You are on page 1of 481

fievket Süreyya Aydemir

4. Baskı

REMZ› K›TABEY›
ANKARA CADDES›, 93 - › S T A N B U L
«Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Top-
raı üç kulaç, be˛ kulaç kazdı. Suyu
bulamadı.

On kulaç, on be˛ kulaç kazdı. Gene


suyu bulamadı.

Sonra yerin derinliklerinde kara kaya


tabakalarına rastladı. Yeis'e dü˛tü, gü-
cü sona erdi ve Suyu bulmaktan ümi-
dini kesti.

«Fakat bir ses ona:

— Daha derinlere in, daha derinlere!


dedi.

Daha derinlere indi ve suyu buldu.»

Rama Kri˛ma
Ç o c u k l u  u ma a it ilk h a t ı r am bir y a n g ı n d ı r.

B e l ki h e n üz k u c a k t a y d ı m. B e l ki de y ü r ü y o r d u m. F a k at

h e r h a l de ç ok k ü ç ü k t ü m. Ç ü n kü h a t ı r a m da b u n d an d a ha e s ki

bir iz y o k t u r. D ü n y a ya bu y a n g ın i ç i n de g ö z l e r i mi a ç m ı ˛, h a-

y a ta bir y a n g ı n la b a ˛ l a m ı˛ g i b i y i m . ..

B en bir s ı n ır ˛ e h r i n de d o  d um ( 1 ). E v i m iz bu ˛ e h r in en

k e n ar m a h a l l e s i n d e y di . Bu m a h a l l e d e n, ˛ e h r in d o  u s u nu s a-

r an s ı r t l ar ü z e r i n de k ü ç ük bir k öy g ö r ü n ü y o r d u. Y a n g ın bu

k ö y d e y d i.

A k ˛ am ç ö k ü y o r d u. U f ku ö n ce d u m an d a l g a l a rı k a p l a d ı.

S o n ra bu d u m an d a l g a l a r ı y le a l e v l er b i r b i r i ne k a r ı ˛ t ı. N i h a y et

k a r a n l ık b a ˛ l a y ıp da g e ce k o y u l a ˛ ı n c a, g ö k l e re v u r an k a ra kı —

z ı l l ı k, ufka y e r l e ˛ ti ve k ö y ün ü s t ü ne ç ö k t ü.

Y a ˛ ım i l e r l e d i k çe bu y a n g ı n l a r ın n i c e l e r i ni g ö r d ü m. D e ne —

b i l ir ki ç o c u k l u  u m, o n l a r ın k ı z ı l l ı ı i ç i n de g e ç t i.

D o  u ˛ um da bir h a rp y ı l ma r a s t l a m ı˛ ( 2 ). Z a t en o y ı l l ar

s ü k ûn y ı l l a rı d e  i l d i. O y ı l l ar k a n l ı, m u a m m a lı bir a s ra ge —

b e y d i. B ir a s ır s o na e r i y o r d u. Y e ni bir a s ır d o  m ak ü z e r e y d i.

fiu a c a y i p, ˛u y a ˛ a n m a ya d e  er y i r m i n ci a s ı r.

B e n im ilk k a n at ç ı r p ı ˛ l a r ım da asıl y i r m i n ci a s ı r la b a ˛ l a y a—

c a k t ı. D e m ek k a d e r i mi o n u n la p a y l a ˛ a c a k t ı m. O n un b ü t ün ço—

c u k l a rı gibi...

B en de a s r ı m ı z ın b ü y ük m a c e r a s ı n d an k e n di p a y ı ma dü—

˛ e n i, o n un y üz m i l y o n l a r ca a d s ız ç o c u k l a r ı n d an b i ri o l a r a k, ka—

(1 ) E d i r n. e
( 2) 1 8 97 T ü r k - Y u n an h a r b i .
10 SUYU ARAYAN ADAM

derin önüme serdii yüz milyonlarca küçük yollardan biri üze —


rinde kendi aîmyazıma göre ya˛adım.
›˛te ˛imdi size bu kitapta, asrımızın o sayısız küçük hikâ —
yelerinden birini, o sayısız adsızlardan biri olarak anlatmaya
çalı˛acaım.

Hayata onunla gözlerimi açtıım yangın, sonra nice ve ni —


celerini de gördüüm yangınlar gibi, bir kaza eseri deildi. Bu
yangın da, o zamanlar bütün -Avrupa Türkiye'sini saran yük-
lerce, binlerce yangınlardan biriydi. *
O zamanki Avrupa Türkiye'sinde, yani bütün Rumeli'nde
olduu gibi bizim sınır ˛ehrimiz Edirne'nin etrafında da, çete —
ciler, komiteciler kayna˛ıp duruyorlardı. Yarı haydut, yarı po —
litikacı çeteciler... Rum çetecileri, Bulgar çetecileri ve daha
çok Bulgarlar...
Bunlar zaman zaman köyleri, çiftlikleri basarlardı. Har—
manları, aılları ate˛e verirlerdi. Daa adam kaldırırlardı. Bas—
kınlar, çarpı˛malar olurdu. Hatta ˛ehre kadar sokulurlardı.
Hele bizim kenar mahalle, bu karı˛ıklıın, korkunun or—
tasında ya˛ardı. fiehir zaten bir ordu merkeziydi. Bir ordugâh
halindeydi.
Uzaktan bir duman belirir veya bir yerden birtakım s i l âh
sesleri duyulursa mahallenin sokakları hemen bo˛alırdı. Biz
oyunlarımızı keserdik. Kadınlar çocuklarını evlerine alırlardı.
Kapılarını kilitlerdi. O saatlarda i˛lerinden dönen ve bir bakı —
ma sakin görünen erkekler, hakikatte dalgın ve dü˛ünceli olur—
lardı. Dar, iri bürü sokaklarda birbirlerine rastla˛ınca, sessiz
selâmla˛ırlar, evlerinin kapılarına varırlar, gene sessiz açılan
kapılardan yava˛ça evlerine girerlerdi.

Hafızamın derinliklerinde ilk çocukluk hatıram olarak yer—


le˛en o kızıl yangından sonra, hatırlayabildiim- ilk manzara
kalabalık bir cenaze karı˛ıklııdır.
Belki o zaman da kucaktaydım. Belki yürüyordum. Bu ka-
SUYU ARAYAN ADAM 11

rı˛ıklım hafızamda kalan dekoru, geni˛ ve çiçekli bir bahçe—


dir. Bütün -çocukluk çaımda çok renkli bir yeri olan bu bah —
çenin ortasında büyük bir havuz vardı. Sularına mor salkım¬
larla menek˛e güllerinin saçları dökülürdü. Üstünü bir kubbe
gibi örten ulu aaçlarla, çevresine saksı saksı dizilen karanfil,
sardunya, küpe çiçeklerinin koyu ve titre˛ik gölgeleri, suları—
nın aynasına vururdu.
Burası bir konak bahçesiydi. Konaın kademe kademe ge—
ni˛, ye˛il bahçeleriyle asıl sokaı sınırlayan yüksek duvarlar
arasında konak atlarının, arabalarının, hareket edebildii bir
avlu vardı. Bu a v l u ya çift kanatlı, geni˛ yüksek sokak kapıla—
rı açılırdı. Rumeli Türkçesinde bu büyük kapılara Porta'lar
denilirdi.
Bir gün bu kapılar birden ardına kadar açıldı. Araların—
da polislerin, askerlerin, jandarmaların kayna˛tıı karmakarı —
˛ık bir kalabalık a v l u ya doluverdi. En önde ve ba˛lar üstünde
bir tabut ta˛ınıyordu. Bu tabuttan hafızamda kalan ˛ey, üstü—
ne serilen siyahımsı ye˛il bir örtüdür. Bu örtünün üzerinde
herhalde yazılar, nakı˛lar vardı. ›˛te tam o sırada bir Arap
halayık beni, havuz ba˛ındaki gölgelie serilen ve üzerinde yu—
varlandıım hasırın üstünden kaptı. Konaın içine kaçırdı...

Bu konak, Edirne'nin en zengin beyinin konaıydı. Babam


bu konaın bahçesine bakardı. Bu beyin Edirne'nin dı˛ında tâ
bulgar sınırlarına kadar uzanan büyük çiftlikleri, uçsuz bucak—
sız toprakları vardı. Çiftliin topraklarında, sınırlarında Bul—
gar köyleri bulunuyordu. Cenaze bu beyin tek ve yeti˛kin o-
lunundu. Sonradan çe˛itli hikâyelerini dinlediime göre bu köy—
lülerden bir kısmı, bir gece beyin çiftliklerinden birini basmı˛—
lardı. Onun çiftlikte uyuyan olunu kaçırmı˛lardı.
›˛in ondan sonrası, Rumeli'nin o y a n ı n d a ve o zamandan
kalan halk ˛arkılarında hâlâ söylenir durur.

Daa kaldırılan bey için e˛kıya büyük bir kurtulu˛ parası


:ster. Bey hükümete dayanır. Jandarmalardan ba˛ka askerler,
piyadeler, süvariler, topçular i˛e karı˛ırlar. Edirne kalesi ile
sınırlar arasındaki yerlerde âdeta bir sava˛ ba˛lar. Köyler ba—
sılır, pusular kurulur. Dayananlar Talıçtan geçirilir. Ama, ne
12 SUYU ARAYAN ADAM

var ki. sonunda beyin olu bir hendein içinde ölü olarak bu—
lunur. Konaa getirilen cenaze, onun cenazesiydi.
Yalnız benim ilk çocukluk günlerimde deil, sonra yıllar—
ca memleket bu ölümün hikâyeleri, türküleriyle çalkandı. Bu
genç beyden hafızamda kalan çizgiler, onun galiba biraz siv—
rice kumral güler yüzlü ve biraz a˛aıya doru sarkan uzunca
bıyıklarıdır. O delikanlılık çaında babası onu evlendirmi˛,
hacca götürmü˛tü. Fakat galiba çocuu olacak kadar vakit kal—
mamı˛tı. Beni, bekledii çocuu yerine sever, ˛ımartırmı˛. Bel—
ki de gözlerimin renginden olacak bana «Çakır» diye ad tak—
mı˛. O öldükten sonra beni bu konakta hep Çakır diye çaı—
rırlardı.

Bu genç bey için halkın düzdüü bir türkünün birkaç par—


çası hâlâ hatırımdadır. Bu halk türküsünde, genç bey dile geti—
rilir. Hayatına doymadıından, vücudundan sızan kanlardan,
çiftliinin lambalarının parladımdan, annesinin , babasının ba-
˛ucunda aladıından bahsedilir. Türkünün sonu, «Pek yazık
oldu Hacı Nuri Beye. Çare bulan olmadı bu yâreye» diye biter.
Babasına «Dertli» adını bu ölümden sonra takmı˛lar. Dertli
Mustafa bey, ondan sonra ölümüne kadar konaına kapandı.
Nuri beyin ölümü, onun topraında ya˛ayan Bulgar köylüle —
rinden birçounun hayatına mal olmu˛. ›˛in aslı bir toprak
kavgasıymı˛. Fakat sebep ne olursa olsun, çeteler, komiteler,
her tarafta ayaktaydı. Sava˛ devam ediyordu. Bu genç beyin
ölümü ise Rumeli'de, bu cins ölümlerin ne birincisi, ne de
sonuncusuydu.

Bizim kenar mahallemiz, basık bir mahalleydi. Yazın toz,


kı˛ın çamurla örtülü daracık sokaklar, bir çıkmazın içinde tı-
kanmcaya kadar alçak bahçe duvarları arasında kıvrılır gider—
lerdi. Bu duvarlar ya çalılarla çitlenirdi, yahut da moloz veya
kerpiçten yapılmı˛ olurdu. Bizim evimiz, bahçesinin etrafını
bir kerpiç duvar çevirmi˛ olan sayılı evlerden biriydi. Hele du—
varlarının üzerine, kırık d ö k ük de olsa, kara, yerli kiremit ör—
tülmü˛ olan ba˛ka bir ev, bu mahallede yoktu.
SUYU ARAYAN ADAM 13

Beyaz badanalı, tek katlı evcikler, kulübeler, hep küçük


ve aaçlık bahçeler içinde kaybolmu˛lardı. Damlar, ya ya—
murla yosunla˛mı˛ ta˛larla, kiremitlerle örtülmü˛ olurdu. Ya—
hut ot-saz demetleriyle kaplanırdı. Bizim evimiz de bunlar —
dan biriydi. ›ki buçuk odacıı, bir de içerlek, toprak, karanlık
bir mutfaı vardı. Bu mahallenin evleri, daha dorusu kulü—
beleri' arasında en büyüü bizimkiydi.

Babam aaçlara birer kutsal varlıkmı˛ gibi baktıı ve bi—


zim evimizde herkes çiçekleri sevdii için, avlumuzun aaçları
herkesinkinden güzeldi. Küçük avlumuzun kuyusu etrafında
yahut büyük bir dut aacının gölgeledii ta˛lıın çevresinde,
anamla ben her bahar, her yaz, renk renk çiçekler y e t i ˛ t i r i r—
dik. Yaz ak˛amları yemeimizi bu ta˛lıa serdiimiz hasırın
üstünde yerdik. Ya˛ım biraz ilerleyince en zevkli vazifelerim—
den biri, ˛ehrin dı˛ından, eski Edirne saraylarının kurulmu˛
olduu yerlere yakın bir çayırlıın kenarından, topraıyle be—
raber kesip çıkardıım çim keseklerini avlumuzun çiçek gö—
beklerinin etrafına dizerek sulamak ve tutturmaya çalı˛maktı.
Bunları ta˛ıyabildiim kadar eski bir pe˛temalla sırtıma vurur—
dum. Eve getirirdim. Bu çim keseklerinin tutmaması, sarar—
ması korkusu gece rüyalarıma girerdi.

Hele çiçeklerimizin içinde bir cins zambak vardı ki, onun


büyümesini, yeti˛mesini, tomurcuklanıp çiçek açmasını, anamla
ben âdeta gözlerimizle takip ederdik. Nihayet ilk çiçekleri be—
yaz dudaklarını açtıı gün, onu ba˛tan a˛aı gelin teileriyle
süslerdik. Bu bir âdetti.
Bu gelin telleri her kı˛ bir tarafa saklanırdı. Çiçein açılıp
da tellendii günün ak˛amı, babamı yolda beklerdim. Yahut
anamla beraber kapıda k a r ˛ ı l a r d ı k. O ak˛am, bizim ev için bir
bayram olurdu...

Bizim mahallede kom˛u kadınlar her gece bir ba˛ka evde


toplanırlardı. Mahallenin bütün evlerinde, bütün gece toplan—
tılarında çete, komite hikâyeleri anlatılırdı.
Basık odacıklar gündüz küçük pencerelerden ı˛ık alırdı.
14 SUYU ARAYAN ADAM

Geceleri pencerelere üst kenarları gergin bir iple büzülea, sa-


rarmı˛ patiska perdecikler çekilirdi. Yerler hasır, kilim par-
çalarıyle örtülürdü. Bu kilim parçaları, bizim mahallenin he-
men bütün evlerinde olduu gibi, göçmen kadınlarının, kır-
pıntılardan örüp dokudukları alacalı parçalardı.
••' Daha hallice evlerde duvar diplerinde basma, bez veya ki—
lim artıklarıyle kaplı küçük yer minderleri dizilirdi. Bazı ev¬
lerde parçalı bezlerle kaplı ot yastıklar da olurdu. Ama, masa
ve sandalye gibi ˛eyler bizim mahallemizin hiç bir evinde yok-
tu: Öyle ki, beni bir gün ˛ehirde bir berber dükkânına götü —
rüp hasır sandalyeye oturtarak di˛imi çektikleri zaman, benim
bu büyük maceram, mahalle çocukları arasında günlerce çal—
kalandı durdu: ›skemleye oturdum diye...

• • Evlerimizin, odalarımızın duvarlarında mısır salkımları,


kırmızı birer dizileri hevenkle˛mi˛ olurdu. Raflara kabaklar
dizilirdi: Üzüm hevenkleri kuytu ve serin yerlere asılırdı.
Öyle ki kı˛ geceleri bir toprak çanak veya bir bakır sahan
içinde biraz üzüm ortaya getirildii zaman, bu üzümler karar—
mı˛, kurumu˛, üzerlerini .kaim bir toz tabakası kaplamı˛ olurdu.
Be˛numara bir gaz lambası, ortada boyalı tahtadan bir
tabure üzerine konurdu. Veya duvarda bir çiviye asılırdı. A-
zına-bakır ma˛rapa geçirilmi˛ bir su testisi, daima oda kapı—
sının kenarında dururdu.

••' Misafir kadınlar toplanmaya ba˛layınca önce küçük dedi-


kodular yapılırdı. Sonra hemen çete, komite hikâyelerine ge-
çilirdi. Kadınların en bilgiçleri her gece bu hikâyelerin yenile-
rini bulup söylerlerdi. Hepsi korkunç, esrarlı hikâyeler...
• Biz çocuklar, bu kenar mahalle evlerinin odacıklarmı dol-
duran kadın kümeleri arasında, analarımızın dizlerine yapı˛a¬
rak, eteklerine gömülerek bu anlatılanları korkulu gözler, git¬
tikçe donukla˛an bakı˛larla dinlerdik. Bir gün bir köyün basıl¬
ması, bir gün bir köprünün atılması, ba˛ka bir gün de ate˛e
verilen depoların, cephaneliklerin hikâyeleri söylenirdi. Bun¬
ların ne kadarı doru, ne kadarı mübalâalıdır dü˛ünemiyor-
duk. Ama, bu rivayetler, bu hikâyeler hiç tükenmeden birbirini
kovalar, giderlerdi.
SUYU ARAYAN ADAM- 15

Anlatılanlara göre çeteci, her yerde ve her kıyafette görü¬


nebilirdi. Meselâ bir gün bir köy mescidinde sabah ezanından
önce güzel sesli bir dervi˛ Kur'an okuyordu. Cemaat sıra sıra
ve ba˛ları önlerinde Kur'anı dinliyorlardı. Sonra müezzinin se¬
si duyulunca namaza duruldu. Güzel sesli dervi˛ de Kur'anım
kapayarak rahlesine koydu, cemaate karı˛tı.
Fakat biraz sonra bu rahlenin altından bir bomba patladı.
Mescit harap oldu. Ölenler, yaralananlar üst • üste yııldılar.
Halbuki dervi˛ bunların arasında yoktu. O kaçmı˛tı. O bir çe¬
teciydi...
Gece ilerledikçe çocukların, bu hikâyelerin baskısı altın¬
da yorulan muhayyilelerinde; yıkılan camiler, atılan tabyalar -
la, dervi˛, papaz ve e˛kıya hayalleri birbirlerine karı˛ır, gözler
gittikçe mahmurla˛ırdı. O zaman çocukların uykularını açmak,
daha dorusu çocuklara gözdaı vermek için bir sıra nasihat¬
ler ba˛lardı:
- Çouklar! Eer çe˛meye su almaya gittiiniz zaman ya-
laın içinde bir altın görürseniz uzanıp almayacaksınız. Çün¬
kü o bir tuzaktır. O altının altına çeteler mutlaka bir bomba
koymu˛lardır. Altına elinizi dokundurunca bomba patlar, par¬
çalanırsınız. Sonra sokaktan bir yabancı geçer de:

- Evlâdım! Bak sana ˛eker getirdim, derse sakın elini


uzatma! O ˛eker bir dinamittir. Azında parçalanır, havaya
uçarsın...
Bu nasihatler uzadıkça, onları dinleyen biz çocukların da
önce korkudan açılan gözlerimiz gittikçe dalgınla˛maya, yo¬
rulmaya ba˛lardı. Analarımızın göüslerine yahut dizlerine git¬
tikçe daha fazla gömülür ve sonra öylece uyuya kalırdık...

Fakat hayallerimizin çalı˛ması uykuyla gitmezdi. Çetele¬


rin, komitelerin, bu defa da rüyalarımızdaki saltanatı ba˛lar¬
dı. Benim de rüyalarımda yangınlar alevlenirdi. Sular basar,
pusular, baskınlar birbirini kovalardı. Çeteci bazen beyazlar
giymi˛ bir melek kıyafetinde tatlı dillerle beni kucaına çaı¬
rırdı. Fakat sonra bu melein ba˛ında birden kocaman bir kal¬
pak peyda olurdu. Onun altında kan çanaı gözlerle sert bu
yıklar, sakallar birbirine karı˛ırdı. Bazen de rüyamda kendim
16 SUYU ARAYAN ADAM

çeteci olurdum. Belime kamalar, bombalar takardım. Yahut


küıcımı çekerek dü˛manlarla sava˛ırdım...
Hulâsa çocukluumun o çaında, bo˛ ve bütün çocukla-
rmki gibi her verileni almak için i˛leyen muhayyilem, hep kor—
kular mücadelelerle örülürdü. Komiteler, Voyvodalar, asker¬
ler, gaziler, ˛ehitler, körpe dimaımın bo˛ hücrelerine, hiç biri
anla˛ılmadan, fakat hepsi de birbirinden esrarlı geli˛igüzel do¬
larlardı. Yerle˛irlerdi.
Bazen rüyamda, babamın çalı˛tıı konak sahibinin çiftli¬
inde öldürülen genç beyi görürdüm. Onu bizim evde sadece
«küçük bey» diye anarlardı. Küçük beyin hayat ve ölüm hi¬
kâyelerini anam hemen her gece anlatırdı. Bazen de kom˛ular
hep bir aızdan onun acıklı türküsünü söylerlerdi.. Rüyamda
küçük beyin tatlı kumral yüzünü, uçları a˛aıya doru sar¬
kan, ince uzun bıyıklarını görürdüm. Bazen beni kucaına alır¬
dı. Yüzüme gülümserdi, Bazen de eli, yüzü ve elbiseleri kanlı
kanlı olurdu. O zaman alayarak uyandıımı hatırlarım. Anam,
rüyamı anlamı˛ gibi ko˛ar, beni kollarına alır avutmaya, uyut¬
maya, çalı˛ırdı...

Bizim mahallemizde gece toplantılarıyle rüyalarımızı dol¬


duran kanlı mücadelelerden sonra, gün aarıp gözlerini açan
mahalle çocuklarının yataklarından çıkmaları, sokaklara fırla¬
maları bir olurdu. Dar, çapra˛ık, yazın tozlu, kı˛ın çamurlu
sokaklara. Bu sokaklar, üzerlerinde kiremit bile bulunmayan
eri bürü alçacık kerpiç duyarlar, veya diken ve sazdan çit¬
ler arasında uzanırdı. Hiç bir ev, sokaa çıkan çocuunun haya¬
tını, pek fazla takip etmezdi. Zaten hiç bir evin sokaa bakan
penceresi yoktu. Bu evlerin odalarının küçük pencereleri her
evin etrafını saran küçük bahçeye yahut avluya bakardı. Hat¬
ta bu küçücük pencerelerin bazılarında cam yerine kaba bir
çerçeveye yapı˛tırılmı˛ kirli kâıtlar bulunurdu.

Mahallemizin sokaklarında günlük hayat, biraz da, çocuk¬


ların gece toplantılarında, basık tavanlı küçük odacıklarda üst
üste yıılarak dinledikleri. yahut rüyalarında ya˛adıkları hikâ-
SUYU ARAYAN ADAM 17

yelerin bir devamı gibi geçerdi. Oyunlarımız, daha ziyade kav¬


galardan, baskınlardan, sava˛lardan ibaretti.
Anam beni sokakta pek ba˛ıbo˛ bırakmazdı. Ama ben bu
oyunların hemen hepsine karı˛mak imkânını gene de bu¬
lurdum.
Oyunlarımızın en ba˛ında gene, çetecilik, komitecilik oyun¬
ları gelirdi. Bunun için önce kaptanlar, voyvodalar seçilirdi.
Bu kelimeler Rum, Bulgar çetecilerinin reislerine verilen
isimlerdir.
Seçtiimiz kaptanlar, voyvodalar, çocukların en kuvvetlile¬
rinden, en gözü pek olanlarından ayrılırlardı. Bunlar bizi bir¬
kaç kola ayırırlardı. Oyuna katılanlar, hemen feslerinin kenar¬
larını kıvırarak onları güya Rum, Bulgar e˛kıyasının kalpak¬
larına benzetirlerdi. Sonra birbirlerini Yanko kaptan, Petko
voyvoda gibi isimlerle çaırırlardı. Aralarında güya Rumca,
Bulgarca konu˛uyorlardı.

Sonra silâhlanma ba˛lardı. Bellerimize bıçak-, tabanca va¬


zifesini görecek çubuklar, tahta parçaları takardık. Ceplerimi¬
ze, ku˛aklarımıza bomba yerine ta˛lar doldururduk. Bazen al¬
tımıza bir denek çekip onu at gibi sıçrattıımız da olurdu.
Benim e˛kıyalık üniformam, dier çocuklarınkinden daha ˛a¬
tafatlıydı. Çünkü mahallenin tek diki˛ makinesi bizim evdej--
di. Bu, yan yatırılmı˛ bir gaz sandıı üzerinde çalı˛tırılan eski
bir ˛eydi. Anam bununla bazen bize, bazen de kom˛ulara diki˛
diker, bo˛alan makaraları da bana verirdi. Ben bunları toplar,
biriktirirdim. Sonra bir i p l i e dizip halkalar yapardım. Boy¬
numa çapraz geçirirdim. Yahut belime sarardım. Bunlar be¬
nim fi˛ekliklerim olurdu. Bu fi˛ekliklere, kendimi bildiim sü¬
rece bütün sokak çocuklarının, azı sulanırdı. Bazen onlara
da artanlardan bir ˛eyler verdiim zaman, bunları takan ço¬
cuklar oyunda hemen kaptan seçilirlerdi. Ama beni galiba
pek seçmezlerdi. Nedense beni bu i˛ için pek acar görmü¬
yorlardı:
Çetecilik oyunlarında bütün mesele, kar˛ı tarafa görün¬
meden en iyi yerlerde, en salam pusuları kurmaktı. Dü˛manın
etrafını çevirmekti. Sonra kaptan i˛areti verince, birden, gü-
18 SUYU ARAYAN ADAM

rültülerle karı˛ık bir ˛iddetle dü˛man çetesi üzerine çullana-


rak, göüs göüse bir çarpı˛madan sonra zaferi kazanmak lâ-
zımdı. Bunun için her tedbire ba˛ vurulurdu. Çitlerden, hen-
deklerden, duvar arkalarından, aaç dallarından, faydalandır-
dı. Fakat bunlara ramen baskın muvaffak olamazsa, o zaman
kovala˛ma ba˛lardı. Bu kovala˛mada her çocuun kendi hare-
ketini biraz da kendi zekâsı ile tayin etmesi gerekirdi. Kova-
la˛mamn, çarpı˛maların uzun sürdüü olurdu. Bazen mahalle-
nin bir ucunda ba˛layan sava˛ın öbür mahalleye yayıldıı gö-
rülürdü. O zaman oyuna iki taraftan yeni kuvvetler karı˛ırdı.
Güya ölenler, yaralananlar, esir edilenler olurdu. Bazen de bu
esirler, bir baskınla kurtarılırdı. Nihayet oyun, ˛u veya bu ta-
rafın yenmesi ile bittii zaman, bütün oyuncular kan ter için-
de bir araya toplanırlardı. Feslerin kenarları düzeltilirdi. Ta˛-
lar, denekler atılır ve oyunun tartı˛ması ba˛lardı. Lâkin ne -
ticeler üzerinde her zaman uyu˛ulamazdı. O zaman, bu ˛aka¬
dan oyunlar gerçek kavgalara dönerdi...

Bu çetecilik oyunlarının en heyecanlısı, bizim mahallenin


çocuklarıyle, biti˛ik Hıristiyan mahalle çocukları.arasında ya-
pılanlarıydı. Bunlar gerçek bir çete muharebesi gibi geçerdi.
Hiç beklenmedik bir zamanda patlardı. Derhal duyulurdu. Bu
artık bir oyun deildi. Sınır mahalleler arasında bir kavgay-
dı. Bütün bunlar aynı devletin tebası, fakat asırlardan beri
birbirine kayna˛mayan ırkların çocukları arasında ilerde ola-
cak kanlı hesapla˛maların küçük hazırlııydı.

Bu gibi kavgalar, ya Rum veya Bulgar mahallesinden ge—


çen bir Müslüman çocuunun ta˛a tutulması, yahut da Müslü-
man mahallesine giren bir Hıristiyan çocuuna dayak atılma-
sıyle ba˛lardı. ›ki tarafın da tanınmı˛ eleba˛ıları, gözü pek sa-
va˛çıları vardı. Bunlar kendi mahallelerinin, âdeta talim gör-
mü˛ çocuklarını takım takım etraflarına toplarlardı. fiehrin ke-
narına seirtirler sava˛a sürerlerdi. fiehir kenarındaki sırtlarda
geni˛ Müslüman ve Hıristiyan mezarlıkları vardı. Her iki ta-
raf arkasını kendi mahallesine, kendi mezarlıına vermeye ça-
lı˛ırdı.

›lk i˛, yollara hâkim noktaları tutmaktı. Buralara ta˛lar


SUYU ARAYAN ADAM 19

yıarak, sipercikler hazırlayarak toplanırdık. Nöbetçiler, öncü-


ler yerlerini alırlardı. Ke˛if k o l l a r ı çıkarılırdı. Yer yer ta˛ kav-
gaları ba˛lardı. Nâra atanlar, Allah! Allah! diye baıranlar,
borazan taklidi yapanlar, hatta uzun, yuvarlak mezar ta˛la¬
rını siperler, istihkâmlar üzerine yatırarak, dü˛mana doru
taklit toplar yerle˛tirenler ve Bom! Bom! diye patlatanlar
olurdu.
Kendi aramızdaki çete baskını oyunlarında, her nedense
hepimiz güya Rumca, Bulgarca konu˛uyormu˛uz gibi azımız¬
da birtakım anla˛ılmaz kelimelerle barı˛ıp dururken, bu ma¬
halleler arası millî kavgalarda biz, yalnız Türkçe konu˛urduk.
Hep «Allah! Allah! Hücum!» diye baırırdık.
Eer bu çarpı˛malar büyük çocukların evlerinden duyu¬
lup, iki tarafın kadınları, erkekleri mezarlıklara ko˛mazlarsa,
bârı˛malar, söü˛meler arasında sert bir kavga ba˛lardı. Ta˛¬
lar yaardı. Sopalar savrulurdu. Göüs göüse bir bou˛ma
ba˛lardı. Hele i˛ uzarsa iki tarafa da imdat yeti˛irdi. O zaman
kavgacıları ayırmak çok zor olurdu.

Hatta bir defasında, kavgayı ayırmaya gelenler de birbir¬


lerine girmi˛lerdi. Bıçaklar sıyrılmı˛, kafalar yarılmı˛tı. Yeti¬
˛en polisler, artık ilerleyen ak˛am karanlıı içinde, tarafları
kendi mahallelerine sürüklerken, her nasılsa sadan soldan
birkaç silâh patlamı˛tı. O gece, hem Müslüman, hem Hıristiyan
mahalleleri, sabaha kadar silâh seslerinden inledi durdu...
Sanki iki t a r a f da, nasıl olsa ergeç giri˛ecekleri son, kesin
hesapla˛maya, beklenmedik bir kıvılcımla, ˛imdiden ba˛la¬
mı˛lardı.

Bizim mahallemiz bir g ö ç m e n mahallesiydi. Kırım'dan Dob-


zuca'dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harpler, katliamlar
içinde kopup gelen göçmen sellerinin artıkları, yüz elli, iki
yüz yıldan beri hemen daima yenilen ordular, daima gerileyen
sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara kadar sürül¬
mü˛lerdi.
Bir zaman bir imparatorluun, o geni˛ Osmanlı devletinin
20 SUYU ARAYAN ADAM

ba˛˛ehri olan Edirne, ˛imdi artık bir sınır kalesiydi. fiehrin


kenarım çeviren balık tepelerde yer yer tabyalar, istihkâmlar
sıralanıyordu. Eski imparatorluun yeni sınırları, ise, ˛ehrin
kuzey ufkunda görülen alçak dalar üzerinde Doudan Batıya
uzanıp gidiyordu.
Halbuki, Edirne .bir devlete ba˛˛ehir olduu zamanlar, bu¬
ralarda oturup dünyanın yarısına; Almanya'dan ›ran içine, Hint
denizine, Podolya'dan, Ukrayna'dan Habe˛istan'a kadar hük¬
metmi˛ olan padi˛ahların saray harabeleri, bizim kenar mahal¬
lemizin hemen kar˛ısında, ˛imdi kurumaya yüz tutmu˛ bir neh¬
rin iki kolu ile kucakladıı ye˛illik kenarında yatıyordu...
Bizim göçmen mahallemizin, her biri bir ba˛ka yerden gö¬
çüp gelen her ailesinin, konup göçtüü yerlere ait ayrı bir hi¬
kâyesi vardı. Sınırların ötesinden sızan yeni göçmenlerle ma¬
hallenin halkı gün geçtikçe artardı. Bu yeni gelenler yuvaları¬
nı, topraklarını dodukları yerlerde bıraktıktan sonra, zahire,
kap kaçak, yorgan dö˛ek namına ne alabilirse iri öküzlerin çek¬
tii aır arabalara atarlar, yollara dökülürlerdi. Kadınlarla ço¬
cuklar bu yüklerin üstüne bindirilirdi.
Bu peri˛an kafileler, eski istilâ ordularının Balkanlar'da.
Tuna'da ve daha ötede yerle˛ip, köy, ˛ehir, kale kuran eski fa¬
tihlerin geri dönen artıklarıydı.

fiahin atlar üstünde Avrupa'ya giden ataların bu çocukla¬


rı, ˛imdi her tarafından torbalar, bakraçlar sarkan bu gıcırtılı
arabalarla, asırlarca süren bir egemenliin ellerinde kalan bu
hazin artıklarını geriye doru ta˛ıyorlardı. ,
Zaten yakın olan sınırlardan bu, yana geçmekle, muhacir
kafilelerinin kenar mahallemizi çeviren çayırlıa çökmesi bir
olurdu. O çayırlar ki vaktiyle, bu dönenlerin dedelerinin uzak
ülkelere, Balkanlar'a, Tuna'ya ve daha ötelere yayılmak için
yola çıkarken toplandıkları, saflarını düzdükleri geçitlerini gös¬
terdikleri meydanlardı.
Kenar mahallemizin sokaklarında zaman zaman:
- Çocuklar! Muhacirler gelmi˛!
diye sesler dola˛ırdı. Mahallenin çocukları hep birden çayırlıa
ko˛ardık. Bu çayırlık, belki yüz, yüz elli yıldan beri göçmenler
SUYU ARAYAN ADAM 21

için bir konak yeri olmu˛tu. Burada arabalar halka halka dizi-
lirdi. Öküzler, mandalar bunların etrafına çökerlerdi. Uçları
araba kanatlarına tutturulmu˛ kilimlerden, çar˛aflardan oda-
cıklar kurulurdu. Yataklar serilirdi. Ate˛lerde tencereler kay-
nardı.
Yeni gelen göçmenlerin çocuklarıyle bizim kenar mahalle-
nin küçükleri arasında hemen arkada˛lık ba˛lardı. Çünkü ye-
ni gelenlerin söyledikleri kasaba, köy isimlerini biz daha önce
i˛itmi˛ olurduk. Hattâ aramızda onlarla hem˛eri, kom˛u çıkan-
lar da bulunurdu. Çünkü bizim de ailelerimiz vaktiyle oralar-
dan kopmu˛tu. Onların geçtii yollardan geçmi˛ti. fiimdi on-
ların konakladıkları bu çayırda konaklamı˛lardı.

Yeni gelen göçmenlerin, hemen ertesi gün, kimisi hükü¬


mete ba˛ vurur, kimisi hanlarda, kahvelerde, eski gelen hem-
˛erilerinin daıldıkları, yerle˛tikleri köyleri, kasabaları soru˛-
tururlardı. Ondan sonra kafilenin çözülü˛ü ba˛lardı. Bir kıs-
mı yakın yerlere daılırdı. Bir kısmı yeniden yollara düzülür-
lerdi. Arta kalanlar kenar mahallenin bir ucuna yerle˛erek ma-
halleyi geni˛letirlerdi. Bu 3-erle˛me için, kırlardan kara çalı,
böürtlen, yahut güvem dikeni, bataklıklardan saz demetleri
ta˛ınırdı. Sonra etrafı çitle çevrilen bir avlunun ortasına, üstü
sazla örtülü küçük bir kerpiç, hatta çit kulübe yaparlardı.

Böylelikle daha birkaç gün geçmeden mahallede yeni bir


baca tüterdi. Onun da dumanı mahallenin dumanlarına karı-
˛ırdı. O evin de çocukları mahalle çocuklarının aralarına gi-
rerlerdi.

Ben de bir göçmen çocuuydum. Bu göçün hikâyesi Tuna


kıyılarında ba˛lar, bu kenar mahallede biterdi. Hikâye olduk-
ça basitti. Fakat i˛in üzerinden, o zaman otuz jul kadar geçtii
halde, babamın gönlünde bu hatıra hâlâ tazeliini muhafaza
ederdi:

O tarihten otuz yıl kadar evvel, 1877'de, Ruslar Tuna'yı ge-


çince, Deli Orman da sarsılmı˛tı. Biz Deli Ormandanmı˛ız. Ba-
bam kalabalık bir ailenin çocuu imi˛. Bu aile, gece kapılar
22 SUYU ARAYAN ADAM

kapanınca, etrafı çevrilmi˛ bir küçük kaleye dönen bir çiftlik-


te ya˛ıyormu˛. Evler, ahırlar, samanlıklar büyük bir avlunun
etrafına diziliymi˛. Köpekler gece çiftlii beklerlermi˛. Saba-
hın alaca karanlıında hayat ba˛larmı˛. Avlunun içi öküzler,
inekler, kazlar, davarlarla dolarmı˛. Ona göre de geni˛ top-
raklarımız varmı˛.
Fakat Tuna'da harp patlayıp da Tuna'yı a˛an Kazaklar bu
toprakların sınırlarında gözükünce bü çiftlik de bo˛almı˛. Ka-
zakların atları, göçmenlerin öküz arabalarından daha çevik-
mi˛. Bir gün, kaçan kafile baskına uramı˛ ve parçalanmı˛.
Benim çocukluumdaki gibi, buralara kadar ula˛abilen göçmen-
ler, kenar mahallemizin yanında arabalarını çözdükleri zaman,
babamın kırk ki˛iyi a˛an ailesinden, arabadaki ihtiyar anasın-
dan ba˛ka yanında kimse kalmamı˛. Kaybolanların izleri ve
âkibetleri hiç bir zaman belli olmadı.
Anamın göç hikâyesi biraz daha kısaydı. Onun babaları
Batı Trakya'nın, Bulgaristan'a kalan dalık bölgesinde, bir köy-
de ya˛ıyorlarmı˛. Oraları elimizden çıkınca, bölgenin bütün
Türkleri gibi onlar da yava˛ yava˛ yurtlarını bırakmı˛lar.

Sonraları çe˛itli akrabalık baları ile balandıımız aile-


lerin de hikâyeleri bizimkilere karı˛tı. Meselâ bu ailelerden
biri, Bulgaristan'ı ikiye ayıran Balkanların bir geçidinde ya¬
˛ıyormu˛. Tuna'yı a˛an Ruslar daha buraya gelmeden, köyde
ya˛ayan Bulgarlar isyan etmi˛ler. Kilisede çanlar çalınmı˛. Ön¬
ceden ve gizlice hazırlanan te˛kilât derhal meydana çıkmı˛.
Neferler, çavu˛lar, zabitler peyda olmu˛. ›syancılar önce ka¬
rakolu basmı˛lar. Kuleye kendi bayraklarını çekmi˛ler. Köyün
yaması kolay olmu˛. Kadınlara dokunmamı˛lar ama, ileri ge¬
len insanları birer birer temizlemi˛ler.

Bu hikâyeyi bize anlatan kadın akrabamız kendi babasının,


ba˛ı kesilirken zahmet çekmesin diye, kürkünün yakasını nasıl
kıvırarak, kendini almaya gelen isyancılara nasıl teslim oldu¬
unu anlatırdı.

›syancılar o arada çok insan temizlemi˛ler. Fakat bir Türk


askeri kolu köyü bir aralık kurtarınca, arta kalanların göçü
ba˛lamı˛, göç kolları hücumlar, baskınlarla sapa yollara dö-
SUYU ARAYAN ADAM 23

külmü˛ler. Nihayet sa kalanlar, uzun maceralarından sonra


bu mahallenin kenarına varmı˛lar...

Kaldı ki kimbilir nerelerden ve ne zamanlardan beri akıp


gelen bu kopup göçmenin, bu sınır kenarına yerle˛mekle sonu
gelmi˛ sayılmıyordu. Burası sadece bir konak yeriydi. Yeni
harpler, yenilgiler, yeni göçler olacaktı.
Mahallede herkes, bir gün olup buradan da göçüîeceine
inanıyor, o günü bekliyordu. Hoca hanım denilen bir ya˛lı ka¬
dın vardı ki, bizim mahalleye ba˛ka bir mahalleden misafir
gelirdi. Fakat gelince de her evde istedii kadar kalırdı.
Onun mahallede bulunduu zamanlar gece toplantıları da¬
ha kalabalık olurdu. O herkesi tanırdı. Her ˛eyi bilirdi. Yan
sofu, yarı meczup, yarı dervi˛ bir kadındı:
- Müslümanların evveh fiam! Ahırı fiam! derdi.
Bu sözleri dinleyenler, yakında fiam'a kadar göçüîeceine
inanırlardı.
- Edirne, sudan, istanbul ate˛ten batacak, derdi.
Buna da herkes inanırdı. Hatta Osmanlı devletinin sonunu
da haber verirdi:

- ›nneke Hamidün Mecid, derdi.


Bunu da ˛öyle tefsir ederdi:
- Bu devletin son padi˛ahı Sultan Hamit olacak... Sonra
bir Mecit gelecek ama, o artık padi˛ah sayılmayacak...
Bizim bu kenar mahallemizin yerinde ˛imdi hemen hemen
yeller esmektedir. Harpler, göçler ve ihmaller sonunda bo˛alan
ve enkazı yıkıcılar tarafından ta˛man evlerimizle bahçelerimi¬
zin yerini ˛imdi baldıranlar, dikenler, sert, pis kokulu mürver
aaçları ve bir mezarlık ıssızlıı almı˛tır.
Hoca hanımm ˛om azı ne vakit kapanmı˛tır bilmiyorum.
Ama, memleketin Batı sınırı, Edirne'nin âdeta son evlerine ka¬
dar sokulduktan sonra ˛imdi oralarda bayku˛lar, kendilerine
tüneyecek, istedikleri kadar harabe bulabilmektedirler. Edir¬
ne'yi her istikamette saran ve saatlarca süren bakımlı bala¬
rın yerini, ˛imdi bir bozkır çıplaklıı örtmü˛tür. Mamur ko-
24 SUYU ARAYAN ADAM

naklarm yıkıntıları arasında davar sürüleri dola˛ır. Vaktiyle


uçtan uca uzanan kı˛laların çökmü˛ damları altında, dizi dizi
kof pencere delikleri ruha korku verirler. Bu harabeler orta-
sında tüneyen bir avuç insanın üstünde ise, dünyanın en güzel
kubbeleri ve en ince minareleri hazin bir tezat içinde yük-
selirler.

Mahallemizin fakir, fakat daha iyisini aramayan sakin, dü-


zenli bir hayatı vardı. Kom˛ularımızın bir .kısmı ba, bahçe
i˛leriyle ura˛ırlardı. Bir kısmı da ˛ehrin, akla gelebilecek bü-
tün küçük i˛lerine daılırlardı. Arabacılık, köylerde, kırlarda
kurulan pazarlarda gezgincilik yapanlar da yardı. Ama hepsi-
nin görünü˛leri ciddî, temkinliydi. Hepsi de ˛ikayetsiz, gözü
tok, Allahtan gelen ve gelebilecek olan her ˛eye önceden bo-
yun emi˛, gönülleri rahat insanlar olarak birbirlerini sayar-
lardı. Gençler ya˛lılara saygı gösterirlerdi.
Bizim mahallemize polis veya j a n d a r m a hiç bir zaman gel-
mezdi. Benim ya˛adıım ve hatırlayabildiim yıllarda burada,
hiç bir polis vakası olmadı. Delikanlıların ufak tefek huysuz-
lukları gene mahalle içinde hallolunurdu.
Mahallenin kerpiç duvarlar veya çitlerle çevrilmi˛ evleri
Tunca nehrinin iki kolunun suladıı düz, ye˛illik çayırlara ba-
kardı. Sonra bunlar, bu eski saraj? çayırlarından, ˛ehir kenar -
larından ba˛layarak, ˛ehrin içerilerine doru kademe kademe
yükselirdi. Bütün evler küçük bahçeler içinde kaybolduu için
bunların aaçlar arasından yalnız kiremit veya saz örtülü dam-
ları görülürdü. Böylece her ev, her tarafından çevrilmi˛ bir
kale gibi, kendi içinde ya˛ardı.

Fakat bir bakı˛ta sessiz ve hareketsiz görünen bu kenar


mahallenin, renkli, canlı bir iç âlemi, bir manevî hayatı vardı:
Göç hatıralarından, harp veya komitecilik hikâyelerinden
ba˛ka, dilden dile naklolunan masallar veya kötü ta˛ basması
kitaplardan okunan hurafeler, rüya ve fal tabirleri, a˛k ve kah-
ramanlık destanları, nihayet biraz din, biraz tarikat havası...
Bunlar herkesin mü˛terek malı olan, herkesin iç âleminde
SUYU ARAYAN ADAM 25

derece derece yer alan manevî varlıklardı. Bu hayal, dü˛ünce


ve inanı˛ sermayeleri, mahallenin, az çok duygulu her insanı
gibi, benim çocuk benliimin de ilk örgüsünü dokudu. Hatta
denebilir ki bu manevî örgü benim iç benliime, mahallenin
dier çocuklarından daha çok damgasını vurdu.
Çünkü bu kenar mahallenin en sık ve en canlı toplantıları
bizim evde olurdu. Bizden ba˛ka, mahallenin hiç bir evinde, bu
ta˛ basması kitapları okuyabilecek kimse yoktu. Babamın, o
kadar üstün, o kadar olgun vasıflarına ramen hiç okuyup yaz-
ma bilmemesine kar˛ılık anam, din, masal ve destan kitapla-
rını okur, anlatabilirdi. Mahalle kızlarına, kadınlarına duaları
öretir, namaz surelerini belletirdi. ›badet, hatta zikir toplan -
tıları yapardı. Evinin i˛lerinden ve ibadetlerden artırabildii
vakitlerde paralı veya parasız birtakım diki˛ler dikerdi. Evi-
mizin geçimine bir ˛eyler katmaya çalı˛ırdı.

