döneminde gerçekleştirilen önemli bir düzeltim de, "Hukuk Reformu"dur. Gerçekte,
Tanzimat'tan beri Avrupa yasalarını benimseme hareketi başlamıştı; fakat bu vakte kadar, Şeriat'ın
düzenlediği medenî hukuk alanında Đslâmî kurallar korunuyor ve böylelikle (eski Şer'î-Örfi hukuk
ayrımından çok daha keskin) bir ikilik sürdürülüyordu. Kurtuluş Savaşı sırasında olsun, Cumhuriyetin ilk
yıllarında olsun, genel eğilim Mecelle'yi günün koşullarına göre uyarlamak, yani Đslâmî düzenlemeden
büsbütün ayrılmamak yolundaydı. Fakat 1926 yılının ilk yarısında, Đsviçre'den Medeni Kanun ile Borçlar
Kanunu'nun alınmasını daha sonra başka yasalar izlemiş, böylece Türk hukuk sistemi tümüyle
Batılılaştırılmıştır. Bunun anlamı, günlük yaşamımızda laikliğin bile aşılması ve Avrupa hukuk sisteminin
temelindeki başka din değerlerinin hiç değilse bazı etkilerinin kabul edilmesi olmuştur. (Bu nokta,
çağdaşlaşma coşkusu içinde ya
Mele Tuncay
gözden kaçmış ya da fark edilmişse, Batı'ya benzemek için doğal ve gerekli sayılmıştır.)
c. Büyük Nutuk ve Yapay Bir Demokrasi Denemesi (1927-1930) Başlangıçta iki yıl için çıkarılan Takrir-i
Sükûn Kanunu, 1927 Mart başında süresi dolduğu zaman iki yıl daha uzatılmış, ama Đstiklal
Mahkemeleri'nin faaliyetleri sona erdirilmiştir. Ancak Đstiklal Mehakimi Kanunu yirmi iki yıl daha
yürürlükte tutularak herhangi bir anda kullanılmaya açık bulundurulmuştur. Doğu illerimizde, 22 Ekim
1926'da 271 sayılı Heyet-i Umumiye Kararı ile bir yıl daha uzatılan Sıkıyönetim süresi dolduktan sonra
ise, bu yörede bir çeşit bölge valiliği niteliği taşıyan Birinci Umumî Müfettişlik kurulacaktır.
TBMM'nin, iki yıllığına seçildiği halde, 1924 Anayasası'yla görev süresi dört yıla çıkarılan ikinci dönemi,
1927'nin ilk yarısında fiilen sona ermiştir. Genel seçimler için Ağustos ayında ikinci seçmenler
belirlenmiş ve yeni bir tüzük değişikliği uyarınca, Mustafa Kemal Paşa tarafından saptanan milletvekili
adayları Eylül başında "oybirliği" ile seçilmişlerdir. Ekim'in ikinci yarısında CHF'nin (Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni oluşturan Sivas Kongresi ilk kongre sayılarak) ikinci kongresi toplanmış ve
burada Umumî Reis -(Gazi)- altı gün boyunca Büyük Nutkunu söylemiştir.
Nutuk, Atatürk'ün 1919 Mayıs'ında Samsun'a çıkışından o güne kadar geçen yüz ayın olaylarını konu
edinerek, Kurtuluş Savaşı'nın ileri gelenleriyle hesaplaşmasıdır. Bu konuşmanın, yakın tarihimiz
bakımından çok büyük bir önemi olmakla birlikte, özünde siyasal nitelik taşıdığını ve yaşanılan
olağanüstü dönemin haklı gösterilme çabasını içerdiği unutulmamalıdır. Öyle ki, 1927 güzüne
gelindiğinde, Milli Mücadele'nin ilk önderler kadrosundan yalnız Đsmet ve Fevzi Paşalar (Başbakan ve
Genelkurmay Başkanı olarak) Atatürk'ün yanında kalmışlardır. Rauf Bey, gıyabî bir mahkûmiyetle yurt
dışında gönüllü bir sürgün yaşamı geçirmektedir; Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşalar ise TCF'nin ön
saflarında yer almışlar, partileri iki yıl önce kapatılmış, geçen yıl Đstiklal Mahkemesi'nden güç bela
kurtul-
Eleştirel Tarih Yazıları
muşlar, şimdi de milletvekillikleri sona ermiş ve menkup olmuşlardır. Đkinci derecede kadrolar için de,
durum farklı değildir. Tabiatıyla, Atatürk, söylevinde olayların gelişmesini belirli bir görüş açısından
sunmakta ve giderek, iki buçuk yıldır, yürürlükteki Takrir-i Sükûn Kanunu'nun kolaylaştırıcı etkisi al-
tında gerçekleştirilen düzeltimleri savunmaktadır.
Büyük Nutuk'tan bir yıl sonra, Arap harfleri yerine Latin harflerinin kullanılması anlamında, kültürel
geleneklerden kopma dolayısıyla çok büyük önem taşıyan bir Yazı Devrimi gerçekleştirilmiştir. Bu
olayın zaten düşük olan okuryazarlığı büsbütün azaltmasına karşı, Millet Mektebi teşkilâtıyla bir okuma
yazma seferberliğine girişilmiştir.
Şurasını da unutmamak gerekir ki, 1927-30 dönemi, Atatürk'ün Büyük Nutku'ndan ve alfabe
değişikliğinden başka, Dünya Ekonomik Bunalımı'nın etkilerinin Türkiye'ye yansıması sonucu,
ekonomimizdeki yabancıların payının çok azalarak doğrudan devletçilik politikasının zorunlu hale
gelmesiyle de nite-liklenir. Gerçekten, 1929'da patlak veren bunalımın özellikle Tarım ürünlerimizin
satış değerini düşürmesi ve dışalımlarımızı adamakıllı güçleştirmesi karşısında, devletin özel sermayeyi
teşvik ve himayeciliği aşarak ekonomiye kurucu ve işletmeci sıfatıyla girmesi kaçınılmaz olmuştu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesi de, başka bütün etkenlerin üstünde, bu yönelişin hazır-lığıyla
ilgili görünmektedir. Öyle ki, bu denemeyle açık ve gizli liberalizm yanlıları bir parti içinde örgütlenip
denetim altına alınmak istenilmiştir.
Gazi, 1930 yazında, gençlik arkadaşı Fethi (Okyar) Bey'e bir parti kurmasını önermiş; adını, programını,
üyelerini vb. "empoze" etmiştir. Fethi Bey'in bu Öneriyi benimsemesi üzerine, 12 Ağustos'ta
Đstanbul'da Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. (24 Eylül'de bir ara seçimle Gümüşhane
milletvekili olan) Fethi Bey'den başka, bu partiye CHF'den ayrılan 14 mebus girmiştir.
30 Ağustos 1930'da, Başvekil Đsmet Paşa, Ankara-Sıvas demiryolunu açarken, kendilerinin ılımlı
devletçilik yanlısı oldu-
57
Mete Tuncay
ğunu ilk kez belirtmiş, yeni parti de devletçilik karşıtı liberal bir platform tutturmuştur. Đsmet Paşa bu
konuşmasında, SCF'nin hükümetin demiryolu politikasına karşı yönelttiği eleştirileri üç noktada
yanıtlamaktadır: Bir kere, bu siyaset askeri ve siyasi bir önem taşıdığı için zorunludur; ikincisi, yabancı
sermaye biz istemediğimizden değil, kendisi yeterince kârlı bulmadığından gelmemektedir; üçüncüsü,
Türkiye'de yapılacak daha o kadar çok iş vardır ki, şimdiki kuşağa aşırı yüklenildiği doğru değildir,
gelecek kuşaklar da en az bu kadar yük taşımak zorunda olacaklardır. Fethi Bey, Eylül başında yaptığı
gösterişli Ege gezisinde, halkın her şeyi hükümetten beklemesinin devlet müdahalesinin yarattığı bir
alışkanlık olduğunu ileri sürmesinin dışında, doktrıner bir tartışmaya girmemiş, daha çok
uygulamalardaki aksaklık ve yolsuzlukları vurgulamıştır. Bu gezide SCF önderinin o zamana dek
görülmemiş kalabalıklar tarafından coşkuyla karşılanması, bu denemenin sonunu hazırlayan bir işaret
olmuştur. Ekim ayındaki belediye seçimleri, birçok illerde baskı altında yapılmış ve SCF'nin kazançları
çok sınırlı kalmıştır. TBMM'de seçim yolsuzlukları konusunda açılan gensoru görüşmeleri hükümetin
güvenoyu almasıyla sonuçlanınca, Felhi Bey 17 Kasım 1930'da Dahiliye Vekâleti'ne bir dilekçe vererek,
gidişata göre "Gazi Hazretleriyle siyasî sahada karşı karşıya gelmek vaziyetinde kalabileceği" anlaşıldığı
için partisini kapattığını açıklamıştır. Bu arada, SCF'den başka birtakım siyasal parti kurma gi-
rişimlerinde de bulunulmuş olmakla birlikte, bunların çoğuna çalışma izni bile verilmemiş, izin verilen
biri (Ahali Cumhuriyet Fırkası) ise, SCF'den beş hafta sonra Heyet-i Vekile kararıyla kapatılmıştır.
d. Planlı Devletçiliğin Başlaması (1931-1935) SCF'nin kurucusu tarafından feshedildiği gün, Atatürk'ün
kalabalık bir danışmanlar topluluğuyla birlikte çıktığı uzun bir yurt gezisi sonucunda, ülke için yeni bir
yönetim tasarımı oluşturulmuştu. Ekonomi politikası bakımından, ilk Beş Yıllık Sanayi Planı'nın
uygulamaya konulması, artık doğrudan devlet Đş-let-meciliği dönemine girildiğinin işaretidir. Đçişleri
alanında ise,
58
Eleştirel Tarih Yazıları
buna koşutlukla, CHF bütün toplumsal örgütlenmeleri kendi yapısı içinde tekelleştirmeye başlamıştır.
Partinin 1931 Mayıs'ı ortalarında toplanan Üçüncü Büyük Kongresi'nde Türk Ocakları'nın infisah -
tasfiye- iltihak kararı onaylanmış: Basın, Ka-dın vb. dernekleri de bu örneği izleyerek "kendi
kendilerine" kapanmışlardır. CHP, Recep (Pekerl'in genel sekreterliği altında, 1935 yılında toplanan
Dördüncü Büyük Kongre'ye kadar tırmanmasına devam etmiş; ancak Kurultay arefesinde Recep Bey'in
hazırlayıp Đsmet Paşa'nın onayladığı Parti'nin Devlet'e elkoyma tasarısı Atatürk tarafından bozulmuştur.
1930'ların başları, aynı zamanda, tarih ve dil çalışmalarına hız verildiği yıllardır. Geçen yüzyılda
Türkçülük akımı oluşurken ortaya atılan kültür tarihine ilişkin birtakım savlar, Đttihat ve Terakki
döneminden sonra TC'nin başlarında da Özellikle Türk Ocakları çevresinde yaşatılmaktaydı. Ancak, bu
yeni evrede Đttihatçıların Türkçülüğünden birçok noktada ayrılınmıştır. En önemlisi, Đslâm'la
uzlaşmadan vazgeçilmiş olmasıdır. Türk Ocakları'ndan sonraki evrede de, ırkçılık artık birleştirici bir öğe
olarak kullanılmakta, Türkiye coğrafyasında eskiden yaşamış olan ve halen yaşayan bütün halklar Türk
sayılmaktadır. Genç Cumhuriyette böylesi bir resmî görüşe gerek duyulmasının başlıca nedeni,
azınlıklarla ilgilidir. Bir yandan Ermenilerin ve Yunanlıların (Rumların) Anadolu üstündeki eski sahiplik
iddialarının önü alınmak, bir yandan da Kürtlerin kendilerini ayrı bir ulus olarak tanımlamaları
engellenmek istenmiştir. Ayrıca "Osmanlılık" ideolojisinin son zamanlara kadar gölgede bıraktığı
Türklük bilinci yükseltilmeye çalışılmıştır.
Türk tarih tezi, yeryüzünde gelmiş geçmiş hemen bütün yüksek uygarlıkların Türk kökenli olduğunu
ileri sürerek, dikkatleri eski tarih devirleri üstünde yoğunlaştırmıştır. Türklüğün efsane olmaktan çıktığı,
somut gerçek olduğu altı yüzyıllık Osmanlı döneminin ise pek üstünde durulmayarak, safdilce "iyi
sultanlar başa geçince ilerledik, kötü sultanlar gelince geriledik" anlayışıyla geçiştirilmiştir. Bu da, hiç
kuşkusuz, Đslâm geleneğinden
59
Mete Tuncay
büsbütün sıyrılma arzusuyla ilgilidir. Đslâm-öncesi Türklük, daha yararlı bir araştırma konusu gibi
görünmüştür.
Dil alanındaki çalışmalar tarih ideolojisinin gereği ve sonucu olmuş; fakat, güdüleyici neden
değişmemekle birlikte, iki uç arasında yalpalanmıştır. Önceleri tutulan yol, dili Arap-Fars etkilerinden
ayıklayarak özleştirmektir. Aslında, bu eğilim Osmanlı devletinin son on yıllarında halkçı bir içerikle
başlamıştı: Aydınların dilini halkın anlayış düzeyine indirmek istiyor, özentili yazıyı ve sözü bir statü
simgesi olmaktan çıkarmayı amaçlıyordu. Sonraları ise, tarih tezinin aşırı laşmasına koşutlukla icat
edilen Güneş Dil Teorisi, dünyadaki bütün dillerin ortak bir kökeni bulunduğunu, bunun da Türkçe
olduğunu savunmuştur. Buna göre, artık bir ayıklama sorunu kalmıyor, hangi yabancı sözcüğü
kullansak, eski malımızı geri almış oluyorduk.
Bu dönemde oluşturulan Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları, açıkladığımız tezler çerçevesinde, ama
sivrilikleri zamanla aşınan bir biçimde çalışmışlar ve zaman zaman değerli inceleme ürünleri de ortaya
koymuşlardır. 1931-35 arası, yeni bir dizi toplumsal ve kültürel düzeltime de tanık olmuştur. Bunlar
arasında Üniversite Reformu, Soyadı ve Pazar Tatili Yasaları, lâkap ve unvan, dinsel giysi yasakları
sayılabilir. Ayrıca, kadınların siyasal hakları da bu dönemde tanınmıştır. Kadınların 1931'de belediye
seçimlerine, 1935'te genel seçimlere katılması, biçimsel bir adım olarak kalmakla birlikte, ileri bir
görüşün eseridir.
e. Atatürk'ün Son Yılları (1935-1938)
TBMM'nin Beşinci Dönemi 1 Mart 1935'te başlamış ve Atatürk dördüncü kez cumhurbaşkanlığına
seçilmiştir. Yenilenen Đnönü hükümeti de o hafta içinde güvenoyu almıştır. Mayıs ayında toplanan 4.
CHP Kurultayı’nda Genel Sekreterliğini koruyan Recep Peker ise, ertesi yılın Haziranı'nda yayımlanan
bir Parti bildirisiyle bu görevden alınmış ve Parti Genel Sekreterliği, Đçişleri Bakanlığı'yla aynı kişide
birleştirilmiştir. Böylelikle, Đnönü ka-binesinde Atatürk'ün iki yakın adamından biri olan Şükrü Kaya
(öteki. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'tı) Partinin en üst yöneticiliğine getirilmiştir. Bu olayın anlamı,
Peker
Eleştirel Tarih Yazıları
ekibinin is-tediğinin tam tersine, Devlet'in Parti'yi özümlemesi-dir ve bu süreç, 5 Şubat 1937'de yapılan
bir anayasa değişikliği sonucu, parti ilkelerinin (altı ok) devlet yapısına mal edilmesiyle noktala-
nacaktır.
1936 Temmuz'unda yapılan Montrö Antlaşması, Lozan'da askerden arındırılmış olan Boğazlar'ın Türk
egemenliğine sokulmasını sağlamıştır. Aynı yıl, TC ilk aşamada Hatay'a bağımsızlık tanınması için
girişimlere başlamıştır. 1937 Ocak-Mayıs ayları arasında bu istek gerçekleştirilmiş ve bir sonraki adım
olan Hatay'ı anavatana katma çalışmalarına girişilmiştir. Türkiye, 1937 Eylül'ünde de, Đspanya
Đçsavaşı'na başka Akdeniz ülkelerinin karışmamalarını öngören Nyon Konferansı'na katılmıştır. Bu
olayın, böyle bir katılmayı riskli gören Başbakanla rizikoyu göze alan Cumhurbaşkanının aralarının
açılmasında önemli payı bulunduğu söylenmektedir. Nitekim, 20 Eylül'de Đnönü "dinlenmek üzere" bir
buçuk ay izin almış ve Ekonomi Bakanı Celal Bayar ona vekâlet etmekle görevlendirilmiştir. Đsmet Paşa
daha izin süresi dolmadan istifa edecek, Bayar'ın vekâleti de asalete dönüştürülecektir. Eski hükümet
tek bir değişiklikle aynen devam etmiş, Đnönü'ye özel bir yakınlığı olan Sağlık Bakanı Refik Saydam'ın
yerine bir başkası getirilmiştir. Đnönü'nün böylelikle iş başından uzaklaştırılmasının nedenleri hayli
karmaşıktır ve uzun bir birikim sonucudur. Değindiğimiz dış siyasete ait görüş ayrılıklıklarından başka,
asıl ekonomi politikasıyla ilgili anlaşmazlıkların varlığı hissedilmektedir. Đnönü'nün devletçiliğine karşılık
Bayar'ın özel girişimciliği savunduğu bilinmektedir. Bununla birlikte, 1936 Ocak ayında kabul edilen
Đkinci Beş Yıllık Sanayi Planı'nın uygulanması sürdürülmüştür. Ayrıca, başbakanın değiştirilmesiyle
devlet kadrolarında başka önemli değişiklikler yapılmadığı da anlaşılmaktadır. Hatta Đsmet Paşa'nın
Atatürk'ün yakın çevresindeki eski taraftarlarının bile yerlerinde kalmış oldukları anlaşılmaktadır. Aksi
takdirde, Atatürk'ün Ölümünden sonra Đnönü'nün nasıl olup da cumhurbaşkanı seçilebildiği
açıklanamaz. Atatürk'ün cumhurbaşkanlığının son aylarında, "Yüzellılikler"i de içine alan geniş
kapsamlı bir af yasası çıkarılmıştır (yayımı: 16 Temmuz 1938).
60
61
Mete Tuncay
Eleştirel Tarih Yazılan
Đnönü'nün Cumhurbaşkanlığı (1938-1950): TC'nin bu ikinci evresi, biri giriş biri çıkış niteliğindeki
iki geçiş alt dönemi arasında yeralan bir esas altdönemden oluşmaktadır.
a. Bayar'ın Đkinci Başbakanlığı (1938-1939) Đsmet Đnönü cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Celal
Bayar'ın kurduğu yeni kabine, 11 Kasım 1938'den 25 Ocak 1939'a kadar sadece iki buçuk ay
dayanmıştır. Bu hükümetin kuruluşunda, bir öncekinden farklı yalnız iki isim vardır. Đnönü'ye karşı
oldukları bilinen, fakat Atatürk'ün üstelemesiyle onun kabinelerinde de gedikli üyeler olan Dahiliye ve
Hariciye Vekilleri Şükrü Kaya ile Tevfik Rüştü Aras'a bu hükümette (hiç kuşkusuz, Đnönü'nün isteği
üzerine) yer verilmemiş, Refik Saydam Đçişlerine getirilmiş, Şükrü Saraçoğlu Adliye'den Dışişleri'ne
kaydırılmış, Ad-liye'ye de Hilmi Uran atanmıştır.
Bayar, yeni hükümet için Meclis'ten güvenoyu isterken söylediği program nutkunda, kendilerinin
"Kemalizmin azat kabul etmez kuralları" olduğunu ileri sürerek, izleyecekleri siyasette herhangi bir
kesinti olmadığını vurgulamış; özellikle dış politikanın değişmeyeceğini ve laiklik ilkesinin eskisi gibi uy-
gulanacağını belirtmiştir.
Bu kabine, kısa ömründe dört değişiklik geçirecektir. 28 Aralık 1938'de Saffet Arıkan'ın yerine Hasan Âlı
Yücel Maarif, Şakir Kesebir'in yerine ise Hüsnü Çakır Đktisat Vekili olmuşlardır. 3 Ocak 1939'da CHP
Grup Başkan vekilliğine seçilen Hilmi Uran'ın yerine Tevfik Fikret Sıîay Adliye, on beş gün sonra da
Kazım Özalp'in yerine Naci Tınaz Millî Müdafaa Vekilliği'ne getirilmişlerdir. Fakat bunlardan önce 1938
yılının bitmesine beş gün kala toplanan Üsnomal (Olağanüstü) Kurultay'dan söz etmek gerekir.
Atatürk'ün "Ebedî Şef Đnönü'nünse "Millî Şef (ve öncekinin yerine "Değişmez Genel Başkan") ilan
edildikleri bu kurultaydan sonra, Bayar CHP Genel Başkan Vekılliği'nde tutulmuş, Refik Saydam ise
Genel Sekreter seçilmiştir. (Hükümet değiştiğinde, Bayar Başbakanlık gibi Parti Genel Başkan Vekil
ligi'nden de olacak, yerini yeni Başbakan Saydam alacaktır. Parti Genel Sekreterliği'ne ise Dr. Fikri
Tüzer getirilecektir.)
62
Kurultay'ın hemen ertesinde Kazım Karabekir, bir araseçimde milletvekili olarak TBMM'ye girmiştir. 10
Ocak 1939 günü de, Atatürk'ün sağlığında "rehabılite" edilerek bağımsız milletvekili seçilen Ali Fuat
Cebesoy ve Refet Bele Paşalar CHP Grubu'na katılmışlardır. Böylelikle on beş yıl önce Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası'na gidenler, yeniden ana kucağına dönmektedirler. Gerçekten, Đnönü'nün,
cumhurbaşkanlığının ilk günlerinden başlayarak, Atatürk döneminde kırgın ve küskün duruma itilen
Kurtuluş Savaşı kadrolarıyla barışma çabasına giriştiği dikkati çekmektedir. Bu cümleden olarak, Dr.
Rıza Nur'un, Halide Edip Hanım'ın ve eşi Dr. Adnan Adıvar'ın gönüllü sürgünlüklerinden yurda
dönmeleri anılmak gerekir. Muhalif gazetecilerden Hüseyin Cahit Yalçın 1939 Mart ayı sonundaki genel
seçimlerde, eski başbakan Rauf Orbay ise 22 Ekim 1939'daki bir araseçimiyle milletvekili olmuşlardır.
Eski Serbest Fırka lideri Fethi Okyar da, 26 Mayıs 1939'da Adliye Vekili yapılarak Đkinci Saydam
kabinesine girmiştir.
Bu barışma ya da bağışlama jestlerinin nedeni, dünya ufuklarında savaş bulutlarının belirdiği bir sırada,
memleketin hemen hemen bütün eski büyüklerinin birleşmesiyle, Atatürk'ün ölümünden sonra ülkede
bir otorite boşluğu bırakmama ihtiyacının duyulması olabilir. Aslında, Atatürk'ün vaktiyle bu kişilerle ça-
tışması, Đnönü'nün kişiliğinden hiç de ayrı ve bağımsız değildi; geniş ölçüde onun üstünden ve onun
yüzündendi, Dolayısıyla, bu jestler bir açıdan da Đsmet Paşa'nın eski aktüel ve şimdiki potansiyel
rakiplerini kendisini destekleyen bir konuma getirmesi anlamını taşımaktadır. Geriye bir tek, Atatürk'ün
Đnönü'ye yeğleyerek başbakan yaptığı Bayar kalıyordu ki, Cumhurbaşkanı'nın ölümünden sonra
herhangi bir ani sarsıntıya meydan vermemek için yerinde tutulmuştu. Onun da tasfiyesiyle, Milli Şefin
mutlak iktidarının önünde hiçbir engel kalmamış olacaktı.
Atatürk'ün Ölümünden hemen sonra açılan (en ünlüsü, eski cumhurbaşkanının özel istihbaratçılarından
Ekrem König'in sahte MSB belgeleriyle Kanada'dan uçak satın alarak Đspanyol Đçsavaşı'nda
Cumhuriyetçilere satma girişimi olmak üzere) birta-
63
Mete Tuncay
kım yolsuzlukları kovuşturma kampanyası da, yine aynı sürecin bir parçası olarak yorumlanabilir.
b. Milli Şef Rejimi (1939-1945)
Bu dönemi 25 Ocak 1939'da kurulan Refik Saydam hükümetiyle başlatmak yanlış olmaz. Gerçekte,
Başbakan'ın dışında, Saydam kabinesinin Đkinci Bayar kabinesinden pek farkı yoktur; bakanların büyük
çoğunluğu göreve devam ettirilmişlerdir. Saydam'ın ilk hükümetleri, iki ay sonra yapılan genel
seçimlerin ardından 3 Nisan'da yenilenmiş ve Başbakan'ın 8 Temmuz 1942'deki ölümüne dek
sürmüştür. Bundan sonra Saraçoğlu kabineleri kurulmuştur. Fakat, Millî Şefin yönetim yıllarını
başbakanlara göre değil, Đkinci Dünya Savaşı'nın evrelerine göre dönemlendirmek, gerek iç gerekse dış
politika bakımından daha anlamlı olacaktır. Alman-Sovyet çatışmasının patlak verdiği 1941 ve bu
savaşta Alman üstünlüğünün sona erdiği 1943, Türk siyaseti için de gerçek dönüm noktalarıdır.
11 Kasım 1938'de Đnönü, Atatürk'ün dönemini tamamlamak üzere cumhurbaşkanı seçilmiş, hemen
toplanan olağanüstü kurultayla da parti bakımından gerekli geçiş düzenlemeleri yapılmıştı. TBMM'nin
beşinci dönemi 1939 ilkbaharında sona erecekti.
Mart sonunda yapılan genel seçimle Meclis'e giren 420 üyeden 130'u yeni isimlerdir. Seçilemeyenler
arasındaysa eski bakanlardan Şükrü Kaya ile Atatürk'ün sofra arkadaşlarından Kılıç Ali'nin bulunduğu
göze çarpmaktadır. (Aras, Ocak ayında Londra Büyükelçiliğine gönderilmişti.)
Haziran başında, CHP'nin (olağan) Beşinci Kurultay toplanmış, yeni bir tüzük ve program kabul
edilmiştir. Bu arada, yapay bir denetim mekanizması olarak CHP milletvekillerinden 21 kişilik bir
Müstakil urup oluşturulmuştur. Aynı hafta içinde, Parti Đdare Heyetinin -iki yıldır uygulanan- Devlet ve
Parti yönetimlerinin birliğini yeniden çözdüğü görülüyor.
Đkinci Saydam Hükümeti'nin iç politika gelişmeleri bakımından en önemli girişimlerinden biri, 1939
yazında Meclis'ten çı-
64
Eleştirel Tarih Yazıları
karttığı bir yasayla Köy Enstitüleri'ni başlatması olmuştur. Sonraki yıllarda çoğu ilericilerin sahip çıktığı,
tutucularınsa "Komünist eğilimli nifak yuvaları diye saldırdığı bu kuruluşlar, o zamanlar nüfusun beşte
dördünü oluşturan köylüleri eğitimle aydınlatmak ve kalkındırmak gibi idealist bir amaç güdüyorlardı
Fakat birtakım solcular, Köy Enstitülerinin köylüyü köyünde tutmak, şehirlere gelmesini engellemek
gibi Tek Parti ideolojisine uygun bir işlev yapmalarının hedeflendiğini ileri sürmüşler-
Savaş yıllarında izlenen ekonomi politikası ise, Millî Korunma Kanunu ve çeşitli tadilleriyle düzenlenmiş,
zorlaşan dış alımlar ve yetersiz yerli üretimin kıt kaynakları üstünde vurgunculuk yapılması pek başarılı
sayılmayacak bir biçimde Önlenmeye çalışılmıştır.
Türkiye'nin Đkinci Dünya Savaşı yıllarındaki dış politikasını üç köşeli uluslararası kutuplaşmanın
taraflarına karşı ayrı ayrı davranışlarıyia incelemek gerekir. 1939 güzüne gelindiğinde, Atatürk
zamanında Ortadoğu ve Balkanlarda yerel bağlaşmalarla sağlanmaya çalışılan güvenliğin artık işe
yaramayacağı anlaşılmıştır, ilk önce Sovyetler'le yakınlaşma denenmiştir. Fakat Dışişleri Bakanı
Saraçoğlu'nun 1939 Eylül'ünde Moskova'dan eli boş dönmesi üzerine, ertesi ay Đngiltere ve Fransa ile
karşılıklı yardımlaşma antlaşmaları imzalanmıştır. Almanya'yla ise dostluk ve ticaret ilişkileri
sürdürülmüştür. (Almanya 1930'ların ikinci yarısında Türk dış ticaretine egemen durumdayken, savaş
başlayınca alım satımlarımız birdenbire düşmüştü Fakat Almanya ya özellikle savaş endüstrisinde
kullanılan krom cevheri satmamız sayesinde, bu hacim yeniden yükselmiştir.) Nazi Keıch ıyla
yakınlığımız, Almanların Sovyetler Birliği'ne saldırmalarından birkaç gün önce Türkiye ile yaptıkları
dostluk antlaşmasında doruk noktasına ulaşmıştı. Daha önce 1941 Mayısı başlarında, Hitler,
Reichstag'taki bir konuşmasında, "Genç TürKiye’nin dahi yaratıcısına çiçek atarken, Türk hükümetinin
şimdiki gerçekçi tutumunu da, "Đngiliz entrikalarına kurban giden
65
Mete Tuncay
Yugoslavya" ile karşılaştırarak, bağımsız kalmayı başardığı için övüyordu.
Alman-Sovyet Savaşı'nın Almanların üstün göründüğü ilk döneminde, Türkiye dolaylı bir anlamda
Almanya yanlısı olmuş, ama üçüncü köşeyi meydana getiren Sovyetler'in müttefikleriyle de arasını iyi
tutmuştur. Hatta, 1941 yılının sonuna doğru, ABD Başkanı Roosevelt, Kiralama ve Ödünç Verme
Yasası'nın Türkiye'ye de uygulanmasını kararlaştırmıştır.
8 Temmuz 1942'de Refik Saydam'ın ölmesiyle Şükrü Saraçoğlu, öncekinin dış politikasını daha Alman
ağırlıklı olarak sürdürmüştür. Đç siyaset bakımından anılması gereken önemli bir konu, 11 Kasım
1942'de çıkarılan 4305 sayılı Varlık Vergisi Kanunu'dur. Zenginlerin olağanüstü bir vergi ödeyerek
savaşın ekonomik yükünü hafifletmelerini amaçlayan bu yasa, gerçekte gayrimüslim azınlıklara yönelik
bir baskı aracı olarak kullanılmıştır. Keyfi bir biçimde saptanan yükümlülüklerini 20 Ocak 1943'e kadar
yerine getirmeyen Yahudi, Rum ve Ermeni zenginleri, Aşkale'ye bedenî mükellefiyetle (taş kırmaya)
gönderilmişlerdir. Bu uygulama bir yıldan fazla sürmüş; ancak 1944 Martı'nda o vakte kadar toplanan
316 milyon lirayla yetinilerek, gerçekleştirilemeyen 110 milyon liralık tahsilattan vazgeçilmiştir.
1942/43 kışında savaşın yön değiştirmesinden sonra Türkiye'de BMM Seçimleri yenilenmiş ve 15 Mart
1943'te Saraçoğlu ikinci kabinesini kurmuştur. Bunu izleyen iki yıl, Almanya'ya karşı savaşa girmemiz
için yapılan müttefik baskıları ve Đnönü'nün bunları geçiştirme başarılarıyla geçecektir. 8 Haziran
1943'te CHP'nin Altıncı Kurultayı toplanmış ve on bir ay önce Dr. Fikri Tüzer'in Đçişleri Bakanlığı'na
getirilmesiyle Parti Genel Sekreterliği'ne atanan Memduh Şevket Esendal, yeniden bu göreve
seçilmiştir. 1943 sonunda Đnönü'nün Kahire'de Roosevelt ve Churchill'le buluşmasından sonra, Türkiye
yavaş yavaş eskisinden farklı bir tutum takınmaya başlamıştır. 12 Ocak 1944'te yirmi yıldan fazladır
Genelkurmay Başkanlığı yapan Mareşal Fevzi Çakmak emekliye ayrılarak bu görev Orgeneral
66
Eleştirel Tarih Yazıları
Kazım Orbay'a verilmiştir. O yılki 19 Mayıs söylevinde, Đnönü Turancılara karşı sert suçlamalar yaparak
Alman işbirlikçilerinin kovuşturulmasını başlatmıştır. Daha sonra, Haziran ayında Numan
Menemencioğlu Dışişleri Bakanlığı'ndan istifa etmiş ve ardından Almanya ile ilişkiler kesilmiştir- 13
Eylül’de bu göreve getirilen Hasan Saka zamanında Müttefik yanlısı yeni siyaset daha belirginleşecektir.
Millî Şef rejimi aslında 1945 yılı içinde çözülmeye başlamıştır. Dış politika bakımından bu süreç, 23
Şubat'ta Türkiye'nin Japonya ve Almanya'ya karşı savaş ilan etmesi kadar gerilerden başlatılabilir.
(Mihver devletlerine savaş açmamız, Birleşmiş Milletler Örgütü'ne kurucu üye olabilmemiz için zorunlu
bir koşuldu.) Đç politika bakımından ise, Đnönü'nün 19 Mayıs 1945 söylevinde demokrasiye geçiş
işaretini vermesinden sonra, aynı ay bütçe aleyhine Meclis'te 7 oy çıkması, Haziran'da da bu oy
sahiplerinden dördünün "Dörtlü Takrir" diye tanınan bir belgeyi CHP Meclis Grubu'na vermeleri, tek-
parti otoritesinin sonunu simgelemektedir. Nitekim, Temmuz ayında ilk muhalefet partisinin (zengin
işadamı Nuri Demirağ'ın Millî Kalkınma Partisi) kurulmasına izin verilmiştir.
4 Aralık 1945'teki Tan olayı, tek-parti hükümetinin düzenlediği son kuvvet gösterilerindendi. CHP'nin
üniversite gençliğini kışkırtarak ülkedeki solcu aydınlara gözdağı vermesi, kurulan demokrasinin belli
sınırlar içinde tutulacağı anlamına gelmektedir.
c. Çok-Partili Yaşama Geçiş (1946-1950) 1946 yılının ilk haftasında Demokrat Parti kurulmuş ve genel
başkanlığına Celâl Bayar getirilmiştir. Yeni parti, programında, (özel girişimcilik vurgusunun dışında)
CHP'den farklı pek bir şey getirmemekle birlikte, halktan gelen bir kuvvet yaratarak hükümeti ve
idareyi denetim altına almayı vaadediyordu. DP, Ankara ve Đstanbul'un yanı sıra, Öncelikle Batı
Anadolu'da örgütlenmiştir. Aynı yılın Mayısında toplanan olağanüstü bir CHP Kurultayı, çok-partili
yaşama geçmek için bir yandan yasalardaki pürüzleri (iki dereceli seçim gibi) temizleme kararı alırken.
67
Mete Tuncay
bir yandan da kendi tüzüğünü demokratlaştırmış, değişmez genel başkanlığı kaldırmıştır. Yine de,
CHP egemenliğindeki TBMM'nin Yedinci Dönemi, DP'nin yurt çapında doğru dürüst örgütlenmesine
olanak bırakmadan, ertesi yıl yapılması gereken seçimleri erkene almış ve 1946 Temmuzu'nda
yaptırmıştır. Üstelik, bu seçimlerin baskı ve zorlamalar altında geçtiği anlaşılmaktadır. Seçimlerden
sonra Recep Peker gibi otoriter eğilimli bir kişinin başbakanlığa getirilmesinin de, demokrasiye geçiş
için uygunluğu oldukça tartışmalıdır. Ancak, 1924'teki Fethi Bey'den beri, ilk kez CHP Genel Başkan
Vekilliği'nin yeni başbakana teslim edilmeyip eskisinde bırakılması (o zaman Đsmet Paşa, bu kere Şükrü
Saraçoğlu) dikkate değer. Ekim ayında da, CHP Genel Sekreterliği'ne, ılımlığıyla tanınan Hilmi
Uran getirilmiştir.
1947 Ocak ayında toplanan DP'nin ilk Büyük Kongresi çok-partıli yaşamın sürdürülebilmesi için
muhalefetin başlıca istemlerini ortaya koymuştur {Hürriyet Misaki): Demokrasiye ve Anayasa'ya aykırı
yasaların kaldırılması, cumhurbaşkanlığının parti başkanlığından ayrılması, seçimleri idare yerine yargı
organlarının denetlemesi.
Đnönü, 11 Temmuz 1947'de yaptığı bir radyo konuşmasında, partiler arasında yansız kalacağına söz
vermiş ve DP'ye sertlikle karşı çıkan kendi başbakanını dolaylı olarak eleştirmiştir. Recep Peker, iki aya
kalmadan kabinesinde esaslı değişiklikler yaptığı halde, dört gün sonra sağlık bozukluğu bahanesiyle
istifa etmiş, yerine Hasan Saka yeni hükümeti kurmuştur. Kasım'da toplanan CHP (olağan) Yedinci
Kurultayı'nda, ılımlılarla aşırıların arasındaki anlaşmazlık partiyi çatlamanın eşiğine getirecek kadar
gelişmiştir. Fakat sonunda ılımlılar ağır bastığı gibi, parti platformu da iyice yumuşatılmıştır.
Hasan Saka'nın iki hükümetinden sonra, 1949 Ocağı'nda Şemsettin Günaltay'ın başbakanlığa geçmesi,
CHP'nin DP'den ayırt edilemeyecek Ölçüde liberal bir çizgiye yerleşmesi sonucunu vermiştir. Fakat,
halk kitleleri arasında tek-parti yönetimine karşı yıllardır biriken tepkiler ve Đkinci Dünya Savaşı
döneminde
68
Eleştirel Tarih Yazıları
çekilen yoksunlukları hükümetin kötü yönetimine yorma eğilimi bu ödünlere bakmayıp, 14 Mayıs
1950'de iktidarı devirecektir. 1950 Nisan sonlarında açıklanan aday listelerinde CHP'nin mil-
letvekillerinden beşte ikisini geri çekerek ortaya yeni adlar koyması da bu akıbeti önleyememiştir. Đki
büyük partinin adayları mesleklerine göre karşılaştırıldığında, DP'nin CHP'den daha çok çiftçi, tüccar ve
avukatı aday gösterdiği, CHP listesinde ise, berikilerin iki katı bürokrat ve öğretmenle (DP de hiç
bulunmayan) 14 eski general olduğu görülmektedir.
1950'de iktidarın seçimle el değiştirmesi gibi büyük bir olay, bu vakte kadar çeşitli açılardan
yorumlanmaya çalışılmıştır. Konunun ileride de tartışılmaya devam edileceği kuşkusuzdur. Kimileri dış
nedenlere ve başka istemsel (voluntarist) etkenlere ağırlık vermekte, kimileri yerleşik bir iktidara karşı
yıllardır biriken yakınmaların (nasıl bir seçenek oluşturulabileceği pek hesaba katılmadan) üst üste
yığılarak bu sonucu doğurduğunu ileri sürmekte, kimileri de olayı iki parti arasındaki yapısal farklarla
açıklamaktadır. Gerçekte, bütün bunların birer payı olmak gerekir. Ancak, CHP döneminde siyasetle
uğraşma tekelini elde etmiş (belki de, Đkinci Meşrutiyet'ten beri sürdüregelmiş) bir egemen azınlığın
dışında kalan bazı toplumsal sınıf ve tabakaların DP içinde örgütlenerek politika sahnesine çıkmış
olmaları, ne denli vurgulansa abartı lamayacak bir önem taşımaktadır. Dp'nin temsil ettiği taşra küçük
burjuvazisinin, Batı Anadolu'daki büyük toprak sahipleri ve tüccarlarla yaptığı ittifak, köylülüğün önemli
bir kesimini de peşinde sürükleyerek, bürokrasinin önderliğindeki geleneksel CHP tabanını yenilgiye
uğratmıştır.
Çok Partili Yaşam ve Askeri Müdahaleler (1950-1980)
"Cumhuriyet'in sözlük anlamı, devlet başkanının seçimle geldiği rejimdir. Ama, uygulamada bu terim,
devlet başkanlığının kalıtsal (ırsî) olmadığı bütün ülkeler için kullanılmaktadır. Oysa, bilimsel açıdan
"cumhuriyet'i tanımının içerdiği demokratik öze uygun ve işlemsel araştırmalara yararlı bir kavram
haline getirmek, kapsamını genişletmekle değil, sözde benzerlerinden ayıklayarak daraltmakla mümkün
olabilir. Onun için, ancak devlet başkanının
69
Mete Tuncay
gerçekten seçimle değiştiği anayasal düzenleri cumhuriyet saymak gerekecektir. Bu anlamda, TC,
"cumhuriyet" olma niteliğini, 14 Mayıs 1950'deki "kansız devrimle kanıtlamıştır.
Ne var ki, 1950 yılından sonraki yıllarda demokrasiye doğru kesintisiz bir gelişme olmamış, ordu çeşitli
kereler sivil siyasete el koymak gereğini duymuş ve bunların üç keresinde de başarıyla amacına
ulaşmıştır. Türkiye'de askerî müdahalelerin genellikle halk çoğunluğunun desteğini görmüş olmaları,
ortaya çıkan durumun nasıl nitelenebileceği sorununu karmaşıklaştır-maktadır. Burada, ordunun geçici
bir süreyle ve çığrından çıkmış olan siyaset sürecini yeniden rayına oturtma niyetini açıklayarak
işbaşına geçmesinin büyük payı olsa gerektir.
Demokrat Parti Đktidarı (1950-1960): On yıllık DP egemenliği iki genel seçimle üç aitdö'neme
ayrılmaktadır. Çoğunluk sistemiyle yapılan bu seçimlerde, görece küçük oy farklarının kazanılan
sandalye sayısında çok büyük farklar yarattığını gözönünde tutmak gerekir. Nisbî temsil sisteminin
siyasal istikrara imkân bırakmadığından (haklı olarak) yakınanların, 1950'lerdeki deneyimizin ne kadar
adaletsiz sonuçlar verdiğini hatırlatmaları faydalı olur. Kütüklere kayıtlı seçmenlerin % 88,88'inin oy
kullandığı 1950 genel seçimlerinde oyların % 53, 59'unu alan DP 408 milletvekili çıkarmış, oyların %
39,98'ini toplayan CHP'nin payına ise 69 milletvekili düşmüştür. Oy verme oranının % 88,63'e indiği
1954 genel seçimlerinde DP daha güçlenerek aldığı oyların % 58,42'siyle 488 sandalye kazanmış, %
35,11 oy alan CHP ise ancak 31 milletvekili çıkarabilmiştir. 1957 genel seçimlerinde oy verme oranı %
79,4 olmuş, DP'nin oyları azalmaya, CHP'nin oyları artmaya başlamış; buna karşın, DP oyların %
47,70'iyle 424 milletvekili, CHP ise % 40,82 oyla 178 milletvekilliği kazanmıştır. Bu anımsatmadan
sonra, zamandizime dönelim.
a. Demokrasinin Umutlu Yılları (1950-1954) Celâl Bayar Cumhurbaşkanı seçilince DP Genel
Başkanlığı'ndan istifa ederek, Đnönü'nün kişiliğinde eleştiregeldiği yola kendisi girmemiş ve yeni bir
anayasa geleneği başlatmıştır. Genel Đdare
70
Eleştirel Tarih Yazılan
Kurulu, onun yerine Başbakan Menderes'i parti başkanlığına getirmiştir.
DP iktidar] daha ikinci ayını doldurmadan, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin Kore'de kuzey
saldırısına karşı koyma kararını fırsat bilerek, NATO'ya kabul edilmemizi sağlamak amacıyla, savaşa bir
tugay göndermiş, muhalefet ise biçimsel bir itirazla yetinmiştir. Yalnız bir grup solcu aydının kurduğu
Barışseverler Derneği durumu protesto etmek istemiş ve derhal kovuşturmaya uğramıştır. Yeni
iktidarın ilk günlerinde çıkarılan Af Yasası'na Nâzım Hikmet'in de dahil edilmesi dışında, DP sola karşı
katı bir tutum takınmıştır. (1951'de hükümet TKP-167'ler tutuklamasına başlarken, Meclis de Ceza
Kanunu'ndaki 141. ve 142. maddelerin öngördüğü cezaları artırıyordu.) Bu tavır, izlenen dış politikayla
bağlantılıdır.
ABD ekonomik yardımı DP döneminde de sürmüş ve Türkiye'de özel girişimciliğin büyümesini teşvik
etmiştir. Aslında, ekonomik durum, Türk bütçesinin yarıdan çoğunu yutan askerî giderlerle yakından
ilişkiliydi. ABD'nin ısrarıyla alınan NATO'ya kabul edilmemiz kararını (17 Ekim 1951), TBMM'nin 18
Şubat 1952'de onaylamasından sonra, savunma harcamalarına daha çok dış katkı sağlanması, dolaylı
olarak ülke ekonomisini de bir ölçüde rahatlatmıştır. Ekonominin yapısında henüz tarımın egemen
durumda bulunması, ekonominin günlük siyaseti etkilediği ölçüde, rastlantısal etkenlerin partilerin
geleceklerini belirlemesi anlamına gelmekteydi. Nitekim, birçok iktisatçı CHP'nin 1950 yenilgisini
1949'daki kötü hasatla ilgili gördükleri gibi, DP'nin 1950'!erin ilk yıllarındaki başarılarını da 1950 ve
1951'in iyi hasatlarıyla ilgili saymaktadırlar.
CHP'nin 1950 Haziran ayi sonlarında toplanan Sekizinci Ku-rultay'ında Genel Başkanlığı'nı kurmuş olan
Đnönü, Genel Sekreterliğe Nihat Erim'in getirilmesini istediği halde, bu mevkiye partiyi çağdaşlaştırma
akımının temsilcisi olan Kasım Gülek seçilmişti. Gülek, halka yakın bir politikacı imgesi vermekle bir-
likte, onun da kafasındaki düşünce özgürlüğünün sınırları vardı. Örneğin, 1957 sonlarında CHP'de bir
sol kanat gelişmeye başla-
71
Mele Tuncay
Eleştirel Tarih Yazıları
yınca, Örgüt tarafından dışlanmıştır. DP'nin başlıca sorunuysa, istediklerini daha çok yaptıramadığından
yakınan yerel örgütün merkezle çatışmasıydı.
Đki büyük parti arasındaki karşıtlık, DP döneminin ilk günlerinden itibaren tarafların rolleri değişmiş
olarak, yeniden siyasal özgürlük terimleriyle anlatım kazanmıştır. Bu kere, Radyo'yu kendi lekeli allına
almakla suçlanan DP, Radyo'nun bir hükümet organı olduğunu ileri sürerek, CHP iktidarı sırasında
şiddetle eleştirdiği devlet olanaklarıyla parti propagandası yapmak yolunu tutmaktadır. Öte yandan,
Đnönü'nün siyasal yaşamının en büyük iki başarısından biri diye gördüğü Köy Enstitüleri (öteki "çok
parti"), sıradan ilköğretmen okullarına dönüştürüldüğünde (27 Ocak 1954), muhalefetin fazla sesi
çıkmamıştır. CHP'nin mallarının elinden alınmasıysa (14 Aralık 1953), çok daha sert tepkiyle
karşılanmıştı.
1954 Mayıs başında yapılan genel seçimleri (bu kere artık adayları arasında yüksek bürokrat ve
generallere de yer veren) DP, CHP'yle arasındaki farkı büyüterek kazanmıştır. Şu ufak gözlemi
yapmakta da fayda olabilir: CHP, 1954 seçimleri arefesınde, Celâl Bayar'ın köyde davar güden bir
resmini dağıtarak onu yıpratmak istemiş ve DP örgütünden şiddetli karşılıklar görmüştür. Oysa, ıleriki
yıllarda Süleyman Demirel'i çocukluğundaki "Çoban Sülü" imgesiyle tanıtmak için bizzat kendi partisi
çaba harcayacaktır. Bu karşılaştırma, Türkiye'de siyasal anlayış düzeyinin on yıl içinde ne kadar
değiştiğinin ilginç bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
b. Ekonomik-Toplumsal Sancıların Baş Göstermesi (1954-1957) DP iktidarının ikinci döneminde iktisadî
refaha erişileceği iddia edilirken böyle olmamış, girişilen yatırımlar (önce Amerika'dan, sonra da
Almanya'dan) beklendiği kadar dış yardım gelmediği için sürdürülememıştir. Hızla artan hayat
pahalılığı, özellikle değişmez gelirli kesimleri fena halde etkilemeye başlamıştır. 1954'te hasat hiç de
kötü olmadığı halde, ABD'den 300 bin ton buğday ve 200 bin ton arpa almak gerekmiştir. Ayrıca şeker
sıkıntısı da çekiliyordu. Hükümet ise bu durumun halkın satın alma
gücünün artmasından ileri geldiğini ileri sürerek iyimser yorumlar yapmaktaydı.
Seçimlerden sonra toplanan Onbirinci CHP Kurultayı'nda DP ile uzlaşmayı savunan Nihat Erim, Kasım
Gülek önünde bir kez daha yenik düşmüş; Parti eski çizgisinden siyasal muhalefetini devam ettirmiştir.
1955 Mayısı'nda DP milletvekilleri arasından 11 kişilik bir grup, TBMM'ne "Đspat Hakkı'nın tanınmasını
isteyen bir önerge sunmuşlardır. Bu hareket genişleyerek aynı yılın sonunda Hürriyet Partisi.'ne
dönüşecektir.
Türk dış politikasında çok uzun bir süre önemli bir etken olan Kıbrıs sorunu da 1954'te başlamıştır.
Türkiye'nin ilk tezi, Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmemesi. Đngiltere'nin elinde kalmasıdır. Yine de, DP
iktidarı Yunan dostluğunu sürdürmek istiyordu. 1954 Ağustosu'nda Yunanistan ve Yugoslavya ile
karşılıklı savunmayı öngören bir antlaşma imzalanmıştı. 1955 Şubatı'nda Irak'la yapılan (sonradan
Pakistan'ın da katılacağı) Bağdat Paktı da, tıpkı bu Balkan paktı gibi, ABD'nin çıkarları doğrultusunda
bir hareketti. Amerika'yı hoşnut ederek daha çok ekonomik yardım sağlanmaya çalışılmaktaydı.
DP hükümeti, 6-7 Eylül 1955'te, Kıbrıs'la Đlgili olarak, Yunanistan'a karşı Đstanbul, Đzmir ve Ankara'da
halk gösterileri düzenlenmiş, fakat olaylar denetimden çıkarak genel bir "servet düşmanlığına
dönüşmüştür. Đşin gerçeği Yassıada muhakemelerinde anlaşılacaktır, ama o zaman bütün sorumluluk
"komünistler"e yüklenmiştir. Menderes, Ekim'de toplanan DP Büyük Kongresi'nde yeniden parti genel
başkanlığına seçilmekle birlikte, ertesi ayki Meclis Grubu toplantısında, ancak bütün kabine üyelerini
feda ederek başbakanlığını koruyabilmiştir.
1956 yılında, muhalefet partilerin işbirliği yapmaları konusu gündeme gelmiştir. Cumhuriyetçi Köylü
Millet Partısi'yle yeni kurulan Hürriyet Partisi'nin DP iktidarına karşı CHP'yi desteklemelerinin kısa
sürede başarıya ulaşabileceği umuluyordu. Ancak, bu iki parti Đnönü'nün yeniden Cumhurbaşkanı
olmasını istememekteydiler. 1957'in hemen ilk günlerinde Başbakan, erken
72
73
Mete Tuncay
seçim olasılığını yalanlamış olmakla birlikte, genel seçimler Ekim'de yapılacaktır. Muhalefetin ortak
cephe hazırlığına karşı Seçim Kanunu'nda değişiklikler yapılarak partiler arası işbirliği
olanaksızlaştırılmıştır. Bu durumda, CHP'nin öteki iki partiye kendileri seçime girmeyerek onu
desteklemeleri Önerisi kabul edilmemiştir. Đktidar ve ana muhalefet partilerinin gösterdikleri adaylar
bakımından bir karşılaştırma yapılırsa CHP'lilerin büyük çoğunluğunun yerel örgütlerce belirlendiği,
DP'lilerin arasındaysa seçim bölgelerinden elenerek gelenlerin yerine merkezden atananlar çoğaldığı
gözlemlenebilir. Oğlu zaten HP'ye geçmiş olan Fuat Köprülü'nün seçimlerden bir buçuk ay önce DP'den
istifası kamuoyunda yankılar yaratmıştır. Daha sonra HP adına bir konuşma yapan Köprülü, o günkü
durumu, "tek parti, tek-şef sistemini yeniden canlandırmak isteyen bir adam 'a karşı ülke çapında bir
mücadele" diye özetlemektedir. Muhalefet oyların % 52'sini topladığı halde, aday listeleri bölündüğü
gibi, iktidarınkilerin yarısından çok daha az milletvekili çıkarabilmiş-tir.
c. DP'nin Otoriterliğe Kalkışması (1957-1960) Bu dönemde DP'ye karşı muhalefet giderek
sertleşmiştir. Fakat dış politikanın hiçbir zaman eleştirilen konular arasına alınmaması dikkate değer.
Menderes, Batı yardımı sağlamak amacıyla, sürekli soğuk savaşa oynamaktadır. Yine de, Sovyetlerin
Türkiye'ye yıllardır yaptıkları barış saldırısına da, ekonomik nedenlerle ilk kez bu dönemin sonlarında
olumlu karşılık verilecektir. Kıbrıs sorununda ise, hükümetin yeni tezi "taksim"dir.
1957'de seçilen Meclis çoğunluğunun ilk işi, bir içtüzük değişikliği yaparak muhalefet milletvekillerinin
görüşlerinin kamuoyuna yansıtılması olanaklarını kısmak olmuştur. Menderes ise DP'nin aldığı baskı
önlemlerine muhalefetin sebep olduğunu savunmaktadır.
1958 başında, bir darbe hazırlığına giriştikleri ileri sürülen dokuz subay tutuklanmıştır. Ancak, doğru
olduğu sonradan anlaşılan bu tasarı kanıtlanamadığı için, mahkeme 25 Kasım 1958'de
74
Eleştirel Tarih Yazdan
sanıkları salıvermiş, yalnız muhbir subayını iki yıl hapse mahkûm etmiştir.
1958 yazında Irak'ta bir darbe sonucu Kral II. Faysal'la hükümet reisi Nuri es Said'in devrilip
öldürülmeleri Türkiye'yi çok etkilemiş, ABD Irak'a silahlı müdahaleden Menderes'i güçlükle
alıkoyabilmiştir.
1958 Ağustosu'nda Türk parası devalüe edilerek on iki yıldır 2.80 lira olan dolar 9 liraya çıkartılmıştır.
Bu, yeni kredi bulmanın koşulu olarak alınan bir istikrar önlemiydi. Ekonomik durumun bozukluğu,
kabinede sıkışan değişikliklere yansımaktadır. DP milletvekilleri arasında, sayıları Meclis Grubu'nun üçte
birini bulan "Yaylacılar" türemiştir. Menderes, ilk kez, muhalefeti ihtilal komploları düzenlemekle
suçlamaya başlamıştır. Bunun ardından da, muhalefetin kin ve husumet cephesine karşı, "Vatan
Cephesi"nin kurulması gelmiştir. Đlk tepki, HP'nin 24 Kasım 1958'de olağanüstü bir kongre toplayıp
kendi kendisini dağıtarak CHP'ye katılma kararını alması olmuştur.
1959 Ocak ayının ortalarında toplanan CHP'nin Ondördüncü Kurultayı'nda, 10 maddelik bir Đlk
Hedefler Beyannamesi kamuoyuna sunulmuştur. Bu talep ve vaadler, 1961 Anayasası'nın
gerçekleştireceği çoğu bilimsel, kurumsal noktaları kapsamaktadır. Kurultay'da seçilen Đnönü-Gülek
ikilisinin yanı sıra, yeni Parti Meclisi üyeleri arasında HP'den gelenler dikkati çekmektedir.
Şubat ayında, Türkiye ile Yunanistan'ın Zürih'te imzaladıkları Kıbrıs'la ilgili antlaşmanın ardından üçlü
görüşmeler için Đngiltere'ye giden Menderes'in uçağının Londra yakınlarındaki Gatıvick Havalimanı'na
düşüp parçalandığı halde, kendisinin kazadan sağ olarak kurtulması, Türkiye'de mucize diye
karşılanmış ve bir propaganda aracı yapılmıştır. Kısa süren bir yumuşamadan sonra, ilkbaharda
Đnönü'nün yurt gezileri çok olaylı geçmektedir. Bu konuda bir soruşturma açılmasını Meclis çoğunluğu
kabul etmeyince, CHP'li milletvekilleri oturumları topluca
75

