Professional Documents
Culture Documents
00 TL
Dinî Ýlimler ve Kültür Dergisi YIL: 21 SAYI: 84 NİSAN - MAYIS - HAZİRAN 2009
www.yeniumit.com.tr 106702 - 2009/2
Temmuz
Nisan / Mayıs
/ Ağustos
/ Hazîrân
/ Eylül- -2009
2008/ /84
81
2
V
arlığın özü, yaratılışın en anlamlı nüktesi Hazreti Yeşil kubbe ve onu çevreleyen mübarek
Muhammed’dir. O, yaratılış ağacı itibarıyla hem bir
mâbed; bir yandan etrafındaki irili-ufaklı
ilk hem de son gibidir. Varlık bir şiir gibi O’nun
adına nazmedilmiş; vücudu ise bu manzumenin âdeta en dağlar-tepeler, hep sonsuzluk duygusuyla
son kelimesi gibidir. O’nun dünyayı şereflendirmesi, in- esip duran çöller-vahalar ve her zaman öte-
sanlığın yeniden doğuşunun remzi; peygamberliği, eşya lere açık gibi duran uçsuz bucaksız beyâbân;
ve hâdiselerin aydınlanıp gerçek değerleriyle ortaya çık-
diğer yandan da göklerin nâmütenâhiliğiyle
masının vesilesi; hicreti, insanlığın kurtuluş yolu; mesajı
da dünya ve ahiret saadetinin köprüsü olmuştur. Mü’min o kadar mükemmel bir uyum içindedir ki,
gönüller O’nun sayesinde varlığı bir meşher gibi temâşâ sanki bu mübarek kütle, semada program-
edip değerlendirebilmiş, bir kitap gibi okuyup yorumla- lanmış da, daha sonra bulunduğu yere res-
yabilmiş ve O’nun aydınlık ikliminde yollar bulup Hakk’a
yürüyebilmişlerdir. O’nunla hakikate uyanan ruhlar, sürek-
medilmiş gibi bir görünüm arz etmektedir.
li ebediyet soluklar durur.. O’nu sîretinin derinlikleriyle Evet insan, o mehâbetle tüllenen mekân, onun çeperi
kavrayabilenler, bütün ilimlerin özünü, usâresini elde et- sayılan mübarek mâbed ve “Sidretü’l-Müntehâ”ya doğru
miş sayılırlar. fırlamış gibi bir edâsı olan yeşil kubbe karşısında, her za-
Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen O hâlâ uf- man İslâm dünyasının umumî ahvaliyle alâkalı en derin
kumuzda yeni doğmuş bir yıldız gibi pırıl pırıl ve bütün mülâhazalara gömülür, en içten duygularla buluşur ve bin
varlığı aydınlatabilecek güçte güneş gibi –aslında O, güne- bir his tufanıyla sırılsıklam olur. Bazen o kudsî mekânı bir
şe de taç giydiren bir ziyadır– güçlü bir ışık kaynağı.. vazife buğu bürür; mâbedin her yanını bir hüzün sarar.. ve işte
ufku, gönüllere kulluk şuurunu sunan bir hikmet nüktesi, o zaman “Kubbe-i Hadrâ” şaha kalkmış gibi bir hâl alır..
sevgiyle doygunluğa ulaşmış ruhu, varlığı birbirine bağla- ruhumuzla konuşur.. el açıp bağrındaki misafirin arkasına
yan bir büyüklük emâresi. geçerek semalara dil döker; döker ve bize hasret ve hicran-
İnsan ne zaman O’nu çağrıştıran iklime girse, kanı- larımızın destanlarını sunar. Bazen orada her yanı âdeta bir
nın sevgiyle aktığını duyar.. O’nun atmosferine adımını ışık sarar.. mescid, ayın etrafındaki hâleye döner ve kubbe,
atar atmaz, kendini Allah’a giden yolların ortasında bu- gök ehline sevinç tahiyyelerini takdim ediyor gibi bir va-
lur. O’nun köyünü ziyaret bile âdeta, Işık Çağı'na ulaşma ziyet alır. Bazen onun göklere bakan ve için için bekleyen
adına bir rıhtım, bir liman, bir rampa gibidir; bu rıhtım, öyle derin bir görünümü olur ki, o hâliyle onu umumî
bu liman, bu rampa, inanmış gönülleri O’nunla diz dize tasalarınıza bir tercüman tahayyül edebileceğiniz gibi, se-
gelme bucağına ulaştırır ve doygunlaşmış ruhlara yeni bir vinçlerinizi dile getiren bir gazelhân şeklinde de düşleye-
aşk u şevk üfler. İnsan onu kaç defa ziyaret etmiş olursa bilirsiniz; düşleyebilir de onun o derûnî sükûtu, o sessiz
olsun, müntesiplerinin derbederliğinden ötürü o mübarek infiali içinde ne duyulmaz şeyleri duyar, ne sezilmez şeyleri
hazîreyi ne kadar sönük görürse görsün, ne zaman o yeşil, sezer ve kendinizi âdeta, bulunduğunuz mekânın buudları-
o âhenkli, o romantik, o sevgiyle tüten “metâf-ı kudsiyân”a nı aşmış da bir başka derinliğe açılmış gibi sanırsınız.
adım atsa, ruhu hep bir güzellik, bir şiir, bir mûsıkî ban- Yeşil kubbe ve onu çevreleyen mübarek mâbed; bir
yosu almış gibi o hususî âlemin derinliğini, zenginliğini yandan etrafındaki irili-ufaklı dağlar-tepeler, hep sonsuzluk
duymaya başlar.. kalbi, bir vuslat mülâhazasına teslim olur, duygusuyla esip duran çöller-vahalar ve her zaman ötelere
ritim değişikliğine girer ve neş’e-hüzün arası bir sürü duy- açık gibi duran uçsuz bucaksız beyâbân; diğer yandan da
gu gel-gitleri yaşar. göklerin nâmütenâhiliğiyle o kadar mükemmel bir uyum
3
içindedir ki, sanki bu mübarek kütle, semada program- arasından hayallerimize doğan mübarek merkadin –hâşâ–
lanmış da, daha sonra bulunduğu yere resmedilmiş gibi metâf-ı kudsiyânın, pürvefâ bir mihmandar edâsıyla gönül
bir görünüm arz etmektedir. Evet, hem en derin gökler- gözlerimize tebessümler yağdırması o kadar sıcak ve tesir-
den daha derin “Kubbe-i Hadrâ”, hem çevresinde onu lidir ki, içlerinde bu mahrem muameleyi duyan her gönül
kucaklayan o sırlı arsa, hem de tabiat kitabının o “Buk’a- ölümsüzlüğe erdiğini sanır. Hatta o melekler güzergâhını
yı Mübareke”yi teşkil eden satır ve sahifeleri; âdeta titiz- böyle bir gönülle duyup bu gözle temâşâ edenler için sanki
likle seçilmiş, mükemmel bir şekilde yerli yerine yerleş- orada canlı-cansız hiçbir şey yokmuş da, sadece mehâbet
tirilmişçesine bu maddî-mânevî pek çok şeyin halîtası, televvünlü bir sessizlik ve ziyaret heyecanıyla umumî bir
göklerin ve yerin âdeta birleşik noktası gibi bir görünüm bekleyiş varmış gibi, o makama adımlarını atar-atmaz
sergilemektedir. Az buçuk o mekânın Sahibine açık bulu- kendilerini oranın tesirinde bulur ve onu dinlemeye ko-
nan ruhlar –O Sahibe canlarımız kurban olsun– başlarını yulurlar.. o da onlara kendi usûlünü, kendi sükûtunu meşk
o iklime uzatınca kendilerini gök ehliyle iç içe sanırlar. Bir ediyor gibi, onların duygu dünyalarına, o güne kadar asla
de âşıkların has bahçesi sayılan “Muvâcehe”ye varınca, yaşamamış oldukları en bâkir hisleri aşılar ve ruhlarına elli
kendilerini, o makama yakışır ve ora ile uyuşur o kadar türlü çağrışım menfezi aralar.
temiz çehre ve o çehrelerden buğu buğu yükselen engin
Ravza’nın bağrında insan her zaman, gözlere çarpan
bir heyecan içinde hissederler ki, zaman zaman kalbleri
ve gönülleri saran bir büyüyle karşılaşır. Hislerinde, dü-
duracak hâle gelir. Aslında orada o sekteyi yaşayanların
sayısı hiç de az değildir. şüncelerinde bir başka âlemin esintilerini duyar.. gönlü-
nün derinliklerinde hayalî kapılardan geçer.. en mahrem
Muvâcehe, âşıklar için her zaman bir liman ve bir
iklimlerde dolaşır ve arzın minberinin dibinde Hak beya-
rampa vazifesi görür. Oraya ulaşan her âşık gönül, ora-
nıyla şekillenen o ezelî hutbeyi hem de Hatîbinin ağzından
dan âdeta denizlerin enginliklerine ya da göklerin de-
dinliyor gibi dinler ve O’na ümmet olmanın mutluluğuyla
rinliklerine açılıyor gibi bir büyülü zaman koridoruna
yerlere kapanır.
girer.. girer de o mübarek buk’anın o masumlardan ma-
sum hâlini ve sevimli görünümünü bir şiir gibi dinler, bir Böyle bir duyuş ve seziş, böyle bir zevk ve heyecan
kevser gibi yudumlar ve her saniye ayrı bir zevk banyosu elbette bir inanç, bir kanaat, bir teveccüh ve derince bir
yapar. sezinin birleşmesinden meydana gelmektedir. O inanç, o
Muvâcehe’de zaman o kadar aydınlık, o kadar gönül kanaat, o teveccüh ve o seziyi yakalayanlar için Peygam-
alıcı ve o kadar hülyalara açıktır ki, oraya ulaşan saygılı bir ber Köyü, Mescid-i Nebevî, âşıklar durağı Muvâcehe
gönül, Asr-ı Saadet’te yaşıyormuşçasına, Nebî’nin o temiz- neler söyler neler söyler..! Evet, konsantrasyonunu ta-
lerden temiz çehresini ve vahye açık sinesinin heyecanlarını mamlamış ziyaretçiler için Ravza, orada insanların his
duyar gibi olur.. gök kapılarının gıcırtılarını, Cibril’in ka- ve heyecanlarının çok üstünde kendine has hâli, içli
nat çırpışları içinde, Kur’ân’ın tok sesini muhatapların he- sükûtu, vakarlı görünümü ve ledünnî derinliğiyle ötelere
yecanlı tavırları arasında duyar ve kendini bir kutlu çağın hep var olma zevkinin şiirini söyler.. göklerdeki korodan
bereket sağanakları arasında sırılsıklam hisseder; eder de mûsıkîler dinletir ve yürekten kendisine yönelenlerin gö-
bu umumî armoniye o da gözyaşlarıyla katılır.. ve o güne nüllerine korlar salar ve herkese bir aşk u vuslat demi
kadar gönlüne sinmiş Ravza duygusunun, daha bir derin- yaşatır. Sonra da yine o derin sessizliğine gömülür ve sizi
ce her yanını kuşatması karşısında oracıkta eriyip merkade vuslat otağında hüzünlü bir yalnızlık melâline terk eder..
akmayı düşünür. terk eder de, o dakikaya kadar sanki size hiç esrar per-
Aslında, orada görülüp duyulan her şey çok içlidir. desi aralamamış gibi o kadîm bikrinin iffetine bürünür..
Orada mekân, mekîn her şey mutlaka insana bir şeyler bürünür ama, gönüllerinize ikinci çağrının dâvetiyesini
fısıldar durur. Âşıkların ağlama ve inlemelerinin yanında, bırakmayı da ihmal etmez.
mekânın o tali’li ama suskun sütunları; Muvâcehe’nin hü- *Bu yazı Sızıntı dergisinin Nisan 1998 tarihli 231.
zünlü fakat mütebessim hâli; iki adım ötede parmaklıklar sayısından alınmıştır.
4
YENi ÜMiT
Prof. Dr. Suat YILDIRIM *
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84
7
YENi ÜMiT
İSLÂM'DA ADALET
İLKESİ S
osyal dengenin tesi-
si ve içtimaî hayatın
ahenkli biçimde işle-
yişi de adaletin gerçekleştirilme-
sine bağlıdır. Bu yüzden Allah
çeşitli toplumlara peygamberler
gönderiyor ve onlarla birlikte ki-
tap ve adalet terazisi indiriyor;
adaleti sağlamayı emrediyor.
8
A
dalet kelimesi, dengelemek, dengeli davranmak, tes- Kur’ân, Müslümanlarda birilerine karşı
viye edip düzeltmek, bir şeyi uygun yere koymak, taşıdığı hisler sebebiyle, onların çevre-
bir hakkı sahibine vermek anlamlarına gelir. Bu
kavramın içinde insaf, hakkaniyet, istikamet mânâları da sindekilere karşı adaletsiz davranmama
vardır. Dolayısıyla adaletli davranmak, bir şeyi, bir işi hak- hassasiyeti geliştirmektedir. “Bir toplu-
kaniyet ve insaf ölçülerine göre yapmak demektir. Kur’ân-ı luğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve
Kerîm’de pek çok âyette geçen “اَ ْل ِق ْس ُط: el-kıst” kelimesi de
adalet kelimesinin ihtiva ettiği mânâları ifade eden bir kav-
öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin.
ramdır. İslâm’da adalet anlayışı, bir arada yaşamaktan ve Âdil davranın, takvâya en uygun ha-
insanlar arası ilişkilerden ortaya çıkan insan hakları temeli- reket budur. Allah’a karşı gelmekten
ne dayanır. Adalet, bu hakları olması gereken yere koymak, sakının. Allah yaptıklarınızdan haber-
hakkı olanlara vermek demektir. Adaletin zıddı ise zulüm-
dür ve o da bir şeyi yerli yerine koymamak veya uygun dardır.” âyetinde Allah (c.c.), kin ve öfke
olan yerden başka yere koymak anlamlarına gelir. gibi duygularımızın adaletsizliğe sebep
Allah Hak ve Adalete Önem Veriyor olmamasını da talep ediyor.
Adalet, Allah Tealâ’nın çok önem verdiği esaslardan
biridir. Allah’ın kendisi âdildir ve yaptığı her şeyde adalet
tecellî eder. “İsm-i Adl’in cilve-i azamından gelen kâinattaki yargıda, aile içi münasebetlerde ve ticarî hayatta adalet ol-
adâlet-i tâmme, umum eşyanın muvâzenelerini idare ediyor mak üzere çeşitli başlıklar altında ele alacağız.
ve beşere de adaleti emrediyor.” (Nursî, Lem’alar, s. 293) İn- Yönetimde Adalet
sanlardan adaletin ikamesini istemek Allah'ın adlinin muk- Adaletin ikame edilmesi gereken en şümullü alan, yö-
tezasıdır. Sosyal dengenin tesisi ve içtimaî hayatın ahenkli netimdir. İslâm nazarında yöneticilik, insana tevdi edilen
biçimde işleyişi de adaletin gerçekleştirilmesine bağlıdır. emanetlerden biri, hattâ en mühimidir. Hangi seviyede
Bu yüzden Allah çeşitli toplumlara peygamberler gönde- olursa olsun, avantaj gibi görünen yöneticilik bu itibarla
riyor ve onlarla birlikte kitap ve adalet terazisi indiriyor; insanın omuzlarında ağır bir yüktür. Peygamber Efendi-
(Hadid sûresi, 57/25) adaleti sağlamayı emrediyor. (Arâf sûresi, miz (s.a.s.), devlet başkanından evdeki hizmetçiye kadar
7/29; Nahl sûresi, 16/90) Ayrıca insanlardan hakkın ikamesini, her seviyedeki yöneticinin idare ettiklerinden mesul oldu-
verilen hükmün lehte de olsa aleyhte de olsa kabul edilme- ğunu bildirmiştir. (Buharî, Cuma 11) Yönetimde adalet ise,
sini istiyor ve aksine davrananları zalimler olarak niteliyor. mü’min idareci için en büyük vazifedir. Kur’ân-ı Kerîm’in,
(Nur sûresi, 24/48-51) Bir de takvaya en uygun olanın adaletli “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasın-
davranış olduğunu; (Maide sûresi, 5/8) âdil olanları sevdiğini da hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hükmetmenizi
belirtiyor. (Hucurat sûresi, 49/9; Mümtahine sûresi, 60/8) Bunla- emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt verir!” (Nisa
rın da ötesinde bizzat Kendisinin âhirette hiçbir haksızlığa sûresi, 4/58) âyeti, yönetimde adaletin ikamesini emretmek-
meydan vermeden kullarını yargılayacağını ve her hak sa- tedir. Emanetle adaleti bir arada zikreden bu âyetin idare-
hibine hakkını vereceğini beyan ediyor. (Yunus sûresi, 10/54; ciler hakkında indiği rivayet edilir. (İbn Kesir, Tefsir, 1/516)
Enbiya sûresi, 21/47) Dolayısıyla hakkın tevzîi ve adaletin ika- Buna göre yöneticilik bir emanet olduğu gibi, yönetimde
mesi, biz Müslümanlar için Allah tarafından belirlenmiş adaleti gerçekleştirmek de bir vazifedir. Adaletli yönetim,
en önemli hayat prensibidir. Önemli olan şeyin karşılığı da Müslüman yönetici için bir vazife olmanın ötesinde, “Bir
önemlidir. Adaleti gerçekleştirmenin karşılığı da dünya ve gün adaletle yönetmek, altmış yıl (nafile) ibadetten ha-
âhiret saadetidir. Elbette ki adaletli davranışın dünyadaki yırlıdır.” (Müttakî, Kenzü’l-Ummal, 6/12) hadîsinin ifadesiyle
karşılığı kıymetlidir; ancak âhiretteki mükâfatı muhteşem ibadet sayılmıştır.
olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) yönetici Müslüman bir idarecinin en temel görevi, kendini ada-
olsun, hâkim olsun, aile reisi olsun bunlardan âdil davra- letin dağıtıcısı görmek, adalet kaygısıyla hareket etmek,
nanların âhirette Allah katında nurdan minberler üzerinde hak sahiplerine haklarını vermek için çalışmak, bir hak
duracaklarını müjdelemektedir. (Müslim, İmare 18) Kur’ân’ın gaspı söz konusu ise, onu geri alıp haklıya iade etmektir.
mü’minlerden adalet talebi, ilgili olduğu alanlara göre çe- Bu sebeple Müslüman yönetici, adaletin mülkün (yöne-
şitlilik arz ettiğinden biz de bunları, yönetimde, şahitlikte, timin) temeli olduğuna, adaleti sağlayamayan yönetimin
9
zail olacağına ve zulüm ile âbâd olanın âhirinin berbat Kur’ân-ı Kerîm’in, “Ey iman edenler! Haktan yana
olacağına inanarak hareket eder. “İnsanları idare etmeyi olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleş-
üzerine alan bir kimse kendini ve ailesini düşündüğü gibi tirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüz
yönettiği kimseleri düşünmedikçe kıyamet gününde cen- ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız ve
netin kokusunu bile alamaz.” (Buharî, Ahkâm 8) hadîsinin yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin
tehditkâr ifadelerini dâima göz önünde bulundurur. Ay- veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden
rıca Peygamber Efendimiz’in, kendisine en sevimli ve kı- daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak
yamette derecesi en yüksek kimselerin adaletli yöneticiler, adaletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek gerçeği
en sevimsiz ve âhirette azabı en şiddetli olan kimselerin olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten
ise zalim idareciler (bkz. Tirmizi, Ahkâm 4) olduğunu bildiren kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haber-
sözlerini nazarından eksik etmez. dardır.” (Nisa sûresi, 4/135) âyeti şahitlikte gerçeğe uygun
Kur’ân ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu konudaki emir ve adaleti tesise yönelik tanıklık yapmayı emretmektedir.
ve tavsiyelerini çok iyi kavramış olan Müslüman idare- Peygamber Efendimiz kendisinden bir hususta şahadet
ciler, tarih boyunca idare ettikleri toplumlarda adaletin etmesi istendiğinde mevzuu tahkik etmiş, meselenin hak-
ikamesini hayatlarının gayesi yapmışlardır. Bu çerçevede sızlığa dayandığını görünce,“Ben haksızlık üzerine şahitlik
haksızların ve haksızlıkların karşısında olmak, hakkın ve etmem.” (Müslim, Hibât 14-16) buyurarak Müslümanlara ör-
haklının yanında yer almak, zayıf ve çaresizleri korumak nek olmuştur.
onların en büyük şiarı olmuştur. Bu ilkeleri benimsedikleri İslâm şahitlik dışında beşerî münasebetlerde, hattâ irti-
için yönetimde adaletin en güzel örneklerini İslâm’ın şan- bat kurduğumuz insanların sosyal çevreleriyle olan ilişkile-
lı idarecileri vermişlerdir. Meselâ Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) rimizde de adaletin ikame edilmesini talep etmektedir. Bu
halife seçildiğinde irad ettiği ilk hutbesinde dile getirdi- çerçevede Kur’ân, Müslümanlarda birilerine karşı taşıdığı
ği, güçlülük değil haklılık esasını benimsediğine, güçsüz hisler sebebiyle, onların çevresindekilere karşı adaletsiz
de olsa mutlaka haklının yanında yer alacağına ve onun davranmama hassasiyeti geliştirmektedir. “Bir topluluğa
hakkını kendisinin takip edeceğine dâir sözleri, (bkz. Ma’mer karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe
b. Raşid, Cami, 2/336) İslâm’ın yönetimde adalet anlayışının sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygun hareket
en çarpıcı örneklerindendir. Yine bu anlayış sebebiyledir budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah yaptıklarınız-
ki, Hz. Ömer (r.a.), adaletin timsali olmuştur. Onun, bir dan haberdardır.” (Maide sûresi, 5/8) âyetinde Allah (c.c.),
Kıptî’ye tokat atan Mısır Valisi Amr b. As’ın oğlunu sorgu- kin ve öfke gibi duygularımızın adaletsizliğe sebep olma-
layıp ceza olarak Kıptî’nin de ona tokat atmasını istediğin- masını da talep ediyor. Bu sebeple bir Müslüman sevmedi-
de söylediği, “Anaları insanları hür olarak doğurmuştur. ği birinin yakınlarına karşı o kişi sebebiyle düşmanlık veya
Siz onları ne zaman köleleştirdiniz.” (Muttakî, Kenzü’l-ummâl, haksızlık edemez, münasebetini o nefret üzerine kuramaz.
7/660) sözü, Müslüman bir yöneticinin adalet anlayışının Yoksa adaletsiz davranmış olur.
en güzel ifadelerindendir. Yargıda Adalet
Şahitlikte Adalet Hak ve adaletin tesis edileceği yerlerden biri de, mahke-
Şahitlik meselesi de hak ve adaletin tesis edilmesi gere- melerde görülen davalarda hâkimin vereceği hükümlerdir.
ken hususlardan biridir. Şahitlik, hakkın tevzii ve adaletin İslâm, hükümde adalet ilkesini getirir ve insanlar hakkında
ikamesinde önemli bir görevdir. Bu ister bir davada olsun, herhangi bir makam, mevki farkı gözetmeksizin adaletin
isterse insanlar arası basit bir anlaşmazlıkta olsun fark et- sağlanmasını ister. Bu yüzden Müslümanlar nazarında âdil
mez, şahitlik önemli bir görevdir. Tanık olduğu bir hususta mahkemeler, Allah’ın Hak ve Adl isimlerinin tecelligâhı
kişinin herhangi bir sebeple şahitlikten kaçması ya da ger- sayılmıştır. Adaletle hüküm vermeyi temin edecek yegâne
çeği olduğu gibi aksettirmeyip değiştirmesi, tahrif etmesi, kaynak ise, Allah’ın indirdiği hükümlerdir. “Aralarında,
hilâf-ı vâki beyanda bulunması veya olmamış bir şeyi ol- Allah’ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet! Asla onların ke-
muş gibi göstermesi mühim hak kayıplarına sebep olduğu yiflerine uyma! Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmın-
için büyük bir vebaldir. Bu sebeple Allah celle celalühu; dan seni caydırmalarından sakın!” (Maide sûresi, 5/49) âyeti
“Ey iman edenler! Hakkı yerine getiren ve adaletle şahadet bu hakikati açıkça göstermektedir. Peygamberimiz (s.a.s.)
eden kimseler olun.” (Maide sûresi, 5/8) âyetiyle dosdoğru âyette geçen “Allah’ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet!”
şahitlik yapmayı emretmiş, meselenin ehemmiyetine bina- kısmını adaletle irtibatlayarak “Kur’ân ile hükmeden adalet
en Kur’ân’da ciddi tahşidatta bulunmuştur. eder.” (Darimi, Fezailü’l-Kur’ân 1) şeklinde tefsir etmiştir.
10
Davalarda adaletle hükmetmenin önüne birtakım en- İslâm’da adalet anlayışı, bir arada yaşamak-
gellerin çıkması kaçınılmazdır. Bunlardan biri, haksızın tan ve insanlar arası ilişkilerden ortaya çı-
haklı çıkmak arzusuyla birtakım deliller ileri sürerek yar-
gı makamını yanıltmasıdır. Şüphesiz ki bir hâkim hüküm kan insan hakları temeline dayanır. Adalet,
verirken delillere bakar ve onlardan hareketle vicdanında bu hakları olması gereken yere koymak,
oluşan kanaati hüküm olarak ortaya koyar. Bu durumda hakkı olanlara vermek demektir. Adaletin
hâkimi yanıltacak ve adaletsizce hüküm vermesine sebep
olacak tarzda deliller ileri sürmek veya delilleri karartmak zıddı ise zulümdür ve o da bir şeyi yerli
da büyük bir vebaldir. İnsan belki bu yolla dünyevî bir şey yerine koymamak veya uygun olan yerden
elde edebilir; ancak âhirette cehennemden bir parça ateşi başka yere koymak anlamlarına gelir.
boynuna takmış olur. Nitekim adalet konusunda çok ti-
tiz davranan Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.), “Ben ancak
Müslümanlardaki yargıda adalet hassasiyetinin bir baş-
bir beşerim. Sizden davalılar bana geldiğinde bazınız delil
ka örneğini de şu hâdise göstermektedir: Bir defasında
getirmede diğerinden daha becerikli olabilir. Ben de doğ-
Ubey b. Kâ’b (r.a.), hilâfeti döneminde Hz. Ömer (r.a.)
ru söylüyor zannıyla onun lehinde hüküm verebilirim. Şu
aleyhine dava açmıştı. Zeyd b. Sabit hâkimlik görevini
halde sizin ifadenize göre bir kimseye mü’min kardeşinin
yürütüyordu. Hz. Ömer mahkemenin huzuruna gelince
hakkını alıp verirsem, onu ister alsın isterse bıraksın bu,
Zeyd b. Sabit, halife olması hasebiyle ona hürmet göster-
cehennemden bir parçadır.” (Buharî, Mezalim 16) sözleriyle
di, Hz. Ömer ise; “Bu senin hükümdeki ilk adaletsizliğin-
bu mevzuda sahabeyi uyarmıştır.
dir.” ikazını yaparak davacı Ubey b. Kâ’b’ın yanına oturdu.
Davalarda adaletle hükmetmede hâkimleri en çok zorda Ubey’in delili yoktu. Bu durumda “Yemin davalıya gere-
bırakan hususlardan biri de davalı veya davacıların makam, kir.” kuralınca Hz. Ömer’in yemin etmesi gerekiyordu.
mansıp, mal ve itibar sahibi kimseler olmasıdır. Çünkü bu Hilâfet makamında bulunması hasebiyle Zeyd b. Sabit,
tür statüler hâkimi baskı altında bırakır. Ama hâkim bunlara Ubey’in bu haktan feragat etmesini istedi. Fakat Hz. Ömer
da itibar etmemeli, adalet ne ise, onu gerçekleştirmelidir. Bu mahkemede hâkimlik yapan Zeyd b. Sabit’e, “Eğer senin
durumda hâkim kendisinin zarar göreceğini zannedebilir. nazarında Ömer ile herhangi bir adam müsavi değilse, sen
Ancak şu hususu iyi bilmelidir ki, adaleti gözettiği sürece bu göreve lâyık değilsin.” diyerek sert bir karşılık verdi.
Allah kendisiyle beraberdir. Aksine adalet kaygısıyla hare- (Şiblî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/93-94).
ket etmediğinde, kendisini Allah’ın terk etmesi tehlikesine Adalet yalnızca Müslümanlar arasında görülen davalar-
maruz bırakır. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) bir hadîslerinde da değil, Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında görülen
“Bir hâkim adaletten ayrılmadığı sürece Allah kendisiyle be- davalarda da esastır. Bir kimse gayr-i müslim diye mahke-
raberdir. Adaletten ayrılır da zulmederse Allah onu yalnız mede hakkı gasp edilemez, karşısındaki Müslüman, maka-
bırakır.” (Tirmizî, Ahkâm 4) buyurmuştur. mı, mansıbı, sosyal statüsü ne olursa olsun, farklı muame-
Yargıda adaleti yerine getirmede statülere itibar et- le göremez, adaletin tesisi esas alınır. Nisa sûresinin 105-
memenin en güzel misâlini de Peygamber Efendimiz’in 112. âyetleri bu konuda Peygamber Efendimiz’e bir uyarı-
(s.a.s.) uygulamalarında görüyoruz. Kureyş’ten hırsızlık da bulunarak, insanlar arasında Allah’ın bildirdiği şekilde
yapan soylu bir kadına hak ettiği cezanın uygulanmama- hükmetmesi için kendisine kitabı indirdiğini, kendilerine
sını isteyen ailesi, Efendimiz’in çok sevdiği Hz. Üsame’yi hıyanet edenleri savunmaması gerektiğini, dünyada onlar
(r.a.) aracı göndermişlerdi. Bunun üzerine Peygamberi- savunulsa bile, kıyamet gününde Allah’a karşı onları savu-
miz bu aracılığı reddetmiş ve şöyle buyurmuşlardı: “İs- nacak kimsenin bulunmayacağını, günah işleyip sonra onu
railoğulları, haksızlık yapmaları yüzünden helâk oldular. masum birinin üstüne atan kimsenin büyük bir vebal yük-
Bunlar fakirler üzerinde en şiddetli cezaları tatbik eder, lenmiş olacağını bildirmektedir. Müfessirler bu âyetlerin
nüfuzlu ve zengin olanları cezadan muaf tutarlardı. Val- bir hırsızlık hâdisesi hakkında nazil olduğunu söylemişler-
lahi Muhammed’in kızı Fatıma da aynı işi yapsa elini ke- dir. Görünüşte Müslüman olan Tu’me b. Übeyrik adında
serdim.” (Müslim, Hudud 11) Allah Resûlü'nün (s.a.s.); biri, bir Müslüman’ın evinden çaldığı kalkanı bir Yahudi’ye
“Kızım Fatıma dahi yapsa elini keserdim.” buyurması, emanet bırakmış, emarelerden hareketle kalkan Yahudi’nin
sosyal statüsü yüksek olanlara cezai işlemlerin uygulan- evinde bulunduğunda onun ifadesine binaen adam yaka-
mayıp sadece zayıflara uygulanmasını içtimaî çöküşün lanmış; fakat yemin ederek hırsızlığı Yahudi üzerine atmış
sebebi olarak görmesindendir. ve buna da akrabalarını şahit göstermiştir. Yemin ve şahit-
11
İslâm’ın en önemli hususiyetlerinden biri üzere İslâm içtimaî hayatta sulhü esas alıyor, toplumlar
arasında ihtilâf çıktığında onları anlaştırmayı, anlaşmaya
adalet ilkesidir. İnsanın iki cihanda saade-
yanaşmayan veya anlaşmayı bozup da haksız yere saldırı
tini temin etmeyi gaye edinen İslâm hak yapan tarafla savaşmayı Müslümanlara bir görev olarak
ve adalet meselesine çok önem vermiştir. yüklüyor ve problemleri çözümlerken mutlaka adalet esa-
sına riayet etmelerini emrediyor.
Allah âdildir, adli de bunu gerektirir. Bu Ticarî Hayatta Adalet
sebeple Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de hak ve Kur’ân-ı Kerîm’de adaletin gerçekleştirilmesine yöne-
adaletin her alanda gerçekleştirilmesi için lik en çok tahşidatın yapıldığı yerlerden biri de ticarî ha-
yattır. Zîrâ ticaret, insanların birbirlerine haklarının en çok
çokça tahşidatta bulunmuştur. geçtiği ve içtimaî fesadın en şiddetli biçimde zuhur ettiği
alandır. Bunun şâkülü kaydığında içtimaî hayatın düzeni
ler sebebiyle yanlış bir hüküm verecekken bu âyetler in- bozulur, toplum da kaosa sürüklenir.
miş ve Efendimiz’i mühim bir yanlıştan korumuştur. Bu- Ticaret, insanların helâl haram hassasiyetini en çok yi-
nun üzerine Allah Resulü (s.a.s.) Tu’me’yi suçlu bulup ce- tirdiği yerlerden biridir. İnsan ticarete kazanmak için girer
zalandırılmasına hükmetmiştir. (Bkz.: Elmalı, Tefsir, 3/78-79) ve menfaat duygusuyla hareket eder. Bu, hem alan hem de
Ayrıca İslâm, Müslümanlardan savaşmadıkları sürece satan için böyledir. Zîrâ herkes kendisi için en ekonomik
başka din mensuplarına karşı beşerî münasebetlerde ada- olanın peşindedir. Eğer kişi tedbirini almazsa, azgınlaşan
letli olunmasını da istiyor. Nitekim “Dininizden ötürü menfaat duyguları onu haksız kazanç elde etmeye sevk eder.
sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etme- Haksız kazanç elde etmek ise, başkalarına zulmetmektir.
yen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, Zulüm ve haksızlıkların önlenmesinde kişinin alacağı tedbir,
adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Zîrâ Allah âdil elbette ki öncelikle dinî terbiye ve iman eğitimidir. İnsanı
olanları sever.” (Mümtehine sûresi, 60/8) buyuruyor. Bu kötülüklere karşı frenleyen, me’hazin kudsiyetidir. Kaynak
âyette açıkça görünen şudur ki, insanlar farklı inançla- kutsal olunca emir ve yasaklar insanda derin tesirler bırakır.
ra sahip olsalar da onlarla münasebet kuran Müslüman, Bu açıdan ticarî hayatta adaletin ikamesiyle ilgili olan dinî
adaletten ayrılmamalıdır. emir ve tavsiyeler de beşer için çok önemlidir.