Ne çok zayıf, ne çok toplu, orta boylu, yuvarlak ve sakin


yüzlü bir görünü˛ü vardı. Gayretli, duygulu, imanlı kadındı.
Herkes ona bir ˛eyler sorardı. Herkes ondan bir ˛eyler öre-
nirdi. Hatta bizim mahallenin biraz dı˛ sınırlarında bile, diki˛i
dikilecek kimsesiz kızlara, kederli, teselliye veya imana muh-
taç kadınlara hep:

- fiaziye hanıma git!


deflerdi. Bunlar da bize gelirler ve galiba aradıklarını da bu-
lurlardı. Biraz zaman geçip de anam bana da az çok okuma
yazmayı öretince, yava˛ yava˛ ben de mahallenin aranılan,
sayılan bir unsuru oldum. Bazen yazm ak˛am üzerleri, bah-
çemizdeki büyük dut aacının bir dalma çıkarak yüksek ses-
le ²ık Ömer, ²ık Garip divanları okurdum. Bazen de gece
toplantılarında cenk kitaplarını, cin peri hikâyelerini, yahut-
ta destanları, a˛k masallarını herkese dinletirdim.

* +

Bu cin peri hikâyelerinin en canlısı «Bir Serencam» dı. Bu


hikâye, yerüstünde deil yeraltında geçiyordu. Yeraltında cin-
ler, periler, devler ya˛ıyorlardı. Orada her˛ey sihirli ve tılı-
sımlı idi. Cinler, perilerle daima çarpı˛ıyorlardı.
26 SUYU ARAYAN ADAM

Bunların sarayları, maaraları, kaleleri, ˛ehirleri vardı. At-


tıımız süprüntüler onlarda altın veya gümü˛ para vazifesi gö-
rüyordu. Bunları her kim ak˛am karardıktan sonra dı˛arıya
atarsa onlara vergi vermi˛ olurdu. Onlara karı˛mı˛ sayılırdı.
Ondan sonra, cinlere, perilere karı˛anların evleri her ak˛am,
onlar tarafından sarılırdı. Onlar vergilerini beklerler, verme¬
yenlerin uykularına girerek haklarını isterlerdi.

Hikâye korkunç olduu kadar saçmaydı. Fakat böyle hi¬


kâyeler, gecenin ilerlemi˛ saatlarında, küçük bir petrol lam¬
basının zorlukla ı˛ıklandırdıı, kapıları, pencereleri sıkı sıkıya
kapanmı˛ basık bir odada ve hepsi de korkularından uyu˛mu˛
kadınlara, çocuklara anlatılınca, tesir ba˛kala˛ırdı. O zaman bu
hir hikâye olmaktan çıkardı. Devler, cinler, periler birbirine
karı˛arak bahçeleri doldurur, camları, kapıları zıngırdatır gi¬
bi olurlardı. Nerede ise bunları evleri basarak, odalara sal¬
dırarak hepimizi boacaklarını sanırdık. Böyle olunca da hi¬
kâyenin bütün tabiat dı˛ı unsurları, bütün çocuklar gibi be¬
nim de henüz i˛lenmemi˛ çocuk muhayyilemin temeline ger¬
çek varlıklar gibi yerle˛ir, öylece kalırdı... Bunlar, ilk çocuk¬
luk tahayyüllerimin en alt kademelerinde daima canlı olarak
ya˛ardılar.

A˛k veya sava˛ destanlarının havası, hurafelerden ba˛kay¬


dı. Bunlarda ya˛ayan, tabiatdı˛ı mahlûklar deil, insanüstü kah-
ramanlardı. Lirik hikâye ve destanların hepsinde mü˛terek
olan ˛uydu ki; bunlarda a˛k, hiç bir zaman visale ula˛amayan
bir ˛ey, yani «ebedî bir hasret» ti. Mecnun Leylâ'yı arar, Leylâ
için yanardı. Fakat Leylâ'yı gördüü zaman tanımaz ve her
rastladıı kıza:

- Sen Leylâ mısın?


diye sorardı. Cevap alması da ˛art deildi. Çünkü Leylâ'yı esen
rüzgâr, uçan ku˛, çalayan su, yahut da dada dola˛an gazal
yavrusu pekâlâ temsil edebilirdi.

O zaman sazını alır, ebedî hasretinin, yani mutlak ve so¬


yut a˛kının co˛kunluunu anlatırdı.
SUYU ARAYAN ADAM 27

Fedakârlık, kahramanlık da hiç bir kar˛ılık için deildi.


Mecnun çöle dü˛er veya ba˛ına ku˛lar yuva yapardı. Ferhat
kaya deler veya daı da üzerine kordu. Halbuki onların sev¬
gilileri olan Leylâ'lar, fiirin'ler bu maceralarda ancak p a s i f bi¬
rer süjedirler. Her biri bir hayale â˛ık olan Ortaça ˛övalyele -
rinin o mevhum prensesleri gibi bir ˛eydirler.

Sonra, destanların anlattıı bu sevenlerden hemen hiç biri


sevgilisine kavu˛amaz. Kavu˛sa da birle˛emez. Birle˛se de bu
birle˛me bir dünya visali olmayıp, ancak ölüm onları ebedî
visale kavu˛tururdu. Onun için ta˛ basması kitaplarda sevgili¬
ler, daima ba˛ları birbirlerine doru eilmi˛, fakat hiç bir za¬
man birbirlerine ula˛mayan narin servi aaçları ˛eklinde res-
molunurlardı. Fakat benim çevremde bunları seyredenler, bu
tabiata uymayan resimleri hiç yadırgamazlardı. Herkes onlara
kendi meyline, kendi hayal kudretine göre ˛ekil ve mana ve¬
rirdi. O zaman bazen sessiz, bazen hıçkırıklı, gözya˛ları, her¬
kesin kendi içinde kendi hayaline göre i˛ledii bu macera içirt
için akar dururdu.

Hatta bu ya˛larda herkes, biraz da kendi için alamakta


gibiydi. Çünkü ayrılık, hasret ve gurbet, bizim kenar mahal¬
lenin de melânkolik unsurlarıydı. Bizde kadın ve erkek daima
ayrı ya˛ardı. Evlenmeler, ne de olsa bir a˛kın eseri olmaktan
ziyade gelenein emriyle olurdu. Böyle olunca da, tabiatıyle
tatmin edilemeyen ve hatta ne olduu da açıkça bilinmeyen ar¬
zular ve buna benzer duygular, elbette ki ancak destanların
anlattıı ˛eylere uymaktaydı.

Bir de â˛ık divanları vardı ki onlarda, Leylâ ile Mecnun


Kerem ile Aslı hikâyelerinde olduu gibi bir a˛k macerası de¬
il, sadece a˛kın kendisi dile gelirdi. ²ık Ömer, ²ık Garip
divanları ba˛tan ba˛a bir yakarı˛tı. ²ık sevgilisinin hatta kim
olduunu da bilmezdi. Fakat hiç bir zaman elde edilemeyen
bir ahunun, yani tamamen soyut bir ruh balılıının bütün
ömür boyunca süren çekicilii ile diyar diyar dola˛ırdı. Bu
cezbe, bu destanlarda sonsuz bir hayal geni˛lii ile ifade edil¬
mi˛ bulunurdu. Ben bu a˛kın; biraz soyut, biraz insanüstü bir
28 SUYU ARAYAN ADAM

a˛kın cezbesini ve sihrini, içimde bir ürperti halinde daima ya-


˛atmı˛ımdır.

Anamdan ve biraz ya˛ım geli˛ince benden ba˛ka okuma


bileni olmayan bizim kenar mahallenin gece toplantılarında
bütün bunları okumak bize.dü˛erdi. Hurafeleri, hikâyeleri, des-
tanları; divanlar ve cenk masalları takip ederdi. Zamanlar, me-
safeler durumundan birbijrine karı˛irdi Kenar mahalle ma-
nevî hayatının bir cephesini böylece ya˛ardı.
Bana gelince, ben, yalnız okumak veya okunanı dinlemek-
le kalmayarak, bir de dinleyenleri inandırmak ve onlarda te-
sirler yaratmak durumunda olduum için, dimaım haddinden
fazla çalı˛ırdı. Zaman olurdu ki kendimi, bütün bu duyguları
duyan, bütün bu maceralara karı˛an kahramanlardan biri gibi
hissederdim.
Beni dinleyen bütün benim ya˛ımda çocuklardan ba˛ka
türlü olduuma ve yolumun, onların yollarından ba˛ka türlü
olacaına inandıım olurdu. Kumral, yüzü renkli, narin fakat
sıhhatli bir çocuktum. Okuma bilen bir ananın olu olu˛um
ve okuma bili˛im, zaten mahallenin dier çocuklarının da be-
ni, kendilerinden biraz daha ba˛ka görmelerini tabiî kılı˛ımdı.
Beni, çetecilik oyunlarında ve kavgalarında pek ba˛a seçmez-
lerdi ama, itibarlı çocuklardan gene de ayırmazlardı.
Hulâsa mahallenin kadınları ve çocukları, benim okudu-
um destanları, divanları dinlerlerdi. Ben ise, anamdan dinle-
diim yahut kendi okuduum destanların, hikâyelerin mace-
ralarına karı˛mak isterdim. Anamın da benim için rüyaları,
kehanetleri benim bu ön sezilerimi beslerdi. Ona göre ben, er-
geç bu mahalleden ayrılacaktım. Çok okuyacaktım. Uzak mem-
leketlere gidecektim ve bir gün, büyük adam olacaktım...
Böyle olunca da, o zaman çocuk ruhumu, âdeta ben hisset-
meden saran hayaller, dü˛ünceler beni zaman zaman çocukla-
rın kalabalıından ayırırdı. Yalnızlıa, dü˛ünceye, belirsiz ar-
zulara sürüklerdf. Macera, a˛k, kahramanlık meyilleri, kendi
kendilerine ruhumun ilk ˛ekille˛melerine karı˛ır dururdu...
Bizim mahallenin camii, küçük, kiremit damlı, kapısı da-
ima açık ve cana yakın bir mescitti. Yanındaki türbede, de-
mir parmaklıklı penceresinde geceleri mumlar yanan bir ev—
liya yatardı.

Zaten mahalle ismini bu evliyadan alırdı: Sofu ›lyas ma-


hallesi. Gerçi bizim evler, bu mescitle türbenin bulunduu, yük-
sekçe kısımdan oldukça uzaklara ve eteklere dü˛erdi ama, gene
de Sofu ›lyas mahallesinden sayılırdık.

Mescitle türbenin, mahalle halkının günlük hayatında, ma-


hallenin çe˛mesi, fırını gibi yer alan, mahalle halkıyla beraber
ya˛ayan bir yerleri vardı. Zaten bizim mahallenin mü˛terek
tesisleri de bunlardan ibaretti: Bir mescitle bir türbe, sonra

ba˛ka ve daha a˛aı bir yerde bir çe˛me, bir fırın ve bir bak-
kal. Her gün ak˛am namazlarında, yahut da ramazanda teravih
namazlarında cemaat mescitte namaz kılarken mahalle çocuk¬
ları teklifsizce, mescit kapısına topla˛ır, ibadeti seyrederdik.
›sim duaları, sakal duaları, tövbeler mescitte yapılırdı. Güvey

girecek, yahut askere gidecek delikanlılar, bir çe˛it törenle


mescit önünden hareket ederlerdi. Cenaze namazları da orada

kılınırdı.

Mescide biti˛ik evliya türbesi de, tıpkı bu mescit gibi, ma¬


halle hayatının ya˛ayan bir unsuru idi. Çocuu olan veya ola-
mayanlar, çocuklarına ad koyan, kızlarına koca isteyenler, as-
kerdekilere terhis dileyenler evliyaya mum adarlardı. Türbe -
nin küçücük penceresinde mum yakarlardı.

Bu ermi˛i rüyalarında görmek ve ondan dileinin cevabını


almak için istihareye yatanlar olurdu. Bazı kadınlar onu sık
sık gördüklerini söylerlerdi. Bunu hayra yorarlardı. ›˛te anam
da böyle bir istihare rüyasında, benim yolumun ve yıldızımın
uzaklarda olduunu gördüünü söylerdi. Ben bu sözleri din-
30 SUYU ARAYAN ADAM

ledikçe, ilerisi bana sanki önceden malum olmu˛ gibi, birtakım


yolculukları kendime mukadder sayardım.

Zaten mahallede kadınlar, erkeklere bakarak daha içli bir


imana balıydılar. O zamanlarda yaygın bir tarikatın kolu bu
mahalleye kadar inmi˛ti. Anam' mahallenin kadınlarına, kızla-
rına yalnız diki˛ dikmeyi, kasnak örmeyi, yahut namaz kılma-
yı öretmekle kalmazdı. Bu tarikatın zikirlerini, dualarını da
belletirdi.

Hele her yıl bir gece vardı ki, mahallenin en imanlı kadın-
ları o gece, bizim evdeki küçük odada toplanırlardı. Yatsı na-
mazı kılındıktan sonra ortaya çıkarılan çok uzun bir te˛bihin
etrafında halkalanırlardı. Gittikçe derinle˛en bir hu˛u içinde
sessiz sedasız zikre, ibadete dalarlardı. Bu zikir uzun sürerdi.
Ben zikir ba˛larken, odanın bir kö˛esine sinip, te˛bihin etra-
fında halkalanan kadınların saa sola dalgalandıklarını seyre-
derdim. Fakat bu ibadetin sonuna kadar uyanık kalamazdım.

›badet ve dua, bu mahallenin manevî hayatının günlük ve


tabiî dier bir cephesiydi. .

Sınırları çok yerde birbirine karı˛an mahalleyle mezarlık


arasında içli dı˛lı, birbirini tamamlayan bir baıntı vardı. Her
evin bir parçası o mezarlıkta ya˛ıyor gibiydi. Biz çocuklar bu
mezarlıklar arasında korkusuzca oynardık. Büyükler mezarlı-
ın yanından geçerlerken dualarını okurlardı. Mahalle cema-
ati oraya sık sık yeni sakinler getirirdi. Kandil yahut bayram
gecelerinde mezarlıın ˛urasına burasına, içinde mumlar ya-
nan fenerler yerle˛tirirlerdi. Ne ölümün, ne de mezarın ma-
halle halkı üstünde yarattıı olaanüstü bir korku vardı.

Dünya varlıı, asıl ve ebedî hayatın kısa bir geçidi sayılır-


dı. Bunu, büyük küçük herkes böyle bilirdi. Böyle olunca da
bugünkü ve yarınki, yahut topraküstü ve toprakaltı hayatını
birbirinden ayırmaya pek lüzum görülmezdi. Daha dorusu bu
böyle olunca da, insanlar, topraküstü veya toprakaltmda, fa¬
kat bütünü bizim kaderimiz denilen hayatın ˛u veya bu saf-
SUYU ARAYAN ADAM 31

hasmı ya˛ıyor sayılarak, ölümü de hayat kadar tabii görür¬


lerdi. .

Zaten bizim ˛ehirde, yani Edirne'de din, bir korku yahut


bir sır olmaktan ziyade bir dünya nizamı gibiydi. Çünkü ˛ehrin
her tepesinden ayrı ayrı ve hepsi de birbirinden güzel hesap¬
sız kubbeler, minareler yükseliyordu. fiehir bunlarla öylesine
donanmı˛tı ki; onların gölgesinde ya˛ayıp da, her biri daha üs¬
tün bir ustanın elinden çıkan bu kubbelerin, minarelerin ma¬
nalarını duymamak, onların etkisi altında kalmamak, kimse
için kabil deildi.

Bu ˛ehirde doan ve ya˛ayan bir insan, hatta hiç ba˛ını


secdeye koymamı˛ olsa bile, gökleri delen bu minarelerin ˛e¬
refelerinden, günde be˛ defa adı dünyaya ilân edilen üstün var¬
lıın ve onun dünyaya gönderdii kutsal elçisinin ˛anlarını
ister istemez ruhunda duyardı. Bu ezanların çaırı˛ı, bu ezan¬
ların yaydıı ilâhî varlık, bu ˛ehrin sokaklarında bir hava gibi
eserdi. Bir hava gibi t e n e f f üs edilerek ya˛anırdı...

Benim de çocukluk yıllarım, bu kubbelerin, minarelerin


gölgesinde geçti. Bu gölgelerin ruhuma nak˛olunan serinliini
ömrüm boyunca hissettim. Bu camilere ilk ziyaretlerim, ma¬
halleden de katılan oldukça kalabalık bir kadın kafilesinin or¬
tasında yürüyen anamın eline yapı˛arak, eteklerine sarılarak
olurdu. Büyük camilerin, büyük mermer kapılarından, evvel â
mermer dö˛eli, etrafı mermer sütunlar, kemerlerle çevrili serin
avlularına girilirdi. Sonra aır birtakım perdeleri aralayarak,
o zaman bana gökyüzü kadar yüksek görünen kubbelerin ha-
rîmine süzüldüüm zaman duyduum heyecanı hâlâ hatırla¬
rım. Sonraları ise buraları benim, devamlı ziyaretgâhlarım ol¬
dular...

fiehrin en hâkim tepesinde Selimiye yükselirdi. fiehrin ova¬


lardan, eteklerden ba˛layarak kademe kademe yükselen bir sı¬
ra camiler, kubbeler, minareler ortasında Selimiye, bir taç
gibiydi.
32 SUYU ARAYAN ADAM

Hiç bir ta˛ eseri dünyada bu kadar güzel, bu kadar te-


nasüplü olmasa gerektir. Hem de ben bunların nicelerini gör-
düm.
Selimiye azametli olmaktan ziyade güzeldir. ›nsana hu˛u
duygularından ziyade hayranlık verir. Ruhta sükûn ve tesli-
miyet uyandırır. Kalbe muvazene ve h u z u r getirir. ›nsan onun -
la, bir insan eseri olduu için övünebilir ve bir e˛inin daha
yapılabileceine her nedense ihtimal vermek istemez.
›nsan kalbi onun, bir Allah evi deil, bir kul yapısı oldu-
u için üstüne titrer. Onun ilân ve temsil ettii ilâhî varlıı,
korkarak deil, severek benimser. Yani onun sevdirdii ˛eyi
insan hiç korku duymadan sever.

Selimiye, daha çok birer kaleye benzeyen, dantelâ gibi i˛-


lenmi˛ ta˛larını, korni˛lerini görebilmek için, tâ yanlarına ka-
dar varılmak lâzım gelen Selçuk mabetlerinden ba˛ka bir ˛ey -
dir. Her parçası mıncık mıncık i˛lenen ve her süsünde cin-
ler devler karkııiar dile gelen Hint eserleriyle onun hiç bir
benzerlii yoktur. Bir Çin eseri gibi bir el i˛i mucizesi deil-
dir. Ne Yunan, ne Rönesans, ne Gotik... Hayır, öyle bir b ü t ü n -
dür ki, parçalarından her biri dierlerinden ayrıldıı zaman bir
mana ifade etmez. Bu camiin, üstünde ayrı ayrı durulacak mo-
tifleri, minyatürleri yoktur. Fakat Selimiye'de insan kudreti, ˛u
ta˛ denilen aır maddeyi, öyle kusursuz bir tenasüp içinde,
öylesine bir araya getirerek yükseltmi˛tir ki, bu yükseli˛ bir
hayal eseri kadar güzeldir.

Hatta bu göklere ula˛mak hamlesi, bu kubbelerin üstünde


son düümünü i˛lemekle de kalmaz. Bu kubbeyi dört taraftan
dünyanın en güzel dört minaresi dört kanat gibi kucaklar. Bu
hamle, müminlerin nerede ba˛ladıı ve nerede bittii bilinme-
yen yakarı˛ları gibi sonsuzluk âlemine doru yükselir, gider...

Bizim kenar mahallenin çocuklarından, benden ba˛ka mek-


tebe giden olmadı. Bu mahallede her çocuk, biraz çalı˛abilecek
ya˛a gelince, ya bir dükkâna çırak olurdu, yahut'da aalarının
babalarının yanında kır ve toprak i˛lerine ba˛lardı.
SUYU ARAYAN ADAM 33

Bizim mahallede mektep ve anamdan ba˛ka az çok oku-


yan, yazan yoktu ama, büyük küçük mahalle halkının mekte-
be, okuma bilene, kitaba kar˛ı içten gelen, yerle˛mi˛ saygısı
vardı. Bizim mahalle halkı için, mektep, kitap ve okuyan insan,
büyük ve mutlu varlıklardı. Meselâ bizim mahalle sokakların-
da yerlerde hiç bir yazılı kâıt parçası görülmezdi. Nereden
gelmi˛se gelmi˛, ister bir rüzgâr uçurmu˛ olsun, sokaa dü˛en
her yazılı kâıt parçasını gören büyük küçük herkes, onu he-
men yerden kaldırırdı. Bir saçak arasına, bir duvar kovuuna
soku˛tururdu. Ayak altından kurtarırdı. Çünkü üzerinde harf-
ler, yazılar ta˛ıyan bir kâıt parçası kutsal bir ˛eydi. Çünkü
Kur'an kâıtlara yazılırdı. Hatta o rüzgârların uçurduu kâıt
parçası bir Kur'an yapraı da olabilirdi.

3›Z›m evdeJi› masa] veya din kitapları da daima yukarıda,


duvarların yüksek yerlerindeki hücrelerin içinde veya rafla-
rın üzerinde dururdu. Kur'an-ı Kerime gelince, onu ancak öpüp
alnımıza koyduktan sonra elimizde ta˛ıyabilirdik. Gene öpüp
alnımıza dedirdikten sonra yerine yerle˛tirebilirdik. Kur'an
ancak ayak altı olmayan, tenha ve korunmu˛ kö˛elerdeki yük-
sek mevkiinde saklanabilirdi. Ancak keseler, muhafazalar, boh-
çalar içinde dururdu. Onun bulunduu yerde olur olmaz hare-
ketler yapılamaz, olur olmaz ˛eyler konu˛ulamazdı. Kur'an her-
kesin el dokunduramayacaı kutsal bir emanet sayılırdı.

Beni, benden yeti˛kin ve küçük ya˛larında mahalleden ay-


rılıp yatılı asker mekteplerine giden aabeylerim gibi okut-
mak istiyorlardı. Önce bize en yakın bir mahalle mektebine
verdiler. Bu ta˛ bina, bizim mahalleye bakan Muradiye cami-
inin mü˛temilâtından bir parçaydı. Belki de bu camiyle bera-
ber yüzlerce yıl önce yapılmı˛tı. Büyük pencereleri kalın de-
mir parmaklıklarla örülmü˛tü. Bu camiin etrafında bizim ta˛
mektepten ba˛ka, o zaman, hâlâ i˛leyen bir imaretle, bir mev-
levî tekkesi ve ˛ehrin kibar insanlarının gömüldüü etrafı aır
demir parmaklıklı bir mezarlık vardı.

Bunların hepsi de. koyu ye˛il ve çou asırlık aaçların

3
34 SUYU ARAYAN ADAM

arasında birbirleriyle öyle kayna˛mı˛lardı ki, bu Muradiye te-


pesi, bizim kenar mahallenin üstünde, çiçekleri ta˛tan âbideler
olan büyük bir demet gibi yükseliyordu.
Günün be˛ vaktinde Muradiye Camiinin minaresinden mü-
ezzinin müminleri ibadete davet eden sesi a˛aı mahallelere
doru yayılırdı. Bu ses duyulunca büyüklerin yüzüne ba˛ka
bir hal gelirdi. Biz, a˛aı mahalle çocukları, iti˛me kakı˛mala-
rımızı ezan bitinceye kadar keserdik. Ramazanlarda caminin mi-
naresine mahya gerilirdi. Kandil, bayram günlerinde camide
mevlit okunurdu. Tekkede ayin yapılırdı. ›maretten fakirlere
her sabah çorba, her gün fodla, her per˛embe pilâv, zerde da-
ıtılırdı.
Bu tepe, kenar mahallemize biraz yukarıdan bakardı. Fa-
kat ben içimden gelen bir duyguyla, yolumun bir gün oradan
geçeceini, bu asırlık aaçlar altında, bu camiler, tekkeler,
imaretler arasında geçirilecek zamanlarım olacaını sezinler-
dim. Orasını yadırgamazdım. Nitekim öyle oldu. Babam beni
bir gün elimden tuttu. Boynuma anamın eliyle diktii bezden
bir torba takıldı. Buna bir de elif cüzü konup mektebe ba˛la-
tıldım. Ama o sırada ben mahalle mektebinin bana verebilece-
i kadar .okuyup yazmayı zaten biliyordum. Sarıklı bir hoca-
nın beni rahlesinin önüne oturtup besmele çektirmesi ve harf-
lere ba˛latması merasiminden ibaret kaldı. Fakat ya˛ım daha
üstün bir mektebe girmeye hak verinceye kadar bu ta˛ mek-
tebe devam etmem lâzımdı.

Mektep deilse bile mektebin çevresi benim için yeniydi.


Büyük cami, bu tepeyi kaplayan binaların merkezindeydi.
Önünde ta˛ dö˛eli büyük bir avlu vardı ki, ortasında bir ˛adır-
van bulunuyordu. Sıra sıra bacaları, kubbecikleri ile imaret bi-
naları, sonra kapısındaki ye˛il boyalı aaç sütunlarla oturtul-
mu˛ bir revak ta˛ıyan Mevlevi tekkesi, Öbür tarafta ˛eyhlerin
konakları, dedelerin, dervi˛lerin evleri, cami harimindeki tür-
beler, mezarlar...

Bu tepeden baktıım zaman bana bizim mahalle a˛aıda,


kademe kademe alçalan bahçeleri içinde kaybolmu˛ evleri, ba-
zen sislere, bazen de evlerin bacalarından tüten dumanlara
SUYU ARAYAN ADAM 35

gömülmü˛ mütevazı varlıı ile, olduundan daha uzak görü¬


nürdü...
Bu mahalle benim için, artık bir mazi oluyordu...

Nitekim mektebe ba˛layı˛ım, benim, kenar mahallenin so-


kaklarından devamlı ayrılı˛ım gibi bir ˛ey oldu. Çünkü yeni
muhitimde her ˛ey ba˛kaydı. Burası ba˛ka bir yerdi. Burada
bizim mahalle sokaklarının sadelii, canlılıı belki de yoktu.
Burada her ˛ey sessiz ve derin bir ibadet içindeydi. Burada
yollardan, meydanlardan geçenler daha 3-ava˛ yürüyorlardı. Ko-
nu˛anlar daha alçak sesle konu˛uyorlardı. fieyhlerin, tekke ev-
lerinin çocukları meydanlarda görülmüyorlardı. Cami avlusun-
da, yahut imaret meydanlarından hiç bir çocuk sesi gelmez-
di. Hatta bizim ta˛ mektebin çocukları bile evlerine, sanki bu
rilemin nizamını bozmaktan çekinirlermi˛ gibi ba˛ka sokaklar-
dan sessiz, sadasız gider gelirlerdi. Kavgalar, gürültüler, oyun-
lar, daha uzaklarda cereyan ederlerdi. Bizim çetecilik, komita-
cılık oyunları, ta˛ ve sapan kavgaları, Hıristiyan, Rum, Bulgar
mahalleleriyle bizim mahalle çocukları arasındaki millî bou˛ -
malar ise artık çok uzakta kalmı˛tı.

Bu sapa yerin zaten pek yolcusu da yoktu. Dedelerde, der-


elerde, camiye ibadet ve tekkeye ayin için gelenlerin hepsin-
le istiraka benzer dalgın ve mü˛terek bir ruh hali vardı.
Fakat bu tenhacılık, bu ruh, bu binaların azameti, benim
v.humu her nedense ezmiyordu. Ben bu havaya sanki evvel-
den hazırlanmı˛ gibiydim. Her tarafına büyük ta˛ yapıların göl-
geleri dü˛en serin yollarda; avlular, meydanlar, taklar, revak-
r.r arasında sanki evimde gibi dola˛ırdım. Bir müddet sonra
:u âleme o kadar balandım ki. gün ak˛ama yakla˛tıı za-
--.An kendi mahallemize inince, mahalle sokaklarmdaki eski ar-
kada˛larımı, onların kendi aralarındaki iti˛ip kakı˛malarını ar-
":k manasız görmeye ba˛lamı˛tım.

Asıl beklediim günler per˛embe günleriydi.


O gün mektep erken kapanırdı. Çocuklara imaretten fodla ,
36 SUYU ARAYAN ADAM

pilâv, zerde verirlerdi. Öleden sonra Mevlevi tekkesinde ayin


yapılırdı.

Ayin saatmdan önce cami bo˛ veya tenha idi. Bu camiye


gittiim zaman kendimi herkesin ya˛adıı âlemden ayrılmı˛
birtakım burçlara yükselmi˛ sanırdım. Aaçlar arasından sü-
zülebilen ı˛ıklar, mermer korni˛li büyük pencerelerin demir
parmaklıklarından sızınca, e v v e lâ ceviz pencere kapaklarının
arabesk i˛lemelerini aydınlatırdı. Aralarına renk renk camlar
geçirilmi˛ alçı tezyinatlı kubbe pencerelerinden içeriye ancak
lo˛ bir aydınlık süzülürdü. Bir kö˛ede, mermer sütunlar üze-
rine oturtulmu˛, yaldızlı kafeslerle çevrili bir bölme padi˛ah-
lar içindi. Camiin iç cephe duvarı boyunca insan boyunu a˛an
pirinç ˛amdanlar konulmu˛tu. Sedef i˛lemeli rahleler üzerin-
de el yazması, altın ziynetli büyük Kur'anlar dururdu.'.

Duvarlar çepçevre mavi, ye˛il çinilerle kaplıydı. Belki be˛


yüz yıldan beri bu duvarları süsleyen bu çinilerde hâlâ, taze
bir çiçek bahçesinin ya˛ayan renklilii vardı.

Daha yukarılarda yazılar, motifler sıralanmı˛tı. Nihayet


renk renk nakı˛lar, ˛ekiller, ˛a˛ırtıcı bir intizam içinde yükse-
lerek büyük kubbenin mihrak noktasında toplanır, düümle-
nirdi...

Camiin müezzini, sık sık bu camiye gelen bir çocuun, na-


mazlar ba˛ladıı zaman bir kenara sokulup, cemaatle beraber
ibadet etmesine alı˛ıktı. Anamın bana örettii bütün namaz
surelerini, namaz kaidelerini biliyordum. Namazın sonunda el
açıp dua ederken Allahtan, anam, babam, Müslüman ümmeti,
˛ehitlerimiz ve kendim için isteyeceim ˛eyler ba˛tan ba˛a ez-
berimdeydi...

Namazdan sonra cami avlusunda dalları her tarafa gölge


vere'' ulu aaçların gövdelerini çeviren sedirlere otururdum.
Yahut da büyük ˛adırvanın serin sayvanı altındaki peyklere
ili˛irdim. Küçük, köpüklü billur damlaların havuzun yüzünde
kovala˛malarmj seyreder, ayin saatini beklerdim...
SUYU ARAYAN ADAM 37

Ayin yakla˛tıkça tekke halkının gidi˛ geli˛leri artardı. Bun-


ların her birini uzaktan birer birer tanırdım. Fakat beni en
çok ilgilendiren bahçıvan dedeydi. Dede belki altmı˛, belki yet-
mi˛ ya˛lanırdaydı. Hayderiyesi, temiz Mevlevi kıyafeti içinde
mübarek bir yüzü vardı. Onu daha yakından görebilmek için
bazen, konak bahçesini çeviren taflanlarla menek˛e güllerinin
arasına saklanır, gözetlerdim.

Dede bahçede daima yapacak bir ˛ey bulurdu. Tarhları


kabartırdı. Gülleri, karanfilleri temizlerdi. Fideler dikerdi. Çi-
çekleri sulardı...

Bana* dede daima bir ˛eyler okuyor gibi gelirdi. Belki ilâ-
hîler, belki dualar... Namaz vakti gelince, asma çardaına asılı
hasır seccadesini indirir, havuzun kenarına sererdi. Namazdan
sonra ellerini Allaha açarak uzun, derin yakarı˛lara dalardı...

Ona baktıkça, gözlerimin önüne kendi babam gelirdi. Ba-


bam da hizmetinde bulunduu konaın bahçesinde böyle ça-
lı˛ırdı. Onların yüzleri gibi herhalde ruhları da birbirlerine
benzerdi. Babamın da topraı i˛ler, tarhları çapalarken, dilin-
den dualar dü˛mezdi. O da yaseminlerle mor salkımların sar-
dıı çardaın gölgesinde namazlarını kılardı. Sonra ellerini Al-
laha açıp ba˛ını gösüne edii zaman, onun da yakarı˛ları,
duaları, uzun bir kendinden geçi˛ halini alırdı. Onun da yüzün-
de tıpkı bahçıvan Mevlevi dedesinde olduu gibi. imanın ve
ümidin mübarek sükûnu vardı.

Babama da bahçıvan derlerdi. Bahçıvan Mehmet Aa de-


nildii zaman, sakin, kemalli, inanılan ve sayılan bir insan ha-
tıra gelirdi. Bahçıvanlık onun sanatı deil, dini gibiydi. Bunu
evimizin halkı için de sanki bir din haline getirmi˛ti.

Babam da bahçıvan dede gibi çiçeklerin arasına gömüldü-


ü zaman kendinden geçerdi. Onlarla sanki konu˛urdu. Biraz
da kendi eseri olan bu yaratıkları, sanki çocukları gibi kendin-
den birer parça sayardı. Tıpkı çocuklarında olduu gibi. cins
cins çiçeklerde de, ayrı ayrı tabiatlar, ayrı ayrı arzular seçer-
di. Onların heveslerine, saadetlerine yeti˛meye çalı˛ırdı.

Ona en çok üzüntü veren ˛ey, çiçekleri koparmaktı:


38 SUYU ARAYAN ADAM

- insan gibi. çiçein de sonuna kadar ya˛amak hakkıdır!


derdi.

Ayin yakla˛tıkça tekke kapıları açılırdı. Yaya, yahut fay-


tonlar, konak arabaları içinde misafirler görünmeye ba˛larlar -
dı. Kıyafetsiz mahalle çocuklarım tekkeye sokmazlardı. Bun¬
lar kapının önünde halkalar çevirerek, sıkılmcaya kadar bek¬
lerlerdi. Sonra daılırlardı. Fakat ben, kapının dı˛ındaki sü¬
tunların arasına sokulurdum. Gelen gidenleri seyrederdim. ›çe -
riden akseden sesleri dinlerdim. Kapıların aralıından bir ˛ey¬
ler görmeye çalı˛ırdım. Ayinin sonuna kadar yerimden kıpır¬
damazdım.

Bir zaman böyle gitti. Gene böyle bir ayin günüydü. Der¬
vi˛ler, dedeler, misafirler kayna˛ıyorlardı. O sırada arkamdan
biri hafifçe kulaımdan yakaladı. Ba˛ımı çevirince bunun bah¬
çıvan dede olduunu gördüm. Dedenin yüzünde her zamanki
mübarek ve nûranî tatlılıı vardı. Hiç bir ˛ey söylemedi. Fakat
kulaımı bırakmadan beni önüne kattı. Kalabalıın arasından
tekkeye girdik. Beni kapının iç tarafında bir yere yerle˛tirdi.
Hafifçe güldü ve ayrıldı. Ondan sonra her ayin günü, tekke
kapısından bu yeni yerime süzülürken bana hiç dokunan ol¬
madı.

Herkes yerini alıp da, ˛eyh postuna oturunca ayin ba˛lar¬


dı. Yüksek yapısı, kumral bir sakalla çevrilen renkli yüzü, sa¬
kin ve heybetli görünü˛ü ile ˛eyh, temiz ve güzel bir insandı.
Bu haliyle o, bana, insanların üstünde ve üstün bir varlık gibi
görünürdü.

Ayinin ba˛ında e v v e lâ ney, zinç, kudüm sesleri arasında


hafif bir musiki havayı doldururdu. Dinleyenler sanki kendi
derinliklerinde kaybolurlardı. Sonra sesler hamle hamle yük¬
selirdi Rubailer, gazeller, ilâhîler birbirini takip ederdi. Ney
ve kudüm, ˛evki denizler gibi co˛tururdu. Zinç, tiz i˛aretleri-,
ni verirdi. O zaman sofanın etrafında sıralanmı˛ dervi˛lerin,
dedelerin harekete geldikleri görülürdü. Nihayet sema ba˛lardı.

Evvelâ nispeten genç dervi˛ler devrâna kalkarlardı. Tek-


SUYU ARAYAN ADAM 39

ke konaının küçük çocuklarının da bir süre ortada pervane-


ler gibi döndükleri görülürdü. Sonra ya˛lı dervi˛ler, dedeler
devrâna karı˛ırlardı. Bunların arasında bahçıvan dede de bu-
lunurdu. Ba˛ı yana eik, gözleri kapalı, kolları göklere uçmak
ister gibi yava˛ yava˛ açılarak, yükselerek, aır ve azametli
devrânına ba˛lardı.
Uzun Mevlevi sikkeleri altında, ba˛ları omuzlarına dü˛-
mü˛, genç, taze, yahut siyah veya kumral sakallı temiz yüzler.
Açılmı˛ kollar, beyaz, toz pembe veya hafif t i r ˛ e tennurelerin
dönen, dalgalanan, açılan etekleri altında ve ayak parmakları
üzerinde, sanki yerden kesiliyormu˛, sanki uçuyorlarmı˛ gibi
görünen, daima dönen insan vücutları...
Bunlar kâh toplanır kâh açılırlardı. Fakat karı˛madan, çar-
pı˛madan, musikinin bazen ˛evk, bazen ˛ikâyet çalayan dal-
galarıyle savrulup, dönerlerdi. Bu sıralarda musikî, en meste-
dici f a s ı l l a ra girer ve ney, devrâna hâkim olurdu...
Bu ba˛ka bir âlemdi. Ruhları çeken sürükleyen bir âlem-
di. Bana öyle gelirdi ki bu devir içinde ˛u sofa, sanki bu dün-
yadan kopardı. Bu topraktan kurtulurdu. Sanki yıldızların ebe-
dî devrânı içine karı˛ırdı. Nurdan bir küre gibi döne döne son-
suzluklara doru uçar giderdi.
Bir ›mparatorluk Masalı
2

Zaman ayini de, tekkedeki devrân gibi ba˛ döndürerek ge-


çiyordu. Vakti geldi, beni bir askerî' rü˛tiye mektebine yaz-
dırdılar. Büyük aabeylerim de vaktiyle bu yoldan sırasıyie
mekteplerini tamamlayarak, birer birer ordu saflarına karı˛ıp,
memleketin sınırlarına doru uzakla˛mı˛, gitmi˛lerdi.
fiehrin kenarında bir göçmen köyünün hayatını ya˛ayan
mahallemizde, onların bazen parlak kılıçları ve göz alıcı üni-
formalarıyla görünü˛leri önemli bir hadise olurdu. Bu hadise
benim üzerimde de tesirini yapardı. Yava˛ yava˛ ben de dün-
yayı bu üniformaların, kılıçların ı˛ıı içinden görmeye alı˛ı¬
yordum.

Zaten Edirne bir ordu ˛ehriydi. Bir ordugâhtı. Sokaklar


her zaman asker doluydu. fiehrin etrafı kı˛lalar, istihkâmlarla
çevrilij'di. Mızıka ve boru sesleri, günün hemen her saatmda
havayı çmlâtırdı.

Bu ˛ehirde hayat, bir kale hayatıydı. Bu hayatın havaya


yaj'dıı asker ruhundan hiç kimse uzak kalamazdı.
Beji de asker rü˛tiyesine yazılıp, orada ilk defa sıraya gi¬
rince, bunu hiç yadırgamadım. Hatta çok geçmeden ben de
kendimi, yarm büyük bir ordunun saflarına karı˛acak, sınır¬
lardan sınırlara ko˛acak, büyük bir devletin varlıını kılıcıyle
koruyacak biri gibi saymaya ba˛ladım. Demek ki ˛imdi önüm -
de hakikî muharebeler, sava˛lar vardı. Mahallenin eri bürü
sokaklarında, belimize kılıç diye tahta parçaları takıp, omuz¬
larımıza silâh diye denekler asarak çetecilik oyunları oyna¬
dıımız, baskınlar yaparak esir alıp esir verdiimiz, gazi, ˛ehit
olduumuz günler artık arkada kalmı˛tı. fiimdi gerçek sava˛¬
lar için hazırlanmam lâzımdı.

Mektepte hayat, artık kumandanlara tabiydi. Sıralara di-


44 SUYU ARAYAN ADAM

ziliyoıy idmanlar, talimler yapıyorduk. Daha ilerisi için silâh


oyunlarına, manevralarına hazırlanıyorduk.
Bu yeni mektebimde, en büyük fatihler, dünyanın en bü¬
yük adamları olarak öretiliyordu. En büyük milletler de en
muharip milletlerdi. Biz muharip milletlerden biriydik. Dün¬
yada kılıç her ˛eydi ve gaye, cihangirlikti. Biz de cihangir
olacak, dünyayı zaptedecektik...
Sınıfların duvarlarında Fatih'in. Yavuz Selim'in, Napol-
yon'un, Büyük Frederik'in resimleri asılıydı. Padi˛ah, en bü¬
yük muharip ve gazi olarak anılırdı. Ama hiç bir yerde resmi
görülmezdi. Sınıfta adı geçerken, ders veren subay kürsü üze¬
rinde dorulurdu. Ve biz çocuklar hep birden ayaa kalkardık.

Hulâsa devletimiz bir cihangir devletti. Bir imparatorluk¬


tu. Bu cihangir devleti atalarımız bir a˛iretten çıkarmı˛tı. Onu
korumak ve daha da büyütmek... ›˛te bizim vazifemiz buydu.
Sınıflar ilerledikçe, görü˛ ufuklarım da geni˛liyordu. Üç
kıtanın birle˛tii yerde, dünyanın kilit noktalarını elinde tu¬
tan büyük bir devletimiz vardı. Bu devlet. Osmanlı devletiydi.
Yani bizim devletimizdi.
Sınıfların duvarlarına asılan haritalarda, bu büyük impa-
torluun toprakları, toz pembe bir renkte gösterilirdi. Bu top¬
raklar bana dünya kadar geni˛ görünüyordu. Ama onları gene
de dar buluyordum. Afrika'nın ortasındaki büyük sahraya ka¬
dar Trablus-Bingazi (Libya), sonra Habe˛istan'a kadar Mısır.
Sudan bu toprakların içinde görünüyordu. Hatta Tunus bey¬
lii bile pembe bir çizgi ile sınırlandırılmı˛tı ki, bu rengin ma¬
nası bir nevi himayeydi. Sonra Hint denizine kadar Yemen ve
bütün Arabistan kıtası bizimdi. Irak, Suriye, Sina ve nihayet
›ran ve Rus sınırlarına kadar Anadolu bu topraklara dahildi.

Girit'ten. Kıbrıs'tan Ege adalarından ba˛ka, bütün Trakya-¬


lar, bütün Rumeli vilâyetleri devletimizindi. Hatta Balkanlar¬
da Bulgaristan'ın yarısı da bu himaye çizgisi içinde bizim sa¬
yılırdı. Makedonya'nın ve Arnavutluk'un ötesinde Bosna-Her-
sek kıtası da pembe renge boyanarak, imparatorluun sınırı
Sava'ya, Dalmaçya'ya kadar uzatılırdı...

Ders aralarında çocuklar, bu haritaların ba˛ına toplanır-


SUYU ARAYAN ADAM 45

dik. Devletimizin sınırlarına bakardık. Bu sınırların çevrele¬


dii topraklara:

- Bizim topraklarımız!
derdik. Bu sözleri seve seve ve sık sık tekrarlardık:
- Bizim topraklarımız! Bizim devletimiz!
Bunları söylerken, içimizde bir ˛eylerin co˛tuunu, bir ˛ey¬
lerin kabardıını ve bu hislerin beni büyüttüünü, gururlan¬
dırdıını duyardım. Duru˛umu, yürüyü˛ümü dei˛tirmi˛tim.
Hele mektep daılıp da sokaklara çıktıım zaman, asker veya
asker mekteplerinden olmayan herkese kar˛ı, bir nevi yüksek¬
ten bakardım.

Bu devlet, bu imparatorluk, benim için artık her ˛eydi. Bu


topraklar bile bana az görünüj'ordu. Ders aralarında bu hari¬
taların ba˛ına toplanan çocuklar arasında ben de, bizim toprak¬
larımızdan koparılan ve tabiî haksız koparılan ülkeleri parmak¬
larımla gösterir, sınırlarını çizerdim: Kafkasya, Kırım, Besa-
rabya, Romanya, Tuna eyaletleri, hatta Cezayir ve Atlas ülke -
leri! Bunlar hepimizin hayallerinde tüterdi. Bazen öyle co˛ar¬
dık ki, o anda bize sorsalar, bütün dünyanın sınırları bizim
devletimizin sınırlarından ibaret olsun isterdik...

Bu ihtiraslı duyguların uyandırdıı hayal geni˛lii altın¬


da, kafamda çocukça da olsa, birtakım hükümlerin berrak ve
aydınlık olarak yerle˛tiini görüyordum. Artık ˛unu biliyor¬
dum ki vatan! devlet sınırlarının varabildii her yerdi. Sınır¬
larımız nerelere varıyorsa, vatanımız orasıydı. Bu sınırlar ise,
ordumuzun gidebildii yerlerdi. ›mparatorluun orduları nere¬
de iseler, vatanın sınırları da oradaydı.

O halde ordu vatanın temeliydi. Devleti ya˛atan ordumuz-


du. Biz de bu ordunun çocuklarıydık. Onun gelecekteki sava˛-
çılarmdandık. O halde gelecek için bir vazifemiz vardı: Biz
birer cihangir olmalıydık...

