You are on page 1of 186

T. C.

İstanbul Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü

Tarih Anabilim Dalı

Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı

Yüksek Lisans Tezi

İNGİLİZ SEYYAH JOHN SANDERSON’IN


SEYAHATNÂMESİ (1584-1602):

TÜRKÇE ÇEVİRİ VE İSTANBUL GÖZLEMLERİNİN


DEĞERLENDİRİLMESİ

Ayşe Özge ERCAN

2501100048

Tez Danışmanı:

Prof. Dr. Mahmut AK

İstanbul 2014
İNGİLİZ SEYYAH JOHN SANDERSON’IN SEYAHATNÂMESİ (1584-1602):

TÜRKÇE ÇEVİRİ VE İSTANBUL GÖZLEMLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Ayşe Özge ERCAN

ÖZ

Bu tez, Levant Kumpanyası ticarî temsilcilerinden biri olan John


Sanderson’ın “The Travels of John Sanderson in the Levant 1584-1602” isimli
seyahatnâmesini ve seyahatnâme ışığında Sanderson’ın İstanbul gözlemlerini ele
almaktadır. Sanderson’ın seyahatlerinin Sultan III. Murad ve Sultan III. Mehmed
dönemlerine denk gelmesinden ötürü, bilhassa bu dönemdeki Osmanlı-İngiliz
münasebetleri üzerinde durulmuştur.

Elinizdeki tez, aslına sadık kalmak çabası ile Türkçeye yeni kazandırılmış
olan “John Sanderson’ın Seyahatleri” metniyle, öncelikle XVI. yüzyılın son
çeyreğinde Osmanlı-İngiliz münasebetleri konusunda çalışacak araştırmacılara katkı
sağlamak amacını taşımaktadır. Ayrıca geniş bir coğrafyayı içine alan
seyahatnâmeden kültür, toplum, iktisat ve din tarihi çalışmaları açısından da
faydalanılması mümkündür.

Giriş bölümünde, Sanderson’ın seyahatnâmesine tarihî bir zemin oluşturması


bakımından Sultan III. Murad ve Sultan III. Mehmed dönemlerinin öne çıkan siyasî
olayları ele alınmış ve seyahatnâmenin Türkçeye çevrilmesinde uygulanan yöntem

iii
ve karşılaşılan zorlukların çözümlenmesi açıklanmaya çalışılmıştır. Birinci bölümde,
özellikle 1574 ve 1603 yılları arasında kalan zaman dilimi incelenmek suretiyle,
Osmanlı-İngiliz münasebetlerinin başlaması ve gelişmesi ele alınmıştır. İkinci
bölümde John Sanderson’ın hayatı, otobiyografisinden faydalanılarak ifade edilmiş
ve Levant Kumpanyası’nın tanıtılması amaçlanmıştır. Üçüncü bölümde ise, John
Sanderson’ın seyahatnâmesinin içeriği, üslubu ve önemine değinilmiştir. Bu
bölümde seyahatnâmenin Türkçesi yer almaktadır ve son olarak John Sanderson’ın
İstanbul gözlemlerinin değerlendirilmesine gayret edilmiştir.

iv
İNGİLİZ SEYYAH JOHN SANDERSON’IN SEYAHATNÂMESİ (1584-1602):

TÜRKÇE ÇEVİRİ VE İSTANBUL GÖZLEMLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Ayşe Özge ERCAN

ABSTRACT

This thesis discusses the travel book of John Sanderson, one of the
commercial representatives of the Levant Company, namely “The Travels of John
Sanderson in the Levant 1584-1602” and his Istanbul observations in light of his
travel book. Due to the fact that Sanderson’s travels coincide with reigns of Murad
III and Mehmed III, we particularly discourse Ottoman-English relations of the same
period.

The thesis primarily aims to contribute to researchers whom will be studying


the Ottoman-English relations at the last quarter of XVI. century thanks to “The
Travels of John Sanderson” text, which has been recently brought into Turkish
language with efforts to stick to its original. Additionally, this travel book, which
covers a wide geography, can be beneficial from cultural, social, economic and
religions history aspects.

In prologue, the prominent political events of the reigns of Murad III and
Mehmed III are discussed to compose a historical ground to Sanderson’s travel book
and it is aimed to explain the method used and solutions of the challenges faced
during the translation of the travel book into Turkish. The first chapter of the thesis

v
covers the beginning and development of Ottoman-English relations by analysing the
1574–1603 period. The second chapter of the thesis explains Sanderson’s biography
by utilizing his autobiography and aims to introduce the Levant Company. The
content, turn of phrase and importance of Sanderson’s travel book are mentioned in
the third chapter of the thesis. This chapter includes the Turkish translation of the
travel book and finally it is endeavored to interpret Sanderson’s observations about
Istanbul.

vi
ÖNSÖZ

XVI. yüzyılda Osmanlılar ve İngilizler arasında diplomatik ilişkilerin


başladığı sırada, Osmanlı topraklarına gelip burada yaşama imkânına sahip olan
İngilizler, aynı dönemde Avrupa’da gelişmiş bir dal olan seyahatnâme türünde
eserler yazmışlardır. Bu seyahatnâmelerin, seyyahların gözlem ve araştırmalarına
dayalı olarak verdikleri bilgiler, bazen önyargılar ve abartmalar içermiş olsa da,
Rönesans Avrupası’na fikrî olarak katkılar sağlamıştır. İşte bu seyahatnâmelerden
biri John Sanderson’ın seyahatnâmesidir. Bu tezin konusunu temel olarak, Levant
Kumpanyası ticari temsilcilerinden John Sanderson’ın “The Travels of John
Sanderson in the Levant 1584-1602” isimli seyahatnâmesinin Türkçeye çevrilmesi ve
onun İstanbul gözlemlerinin değerlendirilmesi oluşturur. Bu sayede bilhassa o
dönemdeki Osmanlı-İngiliz münasebetlerinin ve yeni kurulmuş olan Levant
Kumpanyası’nın anlaşılmasına ufak bir katkıda bulunabilmek amaçlanmaktadır.

Yapılan literatür taramasında gerek Türk kaynakları gerekse yabancı


kaynaklar arasında John Sanderson’dan bahseden veya kendisinden istifade eden
eserlerin az sayıda olduğu görülmüştür. Bu nedenle bu tezde yer alan biyografi için
büyük oranda Sanderson’ın otobiyografisinden istifade edilmiştir. Bu tez
hazırlanırken, John Sanderson’dan bahseden veya alıntı yapan ve giriş bölümünde
isimleri bulunan bu az sayıdaki eserlerden istifade edilmiştir.

İlk olarak, Türk tarihçiliğinin en önemli isimlerinden biri olan Sayın Prof. Dr.
Mübahat Kütükoğlu Hanımefendiye tez konumu seçmemdeki yardımı ve yol
göstericiliğinden ötürü teşekkürü bir borç bilirim. Kendisi Osmanlı-İngiliz
münasebetleri hakkında yazmış olduğu geniş kapsamlı doktora tezini hayata geçirme

vii
aşamasında John Sanderson’a rastlamış ve seyyah hakkında ilmî bir çalışma
yapılması lüzumunu görmüştür. Bu lüzumu görmesinden yarım asır sonra, bu
seyahatnâmenin incelenmesini tarafıma tez konusu olarak tavsiye etmiş ve John
Sanderson’ın seyahatnâmesini Türkçeye çevirmeme vesile olmuştur, kıymetli
tecrübelerinden istifade etmeme izin verdiği için kendisine ayrıca minnettarım.

Tezi hazırlarken karşılaştığım sorunlara, değerli vaktinden feragat ederek her


zaman çözüm getirmiş olan, ilmî zenginliğinden istifade etmeme daima izin veren
kıymetli danışman hocam Prof. Dr. Mahmut Ak’a minnetimi arz ederim. Tez
konumu oluşturan ve Hakluyt Derneği tarafından basılan John Sanderson’ın
seyahatnâmesinin dijital ortamdaki metnini benimle paylaşma cömertliğinde
bulunduğu için ayrıca tez aşamasında bana gösterdiği yakın ilgi ve sağladığı
imkânlar için Marmara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erhan Afyoncu’ya şükranlarımı
bildiririm. İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü hocalarından Prof. Dr. İdris Bostan’a,
Prof. Dr. Zeynep Tarım Ertuğ’a ve Prof. Dr. Fikret Sarıcaoğlu’na ayrıca 29 Mayıs
Üniversitesi’nden Prof. Dr. Feridun M. Emecen’e teşekkür ederim. Son olarak, tezin
hiçbir aşamasında yardımlarını esirgemeyen ve daima fikirlerini benimle paylaşan
ayrıca çeviri kontrolünü de üstlenen eşim Hüseyin Onur Ercan’a teşekkür etmek
isterim.

viii
İÇİNDEKİLER

ÖZ……………………………………………………………………………………iii

ABSTRACT…………………………………………………………………………..v

ÖNSÖZ……………………………………………………………………………...vii

İÇİNDEKİLER…………………………………………………………………........ix

KISALTMALAR…………………………………………………………………....xii

GİRİŞ……………………………………………………………………………........1

BİRİNCİ BÖLÜM

OSMANLI-İNGİLİZ MÜNASEBETLERİ

1.1. İlk Temaslar…………………………………………………….………………15

1.2. İlişkilerin Gelişmesi (1574-1603)………………………………………………20

1.2.1. Edward Osborne ve Richard Staper…………………………..............20

1.2.2. William Harborne’un Elçilik Dönemi.........…………………..............22

1.2.3. Edward Barton’ın Elçilik Dönemi......………………………………..29

1.2.4. Henry Lello’nun Elçilik Dönemi....…………………………………..34

1.3. 1607 Yılı Sonrası Osmanlılar ve İngilizler…………………….……….............37

ix
İKİNCİ. BÖLÜM

JOHN SANDERSON VE LEVANT KUMPANYASI

2.1. İngiliz Seyyah John Sanderson’ın Hayatı……..………………………………..40

2.1.1. Ailesi………………………………….……….……………………...40

2.1.2. Eğitimi………………………………………….…….……….............42

2.1.3. Görevleri …………………………..….………….…………………..43

2.1.4. Vefatı……………………………………………………………….…46

2.2. Levant Kumpanyası…………………..………………………………………...46

2.2.1. Kumpanyanın Kuruluş Yılları…………………………………...........46

2.2.2. 1583-1605 Yılları Arası………………………………………………47

2.2.3. Kumpanyanın Sonuçları………………………………………………58

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

JOHN SANDERSON’IN SEYAHATNÂMESİ

3.1. Seyahatnâmenin İçeriği, Üslubu ve Önemi……………….…………...……….60

3.1.1. İçeriği…………………………………………………………………60

3.1.2. Üslubu………………………………………………………...............62

3.1.3. Önemi…………………………………………………………………64

3.2. Seyahatnâmenin Türkçe Çevirisi………………..……………………………...66

3.2.1. Sanderson’ın Seyahatleri ……………………………………………..66

3.2.2. Akdeniz’e İlk Ziyareti: 1584-88……………………………………...66

3.2.3. Başka Bir Beyan……………………………………………………....79

x
3.2.4. Hollanda’ya Yolculuğu: 1588…………………………………..…….82

3.2.5. Doğu Hindistan Yolculuğu: 1590-91…………………………………83

3.2.6. Akdeniz’e İkinci Ziyareti: 1591-98…………………………..……….84

3.2.7. Bir İstanbul Tasviri: 1594……………………………………..……...92

3.2.8. Ek Bilgi……………………………………………….…….……….110

3.2.9. Akdeniz’e Üçüncü Ziyareti: 1599-1602……………………….……112

3.2.10. Kara Yolculuklarının Başka Bir Beyanı: 1602…………………….120

3.2.11. Kutsal Topraklara Hac Yolculuğu: 1601……………………….….124

3.2.12. Ek Bilgi……………………………………………………...……..147

3.2.13. Yolculuk Yaptığı Gemiler……………………………………..…...153

3.3. İstanbul Gözlemlerinin Değerlendirilmesi………………………….……...….155

SONUÇ…………………………………………………….……………................162

BİBLİYOGRAFYA………………………………………………………………..164

EKLER……………………………………………………………………..………174

Ek 1: John Sanderson’ın Seyahatnâmesinin Elyazma Nüshasının İlk Sayfası…….175

Ek 2: John Sanderson ve Erkek Kardeşine Bahşedilen Arma……………………..176

Ek 3: John Sanderson’ın İstanbul’dan İskenderun’a Seyahat Güzergahı………….177

Ek 4: John Sanderson’ın Adriyatik Denizi’nde Uğradığı Yerler……….………….178

Ek 5: Sanderson’dan Alınan İstanbul’daki Ağırlık Ölçülerine Dair Bilgiler……...179

Ek 6: Türkiye Kumpanyası’nın Arması……………………………………………180

xi
KISALTMALAR

a.e. aynı eser

a.g.e. adı geçen eser

a.g.m. adı geçen makale

bkz. Bakınız

bs. Baskı

c. Cilt

Çev. Çeviren

ç.n. çevirmen notu

d. doğum

DİA Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Ed. Editör

Haz. Hazırlayan

İA Milli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklopedisi

karş. Karşılaştırınız

M.Ö. Milattan Önce

xii
M.S. Milattan Sonra

ö. ölüm

s. Sayfa

TTK Türk Tarih Kurumu

Yay. Yayınları

TOEM Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası

ABD Amerika Birleşik Devletleri

St. Saint

vs. vesaire

xiii
GİRİŞ

XIX. yüzyıla kadar, Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Avrupalılar dinî


sebeplerle, bilhassa hac vazifesi münasebetiyle Kudüs’e ve Beytüllahim’e gitmek
için gelmekteydi, bu amaç dışında gelenlerin çoğu büyük ihtimalle tüccardı. Bu
tüccarlar, ticarî meselelerle uğraştıklarından olsa gerek, diplomatlar kadar çok
seyahat metni yazmamış, çoğunlukla memleketlerindeki üstlerine iş mektupları
yazmışlardır; çok azı kitap olarak yayımlanması üzere seyahatnâme kaleme almıştır.
Yayımlama fikriyle yazan tüccarlar ise, gördükleri yerleri anlatmaktan ziyade, o
yerlerin paralarının, ağırlık ve ölçü birimlerinin listesini içeren kitapçıklar
hazırlamışlardır. Tüccarların yazdığı bu kısa metinler genelde toplu halde
basılmışlardır1. Yine de Osmanlı-İngiliz münasebetlerinin gelişmesiyle, İngiltere’de
Osmanlılar hakkında çok sayıda belge, rapor, gezi yazısı ortaya çıkmıştır. Bu yazılar
Richard Hakluyt2 tarafından derlenmiş ve yayınlanmıştır. Hakluyt yayınlanmamış
malzemesini Samuel Purchas’a3 vermiş, o da bunların bir kısmını, Purchas His
Pilgrimes’te yayınlamıştır4. Yayınlanmayanlar ise bugün, Oxford Bodleian

1
Suraiya Faroqhi, Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?, Çev. Zeynep Altok, 3. bs., İstanbul, Tarih Vakfı
Yurt Yay., 2010, s. 197-200.
2
Richard Hakluyt (d. 1553? - ö. 1616), dönemin en büyük coğrafya tarihçilerindendir, eserinin ismi
“The Principal Navigations and Voyages”tır. Bkz. Tülay Reyhanlı, İngiliz Gezginlerine Göre XVI.
Yüzyılda İstanbul’da Hayat (1582-1599), Ankara, Başbakanlık Basımevi, 1983, s. 10.
3
Samuel Purchas’ın (d. 1575? – ö. 1626), “Hakluytus Posthumus” veya “Purchas His Pilgrimes
başlıklı” 4 ciltlik kitabı 1625 yılında Londra’da basılmıştır. Eserinin önemi, erken devir İngiliz
seyahatnâme ve seyahatle ilgili belgelerini gün ışığına çıkarmasıdır. Bkz. Tülay Reyhanlı, a.g.e., s.
11.
4
Zeki Arıkan, “Sir Paul Rycaut: Osmanlı İmparatorluğu ve İzmir”, Osmanlı Araştırmaları, XXII,
İstanbul, 2003, s. 116.

1
kitaplığındadır5. XVI. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de bu türden iki büyük seri
yayımlanmıştır. Bunlardan ilki Hakluyt’un 1589 tarihli “Voyages” adlı eseri, diğeri
ise “Purchas His Pilgrimes” adlı eserdir. Hakluyt serisindeki bazı kitapçıkların XIX.
ve XX. yüzyıllarda yapılmış yeni basımları mevcuttur. Tüm bu yayınlar, 1846
yılında kurulan Hakluyt Derneği’nin6 çabalarıyla gerçekleşmiştir7. Bu kurum XXI.
yüzyıla gelindiğinde, 300 ciltten fazla seyahat anlatısı yayımlamıştı ve bunların
yaklaşık yarısı başka Avrupa dillerinden İngilizceye çevrilmiş metinlerdir8. John
Sanderson’ın (d. 31 Mart 1560 – ö. 1627?) seyahatnâmesi de 1931 yılında Hakluyt
Derneği tarafından basılmıştır.

Bu tezin çıkış noktasını oluşturan John Sanderson’ın seyahatnâmesinin el


yazması bugün British Library’dedir9. Sanderson’dan kalan yazma eser, folyo olmak
üzere dört yüz sayfalık büyük bir cilt teşkil etmektedir, British Museum’da
Landsdowne yazmaları arasında 241 numarada kayıtlıdır10. Seyahatnâmesi dışında
Sanderson’dan günümüze ulaşmış olan yazmalar Sanderson’ın yazışmalarıdır.
Sanderson yazışmalarını genelde kendi eliyle kaleme aldığı gibi, bu yazışmaların bir
kısmının çırağı John Hanger tarafından yazıldığı da görülmektedir. Mektupların çoğu
İngilizce olmakla birlikte, o dönemde Levant’taki11 Avrupalıların iletişimde
kullandıkları en yaygın dil olan İtalyanca olanlar da az sayıda değildir 12. Ayrıca
Yahudi bir doktorun Sanderson’a verdiği, Sanderson’ın ise 17-18 Ağustos 1594
tarihinde İtalyanca’dan İngilizceye tercüme ettiği ve seyahatnâmesinde yer verdiği
bir İstanbul tasviri de dikkate değerdir. Sanderson 1584-1602 yılları arasında üç defa
5
Tülay Reyhanlı, a.g.e., s. 11.
6
Hakluyt Derneği, 1846 yılında Londra’da kurulmuş ve derneğe İngiltere’nin en büyük seyahatnâme
editörü oğul Richard Hakluyt’un adı verilmiştir. Derneğin amacı, seyahat, yolculuk ve geçmişe ait
coğrafî malzemeleri ciddi ve ayrıntılı incelemelerle birlikte yayımlayarak eğitime katkıda
bulunmaktır, bkz. Stanley Mayes, Sultanın Orgu, Çev. M. Halim Spatar, İstanbul, İletişim Yay.,
2000, s. 302.
7
Suraiya Faroqhi, a.g.e., s. 197-200.
8
Stanley Mayes, a.g.e., s. 303.
9
Hakluyt Society, The Travels of John Sanderson in the Levant 1584-1602, Ed. Sir William
Foster, Second Series, No. LXVII, Londra, Cambridge University Press, 1931, s. ix.
10
Orhan Burian, dört seyahatname, s. 230.
11
Avrupa literatüründe X. yüzyıldan başlayarak Akdeniz’in doğu kıyılarındaki ülkelere Levant ismi
verilmiştir. Bkz. Şerafettin Turan, “Levant”, DİA, c. 27, Ankara, 2003, s. 145.
12
Hakluyt Society, a.g.e., s. ix.

2
İstanbul’a gelmiş ve ilk gelişinde (9 Mart 1585 - 9 Ekim 1585) 7 ay, ikinci gelişinde
(12 Mart 1592 - 23 Eylül 1597) 5 yıl, 6 ay, 11 gün ve son gelişinde ise (16 Ağustos
1599 - 14 Mayıs 1601) 1 yıl, 8 ay, 28 gün kalmıştır. İstanbul’da kaldığı toplam süre 7
yıl, 10 ay, 10 gündür. Yine 1584-1602 yılları arasında İstanbul dışında gittiği Kudüs,
Beytüllahim, Trablusşam, Halep, Sayda, İskenderun, Kahire, Dimyat, Reşid gibi
başka şehirler de vardır. Seyahatnâmesinde bahsettiği bu seyahatleri de çeviri
metinde yer almaktadır.

İngiltere kraliçesi I. Elizabeth (1558-1603) döneminde Devlet-i Aliyye


topraklarına gelen John Sanderson’ın, memleketine döndükten sonra kaleme aldığı
seyahatnâmesi hem hac hem coğrafya hem de tarih kitabı niteliğinde bir seyahatnâme
olup13 gezginin tarafsız bir görüşle olayları yorumlaması beklenemezse de, görgü
tanığı olarak yazdığı birinci elden bilgiler belge niteliğindedir14. Tezin ana eksenini
oluşturan bu seyahatnâme metni bütünüyle Türkçe’ye aktarılmaya çalışılmış ve tezin
üçüncü bölümünde hassaten İstanbul gözlemlerinin değerlendirilmesi yapılmıştır.

İngilizlerin ilk defa Osmanlı topraklarında ticaret ayrıcalığı elde etmeleri


(1580) ve ertesi yıl eklenen madde ile İngiliz, Portekizli, İspanyol, Sicilyalı ve
Anconalılar dâhil Avrupa uluslarının Fransız bayrağı altında seyretme ve ticaret
yapmalarına olanak sağlanmasından15 ve son olarak diğer Avrupa devletleri yüzde 5
gümrük vergisi öderken İngilizlere yüzde 3 ödeme imkânı tanınmasından hemen
sonra 1584 yılında Türkiye Kumpanyası’yla Osmanlı ülkesine ve 1585 yılında da
İstanbul’a gelmiş olan John Sanderson, gerek bu seyahatini gerekse Levant
Kumpanyası’yla İstanbul’a ikinci (1592) ve üçüncü seyahatlerini (1599) kaleme
aldığı seyahatnâmesiyle, Osmanlı-İngiliz münasebetlerinin ilk döneminin anlaşılması
için önemli bir kaynak olma hüviyetini taşımaktadır.

John Sanderson’ın İstanbul’a geldiği XVI. yüzyılın son çeyreği, Sultan III.
Murad ve Sultan III. Mehmed dönemlerine rast gelmektedir. O dönemde İngiltere

13
Hüseyin Yazıcı, “Seyahatname”, DİA, c. 37, İstanbul, 2009, s. 9-11.
14
Tülay Reyhanlı, a.g.e., s. 5.
15
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi 1300-1600, Çev. Halil
Berktay, İstanbul, Eren Yay., 2004, s. 244.

3
tahtında ise Kraliçe I. Elizabeth bulunmaktadır. Bu çeyrek yüzyıllık zaman zarfının
öne çıkan siyasî olaylarından kısaca bahsetmek, seyahatnâmeye tarihî bir zemin
oluşturması bakımından gerekmektedir. Bu üç hükümdarın tahtta bulunduğu
dönemlerden bu bölümde kısaca bahsedilmektedir. Osmanlılar ve İngilizlerin
münasebetleri tezin birinci bölümünde ve bu münasebetlerin yürütülmesinde önemli
rolü bulunan Levant Kumpanyası tezin ikinci bölümünde ele alındığından, bu
bölümde ayrıca bahsedilmemiştir. Prof. Dr. Mübahat S. Kütükoğlu ve Prof. Dr.
Akdes Nimet Kurat, Osmanlı-İngiliz münasebetlerini başladığı ilk yıllardan itibaren
ele almak suretiyle çok kıymetli eserler yazmışlardır. Bu tezde bu eserlerden büyük
oranda faydalanılmış olup, konu hakkındaki diğer eserler de incelendikten sonra
ancak kendimizce bir metin yazılabilmiştir.

III. Murad (1574-1595) ve III. Mehmed (1595-1603) dönemlerinin burada


bahsedeceğimiz siyasî olaylarından ilki Safevîlerle savaş ve Azerbaycan’ın ilhakıdır
(1578-1590). Safevî Şahı Tahmasb’ın (1524-1576) ölümünden sonra İran’da bazı
kargaşalıklar meydana gelmiştir. Osmanlıların bu durumdan yararlanmak istemeleri
üzerine Osmanlı-Safevî savaşları başlamıştır. 1578 yılından 1590 yılı İstanbul
Antlaşması’na kadar bu savaşların ilk aşaması cereyan etmiştir16. İran cephesinde
1590 yılında bu uzun savaş sona ermiş ve Azerbaycan Osmanlılarda kalmıştır. Ancak
XVI. yüzyılın son yıllarında Şah Abbas, Kızılbaş aşiret vergilerine ek olarak ve
giderek onların yerini almak üzere, Osmanlı kul sistemini örnek alan bir gulam
ordusu toplayarak gücünü pekiştirmiştir. Celâlî isyanlarının Osmanlıların karşılık
verebilme imkânını büyük ölçüde sınırlamasından yararlanarak, bu kuvvetlerle 1603
yılında Tebriz’i ele geçirmiştir. Safevîlerin birkaç ay sonra da Erivan’ı fethetmesinin
ardından Osmanlı ordularının komutanlığına Cigalazâde Sinan Paşa getirilmiştir17.
Safevî savaşlarının (1603-1639) ikinci aşaması 1603-1618 yılları arasında üçüncü
aşaması ise 1623-1639 yılları arasında yaşanmıştır. 17 Mayıs 1639 tarihindeki Kasr-ı

16
Hüseyin Onur Ercan, Osmanlı-Habsburg Diplomasisi: Rudolf Schmid’in Nihaî Raporunun
Türkçeye Çevirisi Ve Otuz Yıl Savaşlarıyla İlişkisi (1629-1643), (basılmamış yüksek lisans
tezi), İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 2013, s. 54.
17
Suraiya Faroqhi, Krizler ve Değişim 1590-1699, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi, Ed. Halil İnalcık ve Donald Quataert, c. II., İstanbul, Eren Yay., 2004, s. 552.

4
Şirin Barış Antlaşması ile Osmanlılar ve Safevîler arasındaki anlaşmazlık son
bulmuştur.

1589 yılında İstanbul’da yaşanan ve Beylerbeyi Vakası olarak da anılan


yeniçeri ayaklanması ise, ekonomik ve malî nedenlere dayalı büyük bir askerî
isyandır. Maaşları mağşuş sikkelerle ödenen İstanbul’daki yeniçeriler isyan
etmişlerdir. III. Murad, isyancıların bu durumdan sorumlu tuttukları Rumeli
Beylerbeyi Mehmed Paşa’nın ve Başdefterdar Mahmud Efendi’nin idam edilmesini
kabul etmiştir. Bu olay üzerine, bu tarihten itibaren saray hizipleri askerî sınıf ile
ilişkiler kurmaya başlamışlardır ve bu isyan ve ittifaklar XVII. yüzyıl boyunca tekrar
tekrar gündeme gelmiştir18.

1593-1606 yılları arasında cereyan eden Uzun Savaş isimli Osmanlı-


Habsburg savaşları, hem Osmanlılar hem de Habsburglar için gerek askerî gerekse
malî açıdan çok yıpratıcı olmuştur ve Osmanlıların hiç beklemedikleri kadar uzun
süren bu savaş, son başvurulan yöntem olarak 11 Kasım 1606 tarihinde II. Rudolf19
(1576-1612) ile Macaristan’ın Komron şehri yakınlarında bulunan Zitvatorok’ta
imzalanan antlaşma ile hitama erdirilmiştir. Bu antlaşma ile Osmanlıların diplomatik
ilişkilere dönük geleneksel yaklaşımları da sarsılmıştır20.

1594 yılında, Macaristan’daki durum henüz belirsizken, padişaha haraç


ödeyen üç ülke Erdel, Eflak ve Boğdan isyan ederek, imparator Rudolf ile anlaşmaya
yanaşmışlardır21. Boğdan voyvodası, üzerine gönderilen bir Osmanlı kuvvetini
yenmiş ve Eflak voyvodası Mihail kuzey Bulgaristan’ın bir kısmını talan etmiştir.

18
Suraiya Faroqhi, Krizler ve Değişim, s. 546.
19
II. Rudolf (d. 1552-ö. 1612), Kutsal Roma kayzeri ve Habsburg kralıdır. II. Maximilian’ın hayatta
kalmış en büyük oğludur. Bkz. Karl A. Roider, “Rudolf II”, Europe 1450 to 1789, Encyclopedia
Of The Early Modern World, Ed. Jonathan Dewald, c. 5, ABD, 2004, s. 272-273.
20
Hüseyin Onur Ercan, a.g.e., s. 11. Daha geniş bilgi için bkz. Fatih Yeşil, Aydınlanma Çağında bir
Osmanlı Kâtibi: Ebubekir Râtib Efendi (1750-1799), 1. bs., İstanbul, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2011, s. 14 ve Feridun M. Emecen, “Çağdaş Osmanlı Kaynaklarında Uzun Savaşlar ve
Zitvatorok Antlaşması ile İlgili Algılama ve Yorum Problemleri”, Osmanlı Araştırmaları, XXIX,
İstanbul, 2007, s. 97 ve Kemal Beydilli, “Sefaret ve Sefaretnâme Hakkında Yeni Bir
Değerlendirme”, Osmanlı Araştırmaları, XXX, İstanbul, 2007, s. 17.
21
Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, c. 2, İstanbul, Eren
Yay., 1990, s. 372.

5
İsyanı bastırmaya giden Ferhad Paşa başarılı olamayınca yerine getirilen Koca Sinan
Paşa Mihail ile karşılaşmış fakat Mihail Osmanlı askerlerini katletmiştir22. Bu üçlü
isyan savaşın yönünü güçlü bir şekilde değiştirmiştir.

1595 yılında III. Murad’ın ölümü ve oğlu III. Mehmed’in tahta geçişi savaş
sırasında bir bunalım dönemine rastlamıştır. Sinan Paşa’nın ısrarı üzerine III.
Mehmed 1596 yılında orduyu Macaristan’a götürmüştür. Eğri kuşatması başarılı
olduktan sonra, Osmanlılar Haçova’da Avusturya ordusuna rastlamış ve beklenmedik
bir zafer kazanmışlardır23.

Haçova mücadelesi, Osmanlı ordusunun zaferle biten en büyük meydan


savaşlarından birini teşkil etmiştir. Fakat buna rağmen, askerî ve siyasî yönden, 1606
yılında sona erecek olan Uzun Savaş’ın kaderi üzerinde hiçbir olumlu rol
oynamamıştır. Savaşın ertesi günü vezîriâzamlık makamına getirilen Cigalazâde
Sinan Paşa’nın yaptırdığı yoklama sonucu Haçova’dan kaçtıkları veya savaşa
katılmadıkları tespit edilip timarları ve ulûfeleri ellerinden alınan askerler
Anadolu’da Celâlî gruplarına katılarak karışıklıkların artmasına yol açmışlardır24.

XVI. yüzyılın son yıllarında bazı paralı asker şefleri yani sekban
bölükbaşıları, bütün Anadolu’da boydan boya at koşturup, belli başlı muhkem
kentleri kuşatmayı, hatta Bursa ve Urfa gibi bunların en önemlilerinden bazılarını ele
geçirmeyi başarmışlardır. Karayazıcı 1599 yılında isyan etmiş ve üzerine yollanan
hükümet kuvvetlerine karşı büyük bir zafer kazanmıştır. Urfa Kalesi’ni ele
geçirdikten sonra çeşitli resmi makamlara tayin ile meşruiyet kazanmıştır. Fakat
Anadolu taşra yöneticileri arasındaki düşmanları onu önce Urfa’yı terk edip orta
Anadolu’ya gitmek, daha sonra da Samsun civarındaki tepelere sığınmak zorunda
bırakmışlardır, Karayazıcı kısa süre sonra burada ölmüştür25.

22
Colin Imber, Osmanlı İmparatorluğu 1300-1650 İktidarın Yapısı, Çev. Şiar Yalçın, İstanbul,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2006, s. 86-87.
23
Colin Imber, a.g.e., s. 87.
24
Feridun M. Emecen, “Haçova Meydan Savaşı”, DİA, c. 14, İstanbul, 1996, s. 546-547.
25
Suraiya Faroqhi, Krizler ve Değişim, s. 548. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Akdağ, Türk
Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celâlî İsyanları”, 1. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yay., 2009.

6
Celâlî olarak bilinen eşkıya çetelerinin taşraya saldığı dehşet, kırsal nüfustaki
azalmanın ve Anadolu tarımının yıkıma uğramasının başlıca nedenlerindendir26.
Kuyucu Murad Paşa, Celâlî isyanlarını Temmuz 1607 tarihinden Ağustos 1608’e
kadar süren sert önlemlerle ve bir dizi savaşlarla asîleri ortadan kaldırarak
bastırmıştır27. Kuyucu Murad Paşa’nın isyanları bastırmasının üzerinden otuz küsur
sene geçtikten sonra yapılan malî araştırmalar ve incelemeler nüfusun hâlâ XVI.
yüzyıldaki seviyesine ulaşmadığını göstermiştir28.

Osmanlılar 1528-1578 yılları arasında kalan dönemde Avrupa’da son derece


aktif bir diplomasi izlemişlerdir. Fransa, Macaristan ve Hollanda’da Kalvenistler ile
İspanya’da Moriskoların yanı sıra, Fransa ve İngiltere’nin yükselen ulusal
monarşileri de dâhil olmak üzere, Papalığa ve Habsburglara karşı olan bütün güçlere
omuz vermişlerdir. Bu güçlerle eş zamanlı olarak askerî harekâta girişmekle birlikte
Osmanlılar, desteklerini 1569 yılında Fransa’ya, 1580 yılında İngiltere’ye, 1612
yılında Hollanda’ya tanıdıkları ticarî imtiyazlarla da göstermişlerdir. Fakat
Osmanlıların tanıdıkları bu ticarî haklar uzun vadede, destekledikleri Batı
ekonomilerine güç kazandırmıştır29. Fakat XVI. yüzyıl sonu ile XVII. yüzyılda
devlet adamları, yükselmekte olan batılı güçlerle yaptıkları anlaşmaların iktisadî
olmaktan çok siyasî olduğunu düşünüyorlardı30.

Aynı dönemde Osmanlı diplomasisinin bir başka temel prensibi, iki cephede
birden savaşmaktan kaçınmak olmuştur. Batı Avrupa ile savaş halindeyken diğer
yandan da Safevîlerle savaşa tutuşmaktan kaçınılmaktadır. Osmanlıların
Habsburglarla uzun ve yıkıcı bir savaş (1593-1606) içinde olduğu bir sırada, 1603
yılında Şah Abbas’ın (1588-1629) da savaş ilan edip Azerbaycan’daki bütün
Osmanlı fetihlerini geri alması, bu politikanın çöküşü olmuştur. Bu sebeple Prof. Dr.
Halil İnalcık, 1606 yılında Habsburglarla yapılan Zitvatorok Antlaşması’nı,

26
Halil İnalcık, a.g.e., s. 58-60.
27
Ömer İşbilir, “Kuyucu Murad Paşa”, DİA, c. 26, İstanbul, 2002, s. 507-508.
28
Colin Imber, a.g.e., s. 97.
29
Halil İnalcık, a.g.e., s. 57.
30
Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa 1300-1700, Çev. Ülkün Tansel, İstanbul, Kitap
Yay., 2004, s . 232.

7
Osmanlılar için talihin dönüşü ve gerilemenin başlangıcı olarak saymanın yanlış
olmadığını belirtmektedir. Osmanlıların başarısızlığı, geleneksel bir Asya
kültürünün, Batı’dan ödünç aldığı onca savaş teknolojisine karşın, çağdaş
Avrupa’nın yükselişi karşısında yenilgiye mahkûm olduğu anlamına gelmekteydi.
Ayrıca Osmanlı gerilemesinin, üstün Avrupa askerî teknolojisinden olduğu kadar,
Batı Avrupa’nın modern ekonomik sisteminden de kaynaklandığını kaydetmek
gerektiğini vurgulamaktadır. Osmanlı ekonomisinin ve para sisteminin 1600’lü
yıllarda uğradığı çöküntünün ardında, bu sırada Doğu Akdeniz’de Venediklilerin
yerini alan Batı ülkelerinin saldırgan merkantilist ekonomileri yatmaktaydı 31.

Osmanlı devlet yapısının önemli ölçüde değiştiğini gösteren bir başka konu,
1600 yılı civarında meydana gelen, Koçi Bey devrindeki yazarların hâlâ Osmanlı
haşmetinin simgesi olarak gördükleri timar sisteminin giderek ortadan kaybolması
konusudur. Nüfus artışı, tüfek gibi ateşli silâhların yayılması, yabancı gümüş akışı ve
Avrupalı tüccarların mütecaviz ticarî uygulamaları gibi olguların hepsi bir arada,
değişik derecelerde, para dolaşımının artmasına, temel maddelerde fiyat artışına yol
açmış ve nihayet Osmanlı yönetimini timar sistemini giderek iltizam32 sistemiyle
ikame etmeye zorlamıştır33.

1584-1603 yılları arasında iki parasal bunalım birbirini izlemiştir ve para


ayarındaki değişmelerin ötesinde, ağır malî bunalımlar meydana gelmiştir. Zaman
içinde bir kaymayla, Akdeniz’in doğu ucu, batının daha önce tanıştığı zorlukların
aynılarıyla karşılaşmaktadır. Bu sorun çok çeşitli tezahürler açığa çıkarmıştır:
siyasal, dinsel, etnik, hatta toplumsal. Bir dizi ayaklanma ve karışıklık, koskoca
imparatorluğun içinde paranın yuvarlanmasının izinden giderek, ortaya çıkmıştır34.

Osmanlı İmparatorluğu’nun XVI. yüzyılda genişleyebileceği doğal sınırlara


ulaştığı ve aşamayacağı siyasî ve coğrafî engellerle karşılaştığı kanaatinin var

31
Halil İnalcık, a.g.e., s. 57.
32
Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, 8.bs.,
İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2012, s. 102.
33
Rıfa’at Ali Abou-El-Haj, Modern Devletin Doğası, Çev., Oktay Özel - Canay Şahin, 1. bs.,
İstanbul, İmge Yay., 2000, s. 51-52.
34
Fernand Braudel, a.g.e., s. 368.

8
olmasına karşın, Osmanlılar hem denizde hem de karada kuvvetli rakiplerle
karşılaşmıştır. Batıda Habsburglar, doğuda Safevîler Osmanlı ilerlemesini
durdurmaya çalışmıştır. Ayrıca Safevîler, özellikle Şah Abbas (1587-1628)
zamanında Avrupalılarla Osmanlı Devleti’ni hedef alan askerî-iktisadî ittifaklar
aramışlardır. Osmanlılar bu düşmanların kurdukları ittifaklardan etkilenmiştir. 1578-
1606 yılları arasında İranlılara ve Habsburglara karşı yürütülen yıpratıcı ve kazançsız
savaşlar, aynı dönemde içeride yaşanan büyük toplumsal sorunların da etkisiyle
devlet ve toplum düzenini sarsmış ve büyük ölçüde insan ve malî kaynak kaybıyla
sonuçlanmıştır35. XVI. yüzyılın son çeyreğinde, içeriden nüfus baskısı ve bürokratik
yapıdaki değişim, dışarıdan da Amerikan gümüşünün yol açtığı fiyat artışı ve ateşli
silahların yaygınlaşması gibi faktörlerin askerî ve malî sistemin değişmesine
sebebiyet vermesi, Osmanlı devlet ve toplum nizamını derinden etkilemiş ve mutlak
otoriteyi haiz bir sultanın idaresinde timar ve devşirme sistemlerinin damgasını
taşıyan klasik düzenin değişmesi kaçınılmaz hale gelmiştir36. Dönemin seçkin
Osmanlı yazarlarından Gelibolulu Mustafa Âli, XVI. yüzyıl sonlarını Osmanlı
yönetici sınıfının yetkinliğinin giderek azaldığı bir dönem olarak tasvir etmektedir 37.

Osmanlı devlet adamları ve uleması, özellikle XVI. yüzyılın son çeyreğinden


itibaren kendi devlet ve toplum düzenlerinin bir bozulmaya yüz tuttuğunun farkına
varmışlardır. Onlar karşılaştıkları bu gelişmeyi Osmanlı devlet ve toplum anlayışı
çerçevesinde izaha çalışmışlardır38.

Aynı dönemdeki İngiltere tarafını ele alırsak, VIII. Henry’nin ikinci karısı
Anne Boleyn’den olan gayrimeşru kızı, İngiltere ve İrlanda kraliçesi I. Elizabeth, 17
Kasım 155839 tarihinde İspanya Kralı II. Felipe’nin karısı olan üvey kardeşi Mary

35
Mehmet Öz, Kanun-ı Kadîmin Peşinde: Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi Yorumcuları, 4.
bs., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2010, s. 38-39.
36
A.e., s. 53.
37
Cornell H. Fleischer, Tarihçi Mustafa Âli Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, Çev. Ayla Ortaç,
İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yay., 2010, s. 148-196.
38
Mehmet Öz, a.g.e., s. 16.
39
Wallace MacCaffrey, “Elizabeth I”, Europe 1450 to 1789, Encyclopedia Of The Early Modern
World, Ed. Jonathan Dewald, c. 2, ABD, 2004, s. 247-250.

9
Tudor’un ölümü üzerine İngiltere tahtına geçmişti40. İspanya’da Katolikliğin zaferi
görünüşteydi. Çünkü İspanya idaresi altında Hollanda’da ayrılıkçılar Kalvenistliğe41
geçecek ve özellikle İspanya’nın Hint denizlerindeki yeni sömürgelerini ele
geçirmeye çalışacaklardı. Kalvenizmin en şiddetli yorumu ise İskoçya’da doğmuştu.
1559 yılında Elizabeth din siyaseti konusunda Katolik II. Felipe’nin tehditleri
karşısında bulunuyordu. İngiltere İspanyol sömürgeleri üzerindeki emelleri nedeniyle
Protestanlığa sarılacak, İspanya’nın karşısında deniz egemenliği için çetin bir
mücadeleye girecektir42.

İspanya’nın temsil ettiği Katolik tehdidi Elizabeth’i kesin biçimde


Protestanlığa ve Anglikanizme43 yöneltmiştir. Kraliçe Elizabeth, Katoliklik ile
Kalven mezhebinden alınmak suretiyle meydana gelmiş olan Anglikan kilisesine44
memleketinde herkesin tabi olmasını isteyerek muhalefet eden Katolik ve
Kalvenistleri cezalandırmıştır45. Elizabeth başta çekingen bir politika izlerken, 1568
yılından itibaren denizde İspanya ile mücadeleye başlamıştı. 1569 yılında Fransa’da
tekrar bir iç savaş patlak vermiş ve ancak St. Germain fermanı ile barış
sağlanabilmiştir. Kalvenist şefleri yenilmekle beraber, krallık meclisine girmiştir.
Coligny’nin etkisiyle tamamen İspanya karşıtı bir dış siyaset güdülmeye
başlanmıştır. Aynı tarihte Northumberland’da İngiliz dükleri II. Felipe’nin
kışkırtmasıyla Elizabeth’e karşı ayaklanmışlarsa da, yenilgiye uğramışlardır. 1570
yılında bu isyan tamamıyla bastırılmış fakat Papa V. Pius, iyiden iyiye Protestan
siyaseti gütmeye başlayan Elizabeth’i aynı yıl aforoz etmiştir. Bunun üzerine
İngiltere kesin olarak papa ve İspanya aleyhtarı olmuştur. 1570 yılında Hollanda

40
A.e., s. 247-250.
41
Kalvenizm için bkz. Halil İnalcık, Rönesans, s. 215-220 ve Max Weber, Protestan Ahlakı ve
Kapitalizmin Ruhu, Çev. Milay Köktürk, 1. bs. Ankara, Bilgesu, 2011.
42
Halil İnalcık, Rönesans Avrupası: Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci, 2. bs.,
İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2011, s. 231-258.
43
Anglikanizm için bkz. Halil İnalcık, Rönesans, s. 220-222.
44
Anglikan mezhebi, Katolikliğin zahiri merasim ve eşkâlini ve din adamlarının derece ve
mertebelerini kabul etmiş, hükümdarı kilisenin reisi tanımış ve diğer hususları da Kalven
mezhebinden almıştır. İtikatça Poritenler ile Anglikanlar arasında fark yoktu; fakat Poritenler
merasim dereceleri kabul etmeyerek sadelik taraftarı idiler. Bkz, İsmail Hakkı Uzunçarşılı,
Osmanlı Tarihi, c. 3, kısım 2, Ankara, TTK Basımevi, 1982, s. 123-124.
45
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 123-124.

10
isyancıları da özellikle denizde İspanya’ya karşı açık kışkırtmalarda bulunuyorlardı.
Bu durumda II. Felipe için 1570 yılında kuzey ülkeleri ciddi bir tehdit oluşturmaya
başlamıştır46.

Kraliçe, o tarihlerde denizde ve karada çok kuvvetli olan II. Felipe’den


çekindiği için yine II. Felipe’nin hasmı olan Osmanlıları İspanya kralı aleyhine tahrik
etmek istemiş, fakat Osmanlılarla İspanyolları birbirine tutuşturamamakla beraber
Osmanlı-İspanya dostluk ve ticaret münasebetini önlemeye muvaffak olmuştur47.

I. Elizabeth döneminde başlayan deniz aşırı sefer ve keşifler İngiltere’nin


itibarını ve ticaret hacmini arttırmıştır. Uzakdoğu ve Asya ile ticaret yapmak üzere
İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası kurulmuştur. İspanya’ya karşı Fransa ile
anlaşma yapılarak geleneksel düşmanlığa son verilmiş ve dünya ticaretinde
Hollanda, İspanya ve Portekiz ile rekabete girişilmiştir. I. Elizabeth dönemi
İngilteresi yetiştirdiği Shakespeare, Spencer, Bacon, Marlowe gibi yazar ve
düşünürlerle de dikkat çekmiştir48.

XVI. yüzyılın sonlarında İngilizler Doğu Akdeniz ticaretinde giderek daha


önemli bir konuma geldiler. Geniş ölçüde yünlü kumaş ithalatından oluşan İngiliz
ticareti, büyük çapta ilk imtiyazını 1581 yılında ele alan Londra’daki İngiliz Levant
Kumpanyası’nın kontrolü altındaydı49. XVI. yüzyılda Osmanlı topraklarına
gönderilen İngiliz elçilerin hepsi, büyük bir ticarî kuruluş olan Levant
Kumpanyası’nın üyesi idiler50.

İşte bu tablonun yaşandığı dönemde İstanbul’a gelen Sanderson ile aynı


dönemde Osmanlı topraklarına gelen kişiler arasında İstanbul’un tasvirini Edward
Barton’ın kâtibi Richard Wragg ile 1597 yılında 6 hafta için Edward Barton’a misafir

46
Halil İnalcık, Rönesans, s. 231-258.
47
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 123-124.
48
Azmi Özcan, “İngiltere”, DİA, c. 22, İstanbul, 2000, s. 296-299.
49
Kate Fleet, "Levant", Europe 1450 to 1789, Encyclopedia Of The Early Modern World, Ed.
Jonathan Dewald, c. 3, s. 492-494.
50
Tülay Reyhanlı, a.g.e., s. 24.

11
gelen Fynes Moryson da vermiştir. Fakat Thomas Dallam’ın tasviri bu ikisini de
geride bırakmaktadır51.

John Sanderson’dan veya yazdıklarından bahseden eserler sayılıdır52.


Seyahatnâmenin çevirisi esnasında karşılaşılan bazı zorluklara, okura metni daha
anlaşılır kılmak için, burada değinmek gerekmektedir. Sanderson seyahatnâmesini
XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde kaleme almıştır. Eserini basılması için Purchas’a
vermiştir ve Purchas da kendi eserinde Sanderson’ın seyahatnâmesine yer vermiştir.
Sanderson’ın hem bu yazısı hem de diğer yazışmaları Hakluyt Derneği tarafından
1931 yılında “The Travels of John Sanderson in the Levant 1584-1602” adı altında
yayımlanmıştır53. Biz Hakluyt’un bastığı bu 1931 yılı versiyonunu esas aldık.
Purchas tarafından basılan versiyon, Hakluyt’un kullandığı el yazmasında
bulunmayan bazı faklı cümleler veya sözcükler, bir de yine el yazmasında
bulunmayan, Sanderson tarafından sayfa kenarına yazılmış notlar içermektedir.

51
Harold Bowen, Türkiye Hakkında İngiliz Tetkikleri, Çev. Orhan Burian, Haz. Zeki Arıkan,
Ankara, TTK Basımevi, 2011, s. 13.
52
Tülay Reyhanlı, İngiliz Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul’da Hayat (1582-1599)
Harold Bowen, Türkiye Hakkında İngiliz Tetkikleri
Alfred C. Wood, Levant Kumpanyası Tarihi
Stanley Mayes, Sultanın Orgu
Hamit Dereli, Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler ve İngilizler
Samuel C. Chew, The Crescent And The Rose
Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı İngiliz İktisâdî Münâsebetleri
Akdes Nimet Kurat, Türk İngiliz Münasebetlerinin Başlangıcı ve Gelişmesi (1553-1610)
Gülgün Aybet Üçel, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699)
Brandon H. Beck, The English Image of the Ottoman Empire
Berna Moran, Türklerle İlgili İngilizce Yayınlar Bibliyografyası
Metin And, 16. Yüzyılda İstanbul, Kent - Saray - Günlük Yaşam
Gerald Maclean, Doğu’ya Yolculuğun Yükselişi
Susan A. Skilliter, William Harborne and The Trade With Turkey 1578-1582
Orhan Burian, Türkiye Hakkında Dört İngiliz Seyahatnamesi
Nazan Aksoy, Rönesans İngiltere’sinde Türkler
Erhan Afyoncu, Tanzimat Öncesi Osmanlı Tarihi Araştırma Rehberi
Albert Lindsay Rowland, England and Turkey, The Rise of Diplomatic and Commercial Relations
53
Berna Moran, Türklerle İlgili İngilizce Yayınlar Bibliyografyası, Onbeşinci Yüzyıldan
Onsekizinci Yüzyıla Kadar, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1964, s. 65.

12
Hakluyt her iki durumda da bu kısımları seyahatnâmeye eklemiştir. İlkini uygun
yerlere italik karakterler ile eklenmiş, ikincisini dipnotlarda vermiştir. Biz de ilkini
aynen çeviri metine uyguladık, dipnotlarda belirtilen bilgilerden ise gerekli
gördüklerimizi belirttik. Hakluyt Derneği ayrıca, seyahatnâme içindeki bölümlerin el
yazmasındaki folyo numaralarını da başlıkların hemen altında belirtmiştir, biz de
bunu çeviri metinde aynen uyguladık.

Hakluyt bazı kelimeler için tahminlerini ve anlaşılması güç olan bazı


konularda açıklamalarını dipnotlarda ek bilgilerle vererek metni daha anlaşılır hale
getirmiştir. Bu sayede çeviri biraz daha kolaylaşmıştır fakat yine de 1931 yılında
basılan bazı kelimeler şimdiki hallerinden biraz daha farklıdır. Burada şunu da
belirtmek gerekir ki Hakluyt’un bazı dipnotlarında yanlışlık tespit edilmiş ve bunlar
metin içinde çevirmen notu ile açıklanmıştır. Örneğin, Hakluyt peykler için koyduğu
dipnotunda peyklerin muhafız olduğunu yazmıştır. Hâlbuki peykler postacıdır.
Sanderson’ın yanlış verdiği bazı tarihler ise Hakluyt tarafından dipnotla
düzeltilmiştir. Bazı kelimeler yine sözlüklerde bulunamamakla beraber kimileri
metin içi bağlamdan çıkarılabilmiştir.

Seyahatnâmede geçen bazı yer isimlerinin karşılığının bulunması konusunda


zorluklar söz konusu olmuştur. Özellikle Kudüs ve çevresindeki yer ve peygamber
isimleri konusunda İncil’e başvurmak yararlı olmuştur. Fakat okuyucuya daha
anlaşılır olması için raporda bulunan yer isimlerinin, Türk tarih yazımında aşina
olunduğu şekliyle kullanılması tercih edilmiştir. Örneğin; seyahatnâmede yer alan
“Rosetta” yerine “Reşid” kullanılmıştır. Avrupa’daki yer isimleri bulunabildiği
kadarıyla bugünkü şekliyle kullanılmıştır. Bazı karşılığı bulunamayan yer isimleri ise
metinde geçtiği şekliyle bırakılmıştır.

Metinde yer alan normal parantezler Sanderson’ın paranteze aldığı kısımlar


olup, köşeli parantez ile belirtilen bilgiler ise Hakluyt Derneği’ne aittir. Metinde
Hakluyt’un dipnotları dışında bizim eklediğimiz dipnotlar da bulunmaktadır.
Dipnotlar aynı şekilde sayı ile ilerlemektedir fakat bizim tarafımızdan eklenen
dipnotlarda çevirmen notu (ç.n.) ifadesi yer almaktadır. Bazı konularda hem Hakluyt
Derneği’nin hem de bizim belirtmek istediklerimiz söz konusu olmuştur ve bu
13
durumda aynı dipnot içinde önce Hakluyt’un dipnotu verilmiş ve peşinden bir satır
atlanarak çevirmen notu yazılmıştır, yine burada da çevirmen notu (ç.n.) ifadesi yer
almaktadır.

Metinde ilerleyen zamanı daha anlaşılır şekilde gösterebilmek için her ayın
ismi ilk geçtiği yerde bold karakterlerle yazılmıştır. Ayrıca padişah ve
imparatorlardan bahsedilirken sadece isimleri yazılmıştır fakat biz yine metni daha
anlaşılır kılmak adına bu isimlerin başına o isimdeki kaçıncı padişah olduklarını
eklemeyi tercih ettik. Sanderson, Osmanlı padişahlarına imparator, Büyük Türk veya
Büyük Senyör ve şehzadelere de prens demektedir, biz imparator kelimesinin geçtiği
yerler için padişah kelimesini ve prens kelimesinin geçtiği yerler için de şehzade
kelimesini kullanmayı tercih ettik. Büyük Türk ve Büyük Senyör kelimelerini aynen
çevirdik. Sanderson, Osmanlı padişahlarının yaptırdığı ibadethaneleri ise kilise
olarak anmıştır, biz çeviri metinde bunları cami olarak ifade etmeyi tercih ettik.
Valide sultanlardan kraliçe diye bahsettiği olmuştur, yine buralarda da valide sultanı
kullanmayı tercih ettik.

14
BİRİNCİ BÖLÜM

OSMANLI-İNGİLİZ MÜNASEBETLERİ

1.1. İlk Temaslar

Osmanlılar ve İngilizlerin ilk karşılaşmaları 1396 yılında Niğbolu Savaşı


sırasında, Macar Kralı Sigismund’un idare ettiği haçlı ordusunda küçük bir İngiliz
kuvvetinin de yer alması vesilesiyle gerçekleşmiştir54. Ancak bu karşılaşma, iki
devlet arasında doğrudan bir temas olarak kabul edilmek için yeterli değildir.
Nitekim Osmanlılar ve İngilizler arasında resmî münasebetlerin başlaması bu tarihten
neredeyse iki yüzyıl sonra III. Murad zamanındadır. Esasen İngiltere’nin XIV. yüzyıl
ortalarından XV. yüzyıl ortalarına kadar, Fransa ile mücadele halinde bulunması
(Yüzyıl Savaşları, 1337-1453), Osmanlı Devleti ile ilişkilerin o dönem için
kurulamamasının nedeni olarak görülebilir55.

Diğer Avrupa devletleri ile karşılaştırdığımızda, Osmanlı İmparatorluğu ile


ekonomik ve siyasî münasebetlere en geç tarihte başlayan devletin İngiltere olduğu
görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasındaki münasebetler ancak
1578 hatta 1583 yılında başlamıştır denilebilir. İki devlet arasındaki ilişkilerin geç
başlamasının nedeni olarak, İngiltere’nin coğrafî açıdan Osmanlı topraklarından uzak

54
Azmi Özcan, “İngiltere”, DİA, c. 22, İstanbul, 2000, s. 302-307.
55
Ahmet Büyükaksoy, İngiltere’nin İstanbul Elçisi Thomas Roe’nun Diplomatik Yazışmaları
(1621-1628), (basılmamış yüksek lisans tezi), Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2012, s. XI.

15
olması ve İngilizlerin Akdeniz’deki ticaret faaliyetine geniş ölçüde ancak XVI.
yüzyılın ikinci yarısında katılabilmiş olmaları da sayılabilir56.

XV. yüzyıl başlarında İngiltere’de üretilen yünlü eşyalar, Akdeniz, Antwerp,


Lviv ve Osmanlı toprakları aracılığıyla Levant bölgesine ulaşmaktadır. Osmanlı
coğrafyasında üretilen ürünlerin, İngiltere’ye götürülmesi ise 1580’li yıllara kadar
Venedik ve Cenevizlilerin elindedir57. İngilizler, ortaçağda henüz ticarî faaliyetlere
başlamamış olmaları sebebiyle, doğudan gelen malları İtalyanlar aracılığıyla elde
ediyorlardı ve bu durum İtalyanların bu işten yüksek kâr sağlamalarına yol açıyordu.
XIV. yüzyıl sonlarında İngilizlerin dikkatini Akdeniz ticaretine çeken faktör,
İtalyanların bu ticaretten elde ettikleri büyük kârlardır58. Bu ticarette İngilizler,
Venediklilere bağımlı kalmaktansa bu emtiayı kendi gemileriyle temin etmenin çok
daha avantajlı olacağını anlamışlardır59. İngiliz tüccarı Venedikli, Fransız, Felemenk
tüccardan bağımsız olarak ticarete girmek istiyordu60. İlk olarak kendi emtialarını
İtalyan gemileriyle göndermemeye karar verdiler, sonra da kendi mallarını kendi
gemileriyle taşıma teşebbüsünde bulundular. Lakin girişimleri başarılı olamadı,
çünkü Cenevizliler Londra’dan gönderilen gemileri gasp ediyorlardı. 1446 yılında
Robert Sturmy adlı bir tüccarın yün taşıyan gemisi Filistin’e kadar gidebildi, fakat
dönerken İngilizlerin faaliyetinden kuşkulanan Cenevizliler bu gemiyi Malta
yakınlarında yağmaladılar. Bunun üzerine İngilizler yarım yüzyıla yakın bir zaman
Doğu Akdeniz’e girmeye cesaret gösterememişler ve Akdeniz ile ticaretlerini İtalyan
tüccarları vasıtasıyla yürütmüşlerdir61.

1494 yılında Fransızlar, İtalya’ya bir sefer düzenlediler, bu sırada kesilen


Venedik seferleri İngilizleri Akdeniz’e gelmek konusunda cesaretlendirdi. 1511

56
Akdes Nimet Kurat, Türk-İngiliz Münasebetlerinin Başlangıcı ve Gelişmesi (1553-1610),
Ankara, TTK Basımevi, 1953, s. 1-31. Ayrıca bkz. Nazan Aksoy, Rönesans İngiltere’sinde
Türkler, 1. bs., İstanbul, Çağdaş Yay., 1990, s. 29-39.
57
Halil İnalcık, a.g.e., s. 425-435.
58
Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı-İngiliz İktisadî Münasebetleri, Ankara, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yay., 1974, s. 6-20.
59
Johann Wilhelm Zinkeisen, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (1574-1623), Ed. Erhan Afyoncu,
Çev. Nilüfer Epçeli, c. 3, İstanbul, Yeditepe Yay., 2011, s. 300-312.
60
Nazan Aksoy, a.g.e., s. 29-39.
61
Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 2.

16
yılından sonra Bristol ve Southampton limanlarıyla Sicilya, Girit, Sakız, Kıbrıs,
Trablusşam ve Beyrut arasında seferler yapılmaya başlandı62. Johann Wilhelm
Zinkeisen, İngilizlerin Kıbrıs’ın fethinden önce Osmanlı İmparatorluğu limanlarına
kendi gemileri ile yanaşma iznini aldıklarını, fakat bunu Fransız bandırası altında
gerçekleştirebileceklerini yazmaktadır63.

XVI. yüzyılda Berberî korsanları, Akdeniz’deki İngiliz ticaretini ortadan


kaldırma tehdidi oluşturuyorlardı, bu dönemde İngilizleri Osmanlılarla münasebete
iten sebeplerden biri de, bu korsanları kontrol altına alabilme umuduydu. Bu
korsanlar arasında Türkler, Araplar, Endülüslüler ve Müslümanlığı kabul etmiş
Avrupalılar da vardı64.

1553 yılında Kanûnî Sultan Süleyman, Acem Şahı I. Tahmasp’a savaş açmak
üzere Nahcıvan seferi yolunda Halep’te kışlarken, o sırada aynı şehirde bulunan
Anthony Jenkinson isimli bir İngiliz tüccar kendisi için özel bir ticaret izni almıştır65.
Buna göre kendisi ve adamları Osmanlı limanlarında gümrük resmi ödemek şartıyla
serbestçe alışveriş yapabilme hakkını elde etmişlerdi66. Fakat bu imtiyaz sadece
Jenkinson ve temsilcisine, fazladan bir vergi ödemeden ticaret yapma imtiyazını
tanımaktaydı, diğer İngiliz tüccarlarını kapsamıyordu ve iki hükümdar arasında bir
yazışmaya konu olmamıştı67. Ancak günümüzden bakıldığında, İngilizlerin gelecekte
alacakları kapitülasyonların ve Levant Kumpanyası başlangıcının fiili bir temeli
sayılabilir68. Fakat bu imtiyazdan yararlanan olmamıştır çünkü bu, devlet
desteğinden yoksun, kişisel bir girişimdir. Alınan izne devletin kayıtsız kalmasının
62
Mübahat S. Kütükoğlu, a.g.e., s. 6-20. Ayrıca bkz. Alfred C. Wood, Levant Kumpanyası Tarihi,
Çev. Çiğdem Erkal İpek, Ankara, Doğu Batı Yay., 2013, s. 19-36 ve Nazan Aksoy, a.g.e., s. 29-
39.
63
Johann Wilhelm Zinkeisen, a.g.e., s. 300-312.
64
Hamit Dereli, Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler ve İngilizler, İstanbul, Anıl Matbaası, 1951,
s. 60-67.
65
M. Epstein, The Early History of the Levant Company, New York, Augustus, M. Kelley, 1968,
s. 7 ve Harold Bowen, a.g.e., s. 9-10.
66
Akdes Nimet Kurat, Türk-İngiliz Münasebetlerine Kısa Bir Bakış (1553-1952), Ankara, TTK
Basımevi, 1952, s. 5. Ayrıca bkz. Alfred C. Wood, a.g.e., s. 19-36 ve Nazan Aksoy, a.g.e., s. 29-
39.
67
Mübahat S. Kütükoğlu, a.g.e., s. 9.
68
J. Theodore Bent, Early Voyages and Travels in the Levant, London, Hakluyt Society, 1892, s.
v.

17
nedeni, o sırada tahtta bulunan ve ertesi yıl Katolikliği yeniden resmî din ilan edecek
olan Kraliçe Mary Tudor69’un Türklerle yakınlık kurulmasını uygun
karşılamamasıydı70. Ayrıca Jenkinson, o zaman Rus çarından daha büyük garantiler
elde etmişti, bu nedenle ticarî faaliyetlerini Rusya üzerinden gerçekleştirdiği için bu
imtiyazı kullanmadı71. Halil İnalcık, o zamanki İngiliz tüccarlarının baharatı aracısız
ve daha ucuza elde etmek umuduyla başka yollar araştırdıklarını, özellikle de İran
üzerinden Moskova-Hürmüz yolu üzerinde durduklarını yazmıştır. 1562 yılında bu
yol değişikliğini önlemek amacıyla İran’a Osmanlı elçileri gönderilmiştir. Osmanlılar
1578 yılında Azerbaycan ve Şirvan’ı işgal ederek bu yolun denetimini ele
geçirmişlerdir. O sıralarda İngiliz tüccarları sultana yeniden yanaşmışlardır72.

