Professional Documents
Culture Documents
00 YTL
Dinî Ýlimler ve Kültür Dergisi YIL: 21 SAYI: 82 EKİM - KASIM - ARALIK 2008
www.yeniumit.com.tr 106702 - 2008/4
2
G ünümüzde her şeyden daha çok, Allah’a karşı
vazifesini yerine getirme şuuruyla gerilmiş me-
suliyet nesillerine ve topluma rehber olabilecek
ideal insanlara ihtiyaç var. İnsanlığı, birkaç asırdan beri
içinde bocalayıp durduğu ilhad, cehalet, dalâlet ve anarşi
ve satırları arasında kıvrım kıvrım uzayıp giden yolların
sırrına erer.. eşyanın perde arkasına dair esrarı sezer gibi
olur.. derken, üç buudlu mekânın dar mahbesinden kurtu-
lur ve kendini sonsuzun enginliklerinde bulur.
Evet her mü’min, imanının derecesine göre her zaman
gayyalarından kurtararak, imana, irfana, istikamete ve hu- benliğinin derinliklerinde köpürüp duran düşünceleri sa-
zura ulaştıracak ideal rehberlere. Hemen her bunalım dö- yesinde, sınırlılığı içinde sınırsızlaşır, zaman ve mekânla
neminde, dinî, fikrî, içtimaî, iktisâdî ve ahlâkî buhranlarla mukayyetken, kayıtsızlığın üveyki hâline gelir, mekân üstü
kıvranan yığınlara ışık tutmuş, insan, kâinat ve topyekün varlıkların safına ulaşır ve meleklerden nağmeler dinler.
varlığı, hatta varlığın perde arkasını yeniden yorumlamış, Başlangıçta bir damla sudan, karmakarışık gibi görünen bir
duygu ve düşüncelerimizdeki tıkanıklıkları açmış bu cins bulamaçtan yaratılan bu küçük görünümlü büyük yaratık,
dimağlar sayesinde, şimdiye kadar insanoğlu elli defa kefe- ruhundaki ilâhî nefhanın inkişâfına zemin hazırlanabildiği
ni gömlek yapmış.. elli defa eşya ve hâdiseleri yeni baştan ölçüde inbisat eder, yere-göğe sığmayan, önü-sonu olma-
yorumlamış.. sığ mantıklar nazarında renk atmış, matlaş- yan ve iki kutup arasındaki kemmiyete denk keyfiyetlere
mış ve abes rengini almış varlık kitabını yeniden bütün ulaşan aşkın bir varlık hâline gelir. Bizim aramızda dolaşır,
derinlikleriyle hem de duyarak, hissederek bir mûsıkî gibi bizimle oturur kalkar; ayakları, ayaklarımızı bastığımız yer-
seslendirmiş.. bir meşher gibi temâşâ edebilmiş.. bütün eş- de, başı da başımızı koyduğumuz secdegâhtadır ama o, ba-
yayı fasıl fasıl, paragraf paragraf tahlile tâbi tutup kâinatın şıyla ayaklarını aynı noktada bir araya getirdiği ve bir halka
ruhundaki gizli hakikatleri ortaya çıkarmıştır. hâline geldiği secdeyi kurbet yolunda bir rampa gibi kul-
Bu kutluların mazhar oldukları en önemli hususiyetleri, lanır ve bir hamlede Allah’a en yakın olma ufkuna ulaşır..
imanları ve bu imanlarını başkalarına duyurma gayretleridir. rûhânîlerle aynı semâlarda kanat çırpar ve dünyevîliği için-
Bu iman ve gayretleri sayesinde onlar, her şeyi aşıp Allah’a ve de uhrevîler gibi yaşar. Böyle bir gönül, insanî duyguları-
gerçek huzura ulaşabileceklerine, dünyayı Cennetlere çevirip nın gelişmesi, genişlemesi nispetinde her zaman ferdiyetini
ötelerde de otağlarını Firdevslere kurabileceklerine inanır ve aşar, âdeta küllîleşir ve bütün inananları kucaklar.. herkese
âkıbetlerinin zevkiyle hayatı da, hizmeti de âdeta Cennet ya- el uzatır.. ve topyekün varlığı en içten duygularla selâmlar.
maçlarında seyahat ediyor gibi duyarlar. Karşılaştığı her şeyde ve herkeste ilâhî tecellîlerden renkler
Aslında, imanın derecesi ne olursa olsun, hiçbir sis- görür, desenler temâşâ eder ve sesler dinler.. her zaman
tem, hiçbir doktrin, hiçbir felsefe onun insanoğlu üzerinde değişik bir frekansta göklerin “hay-hu”yu ile murakabeye
olumlu müessiriyetine denk bir tesir ortaya koyamamıştır. dalar; meleklerin kanat seslerini duyar gibi olur.. yıldırım-
İman, kendi çerçevesiyle bir insanın gönlüne girince, o ların ürperten tarrakalarından, kuşların inşirah veren nağ-
kimsenin kâinat, eşya ve Allah hakkındaki düşünceleri bir- melerine, denizlerin mehâbetli dalgalarından, ırmakların
denbire değişir, derinleşir ve bütün mevcudâtı bir kitabın sonsuzluk duyguları uyaran çağıltılarına, tenha ormanla-
sayfaları gibi çevirip değerlendirebilecek bir genişliğe ula- rın büyülü iniltilerinden, göklere başkaldırmış gibi duran
şır. O güne kadar şöyle-böyle çevresinde görüp fakat alâka şâhikaların heybetli edâlarına, yemyeşil tepeleri her zaman
duymadığı, hatta cansız ve mânâsız bulduğu bütün eşya okşayıp geçen sihirli meltemlerden, bağlardan, bahçeler-
birden canlanır, birer dost, birer arkadaş şekline bürünür den taşıp her tarafa yayılan baygın râyihalara kadar çok
ve şefkatle onu kucaklarlar. Bu sımsıcak atmosferde insan geniş bir güzellikler atlasını görür, duyar, dinler ve “meğer
kendini, kendi kıymeti ölçüsünde duymaya başlar.. varlığın hayat buymuş” der, bütün eşya ile, eşyanın ruha benzeyen
şuurlu biricik parçası olduğunu idrak eder.. kâinatın sahife mânâsıyla o da gürler; soluklarını, dualarla, tesbihlerle ger-
3
çek değerlerine ulaştırmaya çalışır. Her zaman başı yerde, zaman, bir taraftan imtihan geçiriyor olma endişesiyle tir
gözü bir nigâh-ı âşina beklentisiyle hep kendisine açılacağı tir titrer; diğer taraftan da şükran hisleriyle iki büklüm olur
ümidini taşıdığı kapının aralığında; ümitle gözlerini açar- ve sevinç gözyaşlarıyla boşalırlar. Kaybettikleri zaman sab-
kapar.. iştiyakla kapının arkasını kollar.. gaybetin ve gurbetin retmesini bilir, azimle gerilir ve bilenmiş bir irade ile “yeni
savulup gideceğini, huzurun ve kurbetin bir sekîne gibi gelip baştan” der, yola koyulurlar. Ne nimetler karşısında küs-
ruhunu saracağı eşref saatleri bekler.. ruhundaki vuslat arzu- tahlaşır ve nankörlük ederler ne de mahrumiyetlere dûçâr
suna cevaplar bulmaya çalışır.. bazen hep uçarak, bazen de olduklarında ye’se düşerler.
yerlerde sekerek, herkesle ve her şeyle içli dışlı O’na doğru İnsanlarla muamelelerinde peygamberâne bir kalb ta-
koşar durur. Her konakta yeni bir vuslat gölgesiyle “şeb-i şır; herkesi sever, her şeyi kucaklar; başkalarının kusurları-
arûs” yaşar.. her dönemeçte ayrı bir hasret ateşini söndürür nı görmezlikten geldikleri aynı anda, kendilerini en küçük
ve aynı anda yeni bir kıvılcımla tutuşur, yanmaya başlar.. kim hataları karşısında bile sorgulayabilirler; çevrelerindekile-
bilir, kendini günde kaç defa “üns” esintileriyle kuşatılmış rin yanlışlarını sadece normal hallerde değil, öfkelendikleri
bulur ve kaç defa bu vâridâtı duymayanların yalnızlıkları ve zamanlarda bile bağışlar ve en huysuz ruhlarla dahi geçin-
acıklı hâlleri karşısında burkulur. mesini bilirler. Aslında İslâm da, kendi müntesiplerine, el-
Evet, bu ölçüde enginleşmiş ufuklu bir ruh, her zaman den geldiğince affetmeyi, kine, nefrete yenik düşmemeyi ve
kendini yepyeni âlemlere açılma rampalarında, olabildiğine öç alma duygusuna kapılmamayı salıklar ki, zaten sürekli
gerilimli ve insanî normları aşkın bir azim ve kararlılık içinde Allah’a doğru yürüyor olma şuurunda bulunanların başka
duyar.. sahip olduğu iman ve o imanın arkasındaki kuvvet türlü olmaları da her halde düşünülemez.. başka türlü dav-
sayesinde daha ne mazhariyetlere ereceğini ve ne başarılara ranmaları, düşünmeleri bir yana, onlar oturur kalkar hep
imza atacağını düşünür.. ufku açık, önü açık, iradesi hür ve başkaları için hayır yolları araştırır, hayır dileklerinde bu-
gönlü huzur içinde, yorgunluğunu hissetmeden koşar durur. lunur, ruhlarındaki sevgiyi hep canlı tutmaya çalışır, gayza,
Uğradığı her konakta, kendisine ve çevresine alâkası daha bir nefrete karşı da bitmeyen bir savaş sürdürürler. Hata ve
artar ve derinleşir. Tam farkına varır veya varamaz ama ru- günahlarını pişmanlık hararetiyle yakar kül eder ve günde
hunu dinlediğinde, sürekli kendini, bitmeyen, tükenmeyen birkaç defa, mâhiyetlerindeki kötülük duygularıyla yaka-
bir huzur sath-ı mâilinde görür; başkaları için söz konusu paça olurlar. Gönüllerinden işe başlayarak, her bucakta iyi-
olan onca gurbet ve yalnızlık sâikine rağmen o, kat’iyen yol lik, güzellik fidelerinin boy atıp gelişmesine ortam hazırlar
yalnızlığı ve gurbet yaşamaz; yaşamaz, çünkü nereden gel- ve Râbiatü’l-Adeviyye felsefesiyle, zehir olsa da, herkesi ve
diğini, niçin geldiğini, nereye sevk edildiğini bilir ve dün- her şeyi şeker-şerbet gibi kabul eder; üzerlerine kinle, nef-
yadaki bütün toplanmaların, dağılmaların farkında, gayesi retle gelenleri bile tebessümlerle ağırlar ve en mütecaviz
ve hedefi belli bir kulvarda koştuğunun da şuurundadır; ne orduları sevginin yenilmeyen silahıyla püskürtürler.
yol meşakkatini duyar ne de başkalarının yaşadığı korkuları, Allah onları sever, onlar da Allah’ı.. hemen her zaman
endişeleri ve ızdırapları yaşar. Allah’a güvenir, ümitle şahla- sevmenin heyecanıyla coşar, sevilme duygusuyla da mest ü
nır ve mutlu yarınların masmavi hülyalarıyla zirveye ulaşma mahmur yaşarlar. Tevazu kanatları sürekli yerde ve gül bitir-
neşvesini yudumlar durur. me neşvesiyle toprak olmaya teşne bulunurlar. Başkalarına
Evet, bu engin iman kahramanları, imanlarının derin-
saygılı oldukları kadar onurlarına da düşkündürler; müsa-
likleri ölçüsünde, bir yandan âlemin düşe-kalka yürüdüğü
maha, şefkat, mülâyemet ve inceliklerinin bir zaaf şeklinde
yollarda, Cennet yamaçlarında tenezzühe çıkmışçasına hu-
yorumlanmasına asla müsaade etmezler. Gerekirse, bir an
zur soluklayarak yol alırlar, diğer yandan da Hak’la irtibat-
bile tereddüt etmeden hayatlarını istihkar ederek ahirete yü-
ları sayesinde, bütün kâinatlara meydan okuyabilir, her şe-
rümesini de bilirler. İnançlarını yaşarken, kimsenin tenkit ve
yin üstesinden gelebilir; kıyametler kopsa bile endişeye ka-
takdirlerine kulak asmazlar; asmaz, sadece ve sadece kendi
pılmaz ve karşılarına Cehennemler çıksa da korkup geriye
düşünce atlaslarının rengini soldurmamaya dikkat ederler;
durmazlar. Başlarını her zaman dimdik tutar ve Allah’tan
ederler, zira onlar iyi mü’minler olmaya azmetmişlerdir.
başkası karşısında kat’iyen eğilmezler. Kimseden çekinmez,
kimseden bir şey beklemez ve hiç kimsenin minneti altına *Bu yazı, Sızıntı dergisinin Mayıs 1999 tarihli 244. sayısından
girmezler. Kazandıkları ve başarıdan başarıya koştukları alınmıştır.
4
YENi ÜMiT
Prof. Dr. Suat YILDIRIM *
Ekim / Kasım / Aralık - 2008 / 82
5
Müslüman, Kur’ân’ın mahiyeti, neliği konusundaki an- dan ibaret kalır; biteviye, donuk, bayat hale gelir. Oysa
layışını tazeleme ihtiyacındadır. Yani Kur’ân’la iletişimini Kur’ân tükenmek bilmez lütuflarla doludur. Peygamber
َّ َو اَل َي ْخل َُق َعلَى َك ْث َر ِة
Efendimiz'in buyurduğu gibi “ الر ِّد َول
ayarlamak için nasıl bir tutum izleyeceğini belirlemesi ge-
rekmektedir. Allah, Kur’ân’ında insanlara tecellî etmektedir,
fakat onların çoğu bunun farkında değildirler. İnsan, tüken- َت ْن َق ِضي َع َجا ِئ ُب ُه- Tekrar tekrar okunması, onu aşındırmaz.
mek bilmeyen bu lütuf ve enerji kablosundan beslenmelidir. Onun bedi (orijinal) mânâları tükenmez.” (Tirmizî, Sevâbü’l-
Kur’ân 14) Fakat bu lütfu sağmak için, ihtiyacını bilerek
Kur’ân, yeri Arş’a bağlayan bu ehemmiyetinden dolayı, iba-
det için Rabbimizin huzurunda bulunurken, manevî seyirde edeple ona yaklaşmak gerekir.
O’na doğru ilerlerken, bize verilen başlıca vasıta olmuştur. İşte Hz. Ali (r.a.), Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve
O, bir asansör gibi bizi Allah’ın huzuruna çıkarır, sözün sellem), kendilerine bıraktığı en kıymetli mirasın “َما َأ ْعل َُم ُه
bittiği yerde dilimizin bağını çözer. Bu lâhutî kelamı tilavet
ederek Rabbimizle iletişim kurarız. ِالل َر ُج اًل ِفي ا ْل ُق ْرآن
ُ ّٰ ِإ اَّل َف ْه ًما ُي ْع ِطي ِه ه- bireysel Kur’ân anlayışı”
(Buharî, Cihad 171; Tirmizî, Diyât 16; Dârimî, Diyât 5) olduğu-
İbadetimizde ondan feyiz aldığımız gibi, Rabbimizin nu söylerken, bu yaklaşımı kastetmişti. Hatırlatmakta ya-
onda tecelli eden yönlendirmelerini almak için fikir haya- rar var ki, bu diyalog, kişinin kendisinin veya çevresinin,
tımızda da ona yönelmeliyiz. Fakat insan pasif bir konum- önceden peşin olarak belirlediği bir cevabı almak için ya-
da, robot gibi kalırsa bu beslenmeyi yapamaz. Öte yandan pılmamalıdır. İnsan asla kendisinin veya diğer insanların
Kur’ân, realiteden uzak kalmamızı istemez; bilakis gerçek Allah’tan daha iyi bildiği zımnî iddiasını taşımamalıdır. O,
hayatın içinde yaşamaya, onunla alışveriş içinde olmaya Allah’ın kurduğu bu muazzam kâinat sisteminin milyon-
hatta ona katkıda bulunmaya çağırır. İşte insan çağının bir larca unsurundan sadece biri iken, O’nun sınırlı, fâni bir
tanığı olarak Kur’ân’a yönelirken tarihî tecrübesini, ken- yaratığı iken, nasıl olur da Allah’tan daha isabetli, daha ye-
di ihtiyaçlarını, sorunlarını Kur’ân’a arz edip bu konular- rinde hüküm vereceğini düşünebilir?
da onu konuşturmaya çalışmalıdır. Daha doğrusu hâlini Bu makalemizde önerdiğimiz yaklaşım tarzı, daha ön-
Kur’ân-ı Kerim’e arz ederek, edep ve nezaketle “Lütfen ceki Kur’ân anlayışlarını mahkum etmez, onların değersiz
elimden tutar mısın?” tavrıyla ona yaklaşmalıdır. Onun olduğu iddiasını taşımaz. Kur’ân değişmeksizin her asra,
nadide eşya ve mallarla dolu piyasasında ihtiyaç duydu- her seviyeye farklı ışınlar gönderir. Kristal bir avizenin ışık
ğu şeyleri bulur bulmaz dört elle sarılıp hırz-ı can ederek kaynağı ampul değişmediği halde, onun çevresinde farklı
kendine mal etmeye çalışmalıdır. Ne var ki Kur’ân’la diya- yerlerde oturanların farklı ışınlar ve renkler aldıkları gibi,
logunun tamamlanması için, kendisinin de ona cevap ver- bizler de bulunduğumuz konumlara göre Kur’ân’a yöneli-
mesi gerekir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve şimizden başka başka ışınlar ve renkler alabiliriz. Demek ki
sellem) bir gün Ashabdan namaz kılan bir cemaatin yan- klasik anlayışları dışlamak, “Kur’ân iyi anlaşılmamıştı, asıl
larına geldiğinde onların yüksek sesle Kur’ân okuduklarını bizim bu anlayışımız tutarlıdır.” demek, haddini aşmaktır.
görünce şöyle buyurdu: “Namaz kılan, Yüce Rabbi ile mü- Oysa şartlarına uyan yeni anlayışımız, bu asırlık çınarın göv-
nacat durumundadır. Dolayısıyla O’na nasıl münacatta bu- desine eklenen yeni bir halka olmaktadır. Gittikçe eklenen
lunduğunu düşünmelidir. Birbirinize karşı Kur’ân'ı yüksek bu halkalarla, gövde daha da genişlemekte, ağaç daha fazla
sesle okumayınız.” (Müsned, 2/36, 67; Muvatta, Nida 329) De- güçlenmektedir. Bu bilinçle hareket edilmezse, yapılan iş,
mek ki Kur’ân-ı Kerim okuyan, insan olarak ulaşılabilecek içi doldurulamayan bir “Kur’ân İslâm’ı” iddiasından öteye
en yüksek makama, yani Rab Teala ile özel sohbet maka- geçemez. Unutmamak gerekir ki Kur’ân’ın “muhkemat” de-
mına çıkmaktadır. Mesela bu sohbet esnasında Kur’ân’ın: nilen değişmez, kesin gerçeklerinin yanında farklı anlayışlara
imkân veren esnek hükümlerinin ve “müteşabih”lerinin bu-
“Nasıl, ihtiyacını bulabildin mi?”, “Aldıklarından istifade
lunduğu da bir gerçektir ve bu, aynı zamanda onun, Allah
ediyor musun?”, “Görevlerini yapıyor musun, en kapsamlı
Teâlâ’nın sözü olmasının bir delili sayılmalıdır.
şekliyle ibadeti gerçekleştiriyor musun?”, “Dürüst, erdemli
hayat sürdürüyor musun? “Çevrenle ilişkilerin nasıl?” gibi İşin sonu nereye varır? Bunu bilmek benim görevim
sorularına cevap vermemiz gerekir. Böylece sadece Kur’ân’ı değildir. Bana düşen, yapabileceğimi yapmaktır. Her şey-
konuşturma şeklinde tek yönlü bir yol değil, gidiş-geliş çift den önce, benim bir şey olmam, bir varlık göstermem ge-
yönlü yol olarak işleyen bir diyalog sürdürmelidir. İnsan rekir. Zira netice beklemek için, ortaya bir sebep, bir vesile
bu bilinçle Kur’ân’ı konuşturmayı bilmezse, sathî bakış- koymak icab eder.
la onun bütün mânâlarını anladığını, onda bilmediği bir Hülasa, günlük emir alma şuuru içinde, her gün
yer kalmadığını, onu tükettiğini sanır. Tefsir tekrarlar- Kur’ân’dan bir parça okumalı. Başlamak için Eûzü çeker-
6
ken, “Ya Rabbi, beni Sen’den uzaklaştıran her türlü etkiden Kur’ân’ı, adeta Hz. Peygamber aleyhisse-
kurtar, Sana sığınıyorum!” anlamı mutlaka hatırlanmalıdır.
(Şeytan: Allah’ın rahmetinden kendisi uzak düştüğü gibi, lamdan dinliyorcasına okumalı, hatta Sözü
insanları da O’ndan uzaklaştırmak için türlü tuzaklar ku- asıl Sahibi Hz. Allah’tan işitiyorcasına din-
ran, mânâsına gelir). Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi leyip, esas muhatabın yalnız kendisi oldu-
ve selem) az önce naklettiğimiz hadisinde buyurduğu gibi
Kur’ân okuyan kişi, Rabbi ile münacat ettiğini, özel ran- ğu, yeryüzünde başka dinleyen kalmasa
devu ile O’nunla baş başa kaldığını, böylece çok müstes- dahi bu beyanın kendisine Rabbinden ge-
na bir konumda olduğunu bilmelidir. Kur’ân’ı, adeta Hz.
Peygamber aleyhisselamdan dinliyorcasına okumalı, hatta len mektup olduğu şuuruyla okumalıdır.
Sözü asıl Sahibi Hz. Allah’tan işitiyorcasına dinleyip, esas “Sen’in beyanından Sen’i anlamamı nasib
muhatabın yalnız kendisi olduğu, yeryüzünde başka dinle-
et!” diye O’na yönelmelidir.
yen kalmasa dahi bu beyanın kendisine Rabbinden gelen
mektup olduğu şuuruyla okumalıdır. “Sen’in beyanından “Şehir halkı da misafirlerin geldiğini duyup eğlen-
Sen’i anlamamı nasib et!” diye O’na yönelmelidir. mek için gelmişlerdi. “Bunlar benim misafirlerim!” dedi,
Mesela bugün Hicr sûresini okudum. İkinci sayfasın- “Ne olur beni mahcûp etmeyin. Allah’tan korkun da beni
da 22. ayette: “الس َما ِء َم ًاء َ َ َو َأ ْر َس ْل َنا ال ِّر َي
َّ اح ل ََوا ِق َح َفأ ْن َز ْل َنا ِم َن rüsvay etmeyin!” Onlarsa: “Biz seni elalemin işine karış-
ين ُ َف َأ ْس َق ْي َناكُ ُم- Aşılayıcı olarak rüzgarlar
َ وه َو َما َأ ْن ُت ْم ل َُه ب َِخا ِز ِن maktan menetmemiş miydik (şunu bunu korumak sana
gönderdik. Derken gökten yağmur indirip onunla sizi sula- mı kalmış!)” dediler. Lût: “Eğer evlenmek isterseniz, işte
dık. Hâlbuki o suyu mahzenlerde depolayan siz değilsiniz.” kızlarım, onlarla evlenebilirsiniz.” dedi. (Resulüm!) “Ha-
buyuruluyor. Bu ayetten, bitkilerde erkek ve dişi unsurlar yatın hakkı için onlar, kendilerini öylesine kaybetmişlerdi
arasında döllenmede, keza yağmur bulutlarının oluşmasında ki sarhoşlukları içinde sürünüp gitmekte idiler.” Güneş do-
rüzgarların rol oynadığını, inen yağmurun yerde kaybolmayıp ğarken o korkunç ses bastırıverdi onları! Bir anda şehirleri-
depolanarak kaynak su halinde içme suyu olarak arıtılıp hazır- nin altını üstüne getirdik. Pişirilmiş çamurdan yapılmış taş
landığını, çağdaş bilgilerle donanmış olarak anlayabiliyoruz. yağmuruna tuttuk onları! Elbette bunda işaretten anlayan-
İnsanı ümitsizliğe sevk eden birçok sebebin baskısı- lar için alınacak nice ibretler vardır. Hem o şehir harabesi
na karşı sûrenin dördüncü sayfasında: “َقالَ َو َم ْن َي ْق َن ُط ِم ْن
*
uğrak bir yol üzerindedir. Elbette bunda, iman edecekler
َ الضا ُّل
ون َّ ال َّ َر ْح َم ِة َر ِّب ِه ِإ ال َتكُ ْن ِم َن
َ َقالُوا َب َّش ْر َناكَ بِال َْح ِّق َف için çok ibretler vardır.” (Hicr sûresi, 15/67-77)
ينَ ط ِ ِ
ن ا ق
َ ل
ْ ا - Sakın ümit kesenlerden olma! Rabbinin rahme- Bütün bunlar çağımızda yaşayan insanın, haber bülteni
tinden, hak yoldan sapanlardan başka kim ümit keser ki?” dinlercesine taze bir ilgi ile izleyeceği havadislere dönüşebilir.