Mete Tuncay
boykot etmeye başlamışlardır. Basın hakkındaki kovuşturmalar da artmıştır.
1960 yılının başına gelindiğinde, Đnönü, Menderes'i "Devlet benim" anlayışını benimsemekle
suçlamaktadır. Menderes'i Güney Kore diktatörü Syııgman Rhee'ye benzetmek kısa sürede bir tür
moda olacak, hele Rhee'nın bir askerî darbeyle devrilmesinden sonra daha da tutulacaktır. 18 Nisan'da
muhalefeti yıldırmak için TBMM'de 15 kişilik Tahkikat Komisyonu kurulmuştur. Bu kurula tanınan
yetkilerin anayasaya aykırı olduğu hukukçularca be-lirtilmesine karşın, tasarı Meclis'ten geçince, aydın
kesim çok sert tepki vermiştir. 28-29 Nisan günleri, Đstanbul ve Ankara'da yapılan öğrenci gösterileri
üzerine, her iki ilde de Sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Mayıs başında arka arkaya beş gazete kapatılmıştır. Menderes olayları kışkırtıcıların esen diye
görmekte, halk çoğunluğunun kendisini desteklediğine inanmaktadır. Ama, askerler yavaş yavaş
ağırlıklarını koymaya başlamışlar ve uyarıları yerine getirilmeyince de yönetimi kendi ellerine
almışlardır.
Adnan Menderes, Türkiye'nin ekonomik kalkınmasına Öncelik veren hamleci bir önderdi. Toplumsal
gelişme, onun gözünde, ekonomik kalkınmaya bağımlı ikincil bir konuydu. Gerek ekonomik, gerek
siyasal liberalliği üstündeyse fazlaca durulmaya gelmez. Çünkü Menderes bunlara pek yüzeysel kalıyor,
kolayca tutarsızlıklara düşüyordu. Herhangi bir ideolojik bütünselliği olmayan eklektik ve pragmatik bir
politikacıydı. Đzlediği ekonomik model, olanca başarısına karşın, plansızdı, yeterli yardım alınamadığı
dönemlerde önemli dış ticaret açıkları vererek tüketim alışkanlıklarını bozuyordu, enflasyonistti. Gelir
dağılımı bakımından, onun döneminde yaratılan durumun eskisinden kötü olduğu söylenemez; ama
yerleşik prestij sırasını hayli değiştirmişti. Yapılan enflasyon ise, 1970'lerdeki ölçülerde masum sayılırdı
(% 15-20), fakat o zamana değin görülmedik bir şey olduğundan, toplumsal sonuçları birçoklarına
katlanılmaz gelmişti.
76
Eleştirel Tarih Yazıları
27 Mayıs'tan 12 Mart'a (1960-1971):
a. Milli Birlik Komitesi'nin Egemenliği (1960-1961) 27 Mayıs 1960 Cuma günü Kara Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Cemal Gürsel'in başkanlığında, çeşitli rütbelerdeki 36 subaydan oluşan bir Millî Birlik
Komitesi yönetime el koymuş, ertesi gün de asker-aydın karması partiler-üstü bir hükümet kurulmuştu.
Gürsel, hem devlet başkanı, hem başbakan, hem de başkomutan olmuştur. Aynı gün, CHP eğilimli bir
hukukçular kurulu, darbenin meşruluğunu onaylayan bir rapor düzenlemiştir. MBK, mücadelesinin
amacını, yolundan çıkmış olan demokrasiyi yeniden rayına oturtmak diye açıklamaktaydı. Dış siyasette
ise herhangi bir değişiklik yapılmayacağı belirtilmişti.
MBK cuntası, devirdiği iktidar partisinin önderlerinden başlayarak bütün milletvekillerini, DP'ye
yatkınlıklarıyla tanınan yüksek rütbeli bazı subayları ve adları yolsuzluklara karışmış birtakım sivil
idarecileri tutuklayarak, Yassıada'da toplanan bir Yüksek Adalet Divanı'nda yargılatmaya başlamıştır.
(Em. Gen. Ali Fuat Cebesoy'un DP listesinden seçilmesine karşın, "bağımsız" olduğu gerekçesiyle
tutuklanmaması, ilginç bir istisnadır. Herhalde, Cebesoy'un Kurtuluş Savaşı’ndaki hizmetleri hatır-
lanmıştı!)
MBK içinde, daha ilk günden itibaren, iktidarı bir an önce sivillere bırakmak isteyenlerle, bunun CHP'ye
haksız bir çıkar sağlayacağını düşünerek, ancak siyasal çekişmeler içinde gerçekleştirilemeyen köktenci
birtakım düzeltimler yapıldıktan sonra normale dönme taraftarı olanlar arasında anlaşmazlık çıkmıştır.
Đlk aylarda, ikinci eğilimin ağır bastığı bellidir. Giderek bozulmuş olan hiyerarşi piramidini düzeltme
amacıyla 3 Ağus-tos'ta yapılan ordu tasfiyesi, birçok alanda niyet edilen benzeri hareketlerin
öncüsüydü. Bu tasfiyeyle, çeşitli rütbelerdeki 4.000 subay emekliye ayrılmıştır. (Emekli Đnkılâp
Subayları=Eminsu'lar). Đkinci temizlik, 27 Ekim'de üniversitede yapılmış ve 147 öğretim üyesi ve
yardımcısı, "tembel, yeteneksiz ve reform düşmanı" denerek işlerinden çıkarılmışlardır. Üçüncü bir
operasyonun basında yapılacağı söylentileri dolaşırken, 13
77
Mete Tuncay
Kasım'da MBK'nin 14 üyesi (geçici anayasa hükümleri görmezlikten gelinerek) tasfiye edilip yurt dışına
gönderilmiş ve bu tür eylemler sona erdirilmiştir.
14'ler olayı henüz tamamıyla aydınlığa kavuşmuş değildir. Siyasete dönmekte acele etmek
isteyemeyenlerin MBK içinde çoğunluğu oluşturduğu ve bazı ordu kademeleriyle çıkarları tehdit
altındaki iş çevrelerinden gelen birtakım baskılar sonucu, bu grubun büyücek bir bölümünün (böyle bir
tasfiyeyi kim yapsa kurtulmak isteyeceği birkaç üye eklenerek) iktidardan uzaklaştırıldığı, Komite içinde
kalan aynı eğilimdeki üyelerinse güçsüz bırakıldığı sezinle-nebilmektedir.
14'lerin tasfiyesinden önce, MBK'ce Devlet Planlama Teşkilâtı'nın kurulması ve Toprak Reformu
yapılması için alınan önlemler sürdürülmüş, ama bizzat Türkeş'in örgütlemeye çalıştığı ülkücü Türk
Kültür Derneği oluşturulmamıştır. Yeni yılın ilk günlerinde, ordunun yerleşik ekonomik düzenle
bütünleşmesi açısından büyük önem taşıyan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) Yasası çıkarıldıktan
sonra, 6 Ocak'ta (oldukça korporatif nitelikteki) bir Temsilciler Meclisi ile MBK'den oluşan Kurucu Meclis
çalışmaya başlamıştır. Bir ay sonra da, siyasal partilerin faaliyete geçmelerine izin verilmiştir. Şubat
ayında, eski CHP'nin ve CKMP'nin yanı sıra, Adalet, Yeni Türkiye ve Türkiye Đşçi Partisi gibi yeni
birtakım partiler kurulmuştur.
MBK egemenliğinin gerçek sonu, Komite'nin 1961 Haziranı başında Hava Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Đrfan Tansel'i bir büyükelçiliğe tayin ederek görevinden uzaklaştırmak istemesinin,
işbaşındaki komutanların ağır basması sonucu gerçekleştirilememesi olmuştur. Hukuken ise, MBK 15
Ekim 1961 genel seçimlerinin ertesine kadar devam etmiştir. Bu arada, Kurucu Meclis'in hazırladığı
Anayasa Tasarısı, 9 Temmuz'da halkoyuna sunulmuştur. Oy vermeye hakkı olanların % 83'ünün
katıldığı bu referandumda, tasarı % 39.6 Hayır'a karşılık, % 60.4 Evet'le benimsenmiştir.
78
Eleştirel Tarih Yazılan
Ağustos sonlarında toplanan CHP Onbeşinci Büyük Kongresi'nde, Đsmail Rüştü Aksal'ın açık farkla
Kasım Gülek'i yenerek Genel Sekreterliğe seçilmiş olması, kayda değer. 5 Eylül'de (TĐP hariç) belli başlı
partilerin önderleri Çankaya'da bir Yuvarlak Masa toplantısına çağrılarak, kendilerinden siyasete dönüş
sürecinde belli sınırlamalara uyma sözü alınmıştır. On gün sonra, Yassıada Mahkemeleri'nin kararları
açıklanmış, 15 kişi idama, 32 kişi müebbet hapse, birçokları da 4 ilâ 15 yıl arası hapis cezalarına
mahkûm edilmişlerdir. MBK, 12 idam cezasını onaylamamış, Başbakan Menderes, Maliye Bakanı
Polatkan ve Dışişleri Bakanı Zorlu hakkındaki hükümlerse onaylanarak yerine getirilmiştir. 15 Ekim'de
yapılan seçimlerde, asılalı daha bir ay olmayan Menderes'in galip geldiğini düşündürecek sonuçlar
doğmuştur. Doğrudan doğruya DP'nin kalıtçısı oldukları izlenimini vermeye çalışan iki parti, AP ve YTP,
oy toplamının yarıya yakınını almışlardır. CHP'ninse gerek milletvekili, gerek senatör seçimlerinde
topladıkları oylar, üçte birin biraz üstünde olmuştur.
b. Đnönü 'nün Koalisyon Hükümetleri (1961-1965) 25 Ekim 1961'de TBMM açılınca, Cemal Gürsel
cumhurbaşkanlığına, Suat Hayri Ürgüplü senato başkanlığına, Fuat Sirmen de meclis başkanlığına
seçilmişlerdir. Bir aya yakın süren zorlamalardan sonra, TC'nin ilk karma hükümeti, Đnönü'nün baş-
kanlığında CHP-AP ortaklığıyla kurulmuştur.
1961 Anayasası, Türkiye'de o vakte kadar görülmedik Ölçüde Özgürlükçü bir siyasal ortama yol
açmıştır. Bu arada sol fikirler de, bir yandan hızlı ekonomik kalkınma ve bir yandan sosyal adalet
temalarıyla kamuoyunu etkilemeye başlamıştır. Fakat siyasete dönülmesinden ve iktidarın sivillere
devredilmesinden hoşnutsuzluk duyan bir grup subay, 22 Şubat 1962 günü Harb Okulu Komutanı
Albay Talat Aydemir'in Önderliğinde bir darbe yapmaya kalkışmıştır. Ordunun büyük çoğunluğu
hükümete sadık kalınca, bu girişimin başarısızlığa uğraması, Başbakan inönü'nün siyasal konumunu
kısa vadede güçlendirmiştir. Fakat Đnönü ayaklanmacılara af sözü vermişti. AP ise, siyasal bir yatı-
79
Mele Tuncay
rım olarak eski DP'lilerin affını sağlamaya çalışıyordu: Örtük asker baskısıyla, ilk affın çıkarılıp ikincisinin
ertelenmesi, AP kanadının Haziran başında koalisyonu çökertmesine yol açmıştır. Đki haftalık bir
bunalımdan sonra, Đnönü ikinci koalisyon hükümetini, CHP, YTP, (Osman Bölükbaşı'nın 29
milletvekiliyle birlikte terk ettiği) CMKP ve AP'den ayrılan bağımsızlardan oluşturmuştur. Bundan önce,
22 Nisan 1962'de, yeni Ana-yasa'nın öngördüğü Anayasa Mahkemesi kurulmuştur.
Uzunca bir süredir hazırlanmakta olan Birinci Beş Yıllık Plan kesin biçimini alırken, Eylül sonlarında, bir
grup teknokrat uzman siyasetçilerin plan fikrini yıprattıklarını ileri sürerek topluca istifa etmişlerdir.
Yapılan değişikliklerle, iki ay sonra bu plan TBMM'den geçerek yürürlüğe konulmuştur. Bu arada, bir
kısmî af yasasıyla eski DP'lilerin cezaları azaltılmıştır. Hoşnutsuz askerî cuntaların etkileri hissedilmeye
devam etmektedir. 1962 sonuna gelindiğinde, Ankara'da 40 aydın tarafından bir Sosyalist Kültür
Derneği'nin kurulduğu, ama bir yandan da sosyalist düşüncenin kovuşturulduğu gözlemlenebilir.
1963 Mart'ında eski cumhurbaşkanı Celâl Bayar, AP'nîn af kampanyası sonucu, Kayseri Cezaevi'nden
şartlı olarak salıverilmiştir. Bunu dengeleyen bir hareket ise, ertesi ay başında "27 Mayıs"ın Hürriyet ve
Anayasa Bayramı diye kabul edilmesi olmuştur. Talât Aydemir, 20-21 Mayıs gecesi ikinci kere Đnönü
Hü-kümeti'ni devirme girişiminde bulunmuş ve yine başarısızlığa uğramıştır. Ha-reketin elebaşları bu
kere Ölüm cezasına çarptırılmış, kalkışmaya katılan Harbiye öğrencileriyse toptan okuldan çıkarılmışlar-
dır.
1963 Kasımı'nda yapılan seçimler, AP için büyük zafer olmuş, CHP oyları pek değişmezken, YTP ve
CKMP'nin gerilemesiyle AP oyları % 46'ya yaklaşmıştır. Bu durum, ikinci koalisyonun sonunu getirmiş
ve 25 Aralık'ta Đnönü CHP ve bağımsız milletvekilleriyle üçüncü karma hükümeti kurmuştur. Aynı gün,
Türk jet uçakları Kıbrıs göklerinde bir gövde gösterisi yaparak Makanos yönetimini hizaya getirmeye
çalışmıştır.
80
Eleştirel Tarih Yazıları
1964 Ocak ayı sonunda, Türkiye'ye Yardım Konsorsiyu-mu'nun, bu yıl için istenen 250 milyon dolar
yerine yalnızca 100 milyon dolar vermeyi kararlaştırması, iktidar için büyük hayal kırıklığı yaratmıştır.
Muhalefetteki AP ise, çekilen ekonomik sıkıntıların CHP devletçiliğinden ileri geldiğini öne sürmektedir.
Haziran'da yapılan kısmî senato seçimlerinde, katılma düşüklüğüne karşın, AP yine öndedir. Bu
seçimlerden hemen önce, Ragıp Gümüşpala'nın ölümü üzerine partide bir genel başkanlık sorunu
ortaya çıkmış ve daha sonra (29 Kasım'dakı AP Kong-resi'nde) Süleyman Demirel bu makama
seçilmiştir.
1965 yılının başlarında, bir yandan TĐP gelişirken, bir yandan özellikle AP aşırı sol akımların toplum
üstündeki baskılarından yakınmaktadır. Şubat ortalarına doğru bütçenin Meclis'te reddedilmesi üzerine,
üçüncü Đnönü hükümeti istifa etmiş ve Se-nato'ya AP listesinden seçilmiş olan Suat Hayrı Ürgüplü
başbakanlığa getirilmiştir. AP, YTP, CKMP ve MP'li bakanlardan oluşan Ürgüplü koalisyonunda, Demirel
de başbakan yardımcısı olarak yer almıştır. Bu, memleketi genel seçimlere kadar yönetecek bir bekçi
hükümetiydi. 10 Ekim 1965'te yapılan seçimlerde, AP oyların % 53'üne yakınını toplayarak tek başına
iktidar olma şansını kazanmış, CHP'nin oyları ise % 29'un altına düşmüştür. Millî Bakiyeli Nisbî Temsil
sistemi sayesinde, TĐP'de % 3'e yaklaşan oylarıyla 15 milletvekili çıkararak, muhalefet saflarında
sosyalist bir parti meclis grubunun da oluşmasını sağlamıştır.
c. AP Đktidarının Đlk Devresi (1965-1969)
1965 Güz seçimlerinden sonra, meclis başkanlığına Ferruh Boz-beyli seçilmiş, dış yardıma bel
bağlayarak özel sektörü ve yabancı sermayeyi teşvik edeceğini açıklayan Süleyman Demirel de yeni
kabineyi kurmakla görevlendirilmiştir. Demirel’in parti içindeki Saadettin Bilgiç grubunun muhalefetine
karşın ve onları dışarıda bırakarak kurduğu hükümet 252 oyla güven almıştır.
1966 Şubat başında Cumhurbaşkanı Gürsel, ABD'ye tedaviye gönderilmiş ve Senato Başkanı Đbrahim
Şevki Atasagun kendisine vekâlet etmeye başlamıştır. Kıbrıs sorunu dolayısıyla dış politika tartışılırken,
Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesini önlemek
81
Mele Tuncay
için Johnson'un vaktiyle Đnönü'ye yazdığı mektup basında açıklandıktan sonra, NATO'nun Türkiye'yi
koruyup korumayacağı düşünülmeye başlamış ve sol çevrelerde Tarafsız Üçüncü Dün-ya'ya katılma
istekleri ortaya atılmıştır. Başbakansa, emperyalizmin yardakçısı olma suçlamaları karşısında,
Türkiye'de "üs" olmayıp, yalnızca tesis"ler bulunduğunu ileri sürmektedir.
Mart ortasında, önceden hazırlanan bir düzenle, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay askerlikten
ayrılmış, yerine de Orgeneral Cemal Tural getirilmiştir. Ay sonunda Gürsel'in sağlığının görevine devam
etmesine elverişsiz olduğu bir raporla saptandıktan sonra, Sunay, Türkiye'nin beşinci cumhurbaşkanı
seçilmiştir. (Bütün bu düzenlemeye, yalnızca yeniden kurulan MP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı karşı
çıkmıştı.)
CHP ileri gelenlerinden Turhan Feyzioğlu, AP iktidarında bütün kamu işlerinin durakladığını ileri
sürerken, sağcılık-solculuk çatışmaları gelişmeye başlamıştır. Haziran başlarında kısmî senato
seçimlerinde AP, CHP'nin iki katına yakın oy almış, TĐP'in oyları da % 4'e yaklaşmıştır. Ağustos
başında çıkarılan eski DP'liler hakkındaki af yasası, 27 Mayıs'ın son yenilgisi olmuştur.
1966 güzünde, Demirel, partisinin Anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip olmadığından yakınmakta,
bu anayasayla ülkeyi yönetmenin çok zor olduğunu ileri sürmektedir. Ekim'de toplanan CHP
Onsekizinci Kurultayı, "Ortanın Solu" politikasını savunan Bülent Ecevıt'i Genel Sekreterliğe seçmiştir.
Kasım'daki TĐP Büyük Kongresi'nin yeniden Genel Başkanlığa getirdiği Mehmet Ali Aybar ise,
Türkiye'nin en önemli sorununun "Tam Bağımsızlık" olduğunu vurgulamaktadır. Yıl sonunda, SSCB
Başbakanı Aleksi Kosigin görüşmelerde bulunmak için Türkiye'ye gelmiştir. AP iktidarının olanca sağ
eğilimine karşın (ya da bu eğilimi sayesinde) Sovyetler'le ilişkilerde CHP'ye oranla daha rahat
davrandığı gözlemlenebilir.
CHP içinde (Đnönü'den sonra gelmek üzere) Ecevit'in egemen oluşu, Turhan Feyzioğlu ve
arkadaşlarının bir muhalefet
Eleştirel Tarih yazılan
oluşturmalarına yol açmış, fakat Đnönü'nün Ecevit'i destekleme-siyle, bu grup savaşımında yenik
düşerek partiden kopmuştur (Nisan'daki CHP IV. Olağanüstü Kurultayı'ndan sonra, Güven Partisi'nin
kuruluşu: 12 Mayıs 1967).
Genelkurmay Başkanı Tural'm Silahlı Kuvvetlere, aşırı solla mücadeleye girişmeleri için verdiği emir,
kamuoyunda bir süre tartışılmış, ama hükümetçe onaylanmış, Meclis de kendisi hakkında gensoru
açılmasını reddetmiştir. 12 Şubat 1967'de (TĐP'in altıncı kuruluş yıldönümünde) Devrimci Đşçi
Sendikaları Konfederasyonu (DĐSK) kurulmuştur. Bu örgüt, Türk-Đş'in işçi sınıfını yeterince ve
gereğince korumadığını ileri sürmekteydi. TĐP Başkanı Aybar da, tam bu günlerde, Demirel hükümetini
faşizme ortam hazırlamakla suçlamıştır.
Sıkıntılı ekonomik durum hakkında, DPT danışmanı Prof. Tinbergerin genel teşhisi, özel sektörün ne
kendisinin yatırım yaptığı, ne de yeterli vergi Ödeyerek devletçe yatırım yapılmasına olanak sağladığı
yolundadır. Öte yandan, salt siyasal düzeyde, ilerici kesim, hükümetin hazırladığı "Temel Hak ve Hür-
riyetleri Koruma" yasa tasarısına karşı çıkmaktadır.
1967 Nisanı'nda Demirel, kabinesinde büyük değişiklikler yaparak Bilgiççileri de yanına alıp kendi
konumunu pekiştirmiştir. O ay, Yunanistan'da bir Albaylar Cuntası, Yorgi Papandreu'nun yaklaşan
"Ortanın Solu" iktidarını önlemek için bir darbeyle başa geçmiştir. (Yunan cuntası, yedi yıl sonra, 1974
yazında Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesiyle çökecektir.)
27 Mayıs konuşmasında, Cumhurbaşkanı Sunay 1961 Anayasası'nın sosyalizme kapalı olduğunu ileri
sürünce, sert tepkilerle karşılanmış, Demirel ise Sunay'ın görüşünü kuvvetle desteklemiştir. Oysa,
Anayasa Mahkemesi, o yaz, TCK'nin 141 ve 142'nci maddelerinin anayasaya aykırı olmadığını
bildirirken, anayasanın "sınırlı" bir sosyalizme açık olduğunu ilan etmiştir. Yazılarıyla bu maddeleri
çiğnediği iddia edilen TĐP milletvekili Çetin Altan'ın yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararını da,
Anayasa Mahkemesi bozmuştur.
82
83
Mele Tuncay
Temmuz'da Đkinci Beş Yıllık Plan TBMM'de geniş bir muhalefete rağmen kabul edilirken, CHP adına
Nihat Erim, gelir adaletsizliklerini arttıracağı gerekçesiyle bu belgeyi eleştirmiştir. Bunu 1967 Eylül’ünde
Demirel'in Romanya ve Sovyetler Birliği'ne yaptığı resmî geziler izlemiştir.
Ekim başında Đstanbul'u ziyaret eden Amerikan 6. (Akdeniz) Filosu aleyhine büyük gösteriler
yapılmıştır. 23 Kasım'da da, Kıbrıs'la ilgili olarak Türk-Yunan anlaşmazlığına arabuluculuk etmek üzere
Ankara'ya gönderilen ABD Başkanı'nın özel temsilcisi C. Vance'nin uçağı gösteriler yüzünden Esenboğa
yerine Mürted askerî alanına inmek zorunda kalmıştır. Kıbrıs sorunu 1967 yılının sonlarında, Türk
siyasetinde yine önemli bir rol oynuyor, dolaylı olarak da ABD'nin Türkiye'deki itibarının yıpranması
sonucunu doğuruyordu.
1968 Ocak ayının sonunda Ankara televizyonunun yayına başlaması, o zamana kadar kamusal iletişim
aracı olarak radyonun tek başına taşıdığı önemi birdenbire artırmış ve TRT'yi dilediği gibi denetlemek,
bütün siyasal akımların başlıca amaçlarından biri olmuştur. Mart başında, Meclis, seçim yasasını de-
ğiştirerek millî bakiye sistemini kaldırmıştır (Senatoca kabulü: 20 Mart). AP bununla yetinmeyerek,
anayasayı da değiştirecek çoğunluğa erişmek istediğini yineliyordu. Mart ayı içinde, Đstanbul'da yapılan
"Uyanış" mitinginde sağcılar TĐP'ten CHP'ye kadar bütün sola karşı tehditler savurmuşlardır; Bursa'da
toplanan Türkiye Milliyetçi Kuruluşları Đstişarî Kongresi'nde iyiden iyiye gerici bir hava egemen
olmuştur; Ankara'daki "Millî Şahlanma Mitingi" de yine aynı türdendir.
1968 ilkbaharı, Türkiye'de öğrencilerin yoğun bir biçimde siyasetle ilgilenmeye ve "eylemler koyma"ya
başladıkları bir tarihtir. Bir bakıma, Fransa'daki öğrenci olaylarının bize yansıması diye görünen bu
olayları aslında toplumsal yapı uzun zamandır hazırlamaktaydı. Đlk günlerde üniversite içi sorunlara
yönelen, daha sonralarıysa anti-emperyalist (özellikle ABD aleyhtarı) bir nitelik taşıyan sol gençlik
eylemlerini TĐP denetleyemediği halde, gerek iktidar gerek ana muhalefet partileri durmadan TĐP'i
suçluyorlardı.
84
Eleşıirel Tarih Yazıları
Haziran'daki kısmî senato, milletvekili ara ve yerel yönetim seçimlerinde, CHP'nin oy oranı küçük bir
artış göstermiş, fakat AP önde gitmeye devam etmiştir. 1969 Ağustos'unda, yıllardır bu görevlerde
bulunan kuvvet komutanları kendi istekleriyle emekli olmuşlar ve yerlerine yenileri atanmıştır. Eski
Deniz Kuvvetleri Komutanı Uran ile Hava Kuvvetleri Komutanı Tansel'in büyük-elçi yapılması, MP Genel
Başkanı O. Bölükbaşı tarafından şiddetle eleştirilmiştir.
Sovyetler Birlıği'nin önderliğindeki Varşova Paktı kuvvetlerinin Çekoslovakya'yı işgali, bütün Türk
siyasal partilerinde tepkiler doğurmuş, bu arada TĐP Genel Başkanı M. A. Aybar işgali çok sert bir dille
kınamıştır. Bu olay, ileride solun yeni bölünmelerine yol açacaktır, CHP Ondokuzuncu Kurultayı'ndan
sonra genel sekreterlik görevine yeniden seçilen Ecevit, partisinin her zaman değişmeye hazır
olduğunu söylemiş ve Ortanın Solu öğretisinin kalıp kalmayacağını açıklamıştır.
1968 Kasım ayı başında, TĐP'ten kopan birtakım genç aydınlar, Mihri Belli'nin yönetiminde Aydınlık
dergisini çıkarmaya başlamışlardır. Daha sonra, hızla Maoculuğa kayan bu gençleri, Mihri Belli de
denetimi altında tutamayacaktır. AP Dördüncü Büyük Kongresi'nde Demirel yeniden genel başkanlığa
getirilmekle birlikte, eski DP'lilere siyasal haklarının geri verilmesini sağlama kararı, onun önderliğine
karşı dolaylı bir eleştiri niteliğinde olmuştur.
1969 başlarında, ABD Büyükelçisi R. Kommer'm otomobili ODTÜ öğrencileri tarafından yakılmıştır. 16
Şubat'ta, Taksim'de meydana gelen "Kanlı Pazar" olayında ise, 6. Fılo'ya karşı gösteri yapan solculara
sağcılar saldırmışlardır. Aynı günlerde, hükümet "Anayasa Nizamını Koruma Kanunu" diye bir tasarı ha-
zırlamaktaydı. Mart ayında, Genelkurmay Başkanlığı'nda süresi dolan Tural'ın yerine Kara Kuvvetleri
Komutanı Memduh Tağmaç getirilmiştir.
Yaklaşan genel seçimlerle ilgili bir taktik olarak, CHP önderi Đnönü, eski DP'lilere siyasal haklarının geri
verilmesini destekle-
85
Mete Tuncay
meye başlamıştır. Bu manevra Bayar'ın Demirel'e karşı çıkmasıyla başarıya ulaşmıştır. Bu arada, 35
komando kampı açtığı ileri sürülen MHP, küçük esnafı kendisine çekmeye çalışmaktaydı. GP ise,
komünizmle savaşma gereğini vurgulayarak büyük sermayeden destek arıyordu.
12 Ekim 1969 seçimlerinde, katılma oranı % 65'in altında olmuş, verilen oyların % 46,5'ten fazlasını
AP, % 27,5'e yakınını ise CHP toplamıştır. Yani AP oylarında bir azalma olmuş, GP'nin kopmasına
karşın CHP pek gerilememiştir.
d. Öğrenci Olaylarının Tırmanışı (1969-1971) Seçimlerin hemen ertesinde yayımlanmaya başlayan,
(eski Yön başyazarı) Doğan Avcıoğlu'nun Devrim dergisi, köktenci bir yaklaşımla ilerici bir ordu
müdahalesinin düşünsel hazırlığını yapmaya girmiştir. Önceki dönemde, öğrenci hareketleri yo-
ğunlaşmakla birlikte, katili bulunamayan cinayet kurbanı öğrenciler toplamı 75'i geçmemişti. Bundan
sonra bir buçuk-iki yıldaysa, şiddet eylemleri büyük bir hızla çoğalacaktır.
Ekonomik bakımdan, bu dönemde, yurt dışında çalışan işçilerin gönderdikleri döviz miktarı önemli
boyutlara ulaşmış, daha sonraki yıllarda patlak verecek olan petrol bunalımının öncesinde Türkiye'yi
görece rahat ettirmiştir.
1970 Şubatı'nda AP içinde büyüyen iç muhalefetin Meclis'e yansıması sonucu, bütçe reddedilmiş ve
kabine istifa etmiştir. Fakat yeniden hükümeti kuran Demirel, kendisine karşı çıkan AP'lileri çeşitli
yollarla yatıştırmayı başararak güvenoyu almıştır. Ertesi ay CHP'de de iç çekişmeler baş göstermiş,
Nihat Erim ve Sadi Koçaş, Ecevit ekibi karşısında yenik düşmüşlerdir.
1970 ilkbaharında, Anayasa Mahkemesi hükümetin bir süre önce aldığı, ilerici öğrenci derneklerini
kapatma kararını bozmuştur. Meclis'te ise, sol gençlik hareketlerine karşı sert önlemler isteyen iktidar
partisiyle, Demirel ailesinin yolsuzluklarının soruşturulmasını isteyen muhalefet partisi birbiriyle
yarışmaktadır. TĐP'in içinde de "Sosyalist Devrim'cilerle "Proleter Dev-rim"ciler çatışmaya başlamıştır.
Bazı sol gruplar, Türkiye'deki
Eleştirel Tarih Yazıları
Amerikan kuruluşlarına karşı şiddet eylemlerine geçmişlerdi. Fakat başlıca örgüt sorumluları, bunların
baskı yasalarını çıkartmayı amaçlayan hükümetin kışkırtmaları olduğunu ileri sürüyorlardı.
Yaz başında "Yahya Han formüllü" bir askeri darbe söylentileri ortada dolaşmakta, başbakansa
ordunun rejime sadık kalacağını söylemektedir. Sendikalar için hazırlanan yasa tasarısına karşı, 15-16
Haziran'da işçiler Đstanbul-Đzmit arasında büyük bir protesto yürüyüşü yapmışlar ve derhal bölgede
sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bu olayın sorumluluğu TĐP'le DÎSK'e yüklenmiştir.
Temmuz'da toplanan CHP Yirminci Kurultayı'nda, Ecevit, Kemal Satır'ın Önderliğinde tutucu kanadı
yenilgiye uğratmıştır. Genel Sekreter, "su kullananın, toprak işleyenin" sloganıyla Ortanın Solu'nu
keskinleştirmekteydi. O yaz, Önce Hava Kuvvetleri Komutanı Batur, sonra da Genelkurmay Başkanı
Tağmaç, başbakana açık uyarılarda bulunmuşlardı. Ağustos'ta yapılan % 66'îik devalüasyon bir yandan
dış kredi sağlanmasını kolaylaştırırken, bir yandan da fiyat artışlarını kaçınılmaz hale getirecekti.
Demirel, endüstrinin dış alıma bağımlılıktan kurtulmasının baş hedef olduğunu açıklamıştır. Aynı ay,
Faruk Gürler Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na yükselmiştir.
Ekim'de yapılan Dev-Genç Kurultayı Öncesinde, polis çeşitli sol öğrenci örgütlerini basarak önderlerini
tutuklamıştır. Ay sonunda toplanan TĐP Büyük Kongresi'ndeyse parti-içi bölünmeler su yüzüne çıkmış
ve Behice Boran genel başkanlığa seçilmiştir. Ondan önceki AP Büyük Kongresi'nde de, Demokratik
Parti'ye gidecekler zaten ayrılmış olduğundan, Demirel kendisine rakip aday olarak çıkan iki profesörün
birinden elli, ötekinden yüz kat fazla oy alarak yeniden genel başkanlığa seçilmiştir.
Kasım'da Tekin Arıburun (60. turda) Senato, Sabit Osman Avcı da Meclis başkanlıklarına
getirilmişlerdir. Ankara'da ABD kuruluşlarına saldırılar sürmektedir. Tağmaç, yeni yıl mesajında bir
müdahale olacağını ima etmiştir. Cumhurbaşkanı Sunay ise, Demirel’i destekler gibi görünmektedir.
1970 sonlarında De-
87
L
Mete Tuncay
mokratik Parti'nin kurulması, 1971 başlarında da GP'nin bazı YTP ve MP üyelerini alarak genişlemesi,
fazlaca önem taşımayan hareketler olarak kalmışlardır.
Üniversitelerde şiddet olaylarının önü almamayarak ODTÜ süresiz kapatılmış, bunu başka üniversite
fakültelerinin kapatılması izlemiştir. Mart ayına girildiğinde şehir gerillası eylemleri, büyük şehirleri
sarmıştır. 12 Mart'ta Genelkurmay Başkanı ile Kuvvet Komutanları'nın Cumhurbaşkanı'na ve Meclis
Başkanlarına ortak bir muhtıra vererek, hükümeti devirmelerinden ve çok. partili siyasal yaşamı tatil
etmelerinden birkaç gün önce, yönetime el koymaya hazırlanan bir sol cuntanın gizlice tasfiye edildiği
artık bilinmektedir. Đşin en garip yanı, bu cuntaya giren birçok subay emekliye ayrılırken, cuntanın başı
olarak tanınan Gürler Paşa'nın son anda bir dönüş yaparak, muhtıracılar arasında yer almasıdır.
12 Mart'tan 12 Eylül'e (1971-1980): 12 Mart öncesinin asayişsizlik bunalımından çeşitli istifa
önerilerini, güvensizlik oyu almadan çekilmeyeceğini açıklayarak geri çeviren Başbakan De-mirel,
muhtıra karşısında, bu müdahalenin Anayasa ve hukuk devleti anlayışıyla bağdaşamayacağını
söyleyerek görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Ana muhalefet partisinin önderi Đnönü ise, düzeni
sağlayacak geçici bir hükümetin ülkeyi seçimlere götürmesi gerektiği kanısındadır. Ama, siyaset-karşıtı
birçok çevreler, böyle bir ara dönemde "partilerüstü" bir hükümet eliyle toplumsal düzeltimler
yapılabileceğine bel bağlamışlardır. 27 Mayıs'ın yanlış bir imgesiyle olmalı, TĐP'ten başka, (DĐSK'ten
Dev-Genç'e) hemen hemen bütün sol Örgütler de, 12 Mart'ın ilk günlerinde bu boş umudu
paylaşmaktadırlar. a. "Partilerüstü" Hükümetler (1971-1973) 27 Mayıs deneyinden ders almış
olan ordu, bu kere, parlamentoyu dağıtmadan ve siyasal partileri kapatmadan istediğini yaptırmak
yolunu seçmişti. 19 Mart'ta, önceden kararlaştırıldığı anlaşılan bir düzene uygun olarak, Nihat Erim
CHP'den istifa ederek bağımsız başkanlığa atanmıştır. CHP Genel Sekreteri Ecevit ise, partisinin
kurulacak ' reform hükümeti"ne katıl-
Eleştirel Tarih Yazıları
masına kesinlikle karşı çıkmış, fakat Đnönü'nün askerî baskıya karşı diretmeyi uygun görmediğini
anlayınca da, görevinden istifa etmiştir. Gerçekten, CHP ortak grubu, tıpkı AP ortak grubu gibi, Erim
hükümetine bakan vermeye razı olmuştur.
N. Erim 16 Mart 1971 günü, ondört teknokrat ve (beşi AP'li, üçü CHP'li ve biri MP'li) sekiz siyasetçiyle
ilk kabinesini kurmuştur. Kamuoyuna "Beyin Takımı" diye sunulan hükümet, Ecevit'e göre, halk
desteğinden yoksun olduğu için, egemen çevrelere dayanacak ve herhangi bir ciddi düzeltim
yapamayacaktı.
Meclis'te 46 red, 3 çekimsere karşılık 32! güvenoyu alan ilk partilerüstü hükümet, şiddet eylemlerini
durduramayınca, Türkiye'nin belli başlı onbir ilinde sıkıyönetim ilan ederek sert önlemler almaya
girişmiştir. Đlk iş, solcu, milliyetçi ve Đslamcı örgütler kapatılmış, basın özgürlüğü iyice kısılmıştır. Erim,
1961 Anayasası'nın Türkiye'nin kaldıramayacağı bir lüks olduğunu ileri sürüyordu.
Mayıs ayında, Đsrail'in Đstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom'un Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi adlı yer
altı örgütü tarafından kaçırılması ve tutuklu arkadaşları serbest bırakılmazsa öldürüleceğinin
açıklanması, hükümetin her türlü hukuk kurallarını çiğneyerek, geriye yürümeli (mukable şâmil) yasalar
çıkarma tehditlerinde bulunmasına ve rehine olarak rastgele beşyüz ilericiyi gözaltına almasına yol
açmıştır.
Bu dönemde, Anayasa Mahkemesi dinî siyasete âlet ettiği gerekçesiyle MNP'yi, bölücülük yaptığı
gerekçesiyle de TĐP'i kapatmıştır. Anayasanın "Temel Hak ve Özgürlüklerde "Dernekler ve Sendikalar"
hakkındaki maddelerinde kısıtlayıcı değişiklikler yapılmıştır. Sıkıyönetim mahkemeleri birçok terör
sanığını ağır cezalara çarptırırken, bazı tutukluların askerî cezaevlerinden -hiç kuşkusuz, üniformalı
yandaşlarının yardımıyla- kaçabilmeleri, durumun vehametini göstermektedir.
Yapılan yasal kovuşturmalar, Anayasa Hukuku'yla ilgili ders kitabından ötürü AÜ Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mümtaz Soysal'a, TKP'yle ilişki içindeler diye de Sabahattin
89
Mete Tuncay
Eyüboğlu, Azra Erhat ve Vedat Günyol'a kadar yüzlerce aydını kapsamaktadır. Bu arada, tasarlanan
toplumsal-ekonomık reformların hiçbĐTĐ gerçekleştirilmemiş, ama ABD baskısıyla haşhaş ekimi
yasaklanarak üreticiler büyük zarara sokulmuştur.
Beyin Takımı'nın uygulamak istediği ekonomi politikasını özel kesim tutmadığı için, ilkin Eylül sonunda
Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Đhsan Topaloğlu görevinden istifa etmiş, iki buçuk ay sonra da
Onbirler diye tanınan tepeden inmeci "radikaller" 3 Aralık'ta hep birden kabineden ayrılmışlardır. Bunun
üzerine, Erim de başbakanlıktan istifa etmiş, ancak yeni hükümeti oluşturma görevi yine kendisine
verilmiştir. Đkinci Erim hükümeti Demirel'le uzlaşmaktan başka çare bulamamıştır. Fakat, bu kabine de
ancak dört ay dayanabilmiş ve 17 Nısan'da Erim yeni bir hükümetin bile kurulmasını beklemeksizin Sa-
vunma Bakanı Ferit Melen'i kendisine vekil bırakarak iktidardan çekilmiştir. 22 Mayıs'ta Melen bu
makama aslen getirilecektir. Ama bu arada pek önemli birtakım olaylar olmuştur.
Meclis ve Senato'da onaylanan Deniz Gezmış'le iki arkadaşının idarn kararlan Anayasa Mahkemesi'nce
bozulmuşken, yeniden onaylanarak infaz edilmiştir. Yine Mayıs ayında üst üste iki CHP olağanüstü
kurultayı toplanmış ve ilkinde, Đnönü'nün cephe aldığı Ecevitçi Parti Merkezi'nin güvenoyu alması
üzerine, Đnönü genel başkanlıktan istifa etmiş, ikincisinde de Ecevit genel başkanlığa seçilmiştir. Sonra,
yeni karma hükümeti kurmakla görevlendirilen Suat Hayri Ürgüplü'nün AP'li ve CHP'li bakan
adaylarından oluşan kabine listesi, cumhurbaşkanınca onaylanmayarak reddedilmiştir.
Geniş ölçüde, Đkinci Erim hükümetinin üyelerinden meydana gelen Melen kabinesi, reform özentilerini
boş yere canlı tutmaya çalışmış; ama çok geçmeden, gelecek yıl içinde seçimlere gidileceğini açıklamak
durumunda kalmıştır.
1972 yılının 30 Ağustosu'nda 12 Mart muhtıracılarından ikisi emekli olmuşlardır. Deniz Kuvvetleri
Komutanı Eyicioğlu'nun ayrılması belki pek önemli değildir, ama Tağmaç'ın süresinin
90
Eleştirel Tarih Yazdan
dolmasına birkaç gün kala Genelkurmay Başkanlığı'ndan ayrılarak Gürler'in (Kara Kuvvetleri'nden
emekliye ayrılmak yerine) bu göreve getirilmesini sağlaması, 1973 ilkbaharında yapılacak
cumhurbaşkanlığı seçimi açısından büyük önem taşımaktadır.
Ekim 1972'de toplanan AP Altıncı Büyük Kongresi'nde De-mirel kesin egemenliğini yeniden
kanıtlamıştır. Ecevit de, ertesi ayın başlarında hükümeti bir an Önce iş başından ayrılmaya zorlamak
için, partisinin bakanlarını geri çekme kararını açıklamıştır. Đnönü'nün buna tepkisi, CHP üyeliğinden
istifa etmek olmuştur. Onu partiden birkaç istifa izlemiştir. (Daha sonra bağımsız milletvekili Đnönü,
meclis üyeliğini de bırakacak ve eski cumhurbaşkanı sıfatıyla tabiî senatör olacaktır.) Sunay ise, CHP
desteği olmadan da Melen'in iktidarda kalmasını istemiştir.
CHP'den en son ayrılan Dr. Kemal Satır ve arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyetçi Parti, 1973 Mart
başında T. Feyzioğlu'nun başkanlığındaki MGP'ye katılmışsa da, bu partinin (CGP) olağan bir "siyasal"
ortamda iktidarın başını cekemeyeceği besbelliydi. Melen hükümeti, yalnızca askerlerin örtülü
desteğine dayanıyordu.
1973 ilkbaharında cumhurbaşkanlığıyla ilgili bir düzen hazırlanmıştır. Plan uyarınca, bir kontenjan
senatörü görevinden istifa ettirilerek onun yerine, Genelkurmay Başkanlığından ayrılan Faruk Gürler
kaydırılmış ve böylelikle cumhurbaşkanı seçilebilmek için zorunlu olan parlamento üyesi durumuna
gelmiştir. Sunay'ın cumhurbaşkanlığına getirilmesinde başarıyla uygulanan düzen, bu kere, askerî
müdahaleden siyasete dönüş koşulları içinde, beklendiği gibi işlemeyecektir. Gürler'e karşı çıkarılan AP
adayı Arı-burun TBMM'de ondan çok daha fazla oy almış ve uzayan turlar sonucunda, Demire!, Ecevit
ve Feyzioğlu'nun adaylığı üstünde uzlaşmaya vardıkları emekli Orgeneral Fahri Korutürk
cumhurbaşkanı seçilmiştir. Ertesi gün istifa eden Melen'in yerine, Korutürk 15 Nisan'da Naim Talû'ya
bir geçiş hükümeti kurdurmuştur. Bu, bir AP-CGP koalisyonudur ve temel hedefi, altı ay sonra genel
seçimlere gitmektir. Muhalefette CHP'nin yanı sıra, MNP yerine kurulan MSP, Bayar'ın destek-
91
Mele Tuncay
lediği DP, Türkeş'in MHP'si, Alevîlerin (eski TĐP önderi M. A. Aybar'ın da adayları arasında yer aldığı)
TBP ve kendisini siyasetten emekliye ayıran O. Bölükbaşı'nın yerine, C. Tural'ın genel başkanlığındaki
MP de vardır. d. Siyasete Dönüş ve Kıbrıs Zaferi (I973-1974) 12 Mart döneminden siyasete dönüş,
aslında Talû hükümetiyle başlamıştır. Fakat bu sürecin doruk noktası, 14 Ekim 1973 seçimleridır. Oya
katılma oranının % 66.8 olduğu 1973 senato kısmi ve milletvekili genel seçimlerinde, AP askeri
müdahale öncesi aldığı sonuçlara göre büyük bir düşüşte, oyların ancak % 30'dan azını toplayabilmiş
(149 milletvekili), CHP ise geçerli oyların tam üçte birini kazanmıştır (% 33.3-185 milletvekili). DP ile
MSP'nin her ikisi de % 12'şere yakın oy almışlardır (48'er milletvekili) ki, bu başanlar seçim
sonuçlarının en ilginç yanını oluşturmaktadır. 12 Mart rejiminin yıldızı CGP, iyice sönmüştür; % 5.3 (13
milletvekili). MHP'nin oyları % 3.5' e yaklaşmaktadır (3 milletvekili). TBP % Đ'in azıcık üstündeki
oylarıyla herhangi bir varlık gösterememiş, MP ise büs-bütün silinmiştir: % 0.6. Bağımsız olarak da 6
milletvekili çıkmıştır.
Hiçbir partiye tek başına hükümeti kurma olanağı vermeyen bu sonuçlar karşısında, uzun koalisyon
pazarlıkları yapılmıştır. Bu arada, 30 Ekim 1973'te Asya'yı Avrupa'ya bağlayan Boğaz Köprüsü açılmış,
17 Aralık'ta da Đnönü Ölmüştür.
26 Ocak 1974 günü, CHP ile MSP B. Ecevit'in başkanlığında bir karma hükümet kurmuşlardır. Bu olay,
ülke siyasetinin son yıllarda ne kadar değiştiğini göstermektedir. Laikliği getiren partinin, günün birinde
Đslamcı bir partiye iktidar ortaklığı kuracağı, kırk yıl önce düşünülemezdi bile. Fakat, bu işbirliği pek de
sorunsuz olmamıştır. Đlk önce, 12 Mart döneminin açtığı yaraları sarmak için çıkarılacak affın kapsamı
konusunda, iki parti anlaşmazlığa düşmüşlerdir.
Türk-Yunan ilişkileri, Ege sorunu dolayısıyla 1974 yaz başında son derece gerginleşmişti. Ecevit
hükümetinin haşhaş ekimine yeniden izin vermesine karşılık, ABD'nın Türkiye'ye askerî yardımı
92
Eleştirel Tarih Yazılan
kes-mesinden hemen sonra, 15 Temmuz'da Yunan cuntasının teşvikiyle Kıbrıs'ta Nikos Sampson adlı
bir EOKA'cı darbe yaparak Makarios'u devirmiş ve kendisini devlet başkanı ilan etmiştir. Böylelikle,
Atina Enosis'i gerçekleştirerek askerî rejimine prestij kazandıracaktır. Bunun üzerine, Türk hükümeti
Londra ve Zürih Antlaşmalarına göre, Đngiltere'yle birlikte, garantici yükümlülük ve haklarını kullanmak
istemiş, Đngilizler yan çizince de tek başına 20-22 Temmuz'da adada bir askeri harekâta girişmiştir.
Buna ve bununla elde edilen köprübaşını geliştirmek için 14-16 Ağustos'ta yapılan ikinci harekâta,
Ecevit'in savaş yerine "Barış Harekâtı" demesi, süslü bir ad vermeden fazla bir anlam taşımaktadır.
Türkiye Başbakanı, herhalde güç koşullar içindeki Kıbrıslı Rumların, Türk askerlerini belirli bir ölçüde
"kurtarıcı" olarak karşılayacaklarını umuyordu.
Kıbrıs savaşı, insan ve para maliyeti ne olmuş olursa olsun, Türkiye'de orduya ve hükümete büyük
itibar sağlamıştır. (Asıl kârlı çıkanın ise, başındaki cuntadan kurtulan Yunanistan olduğu söylenebilir.)
Koalisyon ortağı Erbakan'ın bütün adayı fethetme çağrılarına yanaşmayan Ecevit, erken bir seçimle
askerî zaferi kendi partisi için bir seçim zaferine dönüştürmek hevesine kapılmıştır. MSP ise bunu
istememektedir. O sıra, DP'nin CHP ile bir seçim kabinesi kurmaya razı olacağı sanıldığından 16
Eylül'de hükümet istifa etmiştir. Đki ay boyunca böyle bir kabine kurulamayınca, başbakanlık görevi is-
ter istemez Ecevit'ten başkasına verilmek gerekmiştir.
c, Güvenoysuz Kabineden AP Ağırlıklı Milliyetçi Cephe 'ye (1974-1977)
Cumhurbaşkanı Korutürk, 17 Kasım 1974'te Sadi Irmak'ı hükümet kurmakla görevlendirmiştir.
Güvenoyu alamayacağı baştan kestirilebilecek böyle bir kabineyi işbaşına getirmekle, Korutürk yanlış
bir karar vermiştir. Herhalde yapması gereken şey, ikinci büyük partinin başkanını (Demirel’i)
görevlendirmekti. Irmak hükümeti, dört buçuk aylık icraatından ılımlı ve ölçülü davranmakla birlikte,
hiç kimseye yaranamamıştır. Nihayet, 31 Mart 1975'te Demirel başkanlığındaki AP-MSP-CGP-MHP
dörtlüsünden oluşan ilk MC hükümeti 218'e karşı 222 güvenoyu
93
Mele Tuncay
almıştır. Bundan sonra. Meclis ve Senato Başkanlarının (Kemal Güven ve Tekin Arıburun)
seçilebilmeleri ise, iki aya yakın sürmüştür.
1975 Şubatı'nda (daha Irmak kabinesi zamanında) Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuştu. Bu, tek yanlı
bir evlilik ilanına benziyordu; federasyon olmadan, kurucu öğelerden biri varlığını açıklamıştı. ABD'nın
geçen yıl askerî yardımı kesmesinden sonra, Kıbrıs olaylarıyla ilgili olarak koyduğu silah ambargosu 24
Temmuz 1975'te hafifletilmiş, ama kaldırılmamıştır. Türk-Yunan ilişkileri ise, ertesi yıl Yunanistan'ın
karasularını 12 mile çıkartmak istemesi ve Türkiye'nin Hora gemisini donatıp (MTA-Sismik Đ) Ege kıta
sahanlığında petrol araması nedeniyle daha da gerginleşmiştir.
12 Ekim 1975'te yapılan senato üçte bir yenileme ve milletvekili ara seçimlerinde, 1973'e oranla AP ve
CHP oylarını arttırmışlardır. DP'yse adeta silinmiştir. MHP durumunu korurken, MSP'nin ve CGP'nin
oyları azalmıştır.
Bu arada, 27 Haziran 1973 tarih ve 1773 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemeleri Yasası Anayasa
Mahkemesi'nce iptal edilmiş ve yeni bir yasa çıkarılması için bir yıllık süre tanınmıştır. Bu süre içinde,
CHP'nin engellemesiyle yeni yasa çıkarılama-yınca, 10 Ekim 1976'da konu kapanmıştır.
MC hükümeti, Ecevit'in TRT Genci Müdürlüğü'ne getirdiği Đsmail Cem'in (Đpekçi) yerine, Prof. Nevzat
Yalçıntaş'ı atamış; fakat Danıştay bu tayini iptal edince, 24 Kasım 1975'te görevinden ayrılan
Yalçıntaş'ın yerine, Prof. Şaban Karataş atanmıştır, Danıştay bu tayini de iptal ettiği halde, Karataş iş
başından ayrılmamıştır. Koalisyonun MSP'li Đçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk, Vedat Dalokay'ı Ankara
Belediye Başkanlığı'ndan almak isteyince, Danıştay bu kararı da durdurmuştur.
1 Mayıs 1976 günü, Đşçi Bayramı olarak büyük gösterilerle kutlanmıştır. O yılın Kasım ayı sonunda
toplanan CHP Kurultayı yeni bir program ve tüzük yapmıştır.
Dünya petrol bunalımının etkilediği fiyat artışları, 1976'da Türkiye'de enflasyonu % 20*30 dolaylarına
çıkarmış, ertesi yılsa
94
Eleştirel Tarih Yazıları
bu oran % 40-50 düzeyine fırlamıştır. Fakat, 1977'de seçimlerin dört ay öne alınmasının gerekçesi,
ekonomik durumun kötüleşmesi değil, "anarşi"nin tırmanması olmuştur.
d. CHP'nin Umut Olmaktan Çıkışı (1977-1980) 5 Haziran 1977 Senato üçte bir yenileme ve milletvekili
genel seçimlerinde oya katılma oranı hayli yükselmiştir: % 72. Meclis seçimi sonuçlarına göre, CHP (%
41.4-213 milletvekili), AP (% 36.9- 189 milletvekili) ve MHP (% 6.4- 16 milletvekili) paylarını
arttırmışlardır. Üçüncü büyük parti olan MSP'nin oylarında ise ciddi bir düşüş görülmektedir (% 8.6- 24
milletvekili). CGP de bir hayli oy ve on milletvekili kaybetmiştir (% 1.9- 3 milletvekili). En dramatik
çözülmeyse, geçen kere 48 milletvekili çıkaran DP'dedir (% 1.8- 1 milletvekili). TBP'nin de oyları, eski-
sinin yarısından aza inmiş (% 0.4), ilk kez seçime giren yeni TĐP herhangi bir varlık gösterememiş (%
0.1). Bağımsız olarak 4 milletvekili seçilmiştir.
Bu sonuçlar karşısında, başbakanlık görevi, aydın kamuoyunun hakkında büyük heyecan duyduğu
Ecevit'e verilmiştir. Ancak CHP, kendisine hiçbir koalisyon ortağı bulamayarak bir azınlık hükümeti
denemek istemiştir. Fakat, 21 Haziran'da Cumhurbaşkanı'nca onaylanan Đkinci Ecevit kabinesi, 3 Tem-
muz'da güvenoyu alamayınca çekilmiş ve bir ay sonra, yerine AP-MSP-MHP'den oluşan Đkinci MC
hükümeti kurulmuştur.
1977 yılı, grev ve direniş gibi işçi hareketlerinin yoğunlaştığı bir dönem olmuştur. 1 Mayıs 1977'de
50'ye yakın insan Taksim Meydanı'nda öldürülmüştür. Şiddet olayları da tırmanmalarını
sürdürmektedir. 11 Aralık'ta yapılan yerel seçimler ertesinde, CHP, AP milletvekillerinden birkaçını
bakanlık vaadiyle partilerinden istifa ettirip, kendi yanına çekmeyi başarınca, Dördüncü Demirel
hükümetini, CGP ve DP'nin toplam dört milletvekiliyle birlikte, bir gensoru sonucu devirmiştir. Bundan
sonra, 5 Ocak 1978'de de aynı bağlaşmayla Üçüncü Ecevit hükümeti oluşturulmuştur. AP'den ayrılarak
"bağımsız milletvekili" sıfatıyla bu kabineden bakan olanlar konusu (hele 12 Eylül'den sonra, bunlardan
bazılannın yolsuzlukları ortaya çıkınca) Ecevit'e karşı
Mele Tuncay
sert eleştiriler yöneltilmesine yol açacaktır. Ama o günlerde, Ecevit'in ne yapıp edip Đkinci MC
hükümetine bir almaşık (alternatif) yaratması için büyük bir baskı altında olduğunu hatırlamak gerekir.
Parlamenter rejimin oyun kuralları, böyle düzenlemelere olanak tanımaktadır. Ancak, hükümetine aldığı
bakanları denetleme sorumluluğu, hiç kuşkusuz başbakanın üstündedir.
Bu hükümet zamanında, üç yıl önce hafifletilmiş bulunan Amerikan silah ambargosu, Türkiye'nin Kıbrıs
sorununda iyi niyet göstermesi koşuluyla kaldırılmış, askerî yardımdan başka, ekonomik destek de
sağlanmıştır. Fakat dünya petrol bunalımının etkileri ekonomiyi fena halde yıpratmakta, bu duruma ko-
şutlukla siyasal cinayetler de hızlanarak devam etmektedir. On yıl önce, üniversite öğrencileri arasında
başlayan şiddet eylemleri, sağh-sollu geniş halk kesimlerine yayılmaktadır. Sağ-sol çatışmasının
mezhep ayrılığı terimlerine yansıtılması sonucu, 1978 sonlarında Kahramanmaraş'ta büyük olaylar
çıkmış ve 111 kişi öldürülmüştür. Bunun üzerine, on üç ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bireysel
öldürmeler, alınan önlemlere karşın sürmektedir. 2 Şubat 1979'da Milliyet Gazetesi Genel Yayın
Müdürü Abdi Đpekçi'nin katli, benzeri olayların ne ilki ne de sonuncusudur. Bu cinayetin sağcı faili
Mehmet Ali Ağca, yazın yakalanmış, fakat Kasım sonunda askerî cezaevinden kaçırılmıştır. (Ağca 1981
Mayısı'nda da Roma'da Papa'yı vurarak Đtalyan polisince tutuklanacaktır.)
1 Mayıs 1979'da, geçen yıllardaki gibi büyük olaylı Đşçi Bayramı kutlamalarını engellemek için,
Đstanbul'da sıkıyönetimce sokağa çıkma yasağı konulmuş, fakat Behıce Boran'la birlikte birçok TĐP'lı
(kısa süren) bir protesto yürüyüşü yapmışlardır.
Ne şiddet olaylarının önünü alabilen ne de gitgide ekonomik durumla başa çıkabilen Üçüncü Ecevit
hükümeti, 14 Ekim'de yapılan ara seçimlerde halk desteğini kaybettiğini görünce istifa etmiş ve yerine
MSP-MHP desteğiyle Altıncı Demirel kabinesi kurulmuştur. Bu hükümet de ilk gününden itibaren
öncekinin karşı karşıya kaldığı sorunlarla yıpranmaya başlamıştır. Yıl so-
96
Eleştirel Tarih Yanları
nunda Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları. Cumhur-başkanı'na bir uyarı mektubu vermişler,
o da 1980'in ilk günlerinde bu mektubu Demirel'le, Ecevit'e bildirmiştir.
Demirel, ekonomiyi yoluna koymak umuduyla, DPT müsteşarı Turgut Özal tarafından hazırlanan bir dizi
önlemi 24 Ocak 1980'de yürürlüğe sokmuştur. Bu önlemler (Amerikan Doları karşısında Türk
Lirası'nın değerini l/47.I'den, 1/70'e indiren) sert bir devalüasyon, çeşitli zamlar, faizlerin serbest
bırakılması ve vergi düzenlemelerinden oluşmaktaydı.
Đlkbaharda süresi dolan Korutürk'ün yerine yeni bir cumhurbaşkanı seçmek için, TBMM'nin boşu
boşuna aylar geçirmesi, parlamentonun itibarını çok sarsmıştır. Yeni ekonomi politikasının sonuçlarını
almaya fırsat kalmadan, büsbütün artan şiddet olayları karşısında, 12 Eylül'de Türk Silahlı Kuvvetleri
adına, Genelkurmay Başkanı, üç Kuvvet ve Jandarma Genel Komutanı’ndan oluşan "Millî Güvenlik
Konseyi" yönetime el koymuştur. Sıkıyönetimi bütün yurda yaygınlaştıran MGK, hükümet ile
parlamentoyu feshetmiş, siyasal partileri kapatmış, parlamenter dokunulmazlıklarını kaldırmış, emekli
generallerle teknokratlardan meydana gelen sivil bir hükümet kurmuştur.
97
Ankara Đstiklâl Mahkemesinde Bir Heyeti Fesadiye Davası ve Kuva-yı Milliye*
Savaş, ister istemez, acımasızca «kirli» bir; şeydir. Eskiden de öyleydi, teknik imkânların gelişmesiyle
dehşeti artarak, çağımızda da öyledir. En haklı bir savaşta bile birçok zulümler olur. Bunun doğallığını,
hattâ bir yere kadar önlenemezliğini kabul etmek zorundayız. Resmî tarihimizin yalnızca övgü
terimleriyle yak-laştığı Kurtuluş Savaşımızda da bu tür kötülükler vardır: Hem; yalnız Kuva-yı Milliye
döneminde (1919-20) değil, Nizamî Ordu döneminde (1921-22) de. Örneğin, ben Atatürk'ün Nutuk'taki
bir değinmesi nedeniyle, (Sakallı) Nurettin Paşanın Merkez Ordusu Komutanlığında (Aralık 1920-Kasım
1921) Rumlara ve Kürtlere yaptıklarını merak eder dururum.' Ve de
' Birikim, sayı 33, (Kasım 1977); Bilineceği Bilmek (Đstanbul: Alan Yay., 1983), s. 107-131.
' «Nurettin Paşa, merkez mıntıkasında bir seneye karip ifa-yı vazife etti. Fakat, salâhiyeti haricinde,
ahaliden bazılarının hukukuna tecavüz ettiği hakkında meb'usların vukubulan şikâyetleri ve Dahiliye
Vekâletinden istizahları ve Vekâletin de şikâyeti muhik görmesi üzerine, Meclisin talebiyle Teşrinisani-
1921 bidayetinde azledildi. Meclis, Nurettin Paşa'nın taht-ı muhakemeye alınmasına karar verdi. Bu
husus, "benimle Hey'et-i Vekile arasında da bir mes'elenin hudusunu intacetti. Ben Nurettin Paşa
hakkında tatbik olunması talep olunan muameleye iştirak etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benimle
hemfikir oldu. ikimizle Hey'et-i Vekile arasında tahaddüs eden ihtilâf Meclisçe hallolundu. Mecliste
Nurettin Paşa'yı müdafaa ettim. Ağır muameleye maruz kalmaktan kurtardım.» Nutuk (6. bas,), cilt II,
s. 630.
(Atatürk, TBMM'nin, Đkinci Döneminde Nurettin Paşa'nın kendi kendine Bursa Meb'usu olmaya
kalkmasına çok kızmış ve bu nedenle ona karşı, Nutuk'ta yirmi sayfa tutan ağır sözler söylemiştir.
A.g.e., s. 729-49.) Genelkurmay Harb Tarihi Dairesince yayımlanan Türk Đstiklâl Har-bi'nin 6. cildini
oluşturan «Ayaklanmalar» kesiminde (genişletilmiş 2. bas., 1974-s. 294), Nurettin Paşa'nın komutası
altındaki Merkez Ordusunun 11.188 âsi Rumu öldürdüğü, bir o kadarını da zararsız hale getirdiği,
ayrıca kıyı köylerinde yaşayan Rum erkek nüfusu içerilere tehcir
98
Eleşıirel Tarih Yazıları
Đzmir'in kurtarılmasından sonra düzenlediği kıyımı (orada Metropolit Hrisostomos'la Đzmit'te Ali Kemal'i
linç ettirmekle mi yetindi, acaba?).
Bu yazımda, Ankara Đstiklâl Mahkemesinin (besbelli yapay bir birleştirmeyle) topluca gördüğü bir
dâvada verdiği dört idam hükmünden yola çıkarak, asılan kişilerden kimilerinin Kuva-yı Milliye
dönemindeki eylemleri konusunda bulabildiğim ilginç bir-takım bilgileri aktaracağım.
***
Cumhuriyet terörünün en önemli araçlarından biri olan Ankara Đstiklâl Mahkemesi, Şeyh Sait
ayaklanması üzerine Takrir-i Sükûn Kanununun çıkarılmasından sonra kurulmuş olan iki olağanüstü
mahkemeden biriydi. Şark Đstiklâl Mahkemesinin görev alanının isyan bölgesiyle sınırlı olmasına
karşılık, Ankara Đstiklal Mahkemesi geri kalan bütün Türkiye içinde seyyardı. 8 Mart [1925] günlü
Cumhuriyet gazetesi TBMM'nce bu mahkemeye se-çilen üyeleri şöyle saymaktadır:
1. Afyon Meb'usu Ali (Çetinkaya) -Reis
2, Đzmir Meb'usu Necati (istifa edince yerine Denizli Meb'usu Necip Ali (Küçüka) seçilmiştir) -
Müddeiumumi
ettiği yazılıdır. Aynı ciltte, Nurettin Paşa'nın Koçkiri ayaklanmasını bastırdıktan sonra, Kürt köylerini da
dağıtmayı ve tehcir etmeyi Önerdiği, fakat Meclisteki Doğulu milletvekillerinin şiddetle karşı çıkışı
üzerine Genelkurmay Başkanlığınca vazifesinden affedilmek zorunda kalındığı belirtiliyor ve bunun,
sonradan acısı çıkan «yanlış bir adım» olduğu ileri sürülüyor (s. 281). Oysa, azil ve mahkemeye
verilme kararının, yalnızca bir tasarı değil, eylemlerinin sonucu olduğu açıktır.
Ülkemizde okumak, hele eleştirici gözle okumak alışkanlığının yaygın olmayışı çok hayıflanılacak bir
durum. Sayın Fahir Giritlioğlu, Türk Siyasî Tarihinde CHP'nin Mevkii adlı kitabında (Ankara: 1965,
cilt II, s. 411), Nurettin Paşa'nın Şapka Devrimine karşı çıkmasından ötürü, Đskilipli Atıf Hoca ile
birlikte Đstiklâl Mahkemesince idam edildiğini yazmıştı. Her araştırıcı bir yanlış yapabilir. Ama, bu
kitabın yayımlanmasından beri, 12 yıldır, bildiğim kadarıyla bir kişi çıkıp da yanlışa itiraz etmedi.
Gerçekte, Nurettin Paşa 15 Şubat \932'de eceliyle ölmüştür.
99
Mete Tuncay
3. Gaziantep Meb'usu (Asaf) Kılıç Ali
4. Aydın Meb'usu Dr. Reşit Galip
5. Rize Meb'usu Ali (Zırh)
O yıl içinde, başka birçoklarının yanısıra «Aydınlık»çıları da mahkûm eden bu kurul, daha sonra
özellikle «Şapka Devrimi»ne karşı ülkenin dört bir yanında patlak veren hareketleri bastırmak için
şehirden şehire koşmuş, pek çok adamı asmıştır. 1926 yazında Đzmir suikast girişimi sanıklarını da bu
kişiler yargılayacak, o dâvanın devamı olarak Ankara'da son Đttihatçıların defterlerini düreceklerdir.
Bir Gazete Havadisi
11 Ocak 1926 tarihli Cumhuriyetin «Hey'et-i Fesadiye Mensupları Hakkında Hüküm» diye haber
verdiği, dört kişinin idam kararı ile ilgili bir yazıyı aynı günkü Vakit'ten okuyalım:
«Ankara 10 Kânunusâni (AA)- Đstiklâl Mahkemesi bugün Eyüp Sabri, Şükrü, Samı, (Đsmail Hakkı,
Hüsrev Samı) ve Miralay Osman Beylerle Çerkes Rüstem'e atfolunan Hıyanet-i Vataniye davasıyla
tevhiden muhakeme olunan Kırşehirli Rıza Bey dâvası ve Yemenli Fatma'nın katline dair olan dâva
hakkında hükümlerini vermiştir.
Müddeiumumi iddianamesinde her üç dâvayı teşrih etmiş, dahilde ve hariçte Cumhuriyet aleyhine
isyanı mutazamın bir hareket-i fiiliye ihzarıyla maznunen muhakeme edilen zevatın mes'eledeki
vaziyetlerini ayrı ayrı izah ederek, Kuva-yı Milliye'de Çerkeş Ethem maiyetinde müfreze kumandanlığı
yapmış olan Đsmail Hakkı'nın Atina'da Ethem ve rüfekasmdan maada Yunan Erkân-ı Harbiye-i
Umumiyesi ve Hariciye Ne-zaretiyle vâki olan temaslarının şayan-ı dikkat olduğu ve hükümetten taltif
görmek niyetiyle namuslu adamları sehpayı idama sürükleyecek ve ortada esaslı bir mes'ele yokken
bütün memleketi heyecana verecek derecede şen'iyâne müfteriyatta bulunduğunu, Cumhuriyet
Türkiyesinde böyle sergüzeştcü şahsiyetlerin ortada oyun icat etmelerine meydan verilmemesini bizzat
irticaın tenkili kadar ehemmiyetli gördüğünü ve harekât-ı
100
Eleştirel Tarih Yazılan
vakıası Hıyanet-i Vataniye Kanununun 10. maddesine tevafuk eder efal-i cürmiyeden olduğunu beyan
ve sabık Meb'us Eyüp Sabri, (Hüsrev Sami) Şükrü, sabık Bursa Belediye Reisi Samı, Miralay Osman,
Çerkeş Rüstem Beylerin bu noktadan bera-atlerini talep etmiştir. Makam-ı iddia, vaktiyle Kuva-yı Milliye
kumandanlığında bulunmuş olan Kırşehirli Rıza Beyin hilâf-ı usûl vesikalar verdiğini ve bu vesikalarla
hükümeti iskat için bir takım eşirrayı toplayarak memlekette anarşi tevlidine kıyam ettiğini ve harekât-ı
vakıasının Kanun-u Ceza-yı Umuminin muaddel 55. maddesinin fıkra-yı mahsusasına temas eylediğini
dermeyan etmiştir.
Yemenli Fatma'nın katli dâvasına gelince: Miralay Osman Beyin Rıfat Reisle görüşerek kendisinden
nafaka talebinde bulunan mutallâkasını öldürttüğü sabit olduğu ve Rıfat Reis'in vaziyeti Kanun-u Ceza-
yı Umuminin 180. maddesine, Osman Beyin vaziyeti 45. maddesine tevafuk ettiği cihetle her ikisinin de
fail-i aslî olarak ve cürmün ika'mı teshil eden Fatma kadının fer'an zimethal addıyle mücrimiyetleri talep
edilmiştir.
Badehu Reis Ali Bey karan tefhim ederek makam-ı iddianın talebi veçhile, hareketi Hıyanet-i Vataniye
Kanununun 10. maddesine temas eden Đsmail Hakkı'nın idamına ve bu sefil ile temasında şahsi bir
