You are on page 1of 5

O tek katlı mütevazi binada, Meclis 23 Nisan 1920’de açıldığı zaman, çok güzel bir yazıyla yazılmış

“EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ULUSUNDUR” levhası vardı.


"BU AYRICALIKLI İNSAN BÜYÜK AMA NEDEN BÜYÜK?"

Şimdi o günlere gidelim ve 1919 yılının öncelerini hayalimizde canlandırmaya çalışalım isterseniz:

ANADOLU'DA GENEL DURUM NASILDI?

Öyle bir ülke düşününüz ki, o ülke 622 yıl mutlak teokratik ve tek hanedanın elinde dünya tarihinde
görülmemiş uzun süreyi yaşamış bir rejim idaresinde son günlerini yaşıyor, her alanda bir gerilik, fakirlik,
yabancı devletlerce paylaşılmaya çalışılan hiçbir şeyi olmayan bir ülke...
Osmanlı İmparatorluğu, 1918 yılının sonlarına gelindiğinde I. Dünya Savaşı'ndan mağlup ayrılmış,
Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak dağılma sürecinin sonuna gelmiş bir devlet görünümündeydi.
Avrupa devletlerince hasta adam olarak nitelenen Osmanlı; imzaladığı ateşkes ile boğazların
hakimiyetini, yeraltı kaynaklarının kullanım haklarını ve donanma ile ordu üzerindeki tüm emir haklarını
İtilaf Devletleri'ne devretmişti.

Mondros Ateşkes Anlaşması'nı takiben İzmir Yunanlar, Adana Fransızlar, Antalya ve Konya İtalyanlar
tarafından işgal edilmişti. Bunların yanında Urfa, Maraş, Antep, Merzifon ve Samsun'a İngiliz askerleri
çıkmış, İstanbul'da ise Kraliyet Donanması demirlemişti.
Kaynak: "Mondros Mütarekesi (Ateşkes Anlaşması)". Mondros Limanı: kultur.gov.tr. 30 Ekim 1918. 6 Mayıs 2011 tarihinde
kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011.
Atatürk, Mustafa Kemal. "Türk Yurdunun Genel Durumu". Nutuk.