İngiltere ve Levant memleketleri arasındaki ticaret 1553 ve 1575 yılları


arasında durma noktasına gelmiştir. XVI. yüzyılın ortalarında artık İngiltere’ye sıcak
memleketlerden gelen emtia Hollanda’daki Anvers limanından dağıtılmaktadır. 1560
yılında İngiltere ile Hollanda arasında bir anlaşmazlık çıkınca, İngiltere’ye bu
emtianın gönderilmesi durdurulmuştur. Ayrıca 1568 yılında Hollanda’da İspanyol
hâkimiyetine karşı ayaklanma başlamış ve neticede İngiliz deniz ticareti tamamen
duraklamıştır73.

İngiliz tekneleri, yirmi yıllık bir gerilemenin ardından asıl 1573’te


Akdeniz’de tekrar ve bütün güçleriyle sahneye çıkmışlardır. Bu değişikliğin nedeni,
1570-1573 Osmanlı-Venedik savaşı sırasında, Yakın Doğu ile İngiltere arasındaki

69
Mary Tudor (d. 1516, ö. 1558), İngiltere tahtına geçince, reforma karşı şiddetli bir reaksiyon
vücuda getirmiştir. Katolikliğin en tarafgir bir müdafaacısı kesilerek İspanya Kralı II. Felipe ile
evlenmiştir. Katolikler aleyhindeki bütün fermanları kaldırmış ve İngiltere’yi Papa ile
barıştırmıştır. Bu hadise kanlı ve zalimce olmuştur bu nedenle kendisine Kanlı Mary denilmiştir.
Bkz. Ahmet Refik Altınay, Türkler ve Kraliçe Elizabeth (1200-1255), İstanbul, T.A.Ş. Yay.,
1932, s. 3.
70
Nazan Aksoy, a.g.e., s. 29-39.
71
Azmi Özcan, “İngiltere”, DİA, c. 22, İstanbul, 2000, s. 302-307.
72
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), Çev. Ruşen Sezer, İstanbul, Yapı
Kredi Yay., 2010, s. 144.
73
Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 5,11.

18
trafiği eskisi gibi sürdüremeyen Venediklilerin, tarafsız İngiliz gemilerine
başvurmalarıdır74.

Osmanlıların o zamana değin İngiliz ticaretinin başlıca transit merkezi olan


Sakız Adası’nı 1566’da doğrudan egemenlikleri altına almalarının ardından,
İngilizlerin Osmanlılarla ticareti sürdürebilmek için bir kapitülasyon edinmeleri
zorunlu olmuştur75.

1566-1581 yılları arasında İngiliz ticareti Rusya üzerinden İran’a yönelmiştir.


Osmanlı iskeleleriyle İngiliz limanları arasındaki ticareti yine Venedik gemileri
yürütmüştür. Bu dönemde İngilizlerin Akdeniz’de ticaret yapamamalarının
nedenlerinden biri Akdeniz’deki yaygın korsanlık faaliyetleridir ve bir diğeri ise
Venedik, Cenova ve Marsilya’nın İngiltere’yi Akdeniz ticaretine sokmak
istememeleridir76.

1570 yılının Şubat ayında Kraliçe Elizabeth, Papa tarafından aforoz edilince,
kraliçe ve taraftarları kendilerini Katolik Avrupa’dan izole etmişlerdir. Protestan
hükümdar -kraliçe- ve Katolik İspanya arasında bir mücadele de vardır77.

1571 yılında İnebahtı mağlubiyetinden sonra Osmanlıların Akdeniz


hâkimiyeti zayıflamıştır, ayrıca Kıbrıs’ın fethiyle de Venedik çok yıpranmıştır ve
uzak deniz seferlerine çıkamamaktadır. 1573 yılından itibaren İngilizler Akdeniz
ticaretinde ciddi şekilde faaliyete geçmişlerdir. İlk yıllarda gemiler Batı
Akdeniz’deki Hıristiyan limanlarına gidiyorken, 1579-1580 yıllarından sonra Doğu
Akdeniz’e uğramaya başlamışlardır78. Bu dönemde Akdeniz ticareti Fransızların
hâkimiyetindedir ve 1569 kapitülasyonları gereğince Venedikliler hariç ahidnameleri

74
Halil İnalcık, Klasik Çağ, s. 426.
75
A.e., s. 426.
76
Nazan Aksoy, a.g.e., s. 29-39.
77
Başak Çeliktemel, A Study Of The Third English Ambassador Henry Lello’s Report On The
Ottoman Empire (1597-1607), (basılmamış yüksek lisans tezi), İstanbul Bilgi University,
İstanbul, 2012, s. 15.
78
Mübahat S. Kütükoğlu, a.g.e., s. 7-9. Suraiya Faroqhi, XVI. yüzyıl sonunda, Osmanlı
coğrafyasındaki dış ticaretin dramatik bir şekilde değişikliğe uğradığını ve büyük sayılarda İngiliz
tüccarın Akdeniz’e girerek Venediklileri gölgede bırakacak şekilde muazzam miktarlarda yünlü
kumaş ithal ettiklerini yazmaktadır. Bkz. Suraiya Faroqhi, Krizler ve Değişim, s. 608-610.

19
olmayan bütün Hıristiyan devletler, İngiltere de dâhil, Fransız bayrağı ve himayesi
altında ticaret yapmak zorundadırlar79. Fransızlar ticaret limanlarında birer konsolos
bulundurmakta ve gemiler konsolosluk resmi adıyla, bu şahsa bir vergi
ödemekteydiler. İngilizler İstanbul’da bir elçilik ve diğer yerlerde konsolosluklar
oluşturarak bu tür vergilerin yabancılara gitmesini önlemeyi, bütün paranın kendi
ceplerinde kalmasını ve bu durumda ticaret filosunun da gelişmesini umarak,
Osmanlı Devleti ile resmen ilişkiler kurulması gerekliliğini anlamışlardır80.

1.2. İlişkilerin Gelişmesi (1574-1603)

XVI. yüzyılda Osmanlı-İngiliz münasebetlerine baktığımızda; Osmanlıların


İngiltere’ye karşı Protestan olmalarından ötürü bir yakınlık hissetmeleri, fakat
İngilizlerin buna karşılık iktisadî çıkarlarına ağırlık vermeleri göze çarpmaktadır81.
Ancak tabii ki Osmanlılar da, İngilizlere yalnızca Katoliklere nazaran Protestanları
daha yakın bulmaları nedeniyle imtiyazlar vermemiştir. Alfred C. Wood, Osmanlı
İmparatorluğu’nun İngilizlerin tekliflerini politik nedenlerle kabul ettiklerini, çünkü
padişahın Elizabeth’i İspanya’ya karşı hazır bir müttefik olarak gördüğünü ve
ülkesinden düşmanının düşmanını kovmayacağını söylediğini yazmaktadır82.

1.2.1. Edward Osborne ve Richard Staper

Osmanlı Devleti ve İngiltere arasındaki münasebetler hem ticarî hem de


siyasî sahada XVI. yüzyılın ikinci yarısında, Sokollu Mehmed Paşa’nın
vezîriâzamlığı sırasında başlamıştır. Barış siyaseti izleyen Sokollu Mehmed Paşa, ilk

79
Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 5,11. Ayrıca bkz. Alfred C. Wood, a.g.e., s. 19-36.
80
Mübahat S. Kütükoğlu, a.g.e., s. 8-9.
81
Bekir Kütükoğlu, “Murad III”, DİA, c. 31, İstanbul, 2006, s. 172-176 ve Azmi Özcan, “İngiltere”,
DİA, c. 22, İstanbul, 2000, s. 302-307.
82
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 19-36.

20
İngiliz elçisine karşı da iyi muamele göstermiştir83. XVI. yüzyılın sonlarında
Fransa’da din savaşları yaşanmaktadır, ayrıca Hollanda-İspanya, Osmanlı-İspanya ve
İspanya-Portekiz savaşlarının getirdiği çöküntü yüzünden diğer Avrupa devletleri
Akdeniz’deki iktisadî hayattan çekilmiş durumdadır84. Bunlar neticesinde ortaya
çıkan fırsatı değerlendirmek isteyen Edward Osborne ve Richard Staper adlı iki
İngiliz tüccarı, ilk önce 1575 yılında Joseph Clement ve John Wright isimli iki kişiyi
İstanbul’a yolladılar85. Bunlar İstanbul’da bir buçuk yıl kalıp etraflı bilgiler
edindikten sonra geri dönerken, Edward Osborne ve Richard Staper’in vekili olan
William Harborne için istenen Osmanlı topraklarına serbestçe girme müsaadesini
İngiltere’ye götürdüler86. Bunun üzerine Osmanlı ülkesindeki ticarî potansiyeli
araştırmak üzere temsilcileri William Harborne’u Ekim 1578 tarihinde İstanbul’a
gönderdiler87. Bilindiğine göre, Harborne Lehistan üzerinden karayolu ile gelmiştir,
yola çıkış tarihi 1 Temmuz 1578 ve İstanbul’a varış tarihi 28 Ekim 1578’dir88.
William Harborne’un yolculuk esnasında tanıştığı Divân-ı Hümâyûn tercümanı
Mustafa Çavuş ile yakınlık kurması Osmanlı-İngiliz ilişkilerinin başlamasına
yardımcı olmuştur89.

83
Erhan Afyoncu, “Sokullu Mehmed Paşa”, DİA, c. 37, İstanbul, 2009, s. 354-357.
84
Azmi Özcan, “İngiltere”, DİA, c. 22, İstanbul, 2000, s. 302-307.
85
M. Epstein, a.g.e., s. 9.
86
Mustafa Cezar, Mufassal Osmanlı Tarihi, c. III, Ankara, TTK Basımevi, 2011, s. 1373-1376.
Alfred C. Wood, Joseph Clement ve John Wright’ın İstanbul’a beraber geldiklerini fakat yalnızca
Joseph Clement’in İstanbul’da 18 ay kaldığını yazmaktadır. Karş. Alfred C. Wood, a.g.e., s. 19-
36.
87
Azmi Özcan, “İngiltere”, DİA, c. 22, İstanbul, 2000, s. 302-307.
88
M. Epstein, a.g.e., s. 9-10 ve Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 14-15. Alfred C. Wood, William
Harborne’un yola çıkış tarihini 1578 yılının Ağustos ayı olarak vermektedir ve Joseph Clement ile
birlikte geldiklerini yazmaktadır. Karş. Alfred C. Wood, a.g.e., s. 19-36.
89
S. A. Skilliter, William Harborne and the Trade with Turkey 1578-1582, A Documentary Study
of the First Ottoman Anglo Relations, London, Oxford University Press, 1977, s. 24.

21
1.2.2. William Harborne’un Elçilik Dönemi

Daniel Goffman, 1575’te Osmanlı hükümetinin Edward Osborne ve Richard


Staper’e topraklarında ticaretle uğraşma izni verdiğini ve bundan üç yıl sonra bu
ikiliyi temsil etmek üzere William Harborne’un (d. 1542, ö. 1617)90 İstanbul’a
yerleştiğini belirtmektedir91.

Harborne, İstanbul’da ticarî işlerle ilgilenmenin yanı sıra sarayda nüfuz sahibi
olan kişilerle ilişkiler kurmayı da ihmal etmiyordu. Vezîriâzam Sokollu Mehmed
Paşa ve doktoru Salamon, III. Murad’ın hocası Sâdeddin Efendi ve Divan-ı
Hümâyun tercümanlarından Mustafa Çavuş, Harborne’un İstanbul’da iken iyi
ilişkiler kurduğu kişilerdir92. Hoca Sâdeddin Efendi, iki devletin ortak düşmanı olan
İspanyollara karşı İngiltere’yi kazanmanın uygun olacağını düşünmüş olmalı ki,
Harborne’un saray tarafından desteklenmesinde ve ticarî ayrıcalıklar elde etmesinde
etkili olmuştur93.

1579 yılı Mart ayında Harborne, Osmanlı padişahından Kraliçe Elizabeth’e


hitaben, üç İngiliz tüccarına Osmanlı topraklarında ticaret yapmak için müsaade
verildiğini, İngiliz tüccarlarına zorluk çıkarılmaması, gümrüklerini ödeyip ellerine
mühürlü senet aldıktan sonra kendilerine ve eşyalarına tecavüzde bulunulmaması için
beyler, kadılar, reisler ve iskele eminlerine emirler verildiğini ifade eden bir mektup
alarak İngiltere’ye döndü94.

90
Bertold Spuler, Die europäische Diplomatie in Konstantinopel bis zum Frieden von Belgrad
1739. Dissertation. In: Jahrbücher für Kultur und Geschichte der Slaven. Jg. 1935, H. 1. 2., s. 248-
249.
91
Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa, s. 228-233.
92
Brandon H. Beck, The English Image of the Ottoman Empire, 1580-1710, doktora tezi,
Rochester Üniversitesi, New York, 1977, s. 102 ve Mübahat S. Kütükoğlu, a.g.e., s. 11-13.
93
Harold Bowen, a.g.e., s. VIII.
94
Mübahat S. Kütükoğlu, a.g.e., s. 11-13. Nicolae Jorga, Harborne’un padişah tarafından değil ama
Sokollu Mehmed Paşa tarafından yazılmış bir yazı alabildiğini ve bu yazının Ağustos 1579
tarihinde Londra’ya gönderildiğini fakat Harborne’un İstanbul’da kalarak Fransız bandırası altında
ticaretine devam ettiğini ve muhtemelen vezîriâzam ile görüşmelerini sürdürdüğünü yazmaktadır.
Bkz. Nicolae Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (1538-1640), Ed. Erhan Afyoncu, Çev.
Nilüfer Epçeli, c. 3, İstanbul, Yeditepe Yay., 2009, s. 300-310.

22
Akdes Nimet Kurat’a göre, Kraliçe Elizabeth’e III. Murad tarafından bir
mektup gönderilmiş olması, kraliçenin bu tarihten evvel Osmanlı padişahına bir
mektup yazmış olduğunu göstermektedir, çünkü ilk olarak Osmanlı padişahının
İngiltere kraliçesine mektup yazmasına Osmanlı sarayı etiketi müsait değildir95.

Nitekim Osmanlı İmparatorluğu nezdindeki Fransız elçisi Jacques de


Germigny’ye ait raporlardan öğrenildiğine göre, 1578 yılının Eylül veya Ekim
ayında Harborne, Kraliçe Elizabeth tarafından III. Murad’a gönderilen bir mektupla
beraber gelmiştir. O dönemlerde Harborne, padişah tarafından pek de iyi
karşılanmamış ve bu mektuba bir cevap bile alamamıştır. Fakat hediye ve vaatlerle
ilgisini çekmeyi başardığı Sokollu Mehmed Paşa’nın kraliçeye yönelik iyi niyetlerini
bildirdiği özel bir mektubunu elde edebilmiştir96.

Mustafa Cezar ise, kraliçeye yazılan mektup tetkik edildiği zaman, bunun,
kraliçenin Osmanlı limanlarında serbestçe ticarete müsaade edilmesi hususundaki
ricasına cevap teşkil ettiğinin görüldüğünü yazmaktadır. III. Murad’ın mektubu, bu
konudaki tereddütleri silecek derecede anlaşılırdır97.

Harborne, Kraliçe Elizabeth’in III. Murad’a yazdığı 25 Ekim 1579 tarihli


mektupla beraber ikinci defa İstanbul’a gelmiştir. Kraliçe mektubunda, üç İngiliz
tüccarına verilen ticaret imtiyazına teşekkür ediyor, bu müsaadenin diğer İngilizleri
de kapsamasını istirham ediyordu, ayrıca Osmanlı tüccarlarının da İngiltere’de ticaret
yapabileceklerini ve kendilerine mümkün olan kolaylıkların sağlanacağını ilave
ediyordu98.

Mayıs 1580 tarihinde Harborne, İngiliz tüccarların Osmanlı topraklarında


serbestçe ticaret yapabilmelerini sağlayan ilk ahidnameyi almayı başarmıştır99. Bu

95
Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 16.
96
Nicolae Jorga, a.g.e., s. 300-310.
97
Mustafa Cezar, a.g.e., s. 1373-1376.
98
Susan A. Skilliter, William Harborne and The Trade With Turkey 1578-1582, A Documentary
Study of the First Ottoman Anglo Relations, London, Oxford University Press, 1977, s. 52 ve
Hamit Dereli, a.g.e., s. 75-97.
99
Mübahat S. Kütükoğlu, a.g.e., s. 13. Osmanlı İmparatorluğu tarafından İngilizlere ticaret müsaadesi
verilen tarih, Mübahat S. Kütükoğlu’nun eserinde Mayıs 1580, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın
eserinde Şubat 1580, Brandon H. Beck’in ve M. Epstein’ın eserlerinde Haziran 1580 ve Alfred C.

23
ahidnameye göre, İngiliz tüccarları Fransız ve Venedikliler ile aynı imtiyazlara sahip
olmuşlardır. Başka bir deyişle, Fransızların bu ahidnameye kadar ellerinde tuttukları
imtiyazlı durumları son bulmuştur100. İngilizlere ticaret müsaadesi verilen 1580
yılında, ilk ticaret münasebeti nedeniyle Osmanlı sarayı da Londra’ya alışveriş için
iki memur göndermiştir. Ayrıca III. Murad Kraliçe Elizabeth’e bir mektup daha
göndermiştir101.

Aynı zamanda III. Murad, Fransa Kralı III. Henri’ye yazdığı 15 Temmuz
1580 tarihli mektupta, kraliçe ile arzu ettiği dostluk anlaşması ile ilgili müzakerelere
bundan böyle ancak Fransa’nın arabuluculuğu şartıyla devam edeceğini garanti
ediyordu; kraliçeye bu hususta bilgi vermiş ve isteklerinin mümkün olduğunca yerine
getirilmesi için kralın onayı ile İstanbul’a bir elçi göndermesini bildirmiştir.
Harborne, 1580 yılında bu yazı ile İngiltere’ye dönmüştür ve kraliçe İstanbul’a bir
elçi göndermeye razı olmuştur102.

İngilizler 1580 ahidnamesine kadar Doğu Akdeniz’de Fransız bayrağı altında


ticaret yapabiliyorlardı fakat bu ahidname ile verilen serbest müsaade Fransız
nüfuzunu kırmıştı. Bu durum Fransızları çekememezliğe ve rekabete sevk etti, 1581
yılında Fransızların etkisiyle İngilizlere verilen serbest ticaret müsaadesi iki yıl süre
ile geri alındı ve eski düzene geri dönüldü, yani İngiliz tüccarlar yine Fransız
bandırası altında ticaret yapabileceklerdi. Bunun üzerine Harborne tekrar İstanbul’a
gönderilmiş, fakat ticarî hakları geri alamadan tekrar Londra’ya dönmüştür103.

Bu dönemde, siyasî ve ekonomik rekabet içinde bulunan, aynı zamanda


aralarında mezhep farkı da olan İngiltere ile İspanya’nın arası iyice açılmıştı.
İngiltere Protestan, İspanya ise Katolik bir devletti. İspanya, Osmanlı Devleti’nin de

Wood’un eserinde ise Temmuz 1580 olarak verilmiştir. Karş. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s.
225, Mübahat S. Kütükoğlu, a.g.e., s. 13, Brandon H. Beck, a.g.e., s. 102, M. Epstein, a.g.e., s. 11
ve Alfred C. Wood, a.g.e., s. 28.
100
Akdes Nimet Kurat, a.g.m., s. 6.
101
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 225.
102
Johann Wilhelm Zinkeisen, a.g.e., s. 300-312. Alfred C. Wood, III. Murad tarafından Kral III.
Henri’ye yazılan mektubun tarihini Ağustos 1581 olarak vermiştir. Karş. Alfred C. Wood, a.g.e., s.
19-36.
103
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 225-226. Ayrıca bkz. Alfred C. Wood, a.g.e., s. 19-36.

24
düşmanı olduğundan, Elizabeth bu durumu Osmanlılar ve İngilizleri
yaklaştırabilecek bir etken olarak kabul edip bundan faydalanmayı istedi. İstanbul’a
giden Harborne, bu ortak düşmana karşı Osmanlıları harekete geçirmeye çalışacaktı.
Osmanlıların Protestanlara sempati besledikleri düşünüldüğünden, Harborne’un bu
amaca ulaşması mümkün görünüyordu104. Harborne açıkça Akdeniz’de İspanya’ya
karşı harekete geçilmesini istiyor, Büyük Armada ile İngiltere’yi istila etmek için
hazırlık içinde olan II. Felipe’yi ummadığı şekilde mağlup etmek veya en azından
kuvvetlerini bölmek istiyordu105.

1580 yılında verilen ahidnamenin yürürlüğe girmesi için Kraliçe Elizabeth’in


Osmanlı padişahı huzuruna bir elçi göndermesi ve resmî münasebeti başlatması
gerekiyordu106. Elizabeth, hem ticaret konusunda hem de İstanbul hakkında tecrübeli
olan Harborne’u elçi tayin etti ve Osmanlı Devleti’ni İspanyollar ile savaşa teşvik
eden kısımlar da içeren 15 Aralık 1582 tarihli mektubuyla ve hediyelerle birlikte
İstanbul’a yolladı107. Fakat Elizabeth, Harborne için “elçi” kelimesini kullanmamış
ve Harborne’un maaşı ve masraflarının kumpanya tarafından karşılanacağını
belirtmiştir108. Harborne, İngiltere’den 14 Ocak 1583 tarihinde Levant
Kumpanyası’nın Great Susan adlı ilk gemisi ile yola çıktı 109. 26 Şubat’ta
Yedikule’ye vardı ve burada üç Türk kalyonu elçiyi karşıladı. Elçi Sarayburnu’nda
karaya ayak basarken ise, kendisini 60 kadar Türk süvarisi karşıladı110. Harborne, 3
Mayıs 1583 tarihinde Fransız büyükelçisi ve Venedik balyosunun tüm engelleme

101
Akdes Nimet Kurat, a.g.m., s. 6.
105
Halil İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, 1. Cilt, 17. bs., İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2010, s.
166-172.
106
Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 44.
107
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 226-227. Bertold Spuler ve Brandon H. Beck, Harborne’un elçi
olarak atandığı tarihi 20 Kasım 1582 olarak vermektedir, bkz. Bertold Spuler, a.g.e., s. 248-249 ve
Brandon H. Beck, a.g.e., s. 104.
108
Brandon H. Beck, a.g.e., s. 104 ve Samuel C. Chew, The Crescent And The Rose, Islam and
England during the Renaissance, New York, Oxford University Press, 1937, s. 158.
109
Samuel C. Chew, a.g.e., s. 155 ve M. Epstein, a.g.e., s. 12.
110
Hamit Dereli, a.g.e., s. 75-97. Johann Wilhelm Zinkeisen, Harborne’un 1582 yılının sonunda yola
çıktığını ve İstanbul’a geliş tarihinin ise 29 Mart 1583 olduğunu yazmaktadır. Alfred C. Wood ise
Harborne’un 1583 yılının Ocak ayında yola çıktığını ve 26 Mart 1583 tarihinde İstanbul’a
vardığını yazmaktadır. Bertold Spuler ise elçinin Wight şehrinden 14 Ocak 1583 tarihinde yola
çıkarak 29 Mart 1583 tarihinde İstanbul’a vardığını yazmaktadır. Karş. Johann Wilhelm Zinkeisen,
a.g.e., s. 306, Alfred C. Wood, a.g.e., s. 19-36 ve Bertold Spuler, a.g.e., s. 248-249.

25
girişimlerine rağmen, padişah tarafından kabul edilmiştir111. Onun elçiliğe
atanmasından sonra Osmanlı-İngiliz münasebetleri gelişmiştir.

1583 yılında daimi elçi olarak tayin edilen Harborne, devlet erkânıyla iyi
ilişkiler içinde olması sayesinde, İngilizlere serbest ticaret müsaadesi veren 18 Mayıs
1583 tarihli bir ahidname almayı başarmıştır112. Üstelik bütün yabancı tüccarlar
yüzde 5 gümrük resmi ödemekle yükümlü iken, 1584 yılından itibaren İngilizler
sadece yüzde 3 ile yükümlü tutuldular. Bu durum İngilizler tarafından ticaretin kısa
zamanda geliştirilmesine vesile olmuştur113. 1583 yılında İngilizler, İstanbul’dan
başka, İzmir, Halep, İskenderun, Kahire, Şam, Sakız, Kıbrıs ve Kudüs’te de ticarî
temsilcilikler açmışlar ve buralarda yaşayan İngiliz tüccarların sayıları gittikçe
artmıştır114. İki devlet arasındaki ticarî kazanç isteği, eski dinî bağnazlığı bile geri
planda bırakmıştır. Bunun bir örneği ise, savaş malzemeleri imalinde kullanılan
kurşun, kalay, çinko gibi madenlerin Türklere satılmasını yasaklayan Papalık
kararına rağmen, İngilizlerin bu maddeleri Osmanlı topraklarına sokarak, Katolik
dünyasının tepkilerini üzerlerine çekmeyi göze almalarıdır115. Bunlarla beraber
Kraliçe Elizabeth’in İspanyollara karşı Osmanlı padişahından beklediği siyasî destek
gerçekleşememiştir. 1588 yılında II. Felipe tarafından Büyük Armada’nın İngiltere
üzerine gönderildiği zamanda, Osmanlı sultanının Safevîlerle olan savaşı, İspanya’ya
yapılacak bir savaşa engel olmuştur116.

111
Nicolae Jorga, a.g.e., s. 219, M. Epstein, a.g.e., s. 13 ve Alfred C. Wood, a.g.e., s. 19-36. Bertold
Spuler ise elçinin 18 Mayıs 1583 tarihinde huzura kabul edildiğini yazmaktadır, bkz. Bertold
Spuler, a.g.e., s. 248-249.
112
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 226-227.
113
Akdes Nimet Kurat, a.g.m., s. 6-7. Ayrıca bkz. Alfred C. Wood, a.g.e., s. 19-36 ve Nazan Aksoy,
a.g.e., s. 29-39.
114
Zeki Arıkan, a.g.m., s. 112 ve Brandon H. Beck, a.g.e., s. 104-105.
115
Nazan Aksoy, a.g.e., s. 29-39.
116
Joseph von Hammer, Osmanlı Tarihi, c. II., Çev. Mehmet Ata, bugünkü dile özetleyen
Abdülkadir Karahan, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1991, s. 154. Erhan Afyoncu, İspanya’ya
karşı Osmanlılar tarafından İngilizlere fiili bir yardım yapılmadıysa da Akdeniz’deki Osmanlı
gemilerinin İspanyol gemilerini meşgul etmesinin İngilizlere dolaylı bir yardım olduğunu
düşünmektedir. Bkz. Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul, Yeditepe
Yay., 2012, s. 649.

26
Fakat Kuzey Denizi fırtınaları armadayı perişan etmiş ve II. Felipe emellerine
ulaşamamıştır117. İngiltere beklenmedik bir şekilde, Osmanlı yardımı da olmadan,
İspanyolları mağlup ederek armadadan kurtulmayı başarmıştır. Sonuç böyle olunca,
kraliçe Osmanlıların İngilizlere yardım edememesine sevinmiş olmalıdır, çünkü
diğer Hıristiyan devletler, İspanya’yı Müslümanların desteğiyle yenmiş olduğu için
kendisini eleştireceklerdi118.

Yine de bundan sonra Osmanlılar ve İngilizler siyasî münasebetleri


sürdürmenin gerektiği kanâatına varmışlardır. Çünkü İngiltere’nin İspanyollara karşı
elde ettiği galibiyetin ardından, Avrupa’da nüfuzunu ilerletebilmesi açısından
Osmanlılarla ilişkileri çok önemliydi. Aynı şekilde Osmanlılar için de, Hint
Denizi’nde faaliyet gösteren İspanya’ya ve Avrupa’daki Katolik cepheye karşı
Protestan İngilizlerin yanında yer almak çok önemliydi119.

Harborne’un Osmanlı topraklarında çeşitli vazifeleri bulunmaktaydı. Yalnızca


Venedik balyosu ve Fransız elçisinin, İngilizlere verilen imtiyazların geri çekilmesi
için ellerinden geleni yapmalarıyla mücadele etmiyor, aynı zamanda Osmanlı
topraklarındaki Hıristiyan kölelerin serbest bırakılmalarını temin etmeye çalışıyordu.
XVI. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok yerinde Hıristiyan esirler vardı,
fakat İngiltere ile Osmanlılar arasında münasebetler başladıktan sonra pek az İngiliz
esiri kalmıştır. Kalanların çoğu ise Müslüman olmuş, Osmanlı hayatına alışmış ve
memleketlerine dönmek istemeyen kimselerdi120.

Ayrıca, İngiltere ile münasebetlerin başladığı dönemde Osmanlı


İmparatorluğu’nda dokumacılık ve boyacılık sanayii ilerlemişti. Bu nedenle, ilk
İngiliz elçisinden kumaş boyamada kullanılan maddelerin neler olduğunun ve
boyama ve dokuma tekniğinin öğrenilmesi, kumaşlardan örnekler getirtilmesi ve

117
Halil İnalcık, a.g.e., s. 172.
118
Nazan Aksoy, a.g.e., s. 29-39.
119
Azmi Özcan, “İngiltere”, DİA, c. 22, İstanbul, 2000, s. 302-307.
120
Hamit Dereli, a.g.e., s. 70-97.

27
ipekli ve yünlü kumaşları boyamakta usta iki kişinin İngiltere’ye gönderilmesinin
temini gibi ticarî şeyler de beklenmekteydi121.

İngilizler serbest ticaret müsaadesini almaya muvaffak olunca, Edward


Osborne ve Richard Staper, Londralı başka tüccarlarla da anlaşarak Kraliçe
Elizabeth’e, Osmanlı limanlarındaki ticareti idare edecek bir kumpanyanın
kurulmasına ihtiyaç olduğuna dair bir dilekçe gönderdiler. Elizabeth, 11 Eylül 1581
tarihinde 12 tüccara Osmanlı Devleti ile 7 sene ticaret yapma imtiyazını verdi122.
Böylece Türkiye Kumpanyası kuruldu. O tarihlerde Doğu Akdeniz’de ticaret yapan
tek İngiliz tüccarları, Türkiye Kumpanyası tüccarları değildi. Bir de Elizabeth
tarafından 1583 yılında 6 sene için birkaç tüccara verilen bir müsaade ile kurulan
Venedik Kumpanyası vardı. Doğu ticaretinden büyük kârlar sağlanabilmesi için, aynı
malların ticaretini yapan bu iki kumpanyanın birleştirilmesi mantıklı görünüyordu.
1589 yılında İngiltere Hazine Nazırı’na mektup göndererek bu konuda aracılık
yapması rica edildi ve 7 Ocak 1592 tarihinde iki kumpanya Levant Kumpanyası adı
altında birleştirildi123 ve yeni berat verilmiş oldu124. Kumpanyanın ilk idarecisi Sir
Osborne olmuştur. Doğu Akdeniz’in tamamında İngiliz ticareti bundan böyle Levant
Kumpanyası’nın tekelinde olacaktır125.

Kurulan kumpanyada; İngilizler ticareti denetleme sorumluluğunu politikacı


ya da diplomatlardansa tüccarlara verdiler. Fransız, Venedikli ve Osmanlı tüccarlar
yabancılarla olduğu gibi kendi memleketlileri olan tüccarlarla da rekabet etmek
zorunda kalırken, İngiliz ticareti şirket ortakları adına iş yapan aracılarla sınırlı
tutuluyordu. Ayrıca başka tüccarlar her faaliyetlerinde kişisel servetlerini tehlikeye
atıyorlardı, hâlbuki İngiliz kumpanyasının riski paylaşmaya dayalı düzenlenmesi
uğranan zararı herkese yayıyordu; böylece Londralı tüccarlar belirsizliğine karşın

121
Mustafa Cezar, a.g.e., s. 1373-1376.
122
Bu 12 tüccar dışındaki bütün İngiliz vatandaşlarına Osmanlı topraklarında ticaret yapmak
yasaklanmıştı. Bkz. Susan A. Skilliter, a.g.e., s. 176 ve Alfred C. Wood, a.g.e., s. 19-36.
123
Mübahat S. Kütükoğlu, a.g.e., s. 13-16. Zeki Arıkan, Levant Kumpanyası’nın kuruluş tarihini 7
Ocak 1593 olarak vermiştir, bkz. Zeki Arıkan, a.g.m., s. 112.
124
Albert Lindsay Rowland, England and Turkey, The Rise of Diplomatic and Commercial Relations,
English Commerce and Exploration in the Reign of Elizabeth, New York, Burt Franklin, 1968,
s. 86.
125
Halil İnalcık, a.g.e., s. 430.

28
kârlılığı yüksek girişimleri çok daha kolay göze alabiliyorlardı. Tüm bunlar İngiliz
kumpanyasının avantajlarıydı126.

İngiltere, Fransa, Hollanda gibi ülkeler kapitülasyonların yenilenmesi veya


kapsamının genişletilmesi için gönderdikleri elçilerle birlikte ticarî çıkarlarının
pekiştirilmesi için çok kıymetli hediyeler yollamışlardır127. Harborne’un, hem birçok
Türk erkânına hem de kraliçeye hediyeler yollaması icap etmiş ve elçi bu hediye
masraflarının bir kısmını da kendisi ödemek zorunda kalmıştır. Bu nedenle
Harborne, daha 1584 yılından itibaren elçilik görevinden ayrılarak İngiltere’ye
dönmeyi istemeye başlamıştır. Fakat Elizabeth, elçinin dönmesini ancak 1587 yılının
Nisan ayında kabul etmiştir ve elçiyi geri çağırdığına dair III. Murad’a yazdığı
mektubu da 20 Aralık 1587 tarihini taşımaktadır. Kraliçe mektubunda yeni bir elçi
gönderilinceye kadar Harborne’un kâtibi olan Edward Barton’ın bu göreve vekâlet
edeceğini de yazmıştır. Elçi, 13 Ağustos 1588 tarihinde İstanbul’dan ayrılmıştır128.

1.2.3. Edward Barton’ın Elçilik Dönemi

Harborne’un 1588 yılında İngiltere’ye dönmesi üzerine, kâtibi Edward


129
Barton İngiltere’nin İstanbul’daki ikinci elçisi olarak göreve getirilmiştir. Çok iyi
seviyede Türkçe bilmesi ve Osmanlı topraklarını iyi tanıması nedeniyle Osmanlı-
İngiliz münasebetlerinin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Osmanlılarla
Lehistan arasında arabuluculuk yapan, İstanbul’daki Rum Patriği’nin tayininde rolü
bulunduğu bilinen, 1596 yılında Osmanlı ordusu ile Nemçe seferine katılarak
Osmanlıların hoşnutluğunu kazanan Barton, görüldüğü üzere büyük ölçüde siyasî

126
Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa, s. 228-233.
127
Mehmet İpşirli, “Elçi”, DİA, c. 11, İstanbul, 1995, s. 8-15.
128
Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 71-72. Bertold Spuler, elçinin İstanbul’dan 3 Ağustos 1588 tarihinde
ayrıldığını yazmaktadır, bkz. Bertold Spuler, a.g.e., s. 248-249.
129
Sir Edward Barton, 1562 yılında Whenley’de doğmuştur ve babası büyük ihtimalle Londra’da
Levant tacirlerinden birinin resmî temsilcisidir, bkz. Honyel Gough Rosedale, Queen Elizabeth
and the Levant Company, A Diplomatic and Literary Episode of the Establishment of our Trade
with Turkey, London, Oxford University Press, 1904, s. 82.

29
girişimlerde bulunmuştur ve İngiltere’ye imtiyazlar sağlamayı başarmıştır130. Ayrıca,
1597 yılının Temmuz ayında Sultan III. Mehmed ve Eflak Prensi Mihail arasında
barış imzalanması, Barton ve yetenekli İskenderiye Patriği Meletius Pegas
aracılığıyla gerçekleştirilmiştir131.

Caroline Finkel’e göre, III. Mehmed Osmanlı sarayındaki İngiliz elçisi Sir
Edward Barton’ı, Habsburg elçisine eşlik etmek ve Sir Edward ile maiyetinin sağ
salim kendi ülkelerine geçişlerini sağlamak amacıyla seferde yanına almıştır132.
Hâlbuki Sanderson, elçinin savaştan sonra III. Mehmed ile beraber İstanbul’a geri
döndüğünü yazmaktadır. Zaten Barton sefere iştirak edeceği kesinleştiği zaman,
yerine vekâlet etmesi üzere Sanderson’ı görevlendirmiştir133. Orhan Burian,
Barton’ın seferde hazır bulunmasının III. Mehmed’in iradesi üzerine gerçekleştiğini
yazmıştır134. Sanderson ise elçinin sefere iştirak etmesinin başlıca sebebinin iki
hükümdar arasında, vaktiyle Lehler ve merhum padişah arasında yaptığı barış gibi,
bir barış yapmak olduğunu yazmıştır.

Sefer için yola çıkılmadan evvel III. Mehmed, Habsburglarla 1593 yılında
barış bozulduğu zaman II. Rudolf’un elçisinin hizmetinde olan ve o zaman ise 3
yıldır İstanbul’da hapis bulunan 22 Hıristiyanı Barton’a hediye etmiştir. Padişah
ayrıca bunların kendi ülkesindeki masraflarının karşılanmasını da emretmiş ve
bunları imparatorun bulunduğu yere kadar tahsis ettiği dört araba ve bir çavuşla
göndermiştir135.

Ancak 1593 yılında resmî olarak elçiliğe atanan Edward Barton’ın,


görevlerinden biri, Osmanlılarla İspanyollar arasında bir yakınlaşma olmasına ve

130
Akdes Nimet Kurat, a.g.m., s. 8.
131
Nicolae Jorga, a.g.e., s. 276.
132
Caroline Finkel, Rüyadan İmparatorluğa Osmanlı İmparatorluğu’nun Öyküsü 1300-1923,
Çev. Zülal Kılıç, İstanbul, Timaş Yay., 2010, s. 159.
133
Albert Lindsay Rowland, bunun 15 Temmuz 1596 tarihinde gerçekleştiğini yazmıştır, bkz. Albert
Lindsay Rowland, a.g.e., s. 135.
134
Orhan Burian, Babıâli Nezdinde Üçüncü İngiliz Elçisi, Lello’nun Muhtırası, Ankara, TTK
Basımevi, 1952, s. 36.
135
Orhan Burian, dört seyahatname, s. 227.

30
ticaret anlaşması yapılmasına engel olmaktı136. Her ne kadar İspanya meselesi, III.
Murad’a Harborne tarafından verilen arzda belirlenmiş olsa da, bu mesele Edward
Barton tarafından genişletilmiştir137. Hem Fransa Kralı IV. Henri, hem de İngiliz
elçisi Edward Barton kraliçesi adına, Osmanlı donanmasının Portekiz veliaht Don
Antonio lehine İspanyollara karşı Akdeniz’e gönderilmesini sağlamaya
çalışıyorlardı138. Elizabeth’in Osmanlı topraklarına Edward Barton’ı
göndermesindeki amaç, Osmanlı kuvvetinden istifade ederek II. Felipe’nin
Akdeniz’de bütün kuvvetini kırmaktı139.

Barton, III. Murad ve Safiye Sultan’a getirdiği ve 7 Ekim 1593 tarihinde


sunduğu140 hediyelerle Osmanlı sarayının dikkatini İngiltere üzerine çekmeyi
başarmış ve ertesi yıl Safiye Sultan’ın kraliçe Elizabeth’e bir mektup yazmasına
vesile olmuştur141. Safiye Sultan mektubunda kraliçeye kendisine gönderdiği
hediyelerden dolayı teşekkür etmiş, kraliçenin memleketi veya tebaası ile ilgili bir
dileği olursa saraydaki bütün kudret ve nüfuzunu kullanarak muhakkak yerine
getireceğini bildirmiştir142. İmparatorluğun idaresinde önemli rolü bulunan Safiye
Sultan, İngiliz elçisinin yardımcı ve destekçisi olmuş ve onu her zaman
korumuştur143. John Sanderson, Safiye Sultan’ın himayesi ve para sayesinde Edward
Barton’ın İstanbul’da prens ve patrikleri değiştirebilecek, vezirlerle arkadaşlık
yapabilecek ve kadıların maiyetini tayin edebilecek kadar nüfuza sahip olduğunu
yazmıştır.

Barton, Osmanlı İmparatorluğu nezdinde tüm yabancı milletleri Fransız


bandırası altında ticaret yapmaktan kurtarmak ve ayrıca İngiliz bandırası altında

136
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 226-227. H. G. Rosedale ise, Edward Barton’ın Osmanlı
Devleti ile ilişkiler gelişmeye başlayınca, bunun İspanya’ya karşı saldırgan bir politik ittifak
oluşturmak için İngiltere adına büyük bir olanak olduğunu fark ettiğini yazmıştır, bkz. Honyel
Gough Rosedale, a.g.e., s. 16.
137
Tülay Reyhanlı, a.g.e., s. 11-21.
138
Nicolae Jorga, a.g.e., s. 325-335.
139
Ahmet Refik Altınay, a.g.e., s. 9.
140
Honyel Gough Rosedale, a.g.e., s. 11.
141
Mustafa Cezar, a.g.e., s. 1373-1376.
142
Hamit Dereli, a.g.e., s. 98-105.
143
Honyel Gough Rosedale, a.g.e., s. 16.

31
ticaret yapılmasını sağlamak için uğraşıyordu. Bu konudaki kapitülasyonlar
yenilenirken, Osmanlı sarayından, yabancı milletlerin artık Fransız bandırasını
tanımak zorunda olmadıkları ibaresinin eklenmesini istemişti144.

III. Murad’ın vefatı145 Barton’ı zor duruma sokmuştur, çünkü tahta geçen
yeni padişah III. Mehmed’e cülûs için sunulması âdet olan hediyelerin verilmesi
gerekmekteydi. Fakat henüz, kıymetli hediyeler sunduğu III. Murad’a elçi olarak
gerçekleştirdiği ilk ziyareti üzerinden zaten çok geçmemişti. Kraliçe Elizabeth yeni
padişaha sunulacak hediyelerin masrafının kumpanya tarafından karşılanması için
ısrar ediyordu146. Ayrıca III. Murad’a takdim edilen hediyeler de ancak Harborne ve
kendisinin şiddetli ısrarlarından sonra kumpanyadan alınabilmişti. Kumpanya bu
kadar kısa bir aradan sonra tekrar kıymetli hediyeler almaya yanaşmazdı147. Hem de
Barton kumpanya direktörleriyle arasının açılmasını istemiyordu, çünkü elçiler
kumpanya tarafından seçiliyor, ayrıca masraf ve maaşları da kumpanya tarafından
ödeniyordu148. Ne kumpanyayla ne de Osmanlı sarayı ile arasının açılmasını isteyen
Barton mecburen, hediye işini mümkün mertebe geciktirecek bahanelerle sarayı
oyalamaya karar vermiştir. Yine de Safiye Sultan sayesinde Barton, III. Mehmed ile
de iyi ilişkiler içinde olmaya muvaffak olabilmiştir149.

İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu nezdinde kazandığı itibar ve bu itibarın


getirdiği avantajlar sürekli artıyordu. Bilhassa Hoca Sâdeddin Efendi ile dostluk
kuran ve III. Mehmed’in Eğri seferine eşlik eden Edward Barton, sadece Fransızlara
karşı ülkesinin çıkarlarını korumakla kalmamış, aynı zamanda kendisine Divân-ı
Hümâyûn toplantı ve kararlarında göz önünde bulundurulan bir ağırlık kazandırmayı

144
Johann Wilhelm Zinkeisen, a.g.e., s. 444-470.
145
H. G. Rosedale, Sultan III. Murad’ın ölüm tarihini 1595 yılının 6 Ocak Pazartesi gecesi saat 2
olarak ve ayrıca III. Mehmed’in İstanbul’a varış tarihini de 27 Ocak Cuma günü saat dokuzu
çeyrek geçe olarak vermiştir, Albert Lindsay Rowland ise III. Murad’ın ölüm tarihini 16 Ocak
olarak vermiştir, bkz. Honyel Gough Rosedale, a.g.e., s. 23 ve Albert Lindsay Rowland, a.g.e., s.
86.
146
Harold Bowen, a.g.e., s. 13.
147
Hamit Dereli, a.g.e., s. 98-105.
148
Başak Çeliktemel, a.g.e., s. 29.
149
Hamit Dereli, a.g.e., s. 98-105.

32
da başarmıştı150. Barton’ın Eğri seferinden döndükten sonra, İskenderiye Patriği olan
arkadaşı Meletius’un İstanbul Patrikliğine atanmasını sağlayabilmesi de kendisinin
nüfuzunun artmış olduğunu göstermektedir151. Barton’ın Osmanlılarla yakın ilişkiler
kurması İngiltere’de endişe uyandırmaktaydı. Bu nedenle de onun ölümünden sonra
yerine gelen halefi Henry Lello’ya, kendisine verilen görevlerin sınırlarını aşmaması
konusunda İngiliz makamlarınca talimat verilmiştir152.

Barton’ın III. Mehmed ile birlikte sefere katılması Osmanlıları memnun etmiş
fakat Hıristiyan dünyasında yankı uyandırmıştır. Hıristiyanlara karşı yapılan bu
seferde, Türk ordusunda İngiliz bayrakları da bulunduğu için Fransız elçisi, kraliçe
Elizabeth’e şikâyet mektubu göndermiştir. Ayrıca kraliçe, II. Rudolf’a bir elçi
göndermek ve bu savaşla İngilizlerin bir ilişkisi olmadığını izah etmek durumunda
kalmıştır. Üstelik Barton’ın bu sefere katılması kumpanya için çok masraflı
olmuştur153. Sanderson’ın yazışmalarında bu masraflarla ve elçinin konumuyla ilgili
tartışmalar çok defa geçmektedir.

Barton, Eğri seferinden dönüldükten sonra çok yaşamamıştır, o zamanlar


İstanbul’da salgın olan kolera yüzünden Heybeliada’ya sığınmıştır fakat 35 yaşında
iken dizanteriden vefat etmiştir154. 15 Aralık 1597155 tarihinde vefat eden Barton
Heybeliada’daki Rum manastırının kapısı dışına defnedilmiştir156.

Barton, yüksek makamlara iyi görünmesini başarmakla beraber içki ve


eğlenceye düşkün bir kimseydi. John Sanderson, onun çok şarap içtiğini ve fena
yollara saptığını, Galata’daki İngiliz elçiliğinin katiller, sarhoşlar, fahişeler ve
kumarbazlarla dolup taştığını yazmıştır157.

150
Johann Wilhelm Zinkeisen, a.g.e., s. 444-470.
151
Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 73-84.
152
Hamit Dereli, a.g.e., s. 98-105.
153
Tülay Reyhanlı, a.g.e., s. 11-21.
154
Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 73-84.
155
Hakluyt Society, a.g.e., s. 296.
156
Samuel C. Chew, a.g.e., s. 160 ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 226-227. Nicolae Jorga ve
Johann Wilhelm Zinkeisen kendi eserlerinde Edward Barton’ın ölüm tarihini Ocak 1598 olarak
vermişlerdir. Karş. Nicolae Jorga, a.g.e., s. 329 ve Johann Wilhelm Zinkeisen, a.g.e., s. 459.
157
Mustafa Cezar, a.g.e., s. 1694-1695.

33
Harborne’dan sonra gelen dört İngiliz elçisi de -Edward Barton, Henry Lello,
Sir Thomas Glover, Paul Pindar- İstanbul’daki bu görevlerine gelmeden evvel
Levant’ta yaşamış ve kumpanya için çalışmış kişilerdir. Edward Barton, Harborne’un
sekreteriydi ve büyük ihtimalle 1583 yılında onunla beraber gelmişti. Çünkü onun
Harborne tarafından 1584 yılında, buradaki İngiliz kapitülasyonlarının kabulü için
Garp Ocakları’na gönderildiği ve bundan sonra İngiltere’ye hiç geri dönmediği
bilinmektedir158.

Barton’ın ölümden sonra John Sanderson’ın elçi olduğunu duymak


beklenebilir, zira Barton Macaristan’da iken yerine vekili olarak Sanderson’ı
bırakmıştır. Fakat Sanderson, konsolos Paulo Mariani’ye yaptığı saldırı konusunda
Fransız elçi François Savary de Brèves’i kontrolündeki başarısızlığı yüzünden elçinin
güvenini kaybetmiş olmalıdır159.

1.2.4. Henry Lello’nun Elçilik Dönemi

Edward Barton’ın ölümünden sonra yerine kâtibi Henry Lello ilk önce vekil
olarak atanmıştır ve kraliçenin III. Mehmed’in cülusunu tebrik için göndereceği
hediyelerin ancak 1599 yılında hazırlanabilmiş olması nedeniyle Lello’nun elçiliği de
bu yıl resmiyet kazanabilmiştir160. Kumpanya tacirleri III. Mehmed’e takdim edilmek
için uygun bir hediye bulmakta zorluk çekmektedirler. 1598 yılının sonlarında
Thomas Dallam161 isimli bir İngiliz çok özel bir org162 yapmıştır. Bu org, hem elle
hem de kurularak ayarlanan vakitlerde çalınabiliyor, ayrıca müzik eşliğinde kuş
sesleri ve kanat çırpmaları duyuluyor ve tahtadan melekler gümüş borazanları
ağızlarına götürüyorlardı. Dallam bu orgu bizzat kraliçenin huzurunda çalmak için
158
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 115-132.
159
Albert Lindsay Rowland, a.g.e., s. 143.
160
Orhan Burian, a.g.e., s. 35-38. Ayrıca bkz. Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 84-92.
161
Ayrıntılı bilgi için bkz. The Diary of Master Thomas Dallam (1599-1600), haz. T. Bent, Early
Voyages and Travels in the Levant, London, 1893 ve Orhan Burian, Türkiye Hakkında Dört
İngiliz Seyahatnamesi, Belleten, c. XV, sayı 58, Ankara, TTK Basımevi, 1951, s. 220-245.
162
Ayrıntılı bilgi için bkz. Stanley Mayes, a.g.e., ve Hamit Dereli, a.g.e., s. 106-116.

34
izin istemiş ve kraliçe orgu çok beğenerek, bunun III. Mehmed için uygun bir hediye
olacağına karar vermiştir. Bu org daha önce görülmemiş bir alet olduğundan ve
teknik aksamı bulunduğundan Dallam’ın bizzat İstanbul’a gidip orgu orada kurması
ve nasıl çalınacağını sarayda öğretmesi gerekmektedir. Dallam bir ay içinde
hazırlıklarını tamamlamış ve 9 Şubat 1599 tarihinde Hector isimli gemiyle yola
çıkılmıştır163. John Sanderson da aynı tarihte bu gemide yolculuk yapmaktadır. Fakat
Sanderson ve Dallam seyahatnâmelerinde birbirlerinden bahsetmemişlerdir164. Gemi
Ağustos ortalarında İstanbul’a varmış ve org padişahın huzurunda ancak 24 Eylül
1599 tarihinde çalınabilmiştir165. Çünkü uzun gemi yolculuğunda ambarda taşınan
org hararetten bayağı etkilenerek hasar görmüştür fakat Dallam orgu tamir ederek
eskisinden de iyi hale getirmiştir. III. Mehmed kendisine sunulan bu hediyeyi çok
beğenmiştir166. Padişah, Dallam’a sarayda kalmayı ve kalırsa kendisine cariyeler
vermeyi teklif ettiyse de, Dallam doğru olmadığı halde memleketinde onu bekleyen
eşi ve çocukları olduğunu söyleyerek bu teklifi kabul etmemiştir167.

Safiye Sultan için ise bir fayton yaptırılmıştır. Bu süslü araba sultanın
İngilizlere karşı duyduğu sempatiyi daha da artırmıştır ve Safiye Sultan, Edward
Barton’ı koruduğu gibi şimdi de Henry Lello’yu ve özellikle elçilik kâtibi Paul
Pindar’ı koruyordu168.

Bu hediyelerle birlikte kraliçe, III. Mehmed’e bir de mektup göndererek 1593


yılında verilen ahidnamenin yenilenmesini istemişti. Kraliçe bu istek doğrultusunda
bir başka mektubu da Safiye Sultan’a göndermiştir. Artık Akdeniz ticaretinde tecrübe
kazanmış olan Levant Kumpanyası tüccarları yeni ahidnameye eklenmesi gereken
maddeleri tespit etmiş ve bu 17 maddeyi padişaha göndereceği mektubunda

163
Hamit Dereli, a.g.e., s. 106-117. Bazı kaynaklar ise kraliçenin bu orgu III. Mehmed’e hediye
edilmesi için özel olarak yaptırdığını yazmaktadır. Karş. Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 84-92.
164
Hakluyt Society, a.g.e., s. 84.
165
Samuel C. Chew, a.g.e., s. 167.
166
Hamit Dereli, a.g.e., s. 106-117.
167
Harold Bowen, a.g.e., s. 14.
168
Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 84-92.

35
nakletmesi için kraliçeye bildirmişlerdir. Bu yeni maddeler malî meseleler, İngiliz
konsoloslarının kaza hakları ve İngiliz gemilerinin seferleri ile ilgilidir169.

On yıl süreyle elçilik görevinde bulunan Lello, ticarî başarılar elde etmiştir.
İngilizlerin ahidnameleri, 1600 yılı boyunca devam eden müzakerelerin ardından,
yeni maddeler de eklenmek suretiyle 1601 yılı baharında yenilenmiştir. Fakat III.
Mehmed’in ahidnameyi 1601 yılı Aralık ayında tasdik ettiği bilinmektedir. İngilizleri
Osmanlılar tarafından en çok desteklenen millet durumuna getirmiş olan bu yeni
ahidname ile İngilizler eskiden Fransızların çıkabildiği konuma yükseltilmiş ve
Osmanlı-İngiliz dostluğu en yüksek seviyesine çıkmış olmaktadır170. Fransa ve
Venedik devletlerine verilen ahitnamelerle aynı olan bu ahidname, ayrı olarak
Felemenk tüccarların İngiliz bayrağı altında yol almaları, İngiliz konsolosluklarının
himayesinde Osmanlı limanlarında ticaret yapmaları ve konsolosluk resmini de
İngilizlere ödemeleri iznini de içeriyordu171.

Bu dönemde Batı Akdeniz’deki İngiliz korsanlarının faaliyetleri, Osmanlı


İmparatorluğu nezdinde İngilizlerin itibarının sarsılmasına yol açmıştır. 1603 yılında
bu korsanlar Fransız elçiyi taşıyan gemiye saldırmışlardır. İngiliz korsanların
hücumları arttıkça Henry Lello’nun İstanbul’daki durumu zorlaşmıştır. İngiltere
hükümeti tarafından bu korsanlar konusunda bir tedbir alınmadığını gören Osmanlı
sarayı ise İngiliz tacirlere bazı zorluklar çıkarmıştır. İngiliz elçi, Osmanlı
İmparatorluğu’na savaş malzemeleri göndererek ve Kapudanpaşa Cigalazâde’yi
memnun ederek iyi ilişkileri sürdürmeye çalışmıştır172. Buna rağmen Henry Lello
1607 yılında Londra’ya çağırılmıştır. Lello’nun elçiliği Harborne ve Barton ile
kıyaslandığında çok daha yetersiz kalmıştır. On yıllık elçiliği sırasında Osmanlı
İngiliz münasebetleri yavaşlamıştır173.

169
Orhan Burian, a.g.e., s. 35-38.
170
Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s. 84-92. Reşat Ekrem Koçu, bu ahidnamenin tarihini 1603 yılı olarak
vermektedir. Karş. Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Muahedeleri ve Kapitülâsiyonlar 1300-1920 ve
Lozan Muahedesi, İstanbul, Türkiye Matbaası, 1934.
171
Tülay Reyhanlı, a.g.e., s. 11-21. Ayrıca bkz. Mustafa Cezar, a.g.e., s. 1694-1695.
172
Nicolae Jorga, a.g.e., s. 325-335.
173
Tülay Reyhanlı, a.g.e., s. 26.

36
1.3. 1607 Yılı Sonrası Osmanlılar ve İngilizler

1607 yılında Lello’nun ayrılması üzerine, bu defa elçilik görevine hem


Edward Barton’a hem de bir süre Henry Lello’ya sekreterlik yapmış olan Sir Thomas
Glover getirilmiştir174. Fakat bu yeni elçi döneminde İngilizler sarsılan nüfuzlarını
kısmen geri kazansalar da, 1603 yılında vefat eden Elizabeth dönemindeki dostluk
canlandırılamamıştır. Yeni Kral I. James175, Katoliklere karşı dostça bir siyaset
izlemeye başlamış ve Türklerle ilişkilerin devamı konusunda kayıtsız davranmıştır.
Bu siyaset, aynı zamanda İngiltere’nin Katolik İspanya’ya dostluk çağrısı
niteliğindedir176.

Bu dönemde, İstanbul’dan Londra’ya saray için bazı değerli eşyalar almak


üzere memur edilen hassa tüccarları gönderilmiştir. İlk olarak 1580 yılında Garabet
isimli bir kişi ve aynı sene Ahmed ve Nikola isimli iki kişi daha gönderilmiştir. 1607
yılında Londra’ya giden ilk elçi Mustafa Çavuş’tur. Aşağı yukarı üç ay Londra’da
kalan Mustafa Çavuş, Kral I. James tarafından kabul edilmiştir. 1610 yılında I.
Ahmed’in, I. James’e gönderdiği Müteferrika El-Hac İbrahim Ağa, resmî sıfatı olan
ilk Osmanlı elçisidir. İngiltere’de daimi Osmanlı elçiliğinin kurulması ise 1794
yılında gerçekleşmiştir177.

Doğu Akdeniz’deki ticarî faaliyetlere XVI. yüzyılın ikinci yarısında ciddi


olarak katılan İngiliz tüccarlar Venedikli rakiplerini bertaraf etmeyi başarmışlardır.
Bunun nedeni, Venedik’in aksine siyasî açıdan avantajlı olmalarıdır. XVII. yüzyılda
İngiltere ve Osmanlı İmparatorluğu hiç savaş halinde olmamıştır. Üstelik İngiliz

174
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 116.
175
I. James (d. Haziran 1566 - ö. Mart 1625), 1603 yılında Kraliçe I. Elizabeth’in çocuğu olmadan
ölümü üzerine İngiltere tahtına geçen, İngiltere (James I olarak, 1603-1625) ve aynı zamanda
İskoçya (James IV olarak, 1567-1625) kralıdır. James 13 aylıkken annesi Mary Stuart’ın tahttan
indirilmesi üzerine İskoçya krallık tacı kendisine giydirilmiştir, bkz. David Grummitt, “James I
and IV”, Europe 1450 to 1789, Encyclopedia Of The Early Modern World, Ed. Jonathan Dewald,
c. 3, ABD, 2004, s 332-334.
176
Nazan Aksoy, a.g.e., s. 29-39.
177
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 227.

37
tüccarları Osmanlı sarayına değerli savaş malzemeleri de sağlıyorlardı. Ayrıca
Levant ipeğinin Avrupa’ya yeniden satılmasından büyük kârlar elde eden İngiliz
tüccarlar, yünlü kumaş fiyatlarında ucuzluk yaparak Venedik rekabetini saf dışı
bırakma imkânına da sahiptiler. Bir başka avantajları ise, Levant Kumpanyası’nın
ticaretle uğraşan ve kraliyetten gelen müdahaleleri savuşturma konusunda başarılı
olan varlıklı kişilerden oluşmasıydı. İstanbul’daki İngiliz elçisi ve konsoloslar
kraliyet tarafından değil, Levant Kumpanyası tarafından belirleniyor ve maaşlarını da
kumpanyadan alıyorlardı. Bu temsilcilerin desteği İngilizlerin kârlı ticaret yapabilme
imkânını artıyordu. Fransız tüccarları ve elçileri arasında çekişmeler ise siyasî
sıkıntılara ve malî kayıplara neden olmaktaydı178.

İstanbul’a gönderilen İngiliz elçiler, öncelikli olarak ticarî alandaki çıkarlar


için girişimlerde bulunmakla görevlendirilmişlerdi. Bu nedenledir ki, diplomat
olmaktan çok “ticaret ajanı” olarak görülüyorlardı. Bu elçilerin bütün masrafları da
Levant Kumpanyası tarafından karşılanıyordu. Zaman geçtikçe İngiliz elçilerinin
görevleri değişmeye başladı. Sonraları, kumpanyanın çıkarlarını gözetmekle beraber,
İngiliz hükümetinin siyasî beklentilerine hizmet etmekle de görevlendirildiler. Bu
çeşit elçilerin ilki, 1621-1628 yılları arasında görevde bulunan Thomas Roe
olmuştur179.

Daniel Goffman da bu konuda; William Harborne, Edward Barton ve Henry


Lello’nun İngiltere kraliyetinden çok kumpanyayı temsil ettiklerini, fakat XVII.
yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki diplomatik temsilciliğin daha
önemli olmaya başlamasının, kraliyetin büyükelçi seçimleri üzerinde daha fazla
denetim kurmak için baskı uygulamasına yol açtığını yazmaktadır180.

İngiliz elçilerinin görevleri, Osmanlı vezirleri ile ticarî imtiyazlarla ilgili


olarak görüşmek ve gerektikçe dilekçeler yazmaktır. Konsoloslar için ise bazı eyalet
merkezlerinde, Osmanlı paşaları benzer konumdaydılar. Buna rağmen, İstanbul’daki
İngilizler konusunda vezirler ve paşalardan daha çok etki sahibi olanlar, yabancıları
178
Suraiya Faroqhi, Krizler ve Değişim, s. 652.
179
Akdes Nimet Kurat, a.g.m., s. 8-9.
180
Daniel Goffman, Osmanlı İmparatorluğu’nda İngilizler 1642-1660, Çev. Ayşe Başçı-Sander,
İstanbul, Sabancı Üniversitesi Yay., 2001, s. 64.

38
korumak ile görevlendirilmiş yeniçeri jandarmaları olan yasakçılar ve padişah ya da
vezirlerin fermanlarını hem Osmanlı eyaletlerine hem de diğer devletlere bildirmek
ile görevli olan çavuşlardır. Yasakçılar ve çavuşlar, İngilizlerle yakın ilişki
içindeydiler, bazen birlikte uzun yolculuklar yaparlardı. Bu tür görevler daima
Müslümanlara veriliyordu181.

Osmanlı İmparatorluğu’na ait liman ve kentlerde gümrük resmi toplamak


üzere devletten ruhsat alan bazı eminler, gümrükten kaçan komisyoncu İngiliz
tüccarlarından gümrük tahsil edebilmeye çalışıyorlardı. Kaçakçılık yapan bazı
İngilizlerin gümrükten kaçınması ve eminlerin onları yakalayıp ödemek zorunda
oldukları belirli bir yüzdeyi almaya çalışması düşmanlığa, şikâyetlere ve davalara yol
açıyordu. Böyle bir durumla karşılaşan İngiliz tüccarlar kadının mahkemesine
başvuruyorlardı182.