hırsa kapılıp ihanete doğru yürümüş olan ve bununla kalmayarak nafakadan kurtulmak için
mutallâkasını Rıfat reise öldürten Miralay Osman Beyin silk-i askerîden tardıyla Kanun-u Cezanın 45.
maddesinin fıkrayı ulasına tevfikan idamına, Rıfat Reisin 180. madde mucibince idamına, Rıfat'a refakat
eden Fatma kadının 10 sene hapsine ve Osman Bey gibi yüz senelik mahkûmları hapishaneden
çıkararak Kürt isyanıyla beraber Ankara muhitinde bir isyan yapmak ve hükümeti ıskat etmek istediği
sabit olan Keskinli Rıza Beyin 55. madde delaletiyle ve 57. madde mucibince idamına, Eyüp Sabri,
Şükrü, Sami ve Hüsrev Sami Beylerle Rüstem'in beraatine karar verildiğini tebliğ etmiştir.»"
' Gazetede bu mahkeme kararının eksik aktarıldığı anlaşılıyor. Đki buçuk yıl sonra 3 Ağustos 1928
tarihli Vakit'te «Ankara Đstiklâl Mah-
101
Mete Tuncay
Bu kararla aklananlardan Şükrü, Karacabeyli Rüstem ve Bursa Belediye Reis-i sabıkı Sami 'nin kimlikleri
üstüne herhangi bir bilgimiz yok Eyüp Sabri (Akgöl 1876-1940) ve Hüsrev Sami (Kızıldoğan 1884 -
1942) ise, her ikisi de TBMM'nin Birinci Dönemlinde Eskişehir Meb 'usu olan eski Đttihatçılardır. Bir
başka ortak özellikleri, Yeşil Ordu Cemiyeti Hey'et-i Merkeziyesinin üyeleri olmalarıdır. (1923 'te
Meclisin ikinci Döneminde seçilmeyen bu iki zat, 1935 'te yeniden göze girmiş olacaklar ki, biri Kars
'tan, öteki Çorum 'dan milletvekili yapılmışlar ve ölümlerine değin bu görevlerini sürdürmüşlerdir.)
Çerkes Ethem'in Kuva-yı Seyyaresinin Bolşevik Taburu Kumandanı Yüzbaşı Đsmail Hakkı
Türkiye'de Sol Akımlar 1908-1925 adlı kitabimi hazırlarken 1926'da Đzmir Suikastı girişimiyle ilgili olarak
asılan eski Eskişehir Meb'usu, («Ayıcı» namıyla maruf) Miralay Mehmet Arifin Anadolu Đnkılâbı:
Mücadelâl-ı Milliye Hatıratı 1335-1339 başlıklı kitabının (Đstanbul: 1340), s. 59'dakı bir dipnotunda
Kuva-yı Seyyarenin içinde «bir Bolşevik taburu da vardı» sözünü görerek, bu birlikle ilgilenmiş ve
Çerkeş Ethem 'in Hatıraları 'nda şu açıklamayı bulmuştum (s. 164):
«700 mevcutlu bu milis kıt'asmı ekseriyette Karakeçili aşireti efradından mürekkep olarak Eskişehir
Müdafaa-i Milliye teşkilâtı kurmuş, emrinize göndermişti. Taburun kumandanı Yzb. Đsmail Hakkı efendi
harpçi olmaktan ziyade hakikaten Bolşevik ruhlu, karşısındaki düşman ordusunu harp aleyhine teşvik
kabiliyetinde birisi idi. Son zamanlarda muharebeden bıkmış (Yunan) askerlerini hükümetleri aleyhine
isyana teşvik ediyordu. Kendisine bu yüzden fazla tahsisat vermekte idim. Tabura nam, bu kumandan
yüzünden verilmişti.»
kendisi'nden Devralınan Bir Dâva» başlığı altında verilen bir haberde Kasap Osman'ın karısını
öldürmekle suçlanan ve gıyaben Ölüme mahkûm edilmiş olan Hasan Kaptan'ın bu kere yakalanarak
Ağır Ceza Mahke-mesi'nde yargılandığı anlatılmaktadır.
102
Eleştirel Tarih Yazılan
Daha sonra, Genelkurmay Başkanlığı Harb Tarihi Dairesince yayımlanan Türk Đstiklâl Harbi adlı çok ciltli
yapıtın II, cilt 3. kısmında (Ankara: 1966, s. 135), Çerkeş Ethem ayaklanması bastırılırken, 16 Ocak
1921 günü Bolşevik Taburu komutanının 5 subay ile 261 erden oluşan birliğini terhis ettiğini
söyleyerek, Kütahya'da hükümete sığındığını okudum.
Bu zat hakkında, 1925 yılına gelinceye değin herhangi bir bilgi edinemedim. Bugün aslı TTK-ATDAM'da
bulunan bir ihbar mektubunda ise şunlar yazılı:
«Dahiliye Vekili Muhteremi Cemil Beyefendiye
Muhterem Beyefendi Hazretleri
Vesatei-i aliyyeleriyle Gazi Paşa Hazretlerine takdim ettiğim son raporda, Yunanistan'da(ki) firarilerden
bahseylemiş idim. Bu defa mut-tali olduğum pek mühim bir meseleyi bervechiâti arza mücaseret
eyliyorum
1- Đstanbul'a bu günlerde Enver Paşa'nın yaverliğinde bulunmuş olan Çerkeş Yüzbaşı Đsmail Hakkı
gelmiştir. Bu adam Çerkeş Ethem ile teşrik-i mesâi etmiş ve Bolşeviklerle alâkadar olmakla o muhitte
tanınmış bir şahsiyettir. Müteaddit defalar Rusya'ya azimet ve avdet ederek Çerkeş Ethem ile
Bolşeviklik münasebetini tesise teşebbüs eylemiş ve muvaffak olamamıştır. Elyevm Çerkeş Ethem
teşkilâtının buradaki mümessili ve vasıta-yı muhaberesidir. Geçenlerde Đstanbul Polis Müdüriyetince
derdest edilen Đsmail Hakkı (Kiraz) Hamdı'nin yaveri olan Đsmail Hakkı'dır. Bu Đsmail Hakkı müteaddit.
lisanlara âşinâ, uzun boylu (gözlüksüz görmeyecek derecede kör) gözlüklü zayıf bir şahsiyettir. Bu
adamın derdestinden ziyade Đstanbul'da tarassut edilmesi lâzımdır. Ve bu tarassut sayesinde de pek
mühim serrişte elde edilecek ve burada bu teşkilâtla alâkadar en mühim şahsiyetlerin hüviyeti tesbit
edilmiş olacaktır. Ve Bolşevik teşkilâtında ismi mevzubahs olan Komünist Mehmet de birkaç gün evvel
av maksadıyla Đzmit'e gideceğini söyleyerek buradan gitmiş ve elyevm Eskişehir'de olduğu
anlaşılmıştır. Evvelki raporlardan birisinde mevzubahs ettiğim Çerkeş Çolak Aziz elyevm Ankara'dadır.
Orada bazı arkadaşların teveccühüne mazhar olan bu adam ile refikinin ehemmiyetle takip ve tetkik
olunacak câlib-i dikkat şahsiyet olduğunu ilâveten arz eylerim. Bilhassa Đsmail Hakkı
103
Mete Tuncay
meselesini ehemmiyetle ve gayet müdebbirâne takip eylemek pek büyük mesailin hâllini intaç edeceği
kanaatini tekrar Đzhar ile teyid-i rabıta-yı ıhtiramat eylerim, efendimiz hazretleri.
Beşiktaş'ta Sinan Paşa Cami Sokağında Yozgat Valisi Abdülaziz 12.2.341»3
Haklarındaki hükmün infazından sonra {«Ankara'da idam
Edilen Hâinler» ve ayrı ayrı dört sehpada asılmış adam
fotoğrafları 13 Ocak 1926) Vakit gazetesinin «.., mahkemedeki
isticvaplarını, ifadelerini ve mahkeme safahatını kârilerimize
takdim ediyoruz» diyerek başlattığı yazı dizisinde Đsmail
Hakkı'ya iki gün ayrılmıştır: 14 Kânunusâni - «Đsmail Hakkı
hâini Atina'da ne yaptı, Re-şit'le nasıl buluştu. Şehbenderimiz ne
söylüyor?» ve 15 Kânunusâni - «Yunan Erkân-ı Harbiye-i
Umumiye dairesi Đsmail Hakkı'yi Hariciye Nezaretine niçin
gönderdi?»
Burada verilen bilgilerden, Đsmail Hakkı'nın Đstanbul'da Yunan uyruklu bir Yahudi dostu
olduğunu, kendisinin bu hanımla ilgili bir miras işini takip etmek amacıyla Atina'ya gittiğini, orada
dostunun akrabalarının yanında kaldığını, aynı zamanda para kazanmak için kaçakçılık yaptığını, dönüş
için vize sağlamakta güçlük çektiğini, bir akşam bir gazinoda (Çerkeş Ethem'in ağabeyi)
Reşit'i görerek ondan yardım istediğini (o sıra Ethem Yunanistan'da değilmiş), Resifin onu Yunan
Genelkurmayına götürdüğünü, oradan da Dışişleri Bakanlığına gönderildiğini öğreniyoruz. Yine,
mahkemede söylenenlerin bu gazeteye yansıyışından anlaşıldığına göre, Đsmail Hakkı Atina'daki Türk
konsolosuna başvurarak casusluk yapmayı önermiş, fakat yüz bulamamıştır.
Bu belgeyi bulan Türk Tarih Kurumu -Atatürk ve Türk Devrimi Araştırma Merkezi Sekreteri An Đnan'a
teşekkür borçluyum. Muhbir, herhalde, 22 Kasım 1923-25 Şubat 1925 tarihleri arasında Yozgat Valiliği
yapan Abdülaziz Nami'dir. Bu mektubu, valilik görevinin sona ermesinden 15 gün önce yazmış olması
dikkati çekiyor.
104
E/epire! Tarih Yazıları
Đstiklâl Mahkemesi savcısının iddianamesinden de, Đsmail Hak-kı'nın hükümete yaranmak için,
aralarında eski Yeşil Orducu yoldaşlarının da bulunduğu birtakım kişileri ayaklanma hazırlıyorlar diye
yok yere ihbar ettiği sonucu çıkıyor. Zaten, idamı da «iftira» dan ötürüdür;
«Hıyanet-i Vataniye Kanunu madde 10 -«Đsyana iştirak etmeyen eşhas hakkında ligarazin isnadatta
bulunanlar isnat ettikleri cürmün cezasıyla mücazat olunurlar.»
Dâva dosyasını göremediğimiz için, Đsmail Hakkı'mn eski yoldaşları hakkında neden garezle
suçlamalarda bulunduğunu bilemiyoruz, Yozgat valisinin ihbar mektubundaki. 150'liklerden, son
Padişahın maiyet erkânından Kiraz Hamdi Paşa'nın yaveri olduğu iddiası doğruysa bile, bu herhalde
Kurtuluş Savaşı'ndan öncedir ve zaten önemli bir şey değildir. (Mustafa Kemal Paşa da o Padişahın
yaveriydi!) Yine aynı kaynaktan bildiğimize göre, Yzb. Đsmail Hakkı istiklâl Mahkemesi 'ildeki
yargılanmasından bir yıl Önce polisçe gözaltına alınmıştır. Acaba, kurnaz valinin Öğütlediği gibi,
ilişkilerinin izlenebilmesi için sonradan serbest mı bırakılmıştır, yoksa bütün bir yılı tutuklu olarak mı
geçirmiştir?
Sezinlenebildiği kadarıyla, Đsmail Hakkı lekesiz bir kahraman olmaktan uzak bir kişidir. Fakat bu
dâvadan önce, birtakım kimseleri suçlaması için kendisine baskı yapılmış olabileceği akla yakın geliyor.
Gerçek böyleyse, sonra da iftira etti diye asılmışsa.
Kuva-yı Tedîbiye Kumandanı Miralay (Kasap) Osman
Bu acımasız Albayla ilkin Đkinci Anzavur Ayaklanması sırasında (henüz Yarbayken) karşılaşıyoruz.
1920 başlarında Ban-dırma'daki 14. Kolordunun kumandanı Yusuf Đzzet Paşa'dır; bu Kolordu'ya bağlı
56. Fırkanın kumandanı Miralay Bekir Sami (Gündav), erkân-ı harbi Kur. Yzb. Hüseyin Rahmi (Apak),
yaveri Yzb. Sefahattin (Yurtoğlu)'dur. Fırkanın 174. Alayının kumandanı Kaymakam Rahmi, 172.
Alayının kumandanı ise Kaymakam Osman'dır. (172. Alay K. Kaymakam «Kel» Ali'nin
105
Mete Tuncay
Eleştirel Tarih Yazdan
son Osmanlı Meclisine Afyon Meb'usu seçilerek gitmesinden sonra, yerine Osman Bey atanmıştır. Altı
yıl sonra, Ali Bey Ankara Đstiklâl Mahkemesi başkanı olarak, alay komutanlığın-daki halefi Osman Beyi
asacaktır.)
26 Mart 1920'de âsiler 174. Alayı dağıtarak Rahmi Beyi öldürürler. Kolordu komutanı, Kirmastı
(Mustafakemalpaşa) -Karacabey- Susığırlık yöresine konmuş bulunan 172. Alaya ayaklanmayı
bastırmasını emreder. Osman Bey, alayının zayıflığını ileri sürerek bu emre karşı direnince, Yusuf Đzzet
Paşa tarafından tutuklanır.4 Divan-ı Harbe verilecektir. Ama Fırka yaveri Yzb. Selâhattin'in yardımıyla
bu vartayı atlatır. Çerkeş Ethem kuvvetleri Anzavur'a karşı harekete geçerler. Osman Bey de alayını
toparlar, Seyyar Kuva-yı Tedibiye kumandanı olarak o yörede teröre başlar. Güzün de, 12. Kolordu
merkezi olan Konya'daki Delibaş ayaklanmasını bastırma harekâtına yardım etmesi için, oraya
gönderilir.
Kuva-yı Milliye dönemi sona erince, Osman Bey Bolu ve Havalisi Kumandanlığına atanır, Miralaylığa
yükselir. Zaferden sonra da, Bursa'dakı Hey'et-i Mahsusa'ya üye seçilir.
Şimdi de, bu nesnel bilgileri anılarından derlediğim üç tanığın, Osman Beyin kişiliği ve zulümleri
hakkında anlattıklarını dinleyelim:
Rahmi Apak, Đstiklâl Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu? (Đstanbul 1942), s. 109'da «Kasap Osman
ve Đlk Vahşetleri» başlığı altında «Đnkılâp tarihinde kanlı tırnakları, köpüklü bıyıkları ile kendini
gösteren» Osman Beyin Karadenizli olup 1899'da Harbiye'yi bitirdiğini yazıyor (Bekir Sami (Gündav) ile
Fahrettin (Altay)'ın sınıf arkadaşı olmalı). "... askerlik hayatının mühim bir kısmını Yemen'de geçirmiş,
orada kızgın güneş altında ve katı kavgalar içinde yüreği katılaşmıştır. ... Şahsen cesur ve fedakâr
olmayan Kasap Osman menfi ruhlu, kavgacı, kimseyi beğenmez ve kimseye inanmaz karakterde idi.
Bununla beraber vatansever mert tabiatlı bir adamdı". Bundan
4
Bkz. Sabahattin Selek, Millî Mücadele, (Đst.: Ağaoğlu Yay., 1971), cilt II, s. 63-65.
106
sonra, o zamanki tümen kur-mayı Yzb. Hüseyin Rahmi, Osman Beyin Anzavur taraftarlarına karşı
giriştiği terörde hergün yargılamasız 8-10 kişi astırdığını, kendisinin sıkıştırması üzerine, alelusul bir
alay mahkemesi kararına bağlayarak icraatına devam ettiğini anlatıyor. Rahmi Apak'ın deyişiyle,
Osman Bey orduda «muhtelit bir siyaset» izlemiş, yani hem nizamiye askeri hem de çeteci olmuştur.
Alayının yanısıra 40-50 milis beslemiştir. Anlaşılan, bu tutum o dönemde oldukça yaygındır. Örneğin,
(yukarıda bir kitabına değindiğim) Miralay Ayıcı Arif de öyle yapmıştır. Yazarın, anlattığına göre ayrıca,
Osman Bey Padişaha ait olan Karacabey Harasının binlerce koyununa elkoyarak bunları aîay levazımına
ve civar kazalara sattırmış, çeteci sermayesi edinmiştir. Bununla birlikte, «açık elli bir adamdı,
arkadaşlarına ve sıkışık olanlara binlerce liralık yardımlar yapmıştır» (s. 111). Rahmi Apak, Osman
Beyin zalimliği konusuyla ilgili olarak da şunu belirtiyor: «O zaman gösterilen bu gibi terörler olmasaydı
ve bu terörleri tatbik edecek katı yürekliler bulunmasaydı, belki de yer yer çıkan Anadolu isyanlarının
önüne geçilemezdi» (s. 112).
Đlhan Selçuk'un basıma hazırladığı Yüzbaşı Selâhattin'in Romanı'nda (Đstanbul: Remzi Kitabevi,
1975), cilt 2, s. 209-10'da, o zamanki fırka yaveri, Osman Beye yaptığı yardıma karşılık olmak üzere,
onun kendisine bir ikiyüz koyun hediye gönderdiğini, s. 255'te de, 1920 yılı sonlarında Afyon'da yüz
altın verdiğini anlatıyor. Yzb. Selâhattin'e göre (s. 210-11), Bursa Vilâyeti Seyyar Tedip Kuvvetleri
komutanlığına tayin edilen «Yarbay Osman Beye hapis, idam, köy yakmak ve bir bölge halkını sürmek
gibi ceza yetkileri verilmişti.» Aynı anılarda, bu konuyla ilgili bir de belge aktarılmakta.
Bursa 8-54336 «172. Alay Kumandanlığına Karacabey
Đttihaz etmekte olduğunuz tedabtr-i tazyikiyeden kadınların hariç tutulmasını); ve bilhassa nefıy ve
tebit cezalarının kadınlara tatbik edilmemesini rica ederim.
56. Fırka K. Bekir Sami»
107
Mete Tuncay
Yine Yüzbaşı Selâhattin'in Romanı'nda (s. 252-53), Refet Bey Delibaş ayaklanmasını bastırdıktan sonra,
Osman Beyin de Ka-dınhan ile Ilgın'ı âsilerin elinden geri aldığını, bu arada tanıdığı mühlet süresinde
kendisine teslim olmadığı için, bir köyü içindeki insanlarla birlikte yaktığını; Akşehir'de Kuva-yı Milliyeye
karşı bir fetva yayımlayan 42 hocayı yedirip ıçirdikten sonra, karargâhına götürüp astığını okuyoruz. «O
tarihte Kon-ya'daki çocuklar: - Osman Bey geliyor uyuyun, diye korkutuluyordu.»5
1920'de Konya'da 12. Kolordu Komutanı olan Fahrettin Altay da, 10 Yıl Savaş (1912 -
1922) ve Sonrası (Đstanbul, Đnsel Yay-, 1970) s. 273'te şöyle diyor:
«... Konya kazalarında tedibat yapan Alb. (!) Osman B. ve müfrezesi emrimize gönderilerek Banaz
ilerisinde bir cepheye yerleştirildi, Đsyanları bastırmada şiddet gösteren ve bu sebeple Kasap lâkabı
takılan Osman B. karargâhında boyunlarında ipler taşıyan bir cellât müfrezesi bulundurur, askeri
disiplini kendi telâkkisi tarzında görürdü Elindeki kuvvet takviyeli bir alay olmasına rağmen tümen
flaması taşırdı ki, bunun da rengi yeşil-kırmızı idi. Bir muharebe olursa göstereceği kabiliyete göre
hakkında icabı yapılmak üzere şimdilik bir muamele yapmayı vakitsiz gördüm, yalnız bazı taşkın
yazılarını önledim.»6
s
Yzb. Selâhattin'in sonradan çok dost olduğunu söylediği Kasap Osman hakkında, s. 177-
78/dipnotunda verdiği bilgilerden kimileri doğru görünmüyor. Örneğin, Dumlupınar'da 23. Tümen
Komutanı olduğu, Kastamonu bölge komutanlığına tayin edildiği, Bursa Harb Divanının (Hey'et-i
Mahsusa) başkanlığına getirildiği.
6
(s. 276) «Ankara'dan gelen haberlerden bir Yeşil Ordu havadisi yayıldı, bize gelen Osman B.'in
flamasının yeşil-kırmızı oluşu dikkati çektiyse de pek üzerinde durmadım, şimdiki haberler Ankara'da
bir Đslâm Bolşevik idare kurulacağı suretinde idi, yeşil renk Đslâmlığı, kırmızı Bolşevikliği
göstermiyormuş.«
(s. 282) Yeni oluşturulan Cenup Cephesi komutanlığına atandıktan sonra «Uşak karşısındaki
Đslâmköy'de ... yanımıza gelen Refet B.'nin flamasının yeşil ve kırmızı renkte oluşu dikkatimizi çekti. KO
karargâhı binasına
108
Eleştirel Tarik Yazıları
Osman Beyin Ankara Đstiklâl Mahkemesinde yargılanması sırasında ortaya konulan belgelerden biri de,
savaştan sonra Bursa valisine yazdığı bir mektuptur. Kuva-yı Milliye döneminde yanında çarpışan bir
çete reisi lehinde tanıklık etmek amacıyla yazdığı anlaşılan bu mektupta, Kasap Osman'ın kendi birliğini
nasıl oluşturduğu konusunda ilginç bilgiler buluyoruz: (Vaki!, 21 Ocak 1926, s. 3)
«ZâM âli-i vilâyetpenahîlerine
Kanun devrinin vüruduyla işgal-i makam ve ibraz-ı sandalye edenler amâl-i milliyenin iktihamı için nasıl
gayr-i kâbil-i tasvir ve tarihlerin kaydetmediği mezalimle elde edildiğini derhal unuttular. Yunanlılarla
teşrik-i mesai eden yerli ahali ve memurlar bermucib-i müsalâha-i düvel tahliye olundular. Çünkü
Osmanlıların şimdiye kadar ecanibe karşı ahdinden nükûl ettiği vâki olmadığından istifade etmişlerdir.
Maalesef memurlarımız temin-i mevki ve istikbâl için adl ve hakkı sürüncemede bırakmayı bir düstur
ittihaz etmişlerdir. Muameleten elimden geçen ve amâl-ı milliyeye cüz'i veya külli hizmet edenler takdir
olunmayarak hapishanelerde sürünmektedirler. Halbuki gâvurlara az veya çok hizmet edenler çoktan
mazhar-ı afv ve atıfet bile oldular.
Vali beyefendi zât-ı âlilerini temin ederim ki, tarihin kaydetmediği o kara günlerde şu Hüdavendigâr
vilâyetindeki
girerken kapıdaki flamamızın kırmızı ve beyaz oluşunu kendisine göstererek :
- Kusura bakmayınız, bu yeşil-kırmızı rengi Osman B.'in flamasında da görmüştüm, madun olduğu
için aldırmadım. Fakat siz mafevkimin de bu renkleri taşıdığınızı görünce, artık benim flamanın da
rengini değiştirmem zarurî oldu. Benim bu sözlerim üzerine Refet B., hemen elini omzuma koyarak:
- Sakın yapma. Seninki doğrudur. Bizimkiler muvakkattir, cevabını verdi. O vakit Yeşil Ordu
hikâyesinin içyüzünü anlamış oldum.»
109
Mete Tuncay
memurlarımız bugün hakir görülen çete efradı kadar ibraz-ı fedakârı ve izhar-ı vatanperveri
edememişlerdir.
Jandarmalarımız karakollarından, devriyelerimiz mevki-lerinden silâhlarıyla âmir ve memurlarını
bırakarak firar ettikleri gibi polislerimiz de aynı halde idiler. Bugün bu vatanperverlerin tahkikatı
alelusul o gün için vatanperver olmayanlara düşüyor. Buna ise (Alma mazlumun ahini, çıkar aheste
aheste) demekten başka çare yoktur. Bundan dolayıdır ki, daima ileri değil geri gidiyoruz. O kara
günleri adliyeciler ne çabuk unuttular! Muahedename mucibince afv olanlar hemen tahliye olundular.
Bu tahliye olunanlar gâvurlar hesabına müddeiumumilerin ayaklarını yere bastırmaksızın dört kişi
havada tutmak ve birisi kamalamak suretiyle teslim-i ruh ettiriyorlardı. Bu felâketlere yetişerek kurtardı
ki an ma Hüdavendigâr Ceza azalarından şahit olanlar da vardır. Adliyeciler adaleti tatbik etmek
istiyorlarsa akidesi bozuk olmayarak vatanın selâmetine velev bir gün olsun hizmet edenleri takdir
etmeleri lâzımdır.
Beyefendi! O muzlim ve korkunç günlerde hiç bir memur makam-ı memuriyeti dolayısıyla silâh omza
edemedi. Đşte vatanın tahlisi için memleketin beğendiği ve mahkûm ettikleri bence pek hamiyetli olan
katil âmirleri sayesinde işgal olunan makamlar husule gelmiştir. Bu zavallı vatanperverler için vâki
müracaai-ı mütevaliyeme rağmen müs-tacelen af kanunu çıktığı halde elan kelime ve cümle ile
oynayarak birçok dava vekillerine hakk-ı meşru'aları için para kazandırılıyor. Yine bu suretle bu
biçareler tûl müddet hapishanelerde sürünüyorlar. Gaye-i milliyenin mebdeinde atik Hüdavendigâr
vilâyeti hududu dahilinde, bundan başka Biga, Đzmit ve Bilecik sancakları da dâhil olduğu halde
Hüdavendigâr ve havalisi Akıncı Kolları ve Kuvâ-yı Tedibiye ve Alay (172) Kumandanı iken o hakir
görülen katil âmidlerden 101 senelikleri zabit, 15 senelikleri Çavuş, 10 senelikleri onbaşı, beş senelikleri
nefer tayin etmek suretiyle tevsıan müfrezeler teşkil ve gaye-i milliye hizmet ve fedakârlıkları sayesinde
Konya, Bolu, Yozgat ve Man-yas('ın) küçük ve büyük bilcümle isyanlarını itfada ve bu
110
Eleştirel Tarih Yazılan
hakimlerin hizmeti ile amâl-i milliyeyi istihsale muvaffak olduk. Binaenaleyh herşeye tercihan bu
zavallıların tahliyesinin azim vezaiften addedilmesini rica eder, Nuri efendinin verdiği vesika makbul ve
muteber olup kendisinin) o mıntıkada çete kumandanı olduğunu tasdiken arz ve takdim ederim
efendim.
9 Ağustos 1340
Sabık Hüdavendigâr ve havalisi
Kuvâ-yı Tedibiye ve Akıncı Kumandanı ve
Heyet-i Mahsusa Âzasından Miralay Osman»
Bu mektupta anlatılan, mahbuslardan birlik kurma işi bir abartma sanılırsa, şu Đcra Vekilleri Hey'eti
kararına bakılması doğru olur:
Mahkûm ve mevkuf bulunan eşhasın hidemaı-ı vatani'yelerinin ifasını temin ve teshil için tahkikat ve
muhakemelerinin tecili hakkında kararname 15 Haziran 1336 (1920) - No. 4?
' Darülharb-e Gidecek Eşhas Hakkındaki Takibat ve Mücazatın Teciline Dair Kanun-u
Muvakkat, 19 Şubat 1330 (4 Mart 1915) Madde I - Sınn-i mükellefi yele dahil olup da bir sene veya
daha ziyade hapis veya nefy-i muvakkat cezasiyla veya müeazal-ı terhıbiye ile ve keza sinn-J
mükellefiyet haricinde bulunup da gerek cünha gerek cinayetten dolayı mahkûm bulunanlardan ve
sinn-i mükellefiyet dahilinde olsun olmasın alelıtlak cünha ve cinayet nev'inden bir cürüm ile
maznun-un aleyh olanlardan darülharbe sevk ve i'zamlarını talep ve istida edenler ahlaken ve cismen
evsaf-ı lâzımeyi haiz oldukları halde kıtaal-ı askeriyeye sevk ve haklarındaki tâkibat-ı kanuniyenin
icrası veya hükümlerin infazı zaman-ı avdetlerine kadar tecil edilebilir, ancak hetk-ı ırz ve llil-i şeni'den
dolayı mahkûm ve maznun-un aleyh olanlar bundan müstefit olamazlar. Madde 2 - Birinci maddede
mevzuubahs olan eşhasın tahkik-i ahvali hakkında Dersaadefte Harbiye ve Dahiliye ve Adliye
nezaretlerinden Sıhhiye müdiriyet-i umumiyesinin intihabıyla yine Dahiliye nezaretinden tayin olunacak
birer zattan ve vilâyet ve müstakil livalarda vali ve mutasarrıf veya erkân-ı memurinden bir zai
ile istinaf veya bidayet ınüdde-i umumisi ve Ahz-ı Asker Şubesi reisi ve Jandarma kumandanı ve
Sıhhiye
II
Mete Tuncay
müdürü veya hükümet tabibinden mürekkep olmak üzere birer komisyon teşkil olunacaktır.
Madde 3 - Birinci maddede mevzuubahs olan eşhasın ahval ve ahlâkı madde-ı sabıkada muharrer
komisyonlar tarafından tahkik ve Ahz-ı Asker Şube reisi tarafından dahi kabıliyet-i bedeniye talimatı
ahkâmına nazaran hidemat-ı müsellâhayı ifaya muktedir olup olmadıklarını tetkik ile askerliğe muklezi
evsaf ve şeraiti haiz oldukları tebeyyün edenlerin esami ve nev-i cürüm ve maznuniyet ve müddet-ı
bakiye-i cezaiyelerıni hâvi me/abıt tanzim ve bulundukları mahallin vali veya mutasarrıfına ita
olunacaktır.
Madde 4- Valilerle mutasarrıflar tarafından mezabrt-ı mezkûreye istinaden Adliye nezaretine vuku
bulacak iş'ar üzerine maznunîn ve mahkûmînden bilmuhabere Harbiye nezaretinee de münasip
görülenlerin darülharbe sevk edilmek üzere cihel-i askeriyeye teslimine Adliye Nâzın tarafından
mezuniyet verilecektir.
Madde 5- Maznunîn ve mahkûmîn cihet-i askeriyeye teslim olunduktan sonra bir cürüm irtikap ettikleri
halde evvelemirde bu cürüm hakkında kavanin ve nizamat-ı askeriyeye tevfikan tatbikat-ı kanuniye ve
ahkâm-ı cezaiye icra olunarak badehu madde-i âliye veçhile mazhar-ı af olmadıkları
takdirde tecil edilmiş olan takibat ifa veya mücazat-ı mah-küme tenfiz olunmak üzere cihet-i adliyeye
iade edileceklerdir. Madde 6- Eşhas-ı merkume esna-yı harbte âmirlerinin ve kolordu veya müstakil
fırka kumandanlarının tasdiki tahtında olarak hüsn-ü hizmet ve yararlık ibraz eyledikleri halde hukuk-u
şahsiyeye halel getirilmemek üzere maznun olanlar hakkında takibat-ı kanuniye icrasından sarf-ı nazar
olunmasına ve mahkûm bulunanların müddet-i mahkemelerinin affına veya cezalarının tahfif ve
tenziline teşebbüs olunacaktır. Madde 7 Harbe iştirak etmek üzere Meclis-i Vükelâca
mukaddema müttehaz tecil kararıyla tahliye olunanlar hakkında da beşinci ve altıncı maddeler hükmü
tatbik edilecektir. Madde 8 - Đşbu kanun tarih-ı neşrinden itibaren mer'idır. Madde 9 - Bu kanun
icrasına Harbiye ve Dahiliye ve Adliye nazırları memurdur.
Meclıs-i Umuminin in'ıkadında kanuniycıi teklif edilmek üzere işbu lâyiha-yı kanuniyenin muvakkaten
mevki-i mer'iye-te vaz'ını ve kavanin-i devlete ilâvesini irade eyledim.
112
Eleştirel Tarih Yazıları
«Hüdavendigâr Vilâyeti Đstinaf Müddeiumumiliğinin 6 Haziran 1336 tarih ve 36 numaralı tahriratına
derkenaren mah-kûmin ve mevkufınin hizmet-i vataniye ita etmelerini temin ve teshil için neşrolunan
kanun-u muvakkat ahkâmına tevfikan tahkikat ve muhakemelerinin tecili ve bunlardan işe yara-
yacakların fırka kumandanlıklarınca müddeiumumilerden talep olunarak alınmaları hakkında Umur-u
Adliye Vekâletinin mütalâaları hey'etimizce ledettezekkür aynen kabulü karargir olmuştur.»
17 Rebi'ülaher 1333 19 Şubat 1330 Mehmet Reşat
Harbiye Nâzın Sadrazam
Enver Mehmet SaĐd
Adliye Nazırı Dahiliye Nazırı
Đbrahim Talât
Yedinci maddeden anlaşıldığına göre, 1915 Martından önce de Osmanlı Bakanlar Kurulunca tutuklu ve
hükümlülerden orduda yararlanılması yoluna gidilmiştir.
Đlginç bir nokta, bu geçici yasa uyarınca, haklarındaki koğuşturmanın sürdürülmesi' ya da cezanın
çektirilmesi ertelenerek Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusunda kullanılan kişiler için, Birinci
TBMM'nin bir af yasası çıkarmış olmasıdır:
Darül harple hüsn-ü hizmet ve yararlık ibraz eden ma hkû minin müddet-i mahkûmelerinin
atlına dair 14 Temmuz 1337 (1921) tarih ve 135 sayılı kanun
Madde 1 - Cinayetle maznun ve mahkûm ve cünhadan dolayı maznunen mevkuf ve mahkûm olup da
Mükellefi yet-i Askeriye Kanununu ve Darülharbe Gidecek Eşhasın Tccil-ı Takibat ve Muhakematına dair
olan 19 Şubat 1330 tarihli kanuna tevfikan seferberliğin ilânından mütarekenin akdi tarihine kadar
askere alınan ve o tarihe kadar askerde bulunmaları dolayısıyla her ne suretle olursa olsun
mukaddema işledikleri cürümden dolayı haklarında takibat icrası tecil olunan eşhas hukuk-u şahsiyeye
halel gelmemek şartıyla affolun muşlardır.
Madde 2 - Đşbu kanun tarih-i neşrinden muteberdir.
Madde 3 - Đşbu kanunun icrasına Dahiliye ve Adliye Vekilleri memurdur.
13
Mete Tuncay
TBMM hükümetinin, herhalde Đttihatçıların Birinci Dünya Savaşı sırasında çıkardıkları bir geçici yasaya
dayanan bu kararı uyarınca, gönüllü olarak ya da hapisteyken çıkartılıp alınarak Kuva-yı Milliye
saflarında hizmet eden sanık, tutuklu ve hükümlüler, Cumhuriyetin ilânından hemen sonra yapılan bir
yasayla bağışlanmışlardır:
30 Teşrinievvel 1334'ten (1918) 23 Ağustos 1339 tarihine kadar geçen müddet zarfında müdafaa-i
memleket uğrunda ika edilmiş olan efâl ve harekâtın cürüm addolunmayacağı hakkında kanun 19
Teşrinisani 1339 —No. 371
«Madde 4- Maznun veya mahkûm oldukları halde kendiliklerinden veya bittahüye Kuva-yı Milliyeye
ittihak ederek hizmetlerinden istiğna hasıl oluncaya kadar lifa-yı hüsn-ü hizmet ettikleri hükûmet-i
mahalliyece tahakkuk eden eşhasın kableliltihak sebeb-ı maznuniyetleri olan efâlden dolayı takibat icra
ve haklarındaki hüküm de infaz olunmaz ve bunlardan elan mevkuf ve mahbus bulunanlar tahliye
kılınır.» Aslında ben, bundan 35 gün sonra çıkarılan Hıyanet-i Vataniye ve Harbiye
Kanunlarında münderiç suçların birbirine müşabeheti dolayısıyla hasıl olan tereddüdün izalesi
için tamimen tebliğ olunan 20 Temmuz 1336 tarih ve 81 numaralı Kararname'nin 3. maddesinin de
Osman Beyle ilgili olduğu kanısındayım:
«Makam itibarıyla Kolordu ve müfrez Fırka kumandanlığı salâhiyetini haiz olan zevattan maada
harekât-ı dahiliye için doğrudan doğruya Erkânıharbiye-i Umumiye Riyasetinden veya Cephe veya
Kolordu kumandanları tarafından tavzif olunarak sevk olunan kıtaat kumandanları dahi hiçbir tasriha
lüzum görülmeksizin vazife-i te'dibiyeye devam ettiği müd-
3
17 Teşrinisani 1340 (1924) tarih ve 51 sayılı Tefsire göre, 19 Teşrinisani 1339 (1923) tarih ve 372
numaralı kanun, kuva-yı milliyccilerin yanısıra nizamî ordu mensuplarını da kapsamaktadır.
114
Eleştirel Tarih Yazıları
detçe şimdiye kadar oiduğu gibi müfrez Fırka kumandanlığı salâhiyetini Đstimal ederler.»
Bu madde, Kasap Osman'a belki Fahrettin Altay'ın anlattığı gibi tümen flaması taşıma hakkını
vermezdi, ama herhalde Alayında kurduğu Divan-ı Harbin, Fırka Divan-ı Harbi yetkilerini kullanmaya
devam etmesinin yasallığını sağlamıştır.
Đşte, Osman Beyin Bursa Valisine yazdığı mektupta yakındığı başlıca nokta, bu yasa çıkalı neredeyse on
ay olduğu halde, hâlâ hak sahiplerine uygulanmamış bulunmasıdır. Mahallî hükümetlere, yani vali ve
kaymakamlara tanınan, bir kimsenin bu haktan yararlanmaya müstehak olup olmadığına karar verme
yetkisi, çok önemlidir. Fakat, vali ve kaymakamlar nereden bilecekler, elbette eski Kuvâ-yı Milliye
komutanlarına soracaklardır -örneğin Kasap Osman'a-. Yüzlerce suçlunun bütün geleceği, böyle birinin
iki dudağı arasındadır. Savaşta yiğitlik göstererek suçunun kefaretini ödemiş birini, o dilerse, zindanda
çürümeye bırakır; dilerse, hiçbir hakkı olmayan âdi bir caniyi hapisten çekip çıkarır, ömrü boyunca
kendisine kul köle eder. (Aşağıda, Rıza Beyin idama mahkûm edilmesinin de, yine bu sorunla ilgili
olduğunu göreceğiz.)
***
«Asker olmasına rağmen, memleketi muntazam ordudan ziyade millî müfrezelerin, yani çeteciliğin
kurtaracağına dair acaip fikirler» besleyen Miralay Kasap Osman hakkında. Đstiklâl Mahkemesi
üyelerinden Kılıç Ali, onun emekliye ayrıldıktan sonra, özellikle «tehlikeli ve menfî» bir tutuma
büründüğünü ileri sürüyor:
«... benim ve Đhsan Beyin (eski Đstiklâl Mahkemesi reislerinden, Bahriye Vekili Topçu Đhsan -Eryavuz)
şahsî arkadaşımız olduğu için, Ankara'ya her gelişinde bizi ziyaret eder: 'Đnkılâp bitmedi, daha
yapacağımız çok şeyler var' diye dertlerini ve fikirlerini söylerdi.» (Kılıç Ali, Đstiklâl Mahkemesi
Hatıraları; Đstanbul, Sel Yayınları, 1955, s. 102 - 5) Osman Bey, bu sohbetler sırasında devrimin
artık tamamlandığı inancını
115
Mele Tuncay
savunan Kılıç Ali'ye, «Henüz birbirimizi asmaya sıra gelmedi» diye takılırmış...
«... günün birinde, aklınca bir komplo kararı almak için birtakım arkadaşları ile yaptığı bir içtima
üzerine tevkif edilerek mahkememize tevdi edildi.» Bundan sonra, «Ağır Ceza Mahkemesinde derdest-i
rüyet cinayet dâvası da tevhit edildi.»
Gazetedeki havadiste, iddianameyle karar arasındaki küçük bir uygunsuzluk göze çarpıyor. Savcı,
Osman Beyin (ve yargılanan bütün sanıkların) ayaklanma girişimi noktasından beraatını istemiş olduğu
halde, mahkeme hey'eti, onun Đsmail Hakkı ile «temasında şahsî bir hırsa kapılıp ihanete doğru
yürümüş» bulunduğu kanısına varmıştır. Asıl, idam sehpasına gönderilmesine vesile edilen olay ise, bir
süre Önce boşadığı eski karısını bir adama öldürtmesidir. Bu cinayetin ayrıntıları, 16-18 Ocak 1926
tarihli Vakit gazetelerinden öğrenilebilinir: «Fatih yangın yerinde maktul bulunan Necidii Fatma Hanımı
kim öldürmüştü? -Miralay Osman Bey'in eski zevcesiyle münasebeti; kadın nasıl terkedildi, nasıl
Öldürüldü?- Miralay Osman, Rıfat'la nasıl tanıştı, Fatma Hanımı öldürmek için nasıl anlaştı?
Kuva-yı Milliye Kumandanlarından Kırşehir Meb'us-u Sabıkı Keskinli Rıza Bey
Bu zat hakkında bulabildiğim bilgiler pek sınırlı.
TBMM Albümünden, 1877 doğumlu olduğu, (baba adı: Halil Bey) ailesinin sonradan Silsüpür soyadını
aldığı, Đstanbul Meclis-i Meb'usanından geldiği, Rüştiye mezunu olduğu, Fransızca ve Arapça bildiği,
evli ve iki çocuklu olduğu anlaşılıyor.
Harb Tarihi Dairesinin arşivinde Kuva-yı Milliyecilere ilişkin çok az belge bulunduğu için, Türk Đstiklâl
Harbi ciltlerinde de Rıza Beye ancak bir iki değinme var: Bunlardan birincisi. Çapanoğlu isyanı
sırasında, 17 Haziran 1920'de Trabzon Meb'usu Hüsrev (Gerede) ile birlikte TBMM'ne gönderdiği bir
telgrafta, Çerkeş Ethem'in iddiası doğrultusunda, «Yozgat ayak-
116
Eleştirel Tarih Yazılan
lanması Ankara Valisi Yahya Galip (Kargılı) Beyin idaresizliği, belki de düzenlediği fesat yüzünden
çıkmıştır» demiş olması (cilt 6, 2. bas., s, 150). Đkincisi de, Garp Cephesi Kumandanlığının Müdafaa-i
Milliye Vekâletine gönderdiği 9 Eylül 1920 tarihli rapordaki bir cümle: «Kırşehir'de Örgütlendikten sonra
Ankara'ya gelen Rıza Bey emrindeki millî süvari alayı, personel ve diğer yönlerden desteklenerek
cepheye gönderilmiştir.» (Cilt 7, s. 75).
Bir de, Rıza Beyin akrabalarından (Bilinmeyen Yönleriyle Şevket Süreyya Aydemir adlı kitabın yazarı
Sayın Halil Đbrahim Göktürk'ün, Rıza Beyin Ankara'da oturan bir yeğeniyle benim için yaptığı bir
görüşmeden dolaylı olarak ve kendim, Keskin'de Rıza Beyin amca oğlu Sayın Ethem Silsüpür'le
konuşarak) edindiğim şu bilgiler var: Rıza Bey, Keskin-Karaman'ın Hamit köyünde yaşayan Cerit adlı
Türkmen aşiretinin bey ailesindendir. Biri kız, yedi kardeşin en büyüğüdür. Koyu Đttihatçı olup, Birinci
Dünya Savaşı sırasında Keskin'dekı Ermeni kıyımına katılmış bulunduğu suçlamasıyla Mütareke
döneminde koğuşturulmak istenmiştir. Daha 1919 sonlarında. Keskin yöresinde ilk Kuva-yı Milliye
örgütlerinden birini kurmuş ve Đstanbul hükümetince Ankara'ya vali olarak gönderilen (Refii Cevat
(Ulunay'ın babası) Muhittin Paşayı Mustafa Kemal Paşanın emriyle tutuklayarak bir süre
Elmadağı’ndaki bir hısımının evinde alıkoymuş, sonra da Sivas'a göndermiştir. (Bu olayın anlatıldığı,
Mazhar Müfit Kansu'nun Erzurum Kongresinden Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber adlı kitabın
dizininde ayrı ayrı gösterilen «Keskinli Rıza Bey» besbelli «Kırşehir Meb'usu Rıza Bey»dir. Đstanbul
Meclisi kapanınca Ankara'ya gelmesinden sonra da, 500 atlı toplayarak Đnegöl cephesinde
görevlendirilmiştir. Nizamî ordu fikrine şiddetle muhaliftir. Kuva-yı Milliye döneminin sona ermesi
üzerine, Meclis'teki Đkinci Gruba katılmıştır.
Savaştan sonra. Rıza Beye de ilk TBMM'nin bütün üyelerine verilen yeşil kurdeleli Đstiklâl Madalyası
gönderilince, buna itiraz etmiş ve itirazı kabul edilerek, madalyası asker-meb'uslara
117
Mete Tuncay
mahsus kırmızı-yeşil kurdeleli bir madalyayla değiştirilmiştir. Yukarıda değindiğim af yasası
uygulanırken, Rıza Bey vaktiyle kendi müfrezesinde çarpışan 60-70 kişiye ve bu arada, Keskin
yöresinden 16 eşkıyaya da kurtulmalık belgeler vermiştir. Đkinci dönemde Meclis dışında kalmakla
birlikte, Terakkiperver muhalefet hareketiyle ilişki kurmuş ve aile çevresinde ileri sürüldüğüne göre,
Kılıç Ali ve arkadaşlarınca sözde Mustafa Kemal Paşa'yı devirmeyi amaçlayan bir provokasyona ge-
tirilmiş, mahkemede de bir komşu köy halkından devşirilen yalancı tanıklar, Rıza Beyin sahte af
belgeleri dağıttığı birtakım mahbuslara ayrıca Đngiliz altını karşılığında kendisiyle birlik olmalarını
önerdiğini anlatmışlardır.
***
Yzb. Đsmail Hakkı'nın «iftiracılığının bana kuşkulu gelen yönünü yukarıda belirtmiştim. Miralay Kasap
Osman'ın ise, karısının öldürülmesinde, sahiden asiî faile denk tutulacak ölçüde «müşevvik» ya da
«azmettirici» olup olmadığını, tabiatıyla bilemem. Rıza Beyin, 1925'te Mustafa Kemal Paşa'nın dev-
rilmesini istemiş olabileceğini de aklım kesiyor. Fakat, mahkemece yöneltilen komploculuk
suçlamaları, o günkü koşullarda bile gerçekleşemeyecek, hayalde kalmaya mahkûm tasarılar gibi
görünüyor. Açıkçası, «hey'et-i fesadiye» balo-nundaki bu eski kahramanlar, «tehlikeli» sayıldıkları için
temizlenmiş olmalılar.
118
Ek
Demirci Efenin Bir Mektubu 1919 Sonbaharı
Bu dâvayla ilgili olmamakla birlikte, Kuva-yı Milliyenin sınıfsal yapısına ışık tutması bakımından, ilk kez,
benim 30 Ağustos 1974 tarihli Yeni Halkçı gazetesinde yayımladığım, aslı Türk Đnkılâp Tarihi Enstitüsü
Arşivi'nde bulunan bir belgenin transkripsiyonunu da yazımın sonuna ekliyorum.
«Çal Hey'et-i Milliye Riyasetine,
Elyevm cephede bulunan mücahidinin yekûnunu köylülerle kasabalıların fakir sınıfına mensup halk
teşkil etmektedir.
Zengin eşraf evlâtlarından ferd-ı vahit bulunmadığı gibi, mutavassıt tabakaya mensup ahaliden de pek
az kimse mevcuttur. Đşbu efrat, Hükûmet-i Osmanînin bidayet-i teşkilinden beri, bilhassa Balkan ve beş
senelik Dünya Harbinde olduğu gibi Millî Harpte de müdafaa-i vatan hukukunun münhasıran zayıf
omuzlarına yükletilerek diğer halkın türlü türlü bahanelerle gerilerde mazhar-ı himaye olduklarını ve
menafı-i şahsiyetlerini teminden başka bir düşünceleri olmadığından bahisle pek muhik olarak şikâyette
bulunmaktadırlar.
Ezcümle derdest edilen firari efrat, işbu adaletsizlikten dolayı firar için kendilerinde bir hak gördüklerini
alenen söylemektedirler.
Bu halin devamı hoşnutsuzluğu tezyit ve binnetice mülk ve millet için vahim ve hiç de arzu
edilmeyecek vekayi-i müessifenin tahaddüsüne sebebiyet vereceği cihetle, her sahib-i vicdan
Müslümanın meseleyi lâyık olduğu ehemmiyetle nazar-ı dikkate alarak bir seneye karip bir zamandan
beri ihtiyar edilen bunca fedakârlığın netayic-i mes'udesini idrak edeceğimiz bir sırada menafi-i
vataniyeyi herşeyin fevkinde tutarak ibraz-ı fedakâri eyleyeceklerinden ümitvarım. Çünkü danayı
yüzdük, kuyruğuna geldik. En nazik olan tehlikeli saat ve günleri yaşıyoruz. En iyi siyaset ancak
kuvvetle olur. Bazan kulaklarımıza yürek parçalayıcı haberler geliyor. Silâhı olan her Müslümanın
hemen cepheye koşacağı bir devredeyiz. Geçirmekte olduğumuz mühim ve tarihî dakikaların bilhassa
şu
19
Mete Tuncay
günlerde ehemmiyeti takdir edilmeyerek fiiliyattan ziyade bilumum münakasat ve muhaberat ile zayi-i
evkat edilirse kıymettar topraklarımızın alçak düşmanın pây-i tecavüzü altında inlemesinden mütevellit
maddî ve manevî mes'uliyetin doğrudan doğruya hey'et-i milliyelere râci olacağını bir kere daha tekrar
ediyorum.
Vebal günah bizden gitsin. Allah rızası için, milletini sevenler bu ricalarımızı yapsınlar.
Cepheden firar edenleri tutup kıt'alarına iade etmek.
Kimin elinde silâh varsa cepheye göndermek (bu bapta cephe kumandanlığına malûmat verip, silâhı
hey'et-i milliyeye teslim etmek).
Eli silâh tutan ve silâhı olan cepheye gelmek.
Mücahidin reisleri hiçbir bahane ile firarileri (bilhassa efrad-ı nizamiyeyi) maiyetlerine kabul etmemek
ve has kızanlarından maada kimseleri derhal cepheye göndermek.
Hey'et-i milliyeler, zabit olsun nefer olsun, zengin evlâtlarını iltimas edip şehirlerde bırakmasınlar. Bu
günahtır. Yalnız fakirlere yükletmek, daha sonra ağır ziyanlara sebep olur. Hey'et-i milliyeler hiç
olmazsa mevcut müsellâh neferlerinin yarısını cepheye göndersinler.
Hüdanekerde bir defa cephe bozulursa şehirlerde saplanan bu kuvvetler kendi evlerini bile muhafaza
edemezler. Evde kalanlar eğer bu dediklerimiz yapılmazsa, günden güne cephe kuvveti azalıyor,
düşman da kuvvetleniyor. Elimizdeki mevzileri kaybedersek başka mevzileri hiç muhafaza edemeyiz.
Son pişmanlık fayda vermez. Biraz milleti ve memleketi de düşünelim. Sade şahsî hatır düşünmeyelim.
Şimdiye kadar edilen istirahat ve kazanılan menafıi şahsiye kâfi görülsün.
Hülâsa: memleketin menabi-i varidatından azami istifade temin eden agniya başlarında olmak üzere
bilumum mü-nevverân ve sanatkârânın bilâ (?) müddet-i kalile için hüsn-ü menfaatinden tecritle güzel
Aydın'ımızm zümrüt sahalarını çorak bir çöl haline ifrağ için musallat olmuş olan Yunan çekirge
sürülerinin imhası ameliyesine iştirak ile her an intizar eylediğimiz yevm-i mes'ud-u istihlâsta mücahidîn
saflarında isbat-ı vücut eylemelerini bilhassa rica ederim.
Aydın ve Havalisi Cephe Kumandanı Mehmet Efe»
120
B. Tek Parti Dönemi ve Kemalizm
Tek Parti Döneminde Basın*
1925 Takrir-i Sükûn'undan 1945 Tan Olayı'na"
Bu dönemde basın özgürlüğünün olmadığını söylemek yetmez. Osmanlı Mutlakiyetinde de, basın
hükümetin istemediklerini yazamazdı. T. C.'nin Tek-Partili zamanında ise, basın, hükümetin istediklerini
yazardı.
Cumhuriyetin ilân edildiği ilk günlerde, gazetelerde, hükümetin muhalif Đstanbul basınına karşı şiddetle
harekete geçeceği yolunda haberler çıkıyordu. Basın-Yayın Genel Müdürlüğü (o zamanki adıyla,
Matbuat ve Đstihbarat Müdiriyet-i Umumîsi) bunları kesin bir dille yalanlamış, fakat kendisi de eskiden
gazete (Mustafa Suphi'yle birlikte Đfham'ı) çıkaran Đçişleri Bakanı Ferit (Tek), bu bildiriyle hükümetin
bağlanmasını istemeyerek, genel müdür Zekeriya (Sertel) Bey'in işine son vermiştir. Nitekim, bir ay
sonra, Đstanbul basınını yola getirmek için, Cumhuriyetin ilk Đstiklâl Mahkemesi kurulmuştur.
Ağa Han ıle Emir Ali adlı iki Hint Müslüman önderinin başbakan Đsmet Paşa'ya, halifeliğin korunması
için yazdıkları mektubun bazı gazetelerde yayımlanması üzerine, Đstiklâl Mahkemesi Tanın başyazarı
Hüseyin Cahit, Đkdam başyazarı Ahmet Cevdet ve Tevhid-i Efkâr başyazarı Velid Ebüziyya beyleri
yargılamıştır. Bu dava beraatle so-
" Tarih ve Toplum, Cilt 7, sayı 37 (Ocak 1987), s. 48-49.
Bu konuda genel olarak bknz. Mete Tuncay, T. C. 'nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931)
ve Cemil Koçak, Türkiye 'de Millî ŞefDö-nemi (1938-1945) (Ankara: Yurt Yay., 1981 ve 1986). [Daha
sonra, bu yapıtlardan ilkinin Tarih Vakfı, ikincisinin ise Đletişim Yayınlan arasında yeni basımları yapıldı.]
Mete Tuncay
nuçlanmış olmakla birlikte, o zamanki Baro Reisi LütfĐ Fikri Bey, Tanin'âe, basılan "Halife Hazretleri'ne
Açık Arîza"sından dolayı, aynı mahkemece 5 yıl küreğe mahkûm edilmiştir.
T.C.'nin Tek-Parti dönemi, 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu'yla başlar. Doğudaki Şeyh Sait
Ayaklanması vesilesiyle çıkartı-lan bu yasa, hükümete gazete kapatma yetkisi de verilmişti. Kısa süre-
de, şu süreli yayın organları yasaklanmıştır.
Tevhid-i Efkâr, Đstiklâl, Son Telgraf, Aydınlık, Orak Çekiç, Se-bilürreşat, Tanin, Vatan, Yoldaş (Bursa),
Presse de Soir, Resimli (Ay), Hafta, Millet, Sada-yı Hak (Đzmir), Doğru Öz (Mersin), Kahkaha. Đstikbâl
(Trabzon), Tok Söz, Sayha (Adana)...
Ayrıca, birçok gazeteci tutuklanarak Şark istiklâl Mahkemesi'nce yargılanmışlardır. Vatan gazetesi
açısından, bu olay sonradan şöyle anlatılmıştır.
Terakkiperver Fırka hükümetçe kapatıldığı zaman, gazetenin bunu tasvip eder bir makale yazması
istenmiştir. Bu kanunsuz ve zararlı hareketi, demokrasiye vurulan bu darbeyi gazete tasvibe razı
olmayınca, Ankara, Şark Đstiklâl Mahkemesi 'ne karşı gazeteyi korumaktan vazgeçmiş ve 1925 Ağustos
iptidasında Vatan kapatılmış ve Ahmet Emin Yalman ile Ahmet Şükrü Esmer 'tenkitlerle hükümetin
nüfuzunu kırmak ve netice olarak Şark Đsyanı 'na meydan vermek' gibi garip bir isnat/a Elâziz Đstiklâl
Mahkemesi'ne sevkedilmiştir. Mahuf [korkutucu] bir hava içinde cereyan eden mahkeme, 'yeni delil
zuhurunda tekrar muhakeme edilmek üzere adem-i mesuliyet' kararıyla neticelenmiş, fakat bu
münasebetle kapatılan gazetenin tekrar neşrine 15yıl müddet imkân verilmemiştir. (1923'teki Đlk
Kurtuluş ve Uzun Tatili Takip Eden Vatan'ın Son On Yıllık Faaliyetlerinin Hikâyesi- 19 Ağustos 1950
tarihli gazete eki.)
Gazetecilerin Şark Đstiklâl Mahkemesi'nde yargılanmalarının öyküsü, Tarih ve Toplum'\m Yakın
Tarihimiz'den Portreler dizisinde çıkan bir yazıda anlatılmıştı: Taha Toros, "Yaman Bir Muhalif:
Abdülkadir Kemalî [Öğütçü]", Sayı 20, Ağustos 1985, s. 19-21. Ayrıca bkz. yine aynı diziden: Rasih
Nuri Đleri. "Suphi Nuri Đleri", Sayı 22, Ekim 1985, özellikle s. 16'dafd fotoğraf
!22
Eleştirel Tarih yazılan
Basının üstündeki sıkı denetim, 1925-1945 arasındaki yirmi yıl boyunca, iki olay dolayısıyla biraz
gevşetilmiştir. Bunlardan biri, 1930'dakı Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyi; ötekiyse, 1939-1945 Đkinci
Dünya Savaşı'dır.
SCF'nın kendisinin bir yayın organı yoktu. Fakat çıkmakta olan gazetelerden Yarın ve Son Posta
(Đstanbul) ile Halkın Sesi (Đzmir), havanın yumuşamasından yararlanarak, bu partiyi desteklemekle bir
ölçüde e-leştirici bir tutum takınabilmişlerdir. Basındaki rahatlama, SCF'nın üç buçuk aylık Ömründen
sonra çok sürmemiş; ancak daha birkaç yıl boyunca, resmî çizginin dışında bazı dergi ve kitaplar
yayımlanabilmiştir.
Đkinci Dünya Savaşı sırasında, bazı gazetelerin hükümetin dış politika çizgisinin sağında ve solunda
yayın yapmalarına göz yumulması ise, savaşı Müttefiklerin mi yoksa Mihver devletlerinin kazanacağının
bilinmemesindendi. Fakat bu görece "serbesf'ligı abartmamak gerekir. (Bknz. Cemil Koçak, "Đkinci
Dünya Savaşı ve Türk Basını," Tarih ve Toplum Sayı 35, Kasım 1985, s. 29-31). Zaten, savaşın sonu
da, hükümetin sol basına karşı düzenlediği dramatik bir hareketle noktalanmıştır. (Bknz. Alpay
Kabaca!!, "40. Yıldönümünde Tan Olayı", Tarih ve Toplum, Sayı 24, Aralık 1985, s. 22-26)
Basının Tek-Parti döneminde serencamını izlemenin kolay bir yolu, devrin belli başlı on gazetecisini
seçip, bunların yaşam öykülerine bir göz atmak olabilir. Bu gazetecileri şöyle bir sınıflamaya zor-
layabiliriz:
Muhalifler
Köktenciler
Arif Oruç (1895-1950) Kurtuluş Savaşı yıllarında önce Eskişehir'de Çerkez Ethem'in, sonra da Ankara'da
Resmî TKF'mn organı olan Yeni Dünya, 1923'te Tanil'de Yeni Turan gazetelerini çıkarmıştır. 1929
sonlarında Đstanbul'da Yarın \ yayınlamaya başlamış, 1931 'de bu gazete kapatılınca ertesi yıl basın
özgürlüğü hakkında Vatandaşın Birinci Hürriyeti diye bir risale yazmıştır. Sonra Bulgaristan'a sığınmış,
orada Yarın adıyla (ve Arap harfleriyle) muhalif neşriyatını sür-
123
Mele Tuncay
dürmüştür. Daha ileriki yıllarda yurda dönmüş ve 1949'da Müstakil Sosyalist Parti'yi kurmuştur.
Mehmet Zekeriya (Sertel 1890-1980) 1924te yayınlanmaya başladığı Resimli Ay dergisinde çıkan,
Cevat Şahr'in (Halikarnas Balıkçısı) bir yazısından ötürü Ankara Đstiklâl Mahkemesı'nce üç yıllığına
Sinop'a sürülmüştür. 1931'de Son Posta'yı çıkarırken, özel şeker şirketlerinin vurgunlarını eleştiren bir
yazı nedeniyle üç yıl hapse atılmış, yarısını yatıp genel afla çıkmıştır. 1936'da Ahmet Emin ve Halil Lütfi
(Dördüncü) ile Tan gazetesini yönetmeye başlamıştır. Đkinci Dünya Savaşı yıllarında birçok kereler
gazetesi kapatılmış, kendisi de tutuklanmıştır.
Tutucular
Velid Ebuziyya (1844-1945) Takrir-i Sükûn döneminde Tevhid-i Efkâr kapatılınca, bu dinci yazar
gazeteciliği bırakmış, ancak Atatürk'ün ölümünden sonra, yaşamının son yıllarında Zaman adlı bir
gazete çıkarmıştır.
Abdülkadir Kemali (Öğütçü 1888-1949) TBMM I. dönem Kastamonu milletvekili, Đstiklâl Mahkemesi
Başkanı, II. Grup üyesi. Cumhuriyetin başlarında Adana'da Tok Söz gazetesini çıkarmış; Şark ve
Ankara Đstiklâl Mahkemeleri'nde yargılanmış, beraat etmiştir. 1930'da kurduğu Ahali Cumhuriyet Fırkası
bakanlar kurulunca kapatılmış, kendisi de yurtdışına kaçmıştır. Atatürk'ün ölümünden sonra Türkiye'ye
dönmüş, avukatlık yapmış ve bir ara Bergama Ağır Ceza Mahkemesi Reisliğinde bulunmuştur.
Ortacılar
Ahmet Emin (Yalman 1888-1972) 1923'te yayımlamaya başladığı Vatan gazetesinin kapatılmasından
sonra, gazetecilik yapması yasaklanmıştır. On yıl sonra, Atatürk tarafından affedilmiş ve 1936'da
haftalık Kaynak dergisini çıkarmıştır. Aynı yıl, Zekeriya Sertel ve Halil Lütfi ile Tan gazetesini
yönetmeye başlamış, ama 1937'de bu ortaklıktan ayrılmıştır. 1940'ta Vatan'\ yeniden yayımlamıştır.
1950'lerin sonunda hapse mahkûm olmuştur.
124
Eleştirel Tarih Yazılan
Hüseyin Cahit (Yalçın 1874-1957) Đttihatçı, Tanın başyazarı. 1925'te Ankara Đstiklâl Mahkemesi'nce
Çorum'a süresiz olarak sürülmüş, sonradan affedilmiş, 1930'larda Fikir Hareketleri dergisini
çıkarmıştır. Atatürk'ün ölümünün ardından, 4 Ocak 1939'da bir ara seçimle (V. dönem sonu) Đstanbul
milletvekili olmuş, VI.-V1II. Dönemlerde de aynı ilden, II. Dönemdeyse (1950) Kars'tan milletvekili
seçilmiştir. 1943-1947 yıllaRI arasında Tanin'i yeniden çıkarmış, 1948'den itibaren Ulus başyazarlığını
yapmıştır. 1950'lerde DP hükümetini eleştiren bir yazısı nedeniyle hapse mahkum olmuş, fakat hastalık
ve yaşlılığı nedenleriyle cumhurbaşkanı Celâl Bayar tarafından bağışlanmıştır.
Đktidar Yanlıları
Yunus Nadi (Abalıoğlu 1879-1945): Cumhuriyetim sahip ve başyazaRIdır. TBMM I. dönem Đzmir, 11.
dönem Menteşe, III.-IV. Dönemler (1943'e kadar) Muğla milletvekili.
Necmettin Sadık (Sadak 1890-1953): Akşamım başyazaRIdır. TBMM ĐTI.-Vin. Dönemler Sivas
milletvekili. (1927-1950)
FalihRıfKI (Alay) (1893-1971): Hakimiyet-iMilliye/Ulus'un başyazaRIdır. TBMM 11. IV. Dönemler Bolu,
V.-Vlil. Dönemler Ankara milletvekili.
Hakkı TaRIk (Us 1889-1956) Kurun/Vakit'in sahip ve başyazaRIdır. TBMM II.-V. dönemler Giresun
milletvekili. Matbuat Cemiyet Reisi. Kendisinden daha uzun süre (II. ve IV. Dönemler Artvin, V.-VIII.
Dönemler Çoruh) milletvekilliği yapan kardeşi Asım Us (1884-1956) anılarıyla Tek-Parti kulisine ışık
tutmaktadır.
DuyduklaRIm-DUygularım-Mesrutiyet-Cumhuriyet Devirlerine Ait Hatıralar ve Tetkikler (Đstanbul: Vakit
M., 1964) ve 1930-1950 Atatürk, Đnönü, Đkinci Dünya Harbi ve Demokrasi Rejimine Giriş Devri
Hatıraları (Đstanbul: Vakit M., 1966).
Şurasını da belirtmek gerekir ki, bu gazetecilerin -hatta muhalif olanların- birbirleri hakkında
söyledikleri, acaba bu gibi insanlara anlatım özgürlüğü tanınması doğru muydu diye düşündürecek
nite-
125
Mele Tuncay
Liktedir. Yunus Nadi ile Arif Oruç'un yıllarca küfürleşmeleri çok ünlüdür. Daha nezih birkaç eleştirMe-
yerme örneği verelim:
-ZekeRĐya Sertel'in anılarından bir bölüm (Hatırladıklarım 1905-/P5f? [Đstanbul, 1968], s. 116-17)
"Cumhuriyetin ĐLanı sıralarında Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit YalçIN bile, o vakit Mustafâ Kemal'e
karşı gelmiş olmak için, halifelik lehinde yazılar yazmıştı... Hüseyin Cahit eski Đttihatçıydı. Bütün
Đttihatçılar gibi, Mustafa Kemal'in büyük başarısını çekemiyordu. Onu halKIn gözünde küçük düşürmek
için Ankara'ya durmadan hücum ediyordu. En büyük iddiası, Mustafa Kemal'in Ankara'da bir askerî
diktatörlük kurması ihtimali idi. Öteki gazeteciler, Velit Ebuziyya ve Hüseyin Cahit gibi açıktan açığa
hilafet taraflısı görünmemeye çalışıyorlardı. Fakat Ankara'ya karşı cephe almışlardı. Hiç kimse
cumhuriyeti savunmuyordu... Ahmet Emin Yalman Vatan gazetesinde ĐmâLı yazılarla Mustafa Kemal'in
diktatörlük kurmak istediğini anlatmaya çalışıyordu."
-Bunlar da Ahmet Emın'in anılarından (Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, cilt 2 [Đstanbul,
1970], s. 143).
"Cumhuriyet'le olan münakaşa, Nadi Bey'in Üniversıte'de vazife gören Alman ProFesörleRĐ'nin
kovulmasına dair yazdığı şiddetli yazı yüzünden kopmuştu... Nazik bir cevap verdim, profesörleri
savundum. Yunus Nadi sert ve haşin cevaplar verdi. Münakaşa kızıştı, Türk basın tarihinde görülen en
sert münakaşalardan bir şeklini aldı..."
Malta sürgünlüğünden sonra, "Cahit Bey son derecede menfi bir adam oldu ve kendi kendini lüzumsuz
derecede küçülttü." [Cilt 3, s. 230]
[Zekeriya Sertel (ve Halil Lütfi) hakkında: Cilt 3, s. 241-42] 'Arkadaşların kalleşliği... kahbelik...]
126
Atatürk'e Nasıl Bakmak
Ankara'da, Gençlik Parkı'nin Opera yanındaki girişinde, ışıklı bir Atatürk portresinin altında şöyle yazılı:
"Atatürkçülük; Atatürk'ün yolunda ondan daha ileri gitmektir."
Bazı kimseler bu sözün kendisini fazla "ileriye gitmek" saya-dursunlar, Atatürk'ün anısını saygıyla
korumak istiyorsak, yapabileceğimiz tek şey budur. O da, "yolUnu, "izlediği yöntem" diye değil
"gösterdiği hedef diye anlamak koşuluyla! Gerçekten, Atatürkçülüğün özü, "çağdaş uygarlık düzeyine
erişme" hedefinde bulunmak gerekir. Yoksa, halka rağmen, biçimsel Batılı değerleri topluma
benimsetme çabalarının -bir aydın azınlığı dışında- başarılı olamadığı besbelli değil mi?
Tek-parti yönetimini, milletvekillerinin bir tek-seçici tarafından atanmasını, iki-dereceli (ilk
derecesinde çok düşük katılmalı), açık oyLamalı, gizli saymalı seçimler, göstermelik kurumları, eğitim
ve kültürün propaganda aracı kılınmasını, tarihte ve dilde girişilen Turancı sözde-fetihleri, basında
sansürü aşan, hiç yazdırmamaları ya da yalnız dilediğini yazdırmaları ve Atatürk döneminin daha birçok
ÖzellikleriNĐ bugün için savunma olanağı var mıdır?
Her kuşak tarihi yeniden yazmak, yani tarihle -o günün koşullarını göz önünde tutarak, ama- kendi
benimsediği değerler açısından hesaplaşmak zorundadır.
Bizse, yakın tarihimize birtakım tabular koymuşuz, bunu yapmıyoruz. Sonuç, Atatürkçülüğün ilkel bir
din görünümüne bürÜnmesi oluyor. Atatürk'ün resimleri, (evlerimizde de var ya) devlet dairelerinin,
hatta özel işletmelerin bütün odalarında asılı; heykelleri meydanlarımızı süslüyor; büstleri okul
bahçelerinde, köy alanlarında. Ölümünün yıldönümlerinde dokuzu beş geçe saygı duruşuna kalbyoruz.
Her ulusal bayramda onu yücelten söylevler çekiyor, yazılar yazıyoruz; şimdiye dek söylenmemiş
Toplum ve Bilim, sayı 4 {Kış 1978), s. 86-92.
!27
Mele Tuncay
bir övgü cümlesi bulmak için kafamızı zorluyor, birbirimizle yaRIşıyoruz. Ama askerler, kurumsallaşan
törenlerinde hepimizi geçiyor: Kara Harp Okulu'nda yoklama yapılırken, onun okul numarasını okuyup,
"Đçimizde" diye bağırıyor, şehirlerimizin kurtuluş bayramlarında büstünü kucaklayıp koşturuyorlar.
Bütün bu gösterilerde, itiraf etmek gerekir ki, çoğucası boş laf etmekteyiz. Dinsel nedenlerle Atatürk'e
düşman olanların -sağlığında da, kırk yıl sonra da- sayıları çok olmasa da varlığı, toplumsal bir gerçek.
Galiba, onların eline oynamak, ekmeklerine yağ sürmek korkusuyla, Atatürk'e dürüst olamıyoruz. Đki-
yüzlülük ediyoruz: Kapalı kapılar ardında, diktatörlüğünden özel yaşamına vaRInCaya dek bire bin
katarak onu çekiştiriyor, sonra kürsülere çıkıp aramızdan erken ayrılışına timsah gözyaşları döküyoruz.
Đçtenlikten ve içerikten yoksun övgü edebiyatı, çoğu gençlerde, bizden edindikleri dudak alışkanlığını
sürdürseler bile. Atatürk'e karşı bir ilgisizlik, giderek onu umursamazlık yarattı. Bunun başlıca
sorumlusu, doğru ve inandırıcı olamayan ölçü-süzlüğümüzdür.
Atatürk'ün kazandığı askeri zaferleri ve toplum yaşayışında gerçekleştirdiği düzeltimleri, "insanlık
tarihinde eşi menendi görülmemiş" gibilerinden yüceltmeye1 daha ilkokul sıralarından koşullanan
çocuklar, biraz büyüyüp de çevrelerinde olup bitenlere akıllaRI ermeye başlayınca, bilincine tam
varmasalar bile,