Adaletle hükmetme sadece Müslümanlar arasında veya Allah insanın menfaat zaafını bildiği için bu mevzuda da
Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında cereyan eden emirleriyle ona yön veriyor. Ticarî hayatın terazisi adalet me-
davalarda değil, gayr-i müslimlerin birbirleriyle olan da- kanizması olduğu için, İslâm ticarette ölçü ve tartıda adaletli
valarında dahi mühim bir esastır. Onların din ve inançları davranmayı emrediyor. Kur’ân’ın, “Ey kavmim ölçüyü tar-
farklı olabilir; ancak, sonuçta insandırlar ve onlar bir dava tıyı adaletle tam yapın, insanlara haklarını eksik vermeyin.”;
için müracaat ettiklerinde aralarında adaletle hükmetmek (Hud sûresi, 11/85) “Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve
icap eder. Nitekim Kur’ân, Peygamber Efendimiz’e hitaben, doğru terazi ile tartın.”; (İsra sûresi, 17/35) “Tartıyı adaletle
“Yahudiler eğer sana gelirlerse aralarında ister hükmet, is- yapın, eksik ölçüp tartmayın.” (Rahman sûresi, 55/9) âyetleri
tersen onlardan yüz çevir, hüküm verme. Şayet aralarında ticarî hayatta adaleti âmirdir. “Vay hâline eksik ölçüp tartan-
hükmetmek istersen adaletle hükmet.” (Maide Suresi 5/42) ların! Onlar ki satın alırken haklarını tam olarak alırlar. Fakat
buyurmaktadır. Bu âyet onların aralarında hükmetmeyi Hz. kendileri başkalarına satarken, ölçüp tartarken eksik yapar,
Peygamber’in iradesine havale ediyor; ama eğer hükmetme- hîle karıştırırlar. Sahi onlar, o en mühim günde, yani bütün
yi tercih ederse, mutlaka adaletle hükmetmeyi emrediyor. insanların Rabbülâlemîn’in divanında duracakları günde,
Hak ve adaletin tesisi sadece şahsî davalarda değil, diriltilip toplanacaklarını düşünmezler mi?” (Mutaffifîn sûresi,
aynı zamanda toplumların ihtilaf ve çekişmelerinde de 83/1-6) âyeti ise, tehditkâr ifadeleriyle bu mevzuda adaleti
esastır. Kur’ân-ı Kerîm bu mevzuyla ilgili olarak da, “Eğer gözetmeyenlerin akıbetlerini haber vermektedir. Peygambe-
mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların rimiz de doğru tüccarların âhirette peygamberlerle beraber
aralarını bulun. Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa, bu olacaklarını haber vermektedir.
saldıran tarafla, Allah’ın emrine dönünceye kadar siz de Aile İçinde Adalet
vuruşun. Döndüğü takdirde aralarını hakkaniyetle düzel- İnsan hayatının en önemli alanlarından birisi de aile
tin ve hep âdil olun; çünkü Allah âdil davrananları sever.” hayatıdır. Aile toplumun çekirdeğidir. Toplum hayatının
(Hucurat sûresi, 49/9) buyurmaktadır. Bu âyette görüldüğü ahenkli bir şekilde yürümesi, en başta aile bağlarının sağ-
12
lam olmasına, aile bağlarının sağlamlığı da, fertleri arasın- der. Bu, onlar arasında bir husumetin meydana gelmeme-
daki ilişkinin sağlıklı olmasına bağlıdır. Bu da ancak onlar si, akrabalık bağlarının zayıflamaması açısından önemlidir.
arasında adaletli davranmakla sağlanabilir. Çocuklar arasında meydana gelen husûmet ve düşmanlık
Bir insanın eşinin geçimini temin etmesi, ona ilgi gös- ise, toplum düzeninin sarsılmasına sebep olur. Bu konuda
termesi, insaf ve hakkaniyet ölçüleri içinde muamelede bu- Allah Resûlü’nün (s.a.s.) yine bizler için güzel bir örnek
lunması, her türlü ihtiyaçlarını gidermesi İslâm’ın insana olacak tavrını görüyoruz. Numan b. Beşir (r.a.) isimli genç
yüklediği en önemli görevlerdendir. Bu görevleri yerine sahabîye babası malının bir kısmını hibe olarak verip de di-
getirmek, bir hakkı, olması gereken yere koymak anlamına ğer çocuklarını mahrum ettiğinden annesi bu duruma rıza
geldiği için adaleti gerçekleştirmek demektir. İnsan bu gö- göstermemiş ve meseleyi sormaları için onları Peygamber
revlerini yapmadığı zaman büyük bir zulüm ve adaletsizlik Efendimiz’e göndermiştir. Efendimiz (s.a.s.) malından diğer
sergilemiş olur. İslâm’ın bu hususla ilgili hassasiyetini şu çocuklarına da hibe edip etmediğini sormuş, onlara verme-
hâdise ne güzel ifade etmektedir: diğini öğrenince de “Allah’tan korkun ve çocuklarınızın ara-
Sahabeden Osman b. Maz’un’un (r.a.) hanımı, bir gün sında adaletli olun.” (Müslim, Vesaya 13) buyurmuştur.
Hz. Aişe (r.a.) Vâlidemiz’e uğradı. Kadın genellikle güzel Aile içinde anne-babaların da hakları vardır. Özellikle
giyinir, ellerine kına yakardı. Hz. Aişe Vâlidemiz onun her yaşlandıklarında bakılması, ihtiyaçlarının giderilmesi, say-
zamanki hâlini görmeyince sebebini sordu. O da kocasının gı gösterilmesi, ziyaret edilmesi onların çocukları üzerin-
dünyayı ve kadınları arzulamadığını söyleyerek ilgisizliğin- deki haklarıdır. Bu hakları yerine getirmek de, onlara karşı
den şikâyet etti. Aişe Vâlidemiz bu durumu Efendimiz’e adaleti gerçekleştirmek anlamına gelir. Onlara karşı vazife-
(s.a.s.) bildirdi. Nebi (s.a.s.), Osman b. Maz’un’u yanına lerdeki ihmal ve kusurlar ise zulüm olur.
çağırdı ve “Ey Osman! Benim Sünnet'imden yüz mü çevir-
din?” diye sordu. Osman: “Hayır, ya Resûlallah! Benim tek Bunun dışında bir kimse ölüm, kayıp, boşanma gibi her-
isteğim senin yolundur.” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “O hangi bir sebeple ailesini yitirmiş yakın akraba çocuklarına
hâlde dikkat et, ben hem uyurum, hem namaz kılarım, ba- bakmakla yükümlü olabilir, onların mallarını yönetme vazife-
zen oruç tutarım, bazen tutmam. Hanımlarımla da beraber sini üstlenebilir. İşte bu mevzuya da temas eden Kur’ân, bir
olurum. Allah’a karşı takva sahibi ol ey Osman! Bilesin ki kimsenin kendi çocukları dışında bakmakla yükümlü olduğu
ailenin senin üzerinde hakkı var, misafirinin üzerinde hakkı zayıf ve yetim akraba çocuklarının mallarının sevk ve idaresiyle
var, vücudunun senin üzerinde hakkı var. Oruç tut, ama ba- ilgili olarak da adaletli davranılmasını emretmiştir. (Nisa sûresi,
zen tutma; namaz kıl, uykunu da al!” (Ebu Dâvud, Salât 317) 4/127) Ayrıca evlerde hizmet eden köle ve hizmetçilere adalet-
Efendimiz burada aile içi ilişkilerden bahsederken “Allah’a li olmak da İslâm’ın ehemmiyet verdiği bir husustur. Bu çer-
karşı takva sahibi ol.” buyurmaktadır. Yani takva, eşle alâkayı çevede Peygamber Efendimiz (s.a.s.) köle ve hizmetçilere ye-
ihmal etmekte değil, en güzel şekilde devam ettirmektedir. diğimizden yedirmeyi, giydiğimizden giydirmeyi, onlara takat
Çocuklarla ilişkilerimiz de adaletin tesis edilmesi gere- getiremeyecekleri yükler yüklememeyi ve onları dövmemeyi
ken alanlardan biridir. Öncelikle genel mânâda çocukların bir esas olarak vaz etmiştir. (bkz. Buharî, Rık 15)
ihtiyaçlarını gidermek, onları terbiye etmek gibi vazifele- Sonuç
ri yerine getirmek adaletin bir gereğidir. Ayrıca daha özel Netice olarak İslâm’ın en önemli hususiyetlerinden biri
anlamda erkek ve kız çocuklarına fıtratlarına uygun mua- adalet ilkesidir. İnsanın iki cihanda saadetini temin etme-
melede bulunmak veya yaşlarını dikkate almak da adaletin yi gaye edinen İslâm hak ve adalet meselesine çok önem
muktezasıdır. Zîrâ insan bu gibi hususları dikkate aldığın- vermiştir. Allah âdildir, adli de bunu gerektirir. Bu sebeple
da bir hakkı yerine koymuş, adaleti gerçekleştirmiş olur. Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de hak ve adaletin her alanda gerçek-
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) çocuklara hediye verirken leştirilmesi için çokça tahşidatta bulunmuştur. Bu çerçevede
dahi müsavi davranmayı emreder. (Bkz.: Müttakî, Kenzü’l- hangi seviyede olursa olsun bir yöneticinin yönettiği mües-
ummâl, 16/444) Ancak bu eşitlik emri, onların cinsiyet ve sesede, bir hâkimin baktığı davada, bir şahidin şahitlik yaptı-
yaş farklılıklarını göz önüne almadan hepsine aynı muame- ğı konuda, bir aile reisinin aile içi münasebetlerde, bir tâcirin
lenin yapılmasını istemek anlamında değildir. Aksine her ticarî hayatta ve bir mü’minin insanlarla ilişkilerinde hakkı
birine uygun olan muameleyi istemektir. Hikmete uygun gözetmesini, adaleti ikame etmesini emretmiştir. Bunun da
olan da budur. Eğer bu ayrımlara dikkat edilmezse, onların
ötesinde Allah (cc), mü’minlerin adalet hassasiyetine sahip,
ruh dünyalarında ciddi yaralar meydana getirir.
adalet timsali kimseler olmasını istemiştir.
Anne-babalar çocuklarına karşı farklı hisler taşısa da, * mmert@yeniumit.com.tr
İslâm onlara karşı muamelelerde adaletli davranmayı emre- Hitit Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
13
YENi ÜMiT
D
ost, “sevilen kimse, sevgili, halîl” mânâsında Fars- himmeti, gayreti, sözü ve sohbetiyle kemâlâtının ufkuna
ça bir kelimedir. Sadakât ve dostluk gösteren, erişmiş ve zamanla da farklı bir tabiatın sesi-soluğu hâline
refakât eden kimseye de “arkadaş” denir. Dolayı- gelmiştir. Öyle ki, artık o oturup kalkıp her yerde Hakk’ı
sıyla halîliyet, içten samimi bir dostluk, birbirine karşılık- ilân etmekte, Hak da ona “Halîlim” demektedir.”1 Demek
lı sadâkat gösterme ve kardeşliktir. “Hullet, içten samimi ki halîl, sevgisi kalbe hiçbir boşluk kalmayacak şekilde nü-
bir dostluk; hıllet ise, bir musâdaka ve kardeşliktir. Hulle- fuz etmiş, sırlı işlerine vâkıf olmuş dost demektir. “Dost-
ti, bir şeyin eczâsı içine nüfuz ederek onun mâhiyetini de- luk” anlamındaki “Hıllet”, muhabbetle ve ihlâsla ihtiyacı-
ğiştirme, içten ve dıştan onu kuşatarak başkalaştırıp ikin- nı Allah’a arz eden ve her hâlinde Allah’ı tefekkür eden ki-
ci bir tabiata ulaştırma şeklinde de yorumlamışlardır. Her şiler için kullanıldığından, Hz. İbrahim’e (as) “Halîlullah”
zaman itminan ufuklu yaşayan Hazreti İbrahim, ruhunda- denilmiştir. Cenâb-ı Hak her peygamberi farklı bir hu-
ki hullet özüne Cenâb-ı Hak’tan fevkalâde tecellîler saye- susiyetle mümtaz kılmış ve bu imtiyazla nazara vermiş-
sinde, değişik istihâleler geçirerek duyguları, düşünceleri, tir. Meselâ Hz. Âdem bir safiyy, Nuh Nebî ise bir neciyy,
14
Hz. İbrahim hulletle mümtaz bir halîl, birtakım kelimelerle (emir ve yasaklarla) imtihan etmiş, o da onları tamam-
Hz. Musa apaçık bir kelîm, Hz. İsa ise lamış, imtihanı kazanmış ve insanlara önder olmuştur. (Bkz.: Bakara sûresi,
ruh ile serfiraz bir rûhullahtır. Bu yüce 2/124) Şu hâlde Allah’ın Hz. İbrahim’î halîl (dost) edinmesi, ona dostluğu
evsâf yanında Peygamberimiz’e takdir lutfetmesi Rabbanî sırlara mazhar kılmış olmasından da kaynaklanmak-
buyrulan pâye ise “Habîbullah” unva- tadır. Zîrâ Hz. İbrahim, toplumu tevhide davet etmiş, putlara, yıldızlara,
nı olmuştur. “Habîbullah” Allah’ın sev- Güneş ve Ay’a tapmayı yasaklamış Tağut’a karşı gelmiş, Allah uğrunda ate-
diği, sevgili kul (Bkz. Tirmizî, Menâkıb 1) şe atılmaktan, oğlunu kurban etmekten, malını misafirlere feda etmekten
mânâsında Peygamberimiz için kullanı- çekinmemiş ve ilâhî ahlâk ile ahlâklanmıştır. Böylece Hz. İbrahim ve nesli
lır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ı bu çerçe- insanî değerleri zirvede temsil eden kimseler olarak temsil edilmiştir. Bu
vede ve O’nun ululuğuna yakışır şekil- itibarla, hullet kahramanı sayılan Hz. İbrahim, kendinden sonra gelenlere
de sevmek, O’na âşık olmak ve o uğurda bu hususiyetiyle hem bir örnek, hem kendisine uyulan (muktedâ-bih), hem
her zaman iştiyakla soluklanmak, ancak de gönülleri belli noktada toplayabilen câmi bir zâttır. Bir diğer mânâda
Efendimiz’e (s.a.s.) ait bir vasıftır. halîl, dostunun esrar atmosferine giren ve onun muhabbetini kalbinin bü-
Hz. İbrahim’in Sadakati ve Allah’ın tün derinliklerinde hisseden tam bir enîs ve vefalı bir dost demektir. Hiç
O’nu Dost edinmesi kuşkusuz bu ölçüde bir dostluk ve sadâkat çok az insana nasip olmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenab-ı Hak İşte Hz. İbrahim, “Halîlü’r-Rahmân” unvanını, sadâkatinden, vefasından,
ال َ الل ْإبراَ ِه
ً يم َخ ِلي ُ ّٰ“ َوا َّت َخذَ هAllah, İbrahim’i
emre itaatteki inceliği kavrama hassasiyetinden, her platformda gürül gürül
(as) halîl (dost) edinmiştir.” (Nisa sûresi, hakka daveti ve tevhidi haykırmasından, kalbinin yanında aklını, mantığını,
4/125) âyetiyle, Hz. İbrahim’in, Kendi muhakemesini kullanmasından, başına gelen onca musibetleri tevekkül ve
katındaki yerini ve mevkiini açıkça bil- teslimiyet ile karşılamasından almaktadır. Zîrâ onun, gülerek Nemrud’un
dirmektedir. Câbir b. Abdullah (r.a.) ateşine yürümesi; gezintiye çıkıyor gibi yurdundan-yuvasından ayrılıp
Hz. İbrahim’in bu mânevî rütbe ve de- hicret etmesi ayrı bir halîliyettir. Efendimiz’in (s.a.s.) hicret esnasında
receye (yakınlığa) ulaşmasının en önemli Mekke’ye bakıp “Senden çıkarmasalardı çıkmazdım.” (Tirmizî, Menâkıb 69)
sebeplerini izah ederken Hz. İbrahim’in buyurması, hicrette bir buruklukla beraber teslimiyetin de bulunduğunu
insanlara yemek yedirmesi, ikram et- gösterir. Rabbi emrettiği için sevgili eşi Hacer Vâlidemiz’i ve kalbinin bir
mesi, selâmı, sulhü yayması ve insanlar parçası olan evlâdı Hz. İsmail’i ıssız bir vadiye bırakması, hattâ arkasına
uyurken gece ibadetine devam etmesi dahi bakmadan çekip gitmesi, yine biricik evlâdıyla Hakk’ın emrine tesli-
şeklindeki faziletlerini belirtmektedir.2 miyet ve boyun eğmesi, varını yoğunu kimseyi ayırmadan herkese infakı,
Nitekim Allah Tealâ, Hz. İbrahim’i (as) hâsılı, ilâhî ahlâkla tam ahlâklanıp ve arkadan gelenler arasında da dualarla
yâd edilmesi bakımından "hullet"in en parlak simasıdır. Aslında o, son Pey-
gamber Hz. Muhammed’in (aleyhisselâm) münevver bir çekirdeği olması
açısından farklı bir konumu hâizdi ve ona göre de mükemmel bir duruşu
vardı. Rabbi ona, “Can u gönülden Hakk’a teslim ol (veya özünü Allah’a
teslim et.)” deyince o da hemen “Ben Rabbü’l-âlemîn’e teslim oldum.” de-
M
ü’minler arasın- yivermişti. (Bakara sûresi, 2/131) Hullet mesleğinde yol alan her ârif, varlığa
Hz. İbrahim ufkundan bakar. “Böyle bir ârifin, bakış ve duyuşlarında sıfât-ı
daki karşılıklı sübhâniye tecellîleri parlar ve nazarı da rahmânî olur. O, herkese ve her şeye
dostluk, kar- karşı sımsıcaktır. Her nesneyi âdeta kendinden bir parça bilir, onu şefkatle
deşlik ve uhuvvet ölçüleri okşar, herkesi bağrına basar, bir kardeş gibi koklar; âlemin niyet, düşün-
ce, kanaat ve yorumlarıyla alâkalı mülâhazalarını, gizli-açık her şeyi bilen
Kur’ânî, ve Peygamberî
Allah’a bırakır.”3 Böyle bir Allah dostu olan Hz. İbrahim’in milletine tâbi
bir üslûp ölçüsü içinde olanlar da elbette o dostluktan hissedar olmalıdır.
devam etmelidir. Bu da Hz. Ebu Bekir’in Sadakati ve Efendimiz Tarafından Dost Edinilmesi
millet-i İbrahim yolunu Hz. Ebu Bekir’e “sıddîk” unvanının verilmesi, öncelikle Peygamberimiz’in
takip etmenin her asırda- nübüvvetini ilk duyunca, tereddütsüz tasdik etmesi ve Hz. Peygamber’den
hiç ayrılmaması, dostluğunun ailece devam etmesindendir. “Sıdkın en aşağı
ki bir tezahürüdür. Zîrâ mertebesi, şahsın iç-dış, gizli-açık her hâlinin aynı çizgide cereyan etmesidir.
Müslüman’ın yolu halîliye, Bundan sonra duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde sâdık olma derecesi ge-
hedefi de hıllet olmalıdır. lir. Bu itibarla sâdıklar, söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan kahra-
15
manlar; sıddîklar da, hayâl, tasavvur, duygu, düşünce, hattâ kardeşimsin.” (Tirmizi, Menakıb 21) tebşiratına ve müjdesine
mimiklerine kadar her hâl ve tavırları itibarıyla doğruluğa nail olmuştur. Görüldüğü gibi dostluk ve kardeşliğin te-
kilitlenmiş hak erleri babayiğitlerdir.”4 Kur’ân-ı Kerîm’deki melinde samimiyet, ihlâs ve teslimiyet vardır.
“Hani onlar mağaradaydılar; arkadaşına ‘tasalanma, Allah Dostluğun Kazandırdıkları
bizimle beraberdir.’ diyordu.” (Tevbe sûresi, 9/40) şeklindeki İnsanlar dünyada birbirlerinin arkadaşı, dostu ve sırda-
âyetin, Hz. Ebu Bekir’e işaret ettiği nakledilir. Nitekim hic- şı olabilirler. Ancak bu dostlukların nerede başlayıp nerede
ret esnasında Sevr mağarasındaki üç günlük sıkıntılı bekleme bittiği ve neticesinin nasıl olduğuna bakılmalıdır. Nitekim
esnasında Allah Resûlü (s.a.s.), arkadaşı=yâr-ı gâr (mağa- Allah için yapılan samimi dostluklar devam ederken, men-
radaki can yoldaşı) Hz. Ebu Bekir’e hitaben bu sözü söy- faat için olan dostluklar daha dünyada bitmektedir. Pey-
lediği Kur’ân-ı Kerîm’de işareten anlatılmaktadır. Hicrette gamberimiz; “Allah’ın bazı kulları vardır ki; peygamberler
Peygamberimiz'den ayrılmayan Hz. Ebu Bekir, kızı Aişe’yi ve şehitler onlara gıpta ederler.” buyurunca, sahabe-i ki-
de sevdiği bu dostuna vermiştir. Hz. Peygamber bir defasın- ram, “Onlar kimlerdir ya Rasûlallah?” diye sormuşlar, Hz.
da “Sohbetiyle olsun, malıyla olsun, bana en ziyade ikram- Peygamber de: “Onlar bir menfaat ve mevki gözetmeden,
da bulunan Ebu Bekir’dir. Eğer, ben Rabbimden başkasını sadece Allah için birbirlerini sevenlerdir. Bunların yüzü
halîl (dost) tutacak olsaydım, mutlaka Ebu Bekir’i halîl edi- nurludur ve nurdan yapılmış minberler üzerine otururlar.
nirdim. Fakat Allah beni kendisine halîl kıldı. Ancak Ebu İnsanlar (Allah’ın azabından) korktuğu zaman onlar kork-
Bekir’le aramızda İslâm kardeşliği ve muhabbeti vardır.” maz, üzüldüğü zaman da üzülmezler.” (Ebu Davud, Büyû 78)
(Tirmizî, Menâkıb 15) buyurarak, Hz. Ebu Bekir’in kardeş ola- şeklinde haber vermişlerdir. Fakat dünyevî menfaatten do-
rak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanında samimi dost olduğu- layı sevmeler çoğu kere geçici ve sönücü olduğundan bu
nu belirtmiştir. Dolayısıyla burada halîliyet Allah tarafından dostluklar da geçici olmaktadır. Oysa Allah için sevmek ve
doldurulduğundan ancak onun karşılığı kardeşlik olabilir dost olmak hiçbir zaman menfaate bağlı olamaz ve kala-
anlamında veciz bir işaret vardır. Tebük seferi sırasında en maz. Kur’ân-ı Kerîm’deki ض َع ُد ٌّو ٍ األخال َُّء َي ْو َمئِذٍ َب ْع ُض ُه ْم لِ َب ْع
ِ
َ ال ال ُْم َّت ِق
ين َّ “ إO gün müttakiler (takva sahibi) dışında, dostlar
fazla infak eden Hz. Ömer, malının yarısını verirken, Hz.
Ebu Bekir ise malının tamamını bağışlamıştı. birbirine düşman olurlar.” (Zuhruf sûresi, 43/67) âyeti, dün-
Bir defasında Peygamberimiz ashabına hitaben; “Bu- yada hakiki ve samimi dostluğun dışındaki arkadaşlığın
gün kim oruçludur?” diye sormuş, Hz. Ebu Bekir; “Ben kıyamette düşmanlığa dönüşeceğini sarahaten bildirmek-
Ya Resûlallah!” demiştir. Arkasından; “Bugün kim bir fa- tedir. Dolayısıyla Allah için olmayan menfaat dostlukları
kiri doyurdu?” diye sorunca, Hz. Ebu Bekir yine; “Ben kıyamette düşmanlığa dönüşebilecektir. Fakat dünyada iki
Ya Resûlallah!” cevabını vermiştir. Peygamberimiz; “Bu- kişi Allah için birbirini samimi severse, bunların öldükten
gün kim hasta ziyareti yaptı?” diye tekrarlayınca, Hz. Ebu sonra biri doğuda diğeri batıda (araları çok uzak) olsa da
Bekir yine; “Ben Ya Resûlallah!” demiş, Peygamberimiz; Allah Tealâ kıyamet günü ikisini bir araya getirip ‘Bunlar,
“Bugün kim bir cenazeye katıldı? diye sorunca da, cema- birbirini benim için seviyordu.’ diyeceği”6 rivayet edilmek-
atten yine Hz. Ebu Bekir; “Ben Ya Resûlallah!” diyebil- tedir. Yine kıyamet günü Allah’ın zıllında (gölgesinde) hi-
miştir. Bunun üzerine Allah Resûlü; “Kim bu güzel has- maye edeceği insanlardan biri de “birbirini Allah için seven
letleri kendinde toplarsa cennete girer.”5 buyurarak, Hz. insanlar” (Bkz.: Buhari, Ezan 36) şeklindeki rivayet de Allah
Ebu Bekir’in faziletini, diğer ashaptan farkını, dolayısıyla için birbirini sevenlerin mükâfatını haber vermektedir. Şu
dostluk ve kardeşlik unvanını kazanmasındaki en önemli hâlde muhabbetin kaynağı “Allah rızası” olması ve kişinin
özelliğini haber vermişlerdir. Yine Peygamberimiz'in Mi- Allah’ın sevgisine mazhar olabilmesi için öncelikle yaptık-
raç yolculuğuna müşrikler itiraz etmelerine karşı Hz. Ebu larını içten, samimi, ihlâslı ve severek yapması gerektiği
Bekir’in hiç tereddüt etmeden gösterdiği teslimiyeti de anlaşılmaktadır. Nitekim günümüzde çok samimi dostla-
“sıddîk” unvanın haklılığını gösterir. Elbette ki sadakat ve rın küçük bir menfaatten dolayı birbirlerine rahatlıkla da-
dostluk açısından Hz. Ali (r.a.) de unutulmaz. Bu sahada rılabildiği görülmektedir. Dolayısıyla sevilmek için, önce
onun da yeri ayrıdır. Zîrâ o hicret esnasında Efendimiz’in sevmek şattır. Sevmenin gereği de inanç, itaat, saygı, ihsan
(s.a.s.) evini kuşatan müşriklere karşı ölüm riskini göze ve cömertliktir. Bir kimsenin çoluk-çocuğunu, malını, tica-
alan ve O’nun yatağına tereddütsüzce yatan 22 yaşında bir retini ve hayatını sevmesi fıtrî ve tabiîdir. Sevdiği bu şey-
delikanlıydı. Bu sadakatten dolayı o da Hz. Peygamber’e lerin hepsinin Allah’ın olduğunu ve kendisine Allah’ın bir
damat olmuş ve Peygamberimiz’in muâhât (kardeşlik ihsanı bulunduğunu ve bütün bunların fânîliğini, Allah’ın
edinme) esnasında söylediği, “Sen benim dünya ve âhiret bâkiliğini düşünürse o takdirde insan, Allah’ı daha fazla
16
sevmeye başlar. Kısaca kişi, kendisi için istediği ve sevdiği diyerek, samimi arkadaş ve dostluğun âhiretteki beraber-
bir şeyi, başkaları için de içten arzu edebilirse hakiki dost liğini anlatmaktadır. Şu hâlde dünyadaki iyi dostluklar
ve arkadaş olur. Rivayet edilir ki, iki dost mü’minden biri- âhirette de mutluluğun devamı demektir.
si vefat edip cennetle müjdelenir. Ve dostunu hatırlayarak Sonuç
“Ey Allah’ım! şüphesiz filanca benim dostumdur. Bana, Kur’ân’da, Allah sevgisine mazhar olmada en önemli
Sana ve Resûlüne itaati, hayrı emreder, kötülükten men unsurun Peygamber sevgisi ve O’nun yolunu takip oldu-
eder, benim hiç şüphesiz Sana kavuşacağımı haber verir- ğu belirtilir. (Bkz. Âl-i İmran Sûresi, 3/31) Bunun için dost ve
di. Ey Allah’ım! Benden sonra onu sapıklığa düşürme ki, arkadaş olarak öncelikle Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.)
bana gösterdiğin nimeti ona da gösteresin. Benden hoşnut ahlâkı, dolayısıyla Kur’ân ahlâkı seçilmeli ve O’nun yolun-
olduğun gibi ondan da hoşnut olasın.” der. Sonra diğeri dan ayrılınmamalıdır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’de günahkârların
de ölür ve ruhları bir araya gelir de “Her biriniz kardeşi ve kötü arkadaş edinenlerin nedameti: “O gün (dünyada
hakkında söyleyeceğini söylesin.” denir. O ikisi birbirinden iken) haktan sapmış kişi ellerini ısırarak şöyle diyecek:
razı olduğunu haber verince Cenab-ı Hak ikisi için: “Ne “Keşke Peygamberle birlikte aynı yolda olsaydım. Eyvah!
güzel kardeş, ne güzel arkadaş, ne güzel dost” buyurur. Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim.” (Furkan
Fakat iki dost kâfirden biri öldüğü zaman ve yerinin ateş sûresi, 25/27-28) şeklinde feryad edeceği haber verilmektedir.
olduğu haber verildiğinde ise, dünyadaki dostunu hatır- Peygamberimiz ise أح ُدكُ ْم َم ْن َ ين َخ ِلي ِل ِه َفل َْي ْنظُ ْر
ِ الر ُج ُل َعلٰى ِد
َّ
layarak “Ey Allah’ım! Benim dostum olan falanca bana, “ ُيخ َالِ ُلKişi dostunun dini (ahlâkı, yolu) üzeredir. Öyle ise
Sana ve Resûlüne isyanı, kötülüğü emreder, hayırdan me- sizden biriniz kiminle dost olduğuna iyi baksın.” (Tirmizî,
neder, Sana kavuşmayacağımı bana söylerdi. Ey Allah’ım! Zühd 45) şeklinde ikaz ederek, dost ve arkadaş seçimindeki
Benden sonra onu hidayete erdirme ki, bana gösterdiğin hassasiyet ve önemi veciz bir uslûpla anlatmışlardır.
cezanın bir mislini de ona gösteresin” der. Cenab-ı Hak Netice itibariyle kişi, hayat tarzını, arkadaşını ve dostunu
da onlardan her biri için “Ne kötü kardeş, ne kötü arka- seçerken çok dikkatli olmalıdır ki, hem dünyası hem de âhireti
daş, ne kötü dost” buyurur. Bunun üzerine onlar birbiri- harap olmasın, dostluğu düşmanlığa dönüşmesin. Şu hâlde
ne lânet etmeye başlarlar.7 Demek ki dünyadaki dostluk mü’minler arasındaki karşılıklı dostluk (musâdaka), kardeşlik
ve arkadaşlık âhirette de devam edecektir. O hâlde dün- ve uhuvvet ölçüleri Kur’ânî, ve Peygamberî bir üslûp ölçüsü
yada iyi dost ve arkadaş edinme, âhirette mutluluk, zıttı içinde devam etmelidir. Bu da millet-i İbrahim yolunu takip
ise azap demektedir. “Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd etmenin her asırdaki bir tezahürüdür. Zîrâ Müslüman’ın yolu
ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, halîliye, hedefi de hıllet olmalıdır. Hıllet ise, en yakın dost, en
hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinad- fedâkâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert
dır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i ha- kardeş demektir. Bu hılletin en önemli düsturu da samimi ve
kikiye ile, rızâ-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde içten davranmadır ki, bu davranışa ihlâs denir. Fakat samimi
kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, “Diğer ihlâsı yakalayamayan ve göründüğü gibi olamayan kişiler, hem
ruhlarım sağlam kalsınlar. Zîrâ o ruhlar her vakit sevapları dünyevî hem de uhrevî dostluğu neticede kaybeder. Bu kaybın
bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, maddî ve mânevî sonu ise yüksek bir kuleden derin bir çukura
ben ölmüyorum.” diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve “O düşen ve iflâh olmayan kişinin akıbetine benzer. Bu akıbet,
ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah insan için ne korkunç bir hüsrandır! Oysa hakiki dostluk, sa-
cihetinde ölüyorum.” der, rahatla yatar.”8 mimiyet ve fedakârlık demektir. Bu da hak yolda gösterilen
Enes b. Malik (r.a.): “Cennet ehli Cennet'e girip, ayrıl- beraberlik, teslimiyet ve mutluluktur.
mış yerlerine (köşklerine) oturduklarında, (dünyadaki sa- * Bursa Merkez Vaizi
mimi) din kardeşlerini özlediklerinden dolayı birbirlerini msarik@yeniumit.com.tr
görmek ister. Bu düşünce esnasında birinin serîri (koltuk) Dipnotlar
diğerinin serîrine, diğerinin serîri öbürünün yanına (anın- 1. M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3/302.
2. Bkz. Kurtubî, el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ân, 5/401,
da) gider. Onlar buluşunca her ikisi de köşklerine yaslana- 3. M. Fethullah Gülen, a.g.e., 3/309.
rak, sohbete ve dünyada aralarında olan şeyleri karşılıklı 4. M. Fethullah Gülen a.g.e., 1/125.
konuşmaya başlarlar. Birisi şöyle der: Ey Kardeşim! Hatır- 5. İbn Hıbban’dan nakille Dimyâtî, el-Metcerü’r-Râbih, s. 121.
6. Suyuti, el-Fethu’l-Kebir, 3/41.
lar mısın biz dünyada falan mecliste sohbet yerinde veya
7. Kurtubi, el-Cami li-ahkâmi’l-Kur’ân, 16/109.
camide hâlisane Allah’a dua etmiştik (Kur’ân okumuştuk, 8. Yirmi Birinci Lem'a, Lem'alar, Şahdamar Yay. İst, 2003, s. 202
nasihat dinlemiştik), işte Allah da bizi (orada) bağışladı.”9 9. Suyuti, El-Fethu’l-Kebir, 1/79.
17
YENi ÜMiT
Bilal ÜNSAL *
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84
DÜNDEN BUGÜNE
HÂFIZLIK VE KUR’ÂN EĞİTİMİ
A
rapçada “korumak, ezberlemek” mânâsındaki hıfz istinaden pek çok kişinin hayallerini süslemiştir. Hâfızlığa
kökünden türemiş bir sıfat olan hâfız sözlükte, “ko- bu denli önem verilmesinin sebeplerinin başında, Hz.
ruyan, ezberleyen” anlamına gelir. Toplumda kul- Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) uygulamaları,
lanılan yaygın mânâda ise; hâfız, Kur’ân-ı Kerîm’i baştan emir ve tavsiyeleri gelmektedir. Bu konuda Allah Resûlü’nün
sona ezberlemiş kimseler için kullanılan isimdir. Önceleri (s.a.s.): “Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteni-
hâfızlara “Kurrâ” ve “Hâdimül-Kur’ân” da denilirdi (Önkal, nizdir.” (Buhari, Fedailü’l-Kur’ân 21; Tirmizî, Fedailü’l-Kur’ân 15)
2000, 40; Canan, 2004,51). “İçinde Kur’ân’dan hiçbir şey bulunmayan kişi harap ev gi-
İslâm’ın doğuşundan günümüze kadar hâfızlık çok özel bidir.” (Tirmizî, Fedailü’l-Kur’ân 18) gibi hadîs-i şerîfleri zikredi-
bir eğitim faaliyeti olarak algılanmış, ona atfedilen değerlere lebilir. Ayrıca Kur’ân’ın sahip olduğu özellikler ve namazlar-
18
daki Kur’ân okuma mecburiyeti de Kur’ân’ın ezberlenmesi liğinin önünde giden temsili ile süratle intişar etmiş ve za-
hususunda önemli bir rol oynamıştır. man içerisinde müesseseleşmiştir.