181
Daniel Goffman, a.g.e., s. 15-16.
182
A.e., s. 15-16.

39
İKİNCİ BÖLÜM

JOHN SANDERSON VE LEVANT KUMPANYASI

2.1. İngiliz Seyyah John Sanderson’ın Hayatı183

2.1.1. Ailesi

John Sanderson, 31 Mart 1560 tarihinde Londra’da doğmuştur. Annesinin


anlattığına göre, çocukluğu çok meşakkatli ve hastalıklarla geçmiştir. Bir defasında
yedi çıban çıkarmış, birkaç yıl sonra vücudundaki solucanlarla başı dertte kalmıştır.
24 yaşına kadar bu hastalıktan tam olarak kurtulamamıştır.

Babası Thomas Sanderson, kuzeyli bir beyefendidir, ama sonradan Londra


vatandaşı olmuştur. Erkek kıyafet ve aksesuarları satmaktadır. Sanderson okuldan
sonraki yarım yılda, evde hesap tutma ve biçki işleriyle meşgul olarak babasına
hizmet etmiştir. Çünkü babasının sağ kulağının altında, (annesinin dediğine göre)
evlendikten sonra kendiliğinden çıkan, 14 yıldır büyüyen ve artık son zamanlarında
cerrahların elinde olan bir ur vardır. İlk defa Humfry isimli bir hanım bu rahatsızlık
konusunda Sanderson’ın babasını ikna etmiş ve bu konuyla ilgilenebilmiştir. Fakat
babası ancak birkaç yıl sonra, iyileşmesi için her yolu deneyen iyi cerrahların ellerine
gelmiştir, yine de bu rahatsızlıktan ötürü çok ağrı çekmiştir ve artık çalışanlarını
denetleyemeyecek kadar ayrıca şapka ve başlıkların astarlarına giden kadifenin,

183
Bu biyografi büyük oranda Sanderson’ın otobiyografisinden faydalanılarak yazılmıştır.

40
taftanın, ipeğin, sarsenetin (yumuşak bir ipek) vesairenin hesaplarını tutamayacak
kadar takatsizdir.

Sanderson, babasının her zaman hizmetçileri ve çırakları olduğunu yazmıştır,


en az iki hizmetçisi ve iş için en az yedi ya da sekiz çırağı hep olmuştur. Kötü bir
seyyar satıcı babasının işlerini mahvetmiştir fakat yine de babası borcunu son
kuruşuna kadar ödemiştir. Babasının fakir olmadığını fakat ortalama bir mal varlığı
içinde öldüğünü belirtmektedir. İyi bir cerrah olan Bay Knightlie, babasının
tümörünü iyileştirmiştir lakin babası hastalığından ötürü o kadar yorgun düşmüştür
ki fazla yaşamamıştır. 1579 yılında vefat eden babası o yıl kilise mütevellisidir ve
Bay Lamb’in yanına Aziz Fayth kilisesine defnedilmiştir.

Sanderson’ın otobiyografisindeki ek kısmında ailesi ile ilgili bazı bilgiler yer


almaktadır. Orada kendisi de dâhil edilerek sıralanan isimlere göre John, Thomas,
Jane, Grace, Luce, Robert isimli altı kardeştirler. Son ikisi küçükken, Jane ise 1583
yılında 17 yaşında iken ölmüştür. Annesi Isabell Sanderson, 1 Ocak 1612 tarihinde
vefat ettiğinde en az 77 yaşındadır ve 33 yıldır dul olarak yaşamıştır. Sanderson’ın,
1588 ve 1589 yıllarında Bay Barthram Calthorp’un kızı olan Margeret Calthorp’a
âşık olduğundan da bahsedilmiştir. Kız kardeşi Grace’in evliliğinden184 ve o
evlenirken ona yaptığı yardımlardan bahsedilmiştir. Kardeşinin daha iyi bir çeyizi
olması için Sanderson ona para vermiştir ve Londra’ya gittikçe ona yine para
yardımında bulunmuştur. Ayrıca kız kardeşi evlenirken sadece kendisinin verdikleri
değil, diğer erkek kardeşinin ve başka akrabaların da Grace’e verdiği paranın veya
hediyelerin değeri alt alta yazılarak toplanmıştır. Altına da, kız kardeşinin aceleci
H.’ye185 bu kadar değerde (200 pound’dan fazla) olduğu yazılmıştır.

1598 yılı Haziran ayında Sanderson Londra’ya döndüğünde bekâr erkek


kardeşinin evine gelmiş ve 1599 yılı Şubat ayında tekrar Türkiye’ye dönene kadar
orada kalmıştır. Bu süre içindeki yiyecek ve mesken masraflarını karşılaması için
kardeşine para vermiştir (10 pound). Aynı şekilde, Sanderson 1602 yılı Ekim ayının

184
Grace Sanderson 2 Şubat 1599 tarihinde Robert Hopkyns ile evlenmiştir. Bkz. Hakluyt Society,
a.g.e., s. 32.
185
Hopkyns kastedilmektedir, a.e., s. 32.

41
sonunda Londra’ya geldiği zaman yine kardeşinin evine gitmiş ve kardeşi 1606186
yılında evleninceye kadar onunla kalmıştır. Kalacak yer bedelini yıllık (16 pound)
olarak ona ödemiştir.

Sanderson 30 Haziran 1624 tarihinde, Henry Rowse, Sir William Lower ve


Obadiah Stannard’ın şahitliğinde vasiyetnamesini de bildirmiş ve imzalamıştır.
Ayrıca 25 Ağustos 1626 tarihinde Hugh Over ve Thomas Milles’ın mevcudiyetinde
ek vasiyetnamesini imzalamıştır.

Sanderson’ın ardından devam eden doğrudan bir soyu yoktur.


Vasiyetnamesinde kız kardeşi Grace’in kızı Anna Allen başta olmak üzere, vaftiz
çocuklarına, Samuel Purchas’a, Drapers’ Company’ye, Aziz Fayth Kilisesi’ne, ölen
arkadaşının oğlu Robert Kimbye’a, Aziz Fayth Kilisesi’nin papaz, rahip ve
zangocuna bırakmak istediği miktarlar belirtilmiştir.

Vasiyet 3 Mart 1627 tarihinde Londra’da uygulanmıştır187.

2.1.2. Eğitimi

Sanderson, okulda kabiliyetsiz bir öğrencidir. John Cook’un okul müdürü ve


Christopher Houlden’ın müdür yardımcısı olduğu Aziz Paul gramer okulunda
okumuştur. 16 yaşına kadar Latince ders görmüştür. Okul müdürü John Cook
tarafından taşla dövüldüğünü ve vücudundaki yediden fazla yara izinin hâlâ
geçmediğini yazmaktadır. Otobiyografisinde ayrıca Scottow Hoca ve Gray Hoca’dan
bahsetmektedir. Yarım yılda onlardan gerektiği kadar istifade etmiştir. Bunlar büyük
ihtimalle gramer okulunda öğretilmeyen konularda özel ders veren özel
öğretmenlerdi.

186
18 Mayıs 1606. Bkz. Hakluyt Society, a.g.e., s. 33.
187
A.e., s. 35.

42
2.1.3. Görevleri

Sanderson 17 yaşında iken, tüccar olan amcası Foxall onu Bay Martin
Calthorp188 ile tanıştırmıştır. Felemenk bir kumaş yapımcısı189 ve tüccar olan
Calthorp, Sanderson’ı yanına almıştır ve Sanderson ona yedi yıl hizmet etmiştir, ilk
iki yıl çıraktır ve çoğu zaman klasik çırak kıyafeti giymiştir. Sanderson, onun
şerifliğinde kâhya olduktan sonra, Norfolk’a giderken kendisine eşlik etmesi için
Sanderson’ı teşvik etmiştir. Fakat orada Sanderson, dayanılmaz şekilde altı ay
boyunca atlatamadığı sıtmaya yakalanmıştır. Sonra ona kasiyerlik görevini vermiştir
ve onu bir süreliğine pazarlamacılığa sevk etmiştir. Ama sonunda Sanderson’ın iki
yıl hizmet ettiği çıraklık dönemini ve hiç terfi almadığını göz önünde bulundurarak,
onu Türkiye’ye bir seyahat görevine atamış, hem de kendisine danışmadan dört
yıllığına kumpanyaya kaydetmiştir, böylece Sanderson’ı sonradan elçi olan Bay
Harborne’un emrinde çalışmaya göndermiştir.

Sanderson 1585 yılında İstanbul’a geldiği zaman, elçi onu elçilik kâhyası190
veya vekilharcı191 olarak görevlendirmiş, belediye meclis üyesinin192 oğlu Bay
Massams’ın bazı kıyafetleriyle onu giydirmiştir. Altı ay bu görevde kalan Sanderson,
bir defasında tehlikeli bir hastalığa yakalanmış ama sonunda iyileşmiştir. Daha sonra
elçi Sanderson’ı İskenderiye ve Kahire’ye göndermiştir. Ekim 1585 tarihinde gittiği
İskenderiye’deki görevi kumpanya adına orada bulunan komisyoncu William
Shales’e yardım etmektir193. Sanderson ve William Shales’in buradaki görevleri

188
Martin Calthorpe, belediye meclis üyesidir, 1579-1580 yılları arasında şeriflik ve 1588-1589
yıllarında belediye başkanlığı ayrıca üç defa bir kumaş şirketi olan Drapers’ Company’nin
müdürlüğünü yapmıştır; 1589’da kendisine şövalyelik nişanı verilmiştir. Bkz. Hakluyt Society,
a.g.e., s. 3.
189
Gülgün Aybet Üçel, a.g.e., s. 52.
190
Erhan Afyoncu, Tanzimat Öncesi Osmanlı Tarihi Araştırma Rehberi, İstanbul, Yeditepe Yay.,
2009, s. 203.
191
Gülgün Aybet Üçel, a.g.e., s. 52.
192
William Masham, 1582 yılından 1594 yılına kadar belediye meclis üyesiydi ve 1583-1584
yıllarında şerifti. 1600 yılının sonuna doğru öldü. Bkz. Hakluyt Society, a.g.e., s. 3.
193
Gülgün Aybet Üçel, a.g.e., s. 52.

43
ticareti, olanak ve koşullarını incelemektir194. Fakat burada ticaret işlerinde bazı
zorluklar bulunduğundan 1587 yılında Sanderson ve beraberindeki komisyoncular
Suriye’ye gönderildiler195. Sanderson 1588 yılının Mart ayında İngiltere’ye dönmek
üzere Trablusşam’dan ayrılmıştır. Bu seyahatinde yanında çalıştığı tacir yalnız bu
seferden 5 bin pound kazanmış ve geminin yüküyse 70 bin pound’dan fazla
getirmiştir. Bunu gören Sanderson bizzat ticarete atılmayı istemiştir196.
Kumpanyadan ayrılarak Martin Calthorp’un etkisiyle bir Hollanda şirketinde
çalışmak üzere Middelburg’a gitmiştir197.

1588 yılında İngiltere için Akdeniz ticareti bir süre önemini kaybetmiştir.
Bunun önemli nedenleri Akdeniz’de İngiliz tüccarların ticaret haklarının sona
ermesi, İngiltere ve İspanya arasında çıkan savaşla İngiliz ticaret gemilerinin
güvenliğinin kalkmasıdır. Bunun üzerine Sanderson, Doğu Hint Adalarına gitmeyi
planlamıştır. Seyahat masraflarını Sanderson ve beraberindeki komisyoncular
kendileri karşılamışlardır198.

Sanderson’ın 1590 yılında yola çıktığı bu seyahati, İspanya savaş gemilerinin


saldırıları ve şiddetli fırtınalar nedeniyle tamamlanamamış ve gemi 1591 yılının
Şubat ayında İngiltere’ye geri dönmüştür199.

Akdeniz ticareti bu tarihte gelişmektedir. 1592 yılında İngiliz hükümeti


Levant Kumpanyası’na Osmanlı limanlarında ve Doğu Hint Adalarına kadar olan
bölgede ticaret yapma izni vermiştir. Yine bu yıl Sanderson, Thomas Cordell için
komisyon alarak satış yapmak üzere tekrar İstanbul’a gitmiş ve burada şirketin diğer
üyeleri için de ticaret yapmıştır. Edward Barton’ın elçi olarak atandığı bu sıralarda,
Barton’ın daveti üzerine İstanbul’da elçilik binasında kalan200 Sanderson, Barton’ı

194
Tülay Reyhanlı, a.g.e., s. 25.
195
Gülgün Aybet Üçel, a.g.e., s. 52.
196
Orhan Burian, dört seyahatname, s. 226.
197
Gülgün Aybet Üçel, a.g.e., s. 52.
198
A.e., s. 53.
199
A.e., s. 53.
200
A.e., s. 54.

44
daha önceki izlenimlerine kıyasla daha farklı ve zevke sefaya düşkün birisi olarak
gördüğünü belirtmiştir201.

Sultan III. Mehmed Eğri seferine çıkarken Edward Barton’ın da kendisine


iştirak edeceği kesinleşince, Barton seferde olacağı süre içinde Sanderson’ı Hadım
Hasan Paşa’nın huzuruna çıkararak vekili ve yardımcısı olarak görevlendirmiştir.
Sefer ve dolayısıyla da Sanderson’ın bu görevi altı ay sürmüştür202. Sanderson bu
sayede sarayı da tanıma imkânına kavuşmuştur203. 23 Eylül 1597 tarihinde
Sanderson, Halep’e gitmek üzere İstanbul’dan ayrılmıştır ve maiyetindeki dört
kişiyle atlı olarak Üsküdar’dan Halep’e giden bir paşa eşliğindeki yolculuğu 44 gün
sürmüştür. Halep’te iken rahatsızlanmış ve oradan ancak 23 Şubat 1598 tarihinde
ayrılabilmiştir. İskenderun’dan 22 Nisan’da vardığı Venedik’e kadar deniz yoluyla,
Venedik’ten 29 Haziran’da vardığı İngiltere’ye kadar kara yoluyla dönmüştür204.

1599 yılında İstanbul’a üçüncü yolculuğuna çıkan Sanderson, bu defa


İstanbul’da elçinin memuru ve hazinedarı olarak görevlendirilmiştir. Bu seyahatinde
III. Mehmed’e hediye edilecek olan org da getirilmektedir. Bu orgun maliyetiyle
ilgili masraflar Levant Kumpanyası tarafından karşılandığı için kumpanya parasal
olarak zor durumdadır. Bu nedenle şirket Osmanlı limanlarına varan İngiliz
mallarından para alınmasına dair bir karar çıkartmıştır. Bu para borç olarak alınıyor,
ihracat yapan tacirlere Londra’da ödenmek üzere çek veriliyordu. Sanderson’ın esas
görevi de bu paraların İngiliz tüccarlardan toplanmasıyla ilgilidir. Aynı zamanda
kumpanyanın üyesi olduğundan ticaret yapma hakkına da sahiptir205.

Sanderson, memleketine döndükten sonra iş bulmakta zorluk çekmiştir. Lakin


ticaretten kazanıp biriktirdiği parayla çalışmadan ve bekâr olarak yaşamıştır.
Seyahatnâmelerini ise 1604 yılında toplamıştır206.

201
Orhan Burian, dört seyahatname, s. 227.
202
Erhan Afyoncu, Araştırma Rehberi, s. 203.
203
Tülay Reyhanlı, a.g.e., s. 25.
204
Orhan Burian, dört seyahatname, s. 227.
205
Gülgün Aybet Üçel, a.g.e., s. 55.
206
Orhan Burian, dört seyahatname, s. 230.

45
2.1.4. Vefatı

Sanderson’ın vefat tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte, vasiyetnamesine


yaptığı son ek ile vasiyetnamenin uygulanması arasında bir tarihte vefat etmiş olması
gerektiği düşünülürse, ölümü 25 Ağustos 1626 tarihi ile 3 Mart 1627 tarihi arasında
gerçekleşmiştir diyebiliriz.

2.2. Levant Kumpanyası

2.2.1. Kumpanyanın Kuruluş Yılları

Osmanlı padişahı III. Murad’ın 1580 yılında İngiliz tüccarlarına serbestçe


ticaret yapma hak ve imtiyazını vermesiyle, İngilizler için Osmanlı pazarları açılmış
oldu. Bunun üzerine birkaç Londralı tüccar, tekel esaslarına dayanan bir şirket
kurdular ve şirketin statüsü Kraliçe Elizabeth tarafından 11 Eylül 1581 tarihinde
tasdik edildi207. İngilizler, doğuya açılabilmek için Batı Anadolu’nun önemli bir
limanı olan İzmir üzerinden ticaret yapmaya başladılar, daha sonra İskenderiye’ye
yöneldiler208.

Levant ticareti için kumpanyanın ilk gemileri 1582 yılında gönderilmiştir.


Kumpanyanın “The Great Susan” isimli ilk gemisi, ilk elçi William Harborne’u
İngiltere’den Osmanlı topraklarına taşımıştır209.

Kumpanya, ilk başta büyük oranda destek görmüştü. Sadece zengin tüccarlar
değil, kraliyet meclisi üyeleri bile kumpanyaya ortak olmuşlardı. Hatta Kraliçe

207
Akdes Nimet Kurat, a.g.m., s. 6.
208
Şerafettin Turan, “Levant”, DİA, c. 27, Ankara, 2003, s. 145-147.
209
J. Theodore Bent, a.g.e., s. viii. Samuel Chew, ilk geminin 1583 yılında gönderildiğini
yazmaktadır.

46
Elizabeth bile katkıda bulunmuştu, 1582 yılında kraliçenin 4.500 kg gümüşü Edward
Osborne ve arkadaşlarına borç olarak verdiği bilinmektedir210.

İlk dönemlerde çok kârlı işler yapmış olan Levant Kumpanyası, yüzde 300’e
kadar varan kârlar sağlamıştır. 1595 yılından itibaren emrinde 15 gemi ve 790 gemici
vardır. XVI. yüzyılın sonunda İngilizler, Müslümanların veya Hıristiyanların
yönetimindeki bütün Akdeniz’e ve ister Avrupa ister Hint Okyanusu yönünde
Akdeniz’e giren ya da Akdeniz’den çıkan bütün yollara yerleşmiş durumdadır211.

2.2.2. 1583-1605 Yılları Arası

Kraliçe Elizabeth, İstanbul’daki elçiliğinin resmen onaylanmasının ardından


William Harborne’a kumpanyanın ticaretini örgütlemesi için geniş yetkiler vermiştir.
Harborne’un yetkileri arasında, konsolos adaylarını seçmek, Levant ticaretini
yönetebilmek için kanunları uygulamak ve kanunlara uymayanları cezalandırmak
bulunmaktadır. Ayrıca ticaret işlerinin sorunsuz bir şekilde devam ettirilebilmesi
için, Harborne uygun görülen her görevi yerine getirecekti. Kraliçe Elizabeth,
kanunlara aykırı olmadığı takdirde, durumlar karşısında Harborne’un verdiği
kararları onaylayacağını vaat etmiştir. Bu yetkilerle göreve getirilen Harborne, ticaret
konusunda etkili girişimlerde bulunmuştur212.

Kumpanyanın örgütlenme şekline değinirsek, başlangıçta ticaretin anonim


şirket temeline göre yapıldığını görmekteyiz 213. İlk olarak gemiler kiralanmış ve
ticarete başlanmıştır. Kar oranının yüzde üç yüze çıktığı olmuştur. İstanbul, Sakız,
Suriye ve Mısır’a kumaş ve teneke gönderilmiş ve bunlar karşılığında ham ipek,
tiftik, ham pamuk, yün, halı, ecza, baharat, kuşüzümü ve çivit alınmıştır. Kumpanya,

210
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 38.
211
Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, I. Bizans’tan Tanzimata, Çev. Babür
Kuzucu, İstanbul, Gözlem Yay., 1974, s. 508-509.
212
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 36.
213
Hakluyt Society, a.g.e., s. 130-131.

47
kurulduğundan itibaren ilk beş yıl içinde 27 yolculuk yapmıştır. Bu yolculuklarda 19
gemi ve 782 denizci çalıştırılmış ve gümrüklerde 11.319 pound ödenmiştir214.
Gemilerden biri 1588 yılında 70 bin pounddan fazla para getirmiştir215. Bundan sonra
kumpanya kiraladığı gemilere ek olarak kendi adına gemiler de yaptırmaya
başlamıştır216.

İngilizlerin Levant’tan yaptığı ithalat, coğrafî bölgelere göre dört grupta


toplanabilen emtiayı kapsıyordu. 1. Anadolu ürünleri: pamuk, pamuk ipliği, halı,
kilim ve meşe mazısı. 2. İran ürünleri: ham ipek. 3. Yunan adaları ürünleri: şarap,
zeytinyağı ve kuşüzümü. 4. Hint veya Endonezya ürünleri: baharat, ecza ve
boyalar217.

Diğer taraftan korsanlar kumpanya için büyük kayıplara yol açıyorlardı. 1587
yılında İngiltere ve İspanya arasında savaş başlamıştı ve bu durumda Akdeniz’i
geçmenin tehlikeleri nedeniyle ticaret bir süre bekleme sürecine girmişti. Ayrıca
Osmanlı topraklarındaki büyük giderleri karşılayabilmek için büyük kârlar elde
etmek gerekiyordu. Harborne yılda yalnızca 200 pound alıyordu ve bunun yanında
ilk dört yıl boyunca ticaretten kazanılan kârın dörtte birini de onun alacağı vaat
edilmişti. Lakin Harborne’un görevi münasebetiyle karşı karşıya kaldığı ağır
giderleri vardı. Kumpanya onun beklenmedik masraflarını göğüslemek için 13.246
pound ve 1588 yılında onu geri getirmek için de 1.103 pound sarfetmişti. Padişaha,
vezîriâzama, paşalara, kadılara ve gümrük memurlarına alışık oldukları üzere
verilmesi gereken kıymetli hediyeler tüccarları zor durumda bırakıyordu, tüccarlar en
büyük masrafları bu hediyeleri takdim edebilmek için yapıyorlardı218.

214
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 39. Bu konuda M. Epstein, 1590 yılında, son 5 yıllık aktiviteleri
üzerinden kumpanyanın durumu incelendiğinde, imtiyaza sahip oldukları zaman boyunca 19 gemi
çalıştırdıkları, bu gemilerin 27 yolculuk yaptığı ve 787 adamı işe almış olduklarının görüldüğünü
yazmıştır. Ayrıca Albert Lindsay Rowland, kumpanyanın 1582 yılı Eylül ayı ve 1587 yılı Eylül ayı
arasındaki durumuna bakılırsa, 19 gemi ve 700’ün üzerinde tayfa çalıştırmış, 11.359 pound
ödenmiş ve ticaret 1587 yılına kadar olan 5 yıl boyunca gelişmiş olduğunu yazmıştır, bkz. M.
Epstein, a.g.e., s. 19 ve Albert Lindsay Rowland, a.g.e., s. 73.
215
Hakluyt Society, a.g.e., s. 6.
216
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 39.
217
Halil İnalcık, a.g.e., s. 432-433.
218
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 40.

48
Ayrıca bu tüccarlar rekabetle de mücadele ediyorlardı. Venedik Kumpanyası
kendi sınırının dışına çıkarak Levant’taki tüccarların alanına giriyordu. İki
kumpanyanın gemileri de benzer yükler taşıyorlardı; şarap, kuru üzüm, pamuk ve
ipek ithal ediliyordu. Kumpanyalar birbirlerinin tekeline müdahale ettiklerinde
rekabet başladı219.

1588 yılında Levant Kumpanyası’nın ve 1589 yılında da Venedik


Kumpanyası’nın beratları sona ermişti. Bu durum da yeni sorunlar doğurmuştu.
Türkiye tüccarları beratlarını tazelemek için 1588 yılında başvuru yapmadılar. Fakat
buna rağmen Levant ticaretini sürdürdüler. Ancak 1589 yılında Venedik
Kumpanyası’nın da beratı son bulduğunda, iki taraf da imtiyazlarının tazelenmesi
için tahta başvurularını gerçekleştirdiler. Venedik Kumpanyası ortakları bağımsız
ticaretlerine devam etmek için başvururken, Levant tüccarları Osmanlı ve Venedik
topraklarını birlikte kapsayacak bir izin için başvurdular220.

Bu konu hükümete getirildi ve Lord Burghley tarafından bir yıl süreyle


incelendikten sonra ve 1590 yılında yapılan anket sonuçlarına göre; Türkiye
tüccarları rakiplerine kıyasla daha geniş bir trafik yürütüyorlardı ve ayakta
kalabilmek için daha ağır harcamalara ihtiyaçları vardı, her iki taraf da aynı önemi
haizdi ve aynı tarz emtia ile ticaret yapıyorlardı. Tüccarlar benzer çıkarlarını göz
önünde bulundurarak, sonunda iki kumpanyanın bir berat altında birleştirilmesine
karar verdiler. Yine 1590 yılında anonim şirket kurabilmek, Venedik ve Türkiye ile
ticarette tekeli sağlamak için iki taraftan da çok sayıda tüccar tarafından imzalanan
bir dilekçe sundular221.

Berat 7 Ocak 1592 tarihinde yürürlüğe girdi222; buna göre, Venedik ve


Türkiye ile ticaret yapma hakkı on iki yıl süreyle isimleri metinde yer alan elli üç
tüccara verilmişti. Ayrıca yine isimleri beratta yer alan yirmi tüccar daha vardı,
bunlar ise 130 pound giriş ücreti ödemeleri ve haklarını iki ay içinde kullanmaları

219
A.e., s. 40-41.
220
A.e., s. 41.
221
A.e., s. 41-42.
222
Susan A. Skilliter, a.g.e., s. 177.

49
şartıyla ortak olabilirlerdi. Bu tüccarlara “The Governor and Company of Merchants
of the Levant” isimli anonim şirket verilmişti. Yaşlanmasına rağmen Edward
Osborne, hizmetleri nedeniyle ilk sene için bir kez daha müdür olarak seçilmişti.
Ondan sonra gelecek müdürler kumpanya tarafından seçilecekti223.

Gümrük vergileri iki taksitte ödenecek ve her iki taksit üçer aylık ödeme
süresine yayılabilecekti. Ödenen vergiler, kaza veya başka bir sebeple İngiltere’den
gönderilen malların yolda kaybolması durumunda, kumpanyaya geri verilecekti.
Savaş zamanı hariç; yeterli mürettebat, cephane ve savaş gereçleri sağlanmış olan
dört geminin, kumpanyanın ticareti için rahatça yola çıkmasına taht tarafından izin
verilecekti. Ayrıca kumpanyanın gemileri de İngiltere armasını taşıyacaklardı224.

Anonim şirket prensibiyle kurulacağı bildirilen kumpanyada işler biraz farklı


gelişmiştir. 1592 yılında ikinci beratın neticeye bağlanmasından evvel, şirketin ne tür
bir temele dayanacağı konusu tartışılmaktaydı. Sonuçta verilen karar beratta yer
almadığından, tam olarak nasıl sonuçlandığı bilinmemekle beraber225, John
Sanderson’ın mektuplaşmalarından 1595 yılında kumpanyadaki tüccarların açık
şirket esasıyla bağımsız olarak ticaret yaptıkları görülmektedir. Londra’daki tüccarlar
Yakın Doğu’da ayrı komisyoncular buluyorlardı. Mesela Sanderson, William
Garraway’in temsilcilik görevini üstlenmişti. 1599 yılında komisyoncular,
kumpanyanın belirlediği ek konsolosluk ücretini ödemediler, bu konuda bir emir
almadıklarını ileri sürdüler226. Anonim şirketten açık şirkete geçme değişikliği 1588-
1595 yılları arasında gerçekleşmiştir. Açık şirket sistemi daha sonra
değiştirilmemiştir227.

İspanya ile olan savaş Akdeniz ticaretini bir süre aksatmış olsa da, yeni
kumpanya gittikçe gelişmeye devam etmiştir. Sanderson 1590 yılından 1600 yılına
kadar geçen süre boyunca zengin emtia ile doldurulmuş İngiliz gemilerinden söz
etmektedir. 1595 yılında 19 gemi daha kumpanya tarafından kullanıma alınmıştı ve
223
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 43.
224
A.e., s. 43-44.
225
A.e., s. 44.
226
Hakluyt Society, a.g.e., s. 143,171,172,178.
227
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 45.

50
bu gemilerde 790 tayfa çalışmaktaydı, ayrıca gümrüklere 5.500 pound ödenmişti.
Yine aynı yıl, İskenderun’da beş, Kıbrıs’ta iki, Sakız’da iki, Venedik ve Cezayir’de
birer gemi yüklenmişti. Beş yıl geçtiğinde kumpanyanın sadece İtalya sularında
neredeyse yirmi gemisi vardı ve 1600 yılında kumpanya, sahip oldukları dışında on
altı gemiyi daha ticarette kullanmıştı. Kumpanyanın ortakları 87’ye çıkmıştı ve
bunların yanında çalışan 189 kişi vardı228. Kumpanyanın maddi durumunun iyiye
gittiğini gösteren bir başka şey ise, ikinci elçi Edward Barton’a yılda 3 bin İsveç
kronu verilmesiydi, bu 1.500 pounda eşitti229.

Kumpanyanın en çok kazanç getiren alanı Venedik, Zante Adası ve


Kefalonya’dan yapılan kuşüzümü ithalatıydı. O zamanlar yılda 2.300 ton kuşüzümü
ithal edildiği ve bu ithalatın kumpanyaya 11.500 pound kazanç getirdiği
bilinmektedir. İthal edilen emtia arasında çivit de büyük yer işgal etmekteydi. Diğer
taraftan İngiltere’den Osmanlı topraklarına 150 bin pound değerinde çeşitli kumaşlar
ihraç edilmekteydi230.

Tüccarların karşılaştıkları bazı sorunlar da vardı. Bütün gemilerin silahlarla


donatılmış vaziyette yolculuk etmek zorunda olması bunlardan biriydi. Ayrıca
İspanyolların saldırısından kaçmak veya bu saldırılarla başa çıkabilmek gerekiyordu,
bazen ciddi kayıplar veriliyordu. İngiliz savaş gemilerinin İtalyan gemilerine
korsanlar gibi müdahale etmeleri yüzünden Venedik ile sorunlar yaşanıyordu, üstelik
1598 yılında bu müdahalelere aynıyla cevap vermeye başlayan Toskana, kendi
sınırları içinde İngiliz ticaretini yasakladı. 1604 yılına kadar devam eden bu
saldırılar, İspanya ile barış yapılınca sona ermiştir231.

İngiliz korsan gemileri, Türklere ait gemilere de saldırıp mallarını çalmaya


başlamıştı. Ayrıca erzak için Ege Adaları’ndaki halkı da soyuyorlardı. Osmanlı

228
A.e., s. 46-47.
229
Hakluyt Society, a.g.e., s. 144,159.
230
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 47.
231
Hakluyt Society, a.g.e., s. 207.

51
Devleti, İngilizlerin Müslümanları soyup yağmalayıp öldürmeleri yüzünden rahatsız
olmaya başlamıştı232.

İstanbul’daki elçiliği ayakta tutma çabası ise bir başka zorlu işti. Edward
Barton’ın görevi, arabuluculuk rolüyle yaptığı diplomatik faaliyetler nedeniyle daha
masraflıydı. Bilhassa 1596 yılında III. Mehmed’in yanında sefere gitmesi çok büyük
masraflara yol açmıştır. Edward Barton ve kumpanyanın tüccarları ticaretle ilgisi
olmayan bu masrafları karşılaması için Kraliçe Elizabeth’e başvurmuşlar fakat
Elizabeth arabuluculuk emrini kendisi vermiş olmasına rağmen faturayı kumpanyaya
çıkarmıştı233.

1596 yılında III. Mehmed tahta geçtiğinde, kapitülasyonların yenilenmesini


garantilemek için padişaha tebrik mektupları ve hediyeler takdim etmek gerekiyordu.
Elizabeth bu hediyelerin masraflarını karşılamayı da reddetmişti ve bu masraflar da
kumpanyanın omuzlarına binmişti. Fakat mektuplar ve hediyeler İstanbul’a ancak
1599 yılında varabildi234 ve Edward Barton, 1597 yılında İstanbul’da vefat
ettiğinden, armağanları yerine gelen Henry Lello sunmuştu. Henry Lello,
armağanlarla birlikte kapitülasyonların yenilenmesi ve on yedi yeni madde
eklenmesini istemişti235.

Kaptan-ı deryanın da yardımıyla 1601 yılında Lello amacına ulaştı. Aynı yılın
Nisan veya Mayıs ayında, Felemenklerin İngiliz bayrağı taşıyabilecekleri hükmünü
de içeren tüm ek maddeleri ile kapitülasyonlar padişah tarafından onaylanmıştı236.
Altı yıl sonra Thomas Glover, sadece Felemenklerin değil, Fransız ve Venedikliler
hariç tüm Avrupalıları İngiliz korumacılığı altına veren koşulları da kapsayan
kapitülasyonların yenilenmesini sağlayarak Fransızların kinini yeniden
alevlendirmiştir, fakat sonunda bu yeni istekten vazgeçmesi için Lord Salisbury’den

232
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 48-49. Hakluyt Society, a.g.e., s. 203,211.
233
A.e., s. 50.
234
A.e., s. 50-51.
235
Hakluyt Society, a.g.e., s. 282-287.
236
A.e., s. xxv-xxvi.

52
emir almış ve 1609 yılında bundan sonra İngilizlerin sadece Felemenklerin
korumacılığı hakkını isteyecekleri konusunda Fransız meslektaşı ile anlaşmıştı237.

Kumpanyanın ileri gelen tüccarları 1599 yılında Hindistan’a bir keşif heyeti
göndermeyi tasarladılar. Bu tasarıları politik nedenlerden dolayı Elizabeth tarafından
engellenmesine rağmen, Osmanlı ticaretindeki en önemli tüccarların tümü, bir
sonraki sene kurulacak olan Doğu Hindistan Kumpanyası’nın ilk kurucuları
olmuştur. Aslında yeni kumpanya ilk günler için eski kumpanyanın bir tür yan
çalışması veya uzantısı durumundaydı. Bu kumpanyanın ilk müdürü olan Thomas
Smith aynı zamanda Levant Kumpanyası’nın da müdürüydü; toplam 218 kişi olan ilk
ortaklarının en az 31 tanesi Osmanlı tüccarlarındandı. Büyük ihtimalle kişisel
servetlerini büyütmek için giriştikleri bu yeni yol, ilk kumpanyanın refahına da darbe
indirmiştir. Doğu Hindistan ticaretinin daha ileriki tarihlerdeki gelişmeleri, o güne
kadar Levant ticarethanelerinin kaymağını yediği doğu mallarının ticaretinin bir
kısmını kurutmuştu238.

O zamanlar Mısır, doğu ürünlerini Avrupa’ya ulaştıran en önemli geçitlerden


biriydi. Hâlâ Mısır’a Doğu’nun ipek, baharat, boya ve eczası ile Yemen’in kahvesi
geliyordu. Harborne’un ilk etkinliklerinden biri 1583 yılında Harvey Millers’ın
konsolos olarak buraya atanmasıyla vatandaşları için bir giriş kapısı açmaya
çalışması olmuştur. Levant tüccarlarının bu tarihten sonraki birkaç yıl boyunca Mısır
ticaretine katılabilmek için yoğun bir çaba içinde olduğu yolunda ipuçları vardır239.
1586 yılında Sanderson ve William Shales, Mısır’daki ticaretin durumu ve
olanaklarını incelemek için İstanbul’dan Mısır’a yollanmıştır240. 1601 yılında Staper
kendi gemilerinden birini Mısır’a yollamıştır241.

Bazı koşullar bu ticareti gerçekleştirmek için yapılan girişimleri olumsuz


yönde etkilemiştir. Mısır’da yaşam çok pahalıdır, kapitülasyonlara rağmen

237
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 54 ve Hakluyt Society, a.g.e., s. 238.
238
A.e., s. 55-56.
239
A.e., s. 56-57.
240
Hakluyt Society, a.g.e., s. 131-136.
241
A.e., s. 214.

53
İskenderiye’de yüzde 10’luk gümrük resmi hâlâ tahsil ediliyordu. Ayrıca Mısır
pazarında iş yapabilmek ustalık gerektiriyordu242.

Rakip tüccarların zıt tutumları ise daha da etkili bir engel oluşturuyordu.
Çöküş döneminde bulunan Venedikliler önemli rakipler değillerdi, fakat Fransızlar
İngilizlerin gelişlerine etkin biçimde direnmişlerdir. Fransızlar bir İngiliz
konsolosluğunun kurulmasına karşı çıkıyorlardı, çünkü Millers’ın atanmasından önce
Mısır’da ticaret yapan İngiliz tüccarlar, koruma için Fransız konsolosuna başvurmak
ve ona belli bir ödenti vermek zorundaydılar. İngilizlerin Mısır’daki bu görevine
başka biri atanmamış olduğu için de bir kez daha İngilizler Fransa’nın kanatları
altına girmişlerdi243.

İngilizler dört yıl daha Mısır’da Fransız elçinin idaresi altında kalmışlar, ama
1600 yılında Lello, Benjamin Bishop’u Mısır’a konsolos olarak atamıştır. Fakat
Kahire’deki İngilizler buna karşı çıkmış ve dolandırıcı ve günahkâr olarak bilinen
Bishop’u tanımamışlardır. 1601 yılında Bishop’un işine son verilmiştir244. Ticaret
Fransız elçinin koruması altında yapılmaya devam etmiştir245.

Kumpanya dokuz yıl süreli yeni ayrıcalık fermanını daha kullanamadan


hükümeti kızdırarak bu hakkını kaybetmişti. Venedik Kumpanyası, tüm kuşüzümü,
şarap ve yağın İngiltere’ye ithalinde, ortak olmayanlardan toplanan vergi hakkını
istemiş ve bu hakkı da elde etmişti. 1592 yılından sonra kumpanyanın ortağı
olmayanlar tarafından ülkeye getirilen kuşüzümünün her 56 kilosu için 5 şilin 6 pens
isteyen yeni birleşik kumpanya aynı yetkiyi kullanmaya devam etmişti. Hâlbuki
ferman koşullarında böyle bir yetkinin devri açık değildir. 1600 yılına kadar
kumpanya, Osmanlı topraklarındaki temsilciliklerinin bakım giderlerinin birçoğunu
karşılayacak kadar büyüyen bu kaynaktan gelir elde etmişti246.

242
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 57-58.
243
A.e., s. 58-59.
244
Hakluyt Society, a.g.e., s. 56.
245
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 60.
246
A.e., s. 61.

54
1600 yılında Londra gümrük müfettişi Richard Carmarthen, bu verginin
toplanmasının, kraliçenin vergi imtiyazının bir ihlali olduğunu ve bunun
kumpanyanın ayrıcalık belgesine dayandırılamayacağını ileri sürmüştü. Elizabeth, bu
vergiyi kendi kasasına aktarmak fırsatını kaçırmamış ve rakip tüccarların Levant
ticaretinde tekelciliği kendilerine vermesi karşılığında ithal edilen her 56 kilo
kuşüzümü için 5 şilin 6 pens, her 238 litrelik fıçı şarap başına 6 düka ve her varil yağ
başına 5 şilin ödeme önerileri onu olaya el koymak için cesaretlendirmişti. Böylece
bu vergilerin ileride taht adına toplanılması kararlaştırılmıştı ve Mayıs 1601 tarihinde
kumpanyanın kuşüzümü ve şarap yüklü bazı gemileri Thames Nehri’ne
vardıklarında, tüccarlardan yüklerini boşaltmadan önce bu yeni gümrük resmini
ödemeleri istenmişti. Tüccarlar, kendilerine verilen ayrıcalıkların bozulduğu ilkesine
dayanarak bu davranışa karşı başvuru da bulunmuşlardı ve bunun üzerine,
Haziran’da hepsi meclise çağırılarak kendilerine beratın iptaline dair bir ihbarname
verilmişti. Bir ay sonra hazineye, kraliçenin eline geçecek tüm vergilerin yıllık tutarı
olarak hesaplanan yıllık 4 bin pound’un verilmesini önererek karşılığında bu beratın
yenilenmesi için yalvarmışlardı. Levant ticaretinin kazançlı yapısına kanıt olan bu
öneri, hükümetin isteklerini karşılamış oluyordu ve Ağustos ayında beratın
yenilenmesine söz verildi247.

Yeni ayrıcalık beratı 31 Aralık 1600248 tarihinden itibaren geçerli olmuştu ve


1592 yılındaki fermanın bir eşiydi249.

Kumpanya tarihinin bundan sonraki birkaç yılına önemli sayılabilecek bir


belirsizlik hâkim olmaktadır. Bundan sonraki iki sene bu 4 bin pound ödenmiş ve
tüccarlar, kumpanya ortağı olmayanların getirdikleri her 50 kilo kuşüzümünden 10
şilin ve yağ ile şaraptan da daha az miktarda para alarak zararlarını karşılamışlardı.
1603 yılında Elizabeth öldüğünde kumpanyanın tahta 2 bin pound borcu vardı. Ama
tüccarlar yılda 4 bin pound tediye edemediklerini ve ancak sadece elçinin

247
A.e., s. 61-62.
248
31 Aralık 1601 tarihi için karş. M. Epstein, a.g.e., s. 46.
249
Alfred C. Wood, a.g.e., s. 62.

55
masraflarını görebildiklerini iddia ederek ruhsatlarını iptal edip kumpanyayı
feshetmişlerdi250.

Yeni İngiliz kralının İspanya ile barış yapmayı tasarladığını duyan Türkler,
Lello’ya kötü davrandıkları ve hatta Elizabeth öldüğüne göre kapitülasyonları
tanımayacakları konusunda gözdağı verdiklerinden İstanbul’da bazı zorluklar baş
göstermişti. Aynı zamanda birçok Levant iş adamının ilgilerinin Doğu ile yapılan
daha kazançlı ticarete yönelmiş olduğuna ve son birkaç yıl içinde Osmanlı ticaretine
bağlanan anaparanın 220 bin-250 bin krondan (55 bin-60 bin pound) 30 bin-40 bin
krona düşmüş olduğuna dair de bilgi vermiştir. Bu azalmış anapara Levant’ta elçi ve
konsolos bulundurmaktan kaynaklanan ağır giderleri karşılayamıyordu ve tüccarların
bir kısmı da kumpanyayı kapatıp bu ticareti bırakmak istiyorlardı. Bu nabız
yoklamasıydı251.

Kral James, yıllık 4 bin pound’un eksikliğinden kaynaklanan zararını


karşılamak için kuşüzümü ve şaraptan kendi hesabına vergi toplamak konusunda
gözdağı verince, tüccarlar tekelciliklerinin daha önceki koşullarda yenilenmesi için
başvuruda bulunma kararı vermişlerdi. Bunun üzerine ticaretin herkese açık olmasını
veya çıkarlarının genişletilmesini isteyen rakipleri bu başvuruya sertlikle karşı
koymuşlardı. Sorunu tartışmak için Danışma Kurulu tarafından 6 kişilik bir
komisyon kurulmuş ve 1604 yılının Mart ayına kadar komisyon, 200 düka giriş
ücreti veren herkesin kumpanyaya kabul edilebilmesi koşuluyla kumpanyanın
devamını destekleyici bir rapor vermişti. Bu koşulun ortaya çıkmasından hemen
sonra yeni beratın yürürlüğe girmesini geciktiren bir tartışma ortamı yaratılmıştı ve
bir sonuç elde edilememişti252.

Sonbaharda para sıkıntısı içinde olan kral, ilk kez olarak daha önce
toplamakla gözdağı verdiği vergileri toplamaya karar vermişti. Tüccarlar, bu ek
vergiyi ödemek zorunda bırakılırlarsa Osmanlı topraklarındaki elçi ve konsolosların
masraflarını karşılayamayacakları için buna karşı çıktıklarında, Kral James açıkça,

250
A.e., s. 62-63.
251
A.e., s. 63.
252
A.e., s. 64-65.

56
Türklerle dostça bir ilişkiye girmeye hiç niyeti olmadığından, İstanbul’da bir elçinin
varlığının kendisini hiç ilgilendirmediğini ve eğer kumpanya bir elçinin varlığını
gerekli buluyorsa onun masraflarını da karşılamak zorunda olduğunu bildirmişti253.

Fakat Mayıs ayına varmadan kral yumuşamaya başlamıştı. Uzun süreli


kararsızlığın Levant ticaretine çok yıkıcı etkisi oluyordu. Elçiye bir süredir ücret
ödenememekteydi. Ayrıca bu konu üzerinde bir daha düşünmek, Kral James’i
Osmanlı Devleti’nde bir temsilci bulundurmak zorunluluğuna inandırmıştı. Bunun
üzerine Danışma Meclisi kumpanyaya haber yollayarak, tahta, Suffolk Kontu’nun
kuşüzümü ve şarap vergilerini toplama karşılığında verdiği miktar olan 22 bin kron
ödemeyi göze alırlarsa, beratlarını yenilemeyi önermişti254.

Eylül ayına varmadan da kumpanyanın devam ettirilmesi ve hacminin


genişletilmesi yolunda bir anlaşmaya varılmıştı. Bu vergi sorunu, var olan düzenin
korunmasıyla halledilmişti: Taht bu vergileri toplamaya devam edecek, fakat
kumpanya kendisinden istenmiş olan yıllık ödemeden muaf tutulacaktı. Bu koşullar
altında yeni berat 1605 yılının 14 Aralık günü yürürlüğe girmişti255.

Kumpanya yönetimi her yıl şubat ayının ilk on beş günü içerisinde Londra’da
yapılacak olan ortakların genel kurulunda yeniden seçilecek olan bir vali veya
müdür, bir müdür yardımcısı ve on sekiz yardımcıdan oluşuyordu. Sadece ilk müdür
(Sir Thomas Lowe) ve yardımcılarının kim olacakları beratta belirtilmişti. Ayrıca her
ortak kumpanyaya kabul edilmeden kumpanyanın kurallarına uyacağına dair yemin
etmek zorundaydı256.

Yeni kumpanyaya verimli bir başlangıç sağlamak amacıyla Kral James,


kuşüzümü ve şaraptan bir yılda toplanacağı hesaplanan vergilerin gelirini (5322
pound) padişaha sunulacak olan yeni hediyenin parasını karşılaması için tüccarlara
verilmesini emretmişti. Levant ticaretinin gelecekteki ilişkilerinin düzeni için bu
şekilde saptanmış olan koşulların geçerli olduğu zamanla ortaya çıkmıştır ve

253
A.e., s. 65.
254
A.e., s. 65-66.
255
Samuel C. Chew, a.g.e., s. 161-162 ve Alfred C. Wood, a.g.e., s. 66.
256
A.e., s. 67.

57
kumpanya bu 1605 tarihli (yenileme ve ayrıca 1753’teki bazı ufak değişikliklerle)
berat sayesinde, varlığının geri kalan zamanında ticaretini devam ettirmiştir257.

2.2.3. Kumpanyanın Sonuçları

Levant Kumpanyası, Osmanlı pazarını ele geçirirken Venediklilerin ticareti


hızla gerilemiş, Fransızlarınki de 1630 yılında yarı yarıya azalmıştı258. Bu arada 1580
yılında Halep’te, 1583 yılında İskenderiye’de, 1589 yılında Patras’ta ve 1611 yılında
İzmir’de İngiliz konsoloslukları kurulmuştu. 1580 tarihli ilk İngiliz kapitülasyonları
ile 1600 yılında Doğu Hint Kumpanyası’nın kurulması arasındaki dönemde Levant
Kumpanyası, İngilizlerin en önemli ve tek başarılı denizaşırı girişimi haline
gelmiştir259. XVII. yüzyıl başlarında Osmanlı topraklarından bol mal ihraç etmekle
kolayca dengelenebilen Levant Kumpanyası’nın ticareti, ancak büyük miktarda para
sarfiyatıyla mümkün olan Doğu Hindistan Kumpanyası’nın ticaretinden daha
istifadeli sayılmaktadır260.

1580’li yıllardan başlayarak Doğu Akdeniz pazarını kaplayan ucuz Amerikan


ve Avrupa gümüş paraları, Osmanlı ekonomisini ve onunla birlikte devlet ve
toplumun geleneksel temellerini sarsan bir fiyat devrimine yol açmıştır. Herhalde
Osmanlılar, XVII. yüzyıldan itibaren Avrupa karşısında savaş teknolojisinde olduğu
gibi ekonomi bakımından da bağımlı duruma düştüler261.

Levant Kumpanyası’nın Osmanlı kara sularında ticaret tekelini elde etmeyi


başardığını ve bu tekelin kendi çıkarlarını tehdit ettiğini gören Osmanlılar, 1754
yılında imtiyazların bazılarını kaldırmak gerekliliğini hissetmiştir. İngilizlerin Yunan

257
A.e., s. 68.
258
Halil İnalcık, Klasik Çağ, s. 144.
259
Halil İnalcık, a.g.e., s. 434.
260
Stefanos Yerasimos, a.g.e., s. 509.
261
Halil İnalcık, Klasik Çağ, s. 145.

58
ayaklanmasını desteklemeleri üzerine ise, II. Mahmud 1825 yılında fermanı
yenilemeyerek iptal etmiştir262.

Levant Kumpanyası 244 yıllık aktif bir hayat sürmüştür ve bunun yanında
ülkesi için bir servet biriktirmiştir, bu servet sanatın ve araştırmanın gelişimi,
coğrafya ve seyahat, esareti yok etme ve hâlâ erişilmez olan ülkelere medeniyetin
yayılması için sonsuz hizmette bulunmuştur263.

XVII. yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İngiliz ticareti diğer


Avrupalı rakipleriyle arayı çok açtı. Örneğin 1680 civarında Halep’teki en büyük han
İngiliz milleti ve konsolosunun kullanımındaydı. Ancak yaklaşık olarak 1717
yılından sonra, savaş ve iç savaş İran ipeği ticaretini kesintiye uğrattı, bu arada da
Hint ve Çin ipekleri İran ve Suriye ürünlerine karşı rekabetlerini daha avantajlı bir
konumdan yürüttüler. Dönüşte taşıyacak yük bulmak giderek zorlaşınca, XVIII.
yüzyıl ortasında yünlü kumaş ithal eden İngiliz tüccarlar, özellikle de Fransız imalatı
yünlülerin rekabeti giderek daha belirgin bir hal aldığı için, birer birer faaliyetlerini
durdurmak zorunda kaldılar. Yüz yılı aşkın bir süre devam eden refahtan sonra
İngiltere’nin Levant ticareti belki geçici, ama kesin bir düşüş içine girdi264.

262
Stanley Mayes, a.g.e., s. 312.
263
J. Theodore Bent, a.g.e., s. ii.
264
Suraiya Faroqhi, Krizler ve Değişim, s. 653.

59
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

JOHN SANDERSON’IN SEYAHATNÂMESİ

3.1. Seyahatnâmenin İçeriği, Üslubu ve Önemi

3.1.1. İçeriği

John Sanderson’ın seyahatleri, 1584 ve 1588 yılları arasında gerçekleştirdiği


ilk Akdeniz ziyaretiyle başlamaktadır. Sanderson İstanbul’a bu ilk gelişinde,
padişahın fillerinin ve köpeklerinin bakıldığı yerleri ve bakım tarzlarını, Rumeli
Feneri’ni ve Pompei Sütunu’nu görmüştür. İskenderiye, Kahire, Reşid, Nil Nehri,
El-Matariya, Abbasiye, Piramitler ve Mumya Ovası, Bulak, Abukir, Dimyat ve
Trablusşam bu seyahatinde gördüğü yerlerdir. Reşid’de çok fazla hırsızlık yapıldığı,
Nil’in suyunun İskenderiye’ye yürütüldüğü, şehrin altındaki sarnıçlar, suyun kalitesi,
şehirdeki sütunlar ve meyveler bahsettiği konular arasındadır. İskenderiye’de St.
Marks kilisesini görmüştür. Kahire’de gördüğü hayvanlar bilhassa timsahlar ve
ticaret kervanları hakkında da yazmıştır. Abbasiye’de gördüğü tarlaları ekme ve
biçme sürecinden ve El-Matariya’da gördüğü fosil ormandan da bahsetmiştir.
Piramitler ve Mumya Ovası’na ayrıca 23 Eylül 1586 tarihinde Kahire’de gördüğü
surre alayına daha geniş bir bahis ayırmıştır.

Akdeniz’e ikinci ziyaretini 1591 ve 1598 yılları arasında gerçekleştiren


Sanderson, bu gelişinde İstanbul’da 5 yıl, 6 ay, 11 gün kalmıştır. Bu defa yine
gördüğü hayvanlardan bilhassa zürafadan bahsetmiştir. Sultan III. Murad zamanında
meydana gelen yeniçerilerin ayaklanmasına şahit olmuştur. Ayrıca III. Mehmed’in

60
tahta çıktığı zaman 19 kardeşini boğdurmasından ve III. Murad’ın çok sayıda çocuğu
olduğundan bahsetmiştir. Eğri seferine gitmek üzere ordunun şehirden ayrılışı ve
sonra geri dönüşü sırasında yapılan törenleri anlatmıştır. Elçi Edward Barton’ın
nüfuzu, Safiye Sultan’ın elçiyi himayesi ve Hoca Sâdeddin Efendi hakkında yazdığı
bahislerdir. Sanderson 1597 yılında kara yoluyla İstanbul’dan Halep’e gitmiştir. Ne
yazık ki, bu seyahatinde geçtiği yerlerin sadece isimlerini yazmıştır.

İstanbul şehrine ayrı bir bahis ayıran Sanderson, bu bölümde öncelikle M.Ö.
663 yılından başlayarak şehrin tarihini anlatmıştır. Sonra şehrin yedi tepesinden ve
teker teker bunların üzerlerindeki Bizans ve Osmanlı eserlerinden bahsetmiştir.
Osmanlı padişahlarının yaptırdıkları camiler, Ayasofya ve II. Selim’in türbesi
hakkında yazdıktan sonra şehirdeki diğer camileri, ayrıca çeşme, hamam ve sütunları
anlatmıştır. Topkapı Sarayı, Eski Saray, Avrat Pazarı, şehirdeki kiliseler, Hipodrom,
İbrahim Paşa Sarayı’ndaki heykeller, Yerebatan Sarnıcı, su kemerleri, surlar,
bedestenler, konaklar, Saraçhane ve deriler, Naumachia265, ayrıca İstanbul’un 25
kapısı ve nüfusu bu bölümde değindiği diğer konulardır. Sanderson bu seyahatinde
III. Mehmed’in sünnet düğününe de şahit olmuştur.

Sanderson 1599 ve 1602 yılları arasında gerçekleştirdiği üçüncü Akdeniz


ziyaretinde, kendisi Halep’te iken ölen Edward Barton’ın Heybeliada’daki kabrini
ziyarete gitmiştir. Safiye Sultan’ın da karıştığı pek çok yolsuzlukta büyük payı
bulunan Kira Kadının (Keranuk) ve oğullarının öldürülmesi ile sonuçlanan sipahi
isyanını görmüştür. Valide Sultan, oğlu III. Mehmed’in yılda bir defa Anadolu ve
Rumeli köylerinden hayvanlarını otlatma karşılığı alınan vergiyi kendine
bağlamasını sağlamıştı. Safiye Sultan, sipahilere dirlik olarak dağıtılan bu verginin
büyük bir kısmını Kira Kadına vermişti. Kira bunu çocuklarına ve akrabalarına hibe
etmiş, kalanını da satmıştı. Bunu öğrenen sipahiler saraya gelerek Kira Kadının
başını ve Safiye Sultan’ın da devlet işlerine karıştırılmamasını istemişlerdir. Başka
yöntemlerle ikna olmayan sipahiler en sonunda kadını ellerine geçirmiş ve

265
Tezde, s. 105.

61
öldürmüşlerdir266. Sanderson bu olaya seyahatnâmesinde yer vermiştir267. Sonra
İstanbul’da öğrendiği çeşitli suçlulara uygulanan çeşitli ceza ve işkence yöntemlerini
tanıtmıştır. Karayazıcı’ya katılan Hüseyin Paşa’nın halledilmesini ve Hakluyt
Derneği’nin verdiği dipnotta Eflak voyvodası olduğu belirtilen fakat bizim
kaynaklarda rastlayamadığımız Stefano isimli kişinin öldürülmesine şahit olmuştur.
Bostancıbaşı, bostancılar ve saltanat kayığı hakkında da yazmıştır.

Bu yolculuğu dâhilinde, 1601 yılında gerçekleştirdiği ve yine


seyahatnâmesinde ayrı bir bölüm ayırdığı Kutsal Toprakları ziyaretinde; Kudüs’e ve
Beytüllahim’e de giderek hac yolculuğunu gerçekleştirmiştir. Hıristiyanlık inancına
göre kutsal sayılan yerleri ziyaret etmiştir. Hıristiyanlık ve Yahudilik inançlarında
tanınan peygamberlerden ve kiliselerden bahsetmiştir. Hz. Meryem’in kabrine ve
Mukaddes Mezar Kilisesi’ne de gitmiştir.

3.1.2. Üslubu

Seyahatnâmenin tercümesi için istifade edilmiş olan metin Hakluyt


Derneği’nin 1931 yılında yayımlamış olduğu John Sanderson’ın el yazmasının
transkripsiyon metnidir268. Yine aynı nüshanın başında yer alan, John Sanderson’ın
el yazmasının kapak görselinde269 gördüğümüz kadarıyla el yazısı gayet okunaklı ve
düzgündür, kullandığı mürekkep dahi halen etkisini muhafaza etmektedir. Bununla
birlikte bazı kelimelerin, bilhassa paragraf başı kelimelerin, ilk harflerinin süslü ve
ilk bakışta tanınmalarının güçlük yaratacağı şekilde yazıldığı görülmektedir.

Sanderson’ın 1602 yılında memleketi olan İngiltere’ye döndükten sonra


kaleme aldığı bu seyahatnâmesinde kullandığı dil çok ağdalı ve ağır olmamakla

266
Bu olayı Henry Lello da görmüştür. Feridun Emecen, “III. Mehmed”, DİA, c 28, Ankara, 2003, s.
407-413. Daha geniş bilgi için bkz. Orhan Burian, Babıâli Nezdinde Üçüncü İngiliz Elçisi,
Lello’nun Muhtırası, Ankara, TTK Basımevi, 1952, s. 46-49.
267
Tezde, s. 113-114.
268
Hakluyt Society, a.g.e.
269
Ek 1.

62
birlikte sahip olduğu kelime dağarcığı açısından zengindir. Sanderson’ın bazen bir
durum için eş anlamlı birden çok kelime kullanması, bazen de nüfusu bakımından
çok küçük sayılabilecek yerleşim yerlerinden bile bahsetmesi suretiyle
seyahatnâmesinin hitap ettiği hedef kitlenin orta üstü seviyede İngilizce, çok iyi
derecede coğrafya ve bilhassa Hıristiyanlar için kutsal sayılan tüm mevkileri bildiği
ön kabulüyle yazdığını düşünmek yanlış olmaz. Bu seyahatnâme üzerinden,
İngilizcenin metnin yazıldığı XVII. yüzyıl başı ile günümüz XXI. yüzyılın başına
kadar değişimini ve gelişimini takip etmek mümkün olmuştur. Özellikle günümüz
İngilizce kelimelerin (örneğin, “if”, “amongst”, “entertainment”) dört yüzyıl önce
(“yf”, “emongest”, “interteynement”) farklı yazıldığını ama aynı anlamda
kullanıldığını müşahede ettik. Ayrıca dilbilgisi açısından, özellikle yan cümle,
edilgen veya açıklayıcı ifade, özne ve fiil kullanımı açısından Sanderson’ın
üslubunun yaşadığı dönemi bütünüyle yansıttığı ifade edilebilir. Bununla birlikte
göze çarpan en büyük farklılıklardan bir diğeri ise fiilleri geniş zamanda ifade etmek
için günümüz İngilizcesinde kullanılan “s” yerine “th” kullanmış olmasıdır. (örneğin
“causes” yerine “causeth”).

Sanderson metnini tipik bir seyahatnâme üslubuyla, 1. tekil şahıs formunda


yazmıştır. Seyahatnâmenin birçok yerinde müellifin duygu dünyasına, bakış açısına,
karşılaştığı hadiseler karşısında verdiği tepkilere, aldığı duyumlara/haberlere,
gözlemlerine, sıhhat koşullarına, parasal durumuna, öngörülerine ve inançlarına
rastlamak mümkün olmuştur. Seyahatnâme bu yönüyle bir günlük havası da
taşımaktadır. Elbette İstanbul’da geçirdiği 7 yıl, 10 ay, 10 günlük zaman zarfı
incelendiğinde yukarıda sayılan unsurlar oldukça ağır basmaktadır.

Son olarak Sanderson’ın, metninin insicamını bozduğu bir hususa dair bir
tespite yer yermek isteriz. Hadise ve kişileri metnine nakletme biçiminde genel
olarak gözlemci/müşahid olmakla birlikte, iş Müslümanlar ve Müslümanların yol
açtığı hadiseler hakkında bahse gelince bu durumun değiştiği, ifadelerin kabalaştığı
ve önyargı yüklü olduğu gözlemlenmiştir. Örneğin, Kahire’de rastladığı Müslüman
bir veli zat hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “…Bu iri şişman beceriksiz çirkin
yaratık caddelerden geçerdi ve ekmek, az pişmiş etler, meyve ve kökleri yemek için
dükkânlardan çıkarırdı ve hiç kimse onu geri çevirmezdi, gel gör ki o böyle yaptı

63
diye kendilerini mutlu sayıyorlardı. O hiçbir çeşit paraya dokunmazdı. Tam bir
kavrulmuş domuz pastırması köylüsü tipiydi, olabildiği kadar şişman. Kahire’nin bu
velilerinden diğeri hiç olmazsa yarı çıplak gezinir ve bazıları hovardalığa çok
meyillidir…”270.

3.1.3. Önemi

Osmanlı İngiliz münasebetlerinin yeşerip gelişmeye başladığı İngiltere


Kraliçesi I. Elizabeth döneminde yani henüz ilk münasebetler vuku bulurken (1580)
Osmanlı topraklarına gönderilmiş olan Sanderson’ın seyahatnâmesinin Osmanlılar
hakkında birinci elden ve kendi dillerinde bir kaynak oluşturması bakımından İngiliz
kamuoyunda yankı bulmuş olması şüphesizdir. Purchas bir antoloji mahiyetinde olan
eserine Sanderson’ın seyahatlerini de almıştır271. Her ne kadar seyahatnâmenin
gördüğü ilgi, XVI. yüzyılın ünlü Habsburg elçisi Ogler Ghislain De Busbecq’in272
“Türk Mektupları” adlı eserinin gördüğü ilgi kadar olmasa da, XVII. ve bilhassa
sayıları katlanarak çoğalacak olan XVIII. yüzyıl İngiliz seyahatnâmelerine bir rol
model oluşturduğu muhakkaktır. Günümüzde seyahatnâmeler üzerine yapılan ve
yapılacak olan araştırmaların tarihî seyri takip etmeleri açısından, John Sanderson’a
yer vermeleri mukayese bakımından kaçınılmaz bir önemi haizdir.

John Sanderson, 1584 ve 1602 yılları arasında gezip gördüğü yerlere, şahit
olduğu olaylara ve tanıdığı kişilere dair gözlemlerini ve fikirlerini yazıya döktüğü
seyahatnâmesini Osmanlı Devleti’nin tarih, siyaset, toplum, gelenek, kültür, devlet
ve ordu düzeni hakkında geniş ölçüde bilgi vermek amacıyla kaleme almıştır. Geçtiği
yollar, kaldığı konaklar, gördüğü kentler ve tarihî eserler hakkında bilgi vermiştir.
İstanbul’un tarihi ve yapıları hakkında genişçe bir bahse yer vermiştir. Görgü tanığı
olduğu bazı tarih ve toplum olaylarını detaylarıyla aktarmıştır.