Kurtuluş Savaşımızın -siyasal önemi bir yana- çapı (tarafların kuvveleri, ateş güçleri, kayıpları vb. gibi
açılardan), Đkinci Dünya Savaşı, hatta -Osmanlı ordularının da katıldığı- Birinci Dünya Savaşı ölçüleriyle
karşılaştırılınca, pek abartılmaya elverişli değildir. Cumhuriyetin toplumsal dü-zeltimlerine gelince,
bunları III. Selim ve II. Mahmud zamanlarında başlayıp günümüzde de süregelen bir zincirin orta
halkaları diye görmek gerekir. Bu bakımdan, Cumhuriyet, özellikle Đttihat ve Terakki döneminin
doğrudan bir devamı gibidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı Đmpara-torluğu'nun içinden çıktığını
reddederek, ondan tümüyle ayrı, yepyeni bir devlet olduğunu ileRĐ sürenler ise, bu gerçekçi görüşü,
nerede-var bir "küfür" sayarlar.
128
Eleştirel Tarih Yazıları
din-bilimdekine benzeyen bir paradoksa düşüyorlar. Hani, eski Yunan'dan gelen Tanrı hakkında bir
açmaz vardır. Tanrı, ya o kadar güçlü ya da o kadar iyi olmasa gerek; hem o kadar güçlü hem o kadar
iyiyse, dünyadaki kötülükler nasıl olabiliyor? Onun gibi, Atatürk'e yakıştırdığımız tüm-erklilik ve sonsuz
iyicillik karşısında, toplumumuzda bugüne dek süregelen kötülükleri nasıl açıklayabiliriz ki? Yoksa,
Atatürk'ün zamanında işler çok iyiydi de, Đnönü'nün, Bayar'ın, Gürsel'in, Sunay'ın, Korutürk'ün
cumhurbaşkanlıkları zamanında mı bozuldu? Siyasal tutumlarına göre, bu soruya derece derece "evet"
diyecekler çoktur. Ama, bütün o "evet"ler de derece derece yanlıştır.
Đlkin, Đnönü'yü ele alalım, Gerçekten, AtaTürk'ün diktatör olduğunu kabul etseler bile, onu Aydınlanma
Çağı geleneğinde bir "Hayırhah Despot" sayıp, Đnönü'yle birlikte kötü bir dikta yönetimi altına
girdiğimize inananlar, biliyoruz ki eksik değildir. Bu inancı besleyenler, tipik bir örnek olarak, Değişmez
Millî Şefliğin Đnönü ile başladığını ileri sürerler. Oysa, biraz yakından bakılınca, bu yaygın sanının doğru
olmadığı kolayca görülebilir. Gerçi, Atatürk'ün ölümünden bir buçuk ay sonra toplanan CHP Üsnomal
(Olağanüstü) Büyük Kurultayında (ancak çok-partili yaşayışa geçilince kaldırılan) bir "değişmez genel
başkanlık" ihdas edilmiştir. Fakat, Partinin daha 1927 Kongresinde kabul edilen Nizamnamesinin
başındaki "Umumî Esaslar"ın 6. maddesi, "CHF'nın umumî reisi, fırkanın banisi olan Gazi Mustafa
Kemal Hazretleridir" diyor; 7. madde de, bir önceki madde dahĐL, "işbu umumî esaslar"IN "hiçbir
veçhile tebdil edilemezliğini öngörüyordu.2
;
Bu tüzüğü, partinin 1923 tarihli ilk tüzüğüyle karşılaştırırsak, dört yılda demokrasiden ne kadar
uzaklaşıldığını görebiliriz.
Aktardığım maddede, Atatürk'ün "Gazi Mustafa Kemal Hazretleri" diye anılması ve kendisine "PaŞa"
denilmemesi, herhalde, bu Kongreden dört ay önce askerlikten ayrılmış olması nedeniyledir.
Geçenlerde, Büyük Nutkun 50. Yıldönümü dolayısıyla, Cumhuriyet gazetesinin verdiği Özel Ek'te
"Bitmeyen Söylev" başlıklı bir makalesi yayımlanan Sayın Bülent Ecevit (aynı makaLe, Özgür Đnsan
dergisinin 49.
129
Mete Tuncay
(Kasım) sayısında da basıldı), bu yazısını şöyle bitiriyordu: "Atatürk, Kurtuluş Savaşını askerî alanda
sonuçlandıracak hedefe 'son hedef dememiş, "ilk hedef demiştir: O, ilk hedefe ulaştıktan sonra da,
meydan savaşlarında kazandığı asker üniformasını çıkararak bir yeni devlet kurucusunun giysilerini
giyinmiş, ödevlerini üstlenmiştir." (Sayın Ecevit'in, Atatürk'ün bu güzel davranışına karşıt olarak
değindiği, o sıralar başka ülkelerde devletin başına geçer geçmez mareşal üniforması giyen sivil serü-
vencilerin kimler olabileceğini düşündüm. Hitler, bildiğim kadarıyla, rütbesiz bir asker elbisesi giyerdi;
Mussolini'nın pek süslü bir üniforması vardı, ama o galiba faşist milis (Milizia Volontaria Fascisıa per la
Sicu-rezza Nazionale) komutanı giysisiydi; Stalin açıktan mareşal olmuştu, fakat devletin başına geçer
geçmez değil, yirmi yıl kadar sonra -Đkinci Dünya Savaşı içinde; tarihi Atatürk'ten biraz geç ama, Sayın
Ecevit gerillacılıktan mareşalliğe yükselen Yugoslavya Devlet Başkanı Josip Broz Tito'yu kastetmiş
olmalı.)
Atatürk, orduları Akdeniz'e vardıktan sonra, ama 4 yıl 10 ay sonra, askerlikten ayrılmıştır. 1927 Haziran
ayı sonuna kadar, Cumhurbaşkanımız da, Başbakanımız da, Meclis Başkanımız da (ayrıca, birtakım
milletvekilleri, valiler, sefirler vb.) asker idiler (bazıları daha ileriki yıllara kadar da asker kaldılar). Bunu
yedeklik sanmamalı. Örneğin, Sayın Ecevit'in CHP genel başkanlığındaki merhum selefi Đsmet Đnönü,
başbakanken 30 Ağustos 1926'da 1. Ferikliğe (Orgeneralliğe) yükselmişti.
Bilindiği gibi, Erzurum Kongresi sırasındaki ilk istifasına (8 Temmuz 1919) kadar, Mustafa Kemal Paşa
Osmanlı ordusunda Mirliva idi. 5 Ağustos 192!'de Başkumandanlık Kanunu ĐSe TBMM Hükümeti Ordu-
ları'nın başına geçerek askerliğe dönmüş oldu. Sakarya zaferinden sonra, 19 Eylül 1921 'de yine bir
yasayla Gazi unvanını ve Müşir rütbesini aldı. "Gazi", Osmanlı tarihi geleneği içinde, Gaza'ya, yani
kutsal savaşa katılmış padişahlara verilen bir sıfattı; ancak savaştan zaferle donen başkumandanlara
da "Gazi'" unvanı verilirdi: son zamanlardaki Ahmet Muhtar ve Osman Paşa'lar gibi. Ama, 20. yüzyılın
başlarında bizde "Gazi" denilince, akla en çok -Yunan Harbi'nden ötürü- Sultan 11. Abdülhamit gelirdi.
Atatürk, özel bir yasayla bu soyadını alıncaya değin, Cumhuriyetin tek "gazi"si olarak, "Gazi M. Kemal"
diye imza attı. Hz. Muhammed'in adlarından biri olan (Arapça "Seçkin" anlamındaki) "Mustafa",
Atatürk'ün ilk adıydı. Söylenildiğine göre (yine Arapça "Yetkin" anlamına gelen) "Kemâl" ikinci adını,
askeri okuldayken ona bir öğretmeni takmıştı. Soyadını aldıktan sonra, Atatürk "Mustafa"yı bıraktı,
"Kemal"i ilk adı olarak
130
Eleştirel Tarik Yazıları
Şu da var ki, Đnönü'nün, Atatürk döneminin -sonundaki kısa bir dönem dışında- sürekli Cumhuriyet
Hükümeti Başbakanı olarak, onun bütün sevap ve sorumluluklarına ortak olduğunu; cok-partili
yaşayışa geçilinceye dek, kendi cumhurbaşkanlığı yıllarının da, bizi derinlemesine etkileyen bir dünya
savaşına denk düştüğünü unutmamalıyız. Atatürk'ün zamanında iyi giden işlerin, Đnönü'nün zamanında
ve sonraki dönemlerde bozulduğu inancını daha çok tartışmak istemiyorum.
Şimdi de, az çok bilinen şeyler olmakla birlikte, Atatürk'ün -değindiğim tabular nedeniyle- yeterince
üstünde durulmayan bazı özelliklerini belirtmeye ve yorumlamaya çalışacağım.
Atatürk bir siyaset adamıydı; ama siyaseti kendi başına ve kendi içinde bir değer sayan, çağdaş
anlamıyla çoğulcu demokrasiden yana bir siyasetçi değildi. Birtakım amaçları gerçekleştirme uğruna,
siyaseti bir kenara itiliverilebilecek bir araç sayma eğilimindeydi. Onun, gerçekten kuvvetli olduğu
nokta, başlangıçta, ülkenin sahiplerini (birincil olarak şeyhleri, ağaları, beyleri; ikincil olarak da Đttihat
ve Terakki ileri gelenlerini ve ordu subaylarını) iyi tanıması ve dinci - milliyetçi bir anlayışı alabildiğine
vurgulayarak onlardan yararlanmayı bilmesiydi. Atatürk, Cumhuriyet döneminde Ordu, Parti ve
Bürokrasi (mülkî idare) üçlüsü üstünde kurduğu denetimle, ülkenin birincil sahiplerinden, ilk bağlaşma
kurduğu din adamları takımına karşt savaş açmış ve (Sünni) Kürtlerin başkaldırmalarını ezmiş, fakat
büyük toprak sahiplerinin ve tüccarların ekonomik egemenlikleri yle uğ-
kullandı. Daha sonra Dil Devrimi'nde bunu da değiştirdi. Anadolu Ajansı'nın 4 Şubat 1935 tarihli bir
bülteninde şu açıklama vardır:
"Đstihbaratımıza nazaran, Atatürk'ün taşıdığı Kamâl adı Arapça bir kelime olmadığı gibi Arapça Kemâl
kelimesinin delâlet ettiği mânâda da değildir. Atatürk'ün muhafaza edilen özadı, Türkçe "ordu ve kale"
manasına olan ■'Kamâl"dir. -â- üstündeki tahfif işareti -l-i yumuşattığı için, telâffuz hemen hemen
Arapça "Kemâl'" telâffuzuna yaklaşır."
Güneş-dil teorisiyle belki yine "Kemal"e dönüştürülmüştür; ama onu sap-tayamadım.
131
Mae Tuncay
raşmamıştır. Daha doğrusu, gücü yetseydi, herhalde büyük toprak sahiplerinin etkisini kırmak isterdi;
ama tam tersine, tüccarların (ve o zamanlar sayıları çok olmayan sanayicilerin) daha da
kuvvetlenmelerini amaçlamıştır. Devlet desteğiyle, bunlardan bir burjuvazi yaratılması, Atatürk'ün
gözünde çağdaşlaşmanın en doğru yoluydu.
Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı yıllarında vurguladığı dinci-milliyetçi anlayışın ilginç bir örneği (ki, "milliyet"
Đslâm Milliyeti anlamına da geldiği, "kavmiyet" demek olmadığı için, bu iki ideolojik öğe arasında
herhangi bir çatışma yoktu), Ankara'ya geldiğinin ertesi günü yerel eşrafa, medenî geçinen batılıları
"din-i Đslâmı suret-i resmiyede tanımayan, Đslâmları Pazar gününü yevm-ı tatil ve mübarek suretinde
tanımağa icbar eden ve Đslamların yevm-i mahsusu olan Cuma gününü resmen tanımayan milletler"
oldukları için çekiştirmesidir (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt II, s. 9 Tarih 28.XII.1920 değil, 1919
olacak!). O Atatürk ki, daha sonraki yıllarda, uygarlık ve laiklik adına, anayasadan "devletin dini"
kaydını kaldırtacak ve hafta tatilini Cuma'dan Pazar'a aldırtacaktır.
Atatürk'ün 1789 Fransız Devrimi ilkelerinden genel çizgileriyle haberdar olduğu besbellidir; ama bu
Devrimi hazırladıkları söylenilen düşünürleri doğru olarak tanımadığı şu örnekten anlaşılabilir: 1921
Aralık ayının başında, TBMM'nce Đcra Vekilleri Hey'etinin Vazife ve Salâhiyetlerine dair kanun teklifi
görüşülürken, Mersin Meb'usu Salâhattin Bey ve arkadaşlarının tefrik-i kuvva (yanı, şimdiki
anayasamızda olduğu gibi, kuvvetler ayrılığı) istemelerine karşılık, Mustafa Kemal Paşa tevhid-i kuvva
(yani, kuvvetler birliği) ilkesini savunurken şöyle demektedir:
"Efendiler! Bu nazariyat-ı meşrutiyeti bulan en büyük filozofların bu nazariyatı kurmak için çalıştıkları
esasları tetebbu ettim. Bunlara nüfuz ettim. Benim gördüğüm şudur; düşünmüşler ve nasıl yapalım da
bu kııvve-i müstebide o irade-i içtimaiye ve müliyenin dûnunda kalabilsin. Yahut sıfıra müncer olabilsin
diyorlar. Ve buna muvaffak olamamak yüzünden büyük ve derin bir ızdırap duyuyorlar. J. J.
Rousseau'yu baştan
132
Eleştirel Tarih Yazıları
nihayete kadar okuyunuz. Ben bunu okuduğum vakit, hakikat olduğuna kail olduğum, bu kitap
sahibinde iki esas gördüm. Birisi bu ızdırap, diğeri de cinnettir. Merak ettim. Ahval-i hususiyesini tetkik
ettim, anladım ki: hakikaten bu adam mecnun idi. Ve hal-i cinnette bu eserini yazmıştır. Binaenaleyh;
çok ve çok istinat ettiğimiz bu nazariye böyle bir dimağın mahsulüdür." (Ibid., cilt I, s. 216)
Oysa bugün her Anayasa Hukuku öğrencisinin bilmesi istenildiği üzere, Atatürk'ün kendi savunduğu
kuvvetler birliği Rousseau'dan gelmektedir, muhaliflerinin dayandıkları kuvvetler ayrımı fikri
Montesquieu 'nündür.
Atatürk'ün halkçılıktan, geniş katılmalı bir demokrasiyi değil, yalnız antı-monarşizmı, statü
ayrıcalıklarına düşmanlığı anladığı açıktır. Muhalefetten hiçbir zaman hoşlanmamış, muhaliflerin
varlığına katlanmak zorunda kaldığı zamanlarda da, onlara âdeta askerî bir taktik uygulamıştır.
TBMM'nin birinci ve ikinci dönemlerinin başlarında, 1920 güzünde "sol muhalefete, 1923-24'te de "sağ"
muhalefete karşı, önce bölmek ve bir bölümünü ele geçirmek, daha sonra öteki bölümünü aşırılığa
iterek, en sonunda büsbütün yasaklatmak yöntemini izlemiştir.
Kendisi, giriştiği devrimci hareketler sırasında, bazı arkadaşlarının nefesleri kesilerek yarı yolda
kaldıklarını söyler; ama o hareketlerin bir nedeninin de, tam bu sonucu elde etmek olmasından
kuşkulanılabilir. (1930'daki üç aylık Serbest Cumhuriyet Fırkası oyunu sayılmazsa) 1925'in ilk yarısından
itibaren, Türkiye'de muhalefete ve dolayısıyla siyasete yaşama hakkı tanınmamıştır. Milletvekilleri onu
değil; o, milletvekillerini bir bir seçmiştir. Teslim etmek gerekir ki, ilk yıllarda Atatürk'e karşı çıkan sol
ve sağ muhalefet oldukça sığ bir düzeydeydi. Önemleri, geniş Ölçüde, bastırılmış olmalarından ileri
gelmektedir. Fakat, Atatürk onları kaldırdıktan sonra, halk kitleleriyle doğrudan bir ilişki kurmakta pek
başarılı olamamıştır.
Artık, Atatürk konusuna boş övgüsüz ve sövgüsüz yaklaşmayı öğrenmeliyiz. Bize ve ona böylesi
yaraşır. Atatürk'ü eleştirmek, bizim için bir anlamda kendimizi eleştirmek, özeleştıri-
133
Mete Tuncay
mizi yapmak demektir. Bundan yan çizmekse, Atatürk'ten ve dolayısıyla kendimizden yabancılaşmayı
göze almak olur.
Kendi vatanımız olduğu için, Türkiye'yi hep tek başına, biricik diye düşünüyoruz. Oysa, Birinci Dünya
Savaşı'ndan sonra dünyada kurulan yeni cumhuriyetlerin çoğu, demokratik cumhuriyetler değil,
başkanı kalıtsal olmayan diktatörlüklerdi; aşağı yukarı Đtalyan faşizmi prototipine benzeyen rejimlerle
yönetilmekteydi. Atatürk Türkiyesi, ülkede devlet gücüyle özel kapitalizmin gelişmesini sağlamaya
çalışması bakımından o rejimlerle bir nitelik ortaklığı gösterir. Fakat, onların çoğundan farklı olarak,
gerçekçi bir değerlendirmeyle, saldırgan bir emperyalist politika izleyecek kadar güçlü olmadığının
bilincindedir. Bu, azım-sanacak bir fark değildir; önemli ve mutlu bir farktır.
134
Atatürk'ün Yöntemi ve Yönetimi Üzerine
Sayın Berkes, Cumhuriyetin 26 Ocak- 2 Şubat 1979 günkü sayılarında yayımlanan uzun bir yazı
dizisinde, benim geçen yıl Toplum ve Bilim dergisinde (Sayı 4, Kış 1978) çıkan "Atatürk'e Nasıl
Bakmak" başlıklı kısa bir yazımı eleştirdi. Đlgisine teşekkür ederim,
önce, Berkes'in beni kafa karışıklığıyla, tarihsel olmayan soyut kavramlar kullanarak yanlış yorumlar
yapmakla suçlayışının "eda"sından hoşlanmayışımı belirtmek istiyorum. Eğer, bu alaycı/azarlayıcı
"eda"yı kullanmaya, benden bir hayli yaşlı olduğu için kendisinde hak görüyorsa, ona şunu hatırlatmam
gerekir ki, yaşlılık kendimizden gençlere (ya da -benim gibi- daha az "yaşlı" olanlara) karşı, bize bu tür
ayrıcalıklar vermez, belki daha anlayışlı ve hoşgörülü olma yolunda birtakım yükümlülükler getirir. Yok,
düşüncelerimi pek saçma bulduğu için böyle davranabileceğini sanıyorsa, o zaman çok daha dikkatli
olmalıydı.
Berkes'in eleştirilerini okuyanların büyük bir çoğunluğu, eleştirdiği yazıyı (benim yazımı)
okumamışlardır. Oysa, Berkes benden alıntı verdiği sözleri doğru aktarmıyor; bana dilediği görüşleri
maledip dilediğince eleştiriyor. Bu durum, "eda"sının uygunsuzluğunu bir kat arttırmaktadır.
Toplum ve Bilim'deki yazımda neler söylediğimi yinelemeyeceğim. (Merak eden okuyucular, derginin o
sayısını bulup okurlar, umarım. Son sayıda bana bir yanıt verildi; gelecek sayıda da benim karşı-
yanıtım yayımlanır belki.) Burada amacım, Berkes'in bana yönelttiği kimi eleştirilerin haksızlığını ve
yanlışlığını göstermek. Fakat, kendisinin yazı biçiminin tadına varabilenlerden olmadığımı itiraf etmek
zorundayım. Söylediklerini çoğu kez belirsiz buluyorum. Bana pek bulanık gelen görüşlerini
kavrayanlara gıpta ettiğimi saklayamayacağım. Ancak bir noktayı kesinlikle anladım ki, Berkes'in yakın
tarihimiz üstüne "nesnel" bir değerlendirme yapmasını olanaksız kılan, -deyim yerindeyse-
' Cumhuriyet, 16 Şubat 1979.
135
Mete Tuncay
bir kamburu vardır: Đnönü düşmanlığı. Oysa, tarihe bakarken aşklarımızı-nefretlerimizi işe
karıştırmamaya çalışmalıyız. Berkes ise. Ebedî Şefin övgücüsü, Millî Şefin yergicisi. Berkes'e göre,
benim "okuyanı yerinden zıplatacak tuhaflıkta" bîr iddiam varmış: Cumhuriyet döneminin, III. Selim, II.
Mahmut ile Đttihat ve Terakki döneminin devamı olduğunu ileri sürüyormuşum. Neden Mecit'i, Aziz'i,
Abdülhamıt'i atlamışım diye de benimle dalga geçmeye kalkıyor. Vahdettin'i de ekleseymişim. Oysa,
atlayan Berkes'ın kendisi. Benim cümlem şu: "Cumhuriyetin toplumsal düzeltimlerine [alafrangası:
sosyal reformlarına] gelince, bunları III. Selim ve II. Mahmud zamanlarında başlayıp günümüzde de
süregelen bir zincirin orta halkaları diye görmek gerekir." Hem, benim öyle "kambur"larım olmadığını
unutmasın. "O zavallı Abdülhamit'i atlamakta (anmakla ya da listeye katmakta, demek ister) ne
sakınca vardı?" diyor. Hiçbir sakınca yoktu! Ben düzeltim çizgisinin başlangıcına işaret etmiştim, yal-
nızca. Elbette, Cumhuriyet ve Đttihat ve Terakki dönemlerinden önce, II. Abdülhamıt devri, ordu
ıslahatı ve maarif ıslahatı gibi bazı bakımlardan bu zincirin çok önemli bir bölümünü oluşturur. Ulu
Hakancıların alkışlaması da, Meşrutiyet-Cumhuriyet devrimbazlarının yuhalaması da bu tarihsel gerçeği
söylemekten beni alıkoyamaz.
Türkiye Cumhuriyeti, elbette, Osmanlı Đmparatorluğu'nun içinden çıkmıştır ve Đttihat ve Terakki
döneminin doğrudan bir devamı gibidir. Atatürk ve arkadaşlarının Đttihat ve Terakki ideolojisinin kimi
noktalarına karşı olması, bu bakımdan ne değiştirir ki? Eski bir hukuk terimiyle, "beyyine külfeti" (yanı
kanıtlama yükümlülüğü) Cumhuriyetin gökden zembille indiği teorisini savunanlara düşmektedir.
Berkes, Atatürk'ün kuvvetler birliği-kuvvetler ayrılığıyla ilgili bir Meclis konuşmasına değinmem
dolayısıyla, bana bir kere daha takılıyor: "Tuncay'a göre Fransız Devrimini düşünürler hazırlamış
olacak." Fakat dikkat etseydi, benim "Fransız Devrimi'ni hazırladığı söylenen düşünürler" dediğimi
görürdü. Bundan sonra da şunları söylüyor: "Korkarım bu olayda elindeki söylevler koleksi-
136
Eleştirel Tarih Yazıları
yonu gibi bir 'edition' kritiğinden geçmeden Atatürk söyledi diye onun her söylediğini arka arkaya
koyan kitaplardan birinin kurbanı olsa gerek. Yanlış mı biliyorum bilmem ama, Mustafa Kemal 'tevhid-i
kuva' yanlısı değil, "tefrik-i kuva' yanlısı idi..." Sonra, bana bir sataşma daha: Mustafa Kemal'in
"Koşullara bakmadan 'fikir'lerin yürürlük ya da olanaksızlık yanlarını seçemeden kitaplardan öğrenilmiş
doktrinlerle soyut ukalâlıklar eden siyasal bilimcileri aşağı görmek gibi bir kusur vardı."
Berkes'in dilinin sivriliğine diyeceğim yok, ama bunu destekleyecek dikkat, bilgi ve sağlam akıl yürütme
yetilerinden yoksun oluşu, üzücü. Burada ileri sürdüğü üç noktaya birer birer karşılık vereyim. Bir kere,
benim Mustafa Kemal Paşa'nın sözlerini aktardığım kaynağın, rastgele ve yalan-yanlış bir derleme
olmadığı açıktır. Ben yazımda, Türk Đnkılâp Tarihi Enstitüsü'nün yayınlarından, Atatürk'ün Söylev ve
Demeçleri'nin Vinci cildinin (Ankara: Türk Tarih Kurumu B., 2. Baskı, 1961) 216'ncı sayfasına
gönderme yapıyorum. Bu, bir eleştirili basım değildir, eksikleri de vardır; ama içindeki metinlere
oldukça güvenilebilir. Kaldı ki, ben okuyuculara kolaylık olsun diye bu kaynağı gösterdim. Yoksa
kendim, Mustafa Kemal Paşa'nın I Aralık 1921 tarihli söylevinin hangi bağlam içinde verildiğini,
konuşmasının hangi fikirlere karşı yapıldığını, karşıtlarının neler dediklerini anlayabilmek için, bu sözleri
TBMM Zabıt Cerilifesi'nden okudum. Dolaysıyla, Berkes'in benim kaynak seçme konusunda yeterince
titiz davranmadığım yolundaki ilk kuruntusu bütünüyle geçersiz. Đkincisi, Mustafa Kemal Paşa kuvvetler
ayrılığı yanlısıydı, deyişi havada kalıyor. Atatürk ne zaman kuvvetler birliğini, ne zaman kuvvetler
ayrılığını savundu, dilerse uzun uzadıya tartışırız; fakat benim söz konusu ettiğim söylevinde, karşıtları
kuvvetler ayrılığını ve kuvvetler dengesini savunurlarken, o bu fikri 1876 Kanun-u Esasisi'nin yansıtan
geri bir düşünce sayarak, kuvvetler birliğini tutmaktadır. Yani, bu durumun "tevil" götürecek bir yanı
yok. Üçüncü olarak, Atatürk'ün korkusundan onun karşısında ağızlarını açamayan fikir ukalâlarına
Berkes ne denli sövse yeridir. Doğru bildiklerini, her ne pahasına olursa olsun, söylemeliydiler; buna
belki, Atatürk de
137
Mete Tuncay
memnun olurdu. Fakat, kendi payıma, bu suçlamanın dışında kaldığımı belirtmeliyim: Berkes'in doğru
tahmin ettiği gibi, Atatürk yaşarken ben kundaktaydım.
Yazımda, Atatürk için, "milletvekilleri onu değil, o milletvekillerini bir bir seçmiştir." demiştim. Berkes
"Bunu bilmiyorduk da şimdi Tuncay gibi uzman bir bilim adamından öğreniyoruz" diye, benimle bir
kere daha dalga geçmeye yeltendikten sonra, baklayı ağzından çıkarıyor: "Bugün milletin seçtiği
milletvekillerinin, Atatürk'ün seçtiği milletvekillerinin daha üstünde olduklarını o milletvekilleri kendileri
savunabilirler mi?"
Millî Şefin iktidarının sonlarında "fazla ilerici" olduğu için üniversiteden ayağı kaydırılan, geçimini
sağlamak ve akademik uğraşını sürdürmek için yurtdışına göçmek zorunda bırakılan Niyazi Berkes,
şimdi bu satırları yazıyor, işte. Acaba o zamanlar da böyle miydi, sonradan mı oldu, diye düşünmekten
kendimi alamıyorum. Sayın yazarın demokrasi (halk yönetimi) ile aristokrasiyi ya da meritokrasiyi (en
iyilerin ya da en yeterlilerin yönetimi) karıştırdığı besbelli. Atatürk'ün seçtiği milletvekillerinin bugünkü
halk temsilcilerinden daha üstün düzeyde olmaları neyi değiştirir? Kaldı ki, benim yazımda o günkü ve
bugünkü parlamenterlerin karşılaştırmasını yapmak gibi bir amaç kesinlikle yoktur. Hem, tek parti
döneminin milletvekilleri hangi bakımdan şimdikilerden üstündü? Daha okuyup yazmış, daha bilgili
kişiler oldukları için mi? Öyle olmuş olsalar bile -ki değillerdi-, buyrukla oy veren, çoğu çıkarcı kişilerin,
siyasal yaşamda herhangi bir önem ve değer taşıdıklarını sanmıyorum.
Berkes'in bana gülerken bilgisizliğini itiraf ettiği bir nokta da, benim "Atatürk bir siyaset adamıydı; ama
siyaseti kendi başına ve kendi içinde bir değer sayan, çağdaş anlamıyla çoğulcu demokrasiden yana bir
siyasetçi değildi. Birtakım amaçları gerçekleştirme uğruna, siyaseti bir kenara itiliverilebilecek bir araç
sayma eğilimindeydi." dememle ilgili, buna karşılık, Berkes, "Bu konudaki cahilliğimi kayıtsız şartsız
açıklamaktan çekinmeyeceğim." diyor. "Siyasayı araç olarak görmeyen devlet adamı ya da düşünür?
Bilmiyorum böyle bir yaratığın bulunup
138
Eleştirel Tarih Yazılan
bulunmadığını." Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp Sayın Berkes hele bilenleri eleştiriye kalkacak
biri için. Çağdaş çoğulcu (Batılı ya da burjuva-liberal) demokrasi anlayışının altında, siyasetin bir araç
değil, kendi başına ve kendi içinde bir değer olduğu inancı yatar. Siyaset kuramı, Machiavelli'nin siya-
seti araç sayan anlayışından ibaret değildir. (Ben tam bu konunun hocası olduğum halde,
Nizamülmülk'ün Siyasetname' sinin neden söz konusu edildiğini anlayamadım. Ama, belki benden daha
ferasetli okuyucular anlamışlardır.) Atatürk gibi Batıcılardan olmadığım ve burjuva-liberal anlayışı
sonuna değin paylaşmadığım halde, si-yaseti salt araç sayan görüşe yakınlık duymadığımı, ilkin on iki
yıl önce yayımlanan, Türkiye'de Sol Akımlar: 1908-1925 adlı ki-tabımın (3. Bas., Bilgi Yay., Ankara,
1978) Giriş'inde Bernard Crick'in in Defence ofPolitics (Siyasetin Savunusu Üstüne) yapıtına gönderme
yaparak belirtmiştim.
Berkes'in sekiz gün boyunca bana yönelttiği eleştiriler, hemen hemen bütün bir günlüğü (2. yazısı),
benim Atatürk hakkındaki "halka rağmen, biçimsel Batılı değerleri topluma benimsetme çabalarının bir
aydın azınlığı dışında- başarılı olamadığı" sözümdeki iki sözcüğün, "biçimsel" ve (halka) "rağmen" söz-
cüklerinin irdelenmesine ayrılmış. Đlkiyle ilgili olarak, biçim'in öz'den ayrılamayacağını söylüyor.
Kuramsal düzeyde haklı bir sav, bu. Gerçekten, biçim'in nerde bittiğini, öz'ün nerede başladığını
söylemek zordur. Onun örnek verdiği Đngiliz demokrasisinde öyle birtakım biçimsel kurallar vardır ki,
rejimin özü bunlara dayanır. Mantıkça, "biçim ve öz" bir kavram-çifti oluştururlar. Tıpkı, "içlem ve
kaplam", "soyut ve somut" gibi. Bunların arasında, (uylaşıma, kabule dayanan) bir tür karşıtlık vardır;
her biri öbüründen bir parçayı içinde taşır; dolayısıyla, göreli (relative) ya da birbirlerine göredirler.
Fakat günlük dile, bu terimleri pek ince eleyip sık dokumadan, sanki mutlak anlamları varmış gibi
kulanırız. Nitekim, Berkes de beni "soyut kavram-lar"la düşünüyorum, diye suçluyor. Peki, hiç "somut
kavram" diye bir şey olur mu? Düşünmenin tümü soyut bir eylem değil mi?
139
Mete Tuncay
Gelelim, benim bir "kısaltma" olarak, "biçimsel" sözcüğüyle neyi anlatmak istediğime. Örneğin, şapka
"iksas" ettirmek, giyim-kuşam değiştirtmek, biçimsel düzeltimler olmuştur. Bugün artık tutmuş olsalar
da, bunlar vaktiyle öncelik tanınması yanlış ve toplumsal maliyeti, kazandırdıklanna galiba değmeyecek
kadar yük-sek "devrimler"dir. Toplumsal bir düzende çeşitli öğeler arasında, hiç kuşkusuz, karşılıklı bir
ilişki vardır. Fakat kimi Öğeler ötekilere oranla daha bir belirleyicilik özelliği taşır; Berikiler (biçimsel
olanlar) ise, daha çok, bağımlı değişkenler durumundadırlar. Devrim adına lâyık bir harekette, "toprak
reformu" gibi temel ve belirleyici etkenlere öncelik vermek gerekirdi. Meşrutiyet ve Cumhuriyet
dönemlerinde böyle düzeltimler gerçekleştirilemediği içindir ki, bizim burjuva devrimimiz eksik
kalmıştır. Onun yerine, biçimsel öğelerle uğraşmak, halkı yönetimden yabancılaştırmak gibi istenmeyen
-ya da istenmemesi gereken- sonuçlar doğurmasının yanı sıra, çağdaşlaşma yönünde de (daha
dolaysız yollar varken) dolambaçlı bir yöntem seçilmesi demek olmuştur. Halka rağmen olmayan hiçbir
devrim yoktur diyen Berkes'e toprak reformuna girişilebi lseyd i, -haydi, bu yönde baskı yapan ilerici
bir bur-juvazimiz bulunmadığını kabul edelim, ama- hükümetin arkasında halk kitlelerinin desteği
olmaz mıydı, sorusunu sormak isterim. Atatürk'ün bağlaşmalarının toprak reformu yapmasına
elvermediğini biliyoruz. Ama onun büyük adam olduğundan da kuşkumuz yok. Büyük adam,
başkalarına olanaksız görüneni başarabilen insan demek değil midir? Atatürk'ten bunu da beklemek
haksızlık mıdır?
Atatürk'ün en kuvvetli yanı, Kurtuluş Savaşımızın başında şeyhler, ağalar, beyler, Đttihat ve Terakki ileri
gelenleri ve ordu subayları gibi, "ülkenin sahipleri"™ tanılayıp onların desteğini sağlamış olmasıdır gibi
bir şey söylediğim için, Berkes beni başlıca iki bakımdan eleştiriyor: Bir kere o sıra ülke sahipsiz kal-
mıştı diyor, ikincisi Mustafa Kemal Paşa'nın Đttihat ve Terakki ileri gelenlerine dayandığının tüm(den)
asılsız olduğunu ileri sürüyor. Korkarım, her iki noktayı da yanlış anlamış. Harb-ı Umûmî sonunda,
ülkenin Sarayın ve Babıâli'nin denetiminden çıktığı için "sahipsiz" kalmasının anlamı, egemenliğin ve
siyasal
140
Eleştirel Tarih Yazıları
erkin parçalanarak yerel güçlerin eline geçmiş olmasıdır. Mustafa Kemal Paşa büyük bir gerçekçilikle,
memleketin bu sahiplerinin kimler olduğunu görmüş ve onların desteğini sağlamayı başarmıştır. "Đttihat
ve Terakki ileri gelenleriyle kastım da çoğu Avrupa'ya kaçmış olan, Merkez-î Umûmî'nin önderler takımı
değil, yine yerel düzeydeki Đttihatçı ileri gelenleridir. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kurulan, sonra da
TBMM'ye dönüşen Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin yönetici kadroları hemen tümüyle bu Đttihatçı ileri
gelenlerinden oluşmuştur.
Berkes'ın bana kızdığı konulardan biri de, Atatürk'ün karşıtlarıyla ilişkisi sorunu. Ona göre, Atatürk'e
karşı çıkanlar, Atatürk'ün anti monarşizmini "solculuk, giderek kızıllık, daha giderek ulusçuluk
düşmanlığı" diye göstermişlerdir. Tuncay'ın Atatürk'ü tahammül edememekle suçladığı muhalefet bu
işte diyor. Bu noktada bazı ayrımlar yapmam gerekli. Önce şunu açıklayayım ki, Ata-türk'ün tek tek
muhaliflerinin savunuculuğunu üstlenmeye niyetim yok. Sivas Kongresi'nde Đsmail Hami Danişment
ona karşı Ame-rikan mandacılığını savunmuşsa, Atatürk ulusal egemenlik ilkesinde Lenınci tezi
benimserken (?), birtakım kişiler (örneğin Cumhuriyet gazetesi kurucusu Yunus Nadi) Wılsoncu doktrini
benimsemişlerse, bunlardan bana ne? Yalnız, Mustafa Kemal Paşa'nın muhalifleri Berkes'ın dediği gibi,
"Muhafaza-i Mukaddesat" yobazlarıyla batı uyducularından ibaret değildi. Atatürk'ün zaman zaman -
hatta onlarla bağlaşa-rak- sol muhalefeti de bastırdığını unutmayalım. Sonra, benim ilgilendiğim
muhalifler değil, muhalefettir. Demokratik bir siyasal yaşam için muhalefetin varlığının -niteliği ne
olursa olsun-zorunluluk taşıdığına inanıyorum. Bunu söylerken de, yabancı siyaset bilimi kitaplarının
soyut tanımlarına dayanmı-yorum; Mustafa Kemal Paşa'nın kendisinin 1919'dan 1925'e değin,
yaptıklarına, yani yaşanmış bir dönemin somut gerçekliğine bakıyorum. Bu dönemde, Atatürk'ün büyük
işler ba-şardığını gözlemliyor ve muhalefetin varlığı karşısında iş görmesini, en büyük başarılarından
biri sayıyorum. 1925'ten sonra siyasal Özgürlükten vazgeçmesini ise, o tarihten itibaren bize kazan-
dırdıklarını gölgeleyen bir hareket diye düşünüyorum. Atatürk'e
14i
Mete Tuncay
karşı çıkanların Atatürk'ün yanında sığ kaldıkları, onun yerinde olsalardı yaptıklarını yapamayacakları,
büyük bir olasılıkla doğrudur. Fakat, Berkes'in "bunlar mı demokratik muhalefet" diye dudak bükerken
anlayamadığı nokta, ancak onlar varolduğu sürece Atatürk yönetiminin kişisel bir diktatörlük
olmadığıdır.
Berkes'in yakın tarihimizde en çok içerlediği kişi olan Đnönü'yle ortak bir saplantısı var: Din. Laiklik
(Çağdaşlaşma) üs-tüne koskoca bir kitap da yazdığı halde, Berkes, Atatürk'ün ve Đnönü'nün
yaklaşımına o denli bağlı ki, "din"in toplumsal anlamını ve işlevini bir türlü kavrayamıyor. "îslâmî
devlet" elbette saçma bir kavramdır, çünkü Đslâmiyet devleti zaten içerir. Bu konudaki görüşlerimi
merak ederse, kendisini geçen Aralık ayında Đstanbul'da düzenlenen Laikliğin 50. Yılı Sempoz-
yumu'nda okuduğum "Laiklik ve Halkçılık" başlıklı bildirime bir bakmasını salık veririm.
Toplum ve Bilim'deki yazımda, 1920'de "millet", "milliyet", "millî hâkimiyet" vb. denilirken bu
sözcüğün Arapça aslının anlamına uygun olarak, "Türk kavmiyeti" (hatta Türk ümmeti) değil, "Đslâm
milliyeti" anlamına da geldiğine değinmiştim. Atatürk ve arkadaşları, başlangıçta, "millet"in bu çift
anlamlılığından yararlanmamışlar mıdır? O zaman, Berkes nasıl kolayca "ulus" ve "ulusal egemenlik",
"ulusal bağımsızlık" diyebiliyor?
Bana yöneltilen eleştirilerin hepsini karşılayabilmem, benim de en azından Berkes'inki kadar uzun bir
yazı dizisi hazırlamamı gerektirirdi. Fakat, elde edilebilecek sonucun, (şimdilik) böyle çaba harcamama
değmeyeceği, yukarıda verdiğim örneklerden anlaşılacaktır, inancındayım. Berkes, eleştirilerinin bir
yerinde, benim tutumumun altında bir "hınçlılık" yattığı izleniminin verildiğini ileri sürmektedir.
Açıklayayım: Atatürk'e karşı herhangi bir hıncım yok; tam tersine, ona saygı, sevgi ve hayranlık duyu-
yorum. Bugün, Atatürkçü geçinenlere, giderek maddi ve manevi anlamda Atatürkçülükle geçinenlere
karşı duyduğum -hınç değilse bile- öfke de bu saygı, sevgi ve hayranlığımdan kaynaklanıyor. Berkes'in
ilk yazısında beni istemeye çağırdığı gibi, Atatürk'ün unutulmasına hem gönlüm razı değil, hem kafam.
An-
142
Eleştirel Tarih Yazıları
cak, onu doğru görmeye ve anlamaya çalışmalıyız. Şunu da, olanca içtenliğimle söyleyeyim ki, benim
kuşağım için, bir dönemde, çok saygıdeğer bir isim olan Sayın Berkes'le böyle çatışmak istemezdim. Ne
yapayım ki, tartışmamızın düzeyini ve biçemini onun yazdıkları belirledi.