Kur’ân, ümmî (okuma ve yazma bilmeyen) bir pey- Önceleri bu eğitim için evini kullanan Hz. Peygamber
gambere gelmişti. (Bkz. Cuma sûresi, 62/2) Yazı bilmeyen bir (s.a.s.), daha sonra Safa Tepesi’nin eteklerinde bulunan
peygamberin vahyi koruması ancak ezberleme yolu ile ola- Hz. Erkam’ın (r.a.) evinde bu eğitimi devam ettirmiştir.
bilirdi. Bu sebeple Cebrail (as) Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ilk Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) burada hem çev-
Kur’ân eğitimini ezberleme yani hıfz yolu ile öğretti. reden kendisini dinlemek isteyenlere hem de Müslümanla-
Bu şekilde Kur’ân’ı ilk ezberleyen ve hâfızların piri ra Kur’ân okuyup öğretiyordu.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğu Akabe biatlarında Müslüman olan Medinelilerin Hz.
gibi, şüphesiz Kur’ân’la ilgili her konuda da Müslüman- Peygamber’den (s.a.s.) Kur’ân öğreticisi istemesi ve
ların müracaat kaynağı yine Allah Resûlü (s.a.s.) idi. O, Peygamberimiz’in (s.a.s.) de oraya Mus’ab b. Umeyr’i
Allah’ın (cc) emrettiği şekilde1 gece gündüz ibadetlerde ve (r.a.) öğretmen olarak göndermesi ile (İbn Hişam, 1/434)
her vesile ile yavaş yavaş, tertil üzere Kur’ân’ı okuyor ve konu farklı bir boyut kazandı. Böylece bu eğitim Mekke
ashabına da okutuyor ve öğretiyordu. Her sene Ramazan dışına taşınmış oldu.
ayında da Hz. peygamber (s.a.s.) o ana kadar nazil olan Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicretinden sonra
âyetleri Cebrail’e (as) okuyor, arz ediyordu. Vefatından inşa edilen Mescid-i Nebevî’nin yanına yapılan Suffa, İslâm
önceki son Ramazan ayında ise, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarihin ilk kudsî medresesidir. Burada ailesi olmayan ve ma-
Cebrail’e (as) Kur’ân’ı iki kere okumuş, hattâ “arza-i ahîre” işet telâşı olmayan kimseler kalıyor, bunların her türlü ihti-
denilen bu okuma, karşılıklı olmuştu. (İbn Sa’d, 2/194) yaçları Müslümanlar tarafından karşılanıyordu. Burada ka-
Bu şekilde başlayan Kur’ân’ın ezberlenmesi işi zaman içe- lanlar özel bir eğitim ve öğretime tâbi tutuluyorlardı. Fakat
risinde yaygınlaşmıştır. Bunu bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Suffa, sadece fakir ve aciz kimselerin sığındığı bir yer değildi.
teşviki, namazlarda Kur’ân tilâvetinin farz oluşu, İslâmî hü- Aksine burası Kur’ân’ın hıfz edilip, ahkâmının öğrenildiği
kümlerin ana kaynağının Kur’ân oluşu ve Kur’ân okumaya bir medrese idi. (Elmalılı, 2/940–941) Burada Hz. Peygamber
âyet ve hadîslerdeki özendirme ve vaat edilen mükâfatlar (s.a.s.) bizzat kendisi ders veriyor, Kur’ân âyetlerini ve İslâmî
insanların gelen vahiyleri ezberlemelerini sağlamıştır. Bütün hükümleri bu insanlara öğretiyordu. (Şengül, s. 129)
bunlarla birlikte geneli ümmî olan ve öğrenmenin en yaygın Bu eğitim merkezinde sadece yatılı kalanlar ders gör-
yolunu ezberleme olarak kullanan, bütün kültürlerini öteden müyor, dışardan gelen misafirler ve vakti müsait olan her
beri sözlü rivayetlerle sürdüregelmiş bir toplumun Kur’ân’ı Müslüman gelip ders alabiliyordu. Bu mânâda kadınların
da ezber yolu ile öğrenmeleri kaçınılmazdı. da bu ders halkalarında bulunduğu hattâ kadınlara ait
Peygamber Efendimiz, her yıl ramazan ayında Cebra- Suffa’nın olduğu da söylenmektedir. Burada kalanların sa-
il (as) ile nazil olan Kur’ân’ı mukabele ediyordu. Bu aynı yısında bir netlik yoktur. Değişik rivayetlerde otuz ila do-
zamanda Kur’ân’ın muhafazası adına bir testti. Ayrıca kuz yüz kişiden bahsedilir. (Gözütok, s. 141)
Kur’ân sadece ezber değil, kitabet ile de muhafaza edil- Medine’de Mescidden ve Suffa’dan başka eğitim mer-
miştir. Efendimiz’in 40’tan fazla vahiy kâtibi vardı. Böy- kezleri de vardı. Ayrıca Medine’de dokuz tane mescidin de
lece Kur’ân’ın ezberlenmesi (hâfızlık), bir eğitim faaliyeti bu mânâda eğitim merkezi olarak kullanıldığı bildirilmek-
olarak ortaya çıktı. Bu eğitim faaliyetinin ilk öğretmeni tedir. (Bozkurt, 1993, 8,543).
Cebrail (as), sonra Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve daha
Ashabın önem verdikleri şeylerin başında Kur’ân gelmek-
sonra diğer Müslümanlar; ilk eğitim yeri Hira Mağarası,
teydi. Onlar, Kur’ân’ı ezberleme, öğrenme ve anlama konu-
sonra Efendimiz’in evi, daha sonra Hz. Erkam’ın (r.a.) evi
sunda âdeta birbirleriyle yarışıyor, ezberledikleri miktarı bir-
ve daha sonraları ise Mescid-i Nebevî ve diğer mescitler,
birlerine aktarıyorlardı. Evlerinde çocuklarına ve eşlerine de
evler ve tedrisatın yapılabildiği her yerdir.
öğretiyorlardı. Yerine ve şahsın durumuna göre evlenirken
İslâm’ın İlk Yıllarında Hâfızlık Eğitimi sahabe hanımlarından birisine mehir olarak Kur’ân’dan bir
Bu şekilde başlayan Kur’ân ve hâfızlık eğitimi her geçen sûre öğretilmesi onu son derece mutlu etmekteydi. Kur’ân’ı,
gün biraz daha önem kazandı. İlk önce Cebrail (as) ile Hz. okuma, öğrenme ve öğretme faaliyeti o kadar yoğun ve
Peygamber (s.a.s.) arasında bizim idrak ve anlayış sınırla- şevkli bir faaliyetti ki, gecenin zifiri karanlığında sahabenin
rımızı aşkın başlayan bu ilâhî eğitim; “Kitabı (Kur’ân’ı) evlerinin yanından geçen birisi arı uğultusu gibi Kur’ân sesi-
ve hikmeti (ondaki hükümleri) öğretmek”tir (Bakara sûresi, ni işitirdi. Kur’ân okuyuşları sebebiyle Mescid-i Nebevî’den
2/129) emrine muhatap olan Peygamber Efendimiz’in teb- de bir uğultu duyulurdu ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) karıştırıp
19
yanlış okumamaları için sahabeye seslerini kısmalarını em- ciler talebenin çokluğu sebebi ile birkaç öğrenciyi aynı anda
retmişti. (Şengül, s. 122) dinlemek zorunda kalırdı. Yolda yürürken bile öğrencilerini
Kur’ân okuma, ezberleme, öğrenme ve öğretme faali- dinleyen hocalar vardı. (Bozkurt, 1997, 15/76)
yetinin son derece yoğun olduğu Hz. Peygamber (s.a.s.) Camiler dışında yüksek seviyede Kur’ân öğretimi için
hayatta iken Kur’ân’ın tamamını ezberleyenlerin yanında, kurulan ilk müstakil medreseler “Dârul-Kur’ân”lardır. İlk
Kur’ân’ın tamamını ezberleme fırsat ve imkânını bulama- kurulan Dârul-Kur’ân Dımaşk (Şam)’ta hicri 391 (m.
yan birçok sahabi de O’nun vefatından sonra ezberlerini 1001) Sadiriyye Medresesi’dir. Bununla esas Kur’ân eğitim
tamamlamışlardı. merkezleri Dârul-Kurrâlar olmuştur. Dârul-Kurrâ açılma-
Bununla beraber, onlardan hâfız olanların sayısı kesin yan yerlerde ise, büyük camilerin civarında kıraat ilminin
bir rakamla tespit edilmiş değildir. Fakat bazı olaylar, onla- okutulduğu özel bölümler vardır. Ayrıca diğer medrese-
rın arasında çok sayıda hâfız bulunduğunu düşündürmek- lerin içinde de Kur’ân ilimlerinin ders olarak okutulduğu
tedir. Meselâ hicri 4. yılda meydana gelen Bi’r-i Meûne veya bölümler açıldığı bilinmektedir. (Bozkurt, 1993, 8/543)
vak’asında 70 kadar hâfız sahabinin (İbn Hişam, s. 184); hicri Selçuklular zamanında kıraat ilminin okutulduğu med-
11. yılda gerçekleşen Yemame Savaşı’nda şehit edilen beş reselere genellikle “Dârul-Huffâz” denilmiştir. Bu Dârul-
yüz kişi içinde pek çok hâfız sahabinin bulunması hâfız Huffâz’ların çoğu şahıslar tarafından açılmış ve pek azı bu-
sahabilerin ne kadar çok olduğu ile ilgili bize bir fikir ver- güne kadar ulaşmıştır. Ama Osmanlı zamanında bunların
mektedir. (Halife b. Hayyat, s. 138) büyük bir kısmı faaliyetini devam ettirmiştir. Bu medrese-
Hz. Peygamber (s.a.s.) yeni fethedilen yerlere gönderdiği lerin başındaki kişilere “Reisu’l-Huffâz” denilirdi. Buralarda
valileri aynı zamanda bir Kur’ân öğretmeni olarak da tayin edi- da ileri seviyede kıraat dersleri okutulurdu. (Baltacı, 2000,16)
yor ve gittikleri yerlerde halka Kur’ân’ı ve İslâm’la ilgili bilgile- Osmanlıda Hâfızlık Eğitimi
ri öğretmelerini istiyordu. Bu şekilde Mekke ve Medine’nin de Osmanlı döneminde ise bu Kur’ân eğitiminin verildi-
dışında Kur’ân eğitim merkezleri açılmaya başlamış oldu. ği merkezlere “Dârul-Kurrâ” denilmiştir. Osmanlı’da bu
Kur’ân’ı ezberlemeye ve anlamaya olan ilgi Hz. merkezleri oldukça yaygın bir şekilde görüyoruz. Bunlarla
Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra da devam etmiştir. ilgili bilgilere tarihi kaynaklarda, seyahatnamelerde ve ta-
Dört Halife döneminde de bu faaliyetlere aralıksız devam bakat kitaplarında yer alan biyografilerde rastlanmaktadır.
edildi. Hz. Ömer (r.a.) devrinde Kur’ân öğretimine daha Bu Dârul-Kurrâların büyük bir kısmı selâtin, vüzera, âyân
hız verildi. Gerek Medine’de gerekse sınırları günden güne ve eşraf camilerinin bünyesinde açılmıştır. Öğrenci sayıları
genişleyen İslâm coğrafyasının diğer merkezlerinde en sıh- çeşitlilik arz etmektedir. (Akyüz, 2001,67-68)
hatli kaynak olan hâfız sahabilerin öğretmen ve nezaretin- Sıbyan mektebini bitiren yani temel eğitimini tamam-
de pek çok hâfız yetiştirilmiştir. layan bir öğrenci, önce alt seviyedeki bir Dârul-Kurrâ’ya
Nakledildiğine göre Hz. Ömer (r.a.), hâfızlığı özendir- gider, orada hıfzını tamamlar, sonra daha yüksek bir se-
miş ve teşvik etmiş ve çeşitli şehirlere maaşlı Kur’ân öğret- viyedeki Dârul-Kurrâ’ya devam ederdi. Bu medresede ise
menleri tayin etmiştir. Hz. Ömer’in (r.a.), hâfızlara da bir “ilm-i kıraat” ve “ilmi mehâric-i hurûf ” öğrenirdi. Osman-
süre maaş bağladığı bilinmektedir. Ebu Musa el-Eş’ari (r.a.), lılardan önce de olduğu gibi, Osmanlılar döneminde de
Halife Hz. Ömer’e (r.a.) bir mektup yazarak Basra’da birçok bu medreselerde “kârî”ler ve cami hizmetlerinde görev
kimsenin Kur’ân’ı ezberlediğini bildirdi. O da cevaben, onla- alan imam, müezzin, vaiz gibi görevliler yetişirdi. (Kazı-
ra maaş bağlamasını emretti. (Hamidullah, s. 37–38). cı, 2004, 131) Evliya Çelebi, Sultan 4. Murat döneminde
Osmanlıdan Önce Hâfızlık Eğitimi (yaklaşık 1630’lu yıllar) İstanbul’da üç bini kadın olmak
İslâm tarihinde ilk dört asırda camiler, uzun süre yük- üzere dokuz bin hâfızın bulunduğunu bildirmektedir. (Ev-
sek seviyede Kur’ân tahsilinin merkezi olma özelliğini liya Çelebi, 1314, 1, 524)
korumuştur. Küçük çocukların Kur’ân eğitimi ise Küttap Gerek ezberletilmek istenilen Kur’ân-ı Kerîm’in, gerek-
denilen mahalle mekteplerinde gerçekleştirilmiştir ki, bu- se öğretilmek istenen diğer ilimlerin özellikleri bakımından
ralara ilk zamanlar “Dârul-Kurrâ” ismi verilirdi. Hicri 4. Dârul-Kurrâ’larda sık sık tekrar ve uygulamaya dayanan bir
yy’dan sonra müstakil eğitim merkezleri yani Medreseler öğretim metodu varlığı dikkatimizi çekmektedir. Bu eğiti-
kurulmaya başlandı. (Bozkurt, 1993, 8/543) min uygulama safhasında camilerin birer lâboratuvar ola-
Hâfız yetiştiren öğreticiler kendilerine has metotlar ge- rak kullanıldığını görüyoruz. Ayrıca buradan mezun olan-
liştirmişlerdi. Âyetler onar onar veya beşer beşer ezberletilir, ların imam ve müezzin olacakları da düşünülerek itikat ve
bunlar iyice öğrenilmeden yeni ders verilmezdi. Bazı öğreti- amel ile ilgili yeterli ilmihal bilgileri de verilmekteydi.
20
Osmanlının son dönemlerinde eğitimde yapılan ıslah Günümüz Kur’ân Kurslarındaki Hâfızlık Eğitimi
hareketleri neticesinde bazı Dârul-Kurrâ’larda da değişik- Günümüzde hâfızlık eğitimi, Diyanet İşleri Başkanlığı’na
likler yapılmış ve ihtisaslaştırma düşünceleri ile bir kısmı bağlı Kur’ân kurslarında yapılmaktadır. Bunun yanında
Medresetü’l-Eimme ve’l-Hutebâ, Medresetü’l-Müezzinîn şahsî gayretlerle hâfızlık yapanlar da vardır. Bundan başka
ve’l-Kurrâ, Medresetü’l-Vâizîn ve Medresetü’l-Müderrisîn çok az sayıda camilerdeki öğreticilerden veya özel bir ho-
olarak değiştirildi. (Zengin, 2002,64) cadan hâfızlık yapan öğrencilerin varlığı da bilinmektedir.
Bunların sayısı dikkate alınamayacak kadar azdır. 1997 yı-
Cumhuriyet Döneminde Hâfızlık Eğitimi
lında uygulanmaya başlayan sekiz yıllık kesintisiz eğitim
Cumhuriyetin ilânından sonra yeni kurulan Türkiye
hâfızlığa olan ilginin azalmasında önemli rol oynamıştır.
Cumhuriyeti Devleti birçok konuda olduğu gibi eğitim
(Bayraktar, 2003,211)
alanında da köklü değişiklikler yaptı. 1924 yılında kabul
edilen Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreseler kapatılıp Nerede ise İslâm ile aynı yaşta olan Kur’ân ve hâfızlık
onların yerine yeni okullar açıldı. Bu şekilde Dâru’l-Kurrâ eğitimi, geçmişte gördüğü itibarı maalesef bugün göreme-
ve bu çerçevede eğitim yapan yerler de kapatılmış oldu. mektedir. Günümüzde gerekli itibarı bu eğitim faaliyetine
Diğer eğitim ihtiyaçlarını karşılayacak daha modern yeniden kazandırdığımızda toplumun saadeti adına, gele-
yeni okullar açılırken Dâru’l-Kurrâ’ların yerini tutacak cek nesillerin huzurlu bir hayat yaşamaları noktasında çok
herhangi bir okul açılmadı. Bunun yerine Tevhid-i Ted- önemli bir iş gerçekleştirilmiş olacaktır.
risat Kanununun 4. maddesinde yer alan hüküm gereği *Araştırmacı - Yazar
bunsal@yeniumit.com.tr
İstanbul Üniversitesi’nde bir İlâhiyat Fakültesi açıldı ve ka-
patılan medreselerden 29 tanesi İmam-Hatip Mektebine Kaynakça
AKYÜZ, Yahya, Başlangıçtan 2001’e Türk Eğitim Tarihi, Alfa Yayınları, İs-
dönüştürüldü. (Cebeci, 1996,142) tanbul, 2001.
Fakat bu okullarda hâfızlık eğitimi yaptırılmadığı için BALTACI, Cahit, Türk Eğitim Sistemi İçinde Kur’ân Kursları, Kur’ân Kurs-
larında Eğitim, Öğretim ve Verimlilik Sempozyumu, Ensar Neşriyat,
bu ihtiyacın farkına varan 50 milletvekili 2 Nisan 1341 İstanbul, 2000.
(1925) tarihinde meclise verdikleri bir takrirle “Hâfız-ı BAYRAKTAR, M. Faruk, Kur’ân Kurslarının Sorunları ile ilgili Bazı Düşün-
Kur’ân yetiştirmek üzere 10 kişi için 50 bin liralık bir tah- celer, Yaygın Din Eğitiminin Sorunları Sempozyumu, Kayseri, 2003.
BOZKURT, Nebi, “Dârul-Kurrâ”, DİA., 8/543-545
sisat konulması”nı sağlamışlardır. Bu şekilde hâfızlık eğiti- BOZKURT, Nebi, “Hâfız”, DİA., 15/74-78
mi okul olarak olmasa da, Kur’ân kursu şeklinde hayatını CANAN, İbrahim, Rivayetlerin Işığında Kur’ân-ı Kerîm’in Cem edilmesi,
devam ettirdi. 1928 yılında harf inkılâbının yapılması ile Kur’ân’ın Mucizevi Korunması, Işık Yayınları, İstanbul, 2004.
CEBECİ, Suat, Din Eğitimi Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, Akçağ Ya-
eğitimde Arapça okuyup yazmak yasaklandı ve bunun neti- yınları, Ankara, 1996.
cesinde mevcut Kur’ân kursları da kapatıldı. Bunun yanın- ELMALILI, Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, 1935.
da 10.12.1930 yılında “12 yaşından küçüklere hiçbir şey EVLİYA ÇELEBİ, Seyahatname, Tab’ ettiren Ahmet Cevdet, İlkdam Mat-
baası, İstanbul, 1314.
öğretilmemek, 12 yaşından büyüklere ise sadece Kur’ân-ı GÖZÜTOK, Şakir, İlk Dönem İslâm Eğitim Tarihi, Fecr Yayınevi,
Kerîm ve namaz sûre ve dualarını -sıkı kontroller altında- Ankara, 2002.
öğretebilmeleri için bazı hocaefendilere izin verildi.” Daha HALİFE BİN HAYYAT, Tarihu Halife bin Hayyat, Çev: Abdulhalik
Bakır, Ankara, 2001.
sonra devrin Diyanet İşleri Reisi, Rifat Börekçi’nin şahsî HAMİDULLAH, Muhammed, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, Çev: Salih Tuğ,
gayretleri ile 1932 yılında bu eğitim Kur’ân kursu şeklinde İFAV Yayınları, İstanbul, 2000.
yeniden ortaya çıkmış ve sayıları dokuza yükselmiştir. (Bal- İBN HİŞAM, Es-Siretü’n-Nebeviyye, Dâru İbn Kesir, Tah., M. Es-Saka, İ.
El-Ebyari, A. Şebli, ts.
tacı, 2000,16) Zaman içerisinde bu kursların sayısı halkın bu İBN SA’D, Et-Tabakatü’l-Kübra, Beyrut, 1957.
kurslara artan teveccühüne istinaden daha da artmıştır. KAZICI, Ziya, Osmanlı’da Eğitim Öğretim, Bilge Yayınları, İstanbul,
2004.
Bütün bu olumlu çalışmalara rağmen hâfızlık eğitimi, ÖNKAL, Ahmet, Müzakere, Kur’ân Kurslarında Eğitim, Öğretim ve Ve-
Kur’ân kurslarının içinde layık olduğu veya geçmişte ya- rimlilik Sempozyumu, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2000.
şadığı o şâşaalı günlere dönemedi. Önceden adına medre- ŞENGÜL, İdris, Hz. Osman Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in İstinsahı, Ço-
ğaltılıp Neşredilmesi, Kur’ân’ın Mucizevi Korunması, Işık Yayınları,
seler kurulan hâfızlık eğitimi, son asırda ülkemizde sadece İstanbul, 2004.
hâfızlık eğitiminin verildiği bağımsız bir eğitim merkezi- YILDIRIM, Suat, Kur’ân- Kerîm ve Kur’ân İlimlerine Giriş, Ensar Neşriyat,
ne bile sahip olamadı. Kur’ân kurslarının içindeki istekli İstanbul, 1983.
ZENGİN, Z. Salih, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, Akçağ Ya-
öğrenciler diğer öğrencilerin arasında hâfızlık eğitimleri- yınları, Ankara, 2002.
ne devam ettiler. Böylece genelde Kur’ân kursları özelde
Dipnot
hâfızlık eğitimi örgün din eğitimi faaliyeti olmaktan çıka- 1. “Hem o vahyi, insanların zihinlerine sindire sindire okuman için zaman
rılmış, yaygın din eğitimi faaliyeti hâline getirilmiştir. zaman gelen Kur’ân dersleri hâlinde indirdik” (İsra sûresi, 17/106)
21
YENi ÜMiT
Mustafa YILMAZ *
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84
SEHERLERİN
SİHİRLİ
ANLARI
B
ir duayı
mânâsını
anlaya-
rak okumak daha
engin mülâhazalara
açılmaya ve daha de-
rin hislerle dolmaya
vesile olur. Bazı ifade-
ler vardır ki, okuyan
ya da dinleyen insa-
nın yüreğini ağzına
getirir. Hususiyle, Hak
dostları daha önce
kimsenin söylemediği
ve hiç matbaa mürek-
kebi görmemiş sözler
söylerler.
22
A
llah dostlarının, Cenab-ı Allah’ın huzurunda gö- da nesli de pırıl pırıl, İslâm’ın, insanlık tarihine armağan et-
nüllerinin derinliklerinden kopup gelen nağmeleri tiği en müstesna değerlerden birisidir. Güvenilir kaynaklar-
seslendirdikleri, yana yakıla iç heyecanlarını, kendi da nakledilen pek çok menkıbesi vardır. Sünnet-i seniyyeyi
mukaddes ve muallâ mertebelerine mahsus neş’e, hüzün, hayatına tatbik ve ahlâk-ı hasene ile tahalluk (ahlâklanma)
nedamet ve ızdırapları aksettirdikleri, ayrıca bize Hak hususunda hep yükseklerde dolaşmış ve zamanımıza kadar,
dergâhının kapısının önünde nasıl duracağımızı, Mevlâ-yı her asırda insanlara örnek olmuştur. Bizim onu ve onun gibi
Müteal’e nasıl yakarıp yalvaracağımızı öğrettikleri sırlı, fe- büyükleri yâd etmekten muradımız da, onlar vesilesiyle be-
yizli, nurlu ve bereketli duaları, vird ve zikirleriyle alâkalı reket ve feyze nâil olmak, gücümüz nispetinde onları ken-
olarak Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bir sohbe- dimize örnek almak ve Hakk’a giden yollarda onların ayak
tinde şunları söylüyor: izlerine basarak yürüyebilmektir.
“Bir duayı, mânâsını da anlayarak okumak daha en- Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de hiç şüphesiz bütün
gin mülâhazalara açılmaya ve daha derin hislerle dolmaya evliyâullah gibi bir dua insanı ve bir gece âşığıdır. Onun
vesile olur. Bazı ifadeler vardır ki, okuyan ya da dinleyen aşağıda gelecek münacâtına ve daha başka niyazlarına ba-
insanın yüreğini ağzına getirir. Hususiyle, Hak dostları kıldığında görülecek olan, Cenab-ı Hakk’a karşı ondaki
daha önce kimsenin söylemediği ve hiç matbaa mürek- teveccüh yoğunluğu, dua aşk u iştiyakı, yakarışlarındaki
kebi görmemiş sözler söylerler. Onlar aşk u iştiyaklarını,
aşkınlık, büyüleyicilik ve derinliktir.
Allah’a karşı o kadar saygılı, üslûp itibarıyla o kadar ince
ve Mevlâ-yı Müteâl’e o kadar lâyık bir eda ile seslendirirler Abdülkâdir Geylânî’nin (kuddise sirruhû) hayatını ele
ki, o ifadeler karşısında kalbinizin ritmi değişir, bayılacak alan eserlerde onun dua hakkında şöyle dediği nakledilir:
gibi olursunuz ve kendinizi yere atarsınız. “Allah Teâlâ’dan dünya ve âhiretin hayırlarını iste! Sakın;
Hazreti Şah-ı Geylânî’nin evrâd-ı kudsiyesini ilk defa oku- ‘Ben istiyorum; fakat Allah vermiyor, ben de bundan sonra
duğum zaman bana çok tesir etmişti. Âdeta kendimden geç- istemeyeceğim.’ deme! Duaya devam et! Eğer istediğin şey
miştim; Hazret’in, Cenab-ı Hak’la münasebetine, O’na içini ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allah Teâlâ’dan istedik-
döküşüne ve Rabb-i Rahîm’e hitap ederken seçtiği kelimelere ten sonra, onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde
hayran kalmıştım. Hacı Kemal Efendi, duadan çok etkilendi- senin için takdir edilmemiş ise, Allah Teâlâ seni o şeye muh-
ğimi görünce hemen yanıma gelmiş ve “Hocam, size o kadar taç kılmaz ve sana kendinden gelenlere rıza gösterme nime-
tesir eden dua hangisi?” demişti. Evet, gönlün sesi-soluğu olan tini ihsan eder. Eğer senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise,
o sözler karşısında müteessir olmamak elde değildi.”1 sen de Allah Teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için
Biz de, yukarıda üstün vasıflarından bazıları zikredi- yalvarırsın. O zaman Allah sana razı ve memnun olacağın
len o dualardan birisine, bir münacâta, ümmetin medar-ı bir hâl verir. Eğer, ezelde borçlu olman takdir edilmişse ve
iftiharı, ârif-i billah Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Yüce Mevlâ ala-
‘Münacâtü’s-Seheriye’sine yer vermek, ayrıca duanın uyar- caklıyı sana kötü muamele etme hâlinden vazgeçirir.”
dığı bazı tedâîleri paylaşmak istiyoruz. Bu münacât da, Bu girişten sonra, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin el-
tertip ve tanzimi bizzat M. Fethullah Gülen Hocaefendi Kulûbü’d-Dâria’da yer alan yakarışını, tercümesi ile verebiliriz:
tarafından yapılan el-Kulûbü’d-Dâria ismindeki değerli
evrâd ü ezkâr mecmuası içinde yer alan ve Hocaefendi’nin ار ِت َ ين* ِإ ٰلهِي َغ َ لسا ِئ ِل ٌ َو َب ُاب َك َم ْف ُت،ُوك َأ ْب َو َاب َها
َّ ِوح ل ُ َغ َّل َق ِت ال ُْمل،ِإ ٰلهِي
çok kıymet atfettiğini, çok zaman da gözyaşları içinde oku- ال َت ْأ ُخذُ ُه ِس َن ٌة
َ ﴿ وم اَل َِّذي ُ َو َأ ْن َت ال َْح ُّي ا ْل َق ُّي،ون
ُ ام ِت ال ُْع ُي
َ َو َن،وم ُ ال ُّن ُج
duğunu bildiğimiz dualardan biridir.
َو َأ ْن َت،ِيب ب َِحبِي ِب ِه
ٍ ال كُ ُّل َحبَ ش َو َخ ُ ال َن ْو ٌم﴾ ِإ ٰلهِي ُف ِر َش ِت ا ْل ُف ُر
َ َو
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri (kaddesellahü sirrahû), Ta-
savvuf tarihinde öteden beri Gavsü’l-a’zam, Kutb-i Rabbânî, ين * ِإ ٰلهِي ِإ ْن طَ َر ْد َت ِني َع ْن
َ يس ال ُْم ْس َت ْو ِح ِش ُ َو َأ ِن،ين
َ ِيب ال ُْم ْج َته ِِد
ُ َحب
Sultânü’l-evliya, Kutbü’l-a’zam gibi üstün pâyelerle anıla- ُ اب َم ْن َأل َْت ِجي * ِإ ٰلهِي ِإ ْن َقطَ ْع َت ِني َع ْن َج َناب َِك َف َج َن
اب ِ َباب َِك َف ِإلَى َب
gelmiş, emsali nâdiren gösterilebilecek âlî bir zincirin altın
ِ ََم ْن َأر َت ِجي* ِإ ٰلهِي ِإ ْن َعذَّ ْب َت ِني َف ِإ ِّني ُم ْس َت ِح ٌّق لِل َْعذ
،اب َوال ِّن َق ِم
bir halkasıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle ‘Hem
şahsen, hem vazife itibariyle büyük ve harika zâtlardan biri- َص َ َو ِإ ْن َع َف ْو َت ِني َف َأ ْن َت َأ ْه ُل ال ُْجو ِد َوالْكَ َر ِم * َيا َس ِّي ِدي ل ََك َأ ْخل
َ َوب ُِغ ْف َرا ِن َك َأ َن،ون
َ اب ال ُْم َق ِّص ُر
،ون َ الصالِ ُح
َّ َو ِب َف ْض ِل َك َن َجا،ون
َ ال َْعا ِر ُف
sidir.’ Hem seyyid hem de şerîftir. Yani, Hazreti Geylânî’nin
şeceresinde üst basamaklarına doğru çıkıldıkça hem Hazreti
Hüseyin hem de Hazreti Hasan efendilerimizle karşılaşılır. َو ِإ ْن ل َْم َأكُ ْن، َأ ِذ ْق ِني َب ْر َد َع ْف ِوكَ َو َحال ََو َة َم ْع ِر َف ِت َك،يل ال َْع ْف ِو َ َِيا َجم
Tabiî onlar vasıtasıyla da Allah Resûlü’ne ulaşılır. Evet o, aslı . َف ِإ َّن َك َأ ْه ُل ال َّت ْق َوى َو َأ ْه ُل ال َْم ْغ ِف َر ِة،ًلِذٰ لِ َك َأ ْهال
23
“Ey Yücelerden Yüce Rabbim! Bütün mal ve mansıp sa- ti yani güneşin doğuşuna kadar geçen süre kastedilmiş olur.
hipleri kapılarını sürmelediler. Sen’in yüce dergâhının ka- Seher vakitleri Allah’tan gelen tecellî esintilerinin en yo-
pısı ise bir dileği olanlara her zaman açıktır. ğun şekilde dalga dalga yayıldığı kutlu zaman dilimleridir. O
Ya Rabbî, ya İlâhî! Yıldızlar gaybûbet âlemine, gözler de vakitlerin kendine mahsus bir sihri, bir büyüsü vardır. Öyle
uykuya daldılar. Sen ise, ey Rabbim, Hayy’sın, Kayyûm’sun; ki, Hak katında ulvî makamlara nâil olmayı dileyenler hep o
uykudan, uyuklamadan münezzeh ve müberrâsın. sihirli anları kollamış, Hak rahmetinin yeryüzüne nüzûl etti-
Ya Rab! Gece, karanlığıyla mevcûdâtın üzerini örtün- ği o bereketli vakitlerde seher kuşları gibi inleyip durmuş ve
ce döşekler de seriliverdi ve sevenler sevdikleriyle baş başa hep âh u enînlerle gök kapılarını zorlamışlardır.
kaldılar. Sen, Sen’in yolunda, Sana ulaşma istikametinde Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de herhalde bu virdini
cehd ü gayret içinde bulunanların biricik sevgilisi, (be- daha ziyade gecelerde, seher vakitlerinde okuyor ve bu za-
nim gibi) yalnızlık gurbetine maruz kalanların da yegâne man dilimlerinde okunmasını arzu ediyordu.
enîsisin! Cenab-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de, iki yerde seher vaktinin
Ya İlâhî! Ulu dergâhına sığınan bu kimsesiz kulunu ka- önemine işaret buyurmuştur. İlki Âl-i İmran sûresinin 15, 16
pından kovacak olursan, ben gidip hangi kapıya iltica edebi- ve 17. ayetleridir ve bu âyetlerin meâlleri şu şekildedir:
lirim!? İlâhî! Yakınlığından mahrum edersen beni, o zaman “Allah’a karşı gelmekten sakınan müttakiler için Rabbi-
kimin yakınlığını umabilirim!? İlâhî! Şayet Sen bana azap leri nezdinde içinden ırmaklar akan Cennet’ler olup, ken-
etmeyi murad buyurursan, ben biliyorum ki, cezalandırıl- dileri orada ebedî kalacaklardır. Hem orada onlara terte-
maya fazlasıyla müstahakım. Fakat affınla sarıp sarmalarsan, miz eşler ve hepsinin de üstünde Allah’ın rızası vardır. Al-
yine biliyorum ki o da Sen’in lütfun ve keremindir. lah bütün kullarını hakkıyla görmektedir. O müttakîler:
Ya Seyyidî, ya İlâhî! Marifet erbabı kulların Sen’i bul- ‘Ey bizim ulu Rabbimiz, biz iman ettik, günahlarımızı ba-
duklarında Sen’den başka ne varsa hepsinden yüz çe- ğışla ve bizi Cehennem azabından koru!’ diye yalvarırlar.
virmişlerdir. Salih kulların Sen’in fazlınla necâta ermiş, Onlar sabırlı, imanlarında sadık ve samimi, Allah’ın huzu-
taksîratı pek çok günahkârlar da ‘tevbe, ya Rabbi!’ deyip runda itaatla divan duran, mallarını hayırda harcayan, se-
yine Sen’in kapına yönelmişlerdir. her vakitlerinde Allah’tan af dileyen müminlerdir.”
Ey affı güzel Rabbim! Ne olur, affının serinliğini ve İkincisi ise, Zâriyat sûresinin 15, 16, 17 ve 18.
marifetinin halâvetini benim ruhuma da duyur ve beni on- âyetleridir ve Allah (celle celâlühû) bu âyetlerde meâlen
larla doyur! Her ne kadar ben bunlara lâyık olmasam bile, şöyle buyurmaktadır:
haşyetle önünde iki büklüm olup ikâbından sakınılmaya
“Müttakiler bahçelerde, pınar başlarındadırlar. Rabbile-
lâyık olan da, mücrimlerin günahlarını bağışlama şânına
rinin kendilerine verdiği mükâfatları almaktadırlar. Çünkü
yaraşan da yalnız Sen’sin!”
onlar, daha önce dünyada sâlih amel işleyen kimselerdi. Ge-
İfade etmeliyiz ki, virdin aslındaki üslûp güzelliğinin ve celeri az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.”
fesâhatin tercüme ile zedelendiği, örselendiği ve kıymet-i
Gecenin, seher ve fecir vakitlerinin namaz, Kur’ân tila-
asliyesinin haleldâr olduğu muhakkaktır. Aslında bu husus
veti, ilimle iştigal, dua ve niyazla Cenab-ı Hakk’a teveccühte
bütün tercümeler için geçerlidir; çünkü hiçbir tercüme ori-
jinal metni tam olarak aksettiremez; hele hele gönül erba- bulunma gibi değişik ibadet ü taatla değerlendirilmesi üze-
bının derinliklerinden kopup gelen nağmeleri asla. Onun rinde ne kadar durulsa sezâdır ve başta Allah Resûlü (sallal-
için de mânâsı bellendikten sonra duanın, kalbe heyecan, lahü aleyhi ve sellem) olmak üzere ümmetinden seçkin kul-
ruha da incelik kazandıran asıl metni vird edinilmeli; tadı, ların hayat-ı seniyyeleri, bu vakitlerin uyku gafletinde değil
şivesi öylece gönülde duyulmaya çalışılmalıdır. de uyanık ve Hak’tan gelecek tecellîleri avlama peşinde ge-
çirilmesi gerektiğini en güzel şekilde ortaya koymaktadır.