270
Tezde, s. 74.
271
Harold Bowen, a.g.e., s. 13.
272
Türk Mektupları, İngilizcede ilk defa 1694 yılında Londra’da basılmıştır. Bkz. Ogler Ghislain De
Busbecq, Türk mektupları, çev. Hatice Özkan, İstanbul, Ark Yay., 2002, s. 5.

64
Sanderson’ın seyahatnâmesi, Osmanlı toplumunun kültür tarihi yönünden,
Osmanlı kaynakları ile zaman zaman aynı paralelde, fakat tümüyle farklı bir görüşle
yazılmış, farklı konulara eğilen önemli bir belgedir.

Bunun dışında yazıları, Osmanlı Devleti hakkında araştırmalarda bulunanlar


için, İstanbullu bir Yahudi tarafından İtalyanca yazılmış ve Sanderson tarafından
tercüme edilmiş bir İstanbul tasviri bakımından da dikkate değerdir273.

273
Metin And, 16. Yüzyılda İstanbul Kent - Saray - Günlük Yaşam, 2. bs., İstanbul, Yapı Kredi
Yay., 2011, s. 292.

65
3.2. Seyahatnâmenin Türkçe Çevirisi

SANDERSON’IN SEYAHATLERİ

(f. 138 a)

Yüce Tanrı’nın izni ile. Londralı tacir John Sanderson, muhtelif şahsî
seyahatlerini yerine getirdi. Seyahati Ekim 1584 tarihinde başladı, Ekim 1602
tarihinde sona erdi; 18 yıl ve 16 gün müddeti içinde kalmış görünüyor.

AKDENİZ’E İLK ZİYARETİ: 1584-88

Merchant Royall isimli güzel gemide 9 Ekim 1584 Cuma günü


Gravesend’den denize açıldık. 15’inde Harwich’e, 18’inde Wight Adası’na, 15
Kasım’da Portekiz’de Cape St. Vincent’e vardık ve orada karaya ayak bastık.
24’ünde Cebelitarık Boğazı’nı geçtik. Ingenies’te274 kaldık ve su tedarik ettik. Ertesi
gün, üç gün bulunduğumuz Büyük Malaga’ya geldik. 29’unda Motril’den275 geçtik.
Daima karla kaplı olan Salobrena Dağı’nı276 gördük, bu karı şaraplarına katmak için
oradan 300 mil277 olduğu sanılan Lizbon şehrine taşıyorlar. 13 Kasım’da Cape
Gata’yı278 geçtik. 3 Aralık’ta Cape de Faro’ya279 geldik. Burada Charitie gemisi bizi
geride bıraktı. 10 Aralık’ta Sardunya’ya, 13’ünde Marettimo’ya 280 ve Berberî

274
Anlaşılan Cebelitarık civarında gemilerin su aldığı bir nokta, adını birkaç şeker değirmeninden
almıştır.
275
Motril, Malaga ve Almeria arasındaki yolun ortasındadır.
276
Salobrena kasabası Granada’nın yaklaşık 30 mil güneyindedir. Sıradağlar Sierra Nevada diye
adlandırılmıştır, zirvelerinden denize giden uzun bir yol görünür.
277
İslâm tarihinin başlarından itibaren metrik değerleri genellikle 1475-1490 m., 1615-1625 m., 1845-
1850 m., 1920-1940 m., 1975-1995 m. ve 2425-2470 m. aralıklarında hesaplanan muhtelif miller
vardır. XX. yüzyılın başlarında 2500 piklik Osmanlı kara mili 1894,345 metreye, 880 kulaçlık (=
2200 pik) deniz mili ise 1667,0236 metreye eşitti (George Young, IV, 370; Système des mesures,
s. 3-4). Bkz. Cengiz Kallek, “Mil”, DİA, c. 30, İstanbul, 2005, s. 53-54 (ç.n.).
278
Cape Gata, Almeria Körfezi’nin doğu sınırındadır.
279
Muhtemelen Cezayir sahilindeki bu dağlık burun şimdi Cap de Fer olarak bilinmektedir.
280
Sicilya’nın batı sahili açıklarındaki küçük Marettimo adasıdır.

66
Sahili’nde Cape Bona’yı281 görüş mesafesine, 15’inde Sicilya’ya geldik. Üzerinde
aynı zamanda kar olmasına rağmen, sonradan zirvesinden dışarı alevlenen Etna
Dağı’nı ve Mongebella’yı 282 gördük. Ondan sonra Cape Passaro’ya283 geldik. 24
Aralık’ta Kefalonya’ya vardık ve orada üç gün kaldık. 29’unda Zante yolundaydık ve
Ocak’ın ilk günü karaya çıktık [1585]. 7’sinde oradan yola koyulduk ve 8’inci günü
gece yarısı gemi karaya oturdu, bu durum üzerine yarım saat büyük tehlikedeydik.
12’sinde Mora’da birkaç gün kaldığımız Patras’a vardık ve o zamandan hafızama not
ettiğim yalnızca, Greklerin içerisinde Aziz Andrew’in bedeninin defnedildiğini
söyledikleri, St. Andrew Şapeli’dir. 29’unda Charati gemisine bindim ve Şubat’ın
ilk günü Kefalonya’ya geri geldim. Güzel Hellen’in doğduğu yer olan Serigo’yu ve
Cape Angelo’yu geçtim. 4’ünde, rüzgâr ters düşünce, Milos ve Argentiero adaları
arasına demir attık. Yola çıktık ve tersine dönen hava ve sükûnet ile Patmos Adası’na
geldik. 11’inde oradan çıktık. Biraz geri gidilmesine rağmen, yine de 14’ünde Sakız
Adası’na284 vardık. Orada dört gün kaldık. Hava yine kötüydü, gemiyi Sakız [Kastro]
kasabasından üç fersah uzakta, aynı adadaki Kolokythia Limanı’na285 soktuk. Orada
şair Homer’in defnedildiği dağa (Gardamolo adında bir kasabaya yakın) çıktık.
23’ünde yola koyulduk ve 27’sinde yıkılmış duvarlarından bazılarının hâlâ ayakta
olduğu Eski Truva’dan geçtik. Sonra Çanakkale adında iki büyük kale geçtik286.
Onların biraz içerisinde Türklerin Avrupa’da kendilerini ilk yerleştirdikleri yer

281
Cape Bon, Tunus sahilinin kuzey doğu ucudur.
282
Monte Bella ve Etna eşanlamlıdır; “Montabell diye adlandırdıkları çok yüksek bir dağ, fakat onun
gerçek ismi Etna Dağı’dır” (Dallam, Early Voyages, s. 17).
283
Cape Passaro, Sicilya’nın güney doğu ucudur.
284
‘Sakız Adası hoşluğu nedeniyle Büyük Türk’ün Bahçesi diye adlandırılır. O adada birçok evcil
keklik var ve orada sakızağacı yetişir. Bu ağaçların gövdeleri eğri büğrü, dik ve pütürlüdür, çok
yaşlı asma gövdelerinden daha kalın değildir. Yaprakları az çok mersin ağacı yaprakları gibidir,
ama onlardan daha uzun ve daha dardır. Bazılarının söylediğine göre, tüm dünyada Sakız
Adası’ndakilerden başka hiç sakız ağacı yoktur’ (Purchas’ta not).
Sakız Ağacı (Pisum Lentiscus) Akdeniz ülkelerinin çoğunda ve Kanaryalar’da da yetişir, ama
(artık en çok vernik yapımında kullanılan) sakızın üretimi hâlâ neredeyse yalnızca Sakız Adası’na
hapsolmuştur. Dallam’ın adayı ziyareti için bakınız Early Voyages, s. 43.
285
Kolokythia, eskiden Deplhineum idi. Anlaşılan Kardamili kasabasıdır.
286
Kaleler artık Asya tarafında Çanakkale ve karşı kıyıda Kilit Bahir tarafından temsil edilmektedir.
Sestos ve Abydos’un bu bölgelerde (ilerde bahsedilen) olduğu zannı tamamıyla yanlıştır.
Abydos’un Çanakkale’nin yaklaşık üç mil kuzeyinde ve Sestos’un boğazın diğer tarafında Akbaş
Limanı Körfezi’nde konumlandığına inanılır.

67
olduğu söylenen, Heretho adında bir kasabanın çok eski bir kalıntısı vardır. Ondan
sonra Gelibolu’ya, oradan Rodosto’ya ve Mart’ın 9’uncu günü İstanbul’a vardık.

Oraya vardığım zaman, Yahudi bir doktorun bana hediye ettiği, İtalyancadan
tercüme ettiğim bir kitapta etraflıca anlatılan şaheserleri görmeye gittim287.
Hayvanlar arasında o zaman üç fil gördüm. Ayrıca Büyük Türk’ün köpekleri ve
onları koruma tarzı görmeye değerdir; zira onlar fevkalade atlarmışçasına çeşitli
hizmetçilere, altından, kadifeden, kırmızı ve diğer renklerden kıyafetlere ve müstakil
yataklara sahipler. Ve onların korunduğu yer çok temiz; Asya’da, Karadeniz
yönünde sudan yaklaşık dört mil uzaktadır. Ben ayrıca, anlatılana göre Pompei’de288
hazırlanmış beyaz mermer bir sütunun bir kayanın üzerinde dikildiği Karadeniz’in
ağzında bulundum289. Avrupa yakasında en önemlisi, bahsedilen sütunun biraz
içerisinde, yüksekte duran ve içinde 40 adamın durabileceği kadar büyük olan bir
deniz feneridir290. Bu fener camlı ve Karadeniz’den geçen gemiler nerede olduklarını
anlayabilsinler diye her gece içinde bir sürü ışık yakıyorlar291.

1585 Ekim’inin 9’uncu günü, İskenderiye Beyi ile bir kadırgada292


İstanbul’dan yola çıktım. Gelibolu, Truva, Limni, Midilli, Sakız Adası, Sisam ve Ege
Denizi’nde çeşitli diğer adalara girdik ve Rodos’a geldik, çok mukavemetli bir yer ve
orada mükemmel savaş gereçleri hayli çoktur. Rodos Heykeli’nin 293 (Yedi
Harika’nın biri) bulunduğu iki kayanın üzerinde şimdi iki yüksek kule vardır. Kasaba

287
Okur, Sanderson’ın şehir hakkındaki kendi anlatımı ile 1617-20 yıllarında İstanbul’da olan Mundy
(c. I, s. 20-40) ve 1614-15 yıllarında orada olan Della Valle tarafından verilenleri
karşılaştırmalıdır.
288
Bu sütunun tabanı şimdiye kadar aynen kalmıştır.
289
Günümüzde Garipçe Köyü’ndedir, Rumeli Feneri’ndeki kayada bulunan sütun, eski bir sunağın
kalıntısı olabilir; Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi, 9. bs., İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yay.,
2003, s. 291 (ç.n.).
290
Rumeli Feneri kastedilmektedir. Bkz. a.e., s. 291 (ç.n.).
291
Bu fener ve Pompei sütunları hakkında tasvirler için bkz. Hakluyt, c. VI, s. 106; Sandys, s. 31;
Mundy, c. I, s. 20; ve Della Valle, c. I, s. 34.
292
Kadırgalar gayet uzun ve dar, kısmen su seviyesinde denecek kadar alçak ve hareketleri pek seri
gemilerdir. Limanlara giriş çıkışta ve düşman gemisine saldırı esnasında kürekle, denize açıldıktan
sonra ve hava rüzgârlı iken yelkenle hareket ederdi. Bkz. İdris Bostan, Kürekli ve Yelkenli
Osmanlı Gemileri, İstanbul, Bilge Yay., 2005, s. 198 (ç.n.).
293
Limanın yakınına dikilen Rodos Heykeli, Güneş Tanrısı’nın devasa bir bronz heykeli idi.
Dördüncü yüzyılda yıkıldı ve efsane onu girişin her iki yakası üzerinde duran dev gibi bir figür
şeklinde göklere çıkardı. Çoğul kullanmasından, Sanderson her biri bir kayanın üzerinde iki heykel
olduğunu düşünmüş gibi görünüyor.

68
kara tarafında çift hendekli ve üç çeperliydi. Oradan altı günde çok elverişli şekilde
denizleri geçtik ve Kasım’ın 2’nci günü Mısır’da İskenderiye’ye vardık. Bu şehir ve
kara o kadar alçak seviyede bulunuyor ki, palmiye ağaçlarının tepelerinin biraz
görünmesi ve İskenderiye Feneri hariç, fark etmeden önce üzerinde olabilirsin ki bu
oraya gelen gemiler için çok tehlikelidir. Benim zamanımda çeşitli kazazedeler vardı,
diğerleri arasında Galion Bon adında büyük bir Venedik ticaret gemisi ve bir diğer
Venedik gemisi bir kayanın üzerinden fırladı, hızla İskenderiye Limanı’nı geçerek
çok mucizevi şekilde kurtuldu. Bunun Abukir Koyu’nun biraz ötesinde denizde
uzanan bir kayanın kenarı olduğu söylenmişti.

19’unda İskenderiye’den ayrıldım ve 29’unda Büyük Kahire’ye geldim,


karayoluyla 1,5 gün ve 1 gecede Reşid’e geçtik ve orada Nil Nehri’nde gemiye
bindik, botumuz Mağripli kayıkçılar tarafından kıyı boyunca çekildi. Birçok köy ve
kasabadan geçtik. Bu seyahat çok keyifli, sadece sıcaklık ve biraz hırsız korkusu
rahatsızlık veriyor, bu nehirde sürekli hırsızlık yapılıyor ve karada aynı şekilde.
Yolda bana, Nil’den gelenden başka taze su kaynağı ve tedariki olmadığından,
geçmiş zamanda şehrin altında sarnıçları doldurmak için 20 veya 30 mil
yürütüldüğünü varsaydığım, İskenderiye şehrine Nil’in yürütülüşünün eski kalıntıları
gibi birçok meşhur şey gösterildi. İskenderiye hayranlık uyandıran mermer sütunlar
üzerine inşa edildiğinden, her evin hepsi tonoz altında olan birkaç sarnıcı vardır, su
eskiden içeri girermiş ve şimdi deve sırtlarında deri çantalarda oraya getiriliyor294.
Sarnıçları ağustos ayında, yani Nil en yüksek seviyede iken doldurduklarını
zannediyorum ve bu suyu tüm yıl içiyorlar. Aynı su, durgun olmasına rağmen, yine
de tüm yıl tatlı kalır. Yılın sonuna doğru başlangıçta olduğundan daha ağır, kristal
gibi berraktır ve ancak birkaç ay eskidiğinde içmek için pek sağlıklı değildir. Ve
tekrar ağustosa doğru tazesini almak için sarnıçlarını temizlerler. Çeşitli meyve
ambarları vardır. Yerden yüksekliği 1,5 fitten295 fazla olmayan, üzerinde çeşitli olgun
incirler bulunan küçük incir ağaçları gördüm. Ayrıca birkaç çin tarçını ağacı,

294
“İskenderiye’nin tamamı oymalı sütunlarla desteklenen ve taş kaplanmış tonozlar üzerine inşa
edilmişti” (Sandys, s. 89). John Evesham (Hakluyt, c. VI, s. 35) şehrin “tamamının altı tatlı su
tedariki için tonozludur” demektedir. Ayrıca bkz. Della Valle, c. I, s. 204.
295
1 fit = 30,48 santimetre (ç.n.).

69
keçiboynuzu ve kapari var, ama Kahire civarında çok fazladır. Memleketin tümü
hurma ağaçlarıyla doludur.

St. Marks kilisesi İskenderiye’dedir (bugün Hıristiyanların bir kilisesi) ve


bahsedilen kilisenin girişinde Aziz Mark’ın vaaz verdiği meşhur bir yer vardır.
Şehrin içinde ve dışında çeşitli ünlü sütunlar bulunur296. Surlar içerisinde
Kleopatra’nın öldürülmek için yılan tarafından sokulduğu kalenin eski bir kalıntısı
vardır297. Faros adında yüksek bir kalenin de bir kalıntısı bulunmaktadır, Yedi
Harika’nın biridir298. Yolda, Firavun’un çadırını kurduğu ovanın üzerinden geçtik,
hayranlık uyandıran genişliktedir, bugün dört büyük taş ile işaretlenmiştir. Sekiz gün
boyunca Nil’in yukarısına çıktık ve şehirden 1,5 mil mesafede olan, Kahire’nin liman
kasabası Bulak’a vardık, burası ayrıca bu büyük şehre hizmet eden tüm suyu aldıkları
yerdir.

Kahire İstanbul’dan daha büyüktür. Bu şehrin içinde ve yakınlarında


diğerlerinin hiç kuşkusuz anlattıkları ama inanılmayan birçok dikkate değer şey var,
Yusuf’un tahılları yedi geyik yılı muhafaza ettiğini söyledikleri 12 ambar olması gibi
(bazıları aynı tahılların Piramitlerin mahzenlerinde saklandıklarını söyler). Hâlâ
Hıristiyanlar tarafından kutsal bir şekilde ziyaret edilen, El-Matariya299 adındaki,
Kahire’den on mil mesafede olan bir yere iki defa gittim, orası Yusuf ve Meryem’in
Mesihimiz ile kaldıkları yerdir. Anlattıklarına göre, o tarihten beri bulunan ve balsam
veren filizlerin yetiştiği bir bahçeliğe benzeyen bir su kaynağı vardır. Katolikler
büyük bir bağlılıkla kitle halinde sık sık bu eve gelir ve Mesihimizin yattığını
söyledikleri dolap gibi bir yeri görürler ve aynı şekilde bahçedeki büyük çarmıh

296
Pompei Sütunu ile “Cleopatra’s Needles” olarak bilinen sonradan Londra ve New York’a taşınan
iki dikilitaşı içerir.
297
Ya Silsileh Burnu’nu kapatan Ptolemaios Sarayı, ya da Cleopatra tarafından açılan
Caesareum’dur.
298
Bu şöhretli deniz feneri Faros Adası’nın doğu ucunda ilk iki Ptolemaios tarafından inşa
ettirilmiştir. Bu bölge şimdi denizle kaplanmıştır. Deniz feneri ve kale olarak iki amaca hizmet
etmesi amacıyla 1480 yılında inşa edilen Kayıtbay Kalesi yakınındadır. Sanderson’ın gördüğü
kuşkusuz bu yapıydı.
299
El-Matariya, Kahire’nin kuzey doğusunda, Eski Heliopolis yolundadır. “Bakire Meryem’in
Ağacı”, yaşlı bir çınar, hâlâ gösterilmektedir. Kaynaklardan beslenen sığ bir su haznesi vardır ve
yanında Kutsal Aile’nin Cizvit Şapeli bulunur. Bkz. Hakluyt (c. V, s. 338 ve c. VI, s. 38); ayrıca
Sandys, s. 98 ve Della Valle, c. I, s. 216.

70
vücutlu yabani bir incir ağacını, ayrıca Leydimizin içinde Mesihimizin kıyafetlerini
yıkadığı suyu da.

Kahire’de bana Mağriplilerin panzehirlerini300 ne çeşit yılandan ve nasıl


yaptıkları gösterildi. Orada ayrıca hem vahşi hem evcil gatti pardiler301 (dağ kedisi,
onlara koyduğumuz isim), küçük ve büyük maymunlar, bragonlar, misk kedileri,
ceylanlar (bir çeşit karaca), mumya cesetler ve kapımda satışa sunulan hem karada
hem suda yaşayan canlı timsahlar gördüm. Boş zamanlarımı değerlendirmek için ara
sıra bu cinsten birkaç tane satın aldım, zira ben orada 18 ay kaldım. Bir keresinde bir
köylünün bir timsahı parçalamasına neden oldum, yaklaşık 2,25 yarda302
uzunluğunda olan bir dişi, karnında yumurta sarısı gibi sarı ve sadece o kadar
büyüklükte 100’ün üzerinde yumurta bulunan bir timsah. Bu timsahın etrafını saran
kalın derisinden yaklaşık bir horoz taşı303 büyüklüğünde bir parça aldı ve benden
kuruyana kadar onu saklamamı istedi, bunu yaptım ve kurudukça daha tatlı koktu,
hiçbir şey daha iyi kokmamıştı304. Bunun tüm bu yaşlı dişi timsahlarda böyle
olduğunu söyledi ama derisi yüzülürken eti soğumadan önce berbat kokuyor. Bu
yerin iyi ve kötü tarafları hakkında daha fazla söz edebilirdim, ama onların binlerce
tavuğu nasıl çizgilerle süslediği ve onları tartarak sattığı hakkında konuşmayacağım;
ne İskenderiye’den Kahire’ye mektuplar taşıyan güvercinler305, ne de dişi
devekuşlarının yumurtlayacakları zaman yumurtalara bakarak iki veya üç defa nasıl
döndükleri ve bir dakikada yumurtalarını doğurdukları hakkında; bunu Kadıleşker’in
bahçesinin tam ortasında gördüm.

Abbasiye306 adında bir yer var, Kahire’ye bağlı, anladığım kadarıyla yaklaşık
6 ya da 8 akre307 büyüklüktedir. Eski zamanlarda çok şirin evlerle çevrelenmiştir.
Orada olduğum yıl, Nil’in kenarında (Ağustos 1586 tarihinde) burayı su bastı, suyun
300
Zehirli lokmalara veya zehirlere karşı panzehir olduğu sanılan bir çeşit merhemdir.
301
İtalyanca’da gatto bir kedidir ve pardo bir leopardır. Bay Edward Thompson, Sanderson’ın ya
leoparları, ya çitaları ya da tekir karakulakları kastettiğini düşünmektedir.
302
1 yarda = 0,9144 metre (ç.n.).
303
Fasulye büyüklüğünde bir taş, horozun taşlığında bulunmasıyla meşhurdur.
304
Timsahın yağ ile kaplanmış, son derece kokulu, iki çift misk bezi vardır.
305
Taşıyıcı güvercinler. Bkz. Della Valle, c. I, s. 284.
306
Abbasiye, Kahire’nin kuzey doğusu; artık şehrin bir kenar mahallesidir.
307
1 akre = 4046,8564224 metrekare (ç.n.).

71
toprağa işlediği ilk iki ay veya daha fazla içinde balık avladılar. Daha sonra batak
toprağa buğdaylarını ektiler ve üç ya da dört ayın sonunda onu hasat ettiler. Sonra,
büyükbaş hayvanlarını üç ay besledikleri otları büyüttüler. Ve yılın son mevsiminde,
onlar tekrar Nil’e gömülene kadar, su için kanallar yapmak nedeniyle biraz emek
verdiler ve kırmızıturp, havuç, şalgam, marul ve benzeri şeyler ektiler ve geliştirdiler.
Bu yerin tam ortasına inşa edilen büyük bir kuyuda son yükseliş süresince suyu
rezerve ettiler. Bu çok güzel olmalı, o kadar ki benzeri ne görülmüş ne de
duyulmuştur. Bir de El-Matariya’ya giden büyük bir kum ovası vardır (Bu El-
Matariya, Herodos canını istediği zaman, Meryem ve Yusuf’un çocuk İsa’yı
sakladıkları yerdir) ki bu ovada çürümüş ahşaptan gibi görünen bozulmuş gemiler ve
tekneler gibi birçok parçalar bulunur ve onları kaldırınca çok ağır taşlar vardır,
bunlar aynı zamanda harikuladedir308.

28 Nisan 1586 tarihinde, üç Cermen centilmen onlara eşlik etmemi rica


edince, Piramitleri ve Mumya’yı görmeye gittim. Ertesi gün geri döndük. Bu
Piramitler (Yedi Harika’nın biri) çeşitlidir, ama özellikle benzer büyüklükte olan
ikisinden her birinin tabanı yaklaşık 1000 fittir. Onların bir tanesi açık; kare bir
odada siyah mermer veya oltu taşından yontulmuş, İsrailoğullarını kovalayan
Firavun’un gömülü olması gerektiğini anlattıkları bir mezarın bulunduğu zirvesine
kadar mum ışıklarıyla gittik. O bir adam boyunun üzerinde ve örtüsüzdür (sanırım
oltu taşı tabut). Bahsedilen piramidin tavanı beş taştan oluşur, her bir taş 25 fit
uzunluğunda ve 5 fit genişliğindedir. Dış kısımdaki taşlar hayranlık uyandıracak
büyüklüktedir ve bu kadar yükseğe nasıl taşındıklarını anlamak imkânsızdır. O,
güçlü sütunlar üzerindeki temel yapısında da harikuladedir. Onlar Harikalar’dan biri
olarak da anılmaktadır. Ayrıca taştan yapılmış yerdeki boynu üzerinde dik duran
koca bir baş figürü vardır309.

Yaklaşık beş veya altı mil ötedeki Mumya’da, kumluk bir mağarada, geçmiş
binlerce yıl gömülmüş binlerce mumyalanmış cesetler bulunur, orada geçmiş
zamanlarda bazı şehirler var olmuş gibi görünüyor. Ellerimizde yanan mumlarla bir

308
Bahisten Fosil Ormanlardan biri olduğu anlaşılıyor, muhtemelen Küçük Fosil Orman olarak
bilinendir; ama bu Kahire’nin güney doğusudur, El-Matariya yolunda değildir.
309
Bu şüphesiz sfenkstir.

72
kuyunun içine kadar halatlar vasıtasıyla indirildik, büyük ve küçük tüm çeşit ve
boyuttaki cesetlerin üzerinden yürüdük, bazıları hiç şekillendirilmemiş toprak kabın
içinde mumyalanmışlar, bunlar daha büyük cesetlerin ayakları yanında dizilmişler.
Zerre kadar iğrenç koku yaymıyorlar, ama zift gibiler, parçalanmış haldeler; çünkü
ben etin nasıl ilaca dönüştüğünü görmek için cesetlerin tüm kısımlarını kopardım ve
sergilemek için çeşitli başlar, eller, kollar ve ayakları eve getirdim. Biz ayrıca
Türkiye Kumpanyası için parçalar halinde 600 lb.310 satın aldık ve bir bütün ceset ile
birlikte Hercules’te İngiltere’ye getirdik311. Onlar, çürümüş ve tüylenmiş yüz çift
beze dolanmıştı; deriyi, eti, parmakları ve sert tırnakları görebilirsin, ancak bozulmuş
kararmışlar. Bir küçük eli göstermek için İngiltere’ye getirdim ve onu Oxford’da bir
doktora veren, erkek kardeşime hediye ettim.

Eylül’ün 23’ünde Hac Emiri312, Kervanın Önderi, çok büyük gösterişle


Kahire’den Mekke’ye doğru gitti, tüm şehir onu görmeye ve onların peygamberi
Muhammed’in kabrini örtmek için büyük ihtişamla taşınan örtüye 313 erişmeye
geliyordu; onların veli dedikleri Kahire serserilerinin tümü ya da birçoğu, ona büyük
bağlılıkla iştirak ediyorlardı ve bazıları onunla Medine’ye gitti ve oraya iki veya üç
defa gidenler aralarındaki en kutsal adamlardır. Yalnızca bir gözü olan, uzun gri
sakallı, vakur bir yaşlı adamın, o zaman şehrin dışına doğru büyük merasim ile
önderlik ettiğini gördüm ve ayrıca aynı adamın adı geçen Emir ile tekrar geri
döndüğünü gördüm ve orada diğer gözünü bırakmış, peygamberlerinin kabrini
gördükten sonra onu çıkarmış, çünkü o artık hiç kabir görmeyecekmiş. Türklerin ve
Mağriplilerin çoğu, kadınlar ve diğerleri, onun Kahire’ye dönüşüne sevinerek ona
hoş geldin demek için yanına geldiler ve onun elini, kolunu ya da giysisini öpenler
kendilerini çok mutlu hissettiler. Onların bir başka velisi, sürekli şehrin her tarafına
çırılçıplak gitti; ne başını, ayaklarını ne de şişman tavuk vücudunun herhangi bir
kısmını örterek; hayır, en iğrenç kaba sünnetli üyeleri değil, ama o farklı zamanlarda

310
1 libre = 453,59237 gram (ç.n.).
311
İyi bilindiği gibi, “mumya” bir ilaç olarak çok rağbet görmüştür. “Bu ölü bedenler hekimlerin ve
eczacıların arzumuza ters olarak bize yutturdukları mumyadır.” (Hakluyt, c. V, s. 336). Della
Valle’nin mumya mezarlığını ziyareti hakkındaki bahsi, eserinin ilk cildinin 230. sayfasında
bulunur.
312
Amir el-Hac.
313
Mekke’de Kâbe üzerine yaymak için düzenli olarak gönderilen kisva veya kutsal örtüdür.

73
oradan geçerken onun çıplak kollarını ve ellerini öpen çeşitli, evet, kadınlar gördüm.
Bulak’da bir seferinde, Nil’i geçerken, o benim başkalarıyla bindiğim bir yolcu
gemisine bindi, tayfadan bir Mağripli, onun geldiğini görerek, üzerine oturması için
eski bir örtünün bir parçasını serdi, fakat o altında örtüyü hissettiği zaman, onu bir
kenara serdi ve örtüsüz tahtaya oturdu; taşlarda, toprakta ve kumluklarda hep böyle
yaptı. Bu adam ben oraya gelmeden önce Kahire’deydi ve bilmiyorum daha sonra ne
kadar daha oradaydı. Bu iri şişman beceriksiz çirkin yaratık caddelerden geçerdi ve
ekmek, az pişmiş etler, meyve ve kökleri yemek için dükkânlardan çıkarırdı ve hiç
kimse onu geri çevirmezdi, gel gör ki o böyle yaptı diye kendilerini mutlu
sayıyorlardı. O hiçbir çeşit paraya dokunmazdı. Tam bir kavrulmuş domuz
pastırması köylüsü tipiydi, olabildiği kadar şişman. Kahire’nin bu velilerinden diğeri
hiç olmazsa yarı çıplak gezinir ve bazıları hovardalığa çok meyillidir.

Bahsi geçen yaklaşık 4.000 ya da 5.000 develik kervan Şam, Halep ve Kudüs
kervanlarıyla buluşur; böylece, onların hepsi birleştiği zaman, 20.000’in üzerine
çıkacakları düşünülüyor, ama ben öyle düşünmüyorum.

Mayıs’ın son günü Bulak’a gitmek üzere Kahire’den ayrıldım. 4 Haziran’da


Reşid’e ve 6’sında İskenderiye’ye vardım. Oradan 10 Ağustos 1586, Salı günü,
şarap, odun ve diğer kumanya ile yermi314 adında bir gemiyi doldurduk ve deniz
yoluyla Kahire için niyetlendik. Yola çıktık ve Harikalardan biri olmayı sürdüren
Mausollos harabelerini görüş alanına geldik315, bu büyük bir kraliçe tarafından kocası
için inşa ettirilen kocaman bir kabirdi. Ondan sonra, bir kasabanın harabelerinin
bulunduğu ve şimdi pirinçten yapılmış savaş gereçleri ile donatılmış çok muhkem bir
kale olan Abukir’e gittik. Sonra Nil ve denizin birbirleriyle buluştuğu ve suyun
altında kum setleri oluşturarak birbirlerine karıştığı yer olan Reşid ağzına vardık.
Kanalı kaçırdık ve çarptık ve gemimiz kırıldı. Biz, bir Türk geminin iplerini
kestikten sonra geminin filikalarına atlayıp onlar vasıtasıyla hızlıca taşınarak
harikulade kurtarıldık; ben, yoldaşım (William Shales), aşçımız ve bahsi geçen Türk
ve iki erkek karacam. İki yeniçerimiz ve diğer hizmetçimiz (bir Hıristiyan) kıyıya

314
Yirmi yolcu alan bir teknedir.
315
Büyük bir ihtimalle Sanderson’ın gördüğü İskenderiye’nin doğu tarafındaki (ilk Ptolemaios
dönemine ait) nekropolün kalıntılarıydı. O, bunları Yedi Harika arasında olduğu zannedilen
Halikarnas Mozolesi olarak tanıtmakta şüphesiz hatalıdır.

74
yüzdüler. Birçoğu yüzerek ve bazıları geminin ve kasaların tahtaları üzerinde
kurtuldu, sadece beş kişi boğuldu. Adada, ıslak vaziyette, tüm gece berbat bir şekilde
yattık. Sabah Türklerin çeşitli eşyaları ile içinde kitaplarımız ve kıyafetlerimin
olduğu, mükemmel bir yüzücü olan Mağripli biri tarafından kurtarılan benim sepetim
kıyıya geldi. Şarabımızdan (batmadan kıyıya yüzen) yaklaşık yedi fıçı kurtardık,
başka her ne varsa hepsi kayıp. O sabah kurtarılan ne varsa almak için teknelerle
Reşid’den çıktık. Böylece, bizden sonra gönderilen şarabımızın bulunduğu Reşid’e
geldik ve Nil boyunca yukarı çıkarak 18’inci günü vardığımız Kahire’ye gittik.

1 Aralık’ta Bulak’tan, nehrin bir kolu üzerinden ayın 3’ünde vardığım


Dimyat’a doğru yola çıktım, Trablusşam’dan bize gönderilen malları aldım ve 5’inci
günü bir İngiliz316 ve benim yeniçerim, tercüman Musevi ve diğer hizmetliler
eşliğinde oradan geldim. O sabah, küçük bir ada yakınından ilerlerken, o mesafeden
sekiz denizatı317 gördük, iri bir domuz kadar büyüklerdi, daha doğrusu daha da
büyük, başı at gibi, sadece onların kulakları deve gibi yuvarlaktı. Onlara
yaklaştığımızda teker teker ayağa kalktılar ve suya daldılar. Bir sipahi 318 (bir Türk
süvari) yayını aldı ve onlara ok attı, birini başının üzerinden vurdu ve o büyük bir
gürültü çıkararak suyun dışında hırıltılı soludu; fakat biz daha fazla onlara
bakmadık.

Dimyat’ta not etmeye değer başka bir şey hatırlamıyorum. Yalnızca Âdem’in
incirleriyle (bazıları onları böyle isimlendirmiş, bunlar ayrıca muz diye de
isimlendirilmiştir) dolu büyük bahçeler olduğunu hatırlıyorum 319. Onların mahsulleri
çok iri bir dal üzerindedir, gövdesinde değil, ama meyveler büyük salkımlarda
yapraklar arasından görünür, küçük bir dalda yaklaşık 18 ya da 20 tane, aşağı yukarı.
Bu incirler genellikle beş veya altı inç320 uzunluğunda, salkımda bir diğerine sık
bitişmiş ve küçük bir salatalık gibi şekil almışlar. Olgunlaştıkları zaman, dış kısımları
siyahımsı yeşildir ve içleri sarımsı yumuşaktır. Bir çeşit olgun sulu bir armut gibi

316
“William Lawnder, bu emtia ile gönderilen iyiyi kötüyü ayırt edebilen biridir” (Purchas’ta not).
317
Onlar kuşkusuz bir zamanlar Mısır’da oldukça yaygın olan su aygırlarıydı.
318
Türkçe sipahi (Farsça’dan, bizdeki “sepoy” da aynı yerden), atlı askerdir (bkz. Sandys, s. 38).
319
Bir çeşit muzdan bahsediyor.
320
1 inç = 2,54 santimetre (ç.n.).

75
yenirler, ama daha lezzetli ve biraz daha kuru, tadı çok şekerli değildir. Kolayca
toplanırlar. Yapraklar çeşitli uzunlukta ve genişliktedir, daha büyük olanlar bir
adamdan uzundur ve yaklaşık bir yarda genişliktedir, bu tümüyle gerçek. Kahire
yakınlarında Faros incir ağaçları adında bir ağaç çeşidi var, diğer tüm çeşitler içinde
en irisi, ancak en kötü meyveyi verir ve ağaç beş para etmez, ne yakmak ne de başka
bir şey için, hatırladığıma göre, ağaçların bazıları bizim İngiliz meşelerimiz kadar
büyük ve onlardan daha yayılmış olmasına rağmen, onun meyvesi, incirler, çok
küçük bir çeşittir ve yabanidir. Her yıl fakir köylüler ağaçları budarlar ve her inciri
tepesinden küçük bıçaklarla keserler, sanırım yeşerdikleri zaman oradan küçük
yuvarlak bir parça kesiyorlar. Böylece sonradan, olgunlaştıklarında, fakir insanlar
onları yiyor. Çin tarçını ağacı da büyüktür ve yayılır ve seyretmesi çok güzeldir.
Yeşil yapraklar arasında ağaçtan yüksek bu uzun siyah sopaların hepsi ip gibi
incecik görünüyor ve sanki canlılar, gel gör ki duvarlarının ve binalarının
sağlamlaşması için, en sonunda kütükleri taşla karıştırarak döşediler. Ama Mısır’da
her şeyden çok; tek başına veya peynirlerle yemek için hurmalar ve şerbet dedikleri
bir çeşit içecek, dallar, saplar, gövdelerden yataklarını depolamak için ve baharatlar
ile diğer ürünlerin saplarını sarmak için sandık yerine tekneler, küfeler, birçok
kullanım için sepetler, serinletmek için ve sinekler ile tozu uzak tutmak için
yelpazeler, keçeler, ipler ve farklı tarzlarda kordonlar, kereste, saman ve ürün
artıkları veren palmiye ağaçları yeğlenir. Mağripliler, kökten en yüksek dallara kadar
bütün gövdenin her yıl eski dalların koparılması yoluyla yumrulaştırılması amacıyla,
bu hurma ağacı bahçelerinde ağaçların gövdeleri etrafına ve aralarına ip bağlarlar, en
tepede çıkan dallar ve meyveler hariç. Onlar her yıl budamak için ve dışardaki dalları
kesmek için tırmanırlar. Genç meyveler, uzun bir koza içinde birden çıkarlar, bu
açıldığında Mağripliler erkek tohumları alırlar ve dişileri koyarlar; bunun üzerine o
harika bir meyve durumuna gelir; aksi takdirde (onlar anlatır) onlar yalnızca yabani
hurma verirler. Bu bana anlatıldı ve ben buna inanıyorum. Şuna da inanıyorum,
anlattıkları gibi, onların hurma ağacı bahçelerinin bazılarına, birinin bir diğerine
bulaştırdığı veba geliyor ve birçoğu vebadan ölüyor.

Onlara hem yiyecek hem içecek olarak, dünyada en kârlı ve en sağlıklı suyun
Nil suyu olduğunu da düşünüyorum, orada yiyecek adına onsuz hiçbir şey yapılamaz,

76
bu amaca hizmet için Mısır’a hiç yağmur düşmüyor. Gerçi ben orada yağmur
yağdığını gördüm, bir defa, ama o çok az miktardaydı, küçük bir sağanak gibiydi. Bu
nehir toprağı örter ve besler, onun sayesinde toprak bol bol meyve verir. Çeşitli diğer
suların yaptığı gibi, vücutta hiçbir çeşit hastalığa yol açmaz. Bulanık ya da temiz,
içmesi zararlı değildir; 1,5 veya 2 mil uzaktan evlerimize getirildiği için kandan ve
bulanık sudan daha sıcak hale gelir, kumlu gibi görünür, toprak kaplarımızda bütün
gece durunca, sabah çok temiz ve serin olur ve evde böyle devam eder, hava asla
öyle sıcak olmaz. Her bir tarafta evlerinin önündeki yaklaşık iki ya da üç fit genişlik
dışında (ikisinin ortasındaki yol bu kaldırımlardan yaklaşık bir adım daha
aşağıdadır), Kahire’nin tüm caddeleri toprak olduğu için orada sıcaktan çok
rahatsızlık çektik, sinekler ve tozdan da aynı şekilde; atlar, develer, eşekler, katırlar
ve adamlar, canavarlar ve diğerleri, oraya buraya öylesine gürültülü bir geçiş yapar
ki oraya gelen hangi yabancı olursa olsun kısa zamanda uzaklaşmayı dileyecektir.
Bunu çok fazla isteyecektir.

Şimdi, sanırım 13’ünde Dimyat’tan tekrar Kahire’ye vardım. 19’unda bir kez
daha Piramitlere (Venedik Konsülü tarafından davet edilerek) gittim, bizim için
ziyafet verildi ve gece eve döndüm. 20 Mart 1587 tarihinde Kahire’den yola çıktık,
üç İngiliz321 ve hizmetçilerimiz (bir Musevi, Türk ve Hıristiyan), 23’ünde Reşid’e
vardık, bir karamürsel322 yükledik, 18 Nisan 1587 tarihinde Abukir’e geldik.
28’inde, oraya iki gün önce gelen Teger gemisinin ne haberler getirdiğini öğrenmek
için, İskenderiye’ye gittim. Geri giden karamürselimizle ertesi gün geri döndüm. 7
Mayıs’ta yola çıktık, sakin sakin tüm Filistin Denizi sahili boyunca gittik ve 13’ünde
Cumartesi günü Trablusşam’a vardık.

Hercules gemisi 26 Haziran 1587 tarihinde Trablusşam’a vardı. Ben o


gemide 12323 Kasım Pazartesi günü İngiltere’ye gitmek üzere yola çıktım. Üç gün
büyük bir fırtınadaydık ve körfezde helâk olacak gibiydik. Cuma günü tekrar
321
“John Sanderson, Will Shales, Will Lawnder” (Purchas’ta not).
322
Bir çeşit gemidir, Marmara Denizi’nde kayık yapımıyla meşhur bir kasaba olan Kara Mürsel’den
ötürü böyle adlandırılmıştır.
Osmanlıların ilk çektirisi olan karamürsel gemisi, daha sonraları nakliyede kullanılan bir buçuk
direkli, sivri üçgen yelkenli, yarım güverteli küçük teknelerden ibarettir. Değişik şekillerde büyük
tipleri de yapılmıştır. Bkz. İdris Bostan, a.g.e., s. 234 (ç.n.).
323
Görünüşe bakılırsa bu tarih hatalı, “13” olmalıdır. Ayın 12’si Pazar günüydü.

77
Trablusşam’a geldik. Cumartesi günü Londralı Toby geldi. 22 Aralık Cuma günü
Toby eşliğinde oradan yola çıktık. 24’ünde Kıbrıs’tan geçtik. 23 Ocak’ta [1588]
Kandiye açıklarında Christiana324 adında bir adada karadaydık. 25’inde Caldarona’da
demir attık. 11 ve 12 Şubat’ta Sicilya ve Malta arasından geçtik. 13’ünde
Pantelleria’ya. 14’ünde Berberî sahilinde Cape Bon’u görüş mesafesindeydik.
15’inde Goletta’yı gördük, Cardhadge’nin biraz uzağında bir kaya. Şubat’ın sonunda
Cezayir’e vardık. 2 Mart’ta oradan yola çıktık. 6’sında Cape Gata’yı görüş
mesafesine geldik. 7’sinde gece Cebelitarık’tan geçtik ve Boğaz boyunca ilerledik.
İki defa ateş eden Ceuta’dan gözetlendik. Sabah Cape Spartel yaklaşık altı fersah
gerimizde kalmıştı. 11’inde St. Vincent Burnu kadar yüksekteydik. 19’unda Cape
Finisterre ile eşittik, oradan kuzey kuzey batıya sondaladık. 22’sinde, Cuma günü,
derinlik ölçümü yapılan yerlere geldik, gece iskandil kurşununu attık ve 92 fathom 325
bulduk. Ondan sonra kuzey doğu ve doğu tarafını sondaladık. Ertesi gün sabah 70 ve
öğlen 55 fathom bulduk. Ertesi gün İngiltere’nin gördüğümüz ilk yeri olan
Portland’da indik. Sonra Downes’e ve sonra Gravesend’e, oradan bir kayıkla
Blackwall’a ve karayoluyla Londra’ya, 29 Mart 1588.

324
Santorini adasının güney batısındadır.
325
1 fathom = 1.8288 metre (ç.n.).

78
BAŞKA BİR BEYAN

(f. 222 b)

9 Ekim 1584 tarihli not, Cuma günü, Merchant Royall’de Gravesend’den


yola çıktık. Şubat ayında Mora’ya vardık ve orada Charitie gemisine bindik ve 9
Mart’ta İstanbul’a vardık. Oradan 9 Ekim 1585 tarihinde yola çıktım ve Kasım’ın
2’nci günü İskenderiye’ye vardım. Oradan 19’unda ayrıldım ve aynı ayın 29’unda
Kahire’ye geldim.

25 Şubat’ta paşanın oğlu, Büyük Senyör’ün “casenda”sı326 ile limana


gönderildi, hazine katırlar üzerinde taşındı. Onların sayıları otuzdu. Her birinin yükü
iki kasaydı, her kasa 10.000 duka altın içeriyordu; 600.000 duka Kahire’nin geliridir.

10 Ağustos 1586, Salı günü, Nil ve denizin buluştuğu Reşid ağzında,


“yermi”miz kuma vurdu ve derhal parçalara ayrıldı, biz yakındaki bir adaya
sürüklenerek mucizevi şekilde kurtulduk, diğerleri yüzerek kurtuldu, dört ya da beş
kişi boğuldu, bir kişi ertesi gün kıyıya vurdu, ama ölmüştü. Yalnızca 150 duka
değerinde biraz eşya, şarap ve odun kaybettik. Kahire’ye 18’inde geldik.

23 Eylül’de Hac Emiri, her yıl bu zamanlar civarında paşa tarafından oradan
gönderilen Peygamberlerinin kabrinin örtüsünü beraberinde götürerek, Mekke’ye
doğru yola çıktı. Kervan 8 ya da 10 gün sonra yola çıktı ve şehrin 7 veya 8 mil
dışında birleştiler.

9 Haziran 1586 tarihinde Galion Bon adında bir Venedik gemisi İskenderiye
Limanı’nda battı. Yükü 80.000 ya da 90.000 duka değerindeydi. Üç adam kayboldu,
kumaşların birazı kurtarıldı.

10’unda akıl hocası olan bir Kıpti, önünde iki yeniçeri ile yürümesine
rağmen, zehirli bir bıçak ile gün ortasında sokakta yaralandı ve 13’ünde öldü.

11’inde Nil üzerinde bir gemi 30 Arap tarafından ele geçirildi, sekiz Türk
orada öldürüldü, dört Yahudi’nin malları yağmalandı ama hayatta kaldılar. 1
326
Belli ki hâsıl edilen parayı taşıyan bir kervandır. Sözcük “hazine”nin İtalyancalaşmış bir şekli gibi
görünüyor.

79
Ekim’de Reşid’e doğru inen bir gemi akıntının gücü ile alabora oldu, bütün mallar
kayboldu, yirmi Türk ve beş Yahudi suda boğuldu, kalanlar yüzerek kurtuldu.

28 Nisan 1586 tarihinde, üç Cermen centilmen eşliğinde, Mumya ve


Piramitleri ayrıca orada İmparator’un has odalarından birini görmeye gittim.

Kahire’de hâkim kürsüsünde asistanlık yapan 32 bey vardır; onların maaşları


200.000 akçedir. Paşaların maaşı 1000 dukadır.

5 Aralık 1586 tarihinde Dimyat’tan hareket ettim, sekiz denizatı gördüm.


19’unda, Venedik Konsülü tarafından davet edilerek tekrar Piramitlere gittim.

Kahire’nin paşası, Cenovalı eski bir taciri, ona, mallarının Büyük Senyör’ün
tebaası olduğunu tasdik ettiği Sakız Adalı bir müteveffanın malları olduğunu itiraf
ettirmek için, dizleri üzerinde falakaya çekti. Yaşlı adam 15 darbe aldı ve 10 gün
sonra yatağa düştü. Paşa, müteveffanın, cizye olarak aldığını söylediği 7000 dukasını
aldı, ölen adam Sakız Adası’nda doğmuştu ve bu yüzden carigaro 327 idi; Osmanlı
kanunlarına göre divanda328 kararlaştırılan ve tersi ortaya çıkmasına rağmen, yine de
herkesin gözü önünde sadece 400 duka değerinde olan malını iade etti ve kalanı
bahsedilen paşa zavallı Hıristiyan tacirden, daha doğrusu simsarları olduğu bu
tacirlerden zorla aldı.

13 Ocak’ta Zues’ten, fazlaca diğer baharatlarla en az 2000 kental329 biber


getiren bir kervan geldi. 19 ve 20’sinde fazlaca diğer baharatlarla en az 5000 ya da
6000 kental biber getirdiği sanılan Mekke’nin kafilesi geldi.

26 Nisan 1587 tarihinde Teger, İskenderiye’ye vardı. 18 Nisan’da ilk defa


Abukir’e vardık, oradan geldiğim gemide İskenderiye’ye ve de tekrar
karamürselimize geri gittim. 7 Mayıs’ta yola çıktık, 13’ünde Suriye Trablusşam’a
vardık, Cumartesi günü. Hercules 26 Haziran’da limana geldi.

327
Anlaşılan, gayrimüslim tebaadan zorla toplanan nüfus vergisi olan haracı ödeyen biri için
uluslararası ticarî dilde bir tabirdir.
328
Divan, meclis veya resmi mahkemedir.
329
100 kilogramlık ağırlık ölçüsü birimi (ç.n).

80
20 Temmuz’da hasta oldum, altı hafta yatağımda kaldım, sekiz hafta sonra
personelim tarafından müşahedeye alındım. Hastalığım zamanında beş İngiliz öldü
ve elliden fazlası kötü havadan ötürü hastalandı.

11 Kasım’da Hercules ile denize açıldık330, deniz çekildi ve neredeyse


gömülecektik, filikamızı kaybettik ve harika ve beklenmedik bir kurtarmadan sonra
tekrar limana girdik. Şimdi Toby geldi ve ikimiz birlikte 22 Aralık Cuma günü yola
çıkarak İngiltere’ye geldik. 29 Mart 1588 tarihinde Londra’daydık.

330
“Biz Eldrid, Bate, Baxter, Gould, Shales, Denis vs. gibi çeşitli yolculardık” (f.319 a).

81
HOLLANDA’YA YOLCULUĞU: 1588

(f. 135 a)

4 Haziran [1588] Cumartesi günü, Delege Egerton ve diğerleri ile birlikte


Londra’dan yola çıktım. Pazar günü, aynı gemide iki kızı ve çeşitli hizmetçileriyle
Bergen op Zoom’un valisi Bay William’a giden Bayan Drury tarafından yüklenmiş
bir Hamburg gemisinde Gravesend’den geçtik. Bay Henry Palmer331, kraliçenin bir
gemisinde, Pazartesi günü vardığımız Flushing’e kadar gemiyi korudu. Ben, Delege
ve diğerleri ile derhal Middelburg’a gittim ve iki gün sonra beni ve yoldaşım Thomas
Calthorp’u serbest bırakmak amacı ile çağıran bir mahkememiz vardı. Perşembe
günü oradan ayrıldık ve Flushing’e geldik, o akşam küçük bir gemiye bindik ve
sabah Sandwich’teydik. Knowlton332’da konakladık, Bay Calthorp hastaydı, nihayet
sabah yola çıktık ve Cumartesi gecesi Londra’daydık. Böylelikle sekiz gün bu
yolculuktaydık ve sekiz gün sonra Thomas Calthorp bu hayattan ayrıldı.

331
Çok geçmeden Armada’nın mağlubiyetinde rol almış olan zamanın tanınmış bir deniz kuvvetleri
komutanıdır.
332
Deal’den yaklaşık altı mil batıda yer alan bir köydür. Bay Thomas Peyton, Thomas Calthorpe’un
kayınbiraderi, orada ikamet etmekteydi ve şüphesiz seyyahlar onun evinde misafir edildiler.

82
DOĞU HİNDİSTAN YOLCULUĞU: 1590-91

(f. 135 a)

Eylül 1590 tarihinde Doğu Hindistan’a gitmek üzere Dartmouthlu


Samaritan’da yola çıktık, en az 13 aylık erzak tedarik edilmiş ve iyi görevliler
atanmış, John Davis kaptan ve pilot, Edward Rieve amir idi. Madeira Adası
yakınlarında büyük bir fırtınaya yakalandık, bu fırtınada yoldaşımızı kaybettik, fakat
sonradan adamlarımızı kurtaran bir İngiliz gemisiyle karşılaştık. Bu fırtınadan önce
İspanyollar ile çeşitli çarpışmalarda bulunduk ve iki Fransıza tedbirsizce göğüs
gerdik. Bu yolculukta, 105 erkek ve delikanlıdan sadece birini kaybettik. İspanya’nın
bir savaş gemisi ile çok şiddetli bir çarpışma yaşadık. Bize bir gece içinde 17 büyük
atış yaptı ve sabah yaklaşık 4 ya da 5 saat çarpıştı. Gemi direğimize ve doğrudan
gemimize ve yelkenlerimize 40 defadan fazla ateş etti, buna rağmen hiçbirimiz
yaralanmadık, gemiye isabet eden kuvvetli bir top atışıyla bacağından vurulan zavallı
bir arkadaş hariç. Ertesi gün hasta bir cerrah dizin üzerinden bacağı kesti, kesme,
dikme ve yüzeyi yakma işkenceleri içinde zavallı adamcağız kollarında öldü. Bu
hınzır İspanyol bizi terk etti, çünkü eğer cesaret etseydi bizi bordadan
yakalayabilirdi. Bu çarpışma ve daha önce atlattığımız şiddetli fırtına yüzünden
Samaritan’ımız o kadar dengesiz ve çatlaktı ki genel olarak hepimiz tulumbada
sıramızı aldık ve birlikte çok sayıda gün ve gece süresince 400 veya 500 vuruş
yaptık. Bahsedilen suyla balıklarımızı ıslattık333. Böylelikle Şubat’ta vardığımız
Falmouth’ta İngiltere’ye geri dönmeye mecbur edildik. Ve Dartmouth’a gittik.
Hatırladığım kadarıyla, bu seyahatte karaya yalnızca Safi, Santa Cruz ve
Madeira’da334 ayak bastık.

333
Bu şunu göstermektedir ki, seyahatlerinin gayesini gerçekleştirmeyi imkânsız bularak, bir emtia
veya bir kısım emtia olarak balık elde etme işine girişmişlerdi, İngiltere’de bunun için hep bir
pazar vardı.
334
Fas’ın batı kıyısında Safi, Kanarya Adaları’nda Santa Cruz (Tenerife) ve Madeira Adaları.

83
AKDENİZ’E İKİNCİ ZİYARETİ: 1591-98

(f. 135 a)

13335 Eylül 1591 tarihinde Toby’de336 gönderildim. 1 Ekim’de Tilbury’ye,


2’sinde Lee’ye, 4’ünde Gore End’e vardık. Oradan 8’inde ayrıldık ve 11’inde
Pazartesi günü Dartmouth’a vardık. Oradan 16’sında Cumartesi günü yola çıktık.
Ekim’in sonunda Cebelitarık Boğazı ağzına vardık. 11 Kasım’da Boğaz’a girdik. 13
ve 14’ünde Büyük Malaga’yı, Velis Malaga’yı, Salobrena’yı, Cape Negro’yu337
gördük. 25’inde Marettimo’yu, ertesi gün Sicilya ve Malta’yı görüş mesafesine
geldik. 20 Aralık’ta Kefalonya’ya vardık, orada altı gün kaldık ve 30’unda Zenta’ya
geldik. 1 Ocak’ta [1592] Mora’da Patras’taydık. Oradan Toby 13’ünde yüklenmesi
için Zenta’ya gitti. Perşembe günü, 24 Şubat’ta, kara yoluyla Patras’tan ayrıldık. O
gece Vostiza’ya, Pazar günü Vasiligo ve Gördüş’e gittik. Salı günü bir “casal”a 338 ve
de şimdi Tiva diye adlandırdıkları Thebes’e vardık. Orada bolca anason yetişir. Çok
hoş bir konuma sahiptir. Ve iki gün bulunduğumuz Gördüş çok mükemmel şekilde
ayakta kalmıştır. Ayrıca Atina’yı görüş alanındaydık. Ondan sonra küçük bir Türk
gemisini yüklediğimiz Eğriboz’a geldik, gemiye bindik ve mallarımızı da yükledik
ve Cuma günü İstanbul’a gitmek için yola çıktık. Masidon’a doğru denize açıldık,
ama Teselanika şehrini görmedik; o, körfezdedir ve şimdi Selanik diye
isimlendirilmiştir. Orası Büyük İskender’in babası Makedonyalı Filip’in başkentiydi.
Sonra Takımadalar bölgesinde çeşitli adalardan geçtik, Bozcaada ve diğerleri gibi,
Truva’da karadaydık, Çanakkale adında iki büyük kale geçtik ve 7 Mart’ta
Gelibolu’ya geldik.

335
Bu, el yazmasında iki defa (ff. 135 a ve 106 b) ve Purchas’ın versiyonunda da (c. II. s. 1619) yer
alır. Ayrıca el yazmasında f. 387 b’de yolculuğun kısa bir özeti vardır, burada yolculuğun
başlangıcı 23 Eylül olarak verilmiştir ve Tilbury’ye hareketin tarihi göz önüne alındığında bu daha
mantıklı görünmektedir.
336
“Sağlam ve güzel eski bir gemi” (Purchas’ta not).
337
Ceuta’dan on altı mil güney doğudadır.
338
İtalyanca casale, bir mezra veya köydür. Burada veya metnin diğer yerlerinde, bu kelime
kervansaray için kullanılmış gibi görünüyor.

84
Paskalya’dan önceki Pazar günü (12 Mart) o zamanlar altı ya da yedi yıl
kaldığım İstanbul’a vardık. O zaman birçok hayvan gördüm; filler, evcil aslanlar,
küçük çoban köpekleri kadar büyük evcil tekir kediler, büyük ve küçük geyikler,
evcil karacalar gibi (ama bunlar Mısır’dan getiriliyor). Gördüğüm en hayranlık
uyandıran ve en sevimli hayvan bir zürafaydı, evcilleştirilmiş bir geyik kadar zararsız
ve kırmızımsı bir geyik renginde, beyaz göğüslü ve çatal tırnaklıydı. Çok uzun
boyluydu, ön bacakları arkadakilerden daha uzundu, çok uzun bir boynu ve başının
üzerindeki iki küçük boynuz hariç deveninki gibi bir başı vardı. Bu en sevimli
hayvan Habeşistan’dan şimdiki Büyük Türk’ün babasına bir hediye olarak
gönderilmişti. Onun bakıcısı Türkler için hayvana diz çöktürürdü, ama bir Hıristiyan
önünde hiçbir paraya çöktürmezdi. Bu sevimli hayvanın olduğu yerde ayakta duran
bir fili, bakıcılar yuvarlak bir taşın üzerinde dört bacağıyla (onun ayakları birbirine
yakın) ayağa kaldırırdı ve onun ön bacaklarını bükmesi bize benziyordu.

Not etmeye değer birçok şey daha geçti, büyük hükümdarları tahtından
indirmek ve tahta oturtmak gibi ve birçok defa askerlerin çekişmesi gibi. Sultan III.
Murad zamanında, bir defasında, sipahiler maaşları için talepte bulundular;
istedikleri gibi cevaplanmayan sipahiler sarayda bir ayaklanma çıkardılar, öyle ki
vezirler hayatlarından endişe ettikleri için Türk’ün konutunda kendilerini
gizlemekten mutluluk duydular ve Haremi sipahilerden temizleyen alt sınıf saray
hizmetçilerinin çoğu mücadeleyi sona erdirmek için şişlerle, maşalarla ve diğer
mutfak aletleriyle ortaya çıktılar. Bu mücadelede her sınıftan yaklaşık 200 veya daha
fazla kişi katledildi339. Çok geçmeden, saray yakınında hakaretle reddettikleri ve
kendilerine verilen (Büyük Türk’ün bilhassa sevdiği) Beylerbeyi 340’nin başını
aldılar341. Diğer tuhaf faaliyetlerden ve onların zalimliklerinden bahsedebilirdim,

339
“Bu, ben Kahire’ye gönderilmeden önce, Bay Harborne zamanında ben oradayken olmuştu”
(Purchas’ta not). Benzer bir olay 1593 tarihinde meydana gelmiştir (Von Hammer, c. II, s. 573).
340
Beylerbeyi, feodal süvari sınıfı generaline veya bir ya da birkaç eyaletin valisine verilen unvandır.
341
Kastedilen Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa’dır. Züyûf akçe meselesi yüzünden kapıkulu askerleri
İstanbul’da ayaklanmış, saraya giderek bunun sorumlularının cezalandırılmasını istemişti. III.
Murad, kapıkulu tarafından öldürülmesi istenen Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa ve Başdefterdar
Mahmud Efendi’yi âsilere teslim etmekte tereddüt gösterince Selânikî’nin kaydına göre tahttan
indirilmekle tehdit edilmiştir. Saray erkânının araya girerek istenilenlerin âsilere verilmesini
sağlamasıyla olay yatıştırılmış (2 Nisan 1589), III. Murad, beylerbeyi ile başdefterdarın
öldürülmesinin hemen ardından Vezîriâzam Siyavuş Paşa ve Şeyhülislâm Müeyyedzâde

85
fakat çok ayrıntıyla sizi bezdirmek istemiyorum. Bu hükümetin burada yalnızca şu
zalimliği belirtilebilir: şimdiki Büyük Türk’ün342 imparatorluğun egemenliğini ele
geçirişinde sayıları 19 olan hayattaki bütün erkek kardeşleri boğduruldu343. Onlar
teker teker önüne getirildi ve o onların hem dirisini hem ölüsünü gördü. Ben ertesi
gün onların ölmüş babalarının ardından cenaze törenine taşındıklarını gördüm. O
Büyük Türk, Sultan III. Murad, ayrıca beş kadını hamile bıraktı, onların ikisi erkek
evlat doğurdu, üstelik bunlar doğumlarında hayatlarından mahrum bırakıldılar,
kızların hepsi yaşıyordu. Onun ömrü boyunca 30 çocuğunu toprağa verdiği ve
ölümünde hayatta olan 27 kız evladı olduğu eldeki kanıtlara dayanarak güvenilir bir
şekilde rapor edildi, böylece 81 çocuğun babası olduğu belirlendi344.

Yeni padişah, Sultan III. Mehmed, saltanatının ilk yılında Macaristan’da


Hıristiyan imparatora karşı savaşa gitti. Bizim elçimiz, Büyük Türk’ün gitmeden
önce İstanbul’da üç yıl zindanda yatan 22 Hıristiyanı kendisine takdim ettiği,
saygıdeğer Edward Barton, ona iştirak etti (ayrıca eski bir Grek, imparatorun elçileri
için çok yıllar hizmetçilik ve baş tercümanlık yapan Senyör Matteo adında bir Peralı
ile). Onlar barış bozulduğu zaman Hıristiyan İmparator için oraya yerleşen son
elçinin ailesiydi. Büyük Türk aynı zamanda, ülkesi boyunca onların masraflarının
karşılanması gerektiği emrini verdi ve aynı şekilde onları imparatorun sarayına
geçirecek dört fayton ve bir çavuşa müsaade etti. Elçimizin Büyük Türk’e iştirak
etmesinin başlıca sebebi bu iki büyük hükümdar arasında bir barış yapmaktı; vaktiyle
Lehler ve ölen Büyük Türk arasında yaptığı çok kolayca uygulanmış olan barış gibi,
bu barış Harikulade Majesteleri emretmiş olsaydı kolayca gerçekleştirilirdi. Elçinin
yokluğu altı aydı, Temmuz’dan Ocak’a kadar, benim İstanbul’da onun vekili olarak
kaldığım süre. Elçinin Büyük Senyör ile gitmesi katiyetle kararlaştırıldıktan sonra,
elçi ayrılışından yaklaşık birkaç gün önce benimle, John Sanderson, Büyük Türk’ün

Abdülkadir Şeyhî Efendi’nin de içinde bulunduğu yöneticileri toptan azletmiştir. Bkz. Bekir
Kütükoğlu, “Murad III”, DİA, c. 31., İstanbul, 2006, s. 174 (ç.n.).
342
III. Mehmed (ç.n.).
343
Salı günü, 7 Ocak 1595, Sultan Murad vefat etti. Oğlu, Sultan Mehmed, 17’sinde buraya vardı,
Cuma günü idi. Aynı gün, 19 erkek kardeşi boğdurulduktan sonra, babası defnedildi. Cumartesi
günü, 19 kardeş babalarının yanına defnedildi.
344
Karş., a.e., s. 175 (ç.n.).