143
Eleştirel Tarih Yazıları
Atatürk Konusunda Yanıtlara Yanıt
Toplum ve Bilimin 4. sayısında yayımlanan "Atatürk'e nasıl bakmak" başlıklı yazım1 Celil Gürkan'ın yine
bu derginin (6-7.) sayısında çıkan yanıtı gibi, çeşitli tepkilere yol açtı. Bunlardan söz etmek isteyişimin
nedeni, yazımı savunmaktan çok, yakın tarih üstüne eleştirili olarak düşünmeye çalışmanın ne gibi
yankılar yarattığını göstermek. Böylelikle, "tabu koymak" dediğim yaygın olumsuz tutumun varlığı bir
kez daha kanıtlanmış olacaktır.
Önce şunu itiraf edeyim ki, bu yazıyla ünlenmek hoşuma gitmiyor. Sol akımların tarihi üstüne
çalışmalarım bir yana, ben bundan daha önemli yazılar yazdım, sanıyorum. Örneğin, Kanun-u Esasi'nin
100. Yılı Armağaninâa çıkan iki yazım, "Hey'et-i Mahsusalar (1923-1938): Cumhuriyete Geçişte
Osmanlı Asker ve Sivil Bürokrasisinin Ayaklanması" ve "1293 Kanun-i Esasisinin Son Tâdilleri" (Ankara:
SBF Yay., 1978; s. 307-29 ve 249-55), Atatürk'le ilgili yazımın tersine, şimdiye değin pek bilinmeyen
şeyleri ortaya koyduğu halde, aydın kamuoyunda herhangi bir yankı doğurmadı.
Belirtmek istediğim bir başka nokta da şu: Atatürk'e ilişkin yazıma karşı yazılanlar, (Sayın Gürkan'ınkı
dışında) genellikle, yalnızca belirli bir bilgi ve anlayış düzeyinin değil, en az bir edep ve nezaket
düzeyinin de altındadır. Yine de bunları, hakkımda yazılmayıp söylenenlerden daha dürüst ve daha
saygın buluyorum.
Ben, Atatürk-düşmanı değilim. Kendi kuşağımdan birinin, ona nasıl düşman olabileceğini düşünemem
bile. Atatürk, benim üstünde çalıştığım tarih kesitinde çok önemli bir insan. Bu bakımdan, ona büyük
bir iigi duyuyorum. Ama yalnız böyle profesyonel bir açıdan değil, kendimizi tanımak, bugünümüzü

* Toplum ve Bilim, sayı 9-10 (Bahar- Yaz 1980), s. 122-31.


1
Birçokları, yazıma verdiğim ada, Türkçe dilbilgisi yönünden karşı çıktı. Đngilizce "How lo iook at, A."ün
bozuk bir çevirisiymış; Türkçe söylenince, bu başlığı, ille "gerekir'" diye tamamlama]lymişim. Oysa, bir
başlık bir cümle olmak gerekmez.
144
anlamak ve doğru değerlendirebilmek için ülkemizde hiç kimsenin Atatürk'e karşı ilgisiz kalamayacağı
kanısındayım.2
Geçtiğimiz son 10 Kasım'ın ertesi günü gazeteler, Đstanbul Üniversitesi'nde Atatürk'ü Anma Töreni'nin
40'ı memur ve müstahdem olmak üzere 50 kışinin huzuruyla yapıldığını yazıyorlardı. Yine yakınlarda,
tanık olduğum bir başka olay şu. Geçen Aralık ayında, Đstanbul'da Laikliğin Ellinci Yıldönümü dolayısıyla
düzenlenen bir sempozyuma katıldım. Sahnede kürsünün yanına, Türk bayrağıyla örtülü bir masa
koymuşlar, üstüne de Atatürk'ün alçıdan bir büstünü yerleştirmişlerdi. Cumhurbaşkanının açış
konuşmasından sonra, sempozyumun yöneticileri ile ilk bildiriyi okuyan kişi, sahneye çıkınca, kürsüdeki
yerlerini almadan önce, ilk iş, büstü selâmladılar. O 10 Kasım töreninin ilgi çekmeyişiyle,
sempozyumdaki bu davranışın ilişkisiz olmadığını sanıyorum ve tutumlarının bu gibi sonuçlarından
ötürü, Atatürkçü geçinenlere de Atatürkçülükle geçinenlere de içerliyorum. Atatürk, gerçekte
umursanmadan, sözde tapılıyormuş gibi yapılan biri olmamalıydı.
Celil Gürkan'dan önce, yazıma üç yanıt verildi. Bunların ilki, Em. Albay Şükrü Galip Erker'in3 Haziran ayı
ortalarında yazıp
;
Kimi psikoloji meraklısı arkadaşlarım, benim (resmi okullarda okuyan herkes gibi) yıllar boyu yoğun
bir Atatürkçülük propagandasına maruz bırakılırım yüzünden, şimdi duygusal bir tepki gösterdiğim
inancındalar. Bu açıklama doğru olabilir; ama, bana, çoğu psikolojik açıklamalar gibi "fazla doğru"
geliyor. Bir açıklamanın "'fazla doğru" olması, yanlış olmaması, dolayısıyla yararsız ve değersiz olması
demektir. Gerçekten, benim ne gibi nedenlerle güdülendiğim, söylediklerimin geçerliliği bakımından ne
fark ettirir?
Bu zat, Türk Kültür Devrimi ve Karşı-Devrim diye bir kitap yazmıştı; iki yıl önce de, Samı Nabi Özerdim
ve Prof. Dr. Đlhan Arsel'le birlikte, Savaşım adlı bir "Aylık Atatürkçü Dergi" çıkartıyordu. Dergi ilk birkaç
sayısından sonra yayımlanmayınca, onun yerine, zaman zaman teksir edilmiş mektuplar, bildiriler,
hatta denemeler ("Bir Mercan Adasında Dış Politika" gibi) çıkartmaya ve bunları ilgileneceklerini
umduğu kimselere göndermeye başladı. Bir ara, Mümtaz Soysal ve Emre Kongar'la uğraşıyordu.
Benden sonra, Cavit Orhan Tütengil’i kendisine hedef seçti.
145

Mete Tuncay
çeşitli kişi ve kurumlara postaladığı bir mektup. "Doç. Dr. Mete Tuncay'ın Ulusal Bilinci, Ulusal Ülküyü
Yıkıcı Çalışmaları" ve bunun, "Andaç" adını taşıyan 1 Ağustos 1978 tarihli eki. Đkincisi, kütüphaneci
Sami Nabı Özerdim'in Varlık dergisinin Ekim 1978 tarihli 853. sayısında çıkan "Anıt-Kabir Yıkılır mı?"
başyazısı. Üçüncüsü, avukat Bilgâh Esemenlı'nin Kemalist Ülkü dergisinin Kasım 1978 tarihli 121.
sayısında yayımlanan, "Mete Tuncay adlı öğretim üyesinin 'Atatürk'e Nasıl Bakmak' adlı yazısı üzerine"
başlıklı yanıtı.
Erker, "gereği için ve bilgi için" kaydıyla, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlıktan, Genelkurmay Başkanlığı
ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine değin "vb." türlü yerlere gönderdiği teksir yazılarında,
benim hakkımda "hezeyan" ediyor. Fakat, bana bir sürü kötü niyetler yakıştırmaktan öte, dişe dokunur
bir şeyler söylediği yok. Bu mektuplarda Elam, Akat, Asur, Babil'den... Richelieu Fransası'na ve
Bismarck Almanyası'na kadar dünya tarihi üstüne yazdıklarıysa istifadeyle okunabilir.
Yazımla ilgili yasal bir işlem yapılmamış olmakla birlikte, Erker'in bu düzeydeki iki "ihbarname"sinin
etkisiz kaldığını sanmak yanlış olur. Basına yansıyanlardan benim görebildiklerim şunlar: Varlık'taki
yazısında Özerdim, Erker'in "masrafını cebinden vererek teksir yazılarla savaşıma gir"mek zorunda kalı-
şına hayıflanmakta ve Atatürk'ün parası ile çalışan kuruluşlar'ın "ilgisizliğin surları arkasına çekilmiş"
olmasından yakınmaktadır.4 Kemalist Ülkü dergisinin andığım sayısındaki "Bir Haddini
4
Özerdim'in serzenişte bulunduğu "Atatürk'ün parasıyla çalışan kuruluşlar" (Türk Tarih ve Dil
Kurumları) dolayısıyla, onun malvarlığı konusunu biraz düşünmekte yarar görüyorum.
Vefatından bir buçuk yıl öncesine değin, Atatürk bütün Türkiye'nin en büyük toprak sahiplerinden ve
zenginlerinden biriydi. Bu servet ona miras kalmamış, aylıklarından arttırmasıyla da oluşmamıştır.
Bilinen iki kaynak. Kurtuluş Savaşı yıllarında Hint Hilâfet Komitesi'nin Ankara'ya yolladığı 600.000 liraya
yakın yardımla, daha ilerikı yıllarda eski Mısır Hıdivi Ab-bas Hilmi Paşanın T.C. Uyrukluğuna girerken
CHP'ne bağışladığı 900.000 TL. dolaylarındaki paradır. Ama, başka armağanlar da olmalı.
146
Eleştirel Tarih yanlan
(Hindistan'dan gelen paranın 120.000 liraya yakın bir bölümü, Büyük Taarruz'dan Önce Batı Cephesi
Komutanlığı'nca harcanmış, geri kalanının çoğuyla, Atatürk 1924'te Türkiye Đş Bankası'nı
kurdurmuştur.)
Hemen söyleyelim ki, Atatürk, ömrünün sonlarında, bu serveti pek erdemli bir biçimde, hazineye,
belediyelere ve -geliri, yukarıda anılan iki özerk kuruluşa verilmek üzere- devletle özdeş saydığı CHP'ne
bağışlamıştır.
Atatürk'ün malvarlığının -devredilmeleri dolayısıyla bildiğimiz- Öğeleri şunlar: I. "Reisicumhur
Atatürk'ün tasarruflarında bulunan bütün çiftliklerini Hazineye ihda buyurduklarına dair" 12 Haziran
1937 tarihli "Başvekâlet tezkeresi"ne ekli mektuptaki liste;
1. Ankara, Yalova, Silifke, Dörtyol ve Tarsus'taki çeşitli çiftliklerinin 150 000 dönümü aşkın, değerli
toprakları,
2. Bunlardaki, sayıları 50'yi geçen türlü binalar,
3. Bira, Malt, Buz, Soda, Gazoz, Deri, Tarım Araçları, Yoğurt, Şarap, Un, Çeltik, Peynir, Yağ fabrika ve
imalathaneleri,
4. Demirbaşlarıyla birlikte çeşitli tesisler.
5. Đyi cinslerinden, yaklaşık, 13.000 koyun, 450 sığır, 70 at, 60 eşek, 2.500 Tavuk,
6. Traktörler, harman araçları, biçerdöğerler, deniz motoru, kamyon ve kamyonetler, binek
otomobilleri, at arabaları.
Başbakan, bunların değerinin -o zamanki parayla- "milyonları ifade eden bir servet halinde" olduğunu
söylemiştir. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre V, Sene 2, Đçtima 75 (12.6.1937), Celse 1; cilt 19, s. 266-76.
(Bu armağanlar, bugünkü Devlet Üretme Çiftlikleri'ne aktarılmıştır.)
II. Atatürk, 2 Şubat 1938'de Bursa Kaplıcalarındaki 34.830 liralık hissesini ve otel bahçesine bitişik
köşkü Bursa Belediyesi'ne; I I Mayıs 1938'de de Ankara'daki Hipodrom ve Stadyum civarındaki
arsalarla çarşı içindeki bir oteli ve altındaki dükkânları Ankara Belediyesi'ne; aynı gün, Ulus
Basrmevi'yle bir arsayı CHP'ne bağışlamıştır. (Mazhar Leventoğlu, Atatürk'ün Vasiyeti, Đstanbul, 1968,
s. 19).
III. 5 Eylül 1938 tarihli vasiyetnamesinde, Atatürk (a) nakit parasının, (b) hisse senetlerinin, (e)
Çankaya'daki taşınır ve taşınmaz mallarının kuru mülkiyetini (?), bazı özel koşullarla CHP'ye
bırakmıştır. Anlaşıldığına göre, vefatında
(a) üç ayrı hesaptaki nakit parası, 1.5 milyon TL. dolaylarındadır.
147
Mete Tuncay
Bilmez Daha" başlıklı bir başka yazıda, Erker'in söyledikleri paragraf başlıklarıyla aktarıldıktan sonra,
benim yazım için "Mete Tuncay'ın nankörlüğünün, köksüzlüğünün, belki de ırk ayrılığının hıncından
gelen akılsızca saldırılarla dolu" olduğu ileri sürülmektedir. 10 Ekim 1978 tarihli Cumhuriyet
gazetesinde, Fikret Otyam (Başkent Notları), Özerdim'in diğer bir teksir mektubunu konu edindiği
"Haklı Bir Tepki" yazısının bir yerine şunları ekliyor:
"Yine bir bilge insanımız, Sayın Şükrü Galip Erker'in bana da gönderdiği 1 Ağustos 1978 tarihli
'Andaç'ını anımsadım. Dosyamı açıp, Sayın Erker'in Andaç'ını (Muhtıra) yeniden okudum. Siyasal
Bilgiler Fakültesi öğretim üyelerinden bir doçentin Atatürk'e, Atatürkçülüğe, hasım kurumların,
bağımsızlık savaşı utkularımıza yöne-
(b) 300.000 liralığı kurucu, 1.300.000 liralığı normal olmak üzere yine 1.5 milyon lirayı aşkın değerde
Đş Bankası hisse senetlerinden başka, 125 tane kurucu, 25.000 tane de normal Maden Kömürü T.A.Ş.
hisse senedi vardır.
(e) Çankaya'daki malı mülkü ise, eski Cumhurbaşkanlığı köşkü, arsası ve müştemilâtıyla içindeki
eşyalar olmalı (Ibid., pussim),
IV. Sayın Leventoğlu, ''Bunların dışında, Ölümünde Atatürk'ün başka malı yoktur" demekteyse de fs.
84), 11 Ö7el Đdaresinin ona armağan ettiği Trabzon'daki köşk gibi, vefatından önce herhangi bir
kuruluşa devrettiğini bilmediğim, Türkiye'nin çeşitli yerlerinde {şimdi müzeye çevrilmiş) evleri vb.
bulunmaktadır.
Bütün bu malvarlığı için, Başbakanın 12 Haziran I937'de Meclis kürsüsünden söylediği gibi, "senelerden
beri şahsî tasarrufu ve bilhassa şahsî emeğiyle vücuda getir"ildiği herhalde kolay kolay savunulamaz.
Bir devlet adamının '"mal-mülk edinme biçimi", bizim haklı olarak hassaslık gösterdiğimiz bir konudur.
Atatürk'ün özel çiftçiliğini bir ara iyice ciddiye aldığı bilinmektedir. Yine de dediğim gibi, sağlığında halk
adına edindiği ve kullandığı malvarlığını, sonunda -şu ya da bu yoldan- halka bırakmakla, bu sorunu
olabilecek en iyi biçimde çözmüştür. Fakat, geriye, tedirginlik duyduğum bir nokta kalıyor. O dönemde,
Atatürk böyle has çiftlikler vb. kurarken, öteki devlet büyükleri de, derece derece, benzeri yollarla,
■'metruk"tan, "mahlûl"dan, "ihda"dan kendilerine servet yapmışlardır. Onların herhangi bir biçimde
kamuya geri verildiğini hiç duymadım.
148
Eleştirel Tarih Yazıları
lık sövgü dolu yazısını tek tek inceleyip, yanıtlarını veren Erker de, tıpkı Özerdim gibi inanmış bir
Atatürkçü olarak bu yolda karşı bir savaşım veriyorlar.5 Hafta Sonu gazetesinde bile ("Elia Kazan Sen
Kimsin?" 16 Ekim 1978), devlet konuğu olarak ülkemize gelen ve Kurtuluş Savaşı döneminde hakkında
bilgi edinmek isteyen rejisör ve romancı Elia Kazan'a benim mihmandarlık etmem, Toplum ve
Bilim'deki yazım dolayısıyla çok eleştirilere uğramış olmamdan ve kişiliğimin tartışmalar
uyandırmasından ötürü, olumsuz karşılandı.
Özerdim, fVM'taki duygusal başlıklı ve Fuzulî'den dizelerle bezeli makalesinde, yalnızca bu dergideki
yazımı değil, BĐrütim'de, Milliyet Sanat Dergisinde çıkan yazılarımı ve çeşitli seminer konuşmalarımı
da ele alarak, benim yoğun bir biçimde "Atatürk'ü eritme çabalarım olduğunu, bu yazımda da
"Atatürk'ü tümüyle silmeye yeltendi"ğimı ileri sürmekte. (Özerdim, ülkemizde iyi bir kütüphaneci olarak
bilinir; ama "savlı" bulduğu bu derginin adını, andığı her üç yerde de, "Bilim ve Toplum" diye ters
veriyor!) "Ne yazık ki, Atatürk salt ilkokullarda kaldı; yazar buna bile katlanamıyor" türünden
iğnemeleri dışında, Özerdim benim bilim adı altında açıkça propaganda yaptığımı savlamaktadır. Oysa,
benimki propagandaya karşı bir yazı. Ben neyin propagandasını yapıyormuşum, anlayamadım.6
s
Sanatçılığının yanı sıra iyi bir gazeteci diye de tanınan Otyam'a telefonu açıp, bunları yazmadan önce
benim yazımı okuyup okumadığını sordum. Okumadığını söyleyince, bir kopyasını gönderdim. Bunun
üzerine, 14 Ekim 1978 tarihli Cumhuriyet'te bir düzeltme notu yazdı. Ama orada da "Atatürk "bilimsel
açıdan' gırgıra alınmış gibi geldi bana" demekten kendini alamadı.
6
30 Ekim 1978 tarihli Milliyet Sanat Dergisi'nde bu yazıya da değinen Albay Kabacalı ("Ekim Ayı
Degileri: Kısır Döngüden Kurtulmak," Sayı 295, s. 5), Özerdim'in "Atatürk dönemiyle ilgili eleştiriler
karşısında pek alıngan" davrandığını, "yanlış bulduğu görüşleri düzeltip doğruları belirtecek yerde, ne
yazık ki suçlamakla yetindiği"ni ve "Atatürk'ün eleştirilemezliğinin, adeta putlaştırılmasının savunucusu"
göründüğünü söylemektedir. Bence de, Atatürk konusunda, "ısı" dan önce, daha çok "ışık" gerekiyor.
149
Mete Tuncay
Esemenli'nin (Atatürkçülük konusunda S. Demirel'in ağzından B. Ecevit'e de çatılan) Kemalist Ülkü
dergisindeki yazısı, Erker'e teşekkürle "Mete Tuncay'a layık olduğu dersin verilmesi gereklidir" de-
meden önce, "Acaba hangi devrim demokratik kurallara göre yapılmıştır" sorusunu soruyor.
Gürkan'ın Toplum ve Bilim'deki -benim yazımdan uzun- yanıtının ise, şu satırları okuyanlarca
okunduğunu varsayıyorum.
Ben, "Atatürk'e Nasıl Bakmak" başlıklı yazımda, birtakım olgular sıraladım. Eleştirilerden hiçbiri bu
olguların yanlışlığına değinmemekle; hepsi, benim bunlara dayanarak vardığım yargılara ya da
bunlardan çıkartılabilecek (ama çoğunu benim çıkartmadığım ve benimsemediğim) sonuçlara
takılmaktadır. Yine de birkaç noktaya dokunmak istiyorum.
Atatürk'ün 1921 sonlarında Meclis'teki bir söylevinde Rousseau ile Montesquieu'yü karıştırmasını,
Fransız Devrimi'ni hazırladıkları söylenilen düşünürleri doğru olarak tanımadığına örnek göstermiştim.
Erker de, Gürkan da buna şiddetle karşı çıkıyorlar. Erker, Atatürk "Cumhuriyet Erdemliktir" demiştir,
diyor; "Locke'u okumasaydı, bu özdeyişi söyleyebilir miydi? Atatürk özgürlükçü, erkinlikçi okulun başı
Locke'u da, onu izleyen Hume'u da, Montesquieu'yü de, Voltaıre'i de en azından J.J.Rousseau'yu
tanıdığı, bildiği ölçüde biliyordu." Gürkan'a göre de, "Atatürk'ün 1789 Fransız Đhtilâlini en azından çok
iyi incelemiş bir kişi hüviyetine sahip bulunduğu bir gerçek"tir; bunun kanıtı, "Çankaya'da Atatürk'ün
eski köşkünün kitaplığında Rousseau'ya ilişkin yapıtların Fransızca baskılarında bizzat Atatürk
tarafından yapılmış çıkmalar, konulmuş notlar"dır.
Ben, Atatürk Rousseau'yu okumamıştır demedim -kendisi o-kuduğunu söylüyor. Erker'in dediği gibi,
Locke'u, Hume'u okuduğunu ise, hiç sanmam. (Kaldı ki, "Cumhuriyet Fazilettir" sözü Locke'tan değil,
Rousseau'dan gelmektedir!) Atatürk'ün Çan-kaya'daki özel kütüphanesinde bir tek Rousseau vardır:
Eski harflerle, 1913 tarihli bir Mukavele-i îçtimaiyye çevirisi. Yayımlanmış olan katalogla, bu kitabın bazı
sayfalarında "notlar ve işaretler" bulunduğu kayıtlı (sıra no. 451), Fakat, Millî Kütüp-
150
Eleştirel Tarih Yazılan
hane'nin eski genel müdürü Dr. Müjgân Cumbur, ÖnsÖz'ünde "Katalogun hazırlanması sırasında Sayın
Prof. Afet Đnan işaretlerin kısmen kendisinin olduğunu söylemişlerdir" diyor. Onuncu Yıl Söylevinin
Atatürk'ün kendi elinden diye posterleri basılan yazmalarının bile, onun elyazısı ile olmadığı ortaya
çıkalı (bu konuda. Hasan Rıza Soyak'ın Yapı ve Kredi Bankası'nca yayımlanan anılarına bakınız), böyle
bir kanıta, korkarım güvenilemez.
Erker, daha ileri gidip, Rousseau'nun Kuvvetler Birliğı'ni savunmadığı söylüyor ve herhalde
öğrencilerime de bu gibi yanlış şeyler öğretiyorumdur diye, beni fakültemin dekanına, üniversitemin
rektörüne şikayet ediyor. Bu saçmalığa "Kargalar da güldü mü bilemem?" diye ekliyor. Kargalara
karışmam, ama benim bildiğim şu ki: Rousseau'da yasama, yürütme ve yargılama işlevlerini ayrı ayrı
organlar kullanacak olsa da (Locke'un ve Montesquieu'nün tersine, Atatürk'ün 1921 'de savunduğu
gibi), halk egemenliğinin bölünmezliği inancından ötürü, bütün bunlar o egemenliğe tümüyle uyruktur
ve kuvvetler arasında bir ayrılık ya da denge olması söz konusu bile değildir. Atatürk'ün sözleri
ortadayken, bu yazarı "doğru tanımadığı"ndan başka ne söyleyebilirim?
Yazımın bir yerinde "1930'daki Serbest Cumhuriyet Fırkası oyunu..." dediğim için, Gürkan bana
üzüntülerini bildiriyor. "Atatürk hiçbir zaman oyun adamı olmamıştır... Eğer o deneme bir oyun idiyse,
bugün tanık olduğumuz particilik tertip ve düzenlerini niteleyecek hangi sözcüğü kullanacağız?" diyor.
Devrimci Em. Generalimizin duygularını incittiğime üzgünüm, gerçekten. Ama ben, Atatürk'ün
"dalavereci" olduğunu söylemedim. Bugünkü siyasal partilerimizin ne gibi oyunlar yaptıklarıyla da
ilgilenmiyorum -kendisi, o bahtsız Birlik Partisi denemesinden Ötürü, bunları yakından bilebilir. Yine de,
onun "nabız ve zemin yoklama amacına yönelik zorunlu bir deneme" diye nitelendirdiği Serbest Fırka
girişimine pekâla "oyun" denebileceği kanısındayım. Şu sıralar bir gazetede tefrika edilen, SCF Reisi
"Fethi Okyar'ın Kendi Elyazısı ile Hatı-
151
Mele Tuncay
raları"ndan aşağıdaki satırlarda anlatılan pazarlığa başka ne ad verilebilir ki?
"[Gazi] 'Size 40-50 arkadaş veririm. Şimdilik onlarla işe başlarsınız. Gelecek seçimlerde ona yakın
mebusu fırkanız namına temin ederim Gelecek seçimlerde ne kadar mebus istersiniz' dedi. Bu suale
cevap olarak:
'-Fırkanın ciddiyetle işgörmesi ve bütün encümenlerle riyaset divanında temsil edilebilmesi için
bugünkü milletvekili sayısının üçte birine yakın olması için 120 mebus olmalıdır' dedim.
Đsmet Paşa bu isteğe itiraz etti:
'- Yok, elliden fazla mebus veremeyiz" dedi. Gazinin müdahalesiyle 70 milletvekilinin yeni fırkaya
verilmesine rıza gösterdi."
("Serbest Fırka Olayı", Tercüman, li Aralık 1978)
Atatürk'ün pek yakın arkadaşı Nuri Conker'i kâtib-i umumî yaptırdığı, hatta kendi kız kardeşi Makbule
Atadan'ı vb. üye yazdırdığı Serbest Cumhuriyet Fırkası üstünde daha çok durmak niyetinde değilim.
Ancak, bütün bu Atatürk tartışmasında bence en önemli nokta olan demokrasi-diktatörlük sorununa bir
kez daha eğilmek istiyorum. Gürkan yanıtında, "Bir Đhtilâl Anayasası olan 1924 Anayasasına göre
kurulmuş ve kaçınılmaz zorunluluklar nedeniyle otoriter hüviyet almış bir Devlet düzeninde, Partinin tek
olmasından tutunuz da, milletvekillerinin seçilmesinde merkezî bir istencin egemenliğine, eğitim ve
kültürün, yeni kurulan devleti ve rejimi halka kabul ettirici ve ısındırıcı propaganda amaçları ile
kullanılmasına ve bu arada Basın'm güdümlü faaliyet göstermesine kadar, gerçek Demokrasi ile bağ-
daştırılması zor özellikleri" o günün koşullarında savunmamaya olanak bulunamayacağı kanısında.
Ama, yeni yönetimi halka kabul ettirme, sevdirme ve ısındırma denince, sanki Ankara Hükümeti bir
darbe ya da işgal sonucu Türkiye halkının üstüne gelmiş olmuyor mu? Oysa, anti-demokratik yöneliş
başladığında, Türkiye'de beş yıldır halkın kabul ettiği, sıcaklıkla benimsediği, kendisinin saydığı bir
yönetim vardı. Cumhuriyet'in
152
Eleştirel Tarih Yazdan
ilânından Takrir-i Sükûn Kanunu'na değin, bundan yavaş yavaş, ondan sonraysa koşar adımlarla
uzaklaşıldı. 1925 öncesinde, Gürkan'ın deyimiyle "yepyeni ve tam bağımsız bir devlet (gerçekte ne
kadar yeni ve bağımsız olabilmişse) hayli demokratik bir biçimde kurulmuştu. Dolayısıyla, bu gerekçe,
1925'ten itibaren yoğunlaşan dikta yönetimini temellendirmek için kullanılamaz. O yönetimin olsa olsa,
giyim, kuşam, hukuk, yazı, eğitim vb. alanlardaki düzeltimlerin uygulanmaya zorlandıkları hızla
gerçekleştirilmeleri bakımından gerekli olduğu ileri sürülebilir. Toplumsal yaşamda kestirme sanılan
çoğu yolların gerçekte öyle olmadıklarına, toplumun evrimle süreci içinde, Özellikle bu gibi üst yapı
değişikliklerinin, ancak maddi temeldeki gelişmelerin elverdiği ölçüde olanak kazandıklarına, tarih
tanıktır.
Bizim tek-parti dönemi boyunca, toprak reformu gibi altyapı değişiklikleri yapılamadığı için eksik kalmış
burjuva devrimimizin geniş halk kitlelerine sağladığı yararlar sınırlı olmuştur. Ama bunları elde
edebilmek için, burjuva devriminin siyasal ideolojisinden, yani demokrasiden verilen ödünler önemli
zararlar yaratmıştır. En başarılı bir ileriye atılım örneği olarak, Mecelle yerine Đsviçre Medenî
Kanunu'nun iktisabının toplumumuza kazandırdıkları (eğer bunun zorunlu fiyatı o idiyse) bir çeyrek
yüzyıl boyunca halkı kamu yönetimine katılmaktan alıkoyup keyfî bir biçimde güdümleyerek yol
açtığımız acılardan daha mı büyük olmuştur, acaba?
Kendimi bir "demokrasi fetışizmi"ne kaptırdığımı sanmıyorum; fakat tepeden inmeci Jakobencilığe
karşı, halkçılığı temel bir değer olarak benimsemekte de utanılacak bir yan göremiyorum, doğrusu.
Hele, demokrasiden özveride bulunmak için ileri sürülen gerçekler amaçlarla tutarsızca; o yoldan
sağlandığı sanılan yararlar geniş ölçüde hayalîyse; en önemlisi, bugün de kimilerine pek çekici gelen,
yakın geçmişte "disiplinli" ve "ilerici" bir altın çağ yaşandığı efsanesini sürdürmek, sahici birtakım sa-
kıncalar taşıyordu...
1981'de Atatürk'ün 100. Doğum Yılını kutlayacağız. Bu kutlamaların görkemli bir biçimde olması için
şimdiden hazır-
153
Mete Tuncay
lıklar yapıldığını okuyor ve işitiyoruz. Bunların, Cumhuriyetin 50. Yıldönümündeki gibi anlamsız
savurganlıklara yol açacağından korkuyorum. Atatürk'ün kişiliğiyle ilgili olarak, Hagiographia (aşırı
övgülü ermiş öyküleri) türünden yazını alabildiğine çoğaltmak yerine, onun yaşadığı ve yoğurduğu
dönemin toplumsal tarihini nesnel bir biçimde araştırıp ortaya koymak, bence, onun anısına
sunabileceğimiz en uygun armağan olur.
* Toplum ve Bilim’in geçen sayısında Đlhan Tekeli ile Gencay Şaylan'ın kitap uzunluğundaki ortak
yazıları, "Türkiye'de Halkçılık Đdeolojisinin Evrimi"ni çok yararlanarak okudum. Yalnız, bir yanlışlarına
değinmek istiyorum. "Ordular daha Đzmir'e ulaşmadan, Mustafa Kemal 7 Eylül 1922'de yayınladığı bir
beyannamede ... 'Halkçılık esası üzerine müstenit Halk Fırkası'nı kuracağını söylemiştir, diyorlar (s. 71-
72). Gönderme yaptıkları kaynak da, Fahir Giritoğlu'nun CHP üstüne iki ciltlik yapıtı. Gerçekten o
kitapta bu beyannamenin 7 Eylül 1922 olarak verilmiştir; yani Atatürk'ün Büyük Taarruzu
başlamasından iki hafta sonra ve Đzmir'e girmesinden iki gün önce! Savaşın ta göbeğinde böyle şey
olur mu? Doğrusu, 6 Aralık 1922'dir, yani aktarılan yanlış tarihten tam üç ay sonra- arada, Mudanya
Bırakışması yapılacak, saltanat kaldırılacak vb. (Doğru tarihi Atatürk Nutuk'ta da söyler: son bas., s.
718. Beyanname metni, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt H'ye, 7 Kanunuevvel 1338 tarihi
Hakimiyet-i Milliye'den alınmıştır.)
Değerli arkadaşlarımın bu küçük yanılgısı, bizde, olguları tek tek doğrulamadan, ikinci elden bilgiye
tarih üstüne çözümleme yapmanın sağlıklı olamayacağı yolunda, Öteden beri savunduğum bir görüşü
destekliyor.
154
Đkna (Đnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama)*
Milli Mücadele'nin başlangıcından Cumhuriyet'in ilanına kadar, halk arasında ulusçu bir tutunum
(cohesion) bilincinin yaygın olmaması nedeniyle, Đslâmî dayanışmadan yararlanılmıştı. Hatta "dinin
siyasete âlet edilmesi" yolunda, Osmanlı dönemine oranla daha da ileriye gidilmişti.
Cumhuriyet'in ilk dört ayında, halifelik de devam etti. Ancak 1924 Martının başlarında, hilafet kaldırılıp
hanedan üyeleri yurtdışına sürülürken, (medreseler ve şeriat mahkemeleri gibi) eğitim ve yargıdaki din
kurumları da yasaklandı. Ama, 1924 Ana-yasası'nın 1928 Nisanında yapılan değişikliklerine değin, "Tür-
kiye devletinin dini, din-i Đslâmdır" hükmü korundu.
Niyazi Berkes'in "kutsallaşmış geleneğin boyunduruğundan kurtulma" diye tanımlayarak çağdaşlaşma
ile özdeşleştirdiği "laikleşme" adımları, bu ilkenin 1937'de Altı Ok içinde Anayasaya girmesine kadar
devam etmiştir. Bu adımların başlıcaları şöyle sıralanabilir:
1925 başlarındaki Şeyh Said Ayaklanması üzerine çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu'nun (ve Đstiklâl
Mahkemelerinin) yarattığı buyurgan hava altında yapılan şapka ve giyim kuşam devrimleri; "tekke ve
zaviyelerle türbelerin şeddi", dolayısıyla tarikatların yasaklanması. Aynı yılın sonlarında, hicri ve
muaddel rumî takvimler yerine, Milat başlangıçlı uluslararası takvimin ve alafranga saatin kabulü (yani
1341, 1925 oldu; "gün" de güneşin batmasından başlatılmak yerine, kökenleri Roma hukukuna kadar
giden bir uylaşımla geceyarısından başlatıldı.)
1926 yılında, benim "çeviri yasalarla hukuk devrimi" dediğim şey yapıldı. Aslında, 19. yüzyıl ortalarında
başlayan Batı yasalarını benimseme hareketi, birçok alanda şeriat yasaları yürürlükte
Modern Türkiye 'de Siyasî Düşünce: Cilt 3: Kemalizm, cd. A. Đnse!, (Đletişim Yay., istanbul, 200!), ss.
92-96.
155
Mete Tuncay
kaldığı için bir ikililık yaratmıştı. Cumhuriyet'teyse, aile, borçlar vb. konularındaki dinsel hükümler
kaldırılarak reception tamamlandı; Kıta Avrupa hukuku yalnız başına hükümferma oldu.
1928 Mayısında "beynelmilel erkam" (Arap rakamlarının Ba-tı'da kabul edilen biçimleri) alındı; Kasımda
da Latin esaslı 'Türk Alfabesi" kanunlaştırıldı. Halka yeni harfleri öğretmek için, Millet Mektepleri
Teşkilâtı kuruldu. 1931 yılında, bütün ölçüler metrik sisteme uyarlandı. I935'te de pazar günü hafta
tatili olarak benimsendi.
Tarık bin Zeyyad'ın Đberya'ya çıkarken geri dönülmesini imkânsız kılmak için gemilerini yaktırmasına
benzer bir biçimde, geçmişle ilişkilerin kopartılmasını amaçlayan bu reformların arasında, bence en
etkilisi "Yazı Devrimi" olmuştur.
Yazı karakterlerinin, yani alfabenin dinlerle garip bir ilişkisi vardır. Tarihte birtakım halklar, yeni bir dini
kabul ettikleri ya da dinlerini koruyarak anadillerini değiştirdikleri durumlarda, o dinin kutsal metinlerini
geleneksel ya da edinilmiş dillerine çevirmeye razı olsalar bile, metinlerin yazılı oldukları özgün alfabeyi
kullanmaya devam etmişlerdir. [Eski Mısır'ın resim-yazısına hieroglif (kutsal oymalar) denildiğini
unutmayalım. Bu terim, 'Tanrı'nın (el) yazısı" diye de düşünülebilir!] "Tılsım" gibi kavramlarla
başvurmadan anlaşılması ve çözümlenmesi zor olacak söz konusu ısrara birçok Örnek gösterilebilir.
Ortodoks Hıristiyanlığı benimsemiş Türk kökenli insanlar mı oldukları, yoksa Elen(leşmiş) bir halk iken
Türkçe'yi mi özümsedikleri bilinmeyen Karamanlı Rumlar, kiliselerinde "Đsa Mesih'in namazı'nı pekâlâ
Türkçe eda ederlerken, bütün yaşamlarında Yunan alfabesini kullanmayı sürdürmüşlerdir. 20. yüzyılın
başlarında hâlâ Yunan ve Ermeni harfleriyle basılmış Türkçe Đnciller vardır. Bizim tam tersimize,
yeniden varolma ideolojisini kopuş yerine sürekliliğe dayandırmak isteyen Đsrail devleti 1949 yılında
kurulurken, o vakte kadar sinagogların dışında kullanılmayan Đbranî alfabesi (o dille birlikte)
canlandırılmıştır.
156
Eleştirel Tarih Yazıları
Din-Dil ilişkisi açısından Hıristiyanlıkla Müslümanlık (ve Yahudilik) arasında büyük bir fark vardır: "Eski
Ahid"in Yahudiler tarafından Đbranice olarak sürdürülegelmesine karşılık; birçok bölümü herhalde
Aramî ya da Đbranî dillerinde yazılmış olan "Yeni Ahid", Hıristiyanlığın zaten Yunanlaşmış bir Yahudilik
olduğu" görüşüne doğrularcasına, en başında ya Yunancaya çevrilmiş ya da kimi bölümleri Yunanca
kaleme alınmıştır. Daha sonra Aziz Hieronymus'un yaptığı Latince Vulgata çevirisi Katolik dünyasında
resmî metin olarak benimsenmiş, Refor-masyon'da ise çeşitli ulusal dillere yapılan çevirileri Protestan
kiliselerinde kullanılmaya başlanmıştır. Bu kutsal kitapların Tanrı buyruklarını içerdiği kabul edilmekle
birlikte, Kuran-ı Kerim için inanıldığı gibi "Kelâmullah" oldukları anlayışı yoktur. Dolayısıyla, Kuran'ın
Arapça'dan başka dillere "mealen" çevrilmesine razı olunsa bile, ibadette Arapça özgün metnin
kullanılmasında ve din hizmetleri başta, bütün aydın müminlerin bu dili öğrenmesinde ısrar edilmiştir.
Osmanlıca'nın yazılmasında yararlanılan Arap harflerinin "ıslah" edilerek Türkçe'ye uyarlanması
yönünde en az yarım asırdır öneriler yapılıyordu. Namık Kemal bu fikre karşı çıkmış ve (Menemenli
zade Rıfat Bey'e 8 Ağustos 1878 tarihli bir mektubunda) "yazının ıslahı için Latin harflerini bizim lisana
almak, Frenk elbisesi giymeyi mülkün ıslahına medar olur zannetmek kabilindedir" demişti. Enver
Paşa'nın Birinci Dünya Savaşı yıllarında "huruf-u munfasıla" denilen biçimde Arap harflerinin bi-
tiştirilmek yerine ayrı ayrı kullanılmasını sağlamak için bir girişimde bulunduğu, ama bu reformun savaş
ertesine bırakıldığı bilinmektedir. Cumhuriyet'in ilanından sonra, 1926'da Bakü'de toplanan bir
kongredeyse o zamana kadar Türkçelerini Arap harfleriyle yazan Sovyet halkları Latin harflerine
geçmek kararını alırlarken, Fuat Köprülü'nün başkanlığındaki T. C. delegeleri çekimser kalmıştı.
Kaldı ki, Türklerin Arap harflerini güzel ve estetik (kaligrafık) olarak yazmakta, övündükleri özel bir
becerileri vardı. "Kuran-ı Kerim Mekke'de nazil olmuştur (Peygambere inmiştir), Kahire'de
157
Mete Tuncay
tilâvet edilmiştir (usulüne göre okunmuştur), Đstanbul'da (en başarılı hüsn-ü hatla) yazılmıştır" sözünü
hatırlatmak gerekir.
Yazı Devrimi, simgesel önemi bakımından belki Şapka Devrimi'yle karşılaştırılabilir. Fakat şapka
giymeye ancak "Frenk mukallitliği" (öykünmeciliği) diye karşı çıkılabilirken, alfabe değiştirmek, bir
kuşak içinde o zamana kadar yazılmış bütün yapıtları okunmaz/anlaşılmaz hale sokmuştur. Bu,
düşünülebilecek en köktenci kültür değiştirme girişimiydi. Çünkü Đslâm dininin de, yükseltilmek istenen
Türk milliyetçiliği ışığında yeniden biçimlendirilmesini ima ediyordu.
Yazı Devrimi'ni, Cumhuriyet'in ilk on yılında dil üstünden denenen "Đslâmiyeti Türkleştirme" hareketleri
bağlamında değerlendirmek gerekir. Önce, 1926 ilkbaharında Türkçe'yle namaz kıldırma denemeleri
yapılmış, dört yıl sonra Đlahiyat Fakültesi çevresindeki bir grup "modernist" Đslamcıdan oluşan bir kurul
"reformasyon" önerileri hazırlamıştır. 1932 başlarında da (Ramazan ayı içinde), Türkçe Kuran tutar mı,
tutmaz mı diye araştırılmıştır. [Bu son konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz. Dücane Cündioğlu, Türkçe
Kuran ve Cumhuriyet Đdeolojsi, (Đstanbul: 1998).] Đbadette Türkçe Kuran'ın zorlanmasından o dönem
vazgeçilmekle birlikte, aynı yılın sonlarından 1950'deki Demokrat Parti iktidarına kadar, Ezan ve Kâmet
Türkçe okunmuştur. Türkçe Kuran konusu, 20. yüzyılın sonunda bazı çevrelerce yeniden savunulan bir
dava oldu.
19. yüzyılda Osmanlı çağdaşlaşmacıları arasında ortaya çıkan, genel olarak dinin, bizim özelimize de
Đslâmiyetin "mani-i terakki" (ilerlemeye engel) olduğu fikri, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında da devam
etmiştir. Pozitivistçe bir "bilime inanma" tutumuyla iki yoldan birini seçmek gerekiyordu. Kemalist
hâkim düşünceye göre, Batı'da Lutherci Protestan Reformasyonu kutsal kitabı ulusal dillere çevirince
Hıristiyanlık çağdaşlık yoluna girmişti. Biz de onun gibi yapabilirdik. Öteki yol, Sovyet Dev-rimi'nin
yaptığı gibi, açıkça dine karşı çıkmaktı. Sanıyorum, kamu güvenliği açısından, sıradan halkın dindar
kalmasının daha istenilir olduğu düşünüldü. Onun için, öncelikle Đslâm Re-
158
Eleştirel Tarih Yazıları
formasyonu projesi üstünde duruldu. Bu yalnızca bir dil ve yazı sorunu değildi; ibadet düzeninin de
değiştirilmesi, örneğin secde etmek yerine, camilere oturacak sıralar konulması, müzikli ayinler
yapılması vb. önerildi. Kuran'ın Türkçe'ye çevrilip ibadette Arapça Özgün metnin yerine bunun
kullanılması fikri yaygın bir hoşnutsuzluk yaratınca, zamanın ve zeminin henüz uygun olmadığı
gerekçesiyle Đslâm reformasyonu düşüncesi rafa kaldırıldı.
Türkiye'de hiçbir zaman, dine Sovyetler'deki kadar açıkça karşı çıkılmamış olmakla birlikte
[unutmayalım ki, orada Moskova'nın bir katedrali büsbütün yıkılmış, Leningrad'ın Kazan katedrali ise
Tanrı-tanımazlık müzesi yapılmıştı!], özellikle Cumhuriyetin ilk on yılında, Đslâm konusunda inanılması
güç boyutlara varan bir "mübalâtsızhk" (diyelim, umursamazlık) gösterilmiştir. Örneğin, bir ara
Sultanahmet Camii'nin resim galerisi yapılması önerilecek kadar ileriye gidilmişti.
" Cemal Reşit Rey anlatıyor: "1926 Ağustosunda maarif vekili [Mustafa] Necati Bey bir Sanayi-i Nefise
[Güzel Sanatlar] Encümeni toplamıştı. Bu encümene beni de davet etti. Đşte o encümende alınan
kararla mekteplerden Alaturka müzik tedrisatı kaldırıldı. Böyle isabetli kararların yanında fazla
cüretkâranelerinin de alınmasına ramak kaldığına şahit oldum. Bu encümenimizin reisi rahmetli Namık
Đsmail Yegenoğlu] ile rahmetli Çallı Đbrahim, Necati Beye bir dilekçe sundular. Bu dilekçede ressamların
eserlerini teşhir edecek bir galeriden mahrum bulunduğu belirtiliyor ve hükümetten bu iş için bir mahal
isteniyordu. Đstenilen mahal neydi biliyor musunuz? Sultan Ahmet Camii. Ancak ilave ediliyordu ki,
camide yukarıdan gelen ışığın az oluşu resimlerin en iyi şerait altında teşhirine mani idi. Bunun için
kubbede delikler açılması teklif edilmişti. Necati Bey muvafakatini vermek üzere iken, rahmetli Mimar
Kemalettin Beyin pürhıddet yerinden kalkarak söylediği sözlerden sonra bu karardan vazgeçildi."
Yazarın muhtemelen Cumhuriyet gazetesinde çıkmış olan "Atatürk ve Müzik" başlıklı makalesinin tümü
şu kaynakta aktarılmıştır: Atatürk Devrimleri Đdeolojisinin Türk Müzik Kültürüne Doğrudan ve Dolaylı
Etkileri (istanbul: Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü Yayınları, 1980), S. 142-45.
159
Mete Tuncay
Bence asıl endişe edilen, bu tür düzeltimlere dinin ve din adamlarının güç kazanmaları ve laik iktidara
rakip bir yetke merkezi oluşturmaları ihtimaliydi.
Dinin her yerde ve her zaman toplum üyelerinin dünya görüşlerini özellikle eğitim üstünden
kalıplayageldiği bilinmektedir. Bizde, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde mühendislik ve tıp
okullarından itibaren geleneksel medrese ve tekkelere rakip bir dünyevî eğitime yönelme başlamıştı.
Hatta, uygulamaya dönük bu (amelî) bilgi dallarına, dinbilgisiyle Özdeş olan "ilim" yerine, "fen"
deniyordu. Nitekim, yeni kurulan Osmanlı üniversitesine de, fenlerevi anlamındaki "Darülfünun" adı
verilmişti. (Rusya'da Büyük Petro'nun akademisi kurulurken, bilim yerme, tıauk sözcüğünün
kullanılmasında da benzer kaygılar rol oynamıştır.)
Sultan II. Abdülhamit'in 1876 Anayasası'nı "talik" etme (askıya alma) gerekçesi, meşrutiyet iyi ve
çağdaş bir şey olmakla birlikte, halkın anayasalı yönetime henüz hazır bulunmadığı, eğitilerek
çağdaşlığa hazırlanması gerektiğiydi. Bu tanı ve sağaltma yönteminin, kamusal yaşamımızda bugüne
değin geldiğini söylemek abartma olmaz.
Ne var ki, Cumhurıyet'in ilk döneminde benimsenen eğitim anlayışı, bilgi aktarımının yanı sıra eleştirel
ve yaratıcı düşünmeyi amaçlamamış, yapılan devrimlerin içselleştirilmesi ve yayılması için bir rejim
propagandası aracı olarak kullanılmak istenmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin çağdaşlaşma projesi, akla ve bilime beslediği inanç bakımından, Tanzimat ve
Meşrutiyet dönemlerinin (yani 1839-1918 yıllarının) devamı niteliğindeydi. Şu farkla ki, o dönemlerin
sakıngan ve uzlaşmacı tutumuna karşılık, Cumhuriyetçiler daha gözü kara davranıyorlardı. Osmanlı
uzlaşmacılığının "telifçi" (eklektik, hatta senkretik) olduğu, içinde çelişkiler barındırdığı doğrudur. Fakat,
"uzlaşma" çağdaş liberal demokrasi kültürünün önemli bir öğesidir. Erken Cumhuriyet'in yönetici
seçkinleri, kendi doğrularından çok emindiler. Bunları topluma kabul ettirmek için, geleneklerle
uzlaşmayı düşün-
160
Eleştirel Tarih Yazdan
müyorlar, halk yığınlarını laik eğitim yoluyla "irşad" ve "ik-na" etmeyi amaçlıyorlardı.
Atatürk'ün Cumhuriyet'in ilanından yedi ay önce, Konya'daki Türk Ocağı'nda yaptığı bir konuşmada,
aydınlara yol göstermek için kullandığı bu terimler (ve aynı aydınları suçlayan karşıtları: "tahakküm"-
"tecebbür"-"istibdat"), Đslâm din-biliminden ödünç alınmış kavramları yansıtmaktadır. Ben, bu
konuşmanın bazı bölümlerini, TC'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-31 (Đstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yay., 1999, 3. bas.) kitabımda (s. 219'da), Gazi Paşanın o zamanki halkçılık anlayışını göstermek
için alıntılamıştım. Gazi, burada Đslâmiyetin "aklî ve tabiî din" {rational and natura! religion) olduğunu,
ama "ciddi ve hakiki ulema" dışındaki din adamlarının yalnız onun kişisel inançlarına değil, "millet'in
yaşam ve çıkarlarına aykırı tutumları nedeniyle "tepelenmeleri" gerektiğini savunuyordu. Daha sonra
da, "avam" ile "münevverân" zihniyetleri arasındaki uyumsuzluktan yakınıyordu: "Sınıf-ı münevver
telkinle, Đrşadla kitle-i ekseriyeti kendi maksadına göre iknaa muvaffak olamayınca, başka vasıtalarla
tevessül eder. Halka tahakküm ve tecebbüre başlar, halkı istibdatta bulundurmaya kalkar."
Kamusal alanda, doğru'nun, iyi'nin, yararlı'nın ne olduğunu, (dini ya da ideolojisi yoluyla) bilen bir
kimsenin, halka uzlaşmaya, onlara dayanışmaya ihtiyacı yoktur. Hatta doğruyu bilenin, onu topluma
zorlamasının ahlakî bir ödev olduğu bile söylenebilir. Atatürk'ün 1923 Martında, aydınları sıradan halkı
kendi doğrularına inandırmaya çağırması, zorlamanın uygulamada işe yaramamasından ötürüdür. Ama,
uyum sağlama yönünde sonuç alabilmek için geleneklerle uzlaşmayı, yerleşik inanışlara "tavizler"
(ödünler) vermeyi aklına getirmemektedir.
Pekiyi, Cumhuriyet devrimleri hiç yapılmasalar daha mı iyi olurdu? Buna "evet" demek, elbette
olanaksızdır. Kurumsal bir olasılık, 1920'lerdeki ve 30'lardaki Jakoben çağdaşlaşmışlığın daha sonraki
yıllarda da sürdürülmesiydi. Bu yolu kapatan iç ve dış nedenleri hep biliyoruz. Fakat farz-ı muhal onlar
olmasalar da, gerçekleştirilebilecek sonuç, ne tür bir "çağdaşlık" olacaktı?
161
Mele Tuncay
Bence asıl endişe edilen, bu tür düzeltimlere dinin ve din adamlarının güç kazanmaları ve laik iktidara
rakip bĐr yetke merkezi oluşturmaları ihtimaliydi.
Dinin her yerde ve her zaman toplum üyelerinin dünya görüşlerini özellikle eğitim üstünden
kalıplayageldiği bilinmektedir. Bizde, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde mühendislik ve tıp
okullarından itibaren geleneksel medrese ve tekkelere rakip bir dünyevî eğitime yönelme başlamıştı.
Hatta, uygulamaya dönük bu (amelî) bilgi dallarına, dinbilgisiyle özdeş olan "ilim" yerine, "fen"
deniyordu. Nitekim, yeni kurulan Osmanlı üniversitesine de, fenlerevi anlamındaki "Darülfünun" adı
verilmişti. (Rusya'da Büyük Petro'nun akademisi kurulurken, bilim yerine, nauk sözcüğünün
kullanılmasında da benzer kaygılar rol oynamıştır.)
Sultan II. Abdülhamit'in 1876 Anayasası'nı "talik" etme (askıya alma) gerekçesi, meşrutiyet iyi ve
çağdaş bir şey olmakla birlikte, halkın anayasalı yönetime henüz hazır bulunmadığı, eğitilerek
çağdaşlığa hazırlanması gerektiğiydi. Bu tanı ve sağaltma yönteminin, kamusal yaşamımızda bugüne
değin geldiğini söylemek abartma olmaz.
Ne var ki, Cumhuriyet'in ilk döneminde benimsenen eğitim anlayışı, bilgi aktarımının yanı sıra eleştirel
ve yaratıcı düşünmeyi amaçlamamış, yapılan devrimlerin içselleştirilmesi ve yayılması için bir rejim
propagandası aracı olarak kullanılmak istenmiştir,
Türkiye Cumhuriyeti'nin çağdaşlaşma projesi, akla ve bilime beslediği inanç bakımından, Tanzimat ve
Meşrutiyet dönemlerinin (yani 1839-1918 yıllarının) devamı niteliğindeydi. Şu farkla ki, o dönemlerin
sakıngan ve uzlaşmacı tutumuna karşılık, Cumhuriyetçiler daha gözü kara davranıyorlardı. Osmanlı
uzlaşmacılığının "telifçı" (eklektik, hatta senkretik) olduğu, içinde çelişkiler barındırdığı doğrudur. Fakat,
"uzlaşma" çağdaş liberal demokrasi kültürünün önemli bir öğesidir. Erken Cumhuriyet'in yönetici
seçkinleri, kendi doğrularından çok emindiler. Bunları topluma kabul ettirmek için, geleneklerle
uzlaşmayı düşün-
160
Eleştirel Tarih Yanlan
müyorlar, halk yığınlarını laik eğitim yoluyla "irşad" ve "ik-na" etmeyi amaçlıyorlardı.
Atatürk'ün Cumhuriyet'in ilanından yedi ay önce, Konya'daki Türk Ocağı'nda yaptığı bir konuşmada,
aydınlara yol göstermek için kullandığı bu terimler (ve aynı aydınları suçlayan karşıtları: "tahakküm"-
"tecebbür"-"istibdat"), Đslâm din-biliminden ödünç alınmış kavramlan yansıtmaktadır. Ben, bu
konuşmanın bazı bölümlerini, TC 'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-31 (Đstanbul: Tanh Vakfı
Yurt Yay., 1999, 3. bas.) kitabımda (s. 219'da), Gazi Paşanın o zamanki halkçılık anlayışını göstermek
için alıntılamıştım. Gazi, burada Đslâmıyetin "aklî ve tabiî din" (rational and natura! religion) olduğunu,
ama "ciddi ve hakiki ulema" dışındaki din adamlarının yalnız onun kişisel inançlarına değil, "millet"in
yaşam ve çıkarlarına aykırı tutumları nedeniyle "tepelenmeleri" gerektiğini savunuyordu. Daha sonra
da, "avam" ile "münevverân" zihniyetleri arasındaki uyumsuzluktan yakınıyordu: "Sınıf-ı münevver
telkinle, irşadla kitle-i ekseriyeti kendi maksadına göre ikııaa muvaffak olamayınca, başka vasıtalarla
tevessül eder. Halka tahakküm ve tecebbüre başlar, halkı istibdatta bulundurmaya kalkar."
Kamusal alanda, doğru'nun, iyi'nin, yararlı'nın ne olduğunu, (dini ya da ideolojisi yoluyla) bilen bir
kimsenin, halka uzlaşmaya, onlara dayanışmaya ihtiyacı yoktur. Hatta doğruyu bilenin, onu topluma
zorlamasının ahlakî bir ödev olduğu bile söylenebilir. Atatürk'ün 1923 Martında, aydınları sıradan halkı
kendi doğrularına inandırmaya çağırması, zorlamanın uygulamada işe yaramamasından ötürüdür. Ama,
uyum sağlama yönünde sonuç alabilmek için geleneklerle uzlaşmayı, yerleşik inanışlara "tavizler"
(ödünler) vermeyi aklına getirmemektedir.
Pekiyi, Cumhuriyet devrimleri hiç yapılmasalar daha mı iyi olurdu? Buna "evet" demek, elbette
olanaksızdır. Kurumsal bir olasılık, 1920'lerdeki ve 30'lardaki Jakoben çağdaşlaşmışlığın daha sonraki
yıllarda da sürdürülmesiydi. Bu yolu kapatan iç ve dış nedenleri hep biliyoruz. Fakat farz-ı muhal onlar
olmasalar da, gerçekleştirilebilecek sonuç, ne tür bir "çağdaşlık" olacaktı?
161
Mete Tuncay
Belki biçimsel olarak ileri ülkelere benzeyen, ama özünde çağcıllıktan uzak, özgürlüklerden, insan
haklarından, demokrasiden yoksun bir yaşayış. Ya da daha yavaş, sindire sindıre, halkın katılımıyla,
onun istediği yönde yürümek. Halk çoğunluğunun uzun dönemde yanlış bir yolda ısrar etmeyeceği,
Đslâmî bir kabul olduktan başka, demokrasinin de temel varsayımlarındandır.
Mesele, meşrutiyeti ya da demokrasiyi, halk onları yaşamaya hazır hale geldikten sonra tadı çıkarılacak
rejimler diye düşünmemek, sorunların üstesinden gelmeye çalışırken bu çağdaş siyasal yönetim
biçimlerini uygulamaktır. Geçmişte öyle yapılsaydı, bugün böyle olmazdık. Ama, rahmetli babamın
diline pelesenk ettiği totolojiyle, "Olmuş bir şeyin olmamış olmasına imkân olmadığı gibi, olmamış bir
şeyin olmuş olmasına imkân yoktur."
Sol Kemalizm'e Bakıyor'dan [Bir Söyleşi] Mustafa Suphi Öldürülmeseydi*
Kemalizm, çağdaşlaşmayı Batılılaşma diye anlayan, Osmanlı Đmparatorluğu'nda en azından
Tanzimat'tan beri oluşan çağdaş-laşmacı akımın devamı olarak, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren
Fransız devrimindeki Jakoben, tepeden inmeci yöntemlerle çağdaşlaşmayı gerçekleştirmeye çalışan ve
bunu biçimsel öğelere ağırlık vererek düşünen bir harekettir. Esas itibariyle bir ekonomi politikası
yoktur. Toplumsal yeniliği gerçekleştirmek için de siyasal araçlardan yararlanmayı ummaktadır.
Kemalizm için bunlar söylenebilir.
Başlangıçtan itibaren Türkiye'deki sol hareketle Kemalistler arasındaki ilişkilere bakarsak...
- Türkiye'de sol hareket de yine çağdaşlaşmacı genel akımın içinde yer almaktadır. Bunu vurgulamak
gerekir. Solun ilk yıllarında, biraz şabloncu da olsa, farklı bir gelişme, çağdaşlaşma stratejisi vardır.
Ama geniş ölçüde, Kemalizm'in gerçekleştirmek istediği reformlarla solun çağdaşlaşmayla erişmek
istediği noktalar çakışmaktadır. Bunun için solun Cumhuriyet döneminde büyük sıkıntısı oldu. Bir
taraftan, diyelim, altyapıyla ilgilenerek toplumsal dü-zeltimleri farklı bir ekonomik temele oturtmak
isterlerken, bir taraftan da sonunda erişmek istedikleri bazı durumların Kemalist reformlarla ortaya
çıktığını görünce, buna bir sempatiyle bakmak, içten içe sevinç duymak durumunda kaldılar. Bir
taraftan karşı çıkıyor, bir taraftan da sonuçlarını sevinçle karşılıyorlardı. Böyle bir ikircikli durumda
kaldılar. Aslında Kemalizm'i bir anda oluşmuş bir şey değil, yıllar boyunca ortaya çıkan, kendisini
tamamlayan bir düşünce diye görürsek, başlangıçta, mesela Türkiye'nin kapitalist-olmayan yolda bir
Kemalist iktidarla geliştirilebileceğine dair solun umutları vardı. Özellikle 1925 öncesinde gizli parti, yani
yasa-
162
Der. Levent Cinemre-Ruşen Çakır, Sol Kemalizm'e Bakıyor, (Metis Yay., Đstanbul), s. 15 vd.
163
Mete Tuncay
dışılığa itilmiş olan TKP de böyle düşünüyordu. 1925'ten sonra ise partinin içinde böyle düşünmeye
devam eden insanlar dışlandılar ve bunlar daha sonra giderek "Kadro" hareketini kurdular. Benim
Türkiye 'de Sol Akımlar adlı kitabımda, daha sonra da doğru bir sezgi olduğuna inandığım görüş,
Kadrocular'ın dönek olmadıkları, dönenin TKP olduğudur. Yani 25'ten önce onlar, Ankara'daki siyasal
iktidarı işbirliği yapılabilecek, içine sızarak bir şeyler kotarılabilecek bir yapı diye görülürken, 25'ten
sonra bundan vazgeçtiler. Bunun nedeni, her durumda bir miktar görüş sahipleri arasındaki -diyelim.
Şevket Süreyya ile Şefik Hüsnü grubu arasındaki- kişisel çekişmeye dayanır; fakat onun Ötesinde
Ankara hükümetinin de değiştiğini, yani 1925 Öncesiyle sonrasında en azından tutumunda vurgu
farkları ortaya çıktığını teslim etmek gerekir. Yani değişen sadece TKP değil, Ankara hükümetinin
kendisidir de. Başka bir şey, Türkiye'de milliyetçilik çok yeni idi. Bugün nasıl çevremize bakınca, Kürt
arkadaşlarımızın, hatta solcu Kürt arkadaşlarımızın önce Kürt olduklarını gözlemliyorsak, bundan 70 yıl
önce Türk sol hareketindeki insanlar da çoğu kere farkında olmadan, milliyetçi idiler. Yani Türk
milliyetçiliği o kadar yeni ve coşkun bir şeydi ki, soldaki insanlara da damgasını vuruyordu. Bu da bir
ek faktör olarak, solun Kemalizm'e iyi gözlerle bakması sonucunu doğuruyordu. Zaten yavaş yavaş
ortaya çıkıyor ki, 1925 öncesinde Türkiye solu henüz Sovyetler'le sıkı bir ilişkiye girmediği dönemde,
Türkiye solunda çok daha özgür ve yaratıcı düşünce vardı. Bu da Kemalizm'le yahut ön-Kema-lizm'le
işbirliği yapılabileceği duygusunun egemen olduğu bir döneme denk geliyor. Fakat 1925'ten sonra TKP,
Türkiye içinde çok sıkıştırılıp da birçok önderleri yurt dışında yaşamak ve Komıntem disiplinine ayak
uydurmak zorunda kalınca, artık öyle eskisi gibi özgür ve eleştirel bir şekilde Türkiye için sol tahliller
yapmaları sona eriyor, Komintem'in karara bağladığı klişeleri Türkiye için tekrarlamakla yetiniyorlar. Bu
dönemde bu sefer asıl üzerinde durmaya çalıştığımız sol-Kemalizm ilişkisi bakımından başka bir mesele
çıkıyor: Kemalizm hiç şüphe yok, içeride baskıcı bir siyasal rejim. Fakat dış politikasında Sovyet
Eleştirel Tarih Yazıları
dostluğunu izliyor. O dönemdeki Komintem'in temel kaygısı da (Sovyetler Birliği'nde o zaman öyle
söyleniyordu) "sosyalist anavatan"ın çıkarlarını her şeyin üstünde tutmaktı. Dolayısıyla solcular bir
yandan milliyetçilikleri nedeniyle, bir yandan onlar da çağdaşlaşmayı Batılılaşma diye görüp, Kemalist
reformların Batıcı ürünlerine sevinmeleri nedeniyle, bir yandan da Kemalist hükümetin dış politikada
Sovyet dostu olması nedeniyle Kemalist rejime karşı çok sakıngan davrandı -bu, bugün bir hayli
unutulmuş durumdadır, ama 1930'lardaki Sovyet dostluğu, mesela uluslararası konferanslarda
Türkiye'nin bir Sovyet uydusu gibi görünmesine yol açacak kadar ileriydi. Türk delegesi her toplantıda
Sovyet delegesinin parmak kaldırmasına göre oy verirdi. Sonradan zannedildi ki, sadece 1950
sonrasında Amerika'nın izleyicisi olduk, dış politikada. Oysa 30'larda, Sovyet-ler'in izleyicisiydik. Böyle
bir açmaz vardı. Sovyet dostluğu nedeniyle, solcular çok ileri gidemiyorlardı. Uluslararası Komünist
dergisini izlerseniz, mesela Bulgar komünistlerinin 1930'larda iktidarda olan partilere ve kişilere karşı
ne kadar sert olduğunu, Yunan komünistlerinin keza kendi ülkelerinde iktidarda bulunanlara karşı ne
kadar sert olduğunu, buna karşılık Türk komünistlerinin CHP iktidarına karşı oldukça sakıngan
davrandığını gözlemleyebilirsiniz. Ama tabiî, bu tek taraflı bir aşktı. Kemalistler'in tek parti diktatörlüğü
çerçevesi içinde herhangi bir muhalefete, bu arada da sol muhalefete, komünistlere karşı da ta-
hammülleri yoktu. Doğan Avcıoğlu sanıyorum ki oldukça abartıyordu, "Atatürk döneminde hiç kimse
solculuktan hapse girmedi," diye. Bu tamamen yanlıştır. Periyodik tevkifler var, zaten yeraltı partisinin
üyeleri bir avuç. Her yakaladıklarında, CHF diktatörlüğü komünistlerin canına okuyor. Durum buydu.
Mustafa Suphi'ye dönersek. O dönemde Kurtuluş Savaşı'na dahil olma girişimleri, Anadolu'daki tüm sol
çevreleri bir araya getirme, toparlama, bir komünist ya da sol cephe oluşturma çabaları. Bunlarla
Kemalistler arasındaki ilişkiler ve kavga; sonuçta Mustafa Suphiler'in katledilmesiyle, sol cephenin da-
ğıtılmasıyla sona eren kavga. Şöyle bir şey söylemek mümkün mü acaba? Gerçi siz Mustafa Suphi'yi
milli komünizmin en
164
165
Mele Tuncay
önemli temsilcilerinden biri sayıyorsunuz, ama Suphi'nin o dönemde Anadolu 'da bir şeyler
başarabileceğini düşünmek mümkün mü acaba?
- Suphi konusu çok tartışıldı. Bir kere Suphi'nin temelde bir milliyetçi tarafı olduğunu her zaman
düşündüm. Mesela Mustafa Suphi mason. Ama masonluğa bir itirazı var, masonluğun enter-
nasyonalizmine; "Milli masonluk olsa ne iyi olurdu," diye düşünüyor, Rusya'ya gitmezden önce. Ve
sola karşı bir adam. "Artık sosyoloji var, bu işin ilmi sosyolojidir, sosyoloji varken sosyalizme ne gerek
var?" diye yazılar yazdığını biliyoruz. Suphi Rusya'ya sığındıktan ve solcu olduktan sonra da, benim
anladığım kadarıyla, milliyetçiliğinden vazgeçmemiştir. Onun Baku Kongresi'nden sonra, yani TKP
başkanı seçildikten sonra, yine o kongrede genel sekreter seçilen Ethem Nejat'la beraber Mustafa
Kemal Paşa'ya gönderdikleri bir mektup, bence onun milliyetçiliğinin ne kadar coşkulu ve güçlü olmaya
devam ettiğini gösteriyor. Şöyle söylüyorlar: "Siz Ermenileri yendiniz, ama biz her yerde 'Anadolu'nun
düşmanı Ermeniler, Ermenilik değil, Taşnaklardır; Đngiliz emperyalizminin aleti durumuna gelen Er-
menistan Taşnak hükümetidir,' dedik, siz de böyle söyleyin," diye bir tüyo veriyor. Bu bir
enternasyonalist komünistin tavrı değildir bence. Bu, milliyetçi bir adamın tavrıdır. Ve ben biraz fantezi
yaparak şöyle düşünüyorum, Suphi ve grubu bir tertibe, bence mahalli bir tertibe uğramayıp da o
tarihte Ankara'ya gele-bilselerdı, -ben Suphiler'in öldürülmesinin Trabzon Valisi Deli Harnit ve Şark
Cephesi komutanı Kazım Karabekir arasında, Ankara'dan bağımsız bir şekilde kotarılmış bir şey
olduğunu düşünüyorum. Ankara nihayet kendisine gelen raporlara göre, bunları hudut dışı edin, gerisin
geri gönderin diyor- bir kere o dönemde Mustafa Kemal'in solu bir araya getirmek için kurdurduğu
resmî TKF'ye gireceklerini, ikincisi aralarından belki üç tane bakan çıkaracaklarını düşünüyorum. Bu
bakanlar da, muhtemelen üç tane yetenekli adam: Suphi'nin kendisi, Ethem Nejat ve Arap Đsmail Hakkı
olacaktı. Bunlar doktoralı, yurt dışında okumuş ve Đttihatçı olmayan, Đttihatçılar'a karşı kişiler. Ankara
BMM Đtti-hatcılar'ın çok hakim olduğu ve bu imajdan da rahatsızlık duyan
166
Eleştirel Tarih Yanlan
bir yapıdaydı. Aralarında bir tane Đttihatçılar'a karşı adam vardı, Rıza Nur gelmişti, onu da hemen
bakan yaptılar, en mühim işlere getirdiler. Çünkü Ankara, "bizimki bir Đttihatçı hareketi değildir,"
imajını vermek istiyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın çağrı sayılabilecek mektubunda şartlar çok açık.
"Gelin, başında Hakkı Behiç'in olduğu resmi fırkaya katılın, bunun dışında da faaliyet göstermeyin,"
diyor, onlar da geliyor. Bu, şartları kabul ettiklerini gösterir. Yani milliyetçilik bir ortak payda olarak on-
ların işbirliği yapmalarına yol açabilirdi? Tabii, o zaman TKP ne olurdu, o ayrı bir fantezi konusu.
Resmi TKP'nin sadece insanları kandırmak için kurulmadığını söylemek mümkün mü?
- Evet, ben bunu her zaman söyledim. "Resmi TKP bir muvazaa partisidir," denildi, durdu. Bu doğru bir
şey değil. Đttihatçılar'ın bir sol kanadı vardı ve resmi TKP'ye girenler öyle artistlik yapacak adamlar
değil, sol adamlardı. O zaman içtenlikle inanıyorlar. Mesela resmi TKP'nin başındaki genel sekreter
Hakkı Behiç, kendisine bu iş teklif edildiği zaman diyor ki, "kabul ediyorum, ama ben bir daha halkın
karşısına başka bir sıfatla çıkamam." Ve hakikaten de çıkmıyor. Çok merak ettiğim şeylerden biri, Hakkı
Behiç'in 40'ların ortalarına kadar yaşadığı ve delirdiği söylenir. Anılarda böyle şeyler var, ama 1921
başından itibaren hiç ağzını açmadı. Hakkı Behiç'in anıları falan var mıdır? Elimizde Rauf Bey'e
gönderdiği uzun bir mektup bulunuyor ve orada içtenliği görülüyor adamın. Bu sol Đttihatçılar ne kadar
solcu idiler, onu da ayrıca düşünmek lazım. Ama, halk sözcüğüyle simgelenen bir şey var. Halk Fırkası
adı nereden geliyor? Halkçılık programı, Halk zümresi -bu "halk" üzerindeki vurgu, Đttihat-Terakki'nin
1915-16 yılına kadar geri götürülebilir, bir radikal kanadının eseridir. Birtakım çekişmeler olmakla
birlikte, Türk solcuları genellikle bu kaynaktan çıktılar.
Komintern'e o dönemde M. Suphiler 'in Türkiye 'ye bakış açılarına müdahale bulundukları, onları bir
şekilde yönlendirdikleri şeklinde bir sorumluluk yüklemek mümkün mü? 1920-21 'de Avrupa 'da devrim
beklentisinin sona ermesi, olayın SSCB ile sınırlı
167
Mete Tuncay
kalacağının anlaşılması ve sosyalist anavatanın savunulmasının Öne çıkması üzerine, hemen yanı
başlarında gelişen harekete komünistlerin önderliği açısından değil de, sadece bir hareketliliğin
olmasını önemli bularak ve bunu kabul ederek yaklaşmalarının doğurduğu bir sorumluluk?
- Ruslar Milli Mücadele'ye yardım etmek için Türkler'in komünist olması şartını ileri sürmediler.
Bizimkiler böyle bir şart olduğunu sanıp komünist olmayı teklif ettiklerinde, "buna imkân da yok, gerek
de yok," dediler. Komintern'in bakışında da bu değişmedi. Türkiye'nin gelişme şartlarında bir Sovyet
yönetimi olmasını beklemiyorlardı. Ama Türkiye'de bir KP'ye de yaşama hakkı tanıyan bir rejim
olmasını elbette istiyorlardı. Radikal sol düşüncenin Türkiye'de çok yeni olduğunun farkındaydılar ve
uzun dönemde bunun yaşama, gelişme ve ağırlığını koyma şansına sahip olmasını istiyorlardı. Ama
Suphi konusunda çok fanteziler var. Mesela Kemal Tahir'e göre, Stalin -daha Stalin'den bahsetmek için
çok erken ama- Sultan Galiyef gibi milliyetçi Bolşevik akımları içeride tasfiye ederken, aynı doğrultuda
olan M. Suphi'lerin tasfiyesini de Mustafa Kemal'e havale etmiş. Yani böyle bir fantezi düşünce. Bu bir
kere tarihleri bakımından anakroniktir, tutmaz. Daha önceki bir olayı sonraki bir olayla karıştırarak
açıklama teşebbüsüdür. Ama Suphi ve grubunun öldürüldüğü dönemde henüz işler durulmuş değildi.
Daha sonraki dönemlere geçersek...
- 1925 öncesinde Türkiye'de Aydınlık diye bir aylık dergi çıkıyor. Hatta Cumhuriyetin ilanı arifesinde -
1923'te- ve sonrasında TKP Vazife diye günlük bir gazete çıkartıyor, ama malî sebeplerle yürütemiyor.
Aydınlık, Vazife gibi yayınlarda, solun yaptığı tahlilleri görüyoruz. Bu tahliller çok aklıbaşında,
şabloncu olmayan, Marksist terimleri Türkiye'nin özel koşullarına göre uygulama çabasında
düşünceler. 1925'ten sonra, bizim takip edebileceğimiz böyle bir yayın külliyatı yok. Ben illegal yayınları
bir miktar toplamaya çalıştım. Bu yayınlardaki yazıların pek çoğu da, dünyadaki sol hareketin
gelişmesini anlatan çeviri gibi şeyler. Türkiye için analiz yapan iki akımı
168
Eleştirel Tarih Yazıları
hissetmek mümkün. Bir tanesi belki Hikmet Kıvılcımlı'nın kişiliğiyle özdeşleşen, Kemalizm'e bir tür
faşizm diye bakan, bu konuda hayale kapılmayan bir akım. Çünkü Kıvılcımlı gerek 1925'te, gerekse
1929 Đzmir tevkifatından sonra, Kemalist adalet mekanizmasının sertliğini kendi kişiliğinde tatmış. Ona
oranla tuzu daha kuru olanlar ise, Kadro kadar ileri gitmeseler bile, konuşmamızın başında saydığım
faktörlerden biri veya ötekini vurgulayarak, Sovyet dostluğunu ya da devletçilik vadisinde atılmış bazı
adımların önemini vurgulayarak, bir çeşit milliyetçi iftihar dürtüsüyle, daha yumuşak bakıyorlar. Ama
dediğim gibi bu illegal yayınların hepsi elimizde yok. Benim yıllardır yapmaya çalıştığım ve nihayet
1925-36 dönemi için bastırmaya hazırlandığım kaynaklardan böyle bir izlenim çıkıyor. Türkiye'de Sol
Akımlar'ı 1908'den 25'e kadar getirmiştim. Đkinci cilt 25^15 olacaktı, o da çok yavaş ilerliyor, onun için
onu da 1925-36, 36-45 olarak bölmeye karar verdim. Çünkü 1936'da uzun süre söylenmeyen, kabul
edilmeyen, bilenlerin de açıklamadıkları TKP'nin Komintern'den çıkartılması, bir "separal" kararı söz
konusudur. "Desantralızasyon" da denilen bir karar ile, 1936 yılında TKP aşağı yukarı sıfıra indirilmiştir.
Yahut böyle söylemek doğru değil, bir ordunun bir "seferi", bir de "hazeri" kadrosu vardır, barışta
iskelet haline getirilir. TKP de bir iskelet haline getirilmiştir. Maalesef bu kararın metnini bulamadım,
ama başka birçok değinmeden öyle anlaşılıyor ki, 1935'te yapılan son Komintern Kongresi'nde,
Komintern politikası bir viraj daha alıp o vakte kadar "sosyal faşistler" diye küfrettiği sosyalistlerle bir
anti-faşist cephe kurma kararı alınca, bunun Türkiye'ye uyarlanması da aşağı yukarı şöyle olmuştur:
Türkiye'de bir ciddi faşizm tehlikesi yok ve zaten hükümet Sovyet dostu. "Onun için siz hükümeti işçi
haklarıyla ilgili falan birtakım taleplerle sıkıştırıp durmayın, rahat bırakın. Siz de, ne olur ne olmaz,
Türkiye'de bir faşizm tehlikesi ortaya çıkması ihtimaline karşı yasal kuruluşlara, basına, hatta CHP'ye
falan birey olarak katılın, yayın yapın, uyanıklık gösterin. Ama iktidarın ele geçirilmesini amaçlayan
normal bir KP faaliyetinden vazgeçin."
169
Mete Tuncay
Sol hareketin bu dönemde ürettiği belgelerde durum nasıl görünüyor?
- Orak-Çekiç'te çıkan bazı yazılar var. Yasal olarak çıkıyor, ama Takrir-i Sükûn'un ilk tatbikatı sırasında
Orak-Çekiç de kapatılıyor. TKP, Kürt isyanını feodal, karşı-devrimci bir isyan olarak görüyor. "Ankara
hükümeti ise burjuva hükümetidir." Onun için "yaşasın burjuvazi kahrolsun feodalizm." Bu, Sovyet
hükümetinin tavrına da denk düşüyor. Öteki konularda da, mesela KomĐntern kongrelerinde
zaman zaman TKP'lilerin iktidara fazla yumuşak baktıkları konusunda tenkit edildikleri anlaşılıyor.
Mesela, "siz belediye sosyalizmini müdafaa ediyorsunuz, sosyal patriotizme savruluyorsunuz," falan
diye eleştiriler var. Bizimkiler ısrarla bunu reddediyorlar. "Böyle bir şey yok ya da vardı da önünü
aldık," falan gibilerden. Bu tür yazılar 1925-26'da hâlâ devam ediyor. Mesela aslında komünist olan
Vlahof Efendi'nin örgütlediği Federations Ba-lkaniques diye bir dergi vardır. Orada Türkiye'nin
iktisadi ve sosyal gelişmesi üzerine "B.F." imzalı bir Fransızca yazı gördüm. Yanılmıyorsam, "B.F." Şefik
Hüsnü'dür. Şefik Hüsnü, Komüntern'de bir dönemden sonra "B. Ferdi" takma adını kullanıyordu.
Yazının tarihi 1926. Orada, "bunlar devlet mülkiyetinde olsa daha iyi olurdu" gibi birtakım çekinceler
ileri sürmekle birlikte, Kemalizm'in iktisadi alanda yaptığı yeni örgütlenmeler, banka kurmalar falan
bayağı methediliyor. Aynı Ş. Hüsnü, 1923'te Cumhuriyet sıralarında yazdığı bazı makalelerinde, sahiden
belediye sosyalizmi anlamına gelebilecek önerilerde bulunuyordu. Bu makaleleri Birikim'de yayımladım.
Daha sonraki dönemlere gidersek...
- Daha sonraki dönemlere fazla giremem, çünkü Kemalizm herhalde 45'te bitiyor. Ondan sonra
Atatürkçülük başlıyor. "Ebedi Şef kül-tünün nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği hakkında bir teorim var;
"Ebedi Şef kültünün "Milli Şefe karşı bir muhalefet aracı olarak ortaya çıktığını düşünüyorum 1940'lı
yıllarda. Yani Atatürk'ü Övmekle, dolaylı olarak baştaki Cumhurbaşkanı Đsmet Paşa küçülüyor. Ve
potansiyel muhalifler Atatürk'ü övmeye
170
Eleştirel Tarih Yazıları
gayret ediyorlar. Potansiyel muhalifler dedim; açıkça muhalefet edilemiyor, çünkü tek parti
diktatörlüğü altında yaşanıyor. Ama tek parti diktatörlüğü altında "Atatürk büyük adamdı," demek,
"Đsmet Paşa o kadar büyük adam değildi," manasını taşıyor. Değildir manasına geliyor. Çünkü Đnönü
cumhurbaşkanı olunca, tıpkı Atatürk'ün yaptığı gibi, kendisinden önceki tüm padişahların yaptırdığı
gibi, paralara pullara kendi resmini bastırdı. Đşte o zaman bir muhalefet ortaya çıktı, "sen kim
oluyorsun da bunu yapıyorsun," diye. Kim oluyorsunu var mı? Đşte o da cumhurbaşkanı. Atatürk kimdi
de onun resmi konuyor? Bu bir gelenekti, Osmanlı'da her padişah kendi parasını bastırırdı. Ama Đsmet
Paşa'ya karşı olanlar, Atatürk'ü yücelterek onu eleştirmiş oldular. Bir süre sonra CHP bunun farkına
vardı ve şöyle demeye başladılar: "Tabii Atatürk büyük adamdı, nitekim bizim partimizi o kurdu."
Böylelikle bir açık arttırma başladı ve bu günümüze kadar geldi. Açık arttırmanın başlaması ve
Atatürkçülük kültü, bence erken 1940'ların bir ürünüdür. DP içinde Celal Ba-yar çok sıkı bir
Atatürkçüydü çünkü her şeyini Atatürk'e borçluydu. O da bu kültün yükselmesinde faal oldu. Sonra 27
Mayıs meşruiyet gerekçesi olarak Atatürkçülüğü kullandı. "Bunlar Atatürkçülüğe ihanet ettiler, biz
onun için sandıktan çıkmalarına bakmadan bunları devirdik," diye. Ondan sonra askerî darbelerde sık
sık atıf yapılan bir değerler sistemi gibi sunuldu. Peki siz Kemalizm ile Atatürkçülük arasında bir
farklılık, bir süreklilik olmama hali görüyor musunuz?
- Hayır. Sadece vurgulama farkları var. Geçenlerde bir açıkoturumda Alı Sirmen beni kastederek,
"bazıları Atatürk'ü bastonu, şapkası, giyim kuşamıyla taklit eden adama kızıyorlar, ona kızdıkları için
Atatürk'e dil uzatıyorlar," dedi. Ben, Atatürk'ü taklit eden zatın taklidinde hayli başarılı olduğu
kanısındayım, aramızdaki fark bu. Yani "Atatürk'ün kendisi de ondan çok farklı değildi," demek cüretini
gösteriyorum. Her şeye rağmen bana daha yakışıklı, daha akıllı bir adam gibi geliyor, ama yine de
Atatürk bundan çok farklı biri değildi. Oysa sonradan bir efsane çıkarıldı, "sahte Atatürkçüler ve öz
Atatürkçüler" ayrımı yapıldı.
171
Mete Tuncay
Mesela Cumhuriyet gazetesi kendisinin "öz Atatürkçü" olduğu vehmindedir, ama 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü
yapanlar "sahte Atatürkçülerdir, Atatürkçülük'ten yararlananlardır. Aralarında bazı vurgu farkları var,
ama ben bunların o kadar abartılmaya elverişli olduklarını düşünmüyorum. Özünde hepsi de eşit
ölçüde anti-demokratik tutumlardır,
Türkiye 'de sol, Kemalizm konusunda yeterli bir eleştiriye sahip oldu mu?
- Hayır. Çünkü solun da belki çok yakın zamanlara kadar demokratik bir duyarlılığı yoktu. Batı
solculuğu, sanıyorum, demokrasinin daha ileri götürülmesi anlamında bir solculuktur. Yani demokrasi
sadece siyaset alanıyla sınırlı bir şey değildir, ekonomik ve toplumsal yaşamda da demokrasiden
yana olursanız, solculuk bu demektir. Kabaca Batı solculuğu budur. Ben de kendimi böyle
hissediyorum. Demokrasi solculuğun ilk ilkesidir, öyle kolay kolay feda edilebilecek bir şey değil. Oysa
Jakoben yaklaşımda -ki bu yaklaşımı Kemalistler kadar solcular da benimsemektedir- demokrasi
askıya alınabilecek, başka şeylerin gerçekleşmesi uğruna ihmal edilebilecek, sav-
saklanabilecek bir şeydir. Yani pek çok solcu özünde anti-demokrattır ve ben bunların Özünde yanlış
solcular olduğunu düşünüyorum. Yani halka karşı "basacaksın sopayı adam edeceksin
herifleri" gibi bir zihniyet. Bizimki bir geçiş düşüncesi. Osmanlı otokrasisinden yöneldiğimiz Batı
demokrasisine doğru bir geçiştir 20. yüzyıl Türk düşüncesi. Ama bu geçiş çok az kişinin kafasında
tamamlanmış durumda; birçok kişide eski otokratik özlemler sürüyor. Kemalizm de, sol da bu anlamda
gelenekçi.
"Halkı dikkate almıyorlar, Jakobenizm " dediniz. Halbuki halkçılık geleneğini Kurtuluş Savaşı 'nın ilk
dönemlerinde, Kuvayı Seyyare dönemlerinde bulmak mümkün herhalde, değil mi?
- Evet. Son yüz yıllık Türk siyasi hayatında en şerefli dönem I. TBMM dönemidir. Orada, özel birtakım
şartlar altında Türk siyası hayatında öncesinde ve sonrasında görülmeyen bir yelpaze genişliği var. En
sofu Müslümanlardan sahici solculara kadar
Eleştirel Tarih Yazıları
milletvekilleri olmuş ve bunlar görece özgür bir hava içinde, dillerini tutmamışlar, Meclis kürsüsünden
eleştiriler yapmışlardır. Bu da Mus-tafa Kemal Paşa'nın meclis başkanı olarak o şereften büyük pay
aldığı bir dönem. Ama aynı Mustafa Kemal Paşa, birkaç yıl sonra bundan sıkılıp bu havayı dağıtmakta
da birinci âmil olmuştur.
Ayrıca o dönemde silâhlı halk ayaklanmaları var. Zincirinden boşanmış bir halk, Kemalistler'in otorite
kurmasına kadar herhangi bir siyasi otorite yok.
- Nizami ordunun kuruluşuna kadar. Ben, gerillanın bir çeşit nostarjiyle idealize edilmesine
karşıyım. Bu "yerli Robin Hood"a, Yaşar Kemal'in romanlarındaki halktan yana haydutlara benzer,
bir tür romantikliktir. Savaşın her türlüsü pistir. Gerilla, nizami orduya göre daha fazla halka dayanır,
ama daha temiz iş yapmaz. Yani burada kendimizi romantikliğe kaptırmaya gerek yok. Silâhlı halk ne
demek? Birtakım zorbalar var, geîip para alıyorlar, asker alıyorlar senin çoluğunu çocuğunu
götürüyorlar, direneni de öldürüyorlar. Para daha çok zenginlerde olduğu için onların paralarını
alıyorlar, ama kullandıkları fakir fukaranın çocuğu. Burada kendimizi duygusallığa kaptırmayalım.
Türkiye'de biz Che Guevera romantik kovboyluğunu bir halt zannederek sürdüren insanlarız, böylece
bu faaliyet bizi o döneme karşı duyarlı kılıyor. Kuvayı Seyyare'nin nizami ordudan daha iyi bir şey
olduğunu düşünmüyorum.
Peki bundan sonra sol hareket, politika ve düşünce olarak sol, Kemalizm 'e karşı ne yapmalı?
- Kemalizm konusuyla solun hesaplaşması lazım. Bunu şimdiye kadar yapmadı. Ama bu sırf bir tarihsel
yükümlülük olarak yapılacak bir şey değil. Bence Türkiye'de sol, demokrat olarak çıkmak zorunda.
Benim ömür beklentim içinde sol için bir iktidar yok. Ama ben solcuyum. Sosyalist ülkelere
hamburgerin, blue jean'in, Cola'nın, pop müziğinin girmesi için sistem çökebilir; ama insana ilişkin sol
değerlerin, kapitalist teknolojinin hiçbir atılımıyla çökertilebileceğini düşünmüyorum. Yani insan
varolduğu sürece sol değerler yaşayacaktır. Türkiye'de bu fıkir-
172
173
Mete Tuncay
ler çerçevesinde örgütlenen bir parti için kısa dönemde iktidar şansı olduğunu sanmıyorum. Türkiye
tutucu bir ülke. Ama sol bir örgütlenmenin ya da sol örgütlenmelerin Türkiye'de demokrasinin geleceği
açısından çok önemli işlevleri olacağına inanıyorum. Kamuoyuna yeni duyarlılıklar kazandırmak. Bu
açıdan ben solun Türkiye'de büsbütün başarısız olduğuna da inanmıyorum. Bugün ANAP da, DYP de,
SHP de belirli taleplere sahip çıkıyoriarsa, bunda bir mücadele içinde bunları dillendiren, halka yayan
ve benimseten solun etkisi vardır. Solculuk için böyle bir işlev düşünüyorum, Türkiye'de önümüzdeki
yıllarda. Ama Öncelikle demokrat olmak zorunda. Demokrat olunca, tarihe demokratik bir bakış
çerçevesinde Kemalizm sorunuyla da hesaplaşmak zorunda. Kendi geçmişini değerlendirirken, bununla
da hesaplaşmak zorunda.
174
C. Türkiye'de Siyasal Kültür
Laiklik
Ortaçağ Avrupası 'nda din siyasetin en önemli belirleyicisi iken, yeniçağın başlarında da uzun bir süre
bu konumunu sürdürdüğü ve ulusların kendilerini tanımlamalarında büyük bir etken olduğu halde,
sonradan yavaş yavaş dinî ayrılıkların hoşgörülmesinin zorunluluğu kabul edilmiştir. Böylelikle, din ve
dünya işleri ayrılarak, Hıristiyanlık'ta ögretisel bir temeli de bulunan laiklik Đlkesi benimsenmiştir.
Osmanlı düzeni ise, Đslâmî devlet teorisindeki din ve dünyaya karşılık Şerî ve Örfî hukuklar ayrımına
rağmen, özellikle sultanın şeyhülislâmla ilişkisinde Doğu Roma'nın Caesaropapism'ini devam ettirmiş ve
dinî otorite dünyevî otoritenin denetimi altında tutulmuştur ki, bu durumun esas itibariyle
Cumhuriyet'te de süregeldiği söylenebilir.
Çok-uluslu ve çok-dinli bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti'nde (Osmanlı millet sistemi, çok-
ulusluluğun değil, çok-din-liliğin anlatımıydı), hele gerileme dönemine girildiğinde, topluluklararası
ilişkileri egemen dinin (Sünni Đslâm'ın) çıkarlarına göre yürütmek olanaksızlaşmıştı. Dış güçlerin
baskıları sonucunda, 19. yüzyılın siyasal düzeltimleri, azınlıkların dinsel haklarını güvence altına alırken,
aynı süreç, Đslâm'ın siyasal önemini de keskinleştirmiş ve güçlü olunan evrelerde başka din mensup-
larına tanınan hoşgörüyü azaltmıştır. Kurtuluş Savaşı'nda istilacı düşmanlara karşı örgütlenen direniş,
Meşrutiyet dönemlerinin uygulamalarına oranla çok daha Đslamcı bir nitelik taşımıştır. Bütün Müslüman
Osmanlı vatandaşları Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetlerinin doğal üyesi sayılmış, Đlk TBMM'ne Müslüman
olma-
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (Đletişim Yay., Đstanbul, i 983), cilt 7, s. 570-2.
Mete Tuncay
yan tek bir üye girememiştir. Bunun pratik nedeni, hiç kuşkusuz, Kürt, Çerkez, Laz vb. Müslüman
azınlıkların işbirliğini sağlamaktı. Yine dinî kaygılarla içki yasağı koyan ilk Meclis'te başkanlık
kürsüsünün arkasına "Ve emrehüm şûra beynehüm" diye ("birbirinize danışarak yönetiniz" mealindeki)
bir ayet-ı kerime levhası asılmış olması, bu Đslâm ağırlığının bir simgesiydi.
Cumhuriyet döneminde atılan ilk önemli laiklik adımları, 4 Mart 1924'te Halifelik ile Seriye ve Evkaf
Vekâleti'nin kaldırılması, eğitimde ve sonra da yargıda birliğin sağlanmasıdır. Bunları, ilerikı yıllarda
halka şapka giydirilmesi, tarikat ve tekkelerin yasaklanması, Batı yasalarının benimsenmesi gibi başka
adımlar izlemiş; nihayet 5 Şubat 1937'de 3115 sayılı Kanun'la gerçekleştirilen değişiklik, laikliği bir
anayasa ilkesi haline getirmiştir.
Diğer Ülkelerde Durum
Laikleşme süreciyle ilgili gelişmeleri ayrıntılı olarak incelemeye geçmeden önce, Türkiye
Cumhuriyeti’nde bu düzeltımlerin yapıldığı yıllarda başka ülkelerin durumuna da bir bakmakta yarar
vardır. Birinci Dünya Savaşı'nın ertesinde, dinin devlet yapısı içindeki kurumsal yeri, çeşitli ülkelerde
değiştirilmiştir. Faşist ve yarı-faşist rejimlerde dinle devlet arasında bir yakınlaşma belirgindir. Đtalya ve
Avusturya'da Katolik ve Lutherci kiliseler millıleştirilmiş, Japonya'da Şinto devletle özdeşleştirilmiştir.
Đlerici rejimlerde ise, tersine, din kayıtları kaldırılmıştır. Sovyetler Birliği'nde Ortodoksluk; Çekoslavakya,
Macaristan ve Meksika'da Katoliklik; Türkiye'de Đslâmiyet resmî din olmaktan çıkarılmıştır. Bu
karşılaştırmanın da gösterdiği üzere, laiklik ilerici bir hareket olmakla birlikte, Türkiye'de özellikle
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki anlaşılış ve uygulanışı kitlelerin yönetiminden soğumasına yol açmıştır.
Türkiye'deki Uygulamalar
Saltanatın kaldırılmasından itibaren, 16 ay boyunca, Türkiye'de Alman tarihçisi Jaeschke'nin deyişiyle
bir "Sözde Halifelik" yaşanmıştır. Halifeliğin saltanatla birlikte 1922 Kasım ayının ba-
176
Eleştirel Tarih Yazıları
şında kaldırılmasının, yapılacak barış görüşmeleri için faydalı olması gibi dış ve tedrici kademeli bir
reform stratejisi izlenmesi gibi iç nedenleri vardır. Saltanat ilga edilirken hilafetin dünyevi iktidarı
olmadan pekâlâ sürdürülebileceği söylenmiş; yine de, cumhuriyet ilan edilinceye kadar halifenin devlet
başkanı olduğu yolunda (o zamanki başvekil Rauf Bey'in bile paylaştığı) bir izlenim doğmuştur. Mustafa
Kemal Paşa'nın kafasındaki çağdaşlaşma modelinde ise, halifeliğe yer olmadığı bellidir. Cumhuriyetten
sonra bu kurumun artık yasaklamayacağı anlaşılınca, ortaya çıkan Lütfı Fikri Bey'inki gibi iç. Ağa Han
ve Emir Alı'ninki gibi dış kaynaklı direnişler, kurulan özel bir Đstiklâl Mahkemesi tarafından bertaraf
edilmiş ve Kurtuluş Savaşı'nın ertesinde hâlâ kabarık duran ulusçu duygulardan yararlanılarak,
Đngiltere'nin, halifeliğin devam ettirilmesini istediği ileri sürülmüştür. Cumhurbaşkanı, etkili basın,
üniversite ve ordu çevreleriyle hazırlık görüşmeleri yaptıktan sonra, parti grubunda fikirlerini kabul
ettirmiş ve 4 Mart 1924'te hilafetin ilgasıyla birlikte bütün Osmanlı hanedanı üyelerinin sınırdışı
edilmeleri de yasalaşmıştır. Aynı gün kaldırılan Seriye ve Evkaf Vekâleti'nin yerine Diyanet Đşleri
Riyaseti ile Vakıflar Umum Müdürlüğü örgütleri kurulmuş, bu bakanlığın eğitimle ilgili işlevleri ise Maarif
Vekâleti'ne devredilmiştir. Maarif Vekâleti de, çok geçmeden bütün medreseleri kapatmıştır. Bu sırada,
girişilen laikleştirme hareketinin Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıkların dinî örgütleriyle okullarını da
kapsaması istenmiş, fakat bu toplulukların Lozan Antlaşması'yla korunan hakları böyle bir değişikliğe
olanak vermemiştir. Yine, kaldırılan vekâlete bağlı olarak Şerî işlere bakan mahkemeler 8 Nisan 1924'te
lağvedilmiş ve Medeni Kanunun yürürlüğe girmesine kadar bu tür davalar, Adliye Vekâleti'nin nizami
mahkemelerince görülmüştür.
Takrir-i Sükûn Dönemi
Laikleşmeyle ilgili önemli yeni gelişmeler, Takrır-ı Sükûn Ka-nunu'nun çıkarılmasına neden olan Şeyh
Sait Ayaklanması, aslında ulusal-ayrılmacı bir Kürt hareketiydi, fakat Sünni Đslâm tepkicilıği dilini
kullanıyordu. Hükümet de bunu bir dinsel geri-
177
Mete Tuncay
cilik sayarak, bastırma eylemini Doğu'yla sınırlamayıp bütün memleketi susturmak yolunu seçmişti.
1925 güzünde, ordudan başlanarak, Đstiklâl Mahkemeleri'nin kanatları altında, simgesel bir değer
taşıyan şapka devrimine girişilmiştir. Fes, ancak yüzyıl önce zorla benimsetilmiş bir başlık olmakla
birlikte tutulmuştu, şapkaysa kesinkes "gâvur"Iara özgü sayılmaktaydı. Peçe ve çarşaf da eleştirilmiş,
ama kadın giyimi konusunda herhangi bir yasal düzenlemeye kalkışılmamış olması, ayrıca dikkate
değer. Bundan bir ay kadar sonra, tarikat ve tekkeler yasaklanmıştır. Şapkaya ve bu yasaklamaya karşı
ülkenin birçok yerinde yükselen tepkiler, Đstiklâl Mahkemeleri'nin sert davranışlarıyla cezalandırılmiş
lardır. Bu hava içinde, birtakım temel yasaların Bati'dan alınması güç olmamıştır. Bütün bunlara karşın,
1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'ndakı Đslâm'ın resmî din olduğu kaydı, 10 Nisan 1928'de yapılan
anayasa değişikliğine kadar süregelmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan toplumsal ve kültürel düzeltimlerden pek çoğu dolaylı da olsa
laiklikle ilgilidir. Bunlardan ("bidat" niteliğindeki, heykel, resim, müzik gibi sanat dallarında çağdaş Batılı
örneklerin benimsenmesi, güzellik yarışmaları yapılması, balolar verilmesi vb. bir yana) yasa düzen-
lemelerine dayananları şöylece sıralayabiliriz:
Đslâm öğretisinde hafta tatili kavramı yoktur, ama cuma günü, cemaatle birlikte ibadet etmenin
istenildiği Özel bir kutsallık taşır. Osmanlı uygulamasında, okullar ve resmi daireler cumaları tatil
edilirdi. Ankara Hükümeti, 1920'de demiryolu işçileri için kabul edilen Cuma tatilini 1924 başında
genelleştirilmiş, 27 Mayıs 1935'te ise hafta tatili pazara alınmıştır.
Đki dinî bayram sürdürülmekle birlikte, Osmanlı döneminde resmen kutlanan peygamberin doğum
günü, 1922'de saltanatın ilgasına denk düştüğü için ikisi bir arada Hâkimiyet-i Milliye Bayramı olarak
kabul edildiği halde, 19 Nisan 1925 tarihli yasayla yeniden düzenlenen resmi tatil günleri arasına
alınmamıştır.
I7S
Eleştirel Tarih Yazılan
26 Aralık 1925 tarihli iki yasayla, miladi takvimin ve alafranga saatin kabul edilmesi, yine Đslâm
geleneklerinden kopmalardır. 28 Mayıs 1928'de beynelmilel erkanını (rakamların), 1 Kısmı 1928'de de
Latin alfabesinin benimsenmesi, laiklik yönünden büyük anlam taşır. 26 Mart 1931 'de metrik ölçülere
geçilmesi, 1934'te çıkarılan Soyadı Yasası, eski unvan ve payelerin kullanılmasının ve mabetler dışında
dinî kisvelerin giyilmesinin yasaklanması, hep laikleşmeyle ilgili -ama daha az önemli-düzen lemelerdir.
Đlk laiklik adımları, dinin gerçek özüne dönmek ve gericilerin zararlı etkilerini önlemek savlarıyla
gerekçelendirilmiştir. Çoğu hocaların Kurtuluş Savaşı'nı desteklemiş bulunmalarına rağmen, Saray
Hükümeti'nin dini kullanarak Anadolu hareketine karşı çıkmış olması da, ayrıca bir tür din adamı
karşıtlığına bahane edilmiştir. Bir ara (1928 yılında), Đslâmlıkta reform yapılması tasarlanmış ve bu
amaçla Đlahiyat Fakültesi'nde Fuat Köprülü'nün başkanlığında Özel bir komisyon kurulmuştur. Fakat
ibadetin biçiminde, dilinde, görünümünde devrimci değişiklikler Öneren, camilere müzik sokulmasını ve
hutbelerin içeriğinin kesinlikle uhrevi konulara ayrılmasını isteyen bu komisyonun raporu, hiçbir zaman
uygulamaya konulmamıştır. Bunun olası nedeni, din adamlarını yeniden güçlendirmekten
çekinilmesidir.
Din adamı karşıtlığı, 1930 yılının son günlerinde Menemen'de çıkan bir gericilik olayının bastırılmasında
açıkça görülür. Bir yedek asteğmenle (Kubilay) iki mahalle bekçisinin Öldürülmesine varan kalkışma,
ordu tarafından şiddetle bastırıldıktan başka, faillerin Nakşibendilikle ilgisi var diye, bu tarikatın
mensuplarının koğuşturulmasına vesile edilmiştir.
1930'ların başlarında ortaya atılan tarih ve dil tezleri de, laikleşmeyi dolaylı olarak etkilemişlerdir.
Yukarıda andığımız komisyonun önerileri arasındaki, ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi yönünde birçok
yoklamalar yapılmış olmakla birlikte, sonunda, yalnızca ezanın ve kametin Türkçe okutulması yla
yetinilmiştir. On yıl kadar sonra, şapka ve yeni harflerin yanı sıra bu zorunluluğa da ceza yaptırımları
getirilmiştir (Türk Ceza Kanunu'nun
179
Mele Tuncay
bazı maddelerini değiştiren 2 Haziran 1941 tarih ve 4055 sayılı Yasa'yla 526. maddeye konulan
hüküm).
Çok Partili Dönem
1945'ten itibaren Türkiye'de çok-partili hayata geçilmesi, laiklik ilkesinin katılıkla uygulanmasına
gevşemeler getirmiştir. Ancak, sözkonusu yumuşamaların CHP iktidarının son döneminde (1946-50'de)
bu hükümetçe başlatıldığını ve DP iktidarının ilk yıllarında da sürdürülmekle birlikte, o dönemde (1950-
54'te) 1965 sonrasına oranla, dinin siyaseti etkilemesine pek izin verilmediğini belirtmek gerekir.
13 Kasım 1947'de toplanan CHP VII. Kurultayı'nda DP ile yarışabilmek için devletçiliğin yanı sıra
laikliğin de "Liberalleşti-rilmesi"ne karar verilmiştir. Nitekim, 10 Şubat 1948'de CHP Meclis Grubu,
ilkokullarda ihtiyarî olarak din dersleri okutulmasını ve din bilginleri yetiştirilmek üzere, 1933 Üniversite
Re-formu'nda kapatılanın yerine yeniden bir Đlahiyat Fakültesi kurulmasını kabul etmiştir. 1949 başında
Şemsettin Günaltay'ın (Đttihat ve Terakki'nin islamcı kanadından bir tarih profesörü) başbakan olması
da, din konusunda yumuşamanın belirtilerinden biridir. Gerçekten, altı ay sonra Günaltay, TBMM'de
şöyle övünmekteydi: "//£ mekteplerde din dersleri okutturmaya başlayan bir hükümetin başkanıyım.
Bu memlekette Müslümanlara namazlarını öğretmek. Ölülerini yıkamak için Đmam-Hatip kursları açan
bir hükümetin başkanıyım. Bu memlekette, Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek için Đlahiyat
Fakültesi açan bir hükümetin başkanıyım. " Bu hükümet, 1950 Đlkbaharı'nda, Tekke ve Zaviyelerin
Kapatılmasına Dair Kanun'u değiştirerek, bazı türbelerin ziyarete açılması olanağını da sağlamıştır.
180
Laiklik ve Halkçılık
Laiklik, hiç kuşkusuz ilerici bir ilkedir. Halkçılık da öyledir. Ama, Türkiye Cumhuriyetı'nin ilk yıllarında,
bu iki ilke birbiriyle çatışmıştır. Bu durumda, Kemalist laiklik düşünce ve uygulamasını nasıl
değerlendirmemiz gerekiyor? Bizi din bağnazlığının baskısından kurtardı, özgür düşünme olanağına
kavuşturdu diye, laikliği katıksız olumlu bir devrim mi sayacağız; yoksa demokrasiye aykırı düştüğü ve
halk kitlelerinin Cumhuriyet yönetiminden yabancılaşmasına yol açtığı için eleştirici gözlerle mi
göreceğiz? Đşte bildirimin temelindeki sorunsal, bu.
Yalnız, konumu böyle tanımlarken, Kemalizmin Altı-ok'undaki halkçılık ilkesinin demokrasiyle özdeş
olmadığını, daha çok, Büyük Fransız Devrimi düşününe özgü bir anti-mo-narşizm ve statü
ayrıcalıklarına düşmanlık anlamına geldiğini belirtmeliyim. Hatta, bizim halkçılık ideolojimiz, sınıfları ve
sınıf çatışmasını (kâh "yoktur" kâh "olmamalıdır" diye) yadsıyıp meslekî ve zümrevî tesanüde bel
bağlamakla' demokrasinin libe-
Laikliğin 50. Yıldönümü dolayısıyla, istanbul Đktisadî ve Ticari Đlimler Akademisi Mezunları Cemiyeti
tarafından 22-24 Aralık 1978'de Atatürk Kültür Merkezi'nde düzenlenen sempozyumda okunmuş bir
bildiri. Bu metnin tamamı, benim TC. 'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması kitabımın (1981)
"Yönetimin Temelleri" bölümünün "'Laikliğin Đlerlemesi" altbölümünden alıntılanmıştır. (Tarih Vakfı
Yayınları arasında çıkan 4. basımda [2005], s. 211-21.)
1
Bu konuda Zafer Toprak'ın geçenki Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları seminerine
sunduğu, "Halkçılık Đdeolojisinin Oluşumu" başlıklı bildiriye bakılabilir (Đstanbul, Đktisadî ve Ticarî
bilimler Akademisi Mezunları Cemiyeti Yay., 1977), s. 13-31. Aynı yazar, Toplum ve Bilim'ât çıkan, "II,
Meşrutiyette Soiidarist Düşünce: Halkçılık" adlı bir yazısında, bu ideolojinin kökenleri üstünde
durmuştur: Sayı I, (Bahar 1977), s. 92-123. Ayrıca, Đlhan Tekeli ile Gencay Şaylan'ın yine aynı dergide
yayımlanan "Türkiye'de Halkçılık Đdeolojisinin Evrimi" başlıklı uzun makalelerinde de, Halkçılığın daha
geniş bir dönem boyunca, Đttihat ve Terakki'deıı bugüne kavramsal çözümlemesi yapılmaktadır: Sayı 6-
7, (Yaz-Güzl978), s. 44-110
181
Mele Tuncay
rai ya da plüralist türüne de, sosyal ya da sosyalist türüne de aykırı düşmektedir. (Zaten, demokrasinin
başka türü de yoktur!) Bu bakımdan, sözlüksel (lexicographical) anlamıyla, yönetimin halkın yararı için
olmasının yanı sıra, halk tarafından yahut hiç değilse, halkta birlikte olması diye, demokrasi karşılığı
kullandığım halkçılık bizdeki laiklik anlayış ve uygulamasıyla çatışmış olabilir, ama bizim klasik
halkçılığımız pek öyle olmayabilir.
Altıok'a yansıyan halkçılık, eşitlikçi ve özgürlükçü bir ilke olarak geliştirilmemiş, ulusçulukla
sınırlandırılmış, daha doğrusu (halk kavramının yerine ulus kavramı konularak) ulusçuluğa dö-
nüştürülmüştür. Türk ulusçuluğu, (kapitalist ya da sosyalist) enternasyonalizmin karşıtı olarak
tanımlanır; ama bu ilke, asıl, kafa saymayı gerektiren bir halkçılık anlayışını, "millî irade" ve "millî
hâkimiyet" gibi Rousseaucu kavramlarla aşmak için kullanılmıştır. Bir süreç içinde evrileduran bu
bulanıklığa baştan dokunmak istedim. Laiklik de, halkçılık da, öbür ilkeler gibi, günümüze gelinceye
dek hayli değişmiştir. Ben, bugün benimsediğimiz halkçılık anlayışıyla (ki, Cumhuriyet'ten önce,
Kurtuluş Savaşı yıllarında tutumumuz bu anlayışa çok yakındır) daha sonra savunulan ya da uygulanan
laiklik anlayışının sürtüşmesi sorununa eğileceğim.
Đzleyeceğim yol ise şöyle: Önce, din konusunda, genel anlamıyla halkçılığı zedelemediğini düşündüğüm
bir görüşü ele alıp, sonra da bizdeki laikliğin bu uyumu nasıl ve niçin gerçekleştiremediğini araştırmaya
çalışacağım.
Örnek metin olarak, genç Marx'tan bir parça seçtim. Marx'ın 26 yaşındayken Paris'te yayımladığı
Deutsch-französische Jahrbücher'm ilk ve son sayısında çıkan "Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine
Doğru" başlıklı yazısının Giriş'inden bir parça.2 Hemen belirteyim ki, bu parçadaki hümanist anlayışın
1
Bu parça, Murat Belge"nin dilimize çevirdiği Din Üzerine adlı yapıtta da vardır (Gerçek Yay.)- Murat
Belge, sanırım, Moskova baskısı On Reiigion başlıklı Đngilizce derlemeyi kullanmış. Ben, bir iki noktada
önemli farklar olduğu için, David McLehan'ın düzenlediği, Đngilizce Marx'ın Seçme Yazılarındaki Early
Texts'Xtn alınmış metine göre yeniden çevirdim.
182