Ordu hareket halinde bir varlık olduu için, demek ki va¬


tanın hudutları da, ordunun hareketine göre geni˛ler ve dara-
labilirdi. Nasıl ki bu sınırlar bir zaman Hint denizinden, Ye-
men'den, Habe˛istan'dan, Kafkas dalarına, Avrupa ortalarına
46 SUYU ARAYAN ADAM

ve Atlas ülkelerine kadar uzanıyordu. fiimdi de aynı yerlere


niçin uzanmasmdı?
Hulâsa her ˛eyin ba˛ında ordu ve sonra ordunun sınırlan¬
dırdıı vatan vardı. Bu vatanın topraklarının mümkün olduu
kadar çok ve geni˛ olması lâzımdı. Ordu vatanın bekçisiydi.
Onun ayak bastıı her yer vatan oluyordu. Millet, bu vatanın
içinde ya˛ayan herkesti. Bu milletin bir din, bir dilek ve bir
dil birlii olması ˛art deildi.
Zaten bu millet içinde hak birlii de yoktu. Hak yalnız,
orduyu te˛kil eden ve onu idare, edenlerindi. Ba˛ka cemaat¬
ler, ba˛ka kavmiyetler, din farkı, dilek farkı gibi ˛eyler, üze¬
rinde durulmaya demez gibi öretiliyordu. „
Yemenliler, Hicazlılar, Dürziler yahut Rumlar, Bulgarlar,
Arnavutlar diye bir ˛ey yoktu. Bunların vazifeleri sadece vergi
vermek ve itaat etmekti. Eer bunlar vergi vermez, itaat et¬
mezlerse, yahut da kendilerine ayrı haklar dü˛ünürlerse kanun
adına isyan denilirdi. Bu isyanların kan ve ate˛ içinde bastı¬
rılmaları lâzımdı. Ordunun bir vazifesi de buydu.

Asker rü˛tiyesi dershanelerinde, duvarlara asılan Osman¬


lı devleti haritalarının önünde duyduumuz duygular tfunlar-
dı. Ve bu haritalar önünde toplanan çocuklara, biraz kafaları
i˛leyen subay hocalar, daima bu duyguları telkin ediyorlardı.

Bu duygular, birçok memleketlerin, birçok milletlerin ço¬


cukları için belki de yadırganacak ˛eylerdi. Fakat o devirde
bizim için bunlardan daha doru gerçekler olamazdı. Gerçi ile¬
ride anlayacaktık ki bu hakikatler, o zaman da Osmanlı top¬
raklarında ya˛aj'an herkes için mü˛terek deildi. Çünkü Ru¬
meli'de, Suriye'de, Arabistan'da, hatta Dou Anadolu'da âdeta
daimî bir iç sava˛ hayatı ya˛anıyordu. Devletin ordusu ile dev¬
leti tebaası hiç durmadan birbirleriyle çarpı˛ıyorlardı. Her ta¬
raf i s y a n içindeydi. ›syan olmayan yerlerde ise kaçak veya e˛¬
kıya çeteleri daları tutmu˛, yolları kesmi˛lerdi. •

Fakat biz evvelâ bu isyanları, isyan eden milletlerin, ırk¬


ların, devletimizin idare tarzından bıkması ˛eklinde anlamı-
SUYU ARAYAN ADAM 47

yorduk. Bu bize böyle anlatılmıyordu. Bu ırkları, bu milletle —


ri devletin idare edemedii bizim çevremizde hiç kimsenin ak¬
lına gelmiyordu.
›syan bölgelerinde çalı˛mı˛ bazı subayların zaman zaman
bizim asker rü˛tiyesine hoca olarak tajân edildikleri veya bi¬
zim hocalarımızdan bazı subayların da isyan bölgelerine ta¬
yin olundukları olurdu. Asker mekteplerinde bir asker hoca¬
nın vazifesinden ayrılı˛ı veya vazifesine ba˛layı˛ı, daima bir
küçük merasim ˛eklini alırdı. Hoca nutkunu, nasihatlarım söy¬
lerdi. Okuyucularından birisi de sınıf n a m ı n a ona, lûgatlı, tum -
turaklı bir cevap verirdi. Bazı sevilen hocaların ayrılı˛ mera¬
simlerinde iki taraf da gözya˛ları dökerlerdi.

Bütün bu nutuklarda, merasimlerde; isyanlardan daima


ehemmiyetsiz, geçici ˛eyler olarak bahsedilirdi: Bunlar yaban-
cı devletlere para ile satılmı˛ «bazı e˛hasın» çıkardıkları hak¬
sız hadiseler sayılırdı. Asıl kuvvetler ise ba˛kadır denilirdi.
Hakikatte dünyada iki kuvvet çarpı˛maktaydı. Bir tarafta Os¬
manlı devleti, bir tarafta da Düveli-muazzama! Düveli-muaz-
zama altı büyük devletti: ›ngiltere, Fransa, ›talya, Almanya,
Avusturya-Macaristan ve Rusya. ›syanları bunlar kı˛kırtır ve
isyancıları bunlar silâhlandırır denilirdi.

Gerçi biz çocukların ara˛ma doru inildikçe bu Düveli-mu-


azzama denilen kudretin ne olduu oldukça dumanlanıyordu.
Ama anladıklarımız inandıımız ˛uydu ki, bu Düveli-muazza-
manın istedii her ˛ey, bizim Osmanlı devletinin zararmaydı.
Zaten bizim Edirne'de bile caddelerden faytonları içinde ge¬
çen Düveli-muazzama konsoloslarıyle, sokaklarda sırmalı elbi¬
seleri içinde dola˛an konsolosluk kavaslarının bile, halka yük¬
sekten bakan ve bizleri a˛aı gören bir halleri vardı.

Asker mektebinin sınıflarında çocuklar, günün hemen ya¬


rısında hep bu meseleleri konu˛urduk. Hatta içimizde bir takım
anadan doma siyasîler bile vardı. Bunlar mektebin yüksek sı¬
nıflarında, bilhassa Harbiye mektebinde aabeyleri olan çocuk¬
lardı. Onların aızlarında nedense bizim dahi bilmediimiz söz¬
ler dola˛ırdı. Eh, ben de bu siyasîlerden biriydim!

Ama bizim bütün ümidimiz, ordunun ba˛ı olan padi˛ah-


48 SUYU ARAYAN ADAM

taydı. Padi˛ahta bütün dünyayı durduracak bir kuvvet umu¬


lurdu. Fakat ne çare ki padi˛ah, her nedense kılıcını bir türlü
çekemiyor, bayraını açamıyordu. Yoksa, o bir defa bayraını
açsa, o zaman:
- Biz ne yapacaımızı biliriz!
diyorduk. Lâkin.bu yapılacak ˛ey, i˛te bir türlü yapılamıyor¬
du. ›syanlar büyüyordu. Türk mahalleleri bo˛alıyordu. Giden -
lerin Yemen'den, Arnavutluk'tan, Arap içinden mektupları ya
geliyor, ya hiç gelmiyordu. Zaten bizim mahalle halkı arasın¬
da askere giden delikanlıların döneceini beklemek pek de alı¬
˛ılmamı˛ bir ˛eydi. Dönü˛ ya olur, ya olmazdı. Giden gider
ve gidenlerden çok defa haber gelmezdi..

Uzaklar böyle karı˛ık olduu gibi, yakınlar da daha iyi


deildi. Çeteler, komiteciler, artık yolları, geçitleri tutmakla
kalmıyordu. Kasabaları, ˛ehirleri bile haraca, kestikleri duyu¬
luyordu. Hatta ben çok daha küçükken bir aralık, Edirne'de
ordunun, bir Bulgar isyanının pe˛inden âdeta cepheye gider
gibi, büyük kuvvetlerle harekete geçtiini hayal meyal hatır¬
larım (1905). Bu hareketlerin ardı arası bir türlü kesilmi¬
yordu.

Zaten öyle anla˛ılıyordu ki orduda da pek intizam yok¬


tu. Çünkü kı˛lalarla ˛ehrin arasından geçen Tunca nehrinin
üstündeki Saraçhane köprüsünün ba˛ına, kı˛ladaki askerler iki¬
de birde silâh çatarlardı. Yani bu köprüyü kesip, sabah kı˛la¬
lara geçecek olan zabitlerini, kumandanlarını veya ordu ku¬
mandanını geçirmezlerdi. Bunun manası terhis istemek de¬
mekti.

Bu hafif tertip askerî isyan evvelâ nasihatle, dualarla gi¬


derilmeye çalı˛ıldı. Fakat herkes bilirdi ki, asker diretecek ve
kumandan telgrafhaneye ko˛up saraydan, askerin terhisi için
irade çıkaracaktır. Nitekim öyle olurdu. Daha gün yarıya var¬
madan veya ak˛am olmadan kı˛lalar tarafından «Padi˛ahım çok
ya˛a!» duaları i˛itilirdi. Bu, askerlere terhis tezkeresi verile¬
ceine alâmetti. O ak˛am kı˛lalar tarafı davul, zurna, mızıka,
elence sesleriyle çınlardı.

Bu elencelerde, isyan eden askerlerle, kendilerine isyan


SUYU ARAYAN ADAM 49

edilen kumandanlar, aynı halka etrafında bir baba evlât ˛ef¬


kat ve .muhabbetiyle kar˛ı kar˛ıya otururlardı. Pehlivan gü¬
re˛leri seyrederlerdi.
Zaten i˛in bu türlüsü, mesele kolay halledilmi˛ olduu için
hem istanbul'da padi˛ahı, hem Edirne'de iki tarafı m e m n u n
ederdi. Çünkü ayaklanan askerlerin kı˛laları bıraktıkları, ˛ehri
geçip istasyona dayandıkları, demiryolunu kesip vagonlara do¬
larak yolları i˛gal ettikleri de görülmü˛tü,
. Hulâsa, artık, herhalde bir ˛eyler olması lâzımdı ve bek¬
lenen ˛ey, nihayet oldu...
23 temmuz 1908'de hürriyetin yahut me˛rutiyetin ilânı,
memlekette galiba daha ziyade biz çocukların anlayabilecei¬
miz bir ˛eydi. Bu ihtilâli anlayı˛ta halkın kavrayı˛ı da, galiba
biz çocukların kavrayı˛larından ileri geçmiyordu. Sokak hare¬
ketlerine o herkes, ya˛ı ne olursa olsun bir çocuk heyecanıyle
karı˛ıyordu.

Zaten ihtilâlin getirdii ˛ey, dört kelimeden ibaretti: Hür -


riyet, adalet, müsavat, uhuvvet...

Bir de «kanunu-esâsî» kelimesi vardı ama, halk ve hele


çocuklar arasında, bunu pek anlayan ve tutan yoktu (1).

Esasen bütün dier kelimeleri de ne anlayan, ne de anla¬


tan olduu için, onlara herkes diledii gibi mana veriyordu,
Türkler, Bulgarlar, Rumlar bu manaları diledikleri: gibi î k e H d i
taraflarına çekiyorlardı. Kö˛e ba˛larında türeyen hatiplerden
her biri bir kürsü veya bir ta˛ üstüne çıkıp da «Ya˛asın hür¬
riyet! ya˛asın adalet!» dedii zaman bunu söyleyen ister Türk,
ister Rum veya Bulgar olsun, herkes etrafını alıyordu. Kala¬
balıklar alabildiine «ya˛asın!» diye baırıyor, alkı˛lıyorlardı.

Fakat bu olan ˛eylerin manası biz Türklere sorulsa, me¬


selâ benim mahalle halkına anlattıım gibi ˛u demekti ki: Os¬
manlı devletine Düveli-muazzama artık karı˛mayacaktı. Da¬
lardan, kırlardan çetecilik kalkacaktı. Hiç bir yerde artık isyan
olmayacaktı. Hatta i˛ bununla da kalmayacaktı. Girit, Kafkas,
Bosna-Hersek geri alınacaktı! Bulgar prensi ile Karada kralı
bize vergi vereceklerdi. Hudutlar tekrar Tuna'ya varacaktı!

(1) fiuracıkta, ˛u kadarını söyleyeyim ki, nice ve nice y ı l l ar


sonra, bu hürriyet inkılâbını memlekete getirenlerin en ileri gelen¬
leriyle hem de artık her ˛ey olup bittikten ve onlar da iktidardan
devrilip memleketi terkettikten sonra görü˛tüklerimi ileride anlat¬
tıım zaman göreceksiniz ki, onlar da, o zaman dahi bu i˛lerden
pek fazla bir ˛ey anlamamı˛lardı.
SUYU ARAYAN ADAM 51

Bunları anlatırken, anam ve mahalle kadınları hayran hay¬


ran yüzüme bakarlardı. Benim ya˛ımda mahalle kızları da, ar¬
tık biraz saa sola çekilerek beni sessizce süzerlerdi. Ama bun¬
lardan babama bahsettiim zaman, o sadece susardı. Derin
derin dü˛ünürdü. ›çini çeker ve hiç ses çıkarmazdı. Yalnız bir
defasında onun. ben gene bu nutukları çekerken ba˛ını iki ta¬
rafa sallayıp, dalgın dalgın, uzun uzun yüzüme baktıını ve
sonra aır aır ˛öyle dediini hatırlarım:

— Allah hayırlara tebdil etsin ama olum, devletle


oyun olmaz.

Caddelerde nümayi˛lerden, mahallelerde ˛arkılardan, silâh


seslerinden geçilmiyordu. Hapishanelerin kapıları ardına ka¬
dar açılmı˛tı. Katiller, komiteciler sokaklara fırlamı˛lardı. Hem
de bunlar kendi kıyafetleriyle, kalpaklarını yana eerek göüs¬
lerinde gümü˛ saat ve tabanca kordonlarını sallayarak dola˛ı¬
yorlardı. Herkes tarafından da birer kahraman sayılıyorlardı.
Sanki hürriyeti kazananlar bu -e˛kıyaydı.

Artık bütün Osmanlılar karde˛ oldu diyorduk. Hocalar, pa¬


pazlar, hahamlar birbirleriyle kucakla˛ıyorlardı. Bunların bi¬
rer kolları birbirlerinin omuzlarında, dier ellerinde birer Os¬
manlı bayraı ile çıkarılmı˛ resimleri her tarafı süslüyordu.
Bu resimlerde hocalar biraz saf v e bo˛ tebessümleriyle sırıtır¬
ken, papazlar iri ka˛ları çatkın, süpürge kadar sakalları, bı-
yıklarıyle öylece sert sert bakarlardı.

Ben hiç bir nümayi˛i kaçırmazdım. Mektepler zaten tatildi.


Evimizdeki küçük odanın duvarını resimlerle doldururdum. fiu¬
radan buradan kesilen, yahut kartpostalcılardan satın alman
bu resimlerin bir kısmı hürriyet kahramanlarına, bir kısmı da
Bulgar, Rum, Sırp komitacılarına aitti. Binba˛ı Enver Bey, gü¬
zel, dik bıyıkları, fakat çocuumsu siması ile bir elini ˛akaına
dayayarak güya bir hayale dalmı˛tı. Kötü bir fotorafhanenin
ormanları gösteren perdesi önünde, tahtadan yapma kayalara
yaslanmı˛ olarak görünüyordu. Kucaına mavzerini almı˛tı. Fe¬
sinin üzerinde bir ay i˛lenmi˛ti ve üzerine de «Ya ölüm! Ya hür¬
riyet!» diye yazılmı˛tı. Kolaası Niyazi Beyin ise kafasında bir
52 SUYU ARAYAN ADAM

keçe külah vardı. Sakalı bıyıı birbirine karı˛mı˛tı. Ayakla¬


rında kaba kalçınlar görünüyordu. Kaim kuma˛tan bir avcı el¬
bisesi giymi˛ti. Gösü ba˛tan ba˛a çapraz fi˛eklikler içindeydi.
Ayakta duruyor ve mavzerine dayanıyordu. «Ya hürriyet! Ya
ölüm!» onun keçe külahına da i˛lenmi˛ti. Bu kahramanın saf
ve yiit bir hali vardı. Hele onun silâhlı arkada˛ları arasında
ve önünde me˛hur geyii durduu halde çıkarılmı˛ bir resmî
vardı ki, ne kadar basılsa hemen satılır biterdi.
Bulgar, Sırp, Rum kaptanlarına, voyvodalarına, çeteba˛ı-
larına gelince, bunların üzerinde yalnız bir cebel topu eksikti.
Kimisi kalpaını yana eerek silâhını dizine dayamı˛ ve bir
sandalyeye bacak bacak üstüne kurulmu˛tu. Kimisi de ayak¬
taydı. Yahut bir aaca, bir kayaya yaslanmı˛, bir pınar ba˛ına
çökmü˛ görünürlerdi. Hepsinde fi˛eklikler çaprazdı. Hepsinin
gösünde gümü˛ saat kordonları dizi dizi sarkıyordu. Taban¬
calar, kamalar kemerlere, silâhlıklara dizilmi˛ti. Efsun kıya¬
fetinde genç Rum kızları, çeteci kıyafetinde Bulgar, Rum ko¬
pilleri vardı ki, dayandıkları silâhlar boylarını a˛ıyordu. Hep¬
sinin de külahlarına, kalpaklarına «Ya hürriyet! Ya ölüm!»
yazılmı˛tı.
Bütün bunlar hakikî miydi bilmiyorum. Belki hakikiydi¬
ler. Belki de birtakım kurnaz Yahudi kartpostalcılar, yakala¬
dıkları yakı˛ıklı Rum, Bulgar çocuklarıyle, izbandut palikar¬
yaları giydirip, ku˛atıyorlardı. Sonra bunların resimlerinin alt¬
larına «Apostol kaptan! Yanko Voyvoda! Çete reisi Dimitri!»
gibi isimler uydurarak piyasada ticaretlerine bakıyorlardı.

Fakat aslı ne olursa olsun, ben bunların hepsine önem ve¬


riyordum. Hepsine inanıyordum. Hele kendi ya˛ımda çocuk¬
ların, boylarından büyük silâhlarını bir tarafa dayayıp, kama¬
lar, bombalar, çapraz fi˛ekliklerle resimlerinin çıkarılmasına
gıpta ediyordum. Nihayet bir gün benim de resmim çıkartıldı.
Yahudi mahallesindeki pis bir evin pis kokan ta˛lıının bir
kö˛eciini, gözleri çapaklı bir Yahudi, fotoraf atölyesi haline
getirmi˛ti. Arkadaki küçücük perdede, güya muharebede sün¬
gü hücumu yapan askerlerimiz görünüyordu. Önde ayb yıldızlı
bir bayrak dalgalanmaktaydı. Beni bunun önünde durdurdular.
SUYU ARAYAN ADAM 53

Elime de tahta bir silâh verdiler. Hazırol vaziyeti aldım. Ya¬


nımda bir tahta sütuna, üzerinde «Ya˛asın Asker!» yazılı bir
levha dayadılar. Yahudi birtakım numaralar yaptı. Resmim çe¬
kildi. Fakat heyecanımdan o kadar titredim ki, sonra bu res¬
mi aldıım zaman yüzüm seçilmiyor ve gözlerim görülemi¬
yordu...

Ama daha sonra i˛im biraz daha yoluna girdi. Bir gün
aabeyim istanbul'dan, içine tek saçma konulup atılan küçük
bir tüfek getirdi. Kıyafetim hemen günün modasına uydurul -
du. Ba˛ıma üstünde yazılar olan bir keçe külah buldular. Ayak¬
larıma, üzerinde çapraz kaytanlı beyaz keçe tozluklar alındı.
Artık ben de bir komitacı, yahut da bir kahraman sayılırdım.
O sıralarda keçe külah ve keçe kalçınlar, halkın ve askerin bir
nevi mü˛terek kıyafeti haline gelmi˛ti.

Fakat bu hürriyet sarho˛luu uzun sürmedi. Bu güzel ha¬


yal âlemine ilk ihanet eden, evvelâ padi˛ahın kendisi oldu.
Bir gün istanbul'da, bütün bu yeniliklere kar˛ı, padi˛ahın kı˛¬
kırttıını söyledikleri- bir asker ayaklanması çıktıı haberi
Edirne'de bomba gibi patladı (31 mart 1908).-

Bizim ˛ehirde mahalleler ˛imdi gene bo˛alıyordu. Fakat


bu sefer istanbul üstüne... Aabeylerimin ikisi de gönüllü ta-
burlarıyle hareket ettiler. Büyüü hasta bir subaydı. Fakat
Sultan Hamit'in kindar bir dü˛manıydı. Ondan daima «˛eytan
Hamit» diye bahsederdi. Ama, bunu babama duyurmazdı. Ba¬
bam padi˛ah hakkında ileri geri-söz söylenmesini, hatta onun
resminin ellerde dola˛masını bile ho˛ görmezdi. O padi˛ahı,
milletin büyüü sayardı. Bütün büyükler gibi "ona da. içten
gelen, samimî ve saygılı bir itaati vardı.

Edirne'den gönüllü taburları hareket ederken ihtiyarlar, ço¬


cuklar, hatta kadınlar bile bu orduya katılmak istiyorlardı.
Gidenlerin de bayraklarında «Ya hürriyet! Ya ölüm!» yazı¬
lıydı. Fakat ˛imdi her nedense bu sözler Rum, Bulgar vatan¬
da˛larımızın kalpaklarından silinmi˛ti. Papazlar, çeteciler, kap-
54 SUYU ARAYAN ADAM

tanlar, voyvodalar, hulâsa Rum, Bulgar e˛kıyası kendilerini ar-


tık kenara çekmi˛lerdi, istanbul'a, hürriyeti kurtarmak için
hareket eden orduya bunlar katılmadılar. Bunun üzerine, hür-
riyetin getirdii dört kelimeden evvelâ uhuvvet yani karde˛-
lik kelimesi kendi kendine ortadan kalktı, unutuldu. Sonra da
adalet, müsavat kelimeleri her nedense eskisi kadar söylen-
memeye ba˛ladı. Ortada yalnız hürriyet lafı kaldı. Üzerlerine
«Ya hürriyet! Ya ölüm!» yazılı bayraklar gene ˛urada burada
görülüyordu ama Tanrı, imparatorluun kaderine hürriyeti de-
il, artık galiba ölümü münasip görmü˛tü...

Anla˛ılamayan, sırrı çözülemeyen bir sıra olaylar hızla bir-


birini kovalamaya ba˛ladılar. Girit. Tuna eyaletleri, Bosna-Her-
sek geri alınamadıktan ba˛ka, kimse daha ne olduunu anla-
maya vakit kalmadan, Osmanlı Afrika'sı (Trablusgarp-Binga-
zi) ile E ge adaları da elden çıktı (1911). ›talya, Libya ile bizim
Akdeniz adalarına oturdu. Vakıa Trablus sahillerinin bazı ka-
sabaları etrafında bir süre birtakım çarpı˛malar oldu. Enver
bey, bu sefer ba˛ında Enveriye ve eli belinin kemerindeki ta-
bancasında, yahut da bir Bedevi kıyafetinde, resimlerde görün-
dü. Fakat imparatorlukla arasında hiç bir balantı olmayan,
clalıa dorusu oraya hiç bir ˛ey veremediimiz, oradan da hiç
bir ˛ey alamadıımız için zaten bizim olmayan bir memleketin
kaderi üstünde hiç bir dei˛iklik yapılamadı. Libya gitti.

isyanlar ise her tarafta öylesine yayıldı, öylesine geni˛le¬


di ki, Yemen, Havran, Arnavutluk, Dersim, hükümetin elinde
mi yoksa dei l mi bir zaman belli olmadı. Dalarda, kırlarda
yollar gene kesildi. Hatta bu sefer Anadolu'da bile e˛kıyanın
üzerine taburlar, alaylar sevk etmek lâzım geldi.

Bizim kenar mahalle, bütün Türk köyleri ve ˛ehirleri gi-


bi, gene durmadan bo˛alıyordu. Nihayet bir gün Balkan Har-
bi patlayıp da imparatorluk orduları, o zamana kadar, öylesine
hakir görülen Balkan orduları önünde bütün Osmanlı Avru-
pası'nı bırakınca, artık her ˛ey belli oldu.
SUYU ARAYAN ADAM 55

Bu yıkılı˛, artık, sadece bir devletin malûbiyeti deildi.


Mesnetsiz bir hayalin sona eri˛iydi. Bir ruhun, bir zihniyetin
tamamen çökü˛üydü. Bir masal, bir imparatorluk masalı sona
eriyordu. Meer bizim saltanat zannettiimiz ˛ey, sadece bir
gaflet uykusuymu˛.
Bir devlet ve bir zihniyet olarak imparatorluk, daha ci¬
han harbinden önce ve Balkan yenilgisiyle zaten sona ermi˛
oluyordu...
Ergenekon
3

Balkan harbinin getirdii çöküntü tamdı. Bu sefer Osmanlı


Avrupa'sı vilâyetlerindeki Türkler, hatta göç etmeye bile va¬
kit bulamamı˛tı. Baskınlar, yamalar ve toptan öldürmeler,
içinde amansız bir tasfiye ba˛ladı. Ve bu tasfiye kesin oldu.
Umumî bozgundan bir süre sonra, Avrupa Türkiye'sinin
üç noktasında, hâlâ döü˛en üç kale, belki harp tarihinin en
son kale sava˛larını yaparak birer birer dü˛tüler. Edirne ka¬
lesi bunlardan biriydi. Büyük aabeyim biraz önce ölmü˛tü.
Küçüü bu kaleye kapanan orduda subaydı. Biz çocukları is¬
tanbul'a gönderdiler, istanbul limanı, yabancı gemileriyle tık¬
lım tıklım doluydu.

Düveli-muazzama bu sefer de kılıcını teraziye koydu ve


gene Osmanlı devletinin aleyhine koydu. Harp ba˛larken:
— Harbin neticesi ne olursa olsun Balkanlarda statü-
ko bozulmayacaktır,
demi˛lerdi ama, harbin sonunda bu statüko, kesin olarak ve
ebediyen hem de bizim aleyhimize bozuldu.
Bütün bunlar o zaman ve hele yeni yeti˛en ve ilk gençlik
çalarını ya˛ayan Türk çocukları için beklenmedik ˛eylerdi.
Ben de bu çocuklardan biriydim. Bizler, bu netice için hazır¬
lanmamı˛tık. Biz, birtakım adı belirsiz hayal daları ardından
doacak ba˛ka türlü sabahların rüyasını görüyorduk. Biz, fe¬
tihler, zaferler, geni˛lemeler, ˛anlar ve nihayet bir cihangir¬
lik için hazırlanıyorduk.

Halbuki souk ve kara bir hakikatle i˛te kar˛ı kar˛ıyay-


dik. Bu hakikati anlamaktaysa hakikatten zorluk çekiyorduk.
Demek kî bizim bilmediimiz, anlamadıımız bir ˛eyler
.ardı. Ve ˛imdi bü çıplak hakikate alı˛mak, gerçekleri olduu
rlbi bilmek ve görmek lâzım geliyordu...
60 SUYU ARAYAN ADAM

O güne kadar demek ki bir hayal âleminde ya˛amı˛tık.


Bütün inandıımız ˛eyler demek ki bir vehimdi. Bu impara¬
torluk aslında belki çoktan ölmü˛tü. Biz onu belki de sadece,
vehimimizle ya˛atmı˛tık. fiu kaybolan Osmanlı Afrikası, bel-
ki hiç bir zaman bizim olmamı˛tı. fiu Osmanlı Avrupası, belki
çoktan beri artık bizim sayılamazdı. Girit, fiarkî Rumeli, Tu—
na eyaletleri olan Bosna-Hersek, demek ki çoktan bizim için
artık tarihe karı˛mı˛tı.
Ya Asya Türkiye'si... Fakat onun üstünde de Türk, Arap,
Kürt, Ermeni gibi ayrılıklar yok muydu? Bütün ˛u Arabistan'a
biz, nasıl «bizim!» diyebilirdik ki, oralarda, asırlardan beri is¬
raf edilen kanımızdan ba˛ka bizim olan hiç bir ˛ey yoktu.
Hele padi˛ah, hele saray! Bu fırtınalar içinde o, yanma¬
dan, yıkılmadan bile bir sabun köpüü gibi sönmü˛, gitmi˛ti.
Ya Anadolu?.. Devletin bütün toprakları içinde belki tek
temel olan, fakat bu devleti idare edenlerin hiç bilmedikleri,
hiç benimsemedikleri bir yer varsa, o da Anadolu'ydu. Hatta
benim büyüdüüm sınır ˛ehrinde bile Anadolu'yu, yalnız Ana¬
dolu'nun gönderdii askerlerden tanırlardı. Bu askerler ˛ehir
sokaklarının alı˛amadıkları kalabalıına karı˛maktan korkarak,
mahcup, ürkek, cuma günleri büyük camilerin avlularına do¬
larlardı. Ortalıı yaygaraya boan kebapçıların, börekçilerin
sesleri arasından:

- Dördüncü ordudan vâmı (var mı). Sivaslı vâmı? An-


garalı vâmı? diye baıra baıra hem˛eri ararlardı. Biz çocuk¬
lar onların etrafını alır elenirdik. Gülü˛ürdük. Rumeli'de, Ana¬
dolu deyince akla, daima bu ürkek askerlerle, kıtlık, f a k i r l i k,
e˛kıyalık gelirdi...

Hayır, Anadolu, Rumeli çocuklarının hayallerini doldura¬


cak bir yer deildi. Bizim hayalimiz, o günlere kadar, Tuna'da
Kafkasya'da, Afrika'da, Hint kapılarında dola˛mı˛tı. Bizim ka¬
falarımızda ya˛atıımız rüya, bir cihan hâkimiyetiydi. Her bi¬
rimiz bir cihangir olacaktık. ›skender gibi, Yavuz gibi, Napol-
yon gibi.

Fakat ne çare ki artık, her ˛ey bitmi˛ti. Ordular çökmü˛,


sınırlar çözülmü˛tü. Saray bir hiçti. ›htilâlin o kadar gürül-
SUYU ARAYAN ADAM 61

".ivla getirildii ˛eylerden ortada, bir hayal kırıklıından ba˛-


bir ˛ey kalmamı˛tı. Bu görülmemi˛ hayal kırıklııyle, ma¬
neviyat ' b o z u k l u  u içinde memleket, son dakikalarım ya˛ıyor
r.biydi. Çocukluumda bize misafir gelen ˛om aızlı hoca ha-
rumm haber verdii ˛eyler, galiba doru çıkıyordu: Evveli fiam,
âhırı fiam!

Biraz ortalık durulup da biraz 'ümit, biraz cesaret veren


birkaç olay birbirini kovalayınca ilk reaksiyon, ruhları saran
bir intikam duygusu oldu. Bu duygu, uradıımız felâketten,
hatta Allahı bile mesul tutacak kadar kuvvetliydi. Ona:

— Ey Bulgar vah˛et ve canavarlıının en büyük amili!


diyecek kadar azgındı. Bu parça, asi ve kızgın bir ˛arkının,
bir parçasıydı. Bu ˛arkı bütün mekteplerde okutuluyordu. ›n¬
tikam duygusu belki yapıcı bir ˛ey deildir. Fakat bu duygu
o zaman, yeni bir ˛eyler ümit etmek için ruhları besleyebili¬
yordu.

Nitekim olaylar çabuk geli˛ti. Bizi yenen Balkan devlet¬


lerinin aralarına birtakım anla˛mazlıklar girince, istilâ ordu¬
larının istanbul kapılarından çekili˛i, Edirne'nin geri almı˛ı,
Türkler üzerinde büyük bir tesir yarattı.
Demek, belki de her ˛ey henüz kaybolmamı˛tı. Havada
yeni bir ˛eyler esiyordu. Gerçi geni˛ bir vatan parçası kay¬
bolmu˛tu. Kalan vatan topraklarınmsa, karı˛ık ve gev˛ek bir
kalabalıı barındırdıı anla˛ılıyordu. Bu kof kalabalıı te˛kil
eden bir sürü yabancı ırklar, milliyetler, artık ayrı ayrı kendi
istiklâl davalarını ortaya atıyorlardı.

Fakat bütün bu karı˛ıklıklar içinde, bizi insanların kafa¬


larında yeni bir anlayı˛ douyordu. Bu, yeni bir vatan, yeni
bir millet anlayı˛ıdır. Bu yeni anlayı˛a göre vatan, artık sade¬
ce devletin sınırlandırdıı topraklar demek deildi. Yani va¬
tan, sadece ordunun hâkim olduu yer demek deildi. Hem de
asıl olan vatan deil milletti! Millet; dilleri, dilekleri, ırkları
bir olan insanların tarihî topluluudur deniliyordu.

Madem ki eski Osmanlı kalabalıını te˛kil eden milletler-


62 SUYU ARAYAN ADAM

den her biri artık kendi benliine dönüyordu. O halde bu mil-


letler arasında Türk olan kütle için de bir millî ruh, bir millî
benlik duygusu lâzımdı. Bu bir kendine dönü˛ ve kendini bu¬
lu˛ demekti.
Bunun üzerine, bazı kültür hareketleri ba˛ladı. Bir ˛eyler
arayan ve bir ˛eylere muhtaç olan genç ruhlar için bu hare-
ketler büyük bir deer ta˛ıyordu. Benim içimde de bu genç
ruhlardan biri ya˛ıyordu.. Gerçi biz evvelce de Türktük. Fa-
kat kendimize Türk diyemezdik. Türk sözü, birçok ırkları, ka-
vimleri birle˛tiren bir imparatorlukta, bir kavmin dierleri üs-
tünde tahakkümünü hatırlatır ve onları gücendirir diye dü˛ü¬
nülüyordu.
Halbuki bu imparatorlukta ya˛ayan dier ırkların, dier
milletlerin hepsi kendilerini, kendi milletlerinin adiyle tanır
ve öyle anarlardı. Benim okuduum asker mektebine Yemen"
den, K ü r d i s t a n dan, veya sarayla hısım akraba olan Çerke˛ köy-
lerinden getirilen imtiyazlı çocuklar, hep milliyetleriyle öü-
nüıierdi. Bize jaıkardan bakarlardı.
Fakat biz Türkler, kendimizi anlatmak için ırk hüviyeti-
mizi hiç bir zaman dile getiremezdik. Irkımızı da bilmez, ya
inkâr ederdik. Milletimizin adı geçmek lâzım geldii zaman
kendimize sadece:
- Osmanlı!
der, geçerdik. Hatta dilimizin adı bile Türkçe deil, Osmanlı-
caydı. Tarihimizin de Osmanlı tarihi olduu gibi. Reddedilen,
inkâr edilen Türk adına kimsenin sahip çıkmaması için her
tedbir alınmı˛tı. Umumî kanaate göre Türk, kaba, görgüsüz
ve kabiliyetsiz bir varlıktı.

Bu a˛aı görülen varlıın, bir gün bütün bu bilinenlerden


ba˛ka türlü bir çehre ile ortaya konulusunu ben evvelâ bir
dergide gördüm. Daha Balkan harbinden önceki günlerdeydi.
Bu dergide bir «üzümcü»nün hikâyesini okudum (1). Bu üzüm-
cü sokaklarda dalga dalga uultular yaratarak:

ıl.) Türk Yurdu mecmuası. Hikâyeyi yazan: Ahmet Hikmet


Müftüolu.
SUYU ARAYAN ADAM 63

- Çavu˛ üzümü, çavuuuu˛..


diye baırdıı zaman sesinde, hikayecinin yazdıına göre, es-
ki kale burçlarında atılan naralar dile geliyordu. Bu ses, bir
zaman ülkeleri fetheden süvarilerin gürültüleri gibi bamba˛ka,
insanı saran bir ˛ekilde tasvir olunuyordu.
Bu hikâyedeki üzümcü, tezgâh ba˛larında mü˛terilerine
binbir dil döküp dalavere çeviren Rum, Ermeni bezirganların-
dan ba˛ka bir insandı. Bu insan, yüksek bir soydan ve erkek
bir varlıktı...

Ben üzümcünün hikâyesini ilk okuduum zaman, bu hi-


kâyenin derin tesiri altında kaldım. Derin dü˛üncelere daldım.
Bu hikâyenin basıldıı mecmua, dier meseleleri de ba˛ka tür-
lü alıyordu. Bu mecmuaya göre bilinmeyen, fakat büyük bir
Türk milleti vardı. Bu milletin tarihi, Osman Gazi'nin çadır
kurduu Söüt, yahut Domaniç yaylasından ba˛lamıyordu. Mil¬
letin ilk varlıı da üç yüz çadır halkından ibaret deildi. Bu
milletin vatanı, Osmanlı devletinin sınırladıı yerlerden bile
büyüktü. Onun vatanı Türk milletinin ya˛adıı her yerdi. Ger¬
çi bu vatan bölünmü˛tü. Parçalanmı˛tı. Millet yer yer esirdi.
Fakat:

- Tarih birlii,
• - Dilbirlii,
- Dilek birlii,
olunca, onun bir gün kurtulması, kalkınması ve kendi toprak¬
ları üstünde kendi saltanatını kurması mukadderdir deniliyor¬
du. Çünkü bu yeni görü˛e göre, aslolan milletti. Vatan, bu mil¬
letin ya˛adıı her yerdi. Hangi taht ve hangi bayrak altında
olursa olsun bu vatanın bir de adı vardı: Turan...

Bu ses ba˛ka ve beklenmeyen bir sesti. Balkan yenilgi¬


sinden sonra, memleketin az çok okumu˛ genç neslinin görü˛,
anlayı˛ ufkunda bir uyarıcı sabah rüzgârı gibi esti.

Bu ses, hatta sadece bir teselli görü˛ü bile olsa, o nesil ona
muhtaçtı. Çünkü bu ses bize malûbiyetin haysiyet kırıcı ruh
64 SUYU ARAYAN ADAM

sefaletini unutturan, bizi a˛aılık duygularından kurtaran, gün—


lük hayat kaygılarını hor gösteren ve kafalara ümit, hayal
enginlikleri veren bir ˛eydi. Yeni, geni˛ ufuklar açıyordu. Bu
bir kurtulu˛ ümidiydi. Bir sımak, bir son çareydi. Bu ma¬
lûpların derlendii, toplandıı, yeni fütuhat için yeni yollar
bulup, mızraklarını naralarla havaya kaldırdıkları bir yeni
Ergenekon d u (1)...

Benim de kalbim ˛imdi bu yeni duygularla çarpıyordu.


Sanki aradıım bir ˛eyleri ˛imdi bulmu˛ gibiydim. Çölde su,
artık görünmü˛tü:

— Öyle ya, diyordum, Osmanlılık; seferleri artık sona er-


mi˛ bir çürük tekne olabilir. Fakat biz sadece Osmanlı
deiliz ki. Biz Osmanlı olmadan evvel Türktük. Bugün
de Türküz. Kaybolmakta olan sadece Osmanlı vatanıdır.
Halbuki Türkün vatanı i˛te dünyayı kaplıyor. Çünkü,
Türkün ya˛adıı her yer, hangi bayrak altında olursa
olsun Türkün vatanıdır. Bu vatanın sınırları Tuna'dan,
Meriç'ten, Altaylara, Çin ˛eddine, hatta Sarı denize ka¬
dar uzanıyor. Arap çöllerinden ve Himalayalardan Ku—
zey Buz denizine kadar uzanıyor. Buraları kimin elinde
olursa olsun Türkün vatanıdır. Hem ˛imdi aslımızı, da-
ha gerilere ula˛tırmakla yeni kahramanlar kazanıyoruz:
Ouz Han, Bilge Kaan, Cengiz Han, Timurlenk* Babür
Han ve daha niceleri...
Bu dava, sarsılmı˛ fakat aktif hayata henüz ba˛lamamı˛,
ama orada yapacaı bir ˛eyler olduunu sanan bir delikanlı
için, yeni bir ülkü, bir kurtulu˛ kapısı, hakikaten bir yeni Er-
genekon'du...

(1) Ergenekon, efsanevî bir yurt. Bir yeniden dou˛ ve kurtu¬


lu˛ timsali. Bu efsaneye göre vaktiyle Türk kavmi yeniliyor, daılı¬
yor. Yalnız iki genç erkekle iki kız bir dam arkasında, bir kaya¬
lıın içinde bo˛ bir yurda sımıyorlar. Dört yüz sene geçiyor. Fa¬
kat bir gün Bozkurt görünüyor. Bir çoban, k u r d u ' görüyor. Kurdun
kaçtıı delii belliyor. Bir demirci ocak yakıp daı deliyor. Millet
oradan çıkarak hürriyete kavu˛uyor.
SUYU ARAYAN ADAM 65

›ntikam duyguları Balkan hayranlıı, Bulgar komitecile -


rini taklit ederek komiteci bir nesil yeti˛tirmek hevesleri, bu
yeni inancın yanında küçüldüler. fiimdi istanbul, Osmanlı dev¬
letinin ba˛kenti olduu için deil, en güzel Türkçenin konu˛ul¬
duu, en ülkücü kitapların yazıldıı en geni˛ ufuklara seslenen
yeni bir hareketin merkezi olduu için ba˛ka bir önem aldı.
Anadolu ise birden sevildi. Eski devrin kasvetli Anadolu'su
«Kaba ve görgüsüz» Türkü, artık tarihe karı˛mı˛tı. fiimdi mil -
letin adı Türk, konu˛tuu dil güzel Türkçe idi. Türklük, en
˛erefli bir ululuktu. Vatana ise artık Osmanlı topraı deil Türk
vatanı deniliyordu.

Hantal saraylarında, hantal vücuduyle bir gölge halinde


ya˛ayan padi˛ahın bile durumu dei˛mi˛ti. O da artık Türk ha¬
kanı olmu˛tu. ›nsanların da adları dei˛iyordu: Alpler, Tekin -
ler, Ouzlar. Börteceneler türemi˛ti.

Türk tarihinin sınırları birden asırlarca gerilere uzamı˛tı.


Kökleri derinlere inmi˛ti. Çinlilere saldıkları korkuyla Çin ˛ed¬
dini yaptıran Hunlar, Kara Hataylar, Gök Türkler, sonra Mo -
ollar, Tatarlar, Kırgızlar, hatta Finler, Macarlar ˛imdi hepsi
de Türk ve bizim Türk karde˛lerimiz olmu˛lardı. Cengiz'in
Harzem Türklerini, yahut Selçuk ˛ehirleri halkını toptan öl¬
dürü˛ü, Timurlenk'in Anadolu'yu yakıp yıkı˛ı, artık, unutulma¬
sı gereken birer karde˛ kavgası sayılıyordu. Onlar artık bizim
millî kahramanlarımızdı. Onların çocuklarının bulundukları ül¬
kelerde ˛imdi esir olarak ya˛amalarına da fazla ehemmiyet ve¬
rilmiyordu. Çünkü yakında yeni kahramanlar çıkacak onları
kurtaracaklardı.

Mektepler, hele muallim mektepleri bu yeni hareketin bi¬


rer ocaı olmu˛lardı. fiimdi ben de bir muallim mektebinde
okuyordum. Balkan harbi, memleketin kaderi gibi, bizim aile
hayatımızı da bozmu˛tu. Anam ve aabeylerimden biri ölmü˛¬
tü. Babam artık çalı˛ma gücünü kaybetmi˛ti. Otuz be˛ yıl, yal¬
nız yüz kuru˛ aylıkla Dertli Beyin, en inanılır adamı olarak
çalı˛tıı bahçesinden ve topraından, hiç bir ˛eysiz atılmı˛tı.
Çünkü artık gözleri görmüyordu. Dier aabeyim de. kısa bir

5
66 SUYU ARAYAN ADAM

müddet sonra memleketin ba˛ına çökecek Birinci Dünya Har¬


binin daha ilk çarpı˛masında, Sarıkamı˛'ta ˛ehit dü˛ecei fiark
sınırlarına tayin olunmu˛tu.

Fakat ben, muallim mektebinde yeni mefkurenin sarho¬


˛uydum. Kaderimdeki dei˛iklik ve ailemin daılı˛ı ikinci plan¬
da kalıyordu. Biz çocuklar ˛imdi de muallim mektebi dersha¬
nelerinin duvarlarına asılan haritaların ba˛ına toplanıyorduk.
Bu haritaların üstünde yeni Türk vatanının sınırlarını çizmeye
çalı˛ıyorduk. Osmanlı Afrika'sı, Yemenler, Hintler, Bosna-Her-
sekler artık gözümüze görünmüyordu. Bir elimizi Balkan ge¬
çitlerinin. Tuna-Meriç havzalarının üzerine koyardık. Sonra di¬
er elimizi, Kırım'ı, Kafkasya'yı, Ba˛kırdıstan'ı, Türkistan'ı sı¬
ralayarak Altaylara, Çin Türkistanı'na, Çungari'ye, Altın daa
uzatırdık:

- Buraları hep bizim!


derdik. Buralarını hep biz kurtaracaktık. Rumeli'de sınırları¬
mız, gerçi bizim mektebin kapısından iki kilometre ileride,
Edirne'nin ˛ehir istasyonunda bitiyordu. Ama bu bizim gözü¬
müze görünmüyordu. Bizim gözümüz dünyanın öbür ucunda,
Kafkasya'larda, Türkistan'larda, Çin smııiarmdaydı. Oralara gi¬
decektik. Köylere, avullara, obalara, ko˛acaktık. Elde asa ayak¬
ta çarık, sırtta kitap çantalarını Anadolu'ya* Azerbaycan'a, Tür¬
kistan'a ta˛ıyacaktık...

Yakın mazi artık kasvetli bir rüyaydı: Hakikat, yalnız is¬


tikbaldeydi. Ve aradıımız su, orada önümüzde parlıyordu...

Avrupa'da Birinci Dünya Harbi i˛te bu hava içinde pat¬


ladı (2 austos 1914).

Ben de artık bir. delikanlı sayılabilirdim. Muallim mektebi¬


nin en ileri örencisiydim. Törenlerde, mitinglerde, geçit resim¬
lerinde ya, bir izci elbisesi, yahut da yarı asker bir mektep kı¬
yafetiyle hep beni konu˛tururlardı. Narin, fakat sıhhatli bir
yapılı˛ım yardı. Bazen mektep sahnesinde, bazen ˛ehir mey¬
danına kurulan hir kürsüde, yahut da büyük bir. sultan ca-
SUYU ARAYAN ADAM 67

miinin avlusunu dolduran kalabalıa söz söjdemeye ba˛ladıım


zaman kollarımı, hayalimde ya˛attıım geni˛ vatanın, büyük
Turan'm bütün ufuklarını kucaklayacakmı˛ım gibi açardım.
Sanki sözlerimi, yalnız bu kürsülerin önündeki kalabalık de¬
il, o ufukların içinde ya˛ayan bütün insanlar dinliyorlarmı˛
gibi heyecanlanırdım...