86
yokluğunda İstanbul şehrini yöneten harem ağası Hasan Paşa’ya 345 gitti. Ve
bahsedilen naip Hasan Paşa’nın, müsaadesini alarak beni ona kendisinin vekili
olarak önerdi, ondan yokluğunda bana itibar etmesini rica etti. Vezir bana hep içten
saygı ve itibar göstereceğine söz verdi, şöyle diyerek: Vallahi, Vallahi! Hoş geldin,
hoş geldin elçi; bunun üzerine ben onun elini öptüm ve sonra elçi onun elini öptü ve
biz onun huzurundan ayrıldık.

Büyük Türk’ün savaş için şehirden ayrılışı, olağanüstü bir ciddiyet ve dikkate
şayan bir düzen ile gerçekleşti, ayrıntılı olarak tarif etmek çok uzun sürer. Fakat ben
onun peşinden [Purchas “önünden” diye kaydeder] giden eğitilmiş ve en güzel
şekilde süslenmiş çok sayıda köpeği, çok sayıda süvariler tarafından taşınan
şahinleri, evcilleştirilmiş aslanları ve filleri, daha başka çok çeşitli hayvanları, ama
özellikle bütün hayvanların prensi olarak, önünde azametle yürüyen üç farklı adamın
üç zincirle çektikleri, daha önce sözü edilen zürafayı anımsıyorum. Büyük Türk’ün
savaşa bizzat gitmesi âdet olduğundan, genellikle yeniçeri ağası ve hayvanların çoğu
ya da hepsi onun beraberinde şehirden giderdi. Ve onun geri dönüşünde, itibarı hem
küçük hem büyük bütün kadınları için duvarlar olmadan onunla görüşmek meşrudur,
diğer zamanlarda hüneri ve nüfuzu da olsa hiçbir kadın kalabalıkta erkekler arasına
gelemez. Ekim 1596 tarihli bir mektupla elçi bana Eğri346 şehrinin ele geçirilişinin
ve sonra Hıristiyan ordugâhlarının alaşağı edilişinin tamamen sona erdiğini haber
verdi, ben bu mektubun kopyasını İngiltere’ye Pek Saygıdeğer Majesteleri’nin baş
sekreteri Bay Robert Cecil’e gönderdim. Türk büyük galibiyet ile geri döndü,
Edirnekapı’dan girdi, bu kapının üç ya da dört mil dışından, şehrin içine doğru en az
dört ya da beş mil ileride olan Harem’in kapısına doğru ilerledi, o geçerken tamamen
yolun iki tarafında da tebaasından insanlar Türkler, Yahudiler ve Hıristiyanlar,
ellerinde her cins ve renkten altın, kadife, saten ve Şam kumaşlarından parçalar

345
Bu Hasan Paşa daha sonra (Kasım 1597) vezîriâzam yapıldı, ama azledildi ve ertesi Nisan ayında
boğduruldu (Von Hammer, c. II, s. 625,626).
Hadım Hasan Paşa, III. Mehmed’in Eğri seferine (1596) çıkması üzerine İstanbul
kaymakamlığında bulundu. Bu görevi sırasında kendisine “vekâlet-i mutlaka” menşuru ile Rumeli
vilâyeti dışındaki yerlere hüküm yazma yetkisi verildi. 3 Kasım 1597 tarihinde Damad İbrâhim
Paşa’nın yerine III. Mehmed’in annesi Safiye Sultan’ın da iltimasıyla üçüncü vezirlikten
vezîriâzamlığa getirildi. Bkz. Abdülkadir Özcan, “Hadım Hasan Paşa”, DİA, c. 15, İstanbul, 1997,
s. 5 (ç.n.).
346
Eğri, Budapeşte’nin yaklaşık 70 mil kuzey doğusundadır.

87
tutuyorlardı ve sultanın zaferinin ve sağ salim geri dönüşünün mutluluğu içinde gece
gündüz evleri ve dükkânları açık tutarak üç gün birlikte ziyafette yiyip içtiler347.
Elçimizi şehre girişinden iki ya da üç mil önce diri bir at ve yaklaşık on iki veya on
üç hizmetçisi ile karşıladım. Elçi, Büyük Senyör’ün müsaadesini almak için yolda
durdu, müsaade verildi. Sultan III. Mehmed atıyla duruşa geçti ve at üzerinde o ve
elçi selamlaştılar. Sultan hareketsiz oturdu, elçimiz attan indi ve onun elini öptü,
sonra atına bindi. Selam verdi, Büyük Türk onu tekrar selamladı, ayrıca beni ve
elçimizin bütün maiyetini de selamladı ve bunun üzerine atının yönünü değiştirdi. Ve
o daha İstanbul’a girmeden, biz tarlalar üzerinden Pera Bağları’na vardık348.

İstanbul şehrinin bütün bu geniş ve güzel bahsi için Yahudi bir şair doktor
tarafından bana hediye edilen küçük bir kitapçığa başvuruyorum, doktor bana sözü
edilen metnin İtalyancasını vermişti. Ben onu 17 ve 18 Ağustos 1594 tarihinde derhal
İngilizceye çevirdim. O zaman ben onun hem İtalyancasını hem de İngilizcesini bir
arkadaşıma verdim, Bay Edward Rivers’a, ondan beri metin dağılmıştı, ayrıca onu
hem yazar hem çevirmen olarak kendisine mal etmesi çok fantastik olabilir.
İngiltere’de beş yılım ona ihtiyaç duyarak geçti, fakat nüshayı -orada son
bulunuşumda bulduğum o eğri büğrü yazılmış İngilizce orijinali- İstanbul’da
evraklarımın arasında bırakmıştım. Ama onlar arasında İtalyanca olan basitti. O şu
tarzda bir başlangıca sahipti: “Pausanias, Spartalıların bir lideri” vs. Ben bu bahsin
sonunda onu tekrar yazdım ve aynı şekilde İstanbul’dan Kutsal Topraklara ve
Lübnan’ın en yüksek dağı üzerinden tekrar Trablusşam’a (Suriye) üç aylık
seyahatimin gerçek bir notunu takip etti.

İstanbul’da bu uzun gemi yolculuğumda birçok önemli şey meydana geldi.


Diğerleri arasında yukarıda bahsedilen elçinin hem Hıristiyanlar, hem Türkler, hem
de Yahudilerin genel olarak hepsi sayesinde sahip olduğu olağanüstü hürmeti not
ettim. Özellikle Türk’ün annesinin349 himayesi ve biraz para vasıtasıyla, o hem

347
Sultanın muzaffer girişi hakkında bir bahis için bkz. Von Hammer, c. II, s. 620.
348
Pera’da, başkentin ecnebi bölgesi olduğundan, kapitülasyonlar aracılığıyla Hıristiyanların şarap
üretimine (Müslümanlara yasaktır) izin verilmesinden beri doğal olarak üzüm bağları vardı. Galata
ve Pera arasında resmedilmiş açık bir ayrım yok gibi görünmektedir, f. 49 b’de ikisi farksız olarak
ele alınmıştır.
349
Safiye Sultan kastedilmektedir. III. Murad’ın hanımı ve III. Mehmed’in annesi olan Safiye Sultan,
1585’ten itibaren haremin hâkimi oldu, bununla da yetinmeyip devlet işlerine müdahale etmeye

88
prensleri hem patrikleri atadı ve yerinden etti, vezirlerle arkadaşlık etti ve kadıların
(onların başrahipleri ve manevi hâkimleri olan) maiyetini tayin etti. Sultan III.
Mehmed’in öğretmeni (ve rahatlıkla söyleyebilirim ki danışmanı) olan hoca350
oldukça yakışıklı, ağırbaşlı ve bilge bir Türk, çok sadık bir dost ve Bay Barton’ın
Büyük Senyör ile bütün meselelerinde yardımcısı idi ve Barton onun yakınında bir
Katolik Romalı Hıristiyan rüşvetçiye sahipti, bu kişi Büyük Kahire’de şehrin ana
kapısı altında kendi konsolos giysisi içinde asılan Paulo Mariani isminde bir
konsolos idi, Mağripliler sabah ona büyük merhamet duydular. Çünkü Monsenyör de
Breves351, Fransız elçi, ona ekseriya hitap ettikleri şekliyle, Bay Paulo’yu daima
kayıran Mağriplileri engellemek amacıyla, infazın gece gerçekleştirilmesini sağladı.

23 Eylül 1597 tarihinde, orada kaldığım zaman zarfında şehrin içinde ve tüm
sınırlarında adı çıkmış çeşitli yerlerinde bulunduğum İstanbul’dan yola çıktım,
savaşa doğru elçiye eşlik ettim ve yolda yaklaşık 30 veya 40 mil onunla gittim. Ve
18 ya da 20 mil uzakta olan Karadeniz’de çok kere aynı şekildeydi. Bahsedilen
denizin girişinde eski kalelerden Sestos ve Abidos’un kalıntıları vardır, fakat bizim
zamanın bilginleri onların asla Truva kalıntıları olmadıklarını, zamanın kalıntıları
yok ettiğini ve böylece diğerinin gerçek hatırasının da tam Karadeniz’in ağzında
olduğunu ileri sürüyorlar; oysaki aşığın Avrupa sahilinden sevgilisine yüzerken
boğulduğu Asya sahilinde bir kaya parçasının izini bana gösterdiler ve o zaman,
sanırım 1585 yılında âdeta toprak ve otla kaplanmış bir şekilde olmasına rağmen,
bize Hero ve Lander’in hikâyesini hatırlatan, kalenin temelindeki duvarlarının çok
eski görüntüsü her taraftan biraz görünüyordu. Ve yarı yoldaki diğer iki büyük kale,
biri şehir surları içinde Yedikule hariç Türkiye’deki en önemli zindan addedilir. Ben

başladı. Sadece devletin iç işlerine değil dış işlerine de müdahale etmekteydi. Bkz. Ali Akyıldız,
“Safiye Sultan”, DİA, c. 35, İstanbul, 2008, s. 472-473 (ç.n.).
350
Bu, hem III. Murad hem de III. Mehmed için özel hocalık (hâce-i sultanî) görevini elinde tutan
meşhur tarihçi Hoca Sâdeddin Efendi idi.
Hoca Sâdeddin Efendi, en büyük Osmanlı müverrihlerindendir ve Yavuz Sultan Selim’in nedîmi
Hasan Can’ın oğludur. Eğri seferindeki Haçova Meydan Muharebesinde, padişaha son ana kadar
sebat ve metanet telkin ederek zaferin kazanılmasında büyük âmil olmuştur, bkz. İsmail Hami
Danişmend, a.g.e., s. 118-119 (ç.n.).
351
François Savary de Brèves.
Kendisi oryantalist olmakla beraber 16. ve 17. yüzyıllarda Fransız elçi idi (ç.n.).

89
ayrıca Heybeliada’da ve o civardaki diğer adalarda bulundum. Ve benzer şekilde
farklı zamanlarda Asya’da Kalkedon’a vs. geçtik.

Kalkedon’da (şimdiki ismi Üsküdar) ben ve hizmetçiler, iyi ata binen beş
kişiydik ve bir yük beygiri; orada iki gün kaldık. Kartal’da bir, Gebze’de bir,
Dilovası’nda352 bir, Kurtköy’de bir, İznik’te iki, Yenişehir’de iki, Akbük’te bir,
Bozüyük’te bir, Eskişehir’de bir, Seyitgazi’de bir353, Bayat’ta bir, Bolvadin’de iki,
Akşehir’de beş, Ilgın’da iki, Guarchi’de bir, casal’da [bir kervansaray] bir. Konya’da
(Barnabas ve Paul’un vaaz verdikleri Iconium) iki gün kaldım. İsmil’de bir,
Karapınar’da bir, Ereğli’de bir, Ulukışla’da bir, Çiftehan’da bir, Zaverjik’te bir,
Casale de Turkie’de [bir kervansaray] bir, Adana’da iki, Misis, Tarsus’ta bir (Paul’un
doğduğu yer)354, Kurtkulağı’nda bir, Belen’de bir, Curdi Casal’da [bir kervansaray]
bir, Juni’de bir, Halep’e355 bir. Benim yaklaşık üç ay kaldığım Halep’i yönetmeye
giden beylerbeyi eşliğinde 44 gün.

11356 Şubat’ta [1598] dağın sırtına yapılmış takdire değer enine bir suru
seyrettiğimiz Antakya’daydık, çok sayıda ufak kulesi var, kimileri yıldaki günler
kadar çok olduğunu söyler. Asi Nehri bu tepenin altındadır ve surların alt kısmı
boyunca akar. Çıkış kapılarının birinde girişte, Havarilerin vaazında Hıristiyan olan
birçok kişinin vaftiz edildiği, nefis tatlı suyu olan bir yer vardır.

14’ünde İskenderun’a geldik. Orada Büyük İskender tarafından inşa ettirilen


eski bir şehrin kalıntıları vardır, Türkler oraya İskenderun diyorlar. 23’ünde Navi
Ragazona isimli büyük bir Venedik gemisinde oradan yola çıktık ve bahsedilen
Şubat’ın 26’sında Kıbrıs’a vardık. Kıbrıs’ta bulunduğumda başlıca şehirlere gittim:
Adanın tam ortasında olan Lefkoşa ve kadırgalar için çok sağlam bir şehir ve liman
olan Gazimağusa. Larnaka adında bir kasabadan önce gemimizle Salinos’a357 gittik,

352
Burada şüphesiz kayıkla körfezden Hersek’e geçti.
353
Rota f. 401 b’de tekrar verilmektedir ve bu listede buraya “Bardakçı’da bir” eklenmektedir, bu
durumda aşağıda verildiği gibi gün sayısı 44’e tamamlanmaktadır.
354
F. 401 b’de “Adana” ve “Misis” arasına eklenmiş “Tarsus”a rastladık. Belli ki Sanderson Misis’e
giderken ilk söylenen yerlerden ilerlemeden önce, Adana’dan Tarsus’a kısa bir gezinti yapmış.
355
Halep’e 6 Kasım 1597 tarihinde ulaşmıştır (f. 401 b).
356
F. 401 b’ye göre tarih 12 Şubat Pazar günüydü. Aynı tarih f. 106 b’de de verilmektedir.
357
Larnaka’nın bu dış mahallesi İtalyanlar tarafından Marina olarak adlandırılır.

90
Lazarus’un inşa ettirdiği kilise358 oradadır ve ayrıca Grekler Konstantin’in annesinin
bu adada Sancta Elena359 adında bir dağda defnedilmiş olduğunu söylerler. 10 Nisan
1598 tarihinde aynı gemide Kıbrıs’tan yola çıktık ve aynı ayın 22’sinde Venedik’e
vardık.

24 Mayıs’ta Venedik’ten Treviso’ya doğru yola çıktık, Franco Kalesi,


Cismon, Grigno, Levico, Trient, Lavis, Egna (Neumarkt), Bozen, Klausen, Mauls,
Luke360 Innsbruck, Seefeld, Partenkirchen, Ammergau, Schongau, Landsberg,
Augusta (artık Augsburg deniliyor), Donauwörth, Weiltingen, Dinkelsbühl, Perte,
Herbsthausen, Mergentheim, Tauberbischofsheim, Miltenberg, Main Nehri,
Grosswallstadt, Grossostheim, Babenhausen, Frankfurt, Mainz, Elfin (bir düşkünler
evi), Eltville, Mouse Tower361 (bir kaya üzerinde küçük bir kaledir, bugün bu kale
hakkında Mainz Piskoposunun zavallılar açlık çektikleri zaman mısırı geciktirdiği
için sıçanlar tarafından yenilip bitirildiğini anlatırlar), Snikwere362, Geisenheim,
Rüdesheim, Boppard, Andernach, Bonn, Köln (13 Haziran, …), Zons, Neuss,
Düsseldorf, Kaiserswerth, Ruhrort, Beck, Wesel, Emmerich, Schenkenschanz,
Nijmegen, Tiel, Wercan, Gorkum363, Dordrecht, Fijnaart, Camfire [Campthout ?],
Middelburg, Flushing. 28’inde oradan bir savaş gemisine bindik, bizi 29 Haziran’da
Downes’te karaya çıkaran bir Flushingli idi. Aynı gün İngiltere’ye ve de karayoluyla
Sandwich’ten Londra’ya vardık 364.

358
Aziz Lazarus’un Grek kilisesi hâlâ gösterilir. Onun cesedinin Venedik’e götürüldüğü söylenir.
359
Santa Croce Dağı, Larnaka’dan uzak değil, İmparatoriçe Helena’nın orada bir şapel inşasını
başlattığı ve içine haçın kırılmış bir parçasını yerleştirdiği gelenekten ötürü böyle
isimlendirilmiştir.
360
Muhtemelen Sanderson ilk başta “Inke” yazdı fakat onu hatalı olarak kopya etti.
361
Mouse Tower, efsaneye göre, Mainz Başpiskoposu Hatto II‘nin hayvanlar tarafından parçalanıp
yutulduğu yerdir.
362
F. 106 b’de “Skinkwere”dür.
363
Gorinchem kastedilmektedir (ç.n.).
364
F. 401 b’ye göre Londra’ya 2 Temmuz’da ulaştı. Tüm bu tarihler Eski Usul’dür.

91
BİR İSTANBUL TASVİRİ

(f. 131 a)

Meşhur şehir İstanbul’un en dikkate değer konularının bahsi,


hem eski hem de geç zamanlarda.

Pausanias, Spartalıların bir lideri, nereye yerleşebileceğini araştırarak


tebaasıyla dünyayı gezinirken, Avrupa’da sahip oldukları gibi öylesine güzel,
bereketli ve verimli bir konuma sahip olmak için öngörüleri olmayan Megaralıları
anlayan Apollo’nun kâhini tarafından Delfi’de gemilerini köre karşı çevirmeleri
gerektiği şeklinde cevaplandı; ama Asya Kalkedonya’da kuruldu, şimdiki adı
Üsküdar’dır. Burada o zamanlar Pausanias, (kimilerinin söylediğine göre) iki denizi
olması veya (diğerlerine göre) bir kaptanın bu isimde olmasından365 Bizans ismini
verdiği küçük bir şehir inşa ederek Spartalılar ile kaldı, İsa’nın gelişinden 663 yıl
önce idi (Roma’da kalan Tullio Hostilio). Başlangıçta bu çok küçük bir yerleşimdi,
ufak çapta olan diğerleri gibi var olmasına alışılmıştı. Bir zamanlar Spartalılara,
onların kurucularına ve başka bir zaman Atinalılara boyun eğdirerek, ülkenin
bereketi ile orası kısa zamanda gelişti, o kadar ki buranın güzelliği ve zenginliğine
âşık olarak, Makedon Kralı, Büyük İskender’in babası, Filip kendi kendine burayı
fethetmeye azmetti; oraya birkaç gün askeri abluka kurdu fakat oraya çok büyük ve
seçkin bir orduyla girmesine rağmen orayı alamadı. Bizanslı bir adam olan Sofist
Leon onunla karşılaştı ve ona şunu söyledi: “Anlat bana, Filip, sen Bizans’tan ne
zarar gördün ki, ona karşı savaşmak için böyle bir hiddetle iddialı hareket ettin?”
“Görmedim,” diye cevapladı Filip “senin şehrinden beni kışkırtan hiçbir zarar
görmedim; ama o Trakya’nın en güzel şehri olduğu için, onunla büyülenmek, onu
fethetmek için beni tahrik etti.” “Âşık olanlar,” diye cevapladı Leon “ve sevgilileri
tarafından sevilmeyi isteyenler, tatlı müzik, hediyeler ve bunun gibi şeylerle elde

365
Bizas, M.Ö. yaklaşık 657 yılında Bizans’ın geleneksel kurucusuydu. Bizans, metinde verilenden
çok daha geç bir tarihte, Spartalı General Pausanias tarafından yeniden inşa edildi ve güçlendirildi.

92
etmeyi amaçlar, ama onlara hasar vermek için orduları ve savaşla değil.” Filip sonuç
olarak orayı ele geçirmeden gitti.

Şimdiye kadar burası ikbal ve saadetle gelişti ve zamanla Asya’nın o zamanki


bütün şehirlerini geçen bir tarzda binalar ve zenginlikle büyütüldü ve verimlilikte
Avrupa’nın en iyilerine denkti. En güzel şeyler arasında burası çok hoş bir görüntüye
sahipti ve övülmeyi en çok hak eden Milet’ten getirdikleri taşlardan yapılmış
surlardı; bu taşların hiçbiri oymalı veya işlenmiş değildi, ama testere ile kalas
biçiminde kesilmişlerdi. Bu, surların, sadece biri görünmesine rağmen çok sayıda
taştan yapılmasına sebep oldu. Ve şehir, fani düşmanı tiran “esmer adam”
Pescennius’a karşı galibiyet elde eden İmparator Severo366 zamanına kadar büyüdü,
bahsedilen İmparator gitmeye ve orayı kuşatmaya tahrik edildi. Orayı üç yıl kuşatma
altında tuttu. Sonunda açlık yüzünden Romalıların idaresine teslim etmeye mecbur
kaldılar; ardından bütün askerleri ve magistratları katlettikten sonra, meşhur surları
tepeden tırnağa mahvettiler.

Böylelikle orası, saatte bir isyan çıkaran ve Roma çok uzak olduğundan
İmparatorların onları düzenlemeye zorlamak için o kadar hızla gelemediğinden
yabani Persler ve Partlara daha fazla olanak ile başkaldırabilmek gayesiyle İmparator
Konstantin’in (Büyük soyadı verilen) Roma imparatorluğu makamını doğuya
taşımaya niyetlendiği 315367 yılına kadar bu felakette kaldı. Bu mevki için çeşitli
yerleri araştırdıktan ve bazılarında inşaya başladıktan sonra, hâlâ rüyalar aracılığıyla
akılları çeliniyordu, ta ki Kalkedon’a gelene kadar ki orası (daha önce söylediğim
gibi) Üsküdar’dır. Artık mevziini seçen ve tasarlayan, etrafta uçan belli kartallar
(Grek yazar Zonora’nın368 yazdığına göre), inşaatçıların odunlarının parçalarını
gagalarında taşıdılar ve Çanakkale Boğazı civarında uçarak, onları yıkılmış Bizans’ın
yakınında aşağı bıraktılar; bu Konstantin tarafından emredilerek, inşaatçıları
Kalkedonya’dan naklettiler; ayrıca O, ilahi gücün arzusu olduğu ve şans için orayı
fethederek, harikulade konumunu da çok beğenip, etrafına uzunlukta, kalınlıkta ve

366
Septimius Severus (21. Roma İmparatoru ç.n.) M.S. 196 yılında Bizans’ı yıktı ve onunla beraber
imparatorluğa karşı çıkan Pescennius Niger, Suriye valisi, çok geçmeden öldürüldü (Bury’s
Gibbon, c. I, s. 108-20).
367
Konstantin’in şehri (İstanbul’u) yeniden inşa ettirdiği tarih 324-330 (veya 334) yıllarıdır.
368
Joannes Zonaras, 12. yüzyıl Bizanslı vakanüvis ve teolog.

93
güzellikte dünyanın en meşhurlarından biri olan, icap eden her şeyle bezenmiş ve bir
kale gibi döşenmiş, şekli üçgen, iki tarafı denizle yıkanan ve diğeri kara ile
çevrelenmiş bir duvar inşa ederek, etrafını dönen yedi en güzel tepenin (aynı sayıda
tepesi olan Roma’ya benzeyen) etrafını çevirdi ve orayı kuşattı. O ayrıca, fermanla
imparatorluğun tüm prenslerine herkesin ya saray ya da birkaç ihtişamlı ve gösterişli
başka mabet inşa ettirmesi gerektiğini emrederek birçok yüksek kule dikti, birçok
ihtişamlı mabetler inşa ettirdi ve orayı hem kamusal hem kişisel en muazzam sayısız
diğer birçok binayla bezedi. Bundan sonra, süslemelerin daha mükemmel olması
adına, Roma’dan çeşitli unutulmaz eski eserlerin getirilmesine yol açtı; Placote
adındaki açık bir yerde yerleştirilmesine yol açtığı, eski Truva’nın en meşhur god
Pallas’ı369 kalanlar arasındadır. Ve porfirden (bir çeşit sert taş) yüksek sütun aynı
yerde dikiliydi; ölçülemez büyüklükteki Apollo tasvirinde pirinç bir heykelin
dikildiği tarafta idi ve Apollo’nun yerinde kendi ismi yazılıydı 370. Süslemesi ve
güzelliği o kadar arttırıldı ki layık olarak bir başka Roma diye anılabilirdi. Onu
çiçekli halde gören eski yazarlar dünyevi imparatorlar için bir konut olarak
değerlendirmektense tanrılar için bir mesken olarak değerlendirmeyi tercih etmişler.
Konstantin burayı Yeni Roma diye adlandırdı fakat insanlar orayı daima,
imparatorun ismi nedeniyle, Konstantinopolis diye adlandırmakta baskın çıktılar.
Burayı halefleri her gün süslediler ve en güzel süslemeler arasında, 120.000’in
üzerinde seçilmiş yazılı kitap içeren saray halk kütüphanesi en görkemli olandı371; bu
kütüphanenin tam ortasında bir ejderhanın kanatları vardı, uzunluğu 120 fitten
fazlaydı, üzerlerinde altın harflerle Homer Iliads372 yazılıydı. Şehrin çeşitli yerlerinde
başka birçok değerli şey vardı; Peri Korusu, bakır çarşısı ve başka sayısız eserler
gibi. Ayrıca çok meşhur heykeller vardı, Juno Samo, Minerva Lindo, Venus

369
Purchas “god Pallas” yerine “Palladius” kullanmıştır.
Bu meşhur heykel ve onun çalınması birçok efsaneye konu olmuştu, Yunanistan ve İtalya’da
birçok şehir (özellikle Roma) onun kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdi. Heykelin İstanbul’a
iddia edilen nakli hakkında bkz. Bury’s Gibbon, c. V, s. 250.
370
Bu heykel için bkz. Bury’s Gibbon, c. II, s. 152. Şimdi “Çemberlitaş” olarak bilinen sütunun
üstündeki Forum’a dikilmişti.
371
Konstantin’in halefi Konstantius tarafından inşa ettirilmiştir.
372
Homeros’un İlyada’sı (ç.n.).

94
Gnido’nunki gibi373; oraya gelen bütün yabancılar öyle hayranlık duydular ki, orayı
kutsal bir şey sanarak güzelliğinden afalladılar.

Burası birçok yıl Grek imparatorların idaresi altında çeşitli mizaçlardan zarar
gördü, o kadar ki rezilliklerinden dolayı yavaş yavaş gerilemeye uğradı; böylece 55
yıl Fransızlara ve Venediklilere bağımlı duruma geldi ve sonunda meşhur Paleologos
Genevesi ailesinin ellerinden meydana çıktı374; ta ki sonunda, uzun bir kuşatmadan
sonra, 29 Mayıs 1453 tarihinde çok güçlü Osmanlı hanedanının ellerine geçene ve
Türklerin sekizinci hükümdarı büyük Sultan İkinci Mehmed tarafından alınana dek;
Büyük Konstantin tarafından kurulduğu zamandan beri (aşağı yukarı) 1190 yıl
olmuş. Yazarlardan, ilk kurucunun Konstantin ve onun annesinin Helen isimli
olduğu gözlenir; aynı şekilde onu kaybeden Konstantin, Helen’in oğludur. Gerçek
dişleriyle yok edici Zaman içinde; kılıcıyla bir Mars 375, bir başkası sıradan veba ve
ardı arkası kesilmeyen vahşetler, çeşitli depremler ve orada her zaman olan çok
sayıda su taşması, onu öyle bir vaziyete getirmiş ki artık zoraki Konstantinopolis
isminden başka kalan pek fazla eski eser yoktur. Ve sonuç olarak bu kalanlarla ilgili
konuşmak adına; bu şehir Trakya eyaletinde konumlanmıştır, cephane açısından
verimli ve güçlüdür, o kadar ki eskiden Mars’ın ülkesi diye adlandırılırmış. Burası
Çanakkale Boğazı’ndadır, Avrupa’da (Kalkedon’dan, artık Üsküdar, 14 mil
mesafede olan), Büyükdeniz veya Karadeniz diye adlandırılan, Euxine Denizi’nin
burnunda Asya’ya karşı kurulmuştur, orası Ovidius’un iki denizin limanı adını
koyduğu yerdir; 45 derece enlem ve 56 derece boylamda bulunmaktadır.

Osmanlı hanedanının, orayı Greklerden kazanan ve onların mabetleri,


kiliseleri, kabirleri, vs. ile bütün meşhur binalarını yerle bir eden güçlü şehzadeleri,
şehri içindeki yedi tepenin zirvesinde inşa ederek, başka bir tarzda donattılar.

373
Sisam Adası özellikle Juno hayranlığıyla, (Rodos’ta) Lindos Minerva’nınkiyle ve Karya
kıyısındaki Knidos Venus’ünkiyle tanınmıştı.
374
1204 yılında Dördüncü Haçlı Seferi kuvvetleri tarafından şehrin ele geçirilişi ve 1251 yılında John
Ducas ve Michael Paleologos tarafından Grek hattının restore edilişi kastedilmektedir.
VIII. Mikhail Paleologos (1259-1282) kastedilmektedir. Daha geniş bilgi için bkz. John Freely,
Saltanat Şehri İstanbul, Çev. Lale Eren, İstanbul, İletişim Yay., 2002, s. 169-183 (ç.n.).
375
İtaliklerin koruyucu tanrısıdır. Mamers ya da Mavors olarak da isimlendirilir. Romalılarda
öncelikle savaş tanrısı ve Romulus’un babası olduğu için Romalıların tanrısal atalarından birisidir.
Bkz. Gerhard Fink, Antik Mitolojide Kim Kimdir, Çev. Ümit Öztürk, İstanbul, Kabalcı Yay.,
1996, s. 204 (ç.n.).

95
Edirnekapı’ya376 doğru batıdan başlayan ilk tepede, eski imparatorluk sarayının
ayakta kalan hatırası olan bir kısım görülür, burası içerisindeki bazı balkonlar, orta
odalar ve sütunlar ile Zaman’ın her şeyi yıkıcı ve altüst edici büyük gücünü iyi
göstermektedir; o cihanın prensinin sarayı şimdi filler, panterler ve diğer hayvanlar
için bir barınak haline getirilmiştir. Güney mahallesinde öteki giriş kapısının
yakınında bu şimdiki Sultan III. Murad’ın Valide Sultanı377 tarafından yakın
zamanda inşa ettirilmiş bir cami378 vardır, bu cami küçük fakat şirin ve inceden
inceye tasarlanmıştır. İkinci tepede, Hıristiyan imparatorların çoğunun saf
mermerden sandıklar içinde gömülü olduğu, hatırlanmaya değer bir şey olan İstanbul
Patriği’nin mabedi ve sarayı vardı, fakat şimdi görülebildiği gibi, dört ya da beş yıl
evvel orası bir camiye indirgendi379.

Üçüncü ve en yüksek tepenin üzerinde büyük Sultan II. Mehmed’in -son ve


talihsiz Grek Konstantin’in şehrini alan odur- camisi ve muhteşem türbesi380
bulunmaktadır; esasen, Türklerin, sorunların daha bariz ve basit olduğu o
zamanlardakinden daha becerikli olduğu bu zamanlarda, takdire şayan bir binadır381.
Onun büyüklüğü ve ihtişamı harikuladedir, Ayasofya’ya benzer şekilde yapılmıştır
ve yakınında kubbeleri kurşun ile kaplı, tam bir küp şeklinde, her ne milletten ya da
dinden olursa olsun yabancıları ve yolcuları ağırlamak için düzenlenmiş 100 konut

376
Edirnekapı, şehrin kuzey batısındadır. Bahsedilen bina Belisarius Sarayı olarak bilinir.
377
Nurbânû Sultan kastedilmektedir. Daha geniş bilgi için bkz. İlhan Şahin, “Nurbânû Sultan”, DİA,
c. 33, İstanbul, 2007, s. 250 (ç.n.).
378
Sanderson Osmanlıların yaptırdığı camilerden kilise diye bahsetmektedir, ama biz bu metinde
onları cami olarak düzelttik. Ayrıca padişahlardan imparator ve şehzadelerden de prens diye
bahsetmektedir, aynı şekilde onları da düzelttik (ç.n.).
379
St. Mary Pammakaristos kilisesi, Fener’e bakan tepededir.
Ana kilise 12. yüzyılda Ioannes Komnenos adında bir soylu ve karısı Anna Doukaina tarafından
inşa ettirilmişti. 1591 yılında III. Murad tarafından camiye dönüştürülmüştür ve Gürcistan ve
Azerbaycan’ın fethi anısına “Fethiye” ismi verilmiştir. Bkz. John Freely, a.g.e., s. 369 (ç.n.).
380
II. Mehmed’in büyük camisi, 1763 depreminden sonra yapılan tamiratla bozulmuş olmasına
rağmen, hâlâ şehrin görülmeye değer en önemli yerlerinden biridir. Etrafında sekiz akademi,
öğrencilerin kalması için bir mekân, fakirler için bir aşevi, bir hastane, bir kervansaray ve bir
hamam bulunmaktadır (Murray’s Handbook s. 84).
381
İstanbul Fatih’te fetihten sonra yapılan ilk selâtin camii ile etrafındaki külliyedir. Caminin iki
yanında medreseler, bunların önünde bir tarafta tabhâne, öteki tarafta dârüşşifâ, daha ileride bir
çarşı ile bir de hamam yer almaktadır. Bugünkü Fâtih Camii ilkinden çok farklı olmakla beraber
bazı yerlerinde eskisini hatırlatan iz ve kalıntılar mevcuttur. Bkz. Semavi Eyice, “Fâtih Camii ve
Külliyesi”, DİA, c. 12, İstanbul, 1995, s. 244-249 (ç.n.).

96
vardır; onlar burada, memnun kalırlarsa veya masrafları doğmuşsa kendilerinin ve
hizmetçilerinin yiyecekleri için herhangi bir şey ödemeden, üç gün atları ve
hizmetçileriyle beraber dinlenebilirler (diğer külliyelerde olduğu gibi). Üstelik
bunlar, gelen birçok fakirin her birine ücretsiz yemek ve günde bir akçe bahşedildiği,
şehrin fakirleri için caminin çevresindeki diğer 150 misafirhanenin dışındadır. Orada
ayrıca, ihtiyacı olan herkese ücretsiz şurup ve ilaç bahşedilen bir yer ve akıl
hastalarının tedavisi için bir diğer yer bulunmaktadır. Bahsedilen Sultan II. Mehmed
buranın idamesi için o zaman yılda altmış bin duka vakfetmiştir ki, bu şimdi
200.000’in üzerine çıkmıştır. Ayasofya vakfı, Bedesten382 vakfı, Büyük Türk’ün
sarayına gelene kadar büyük dükkânların gündelik gelirlerinin 1001 akçesi bu büyük
vakfa aittir.

Dördüncü tepenin üzerinde Sultan I. Selim’in -Sultan Süleyman’ın babası-


camisi ve türbesi383 vardır, diğerleri ile aynı şekil ve tarzda ve diğerlerinden daha
sağlam bir binadır. Beşinci tepede, diğer hiçbir camilerinde olmadığı kadar genişlik
ve Türkler tarafından en çok uğranılan büyük bir meydan ile beraber, Sultan II.
Bayezid’in -adı geçen I. Selim’in babası- camisi ve türbesi384 bulunmaktadır. Altıncı

382
Bedesten, tam olarak “bir kumaş pazarı”dır, fakat genellikle bir kapalıçarşı anlamına gelir.
Osmanlı dönemi Türk şehirlerinde ticaret bölgesinin çarşı içindeki merkezi ve değerli malların
saklanıp satıldığı bir bina türüdür. Bedestenler başta mücevher ve değerli taşlar olmak üzere
silâhlar, müzeyyen koşum takımları ile değerli kumaşların da satıldığı yerlerdi. Bkz. Semavi
Eyice, “Bedesten”, DİA, c. 5, İstanbul, 1992, s. 302-311 (ç.n.).
383
I. Selim’in camisi şehrin kuzey kısmındadır, Petri Kapı’ya yakındır.
İstanbul’da XVI. yüzyılda Kanûnî Sultan Süleyman tarafından babası Yavuz Sultan Selim adına
yaptırılan külliyedir. Fatih ilçesinin Yavuzselim semtindeki Çukurbostan denilen Bizans açık su
haznesi yanında Haliç’in dik yamaçları üzerindedir. Bu mevkiye aynı zamanda Mirza Sarayı
dendiği rivayet edilir. Külliye esas olarak cami, iki tabhâne, Sultan Selim ve Hafsa Sultan türbesi,
şehzadeler türbesi, mektep ve imaretten teşekkül etmiştir. Bir hayli uzakta olduğu halde bir çifte
hamam da külliyeden sayılmaktadır. Ayrıca yine Kanûnî Sultan Süleyman tarafından Yavuz
Sultan Selim adına Mimar Sinan’a yaptırılan ve dershanesi de bir cami olarak düzenlenen medrese
ve çeşmeden oluşan küçük bir ikinci külliye Yenibahçe’de bulunmaktadır. Evliya Çelebi’ye göre
bir kervansaray da mevcuttur (Seyahatnâme, I, 325). Bkz. İ. Aydın Yüksel, “Sultan Selim Camii
ve Külliyesi”, DİA, c. 37, İstanbul, 2009, s. 513-516 (ç.n.).
384
II. Bayezid’in camisi, hemen hemen şehrin doğu yarısının merkezindedir.
Bayezid Camii, İstanbul’un merkezî bir yerinde, şehrin Bizans devrindeki en büyük meydanı olan
Forum Theodosiacum veya Forum Tauri’nin bir köşesinde Sultan II. Bayezid tarafından inşa
ettirilmiştir. Külliye bir cami, türbe, aşhâne-imaret, sıbyan mektebi, tabhâneler, medrese, hamam
ve kervansaraydan ibarettir. Bütün bu yapılar Fâtih Camii ve Külliyesi’nden farklı olarak onun
gibi tamamen simetrik bir esasa göre değil, fakat şehrin ortasındaki bu araziye dağınık bir biçimde
yerleştirilmiştir. Bkz. Semavi Eyice, “Bayezid II Camii ve Külliyesi”, DİA, c. 6, İstanbul, 1992, s.
45-49 (ç.n.).

97
tepede muzaffer ve namağlup Sultan Süleyman’ın harikulade camisi ve türbesi
bulunmaktadır; şehrin en iyi ve en çok uğranılan yerinde, selefi olan padişahların
bütün diğer camilerini; muhteşemden fazla büyüklük, sanat işçiliği, mermer sütunlar
ve zenginlikte geride bırakan ve böyle bir hükümdara yakışır bir binadır; dünyanın
yedi harikası ile boy ölçüştürülmeyi hak eden bir eserdir385.

Yedinci ve son tepede, 530 yılında386 Doğu’nun 15. imparatoru I. Iustinianos


tarafından kurulan, şaşaalı Ayasofya mabedi bulunmaktadır. O; büyüklüğü, sanat
işçiliği, güzelliği ve zenginliği benzersiz bir binadır, Süleyman’ın kendi mabedinin
binasıyla boy ölçüştürülmesine deli olduğu söylenir. Geçmiş zamanda bu bina şehrin
büyük bir kısmını almıştı. Agrippa’nın inşa ettirdiği Roma’daki Panteon gibi, bu
mabedin ortası bir küp içinde yuvarlak yapılmıştır; onun gibi, bunun da tepesi
kubbedir, ama daha geniş ve daha yüksektir. Ve iki sıra çok büyük mermer sütunlar
vardır, hepsi bir renkte ve o kadar kalınlar ki iki adam zorla sarabilir; o zamanlar,
altın ve lacivert taşı ile mozaik tasvirin ardından harika ustalıkla yapılan küpü
destekleyen, daha yüksek olan ve o kadar uzun ve kalın olmayan başka bir mimarî
üslup vardı. Mabedin iç kısmı tamamen sıvanmıştır ve porfir, yılantaşı ve çeşitli
renklerdeki mermerden büyük masalarla aşırı süslüdür ve etrafı dönen revaklar duvar
malzemesi ve sanat işçiliği açısından benzerdir, tüm fevkalade hoşluk ve güzellik
alışılagelenden daha fazladır. Gel gör ki Türkler tüm tarzdaki resimlerin (boyanmış
görüntüler olduğundan) gözlerini kazıyarak silmişler. Dış tarafındaki kaplama
kurşundan, kapılar (dünyada en güzel olan) Gördüş’ün saf metalindendir. Bu yapı,
Grek imparatorlar zamanında 100 kapısı olduğundan ve katedral rahiplerinin,
rahiplerin ve diğerlerinin evlerinin etrafını dolaşmak yaklaşık bir milden fazla
olduğundan, yalnızca Doğu’nun değil tüm dünyanın en zengin, mükemmel ve şaşaalı

385
Muhteşem Süleyman’ın camisi, “İstanbul’dakilerin tamamından kat be kat daha ihtişamlıdır”
(Hutton, s. 295).
İstanbul’un Süleymaniye semtine adını veren, XVI. yüzyıla ait en büyük cami ve külliyedir.
Yaklaşık altmış dönümlük arazi içinde farklı derecelerde eğitim veren medreseler, dârülhadis, tıp
medresesi ve şifâhâne, dârülkurrâ, sıbyan mektebi, imaret (dârüzziyâfe ve tabhâne), han, hamam,
mimarın kendi türbesi ve çok sayıda sıra dükkân yer almaktadır. Bkz. Selçuk Mülâyim,
“Süleymaniye Camii ve Külliyesi”, DİA, c. 38, İstanbul, 2010, s. 114-119 (ç.n.).
386
Ayasofya 537’de inşa edilmiştir.
Altı yıl içinde tamamlanan Ayasofya 27 Aralık 537 tarihinde açılmıştır. Bkz. Semavi Eyice,
“Ayasofya”, DİA, c. 4, İstanbul, 1991, s. 206-210 (ç.n.).

98
mabedi idi. 300.000 duka yıllık vakıf gelirine sahipti. Orada artık, şimdiki Sultan III.
Murad’ın babası olan Sultan II. Selim’in türbesi vardır387. Onun, yer ihtiyacından
yapımını Edirne’de başlattığı camisi de şaşaalı bir şeydir.

Şehrin dirseklerinden biri üzerinde (Avrupa ve Asya’yı bağlayan boğazın bir


kavşak noktası), Lord of Gold (her kim ona ihtimal verdiyse bağrından kuşatıldığını
şimdiki kadar sezdiği bir isim) denildiği kadar, eskilerin Chrissochiro adıyla da
andığı ve Greklerin St. Demetrio diye adlandırdığı bir burunda; geçmiş zamanda,
bahsedilen Ayasofya’nın papazlarının manastırı olan ve büyük II. Mehmed
tarafından inşa ettirilip, onun tüm başarıları ile genişletilen ve donatılan, etrafı dört
mil olan yüksek bir duvar ve çok güzel kuleler ile çevrelenen, Büyük Senyör’ün
hayranlık uyandıran meskeni bulunmaktadır (Harem)388. O; o kadar güzel saraylar,
görkemli bahçeler, mermer sarnıçlar, mükemmel çeşmeler, şaşaalı hamamlar ile
ikmal edilmiştir ki, onları tarif etmek mantıksız bir görev olurdu, özellikle şimdiki
Sultan III. Murad’ın onu öyle muazzam ikmal etmeye başlaması hakkında, çünkü o
orada tek başına bütün seleflerinin birlikte yaptıklarından daha çok inşa yaptırdı. Ve
onu bilhassa iki güzel mesken ile güzelleştirdi veya onların köşk dedikleri, ziyafet
yemeği verme konutu da diyebiliriz ki bunlar, üstü yapraklarla kaplanmış, ama
görülmemiş kabartma, resim ve tezhip eserleri ile aşırı süslüdür; porfir ve
yılantaşından kaliteli mermer sütunlarla inşa edilmiş, altın ve hesaplanamaz
harcamalarla zengince hazırlanmıştır. Büyük Harem dışında, oraya yakın bir
konumda, üzerinde Osmanlıca harflerle yazılmış olan metinde okunabileceği gibi,
imparatorluk sahipliğini almak için geldiğinde, kayıktan inerek oraya karadan

387
Peçuylu İbrâhim Efendi’nin verdiği bilgiye göre inşasına 1573-74 yıllarında Sultan II. Selim’in
emriyle Ayasofya Camii’ne ilâveler yapılırken başlanmıştır. Türbe tamamlanmadan vefat eden
padişah önce aynı alanda kurulan otağ içine gömülmüş, yapı 1576-77 yıllarında bitirildiğinde
buraya nakledilmiştir. Bkz. Zeynep Hatice Kurtbil, “Selim II Türbesi”, DİA, c. 36, İstanbul, 2009,
s. 418-420 (ç.n.).
388
Şimdi Eski Harem olarak bilinir, II. Mehmed döneminden 1839’a kadar Sultan’ın başlıca yeriydi.
Buranın tasviri için bkz. Mundy c. I, s. 28.
Topkapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmıştır. Yapımının 1465 yılında başladığı
kabul edilmektedir. Kendisinden sonraki bazı padişahlar da saraya ekler yaptırmıştır. XVI. yüzyıl
sonuna doğru başlayan bu eklemeler XIX. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Saray halkı,
XIX. yüzyılın ikinci yarısında Sultan Abdülmecid’in yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı’na taşınmış,
fakat Topkapı Sarayı önemini hiçbir zaman kaybetmemiştir. 18 Ekim 1924 tarihinde müze olarak
düzenlenip açılmıştır. Bkz. Zeynep Tarım Ertuğ, “Topkapı Sarayı”, DİA, c. 41, İstanbul, 2012, s.
256-261 ve İlber Ortaylı, İstanbul’dan Sayfalar, İstanbul, İletişim Yay., 2002, s. 169 (ç.n.).

99
gitmesinin anısına, bu şimdiki Sultan III. Murad tarafından inşa ettirilen; beyaz
mermerden, altınla donatılmış, çok ince işçilik eseri, birinci sınıf su ile dolu olan,
küçük ama pahada ağır bir çeşme vardır389.

Şehrin en mühim yerinde, Sultan II. Bayezid Meydanı ve Sultan


Süleyman’ınki arasında, Eski Harem denildiği kadar Türk’ün Eski Sarayı 390 diye de
adlandırılan bir başka Harem vardır. Bu saray evvela Şanlı II. Mehmed (daha önce
adı geçeni kastediyorum) tarafından inşa edildi ve burada ikamet edildi. Burası,
muzaffer Sultan Süleyman kendi camisini yaptırmak için yarısını almadan önce,
yaklaşık 2.000 fit idi. Harem, hiç kule olmaksızın, on beş yarda yüksekliğinde bir
duvar ile çevrelendi. Büyük Senyör’ün cariyeleri orada kaldılar. Büyük Senyör;
içeride güzel konutlar, büyük meyve bahçeleri, çok sayıda hamam, temiz çeşmeler
olduğundan çok defa oraya zevk için giderdi ve eski zamanlardan merhum padişahlar
orada avlanmaya alıştırıldılar.

Sultan Süleyman’ın, oğullarından birinin -Şehzade Mehmed adındaki


(yukarıda bahsedilen diğer Şanlı II. Mehmed’den başka)- ölümü üzerine yapımını
başlattığı cami391 gibi; büyük maliyetli ve güzel manzaralı, saltanat ihtişamı ile inşa
ettirilen, diğer birçok güzel cami şehir boyunca dağılmıştır. Onun yakınında

389
Bu çeşme, o yıllarda Sultan Bayezid Köşkü olarak bilinen, Yalı köşkü sahillerindeki çeşmedir.
Kitabesinden çeşmenin Sinan Paşa tarafından Mimar Davud’a yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Bkz.
Abdurrahman Şeref, “Topkapı Saray-ı Hümâyunu”, TOEM, I., s. 997.
390
Eski Saray, sultanların asıl ikametgâhıdır. Burası sonradan seraskerler tarafından işgal edildi.
Eski Saray yani Sarây-ı Atîk-i Âmire, İstanbul’da inşa edilen ilk Osmanlı sarayıdır. Fâtih Sultan
Mehmed, İstanbul’un fethinden sonra bugün Bayezid Camii ile Süleymaniye Camii arazilerini de
içine alan, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ile üniversitenin bazı bölümlerinin üzerinde
bulunduğu alana ilk sarayını yaptırmıştır. 1826’da seraskerlik makamına devrine kadar önemini
koruyan Eski Saray aynı tarihte Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra seraskerliğe tahsis
edilmiş, içindeki kadınlar Topkapı Sarayı’na ve Eyüp Çifte Saraylar’a nakledilmiştir. Serasker
paşalar teşkilâtıyla birlikte bir süre sarayın kasır ve müştemilâtında oturmuştur. 1866’da Fransız
mimarı Bourgeois’ya, Eski Saray yapılarının yıkılmasından sonra onların yerine bugün İstanbul
Üniversitesi Rektörlüğü tarafından kullanılmakta olan bina yaptırılmıştır. Bkz. Banu Bilgicioğlu,
“Sarây-ı Atîk-i Âmire”, DİA, c. 36, İstanbul, 2009, s. 122-125 (ç.n.).
391
Şehzâde Camii.
Kanûnî Sultan Süleyman’ın, Manisa sancağında vali iken 1543 yılında vefat eden oğlu Mehmed
adına yaptırdığı Şehzade Külliyesi, Mimar Sinan’ın tasarladığı ilk selâtin külliyesi olup
Bayezid’den Edirnekapı’ya giden cadde üstünde bu yapı münasebetiyle Şehzadebaşı diye anılan
mevkide yer alır. Bkz. İsmail Orman, “Şehzade Külliyesi”, DİA, c. 38, İstanbul, 2010, s. 483-485
(ç.n.).

100
(keşişlerin tarzında barınan) yeniçeriler konağı bulunmaktadır. Cuma camileri392 gibi
ve ibadet için diğer yerler orada aynı şekilde birçok paşa ve diğer büyük şahsiyetler
(fakat daha önce görevlendirilenler kadar önemli değil) tarafından inşa ettirilir;
Mehmed Paşa, Davud Paşa, Rüstem Paşa, Mehmed Paşa ve Hadım Mesih Paşa’nınki
gibi. Ve şimdi diğerlerinden daha iyi olan iki yeni binaları var: biri mükemmel Sinan
Paşa’nın393, İmparator elçisinin konutunun yakınındaki kırmızı sütunun yanındadır;
diğeri, çok güzeldir, Avrat Pazarı’nda (Pompei’den olduğunu söyledikleri sütuna
yakın), mükemmel Cerrah Mehmed Paşa’nınkidir ve daha birçok farklı bina vardır.
(Bu kitapçığı hediye eden Yahudi, sayısız defa söyledi. Bazı Türkler bana Türklerin
büyük ve küçük camilerinin sayısının 18.000 olduğunu söylemişti394. Vaktiyle
İskenderiye’de bulunan ve orada vefat eden, Greklerin patriği, Militeo, bana
İstanbul’da 100 Hıristiyan kilisesi olduğunu anlatmıştı. Kesin surette, şehrin içinde
ve kenar mahallelerde daha fazla olduğunu anladım, Galata’da, suyun öte tarafında
(Londra’da Southwark’a nazaran), içerisinde putların bulunduğu dört veya beş tane
Katolik kilisesi ve iki veya üç tane de Roma keşiş manastırı vardır; Grek kiliselerinin
ve keşişlerinin daha çoktur ki onların kiliselerinde hiç put yoktur ancak orada
Katoliklerin yaptığı gibi kendilerini kamçılarlar. Hatırladığım kadarıyla, bunu bir
Kutsal Cuma gününde görmüştüm. Hıristiyanların kiliselerinde çan395
bulundurmalarına izin verilmez. Burada ele alınan amacın dışında kalan Yahudi
bahsi meselesinden bu kadar.)

392
Cami-mescid, daha geniş tipte bir cami idi.
393
Rüstem Paşa Camii, kendisinin torunu ile evlenen Sinan Paşa tarafından inşa ettirilmiştir.
Koca Sinan Paşa kastedilmektedir. Fakat Hakluyt’un bu dipnotunda yanlışlık vardır. Çünkü
Rüstem Paşa ile Mihrimah Sultan’ın torunlarıyla evlenen Cigalazâde Sinan Paşa’dır. Hakluyt iki
farklı Sinan Paşa’yı karıştırmış olmalıdır. Bkz. Mehmet İpşirli, “Koca Sinan Paşa”, DİA, c. 26,
İstanbul, 2002 ve Mahmut H. Şakiroğlu, “Cigalazâde Sinan Paşa”, DİA, c. 7, İstanbul, s. 525-526
(ç.n.).
394
F. 351 a’da Sanderson “Bazıları surlar içerisinde 18,000 cami olduğunu bildirir, ama ben 8000 ya
da 9000’den fazla olmadığını düşünüyorum, bunların en az 100’ü Hıristiyan kilisesidir ve birçoğu
Yahudi sinagogudur” demektedir.
395
Elçi Bay Edward Barton’ın gömülü olduğu Heybeliada’daki manastırda, yassı demirden uzun bir
parça gördüm, yarım ayak genişliğinde, bir buçuk inç kalınlığında ve yerden yanlamasına bir
buçuk yarda idi. O Grek manastırında keşişleri bir araya davet etmek amacıyla çan yerine bunu
kullanıyorlar (Purchas’ın versiyonunda Sanderson’ın notu).

101
Şehrin en büyük ve en meşhur meydanı geçmiş zamanda Greklerin
Hipodrom396 diye ve şimdi Türklerin Atmeydanı diye adlandırdıkları yerdir, iki isim
aynı oranda kullanılır, orada atları koşturdukları ve koşturuyor oldukları için her iki
dilde Atların Koşusu’dur. Geçmiş zamanda orası daha büyükmüş, fakat zamanla
çeşitli büyük adamların inşa ettirdiği birçok saray orayı küçültmüş, görülen o güzel
sarayı Sultan Süleyman zamanında inşa ettiren büyük İbrahim Paşa397 gibi; şimdi bu
diğer İbrahim Paşa’nın398, sultanın kızıyla evlendiği zaman kendisine verilen
konutudur. Hemen onun karşısında, kızını Ahmed Paşa ile evlendirdiği zaman,
faziletli Rüstem Paşa tarafından onun zamanında inşa ettirilen başka bir Harem
bulunmaktadır.

Bu büyük meydanın tam ortasında, saf bronzdan dört tane küp biçiminde
sütun tabanı üzerinde yükseltilmiş, yekpare, 50 cubit399 yüksekliğinde, çok büyük
harfler oyularak işlenmiş sütunun; en üst bölümünde namağlup Julius Sezar’ın -şimdi
Papa Sistus’un St. Peter Meydanı’nın tam ortasına geri götürdüğü- küllerinin
hapsedildiği Roma’daki obeliske benzeyen; iç içe geçen taştan çok güzel bir piramit
görülür. Roma’nın 43’üncü (memleketi itibariyle bir İspanyol) ve İstanbul’un
80’inci400 imparatoru I. Theodosios401; Gotları, Alani’yi, Hunis’i ve Doğu’nun ve

396
Hipodrom, Ayasofya’nın güney batısında uzanır. Hipodrom ve eserleri hakkında bir bahis için
bkz. Della Valle c. I, s. 37.
Osmanlılar zamanında İstanbul’da Sultan Ahmed Camii’nin önündeki meydana verilen isimdir.
İstanbul’un fethinden sonra, ortasında Hipodrom’un bulunduğu bu alan, Atmeydanı adı ile at
yarışlarının ve cirit oyunlarının yapıldığı bir yer olarak varlığını sürdürmüştür. Bkz. Tanju Cantay,
“Atmeydanı”, DİA, c. 4, İstanbul, 1991, s. 82-83 (ç.n.).
397
İbrahim Paşa, meşhur vezîriâzam ve Muhteşem Süleyman’ın gözdesidir, bununla birlikte
Süleyman Mart 1536 tarihinde tahta göz diktiği şüphesiyle onu infaz ettirmiştir. İbrahim Paşa’nın
Atmeydanı’nın yakınındaki şatafatlı sarayı sonraki bir tarihte imparatora ait içoğlanların meskeni
durumuna gelmiştir.
398
1586 yılında gözdesi olduğu III. Murad’ın kızı Ayşe Sultan ile evlendi. Bu hükümdarın halefinin
döneminde, İbrahim üç defa vezîriâzam oldu ve 1601 yılında öldüğü zaman bu görevi haizdi.
399
Cubit, dirsekten orta parmağın ucuna kadar olan mesafeye eşit eski bir uzunluk ölçüsü
birimidir. Antik Çağ, Orta Çağ ve Erken Modern Çağ'da kullanılan bu birim dünyanın değişik
bölgelerinde farklı uzunlukları göstermekteydi (ç.n.).
400
“Altıncı” olması gerekir.
401
I. Theodosios (379-395), eski “İmperium Romanum”un doğu ve batısında tek başına hüküm süren
son imparator olmuştur. Onun zamanında Hıristiyanlık resmen devlet dini olarak ilan edilmiş ve
putperestlik kanun dışı kalmıştır. Sultanahmet Meydanı’ndaki Dikilitaş onun devrinden hatıradır.
Onun ölümünden sonra imparatorluk iki oğlu Arkadios ve Honorios arasında Doğu ve Batı Roma
olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bkz. Işın Demirkent, “Bizans”, DİA, c. 6, İstanbul, 1992, s. 230-244
(ç.n.).

102
Batı’nın imparatorluklarını gasp eden pek çok tiranı yenmesi anısına bu anıtın
dikilmesine yol açtı, üzerine Grek ve Latin dizeleri kazınmıştı, bir çarkın bazı
Latince kısımları götürmesine rağmen, aşağıdakiler, pek çok yıldan sonra hâlâ
okunuyor:

difficilis quandam dominus parere serenis


jussus et extinctis palmam portare tiranis
omnia Theodosio cedunt suboli que pereni
terdinis sic victus seco domitus que diebus
judice sub Proclo superas elatus ad auras.402

İki cubit yüksekliğindeki temelde çift olan ayağında, büyük Konstantin’in


şehri inşa ettirmesinden sonraki 76’ıncı yıl olan, 390 yılında I. Theodosios tarafından
orada yükseltilen ve dikildiğinden beri 1200 yıl geçen -şimdi 1594 yılıdır- bu piramit
veya obeliski yerleştirmek için kullandıkları yöntem ve yol oymalarla işlenmiştir.
Dört cubit yüksekliğindeki ikinci temelde, bahsedilen imparator I. Theodosios’a
(kendisi de tam ortada oymalarla işlenmiştir) her taraftan hediyeler getiren ve biat
sunan etraftaki tiranlar oymalarla işlenmiştir. Bu meydanda ayrıca başka bir sütun
daha vardı, çok yüksek, kesme taştan, bir şekilde zamanla tamamı yıkıldı403; ve
fevkalade sanat işçiliği ile pirinçten yapılmış, birbirini saran ve ağızları yukarıya
doğru olan üç yılan formunda, şehre saldırdıkları bir zamanda yılanların aklını
başından almak için yapıldığı söylenen bir tanesi de aynı şekildedir 404. Obelisk ve

402
“Önceleri direnmiştim; fakat yüce efendimizin emirlerine itaat ederek, yenilen tiranlar üzerinde
zafer çelengini taşımam gerekti. Her şey Theodosios ve onun kesintisiz sülalesine boyun eğiyor.
Bana da galip geldiler ve reis Proclus’un idaresi altında otuz günde yükselmeye mecbur oldum.”
Freely, John; Çakmak, Ahmet S., İstanbul'un Bizans Anıtları, Çev. F. Gülru Tanman, Ed.
Selahattin Özpalabıyıklar, İstanbul, Yapı Kredi Yay., 2005, s. 37 (ç.n.).
403
Devasa heykel, başlangıçta yaklaşık yüz fit yüksekliğindeydi. Eskiden pirinç levhalarla
kaplanmıştı ve iki tekerlekli at arabası yarışlarında hedef noktası olarak belirlenmişti. O yıkılmaya
yüz tutmuş bir durumda, hâlâ ayaktadır.
404
Meşhur Yılanlı Sütun, Konstantin tarafından dikilmiştir. Üç baş bundan yıllar önce ortadan
kaybolmuş, ama eserin geri kalanı hâlâ yerindedir. Lybyer (s. 240) bu başların Eski Saray’ın
hazinesinde olduğunu söyler, Hutton (s. 324) sadece birinden bahseder ve onun müzede olduğunu
bildirir. Ayrıca bkz. Mundy, c. I, s. 33, 195.

103
pirinç sütun arasında; eşit mesafede, çok yüksek, şimdiki Sultan III. Murad’ın babası
Sultan II. Selim’in, bulunduğu yerden kaldırdığı ve temeli ve üst süslemeleriyle,
orada inşa ettirdiği cami için Edirne’ye gönderdiği dört sütun vardı. Burada bir de,
İbrahim Paşa sarayından önce, birkaç yıl evvel, muzaffer Sultan Süleyman’ın,
Budin’i aldıktan sonra, zaferinin delili olarak getirdiği üç güzel tunç heykel vardı
(ve başka hiçbir şey); onlar en meşhur Macaristan Kralı büyük Matthias
Corvinus’undu405. Bahsedilen heykeller, adı geçen İbrahim Paşa katledildiği zaman,
insanların hiddetiyle yere atıldılar.

Bu meydanın sonunda, Ayasofya’ya doğru, bir de, eskiden orada olan bir
tiyatronun, insanların orada sergilenen oyunları ve eğlenceleri izlemek için
oturdukları büyük bir balkonunun belirlenmiş kalıntıları görülür. Şimdi orası, içinde
Büyük Türk’ün aslanlarının ve diğer hayvanlarının korunduğu bir yerdir. Bir şey
kaldı, fikrimce burada hayret edilen ve en göze çarpan, yeraltının tamamen boş
olması ve tamamı kısım kısım işlenmiş temeli ve üst süslemeleriyle değerli
mermerden sütunlarla desteklenmiş sarnıçlar olmasıdır. Sütunların sayılarının 1000’i
geçtiği söylenir ve sarnıçlar aydınlık ve temiz su doludur. Ayrıca ipeği eğirmek için
beraberinde kullandıkları araç gereç ve büyük çarklar vardır. Ve diğer birçok
yıkılmış yerlere bakarak anlaşılabileceği gibi, sadece bu meydanda değil, meğerse
kesin olarak tüm şehrin altında yürüyebilmeleri düzenlenmiştir. Birkaç yıl evvel
şimdiki Sultan III. Murad’ın, onu ilk kez baba yapan oğlunun -Sultan III. Mehmed-
sünnetinde üç ya da dört aylık süre zarfında eğlenceler düzenlediği zamanı görmek
çok güzeldi. O zaman yaptıkları gösteriler ve oyunlar harikulade ve olağanüstü bir
şeydi.