Seherlerde Eser Bâd-ı Tecellî
Evet, Efendimiz bizim için biricik ‘üsve-i hasene/güzel ör-
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’ne ait bu duanın ismi-
nek’, ümmetinin seçkinleri de ortaya koydukları hayat tarz-
nin ‘münacâtü’s-seheriye’ olduğu ifade edilmişti. ‘Seher’
larıyla örnek alınması gereken müstesna şahsiyetlerdir.
kelimesi bilindiği üzere, gecenin sonu ve fecirden az evvel-
ki vakti ifade etmektedir; gecenin son altıda biri ya da im- Burada işte o müstesna zâtlardan birkaç tane örnek
saktan yarım saat öncesi ile yarım saat sonrası diyerek daha vermek istiyoruz:
belirli sınırlar çizenler de olmuştur. Kelime ‘ha’ ile )(سحر İbrahîm b. Hâtıb (radıyallahü anh) babasından nak-
değil de ‘güzel he’ ) (سهرile yazılacak olursa, o zaman da lediyor: “Mescidin bir köşesinde seher vaktinde birisini
gecenin tamamını uykuyla geçirmeyip bir kısmında uyanık Allah’a el açmış yalvarırken gördüm. Şöyle diyordu: ‘Rab-
hâlde bulunmak anlamına gelir. Böyle olunca seher vakti de- bim! Sen emrettin, ben de Sana itaat ediyorum. İşte se-
nildiğinde teheccüd vakti de dâhil olmak üzere işrak vak- her vaktinde kapına geldim, hatalarımı bağışlamanı dili-
24
yorum.’ Bir de baktım ki, o zât, Allah Resûlü’nün sâdık de yapılabileceğini düşüneceğine ihtimal verilemeyeceğine
yârânından Abdullah ibn Mes’ud Hazretleri’nden başkası göre onun bu ifadeden kastının gecelerin insanın ruhuna
değil.” (Tefsir-i İbn Kesîr, 1/470) ve gönlüne a(kı)ttığı ve beklentisiz gelen münezzeh zevk
Bu konudaki bir başka misâlimiz de yine sahabenin ve lezzet olduğu anlaşılacaktır.
en mümtazlarından Abdullah ibn Ömer’dir (radıyallahü Bazı Allah dostları da, “Dünyada Cennet nimetlerine
anh). Gördüğü bir rüya münasebetiyle Peygamber Efen- benzeyen bir tek şey kalmıştır. O da Allah dostlarının ge-
dimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onun hakkında, “İbn celerde yaptıkları münacaatın halâvetidir. Allah onu sadece
Ömer ne sâlih bir kuldur. Keşke gecelerini namazla ihya dostlarına duyurmuştur ki, başkasının onu duyması müm-
etse!” buyurmuş; o da bu emr-i nebevîyi duyduktan sonra kün değildir.” demişlerdir. (İhyau Ulûmi’d-din, 1/358)
çok az bir kısmı hâriç geceleri hep uyanık vaziyette ibadet- Muhammed ibn Münkedir (v. 130) de, “Dünyaya ait üç
le geçirmeye başlamıştı. Nafî’ (radıyallahü anh) onun se- tane hakikî lezzet vardır. Bunlardan birincisi geceleri kı-
herlerdeki hâlini şöyle anlatır: “İbn Ömer geceyi namaz- yamla geçirmek, ikincisi dostlarla sohbet meclislerinde bir
la geçirir, sonra da ‘Ey Nafî’! Seher vakti geldi mi?’ diye araya gelmek, üçüncüsü de namazları cemaatle kılmaktır.”
sorardı. ‘Evet’ cevabını alıncaya kadar namaz kılmaya de- der. (İhyau Ulûmi’d-din, 1/358)
vam eder, ondan sonra da istiğfara başlar, sabahı dua ede-
Yine evliyaullahtan birisi şöyle demiştir: “Allah u Teâlâ
rek karşılardı.” (Tefsir-i İbn Kesîr, 1/470)
seher vaktinde uyanık bulunan kullarının kalblerini nurlar-
Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) da, “Biz seher vakit- la doldurur.” (İhyau Ulûmi’d-din, 1/358)
lerinde yetmiş defa istiğfar çekmekle emrolunduk” derdi.
Burada birkaç misâlini zikrettiğimiz bu büyüklerden
(Tefsir-i İbn Kesîr, 1/470)
hangisinin sergüzeşt-i hayatına bakılacak olursa olsun, on-
Sünen-i Tirmizî’deki bir rivayete göre, Hazreti Yakub ların geceleri ve seher vakitlerini mutlaka dolu dolu de-
(aleyhisselam) evlâtlarına, ‘Sizin için tevbe ve istiğfarda bu- ğerlendirdikleri görülecektir. Zaten onları ‘kalbin zümrüt
lunacağım.’ demiş ve hemen istiğfarda bulunmayarak istiğ- tepeleri’nde zirvelere taşıyan en önemli dinamiklerden bi-
farını, duaların daha çok kabul gördüğü Cuma gününün se- risi de hiç şüphesiz geceler olmuştur.
her vaktine ertelemiştir. (Tirmizi, Daavât 114) Nitekim Allah
Sözümüzü bir dua ve niyaz kahramanı olan Bediüzza-
Resûlü (aleyhi efdalüssalevâti ve ekmelüttahiyyât) bir hadîs-i
man Hazretleri’nin 18. Söz’ün hâtimesine dercettiği birkaç
şerîflerinde, “Cenab-ı Allah her gece dünya semasına (rah-
metiyle) nüzûl buyurur ve ‘Melik Benim, Melik Benim. Dua mısra ve Fârisî ifadenin tercümesiyle bitirmek istiyoruz:
edenlere icabet eder, dileği bulunanların muradını gerçekleş- “Seherlerde eser bâd-ı tecellî,
tirir, arınmak için istiğfarda bulunanları da bağışlarım’ der ve Uyan ey gözlerim vakt-i seherde.
bu hal fecrin doğuşuna kadar devam eder.” demiştir. (Buhari, İnayet hâh zi dergâh-ı ilâhî,
Teheccüd 14, Daavat 13; Müslim, Salâtu'l-Müsafirin 166) Seherdir ehl-i zenbin tevbegâhı,
Büyük Hak dostu İbrahim b. Edhem’in (v. 161) yetiş- Uyan ey kalbim vakt-i fecirde.”
tirmiş olduğu güzide talebelerden Alî ibn Bekkâr (‘Bekkâr’, “Seher vakti, haşir meydanını andırır. Her şey uyan-
erken kalkan/erkenci manasına gelir) Hazretleri de, “Tam mış gelmiş, tesbih ediyorlar. Ey nefsim, sen ne zamana ka-
kırk senedir beni güneşin doğmasından daha fazla üzen bir dar böyle gaflet uykusu içinde kalacaksın?! Ömrünün ikin-
şey olmamıştır.” der ve gecelerle olan aşkını seslendirirdi. di vakti gelmiş, kabre doğru sefer başlamıştır. Bütün varlı-
(İhyau Ulûmi’d-din, 1/358) ğı terk ediyorsun. Ney gibi inlemek için niyaz ve namaza
Fudayl b. İyaz (v. h. 187) da aynı duyguyu şöyle teren- gayret et! De ki, ‘Ya Rab! Pişmanım, mahcûbum, utanıyo-
nüm ederdi: “Güneş gurûba kayınca Rabbimle baş başa kalma rum. Sayısız günahlardan dolayı perişanım. Zelîlim, gözle-
imkânı bulabildiğim için içim ferah ve sürurla dolar. Güneş doğ- rim yaş dolu, hayatım kararsız. Garibim, kimsesizim, yal-
duğunda da işte o kadar üzülürüm.” (İhyau Ulûmi’d-din, 1/358) nızım, zayıfım, güçsüzüm, hastayım, âcizim, iradesizim.
Aman diliyorum.. af arıyorum.. yardım istiyorum Sen’in
Yine ehlullahtan Ebû Süleyman ed-Dârânî (v. h. 225) dergâhından ey Allah’ım!..”
şöyle derdi: “Geceyi kıyamda geçirenlerin Allah huzurun-
*Araştımacı - Yazar
da durmaktan aldıkları lezzet, oyun ve eğlence peşinde ko- myilmaz@yeniumit.com.tr
şanların yaptıkları şeylerden aldıkları lezzetten daha fazla-
Kaynaklar
dır. Doğrusu, geceler olmasaydı dünyada kalmayı hiç arzu Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, İsmail b. Ömer b. Kesîr, Dar-ı Taybe.
etmezdim. Şayet geceyi huzurda geçirenlere duydukla- İhyau Ulûmi'd-din, Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, Dâr-ı Ma’rife.
rı zevk ve lezzet ile amellerinin sevabı arz edilseydi, on- Sözler, Bediüzzaman Said Nursî, Şahdamar Yayınları.
lar mutlaka birinciyi tercih ederlerdi.” (İhyau Ulûmi’d-din, Dipnotlar
1/358) Ebû Süleyman’ın ibadet ü taatin lezzet ve zevk için 1. Vuslat Muştusu, s. 103
25
YENi ÜMiT
Doç. Dr. Mustafa ÜNVER *
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84
KUR’ÂN’I B
ütün ifadeler en iyi, ilk serdedildikleri
mekân ve makamda anlaşılır. Kur’ân-ı
Kerîm ifadeleri de bu genellemeden is-
tisna değildir. Nitekim Kur’ân’ın sağlıklı ola-
rak anlaşılmasını ve tefsir edilmesini temin
MEKKî-MEDENî
eden usûllerden birisi de, âyetlerin içinde nâzil
oldukları bütün tarihî, dinî, kültürel, ekono-
mik ve sosyal durumların dikkate alınmasıdır.
Bu metot, âyetlerin iniş sebeplerini inceleyen
A
llah Tealâ ten sonra nâzil olmuş âyetler de Medenî’dir.
Bu sınıflamaya göre Kur’ân âyetlerinden her
insana de-
biri muhakkak Mekkî ya da Medenî olmak
ğer vere- durumundadır. Yüz on dört sûrenin Mekkî-
rek onun fıtrî yapısını Medenî tasnifine göre, Kur’ân’ın seksen altı
sûresi Mekke döneminde, yirmi sekiz sûresi
dikkate almış, bunun de Medine’de nâzil olmuştur.
sonucu olarak da, ilâhî Allah Tealâ, ilâhî ve evrensel vasıflara sahip
kelâmını nâzil oldu- kelâmını, milâdî yedinci yüzyılın Arap lisanı
ğu vasatın özelliklerine içinde inzal etmeyi murad buyurmuştur. İlâhî
yönünü kaybetmeksizin beşerî unsurlara tercü-
uygun form ve muhteva- manlık yapan Allah kelâmı Kur’ân, bu yönüyle
da inzal buyurmuştur. insana çok büyük bir kıymet biçmekte ve pek
26
önemli bir mesaj iletmekte, diğer taraftan insana da çok mu- ve mesuliyetleri, nefislerden başka bir engelin baskı kura-
tena bir değer ve şeref kazandırmaktadır. Çünkü Allah Tealâ madığı rahatlık ve nefes almışlık içerisinde âdeta inci tane-
insanın hidâyetini bulması ve halifelik vazifesini lâyıkı veçhile leri gibi dizilir Medine âyetlerinde. Kuşkusuz bu dönem
îfâ edebilmesi için kelâm-ı ezelîsini beşer diliyle göndermiştir. âyetlerinde, tartışılmaz önemine binaen iman vurgusu yine
“Düşünüp anlayasınız diye Biz onu Arapça bir Kur’ân ola- tekrar edilir. Ancak yanında ibadet, ahlâk ve içtimâî dav-
rak indirdik.” (Yusuf sûresi, 12/2) Bu ve benzeri pek çok âyetin ranış kuralları da bildirilir. Mekke’dekinden farklı olarak
dile getirdiği husus düşünüldüğünde, Yüce Rabb’imizin ezelî bu dönemin imtihan kervanına Allah yolunda malı infak
kelâmını biz kullarının hayır ve menfaati için anlayabileceği- etmenin yanına canı feda etme de katılmıştır yoğun ola-
miz beşerî bir dil formatına dökmesinin, ne büyük bir şükrü rak: “Ey iman edenler! Sizi elim bir azaptan kurtaracak
mucip nimet olduğu idrak edilebilmektedir. bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve Resûlüne inanırsınız,
Kur’ân’ın Mekke döneminde nâzil olan âyetlerinin mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda hizmet edersi-
iman ve teslimiyete dâir mesajları, çok yalın, keskin, niz; bir bilseniz böyle hareket etmek, sizin için ne kadar da
çarpıcı, etkileyici ve ikna edici tarzda gelmiştir. Mekke hayırlıdır!” (Saff sûresi, 61/10–11)
âyetlerinin çoğu, iman kurtarma hassasiyetiyle kısa ve şok Kur’ân’ın derin anlamlarına nüfuz etmede bu bilginin
tesirinde nâzil olmuştur. Beşer beyni, kısalığına ters oran- büyük değeri vardır. Çünkü İslâm davetinin geçirdiği sı-
tılı şok âyetler karşısında âdeta sarsılmakta, ilâhî hakikatler kıntı ve merhaleleri âyetlerle adım adım izlemek, Kur’ân’ın
karşısında daha öncesinde sahip olduğu bütün ezberleri problemlere nasıl çözümler getirdiğini, bunu yaparken in-
bozulmakta ve buna muhatap olan insan kendisini helak- san gerçeğine en üst düzeyde riâyet etmenin bir göstergesi
ten kurtaracak bir çıkış yolu aramaya başlamaktadır. Doğ- olarak tedrici usûlü kullanarak nasıl en mükemmel sonuca
rusu bu âyetler hidâyete nasipli muhataplarına “kul oldum ulaştığını, insanları vahyin nurunda nasıl terbiye ettiğini
Sana Allah’ım” diyerek secdeye kapanmaktan başka bir yol müşahede etmek, Mekkî-Medenî ilkesinin işletilmesiyle
bırakmamaktadır. Çünkü bu âyetler o kadar güçlüdür ki, mümkün olmaktadır. Öte yandan gerek Mekke’de gerek
âdeta Hz. Musa’nın karşısına çıkan sihirbazların hakkı gör- Medine’de insanların hem vahye hem de birbirlerine nasıl
meleri üzerine “Âlemlerin Rabbine, Musa’yla Harun’un muamelede bulunduğunu görebilmek de yine bu ilim vesi-
Rabbine iman ettik.” (A’raf sûresi, 7/122) demeleri gibi iman lesiyle hâsıl olur. Kur’ân-ı Kerîm’in kavramlarını, fikir ve ta-
edip secdeye kapanmaktan başka bir seçenek bırakmamak- savvurlarını, toplum kurgusu ve anlayışını peyderpey nasıl
tadır. Örnek olarak aşağıdaki âyetlerin şok etkisi yapan gü- olgunlaştırıp kemale erdirdiği, onun Mekkî’si ve Medenî’si
cüne bir kulak verelim: dikkate alınarak gözlenir. Meselâ Kâfirûn sûresi’ni okuyan
ve bu sûrenin hangi ortamda, nerede ve ne zaman nâzil ol-
ض ُم َّد ْت ُ الس َم ُاء ا ْن َش َّق ْت َو َأ ِذ َن ْت لِ َر ّب َِها َو ُح َّق ْت َو ِإذَا الأْ َ ْر
َّ ِإذَا duğunu bilmeyen birisi âyetleri doğru anlayamayabilir ve
يها َو َت َخل َّْت َو َأ ِذ َن ْت لِ َر ّب َِها َو ُح َّق ْت
َ َو َأ ْل َق ْت َما ِف “sizin dininiz size, benim dinim de bana” prensibini farklı
“Gök yarıldığı zaman, Rabbinin buyruğuna boyun eğ- yorumlayarak yanlış sonuçlar çıkarabilir. Hattâ insanlara
diği ve yarılma muhakkak vukû bulduğu zaman. Yer uza- rehberlik etmenin, onlara hakkı göstermenin, Allah yolun-
tılıp dümdüz edildiği zaman, içindekileri dışarı atıp bom- da çalışıp çabalamanın zorunlu olmadığını da ileri sürebi-
boş kaldığı zaman, Rabbinin buyruğuna boyun eğdiği ve lir. Oysa Ramazan el-Bûtî’nin de dediği gibi bu sûrenin
içindekileri dışarı atıp boşalma muhakkak vukû bulduğu Mekke’de nâzil olduğunu, ileri gelen müşriklerin efendi-
zaman. Bakın hele, neler olacak o zaman!” (İnşikak sûresi, mize hitaben “gel ey Muhammed, biz senin ilâhına bir yıl
84/1–5) Mealle birlikte beşer sözüne dönüşmüş bu yıkık tapalım, sen de bizim ilâhımıza bir yıl tap”1 demeleri üze-
dökük çeviriyle bile insanı derinden etkileyen bu âyetlerin, rine nâzil olduğu bilindiğinde, yukarıda zikri geçen yanlış
bir de icaz özelliği bulunan orijinal diliyle putperest Mek- düşüncelere mahal kalmaz.2
ke sokaklarında okunup yankılandığını tasavvur edelim ve Ayrıca tabiî ortam yanında âyetlerin çeşitli hâllerde
meydana getirdiği tesiri bir düşünelim. nâzil olması detayı da âlimlerimiz tarafından kayıt altına
Yaklaşık on üç yıl süren bu dönemin ardından başlayan alınmıştır. Sözgelimi yolculukta, gündüz ve gece hâlinde,
Medine döneminde nâzil olan âyetler ise, Müslümanların seher vaktinde, yaz ve kış mevsimlerinde, yatakta ve uyku
hicretle kavuştukları yerleşik düzene paralel tonda nispeten esnasında, arzda ve semada, toplu melekler eşliğinde, ayrıca
rahatlamış; ama bir o kadar da mesuliyet aşılayıcı mahiyet Cuhfe, Beyt-i Makdis, Taif ve Hudeybiye gibi mekânlarda
arz ederler. Mekke döneminde kökleri atılmış olan inanç nâzil olan âyet ve sûreler tespit edilmeye çalışılmış, hakla-
esaslarının, davranışlar boyutuna yansıyan gerekleri, vazife rındaki mâlûmat kayıt altına alınmıştır.3
27
Mekkî-Medenî Âyetlerin Mümeyyez Vasıfları luklandığı çöldeki istirahat noktalarına teşbih etmek müm-
İlâhî kelâm, beşerin anlaması için nâzil olduğu dönemin kündür. Ayrıca Kur’ân’ın secileri de, çöl manzaralarıyla ne
ifade kalıplarını; dinî, sosyal, ekonomik ve kültürel tasav- kadar çok benzeşmektedir. Muhammed Kamil Huseyn
vurlarını dikkate almıştır. Âyetlerin lâfızları ve muhtevala- “Uzun çöl yolculuğunu mutlu bir sonla bitirmeyi isteyen
rı, içinde nâzil oldukları Mekke veya Medine dönemlerinin kimse, önünde duran ve hepsi benzer işaretlerle kapatılmış
hususiyetlerinin nazara alındığını göstermektedir. Nitekim olan farklı uzunluktaki yolları kısaltmak zorunda olduğu-
biz bir âyetin Mekkî ya da Medenî olduğunu bilmesek bile nu bilir.” diyerek bu benzerliği dile getirir. Arapların içinde
alâmet ve mümeyyezlerine (belirgin özellik, ayırt edici yaşadıkları çöl gerçeğinin Kur’ân’ın kavram, tasavvur ve
vaz’larına) bakarak onun hangi dönemde nâzil olduğunu dünya görüşüne yansımaması düşünülemez. Biraz önce de
kesine yakın bir şekilde tahmin edebiliriz. Binaenaleyh bu ifade edildiği gibi, çöllerdeki tabiatın görünümü ve aynılı-
özelliklerin öğrenilmesinde büyük yararlar vardır. ğı bir fırtınayla bir anda değişebileceği için kumlarla kaplı
Ayrıca dönemlerinin belirgin tasavvur, olay, olgu, engin çöller, istikrarsızlık ve güvensizliğin sembolüdür.
düşünce, inanç ve tezahürleri doğrultusunda Mekke ve Çöllerde, tepeler ve yollar sürekli aynı yerlerinde duran is-
Medine dönemlerine has kimi kavram ve konular da tikrarlı yol işaretleri ve güven telkin eden kilometre taşları
dikkat çekmektedir. Sözgelimi Yahudilerle ve onların değildir. Hâsılı çöllerde gayeye ulaştıracak yolu bulabil-
düşmanlıklarıyla ilgili âyetlerin Medenî olması, Müslü- mek, başka bir deyişle hidâyet üzere olabilmek çok zordur.
manların hicret sonrasında Medine’de yoğun ve etkin Bu yüzden çok mâhir bir rehberin yol göstermesine şid-
bir nüfus olarak bulunan Yahudilerle karşılaşmalarıyla detle ihtiyaç duyulmaktadır; zîrâ iyi bir rehber edinmeden
alâkalıdır. İklim ve toprak yapısının müsait olmaması ve aşılmaz bu çöller. Binaenaleyh güvenilir rehberi olmayan
su kaynaklarının yetersizliği gibi problemlerden dolayı insanın dünya hayatındaki durumu da çöllerin istikrarsız
tarıma elverişli olmayan, ancak canlı bir ticaret hayatı- ve güvensiz durumundan farklı değildir. Dünya hayatında
na sahip Mekke’de hileli ticaretin yaygınlığı sebebiyle, insan güvenilir bir rehberin kılavuzluğuna teslim olmadan
Hz. Şuayb’ın (as) ticaret yaparken tartılarını düzgün maksuduna sağ-sâlim varamaz, belâ ve musibetlerle dolu
tutmaları hususunda kavmini uyardığı âyetler, Mekke yollardan Kur’ân’ın ve Sünnetin rehberliği olmadan geçe-
döneminde nâzil olmuştur. Öte yandan topluma bağlılık mez. Bu bakımdan Kur’ân’da sıklıkla kullanılan hidâyet,
ve içtimâî mesuliyetlerini yerine getirme gibi konuların hâdî ve hüdâ kelimelerini bu hakikatle okumak insan ru-
ise Medine’de nâzil olan âyetlerde gündeme getirilme- hunda çok daha tesirli izler bırakmaktadır.
si, İslâm toplumunun burada teşekkül etmiş olmasıyla Mekkî âyetlerin en belirgin dış özelliği, kısa ve net
alâkalı bir durumdur.4 ifadelerden oluşmasıdır. Daha önce de ifade edildiği gibi
Mekkî Âyetlerin Özellikleri bu tür âyetler insanlar üzerinde bir volkan tesiri yaparlar.
Mekkeli Araplar, içinde kaybolunacak kadar uçsuz bu- Bu âyetlerin ses bitimlerinin de dikkat çekici tarzda ve-
caksız kum denizlerinde bazen çok yalnızlaşır, güçsüz du- zinli gelmesi benzer bir özelliği oluşturmakta ve bu hâl,
ruma düşerler, yok edilmekten ve başka kabilelerin saldırı- Kur’ân pasajlarına harikulâde bir güzellik ve tesir gücü
larına hedef olmaktan korkarlardı. Böyle zor anlarında çöl katmaktadır. Mekke dönemi insanlarının müşrik, müte-
bedevileri, daha nüfuzlu bir kabilenin himayesine sığın- kebbir ve inatçı yapıda olmaları, bir nevi böyle bir üslûbu
mak zorunda kalırlar ve ancak bu sayede biraz rahat nefes gerekli kılmıştır. Daha ziyade Mekkî âyetlerde görülen
alabilirlerdi. Tipik bir Mekke vasatını yansıtan bu bilginin kimi konu ve motiflerin tekrarlanması da dönemin bir
üzerine şu Mekkî âyet ne kadar da uymakta ve putperest başka özelliğini oluşturur. İnançsızlara meydan okuyup
Arapları himaye edilmeye ihtiyaç duymayan Allah’a iman reddetme makamında “Hayır! Tasavvur, inanç ve söy-
etmeye ne kadar da etkili çağırmaktadır: “De ki: Her şeyin lemleriniz asla doğru değil.” mânâsına gelen “Kellâ” laf-
mülkiyetini elinde tutan, himaye eden ama kendisi himaye zının geçmesi de Mekkî bir hususiyettir. Başka bir deyişle
altında olmayan kimdir? Biliyorsanız söyleyin bakalım.” içinde “kellâ” lafzının geçtiği âyetler Mekkî’dir. Başında
(Mü’minun sûresi, 23/88) elif lâm mîm veya yâ sîn gibi hurûf-i mukattaa’ olarak ad-
Bedevilerin çöl hayatından söz açılmışken Kur’ân’daki landırılan hece harflerinin yer aldığı 29 sûrenin 27’sinin
tekrarları da, Arapları büyüleyen çöl kumsallarındaki tek- Mekkî olması da dönemin bir diğer ayırt edici vasfı ola-
düze has manzaralara benzetmek, Kur’ân kıssalarını vaha- rak kabul edilmiştir. “Ey Âdem oğulları!” ve “Ey insan-
larla karşılaştırmak ve bu tekrarları vahyin yoğun tehdit lar!” şeklindeki hitaplarla ve yeminle başlayan âyetlerin
ve sert ikazlarının ardından insanın bir nebze durup so- yanında secde âyetleri de Mekkî’dir.
28
Mekkî âyetlerin ayırıcı muhteva özellikleri arasında ise, yer almıştır. “Resûl” olarak Hz. Peygambere itaatin em-
temel inanç esasları, hitap çoğunluğunun müşriklere ya- redilmesi de yine dönemin karakteristiklerindendir. Zîrâ
pılarak olumsuz tasavvur ve davranışlarının reddedilmesi, Kur’ân’da yaklaşık otuz âyette Allah ve Resûlü’ne itaat
َ َ َّ ” َأ ِط ُيعوا هşeklinde ifade-
ahlâkî meziyetlere özendirilmesi, sabrın tavsiye edilmesi, َّ الل َوأ ِط ُيعوا
emri mânâsında “ َالر ُسول
nefsin, malın, aklın, namusun ve dinin korunması şeklinde ler geçmektedir ve bu âyetlerin tamamı da Medenî’dir. Bu
özetlenebilecek temel ve genel teşrî esaslarından söz edil- âyetler şayet Mekke’de, Resûl’e (s.a.s.) itaatin gerçekleşme-
mesi ve önceki peygamberlerin kıssalarından bahsedilme- yeceği bir ortamda nâzil olsaydı, -hâşâ- ilâhî sözün değeri
si yer almaktadır. Ayrıca Bakara sûresi hâriç İblis ile Hz. ve ağırlığı buharlaşacak, böylece belâgate muhalif bir hâl
Âdem kıssasından bahsedilmesi, cinlerden söz edilmesi ortaya çıkacaktı ki, mu’cizü’l-beyan olan Kur’ân-ı Kerîm
gibi temalar da Mekke döneminin karakteristik muhteva bundan her zaman münezzeh olmuştur. Medenî âyetlerin
özelliklerinden sayılmaktadır. muhtevalarından bir başkası da, mü’minlere zafer ve fetih
Medenî Âyetlerin Özellikleri vaat edilmesidir. Ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a.s.) eşlerin-
Kur’ân’ın Medine’deki muhatapları Allah ve Resûlü’nün den ve aile hayatından söz eden âyetler de Medine’de nâzil
bütün talimatlarına iman ederek teslim olmuş kimselerdir olmuştur.5
ve nâzil olan vahyi can kulağıyla dinlemekte ve hidâyetinin Netice itibariyle insanlığı karanlıklardan nura iletmek
gereğini yapmaya âdeta can atmaktadırlar. Böyle muhatap- üzere Allah katından indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm’in sahih
lara konuşan bir hitabın da daha fazla eğitici ve öğretici olarak anlaşılıp yorumlanması, taşıdığı hidâyet misyonunun
formda gelmesi, bilgileri ve konuları detaylarıyla bera- gerçekleşmesi bakımından büyük önem arz etmektedir. Bu
ber uzun uzun vermesi pek tabiîdir. Bu bakımdan Mekkî neticenin meydana gelmesi için âlimlerimizin on beş asır bo-
âyetlerin aksine Medenî âyetler, gözle görülür derecede yunca geliştirdikleri ve tefsir usûlünde topladıkları birtakım
uzun pasajlar hâlinde nâzil olmuştur. Uzun âyetler muhte- kaide ve metotlara riâyet edilme mecburiyeti bulunmakta-
valarının da teenni ile okunup anlaşılarak gereğinin yerine dır. Bu kurallara riâyet edilmemesi durumunda kötü niyetli
getirilmesini hâsıl etmiştir. Çünkü Mekke’deki kısa âyetler bazı insanlar art niyet, düşünce ve inançları doğrultusunda
vicdan ve duyguları harekete geçirirken, uzun Medenî Kur’ân’ı istismar ederek onun nurunu örtmeye çalışabilir ve
âyetler aklı ve idraki harekete geçirmiştir. Yine önceki bu karanlık düşünceleriyle insanları hak yoldan çıkarabilirler.
dönemden farklı olarak âyetlerdeki secî’lerin azaldığı da Uyulması gereken kurallar yok sayılır ve gereği yerine geti-
görülmektedir. Medenî âyetlerde görülen bu farklılıklara rilmezse, nefisler ve hevâlar kuralların yerine geçer, düzen
rağmen, yine de dönem âyetlerinde çok güçlü psikolojik yerini kaosa terk eder, cehalet ve hevâ hüküm sürer.
motivasyonlar yer almaktadır. Meselâ Medenî bir sûre Binaenaleyh Kur’ân’ı anlama ve tefsir etme sürecinde
olan Haşr sûresi’nin 21. âyeti, Allah kelâmına karşı insa- bilinmesi ve tatbik edilmesi gereken ilkelerden birisi de
nın ne kadar da katı kalbli ve ağlayamayan kuru bir çift Mekkî ve Medenî ilmidir. Allah Tealâ insana değer vere-
göze sahip olduğunu haykırmakta ve Mekke’dekilere ben- rek onun fıtrî yapısını dikkate almış, bunun sonucu olarak
zer şekilde ruhlarda büyük bir tesir icra etmektedir: “Eğer da, ilâhî kelâmını nâzil olduğu vasatın özelliklerine uygun
Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah korkusundan form ve muhtevada inzal buyurmuştur. Âyet ve sûrelerin
başını önüne eğdiğini ve paramparça olduğunu muhak- taşıdıkları bu özellikler, Kur’ân’ın doğru anlaşılıp tefsir
kak görürdün. Biz bu misâlleri insanlara düşünsünler edilmesine katkı sağlamakla kalmamakta aynı zamanda Al-
diye anlatıyoruz.” Muhatapların kimlikleri doğrultusunda lah kelâmının ne kadar eşsiz bir belâgat örneği olduğunu
Medenî âyetlerde “Ey iman edenler!” diye hitap edilmesi; da gözler önüne sermektedir.
namaz, zekât, hac, nikâh, boşanma, alışveriş, faiz ve savaş * Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
gibi konularda detaylı bilgilerin verilmesi, adam öldürme, munver@yeniumit.com.tr
hırsızlık ve zina gibi birtakım suçlarla ilgili belirlenmiş Dipnotlar
cezaların konulması, detaylı miras dağılımının yapılması, 1. Vahidî, Esbâbu’n-Nüzûl, Beyrut 1991, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, s. 261.
2. Bkz. Ramazan el-Bûtî, Min Ravâiı’l-Kur’ân, Dımeşk 1970,
münafıklardan söz edilmesi, ehl-i kitapla nasıl ilişki kuru- Mektebetü’l-Fârâbî, s. 86-87.
lacağı ve mücadelede bulunulacağının anlatılması, Medi- 3. Geniş bilgi için bkz. Suyûtî, İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, İstanbul
ne döneminin diğer mümeyyez vasıflarındandır. İdeal bir 1978, Kahraman Yay., c. I, 24-30.
4. Mesela bu âyetlerden bazıları için bkz. Hucurât sûresi, 49/10; Saf
yönetimin tesisi anlamında istişareden ve ihtilâf vukuunda
sûresi, 61/4; Haşr sûresi, 59/9.
Hz. Peygamber’e (aleyhisselâm) müracaat edilmesinden 5. Bkz. Ünver, Mustafa, Tefsir Usulünde Mekkî-Medenî İlmi, Sam-
söz edilmesi de bu dönem âyetlerinin muhtevaları arasında sun 2001, Sidre Yay., s. 223-270.
29
YENi ÜMiT
Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN *
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84
1
- Osmanlı Devleti Uygulamasında Para Vakıfları: Para vakıfları o kadar gelişmişti ki, bunları “Vakıf banka-
Vakıf, belli gayelerin gerçekleşmesi için menkul veya lar” olarak isimlendirmek mümkündür.
gayrimenkul malın kendisinin veya gelirinin bir ha- Para vakıflarında toplanan fonlar, vakfiyelerindeki şart-
yır amacına tahsisidir. Vakfiye ise, vakfın kuruluş gayesini,
lara göre işletilmesi gerekiyordu. Fonların işletilmesinde
vakfedilen malların dökümünü ve bunların işletilme şekli-
kullanılan başlıca yöntemler şunlardır:
ni, vakfın gelirlerinin sarf yerlerini gösteren ve yargıç kara-
rıyla tescil edilen bir vesikadır. Osmanlı Devleti dönemin- Karz (ödünç vermek), Mudarebe (emek-sermaye or-
de vakfiyeler, İslâm’a uygunluğu denetlenip, kadı siciline taklığı), Murabaha (vakıf para ile peşin mal alıp vadeli sat-
kaydedildikten sonra kesinleşirdi.1 mak yoluyla kâr elde etmek) ve Bidâa (vakıf parayı hayır
Vakıflarda “ebedilik” niteliği arandığı için, nakit paranın amacıyla işletip kârın tamamını vakfa vermek). Bunlardan
vakfedilip edilemeyeceği uzun süre tartışılmış, Şeyhu’l-İslâm en çok kullanılan yöntem “Murabaha”dır.