AYNI ZAMANDA ÜLKE YOKSULLUĞUN VE CEHALETİN DE İŞGALİ ALTINDAYDI

Kurtuluş Savaşı sırasında düşman, 830 köyümüzü tamamen de 930 köyümüzü kısmen yakmıştı, hasar
gören bina sayısı 114.408 idi, nüfusun %80'den fazlası kırsalda yaşıyordu, 40.000 köyün 37.000'inde okul
yoktu, yeteri düzeyde karayolumuz ve demiryolumuz yoktu tüm ülkede 2.500 kilometre patika dediğimiz
toprakla örtülmüş bir karayolu ile bize ait olmayan 4112 kilometre demiryolumuz vardı.
Ankara’nın doğusunda ise hiç bir şey olmadığı gibi demiryolu da yoktu. Limanlar tamamen yabancıların
elindeydi, donanma ikinci Abdülhamit döneminde Haliç'te çürütülmüştü, ülkede ziraat mühendisi yok
gibiydi, doğuda ağalık hüküm sürüyordu, köylü tamamen topraksızdı, sabanı öküzü bile yoktu. Sığır
vebası yaygındı, tüm Türkiye’de 244 tane doktorumuz vardı, bu 40.000 köye karşılık sağlık memuru
sayımız 334 ebe sayımız 116, çok az şehirde eczanemiz vardı, toplam eczacı sayısı çoğu yabancı olmak
üzere 60 kadardı, 13 milyon insanımızdan 3 milyonu trahomluydu nüfusun %14'ü sıtmalı %9'u frengiliydi.
Bebek ölüm oranları %70 civarındaydı, telefon motor makine otomobil yok denecek kadar azdı, azıcık
elektrik sadece İstanbul ve İzmir'in bazı mahallelerinde vardı o da tamamen yabancıların elindeydi,
kapitülasyonlar ve duyun-u umumiye ile iliklerimize kadar sömürülüyorduk, şeker, un, hatta kiremit bile
ithal ediliyordu. 40.000 köye sahip ülkede toplam 3894 ilkokul vardı, 52 tane ortaokul ve 18 tane lise
vardı öğretmenlerin üçte ikisi öğretmenlik eğitimi almış insanlardan oluşmaktaydı.
Medreseler ise askerden kaçma geri ve bağnazlık yuvasıydı, 1923 tarihi itibariyle 479 medresemiz vardı.
Türkiye'de yüksek lise görünümünde bir Darülfünun vardı, hem de fotoğraf çektirmeyi, dans etmeyi suç
ve günah gören bir üniversite. Hiç kitap okunmuyordu, 15 yüzyılda Avrupa'da 1700 matbaa varken, 20
milyon Osmanlı'da 300 yıl sonra 18 yüzyılda 1755- 1769 yılları arasında toplam 17 kitap basılmıştı. Son
dönemdeki savaşlar zaten az olan okur yazar oranını iyice azaltmıştı erkeklerin %7'si kadınların binde üçü
toplam nüfusun ancak %3 3,5'u okuma yazma biliyordu. Kısacası Atatürk harp devrimini yapmadan önce
toplumu %90'dan fazlası anasının babasının dedesinin mezar taşını dahi okumaktan mahrum idi.
Tarikatlar cemaatler hayata yön veriyordu. Hukuk, yargı, anayasa, takvim, saat, ölçü, kılık kıyafet hiç çağa
uymuyordu. Kadınınsa adı hiç yoktu, kadın her bakımdan 3 sınıf vatandaştı. Yerli halk, köylü, çitçi asker
olmaya zorlanıyordu. Barış zamalarında vergi yükü altında ezilen vatandaşlarımız savaş zamanlarında
cepheden cepheye gönderilerek kanları akıtılıyordu.
Peki Atatürk neler yaptı bunlar karşısında, bir göz atalım, ulusal Kurtuluş Savaşı devam ederken
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek saltanat putunu kırdı. Tekkeler zaviyeler medreseler eski
saat, ölçü, tartı, takvim, hukuk gibi çağa ve hayata uymayan bütün kurumları tek tek kaldırdı. Akla ve
bilime öncelik verdi, din ve dünya işlerini ayırdı. Yeni harfleri kabul ederek kolaylaştırdı ardından millet
mektepleri halk evleri halk odaları köy eğitmen okulları daha sonra köy enstitüleri ile eğitim ve öğretim
seferberliği başlattı. Üniversite reformu yaptı, okuyan öğrenci sayısını %600'den fazla artırdı ekonomiyi
millileştirdi, Osmanlıların borçlarını ödedi, ülkenin 4 yanında 50'ye yakın fabrika kurdu. Madenleri çıkarıp
işledi, bankalar kurdu, ülkeyi demirağlarla ördü. 15 yılda büyük bir bölümü Ankara'nın doğusunda olmak
üzere 4.000 kilometre yeni demiryolu yaptı, köylüye toprak tohum tarım araçları dağıttı, köylüyü ezen
bütün vergileri kaldırdı. Doktor sayısını 10 yılda 244'ten 1925'e ve onun ardından da Anadolu'da Numune
Hastaneleri, dispanserler, doğum evleri, ana kucakları kurarak hastalıkların kökünü kazıdı, kadınlara
sosyal ve siyasal haklar verdi.

Ancak para yok, kredi yok yetişmiş yeterli sayıda eleman, uzman, araç yok, üstüne üstlük Osmanlı'dan
borca batık bir miras da kalmış, ama o günlerin altın kuşağında sadece iki şey vardı akıl ve yurtseverlik,
bu iki güçle yola çıktılar, mucizeler yaratttılar, 15 yıla sığabilecek her şeyi fazlasıyla başardılar.