*
(ayet: 55-56) diye, beni ferahlatan bir müjde buldum. Bi-
raz sonra 71-73. ayetlerde eşcinsellik hastalığına tutulmuş َ آن ِع ِض
“ين َ َك َما َأ ْن َز ْل َنا َعلَى ال ُْم ْق َت ِسمِ ينَ ال َِّذ
َ ين َج َعلُوا ا ْل ُق ْر
Lut halkı, bundan alınacak ibretler, bütün dünyayı tehdit - Kur’ân’ı parça parça edip bütünlüğünü bozanlar” (ayet:
eden AIDS hastalığı ve diğer ilgili maddî ve manevî hasta- 90-91), bir kısmına inanıp diğer kısmına inanmaktan geri
lıklar, Hz. Lut’un (aleyhisselam) hanımının bile kendisine duranlar…(Bu konu öylesine çağdaştır ki memleketimiz-
inanmayıp kafirler arasında kalmasının düşündürdükleri… de 1949’da ve 1999’da “Mekke dönemi ayetlerini biz de
harabeye dönen şehir kalıntıları, Sodom, Gomore, Pompei kabul ederiz” diyen iki başbakan, ilk anda hatırımıza ge-
gibi şehirleri hatırlatmalar (ayet: 76) gelir: len misallerdendir) gibi güncel sayılacak birçok husus bu
*
kısa sûrede geçmektedir. İlk anda hatırımıza gelen bu tür
َ ال ِء َض ْي ِفي َف
ال َ َقالَ ِإ َّن َه ُؤ َ اء َأ ْه ُل ال َْم ِدي َن ِة َي ْس َت ْب ِش ُر
ون َ َو َج
* *
misaller ve bulunabilecek daha başka misaller insanı, bu
َقالُوا َأ َول َْم َن ْن َه َك َع ِن ِال ُت ْخ ُزون
َ هلل َو َ َوا َّت ُقوا ا َِت ْف َض ُحون beş sayfalık kısa bölümde canlı bir iletişim içine çekmekte,
*
mânâlarının tükenmediğini, her okumada onun birçok yeni
ٍ ار ًة ِم ْن ِس ِّج
يل َ َف َج َع ْل َنا َعالِ َي َها َسا ِفل ََها َو َأ ْمطَ ْر َنا َعل َْيه ِْم ِح َج
* *
anlamlar, yeni işaretler ilham ettiğini ortaya koymaktadır.
ِإ َّن ٍ ِيل ُم ِق
يم ٍ َو ِإ َّن َها لَب َِسب َ ِات لِل ُْم َت َو ِّسم
ين ٍ ِإ َّن ِفي َذلِ َك آَل َي
* Marmara Üniv. İlâhîyat Fak. Öğrt. Üyesi
َ ِفي َذ ِل َك آَل َي ًة ِلل ُْم ْؤ ِم ِن
ين syildirim@yeniumit.com.tr
7
YENi ÜMiT
Mevlânâ’ya Göre
Kur’ân-ı Kerîm, mesut bir top-
lumu, kadınıyla erkeğiyle ele alırken
konuyu şöyle resmeder: “Müslüman
erkekler, Müslüman kadınlar; mü'min
erkekler, mü'min kadınlar; taate de-
Evlilik
vam eden erkekler, taate devam eden
kadınlar; doğru (sözlü) erkekler, doğ-
ru (sözlü) kadınlar; sabreden erkekler,
A
bunlar için hem bir mağfiret hem de
ile, cemiyetin en önemli rük- Allah’la münasebeti yoksa onlar-
büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ah-
nüdür. Ailenin sağlamlığı mil- dan meydana gelecek çocukların
zab Sûresi, 33/35)
let ve insanlığın da sağlamlığı da şuurlu, hisli, dengeli, düzenli
demektir. Bu konudaki bir ihmal bütün olmaları ve mesuliyet duygusu Âyet-i kerîmede üç temel unsura
millet adına bir ihmal sayılır. Keyifler, taşımaları da zor olacaktır. dikkat çekilmektedir: Sağlam inanç,
ihtiraslar, kıskançlıklar ve gelip geçici engin ibadet ve güzel ahlâk… Öyle
Temelinde yümün ve bereket ise hem ferdin, hem ailenin, hem de
hevesler üzerine bina edilen hedefsiz olan bir ailede; yani sorumlu-
bir yuva istikbal vaat etmeyeceği gibi, toplumun huzur ve kurtuluşu ancak
luklarını yerine getiren kadın ve bu unsurlara riayetle olabilir. Dünya
millet bünyesinde de potansiyel bir hu- erkeğin beraberliği ile kurulan
zursuzluk odağı olarak duracaktır. Zira çapında ailenin sarsıntılar geçiriyor ol-
ve kuruluş aşamasında dikkat ması, bu prensiplere riayetteki ihmalin
o kurulurken, yümün ve bereket geti- edilmesi gereken prensiplere ri-
receği hesap ve plânıyla kurulmamış- bir neticesidir.
ayet edilen bir yuvada, her şey
tır. Bu plânın vazgeçilmez temel taşı yerli yerine oturacak ve bu yuva Tarih boyunca birçok âlim, eğitim-
nikâhtır. Nikâha giden yolda nefsânîlik cennet köşelerinden bir köşe ci, filozof ve idareci ailenin önemi üze-
ve heveslerin bir yana bırakılarak man- olacaktır. rinde durmuş ve imkânları ölçüsünde
tığın, fikrin ve kalbin hâkim olması bu konuda yazılar yazmış, projeler
8
üretmiş, emirnâmeler çıkartmıştır. Çağları aşan düşünce ve Evlilik beraberinde bir dizi mükellefiyet getirmektedir.
yaklaşımlarıyla Mevlânâ da, işaret ettiğimiz temel prensip- Dolayısıyla hakkıyla bir evlilik herkes için mümkün olma-
ler muvacehesinde, aile ve evlilik konusunda açıklamalarda yabilir. Kul hakkı, helâl kazanç, çocuk terbiyesi ve benzeri
bulunan bir mürşid ve rehberdir. ailevî mükellefiyetleri gereğine uygun yerine getiremeye-
Makalemizin başında, neden Mevlânâ’ya göre aile ko- ceğini düşünen bazı kişilerin evlilik konusunda rahat dav-
nusunu seçtiğimizi kısaca izah etmek istiyoruz: Mevlânâ, ranmadıkları bilinmektedir. Efendimiz (sallallahu aleyhi
devrinin medreselerinde müderris olarak ders vermesine ve sellem) de bu mükellefiyetlere gücü yetmeyenlere oruç
rağmen hep halk arasında, halkla beraber, bir halk adamı tutma gibi bazı tedbirlere müracaat etmelerini tavsiye et-
olarak yaşamıştır. Bu durum, onun hem sahih İslâm kültür miştir. (Buhârî, Nikâh 2) Az yeme, engin bir ibadet hayatı,
ve yorumunu, hem de halkın örf ve âdetlerini eserlerine boş vakitleri dolduracak meşru meşguliyetler de buna ek-
aktarmasını sağlamıştır. Mevlânâ bu arada aile konusuna lenebilir.
da eserlerinde değişik yönlerden temas etmiştir. İslâm kültürü ve insanlığın ortak değerleriyle beslenen
Bu konuyu seçmemizde ikinci muharrik sebep şudur: Mevlânâ konuyla ilgili şöyle demektedir: “Peygamber’in
Bilindiği gibi Batı’da Mevlânâ’nın eserleri zaman zaman (sallallahu aleyhi ve sellem) yolu, kıskançlığı törpüleme
çok satan eserler listesine girmektedir. Bu arada ailenin (def ’ etme) zahmetini içerdiği, kadının yeme, giyme vb.
en çok sıkıntı yaşadığı yerler de Batı ülkeleridir. Elbette isteklerine ve rencide edici söz ve davranışlarına katlanma
milletler arasında kültür farklılığı vardır; ancak evrensel zorluğunu taşıdığı için meşakkatli yoldur. Ama ancak bu
prensiplerde insanlık birleşmektedir. Öyle ise, bu eserlerde yolla Muhammedî alamet ortaya çıkar.” (Mevlânâ, Fihi Mâfih
s. 82) Evet, evlilik Efendimiz’in yoludur; ancak sorumlu-
bulunan aile ile ilgili evrensel bazı prensiplere dikkat çek-
mek önemlidir; zira ilgi ile okunan bu eserlerde aile prob- luk kadar fedakârlık da gerektirmektedir. Meselâ kişi kızı-
lemlerine dair çözüm önerileri de bulunmaktadır. Aşağıda nı kıskanır, ama onu bir erkekle evlendirir ve onun eşinin
Mevlânâ’nın aile ve evlilik konusundaki bazı görüşlerini bazı nahoş söz ve davranışlarına katlanır. Diğer taraftan
yorumlayarak sizlerle paylaşmak istiyoruz. özellikle erkeğin geçim masraflarını karşılaması noktasında
zorluklara göğüs germesi kaçınılmazdır.
İnsanlığın Ortak Âdeti: Evlilik
Yüce Allah çift olarak yaratmış olduğu insanlara ‘biri Ama her şeye rağmen ya evlenmeli ya da engin bir iba-
diğerinin eşi’ anlamında ‘zevc’ adını vererek onları evliliğe det ve zühd hayatı yaşamalı; üçüncü bir yol tercih etmek
teşvik etmiştir. Nitekim O, şöyle buyuruyor: “İçinizden şehvete mağlubiyeti beraberinde getirecektir ki, o da şey-
evli olmayanları, köle ve cariyelerinizden evlenmeye müsa- tanın ağına düşmek demektir. Mevlânâ şehvet konusunu
it olanları evlendirin! Eğer fakir iseler, Allah lütfü ile onla- uzun uzun anlattıktan sonra sözünü şöyle bağlar: “Evlilik,
rın ihtiyaçlarını giderir. Çünkü Allah’ın lütfü geniştir. Her (şeytanın ağına düşmemek için) ‘lâ havle’ çekmeye benzer;
şeyi hakkıyla bilir.” (Nur Sûresi, 24/32) Efendimiz (sallallahu mademki yeme-içmeye düşkünsün vakit geçirmeden ev-
aleyhi ve sellem) evliliği teşvik etmiş ve kendisi de evlen- len de şehvet seni belâya düşürmesin. Aksi takdirde bil ki
miştir. Zaten, Allah tarafından kadın ve erkeğin birbirleri- kedi gelir, yağlı kuyruğu kapar.” (Mesnevî, 5/1375–1377) Yani
ne sevdirilmesinden ve evlilikteki peşin ücretlerden ötürü şeytan günaha düşürmek için bekâr kimseyle çok uğraşır.
olmalı ki, insanlar ilk günden beri, zaruri birçok şeye gös- Hele bu insan yeme-içmeye de düşkünse şeytanın işi daha
terdikleri hassasiyetlerden daha fazlasını bu konuda gös- da kolay olacaktır. Öyle ise aşılması zor işler karşısında ‘lâ
termişler ve evliliği insanlığın ortak âdeti hâline getirmiş- havle…’ çekerek Rabbimize sığındığımız gibi, bu noktada
da evlenerek O’na sığınmalı ve şeytanın oyununu boşa çı-
lerdir. Konuyla ilgi sadece bir âyet ve bir hadîsi zikretmek
karmalıyız. Aksi takdirde kedinin fırsat kollayıp ev sahibi-
istiyoruz: “O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden
nin bir gafleti anında yağlı kuyruğu kapması gibi şeytan da
biri de: Kendilerine ısınmanız için, size içinizden eşler ya-
ilk fırsatta bizi istenmeyen yollara sürükleyebilir.
ratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir. El-
bette bunda, düşünen kimseler için ibretler vardır.” (Rûm Evliliğin Temel Prensiplerinden: Denklik
Sûresi, 30/21) “Bana dünyadan üç şey sevdirildi: Güzel Evlilik, sadece bir kadın ve erkeğin nikâhlanıp yuva
koku, kadınlar ve gözümün nûru olan namaz.” (Nesâî, kurması değildir; o aynı zamanda birçok kişiden oluşan
İşretü’n-Nisâ 1) iki ailenin akrabalık bağlarıyla birbirlerine bağlanmaları,
9
bazen birbirlerinden sorumlu olmaları, aynı tasa ve sevinci Aslanın eşi de bir aslan olmalı, kim görmüş aslanın bir
paylaşmaları, ortak veya sık sık çakışan bir hayat yaşamaları kurtla evlendiğini? Öyle ise, “Nikâhta iki çiftin birbirine
ve birbirleri yüzünden değer veya değersizlik kazanmaları eşit ve denk olması lâzım, yoksa iş bozulur, geçim olmaz.”
demektir. Öyle ise evlilikte sadece kadın ve erkeğin bu işe (Mesnevî, 4/196, 197)
karar vermeleri yeterli değildir. Ailelerin, özellikle de kız Evlenecek kişilerin karşı tarafta olmasını arzu ettiği
tarafının onayı alınmalıdır. Zira ortaya çıkacak yeni durum özellikler konusu da denklikle ilgidir. Bu konuda da bazen
onları da yakından ilgilendirmektedir. İşte evlilikten söz yanlışlıklar yapılmakta ve neticede pişmanlıklar yaşanmak-
eden İslâmî eserlerde dile getirilen denklik (küfüv) konusu tadır. Zenginlik, güzellik, kariyer, şöhret vb. hususlar ara-
bu meseleyi işlemektedir. nan şartlar arasında akla ilk gelenlerdir. Efendimiz (sallalla-
Denklik, evlenecek kız ve erkeğin din, ahlâk, karakter, hu aleyhi ve sellem) bu konuda da bize yol göstermekte ve
soy, fizik, yaş, servet ve meslek gibi konularda mümkün zamanın eskitemeyeceği şu prensipleri emretmektedir: “Bir
mertebe birbirine yakın değerler taşıması demektir. İslâm kadınla umumiyetle dört hasleti için evlenilir: Malı, asaleti,
hukukunda denklikten maksat, evlenecek eşler arasında güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı tercih et…” (Müs-
dînî, ekonomik ve sosyal seviye bakımından yakınlık bu- lim, Radâ 54) Öncelik sırası dindarlıkta olmakla beraber,
lunmasıdır. Bu denkliğin, hem çiftler arasında, hem de diğer hasletlerin hiç hesaba katılmaması gerektiği anlaşıl-
yeni akrabalar arasında saadet, huzur ve sevgiye vesile ola- mamalıdır. Ancak bâki kalan ve çoğu zaman diğerlerinin
cağı düşünülmüştür. Dikkat edilirse denklik, erkeğin değil, yokluğunu aratmayan temel haslet dindarlıktır.
kadının menfaatine yönelik bir haktır. Öyle ise evlilikte Mevlânâ, âdeta bu hadîs-i şerifi şerh mahiyetinde şu
denklik, kadınlar için erkekte aranır. Yani bir erkeğin, evle- açıklamalarda bulunmaktadır:
neceği kadına, din, ahlâk, meslek ve zenginlik gibi nitelik-
lerde denk durumda bulunması gerekir. Bu durum kadını “Malın sebatı yoktur, gece gelir, gündüz dağılıverir.
korumak içindir; zira denkliğin olmamasından doğacak sı- Güzelliğin de değeri yoktur. Bir diken yarası ile renk
kıntılar daha çok kadını ve onun akrabalarını etkileyecektir. solup sararıverir.
Nitekim Efendimiz de: “Kadınları denkleriyle evlendirin,
Büyük bir adamın oğlu olmak da bir şey değil. Bu çeşit
onları velileri evlendirsin…” (ez-Zeylâî, Nasbu’r-Râye,
gençler malla, mülkle gururlanır.
3/196) buyurmuştur.
Nice büyük adamların oğulları vardır ki kötülükte
Mevlânâ da kadın-erkek denkliğine kâinattan fıtrî
bulunur, yaptığı kötü iş yüzünden babasına bir âr olur.”
misâller vererek güzel benzetmelerle vurguda bulunur:
(Mesnevî, 6/258).
“Eşlerin birbirine benzemesi lâzım; ayakkabı ve mestin
Evet, ne malın ne güzelliğin kararı var; ne de soy-sop
çiftlerine bir bak!
yalnız başına yeterli bir fazilettir. Belki en güzeli dört has-
Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işe letin de bir arada olmasıdır. Ancak bu da kolay bir şey
yaramaz. değildir. Hele günümüz gibi asaletle bayağılığın birbirine
Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu? karıştığı; zenginliğin çoğu zaman gayrimeşru yollarla elde
edildiği ve güzelliğin de estetik ameliyattan farklı ilâçlar
Ormandaki aslana kurdun eş olduğunu hiç gördün mü? kullanmaya varıncaya kadar birçok yolla âdeta ayağa düş-
Bir gözü bomboş, öbürü tıka basa dolu olsa hurç bine- tüğü bir dönemde dindarlığın tercihte en güzel vasıf oldu-
ğin üstünde doğru duramaz.” (Mesnevî, 1/2309–2311.) ğu bir kez daha tasdik edilmiş olmaktadır.
Evet, hayatın bütününde bir denklik, bir ölçü, bir te- Boşanma Modası veya Hastalığı
nasüp bulunmaktadır. Ayağa giyilecek ayakkabının çiftle- Evlilik, birçok yanlarıyla farklı yaratılmış iki insanın
rinden, kapının kanatlarına varıncaya kadar bir tenasüp, ömür boyu ve her yönüyle ortak bir hayat yaşamak ve
bir uygunluk vardır. Hattâ denklik sadece ebatlarda değil nesillerini devam ettirmek niyetiyle kurdukları tabiî ve
kullanılan malzemede de olmalıdır: “Kapının bir kanadı insanî bir beraberliktir. Bu farklılıklarla birlikte söz konusu
tahtadan, öbürü fildişinden... Böyle şey olur mu hiç?” ortaklığın devam edebilmesi şahsî hayata sınır koymakla
10
mümkün olabilecek, dolayısıyla fedakârlık gerektirecek- Mevlânâ bir evliliğin devam etmesi için
tir. Farklılıkların çokluğuna göre fedakârlık da artacaktır.
Elbette iş çekilemez hâle geldiğinde yani karşılıklı olarak
asgarî geçim standardını da tespit etmiş
yapılacak fedakârlık kalmadığında son çare bu beraberliğin gibidir: Lüks olmasa da yeme ve giyinme
bozulması olacaktır. Ancak, daha önce sanayileşmiş Batı ihtiyacını karşılamak… Bu imkâna sahip
ülkelerinde, son zamanlarda da bizde boşanma oranları
ciddi bir yükseliş göstermekte, fedakârlığın, ‘hayata sınır kişiler, başka bir mücbir sebep olmadıktan
koymama’ prensipsizliğine kurban edildiği; bunun da aile sonra, boşanmamalı ancak meşru dairede
kurumunu tahrip ettiği görülmektedir. 26 Aralık 2005 imkânların arttırılması gayreti içine girme-
tarihli gazetelerde yayımlanan konuyla ilgili bir haber şu
şekildedir: “Son 10 yıldaki boşanma oranları evlilikte bir lidirler.
yıl dolmadan ‘şipşak boşanmaların’ arttığını gösterdi. Tür- Mevlânâ bu dizelerinde asırlar öncesinden boşanma-
kiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Cumhuriyet’in kurulduğu ların en önemli sebebi olan geçim darlığına temas etmek-
1923 yılından 2004 yılına kadar olan dönemin ekonomik tedir. Günümüzde de moda, reklâm ve gelenek-görenek
ve sosyal göstergelerinden oluşturduğu ‘İstatistikî Göster- baskısı altında kalan birçok ailede, sonu boşanma ile biten
geler 1923–2004’ isimli yeni yayında Türkiye’deki boşan- huzursuzluklar baş göstermiştir. Oysa bir karar verilerek
ma istatistiklerine de yer verdi. TÜİK’in verilerine göre, aile kurulmuş ve imkânlar ölçüsünde bir geçim sağlanmak-
1993 yılında 27 bin 725 olan boşanma sayısı yüzde 80,7 tadır. Zaten evlilikte bereket de bulunmakta; hele çocuklar
oranında artarak 50 bin 108’e ulaştı… 2003 yılındaki 50 eklenince Rabbimiz onların da rızkını ayrıca göndermek-
bin 108 boşanmadan yüzde 93’üne geçimsizlik gerekçe tedir. Öyle ise, evin geçiminden sorumlu olan erkeğin di-
gösterildi.” Durumun vahametini ortaya koymak için baş- dinip çabalaması şartıyla, evde bazı eksikler olsa da buna
ka söze gerek yok sanırım. elbirliği ile sabredilmeli, başka önemli sebepler olmadık-
tan sonra boşanma yoluna gidilmemelidir. Zira evlilik
Mevlânâ’nın bir hikâye kahramanına söylettiği bu ko-
fedakârlık ister, zorlukları beraber göğüslemeyi gerektirir.
nudaki fikirleri ise kısaca şöyledir:
Karşılıklı sevgi, saygı, güven ve işbirliği ile -bazı maddî
“Kadının biri kocasına dedi ki: “Ey adamlığı bir imkânlar eksik olsa bile- atalarımızın deyimiyle, samanlık
adımda aşan! (terk eden) seyran olabilir. Suiistimaller olmadıktan sonra Mevlânâ’nın
Bana hiç bakmıyorsun, neden? Ne vakte dek bu deyimiyle en kötü geçim en güzel zannedilen ayrılık ve bo-
horlukta kalacağım?” şanmadan daha evlâdır.
Kocası dedi ki: “Boğazına bakıyorum; çıplağım Mevlânâ bir evliliğin devam etmesi için asgarî geçim
ama elim ayağım var, çalışıp çabalıyorum. standardını da tespit etmiş gibidir: Lüks olmasa da yeme
ve giyinme ihtiyacını karşılamak… Bu imkâna sahip kişiler,
Güzelim, ere kadının boğazına ve elbisesine bak- dediğimiz gibi başka bir mücbir sebep olmadıktan sonra,
mak farzdır. Ben ikisine de bakıyorum. Bu hususlarda boşanmamalı ancak meşru dairede imkânların arttırılması
eksiğin, gediğin yok.” gayreti içine girmelidirler.
Kadın, gömleğinin yenini gösterdi. Pek kaba ve kirliydi. Netice
Dedi ki: “Kabalığından bedenimi yiyor. Kimse Görüldüğü gibi Mevlânâ’dan, sadece tasavvufî konular
kimseye bu çeşit elbise verir mi?” veya sema değil, günümüz insanlığının ana problemlerin-
den biri hâline gelen aile kurumunu ıslaha yönelik alacağı-
Kocası: “Ey kadın” dedi, “sana bir sorum var. Ben mız dersler de vardır. Eserlerinde konuyla ilgili başka de-
yoksul bir adamım, elimden ancak bu geliyor. taylar olmasına rağmen biz sadece birkaç meseleye temas
Doğru, bu çok kaba, çok çirkin, fakat ey düşünceli ettik. İnşaallah Mevlânâ, bu ve benzeri konularda da ken-
kadın, bir düşün! disini sevenlerin ilgisini çeker ve yollarını aydınlatır.
Bu mu daha kötü, yoksa boşanmak mı? Bu mu sana daha * Y. Y. Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
kötü geliyor, yoksa ayrılık mı?” (Mesnevi, 6/1758–1768). ayuce@yeniumit.com.tr
11
YENi ÜMiT
Dr. Muhsin Toprak *
İMAN ve
Ekim / Kasım / Aralık - 2008 / 82
Gerektirdikleri
D ilimizde inanmak anlamında kullanılan iman, kelime an-
lamının ötesinde içinde daha başka mânâları da barındı-
ran şemsiye kavramlardandır. Bu tür terimler, içinde bu-
lundurduğu diğer mânâlarla birlikte tanımlandıklarında hakikatleri
tam olarak ortaya çıkar. Biz bu yazıda iman kavramını, inanmak,
marifetullaha ermek, muhabbetullaha ulaşmak, teslim olmak ve
tevekkül etmek gibi imanın gerektirdikleriyle birlikte ele almak is-
tiyoruz. Zira insanın tadını alacağı, bütün benliğiyle hissedeceği
tahkiki anlamda iman, ancak bunlarla birlikte oluşur. Bu aynı za-
manda iman kavramını, dinî hayatımıza pek bir şey katmayan dil
düzeyinde tartışmaktan çıkarıp yaşanan bir hadise olarak ele almak
anlamına gelmektedir.