Ders yılı sona erip de mektep kapılarını kapayınca, he¬


men köylere ko˛ardım. Harman makinelerinde çıraklık, yahut
makinist yardımcılıı yapardım. Makinelerde i˛ bitince de a˛ar
yazıcılıına, yahut köy kâtipliine girerdim. Sonra mektepler
açılıncaya kadar eer vakit kalırsa köy köy gezerdim. Kırlar,
yollar ve halkın kayna˛an kalabalıı beni gittikçe sarıyordu.
Köy kahvelerinde, mescit avlularında sarıklı hocalarla tartı˛¬
malara girerdim. Yahut, harman yerlerinde köy çocuklarını et¬
rafıma toplar, onlara mar˛lar, talimler öretirdim:

- Yolumuz artık bellidir,


diyordum. Bu yol, o vaktin dillerde dola˛an bir tabirine göre
«Halka doru» giden yoldu. Halka çıkan yoldu. Bu halk, Tuna'
dan, Meriç'ten, Altın daa, Sarı denize kadar yayılan Turan¬
lılar, yani Türk yıınlarıydı... Birinci Dünya Harbinin sefer¬
berlik haberi beni. o sırada, gene bir köyde buldu (21 austos
1914).

Harman makinesi i˛leri henüz bitmemi˛ti. Köye bir jan¬


darma geldi. Evvelden daıtılan bir zarf köy odasında açıldıı
zaman içinden bir duvar afi˛i çıktı. Bu afi˛, kötü bir baskı ma¬
kinesinde çi renklerle basılmı˛tı. En üstte iki çapraz bayrak
görünüyordu. Bunların altına toplar, tüfekler jçatılmı˛tı. En a˛a¬
ıya da büyük harflerle.
«Seferberlik var! Asker olanlar silâh basma! Seferberliin
birinci günü ayının .... inci günüdür.»
sözleri yazılmı˛tı. G ü n ü n tarihi ve adı, afi˛te bo˛ bırakılan ye¬
re, jandarmanın getirdii emre göre orada dolduruldu.

Afi˛i cami duvarına astılar. Haber köye pek çabuk yayıl¬


dı. Köy, Edime-Istanbul arasında bir istasyon köyü idi. Adına
68 SUYU ARAYAN ADAM

Çerkesköy derlerdi ama burada yalnız Türkler otururdu. Bal¬


kan harbinden henüz çıkılmı˛tı. Harp bir yenilgi ile bitmi˛ti.
Ancak yeni yeni bir yerle˛me ve saalma havası esmeye ba˛¬
lamı˛tı. Köyde Balkan harbinde yanan, yıkılan binaların he¬
nüz tamirine el atılmı˛tı. Caminin minaresi hâlâ yıkık duru —
yordu. Ortada tedavileri tamamlanmamı˛ yaralılar dola˛ıyor¬
du. Harp sırasında Anadolu'ya göçebilen göçmenlerin bir kıs¬
mı yeni yeni dönüyorlardı. Fakat ne çare ki harp, i˛te gene
ba˛lıyor demekti.

Ta˛ basması seferberlik emri cami duvarına asıldıktan bi¬


raz sonra cami meydanı köy halkıyle doldu. Köylüler tamam
olunca imam ellerini açtı. Evvelâ bir fetih duası okudu. Dua.
meydanın havasını garip bir ˛ekilde sarıyordu. Ben de elleri¬
mi havaya kaldırdıım zaman, kendimi bu duanın ruhumda
uyandırdıı tesirlere- tamamen kaptırdım. ›çimde bir ˛eylerin
süratle dei˛mekte olduunu duyar gibiydim. Bu duada tesir¬
li ve muhayyileyi tahrik eden bir ˛eyler vardı. Çünkü «fetih»
de bir hareket, bir kahramanlık unsuru ya˛ar. Bu devlet, asır¬
larca bir «fetihler devri» ya˛amı˛tı. O devirler, devletin genç¬
lik ve yayılı˛ devirleriydi.

Nice kaleler, nice ülkeler fetholunmu˛tu. Büyük bir im¬


paratorluk böyle kuruldu. Bu imparatorluun bir' zaman bi¬
zim için her ˛ey demek olan hatırası ne de olsa, henüz ruhu¬
muzda ya˛ıyordu.

Gerçi ˛imdi, bu imparatorluun Avrupa sınırları, ˛u kö¬


yün kuzey istikametinden, ufku çeviren daların üzerinden
geçiyordu. Ba˛layacak olan harbin neticesi ne olursa olsun, bu
sınırlara her halde lehte bir dei˛iklik getiremezdik Fakat ne
de olsa, ba˛layacak olan bu harbin elbette bir sebebi olsa ge¬
rekti.

Bir taraftan duayı dinlerken bir taraftan, bu harbin açık¬


lanmayan sebebini çözmeye çalı˛ıyordum. Bir aralık:

- Hiç olmazsa kapitülâsyonlardan kurtuluruz,

diye ümitlendim. Fakat sonra içimde daha ba˛ka ümitler de

belirdi.
SUYU ARAYAN ADAM 69

- Ya çarlık Rusya'sı yıkılırsa?


Öyle ya, niçin olmasın? Hayalimde Kafkaslar, Hazer denizi
öteleri, Altaylar, Altın daa varan ülkeler canlanmaya ba˛ladı.
Yoksa yeni birtakım istikametlerde ˛imdi gene yeni bir fe¬
tihler devri mi ba˛lıyordu? Yoksa büyük Turanin doum çam
artık çalmak üzere miydi? Belki daha bir ˛eyler dü˛ünecektim
ki, imam uzun duasını bitirdi. Muhtar hemen kütük defter¬
lerini getirtti. Cami kapısının önüne bir masa koydular. Muh -
tarla beraber masanın ba˛ına geçtik. Seferberlik ba˛lıyordu.
Erkekler cami duvarının gölgesine çömelmi˛lerdi. Kadın¬
lar, meydanın kar˛ı tarafına sıralanmı˛lardı. Yirmi ya˛ından
kırk be˛ ya˛ına kadar herkes askere gidecekti. Bu gidenlerin
çounun, Balkan harbinden dönü˛leri üstünden henüz iki yıl
bile geçmemi˛ti. Ya˛lıcalarmm ise yarı ömürleri, Yemen'de,
Badat'ta, Arnavutluk'ta geçmi˛ti.
Adları okunanlar bir yana diziliyorlardı. Künyesi çıkan¬
lar içinde babalar, oullar, amcalar, dayılar yanyana sıralan¬
dıkça, kadınlar tarafından gelen mırıltılar dalga dalga artıyor¬
du. Bu mırıltılara, sesler, hıçkırıklar karı˛ıyordu. O zaman muh -
tar, bir ˛ey yapmı˛ olmak için, ya kocaman ˛al sarıklı ba˛ını
saa sola sallıyor, yahut da uzun tütün çubuunun ucunu en¬
sesinden sokarak arkasını ka˛ıyordu. Hıçkırıklar artar gibi olun¬
ca da, masanın ba˛ında saa sola laf yeti˛tirerek:
- Ha oullarım, ha aslanlarım.
diye, hem kendine hem meydana hâkim olmaya çalı˛ıyordu.
Askere gidecek olanlar, ertesi sabah gün ı˛ırken, çe˛me
ba˛ındaki aaçların altında toplandılar. Kom˛u köy Kızılcapı-
nar tarafından bir davul zurna sesi geliyordu. Az sonra o kö¬
yün kafilesi de göründü. En önde köyün imamı geliyordu. Bir
ata binmi˛ti. Omuzunda kocaman bir de bayrak ta˛ıyordu. Gös -
teri˛li kavuunun altında ak sakalı bütün gösünü kaplayan,
iri yapılı heybetli bir adamdı. Hatta buna oralarda Dingil
›mam derlerdi. Eski yeniçeri aalarım, sipahi ihtiyarlarını ha¬
tırlatan bir hali vardı. Arkasında yeni askerlerin sıraları iler¬
liyordu. En öne en gençler geçirilmi˛ti. Sonra ya˛lar gittikçe
artıyordu. En arkada atlı, yaya köy ihtiyarları geliyordu.
70 SUYU ARAYAN ADAM

Askere gidenlerin torbalarını, daarcıklarını, ya ihtiyar as¬


ker babalan, yahut da analar, gelinler arkalarına vurmu˛lar,
kafileyi sarmı˛lardı. Bu kafile meydana girerken bizim köyün
de tertibi tamamlandı. Muhtar atma binerek en öne geçti. O
da omuzunda bir bayrak ta˛ıyordu. Ben oraya buraya ko˛u¬
yor. Her sorulan soruya cevap yeti˛tiriyordum. ›ki köyün hal—
kı bir araya gelince hareketler, sesler birbirine karı˛tı. Fakat
Dingil ›mam atını ileriye sürüp de, ellerini gökyüzüne doru
açarak, hâkim, dalgalı sesiyle bir duaya ba˛layınca ortalık du¬
ruldu. Duadan sonra hepimiz, Âmin! diye haykırdık. Kafileler
yola düzüldüler. Kazanın bütün köylerinin askerleri Çorlu ka¬
za merkezine yürüyecek ve orada birle˛eceklerdi!

Bu yol, eski asırlarda istanbul'u Balkanlar'a, Tuna'ya, Av¬


rupa içerilerine, Ukrayna ve Polonya'ya balayan tarihî yo-
lun bir parçasıydı. Eski istilâ ordularının yolu... Kafileler iler¬
ledikçe sadan soldan yeni davul zurna sesleri geliyordu. Yeni
bayraklar, yeni kafileler görülüyordu. Ovalardan, tepelerden
inen yeni yeni kollar birbirlerine katılıyorlardı.

Köyler bo˛alıyordu. Pınarların dereleri dourması, derele¬


rin çaylara karı˛ması ve çayların nehirleri meydana getirmesi
gibi, daima üreyerek, daima geni˛leyerek kol kol insan dalga¬
ları, bir yerlere doru akıyorlardı. Bu dalgalar, acaba hangi
denizlere dökülecekti? Yoksa bozkırlarda güne˛, sularını mı tü¬
ketecekti? Doymaz çöller kanlarını emerek onları kurutacak,
bitirecek miydi? Yoksa ˛urada burada bolüne bolüne sazlar¬
da, bataklıklarda eriyip, daılıp gidecek miydiler? Bu bili¬
nemezdi. Fakat bilinen ˛uydu ki, bu hal asırlardan beri hep
böyle olagelmi˛ti. Köyler hep böyle bo˛almı˛tı. Kanlar, birta¬
kım sonu gelmeyen yollarda ve bilinmeyen birtakım ˛eyler için
hep böyle çalayıp co˛mu˛tu. Bu bizini milletimizin kaderi idi.
Bugün bu yolculukta da o kaderin yenilmez ve hükmolunmaz
kanunu hâkimdi. Bugün de bu tüysüz delikanlılarla, ˛u ayak¬
larından henüz dünkü harplerin tozlan silinmemi˛ insanlar, bir¬
takım bilinmeyen istikametlere daılacak ve belki oralarda kay¬
bolacaklardı. Avrupa'da devletin sınırları, gerileye gerileye ˛u
köyün kuzey ufuklarına kadar çekilmi˛ti ama. Asya'da henüz
SUYU ARAYAN ADAM 71

bu sınırlar Sina çölüne, Yemen'e, Acem körfezine, Kafkasya'ya


kadar uzanıyorlardı. Bu geni˛ daınıklık, gerçi artık araların¬
da hiç bir baıntı olmayan çürük ve gev˛emi˛ bir ülkeler var¬
lııydı. Ama bu mesafeler daha nice nice milyonları yiyip eri¬
tebilirdi.

Namazgah yerine, kafamda bu birbirini tutmaz, çeli˛meli


duygular içinde vardık.

Burası, buraların tabii, hatta tarihî bir toplantı yeriydi.


Hiç kimse söylemeden, hiç kimse emir vermeden, her zaman,
askerler, göçler, pazar, panayır yerlerine inen yolcular, araba
kafileleri hep burada toplanırlardı. Galiba bir büyük çiftlie
ait olan bu suba˛ı, eskiden de orduların, kervanların konakla¬
dıı bir yer olsa gerekti. Çayırlarında atlar, develer istedikleri
gibi yayılabilirlerdi. fiimdi artık seyrekle˛mi˛, azametlerini kay¬
betmi˛ gibi görünen ulu aaçların gölgesinde, kimbilir kaç defa
otalar kurulmu˛tu. Yeniçeriler, sipahiler konaklamı˛tı. Yahut
ela hünkâr veya serdar alayları Tuna'ya, Ukrayna'ya, Alaman
içlerine giderlerken buradan süzülüp geçmi˛lerdi...

Katıldıımız kafile çayırlıa varınca, her tarafta dövülen


davullar, çalman zurnalar sustu. Sonra namazgahtan gür bir
ezan sesi duyuldu. Kafileler köy köy çayırlıkta saf balamaya
ba˛ladılar. Kadınlar en arkada ayrı sıralar meydana getiriyor¬
lardı. Uzun siyah feraceleri, beyaz yahut abanî ya˛maklarıyle
dalgalanan bu kadın sıralarının uzaktan güzel, tesirli bir gö¬
rünü˛ü vardı. Çocuklar, ya analarının ya babalarının yanların¬
da sıralara sokulmu˛lardı.

Ezan sona erince, imamın arkasında saf t u t a n müezzinler¬


le köy hocaları hep birden tekbir almaya ba˛ladılar. Bütün saf¬
lar onlara katıldılar. Bazen inip bazen gürle˛en, fakat tesiri ve
azameti daima artan bu tekbir sesleri, çayırlan dolduran ce¬
maatı ba˛ döndürücü havası içine sardıktan sonra, dalga dalga
ovalara, sırtlara doru yayılıyordu. Dalara, geçitlere çarpan
ve oralardan geri gelen yankılarla yeni tekbir sesleri birbirine
karı˛tıkça havayı, anlatılması kabil olmayan: bir ahenk doldu-
72 SUYU ARAYAN ADAM

ruyordu. Bu ilâhî gök görültüleri içinde, bu suba˛ma ula˛ırken


yollarda kafamda çarpı˛an çeli˛meli dü˛ünceler birer birer kay-
boldu. fiimdi içimde eski cenklerin kılıç, kalkan sesleriyle, gürz
ve topuz çatırdılarını duyar gibi oluyordum. Çocukluumda
o kadar inanarak dinlediim ˛eyler, gökten inen ye˛il kaftanlı
meleklerle gaziler, ˛ehitler hayalimde gene canlanmaya ba˛-
ladılar.

fiimdi kafamda, ne bu harbin bir türlü anlayamadıım ga-


yesi veya gayesizlii vardı. Ne dökülecek kanları, ne çöllerde,
bozkırlarda kaybolacak hayat dalgalarını dü˛ünebiliyorum. Ken-
dimi gittikçe co˛an, kanatlandırıcı bir rüzgârın akı˛ına bırak-
mı˛tım. Milletin asırlardır o kadar ˛ikayetsiz tahammül ettii
ve onun bütün tarihini te˛kil eden «ebedî seferberlik» in ger-
çek manasım artık sezinliyor gibiydim. Bir de dayanıklılık kay-
naıydı! Bu kaynak devamım ve kuvvetini,-˛imdi burada gör-
düüm bu mah˛erî co˛kunluk halinden alıyordu. Bu belki bir
dü˛ünceydi. Fakat ne var ki gerçek olsa gerekti.

Tekbirlerden sonra iki rekât namaz kılındı. ›mamın her


söylediini bütün müezzinler tekrarlıyorlardı. Bunun arkasın-
dan cemaatın, dorulu˛, eili˛ ve secdeye kapanı˛ halinde dal-
galanması, ta˛ması geliyordu. Ben de her secdede alnımı ye˛il,
serin çimenlere koydukça, kendimi burada harekete gelen bu
da gibi dalganın bir zerresi gibi hissediyordum. Ruhumda gu-
rur ve emniyet rüzgârları esiyordu...

Namazdan sonra gene fetih duaları okundu. Tövbe edildi.


Son fatihanın bitmesiyle beraber, davul zurnaların hep birden
«ey gaziler» i vurması, köy bayraktarlarının cemaatlarını top -
lamaları ve kafilelerin kaza merkezi yolu üstünde yerlerini al-
maları bir oldu.

Köyden mektebe döndüüm zaman sınıfları da köjder gi-


bi seyrekle˛mi˛ buldum. Biz de harbe girmi˛tik- (29 ekim 1914).

Ben derhal askere çarılacak ya˛ta deildim. Fakat gittik-


çe daha iyi anlıyordum ki memleket, artık fiilen bir harbe gir-
SUYU ARAYAN ADAM 73

mi˛ bulunmaktadır. Sebebi ister sonradan pek çok söylendii


gibi komitacı ve sorumsuz bir avuç insanın körü körüne bu ma¬
ceraya sürükleni˛i olsun, isterse, genç, mutaassıp bir harbiye
nazırının ˛an ve ˛öhret ihtirası olsun, biz artık bu harbin için¬
deydik. Bu harbin nasıl bitecei, belki bilinemezdi. Fakat bi¬
linen bir ˛ey vardı ki, devletimizin kaderi, artık bu harbin
neticesine balıydı ve her ˛eye ramen onun, bizim lehimize
bitmesi lâzımdı...

Sınıflardaki seyrekle˛me her gün biraz daha artıyordu. Ders


yılı içinde, son aabeyimin de Kafkas cephesinde Sarıkamı˛'
ta ˛ehit olduu haberi geldi. Fakat derhal onun yerini doldur¬
maya ko˛abilecek ya˛ta deildim. Ama babam, onun ardın¬
dan pek yakında beni de elinden kaçıracaını sezinlemi˛ gibi
bir ku˛ku içindeydi. Onun kaybının verdii çöküntü ile bu
ku˛kuyu babamın, artık bir ˛ey görmeyen gözlerinde ben, garip
bir ruh çatı˛ması içinde okuyordum. Evet, beni de kaybede -
bilirdi ve ne çare ki bu, o n u n ve onun durumunda olan bütün
babaların, asırlar boyudur dei˛mez kaderleriydi.

O ders yılı ˛öyle böyle geçti, tatili de gene bir köyde, fakat
bu sefer Meriç kenarına yakın ›briktepe köyünde geçirdim.
Harman makinelerinde çalı˛tım. Mektebe döndüüm zaman,
içimden her gün biran evvel asker olmak, bir an önce harbe
katılmak ihtirası ta˛ıyordu. Hem de yerim cephede ve cephe¬
nin en ileri hattında olmalıdır diyordum. Bu cephe, Türkiye'
nin dı˛ında kalan Türk ülkelerine varan yolların geçtii bir
cephe olmalıydı. Bu cephede hayat ve mukadderatıma tesir
edecek birtakım fatal kudretlerin beni içine alacaı hissi için¬
deydim. Derhal askerlik ˛ubesine ba˛ vurdum. Fakat ya˛ım
gene tutmuyordu. Kanun ise benim çalı˛tıım makinelerde ça¬
lı˛abilecekleri tecil etmi˛ti. Israrlı müracaatlarım ancak 1915
yazı sonuna doru netice verdi. Beni de askere almaya razı
oldular. fiube reisine, Kafkas cephesine gideceim, aabeyim¬
den bo˛ kalan yeri dolduracaım, diyordum...

Muallim mektebinden talimgaha hareket ederken, ordunun


saflarına kabul ettii en küçük ya˛ta subay namzedinin ben
74 SUYU ARAYAN ADAM

olduumu sanıyor ve bundan gurur duyuyordum. Mektebe gi-


rebilmek için nüfus kâıdımda, mahkeme kararı ile yaptıım
ya˛ tashihleri de nazara alınırsa, ancak on sekiz ya˛ımın için¬
deydim.
Fakat istanbul'a varıp da talimgahı görünce, durumun hiç
de benim dü˛ündüüm gibi olmadıını gördüm. Burada belki
benden de küçük niceleri vardı. Kendi kendime:
- Demek ki ben daarcıımı toplamakta hatta biraz da
geç kalmı˛ım.
diyordum. Gururlanmakta meer ne kadar yanılmı˛ım?..
™u Bilinmeyen Anadolu
4

Yedek subaylar talimgahı, istanbul'un Anadolu yakasında,


Göztepe'den Pendik'e kadar uzanan sahadaki bazı evlere, ko-
naklara serpilmi˛ti. Benim talimgaha katıldıım sıralarda Ça¬
nakkale sava˛ları bütün ˛iddetiyle devam ediyordu. Bu talim -
gahtan bende kalan en canlı izlenim, bir gece Marmara'nın
karanlıklara gömüldüü bir saatta, kıyılara yakla˛an beyaz bir
gemidir. Bu gemi önce hayal meyal fark ediliyordu. Sonra ka¬
ranlıkların içinde birden belirdi. Fakat ı˛ıkları sönüktü.
Onun sesizce iskeleye yana˛masıyle, paltolarım, çantaları¬
nı ellerine almı˛ subay namzetlerinin sessiz sedasız bu gemiye
tırmanmaları ba˛ladı. Bu gidenlerin hemen hepsi, yirmi ya˛
etrafında gençler, delikanlılardı. Çanakkale'ye gönderiliyorlar¬
dı. Gemi yükünü alınca gene sessizlik içinde kımıldadı, gecenin
barına daldı. Pek az sonra da büsbütün belirsizle˛ti, kay¬
boldu.

Bu giden geminin, birkaç gün sonra Gelibolu veya Çanak¬


kale'den dönerken, götürdüü çocukların bir kısmını, fakat bu
defa yaralı veya sakat olarak istanbul'a getirdiini bölüklerde
herkes bilirdi. Aynı gemi ikinci defa ve yolcularla ayrılıp ye¬
rine vardıı zaman, ilk gidenlerden çounun yerleri, zaten ar¬
tık bo˛almı˛ olurdu.
Talimgaha girdiim günlerin üstünden daha altı ay geç¬
meden benim talim devrem de bitti. O zaman Çanakkale'de
sava˛ sona ermi˛, fakat Türk askerlerinin yayıldıı cepheler,
Avusturya'dan, Romanya'dan, Sina çöllerine, Yemen'e, Hicaz'a,
Irak'a, ›ran ve Kafkasya sınırlarına kadar uzanıyordu.

Talimlerimiz bitince bizi bir gün ›ç Erenköy tarafında bir


düzlükte topladılar. Bu toplantıdan bende kalan hatıra, kırık
dökük, tutuk ve anla˛ılmaz bazı cümlelerdir. Meydana önce
78 SUYU ARAYAN ADAM

talimgahın kumandanı geldi. Biraz sonra etrafında maiyeti ile


genç bir pa˛a göründü. ›lk önce safların önünden geçti. Sonra
safların uçları kırılarak bir kale nizamı meydana getirildi. Bu
dörtgenin ortasında bu genç pa˛a bir zaman sessiz kaldı. Ger¬
gin ve donuk yüzünün hiç bir ifadesi yoktu. Galiba bir ˛eyler
dü˛ünüyor, bir ˛eyler söylemek istiyordu. Nihayet söyledi. Bü¬
tün nutku o kırık dökük birkaç cümleden ibaretti. Önce:
- Hepiniz öleceksiniz! dedi.
Sonra bu cümleyi eksik buldu. Sözlerini:
- Hepimiz öleceiz!
diye tamamladı ve ilâve etti:
- Vatan kurtulacaktır!
Bütün nutuk, hemen hemen bundan ibaret kaldı. Orduya
bir tek. asker vermeyen Yemen'in, Hicaz'ın, Irak'ın; orduya
kar˛ı sava˛an Sina, Filistin, Suriye çöllerinin; yolları kesen
ve devlete ba˛ emeyip her gün Türk askerlerini öldüren asi¬
lerin ya˛adıı Dersim, Sason, Talori dalarının nasıl kurtula¬
caını, bu genç kumandan i˛te: bu sözlerle göstermi˛ oldu...

Fakat kumandanımızın bu nutkunu dinlemek için onun


etrafından cephe tutan saflarda hiç kimseye, o zaman bu nu¬
tuk, souk ve mantıksız görülmedi. Hatta bizlere sorulursa bu
nutka bile lüzum yoktu. Bizler kendimizi, zaten bu ölüm için
yeti˛mi˛ sayıyorduk. Bu ölüm için hazırlanmı˛tık. O zaman
bizim neslimiz, kendisi için hiç bir hak dü˛ünmeyen bir nesil¬
di. Bize göre hak yok, vazife vardı. Vazife görülecek, can veri¬
lecek, ˛an vatana baı˛lanacaktı. Can bizimse ˛an onundu...
Vazifeler taksim olunurken, adı geri hizmetlerine, talim
veya depo taburlarına çıkan birçok subay namzetleri, oraya
buraya ba˛ vurarak yerlerini cephelere çevirtiyorlardı. Beni
de Pendik'te bir talimgah alayına tayin ettiler. Aynı ba˛ vur¬
maları ben de yaptım. Kafkas cephesinde, aabeyimin ˛ehitli-
iyle bo˛ kalan yerini doldurmak ve hatta aynı cephede aynı
alay ve tabura tayin olunmak için didiniyordum. Nihayet be¬
ni Kafkas cephesi emrine verdiler.

fiimdi bütün arzum bir an önce cepheye varmaktı. Hatta


bana bu cepheler bile dar görünüyordu. Bir an önce bu cephe-
SUYU ARAYAN ADAM 79

leri yararak sınırları a˛mak, uzak ve esrarlı ülkelere ula˛mak,


˛anlara, zaferlere kavu˛mak istiyordum. O zaman talimgahta,
bütün yürüyü˛lerde söylenen bir mar˛ vardı ki, bu mar˛ta,
bizim talimgah neslimizin ruhu ve hedefi apaçık görünü¬
yordu:

«Türkü'z, ederiz daima iftihar,


«Hilkatle ba˛lar tarihimiz var,
«Kalplerde Türklük a˛k ile çarpar,
«Yok bize ba˛ka yâr...

«Önde sancak, elde süngü, kalpte Tanrı biz,

«Dünyaya hâkim olmak isteriz,

«Mabedimiz Türk ocaı, kâbemiz de yüce, parlak Turandır,


«Hep ancak...

Evet kâbe Turan'dı. Hatta onunla da kalınmamak, ve kısa¬


ca dünyaya hâkim olmak lâzımdı.

Zaten gene bir «ihtiyat Zabitler Mar˛ı» bizi bekleyen ül¬

keleri, isim isim saymıyor muydu:

«›htiyat zabitleri, yol göründü kalkın,

Gidiyoruz i˛te Kafkasya'ya, bakın Turan bizi bekliyor...

Da, dere demeyip a˛ın.


Durmayın meydan bizi bekliyor...

Sanlı günlerdeyiz,
Birtaraftan Kahire, birtaraftan Batum, Kars,
Birtaraftan Hint, Afgan,
Birtaraftan Farisistan
Bizi bekliyor...»

Evet, her yer bizi bekliyordu. Ve biz bu her yere, hiç dü˛ün¬
meden, hiç bir ˛eyden ˛üphe etmeden, ko˛uyor, ko˛uyorduk.
Bu tükenmez yollarda, kanlarımız tükenip, nefeslerimiz sona
erinceye kadar...

Bizim neslimizin kaderi ve nasibi buydu...

* *
80 SUYU ARAYAN ADAM

Haydarpa˛a istasyonundan tren, öle sonlarına doru ha¬


reket edecekti. Dört yüzden fazla subay namzedi (adayı) idik.
Kafkasya, Irak, Filistin, Hicaz cephelerinde vazife almı˛tık.
Daılı˛ noktalarına vardıkça her birimiz kendi cephemizin yo¬
lunu tutacaktık.
istasyonda pek az uurlayıcı vardı. Bunlar bazı ya˛lı, ter¬
biyeli erkekler, temiz yüzlü istanbullu anneler, o zamanlar he¬
nüz açılmamı˛, erkekle˛memi˛ istanbullu kızlardı. Herkese ken¬
di oulları gibi yakınlık gösteren, kendi çocuklarıymı˛ gibi
nasihatlerde bulunan bu mübarek bakı˛lı babaların, amcaların
çou, belki de e s k i, emekli askerlerdi. Gidilecek yerlerin ve
harbin ne olduunu hiç ˛üphesiz biliyorlardı. Bu gidenlerden
çounun geri dönmeyeceini ve ˛imdi bu uurlayı˛ın, onlardan
birçou için, çocuklarını son görü˛ olacaını da herhalde anh-
yorlardı. Fakat ne bir ˛ikâyet sesi, ne ta˛kın bir hıçkırık...

Bilâkis herkes bu ayrılı˛a âdeta mesut bir gün, yillardan


beri beklenen, yıllardan beri hazırlanılan bir sevinç günü ha¬
vası vermek için elinden geleni yapıyordu.
Fakat bütün bu insanlarda, az sonra, birden sel gibi co˛a¬
cak, seller gibi çalayacak göz ya˛larına diledikleri gibi mec¬
ra verebilmek için, trenin bir an önce kalkmasını ve kendileri¬
ni evlerinin gizli kö˛elerine bir an önce atabilmeyi bekleyen
bir sabırsızlık hali, her ˛eye ramen seziliyordu.
Tren ilk düdüünü çalınca, geldiinden beri istasyonunun
bir direi dibine çöküp, bastonunu kucaında tutan ve boyuna
bir ˛eyler okuyup üzerimize üfleyen bir ihtiyar, zorlukla aya¬
a kalkabildi. Daha ziyade bir mahalle imamına benziyordu,
istasyon adamlarının anlattıklarına göre, onun bu gidenlerin
arasında hiç kimsesi yoktu. Fakat hemen her Tanrının günü
buraya gelirdi. Evvelce, gene böyle bir kafile içinde gönderdii
birinin, cepheden gelen trenlerden çıkmasını beklerdi. Giden¬
leri uurlar, gelenlerden haber sorardı. Mihnetli, fakat. Hak'tan
ümidini kesmeyen nurlu bir yüzü vardı.

Tren ikinci düdüünü çalınca ellerini kaldırdı. Herkes ona


uydu. Yanık, tesirli bir sesi vardı. Duasını bitirdii zaman, eli¬
ni öpen her çocuun boynuna sarılıyordu:
SUYU ARAYAN ADAM 81

— Torunum siz ya˛taydı oul. Adı Selâhattindi. Badat'


tan iki mektubu geldi. Sonra haber kesildi. Kayıp di-
yorlar ama, Allahtan ümit kesilmez ki oul. Çukurtek-
ke ˛eyhinin torunu Selâhattin diye sorun. Allah için so—
ru˛turun.

Kiminin alnından öpüyor, kiminin arkasını ok˛uyor:


, - Haydi yavrularım, haydi aslanlarım,
diye alıyor, inliyordu...

istanbul banliyösünün kö˛kleri, konakları, bahçeleri, ba¬


lar, yahut sırtlarını ye˛il yamaçlara vermi˛ köyler pek çabuk
arkada kaldılar. Sonra tren gecenin barına daldı.

Sabah açılırken, kompartımanın büzüldüüm kö˛esinde ben


de gözlerimi açtım. Tren bir bozkırın ortasında ilerliyordu. Bu
bozkır, benim ˛imdiye kadar gördüüm, alı˛tıım topraklara
hiç benzemiyordu. Yol ilerledikçe çıplaklık da artıyordu. Kel
tepeler, çi bir güne˛ altında yanan kıraç, çorak kırlar ala¬
bildiine uzanıp gidiyordu. Tek bir ye˛il dal görünmüyordu.
Tren bile steplere daldıkça çevikliinden bir ˛eyler kaybedi¬
yor gibiydi. Yorgun, ˛ikâyetli bir didinme içinde yol almaya
çalı˛ıyordu.

Yaylaya girdikçe trenin hareketi büsbütün aııia˛tı. is¬


tanbul'dan yükledii kömürü de tüketmi˛ti. Artık ˛urada bura -
da bulunabilen artıklar, istasyonlara istif edilen söüt, kavak
odunlarıyle yol almaya çalı˛ıyordu. Yoku˛larda, rampalarda ta¬
kati kesilince ikide bir duruyordu. O zaman vagonlardan inen
çocuklar tek ba˛larına, yahut iki˛er üçer ki˛ilik gruplar halin¬
de demiryolunun saında solunda sıra sıra uzanıyor, yürüj'üp
gidiyorlardı.

Demek ki Anadolu buydu. Anadolu gerçeinin artık kar¬


˛ısında bulunuyorduk. Fakat ne var ki, gördüüm Anadolu,
benim mektepte örendiim, yahut ˛iirlerde okuduum, mek¬
tep ˛arkılarından haykırdıım Anadolu'ya hiç benzemiyordu.
Çalayan sular, öten bülbüller, altın ba˛aklar, altı üstü b i r b i¬
rinden zengin ve dünyanın hazinesi olan Anadolu herhalde bu-

6
82 SUYU ARAYAN ADAM

rası olmasa gerekti. Burası, dünya kabuunun çoktan ölmü˛


bir parçasıydı ki, yakan güne˛, kavuran souk altında, kumla¬
rı, kireçleri ˛erha ˛erha ufalanarak her gün biraz daha çölle-
˛iyordu.
Köy denilen ˛ey, bozkırın bo˛luklarında kaybolmu˛ birta¬
kım kovuklardı. Ara sıra rastlanan küçük istasyon kulübeleri¬
nin önlerinde kımılda˛an insanlar, bu çorak toprakların yürü¬
yen parçaları gibiydiler.
Orta Anadolu yaylası a˛ılıp da güneyde Toroslar göründü -
ü zaman, tren, yolcularının bir kısmını Ulukı˛la istasyonun¬
da bo˛alttı. O zaman douda Kafkas cephesinin yolu güney¬
de Ulukı˛la'dan geçerdi. Arap cephelerine gidecek olanlar gü¬
neye doru yollarına devam ettiler.

Ben trenden inip Anadolu topraına ilk ayaımı basınca,


etrafıma uzun uzun bakındım. Burası, birkaç toprak kulübesi
olan kıraç, tozlu, kasvetli bir yerdi. Fakat, Kayseri'yi, Sivas'ı
a˛ıp. Erzincan'a, Erzurum ilerisine, Rus, Acem sınırlarına va¬
ran yollar buradan ba˛lıyordu. Bozuk düzen birtakım izlerden
ibaret olan bu yolların uzandıı istikametlerde ne bir karı˛
demiryolu ne de motorlu bir vasıta vardı.

Uzun ve sonu belirsiz yolların artık ba˛ında bulunuyor¬


dum. ›çimde önce, hayal kırıklıına benzeyen duygular can¬
landı. Kendimi yalnız,. terk edilmi˛ hissediyordum.
Bir toprak damın kö˛esine yerle˛tirdii tahta masasının
ba˛ında çalı˛an menzil kumandanının emrinde, yeni gelen su¬
bay namzetlerini ne barındıracak yer, ne de onları daha ileri
menzillere sevk edecek vasıta vardı. Bunun üzerine kafile daha
o gün parçalandı. Üçer be˛er ki˛ilik grupların kimisi ak˛am
serinlii, kimisi sabahın alaca karanlıı içinde darmadaın ve
yayan yollara döküldüler. Yürünecek yol, belki de bin kilo¬
metre kadardı.

Ben de iki arkada˛ımla beraber yola düzüldüm. Dizlerimi¬


zin takati kesilince ilk geceyi, kırların sessizlii içinde yarı
uyur, yarı uyanık, geçirdik. Sabahleyin güne˛in görünmesiyle
sıcaın çökmesi bir oldu.

Ulukı˛la ile Kayseri arası, o zaman bizim gibi yaya yolcu-


SUYU ARAYAN ADAM 83

lar için bir haftalık yoldu. Bu yollar hep çıplak sırtlar, yahut
tuzlu-, bozkırlardan geçerler. Erciye˛ daı görününce de batak¬
lıklar ba˛lar. Etraflarında birkaç bakımsız zerdali bahçesi ve
birkaç kısır ba bulunan kasabacıklar sahrada kaybolmu˛ va¬
halar gibidirler.

Tuzlu bozkırlar, ufukları çıplak dalarla çevrilen büyük


düzlüklerdir ki, yer yer tuzlu topraklar, uzaktan güne˛in al¬
tında gümü˛ göller gibi parlarlar. ›nsan bu tuzlu bozkırların
birini a˛tım zannederken dierine geçer. Buralarda ufuk yol¬
cuya, hiç bir zaman vanlamayacakmı˛ gibi sonsuz ve yeis ve¬
rici görünür.

Buraları eski ve artık kurumu˛ denizlerin dibidir. Stepin


ortasında, yahut ufkun altında görünen karaltı, toprak bir han
damıdır ki, içine girmeseniz bile, merdivenle inilen kmnısunda
bir yudum acı su olsun bulabilmek için oraya varmanız lâzım¬
dır. Dudaklarınız çatlamı˛tır. Dizleriniz kesilmi˛tir. Rüzgârla¬
rın savurduu tuzlu zerreler terinize karı˛arak vücudunuzu
gittikçe cıvıkla˛an bir yapı˛kanlıkla sarar. Yanıklar, ka˛ıntılar
ba˛lar. Toprak damın karaltısı ise siz yakla˛tıkça uzakla˛ır.
Fakat acı da olsa, aradıınız su oradadır. Oraya ula˛malısınız.
Yükünüzü gittikçe hafifletirsiniz. Çantanızı, kitaplarınızı atar¬
sınız. Teriniz ise âdeta pıhtıla˛ır...
istanbul'da, daha birkaç gün evvel bulunduunuz Yaka-
cık'm, Maltepe'nin, Soanlı köyünün göe "varan çınarlarının
gölgesinde, oluklarından dereler gibi sular ta˛an çe˛meleri ha¬
yalinizde canlanır. fiimdi size bu hayalinizde canlanan ˛eyler¬
le aranızda sanki yıllar varmı˛ gibi gelir. Diz çökmek, hayalini¬
zin serin gölgesine uzanmak, hatta ölmek istersiniz. Fakat da¬
yanı˛ınızı kaybetmemek lâzımdır. ›çinizde dayanaklar, izahlar
ararsınız. Allah duygusu, vatan duygusu, cihad yolunda aya¬
ına bir tek toz yapı˛an Müslümana vaad olunan cennetler,
varacaınız cephede sizi bekleyen zaferler, gazilik, ˛ehitlik mer¬
tebeleri levha levha ruhunuzda canlanır. Hatta bu teselliler
de yetmezse:
84 SUYU ARAYAN ADAM

— Bu yollarda biz bir borcu ödüyoruz, dersiniz. Asırlar¬


dan beri soyulan, sömürülen, asırlar boyunca yalnız mal,
yalnız can vergisi için aranan ˛u bitmi˛, ˛u bilinmeyen
Anadolu'ya kar˛ı, çe˛meleri gürül gürül akan istanbul'un
i˛ledii günahların borcunu ödüyoruz.

Bu izah, size hatla bütün dayanaklardan daha kuvvetli gö¬


rünür. Ba˛ınızı eer ve artık yürümekten ziyade, sürünürsü-
nüz. Gün sona erer, güne˛ arkanızda alçalır, tuzlu çöle vah˛i
bir sessizlik siner. Nihayet çölün tenhalıında, uzaktan bütün
ümidinizi baladıınız toprak dama varırsınız. Fakat görürsü¬
nüz ki, toprak dam çökmü˛, kuyunun suları ise çekilmi˛, ku¬
rumu˛tur...

Bu kırlarda daha birkaç gün yol alınca, artık Orta Ana¬


dolu ile ha˛ır ne˛ir olmu˛, topraını, çalısını, hayvanını, ada¬
mını, köyünü, d a m ı m bir p a r ç a t a n ı m ı ˛ olursunuz:' Her ..˛ey; size
bilmediiniz, duymadıınız bir kıtayı ke˛fediyormu˛sunuz duy¬
gusunu verir: fiu bilinmeyen Anadolu'yu...

Köyler görürsünüz ki, insanlar yerin altında ya˛arlar! Jeo —


lojik devirlerin biriktirdii eski yanarda küllerini, tarih ön¬
cesi kazmaların e˛i olan âletlerle delebilen insan, bir tepenin
altında kendisine dam, oda, ahır, samanlık kovukları oymu˛¬
tur. Bu kovukların içinde aır, fakat daima serin bir hava bu¬
lursunuz. Testiler, küpler, kilimler, kaplar için duvarların içer¬
sinde ayrı ayrı yerler oyulmu˛tur. Tepenin altım dolduran bu
yeraltı evlerinin, bu maara konutlarının bazan birinden di¬
erine geçilir. Havaya açılan deliklerden içeriye lo˛ bir ı˛ık
sızan bu yeraltı dehlizlerinde, tarihöncesi devrinin maara ada¬
mı gibi dola˛ırsınız:

- Acaba hangi devirde, nerede ya˛ıyorum?


dersiniz. Her ˛ey sizden ayrı, her ˛ey size yabancıdır. Bu âlem
sanki ba˛ka bir gezegenden kopmu˛tur. Ba˛ka bir çadan arta
kalmı˛tır. Topraında çalı bile bitmeyen bu ölmü˛ dünya kabu¬
u üstünde öküzler, inekler, e˛ekler, ancak keçi kadardırlar.
Dada adına ekin denilen ˛ey, ancak nasırlı ellerle yolunabi-
SUYU ARAYAN ADAM 85

len, sıska, daınık bir ˛eydir. ›nsanlarla hayvanlar bu kavruk


bitkiden nasiplerini nasıl çıkarırlar? diye dü˛ünürsünüz. Tıpkı
karata˛lar gibi kavruk, tıpkı karata˛lar gibi asırların souun¬
da, sıcaında kuruya kuruya adına güzellik denilen hayatiyeti
tamamen unutmu˛ mihnetli bir insan varlıı sizde acı dü˛ün¬
celer uyandırır.
Yerde bir toprak sedirin üstüne çöktüünüz zaman, bu in¬
sanlar, size yanık bir toprak kap içinde ek˛i ayranlarını sunar¬
larken nazik görünmek isterler. Çocuklar, kadınlar, erkekler
etrafınızı alırlar. Onlara baktıınız zaman, henüz yenice olan
elbisenizden, henüz parçalanmamı˛ ayakkabılarınızdan, hatta
yüzünüzün taze, sıhhatli renginden utanırsınız.
Gençleri ise, i˛te bu hayatı korumak ve i˛te bu dünya ni¬
metlerinin hakkını ödemek için yabancı cephelere götürülmü˛¬
lerdir. Bu maaralarda kalanlar, o gidenlerin, hatta gittikleri
memleketlerin isimlerini -bile beceremezler:

— Hasan Kalıçadaymı˛ (Galiçyada). Mehmet Arap içine


gitti! derler.

— Neresi bu Arap içi?


— Bilmeyik ki? Aha buradan iki aylık yolmu˛!..

Fakat jandarma, zaman zaman bu maaralar âlemine u¬


rar. Ya Kalıçaya, ya Arap içine yeni yeni askerler çaırır. Ya¬
hut köye, koynunda buru˛mu˛ birtakım sarı kâıtlar bırakır.
Bunlar, gidenlerden geri dönmeyecek olanların haberidir. Her¬
kes bu sarı kâıtlarda adı çıkanların kovuklarına ü˛ü˛ür. Bu¬
ralarda alamak bile, ürkek, tıkanık, doyurmayan, içi bo˛alt¬
mayan bir ˛eydir.

Yalnız kalınca toprak sedirin üzerine uzanırsınız. Sırtınız¬


da bir mezar serinliinin ürpertileri dola˛ır. Ya˛arken gömül¬
düünüz bu mezar içinde bir ˛ey dü˛ünmeye çalı˛ırsınız:

— Peki ama, dersiniz; biz bin yıl önce girdiimiz ˛u Ana—


dolu topraklarına ne verdik?

Selçuklular, Anadolu devletleri, son imparatorluk hayali¬


nizde canlanır. Basra Körfezimden Viyana'ya, Habe˛istan'dan
86 SUYU ARAYAN ADAM

Hazer Denizi'ne kadar uzanan sahada geçen ve sizin bütün ço¬


cukluk hayallerinizi o kadar sarho˛ eden ˛eyler, fütuhatlar, ˛an¬
lar, alaylar; sarayların, vezirlerin hikâyeleri gök yakuttan taç¬
lar, köprüler, medreseler, camiler?..

— Peki ama, bu yayla ki imparatorluun mihveriydi. Bü—


tün yollar bu yaylada toplanır, bu yayladan. daılırdı.
Burası kan ve can hazinesiydi. Buraya ne bıraktık? Bir¬
kaç yıkık kümbet, birkaç harap kervansaray, birkaç ka—
le kalıntısı...
Bir büyük masal ki, sonu hiçlikle biter!
Uyumaya çalı˛ırsınız. Uyumak ve unutmak! Bazan bunlar
ne kadar kurtarıcı ˛eylerdir. Önümüzde ise a˛ılacak daha nice
uzun yollar var...

Kayseri'de menzil kumandanı duygulu bir adamdı. Bize


yol için vasıta arıyordu.
- Sizi araba kolu ile göndereceim,
dedi. Fakat bu kol bir türlü görünmedi. Sonra ümitler deve
koluna, hatta gelen geçen kıta döküntülerinin cılız mekkârele-
rine balandı. Fakat onlar da olmadı. Nihayet menzil kuman¬
danı bir gün pazar yerine küçük bir baskın yaptırdı. Ele geçen
e˛eklerden, üçer be˛er ki˛ilik gruplara e˛yaların yüklenmesi için
birer tane daıtıldı. Bize verilen e˛ein ne semeri, ne yuları
vardı. Sırtı da c ı lk yaraydı.
Sahibi, bitkin bir ihtiyardı. E˛einin ba˛ından bir türlü ay¬
rılmıyordu. Bütün varlıı elinden alman ve onu kurtarmak için
her ˛eyi göze alan bir insanın inadıyle pe˛imizden ko˛uyor,
hanııi, kahvenin kapısında geceliyordu.
Sonra bir ak˛am, hava kararınca, menzil kumandanından
gizli, onu yanımıza katıp, e˛eini de ˛ehir kenarında kendisine
teslim edince, önce buna inanamadı. Sonra i˛in ciddî olduunu
anlayınca da söyleyecek laf b u l a m a d ı . Elimizi öpmek mi, aya¬
ımıza kapanmak mı, yoksa boynumuza sarılmak mı lâzım gel¬
diini tayin edemiyordu. Bazen gülüyor, gene birden ala¬
maklı oluyordu. Sonra dua etmek aklına geldi. Fakat bu se-
SUYU ARAYAN ADAM
l

fer de alamak sırası galiba bize geliyordu. Onu yaralı e˛e-


iyle ˛ehrin kenarından, gecenin barına dalan tozlu yollara
âdeta zorla iteledik.
Yerimize dönerken aramızda konu˛acak söz bulamıyorduk.
Biz üç arkada˛, üçümüz de fakir çocuklarıydık. Bizim de ba¬
balarımız böyle ihtiyar toprak adamlarıydılar. Ba, bahçe i˛¬
leri veya ırgatlıkla geçinirlerdi. Fakat bizde toprak, hiç bir za¬
man bu kadar sefil deildi. Bizde sefalet, bütün varlıı bir uyuz
e˛ekten ibaret olan bu bitmi˛ ihtiyarın yoksulluuyla kıyas¬
lanacak kadar derin olmamı˛tı.