O günlere şöyle biraz daha göz daha atalım; yanmış yıkılmış kanlara bulanmış savaş meydanları, ateşler
içinde bir ülke toprakları işgal edilmiş parçalanmış kendisini emperyalist güçlere adeta teslim etmiş bir
devlet, yokluk sefalet ve açlıktan çaresiz kalmış öbek öbek insanlar, işgalcilerle işbirliği yapan yeteneksiz
yöneticiler gibi vatan hainleri, yüzyıllardır 3 kıtaya hükmeden bir imparatorluğun adeta çöküş çığlıkları
bunlar manzara bu, kolay değil.
Ancak genciyle yaşlısıyla kadını ile erkeğiyle cepheden cepheye koşan Mustafa Kemal’e inanmış
bağımsızlık tutkulusu bir toplum! Yoksul ve bitkin ama azimli bu millet, yararlarını sararak devrimlerle
hızla kalkınmaya başladı; ama siz gene bir defa daha sorun, nasıl kuruldu bu Cumhuriyet? Nasıl kuruldu
bu memleket.
Bakın, tablo şu, Arap ingiliz'le birleşmiş Türk’ü arkadan vurmuş, Ermeni Rus'la birleşmiş Doğu Anadolu'yu
kana bulamış, Rum Yunanla Yunan İngilizce birleşmiş Batı Anadolu'yu ele geçirmiş, ülkenin mahvolmadık
yıkılmadık yanmadık, kan dökülmedik kül olmadık hiç bir yeri kalmamış. Elde avuçta .İstanbul'da yok
İzmir'de yok Anadolu topu topu 6-7 milyon nüfuslu en yoksul bölümüyle %95'den fazlasının okuma
yazma bilmediği yoksul bitkin ezik bir halk kalmış elimizde. Nasıl kurtulmuşuz emin olun şaşıp kalıyor
insan!
Yunanı nasıl denize döküp hizaya getirmişiz, İngiliz'i İstanbul'dan bir tek mermi kullanmadan nasıl
çıkarmışız, dünyanın süper güçleri ile masaya nasıl eşit oturmuşuz, Anadolu'nun altı yedi milyon savaş
artığı insan yaşıyorken, hepsi aç hepsi bitap hepsi parasız %95'ten fazlası okuma yazmaktan mahrum, iç
savaşlardan Anadolu'yu mezbahaya döndüren dış savaşlardan daha yeni çıkmışız, fabrikamız yok işçimiz
yok iş adamımız yok mühendisimiz yok doktorumuz yok uzmanımız yok tüccarımız yok suyumuz yok
barajımız yok elektriğimiz yok, kadınlarımız çarşafla çuvala giriyor, erkekler dört kadın alıyor,
üniversitemiz yok, bankamız yok burjuvamız yok proletaryamız da yok, ihracatımız yok ithalatçımız yok
sermayemiz yok, haydi kalkının bakalım da ardından da demokrasiyi kurun; yeni devlet nasıl kurulmuş,
çağdaş öğretime nasıl geçilmiş, 1923'ün 7-8 milyon nüfusununun %95'i okuma yazma bilmezken savaş
artığı bu toplumda okuma yazma seferberliği nasıl başarılmış, kitap yokken ulusal kütüphaneler nasıl
kurulmuş, okullarda tarih kitabı bile yokken tarihimiz yeni baştan nasıl yazılmış. Yok olmanın
kuyusundan çıktık, var olmanın doruğuna nasıl tırmanılmış, tüm dünyada saygınlık nasıl kazanılmış?
Kaynak: İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi_20.04.2023, Araştırmacı Yazar Hanri Benazus’un konuşmasından alınmıştır.

"İŞTE BU AYRICALIKLI İNSAN BÜYÜK AMA NEDEN BÜYÜK?"


Düşünün ki böyle bir ortamda büyük bir insan çıkıyor, büyük bir uzak görüşlülüğe sahip, büyük bir
inanca sahip, müthiş bir vizyona sahip, büyük bir deha.. Bu deha, o şartlarda, ülkeyi ve rejimi bulunduğu
bu karanlık yerden alıp aydınlığa taşıyor; hür, müstakil, bağımsız ve modern yepyeni bir devlet kuruyor...
Türkiye Cumhuriyeti.
23 Nisan 1920’de cumhuriyetin ilk temelleri atılmakla kalmıyor, takip eden 10 yıl içinde, kazanılan
savaşlar, Lozan ve kısacık döneme sığan devrimler...

· Hilafetin kaldırılması ve laiklikliğin tesisi


· Tevhid-i tedrisat(Tek öğretim)kanunu
· Tekke zaviye ve medreselerin kapatılması
· Hafta tatili kanunu
· Kıyafet devrimi
· Medeni kanun
· Harf devrimi
· Dil devrimi
· Hukuk reformu
· Üniversite reformu
· Soyadı kanunu
· Kadın erkek eşitliği
· Ölçü ve tartı sisteminin değişmesi
· Uluslararası takvim ve saatin kabulü
· ... ve diğerleri.