Ebussuud Efendi’nin (v. 982/1574) “nakit para vakfında, Tarihî süreçte, para vakıflarından kredi kullanan kimi
malın cinsinin (mislin) devamı, kendisinin (aynın) devamı girişimciler, kervan ve gemilerle uzak ülkelere giden ve
hükmündedir.” fetvası ile para vakıflarının önü açılmıştır. kârlı ticaret yapan büyük tüccarlardı. Bunlar elde ettikleri
Osmanlılarda ilk bilinen para vakfı, Fatih Sultan kârdan sermaye sahiplerine pay veriyorlardı.5
Mehmed’in, geliri yeniçeri ocaklarına verilen etlerin süb- 15. yüzyıldan itibaren önemli bir finans kaynağı olan para
vansiyonunda kullanılmak üzere vakfettiği 24.000 altın vakıflarının, diğer vakıflar içindeki gelişme süreci şöyledir:6
tutarındaki vakıftır.2 İstanbul’da Fatih’ten itibaren, 1456–
1551 yılları arasında 1161 para vakfı vardı.3 Tarih Adet Toplam nakit (akçe) Adet Nakit
30
Bu resmî kayıtlara göre 1456–1546 arası 90 yıllık dö- vakfiyesinde işletilme şekli şöyle belirlenmiştir: “Yukarıda
nemde vakfedilen nakit para toplamı 18 milyon akçeye adı geçen vakfedici kadın, miktarı belirtilen 91.000 gümüş
ulaşmaktadır. Bunların diğer vakıf çeşitlerine göre yüzde dirhemin, ne eksik ne de fazla olmamak üzere, yılda her
ortalaması ise, vakıf sayısı içinde % 26, toplam nakit de- 10 dirheme, 1,25 dirhem (yıllık % 12,5) hesabı üzere, faiz
ğerler içinde ise % 44,3’tür. (riba) ve faiz şüphesinden uzak bir şekilde, İslâm’a uygun
Aynı döneme ait, 933/1527 yılı Osmanlı Devleti vergi bir muamele (muamele-i şer’iyye) ve günlük rayiç bedeller
gelir toplamı 537 milyon 927 bin akçe kadardır. Bundan (murabaha-i mer’iyye) uygulanarak, kâr (rıbh) getirecek
eyaletlere, has, tımar ve zeamet teşkilâtlarına verilen paylar şekilde işletilmesini şart koştu. Bu muamele sağlam rehin
düşüldükten sonra, merkezde toplanan bütçe gelirlerinin veya varlıklı kefil güvencesi ile güçlendirilir.”13
% 12 kadarını, vakıf paraların oluşturduğu görülür.7 Bu vakfiyeye göre, vakfın konusu olan para fonu, yıl-
Para vakıfları Osmanlı’nın son dönemlerine kadar öne- lık % 12,5 kârla işletilecektir. Meselâ; İstanbul kasapları
mini korumuştur. Nitekim 18 ve 19. yüzyıllarda kurulan için hayvan yetiştiricilerinden peşin parayla satın alınacak
vakıflar üzerinde yapılan incelemelerden, 18. yüzyıl vakıf- hayvanlar, % 12,5 yıllık kârla kasaplara satılacak, kasap-
larının % 31,7’sinin, 19. yüzyıl vakıflarının ise % 56,8’inin lar ödemeyi para vakfına bir yıl sonra yapacaktır. Bu-
para vakıfları olduğu tespit edilmiştir.8 nun, günümüz faizsiz bankalarında uygulanmakta olan
Osmanlı Devleti’nde son yüzyıla kadar tedavülde altın “Murabaha”dan ibaret olduğunda şüphe yoktur.
veya gümüş paranın kullanılması, enflasyonun çok düşük Osmanlı dönemi fıkıh literatürü ve para vakfı vakfiyeleri
seyretmesine vesile olmuştur. Çünkü maden değeri ile pi- incelendiğinde, bu çeşit vakıflara ait anaparanın; Karz-ı hasen
yasada dolaşan para sisteminde enflasyon yoktur.9 Paradaki (ödünç verme), Mudarebe (emek-sermaye ortaklığı yoluyla
değer kaybı günümüze oranla asırlara göre hesaplandığın- işletme), Müşâreke (sermaye ortaklığı), Murabaha (malı peşin
da çok düşüktür. Meselâ ilk Osmanlı akçesinin basıldığı fiyatla satın alıp yıllık belli kârla alıcıya devretme), Bidâa (vakıf
1326 yılından 1740 yılına kadar 414 yıllık süre içinde de- parayı Allah rızası için meccanen işletip kârın ve anaparanın
ğer kayıp oranı % 84,3 idi. Buna göre yıllık ortalama değer tamamını vakfa verme), veya bey’ bi’l-vefa (mülkiyeti muhafa-
kaybı % 0.24’te kalmıştır.10 za kayıtlı geçici satış) yöntemlerinden birisiyle veya birkaçı ile
Vakıf paraların ekonomide bir istikrar unsuru olması, işletildiği görülür. Böyle bir kredi kullanımı sonucunda elde
bunların vakıf mütevellileri tarafından standart ölçülerde edilecek gelir, vakfın hayır cihetine harcanır.
işletilmesi ile yakından ilişkilidir. Şöyle ki:
b) Kanuni Sultan Süleyman, çeşitli para vakıflarını bir-
İslâm kültüründe vakıflara, yetimlere ve kamuya ait leştirerek oluşturduğu 698.000 akçelik vakıf paranın “Mu-
bütün mal ve nakit para varlıkları rayiç piyasa fiyatları ölçü rabaha” yoluyla işletilmesini ve elde edilecek kârın (rıbh)
alınarak yönetilir. Bunların satımı veya kiraya verilmesi du- İstanbul kasaplarına sermaye olarak kullandırılmasını şart
rumunda fâhiş gabin (aşırı aldanma) ölçüsünde ucuza ve- koşmuştur.14
rilmesi, satım veya kira akdini geçersiz kılar. Gerektiğinde
bunları yöneten mütevelli, velî veya kayyım, ortaya çıkan Bu uygulamalara göre, vakıf paraların Murabaha yo-
zararı tazmin etmekle yükümlü olur.11 luyla yıllık % 10-15 arası kârlarla işletilerek, bir çeşit ban-
kacılık faaliyeti sürdürülmüştür. Ancak para vakıflarının
İlk olarak Belh fakihlerinden Nusayr b. Yahya (v.
arka plânında, “Murabaha” yöntemi görülür.
268/881), rayiç piyasa fiyatlarının dışına çıkmayı ifade
eden “fâhiş gabin” ölçülerini, gayrimenkullerde % 20, Yıllık olarak eklenen bu fazlalığı faiz olarak değerlendi-
hayvanlarda % 10 ve menkul mallarda % 5 olarak tespit renler de olmuştur. Ömer Lütfü Barkan ve John E. Man-
etmiştir. Osmanlı Devleti piyasasında yüzyıllarca ölçü alı- daville bunlar arasındadır.15
nan bu miktarlar, 1876 tarihli Mecelle’nin 165. maddesi Günümüz, faizsiz katılım bankaları büyük ölçüde Mu-
ile kanunlaştırılmıştır.12 rabaha yöntemini kullandıkları ve klâsik bankaların faiz
Osmanlı ekonomik yapısında hâkim olan bu fiyat stan- oranlarına yakın kâr payı verdikleri için, bu itham onlara
dartlarının, para vakıflarının “Vakfiye”lerinde de standart da yapılmaktadır. Böyle bir ithama maruz kalmamak için
ölçülere bağlandığı görülür. onların Mudarebe ve risk sermayesi gibi daha kârlı alanlara
Aşağıda vereceğimiz iki vakfiye örneği bu standartlığa yönelmesi beklenir.
işaret eder: 2- Bey’ bi’l-Vefâ Yoluyla Finansman Kullanımı:
a) 1517 tarihli, 2. Bayezid’in oğlu Şehinşah’ın oğlu Günümüz beşerî hukuklarında yer alan “mülkiyeti
Mehmed’in karısına ait, 91.000 gümüş dirhemlik paranın muhafaza kaydı ile satış” çeşidi bir çeşit ipotek olup, daha
31
çok taksitle mal satışlarında, satış bedelini teminat altına bi’l-vefa) rehin (ipotek) olarak kabul eder. Mal sahibinin
almak maksadıyla uygulanmaktadır. Borç ödenince, mal izni olunca, alıcı malın gelirinden yararlanabilir.20
üzerindeki ipotek kalkar ve malın mülkiyeti ilk sahibinin Meselâ: Faizsiz yolla kredi sağlamak isteyen (A), aylık
üzerinde devam eder.16 1000 dolar kira geliri olan ve gerçek değeri 100 bin dolar
Borcun tamamı ödeninceye kadar, ipotekli mal üzerin- bulunan bir gayrimenkulünü, bey’ bi’l-vefa sözleşmesi ya-
de satıcı aslî, alıcı fer’î zilyed durumundadır. Bunun bir ne- parak, iki yıl süreyle, (B)’ye satsa, (B) iki yıllık süre içinde
ticesi olarak, şart yerine gelmeden malda yapılacak temlikî 24.000 dolar kira bedelini alabilir. (A), en geç vade so-
her tasarruf geçersiz sayılır. Bu konuda kötü niyetli üçüncü nunda 100.000 dolar borcu (B)’ye öderse, ipotek kalkar
kişilerin hakkı da korunmaz.17 ve gayrimenkulünü geri alır. Eğer süre sonunda kredi geri
Tarihte doğu İslâm toplumlarında, faizsiz kredi temini ödenmezse, bu gayrimenkulün mülkiyeti kendiliğinden
için başvurulan “bey’ bi’l-vefa” işlemi de, sözünü ettiğimiz (B)’ye geçer.
bu ipotek çeşidine benzer ve fıkıhtaki “rehin” işleminden Ancak (B)’nin bu ipotekli gayrimenkulden yararlana-
başka bir şey değildir. Bu yöntem, 15. milâdî yüzyıldan mama riski de vardır. Gayrimenkulün boş kalması, tarım
itibaren kullanılmış ve örf hâline gelmiştir. arazilerinden ürün alınamaması gibi riskler bunlar arasın-
Tarihte ilk olarak Şeyh Bedruddin Mahmud (v. da sayılabilir.21
823/1420) Câmiu’l-Fusûleyn adlı eserinin 18. faslın- Yukarıdaki örnekte, (A), kendine ait ipotekli gayrimenku-
da, Necmuddin Ömer bin Muhammed en-Nesefi’nin lü kullanmaya devam edecekse “kiracı” sıfatıyla yararlanır. Bu
Fetva’sından naklen şunları kaydeder: “Zamanımızda hal- durumda (B)’ye rayiç fiyat üzerinden kira bedeli ödemesi ge-
kın faizden korunmak için yaygın olarak kullandıkları ve rekir. Fıkıhta bu son işleme “Bey’ bi’l-istiğlâl” denilmiştir.22
adına bey’ bi’l-vefa dedikleri muamele, gerçekte rehinden Bu duruma göre kredi alacaklısı, şart konulmuşsa, ipo-
(ipotek) başka bir şey değildir. Çünkü bu işlemde, alıcı tekli yerden yararlanabilir. İpotekli yerin kira gelirini al-
mala mâlik olamaz ve mal sahibinin izni olmadan da on- mak da yararlanma kapsamına girer.23
dan yararlanamaz. Maldan izinsiz yararlanır ve malı telef 3- Tahvil ve Sukuk Çıkarma Yoluyla Finansman:
ederse tazmin etmesi gerekir. Eğer ipotekli mal telef olur- a) Tahvil ve Mukarada Tahvili İlişkisi:
sa borç düşer. Bize göre bununla rehinin (ipotek) hükmü Beşerî hukukta tahvilin tanımı şöyle yapılmıştır: Ano-
arasında hiçbir fark yoktur. Akdi yapanlar ona satış dese- nim şirketlerin ödünç para bulmak için itibari kıymetleri
ler bile bu, teamül (örf) hâline gelmiş rehindir ve burada eşit ve ibareleri aynı olmak üzere çıkardıkları borç senetle-
maksat, alacağı teminat altına almaktır.”18 rine “tahvil” denir.24
Bey’ bi’l-vefa sözleşmesinde, alıcı akit süresince mala Devlet tahvilleri, hazine bonoları gibi kamu tüzel
mâlik olamaz. Satıcı, süre dolmadan her an borcunu öde- (hükmî) kişileri tarafından çıkarılan tahvillerle, Anonim şir-
yip malı geri isteyebilir. Ancak bu şekilde ipotekli bir malı, ketlerce çıkarılan tahviller, menkul kıymetler grubuna dâhil
ne satıcı ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça başkasına sa- kıymetli evraktan sayılmıştır. Hattâ açık bir hüküm bulun-
tamaz. Bu hak mirasçılara da geçer. mamakla birlikte, sermayesi paylara bölünmüş Komandit
İslâm fıkhına göre, rehnedilen (ipotekli) bir maldan, Şirketlerin de tahvil çıkarabilecekleri savunulmuştur.25
sahibinin izni bulununca ipotek ettiren kimse yararlanabi- İslâm’ın yayıldığı ilk dönemlerde, Hicaz yöresi denilen
lir. Böyle bir yerde kendisi oturabilir, ticaret yapabilir ya da Mekke ve Medine toplumları emek-sermaye ortaklığına
kiraya verip kira bedelini alabilir. Mukarada veya Kıraz terimini kullanırlardı. Irak yöresi ise,
Mecelle’yi şerh eden Ali Haydar Efendi (v. bu ortaklık için Mudarebe terimini kullanmıştır.26 Buna
1355/1936) bu konuda şöyle der: Bey’ bi’l-vefa yoluy- göre, emek-sermaye ortaklığı (Mudarebe) esasları çerçeve-
la satılan bir gayrimenkulün gelirinden bir bölümü, alı- sinde çıkarılacak faizsiz tahvile “Mukarada” veya “Muda-
cıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta uyulması gere- rebe tahvili” diyebiliriz.
kir. Çünkü Mecelle’nin 83. maddesinde, “İmkân ölçü- Mukarada veya mudarebe tahvili ilk olarak Türkiye
sünde yasalara uygun bulunan (legal) şarta uymak gere- mevzuatına Albaraka Türk A.Ş.’nin 12.11.1984 tarihli ilk
kir.” hükmü yer alır.19 Ana Sözleşmesi ile girmiştir.27 Adı geçen Ana Sözleşme’nin
Son dönem İslâm bilginlerinden Ömer Nasuhi 11. maddesine göre; ilgili kanun, tüzük, kararname ve teb-
Bilmen’in konu ile ilgili tespiti şöyledir: İslâm bilginleri- liğlerce müsaade edildiğinde ve ilgili mercilerden izin alı-
nin çoğunluğu, mülkiyeti muhafaza kaydıyla satışı (bey’ narak on yıla kadar süreli mukarada tahvilleri çıkarılabile-
32
cektir. Ancak mukarada tahvili Türkiye’de uygulama alanı kıymetlerden oluşurken, sukuklar temel olarak varlık sepe-
bulamamış ve Albaraka Türk Finans Kurumu, bu tahvil tinde sahiplik hakkından oluşan yatırım sertifikalarıdır.30
çeşidini, yeni Ana Sözleşmesi’ne almamıştır.28 Sonuç olarak İslâm nakit para kaynaklarının, sadece
b) Sukuk uygulaması: üretimde ve mal alım satımında mübadele aracı olarak kul-
Günümüz bazı dünya piyasalarında Mukarada tahvi- lanılmasını hedeflemiştir. Bu, aynı zamanda para gücünün
li yerine bir çeşit gelir ortaklığı senedi veya çeki sayılan doğrudan reel ekonomide kullanımını gerektirir.
“sukuk” belgeleri kullanılmaktadır. Arapçada sakk (çoğu- * Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
hdonduren@yeniumit.com.tr
lu sukuk) olarak kullanılan Farsça çek kelimesi, aslî şekil ve
anlamıyla bugün batı dillerinde yaşamaktadır. Hz. Ömer Dipnotlar
devrinde de varlığı bilinen çek keşidesi beytülmale ve daha 1. Ömer Hilmi, Ahkâmü’l-Evkâf, İstanbul 1307/1889; Özcan, Tah-
sin, Osmanlı Para Vakıfları Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği,
çok cihbizlere yapılabiliyordu. Ancak Hz. Ömer’in, kıtlık Türk Tarih Kurumu, Ankara 2003.
yıllarında vurgunculuğa yol açmaması için, beytülmalden 2. Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, 1/254.
gıda maddesi alımını sağlayan sakk (çek) belgelerinin el 3. Barkan-Ayverdi, 1970. İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, (H.
953/M. 1546)
değiştirmesini yasakladığı belirtilir.29 4. Altınay, A. Refik, 16. Asır İstanbul Hayatı, İstanbul 1935, s. 87.
Günümüz sukuku (çekleri) geçmişte kullanılan bu su- 5. İnalcık, Halil, The Otoman Empire, The Classial Age 1300-
1600, London 1673, s. 162, 319.
kuktan farklıdır. Günümüzde Mudarebe, Muşareke, İcâre 6. Barkan-Ayverdi, a.g.e., s. 30-31.
hatta İstisna’ sözleşmelerine dayalı “kâr veya gelir ortaklığı 7. Barkan-Meriçli, Hudavendigar Livası Tahrir Defteri, 1/5; Döndü-
senedi” diyebileceğimiz bu belgeler dünya borsalarında ye- ren, Hamdi, Günümüzde Vakıf Meseleleri, İstanbul 1998, s. 97.
rini almış bulunmaktadır. Sukuk veya faizsiz menkul kıy- 8. Yediyıldız, Bahaeddin, “18. Asır Türk Vakıflarının İktisadî Boyu-
tu” V.D., 18, 5-41; Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi Çerçe-
met kullanımı son yıllarda oldukça yaygınlaşmıştır. vesinde Vakıf Müessesesi, TDV Yayını, Ankara 1995, s. 138.
Körfez ülkelerinde 2000 yılında toplam değeri 336 9. Tabakoğlu, Ahmet, “İslâm Dünyasında Para ve Bankacılık Tecrü-
besi”, İslâm Dünyasında Para ve Bankacılık Tecrübesi, Albaraka
milyon USD olan üç ihraçla başlayan sukuk işlemleri, Türk Yayını-17, İstanbul 2000, s.153.
2006 yılı sonunda 77 ihraçla 27 milyar USD’nin üzerinde 10. Tabakoğlu, Ahmet, “Osmanlı İktisat Tarihinde Enflasyon Mese-
bir hacme ulaşmıştır. lesi (1300-1750)”, M.Ü.İ ve İ.B.F. Der., Sy. 2, İst. 1985, s. 245.
Bir başka hesaba göre 1326-1755 arasında 429 yılda akçenin de-
Sukuk bonolar yani varlığa dayalı faizsiz tahviller, ğer kaybı %91.3, yıllık ortalama değer kaybı yine %0.2’dir.
Malezya’nın buluşudur. 2002 yılında Malezya hükümeti 11. krş. En’âm sûresi, 6/152; İsrâ sûresi, 17/34.
tarafından ihraç edilen sukuk bonolara yönelik ilgi, Pakis- 12. Ali Haydar, Duraru’l-Hukkâm, İstanbul 1330 H., 1/165-166.
13. bk. Bursa Şer’iyye Sicilleri, A 21/27, 33a.
tan, Bahreyn, Brunei Sultanlığı, Katar gibi birçok bölge 14. Altınay, A.Refik, a.g.e., s. 87.
ülkesinin de konuyla ilgili harekete geçmesi, gelişmiş ülke 15. Barkan-Meriçli, a.g.e., 1/129 vd.; Murat Çizakça, Para Vakıfları,
sermaye piyasalarında bu yeni yatırım enstrümanına uy- İst. 1993, s. 69.
16. Ekemen, Nafiz Zeki, Mülkiyeti Muhafaza Mukavelesi, İst. Baro-
gun ortamlar meydana getirmiştir.. Moody’s Investors su Mec., 1964, s. 339 vd.
Service’in tahminlerine göre, sukuk pazarı 40 milyar doları 17. Türk MK. 901; TBK. 150/3.
aşan bir büyüklüğe sahiptir. 18. Ali Efendi, Fetâvâ, İst. 1311 H. I, 300, Madde, 398.
19. Ali Haydar, a.g.e., 1/666, 667; Mecelle, Madde, 396, 398.
Bir sukuk bono ihraç edebilmek için borçlunun önce 20. Bilmen, Ö. Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, İst. 1967, VI,
bir varlık sahibi olması gerekiyor. Bu varlığa istinaden ih- 127, 128.
raç gerçekleşiyor. Meselâ, ilk uygulamanın hayata geçtiği 21. Ali Haydar, a.g.e., 1/664, 655, 666.
22. Ali Haydar, a.g.e., 1/664, 655, 666; Mecelle, Madde, 119, 397.
Malezya’da, Federal Malezya Arsa Ofisi’nin elindeki arsalar, krş. İbn Rüşd, Bidâye, Mısır, t.y., 2/123, 124; Bilmen, a.g.e.,
kurulan bir kamu varlık şirketine satılmış, arsalar daha sonra 6/47, 48.
Malezya hazinesine kiralanarak kira geliri kontratları oluştu- 23. Ali Efendi, Fetâvâ, I, 300-3002.
24. Türk TK. 420.
rulmuştur. Bu kira gelirlerine dayalı olarak ihraç edilen su- 25. Poroy, Reha, Kıymetli Evrak Hukuku Esasları, İst. 1971, s. 7;
kuk bonolarla da menkul kıymetleştirme yapılmıştır. Türk TK. 476/2.
26. Serahsî, Mebsût, 2. baskı, Beyrut, ts. s. 17/18; Kâsânî, Bedâiu’s-
Sukuk genel olarak İslâmî prensiplere uygun (faizsiz) Sanâyi’, Beyrut, 1394/1984, 6/80; Bâcî, Müntekâ, Beyrut
tahvil olarak tanımlanır. En basit şekliyle sukuk bir varlı- 1403/1983, 5/149, 150.
ğa sahip olmayı veya ondan yararlanma hakkını gösterir. 27. bk. Türk Ticaret Sicili Gazetesi 12.11.1984 gün ve 1134 sayılı nüshası.
Sukukta yer alan hak-iddia sadece nakit akışı hakkı değil 28. bk. Türkiye Sicil Gazetesi, 30.05.2007 gün ve 6819 sayılı nüsha.
29. Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s.62.
aynı zamanda mülkiyet hakkıdır. Bu, sukuku geleneksel 30. İnfomag Der. sy. 2007/1, Yıl: 7, Ekonomi sayfası; Milliyet Gaze-
bonolardan ayırır. Geleneksel bonolar faiz taşıyan menkul tesi, 19 Eylül 2007 sayısı.
33
A L T I N N
Canlara Cânân Diye Sevdim
Sevdim seni hep canlara cânân diye sevdim
Bir ben değil âlem sana kurban diye sevdim
Ecrâm-ı felek levh u kalem mest-i nigahın
Didarına aşık ulu Yezdân diye sevdim
Mahşerde nebiler bile senden medet ister
Gül yüzlü melekler sana hayran diye sevdim
Aşkınla buhurdan gibi tütmede bu kalbim
Sensiz bana Cennet bile hicran diye sevdim
Ta arşa çıkar her gece aşıkların ahı
Asilere lütfun yüce ferman diye sevdim
Doğ kalbime bir lahzacık ey nûr-i Dilârâ
Sevdanı gönül derdine derman diye sevdim
Bülbül de senin bağrı yanık aşık-ı zârın
Feryadı bütün ateş-i sûzân diye sevdim
Huriler ezelden beri Şeydâ-yı cemalin
Yanmıştı sana Yusuf-i Kenan diye sevdim
Evlad ü iyalden geçerek Ravza’na geldim
Evsafını medhetmede Kur’ân diye sevdim
Kıtmirinim ey Şâh-ı Rüsûl kovma kapından
Âlemlere rahmet dedi Rahman diye sevdim
Şeydâ kuluna nazar eyle nazar-ı merhametinle
Bir lahza nazar en büyük ihsan diye sevdim
34
E F E S L E R
Bir Gece
Ondört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın ondördü; bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî:
Bir kerre, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de, ma'mûre-i dünya, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtılıcıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,
Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi.
35
YENi ÜMiT
P
eygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), buyrulur: “Allah size helâl ve haramı açıkça bildirmek, siz-
bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur: den öncekilerin yollarını (sünenellezîne min kablikum..)
ٍاَل ُْم َت َم ِّس ُك ب ُِس َّن ِتى ِع ْن َد َف َسا ِد ا َُّم ِتى ل َُه اَ ْج ُر َشهِيد size göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. O,
“Ümmetimin fesada düştüğü bir zamanda, sünnetime alîm ve hakîm’dir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve
sımsıkı sarılan şehit sevabı kazanır.”1 hikmet sahibidir).” (Nisa sûresi, 4/26)
Hadîs-i şerîfte sünnete temessük edenler; “şehid seva- Sünnet terimi, İslâmî literatürde özel anlamı itibariyle
bı”, bazı rivayetlerde ise, “yüz şehid sevabı” gibi bir ecirle Hz. Peygamber’in (aleyhisselam) sözleri, fiilleri ve takrir-
müjdelenmektedirler. İlk bakışta böyle bir müjdenin bü- leri olarak tanımlanır. Ancak sünnet kavramı geniş bir açı-
yüklüğünün hikmeti kavranamayabilir. Ancak şu iki duru- dan da ele alınmıştır. Buna göre sünnet, hükme ve amele
mun dikkate alınması, bu hususun izahı noktasında yeterli esas teşkil etsin etmesin, -yaptıkları veya kaçındıklarıyla,
olacaktır: Allah Resûlü’nün hayat tarzı ve yaşantısının bütünü olur.
Meselâ büyük usûlcü Şatıbî, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uy-
1. Sünnetin genel anlamı/kapsamı,
gulamalarına da -bunlar Kur’ân’da emredilmiş olmuş olsa
2. Temessükün zamanı.
bile- sünnet denildiğini belirtir.2
Birinci husus: Sünnet denilince umumiyetle ibadetlere
tâbi nafileler ve Peygamberimiz’in yeme-içme, uyuma şek- Bu konuyu daha açık ifadelerle ele alan diğer bir mü-
li, giyinme ve temizlenme tarzı gibi hususlardaki nebevî him şahsiyet ise Bediüzzaman’dır. O, Lem’alar adlı eserinde
âdetleri akla gelmektedir. Sünnet sadece bu kısımlarından ‘Sünnetin mertebeleri vardır.’ diyerek, bunları ferâiz (vaci-
ibaret görülünce de verilen mesajın anlaşılması biraz güç- bat), nevafil ve adâb olarak üçe ayırıyor.3 Bu tarife göre,
leşmektedir. Bunun için biz hadîsle vurgulanmak istenen sünnet, Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.), yaptığı veya yapılmasını
hususun daha iyi anlaşılması için sünnetin kelime ve genel emir buyurduğu veya izin verdiği hususların tamamını ifa-
anlamı üzerinde durulmasında fayda görmekteyiz. de ediyor. Dolayısıyla burada farz da, vacib de, müstehab
da sünnetin kapsamına girmiş oluyor.
Sünnet lügatte ‘gidişat –iyi ya da kötü olarak– takip
edilen yol’ demektir. Nitekim bu mânâyı ifade eden bir Şu hâlde sünnet, genel anlamı itibariyle Peygamber
hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Kim, İslâm’da güzel bir Efendimiz’in takip ettiği yoldur. Daha açık bir ifadey-
yol/çığır açarsa (men senne fi’l-İslâmi sünneten hasene- le sünnet, Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) dini
ten..), bu işin ecri ve daha sonra o yolda yürüyenlerin -farzları, nafileleri ve adabıyla- yaşayış biçimi ve onu uy-
ecirleri -yapanlardan bir şey eksiltilmemek üzere- onun- gulayış tarzıdır. Dolayısıyla bu hadîste temas edilen “sün-
dur. Kim de İslâm’da kötü bir yol/çığır açarsa (men senne nete temessük” hususunu, ‘Peygamberimiz’in farzlardan
fi’l-İslâmi sünneten seyyieten), onun ve o yolda gidenle- âdâplara kadar yaşayıp yaşatmaya çalıştığı dine sahip çık-
rin vebali, yapanlardan eksiltilmemek üzere onun sırtına mak’ anlamında ele almak daha muvafık olacaktır.
yüklenecektir.” (Müslim, Zekât 69; İbn Mace, Mukaddime 203) Şüphe yok ki, doğrudan Allah tarafından terbiye edilip
Çoğulu sünen olan sünnetin, bu mânâsıyla Kur’ân’da da hayra yönlendirilen Resûlullah (s.a.s.), farzı, vacibi, müs-
yer aldığını görmekteyiz. Bu çerçevede bir âyette ise şöyle tehabı ve âdâbı da dâhil hayatı bütün üniteleriyle insanlığa
36
talim etmek üzere bir rahmet olarak gönderilmiştir. Mesele yette “..Ona (sünnetime) azı dişlerinizle tutunup sarıldığı-
bu açıdan düşünüldüğü zaman görülecektir ki, onun yolu nız gibi sımsıkı sarılınız.”5 buyurmuştur.
öyle bir yoldur ki, binlerce dimağın bir araya gelmesiyle Onların bulundukları toplum içindeki durumlarına
bulunacak bütün yollar ve o yolların düstur ve prensipleri, ve kendilerini bekleyen göreve ise bir başka hadîs-i şerîfte
onun en küçük meselesi yanında sönük kalacaktır. dikkat çekilerek hem İbn Hanbel’in Müsned’inde, hem de
Tabiatıyla, böyle bir yolun işler hâlde tutulması için Tirmizî’nin Sünen’inde bu hususa yer verilir. Müsned’deki
gösterilecek olan gayretler de o nispette kutsi ve mübarek rivayet şöyledir:
olacaktır. Ve yine o nispette de ecri farklı olacaktır. “Nebi (s.a.s.) şöyle buyurdu: ‘İslâm garîb olarak (dilin-
Sünnet'e Sahip Çıkmanın Zamanı den ve hâlinden anlamayanların içinde gurbetteki bir garip
Bu nokta, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine/yoluna gibi) başladı. Sonra yine bir gurbet yaşayacaktır. O gariplere
sahip çıkmanın zaman dilimiyle ilgilidir. Hadîste dünyanın (gurbeti yaşayanlara) selâm olsun.’ Ona, ‘Garip olanlar kim-
fesada yenik düştüğü bir döneme dikkat çekilmektedir. Di- lerdir ya Resûlallah?’ denildiğinde, şöyle buyurdu: Onlar,
nin esaslarına ilişilip dindarın istihzaya alındığı, dinî hayat insanların ifsad ettiklerini ıslaha çalışanlardır.”6
adına pek çok şeyin aslî çizgisinden çıktığı, salahın kaybol- Tirmizî’nin rivayetinde ‘İslâm..’ yerine ‘din (garip ola-
duğu bir zamandan haber verilmektedir. İşte bu süreçte rak başladı)..’ ifadesi vardır. Sonu ise şöyledir: “Benden
ortaya konacak gayretlerin apayrı bir kıymeti olacaktır. Biz sonra sünnetimi (yolumu) ifsad eden insanların ifsatlarını
Hak katında bu işin ne kadar mühim bir anlam ifade etti- ıslaha çalışırlar..”7 Bu cümlede öncelikli olarak, zamanın
ğini ve nasıl eşsiz bir hizmet olduğunu Peygamberimiz’in âhir diliminde Hz. Peygamber’in hayata anlam ve değer ve-
bu mübarek sözünden anlamış olmaktayız. ren hayatının gerek ferdî gerekse içtimaî alandan çekilme-
Şehitlik, Allah yolunda yapılan cihad için verilen özel siyle, insanlığın bir çürümeye ve bozulmaya maruz kalaca-
bir mükâfattır. Bu hadîste, sünnete sımsıkı sarılanların da ğı bildirilmektedir. Cümlenin devamında ise, bulundukları
şehit sevabına mazhar olacaklarının bildirilmesi, bize bu toplum içerisinde gurbet yaşayan, ama taşıdıkları kulluk
dönemde cihadın temsil şeklinin nasıl olması gerektiğini felsefesi ve sorumluluk şuuruyla bu yıkılışları yeniden imar
öğretmiş olmaktadır ki bu da, Resûlullah’ın sünnetine için çaba sarf edecek olan insanlardan bahsedilmektedir.
(dini yaşama ve yaşatma usûlüne) sarılmaktır. Bir diğer ifadeyle, yıkılan bir toplum dünyasını, yitirilen
nesilleri yeniden aslına ve özüne döndürmeyi gaye-i hayal
İnanan insanların şehit sevabına nâil olacaklarını haber ve-
edinmiş kudsî gariplerden söz edilmektedir.
ren bu hadîs-i şerîfte ‘ümmetimin fesadı zamanında…’ ifade-
siyle, içtimaî boyutta bir bozulmanın vukû bulacağına dikkat Netice olarak denilebilir ki, bu hadîs-i şerîf bize
çekilmiştir. Asrımızdaki gerek itikadî, gerekse amelî ve ahlâkî bid’atlerin ve dalaletlerin dinin yerini alarak insan hayatını
yozlaşma bunun açık bir delilidir. Bu fesadın etkisiyle nice di- istilâ ettiği bir zaman diliminde, Hz. Peygamber’in (aley-
mağlar yaralı ve nice vicdanlar karanlık hâle gelmiştir. hissalatü vesselam) yolunu yol bilip onu yaşamaya ve ya-
şatmaya çalışan hizmet erlerinin şehit sevabı alabilecekle-
Bu rivayeti destekleyen diğer haberlerde ise, bu bozgu- rinin müjdesini vermektedir. Öyleyse bize düşen bu kutlu
na karşı direnip sebat etmenin zorluğuna vurguda bulunul- beyanın vaadine bilfiil mazhar olmaya çalışmaktır.
muştur. Meselâ şu hadîs-i şerîfte onların durumu şöyle ifade * Dicle Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
olunmuştur: “O gün dinine temessük edenin (ona sarılıp yozturk@yeniumit.com.tr
yaşamaya çalışanın) durumu, elinde ateş parçası tutan kişi- Dipnotlar
nin hâli gibidir.”4 Evet, bu dönemde din bütünüyle hafife 1. Taberanî, el-Mucemu’l-Evsat, 5/315; Münavî, Feyzu’l-Kadir,
alınır olmuş ve dinin mukaddes saydığı mefhumlar hakare- 6/261. Bu zaman diliminde sünnete sarılanlara yüz şehid seva-
te maruz bırakılmıştır. İslâm çarkının tümüyle bozulmaya bının verileceğini bildiren bir rivayet de söz konusudur. Bkz.
Ebu Bekr el-Beyhakî, Kitabu’z-Zuhdi’l-Kebîr, Daru’l-Kütübi’l-
çalışıldığı böyle bir süreçte dine ait herhangi bir meseleyi İlmiyye, Beyrut 1995, 2/118.
ihya etmek için gayret edenler şehit sevabı kazanacaklardır. 2. Bkz. Şatıbî, el-Muvafakat, (çev.: M. Erdoğan), İz yay., İst. 1993, 4/1-2.
Çünkü onlar herkesin dinden elini çektiği veya çektirildiği 3. Bkz. 11. Lem’a, 6. Nükte.
4. İbn Hanbel, Müsned, 2/390. Az bir farkla hadis külliyatında yer
bir zaman diliminde zor bir işe talip olmuşlardır. alan diğer rivayetler için bkz. Tirmizî, Fiten 73; Ebu Davud,
Bu hadîste bir şeye ‘sıkı sıkıya bağlanmak’ mânâsına Melahim 17.
gelen ‘temessük’ kelimesinin kullanılması da dikkat çekici- 5. Ebu Davud, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 16; İbn Mace, Mukaddime
6; İbn Hanbel, Müsned, 4/126.
dir. Nitekim Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir 6. İbn Hanbel, 473.
başka hadîslerinde bu kelimenin anlamını açıklayıcı mahi- 7. Tirmizî, İman 13.
37
YENi ÜMiT
Prof. Dr. Muhammet ÇELİK *
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84
Hz. İbrahim tam bir tevhid insanıydı ve teslimiyet, onda zirvede idi. O, Cenâb-ı
Hakk’ın emirlerinden ne pahasına olursa olsun, zerre kadar inhiraf etmemiş;
hatta O’na “Evlâdını kes!” deyince bile, zerre kadar tereddüt geçirmemişti.
“Hanımını ve çocuğunu ıssız bir çölde bırak!” emri geldiğinde, hemen emri
yerine getirmiş.. sonra da arkasına bakmadan çekip gitmişti.
D
ünya nüfusunun yarıdan fazlası Musevîlik, Hıristi- üzerinde yoğunlaşmıştır. Bir arkeoloji uzmanının dediği
yanlık ve İslâm dinine mensuptur. Hz. Musa, Hz. gibi, “İnsanlar altın takı ve mücevherler için kazı yapmaya
İsa ve Hz. Muhammed’in (aleyhimüsselam) getir- başladılar. Sonra bu madenlerden daha kıymetli nesneler
diği üç dinin mensupları, Halilürrahman ve halilülinsan olduğunu keşfettiler; bunlar semaya yükselen tarih ve
olan Hz. İbrahim’e bağlılıklarını ifade ederler. Bundan yüce mânâlardır.”
ötürü Hz. İbrahim’in bilinmeyen yönlerini gün yüzüne
çıkartmak için büyük gayretler sarf edilmektedir. Arkeo- Halilurrahman’ın daveti tevhide dayalı ve onunla il-
lojik çalışmalar, benzeri görülmemiş bir tarzda bu mesele giliydi. Ayrıca bu davetin kıstası ilâhî adalet olup hedefi
38
ibadeti, maddeden mâneviye, Yüce Yaratıcı’ya yükseltmek- Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim’e, göklerin ve
ti. Bu, en eskisinden en modernine tarihçilerin insanlık yerin hükümranlığını gösterdi ki, Allah’ın
hayatı ile ilgili kaydedebildiği en eşsiz fetihtir.1 Zîrâ bu
fetih, insanların hem dış dünyasını hem de iç âlemini de- vahdaniyeti hususunda köklü ve sarsılmaz
ğiştirmiştir. Burada esas mesele, en üstün, en faziletli, en bir inanca sahip olsun. Böylece, Allah’ın
sahih ibadeti öğretmenin yanı sıra kâinat, insan ve insa-
onu hidayet etmesinin ve ona gösterdiği
noğlunu fert ve toplum olarak yeni bir bakış ve düşünceyle
ele alma meselesiydi. Aynı zamanda düşünce kıstaslarını hükümranlığın hakikatine vakıf olsun. Bu
tashih, insanın kendisi ve dünyayla münasebetini tanzim da Allah’ın birliğini tanımakla beraber, kav-
ve en zor değişim olan zihniyet değişimini gerçekleştirme
minin putlara tapmaları ve Allah’ı bırakıp
hâdisesiydi.