Yeniden yollara dökülünceye kadar, Kayseri'de birkaç gün


kaldık. Burada, e˛ei elinden alman ihtiyardan ba˛ka, bir de
Kayseri ˛ehirlisiyle tanı˛tım. Anadolu topraının bu da ba˛ka
türlü bir m a h s u l ü y d ü . ; Ak˛amları güne˛ ufka inerken Kayseri
kalesinin burçlarında dola˛mayı severdim. Onu bir gün, bu
burçları dola˛ırken tanıdım. Kalenin topçusuydu. Ramazan ayı
içindeydik. Onun vazifesi, kale burçlarında Ramazan topunu
ate˛lemekti. Altmı˛ ya˛larında vardı. Kale bedenlerinden bi¬
rinde yuvarlanan ve kimbilir hangi asırdan kalan eski bir ka¬
val topu namlusuna her gün vakti gelince barut dolduruyor-
du. ›çine bezler, paçavralar sıkı˛tırıyordu. Sonra namluyu ha¬
vaya dikerek iftar vakti olunca topu ate˛liyordu. Ate˛lendik¬
ten sonra devrilen namlu, yerde bir süre yuvarlanırdı.

O saatlerde bu kale bedenleri, Kayseri'nin hakikaten en


güzel yeriydi. Güne˛ batıda kaybolurken, ˛ehrin tozlu havası
içine gömülen Kayseri evlerinin camları ı˛ıl ı˛ıl yanardı. Renk
renk bulut dalgaları stepte acayip ˛ehriayinler yaratırdı. Er-
ciyes daının ebedî karlardan beyaz külahı, pembe, turuncu,
mor veya sincabi renklere bürünürdü.
Her iftar topundan sonra bir yudum su ile orucunu bo¬
zan ihtiyar, önce ak˛am namazını kılar, sonra:
- Allah ne verdiyse,
diyerek çıkınını açar, rızkını benimle payla˛ırdı. ›ki olu da
askerdeymi˛. Birinden hiç haber gelmiyormu˛. Bazen bana:
38 SUYU ARAYAN ADAM

- Bu muharebe yakında biter mi dersin?


diye sorardı. Fakat anlardım ki, sualinin cevabını beklemezdi.
Çünkü, muharebenin yakında bitmeyeceini o da bilirdi. Son¬
ra kendi kendine dalardı. Bir ˛eyler yermi˛ gibi görünürdü.
Fakat bütün olanını benim önüme sürerdi.
Yunan muharebesini bilirdi:
— ›lk askerliim yedi sene sürdü oul. Topçudaydım.
Dönünce teyzenle ba˛göz olduk. Ama sonra gene çaır-
dılar. Bu sefer be˛ yıl dola˛tık. Bıraktıkları zaman bak—
tım ki benden hayır yok. Tezkereyi terkedince ba˛çavu˛—
lukla gittik Yemen'e. Hepsini toplasan belki yirmi sene
eder asker ocaında... Simdi de buralarda sürtelerim i˛-
te... Ama hani bugün de «haydi gel!» deseler, gidesim ge—
lir içimden...

Kayseri kalesi topçusuna gel deseler hakikaten de gider¬


di. Gönderdiklerim daha geri gelmedi demezdi. Bize galiba bu-
nun için «ordu millet» diyorlardı. Evet, biz bir ordu millettik.
›˛te bu Kayseri t o p ç u s u , onun dönmeyen çocukları, benim dön¬
meyen aabeylerim ve bu ya˛ta ben...

Nihayet bütün Anadolu'nun, Trakya'nın, istanbul'un sonu


gelmez bir yürüyü˛ kolu gibi bilinmezlie karı˛an milyonları.
Biz hepimiz, bu ordu milletin askerleriydik. En ate˛li çaımız
onundu. Gel deyince gider ve gittiimiz yerlerin adını bile be¬
ceremezdik. Bizim çocukluk hayallerimizi büyüleyen impara¬
torluun nizamı buydu...

Bir sabah gün aarırken Kayseri'den yaya yola çıktık. Da¬


ha son evlerden kurtulmadan ihtiyar topçu bir sokak aralıın¬
dan göründü. Bir süre konu˛arak yanyana yürüdük. Sonra dur¬
du:
- fiunu teyzeniz gönderdi,

diye elime bir çıkın tutu˛turdu. Birtakım yufkalar, içine bul¬


gur pilâvı konularak durulmu˛tu. Ayrıca zerdali kurusu da
vardı. Hepimizin boynuna ayrı ayrı sarıldı. Gözleri doldu:
- Hakkınızı helâl edin oul, ama hepiniz helâl edin, diye
yalvardı.
S U Y U ARAYAN ADAM * 89

Evet, ortada belki helâl edilecek bir hak vardı. Fakat bu


hak, acaba kimindi ve kime helâl edilecekti?..
*

Kayseri'den Sivas'a uzanan yol, kızgın güne˛ altında kav-


rulan ve hepsi de birbirine benzeyen birtakım yaylaları, döne
dola˛a a˛ar. Bir yaya yolcusu için bu yol, o zaman neredeyse
bir haftalık yoldu.
Gemerek altlarında Kızılırmak görünür. Bir çamur seli gi-
bi akar. Ne güzel, ne de heybetlidir. Fakat insanda garip, me-
lânkolik duygular uyandırır. O zaman Anadolu'da hiç bir ˛ey,
Anadolu'yu Kızılırmak kadar doru aksettiremezdi: Fakir, so-
murtkan ve dertli...
Ben, doduum ˛ehirde, Edirne'de ya˛arken, oradan geçen
Meriç Nehri için çocukça ˛iirler düzerdim. Nehir denildii za-
man Meric'i anlardım. Fakat orada Meriç, bana bir genç kız
kadar güzel görünürdü. Belki onun suyu da çamurlu akardı
ama, bana öyle gelmezdi. Ona:

— Mavi Meriç! diye seslenirdim. Ormanların koynundan


doarsın! Sularım salkım söütler gölgeler. Boyuna gül-
ler, gelincikler takarsın. Kıyılarından «nen/o» ların sesi
gelir. Güzel Meriç! Nereden gelip nereye gidersin?..

Sonra bunları vezne, kafiyeye dökmeye çalı˛ırdım.


Kayseri ile Sivas arasında ilk defa Kızılırmaı görünce,
Anadolu'da bir akarsu görmenin heyecanıyle, hemen Meric'i ha-
tırladım.
— ›˛te Meriç!
diye haykırmak istedim. fiurada burada ekinler daha yeni sa-
rarıyordu. Hatta kıyılarında, tarla kenarlarında tektük gelin-
cikler, mor çiçekler de vardı. Fakat Kızılırmak, bu çiçekleri ta-
kınmı˛ gibi deildi. Havasında hiç bir musikî ürpertisi esmi-
yordu. Dalgaları akmaktan ziyade, iti˛e kakı˛a yuvarlanıyor
gibiydi. Somurtkan, dertli bir görünü˛ü vardı. Belki onu bü-
tün güzelliinden soyduumuz, asırlar boyunca ormanını, ça-
yırını, çiçeklerini yolup, etrafını bir sarı çöl haline getirdii-
90 SUYU ARAYAN ADAM

miz. bütün ku˛larını, kelebeklerini daıttıımız için bize dar¬


gındı!...
Her ˛eyden yüzünü çevirip, derdini içine gömmek ister
gibi bir hali vardı. Sanki fakir bir hastaydı. Sanki olduu yer¬
de eriyordu. Gittikçe kuruyan, gittikçe çölle˛en bir dertli ır¬
maktı.

Buna ramen bir gecemizi onun kenarında geçirmek iste¬


dik. Fakat daha güne˛ batmadan, önce aır bir bataklık ko¬
kusu, sonra sivrisinek sürüleri ırmak kenarına çöktü. Önce,
ottan, çalıdan biraz ate˛ yakarak dayanabiliriz sandık. Fakat,
ırmaın perisi galiba misafir kabul etmiyordu. Biraz sonra top¬
landık. Irmaktan kaçıyorduk. Kafile kafile sivrisinekler bizi
sırtlara, tepelere kadar kovaladılar. Bir kayanın eteinde ko¬
nakladık. A˛aıda, ayın aydınlattıı çıplak vadi içinde Kızılır¬
mak, güzel, esrarlı olmaktan ziyade, dertli ve acınacak yalnız¬
lıına dalmı˛ gibiydi...

Orta Anadolu yaylası Sivas'tan ilerilerde kademe kademe


sona erer. Hele Zara'dan ilk dalara vurulunca, artık D o  u Ana¬
dolu'ya giriliyor demektir. Tuzlu çöllerin, çorak bozkırların,
hafif dalgalı kıraçların yerini yüksek yaylalar, sarp dalar alır.
Hatta o zaman bu dalar henüz ormanlıktı. Renk renk silsi¬
lelerin çevirdii ufuklar melankoli yerine ruha ferahlık ve¬
rir. Yollar yükselip de ufuklar geni˛ledikçe, orta yaylada geç¬
tiiniz birbirine benzer düzlüklerin, yahut sırtların kasvetin¬
den silkinirsiniz. Ardarda açılan, ardarda yükselen yeni yeni
ufuklara eri˛mek, ya˛amak, umutlanmak, mücadele etmek duy¬
guları duyarsınız.
Burada toprak, size bir ˛eyler vadediyormu˛ gibi, altında
ve üstünde birtakım imkânlar saklıyormu˛ gibi gelir. ›lk de¬
fa olarak bir dadan berrak bir suyun çaladıını görürsünüz.
Da ba˛ını duman almı˛tır. Aaçlar, ku˛lar, dalar, ta˛lar, size,
mektep ˛arkılarının anlattıı Anadolu'yu bulduunuz hissini
verir. Gerçi bütün bu dalar, ta˛lar bombo˛tur.. Her yer insan
sesine hasret gibi görünür. Fakat tabiatın renkli ve çe˛itli gö¬
rünü˛ü sizi bir zaman oyalar.
SUYU ARAYAN ADAM 91

Hele günün yolculuu sona erip de ak˛am serinlii bastı¬


ı ve kendinize bir çamın altında, bir suvun ba˛ında, bir ka¬
yanın gölgesinde geceleyecek bir yer seçtiiniz zaman, yolla-
K yorgunluunu birden unutur gibi olursunuz. Batıda ufka
irsen güne˛ acayip renk oyunları yaratır. Küme küme bulutlar
: :rmadan renk dei˛tirirler. Ak˛amın esmerlii önce derin va¬
: .ere siner. Sonra uzaklarda da tepeleri, koyu mordan havaî
maviye doru renk renk kademele˛ir. Güne˛in turuncu, yahut
inrmızı son akislerini veren uzak ve yüksek sıra dalar belir-
.rle˛meye ba˛lar. Sonra hepsi yava˛ yava˛ gecenin karanlık
rülerine bürünür, gözden kaybolurlar...

Fakat yolculuumuzda daların ˛iir i çok sürmedi. Köse-


daı çamlıklarından kıvrıla kıvrıla yol alıp Su˛ehri'ne yakla˛ı¬
yorduk. Cephe istikametinden gelip, gerilere doru çekilen ilk
göç kafilesine rasgeldik. ›ki tekerlekli hantal kanıları sürüt¬
meye çalı˛an cılız öküzlerle Kösedaı'nı a˛mak kolay deildi.
Kafileler aır yol alıyordu. ›htiyar, kadın, çocuk hepsi birbi¬
rinden yorgun, hepsi birbirinden peri˛an bir insan kalabalıı
yol boyunu dolduruyordu. Tâ Arı'dan, Pasinler'den, Erzurum,
Bayburt, taraflarından geliyorlardı. Bir kısmı geçen seneden be¬
ri yollardaydılar. Yurtlarından, köylerinden kopup yollara dü˛¬
tükleri günlerden beri bu sonu gelmeyen yolculuun bazen ˛u¬
rada, bazen burada sona ereceini umarak duraklamı˛lardı. Fa¬
kat arkadan gelen yeni göçmen selleri, onları ileriye itince, ye¬
niden tükenmez yollara sürüklenmi˛lerdi.

Bu yolculuun nerelerde bitecei de belli deildi. Göçmen¬


ler, köylerinden daima kalabalık kafileler halinde ve toplu ola¬
rak çıkarlar. Kanılar tıklım tıklım doludur. ›nekler, atlar, e˛ek¬
ler, hatta davar sürüleri öne katılır. Bir köy halkı, daima hep
bir arada yol almak ister. Aynı insanlar, aynı balar, aynı hi¬
yerar˛i içinde, alı˛tıkları hayat nizamını yollarda da devam et¬
tirmeye çalı˛ırlar. Fakat çok geçmeden kafile parçalanır. Ka¬
labalık tenhala˛ır. önce davar sürüleri kaybolur. Çünkü yol,
mera deildir. Davarı yoldan meraya ayırdıın günse, artık
92 SUYU ARAYAN ADAM

davar elden çıkmı˛ demektir. Açlar, kaçaklar, e˛kıyalar onu


derhal yok ederler. Üstelik sürü deil, çoban da gider... Son¬
ra atlar, inekler elden çıkar. Ölenler, kalanlar, hastalananlar,
yol dei˛tirenler... derken, köyden yola çıkı˛ın üstünden daha
ay geçmeden o canlı, gürbüz kafileden ortada kalan, peri˛an
artıklar ve döküntülerdir.

Rastladıımız göçmenlerin görünü˛ü de buydu. Ne davar


sürüleri, ne atlar, inekler kalmı˛tı. Zahire yükü de tükenmi˛
görünüyordu. Rasladıkları tarlalardan sararmı˛ ba˛akları dev-
˛irip, ufaladıkları taneleri kaynatarak, kavurarak yiyecekleri¬
ni çıkarmaya çalı˛salar gerekti. Mevsim ise kı˛a doru gidi¬
yordu.

Su˛ehri'ni bir mah˛er karı˛ıklıı içinde bulduk. Daha harb


cephesiyle aramızda bir vilâyetlik yer vardı. Fakat karargâh -
lar, menziller, hastahaneler, geriden ileriye ve ileriden geriye
akan, birbirine karı˛an hareketler, buradaki havayı teneffüs
edilmez bir hale getirmi˛ti. Sokakları, bahçeleri, dere içlerini
de sıkı˛ık bir göçmen kalabalıı dolduruyordu. Herkes, istedi -
i yere ili˛mi˛ti.

Biz de geceyi kasabanın arkasındaki dereye doru kade¬


me kademe inen meyve bahçelerinden birinde geçirmek iste¬
dik. Gecenin karanlıı içinde kendimize bo˛ bir yer ararken,
yandaki bahçe çitinin arkasından yanık bir ˛arkı sesi duyduk.
Bu peri˛anlık içinde bu ses inanılmaz bir ˛eydi. Bunu söyleye¬
nin her halde ya˛lı bir kadın olması lâzım gelirdi. Çiti dola˛¬
tık. Büyük dut aacının altına bir göçmen ailesi tünemi˛ti.
Öküzler bir tarafa çekilmi˛ti. Oku havaya kalkan kanının bir
tarafına keçeler, kilimler serilmi˛ti. Ortada hafif bir ate˛ ya¬
nıyordu. Bu ate˛in aydınlatabildii çevre içinde yanık, sert,
mihnetli iki insan yüzü canlanıyordu. Biri bitkin bir ihtiyardı.
fiarkı söyleyen de yanındaki nineydi. Nine, gözleri kapalı, el¬
lerini tempo tutar gibi dizlerine vurarak, ba˛ı ve bütün vü¬
cudu saa sola sallana saltana kendisini o garip ˛arkısının ahen-
SUYU ARAYAN ADAM 93

vermi˛ti. Alıyordu. Gözlerinden yuvarlanan ya˛lar gö-


i ısfataıı˛tı. Söyledii de ˛arkı deildi.
Dou- Anadolu'da kadınların makamla ve ˛arkı söyler gibi
aladıklarını o gece orada ilk defa, ama sonraları çok gördüm.
Üç arkada˛ sessizce ate˛in etrafına ili˛tik. Erkek bizi ya¬
ldı. Nine ise ya gördü, ya görmedi. Fakat acayip mu¬
sikisine devam etti. Keçele˛mi˛ saçları alnının terlerine yapı˛-
Hu˛tı. Yüzünün buru˛uklukları alevlerin akisleri içinde, olduk¬
larından daha derin, daha çileli görünüyordu. Makamla anlat¬
tıı ˛ey, kendilerinin acıklı macerasıydı. Arkada kalan yurt,
a˛ılan mesafeler, tükenmez yollar, kaybolan çocuklar, hastala¬
nan inek, ölen keçiler, tükenen azık, yalnızlık, ümitsizlik, her
˛ey bu seste dile geliyordu. Köyler, ˛ehirler, insanlar, hayvan¬
lar hep isimleriyle anlatılıyordu. Sanki ›lkçaın, sokaklarda
ilâhî okur gibi tarihî efsaneler anlatan bir ozamydı.

Konu˛uyormu˛ gibi serbestçe sıralanan, fakat dertli nine¬


nin içinden diledii gibi ta˛an feryatlarla, bir facia musikisi
haline gelen bu hikâyenin sadece dinlediimiz kısmı bile bize
onların macerasını anlatmaya kâfi geldi.

Bu macera, vaktiyle Edirne'de, bizim kenar mahalledeki


evimizin küçük odasında anamdan, babamdan, kom˛ularımız¬
dan dinlediim hikâyelerden pek farklı deildi. Yalnız burada
sefalet daha derindi. Fakat bırakılan yurtlar, daılan aile hal¬
kı, ayak altında ezilen insanlık gururu, kaybolan ümitler, hep¬
si, hepsi, benim çocukluumda dinlediklerimin aynıydı. Ninem
de belki böyle alamı˛tı. Bizim de- öküzlerimiz belki böyle cı¬
lızdı. Dedem belki de bu sakallı ihtiyara benzerdi. Konup göç¬
tükleri yollarda belki onlar da böyle sürünmü˛lerdi, böyle da¬
ılmı˛lardı. Bu ate˛ ba˛ı bana hiç de yabancı gelmiyordu. Ba¬
bam da benim ya˛ımda, belki böyle bir kanının dibine çöke¬
rek, demek ki böyle geceler geçirmi˛ti...

Ninenin facialı sesi yava˛ yava˛ hafifledi . Musikisinin so¬


nu, gittikçe sönen hıçkırıklar oldu. Ba˛ı gösüne dü˛tü. Sonra
yüzünü elleriyle kapadı. Ve sessiz sarsıntılar daha bir süre de-
94 SUYU ARAYAN ADAM

vam etti. Erzurum taraflarından geliyorlardı. Nereye gidecek-


lerini de bilmiyorlardı. Ölseler bunu belki cana minnet saya-
caklardı. Çocuklar kaybolmu˛tu. Yakınlar daılmı˛tı. Fakat
kendileri hâlâ ya˛ıyorlardı i˛te...

îhtiyar erkek bize önce, her göçmenin her yeni gelen yol-
cudan sorduu haberleri sordu. Sonra daha ba˛ka sualler sı-
raladı:

— Nirden gelirsiz oul?

— istanbul'dan...

— Erzirumu görmi˛süz?

— Yok...

O zaman ba˛ını uzun uzun iki tarafa salladı:

— Ne diyim oul, ne diyim?..


›htiyar, Erzurum'u görmedikten sonra, istanbul'dan olma-
nın önemsizliini, Erzurumlu olmayanlara orayı tarif etmenin
imkânsızlıını bu çaresizlik ifadeleri ile anlatmaya çalı˛ıyordu.
Ben de sordum:

— Erzurum da bura gibi çamlık mı, me˛elik mi?


— Yolı (yok)...
— Balık mı, bahçelik mi?
— Yoh...
— Camileri, çar˛ıları çok güzel mi ola?
— Ne diyim oul, ne diyim?..
— Havası suyu acep istanbul'un gibi mi?
— istanbul'un sözü mü olur oul, Erzurum 'un ya—
nında...

Ye ba˛ını iki tarafa uzun uzun salladı...

Bir topraa bu kadar balı olanlar bir gün oradan kopar-


larsa, onların acısını anlatacak söz hakikaten bulunmaz. Nine
makamla alar ve ihtiyar ba˛ını iki tarafa sallarken, ben onla-
rın acılarını gayet iyi anlıyordum. Ben de bir göçmen çocuu
idim. Göç ve göçmen bende daima derin duygular uyandırır.
Göç hikâyeleri, göç manzaraları, çocukluk hatıralarım içinde
SUYU ARAYAN ADAM 95

daima canlı olarak ya˛adı. Fakat muhacirliin bu kadar de¬


rin bir sefalet olacaını hiç bir zaman dü˛ünmemi˛tim!

Sonra bana Türk göçleri daima Batıdan Douya olur gibi


gelirdi. Halbuki burada ˛imdi, i˛te Dou bo˛alryordu. O halde
Dou da böyle sarsılınca bizim öz vatanımız Anadolu arkası¬
nı hangi duvarlara dayayacaktı? O halde Akdeniz'den ba˛layıp
Uzak Douda Altaylara, Altın daa, Sarı denize kadar uzana —
cak olan, yani bizim ˛imdi ülkümüz ve son ümidimiz olan
Turan, ˛u beklediimiz Ergenekon, yoksa daha domadan mı
parçalanıyordu? Yollarda ilerledikçe harbin bizim için kesin
ve mukadderat tayin edici manasını daha iyi anlamaya ba˛lı ¬
yordum:

Cephe Karadeniz'den ›ran sınırına kadar uzanıyordu. Bü¬


tün bu büyük sahada, bu bir sıra vilâyetler içinde bir tek ki¬

lometre demiryolu yoktu. Denize dü˛man hâkim olduu için


limanlarına bir tek gemimiz yana˛amıyordu. Zaten harp olma¬
sa bile elimizde buralara i˛leyecek esaslı Türk gemileri yok¬
tu. fiose denilen çizgiler, üzerlerinde ancak yazın kanıların,
yaylıların güçlükle dola˛abildii birtakım izlerden ibaretti. Mo¬
torlu nakil vasıtalarını hiç kimse görmemi˛ti. Gerçi ordunun

emrinde iki Alman kamyonu vardır deniliyordu ama, onları


da gören yoktu. Bir t e k ˛ehirde, bir tek kasabada bir tek elektrik

ampulü yanmıyordu. Hiç bir vilâj'ette bir fabrika bacası tüt —


müyordu. Bütün vilâyetler fabrikasız, tamirhanesiz, hatta mek-
tepsiz, hastanesizdi. Biz harbe i˛te bu ˛artlar içinde girmi˛tik.

Harp bu ˛artlar altında yapılıyordu. Nice vilâyetler ise daha


˛imdiden kaybolmu˛, dü˛man eline geçmi˛ti. Fakat ne var ki

bütün bu ˛artlara bakmayarak bu cephe hatlarının artık da¬


ha gerilere çekilmemesi lâzımdı. Bilâkis bizden çok kalaba¬
lık, bizden çok vasıtalı bir dü˛manın tuttuu kar˛ı cepheyi ye¬

rinden sökmek, onu geriye süre süre hiç deilse terkettiimiz


sınırlara ula˛mak lâzımdı. Artık bu çekilme durmalıydı. Bu
göç sona ermeliydi. Yoksa bu harp de kaybolursa, bu sefer te¬

raziye konulan ve elden çıkacak ˛ey, artık, zaten kaybedilmi˛


96 SUYU ARAYAN ADAM

olan bir imparatorluk deil, bugüne kadar kendi kendini yi¬


yerek ayakta durmaya çalı˛an milletin kendisiydi.

Cephe istikametine ilerlerken, kendi ya˛ımıza ve anlayı˛ı¬


mıza göre konu˛tuumuz ˛ e y l e r, bunlara benzer kaygılardı. Er¬
zincan'a varmadan ana yoldan ayrılmak gerekti. Küçük bir
müfrezeye katılarak Fırat vadisine geçmek gerekti. Bizim ta¬
yin olunduumuz kıtalar o taraflarda bulunuyorlardı. Refahiye
ile Kuruçay arasında, ormanlık tepeleri daima bulutlarla ör¬
tülü Dumanlı daı massifini a˛mak icap ediyordu. Yol yoktu.
Her yeri âdeta yeniden ke˛fetmek lâzım geliyordu. Kaçaklar
ve e˛kıya hemen bütün Anadolu'da olduu gibi, buralarda da
yolları, geçitleri kesmi˛ti.
Zirvelerden birinde, belki de büyük bir sönmü˛ yanarda
kertesi olması lâzım gelen bir çukurun dibinde bir köye vardık
ki, ne harbi ne de hükümeti benimsiyordu. Hatta bunları belki
de hiç bilmiyordu. Ne vergi vermi˛, ne de asker göndermi˛ti.
Ummanlarda kaybolmu˛ bir adanın halkı gibi bu köy kendi
âdetleri, kendi kanunları ile belki de asırlardır kendi âleminde
ya˛ıyordu.
Yanardaın azının bulunduu zirve, ruha ürperti veren
büyük, azametli bir tabiat âlemine hâkimdi. Daha uzaklarda,
Fırat'ın ötesinde, zirveleri daimî karlarla örtülü Manzur sıra¬
daları a˛ılmaz bir duvar halinde Dersim'i çeviriyordu. Dersim,
Türkiye'nin içinde, fakat Türkiye'den ayrı bir parçaydı. Hari¬
talarda bizim görünürdü. Fakat hiç bir zaman bizim olmamı˛tı.
Ne yol verir, ne kervan geçirirdi. O da kendi aalarının, kendi
˛eyhlerinin elinde, kendi âdetleri, kendi kanunları ile diledii
gibi ya˛ardı. Etrafını haraca keserdi. Etrafındaki köyler, kasa¬
balar, hem devlete, hem Dersîm'e vergi verirlerdi.

Daha cepheden o kadar gerilerde iken, Dumanlı dada ol¬


duu gibi Fırat boazlarında da biz. ˛imdiden bir harp nizamı
içinde ilerliyebiliyorduk. Öncüler, yancılar, müfrezenin önün¬
de giden ve yanlarını koruyanlarla her köyde bir tuzak, her
geçitte bir pusu sezinliyorduk. Kendi ülkemizde her bastıımız
/

S U Y U ARAYAN A D A M 97

eri yeniden fethedip yeniden bırakarak adım'adım yol alabi-


-ivorduk. Bazı geçitleri kesilmi˛ görünce müfrezenin dalara
cayması lâzım geliyordu. Dalarda ise her ˛ey ˛üpheliydi. Fı-
:at'ı kar˛ıya geçmek zaten mümkün olmadı. Çünkü buradaki
:ek köprüyü, ›liç köprüsünü, Kürtler kesmi˛ti. Devletinin as—
kerlerine yol vermiyorlardı. Halbuki buraları güya bizimdi ve
dü˛man henüz uzaklardaydı. Bu yolculuk böylece günlerce
sürdü.

Nihayet bir gün uzaktan ilk top seslerini duyduk. ›leride


kimbilir hangi dalardan kopan ve bir karı˛ düzlüü olmayan
bu yerlerde da duvarlarına çarpıp, derin boazlardan aka aka
bize kadar gelen bu ilk gürültüleri önce top seslerine benze¬
temedik. Bunlar yer sarsıntılarından önce yerin barından ge¬
len derin uultuları andırıyordu.
Biraz, daha yol alınca bu gürültüleri daha açık seçmeye
ba˛ladık. Bunlar bazen tek, bazen birbirlerini takip eden uul¬
tular halinde havayı dolduruyordu. Her uultunun arkasından
daha tok, daha derin infilâk sesleri geliyordu. Hareketimizi sü¬
ratlendirdik. Bunlar bize, sanki bizi çaıran, sanki bizi bekleyen
ve ileride • toplar konu˛urken, bizim hâlâ yollarda savsaklan —
mamızın münasebetsizliini söyleyen i˛aretler gibi geliyordu.

Demek ki dü˛man Erzincan'ı da almı˛ olacaktı. Fırat'ın gel¬


dii istikamette Erzincan boazını tutmu˛ olacaktı. Gün sona
ererken artık harp sahası içindeydik.
istanbul'dan çıkı˛ımızla harp cephesine varabili˛imiz ara¬
sında tam kırk gün geçmi˛ti...

7
A

™ u Bttinen Hikâye
5

Bu kitapta harbe, mümkün olduu kadar az yer vermeye


çalı˛acaım. Çünkü harbin hikâyesi, çada˛ insan için artık
ilgi çekici olmaktan çıkmı˛tır.
Harp onun için artık, ˛u bilinen hikâyedir. Onun bilmedi¬
i ˛ey deildir. Çada˛ insan harbin, artık daimî olarak içinde
ya˛ar. Hatta onun bu kaderi ya˛aması için harbe ˛ahsen karı˛¬
ması da ˛art deildir. Bugün harp, dünya ölçüsünde genel bir
hayat nizamı halini almı˛tır. Bu nizam aını, modern insanın
etrafına gittikçe sarmaktadır. Bugün harp ister Çin'de, ister
Afrika'da, ister Hint'te, ister Avrupa'da olsun, gölgesini, etki¬
lerini dakikası dakikasına çada˛ insanın günlük hayatına vur¬
maktadır.

Kaldı ki bugün harbin hikâyesi, artık insanın hikâyesi ol¬


maktan da çıkmı˛tır. fiimdi tekniin kudreti aktif bir faktör
olarak, adına insan denilen garip mahlûkun kaderini, harpte
de sulhta da diledii gibi yourur. fiimdi insanlar deil, insan¬
ların hayata davet ettii, sonra da bir türlü nizam altına ala¬
madıı kör kuvvetler, yani teknik harp eder. Biz onun hem
efendisi hem esiriyiz.
Fakat bizim gençliimizde harp, biraz daha insanların har¬
biydi. Harpte insan denilen mahlûk, biraz daha hâkim, biraz
daha ya˛ayan bir varlıktı. Eski harbin, hem kendimizi, hem
kendi insanımızı tanıyabilmek için bize bıraktıı bazı vakitler,
imkânlar vardı.

Bizim cepheye vardıımız günlerde ordu, Karadeniz'den


›ran sınırına kadar, her tarafta geri çekilme halindeydi. Za—
ten adına Kafkas cephesi denilen bu cephede ordunun, bütün
102 SUYU ARAYAN ADAM

insanüstü gayret ve mukavemetine ramen geri çekili˛i, hemen


hemen harbin ba˛ından beri ba˛lamı˛tı. Harbin ba˛ında bu cep¬
hede elde bulunan kuvvetli, canlı bir ordu, o zaman henüz
otuz be˛ ya˛ını süren harbiye nazırı ve ba˛kumandan vekili
Enver Pa˛anın; adına Sarıkamı˛ hareketi denilen delice mace-
rasıyle birkaç gün içinde tamamen mahvolunca, Dou Anado¬
lu, dü˛man istilâsına zaten açık kalmı˛tı (15-22/aralık 1914).

Aabeyimin ˛ehit dü˛tüü bu Sarıkamı˛ faciası cereyan


ederken ben, henüz asker deildim. Fakat sonra asker olup da
cepheye varınca, katıldıım kıtalarda bu muharebenin hikâ¬
yeleri henüz canlı olarak ya˛ıyordu. Çünkü bu kıtalar o hare¬
kete katılan alaylar ve tümenlerdi. Sarıkamı˛ faciası, 90.000 ki—
˛ilik bütün bir orduyu hemen tamamen yutmu˛ olmakla bera¬
ber, bu alaylarda hâlâ, bu sava˛ın döküntülerinden birkaç ki˛i
bulunuyordu (1). Sarıkamı˛ hikâyeleri, bizim cephe sohbetleri¬
nin, daima kanlı ve karanlık bir konusu olarak kaldı. Bir Al-
lah-ı Ekber daından, bir Allah-ı Ekber gecesinden bahseder¬
di. Sarıkamı˛ çukurunun kuzeybatısına dü˛en bu yolsuz, izsiz
dalarda, bir adım ilerisinin görülmedii kar tipileri ve fırtı¬
nalar arasında bir türlü sabahı gelmeyen zifirî bir gecede, hatta
bir tek dü˛man görmeden, bir tek dü˛man öldürmeden olduu
yerde donan, eriyen binlerce yaralı ve yarasız askerin hikâye¬
sini anlatırlardı. Çöken imparatorluun Türk milletine bu en
son zulmü anlatılırken, hâlâ hatırlıyorum ki onu anlatanlar
bir an gelir, etraflarındaki sessizlikten ürkerek, hikâyelerini
yava˛ça ve yarı yerde keserlerdi. O zaman hepimiz birer ve¬
sile bulur, zeminlikleri terk ederdik. Siperlere, askerlerin nö¬
betçilerin ba˛larına giderdik. fiark yaylasında rüzgârlar gene

1.1) Cihan Harbini Nasıl ›dare Ettik» isimli e s e r i n ifadesine gö-


re. Onuncu Kolordu Sarıkamı˛ harbine 40.000 mevcutla girmi˛ 1.800
mevcutla çıkmı˛, benim katüdıım Dokuzuncu Kolordu da 20.000 mev¬
cutla girmi˛ ve 1.000 mevcutla çıkmı˛tı. Dier birlikler de böyle eri¬
mi˛lerdi.
Facianın sonunda Dokuzuncu Kolordudan, dü˛man kuvvetleri ¬
n i n t e s l i m alabildii k a l ı n t ı ˛Uydu: 106 zabit, 80 er, 1 kırık t o p k u n —
daı, 8 at...
SUYU ARAYAN ADAM 103

îiuldardı. Ardarda da gibi dalgalar ˛eklinde kar tipilerini ge-


savururdu. Gece inim inim inlerdi. Gene aabeyimi dü˛ü—
nürdüm. O Allah-ı Ekber gecesinde her ne yapmı˛sa, ona, se¬
yitliinden sonra ve üstemenlie çıkalı çok olmadıı halde
yüzba˛ılık da vermi˛lerdi. fiehit haberiyle yüzba˛ılık bildirisi
beraber gelmi˛ti.
Siperlere ko˛tuum zaman, karanlık geceye savrulan kar
Tipileri arasında onun, kanlarla bulanmı˛ yüzba˛ılık sırmaları
içinde, genç, fakat mahzun hayalini görür gibi olurdum. ›man¬
lı, dindar ibadetlerine dü˛kün bir genç Müslümandı. Babamın
kadercilii, benden çok onda ya˛ardı. fiehitlii över ve özlerdi.
Övdüüne, özlediine kavu˛tu.

Beni tayin ettikleri birlie katılmadan önce son geceyi cep¬


henin biraz gerisinde harap bir köyde geçirdim. Sabahın erken
saatlarında top, tüfek sesleriyle uyandık. Köyün üstünde iki
yabancı uçak dola˛ıyordu. fiarapneller bu uçakların önünde ar¬
dında beyaz çiçek demekleri açmaktaydı. Uçaklardan bırakı¬
lan birtakım beyaz cisimlerin döne döne dü˛tükleri istikamet¬
lerde bouk infilâk sesleri geliyordu. Gökte patladıktan son¬
ra havada birtakım zikzaklar çizerek yere yakla˛an bo˛ ˛arap¬
nel kovanlarının çıkardıkları tiz, bouk ve hırçın iniltileri
altında köy, kazan gibi kaynıyordu.

Arkada˛larımla yollarımız burada ayrıldı. Onlar kendi bir¬


liklerine gittiler. Bu ayrılı˛ anında biz üç genç, artık yola çık¬
tıımız andaki üç çocuk-insan deildik. Aradan geçen kısa za¬
manın ruhlarımızda yarattıı dei˛iklikler, olgunluklar, ancak
yılların ölçüleriyle ölçülebilirdi. Bu yolculuun ba˛ında biz,
sanki serde yeti˛tirilen birer nebat gibiydik. Ser, mektepleri¬
mizin sun'î havasıydı. Halbuki bu son haftalar içinde Anado¬
lu'nun bir tarafından dier tarafına, sanki bir potadan, bir çile -
den geçer gibi geçtik. Anadolu'nun bitmi˛, yolunmu˛, sert tabi¬
atı gibi zavallı, bahtsız hakikati her âdımda önümüze serildi.
Bütün bunlar sert, fakat çıplak gerçeklerdi.
fiimdi, beraber çıktıımız bir yolculuun, ˛u ayrılı˛ mer-
104 SUYU ARAYAN ADAM

halesinde, her birimiz kendimizi, asıl ˛imdi ya˛amaya ba˛layan


çetin insanlar olarak duyardık. Ayaklarımız artık topraa ba¬
sıyordu. Bu toprak çıplak ve ha˛indi. Fakat ne yapalım ki bi¬
zim topraımız buydu.

Ortada Fırat derin bir boaz içinden akıyordu. Cephe hat¬


tı bu vadiden iki tarafa; saa sola, yamaçlara, kayalıklara, da¬
lara doru kademe kademe yükseliyordu. Kuzeyde bu hat, te¬
peleri zaman zaman bulutlara gömülen karmakarı˛ık birtakım
sivriliklere varıyordu. Güneyde, üzerleri ebedî karlarla örtülü
Munzur silsilesi uzanıyordu. Silsilenin Fırat vadisine bakan ta¬
rafı yalçın bir duvar gibiydi. Benim katılacaım taburun bu
daların zirve hatlarına yakın bir tyerde ve daimî kırların,
uzaktan sanki bir usta eliyl e çekilmi˛ gibi görünen sınır çiz¬
gileri üstünde olması lâzım geliyordu. Oralara, daha sabahın
alaca karanlııyle ba˛layan muharebenin ate˛i altında, siper
gerilerinden, bir sıra yamaçlar, sırtlar, düzlükler, kayalıklar
a˛arak varmak icap ediyordu. Ben de öyle yaptım.

Tabur kumandanını ileri hatlar arasında, üzerine sarı bir


portatif çadır bezi gerilmi˛ bir çukurun içinde buldum. Bu çu¬
kura bir yarıktan giriliyordu. ›leriye doru bir mazgal bıra¬
kılmı˛tı ki oradan tabur cephesi görülebiliyordu.

Güne˛, arkada, artık ufka inij'ordu. Ate˛ hafiflemi˛ti. Ta-


bur Kumandanı Yüzba˛ı Ali Osman Beyin ba˛ında kalpakla
yün ba˛lık arasında bir ˛ey vardı. Belki çok ya˛lı deildi ama
yüzü, tra˛ olmaya vakit bulamayan insanlarda görülen geli˛i
güzel bırakılmı˛ siyah, deirmi bir sakalla çevrilmi˛ti. Kendi¬
mi tanıttıktan ve âdet olan tanı˛ma sözlerinden sonra bana
˛unları söyledi:

— Ruslar, gün ı˛ıından ziyade karanlıkta çarpı˛mayı se-


verler. Bunun için baskın, onların en makbul harp usul-
leridir. Adamlarını ve saflarını önceden, gizlice ileriye
sürmek ve sizin göremeyeceiniz yerlerde gizli tertipler
almak âdetleridir. Karanlık onların en büyük dostudur.
SUYU ARAYAN ADAM 105

Gündüz, süngü süngüye çarpı˛mayı sevmezler. Ama ge-


ce olunca saldırırlar. En güvendikleri ˛ey sayı üstün-
lüüdür. Bu gece mutlaka baskın yapacaklardır. fiimdi
önümüzde hiç bir ˛ey görülmüyor, ama ilerilerdeki ka—
yalıkların altında, göremediimiz derelerin içinde onlar
tertiplerini alıyorlar. ›˛te delikanlı, bu dü˛manla çarpı—
˛acaksın.

O sırada emir eri, çadır çukuruna yol vazifesini gören ya-


rıktan eilerek içeriye süzüldü. Ate˛te kararmı˛ bir m a t r a d a n
bir bardaa, sarı bir sıcak su bo˛alttı. Çadıra hafif b i r kekik
otu kokusu yayıldı. Yanma da birkaç tane dut kurusu bıraktı.
Kekik o t u n d a n çayımızı içtikten sonra çadırdan çıktık.
Ate˛ çok hafiflemi˛ olmakla beraber t a m a m e n kesilmi˛ deil—
di. Siperlerin bazen içinden, bazen gerisinden dikkatle yürü—
mek gerekiyordu. Siperlerin ileriye doru çıkıntı te˛kil eden
bir yerinde k u m a n d a n bana b u n d a n sonra idare edeceim bir
bölüün cephe hattını gösterdi. Bu suretle b e n -de, bu cephede
bana d ü ˛ e n yeri artık almı˛ b u l u n u y o r d u m . Fakat k u m a n d a n ı n
bana yeni vazifemi verirken söyledii sözler, pek de benim
beklediim sözler deildi.

— Bu gördüünüz cephe kısmında bir kolordu, ˛u bizim


me˛hur Dokuzuncu Kolordumuz çarpı˛ır. Ama, onun
˛imdi ne mevcudu ne de adı artık kolordu deildir. Son
çekili˛lerinde bütün cephe boyunca kolordular tümen,
tümenler alay, alaylar da tabur haline indirümd˛tir. Bi—
zim alayımız da eski yirmi sekizinci fırkadır. Bugün
yirmi sekizinci alay olmu˛tur. Taburumuz da dört bö—
lük iken iki bölük halinde birle˛tirilmi˛tir. Ama bütün
tabur mevcudu bir bölüü bile doldurmaz. Bölüklerin
ba˛ında ise hiç subay kalmamı˛tır.

Hakikaten de, adına ˛imdi 28'inci Tabur denilen o eski ve


˛anlı 28'inci Alayın, ben tabura katıldıım zaman bütün mev-
cudu 38 erden ibaretti...
• Bulunduumuz kayadan bütün cephe h a t t ı h o ˛ bir ak˛am
m a h m u r l u  u içinde görülüyordu. Güne˛ ufka yaslanmı˛tı. Bu-
106 SUYU ARAYAN ADAM

lunduumuz yerin bütün ufuklara kar˛ı ha˛metli bir hâkimi -


yeti vardı.
Ortada en az görünen ˛ey askerdi. Tabur kumandanı bana.
benden önce bölüe kumanda eden gedikli ba˛çavu˛u tanıttı.
Harbin ba˛ından, Sarıkamı˛'tan ve Allah-ı Ekber günlerinden
beri sava˛an ve sa kalan sayılı insanlardan biriymi˛. Yanmı˛,
kavrulmu˛, terbiyeli, yiit bir hali vardı. Rütbem, benim onun
emrine verilmeme engeldi ama, belliydi ki o, bu birliin gene
de en usta askeri olarak kalacaktı. Hürmet görecekti. Nitekim
öyle oldu. (Bu gedikli ba˛çavu˛ Talip, harp içind'j tabur ku¬
mandanı Yüzba˛ı Osman Bey ise harbi takip eden Pontus ha¬
reketleri sırasında vurularak ˛ehit dü˛mü˛lerdir.)
Bölük sa kanadını Munzur'un karlarla örtülü kayalıkla¬
rına vermi˛ti. Bu karlar bölgesinde, ak˛amın serinliiyle bera¬
ber tipiler de ba˛lamı˛tı. Cephenin a˛aı kesiminde ve derin
vadisi içinde Fırat, uzaktan, günün sıcaklıından hâlâ baygın
görünerek kayalık boazlar arasında açtıı yoldan ebedî akı¬
˛ına devam ediyordu. Bu iki mesafe arasındaki siper hatlarına,
bizim dokuzuncu tümenin, her biri birer avuç insandan ibaret
kalan alayları, taburları yerle˛mi˛ti.

Sönen güne˛, her zamanki güne˛ti. Dalar renkli, engin


ve güzeldi. Bulutlar yer yer çöküyor, yer yer yükseliyordu.
Dünya sayısız günlerinden birini daha ya˛ıyordu. Bu azamet¬
li âlemin içinde biz, bütün bu gürültülerimiz, bou˛malarımızla
ne kadar silik kalıyorduk...

Artık ben de bir harbin, bir sava˛ın içindeydim. Çocuklu¬


umda dinlediim okuduum, destanlarda hikâyelerde anlatı -
lan sava˛ artık beni de içine almı˛tı.
Küçük ya˛larımda onu nasıl hayal etmi˛tim? fiimdi nasıl
buluyordum? O zamanlar, cenk olunca kumandan atına binip,
kılıcını çekecek öne dü˛ecek diye dü˛ünüyordum. Arkasından,
allı, ye˛illi bayrakların altından tekbir sesleri gelecekti. Allah!
Allah! diye hücuma kalkan gaziler, dü˛man saflarını biçecek
diye dü˛ündüm. Mızrakların, borazanların hücum havaları da-
SUYU ARAYAN ADAM 107

-rı çmlatacaktı. Her taraftan kumanda sesleri gelecekti. Kı¬


rçların, süngülerin parıltısından güne˛ görünmeyecekti. Bay¬
raımızı ya bir dü˛man kalesine dikecektik, yahut da sıra sıra
dü˛manlar, önümüzde dize gelip bizden aman dileyeceklerdi.
Bütün çocukluk yıllarında beni çeken bu muharebe masal¬
larının yanında, bugünkü bou˛ma ne kadar ba˛ka bir ˛eydi?
Ne mızıkalar, ne bayraklar, ne tekbir sesleri... Bilâkis, binler¬
ce insanın birbirinin gırtlaına atılmak için pusuya yattıkları
bu engin dalarda, sanki hiç kimse ya˛amıyormu˛ gibi bir ten¬
halık vardı. Yalnız toplar, yalnız tüfekler konu˛uyordu. ›nsan-'
lara gelince, herkesin bir yere gömülmesi, bir yere gizlenmesi,
âdeta yok olması ˛arttı. Hatta dü˛man üstümüze atıldıı zaman
bile, sayınızı belli etmemek için. sesinizi çıkarmayacak, yalnız
silâhınız; süngünüzle sava˛acaktınız.

Hayır, bu harp, hayalimdeki harp deildi. Bu. belki bize


talimgahlarda örettikleri ˛eydi ama, bunun hiç bir ˛iiri, haya¬
le hitap eden hiç bir tarafı yoktu.