Bu kısa zamana sığan bu olağanüstü gelişim Atatürk’ün büyüklüğünü anlatmaya şüphesiz yetiyor.
Ancak BU BÜYÜK İNSAN, BU AYRICALIKLI İNSAN, BÜYÜK AMA NEDEN BÜYÜK?

 Kuşkusuz ki önce sahip olduğu onun muhteşem vizyonu ve Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir
ulus olarak yaşaması ve bunun tam bağımsız olmakla sağlanabileceğine inanmasıdır.
 Diğer bir nokta ise, vizyonunu, Anadolu’nun o günkü çok olumsuz koşullarda hayata geçirerek
adeta bir mucizeyi gerçekleştirmiş olması, akla ve bilme önem vermiş olmasıdır.

Şimdi tarihin sayfalarını biraz daha geriye çevirelim, Mustafa Kemal’in harbiyeye geliş gününe gidelim;
sizlere tarihçi yazar Cemal Kutay’la yaptığım bir söyleşiden bazı bölümleri kendi ifadeleri olarak
aktarayım:
“ Ondaki Cumhuriyet fikrinin 1923’den çok evvel, 1907’ye uzanmış, inanılması güç bir tarihi ve mazisi var.
Bu o kadar inanılması güç bir hadise ki, ben bunu kitaplaştırdığım zaman, bana bu kitabın mevzuunu
kendi el yazısı ile verebilmiş rahmetli Ai Fuat Cebesoy’un (M.Kemal’in hayatında en yakın iki
arkadaşından birisidir) babası İsmail Fazıl Paşa’nın bugün hala mevcut olan Kuzguncuk’taki evinde,
Harbiye ve Erkan-i Harbiye’deki 5 yıl 6 ay 12 gününün hafta tatillerini ve büyük tatillerini geçirmiştir.
Biliyorsunuz M.Kemal 10 yaşında babasını kaybetti, eğitimi ve yetişmesi harbiye ve kurmay sınıflarıdır. O
zaman için de özel bugün için de özel bu öğrenim devresini başaran 10.000’lerce subayımız var. Bunlar
en üst mevkilere kadar da geldiler. İçlerinde saltanat devrinde, mareşal, korgeneral olanlar adeta
müstakil bir grup kuracak kadar çokluktu. Neden acaba hiçbir tanesinde ve daha sonra cumhuriyet
devrinde aynı yetişme tarzı içinde olan yine yüzlerce ve binlerce insan arasından, neden M.Kemal gibi
onun kısacık 57 yıllık ömründe bize arkada bıraktıklarını bugün hala bir anahtar arayacak kadar bilmece
saymamızın bir nedeni var.
İstanbul’a 1897’de Manastır Askeri İdadisi’ni bitirmiş ve elinde şahadetnamesi ile gelir, Harbiye’nin
kapısından girip, sınıf zabitinin yine kapısını vurarak içeri girer,”M.Kemal Efendi-Selanik” diyerek,
diplomasını kor zabitin önüne. Selam durur ve onun buyruğunu bekler.
Tetkik eder, zabit Kolağası Ahmet Faik bey, “Oğlum burada evci adresin yok” der.
Bir muteber ve inanılır bir adres verilir ki askeri okullarda, Perşembe akşamı çıkılır Cuma akşamı dönülür,
tatilden faydalanabilsin. Yoktur M.Kemal’in böyle bir adresi. “Yok efendim” der. “Peki akraban ?” - “Yok
efendim, İstanbul’da tanıdığım, ben İstanbul’a ilk defa geliyorum.”
Bu defa bir düşünce alır sınıf zabitini, çünkü o zaman dışarıdan gelmiş bir insanın haftada bir gün
başşehre çıkıp dolaşmaması onun hayalini zedeleyebilir. Çünkü o günkü harbiyeyi, bugünkü bizim harp
okulumuzla karşılaştırmayın asla. Devrini tamamlamış bir bina, geceleri kulakları biraz daha hassas
olanlar fare tıkırtılarından uyuyamazlar, öyle bir bina. Ve büyük bir üzüntüyle “oğlum bir adres bulmamız
lazımdı” der.
O sırada kapı vurulur, sanki bir filmin usta senaryosu...İçeri giren M.Kemal gibi sapsarı genç bir çocuktur.
O da harbiye üniformalıdır. “Hah” der Ahmet Faik Bey, “İşin halloldu M.Kemal Efendi Selanik. Bu gelen
Ali Fuat Efendi-Salacak” der. “Babası İsmail Fazıl Paşa Hazretleri Kuzguncuk’ta büyük bir konakta oturur,
senin gibi garip ve kimsesiz çocukları himaye eder, onlara vasi ve hami olur.” Ve döner Ali Fuat’a, “Ali
Fuat Efendi Salacak, M.Kemal Efendi Selaniği muhterem pederinize götürün benim de ellerinden
öptüğümü söyleyin.Kendisi, burada adres veremiyor, kimsesizdir, kimseyi de tanımıyor. Eğer arzu
buyururlarsa himayelerine alsın.” der.
İşte, M.Kemal’in orada geçen 5 sene 6 ay 12 günlük evci adresi ona Osmanlı’nın mozayığını yaşamış
kadar tanıtır. Çünkü bu aristokrasi evi asker ve sivil, devrin büyük ve tanın mış insanlarıyla dolup
boşalmaktadır. Hatta o kadar ki, Ali Fuat, “Sınıf Arkadaşım Atatürk” kitabında bunu uzun uzun anlatır.
Orada Perşembe akşamları geldiği zaman harem dairesinden kimlerin yemeğe kalacağını öğrenir Ali Fuat
kanalıyla ve eğer, kendisinin kafasındaki bilmecelere anahtar olabilecek bir şahsiyet varsa, Beyoğlu’nda
dinlenmeye ve eğlenmeye çıkmaz, Ali Fuat’ı da yanında sürükler.
Buradan şunu anlatmak istiyorum; bu adam, bu ayrıcalıklı insan büyük ama neden büyük? Neden bu kısa
ömre, bu kadar aklın ve mantığın reddindeki hadiseleri sığdırdı?. Muazzam bir hazırlanışı var. Bu da ona
tanrının bir lütfuydu.