İnsan, ibadetini tabiattan, tabiatüstüne, Yaratıcı’ya yük- bu putları tanrı edinmek suretiyle apaçık
seltince ve Hak Mâbud’a olan ihtiyacı bedenî-cismanî, tabiî dalâlete düştüklerini bilmektir.
ve fıtrî ihtiyaçlarının üstüne çıkınca bir bütün olarak yücel-
miş olur. Böylelikle tabiattan küçükken, bir anda ondan daha Tevhit rehberliğiyle Hz. İbrahim, insanlık tarihinin seyrini
büyük oluverir. Hz. İbrahim bu değişimi gerçekleştirmiştir. müspete çeviren büyük hâdiselerin yaşanmasına vesile olmuş-
Allah Tealâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamberlerin atası tur. Zîrâ putlara tapma işi, birçok insanı yoldan çıkartıp sap-
Hz. İbrahim’e rüşt (doğru yol, hidayet, nübüvvet) veril- tırmıştır. (İbrahim sûresi, 14/36) Bu tehlike karşısında en önemli
diğini, babasına ve kavmine tevhit rehberliği yaparken sigorta namazdır. (İbrahim sûresi, 14/37) Namazı gevşetip zâyî
onların mahrum olduğu bir ilimle (Nübüvvet) donatıl- etmek, toplumların çöküş sürecinin sinyal vermesi, sonun
dığını bildirmektedir. Kur’ân, Hz. İbrahim’in kavmini ve başlangıcıdır. (Meryem sûresi, 19/59) Bu realiteden dolayı, kendi-
babasını çepeçevre kuşatıp saran, yoldan çıkaran, onların si ve neslinin namazı edâ edenlerden olmaları için Allah’a dua
gerçeği görmelerine mâni bir zindan hâlini alan şirk kirli- ve niyazda bulunmuştur. (İbrahim sûresi, 14/36)
liğinin önceki nesillerden tevarüs ettiğini kaydeder. (Enbiya Ulu’l-azm (azim ve kararlılık sahibi) peygamber Hz.
sûresi, 21/52) Hz. İbrahim’in, putlara tapma işinden kesin- İbrahim, şirkle mücadelesinde Allah’a iltica etmekte,
likle berî olduğunu, kendi dilinden haber verir. (Meryem O’ndan yardım dilemektedir. Kendisinin ve çocuklarının
sûresi, 19/48) “O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.” (Ba- şirkten korunması ve bulundukları şehrin güvenli olması
kara sûresi, 2/135) Bu husus, baştan beri onun tevhit üzere için Allah’a yalvarıp yakarması, bir belde için en büyük
olduğunu göstermektedir. tehlikenin şirk olduğuna işarettir.
Hz. İbrahim, tevhit rehberliği esnasında ikna edici Allah Tealâ, Halil’ini, (Nisâ sûresi, 4/125) dinin temel
bir üslûp kullanmış,2 şirk unsurlarının (putların) işitme- unsurları olan inanç esaslarına dâir tam bir yakîne ulaştır-
yen, görmeyen, fayda ve zarar vermeyen güçsüz ve cansız mıştır. Ulûhiyet ve haşir inancı hakkında onu doygunluğa
nesneler olduğuna dâir muhataplarını uyarmıştır. (Meryem (itmi’nan) eriştirmiştir. (Bakara sûresi, 2/260) Hz. İbrahim
sûresi, 19/42; Enbiya sûresi, 21/66) Bu çerçevede, “Sizin Rab- ve beraberindekilerde müminler için güzel bir örneklik
biniz, göklerin ve yerin Rabbi ve onların yaratıcısıdır.” (En- vasfı mevcuttur. (Mümtehine sûresi, 60/4–6)
biya sûresi, 21/56, Saffât sûresi, 37/87, Bakara sûresi, 2/258) demek “Rabbim budur!” İfadesinin Mânâsı
suretiyle kozmosa dikkat çekerek hakikate ulaşmalarını te- Halilürrahman’ın tevhit rehberliğini anlatan âyetlerden
mine çalışmıştır. Allah Tealâ, gökleri ve yeri yarattığı için olan En’âm sûresi’nin 76–78. âyetlerinde ilk etapta bir işkâl
Hak Mâbut’tur. Onları yaratmayan ve yaratmaya kudreti dikkat çekmektedir. Kur’ân ilimlerinden biri olan Müşkilu’l-
olmayan kör, sağır nesneler mabut olamazlar, buna hak ka- Kur’ân disiplini, anlaşılmasında şu veya bu şekilde bir güç-
zanamazlar. Bundan ötürü putlara tapma işi büyük bir ifti- lük olan âyetleri ele alarak çözüme kavuşturmayı hedefler.
ra (ifk), bir skandaldır. (Saffât sûresi, 37/86) Halilürrahman, Allah’ın kelâmında güç anlaşılan yerlerin bulunması tabiîdir.
putlardan korkmaz (En’âm sûresi, 6/81), onları kutsamanın Hattâ Bediüzzaman Said Nursî, Müşkilu’l-Kur’ân’dan
saçma bir davranış olduğu konusunda tereddüt gösterme- İ’cazu’l-Kurân’a bir hisse çıkartmak suretiyle orijinal bir
diğinden kırıp yerle bir eder. (Enbiya sûresi, 21/57–58) Bu, tespitte bulunur: “Zor olan bir kelâmın kapalılığı ve zorlu-
Allah’a olan sonsuz güveninin bir tezahürüdür. ğu, ya lâfız ve üslûbunun perişanlığından kaynaklanır ki bu
39
kısım, ifadeleri apaçık olan Kur’ân’a yanaşmamıştır. Yahut her iki âyette de inanç unsurlarının ilki olan Allah inancını,
mânânın dakik, derin ve kıymetli veyahut alışılmamış, sık- ötekisi âhiret bilincini temellendirmektedir.
lıkla karşılaşılmayan, sanki fehime karşı nazlanmak ve şev- Gelelim bunları takip eden ve işkâl ihtiva ettiğinden esas
ki artırmak için kendini göstermeyip kıymet ve ehemmiyet üzerinde durmak istediğimiz En’âm sûresinin şu üç ayetine:
verilmesini ister. İşte Kur’ân’ın müşkilâtı bu kısımdandır.”3
Kur’ân’ın müşkilâtı üslûbunun pek yüksek ve muhtasar ol- ََفل ََّما َج َّن َعل َْي ِه الل َّْي ُل َر َأى َك ْو َكب ًا َقالَ َهـذَ ا َر ّبِي َفل ََّما َأ َف َل َقالَ لا
َين * َفل ََّما َر َأى ا ْل َق َم َر َبازِغ ًا َقالَ َهـذَ ا َر ّبِي َفل ََّما َأ َف َل َقالَ ُأ ِح ُّب آْال ِف ِل
masıyla mânasının çok derin ve inceliğinden ileri gelir.4
َّ ين * َفل ََّما َر َأى َّ لَ ِئ ْن ل َْم َي ْه ِد ِني َر ّبِي لأَ َ كُ و َن َّن ِم َن ا ْل َق ْو ِم
İmdi, En’âm sûresi 75–78 âyetlerinde Hz. İbrahim’in
dili üzere gelen ifadelerdeki maksadı tespit için ilgili
س َ الش ْم َ ِالضا ّل
âyetlerin siyakına baktığımızda buradaki temanın putları ٌ َباز َِغ ًة َقالَ َهـذَ ا َر ّبِي َهـذَ ا َأ ْك َب ُر َفل ََّما َأ َفل َْت َقالَ َيا َق ْو ِم ِإ ِّني َب ِر
يء
ret ve tevhide irşat olduğunu görüyoruz. َ ُِم َّما ُت ْشرِك
ون
َ يم
ألبِي ِه آ َز َر َأ َت َّت ِخذُ َأ ْص َنام ًا آلِ َه ًة ِإ ِّني َأ َراكَ َو َق ْو َم َك ِفي ِ َوإِذْ َقالَ ِإ ْب َر
ُ اه
Burada müşkil olan Hz. İbrahim’in dili üzere gelen
َهـذَ ا َر ّبِي- Rabbim budur!” ifadesidir.
ض َ ات َوا
ِ أل ْر ِ او
َ الس َم
َّ وت َ ُيم َم َلك َ اهِ ِين * َوكَذَ لِ َك ُن ِري ِإ ْب َر ٍ اللٍ ُمب َ َض
Müfessirler, konu ile ilgili, ‘Acaba bu nazar makamı mı,
َ ون ِم َن ال ُْمو ِق ِن
ين َ َُولِ َيك yoksa münazara makamı mı?’ şeklinde değişik görüşler
“Bir zaman İbrahim, babası Azer’e: ‘Ne! Sen putları serdettiler. Bir başka ifadeyle, acaba Hz. İbrahim mi böyle
tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben, seni de halkını da bes- düşünüyor, yoksa kavmi ile tartışmak, onların tuttuğu yo-
belli bir sapıklık içinde görüyorum!’ demişti. Biz İbrahim’e lun, putlara tapmanın saçma olduğunu göstermek için mi
(şirkin çirkinliğini gösterdiğimiz gibi) imanında yakîne, ke- böyle diyor?
sinliğe ulaşması için göklerin ve yerin muhteşem hükümran- İbn Cerir et-Taberî, İbn Abbas’tan (r.a.), bunun na-
lığını da öylece gösteriyorduk.” (En’âm sûresi, 6/74–75) zar makamı olduğunu bildiren bir rivayet nakledip 77.
Âyetteki, “yerin ve göklerin melekûtu”, yerin ve gökle- âyetteki, الضا ّلِين َّ َ لَ ِئ ْن ل َْم َي ْه ِد ِني َر ّبِي لأَ َ كُ و َن َّن ِم َن ا ْل َق ْو ِمifadesini
rin yaratılışı yahut yer ve göklerde olan âyetler, alâmetler, bu görüşe delil olarak gösterir.
deliller şeklinde tefsir edilmiştir.5 Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’e Hadîs ve rivayet ilmine vâkıf müfessirlerden İbn Ke-
göklerin ve yerin hükümranlığını; güneş, ay, yıldızlar, ağaç- sir ise, bu hassas konuyu şöyle değerlendirir: Aslında Hz.
lar, hayvanlar vb. ile kendi saltanatının azametini, işlerin İbrahim, burada kavmine delil getirmek suretiyle onların
dış görünüşünü ve arka plânını göstermiştir.6 putlara ve heykellere tapma işinin anlamsızlığını ve saçma-
َ ون ِم َن ال ُْمو ِق ِن
ين َ ُ َولِ َيكifadesi şöyle anlaşılmıştır: Cenab-ı lığını göstermeye çalışan taraf konumundadır. Şöyle:
Hak, Hz. İbrahim’e, göklerin ve yerin hükümranlığını Adım Adım Tevhit
gösterdi ki, Allah’ın vahdaniyeti hususunda köklü ve sarsıl- Birinci merhalede; babasıyla kavmine, Büyük Yaratıcı
maz bir inanca sahip olsun. Böylece, Allah’ın onu hidayet nezdinde kendilerine şefaatçi olmaları için ibadet ettikleri,
etmesinin ve ona gösterdiği hükümranlığın hakikatine va- oysa buna müstahak olmayan semavî melekler suretinde
kıf olsun. Bu da Allah’ın birliğini tanımakla beraber, kav- yaptıkları putlara tapmaları yönündeki hatalarını göster-
minin putlara tapmaları ve Allah’ı bırakıp bu putları tanrı di. Babası ve kavmi, Allah’ın kulları olan meleklere ibadet
edinmek suretiyle apaçık dalâlete düştüklerini bilmektir. ederek onları aracı zannediyorlardı. Bunu, rızık, zafer vb.
Ulûhiyetle ilgili olan bu âyette anahtar kelime, “ُن ِري ihtiyaç duydukları hususlarda kendilerine şefaatçi olmaları
- gösteriyoruz”dur. Bu fiil, yine inanç esasları ve Hz. için yapıyorlardı. Bu merhalede, Hz. İbrahim, onların yedi
İbrahim’le ilgili olarak gelmektedir. gezegen olan Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter,
Satürn’e ibadet etmelerinin yanlışlığını gösterdi. Bunlar-
َ يم َر ِّب َأ ِر ِني َك ْي
ف ُت ْحيِـي ال َْم ْو َتى ِ َوإِذْ َقالَ ِإ ْب َر
ُ اه dan ışığı en kuvvetli olan Güneş, sonra Ay ve Venüs idi.
“Bir vakit de İbrahim: ‘Ya Rabbî, ölüleri nasıl diriltece- Öncelikle Venüs’ün tanrı olamayacağını, çünkü onun belli
ğini bana gösterir misin?’ demişti.” (Bakara sûresi, 2/260). bir yörüngesinin olduğunu ve bunda yol almaya mahkûm
Görüldüğü gibi bu âyette gelen kelime aynı köktendir: olduğunu, sağa sola sapamayacağını, kendi kendine bir
“ َأ ِر ِني- Bana göster.” tasarrufta bulunamayacağını, bilakis Allah’ın yarattığı ışık
saçan bir cisim olduğunu gösterdi. Ayrıca bunda büyük
Bu iki âyette varit olan kelime َر َأىkökünün if ’al ba- hikmet bulunduğunu anlattı. Çünkü Venüs doğudan do-
bından biri muzari, öbürü emir siğasındadır. Bu kelime ğuyor, batıya doğru yol alıp gözlerden kayboluyor, ertesi
40
gün bu tarz üzere devam ediyor.7 Böyle bir şeyin ilâh ol- Resûllah’ın (s.a.s.) şöyle dediğini bildirmiştir: “Allah Tealâ
ması hiç mümkün müdür? buyurdu ki: Ben kullarımı hanif (tevhid dini) üzere yarat-
Hz. İbrahim, bundan Ay’a geçti. Ay konusunda da yıl- tım.” (Müslim, Cennet 63)
dızla ilgili hususları anlattı. Ardından Güneş’e geçti. İşte Allah Tealâ, Yüce Kitab’ında şöyle buyurdu: “O hâlde
gözlerin gördüğü en ışıklı, en aydınlık varlıklar olan bu sen, bâtıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din
üç gök cisminin tanrı olamayacağı kesin delille anlaşılınca olan İslâm’a çevir. Yani Allah’ın insanları yaratmasında
dedi ki: ونَ ُيء ِم َّما ُت ْشرِك
ٌ َيا َق ْو ِم ِإ ِّني َب ِر: “Benim o tür var- esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et! Allah’ın bu hilkatini
lıklara ibadet etmem ve onları mevlâ/tanrı edinmem söz kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insan-
konusu değildir, böyle bir davranıştan beriyim, uzağım. ların çoğu bunu bilmezler.” (Rûm sûresi, 30/30)
Eğer onlar tanrıysa, beklemeyin, hepiniz bana tuzak ku- “Rabbinin Âdem evlâtlarıyla yaptığı şu sözleşmeyi dü-
run, zarar verin.” Sonra şöyle devam etti: şünün: Rabbin onların bellerinden zürriyetlerini almış ve
َ ات َوا onların kendileri hakkında şahitliklerini isteyerek ‘Ben si-
ض َح ِنيف ًا َو َما َأ َنا
َ أل ْر ِ او َّ ِإ ِّني َو َّج ْه ُت َو ْجه َِي لِل َِّذي َفطَ َر
َ الس َم zin Rabbiniz değil miyim?’ buyurunca onlar da ‘Elbette!’
َ ِم َن ال ُْم ْش ِر ِك
ين diye ikrar etmişlerdi.” (A’râf sûresi, 7/172)
“Ben eşyanın Halik’ına, yoktan yaratan, idare eden, öl- İmdi sâir mahlûkat hakkında durum böyle olduğuna
çüsünü tayin eden ve varlıklarını sürdürmeleri O’na bağlı göre, Allah Tealâ’nın “hak dine yönelen, Allah’a itaat üzere
olan, her şeyin hükümranlığı kendisinde olan hakiki ya- bulunan tek başına bir ümmet, bütün hayırlı hâlleri kendin-
ratıcıya Hak Mabud’a, her şeyin Rabbi, Sahibi ve Tanrısı de toplayan bir önder” (Nahl sûresi, 16/120) diye tavsif buyur-
olana ibadet ederim. Ben asla müşriklerden değilim.” duğu Hz. İbrahim Halil’in, geçici bir süre için de olsa, böyle
Allah Tealâ şöyle buyuruyor: bir düşüncede olması mümkün olur mu? Aksine insanlar için
“Rabbiniz o Allah’tır ki gökleri ve yeri altı günde yarat- Hz. Muhammed’den (aleyhisselâm) sonra Hz. İbrahim, en
tı. (..)” (A’râf sûresi, 7/54). selim (arı duru) fıtrat ve en istikametli ahlak ve seciye üzere
O hâlde Hz. İbrahim Halil’in bu âyetlerde nazar maka- olmaya hak sahibidir. Ayrıca onun, burada şirk üzere olan
kavmi ile münazara (kuvvetli deliller getirerek irşat) eden bir
mında olması (yıldıza, Ay’a, Güneş’e ‘Rabbim’ demesi) söz
konumda olduğu, yoksa böyle bir düşüncede (nâzır) olma-
konusu değildir. Cenab-ı Allah, onunla ilgili şöyle buyuruyor:
dığını şu âyet-i kerîmeler de göstermektedir:
“Biz Musa’dan önce de İbrahim’e hidâyet ve akl-ı selîm
“Halkı kendisi ile tartışmaya girişti: O dedi ki: ‘Allah,
verdik. Biz onun hâlini pekiyi biliyorduk. O vakit babasına
bana doğru yolu göstermişken, siz hâlâ benimle O’nun hak-
ve halkına: ‘Nedir bu karşısında durup taptığınız heykel-
kında tartışıyor musunuz? Sizin O’na ortak saydığınız şeyler-
ler?’ dedi.” (Enbiyâ sûresi, 21/51–52).
den ben hiçbir zaman korkmam. Rabbim ne dilerse o olur.
“Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allah’a itaat Rabbimin ilmi her şeyi kapsar. Hâlâ kendinize gelip ders al-
üzere bulunan tek başına bir ümmet, bütün hayırlı hâlleri mayacak mısınız? Hem siz, Allah’ın size tanrı oldukları hak-
kendinde toplayan bir önder idi. O hiçbir zaman müşrik- kında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak saymaktan
lerden olmadı. Allah’ın nimetlerine şükreden bir zât idi. korkmuyorsunuz da, nasıl ben sizin O’na ortak koştuğunuz
Çünkü Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti. Biz ona şeylerden korkarım? Şimdi biliyorsanız söyleyin, bu iki ta-
dünyada iyilik verdik. Elbette o, âhirette de salihlerden ola- raftan hangisi korkudan emin olmakta haklıdır?’ İman edip
caktır. Sonra da sana vahyettik ki: Doğru yola yönelerek imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan
İbrahim’in dinine tâbi ol; zîrâ o müşriklerden değildi.” emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır.
(Nahl sûresi, 16/120–123) İşte bunlar, kavmine karşı İbrâhim’e verdiğimiz delillerdi.
“De ki: ‘Benim namazım da, her türlü ibadetlerim de, Dilediğimiz kimselerin derecelerini kat kat yükseltiriz. Mu-
hayatım da ölümüm de hep Rabbülalemin olan Allah’a hakkak ki senin Rabbin tam hüküm ve hikmet sahibidir ve
aittir. Eşi ortağı yoktur O’nun. Bana verilen emri budur. O her şeyi hakkıyla bilir” (En’âm sûresi, 6/80–83).
O’na ilk teslim olan da benim.” (En’âm sûresi, 6/162–163). Allah Tealâ, bu âyetlerde, kavminin bu yüce Peygam-
İbn Kesir açıklamalarını şöyle sürdürür: Sahih-i Buhârî berle tevhit hakkında mücadele ettiğini ve bu konuda şüp-
ve Sahih-i Müslim’deki kayıtta, Ebû Hüreyre (r.a.) Resûl-i heleri olduğunu, onun “Allah, bana doğru yolu göstermiş-
Ekrem’in (s.a.s.) şöyle buyurduğunu bildirmiştir: “Her- ken, siz hâlâ benimle O’nun hakkında tartışıyor musunuz?”
kes fıtrat üzere doğar.” (Buhârî, Tefsiru sûreti Rûm 1; Müslim, ifadesi ile haber veriyor. Yani O’ndan başka tanrı olmayan
Kader 22) Sahih-i Müslim’deki kayıtta, Iyâd b. Hamâr, Allah’ın bu hususiyeti hakkında benimle tartışıyor musu-
41
nuz? Hâlbuki Allah bana gerçeği gösterdi, beni hakka iletti lışlığınızı, benim haklılığımı kabul ve itiraf etmiş olmanın
ve ben O’ndan bana gelen bir delil üzerindeyim. Durum ötesinde siz de benim gibi Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve ikra-
böyle iken ben nasıl sizin bozuk sözlerinize, geçersiz şüp- mı olan nübüvvet nuru sayesinde hakkı bulmuş olursunuz.
helerinize iltifat ederim?8 Dolayısıyla burada, sizin yanlış bir yol tutmuş olduğunuzun
ين َّ ‘ لَ ِئ ْن ل َْم َي ْه ِد ِني َر ّبِي لأَ َ كُ و َن َّن ِم َن ا ْل َق ْو ِمRabbim bana
َ ِالضا ّل anlaşılmasından dolayı bana karşı bir mahcubiyete, böyle
doğru yolu göstermese mutlaka sapmışlardan olurdum.’ bir komplekse girmenize hacet yoktur. Eğer Rabbimin ik-
dedi.” (En'am sûresi, 6/77) kavline gelince: ram ve ihsanı olmasa “kesinlikle ben de dalâlette olanlardan
Bu, birçok peygamberde rastlanan bir üslûptur ve sade- olurdum.” Ama Rabbim bana nübüvvet ihsan etti; onunla
ce gelecek zamanı değil, geniş zamanı da ifade etmekte olup hidayet oldum, hakkı buldum. Siz de bu nübüvvet sayesinde
insanın hayatının başlangıcından sonuna kadar Allah’ın hi- ancak doğruya ulaşabilirsiniz. Bu hidayete ihtiyaç noktasın-
dayetine, rahmetine, inayetine muhtaç olduğunu ders ver- da ben de sizin gibiyim. Allahu a’lem.
mektedir. Her türlü hidayet ve rüşt Allah’tandır; O’nun be- Sonuç:
reketi, lütfu, ihsan ve ikramıdır. Dolayısıyla لَ ِئ ْن ل َْم َي ْه ِد ِني Hz. İbrahim, bütün semavî din mensupları nezdinde
َر ّبِيifadesi, “Rabbim bana doğru yolu işin başında göster- kabul görmektedir. O, hem Halilürrahman hem de halilülin-
meseydi, el’ân göstermezse ve gelecekte göstermeye devam sandır. Onun daveti tevhide dayalı ve onunla ilgiliydi; ölçü-
etmezse ben de sapmışlardan olurdum.” anlamını ifade et- sü ilâhî adalet olup hedefi ibadeti, tabiat varlıklarından Hak
mektedir. Kur’ân’ın îcâzından bunu anlayabiliriz. Meselâ: Mâbûd’a yükseltmekti. Bu, insanların hem dış dünyasını hem
Hz. Nûh, “Ey halkım! dedi, bende hiçbir dalâlet yok, fakat de iç âlemini değiştiren insanlık hayatı ile ilgili en eşsiz fetih-
ben Rabbülâlemin tarafından size bir elçiyim.” (A’râf sûresi, tir. En’âm sûresi 76–78 âyetlerinde bildirilen; yıldızı, Ay’ı ve
7/61) demesi; Hz. Yusuf ’un, “Yâ Rabbi, Sana tam itaat için- Güneş’i görünce söylediği “Rabbim budur” ifadesi, onun bu
de bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı ve dürüst insan- nesnelerin kendi Rabbi olamayacağını bilmediğinden dolayı
lar arasına dahil eyle!” (Yusuf sûresi, 12/101) diye niyazı; Hz. değil; o nesnelerin rab oluşlarını reddetmek ve kavminin onla-
Süleyman’ın, gösterilen harikulade olay için “Bu, Rabbimin ra tapmalarının yanlışlığını ikna edici bir tarzda bildirmek için-
lütuflarındandır.” (Neml sûresi, 27/40) diye hayretini belirt- dir. Yıldız, Ay ve Güneş putlardan daha parlak, daha aydınlık
mesi; Peygamberlerin mucizelerini gerçekleştirirken daima ve daha güzel olmalarına rağmen tanrı olmamıştır. Bunlar ba-
“Allah’ın izni ile” kayıtlamaları, salih kulların her türlü başa- tıyor, sönüyor; devamlı kalmıyor. Putlar, güzellikte bunlardan
rılarını Allah’ın fazl u keremine vermeleri (Bkz. Bakara sûresi, aşağı, cisim itibarıyla bunlardan daha küçük, cansız, hareket-
2/249-251) vb. hususlar, her lütuf ve ihsanı daima Allah’tan siz, fayda ve zarar veremeyen nesnelerdir. Dolayısıyla ışık ve ısı
bilmek gerektiğine dâir birer derstir. veren o gök cisimleri buna rağmen tanrı olmadıklarına göre,
Hz. İbrahim’in لَ ِئ ْن ل َْم َي ْه ِد ِني َر ّبِيifadesine de geniş za- bunların öncelikle tanrı olmaması gerekir. İşte Hz. İbrahim,
man anlamıyla bakmak durumundayız. Böyle bir okumaya bu gerçeği göstermek için böyle söylemiştir. “Rabbim budur.”
dil açısından herhangi bir mâni olmadığını belirtelim. Bazı ifadesi, vurguyla söylenen ve böyle bir hususun asla mümkün
müfessirler yine bu paralelde şöyle dediler: Bu, ret ve kına- olmadığını ifade eden istifham-ı inkari (Rabbim budur?) tar-
ma anlamındadır. Yani “Rabbim bu değildir.” Araplar bu- zında bir cümle de olabilir.
nun gibi ifadeleri kullanırlar. Bu durumda, istifham ifade * Dicle Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
eden “hemze” hazfedilir.9 Kur’ân’ın sözlü bir metin olarak mcelik@yeniumit.com.tr
bildirilmesi hususu, ilgili âyetlerdeki ifadelerin istifham Dipnotlar
cümlesi olma ihtimalini teyit eden bir âmildir. Zîrâ sözlü 1. Abbâs Mahmûd Akkâd, İbrahim Ebu’l-Enbiyâ, s. 93.
2. Kadim tarih kitapları da Hz. İbrahim’in ikna edici üslûbuna dik-
ifadelerde vurgu ile soru sorulması yaygındır.10 kat çekmiştir.
Diğer taraftan Hz. İbrahim’in bu ifadesi, nübüvvetin 3. Risale-i Nur Külliyatı, II, 1997 (Muhakemat).
zaruretine ve azametine işaret etmektedir. Nübüvvet ol- 4. Risale-i Nur Külliyatı, II, 1228 vd. (İşârâtü’l-İ’câz - Bakara sûresi,
Âyet: 23-24).
mazsa Uluhiyet, âhiret gibi gaybî meseleleri insanın kendi 5. Taberi, 6/75 hk. V, 241.
aklına dayanarak halletmesi mümkün değildir. Ayrıca burada 6. Taberi, 6/75 hk. V, 241.
babası ve kavmine karşı psikolojik bir ikna mekanizmasını 7. Hatta kavmini matematik ve astronomi hususunda bilgilendirmiştir.
devreye aldığını da düşünülebiliriz. Şöyle: Ey kavmim, be- 8. Ahmed Şâkir, Umdetu’t-Tefsîr, I, En’âm 76-78 hakkında.
9. Taberi, 6/75 hk. V, 246.
nim tevhit üzere olup, şirkten beri oluşum Cenab-ı Hakk’ın 10. Hz. Peygamber de (aleyhisselam), soru edatı kullanmadan, vur-
bir fazl u keremidir. O, bunu bana ihsan etmiştir. Siz ey kav- guyla sual sormuştu. Vahşi’ye: “Hamza’yı öldüren sensin?” (Bu-
mim, şirki bırakıp tevhide geldiğiniz takdirde, kendi yan- hari, Meğâzî 23) demesi gibi.
42
YENi ÜMiT
Osman KARYAĞDI *
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84
Mü’min, her yaptığı şeyi Allah emrettiği için yapar. Ne kendi, ne ailesi, ne
de beraber olduğu insanların çıkarlarını kat’iyen düşünmez. Bir mü’minin,
bu tür beklentilere girmeden hareket etmesi, “hâlisâne” tabiriyle ifade edilir
ki, bu hak erinin, hiçbir zaman para-pul, makam-mansıp, şan-şeref.. davası
gütmeden, İslâm’a hizmette tıpkı bir nefer gibi hareket etmesi demektir.
47
YENi ÜMiT
Dr. Ergün ÇAPAN *
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84
İslâm’ı iyi anlayamamış bazı Müslüman kişi veya kuruluşların, dünyanın değişik
yerlerinde cereyan eden terör hadiselerine karışmalarının altındaki sebepleri
İslâm’da değil, onların kendilerinde, onların yanlış yorumlarında ve daha başka
faktörlerde aramak gerekir. Zira İslâm, terör yanlısı bir din olmadığı gibi, İslâm’ı
iyi anlamış bir Müslüman’ın da terörist olması düşünülemez..
İntihar Saldırıları
ve İslâm ntihar saldırılarına geçmeden önce mev-
zunun anlaşılmasına yardımcı olabilecek
genel bir iki hususa işaret etmekte fayda ola-
cağı kanaatindeyiz. İslâm’a göre insan, insan
olması itibarıyla üstündür. Kur’ân bu husu-
su şu şekilde ifade etmiştir; “Doğrusu Biz
insanoğlunu çok şerefli yarattık.” (İsra sûresi,
17/70) Kadın-erkek, genç-ihtiyar, siyah-
beyaz her insan muhteremdir, masûndur ve
dokunulmazlığı söz konusudur. İslâm, insan
hayatına çok önem vermiştir. Birçok ayet ve
hadisle “zaruriyat-ı hamse” (olmazsa olmaz
şartlar) denilen beş aslî değerin korunmasını
emretmiştir.1 Bunlar; din, nefs, nesil, akıl ve
maldır. Bu itibarla insanın hayatına kastedi-
lemez, ırzına el uzatılamaz, malına tecavüz
edilemez, yurdundan-yuvasından çıkarıla-
maz, hürriyeti elinden alınamaz, inançlarını
yaşaması engellenemez. İslâm her bir insanı,
başka varlıklara göre bir tür olarak gör-
düğü için tek bir insanı öldürmeyi
48
bütün insanları öldürme, bir insanın hayatını kurtarmayı Müslüman, gerek barış ortamında gerekse
da bütün insanların hayatını kurtarma olarak kabul etmiş-
tir. (Bkz. Mâide sûresi, 5/32) Bu değerlendirme, hiçbir din ve savaş halinde dininin kriterlerine riayet et-
modern sistemde olmadığı gibi, insan haklarıyla alâkalı mek durumundadır. Ne kadar zor şartlara,
hiçbir komisyon ve kuruluşta da insana bu seviyede değer sıkıntılara maruz kalırsa kalsın hislerini di-
verilmemiştir. Hatta bir insanın kendisinin bile kendine
karşı bu olumsuzlukları irtikap etmesine, Allah tarafın- ninin getirdiği esaslar çerçevesinde kontrol
dan kendisine bahşedilmiş hayata son vermesine müsaade altına almalı, dininin onaylamadığı bir ha-
edilmemiştir. Bir insan başka birisini öldüremeyeceği gibi reket içinde olmamalıdır. Barış ortamında
kendi hayatına da son veremez yani intihar edemez. İslâm,
intihara katiyen cevaz vermemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de in- hangi şekilde olursa olsun intihar eylemleri
tihar yasaklanmış, (Nisa sûresi, 4/29) Peygamber Efendimiz yapmak çok büyük bir cinayettir.
de birçok hadislerinde intihar etmenin haram olduğunu
ve âhiretteki cezasının ne kadar tüyler ürpertici olduğunu
bildirmiştir. (Buhâri, Cenâiz 84; Müslim, İman 175) hakkı tanımıştır. Hatta bu uğurda gerektiğinde ölmeyi şehit-
likle payelendirmiştir. (Buharî, Mezalim 32; Müslim, İman 226)
İslâm’da sulh esastır
İslâm, sulh güven ve esenlik demektir. O, hep sulh ve Bu şekilde genel bir bakıştan sonra intihar eylemleri üze-
salah soluklamıştır. Onu inanarak yaşayan Müslüman da rinde durmak istiyoruz. İntihar eylemlerini barış ve savaş
herkese hatta her şeye güven vaat eden, elinden-dilinden ortamında yapılanlar diye iki ayrı grupta ele almak gerekir.
rahatsızlık duyulmayan kimse demektir. İslâm, yeryüzün- A-Barış Ortamında İntihar Eylemleri
de fitneye, fesada, çatışmaya, zulme ve teröre savaş ilan Öncelikle ifade etmek gerekir ki, İslâm’ın ârizî bir du-
etmiştir. Birçok ayet ve hadiste bildirildiği üzere İslâm’da rum olarak kabul ettiği savaş ile ilgili nasslarını barış ve
sulh esas, savaş arızidir. Müslüman’ın diğer insanlarla mü- sivil ortamına alıp uygulamak doğru değildir. Savaş ile il-
nasebetlerinde de yine sulh esastır. Emniyetin ve dünya ba- gili hükümler savaş durumu ve şartları ile kayıtlıdır, sivil
rışının esas olduğu bir dinde, savaş ve çatışma gibi şeyler ortamda ve barış halinde ise İslâm, her Müslüman’a imanî
arızidir. Sağlam bir bünyeye arız olan mikropları savmak ve ahlakî değerleri seviyeli temsil ederek, insanlara şefkat
için bünyenin kendisini savunması gibi istisnaî bir durum- ve merhametle muamele etmesini ve yaşadığı toplumda
dur. İslâm, bir insanlık realitesi ve beşer tarihinin en göze sulhun ve emniyetin temini için çalışmasını emreder.4 Bu
çarpan bir vakası olmasına rağmen savaşı da -ki bu da belli yüzden barış ortamındaki herhangi bir ülkenin ister sivil
prensipler çerçevesinde cereyan etmektedir- hoş görme- isterse askeri herhangi bir yerinde bombalı intihar eylemi
miş, onu öncelikle müdafaa maksadına bağlamış, sonra da yaparak masum insanları hunharca katletmeyi İslâm dini-
bizzat Kur’ân’da geçen “Fitne katilden beterdir.” (Bakara, nin hiçbir şekilde onaylaması mümkün değildir.
2/191) prensibi çerçevesinde savaşları ve temelde savaşa İnsanlara hatta bütün varlığa şefkatle, merhametle
yol açan kargaşaları, düzensizlikleri, zulmü, bozgunculuğu muamele edilmesini emreden Kur’ân-ı Kerîm, “haksız
önlemek için meşru saymış2 ve onun için insanlık tarihinde yere bir insanı öldürmeyi, bütün insanlara karşı cinayet
ilk defa çok önemli sınırlamalar ve prensipler getirmiştir.3 işleme” şeklinde değerlendirmiştir. (Mâide sûresi, 5/32)
İslâm, savaşı dengelemek için de kaideler koymuştur: Evet, İslâm nazarında, bir insanın haksız yere öldürülme-
“Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün si bütün insanların öldürülmesi gibi büyük bir cinayettir.
işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler Zîrâ bir insanın öldürülmesi, hem herhangi bir insanın
olun! Bir topluluğa karşı içinizde beslediğiniz kin ve öfke, öldürülebileceği fikrini vermekte, hem de topyekün in-
sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uy- sanlığın hayat haklarına karşı hürmetsizliği terviç etmek-
gun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü tedir. Ve böyle bir cinayeti işleyen kimse, Allah nezdinde
Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Maide sûresi, 5/8) çok büyük değeri olan insanı, tüyler ürperten menfur bir
buyurarak adaleti ve cihan sulhunu esas almıştır. cinayetle katletmekle çok kötü bir çığır açtığından bütün
Bütün bu temel esasların yanında İslâm her Müslüman’a insanları öldürmüş gibi Allah’ın gazabına ve büyük bir
dinini, canını, malını, neslini, ırz ve mukaddesatını koruma azaba müstahak olmuş olur.