Gece, baskın bir topçu ate˛iyle açıldı. Gündüzden hedefle -


rini, mesafelerini tespit eden dü˛man topçusu, önce solumuzda-
ki bir dayanak noktasını dövmeye ba˛ladı. Sonra cephe hattı¬
nın ˛urasında, burasında piyade ve makineli tüfek ate˛leri du¬
yuldu. Derken bu ate˛ler, bütün cepheye yayıldı. Sonra bö¬
lüün ilerisindeki gözetleme noktasından ilk i˛aret fi˛ei atıl¬
dı. Onu bir dieri takip etti. B u n l a r h a v a d a birbiri ardına, renk
renk yandılar. Hepsi de çocukluumuzda, donanma gecelerin¬
de atılan havaî fi˛eklerine benziyorlardı: Önce küçük bir ate˛
böcei kıvrıla kıvrıla havaya yükseliyordu. Sonra bu ate˛ten
izin havada hafif b i r kavis, çevirerek döndüü noktada birden
yanan bir kandil, yere dü˛erken altındaki sahayı kırmızı, ye˛il,
yahut mavi ı˛ıklarla aydınlatıyordu. Bu renklerin ayrı ayrı
manaları vardı. Nihayet ilk bomba birkaç adım ilerimizde pat¬
ladı. Ondan sonra baskın, bütün dünyada ve bütün muharebe¬
lerde görülen baskınların biri olarak kızı˛tı, geli˛ti...

Baskının ilk anlarında duyduum hisler, belki birtakım he-


108 SUYU ARAYAN ADAM

yecanlar, hatta korkulardı. Ama sonra bou˛ma geli˛tikçe bu¬


nun yerini bir nevi hafiflik, ferahlık duygulan aldı. Daha son¬
raları içimden garip ve vah˛î birtakım duyguların kabardıını
hissettim. Nesiller ve nesiller ötesi atalarımızdan bize gelen,
fakat toplumun, terbiyenin sathî tesirleri altında uyu˛up kal¬
mı˛ olan duygular hep birden ayaklanıyordu.
Gecenin barında dalar inliyordu. Baskın ˛iddetlenip de
ben de siperden sipere ko˛up didindikçe, içimde k a b a r a n *bu
yeni benliime daha iyi alı˛ıyordum. Dü˛manı ate˛lere bo¬
mak, kesmek, parçalamak, gırtlaına yapı˛arak damarlarını ko¬
parmak, kanını emmek... Yeni benliimin ihtirasları ˛imdi yal¬
nız bunlardı...
Bombardımanlar, silâh çatı˛maları, bomba infilâkları ve
daları, ta˛ları inleten gürültüler yava˛ yava˛ durulup da tek¬
rar kendimizi bulduumuz zaman artık, sanki ba˛ka bir insan
olmu˛tum. On yıl birden ya˛lanmı˛ gibiydim. On yıllık tecrü¬
beyi, çileyi sanki birden geçirmi˛tim. Kendimi artık aır ba˛¬
lı, yeti˛kin bir insan buluyordum. Ölümle kar˛ıla˛mak, onunla
bou˛mak, ate˛ içinden geçmek, her an ölebilmek ve bu arada
belki de bazı insanları öldürmü˛ olmak beni, benim ya˛ımda
fakat bu imtihanı geçirmemi˛ bulunan ya˛ıtlarımdan artık ayı¬
rıyordu. Anadolu hakikatini görmek ve onun çetin realitesi
içinden geçmi˛ olmak tecrübesinden sonra, bu ate˛ içinde ya¬
nı˛, yıkanı˛, büyük ve mesuliyetli bir ˛eydi.

Hem artık vatamn bir sınır parçasını i˛te ben koruyor¬


dum. Demek ki vatan, ˛imdi bir elini benim omuzuma koy¬
mu˛tu. Masallarda, destanlarda, hikâyelerde söylenen gaziler¬
den biri de ben olmu˛tum. Ölen anamın, ˛ehit karde˛lerimin
ruhları beni bu gece burada, bu siperin içinde ve askerlerimin
ba˛ında gördükleri zaman acaba nasıl heyecanlanmı˛lardı. Ya¬
hut babam, kabil olsaydı da, ˛u arkadaki kayalardan birinin
kenarına saklanarak benim bu geceki i˛lerimi görebilseydi, aca¬
ba nasıl sevinç gözya˛ları dökerdi?

Bütün bu karı˛ık dü˛ünceler içinde yarı çocuk ruhum, san¬


ki kanatlanıyordu gibiydi...
Cephede sabah yakla˛ıyordu. Bütün cephe yorgun bir ses-
SUYU ARAYAN ADAM

sizlie gömülmü˛tü. Ufuklar aaracak gibiydi. Doacak güne˛,


bana hayatımın yeni bir kapısını «açacak sanıyordum. Çocuk —
luklar, lekesiz duygular, ruhun bakir ve günahsız çaı artık
geride kalmı˛tı.
Gün aarırken siperlerin önüne doru süzüldük. Bomba
çukurları, kayalar, dikenler, ardıç çalıları arasından, geceki
ate˛ sahamız içinde dikkatle ilerliyorduk. ›lk rastladıımız bir—
takım kan izleri oldu. Bir ardıcın dibinde geni˛ ve koyu bir
kan tabakası pıhtıla˛mı˛tı. Sonra havaya uçmu˛ bir silâh, ters
dönerek, ucundaki süngüden yere saplanmı˛ öylece duruyordu.
Daha ileride sanki bir atın üstüne tersine kapatılmı˛ gibi bir
dü˛man neferi bir kayaya kapaklanmı˛, öylece kalmı˛tı. Yerde
çantalar, ˛apkalar, palaskalar vardı. Bir sıra çamların arasın¬
dan dereye inen ince bir yayla yolu vardı ki, dü˛man bu yol¬
dan çekilmi˛ti. Bu patikanın üstünde yer yer kan izleri görü¬
nüyordu. Doan güne˛ beni o sabah, i˛te bu kanlı yolun üstün¬
de buldu.

Cephede hayat, kendi tabii seyrinde akmaya ba˛ladı. Ba—


zen durgunluk günleri, bazen taarruzlar, kar˛ı taarruzlar, ileri,
geri hareketler ve daima ke˛ifler...
Yalnız bizim taburun deil, bütün cephemizin en sa ka¬
nadının dayandıı Munzur silsilesinin daimî karlarla örtülü
zirvelerinde, tehlikeli geçitlerinde, ne dü˛manın, ne de bizim
olmayan ve daha ziyade her iki tarafa pusu kurup, iki tarafın
da canına kıyarak, silâhına, cephanesine konmak isteyen Kürt
kabilelerinin gizlendikleri yerlerde yapılan ke˛ifler, bunların
en çetinleri oluyordu. Munzurlarm birçok yerlerinde insanın,
tırnakları ile' tutunarak tırmanması lâzımdı. Zirvelere yakla˛ —
mak, uzun saatlar alıyordu. Bir günlük ke˛if tırmanı˛ı için,
bizim ham keçi derisinden yapılmı˛ çarıklarımızdan en az iki
çiftinin parçalanması gerekiyordu.
Fakat sava˛ın ara verdii o günlerde Anadolu köylerinin
ve kasabalarının mahsulü olan bu Anadolu askerlerinin, o za¬
mana kadar hiç bilmediimiz, kitaplarda yazılı olmayan, ta-
110 SUYU ARAYAN ADAM

limgâhlarda öretilmeyen vasıflarını tanımak, milletin bu bü-


yük parçasının ruhu ve tabiatı hakkında her gün yeni bir'˛ey
örenmek, bana dü˛man cephesinde veya dü˛man genlerindeki
ke˛iflerden daha önemli görünüyordu...
Bu ruhun ve tabiatın okunması, milleti te˛kil eden bu in-
sanların, bir bakı˛ta göze çarpmayan iç hallerinin, bilinmeyen
bir kitabın sayfaları gibi yaprak yaprak açılması, benim için
yeni, hakikaten ilgi çekici bir ˛eydi...

Burada biraz deinmeye çalı˛acaım bu görü˛ ve incele-


meler, bittabi eski Osmanlı devletinin son devrine, yani im¬
paratorluk Türkiye'sine aittir. Bu mü˛ahadelerin, bugünkü
Cumhuriyet neslimiz ve Cumhuriyet Türkiye'si ile elbette ki
benzerlii yoktur. Kaldı ki bunları burada, hiç bir zaman birer
küçültücü mü˛ahede olarak da kaydetmiyorum. Bilâkis, o za¬
man harp içinde ve orduda vazife alan okur yazar gençler ve
bilhassa genç yedek subaylar için; milletin aslî maddesi olan
Anadolu köylüsü ve köylünün iç âlemi ile bu çetin ve çıplak
tanı˛ma, mesut bir hadise olmu˛tur. Millî Mücadeledeki yan-
yana kan ve silâh arkada˛lııyle kuvvetlenen bu kayna˛ma,
bugünkü millet birliinin, ilk ba˛langıcıdır. Çünkü ondan önce
halk ile, halkın içinden yükselen okur yazarlar arasında mü˛ —
terek olan hiç bir ˛ey yoktu.

O zaman, benim anlayabildiime göre, bizim askerler fert


fert dikkate deer bir varlık olmaktan ziyade, bir topluluk,
bir küme unsuru idiler. Bu küme, bu toplum içinde her ˛eye
kolayca ayak uydurabiliyorlardı. Fakat bunlardan herhangi bi-
ri topluluktan ayrılıp da tek ba˛ına kaldıı zaman kendi te¬
˛ebbüs kudretiyle müstakil bir hareket yolu tayininden hemen
daima aciz kalırdı. Topluluk içinde, yahut da toplulukla ilgili
i˛lerde daima, tabi olacaı, arkasından gidecei bir önder arar-
dı. Bu hal, harbin kıta içinde idaresine sık sık tesir ederdi. Ça-
vu˛un, subayım, yahut kendini idare edeni kaybeden bir as-
ker topluluu kolayca daılabiliyordu. Tehlikeli zamanlarda bir
birlik, dikkatle yayılacaı ve birbirinden açılacaı yerde, bi-
SUYU ARAYAN ADAM 111

lâkis birbirinin üzerine ve hemen daima,- kendini idare edenin


bulunduu tarafa toplanmak, yıılmak meyli gösteriyordu.
Tek ba˛ına kalan askerin toplumla olan ilgisi süratle si¬
linirdi. Hatta bunlardan biri, meselâ bir yolun azında, bir
kayanın ba˛ında tek ba˛ına nöbete bırakıldıı zaman derhal
kendi öz benliine dalardı. O zaman bir an içinde, k o l e k t i f di¬
siplininin dı˛ına çıkar, kendi merasında, kendi tarlasında tek
basma bir köylü oluverirdi. Bu gibi hallerde en dayanamadı-
ı ˛ey uykuydu. Dü˛man ve ölüm tehlikesini ileri sürmekle
onu uykudan önlemeye çalı˛manın hiç bir faydası yoktu. Çün¬
kü bu askerler ölüme kar˛ı cesur olmaktan ziyade, ölüm hak¬
kında i l g i s i z, bilgisizdiler. Ölümü, ya˛amak gibi basit ve tabiî
sayıyorlardı. Tehlike anlamına ise, ˛uurlarında hiç yer vermi¬
yorlardı.

Uyku için hiç bir hazırlıa ihtiyaç duymazlardı. Bir daki¬


ka, hatta bir saniye içinde uykuya dalabilirlerdi. Bazen onları
uyanık sandıımız zamanlarda bile uyumu˛ olurlardı. Siperin
gerisinde, silâhı elinde, gözleri ileri v.e sizin her ˛eyin yolunda
gittiinden emin olduunuz bir anda, güvendiiniz bir nöbet¬
çi derin uykulara dalmı˛ olabilirdi. Bir topluluk içinde ve bo¬
zulmayan bir kumanda altında her ˛eyi yaptırabileceiniz bir
insanın, tek ba˛ına kalınca toplum duygusundan bu kadar uzak
olu˛u, insanı ˛a˛ırtan bir ˛eydi. Burada belki harbin sebep ol¬
duu talim ve terbiye noksanının da tesiri vardı. Ama top¬
luluk içinde var olu˛, Anadolu halkının her halde öz bir vas¬
fı idi.

Yaz sonuna doru, alayın makineli tüfek bölüüne geç¬


tim. Bu bölük o sıralarda ihtiyatta olduu için, askerleri siper
dı˛ında ve ba˛ka cephelerinden de tanımak imkânını buldum.
›lk i˛im talim saatlarmdan ba˛ka bir de ders saatları ayırmak
oldu. O sıralarda sava˛ biraz tavsamı˛tı. Bölüklerin mevcudu,
arkadan gelen yeni kuralarla süratle artırılıyordu. Bugün or¬
dunun bilgi yapısında, Birinci Dünya Harbindeki Osmanlı or¬
dusuna bakarak çok ˛eyler dei˛mi˛tir. Fakat o vakit, meselâ
bizim bu makineli bölüünde, istanbullu bir ba˛çavu˛tan ba˛¬
ka okuma yazma bilen kimse yoktu. Daha ilk derste belli oldu
112 SUYU ARAYAN ADAM

ki bu bölükte, hangi dinden olduumuzu doru dürüst ve ke¬


sin olarak bilen kimse de yoktur.
Derse ba˛larken istanbullu ba˛çavu˛a dersi sadece dinle¬
mesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da as¬
kerlere sordum:

— Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?


Hep birden:

— Elhamdü-l-ülâh Miislümanız,

diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Ce¬


vaplar karı˛tı. Kimisi «›mam-ı âzam dinindeniz» dedi. Kimisi
«Hazreti Ali dinindeniz» dedi. Kimisi de hiç bir din tayin ede¬
medi. Arada:

— Mâmız,
diyenler de çıktı ama;

— Peygamberimiz kimdir?

deyince, onlar da puslayı ˛a˛ırdılar. Akla gelmez peygamber


isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi:
— Paygamberimiz Enver Pa˛adır! dedi. ›çlerinden peygam¬
berin adını duymu˛ olan bir kaçına da:

— Peygamberimiz sa mı? Ölü mü?

deyince iç gene çatalla˛tı. Herkes aklına gelen cevabı veriyor¬


du. Bir kısmı sa, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat biri¬
sinin kuvvetle konu˛tuunu, yahut bir tarafın daha aır bas¬
tıını görünce, dier tarafın da kolayca o tarafa kaydıı görü¬
lüyordu.
Peygamberimiz sadır diyenlere:
— O .halde peygamberimiz hangi ˛ehirde oturur,
diye sordum. Cevaplar tekrar karı˛tı. Onu istanbul'da, fiam'da,
yahut Mekke'de ya˛atanlar oldu. Hiç bir yer tayin edemeyen¬
ler daha çoktu. Peygamber ölmü˛tür diyenlere de:
— Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?
denildii zaman bu sefe r onlar ˛a˛ırdılar. Yüz sene evvel, be˛
yüz sene evvel, bin sene evvel diye geli˛i güzel cevaplar veren¬
ler oluyordu. Fakat çou, vakit tayin edemiyorlardı.

Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din il-


SUYU ARAYAN ADAM 113

kelerini ve ibadetleri doru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı.


Ezan dinlemi˛lerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz
kılan bir iki ki˛i çıktı. Fakat, onların da hiç biri namaz surele¬
rini yanlı˛sız okuyamadı. Daha garibi niçin namaz kıldıkları¬
nı bir türlü anlatamadılar.- Sonra:
- Köyünde cami "olanlar ayaa kalksın,
dedim. Gerçi köylerinde cami olan birkaç ki˛i kalktılar. Fa¬
kat onlar da bayramlarda, cumalarda, âdet yerini bulsun diye
camiye gitmi˛lerdi. Köylerinde mektep olan bir tek ki˛i çık¬
madı. Bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara
imam tarafından kur'an ezberlettirilmeye çalı˛ıldıını görmü˛¬
lerdi. Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören
kimse yoktu. '
›lk ders beni ˛a˛ırtmı˛tı. Bu bölük, o zamanki milletin bir
parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köy¬
lüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sa¬
dece cahildiler.
Fakat asıl ˛a˛kınlıım ikinci derste oldu. Daha ilk sual ce¬
vaplarda anla˛ıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduk¬
larını deil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.
- Biz hangi milletteniz,
deyince her kafadan bir ses çıktı:
- Biz Türk deil miyiz?
deyince de hemen:
- Estafurullah?
diye kar˛ılık verdiler. Türklüü kabul etmiyorlardı. Halbuki
biz Türktük. Bu • ordu Türk ordusu idi. Türklük için sava˛ı¬
yorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sımaımız an¬
cak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki bu «biz Türk de¬
il miyiz?» diye sorunca «estafurullah» diye cevap verenle¬
rin görü˛üne göre Türk demek Kızılba˛ demekti. Kızılba˛lıın
ise ne olduu bilinmiyordu. Ama, onu herhalde kötü bir ˛ey
sayıyorlardı. Yahut belki de aslında kendileri Kızılba˛ olduk¬
ları halde böyle görünüyorlardı.
Anadolu'da vaktiyle binlerce, on binlerce insan Kızılba˛ ol¬
dukları için öldürülmü˛lerdi. Gerçi bu öldürülenler hakikî saf

8
114 SUYU ARAYAN ADAM

Türk a˛iretler halkı, Ouz Türkleriydiler. Demek ki korku hâlâ


ya˛ıyordu...
Dininde, milliyetinde birle˛mi˛ olmayan bu bölük, ders¬
ler ilerledikçe görüldü ki, devletin ˛eklini, devletin adını, pa¬
di˛ahın ismini, devletin merkezini, ba˛kumandanı ve onun ve¬
kilini de bilmemektedir.
Hele i˛ vatan bahsine dönünce büsbütün karı˛tı. Kısacası,
vatanımızın neresi olduunu bilen yoktu. Yahut da bütün bil¬
giler, belirsiz, köksüz, ˛ekilsiz, yanlı˛tı.
Bölüü yakından tanıdıkça daha garip ˛eylerle de kar˛ı¬
la˛ıyordum. Askerlerin bir kısmı, kendi isimlerini deil de ba˛¬
ka adlar ta˛ıyorlardı. Künyelerinde yazılı yerler, asıl doduk¬
ları veya kayıtlı oldukları yerler deildi. Bu kayıtları düzelt¬
meye ve onları temize çıkarmaya ura˛ırken, bunu istemeyen,
hatta i˛i büsbütün karı˛tıranlar da vardı... Böyle bir toplum
bu harbi elbette ki ruhen isteyerek benimsemi˛ olamazdı.

›˛e yeniden, ba˛tan ba˛lamak lâzım geldi. Önce isimlerin¬


den ba˛layarak, bölüün, taburun, alayın, onba˛ının, çavu˛un,,
subayın isimlerini öretmeye giri˛tik. Sonra vatana, millete,
dine doru ilerledikçe garip birtakım ruh direni˛leri ile kar˛ı¬
la˛maya ba˛ladıımı hissettim. Anla˛ılıyordu ki bu direni˛leri
derin ve esaslıdır. Ben ilk adımda askerlerimi dindar ve mu¬
taassıp zannetmi˛, fakat cahil bulmu˛tum. Ama ne de olsa bun¬
lar cahil fakat Müslümandır diyordum. Halbuki biraz sonra,
anla˛ıldı ki, hepsinin nüfus kâıtlarına ve künyelerine geçiri¬
len bu «›slâm» kaydına bakmayarak, bu kalabalıın içinde bir
sıra birbirini tutmaz dinler, yahut din tortuları, mezhepler,
inancalar, tarikatlar, canlı olarak ya˛amaktadır. Bunların hep¬
sinin ruhlarına hurafe, vehim ve geçmi˛in tortuları hâkimdir.
Hatta bir aralık inandım ki bölükte hiç olmazsa, asimi bilme¬
den de olsa kendini «›slâm» sayanlar, çounlukta bile deil¬
diler.

Alevîler, Yezidiler, Kızılba˛lar ve daha akla ve tasnife gel¬


meyen ve hepsi de mazinin bilinmeyen köklerinden gelipy
mensubunu karma karı˛ık bir insanca çamuru içinde ya˛atan
bir sürü itikat döküntüleri, bu insanları parça parça birbirle-
SUYU ARAYAN ADAM 115

rinden ayırmaktadır. Bu görü˛ ve kanılara varınca, bölüün


daha ilk adımda dinini, milletini ve vatanını bilmemesi ˛ek-
linde meydana vurduu sert gerçek güçlükle de olsa, birtakım
tarihî ve etnik sebeplerle az çok izah edilebilir bir hal alma-
ya ba˛ladı.
Tam o sıralarda yayınlanan bir kitaptan bu konularda çok
faydalandım. Bu kitapta (1) Anadolu'da yerle˛en bütün din-
lere ve rejimlere kar˛ı, daha eski din ve itikatların, çe˛itli
maskeler altında ya˛attıı direni˛ler çok açık olarak anlatılı-
yordu. Bu din ve inanca kalıntıları, bilhassa ›slâm akidele-
rine kar˛ı dayatıyorlardı. Bu dayatı˛ta, Hıristiyanlıktan önceki
itikat kalıntılarından ba˛layarak, Hıristiyan unsurlarının, ›ran
itizallerinin ve akla gelmez daha binbir ruh döküntüsünün te¬
siri canlı bir ˛ekilde ya˛ıyordu.
Bu mukavemetlerin tarihi bazen, hatmilerde olduu gibi
aktif bir mücadele ˛eklinde yürümü˛tü (2). Bazen de Aleviler¬
de, Yezidîlerde olduu gibi pasif bir mukavemet ˛ekline bü¬
rünmü˛tü.
Yolsuzluk, mektepsizlik, adaletsizlik, idaresizlik, toprak
aalarıyle ˛eyhlerin her tarafta el ele veri˛i de devlet otorite-
sinin ancak vergi, veya asker almak için köyü hatırlayı˛ı, bu
direni˛leri kolayca besliyordu.

Bu neticelere varınca, elindeki silâhın salamlıına güve-


nemeyen bir ˛övalye gibi, harbin neticesine ve memleketin ge¬
leceine olan emniyetimi zaman zaman duman bürüdüü olu¬
yordu. Harbi ruhen benimsemeyen, nerede ve niçin harp etti¬
ini bilmeyen, hatta kendi varlıının cahili olan askerlerimle
ura˛ırken, onlara acımakla, onları yadırgamak arasında bazı
ruh çatı˛maları duyardım:

— Bu insanlar neye yarar, derdim, bu adamlarla, bu bir-


birini tutmayan, birbirine yapı˛mayan insan malzeme-

(1) Kitabın ismi: Hurufattan Hakikata.


Yazan: fiemseddin Bey (Günaltay. Eski b a ˛ v e k i l ) .
(2) Batınîler dokuzuncu asırda Selçuk Veziri Nizamülmülk'e
ve umumiyetle idarî otoritelere kar˛ı suikastlar tertip ederek sava˛-
tılar. Merkezleri Batı iran'da Elemut kalesiydi.
116 SUYU ARAYAN ADAM

siyle hangi toplum yapısı düzenlenebilir? Ancak disip-


linin kıskacı içinde sava˛ıyorlar ve ölüyorlar demek-
tir. Bir ˛ehit künyesi diye askerlik ˛ubesine gönderdi-
imiz isim., belki de hakikatte yakalanmı˛ bir asker ka-
çaının uydurma adıdır. Galiba biz kendi kendimizi al-
datıyoruz? Galiba ilerimizde Turanı kurmak istiyoruz
ama gerçekte, arkamızdaki Türkiye bile bizim deil...
Hatta ilk i˛, belki de Turandan evvel Türkiye'yi kur—
mak ve kazanmak...

Fakat dü˛üncenin seli bu kayaya dayanınca, kar˛ımda ge¬


ne bizim bölüü görüyordum. Maddesi, nitelii ve iç yapısı
b i l i n m e y e n bölüü... Yani o zamanki .Anadolu'nun, o zamanki
Anadolu t o p l u m u n u n gerçek bir p a r ç a s ı n ı . . . O vakit:

— Pekiyi ama, diyordum, bu insanlar kendi sefaletlerin-


den niçin kendileri sorumlu olsunlar? Kendi maddî ve
manevî sefaletlerinden? Asırlar boyunca bu insanlara
ne verdik? Köylerine yol mu yaptık? Yol ba˛ına mek-
tep mi kurduk? Camii, muallimi, imamı var mı? Hasta-
lıklarıyle mi sava˛tık? E˛kıyaya, toprak aasına, ˛eyhe,
mütegallibeye kar˛ı onu koruduk mu? Dinin hükümle-
rini, milletin adını, vatanın sınırlarını örettik de ö-
renmediler mi? Verdii vergileri, aldıımız askerleri ne
yaptıımızı söyledik mi? Padi˛ahın adını nereden bil¬
sin? Ba˛kentin adını neden bilsin? Hatta bütün bunlara,
ramen onun bugün gene burada olmasına ˛ükretmeli?
Yoksa bu at bir gün ba˛ını kaldırır ve bizi üstünden
atabilir!..

Hem biz onu ayıplarken, acaba biz dinimizi bili-


yormuyuz? Milletimizin adı bize malum mu? Türk mü¬
yüz yoksa Osmanlı mı? Vatanımız nerede ba˛lıyor, ne-
rede bitiyor? Anadolu'dan daha büyük olan ve ˛im.di
her sınırında ˛u beenmediimiz Anadolu çocukları çar¬
pı˛an o Arap çölleri acaba vatanımız mı, yoksa deil
mi? Bu suallere biz hangimiz cevap verebiliriz? Vata-
SUYU ARAYAN ADAM 117

nımız Türkiye mi,, yoksa hayalimizde ya˛attıımız Tu-


ran mı? Bunun cevabı nedir?
fiu beenmediimiz insan varlıının iç âleminde
bin bir çe˛it hurafenin, bin bir çe˛it inançların kalın¬
tıları ya˛ıyor, doru. Fakat biz acaba neye inanıyoruz?
Hem. onun zararı yalnız kendine. Halbuki biz kendi¬
mizle beraber onları da birden batırabiliriz! Harbi ru¬
hen benimsemediyse suçu ne? Harbi açan, harbi isteyen
o mu? Yahut biz bu harbi açarken ona sorduk mu? Ona
anlattık mı?.. Hatta bu harbi açanlar, bu maceraya gi¬
rerlerken bize sordular mı?

M u h a k e m e m bu noktalara varınca, artık daha ilerileri dü-


˛ünmekten korkardım. Derhal cebimden düdüümü çıkarır, üf-
lerdim. Bölüümü içtima yerine toplardım. Ko˛arak, kakı˛a¬
rak gelirler, iki sıraya dizilirlerdi. Ökçelerini birbirine vurarak,
çarıklarının burunlarını açarak ayaklarını biti˛tirirlerdi. Kol¬
larını yanlarına yapı˛tırırlardı. Ba˛larını kaldırır beklerlerdi...
Bir emir verilsin diye...

O zaman gözlerimi her birinin üstünde, her birinin yüzün¬


de ayrı ayrı gezdirirdim. Bu insanlar ˛imdi bana daha yakın,
bu yüzler bana daha m ü l a y i m görünürdü. H e r birinde bee¬
nilecek vasıflar, i˛aretler sezerdim. Saflar âdeta birtakım ma¬
nalar alırdı. Bu tek olunmu˛ insan kuvveti birtakım deerler,
birtakım istidatlar, birtakım gizli kudretler ta˛ıdıını ilân eder
gibi .olurdu...

— Hayır, derdim, bunlar günahsız, bunlar deerli varlık—


lardır. Bunlar daha aydın bir yarının yapıcılarıdırlar.
Asıl suçlu biziz- Onlar bizi affetmelidirler...

Onların bir çoklarının simasını hâlâ hatırlarım. fiimdi ve


nice yılların ardından da olsa onlara seslenmek istiyorum:
— Ya˛ayanlarınızın yolu açık olsun, ˛ehitlerinize, ölenle—
rinize Allah rahmet etsin çocuklar!
118 SUYU ARAYAN ADAM

Harbin yeni bir kı˛ı daha çattı. Biz ˛imdi Karada denilen
bir silsile üzerinde ve 3.100 rakımlı bir tepe bölgesindeydik.
3.100 metre yüksekliindeki bir tepenin, mahrumiyet içindeki
bir kı˛ harbinde gösterdii manzaranın pek o kadar iç açıcı
olmayacaı tahmin edilebilir. Galiba bunu o zaman dü˛ünenler
de oldu ki, bu tepenin asıl adı bir ordu emriyle dei˛tirildi. Bu¬
raya «Güzel tepe» ismi verildi. ›sim dei˛ti. Fakat hayat her
türlü vasıtalardan mahrum bir memleketin, 3.100 metre yük-
seklikteki bu dada yürütmeye çalı˛tıı bir kı˛ harbi haya-
tı olarak kaldı. Böyle bir harp hayatının maddî hikâyesini
anlatmak bu kitabın konusu deildir. Bu hikâyeleri hem an¬
latmak, hatta hem de dü˛ünmek istemem. Ben burada o gün¬
lerin daha ziyade ruhî cephesine biraz deineceim.
Cephede siperlerin gerisinde boydan boya zeminlikler uza-
nıyordu. Bunlar toprakaltma kazılmı˛ kovuklardı. Yakacak kıt-
tı. Bulunabilen yakacak parçaları, vaktiyle bu daları örten ve
sonra belirtisi bile kalmayan orman aaçlarının, ta˛, toprak
altında kalmı˛ ve oralardan çıkartılan köklerinden ibaretti. Ay-
dınlatacak ise yoktu.
Kar zeminlikleri bazen, hatta kapılarıyle beraber örttüü
için, zeminliin içi gündüz bile bir gece karanlıına gömü¬
lürdü.
Bu gibi zamanlarda hayatın akı˛ı, Birinci Dünya Harbi
devresindeki bütün mevzi harplerinde olduu gibi sıkıcı, yek¬
nesak ve melankolikti. Bu gibi harplerde zafer daima, en son
yıpranan tarafın olur. Ve yıpranı˛ önce ruhlarda ba˛lar. Har-
bin insanı oyalayıcı geni˛ hareketleri yerine, aylar ve aylarca
saplanılan siperlerin kasveti ba˛layınca, ruhları ilk saran ˛ey
melankolidir. Bu melankoli insanın kendi içine dönü˛ü ile ba˛¬
lar, Bir erin, basit bir askerin, kendi içine döndüü zaman,
orada bulduu ˛ey, kendi maddî ve brütal ˛ahsiyetidir.

O, ya bir köylüdür. Ya bir kasabanın ilkel kalabalıı için¬


den gelmi˛tir. ›lk duyduu ihtiras midesinden gelir. Sonra da
hemen cinsî benlii ˛ahlanır. Karısı, ni˛anlısı gözünde tütme-
ye ba˛lar. Köyü, yahut evi günler, hatta haftalarca süren uzak
yolların ötesindedir. Fakat onun kafasında zaman mefhumu da,
SUYU ARAYAN ADAM 119

mesafe mefhumu da bulanıktır. O, arkada görünen daı a˛ınca


yolların nasıl olsa kendi köyüne çıkacaını zanneder. Ve bazen
de bunun için yolu tutar kaçar ve suçlu olur (1).

Bu basit insan, köyünü bulmak için bir gece karanlıklara


karı˛tıı, yahut kendi tabirince «cahillik ettii» zaman da. tıp¬
kı daarcıını omuzlayıp askerlik ˛ubesine vardıı ve asker oca¬
ına yollandıı zamanki kadar saf bir insandır. Onun bir gün.
birden siperini bırakıp yollara dü˛mesi, ne harpten gelen bir
ölüm korkusundandır. Ne me˛akkatlere dayanıksızlımdandır.
Nitekim bir gün yakalanır, cepheye gönderilirse, sanki hiç bir
˛ey olmamı˛ gibi sakin ve sessiz, gösterilen hizmetleri canla
ba˛la yapar...

Uzayan ve cıvılda˛an bir harbin melankolisi içinde subay¬


ların reaksiyonları ise, o zaman çe˛itliydi. Esas meslei asker¬
lik olan ve hayatlarını orduya balayan muvazzaf subaylar üs¬
tünde bu halin göze çarpan bir tesiri görülmezdi. Onlar ken¬
dilerini bu harp arabasının birer ç i v i s i, tekerlei gibi ona ba¬
lı, ondan ayrılmaz sayarlardı... Harp tavsayınca i˛leri, siperi
bir garnizon, bir kı˛la haline getirmeye çalı˛mak olurdu. Ze¬
minlii düzeltirlerdi. Kendilerine derme çatma kerevetler, ma¬
salar, sandalyeler yaparlardı. Cepheye yerle˛irlerdi. Terfiler
vaktinde gelir ve ara sıra madalyalar da gönderilirse, i˛lerde
aksayan hiç bir ˛ey yok demekti. Bu hayat, bu tip subayın aslî
ve daimî sanatıdır. Hatta onu bunun içinden çekip çıkarırlarsa,
kendini i˛siz ve gayesiz hisseder...

Fakat her biri bir ba˛ka meslek pe˛inde ko˛an, hayat için
ayrı gayeleri, ayrı tasavvurları olan ve birtakım mefkurelere
sahip bulunan, hulâsa az çok kitap adamı sayılan yedek subay¬
lar için bu reaksiyon daha ba˛ka olurdu. Onlar kendi içlerine
dönünce orada evvelâ, kendi belirli veya belirsiz gelecek kay-

(1) Irak cephesinde esir dü˛üp de ›ngilizler t a r a f ı n d a n Hindis¬


tan'ın ötesinde Malaya'ya sürülen Sandıklılı bir çavu˛un, bir gün
ve Malaya ormanlarmdaki kamp yerinden, Sandıklı'ya dönmek için
kaçtıım ve tabiî yakalandıını, çok yıllar sonra kendi azından
dinlemi˛imdir. Ama bu çavu˛, eer yakalanmamı˛ olsa, hâlâ Mala-
ya'dan Sandıklı'ya varabileceine inanıyordu.
120 SUYU ARAYAN ADAM

gılarıyle kar˛ıla˛ırlardı. Birinci Dünya Harbinde bunların bir


kısmına ve bilhassa en gençlerine, ruhlarını kaptırdıkları me¬
selâ Turan gibi ülküler hâkimdi. Bu mefkurelerin sınırları, ger¬
çi hayal bulutlarına karı˛ırdı. Fakat i˛in çekicilii ele zaten
bundaydı.
Bir kısmı mekteplerini bitirmi˛, bir kısmı henüz mektep
çaında bulunan yedek subayların bilhassa daha ya˛lıca olan¬
larının ruhlarında ilk reaksiyon, o devirde, önce cereyan eden
harbin kendilerine göre tahlili ile ba˛lardı. Sebepler, gayeler,
kıymet hükümleri üstündeki dü˛ünceler; ya˛anılan macerayı
her gün biraz daha didiklerdi. Rahat ve hür bir hayat arzusu,
yahut sivil hayata bir an önce dönüp orada macera ve müca¬
dele meyilleri kendini gösterirdi. Hatıralar, platonik a˛klar, asi
˛iirler meydan alırdı. Ortaya yazı olarak dökülen ˛eylerin hep¬
sine hâkim olan ruh, bu genç aydın veya yarı aydın insanların
daha ba˛ka bir hayatı özleyi˛lerinden ibaretti...

Ordunun kurmay büroları, cephelerdeki bu depresyon, ya¬


hut ruh dü˛üklüü hallerini galiba bilirlerdi ki, böyle zaman¬
larda hareketler, me˛galeler icat etmeye çalı˛ırlardı. Siperle¬
rin gerisinde mızıkalar çaldırırlardı. Uzak cephelerdeki zafer¬
lerimiz veya müttefiklerimizin zaferleri hakkında çe˛itli teb¬
liler yayınlayarak, bunun havayı kımıldatmasına önem verir¬
lerdi. Ba˛kumandanlık harbin pek yakında biteceini ve «ni¬
haî zaferin» mutlaka bizim olacaını temin ederdi. Yahut da
lüzumsuz bile olsa, baskınlar, taarruzlar tertiplenirdi. Bunla¬
rın gayesi, durulan bozulmaya ba˛layan havayı dalgalandır¬
maktan ibaret olsa gerekti. Mamafih birçok genç subaylar, bu
lıereketlere gönüllü olarak katılırlardı. Bir ˛eyler yapmak, kı¬
mıldamak ve zindeliklerini bulmak için...

Ba˛kumandanlık vekâletinin, Rusya'da bir ihtilâl çıktıı ve


Rus çarmm tahtından indirildii hakkında, 1917 ˛ubatında ya¬
yınladıı tebli, i˛te böyle bir hava içinde cepheye ula˛tı.

Bu tebli, önce ne askerlere, ne bize çok bir ˛ey ifade et¬


medi. Bu teblii askerlere, zaten biraz dikkatli anlatmak lâ-
SUYU ARAYAN ADAM 121

;:m geliyordu. Çünkü söylenecek yanlı˛ sözlerin arkasından on-


lar, artık harbin bittii manasını çıkarırlar, sonra da terhisin
uzadıı görülünce, bundan cephe zarar görebilirdi.
Bize gelince, bizim ihtilâl mefhumundan bütün anlayı˛ı-
mız, 1908'de Manastır'daki hürriyet ilânı çevresinden dı˛arı çı-
kamıyordu. Bu hürriyet günlerinin ise hepimizin hafızasında,
oek de eler tutar tarafı kalmamı˛tı. Fakat ne de olsa ihtilâl
ihtilâldi. O zamanlar Manastır'da, Selanik'te bulunmu˛ birta-
kım subaylar, Rusya'daki i˛i derhal bizdeki hürriyet ilânına
benzettiler. Bilgiç birer vaziyet aldılar. Fakat hadiseler biraz
ilerleyince onlar da i p i n ucunu kaçırdılar. Onların da bilgi ha¬
zineleri pek çabuk tükendi.

O devirde en çok okuyanlarımızın kafalarında bile, dün-


yanın siyasî sosyal cereyanları hakkında en küçük bir fikir
yoktu. O zamanki aydın veya yarı aydının dünya görü˛ü, Bal-
kan Harbiyle Cihan Harbi arasındaki iki yılın içinde, daha zi-
yade Fransızların harcıâlem yazarlarından alelacele Türkçeye
aktarılan birtakım yarı i˛porta malı tercümelere dayanıyordu.
Hele dünya siyaseti hakkında bütün bildiklerimiz, dünyanın
ittifak ve itilâf devletleri arasında iki cepheye ayrılmı˛ olma-
sından ibaretti ve biz, ittifak devletleri cephesindeydik. Ba˛-
kumandanlık vekâletinden gönderilen teblilere göre de yakın-
ıl a bizim taraf, yani ittifak devletleri cephesi son zafere kavu-
˛acaktı (1).
Bizim dünya siyaseti hakkındaki bütün bilgilerimiz bun-
dan ibaretti. Ba˛kumandanlıın müjdeledii nihaî zaferi ka-
zandıktan sonra olacak ˛eyler hakkındaki tasavvurlarımız pek
birbirini tutmuyordu. Askerlere sorulursa, nihaî zafere varı-
lınca onlar hemen terhis edilecekler ve köylerine dönecekler-
di. Bazı subaylara göre ise, biz galip geldikten sonra Kars ka-

(1) Bizim katıldıımız üçlü ittifak cephesini kuranlar Alman-


ya, Avusturya-Macaristan ve italya gibi üç devletti. Sonradan ital-
ya müttefiklerine ihanet ederek dier cepheye girmi˛ti. itilâf dev-
letleri safında da lider olarak ingiltere, F r a n s a ve Rusya vardı. Harp
çıkınca, Türkiye ile Bulgaristan ittifak ve sayısız devletler de itilâf
safında yer almı˛lardı.
122 SUYU ARAYAN ADAM

lesiyle Ardahan kazası bizim olacaktı. Yani bunlar dü˛manın


elinden alınıp Anadolu'ya katılacaklardı. Bu arada hatta Ba-
tum'u da alırız diyenler vardı.
Bizim gibi genç yedek subaylara göre ise, harbin sonunu
Ziya Gökalp evvelden haber vermi˛ti: Rusya harbi kaybedince
parçalanacaktı. O zaman; Azerbaycanlar, Türkistanlar, hep bi-
rer müstakil devlet olacaktı. Kafkasları a˛acaktık. Büyük Tu-
ran böyle kurulacaktı. Hayalimizin ondan sonrası ise birtakım
bulutlara karı˛ıyordu...
istanbul'dan gelen gazetelerde birtakım yeni kelimeler al-
mı˛ yürümü˛tü. Sosyalist, demokrat, bol˛evik gibi... Hatta sos¬
yalistin, demokratın da çe˛itleri vardı: Radikal sosyalistler, de¬
mokratik sosyalistler, ihtilâlci sosyalistler vb. Fakat gazetelerin
hiç birinde bu tabirlerin manalarını anlatan bir yazar çık¬
mıyordu.
Bizim tabur kumandanı, sade, babacan, kendine göre me¬
raklı bîr adamdı.
Bazen hepimizi etrafına toplar, meselâ:

— Nedir ˛u sosyalist dediin, bol˛evik dediin yahu! Yok


mu ˛unu anlatacak biri?

diye sorar, cevap beklerdi. Fakat herkes birbirine bakardı. Ce¬


vaplar birbirini tutmazdı. Sonra i˛in içinden çıkılamayınca,
bir kördövü˛ü ba˛lardı. Herkes gülü˛ür ve bahis daima ba˛¬
ladıı yerde biterdi.

* *

Harp fiilen durmu˛tu. Hatta mütareke olacaı da söyleni¬


yordu. Bir gün her ˛ey kendi kendine oldu ve kar˛ı ordu bir¬
den çözüldü.
Bir yaz günüydü. O sıralarda, 3.100 rakımlı tepenin kuze¬
yindeki boyun noktasında, bir hafif makineli tüfek takımına
kumanda ediyordum. Kar˛ımızdaki 2506 rakımlı tepe dü˛man
hatlarının bir dayanak noktası ve iyi tahkim edilmi˛ bir yerdi.

Bulunduumuz yerler, oralara göre dünyanın damı gibiydi.


Gözetleme noktamızdan yalnız dü˛man hatlarına deil, bütün
S U Y U A R A Y A N A D A M 123

ufuklara yukarıdan bakardık. Buralarda Tabiat, marur ve aza¬


metliydi. Tabiatın bu gururundan bizim de ruhlarımıza bir ˛ey¬
ler sinerdi.
Dü˛man ordusunun çözülmeye ba˛ladıı o günlerde iki ar¬
kada˛, gene gözetleme mevziimizdeydik. Dü˛man hatları üstün¬
de bir hareket belirdi. Önce bir veya birkaç ki˛i, derken bü¬
tün dü˛man siperlerinin üzeri, mevzilerinden çıkan, biriken,
kayna˛an askerlerle doldu. Aramızdaki mesafe birkaç yüz met¬
re kadardı ve aramızı, bulunduumuz yerlerden dibi görün¬
meyen kayalık bir dere yataı ayırıyordu.

Bilhassa 2506 rakımlı tepe üzerinde biriken askerler git¬


tikçe çoalıyordu. Burası tam bizim mevzilerimizin kar˛ısıydı.
Baıran, çaıran, kollarım sallayan, hatta belki ˛arkı da söyle¬
yen bu askerlerin hiç birinin elinde silâh görünmüyordu. Biraz
sonra bu kalabalık hep birden bizim siperlerimize doru ak¬
maya ba˛ladı. Gelenler evvelâ yava˛, kararsız ilerliyorlardı. Fa¬
kat bizden hiç bir ate˛ kar˛ılıı görmeyince cesaretlendiler. Yü¬
rüyü˛lerini hızlandırdılar. Hatta içlerinde ko˛anlar bile vardı.
Bunlar biraz sonra aradaki kuru derenin yataını a˛acak, fa¬
kat daha yakla˛ınca, siperlerimizin açıından bütün cephe bo¬
yunca uzanan lâam tarlalarına dü˛eceklerdi. ›lk patlayan lâ-
am, bunlardan bir kısmını havaya uçurabilirdi.

Vaziyeti oradan ve telefonla derhal gerilere bildirmi˛tim.


Fakat gerilerden., hiç. bir -emir-- almak kabil olmuyordu. Daha
dorusu verilen emirler birbirini tutmuyordu. Önce tabur ka¬
rargâhı aradan çekildi. ›˛i ve muhabereyi alaya bıraktı. Fakat
az sonra alay da i˛i fırkaya (tümene) bırakmayı, galiba ora¬
dan aldıı emirle uygun buldu. Fırka karargâhı ise yalnız taf¬
silât istiyor, bazen gelenlerin üstüne ate˛ edilmesi, bazen de
ate˛ edilmemesi için kararlı görünüyor, sonra muhabereyi ke¬
serek galiba alaylarla muhaberelere giri˛iyordu.

Halbuki derhal karar vermek lâzımdı. Olan ˛ey ise belliy¬


di. Bu bir fiilî mütarekeydi. Kendi kendine bir silâh terk edi˛ti.
Demek ki artık beklenen olmu˛tu. Dü˛man ordusu, bekledii
mütareke bir türlü imzalanmayıp terhis emri de gelmeyince.,
kendi kendine silâhını atmı˛, siperlerinden çıkmı˛tı.
124 SUYU ARAYAN ADAM

Bu dü˛üncelerin de ˛evkiyle ve gelenlerin daha lâam tar¬


lalarına varmadan önlerini kesmek için, yerime arkada˛ımı bı¬
rakarak, ben siperimden fırladım. Yanıma yalnız bir çavu˛ al¬
mı˛tım. Bize doru gelenlerle lâam tarlalarının biraz ileri¬
sinde kar˛ıla˛tık. En önde sarı˛ın, mavi gözlü, kumral sakallı
ya˛lı bir asker yürüyordu. Kucaında kocaman bir ekmek so¬
munu ta˛ımaktaydı. Bana iyice yakla˛tıkları zaman, bu somu¬
nun ortasına bir avuç tuz yerle˛tirilmi˛.olduunu gördüm. Ya˛lı
asker bu somunu, duygulu, gülümser bir yüzle bana uzattı.
Bu, Balkanlar'da bilinen bir ›slav âdeti idi. Sulh ye dostluk
demekti. .
Uzatılan ekmekten bir lokma kopardım ve tuza banarak
azıma götürdüm. Yanımdaki çavu˛ da, benim i˛aretim üzerine
aynı ˛ e yi yaptı. Bu hareketimizi, gelen askerler bütün daları
inleten hurralar, çılıklarla kar˛ıladılar..