İman Tasdiktir
İman, iman edilmesi İman, tasdik olarak tanımlanır. Tasdik bir şeyin sıdkını ifade
etmek, doğruluğunu beyan etmek, o şeyi doğrulamak demek-
gereken konularda tir. Bu sadece dille olan bir doğrulama değil, kalbin de doğru-
kalbin emin olma- luğuna inanarak kendisine eşlik ettiği bir doğrulamadır. Bu da
bir iz’anla, bir şuur uyanıklığıyla olabilir. Taftazânî; “Tasdikin
sı, güven duyması, hakikati, bir iz’an ve kabul ile birlikte kalbde habere ve haber
mutmain olması yani verene bir doğruluk nispetinin meydana gelmesidir.” (Şerhu’l-
bu hakikatleri tasdik akâid, s. 152) sözü ile bunu ifade etmektedir. Bu mânâda iman,
kalbin Allah’ı ve Resûlünü doğrulaması, Resûlullah’ın Allah’tan
etmesidir. Kalb böyle getirdiklerini tasdik etmesidir. Yalnız bu, şüphe ve tereddüt ka-
bir imanın güzelliğini bul etmeyen, kesin, sarsılmaz, kalbin ve şuurun kuşku duyma-
dığı bir doğrulamadır. Terimin Arap dilindeki kökeni de bu
tadar, onunla huzura mânâyı gösterir. İman “e-m-n” kökünden gelen bir terimdir.
kavuşur. Bu yüzden Kelimenin kökeni, emin olmak, güven duymak, mutmain ol-
kalbin tasdiki imanın mak anlamlarına gelir. İman, iman edilmesi gereken konularda
kalbin emin olması, güven duyması, mutmain olması yani bu
rüknü, bunun bir ka- hakikatleri tasdik etmesidir. Kalb böyle bir imanın güzelliğini
zıyyeye dönüştürülüp tadar, onunla huzura kavuşur. Bu yüzden kalbin tasdiki imanın
rüknü, bunun bir kazıyyeye dönüştürülüp dile dökülmesi yani
dile dökülmesi yani ik- ikrar da, şartı sayılmıştır. İkrar dünyevî ahkâmın tatbiki açısın-
rar da, şartı sayılmıştır. dan şart görülmüştür.
12
İman Gerçekten İnanmayı Gerektirir küfre bırakabilir. Bu yüzden Allah (cc), “Ey İman edenler!
İmanın tasdik olması, onun aynı zamanda kesin bir İman edin.” (Nisa Sûresi, 4/136) buyurmakla imanda sü-
inanca dayalı olması anlamına gelir. Zira tasdik, inancın şüp- rekliliği sağlamanın gerekliliğine işaret etmektedir. Mutta-
heye yer bırakmayacak biçimde kesinleşmiş hâlidir. İnsan kilerin niteliklerini anlatan “ellezîne yü’minûne bi’l-ğayb
bir şeye, olduğu gibi ve aksine ihtimal vermeyecek, tereddüt - Onlar gayba iman ederler” (Bakara Sûresi, 2/3) âyetinde
hâsıl etmeyecek şekilde inandığında o şeyi tasdik etmiş olur. de imanda yenilenmeye işaret edilmektedir. Buradaki fiil,
Nitekim Kur’ân, kalbî doğrulama olmadan sadece söz kalı- geniş zaman (muzarî) kalıbı olup teceddüdü ifade eder.
bına dökülmüş bir ifadenin iman olmadığını ve bu yüzden Bunlar da gösteriyor ki iman süreklilik ve yenilenme iste-
münafıklarda imanın gerçekleşmediğini şu âyetleriyle açıkça yen bir olgudur. Bu da Allah’ı bilmeye, tanımaya, rahmet
ifade etmektedir: “İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah’a ve eserlerini sürekli görmeye yani marifetullaha bağlıdır.
âhiret gününe iman ettik derler, oysa onlar iman etmiş değil- İman Marifeti Gerektirir
lerdir.” (Bakara Sûresi 2/8) “Ey şânı yüce Peygamber! Kalb- Marifet, bilmek, tanımak, bir şeyin bilgisini tanıma
leri iman etmedikleri hâlde ağızlarıyla iman ettik diyenler ve veya tecrübe etme yoluyla kazanmak mânâsına gelen bir
Yahudilerden küfür içinde koşuşturanlar seni üzmesin…” kelimedir. Ancak marifet, ilimden farklı bir anlamı ihtiva
(Mâide Sûresi 5/41). Yine Kur’ân, bir kısım kimselerin yer- eder. “Mârifet; düşünce ve himmetle, vicdan ve iç tefah-
yüzünde ve gökyüzünde bulunan nice âyetleri görmezden husla elde edilen hususî bir bilgi; ilim ise, okuma, öğren-
gelip yüz çevirdiklerinden bahsettikten sonra, “Onların çoğu me, araştırma, terkip ve tahlil yoluyla elde edilen bir mük-
müşrik oldukları hâlde Allah’a iman ederler.” (Yusuf sûresi tesebattır. Mârifet; tefekkür, sezi ve iç müşahedeyle ula-
105–106) buyuruyor. Bu âyette de kalbin itminan içindeki şılan ilmin özü demektir. İlmin zıddı cehalet, mârifetinki
tasdikine dayanmayan zahirî imanın kınayıcı bir dille anlatıl- ise inkârdır.” (F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 2/140)
dığı görülmektedir. Meselâ Hz. Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem), üze-
İnanma, Arap dilinde “i’tikad” kelimesiyle karşılanır. rine araştırma yapmış bir müsteşrik de bilir, araştırma yap-
İtikad, bağlamak, düğümlemek anlamına gelen “a-k-d” mamış ama ona gönülden bağlı ümmî bir mü’min de bilir.
kökünden türemiştir. Dolayısıyla bu kökten türeyen iti- İkisinin bilgilerinde mahiyet farkı vardır. Birincininki ilim
kad; bir şeye bağlanmak, inanmak, bir şey hakkında kanaat anlamında, diğerininki ise marifet anlamında bilgidir.
sahibi olmak anlamlarına gelir. İmanda aslî unsur inanmak İlim bir şey hakkındaki nazarî bilgiyi ifade ederken,
olduğundan iman kavramı da bu mânâları içermektedir. marifet, o şeyle tanışıklığa dayalı bilgi anlamına gelir. Bir
İnanmak imanın olmazsa olmaz şartıdır. O olmadan iman mimar, bir mühendis bina yapmayı nazarî olarak bilebilir
olmaz. Ama sadece inanmak da tek başına iman etmeyi ifa- ki, bunların bilgisi ilim anlamında bilgidir. Bir usta da bina
de etmez. Çünkü iman etmek, inanılan şeylere bağlanmak, yapmayı bilir, bu da marifet anlamındaki bilmedir. Çünkü
marifete ermek, muhabbet duymak, teslim olmak, tevek- o yaparak öğrenmiştir. Nitekim dilimizde bir şeyi nazarî
kül etmek gibi daha başka mânâları da ihtiva eder. İmam-ı olarak bilene değil, pratik olarak bilene marifetli denir. Pek
Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin, imanı tasdik, marifet, çok sahada marifeti olan için “on parmağında on marifet”
yakîn, ikrar ve islâm kelimeleriyle tanımlaması (el-Âlim deyimi kullanılır. Yine dilimizdeki “ilmi, irfanı olan adam”
ve’l-Müteallim, s. 13) bu mânâlara dikkat çekmek içindir. tabiri, nazarî bilgisini pratik hayata yansıtan kimse için
Bu çerçevede imanı, insanın bir bütün olarak akıl, kalb, kullanılır. Bir kimse bildiklerini ameline yansıtmıyorsa bu
vicdan ve irade gibi unsurlarının birlik içinde ve canlı bir kimseye “ilmi var ama, irfandan yoksun” denir. Bir kimse
biçimde mukaddes olana veya mukaddes saydığına inan- hem nazarî olarak bir şey bilmiyor, hem de davranışları
masını, yönelmesini ve bağlanmasını, O’nunla sürekli alâka bozuksa ona da “ilimden, irfandan nasibi yok” denilir.
kurmasını ifade eden bir terim olarak tanımlayabiliriz.
Mârifet; hak yolunun yolcularınca, bilmenin bilen-
İman bir defa olup biten bir hâdise değil, sürekli yaşa- le bütünleşip onun tabiatı hâline gelmesi ve bilenin her
nan bir hâldir. Bu yüzden devamlılık ister, tecdidi, yenile- hâlinin bilinene tercüman olması mertebesidir Mârifet,
meyi gerektirir. Çünkü zaman içinde onu zayıflatan unsur- dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini gö-
lar devreye girer; iman yenilenmezse bir süre sonra yerini rüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arka-
13
sında, sıfâtların hayret verici iklimini temâşâ etmektir diye lan, önüne geçilmez şiddetli iştiyakı ifade eder. Muhabbet
tarif edilmiştir. (F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 1/200) insanın bütün benliğiyle sevgiliye yönelip O’nunla olması,
Dolayısıyla marifetullah, Allah’ın nazarî olarak bilinmesini O’nu duyması ve topyekün başka arzulardan, başka istek-
değil, tanımaya dayalı olarak bilinmesini ifade etmektedir. lerden sıyrılabilmesiyle tahakkuk eder.” (F. Gülen, Kalbin
Yani O’nun isim ve sıfatlarının tecellilerine bakarak, rah- Zümrüt Tepeleri, 1/204) Allah’ı sevmek, O’nun buyruğu
met eserlerini seyrederek, kâinatla ve bizle münasebetlerini altına girmeyi, rızası dairesinde hareket etmeyi netice ve-
görerek, O’na yönelerek, O’nu yegâne dost ve yardımcı ka- rir. Yasaklardan kaçınmak da, emirlerini yerine getirmek
bul ederek, tabiri caiz ise, O’nunla hem-dem olarak bilmek de sevgiye dayanır. Zira ancak seven sevdiğine itaat eder.
demektir. Ârifin Allah’ı bilmesi böyledir. Bağlılığı artırmak da sevmeye bağlıdır. Bu sebeple Allah
İlimle marifet arasındaki fark, nazarî akılla amelî akıl sevgisi mü’min için hayatî öneme sahiptir.
arasındaki fark gibidir. “Allah’ı bilmek varlığını bilme- Muhabbet imanın gereklerinden biridir. Bu hem
nin gayrıdır.” sözü de bu farklılığı ifade eder. Bu sözdeki Allah’a iman hususunda hem de diğer iman edilmesi ge-
“Allah’ı bilmek”, marifet anlamındaki bilgiyi, “varlığını bil- rekli hususlarda böyledir. “İnsanlardan kimileri vardır ki,
mek” ise ilim anlamındaki bilgiyi gösterir. Kur’ân’ın Allah’ı başka şeyleri Allah’a denk tutar ve Allah’ı sever gibi onları
sıfat ve fiilleriyle tanıtmasının sebebi de, bizlerdeki Allah severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler.” (Bakara
bilgisini nazarî bir bilgi olmaktan çıkarıp mü’minleri ma- Sûresi, 2/165) âyeti imanla sevgi arasında var olan bağı
rifetullah ufkuna yükseltmek içindir. “İnsan, nazarî olarak vurgulamaktadır. Zikredeceğimiz şu hadîsler de tahkikî
inanılması gerekli olan bir kısım hakikatleri kabul edebilir. imanda sevginin ne derece önemli olduğunu göstermek-
Ancak, ister ilim adına yapılan araştırmalarda, isterse inanç tedir: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki
ve ibadet dünyasıyla alakalı hususlarda olsun, hedefe ulaş- bir kimse beni ailesinden ve çocuklarından daha çok sev-
mak nazarî akılla değil; amelî akılla mümkün olacaktır.” (F. medikçe iman etmiş olmaz.” (Buhari, İman 8); “Kimde şu
Gülen, Fasıldan Fasıla 4/ 67) üç haslet varsa o kimse bunlarla imanın tadını tadar; Allah
İman marifeti gerektirir, ama marifete dayalı bilgi ve Resûlü’nü her şeyden daha çok sevmek, sevdiğini Allah
mutlaka iman etmeyi netice vermez. Zira iman, mari- için sevmek ve iman ettikten sonra küfre dönmeyi ateşe
fetin ötesinde iradî bir yöneliş ve kabulleniştir. Nitekim atılmaktan daha kötü görmek.” (Buhari, İman 9)
Kur’ân-ı Kerîm, bir kısım Ehl-i Kitabın, oğullarını tanı- Allah’ı sevmek, Ona muhabbet etmek, marifetullaha,
dıkları bildikleri kadar Hz. Peygamber’i (s.a.s.) tanıyıp yani O’nu tanımaya, bilmeye bağlıdır. “Sevgi, mârifetin
bildiklerini (ya’rifûne), ama iman etmediklerini haber ver- bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla
mektedir. (bkz. Bakara Sûresi, 2/146; En’âm Sûresi 6/20) beslenir. Arif olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de
Yine nankörleri anlatan, “Onlar Allah’ın nimetlerini bili- mârifete eremez.” (F. Gülen, Örnekleri Kendinden Bir Ha-
yorlar (ya’rifûne) sonra da inkâr ediyorlar. Onların çoğu reket, s. 194) Bu yüzden Kur’ân, insanlar kendilerine olan
kâfirdirler” (Nahl Sûresi, 16/83) âyeti sadece bilmenin, ta- ilgisini, şefkat ve merhametini görsün de, Allah’ı sevsinler
nımanın mutlaka iman etmek anlamına gelmediğini ortaya ve O’na boyun eğip kul olsunlar diye yeryüzündeki ve gök-
koyuyor. “Âyetlerimiz hakkı gösterici olarak onlara geldi- yüzündeki sanat, kudret ve rahmet eserlerini nazara vererek
ğinde ‘Bu apaçık bir sihirdir.’ dediler. Onlar yakînî olarak Allah’ı insanlara tanıtmaktadır. (Mesela bkz. Bakara sûresi,
bilmelerine rağmen zulüm ve büyüklenme olarak inkâr 2/164) Zira insan ancak tanıdığını sever. Ancak sevgi de
ettiler.” (Neml Sûresi, 27/13-14) âyeti de, yine kâfirlerin daha fazla marifeti netice verir. Çünkü insan sevdiğini daha
gerçeği yakinî olarak bildikleri hâlde inkâr edebildiklerini fazla tanımak ister ve marifet denizine yelken açar. Böylece
açıklıyor. Demek ki, marifetin imana götürmesi, yoldaki marifetle muhabbet birbirini besleyen, büyüten iki unsur
engelleri kaldırarak, marifet ufkundan bir kapı açıp mu- olur. Sonuçta bunlar insana teslimiyet kapısını açarlar.
habbet ufkuna geçmeye bağlıdır. İman Teslimiyeti Gerektirir
İman Muhabbeti Gerektirir İmanın gereklerinden biri de teslimiyettir. Teslimiyet
İmanın bir diğer gereği muhabbettir. Muhabbet sev- kalbî bir fiildir. İmanda asıl olan da kalbin teslimiyetidir.
mek, istemek demektir. Muhabbet olmadan, sevgi hissi Zahiren teslimiyet imanı göstermediği gibi davranışlar-
duymadan iman etmek mümkün değildir. “Muhabbet, daki bazı kusurlar da teslimiyetsizliği göstermez. Kusur-
kalbin Mahbub-i Hakikî ile münasebeti, O’na karşı duyu- lar insan olmanın muktezasıdır. Teslimiyet olmaksızın bir
14
imandan bahsetmek söz konusu olamaz. Eğer teslimiyetsiz
İmanın hakikati, itikad, marifet, muhabbet,
bir imandan bahsediliyorsa bu, ancak imanın bir unsuru
olan inanmak olabilir. Bir kimse Allah’ın varlığına, birli- teslimiyet ve tevekkülle bütünleşen bir tas-
ğine inanabilir; fakat inandığı o mukaddes varlığa teslimi- diktir. Kulun duygu, düşünce, davranış bü-
yet göstermeyebilir. Bu tıpkı mukaddes olmayan bir şeye
tünlüğü içinde mukaddes olana iradî olarak
inanıp da bağlanmamak gibidir. Nitekim pek çok insanın,
teorik olarak Allah’ın varlığına, birliğine inandıkları hâlde, yönelmesi ve bağlanmasıdır. Dolayısıyla
teslimiyet göstermedikleri O’nun rızası dairesinde hareket mü’minin taklitten kurtulup tahkikî imana
etmedikleri görülür. Bunun aksi de mümkündür. Yani in-
san teslimiyet gösterebilir; ama iman etmeyebilir.
ulaşması, sadece bir bilgi seviyesi elde et-
mesi değildir.
Teslimiyet kalbî bir fiil olması hasebiyle kalbin tesli-
miyeti önemlidir. Yoksa zahirî bir teslimiyetin iman bakı- mâni değildir. Tevekkül teslimiyetin bir neticesi, güven
mından önemi yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm birtakım duygusunun bir eseri, imanın bir gereğidir. “İman tevhidi,
bedevî Arapların “İman ettik.” deyişlerini, “Hayır iman tevhid teslimi, teslim de tevekkülü iltizam eder.” sözü bu
etmediniz, siz islâm olduk deyin. Henüz kalblerinize iman hakikate işaret etmektedir. Zira insan ancak güven duyup
girmedi.” (Hucurât Sûresi, 49/14) cevabıyla reddedi- bağlandığına tevekkül edebilir. Bu çerçevede başkasına
yor. Zira onlarda bütün benlikleriyle Rab olarak Allah’a değil sadece Allah’a tevekkül edilir, başkası değil sadece
ve resûlü olarak Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bir yöneliş, bir Allah’a iman eden kimse tevekkül edebilir. Bu yüzden Al-
bağlanma, bir tasdik, bir güven duygusu oluşmamış, iman lah (cc), “Mü’minler sadece Allah’a tevekkül etsinler.” (Âl-i
adına hiçbir şeyi derinlemesine duymamış, içlerine sindire- İmran Sûresi, 3/160) buyurmuştur. Tevekkülün mü’min
memişlerdi. Kendilerinde sadece Hz. Peygamber’in (s.a.s.) olanlardan istenmiş olması, bunun mümkün olmasından
siyasî hâkimiyetine bir teslimiyet meydana gelmişti. Bu dolayıdır. Aksi takdirde muhal olan istenmiş olurdu. Al-
yüzden de Allah onların sözlerini hakikate irca etti, iman lah (cc) muhali istemekten münezzehtir. “Gerçekten iman
etmediklerini bildirdi. edenler o kimselerdir ki, Allah anıldığında kalbleri titrer,
Allah (cc) yukarıda zikrettiğimiz âyetin peşinden gerçek Allah’ın âyetleri kendilerine okunduğunda imanları artar
bir imanın nasıl olması gerektiğini şu şekilde beyan ediyor: ve Rab’lerine tevekkül ederler.” (Enfâl Sûresi 8/2) âyeti de
“Allah’a ve Resûlü’ne iman eden, sonra hiçbir zaman şüp- imanla tevekkül arasındaki bağı ifade etmektedir.
heye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad Sonuç
eden kimseler ancak hakkıyla iman edenlerdir. İmanların- İman sadece inanmak, yalnızca bilmek, tek başına ik-
da sadık, samimi olanlar işte bunlardır.” (Hucurât Sûresi, rar etmek veya teslimiyet göstermek değildir. İmanın ha-
49/15) Bu âyette zikredilen Allah’a ve Resûlü’ne iman, kikati, itikad, marifet, muhabbet, teslimiyet ve tevekkülle
itikadı; şüpheye düşmeme, itikadın kesin olması gerekti- bütünleşen bir tasdiktir. Kulun duygu, düşünce, davranış
ğini, yani tasdiki; mal ve canla cihad etme de teslimiyeti bütünlüğü içinde mukaddes olana iradî olarak yönelmesi
anlatmaktadır. Yine, “Ancak âyetlerimize iman edenlere ve bağlanmasıdır. Dolayısıyla mü’minin taklitten kurtulup
duyurabilirsin ki onlar teslim olmuşlardır.” (Neml Sûresi, tahkikî imana ulaşması, sadece bir bilgi seviyesi elde et-
27/81) âyeti ile “Rab olarak Allah’a, din olarak İslam’a, mesi değildir. Aksine, bilginin düşünce, duygu ve amel ile
nebî olarak da Muhammed’e (s.a.s.) razı olanlar imanın ta- birleşip, insanın bir bütünlük içinde Allah’a yönelmesidir.
dını tatmıştır.” (Müslim, İman 56) hadîsi de hakiki iman- Yani yalnızca bilgilerin bu seviyeye erişmesi tahkikî iman
da, tasdik ile birlikte bir teslimiyetin ve razı olmanın da için yeterli değildir. Aynı zamanda kulluk şuurunun ve iba-
var olması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Yani teslimiyet det ü taatın da bu seviyeye ulaşması gerekir. “Zira insan,
imanda mutlaka var olması gereken bir unsurdur. Bunun inancını ancak ibadet ü taatla tabiatının bir parçası ve de-
bir adım ötesi de tevekküldür. rinliği hâline getirebilir. Bu sebeple ibadet ü taat yapmayan
İman Tevekkülü Gerektirir bir insanın inancı sığdır ve böyle bir insan her an inhiraf
Tevekkül Allah’a dayanmak, itimad etmek, nokta-i isti- etmeye mahkûmdur.” (F. Gülen, Fasıldan Fasıla 4/67)
nad olarak sadece O’nu görmek demektir. Ancak sebeplere * Araştırmacı Yazar
müracaat etmek de insanın görevi olup tevekkül etmeye mtoprak@yeniumit.com.tr
15
YENi ÜMiT
Enes b. Mâlik Peygamberimiz’in bu konudaki tutumu- 3. Manevî Etkenler / İnanç Faktörünü Değerlendirme
nu anlatırken, “Arkadaşları ile istişareye Hz. Peygamber İslâm’ın teklif ettiği hayat tarzı, madde ile manayı,
kadar önem veren bir başkasını görmedim.” der. (Tirmizî, dünya ile âhireti birlikte kucaklayacak şekildedir. İslâm,
Cihad 34) Hz. Ömer, Peygamberimiz’in Müslümanlarla âhiretten kopuk bir dünya hayatını kabul etmez. Bu ba-
alâkalı bir meselenin istişaresi için Hz. Ebû Bekir’le birçok kımdan bir Müslüman’ın tamamen dünya ile ilgili gibi gö-
geceler baş başa kaldıklarını, bazen (bu istişarelere) kendi- rünen bir işi bile, netice itibariyle âhirete bakan bir yöne
sinin de katıldığını söyler.6 sahiptir. Bu da Müslümanların daha şuurlu ve dikkatli bir
hayat yaşamalarını sağlar.
Şurası bir gerçektir ki, istişare sonucu alınan karar,
fikrî katkısı olan herkesi sorumlu kılar. Fikri alınanların, Bir Müslüman için en büyük gaye, Allah’ın rızasını ka-
kendilerini sorumlu hissederek hileye kaçmayıp ellerinden zanmaktır. Bu şuuru kazanan bir insan, sürekli O’nun gö-
geleni yapacakları için, alınan kararın müspet neticesi daha zetiminde ve denetiminde olduğunu bildiği için, hayatını
garantilidir. Mesuliyet duygusu, ferdî şahsiyetin temeli daha verimli geçirecektir.
olması sebebiyle bu istişare prensibinin terbiye edici bir Kur’ân’da bu hususla ilgili şöyle buyrulur: “De ki: Ça-
hususiyeti vardır.7 lışın! Yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü'minler de gö-
Peygamberimiz istişarenin bereketiyle birçok mesele- recekler.” (Tevbe Sûresi, 9/105)
yi hem insanlara mâl etmiş hem de çözmüştür. Bu da in- Bu âyette de belirtildiği gibi, bir Müslüman yaptığı her
sanların verimliliği açısından çok önemlidir. Zira insanlar işi Allah’ın, Resûlullah’ın ve mü'minlerin teftişine arz etme
17
şuuru ve ciddiyeti içerisinde, yani itkan şuuruyla yapmalı- vası oluşmasına sebep olmuş ve hendek kazma işinin daha
dır. Hz. Peygamber de bir Müslüman’ın her işini arızasız ve kısa sürede tamamlanmasını sağlamıştır. Hendek kazımı
mükemmel yapması gerektiğine işaret ederek şöyle buyurur: sırasında, sahâbenin zaman zaman koro hâlinde şiir söy-
“Allah, her şeyin ihsanla yapılmasını emretmiştir. Öyle ise bir lemeleri, her türlü sıkıntı ve zorluğa rağmen, çalışma tem-
hayvanı boğazlarken, en güzel şekilde kesin. İçinizden kur- polarının yüksek oluşunu göstermektedir. Daha önce de
ban kesen kimse bıçağını iyice bilesin ve keseceği hayvanını işaret edildiği gibi Peygamberimiz de hendek kazma işinde
rahat ettirsin.” (Müslim, Sayd 57; Ebû Dâvûd, Edahî 11) bizzat çalışarak sahâbenin çalışma şevkini artırmıştır.