Silivrikapı tarafına doğru, Türk Avrat Pazarı diye adlandırılan (kadınların


pazarı da deniliyor, çünkü el işlerini ve eşyalarını satmak için oraya gelirler) bir diğer
geniş ve açık yerde; dış tarafı etrafı dönülerek tamamen yazılmış, iç kısmında boşluk
yapılmış çok yüksek büyük bir sütun görülür, muhtemelen Roma’daki Pompei’den
olan benzer tarzdaki bir diğerine benzediği için genellikle Pompei’den olduğunu
söylerler; fakat ben bunun dikilmesinin nedeni olarak ne Pompei’ye ne de başkasına

405
Matthias I, Hunyadi, 15. yüzyılda Macar kralıdır.

104
inanıyorum406. Kırmızı mermerden, demir çemberlerle etrafı sarılmış bir diğer
yüksek sütun; üzerindeki, zamanın tahrip ettiği ve alevlerin çok defa yaktığı, onların
anlayamayacakları ve okuyamayacakları şekildeki bazı Grek harfleriyle, İmparator
elçilerinin kaldıkları yerin yakınında bulunmaktadır407.

İstanbul şehrinde ayrıca; eskilerin Numathia408 dedikleri, o zaman meyve


bahçeleriyle dolu olan, suyla doldurdukları ve bunun üzerinde, insanları eğlendirmek
için, donanmalarının çarpışmalarını gösterdikleri; görülecek bazı çok harika yerler
vardır. Şehrin trafiği açısından en mühim yerlerinde; dört köşeli, yüksek ve tavanı
büyük kulübelerin çatıları biçiminde kubbe şeklinde yapılmış belli binalar olan, dört
kapısının her biri etrafındaki dört sokak üzerine açılan, paha biçilemez değerde
kıymetli taşlar ve inciler, samur kürkler ve diğer her nevi pahalı kürkler, ipekler ve
değerli kumaşlar, kemerler, oklar, kalkanlar ve kılıçlar gibi bütün ender ve muhteşem
emtia ile doldurulmuş dükkânlarla donatılmış iki bedesten vardır. Burada ayrıca;
sanki atlarını satıyorlarmış gibi gözlerine, ağızlarına ve diğer tüm kısımlarına
bakarak, her mezhepten ve yaştan birçok Hıristiyan esir satıyorlar. Türkler, tatil
günleri olarak kabul ettikleri Cuma günü hariç, her öğleden evvel bunu yapıyorlar.

Bir de dikkat çeken Saraçhane var, saraçlar caddesi ve onların deri işinde
çalıştıkları cadde: deri o kadar kıymetli ve pahalı bir şey ki, oraya gelen yabancıların
büyük kısmı, İstanbul’da görülebilecek en kıymetli ve pahalı şeylerin geri kalanının
hepsinden çok bu yerde hayret eder.

406
Arkadius sütunu diye isimlendirilmiştir ve Sandys (s. 28) tarafından tasvir edilmiştir. Şimdi sadece
tabanı kalmıştır. Ayrıca bkz. Mundy, c. I, s. 34, 196.
Babası I. Theodosios şerefine Arkadius tarafından dikilmiştir. Sütunun gövdesi Theodosios’un
zaferlerini temsil eden kabartmalarla bezenmiş bir şeritle süslenmiştir. Yüksekliği 50 metreyi
aşmaktadır ve tepesinde Arkadius’un, oğlu II. Theodosios tarafından 421 yılında konulan, büyük
bir heykeli vardır. 704 yılındaki deprem heykeli harap etmiştir. Sütun 1715 yılına kadar ayakta
kalmıştır. Bkz. John Freely, a.g.e., s. 354 (ç.n.).
407
Konstantin’in sütunu çok hasarlı bir halde hâlâ ayaktadır, Hipodroma yakındır. Genellikle
“Çemberlitaş” olarak bilinir. Ayrıca bkz. Mundy, c. I, s. 34, 196.
Roma döneminde İmparator I. Konstantin’in (324-337) kendi adını taşıyan meydanın ortasına
diktirdiği anıttır. Tepesinde bir sütun başlığı ve onun da üstünde Konstantin’i temsil eden bir
Apollo heykeli vardır. Fakat 1106 yılında bir fırtınayla yıkılmıştır. Bundan yaklaşık 50 yıl sonra I.
Manuel Komnenos, sütun başlığı yerine bugünkü örme taş kısmını ve en üste de, Türklerin fetihten
sonra kaldıracakları büyük bir haç koydurmuştur. Bkz. John Freely, a.g.e., s. 350 (ç.n.).
408
Purchas bunu “Naumachia” olarak düzeltir.
Naumachia: Eski Romalılarda deniz savaşlarını anlatan sahne oyunu (ç.n).

105
Şehir ayrıca; eski Yunan ve Romalıları taklit ederek, büyük işçilik, ihtişam ve
neredeyse olağanüstü harcama ile inşa ettirilen ve tasarlanan, hem halka ait hem de
özel birçok gayet güzel hamamla doludur. Üstelik Büyük Türk’ün haremi, onun
kadınları ve paşalarınınkiler, çeşitli ve nadir renkli mermerden sütunlar, tezgâhlar ve
döşemeler ile en yaygın tarzlarda güzelleştirilmiştir. Onlar bol miktarda sularıyla
birlikte güzel ve çok büyükler.

Eski ve yeni çeşitli haremlerden, birçok vezirlerin güzel evlerinden geçtim.


Vezirlerin konak ve sarayları, o kadar ihtişamlı yüksek duvarlarla çevrilidir ki,
saraydan çok şehre benzemektedir. Dışarıdan hiç güzel görünmeyen bu binaların
içleri dünyanın sunduğu bütün zenginlik ve keyifle doludur. Türkler için,
Hıristiyanlık dünyasında bizim saraylarımızın dışarıya yaptığı ve zihnen onların
anlayışlarına uygun olmayan güzel gösterişlerle alay ederek, yoldan geçenlerin göz
keyfi için inşa etmediklerini, sadece kendi rahatları için olduğunu söylemek âdettir.

Bahsi burada sonlandıracaktım, fakat hafızama nakşolduğu üzere Sultan


Süleyman’ın kara yoluyla çok fazla milden inanılmaz masraflarla getirdiği güzel
kemerleri ve suyun yürütülmesini unutamam ve o denli fevkalade bol birçok eski
çeşmeye ilaveten öyle muhteşem güzel mermerlerle ve çok dikkate şayan olan suyun
öylesine bolluğu ile şehir için çok gerekli bir süs olarak, Sultan Süleyman bu
çeşmelerin sayılarını çok fazla arttırdı409. O kadar çok var ki sanki Sultan
Süleyman’ın çeşmelerinden birini bulundurmayan bir cadde yoktur ve onun
böylesine kıymetli bir iş için hak ettiği en büyük övgü, kanaatime göre, bu suyu
yürütmekte ve çeşmeleri inşa ettirmekte yaptığı masrafları tahsis etmesidir; O, inşa
ettirdiği tüm yerlerin, hiç zorlama olmaksızın mal sahiplerinden peşin para ile satın
alınmasını başlattı ve aksi bir durumda çoğu kez kararlaştırılmış yerleri değiştirdi,
çünkü O, bu yerleri satmaya razı olmayan insanların yas tutmasına göz yummazdı ve
ceza olarak bir akçe almadı. Tamamlandıktan sonra çeşmelerin bazıları tahrip

409
Valens su kemeri, 366 yılında inşa edildi ve Süleyman tarafından onarıldı.
Valens (Bozdoğan) Kemeri, 375 yılında Roma imparatoru Valens tarafından yaptırılmıştır. Farklı
dönemlerde hem Bizans hem de Osmanlı imparatorları tarafından restore ettirilmiş ve son önemli
restorasyon çalışmasını 1697 yılında II. Mustafa yaptırmıştır. 19. yüzyılın sonlarına kadar
kullanılmıştır. İlk yapıldığında uzunluğu bir kilometreye yaklaşan sukemerinin 625 metrelik kısmı
halen ayaktadır. Bkz. John Freely, a.g.e., s. 352-353 ve Semavi Eyice, “Bozdoğan Kemeri”, DİA,
c. 6, İstanbul, 1992, s. 319-321 (ç.n.).

106
olduğunda Sultan Süleyman kendisi bunları insanlara zahmet vermeksizin tamir
ettirebileceğinden, kendi zamanında hasar gördükleri için Allah’a şükrettiğini
söyledi; zira böylesi bir tahribat onları önemsemeyen başka bir şehzade zamanında
da gerçekleşebilirdi.

İstanbul şehri geçmiş zamanda, her biri birtakım amaçlara yönelik olan;
Aurea, Pagea, S. Roma, Carthaseo, Regia, Caligaria, Xilina, Haringna, Phara,
Theodosia ve Siliaca adlarında on bir kapıya sahipti410. Fakat ardı arkası gelmeyen
vahşetler, birçok depremler ve özellikle, I. Selim’in babası Sultan II. Bayezid 411
zamanında gerçekleşen, 1509 yılı Eylül ayında, 18 gün aralıksız devam eden
(13.000’in üzerinde kişinin helak olduğu diğer binalara geçişine meydan veren) o
deprem meşhur eski surları yıktı. Bahsedilen Sultan II. Bayezid, bugün 25 tane olan
yeni kapıları yaparak, surları yeniden inşa etmek için 60.000’den fazla adamı bir
araya topladı412. Kapılar bir tane daha azdı fakat Valide Sultan, bu padişahın annesi,
birkaç yıl evvel halka açık güzel bir hamam yaptırdı ve daha fazla ihtişam için yeni
bir kapı açtı. Aşağıdakiler, Büyük Harem yakınında, şehrin doğu kapısından
başlamak üzere, şimdiki isimleridir413:

1. Yehud Kapısı, Yahudiler Kapısı, onların yaşadıkları yere yakın olduğu için.

2. Balık Pazarı Kapısı, Balık Kapısı, orada balıklarını sattıkları için.

3. Yemiş İskelesi Kapısı, Meyve Kapısı414, meyveleri için terazi geldiğinden.

4. Odunkapı, Tahta Kapısı. Orada odunlarını tartar ve satarlar.

410
Bu liste genellikle Moryson (s. 264) tarafından verilen ile uyumludur. O liste, sırası kesin
olmamasına rağmen Marmara Denizi’nden Haliç’e uzanan kara tarafındaki kapıları ihtiva eder.
İlki Yedi Kule Kapı’dır. İkinci Silivri Kapı. Üçüncü Top Kapısı. Dördüncü Edirne Kapı. Beşinci
Yeni Mevlevihane Kapı. Altıncı Eğri Kapı. Yedinci Xyline ya da Xylo Porta’dır. Sekizinci
Gyrolimne Kapı. Dokuzuncu Fener Kapı. Onuncu Aya Kapı. On birinci Cibali Kapı’dır. Bu
kapılar hakkında geniş bir bahis için bkz. Byzantine Constantinople, A. Van Millingen (Londra,
1899).
411
Bayezid II, 1481-1512.
412
Bu surlar çok harap durumda olmalarına rağmen hâlâ ayaktadırlar ve görüleceği gibi eski
isimlerinin çoğunu muhafaza etmektedirler. Hutton (s. 288) onları “Avrupa’daki ortaçağa özgü en
ilginç savunmalar” diye adlandırır.
413
İstanbul’un kapıları hakkında daha geniş bilgi için bkz. Mahmut Ak, Tarihi Yarımada’da
Kapılar, 3. Uluslararası Tarihi Yarımada Sempozyumu, Eminönü Belediyesi, 2008, s. 105-130
(ç.n.).
414
Daha doğrusu “iskele”.

107
5. Yenikapı, Yeni Tarihli Kapı.

6. Unkapanı Kapısı, Hububat Kapısı. Orada hububatlarını satarlar.

7. Cibalikapı, Ay Kapısı415.

8. Ayakapı, Kutsal Kapı416.

9. Yenikapı, yapımını Valide Sultan’ın başlattığı Yenikapı.

10. Petri Kapı, St. Peters Kapısı.

11. Fener Kapı, İstanbul’u aldığı zaman II. Mehmed’in girdiği Fener Kapısı.

12. Balat Kapı, Saray Kapısı, Grek imparatorlar zamanında ana kapı olduğu için.

13. Ayvansaray Kapısı, Eyüb Kapısı417; o civarda Büyük Senyör’ün bağlılıkla sık sık
gittiği küçük bir camide, O defnedilmiş olduğu (anlatırlar) için.

14. Eğrikapı, Yamuk Kapı.

15. Edirnekapı, Edirne’nin Kapısı.

16. Topkapı, Ağır Silahlar Kapısı.

17. Silivrikapı, Selymbria’nın Kapısı418.

18. Yenikapı419, Yeni Tarihli Kapı.

19. Yedikule Kapısı, Yedi Kulelerin Kapısı, Osmanlı şehzadelerinin inşa ettirdiği
birçok kule burada birlikte olduğu için; geçmiş zamanda hazinelerini sakladıkları
yer olduğu söylenir.

20. Narlı Kapı, Narların Kapısı.

21. Samatya Kapı, St. Matthew Kapısı420.

415
Yanlış bir etimolojidir. Aslında “camcıların kapısı”dır.
416
Vaktiyle karşısında olan St. Theodosia kilisesi nedeniyle böyle isimlendirilmiştir.
417
Ayvansaray, “kemerli saray” manasındadır. Fakat kapı, Eyüb’ün defnedildiği köyü ile yan yana
olduğundan Eyüb Ensari Kapı diye de anılır.
418
Silivri, Marmara Denizi’nin kuzey sahilinde bir kasabadır.
419
Artık Belgrad Kapısıdır.
Sultan Süleyman’ın Belgrad’dan getirdiği esirlerin buraya iskânından dolayı bu isim verilmiştir.
Bkz. Mahmut Ak, a.g.m., s. 127 (ç.n.).

108
22. Yenikapı, Yeni Tarihli Kapı.

23. Kumkapı, Kumların Kapısı.

24. Çatladıkapı, Çatlamış Kapı421.

25. Ahırkapı, Büyük Senyör’ün atlarının bakıldığı Ahırların Kapısı.

Burada söylemeye niyetli olduklarımın hepsi budur (şanlı sinyora’ya);


Türklerin sabırlı Eyüb’ün gömülü olduğunu söyledikleri, en önde gelen saygın
paşaların ve diğer büyük adamların kabirlerinin olduğu ve kutsal toprak olarak
gördükleri Ayvansaray bahsine değinmeden, elimden gelen en özlük ve gerçekçilik
ile yalnızca İstanbul şehrinin vücudunu anlattım. Onlar için uzun bir bahis yazmak
elzem olacağından, Pera (geçmiş zamanda Cenovalıların kolonisi), Tophane ya da
Üsküdar semtlerinin hiçbirine değinmedim, sizin bana emretmeye tenezzül
edeceğiniz bir diğer fırsata kadar bunları bırakıyorum. Ve eğer burada herhangi bir
hata bulursanız, hatamı giderebileceğim az bir zaman müsaade edin ki affınıza
sığınarak size sunmak zorunda olduğum hüsnüniyet ile bunu düzelterek yeniden
yazayım. Şayet bu bahis kabul edilirse, bir de, elimden gelen en büyük özlük ve
gerçekçilik ile derlediğim, Osmanlı şehzadelerinin yaşamları ve başarılarının bir
özetini size takdim edeceğim.

Bu şehrin eski bir sakini olan Yahudi bir doktor422 tarafından yazılan,
okuduğum zaman, 1594 Ağustos’unun 17’nci ve 18’inci günü, derhal onu
İtalyancadan tercüme ettiğim kitap, bana İstanbul’da hediye edildi.

JOHN SANDERSON

420
Yanlış. Kapı “kıyı üzerine atılan kumlar“ nedeniyle bu şekilde anılırdı (Hutton, s. 276).
Samatya, kumluk veya sahil anlamındadır. Bkz. Mahmut Ak, a.g.m., s. 117 (ç.n.).
421
1509 depreminde burçlardan birinin çatlaması nedeniyle bu isim verilmiştir. Bkz. a.e., s. 108 (ç.n.).
422
Büyük bir ihtimalle 1595 yılı başlarında Barton’a, Sultan Murad’ın ölümü ve halefinin tahta çıkışı
hakkında yazdığı (İtalyanca) bir bahsi hediye eden “Salamone Usche, Yahudi”. Bu bahis Barton
tarafından Cecil’e gönderilmiştir.

109
EK BİLGİ

(f. 351 a)

İstanbul’da ikamet edenler:

Vezirler (Vüzera) 6

Her vezir yalnızca 1000 akçe günlük maaşa sahiptir.

Büyük Türk kendisine yalnızca 1001 akçe ayırır.

Kadılar ki onlar, kendi dinlerine vâkıf hâkimlerdir. 4

Bu 10 kişi divanda bütün meseleleri yargılamak için bulunur.

Müftü, kendi dinlerinin ve yüksek din adamlarının baş hâkimidir. 1

Defterdar mali işler sorumlusudur. Emir-i âhur başı, atların amiridir.

Yeniçeri Ağası, yeniçerilerin şefidir. Çavuş Ağa. Kapıcı Ağa.

Sipahi Ağa. Bostancı Başı. Kaptan Paşa. Kapı Ağası, vs.

Peykler, onun adamları için muhafızlar423 300

Solaklar, onun uşakları 300

Doğancılar, cüceler ve sağırlar424 300

Her çeşit hayat kadını425, en az 1,000

Çavuşlar, onun sarayına ait memurlar veya çavuşlardır. 1,600

Kapıcılar, onun kapı görevlileridir (70 kişi her sıradan gün bekler) 700

423
Metindeki dipnotta peykleri muhafız olarak tanıtmaktadırlar. Fakat peyk kelimesi Osmanlılarda
haber götüren kimse ve yaya postacı sınıfı için kullanılmıştır. Peykler genellikle padişahın hemen
yanında bulunur, resmî haber ulaştırma ve istihbarat gibi görevleri icra ederlerdi. Özellikle
padişahın emirlerini gerekli yerlere süratle bildirme başlıca vazifeleriydi. Postacı ve tören bölüğü
olarak temelde iki görev icra eden peykler ince ve çevik yapılı olurlar, iyi koşabilmek için sürekli
idman yaparlardı. Peykler çavuşların atla gidemediği yerlere giderler ve saatlerce koşabilirlerdi.
Bkz. Zeynep Tarım Ertuğ, “Peyk”, DİA, c. 34, İstanbul, 2007, s. 263-264 (ç.n.).
424
Bu sağırlar için bkz. Dallam, Early Voyages, s. 70.
425
Haremdeki kadınları kastetmesine rağmen, Sanderson burada fahişe manasındaki “whore”
kelimesini kullanmıştır (ç.n.).

110
Sipahiler, onun çelebileridir, sanırım atlılar 30,000

Yeniçeriler, yani piyade erleri, alışılmış askerler 24,000

Topçular, onun büyük topları için topçular 3,000

Acemi oğlanlar, yeniçeri yapmak için gençler 20,000

81,207426

Diğer Türkler, şehirde oturanlar (kadınlar ve çocuklar dâhil) 200,000

Bütün sınıf ve memleketlerden Hıristiyanlar, en az 200,000

Yahudiler, şehrin içinde ve yakınında, en az 150,000

Bütün sınıflardan kadınlar ve çocuklar, Hıristiyan, Yahudi, Türk, vs. 600,000

1,231,207.

İstanbul şehri etrafını 10 mil çevreleyen surlar içerisindedir.

Büyük Türk, en büyük paşadan en küçük acemi oğlanına kadar kendi kölesi
olmaları için hesapladığı, devamlı olarak en az 1.000.000 akçe ödemeye sahiptir.

426
Bu sayı dört kadıyı hariç bırakmış gibi görünüyor.

111
AKDENİZ’E ÜÇÜNCÜ ZİYARETİ: 1599-1602

(f. 133 b)

11 Şubat 1599 tarihinde Londra’dan Gravesend’e doğru yola çıktık. 14’ünde


Hector’a427 bindik. İki gün Tilbury’de kaldık. 17’sinde Downes’e vardık ve orada
sekiz gün kaldık. 3 Mart’ta Dartmouth’a geldik, orada 4 gün gezdik ve 8’inde
Plymouth’a ulaştık. Üç ya da dört gün sonra yola çıktık ve Mayıs 1599 tarihinde
İskenderun’a vardık, yol üzerinde Cezayir ve Zenta’ya uğradık. Yine Mayıs ayında
yola çıktık428, Kıbrıs’ın bütün kuzey kıyısı boyunca ilerledik, Yedi Burunlar’ın429
yakınından geçtik, Rodos’a geldik ve demir attık. Ben bu defa orada kıyıya da
çıktım. Oradan hareket ettik ve gemiyle karaya oturmuş vaziyette Ezop’un doğduğu
ada olan Sisam’a geldik. Ve Sakız Adası ve Midilli’yi geçip denize açıldık, ayrıca
Yeniçeri Burnu430 yakınlarında biraz tehlike içinde karaya oturduk ve epey tantana
ile gemi tayfasının kuvveti ve emeği sayesinde, sonunda filikamız ve sandalımızla
gemiyi kıç tarafından çekip çıkarmayı başardık. Bu burunda iki kere bulunan ben
küçük bir gemiye bindim ve Gelibolu’ya ve oradan Hector’un neredeyse Eylül’ün
sonunda vardığı431 İstanbul’a gittim. Onun zaferle limana girişinde, savaş gereçleri
yükünü boşaltırken, baş tarafındaki güvertede biraz temizlikle meşgul olan, ortadan
parçalanan bir adamı kaybettiler.

İstanbul’da bu üçüncü ve son bulunuşumda, eski ve çok kültürlü birkaç


papazdan, epey yalvarma ve para ile çok eski bir kitap aldım. O, dört dilde Musa’nın

427
Bu dış deniz yolculuğu hakkında geniş bir bahis aynı gemide arkadaş yolcu olan Dallam tarafından
anlatılmıştır (Early Voyages, s. 1). Dallam Sanderson’dan bahsetmez.
428
Dallam’a göre Hector İskenderun’dan 10 Haziran’da ayrıldı (Early Voyages, s. 33).
429
Muhtemelen anakarada Gelidonya Burnu.
Gelidonya Burnu veya Taşlık Burnu, Antalya’da Teke Yarımadası’nın güney ucunda yer alır
(ç.n.).
430
Çanakkale Boğazı girişinin Asya tarafındadır.
431
Aslında 16 Ağustos. Selamlamanın geminin yeniden boyandığı tarih olan 28’inde top atışıyla
yapıldığı belirtilmiştir. Bkz. Early Voyages, s. 59, olayın bir topçuya anlatıldığı yer.

112
beş kitabıydı432. Onu erkek kardeşim Doktor Sanderson’a hediye ettim. O ise onu
Doktor Barlow’a433 ödünç verdi, o da Doktor Andrewes’e. Onlar onu Cambridge’de
tercümelerinde kullandılar ve Piskopos Barlow’a geri verdiler. Piskopos öldü ve ben
kitabın Johnson’da -onun kız kardeşinin oğlu- olduğunu düşünüyorum ki o
(duyduğuma göre) Piskoposun kalan kitaplarına sahip olan kişidir.

Heybeliada’nın tepesindeki manastırın giriş kapısının karşısında bir zeytin


ağacının altında (onun her zamanki arzusu üzerine) defnedilmiş olan, daha önce
bahsedilen sabık elçi Bay Edward Barton’ın kabrini ziyarete gittim. Onun üzerine,
üstünde unvanı ve ölümünün kazındığı harfler olan beyaz mermerden bir taş
koyulmuş434. Geçen defa bulunduğum diğer yerlere de gittim.

Ve evvelce onların en zalim infazlarında olanlardan başka, bazı tuhaf


eylemleri not etmedim. Yine de, İstanbul’da en itibarlı ve iyi durumlu bir Yahudi
kadının435 evinden getirildiğini ve vezirin bahçesinde öldürülmek için bıçaklandığını
nakletmeden geçemem; oradan, Büyük Senyör’ün -Sultan III. Mehmed- Harem
duvarındaki bir pencere yakınında muhtemelen gördüğü, söz konusu kadın şehirde
halka açık alanda halatlarla sürüklendi ve orada, I. Theodosios tarafından dikilen
piramit sütun ve üç yılanlı pirinç olan arasında, kemikleri ve ayaklarının tabanı
dışında her yerini parçalayıp yutan köpeklerin yemesi için atıldı. Türklerin,
yeniçerilerin ve diğerlerinin sürüklediği küçük bir sicimle bağlanmış başı,
Yahudilere ve diğerlerine gösterilerek şehir boyunca yolda sürüklendi ve utanılacak
uzuvları da aynı şekilde, ayrıca bedeninden birçok küçük parçalar da; istihza ile şöyle
dendi: Fahişenin bedenini seyredin. Onun bir parçasını Galata’da evimizin
yakınından geçerken ben de gördüm. Kadının en büyük oğlu ertesi gün bahsedilen
vezirin sarayında aynı şekilde acımasızca bıçaklandı ve öldürüldü, oradan sürüklendi

432
Muhtemelen, Dr. Cowley’nin iddia ettiği gibi, 1546 yılında İstanbul’da basılan Tevrat’ın dört dilde
baskısıdır. Bunların iki nüshası Bodleian Kütüphanesi’ndedir.
433
William Barlow 1605 yılında Rochester Piskoposu oldu, 1608 yılında Lincoln’e gönderildi ve
1613 yılında vefat etti.
434
Mezar taşı üzerindeki kitabenin tercümesi: “Majeste İngiliz Kraliçesi’nin pek ünlü ve pek seçkin
elçisi Edward Barton yenilmez Türk İmparatoru ile gitmiş olduğu Macaristan Seferi’nden
döndükten sonra vazifesi uğrunda henüz 35 yaşında iken ölmüştür. Ruhu şad olsun. Sene 15
İlkkânun 1597.” Bkz. Hamit Dereli, a.g.e., s. 105 (ç.n.).
435
Ester Handali (ç.n.).

113
ve annesinin yanına atıldı, fakat köpeklerin bitiremeyeceği kadar şişman ve kaba
sabaydı, ya da köpekler bir gün önce kadının etiyle tıka basa doymuşlardı (kısa,
şişman bir tıknazdı). Ve bu beden annesinin kemikleri ile beraber ertesi gün orada
yakıldı. Onun ikinci oğlu kendi hayatını kurtarmak için Müslüman oldu,
bağışlanabilseydi ölen kardeşi de öyle yapacaktı. Üçüncü oğul, genç bir delikanlı,
öfkeleri dindirilince, onun yaşamasına müsaade ettiler. O kadının, arzuladıkları
şeyleri yaparak kazançlı işlerin hepsini kendi ellerine alan oğullarının İstanbul’un
Önemli Müşterileri olmalarından dolayı ve bütün rüşvetlerini bu Yahudi kadının
ellerinden alan Büyük Türk’ün annesine rağmen; bu, Sipahilerin bir eylemiydi. Anne
ve çocukları, tamamı Büyük Türk’ün hazinesine giden, milyonlar değerinde idi436.

Bu Talihsiz Paskalyaları’nın (çünkü Yahudilerin en önemli bayramı olan


Bahar bayramı zamanındaydı) ardından aynı sipahiler Kapı Ağası’nın 437 başına bela
oldular; bu Kapı Ağası, Büyük Türk’ün baş hizmetçisi ve gözdesiydi fakat Kaptan-ı
deryâ Cigalazâde’nin, diğer adıyla Vezir Sinan Paşa’nın438 da payı ve beraberinde
50.000 duka parayla, sipahiler o zaman için pasif duruma getirildiler; lakin ben
oradan ayrıldıktan sonra bana, Kapı Ağası’nın başını ve ayrıca bir, iki, ya da üç
kişinin daha başını aldıkları ve Büyük Senyör’ü dışarı gelmeye ve yapılan infazı
görmeye zorladıkları yazıldı.

İnfazlarının çeşitli tarzlardaki acımasızlıklarından söz etmeyi duymanın (daha


önce söylediğim gibi) iyi olmadığını düşünüyorum, yine de bazılarını
geçemeyeceğim. Onların, eşini aldatan kadınlar için alışılagelmiş cezaları onları bir
çuvalın içinde bağlamak ve bu şekilde denize atmaktır. Bir sabah bu şekilde infaz
edilen yedi kişi gördüm, Büyük Türk’ün439 savaşta olduğu ve Hadım Hasan Paşa’nın
İstanbul’u yönettiği zamanda idi. Fakat böylesine acımasızlık ve diğer faaliyetler

436
Bakınız Von Hammer, c. II, s. 639. Hammer, Yahudi kadının oğullarından üçünün öldürüldüğünü
ve kadının mal varlığı haczinin ortaya beş milyon akçeden daha fazlasını koyduğunu söyler.
437
Kapı Ağası, saray personelinin lideri idi (bkz. Lybyer, s. 126).
438
Cigalazâde Yusuf Sinan Paşa, İtalyan asıllıdır ve 1596 yılında 1 ay, 9 gün zarfında sadarette
bulunmuştur, bkz. İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Türkiye
Yayınevi, 1971, s. 26 (ç.n.).
439
III. Mehmed (ç.n.).

114
nedeniyle Valide Sultan, oğlunun geri dönüşünde Hasan Paşa’nın başını aldı440.
Erkekler için en yaygın ölüm kazığa oturtma cezasıdır; iç çamaşırları kıçlarından
çıkarılmış, elleri ve ayakları dördü birlikte arkalarında bağlı vaziyette oldukları
şekilde asma tahtaları üzerinde bir palanga aracılığıyla bir halat ile yukarı çekilir ve
asma tahtalarının daha alçak bir çapraz çubuğuna bağlanmış büyük bir demir kanca
üzerine düşürülürler, genellikle böğürlerine saplanır ve bedenlerinden geçer. Bazen
bir veya iki gün birlikte konuşarak orada sallandırılırlar. Ama kanca karınları ve
sırtlarından geçerse o zaman iki veya üç saat içinde ölürler. İstanbul’da yaygın
hırsızlara bu şekilde muamele ederler. Kahire’de ve diğer yerlerde onları kazığa
bağlarlar, ister hızlı olsun isterse yavaş, infaz listesindekiler için bu en acımasız
ölümdür. Ama boynundan asmayı, ölümü hak eden herhangi bir suçlu için iyilik
olarak değerlendirirler, yine de bazen köpeklerin yemesi için doğranırlar. Sultanlar
erkek kardeşlerini441, paşalarını ve diğer büyük adamlarını bir halat ile boğdururlar.
Fakat onların din adamları ve suçlu hâkimleri için kanunları, onların bedenlerini taş
bir havanda ahşap tokmaklarla ezmektir. Ve yalancı şahitler için ceza şu şekildedir:
bir eşek üzerine oturtulurlar, yüzleri ellerinde taşıdıkları kuyruk yönündedir ve bir
öküzün iç organları her yerlerine bağlanır ve bu şekilde şehir boyunca gezdirilirler.
Ve bir ay boyunca oruç tuttukları Ramazanda sarhoş halde yakalanan herhangi biri
için kanunları, bir kepçe dolusu kurşun eritip boğazlarından aşağı dökmektir. Onların
oruç tutma tarzları hiçbir şey yememek ve içmemektir, ne su ne de başka bir şey, ta
ki akşam bir yıldızın belirdiğini görene kadar ve sonra orucu açıp sabaha kadar
yiyebilirler. Topçu sınıfına ait herhangi bir asker, hırsızlığa yeltenirse memurun ağzı
pirinçten bir ağırlığa bağlanıp bu şekilde denize fırlatılır; ben Tophane’de birine bu
şekilde muamele edildiğini gördüm. Ve benzer şekilde benim zamanımda bir acemi
oğlanı442, oruç zamanında sarhoş bulundu diye anlattığım gibi muamele gördü. Ben

440
Safiye Sultan diye tanınan Valide Sultan, III. Murad’ın en sevdiği karısı olmuştur. Safiye Sultan
Venedik kökenliydi (asil Baffo ailesi mensubu) ve gençken esir alınmıştı. Her iki hükümdarlık
dönemi boyunca hükmedici rolü oynadı.
441
Sultanın erkek kardeşleri anlamındadır.
442
Sandys’in acemi oğlanlar hakkında uzun bir bahsi bulunmaktadır. Onlar sultanın köleleriydi,
sultanın Hıristiyan tebaasının çocuklarından zorunlu olarak askere alınmış ve Müslüman
yapılmışlardır. Eğitimin ardından çeşitli vazifelere atanmışlar, çoğu yeniçeri olarak kaydedilmiştir.
Bu sistem için bkz. Lybyer, s. 49.

115
kancanın üzerinde Hüseyin Paşa’yı gördüm, Asya’da ilk yükselen vatan haini443, ama
onun, daha acımasız biçimde, her bir kürek kemiğinin üzerinde bir kası çıkarılmış
haldeydi, bir dizi vezir orada bulunuyordu, Büyük Türk de onların başları üzerinde
bir hizada pencereden bakıyordu. Bu işkenceden ötürü paşa, kancaya geçirilmeden
önce saraydan yarım mil veya biraz daha fazla uzağa götürülürken kancanın üzerinde
çabucak ölüverdi.

Bunun üzerinden çok geçmeden, Stefano Vivoda444 isimli haraçgüzâr


Hıristiyan bir prens, bir yıl prensliğin keyfini sürdükten sonra Büyük Türk tarafından
görevden alınarak, Büyük Türk üzerinde etkili olan birkaç kudretli adamın hainliği
neticesinde Bostancıbaşı tarafından kancaya geçirildi. Bu Bostancıbaşı, Türk’ün
yanında bulunan bir hüner adamı ve azametli (ama yaygın olmamakla birlikte) infaz
memurudur445; çünkü Türk onu, vezirleri boğarak öldürmesi, asi askerleri karanlıkta
denize atması ve benzeri şeyler için görevlendirmektedir. Has Bahçe onun ofisidir,
emrinde binlerce acemi oğlanı ve onların idarecileri bulunur. Saltanat kayıklarından
o sorumluydu ve Büyük Türk deniz yoluyla gittiğinde kayığın dümenini muntazaman
o tutardı. Görülecek en zengin ve en güzel kayıklar onun kayıklarıydı; kıç tarafı
tamamen fildişi, eboni veyahut denizatı dişinden, sedef ve altından çeşitli mücevher
kakmalıdır. Onu kayıkla gezdirmek için, hepsi beyaz gömlek giymiş ve başlarında
kırmızı serpuş bulunan, kendi küreklerinde genellikle köpek gibi ses çıkararak kürek
çeken 80 seçilmiş adamı vardı, her bir tarafta 20 sıra, her sırada ikişer olmak üzere
yerleştirilmişlerdi. Bu sesleri, onun (dümende oturan Bostancıbaşının) konuşmasına
kulak kabartmaya cesaret edemediklerinden çıkardıklarını tahmin etmem dışında,

443
Müfettiş olarak Anadolu’ya gönderilen Hüseyin Paşa, isyankâr Karayazıcı’ya katıldı ve Sultan’ın
birlikleri tarafından Urfa’da onunla kuşatıldı. Karayazıcı, derhal İstanbul’a götürülen ve infazı
gerçekleştirilen Hüseyin Paşa’nın ortaklığından vazgeçerek uygun koşullar elde etti.
Hüseyin Hüsameddin, bu paşanın Amasyalı Budak Bey’in oğlu olduğunu tespit etmiştir. Venedik
elçisi Nikola Motio ise, raporunda bu şahsın Sinan Paşa’nın akrabası olduğunu, anasının da bir
sultan bulunduğunu zikretmiştir. Bkz. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik
Kavgası “Celâlî İsyanları”, 1. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yay., 2009, s. 355 (ç.n.).
444
Muhtemelen Eflak Voyvodası Alexander yerine bir hata.
Hakluyt’un bu dipnotu da hatalı görünmektedir. Bahsedilen şekilde öldürülen bir Eflak
Voyvodasına rastlayamadık (ç.n.).
445
Ferhad Paşa, 1591-92 yıllarında vezîriâzam idi ve 1595 yılında yeniden göreve alındı. Bununla
birlikte, birkaç ay içinde azledildi, hapsedildi ve sonunda 1595 yılı Temmuz ayında boğduruldu.
Bkz. Von Hammer, c. II. S. 603.

116
nedenini bilmiyorum. Saraydaki cüceler ve sağırlar ağaları daima başka bir kayıkta
sultanı takip ederlerdi (onun yanında oldukça önemli biri olması haricinde), çoğu
zaman kadınları da.

Şimdi prensten bahsedeceğim. Bu zavallı prens infaz yerinde yaşamı için


yalvardı. Bostancıbaşı ona, Müslüman olduğu takdirde onun için neler yapacağını
göreceğini söyledi. Bunun üzerine ölmektense Müslüman olurum düşüncesiyle rıza
gösterdi ve dönerek çok etkili sözlerle haykırdı446. Zalim köpek, prense hak dinde
öleceği için mutlu olduğunu söyledi. Bunun üzerine, prensin kancaya geçirilmesi
gerektiğinden artık bu iş yapılmalıydı ancak boynundan asıldı; zavallı adam hemen
pişmanlık duydu ve sık sık ağlayarak İsa’ya imanını itiraf etti ve onun bir Hıristiyan
olarak öldüğüne şahit olan herkes müteessirdi. Burada onları zalimliklerine terk
ettim.

Şimdi 14 Mayıs 1601 tarihinde Mermaid gemisinde Sayda’ya gitmek için


yola çıktım, güzergâhımda Şam, Kutsal Topraklar ayrıca Trablus’ta Lübnan’ın en
yüksek dağı vardı; sadece üç ay için bu bahsime devam etmeye ara veriyorum.
Trablus’ta yolculuk için, Trojan’daki adamlarımızın bu kötü yönetilen yerde bazı
sıkıntılar geçirdiği zamanda, Şubat’ın 16’sına kadar kaldım. Trojan gemisinden
adamlarımızın çoğu Trablus Kalesi’nde tutukluydu ve beşi, Emir’in adamları onları,
Emir’in ticari mallar ve sabun taşıyan bir karamürselini soymakla suçladıkları için,
idam edilme tehlikesi içindeydi. Fakat (Tanrı’nın işine bak), bir yeşil sarıklı447 olan
(bu, onların peygamberi Muhammed’in soyundan, mübarek bir adamdır), benimle
Mermaid’de yolcu olarak İstanbul’dan Sayda’ya gelen, benim çok sık ve ağırbaşlı
ısrarlarım üzerine bu yolculukta kendisine ve sıhhatli oluşuna dua edilen Trablus
Kadısı, insanlarımıza olanca gücüyle iyilikte bulundu, o kadar etkili oldu ki
Mağribîlerin her biri bu yanlış suçlamadan daha fazla zarar görmeksizin serbest
bırakıldılar.

10’uncu gün Trogian gemisi, çapasını kıran ve onu karaya sürükleyen şiddetli
dev dalgalar tarafından Trablus yolunda kayalar üzerinde tahrip edildi. Sanırım

446
“Allah, Allah, illallah, vs.” (Purchas’ta not). Bunlar şüphesiz Müslüman inancının sözleridir.
447
Bu bir seyyid yani Muhammed’in soyundandır. Bunlar ayırt edici bir işaret olarak yeşil türban
takarlar.

117
16’sında Edward Bonaventure gemisinde yola çıktım. 19’unda İskenderun’a geldim.
14 Mayıs 1602 tarihinde oradan çıktım. 27’sinde Kıbrıs’ta Limasol’a vardım. Ve
31’inde iki büyük gemi ile karşılaştık, bunlar İspanyollar ve iki firkateyndi 448. Onlar
savaşmaya cesaret etmediler, ama Maltalı olduklarını söylediler. Haziran ayının
7’inci günü, İspanyol olduklarını düşündüğümüz, İskenderun’a giden yedi kadırga
gördük. Şimdi 8’inde Yedi Burunlar kadar yüksekteydik ve oralarda Samuel ile
karşılaştık. 10’uncu günü Rodos’tan geçtik; 11’inde Kerpe Adası 449, 12’sinde
Kandiye, 25’inde Mora’da Cape Sapientia, Temmuz’un 6’sında bir ada olan Strivali,
8’inde Zenta’ya vardık. Ağustos’un 5’inde Cherubin gemisinde oradan Korfu’ya
doğru yola çıktık, 14’ünde oradan hareket ettik, 26’sında İstriya’daydık450, 31’inde
Otranto’da, Eylül’ün 7’sinde Ravenna, Floransa, körfezin sonunda eski surlu bir
kasaba olan Cittanova451, Eylül’ün 8’inde Venedik’teydik452.

15’inde453 yola çıktım; Franco Kalesi, Carpanetto, Grigno, Burg, Trient


Nehri, Neus454, Nimarke’ye doğru yol aldım; l’Adise Nehri’nden geçtim, Bulsano,
Clusa, Sterching, Matara, Churla, Tine Nehri455, Mitebant, Ambergam, Sanger,
Stadall, Lighe Nehri, Osburg, diğer adıyla Augsburg, Zusmarshausen, Leipheim,
Ulm, Getsinger, Blocheim, Stuchert, Diefenbrunt, Almatingen, Rastatt, Litstinhal,
Strosburge, Falsenburch, Caufman, Blankenburg, Luneville, Saint Nicolas de Port,
Nancy, Toul, Saint Aubin, Bar-le-Duc, Tanhuer, Russemason, Salon, Fonte Effael,
Mommill, Butchier, Fuerti, Sant Giovan, Marne Nehri, Meaux, Paris.

19 Ekim’de Paris’ten St. Denis’e, Puntoys’a ve Alvais Nehri’ne, 20’sinde


Maine ve Equie’ye, 21’inde Roan’a ve 22’sinde Dieppe’ye gittim. 23’ünde
Kraliçe’nin Vauntgard adlı gemisinde oradan çıktım, 24’ünde Dover’e vardım, gece

448
Firkateyn; kalyondan küçük, tek ambarlı ve üç direkli, yelkenli savaş gemisidir. Hem güvertesinde,
hem de ambarında top bulunuyordu. Bkz. İdris Bostan, a.g.e., s. 359 (ç.n.).
449
Kerpe Adası, Rodos’un güney batısında geniş bir adadır.
450
İstriya, Arnavutluk’ta bazı limanlar yerine bir yanlışlık olduğu izlenimini uyandırmaktadır.
451
Ravenna, Floransa ve Cittanova hepsi İstriya’nın batı tarafında, Venedik Körfezi’ndedir.
452
F. 106 a’da sonraki menziller “26’sında (Ağustos) İstriya’ya, 31’inde Cittanova’ya, Eylül’ün
8’inde Venedik’e vardık” olarak verilmektedir.
453
Bu kara yolculuğu, birçok menzilin tanıtıldığı bir sonraki bölümde daha detaylı tarif edilmiştir.
454
Daha sonra Nevis şeklinde yazmıştır. Büyük bir ihtimalle Lavis kastedilmektedir.
455
Innsbruck’tan geçen Inn Nehri’dir.

118
saat 11’de oradan çıktım, 25’inde Pazartesi günü öğleden sonra Londra’daydım.
Yüce Tanrı’yı öven her şey adına.

119
KARA YOLCULUKLARININ BAŞKA BİR BEYANI

(f. 121 a)

Aşağıdaki not, bizimle birlikte gelen Felemenk bir bey tarafından tutulan,
Venedik’ten Dover’e yolculuğumun notudur.

Venedik’ten Augsburg’a güzergâh.

İlk gün. Tekneyle Mestre’ye, bir köy. 5 mil456. At arabasıyla veya at sırtında
Treviso’ya, bir kasaba. 15 mil.

İkinci gün. Franco Kalesi. 15 mil. Carpanetto, bir köy. 18 mil.

Üçüncü gün. Grigno, bir köy. 15 mil. Burada Venedik toprağı bitiyor. Burg457,
büyük bir köy. 10 mil. Burada Almanya’nın Tirol eyaleti başlıyor.

Dördüncü gün. Trient, bir kasaba. 18 mil. Burayı sol tarafımızda geride bıraktık.
Trient kasabasından çok güzel bir nehir geçer ve Po Nehri458 ile birleştiği Ferrara’ya
gider, (şiirden: Il Po non sarebbe Po, se Ladisse non gli diss’il so) Lavis. 5 mil.
Neumarkt. 15 mil.

Beşinci gün. Bozen, bir kasaba. 15 mil. Klausen, bir kasaba. 15 mil.

Altıncı gün. Sterzing. 30 mil. Matrei. 20 mil. Innsbruck, çok güzel kasaba,
Arşidük Maximilian’ın sarayı, İmparator’un459 erkek kardeşi ve Tirol Kontu. Konsey
odasının (kançılarya) tek parça halinde altından bir çatısı vardır, bu tarzda
yapılmış460, yaklaşık üç fit genişliğinde olan yüzeyin alt kısmıdır.

456
Sanderson burada “İtalyan mili” demiştir (ç.n.).
457
İlk altı menzil Mestre, Treviso, Franco Kalesi, Carpane, Grigno ve Borgo’dur. Son maddeye
karşılık şöyle yazılmıştır: “Bu yerin yakınında dağdan ayırılan çok sağlam bir kale vardır”.
Kastedilen Burgum Ausugii’nin Roma askeri istasyonudur.
458
Bu yanlıştır. Adige Nehri, Po Nehri’ne dökülmez, Ferrara kadar güneye de gitmez.
459
Rudolf II.
460
Taslak çoğaltılmamıştır. Burası çok pürüzlüdür.

120
Yedinci gün. Innsbruck. 15 mil461. İnn Nehri’ni geçtik. Scharnitz. 10 mil.
Mittenwald, bir köy. 20 mil.

Sekizinci gün. Ammergau. 25 mil. Schongau. 20 mil. Çok güzel bir kasaba, çok
yüksek olmayan güzel ve düz bir dağa konumlanmış, Bavyera Dükü’nün arazileri
içindedir. Lech Nehri onun yanından geçer.

Dokuzuncu gün. Landsberg, bir kasaba. 20 mil. Stadl, bir konaklama yeri. 10
mil. Augsburg, bir kasaba. 20 mil.

Venedik’ten bu dokuzuncu gün Augusta’da bitiyor.

Augusta’dan Strazburg’a güzergâh.

İlk gün. Ayın (Eylül) 25 ‘inde Augusta’dan yola çıktık ve ilk olarak yemek
yediğimiz Zusmarshausen’e vardık. 3 Alman mili. Leipheim, akşam yemeği
yediğimiz yer. 3 Alman mili.

İkinci gün. Ulm. Burada yemek yedik. 3 mil. Hoş bir kasaba. Tuna Nehri
kasabanın surları etrafında akar. Geislingen, akşam yemeği yediğimiz yer. 3 mil.

Üçüncü gün. Plochingen. Yemek yedik. 4 mil. Stuttgart. Akşam yemeği yedik. 3
mil.

Dördüncü gün. Tiefenbronn. Yemek yedik. 3 mil. Ellmendingen. Akşam yemeği


yedik. 2 mil.

Beşinci gün. Rastatt. Yemek yedik. 3 mil. Lichtenau. Akşam yemeği yedik. 3
mil.

30 Eylül. Strazburg. Yemek yedik. 3 mil. Etrafını çeviren üç yol direği ve


surlarla ve harikulade yükseklikte ve mükemmel işçilikte bir kule462 ile en güzel

461
Burada biraz karışıklık vardır. Giriş önceki gün son menzili tekrarlamış gibi görünüyor (burası için
mil hesabı bulunmuyor).
462
Belli ki katedralin kulesidir.

121
kasabadır. Biz şehre varmadan biraz önce, boyu yarım mil463 olan tahta bir köprü
vasıtasıyla Rhone Nehri üzerinden geçtik.

Lorraine üzerinden Argentina’dan464 Paris’e güzergâh.

İlk gün. Elsaszabre, Latin Tapernae Aurum’da465. 4 Alman mili. Argentina


piskoposluğunda güçlü bir kasaba ve şimdi Lorraine Kardinali altındadır.
Phalsbourg. Lorraine Dukalığındaki ilk köy.

İkinci gün. Caufman Sarbuc, bir kasaba. 2 mil. Blankenburg. 3 mil. Çok güçlü
bir kale.

Üçüncü gün. Luneville, güçlü bir kasaba. 4 mil. St. Nicolas de Port, bir kasaba. 2
mil.

Dördüncü gün. Nancy, çok güçlü bir kasaba. 2 mil. Lorraine düklüğünün
başkenti. Toul, bir kasaba. 4 mil. Moselle Nehri onun yakınından akar.

Beşinci gün. St. Aubin, bir kasaba. 6 mil.

Altıncı gün. Bar-le-Duc, bir kasaba. 4 mil. Lorraine’nin sona erdiği yerden iki
mil ve Fransa krallığına girdik, Scampania isimli vilayetine, sanırım Champagne.
Tanhuer, bir konaklama yeri. 4 mil.

Yedinci gün. Russe Mason, bir konaklama yeri. 2 mil. Salon-Marne, büyük ve
çok güçlü bir kasaba. 7 mil. Marne Nehri onun surları altından geçer.

Sekizinci gün. Fonte Effaell, bir köy. 8 mil. Burada Champagne biter ve Brie
eyaleti başlar. Mareuil-en-Brie. Montmirail, bir kasaba. 5 mil.

Dokuzuncu gün. Bussieres, bir konaklama yeri. 6 mil. La Ferte sous Jouarre, hoş
bir köy. 4 mil. Onu sağ tarafımızda geride bıraktık. St. Jean, bir köy. 2 mil.

463
Sanderson burada “İtalyan mili” demiştir (ç.n.).
464
Strazburg, Romalıların Argentoratum’u.
Argentoratum, şehre kendi dönemlerinde Romalılarca verilen isimdir (ç.n.).
465
Saverne kastedilmektedir, Three Taverns bölgesinde olduğu sanılmaktadır. Şatosu Strazburg
Piskoposu’nun yazlık eviydi.

122
Onuncu gün. Marne Nehri. Bir mil. Bunu bir tekneyle geçtik. Meaux, Fransa’da
çok hoş ve güçlü bir kasaba. Bir mil. Paris, kraliyet şehri. 10 mil.

Fransa Paris’ten İngiltere Londra’ya güzergâh, Dieppe yoluyla.

İlk gün. Pontoise, çok güçlü bir kasaba. L’Oise Nehri onun yakınından akar.
Burada Normandiya başlar. Nehri tekneyle üç defa geçtik. Aloijsa. 7 mil.

İkinci gün. Magny. 7 mil. Ecouie, bir köy. 7 mil.

Üçüncü gün. Rouen, bir kasaba. 7 mil.

Dördüncü gün. Totes, bir köy. 6 mil. Dieppe, hoş bir kasaba. 6 mil. Dover Kalesi
için gemiye bindik.

Beşinci gün. Dover. 25 mil.

Bayların yolculuğu. Davis ve Sanderson, İngiliz, Bay Corneglio ile beraber,


Flaman466.

Seçkin beyefendi Roberto Kempe’ye467.

Venedik’ten çıkıp Augsburg’a 8, Augsburg’dan Strazburg’a 6, Strazburg’dan


Paris’e 10, Paris’ten Dover’e 5 günde varıldı. Toplam 29 gün. Tarafımdan, John
Sanderson.

466
Sanderson’ın iki yoldaşı hakkında hiçbir şey bilinmiyor.
467
Kemp, mektuplaşmalarından anlaşılıyor ki, Sanderson’ın tanıtımlarıyla Venedik’i ziyaret etmiş
olan bir Norfolk beydir.

123
KUTSAL TOPRAKLARA HAC YOLCULUĞU: 1601

(f. 127 a)468

1601 Mayıs’ının 14’üncü günü İstanbul’dan Mermaid adındaki güzel gemiyle


yola çıktık. Ve Gelibolu, Truva, Sakız Adası, Rodos’a ve Haziran’ın ilk günü Sur’a
vardık ki orası Tirus’tur. Sarafand’dan geçtik (eskiden Sarepta idi). Demir attık ve
üçüncü defa aynı şekilde Sayda’dan yarım günlük mesafede defnedilmiş olan
Zevulun’un, Peygamber Sophoni ve kemeri inşa eden Basaleel’in kabirlerini ziyaret
ettiğimiz Saida’da (artık Sayda469 deniliyor) karaya ayak bastık.

9’unda Yahudilerle birlikte yola çıktım ve Samcania, Baruck, Hermiston,


Libiton diye isimlendirilen dört dağdan470 geçerek 12’sinde Şam’a vardım. 19’unda
Şam’dan üç mil içeride bir kasabaya gittim, şimdi Jobar Asladi471 adındadır, orası
İlyas’ın Hazael, Yehu ve Elyesa’ya kutsal yağ sürdüğü yerdir. Yahudilerin
inanışlarına göre, Horeb Dağı’ndaki472 gibi, burada da, İlyas bir kayalıkta kendisini
Jezebel’den sakladı; orada aynı zamanda (dediklerine göre) onu yırtıcı hayvanlar
besledi. Burada Yahudilerin, içinde onların eskiden yazılmış başlıca kitaplarının
kutsal bir şekilde saklandığı ve oraya onların büyük bir bağlılık ile ibadet etmeye
gittikleri bir sinagogu inşa edildi. Kaydedilecek en şaşaalı şey, on iki pirinç kapısı
bulunan kilisedir, mükemmel Gördüş metali, her bir taraftaki üç kapıdan birinin
ortasına -bu kapı diğer iki kapıdan daha büyük ve daha yüksektir- ilgiyle işlenmiştir.
Burası şimdi Bedremon adındadır. Bu, idol Rimmon’un tapınıldığı kilisedir. Burası
tam karedir, her kenarda üç kapısı vardır. Herkes kapılardan geçebilir (onlar dört
kamusal alana açılır), fakat Muhammed’in dininden olanlardan başkası giremez.
Birçok sütun vardır, fakat mezarın üzerindeki iki tanesi bazı geçmiş olaylarla ilgili
olarak özellikle dikkat çekmektedir. Peygamber Elyesa, Süryani Naaman’ın

468
Purchas His Pilgrimes’te basılmıştır, c. II, s. 1629.
469
Zevulun’un kabri (şehrin güney doğusunda) Yahudiler tarafından hâlâ ziyaret ediliyor. “Sophoni”
Zefanya’nın bir şeklidir.
470
“Samcania” bir muammadır. Diğer sıradağlar Baruk, Hermon ve Lübnan dağları gibi görünüyor.
471
Jobar, Şam’ın kuzey doğusudur. Sinagog hâlâ ayaktadır.
472
Sina Dağı (ç.n.).

124
cüzzamını süpürgeotuyla iyileştirdikten sonra Naaman, söz konusu peygamberin
memleketi olan Samarya’dan (bugün Shomron diye anılan) Tanrı’ya bir sunak inşa
etmek amacıyla kutsal toprak yüklenmiş iki katır getirilebilmesi için ruhsat istedi,
Peygamber onu geri çevirmedi. Ve ayrıca Barada, Towra, Yezid473, Canavat isimli
dört nehir vardır; bunlardan ikisi Abana ve Pharpardır. Bu ikisi, Naaman’ın,
Peygamber ona hastalığının şifa bulması için Ürdün’de kendisini yıkamaya gitmesini
önerdiği zaman, (mırıldanarak) İsrail’in tüm nehirlerinden daha güzel olduklarını
söylediği nehirlerdir.

Zengin Yahudi yoldaşımın geri dönerken hazır olması için fazla emtia sipariş
etmesi ve orada, emniyetle götürmek için kendisinin ve hizmetçilerinin iç
çamaşırlarında örtülü taşıdığı, on veya on bir bin duka altın bırakması nedeniyle,
Şam’da on gün kaldım. Kutsal Topraklarda sadaka olarak vereceği ve kitaplar için
harcayacağı iki veya üç bin hariç, tüm parasını bir arkadaşına teslim etti. Elindeki
parayı da, bu ülkelerde çok sayıda bulunan hırsızlardan korktuğundan, yine de
ceketinde örtülü olarak sakladı.

22 Haziran’da Şam’dan Sasa’ya474 geçtim. Oradan Kuneytire’ye475, en


doğudaki kısmı Ruben ve Gad’ın ülkesini sınırlandıran Hermon Dağı’nın yakınına
gittim. Ondan sonra Naub’a, Naaman’ın esir aldığı bakire Ebrewe’nin doğduğu
ülkeye gittim. O, efendisine Samarya’ya gidip orada bulunan Peygamber tarafından
tedavi edilmesi gerektiğini öğütlemişti. Burada aynı şekilde kötü ruhların domuz
bedenlerine girdikleri476 gölü gördüm (ismini bildiremedim; o Girgaşlıların477
memleketindedir). Sonra Ürdün üzerindeki köprüye478 gittim. Sağ tarafta küçük
deniz Cadis479, solda Gennesaret480 vardı. Biraz bu tarafta (Yahudilerin bana

473
Barada (Abana), Tora ve Yezid (Barada’nın iki kolu), ve muhtemelen Nahr el A’waj (Pharpar
olarak tanımlanan).
474
Sa’sa’, Şam’ın 30 kilometre güney batısıdır. Bu konuda Della Valle’nin bahsine bkz. (c. I, s. 371).
475
Kuneytire, başka bir 30 kilometre.
476
Kontrol edilmiştir. Bkz. Markos İncili 5. ayet (ç.n.).
477
Girgaşlılar, Kenan soyundan gelenlerdir. Ayrıntılı bilgi için bkz. İncil, Yaratılış, 10:16-18 (ç.n.).
478
“Bu köprü (hatırladığım kadarıyla) taştan sağlam inşa edilmiştir (birazı tuğladan) ve hatırladığım
kadarıyla yedi ya da on bir kemere sahiptir,” (Purchas’ta not). Bu köprü Daughters of Jacob
Bridge’dür ve dört kemere sahiptir, bunların üçü eskidir. Della Valle köprüyü anlatmıştır (c. I, s.
370).
479
Hula Gölü (Waters of Merom).

125
anlattığına göre) Yakub’un Melek ile savaştığı köprü vardır; karısını, çocuklarını,
ailesini ve sığırlarını yok saydıktan sonra, ürkekçe onu şefkatle evine alan erkek
kardeşi Esav ile buluşmuştur.

Sonra Kenan Dağı dedikleri bir dağa geldik ve bu dağın arka tarafında, sağ
tarafa doğru, Celile’nin yüksek ülkesine geldik, birkaç kasabadan geçtik ve 24
Haziran’da Safed481 adında bir şehre geldik. Burada Yahudiler Mesihlerinin,
(hatırladığım kadarıyla) Caram Dağı dedikleri, yandaki çok yüksek bir dağın
üzerinde görünmesini beklerler. Bu Kenan Dağı’nda, Kutsal Topraklardaki
Yahudiler için insanları bir araya toplayan Yahudi bir rahip (o bana yalnızca beş
yüz Venedik altınına ve etrafındaki insanlara sahip olduğunu anlattı), beni Ürdün
Nehri’nin akımını göstermeye davet ettiler. Bu nehir duruyor gibi görünüyor ama
Tiberya ve Sodom’a doğru yavaşça yürüyor, ama zorlu bir akım ile tekrar köprüye
doğru geriye ilerledi ve bütün Ürdün Nehri’nin yükselişini elde ettiği Jor ve Dan’a
doğru Cadis’e döküldü.

En bilgili ve dindar Yahudilerin tamamı bu Safed şehrindedir ve burada


öğrenim için altı yüksekokul veya okul vardır. Buraya Tanrı’nın Evi diyorlar ve
birçok ihtiyar oraya bile bile orada ölmeye gidiyor. Burası Yakub’un, dayısı Lavan’a
hizmet etmeye gittiği yolda uyuduğu ve rüya gördüğü yer olan Beytel’dir; sonra geri
döndü, orada ikamet etti ve Tanrı’ya bir sunak inşa etti. Eskiden kalma şehir Luz
diye adlandırılmıştı. Yüksek bir dağın zirvesine inşa edilmiş ve ikisi yüksek ve sarp
olan birçok dağ ile etrafı çevrilmiştir; ama en yükseği bitişiktekidir ki orada sanırım
Mesihlerinin geleceğini iddia ederler. Bu şehrin bulunduğu dağın zirvesinde, El-
Halil’dekinin bir kısmı ve de Kudüs’ten geri dönüşümde bulunduğum Tiberya
harabeleri hariç, gördüğüm en olağanüstü eski kale482 vardır. Bahsedilen şehir
Safed’in eteğinde peygamber Hoşea defnedilmiş -Beeri’nin oğlu- O, on iki
peygamberden ilkidir (Yahudiler böyle söylüyor). Onun kabri üzerinde bir kat inşa
edilmiş, çok eski değil ve Yahudiler artık ölülerini bu yere gömüyorlar.

480
Celile Denizi (Tiberya veya Gennesaret Gölü).
481
Safed, Tiberya’nın 20 kilometre kuzeyidir.
482
Bu kalenin kalıntıları hâlâ görülür.

126
Daha sonra peygamber Habakkuk’un yaşadığı ve defnedildiği küçük bir
köyden geçtik, Yahudiler böyle anlattılar ve kasabanın Yakuk adında olduğunu
söylediler. Oradan, (onlar söyledi) Musa’nın kayınpederi Şuayb’ın defnedildiği
Hittin483 adında bir köye geldik. Ondan sonra, sağ taraftaki Sisera’nın Debora ile
savaşlarının olduğu yeri ve soldaki Chison Nehri’ni484 geride bırakarak, Tavor
Dağı’nın485 eteğinde (bu dağın zirvesinde Mesihimiz Yüce İsa; İlyas ve Musa ile
konuşarak kendisini başkalaştırdı, Petrus, Yakub ve Yuhanna onunlaydı) Khan et
Tujjar’a486 geldik. Sisera, Yael’in onu öldürdüğü yer olan Hittin’e kaçmış. Ve oradan
Zarni adında bir köye gitmiş. Orası Isarell487 diye anılır. Ve Yizreel’in köyünden
geçtik (burada Yehu, Ahab’ın oğlu ile savaştı). Sonra Cenin’e 488 geldik, eski
zamanda Ingenin, tercümesi Cennet’tir, bu yer ve mevki o kadar güzel ki pekâlâ
Cennet diye adlandırılmış olabilir. Kutsal Kitap’ta bahsedilen palmiye ağaçları şehri
ile kesinlikle kıyaslanabilir, orası çok güzel ve ileriye dönüktür, ayrıca birçok
palmiye ağacı odunlarıyla doldurulmuştur.

26’sında Dotan’dan geçtik, Kutsal Kitap’ta Dotan veya Dothan diye


adlandırılmaktadır, burası erkek kardeşinin Yusuf’u çukura attığı yerdir. Oradan,
Şaul ve oğlunun katledildiği yer olan Gilboa Dağları’na489 geçtik. Sağ tarafta uzakta
Filistin Denizi’ni [Akdeniz] gördük. Oradan artık Sabastiya490 diye adlandırılan bir
yere geçtik, Kutsal Kitap’ta Shomron, burası Samarya’dır, Ahab’ın şehri, bir dağın
zirvesinde güzel bir mevki, ama çok yüksek değildir.

Oradan, aynı ayın 28’inde, iki dağ arasında -Gerizim Dağı (bu, Kutsama
Dağı’dır) ve Ebal Dağı (bu, Telin Dağı’dır)- konumlandırılmış Sichem’e491 gittim.

483
Burası Hıttin’dir, Tiberya’nın on kilometre batısıdır. Şuayb’ın kabri Yahudiler tarafından hâlâ
gösterilmektedir.
484
Nahr al Muqatta.
485
Tur Dağı.
486
Khan et Tujjar, Aşağı Celile’de bir kervansarayın kalıntılarıdır (ç.n.).
487
Yizreel. Şimdi Zir’in adındaki bir kasabadır.
488
Cenin, Nablus’un 25 kilometre kuzeyindedir. İbranice ismi “Ein Gannim”dir. Kasaba hakkında
Della Valle’nin bahsine bkz. (c. I, s. 363).
489
Şimdi Jebel Faqqu’a olarak bilinir.
490
Sabastiya, Nablus’tan on kilometredir. İbranice ismi Shomron’dur. Della Valle orayı ziyaret
etmiştir (c. I, s. 361).
491
Günümüzdeki ismi Nablus’tur. Tur Dağı kasabanın güneyinde ve Selimiye Dağı kuzeyindedir.