49
Kur’ân-ı Kerîm, bir insanın haksız ve kasıtlı olarak öl- Savaş durumunda genel bir prensip olarak “muharib
dürülmesi suçuna getirdiği ağır tehdidi, diğer suçlara ge- olmayan”lar öldürülmez. Kur’ân’da; الل ِ َّٰو َقا ِتلُوا ِفي َسبِيل ه
tirmemiştir. Gerçekten de bu ifade ve tehditler tüyler ür- َال ُي ِح ُّب ال ُْم ْع َت ِدين
َ الل َ ين ُي َقا ِتلُو َنكُ ْم َو
َ ّٰال َت ْع َت ُدوا ِإ َّن ه َ " ال َِّذSizinle
perticidir: “Kim bir mü’mini kasten öldürürse onun cezası, Savaşanlarla (savaşmaya ehil ve kudreti olup da bizzat sa-
içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona vaşanlarla) siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere
gazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap saldırmayın, haddi aşmayın. Muhakkak ki Allah haddi
hazırlamıştır.” (Nisa sûresi, 4/93) aşanları sevmez." (Bakara sûresi, 2/190) buyurulmaktadır.
Kasten bir mü’mini öldüren insanın cezası, Allah affet- Âyetteki " ُ"ي َقا ِتلُو َنكُ ْمkaydı çok önemlidir. Bu kip teknik
mezse ebedî cehennemdir. Ümmetin allâmesi İbn Abbas ifadesiyle “müşareket” bildirir ki bunun mânâsı “sizinle sa-
ve bazı âlimler bu ayeti kasten bir mü’mini öldüren kimse- vaş eden”, “muharip statüsünde olanlar” demektir. Demek
nin tövbesinin kabul olunmayacağı ve ebedi cehennemlik ki muharip olmayanlar yani savaşma statüsünde olmayan-
larla savaşılmayacaktır.
olduğu şeklinde tefsir etmişlerdir.5 Kur’ân’ın tefsir ve yo-
rumunda en önde gelen otorite bir insanın bu yaklaşımı Bu âyetten anlaşılan “muharip olmayanların öldürül-
gözden uzak tutulmamalıdır. memesi” hususu Peygamber Efendimiz tarafından gerek
sözlü gerekse fiili olarak izah edilmiştir: Bu konuda birçok
Ayette kasten bir mü’mini öldüren insanın cehennem- hadis vardır.6 Biz bunlardan birkaç tanesini nakletmekle
le cezalandırmasının yanında Allah’ın ona gazap edeceği, iktifa etmek istiyoruz:
onu lanetlediği ve ona büyük bir azap hazırladığı bildiril- Gazvelerden birinde öldürülmüş bir kadın bulunması üze-
mektedir. Allah’ın hiçbir suça böylesine ağır, tüyler ürper- rine Allah Resûlü böyle bir davranışı “Bu kadın savaşan birisi
ten bir tehdidi söz konusu değildir. Ayrıca masum bir in- değil ki niçin öldürüldü?” buyurarak kesinlikle tasvip etmemiş
sanı öldürmek Allah’a şirk koşmakla birlikte zikredilmiştir. (Ebu Davud, Cihad 111) ve kadınların, çocukların öldürülmesini
(Bkz. Furkan, 25/68; Enam, 6/151) Bu da meselenin dehşetini yasaklamıştır. (Buhari, Cihad 147; Müslim, Cihad 25)
göstermesi bakımından önemlidir.
Ayrıca Allah Resûlü, gazvelere gönderdiği ordulara, ko-
Diğer taraftan böyle bir vahşeti İslâm dininin kaynak- mutanlara şu şekilde tenbih ediyordu: “Allah’ın adıyla yola
ları ile temellendirmek de söz konusu değildir. Değişik koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insan-
ilaçlar ve tekniklerle beyni yıkanarak veya robotlaştırılarak larla aranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aş-
intihar eylemlerine sürüklenmesi dışında iman ve İslâm sı- mayın, meşrû savaşırken öldürdüğünüz insanlara müsle yap-
fatları olan şuuru yerinde bir Müslüman’ın böyle bir şeyi mayın (ağzını, burnunu keserek, insanlık onurunu rencide
yapması düşünülemez. edecek şeyler yapmayın) çocukları, kadınları, yaşlıları, iba-
B. Savaş Ortamında İntihar Eylemleri dethanelerdeki insanları öldürmeyin.” (Tehanevi, İlaü’s-Sünen,
Yukarıda kısaca İslâm’ın barış ortamına yönelik genel 12/31-32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/300; Ebu Davud, Cihad 82)
tavrını ifade etmeye çalıştık. Şimdi de mukaddesatını, ül- Hülefa-yı Râşidîn de aynı hassasiyeti göstermiştir. Gü-
kesini, varlığını koruma uğrunda savaşmak durumunda ka- nümüze kadar hemen bütün İslâm devlet başkanları cep-
lanların, masum insanlara ve sivil hedeflere yönelik intihar heye gönderdikleri komutanlara, sivil insanlara ilişmeme-
saldırılarını İslâmî kriterler açısından ele almak istiyoruz: lerini, mallarına zarar vermemelerini; savaşırken kadın ve
1. Savaş halinde iken “muharip olmayanlar” öldürülmez çocukları, mabetlerde yaşayan rahip ve keşişleri, tarlasında
Bir Müslüman’ın, iradesinin hakkını vererek hayatını çalışan çiftçileri öldürmemelerini tenbih etmişlerdir. Ve bu
Cenab-ı Allah’ın gönderdiği mesajın prensiplerine göre ya- prensipler de genellikle tatbik edilmiştir.
şaması, inancının gereğidir. Müslüman, ibadet hayatından İslâm Hukuku âlimleri, (muharip olmayan) kadınla-
muamelata, ondan öfke, nefret gibi hissî fiillerine kadar ha- rın, çocukların, pîr-i fânilerin, rahiplerin, kilisede ibadet
yatının her karesini ilahî emirler çerçevesinde şekillendirmek eden insanların, âmânın, kötürümün savaşta öldürülmele-
durumundadır. O, koruması gereken haklarını savunma rinin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. (Tahavî, Muhtasaru
mücadelesi verirken de bu prensiplere uymakla yükümlü- İhtilâfı’l-Fukahâ, 3/455-456)
dür. Savaş süreci dahi getirilen ilke ve prensipleri ihlal et- Yukarıda zikredilen ayetteki (Bakara, 2/190) “haddin aşıl-
meyi meşru kılmaz. İslâm, savaş durumunda dahi, savaşa ması”, Allah Resûlü tarafından iki şekilde tanımlanmıştır;
katılmayan yaşlı, kadın, çocuk vb. kimselerin öldürülmesini “muharip olmayanları öldürmemek” ve öldürülen insan-
onaylamamıştır. Bu gibi kimseleri “muharip” vasfını haiz ka- ların insanlık onurunu zedeleyici davranışlarda bulun-
bul etmemiştir. Ve bu şekildeki bir yaklaşım, savaş hukukuna mamak. Peygamberimiz, savaş durumunda karşı taraftan
İslâm’ın getirdiği yeni ve orijinal bir ilke ve prensiptir. öldürülen insanlara “müsle” (öldürülen insanın ağzını,
50
burnunu, kulağını kesilmesini) yapılmasını ve “sabran” disine siper olarak kullandığında mümkün mertebe bu in-
(bir canlının bağlanarak nişangah haline getirilerek ve çe- sanları hedef almaksızın, Müslümanların oralara saldırıda
şitli silahlarla atış yapılarak) öldürülmesini yasaklamıştır.7 bulunmasına cevaz verilmesidir.9
Hatta Efendimiz bir tavuğun bile “sabran” öldürülmesini Bunu biraz açıklamak gerekmektedir. Şöyle ki: Düşman
yasaklamıştır. (Ebu Davud, Cihad, 120; Darimî, Edahî, 13) ordusu, Müslüman erkek, kadın ve çocukları kendilerine siper
Ayrıca Peygamberimiz bir Müslüman’ın savaşırken bile yaparak Müslümanlara karşı savaşıyor ve Müslümanların da
kendine yaraşır bir şekilde davranması gerektiğine dikkatleri bu siperlere saldırmadan savaşı kazanması mümkün değilse
çekmiştir: “İnsanî ve ahlakî değerlere riayet ederek en güzel bu durumda düşman askerleri hedeflenmek şartıyla bu siper-
bir şekilde savaşan ehli imandır.” (Ebu Davud, Cihad, 110) lere de atış yapılabilir. Eğer saldırıldığında Müslümanların za-
Şimdi, bu kriterler penceresinden bombalı intihar ey- fer kazanması söz konusu değilse bu caiz değildir. Bu açıdan
lemlerine baktığımızda İslâm’ın genel ve etik prensipleriy- intihar eylemlerine bakıldığında ne askeri hedeflere yapılan
le ve tarih boyu uygulamasıyla tamamen zıt olduğunu gö- bir saldırı ne oralarda Müslümanların siper edilmesi ne de
rürüz. Zîrâ bu eylemlerde “muharip” vasfını haiz olmayan karşı tarafa zarar verip mağlup etme söz konusudur. Aksine
masum kimseler katledilmektedir ki bu, açık olarak İslâmî çarşıda pazarda günlük işleriyle meşgul olan masum insanlar
nasslarla çelişmektedir. hunharca katledilmektedir. Üstelik böyle bir hareket daha çok
masum Müslüman’ın öldürülmesine zemin hazırlamaktadır.
2. Sivil hedeflere saldırılmaz
Dolayısıyla “teterrüs” kaidesi, sivil ve masum -savaş ile ilgisi
Savaş durumunda iken masum insanları katletmek
olmayan- insanların bulunduğu yerde bomba ile intihar ey-
dinin temel referanslarına tamamen zıttır. Asr-ı saadet ve
lemi yapmaya kesinlikle delil olamaz. Tam tersine böyle bir
sonraki dönemlerde buna mesned teşkil edebilecek bir dav-
saldırı “haksız yere bir insanı öldürmeyi, bütün insanlara karşı
ranış biçimi olmadığı gibi bu, Müslümanlar tarafından da
cinayet işleme” (Mâide sûresi, 5/32) çerçevesine girer.
bir mücadele metodu olarak kullanılmamıştır. Eğer “başka
çare yok, ne yapılsın?” denilecek olursa Mekke’de çok ağır 3. Kur’ân’da Zikredilen "İrhab" ve Terör
işkencelere, eziyetlere maruz kalan sahabe efendilerimiz ve Kur’ân’ı Kerîm’de sadece pozitif manada kullanılan ve
daha sonraki dönemlerde onların çizgisinden giden Müs- kendisine övgüden başka anlam yüklenmemiş kelimeler
lümanların böyle bir yola başvurmadıklarını hatırlatmak vardır. “İrhab” kelimesi de bunlardan biridir. Kur’ân’da bu
yeterli olur kanaatindeyiz. kelimenin geçtiği ayet şöyledir:
ون ِب ِه َع ُد َّو
َ اط ال َْخ ْي ِل ُت ْر ِه ُب ْ َو َأ ِع ُّدوا ل َُه ْم َما
ِ اس َتطَ ْع ُتم ِم ْن ق َُّو ٍة َو ِم ْن ر َِب
Hemen bütün fıkıh kaynaklarında yer alan bir husus var-
dır; bir Müslüman savaş durumunda bir orduya veya askeri
birliğe tek başına öleceğini bile bile saldırabilir mi? Bunun الل َي ْعل َُم ُه ْم َو َما َ ين ِم ْن ُدو ِنه ِْم
ُ ّٰال َت ْعل َُمو َن ُه ْم ه َ آخ ِر ِ ّٰه
َ الل َو َع ُد َّوكُ ْم َو
cevabı şu şekildedir: Eğer karşı tarafa zarar verecekse ve Müs- ون َ الل ُي َو َّف ِإل َْيكُ ْم َو َأن ُت ْم
َ ال ُتظْ ل َُم ِ ُتن ِف ُقوا ِم ْن َش ْي ٍء ِفي َسب
ِ ِّٰيل ه
lümanların menfaatine bir şey olacaksa, mesela, Müslümanları
cesaretlendirecekse bu durumda düşman ordusuna saldırarak “Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırla-
savaşa savaşa ölünceye kadar mücadele edilebilir. Eğer bir kim- yın! Savaş atları yetiştirin ki bu hazırlıkla Allah’ın düşmanla-
se tek başına saldırdığında bunlardan biri hâsıl olmayacaksa bu rını, sizin düşmanlarınızı ve onların ötesinde sizin bilemeyip
durumda böyle bir şeye girişmesi caiz değildir. Aksi takdirde de, ancak Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup yıldıra-
şu ayetin çerçevesine gireceği kabul edilir. “Kendi ellerinizle sınız. Allah yolunda her ne harcarsanız, onun karşılığı size
kendinizi tehlikeye atmayın ve hep güzel davranın. Çünkü eksiksiz ödenir, size asla haksızlık yapılmaz.” (Enfal sûresi, 60)
Allah güzel hareket edenleri sever.8 (Bakara sûresi, 2/195) Nite- Bu âyetteki “irhab”ın kelime mânâsı korkutmadır. Ama bu
kim, sahabeden bir cemaat Uhud gününde Allah Resûlü’nün korkutma zarar vereceği ihtimali (caydırıcı güç) ile tabiî bir
önünde bunu yapmış ve Efendimiz’in övgüsüne mazhar ol- korkutmadır, yoksa zarar vererek bir korkutma değildir.10
muşlardır. Fıkıh kitaplarındaki bu meseleyi bir kimsenin üze- Müfessirler ayette geçen “irhab”ı düşmanlara karşı gü-
rine bombalar bağlayarak gidip sivil hedefler içinde, masum nün şartlarına göre“caydırıcı güç” olacak silahları, savaş
insanlar arasında intihar eylemi yapmasına mesned göstermek atlarını vs. hazırlamak olarak tefsir etmişlerdir. (Taberî, el-
doğru değildir. Her şeyden önce bu mesele savaş hâli ve askerî Câmiu’l-Beyan, 6/42; Razi, Mefâtih, 15/192; Âlûsî, 10/26)
hedeflerle ilgilidir. İntihar saldırıları ise sivil ve masum insanla- Reşid Rıza “irhab” kelimesinin Kur’ân’da savaşı tutuş-
ra yöneliktir. İkisi tamamen birbirinden farklıdır. turmak için değil engellemek mânâsına olduğunu; toplumu
İntihar eylemlerine mesned gösterilmek istenen delil- yıkmak için değil korumak mânâsını ihtiva ettiğini söyleye-
lerden biri de fıkıh kitaplarında yer alan “teterrüs” yani rek bahsi geçen ayeti, gücünün yettiği kadar savaş adına kul-
düşmanın, elindeki esir Müslüman kadın ve çocukları ken- lanılabilecek silahlarla hazırlık yaparak, bilinen bilinmeyen
51
düşmanları savaşa teşebbüsten, saldırmaktan engellemek cek şiddet eylemlerinde bulunma manasına gelen “terörizm”
şeklinde tefsir etmiştir. (Reşid Rıza, Tefsiru’l-Menâr, 10/66) arasında ne kadar fark olduğu gayet açıktır.17
Hadislerde “irhab” kelimesi “caydırıcılık” mânâsına kul- 4. Çerçevesi belli olmayan bir hususta hüküm verilmez
lanıldığı gibi hadis şerhlerinde de aynı mânâda yorumlanmış- İslâm Hukuk Metodolojisinin temel yaklaşımlarından
tır.11 Hadislerdeki garib kelimeleri izah eden en-Nihaye’de birisi şudur; evvela hakkında hüküm verilecek şeyin sınırla-
“irhab” kelimesi düşmanı saldırmaktan caydıracak güçte ol- rı, çerçevesi belirlenir ona göre bir hüküm verilir. Çerçevesi,
mak ve onu caydırmak şeklinde açıklanmıştır.12 sınırları belli olmayan bir şey hakkında hüküm verilemez.
Sahabe-i kirâm bu ayeti savaşa hazırlık yapma, cay- Çünkü sınırları belli olmadığından suiistimal edilebilir.
dırıcı güce sahip olma şeklinde yorumlamışlardır. Mesela Bu temel kriter açısından intihar eylemlerine baktığımız-
Hz. Ömer döneminde birçok cephede mücadele verilirken da hedef ve kimin öleceği belli değildir. İnsanların günlük
Medine civarındaki hiç savaşa iştirak etmeyen tam kırk bin meşguliyeti içerisinde kadın, çocuk, yaşlı, Müslüman, gayri-
tane asil Arap atı hazır bekletiliyordu. Aynı şekilde Suriye ci- müslim demeden sivil hayatın umuma açık her yerinde ya-
varında da kırk bin at besleniyor ve yedekte tutuluyordu. O pılmaktadır. Dolayısıyla hedefi belli olmayan bu tür saldırıla-
günün en önemli savaş aletlerinden biri olan bu atlar ihtiyat ra girişmek İslâm hukukunun genel prensiplerine terstir.
kuvveti bulunduruluyordu.13 5. İslâm’da suçun ferdiliği esastır.
Ayrıca İslâm fıkıh âlimleri de “irhab” kelimesini “caydı- İslâm’da cezalar şahsîdir. Fiili kim işlemişse, o suçludur;
rıcı olma” manasında kullanmıştır.14 Netice itibariyle “irhab” cezayı da yalnız o çeker. Kur’ân’da bu husus defalarca belir-
kelimesinin hadis ve şerhlerinde, fıkıh kitaplarında, lügatlerde tilir: “Hiç kimse kimsenin günahını çekmez.” (En’am sûresi,
kullanım alanını ve kendisine yüklenilen mânâları araştırdığımız- 6/164; İsrâ sûresi, 17/15; Fâtır sûresi, 35/18) Hukukta suçun ve ce-
da şu hakikatler ortaya çıkıyor: zanın şahsiliği temel bir ilkedir. İntihar eylemlerinin hedefle-
1. Kur’ân’da zikredilen “irhab” i’dad, yani mukaddesatı ri ise çoğu zaman, suçsuz sivil insanlardır. Bu temel prensip
savunma adına hazırlıklı olma ile bağlantılıdır. Haddi aş- açısından masum insanlara yönelik intihar eylemleri doğru
mayı ve zulmü engellemeye yöneliktir. Bu durum bilinen değildir ve İslâm’ın adalet anlayışına terstir.
ve kabul edilen bir husustur ve insani değerlere münâfi 6. Savaş ilanı devlet başkanının yetkisindedir.
değildir. Suçluları, zalimleri, mütecavizleri ve istilacı düş- İslâm’da savaş ilan etme yetkisi devlet başkanına aittir.18
manları korkutmanın zaruretini kim inkâr edebilir ki? Fertler, gruplar, organizasyonlar savaş ilan edemez. Aksi tak-
2. İslâm âlimlerinin, irhab kelimesini eserlerinde na- dirde şahıs ve grupların kendilerince savaş ilan etmeleri kaos
sıl kullandıklarına baktığımızda şu anlaşılıyor; irhab, düş- ve anarşiye sebebiyet verir. Böyle bir kaos ortamında aynı
manı savaştan önce veya savaş anında yıldırmak, gözünü toplumda yaşayan Müslüman bir grup kendisinden farklı
korkutmak morallerini ve psikolojisini bozmak demektir. düşünen Müslümanlara karşı bile savaş ilan edebilir. Bu açı-
Geçmişte böyle bir caydırıcılık değişik şekillerde oluyordu ve dan da intihar eylemlerine bakıldığında bunlar, herhangi bir
bunlar o günün savaş şartlarına göre yapılıyordu.15 meşru otoriteye bağlı olmaksızın kimin yaptığı ve ne zaman
Ne Kur’ân’da ne sünnette ne de Kur’ân ve Sünnet kaynaklı yapacağı belli olmayan hareketlerdir.
eserlerde “irhab” kelimesinin yukarıda zikredilen iki şeklin dı- 7. İntihar eylemleri Müslüman imajını/kimliğini
şında bir kullanımı söz konusu değildir. Dolayısıyla Kur’ân’da karartan yanlış bir mücadele metodudur.
geçen “irhab”ı üzerine bombalar bağlayarak umuma açık Hedefin meşru olması ne kadar önemli ise hedefe gö-
yerlerde masum insanları öldürmek, kanını dökmek, yangın türen yolların meşruiyeti de o kadar önemlidir. Daha önce
çıkarmak, malları evleri binaları tahrip etmek, ortalığa dehşet de geçtiği üzere insanların kendi mukaddesatını, malını,
saçarak toplumu kaosa sürüklemek gibi bir mânâda yorumla- vatanını korumak için mücadele vermesi en önemli vazi-
mak ve böyle bir eyleme delil göstermek doğru değildir. felerdendir. Hatta bu uğurda ölmek, şehitliğe giden bir
Ayrıca bir hususa dikkat çekmek istiyoruz: Bütün Arap- yoldur. Ama böyle bir hedefe meşru olmayan bir mücadele
ça Lügatler ittifakla “irhab” kelimesine “ihâfe” (korkutma) şekli ile yürümek hem maksadın aksiyle tokat yeme gibi bir
manası vermişlerdir. Bununla birlikte 20. asrın ikinci yarısın- neticeye sebebiyet vermekte hem de bütün Müslümanların
da telif edilen bazı lügatlerde “irhab” kelimesine yüklenilen imajını karartarak onları zan altında bırakmaktadır. Oysaki
mânânın değiştirildiğini görüyoruz. Özellikle gayrimüslim- Peygamber Efendimiz, ashabı ve onların çizgisinde giden
lerin hazırladığı lügatlerde “irhab”a terörizm manası veril- barış ve huzurun temsilcisi olan Müslümanlar, Müslüman
mektedir.16 Oysaki caydırıcı güç ile savaşmadan korkutma kimliğini barış ortamında olduğu gibi savaş durumunda da
manasına gelen “irhab” ile öldürme, bombalama, yangın korumuş, gölge düşürmemişlerdir. Günümüzde Müslüman-
çıkarma, ortalığa dehşet saçma, toplumu kaosa sürükleye- lar “terör” ile suçlanmak istenmektedirler. Dolayısıyla her
52
türlü mücadelelerinde böyle bir ithama malzeme olabilecek Kaynaklar
tavır ve davranışlardan uzak durmalıdırlar.19 Bazı yerlerde- Azimâbâdî, Avnu’l-Ma’bud, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1994.
ki Müslümanların bu şekilde hareket etmeleri veya hareket Bezzar Ebu Bekir, Müsnedü’l-Bezzar, (Thk. MahfuzurRahman) Mü-
essesetu Ulumi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988.
edenlere sahip çıkmaları yüzünden İslâm ve Terör kelimeleri Elmalılı, Hamdi Yazır, Hak dini Kur’ân dili, Eser Yay. İstanbul, 1979.
birlikte zikredilmekte, İslâm’ın imajı karartılmakta ve karart- Hans Wehr, A Dictionary of Modern, Written Arabic, Mektebetu
mak isteyenlere malzeme verilmektedir. Lübnan, Beyrut, 1960.
Bir Müslüman'ın en zor şartlar altında bile müslümanlı- İbn Abidin, Muhammed Emin, Haşiyetü Reddi’l-Muhtar, Kahraman
Yay. İstanbul, 1984.
ğa yakışır bir şekilde hareket etmesi adına 1. Dünya savaşında El-Mehacce, sayı: 208, 15 Şubat 2004
gönüllü alay kumandanı olarak savaşa katılarak fedakârane Mevlana Şibli en-Numani, Bütün Yönleriyle Hazreti Ömer ve Devlet
hizmetler yapan Bediüzzaman Said Nursî’nin şu tavrı çok İdaresi (trc. Talip Yaşar Alp) Hikmet Yay., İstanbul, 1986.
önemli bir misaldir. Savaş esnasında Ermeni fedaileri bazı yer- Muhyiddin el-Gâzî, el-Basü’l-İslâmî, “Edvaun ala Kelimeti irhab”
lerde çoluk-çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin ço- Müessesetü’s-Sahafe ve’n-neşr, Lekne, Hindistan, Mayıs, 2003.
cukları da bazen öldürülüyordu. Bediüzzaman’ın bulunduğu Seyyid Bey, el-Medhal, İstanbul, trhs.
Şatibî, İbrahim b. Musa, el-Muvâfakat fi Usûli’ş-Şerîa, (Thk. Abdul-
nâhiyeye binlerce Ermeni çocuğu toplanmıştı. Bediüzzaman lah Dıraz), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, tsz.
askerlere “Bunlara ilişmeyiniz.” diye emretmiş daha sonra bu Tahâvî, Ebu Cafer, Muhtasaru İhtilafı’l-Fukaha (İhtisar, Cassas)thk.
Ermeni çoluk çocuğunu serbest bırakmıştı; onlar da, Rusların Abdullah Nezir Ahmed, Daru’l-Beşairi’l-İslâmiyye, Beyrut, 1996
içerisindeki ailelerinin yanına dönmüşlerdi. Bediüzzaman’ın Şerhu Maani’l-Âsar, Daru Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1987.
bu şekildeki muamelesi Ermeniler için büyük bir ibret dersi Zuhaylî, Âsâru’l-Harb fi’l-fıkhi’l-İslâmî diraseten ve mukareneten,
Daru’l-Fikir, Suriye, 1998.
olmuş, Müslümanların ahlâkına hayran kalmış ve “Madem
Molla Said bizim çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz Dipnotlar
de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz.” 1. Şatibî, Muvâfakat, 2/7-10.
2. Serahsî, El-Mebsût, 10/5; Zuhayli, Âsâru’l-Harb, s. 90-94.
diye söz vermişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri’nin İslâm di- 3. M. Fethullah Gülen, İnsanın Özündeki Sevgi, s. 213; Elmalılı,
ninin ruhuna uygun tavır ve davranışıyla birçok Müslüman Hak Dini Kur'ân Dili, 2/692.
çocuk da öldürülmekten kurtarılmıştır.20 4. Bkz. Mümtehine sûresi, 60/8; Câsiye sûresi, 45/14.
Kur’ân, Sünnet, sahabe ve onlardan sonraki dönem- 5. Taberi, Câmiu’l-Beyan, 4/295; İbn Kesir, Tefsiru Kur’âni’l-Azim,
2/332.
lerdeki uygulamalar ve fıkıh kitaplarına bakıldığında çıkan 6. Bkz. Tahâvî, Şerhu Meani’l-Âsâr, 3/224-225; Tehanevi, İ'lâü's-
netice Fethullah Gülen Hocaefendi’nin şu ifadelerinde ye- Sünen, 12/29.
rini bulmaktadır: “Hakiki bir Müslüman’ın terörist olması 7. Bkz.: Müslim, Sayd 58-60; İbn Mâce Zebâih 10.
düşünülemez. Kimse vücuduna bombalar bağlayıp, hangi 8. Serahsî, Mebsut; 10/37; Cassas, Ahkamu'l-Kur'ân, 1/327; İbn
dinden olursa olsun masum insanların içine girip intihar Abidin, 1984, 4/127.
9. Serahsi, Mebsut, 10/154; Tahavî, Muhtasaru İhtilafi'l- Fukahâ, 3/43
eylemleri yapamaz, böyle bir şey yapmak caiz değildir.” 21
10. Bkz. İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, “rhb” md; Rağıb, Müfredat,
Netice “rhb” md; Zebidî, Tacu’l-Arûs, “rhb” md.
Müslüman, gerek barış ortamında gerekse savaş ha- 11. Azimâbâdî, Avnu'l-Ma’bud, 8/159
linde dininin kriterlerine riayet etmek durumundadır. Ne 12. İbnu’l-Esir, en-Nihâye fi Garîbi’l-Hadîs, 2/262
13. Mevlana Şibli en-Numani, Bütün yönleriyle Hazreti Ömer ve dev-
kadar zor şartlara, sıkıntılara maruz kalırsa kalsın hislerini
let idaresi (trc. Talip Yaşar Alp) Hikmet Yayınları, İstanbul, 1986.
dininin getirdiği esaslar çerçevesinde kontrol altına alma- 14. Bkz. Serahsî, Mebsut, 10/42; İbn Kudame, el-Kafi, 40264;
lı, dininin onaylamadığı bir hareket içinde olmamalıdır. Behutî, Keşşafu'l-Gına, 3/65; Ebu İshak, eş-Şirazî, Mühezzeb,
Barış ortamında hangi şekilde olursa olsun intihar eylem- 2/231; İbn Abidin, 6/305.
leri yapmak çok büyük bir cinayettir. Ve böyle hunharca 15. Muhyiddin el-Gazi, el-Ba'sü'l-İslâmî, "Edvaun ala Kelimeti irhab"
bir cinayete İslâm’ın onay vermesi mümkün değildir. Ve 48. sayı, s.84; Bkz. İbn Abidin, 6/756.
16. Oxford Wordpower, Oxford Üniv. Pres, Nex York, 1999; Hans
üzerinde iman sıfatı olan, şuuru yerinde bir Müslüman’ın Wehr, A Dictionary of Modern, Written Arabic, Mektebetu
böyle bir şey yapması mümkün değildir. Savaş ortamında Lübnan, Beyrut, 1960; English Arabic Glossary; Bkz. The Ency-
iken sivil hedeflere yönelik intihar eylemleri ise; savaşta öl- clopaedia Britannica, 11/650-651
dürülmesi yasaklanan kadın, çocuk, yaşlı vb.leri (muharip 17. Bkz. Muhyiddin el-Gazi, el-Ba'sü'l-İslâmî, 48. sayı, s. 85-86; Dr.
olmayanları) hedef almasından, masum, suçsuz insanları Cellul ed-Dekdak, "Hirâbiyyûn la irhâbiyyûn" El-Mehacce, s. 5-6,
sayı 208.
katletmesinden, teröre sebebiyet vermesinden, İslâm’ın
18. Vehbe Zuhaylî, el-fıkhu’l-İslamî ve Edilletuhu, 6/419; El-
imajına gölge düşürmesinden ve bütün Müslümanlara za- Mevsuatü’l-Fıkhiyye, “cihad” md.
rar vermesinden dolayı kesinlikle tecviz edilemez. 19. Cevdet Said, İslâmî Mücadelede Şiddet Sorunu, s. 65-67
* Araştırmacı - Yazar 20. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Şahdamar Yay. s. 107
ecapan@yeniumit.com.tr 21. Nuriye Akman, Gurbette Fethullah Gülen, s.19-21.
53
YENi ÜMiT
Dr. Hasan YENİBAŞ *
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84
A
llah (c.c.) insanları aynı şekilde yaratmamıştır. İnsanların çoğu sağlıklı bir
şekilde dünyaya gelirken, bazıları da “engelli/özürlü” olarak doğmaktadır.
Bazı kimseler de sağlıklı bir şekilde doğmakla beraber, hayatının sonraki
bir döneminde değişik sebeplerle, bu tür bir durumla karşılaşmaktadır. İnsanın
temel fonksiyonlarını kısıtlayan veya olumsuz etkileyen, fizikî ve aklî pek çok ku-
sur/engel çeşidi vardır. Yapılan tespitlere göre, ülkemizdeki engelli oranı %12 ci-
varındadır.1 Bu miktarın çokluğu, üzerinde düşünülmesini ve araştırmalar yapıl-
masını gerektirmektedir. Bu aynı zamanda sosyal ve hayatî ünitelerin engelli ger-
çeği dikkate alınarak dizayn edilmesinin zaruri olduğunu göstermektedir. Üze-
rinde durulması gereken önemli bir husus da, engellilik hâli dinî tekliflere mu-
hatap olmasına mâni olmayan kimselerin, dinlerini öğrenmeleri ve güçleri nispe-
tince sorumluluklarını yerine getirmeleri yönünde çalışma yapılmasıdır. Engelli-
lere yönelik, irşat ve tebliğ ekseninde geniş bir çalışma alanının varlığı âşikardır.
Bu çerçevede, görme engelliler için başta Kur’ân öğretimi olmak üzere dinî bil-
gilerin verilebileceği öğretim metot ve araçlarının geliştirilmesi gerekmektedir.
Yine, dinî ve sosyal mekanların mimarî tasarımları da buna göre düşünülmelidir.
Günümüzde engellilerin eğitimiyle ilgili gelinen nokta önemlidir. Mevcut im-
kanlardan/metotlardan din eğitimi ve öğretimi adına daha fazla yararlanılabilir.
Engellilik hali, insanın temel fonksiyonları açısından eksiklik olsa da, insanî
yönden bir kusur değildir. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Harâbât ehline hor
bakma şâkir / Defineye mâlik virâneler var” şiirinde ifade ettiği gibi, dış görü-
nüşü itibariyle önemsenmeyen veya engelli pek çok kimse, zengin ve diri bir gö-
nül yapısıyla Allah katında çok değerli olabilir. Hatta diğer insanlar, bu gibi kim-
selerin hürmetine bir kısım sıkıntılara maruz kalmaktan korunmuş bile olabilir-
ler. “Şayet Allah’tan korkan gençleriniz, can taşıyan hayvanlarınız ve beli bükül-
müş ihtiyarlarınız olmasaydı belâlar üzerinize sel gibi yağacaktı” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ,
2/212) hadisinde de ifade edildiği gibi, acziyet, ilahî rahmet ve merhamete bir ve-
54
siledir. Geçmiş milletler arasında, özellikle zihinsel en- Peygamberimiz’in Engellilere Davranışı
gellileri şeytan ve cinlerin musallat olduğu kimseler ola- Her toplumda olduğu gibi Peygamberimiz dönemin-
rak görenler ve bu sebeple ateşe atıp yakanlar olmuştur. de de engelli kimseler bulunmaktaydı. Bu dönemdeki en-
İslâm, bu ve benzeri insanlık dışı her türlü hareketi ya- gelli sayısını tam olarak bilememekle birlikte, günümüz-
saklamış ve hiçbir şahsın yaşama hakkının engelleneme- deki oranları dikkate alırsak azımsanmayacak miktarda ol-
yeceğini belirtmiştir. duğu söylenebilir. Özellikle görme ya da bedenî bir özrü
Bu dünya bir imtihan yeridir bulunan sahabe arasında isimleri Müslümanların çoğu
İnsan bu dünyaya ebedî bir saadeti kazanma hedefiy- tarafından bilinen, Abdurrahman b. Avf, Amr b. Cemuh,
le gönderilmiştir. İmtihan yeri olması itibariyle bu dün- Muaz b. Cebel, Amr b. Tufeyl, Habbab b. Eret, Imran
yada her şey, hikmet perdesi altında cereyan etmektedir. b. Husayn, Abdullah b. Ümmü Mektum gibi sahabenin
Bu âlemde acıyla tatlı, iyiyle kötü, hayırla şer iç içedir. Bu meşhurlarının olması da bu kanaati desteklemektedir.
dünyada insanın sahip olduğu veya olamadığı her şey bir Bunlar arasında otuz yıl kronik bir rahatsızlıktan dolayı
imtihan vesilesidir. Fizikî güzellik bir imtihan vesilesi ol- yataktan kalkamayan ama halinden şikayet etmeyen İm-
duğu gibi, güzel konuşmak, güzel yazmak gibi kabiliyetler ran b. Husayn gibi sahabîler olduğu gibi, Efendimiz’in
de insana imtihan için verilmiştir. Zenginlik ve fakirliği (s.a.s.) ahirete irtihalinden sonra bir gözünü kaybetmiş
de aynı şekilde değerlendirebiliriz. Bu bakış açısına göre, Abdullah b. Mes’ud ve Ebû Süfyan gibi sahabîler de var-
zengin ve güzel olan mutlaka üstün olmadığı gibi, fakir dır.2 Bu arada ortopedik özürlü sahabîlerin çoğunun sa-
veya bazı uzuvlarını kaybetmiş olan bir kimse de değersiz vaşlarda aldıkları ok ve kılıç darbeleriyle bu hâle geldik-
değildir. Zaten Kur’ân’da “Sizin en değerliniz takvada en leri unutulmamalıdır. Yine dikkatlerden kaçmaması ge-
ileri olanınızdır.” (Hucurât sûresi, 49/13) buyrularak üstünlük reken bir husus da, engelli sahabîlerin kimler olduğunu
takvaya bağlanmıştır. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sel- düşündüğümüzde aklımıza pek fazla bir ismin gelmeyi-
lem) de, “Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. şidir. Bu durum bize sahabenin Allah’tan gelen her şeyi
Fakat, kalblerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr 34) rıza ile karşılayıp, herhangi bir isyan tavrı sergilemeden
buyurarak, Allah’ın insanlara muamelesinin kalb ibresine İslâm’a hizmet etmeye ve toplum içinde faydalı bir un-
göre cereyan ettiğine/edeceğine işaret etmiştir. sur olmaya çalıştıklarını göstermektedir. Mesela, Muaz b.