Gerek haram-helâl düşüncesi, gerek Allah’ın rızasını ve Efendimiz topluluk hâlindeki insanların hissiyatını,
Cennet’i kazanma gayreti veya tek kelimeyle ifade etmek psikolojisini rantabl değerlendirmiştir. Bu meyanda, sa-
gerekirse “sevap” kazanma arzusu Müslümanların çalışma vaşlarda her gruba ayrı bir sancak vermiştir. Bilindiği gibi
hayatını olumlu etkileyen faktörlerdendir. Medine’deki Müslümanlar önce Ensar ve Muhâcir olarak
Uhud Savaşı’nda bir adam Peygamberimiz’e gelip şöy- iki grupta değerlendiriliyordu. Ensar ise kendi içinde Evs
le dedi: “Ben şayet öldürülecek olursam yerim neresidir?” ve Hazreç olmak üzere iki kabileden oluşmaktaydı. Müs-
Peygamberimiz: “Cennet” diye cevap verdi. Bunun üzeri- lüman olmadan önce birbirine düşman olan bu kabileler,
ne adam, elinde yemekte olduğu hurmaları attı ve öldürü- İslâmiyet’ten sonra eski husumetlerini terk etmişlerdi, ama
lünceye kadar savaştı. (Buhârî, Megazî 17) rekabet hissi devam ediyordu. Peygamberimiz savaşa çıkıl-
dığı zaman bu iki kabileye ayrı sancak vermiş ve her grubu
Görüldüğü gibi Cennet’i kazanma arzusu, bir insanı kendilerinden birinin komutasında savaştırmıştır.14
kolaylıkla canından vazgeçirebilmiştir.
Konumuzu destekleyecek mahiyette Buhârî’de Mek-
4. Cemaatleşme Prensibi / Ekip Çalışması Yaptırma ke fethi kıssası ve Allah Resûlü’nün (s.a.s.) Hz. Abbas’a
Çalışma hayatında en faydalı dinamiklerden biri de “Allah’ın ordularını görmesi için Ebû Süfyân’ı vadinin
ekip çalışmasıdır. Peygamber Efendimiz, toplumun birlik yanında tut.” emrine yer verirken şu bilgi zikredilir: Ka-
ve beraberliğine büyük önem vermiştir. O'nun hedeflediği bileler Hz. Peygamber’le birlikte bölük bölük geçmeye
toplum, fertleri “bir bedenin uzuvları” gibi birbirine bağlı başladı. Bir bölük geçtiğinde Ebû Süfyân, “Kim bun-
olan, yani her yönüyle birbiriyle ilgili ve irtibatlı olan ve lar?” dedi. Abbas “Bu Gıfâr kabilesidir” dedi. Sonra Cü-
dağınıklıktan kurtulup cemaat olma hüviyetini kazanmış heyne kabilesi, sonra Süleym kabilesi geçti. Derken eşi
bir toplumdur. görülmemiş bir bölük geçti. Ebû Süfyân “Bunlar kim?”
“Size cemaati tavsiye ederim, ayrılıktan da sakının, zira deyince, Abbas “Bu Ensardır.” karşılığını verdi. Başla-
şeytan iki kişiden uzak durur. Cennet’in ortasını isteyen ce- rında sancak ile birlikte Sa’d b. Ubâde vardı. Sonra da
maatten ayrılmasın.” (Tirmizî, Fiten 7) “Allah ümmetimi Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbının bulunduğu bölük geldi.
dalâlet üzere toplamaz. Allah’ın eli cemaat iledir. Cemaat- Resûlullah’ın (s.a.s.) sancağı Zübeyr’de idi.15
ten ayrılan ateşe gider.” (Tirmizî, Fiten 7) Allah Resûlü (s.a.s.), İslâm toplumunu bir bütün ola-
Konuyla ilgili dikkat çekici bazı örnekleri zikretmek rak değerlendirdiği gibi, küçük grupların da kendi içlerinde
istiyoruz. Efendimiz genel olarak her savaşta ayrı bir stra- ayrı bir topluluk olma vasfını ortadan kaldırmamıştır. Bu
tejiyle düşmanın karşısına çıkardı. Bu farklılığın en açık konuda, Abdullah b. Ka’b’ın şu sözleri oldukça dikkat çe-
biçimde görüldüğü yerlerden biri Hendek Savaşı’dır. Sa- kicidir: “Allah, Peygamberimiz’e Ensar’ın iki kabilesi olan
habenin fikrine önem veren Resûlullah (s.a.s.), Selmân-ı Evs ve Hazrec’ten biri vasıtasıyla bir lütufta bulunacak
Fârisî’ye ait olan Kureyşlilere karşı Medine’nin etrafına olsa, bu onların arasında yarışma vesilesi olurdu. Evsliler,
hendek kazma teklifini kabul etti. Hendek, şehrin düşman Efendimiz adına ne zaman faydalı bir hizmette bulunsalar
gelebilecek tarafına kazılacaktı. Derinliği ve genişliği de Hazrecliler şöyle derlerdi: “Allah’a yemin olsun ki, Evsliler
düşman atlılarının geçemeyeceği büyüklükte olacaktı. Ay- artık Hz. Peygamber nazarında ve İslâm’da hayır yönüy-
rıca hendek kazma işinin kısa sürede bitirilmesi gerekiyor- le bizi geçmişlerdir.” Onların yaptığı hizmetin bir mislini
du. Allah Resûlü öncelikle keşif yaparak hendek kazılacak yapıncaya kadar böyle yakınmaya devam ederlerdi. Aynı
hattı belirledi. Daha sonra sahabeyi onar kişilik gruplara şekilde Hazrecliler bir hizmette bulunacak olsa, bu sefer
ayırdı ve her gruba kırk zirâ’lık (yaklaşık 75 cm.) bir yer Evsliler aynı şekilde yakınırlardı.16
düşecek şekilde kazılacak bölgeyi paylaştırdı.13 Hayırda yarışmak bir mü’min tavrıdır. Zira Kur’ân-ı
Peygamberimiz’in sahâbeyi gruplara ayırması, yarış ha- Kerîm’de Müslümanlara hayırda yarışmaları emredilmek-
18
tedir.17 Kur’ân’ın ilk muhatapları olan sahabe de bu emri Sonuç
çok iyi kavramış ve hayırlı işler hususunda birbirleriyle ya- Günümüzde her alanda doğru ve verimli çalışma aran-
rış içinde olmuşlardır. maktadır. Cenab-ı Hakk’ın lütfu, Efendimiz’in özel dona-
5. Teşvik / Motivasyon nımı ve değişik dinamiklerle birlikte insan unsurunu ve-
“Teşvik”in gayesi, insanları bir konuda isteklendirme rimli değerlendirmesi de çok önemli bir husustur. O’nun
ve cesaretlendirmedir. “İnsan”ı çok iyi tanıyan Hz. Pey- hayatından tespit edebildiğimiz ilkeler, kolay, anlaşılabilir
gamber de, raiyeti altındaki insanların verimliliğini artır- ve uygulanabilir niteliktedir. Hiç kuşkusuz, bütün uygu-
mak için zaman zaman teşvik metodunu kullanmıştır. lamalarının merkezine önce kendisini koyan Peygambe-
rimiz, yapılacak işlerde kendisi de herkesle birlikte, hattâ
Uhud Savaşı’nın başlarında Resûl-i Ekrem elindeki diğer insanlardan daha fazla gayret ortaya koyarak çalışmış
kılıcı göstererek, “Bu kılıcı hakkıyla kim alır?” diye sor- ve bizzat davranışıyla insanlara örnek olmuştur. Kanaati-
du. Birçok sahabî birden atıldı. Ancak Ebû Dücâne ortaya mizce, verimliliğe ve çevresindeki kitleyi harekete geçirme-
atılarak, “Nedir onun hakkı yâ Resûlellâh?” diye sorunca, ye vesile olan en önemli faktör de bu olmuştur.
Resûl-i Ekrem, “Hakkı, eğilip bükülünceye kadar onu düş-
mana sallamandır!” buyurdu. Katılımcı bir yönetim anlayışını benimseyen Peygam-
berimiz, çevresindeki insanların görüşlerine büyük önem
Bunun üzerine Ebû Dücâne, “Yâ Resûlallâh! Ben vermiş ve projelerini toplumun benimsemesini sağlayarak
bu kılıcı, hakkını vermek üzere alıyorum!” dedi ve uygulamıştır. Bir peygamber olarak, bütün fikirlerini hiç
Resûlullâh’tan kılıcı teslim aldı. tartışmasız kabul ettirebilecek iken, peygamberlik maka-
Ebû Dücâne, elinde Peygamber Efendimiz’in şartlı tes- mını bir yaptırım aracı olarak kullanmayı tercih etmemiş-
lim ettiği kılıç, başında kırmızı sarığı olduğu hâlde müşrik- tir. Ekip çalışmasına da büyük önem veren Peygamberi-
lere doğru çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine miz, sahabe arasında topluluk fikrini yerleştirmiş ve ferdî
Allah Resûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) sahâbeye şöyle dedi: hareketlere fırsat vermemiştir.
“Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah onu, şu yerin (sava- Hayatın her alanıyla ilgili en güzel ve yanıltmaz ör-
şın) dışında hiçbir zaman sevmez!”18 nekleri bırakan Peygamberimiz, çalışma hayatıyla ilgili de
prensipler ortaya koymuştur. Bu örnekler, doğru anlaşıl-
Hz. Peygamber bu davranışıyla sahâbeyi yarışa sevk
ması ve uygulanması ölçüsünde toplum hayatı için yanılt-
etmiştir. Elinde gösterdiği kılıca herkes talip olmuş; ama
maz bir rehber olacaktır.
O, bu kılıcı Ebû Dücâne’ye vermiştir. Kılıç ona verilince
diğer sahâbiler de birer Ebû Dücâne kesilmiş ve onun gibi *Araştırmacı Yazar
yiğitlikler göstermişlerdir. hyenibas@yeniumit.com.tr
Peygamberimiz teşvik maksatlı olarak zaman zaman Dipnotlar
şiirden de yararlanmıştır. Bazen bizzat kendisi şiir söyleye- 1. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/381
rek, bazen de Abdullah b. Revâha ve Hassan b. Sâbit gibi 2. İbn Hişam, Sîre, III-IV/146 Ayrıca bkz. Buhârî, Megâzî 30; Müslim,
Cihad 125
bir şaire söyleterek sahâbenin coşkunluğunu artırmıştır. 3. Tirmizî, Zühd 39
4. Buhârî, Cihad 34; Megâzî 30
Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin şiir söyleyerek 5. Buhârî, Cihad 52; Müslim, Cihad 77.
sahâbenin şevkini artırdığı en meşhur hâdise Hendek Savaşı 6. Hakim, Müstedrek, 2/227 Benzer rivâyet için bkz. Tirmizî, Salât 12; Ah-
med b. Hanbel, Müsned, 1/26
öncesi hendek kazımı sırasında olmuştur. Resûlullah burada, 7. Canan, İbrahim, Peygamberimiz'in Tebliğ Metotları, 1/339
sahâbenin kuvve-i maneviyesini takviye için şiir okumuştur. 8. Müslim, Cihad 83.
9. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/188; Taberî, Târih, s. 351
Hz. Peygamber ihtiyaç hâlinde Hassân b. Sabit, Abdullah 10. İbn Hişam, Sîre, I-II/411-412
b. Revâha ve Ka’b b. Mâlik’i çağırıp: “Kureyş’e karşı hicivle- 11. İbn Hişam, Sîre, I-II/428-429; Taberî, Târih, s. 363
12. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/326
rinizi fırlatın. Çünkü bu, onlar için ok yarasından beterdir.”19 13. Taberî, Târih, s. 392 Ayrıca bkz. Hamîdullah, Hazreti Peygamber’in Sa-
diyordu. Bunlar arasında en çok hizmet veren Hassân’dı. vaşları, s. 118 vd.
14. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 2/14, 64, 67, 150, 166.
Şiirin o dönemdeki en yaygın iletişim araçlarından biri ol- 15. Buhârî, Megâzî 48.
duğu düşünülürse, şairlerin İslâm’ın müdafaa ve tebliğinde, 16. İbn Hişâm, Sîre, III-IV/183
17. Bkz. Bakara sûresi, 2/148.
Müslümanların kuvve-i maneviyelerini takviye etmede etkili 18. İbn Hişâm, Sîre, III-IV/46; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/123
bir teşvik aracı olduğu görülecektir. 19. Müslim, Fezâilu’s-sahâbe 157
19
YENi ÜMiT
Doç. Dr. Yener ÖZTÜRK *
Ekim / Kasım / Aralık - 2008 / 82
Hayır ve Şerri
Özetleyen Ayet
Y üce Allah’ın insanlığa son ve en kapsamlı hitabı
Kur’ân-ı Hakîm’de hayır ve şerrin listesi detaylarıyla
sunulur. Muhtelif sûrelerde belli münasebetlerle yer
alan bu liste Nahl Sûresi’nin 90. âyetinde ise özetleyici bir
muhtevayla verilir. Sahabe içinde ilmî derinliğiyle temayüz
etmiş bulunan Abdullah İbn Mes’ûd’un (r.a.) bu âyetle ilgili
“Allah adaleti, hattâ ada- olarak şöyle dediği rivâyet edilir: “Kur’ân’da hayır ve şerri
toptan ifade eden âyet, bu âyettir.”1
letten de fazla olarak
Ömer b. Abdülazîz’den sonra hutbelerin sonunda okun-
ihsanı, en güzel davra-
ması âdet hâline gelen bu âyette şöyle buyrulur: “Allah ada-
nışı ve muhtaç oldukları leti, hattâ adaletten de fazla olarak ihsanı, en güzel davra-
şeyleri yakınlara verme- nışı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder.
yi emreder. Hayâsızlığı, Hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşü-
nüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl Sûresi, 16/90)
çirkin işleri, zulüm ve
Âyet-i kerîmede söz konusu edilen bu hususları şimdi sı-
tecavüzü yasaklar. Dü- rasıyla ele almaya çalışacağız:
şünüp tutasınız diye size
A. Üç Müspet Esas
öğüt verir. Islahatçıların idealinde olan güçlü ve erdemli bir toplu-
mu meydana getirmenin temel taşlarını içinde barındıran bu
(Nahl sûresi, 16/90) âyetin pozitif esaslarını, sırasıyla adl, ihsan ve i’tâ oluşturur:
1. Adl
Mastar itibariyle ‘i’tidal ve istikamet üzere olmak, ölçü ve
dengeyi gözetmek, her şeye hakkını vermek ve meyletmek’
gibi anlamlara gelen adl, dinî terminolojide, ‘her bir hususta
ifrat ve tefrit arası orta bir yol tutmak’ mânâsını2 ifade eder.
20
Kur’ân’da ‘adl’ şeklinde yer alan bu kelime, dilimizde daha ve muamelatıyla bir bütün olarak yaşanmasının neticesin-
çok ‘adalet’ mastarıyla kullanılır. den başka bir şey değildir.
Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla yer alan adl kavramı, dü- c. Ahlâkî açıdan adl: Yüce Yaratıcı’nın insan fıtratına
şünceden fiile, ondan ahlâka, geniş bir sahayla irtibatlıdır. yerleştirdiği duyguları ifratkâr veya tefritkâr açılımlardan
Nitekim bu âyetteki adl kelimesini böyle bir perspektiften uzak tutarak istikamet çizgisine çekmek. Bu cümleden
ele alan bazı müfessirlerimiz şöyle demişlerdir: Adl, gerek olmak üzere, bir insanın, potansiyel olarak sahip kılındı-
itikadî, gerek amelî gerekse ahlâkî her bir konuda orta yol ğı akletme duygusunu, demagoji taşkınlığına veya hiçbir
(istikamet) üzere olmaktır.3 Şimdi bu özlü cümleyle anla- şeye kafa yormama tefritine düşmeksizin ‘hikmet’ çizgisin-
tılmak istenilenleri kısaca açıklamaya çalışalım: de; mevcut öfke duygusunu saldırganlık veya korkaklığa
dönüştürmeksizin ‘cesaret/şecaat’ ekseninde; sınır tanımaz
a. İtikadî açıdan adl: Uluhiyet konusunda -istikame-
bir taşkınlığa veya köreltilmeye açık bulunan şehevî duy-
tin ifadesi olan- tevhid inancına sarılmak, bu mevzuda
gusunu meşru daireyle yetinmenin ifadesi olan ‘iffet’ yö-
inkar veya şirk mülâhazalarına düşmemek. Nitekim, İbn
rüngesinde işletmesi gerekir.
Abbas’a (r.a.) dayandırılan bir rivâyette, onun, ‘adl’in başı-
nın tevhid-i ilâh olduğu’nu söylediği nakledilir.4 Bu örnekler çoğaltılabilir. Seyyid Şerif Cürcanî, Şerhu’l-
Mevakıf isimli eserinde insan fıtratında var olan bu duygu-
b. Amelî açıdan adl: Bu hususu iki ayrı yönden ele larla ilgili olarak bir değerlendirme yaptıktan sonra, adlin/
almak mümkündür. Birincisi, ‘dünya-âhiret ve ceset- adaletin gerçekleşmesinin ‘hikmet-şecaat- iffet’ üçlüsünün
ruh arasındaki ölçünün/dengenin gözetilerek hareket birlikteliğine bağlı olduğunu belirtir.6
edilmesi’dir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de ‘Allah’ın sana
verdikleriyle âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da na- 2. İhsan
sibini unutma.” (Kasas Sûresi, 58/77) âyetiyle, dünya- Lügatte ihsan kelimesi iki anlamda kullanılır. Birincisi
ahiret dengesinin gözetilmesi emredilir. Ceset-ruh ara- ‘ahsenehu’ şeklinde olup bir şeyi güzel yapmak mânâsına
sındaki dengenin korunması için ise Peygamberimiz’in gelir. Diğeri ise, ‘ahsene ileyhi’ biçiminde olup birisine iyi-
(s.a.s.), “..(Unutma ki) senin üzerinde cesedinin/be- lik etmek mânâsını ifade eder. Dilimizde ihsan daha çok
deninin de hakkı vardır.’ (Buharî, Savm 55; Müslim, bu ikinci anlamıyla bilinmektedir. Ancak bu âyet her iki
Sıyam 182) şeklindeki beyanını örnek olarak zikredi- mânâyı da içine almaktadır.
lebiliriz. Müfessirlerimizin bir kısmı âyetteki bu ifadeyi, farz
Bu âyetin yorumu münasebetiyle ‘ameller hususunda olan vecibelere ilâveten yapılanlar mânâsında ‘nedb veya
gözetilmesi gereken adl’ ile ilgili olarak bazı müfessirleri- nevâfil’ şeklinde yorumlamışlardır.7 Böyle bir yorum biraz
miz şöyle demişlerdir: Herhangi dünyevî bir bahaneyle/ kapalı ve eksik kalmaktadır. Nitekim bu inceliğin farkında
gerekçeyle ne kulluğu terk etmek ne de ruhbanlık anlayışı olan müfessir Âlusî şöyle der: Buradaki ihsan, amellerin
içinde âhiret için dünyayı terk etmek.5 (iş ve ibadetlerin) lâyıkıyla yerine getirilmesidir ki, bu da
amellerin hem kemmiyet (nicelik) hem de keyfiyet (nite-
Amelî adlin diğer yönüyle değerlendirilmesine gelin- lik) yönüyle ilgilidir.8 Şimdi bu iki yönüyle ihsan mefhu-
ce: Bu, daha çok icrası emredilen vecibelerin yerine geti- munu ele alalım:
rilme keyfiyetiyle alâkalıdır ki bunu ‘eda edilmesi istenen
1. Kişinin üzerine farz olarak belirlenmemiş (vacibat-
vecibeleri umursamazlık ve aşırılıklara düşmeksizin itidalin
tan/feraizden olmayan) iş ve ibadetlerinin ihsan şuuruyla
temsilcisi olarak yerine getirmek’ şeklinde tarif edebiliriz.
alâkasını şöyle izah edebiliriz: Meselâ, inanan bir şahsın ra-
Nitekim Kur’ân’da, ümmet-i Muhammed’in bu niteliği
mazan orucu dışında tutmaya çalıştığı oruçları, doğrudan
haiz bir toplum olduğu şöyle ifadelendirilir: “Sizi işte böy-
onun ihsan duygusuyla ilgilidir. Çünkü o burada böyle bir
le ümmet-i vasat (orta yolun temsilcisi bir ümmet) kıldık
şeyi, mecbur tutulmadığı/zorlanmadığı hâlde yapmakta-
ki (diğer) insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız.”
dır. Bu, onun, lütuf ve inâyeti sonsuz olan Rabbe karşı
(Bakara Sûresi, 2/143)
bir vefa duygusu içinde gönlünden gelen bir mukabelenin
Bugün adl/adalet denince daha çok ‘içtimaî adalet’ (ihsanın) ifadesidir. Nitekim, gece boyu ayakları şişinceye
mefhumu üzerinde durulmaktadır. Ancak unutulmamalı- kadar Allah’a teveccühte bulunan Peygamber Efendimiz’e
dır ki içtimaî adalet, dinin, inanç temelleri üzerinde ibadet (s.a.s.) Hz. Aişe, ‘Niçin böyle yapıyorsun ya Rasûlallah,
21
Allah senin geçmiş gelecek günahlarını affetmiştir.’ dedi- tikten sonra, ihsan kavramını adalet kavramı ile birlikte
ğinde, “Ben (Rabbine) çokça şükreden bir kul olmayayım ele alır ve şöyle der: Adalet sağlıklı ve dengeli bir toplu-
mı?” (Buharî, Teheccüd 6; Müslim, Münafıkîn 79) şek- mun temeli ise, ihsan onun mükemmele erişmesidir. Bir
linde karşılık vermiştir. Bu durumu başka bir örnekle de taraftan adalet, toplumu hakların çiğnenmesi ve zulümden
ele alabiliriz: Toplumu oluşturan fertler arasında huzur ve korurken, diğer taraftan ihsan, toplumu zevkli yaşamaya
dengenin sağlanması hikmetine yönelik olarak adl ölçüleri değer bir hâle sokar. İhsan şuurunun oluşmadığı bir top-
içinde belli bir miktarı (zekât görevini) farz olarak tayin lumda, sevgi, şükran, cömertlik, fedakârlık, samimiyet ve
eden din, ‘hayırda israf yoktur’ tavsiyesiyle, insanları sü- müsamaha gibi hayatı zevkli/yaşanır kılan yüce değerlerin
rekli olarak ihsan kuşağında (daha fazla hayır anlayışı için- oluşmasını sağlayan insanî nitelikler oluşamaz.11
de) hareket etmeye teşvik etmiştir. c. Diğer canlı varlıklara karşı ihsanı: Bunu, ‘insanın
2. Yapılan iş ve ibadetler çerçevesinde ihsan kelimesinin onlarla ilgili olarak yerine getirmesi gerekli olan bir görevi
keyfiyet yönünden ifade ettiği anlama gelince: Bunu, ‘kişi- ihsan ruhuyla yapması’ şeklinde yorumlayabiliriz. Meselâ,
nin ister Allah’a, ister kendi hemcinsine karşı isterse diğer kişinin mülkiyetindeki bir hayvanı, hayatını devam ettire-
canlı varlıklara karşı yerine getirmesi gereken vazifelerini cek kadar doyurması onun için bir görevdir, daha güzeliy-
hasen (güzel) bir surette yapması’ şeklinde ifade edebiliriz. le ona muamelede bulunması ise bir ihsandır. Bunun gibi
Bu cümleden olmak üzere insanın sergileyebileceği ihsanı insanın bir hayvanın kesim işini ona eziyet vermeksizin
üç kısımda ele alabiliriz: gerçekleştirmeye çalışma gayreti de, ona karşı sergilenme-
a. Allah’a karşı ihsanı: Bu anlamdaki ihsanı, Resul-i si gereken ihsan ruhuyla ilgili bir durumdur. Nitekim baş
Ekrem (s.a.s.), ‘İhsan, Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk tarafı umum varlıkla, son kısmı ise hayvanata karşı göste-
yapmandır.’ (Buharî, Tefsiru sure (31) 2; Müslim, İman rilmesi gereken dikkat ve itina ile ilgili olan bir hadîste şöy-
57) şeklinde dile getirmiştir ki bu ‘sonsuz kerem, kemal ve le buyrulur: “Allah her şey hususunda ihsanla muameleyi
azamet sahibi yüce Allah’a karşı insanın kulluğunu O’nu yazdı (emretti.) Binaenaleyh, (meşru olan) bir katli ger-
görüyormuşçasına en güzel bir surette yapması’ gerekti- çekleştirdiğinizde onu güzelce (ihsanla) yerine getiriniz.