Eleştirel Tarih Yazıları


Marksizmin ya da komünizmin din üstüne son sözü olduğu savında değilim. Genç Marx'ın ne denli
Marxist olduğu, burada beni ilgi-lendirmiyor. Yalnızca, edebî ve felsefi özdeyişlerden, güzel sözlerden
örülü olan bu parça, biçenimin çetin kabuğu kırılıp da içeriği serimlenince, din konusunda tutarlı ve
doğru yaklaşımı dile getiriyor gibi geldi, bana.
"... dinin eleştirisi, her türlü eleştirinin Önkoşuludur. Yanılgının göksel biçimi, oratio pro aris et focis'i
(ocak yuva duası) yadsınır yadsınmaz, din dışı varlığına da karşı çıkılır. Đnsan [bu vakte kadar] insan-
üstü bir varlık aradığı göğün hayalî gerçekliğinde yalnızca kendi benliğinin bir yansımasını bulmuştur.
Onun içindir ki, artık kendi sahici gerçekliğini aradığı ve aramak zorunda olduğu yerde, kendi
görüntüsünden ibaret olanı, insan-olmayanı bulmak istemeyecektir.
Dinsiz eleştirinin temeli şudur: Đnsanı din yaratmaz, insan dini yaratır Gerçekten, din henüz kendini
bulamamış ya da kendini yeniden yitirmiş insanın benlik bilinci, kendi kendisinin ayırdına varmasıdır.
Fakat, insan dünyanın dışında oturan soyut bir varlık değildir. Đnsan, insanın dünyasıdır, devlettir,
toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dinin dünyaya bakışını üretir, çünkü bunların kendileri tepetaklak bir
dünyadır. Din, bu dünyanın genel kuramı, geniş kapsamlı özeti, yaygın mantığı, manevî point
d'honneufü (yüceliği) coşkusu, ahlâkça onaylanması, görkemli bütünlüğü, avuntu sağlamaya ve haklı
kılmaya yarayan evrensel temelidir. Đnsanın özünün hayalî olarak gerçekleşişidir, çünkü insanın sahici
bir gerçekliği yoktur. Böylelikle, dine karşı savaşım, manevî konusu din olan (bu) dünyaya karşı da
dolaylı olarak savaşımdır.
Dinsel acı çekme, aynı zamanda, hem gerçek acı çekmenin bir anlatımı, hem de gerçek acı çekmeye
karşı bir başkaldırıdır. Din, baskı altındaki yaratığın iç geçirmesi, taş yürekli bir dünyanın duygusu ve
ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın afyonudur.
Halkın hayalî mutluluğu olarak dinin kaldırılması, gerçek mutluluğunu istemektir. Đnsanların içinde
bulundukları durum hakkındaki hayallerin kaldırılması istemek, hayalleri
183
Mete Tuncay
gerektiren bir durumun kaldırılmasını istemektir. Bu nedenledir ki, dinin eleştirilmesi, dinin üstündeki
bir ermişlik aylası olarak durduğu gözyaşları vadisinin eleştirilmesinin başlangıcıdır.
Eleştiri, insanlar (bundan böyle) herhangi bir hayal kurmadan ya da rahatlık duymadan zincirlerini
taşıyabilsinler diye değil, zincirlerini atıp canlı çiçekler toplayabilsinler diye, zincirlerin üstündeki hayalî
çiçekleri koparmıştır. Dinin eleştirisi, kendi gerçekliğini düşünebilmesi, yaşayabilmesi ve
yönlendirebilmesi için, insanın hayallerini kırar - hayalleri kırılıp aklı başına gelmiş bir insan sıfatıyla
kendi çevresinde kendi kendisinin gerçek güneşi olarak dönebilmesi için. Din, insan kendi çevresinde
dönmediği sürece onun çevresinde dönen hayalî güneştir.
Onun içindir ki, artık gerçeklik ötede olmadığına göre, burada ve şimdinin gerçekliğini ortaya koymak
tarihin ödevidir. Tarihe yardımcı olan felsefenin birinci ödevi, insanın kendi kendisinden
yabancılaşmasının kutsal biçimi bir kez açığa vurulduktan sonra, kendine yabancılaşmasının kutsal
olmayan biçimlerini (de) açığa vurmaktır. Böylece, göğün eleştirilmesi yerin eleştirilmesine, dinin
eleştirilmesi hukukun eleştirilmesine, dinbiliminin eleştirilmesi de siyasetin eleştirilmesine dönüşmüş
olur."
Bu parçayı cümle cümle alarak açımlayacak (şerh edecek) değilim. Benim anladığıma göre, burada din
konusuna kontr-te-oiojik felsefi (diyelim pozitivist) bir açıdan bakılmıyor; adeta sosyolojik bir açıdan
yaklaşılıyor ve dinin toplumsal-siyasal düzenle ilişkisi vurgulanıyor. Sonra, inanılan (Tanrı), inanç
sistemi (din) ve inanan (mümin) ayrımlanıyor. Tanrı'nın insanın bir projeksiyonu olduğu belirtiliyor.
Böylelikle, Yaradancılığın da yolu tıkanmaktadır: Dinleri yadsıyıp soyut bir Tanrı'ya inanmak olanağı
yoktur. Dinin bir yanlış-bilinçlilik olduğu, ama yanlışlığının onu esinleyen dünya düzeninin tersliğinden
ileri geldiği gösteriliyor. Onun içindir ki, din kişisel bir sorun olamaz -dini onaylamak ya da yadsımak,
dünya düzenini onaylamak ya da yadsımaktan ayrılamaz. En son olarak da, dinin, inanan kişinin
184
Eleştirel Tarih Yazdan
ne tür bir gereksinimini karşıladığı anlatılıyor. Đnanan inancından ötürü aşağılanmıyor, küçük
görülmüyor -hatta tersine, anlayışla karşılanıyor.
Bütün bu çözümlemelerden şu sonuç çıkmaktadır ki, dine karşı tutum takınmak, zorunlu olarak
dünyaya karşı tutum takınmayı da çift-içerir; yani beriki gibi, dünyaya tutum takınmak da, dine karşı
tutum takınmayı gerektirir.
Bir yanlış-bilinçlilik biçimidir diye, dini kaldırmak ve yerine hiçbir şey koymamak, insanlara eziyettir; bir
başka yanlış-bilinç-lilik biçimi koymaya kalkmaksa, boşuna bir çabadır. Yapılacak şey, dünyanın hayali,
avuntuyu, yanlış bilinçliliği gerektiren durumunu değiştirmektir.
Genç Marx'ın yaklaşımında, birbirine indirgenemeyecek iki kategori olarak, dinle dünya ayrımının
benimsenmediği görüyoruz. Tersine, ortada tek bir konu vardır -o da, insanın uygar ve siyasal toplum
içindeki durumudur. Đnsan, toplumun evriminin bir döneminde, kendi toplum üyeliğini din diliyle
tanımlar; daha ileri bir evredeyse, bu aldatıcı ilişki-kurma yerine, gerçek ve doğru bir bilinçliliğe erişir.
Bizim genellikle, Đslâm'ın özelliğine ve Türkiye'nin 20. yüzyıl başlarındaki gelişmemişliğine bağladığımız,
devletin birçok işlevini dinin üstlenmesi olgusu, bu çözümlemede evrensel bir zorunluluk olarak
görünüyor.
Kemalizmin din konusuna el atması da, sanıyorum, temelinde, bundan ileri gelmektedir. Cumhuriyet,
yalnızca saltanatı kaldırmakla yetinemezdi; hilâfetin simgelediği, devlete dinsel terimlerle bağlanmayı
da değiştirmek zorundaydı. Eleştirilmesi gereken, bir tek, Kemalist laiklik anlayışı ve uygulama
biçimidir.
Şurasını unutmamak gerekir ki, laiklik Osmanlı Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde, çağdaşlaşma
sürecinin yapısal bir gereği olarak ortaya çıkmıştı. Çok uluslu, çok dinli bir imparatorlukta, siyasal
ilişkileri hâlâ başat {dominant) ulusun diniyle tanımlamak, öteki ulusal toplulukların baskı altında
tutulmaya devam edilmesi demekti. Oysa, Devlet-i Aliyye artık o denli sağ-
185
Mete Tuncay
lam değildi ve büyük yabancı güçlerin etkisi altında demokratlaşmaya zorlanıyordu. 1293 (1876)
Kanun-u Esasisinde devletin resmî dini kaydı olmakla birlikte, "Memâlik-i Osmaniyye'de maruf olan
bilcümle edyânın serbestî-i ıcrası"da güvence altına alınmıştır (madde 11). Meşrutiyet Meclislerinde
ulusal ve dinsel gruplara kontenjanlar ayrılmıştır.
Kurtuluş Savaşı yıllarındaysa, din açısından daha Önce başlayan laikleşmenin geri çevrildiği, din bağının
alabildiğine vurgulandığı herkesçe bilinmektedir. Birinci TBMM'de bir tek gayrimüslim üye yoktu. Kamu
gelirlerinde onca azalmayı göze alarak, salt dinsel nedenlerle, Đçki Yasağı Yasasını (Men-i Müskirat
Kanunu) çıkartan, bu Meclis'tir. Đslâm Milliyetçiliğiyle siyasal toplumun tutunum (cohesion) Öğesi
olarak dinden yararlanma, o günkü koşullarda Araplar elden kaçırıldığına göre, geri kalan öteki gayr-i
Türk, ama Müslüman azınlıkların, Kürtlerin, Çerkezlerin, Lâzların vb işbirliğini sağlama gereğine de
hizmet etmekteydi.
1924'te Hilâfetin ilgasından başlayarak, 1928'de Anayasa'daki devletin dini kaydının kaldırılmasına
varan, 1937'de de temel bir ilke olarak Anayasa'da yer alan Cumhuriyet Laikliği3 bir bakıma, Osmanlı
Đmparatorluğu'nun tersine, yapısal gereği kalmamış bir hareketti. Türkiye Cumhuriyeti'nin nüfusu, Os-
manlı tebaasından çok daha türdeş (homojen) olduğu için, laiklik devrimimizin, salt kültürel planda,
Batı öykünmeciliginden kaynaklandığı düşünülebilir; hatta bu devrim, Batı'ya karşın Batı'ya yaranma
gayreti diye yorumlanabilir. Ancak, halifeliğin kaldırılmasında, bir ölçüde Alevilerin varlığını, yapıdan
gelen bir gerekçe sayabiliriz.
3
2. maddedeki '■devletin dini" hükmünü kaldıran 10 Nisan 1928 tarihli Anayasa değişikliği, aynı
zamanda, 16 ve 28. Maddelerdeki milletvekillerinin ve cumhurbaşkanının ant içme formüllerindeki
"Vallahi" yerine, ■'namusum üzerine söz veririm" ibaresini getirmiş, "ahkâm-ı şer'iyenin tenfizi"ni de
26. maddedeki TBMM görevleri arasından çıkarmıştır.
186
Eleştirel Tarih Yazıları
Bir kere içerik olarak, Cumhuriyet Laikliği hiçbir zaman "resmen ve alenen" dinin özüne karşı çıkmamış,
gerçek Müslümanlığa aykırı olduğu öne sürülen boş inançlara ve dinin kötüye kullanılmasına sal-
dırmakla yetinmiştir.'1 Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti'nde sosyalist ülkelerde olduğu gibi, dine karşı
propaganda Özgürlüğü tanınmamıştır; hatta Türk Ceza Kanunu 'uda (madde 175 ve 241) "devletçe
tanınan dinler" gibi. 93 Kanun-i Esasfsindeki "Me-mâlık-i Osmaniyede maruf edyan"dan geri bir
söyleyişle, Đslâm başta olmak üzere, herhalde "Hak kitapları" olan dinler korunmuştur. Yine öz
açısından, Kemalist laiklik, dinin toplumsal kökenlerini yok etmeye uğraşmamıştır. Feodaliteyle
bağlaşımlarından ötürü, Kemalistlerin toprak reformunu gerçekleştirememe-
4
Kemalist laiklik anlayışı, pek doğal olarak, Atatürk'ün kendisinin din konusundaki görüşlerinden
kaynaklanmaktadır. Çeşitli konuşmalarına bakarak, Mustafa Kemal Paşa'nın, bir ara kaba materyalizm
(Büchner-Haeckel) etkisiyle ona da eğilim duymuş bulunmakla birlikte "tanrıtanımaz" (atheist) değil,
"yaradancı" (deisl) olduğunu söyleyebiliriz, sanırım. 18. yüzyıl Aydınlanma Çağına ve 19. yüzyıl
pozitivizmine uygun bir tür "usçul dinbilim" (rational theology) ve "doğal din" (natural religion) inancı
vardır. Ancak, Đslâm'ın "âhır ve ekmel din" olduğunu bir belit (axiom) gibi kabul ederek ya da siyasal
taktık gereği, kabul ediyor görünerek, Đslâmlığı bu çizgide yeniden yorumlamakta, ĐsĐâmiyet'in özünde,
kendi onayladığı "aklî ve tabiî din"le aynı şey olduğunu ileri sürmektedir. Bir de, Mustafa Kemal Pasa,
"ciddi ve hakiki ulemâ"yı istisna etmekle birlikte, dinadamlarına müthiş düşmandır; "... ben şahsen
onların düşmanıyım. Onların menfi istikamette atacağı bir hatve yalnız benim şahsî imanıma değil,
yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alâkadar, o adım milletimin hayatına
karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir
arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. ...Farzımuhal eğer bunu
temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım atanlar karşısında
herkes çekilse ve ben, kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm," (Konya Türk
Ocağı'nda yaptığı bir konuşmadan: Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923).
Bu konuda, Naşit Hakkı Uluğ'un Üç Büyük Devrim (Đstanbul, Ak Yay., 1973) adlı yapıtında, "Gazi M.
Kemal'in Görüş ve Đnanları" başlığı altında topladığı alıntılara bakılabilir (s. 87-95).
187
Mete Tuncay
teri ve nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylü kitlelerinin maddî kaderini değiştirmekte etkili
olamamaları Türk Dev-rimi'nin eksik bir burjuva devrimi durumunda kalması sonucunu doğurduğu gibi,
laiklik ilkesinin de bir tür Kaesarisın olarak, din üstünde devlet denetimini öngören bir çatışma ilkesi
haline gelmesini zorunlu kılmıştır.5
Đkincisi, biçim bakımından, Cumhuriyet Laikliğinin avam-ha-vas ya da sıradan halk-seçkin aydın
yabancılaşmasını körükleyen en önemli etmenlerden biri olduğu söylenebilir. Kanımca bu, istemeden
düşülen bir yanlışlık değil, tersine, bile bile erişilmek istenen, amaçlanan bir durumdur.6
Kemalist aydınlar, bana "Osmanlı münevvânnından müdev-ver" (ama çok daha ileriye götürülmüş) bir
Özellik olarak görünen, kendilerini halk yığınlarından ayrı ve üstün tutma isteklerini dinle ilgili
tavırlarında da ortaya koymuşlardır. Jakobence bir görünüş altında, gerçekleri ve doğruları bilen ve
yalnız kendileri bilen ve içlerinde, bunları yığınlara zorlamayla da olsa kabul ettirme görev duygusunu
(misyonunu) taşıyan aydınlar için, laiklik, halktan ayrımlanmanın bir yolu ya da aracı olmuştur. Bence
5
(Bildirinin özgün metninde bulunmayan şu açıklamayı eklemek istiyorum). Burada söz konusu olan,
topraksız ya da az topraklı köylüye tarım arazisi dağıtmaktan ibaret, klasik bir toprak reformu değildir.
Türkiye'de burjuva devriminin eksik kaldığı doğrudur; ama o dönemde devrimin çeşitli nedenlerle
burjuva devrimi olarak tamamlanabileceği kuşkuludur, Belki yapılması gereken, ülkenin küçük üreticiye
dayalı tarımsal yapısında, toprak dağıtmayla birlikte kooperatifi eştirmeyi gerçekleştirmekti, Ancak bu
yoldan, köylü kitlelerinin maddî durumu düzeltilebilir ve ülkede yöneten-yönetilen özdeşliği
sağlanabilirdi.
0
1961 yılında toplanan SBKP'nirt 22. Kongresinde benimsenen program ise, "inançlı kişilerin
duygularını incitmeden dinsel önyargıların üstesinden gelmek için" materyalist ideolojik eğitim
yapılmasını Öngörmektedir, Oradaki uygulamanın savunusunu üstlenmek istemiyorum, ama bu, Sovyet
Devrimi'nın başından beri kuramsal düzeyde benimsenmiş bir ilkedir. Hatta, ondan da yıllar önce
Engels "Göçmen Yazım" başlıklı bir yazısında, genel tepki yasasını göz önünde tutarak, "Tanrı'ya en
büyük hizmet, ateizmi zorunlu kılmak, dini yasaklamaktır" demiştir.
188
Eleştirel Tarih Yazılan
bu tutum, Altıok'taki halkçılık ilkesini de, çağdaş demokratik anlayışı yansıtmak bakımından o denli
yetersiz kılan tepeden inmeci dünya görüşünün kaçınılmaz bir sonucudur.
Dört beş yıl önce, Ankara'da Felsefe Kurumu'nun düzenlediği bir seminerde "Dogmatizm" konusunda
bir bildiri okumuş ve orada, Kemalizmin, yapı bakımından bir tür "Yeni Đslâm" olduğunu savunmuştum.
(Aynı bildiride, Türkiye'de gözlemlediğimiz çeşitli sosyalizmlerin de "Yeni Kemalızmler" ve dolayısıyla
"Đkinci Yeni Đslâmları" olduğu görüşü de yer almaktaydı. Ama o konu, bizi burada ilgilendirmiyor). Ben,
bu yorumu yaparken, yeni bir şey söylediğimi sanıyordum. Meğer, merhum Dr. Adnan Adıvar, uzun
yıllar önce, 1950'de, belki bu kadar kesin olmamakla birlikte, aynı şeyi söylemiş. Gerçekten, Yakın-
doğu'da Đslamcı Düşünceyle Batıcı Düşüncenin Etkileşimi üstüne, Amerikalıların düzenlediği bir
seminerde, Adıvar şöyle diyor:
"Şimdi yeni düşünce, eskiden Đslâm dogmasının tuttuğu yerin hemen hemen aynını tutmaktadır.
Bundan ötürü, Türkiye'nin düşünce tarihinde, özgür ve eleştirici bir ruhun, Đslamcı ve Batıcı düşünüşler
arasında bir etkileşim olmasını sağladığı herhangi bir düzenin varlığına işaret etmek hâlâ olanaksızdır.
Gerçekten, Türkiye'de sahici bir etkileşim hiç olmamış, ancak Batıcı düşünüşün bu ülke üstünde bir
etkisi olmuştur."6
Adıvar, konuşmasında, bu etkileşimin gerçekleştirilememesi -nin sorumluluğunu tümüyle Kemalizmin
katı tutumuna bağlamaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Đslamcıların uzlaşmaya yatkın oldukları
yolundaki yargısına pek katılmadığını] belirterek, aynı metinden birkaç cümle daha okumak istiyorum:
"[Dinciler] Đslâm düşünce ve imanını, doğal ve bilimsel yasalarla uzlaştırmaya çalışarak ve laikliğin
gerçek anlamını vurgulayarak savunmaya devam ettiler. Bir bakıma, bu övü-
6
Abdülhak Adnan Adıvar, "Intcraction of Islamie and Westem Thought in Turkey" (der.) T. C. Young,
Near Eastem Cullure and Society (Princeton, 1951), s. 127-29.
189
Meıe Tuncay
lesi bir çabaydı, çünkü şimdiye dek karşıt olan her iki yanın da hoşgörüsünü gerektiriyordu. Fakat genç
Cumhuriyet halkın geleneksel din uygulamalarını hoş görmekle birlikte, Đslâm düşünüşüne herhangi bir
Ödün vermek niyetinde değildi. O dönemde, Batı düşünüşünün, daha doğrusu Batı pozitivizminin
egemenliği öylesine yoğundu ki, buna düşünce demek bile zordur. Daha iyisi, "resmî dinsizlik dogması"
demelidir. Prof. H. A. R. Gibb'in imgeli deyişiyle, Türkiye pozitivist bir anıt-kabir olmuştur."
Gerçekten, Kemalist laiklik halkçılıktan öylesine uzaklaşmıştır ki, günümüzde bir sağcı yazarın o zihniyet
hakkında söylediği şu sözü yalanlamak kolay değildir: "Bir taraftan 'Halkçılık' iddia ediyorlar, diğer
taraftan halkı, gittiği yolun takdirden âciz, şaşkın bir kuru kalabalıktan ibaret sayıyorlar".
Ancak unutmayalım ki, Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Paşa'nın kazandığı başarıda halkçı
tutumunun payı büyük olmuştur. Bu tutumla ilgili olarak, size Millî Mücadele'nin en başlarında, Heyet-i
Temsiliye döneminden bir kanıt göstermek istiyorum. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
Heyet-i Temsiliyesi, daha Ankara'ya gelmeden önce, kolordu komutanlarının da katılmasıyla Sivas'ta
toplantılar yapmaktadır. 17 Teşrinisani 335 (Kasım 1919) günkü birleşimde Reis Paşa şöyle konuşur:
"... [Đki yol vardır]. Biri bu milletin hülâsa-i amal ve efkârına [göre] yürümek, diğeri bizim fikirlerimize
göre yürümektir. Şahsî kanaata [göre] değil, milletin kanaati ve efkâr ve hissiyatını yoklayarak
yürümelidir".8 Bu halkçı anlayışla, Cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılındaki laiklik uygulaması döneminin
tepeden inmeci aydın mutlaklığı arasında dağlar kadar fark vardır.
Heyet-i Temsiliye dönemiyle hilafetin kaldırılması arasında yer alan bu değişiklik, aslında, oldukça
anidir, Cumhuriyet’ten Önce ol-
7 B
Sadık Albayrak, Şeriatıen Laikliğe (Đstanbul, Sebil Yay., 1977), s. 256. (Ha?..) Uluğ Đğdemir, Heyet-i
Temsiliye Tutanakları (Ankara, Türk Tarih Kurumu Yay., 1975), s. 33.
190
Eleştirel Tarih Yazıları
mamıştır. Hatta, Gazi Paşa yukarıdaki sözlerinden üç buçuk yıl sonra, aynı halkçı görüşü daha da
açıklıkla savunmaktadır:
"Memleketimizin baştan başa bir harabe oluşunun sebeb-i aslîsi" ve inhitatımızın [gerilememizin] ana
sebebi" olarak şunları anlatır:
Đslâm alemi iki sınıf ayrı heyetlerden mürekkeptir. Biri ekseriyeti teşkil eden avam, diğeri ekalliyeti
teşkil eden münevverin. Bozuk zihniyetli milletlerde ekseriyet-i azime başka hedefe, münevver denen
sınıf başka zihniyete mâliktir. Bu iki sınıf arasında zıddiyet-i tamme, muhaiefet-i tamme vardır.
Münevverim kitle-i asliyeyi kendi hedefine sevk etmek ister; kitle-i halk ve avam ise bu sımf-ı
münevvere tabî olmak istemez. O da başka bir istikamet tayinine çalışır. Sınıf-ı münevver telkinle,
irşadla kitle-i ekseriyeti kendi maksadına göre iknaa muvaffak olamayınca, başka vasıtalara tevessül
eder. Halka tahakküm ve tecebbüre [zorbalık] başlar; halkı istibdatta bulundurmağa kalkar. (...) Halkı
ne birinci usul ile ne de tahakküm ve istibdat ile kendi hedefimize sürüklemeğe muvaffak olamadığımızı
görüyoruz. (...) Bunda muvaffak olmak için münevver sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabiî bir
intibak olmak lâzımdır. Yani sınıf-ı münevverin halka telkin edeceği mefkureler, halkın ruh ve
vicdanından alınmış olmalı. Halbuki bizde böyle mı olmuştur? O münevverlerin telkinleri millletimizin
umku ruhundan [ruh derinliğinden] alınmış mefkureler midir? Şüphesiz hayır...
Gazi Paşa'ya göre, aydınlar ülkelerini kendi ülkemize, tarihimize, geleneklerimize, özelliklerimize ve
gereksinimlerimize bakarak saptamalıdırlar. Sonra, sözlerine şöyle devam eder:
Đtiraf edelim ki, hâlâ ve hâlâ münevveranımızın gençleri arasında halk ve avama tetabuk [uyma]
muhakkak değildir. Memleketi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki tetabuku tevlid etmek lâzımdır.
Bunun için de biraz avam kitlesinin yürümesini tacil etmesi, biraz da münevverânın çok hızlı
gitme)mesi lâzımdır. Lâkin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha ziyade mü-
newerlere teveccüh eden bir vazifedir.*
9
Yukarıda dn. 4'te değindiğim Konya Türk Ocağı konuşması: Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt II,
(Ankara, 1959), 2. bas, s. 14-41.
191
Mete Tuncay
Şimdi düşünelim: Kemalizm, laiklik konusunda, kurucusunun burada genel olarak istediği gibi mi
davranmıştır, yoksa tahakküm, tecebbür ve istibdada mı düşmüştür? Ve cevabı, 1930 yılını ortalarında,
yine genel olarak, Atatürk'ün kendi ağzından verelim: "Bugünkü manzara aşağı yukarı olarak bir
dictature manzarası dır. (...) [ve] Ben öldükten sonra arkamda kalacak olan müessese, bir istibdat
müessesesidir."10
Konuşmamın başlarında, genç Marx'tan söz ederek, dinle dünya ayrımının temelsizliğine değinmiş,
dinin toplumsal evrimin bir aşamasında, insanın dünyayla kendi ilişkisini tanımlamakta yararlandığı bir
dilden başka bir şey olmadığını söylemiştim. Üstelik, Đslam, Hıristiyan ideolojisinden farklı olarak, bu
ayrımı yapmakta, "din dünya içindir" demektedir. Çağımızın ünlü bir Đslam düşünürü olan, merhum
Ahmet Hamdı Aksekili'nin yazdığı gibi: "Kuran'a göre, din ile hayat, birbirinden ayrı iki şey değildir.
Dinin hareket sahası, medenî dediğimiz hayatı en yüksek şekilde kuşatacak kadar geniştir. O, her
şeyden önce, insanın maddiyatı ile, cismani ihtiyaçları ile ilgilenir."" Böyle olunca, Hıristiyanlıkta
ideolojik temel bulabilen laiklik fikri, Đslâm'ın özüyle çatışmakta ve bu durum, halkçı bir anlayışla
yürütülmeyen Kemalist laiklik politikasının sakıncalarını arttırmaktadır.
Đlginçtir ki, Đtalyan devlet adamı Kont Carlo Sforza, Polonyalı Pilsııdski, Çinli Yuan Şi-kai ve Sun Yat-sen
gibi çağdaş diktatörler arasında (ama onlardan farklı olarak "gerçekçi") saydığı Atatürk'ün temel
yanlışını, kendinden önceki aydın despotlarından daha hızlı ilerlemek istemiş olmasında görmektedir,
Makers of Modern Europe (London, Matthews-Ma-rot, 1930).
10
Derleyen Cemal Kutay, "Serbest Fırka Olayı", Fethi Okyar'ın Kendi El-yaztsı ile Hatıraları, Tercüman,
5 Aralık 1978 [gazetede bu sözlerin eski harfli yazmadan alınmış klişesi de var].
11
Yazarın Đslâm adlı yapıtından, Ahmet Selâmı Topçuoğlu'nun "Din Dünya için Gelmiştir" başlıklı
makalesinde verilen alıntı; Encüment Demirer, Din, Toplum ve Kemal Atatürk (Ankara, 1969), s.
187.
192
Eleştirel Tarih Yazılan
Sözlerimi, Hıristiyanlığın ünlü bir aforizması üstüne, yine genç Marx'ın bir sözünü aktararak
sonuçlandırmak istiyorum. Bilindiği gibi, Đsa, ağzından Roma'ya karşı bir laf almak için, kendisine "vergi
verelim mi" diye soran kışkırtıcılara bir Roma parasının üstündeki kabartmalara bakarak "Kaesar'ın
hakkını Kaesar'a verin, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya" demişti. Đşte Marx bu söze değinerek, "Keasar'ın
hakkı yalnız altındır, sanmayın" diyor, "bu dünyada özgür akıl diye bir şey de vardır."12
Akıl, özellikle özgür akıl, tarih boyunca, gerçekten, her türlü boş-inancı çözen pek etkili bir silah
olmuştur. Ama, özgür akıl yalnız Tanrı'ya ve dine karşı değil, Keasar'a ve onun laik dinme karşıda
kullanılabilir. Üstelik, bu yalnızca bir olanak değil, bir görevdir de.
12
K, Marx, Kölmsche Zeitung'un 179. sayısının başyazısından (1842): M, Belge'nin çevirdiği, Din
Üzerine, s. 9'da.
193
Türkiye Cumhuriyeti'nde Siyasal Düşünce Akımları*
Osmanlı Đkinci Meşrutiyet döneminin beş çeşit siyasal düşünce akımından, yani Osmanlıcılık, islamcılık,
Türkçülük, Sosyalistlik ve Batıcılık'ken, Türkiye Cumhuriyeti'nde, ilki büsbütün ortadan kalkmış ve
sonuncusu, Ötekileri bastırarak egemen olmuştur. Đslamcılık, Türkçülük ve sosyalistlik, ancak son
dönemde (1960 ertesinde) biraz canlılık göstermiştir. Cumhuriyetin siyasal düşüncesi, esas olarak
Batıcılığın türlü yorumları çerçevesinde kalmıştır.
Osmanlıcılığın ortadan kalkması, Osmanlı kalıtına karşı tepkileri birden sona erdirmemi ştir. Özellikle
tarih alanında Osmanlı öncesine ağırlık verilmesi, bununla ilgilidir. Örneğin, Selçuklu tarihinin
vurgulanmasına koşutlukla, Osmanlıların Anadolu için pek bir şey yapmadıkları, Rumeli'ye yönelerek bu
öz vatan parçasını ihmal ettikleri gibi bir görüş ileri sürülmüştür. Ancak bu görüşte, güncel açıdan,
(Atatürk başta olmak üzere) Rumeli kökenlilerin, yönetimde Anadolululara olanak tanımadıkları gibi bir
eleştirinin de saklı olduğu anlaşılmaktadır.
Batıcılık ve Tepkileri
Cumhuriyetin ilk yıllarında Batıcılık ılımlı bir biçimde ve ulusal geleneklerle uzlaşıcı olarak savunulurken,
Takrir-i Sükûn döneminden itibaren ödünsüz ve katıksız bir Batıcı tutum benimsenmiştir. Ne var ki,
Batıcılık düz bir çizgi boyunca izlenmemiş, Özünde Batılı gibi olmak için neyin daha bağımsız, neyin
daha bağımlı değişken (ya da neyin "neden", neyin "sonuç") olduğu konusundaki değişik
tanımlamalardan ötürü, çeşitli Batılılaşma taktikleri arasında yalpalanmıştır. (Bu arada, "sosyalizm"!
genel Batıcılıktan ayıran başlıca özelliğin, strateji düzeyinde, çağdaş-
■ Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (Đletişim Yay., Đstanbul, 1983), cilt 7, s. 1924-28.
194
Eleştirel Tarih Yazılan
laşma çabalarının öncelikle maddî temele yöneltilmesi üstündeki ısrarı olduğu belirtilebilir.)
Batıcılık, 19. yüzyıl Rusyası’ndan başlayarak başka birçok geri kalmış ülkede olduğu gibi, Türkiye'de de
çağdaşlaşma, hatta uygarlaşma ile özdeş sayılan bir gelişme kavramıdır. Aslında bu anlayış, kuramsal
açıdan tartışmalı bir varsayıma dayanır: Tarihte birçok uygarlık gelmiş geçmiş ve bazılarının kalıntıları
hâlâ yaşıyor olsa bile, Batı artık bir çeşit "standart uygarlık"tır; dünyanın her yerinde kendisini kabul
ettirmekte, evrenselleşmektedir.
Dünya tarihini eski, orta ve yeniçağlara bölen yaygın anlayış, Yunan-Roma ile Ortaçağı, ĐS 1000 yılı
dolaylarında başladığı kabul edilen Batı uygarlığının bir girizgâhı saymaktadır. Batı, tarih felsefecilerinin
yaptığı çeşitli uygarlık sınıflamalarının hepsinde bir birim olarak yer alır. Fakat, Türkler Batılılaşmaya
başlamadan önce, elbette "uygarlıksız" olmamışlardır. Örneğin Arnold Toynbee, otuz kadar uygarlık
ayrımlayan kalabalık sınıflamasında, "durdurulmuş" bir birim olarak Osmanlı uygarlığından söz eder.
Özgün bir Türk uygarlığı hiç varolmamışsa bile, Orta Asya'dayken Çin uygarlığının etkisi altında kalan
Türkler, Anadolu'ya gelince, kendilerinden önce bu topraklarda serpilen Hitit-Yunan gibi daha eski
uygarlıklardan dolaylı olarak, Bizans ve ayrıca Đslâmlık yoluyla da Arap-Đran uygarlıklarından doğrudan
doğruya etkilenmişlerdir. Öyleyse, Batılılaşma gerçek anlamında bir uygarlaşma sorunu değil, bir
uygarlık değiştirme sorunudur.
Batılılaşma hareketleri, Osmanlı Đmparatorluğu'nun gerileme döneminde başlamıştır. (Bazı çağdaş
düşünürlerimiz, o zaman bir kurtuluş süreci olarak tutulan bu yolun gerçekte gerilemenin nedeni
olduğunu da iddia edeceklerdir.) Batılılaşmanın, 19. yüzyılda siyasal bakımdan belli başlı köşetaşları,
1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Tanzimat), 1856 Islahat Fermanı ve 1876 Meşrutiyeti'dir. Aynı
yönelişin 20. yüzyılda da 1908 Đkinci Meşrutiyeti, 1923 Cumhuriyet, ve 1946'da çok-partili yaşama
geçilmesi gibi hamlelerle sürdürüldüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu siyasal çerçeve içinde, askerlik ve
eğitimden ekonomik ve top-
195
Mele Tuncay
lumsal konulara kadar çeşitli alanlarda Batı'yı örnek alan düzel-timler yapılmıştır.
Türk düşünce akımlarını, Batılılaşmadan yana olanlar ve karşı çıkanlar; Batılılaşmacıları da toptancılar
ve ancak bazı bakımlardan Batılılaşmayı isteyenler gibi sınıflara ayırmak oldukça yapay kalmaktadır.
Çünkü, Batılılaşmaya en uzak görünen gelenekçi-Đslamcı akımlar bile, Batı'dan birçok şeylerin
alınmasını savunmuşlar, ancak (Mehmet Akif gibi) taklitçiliğin, (Sait Halim Paşa gibi) telifçiliğin
sakıncalarına işaret etmişlerdir. Öte yandan, kesinlikle toptan Batılılaşmayı istemek de pek zordur.
Belki, Đkinci Meşrutiyetteki Đçtihat dergisinin başyazarı Dr. Abdullah Cevdet'in böyle bir bütüncülüğe
yaklaştığı söylenebilir. Fakat, uygarlığın bölüne-mezliğinden tutturarak bütüncü denebilecek tutumları
savunan başkaları da görülmüştür. Örneğin, Prens Sabahattin'in Meslek-i Đçtimaî'si (science sociale) bu
yolda yorumlanabilir; Türkçü hatip Hamdullah Suphi de, bir döneminde Batılılaşmayı böyle anlamıştır;
daha yakınlarda, Yücel, Yeni Ufuklar gibi dergi çevrelerinin hümanizmacılığı da bu anlama gelebilir.
Fakat "toptan" bir başka uygarlığa geçilmesini istemek, geniş ölçüde bir mecaz olmak zorundadır;
yoksa eskiden kalan maddi-manevî her şeyi silmek, ortadan kaldırmak gerekir. Bu nedenledir ki,
Türkiye'de de hemen hemen bütün düşünce akımları Batı'dan bazı şeylerin alınmasını veya
alınabileceğini, bazı şeylerin ise alınmamasını ya da zaten alınamayacağını ileri sürmüşlerdir. Türkçü
ideolog Ziya Gökalp bir Hars (culture) - Medeniyet (civilisation) ayrımı yapmıştır. Bu görüş, Batı'nın
manevî taraflarını almak gerekmeksizin, millî nitelik taşımayan maddî taraflarının alınabileceğini belirtir.
Ondan önce, Celâl Nuri (Đleri) Bey'in yaptığı Teknik Medeniyet-Hakiki Medeniyet (ahlâkiyat) ayrımı da
buna benzer. Celâl Nuri, Osmanlı toplumu için Japonya'yı örnek göstermiş, Türklerin de onlar gibi
hakiki medeniyetlerini değiştirmeden Batı'nın teknik medeniyetini benimsemesini savunmuştu.
Bu yaklaşım, ana çizgilerinde, Đslamcı ve sosyalist akımları da nitelendirmektedir. Gelenekçiler yüksek
değer verdikleri Đs-
196
Eleştirel Tarih Yazıları
lâm maneviyatına ilişilmemesini istedikleri için (hatta onu korumak amacıyla) Batı tekniğini kazanmak
gereği üstünde durdular. Sosyalistler ise, tam tersi bir nedenle benzer bir sonuca varmaktadırlar.
Onlara göre, geniş anlamında Batı değerleri özenilecek ülkülerdir, fakat bunlar hep maddî bir temele
dayanırlar. O temel olmadan, akılcılık, özgürlük, eşitlik, gibi değerler iğreti kalır. Değişime üstyapıdan
başlamak yanlıştır. Önce, ya burjuvazinin egemenliği altında ya da devlet eliyle kapitalist teknolojinin
yerleşmesi gerçekleştirilmelidir.
Gelenekçi-Đslâmcı olmayan asıl sağcı görüş de, karşıt bir yaklaşımla Batılılaşmadan yanadır ve
Batılılaşmaktaki başarısızlığımızın nedenini Batı uygarlığının ilkelerinin anlaşılmama-sında görmektedir.
Böyle düşünenlere göre, önce bir zihniyet değişikliği gerekir. Garplılaşmanın Neresindeyiz? adlı
kitabında (Đstanbul, 1958) bu bakışı temsil eden Prof. Mümtaz Turhan, bir sentezin kaçınılmazlığını
vurgulamakla birlikte, çözüm yolu olarak "birinci sınıf uzmanlardan kurulu bir kadro kullanmak ve köyü
kalkınmanın "esas âmili" kabul etmek gibi tutarsız Önerilerde bulun-maktan ileri geçememiştir.
Atatürk döneminde yapılan devrimlerin hepsi Batılılaşma yönünde hareketlerdir. Fakat özellikle Batı
yasalarının benimsenmesi anlamına gelen Hukuk Devrimi (Đsviçre kanununa göre evlenmek, Alman
kanununa göre yargılanmak, Đtalyan kanununa göre cezalandırılmak... diye yarı-şaka özetlenen
durum), en çok tartışılan konu olmuştur.
Türkiye'nin Cumhuriyet öncesinden beri, Batı Avrupa yasalarını kendisine örnek alması, Kıta
Avrupası'nda Yakınçağın başın-da Roma Hukuku'nun canlandırılması (reception) olayına
benzemektedir. Fakat orada, nasıl Romacıîara karşı bir Tarihçi-Okul ortaya çıkmış ve hukukun dışarıdan
getirilebilecek bir nesne olmadığını, ancak toplumun içinde yaşayan kuralların yasalaştırılabileceğinı
savunmuşsa, bizde de (Đslâmî tutuculukla karışık olarak) bunlara koşut görüşler öne sürülmüştür.
Laiklik konusu, Hukuk Devrimi'yle yakından ilişkilidir. Din ve devlet işlerinin ayrılması diye tanımlanan
bu ilkenin ne ölçüde Hıristiyan
197
Mete Tuncay
öğretisinden geldiği ve Đslâmlık'la ne kadar bağdaşabileceği sorunu, çeşitli yazarlarca ele alınmıştır. Bu
arada, resmî laiklik ideolojimizin, Avrupa'da 1789 Fransız Devrimi'yle yüzeye çıkan özel bir din adamı-
düşmanlığından (anti-clericalisme) esinlendiği de iddia edilmiştir.
Cumhuriyet döneminde, anlatım olanağı bulan çevrelerce genellikle övülmeye değer bir program
sayılan Batılılaşma, 1960'lara gelindiğinde, hemen hemen bütün köktenci düşünürlerin eleştirilerine
uğramıştır. Bu çevrelerin kanısınca, Batılılaşma isteği masum bir özentiden ibaret değildir; Osmanlı
Đmparator-luğu'ndan beri egemen sınıfların kendi çıkarlarını güçlendirmek için bilinçli olarak
yürüttükleri, toplum açısından büyük zararlar yaratan bir politikadır. Batılılaşma adı altında Türkiye'ye
burjuva kapitalizminin maddeciliği, "bırakın yapsın bırakın geç-sin"!iği, aşırı bireyciliği sokulmuştur.
Üstelik, bizde bu süreç, emperyalizm olgusu nedeniyle, Batı'dakinden çok farklı gelişmiştir. Özel
mülkiyet altında kendiliğinden sermaye birikimi olmadığı için, burjuva kapitalizmi devlet desteğiyle
yapay olarak yaratılmaya çalışılmıştır. Buysa, kapitalizmin Batı'daki "soyguncu1' dönemini bile bastıran
bir kamusal ahlâksızlık doğurmuştur. Ayrıca, Batılılaşmanın yol açtığı kültÜr ikiliği, aydınlarla halk
arasında onulmaz bir uçurum meydana getirmiştir.
Bu tür eleştirileri aşmaya çalışanlarsa, Batılılaşmayı böyle salt olumsuz gözlerle görmenin sakatlığına
işaret etmektedirler. Onlara göre, bugün Türkiye'de Batılılaşma (yalnız üstyapı kurumlarıyla değil,
burjuva-kapitalistleşme anlamıyla da) gerçekleşme yoluna girmiştir. Dolayısıyla artık başa dönerek
yeniden bir gelişme çizgisi aramak olanağı yoktur. Kaldı ki, Batılılaşmanın yarattığı düşünülen
sakıncaların birçoğu, bu süreç başlatılmadan önce de Türk toplumunda zaten vardı. Örneğin, kültür
ikileşmesi, Osmanlı "havas-nas" ayrımından süregelmektedir. Türk aydınının Batılılaşması, bu ayırımın
Özünü değiştirmemiştir; halkın gelenekçi kaldığı ise kolay kolay savunulamaz. Üstelik Batılılaşma,
bütün bu sorunları insanca çözümlere ulaştırma olanağını da içinde taşımaktadır.
198
Eleştirel Tarih Yazılan
Şurasını da unutmamak gerekir ki, Batılılaşmaya karşı yükselen tepkiler, aynı zamanda, geniş bir
bakışla Batılılaşma sürecinin kendisinin sağlıklı ürünleridir de.
Đslamcılık, Türkçülük ve Sosyalistlik
1960'lara varıncaya dek Đslamcılık, Türkçülük ve sosyalistlik yıkıcı akımlar sayılarak yasadışı
tutulmuşlardır. Ama bu durum, onların alttan alta varlıklarını sürdürmelerine engel olmamıştır.
1920'lerde ve 1930'larda en fazla baskı yapılan akım, Đslamcılıktır. Buna karşılık, 1940'ların ikinci
yarısında demokrasiye geçiş başladığında, kendisine ilk ödün verilen de, yine Đslamcılık olmuştur.
Türkçülüğün bazı kültürel öğeleri Türk Ocakları’ndan ödünç alınıp Türk Tarih ve Dil Devrimleri içinde
özümlenirken, dış Türklerle birleşmeyi ve Türk soyundan gelmeyenleri ülke yönetiminden ayıklamayı
amaçlayan asıl Türkçüler, Đkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar herhangi bir etkinlikte bulunamamışlardır.
Nazi ideolojisine doğal bir yakınlık duyan bu Türkçü akım, Alman-Sovyet savaşından umuda kapılmış, -
tıpkı birinci Dünya Savaşı'nda hayal ettiği gibi- Rus egemenliği yıkılırsa Pan-Türkist (Pan-Turanizm
terimi, Pan-Türkizm'in özdeşi olarak kullanılmakla birlikte, aslında, yalnızca Türk dilini konuşan
halkların değil, Moğol, Fin, Macar vb. akrabalarının da birleşmesini isteyen çok daha aşırı bir hayaldir)
ülkülerinin gerçekleşebileceğini sanmıştır. Savaş sırasında tarafsız kalan, ama içinden Rusya'nın
yenilmesini arzulayan Türk hükümeti, tam tersi bir sonuç doğacağı belli oluncaya kadar, bu gizil
(potansiyel) Alman işbirlikçilerini hoşgörmüş, sonra da aleyhlerinde sert bir kovuşturmaya girişmiştir.
Türkçüler, tasarı ve eylemleri askerî mahkemece ortaya konulup mahkum edilmişlerken, Yargıtay
aşamasına gelindiğinde, Rus tehlikesinin yeniden hissedilmesi ve ileride çıkabilecek bir Batı-Sovyet
çatışmasında, yakın geçmişteki Alman-Sovyet karşıtlığında olduğu gibi, işe yarayabileceklerinin
düşünülmesi ucuz kurtulmalarını sağlamıştır.
199
Mele Tuncay
Türkçüler her türlü düşünceye ırk terimleriyle yaklaştıkları için, komünizmi Slav ırkının emperyalizminin
kılıfı saydıkları gibi, başlangıçta Đslâmiyet! de Arap ırkının yayılmacı ideolojisi olarak görmekte,
Đslamcılar ise onları "kavmıyetçi" diye küçümsemektedirler. Evrensel bir din olan Đslâm'ın gözünde soya
sopa dayanan bir siyasal görüş, elbette makul olamaz. Kaldı ki, Türkçe konuşan Müslüman Anadolu ve
Rumeli halkının arasında ırk saflığı bulmak hiç de kolay değildir. Türkçülerle giriştikleri polemiklerde,
onları kendi silahlarıyla vurabileceklerini anlayan Đslamcılar, hasımlarından birçoklarının ırkça karışıklı-
ğını keşfedince, "Arabacı nasıl araba değilse, Türkçü de öylece Türk değildir" diye alaya başlamışlardır.
DP iktidarı döneminde, soğuk savaş nedeniyle sert bir komünizm aleyhtarlığı politikasının sürdürülmesi,
Türkçülerin eğitim gibi belli birtakım alanlarda hayli etkili olmalarını mümkün kılmıştır.
Militarizm, Türkçü değerlerin arasında bulunduğu için, birçok subay Türkçülüğe yatkın olarak
yetişmiştir. 27 Mayıs 1960 müdahalesini gerçekleştiren cuntanın içinde de bazı Türkçülerin yer almış
olmasını, bu bakımdan doğal karşılamak gerekir. Darbeden sonra, kısa sürede siyasete dönülmesinin
iktidarı CHP'ye teslim etmek anlamına geleceğini hesaplayan bu Türkçü grup, böyle bir çizgiye karşı
çıktığı için, nüfuzlu baskı gruplarının ağırlıklarını koymaları sonucunda, 13 Kasım 1960 günü Milli Birlik
Komitesi'nden tasfiye edilmiştir. Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının yurt dışındaki sürgünlükleri, başka
etkinlik modellerini tanımalarını sağlamıştır. Bu arada, Đspanya'daki Franco diktatörlüğünün dayandığı
Ordu-Kilise-Parti üçlüsünü incelemişlerdir. Türkeşçilerin Türkiye'ye dönüp CKMP'ye el koyduktan sonra
Đslâm'la uzlaşmaya girmelerinde, bu esinlenme açıkça belli olmaktadır. Eski pagan-Türkçü çizgilerini
değiştir-meyenlerse, böylelikle oluşturulan Müslüman-Türkçü hareketten kopmuşlardır. CKMP'nin adı
Milliyetçi Hareket Partisı'ne dönüştürüldükten sonra, solcuların silahlı eylemlerini engellemek
bahanesiyle, Türkçü militanların Ülkü Ocakları örgütünü vb. ku-
200
Eleştirel Tarih Yazdan
rarak yaptıkları hareketler, henüz sonuçlanmamış bir dava konusu olduğu için, bunlardan söz
etmeyeceğiz. Ancak kanımızca, seçmenlerinin AP'ye kayacağı endişesiyle, CHP'nin iktidarda bulunduğu
zaman bu partiyi yasal yollardan kapatmak olanağı olduğu halde böyle yapmaması, çok dikkate değer
bir politik karar olarak tarihe geçecektir.
Đslamcılık akımını 1960'ların sonlarıyla 1970'Ierdeki MNP ve MSP hareketlerinden ibaret saymamak
gerekir. Erbakan'dan daha ılımlı Đslamcılar, AP'den CHP'ye kadar bütün öteki partilere dağıtılmışlardır.
Hatta bazıları yukarıda değindiğimiz Türkçülerle bağdaşmışlardır. Fakat daha sofu Đslamcılara göre,
MNP-MSP de dahil olmak üzere bütün bunlar özünde "bâtıl" olan bîr sistemle bütünleşmek demektir.
Şurasını da unutmamak gerekir ki, Đslamcılar "milliyetçilik" sözünü ulusçuluk anlamında değil,
kelimenin Arapça aslına uygun olarak, "din" karşılığında kullanmaktadırlar. Dolayısıyla, onlarınki Đslâm
Milliyetçiliğidir.
Türkiye'de sosyalizmin tarihi de, Đkinci Meşrutiyet'e kadar dayanmaktadır. Kurtuluş Savaşı'yla erken
Cumhuriyet yıllarında da üye sayıları önemli olmasa bile, düşünce içeriği bakımından zengin sol akımlar
vardır. 1925 ilkbaharında Takrir-i Sükun Kanunu'yla başlayan baskıcı dönemde her türlü aykırı siyasal
düşünce yasaklanmıştır. Bu ortamda sosyalizm de yeraltına kaymıştır.
1961 Anayasası döneminde sosyalistlik bazı aydınlar arasında yayılmaya başlamıştır. Emekçi sınıfının
içinden doğan TĐP de kısa sürede bu aydınların eline geçmiş ve sendikacılığın siyasal uzantısı olmak
yerine ideolojik bir Örgüt haline gelmiştir. Yine de, sosyalist eğilimli aydınların çoğu, böyle bir harekete
katıl-maktansa, araççı (enstrümantalist) bir anlayışla, orduyu ya da egemen sınıfların partilerini
etkilemeyi yeğlemişlerdir.
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisf-nde bu yazı, genel bir Giriş niteliğinde olup, arkasından
Halkçılık (Đlhan Tekeli), Đslamcılık (Şerif Mardin), Türk Ulusçuluğu (Sina Aksin), Milliyetçilik ideolojisi
(Gencay Şayian) ve Türkiye Cumhuriyeti'nde Sosyalizm (1960'a kadar Mete Tuncay, 1960'tan sonra
Murat Belge) bölümleri gelmektedir.]
201
Đstanbul Adaları [Rumlara Dair]*
Yunan Olimpik Havayolları organı Kinesis-Motion (Hareket/Devinim) dergisinin, geçtiğimiz (1992-93)
Kış sayısı, bizim adalara ayrılmıştı.
[Vortanos kayalıklarını saymazsak, bunlar 9 tanedir: Büyü-kada (Prinkipos), Heybeliada (Halki), Burgaz
(Antıgone), Kınalı (Proti), Kaşık (Pita), Sedef (Antirobmtho), Sivri/Hayırsız (Oksia), Yas-sıada (Plati).
Biz bunlara eskiden "Kızıl adalar" ya da "Papaz adaları" derdik; sonra, Batı dillerinden esinlenerek
Prens, hatta Prenses demeye başladık. Bu söz, Büyükada'nın Yunancasındandır. Ama doğrusu, Prens -
Machiavellî'deki gibi, Principe- daha genel bir anlama geldiği için, Hükümdar adaları olmalıydı. Devrik
Bizans imparatorlarının bazan hayalarını burarak, bazan gözlerini oyarak buradaki manastırlara
sürmelerinden ötürü! Fazla bilgi için, Pars Tuğlacı'nın iki büyük cilt Tarih Boyunca Đstanbul Adaları
eserine başvurulabilir.]
Đstanbul'un Ekümenik Patriği, Bartholomaios cenapları da, dergiye 26 Kasım 1992 tarihli bir sunuş
yazısı göndermiş: hazırlanan makale ve resimlerin biran önce yayınlanması, "cenab-ı Hakkın bizleri
mirasçı ve bekçi yaptığı ata hazinelerimizin herkese tanıtılması" için dualar ediyor.
Kinesis'te, bazılarını sayfalarımıza aktardığımız resimlerle bezeli iki yazıdan biri, Yunanlı arkeolog Yorgo
Mastopulos imzalı "Prens Adaları" (s. 8-22); diğeri (anonim) "Heybeli Aya Triada Manastırı" (s. 26-70:
arada bol ilan-reklam olduğu için, aslında yazılar bu kadar uzun değil).
Mastopulos, makalesinde 1955 (6-7 Eylül) ve 1964 (Yunan uyruklarının oturma izinlerinin kaldırılması)
olaylarından sonra, Đstanbul Rumlarının "asırlardır midye gibi yapıştıkları kayalardan sökülüp
atıldıklarına değinerek, "Tuhaf bir rastlantı" diyor,
* Tarih ve Toplum, sayı 116 (Ağustos 1993), s. 27-37.
202
Eleştirel Tarih yazıları
"Rumlar gideli, metropolün kirletilmesi sonucu, deniz öldü: Canlı denizle Rum halkı öylesine
özdeşleşmişti ki, zahir biri olmadan öteki yaşamıyor."
Bu yazının ortasından ve sonunda iki paragraf daha çevireyim:
"Bol bitkili serin yeşilliklere bürünmüş bu şirin adalar, günümüzde Đstanbul yüksek sosyetesinin başlıca
yazlık mekanını oluşturuyor. Adaların, geçen yüzyılda çoğu Rumların olan görkemli köşkleri, çam
korularıyla kaplı yamaçları, alımlı faytonları ve dingin deniz gerçek bir peri masalı ortamıdır. Çevrenin
sükûneti, buradaki insanlara da yansır. Düzenli işleyen şehir hatları gemileri, Đstanbul'da çalışan
birçoklarını her gün işe götürür, getirir: Sade, aklı başında, fakir, nazik, dosl canlısı ve terbiyeli
insanlar. Ama bunların kaçı, Marmara Denizı'ndekı bu adaların çocuğudur? Aralarında 80 yıl önce
dedesı-ninesi burada yaşamış olanlar var mıdır?"...
"Sorunlara her iki yandan bakalım. Türkiye'de birçok Bizans anıtı bulunduğu gibi, Yunanistan'da da pek
çok Türk camisi vardır. Bütün bunlar, madde olarak bir ülkeye, ama manen ötekine aittir. Açıkçası:
Tarafların gerçek niteliği, birbirlerinin saygın tarihi eserlerine nasıl davrandıklarıyla ölçülür. Ancak,
karşılıklı olarak ülkelerimizin arkeologları, eğer anladıkları ve değer verdikleri kendi kültür miraslarının
anıtları üzerinde çalışabilirlerse, en iyi sonuçlara erişilecektir."
203
Heybeliada'daki Hagia Triada Kilisesi ve Ruhban Mektebi
Heybeli'nin Ümit Tepesinde (eski adıyla, Papaz Dağı) şimdi kilise dışındaki işlevlerini yitirmiş bir Rum
Ortodoks kurumu var. Buranın tarihi, Bizans döneminin ortalarına, 9'uncu yüzyıl başlarına kadar geri
gidiyor. Burada, önce Sion adını taşıyan, sonra Kutsal Üçleme adını alan bir manastır kilisesi varmış.
Çeşitli zamanlarda yıkılmış ve tekrar tekrar yapılmış.
Hıristiyanlıktaki Tanrı anlayışı. Üçün Birliği kavramına dayanır. Tanrı hem Üçtür, hem Bir. Baba-Oğul
(Hz. Đsa) ve Kutsal Ruh'un oluşturduğu bu üçlemeye Yunanca Hagia Triada, Osmanlıca Ekanim-i
Selâse, Frenkçede de Triniıe denir. Đşte oradaki küçük kilisenin adı bu. Onu iç avlusuna alıp bir amali
biçiminde kuşatan, Ruhban Mektebi binası ise, 1844'te kurulmuş. Büyük Đstanbul depreminin ardından
1896'da yeniden yapılmış. Şimdi, bir kanadı (Lozan yükümlülükleri gereği) resmen açık, gerçekteyse
(öğrenci kalmadığı için) kapalı olan yatılı bir Özel Rum lisesi. Öteki kanadı, manastır. Aynı zamanda,
Fener'deki Ekümenik Patriğin yazlık ikametgahı. 1971 yazına kadar, burası yüksek Öğrenim veren
Ruhban Mektebini de içinde barındırıyordu. Birinci Dünya Savaşı'nın son yılında, Osmanlı Bahriye
Nezareti bu binaya el koymuş ve Deniz Harp Okulu'nun ilk sınıflarını buraya taşımıştı. Ama birkaç ay
sonra mütareke yapılınca, boşaltıldı. Kısa bir süre, ülkelerine geri gönderilmeyi bekleyen Alman
askerleri burada iskan edildi. Onların ardından da, 1920'lerin başlarında Beyaz Rus göçmenler, Ruhban
Mektebi binasında kaldılar. (Şunu belirtmeliyim ki, bu gibi uygulamalar Osmanlı'nın son dönemine
Özgü değildi. Örneğin, 820 yılında Bizans'ın Suriye Ermeni hanedanı alaşağı edilince, eski Aya Triada
manastırından bütün keşişler çıkarılmış, sürgün edilen ımparatoriçe Theodora ile kızları buraya
yerleştirilmişti. Hatta o sıralar manastıra ton Despoton deniyordu.) Daha sonra, normal duruma
dönülmüş ve okul dört yıl lise, üç yıl yüksek kısım olarak çalışmış (daha ileride lise 3, yüksek okuî 4 yıl
olmuş). Fakat 1930'larda Türkiye dışından Öğretmen gelmesi engellenince,
204
Eleştirel Tarik Yazılan
eğitimin kalitesi düşmüş. O sıralar (3'ü Türk) 15 öğretmen ve 65 öğrenci varmış. 1950'lerde öğretmen
sayısı (5'i Türk olmak üzere) 25'e, öğrenci sayısı da 70'e çıkmış. Bunların 29'u Yunanlı, 6'sı Etiyopyalı,
5'i Kıbrıslı, 2'si Đngiliz, 2'si Suriyeli, biri Mısırlı, biri Güney Afrikalı, biri Lübnanlı imiş. 47 yabancı uy-
rukluya karşılık, 16'sı Đstanbullu, 6'sı Đmrozlu, 1'i de Bozcaadalı olmak üzere 23 Türk uyruklu Öğrenci
varmış. Fakat 1963-64 ders yılından başlayarak yabancı öğrencilere izin verilmeyince, Ruhban Mektebi
çökmüş. 1971 Temmuzunda Anayasa Mahkemesi Özel Yüksek Okulları yasaklayınca, bu kuralın
Ruhban Mektebi'ne de uygulanması, bir coup de grace olmuş. Ruhban Mektebi'nde eskiden ne dersler
okutulduğunu merak ederseniz: bir kere diller var - Türkçe, Elence, Latince, Slavca, Fransızca. Sonra,
Matematik, Fizik, Tarih, Coğrafya, Arkeoloji, Müzik, Psikoloji. Daha sonra Mantık, Felsefe, Teoloji,
Hukuk ve meslek dersleri olarak Kitab-ı Mukaddes şerhi ve tefsiri gibi konular. Ayrıca, Türk
öğretmenlerince verilen, Türk Edebiyatı, Tarih-Coğrafya, Sosyoloji, Yurttaşlık Bilgisi ve Askerlik,
Bugün bir Ortodoks gencin, kilise hiyerarşisinde episko-posluğa yükselecek kadar Türkiye içinde eğitim
görmesi olanaksız. Yurtdışına gidip orada okuması gerekiyor. Şimdi, ülkemizde özel üniversitelerin
kurulması gündemde olunca, Ruhban Mektebi'nin de yeniden açılması mümkün olacak. Fakat, bunu
kilise istiyor mu? TC hükümeti ise, Fender'dekı Patriği yalnız Türk uyruğundaki Rum Ortodoks
Hıristiyanların ruhani önderi olarak mı tanımaya devam edecek, yoksa onun resmî sa-nındaki Ekümenik
(meskûn dünyaya dair, yani evrensel sıfatından yararlanmayı mı seçecek? Sanıyorum, mesele burada
dü-ğüm-leniyor.
Etnik Türdeşleşme Akıllıca Bir Amaç Olmaz!
Türkiye nüfusu din, dil, ırk vb. açılardan hâlâ türdeş (yani homojen) değil. Ama Đkinci Meşrutiyette
Đttihatçıların başlattığı şovence politikaları sürdüren Cumhuriyet hükümetleri yüzünden, kültür
mirasımızın mozaiği hızla yeknesaklaşıyor.
205
Mele Tuncay
Bütün imparatorluklar gibi, Osmanlı'nın da çok-dilli ve çok-dinli halkları vardı. Hem de bunlar,
yüzyılımızın ortalarına kadar gelen Đngiliz ve Fransız imparatorluklarının çoğu uyrukları gibi vahşiler ve
ilkeller değil, geçmişte büyük uygarlıklar yaratmış insan topluluklarıydı.
Osmanlı'nın kültür zenginliği, anasırının (unsurlarının) çeşitliliğinden kaynaklanmaktaydı. Yükselen Türk
Milliyetçiliği ise, anadilleri ve dinsel inançları farklı olan yurttaşlara, varlıklarına zor katlanılan geçici
konuklar, hatta yabancı devletlerin beşinci kolları, potansiyel casus ve ajanları gözüyle bakmaya
başladı. Elbette onları kendi çıkarları için kullanmaya çalışan ülkeler vardı. Fakat biz de, bu
toplulukların devlete sadık kalmaları için gerekenleri yapmadık. Oysa, Türkiye'nin çağdaşlaşma süre-
cinde, gayr-i Müslim yurttaşlarımızın çok yararlı hizmetleri olmuştu. Birçok konuda, Batılılığı onlardan
öğrendik.
Önce, Đslamcı bir toparlanmayla, Müslüman olmayan halklar hedef alındı. Havb-i Umumîde Ermeniler
kıyıma uğratıldı. Millî Mücadelede {Öteden beri Đstanbullu olanları dışındaki) Rumlar Yunanistan'a
sürüldü. Yine de, Cumhuriyetin ilk nüfus sayımında anadillerinin Rumca olduğunu söyleyenlerin oranı,
onbinde 88'di (13,5 milyonluk toplam içinde 135 bin kişi). Rum-Ortodoks kilisesine bağlı olanların sayısı
daha da yüksekti. Fakat, bu ilk oran bile sürdürülebilseydi, bugünkü 60 milyonluk nüfusumuzun içinde
yarım milyondan fazla Rum vatandaşımız olması gerekirdi. Gelin görün ki, şimdi Türkiye'de ancak 2-3
bin Rum kaldı.
Gayr-i Müslim azınlıklar Ermeni ve Rumlardan ibaret değil elbette. 1942'de onların yanı sıra, Varlık
Vergisiyle ürkütülüp Đsrail devleti kurulunca birçoğunu kaçırdığımız Yahudiler var. Hıristiyan-lardan
Süryaniler, Keldaniler vb. Ayrıca Yezidiler.
Bugün başlıca sorunumuz, Müslüman azınlıklardan Kürtler. Ama geride Çerkezler, Lâzlar, Hemşinliler,
Boşnaklar, Arnavutlar vb. duruyor. Müslümanların da Sünnisi var, Alevisi var. Bütün bunları, ekonomik
ve toplumsal gelişme sağlanmadan, türdeş hale getirmeye çalışmak, bence muzır bir hayal. Günün
birinde ekonomik ve top-
206
Eleştirel Tarih Yazılan
lumsal kalkınma sağlanınca da, bu çeşitlilikten yoksun kalmak, akıl kârı değil.
Rumlara karşı, ileride utanç ve pişmanlıkla anacağımızdan hiç kuşkum olmayan 6-7 Eylülcü (1955)
tutumumuz için tek avuntu, Yunan hükümetlerinin de en az bizimkiler kadar şoven olması. Zaten biz
Rumlarımıza ne yaptıksa, Batı Trakya ve Kıbrıs'ta Yunanlıların tutum ve davranışlarına karşılık olarak
yaptık. Durumu, Herkül Millas'ın bu konudaki kitabının başlığı pek güzel özetliyor: 'Tencere Dibin Kara,
Seninki Benden Kara." Fakat bizim, başka bir sözümüz de var: "Sui misâl emsal olamaz" (Kötü örnek,
Örnek alınmaz). Me-celle'deki "Bâtıl, makusun aleyh olamaz" kuralı. Keşke, bunu daha sık hatırlasak.
Ruhban Mektebi'nin Kütüphanesi
Büyük Fransız Müsteşriki (Doğubilimcisi) Antoine Galland, Đstanbul'a Ait Günlük Anılar 1672-1673
adlı kitabında (Ankara: T. Tarih Kurumu Yay., 1973; cilt II, s. 152) şunları yazıyor:
"Đstanbul'un karşısında, 18 mil mesafede ve Đzmit Körfezi ağzında bulunan adalar arasında Rumların,
Halki (Heybeli) dedikleri bir tanesi vardır ki, Teslis (Üçleme) ismi altında tanınmış bir manastır ihtiva
eder. Burada kilise babalarına ait olmak üzere büyük sayıda yazma gördüm. Vakıa bunlardan bir
miktarına satın alma teklifi yapılınca, Calocer(keşiş)ler böyle bir sözü dinlemeye bile yanaşmadılar.
Fakat para ile Rumlara karşı zaferine erişilmeyecek bir dava yoktur. Kendileri de istenildiği zaman bu
yazmaların tetkik edilmesine müsaade etmeyi reddetmediler."
Şimdi bile, manastırın alt katında önemli bir kütüphane var. Aya Triada'nın Đngiliz papazı, tsaias
Simonopetrisis Peder bize en eski kitaplarını gösterdi: 1599 basımı bir polyglot (çok-dilli) Kitab-ı
Mukaddes. Her sayfada dört sütun halinde, metinlerin Đbranice asılları, Yunanca (Septuagint), Klasik
Latince ve Vulgata (o zaman için avam Latincesi) çevirileri. Sayfa altlarında da dipnotları.
207
Mele Tuncay
Ayrıca, yüzlerce cilt, Kilise babalarının ve daha sonraki ilahiyatçıların Yunanca-Latince kitapları. Profan
(dın-dışı) klâsikler de eksik değil. Örneğin, Harvard yayını, çift numaralı sayfaları Özgün dilde, tek
numaralı sayfaları Đngilizce basılı Loeb dizisi var. Bunlardan başka, 19'uncu yüzyılda yayımlanmış eski
seyahatnameler, süregelen Hıristiyan dergiler vb.
A. Galland'ın sözünü ettiği yazmaların bugüne kadar gelebilenleri Đse, bir süre önce, güvenlik
gerekçesiyle, Fener Patrikhanesi'nin kütüphanesine aktarılmış.
208
Yahudiler Üstüne Bir Söyleşi*
Mete Tuncay ile bir Nisan günü Büyükada'daki evinde söyleşmek üzere randevulaştık.
- Sizi vapur iskelesinde karşılamaya gelirim, hemen tanırsınız, sakallı ve ilerlemiş yaşıma rağmen
bisikletliyim.
Sakallı, bisikletli, 'ilerlemiş yaşta' Mete Tuncay ile hemen birbirimizi tanıyoruz. Mete evinin kapısının
önünde telaşla duruyor. Kızım nerede? Kızımı içeri almazsam çok üzülür! Gözlerim bahçede oynayan
bir kız çocuğu ararken karşımıza pamuk tüylü bir kedi çıkı veri yor... Mete, kızı ve ben, elektrikli
sobanın ısıttığı, duvarları boydan boya kitapla kaplı bir eve giriyoruz... Kılı kırk yardığını bildiğim bu
tarihçinin yazılarındaki üslubu, beni zaten söyleşi boyunca vereceği bilgi yüküne hazırlamıştı; hazırlıklı
olmadığım açıksözlülüğü ve nüktedanlığıydı.
Tarihçi Mete Tuncay ile Yahudilerden söz etmek, önce geçmişe, ta 1492'den öncelerine gitmekle
başladı. Bana, Romalılardan beri Anadolu topraklarında Yahudi toplumlarının yaşadığını hatırlattı. Daha
sonra Bizans Yahudilerinin de önemli bir topluluk oluşturduğunu belirtti. 1492 tarihi bir 'sembol'dü.
Elbette büyük sayıda Yahudi o yıl Osmanlı topraklarına sığınmıştı, fakat engizisyonlardan kaçanların
Kuzey Afrika'dan, Đtalya'dan, Portekiz'den de geçerek bir süre orada kaldıkları göze alınırsa, Os-
manlı'ya, Yahudi göçünün 1492 ve sonrasında dalgalar şeklinde gerçekleştiğini söylemek daha doğru
olurdu.
"1492'den biraz önce ya da sonra olsun, Osmanlı Devleti Yahudilere kucak açtığı bir gerçek..."
Tabii bir gerçek, ama ortaya başka bir soru çıkıyor: Aynı tarihlerde Yahudiler gibi Hıristiyan zulmünden
kaçan Müslümanlar niye davet edilmediler acaba? ve Mete Tuncay gülerek kendi sorusunu kendi
yanıtlıyor:
Lizi Behmoaras, Türkiye'de Aydınların Gözüyle Yahudiler (Đstanbul: Gözlem Vay., 1993), s. 239-248.
209
Mete Tuncay
- Yahudiler belli becerilere sahiptiler. Tıpta bilimde, zenaatta çok ileriydiler; bundan dolayı tercih
edildiler. Ama kimse fukara Araplara yardım eli uzatmadı ve nedense şimdiye kadar hiç kimse bu
soruyu ortaya atmadı....
Sorum yine tarihçiye:
"Yahudiler Osmanlı Đmparatorluğu 'nda nasıl bir konumdaydılar?"
- Bakın, bir hiyerarşi söz konusuydu. Hiyerarşi tabii ki ırkî değildi çünkü yöneticiler sınıfında
gayrimüslimler de yer alıyorlardı. Geri kalan reaya (sığır sürüsü anlamına gelir) idi. Bunlardan
Müslümanlar yine de daha üstün tutulurlardı. Gayrimüslimler "zımmî" statüsündeydiler. Askere
gitmemek için belli bir haraç öderlerdi ve onlara tahammül edilirdi. Şunu da belirteyim ki,
Yahudiler Hıristiyanlardan daha aşağı görülürdü.
"Neden? Đslâm 'da Yahudi düşmanlığı var mı? "
- Var. Đslâmiyetin yayılma döneminde, Yahudi kabilelenyle çatışmalar oluyor ve bundan dolayı dine
de yansıyan bir kızgınlık doğuyor. Türkler Müslüman olunca bunu devralıyorlar.
"Mete Tuncay, Osmanlı Đmparatorluğu 'nda Yahudilerin konumlarını kısaca nasıl özetlersiniz? "
Osmanlılarda "pogrom" olmadı ama Yahudiler en son dönemlere kadar, hiçbir zaman eşit yurttaş
olmadılar diyor açık seçik Mete Tuncay ve şöyle sürdürüyor:
- Osmanlı'da Müslüman olmayanın ikinci sınıf teba olduğunu göze alarak geçmişi idealize etmemek
lazım. Ama Osmanlı idaresinin iyi yanları da olduğunu, hiç değilse, dünyanın bu köşesinde uzunca bir
süre adaleti gerçekleştirdiğini, zulüm yapmadığını da gözden uzak tutmamalı.
"Gayrimüslim, Ermeni, Rum, Yahudi'ydi... Bunların arasında Yahudiler nasıl bir özellik taşıyorlardı? "
- Ermenilerin adı nasıl olduysa 'sadık millete' çıkmıştı ama as-lın-da sadık millet Yahudilerdi.
Osmanlı'nın çöküş döneminde
210
Eleştirel Tarih Yazıları
sadece Yahudilerin ciddi bir ayrılıkçı hareketi olmadığı söylenebilir.
"Herzl'in Abdülhamit'ten bir toprak talebinde bulunduğundan söz edilir. Bu konuda çeşitli versiyonlar
var. Sizin görüşünüz nedir?"
- Benim inandığım versiyon şu: Talep toprak talebi değil. Avrupa'da bazı Yahudi topluluklarıyla
Osmanlı Yahudilerinin Filistine yerleşmeleri için izin ve buna karşılık Düyûn-u Umumı-ye'yi idare, yani
Đmparatorluğun maliyesini halletme teklifi. Abdülhamit'in benim gördüğüm anılarında, bazı şartlar ileri
sürdüğünü ama bunların kabul edilmediklerini belirtiliyor. Abdülha-mit gibi akıllı bir adamın bu tür bir
teklifi romantik bir Türkçülükte geri çevirmesi bana pek inandırıcı gelmiyor doğrusu. Koymuş olduğu
şartlar nelerdi, bu pek açıklığa kavuşmuş bir nokta da değil...
"Türk Yahudilerinin diğer ülkelerdekine oranla bilimde, sanatta, edebiyatta vs... pek parlamamış
olduklarına ilişkin yaygın bir görüş var. Buna katılıyor musunuz? "
- Maalesef bu görüşün doğru olduğu söylenebilir. Ünlü bir laf vardır, 'her ülkenin Yahudisi kendine
benzer' diye. Bu bir neden teşkil edebilir. Bir başka neden de muhtemelen, Türk Yahudisinin diğer
dünya Yahudilerine oranla daha az sıkıntı çekmiş olması.... Bakın, ben Yahudi olmadığım için, bu halkın
'Tanrı'nın seçilmiş halkı' olduğu inancına katılmak zorunda değilim. Đnandığım şu ki, bütün insanlarda
belli bir potansiyel vardır. Bu potansiyeli, genellikle sıkıştırıldıkları zaman, toplumun kendilerine
tanıdığı kısıtlı yeri yırtmak için fazlasıyla kullanırlar, olağanüstü şeyler geliştirirler... Belki Osmanlı'da
sonra da Türkiye Cumhuriyeti'nde Yahudiler çok sıkıntı çekmedikleri için daha az aktif olmuşlardır.
"Yani huzurdan kaynaklanan bir tembellik mi? "
- Değil. Değil de entellektüel ve sanatsal konularda daha az verimli olma... Yine de haksızlık
etmeyeyim. Alaturka müzikte çok büyük Yahudi üstatlar yetişmiştir.
211
Mete Tuncay
"Edebiyatta ürün verecek kadar da dile hakim değillerdi belki... Dili öğrenmede biraz geciktiklerini
gözlemlemişsinizdir"
- Belki. Ama şimdi artık çok güzel konuşuyorlar. En son benim kuşağım aksanda kendini biraz ele
veriyor. Bu apartmanda bir sürü Yahudi çocuğu var. (Mete Tuncay yaz kış Büyükada'da yaşamayı
seçmiş; yazın, komşularının hepsi Yahudi...) Yahudi asıllı olduklarını anlayamazsınız. Ben komşularıma
çatıyorum, çocuklarınızı Đspanyolca gibi bir Batı dilinden yoksun bırakıyorsunuz diye.
"Şimdi öyle ama yakın bir tarihe kadar değildi"
- Bakın size bu konuyla ilgili ilginç bir bir olay anlatayım. Morit'in 1991'de düzenlediği seminere
katılmak üzere Đsrail'e gittiğimde Bat Yam'daki bütün Yahudiler aralarında Türkçe konuşuyorlardı. Bunu
bize özellikle duyurmak için yapmadıkları, onlarda yer etmiş bir alışkanlık olduğu belliydi. Şaşırdım.
Cum-huriyet'in ilk yıllarında "vatandaş Türkçe konuş" diye bir kampanya başlatılmasına rağmen,
Yahudiler ısrarla "Alliance [sraelite Okulu"nda öğrendikleri Fransızca'yı ve tabii Đspanyolca'yı
konuşmayı sürdürüyorlardı. Orada ise Đbranice yerine Türkçe konuşuyorlar. Düşündüm, kendimce bir
neden buldum: Bu toplumda da kendilerini farklı göstermek istiyor olmalarından kaynaklanmalı.
"Bu Yahudiliğe özgü bir şey mi? "
- Hayır azınlığa Özgü bir tutum.
Ve Türkçe'nin geç öğrenilmiş olmasına bir açıklama daha getiryor Tuncay:
- Yahudilerin entellektüel uğraşlardan çok, özellikle Cumhuriyet kurulduktan sonra, 1930-40 yılları
arasında küçük ticaret işlerine yönelmeleri de çok önemli bir neden. Muhatap oldukları kişiler de zaten
Türkçe'ye doğru dürüst hakim değildi... Ama, daha önceki dönemlerde, bir Tekinalp misali entellektüel
Yahudiler (sayıları az. da olsa) Osmanlıcayı mükemmel bir biçimde yazarlardı.
212
Eleştirel Tarih Yazıları
"Đttihat ve Terakki'de yer alan Selanikli Yahudileri saymazsak, tarih içinde ülke sorunlarıyla çok
uğraştıkları söylenebilir mi? "
- Genel olarak azınlıklar hakkında söylenmesi gereken çok önemli bir şey var sanıyorum. Osmanlı'nın
Batılılaşması doğrudan doğruya Fransız ya da Đngilizle temas sayesinde olmadı. Buna azınlık ama
özellikle Yahudiler köprü olmuştur. Türkçe'ye giren Batılı sözcüklere bakılırsa, hemen hepsinin Đspanyol
kökenli olduğu anlaşılır. Ülke adlarından başlayarak... Biz bir Fransızı, bir Đngilizi, bir Đtalyan'ı, Yahudi,
Rum, Ermeni azınlık sayesinde tanıdık.
"Yani bu ülkede eğreti mi yaşıyorlardı Yahudiler? "
- Eğretilik Yahudilikle doğrudan doğruya ilgili değil. Yahudiler belki bu ülkenin diğer azınlıklara duyduğu
kızgınlığın kurbanı oldular. Daha önce belirttiğim gibi gayrimüslimler ikinci sınıf teba olarak yaşıyordu...
Kendilerine tahammül ediliyordu yalnızca. Ama sistemli bir zulüm de yoktu. Övünebileceğimiz bir bu
var!
Özellikle Fransız Devrimı'nden sonra milliyetçilik fikirleri, Rumlara, Ermenilere aşılandı... Bunun yanı
sıra, bu gayrimüslim toplumlara bazı büyük devletler sahip çıktı; Ruslar önce Ortodokslara sonra bütün
Hıristiyanlara, Fransızlar Katoliklere, Đngilizler Protestanlara... Gayrı müslimler de sırtlarını yabancı
güçlere dayayıp ülke aleyhinde politikalar beslemek gibi bir tavır aldılar; bunların en masumları da
Yahudilerdi. Sırtlarını dayayacak kimseleri yoktu; ayrıca ayrılıkçı fikirler beslemiyorlardı. Fakat diğer
azınlık toplumlarının tavrının yarattığı güvensizlik onlara da yansıdı.
Şimdi tarihçi Mete Tuncay'a değil, aydın Mete Tuncay'a Türkiye'de Yahudi topluluğuyla ilk kez ne
zaman karşılaştığı sorusunu yöneltiyorum:
- Ata ocağım Hasköy. Çocukluğumda, hatırlarım, babam Yahudilere duyduğu kızgınlığı sıkça dile
getirirdi.
"Niçin kızgınlık duyuyordu? "
213
Mete Tuncay
-1940'ların edebiyatı işte: "Bu Yahudiler sömürüyorlar, kendileri de çok iyi yaşıyorlar falan..." Oysa
Yahudi cemaatinin büyük çoğunluğu Galata Kulesi'nin etrafında gettolarda yaşıyordu. Bu 1940'lardaki
söylem muhtemelen Naziler tarafından körükleniyor ve Türk basınına da yansıyordu. (Cumhuriyet
Gazetesi örneğin...) Kanımca Yahudi düşmanlığı Alman parasıyla alevlendiriliyordu.
"Şimdiki Yahudilerin çoğunun hali vakti yerinde ama... Bu duruma nasıl bakıyorsunuz? "
- Bir solcu olarak, zengin bir Yahudi'nin zengin bir Müslüman'dan çok sömürücü olduğunu
düşünmüyorum. Bir Yahudi'nin yapacağı şeyi bir Müslüman'ın vicdanı itirazıyla yapmayacağına
kesinlikle inanmıyorum. Evet doğrudur şimdiki Yahudilerin çoğu çok rahat yaşıyor ama bu söylemin
uydurulduğu dönemde gerçekten doğru değildi; belki apartmanda yaşıyorlardı ama öylesine sefalet
içindeydiler ki o apartman gecekondudan farksızdı.
"Nazi propagandasından başka nedenler var mıydı o dönemin anti-semitizminde? "
- Cumhuriyet çok 'Türkçü'ydü. Bu tutum terminolojiye bile yansıdı; Osmanlı, sadece Tanzimat'tan
itibaren değil, daha önce bile 'azınlık'tan hiç söz etmezdi. 'Anasır' (unsurlar) denirdi. Azınlık sözcüğü
Cumhuriyetle geldi.
"Lozan Antlaşması'nda Yahudiler azınlık statüsünü sizce neden kabul etmediler? "
- Benim izlenimim şu ki, azınlık olmaya el altından ikna edildiler.
"Hangi hesapla? "
' Muhtemelen, "en kolay bunlar vazgeçerler" hesabıyla. Yahudiler I. Dünya Savaşı'nda taraf
olmamışlardı, durumları ne Ermenilerin ne de Rumların durumlarının aynıydı... Atatürk'ün en yakın
çevresinde de etkin dönmeler ve Yahudiler vardı. Diş tabibinden tutun da baş mason Mim Kemal
Öke'ye kadar. Ata-
214
Eleştirel Tarih Yazıları
türk'ün de Selanikli oluşu ve ileri gelen Yahudilerin pek çoğunu şahsen tanıması (Hayim Nahum Efendi
gibi) buna uygun bir ortam yaratıyordu. Fakat daha sonra Cumhuriyet'te Türkçülük baskın ideoloji
olunca ve buna Nazi etkisi eklenince durum değişti,
"O dönemde sol kesim antisemit miydi? "
- Türkiye'de sol (bu benim araştırma alanımdır) fazlasıyla milliyetçiydi ama Nazi değildi -sol derken
komünistleri kastediyorum-...
"Sol edebiyatında Yahudi 'ye pek sıcak bakılmadı gibi geliyor bana ".
- Ciddi sol edebiyatında insanların doğrudan doğruya Yahudilikle suçlandığı göremezsiniz ama banker,
sarraf, tefeci Yahudi tipi ile örtüştüğü ölçüde Yahudidir diye kimse esirgememiştir.
"Kapital 'in simgesi olarak görülmedi mi Yahudi? "
- Bir ölçüde haksız ve ithal bir fikirdi.
Ve Mete Tuncay 'in deyimiyle Cumhuriyet döneminde en çok utanılacak olay Varlık Vergisine geliyoruz:
- Şunu belirtmekte yarar vardır: Varlık Vergisi haksız, ırkçı bir uygulamaydı ama sadece Yahudilere
değil bütün azınlıklara yönelikti.
"Bir de 'Trakya olayı' var. Bu konuda okurları aydınlatır mısınız? "
- Ben bundan Đsrail'de de söz ettim. Olayı şöyle özetleyebiliriz: 1933'te Edirne'de mahalli memurlar
Yahudileri oradan göç ettirmeye kalkıyorlar ve yok pahasını adamların evlerini barklarını alıyorlar. Bu
tavırlarına da, hükümet karar aldı biz uyguluyoruz havasını veriyorlar. Yahudiler panik halinde elde ne
varsa satıyor ve can korkusuyla Çanakkale'ye göç ediyorlar; olay basına yansıyor ve hükümet tavır
alıyor. Kesinlikle öyle bir karar verilmediğini, Yahudilerin göçü istenmediği, herkesin geri dönebileceğini
bildiriyor. Ama geçmiş ola!.. Her ne olduysa, o za-
215
Mete Tuncay
manki gazetelerde, hükümetin ortaya koyduğu tavrın açık seçik olduğu görülebilir. Olayın nedeni
muhtemelen kişisel kıskançlıklar, adamın evini alma, arabasına konma gibi çirkin amaçlardır... Ama
şerefli bir şekilde sona erdirilmiştir. Her ne kadar cemaat Edirne'ye dönemediyse de.
"Bu söz ettiğiniz dönem (ıı Dünya Savaşı 'ndan biraz önce ve II Dünya Savaşı süresi) Türkiye 'nin en
antisemit dönemi olarak nitelendirilebilir mi? "
- Evet. Varlık Vergisi olayında Türkçülük tam dişlerini gösterdi. Ondan sonra Yahudiler herhangi bir
şeyden doğrudan doğruya etkilenmediler.
"Varlık Vergisini ödemeyenlerin kampa yollanmasından sonra söylentiler dolaşmıştı..."
- Evet, Yahudilerin çalışma kampından temerküz kamplarına yollanacaklarına dair. Bir de şu Balat'taki
ünlü gaz fırınları hikayesi var. Bakın bunların efsane olduklarına kesinlikle inanıyorum. Türkiye,
Almanya istilasına uğramaksızın, tek başına anti-semıt devlet politikası benimsememiştir. Fakat Alman
istilasına uğrasaydı ne olurdu bunu bilemem. Zaten yanıtsız kalmaya mahkum bir soru bu.
"//. Dünya Savaşı 'ndan sonra, çok sayıda Yahudinin Đsrail 'e göçü var... Belli başlı nedenleri nedir sizce
bu göçün?"
- Varlık Vergisi'ndan sonra, 'biz bu ülkenin öz çocuğu değiliz' duygusuna kapıldılar. Peşinden Đsrail
kurulunca oraya bir akın oldu. Đsrail'e göçle ilgili ilginç bir istatistik var. 1948'lerde çok büyük bir kitle
gitmiş, özellikle Đzmir'den. Sonra Türkiye'de 6-7 Eylül, askerî darbeler vs... gibi dramatik olaylar
yaşandıkça bunlarla eş zamanlı göçler olmuş.
"Peki bu istatistikler karşısında aklınızdan hiç, bunlar durum kritik olunca kalkıp gidiyorlar, burada kalıp
bu ülkeye sahip çıksalar, mücadele verseler ne olur sanki! gibi bir düşünce geçmedi
mi?
216
E/eşiirel Tarih Yazılan
- Şimdi bunu söylemek biraz zor ama azınlık olma psikolojik açıdan birtakım problemler getirir. Bakın
bir örnek vereyim. Gece yarısı yatmışım, telefon çalıyor. Baktım alıcının öbür ucunda ses yok, küfreder
yatağıma döner uyurum. Yahudiyse kurmaya başlar: 'Beni acaba kim aradı? Yarın çocuğuma bir şey
olabilir mi?' diye. Bu tür irrasyonel düşünceler herkeste vardır kuşkusuz ama onlara azınlıklarda daha
sık rastlanır.
"Bu, azınlıklara has ruhsal durum tam bîr entegrasyona engel
mi:
:?■■
- Sadece bu değil! Saptadığım şu ta, laik Yahudiler çok az sayıdalar. Bir gün sinagoga gittim, baktım,
adada kimi tanıyorsam orada. Merak ediyorum,Yahudi toplumu gerçekten çok mu tutucu yoksa
bireyler topluma uyum sağlamak için mi dinsel ritüel'i eksiksiz uyguluyorlar?
"Kanımca Türk Yahudileri pek tutucu değiller... Peki, bunca Yahudi arasında yaşadığınıza göre, tarihçi
olarak değil de, salt birey olarak bazı izlenimler edinmişsinizdir. Örneğin, komşuluk ilişkileriniz nasıl? "
Mete Tuncay bu noktada çok ama çok içten! (Umarım komşuları Şalom okuyorlar).
- Yahudi komşularımdan çok memnunum. Nazik, iyilik sever, komşuluk kültürünü besleyen insanlar.
Onlarla kendimi çok rahat hissediyorum.
"Başka gözlemleriniz var mı? "
- Evet. Hep aralarında olmaları ve belirli yerlerin dışına çıkmamaları. Belirli yerlerle, mahalleler ve tatil
beldelerini kastediyorum. Örneğin yazın mutlaka adaya geliyorlar, bir değişiklik yapmayı
düşünmüyorlar genellikle. Ben de onlar açısından düşünüyorum, niye bunlar böyle hep birlikte ve hep
aynı yerlerde... diye. Cevabım sanırım, çocuklarının cemaat dışında insanlarla ilişki kurmamaları için.
"Bütün nezaket ve iyilikseverliklerine rağmen belli bir mesafe var mı aranızda, Müslümanlarla
hissetmediğiniz? "
217

Mete Tuncay
- Beni rahatsız edecek biçimde değil.
"Yahudilik ve Yahudilere özel bir ilgi besliyorsunuz gibi geliyor bana. Yanılıyor muyum? "
- Bakın ben bir Ermeniyle konuşsam, o da 'senin soyunda Ermenilik mî var yoksa?' diye soracak bana.
Ben Rum, Yahudi, Ermeni, Bulgar, Arnavut... her kültürle ilgilenirim. Biraz tarihçi oluşumdan biraz da
ilgili bir insan oluşumdan. Yahudilik çok Önemli, mutlaka öğrenilmesi gereken bir şey; Batı'yı anlamak
için Hıristiyanlığı anlamak lazım, Hıristiyanlık ise 'Elenize' olmuş Yahudiliktir. Her iki unsur da Batı'ya bir
pencere açma bakımından önemlidir. Đslâm'ı anlamak için de Yahudiliği iyice anlamak gerek...
Besbelli din konusu Mete Tuncay 'ı çok heyecanlandırıyor. Büyük bir coşkuyla sürdürüyor:
- Ayrıca heterodoks akımlara, mistik akımlar, tasavvufa eğildikçe, tasavvufla Kabala'nın, Yahudi
mistiğiyle Müslüman mistiğinin birbirine girdiğini fark ettiğimi hemen belirteyim. Kimin eli kimin
cebinde belli değil. Mistik akımların birbirleriyle birleşmeleri bana çok keyif veriyor agnostik olmama
rağmen. Ayrıca Türkiye'de din dersleri verilmesine taraftarım ama bunlar dinler tarihi şeklinde verilmesi
şartıyla. Bu verilmezse insanlar sanat tarihini anlayamazlar, sanatı hatta insanı anlayamazlar. Hem
sonra diğer uydurma şeyler değil, insanlar binlerce yıl uğraşmışlar; değerli fikirler geliştirmişler; bunları
tanımak lazım. Yahudiliğe Özel bir ilgim olduğunu sanmıyorum. Đlgimin bir parçası...
"Sonuçta Yahudi kültürünün Türk kültüründe önemli bîr payı var diyorsunuz."
- Bakın milliyetçilik pek çok şeyi saptırıyor Osmanlı kültürü denen şey salt bir Türk kültürü değildir,
içine Ermeni'nin, Rum'un, Yahudi'nin, Dürzi'nin çeşitli milletlerin katkıları vardır. Bunların hepsini Türk'e
mal etmek büyük bir yanılgı olur. Türk lafı yeni bir uydurma.
"Ama Cumhuriyet kurulduğu zaman gerekliydi. "
218

Eleştirel Tarih Yazıları


- 20. yüzyıl sonuna geldiğimiz bu yıllarda artık gerekli değil. Daha önce gerekli miydi onu da
bilmiyorum. Çünkü milliyetçiliğin dünyanın hiçbir yerinde hiçbir zaman faydalı bir işlevi olduğunu
düşünmüyorum.
"Ortadoğu sorununa nasıl bakıyorsunuz? "
- Ütopik bir hayalim var. Yakındoğu'da demokratik bir federasyon oluşması ümidindeyim. Bakın,
Osmanlı toprakları binlerce yıl, halklar tarafından birlikte yönetildi. Balkanlardan Kafkaslara, Filistin'den
Arabistan'a... Bunu sadece Bizans Đmparatoru kılıcını çekmek ya da Osmanlı sultanı baskı yapmakla
gerçek-leştirmediler. Bu insanların birbirlerine yakın oldukları bir gerçek.
"Ortadoğu derken Özellikle Đsrail ve Filistin sorununu kastediyorum; örneğin Đsrail 'in güttüğü
politikaya olumsuz tepki gösteriyor musunuz? Bu tepkinin buradaki Yahudilere yansıdığı oluyor mu? "
- Bu tepkiyi diaspora Yahudilerine yansıdığını sanmıyorum. Ayrıca Đsrail'de ben sadece hükümet ve
siyasi partileri görmüyorum. Birkaç sene önce Đsrailliler tanıdım. Đsrail'e karşı Filistin'i savunuyorlardı.
Đsrail'de sadece aşırı dinciler ve hükümet temsilcileri yok, böyle insanlar da var.
"Daha somut bir soru sorayım. 67 Savaşından sonra Türk Yahudisinin tavrında bir değişiklik gördünüz
mü? "
- Ben 67'de askerdeydim, Türk subayları Đsrail ordusunun teknolojisine hayrandı ve zaferine çok
seviniyorlardı. Ben de çok kızıyordum.
"Neye kızıyordunuz? "
- Arap düşmanlığına! Türk Yahudisinin tepkisine gelince şimdi bir olay anımsıyorum: Ankara'daki
Yahudi komşumda (nedense hep Yahudilerle komşuluk ediyorum) kıyamet kopmuştu. 'Nasıl! Nasıl!'
diye çocuklarını dövüyordu, meğerse çocuklar okulda "korkak Yahudi!' lafını Öğrenmişler babalarına
söylüyorlarmış. Babaları da o gün bunun acısını çıkarıyormuş. Bu sahne bana iki olguyu anımsatıyor:
Bir ezilmişliğin acısı ve Türk okullarındaki beyin yıkama!
219
Mete Tuncay
"Niçin korkak Yahudi? "
- Bakın bu dile o kadar girmiştir ki insan düşünmez bile... Eşimin bazen şu kedimize 'haydi oradan
korkak Yahudi!' diye seslendiği olur... Ayrıca (düşünceli düşünceli ekliyor) 'sahralara' kadar korkaktılar.
Keşke korkak kalsalardı.
"Niye?"
- Ya mazlum ya zalim olmak gerekiyorsa, mazlum kalınmasını ben tercih ederdim.
Türk Yahudilerine geri dönüyoruz:
"Türkiye'de birtakım görevler hâlen Yahudilere... kapalı diyelim. Bu konuda ilerisi için iyimser misiniz? "
- Askerlikte yakın bir gelecekte önemli bir görev 'visible' değil. Ama bakan olması bugünkü sistem
içinde, çalışan iyi bir partili olan Yahudi için elbette mümkün.
500. Yıl Vakfı?
- Bir şamata oldu, bir 'show'... "Sizce işlevi var mıydı? "
- Đşlevi Türkiye açısından dışarıya doğru "biz ne kadar iyiydik"i kanıtlamaya çalışmak.
"Yanlış değildi."
- Yanlıştı. Önemli olan "biz o kadar kötü değildik", "biz iyiydik" demek değil. Bundan sonra iyi olmak
için ben geleceğe bakmak istiyorum. Bundan sonra Yahudilerin bu toprakta ben ve benim çocuklarımla
eşit yurttaşlar olarak yaşamaları için belli şeyler yapmak lazım. Oturup bir mazi uydurmaya ne gerek
var! Söyleşi Mete Tuncay 'in 0 sözleriyle noktalanıyor:
- Türk Yahudisi bugün artık olumlu ve olumsuz yönüyle Türktür. Bizi biz yapan unsurlardan biri
odur. Çağdaş Türk kimliği diye bir şey varsa bunda onun da tuzu var.
Mete Tuncay 'in Yahudiler, Yahudilerin Mete Tuncay ile komşuluk etmeleri salt bir rastlantı mıdır, diye
geçiriyorum aklımdan.
Ermeni Sorunuyla Đlgili Bir Söyleşi*
Ermeni sorunuyla ilgili tarihçi Halil Berktay'ın açıklamalarından sonra yeni bir sorunla yüz yüze geldik.
Profesör Berktay medyada saldırılarla karşılaştı ve milli çıkarlarla bilimsel gerçekler çatıştığında bir bilim
adamı ne yapmalıdır sorusu ortaya çıktı. Bir bilim adamı ne yapmalıdır bu durumda, hangisini seç-
melidir? Milli çıkarları mı, bilimsel gerçekleri mi?
• Sokrates "Sorgulanmayan yaşam, yaşanmaya değmez" demiş. Üniversiteler de bilgi edindiğimiz bir
yer olmaktan öte, "düşünmeyi" öğrendiğimiz yerdir. Orada, genel geçer fikirlere kuşkuyla yaklaşırsınız,
onları sorgularsınız. Üniversitenin aşıîaması gereken bu "eleştiri duygusudur" işte. Hem millî çıkarlar
işini de kurcalamak lazım.
Niye?
- Halil Berktay, 1915 Ermeni olaylarının nasıl ortaya çıktığını anlatan tarihi bir analiz yapıyor ve bu
analizde soykırım kelimesini de kullanmamaya dikkat ediyor. Berktay'ın analizine katılırsınız,
katılmazsınız. Ama bu kendi başına bir bilimsel açıklamadır. Bunun karşısına çıkıp da "Hayır, bu bizim
ulusal çıkarlarımıza aykırı, tarihçiler düşmanlarımıza hak veren bir yorum yapıyorlar" demek çok
rahatsız edici bir şey. Zaten "ulusal çıkarlar" diye sunulan şeyler aslında ulusal çıkar da değildir. Belirli
bir düşünceye ve ideolojiye bağlı insanların çıkarıdır bu.
Peki, bir ulusun çıkarları gerçekten bilimsel gerçeklerle çatışır mı? Kendi çıkarlarını gerçeklerin üstüne
değil de yalanların üstüne kuran bir millet gelişebilir mi?
- Bir kere şunu teslim etmek gerekir. Bu halkın da başka halkların tarihinde olduğu gibi, geçmişinde
övünebileceği birçok şeyin yanı sıra, bugünkü değerler açısından tedirginlik duyacağı, utanacağı olaylar
da vardır. Bu yüzden de her konuda ortaya çıkıp "Biz öyle bir şey yapmayız" demek yanlıştır. Galiba
bütün so-
* Söyleşiyi yapan Neşe Düzel, Radikal, 25 Aralık 2000.

220
221
Mete Tuncay
run, ulus-devletin ideolojisi olan "'milliyetçilikten" kaynaklanıyor. Çünkü milliyetçilik ideolojisinde körü
körüne bir üstünlük iddiası var. Her milliyetçilik kendi milletinin başkalarından üstün olduğunu iddia
ediyor. Adalete aykırı düşse de, ulusal çıkarların, her neyse o, gereğinde zor kullanarak sağlanmasını
öngörüyor. Bu ideoloji "barış, iyi ilişki" gibi değerlerle çatışıyor. Ama artık günümüzde bu milliyetçilik ve
ulus-devlet aşınıyor. Bugün biz Avrupa'ya girmekten söz ediyoruz.
Gelişmiş ülkelerde, bilim adamlarına, "Sen bildiğin gerçekleri açıklama, bu çıkarlarımıza aykırı
"türünden baskı yapılabilir mi?
- Gelişmişliğin tanımıyla çelişir bu. Resmî ideolojiye aykırı görüşler sunmak bilim adamı olmanın doğal
bir gereğidir.
Bilim adamlarımız bu türden baskılarla karşılaşıyorlar mı peki?
- Bilim adamları sürekli baskılar altındalar Türkiye'de. Ermeni meselesinde, Kürt sorununda, azınlıklar
konusunda, milli ve dini alanda "tabu" olan birçok konu var.
Eğer bilim adamları susar ve bilimsel gerçekleri söylemezse kimi kandırmış olacağız? Dünyayı mı yoksa
kendi halkımızı mı? Çünkü dünya biz tartışmasak da gerçekleri tartışıyor...
- Tabii... Sizinle baştan beri konuştuklarımızın hareket noktası somut bir olaydı, Ermeni olayıydı.
Cumhurbaşkanı "Đşi tarihçilere bırakalım" diyerek en doğru yolu gösterdi. Yoksa ABD ya da Avrupa'daki
parlamentoların "soykırım olmuştur ya da olmamıştır" demesi deli saçmasıdır. Bir o kadar da yanlış
olan Türk Dışişleri Bakanlığı'nın "Böyle bir şey asla olmamıştır" diye kestirip atmasıdır. 1915 olaylarının
soykırım olmadığını kanıtlamak Dışişleri'nin ve politikacıların işi değildir. Bu tarihçilerin işidir fakat bu
konjonktürde onların da çalışabilmeleri mümkün değildir.
Niye?
- Bu konu ancak TÜrkiye-Ermenistan ilişkileri normalleştikten sonra tarihçilerce huzur içinde
tartışılabilir. Nasıl ki Türkiye'de resmî görüşe eleştirel yaklaşanlara karşı çıkılıyorsa, hiçbir Er-
222
Eleştirel Tarih Yazılan
meni tarihçinin de bugün Ermenistan Cumhuriyeti'nin kuruluş efsaneleri arasında temel bir yer işgal
eden 1915 "jenosidf'ne eleştirel yaklaşması mümkün değildir. Soykırım terimi Ermeniler için bir takıntı
halindedir. Osmanlıların, soykırım kastı olmaksızın askeri ve stratejik gerekçelerle yapılan tehcir
sırasında kabul ettiği telefat 250-300 bin kişidir. Ermeniler bazen çok abartılı olarak bu rakamı 1.5
milyona taşımak istiyorlar. Hakikat ise muhtemelen Halil Berktay'ın size söylediği gibi 600 bin civa-
rındadır. Ama aslında sayıların çok büyük bir önemi de yok.
Neyin önemi var sizce?
- Daha acıklı olan şey, Ermenileri öldürme işinin Osmanlı devletinin örgütleri tarafından yapılmış
olmasıdır. Bunu, Ermeni çetelerinin yaptığı mezalimle aynı kefeye koyup değerlendirmek yanlış olabilir.
Çünkü devletin sorumluluk içinde hareket etmesi gerekir. Devletin, kendi vatandaşını öldürmesinin
sonuçları çok ağırdır.
Niye bütün bunları Cumhuriyet açıkça tartışamadı?
- Unutmayın ki, Ermeni tehcirinin gerisinde çok ciddi bir ekonomik problem var. Ermeni malları
meselesi var. Bu da iki dönüm arsa, iki öküz meselesi değil. Ermeniler, Rumlar gibi kapitalizme ayak
uydurmuş mal mülk sahibi insanlardı. Göçürülen Ermenilerin mallarına kimler oturdu? Bunların
mallarına el koyanlar, bu meseleyi çözmek cesaretini gösteremediler. Kendi çıkarları aleyhine
olurdu bu. Bizim temel tezimiz, tehcir kararının Ermeni ayaklanmalarına karşı bir tedbir olarak alındığı
ve Ermenilerin yaptığı katliamın çok daha önceden başladığıdır. Ama biliyoruz ki tehcir, Kafkas
cephesinin gerisiyle sınırlı kalmadı. Đstanbul, Ankara, Đzmir gibi büyük şehirlerdeki Ermeni aileleri
değilse bile cemaat ileri gelenleri yok edildi. Göçe zorlanıp yolda haklandı. Ermenilerin de Türkleri
öldürdüğüne şüphe yok tabii.
Ermenilerin öldürdürdüğü Türk nüfusun rakamı nedir sizce?
- Burada en rahat konuşabilecek olanlardan biriyim. Çünkü annemin babası, 1916'da Rus askerlerinin
peşinden Erzurum'a giren Ermeni milislerinin yaptığı katliamda Öldürüldü. Ama burada
223

Mele Tuncay
Öldüren Ermenilerdir, Ermeni devleti değildir. Dolayısıyla bir takım çetelerin ve milislerin yaptığı şeyler
var. 1915'te olanlar müthiş bir trajediydi. Ama bunun üzerine bugün gitmek yanlış. Anılar bu kadar
tazeyken sağlıklı sonuç alınamaz. Yapılması gereken, Halil Berktay'ın yapmaya çalıştığı "hangi koşullar
altında bu trajedi yaşandı" diye bir analiz yapmaktır.
BizĐm tarihle başımız dertte. Yakın tarihin neresine dokunsak, yaralı birinin yarasına dokunmuş gibi
oluyoruz. Hemen bir çığlık duyuluyor. Niye yakın tarihimiz böyle sorunlu? Neden yakın tarihimizi
tartışmakta zorlanıyoruz biz?
- Millî çıkarlar nedeniyle zorlanıyoruz. Mesela Abdülhamit hakkında "ulu hakan" teorisiyle "kızıl sultan"
teorisinin bir türlü ortası tutturulamıyor. Bazıları Abdülhamit "Ülkeyi şu kadar yıl huzur içinde yaşattı,
üstelik eğitimde büyük hamleler yaptı" diye överken, bazıları da "Felaket bir müstebitti, ülkenin şu
kadar geri kalmasına yol açtı" diyor. Cumhuriyet, Abdülhamit "Felaket bir müstebitti" diyen
Đttihatçıların söylemini devraldı. Biz artık bunun böyle olmadığını görebilecek bir durumda olmalıydık,
ama hâlâ olamadık.
Sizce Abdülhamit müstebit değil miydi?
- Siyaset biliminde mükemmel iyi olmadığı gibi mükemmel kötü de yoktur. Abdülhamit mükemmel kötü
değildi. 1876 Kanun-u Esasisi'nı askıya alırken Abdülhamit'in tezi neydi? "Bu anayasalı rejim, yani
Meşrutiyet iyi ama halk buna hazır değil. Halk hazır olunca bu uygulanabilir" diyordu. Bu mantık bütün
bir Cumhuriyet döneminde devam etti. Biz hâlâ Abdülhamit mantığıyla düşünüyoruz. Tek partili
cumhuriyet döneminde 'Demokrasi iyi bir şey ama halk hazır değil. Halk cahil. Cahil insanlarla
demokrasi olmaz' diyorduk. Bugün yine demokrasi konusunda "Halk yobazlara kapılır" gibi aynı
tedirginlikler var. Artık şunu anlamalıyız. Demokrasi bizim sorunlarımızı çözdükten sonra erişeceğimiz
bir yer değil
Peki demokrasi ne?
- Demokrasi, sorunlarımızı çözerken ihtiyaç duyduğumuz bir şey. Sorunlarımızı ancak demokratik
olarak çözebiliriz. Ama
224
Eleştirel Tarih Yazıları
Abdülhamit türü söylem yüzünden bunu kabullenemiyoruz. Öyle bir söylem biçimi kurmuş ki, biz yüzyıl
sonra hâlâ aynı söylemi sürdürüyoruz. "AB'nin insan hakları, liberal demokrasi idealleri iyi ama biz hazır
değiliz. Hele bir problemlerimizi halledelim, biz de oraya geleceğiz" diyoruz.
Bizim toplumumuz yakın tarihini bütün berraklığıyla biliyor mu?
- Bilmiyor. Çetin Altan'ın belki 20 yıl önce ortaya attığı bir şeyi hatırlıyorum. "Biz Birinci Dünya
Savaşı'nda tek başımıza değildik. Almanlarla birlikteydik. Alman Genelkurmayı duruma hâkimdi. Rus
cephesinde arkadan vurulma tehlikesine karşı Ermeni nüfusunun yer değiştirilmesi aklını muhtemelen
onlar bize verdiler" demişti. Ama bunun üzerine de çok gidilemedi.
Peki siz katılıyor musunuz bu görüşe?
- Bizi sorumluluktan kurtarmaz ama muhtemelen Almanların sırf stratejik sebeplerle böyle bir tavsiyede
bulundukları doğrudur. Zaten Birinci Dünya Savaşı'ndaki Türk-Alman ortaklığı zaman zaman
tartışılmıştır: Mesela Çanakkale bizim için bir Türk zaferidir. Ama Almanlar da bu zaferi 30'lu yıllarda
kutluyordu. O zaman Türk basını da "Bizim askerin kazandığı bir şeyi kutlamaya ne hakkınız var" diye
veryansın ediyordu. Onlar da "Oradaki cephe komutanı Liman von Sanders idi" diyordu. Her savaş,
komutanın hanesine yazılır. Bu olsa olsa bir ortak zaferdir. Ama biz bu zaferi paylaşmak istemediğimiz
gibi, tehcir kararının sorumluluğuna da onları ortak etmiyoruz.
Biz, cumhuriyet öncesi dönemi de tartışamadık. Ne Sarıkamış felaketini, ne Ermeni tehcirini, ne Birinci
Dünya Savaşı'na nasıl girdiğimizi, ne bu savaşı nasıl kaybettiğimizi konuşabildik. Cumhuriyet,
Osmanlı'yı yıktığı halde neden Osmanlı'nın ve Đttihatçıların yanlışlarını tartışmaktan kaçındı?
- Osmanlı'yı tartışmadığı doğru değil. Eğer 1930'lu yıllarda liselerde okutulmak üzere Türk Tarih
Kurumu'nda hazırlanan dört cilt kitaba bakacak olursak, biraz haksızlık etme pahasına Osmanlı'yı
tartışıyor erken cumhuriyet. Atatürk'ün kendi yaptığı değerlendirmelerde hem nalına hem mıhına şeyler
var. Ata-
225
Mete Tuncay
türk'ün bir siyaset adamı olduğunu unutmamak gerekir. Yakın çevresinde birçok Đttihatçı var. Onları
kollamak ihtiyacı duyduğunda, Dünya Savaşı'na girmemizin bir zorunluluk olduğunu söylüyor.
"Đttihatçıların da eli mahkûmdu yaptıklarını yapmaya" demeye getiriyor. Ama başka bir bağlamda
"Devleti batırdılar" diye onları sert bir dille eleştiriyor. Onu peygamber diye görenler bunu
ayıramıyorlar. Oysa Atatürk belli sözleri, belli bağlamlarda, belli ihtiyaçlar için söylüyor.
Biz gerçekleri tartışmaktan kaçındık. Milli çıkarlarımız için bu gerçeklerin üstünü örttük ama sonuç pek
de parlak olmadı. Çetin Altan'ın hep yazdığı gibi bugün adam başına milli gelirde yeryüzü 93
'üncüsüyüz. Yaşam kalitesinde de Yunanistan 'dan 63 basamak aşağıdayız. Şimdi biz, gerçeklen
tartışmamaktan ne kazanmış olduk?
- Çetin Altan'ın bize hediye ettiği çok güzel formüller var. Biz, Türk'ün propagandasını Türk'e
yapıyoruz. Bütün dünyanın da uydurduğumuz şeylere inanacağını zannediyoruz. Amerika'nın dünyada
tek süper güç olarak yükselmesi, benim gibi sosyalist değerleri olan biri için çok rahatsız edici bir şey.
Ama Amerika'nın gücü nereden geliyor? Amerika'nın gücü sadece millî gelirinin yüksekliğinden,
teknoloji üretmesinden gelmiyor. Bence Amerika'nın gücü, aydınlarının kendi ülkelerine yönelik
eleştirel filmler yapabilme yeteneğindedir... Gazete yazarlarının mevcut hükümeti ya da Amerika'nın
geçmişindeki olayları bazen insafsızca eleştirebilmelerindedir. Öyle bir Amerikan filmi seyredersiniz ki,
buna paralel bir şeyi Türkiye'de biri yapmaya kalksa herhalde adamı asarlar, linç ederler.
Peki biz gerçekleri konuşmuş olsaydık bugün daha mı geri, daha mı kötü durumda olacaktık?
- Ben toplumsal kurumlar arasında bileşik kaplar kanununa inanıyorum. Türkiye'nin milli geliri, adaleti,
Silahlı Kuvvetleri, üniversitesi böyleyken, aydınları da işte böyle olur. Đtiraf etmeliyim ki, gerçekleri
tartışma konusunda, aydınlarımızdan kendi geleneklerine aykırı bir yiğitlik beklememiz lazım. Bazı
şeyleri göze alıp, toplumdaki normları yukarı çekmeleri lazım. Ama bizim
226
Eleştirel Tarih Yazıları
aydın geleneğimiz hep "lejyoner" yani ker" türü.
'kiralık asker, paralı as-
Kimin kiralık askeri aydınlar?
- Padişahın, devletin... Çok tipiktir, Namık Kemal'ler, Mithat Paşa'lar nesli hep "bu devlet nasıl
kurtulur" problemiyle uğraşmıştır. Aynı dönemde onlarla sürgün yerlerini paylaşan Ruslara
bakıyorsunuz, onlar bu devlet nasıl yıkılır diye düşünüyorlar. Türkiye'de hiçbir zaman anarşist fikir
gelişmedi. Herkes bu devlet nasıl ıslah edilir diye baktı. Bunun karşılığında da devletten hep bir şeyler
beklendi. Biz paralı asker geleneğinden geliyoruz. Onun için de yiğitlik gösteremiyoruz. Devleti
sorgulama geleneği yok bizim aydınımızda. Hikmet-i hükümet denince, hemen itaatkar yurttaşlar
oluyoruz biz.
Siz, bazı gerçekleri söylemek için "henüz vaktin erken olduğu " konusunda uyarılar aldınız mı hiç?
- Yakın çevremden uyarıldım tabii. Bakın, Halil Berktay'ın söyledikleri namuslu bir bilim adamının genel
izlenimleridir. Ama gördük ki bir histeriye yol açtı. Türkiye'de birinin kalkıp "Bu sözleri söylemek vatan
hainliğidir, Sevr savunuculuğudur" demesi hâlâ prim yapıyor. Đnanın, bu koşullar altında birinin kalkıp
da namuslu bir eser ortaya koyması bir kahramanlık olur. Oysa bilim adamları "kahraman" olmak
zorunda bırakılmamalı.
227
D. Türkiye'nin Eğitim Sorununa Bakışlar
Eğitim, Özellikle de Yüksek Öğretim Üstüne Düşünceler*
Bir bilgi çağı, bilgi toplumu edebiyatıdır gidiyor. Türkçe 'nin bu kavramı karşılamaktaki zayıflığı
yüzünden, aslında birtakım verilerden "haberdar olma", onlara erişmek için "danışma" anlamına gelen
enformasyon 'a bilgi diyoruz. Oysa "enforme olmak" bilmek değildir. "Bilme" günlük dilde "haberi
olma"yla karışsa da, bilgi (episteme) düşünmeyi, usa vurmayı vb. içerir. Nasıl özgürlük, ancak
istenilenin gerçekleşmesine olanak varken anlam kazanırsa, verilerin bilgisini edinmek de, ancak onları
kullanmayı bilirsek bir değer taşır. Bilgisayar teknolojisi, öğrenme/araştırma/yazma çabasında olanlara
-bazan Đşlerini kolaylaştıran- yardımcı bir araçtır: fakat o çabanın yerine geçemez.
Eğitimin bir adı da toplumsallaşmadır. Đnsan toplumlarının sürekliliği, kuşaklararası bilgi aktarımıyla
sağlanır. Eğitim, her kuşağa o vakte kadar oluşmuş birikimi kazandırmak ve bunlara o kuşağın
geliştirdiği yenilikleri de ekleyerek en geniş anlamıyla kültürü yeniden-üretmek demektir.
Bir insanın ne olduğu iki öğeyle belirlenir: kalıtım + eğitim. Doğadan getirdiğimiz gizil (potansiyel)
yetenekler, uygun bir eğitimle gerçekleşirse, kendimiz oluruz. Tutucuların kalıtımı çok önemsemelerine,
doğal yapımızın değişmez olduğunu düşünmelerine karşılık, sosyalistler doğuştan gelen eğilim ve
yetilerin varlığını yadsımamakla birlikte, bunların eğitimle etkilenip değiştirilebileceğine,
yönlendirilebileceğine inanırlar. Örneğin, in-
' Birikim, sayı S9 (Eylül 1996), s. 35-39.
Mele Tuncay
san bencildir, ama "doğru" bir eğitimle ona özgeci davranışlar kazandırabilir, derler.
Eğitimle özgürlük arasında bir çatışkı ya da gerilim vardır. Eğitim -dilden başlayarak- yeni kuşaklara
eskilerin mirası olan çerçeveler getirir, onları sınırlar. Bilgi dallarına "disiplin'ler denmesinin nedeni, bu
olsa gerektir.
Yaygın ve örgün diye iki türlü eğitim olur. Örgün eğitim okullar gibi öğretim kurumları halinde
örgütlenmiş olanıdır. Yaygın ise, bireyin toplumda medyadan (kitap, gazete, dergi, radyo, TV) ya da
aile, arkadaş grupları içinde adeta kendiliğinden edindiği eğitimdir.
Çocuklara ve gençlere eğitim hizmetleri sunmak, çağdaş devletin görevleri arasındadır. Bugün her
devlet, halkına "çağdaş" bir eğitim vermekle yükümlüdür. Ama devlet iktidarını ellerinde tutanlar,
eğitimi rejim/ideoloji/parti propagandası yapmak için kullanmak isteyebilirler. Bu, karşısında uyanık
olunmasını gerektiren bir tehlikedir.
Eğitimin bir süreklilik aracı olmasına karşın, yine de her çağın ayrı bir ruhu, havası vardır (Zeıtgeist) -
ya da bu ruh değişince, yeni bir çağa girdiğimize hükmederiz. Çağın ruhunu bir dizi paradigma
oluşturur. Bunlar, düşünce modaları gibi şeylerdir. Belki yenileri, bize eskilerine oranla daha
"ekonomik" gelir. Ama safdil bir "ilerlemeci" olmadıkça, yeni paradigmaların eskilerinden daha "iyi"
olduklarını söyleyemeyiz. Sadece doğa-mızdaki tembellikten ötürü, teknolojinin çoğucası paradigma
değiştirerek yarattığı yeni ürünleri hemen benimser, kısa bir süre önce hiç var olmayan bir konfor
aracına biz henüz sahip olma-mışsak, sahip olan başkalarına özenip imrendiğimiz için, yoksunluğunu
hissederiz.
Bu genel girişten sonra, gelelim ülkemizdeki eğitimin durumuna. Bir kere, her yerde olduğu gibi bizde
de, ilk, orta ve yüksek öğrenim kademeleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Öncesi düzeltilmeden, yüksek
öğretimin çağdaş bir niteliğe eriştirilmesi olanaksızdır. Türkiye'de 20. yüzyılın başından günümüze nicel