İşte bu adam, daha 1907’de 2 sene 6 ay kaldığı Arap Yarımadası’ndan yeni tayin edildiği merkezde
Manastır 3. Ordu Selaniğe gelirken cebinde müstakil bir devletin planı vardı, maddeleriyle ve haritasıyla
beraber.
Ben bunu, Ali Fat Cebesoy’un “Milli Mücadele Hatıraları” kitabını hazırlarken, yeğeni ve bugün hayatta
olan çok saygıdeğer ve çok değer verdiğim Ali Fuat’ın kanuni varisi ve yeğeni (evladı yoktu evlenmemişti)
Ayşe Sarıalp Cebesoy Hanım efendi’den önüme yığdığı sandık sandık evrak içinde gördüğüm zaman,
bana inanın dostum kalbim durur gibi oldu. Üzerinde ne vardı biliyor musunuz? Atatürk inkilaplarının
temelini teşkil eden 1907 Misak-ı Milli’sinin Ali Fuat Cebesoy tarafından aslından istishah edilen sureti.
İnanamadım, daha bir önyüzbaşı. Yıl 1907-26 yaşında. Ve Selaniğe giderken bu cebinde,.. Ve bu
hazırlığında “Hakimiyet Bila Kayıt ve Şart Milletindir” diyor. Sorarım size hakimiyetin bil-a kayd-ı şart
milletin olduğu rejim nedir? Cumhuriyet.
Ve Selaniğe geldiği zaman, o zaman Selanik telgrafhanesi başmemuru, o zaman Talat Efendi-(meşhur
sadrazam Talat Paşa), bunu okuduğu ve dinlediği zaman hepimizi kurşuna dizerler demişti. Çünkü, Sultan
Hamid tahttadır. Daha 2. Meşrutiyet yoktur. 1907 ile 1923 arasında 16 yıl var.
M.Kemal’in ömrünün bu 16 yılı, özellikle vatanın kaderinin kendisine emanet edildiği, daha doğrusu
kendisinin bu kadere talip olduğu ve şartlarını yarattığı, hatta hatta insanlarını yarattığı bir milli
mücadeledir. – (Çünkü milli mücadelede daha sonra kanıyla, canıyla, başıyla hizmet edenlerin büyük
bölümü başlangıçta milli mücadeleye inanmıyordu.)
Şimdi bu şartlar içinde Cumhuriyet’e nasıl geldiğimize geliyorum. Olay şudur: 1.Büyük Millet Meclisi
kabineleri, bakanları teker teker kendisi seçerdi. Başbakanı da yine kendisi seçerdi. Yani bugünkü yasama
ve yürütme erki 1. Büyük Millet Meclisi’nin şahsında toplanırdı. Öyle bir noktaya gelmişti ki tıkandı,
neden? Zafer kazanılmış birçok ümitler politik alanda kendini göstermeye başlamış kabine kurulamıyor,
Ali Fethi Okyar’ı aday gösteriyor meclis, ama bakanları seçemiyor.....
“Vakti geldi artk diyordu...Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz.”
O tek katlı mütevazi binada, Meclis 23 Nisan 1920’de açıldığı zaman, çok güzel bir yazıyla yazılmış
“Egemenlik Kayıtsız Şartsız Ulusundur” levhası vardı.