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; bir de mal- Cebel’in ayağındaki sakatlığın pek çok kimse tarafından
lar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz.” (Bakara sûresi, bilinmediğini söyleyebiliriz. Oysa Hz. Muaz, Efendimiz
2/155) âyeti de bu dünyada imtihanın bir realite olduğu-
(s.a.s.) tarafından o günün şartlarında oldukça uzak sa-
nu hatırlatmakta ve imtihan çeşitlerine işaret etmektedir. yılabilecek olan Yemen’e gönderilmiş ve dine hizmet et-
Âyette bahsedilen “canlardan eksiltme” ifadesine engelli mekten bir an geriye kalmamıştır.
insanların da dahil olduğunu söylemek mümkündür. Do- Peygamberimiz (s.a.s.), engelli sahabîlere hususi ilgi
layısıyla, engellilik hâli de insanların sabretmesi gereken bir ve şefkat göstermiş ve onları toplumun faydalı bir unsu-
imtihan çeşididir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in haber ru haline getirmiştir. Meselâ, Bilal-i Habeşî ile birlikte Hz.
verdiğine göre, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ben ku- Peygamber’in (s.a.s.) müezzinliğini de yapmış olan Abdullah
lumu -iki gözünü kast ederek- iki sevgilisini almakla im- b. Ümmi Mektûm âmâ oluşu yanında evinin mescide uzaklı-
tihan ettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarak ğını ve kendisini mescide götürecek kimsesinin bulunmayışı-
ona Cennet’i veririm.” (Buhârî, Merdâ, 7) Allah’tan bela, mu- nı da mazeret göstererek, namazı evinde kılabilmek için Allah
sibet ve sıkıntı istenmez. Ancak İlâhî takdirin bir tecelli- Resûlü’nden (s.a.s.) müsaade istemişti. Resûlullâh ise: “– Sen
si olarak başa gelen her türlü sıkıntıya da güzelce sabret- namaz için ezân okunduğunu işitiyor musun?” diye sordu.
mek bir mü’min tavrıdır. Kalbi imanla oturaklaşmış her O, “Evet.” cevabını verince, Peygamber Efendimiz (s.a.s.):
mü’min bilir ki, kâinatta hikmetsiz bir hareket ve iş yok- “– O halde dâvete icâbet et, cemâate gel” buyurdu. (Müs-
tur. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Her işte hikmeti vardır lim, Mesâcid 255; Ebu Dâvûd, Salât 46) Bu rivâyet, cemaatle
/ Abes fiil işlemez Allah” beytinde de ifade edildiği gibi, namazın ne derece önemli olduğunu göstermekle birlikte,
her iş ve oluşun bir hikmet yönü vardır. İnsanın başına ge- Peygamberimiz’in âmâ bir zatı toplumdan tecrit etmeye-
len her türlü musibet, Peygamberimiz’in “Mü’min bir ki- rek onu cemaat içinde bulunmaya teşviki de bilhassa dik-
şiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü isabet kat çekicidir. Bu hadiseden, İslâm’ın görme özürlü kimse-
etse, hatta ayağına bir diken batsa bile, bunlar mü’minin lere cemaate devam hususunda ruhsat tanımadığı sonucu
bir kısım günahlarına keffaret olur.” (Müslim, Birr 52) hadi- da çıkarılmamalıdır. Nitekim Peygamber (sallallahü aley-
sinde ifade buyurduğu gibi, sabır ve rızayla karşılanma- hi ve sellem) Efendimiz, görme engelli bir sahâbî olan İt-
sı durumunda manevî bir kazanç kapısına dönüşmektedir. ban b. Mâlik’e evinde imamlık yapmaya müsaade etmiştir.
55
Bu hususta Abdullah b. Ümmi Mektum’un sahabenin ile- “- Artık babanızı savaştan men etmeyiniz. Umulur ki
ri gelenleri arasında bulunması, ilk Müslümanlardan olma- Allah ona şehadet nasib eder.” buyurdu.
sı, müezzinlik yapması gibi özelliklerinden dolayı cema- Uhud harbine iştirak eden bu heyecanlı sahabî, cihad
at arasında bulunmasının önemli olması hususu göz ardı esnasında “Vallahi ben cenneti özlüyorum.” demiş, netice-
edilmemelidir. Çünkü o, engelli sahabîler arasında âdeta de kendisini korumaya çalışan bir oğlu ile birlikte bu savaş-
sembol bir isim durumundadır. Onun ısrarla toplum içeri- ta şehit düşmüştür.7
sinde aktif olarak bulunması kendisinden sonra gelen ben- Bu misallerden de anlaşıldığı üzere, Efendimiz görme
zeri kimselere müspet örnek teşkil edecektir. Bunun ya- ya da fizikî bir engeli bulunan sahabîlerle hep içli dışlı ol-
nında Hz. Peygamber (aleyhi ekmelüttehâyâ) değişik ve- muş, onlarla yakından ilgilenmiş ve yapabilecekleri vazife-
silelerle Medîne dışına çıktığı zaman, Abdullah b. Ümmi ler için zemin hazırlamıştır.
Mektûm’u yerine cemaate namaz kıldırması için vekil ola-
Engellilere nasıl davranılmalıdır?
rak bırakmıştır. Bu görevin kendisine on üç defa verildiği
Toplumun içinde engelliler olduğu gibi bazı kimselerin
nakledilmektedir.3
yakınları arasında da değişik seviyede engelliler bulunabi-
Ayrıca, Efendimiz’in (s.a.s.) bazı bedenî kusurları olan lir. Toplum olarak engellilere Peygamberimiz’in ahlakını
ve çölde yaşayan Zâhir isminde bir sahabîsi vardı. Zâhir, örnek alarak sevgi, ilgi ve şefkatle davranmak esas olma-
bâdiyede (sahra) bulunan güzel meyve ve çiçeklerden geti- lıdır. Yine Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem)
rip Resûlullah’a (s.a.s.) hediye ederdi. Resûlullah da şehrin tavsiyesi istikametinde, rahatsız edecek bir şekilde engelli
güzel ve hoş şeylerinden ona hediye verirdi. Bundan dola- kimselere uzun süre bakmamak gerekir. Zîrâ Peygamberi-
yı Resûl-i Ekrem Efendimiz onun hakkında şöyle demiş- miz, “Cüzzamlılara uzun süre bakmayın.”8 buyurmaktadır.
tir: “Zâhir bizim bâdiyemiz, biz de onun şehriyiz.”4 Peygamberimiz’in bu sözü, cüzzamlı kimselere, dolayısıyla
Bir defasında Zâhir, Medine pazarında çölden getirdiği bedenî bir kusuru bulunan kimselere rahatsız edecek şekil-
bazı şeyleri satarken Peygamberimiz ona arkadan yaklaşır ve de bakılmaması gerektiğini göstermektedir.
şaka yapmak maksadıyla gözlerini kapatarak şöyle der: “Bir Peygamber Efendimiz, engelli kimselere yapılacak her türlü
kölem var, satıyorum. Onu benden kim alır?” Zâhir, “Ey iyilik ve yardımı sadaka olarak değerlendirerek şöyle buyurmak-
Allah’ın elçisi, beş para etmez bir sakat köleyi kim satır alır?” tadır: “Âmâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir
deyince şaka bu andan itibaren biter. Peygamberimiz bütün şekilde anlatman, muhtaç bir kimseyi ihtiyacını tedarik etmesi
ciddiyetiyle şöyle der: “Ya Zâhir, and olsun ki sen Allah ka- için gerekli yere götürmen, derman arayan dertlinin imdadına
tında değersiz değilsin (tam aksine çok değerlisin).5 koşman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güç-
Dinimizde engelli kimselerin yapamayacağı işler ken- lük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çe-
dilerine teklif edilmemiştir. Mesela onların savaşlara iştirak şitlerindendir...” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/168-169)
etmesi istenmemiştir. Nitekim: “Mü’minlerden oturanlar- Yakınları arasında hasta veya engelli olan kimselere de
la, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir ol- önemli vazifeler düşmektedir. İlgi ve bakım gereken hasta
maz.” (Mâide sûresi, 4/95) âyeti vahyedildiğinde İbn Ümmü ve engelliler sabretmeleri durumunda kendileri için hayır
Mektûm Peygamberimiz’e gelerek âmâ oluşu dolayısıyla kapısına sahip oldukları gibi, yakınları için de sevap ka-
cihada güç yetiremeyeceğini belirtmiş, ardından mezkur zanma vesilesi olmaktadırlar. Bilindiği gibi hasta ziyareti
ayetin “özürsüz olarak yerlerinde oturanlar” (Mâide sûresi, sünnettir. Ziyaret sırasında hastayı rahatlatmak ve gönlünü
4/95) kısmı nazil olarak onun gibi kimselerin özrü geçer- hoş tutmak ziyaret âdâbındandır. Hasta ziyaretini teşvik
li kabul edilmişti.6 eden ve bunu Müslüman’ın, Müslüman üzerindeki hakla-
Allah Resûlü engelli kimseleri savaşa katılmaktan muaf rından biri sayan dinimiz, hasta bir kimseye hizmet etmeyi
tutmuş, ancak bu hususta özellikle ısrar edenlere de müsa- elbette daha üstün tutacaktır.
maha göstermiştir. Mesela Ensar’dan Seleme oğullarının li- Özellikle hasta ve engelliler akrabalardan birisi ise, hu-
deri Amr bin Cemûh topaldı. Bedir savaşına katılmak istedi. susan anne ve baba ise onlara hizmet çok önemli ve fazilet-
Ancak Hz. Peygamber ona müsaade etmedi. Daha sonra lidir. Zîrâ normal zamanlarda Cenneti ve Allah’ın rızasını
Uhud savaşına katılmak istedi. Oğulları: kazanmanın en büyük vesilelerinden olan anne babaya,
- “Allah seni mazur kılmıştır.” diyerek engel olmaya ça- ağır hastalık veya bir engellilikten dolayı hizmet etmenin
lıştılar. Bunun üzerine Amr, Peygamberimiz’e başvurdu. ne kadar önemli ve faziletli olacağı izahtan vârestedir.
Peygamberimiz de ona mazereti bulunduğunu, bu sebep- Engellilik her zaman anne veya babada olmaz. Günü-
ten savaşla mükellef olmadığını bildirdi. Ancak Amr’ın ıs- müzde özellikle engelli bir çocuğa bakmak durumunda
rarı üzerine, Efendimiz (s.a.s.) oğullarına hitaben: olan fedakâr aileler bulunmaktadır. Şu bilinmelidir ki, bü-
56
tün engelliler diğer insanların sahip oldukları temel hak dünyanın insanı aldatan nefsânî yönlerinden uzak kalmaları
ve hürriyetlerin tamamına sahiptirler. Bu hak şu veya bu itibariyle hastalığın manevi bir kazanç vesilesine dönüşeceği-
şekilde, doğumdan önce veya sonra iptal edilemez. İnsan ni söyleyerek tevekkül tavsiyesinde bulunmaktadır.13
bu dünyaya âhireti kazanmaya gelmiştir. Bu durumdaki Sebeplere riayetin bir kulluk vazifesi olması itibariyle teda-
kimseler, zor da olsa sabır ve rıza göstermeli ve sevap ka- visi mümkün olan her türlü hastalık için tedavi olmak gerek-
zanmayı tercih etmelidirler. Zîrâ isyan etmek insanın iki mektedir. Ancak, pek tedavi imkânı olmayan hastalık ve özür-
kez kaybetmesi anlamına gelmektedir. ler için, sabırlı davranmak, asla isyan etmemek ve gönülden
Burada şu hususun da belirtilmesinde fayda vardır. Gü- Allah’a yönelmek en doğrusudur. Bu şekilde davranan inançlı
nümüzde teknolojik imkanlar sayesinde bazı fizikî ve zihnî bir insan şu fâni dünyada yaşadığı mahrumiyete bedel ebedî
engeller anne karnında iken tespit edilebilmektedir. Fizikî saadeti adına büyük bir sermaye biriktirmiş olur. Bilindiği gibi
engellerin tespiti daha kolay olmakla birlikte, zihnî engel- müspet ve menfi olmak üzere iki türlü ibadet vardır. Namaz,
ler genellikle muhtemel bir durum olarak ifade edilmek- oruç gibi bildiğimiz ibadetlere müspet ibadet diyecek olursak,
tedir. Ne yazık ki, bazı kimseler de engelli bir çocuğa sa- bela, musibet ve hastalık gibi sıkıntılara da menfi ibadet diyebi-
hip olmamak için kürtaj yolunu tercih edebilmektedirler. liriz. Aslında bela ve musibet türü şeyler bizzat ibadet değildir.
Halbuki, fıkıh âlimlerinin çoğuna göre annenin hayatını Ancak, neticesi itibariyle ibadete eşdeğer sevap kazandırdığı
kurtarma gibi kesin bir tıbbî zaruret olmaksızın çocuk dü- için ibadet olarak tanımlanmasında bir beis bulunmamaktadır.
şürmek ve aldırmak câiz değildir.9 Bu açıdan bir çocuğun Zîrâ insan maruz kaldığı hastalık ve belalarla ne kadar âciz ve
engelli olacağı kesin olarak tespit edilse bile kürtaj yapı- muhtaç bir varlık olduğunu idrak eder ve mutlak güç ve kuv-
larak alınması caiz olmaz.10 Konuyla ilgili Prof. Dr. Hay- vet sahibi olan Cenab-ı Hakk’a yönelir. Bu yöneliş neticesinde
rettin Karaman hocamızın görüşünü kaydetmek istiyo- de âhiretini kazanma yönünde önemli bir adım atmış olur.
ruz: “Allah’a ve âhirete inanmayanlar için yalnızca dünya * Araştırmacı - Yazar
hayatı vardır; bu hayatı ne kadar zevkli, rahat, hür yaşa- hyenibas@yeniumit.com.tr
mak mümkün ise o kadar yaşamak gerekir. Sakat doğmuş Dipnotlar
bir çocuk ile meşgul olmanın dünya hayatı açısından onla- 1. Aralık 2003’te Devlet Planlama Teşkilatı koordinasyonluğunda
Devlet İstatistik Enstitüsü ve Özürlüler İdaresi Başkanlığınca yü-
ra kazandıracağı hiçbir şey yoktur, hayatı zorlaştırmaktan, rütülen ülkemizdeki engellilerle ilgili araştırmanın sonucu engelli-
zevk u safayı engellemekten başka bir işe yaramaz. lerden sorumlu devlet bakanı tarafından açıklanmış ve ülkemizde
toplam 8 milyon 937 engelli olduğu ve bu oranın, nüfusun %
Allah’a ve âhirete inananlar sakat bir hayvana bile göster- 12.29’nu oluşturduğu belirtilmiştir. Bu miktarın çoğunluğunu da
dikleri şefkat ve yaptıkları hizmetle ecir ve sevap kazanırlar. zihinsel engelliler oluşturmaktadır.
Bu, Allah’ın rızasını elde etmeye vesile olur. Binaenaleyh, doğ- 2. Bu konuda yapılan bir çalışmada, görme ve fiziksel engelli yirmi
sekiz sahabeye yer verilmiştir. Bkz. Seyyar, Ali, Yıldızlar Engel Ta-
duktan sonra sakatlanan bir çocuğu öldürmek cinayet olduğu nımaz, İstanbul 2007. İslâm’ın engellilere bakışıyla ilgili yapılan ça-
gibi, henüz doğmamış ama ana rahminde yaşamakta olan bir lışmalar için bkz. Gül, Emine, Kur’ân’da Engelliler, İstanbul 2005;
çocuğu öldürmek de öyle cinayet olur ve caiz değildir. Rahim- Sancaklı, Saffet, “Hz. Peygamber’in Engellilere Karşı Bakış Açısı-
nın Tespiti,” Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VI (2006)
de kaldığı sürece veya doğum sırasında anne için hayati bir sayı: 2, 37-72, Samsun 2006; Erul, Bünyamin, “Engelliler İle İlgili
tehlike söz konusu olmadıkça kürtaj yapılamaz.”11 Hadislerin Analizi” (yayınlanmamış tebliğ), Ülkemizde Engelliler
Gerçeği ve İslâm (sempozyum), D.İ.B., Ankara, 2003.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, sağlık ve sıhhat bü- 3. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 4/264.
yük bir nimettir. Allah’tan af ve afiyet istemek de mü’min 4. Tirmizî, Şemâil, 120, Beyrut, 1406.
5. İbn Hacer, İsabe, 423.
olmanın gereğidir. Ancak, bu dünya âhiretin tarlası olması 6. Buhârî, Tefsîr (4), 18
itibariyle, bir imtihan yeridir. Hasta ve engelli olmak bir 7. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe , 4/208.
imtihan unsuru olduğu gibi, bir hasta ve engelliye bakmak 8. Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 5/100-101.
9. Bkz. İbn Âbidin, Reddü’l-muhtar, 3/176; Udeh, Abdulkadir, et-
zorunda olmak da imtihanın bir parçasıdır. Teşrîu’l-cinâiyyi’l-İslâmî, 2/295; Çeker, Orhan, “Çocuk Düşür-
Hastalar Risalesi adlı eserinde, Bediüzzaman Hazretle- me” md. DİA, 8/364.
10. Kuveyt’te yayınlanmakta olan fıkıh ansiklopedisi ilim heyeti anne
ri, görme engelli ve felç türü ağır bir hastalığa maruz kalan için hayatî tehlike olmadıkça gebeliği sonlandırmanın caiz olmadı-
hastalarla ilgili şu dikkat çekici değerlendirmede bulunmak- ğı görüşündedir. Bkz. Mevsûa, “içhad” md. 2/57. Bu konuda İbn
tadır: “Evet bir mü’min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı Âbidin’e ait farklı bir görüş de mevcuttur. İbn Âbidin, annenin
hayatından endişe edilse bile çocuk aldırmanın caiz olmayacağını
kabre girse, derecesine göre, kabir ehlinden daha fazla nurlu belirtir. Zîrâ, annenin bu sebeple ölmesi bir ihtimaldir. İhtimal-
âlemleri temâşâ edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz gö- den dolayı ise herhangi bir insanın öldürülmesi caiz olmaz. Bkz.
rüyoruz, kör olan mü’minler görmüyorlar; kabirde o körler, Reddü’l-muhtar, 1/602.
11. http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0274.htm
iman ile gitmişse o derece kabir ehlinden daha fazla görebi- 12. Said Nursi, Lemalar, 223.
lirler.”12 Felç ve benzeri ağır bir hastalığa maruz kalanlara da 13. Said Nursi, Lemalar, 229.
57
YENi ÜMiT
Doç. Dr. İsmail ALBAYRAK *
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84
63
YENi ÜMiT
Dr. Muharrem YILDIZ *
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84
İMAM NEVEVÎ
İ
mam Nevevî, hicrî 631 senesinin Muharrem ayında, büyük âlimlerinden oldu ve insanlığın irşadı, mutluluk ve
Şam’ın Nevâ kasabasında doğdu. Doğduğu yere nis- saadeti için pek çok kitap yazdı. Şafiî âlimlerinden olan
petle kendisine Nevevî denmiştir. İsmi Yahya olmasına Nevevî, kitaplarında Şafiî Mezhebi’nin esaslarını işledi.
rağmen, Ebu Zekeriyyâ unvanını kullanmıştır. Bu, genel Kendisi hicrî 7. asrın hadîs âlimlerinden ve İslâm hukuk-
olarak ismi Yahya olanların kullandığı bir unvandır. çularındandı.
Küçük yaşta, baba Muhyiddin Efendi, oğlunu Pamuklu elbise giyer ve sincabi renkte sarık sarardı.
Kur’ân-ı Kerîm öğrenmesi için ilk mektebe başlatmıştı. Sakalında birkaç beyaz kıl vardı. Nefsî ve dünyevî arzu ve
Ticareti hiç sevmediği hâlde gençlik yıllarında babasının isteklerden geçmişti. Evliliğin kendisini meşgul edeceğini
demir dökümhanesinde çalışmıştı. Yaşadığı devrin bir- düşündüğü için hiç evlenmemişti. Medresedeki hocalı-
çok meşhur âliminden ders aldı. On dokuz yaşına ge- ğından dolayı verilen para ile kitap alır, onları okuduktan
lince, babası onu, ilim tahsili için, Şam’daki Revâhiyye sonra da medresenin kütüphanesine hediye ederdi. İmam
Medresesi’ne gönderdi. Nevevî Hazretleri, ömrünün sonlarına doğru, üzerindeki
Önce tıp ilmine merak sarmıştı. İbn-i Sina’nın ‘el- emanetleri sahiplerine verip, borçlarını ödedi. Kitaplarını
Kanun’unu okumaya başlamış; fakat sıkıntıdan bırakmıştı. da kütüphaneye bağışladı.
Buradan anladı ki, bu işin erbabı değildi. Kendini tama- 665 yılında Eşrefiye Dârü’l-Hadîs Reisliğine tayin
men hadîs ilmine verdi. Çeşitli ilimleri okudu ve öğrendi. edilmiş, vefatına kadar o vazifede kalmıştı. Vefat ettiğinde
Keskin bir zekâya ve kuvvetli bir hafızaya sahipti. Küçük 45 yaşında idi. Mübarek bir ömür sürdü. Ömrünü ibadet,
yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i dört buçuk ayda, Şafiî Mezhebi’nin itaat, ilim öğrenmek, öğretmek ve te’lifle geçirdi. Hazret,
temel kitaplarından olan et-Tenbîh adlı eseri sekiz buçuk geçinmede kanaat üzere idi. Geçimini annesi ve babasın-
ayda ezberlemişti.1 dan gelen şeylerle sağlardı. Maddî yönden fakir bir insan-
Her gün hocalarından on iki ayrı ilim okurdu. Za- dı. Ama “manâ âleminin sultanı” idi.2 Bugün bile Türbesi
manla, usûl, nahiv, lügat ve benzeri ilimlerin incelikleri- ziyaret edilmekte, sevenleri mübarek ruhundan feyiz al-
ne vukûfiyet kazandı. Kısa zamanda, ilimde devrinin en maktadır.
64
İbadet ve Taatı İmam Nevevî, haksızlığa boyun eğmez, doğ-
Kendisindeki sekîne ve vakar hâli herkes tarafından
ru bildiğini söylemekten çekinmezdi. Dev-
fark edilirdi. Nevevî, Rabbanî bir âlimdi. Zahit, vera’ sahi-
bi, vakûr ve heybetli bir görünüşü vardı. Allah’a ibadet ve let reislerine, valilere ve diğerlerine Allah
itaat dışında vaktini bir an dahi boş geçirmezdi. İyiliği em- Teâlâ’nın emirlerini bildirir, yasaklarından
reder, kötülükten nehyederdi. Bu vazifesini hükümdarlara,
valilere ve zalimlere de ulaştırmaktan çekinmezdi. Yöne- sakınmanın lüzumunu anlatırdı. Bu hususta
ticilere öğüt verir, onlara, mektup yazar, hakikati bildirir, hiçkimseye müdâhene etmez ve gevşeklik
onları ilâhî azab ile korkuturdu. Bu konuda da kınayanla-
rın kınamasından korkmazdı.3 göstermezdi. En büyük ibadetin samimi bir
Dinî münazaralarda sekînet ve vakarını muhafaza niyetle, "helalleri ve haramları öğrenmek"
ederdi. Doğru konuşur, yerinde söyler, gecelerini ibadet olduğunu söylerdi.
ve itaatle geçirirdi. İlim tahsilinde gayretli, salih ameller
yapmakta sabrı çoktu. Takva ehliydi. Şam halkının yediği ortak bir dilekçe olarak sunmuştu. Haksızlığa boyun eğ-
şeylerden yemez, memleketinden, anne-babasının yanın- memesi, sözünü sakınmadan söylemesi ve sözlerinin de ar-
dan getirdiği, helâl olduğundan tam emin olduğu şeyleri kasında olmasından dolayı eserleri halk arasında da büyük
yemekle kanaat ederdi. rağbet görmüştür.
Yirmi dört saatte bir defa, yatsıdan sonra yemek yerdi. Tatarlar, hicretin 658. yılında Filistin’e kadar gelip
Yine günde bir defa, sahur vaktinde su içerdi. O diyarın Şam’a saldırıya hazırlandıkları bir sırada, Baybars, onlarla
bir alışkanlığı olan kar suyu içme âdetine uymazdı. savaşmak üzere orduyu teçhiz etmek için, halkın malını al-
Geceleri uyumaz, ibadet eder ve kitap yazardı. Fıkıhta manın caiz olacağına dâir âlimlerden fetva istemişti. İmam
ve hadîste nasıl bir imam idi ise, zühd ve takvada da o Nevevî’nin dışında, bütün âlimler buna fetva vermişlerdi.
derece ileri idi. O şöyle buyururdu: Bunun üzerine İmam Nevevî;
“İnsanlar, Yüce Allah’a kulluk ve ibadet etmek için “Hayır, sana fetva vermiyorum.” demiş; Baybars ise:
yaratılmıştır. İnsanlar saadete kavuşmak için yaratılış ga- “Neden fetva vermiyorsun? Biz Tatarlara karşı cihad için
yelerine uygun davranmalı ve dünyaya düşkün olmaktan silâh alacağız. Tatarların zulmüyle ümmet ve din zayi
kaçınmalıdır. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedî kalı- olmaktadır.” cevabını vermişti. Bunun üzerine İmam
nacak bir menzil değildir. O, âhirette saadete ulaştıran bir Nevevî de:
binek gibidir. Sevinç, keyif, zevk ü sefa yeri değil, ayrılık “Sen buraya geldiğinde bir köleydin ve hiçbir şeye sa-
yeridir. Akıllı kimseler, bu fânî dünyaya düşkün olmayıp hip değildin. Ben şu anda senin yanında birçok bağların,
kulluk vazifesini hakkıyla yapanlardır.” bahçelerin, köle ve cariyelerin, altın ve gümüşlerin oldu-
Ona göre, gecenin on iki saatinden bir saat kadarını ğunu görüyorum. Bunları cihad için sattığın zaman ancak,
ibadetle ihya etmek, bütün geceyi ihya etmek gibidir. Yaz bana karşı haklı olabilirsin ve ben de sana cihadda kullan-
ve kış geceleri için bu hep böyledir. mak üzere halkın malını almana, o zaman fetva veririm.”
En büyük ibadetin, samimi bir niyetle “helâlleri ve ha- diyerek hakikati ifade etmişti.
ramları öğrenmek” olduğunu söylerdi. Bu cevaptan hoşlanmayan Baybars, Nevevî’yi
İdarecilerle Münasebeti Şam’dan sürgün etmişti. Sürgün edilen Nevevî kendi
İmam Nevevî, haksızlığa boyun eğmez, doğru bildi- memleketi olan Neva köyüne dönmüş ve oraya yerleş-
ğini söylemekten çekinmezdi. Devlet reislerine, valilere ve mişti. Bu hâdise üzerine devrin âlimleri Zahir Baybars’a
diğerlerine Allah Teâlâ’nın emirlerini bildirir, yasakların- gelerek: “Şam uleması ona muhtaçtır.” demişlerdi. Bay-
dan sakınmanın lüzumunu anlatırdı. Bu hususta hiçkimse- bars da o âlimlere: “Onu geri getirin.” diye emir vermiş;
ye müdâhene etmez ve gevşeklik göstermezdi. ancak o:
O dönemde Şam ve Mısır’da hüküm süren Kölemen “Allah’a yemin ederim ki Zahir Baybars orada bulun-
Emiri Zahir Baybars ile ihtilâfa düşmüştü. Bu alanda, duğu sürece ben Şam’a girmeyeceğim.” diyerek teklifi
Zahir Baybars’a hitaben yazdığı, ona nasihatte bulunup reddetmişti. Allah onun yeminini boşa çıkartmamış, bir
emirler verdiği risaleleri vardır.4 Zahir Baybars’a yazdığı ay sonra gerçekten Zahir Baybars vefat etmiş. Ve bundan
mektupların bir kısmını diğer âlimlere de imzalatmış ve sonra İmam Nevevî Şam’a dönmüştü.
65
İlmî Yönü bu kitabı hakkında “benzeri bir kitap telif olunmamıştır.”
İmam Nevevî, İslâm tarihinde en önde gelen fıkıh diye bahsetmektedir.
âlimlerindendir. Hicrî 7. asrın hadîsçilerinden, meşhur İmam Nevevî’nin kitaplarını okuyan bir kimse, on-
İslâm hukukçularından ve Şafiî âlimlerinin büyüklerinden- ları okurken ilme olan susuzluğunu giderdiğini hisseder.
dir. Bütün İslâm tarihi boyunca İslâm âlimlerinden en bil-
Mânâların derinliğine ve cazibesine hayran kalır. Kitapla-
gili on isim zikredilecek olsa, İmam Nevevî bu seçkin on
rındaki bereket buna en güzel örnektir. Riyazü’s-Salihîn’e,
fukahanın içerisinde yer alırdı.
Kırk Hadis’e ve Kitabu’l-Ezkâr’ına bakıldığında onların
Şafiî fıkhının gelişmesinde çok büyük rolü vardır. her birinde bu bereket ve feyiz fark edilir. Onun kitapları,
Zamanında Şafiî Mezhebi’ni o temsil ediyordu. Usûl ve
dünyanın pek çok İslâm ülkesinde ilgi duyulan ve ses geti-
fürû’da imamdı. Sözü, fıkıh âlimleri arasında senet kabul
ren nadir telif kitaplar arasındadır.
edilmiştir. Nevevî’nin, çağdaşı olan âlimlerin de kabul et-
tiği çok büyük ilmî bir ağırlığı vardır. Bıraktığı eserlerden Nevevî, din ilimlerinin çeşitli alanlarında oldukça de-
hareketle, ondan sonra gelen ilim adamları da onun bu ğerli eserler bırakmıştı. Bu eserlere muttali olan kimse,
ağırlığını kabul etmişlerdir. İmam Nevevî’nin büyüklüğünü daha iyi takdir edecektir.
Gecelerini ibadetle, Kur’ân okumakla geçirmenin ya- Nevevî’ye hem güçlü bir hafıza, hatırlama gücü, hem
nında eser yazmakla değerlendirirdi. Anlatıldığına göre; de nasları inceden inceye kavrama kabiliyeti verilmiş-
bir gece ilmî tetebbuat ile meşgul olup, yazı yazarken ay- ti. Birçok ilim dalında oldukça geniş bilgiye sahip fıkıh,
dınlandığı çırası sönmüştü. Bunun üzerine ilâhî bir ikram usûl, ıstılahlar, lügat ve bunun dışındaki çeşitli dallarda
olarak eli, yanan bir ampul gibi parlamış ve elinin ışığıyla oldukça derinlik sahibi idi. İmam Nevevî 45 yaş gibi bir
yazısını yazmaya devam etmişti. insan ömrü için çok kısa sayılabilecek bir zaman aralığına
Hadîs ilmine ve hadîs ricaline de tam mânâsıyla vâkıftı. -Allah’ın izn-i keremi ile- 42’yi aşan eseri sığdırmıştır. Bu
Nevevî, Hâlid b. Yusuf tarîkıyla Enes bin Mâlik’ten: “Bir çok mühim bir başarıdır.
kimse cân ü gönülden şehâdet arzu ederse fiilen şehit ol- Bıraktığı eserlerden bazıları şunlardır:
masa bile şehitlik sevabını kazanır.” mealindeki hadîsi
1- Riyâzü’s-sâlihîn min Kelâmi Seyyidi’l-Mürselîn
tahriç ile teferrüt etmiştir. Kendisinden de Ebü’l-Feth ve
2- Erbaînü’n-Nevevî
İbni’l-Attâr hadîs rivâyet etmiştir.
3- El-Minhâc
Onun hakkında birçok âlim zât sitayişkâr sözler sarf 4- Et-Takrîb ve’t-teysîr li ma’rifeti Süneni’l-beşîr en-nezîr
etmiştir. Ezcümle Şeyh Kutbuddîn el-Yûnînî, “İlim, vera’,
5- Tehzîbü’l-Esmâ’ ve’l-lûgât
ibadet, azla yetinmek ve hayatın sıkıntılarına katlanma hu-
6 -El-İrşad
susunda zamanında tek idi.” der.5
Yüce Allah’tan ona sonsuz rahmet ve mağfiret diler,
Şeyh b. Ferah da der ki: “Şeyh Muhyiddin üç mertebe-
geriye bıraktığı bu değerli ilmî eserlerin ecrini Kıyamet
yi elde etmişti. Birincisi İlim, ikincisi zühd ve üçüncüsü ise
iyiliği emredip münkerden alıkoymak.”6 Bu mertebele- günü kendisine vermesini, bizi de bu eserlerle faydalandır-
rin her birisi bir kişide bulunsaydı, hiç şüphesiz bunların masını niyaz ederiz.
birisi için bile olsa o kişiden feyiz almak için yolculuk * Araştırmacı - Yazar
myildiz@yeniumit.com.tr
yapılabilirdi.”
Dipnotlar
Zehebî ise onun hakkında, “Hadîs âlimlerinin efendisi- 1. Nazım Muhammed Sultan, Nevevî Kırk Hadîs Şerhi, (Ana
dir. Sahih hadîsleri, zayıf ve uydurma rivayetlerden kolayca Çizgileriyle İslam) s. 17.
ayırırdı… İyiliği emir kötülüğü nehy etme hususunda ben- 2. Nevevî’nin biyografisi ile ilgili geniş bilgi için bakınız: es-Sübkî,
zeri yoktur, azla yetinip sade giyinen vakûr ve heybetli bir Tabakatu’ş-Şâfiiyye, c.5, s.165; ez-Ziriklî, el-A’lâm, c.9, s. 85,
kişi idi.” der.7 en-Nucûmu’z- Zâhire, c.5, 278; Nazım Muhammed Sultan,
Nevevi Kırk Hadis Şerhi, (Ana Çizgileriyle İslâm) s. 18. Guraba
İmam Nevevî, hadîslerden fıkhî hüküm çıkarmada ma- Yayınları.
hirdi. Tartışmadan hoşlanmaz; ancak Sünnet’e aykırı bul- 3. Sultan, a.g.e, s. 17-18.
duğu görüşleri de tenkit etmekten çekinmezdi. 4. Sultan, a.g.e, s. 17-18.
5. Sahihi Müslim mukaddimesi, Mektebetü’ş’Şa’b, Kahire.
İmam Nevevî Hazretleri’nin, Kütüb-i Sitte’de geçen 6. Sultan, a.g.e, s. 18.
hadîslerden topladığı Riyâzüs-Salihîn isimli eseri meşhur- 7. M. Yaşar Kandemir, İslâm Ansiklopedisi, c.33, s.45, Türkiye
dur. Sahih-i Müslim’i şerh etmiştir. İbni Kesir, Nevevî’nin Diyanet Vakfı yayınları.
66
YENİ ÜMİT
Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84 iÇiNDEKiLER
Copyright © Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. 2008
Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.’ye aittir. Eserde
yer alan metin ve resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş’nin önceden yazılı
izni olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir
kayıt sistemi ile çoğaltılması, yayımlanması ve depolanması yasaktır.
68