Eleştirel Tarih Yazıları


bir eğitim büyümesi olmuş, yani sayıları arttırılan okullara daha çok öğrenci alınmış ve mezun edilmiş,
ama buna koşut bir niteliksel gelişme sağlanamamıştır. Hatta 1990'ların ilk yarısında bir üniversite
öğrencimizin, 1930'ların Đlk yarısındaki bir lise öğrencisinin düzeyinde olmadığı bile iddia edilebilir.
Zaman zaman, "acaba Yaradan bu ülkeye nüfusla orantılı olmayan mutlak bir rakamla (diyelim, her
kuşakta 30 bin tane) parlak beyin kontenjanı ayırdı: Biz 12 milyonken de 60 milyona çıkmışken de aynı
sayıda iyi öğrencimiz oluyor, fakat sınıflar çoğalıp kalabalıklaştıkça bunlar giderek seyreltikleşiyor mu?"
diye düşünürüm. Bu durum, elbette öğrencilerin suçu değildir. Kuşaklar yenilendikçe, örneğin "tüketim
toplumu" ruhunun etkisiyle, değer yakıştırılan konular, amaçlar değişmektedir. Bir zamanlar,
Dostoyevski'nin romanlarını okumuş olmak, bir gence akranları arasında sayınma (itibar/prestij)
getirirken, günümüzde olsa olsa bir tuhaf (eksantrik) sayılmasına yol açmakta; böyle şeyler yerine,
ayağındaki lastik pabucun, kıçındaki blucinin, hele altındaki arabanın markası değer ölçütü olmaktadır.
Baş sorumlu, medyadan gelen yaygın eğitimdir.
Diyeceğim, gerçek bir eğitim reformu yaygın eğitimden başlamak zorundadır. Ondan sonra, sıra
eğitimcilerin eğitilmesine gelecektir. On yıl kadar önce genç bir ilkokul öğretmeni intihar etmişti. Bir
gazetede adamcağızın geride bıraktığı veda pusulasının fotokopisi yayımlandı. Her satırda birden çok
imla yanlışı vardı. Sanki, üniversite hocaları daha mı iyiler? Aylık bir tarih dergisi çıkarırken, özellikle
taşra profesörlerinden gelen yazılardaki sentaks ve semantik bozukluklarına, (şimdi rahmetle andığım)
benim yarım yüzyıl önceki ilkokul öğretmenlerim, kendileri asla düşmeyecekleri gibi, bu tür yanlışları
yapan öğrencilerini de 4'ten 5'e geçirmezlerdi.
Eskiden üniversitede öğrencilerin en iyileri "karyer akademik"e girmeye özenirlerdi. Bugünse ancak
vasat öğrenciler öğretim mesleğine yöneliyor. Eğitimcilerin düzeylerinin yükseltilmesi için, Öncelikle en
yetenekli gençleri bu mesleğe çekmenin yollarını bulmamız gerekir. Bizler, hâlâ Đslâm ulemasının
vaktiyle biriktirdiği
230
231
Mete Tuncay
hocalık itibarının mirasını yiyoruz. Ama bu kalıt giderek aşınıyor. Belki müstehak olduğumuz, gerçek
yaşamda bir işe yaramayacağımız için dershanelerde saklanıp çoluk çocuğa afur tafur satan ikinci sınıf
insanlar derekesine iniyoruz. Öğretmenliğimiz zayıf, yayımladığımız araştırmaların çoğu çalma çırpma
değilse, uyduruk-kaydırık şeyler.1 Böyle olunca da, aldığımız yetersiz maaşlar çok bile.
Büyük şehirlerdeki üniversitelere yığılmış, bilgi düzeyi açısından daha nitelikli öğretim elemanları
derslerine düzenli olarak girmiyor, dışarıda ek gelir getirecek uğraşlar peşinde koşuyorlar. Haftada
birkaç saatlik iki dersi olan bir bölümde birçok profesör, doçent, yardımcı doçent ve araştırma görevlisi
var. Yeni taşra ünıversitelerindeyse, tam tersine bir yardımcı doçent ile birkaç sade suya asistan
dersten derse koşuyor, kendilerini geliştirmeye zaman ve olanak bulamıyorlar. YÖK kuruluşundan beri
bu soruna çare aramadı, bulamadı. Tek başardığı iş, cuntanın gölgesinde, üniversitelere biçimsel bir
kışla disiplini getirmek oldu. (Askerlere, üniversitenin anarşik denilecek kadar özgür bir ortam olması
gerektiği anlatılamaz!)
Eğiticilerin üstün nitelikli olması, akşamdan sabaha gerçekleştirilemez, uzun zaman işidir.
Öğretmenlerin ücretlerinden başlanarak toplumsal sayınmalarının yükseltilmesi ve sıkı sıkı ayıklanarak
seçilmeleri gerekir. Korkarım, bu kadar kalabalık ve çok sayıda üniversiteye, kısa sürede yüksek nitelikli
Öğretim üyesi bulunamaz.
' Geçen yıl bir Türk gazetecisi, Sicilya'da basılan bilimsel (!) bir dergiye bağırsak gazlarıyla ilgili sahte
bir araştırma makalesi gönderip yayımlatmayı başarmış, sonra da aynı dergide çıkan uluslararası
değerdeki (!) yazılarıyla profesörlüğe yükseltilen öğretim üyelerini teşhir etmişti. Bu yıl da Alan Soka!
diye bir Amerikalı fizikçi, Social Tex! adlı bir bilim dergisinde "Sınırları Aşarken-Kuvantum
Çekimgücünün Dönüşümsel Yorumlamasına Doğru" başlıklı tamamıyla uydurma bir makale
yayımlatmış, böylelikle bilimsel (!) yayınlara verilen büyük önemle dalga geçilmiştir. Bkz. 24 Ağustos
1996 tarihli The Economist, s. 14, "Teachıng Spires".
232
Eleştirel Tarik Yazıları
Devlet üniversitelerindeki "gizli işsizlik", genellikle ideolojik kayırmaların sonucudur. Bazı taşra
üniversitelerinin hoca kadrolarının silme Ülkücü ya da Đslamcı olduğu sır değildir. Bu durum, profesör,
doçent, doktor diplomalı cahillerin eseridir. Đyi yetişmiş bir bilim adamı, birlikte çalışacağı kişileri
seçerken, yandaşlığa bakmaz, yeteneğe ve çalışkanlığa önem verir. Kurunun yanında yaşın da
yanacağı korkusuyla, açık bir yolsuzlukla yapılan atamalar dışında, genel bir öğretim elemanı tasfiyesi
öneremiyorum. Zaten bunca öğrenci varken, öğretim üyelerinin sayısını azaltmak yanlış olur. Akademik
yüklere göre dengeli bir kadro dağılımından sonra, mesleğe yeni girenler yüksek nitelikte olursa,
eskiden kalan yetersiz elemanlar zaman içinde arkadaşlarına ayak uyduramayarak elenirler.
Öğrenciler açısından bakıldığında, Türkiye'de artık bir gencin üniversite diploması olmaması ciddi bir
eksiklik; ama üniversite mezunu olmak, tek başına hiçbir üstünlük sağlamıyor. Toplumdaki dikey
hareketlilik asansörlerinin, yani yukarıya doğru sınıf değiştirme mekanizmalarının başında hâlâ eğitim
var. Bu yüzden hemen hemen her aile çocuğuna iyi bir yüksek öğrenim olanağı sağlamak istiyor.
Onların baskısına dayanamayan hükümetler, hatta zorba cunta hükümetleri durmadan yeni
üniversiteler açmakta. Rızkını vermedikten sonra, yaratmak kolay!
Bu aşırı talebin mutlaka kısılması gerekir. Çözüm yolunu hepimiz biliyoruz; ama bir türlü bu çözüm
doğru dürüst gerçekleşemiyor: Orta eğitim düzeyinde mesleki-teknik öğretim. Piyasada da iş
yapabilecek bir uzman, orada kazanabileceğinin onda biri kadar bir maaşa gelir de okulda çalışır mı?
(Zaten ayrıca Millî Savunma ile yarışan Millî Eğitim ordusunun denetlenemez büyüklüğü, ister genel,
ister meslekî eğitimin iyi yürütülmesini olanaksız kılıyor. MEB'in bir standart belirleme kalite kontrolü
yapma örgütü haline getirilerek, ilk ve orta, genel ve meslekî öğretimin yerel yönetimlere bırakılması
zorunludur. Ama biz oldum olası, adem-i merkeziyetten korkarız; yerel yönetimler güçlenirse, üniter
devletimizin parçalanıp dağılacağını sanırız!)
233
Mele Tuncay
Bu sorun, bizi paralı eğitim konusuna getiriyor. Geçen yıl devlet üniversitelerinde yükseltilen harçlar,
vandalizme varan öğrenci hareketlerine yol açmıştı. Yeni öğretim yılında da, bunlar tekrarlanabilir.
Birçok ülkede devlet parasız yüksek öğretim olanakları sunduğu gibi, bizde de öğrencilerden istenen
katkı payları aslında semboliktir. Bu gençlerin birçoğu, yıllık ücretleri 500 milyona yaklaşan özel ilk ve
orta okullara gitmemiş olsalar bile, mutlaka kendilerini ÖSYM sınavlarına hazırlayan dershanelere
milyonlarca para ödemişlerdir. Bedava yüksek öğrenim yapılabilmelidir; ama okulun parasız olması
yetmez, malî desteğe ihtiyacı olan öğrencilerin barınma, yeme-içme vb. giderlerini karşılayacak
bursların verilmesi de gerekir. Merkezî seçme-yerleştirme sınav sistemi, sahiden gereksinimleri olup
olmadığına bakmaksızın, bursların en başarılı öğrencilere sunulmasını zorunlu kılıyor. (Yerel
yönetimlerimiz pek o kadar güçlü olmadığından, bunların bütçelerinden ayrılan burslar da sayı ve tutar
olarak çok az!)
Son zamanlarda birtakım vakıf üniversiteleri kuruldu: An-kara'daki Bilkent ve Başkent'le Đstanbul'daki
Koç'tan sonra, şimdi de Fatih, Işık, Yeditepe, (benim girdiğim) Bilgi ve Sabancı. Bunlar hep paralı ve
pahalı okullar. Ama birçoklarının sandığı gibi özel değil, kamusal kuruluşlar. (Devlet, kamu kavramının
tümünü kapsamaz!) Doğru-yanlış YÖK'ün denetimin-deler. Hepsi de yabancı dilde ve devlet
üniversitelerinden daha yüksek nitelikte bir eğitim vermek iddiasındalar. Hiç olmazsa, ciddi bir eğitim
ücreti ödeyebilecek ya da yüksek ÖSYM puanları sayesinde burs alabilecek gençlerin bir bölümü,
bunların sayesinde yurtiçinde okuyabilecek. Çünkü hali vakti yerinde birçok aile, Türkiye'de istediği
okula giremeyen çocuğunu yurtdışına gönderiyor. Eskiden de bu adet vardı; ama çocuklar ABD,
Đngiltere, Fransa, Almanya gibi ileri ülkelerin okullarına giderlerdi. Bunların hepsinin iyi öğretim
kurumları olduğu söylenemez; fakat şimdilerde onlara Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kıbrıs
gibi ülkelerin okulları katıldı. Örneğin, Kıbrıs'ta Gazimağusa'daki Doğu Akdeniz Üniversitesi "nden
başkaları iyice dökülüyor!
234
Eleştirel Tarih Yazıları
(Şu yabancı dilde -çoğucası, Đngilizce- eğitim işini de iyi düşünmek gerekir. Üniversite bitiren her
gencin en az bir yabancı dili doğru dürüst öğrenmiş olması, istenilir bir şey. Ama burada zorluklar var.
Orta öğrenimden bilerek gelenler dışında, üniversite hazırlığıyla, o dili ders izleyecek, kaynak okuyacak,
ödev ve sınav verecek düzeyde kıvırmak kolay değil. Türk hocanın Türk öğrenciye başka bir dilde ders
vermesi de hayli garip. Sonra kendi dilimiz ne olacak? Türkçe hemen hemen hiç kullanılmazsa, bilim
dili olarak gelişebilir mi? Herhalde, benimsenmesi gereken yol, ağırlıklı bir yabancı dil öğretiminin
yanında, Türkçe eğitim, araştırma ve yayın yapmaktır.)
Vakıf üniversiteleri kamusal nitelik taşımakla birlikte, geniş ölçüde kendi yağlarıyla kavrularak
"müdebbir bir tüccar gibi" davranmak zorundalar. Efektif talebe karşı son derece duyarlılar. Hangi
dallara rağbet varsa, oralarda eğitim vermeleri doğal. Bir zamanlar kimya mühendisliğinin, başka bir
zamanlar eczacılığın olduğu gibi (yaşınız elverişliyse, 12 Mart ertesi kapatılan Özel yüksek okulları
hatırlayın!), şimdi de gün işletmeciliğin. Bir vakıf üniversitesinde Bizanünistik, Asuroloji-Hititoloji ya da
Fiziko-kimya, Mikrobiyoloji gibi düşük talebe karşılık, büyük kütüphane-laboratuar yatırımları
gerektirecek bölümlerin açılacağı günler pek yakın olmasa gerek.
Vakıf üniversitelerinin devlet üniversitelerine ne gibi etkileri olacak? Devlet üniversitelerinin iyi
elemanlarını kendilerine çekerek, onları büsbütün zayıflatacaklar mı, yoksa rekabete zorlayarak daha
yüksek standartlara erişmelerine mi yardım edecekler? Vakıf üniversiteleri, yurtdışında yetişmiş ve
oralarda öğreticilik yapan yurttaşlarımızı geniş olanaklar sunarak geri getirebildikleri ölçüde, devlet
üniversitelerinin kadrolarına zarar vermeyeceklerdir. Fakat sanırım, bu olanak marjinal kalacak; kendi
kadrolarını yetiştirmeleriyse zaman alacaktır. Dolayısıyla, tıpkı Đkinci Dünya Savaşı ertesinde özel
sektörün devlet endüstrilerinde yetişmiş teknik kadroları kapışması gibi bir sürecin, şimdi yüksek
öğrenim kurumlarında yaşanmasını beklemek gerçekçi olur.
235
Mete Tuncay
Vakıf üniversiteleri orta vadede bile, devlet üniversitelerinin kapsamına erişemez. Birtakım disiplinler
uzun bir süre devlet üniversitelerinin tekelinde kalacaktır. Bu arada, devletin vakıf üniversitelerinin
açtıkları bölümlerde yetişmiş elemanları, oralara transfer olma olanağından yararlanacaklardır. Aslında,
devlet üniversitelerinin içinde de, dışarıda bol paralı ek işler bulma şansları açısından bir eşitsizlik
yaşanmaktadır. Bir cerrah ya da dahiliyeci. Üniversitedeki görevinin yanı sıra özel muayenehane
açabilirken, bir ticaret ya da idare hukukçusu avukat yazıhanesi ya da danışmanlıkla çok para
kazanabilirken, bir deontoloji profesörü, tıp tarihçisi, hukuk sosyologu ya da genel kamu hukuku hocası
piyasada hiç işe yaramaz.
Akademik özgürlükler açısından, vakıf üniversitelerinin devlet üniversitelerinden daha hoşgörülü
olacakları şimdilik kuşkulu görünüyor. (Toplumsal bağnazlık baskısı, devletinkini aratabilir!) Bu
girişimlerin o bakımdan da iyi gelenekler yaratmalarını dilerim.
Yeni vakıf üniversitelerinin kurulması, yüksek öğrenim arayan kitlenin derdini bir nebze hafifletse de,
devlet üniversitelerinin rehavetten sıyrılıp onlarla nitelik yarışına girmesi gerekir. Bunun için aklıma
gelen önlemler şunlar; Artık yeni devlet üniversiteleri açılmamalı, hatta taşradaki en zayıfları
kapatılmalıdır. Bünyelerinde tıp fakülteleri barındıran büyük üniversiteler bö-lünmeli, tıpçılar ayrı
üniversiteler halinde yeniden örgütlenmelidir. Bunların işleyişini yakından tanıyanlar, hekim akademis-
yenlerin -kendi aralarındaki çıkar çatışmalarına karşın- sayı ve maddî güç olarak diğer fakülte üyelerini
nasıl ezdiklerini bilirler. Bütün üniversitelerde kayırıcılık yerine, nesnel ölçüler getirilerek özdenetim
kuralları işletilmelidir.
Toplumun çeşitli kesim ve kurumları arasında bir çeşit "birleşik kaplar yasası" işler. Diyelim ki, adaleti,
hariciyesi, maliyesi belli bir düzeyde olan bir toplumun yüksek öğretim kuruluşlarının bunlardan çok
farklı bir düzeye getirilmesi, boş bir hayaldir. Yine de, ben kendi payıma -belki etkisinden
sıyrılamadığım meslekî bir deformasyon sonucu- eğitimin ülkemizde daha de-
236

Eleştirel Tarih Yazıları


mokratik ve sağlıklı bir yaşama ulaşma çabalarına öncülük etmesini, hiç değilse o çabaları
desteklemesini istiyorum. Ama bir yandan da, ülkemiz yaşadığı iç savaş belâsından, bir türlü üste-
sinden gelinemeyen ekonomik geri kalmışlıktan kurtulamadıkça, eğitimin sevindirici bir gelişme
göstermesini umamayacağımızı biliyorum. Bütün sorunlarımıza daha çok demokratikleşmeyle,
yaşadığımız çağın küresel değerlerine uygun çözümler ararken, genç insanlarımızı evrensel ölçü ve
değerlerle yetiştirmek yarınlarımız için son derece önemlidir.
Düzeltimlere girişirken, yerleşikleşen yanlış ve zararlı eğilim ve uygulamalardan kurtulmamız gerekir.
Ben bazı konularda, Bakunin gibi "yıkma iradesinin bir yapıcılık olduğu"na inanırım. Elbette, kötüleri
ayıklarken, şimdiye değin edinilmiş Đyileri korumalı ve geliştirmeliyiz. Gerek iktidardaki, gerekse
muhalefetteki siyasal partilerimizin miyop bir popülizmle uzun erimli amaçlara aykırı tutumlar içinde
olmalarına bakınca, bütün bunlrın nasıl gerçekleştirebileceğimizi bilemiyorum. Üniversite özerkliği, yani
öğretim üyeleri topluluğunun kendi kendisini yönetmesi, eskiden birçokları gibi, benim için de sihirli bir
formüldü. 12 Eylül ertesi YÖK döneminde, birçok meslektaşımın tutumu, bu iyimserliğimi çok zayıflattı.
Lâyığımızı bulduğumuza hükmettim. Ama şimdi yavaş yavaş yaralar sarılırken, daha iyi bir yöntem
düşünemiyorum. Hükümetler genel olarak eğitimin, özellikle de üniversitelerin bütçedeki payını
arttırsın; Özerk üniversiteler de daha geniş imkanlarla kendilerini geliştirsin.
237
Tarih Yazımının Bazı Sorunları Üstüne Düşünceler*
Tarihin ayrı ayrı türleri vardır. En basitinden, incelenen dönemin zamanımızdan uzaklığına göre,
tarih(yazı)-öncesi tarih, eskiçağ tarihi, Ortaçağ tarihi, Yeniçağ tarihi, Yakın çağ tarihinden söz edilebilir.
Bu dönemlerden herhangi biriyle metotlu olarak uğraşana "tarihçi" denir; ama yaptıkları iş,
birbirlerinden hayli farklıdır. Pre-histona çatışan tarihçi (arkeolog), bulabildiği kalıntılardan, o nesneleri
yapan ve kullanan insanların yaşamına ilişkin genellemeler kurmak zorundadır. Yakın dönemlere doğru
geldikçe, tarihçinin marifeti, tam tersine, belge-tanıklık bolluğu içinde anlamlı-önemli olanları
seçmektir. (Elbette, benim bizdeki Sol'un tarihi konusunda yaptığım gibi, yasaklamalar nedeniyle
malzemesi zor bulunacak bir alanda çalışmıyorsa!) Sonra, araştırılan mekânlara göre de, tarih türleri
farkhlaşır: Türkiye tarihi, Avrupa tarihi, Uzakdoğu tarihi, Güney Amerika tarihi vb. Bunlarla
uğraşanların bazı sorunları ortaktır, ama bazıları da kendilerine özgüdür. Nihayet, tematik tarih türleri
vardır: Siyasal olaylar tarihi, toplumsal tarih, kültürel tarih, ekonomi tarihi, felsefe tarihi, siyasal
düşünceler tarihi, bilim tarihi ve elbette, tek tek bilimlerin tarihi (tıp tarihi, fizik tarihi, kimya tarihi vb.)
Bunların herbirinin sorunsal çerçevesi başka başka olmalıdır. Yine de, ne tür tarih yaparlarsa yapsınlar,
bütün tarihyazımcıların şunlar gibi, kimi ortak niteliklerinin bulunması gerektiğini söyleyebiliriz: Bütün
verileri sorgulamak; eleştirel ve nesnel olmak; varolmayanın olduğunu söylememek; varolanı
görmezlikten gelmemek; biriciklikler üstünde odaklaşırken, başka zaman, mekân ve alanlardan
benzerliklerle karşılaştırmalar yapmak; çağının değerlerini ürününe yansıtmak (örneğin, günümüzde
barıştan ve demokrasiden yana olmak).
Ama, tarihyazımmda herhangi bir konuyu tüketmecesine doğru bilgi ortaya koymak mümkün müdür?
Bu denememde, böyle

Toplum ve Bilim, sayı 91 (Kış 2001-2002), s. 280-284. 238


Eleştirel Tarih Yazılan
bir şeyin olamayacağını tartışarak, tarihyazımı alanının kimi yanlış anlaşılma biçimlerine ışık tutmak
istiyorum. Genel tasarıma göre, geçmiş olay, kişi vb. üstüne yeterince belge bulur ve onları tarih
metodolojisi kuralları uyarınca yorumlarsanız; tarihçi sıfatıyla üzerinize düşen işi tamamlamış
olursunuz; bir daha, bir başka yerde ve zamanda, bir başka tarihçinin o konuyla uğraşması gerekmez.
Oysa, tarihyazımının gerçekliği hiç de Öyle değildir.
Belki diğer alanlarda, hatta doğa bilimlerinde de, her türlü bilginin ancak onunla uğraşan birey (yani
bilim adamı) üzerinden toplumsal bir dolayımla varolabileceği doğrudur. Ama insan bilimleri arasında
bile, toplumsal göreceliğin tarihçilik kadar belirgin olduğu bir başkası yoktur.
Bu soyut savları açıklamak için kendi deneyimlerimden basit bir örnek vereyim.
35 küsur yıl önce, Türkiye'deki Sol'un tarihini çalışmaya başlamıştım. Bu amaçla, yakın geçmişimizin bir
dönemlendirmesini yapmam gerektiğini düşündüm. 1908 Meşrutiyeti'nden yola çıkacağım aşağı yukarı
belliydi. Benden Önce, merhum Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya gibi, ülkemizin 20. yüzyıl başlarını araştı-
ranlar, Hürriyetin Đlânı'yla birlikte, siyasal ve kültürel açılardan Osmanlı Devleti'nde derinliğine bir
nitelik değişikliği yaşandığını ortaya koymuşlardı. Ama daha sonraki dönemleri ayıran kırılma noktaları
nelerdi? 1923'teki Cumhuriyetin Đlanı, çoğu tarihçinin kullandığı, besbelli bir seçenekli. Elbette, akıp
giden zaman sürecini dönemlere ayırmanın, ancak anlamayı-kolaylaştırıcı (heuristic) ve simgesel bir
şey olduğunu biliyordum; çizgiyi şurada ya da burada çizmek, özünde çok da önemli değildi. Yine de,
bir dönemin bittiğini, bir başkasının başladığını söyleyebilmek için, aralarında farklar olmalıydı. Oysa,
29 Ekim'in birkaç ay öncesiyle birkaç ay sonrası arasında, bence, biçimler dışında pek bir şey
değişmemişti. Sonra fark ettim ki, Şeyh Said Đsyanı üzerine 1925 Mart başında çıkarılan "Takrir-i Sükûn
Kanunu" ile kamusal yaşamda temel bir şeyler değiştirilmişti. Ondan öncesiyle sonrası arasında
süreklilikten çok, "kopuş" vardı. 1925'te
239
Mete Tuncay
bir "Siyaset dönemi"nin sona erdiğini ve bir "Đdare dönemi"nin başladığını ileri sürerek, Sol ile ilgili
etkinlikleri bu çerçeveye yerleştirmeye koyuldum.
Acaba niçin, 1925-1945 yılları arasında bizde "siyaset"in olmadığını ileri sürmüştüm?
Sol tarihimiz üstüne ilk çalışmalarımı, Đngiltere'den döndüğüm 1963 ile, bunu doçentlik tezi olarak
verdiğim 1966 yılları arasında yaptım. 27 Mayıs müdahalesinin üstünden çok vakit geçmemişti. Birçok
genç gibi ben de, ordunun buyurganlaşmış Demokrat Parti iktidarını devirmesine sevinmiştim. Ama
kısa sürede, bu hareketin siyaset-karşıtı anlamını ve böylesi bir tutumun içerdiği sakıncaları kavramaya
başladım. 1961 Anayasasıyla birlikte, Türkiye'de Sol yeniden keşfedilmişti. Ama bu Sol, anti-
emperyalist boyut üzerinden Kemalist milliyetçilikle uzlaşma halindeydi, (Birçokları, bunun güvenlik
endişesiyle başvurulan bir taktik olduğunu düşünebilir. Bence büsbütün öyle değildi.) Menderes-Zorlu-
Polatkan idamları günlerinde, iki yıllığına Đngiltere'ye gittim. "Siyaset Bilimi Doktoru" unvanıma karşın,
Batı'yı bir çok bakımdan (örneğin, laiklik konusunda) yanlış bildiğimi öğrendim. Londra Đktisat ve
Siyaset Bilimi Okulu'nda derslerini izlediğim Michael Oakeshott'tan etkilenerek "siyaset, ancak özgür
siyasettir" diye düşünmeye başladım. Oysa, daha önceleri siyasetten anladığım, "iktidarın çevresinde
olup bitenler" gibi bir şeydi. B. Crick'in siyasetin savunulması üstüne Đngilizce kitabını okudum. Yine
oradaki hocalarımdan Kari R. Popper'in metodolojisi, kuramlara eleştirel yaklaşımın ötesinde, onların
yanlışlıklarının kanıtlanması için çalışmayı, ancak (şimdilik) yanlışlanamadıkları sürece varlıklarına
katlanmayı, kullanılmalarını öneriyordu.
Bu soyut kavramları, Türkiye'nin yakın geçmişine ilk uygulama girişimim, Samet Ağaoğlu'nun Kuva-yı
Milliye Ruhu'nu hatırlayarak oldu. Samet Bey, bu kitabı, DP'nin muhalefet döneminde, CHP'lilerin kendi
tarih-öncelerinin önem ve değerini vurgulayarak tek-parti otokrasisine saldırmak için yazmıştı. (Bizde
tek-parti yönetiminin kurulmasını, Sol üstüne çalışmam-
240
Eleştirel Tarih Yazıları
dan sonraki yıllarda ayrıca araştırdım.) Hürriyetin Đlân edildiği ]908'den, Takrir-i Sükûn'un getirildiği
1925'e kadar, Đttihatçı diktası altında geçen 1913-1918 alt-dönemi hariç, biz "Siyaset" yaşamıştık.
1960 Devrimi, bana da, kamusal yaşamda iyi niyet ve samimiyet gibi niteliklere bakmanın
beyhudeliğıni gösterdi. Te-peden-inme zorlamalarla çağdaşlaşma olamıyor, azgelişmişlik çemberi
kırılamıyordu. Sol değer ve düşüncelere yakınlık duymaya başladım. Đngiltere'de o ülke sosyalizmin
(genellikle Marksist olmayan) geçmişini araştırdım; bu bana, Marksist arkadaşlarıma oranla daha geniş
bir perspektif kazandırdı.
Marx için, insanlık komünist aşamaya erişince Siyaset sona erecek, onun yerini "Şeylerin Đdaresi"
alacaktı. Sınıfsal anlamda, siyaset olumsuz, idare olumlu kavramlardı. Oysa, Komünizm gelmeden
siyaset kaldırılır, insanlar "siyasetsiz idare" edilirse, buna olumsuz gözlerle bakmalıydık. Ben de, bizde
1925'te başlayan "Đdare" döneminin çok-partili yaşama dönülen 1945'e kadar sürdüğünü yazdım.
Siyasetin yerine idareyi geçirme eğilimleri, iktidar sürelerinin ortalarında buyurganlaşan DP'den sonra
da, 20. yüzyılın ikinci yarısında birçok kereler askerlerce temsil edildi.
Şimdiden geriye bakınca, çalışmamın kuramsal çerçevesi bana böyle oluşmuş görünüyor. (Gerçekte o
zaman neler düşündüğümü hiç kimse bilemez!) Pekiyi, bu ayrıntıları niçin anlattım? Tarih Nedir'in (ve
Sovyetler Birliği tarihi üstüne bir dizi cildin vb.) yazarı E. H. Carr, (T.C.'nin 23 Ekim 1923'te kurulduğu
gibi) olgusal doğrulardan sapmamanın, tarihçi için bir erdem değil, Ödev olduğunu belirtmişti.
Gerçekten, tarihyazımını başka yazın türlerinden ayıran, burada yapılan yorumun niteliğidir.
Tarihyazımında yorum, nelerin kurulacak anlatıda "olgular" sayılacağının saptanmasıyla başlar. Bu
anlam yakıştırma işlemi, tarihçinin kafasındaki çerçeve uyarınca yapılır. O çerçeve ise, (tarihçinin zekası
ve yaratıcılığı gibi öznel öğeler bir yana) toplumsal olarak belirlenir. Tarih yazarı, (başka bütün insanlar
gibi, ama diyelim sanatçılardan daha çok) yaşadığı çağın ürünüdür.
241

Mete Tuncay
Ben, anlattığım çalışmayı Türkiye'de 1960 Devrimini izleyen yıllarda yapmamış, Đngiltere'ye gidip
sözünü ettiğim düşünsel etkilenmelere uğramamış olsaydım, vb. böyle bir dönem-lendirmeye gider
miydim?
Bu süreçte (tarihyazımcı) birey önemli gibi duruyor; ama daha yakından bakınca, o kendi üstüne düşen
ışıkları kafasında kırarak yansıtan bir prizmadan başka bir şey değildir. (Benzetme/analoji ile akıl
yürütmenin aldatıcı olduğunu biliyorum; ama bunun anlatım kolaylığı sağladığı açıktır.) Aynı ortam ve
çağda başka bir prizmadan farklı görüntüler yansıyacağı gibi, aynı prizmanın bir başka ortam ve çağda
yansıtacağı görüntüler de farklı olacaktır. Burada, postmodern tarih kuramlarının tartışmasına hiç
girmek istemiyorum. Geçmişin olayları verilidir; varolmayanı uyduramayız. Ancak, kimilerini anlam
yakıştırarak "tarihsel olgu" düzeyine yükseltip, anlatımızı onların üstünden kurabiliriz. Aynı ortam ve
çağda yaşayan ve aynı geçmiş dilimini araştıran iki tarihçi, dikkatlerini başka başka olgulara odaklayıp,
bunların arasında farklı ilişkiler görebilirler. Birbirlerini etkileseler de, ayrı tarihler yazarlar. Daha
önemlisi, belirli bir tarihyazımcının aynı konuyu başka bir ortam ve çağda olsaydı farklı yazacağını
düşünmemizdir. (Ötekinin tersine bu, varsayımsal kalmak zorunda bir örnek!) Geçmiş öylece durup
durur, ama oradaki olaylara bakan kişinin benimsediği değerler, duyarlılıkları, kurduğu ilişki çerçeveleri,
farklı tarih-yazımlarına yol açacaktır.
Yazımın en başında, tarihçinin neler yapması, neler yapmaması gerektiğini sıraladım. Ama kendi
tanımladığı malzemeyi incelerken, asıl, "sorun yakalama"ya çalışmalıdır. Bilinenlere yenilik getirmenin,
katkı yapmanın yolu budur. Sorun yakalamak, varolan öykünün Öğeleri arasında ya da onlarla (henüz
o öyküye katılmamış) sizin anlamlı gördüğünüz bir bilgi parçası arasında bir çelişki, en azından bir
uyuşmazlık bulunduğunu saptamak demektir. Sorunu çözmek, genellikle sorunu yakalamaktan daha
kolaydır. Yeterince düşünürseniz, bir açıklama bulursunuz. Fark ettiğiniz aykırılıkların üstesinden gel-
meye çalışmanız, katkının, yeniliğin söz konusu olmadığı durumlarda da hayli işe yarar.
242
Eleştirel Tarih Yazıları
Yine kendi deneyimimden bir örnek vereyim. Ben, yakın dönem Türkiye tarihini biraz araştırmış
olmakla birlikte, öteden beri "Batı'da Siyasal Düşünceler Tarihi" Öğretmenliği yapıyorum. Rahmetli Nu-
rullah Ataç, edebiyat öğretmenlerine "edebiyat memuru" derdi. Benimki de, "siyasal düşünceler tarihi
memurluğu" gibi bir şey. O alanda katkılara yol açabilecek araştırmalar falan yapmış değilim. Đşim,
geçmiş düşünürleri doğru dürüst anlamaya ve öğrencilerime doğru dürüst anlatmaya çalışmakla sınırlı.
Bir keresinde, Aristoteles okuturken, onun hocası Platon'u ne kadar kötü anlattığı dikkatimi çekti.
Đngilizce'sinden Türkçe'ye çevirdiğim Politika'da (Remzi Kitabevı), Platon'un Devlet'ine (Politeia-
Republic) ilişkin olarak söylediklerini, sınavda benim bir öğrencim yazsa kırık not verirdim. Üstelik,
Aristoteles'in Akademia'da uzun yıllar Platon'dan ders gördüğünü biliyoruz. Başvurduğum hiçbir felsefe
tarihi kitabında bu sorunun açıklamasını bulamadım. Sonra, Platon'un Yasalarını (Noınof) okudum.
Aristoteles'in Politika'smdaki çoğu fikirlerin bu kitaptan esinlendiğini gördüm. Sorun (bence) aydınlandı:
Aristoteles Platon'un Politeia'yı yazdığı dönemde değil, NomoCy]e uğraştığı yaşlılık yıllarında öğrencisi
olmuş, onun o zamanki görüşlerinin etkisi altında kalmıştı. Herhalde, hiç değilse bazı klasik çağ felsefe
tarihi uzmanları bunu biliyorlardır; ama ben onlardan öğrenmedim, kendim fark ettim.
Başta sıraladığım tarihçilik kurallarından birinin daha uygulanışını göstermek için, kendi mütevazı
tarihyazımcılık serüvenimden bir başka örneğin üstünde durayım, inkılap Tarihi denilen alanda
çalışanlar, bilindiği gibi, kabaca ikiye ayrılır: Osmanlı'dan Cumhu-riyet'e geçişte süreklilikten çok kopuş
yaşandığını düşünenler ve bu süreçte kopuştan çok süreklilik görenler. "Resmî tarihçiler" ilk eği-
limdendirler; ben diğerleri gibi, sürekliliğin daha ağır bastığını düşünüyorum. "Kopuş" kuramcıları, bunu
belirtmek kendi tezlerini kuvvetlendireceği halde, (TBMM Tutanakları, Düsturlar, gündelik gazeteler gibi
sıradan kaynakları zahmet edip incelemedikleri için) Cumhuriyet kurulurken Osmanlı asker ve sivil
bürokrasisinin esaslı bir biçimde tasfiye edildiğini yazmamışlardır. Ben, bu ayıklamayı yapan "Heyet-i
Mahsusalar"ın varlığını keşfedince, süreklilik tezini zayıflatacağını bile bile, hiç duraksamadan, bu
konuda uzunca bir
243
Mete Tuncay
makale yazdım ve Kanun-i Esasinin 100. Yılı Armağanı'nda yayımladım (SBF Yay., 1978, s. 307-29.).
Daha sonra, Cemil Koçak arkadaşımın da Tarih ve Toplum dergisinin 52. sayısında (Nisan 1988)
tamamlayıcı bir yazısı çıktı. (Bildiğim kadarıyla, ondan beri Heyet-i Mahsusalar üstünde hiç
durulmadı.)*
Bizim yazdıklarımızla konu tüketilmiş, iş bitmiş midir? Elbette, hayır. Biz sadece bir olguyu saptadık.
Benim bir dipnotunda değindiğim gibi, Genelkurmay Başkanlığı, Đçişleri Bakanlığı ve Danıştay
arşivlerinde bulunması gereken ilgili belgelerin incelenmesi, erken Cumhuriyet döneminde devletin
benlik-imgesini, hatta o zamanki "vizyon"u kavramamızla hâlâ yardım edebilir.
Bizde Tarihyazımcılığın hal-i hâzin hakkında söylenecek şeyler çok. Hiç kuşkusuz, genç tarihçilerimiz
değerli çalışmalar yapıyorlar. Ama birçok bilgiyi, güvendikleri (ikinci el) kaynaklardan eleştirisiz
aktarıyorlar, girdikleri çizgide yeterince aykırı düşünmüyorlar gibi bir izlenim var. Đnşallah,
yanılıyorumdur.
* 2Q05'te Cemil Koçak, bana ithaf etmek zarafetini gösterdiği, kapsamlı bir Heyet-i Mahsusalar
çalışması yayımladı (Đletişim Yayınları).
244
Đlk ve Orta Öğretimde Tarih*
Türkiye'de eğitimin çağdaşlaştırılması sürecinde, Saffet Paşa'nın hazırladığı 1869 tarihli "Maarif-i
Umumiye Nizamnamesi" önemli bir aşamadır. Bu tüzük, ilk ve orta okullarda tarih derslerinin
okutulmasını da öngörmektedir: Sıbyan mekteplerinde "Muhtasar Tarih-i Osmanî", Rüştiyelerde ise
hem "Tarih-i Umumi" hem "Tarih-i Osmanî" öğretilecektir. Genel tarih içinde, (Batfdaki Biblical Histoıy
gibi) Tarih-ı Enbiya ve Tarih-i Đslâm merkezdedir. Bu bakımdan, eskiden beri süregelen öğretimden bir
fark yoktur. Osmanlı tarihi de, ulusal bir tarih olmaktan çok, bir hanedanın tarihi niteliğindedir. Bu
amaçla hazırlanacak kitaplara "bilcümle selâtin-i Osmaniyenin tarih-i velâdet ve cülus ve vefatlarını
mübeyyin bir cetvel" konulması istenmekte; vekayiin "hakikati veçhile bitarafane yazılıp, fakat
muhabbet-i vataniyeye müteallik mevaddin sena ve sitayişle yad" oiunması gereği belirtilmekte;
memleket ve şahıs adlarıyla tarihlerin zikrinde "imsak" öğütlenmektedir.
Çeyrek yüzyıl sonra, II. Abdülhamit döneminde ilk okullardan Osmanlı Tarihi, orta okullardan da Genel
Tarih dersleri kaldırılmıştır. Yani, orta okullarda yalnız Osmanlı Tarihi kalmıştır.
Abdülhamit'in bu geriye adımından 15 yıl sonra, Đkinci Meşrutiyet döneminde tarih öğretiminde güçlü
bir canlanma göze çarpıyor. Đslâm ve Osmanlı tarihlerinden başka, genel uygarlık tarihi de okutulmaya
başlanıyor. Ancak, alelacele Fransızcadan çevrilmiş genel tarih kitapları, ulusal bir görüş açısından
yazılmadığı için eleştirilere yol açmıştır.
1913 tarihli Tedrisat-ı Đptidaiye Kanun-u Muvakkatı'nda eski Sıbyan mekteplerinin yerine geçen altı
yıllık "Mekâtib-i Đptida-iye"de şu tarih dersleri göze çarpmaktadır. (Đlk iki sınıfta doğrudan doğruya tarih
yoktur. Ancak, birinci sınıftaki "Musahabat-ı Ahlâkiye ve Medeniye" dersi ile ikinci sınıftaki "Đslâm ve
Türk
" Felsefe Kurumu Seminerleri, [1975], s. 276-285.
245
Mele Tuncay
Büyükleri" dersi, bir çeşit giriş olacaktır) III ve IVde "Muhtasar Tarih-i Osmanî", V ve Vl'da "Muhtasar
Tarih-i Medeniyet".
Meşrutiyet'te orta öğretimdeki durumu ise, dilerseniz 1911 tarihli bir müfredat programından izleyelim.
Maarif-i Umumiye Nezareti Mekâtib-i Đdadiyede Tedris Olunan Ulûm ve Fünunun Müfredat Programı:
1325-1326 sene-i tedrisiyesine mahsus olmak üzere erbab-ı ihtisastan müteşekkil komisyonlar
tarafından mekâtib-i idadiye tedrisatı için tertip edilip Meclis-i Maarifçe baattetkik kabul olunan
Müfredat Programıdır.
Đstanbul-Matbaa-i Âmire 1327
Tarih (s. 79-98) Yedi yıl, haftada iki ders
Birinci Sene: "Tarih-i Enbiya ve Tarih-i Đslâm" Hazret-i
Âdem... Hz. Đsa muhtasaran kıssalarının beyanı.
Đkinci Sene; "Muhtasar Tarih-i Osmanî"
Üçüncü Sene: "Tarih-i Umumî"
1. Kurun-u Evvel, 2. Kurun-u Vusta,
3. Kurun-u Cedide, 4. Asr-ı Hâzır
Dördüncü Sene: "Tarih-i Umumî
Mısrîler, Asuriler ile Babillîler, Đbranîler, Finikeliler, îranîler,
Yunanîler, Makedonyalılar, Romalılar, K. Vusta, Şarkî
Roma...
Beşinci Sene: "Tarih-i Umumî" - Đslâm Tarihi
Altıncı Sene: "Tarih-i Umumî" - Osmanlılar
Yedinci Sene: 'Tarih-i Umumi" Devlet-i Aliyye-i Osmaniye
ve Asr-ı Hâzır
Görüldüğü gibi, yeni idadilerin bugünkü ortaokullara karşılık olan ilk üç yılında alaturka, bugünkü
liselere karşılık olan sonraki dört yılında ise alafranga bir tarih öğretim programı vardır. Sekiz yıllık
Sultanîlerde ise, elimdeki 1922 tarihli müfredata göre, orta okulun birinci bölümü sayabileceğimiz ilk üç
sınıfta hiç tarih dersi olmamakla birlikte, dördüncü yılda yine eski usul "Tarih-i Enbiya ve Tarih-i
Đslâm" girişi yapılmakta, ancak
246
Eleştirel Tarih Yazıları
beşinci sınıftaki "Tarih-i Osmanî" konusu, çağdaş bir yaklaşımla incelenmektedir. Sultanîlerin VI, VII ve
VIH'üıci sınıflarında, tarih en başından büyük Fransız Devrimi'ne kadar yeniden tekrarlanmaktadır.
Cumhuriyet döneminde ilk ve orta okullarla liselerdeki tarih eğitiminin envanterini, izninizle, bu okul
türlerine göre ayrı ayrı yapmaya çalışacağım. Đ924 programına göre, tarih dersleri ilk mekteplerin
üçüncü sınıfında, "daha ziyade bir kıraat ve musahabe" şeklinde başlamakta, IV ve Vinci sınıflarda ise
genel tarih ve Türk tarihi karışık olarak okutulmaktadır. Bir yıl denendikten sonra, 1927-28 ders
yılından itibaren uygulanan 1926 programında, ilk üç sınıftaki Hayat Bilgisi derslerinin bazı konularıyla
bir tür tarihe hazırlık olacağı düşünülmüş, IV ve Vinci sınıflarda ise doğrudan doğruya tarih dersleri
konulmuştur: IVte Đlk ve Orta Çağlar, V'te Yeni ve Yakın Çağlar. Artık, içerikte, Tarihi Enbiya ve Tarihi
Đslâm'dan iz kalmamıştır... Osmanlı tarihi de, hanedana bir övgü olmaktan çıkarılmış, özellikle son
sultanlara karşı çoğu kez haksız bir yergi halini almıştır. Özde, Meşrutiyet tarih tedrisatından başka bir
farkı yoktur.
Atatürkçü, "bütün eski uygarlıklar Orta Asya kökenlidir ve Türk'tür" tezini yansıtan -ki bu tezi daha
ileride tartışacağım-1936 programından sonra tarih derslerine bağımsız olarak yer veren son
müfredata, 1948 programına bakalım. Buna göre, ilk okulların IV ve Vinci sınıflarında haftada iki saat
(yirmialtı saatte iki saat) tarih okutulmaktadır. Temel, Türk tarihidir; başka uluslar Türk tarihiyle ilgileri
derecesinde incelenmektedir. IV. Sınıfta işlenen başlıklar şöyle:
1. Đlk insanların yaşayışı ve tarihten önceki devirler
2. Türk uygarlığı ve yayılması
3. Müslümanlık
4. Türklerin Müslüman oluşu (Selçukluların sonuna kadar.)
Beşinci sınıfta da Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi okutulmakta, yalnız dünya tarihinden iki saptama
olarak, biri Osmanlı Gerileme ve Islahat dönemlerinin arasında "Avrupa'da Önemli
247
Mete Tuncay
Değişiklikler", öteki en sonda "Đkinci Dünya Savaşı" konularına yer verilmektedir.
Bugün ilkokullarda uygulanan 1968 tarihli programda bağımsız bir tarih dersi yoktur. IV. ve V.
sınıflarda, Tarih, Coğrafya ve Yurttaşlık Bilgisiyle birleştirilerek bir "Sosyal Bilgiler" dersi meydana
getirilmiştir. Hemen söyleyelim ki, Sosyal Bilgiler adı altında toplanan bu üç disiplin arasında organik
bir bütünleşme sağlanabilmiş değildir. Tarih, Coğrafya ve Yurttaşlık Bilgisinin ayrı ayrı okutulmasının ne
gibi sakıncaları olduğunu, itiraf ederim ki, bilmiyorum. Herhalde geçmiş uygulamalarda birtakım
sakıncalar görüldüğü için bu birleştirmeye gidilmiş olmalı. Fakat yeni program uyarınca yazılmış, yamalı
bohça görünümündeki çeşitli ilkokul Sosyal Bilgiler kitaplarında, eskisine oranla herhangi bir yarar
göremediğimi de açıklamak isterim. Müfredata göre, IV. sınıftaki Sosyal Bilgiler dersinin ilk ünitesi
"Đlimiz ve Bölgemiz"dir. Tarih konularına ilkin bu ünitede "ilimizin ve bölgemizin tarihi" dolayısıyla
değinilmekte, ama "yazının bulunması, tarih çağları, milât, takvim" gibi kavramlar aralara
saplanmaktadır, Asıl tarih, "Yurdumuz" ünitesinde "Yurdumuzda Yaşayan Đlk Đnsanlar" ve "Türklerin
Anadolu'ya Yerleşmesi" diye başlıyor. Programa göre, bu konuların birincisinde "Etiler ve Sonraki
Uygarlıklar" -yani "Urartu, Frigya, LĐdya, Đonia, Roma, Bizans"- işlenecektir. Đkinci konuda ise, Türklerin
Anayurdu Orta Asya'dan göçler, Anadolu'nun dışındaki Mezopotamya ve Mısır uygarlıkları ele alınacak;
sonra Đslâmlık, Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları ve Türklerin özellikleri anlatılacaktır. Türlü
çelişkilere gebe görünen bu müfredatın okul kitaplarına nasıl yansıdığını, isterseniz ilkokullar Đçin
Sosyal Bilgiler adını taşıyan kitaplann en iyilerinden birini açıp, kısaca araştıralım. Elimdeki kitabın
yazarı müfredat programının ikinci ünitesindeki yukarıda anladığım iki konuyu, ilkinde beş tarih bölümü
olmak üzere Üç ayrı ünite halinde ele almayı uygun görmüş. Şöyle ki: Ünite II
Konu 7. Yurdumuzda ve Dünyada ilk Đnsanlar Bu bölümde yazar, Tarih Öncesi-Tarih ayırımını yapıyor:
birincisini Yontmataş, Cilalıtaş, Maden, ikincisini Đlk, Orta, Yeni ve
248
Eleştirel Tarih Yazılan
Yakın Çağlara bölüyor. ("Đlk" demenin yanlışlığı, belki "Eski" Çağ demenin daha uygun olacağı yıllardır
söylenir; ama bir türlü okul kitaplarına geçmez- burada ona şöyle bir değineyim. Bir de, sırası
gelmişken, "Yakın" çağı niçin ille de 1789 devrimiyle başlatırız- Fransız kitaplarını örnek aldığımız için
herhalde-, niçin Đngiliz Burjuva Devrimi'ni görmezlikten geliriz, XVIII. Yüzyıl sonu yerine XVII. Yüzyılın
ortasından başlatmayız, bilmiyorum; onu da söylemiş olayım.)
Konu 8. Türklerin Anayurdu ve Türkiye'ye Gelmeleri (Dikkat edilirse, yazar programın iç çelişkisinden
bir ölçüde sıyrılmak için "yerleşme" demiyor. Yerleşmeyi, "Đslâmlık ve Türklerin Đslâmlığı Kabulü"
konusunu işleyeceği IV, Üniteden sonraki, V. Üniteye, Selçuklular dönemine bırakıyor.)
Đşte bu konuda, Atatürk'ün Önayak olduğu ünlü "Millî Tarih" efsanemizin anlatıldığını görüyoruz: "Tarih
öncesinin ilk devirlerinde"!!) Orta Asya'da iç denizler, göller, ırmaklar vardı. Su bol, iklim ılıman, toprak
verimliydi; her taraf yemyeşil. Bu ortamda sırasıyla hayvancılık, tarım, madencilik gelişti. Kentler
kuruldu. Đlk uygarlık doğdu. Ama, zamanla (!) Orta Asya'da iklim değişti. Yaşam zorlaştı. Göçler
başladı. Onlarla birlikte, uygarlık bu ortak beşikten çıkarak Çin'e, Hint'e, Güney Rusya'ya, Orta
Avrupa'ya, Mezopotamya'ya, Anadolu'ya, Mısır'a, Ege'ye yayıldı.
Burada işler biraz karışmaktadır. Yazar, elinden gelse Çin, Hint, Mezopotamya, Mısır, Ege
uygarlıklarının Asya kökenli halklarca yaratıldığı varsayımını savunmakla, Türklerin de Asya kökenli
olduğunu söylemekle yetinecek, böylelikle, hem resmî tarih tezini açıkça reddetmemiş, hem de bilinen
gerçeklerle düpedüz çelişmemiş olacak. Ancak, bu ince noktada durmak mümkün olmuyor. Daha
doğrusu, millî tarih tezimizin gerekleri bununla doyum bulmuyor. Çocuklarımız hemen bütün eski
uygarlıkların, özellikle Anadolu'daki eski uygarlıkların Türklerce kurulmuş olduğu gibi, içinde binlerce
yıllık anakronizmler taşıyan bir yanlışı belliyorlar.
249
Mete Tuncay
Konu 9. Göçlerden Sonra Anayurtta Kalan Türkler Bunlar, sırasıyla Hunlar (!), Göktürkler ve
Uygurlardır. Göktürkler, ayrıca Konu 10'da geniş olarak işlenmektedir.
Konu 11. Eti (Hitit) Uygarhğı-Mezopotamya ve Mısır Uygarlıkları
Göktürklerden sonra, birkaç bin yıl geriye dönmek, kolayca anlaşılabileceği gibi, öğrencileri yukarıda
değindiğim kutsal yalana kandırmanın bir gereğidir herhalde. Aynı konuda Okuma Parçası olarak.
"Etilerden sonra Anadolu Uygarlıkları" anlatılıyor. Bunlar, programda sıralandığı gibi, Frigya, Lidya,
Đonia, Roma ve Bizans'tır. Yazarın, vatanperverlik gayretiyle "Yunanlı" dememeye itina ettiği, hep
"Đyonlar"dan söz ettiği de, dikkati çekiyor.
Kitapta, Ünite FV: "Đslâmlık ve Türklerin Đslâmlığı kabulü" Ünite V: "Türklerin Anadolu'ya Yerleşmeleri"
yani Selçuklulardır.
Merak ederseniz, Programın anlatılmasını emrettiği, Türklerin özelliklerini de aynı kitaptan sayayım:
Cesurluk, Konukseverlik, Doğruluk, Yardımseverlik, Temizlik, Hoşgörürlük ve Büyüklere Saygı,
Küçüklere Şefkat. Türkleri birbirine bağlayan bağlar ise, tarih birliği, yurt birliği, dil birliği, kültür birliği,
ekonomi birliği ve ülkü birliğidir. Bir ders kitabında ilkokul IV. sınıf Sosyal Bilimlerinin tarih müfredatının
nasıl yansıtıldığını göstermek için açtığım parantezi burada kapatarak, yürürlükteki programda V. sınıf
Sosyal Bilgiler dersinin içeriğine geçiyorum.
Bu derste dört ünite vardır:
I. Yurdumuz ve Komşuları
II. Osmanlı Đmparatorluğu IH. Cumhuriyetimiz
IV. Dünyamız
Ünitelerin ortadaki ikisi açıkça tarih konuları olduktan başka, coğrafyanın ağır bastığı birinci ve
dördüncü ünitelere de tarih bilgileri serpiştirilmiştir. Az önce baktığımız kitabın devamından
250
Eleştirel Tarih Yazılan
bir örnek: Çin hakkında şöyle deniyor -her ne kadar "Adı Halk Cumhuriyeti ise de, yönetim şeklinin
cumhuriyet ve demokrasi ile ilgisi yoktur."
Ortaokulların müfredat programları 1973 yılında, 1968 tarihli ilkokul programına paralel olarak yeniden
düzenlenmiş: yani, Tarih-Coğrafya-Yurttaşlık Bilgisi "Sosyal Bilgiler" adı altında toplanmıştır. Bu ders,
birinci ve ikinci sınıflarda haftada beş, üçüncü sınıfta dört saat okutulmaktadır (29 ya da 32'de beş ve
dört saat.) I. Sınıf Sosyal Bilgiler'ınin IV, V ve Vl'tncı üniteleri tarihle ilgilidir;
IV.- Yurdumuzda Bizden Önce Kimler Nasıl Yaşamışlardır?
V,- Apenin Yarımadası (ki bu ünitenin yarısı coğrafya oluyor) ve Roma Đmparatorluğu
VI.- Orta Çağda Avrupa ve Doğu Roma
Đlkokul için söylediklerim, burada da aynen geçerli. Nitekim, bu ders kitabında resmi görüş şu inciyle
anlatımını buluyor: "Orta Asya'da Türkler, Cilâlı Taş Çağına ve Maden Çağına çoğu toplumlardan önce
girmişlerdir."
Ortaokul II. sınıfta Sosyal Bilgiler programının ilk yarısı silme tarihtir:
Ünite I: Ortaçağ'da Đslâmlıktan önce başlıca Türk devlet ve
uygarlıkları.
Ünite II: Đslâmlık- Doğum ve Yayılma
Ünite III: Müslüman Türk Devletleri
Ünite IV: X. Yüzyıldan sonra Anadolu
A. Anadolu Selçuk Devleti
B. Osmanlı Devleti
Ünite V: Yeni Bir Çağ Başlıyor
Ünite VI: Osmanlı Yükselme Devri (araya bir coğrafya
ünitesi girer)
Ünite VIII: Duraklama ve Gerileme Devirleri
Böylelikle XVIII. Yüzyılın sonuna kadar gelinmiş oluyor.
25!
Mete Tuncay
Üçüncü sınıf Sosyal Bilgiler Programının II. Ünitesi, hikayeyi kaldığı yerden itibaren sürdürerek XIX. ve
XX. Yüzyıllarda Osmanlı Đmparatorluğu'nun yıkılmasını ve başlıca dünya olaylarını kapsamaktadır. III.
Ünite ise, "Yeni Türk Devleti'nin kurul-ması"na ayrılmıştır. Bu sınıf programının ders kitaplarına yans-
ıtılmasından da, isterseniz, ulusçu duygularla gerçeklerin saptırılmasına bir örnek verebilirim. Bir
Üçüncü sınıf kitabı, Birinci Dünya Savaşı'ndaki Çanakkale Zaferimizi ballandıra ballandıra anlattıktan
sonra, Mondros Silah Bırakışması'na gidişimizi şu sözlerle açıklamaktadır:
Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Zaferi:
"... öteki cephelerimizde genellikle böyle büyük başarılar olmadı... Sarıkamış'ta Türk ordusunu Rus
ordusundan çok, kış aylarının soğuğu yendi. Güneyde ise Sina çölü Türk ordusunun Süveyş Kanalı'nı
aşmasına... engel oldu... Đngilizlerin Bağdat üzerine yürüyüşlerini Kut-ül Amare'de durdurdular. Burada
bir Đngiliz ordusunu olduğu gibi tutsak aldılar. Ama, bu sırada Birinci Dünya Savaşı'nı başlatan
Almanya, kendi cephelerinde yenilgiye uğrayınca teslim olmuştu. Onu da Avusturya-Ma-caristan
Đmparatorluğu ile Bulgaristan izlemişti. Türkiye, Rus Çarlığı aradan çekilmekle beraber, Đngiltere ve
Fransa gibi iki zorlu düşmanla karşı karşıya kalmıştı. Dört yıldan beri süren savaş bütün varı yoğu
götürmüş, Anadolu'da askere alınacak er bile kalmamıştı. Bu durumda tek başına savaşmak gücü
kalmayan Türkiye de barış istedi."
Lise Müfredat Programlarında ise, henüz Sosyal Bilgiler birleştirmesi yapılmamıştır. (Đleride yapılacak
mı, onu da bilmiyorum.) Şimdi yürürlükteki program 1957 tarihlidir. (Yani Tevfık Đleri'nin bakanlığı
dönemi!) Bağımsız tarih dersleri haftada ikişer saat okutulmakta, -son sınıf edebiyat şubesi üç saat-,
bütün sınıflarda iki haftada bir saat "Türkiye Cumhuriyeti ve Đnkılâbı Tarihi"ne ayrılmaktadır. Bunun
dışında, Lise 1 tarihinin konusu "Đlk Çağ", H'ninki "Orta Çağ", IH'Ünkü "Yeni ve Yakın Çağlar"dır.
(Ayrıca Lise II Edebiyat şubelerinde okunan bir "Genel Sanat Tarihi" dersi ile Lise II. sınıf Edebiyat ve
Fen şu-
252
Eleştirel Tarih Yazılan
beleri için ortak bir 'Türk ve Đslâm Sanat Tarihi" dersi de vardır. Ama bunların üstünde durarak konuyu
genişletmek istemiyorum) Şunu da hatırlatayım ki, bir ara (1950'lerin ilk yıllarında) Lise oniki sınıf
olunca, IV. sınıf Edebiyat şubelerinde "Yeni ve Yakınçağ Tarihinden Seçilmiş Siyasî ve Đçtimaî
Meseleler" okutulmuştu. Fakat, bu sorunsal yaklaşım pek başarılı olmadı. Daha çok, XVI-XLX. yüzyıl
Osmanlı ve Batı tarihinden bazı bölümlerin tekrarıyla derinleştirilmesi gibi bir durum ortaya çıktı.
Lise programlarını, bir de ders kitaplarından izlemek isterseniz, daha önceki öğretim basamaklarında
değindiğim, "Đlk uygarlıkları kuranlar Türklerdi" efsanesinin bu düzeyde daha dikkatle sınırlandırıldığını,
Orta Asya kökenlilığin Türklükle özdeş tutulmadığını; örneğin (Niyazi Akşit ve Emin Oktay tarafından
yazılmış) bir kitapta, en eskileri şöyle dursun, Bunlardan başka hiçbir eskice halka açıkça Türk
denmediğini gözlemleyebiliriz. Ortaokul kitaplarından verdiğim örneğin ise, bir Lise III tarih kitabında
şöylece düzeltildiğini görüyoruz:
"Batı cephesinde Almanlar yenildiler. Avusturya-Macaris-tan ve Bulgaristan cepheleri de çöktü. Đyi
yönetilmeyen Osmanlı orduları da hak, Hicaz ve Suriye'de müttefikler tarafından yenildiler. Bunun
üzerine Đttifak devletleri mütareke istemek zorunda kaldılar.
Bu arada Osmanlılar da Mondros mütarekesini imzalayarak savaştan çekildiler."
Bu envanterden sonra, şimdi şu soruları sormak istiyorum: Đlk ve orta öğretim düzeyinde tarih
eğitiminde ne yapılıyor, niçin yapılıyor, nasıl yapılıyor?
Biraz zoraki bir ayrımla -gerçekte iç içe olarak- yapılan, galiba şudur: Çocuğa birtakım bilgiler vermek,
bazı duygular aşılamak, bir düşünce biçimi kazandırmak.
Bunları kendi başlarına tartışmayacağım, Tarih eğitimi -eksik ve yanlışları da olsa- birtakım bilgiler
vermekte, -aralarında beğenmediğimiz türden olanları da bulunsa- bazı duygular aşıla-
253
Mete Tuncay
makta, -hatalı, hatta zararlı da saysanız- bir düşünme biçimi kazandırmaktadır. Aslında, bu aksaklıklar,
birbirleriyle sıkı sıkıya ilişkilidir.
Onun için, amaçlara geçelim; niçin tarih eğitimi sorusuna. Bunları belki şöyle sayabiliriz:
- Çocuğun geçmiş'i ve bugün'ü anlamasına yardımcı olmak,
- Onda, bütün insan etkinliklerine karşı bir duygudaşlık uyandırmak, böylelikle yetişmesinin ufuklarını
da genişletmek,
- Kendisini bir zaman boyutunun, sürekli bir akışın içinde görmesini sağlamak,
- Đnsan soyunun bir üyesi sıfatıyla geçmişe neler borçlu olduğunu ve geleceğe karşı ödevlerini -bilinç
ve misyonunu-kavr atmak,
- Evrenin hep böyle olagelmediğini anlamasını ve geçmiş deneylerin çeşitliliğine bakarak, gelecekte de
ne geniş olanaklar bulunduğunu düşünmesine yol açmak,
- Olayları neden ve sonuçlarıyla birlikte görüp açıklamaya alıştırmak; görünüşte ve gerçek nedenleri
ayırmayı (bu arada, siyasal gelişmelerin toplumsal tabanlarını araştırmayı) Öğretmek; dolayısıyla
kafaca oluşumuna yardımcı olmak,
- Toplunvbirey ilişkisini -doğru örneklerle- kavramasına; sonul amacın gerçekten özgür kişiler
yaratmak olduğunu, fakat bu amaca ancak iyi kurulmuş, âdil bir ortamda erişilebileceğini anlamasına
yardım etmek,
- Yüksek insan değerlerini benimsemesine çalışmak (yurtseverlik de bunların arasındadır, bence); asıl,
dünyanın her neresinde, her ne zaman, her kime karşı bir haksızlık yapılmışsa, kendisine
yapılmışçasına ona isyan etmesini, her kim değerli bir iş yapmış, insana bir şey katmışsa, ona gönülce
bir yakınlık duymasını sağlamak.
Aklıma ne güzel lâflar geliyor, ama bu edebî listeyi daha genişletmek istemiyorum. Fakat son maddeyi
biraz açmak gerek.
254
Eleştirel Tarih Yazıları
Çünkü, bu tehlikeli bir nokta. Tarihin propagandif amaçları olabileceğine birçokları karşı çıkarlar. Oysa
ben, böyle bir aşıla-yıcılık, yayıcılık işlevine toptan karşı değilim. Değer'ine bakar, bu. Neyin
propagandası, nelerin yayılmasıdır söz konusu olan? Çoğu kez, değer diye aşılanmak istenen kimi
görüşler, korkarım, değer falan değil, zararlı birtakım önyargılardır.
Bu gibi amaçların ışığında, bizdeki ilk ve orta düzeyde tarih eğitiminin halen nasıl yapılmakta olduğuna
gelince, eleştirilecek pek çok nokta bulunduğunu sanıyorum. Önce, ulusal değerler adına, tarihe karşı
işlenen günahları hatırlayalım. Bir kere, Atatürk'ün başlattığı "Millî Tarih" tezinin yoğunluk ve coşkusu
yarım yüzyıldır giderek azalmakla birlikte, etkileri bugün de sürüyor. Đlkokuldan liseye doğru çıktıkça,
resmî görüşün yumuşatıldığını, tevil edilmeye çalışıldığını gösterdim. Bu görüşün, ilk ortaya atıldığı
zaman ne gibi siyasal kaygı ve gereksinimlerden esinlendiği herkesçe bilinmektedir. Ama, günümüzde
tevil çabalarını bir yana bırakıp, bu efsaneye artık kesin bir son vermenin zorunlu olduğu inancındayım.
Sonra, daha genel olarak, çocuklara, "biz her zaman şöyle büyüktük, böyle büyüktük, tarihte herkesi
dövdük, savaşlarda hiç yenilmedik" diyerek bir üstünlük kompleksi vermek, bunun bir örneği, benim de
dikkatimi çekmişti, Öğle arasında sayın Ahmet Mumcu hatırlattı: Meselâ Na-poleon'u Akkâ'da perişan
etmemiz. Napoleon'a biz çok fena bir mağlubiyet tattırmışız; hayatındaki tek mağlubiyeti. Adamı bizim
orada durdurabilmemiz böyle abartılır. Napoleon'u tarihte mağlup edenler Türklerdi efsanesi çocuklara
böyle bir üstünlük kompleksi vermek, büyüyüp de akılları erince, düpedüz geri kalmış bir ulus
olduğumuzu öğrendikleri zaman, onulmaz bir aşağılık duygusuna kapılmalarından başka bir işe
yaramamak-tadır.
Bu şovenlik saplantılarının dışında, ilk ve orta eğitimimizin, biraz önce güzel güzel saydığım amaçları
yerine getirmekten uzak kalışı, bana Öyle geliyor ki, geniş ölçüde tarih kitabı yazarlarının -ve müfredat
programı düzenleyenlerin- yaptıkları iş hakkında doğru bir fikre sahip olmayışlarındandır.
255
Mele Tuncay
Basitçe söylendikte, tarih ders kitaplarımız dogmatik edalı "kesin" bilgilerle dolu. Oysa, tarih şöyle
dursun, dinden başka herhangi bir alanda bu tür bilgi olamaz. Tarihte, üstüne üstlük, hemen her konu
az çok kuşkulu kaynaklara dayanıyor. Böyle bir alan, genç kafaları göreci ve eleştirici yönde
düşünmeye alıştırmak için son derece elverişlidir. Tarihsel bir olayın dayanakları ve onun öyle olmadığı
yolundaki karşı kanıtlar ortaya konulsa, okuyucu ya da öğrencinin bu yargılamaya katılması sağlansa,
ancak o zaman bir bilgi yükleme yerine, bir "eğitme" sürecinden söz edilebilir. Hem böylesi, historia
sözünün en baştaki anlamına da uygun düşer. Bu terim, Homeros'ta "yasal bir anlaşmazlıkta kanıtların
incelenmesi"ne ilişkin olarak kullanılmaktadır. Bury'nin Ancient Greek Historians kitabında okuduğuma
göre, bu bağlamda historia "yetenekli, akıllı bir kimsenin önüne getirilen bir davada ileri sürülen
olguları araştırarak, hangilerinin doğru olduğuna karar vermesi" demekmiş. Aynı sözcük, giderek, Önce
doğruyu ortaya koymak için girişilen böyle bir araştırma, sonra da herhangi bir konuda böylece
edinilen bilgi anlamını kazanmış. Buradaki "doğru", objektivist bir hayalcilikle, "tarihte nasıl olmuşsa,
onun doğrusu" diye anlaşılmaz da, günümüzün düşünsel gereklerine ve benimsediğimiz değerler
sistemine uygunluk anlamında kabul edilirse, benim için böylesi bir anlayış tarih eğitimine kılavuzluk
edecek en önemli ilkedir.
256
E. Kitabiyat
Mahmut Goloğlu'nun Son Eseri:
Demokrasiye Geçiş: 1946-1950
(Đstanbul, Kaynak yay., 1982), 318 s/
Geçtiğimiz Ekim ayında vefat eden, eski Trabzon (DP) milletvekili Mahmut Goloğlu (doğumu 1915),
hazırladığı "Milli Mücadele ve Cumhuriyet Tarihi" dizisinin dokuzuncu kitabını göremedi. Onuncu kitap
olarak tasarladığı 1950-1960 arasının öyküsünü ise tamamlayamadı.
Yazarının on beş yıl Önce Ankara'da kendi hesabına başladığı bu dizi, şu kitaplardan oluşmaktadır:" (Đlk
7 kitap Başnur Matbaasında, 8.si Kalite Matbaasında basılmıştır.)
1. Erzurum Kongresi, (1968), 203 s.
2. Sivas Kongresi, (1968), 260 s.
3. Üçüncü Meşrutiyet, (1920), (1970), 359 s.
4. Cumhuriyete Doğru 1921-1922, (1971),420s.
5. TürkiyeCumhuriyetil923,(1971),329s.
6. Devrimler ve Tepkileri 1924-1930, (1972), 326 s.
7. Tek-Partili Cumhuriyet 1931-1938, (1974), 355 s.
8. Millî ŞefDönemi 1939-1945, (1974), 423 s.
Demokrasiye Geçişin üstünde durmaya başlamadan, sayfa toplamı üç bin sayfayı bulan bu dizi
hakkında genel gözlemimiz, ilk ciltlerde, mevcut bilgilere yer yer özgün katkı niteliği taşıyan araştırma
parçaları varken, sonrakilerde artık bu gibi katkıların olmadığı yolundadır. Goloğlu'nun yaptığı iş, TBMM
Tutanakları başta olmak üzere, birtakım harcıâlem kitaplardan bilgileri, yıl yıl ayırdığı bö-
Cumhuriyet, 16 Mart 1983.
Merhum Goloğlu'nun bu diziden başka, Halifelik, Pontos ve Trabzon Tarihi gibi on kadar kitabı daha
vardır. Ama onların daha da amatörce tarih çalışmaları niteliğinde olduklarını belirtmek gerekir
Mete Tuncay
lümler içindeki, belli olaylar etrafında ardarda sıralamaktan ibaret kalmaktadır. Eski deyişle, "teliften
çok, "iktitaf'tır; tutarlı bir değerlendirme çabası yoktur. Kendisi, altıncı cildin önsözünde "tam bir
tarafsız araştırmacı" olmakla övünür. Bu, tarih çalışmaları yapan bir kimse için yanlış bir idealdir. Zaten
olanaksızdır. Goioğlu da, bu dokuz cildin herhangi birinde tarafsız değildir. Ancak, lehine kaydetmek
gerekir ki, ideolojik idrakinin elverdiği ölçüde cesur ve namusludur. Tarihçinin görevi nesnel olmaktır,
erdemi ise, sağlam bir dünya görüşü çerçevesinde eleştirel davranmaktır.
Demokrasiye Geçiş'in öteki ciltlere oranla biçimsel bir üstünlüğü, öncekilerin Đçindekiler çizelgelerinde -
her nedense- hiçbir zaman sayfa numaraları verilmemişken, bunda verilmiş olması. Bu son kitap, bir
Giriş'le (her biri, âdeti üzere, bir yıl demek olan) beş bölümden oluşuyor. Bölümlerin içinde de birtakım
olaylar seçilip onların üstüne odaklanılmış. Padişahlıktan Cumhuriyete ve Cumhuriyetten Demokrasiye
diye iki ayrımdan meydana gelen Giriş'te yazarın verdiği tarih özetleri, kitabın en zayıf yanıdır. Fahiş
hatalarla dolu bir parça aktarayım:
"1912 Temmuzunda sadrazam Sait Paşa istife etti. Gazi Ahmet Muhtar Paşa sadrazam oldu ve yeniden
seçim yapılmak üzere Meclis dağıldı.
Đkinci Meşrutiyetin Üçüncü Meclisi için yapılması gereken seçim yıllar boyu yapılmadı. Gazi Ahmet
Muhtar Paşa'nın yerine Damat Ferit Paşa sadrazamlığa getirildi, Hürriyet ve Đtilaf Partisi iktidarı ele aldı.
Meşrutiyetten yana olanlar da, tekrar hükümete karşı harekete geçtiler. Fakat Ferit Paşa hükümeti yedi
sene bu çabalara önem vermedi.
1919'da; hükümeti meşrutiyet idaresine dönmeye zorlayanların başında Mustafa Kemal Paşa vardı. ...
Mustafa Kemal Paşa kesintiye uğrayan Đkinci Meşrutiyetin devamını, bunun için de 1912'den beri
yapılmayan milletvekili seçiminin hemen yapılıp Meclıs-i Mebu-san'ın toplantıya çağrılmasını...
istiyordu....
1920 yılı başında seçim yapılmış ve Đkinci Meşrutiyetin üçüncü (Türkiye'nin beşinci) Millî Meclisi......"(s.
18)
258
Eleştirel Tarih Yazılan
Bu yanlış olgusal bilgilerin doğrularına gelince, Goloğlu'nun ısrarla söylediği gibi, 1912'den itibaren yedi
yıl seçim yapılmamış değildir, 1914'te yapılmıştır. Đkinci Meşrutiyetin üçüncü (Türkiye'nin beşinci)
Meclis-i Mebusan'ı olacak; anayasal bir deyim olmayan "Miliî Meclis" sözü, Ayan'la Mebusan'ın birlikte
oluşturduğu, "Meclis-i Umumi" karşılığı kullanılır: 1914'te toplanmıştır. Dördüncü genel seçimler, 1920
başında değil, 1919 sonunda yapılmıştır. En önemlisi, Ahmet Muhtar Paşa yerine Ferit Paşa sadrazam
olmuş ve yedi yıl iktidarda kalmış değildir, elbette. Arada şu sadrazamlar vardır:
29 Ekim 1912 Kâmil Paşa / Bâb-ı Âli Baskınıyla devrilmesi üzerine,
23 Ocak 1913 Mahmut Şevket Paşa / bir suikast sonucu öldürülmesiyle,
12 Haziran 1913 Sait Halim Paşa / istifası üzerine,
4 Şubat 1917 Talât Paşa/Harb-i Umumi'de yenilmemiz üzerine
istifasıyla,
14 Ekim 1918 Ahmet Đzzet Paşa / istifası üzerine, ilk kez 31 Mart
1325 olayından sonra kısa bir süre hükümeti teşkil eden Tevfik
Paşa'nın ikinci ve üçüncü kabineleri,
11 Kasım 1918-3 Mart 1919/istifasıyla,
4 Mart 1919 Damat Ferit Paşa,
Giriş'in ikinci ayrımından da bir Örnek vereyim:
"Atatürk bu Antlaşma (1937 Nyon) ile savaşa katılmak tehlikesinin yaratıldığını ileri sürmüş, bunun
üzerine Đsmet Đnönü bir buçuk ay izin alarak başbakanlıktan ayrılmış ... (M. Goloğlu, Tek-Partıli Cum-
huriyet, s. 249)" (s. 24), Yazar, gönderme yaptığı yedinci cildinde olduğu gibi, burada da yanılıyor.
Tam tersine: Đnönü, Atatürk'ün doğrudan doğruya Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras vasıtasıyla Tür-
kiye'yi bu anlaşmaya kattırmasını tehlikeli bularak ona karşı çıkmıştır. (Hasan Rıza Soyak'ın anılarının
dışındaki bütün kaynaklar, benim dediğimi doğrulamaktadır). Atatürk'ün atılgan, Đnönü'nün ise sakın-
gan kişiliklerini kavramış bir araştırıcı, böyle bir hataya düşmezdi. Daha ileride geçen, "Troçki yanlısı
Menşevik Gürcüler" (s. 107) gibi tuhaf sözler, ancak yazarın genel bilgi yetersizliği ile açıklanabilir.
259
Mete Tuncay
Söylemek istediğim şu ki, Goloğlu Örneklediğim türden olgu yanlışlıklarını yapmasaydı da, ıyı bir tarihçi
sayılamazdı. Yukarıda belirttiğim gibi, tarihçinin erdemi, sağlıklı olgular vermesinden sonra başlar;
oraya kadar zaten görevidir, iyi ya da kötü olması, ondan sonra, sağlam bir dünya görüşüyle eleştirel
bir tutum takınmasına bağlıdır. Yazarda ise, asıl bu koşullar yok. Demokrasiye Geçiş'te, zaman sırası
içindeki olgular yığınından bir türlü baş alıp da işin esasını kavrayamıyoruz. Özellikle, milliyetçiliğe
ilişkin bazı konularda yazdıkları, kendisinin görüş darlığını ortaya koyuyor.
Buna iki örnek vereyim, s. Đ23'te yazar şöyle diyor: "Rus isteklerinin şahlandığı 1946 yılında iç
bozguncu kıpırdanmalar da başlamıştı. Đstanbul Ünıversitesi'nin Edebiyat Fakültesi'nde Prof. Ernest
Diez'm Türk Sanan adlı kitabının Dr. Oktay Aslanapa tarafından Türkçe'ye yapılan çevirisi yayımlandı ve
dünyaca ünlü Türk mimarisinin temelinin Ermeni ve Gürcü mimarisinin olduğu ileri sürüldüğü görüldü
(Cumhuriyet gazetesi, 20.12.1946)"
Koleksiyonları açıp bakmadım, ama o tarihte gerçekten bir gazete böyle bir yorum yapmış oabilir, fakat
Goloğlu, 1982'de yazarken, bunu nasıl Rus isteklerine koşut bir "iç bozgunculuk belirtisi sayar? 1943-
49 yıllarında Đ.Ü Edebiyat Fakültesi'nde hocalık etmiş olan Avusturyalı sanat tarihçisi Prof. Dıez (1878-
1961) de, milliyetçili-ğiyle tanınmış çevirmeni Prof. Aslanapa da ciddî bilim adamlarıdır. (Türkçe'de
Dvez'in yine O. Aslanapa'nın katılmasıyla çevrilen Karaman Devri Sanatı üstüne bir yapıtı daha vardır).
S. 278-279'da "Sabahattin Ali" cinayetini ele alan yazar, öldürme olayı hakkında, tarafsızlığı gereği
olacak, en zırva hipotezleri bile aktarmayı ihmal etmemektedir: "Bazılarına göre, Ali Ertekin de komü-
nisttir ve Sabahattin Ali'yi komünistler öldürmüştür. Bazılarına göre ise, sınırı geçmek isterken karşı
taraftan açılan ateşle öldürülmüş olabilir". Sonra da şunları ekliyor: "Türkiye'deki komünistlerin dış iliş-
kileri genellikle Bulgaristan aracılığı ile olmuş ve bu gibilerin hayatları da genellikle karanlık bir ölümle
sonuçlanmıştır. ... 1960'ta yurt dışındaki Komünist Partisini kuran (!) ve partinin genel sekreteri olan
Zeki Baştımar (Yakup Demir)'ın nasıl öldüğü de bilinememiştir". Bilenler için, Zeki Baştımar'ın hiç de
esrarengiz olmayan ölümü de-
260
Eleştirel Tarih Yazıları
ğil, o hastahane de yatarken Đ. Bilen'in partiyi ele geçirmesi ilginçtir. Ama bunun Sabahattin Ali'nin
katliyle ilgisi ne?
Aynı dizinin önceki kitapları gibi, Goloğlu'nun bu yapıtının da başlıca yararlı yanı, Meclis zabıt ciltlerini
karıştırma olanağı bulamayacak okuyuculara, kendi seçtiği bazı tartışmaları aktarması. Çünkü zaman
zaman Meclis görüşmelerinde ortaya konulan bilgilere başka kaynaklarda pek rastlanmaz. Örneğin,
1948 Şubatında, hükümet, Atatürk'ün kızkardeşı Makbule Atadan'a vatana hizmet tertibinden bin lira
aylık bağlanmasını önermiştir. Đtirazlar yükselir. Makbule Hanımın Atatürk'ün mirasından zaten bin lira
aylık aldığı belirtilir (s. 214). "DP Eskişehir milletvekili Emin Sazak, Atatürk'ün bütün mallarını millete
bağışlamadığını, birçok kıymetli eşyalarla birlikte, Ankara'da, Trabzon'da ve Konya'daki ev ile köşklerin
Makbule Hanıma kaldığını söyledi ve bunların ne olduğunu sordu. CHP Yozgat milletvekili Ziya Arkant,
Ankara'dakı köşkün ancak intifaının Makbule Hanıma bırakıldığını ve bu nedenle satılamayacağını,
hasta olduğu için de Makbule Hanımın Ankara'da oturmadığını, Đstanbul'da oturduğunu, Atatürk'ten
kalan öteki malları satıp paralarını harcadığını, şimdi yaşlı ve hasta olup geçim zorluğu çektiğini anlattı.
Ancak bundan sonra ve hastalığı sebebiyle maaş tasarısı aynen kabul edildi. Gerçek o idi ki, Makbule
Atadan Atatürk'ten kalan malları hızla elinden çıkarmıştı". Ama tutanaklardan aktarılan bu tür bilgilere
her zaman güvenmek doğru değildir. Örneğin, 16 Mayıs 1949 günkü oturumda CHP Seyhan milletvekili
Sinan Tekelioğlu, 1919'da Kay-seri'de bir Đngiliz binbaşısını tutukladığını anlatmıştır (s. 280). "Bu adam
Đngiliz üniforması giymiş ve bu üniformaya bürünerek ülkemizde ihtilal çıkarmaya gelmiş bir Rus casus
idi. ... yolda kaçtı, Rusya'ya gitti. Şimdi Mareşal Tito diye tanınmaktadır". Goloğlu naklettiği bu iddia
üzerine hiçbir yorum yapmıyor. Oysa, Tito 1919'da savaş esiri olduğu Rusya'nın Sibirya'sında, ta
Omsk'tadır. Kendi ülkesine bile ancak ertesi yılın güzünde dönebilecektir. Đngilizce bilmez ki, Đngiliz
geçinebilsin. Hem Türkleri ihtilale kışkırtmak için nece konuşacaktır, acaba? Rahmetli Tekelioğlu,
benzetmiş olacak.
26!
Mele Tuncay
YÖK'ün bütün üniversitelerimizin her bölümün her yılına koyduğu Đnkilap Tarihi derslerinde, bazı
hocalar Goloğlu'nun bu dizisini de salık vermekte olabilirler. Kitabın kötüsü olmaz, ama yine de, bunları
okuyacak öğrenciler yanlışlarına ve görüş darlıklarına karşı uyanık dursalar iyi ederler.
262
Atatürk ve Tanyol
Đstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Profesörü Dr. Cahit Tanyol, Đş Bankası'nın Atatürk'ün
Doğumunun 100. Yılı dolayısıyla hazırlattığı oklar dizisinde Atatürk ve Halkçılık'\ yazmış. Galiba, bu
çalışma başlangıçta merhum Cavit Orhan Tütengil'e ısmarlanmıştı. Onun öldürülmesi üzerine, Banka
Tan-yol'u görevlendirmiş, Tanyol da caladaktilo kitabı yetiştirmiş olmalı. Sonuçta, ortaya çıkan, -iyi ya
da kötü- edebiyat niteliği ağır basan bir denemeler demeti. Oysa, halkçılık özellikle son yıllarda, tarihsel
bağlamı içinde, enine boyuna incelenmiş bir kavram; altıokun belki en iyi araştırılmış olanı. Örneğin,
Zafer Toprak'ın Toplum ve Bilim'in ilk sayısındaki "Đkinci Meşrutiyette Solidarist Düşünce: Halkçılık"
yazısı ve Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları Sempozyumundaki "Halkçılık
Đdeolojisinin Oluşumu" bildirisi (Đstanbul: Đktisadî ve Ticari Đlimler Akademisi Mezunları Cemiyeti Yay.,
1977); Đlhan Tekeli ile Gencay Şaylan'ın yine Toplum ve Bilim'deki (Sayı 6-7) "Türkiye'de Halkçılık
Đdeolojisinin Evrimi" makaleleri önemle anılmaya değer. Ne var ki, Tanyol bu gibi kaynaklardan
yararlanmaya tenezzül etmemiş.
1960'lann ikinci yarısındaki Sosyalist Kültür Derneği kuruculuğu ve Yön yazarlığından Tahirîliğe
transferi, anlaşılan Tanyol'un söylemini sosyalist sosyolojiden (?) o mezhebin siyasal edebiyat biçemine
kaydırması sonucunu vermiş, Bu kitabını da, ulusal egemenlik ilkesine "hangi biçimde olursa olsun
gölge düşürenler, Kemalizm'in 'affedilmezlik'inde kendilerine yer beğenmelidirler" diye fiyakalı bir
meydan okumayla açıyor. Sonra, bilgi yerine övgü, kanıt yerine benzetme, çıkarım yerine sıçramayla,
doğrularla yanlışları karmakarışık ederek ilerliyor.
Ulusal devlet-ulusçu devlet (s. 20), Kemalist-Kemalizm (s. 30) gibi derin ayrımlar yapıyor. "Pan-
Kemalizm"i eleştirirken, "Uzak ve yakın tarihimizde dinî siyasaya alet etmeyen, onu vic-
' Sanat Olayı, Sayı 17, (Mayıs 1982), s. 16-30.
263
Mete Tuncay
Ekşimi Tarih Yazdan
danların engin alanında özgür bırakan tek adam Atatürk'tür" (s. 27) diyor. Kemalizm'in ilk kuramcısı
saydığı Mahmut Esat Bozkurt'un aşılamadığını ileri sürüyor; aynı öğretinin bir başka kuramcısı olan
Niyazi Berkes'e karşı ise hafif tertip Osmanlıcılıkla şunları söylüyor: "Osmanlı Đmparatorluğu'ndaki
devletçilik, bir anlamda Kemalizmin savunduğu devletçilikten daha ileridedir. Kemalizm'in devletçiliği,
Osmanlı devletçiliğine karşı liberalizmi savunan tohumları beraberinde getirmiştir".
Atatürk'le ilgili tutumları sınıflandırırken, "Đlericiler"i ikiye ayırıyor: Demokratik anayasacılar ve
sosyalistler. Sosyalistler de ıkı grupmuş: "Bunlardan bir bölümü, devrimlerin doğal gidişinin sosyalizm
olduğunu savunur, bir bölümüyse Atatürk devrimlerini korumakla Batı uygarlığına ulaşılacağını sanır.
Birincilere göre, Atatürk devrimleri Batı burjuva demokrasilerine doğru gelişmektedir. Đkincilere göre,
karma ekonominin yer aldığı Batı örneği bir sosyalizm söz konusudur" (s. 36: Birinciler-Đkinciler ters
oldu ya, ziyanı yok). Ama, Bilimsel Sosyalizm yöntemi ile Türk toplumunun gerçeklerini araştırmanın
zorunluluğuna inanan Marksistlerin bu sınıflama dışında tutulduğunu görünce şaşırıyoruz. Acaba,
yazarımızın kendisi bu gruptan mıdır? Hiç sanmam. Şu özeleştirisine bir bakalım: "Çoğu zaman birçok
yazarlar gibi ben de ondaki (Atatürk'teki) bu ideoloji eksikliğini eleştirmiş ve bugünkü Sovyet başarısını
Lenin'in büyük bir eylem adamı olduğu kadar, Marksist bir toplum ve devlet anlayışının devamcısı
olmasına yormuştum. Hatta kendisinden sonra kurduğu devletin yozlaşmasında böyle bir eksikliğin
payı olduğu kanısını kaba bir kıyaslamanın akla getirdiği ilk düşünce olarak görmüştüm. Daha önce de
işaret ettiğimiz gibi, Atatürk'ün ulusal savaşıma başlamadan önce sosyalizm hakkında bir bilgisi oldu-
ğuna dair elde hiçbir kanıt yoktur. O, Bolşeviklerle temastan sonra sosyalizm ve onun içeriğindeki
sosyal düzen hakkında bilgi ediniyor ve Marksist-Leninist ideolojinin amaçlarını süratle kavrıyor. Hepsini
gerçekçi dehasının süzgecinden geçiriyor. Bu nedenle Lenin'in düştüğü sürekli yanılmalardan kendini
kurtarıyor. Bir an için Mustafa Kemal'in gerçekçi ve yararcı görüşünün yerine ideolojiyi koyalım: Ulusal
savaşım, Osmanlı împarator-
264