Ama onun kafasında Cumhuriyet 1907 tarihini taşır ve Ali Fuat’ın notlarına koyduğu başlık doğrudur.
Atatürk devrimlerinin temeli, onun 1907 Türk Milli Devleti haritasında, Kıbrıs bizimdir, 12 ada bizimdir;
(O zaman Bulgar Prensliği vardı) Plevne’nin bütün doğusu bizimdir, Selanik, Manastır, Kosova, Yanya
bizimdir. Ama o zaman onun gerekçesini okursanız eğer, orada ne kafasında düşünmüşse 1921 Misak-ı
Millisi’nde ve Lozan’da mümkün olanı alma savaşı yaptı. Sonra ben düşündüm dostum, neden bu dahi bu
belgeyi kimseye bahsetmedi de neden meçhul kaldı. Ona şöyle nacizane bir formül buldum; neden ben
1907’de daha saltanat varken kendi milli devletime Kıbrısım’ı yanıma alarak, 12 adam benim derken,
neden Rumeli’nin o gün elimde kalan kısmı, onlara sahip olamadan ben Lozan’ı imzaladım acısına
dayanamadığı için onu açıklamadı. Ama bu bugünkü ve yarınki neslin bilgisinde olmalıdır.”
Kaynak: Ferudun Kandemir, “Yönetim ve Değerlerimiz” programı, 12.11.2002 Radyo Cumhuriyet

İşte bu deha, vizyonunu nasıl hayata geçiridiğini Söylev’de anlatırken şöyle diyor:
“Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi:
Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla
sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık
karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz. Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek
insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir.
Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri
düşünülemez.
Oysa, Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok
olsun daha iyidir.
Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm.”
Beynindeki vizyonu uygulamaya geçirirken,inanıncandan hiç sapmadan ancak evre evre gerçekleştirdiğini
ise şöyle dile getiriyor:
“Uygulamayı birtakım evrelere ayırmak ve olaylardan yararlanarak ulusun duygu ve düşünceleri üzerinde
işlemek ve adım adım ilerleyerek amaca ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak 9
yılda yaptıklarımız bir mantıkçı gözüyle düşünülürse, ilk günden bu güne dek izlediğimiz genel gidişin, ilk
kararın çizdiği çizgiden ve yöneldiği amaçtan hiç ayrılmamış olduğu kendiliğinden anlaşılır...
Ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal sır gibi vicdanımda
taşıyarak yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım.”
Kaynak: Nutuk, Türk Yurdunun Genel Durumu

Bu nedenle, Atatürk’ü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin değerini çok iyi anlamalı ve anlatmalıyız.

Hele bugünlerde, sıkı sıkıya sarılmamız gereken sadece, Atatürk’ün bize emanet ettiği laik Türkiye
Cumhuriyeti ve kurucu değerlerimizdir.

Ferudun Kandemir/23.04.2023

You might also like