Sonra bu gürültüler arasında, gelenlerin her kafadan bir¬


takım konu˛maları hatta nutukları ba˛ladı. fiimdi hepsinin de
arzusu, böylece ve kafile halinde bizim siperlerimize gelmek
ve bizim askerlerimizle barı˛maktı. Aralarındaki Kafkasyalı
tercümanlara vaziyeti nezaket; fakat kesinlikle anlatarak bu¬
nu önledik. Onlar gene gürültüler, heyecanlarla yerlerine dön¬
düler.
Ben yerime ve telefona döndüüm zaman, bü macerayı
uzun uzun ve her makama ayrı ayrı anlatmak lâzım geldi. Biz
siperlerimizin ilerisinde bu kar˛ıla˛mayı yaparken, civar hat¬
lardaki bütün birliklerin mevzilerinde silâh ba˛ına ko˛tuklarını
örendim. Anla˛ıldıına göre bu mevzilerde herkes, ordunun
bana yapacaı muameleyi münaka˛a ediyorlardı. Ordunun ka¬
rarı çok geçmeden belli oldu. Alay karargâhından bildirilen
bu emre göre, bundan sonra alay cephesinde yapılacak bu ne¬
vi temas ve konu˛malara, ben memur ediliyordum. Bu vesi¬
kayı hâlâ saklarım.
Çar ordusu ile yıllardan beri süren harp. o gün, orada ve
tesadüfen benim cephemde bitti.
Aydemir
6

Çar ordusu daıldı. Fakat onun yerini her tarafta, Rus or-
dusunun silâhlarına konan bazı döküntüleri de toplayan Er-
meni birlikleri aldı. Ermeni kıtalarının kar˛ımızda yer alma-
sıyle beraber harp, artık harp olmaktan çıktı. Devam eden ˛ey,
artık bir harp deildi. Harbin kar˛ılıklı bütün kaideleri orta-
dan kalktı. Ermeni birlikleri, bir taraftan cephede sava˛maya
çalı˛ırken, bir taraftan, i˛gal ettikleri sahada kalan yerli sivil
Türk halkı üstünde geni˛ bir kaatil ve imha i˛ine giri˛mi˛ti.
Hem dü˛manı sürmek, hem içeride kalanları bir an önce kur-
tarmak lâzımdı. Aramızdaki sava˛ artık kör ve aman bilmez
bir boazla˛maydı.

›leri hareket 1917 ˛ubat ayı içinde ba˛ladı. Bu aylarda Do-


u Anadolu'da kar, bir deniz gibi engindir. Bu karın altında
yalnız yollar, izler kaybolmakla kalmaz. Dalar, dereler de
˛ekillerini dei˛tirirler. Bu, tıpkı çöllerde kum fırtınalarının
yaptıı oyunlara benzer. Kar tipilerinden sonra geçitler kay-
bolur. Yarlar sırt ve sırtlar yar haline gelebilir. Uçurumlar,
üzerlerinde, emniyetle kayılabilen meyilli düzlükler gibi gö-
rünür. Tipiler bazen günlerce sürer. Milyonlarca tonluk kar
girdapları, siz bir karı˛ önünüzü bile göremeden üzerinizde
çılgın danslarını savurur. Fakat, bu gündüz bile gece gibi göz-
gözü görmez kudurmu˛ kar denizi içinde siz, yalnız kendinizi
korumak deil, yolunuzu bulmak, hedefinize ula˛mak ve etra-
fımzdakileri de hedefe ula˛tırmak zorundasınız. Böyle günler-
de her alman kilometre, yolu alan Birlie bir süngü hücumu-
nun kayıplarına mal oluyordu...

Bazen kıtaların, arka arkaya zincirlenmi˛ tek bir sıra ha-


linde ilerlemesi lâzım geliyordu. Böyle hallerde her insan ve
hayvan, kendinden önde gidenlerin açtıı derin ayak çukur-
128 SUYU ARAYAN ADAM

larına dalarak ilerlemek zorunda kalırdı. Bunlara adımını ayar-


larken ayaı kayan veya yanlı˛ bir adım atan insan ve hay-
vanın, ya dü˛tüü yerde kalması, yahut bir uçuruma yuvar-
lanması mukadderdi.

Bu yürüyü˛lerden birinde, hem de tipisiz ve hatta güne˛li


geçen bir g unun s k˛ammda, donarak ölmenin bir kısım saf-
halarını, birçokları gibi ben de ya˛adım. Bu olay, benim ha-
yatımda harp sahasında geçirdiim ani ve tesadüfi ölüm teh-
likelerinden deil de, belirli safhalarını ya˛adıım ölüm hal-
lerinden biri olarak yer aldıı için, onu hâlâ hatırlarım.

1918'in ˛ubat ayı içinde giri˛ilen ileri hareket sırasınday-


dı. Kıtalarımız Erzincan batısındaki Karada'ın Çardaklı bo-
azını geçiyorlardı. îleri hareket henüz ba˛lamı˛tı. O gün va-
zifeli olarak ben, Birliimden ayrı ve daha arkadaydım. Bu
defa ˛ose karlı, fakat çinenmi˛, düzle˛mi˛ti. Kaygan bir hal-
deydi. Çardaklı geçidinin en yüksek yerinden ve gene birtakım
geçitlerden döne dola˛a iniyordum.

Cephede yüzlerce donma hikâyesi dinlemi˛tim. Birçok in-


sanın donarak öldüklerini görmü˛tüm. Bildiim ˛uydu ki, dori-
mak, ho˛ bir uyu˛ukluk, tatlı bir uyku ihtiyacı ve birtakım
rüyalarla (bersamlarla) ba˛lardı. Erler bu tatlı uykuya ve ho˛
rüyalara hemen hiç mukavemet edemezler. Kendilerini bun-
ların rahatlıına kolayca terkederler ve sonunda ölürlerdi. Bu,
bir ölüm korkusuzluu deil, ba˛ka bir ˛eydir. Ve burada iza-
hı güçtür. Fakat subay, tehlikeyi hissedince kendini ölüme
kar˛ı sonuna kadar korumaya çalı˛ır.

Ben de o gün hava kararmaya yakla˛ırken ilk uyu˛uklu¬


a, hemen hiç farkına varmadan dü˛tüm:

Ak˛am olmak üzereydi. Etraf me˛elikti. fiosenin yanında-


ki dereden billur gibi bir su akıyordu. Fakat bir aralık atımın
ayaı sürçüp de bütün vücudum sarsılınca ayıldım. Gördüm
ki etrafta ne me˛elik, ne de akarsu var.

Donmanın, kendimi kaybetmenin ilk tatlı uyu˛ukluu içi¬


ne sürüklenmek üzere olduumu derhal anladım. Bu, bende
bir korku mu, bir deh˛et hissi mi uyandırdı, ˛imdi iyice ha-
SUYU ARAYAN ADAM 129

fırlamıyorum, fakat bu ilk ayılı˛la beraber kendimi toplama¬


ya çalı˛tıımı, ve ölmek istemediimi, gayet iyi biliyorum.
Ondan sonra dalmalar, uyanmalar arasında sessiz bir ölüm-
kalım kavgası ba˛ladı. Biraz geçince bu kavganın, atın üstünde
daha zor olacaını, at üstünde bir süvarinin kendini bersam-
ların uyu˛ukluuna- daha kolay kaptıracaını anladım. Attan
indim. Atın dizginlerini, koluma geçirdim. Galiba attan, onun
yakınlıından, beni ona balayan dizginlerin balantısından ve
arasıra -˛arsalanmaktan. kuvvet almak istiyordum. Topraa kuv¬
vetle basarak güya her adımın, bütün vücudumda uyandırdıı
sert zindelii duyarak yürümeye çalı˛ıyordum. Kımıldayarak,
tepinerek, hatta sıçrayarak kanımı harekete, getirmeye gayret
ediyordum. Yüksek sesle konu˛uyor,: baırıyor ver s e s i m i n da¬
lardan gelen aksini dinleyerek ya˛adııma inanmak istiyor¬
dum.

Acaba sesim ne kadar kuvvetle çıkıyordu? Yoksa, kendimi


mi aldatıyordum, bunu hâlâ bilmem. Fakat canlandırıcı dü¬
˛ünceleri, hatıraları, ümitleri, ya˛amak ihtirasını, istikbal ba¬
lılıını ölümle arama bir kalkan gibi germeye çalı˛arak bun¬
lara sarılmaya çalı˛tıımı gayet iyi hatırlıyorum.

Ama gittikçe mukavemetim kayboluyordu. Beyaz karlar


arasındaki her çalı, her kaya parçası, kafamda derhal ˛eklini
dei˛tiriyordu. Etrafta damlar, evler, köyler görüyordum. Fa¬
kat atımın ufak bir dizgin sarsıntısı veya benim bir ayak sürç¬
memle kendime geldiim zaman, bunlar derhal kayboluyordu.
Hatta atımla aramdaki mesafe bile bana ˛imdi açılıyormu˛.
uzuyormü˛ gibi gelmeye ba˛ladı. Atımın koluma sıkıca düüm-
lediim dizgini güya gittikçe geriliyor, uzuyordu. - Atını belir¬
li hatlarını kaybederek ˛ekilsizle˛iyordu. O zaman ıssız bir da¬
ın kasvetli bir kı˛ ak˛amı içinde yalnızlıımı, çaresizliimi
garip bir hüzün içinde anlıyordum.

Benim kıtama katılacaım yer bir handı. Nihayet ilerde


bir han göründü. ›ki katlıydı. Üst kat pencerelerinden ı˛ıklar
ta˛ıyordu. Kapısından girenler, çıkanlar çoktu. Bunlar benim
askerleri-mdi. fiu halde orada bir dam altı bulabilecektim. As¬
kerlerim birkaç adim sonra beni görünce ko˛acaklardı. Tabur

9
130 SüYU ARAYAN ADAM

doktoru yeti˛ecekti. Vücudumu karlarla ovacak ve ölümün üs¬


tüme açılan kanatlarından beni kurtaracaktı.
›˛te tam bu emniyet uykusuna kendimi kaptırdıım za¬
man, dizlerim sert yere öyle bir ˛iddetle vurdu ve buz kesil¬
mi˛ yolun üstüne bütün vücudumla öylesine serildim ki, der¬
hal uyandım. Etrafta ne han, ne de kervansaray vardı. ›˛te
o zaman, belki de ancak bir lâhza süren bu son kendimden
geçme hali içinde, çocukluumun, bir safhasının olduu gibi
hayalimde canlandıını, hatta onu olduu gibi ya˛adıımı ga¬
yet iyi hatırlıyorum:
Doduum evin küçük odası kar˛ımdaydı. Yahut ben bu
odanın içindeydim. Tavan gene basıktı. Küçücük pencerelerin
beyaz, yıpranmı˛ bez perdeleri gene inikti. Bu küçük pencere¬
lerin kaba cam bölmeleri gözlerimin önündeydi. Hatta bu cam¬
lardan bazılarının çatlakları kesekâıtlanndan yapılmı˛ yama¬
larla örtülüydü.
Kasvetli bir kı˛ aksanımın alacakaranlıı, bu küçük pen¬
cerelerden, yıpranmı˛ beyaz patiska perdeciklerin ardından
odaya sızıyordu. Be˛ numara gaz lambası duvardaki çivisine
ili˛tirilmi˛ti. Küçük saç soba gürül gürül yanıyordu. Ortada
eski bir hasır vardı. Üzerine yamalı kilim yayılmı˛tı. Yer
minderleri gene duvarların diplerine serilmi˛ti. Sofra tahtamız
ortadaydı. Üzerinde ˛u bildiimiz ye˛il çanak vardı. ›çine ka¬
ra arpa ekmei doranmı˛ sıcak tarhana çorbasının dumanla¬
rı bu çanaktan buram buram tütüyordu. Anam nedense or¬
tada yoktu, fakat her ˛ey beni bekliyor gibiydi...

Bütün ölümlerde, bilhassa donma, hikâyelerinde ilk çocuk¬


luk hatıralarının, hatırlanabilen en son hatıralar ve ölüme en
yakın merhale olduunu çok dinlemi˛tim. Fakat bu ölümler¬
den kurtulanlardan, bunun biraz daha ilerisini hatırlayan ve
anlatan yoktu. Ondan sonrası, belki daha derin bir rüya, bel-'
ki bir karanlık, fakat muhakkak ki, ebedî bir uykuydu...

Askerler beni bu safhada buldular. Sonra yıkık bir han


damına girdiimizi, yere bir yamçının serildiini, birtakım el¬
lerin elbiselerimi açmaya, çizmelerimi çıkarmaya çalı˛tıkları¬
nı hatırlıyorum. fii˛en ayaklarımdan bu çizmelerin bir türlü
S U Y U A R A Y A N A D A M 131

çıkarılamadıını ve sonra galiba doktorun emriyle, konçları-


nın arka diki˛ yerlerinden kesilerek alındıını da ˛öyle böyle
biliyorum. Sonra herhalde kanımı hareket ettirmek için, vü-
cudumu, ellerimi ayaklarımı karlarla ovmu˛ olacaklardı. Ama
ben bunları pek hatırlamıyorum. Derin bir uykuya dalmı˛ım...

›leri hareket geli˛tikçe, kar˛ıla˛tıımız haller, manzaralar,


tabiatın kahrını arka plana attı. Harp bir kan sarho˛luu ha-
lini aldı. Bu sarho˛luk bir an geldi ki, en vah˛i haddini buldu.
Ermeni ordusuna Ta˛nak komitecileri hakimdi. Bu komi-
tenin bütün gayesi, hırsı, sadece bir imha. ve intikam sava-
˛ından ibaret kalmı˛tı. Çılgın hesapla˛manın bir türlü sonu
gelmiyordu. Erzurum yolu üstündeki Cinis köyü kar˛ısında Ev-
reni köyünde, kadın, erkek, çocuk bütün köylüler öldürülmek-
le kalmamı˛tı. Öldürülenlerin vücutları parçalanarak, kollar, ba-
caklar, kafalar, kasap dükkânlarmdaki etler gibi , duvarlara,
çivilere, çengellere asılmı˛tı. Fakat bunları yapanların hırsları
bununla da sönmemi˛ti. Köyde ne kadar hayvan ele geçmi˛se,
mandalar, sıırlar, davarlar, kümes hayvanları, hatta köpek-
ler öldürülmü˛, parçalanmı˛, yerlere serilmi˛ti. Cinis'te ise bü-
tün köy halkını ayakta ve köyün azında bekliyor gördük. Fa-
kat bunlar, bir ölü kafilesiydi. Köyden çıkarılan, köye girece-
imiz yol üstünde süngülenirken birbirlerine sokulan ve ya-
pı˛an kadın, erkek, çocuk bu insanlar, dayanılmaz bir souk
altında kaskatı donmu˛lar ve öylece kalmı˛lardı.

Bunlara meydan bırakmamak, Erzurum'a bir an önce ula˛-


mak için yapılan .gayretlerse, tabiatın dayatı˛ı kar˛ısında dai-
ma geç kalıyordu. Nitekim bu dayatı˛ı ezmek ve bilinen yol-
lar dı˛ından daları a˛arak, ilerilere daha önce ula˛mak iste-
yen bir kumandanın (Halit bej? - Pa˛a) yaptıı atak, Cinis
civarına vardıı zaman, Halit beyin emrindeki hemen bütün
birlik, dalarda erimi˛, mahvolmu˛tu.
Erzurum'da kan çılgınlıı son haddine vardı. Yalnız Gür-
cükapısı istasyonunda üç bin kadar ölü, bir odun veya kereste
deposunda olduu gibi, intizamla, âdeta zevkle dizi dizi. yıın
132 SUYU ARAYAN ADAM

yıın sıralanmı˛, istiflenmi˛ti. Bunlar, Erzurum ˛ehrinin ka-


dın, erkek, çocuk Türk halkmdandı. Sıraların, istiflerin bo-
zulmaması, yıkılmaması için; boylarına, cüsselerine göre dizi-
len ölü sıralarının aralarına, yerine göre ayrı ayrı boylarda
çocuk, yahut ya˛lı ölü vücutları sıkı˛tırılmı˛tı. Bütün bunları
yapanlar, belliydi ki, yaptıklarından zevk, alıyorlardı. Bu zev-
ki mümkün olduu kadar uzatmak, daha fazl a tatmak istiyor-
lardı. Sonunda bu yıınları belki gazlayıp, benzinleyip ate˛e
vereceklerdi. Bu yanan insanların, buram buram göklere yük-
selecek dumanları kar˛ısında belki de sarho˛ olup, hora tepe-
ceklerdi.. .
Birinci Dünya Harbi içindeki kar˛ılıklı Türk - Ermeni bo-
u˛ması ve hesapla˛ması, öyle sanıyorum ki, insanlık tarihinin
unutulması daha iyi olacak bir sayfasıdır. Bunun ilk veya asıl
sorumlusu hangi taraftı? Kimlerdi? Sanıyorum ki, bu sualle-
rin cevaplarım ara˛tırmamak ve bu hikâyeyi ebediyen unut¬
mak daha dorudur.
Fakat ˛u da var ki, Osmanlı ›mparatorluunda bütün hı-
ristiyaıı azınlıklar gibi, Ermeniler de rahat bir hayat ya˛ıyor-
lardı. Bilhassa ticareti, sanatı ellerinde tutuyor, asker vermi-
yor, memleketin zengin ve bu bakımdan imtiyazlı bir tabaka-
sını te˛kil ediyorlardı.

Bütün kasaba ve ˛ehirlerde Rum mahalleleri gibi Erme-


ni mahalleleri de, o kasaba ve ˛ehrin en mamur kısmını te˛-
kil ediyordu. Baların, bahçelerin en güzelleri onlarındı. ›ç
ticaret gibi dı˛ ticaret de ellerindeydi. En güzel mektepler on-
larındı. Memleketin hiç bir vilâyetinde ise çounluk te˛kil et-
miyorlardı.
Yarı-aydm Ermeni liderleri ve ihtilâlci Ermeni partileri
i˛te bu ˛artlar içinde Ermenileri istiklâle te˛vik ettiler. Duy-
gulu olmaktan ziyade, hayalci ve heyecanlı Ermeni gençlii
bu daveti pek çabuk kabul etti.
Tarihte kısa süreli bir Ermeni devleti izlenebilmektedir.
Ama daha ziyade Asurîler, ›ranlılar, Romalılar arasında boca¬
layan, ˛u veya bu devlete haraç veren birtakım beyliklerin
hikâyeleri, yarı-aydm bir kısım Ermenilerin elinde bir ihti-
SUYU ARAYAN ADAM 133

lâl edebiyatına daima zemin olabilmi˛ti. Birinci Dünya Harbi


ile beraber. Anadolu'nun öyle yerlerinde Ermeni isyanları ol-
mu˛tu ki, etrafları Türk halkıyle çevrilen, hiç bir yabancı
memleketle biti˛ii olmayan bu iç bölgelerde, orduya isyan
edebilmek için bir cemaatin, dü˛ünce ve ˛uurdan ne derece
uzakla˛ması lâzım geldiine insan hakikaten ˛a˛ardı.

Erzurum'dan sonra kana, ölüye, yahut çürüyen, yanan in-


san eti kokusuna kar˛ı, hepimize bir iç tıkanıklıı gelmi˛ti.
Fakat ne çare ki, nice uzun yolları hep bu kokular içinde a˛¬
mak gerekiyordu.
Harpten önceki sınırlarımıza, Kötek köyünde ula˛tık. Bu-
rada sınırın ötesinde Sarıkamı˛ ormanları ba˛lıyordu. Daha
kuzeyde Kars yaylası vardı. Sonra Güney Kafkasya ülkeleri¬
ne; Ermenistan'a, Gürcistan'a, Azerbaycan'a ve nihayet Hazer
Denizi'ne ula˛acaktık...

Makineli tüfekler köyün kuzey giri˛ yerinde, sıra sıra di-


zilen Rus asker mezarları arasına yerle˛tirilmi˛ti.' Bu mezar-
ların üzerinde Ruslar, büyük aaç salipler dikmi˛lerdi. Gece-
nin karanlıına da boy veren bu mezarlarla salipler, insanda
garip bir ruh eziklii uyandırıyordu.
›leriye doru uzanan kuru derinin içinden baskıncıların
ayak sesleri geliyordu. Bu ayak sesleriyle bu sıra sıra mezar-
lar arasında bu emri okumak kabil deildi. Az sonra ilk si-
lâhlar patladı. Bombalar ve makineli tüfek sesleri arasında
gece, dünya kurulandan beri insanolunun ardı arası kesilme-
yen hesapsız bou˛malarından birine daha ˛ahit oldu.
Baskm geçtikten sonra biz, iki arkada˛, bir toprak dama
çekildik. Bu damlar, insanlarla hayvanların bir arada ya˛a-
maları için yapılmı˛tır. Dou Anadolu'da bunlar bir tepenin
eteine veya bir düzlüün ortasına birbirine arka vererek ku-
rulurlar. Öyle ki, bu dörtkö˛e, penceresiz toprak yapıların han-
gisinin nerede ba˛ladıı, nerede bittii bilinmez. Kar˛ıdan bir-
takım kapı oyukları görülür. Üzerleri düz bir meydan gibidir.
Yalnız ˛urada burada birtakım duman delikleri görülür.
134 S U Y U A R A Y A N A D A M

Bunların içinde sıırlar, davarlar, yemlikler boyunca sı-


ralanırlar. Bir kö˛eye 3-erden az yüksekçe dörtkö˛e bir sedir
yapılmı˛tır. Burası, insanların yeridir. Hayvanların nefesi, güb-
resi, hep beraber ya˛anılan bu damâltım ısıtır. Damda her
zaman açık delik, hem baca, hem nefeslik, hem de ı˛ık veren
pencere vazifesini görür. . .

Bu sedir veya sekinin ortasına bir tandır çukuru kazıl¬


mı˛tır. ›çinde hayvan tezei yakılan bu tandırın kızgın duvar —
larına yapı˛tırılarak, yahut da üzerine konulan bir saç üstün¬
de yufka veya tandır pidesi pi˛irilir. Bulgur lapası da bunun
üstünde kaynar. Yanan tezein kokusu, dumanı damın içini
doldurur ve tavanın tek deliinden yava˛ yava˛ çıkar. Sonra
yanık bir tezek kokusu köyün üstüne çöker.

Uyku saati gelince tandırın üstüne dört ayaklı bir küçük


sehpa konur. Onun üstüne de aır bir yorgan yayarlar. Yor-
gan, açılınca bütün sekiyi kaplayacak kadar geni˛tir. Ne ren—
gi ne de maddesi bellidir. Bez, çul, çuval, kilim parçaları, belki
de nesillerden beri bir araya gelerek bu pis, aır ˛eyi meydana
getirmi˛tir.

Bütün aile halkı analar, babalar, gelinler, damatlar, kız—


lar, olanlar onun bir ucunu birer tarafından üstlerine çekerek
çevre olur ve ayaklarını tandır çukuruna doru uzatırlar. ›çin—
den ate˛i alınmı˛ tandırın ılıklıı, bütün yorganın altına yayı—
lır. Aile halkı bu tek, aır örtünün altında hep bir arada uyur.
yahut hep bir arada gece hayatı ya˛arlar.

fiimdi bu damı bizim hayvanlarımız dolduruyordu. Seki—


ye portatif karyolalarımız kurulmu˛tu. Duvarda teneke bir ida—
re lambası yanıyordu. Bu isli idare lambasının zayıf ı˛ıı al—
tında arkada˛ımla (1) ben. Ba˛kumandan vekilliinden gelip.
Birliklere gönderilen emri açtık, okuduk. Bu emirde, «Kafkas-
ya'daki anar˛iye nihayet vermek ve medeniyeti daha ilerilere
de götürmek için ordumuzun ileri harekete devam, edecei»
bildiriliyordu !..

(11 Eski Erzurum Mebusu ve Birinci Büyü k Millet Meclisi ›kinci


Reisi, rahmetli Avni Ula˛.
SUYU ARAYAN ADAM 135

«Medeniyeti dalıa ilerilere götürmek» yolundaki vazifemizi


o gece, orada bu- suretle örendik...

Sabaha kadar bütün hazırlıklar tamamlandı. Gür. aarır-


ken eski sınırlarımızı a˛tık...
O zaman Anadolu bozkırı bu sınırda sona eriyordu. Eski
sınırımızın ba˛ladıı yerde, orman da ba˛lıyordu. Ormanın hu-
dut çizgileri, sınırımızın girinti çıkıntılarına göre erile bü-
rüle Dou'dan Batı'ya uzanıp gidiyordu. Öyle ki, yüksekçe
bir yerden bakıldıı zaman, dalgalana dalgalana giden bu or-
man çizgisine göre memleketimizin sınır hattını da uzaktan
izlemek kabildi. Çıplak bozkırı a˛ıp ye˛il ormana girince, önce
garip, ferah bir tıkanıklık, bir ba˛dönmesi duyduk. Ormanın
ara verdii sahalarda yerler taze bir çayır görünü˛ündeydi.
Çam kokusu havayı dolduruyordu. ›ki gün sonra, sabaha kar˛ı
Sarıkamı˛ çukuruna inen vadide, bir kereste fabrikasının ya¬
nında sava˛ kızı˛tı. Sarıkamı˛ kasabası ilerimizdeydi. Kasaba-
da infilâklar birbirini kovalıyordu. Göklere vuran alev sütun-
larıyle sabahın alacakaranlıı açılıyor, kapanıyor, kasaba ya¬
nıyordu.

Muharebe, ate˛ ve Sarıkamı˛'ın içimizde uyandırdıı duy¬


gular birbirine karı˛ıyordu. Aabeyim, harbin ilk haftasında
ve Birinci Sarıkamı˛ Muharebesi'nde buralarda vurulmu˛tu.

— Acaba nerede vuruldu?


diye dü˛ünüyor, bastıım topraklara sanki çekinerek basıyor-
dum. Hem ben, bu cepheye zaten kendi isteimle ve ˛ehit
dü˛en aabeyimin yerini doldurmak için gelmemi˛ miydim?
›˛te ben de artık onun safında ve onun bo˛ bıraktıı yerdey¬
dim. Bu dü˛ünce bana garip bir heyecan veriyordu. Sanki ˛im¬
di benim karı˛tıım bu çarpı˛ma, aabeyimin de katıldıı bir
sava˛tı., Sanki onunla yanyana, omuz omuza sava˛ıyorduk. Be-
raber dü˛mana saldırıyorduk. Neredeyse bana seslenecek sa¬
nıyordum. Ate˛ arasında ko˛ar, kumanda ederken, sanki onun
da benim sesimi duyacaını sanıyor, sesimi yükseltiyordum.

›nfilâklar durmadan artıyordu. Dü˛man hattı, önümüzde


136 SUYU ARAYAN ADAM

ve çok yakındaydı. ›natçı bir direni˛ kar˛ısmdaydık. O sıra¬


da birtakım hafif cephe dei˛meleri oldu. Biz, bir aralık bir
yana çekilerek, hayvanlarımızı yüklemeye ve kasabaya giri˛
hareketine geçmeye hazırlanıyorduk. Fakat tam o sırada bir
infilâk arasında ve buz tutmu˛ bir zemin üstünde atımın dev-
rildiini hatırlıyorum. Birkaç defa gözlerimi açtıımı, sonra
gene kendimi kaybettiimi de biliyorum. Son defa kendime
geldiim zaman, gördüm ki, karların üzerinde yalnız yatıyor-
dum. Bölük; sıhhiye kollarının beni kaldırmasına vakit kalma-
dan geri'çekilmi˛ti. fiimdi iki tarafın piyade ve-makineli'tü -
fek kur˛unları üzerimden a˛ıyordu. Ayaımı kımıldâtamıyor-
durri. Bir infilâkla yaralanan ve ˛ahlanan at, buz üzerinde ka-
yıp devrilirken sol ayaım atın altında kalmı˛, kırılmı˛tı. Ama
ben, bunun' böyle olduunu daha sonra anlayacaktım.
O sırada sadece ˛unu dü˛ünebiliyordum: Birliim tekrar
ilerleyemez ve hatta biraz daha geri çekilirse, tabiî dü˛man
ilerleyecek ve ben dü˛man eline dü˛ecektim. Esirlik bekle¬
yemezdim. Çünkü bu yaptıımız sava˛ta esirlik diye bir kaide
yoktu. Esirin kaderi her iki tarafta da feci bir ölümdü.

Bana sorsalar, elbette ki ölmek istemezdim. Henüz yirmi


bir ya˛ımı sürüyordum. Ama ne var ki, insanın bazen ölümü
bile kurtulu˛ sayacaı anlar vardır.
Tabancamı yokladım. ›çinde iki kur˛un kalmı˛tı. Bu, gü-
zet ve mavi menevi˛li bir Nagant tabancasıydı. Bükme me˛in
kordonunu boynuma taktıım zaman bu kordonun uçları diz¬
lerime doru sarkardı. Bundan zevk duyardım. fiimdi onu gö¬
sümün üstünde sıkarken, artık esir edilemeyeceimi bili¬
yordum.
›nsanın, icabında kendisini öldürebilmek imkânının ve hür¬
riyetinin, nasıl paha biçilmez bir saadet duygusu verebilece¬
ini, o gün orada, iki ate˛ ortasında ben de duydum.

Fakat dü˛man eline dü˛medim. Askerlerimiz tekrar iler¬


lediler. Yeti˛en doktorun, ayaımın kırık kemiini, etrafına
derme çatma çam dalları balayarak ˛öyle böyle sardıını ha¬
tırlıyorum. Anayollar emin deildi. Sonra bu kırık ayakla, iki
askerin birer taraftan idare ettii bir at üstünde, ini˛li, yo-
SUYU ARAYAN ADAM 137

k u ˛ i u j buzlu dalarda seyyar hastahaneye doru çetin. ıstıraplı


bir yolculuk ba˛ladı, .

. Tedavi -tamam olup, eski Türk - Rus sınırı üstündeki Kara¬


urgan seyyar hastahanesiııden çıktıım zaman,. bizim, ordu Ar¬
' paçayı-* Ar as .kıyılarına, Gürcistan ve Ermenistan sınırlarına
varmı˛tı. O sırada Kars da alınmı˛tı. K a r s , yaylası Anadolu'nun
bir devamı, bir parçasıdır. Arpaçayı ve..-Aras : çayının ,-öteleri
ise, Güney Kafkasya - sayılır, Güney. Kafkasya,, hayalimizde ya¬
˛attıımız büyük -Turan'm. e˛ii- demekti.- Hastahanede. vücu¬
dun hareketsiz kaldıı günleri, ruhumuzun- hareketlilii ile süs¬
lemeye çalı˛ıyorduk. Ordunun ilerleyi˛i, siper muharebeleri-
nin-içimizde yarattıı- .kasveti- unutturmu˛:-gibiydi; O r t a . Ana¬
dolu .yollarının harap-bo˛luu, cephe gerilerinin yoksulluu,:ba-
kımsızlıı,, .sefaletler, -idaresizlikler; köksüzlükler. ˛imdi ruhu¬
muzun yeni • kanat çırpmalarıyle hep., birden arka .plana.. atıl-
mı˛tı. •
• A r t ı k . T u r a n ı n -kapısında. b u l u n u y o r d u k . fiimdi aslolan buy¬
du. Bu kapıdan- adımımızı, atınca, tarihimizde yeni bir. devir
açılacak diyorduk. Biz, büyük Turan topraına ayak basınca,
arkamızda Anadolu hakikî dayanaını bulacaktı.
Balkan Harbi'nden sonra arkasından o kadar aladıımız
o eski ›mparatorluk,. artık gözümüze ne kadar küçük görünü¬
yordu. O köhne, ka˛amı˛ ye zaten hiç bir zaman bizim ol¬
mamı˛ bir ˛eydi. Halbuki yeni Turan, bizim öz malımız ola¬
caktı. Toplar, tüfekler atılacak, mızıkalar mar˛lar çalarken at¬
larımızı Aras çayına sürecektik. Eski anayurdumuzun ve yeni
vatanımızın topraına i˛te böyle ayak basacaktık...

Tarihin binbir akımına ˛ahit olan Aras vadisi; bir tarafta


Arı daı, dier tarafta Alagöz daları, ˛imdi yeni bir akın
daha göreceklerdi. Bu akın, bizim akmımızdı. Türk kızları al
bayraa bürünecekler, yollarımıza çiçekler sereceklerdi:
«Esir kavmi kurtaracak, yurtsuz kavmi yurt sahibi ede-
cek» tik. Ondan sonra hayalimizdeki cennet kapıları ardına ka¬
dar açılacaktı: Azerbaycan, Kafkaslar ötesi, Kırgız - Kazak il¬
leri ve nihayet Türkistan...
138 SUYU ARAYAN A DAM

fiu kanlı, ˛u büyük Türkistan! Bütün bu ülkeler, artık bir


daha kapanmamak üzere istiklâl bayraklarını dalgaîandıracak-
lardı.
O zaman her yerde yeni ordular kurulacaktı. Aynı dili ko¬
nu˛an, aynı Allaha tapan, genç ve karde˛ ordular...
Yeni devletler, yeni bir kültür hamlesi, hurafelerin, g e r i¬
liklerin, bütün köhne mavi artıklarının birer birer stipürülme-
si... ›˛te büyük Turan böyle doacaktı...
O zaman, ilk Kurultay Baku'da mı olur, yoksa istanbul'da
mı, bu nerede olursa olsun kalplerimiz aynı a˛kla çarpacaktı.
Evet, bir rüya bir hakikat oluyordu. Bir rüya bir hakikat ola¬
caktı...
Eski Türk - Rus sınırının hemen biraz ilerisindeki Karaur-
gan'da, seyyar hastahanenin yerle˛tii derme çatma, binaların
kan ve hastalık kokan basık bir odasında, kötü bir kerevete
mıhlanmı˛ gibi gece-gündüz yatarken hep bu hayalleri kuru¬
yordum. " •< "

Fakat ya ben? Ya ben ne olacaktım? Ama benîm olacaım


˛ey belliydi: Ben bir Aydemir olacaktım!.. Evet, bir Aydemir!..

Aydemir', harp içinde istanbul'da basılan bir romanın is¬


miydi (1). Bir kadının kaleminden çıkmı˛tı. Beni daha ilk
okuduum gün büyüledi. Aydemir, hayatı bu kitapta anlatılan
bir k a h r a m a n d ı . „
Fakat bu kahramanın ne silâhı, ne cephanesi vardı. O,
Budha gibi, ›sa gibi, maddî silâhları reddeden, yalnız imanı¬
na güvenen biriydi. Aydemir, hiç kimseye dü˛man deildi.
Hiç kimseyi isyana çaırmıyordu. Hiç bir dünya varlıı yok¬
tu. Uyandırmaya ko˛tuu ülkelerde herkes sıcak odalarında ya¬
tarken, o bo˛ bir medrese hücresinde souktan titriyordu. Ka¬
pısı günün, gecenin her saatinde açıktı. Onun bütün kuvveti,
sevmek ve affetmekten ibaretti. Evet, sanki bir ›sa'ydı. Za¬
ten kitabın her bahsinin ba˛ında, bu eski peygamberlerin söz¬
lerinden ilâhî bir hikmet i˛lenmi˛ti...

(1) Kitabın adı: Aydemir. Yazarı: Müfide Ferit. 1917.


S U Y U A R A Y A N A D A M
139

Isa gibi, Aydemir'in de müminler yolunu kesiyorlardı. Boz¬


kırlarda çobanlar, köylerde fakir toprak adamları, kasabala¬
rın, ˛ehirlerin halkı, hulâsa bir ˛ey, bir ümit, bir kurtulu˛ bek¬
leyen bütün insanlar., yollarına dökülerek, onu dinliyorlardı.
Anneler," hasta çocuklarını ona uzatıyor, ondan ˛ifa bekli¬
y o r l a r d ı . ..
O, herkese verecek bir ˛ey, herkese daıtacak bir ˛ifa, bir
ümit veya bir teselli sözü buluyordu. Geçtii yerlerde, sükû¬
nun, sabrın filizleri çiçekleniyordu. Onun etrafında halka olan
gençler, kendilerini onun ülküsüne adıyorlardı. Hepsi de birer
Aydemir oluyorlardı. Sonra bu halkaya katılanlar gittikçe ge¬
ni˛liyorlardı. Aydemirler yeni Aydemirler buluyorlardı. Bu is¬
mi alanlar gittikçe çoalıyorlardı.

Aydemir; a˛kını ülküsüne feda etmi˛ti, istanbul'da s e v d i¬


i Hazin, bir pa˛a kızıydı. Manken gibi bir kurmay subayının
ni˛anlısıydı.
Bu aile bir bahçe içinde, güzel bir evde ya˛ıyordu. Süs¬
leri, salonları, kabulleri vardı, O devre göre garplı bir hayat
sürüyorlardı. Bu çevre, bu hava içinde Aydemir, kültür çiçek-
leriyle süslü bir vazo içindeki bir bozkır bitkisi gibi, yalnız,
yabancı kalıyordu.
Bunun üzerine bir gün, Hazin'in a˛kını mefkuresinin ya¬
pısına gömerek istanbul'dan çıktı. Türkistan'a gidecekti. Ora¬
ya varabildi. Çar zamanıydı. Ruslar bu ülkeye hakimdiler. Mu¬
taassıp hocalar, Rus idaresine hafiyelik eden softalar, rü˛vet
ve zevkten ba˛ka bir ˛ey bilmeyen ve idareleri altında hiç bir
kımıldanma çıkmamasını isteyen Rus idarecileri, ona dü˛man
oldular.

Bu idareye yaranmak isteyen bir softa , bir camide ken¬


disinin çıkardıı karı˛ıklıı Aydemir'in üstüne atarak, hem
kendini kurtarmak, hem efendilerini kazanmak isterken, i˛ mey¬
dana çıktı. Softa, valinin ölüm emrine çarpılınca, Aydemir'in
ayaklarına kapandı. Aydemir zaten hastaydı. Ate˛ler içinde ya¬
nıyordu. Her ˛eyi kendi üstüne aldı:
— Bu karı˛ıklıı çıkaran ben'im!.. dedi.

Dünyada son dilei, .sevdii Hazin'di, Yalnız onu sevdii


140 SUYU ARAYAN ADAM

için deil, kendi yaydıı mefkuresini yalnız onun ya˛atabile-


ceini bildii için, kendi ruhundaki kudrete yalnız onun a˛kını
denk bulduu için Hazin'i arıyordu...
Nihayet son gün geldi. Gözlerini, kendini götürdükleri ve
artık son nefesini verecei siyaset meydanını dolduran kala-
balıın üstünde son defa dola˛tırırken, Hazin'i gördü. Bakı˛-'
lan birbirleriyle kar˛ıla˛tı.

Hazin, Aydemir istanbul'dan, ayrıldıktan sonra, bir gün


nihayet,. içinde: bir. ˛eylerin uyandıını duymu˛tu.. Aydemir'in
onun ruhuna serptii ve bir zaman, kıraç toprakta kaybolmu˛
gibi kalan, tohumlar ye˛ermeye ba˛lamı˛tı. Manken gibi ni —
˛anlısını bırakarak buraya, Aydemir'in yoluna ve a˛kına ko˛¬
mu˛tu. ›˛te ˛imdi oradaydı. Aydemir artık rahatça Ölebilirdi
ve ö l d ü . . . •

* +

Bu roman bir fanteziydi: Genç -bir -kadın muhayyilesinin


hiç bir realiteyle ilgisi olmayan bir mahsulü...
Aydemir, yarı peygamber, yarı idealist, yarı meczup bir
tipti. Fakat bu kitap öyle bir zamanda yazılmı˛tı ve ben onu,
öyle bir yerde, öyle ˛artlar içinde okumu˛tum ki, o bana der-
hal Hakkın bîr ilhamı gibi geldi.

Onu cephede elimden bırakamıyordum. Zaten cephede ki—


taplarımın benim bölüümde, bazı askerlerimle benim aram¬
da, katiyen terkedilmez bir silâh, bir askerî aırlık, bir harp
e˛yası gibi bir deeri vardı. Bunları çavu˛, yürüyü˛lerde inan-
dıı dikkatli askerlerin çantalarına taksim ederdi. Yaralanma,
ve dier kaza hallerinde bunların silâh gibi el dei˛tirmesi,
terkedilmemesi lâzımdı. Onun için ben, kendi takımımda her
zaman ve her yerde kitaplarımı en ileri siperlerde bile elimin
altında bulurdum. Aydemir, bu kitapların en ba˛ında gelirdi.

Siperlerde, yürüyü˛lerde, uzun zeminlik gecelerinde, ya—


hut yaralıların çe˛itli iniltileriyle uuldayan askerî hastahane
odalarında vakit buldukça onu çantamdan çıkarırdım. Okur—
dum. Her defasında bana daha yeni bir ˛evk verirdi. G ü n ü n
çe˛itli iç tepkileriyle zaafa dü˛tüüm realitelerin müsamahasız
SUYU ARAYAN ADAM 141

eleri, altında bunaldıım zamanlarda o, beni Sanatlarına


ba˛ka bir âleme sürüklerdi. O zaman, her türlü ruh kı¬
llarından sıyrılırdım.
3u kitabı okurken bazen gözlerimi kapardım. Kendimi Tu-
.n çöllerinde, yollarında, köylerinde, kasabalarında, etrafı-
r:o˛an insanlara, ümit ve teselli daıtırken, görürdüm.
Gerçi elinde silâhı, arkasında, askeri, topçusu,, süvarisi ol¬
an tek ba˛ına bir uyarıcının bu büyük ülkelerdeki mü¬
zelere nasıL dayanacaını, hayatın akı˛ına nasıl yön vere-
:eini dü˛ündüüm olurdu. Fakat Aydemir'in ruhu;ve inanç
resi olmadıkça da, bu silâhlar neye yarardı? Kaldı ki sı¬
ran • kuvvetine, bakarak daha. kolay tedarik edilen, bir

Hulâsa, artık,yolumu, bulduumu .sanıyordum. .Silâhım, be-


ırsanımdı ve onu, hiç bir kuvvetin sarsamayacama ina-
rdum...

Hastâhârielerden çıkıp Birliime katıldıım zaman ordu,


asayı "ve Aras'ta Kafkas sınırlarına varmı˛tı. Ben henüz
i: ba˛ıma ata binip inemiyordum ama, benden önce bu
-lara ula˛an kıtamın kazanacaı ˛an ve ˛ereften mahrum
-arnak için, hastahane ba˛hekimini her gün, beni bırak-
ı için zorluyordum. Zaten hastahanede yeni yaralılar için
".azimdi. Nihayet bir gün doktorlar, beni de uurladılar,
ındakilerin yardımıyle atıma bindim. Yollara düzüldük,
rün Aras'a vardık. Kıtama ula˛tım.

Biz Aras'ı geçerken gerçi mızıkalar çalmadı. Albayraa bu¬


ru˛ Türk kızları yollarımıza güller, çiçekler serpmediler,
.ar ate˛ etmiyordu. Atlarımızı Aras'm sularına sürmedik,
a:, bir köprüyü geçip Kafkas topraına ilk ayak bastıım
ar., hayalimde yıllarca süslediim ve beklediim heyecanı
a ze buldum.

Zvet, bu belki mütevazi bir akındı. Biraz teçhizatsız, biraz


ran. biraz azlıktık. Fakat bu küçük kafile bana, gene de
142 S U Y U A R A Y A N A D A M

büyük bir kurtulu˛un, adına Turan denilen uçsuz bucaksız bir


ülkede büyük bir uyanı˛ın öncüsü, müjdecisi gibi görünüyor¬
du. Bu, yeni bir Ergenekon çıkı˛ıydı.
Aras köprüsü ba˛ında bizi birkaç atlı kar˛ıladı. ›ri kal¬
pakları, tüylü yamçıları, Kafkas elbiselerinin üzerine attıkları
gümü˛ kakmalı eri kılıçlarıyle masallardaki muharipleri ha¬
tırlatan birkaç ki˛i... Etraftan ko˛anlar da gittikçe çoalı¬
yordu.
Artık Kafkas topraındaydık. Önümüzde Ermenistan, Gür¬
cistan açılıyordu. Sonra Alagöz daları, Aras, Kür, Alaazan
vadileri ve nihayet Hazer Denizi;..
Bizim neslimizin vazifesine, hem de asıl vazifesine i˛te
˛imdi ba˛ladıımıza inanıyordum. Bu vazife, tarihî varlıı ar¬
tık sona ermi˛ bir imparatorluun yerine, temelleri bada˛ık
bir milletin tarih birliine, dil ve dilek birliine dayanan millî
bir varlıın, yani Turan'm kurulu˛u olacaktı...

Hayal güzeldi. Her ˛ey geli˛iyordu. Arkada kalan Anado¬


lu'nun çıplaklıına, geriliine, bo˛almı˛, tükenmi˛ görünen ha¬
line ramen, Anadolu'yla bu ülkeler, eksik noktalarında bir¬
birlerini tamamlayacaklardı. Ve tabiî bu yeni alacaımız ül¬
kelerde asıl eksik olan ˛eylerin ba˛ında her ˛eyden evvel, bi¬
zim gibi mefkûreci gençler, yani Aydemirler geliyordu. Ama
biz bu eksiklii i˛te artık gideriyorduk... ›dealistler, uyandırı¬
cılar, önderler olacaktık ve çoalacaktık...

Aras'taki günler benim için, hayatımın bir nevi ˛övalyelik


günleri oldu. Arpaçayı'ndan sonra Alagöz daları, ›çmiyazin
üzerinden akaralr Uluhanlar'a, yani Erivan önüne gelmi˛tik.
Sonra Yenice ve Nora˛in'de konakladık.

Buraları Aras çayı vadisinin ye˛il, bakımlı ve dümdüz bir


parçasıydı. G ü n e y d e - üç; devletin; Türkiye'nin, ›ran'ın ve eski
Rusya'nın sınır kav˛aında, tepelerindeki ebedî karlardan tacı
ile Arı daı yükseliyordu. fiimalde Alagöz daları • vardı. Son¬
ra Erivan'ın ardında, üzerinde Van gölü büyük Gökçegöl'ün
bulunduu ve fakat her zaman dumanlarla Örtülü Ermenis-
SUYU ARAYAN ADAM 143

tan, Zenkezur daları ve hepsinin ardında, Karaba ve Azer¬


baycan...
Aslında, Anadolu'dan çıkan ve ›dır Çukurovası'm sınır¬
layan Aras çayı, iran'ı bir tarafta, Kafkasya'yı da dier taraf¬
ta bırakarak Hazer Denizi'ne dökülür. Bu büyük vadi, tarihin
en eski, en i˛lek göç, akın yollarından biriydi. Biz, evvelâ No-
ra˛in'e yerle˛tik. Nora˛in, bahçelerini Aras'a dayamı˛ bir köy¬
dü. Nehrin hemen kar˛ı kıyısında Arı'nın îran yamaçları ba˛¬
lardı.
Beyaz bir atım vardı. Buna «Meriç» adını vermi˛tim. Me¬
riç, benim doduum E d i r n e ' d e n geçen nehirlerden birinin adıy¬
dı. Aras vadisine yerle˛ince, kendime bir takım Kafkas elbi¬
sesi edinmi˛tim. Önce, alacalı koyu gümü˛ renkli kıvırcıkları
dalga dalga bir Kazak kalpaı aldım. Sonra dizlerden a˛aıya
çizmelerin üstüne dökülen, açık gümü˛ renginde bir Çerke˛
mantosu yaptırdım. Bunun gösünün iki tarafındaki büzmeli
yuvalarına, ba˛ları gümü˛ kakmalı, süsten fi˛ekler yerle˛tiril¬
mi˛ti. Uçları gümü˛lü kayı˛ parçalarıyle bezenmi˛ ince bir ke¬
mere uzun ve gümü˛ bir hançer takıyordum. Mantomun açık
gösünden dik yakalı siyah bir Lezgi gömlei görünüyordu.
Bunlara bütün kazancımı ve bütün ganimetlerimi yatırmı˛tım.