ğini ifade eder. Kestiğiniz bir hayvanın kesimini güzelce (ihsanla) yapınız;
sizden biri önce bıçağını bilesin, sonra keseceği hayvanın
b. Hemcinslerine (insanlara) karşı ihsanı: Kişinin hemcins- yanına varsın.” (Müslim, Sayd, 57; Ebu Davud, Edahî 11;
lerine karşı ihsanı, daima onların dünyevî-uhrevî mutluluk ve Tirmizî, Diyât 14)
huzuruna yarayacak şekilde hareket etmesidir. Kur’ân, insanın
kendisi dışındakilerle münasebetlerinin huzur ve ahenk içinde 3. İ’tâ
yürümesini sağlayacak bir temel/esas olarak belirlediği adalet İdeal bir toplum inşa etmek için Kur’ân’ın üçüncü
prensibi üzerine ihsan şuurunu da yerleştirmeyi hedeflemiştir. pozitif esas olarak dikkatlerimize arz ettiği hususlardan
Böylece din, ifrat ve tefritten uzak kesin ve şaşmaz ölçülerin birisi de i’tâ’dır. Kelime olarak ‘vermek’ anlamına gelen
yanına inceliği ve letafeti de koymuştur. Sözgelimi, adaletin i’tâ, Kur’ân dilinde ‘ihtiyaç sahibi kişilerin ihtiyaçlarını gi-
tesisi için infakı emreden İslâm, aynı zamanda bu görevin dermek için yapılan yardım’ mânâsında kullanılır. Burada
insanları rencide etmeksizin ve minnet altında bırakmaksızın i’tâ’nın, ihsanın özel bir uygulaması olarak zikredildiği gö-
yerine getirilmesini de istemiştir.9 Ve yine ilgili prensibiyle katil rülmektedir.
konusunda ölenin velisine misliyle cezanın uygulanmasını is- Kur’ân’ın ‘zi’l-kurbâ’ ifadesiyle yakınlara yardımı özel-
teme hakkını getiren bu din, müsamaha etmek isteyen herkese likle zikretmesinin sebebi, onların bu konuda öncelikli ola-
kapıları açık tutmuştur; adlin de ötesine geçmek ve böylece rak düşünülmesine dikkat çekmek içindir. Şu hâlde bun-
içtimaî yaraları tedavi etmek ve fazilet kazanmak isteyenlerin dan, ‘İmkân sahiplerinin yardımlarını sadece yakınlarına
önüne engeller dikmemiştir. Nitekim ihsanı bu açıdan ele alan yapması gerekir.’ gibi bir anlam çıkarılamaz. Bu yardımlaş-
R. el-İsfehânî, ‘İhsan, iyiliğe fazlasıyla, kötülüğe ise daha azıyla ma akrabalık taassubuna dayalı bir yardımlaşma olmayıp
karşılık vermektir.’ der.10 merkezden muhite doğru genişleyen bir dayanışmadır.
Mevdudî bu âyetteki ihsan kavramının muhtevasına Emredilen her bir verme/yardım türü, gerek akraba-
‘cömertlik, hoşgörü, af, merhametli olma, nazik olma, lık bağı bulunan insanlar arasında gerekse, toplumun di-
bencil olmama’ gibi anlamların da dâhil olduğunu belirt- ğer fertleri arasında gönül birliğinin oluşumuna sebepler
22
açısından katkı sağlayabilecek en etkili yollardan birisidir. bir ifade olarak gelen fahşânın muhtevasına, kelimenin lü-
Bunun içindir ki, Kur’ân bu hususa çeşitli münasebetlerle gat anlamı içerisine girebilecek diğer fâhiş söz ve fiillerin
vurguda bulunur ve lüzumuna dikkat çeker. de dâhil edilmesi gerekir. Bunun gibi, A’raf sûresinin “De
ki: Allah fahşâyı emretmez… Rabbim adaleti emretmiş-
Yerine getirilmesi emredilen bu görevin, kalblerdeki
tir.” şeklindeki 28. âyetinde yer alan fahşâ kelimesi de, adl
negatif duyguları silip onun yerine sevgi ve şefkate daya-
kelimesinin mukabili/zıddı bir anlamda kullanılmıştır. Bu
lı bir dayanışmanın vesilelerinden birisi olarak fonksiyon
da bize bu kelimenin anlam alanının yalnızca zinayla sınırlı
icra etmekte olduğu bilinen bir gerçektir. Zira i’tâ/verme,
olmadığını göstermektedir.
vereni gurur ve kibirden, ona muhtaç durumda bulunanı
(verileni) ise, haset ve nefret gibi olumsuz duygulardan te- Bu âyette geçen fahşâ kelimesinin karşılığı tefsirlerimiz-
mizlemektedir. de genelde ‘zina’ olarak ele alınır. Tabiatıyla zinaya bakan
yönüyle böyle bir yaklaşım isabetlidir; çünkü zina fiili de,
Dikkatle baktığımızda art arda zikredilen bu üç kav-
‘ırz/namus sınırlarının ihlâli anlamına gelmiş olması bakı-
ramın birbirleriyle irtibatlı oldukları görülecektir. Şöyle
mından o da bir taşkınlık çeşididir; haddi aşmayı ve aşırı
ki, gerek düşünce gerekse amelî plânda her bir ‘güzellik gitmeyi (fahişliği) ifade eder.’17 Ne var ki, insanın fahşâsı
sergileme’nin adı olan ihsan duygusunun gelişebilmesi, (fâhiş tavırları) içerisinde en yıkıcı olanı zina fiili olsa da
ancak, temeli ölçü ve istikamete dayalı ‘adl’ zemininde o yalnızca bununla sınırlı değildir, zira fahşânın gerek
mümkün olur. Bunun gibi, yardımlaşma ve vefa duygu- itikadî, gerek ahlâkî gerekse amelî boyutta tezahürleri söz
sunun somut ve üstün bir örneği olan ‘i’tâ’ da ancak adl konusudur. Mevdudî, zina gibi, hak ve sınırların ihlâlinin
zemininde gelişen ‘ihsan’ şuuru içinde varlık bulabilir.12 söz konusu olduğu hırsızlık, soygun ve iftira/kazif gibi di-
B. Üç Menfî Husus ğer bir kısım fiillerin de bu kavramın içerisine girdiğini18
Âyet-i kerimenin ikinci kısmı, gerek fert gerekse top- söyler. Zira söz konusu bu fiillerin hepsinde başkalarının
lum hayatını tahrip edici tavırları/fiilleri üç kelimeyle dik- hak ve sınırlarına tecavüz söz konusudur.
katlerimize arz eder. Şimdi bunları sırasıyla ele alalım: 2. Münker
1. Fahşâ İnkâr kelimesinin ism-i mef ’ûlü olan münker, lügatte
Lügatte fiil itibariyle ‘aşırı gitmek, çirkin olmak ‘tanınmayan, yadırganan’ anlamına gelir. Nitekim, bu keli-
ve haddi aşmak’ gibi anlamlara gelen bu kelime R. el- meyle ilgili olarak Tehanevî, ‘münker, maruf ’un zıddı olup
İsfehanî’ye göre Kur’ân dilinde ‘söz ve fiildeki çirkinliğin ‘şaz’ anlamında kullanılan bir kelimedir’ der.19
büyüklüğü’nü ifade için kullanılır.13 Fahşâ’yı ‘fevâhiş’ (fâhiş Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle ‘iyi olarak bilinen, kabul
olanlar) kelimesi ile açıklayan Zemahşerî’ye göre ise bu ke- gören’ anlamındaki maruf kelimesinin zıddı olarak kulla-
lime, ‘Allah’ın koyduğu hududu/sınırı aşan’14 anlamına ge- nılan20 münker kelimesi için çeşitli yorumlar getirilmiştir.
lir. Cürcanî ise Tarifat’ında bu kelime için şöyle der: Fahşâ, Meselâ F. er-Razî bu kelimenin anlam içeriğini geniş bir
tab’-ı selîmin kendisinden kaçındığı ve akl-ı müstakimin perspektiften ele alarak, münkerin hem Allah’ı inkâr anla-
kendisini noksan bulduğu şeydir.15 Fahşâ’nın anlam alanıy- mına, hem de herhangi bir din ve âdette bilinmeyen (yer
la ilgili olarak yapılan bu tariflerin ortak noktasının, ‘gerek almayan) bir şey/fiil mânâsına gelebileceğini belirtmiştir.21
söz gerekse fiil bazında haddi aşan taşkınlıklar’ olduğunu Diğer bir kısım âlimlerimiz de, münkeri belli bir açıdan
görürüz. Nitekim bu kelime bizim dilimizde de kullanılır. ele alarak, onu ‘işleyenlerin yadırganmasına sebep olan
Sözgelimi biz ‘fâhiş fiyat’ veya ‘fâhiş hata’ gibi nitelemeler- davranışlar’ olarak görmüşlerdir.22 Ayrıca münkeri ‘aklın
de bulunuruz. Açıktır ki, bununla, söz konusu noktalarda- yadırgadığı/garipsediği şey’ olarak değerlendirenler de ol-
ki aşırılığa dikkat çekmiş olmaktayız. muştur.23 Ragıb el-İsfehanî ise münker için ‘çirkinliğine/
Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelime “اح َش ًة ِ ” َف16 şekliyle de ge- kötülüğüne sahih akılların hükmettiği fiiller’ veya ‘çirkin
çer ki, buralarda doğrudan zina fiilinin fâhiş özelliğini nite- veya güzel görülmesi konusunda aklın tevakkuf etmesiyle
leyici bir sıfat olarak kullanılır. Zaten ilgili âyetlerin öncesi (susup durmasıyla) şer-i şerifin çirkinliğine hükmettiği fiil-
ve sonrasına dikkatle bakıldığında bu ifadeyle zina anla- ler’ şeklinde bir tarif getirir.24
mındaki fuhşun kastedildiği açıkça görülür. Ancak, üzerin- Burada, ‘münkerin fahşâdan farkının ne olduğu?’ gibi
de durduğumuz bu âyetteki ‘el-fahşâ’ kelimesi için böyle bir soru akla gelebilir. Bu âyetle fahşâ ve münker şeklinde
bir siyak söz konusu değildir. Bu itibarla, burada mutlak bir ayrıma giden Kur’ân, diğer birçok âyetinde ise olum-
23
suz hususların hepsini doğrudan ‘münker’ kelimesi altında vecibeleri güzel bir surette ifa etmeyi, gerekse bu görevle-
toplar. Bundan da anlaşılıyor ki, ‘her fahşâ aynı zamanda rin ötesinde güzellik ve iyilik sergilemeyi) ve i’tâyı (ihsan
bir münkerdir’25, şu kadar ki, münker söz ve tavırlar içe- şuurunun somut ve üstün bir örneği olarak yakınlardan
risinde başkalarının hak ve hukukunu ihlâl edici olanları başlamak suretiyle ihtiyaç sahiplerine vermeyi) emrediyor;
burada ‘fahşâ’ gibi farklı bir isimle zikredilerek bu kısmın (Ayrıca O) fahşâyı (ahlakî sınırları/ölçüleri aşan tavır ve
-toplumun huzur ve birlikteliğini etkileyici- tehlikelerine adımları), münkeri (dinin ve selim fıtratın tanımadığı her
ayrıca dikkat çekilmiştir. Bu çerçevede Ebu Hayyan (v. türlü kötülük ve fenalığı) ve bağyi (sonu zulme varan hak-
654) ise şöyle der: Fahşâ, dünyada haddi (şer’î müeyyi- sız istek ve arzular peşinde olmayı) yasaklıyor. O düşünüp
deyi) âhirette ise cezayı gerektiren söz ve fiillerdir. Mün- tutasınız diye size (böyle) öğüt veriyor.”
ker tutum ve fiillere gelince bunlar için dünyada cezaî bir Sonuç
müeyyide söz konusu değildir. Bunlar yalnızca âhirette so- Hayır ve şerri özetleyen bu âyet, beşerin lehine ve aley-
rumluluk ve cezayı gerektiren söz ve fillerdir.26 hine olan hususları en özlü şekilde ifade etmekte olup tek
3. Bağy başına mücelletlere sığmayacak bir muhtevaya sahiptir. Bu
Bağy, kök itibariyle ‘taleb etmek, bir şeyin peşinde ol- ilahî beyan, pozitif ve negatif altı hususa dikkatleri çekmek
mak’ anlamlarına gelir. Şu kadar ki bağy normal bir talep- suretiyle gerek ferdî, gerekse içtimaî hayatın huzur ve gü-
ten ziyade -ister hayra isterse şerre doğru olsun- insanın venliğini garanti altına alacak emir ve yasakları bildirir.
normalin üstündeki aşırı taleplerini ifade eder. Bu da iki Kur’ân-ı Kerîm bu âyetiyle bir taraftan dengeli ve sağ-
kısımdır. Birincisi, adl sınırından ihsan’a doğrudur ki, bu lıklı bir toplumun dayanağını teşkil eden adl, ihsan ve i’tâ
övgüye layık bir taleptir. İkincisi, hak olandan bâtıla doğ- gibi üç önemli esası bildirir, diğer taraftan hem bireyin
rudur ki bu ise zemme müstahaktır.27 hem de toplumun emniyetini ihlâl eden fahşâ, münker ve
Şüphesiz ki bu âyette söz konusu edilen bağy, yasaklan- bağy gibi üç tehlikeli adımı gösterir.
mış hususlarla ilgili olup kişinin, bir kısım nefsanî sâiklerle *Dicle Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
rahatsızlık duyduğu kişi/kişiler hakkında olumsuz arzu yozturk@yeniumit.com.tr
ve talepler içine girmesini ifade eder. Bir diğer anlatımla,
bu türden bir bağy, kişinin doğrudan fiilî zulüm, i’tidâ ve Dipnotlar
1. Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyan, Beyrut 1995, 8/213.
tuğyânını ifade etmekten ziyade, onun bu fiiller için hazır 2. Cürcanî, Kitabu’t-Tarifât, ts., ys., s. 147.
durumda bulunduğu hâleti belirtir. Nitekim Zemahşerî bu 3. Beyzavî, Envaru’t-Tenzîl, Beyrut 1988, 1/555.
4. Bkz., Taberî, Camiu’l-Beyan, 8/213.
kelimeye ‘zulümle (maksada) uzanma isteği’28 anlamını ve- 5. Bkz. Beyzavî, age., I, 555; Alûsî, a.g.e., 8/320.
rir. Bu türden olumsuz duygular içinde bulunanların zulme 6. Bkz. Cürcanî, Şerhu’l-Mevâkıf, Mısır tsz., 6/130.
yönelmeleri kaçınılmaz olur. İşte negatif anlamdaki bağyin 7. Mesela bkz. Zemahşerî, el-Keşşaf, Beyrut 1995, 2/605; Nesefî, Tefsîru’n-
Nesefî, İstanbul 1994, 2/697.
kişiyi/toplumları sürüklemiş olduğu böyle bir sonuç itiba- 8. Âlusî, Rûhu’l-Meanî, Beyrut 1997, 8/321.
riyledir ki, umumiyetle tefsirlerimizde bu kelimenin anla- 9. Bkz. Bakara sûresi, 2/262, 264.
10. İsfehanî, el-Müfredat, İstanbul 1986, s. 171.
mı doğrudan ‘azgınlık veya zulüm’ olarak verilmiştir. 11. Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’an, İstanbul 1986, 3/48-49.
12. Bu açıdan yapılmış olan değerlendirmeler için bkz. F. Gülen, Kur’ân’dan
Sonuç olarak denilebilir ki, pozitif esaslarda birbirini İdrake Yansıyanlar, s. 231-233.
netice verme hâli, burada da geçerlidir. Buna göre, fahşâ, 13. İsfehanî, el-Müfredat, s.562; Firuzâbadî, el-Kamusu’l-Muhît,Beyrut tsz.,
münkerin, münker de bağyin kaynağıdır. Şöyle ki, insa- 2/293.
14. Zemahşerî, el-Keşşaf, 2/605.
nın ölçüsüzlükten kaynaklanan haddi aşkın tavır ve fiilleri 15. Cürcanî, et-Tarifât, s.165.
(fahşâ), zamanla onda münker olarak isimlendirdiğimiz 16. Mesela bkz., Âl-i İmran sûresi, 3/135; Nisa sûresi, 4/15, 19, 22.
17. Tabatabaî, el-Mizan, İran 1972, 12/233.
diğer kötülüklerin hayat bulmasına zemin oluşturur. İnsan 18. Mevdudî, a.g.e., 3/49.
fıtratında evrensel doğru ve güzelliklerin aleyhine olarak 19. Tehanevî, Keşşafu Istılahati’l-Fünûn, İstanbul 1983, 2/1393.
hükmünü icra eden bu kötü düşünce ve fiiller (münker) 20. Mesela bkz. Al-i İmran sûresi, 3/104, 110, 114.
21. Razî, Mefatihu’l-Ğayb, Beyrut 2000, 20/82. Keza bkz., Yazır, a.g.e.,
ise, nihâyetinde insanı, sonu zulme varan haksız talep ve 5/3118.
arzulara (bağye) sevkeder. 22. Bkz. Beydavî, Envaru’t-Tenzîl, 1/555; Alûsî, Ruhu’l-Meanî, 8/321.
23. Bkz. Zemahşerî, el-Keşşaf, 2/605; Nesefî, Tefsiru’n-Nesefî, İst., 1994,
Bu izahlar ışığında âyetin açıklamalı mealini şu şekilde 2/697.
24. Bkz. İsfehanî, el-Müfredat, s.770.
arz edebiliriz: 25. Tabatabaî, el-Mîzan, 12/233.
26. Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhît, Lübnan 1992, 6/586.
“Şüphesiz ki Allah, adli (düşünce ve fiilde istikamet 27. İsfehanî, el-Müfredat, s.72.
içinde olmayı), ihsanı (gerek yerine getirilmesi istenen 28. Zemahşerî, el-Keşşaf, 2/605. Keza bkz., Nesefî, Tefsiru’n-Nesefî, 2/697.
24
YENi ÜMiT
29
YENi ÜMiT
Doç. Dr. H. Hüseyin TUNÇBİLEK*
Ekim / Kasım / Aralık - 2008 / 82
30
müteşâbih âyetleri teşbih veya tecsim ifade edecek şekilde hasımlarına galebesi, asrının âlimlerinin dikkatini çekmiş ve
yorumlamaları, halkın tepkisine yol açıyor ve fitneye sebep haklı olarak onların “Ehl-i Sünnet’in keskin kılıcı”, “ümme-
oluyordu. Hattâ aralarında çatışmalar vuku buluyor ve bir- tin dili” gibi övgülerine mazhar olmuştur.
çok insan ölüyordu. Bâkıllânî’nin ilmî şahsiyetini oluşturan en bâriz özellikler-
Sosyal dram bunlarla da bitmiyor, ülke, zaman zaman den biri de, nakilcilikten ziyade, orijinal görüşler ve düşünce-
umûmi felâketler ve musibetlere de maruz kalıyordu. Halk ler serdetmesidir. Bâkıllânî, ilmiyle olduğu gibi takvasıyla da
böylesine sıkıntı içerisinde iken devletin başındakiler ve temâyüz etmiş bir âlimdir. Bağdâdî onun her gece yirmi rekât
derebeyleri zengin ve konforlu bir hayat sürüyorlardı. Or- nâfile namaz kıldığını, hazarda ve seferde bunu hiç bırakmadı-
duya mensup olanlar da maaşlarıyla geçiniyorlar, kesintiye ğını zikrederken, İbn Asâkir, Ebu Hâtim el-Kazvinî’nin onun
uğradığında ise, vurgun ve talana başvuruyorlardı. Dolayı- hakkında “Kâdî Ebu Bekir el-Eş’arî’nin takvâ, dine bağlılık,
sıyla sosyal tabakalar arasındaki büyük uçurumlar, bu dö- zühd ve iffet olarak açığa vurmadığı şeyler, açığa vurdukların-
nemin en bâriz özellikleri içerisinde yer alıyordu. dan kat kat fazladır.” dediğini kaydeder.
Bütün bu siyasî karışıklıklara ve sosyal çalkantılara rağ- Hocaları ve Talebeleri
men ilmî, fikrî ve kültürel faaliyetler alabildiğine ilerlemiş Şüphesiz ki, Bâkıllânî’nin bu çok yönlü şahsiyete sahip
ve gelişmiştir. Şüphesiz ki, bunda devlet adamlarının bü- olmasında, kendilerinden ilim tahsil ettiği hocalarının katkısı
yük rolü olmuştur. Çünkü her bir devlet reisi ve veziri, büyüktür. Özellikle kelâmda meşhur olan Bâkıllânî, bu ilmi,
sarayında çeşitli ilimlerde söz sahibi âlimlerin bulunmasını iki itikat imamından biri olan Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’nin önde
iftihar vesilesi addediyor ve bundan büyük bir haz duyu- gelen talebelerinden İbn Mücâhid et-Tâî ve Ebu’l-Hasan el-
yordu. Halifeler ve emirler âlimlere son derece saygı gös- Bâhilî’den ders almıştır. O, el-Bâhilî’den usul dersi de almıştır.
teriyorlardı. Bağdat, ilim ve ulemânın âdeta merkezi hük- Bâhilî, ilminin derinliğine muvâzî olarak takvada da çok
mündeydi. Ancak bağımsız devletlerin oluşmasıyla birlikte ileri idi. Öyle ki, ders verirken bile talebelerinin kendisini
her bir devletin başkenti âdeta bir Bağdat hüviyeti arz edi- görmemeleri için araya perde çekerdi. Bunun sebebi sorul-
yor, oralarda ilmin her dalında eşsiz âlimler yetişiyordu. duğunda “Siz, çarşı ve pazarda gaflet ehli kimseleri görüyor,
Şimdi Bâkıllânî’nin hayatından söz edebiliriz. aynı gözlerle bana bakıyorsunuz.” cevabını verirdi. O sade-
Bâkıllânî’nin Hayatı ce Bâkıllânî, Ebu İshâk el-İsferâyînî ve İbn Fûrek’e yüzünü
Bâkıllânî’nin asıl ismi Muhammed, babasının adı et-Tayyib, gösterirdi. Allah’la irtibatı öylesine güçlü idi ki, O’nu düşü-
dedesi de Muhammed’dir, dedesinin babası Ca’fer, dedesinin nürken talebeleri kendisine hatırlatıncaya kadar derslerinin
dedesi Kâsım’dır. Künyesi Ebu Bekir, lâkabı Bâkıllânî’dir. nereye kadar vardığının farkına varamazdı.
Bâkıllânî’nin biyografisinden bahseden kaynakların ta- Kuşkusuz Bâkıllânî, maneviyat âleminin sultanlarından
mamına yakını, onun Basra’da doğduğunu ifade etmekle olan Bâhilî’nin yanı sıra, usul hocası olan Ebu Abdullah eş-
birlikte, doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hicrî Şîrâzî’nin de büyük katkısı söz konusudur. Şîrâzî, Kitap ve
4. asrın ilk yarısında (Mîlâdî 10. asrın ilk çeyreği) doğmuş Sünnet’e bağlı, şer’î ilimleri iyi bilen meşhur bir tasavvuf
olması kuvvetle muhtemeldir. şeyhi ve Şâfiî mezhebi fakihidir. Keramet, Ledün ilmi ve
Bâkıllânî, Basra mektebinin güçlü âlimlerinden dil, irfan sahibidir. Tasavvufun sadece edebiyatını yapanları da
kırâat, edebiyat, kelâm vb. ilimleri tahsil ettikten sonra, tasvip etmez, onların tasavvufu ucuz ele geçirdiklerini ve
kesin tarihi bilinmemekle birlikte ilim tahsili için Bağdat’a ucuza sattıklarını söylerdi.
yerleşir ve burada ikamet eder. Bunların dışında Bâkıllânî; Ebu Bekir el-Katîî’, Ebu
Bâkıllânî, kelâm, fıkıh, tefsir, hadîs, dil, edebiyat, felsefe, Muhammed el-Bezzâz, İbn Bühte, Huseynek lakabıyla
mantık, dinler tarihi, mezhepler tarihi, tasavvuf gibi çeşitli bilinen Ebu Ahmed en-Nîsâbûrî ve Sünen sahibi meşhur
ilimleri içine alan ilmî hareketlerin teşekkül ettiği en canlı Dârekutnî’den hadîs dersi, Ebu Bekr el-Ebherî ve Ebu
en hareketli Hicrî 4. asırda yaşamış bir âlimdir. Adı geçen Muhammed el-Kayravânî’den fıkıh dersi, Ebu Ahmed el-
bütün bu ilimleri tahsil eden Bâkıllânî’nin, özellikle kelâm Askerî’den de edebiyat ve nakd dersleri almıştır.
ilminde ön plâna çıktığı görülür. O, çeşitli dinleri ve mez- Daha başka âlimlerden de çeşitli dersler alan Bâkıllânî,
hepleri çok iyi bildiği için bir taraftan kendi mezhebiyle il- İbn Asâkir’in kaydettiğine göre sayılmayacak kadar talebe
gili prensipler vaz ederken, diğer taraftan muhalif görüşlere yetiştirmiştir. Bunlar çeşitli ülkelere dağılmışlar; çoğu Irak,
karşı vermiş olduğu cevaplarla Ehl-i Sünnetin yaklaşımlarını Horasan ve Mağrib taraflarına giderek buralarda ilmî faali-
müdafaa etmiştir. Güçlü hâfızası ve hitabeti, derin ilim ve yetlerini sürdürmüşlerdir. Her biri çeşitli disiplinlerde müte-
kültürü, meselelere vukufu ve yapmış olduğu münazaralarda bahhir (otorite, allâme) olan bu zatlardan bazıları şunlardır:
31
1. Kâdî Ebu Muhammed Abdülvahhab b. Ali b. Nasr el- Bazı fetvâlarının sonunda “Hanbelî” kelimesini yazdı-
Bağdâdî. ğı için kendisine Hanbelî de denmiştir. Bu, onun fıkıhta
2. Ebu Zer Abd b. Ahmed el-Herevî. Hanbelî olduğunu değil, bazı haberî sıfatların yorumunda
3. Ebu’l-Hasen Ali b. İsa b. Süleyman el-Fârisî. ve “Kur’ân’ın mahlûkiyeti meselesi” gibi bazı konularda
4. Ebu Abdurrahman Muhammed b. el-Huseyn es- Ahmed b. Hanbel gibi düşündüğünü ifade eder.
Sülemî. Bâkıllânî’nin itikadda Eş’arî olduğu hususunda herhan-
5. Kâdî Ebu Ca’fer Muhammed b. Ahmed es-Simnânî. gi bir ihtilâf söz konusu değildir. Onun biyografisini ele
6. Ali b. Muhammed b. el-Hasen el-Harbî. alan kaynaklarda isim, künye, nisbe ve lâkabının yanı sıra
7. Kâdî Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed el- “Eş’arî” olduğu da zikredilir ki, bu onun itikadda mezhebi-
Isbahânî. ni ifade eder. Bunun en açık örneği, Bağdâdî, İbn Hallikan
8. Ebu Muhammed Abdurrahman b. Ebi Nasr. ve İbn Âsâkir’in, Bâkıllânî’nin tam ismini zikrettikten son-
9. Ebu’l-Kâsım Ubeydullah b. Ahmed b. Osman es- ra “Eş’arî mezhebi üzere kelâmcı” ifadesini kullanmaları-
Sayrafî. dır. İbn Kesir de ondan bahsederken “Eş’arî mezhebi üzere
10. Ebu’l-Feth Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. kelâmcıların başı” der.
Fâris b. Sehl b. Ebi’l-fevâris.