127
Bu iki dağın arasında bile, şehre girmeden biraz önce, büyük bir tatlı su kemeri
vardır, yirmi adım ilerisinde düz beyaz mermerden iki kısa sütun tarafından ayrılan
yerin bir parçası bulunmaktadır. Musa veya İsa zamanında yapılan bazı dikkate değer
şeyler vardı, ayriyeten üzerinde Ahab’ın oğullarına -Abimileck kardeşleri- ait 70
kafanın yığıldığı taşın orada dikili olduğunu sanıyorum. Bahsedilen dağlar arasında,
onların doğu tarafında, Yusuf’un kemiklerinin492 gömülü olduğu, Yahudilerin dua
ettiği yer bulunmaktadır (ziyaret etmeye gittikleri tüm kabirlerde olduğu gibi). Ve
yaklaşık beş mil mesafede Avarta493 adlı bir köye yakın, Efraim’in dağları arasında,
bir tepenin üzerinde, Harun’un iki oğlu -Elazar ve İtamar- ve Elazar’in oğlu Pinehas
gömülüdür. Ve yakında, başka bir tepenin üzerinde, 70 Auntient gömülüdür, hepsi
bir arsada, bir mağarada, bir kabirdedir. Bu İsrail Auntient’lerinden Kutsal Kitap’ta
bahsedilir. Ayrıca, yaklaşık iki mil ilerde, Efraim’in bahsedilen dağlarından en
yükseğinin zirvesine yakın, Yeşu’nun494 kabri bulunur, burası Mağripliler tarafından
korunur, diğerlerinin korunduğu gibi. Bunun çok iyi farkına vardık. Kendi ayinlerini
okumalarına izin verilmeden önce, Yahudiler Mağriplilere ne çok ne az hiçbir
şekilde bir peni ödemezler.

30 Haziran’da Benyamin’in ülkesinde Beira’ya495 geldik, Kutsal Kitap’ta


Beroth diye adlandırılmıştır. Bu şehir Kudüs’ten beş mil daha yakındır. Rama496
Kudüs’e gidenken sağ tarafta üç ya da dört mil görülmektedir. Bugün Kudüs’e
vardık. Şehre yaklaştığımızda tümsek üzerinde yol gittik. Yolun çoğunun kayalık ve
taşlık olmasına rağmen, yine de artık uzun geniş bir caddenin işaretini açıkça
görebiliyoruz, tamamı dağılmış köşeli taşlar ile o kadar sarp kayalık ki hiçbir hayvan
burayı kat edemez. Bu durum üzerine bütün yolcular bahsedilen yol boyunca
yakındaki tarlalar üzerinden geçti, gerçi burası da çok taşlık ve kayalıktı, fakat onlar
yukarıda bahsedilen caddedekiler kadar büyük değildi. Sonra, bir mil içinde,
Kudüs’ü gördük, bizim görüşümüze göre tepelerde en harika şekilde konumlanmıştı
ve etrafındaki bazısı yakın, bazısı birkaç mil uzakta olan diğer kocaman tepelerle

492
Yusuf’un kabri hâlâ gösterilmektedir.
493
Averta. Eleazar ve Phinehas’ın kabirleri oraya yakındır.
494
Yeşu’nun meşhur kabri, Nablus’un yaklaşık 17 mil güney batısı olan Tibneh’dedir.
495
El Bireh.
496
Rameh.

128
çevrilmişti. Civarında hiçbir güzellik olmadığından, fıskiyeleriyle övünmektedir.
Ürdün’de yalnızca büyük bir yol görebildik; Ürdün Kudüs’ün kuzey doğusudur, en
yakın kısmı yaklaşık dokuz veya on mildir. Doğu Ürdün Sodom ve Gomora göllerini
geçer ve oradan yaklaşık 15 veya 16 mil mesafede olan Kudüs’e doğru gelir. Böylece
güneyde ve batıya doğru olduğumu sandığım Şam’a açılan kapıdan girdik 497.

2 Temmuz’da Rama’ya, Peygamber Samuel’in evine gittik ki Yahudiler


onun oraya gömüldüğünü söylerler498. Bahsedilen evin üzerinde İsrailoğulları’nın,
yemin ettikleri ve Sanctuarium’a499 büyük bağlılık sundukları zamanda saçlarının
kesildiği bir yer vardır. Bugün, yemin eden ve bunu uygulayan Yahudilerden,
bağlılıklarının bir ifadesi olarak saçlarını kestirmek için çocuklarını oraya taşıyanlar
vardır. Sağ tarafta Samuels Well adında bir kuyu bulunmaktadır. Başka meselelere
dikkat etmedim.

Kutsal Topraklarda, isimlerinin ne olduğu hakkında arzu ettiğim kadar


bilgilendirilemediğim birçok ve türlü türlü yıkılmış (hem büyük hem küçük)
kasabalardan geçtim, hem o kasabaların dışına hem de tekrar kasabalara doğru; ama
bunlar yaptığım meşakkatli seyahatteki belirlenmiş yerlerden anlaşılabilir.

Süleyman mabedinin duvarının küçük bir kısmı500 Kudüs’tedir (Yahudiler


böyle söylüyor). Duvarın bahsedilen parçasının altında, Başpapaz’ın kendini
yıkamaya gittiği yer bulunmaktadır. İçeride 26 adım uzunluğunda ve 12 adım
genişliğinde bir taş vardır. Grekler, bu mabette Kutsal Ruh’un Havarilere geldiğini
anlatırlar. O zamanlarda ne Hıristiyanların ne de Yahudilerin ölüm cezasıyla bu
kiliseye girmelerine müsaade edilirdi. Bir de mermer basamaklı geniş bir çıkış ve
basamakların tepesinde çok büyük olmayan iki beyaz mermer sütun vardır. En
kıymetli Türkler ve Mağripliler hariç, kimse bu basamakların üzerine çıkmaya
cesaret edemez. Buranın orada Hıristiyanlar tarafından Süleyman’ın Revakı’nın
bulunduğu yer olduğuna inanılır. Üzerine mabet501 inşa edilen dağ Grekçede Thesia

497
Şam Kapısı (Bab el-Amud) şehrin kuzey tarafındadır.
498
En Nebi Samuel, Kudüs’ün on kilometre kuzey batısıdır.
499
Kutsal yer (mabet).
500
“Ağlama Duvarı”, son zamanlardaki tartışmalarda hakkında çok şey işitilmektedir.
501
Kubbet-üs-Sahra.

129
to Abrack502 diye anılır (İbrahim’in, oğlunu kurban edeceği yer). Bu bugün, sanırım,
Süleyman mabedinin parçasının ilgiyle korunduğu Mina Dağı’dır; Türkler onun
tamamen yeniden inşa ve idare edilmesinde çok büyük para bağışladılar. Bir parçası
tam bir küp şeklindedir; binanın bu küpe yakın yükseliyormuş gibi çıkan uzun bir
çıkıntısı, Poules’in503 doğu tarafı ile kıyaslanabilir, ama biraz daha geniş ve daha düz
gibi görünüyor ve sonunda başlangıçtaki eserin kalanından daha yüksek gibi görünen
orantılı bir şekildedir.

Kudüs’ün yalnızca dört kapısı vardır, bunların birinde504 Davud’un Kulesi


bulunmaktadır ki orası, bu buluntuların anlattığına göre, Bersaba’ya âşık olduğu
yerdir. Bahsedilen kapının dışında, duvarın köşesinden bir taş ayrılmıştır, Sion
Dağı’nın505 zirvesinde Davud, Süleyman ve Yahuda krallarının çoğu gömülüdür.
Buraya ne Yahudilerin ne de Hıristiyanların girmesine izin verilirdi, ne de Türklerin
ve Mağriplilerin görüş alanındaki duvarın yakınına gelmelerine müsaade edilirdi.
Mümkün olur da yasağı delen olursa, üstün yetenekleri için bir miktar para ödemeye
mecbur edilirdi. Şehir surlarının bahsedilen kısmının dış tarafında (Yahudilerin bana
anlattığına göre) Süleyman’ın has odasının eski duvarının bir kısmı görünürdü,
taşların biri üzerinde İbrani harfleriyle oyulmuş şöyle yazılıdır; bu Bitti’dir ki onun
tercümesi: “Evim”dir.

Burada iki gün için yetenekli Yahudi yoldaşımın yanından ayrıldım ve


kendime, Kudüs ile Beytüllahim içinde ve etrafında görmeye değer yerlerin hepsini
502
Purchas’taki metinde “Thusia tou Abram” yazar. İlk kelime bir tekliftir. Mina Dağı, İbrahim’in
oğlunu kurban edeceği yer, üzerinde Süleyman’ın kendi mabedini inşa ettiği tepeydi, bkz. Watson,
s. 14.
503
Kuşkusuz Londra’daki (eski) St. Paul’s kastedilmektedir.
504
Yafa Kapısı, batı tarafındadır. İçeride sadece Hirodes tarafından inşa ettirilen bir kulenin kalıntıları
vardır, fakat Davud Kulesi diye adlandırılmıştır.
505
Başlangıçta Sion Dağı şehrin doğu tarafında, şimdi Kubbet-üs-Sahra’nın bulunduğu yerde bir
tepeydi, fakat zaman içerisinde bu isim metinde belirtilen batı tarafındaki tepeye devredilmiştir.
Davud ve Süleyman’ın doğudaki tepeye defnedildiklerine inanılır, fakat konumları bilinmiyor.
Coenaculum (üst oda) olarak bilinen nispeten modern Müslüman binası, Sion Kapısı’nın hemen
dış tarafındadır, bilindiği üzere Davud’un Kabri olarak tanınır. Sandys (s. 136) şehrin kuzey batı
tarafındaki Yahuda krallarının kabirlerini tasvir eder. Bunlar hâlâ ziyaret edilir.
Coenaculum, Davud Peygamber’in kabri ile aynı yerdedir ve Son Akşam Yemeği Odası olarak
bilinir, bkz. Üç Kitaplı Kentler 19. yüzyıl fotoğraflarında Kudüs ve Kutsal Topraklar (Cities
of the Three Books), Ed. Ekrem Işın, İstanbul, Suna ve İnan Kıraç Vakfı, İstanbul Araştırmaları
Enstitüsü, 2008, s. 40 (ç.n.).

130
bana göstermesi için Patriğin emir verdiği, Grek bir rahip refakatçi tuttum. Bu kutsal
rahip tüm yıl Mesihimizin defnedildiğini söyledikleri kiliseye devam etti ve o süre
içinde gece gündüz hiç dışarı çıkmadı, böylece yalnızca teslimiyet içinde arzusunu
yerine getirdi. Diğer Grek keşişler arasında arzum üzere benimle en çok o meşgul
oldu. Kudüs’ten fakir bir Yahudi de aynı şekildeydi, onu biraz daha benimle kalması
için kiraladım, özellikle tercümanlık etmesi için, çünkü Grek keşişler sadece vasat
İtalyanca konuşuyorlar ve ben sadece biraz Grekçe anlıyorum. İlk olarak Grek rahip
öne çıktı ve onlar “Hosanna efsemati506” diye bağırırken bana Mesihimizin girdiği
kapıyı gösterdi. Sonra Caiphas Sarayı’nı507, Pilate Sarayı’nı, şimdi anlattıklarına göre
kalan harabeleri508 ve aynı şekilde İsa’nın kamçılandığı farklı renklerdeki mermer
sütunları gördük. O, evlerden uzakta bulunuyordu. Yol üzerinde oraya yakın oldukça
yüksek bir yerden geçtik, orada Pronatichi Colinithra adında bir kanal bulunuyordu,
bu kanal Yahudi prenslerin Zedekiah zamanında peygamber Yeremya’nın içine
atılmasına sebep oldukları zindana veya kirli derin bodruma gelen harikulade büyük
kurumuş bir kanaldır. O, Kutsal Kitap’ta yazdığına göre yarısına kadar çamura
saplanmışken, Kralın zenci harem ağası tarafından çıkarılıp himaye görmüştü. Bu
Grekler onun aslanlar arasına atıldığına, ancak aslanların onu parçalayıp yutmak
yerine yalamaları üzerine sonunda Yahudilerin, onun testere ile kesilmesine sebep
olduklarına inanıyorlar.

Sonra Bakire Meryem’in kabrine509 gittik, şehrin surları dışında bir açıklıkta,
küçük bir şapel içinde, birkaç basamak aşağı iniştedir; basamaklar çok geniştir. Sağ
tarafta, sanki basamakların yarısından aşağıda, babası ve annesi defnedilmiştir;
Meryem, içerisinde yanan sadece yedi lambanın olduğu ayrı bir odayı sevmiş. Onun
kabrinin üzerindeki, yüksekliği yerden bir adamın beli kadar bile olmayan mezar taşı
506
Bay A. G. Ellis tarafından “Efsemati”nin Arapça’daki fi’s-samavat kelimesini ifade ettiği
açıklanmıştır, “cennette” kelimesi ise bizdeki “Hosanna in the highest (tamamen şükretme)”
tabirine eşdeğerdir. Sanderson’ın rehberi bir Grek rahipti ve Bay Ellis bana Suriye ve Filistin’de
Ortodoks Grek halkın ana dilinin Arapça olduğunu anlatmıştır.
507
House of Caiaphas olarak tanınan, küçük bir şapel içeren Ermeni binası, Sion Kapısı’nın biraz
dışında bulunmaktadır.
508
Büyük ihtimalle Hirodes tarafından inşa ettirilen ve Titus’un kuşatılmasının ardından yıkılan
Antonia Kalesi’nin, Mabet duvarlarının kuzey batı köşesinde bulunduğu zannedilmektedir; burası
mekânın daha sonraları Türk barakalarıyla dolu olan kısmıdır.
509
Kidron Vadisi’nde, şehrin doğusundadır. Etrafına toprak yığılması nedeniyle, kilise artık
yeraltındadır.

131
çeşitli renklerdeki -yeşil, siyah, kül rengi- damarlı mermerdendir. Grek rahibim bu
kabir başında fevkalade bağlılık gösterdi, Mesihimizin kan ve ter döktüğü yerde de
öyle yaptı, aynı şekilde Zeytin Dağı’nın tepesinde Göğe Yükselme yerinde de.
Basamakların dibinde bir de tatlı su kuyusu vardır.

Sonra Aziz Steven’in taşlandığı yere510 gittik. Grekler Mesihimizin onu bir
baş diyakoz yaptığını anlatırlar. Oradan İsa’nın kanlı bir ter içinde kaldığı
Jesami’ye511 geçtik, burada dua ettim. Ve aynı şekilde Havarilerin uyuduğu yeri
gördüm. Sonra O’nun Pater Noster512 duasını (Grekler onu Pateremos diye
adlandırmış) havarilerine öğrettiği yere, Kudüs’te gözyaşı döktüğü zaman durduğu
yere513 ve o günahkâr köle Yehuda tarafından ihanet edildiği yere gittim. Sonra
Zeytin Dağı kenarında daha ileriye yürüyüp, O’nun yeniden dirilmesinden sonra
Meryem’in Mesihimizle buluştuğu bahçeyi gördük. Dağın bu kısmından, uzakta,
Sodom Gölü [Lut Gölü] görünüyor, ona doğru Ürdün Nehri akıyor. Sonra bu Zeytin
Dağı’nın tam zirvesinde olan Orostoelo’ya gittim, burası İsa’nın göğe yükseldiği
yerdir; içinde bir ayağın izi olan bir taş hâlâ duruyor. Tüm bu Hıristiyanlar onun
Mesihimizin ayağının izi olduğuna kesinlikle inanıyorlar. O son derece şekilsel ve
orantısal bir şekilde seçiliyor, ama Hıristiyanların dokunuş ve öpüşleriyle çok
yıpranmıştır. Burada dua ettim ve Mesihimin beni görmesini umdum. İçinde diğer
ayağın izi olan beyaz mermerden dört köşe taş, buradan çalınmış ve Roma’ya
götürülmüş (Grekler böyle söylüyor).

Sonra, tayın kaybolduğu köy olan Bethfagie’ye gittik. Oradan Bethania’ya514


geldik (Grekler orayı Vithania diye adlandırmış). Bu kasabada ayrıca Mesihimizin
havarileriyle Mayasız Ekmek’i yediğini ileri sürüyorlar. Dört günde öldürülen
Lazarus burada büyütülmüş, onun kabrindeydim, içeride duvara adımı yazdım ve hac
yolculuğum boyunca başka hiçbir yerde yazmadım. Bu Lazarus, Greklerin
inandığına göre, sonradan 33 yıl Kıbrıs’ta Larnaka Piskoposu idi, orada, çok ünlü bir
510
Artık St. Stephen kilisesinin bulunduğu Şam Kapısı’nın dış tarafındadır.
511
Gethsemane’nin Bahçesi.
512
Pederimiz, Babamız (Pater noster) veya diğer adıyla Gerçek Dua, Hıristiyanlıkta tanınmış
bir duadır (ç.n.).
513
Zeytin Dağı’nın batı tarafındaki yamacındadır.
514
Bethany, Kudüs’ün beş kilometre doğusudur.

132
kilisede defnedildiğini söylüyorlar. Aynı adla adlandırılmış bu denli güzel bir
kilisenin Kıbrıs’ın böyle bir kasabasında olduğu doğrudur ki dört yıl evvel
oradaydım; ama Lazarus’un kemiklerinin orada olması, benim için şüphelidir. Ayrıca
Grekler Büyük Konstantin’in annesi St. Helen’in, aynı şekilde Kıbrıs’ın bahsedilen
adasında, bugün kendi adıyla anılan bir dağa gömüldüğünü ileri sürerler. O, tüm bu
kiliselerin kurucusu idi, aynı zamanda Kutsal Topraklardaki tüm bu kutsal yerlerin
onarımcısı ve gözetmeniydi.

Ondan sonra yine, Mesihimizin kör bir adama, gözlerine toprak ve tükürük ile
elini sürmesinin ardından, gözlerini yıkamasını buyurduğu yer olan Süleyman’ın
Suyu’na515 geri döndük. Burası Sion Dağı’nın eteğindedir. Zeytin Dağı tarafında
Peygamber Hulda gömülüdür516. Zeytin Dağı’nın tam ortasında kızıl inekleri
yaktıkları bir sunak vardı. Sağ tarafta bir mağarada Hagay ve Malaki’nin kabirleri
bulunur. Zekeriya aşağıda gömülüdür517. Zekeriya’nın kabrinin yanında Abşalom’un
yedi taştan yapılan ve tepesinde sivri bir kule olan mezarı bulunur; ülkedeki
Mağripliler bugün bu anıtın önünden geçerken, onun babasına karşı isyanı nedeniyle,
küfürlü sözlerle taşlar atıyorlar. Zekeriya ve Abşalom’un yerleri arasında onların
eskiden kendilerini istenmeyen kişilerden temizlemek amacıyla günahkârları ayrı
olarak yerleştirdikleri bir arazi vardır. Burası, belli zamanlarda meleklerin indiği ve
suları bulandırdığı Beytesta Göleti’ydi. Kutsal Kitap beş revaktan bahseder, fakat
ben not etmedim, ben oradayken, bana (hatırladığıma göre) Greklerim tarafından
hiçbirinden bahsedilmedi, herhangi böyle bir konudan bahsedilmedi. Ve orada, Mina
Dağı ve Zeytin Dağı arasında, Yahudilerin toplumun yargılanması gerektiğini
söyledikleri yer olan Josafat Vadisi518 vardır. Görülecek inanılmaz büyüklükteki en
kocaman taşlar buradadır, bunların bazılarının dışında tamamına evler oyulmuştur.
Ben iki ya da üç tanesini gördüm, birinde çeşitli ayrılmış odalar vardı, tamamı taş
üzerine yontularak şekil verilmişti. Bu yüzden, meşakkatli zanaata hürmeten, ben

515
Süleyman’ın Havuzu, aynı isimli köyün yakınında, şehrin biraz güneyindedir.
516
Yahudiler tarafından, Tur Dağı’nda Derviş manastırı tarafından açılan bir yeraltı mezarının,
Hulda’nın kabri olduğuna inanılır.
517
Abşalom ve Zekeriya’nın kabirleri hâlâ gösterilmektedir, şehir surlarının güney doğusundadır.
518
Kidron Vadisi.
Yeni Ahit’ten kontrol ettiğimize göre aslında bu Yehoşafat isimli vadi olmalıdır (ç.n.).

133
dikkate değer olduğunu düşündüm. Benzer olarak, Kudüs’ten bir mil mesafede, bir
mermer taştan yontulmuş değerli bir taşın dışında, dört farklı odaya açılan dört kapısı
olan ve bahsedilen taştan dört tabut olan bir mezarlık vardır; ama cesetler toprağa
dönük ve çok küçük parçalar hariç hiç kemik kalmamıştır. Bu yer veya kaya
Celbasabua diye anılır. Bu pekâlâ beş kralın kendilerini içinde sakladıkları mağara
olabilir.

Daha sonra Greklerin, altında Yeremya’nın oğullarının 63 yıl uyuduklarını


söyledikleri incir ağacını gördüğüm Peygamber Ezaia’nın kabrine gittim. Onların
isimleri Varuh ve Avimelek idi. Bu, o devirden olamayacak olan incir ağacı ile ilgili
olarak bir yanlış inanç sanılabilir; ama onlar o tarihten beri aynı yerde dallarından
yeniden dikildiğini söylüyorlar. Sonra ben sevgili Simon’un kabrine gittim. Oradan
kilise ve kabrin yakınında Hıristiyanların Mesihimizin bedeninin yattığını ileri
sürdükleri bir yere519: bir yer, zannediyorum, Anastatia adında, Hz. İsa’nın yeniden
dirilişinin ardından Meryem’in Mesihimizle karşılaştığı yerdir, şöyle diyor: “Eğer
sen bahçıvan isen, O’nu nereye yerleştirdiğini anlat bana.” Kilise kapısının
karşısında, Kurtarıcımız ve Mesihimiz İsa’nın çok değerli kanını döktüğü,
günahlarımızın kefaretini ödeyerek, zalimce çarmıha gerildiği yerdir, sanırım
çarmıhın durduğu yer bugün bir cezaevidir. Mesafesi 20 veya 25 fit olan kilisede,
farklı tarzlardaki Hıristiyanların farklı sunakları vardır. Ama ilk olarak kilise
kapısındaki iki büyük deliği not ettim, o deliklerden, bahsedilen kilisede devamlı
olarak kalan her türlü mütedeyyin insanlara günlük erzak verilir; Kadı’ya (ki o Baş
Yargıç’tır) önce ödeyen bazı yolcular hariç olmak üzere Türkler kapıyı asla
açmadığından Büyük Türk’ün alacağı: Papanın bayrağı altındaki herkes (Frenk diye
adlandırdıkları) üzerine 9 Venedik altını ve Patriğin altındaki Grekler 4,5, diğer
Hıristiyanlar ile benzer şekildedir (biraz daha az). Türklerin en az altı memuru kapıyı
açmak için gelir: kapı bir kereye mahsus açılır, önceden ödedikleri kaydedilmiş ise,
ödemeyi yapmış olan bütün Hıristiyanlar onunla kiliseye girebilir. Fakat Türkler ve

519
Mukaddes Mezar Kilisesi, şehrin kuzey batı tarafındadır.
Kastedilen (Anastatis Kilisesi) Merkad-i İsa Kilisesi’dir. Doğu Roma İmparatoru Konstantionos
tarafından 333 yılında inşa ettirilmiştir. Bkz. Ömer Faruk Harman, “Kudüs”, DİA, c. 26, Ankara,
2002 s. 325 ve Üç Kitaplı Kentler 19. yüzyıl fotoğraflarında Kudüs ve Kutsal Topraklar
(Cities of the Three Books), Ed. Ekrem Işın, İstanbul, Suna ve İnan Kıraç Vakfı, İstanbul
Araştırmaları Enstitüsü, 2008, s. 12 (ç.n.).

134
Mağripliler, herhangi bir mezhepten Hıristiyan için kapılar açıldığında, her zaman
içeri girebilir; ama hemen tekrar dışarı çıkmalıdır. Kendisi için kapı açılan Hıristiyan
eğer isterse kilisede isteğine göre tüm gece ya da iki veya üç gece kalabilir ve
Türk’ün memurları kapıyı açmak ve onların çıkmasına izin vermek için geri
dönerler. Kapıların iç tarafında çeşitli küçük çanlar vardır; bunlar her çeşit keşiş
erzakını almak için ya da fakir insanlara su testileri vermek için ya da olabilecek
diğer eylemler için kiliseye girdiğinde çalar. Kabir yaklaşık sekiz veya dokuz adım
içerdedir520, üzerinde ikisi birlikte ve kurşunlu 12 beyaz mermer sütundan üstünde
tam bir küp olan yuvarlak şekilli bir eser yapmışlar. Kilisenin üzeri bir çeşit yuvarlak
yapı ile açıktır, sanırım, aynı şekilde dış tarafı çok büyük oranda kurşunla kaplanmış
bahsedilen içe doğru orantılı cismin üzeri açıktır. Kilisenin içinde, zannediyorum,
mezarın bulunduğu o kısma yakın, farklı renkli 12 büyük mermer sütun vardır.
Vaktiyle üzerindeki bu sütunların yerden yaklaşık bir adım mesafede durduğundan
ve ona eşit yükseklikte tahta bir platformdan bahsediliyor. Yaklaşık beş adım
mesafede, sunaklara doğru son kısımda, her köşede bir beyaz küçük mermer taş
bulunur, dümdüz dik yerleştirilmiştir, ama sütun gibi yapılmamıştır ve yaklaşık iki fit
yüksekliktedir. Mezarın üzerindeki beyaz mermer sütunların tam ortasında taştan
yapılmış üç oyuk bulunur, bunun çıkışında, Hıristiyanları İsa’nın bedeninin oraya
yatırıldığından beri bunun yapıldığına inandırarak, yılda bir kere, Katolik keşişler
boy göstermek için yapmacık bir dua yaparlar. Kilisede sağ üst önde büyük beyaz bir
kanepe vardır ki onun altında çeşitli resimler ve fenerler bulunur, fakat tam ortada
gümüşten ilgiyle yapılmış çok görkemli beyaz bir haç sarkar. Sunaklar kilisede daha
yukarıda, bu kanepenin üzerindedir. Puta tapan birçok Hıristiyanın kendi sunakları
vardır, her çeşit birbirinden ayrıdır; mesela, Katolikler için bir sunak, Grekler için,
Kahireli Kıptiler için, Karadeniz civarında Gürcüler, İranlı Ermeniler, Habeşistanlı
Abbasiler, Bağdatlı Nasturiler, Halepli, Mardinli ve Babilli Yakubiler, Libanus
Dağı’ndan Marunîler, Suriye ve Kilikya’da (sıcak ilişkileri olan bir aile) Şemsiler521
için ayrıdır. Bu çeşit Hıristiyanların kabirde devamlı yanan (Grek keşişlerin

520
Sandys tarafından verilen plana bkz. (s 126).
521
Nusayrilerin bir mezhebi olan, Kilikya ve Kuzey Suriye’de yaşayan Şemsiler, düşünülmüş gibi
görünürdü; ama onlar Hıristiyan değiller ve bu yüzden kilisede bir sunakları olamazdı.

135
anlattığına göre) 66 adede kadar fenerleri bulunur ve aynı şekilde bir tarafta batıl
haçları vardır.

Ben kabirde aşağı inmedim, çünkü Katolik keşişlerle büyük bir anlaşmazlık
yaşadım. Şayet Grek Patrikler ve diğerleri o zaman bir arbedeyi önlemek için benden
ricada bulunsalardı, onların nezaretinde inebilirdim. Gerçi bu aptal putperestlere
fazla para harcamaya karşıyım. En sonunda bana ricalarını gönderdiler, ama o zaman
ben istemedim, kapılar benim için ardına kadar açıldığında tatmin edecek kadar
görmüştüm. Kilisenin bitişiğindeki patriğin evini de aynı şekilde dıştan gördüm ki
bütün kilise kulesi ve terasın yarısı onun mülküdür; sanırım kilisenin diğer yarısında,
kiliseye ışık girmesi için hizmet veren ve orada daimi Grek keşişlerin günlük
erzaklarının çöplerini attıkları demirden üç büyük kafesin açık olduğu kısım bulunur.
Bu kafesler bir adam boyunun üzerinde ve beş veya altı adım genişliğindedir ki orada
ben kilisede kaldığım kadar iç tarafının ve benzer şekilde dış tarafının şeklini gördüm
ve kalemimle çizdim. Daha aşağıda, Patriğin evinin dışında bir odanın penceresinde
durdum ve tasvir ettiğim kabrin üzerinde dosdoğru dikilen şeklin resmini çizdim.

Kudüs’ten Beytüllahim’e giden yolun yarısında İngiliz522 Helen -I.


Konstantin’in (dediklerine göre, İsa’nın haçını bulan ve Kutsal Topraklardaki bütün
anıtları diken) annesi- tarafından inşa ettirilen bir Grek şapel vardır, İlyas’ın evinin
bulunduğu yerdedir. Onun karşısında ana caddede başının altında kolları olduğu
halde yaslanarak uyuyan bir adamın eski harap bir izini gösteren bir taş vardır.
Grekler onun neredeyse şüphesiz İlyas’ın bedeninin izi olduğunu ileri sürerler523,
melek ona yemeyi ve bir süre yırtıcıların beslemesinde kaldığı Horeb Dağı’na 40
günlük seyahate gitmesi için kendisini güçlendirmeyi emrettikten sonra, Tanrı’nın
emrinde ayağa kalktı ve Hazael, Yehu ve Elyesa’ya kutsal yağ sürmek için Şam’a
gitti. Burada Kutsal Kitap’ın bahsettiği ardıç ağacı hiç yâd edilmiyor. Fakat Kudüs
ve Beytüllahim arasında, keşişlerin, Bakire Meryem’in kocası Yusuf ve çocuk İsa ile
Mısır’a kaçtığı zaman kendisini ona dayayıp dinlendirdiğini anlatarak, bana

522
Purchas bunu “Britanyalı” olarak düzeltir. Bina Kudüs’ten üç mil mesafedeki Mar Elyas
manastırıdır.
523
Bkz. Sandys, s. 137. Sandys belirtilerin ona “herhangi bir erkek tenasübü muhafaza ediyor” gibi
görünmediğini gösterdiğini söylemektedir.

136
gösterdiği bir incir ağacı vardır524. Zeytin Dağı’nda yetişen zeytin ağaçlarından
(onların paternoster diye adlandırdıkları) tespihler yapıyorlar. Ve de orada bana
İsa’nın bedduasına uğrayan kurumuş incir ağacının hâlâ Zeytin Dağı üzerinde
durduğunu (bu pek mümkün olmayan bir şeydi) anlattılar.

Daha önce bahsedilen incir ağacından 1,5 mil mesafede Rahel’in mezarı
bulunur525, üzerinde bulunduğumuz ana caddenin tam ortasındadır. Oradan görünen,
büyük bir sahil kenarında, Beytüllahim’e giderken sağ tarafta çok güzel
konumlanmış şirin bir kasaba526 vardır. Ve iki mil ötesinde Beytüllahim bulunur, bir
tepenin yamacında, çok hoş bir şekilde konumlanmıştır, ana cadde ve kireçli arazi
yarım mil mesafede her yol onun etrafını döner. Mesihimizin doğduğu yer üzerinde
I. Konstantin’in annesi bir kilise inşa ettirmiştir527, Yusuf ve Meryem Onunla Mısır’a
kaçmadan önce, ilk olarak çobanlara ve sonra bilge adamlara tapılmıştır; daha önceki
yolculuklarımın bahsinde anlatıldığı gibi, orada ben de yaklaşık 17 yıl önce528
bulunmuştum. Bu kilisenin altında aşağı inerken Katolik keşişlerin bir şapeli vardır
ki orada devamlı toplanırlar ve tam Onun doğum yerini çok resmi bir şekilde
muhafaza ederler. Kilisenin hepsi aynı şekil ve büyüklükte olan 40 veya 50 saf
mermer sütunu vardır. Ben onları saymadım. O çok ihtişamlı bir kilisedir, Grek
azizlerin resimleri hâlâ onun üst ucunda duruyor, kilise yuvarlak formdadır ve
sunağa doğru yukarı çıkmak için geniş basamakları vardır; her iki tarafta, ahırın
olduğu yerin ve tam doğumun yerinin gözetim ve bakımını haiz olan Papa’nın
keşişler bölgesine inmek için hemen hemen yuvarlak basamaklardan aşağı gidilir.
Gri başlıklı bir Grek rahip ve yardımcım Grek keşiş tarafından, bu büyük kilisenin,
önünde yanan bir lamba olan büyük bir Aziz George resmi başta olmak üzere, Grek
tarzında birçok resmin bulunduğu üst katına, küçük bir şapele çıkan bir çift
basamaktan çıkarıldım. Benden büyük bağlılık bekleyerek, ona doğru birçok haç
çıkararak, bana onun Aziz George olduğunu anlattılar. Ben daha büyüğünü hiç

524
Sandys (s. 137) bu ağaca “menengiç” demektedir.
525
Burası hâlâ Müslüman ve Yahudi hacılar tarafından çok uğranılan bir yerdir.
526
Beit Jala köyü.
527
Meşhur Doğum Kilisesi.
528
1585-1587 yıllarında. Bu, Sanderson’ın bu öyküyü 1603 veya 1604 yılında yazdığını
göstermektedir.

137
görmedim diye cevap verdim. Bu cevap üzerine ciddi bakışlarını bana diktiler çünkü
ona saygı göstermediğimi düşündüler; yaşlı adam diğerine Grek lisanında, (onun
söylediği gibi) Leydimize, İsa’ya, Aziz George’a ve de diğer aziz resimlerine haç
çıkarmadığım ve saygı gösteren bir harekette de bulunmadığım için benim Hıristiyan
olmadığımı düşündüğünü anlattı. Onun arkadaşı aptal keşiş, ona benim ülkemden
olanların dünyanın ucundaki Hıristiyanlar oldukları anlattı. Ben derhal oradan
uzaklaşarak onların konuşmalarını kestim. Beni kurşun kaplı kilisenin tepesine
çıkardılar, birçok Hıristiyan isimlerini oraya kazımış, ama ben öyle yapmadım.
Sonra nazikçe kalmamı ve onlarla akşam yemeği yememi teklif ettiler, ama ben
reddettim. Yaşlı rahip benden fenerleri için sadaka istedi, onlar için dört Venedik
altını vererek dediğini yaptım ve yukarı çıktığım yoldan aşağı indim, şapel baştan
sona çok çeşit ve büyüklükteki azizlerin resimleriyle doludur; bu şapelde bir de
genellikle Hıristiyanların su çektiği bir kuyu vardır ve onlar bu suyun
Beytüllahim’deki en iyi su olduğunu söylüyorlar. Bu kuyudan, kilisenin tepesine
yakın olan yere su çekerler. Fakat ben kilisenin içindeki bu kuyunun (içerde tam
girişte duruyor) Davud’un cesur adamlarının ellerinden suyunu içmek istediği kuyu
olduğunu sanıyorum. Katolikler hiçbirine inanmıyorlar, ama onun Beytüllahim’e
yakın bir başka kuyu olduğunu söylüyorlar.

Ve aynı öğleden sonra Kudüs’e geri döndük. Ve Kudüs’te benim kutsal Grek
rahibim beni Grek rahibelerin manastırına götürdü, orada onlar tarafından işlenmiş
ucuz dikiş nakışlara biraz para bağışladım ve orada rahibeler biraz daha bağış
yapmamı rica ettiler. Onlara yedi Venedik altını verdim. Sonra beni hemen buna
yakın olan başka bir rahibe manastırına götürdü, orada onların çok güzel resimlerle
dolu şapelini gördüm ve bana, hizmetlerini yapmak için her gün bir adamın geldiğini
anlattılar. Orada diğerleri gibi davrandım, çokça alışverişimden ötürü daha fazla
bağış yapmış olduğum için, bana orada bulunan çok hoş genç bakire bir rahibeyi
göstermekle beni şereflendirdiler. O kadar güzel ve gençti ki ona dua etmeden ve
acımadan edemedim. Ertesi gün bana eşlik etmeye hazır olan Grek rahiplerimle
tekrar oraya gittim ve yaşlı rahibelerin yeni işlerinden daha fazla satın almak benim
için zevkti.

138
Altın ve teşekkürlerle onun geçmiş emeğinin karşılığını verdim, o zaman
ondan ayrıldım ve hac yolculuğuma Yahudi arkadaşlarıma geri döndüm. Ve arzu
edilen amacıma devam ederek, tekrar iki vadinin, sonra Yahudilerin Süleyman’ın
ağaçları sulamak için kazdığını söyledikleri şimdi kurumuş olan nehirlerin
göründüğü Beytüllahim’den iki mil mesafedeki Kutsal Topraklar izinden daha ileri
gittim. Az bir yol sonra sol tarafta On İki Patrik’ten biri olan Gad529 gömülüdür ve bu
tarafta El-Halil’den yarım mil mesafede Musa tarafından on iki casusun gönderildiği
Eşkol vadisi vardır. Onlar iyi haberlerle döndüler. Bugün o vadide gelişen üzümler
vardır; (oralıların ileri sürdüğüne göre) bir salkımı 8 veya 9 okka530 ağırlığındadır,
bizim ağırlığımıza göre 20 veya 21 lb olabilir. Böylesini hiç görmedim; bazısı
olgunlaşmaya yakın olmamasına rağmen çok büyük ve fışkırmıştı. Bu 5 Temmuz
1601 tarihinde idi.

Bu Eşkol vadisinin sonunda El-Halil şehri vardır. Vadiye varmadan önce


uzun bir milin tamamına asma ve birçok ağaç dikilmiştir. Bu şehirde İbrahim’in
kabri bulunmaktadır531. Yahudiler, Âdem ve Havva, Sara, İshak ve Rebeka, Yakub
ve Lea’nın da orada gömülü olduğuna inanırlar. Refakatçilerimden hiçbiri bu mezara
girerken sıkıntı çekmedi; ama dört köşeli bir çukurda kalın bir duvardan ancak bir
fenerin küçük bir ışığını alabiliyorlardı. Yahudiler orada ibadet merasimlerini
dışarıda yaparlar. Mağripliler ve Türkler bu merasimi, fener için aşağıya gaz
indirdikleri tepede, biraz seyretme iznine sahiptirler. Bu fener devamlı olarak yanan
çok büyük bir fenerdir. Ona bir tarafta olağanüstü eski (fakat son zamanda kısmen
onarılmış) bir kale, diğer tarafta bir cami (bu, Mağriplilerin bir mabetleridir) bitişiktir
ve fener caminin iç kısmındaymış gibi görünmektedir.

529
Onun, El-Halil’in yaklaşık dört mil kuzeyinde, Halhul’da gömülü olduğuna dair bir Yahudi
geleneği vardır.
530
Kaynakların verdiği bilgilerden Osmanlı tarihi boyunca değişik mekân ve zamanlarda farklı
okkaların kullanıldığı anlaşılmaktadır. Standart okka için kaynaklardan şu eşitlik elde
edilmektedir: 1 okka=400 dirhem. Okkanın metrik karşılığı 1,288172 kg olarak hesaplanmıştır.
Bkz. Cengiz Kallek, “Okka”, DİA, c. 33, İstanbul, 2007, s. 338-339 (ç.n.).
531
Haram’da ya da El-Halil’de caminin kutsal çevresinde İbrahim, Sara, İshak, Rebeka, Yakub ve
Lea’nın kabirleri gösterilmektedir. Âdem ve Havva’nınki ile ilgili olarak, bkz. Carmoly, s. 187,
388, 433. Güney tarafında eski bir kalenin kalıntıları vardır. Della Valle’nin El-Halil hakkındaki
bahsi onun eserinin ilk cildinde s. 355’te yer almaktadır.

139
El-Halil’in sağ tarafında, bir dağda, Davud’un babası İşay’ın kabri bulunur ve
şehirde de Abnir’in mezarı bulunur. El-Halil’in kuzey tarafında, İbrahim’in melekleri
çadırına aldığı yer olan Mamre Ovası532 vardır. Buraya gitmedik, ama onun güzel bir
yolda olduğunu fark edebildik. Ve Kudüs’e geri dönerken de Sodom Gölü’nü ve
aşağı yukarı bütün memleketi gördük, fakat oraya gitmedik. Oradan köye doğru
seyahat yolunda Ürdün Nehri’nin uzunluğunu görmek çok zevkli; gerçi ben
görmedim, şunu biliyorum, tam Yahya’nın İsa’yı vaftiz ettiği yerdedir. Bununla
beraber, farklı yerlerde ellerimi ve başımı yıkadım ve nehirden su içtim, eğer siz bu
bahsi ele geçirir ve dikkat ederseniz, anlaşılabilir.

Perşembe günü, 8 Temmuz 1601 tarihinde, Kudüs’ten yola çıktık. Berot’a


geri geldik. Sonra 9’uncu gün Nablus’a geldik. Fakat atlarımız, develerimiz,
katırlarımız ve eşeklerimiz çok ısınmış ve bitap vaziyetteydi, Nablus’a gelmeden
önce yaklaşık olarak bir milin ½’si veya ¾’ü mesafede olan Yakub’un Kuyusu’nda
kaldık ve kendimizi ve hayvanları dinçleştirdik. Yahudiler orada da merasime
düşkündürler. Su mükemmel sağlıklı ve boldur, ana caddeye yakın yerdedir. Orası
Mesihimizin Samaryalı Kadın533 ile konuştuğu yerdir. Bu kuyunun önünde, iki taş
çıkarılınca, Yusuf’un kemikleri gömülüdür ki orada ben Kudüs’e giderken Nablus’ta
son bulunuşumda Yahudilerle birlikteydim. 11’inde Cenin’e (Yeryüzü cenneti)
geldik. 12’sinde antik şehir Tiberya’ya geldik. Burası sahil hattına yakın inşa
edilmiştir. Oradan diğer yüksek dağların zirvesinden yukarıda en mükemmel
güzellikteki görüntüyü görebildik, dağının üzerinde Beytel şehri, ona yakın en
yüksek dağdır, sanırım, Mesihin geleceğine inandıkları dağdır. Bunlar hayatımda
gördüğüm en hoş dağlar ve Libanus en yükseği ki Libanus’un zirvesinden öbür
tarafına geçtim. Şam tarafına doğru Libanus Dağı’nın eteğindeki Baalgad Ovası en
genişidir; fakat Şam içindeki ova dünyadaki her gözün görebileceği en güzel şekilde
yaratılmıştır.

Tiberya Denizi fikrimce en geniş yerde en çok beş veya altı mil uzaklıktadır.
Burası Mesihimiz ve Petrus’un balık tuttukları, Mesihimizin 5000 kişiyi beslemeye
muvaffak olduğu yerdi. Burada sadece dört saat kaldık ki o zamanda bu küçük

532
Şimdi Terebinths Vadisi diye adlandırılmıştır, Beytsur ve El-Halil arasındadır.
533
Bkz. Della Valle, c. I, s. 361.

140
denize ekmek kırıntıları attık ve pulları ve rengi sazan balığı gibi çeşitli balıklar
(fakat onlar biraz daha uzun ve ince karınlıydı) bol bol kıyıya geldiler, bazıları
küçük, bazıları büyüktü. Sonra, bu ülkelerde her tarafta çok fazla bulunan Arap
hırsızlarından korkarak yolumuza devam ettik. Bu hırsızlar, farklı zamanlarda farklı
ovalarda ve meyveli yerlerde çadırlarını kurar, kendi aralarında küçük bir millet
olarak yaşarlar, hiçbir kanuna bağlı değildirler, çocuklar peydahlar ve faydalanmak
için her türlü büyükbaş hayvan yetiştirirler. Onlar çeşitli mesleklere sahiptirler;
nalbant, kunduracı ve benzer meslekler. Ayrıca onlar arasında harika at sürenler var,
bu meziyetlerini sık sık hırsızlıkta kullanıyorlar.

Binaenaleyh yedi veya sekiz mil mesafede bulunan, harika bir şehir olan
Almenia’ya geldik, burası deniz kenarına yakın inşa edilmiştir. Bir Ürdün kanalı
şehir boyunca yürümektedir. Arazinin ucunda olduğundan, burası şüphesiz
Kefarnahum’dur. Orada yatıya kaldık. Ve bölgenin daha yüksek yerlerine çıkarak,
orta derecede büyük bir kasabaya geldik ki burası pekâlâ Nasıra534 olabilir. Oradan
Cana’ya535 gittik. Arnon Nehri’ni536 gördük, burası (bazılarının söylediğine göre) bir
nehir olarak anılıyor. Bize bir havuz gibi göründü, burası Ürdün’ün dışındadır ki
(bana daha önce anlatıldığına göre) Sodom Gölü boyunca ve aynı şekilde Tiberya
Denizi boyunca yürüyen, Gennesaret olan, Ürdün bir köprü geçti ve Cadis adında
(veya daha büyük havuz) başka bir küçük denize döküldü. Sonra Gilgal veya
Nasıra537 gibi, bazı meşhur şehirlerin bulunduğu bir başka mükemmel konum
üzerinden ilerledik; Kudüs Patriği’nin bana anlattığına göre, Şam’dan gelirken, ister
istemez Nasıra üzerinden gitmeliymişiz. Bunun üzerine buranın Nasıra olduğunu
söylüyorum veya önceden bahsedildi; fakat ne Yahudilerim ne de Türkler beni
buranın orası olduğu konusunda dosdoğru bilgilendirebildi.

Ve farklı kasabalardan geçerek tekrar Safed’e geldik, orası daha önce


bahsedilen Beytel’dir. Tarih 13 Temmuz’du. Burada Yahudiler, bizim grogrenlerimiz

534
Kesinlikle Nasıra değil. Gördüğü yer büyük ihtimalle Kefarnahum’dan iki buçuk mil mesafede
bulunan Korazim idi.
535
Cana’nın Sanderson’ın rotasından epey uzakta bulunan Kafr Kanna olduğu sanılmaktadır.
536
Mucib Vadisi, Ürdün’de bir vadidir.
537
Hiçbiri olamaz. Gilgal günümüzdeki Jaljulia idi, Yafa’nın 25 kilometre doğusunda yer alır ve
Nasıra da güzergâhtan epeyce uzakta idi.

141
gibi keçi tüyünden ve bazıları beyaz grogrenden yapılmış genellikle beyaz bir dış
kıyafet giyinen bütün rahipler tarafından ziyaret edilen bir kutsal azizi korumak için
kaldılar. Utanarak ve kısa bir süre görüşüp ondan sonra giderek, büyük tevazu ve
kutsal gösteri ile birer birer selamlamaya geldiler. Bu yabancı Yahudi yoldaşlarım
birçok kitap satın aldılar, yaklaşık iki veya üç katır yükü ki bu kitaplar onların
hukuklarının açıklaması olan kutsal kitaplardı. Para için bunlardan bazılarını
Hıristiyanlara satmayacaklar, böyle yapmanın günah olduğunu düşündüklerini
sanıyorum. Burada onlar fakirler için sadaka, çok para ve benzer şekilde büyük
kazanlar dolusu haşlanmış koyun eti verirler, herkese bir dilim ekmek ve sebze
çorbası ile tek seferde bir parça verilir ve başka zamanlarda para ile de verilir. Bunu
orada kaldığımız altı günde üç defa yaptılar. Bol bol verdiklerini düşünüyorum,
Abrahim Coen isimli ileri gelen bir Yahudi de sanırım burada en az 2000 dolar ve
Kudüs’te 1000 dolar verdi; ona eşlik eden diğerleri, güçlerine göre, makul oranda
sadaka verdiler. Bunların hepsini kendi elleriyle daha fakir olanlara verdiler. Ama
mali gücü olan Yahudilerin çoğu veya hepsine her nerede kalırlarsa kalsınlar, Kutsal
Topraklara gitmeseler bile çok büyük doktorlara ve okullara yıllık burs sağlamaya
müsaade edilir; ayrıca Kutsal Topraklara gider ve güvenle geri dönerlerse gönüllü
olarak büyük sadaka verirler. Yahudiler Musa’nın nizamına göre, eğer yapabilirlerse
ya da muktedir olurlarsa, hayatlarında bir defa oraya gitmek zorunda olduklarını
söylerler. Ve bazı müteveffa Yahudilerin kemikleri Kutsal Topraklara taşınır ve
orada gömülür. Biz İstanbul’dan Sayda’ya gelirken yünlerle yüklüydük. Bana kesin
surette anlatıldığına göre, bu çuvallarda iki veya üç küçük sandıkta Yahudi kemikleri
vardı, ama bizden gizli tutulmuşlardı. Kudüs’ten dönüşümde Safed’de yükleyici
tacirlerimiz olan Yahudilerle karşılaşmak benim şansımdı, gemimizdeki Yahudi
kemiklerine ilişkin bana anlatılanlar hakkında onlarla görüştüm. Onlar bunu inkâr
etmediler, ama başka bir zamanki gibi onlara engel olmak amacıyla açığa
çıkarmamam için bana yalvardılar.

19’unda Kuneytire’ye, 20’sinde Sasa’ya geldik ve 21’inde Jobar’a götüren


Toma538 adlı kapıdan girerek Şam’a vardık. 11 Ağustos’ta Amara539 adlı kapıdan

538
Toma Kapısı ya da St. Thomas Kapısı, şehrin kuzey doğu tarafındadır.
539
Kuzey kapısı.

142
çıkarak Şam’dan ayrıldık. Bahsedilen kapının dışında iki büyük dağ bulunur. Birinin
üzerine çıktık. O Dohonett adındadır, zirvesinde kurşun kaplanmamış bir küpün
altında taşa yerleşmiş çok büyük bir ayak izi bulunur, Türklerin söylediğine göre,
peygamberleri Muhammed oradaydı ve Şam’ın inşa edildiği vadiyi seyretti, onu
Cennet diye adlandırdı. Kesinlikle, oradan düz vadi boyunca bunu görmek için,
nadiren birkaç ağaçla karıştırılarak, çok pırıltılı gümüş kenarlı sallanan yapraklar,
göz daha güzel bir görüntü göremez. Şehir, dağın sağ tarafında uzun ve bağlantılı
olarak, Sayda’dan oraya doğru gelirken, bizim karşımızda dallar arasında o kadar
karışık göründü ki şüphesiz ilk ismini dallandırılmış Şam kumaşından almış540, eğer
ona benzetilerek yapılmadıysa. Diğer dağ Dora adındadır. Ve Sergalio541 adında bir
köye geldik. 21’inde [12’sinde?] Kutsal Kitap’ta Halak542 diye anılan, Haghbett ve
Romani diye isimlendirilmiş dağları geçtik ve Hermon’u görmekten uzaklaştık.

Bu Halak Dağı’nın yamacı aşağıya doğru, kendisi ve Lübnan Dağı’nın


arasındaki ovanın tam ortasına açılır, şimdi Ba’lebek543 diye anılan çok büyük ve çok
eski bir şehir vardır ki orada bugün Süleyman’ın zamanında (söylenildiğine göre)
dikilen çok büyük sütunlardan bir sıra ayaktadır. Bu şehir Kutsal Kitap’ta Baalgad544
diye anılır. Hatırladığım kadarıyla eski, harabe ve tenha bir şehirdir. Ovanın tam
ortasında bir de sütun vardır, kare kare yapılmış taşlar aralıksız yerleştirilerek ve
şüphesiz şehirdeki diğer sütunlardan daha geç zamanda inşa edilmiştir. Bu kesinlikle
Gad vadisinin içinde bulunuyor. Düz ova tepeden tepeye yaklaşık 10, 11 veya 12 mil
genişlikte olabilir, uzunluğu iki mislidir. Orası şimdiye kadar gördüğüm en güzel
düzlük gibi görünüyor; Antakya ovasını çok geride bırakır.

540
Bu etimoloji şimdi kabul görüyor.
541
Sarghaya, Şam’ın yaklaşık 22 mil kuzey kuzey batısıdır.
542
Kutsal Kitap’taki Halak Dağı, genellikle Jebel Maderah ile özdeşleştirilmektedir, Filistin’in güney
ucundadır.
543
Maundrell ilginç bir Ba’lebek tasviri yapmıştır (s. 181).
Ba‘lebek (Baalbek), Anti Lübnan dağlarının (el-Cebelü’ş-şarkı) batı eteğinde ve Bika‘ (Beka‘)
vadisinin kuzeydoğusunda, denizden yaklaşık 1200 m. yükseklikte kurulmuştur. Beyrut ile Şam’ı
Humus’a bağlayan demiryolu üzerinde ve Beyrut’tan 86 km. mesafededir. Bkz. İdris Bostan,
“Ba’lebek”, DİA, c. 5, İstanbul, 1992, s. 9-11 (ç.n.).
544
Antik Baal Gad günümüzde Hasbeya ile özdeşleştirilmektedir, Sayda’nın yaklaşık 20 mil güney
doğusudur.

143
13’ünde, dağların en meşakkatlisi olduğu söylenen ve bence dünyada seyahat
edilen dağların en yükseği olan Libanus Dağı’nın eteğinde (daha doğrusu yaklaşık
beş mil yükseklikte), Ainatt545 adında bir köye geldik. Yılın en sıcak zamanı, bu 14
Ağustos’ta tam en yüksek noktasına çıktık, yine de orada biraz kar kalmıştı ve soğuk
öyle şiddetliydi ki ellerim uyuşmuştu ve sanki bir çeşit buz gibi beyaz
görünüyorlardı; fakat üç ya da dört mil aşağı inince, önceden olduğu gibi yeniden
canlandılar. Öğleden sonra, Trablus’tan yaklaşık yedi ya da sekiz mil mesafedeki
Aigdel adında bir köye geldik, yarım saat istirahat ettik. Ve bazı eski kasabalardan
geçtik, bunlar arasında Acon büyük savaş gereçleriyle dolu çok sağlam bir hisar ve
kaledir. Burada Trablus Emiri’nin kendi vasıtası vardı. Ve orada dağlarda içerisinde
sedir ağaçları olan bir arsa gördük. Bu ağaçlar sıradan büyüklükteler ve çok kocaman
değildirler; gövde dik ve dallar yayılmıştır, çok mükemmel görünüyorlar; dalların en
geniş olduğu sıra en alttakilerdir ve onların sıraları (sanırım) tepelerine kadar gittikçe
darlaşıyor böylece sivri bir şekilde görünüyorlar. Meyveler hoş bir şekilde dik
uzanan birçok dallar üzerinde duruyorlar. Yapraklar rozmarin şeklinde fakat daha
ince ve sivridir, meyveler ile birlikte yine arsız dik uzanan güzel küçük dallarda
yetişirler. Hatta dalın kenarına koyduğumuz çok küçük eğri bir sap ile meyveler
tamamıyla yapraklar üzerine eğildi. Aynı gece, çok geç vakitte, güvenle Trablus’a
geldik; Tanrı’ya daima şükürler olsun.

Tüm hac yolculuğumda birlikte seyahat ettiğim Yahudilerden, daha ağırbaşlı


ve daha iyi olanların, rahatsızlık vermemek ve bana karşı sıkıcı olmamak için İsa
hakkında benimle asla tartışmadıklarını fark ettim. Çünkü Ondan ve Onun
takipçilerinden bahis olduğunda asla alay etmeden konuşmazlar. Gerçi bir gün kendi
Yahudilik dinlerinin malumatını öğreten yukarıda bahsi geçen türden yaşlı
adamlardan üç ya da dördünün ağzından, içinde saygı barındıran bir argüman
duydum ve bu bence kendilerine bir çeşit kabul ve itiraftı. Kudüs’te Kralın evinde
dünyanın tam ortası kabul edilen ve Evenasediya546 adında olan bir taş olduğunu
söylediler. Bu taşın üzerinde Tanrı’nın ismi yazılıdır ve oraya girebilen ve onunla
geri dönebilen her kim olursa olsun ihtiyaç duyduğu şeylere sahip olabileceği ve

545
‘Ain ‘Ata, Ba’lebek’in yaklaşık 14 mil kuzey batısıdır.
546
Kuruluş Taşı (Eben ha-shethiyah) anlamında bir kelimedir.

144
istediği şeyleri yapabileceği yazılıdır. Dediklerine göre marangoz Yusuf’un oğlu İsa,
olağanüstü bir şekilde oraya girerek ismi yazdı, kendi uyluğunu kesti, sonra onu
sakladı ve tapınağın dışına kaçtı; dedi ki: Yea afdoni anni547, fakat hemen cevaplandı:
Mamzer548 bemidatah549; Yahudilerin bana anlattığına göre, şöyle tercüme edildi:
“(Saint Christ) insanların bana hizmet etmelerine izin ver”. Kâhin cevapladı:
“Ölümden sonra, yaşamda değil”. Sonra, bana anlattıklarına göre, ilk olarak o
uçmaya başladı ve daha birçok bunun gibi görevlerle dünya kuşları, bu Yahudiler
bunu bana alaycı aşağılayıcı bir tarzda ikrar ettiler. Buna ilaveten biz Hıristiyanların
Petrus, Paul, Yuhanna, Meryem ve bunun gibiler tarafından nasıl böyle önderlik
edilebildiğimize hayret ettiklerini de söylediler. Buna ilaveten A harfinin manasını
şerh etmenin tüm Hıristiyanlar arasında en bilgili olan için mümkün olmadığını ve
onların doktorlarının sadece bu ilk harf üzerine tam ciltler yazabildiğini, dünyanın
sonuna kadar üzerinde çalışılacağını da ekleyerek, Kudüs’ün tekrar inşa edileceğini
ve Mesihlerinin gelip geçmiş zamanda oldukları gibi onları prens yapacağını, ama
sonra tüm dünyayı yöneteceklerini söylediler. Ayrıca bugün Habeşistan’da yaşayan
ama Mısır ve Habeşistan’ı ayıran kum denizi yüzünden oradan gelemeyen diğer
dağılmış kabilelerin Yüce Tanrı tarafından belirlenen zamana kadar onu
geçemeyeceklerini söylediler, çünkü bahsedilen deniz akıyor ve devamlı bulanıktır,
her yedinci gün hariç, bu onların Saboth’udur550. Onların birçok farklı düşünceleri
var; ilk başta affedilmezlerse, değişmek ve daha iyi olmak için, Tanrı’nın onların
ruhlarını iki kere daha başka yeni bedenlerde dünyaya gönderdiği ve sonra
sözleşmelerine göre onları ya teslim aldığı ya da geri çevirdiği gibi ve onların
ölümleri ve gömülmeleri dünyanın neresinde olursa olsun, bedenlerinin tümünün
kıyamette Yehoşafat Vadisi dışında Kutsal Topraklarda dirilmesi gerektiği gibi; bu
nedenle daha şanlı ve daha zengin sınıfın kemikleri, ölenlerin çocukları veya
arkadaşları tarafından oranın bir kısmına taşınır, bu da onların orada (dediklerine
göre) tırnaklarıyla toprağı kazımak için bir işten azat edilmeleri demektir. Onlar

547
Ya ‘abduni ‘ammi, “halkımın bana hizmet etmesine izin ver”.
548
Mamzer, “gayrimeşru çocuk”.
549
Purchas’taki metinde bemitadah olarak geçer, yani “ölümde”.
550
Bu nehrin kayıp kabilelerin çevresini çevirdiği zannedilmiştir ve genelde Prester John’un arazisi
içinde veya yakınında yer almaktaydı.

145
oraya gömülmemeleri ve diğerleri tarafından oraya taşınmamaları gerektiğine
inanırlar. Onlardan duyduğum diğer konuşmalar da, gerçek olma ihtimali son derece
düşük olan bu son bahis kadar gerçeklik ihtimali barındırıyordu. Ve ben onları, daha
akıllı ve daha iyi olmak adına terk ettim,

daima hamdedilerek yüceltilen Tanrı dilerse, ve biz Hıristiyanlar Mesihimiz,


Hâkimimiz, O’nun oğlu Yüce İsa tarafından, kutsandık ve kurtarıldık,
günahlarımız Onun kudretli kaderine inanmanın şevkiyle Onun kanında
boğuldu. Şükür, şükür, şükür sonsuza dek, amin.

JOHN SANDERSON.

Abram Coen, Isack Coen’in oğlu, Sakız Adası’nda Tirria sakini. Salamon
Marabi, Tirria sakini. Jacob ben al David, İzmir sakini. Abram Alvo, İstanbul sakini.
Mose Rosino, Şam sakini. Salamon di Urbino, İstanbul sakini. Isake, adı geçen
Jacob’un oğlu. Yukarıda adı geçen sekiz551 Yahudi eşliğinde Şam’dan Kudüs’e ve
sonra tekrar oraya geri seyahat ettim, orada Mose Rosino’yu bıraktık ve bu yüzden
Trablusşam’a (Suriye) diğer yedisiyle geldim ve orada ayrıldık.

İstanbul’dan yola çıkarken, beni ağırlamaları ve bana kutsal yerleri


göstermeleri hakkında, Büyük Türk’ün Kudüs Paşasına mektubu ve İstanbul
Patriğinin Kudüs Patriğine mektubu yanımdaydı. Kudüs’te Patrik’ten orada
bulunuşum ve belli yerleri ziyaret edişim ile ilgili belge aldım552…. Kudüs’te bir de
Yahudilerden İbranice belge aldım553.

551
O sadece yedi kişi saydı. Sekizinci kişi Abraham Coen’in kayınpederi gibi görünüyor.
552
Sanderson belgeyi İtalyanca versiyonda alıntılamaya devam eder.
553
Aynı şekilde, belgenin İtalyanca bir tercümesi el yazmasında verilmiştir.