luğu döneminde rastlanan başarısız bir ayaklanma olmaktan öteye geçemezdi. Üstelik kendisi de
çelişkiye düşerdi. Çünkü Tanzimat'tan beri iyi-kötü bir geleneği bulunan yenilik hareketlerini bile
taklitçilikle suçlayan bir kimseden sosyalist bir eylem ve uygulama beklemek çocukça bir düşünce
olurdu. Fakat O'nun kurduğu devletin sosyalizme kapalı, Batı burjuva demokrasilerine açık olduğunu
iddia etmek de aynı derece sakat bir düşüncedir" (s. 94-95). Nitekim Tanyol'a göre, Atatürk "kaynağı
Đbn Haldun'dan Cevdet Paşa'ya kadar gelen ve Marksçı sosyolojinin görüşüyle birleşen" (s. 102) bir
görüşe sahiptir.
Bu kurgusal akıl yürütmeleri ciddiye almak ve "bilimsel sosyalizm yöntemi"nin yakın tarihimize
uygulanmasını saymak, bana mümkün görünmüyor. Tanyol, 1961 Anayasasının Cumhuriyetin
niteliklerini altıok yerine "insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî,
demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti" diye sıralamakla "sola kapalı, sağa açık ve devrimci olmayan"
bir anayasa haline geldiğini de ileri sürmekte (s. 111).
Bu kitabı daha çok eleştirmekte yarar görmüyorum. Onun için, bu yazıda asıl yapmak istediğim şeye
geçip. Ek l'deki sözlerini aktaracağım (s. 181-82):
"Son yıllarda Atatürk hakkında bir dergide {Toplum ve Bilim, sayı 4, 1978) yapılan bir eleştiride, O'nun
Fransız Đh-tilali'nden kabataslak haberdar olduğu ve fakat devrimi hazırlayan düşünürler hakkında
bilgisi olmadığı ileri sürülmektedir. Buna Atatürk'ün Söylev ve Demeçler'inde söz konusu edilen
Rousseau ile ilgili bir parça neden olmuştur. Yazar düşüncesini kanıtlamak için Atatürk'ün Söylev ve
Demeçler'inde kuvvetlerin ayrılmasından söz ederken Rousseau'yu eleştirmesini tanık olarak
gösteriyor. Çünkü diyor, Atatürk'ün kendi savunduğu kuvvetlerin birliği Rousseau'dan gelmektedir.
Muhaliflerinin dayandıkları kuvvetler ayrımı fikri Montesquieu' n ündür.
Demeçler'den alınan bir paragrafla Atatürk'ün Rousseau'yu bilmediğini ve Montesquieu'yle karıştırdığını
kanıtlamaya kalk-
265

Mete Tuncay

Eleşlire! Tarih Yazılan


mak bilimsel olmak şöyle dursun, hem Atatürk'ü hem de Rousseau'yu tanımamaktır. Türkiye
Cumhuriyeti' nin "Teşkilât-ı Esasiye Kanunu" yapan bir insana "Anayasa öğrencileri kadar bu işlerden
habersiz"dir demek bilimsel ciddiyetle bağdaşamaz, bu bir. Rousseau'nun fikirlerini anayasa
kitaplarındaki bilgilere dayanarak özetlemek ve aynı biçimde Atatürk'ün adı geçen önemli konuşmasını
Üstünkörü okuyarak iki özetle ahkam çıkarmak yakışık almaz, bu iki. Atatürk'ün her alanda
sömürüldüğü bir dönemde yarına kalacak olan ancak onun hakkında nesnel ve bilimsel yargılardır. Bu
alanda yazı yazanların acele ile yanlışlıklar yapmamaya ve dikkatli olmaya çalışmamaları haksızlık olur.
Bu üç.
Atatürk, Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'ni satır satır dikkatle okumuştur. Okuyup da anlamadığını
ileri sürmek söyleyeni gülünç duruma düşürür. Yazarın haklı olduğunu kabul etmek için gerçekten
Atatürk'ün Rousseau'yu arizamik okuduğunu söylemesine rağmen okumadan konuştuğunun kanıt-
lanması gerek, Tarihsel bir belge niteliği taşıdığı için önce bu konuda merhum Adnan Adıvar'dan
dinlediğim bir olayı buTaya aktarmak isterim:
Bir gün Türkiyat EnstitüsÜ'nde Yahya Kemal'in de bulunduğu bir söyleşide Adnan Bey Atatürk'e ait şu
olayı anlattı.
"Bir gün vekiller heyetinin hazır bulunduğu bir toplantıda Mustafa Kemal Rousseau'nun kitaplarını
okuyup okumadığımızı sordu. Heyet-i vekılede hiç kimse okumamış. Ben gençliğimde onun Đtiraflar'ını
(Confessions) okumuştum. (Mu-kavele-i Đçtimaiye'yi) okuyan yoktu içimizde. Düşünün bir kere ne
durumdaydık, Mustafa Kemal millî iradeye dayanan bir meclis kuruyor. O'nun nazariyatçısını ne kendisi
ve ne de biz biliyoruz. Galiba Necati Bey'e "Bana Rousseau'nun kitabını bul" dedi. Bir ay kadar bir
zaman geçti, bir gün Meclis Başkanlık odasında toplanmıştık, Mustafa Kemal:
"Yahu Rousseau deyip duruyorlar, kitaplarını okudum. Bu adam hayalperest serserinin, delinin biri"
dedi. Ve sonra sözlerini, Büyük Millet Meclisi kürsüsünden tekrarladı. "Adnan Bey bunu Mustafa Kemal'i
eleştirmek için söylemişti. "Koca
266
Rousseau'ya deli deyip çıktı" dedi. Đçimden "doğru söylemiş" diye düşündüm. Çünkü Adnan Bey bir
özel toplantıda söylenen bir eleştiriyi Millet Meclisi'nde tekrarlamasını Mustafa Kemal için bir hafiflik gibi
görmüştü. Oysa ben bu sözlerin gerisinde, tam tersine Mustafa Kemal'in gerçek dehâsını, derin kav-
rayışını görür gibi olmuştum. Böyle bir yargıya varmak için Rousseau'yu çok dikkatli okumuş olması
gerekir diye düşünmüştüm".
Tanyol, bu kanaatinin "öznel bir belge" olduğunu düşünerek, "nesnel" bir belge de ortaya atıyor.
Atatürk'ün, kitapları arasındaki bir Toplum Sözleşmesi çevirisi üstünde işaretlediği yerSeri Doç. Dr.
Musa Çadırcı aracılığıyla saptamış. O bölüm başlıklarını sıralıyor. (Belirtelim ki, saptanan yerler, hep
Kitap II/Bölüm 6 ile Kitap IV/Bölüm 4 arasındadır).
Tanyol'un adını vermeden andığı yazının sahibi benim. Toplum ve Bilim'deki yazımda aynen şunları
söylemiştim:
"Atatürk'ün 1789 Fransız Devrimi ilkelerinden genel çizgileriyle haberdar olduğu besbellidir; ama bu
Devrimi hazırladıkları söylenilen düşünürleri doğru olarak tanımadığı şu örnekten anlaşılabilir 1921
Aralık ayının başında, TBMM'nce Đcra Vekilleri Hey'etınin Vazife ve Salâhiyetlerine dair kanun teklifi
görüşülürken, Mersin Meb'usu Salâhattin Bey ve arkadaşlarının tefrik-i kuvva (yani, şimdiki
anayasamızda olduğu gibi, kuvvetler ayrılığı) istemelerine karşılık, Mustafa Kemal Paşa tevhid-i kuvva
(yani, kuvvetler birliği) ilkesini savunurken şöyle demektedir:
"Efendiler! Bu nazariyat-ı meşrutiyeti bulan en büyük filozofların bu nazariyatı kurmak için çalıştıkları
esasları tetebbu ettim. Bunlara nüfuz ettim. Benim gördüğüm şudur: düşünmüşler ve nasıl yapalım da
bu kuvve-i müstebıde o irade-i içtimaiye ve milliyenin dûnunda kalabilsin. Yahut sıfıra müncer olabilsin
diyorlar. Ve buna muvaffak olamamak yüzünden büyük ve derin bir ızdırap duyuyorlar. J. J.
Rousseau'yu baştan nihayete kadar okuyunuz. Ben bunu okuduğum vakit, hakikat olduğuna kail
olduğum, bu kitap sahibinde iki esas gördüm. Birisi bu ızdırap, diğeri de cinnettir. Merak ettim. Ahval-
i
267
Mele Tuncay
hususiyesini tetkik ettim, anladım ki: hakikaten bu adam mecnun idi. Ve hal-i cinnette bu eserini
yazmıştır. Binaenaleyh; çok ve çok istinat ettiğimiz bu nazariye böyle bir dimağın mahsulüdür." (Jbıd.,
cilt 1, s. 216)
Oysa bugün her Anayasa Hukuku öğrencisinin bilmesi istenildiği üzere, Atatürk'ün kendi savunduğu
kuvvetler birliği Rousseau'dan gelmektedir, muhaliflerinin dayandıkları kuvvetler ayrımı fikri
Montesquie'nündür."
Yazım bu ve başka noktalarıyla bir hayli tepki uyandırdı. Cumhuriyet gazetesinde 8 tefrikalık bir diziyle
bana çatan Niyazi Berkes'i aynı gazetenin 16 Şubat 1979 tarihli sayısında cevapladım. Diğerlerinin yanı
sıra, Em. Alb. Şükrü Galip Erker ve Em. Gen. Celil Gürkan'ın eleştirilerini ise, yine Toplum ve Bilim'deki
(sayı 8) "Yanıtlara Yanıt'la karşıladım. Orada bu noktayla ilgili olarak şöyle diyordum:
"Atatürk'ün 1921 sonlarında Meclis'teki bir söylevinde Rousseau ile Montesquieu'yü karıştırmasını,
Fransız Devrimi'ni hazırladıkları söylenilen düşünürleri doğru olarak tanımadığına örnek göstermiştim.
Erker de, Gürkan da buna şiddetle karşı çıkıyorlar. Erker, Atatürk "Cumhuriyet Er-demliktir" demiştir,
diyor; "Locke'u okumasaydı, bu özdeyişi söyleyebilir miydi? Atatürk özgürlükçü, erkinlikçi okulun başı
Locke'u da, onu izleyen Hume'u da, Montesquieu'yü de, Voltaire'i de en azından J. J.Rousseau'yu
tanıdığı, bildiği ölçüde biliyordu." Gürkan'a göre de, "Atatürk’ün 1789 Fransız Đhtilâlini en azından çok
iyi incelemiş bir kişi hüviyetine sahip bulunduğu bir gerçek"tir; bunun kanıtı, "Çankaya'da Atatürk'ün
eski köşkünün kitaplığında Rousseau'ya ilişkin yapıtların Fransızca baskılarında bizzat Atatürk
tarafından yapılmış çıkmalar, konulmuş notlar"dır.
Ben, Atatürk Rousseau'yu okumamıştır demedim - kendisi okuduğunu söylüyor. Erker'in dediği gibi,
Locke'u, Hume'u okuduğunu ise, hiç sanmam. (Kaldı ki, "Cumhuriyet Fazilettir" sözü Locke'tan değil,
Rousseau'dan gelmektedir!) Atatürk'ün Çankaya'daki özel kütüphanesinde bir tek Rousseau vardır:
Eski harflerle, 1913 tarihli bir Mukavele-i Içtimaiyye çevirisi.
268
Eleştirel Tarih Yazdan
Yayımlanmış olan katalogta, bu kitabın bazı sayfalarında "notlar ve işaretler" bulunduğu kayıtlı (sıra no.
451). Fakat, Millî Kütüphane'nin eski genel müdürü Dr. Müjgân Cumbur, Ön-söz'ünde "Katalogun
hazırlanması sırasında Sayın Prof. Afet Đnan işaretlerin kısmen kendisinin olduğunu söylemişlerdir"
diyor. Onuncu Yıl Söylevinin Atatürk'ün kendi elinden diye posterleri basılan yazmalarının bile, onun
elyazısı ile olmadığı ortaya çıkalı (bu konuda, Hasan Rıza Soyak'ın Yapı ve Kredi Bankası'nca
yayımlanan anılarına bakınız), böyle bir kanıta, korkarım güvenilemez.
Erker, daha ileri gidip, Rousseau'nun Kuvvetler Birliği'ni savunmadığını söylüyor ve herhalde
öğrencilerime de bu gibi yanlış şeyler öğreti yorumdur diye, beni fakültemin dekanına, üniversitemin
rektörüne şikayet ediyor. Bu saçmalığa "Kargalar da güldü mü bilemem?" diye ekliyor. Kargalara
karışmam, ama benim bildiğim şu ki: Rousseau'da yasama, yürütme ve yargılama işlevlerini ayrı ayrı
organlar kullanacak olsa da (Locke'un ve Montesquieu'nün tersine, Atatürk'ün 1921'de savunduğu
gibi), halk egemenliğinin bölünmezliği inancından ötürü, bütün bunlar o egemenliğe tümüyle uyruktur
ve kuvvetler arasında bir ayrılık ya da denge olması söz konusu bile değildir. Atatürk'ün sözleri
ortadayken, bu yazarı "doğru tanımadığı"ndan başka ne söyleyebilirim?"
Görüldüğü gibi, Tanyol’un bilimsel ciddiyetle bağdaşmaz, yakışıksız ve haksız diye nitelediği yargıma
daha önce de itiraz edilmiştir. Ne yazık ki, sayın profesörün itirazı, eskilerine dişe dokunur bir şey
eklemiyor. Benim dediğimi çürütmek için, ya Atatürk'ün muhaliflerinin Kuvvetler Ayrılığı ve Dengesini
değil, Kuvvetler Birliğini savunduklarını ya da Rousseau'nun Kuvvetler Birliğini savunmadığım
kanıtlaması gerekirdi. Tam tersine, Adıvar'dan aktardığı öyküde, Adnan Beyle arkadaşlarının, Mustafa
Kemal'in kurduğu "millî iradeye dayanan meclis"in (Anayasa yazınındaki Meclis Hükümeti, yani
konvansiyon sisteminin) nazariyatçısının -ne söylediğini okumamış olsalar da-Rousseau olduğunu
bildikleri görülüyor.
269
Mele Tuncay
Eleştirel Tarih Yazıları
Şimdi biraz akademik bir iş yapalım ve Rousseau'nun Atatürk'ün kitaplığındaki Mukavele Đçümaiyye
çevirisinde Kuvvetler Ayrılığını alaya aldığı bir parçanın çevrim-yazısını verelim:
"Đkinci Kitap -Đkinci Bap: Hâkimiyet Gayr-i Kâbii Đnki-samdır.
Hâkimiyet ne esbaba mebni gayr-i kâbil-i ferağ ise yine o esbaba mebni gayr-i kâbil-i inkisamdır.
Çünkü irade ya umumîdir ya da değildir. Ya heyet-i ahalinin veya yalnız bir kısmının iradesidir. Birinci
şıkta, resmen beyan ve izhar olunan bu irade, hâkimiyetin bir fiili olup kanun hükmünü iktisap eder.
Đkinci şıkta ise, bir irade-i hususiye veya bir fill-ı adlî olup gaytî bir karardan ibaret kalır.
Fakat siyasiyûnumuz hâkimiyeti as! ve unsur itibariyle taksim edemediklerinden kuvvet ve iradeye,
hükûmel-i teşriiye ve hükûmet-i icraiyeye, hukuk-u tekâlif ve hukuk-u adliye ve hukuk-u harbiye, idare-
i dahiliye ve münesebad-ı hariciye hukuklarına, taksim ederler. Bütün bu kısımları kâh yekdiğerine
karıştırırlar kâh taksim ederler. Hâkimiyeti muhtelif parçalardan müteşekkil bir vücud tahayyül
suretinde tasvir ederler..."
* Mukavele-i Đçlimaiyye yahut Hukuk-u Siyasiyye Kavaid-i
Esasiyyesi
Müellifi: Fransa Meşahir-i Ulemasından Jan Jak Ruso
Mütercimi: Mütekaidîn-ı Hariciyeden Ayın
Đstanbul: Kütüphane-i Đslâm ve Askerî - Đbrahim Hilmi, 1329.
Bu dil yeni kuşaklarca anlaşılmayacağından, ayrıca yanlışlarını görmek için, bir de en yeni çevirisinden
aynı parçayı okuyalım:**
"Bölüm il: Egemenliğin Bölünmezliği
Egemenlik hangi nedenlerden ötürü başkasına bağlana-mazsa, yine aynı nedenlerden Ötürü
bölünemez. Çünkü istem ya geneldir (buradan, ilk çeviride atlanmış önemli bir dipnotu çıkıyor!) ya,da
değildir; ya halkın tümünün istemidir, ya da sadece bir bölüğünün. Birinci durumda, açığa vurulan bu
istem bir egemenlik işidir, yasayı meydana getirir; ikincideyse sadece
özel bir istem ya da bir yönetim işidir; çok çok bir kararnamedir.
Ama bizim politika yazarlarımız egemenliği ilkesinde parçalara ayıramadıkları için, konusunda
ayırıyorlar. Onu güç ve istem, yasama gücü ve yürütme gücü, vergi, adalet ve savaş hakları gibi
birtakım parçalara bölüyorlar; iç yönetim ve dış ilişkilere girmek yetkisi diye bölümlere ayırıyorlar: Kimi
zaman bütün bu parçaları birbirine karıştırıyor, kimi zaman birbirinden ayırıyorlar. Egemen varlığı ayrı
ayrı parçalardan eklenerek meydana gelen gerçeksiz bir varlık haline sokuyorlar..."
** Toplum Sözleşmesi, Vedat Günyol çevirisi (Đstanbul: Çan Yay., 1965).
Günyol çevirisiyle karşılaştırınca görüyoruz ki, kitabın kimi yerlerinde cümleler, hatta paragraflar
atlayan emekli Osmanlı diplomatı, "bir yönetim işi"ne (un acte de magistrature) "bir fiil-ı adlî" dediği
gibi, ("hukuk" sözcüğünü "hak"kın çoğulu olarak kullanmış saysak bile) "münesebat-ı hariciye hukuku"
derken, Günyol’un "yetki"yle karşıladığı pouvoir'ı doğru çevirmemiş oluyor. Ama en vahimi,
Rousseau'nun kuvvet, erk ya da güç anlamına puissance sözünü "hükümet " diye aktarıyor: "hükûmet-
i teşriyye ve hükûmet-i icraiyye ... taksim"den Kuvvetler Ayrılığının reddedildiğinin anlaşılması,
Osmanlıca iyi bilen biri için bile herhalde kolay olmazdı.
Sanıyorum ki, bu küçük çeviri incelemesi, benim yakaladığım yanlış-anlama ile buna karşı yükselen
Tanyol’unki gibi duygusal tepkiler (Atatürk okudum derken hâşâ yalan mı söylüyor, yoksa maazallah
okuduğunu anlayamayacak kadar akılsız mı?) arasındaki çatışmayı çözüyor. Mustafa Kemal Paşa
Rousseau'yu bu bozuk çeviriden okumuş olmalı!
Bütün bu kıssadan -daha başka birçokları çıkar ya- bir de şu hisseyi çıkaralım: bilgi üreten ya da
aktaranların sorumluluğu büyüktür. Aydın geçinenlerin işlerini doğru dürüst yapmamalarını, geçmişte
kalmış bir günah sanırsak, çok aldanırız.
270
271
r
O Zaman Öyle [mî] Gerekiyordu [?]*
ABD Üniversitelerinde Amerikan Tarihi okutulanlara "theologians ofcivic religiori" diye takılırlar: yanı,
yurttaşlık dininin ilâhiyatçıları. Onlara haksızlık etmemek için, çoğu Amerikan Tarihi kitaplarının,
Marxist-Leninist-Stalinist parti tarihi metinlerine benzemediği, iki yüzyıl Önce yaşanmış olayların bütün
kıvrım ve büklümlerini yansıttığı ve tartıştığı eklenmelidir. Yine de, devrim tarihi konuları -bir karşı-
devrim olmadıkça-dünyanın her yerinde bir çeşit laik din oluşturuyor. Bu dinin de türlü rütbelerde
görevlileri oluyor. Kardinal’den mahalie papazına ya da Şeyhülislâm'dan cami imamına kadar inanç ve
anlayış aynıdır; ancak aralarında incelik (refinement) farkları vardır.
Bizim laik dinimizin "hademe-i hayraf'ının en iyilerinden biri, eski meslektaşım (eski olan benim; o
meslekte devam ediyor), siyaset bilimci, (Ecevit'in bir kabinesinde Kültür Bakanlığı görevinde de
bulunmuş olan) Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'dır. Geçen ilkbaharda çıkan "Atatürk'e Saldırmanın
Dayanılmaz Hafifliği" kitabı, art arda birçok baskı yaptı. (Kışlalı, çoğu daha önce Cumhuriyet
gazetesinde çıkan yazılarını dört bölümde toplamış: 1- Kemalizm, 2- Sol, 3- Kürt Sorunu, 4- Kültür,
Siyaset ve Ordu. Ben bu yazıda, ilk bölüm üstünde duracağım.)
Milan Kundera'nın ülkemizde de pek tutulan "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" romanının adından
esinlenerek kitaba başlık yapılan bu sözler, aslında birinci makalenin de başlığı. (Kundera'nın romanını
okuyanların, en azından filmini görenlerin bildiği gibi, o yapıtın Kemalizmle falan ilgisi yoktur. Geri
planında Rus işgaline ve sosyalist rejime yönelik eleştiriler bulunmakla birlikte, leitmotiv'\ hiç de siyasal
değildir.)
Kışlalı'ya karşı, birisi çıkıp da Atatürk konusunda muteber tutumun "kaldırılmaz ağırlığı" diye bir kitap
yazsa, iyi olurdu. Ben kendi payıma "kişi tapısı" (kültü) hakkında hayli duyarlıyım, ama böyle bir şey
yapmaya niyetim yok. Bu konuda eleşti-
Eleşıirel Tarih Yazılan
rel bir yaklaşımı savunmakla, başıma yeterince belâ açtım- Üstelik, benim paylaşmadığım gerekçelere
dayanarak Atatürk'e karşı çıkan başkalarıyla aynı çuvala sokulmak hoşuma gitmiyor.
Kışlalı, benim yol arkadaşlığı etmekten tedirginlik duyduğum Đslamcılarla Kürt ayrılıkçılarına değiniyor.
Ama, bunların Atatürk'e saldırmalarını "tutarlılık" açısından anlayışla karşılıyor. Onun asıl kızdığı,
kendileri "çağdaşlaşma" yanlısı olup da, yîne Atatürk'ü eleştirmeye kalkanlar: Özellikle Mehmet Altan,
babası, kardeşi vb. Hemen belirtmek isterim ki, ben bu 2'nci Cumhuriyetçilerden değilim. Onların yakın
geçmişe yönelttikleri eleştirilerin çoğunu haklı buluyorum. Fakat öngördüklerı siyasal demokrasinin
ancak liberal kapitalizm temeli üstünde varolabileceği inançlarını paylaşmıyorum. (Hatta, benim
yorumuma göre, Atatürk'ün kendisi bu konuda onlara yakın düşünüyordu.) Bense, Türkiye'nin
koşullarında siyasal liberalizme evet ekonomik liberalizme hayır diyorum. Maddî nimetlerin hakça dağı-
lımı açısından eşitlikçi, sosyalist değerlerimi muhafaza ediyo-
rum.
Kışlalı bir de, "orijinal olabilme uğruna, Atatürk'ü demokrasi karşıtı gösterebilmek için kendi
düşüncelerine bilim kılıfı giydirme çabasına girenler"den söz ediyor. Ben ne orijinallik, be de
bilimsellik savundayım. Atatürk'ün demokrat olup olmadığı sorusunun bilimsel olarak
yanıtlanabileceğini sanmıyorum- Bu soru, ancak "tarihsel" olarak tartışılabilir. Eleştirel tarih yaklaşımı,
ciddi bilimin her alanındaki dogmatik olmama özelliğini içermekle birlikte, tarih bir bilim değildir (tanım
meselesi), ama nesnel yöntemlerin kullanılabileceği bir bilgi dalıdır.
Kışlalı ise, "Mustafa Kemal'i bilimsel olarak değerlendirebilmeleri yöntemi açıktır" diyor: Hangi
koşullarda yola çıktığına, ne yaptığına ve sonucun ne olduğuna bakarız. Bilimi işe karıştırmazsak, böyle
izlence bana göre de uygun. Fakat, Kışlalı'nın bu yolda gösterdiği kanıtları ve onları yorumlayışını do-
yurucu bulmuyorum.
Toplumsal Tarih, sayı 1 (Ocak 1994), s. 62-64.
272
273
Mele Tuncay
Eleştirel Tarih Yazıları
Atatürk'ün ne yapmak istediğini, söylemeyi "münasip" gördüklerinden çıkarabilir miyiz? Emin değilim.
Cumhuriyet'ten demokrasi'yı anlıyormuş. Kendi zamanında yapılanlar, pek öyle görünmüyor. Türk Dil
ve Tarih Kurumlarını, "siyasal iktidarların etkisinden uzak, bağımsız bir yapıda oluşturmuş." Bu
kurumların 12 Eylül döneminde uğradıkları dönüşüme ben de kızgınım; fakat Atatürk zamanında
kültürel Özerklik araçları olduklarını kabul etmem olanaksız. Bunlar, bütün eğitim sistemi gibi, o za-
manki rejim propagandasının kurumları idiler. Elli yıl sonra daha kötüye değiştirilmeleri, başlangıçta
doğru yolda olduklarını göstermez.
Atatürk tek-partinin içinde çoğulculuğu özendirmiş. (Her toplumsal yapının kanatları olması doğaldır.)
Öyleyse, çok partiye niçin izin verilmediği sorulmaz mı? Recep Peker'ın faşist parti modelini reddetmiş
(1935). Doğru, ama ben "Tek-Parti Yönetiminin Kurulması" kitabımda, bunun bambaşka bir yorumu
olabileceğine değindim. Bence Türkiye'de parti devlete el koymadı; tersine, devlet kendi partisi bile
olsa, bir partinin ayrıca varlığına tahammül edemedi.
Atatürk'ün açtığı yol, -Kışlalı, "tüm ihanetlere karşın" diye renkli bir ifade kullanıyor- nereye varmış:
"Eksikleri yanlışları olsa da, hiçbir Müslüman ülkede varolmayan bir demokrasiye." Bu karşılaştırmalı
yargıya ben de katılırım. Fakat bunun bizim marifetimizden çok, öteki Müslüman ülkelerin taksiratına
dayandığını düşünüyorum. Ayrıca, bu sonucun, Atatürk'ün yoluyla amaçlandığından kuşkuluyum. Belki
de buraya, Kışlalı'nın "ihanet" saydığı bazı gelişmelerle geldik.
Ona göre, "bu ülkede Atatürk'ü yıkarak olumlu bir şeyler yapılabileceğini sananlar" yanılıyormuş.
"Atatürk'ü yıkmak" ne demek? Evet, uydurma belgelerle onun nesebini falan karıştıranlar olduğunu
ben de biliyorum. Elbette, onlardan yana değilim. Ama, ortada yıkılması gereken bir şey var: Kişi tapısı.
Bu yaşadıkça -ki gayet diri görünüyor-, Türkiye'de demokrasinin gelişmesi olanaksızdır.
274
Kışlalı, bazı tanıkları da yardımına çağırıyor. Aziz Nesin, "geçmişte Atatürk'ü eleştirmiş olmaktan dolayı
şimdi utanıyorum" demiş. Aziz Bey için üzgünüm. Eleştirisiz bağlılık, demokrasiyle bağdaşmaz. Yaşar
Kemal'in tanıklığıysa, bana ikircikli geldi.
"Cesaretim olsa, tıpkı Đnce Memed'in destanını yazdığım gibi, Mustafa Kemal'in de destanını yazmak
isterdim" demiş. Yaşar Kemal kimden korkuyormuş dersiniz? Đslamcılardan mı, Kürtçülerden mi,
eleştirel bakmaya çalışanlardan mı? Yoksa dogmatik Atatürkçülerden mi? Sonuncuları kastettiğinden
hiç şüpheniz olmasın.
Kışlalı, kitaptaki "Niçin Kemalizm?" başlıklı bir diğer makalesinde, benim de hocam olan hocası Prof. Dr.
Nermin Abadan-Unat'ın tanıklığına başvuruyor. Çok güzel, duygulu bir yazı; ama 14 yaşında, Türkçe
bilmeyen bir kız çocuğunun zoraki seçimi, Kemalizmin değerini ne kadar doğrular, bilmem?
Kışlalı'nın Atatürk hakkında, son moda terminolojiyle büyük bir iddiası var: Onun "sıradan bir Liberal
demokrasi anlayışı" ile kalmayıp, "katılımcı-sivil toplumcu bir demokrasiye inandığının somut
kanıtları"nı da verdiğini ileri sürüyor. Ama bunu ileriki makalelerinde açıklayacakmış. Kemalizm
bölümünün son yazısı, kendisinin 1991'de çıkan Siyasal Sistemler adlı eserinden aktarılmış. Burada
"Kemalizm Nedir?" başlığı altında Altı Ok'u yorumluyor.
Ben kendi kitabımda Laiklik ve Halkçılık oklarını tartışmıştım. Burada, Milliyetçilik okuna değinmek
istiyorum. Bu konuda da, Kışlalı'nın söylediklerinden hareket edeyim. O, milliyetçiliğin bir dış, bir de iç
boyutu olduğunu belirtiyor. Dış boyutuyla, Atatürk milliyetçiliği "tam bağımsızlığa" yönelikmiş. Katılıyor
ve onaylıyorum; ama unutmayalım ki, bu ülkü bir mecazdır. Ayrıca, Kemalizmin anti-emperyalist
niteliğini ve tek parti döneminin otarşi (kendi kendine yetme) politikasını savunanlar, bunun nasıl bir
yalıtılmışlık ve durgunluğa yol açtığını hesaba
275
Mete Tuncay
katarak, globalleşmeye aykırı düşme yükünü de omuzlamak zorundadırlar.
Kışlalı’ya göre, Kemalist milliyetçiliğin içe yönelik hedefi çağdaş bir ulus yaratmaktır. Bu milliyetçilik,
ırkçı ve ümmetçi olmayan, çoğulcu ve ilerici, hümanist bir milliyetçiliktir. Keşke, bunlar doğru olsaydı.
O zaman belki hâlâ Kürt sorununu yaşamazdık. Kışlalı, bu anlayışta ulusun Öğelerinin ortak tarih, ortak
dil ve ortak kültür olduğunu söylüyor. Çelişkiler, bence işte bu noktalarda.
Cumhuriyet döneminde lâiklik adı altında uygulanan siyaset çizgisi, Türkiye insanları arasındaki başlıca
tutumun (cohesion) öğesi olan dini zedeledi. Milliyetçilik de, onun yerini tutamadı. Türkleştirme (bizim
Arapların özellikle Meşrutiyet Đttihatçılarının zorlamasından yakındıkları taktik) başarılı olamadı. Sonuç
ortada.
Bütün dünyada hanidir salgın bir hastalık olan milliyetçiliği, yurtseverlikten ayırmak gerekir. Bir
kimsenin pek rasyonel olmasa bile, kendi yurdunu, dilini, kültürünü, insanların sevmesi, onları
başkalarına yeğlemesi doğal, zararsız, hatta belki yararlı bir duygudur. Ama, sanıldığı kadar yaygın ve
güçlü değildir. (Siyasal sınırlamalar olmasa, bizimkiler dahil bütün Asya, Afrika, Güney Amerika halkları
Batı Avrupa'ya ve Kuzey Amerika'ya üşüşür, dünyanın dengesini bozardı!)
Yine de, her ülkede yurtsever insanlar vardır. Milliyetçilik ise, süslü sözlerle dile getirilse de,
şovenlikten başka bir şey değildir. Bir keresinde, ben bir Kürt aydınıyla tartışırken, muhatabım bir
tecavüzî bir de tedafüi (saldırı ve savunma halinde) milliyetçilik ayrımı yapmış ve savunmadaki
milliyetçiliğin meşru olduğunu ileri sürmüştü. Bu ayrım da, bana sağlam görünmüyor.
Milliyetçiliğin insanlığa sadece belâ getirdiğini düşünüyorum. Şovenlik, eleştirel yetilerimizi köreltir, bizi
alacağına şahin, vereceğine karga haline getirir. Jivkov Bulgaristanı’ndaki Türkleri Bulgarlaştırma
zulmüne karşı çıkan insanlar, Türkiye'de Kürtlerin kendi çocuklarına diledikleri gibi isim koymalarının
engellenmesini doğal sayarlar.
276
Eleştirel Tarih Yazıları
Gayrimüslim azınlıklarımıza karşı, Cumhuriyetin başından beri, çeşitli hükümetlerin hiç değişmeden
uyguladıkları politikaları bir düşünün. (Ermeni okullarında dil dersinin dışında Ermenice öğretimin
yasaklanması, upuzun bir geleneğe dayanıyor!) Đşgalci Yunan ordusunu topraklarımızdan atmakta ne
haklı idiysek, Ermeni tehcirinden ve Yunanistan'la nüfus mübadelesinden sonra izlediğimiz azınlık
politikası da bir o kadar haksız ve adaletsiz oldu. Varlık Vergisi Đcraatı, Türk milliyetçiliğinin ırkçılıktan
başka bir şeye dayanmadığını göstermiyor mu?
Bırakın, Müslümanlara da şirin görünmeye çalışan Tansu Hanımın milliyetçiliğini, merhum
cumhurbaşkanımız Turgut Özalla şimdiki cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in yanı sıra, (o zamanki
fiilî, bugünkü onursal) Sosyal Demokrat önderimiz Erdal Đnönü de, önceki yıl Antalya'da kardeş Orta
Asya Türk Cumhuriyetleri ileri gelenleriyle birlikte, örsün başına geçip çekiç sallamadı mı? Bu âyinin,
Kürt mitolojisindeki Demirci Kawa'dan farkı ne?
277
Niyazi Berkes'in Siyah-Beyaz Anıları
Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, yay. haz. Ruşen Sezer, Đstanbul: Đletişim, 1997, 520 s. + 15 s. albüm.
1989'da Đngiltere'de vefat eden Niyazi Berkes, kendisini tanıdığım 1970'lerin sonlarında, artık "huysuz
bir ihtiyar"*. Beni gözü tutmamış, bizi tanıştıran rahmetli Tarık Zafer Tunaya'ya da bu nedenle
kızmıştı. Daha sonra, benim Toplum ve Bilim dergisinde çıkan "Atatürk'e Nasıl Bakmak" başlıklı yazıma,
Cumhuriyet gazetesi sütunlarında uzun (tam sayfaya yakın 5-6 tefrika) ve hayli ağır bir eleştiri
döşendi. Ben de ona aynı yerde sert bir yanıt verdim. Bir süre sonra "12 Eylül" geldi. Ne akla hizmet
bilmem, onun Kent'teki adresine bir mektup yazdım. Bir üniversite tasfiyesi beklendiğini, benim de
büyük olasılıkla işten atılacağımı, herhangi bir maddi birikimim olmadığı için geçim derdine düşeceğimi
anlattım. Kendisinin benzer deneyimleri dolayısıyla, yurtdışında bir iş bulup bulamayacağımı sordum.
Ondan, şaşırtacak kadar sıcak ve insani bir cevap aldım. Halâ sakladığım mektubunda, korktuğum
şeyin başımıza gelmeyeceğini umduğunu/dilediğini; ama böyle bir şey olursa bile, ne yapıp edip
ülkemde kalmamı, kendi yaşadıklarının acı ve zorluklarla dolu olduğunu söylüyordu. Şimdi, onu
rahmetle anarak bu yazıya başlamak istiyorum.
Niyazı Beyin zaman zaman kaleme aldığı, ama tamamlamadığı anılarını, oğlu, eski Öğrencilerinden
Ruşen Sezer'e teslim etmiş. O da bunları derleyip sıraya sokarak Đletişim Yayınları arasında bastırmış.
Önce Ruşen'in emeğini kutlarım; faydalı bir iş yapmış. Sonuna eklediği bibliyografya da gayet yararlı.
Kitabın başındaki 9 sayfalık Önsöz'ü ise eksikli buldum. Ruşen'in burada yaptığı kişisel göndermelere
itirazım yok; ama onun yaşamöyküsünü ele biraz olsun vermeliydi, örneğin, sıradan okuyucu, Niyazi
Bey'in Đkinci Meşrutiyet inkılabından hemen sonra eş-ikiz iki oğlan çocuğundan biri olarak doğduğunu,
ana-
Toptumsal Tarih, sayı 46 (Ekim Đ997), s. 63-64. 278
Eleştirel Tarih Yazıları
babalarının onlara Hürriyet Kahramanları Enver ile (Resneli) Niyazi'nin adlarını verdiğini öğrenmek
istemez miydi?
Kitabın homojen olmayışından ötürü, bazı yerlerinin fazla uzun, bazılarınınsa fazla kısa kalmasından
Ruşen sorumlu tutulamaz. Elindekinin olabildiğince çoğunu kitaba koymakla yükümlüydü; yeni
malzeme de üretemezdi. Ama hata ettiği yerler de var. Bir örnek; Berkes bir yerde (s. 415), "Halide
Edip Đngilizce çıkan anılarında, şimdi Bayur diye bildiğimiz bir Hikmet Bey'den söz eder" demiş. Ruşen
köşeli parantezlerle bunu şöyle düzeltmiş: "HE, [adını] Đngilizce çıkan [çıkaran] anılarında..." Oysa,
Ber-kes'te bir tek c harfi eksik: "HE Đngilizce çıkan anılarında..." Kastedilen, Halide Edib'in The Turkish
Ordeal adlı kitabıdır; gerçekten de bu metnin Türkün Ateşle Đmtihanı adıyla yayımlanan Türkçesinde,
Berkes'in -aklında kaldığı gibi- alıntıladığı yer yoktur. Niyazi Bey cümlesine devamla, HE "Ulusal Ba-
ğımsızlık Savaşı yıllarında dışişleri bakanlığında çalışan bu Hikmet Bey'in ateşli bir 'boljevıst' olduğunu
yazar" diyor. Ama öyle yazmaz! "Marksistti" der ve -benim aklımda kaldığı kadarıyla- onunla nasıl
bağdaştırdığını bilmediğim bir biçimde, aynı zamanda ateşli bir milliyetçiydi, diye ekler.
Hikmet Bayur, Berkes'in Kara Liste'sindeki isimlerden biri. Aslında bu liste, onun "iyi/beyaz"
saydıklarından çok daha kalabalık. Fakat bu listede, Nihal Atsız'dan Reşat Şemsettin Sirer'e, Şükrü
Saraçoğlu'ndan Numan Menemencioğlu'na, Sefahattin Öztürk'ten Melahat Özgü'ye, Nuri Killigil,
Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet ve Ali Đhsan Sabis Paşalardan Ali Fuat Erden Paşaya, Selim Sarper'den Zeki
Velidi Togan'a, Fahri Kurtuluş'tan Đbrahim Arvas'a, von Papen'den Muzaffer Şerif Başoğlu'na, Behçet
Kemal Çağlar ve "Suut" Kemal Yetkin'den Enver Ziya Karal'a, Peyami Safa ve Cihat Baban'dan Kenan
Öner'e kadar kimler kimler yok ki! Ama Kara Liste'nin en başında da Đsmet Đnönü yer alıyor. Niyazi
Bey, başka birçok ilerici akranı gibi, Millî Şefe karşı nefretle doludur (o kuşağın en gençlerinden Attila
Đlhan'ın da kulakları çınlasın!). Berkes'le yaptığımız polemikte, benim karşı çıktığım noktalardan biri,
onun Atatürk'ü yüceltirken Đnönü'nü batırmasıydı. Ben bu iki kişiliğin hata ve sevaplarının geniş ölçüde
örtüştüğü, birbirinden
279
Mele Tuncay
kolay ayrılamayacağı kanısındayım. Oysa Sol Kemalistlerin bir bölümü. Đnönü'yü daha da aşağılamak
için, Atatürk'ü özellikle abartıyorlar gibime geliyor.
(Đsmet Paşa bir yana, Berkes'in karaladığı kişilerin -bildiğim kadarıyla- çoğunun gerçekten buna
müstahak oldukları kanısında bulunduğumu da itiraf edeyim!)
Berkes'in Đnönü düşmanlığını ise aşırı buluyorum. Paşanın askeri yeteneklerine bile dil uzatıyor (s.
350): "...Yunan ordusuna karşı uygulayamadığı kumandanlığı, sivil politikada başarıyla uyguladığı..."
Onun Lozan'da Lord Curzon'a teslim olduğunu iddia ediyor (Ek Đ; s. 483-491).
Asıl Önemlisi, Đsmet Paşaya ilişkin iki savı:
1. "Irkçılık-Turancılık" davasıyla ortaya atılan çevre, Millî Şefin icadıdır. Gerçekte diyor, Đnönü ve
hükümeti sadece Sovyetlerin değil, demokrasinin de düşmanı, Irkçılık-Turancılığın yanlısıydı. Zeki
Velidi-Nihal Atsız Önderliğinde (Fethi Tevetoğlu ile Alparslan Türkeş'in de genç subaylar olarak
içinde yer aldıkları) bir grubu tutuklatıp yargılatmakla, Đnönü suçu onlara yıkarak kendisini temize
çıkarmaya çalışmıştı.
2. Türkiye'nin Đkinci Dünya Savaşı'na girmemesi, Berkes'e göre, Đsmet Paşa'nın başarısı değildir. Bu
tezi işleyen herkes, Olaylarla Türk Dış Politikası kitabını hazırlayan AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim
üyeleri dahil, gaflet içindedir, (Berkes'in ömrü Denge Oyunu kitabını ya da Đngilizce aslını görmeye
yetmediği için Selim Deringil'i anmıyor.) Türkiye'nin savaşa katılmamasını, Hitler başta, savaşan
tarafların önderleri istemişlerdir. Kitabın ortalarında, yer yer alıntılı-göndermeli akademik bir üslupla bu
tez kanıtlanmaya çalışılıyor.
Ben kendi payıma, en çok, Berkes'in Đstanbul Darülfünunu'nda/Üniversitesi'nde okuduğu yılları ve
Ankara'ya gidişini anlatışından hoşlandım. Kitabın temel sorunsalını oluşturan, Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi olayları hakkında ise, kitapta çok bilgi var, ama çok da eksik. Milli Şef dönemi sona erip ele
çok partili yaşama geçişimizde, DTCF'ndeki Muzaffer Şerif + 3 B (yani Niyazi Berkes, Pertev Naili
Boratav ve Behice Boran) vb "komünist" olmakla
280
.... - Eleştirel Tarih Yazılan
suçlanıp üniversiteden uzaklaştırılmak istenmişti. Berkes, kişiliği hakkında pek olumsuz sözler söylediği
M, Şerifin ayrılışını hiç anlatmıyor. (Bildiğim kadarıyla, o çevrenin tek "partili"si olan M. Şerif, bir yolunu
bulup Amerika'ya giderek işin içinden sıyrılmıştı.) Yurt ve Dünya adlı ilerici bir dergi çevresinde
toplanan 3 B'lerin atılmaları ise kolay olmadı. (Behice Hanım bir süre sonra Yurt ve Dünya'dan ayrılıp
Adımlar diye daha "sol" bir dergi çıkarmaya başladı.) Berkes'in ayrıntılı bir biçimde hikâye ettiği üzere,
hükümet "özerk" Ankara Üniversite Senatosu'nu onlara karşı işbirliğine razı etmişken, Đstanbul
Üniversitesi 'nden gelen dürüst hocaların Üniversitelerarası Kurul'da direnmeleri sonucunda bu yol
tıkanmış, ancak TBMM kararıyla kürsüleri kaldırılarak açığa alınmaları mümkün olmuştur. Haklarında
açılan ceza davası ise, ilk mahkemede aleyhlerine sonuçlanmışken, Yargıtay'da karar bozulmuş ve ak-
lanmışlardır. (Berkes bu konuda, eksik olduğu için kızarak alıntıladığı Kronolojiyim derleyicisi Feroz
Ahmad'ı Pakistanlı sanmakla yanılıyor-s. 478. Feroz, Hindistan Müslümanları kökenlidir.)
Ben, -ömrünün uzun olmasını dilediğim- Pertev Naili Bey'le merhum Niyazi Bey'in hiçbir zaman
komünist olmadıklarını, Sol Kemalist sayılmaları gerektiği düşünürdüm. (Behice Hanım ise onlardan
farklıydı!) Berkes'in anılarını okuyunca, bu değerlendirmemin, en azından onun hakkında, doğrulandığı
izlenimini aldım. Đsmail Hüsrev Tökin, Vedat Nedim Tor, Şevket Süreyya Aydemir gibi Kadrocuları (o
kuşaktan bir komünistin asla yapmayacağı üzere) övüyor; Köy Enstitüleri hakkında, herhangi bir
çekincede (kayd-ı ihtirazide) bulunmaksızın coşkuyla konuşuyor -zaten ikinci eşi Fay Kırby'yi de bu
konuda çalışmaya özendirmişti vb.
Berkes'in anılarında, Peıtev Naili Bey ve kendisiyle Behice Hanım arasındaki farklara değinen herhangi
bir bilgi yok. Yine de, bu kitap 1940'ların ikinci yarısının Türk siyaseti ve toplumu hakkında çok önemli
bir tanıklık. Dönemin araştırıcı ve meraklılarına dikkatle okumalarını salık veririm.
(Benim kitabı dikkatle okuduğumun bir kanıtını göstermeden edemeyeceğim. Berkes s. 250'de "Daha
Önce... Asım Us'un 'ortanın solu' teklifini yazmıştım" diyor. Oysa Ruşen, Asım Us'un o konudaki,
düşüncelerini s. 320'ye koymuş!)
281
Karabekir'in -Uğur Mumcu'nun Đzin Verdiği Kadar- Anlattıkları*
Kâzım Karabekir'in, geçtiğimiz Haziran ayında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen anıları kitap
halinde de çıktı. Bu kitabın 89-91'inci sayfalarında özetlenen bir bölümünü, Dündar Akünal dostumuz
üç buçuk -dört yıl önce Tarih ve Toplum'âa, kendi yorum ve açıklamalarıyla yayımlamıştı: "Kâzım
Karabekir Paşanın Başvekilliği" (Sayı 36, Aralık 1986, s. 23-26). Biz de o yazının önüne, E.J. Zürcher'in
bir makalesinden çevirdiğimiz bir parçayı koymuştuk.
Uğur Mumcu, kitabın üstünde kendisine "yayına hazırlayan" gibi alçakgönüllü bir sıfat biçmiş;
ama bizim dergide D. Akünal'ın yaptığı gibi, onun üstlendiği görev de bu kavramın sınırlarını hayli
aşıyor. Bir Atatürk muhalifinin söylediklerini sansürsüz, tevilsiz yayınlamayı gözü kesmemiş. U. Mumcu,
bir Sunuş'tan sonra, 20 bölüm halinde düzenlediği kitabım (Karabekir'in Đnkılâp Ha-reketleri
Neden Oldu? Nasıl Oldu? Nasıl Đdare Olundu? 'sunu değil, kendi kitabım -çünkü Karabekir'in
yapıtından verdiği seç-me alıntılardan önce, kendisi üç bölüm "giriş", o alıntıları bitirdikten sonra da üç
bölüm "çıkış" kaleme almış; aradaki ondört bölümde de KarabekĐr'den çok, Mumcu anlatıyor) "Evet,
biz gazeteci olarak görevimizi yapmaya çalıştık, şimdi söz artık tarihçilerindir" diye
sonuçlandırmakta. Ama "tarihçiler"e söyleyecek söz bırakmamış; gazete ilânlarında dediği
gibi, "derlemek"le kalmamış, "araştırmış" -"yazmış"- "yargılamış"; ikisi de ilericiydi, ama Atatürk
devrimciydi, Karabekirse evrimciydi; devrimci evrimciyi yedi. (Yazarın pek iyi bildiği üzere, bu bir
doğa yasası değildir; bazen de devrimcileri yerler; ama her iki durumda da, kendilerini devrimci
sayanların, karşılarındakileri "gerici" diye nitelemeleri değişmez!) Üstelik, eski resmî baştarihçimiz Prof.
Enver Ziya Karal'ın 1945'te -o zamanki Millî Eğitim Bakanı
Tarih ve Toplam, sayı 82 (Ekim 1990), s. 56.
282
Eleştirel Tarih Yazıları
Hasan Ali Yücel'in isteği üzerine- Karabekir'in yüzüne karşı yaptığı reddiyenin raporunu da eklemiş
(hepsi merhum). Bundan ötesi, can sağlığı.
Kitabın redaksiyonu çok kötü. Mehter yürüyüşü gibi iki ileriye bir geriye atıflar yüzünden bozulan
zamandizim kafa karıştırıyor. Ayrıca dizgi yanlışları bol, izafet terkipleri birçok yerde hatalı,
Türkçeleştirmeler eksik, notlar yetersiz. (Örneğin, Karabekir'in anlatısında merkezî bir önem taşıdığı
sezilen, ona Musul'u fethettirme tasarısının, asıl Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa ile ilgisi olduğu halde, bu
nokta hiç kurcalanmamış.)
Vaktiyle, Fethi Okyar'ın anılarını da ailesi Cemal Kutay'a yayımlatmıştı. Nerede anı sahibi konuşuyor,
nerede Kutay lâfa giriyor, ayrılamadığı için, sonradan tazı, Fethi Beyin anılarını (sadece TBMM
tutanakları ve notlar ekleyerek) tek başına yeniden bastırdı. Elbette, Uğur Mumcu'yu Cemal Kutay'la bir
tutmuyorum. Ama yine de, Karabekir'in damadı Prof. Özer-engin'e aynı şeyi -âcizane- tavsiye
edeceğim. Paşa tam olarak ne yazmış, Mumcu'nun gölgesi olmadan, bir öğrenelim.
Zürcher, Tarih ve Toplum'da çevirisi çıkan yazısında, Karabekir'in Đstiklâl Harbimiz'ini "anti-Nutuk" diye
niteliyordu, inkılâp Hareketleri, haydi haydi Öyle olmalı. Korkmayın, bundan bütün gerçeklerin Mustafa
Kemal'de değil, Karabekir'in anlatısında olduğu sonucu çıkmayacaktır. Ama şimdiye kadar dogmatik bir
tekyanlılıkla bize anlatılanların, başka yönlerinin de bulunduğunu görmek, gerçeğin tamamına
erişebilmek için çok yararlı olur.
283
Birinci Meclis*
(Birinci Meclis, Ed. Cemil Koçak, Sabancı Üniversitesi Yayını, Đstanbul, 1998, xxi+485 s.)
Sabancı Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Cemil Koçak'ın derlediği Birinci Meclis başlıklı kitap,
bu üniversite henüz kuruluş halindeyken, ilk yayın olarak. Î998'de çıkmıştı. Albüm gibi enlemesine
hazırlanmış olan bez ciltli kitap üç bölümden oluşuyor. Bölümîerden Önce, derleyenin Sunuş'u (s. i-v),
Birinci Dönemin görev yaptığı üç yılın Kronolojisi (s. viı-xix), Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti Heyet-ı Tem-siliyesi namına Mustafa Kemal Paşanın Meclisi toplantıya çağırışı (s. xxi) var. Đlk
bölümde, 12 yeni değerlendirme yazısının aralarına yedi tane de belge metni serpiştirilmiş. Ama
bunların başında, eskiden yayımlanmış olmakla birlikte, hiç eskimemiş bir makaleye yer veriliyor:
rahmetli hocamız Tarık Zafer Tunaya'nın 40 yıl önce /. Û. Hukuk Fakültesi Mec-mwa.î('nda çıkmış
bulunan "TBMM Hükümetinin Kuruluşu ve Siyasî Karakteri" yazısı (s. 5-21). Yeni değerlendirmeler ise
şunlar:
1. Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nden Đhsan Güneş'in "Birinci TBMM'nin Toplanması ve
Nitelikleri" (s. 25-45),
2. Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nden Seçil Karal Akgün'ün "Birinci TBMM'nden
Düşünceler" (s. 49-57),
3. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Sina Akşin'in "TBMM'nin Đlk Yıîında Fransız Ûıtilali'nin
Etkileri" (s. 65-69),
4. Î.Ü. Hukuk Fakültesi'nden Bülent Tanör'ün 'Teşkilat-ı Esasiye Kanunu" (s. 75-82),
5. Yazar Orhan Koloğlu'nun "Savaş Bıkkınlığını Yenmek" (s. 87-95),
" Toplumsal Tarih, sayı 76 (Nisan 2000), s. 54-55. 284
Eleştirel Tarih Yanlan
6. Em. Koramiral Fahri Çoker'in "TBMM Birinci Dönem ve Sonrasında Asker-Siyaset ilişkisi" (s. 95-
107),
7. Yazar Ahmet Demire]'in "Birinci ve Đkinci Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grupları" (s. 109-
31),
(Bundan sonraki beş yazarın beşi de Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ndendir)
8. Aykut Kansu'nun "Kemalist 'Yeni Düzen' Projesine Direniş" (s. 135-61),
9. Uygur Kocabaşoğlu'nun "Birinci TBMM'nden 'Sol' Portreler" (s. 165-87),
10. Mustafa Türkeş'ın "Birinci Meclis Döneminde Dış Politika" (s. 189-201),
11. Yıldırım Yavuz'un "Birinci TBMM Binası" (s. 205-15),
12. Ayşen Savaş'ın "Mnemosme: Kurtuluş Savaşını Hatırlamanın Sanatı" (s. 217-25),
Bu makalelerin birçoğu, konunun uzmanları açısından yeni bilgiler içeren özgün nitelik taşımıyor; ama
bazıları da, var olan bilgilerimize gerçek katkılar getiriyor. Kaldı ki, benim ilk grupta saydıklarım bile,
dönemi öğrenmek isteyen genç okuyucular için yararlı özetler sunuyorlar. Hele, o okuyucular,
burada karşılaştıkları verileri, eleştirel bir gözle yorumlarlarsa, 1920-25 yıllarının sağlıklı bir
değerlendirmesine ulaşabileceklerdir. Örneğin, Müslüman mebusların yanı sıra gayrimüslimlerin de bu-
lunduğu Osmanlı Meclis-i Meb'usanları düşünüldükte, BMM'ni toplantıya çağıran 21 Nisan 1920 tarihli
metnin Đsiamî karakteri son derece çarpıcıdır. Nitekim, Prof. Dr. Seçil Karal Akgün'ün (s, 57'de) bir
dipnotunda alıntıladığı Kâzım Karabekir Paşa, Đstiklâl Harbimiz kitabında "Tarihimizde bu kadar koyu bir
taassupla, merasim-i diniye ile hiçbir meclis açılmamıştır" diyor. Gerçekten "Bimenni-hilkerim" diye
başlayan metinde, meclisin açılış günü cumaya denk getirilmekle, bu günün kutsallığından
yararlanmanın amaçlandığı; bütün milletvekillerinin Hacıbayram Veli Camiinde Cuma namazı kılarak
Kuran'in nurlarından faydalanacakları; namazdan sonra Peygamberin sakal tellerini ve
285
Mete Tuncay
sancak-ı şerifi askerî bir törenle taşıyarak meclis binasına gidileceği ve girmeden önce dualar
okunarak kurbanlar kesileceği; valinin örgütlemesiyle, sürekli olarak Kuran ve hadisler (Buharî-i Şerif)
tilâvet edileceği; "halife ve padişahımızın, din ve devletimizin, vatan ve milletimizin halâsı, selâmeti ve
istiklâli için dualar" edileceği yazılıdır. O zaman, ülkede dünyevî bir milliyetçilik bilinci var olmayınca,
dinî bir milliyetçiliğe başvurmanın zorunlu görüldüğünü anlıyoruz. Ama Millî Mücadelenin
başında dinin bu kadar vurgulanması, sonradan girilen laikleştirme sürecinin insanlara daha sivri
gelmesine yol açmıştır. Başka bir nokta, şimdiden geriye bakışta doğal saydığımız Millî Mücadelenin,
o zaman ülke aydınlarına bir "macera" gibi gelmesidir. Bunu da, Đstanbul'da toplanan (silme
Müslüman, milliyetçi ve Đttihatçı) son Osmanlı Meclis-i Mebusan üyelerinin ancak
yarısından azının Ankara'daki TBMM'ne katılmış olmasından çıkarsayabiliriz.
Burada yer alan bütün makaleleri değerlendirmem olanaksız. Ama özgün yanları olan yazılara
değinmeden geçmek istemiyorum, ilk meclis binasının mimarî özellikleri üzerinde duran ve bu yapıyı
şimdiki işleviyle museoloji açısından irdeleyen son iki yazıyı gerçekten ilginç buldum. Diğerleri
arasındaysa, Em. Hukuk Koramirali Fahri Çoker'ın asker-siyaset ilişkisi hakkındaki yazısı, en çok dikkate
değer olanı. Burada, Karabekir'in TBMM Arşivi'ndeki özlük dosyasından aletanları, Mareşal'in (Fevzi
Çakmak) Millî Savunma Bakanlığına gönderdiği 26 Ağustos 1926 tarihli "kişiye özel" tezkere, ordunun
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na katılan dört generali artık istemediğini ortaya koyuyor. Bu belge,
Meşrutiyetten Cumhuriyete askerlerin siyasete girmelerinin nasıl düşünüldüğü üstüne kapsamlı bir
analizin içinde verilmiş. Aykut Kansu'nun "Kemalist 'Yeni Düzen' Projesine Direniş (1920-23)" başlıklı
uzun yazısı, Birinci Dönem Meclisı'ni corporatist Ke-maîistierle liberal Đkinci Grup üyeleri arasında bir
çatışma alanı diye yorumlamaya çalışıyor. Ben de kendi payıma, bazı Kemalistlerin corporatism ile flört
ettiklerini teslim ediyorum; ama onların genel tutumunun herhangi bir doktrinle tutarlı olmayıp, daha
ziyade pragmatik bir seçmecilik gösterdiği kanısındayım.
286
Eleştirel Tarih Yazdan
Kitabın 150 sayfaya yakın tutan ikinci Bölümünde 13 yazardan Anılar derlenmiş. Bunların gayet iyi
seçilmiş olduklarını belirtmek gerekir:
1924'te Cumhuriyet'i kurmadan Önce, Ankara'da Anadolu 'da Yeni Gün'ü çıkaran gazeteci ve
milletvekili Yunus Nadi; idadî talebesiyken TBMM'nde zabıt kâtipliği yapan, sonradan Ora". Prof, Dr.
Hıfzı Veldet Velıdedeoğlu; Millî Mücadele Ankara'sını ziyaret eden Đngiliz kadın gazeteci Grace M.
Ellison; kocası Dr. Adnan Adıvar'la birlikte Millî Mücadeleye ilk katılanlardan, romancı ve Đngiliz
Edebiyatı profesörü Halide Edip; Atatürk'ün yaveri Salih Bey'in oğlu Cemil Bozok; Millî
Mücadeleyi destekleyen edebiyatçılardan Yakup Kadri Karaosmanoğlu; başarılı komutanlardan Asım
Gündüz Paşa; sonradan uzun süre TBMM başkanlığı yapan Kâzım Özalp Paşa; yine Millî
Mücadele komutanlarından, ama Mustafa Kemal ve Đsmet Paşalarla hep çekişen Ali Đhsan Sâbis Paşa;
Đcra Vekilleri Heyetinin son reisi, Hamidiye Kahramanı, ikinci dönemde muhalif ve Đzmir Suikast
girişiminden nahak yere hükümlü Rauf Orbay; ikinci dönemde, onun gibi Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası'nı kuracak komutanlardan Ali Fuat Cebesoy Paşa; Đsmet Đnönü ve babası Ahmet Ağaoğlu ilk
liberal düşünürlerden olan, ilerikı yılların DP bakanlarından Samet Ağaoğlu. Bu anıların ortak bir
Özelliği, günce niteliği taşımayıp sonradan yazılmış olmaları, öyle ki, aralarından en eskisi, Samet
Ağaoğlu'nun 1944'te yayımladığı Kuvayı Milliye Ruhu.
100 sayfa kadar tutan Üçüncü Bölümdeyse, gizli oturum tutanaklarından (derleyenin Sunuş'unda
dediği gibi üç değil) dört konuyla ilgili görüşmeler aktarılıyor, ilki Başkumandanlık yasa önerisiyle,
ikincisi komünistlikle, üçüncüsü veliahtın meclise gönderdiği mektupla, dördüncüsü de saltanatın
kaldırılıp yeni halifenin seçilmesiyle ilgili tartışmaları yansıtmakta. Ne yazık ki, bu zabıtlar yer yer çok
kötü tutulmuştur. Örneğin, M. Kemal Paşanın, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmelerinden sekiz
gün önce, onlar hakkındaki şu sözleriyle ne demek istediği anlaşılamamaktadır:
287
Mete Tuncay
"[Erzurum Belediye Reisi Zakir Bey?] (B)endenize suret-i mahremanede müracaat etmiş idi ve diyordu
ki... ahalinin tezahüratı karşısında mümkün değildir. Kendisi bilâhare hudut haricine çıkarılmak üzere
mahfuzen hudut haricine... Benim de mütalâamı soruyordu... Geldiği zannoiunan bir adamın memleket
dahilinde serbesl bırakılması... Erzurum'da tatbiki tasavvur olunan... muvafık buldum ve kendilerine
yazdım. Bu telgraf da ondan sonra geliyor."
Dr. Koçak'ın hazırladığı bu derleme kitap, biçim ve satış fiyatı yönlerinden talihsiz sayılmak gerekir.
Kuşe kâğıt yerine normal kâğıda basılsa, yanlamasına albüm gibi olmak yerine doğru dürüst kitap
şeklinde düzenlenseydi, daha iyi olurdu. Dilerim, bu basım tükenince, yeni basımları öyle yapılır. Çünkü
konuyla yeni ilgilenmeye başlayanlar için yetkin bir giriş eseri.
288

You might also like