11. Ebu Ali el-Hasen b. şâzân el-Bezzâz. Kelâm İlmindeki Yeri ve Metodu
12. Samsâmü’d-Devle Ebu Kalicar b. Merzubân. İtikadda Eş’arî olan Bâkıllânî, sadece bu mezhebe
intisabıyla değil, mezhebin yayılmasında ve müdafaasın-
Resmî Görevleri da öncülük yapanların başında gelmesiyle de tanınır. O,
Büveyhî hükümdarı Adududdevle ile sıkı bir münase- genelde Ebu’l-Hasen El-Eş’arî’nin görüşlerini benimse-
beti olan Bâkıllânî’nin iki resmî görev aldığı görülmekte- mek ve temellendirmekle birlikte ondan farklı düşündüğü
dir. Bunlardan biri kadılık, diğeri ise Bizans’a elçi olarak konular da olmuştur. Eş’arî mezhebinin belli bir sisteme
gönderilmesidir. oturmasında etkin rolü olan Bâkıllânî, kelâm ilmine, ken-
Adududdevle, Bizanslılarla esir değişimi yapacak dinden önceki kelâmcılarda görmediğimiz bazı prensipler
ve daha başka şeyler görüşecek olan bir heyetin başkanı koymuş ve aklî bahisler ilâve etmiştir. Bu prensiplerden bi-
olarak Bâkıllânî’nin eline bir mektup vererek bugünkü risi, in’ikâs-ı edille yani delilin butlanından medlûlün but-
İstanbul’da bulunan Bizans Kralı 2. Basilius’a elçi olarak lanının lâzım gelmesi meselesidir.
gönderdi. Bâkıllânî’nin şehre geldiği ve ilmî kişiliği kra- Bâkıllânî’nin Felsefe ve mantığı bildiği hâlde onlara
la bildirildi. Bunun üzerine kral, raiyetinin yaptığı gibi itibar etmediği ve özellikle Aristo mantığını kullanmadı-
Bâkıllânî’nin de, önünde eğilmesini temin maksadıyla ğı görülür. Kendisinden sonra gelen Gazâlî, gerek mantığı
ancak bir kişinin eğilerek geçmesi mümkün olan kapının dışlaması gerekse in’ikâs-ı edilleye kelâm ilminin prensiple-
arkasına kendi tahtını koydurdu. Pratik zekâsıyla durumu ri arasında yer vermesi nedeniyle Bâkıllânî’yi eleştirir. An-
kavrayan Bâkıllânî, arkasını dönerek içeri girdi ve kralın bu cak İmam Gazâli’ye kadar kelâmcıların bu mantıkî prensibi
tuzağını boşa çıkarmış oldu. Daha sonra hem kralla hem kullandıkları da bir gerçektir.
de papazlarla dinî konularda başarılı münazaralar yaparak
Bâkıllânî, muarızlarına karşı vermiş olduğu cevaplarda
takdir topladı ve kral tarafından kendisine hediyeler verile-
ve onların bâtıl görüşlerini çürütme sadedinde aklî delil-
rek esirlerle birlikte hükümdara gönderildi.
leri kullanırken naklî delilleri de ihmal etmemiştir. Cedel
Fıkıhta ve İtikadda Mezhebi metodunda Mu’tezileden istifade eden ve bu metodu iyi
Bâkıllânî’nin hayatından bahseden kaynakların çoğu, onun kullanan Bâkıllânî, haberî sıfatlar konusunda selefin yolun-
fıkıhta Mâlikî olduğunu söylerken, Şâfiî olduğunu ileri süren- dan gitmiştir.
ler de vardır. Hattâ Hanbelî olduğu bile zikredilmektedir.
Kısaca şunu diyebiliriz: Bâkıllânî, naklin ışığı altında
Bâkıllânî’nin fıkıhta Mâlikî olduğu ağır basmaktadır. aklını iyi kullanan, cedel metodunda çok başarılı olan ve
Bunun en bâriz delili, çoğu kaynakların onun Mâlikî oldu- Eş’arî olmasına rağmen çeşitli kelâm ekollerinin mâkul gö-
ğunu söylemesi ve kendisinden ders alanların Mâlikî olma- rüşlerini alırken mâkul olmayanları da reddetmekten çe-
larıdır. Bâkıllânî mezheplere o kadar vukuflu idi ki bazıları kinmeyen önemli bir Ehl-i Sünnet kelâmcısıdır.
onun Mâlikî, bazıları da Şâfiî olduğu kanaatindedir.
Eserleri
Bâkıllânî’nin Şâfiî olduğu hususundaki görüş, bazen Ehl-i Sünnet âlimlerinin önde gelenlerinden olan
kendisine “Eş’arî” denmesinden kaynaklanmaktadır ki, Bâkıllânî, çeşitli ilimlerde ihtisas sahibidir. Bu sebeple
Şâfiî olan Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ile karıştırılmaktadır. onun muhtelif branşlarda eserler verdiği bir gerçektir. An-
32
cak eserlerinin bir kısmı kaybolduğu için tamamı bize ka- 36. Kitâbü Emâli İcmâı Ehli’l-Medine.
dar ulaşmamıştır. Ulaşanların bir kısmı basılmış, bir kısmı 37. Kitâbü şerhı Edebi’l-Cedel.
ise henüz yazma olarak bazı kütüphanelerde mevcuttur; 38. Kitâbü’l-Mesâil ve’l-Mücâlesâti’l-Mensûra.
ancak biz bunların sadece isimlerini zikredeceğiz. 39. Kitâbü’l-İmâmeti’l-Kebire.
1. Kitâbü’t-Temhid (basıldı). 40. Kitâbü’l-İmâmeti’s-Sağîra.
2. Kitâbü’l-İnsaf (basıldı). 41. Kitâbü’l-Usûli’s-Sağîr.
3. İ’câzü’l-Kur’ân (basıldı). 42. Kitâbü Nusreti’l-Abbâs ve İmâmeti benîhi.
4. el-İntisar linakli’l-Kur’ân (basıldı). 43. Mesâil Seele anhâ İbn Abdi’l-Mü’min.
5. Kitâbü’l-Beyan ani’l-Fark beyne’l-Mu’cizât ve’l-Kerâmât 44. Kitâbü’l-Kerâmât.
(basıldı). 45. Nakdu’l-Fünûn li’l-Câhız.
6. Hidâyetü’l-Müsterşidin (yazma). Vefatı
7. Menâkıbü’l-Eimme (yazma).
Bâkıllânî, 403/1013’te Bağdat’ta vefat etmiş ve nama-
Bâkıllânî’nin Kayıp Eserleri zını oğlu Hasan kıldırmıştır. Önce Tâbık nehri yakınındaki
1. Kitâbü İkfâri’l-Müteevilin. Derbü’l-Mahbus’taki evine defnedilen Bâkıllânî, daha son-
2. Kitâbü’l-İbâne an İbtâli Ehli’l-Küfri ve’d-Dalâle. ra oradan çıkarılıp Bâbu Harb’e nakledilmiştir.
3. Kitâbü’l-istişhâd. * Harran Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
4. Kitâbü’l-Usûli’l-Kebir fi’l-Fıkh. hhtuncbilek@yeniumit.com.tr
5. et-Ta’dil ve’t-Tecvir.
Biblografya
6. Şerhu’l-Lüma’. ABDULLAH, Muhammed Ramazan el-Bâkıllânî ve Ârâuhu’l-Kelâmiyye, Bağdat, 1986.
7. Kitâbü Keşfi’l-Esrâr. AHMED Emin, Zuhru’l-İslâm, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, ty.
8. Kitâbü’l-Mukaddimât fi Usûli’d-Diyânât. BAĞDÂDÎ, Abdül-Kâhir, Usûlü’d-Din, Beyrut, 1401/1981.
9. Kitâbü Nakdı’n-Nakd. BAĞDÂDÎ, Ahmed b. Ali, Târihu Bağdad, Lübnan, ty.
BAĞDÂDÎ, İsmâil Paşa, Hediyyetü’l-Ârifin, İstanbul, 1955.
10. Kitâbü’l-Îcâz.
BÂKILLÂNÎ, Muhammed b. et-Tayyib, Temhidü’l-Evâil ve Telhîsu’d-Delâil,
11. Kitâbü Dekâikı’l-Kelâm ve’r-Reddu alâ Men Hâlefe el- Tahk. Ahmed Haydar, Lübnan, 1414/1993.
Hakka mine’l-Evâil ve Müntehıli’l-İslâm. BÂKILLÂNÎ, el-İnsâf, Tahk. Ahmed Haydar, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, 1407/1986.
12. Kitâbü Risâleti’l-Hurra. CÜVEYNÎ, Abdülmelik, el-İrşâd ilâ Kavâtıı’l-Edille fi Usûli’l-İ’tikad, Mısır,
13. Kitâbü Cevâbi Ehli Fılıstîn. 1369/1950.
GAZALÎ, Muhammed, Faysalü’t-Tefrika beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka, yy., 1381/1961.
14. Kitâbü Fadli’l-Cihâd. GÖLCÜK, Şerafeddin, Kelâm Açısından İnsan ve Fiilleri, Kayıhan Yayınevi, İs-
15. Kitâbü’r-Reddi ale’l-Mütenâsihın. tanbul, 1979.
16. Kitâb fi enne’l-Ma’dûma Leyse bişey’. GÖLCÜK, T.D.V.İ.A., Bakıllânî Mad., C. IV, s. 530, İstanbul, 1991.
17. el-Isbahâniyyât. HAMEVÎ, Yakut, Mu’cemü’l-Büldân, Dâru Sâdır, Beyrut, ty.
18. el-Bağdâdiyyât. HASEN, İbrahim Hasen, Târihu’l-İslâm, Kahire, 1987.
HEYET, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul 1992.
19. el-Cürcâniyyât. HİTTİ, K. Philip, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1980.
20. en-Nîsâbûriyyât. İBN ÂSÂKİR, Ali b. el-Hasen, Tebyînü Kezibi’l-Müfteri, Beyrut-Lübnan, 1411/1991.
21. Kitâbü’l-Hudûd fi’r-Reddi alâ Ebî Tâhir. İBN FERHÛN, İbrahim b. Ali, ed-Dîbâcü’l-Müzehhheb fi Mârifeti Ulemâi’l-
22. Kitâbü’l-Mesâili’l-Kostantîniyye. Mezheb, yy., ty.
İBN HALDUN, Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddime, Çev. Zakir Kadiri
23. Kitâbü’d-Dimâ’ elletî Ceret beyne’s-Sahâbe.
Ugan, M.E.B., İstanbul, 1989.
24. Kitâbü’l-Kesb. İBN HALLİKAN, Ahmed b. Muhammed, Vefeyâtü’l-A’yân, Beyrut, ty.
25. Kitâbü’r-Red ale’r-Râfıda ve’l-Mu’tezile. İBN KESİR, İsmâil, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Kahire, 1408/1988.
26. Kitâbü’l-İman. İBNÜ’L-ESİR, el-Mübârek b. Muhammed, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut,
27. Kitâbü’l-Beyan an Ferâidi’d-Din ve şerâiı’l-Ahkâm. 1399/1979.
İBNÜ’L-İBRÎ, Gregorius, Târihu Muhtasarı’d-Düvel, yy., ty.
28. Muhtasaru’t-Takrib ve’l-İrşâdi’s-Sağir. İBNÜ’L-İMÂD, Abdülhayy b. Ahmed, Şezerâtü’z-Zeheb, yy., 1399/1979.
29. Kitâbü’t-Tabsıra. İBNÜ’N-NEDİM, Muhammed b. İshaken-Nedim, el-Fihrist, Dâru’l-Mârife,
30. Kitâbü İmâmeti Benî Abbâs. Beyrut-Lübnan, ty.
31. Kitâbü Risâleti’l-Emir. ÎCÎ, Abdurrahman b. Ahmed, el-Mevâkıf, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, ty.
32. Kitâbü Tassarrufi’l-İbâd ve’l-Fark beyne’l-Halkı ve’l-İktisâb. MAHLÛF, Abdurrauf, el-Bâkıllânî ve Kitâbuhu İ’câzü’l-Kur’an, Lübnan, 1973.
MES’ÛDÎ, Ali b. el-Huseyn, Mürûcü’z-Zeheb, Kahire, 1384/1964.
33. Kitâbü’r-Raddi ale’l-Mu’tezile. SÜBKÎ, Abdülvahhab, Tabakâtü’ş-şâfiiyye, Kahire, 1324/1909,
34. Kitâbü’l-Mukni’ fi Usûli’d-Din. SÜYÛTÎ, Abdurrahman b. Ebî Bekr, Târihu’l-Hulefâ, yy., ty.
35. Kitâbü’l-Ahkâm ve’l-İlel. ZİRİKLÎ, Hayruddin, el-A’lâm, Beyrut, 1969.
33
A L T I N N E F E S L E R
İlâhi
İlâhi! Dertliyim dermana geldim,
Devasın isteyu Lokman’a geldim.
Bulunmaz derdimin asla devası,
Kalıp âciz Sana ihsana geldim.
Bu derdin çaresi yanmak yakılmak,
Anınçün ben dahi sûzana geldim.
Gönül mahzundürür hecr ile her dem,
Visal-i yâr için handana geldim.
Mey-i aşk ile mestim ben demâdem,
Bu hal ile acep mestane geldim.
Perişan eyledim aklı bu yolda,
Olup Mecnun gibi divane geldim.
Huzur-u yâr ile iken ezelde,
Anâ iklimine seyrana geldim.
Gelip bu dâr-ı fanide tahayyür,
Tefekkürle gezip hayrana geldim.
Düşüp pervane veş şem’-i celâle,
Sûzî’yim ben dahi çün yana geldim.
Sûzî
34
A L T I N N E F E S L E R
İlâhi
Yeter mâmure oldun, bir zaman virane ol, gönlüm!
Hudâ’ya âşina ol, gayrıdan bîgane ol, gönlüm!
Bulanlar genc-i maksudu bulurlar künc-ü viranda,
Harabâbad-ı aşk ol, vâsıl-ı canane ol, gönlüm!
Muhabbet badesiyle mest-i lâyakil olup daim
Cünun-u aşk-ı Mevlâ ile hem divane ol, gönlüm!
Mey-i cezbeyle zahm-ı hane-i aşk u muhabbet ol,
Şarab-ı feyz ile âşıklara peymane ol, gönlüm!
Çıkar kârını başa, himmet et, bu nat’-ı âlemde,
Piyade kalma, gezme serseri, ferzane ol, gönlüm!
Yıkıldıkta yaparlar haneyi çün kim budur âdet,
Bu Nazmî gibi sen de yıkılıp virane ol, gönlüm!
Nazmî
35
YENi ÜMiT
Prof. Dr. Davut AYDÜZ *
Ekim / Kasım / Aralık - 2008 / 82
36
hicretten sonra Medine’de yeni bir toplumun inşâ ediliyor bazı konular, kıbleden söz eden kısımda bazı meseleler; zi-
olmasıdır. Onun için bu sûrede toplumu ayakta tutacak kir, sabır ve şükrü emredip küfrü, küfranı terkten söz eden
hükümler vaz edilmiştir. bölümde de bazı mevzular açıklık kazanmıştır. Bütün bun-
Anlatım Düzeni lar, birinci bölümde ve mukaddimede yer alan meselelerle
Kur’ân-ı Kerîm’in tertip ve düzeni, âhenk ve insicamı, ilgilidir ve onlara derinlik kazandırmaktadır. Yani takvâ
onun mucizevî yönlerinden birini teşkil ettiği gibi, ifade tar- meselesi ve takvâ yolu üzere yürümek, ibâdet ve tevhid
zı ve anlatım keyfiyeti de beşer karihasını aşan, insan kud- konusu ile bunun dışa yansımaları olarak açıklanıyor.
retini âciz bırakan bir başka mucizevî yönünü teşkil eder. İkinci bölüm: 168. âyetten başlayıp 207. âyette sona
Kur’ân-ı Kerîm, 23 sene zarfında, değişik olaylar, durumlar, eriyor. Bu bölüm; takvâ meselesini daha da pekiştiriyor;
muhataplar karşısında, âyet âyet veya sûre sûre peyderpey fert ve toplum düzeyinde takvânın gerçekleştirilme yol-
inmesine rağmen onun sûreleri, âyetleri ve hattâ kelimeleri larını çizerek, şükür mefhûmu ve şükür yollarını derin-
arasında birbirine zıt düşen, birbirinin âhengini bozan tek leştiriyor. Bölüm sona ermeden takvâ ile ibâdet ve şükür
bir ifade, tek bir cümle bulmak mümkün değildir. Onun konuları; sırât-ı müstakîm, sırât-ı müstakîmden sapmak,
bütünü, âdeta tek solukta söylenmiş bir şiir gibidir. Bu ise sapanların izledikleri yol ile ilgili meseleler netlik kazanmış
ancak, 23 seneyi bir “an” gibi gören.. geçmişi bugünle, bu- oluyor. Bütün bunlarla birlikte, İslâm’ın bütün rükünlerin-
günü de yarınla bir arada görüp bilen.. hâsılı zamandan ve den; îman, namaz, zekât, oruç ve hacdan da söz ediliyor.
mekândan münezzeh bir Zât’ın kelâmı olmakla açıklanabilir. Üçüncü bölüm, 208. âyetten başlayarak 284. âyette bi-
Hâlbuki âyetlerin devamlı sûrette değişen sebep ve hâdiselere tiyor. Bu bölümde, insanlar İslâm’a girmeye davet ediliyor;
göre ceste ceste gönderilmesi, bir yandan konuların mahiye- savaşa, aile çevresi ve diğer çevreler arasındaki sosyal ilişkile-
tindeki değişiklik, diğer yandan parçalar arasındaki zaman re, siyasî ve ekonomik meselelere ait konular sunuluyor.
farkı dolayısıyla irtibatsızlığa sebep olmalıydı. Bunları bir
sûre başlığı altında toplamak, normalde, dağınıklığa yol aç- Sonuç bölümü, sûrenin son iki âyetinden oluşuyor
malıydı. Hâlbuki ne içinde bulunduğu sûrede, ne de aynı (285–286). Bu bölüm, her şeyin îman ve Allah’a yönel-
konudaki âyetler bir araya getirildiğinde aralarında herhangi mek meselesi ile bağlantısını sağlıyor; bütün bu konularda
bir tenâkuzun, tutarsızlığın olmadığı görülüyor. îman ve Allah’a yöneliş esası üzerinde bilgiler veriyor, eği-
tiyor ve gerekli açıklamalarda bulunuyor.
Bu makalede, yukarıda zikrettiğimiz gerçeklerden
hareketle, Kur’ân-ı Kerîm’in en uzun sûresi olan Bakara Bölümler Arası Benzerlikler
sûresinin bütünlüğünü göstermeye çalışacağız. Birinci bölüm
Sûrenin birinci bölümü; bir emir ve bir nehiy ile baş-
ُ َيا َأ ُّي َها ال َّن- Ey insan-
Bakara sûresi; kanaatimize göre bir mukaddime, üç lamaktadır: Emir: “ اس ْاع ُب ُدوا َر َّبكُ ُم
bölüm ve bir sonuçtan oluşmaktadır.1 lar! Rabbinize ibadet ediniz..” (21) âyeti, nehiy ise, yüce
Yirmi âyet olan Mukaddimede, önce takvâ sahiplerin- َ ال َت ْج َعلُوا للِ هّٰ ِ َأ
Allah’ın: “ َنداد ًا َ َف- Öyleyse sakın Rabbinize eş
den ve onların niteliklerinden, arkasından da kâfirlerden koşmayın..” (22) âyetiyle başlamaktadır. Buna göre emir
ve onların en belirgin özelliklerinden söz ediliyor. Sonra ve nehiy birinci bölümün ilk iki âyetinde yer almaktadır.
da münâfıklardan, onların gerçek yapılarından ve belirgin Aynı şekilde birinci bölüm yüce Allah’ın: “ اس ِ َو ِم َن ال َّن
özelliklerinden söz edilip, durumları ile ilgili geniş açıkla- الل َأ ْن َد ًادا
ِ ّٰ َم ْن َي َّت ِخذُ ِم ْن ُدونِ ه- Öyle insanlar vardır ki Allah’tan
malarda bulunuluyor. başkasını Allah’a denk tutar..” (165) buyruğu ile son bul-
Birinci bölüm: 21. âyetten başlayıp 167. âyetin sonu- maktadır. Böylece birinci bölümün başındaki buyruk (22.
na kadar devam ediyor. Bu bölüm; takvâ yolu ile küfür âyet) ile bölümün sonundaki buyruk (165. âyet) arasında-
ve nifak yolunu açıklayarak başlıyor. İnsanları, takvâya ki ilişki açık olarak görülmektedir.
ulaştıracak olan ibâdet, tevhid, iman ve sâlih amel yoluna İkinci bölüm
ُ َيا َأ ُّي َها ال َّن- Ey in-
davet ediyor. Dalâlet yolunun; ahitleri bozmak, Allah’ın Birinci bölümün yüce Allah’ın; “ اس
bitiştirilmesini emrettiğini koparmak ve yeryüzünde fesat sanlar!” (21) buyruğu ile başladığını gördük. Daha sonra,
çıkartmak olduğunu belirtiyor. bu “Ey insanlar” buyruğunu Bakara Sûresi’nde ancak ikin-
Bundan sonra ise; Hz. Âdem kıssasından söz edilen ci bölümün ilk âyeti olan 168. âyette ikinci ve son defa
kısımda bazı hususlar, Hz. İbrahim’den söz eden kısımda görüyoruz.
37
ُ َيا َأ ُّي َها ال َّن
İkinci bölüm ise yüce Allah’ın: “اس كُ لُوا ِم َّما
İkinci bölüm de, birinci bölüm gibi bir emir ve bir
nehiy ile başlamaktadır. Emir: “اس كُ لُوا ِم َّما ِفي ُ َيا َأ ُّي َها ال َّن ِالش ْيطَ ان ِ ال َت َّتب ُِعوا ُخطُ َو َ ِفي ا- Ey insan-
ض َحالَالً طَ ّيِب ًا َ ا- Ey insanlar! Yeryüzünde olan bütün
ِ أل ْر َّ ات َ ض َحالَالً طَ ِّي ًبا َو
ِ أل ْر
nimetlerimden helâl hoş olmak şartı ile yeyiniz.” (168) lar! Yeryüzünde olan bütün nimetlerimden helâl hoş ol-
âyeti; nehiy ise: “ ِالش ْيطَ ان ِ ال َت َّتب ُِعوا ُخطُ َو mak şartı ile yeyiniz; fakat şeytanın peşinden gitmeyiniz..”
َّ ات َ َو- Fakat şeyta-
nın peşinden gitmeyiniz..” (168) âyetidir. (168) buyruğu ile başlamaktadır.