146
EK BİLGİ554

Böylece sana Bay John Sanderson’ın yolculuklarını anlatmaktayım. Kudüs’e


girmenin zorluklarına değinmek için, bu aşağıdaki kısmı eklemenin iyi olacağını
düşündüm; bu Kudüs kutsal yolculuğuna atılmadan önce, hemşerilerim daha çok
bilgilendirilebilirler; batıl inanç bir taraftan tiranlık diğer taraftan, ilahi o Kudüs’e
hayırlı bir inancın barışçıl yolu olan, en iyi hac yolcuğunu tehlikeye atıyor. Çünkü
eğer bir adam sağlam bir inancı olmayan keşişlere memnuniyet vermezse, onların
hamilerinin ve hayırseverlerinin belgelerinin bazıları veya diğer sıra dışı levazım,
yardım hariç, batıl inançları olan bu keşişlerin kötü niyetli yalancıları ortaya
çıkardıklarını görürsün. Burada da onlar Bay Sanderson’a Yahudi olduğu ve Bay
Timberlie’nin casusluk yaptığı iftirasını attılar. Kudüs Patriği’nin Bay Sanderson’ı
güvenle tasdik ettiğine göre, onların manastırlarına girdiklerinin görülmesine rağmen
hiçbir zaman dışarı çıkmadıkları söylenen diğer dört İngiliz’den bahsetmiyorum bile.
Bunda dolayı Bay Timberlie, hiçbirinin şehre girmediğini fakat onlar tarafından
himaye edildiğini ileri sürdü, diğerleri bunu (farklı başlamasından, sıradışı
istikametten) inkâr etti ama yine de o konuşma (alışılmış girişinden belli) gerçek
olabilir. Bay Timberlie’nin paragrafı için, onu sona ekleyeceğiz, Bay Sanderson için,
şu şekilde yazmıştır:

Şimdi, Bay Purchas, bana hoş geldin demeye gelen iki keşişe kızdığımdan,
Kudüs’te ilk gün eğlencemin biraz hırçın olduğunu anlatan muhtıramı al. Ben onların
nezaketini yaşamak zorunda olmadığımı söyledim, çünkü ben Grek Patriğe tavsiye
edildim; bunun üzerine onlar öfkeyle beni terk ettiler. Fakat hemen sonra Paşa
nâmına bir Türk yanıma geldi ve Şam’da bana otuz dolara mal olan kılıcımı, hiçbir
Hıristiyanın, ancak elinde kılıçla doğmuş olması dışında, şehir kapılarından kılıcı
üzerinde bağlıyken girmemesi gerektiğini öne sürerek benden aldı; fakat onların
örfleri Yahudileri bu uygulamadan muaf tutmaktadır. Böylece kılıcımı kaybettim ve
sonra, işlediğim hatayı bana anlatan ve üstelik benden amiri için bir hediye ve
kendisi için bir başka hediye isteyen, paşanın kethüdasına götürüldüm. Sonra ona

554
Purchas His Pilgrimes’ten, c. II, s. 1636.

147
Büyük Türk’ün mektubunu gösterdim ki bu mektup onun egemenliğindeki her
nereye gidersem bana saygılı bir biçimde davranılması emrini ifade ediyordu. Büyük
saygıyla mektubu okudu ve bana herhangi bir suiistimal önermediğini, ne
önereceğini ne de Kudüs’te herhangi birinin bana yanlış yapacağını söyledi. Ayrıca
eğer nezaketle onun amiri olan paşanın üzerine kadife bir elbise ve kendi üzerine
saten bir elbise hediye edersem, yanımda kılıcımla şehir kapısından girme cüretine
ilişkin hatamı görmezden geleceğini söyledi, bunu yapmayı kabul etmedim. Sonra o,
derhal beni zindana atılmam için acımasız ve ürkütücü bir Türk subaşıya ve onun
aşağılık korkunç görevlilerine teslim etti. Fakat birlikte seyahat ettiğim Yahudiler,
hemen hemen fısıltı ile sık sık onun elini ve elbisesini öperek benim cüretkâr
davranışımı ve öfkeli sözlerimi bağışlaması için ona yalvararak, onun ayaklarına
eğildiler ve benim için yalvardılar. Benim ona on iki Venedik altını, bununla birlikte
kılıcımın zararını da vermem gerektiği üzerine anlaşmaya vardılar, ben o sırada
kaçtım. Ama iki gün sonra keşişler tekrar üzerime saldırdılar ve bana biraz
memnuniyetsizlik göstereceklerini düşünerek Türkleri kuvvetle ve fazlasıyla
beslediler ancak amaçlarına ulaşmadılar ve hâlâ onlara ve onların baş muhafızlarına
kafa tutmuş olmam yanıma kâr kaldığı için bir manada oldukça kırıldılar. Sadece
beni biraz sıkıntıya sokup suçlamaya tabi tuttular. Ve ben onların karşı koymasına
rağmen Greklerin Patriği ve onun topluluğu (rahip ve keşişleri kastediyorum)
eşliğinde korundum, zavallı Grek Patrik çok fazla ve çok defa bunun için
yalvarmasına rağmen hiçbir şekilde Katolik rahiplere gitmedim ve onların baş
muhafızlarını da ziyaret etmedim. Bundan onlar o kadar çok rahatsız oldular ki
Trablus’a onları küçümsediğim hakkında bir yazı yazıldı; onlar Kudüs’teki tüm
geçmişimi yaşlı bir keşişe teyit ettirdiler; bu Trablus keşişi benim gelişimde çok
yardımsever davranmıştı ve bana Kutsal Topraklardan hoş geldin demek için evimize
gelmişti. Gerçi o, kaldığı bir İtalyan evinden, bir av tüfeği ile bana iki farklı seferde
atış yaptı; komisyoncu, benim eski bir tanıdığım ve adı Daniell Gallana olan bir
Yahudi tarafından dışarı çıkmam için kandırılmıştım, ama her iki seferde de ıskaladı.
İlk seferinde hiçbir şeyden şüphelenmemiş olmakla beraber mermi benim boyum
hizasında alçaldı ve bir ağacın köküne isabet etti, Yahudi oradan benden biraz önce
uzaklaşmak için fırsat oluşturmuştu. Patlama sesini duyduk ve ben Gallana’ya
merminin ne kadar da yakınıma isabet ettiğini söyledim. Onun Senyör Francisco

148
olduğunu, terastan veya pencereden bir kuşa ateş ettiğini söyledi ve ben bunun
üzerine başka bir ihtimal düşünmedim. Birkaç gün sonra, yine etrafta yürürken ikinci
defa, Yahudi birdenbire arkamda kaldığı zaman, tam aynı yerin yakınında başka bir
mermi benim çok yakınımdan geçti. Bunun üzerine ben kuşkulandım ve artık o yolda
ve bir daha o Yahudi ile hiç yürümedim. Ve bu kurtuluşum için, hac yolculuğum
boyunca, dayanılmaz dertler ve baştan çıkarıcı kötü şeyler ile beraber, daha önceki
birkaç diğer cinayet, zehirleme, deniz kazası vs.den kurtuluşumda olduğu gibi,
Tanrı’ya yürekten dua ettim.

[Purchas devam ediyor:]

Elimde bahsedilen Bay John Sanderson adına yazılmış üç orijinal takdir


belgesi ya da mektubu var; ikisi modern Grekçe, üçüncü Talmud kitabı
İbranicesinde. İlki İstanbul Patriği’nden Kudüs Patriği’ne, ihtimamı için ona saygılar
sunuyor. İkinci Kudüs Patriği’nin bir takdirnamesi, şu manada: Sophronius,
Tanrı’nın inayeti ile kutsal şehir Kudüs’ün Patriği. Bay John Sanderson, İngiliz,
kutsal şehir Kudüs’e geldi, orada sadakatini icra etti, Kabri, Beytüllahim’i ve
Getsemani’yi, Zeytin Dağı’nı, Ascension’u555, Beytanya’yı, Lazarus’un kabrini,
Ürdün’ü, El-Halil’i ve Hazret-i İsa’nın yürüdüğü kutsal yerlerin kalanını ziyaret etti.
Ve bu mevcut yazı hakikati teyit etmek için hazırlanmıştır. Amin. Dünyanın yaşı
7111, on bir Temmuz olarak tarihlenmiştir. Sophronius, Tanrı’nın inayeti ile
Kudüs’ün Patriği.

Bu, yazarımız söylediğine göre Patrik’in kendi elleriyle yazıldı. O, gri


sakalıyla vakur bir adamdı, sekiz veya on hizmetçisi vardı. Onun manastırında ilk
görüşmede, âdetleri nedeniyle elini öptürmeyi teklif etti; Bay Sanderson kendi
âdetine uyarak kendi elini öpüyor ve onunla Patriğe dokunuyor, bunun üzerine Patrik
çok memnun görünüyor.

Yahudi topluluğunun gerekçesini şu şekilde ifade etti: Mermaid’in kaptanı ve


sahibi Bay Best’in, diğer üç kişi ve benimle Sayda’ya varışımızda Yafa’ya ve oradan

555
Kudüs’teki göğe yükseliş kilisesi (ç.n.).

149
Kudüs’e gitmesi gerektiği kararlaştırılmıştı. Fakat kaptan, kayaların ve kuvvetlenen
rüzgârın tehlikesini hesaba katarak, gemiden ayrılmanın uygun olmadığını düşündü
ve diğer üç yolcu da istemedi. Bu durum üzerine ben (kararlılığımı muhafaza ederek)
Hıristiyan yoldaşlarım olmaksızın tek başıma saygın Yahudiler eşliğinde gitmeye
istekli oldum. Bu seyahatte başat kişi Abraham Coen isimli, kayınpederine refakat
etmek amacıyla Beytel’deki Safed’e giden ve orada günlerin sona ermesine yakın bu
Yahudi arkadaşlara bağış olarak en az iki bin dolar dağıtan yoldaşımdı. Kudüs’e
onunla gittik ve geri dönerken yolda doğrudan Şam’a giden yolun biraz dışında olan
Tiberya ve Kefarnahum’a uğradık. Sakız Adası ve İzmir’de sakin ve tacir olan bu
Yahudi yoldaşım ayrıca bana karşı hiçbir Hıristiyan arkadaşımın olmadığı kadar
ilgili, yardımsever ve nazikti, ne derecede olursa olsun, daima daha iyi memnuniyet
gördüm. Bu Yahudi ahlakî tutum yönünden her konuda benzersiz ölçüde anlayışlı ve
dürüst idi. Sayda’dan Şam’a gittiğimizden ötürü üç ay onunla birlikte kaldım. Şam’a,
kendisini ve oraya tekrar geri dönüşümüze kadar ticarette kullanılması için orada
bıraktığı en az on bin Venedik altınının birazını hafifletmek için gitmiştik. Bunun
üzerine Libanus üzerinden Trablus’a gittik ve orada Yahudi olmayan bu kişi, Şam
emtiası ve görevlileri ile beraber Sakız Adası’na doğru deniz yolculuğuna çıktı,
arkadaşlardan ayrıldığımız zaman Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında gözü yaşlı
olmayan yoktu. O çok dindar, gayretli ve yumuşak kalpli bir adamdı. Onun yüksek
insan sevgisi ve olağanüstü hayırseverliğini göz önüne aldığımda iyiliği hakkında ne
kadar konuşsam azdır; bu icraatlarında onun mertebesi Hıristiyanlar olarak
çoğumuzda bulunandan daha fazladır.

İbranice yazılmış ve çeşitli Yahudilerce onaylanmış Yahudi şahadetnamesini


buraya ekledim:

Bunlar, dünyanın yaratılışının 5361’inci yılı Tamas ayının 10’u Salı


gününde, kervan ve saygın Yahudiler eşliğinde, kutsal şehir (yakında inşa edilebilir)
Kudüs’e doğru buraya kadar gelen ve onlarla birçok kutsal yere giden İngiliz
beyefendi, Muhterem Bay John Sanderson’ın seyahatini beyan etmek içindir. Ayrıca
beraberinde bu yerin Patriği için İstanbul Patriği’nden taltif mektupları da getirmiştir
ve Patrik onunla birlikte adamlarını gönderdi ve onların bütün dua yerlerini ona
gösterdiler ve onu Beytüllahim’e getirdiler. Onun şehrinin tüm insanlarına ve

150
bölgelerinin ileri gelenlerine bununla ilgili bilgi vermek amacıyla, gerçeği beyan
etmek için bunu kendi elimle yazdım ve imzaladım; ayrıca elinde, gittiği bütün
yerlerden meşru bir belge bulundurmuştur. Ben bunu zikredilmiş olan yıl ve ayın on
yedisi tarihinde kutsal şehir (yakında inşa edilebilir) Kudüs’te yazdım. Ben, Gedelia
Cordoero (o haham veya rahip idi), Abraham Coen, Isack Coen’in oğlu, Sakız
Adası’nın yerlisi (bu kumpanyanın Yahudi amiri Rabbi Abraham idi,), Salamon
Marabi, Tirria’nın yerlisi, Yakub, Davud’un oğlu, bir İzmir sakini, Abram Alvo, bir
İstanbul sakini (bu yaşlı Yahudi seyahat boyunca onların aşçısıydı), Mose Rasimo,
bir Şam sakini (ki o dindarlığından bizimle Kutsal Topraklara geldi ve hem
gidişimizde hem de gelişimizde Şam’da onun evinde kaldık ve misafir olduk ve
oradan yazın sıcağında olmasına rağmen biraz kar kalmış olan Libanus’un en yüksek
tepesi üzerinden Trablus’a gittik, tarih 14 Ağustos 1601 idi; en aşağıdan zirvesine
kadar onun en az sekiz mil yükseklikte olduğunu hesapladılar ve Trablus kasabası
yaklaşık on mil aşağıdaydı), Salamon di Urbino, bir İstanbul sakini, Isack (o
yukarıda adı geçen Yakub’un oğluydu, yirmi bir veya yirmi iki yaşındaydı, hal
böyleyken babası onunla bu oğlancı yerlerde seyahat etmeye korkuyordu, çünkü
dediğine göre, çocuk köseydi). Rabbi Abraham’ın kayınpederi yaşlı Yahudiyi,
onların Saphet Casa di Dios dedikleri Beytüllahim’de ölüme terk ettik. Oraya ilk
girişimizde Yahudi kadınlar evlerinin tepesinden haykırdılar: Sei ben venito á la casa
di Dios, Rabbi Abraham556.

[İskenderiye Patriği Meletius’tan İstanbul’daki İngiliz Elçiye 26 Mayıs 1593


tarihli bir mektup yazdırdıktan sonra, Purchas Sanderson’ın kenarda yazılı bir nota
göre yaşı kırk beş olan bu papaz ile ilgili tasvirini alıntılamaya devam ediyor.]

Bu kutsal Patrik, Patrik Meletius, çok çekici siyah uzun sakallı bir adamdı.
Bütün ömrü boyunca asla hiçbir çeşit et yemedi. Elçimiz Bay Edward Barton’ın
kapısını sıkça aşındırdı ve onunla çok yakındı. Onu konuşurken sık sık duydum ve
onu bir defasında elçinin kamarasında bizimle birlikteyken dua ederken gördüm. O,

556
Türkçeye şu şekilde çevrilebilir: Seni Tanrı’nın evine uğurluyoruz Rabbi Abraham (ç.n.).

151
Theos557 vs. kelimeleri hariç benim hiçbir şey anlamadığım, Edward Barton’ın biraz
anladığı Grek lisanında konuşur. Elçi ile yemek yediği zaman, masamız hep en iyi
balık ve sert şarapla donatılırdı. Bununla birlikte her zaman içtiği bütün şarapların
tadına bakması için genç bir rahibi vardı ve kadehin Patriğin ağzında olduğu her
zaman, yemekte ona hizmet eden diğer altı Grek rahip hep yumuşak bir ses tonunda
dua ederlerdi. Bu adam, kendisini çok sayan ve seven Grekleri arasında her tarz ve
tavırdaki adama karşı davranışlarını sergilemede çok uysaldı. Gerçi o, Bay Barton’ın
nüfuzu ve parası vasıtasıyla İstanbul Patriği olmaya göz dikti ve oldu, kısa süre
içinde bıktı, Türk vezirler ona karşı çok fazla ve olağanüstü bir biçimde sert
davrandılar. Bu durum üzerine ölümünden önce istifa etti ve İstanbul’dan ayrıldı ve
kendisinin eskiden patrik olduğu İskenderiye’de vefat etti ve orada gömüldü.
Bugünkü tüm Grekler içinde daha iyi bir insandan bahsedildiğini duymadım. Baş
başa olan bazı ilim ve irfan çalışmaları dışında, zamanın onun bunu açıklamasına izin
vermemesine rağmen, kesin surette o gerçek bir Hıristiyan profesördü. Görgü şahidi
olan Bay Henry Lello’nun bana anlattığına göre elçi Bay Edward Barton’ın
ölümünden birkaç gün önce, Patrik ve elçi birbirlerinin boyunlarında ağladılar.
Patrik, ondan geriye kalacak şey olan ve vaadinde bulunduğu parayı bahane ederek
bir erkek hemşehri ve kendi diğer hizmetçilerini kendisine ciddi bir şekilde öneren
ölmekte olan adamı öptü. Elçinin arzusu, Patrik’in bahsi geçen hizmetçilerine karşı
iyi olmasıydı. Bunun üzerine birbirlerinden ayrıldılar.

557
Yunanca Tanrı anlamındadır (ç.n.).

152
YOLCULUK YAPTIĞI GEMİLER

(f. 132 a)

Yolculuk yaptığım tüm gemi ve şileplerin isimlerinin notu

ve bunların çeşitlerinin ne olduğu.

Marchaunt Royall. Bir hata sonunda Venedik’te, Malamocco’da bir demirleme


saatinde battı. Beni Cebelitarık Boğazı’na taşıyan ilk gemiydi.

Charitie. Eskimişti, İspanya’ya satıldı. Beni ilk defa İstanbul’a getirdi.

İskenderiye Beyi’ne ait bir kadırga. Beni Mısır’a getirdi.

Bir İskenderiye gemisi. Reşid ağzında fırtına koptu ve kaza yaptı, ben içinde
iken. Beş kişi boğuldu. Ben o zaman hayret verici şekilde kurtuldum.

Bulak’tan küçük bir Mağribi tekne. Beni Kahire’den Dimyat’a taşıdı ki bu


Yafa’nın güneyine iki günlük seyahattir.

Bir karamürsel (bir Türk gemisi), Mısır’da Reşid’den yüklediğimiz. Ben bu


gemide güvenle Suriye’de Trablusşam’a gittim.

Hercules. Beni ilk defa Suriye’de Trablusşam’dan İngiltere’ye getirdi.

Bir Hamburg gemisi. Beni Flushing’e taşıdı. Bayan Drury, kızları ve diğer
hizmetçileriyle aynı gemideydi.

Bir Sandwich gemisi. Beni oradan İngiltere’ye getirdi.

Samaritan. Bu gemiyle Doğu Hindistan’a geldik. Biz bu seyahatte güvenle geri


döndük ve ondan sonra gemi Bordeaux’dan gelirken Dartmouth yakınlarında kaza
yapmış.

Toby. Bu gemiyle ikinci defa Cebelitarık Boğazı’na gittim. Cebelitarık


Boğazı’nın girişine yakın Cape Spartel’de kayaların üzerinde parçalandıktan sonra da
çok seyahatler yaptı.

153
Eğriboz’dan İstanbul’a gittiğim küçük bir Türk gemisi.

Navi Ragazona, beni İskenderun’dan Venedik’e taşıyan bir Venedik gemisi. Bir
denizcinin ihmali ile Venedik iskelesi Malamocco’da yandı, bazıları fıçıcı olduğunu
söylüyor.

Bir Alman gemisi (Flushingli), bir savaş gemisi. Beni Downes’te kıyıya getirdi,
ikinci defa İstanbul’dan geldim.

Hector, bu gemiyle üçüncü defa Cebelitarık Boğazı’na gittim.

Küçük bir Türk gemisi beni Truva’dan İstanbul’a taşıdı.

Mermaid. Bu gemiyle İstanbul’dan Sayda’ya gittim. Trogian Trablus yolunda


kayalarda parçalandı. Ben onunla Hıristiyanlık’a gitmeye niyetlenmiştim, ama sonra
Edward Bonaventure ile gittim.

Edward Bonaventure. Beni Trablus’tan Zenta’ya getirdi. Fransa sahilinde


bulunduktan sonraki yıl kaza yaptı, Boulogne’den önce.

Cherubin. Beni Venedik’e taşıdı. Denizcilerin ihmali ile Blackwall’da yanmış.

Vauntgard, Majesteleri’nin gemilerinden biri. Beni İngiltere’ye getirdi.

Bahsedilen on sekiz yılda denizde yol aldığım araçların hepsi bu yirmi gemi ve
teknedir, Mısır’da Nil Nehri üzerinde ve Hıristiyanlık’ta çeşitli nehirlerden geçerken
bindiğim birkaç küçük tekne ve barka558 hariç; seyahatlerimin yukarıda geçen
bahsinde okunabileceği gibi.

558
Barça olmalıdır; barçalar, altı düz, iki ve üç direkli yelkenli savaş gemisidir. XVI. yüzyıl başlarına
kadar savaş amaçlı, ancak daha sonraları sadece nakliyede kullanıldığı tespit edilmiştir. Bkz. İdris
Bostan, a.g.e., s. 274 (ç.n.).

154
3.3. İstanbul Gözlemlerinin Değerlendirilmesi

Byzantion’un kuruluşunun -bir söylenceye göre Zeus ile İo’nun kızları su


perisi Keroessa’nın Poseidon’dan doğan oğlu- Megaralı Bizas’a dayandırılması âdet
haline gelmiştir. Yine kuruluşla ilgili bu söylenceye göre, yolculuğa çıkmadan önce
danıştığı Delfi’deki Apollon kâhini Bizas’a “körler ülkesinin karşısına” yerleşmesini
öğütlemiştir. Bunu, Pers Generali Megabazus’tan alıntı yapan Herodot şöyle tabir
etmiştir: “O zaman Kalkedon’da yaşayanlar kör olmalıydı. Eğer gözleri görseydi,
yanı başlarında yerleşmek için böylesine elverişli bir yer dururken, tutup da bu
önemsiz yeri kendilerine yurt tutmazlardı.559”.

John Sanderson da 12 Mart 1592 ile 23 Eylül 1597 tarihleri arasında


İstanbul’a ikinci gelişi üzerine kaleme aldığı ve ‘Bir İstanbul Tasviri’ adını verdiği
İstanbul tasvirlerine, Herodot tarihinden nakil olan bu efsane ile başlar.
İstanbul’un/Byzantion’un Yunan Şehir Devleti olduğu M.Ö. 658 - M.S. 196 yılları
hakkından çok az söz ettikten sonra (Büyük İskender’in babası Filip’in bu kenti
almaya azmettiği halde ele geçirmeden gittiğinden bahseder) özerk bir Yunan devleti
olan şehrin M.S. 196’da Roma İmparatoru Septimius Severus yönetiminde Roma’ya
katılmasını anlatır. Burada Sanderson, kuşatmayı betimleyen tarihçi DioCassius’un
tarihinden istifade etmiş olmalıdır. Daha sonra Konstantin’in şehri geniş ölçüde
yeniden inşa ettirmeye karar verdiği tarih olan 300’lü yıllara gelir. Hızlıca çağları
aşarak tarih vermeden 1204 Latin istilasına değindikten sonra ise İstanbul’un 29
Mayıs 1453 tarihinde Fatih Sultan Mehmed (Sanderson Sultan İkinci Mehmed diye
anmaktadır) tarafından Türklerin eline geçtiğini ifade eder. Türklerin eline geçen
şehrin, yedi tepesinden başlamak suretiyle yeniden inşa edildiğini söylerken, Grek
mabetlerinin yerle bir edildiğini ifade eden Sanderson, kendisiyle çelişir bir halde, bir
süre Patrikhane kilisesi olarak faaliyet görmüş ve III. Murad zamanında Fethiye
Cami olarak isim değiştirmiş olan Theotokos Pammakaristos560 mabedinden, “bir
camiye indirgendi” ifadesiyle bahseder. İstanbul’da başta Ayasofya olmak üzere
559
John Freely, Saltanat Şehri, s.26.
560
“Tanrı’nın sevinçli annesi” anlamına gelen Theotokos Pammakaristos, 12. yüzyılda İoannes
Komnenos ve karısı Anna Doukaina tarafından yaptırılmıştır. Bkz. Murat Belge, a.g.e., s.179.

155
kiliselerin yıktırılmadığı, camiye çevrilmek suretiyle söz konusu binaların
fonksiyonel değişikliğe tabi tutulmuş olduğu pekiyi bilinmektedir.

Müellif, sözlerine Fatih Sultan Mehmed’in külliyesini anlatarak devam eder.


Burada dikkat çeken husus, camiyi “büyüklüğü ve ihtişamı harikulade olan takdire
şayan bir bina” olarak tasvir etmesidir. Külliyenin misafirhanesinden, orada birçok
fakirin ücretsiz yemek yiyip ağırlanmasından, bir akıl hastanesi bulunduğundan ve
ihtiyaç sahibi herkese ücretsiz şurup ve ilaç verildiğinden bahsettikten sonra,
külliyenin idamesi için II. Mehmed’in yılda 60 bin duka vakfettiğini, bu miktarın
şimdi (XVI. yüzyıl sonu itibariyle) 200 bin dukaya çıkmış olduğunu anlatmaktadır.

Sırasıyla yedi tepenin güncel durumunu naklettikten sonra -bilhassa altıncı


tepede yer alan Süleymaniye Camii’nden büyük sitayişle bahseder- yedinci ve son
tepede yer alan Ayasofya’ya değinir. Sanderson’a göre Ayasofya “büyüklüğü, sanat
işçiliği, güzelliği ve zenginliği benzersiz” bir binadır. Ayasofya’nın fizikî
özelliklerinden bahsettikten sonra, Ayasofya içerisinde yer alan Hıristiyan motiflerin
tahrip edildiğini yazmaktadır: “Gel gör ki Türkler tüm tarzdaki resimlerin gözlerini
kazıyarak silmişler”. Oysa Ayasofya’nın Osmanlı döneminde geçirdiği değişikliklere
ilişkin yapılan araştırmalar, bu bilginin yanlış olduğunu kanıtlamaktadır 561. Ayrıca
kiliselere yapılan Osmanlı restorasyonunda izlenmiş olan yöntem, İslam
ibadethanesinde ibadete engel teşkil edecek resimler ve ikonalar gibi öğelerin
üzerinin kapatılmasından ibarettir.

Başkentin yapılaşmasına dair verdiği bilgilerle okurlarını aydınlatmaya


çalışan müellifin, Bayezid’deki Eski Saray’dan, Şehzâde Camii’nden bahsettikten
sonra gözlemlerini şu tarifle süslemesi dikkat çekicidir: “büyük maliyetli ve güzel

561
İstanbul’daki Ayasofya Kilisesi’ne gelince, yapı 1453’te şehrin fethedilmesinden sonra camiye
dönüştürülmüştü fakat İslamlaştırılması birkaç yüzyılı kapsayan uzun bir süreye yayıldı. Ayasofya,
Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli ve itibarlı camisi olduğunda, içindeki rölikler, haçlar ve
ikonalar kaldırılmış, göz seviyesindeki figürlü mozaikler sıvayla örtülmüştü. Ancak kubbenin
ortasındaki Pantokrator İsa mozaiği de dâhil olmak üzere öteki mozaikler ve duvar resimlerine
XVI. yüzyıl sonlarına kadar dokunulmadı. Onların kapanması 1607-1609 yılları arasında I.
Ahmet’in yaptırdığı onarım sırasında gerçekleşti; ama o zaman bile namaz kılınan alanda,
mihrabın hemen yukarısındaki Meryem Ana ve İsa mozaiği ve kubbenin dört köşesindeki
serafimler (Evliya Çelebi onları “kanatlı melekler” diye niteledi) ile ibadet alanının dışındaki
resimlere el sürülmedi. Bkz. Gülru Necipoğlu, “The Life of an Imperial Monument: Hagia Sophia
After Byzantium”, Hagia Sophia from the Age of Justinian to the Present, der. Robert Mark ve
Ahmet Ş. Çakmak, Cambridge & New York, Cambridge University Press, 1993, s. 195-225.

156
manzaralı, saltanat ihtişamı ile inşa ettirilen, diğer birçok güzel cami şehir boyunca
dağılmıştır”. Şehir tanıtımını gerek kendi gözlemlerine, gerekse bir Yahudi’nin
kendisine hediye ettiğini söylediği bir kitapçığa dayandırdığını kendi ifadesinden
tespit etmek mümkündür. Bilhassa şehrin bazı yapılarının bânisi olan ve
Sanderson’ın İstanbul’a gelişinden evvel yaşamış olan birtakım paşaları (Mehmed
Paşa, Davud Paşa, Rüstem Paşa, Mehmed Paşa ve Hadım Mesih Paşa)
zikredebilmesi, yukarıda bahsedilen kitapçığın sayesinde olmalıdır. Binaenaleyh
sözü, bilhassa batılı gözlemcilerin çokça ilgilerini çekmiş olan Atmeydanı’na getirir.
Atmeydanı çevresindeki yapıları, meydanın ortasında bulunan anıtsal taşlarını tanıtan
Sanderson, akabinde kendisini çok etkilediğini söylediği Yerebatan Sarnıcı’ndan
bahseder. Bu bahis sırasında, Sultan III. Mehmed için tertip edilmiş olan meşhur
sünnet düğününe şahit olduğunu anlatır ve düğün için “gösteriler ve oyunlar
harikulade ve olağanüstü bir şeydi” yorumunu ifade eder.

Yine Sanderson’dan, günümüze kadar ulaşamamış bir başka yapı hakkında,


953 (1546) tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’nde “nezd-i Dikilü Taş der Bâzâr-
ı Zenân” şeklindeki yer tarifinde adı geçen, şimdi yalnız kaidesi kalmış olan
Cerrahpaşa’daki Arcadius sütunundan, “dış tarafı etrafı dönülerek tamamen yazılmış,
iç kısmında boşluk yapılmış çok yüksek büyük bir sütun” ifadesiyle haber
almaktayız562. Daha sonra ise Çemberlitaş adı ile bilinen Konstantin sütununa geçer.
Yakın mıntıkada bulunan ve etrafları tamamen Kapalıçarşı ile sarılmış olan Cevâhir
ve Sandal Bedestenlerini563, isim vermeden “iki bedesten” olarak tarif eden
müelliften burada Türklerin, “sanki atlarını satıyorlarmış gibi gözlerine, ağızlarına ve
diğer tüm kısımlarına bakarak, her mezhepten ve yaştan birçok Hıristiyan esir”
sattıklarını öğreniyoruz.

İstanbul’da çok sayıda bulunan hamamdan bahsettikten sonra seyyah, “eski


ve yeni çeşitli haremlerden, birçok vezirlerin güzel evlerinden” geçtiğini söylüyor ve
burada dikkati çeken bir hususa değiniyor: “vezirlerin konak ve sarayları, o kadar
ihtişamlı yüksek duvarlarla çevrilidir ki, saraydan çok şehre benzemektedir”.
Gerekçesi hakkında da malumat verirken, Hıristiyan dünyası ile İslam dünyasının

562
Abdülkadir Özcan, “Dâvud Paşa Kışlası”, DİA, c. 9, İstanbul, 1994, s. 42.
563
Semavi Eyice, “Bedesten”, DİA, c. 5, İstanbul, 1992, s. 307.

157
karşılaştırılmış olması kayda değerdir: “Türkler için, Hıristiyanlık dünyasında bizim
saraylarımızın dışarıya yaptığı ve zihnen onların anlayışlarına uygun olmayan güzel
gösterişlerle alay ederek, yoldan geçenlerin göz keyfi için inşa etmediklerini, sadece
kendi rahatları için olduğunu söylemek âdettir”. Sanderson, İstanbul ve su konusuna
da değinir ve Sultan Süleyman zamanında şehre su getirilmesi için kemerlerin inşa
edildiğini, kamu yararına neredeyse her caddede bir çeşme bulunduğunu, bu sayede
de sultanın halktan büyük övgü aldığını anlatır.

Numathia denilen eğlence çeşidini, insanları eğlendirmek için, donanmaların


çarpışmalarının gösterildiği suyla dolu havuzlar olarak tarif eder ve bunların çok
eğlenceli, güzel yerler olduklarını anlatır. Sanderson, XVI. yüzyılın son çeyreğinde
İstanbul’un nüfusunun 1.231.207 kişi olduğunu ve İstanbul’u çevreleyen surların ise
10 mil uzunlukta olduğunu yazar.

John Sanderson’ın İstanbul gözlemlerine dair en teferruatlı bilgilerin, şehrin


kapılarını anlattığı bölümde bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Gerek geçmiş
zamanda -isimleriyle birlikte- 11 kapı bulunduğunu, gerek 1509 depreminde eski
surların yıkıldığını, gerekse II. Bayezid zamanında 60 bin adam toplanarak 25 yeni
kapı yapıldığını anlatıp, tüm bu yeni kapıların isimlerini sıralamak suretiyle, konuya
ne kadar ilgi gösterdiğini sergilemektedir.

Seyyah İstanbul gözlemleri bahsinde son olarak, Eyüp, Ayvansaray, Pera,


Tophane ve Üsküdar semtlerine dair gözlemlerini, “onlar için uzun bir bahis yazmak
elzem olacağı” gerekçesiyle aktarmamış, şayet majesteleri emrederlerse başka bir
sefer yazabileceğini belirtmiştir.

Başlığı “Bir İstanbul Tasviri” olan bölümü dışında Sanderson’ın yine İstanbul
hakkında seyahatnâmesinin diğer Akdeniz ziyareti bölümlerinde de bilgiler
mevcuttur. Bu bilgilerden ilki, 9 Mart 1585 ile 9 Ekim 1585 tarihinde
gerçekleştirdiği ilk seyahati üzerinedir. Bu ilk gözlemleri, yukarıda bahsettiğimiz bir
Yahudi’den aldığı İstanbul hakkındaki bir kitapçıktan yola çıkarak kendi ifadesiyle
“şaheserleri” görmeye gitmesine dayanmaktadır.

Seyyah, İstanbul’da üç fil gördüğünden, sultanın köpeklerinin çok temiz bir


yerde özenle bakıldığından, “fevkalade atlarmışçasına çeşitli hizmetçilere, altından,

158
kadifeden, kırmızı ve diğer renklerden kıyafetlere ve müstakil yataklara sahip”
olduklarından bahsederken şaşkınlığını gizleyemez. Ayrıca günümüzde Garipçe
Köyü’nün bulunduğu Karadeniz’in ağzında gezindiğini ve orada Rumeli Feneri ve
Pompei Sütunu’nu gördüğünü anlatır. Gördüğü hayvanlardan bahsederken (evcil
aslanlar, küçük çoban köpekleri kadar büyük evcil tekir kediler, büyük ve küçük
geyikler, evcil karacalar) onu en çok hayrete düşürmüş olan hayvanın zürafa
olduğunu belirtir ve onu kendince tarif eder: “evcilleştirilmiş bir geyik kadar zararsız
ve kırmızımsı bir geyik renginde, beyaz göğüslü ve çatal tırnaklıydı. Çok uzun
boyluydu, ön bacakları arkadakilerden daha uzundu, çok uzun bir boynu ve başının
üzerindeki iki küçük boynuz hariç deveninki gibi bir başı vardı.”. Ayrıca bahsettiği
diğer hayvanların Mısır’dan getirildiğini, zürafanın ise Habeşistan’dan Osmanlı
padişahına hediye olarak gönderildiğini yazmıştır. Bakıcısının zürafaya diz
çöktürdüğünü, fakat bunu hiçbir para karşılığında bir Hıristiyanın önünde
yapmadığını da ilave etmiştir.

John Sanderson 16 Ağustos 1599 ile 14 Mayıs 1601 tarihleri arasında


İstanbul’a üçüncü ve son gelişinde ise, Tevrat’ın dört dilde basılmış olduğu eski bir
kitap satın aldığından ve Osmanlı payitahtında elçilik görevini ifa etmiş olan ve 1597
yılında 35 yaşında iken vefat eden ikinci İngiliz elçisi Edward Barton’un
Heybeliada’daki mezarını ziyaret ettiğinden bahsetmektedir.

Gözlemlerinin aktarımına, herhalde farklı bir konuya da değinmiş olmak için,


İstanbul’da infaz edilen Müslim ve gayrimüslimlerle devam eder. Evvela iki oğluyla
birlikte öldürülüp köpeklere yem olarak atılmış olan bir Yahudi’den (Kira Kadın)
bahseder. Sonra da, Sanderson’ın İstanbul’dan ayrıldıktan sonra bile mektup
vasıtasıyla III. Mehmed’in Kapı Ağası’nın başının alındığını öğrendiğini anlıyoruz.
Ayrıca Sanderson, sultanın Eğri seferinde bulunduğu süre zarfında İstanbul’da
kaymakamlıkta bulunan Hadım Hasan Paşa’nın564 acımasızlıkları nedeniyle, padişah
döndükten sonra Valide sultanın telkiniyle öldürüldüğünden bahseder. Hadım Hasan
Paşa’nın Nisan 1598 tarihinde öldürülmesi ve Sanderson’ın Ağustos 1599 tarihinde
İstanbul’a gelmiş olmasından ötürü, bu bilgiyi görgü şahitliğiyle değil başkasından
naklederek verdiği anlaşılmaktadır.
564
Abdülkadir Özcan, “Hadım Hasan Paşa”, DİA, c. 15, İstanbul, 1997, s. 5.

159
İnfaz konusuna değinmeyi sürdüren seyyah, “erkekler için en yaygın ölüm
kazığa oturtma cezasıdır” dedikten sonra bu infaz şeklinin detaylarını verir.
Hırsızların ekseriyetle bu şekilde öldürüldüğünü aktarır. Eşini aldatan kadınların bir
çuvalın içinde bağlanıp denize atıldıklarından ve III. Mehmed’in seferde olduğu,
Hadım Hasan Paşa’nın şehri yönettiği sırada bir sabah bu şekilde öldürülen 7 kişi
gördüğünden bahseder. Valide sultanın Hasan Paşa’yı bu gibi zalimlikleri nedeniyle
öldürttüğünü belirtir. Sultanların; kendi erkek kardeşlerini, paşalarını ve diğer büyük
adamlarını sadece boğdurarak öldürdüklerinden, ancak din adamları ve suçlu
hâkimler için uygulanan infaz yönteminin ise, bunların bedenlerini taş bir havanda
ahşap tokmaklarla ezmek olduğundan bahseder. Yalancı şahitlerin, bir eşek üzerine
ters oturtulup etraflarına bir öküzün iç organları bağlanmış vaziyette şehirde
dolaştırıldıklarını anlatır. Ramazan ayında sarhoş halde yakalanan birinin boğazından
aşağı eritilmiş bir kepçe kurşun dökülür ve topçu sınıfına ait herhangi bir asker
hırsızlığa yeltenirse, ağzı pirinçten bir ağırlığa bağlanır ve bu şekilde denize atılır. Bu
infazlardan görgü şahidi olduğu, Karayazıcı isyanında rol oynamış, vaktiyle Habeş
beylerbeyliği yapmış olan, fakat daha sonra istediği göreve getirilmeyince
Karaman’da isyan eden Hüseyin Paşa’nın565 kancaya geçirilişi hakkında verdiği bir
bilgi oldukça dikkat çekicidir. Sanderson paşa için: “Asya’da ilk yükselen vatan
haini” ibâresini kullanır. Son olaraksa Stefano Vivoda isimli bir haraçgüzâr prensin
Bostancıbaşı tarafından kancaya geçirilirken orada bulunuşunu ve Bostancıbaşı ile
haraçgüzârın aralarında geçen konuşmaları nakleder.

İnfaz konusuna genişçe yer verdikten sonra da bostancıbaşılık makamı ve


görevi hakkında bilgiler verir. Bostancıbaşının infaz memuru olduğunu, çünkü
padişahın onu vezirleri boğarak öldürmesi, asi askerleri karanlıkta denize atması ve
benzeri şeyler için görevlendirdiğini anlatır. Hasbahçe’nin bostancıbaşının ofisi
olduğunu ve saltanat kayığının da onun sorumluluğunda olduğunu nakleder. Ayrıca
saltanat kayığında kürek çeken 80 bostancının, bostancıbaşının konuşmalarına kulak
kabartmaya cesaret edemediklerinden, köpek gibi sesler çıkardıklarını yazar.

Sultan III. Murad zamanında 1589 yılında gerçekleşen sipahi ayaklanmasını


gördüğünü anlatan Sanderson, aslında o tarihte İstanbul’da değildir. Fakat bu
565
Mücteba İlgürel, “Karayazıcı Abdülhalim”, DİA, c. 24, İstanbul, 2001, s. 482-483.

160
ayaklanmanın kendisi İstanbul’dayken ve William Harborne zamanında yani 1585
yılında kendisinin İstanbul’a ilk gelişi sırasında vuku bulduğunu yazar. Ayaklanmaya
dair bazı detayları ve bu ayaklanmada 200’den fazla kişinin öldüğünü anlatır.
Tahminimizce Sanderson bu ayaklanmadan ya William Harborne ya da bir başkası
tarafından haber almış olmalıdır.

III. Mehmed tahta çıktıktan sonra 19 erkek kardeşinin boğdurulmasını büyük


bir zalimlik olarak anlatan Sanderson, III. Murad’ın çok sayıda çocuğu olduğunu da
hayretle zikreder.

III. Mehmed 1596 yılında Eğri seferine giderken, Edward Barton iki büyük
hükümdar arasında bir barış yapmak amacıyla Senyör Matteo adında bir Peralı ile
beraber bu sefere iştirak etmiştir. Sefer için yola çıkılmadan evvel III. Mehmed, 22
Hıristiyanı elçiye hediye etmiş ve memleketlerine gidene kadar bütün masraflarını
karşılamıştır. Bu Hıristiyanlar, 1593 yılında barış bozulmadan evvel II. Rudolf’un
İstanbul’a gönderilen son elçisinin hizmetinde bulunan kişilerdir ve 3 yıl İstanbul’da
esir edilmişlerdir. Sanderson bu kişilerden elçinin ailesi olarak bahseder.

Elçi sefer için İstanbul’dan ayrılmadan evvel Sanderson’ı yerine vekil olarak
tayin etmek için Hadım Hasan Paşa’nın huzuruna çıkarmıştır. Bu sahneyi anlatan
Sanderson, Temmuz (1596) ayından Ocak (1597) ayına kadar elçinin yerine vekâlet
ettiğini yazar.

Ayrıca, padişah sefer için şehirden ayrılırken ve sefer sonrası şehre dönerken
çok büyük ciddiyet ve düzen içinde gösterişli törenler hazırlandığını yazan
Sanderson, sefer dönüşü bütün kadınları için duvarlar olmadan padişahla görüşmenin
meşru olduğunu da belirtir.

Son olarak Edward Barton’ın tüm kesimlerce çok hürmet gördüğünü, bilhassa
Safiye Sultan tarafından himaye edildiğini ve bu himaye ve para sayesinde elçinin
vezirlerle arkadaşlık ettiğini, kadıların maiyetini tayin ettiğini ve patrikleri hem
göreve atayıp hem de yerinden edebildiğini yazar. Hoca Sâdeddin Efendi’nin elçiye
padişahla ilgili tüm meselelerinde yardımcı olduğunu ve elçinin Paulo Mariani isimli
bir rüşvetçiyle işlerini hallettiğini anlatır. Bu kişi konsolostur ve Kahire’de şehrin ana
kapısı altında konsolos kıyafetiyle asılmıştır.

161
SONUÇ

Osmanlı-İngiliz münasebetleri, bilhassa 1574-1603 yılları arası, Levant


Kumpanyası’nın ilk yılları ve Levant Kumpanyası ticarî temsilcilerinden biri olan
İngiliz John Sanderson’ın 1584-1602 tarihli seyahatnâmesi bu tezin konusunu
oluşturmaktadır. Bu tez kapsamında ayrıca tarihî bir metin olan John Sanderson
seyahatnâmesi Türkçeye kazandırılmaya ve seyyahın İstanbul gözlemleri
değerlendirilmeye çalışılmıştır. XVII. yüzyılın başında kaleme alınan bu
seyahatnâme, Osmanlı Devleti’nin XVI. yüzyılın sonlarındaki durumuna dair önemli
bilgiler ve gözlemler içermektedir.

İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’in Osmanlılarla iyi ilişkiler içinde olmaya


önem vermesiyle ilişkilerin geliştiği Sultan III. Murad ve III. Mehmed dönemlerinde
Osmanlı topraklarında bulunan Sanderson’ın şahit olduğu durum ve olaylar
karşısında görgü tanığı olarak izlenimleri ve anlattıkları önemli bir belge
niteliğindedir.

John Sanderson’ın takribi 1604 yılında kaleme alınmış olan


seyahatnâmesinden; İstanbul şehrinin tarihini, Osmanlı topraklarında yer alan birçok
tarihî yapının hikâyesini, dönemin padişahlarının ve paşalarının birtakım icraatlarını,
Bostancıbaşı gibi birtakım Osmanlı memurunun görevlerini, XVI. yüzyılda
İstanbul’un nüfusunu, Osmanlıların infaz yöntemlerini, şehir ve kasabalardaki
gündelik yaşama ilişkin bazı hadiseleri, Osmanlı topraklarında bulunan bazı yabancı
elçi ve görevlilerin kimler oldukları ve ne gibi faaliyetlerde bulunduklarını, Devlet-i
Aliyye’nin idarî yapısının bir yabancı tarafından nasıl aksettiğini, kilise ve
sinagogların durumunu, ayrıca birinci ağızdan İngilizlerin Osmanlılarla
münasebetleri başlatmakla ne gibi emellere sahip olduklarını görmek mümkün
olmuştur.
162
Seyahatnâmenin Türkçeye çevirisi esnasında tespit ettiğimiz bir diğer şey ise
Sanderson’ın, Kudüs havalisindeki Kutsal Toprakları hatta Mısır’ı anlatırken
gösterdiği özeni İstanbul tasvirine göstermemiş olmasıdır. Bunun sebebi, yaklaşık 8
yıl İstanbul’da yaşamış olmasına rağmen bu şehir hakkında yazmayı, şehirde
karşılaştığı ve olumsuz bulduğu hadiselere binaen basitlik olarak telakki etmesi
olmalıdır. İstanbul hakkındaki bahsini uzun tutmayı tercih etmemiş olmakla birlikte,
yukarıda bahsedildiği gibi bir Yahudi’den aldığı İtalyanca bir İstanbul tasvirini
İngilizceye çevirip seyahatnâmesine eklemeyi de ihmal etmemiştir.

Sanderson’ın, seyahatnâmesini seyahatleri devam ederken değil de,


memleketi Londra’ya döndükten sonra kaleme almış olması nedeniyle,
seyahatnâmesinde bazı konular hakkında bilgi verirken pek emin olamadığı, tahminî
ifadelere de yer verdiği görülmüştür.

Ayrıca İngiliz seyyahın seyahatnâmesi sadece bu tezde değerlendirilmeye


çalışılan İstanbul tasviri açısından değil, aynı zamanda Kahire, Kudüs, Beytüllahim
vs. şehirlerinin anlatıldığı kısımlar ve Hıristiyan hac yolculuğu açısından da önemli
ve istifade edilebilirdir.

Muhtevası itibariyle John Sanderson’ın seyahatnâmesi, XVI. yüzyılın son


çeyreğine dair çalışmalar yürütecek araştırmacılar için, hem Osmanlı hem de
İngiltere tarihi açısından ve sosyolojik, ekonomik, dinî, siyasî, kültürel tarih ve
coğrafya gibi birçok yönden fikir veren önemli ve bugüne değin lâyık-ı veçhile
kullanılmamış bir kaynaktır. Sadece bu tez kapsamında ele alınmış olan
seyahatnamesi değil, aynı zamanda John Sanderson’ın Türkçeye henüz
kazandırılmamış olan yazışmalarının da Levant Kumpanyası tarihi ve bilhassa ilk
dönem Osmanlı-İngiliz münasebetleri açısından önemli bilgiler ihtiva ettiğini,
âcizane belirtmek isteriz.

163
BİBLİYOGRAFYA

1. Yabancı Kaynaklar

ABOU-EL-HAJ, Rıfa’at Ali: Modern Devletin Doğası, Çev., Oktay Özel -


Canay Şahin, 1. bs., İstanbul, İmge Yay., 2000.

BECK, Brandon H.: The English Image of the Ottoman Empire,


1580-1710, doktora tezi, Rochester Üniversitesi,
New York, 1977.

BENT, J. Theodore: Early Voyages and Travels in the Levant,


London, Hakluyt Society, 1892.

BOWEN, Harold: Türkiye Hakkında İngiliz Tetkikleri, Çev. Orhan


Burian, Haz. Zeki Arıkan, Ankara, TTK Basımevi,
2011.

BRAUDEL, Fernand: Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, Çev. Mehmet Ali


Kılıçbay, c. 2, İstanbul, Eren Yay., 1990.

BURİAN, Orhan: Babıâli Nezdinde Üçüncü İngiliz Elçisi, Lello’nun


Muhtırası, Ankara, TTK Basımevi, 1952.

BURİAN, Orhan: Türkiye Hakkında Dört İngiliz Seyahatnamesi,


Belleten, c. XV, sayı 58, Ankara, TTK Basımevi,
1951.

164
CHEW, Samuel C.: The Crescent And The Rose, Islam and England
during the Renaissance, New York, Oxford
University Press, 1937.

EPSTEIN, M.: The Early History of the Levant Company, New


York, Augustus, M. Kelley, 1968.

FAROQHI, Suraiya: Krizler ve Değişim 1590-1699, Osmanlı


İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,
Ed. Halil İnalcık ve Donald Quataert, Çev. Ayşe
Berktay, Süphan Andıç, Serdar Alper, C. II.,
İstanbul, Eren Yay., 2004.

FAROQHİ, Suraiya: Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?, Çev. Zeynep


Altok, 3. bs., İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yay.,
2010.

FINK, Gerhard: Antik Mitolojide Kim Kimdir, Çev. Ümit Öztürk,


İstanbul, Kabalcı Yay., 1996.

FINKEL, Caroline: Rüyadan İmparatorluğa Osmanlı


İmparatorluğu’nun Öyküsü 1300-1923, Çev.
Zülal Kılıç, İstanbul, Timaş Yay., 2010.

FLEET, Kate: “Levant”, Europe 1450 to 1789, Encyclopedia Of


The Early Modern World, Ed. Jonathan Dewald, c.
3, ABD, 2004.

FLEISCHER, Cornell H.: Tarihçi Mustafa Âli Bir Osmanlı Aydın ve


Bürokratı, Çev. Ayla Ortaç, İstanbul, Tarih Vakfı
Yurt Yay., 2010.

FREELY, J.-ÇAKMAK, A.S.: İstanbul'un Bizans Anıtları, Çev. F. Gülru


Tanman, Ed. Selahattin Özpalabıyıklar, İstanbul,
Yapı Kredi Yay., 2005.
FREELY, John: Saltanat Şehri İstanbul, Çev. Lale Eren, İstanbul,
İletişim Yay., 2002.

165
GOFFMAN, Daniel: Osmanlı Dünyası ve Avrupa 1300-1700, Çev.
Ülkün Tansel, İstanbul, Kitap Yay., 2004.

GOFFMAN, Daniel: Osmanlı İmparatorluğu’nda İngilizler 1642-


1660, Çev. Ayşe Başçı-Sander, İstanbul, Sabancı
Üniversitesi Yay., 2001.

GRUMMITT, David: “James I and IV”, Europe 1450 to 1789,


Encyclopedia Of The Early Modern World, Ed.
Jonathan Dewald, c. 3, ABD, 2004.

HAKLUYT, Society: The Travels of John Sanderson in the Levant


1584-1602, Ed. Sir William Foster, Second Series,
No. LXVII, Londra, Cambridge University Press,
1931.

HAMMER, Joseph von: Osmanlı Tarihi, c. II., Çev. Mehmet Ata, bugünkü
dile özetleyen Abdülkadir Karahan, İstanbul, Milli
Eğitim Basımevi, 1991.

IMBER, Colin: Osmanlı İmparatorluğu 1300-1650 İktidarın


Yapısı, Çev. Şiar Yalçın, İstanbul, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yay., 2006.

JORGA, Nicolae: Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Çev. Nilüfer


Epçeli, Çev. kontrol Kemal Beydilli, C. III.,
İstanbul, Yeditepe Yay., 2009.

MACCAFFREY, Wallace: “Elizabeth I”, Europe 1450 to 1789, Encyclopedia


Of The Early Modern World, Ed. Jonathan
Dewald, c. 2, ABD, 2004.

MACLEAN, Gerald: Doğu’ya Yolculuğun Yükselişi, Osmanlı


İmparatorluğu’nun İngiliz Konukları (1580-1720),
Çev. Dilek Şendil, İstanbul, Yapı Kredi Yay.,
2006.

166
MAYES, Stanley: Sultanın Orgu, Çev. M. Halim Spatar, İstanbul,
İletişim Yay., 2000.

ROBERTS, J. M.: Avrupa Tarihi, Çev. Fethi Aytuna, İstanbul,


İnkılâp Kitabevi, 2010.

ROIDER, Karl A.: “Rudolf II”, Europe 1450 to 1789, Encyclopedia


Of The Early Modern World, Ed. Jonathan
Dewald, c. 5, ABD, 2004.

ROSEDALE, Honyel Gough: Queen Elizabeth and the Levant Company, A


Diplomatic and Literary Episode of the
Establishment of our Trade with Turkey, London,
Oxford University Press, 1904.

ROWLAND, Albert Lindsay: England and Turkey, The Rise of Diplomatic and
Commercial Relations, English Commerce and
Exploration in the Reign of Elizabeth, New
York, Burt Franklin, 1968.

SKILLITER, Susan A.: William Harborne and The Trade With Turkey
1578-1582, A Documentary Study of the First
Ottoman Anglo Relations, London, Oxford
University Press, 1977.

SPULER, Bertold: Die europäische Diplomatie in Konstantinopel


bis zum Frieden von Belgrad 1739. Dissertation.
In: Jahrbücher für Kultur und Geschichte der
Slaven. Jg. 1935, H. 1. 2.
WOOD, Alfred C.: Levant Kumpanyası Tarihi, Çev. Çiğdem Erkal
İpek, Ankara, Doğu Batı Yay., 2013.

YERASİMOS, Stefanos: Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, I. Bizans’tan


Tanzimata, Çev. Babür Kuzucu, İstanbul, Gözlem
Yay., 1974.

167
ZINKEISEN, Johann W.: Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Ed. Erhan
Afyoncu, Çev. Nilüfer Epçeli, C. III, 1. bs.,
İstanbul, Yeditepe Yay., 2011.

MARKOS İNCİLİ

TEVRAT

2. Yerli Kaynaklar

AFYONCU, Erhan: “Sokullu Mehmed Paşa”, DİA, C. XXXVII,


İstanbul, 2009.

AFYONCU, Erhan: Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul,


Yeditepe Yay., 2012.

AFYONCU, Erhan: Tanzimat Öncesi Osmanlı Tarihi Araştırma


Rehberi, İstanbul, Yeditepe Yay., 2009.

AK, Mahmut: Tarihi Yarımada’da Kapılar, 3. Uluslararası


Tarihi Yarımada Sempozyumu, Eminönü
Belediyesi, 2008.

AKDAĞ, Mustafa: Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası


“Celâlî İsyanları”, 1. bs., İstanbul, Yapı Kredi
Yay., 2009.

AKSOY, Nazan: Rönesans İngiltere’sinde Türkler, 1. bs.,


İstanbul, Çağdaş Yay., 1990.

AKYILDIZ, Ali: “Safiye Sultan”, DİA, C. XXXV, İstanbul, 2008.

ALTINAY, Ahmet Refik: Türkler ve Kraliçe Elizabet (1200-1255),


İstanbul, T.A.Ş. Yay., 1932.

AND, Metin: 16. Yüzyılda İstanbul, Kent – Saray – Günlük


Yaşam, 2. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yay., 2011.

168
ARIKAN, Zeki: “Sir Paul Rycaut: Osmanlı İmparatorluğu ve
İzmir”, Osmanlı Araştırmaları, XXII, İstanbul,
2003.

AYBET-ÜÇEL, Gülgün: Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı


Dünyası ve İnsanları (1530-1699), İstanbul,
İletişim Yay., 2003.

BELGE, Murat: İstanbul Gezi Rehberi, 9. bs., İstanbul, Tarih


Vakfı Yurt Yay., 2003.

BEYDİLLİ, Kemal: “Sefaret ve Sefâretnâme Hakkında Yeni Bir


Değerlendirme”, Osmanlı Araştırmaları, XXX,
İstanbul, 2007.

BİLGİCİOĞLU, Banu: “Sarây-ı Atîk-i Âmire”, DİA, C. XXXVI, İstanbul,


2009.

BOSTAN, İdris: “Ba’lebek”, DİA, C. V, İstanbul, 1992.

BOSTAN, İdris: Kürekli ve Yelkenli Osmanlı Gemileri, İstanbul,


Bilge Yay., 2005.

BÜYÜKAKSOY, Ahmet: İngiltere’nin İstanbul Elçisi Thomas Roe’nun


Diplomatik Yazışmaları (1621-1628),
(basılmamış yüksek lisans tezi), Marmara
Üniversitesi, İstanbul, 2012.

CANTAY, Tanju: “Atmeydanı”, DİA, C. IV, İstanbul, 1991.

CEZAR, Mustafa: Mufassal Osmanlı Tarihi, C. III, Ankara, TTK


Basımevi, 2011.

ÇELİKTEMEL, Başak: A Study Of The Third English Ambassador


Henry Lello’s Report On The Ottoman Empire
(1597-1607), (basılmamış yüksek lisans tezi),
İstanbul Bilgi University, İstanbul, 2012.

169
DANİŞMEND, İsmail Hami: İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul,
Türkiye Yayınevi, 1971.

DEMİRKENT, Işın: “Bizans”, DİA, C. VI, İstanbul, 1992.

DERELİ, Hamit: Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler ve


İngilizler, İstanbul, Anıl Matbaası, 1951.

EMECEN, Feridun M.: “Çağdaş Osmanlı Kaynaklarında Uzun Savaşlar ve


Zitvatorok Antlaşması ile İlgili Algılama ve
Yorum Problemleri”, Osmanlı Araştırmaları,
XXIX, İstanbul, 2007.

EMECEN, Feridun M.: “Haçova Meydan Savaşı”, DİA, C. XIV, İstanbul,


1996.

EMECEN, Feridun M.: “Mehmed III”, DİA, C. XXVIII, İstanbul, 2003.

ERCAN, Hüseyin Onur: Osmanlı-Habsburg Diplomasisi: Rudolf


Schmid’in Nihaî Raporunun Türkçeye Çevirisi
Ve Otuz Yıl Savaşlarıyla İlişkisi (1629-1643),
(basılmamış yüksek lisans tezi), İstanbul
Üniversitesi, İstanbul, 2013.

EYİCE, Semavi: “Ayasofya”, DİA, C. IV, İstanbul, 1991.

EYİCE, Semavi: “Bayezid II Camii ve Külliyesi”, DİA, C. VI,


İstanbul, 1992.

EYİCE, Semavi: “Bedesten”, DİA, C. V, İstanbul, 1992.

EYİCE, Semavi: “Bozdoğan Kemeri”, DİA, C. VI, İstanbul, 1992.

EYİCE, Semavi: “Fâtih Camii ve Külliyesi”, DİA, C. XII, İstanbul,


1995.

HARMAN, Ömer Faruk: “Kudüs”, DİA, C. XXVI, Ankara, 2002.

IŞIN, Ekrem: Üç Kitaplı Kentler 19. yüzyıl fotoğraflarında


Kudüs ve Kutsal Topraklar (Cities of the Three
Books), Ed. Ekrem Işın, İstanbul, Suna ve İnan

170
Kıraç Vakfı, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü,
2008.

İLGÜREL, Mücteba: “Karayazıcı Abdülhalim”, DİA, C. XXIV,


İstanbul, 2001.

İNALCIK, Halil: Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-


1600), Çev. Ruşen Sezer, İstanbul, Yapı Kredi
Yay., 2010.

İNALCIK, Halil: Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve


Sosyal Tarihi 1300-1600, Çev. Halil Berktay, C.
I., İstanbul, Eren Yay., 2004.

İNALCIK, Halil: Devlet-i ‘Aliyye, 1. Cilt, 17. bs. İstanbul, Türkiye


İş Bankası Kültür Yay., 2009.

İNALCIK, Halil: Rönesans Avrupası: Türkiye’nin Batı


Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci, 2. bs.,
İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2011.

İPŞİRLİ, Mehmet: “Elçi”, DİA, C. XI, İstanbul, 1995.

İPŞİRLİ, Mehmet: “Koca Sinan Paşa”, DİA, C. XXVI, İstanbul, 2002.

İŞBİLİR, Ömer: “Kuyucu Murad Paşa”, DİA, C. XXVI, İstanbul,


2002.

KALLEK, Cengiz: “Mil”, DİA, C. XXX, İstanbul, 2005.

KALLEK, Cengiz: “Okka”, DİA, C. XXXIII, İstanbul, 2007.

KARAKAYA, Enis: “Koca Sinan Paşa Külliyesi”, DİA, C. XXVI,


İstanbul, 2002.

KOÇU, Reşat Ekrem: Osmanlı Muahedeleri ve Kapitülâsiyonlar 1300-


1920 ve Lozan Muahedesi, İstanbul, Türkiye
Matbaası, 1934.

171
KURAT, Akdes Nimet: Türk-İngiliz Münasebetlerinin Başlangıcı ve
Gelişmesi (1553-1610), Ankara, TTK Basımevi,
1953.

KURAT, Akdes Nimet: Türk-İngiliz Münasebetlerine Kısa Bir Bakış


(1553-1952), Ankara, TTK Basımevi, 1952.

KURTBİL, Zeynep Hatice: “Selim II Türbesi”, DİA, C. XXXVI, İstanbul,


2009.

KÜTÜKOĞLU, Bekir: “Murad III”, DİA, C. XXXI, İstanbul, 2006.

KÜTÜKOĞLU, Mübahat S.: Osmanlı-İngiliz İktisadî Münasebetleri (1580-


1838), Ankara, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yay., 1974.

MORAN, Berna: Türklerle İlgili İngilizce Yayınlar


Bibliyografyası, Onbeşinci Yüzyıldan Onsekizinci
Yüzyıla Kadar, İstanbul, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yay., 1964.

MÜLÂYİM, Selçuk: “Süleymaniye Camii ve Külliyesi”, DİA, C.


XXXVIII, İstanbul, 2010.

NECİPOĞLU, Gülru: “The Life of an Imperial Monument: Hagia Sophia


After Byzantium”, Hagia Sophia from the Age of
Justinian to the Present, der. Robert Mark ve
Ahmet Ş. Çakmak, Cambridge & New York,
Cambridge University Press, 1993.

ORMAN, İsmail: “Şehzade Külliyesi”, DİA, C. XXXVIII, İstanbul,


2010.

ORTAYLI, İlber: İstanbul’dan Sayfalar, İstanbul, İletişim Yay.,


2002.

ÖZ, Mehmet: Kanun-ı Kadîmin Peşinde: Osmanlı’da


“Çözülme” ve Gelenekçi Yorumcuları, 4. bs.,
İstanbul, Dergâh Yayınları, 2010.

172
ÖZCAN, Abdülkadir: “Dâvud Paşa Kışlası”, DİA, C. IX, İstanbul, 1994.

ÖZCAN, Abdülkadir: “Hadım Hasan Paşa”, DİA, C. XV, İstanbul, 1997.

ÖZCAN, Azmi: “İngiltere”, DİA, C. XXII, İstanbul, 2000.

REDHOUSE: Redhouse Sözlüğü, İngilizce - Türkçe, Ed. Robert


Avery, Serap Bezmez, Anna G. Edmonds, Mehlika
Yaylalı, 43. bs., İstanbul, Sev Yay., 2012.

REYHANLI, Tülay: İngiliz Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda


İstanbul’da Hayat (1582-1599), Ankara,
Başbakanlık Basımevi, 1983.

SERTOĞLU, Midhat: Osmanlı Tarih Lûgatı, 2. bs., İstanbul, Enderun


Kitabevi, 1986.

ŞAKİROĞLU, Mahmut H.: “Cigalazâde Sinan Paşa”, DİA, C. VII, İstanbul,


2007.

ŞEREF, Abdurrahman: “Topkapı Saray-ı Hümâyunu”, TOEM, C. I.

TARIM-ERTUĞ, Zeynep: “Peyk”, DİA, C. XXXIV, İstanbul, 2007.

TARIM-ERTUĞ, Zeynep: “Topkapı Sarayı”, DİA, C. XLI, İstanbul, 2012.

TURAN, Şerafettin: “Levant”, DİA, C. XXVII, Ankara, 2003.

UZUNÇARŞILI, İ. H.: Osmanlı Tarihi, C. III, 2. Kısım, Ankara, TTK


Basımevi, 1982.

YAZICI, Hüseyin: “Seyahatname”, DİA, C. XXXVII, İstanbul, 2009.

YEŞİL, Fatih: Aydınlanma Çağında bir Osmanlı Kâtibi:


Ebubekir Râtib Efendi (1750-1799), 1. bs.,
İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yay., 2011.

YÜKSEL, İ. Aydın: “Sultan Selim Camii ve Külliyesi”, DİA, C.


XXXVII, İstanbul, 2009.

173

You might also like