Sûrenin birinci bölümü, “Ey insanlar” (21) ile başladığı 2. İsrailoğullarının bahsedildiği kısımda ise, Allah’ın
ُ َيا َأ ُّي َها ال َّن- Ey insanlar!” (168)
gibi ikinci bölümü de, “ اس indirdiklerinin gizlenmesinden ve “birr” (iyilik)’den söz
edilmektedir. “ اط ِل َو َتكْ ُت ُموا ال َْح َّق ِ ال َت ْلب ُِسوا ال َْح َّق بِال َْب
َ َو- Hak-
şeklinde başlamakta; hem mukaddime, hem de birinci ve
kı batıla karıştırmayın, bile bile gerçeği gizlemeyin.” (42);
ikinci bölümü yüce Allah’ın: “اس ِ َو ِم َن ال َّن- İnsanlardan ki-
misi” buyruğu ile başlayan bir fıkra ile sona ermektedir. “ اس بِا ْل ِب ِّر َو َت ْن َس ْو َن َأ ْن ُف َسكُ ْم َ َأ َت ْأ ُم ُر- Halka iyiliği emredip
َ ون ال َّن
kendinizi unutuyor musunuz yoksa?” (44).
Mukaddimenin son fıkrası: “ آم َّنا َ ُاس َم ْن َي ُقول ِ َو ِم َن ال َّن
Diğer taraftan ikinci bölümün birinci kısmında da âyetlerin
َ اآلخ ِر َو َما ُه ْم ب ُِم ْؤ ِم ِن
ين ِ ِالل َوبِال َْي ْو ِم
ِ ّٰ ب ه- Öyle insanlar da vardır
gizlenmesinden ve “birr”den bahsedildiğini görüyoruz:
ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık.’ derler, oysa iman et-
memişlerdir.” (8) âyetiyle biterken; birinci bölümün son “ اب ُ ّٰون َما َأ ْن َزلَ ه
ِ الل ِم َن ال ِْك َت َ ِإ َّن ال َِّذ- Allah’ın in-
َ ين َيكْ ُت ُم
fıkrası: “ الل َأ ْن َد ًادا ِ ّٰاس َم ْن َي َّت ِخذُ ِم ْن ُدونِ ه
ِ َو ِم َن ال َّن- Öyle insan- dirdiği kitaptan bir şey gizleyip onu birkaç paraya satan-
lar vardır ki, Allah’tan başkasını Allah’a denk tutar..” (165) lar var ya...” (174); ِوهكُ ْم ِق َب َل ال َْم ْش ِرق َ س ا ْلب َِّر َأ ْن ُت َو ُّلوا ُو ُج
َ ل َْي
âyetiyle bitiyor. َوال َْم ْغ ِر ِب- Takvâ, yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru
çevirme değildir...” (177).
İkinci bölümün son fıkrası ise: “اس َم ْن ُي ْع ِج ُب َك ِ َو ِم َن ال َّن
ُّ َق ْول ُُه ِفي ال َْح َيا ِة- İnsanlardan öylesi vardır ki dünya
الد ْن َيا 3. Birinci bölümde, İsrailoğullarından söz eden kesim-
hayatına dair sözleri senin hoşuna gider.” (204) ve: “َو ِم َن de haksızca öldürmeden söz edilmektedir:
ِ ّٰاس َم ْن َي ْش ِري َن ْف َس ُه ْاب ِت َغ َاء َم ْر َضا ِة ه
الل ِ ال َّن- İnsanlardan öylesi “ ين ِب َغ ْي ِر
َ ُون ال َّن ِب ِّي
َ الل َو َي ْق ُتل َ َذ ِل َك ِب َأ َّن ُه ْم َكا ُنوا َيكْ ُف ُر
ِ ون ب َِآي
ِ ّٰات ه
de vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda ال َْح ِّق- ...Evet öyle! Çünkü onlar Allah’ın âyetlerini inkâr
eder.” (207) âyeti ile bitiyor. ediyor ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı.” (61).
Üçüncü bölüm İkinci bölümde de kısastan bahsedildiğini görüyoruz:
Üçüncü bölüm de, birinci ve ikinci bölümler gibi bir
emir ve bir nehiy ile başlamaktadır. Emir bütünüyle İslâm’a “ اص ِفي ا ْل َق ْتلَى
ُ آم ُنوا كُ ِت َب َعل َْيكُ ُم ا ْل ِق َص َ َيا َأ ُّي َها ال َِّذ- Ey
َ ين
girmek konusuyla ilgilidir. Nehiy ise şeytanın adımlarına iman edenler! Öldürülen kimseler hakkında size kısas farz
uymaktan sakınmakla ilgilidir ve bu da ikinci bölümün ba- kılındı.” (178).
şında gelen nehyin aynısıdır. 4. Birinci bölümde, bundan sonra Hz. İbrahim’den söz
ِّ آم ُنوا ْاد ُخلُوا ِفي
Emir: “ السل ِْم َكا َّف ًة َ ين َ َيا َأ ُّي َها ال َِّذ- Ey iman
eden kısım geliyor (âyet 124); bu kısımda hac ibâdetinden
edenler! Hepiniz toptan barış ve selamete girin.” (208). bahsediliyor:
Nehiy ise: “ ِالش ْيطَ ان َّ اتِ ال َت َّتب ُِعو ْا ُخطُ َو
َ َو- Şeytanın adımları- يم
َ اه ِ اس َو َأ ْم ًنا َوا َّت ِخذُ وا ِم ْن َم َق
ِ ام ِإ ْب َر ِ َوإِذْ َج َع ْل َنا ال َْب ْي َت َم َث َاب ًة لِل َّن
nı izlemeyin..” (208). ُم َصلًّى- Biz Beytullâh’ı insanlara sevap kazanmaları için
Birinci bölümde birtakım hususlara temas ediliyor. Bu toplantı ve güven yeri kıldık. Siz de Makam-ı İbrâhim’i
hususların, ikinci bölümde vârit olacak bazı hususlara ha- namazgâh edininiz!” (125).
zırlık teşkil ettiğini fark ediyoruz. Âdeta, ikinci bölümde “الل َف َم ْن َح َّج ال َْب ْي َت َأوِ ْاع َت َم َر
ِ ّٰالص َفا َوال َْم ْر َو َة ِم ْن َش َعا ِئ ِر ه
َّ ِإ َّن
gördüğümüz sıralamaya uygun birtakım hususların, bu
sıralamaya uygun bir hazırlığın içinde yer aldığını görüyor اح َعل َْي ِه َأ ْن َيطَّ َّو َف ِبه َِما َ ال ُج َن
َ َف- Safa ile Merve Allah’ın be-
gibiyiz. lirlediği nişanelerdendir. Kim hac veya umre niyetiyle
Kâbe’yi ziyaret ederse oraları tavaf etmesinde bir beis yok-
1. Meselâ, birinci bölümde Yüce Allah: “ُه َو ال َِّذي َخل ََق tur…” (158).
ض َجمِ يع ًا َ لَكُ ْم َما ِفي ا- O’dur ki yeryüzünde bulunan
ِ أل ْر
her şeyi sizin için yarattı.” (29) buyurdu. Bundan sonra ise İkinci bölümün sonlarında da hac ve umreden söz edil-
Hz. Âdem kıssasından söz eden kısım geldi. Burada şey- diği görülmektedir:
tanın Hz. Âdem’e secde etmemesinden (âyet 34) ve O’nu ِ ّٰ َو َأ ِت ُّمو ْا ال َْح َّج َوال ُْع ْم َر َة للِ ه- Haccı da, umreyi de Allah
Cennet’ten çıkarmasından (âyet 36) da söz edilmektedir. rızası için tamamlayın.” (196).
38
ات َ ال َْح ُّج َأ ْش ُه ٌر َّم ْعل- Hac mâlum aylardadır.” (197).
ٌ ُوم Kur’ân-ı Kerîm, 23 sene zarfında, değişik
5. Birinci bölüm bize takvâ2 yolunu şöylece göstermişti: olaylar, durumlar, muhataplar karşısında,
“ين ِم ْن َق ْبلِكُ ْم ُ َيا َأ ُّي َها ال َّن
َ اس ْاع ُب ُدوا َر َّبكُ ُم ال َِّذي َخ َل َقكُ ْم َوال َِّذ parça parça peyderpey inmesine rağmen
َ ل ََعلَّكُ ْم َت َّت ُق- Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden önceki
ون
onun sûreleri, âyetleri ve hattâ kelimele-
insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla
takvâ sahibi olmayı ümit edebilirsiniz.” (21). ri arasında birbirine zıt düşen, birbirinin
İkinci Bölümde ise takvâ yolunu göstermeyi nasıl ta- âhengini bozan tek bir ifade, tek bir cümle
mamlamış olduğunu ve takvâ dâiresine giren hususlara bulmak mümkün değildir. Onun bütünü,
dair etraflı bilgileri görüyoruz. Ayrıca bu bölümde, takvâyı
âdeta tek solukta söylenmiş bir şiir gibidir.
gerçekleştirmek ve ona ulaşmak yolunda birtakım detaylar
da açıklanmaktadır:
َ اص َحيا ٌة َي ْا ُأولِي ْا َ ّٰالل َو ْاعل َُموا َأ َّن ه
“َالل َم َع ال ُْم َّت ِقين َ ّٰ َوا َّت ُقوا ه- Allah’a karşı takvâlı
َ اب ل ََعلَّكُ ْم َت َّت ُق
a) ون ِ ألل َْب َ ِ َولَكُ ْم ِفي ا ْل ِق َص- olun (O’na karşı gelmekten sakının) ve bilin ki Allah bu
Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Böylece muttakîlerle (sakınanlarla) beraberdir.” (194)
takvâyı, (katilden korunmayı) umabilirsiniz.” (179).
h) Bunların peşinden ise hac ve umre ile ilgili âyetler
b) ون ِ الل َآيا ِت ِه لِل َّن
َ اس ل ََعل َُّه ْم َي َّت ُق ُ ّٰ كَذَ لِ َك ُي َب ّي ُِن ه- İşte böylece geliyor. Bunlarda da takvâ ile ilgili şu ifâdeleri görüyoruz:
Allah insanlara, takvâlı olmaları (zararlardan sakınıp ko-
runmaları) için âyetlerini iyice açıklar.” (187). “ الل
َ ّٰ َوا َّت ُقوا ه- Allah’a karşı takvâlı olun (O’na karşı gel-
mekten sakının).” (196);
c) “Birr” âyeti de (177) bu kısımda yer almaktadır. Bu
âyet takvâ sahiplerini etraflı bir şekilde tanıtıyor; bu ba- “ اب َ الزا ِد ال َّت ْق َوى َوا َّت ُقونِ َيا ُأولِي ا
ِ ألل َْب َّ َو َت َز َّو ُدوا َفإ َِّن َخ ْي َر-
kımdan yüce Allah’ın: “ونَ َو ُأولَـ ِئ َك ُه ُم ال ُْم َّت ُق- İşte onlardır Azıklanınız ve biliniz ki azığın en hayırlısı takvâdır, haram-
her türlü azaptan korunan takvâlılar!” (177) buyruğu ile lardan korunmadır. Öyleyse Bana karşı takvâlı olun (Bana
sona erdiğini görüyoruz. karşı gelmekten korunun) ey akıl sahipleri!” (197).
d) Bundan sonra ise, toplumda takvâyı yerleştirmeye َ ّٰ َو َم ْن َت َأ َّخ َر َف اَل ِإ ْث َم َعل َْي ِه لِ َم ِن ا َّت َقى َوا َّت ُقوا ه- Kim geri ka-
الل
yardımcı bir yol olmak üzere, kısas ile ilgili âyetlerin (178) lırsa, takvâ dâiresine girdiği (günahlardan korunduğu) tak-
yer aldığını görüyoruz. Arkasından takvâ sahipleri üzerin- dirde, ona da vebal yok. Allah’a karşı takvâlı olun.” (203).
deki hakkı belirlemek üzere, vasiyet ile ilgili âyetler geliyor. ı) Nihayetinde ise, bu bölümün sonucunu teşkil eden
Bu bakımdan bu âyet: “ين َ َح ّق ًا َعلَى ال ُْم َّت ِق- Bu, haksızlık âyet grubu yer alıyor:
yapmaktan korunan takvâlılar üzerine borçtur.” (180)
buyruğu ile son bulmaktadır. ِ الل َأ َخذَ ْت ُه ا ْل ِع َّز ُة بِا
إل ْث ِم َ َو ِإذَا ِق- O adama: “Allah’a
َ ّٰيل ل َُه ا َّتقِ ه
karşı takvâlı ol da fesat çıkarma!” denildiğinde, kendini
e) Bundan sonra takvânın iki yolunu göstermek üzere benlik ve gurur kaplar ve bu, onu daha fazla günaha sü-
oruç ile ilgili âyetler yer almaktadır. rükler.” (206).
“ين َ الص َي ُام َك َما كُ ِت َب َعلَى ال َِّذ
ِّ آم ُنوا كُ ِت َب َعل َْيكُ ُم َ َيا َأ ُّي َها ال َِّذ
َ ين Gerçek şu ki, ikinci bölüm, birinci bölümü tamamla-
َ ِم ْن َق ْبلِكُ ْم ل ََعلَّكُ ْم َت َّت ُق- Ey iman edenler! Sizden öncekilere
ون maktadır. Aynı şekilde rükünleri, yolu ve istikâmeti itiba-
farz kılındığı gibi oruç tutmak size de farz kılındı. Böylece riyle takvâ yolunu göstermek bakımından Bakara sûresinin
umulur ki, fenalıklardan korunursunuz.” (183). Mukaddimesini de tamamlamaktadır.
f) Daha sonra hilâller (ayın hareketleri) ve evlere ka- Birinci ve ikinci bölümde, İslâm’ın beş esasının takvâ
pılarından başka yerlerden girmek hakkında soruların yer meselesindeki yerini de öğrenmiş oluyoruz. Görüldüğü
aldığı âyet-i kerîme geliyor: gibi Bakara sûresinin mukaddimesi, İslâm’ın rükünlerin-
“ الل َ َول َِك َّن ا ْلب َِّر َم ِن ا َّت َقى َو ْأ ُتوا ال ُْب ُي-
َ ّٰوت ِم ْن َأ ْب َواب َِها َوا َّت ُقوا ه den îmanı, namazı ve infâkı zikretmiştir.
Asıl fazilet, takvâlı (haramlardan sakınan) insanın göster- İkinci bölüm ise İslâm’ın namaz (177), zekât (177)
diği fazilettir. Öyleyse evlere kapılardan girin. Allah’a karşı oruç (183) ve hac (196) hükümlerini dile getirmektedir.
takvâlı olun (O’na karşı gelmekten sakının)..” (189). Hac, ikinci bölümde bu rükünlerden söz edilen son rü-
g) Bundan sonra ise savaş ve infâk ile ilgili âyetler gel- kündür. Bundan sonra da İslâm’a toptan girmeyi emreden
mektedir: âyetle başlayan üçüncü bölüm yer almaktadır:
39
Üçüncü bölüm, “Ey iman edenler! Hepiniz toptan ba- Bu iki âyet, bu uzun sûrenin hatimesidir. Sûrede dinin
rış ve selâmete girin de şeytanın adımlarını izlemeyin..” bütün esaslarına temas edildikten sonra sıra mühür bas-
(208) âyetiyle başlayıp, 284’ncü âyetin bitmesi ile sona er- maya gelmiştir. Sûrenin mukaddimesinde, bu kitaba iman
mektedir. Bundan hemen sonra da sûrenin sonuç bölümü edip onun emirlerini tutacak olanların hidâyet ve felâh bu-
geliyor. lacakları bildirilmişti; hatimesinde de ona iman eden ce-
Üçüncü bölüm, bütün anlatımın anahtarı durumunda maatin oluştuğu ve oluşan bu cemaate Allah’ın muamelesi
olan “Ey iman edenler! Hepiniz toptan barış ve selâmete bildirilmektedir.3
girin...” buyruğu ile başlamaktadır. Bu âyet, bütünüy- Şimdi başlangıç ile sonuç arasındaki ilişkiyi görelim:
le İslâm’a giriş için bir davettir. İslâm ise akâid, şeâir,
ibâdetler, hayat düzeni ve diğer emirlerin toplamıdır. َ ين ُي ْؤ ِم ُن
1. Yüce Allah mukaddimede: ون بِا ْل َغ ْي ِب َ ال َِّذ- O
Bundan önceki bölümde görmüş olduğumuz gibi “İnsan- müttakîler ki gayba inanırlar...” (3) buyururken, sonuç bö-
lardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için lümünde:
kendini feda eder...” (207). Nefis, hâlisen Allah’a bağlana- ِالل َو َمآل ِئكَ ِت ِه َوكُ ُت ِب ِه َو ُر ُس ِل ِه
ِ ّٰآم َن ب ه
َ ٌّ كُ ل- Onlardan her biri
cak olursa artık İslâm’ın bütün hükümlerine bağlanmaya, Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine iman etti.”
bu hükümleri gereğince kavramaya ve bu konuda katıksız buyurmaktadır.
olarak Allah’a teslim olmaya hazır hâle gelmiş demektir.
2. Başlangıç kısmında bulunan:
İşte bu bölüm, şeytanın adımlarını izlemeyi yasaklayıp,
İslâm’ın birçok hükmünü açıklayarak İslâm’a bütünüyle ون ب َِما ُأن ِزلَ ِإل َْي َك َو َما ُأن ِزلَ ِمن َق ْب ِل َك
َ ين ُي ْؤ ِم ُن
َ وال َِّذ- Hem sana
giriş için bir davet olarak gelmiştir. indirilen kitabı, hem de senden önce indirilen kitapları tas-
Öğüt verici bir mukaddimeden sonra bu kısımda, dik ederler.” (4) buyruğu, sonuç bölümünde yer alan:
infâka dair birtakım hükümler zikredilmektedir. Bu bö- َ الر ُسولُ ب َِما ُأن ِزلَ ِإل َْي ِه ِم ْن َر ِّب ِه َوال ُْم ْؤ ِم ُن
ون َّ آم َن
َ - Peygamber,
lümde ayrıca savaş farîzası vurgulanmakta, içki ve kumara Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti,
dair hükümler sunulmakta; yetimlere, evliliğe, kadınların mü'minler de...” âyetiyle tam bir ilişki içindedir.
aybaşı hâline ve yeminlere dair açıklamalar getirilmekte;
Netice
boşanma ve aile hayatıyla ilgili hükümler zikredilmekte;
Makalede zikredilen hususlar, Bakara sûresinin bütün-
siyaset, savaş ve iktisat ile ilgili birtakım hususlar dile ge-
tirilmektedir. lüğünü, âyetlerinin birbiriyle münasebet içinde olduğunu
ve âyetlerinin birbirlerini tamamladığını ortaya koymakta-
Çağdaş dünyanın en büyük problemleri ailede, toplum- dır. Sûrenin i’câzı gayet açıktır. Zira nüzûlü 10 yıl süren bu
da, uluslararası meselelerde ve iktisadî sahada yaşanmakta- uzun sûrenin âyetleri arasında böyle münâsebetler varsa,
dır. İşte bu bölüm, bunlardan ve benzeri hususlardan söz daha kısa sûrelerinin âyetleri arasında ve sûrelerin kendi
etmektedir. Bütün bunlar ise, “Ey inananlar, hepiniz bir- aralarında elbette münâsebetler vardır.
likte İslâm’a girin.” emrinin anlatım düzeni içerisinde yer
almaktadır. * Sakarya Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
dayduz@yeniumit.com.tr
Sonuç bölümü
Son iki âyet, sûrenin sonuç bölümünü oluşturur Dipnotlar
1. M. Draz’a göre, bu sûre, bir mukaddime, dört maksat ve bir hatimeden
(285–286). Birinci âyette; Allah, mü’minleri kapsamlı bir
meydana gelmektedir. Bkz. En Mühim Mesaj KUR’ÂN, (terc. Suat Yıldı-
şekilde nitelendiriyor. Onlar hem tasdik ediyor hem işiti- rım), Ank. 1985, s. 242; Said Havva, el-Esâs fi’t-Tefsir, Bakara Sûresi’nin
yor hem de itaat ediyorlar. Bununla birlikte onlar kusurlu tefsiri.
olduklarının da farkındadırlar. Mağfiret isterler ve Allah’a 2. “Takvâ, vikâye kökünden gelir; vikâye de gayet iyi korunma ve sakın-
dönüşü de ikrar ederler. Bu âyet-i kerîme, kapsamlı bir şe- ma demektir. Dinî ıstılahta takvâ, “Allah’ın emirlerini tutup, yasakla-
rından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi” şeklinde
kilde mü’minlerin niteliklerini takdim etmektedir. tarif edilmiştir. Lügat ve dinî mânâlarının yanında bazen korku, takvâ
Diğer âyette ise; Allah, Kendisini ve adâletini beyan tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir ki, din
kitaplarında, her iki şekilde de kullanıldığını görmek mümkündür.
etmektedir. Arkasından da mü’minlere hem kendi konum- Bkz. M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul 2004,
larına, hem de Rab’lerinin celâline uygun şekilde duâ et- 1/76 vd.
melerini öğretmektedir. 3. Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm ve açıklamalı Meâli, Bakara Sûresi meali.
40
YENi ÜMiT
Doç. Dr. Abdülkerim ÜNALAN *
Ekim / Kasım / Aralık - 2008 / 82
41
Ahlâksızlıkları önlemek devletin asıl görevidir. Hatta bu sorumluluğunu yerine
getirmek için, cezaî müeyyideler de kullanmalıdır. Fert, hırsızı cezalandıramaz,
zina edene hadd tatbik edemez.. evet o, cezaî müeyyidelerden hiçbirini kendi
adına kullanamaz. Aksi hâlde anarşi olur; sokağa dökülen herkes, önüne gelene
ceza tatbik etmeye kalkarsa, nizam adına kargaşa hâkim olur.
46
YENi ÜMiT
Mustafa YILMAZ *
Ekim / Kasım / Aralık - 2008 / 82
Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah’ın ef’âl, esmâ, sıfât, hatta şuûnât-ı
zâtiyesinin en parlak aynası demektir. “Mutlak zikir kemaline masruftur.” esprisi
açısından, insan-ı kâmil denince, ilk akla gelen Hakikat-ı Muhammediye (s.a.s.)’dir.
Sonra da diğer enbiya, gavs, kutup ve derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve
mukarrebîn.. bu konuda böyle bir farklılığı kabullenmek, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha
açısından mahzursuz olduğu gibi, akla, mantığa, hiss-i selime de aykırı eğildir.
51
YENi ÜMiT
Prof. Dr. Osman GÜNER *
Ekim / Kasım / Aralık - 2008 / 82
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nden gece gündüz hiç ayrılmadı. O, bir
zekâ ve hafıza kahramanıydı. Gecenin üçte birinde uyur, üçte birinde ibadet eder, evrâd
ve ezkârını okur; kalan üçte birinde de hafızasındaki hadisleri unutmamak için tekrar
ederdi. Aynı zamanda o, bir ilim adamı, bir fakih, bir hadis hafızı da olmuştu. Bir gün
mescitte: “Allahım, bana hiç unutmayacağım bir ilim nasip eyle!” diye dua ederken
Allah Resûlü duymuş ve mescidi ihtizaza getirecek şekilde: “Allahım, âmin!” demişti.
57
YENi ÜMiT
İdris Akyol *
Ekim / Kasım / Aralık - 2008 / 82
Bazıları, oryantalizmin 100 sene önce ortaya çıktığını kabul ederler. Bunlar
istişrak tarihini çok yakın dönem itibariyle ele alıp inceliyorlar. Ama bana göre
istişrakın 1100-1200 senelik tarihî bir geçmişi var. Kanaatimce, Müslümanlar’ın
istişrakla ilk defa tanışmaları, Batı düşüncesi ve Grek felsefesinin olduğu Abbasî
dönemine rastlar. Ve bu, daha sonra da sürüp gitmiştir.
Oryantalizm, Medeniyetler
Çatışması ve Diyalog
Oryantalizm addedilmesi için coğrafî olarak gerçekte doğu tarafında
çilerle; ardından dil bilimcileri, sosyologlar, asker ve sivil ilk plânda onları doğru olarak kabul eder ya da en azından
siyasetçilerle; sonra da yazarlar ile sanat ve medya dalları içlerinde mutlaka bir doğruluk payı vardır, düşüncesiyle
tarafından geliştirildi; bu insanlar ve kurumlar Doğu’yu değerlendirir; ötekinin değişmez özelliklerinin hayalen ya-
hiç görmemiş bireylere Doğu hakkında bilgiler sundu. Bu zılı olduğu bir şablona göre Doğu’yu açıklamaya çalışır.
bilgilerin içeriğinde Doğu, ona tepeden bakan gözlemcile- O şablonda oynamaları yapacak olanlar da Doğulu bilge-
rin izni ölçüsündeydi. Aktarılan bilgiler çoğu kez Doğu’yu lerden daha ziyade ilgili toplumu irdeleyen oryantalizmin
ötekileştiren bir formata sahipti; Doğu ve Batı birbirinden kendi elemanlarıdır. Üstelik yapılandırılan bilgiler olduğu
tamamıyla ayrı ve kendi bünyelerinde neredeyse bütünüyle yerde de kalmaz; geniş bir dolaşım ağına sahiptir; âdeta
homojen merkezlerdi. Doğu; ilkel, tembel, zayıf ve pasaklı örgütlenmiş bir organizma kanalları vasıtasıyla kitaplara,
insanların yaşadığı, despot bir kralın hüküm sürdüğü, eg- makalelere konu olur veya okul müfredatlarına konulur.
zotik yerlerden müteşekkil mutlak bir mekân iken; Batı’da Nitekim söz konusu bu bilgilerin semeresi, bir dönem
çalışkan, sorgulayan, bağımsız fertlerin yaşadığı, demokra- dünya karalarının yüzde sekseninden fazlasını oluşturacak
tik rejimle yönetilen bir ortam vardı. Birbiriyle hiç kesiş- olan sömürgeleştirilmiş devletler hâlinde toplanacaktır.
meyen bu mütecanis daireler içinde oryantalizm dünyayı Batı’nın Doğu’yu görme biçiminin çağlar boyu hiç değiş-
kutuplaştırarak resmediyordu. “Batılı mütefekkirler, araş- meden kaldığını söylemek mübalağalı görünmekle beraber
tırmacılar, oryantalistler meseleyi ele alırken “Hıristiyanlık- bu algıların şu anın politik durumuyla alâkasız olduğunu
Müslümanlık”, “biz ve onlar” şeklinde bir yaklaşımdan söylemek de aynı anlamda abartılı olacaktır. Norman Da-
hareket edince, kusur bulma da kaçınılmaz oluyordu. İşte niel bu konuda şunu söyler:
bu mülâhaza, bu güne kadar Batı’nın Doğu’yu doğru gör-
mesine hep mâni olmuştur.”1 İslâm’a yöneltilen ilk Hıristiyan tepkiler günümüzde-
kilerle çok yakın benzerlikler içermektedir. Geleneksel an-
Böyle bir tabloda tasarlanan dünyanın gerçek hayatla layış uzun süre devam etti ve hâlâ yaşıyor. Doğal olarak
birebir münasebetinin olmasına gerek yoktur. Bununla geleneğin birliğinde çeşitli farklılıklar gözlendi ve Avrupalı
beraber figürler öyle çok tekrarlanmıştır ki hayalî imgeler, (ve Amerikalı) Batı, 1100 ve daha sonraki iki yüzyıl içinde
onu izleyen insanların zihninde birer hakikat olarak algı- şekillenen ve o zamandan beri yalnızca yavaş bir biçimde
lanır hâle gelmiştir. Oryantalizm kendine has bir realite değişen, kendi bakış açısına sahip oldu.3
oluştururken Doğu’nun gerçekliğini yıkmış ve Doğu’yu
kendi istediği mecraya çekebilecek şekilde tarif etmiştir. Bu yazıda oryantalizmin boğucu etkilerinden sıyrılmış,
Edward Said, Orientalism isimli eserinde oryantalizmi diyaloğa açık Batılı fertleri söz konusu tanımlamaların
şöyle tanımlar: dışında tutuyoruz. İfade edilmek istenen, bir zamanla-
rın bütünüyle mesnetsiz benzetmelerinin ya da duygusal
On sekizinci yüzyılın son zamanlarını takribî bir baş- temsillerinin yoğunluğunun kendilerini günümüzde de
langıç noktası kabul edersek, oryantalizm, Doğu hakkında hissettirmeye devam ettiğini görmenin verdiği şaşkınlıktır.
yargılarda bulunarak, ona üstten bakarak, onu tanımlaya- Müslümanlar, karikatürlerde ve filmlerde şiddet imajları ile
rak ve eğiterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek onunla il- beraber lanse edilmektedir. Aynı kavramların yenilenerek
gilenen anonim bir kurum olarak tartışılabilir ve değerlen- uzun dönemler ayrı ayrı tonlarla varlığını devam ettirmesi
dirilebilir; kısaca oryantalizm Doğu üzerine Batı tarzı bir şaşkınlıktan başka neye yol açabilirdi ki? Bu süreç, insanla-
istilâ, yeniden yapılandırma ve otorite sağlama biçimidir.2 rı belli bir ideolojiye, oryantalizmin şabloncu sembollerine
Oryantalist ideoloji, genelde Doğu, özelde İslâmiyet inandırmaya çalışma gayretinden başka bir şey değildir; en
hakkında üretilen fikirlerin gerçekliğini sorgulamaksızın masum ifadesiyle, akla tereddütler boşaltmaktır.
59
Sözü edilen imaj üretimi çok uzun bir süredir varlı- sürede dünyayı etkisi altına alacaktır. Tarif edilen çizgide:
ğını göstermektedir. Kendi içlerinde birbirine atıf yapan Kusurlara göz yumma, farklı düşüncelere saygı gös-
binlerce kitapla bir Doğu oluşturulmuştur ve bir şekilde terme, affedebileceğimiz herkesi ve her şeyi affetme; hattâ
sistematik sayılabilecek bir edayla yoğrulan bu Doğu özel- kendi söz götürmez haklarımızın ihlâli karşısında bile, üs-
likle 1798’den sonra Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle fiziksel tün insânî değerlere saygılı kalarak “ihkâk-ı hak” etmeye
olarak da şekillendirilir hâle gelmiştir. 1000’li yıllarda baş- çalışmama; paylaşılması mümkün olmayan en kaba fikir-
layan oryantalist düşünce, 1800’lü yıllarda sömürgeciliğe
ler, en hoyrat düşünceler karşısında dahi, peygamberâne
dönüşmüş, 1950’li yılların ardından da kültürel hegemon-
bir temkinle feverâna kapılmadan, Kur’ân’ın, kalblere
ya ile varlığını devam ettirmiştir ve hâlâ da ettirmektedir.
nüfûz etme adına “kavl-i leyyin” unvanıyla sunduğu, kalb-i
Gazete kupürleriyle ya da televizyon ekranlarıyla bu resmin
leyyin, hal-i leyyin, tavr-ı leyyin de diyebileceğimiz yumu-
kazındığı beyinler, daha en başta Doğu insanı hakkında
şaklıkla mukabelede bulunma; hattâ bir kısım muhalif dü-
birtakım peşin hükümlerle hareket etmektedir. Bu parça-
şünceleri dahi, bize doğrudan doğruya veya tedâileri, yani
lanması zor önyargılar sebebiyle Doğu-Batı buluşmasın-
çağrışımlarıyla bir şeyler anlatmasalar bile, sırf kalbî, ruhî
dan daha çok, gün geçtikçe yeniden yapılandırılan tartış-
ve vicdanî hayatımızı sık sık tamir ve restorasyona zorla-
malarla bazı çıkar çevrelerinde ya da diyalogdan rahatsız
maları itibariyle yararlı bulma enginliğinde bir hoşgörü…5
olan gruplarda bir medeniyetler çatışması senaryosu tekrar
ideali bulunmaktadır. Bu gaye-i hayal toplumun her kade-
edilip durmaktadır. Bugün bütün dünyanın arzu ettiği ba-
mesinde bulunan fertler arasında paylaşıldığında gittikçe
rış ve ittifak ortamı, “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse
global bir köy durumuna gelen dünya bir cennet bahçesi
bana ne” diyen; “İstirahatım için zahmet çek; sen çalış,
hâline gelecek ve yitirilen Cennet yeniden kazanılacaktır.
ben yiyeyim”i4 seslendiren bağnaz güç odakları tarafından
meydana getirilen eskinin sürekli tekrarı ama görünürde Bununla beraber, hâl-i hazırda İslâm, Batı’da ‘bilinme-
yeni birtakım faaliyetlerle bir türlü gerçekleşememektedir. yen bir ötekidir.’ Bilinen vechesi ise Haçlı seferlerini haklı
Yine de, asırlardır beyinlere nakşedilmiş olan bu görün- kılmak maksadıyla yapılan menfi propaganda ve sebepleri
tünün silinmesi kolay olmamakla beraber ortaya konan dile getirilirken dine irca edilerek sunulan savaşların bırak-
çalışmalar gelecek adına ümit vericidir. İslâm’ın doğru al- mış olduğu şartlanmışlıktır. Buna son dönemler itibarıyla
gılanması ve Asr-ı Saadet’te, Endülüs Medeniyeti’nde ya İslâmiyet’in terörle özdeş tutulmasını eklemek gerek. İşte
da Osmanlı Devleti’nde yaşanan karşılıklı huzurun günü- bu üçlü sacayağında dile getirilen hususlar hemen her Ba-
müzün sıkıntılı insanlarına hatırlatılması için ortaya konan tılının İslâm hakkında zihnî arka plânını oluşturmaktadır.
faaliyetler geleceğin daha aydınlık olacağının ipuçlarının Oryantalistlerin yapmış olduğu akademik çalışmalar da
ses ve sedasını bizlere sunuyor. bundan nasibini almış durumdadır. Yapısı gereği tarihî
gerçekleri sebep ve sonuçları ile beraber sunmak olan or-
Oryantalizme Bir Reddiye Olarak Kültürlerarası Diyalog
yantalistlerin akademik çalışmaları çoğunluğu itibarıyla bu
Bu seslerden biri, dünyanın çok farklı kültürlerinde
zihniyete dayanak sağlamıştır.6
yankısını bulan, Fethullah Gülen Hocaefendi ismi etrafın-
da hâlelenen oluşumun sesidir. Toplumların çeşitli kamp- Hedeflenen evrensel uzlaşı temellerini Hocaefendi’nin
lara ayrılmasının karşısında olan bir mefkûre benimseyen kendi şahsî muhayyilesinden değil; İslâm’ın özünde zaten
Hocaefendi, farklı inançlara sahip insanlar arasında bir mevcut olan ve değişik inanışlara mensup fertler arasın-
köprü kurulması ile daha barışçıl bir dünyanın imar edi- da oluşturulması vaz’ edilen diyalog mefhumundan alır.
leceğine inanmıştır. Uğrunda çabalanan diyalog atmos- Kur’ân-ı Kerîm ve Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sel-
feri, münakaşa odaklı olmayan, dinleri birleştirme gibi lem) beyan ve davranışları çok açık bir şekilde dindarlar
reformist bir yaklaşım peşinde koşmayan, insanları deği- arasında sulh dairesinde bir münasebeti tavsiye etmektedir.
şik oyunlarla dinlerinden döndürme tarzı bir misyonerlik Nitekim Kur’ân’da, “Zulmedenleri hâriç, ehl-i kitap ile en
faaliyeti gütmeyen ama bütün bunların ötesinde “herkesi güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve
kendi konumunda kabul etmeyi” bir düstur olarak özüm- onlara şöyle deyin: ‘Biz, hem bize indirilen kitaba, hem
seyen bir mânâyı haizdir. Polemiklerden ve politik hedef- size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlahımız da sizin
lerden uzak, sadece daha yaşanabilir bir ortam için atılan İlahınız da bir ve aynı İlahtır ve biz O’na gönülden teslim
bu adımlar gelecek nesillere huzur verici bir iklim sunacak- olduk.” (Ankebut Sûresi, 29/46) buyrulmaktadır. Kur’ân’la
tır. Hocaefendi’nin tanımladığı mânâda bir diyalog ortamı beraber onun prensiplerini, uygulamada tam mânâsıyla
oluşturulduğunda bu hava tahmin edilenden daha kısa bir temsil eden İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aley-
60
hi ve sellem) da Müslüman olan ve olmayanlar arasında rede düşünce hürriyetini tahdit etmişlerdir? Tarihte Müs-
bir diyalog tesisi bağlamında ümmetine, “Her kim, bir lümanların vesayeti altında yaşayan azınlıklar, Müslüman-
muâhide/zimmîye zulmederse veya onu gücünden fazla- ların kendilerine neler bahşettiklerini, kendilerine tanınan
sı ile yükümlü tutarsa, yahut hakkını kısarsa, ya da rızası bu haklar başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındığı
olmadan kendisinden bir şey alırsa, onun hasmı benim. zaman ancak anlamışlardır.8
Kıyamet günü onunla hesaplaşacağım.” (Ebu Davud, Haraç
Sorulan bu sorular, oryantalizmin kendinden olmaya-
ve’l-İmare, 33) ikazında bulunur ve mutlaka bir anlaşma ve
nın üzerine attığı peşin hükümlü yargılara birer cevaptır
adalet zemininin meydana getirilmesini emreder.
aslında. İnsanlığın ortak dertlerini çözme adına birlikte
Buna ilaveten, Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelüt- hareket etmekten başka bir seçeneğin bulunmadığı bu or-
tehâyâ) Hıristiyan din adamlarına yazdığı bir mektupta, tamda inananlar arasında tesis edilecek bir diyalog ihtiyacı
onlara hiçbir baskı uygulanmayacağına ve geniş hak ve öz- kendini her yerde hissettirmektedir. Diyalog süreci, tarihî
gürlüklere sahip olacaklarına dair şu beyanda bulunulur: arka plândaki önyargıları silerken, aynı zamanda hem
Allah’ın Elçisi Muhammed’den piskopos Ebu’l-Hâris’e, akademik dünyada hem de günlük hayatta günümüzdeki
Necran’ın diğer piskoposlarına, onların papazlarına, onla- İslâm algılamalarına daha rasyonel bir yön vermektedir.
rın yolundan gidenlere ve onların keşişlerine: Az ya da çok, Fertler, karşılarında hayalî bir yabancı yerine kendisiyle ile-
ellerinin altında bulunan her şey, kiliseleri ve manastırları tişim kurulabilen reel bir olguyu görmeye başlamışlardır
kendilerine aittir. Allah’ın ve Resûlü’nün zimmeti de aynı ve beklenti odur ki muhtemel vartalara rağmen bu yolda
şekilde (onların üzerinedir). Hiçbir piskopos, piskoposluk geriye dönük bir yürüyüş olmayacaktır.
yaptığı yerden, hiçbir keşiş kendi manastırından ve hiçbir Oluşturulan vetire, unutulmaya yüz tutmuş âlemşümul
papaz kendi kilisesinden alınıp bir başka yere gönderilme- prensiplerin yeniden zihinlerde tazelenmesi anlamına da
yecektir. Onların ne hak ve hukuku, ne de alışageldikleri geliyordu ki bu süreç, “bugün terörle, canlı bombalarla,
örf ve âdetleri bir değişikliğe tabi tutulacaktır.7 duyguları baskı altına alınarak robotlaştırılmış insanlarla
Bu ve benzeri âyetler ve hadîslerle net olarak anlaşılıyor karartılan İslâm’ın çehresini, diyalog vasıtasıyla, yeniden
ki, İslâm, oryantalistlerin dinî terör ve şiddet söylemlerin- ve kendi güzelliğine yakışır bir tarzda anlatma süreci”dir.9
dekinin aksine, Müslüman dünya ile Müslüman olmayan Bu hoşgörü dileği ne çağımıza ne de çağdaşlarımıza aittir.
dünya arasında, kavga ve düşmanlık hisleri ile körüklenen Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Osmanlı
ötekileştirme niyetlerini değil ortak paydalar etrafında bu- İmparatorluğu döneminde de çeşitli dinlerdeki insanlara
luşmayı telkin etmektedir. Hocaefendi, İslâm’ın diyalog tanınan özgürlük, hak ve hürriyetler İslâm’ın özündeki de-
ve hoşgörü desenli evrensel yönünü, gerek Türkiye’de ge- ğerleri yansıtıyordu.
rekse yurtdışında yaptığı görüşmelerle teorik düzlemden Ecdadımız, tarihinin altın sayfalarında da şahit oluna-
kurtarıp pratik tecrübelerle destekleyerek göstermiştir. cağı üzere, kaderlerine hâkim oldukları bölgelerde daima
Türkiye’de Hıristiyan ve Yahudi din adamlarıyla mevce- hoşgörü ve tolerans taşımış, cami, kilise ve havranın yan
lenen halkalar Amerika ve Vatikan’da da devam etmiş ve yana bulunmasında hiçbir sakınca görmemiş ve asırlar
medeniyetler çatışmasına karşı bir medeniyetler diyalogu
boyu hep böyle bir hoşgörü ve toleransın temsilcisi olarak
geliştirilmiştir. İslâm hakkında ortaya konan çarpık imaj-
tanınagelmişlerdir.10
ların gerçeği yansıtmadığını, Hocaefendi İslâm’ın engin
hoşgörüsünün çağımıza kadar olan sürecini anlatırken Hattâ o kadar var ki, devlet-i âliye, hükümranlığının en
şöyle ifade eder: üstün seviyede olduğu devirlerde bile başka ırktan olan in-
sanlara karşı İslâmlaştırma politikası takip etmemiştir. Eğer
Hoşgörü, diyalog veya bizim kullandığımız ıstılah ile
takip etmiş olsaydı, Balkan’ları bütünüyle İslâmlaştırmak
herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun
mümkündü. Tam aksine, Hıristiyan teb’ayı sadece dinde
hayata intikali meselesi, İslâm tarihinde bizimle ortaya
değil, dil vb. diğer kültür unsurlarında da serbest bırakmış
çıkmış bir şey değildir.(…) Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
ve onlar, yüzyıllar süren Türk hâkimiyetine rağmen bu sa-
sellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemler-
yede birer millet olarak devam etmişlerdir.11
de Raşit Halifeler, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn yaşamıştır. Fetih
dönemlerinde, Müslümanlar nerede kilise ve havraları yık- Hocaefendi, tevfik ve muvaffakiyetin yalnızca Allah’tan
mışlardır? Nerede azınlıkların haklarına dokunmuşlardır? dilenip, samimane bir diğergamlık teklif ettiği gibi aynı
Nerede vicdan hürriyetine kısıtlama getirmişlerdir? Ve ne- zamanda yaşanan bazı aksaklıklardan ve sürecin kösteklen-
61
mek istenmesinden ötürü de umudun hiç kaybedilmeme- ilk tepkisi Robert Roberts’a benzerlik arz eder: “Dalga
sini tavsiye eder. Kendisine sorulan bir soruya cevap sade- mı geçiyorsun dediğimi hatırlıyorum, Türkiye mi? Yani
dinde ifade ettiği sözlere baktığımızda bunu çok açık bir Ortadoğu’daki Türkiye mi, diye sordum. Sonra da mil-
biçimde anlarız: yonlarca soru sordum.” diye endişelerini belirtirken, ge-
Ümit, hayata onu verenin penceresinden bakıp, ona zinin ardından ziyaret ettiği bir okuldaki öğrenciler ona
göre yaşayanlar için hiç pörsümez bir aksiyon dinamiği; Türk insanı ve Türk insanının dünya barışına yapacağı
kendisini değil, daima başkasını düşünenler, gerçek saadeti katkı hakkında şu sözleri söyletecektir:
başkalarının saadetinde görüp, yaşamayı yaşatmakta bu- Şunu fark ettik ki öğretmenleri onlara nasıl olunacağı
lanlar için en tükenmez bir azık; zaman, mekân, madde, konusunda örnek oluyor. Yani kafalarına matematik, fen,
nefis ve menfaat mahbeslerini aşmışlık içinde, kalb ve ru- dil konulurken; aynı zamanda ruhlarına değerler yerleş-
hun derece-i hayatında ömür sürüp kutlu bir mefkûreye tiriliyor ve bu değerler, üstün insanlar yetiştiriyor: Gidip
dilbeste olmuşlar için eksilmez bir güç kaynağıdır.12 dünyanın her yerinde yaşayacak; dünyanın her yerinde
Böylesine bir ruh mukavemeti dâhilinde Huntington’ın üniversitelerde eğitim görecek; profesör, öğretmen, dok-
medeniyetler çatışması tezine cevap olarak verilen beyanat tor, avukat, işletmeci olacak insanlar. İnanıyorum ki, işte
da aynı metanettedir. Her ne kadar, “Sovyet bloğu dağı- bu değerler dünyayı değiştirecek.15
lıncaya kadar, bir Doğu-Batı veya NATO-Varşova çatış- Hâsılı, şimdilik yalnızca birkaç beytiyle yetindiğimiz
ması etrafında parçalanan insanlığın düşüncesi, bu defa bu diyalog neşidesi yeryüzünün her yerinde dillendirilir
da yeni bir sun’î düşman üretilerek, dil ve kültür farklılığı hâle geldiğinde beşeriyetin asırlardır ütopyalarda aradığı
üzerinde bir medeniyetler çatışması hazırlansa ve böylece saadet esintisi bütünüyle kendisini hissettirmiş ve bahar çi-
hâkim bloğun hâkimiyetinin devamı için yeni bir zemin çekleri her yerde neşv ü nema bulmuş olacaktır. İnsanlık o
oluşturulmaya çalışılsa da”13 Hocaefendi net bir şekilde, günleri özlemle bekliyor.
“kültürler arası çatışma olacağına inanmıyorum ben”14
* Araştırmacı Yazar
der ve dünya devletlerinin entegrasyon hâlinde çalışması
iakyol@yeniumit.com.tr
ile bu mülevves emellerin önüne geçilebileceğini vurgular.
Dalgakıran mahiyetinde bir uzlaşının ehemmiyeti müsel- Dipnotlar
lemdir; bu ancak karşılıklı iletişimle mümkün olabilir ve 1 Fethullah Gülen, İnsanın Özündeki Sevgi, Ufuk Kitapları, İstanbul
herhalde bu uyum ve uyuşma vetiresinin bir merhalesi de 2003 s. 201-202.
din mensupları arası diyalog olmalıdır. 2 Edward W. Said, Orientalism, Penguin Books, Londra 2003, s. 3.
[Kitabın Türkçe’ye üç ayrı tercümesi bulunmaktadır. İnceleyebildiğimiz
Fertlerin, kendilerine yabancı olan bir kültürü tanıma- iki eserdense buraya kendi tercümemizi aktardık.]
dan ve birazcık da olsa tanıdıktan sonra verdikleri tepkiler 3 Norman Daniel, Islam and the West, Oneworld Publications, Oxford
karşılaştırıldığında diyaloğun ne kadar büyük bir kıymet 1997, s. 11
ihtiva ettiği açıkça görülecektir. Meselâ, Robert Roberts, 4 Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Şahdamar Yayınları, İstanbul
2006, s. 695
Amerika’da yaşayan bir doktordur ve kendisine bir Türkiye
5 Fethullah Gülen, Yeşeren Düşünceler, Nil Yayınları, İzmir 2004, s.
gezisi teklif edildiğinde ilk andaki ifadeleri, “Türklere dair 19-20.
ilk izlenimim ‘Midnight Express’ adlı bir filme dayanıyor- 6 Ahmet Kurucan, Niçin Diyalog, Işık Yayınları, İstanbul 2006, s. 126
du. İstanbul’un biraz ilkel bir yer olmasını bekliyordum. 7 Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. Mehmet Yazgan,
Belki Afrika’da gördüğüm bazı şehirler gibi. Müslüman- Beyan Yayınları, İstanbul 2004, s.520.
ların bir Amerikalı olarak bana düşmanca davranmalarını 8 Fethullah Gülen , “Hoşgörü Sürecinin Tahlili” Gurbet Ufukları, s. 72.
bekliyordum.” şeklinde olmuştur. Ancak on günlük ziya- 9 Mehmet Gündem, Fethullah Gülen’le 11 Gün, Alfa Yayınları, İstanbul
retin sonrasında fikirleri sorulduğunda bir araya gelmenin, 2005, s. 202.
insanların birbirini tanımasının ne derece kuvvetli bir et- 10 Fethullah Gülen, İnsanın Özündeki Sevgi, s. 78.
kiye sahip olduğunu belirten şu ifadelerde bulunmuştur: 11 Davut Aydüz, Tarih Boyunca Dinlerarası Diyalog, Işık Yayınları, İstan-
bul 2005, s. 155.
“Hayatımda hiç, hem de hiç Türkiye’deki on günümde
12 Nevval Sevindi, Fethullah Gülen ile Global Hoşgörü ve New York
gördüğüm kadar cömertlikle karşılaşmadım; hayatımda
Sohbeti, Timaş Yayınları, İstanbul 2002, s. 11.
böylesine misafirperverlik ve cömertlik tanımadım.” 13 Fethullah Gülen, İnsanın Özündeki Sevgi, s 178.
Barbara Boyd, Oklohama Üniversitesinde dinî ça- 14 N. Sevindi, Global Hoşgörü, s 87.
lışmalar profesörüdür. Onun da Türkiye seyahatine dair 15 Diyalogun Meyveleri, www.samanyolu.tv
62
YENi ÜMiT
Dr. Kâmil YAZAR *
Ekim / Kasım / Aralık - 2008 / 82
66
YENİ ÜMİT
Temmuz - Ağustos - Eylül - 2008 / 81 iÇiNDEKiLER
Copyright © Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. 2008
Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.’ye aittir. Eserde
yer alan metin ve resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş’nin önceden yazılı
izni olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir Başyazı 2
kayıt sistemi ile çoğaltılması, yayımlanması ve depolanması yasaktır.
68