En sevdiim saatler; güne˛in batıda alçalmaya ba˛ladıı


ah˛anı saatleriyle mehtaplı gecelerdi. Bu ak˛am saatlerinde
karargâhtan atk binip de, köyler, bahçeler arasından Aras kı¬
yılarına doru yola çıktıım zaman, evlerin avlularından, aaç¬
lıklar ve balar arasından kendilerini göstermemeye çalı˛an
yerli Türk kızlarının beni gözetlediklerini gayet iyi bilirdim.
Bundan gurur duyardım. Henüz yirmi bir ya˛ımı bitirmi˛tim.
Bu ya˛, insanın gözlerine dünyanın hem güzel, hem de küçük
göründüü bir ya˛tır.
Balar, tarlalar arasındaki yollardan geçerken, bu balar¬
da, tarlalarda çalı˛an köylüler yola ko˛arlar ve bana her biri
bir ˛ey ikram etmek isterdi. Bir elma, bir ˛eftali, bir salkım
üzüm, yahut da ya˛lı bir kadının sunduu bir bardak ˛erbet...
Bu ikramlar, bana sanki dünya hediye ediliyormu˛ gibi de¬
erli görünürdü.
144 SUYU ARAYAN ADAM

Aras kenarındaki köylerde köylüler, beni, nehrin kenarın¬


da uzanan bahçelerde, ye˛il meyve aaçları altına h a l ı l a r yaya¬
rak, yıımu˛âk minderler, yastıklar dizerek kar˛ılarlardı. Bu ha¬
lıların üstünde, bu. yastıklara • yaslanıp, bu minderlere yerle-
˛irken, benim geldiimi gören kom˛ular, • birer iki˛er halkamı-
za katılırlardı. Ev sahibi neler ikram • edeceini bilmezdi ama,
benim'-asıl aradıım, asıl beklediim bu küçük topluluklardı.

Onlar, efsanevi Türkiye'den gelen bu genç yolcuya hay-


ranlıkla bakarlardı, Türkiye, onlar için her ˛eydi. Onlara göre
orada her ˛ey. kudretli, hareketli ve büyüktür. Türkiye hiç
yenilmezdi. Yenilse bile,, sonunda silkinirdi, kalkardı. Dü˛man¬
larını, yere sererdi. Onlara göre her Türk bir kahramandı. Hu¬
lâsa ˛u önlerini, kapayan Arı daı ardında .bir tılsımlı mem¬
leket vardı ve. ben oradan gelmi˛tim. Hem de muzaffer ve
kurtarıcı bir ..ordu içinde...

Aaç kümelerinin, ev, pencere aralıklarının beni- gözetle¬


yen köy • kadmlarıyle, genç: kızlarla dölü.'olduunu, .sezerdim.
Ben, biraz da çocukça bir heyecanla vaızlarıma hemen ba˛lar¬
dım: • - •'

— Biz, hepimiz Türk'üz ve karde˛iz, derdim, memleketle—


. rimiz ise'birdir. Adı: Turan... Biz hepimiz Turanlıyız.
Turan'ın sınırları geni˛tir. Sarı denizden, Çin ülkesin-
den T una'ya kadar gider. Su önümüzde akan Aras; ba-
˛ı ve sonu Türk ülkesinde olan bir ırmaımızdır. Ha-
zer Denizi Turan'ın bir iç denizidir. Sonra Karadeniz,
Marmara, douda Aral gölü, Baykal gölü, hulâsa dou-
da ve batıda alabildiine uzanan ovalar, dalar, yayla—
lar hep bizimdir. Simdi bu ülkeler birer birer kurtu¬
lacaktır. Kurtulan yurtlarda yeni Türk devletleri do-
acaktır. Sonra bunlar birle˛ecektir...

Bu vaızlar böylece uzar giderdi. Kimse bir ˛ey sormazdı.


Herkes dinlerdi. Fakat bu halının etrafına toplanan genç, ih¬
tiyar bu yeni Turanlılar, bu söylenenlerden acaba ne anlarlar¬
dı? Bunu bilmiyordum ama, ben söylediklerimin hepsini an-
Cephe Dönü∫ü
1918

10
146 SUYU ARAYAN ADAM

ladıklarmı, hepsine inandıklarını kabul ederdim. Hatta bun¬


lardan onları da benim gibi heyecan duyduklarını sanırdım...
Sonra güne˛ artık kararır gibi olunca yerimden kalkar¬
dım. Atıma dorulurdum. O zaman, orada toplananların hep¬
si ayaklanırlardı. Dalgalanırlardı. Sanıyorum ki, hepsi de bir
˛eyler söylemek, bir ˛eyler konu˛mak isterlerdi. Ama hem uy¬
sal, hem çekingen susarlar ve beni bahçe kapısına kadar götü¬
rür, uurlarlardı.
Mehtaplı gecelerde Aras vadisi çok esrarlıydı. Bu alçak,
sıcak ve ye˛il vadide gece, sanki gündüz kadar aydınlıktı. Böy¬
le gecelerde bir ba˛tan bir ba˛a uzanan dar, tozlu yollarda at¬
la ve yalnız dola˛mayı severdim. Sessiz ve ıssız gecede atımın
ve benim toprak üstüne dü˛en ve yürüyen gölgemizi dalgın,
dalgın izlerdim.
Bu vadi, insan sellerinin, nice yolcuların asırlar boyunca
bir boydan bir boya akı˛ını, geçi˛ini görmü˛tü. Eski ›ranlılar,
-Romalılar,A-ÂrraplarASelçuklaT, Moollar,/Osmanlılar ve daha
niceleri... fiimdi biz de bu yolcular-zincirinin bir halkasıydık...
Nerelerden gelmi˛tik ve daha kimbilir nerelere gidecektik? Bel¬
ki Turan'a, belki ›ran'a, belki Hind'e, Çin'e...

Evet, biz, bir kervan millettik. Bu kervan, tarihin tâ ba¬


˛ında bir defa kalkmı˛ ve bir daha oturmamı˛tı. ›leriler, ge¬
riler, ama daima bir yerlere giderdi. Yayılı˛ bizim tarihimiz-
di, yollar da vatanımız... Biz ebedî yolculardık ve ˛imdi ben,
bu yolculardan biriydim. Ne ˛anlı, ne ba˛döndürücü macera?..
Fakat bir gün tam en kuvvetli olduumuzu sandıımız bir
zamanda, kafamızda ya˛ayan hayal binası, Ba˛kumandan Ve¬
kili Enver Pa˛a'nm ˛öyle bir emriyle birden çöktü, daıldı:

«Sancaklarımızı sardık ve kılıçlarımızı kınlarına koy-


duk. Dü˛manlarımıza Vilson 'un 14 üncü maddesi prensip-
lerine dayanarak, sulh teklif ettik. Mütareke olacaktır. Ate˛
kesiniz.!» (Kasım, 1918)

Arkadan biraz geçince gelen ikinci bir emir de, fethet¬


tiimiz yerlerin, tayin edilecek gün ve saatte adım adım Er¬
meni kıtalarına teslim edilmesi, çekili˛in gece ve yerli Türk
SUYU ARAYAN ADAM 147

halkından habersizce yapılması bildiriliyordu. Öyle ki, ak˛am


bizim bayraklarımız altında uykuya dalan ˛u kurtardıımız
Türkler, sabah olunca gözlerini yabancı ve katil bir süngünün
gölgesinde açacaklardı...

Harp bitmi˛ti ve biz yenilmi˛tik.

›˛te hesapta bu yoktu!..

Biz kendimizi galip gelmi˛ sayıyorduk. fiu bütün harp bo¬


yunca vadedilen nihaî zaferi bekliyorduk. Bütün cephelerde
son zaferi, son ve kesin zaferi bekliyorduk. Bize son zafer
vadedilmi˛ti. Çekilen çileler onun için çekilmi˛ti. Dökülen kan¬
lar onun için dökülmü˛tü. Ölenler, onun için ölmü˛lerdi...
Hayır, bu neticeyi beklemiyorduk. Hele burada, bu cep¬
hede biz, asıl vazifemize kendimizi daha yeni vermeye ba˛la¬
mı˛ sayıyorduk. Ordu; Karadeniz'den, Gürcistan'dan Hazer De-
nizi'ne ve ›ran içerilerine kadar büyük bir hareket sahası üze¬
rindeydi. ›ran'da Tebriz i˛gal edilmi˛ti. Bunu biliyor ve bura¬
larda ne i˛imiz var? demiyorduk. Hayır, daha da ilerilere git¬
meliydik (1). Girdiimiz ülkeleri görmek, hayatlarını tanımak
için zaman zaman vesileler buluyorduk. Yeni yeni yerler, çe¬
˛itli milletler ve bilmediimiz meselelerle kar˛ıla˛ıyorduk. ›ran
Azerbaycanı'nda, Nahceyan'da, Aras'ta halkın esas kütlesi Türk-
tü. Gerçi, eski Rusya kısmında baımsızlıklarını çoktan kaybe¬
den ve uzun zaman yabancı idare altında kalan bu halk küt¬
lelerinin ruhuna bazı zaaflar yerle˛mi˛ bulunuyordu. Meselâ,
sava˛ ve askerlik vasıflarını belki kaybetmi˛lerdi. Buna kar¬
˛ılık Türkiye Türklerinin bir türlü geli˛tirmeye vakit bulama¬
dıkları ticaret ve tasarruf ruhu buralarda geli˛mi˛ti.
(1) Sonradan yapılan ne˛riyat; meselâ o zaman Kolordu Ku-
mandanı olan Kâzım Karabekir Pa˛anın hatıraları, o sırada kendi-
sinin, Enver Pa˛adan Tebriz'den hareket ederek Tahran'ı da i˛gal
etmek, hatta daha ilerilere gitmek için emir aldıım göstermektedir.
G ö r ü l ü y o r ki, o ya˛ımıza yakı˛an ve ˛imdi çok safiyâne görünen ˛ey-
ler o zaman, devleti fiilen elinde tuta n Enver Pa˛ay a da, mümkün
gibi görünüyordu.
148 SUYU ARAYAN ADAM

Sonra asıl hedefimiz; Azerbaycan'dı ve ordunun bir kör


lu oralara gitmi˛ti. Baku, müstakbel G ü n e y Kafkasya'nın ba˛-.,
˛ehri olacaktı. Biz de b u l u n d u  u m u z yerden, Ermenistan, için-"
den ve Zenzegur'dan a˛arak Karaba'a ve böylece de, Azer»
baycan'a, Baku'ya u l a ˛ m a k için yol. a ç ı y o r d u k , . . . •
Bu bölge içinde bir ke˛if h a r e k e t i n e ben de katıldım. Gir-
diimiz dalık Ermenistan'da daınık Türk köylerine Taslıyor —
duk. Bir gece böyle bir köyde köy d a v u l c u s u n u n , . .˛air . M e h m e t .
E m i n beyin:. . . . . . ...

«Ben bir Türküm, dinim, cinsim Uludur:


1
Sinem, özüm âte˛ ile doludur, •• '
›nsan olan vatanının kuludur.»

mısralarıyle devam eden ˛iirini, bir düün havası gibi çaldı¬


ını, söylediini, zurnacının buna ayak uydurduunu gördüm.
Bana çok .tesir etmi˛ti. Demek ki, milliyetçi Türk ˛iiri bura¬
ya, . bizden-- daha.-evvel - gelmi˛ti,...Zaten*: aslında güvendiimiz
de, bu e d e b i y a t deil m i y d i ? .
fi i m d i ise her ˛ey birden çöküyordu.. .
Fakat ilk ˛a˛kınlık geçince, bir kısım subaylar, "i˛i ba˛ka
türlü dü˛ünmeye ba˛ladık:

— Hayır, diyorduk, sava˛ bitmi˛ olamaz. Ba˛kumandanlık


gücünün son haddine gelmi˛ olabilir. Bulgar müttefi-
kimiz, teblide bildirildii gibi, sava˛tan, çıkmı˛, dü˛-
mana teslim olmu˛ olabilir, istanbul için harp, belki ar-:
tık devam edilemez bir ˛eydir...

Fakat ne var ki istanbul, artık dü˛manların elinde,


esir sayılır. Ama Türk vatanı yalnız istanbul, yalnız
Anadolu deildir ki? Simdi buralarda onun yeni par-
çaları douyor. Ordu, vatana dönse bile, biz buralarda
kalırız. Yeni Birlikler kurar, sava˛a devam ederiz...

Fakat bu direni˛ ruhu galiba biraz geni˛ti ki. istanbul ar-,


ka arkaya yeni emirler veriyordu:

«Kafkasya'da kalan her asker, asıl vatana fenalık ede¬


cektir. Dü˛man bunu mütareke ˛artlarının bozulması saya-
SUYU ARAYAN ADAM 149

çaktır. Kendisi de taahhütlerini yerine getirmeyecektir.»


v.s...
Zaten bir taraftan çekili˛ ba˛lamı˛tı. Yalnız kurtardıımız
toprakları deil, kurduumuz hayalleri de geride bırakarak çe¬
kiliyorduk. Ergenekon, bir serap gibi gittikçe belirsizle˛iyor.
soluyordu. Bulduumu sandıım suyu gene kaybetmi˛tim...
Yollar, atlı, yaya, genç, ihtiyar, kadın, erkek insanlarla
doluydu. Hepsi de asker kollarının yanı sıra ko˛uyor, alıyor,
yırtmıyor, feryat ediyorlardı:

— Bizi kime bırakıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?..

Hele artık Anadolu demek olan Aras üzerindeki Markara


köprüsüne vardıımız zaman, teessür ve heyecan son haddini
buldu. Bölüün önünde Sandıklılı Nuri Çavu˛, balamasıyle
bir türkü söyleyerek yürüyordu:

«Cezayir'e kara bayrak çekildi,


Garip anaların beli büküldü,
Koç yiitler Cezayir'den çekildi,
Sokakları mermer ta˛lı,
Güzelleri sırma saçlı Cezayir hey!..»

Bu, hazin ve dü˛ündürücü bir türküydü. Galiba herkes a¬


lıyordu.
Markara köprüsünün beri yakasına (1) bu gözya˛ları ve
hayal kırıklıkları arasında geçtik. Bu yaka, artık Anadolu sa¬
yılabilirdi.
Fakat ben; ordunun emrini yerine getirdikten, her türlü
resmî kayıtları attıktan sonra, Kafkasya'ya, bu topraklara dön¬
mek kararımı orada ve bu köprü ba˛ında verdim. Pek çok geç¬
meden de döndüm.

(1) fiimdi,. Aras suyu ve köprü, Türkiye ile Sovyet Ermenistan!


arasında sınır te˛kil eder.
Kızılelma
7

Erzurum'da terhis edildikten sonra Trabzon'a bir haftada


vardık. Trabzon'dan istanbul'a kalkan -vapur, terhis edilmi˛
askerlerle direklerine kadar doluydu. Bunlarla artık hiç kim¬
se me˛gul olmuyordu. -Çöküntü, ba˛sızlık, sahipsizlik, daha
Trabzon'da bindiimiz «Giresun» vapurunun bordasına .ayak.
basarken kendini gösteriyordu. Kaptan da ˛a˛ırmı˛tı. Etrafın¬
daki mah˛er kalabalıına, boyuna:

— Denizde mayınlar vardır, dikkat edin!..


diye baırıyordu. Denizdeki mayınlara gemideki yolcuların, he-v
îe geceleri nasıl dikkat edecei pek anla˛ılmıyordu ama. o ge¬
ne sözlerini tekrar ediyordu. Bu, bir garip yolculuk oldu.

Boaziçi'ne vardıımız zaman, ilk dikkati çeken ˛eyler, is¬


tanbul önünde yatan dü˛man gemileriydi. Karaya zorlukla çık¬
tık. Galata rıhtımı, berelerini yana emi˛ sarho˛ Fransız bah¬
riyelileri ve zenci askerlerle doluydu. Saa sola yalpa vuran,
önüne gelene sata˛an bu olanlara hatta asker bile denemezdi.

Biz iki arkada˛ önce, «Bir lokantada yemek yiyelim» de¬


dik. Ama sonra bu i˛in yanlı˛lıını çabuk anladık. ›˛imizi he¬
men bitirerek oradan çıktık. Sırtımızda siyah Çerke˛ yamçıla¬
rı vardı. Tabancalarımız kemerlerimize takılıydı. ›ri kalpakla¬
rımızı biz de yana emi˛tik. Biz burada hâlâ cephedeki su¬
baylardık. Fakat bu kıyafetimiz, tıklım tıklım yabancı asker¬
lerle dolu olan lokantada derhal dikkati çekti. Hatta bir aralık,
piyanoyu döver gibi yumruklayan bahriye askeri kılıklı bir
sarho˛ delikanlı, marifetini kesti. Mırıltılar, homurtular çoa ¬
lıyordu. Fakat biz, gürültü patlamadan acele i˛imizi bitirebil-
dik. Kendi topraımızda dü˛manla ve dü˛man i˛galiyle ilk de¬
fa böyle kar˛ıla˛tık. Anladık ki. burada artık biz hakim de¬
iliz.
154 SUYU ARAYAN ADAM

Edirne'ye vardıım zaman istanbul gibi burası da i˛gal al¬


tındaydı. Birtakım ›talyan kıtaları, ˛ehrin içine yerle˛mekten
korkarak, ˛ehir dı˛ındaki eski tabyalara dolmu˛lardı. ›talyan¬
ların kimseye saldırdıkları yoktu. fiehrin, o da ana caddeleri¬
ne arasıra birtakım kalabalık devriye kollan çıkarıyorlardı ve
o kadar...
Biz bir taraftan bir «Yedeksubaylar Birlii» kurduk. Bu¬
nun arkasından da birtakım gizli cemiyetler te˛kil ettik. Bun¬
ların bazılarının «Türk ›ttihadı», yahut «›slâm ›ttihadı» gibi
büyük isimleri vardı. Geceleri çe˛itli yerlerde toplanıyorduk.
Bize mühim görünen kararlar alıyorduk. Bir taraftan da kolor¬
du merkezi ve Trakya Cemiyeti ile beraber çalı˛ıyorduk.
Asıl i˛im mektebe devam etmekti. Askere gidince mual¬
lim mektebindeki tahsilim eksik kalmı˛tı. Birkaç ay içinde'onu
tamamladım. Kararım, mutlaka Kafkasya'ya dönmekti. O sı¬
rada Azerbaycan hükümeti,, istanbul, h ü k ü m e t i n d e n hocalar is¬
tiyordu. Bu imkân.benim Kafkasya'ya; dönmemi ıkolayla˛tırdı.
Edirne'den arkada˛larım beni, Turan'a gönderilecek bir elçi gibi
uurladılar.
istanbul'dan bir ›talyan vapuriyle yola çıktık. Karadeniz'¬
de vapur, Anadolu kıyıları boyunca yol alırken bazı sahil ˛e¬
hirlerine uruyorduk. Buralarda yeni bir idarenin geli˛meye
ba˛ladıı görülüyordu. Anadolu mücadelesi artık ba˛lamı˛tı.

Gerek bu iskele ˛ehirlerinde dola˛ırken, gerek vapur ken¬


di kıyılarımız boyunca yol alırken dü˛üncelere dalardım. Kendi
kendime sorardım:

— Acaba bu yolculua çıkmakla, kendi topraklarımızda


ba˛layan mücadeleden kaçmı˛ olmuyor muyum?

Fakat içimden, beni bu yolculua inandıran sesler gelirdi.


Harp, iki tarafta da harpti. Hem benim alı˛tıım bir ˛eydi.
Hatta harp, Anadolu'da hiç ˛üphesiz daha kolaydı. Burada ne
kadar zayıf dü˛mü˛ olsa da, gene bir ordu kadrosu vardı. Tec¬
rübeli kumandanlar vardı. Harpte pi˛mi˛ subaylar ve nihayet
elde asker bir millet vardı. Bu ordu içinde benim ya˛ımda ve
benim cinsimden binlerce ve binlerce genç çarpı˛acaktı.
SUYU ARAYAN ADAM 155

Halbuki Kafkasya'da ve daha ötelerde ne subay, ne de


harbi tanıyan bir millet vardı. Harp bulutları ise ˛imdi bu ül¬
keleri her taraftan sarıyordu. Sonra bu ülkeler Osmanlı ›mpa¬
ratorluunun, ˛u son gününe kadar korumaya çalı˛tıımız, ˛u
Yemen, ˛u .Hicaz, ˛u Irak, yahut Suriye gibi bize yabancı, hatta
dü˛man kalmı˛ ülkeler de deildi. Buraları bizim aslımızdan,
bizim dilimizi konu˛an insanlarla doluydu. Ve nihayet en son
ihtimal de, Anadolu'nun arkasını verebilecei, bize kuvvet ve
dayanak kaleleri olabilecek yerlerdi. Oralarda yerle˛mek, ça¬
lı˛mak lâzımdı. Hulâsa oraları da bizim yatanımızdı.

Sonunun neler getirecei bilinmeyen, neler sakladıı tah¬


min edilemeyen, fakat herhalde sırlar, muammalar, tehlike¬
lerle dolu yolculuuma i˛te bü ruh halleri içinde devam
ettim.

Batum iskelesinde sarho˛ bir Gürcü zabiti, e˛yalarımı gör¬


mek istedi. Hemen bütün yüküm bir sandık kitaptan ibaretti.
Önce bunlara önem verir gibi göründü. Fakat o kadar sar¬
ho˛tu ki, bütün yaptıı i˛, bu kitapları iskelenin üstüne karma¬
karı˛ık 3'aymaktan ibaret kaldı ve yıkılır gibi çekildi gitti.

Sonra vagonların gece-gündüz melânkolik Gürcü ˛arkıla-


rıyle inledii Gürcistan'ı a˛tık. Nihayet: güneyd e Karaba ile
kuzeyde daimi karlarla örtülü Kafkas daları "arasında kalan
Kür nehri vadisine gelince, artık doudan Hazer Denizi'nin
rüzgârlarını duyar gibi oluyordum. Buraları benim aradıım ve
ko˛tuum yerlerdi.

›stasyonlarda halk, Aras vadisindekiler gibi ho˛ bir Türk¬


çe konu˛uyorlardı. Bu lehçe, kuzey ›ran'da, Van ovasında ve
oradan Fırat vadisi boyunca uzanan bir hat üzerinde ya˛ayan
halkın az çok mü˛terek dilidir. Bu hat, douda Horasan'dan
ve ›ran Azerbaycanı'ndan gelip, Fırat üzerinden Halep'e, Amik
ovalarına ve iç Suriye'ye kadar uzanan büyük bir istilâ ve yer¬
le˛me yoludur...
158 SUYU ARAYAN ADAM

Kür vadisi boyunca douya doru inilince, Mogan çölü¬


nün kuzey kenarından dola˛ılarak Baku'ya varılır. Baku, çö-
lün Hazer Denizi'ne dayandıı yerdedir. Fırtınalar, toz bulut-
larını burada diledii gibi savurur. Buraları eski bir denizin
dibidir ve dünya denizlerinin seviyesinden de a˛aıdadır.
Baku demek, petrol demektir. Petrol kuyularının kulele-
ri. Azerbaycan'ın merkezi olan Baku'yu ˛ehrin kuzey kenarın-
dan itibaren sık bir orman gibi sarar. Eer petrol bulunmasay-
dı Baku, gene eski Baku Hanları zamanında olduu gibi, kü-
çük bir kale, bir geçit noktası, yahut gene 2000 yıl evvel oldu-
u gibi, mukaddes bir ate˛gede (daimî ate˛ yanan yer) olarak
kalırdı.
Benim ilk i˛im, bir süre Baku'yu tanımaya çalı˛mak oldu.
Vardıım zaman Baku, dünyanın bütün petrol ˛ehirleri gibi
kalabalık, hareketli, fakat kozmopolit bir yerdi. Bir avuç okur-
yazarın kurmaya çalı˛tıkları yeni devlet mekanizması, daha
ilk bakı˛ta bu kozmopolit i˛ ve menfaat ehramının altında ezil-
mi˛ gibi görünüyordu. Bir makine, yukarıdan ırk itibariyle
karı˛ık, soysuz bir i˛ oligar˛isi, a˛aıdan da gene ırkça karı˛ık,
fakat isyancı i˛çi kalabalıının baskısı altındaydı. Orta sınıf,
mezhep ihtilâflarıyle az çok ayrılmı˛ olmakla beraber, gene
de toplu bir birlik manzarası gösteriyordu. Yüksek tahsil gör-
mü˛ olanlar yok denilecek kadar azdı. Küçük ve orta aydın-
lar ise, memleketin en imanlı ve en inanılır kadrosunu te˛kil
ediyordu. Ordunun kurulmasına çalı˛ılıyordu. Fakat subay kad¬
rosu yoktu.

Bu karı˛ık zemin üstünde millî bir devletin kurulması ve


temel tutması i˛inin çetinlii kendiliinden anla˛ılır. Bunun
için kurucular ve bunların idealist olari azınlıı çetin bir dava
kar˛ısında bulunuyorlardı...

istanbul'dan Azerbaycan'a gitmi˛ olan Türk muallimleri,


tek tük istisnalar olsa bile, daha ilk günden kaybolmu˛lardı.
Baku'daki «Çanakkale Kahvesi» istanbul'un yeni bir «Merkez»
veya «Meserret Kıraathanesi» hali almı˛tı. Tavla gürültüleri
SUYU ARAYAN ADAM 157

• sahalım erken saatlerinden gece yarılarına kadar, bu kahve-


nin «gara dumanlarına boulmu˛ havasını dolduruyordu. Hal-
buki Azerbaycan ˛ehirlerinde, geleceklerini çoktan duydukları
Türk hocalarım bekliyorlardı.
Azerbaycan maarifini idare edenler de bundan ˛ikâyetçiy-
diler. Bu te˛kilâtta ba˛ta bulunanlardan bir bayanın bürosu-
na gidip hocalık istedim. Bana ta˛rada ve kabilse memleketin
en uzak yerinde bir görev vermelerini rica ettim. Bu isteim
kar˛ısında âdeta ˛a˛ırdı, heyecanlandı:

— istanbul'dan epey muallim gelmi˛tir. Fakat Baku'dan


ba˛ka, Azerbaycan'ın hiç bir yerinde bir tek Türk mual-
limi yoktur. Gerçi merkez mekteplerinde bunlardan bir-
kaçına muhtaç olduumuz dorudur. Fakat bizim ihti—
yacımız daha ziyade, memlekete yayılacak olan idealist¬
lerdir.

Bu duygularını anlatırken heyecanı artıyordu. Ben de he-


yecanlanmı˛tım. Hatta beni yanma. alarak Maarif N a z ı r ı ' n a çı-
kardı.. O da sevindi. Her ikisi de ellerimi hararetle sıktılar.
Bayanın bürosuna döndüüm zaman, bana ismimi sordu.
Heyecan arasında ne onun ismimi sorması, ne de benim adı¬
mı vermem aklımıza gelmemi˛ti.

— ›sminiz neydi? dedi.


— Aydemir, dedim.

O günden sonra benim adım, Aydemir oldu.


Artık Turan'daydım ve ben de bir Aydemirdim...

Tayin i˛lerimi hemen tamamladılar. Benim görev aldıım


Nuha, yahut dier adı ile fieki ˛ehri, Azerbaycan'ın kuzeybatı
bölgesinde, büyük Kafkas dalarının eteindeydi. Buraya var¬
mak için evvel: Gürcistan istikametinde trenle yol alınır. Yav-
lak istasyonunda inilir, sonra kuzey ˛imale doru kara yolcu¬
luu ba˛lar.
Nuha, genel görünü˛üyle uzaktan küçük bir Bursa'yı an-
158 SUYU ARAYAN ADAM

dırır. Bursa nasıl Uluda'ın barına sokulmu˛sa, Nuha da Kaf-


kas dalarının eteine sarılmı˛tır. Balar bahçeler içinden yük-
selen ˛ehir, aaçlıklar arasındaki evleri, çar˛ıları ve sonunda
eski Seki kalesi ile, gene Bursa gibi, eteklerden dalara do-
ru daralan bir üçgen ˛ekli gösterir. Burası da Bursa gibi bir
ipek ˛ehridir. Bursa'nm yukarıdan Nilüfer çayına bakması gi-
bi, fieki de Alazan vadisine bakar. Bursa'nm güneyindeki Ulu-
da'ın yerini N u h a ' m n kuzeyinde Kafkas dalan alır. Eski
kale, yahut eski fieki Hanlarının konaı ˛ehre hakimdir. Çar¬
lıın kı˛laları ve hapishane bu kalenin içindedir.
fiehirdeki Ermeni azınlıı hesaba katılmazsa, o zaman hal¬
kın hepsi Türktü. Ama iki cemaat halinde ya˛arlardı. Sünnî
ve fiiî Müslümanlar arasında bazı ayrılıklar vardı. Zaten bu
ayrılık, Türkiye'nin sınırlarından douya doru gidildikçe he¬
men kendini gösterir.

fiehir halkıyla ilk kar˛ıla˛mam hazin bir vesileyle oldu.


Evvelce Azerbaycan'a göçüp bu ˛ehre yerle˛en ve Türkiyeli
olan bir muallim, o günlerde bir hastalıktan ölmü˛tü. Cenaze
törenine hemen bütün ˛ehir halkı katıldı. Sünnî imamları ile
fiiî ahundları (1) çar˛ıları kapattırarak, arkalarına cemaatle¬
rini katarak büyük mescidin önüne toplandılar.

fiehir halkına kar˛ı ilk defa burada konu˛tum. Ortaya ce¬


naze konulmu˛tu. Etrafını hocalar, ahundlar almı˛tı. Sonra dal¬
ga dalga ˛ehir halkı büyük mescidin avlusunu, sokaklara ka¬
dar dolduruyordu.

›mam, cenaze namazını kıldırmadan, son duasını yapma¬


dan önce, cenazenin ba˛ında yüksekçe bir yere çıktım. Apo¬
letlerim yoktu ama, bir subay kıyafetindeydim. Halk beni ilk
defa görüyordu. Bu halkın ortasında, bir cenazenin ba˛ında,
ni˛ansız, apoletsiz, fakat muntazam asker elbiseli bir genç, her
zaman konu˛ulan ve dinlenilenden ayrı bir ˛eylerden bahsedi¬
yordu. Bu söylenilenlerin çou, iyi anla˛ılmamı˛ olsa bile, bu
sahne o hava içinde dinleyenlere yeni, olaanüstü, co˛turucu
bir hadise gibi göründü.

d) Ahund: fiiî imamı demektir.


SUYU ARAYAN ADAM 159

— Biz evvelâ Türk'üz, sonra müslümanız...


diye ba˛ladım. • Halbuki Türk kelimesi, son zamanlarda bilhas-
sa aydınlar arasında yayılmakla beraber, halk kendini daha
ziyade, Sünnî, fiii, yani, daha ziyade Müslüman olarak biliyor-
du. Türk sözü, Osmanlı Türklerine verilen bir isimdi.
Sonra:

— Biz hepimiz hem Türk'üz, hem de hepimizin vatanı bir-


dir. Bu vatan, ne Türkiye, ne Azerbaycan'dır. Bu vatan
Turan'dır!..

diye haykırdım. Ve devam ettim:

— «Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan,


Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!..»

Sonrası kendiliinden geldi:

— Onun içindir ki bu ölü, burada bir garip deildir. O, ken-


di topraında, kendi karde˛leri arasında ölmü˛ talihli
bir ilimr.˛ehididir...

Halkın galeyanı artıyordu. Bir kısım memurlar, mektep


hocaları, ölen hocanın ve benim yeni mektebimin talebeleri, fa-
kat çou çar˛ı halkı olan cemaatin gözleri ya˛armı˛tı. Hatta
hıçkırarak alayanlar, çırı˛anlar vardı. Sonra onlara, ˛ehidi
anlattım. fiehadet, din urunda olduu gibi, vatan urunda
ölümdü ve bu hoca, bir ˛ehitti. Dah a nice zaman evvel bura¬
ya gelmi˛ti, milletin uyanması, vatanın yükselmesi ve istiklâ-
lin salamla˛ması yolunda çalı˛ırken ölmü˛tü. Bundan sonra
onun kabri, bu fikirlere balanan Türklerin bir ziyaret yeri
olmalıydı...
Ondan sonrasını, karde˛ler arasındaki dü˛manlıkların, kin-
lerin unutulması, hepimizin tek bir kale gibi bir bayrak altın-
da toplanmamız için dua ederek bitirdim...

Cemaat deniz gibi dalgalanmı˛tı. Tören bittikten sonra, ölen


muallim Ya˛ar Beyin tabutunu, sanki bir bayrak gibi omuz¬
larında ta˛ıyarak kabrine götürdüler. Burada hem Sünnî, hem
fiiî hocaları tekrar dualar okudular. fiehre dönerken, daılan
bir kalabalık deil de, canlı, kararlı, ba˛lar dik bir topluluk
olarak yürüdük...
160 SUYU ARAYAN ADAM

Ondan sonra bu ˛ehirde benim için . günler, aylar ba˛ka


türlü geçti. Bir eve deil, hoca olarak geldiim mektebin iki
odalı bir dairesine yerle˛tim. Bu dairenin kapısı gece-gündüz
açıktı. Herkes kolayca bana gelebilirdi. Tıpkı Türkistan'da Ay-
demir gibi...
Gündüzleri mektepte çalı˛ıyordum. Mektep .saatleri dı˛ın-
da çar˛ıları, mahalleleri dola˛ıyordum. Geceleri. muallimlerin,
okur-yazarların evlerinde toplanıyorduk. Bazen Sünnî imamı
Nûr Mehmet Efendinin, fakat daha ziyade fiiî. a h u n d u Fere-
cullah'ın evine giderdim. Ahund Ferecullah, esmerce, yuvarlak
top sakallı, fakat dinç, hareketli ve bu ˛ehirde halk ye maarif
hareketlerinin daima ba˛ında yürümü˛, aydın dü˛ünen bir in-
sandı. Evindeki toplantılar canlı, faydalı olurdu. Günün ko-
nu˛maları bitince Farsça güzel ˛iirler okurdu. Hatta bana biraz
Farsça da öretti.
Derse ba˛ladıım gimnazyumda, çocuklar örenmeye he-
vesliydiler. Beni seviyorlardı. Fakat benden ba˛ka Türk ola-
rak yalnız Azerbaycanlı üç muallim vardı. Bunlardan din ders-
leri hocası bir mahalle imamıydı. Türkiye'deki mekteplerde
olduu gibi , orada da bu türlü hocalar mektebe âdet yerini
bulsun diye gelip gidiyorlardı. Dier iki muallimden biri, is-
tanbul'da okumu˛tu. Müdür olan Mehmet Efendizâde ise, Azer-
baycan'daki okur-yazarlarm yarısından fazlası gibi bir efen-
dizâde, yani bir din hocası oluydu. Rus mekteplerinde oku-
mu˛tu. Türkçesi harcıâlem bir konu˛ma dilinden ibaretti. Uy-
sal, terbiyeli, fakat millî dü˛ünce bakımından ˛ahsiyetsiz bir
insandı. Mektebin dier hocaları tamamen Ruslardı. Dersler
de Rusça veriliyordu. Zaten Mehmet Efendizâde'ye göre ilim,
fen derslerinin Türkçe okutulması kabil deildi. Ona göre, Tür-
kiye'de bile yüksek tahsil, yalnız Kuran örenimine dayanır-
dı. Bu iddiasını bir gün, Rusça bir kitaptan, bunun 'böyle ol-
duunu yazan bir cümleyi göstererek ispata çalı˛tı.

Nuha'da ilk i˛lerden biri, mektepteki bu Rus hocaları uzak-


la˛tırmak olmalıydı. Ondan sonra i˛ ba˛a dü˛ünce elbette bir
çaresi bulunacaktı. Bu i˛ biraz sonra, fakat yarı isyan, yarı ür-
kütme ˛eklinde yürüdü. Rus muallimler birer birer ˛ehri terket-
161

tiler ve Efendizâde, buna kar˛ı gelemedi. Ama bu sefer mek-


tepte yalnız Türkçe, edebiyat, tarih, corafya gibi dersleri de-
il, meselâ jeoloji dersini de vermek bana dü˛tü. Dier ders-
leri de aramızda ve dı˛arıdan aldıımız bazı genç muallimler
arasında daıttık. Ama mektepte dersler, ders olmaktan çıktı.
Daha ziyade konferanslar haline geldi.

Günler gittikçe daha dolgun geçiyordu. fiehirde, kasabada,


köylerde, mekteplerde, mescitlerde, evlerde; çocuk, genç, ih-
tiyar herkese bir ˛ey söylemek, bir ˛ey anlatmak lâzım geli-
yordu. fiehir içinde bir te˛kilât yaratmak, köylerle teması daha
muntazam salamak için bir «oymak» kurmu˛tum. Bunun adı-
na «›zci Oymaı» dedik ama, oymaın mensupları çocuklar de-
il, genç veya yeti˛kin öretmenlerdi.
Bütün dou ülkelerinde olduu gibi, Azerbaycan'da da bu
genç muallim kadrosu, yenilik hareketinin önde gelen kadro-
suydu. Bunlar içinde istanbul'da bulunmu˛ olan Mehmet Ali
Efendizâde'yle, Türkiye'de bulunmamı˛, fakat kendisini yeti˛-
tirmi˛ Veysel Efendizâde, sonra Kerim Efendizâde, Zahit Efen-
dizâde gibi temiz insanlar vardı. Bu kadro, izah edilmemi˛ an-
la˛mazlıklardan doan bir sıra geçimsizliklerle kıvranıp duru-
yordu. Fakat yeni davaların ortaya atılı˛ı, ülkücü tutumlar, i˛-
birlii, ortak duyguların uyanı˛ı, o güne kadar birikmi˛ tor-
tuları gittikçe daıtıyordu.

›zci oymaı bayraı altında kırlarda, köylerde yapılan yü-


rüyü˛ler, toplantılar, haberle˛meler, raporlar, kroki tanzimi,
bir geçidin, bir köprü ba˛ının siperlerle tahkimi gibi, herkese
yalnız kendini deil, ba˛kalarını da dü˛ünmek ve korumak duy-
gusunu veren hareketler, bu genç insanlara yava˛ yava˛ sıh-
hatli bir kendilerine inanmak hissini veriyordu.

Bu talimler sırasında köylerde geçirdiimiz toplu geceler,


o güne kadar kendilerini birbirinden ayrı, hatta bazen birbi-
rine dü˛man sayan bu insanlar arasında yakınla˛mayı, anla˛¬
mayı salıyordu. Hatta böyle gecelerde ve köylüler daıldık¬
tan sonra, kendi aramızda kar˛ılıklı tenkit seansları da yapar¬
dık. Bu konu˛malarda bunlardan her biri. bazen ne kadar hiç-

ti
162 SUYU ARAYAN ADAM

ten ve ne kadar köksüz sebepler yüzünden kar˛ısındakine kar˛ı


souk ve ˛üpheli davrandıını görür, ˛a˛ardı.

Ben cuma namazlarını bazen ˛ehrin çe˛itli mescitlerinde,


bazen de köylerde kılardım. ›mamın hutbesinden önce, min-
bere çıkarak yaptıım konu˛malara halk alı˛tı. Daha cumadan
evvel, o hafta hangi camide konu˛mam olacaı halk arasında
sorulmaya ba˛ladı. Ben camilere çizmeyle giderdim. Bazen de
caminin avlusunda yüksek bir yerden, bazen de minberde ko¬
nu˛urdum. Bilhassa köylerde halk, bunu ho˛ görür ve benim
daima seferi halime hak verirdi. Bu konu˛maların hepsinin ko¬
nusu birbirine benzerdi. Fakat her birinin içine, biraz da gü¬
nün meseleleri girerdi. Mektep i˛leri, askerlik i˛leri karı˛ırdı.
Arasıra bu bahislerin içine âyetler, hadîsler katardım.

Baku'nun bozuk, kozmopolit havası, bu kenar muhitlerde


yoktu. Zaten o sıralarda Baku ile Baku'nun dı˛arısı, henüz bir¬
birine kayna˛mı˛ denilemezdi. Merkezî idarenin gücü, etkisi
zayıftı.

Azerbaycan, tarihinde hiç bir zaman tam manasıyle ba¬


ımsız, toplu bir devlet hayatı ya˛amamı˛tı. fiimdi devletini
kendi idealist çocuklarının gayretiyle kurmaya çalı˛ıyordu. Bu
devletin dier Türk ülkeleriyle balılıını biliyorlardı. Hatt a
o zaman millî mar˛ gibi söylenen bir ˛arkıda ˛u sözler vardı:

«Türkistan yelleri öpüp alnını,


fiarkılar söylüyor sana bayraım,
Üç rengin aksini Kozgun denizden (1)
Armaan yolla sen yâre bayraım...»

Bizim izci oymaı bu mar˛ı yollarda yürürken ve hele her


köye girerken mutlaka söylerdi. Çünkü, milletin bir bayraı
tanıması ve bir birlii benimsemesi lâzımdı.

Eski asırlarda böyle tam bir birliin hatırası yoktu. Ta-

(1) Üç renk: Azerbaycan millî bayraının üç rengi. Kozgun de-


niz ise: Hazer Denizi. Azerbaycan, 85.00 0 kilometrekare kadar bir sa-
hada, üç milyonu a˛an bir nüfus barındırıyordu.
SUYU ARAYAN ADAM 163

rihte Azerbaycan'ın kaderi daima, ya ›ran'ın, ya Osmanlıların,


yahut da son devrede Rus çarlıının müdahalesine balı kalmı˛-
tı. Gerçi Baku, fiirvan, fieki, Gence gibi feodal hanlıklar ya˛a-
mı˛lardı, fakat bunlara birer devlet hüviyeti atfedilemezdi. Za—
ten bunlar kendi aralarında, ya ˛u, ya bu tarafa dayanarak
daima çarpı˛mı˛lardı. Her biri bir devletin ergeç himayesini
kabul eden birer gölge otorite olarak kalmı˛lardı. Bu arada,
dı˛arıdan gelen istilâcılara kar˛ı dayatı˛lar da olmu˛tu. Kökle —
ri daha eskilere uzanmakla beraber, asıl XVIII. yüzyılda ba˛-
layan Rus-Kafkas sava˛ları bilhassa XIX. yüzyılda ˛iddetlen-
di. Bu arada meselâ 1805 ocak ayında Gence'nin Cevat han
tarafından müdafaası Han'ın ve olunun, kahramanca ˛ehadet-
Ieri, ˛ehametli sahneler arz eder. Fakat Rus ordusunun Batı
usulüne göre düzenlenmi˛ eitimi, üstün silâhlan kar˛ısında
Gence de bütün Azerbaycan gibi dü˛tü. Hulâsa Azerbaycan'ın
tarihi, daima ve nihayet küçük hanlıkların tarihi olarak kaldı.
Hanlıklar çökünce de, sömürgelik hayatı ba˛ladı. Mezhep ay—
rılıı, mezhep davaları ise, halk içinde bir millî ruhun doma —
sını daima önlemi˛ti.

1905 Rus-Japon harbinden sonra ve Rusların bu harpteki


yenilgisiyle Rusya topluluuna dahil milletler arasında ba˛la—
yan millî hareketler, Azerbaycan'da da kendini göstermi˛ti.
Hatta bir aralık Ermeniler ve Türkler arasında geni˛çe ölçüde
millî kavgalar bile olmu˛tu. Fakat bu hareketler, aydın sayı—
sının azlıı ve millî hareketin yenilii dolayısıyle milletin ge—
ni˛ kütlelerini içine alamadı. Zamanla millî mücadele, dar ma—
nada bir mektep ve maarif h a r e k e t i n d e n , yahut da ˛iir, edebi—
yat ve tiyatro sahasında (bilhassa tiyatroda) bir geli˛meden
ibaret kaldı.
Türkçe, yalnız bir halk dili olarak kalmı˛tı. Bu dilin, ay—
dınların edebiyat, tiyatro sahasındaki gayretlerine ramen,
grameri yazılamamı˛, kaideleri i˛lenmemi˛ti. Hatta tabiî ka—
ideler de halk arasında yayılmı˛ olan Rusçanm tesiri altında
bozulmu˛tu.

Hulâsa burada genç Azerbaycanlılar ilk millî devleti, âde-


164 SUYU ARAYAN ADAM

ta gayri millî bir zemin üstünde kuruyorlardı. Bu devlet, her


˛eyden evvel, kendine millî bir zemin yaratmak zorundaydı.
Bunun için de yeni bir millî ruh, istiklâl ve hâkimiyet gururu,
bayrak fikri, askerlik ve sava˛ duygusu, vatan anlayı˛ı ve bu
vatanın sınırlarını korumak a˛kı lâzımdı. Bu halk kalabalıını
artık bir cemaat ya˛ayı˛ından çıkarıp, bir millet zihniyet ve
ya˛ayı˛ına götürecek her ˛ey böyle bir zemin üstünde geli˛e¬
bilirdi. Hulâsa Azerbaycan aydınları aır, çetin bir dava kar˛ı-
smdaydılar...

›˛e bu yönden bakıldıı zaman, bana Nuha'daki i˛ler, bir


aralık pek yolunda gidiyor gibi görünüyordu. Hem bu kenar
yerlerde, Baku'da olduu gibi sosyal mücadeleler henüz kes-
kinle˛memi˛ti. Buraları daha sıhhatli bir köylü kalabalıının
kucamda ya˛ıyordu. Gerçi asırlarca süren durgunluk, mezhep
ayrılıkları, evlenme, miras uygunsuzlukları, köylerde, kasaba¬
larda zorbalıklar (aalar ve koçular) hükümetin yenilgi ve ni¬
hayet bütün fiarka damgasını vuran gerilik, burada da toplu¬
mun üstüne çökmü˛tü.

Fakat yeni bir ülkü (mefkure) sava˛ı, bu durgun suyu ha¬


rekete getirdii, ruhlara ve yıınlara yeni istikametler verdii
zaman, asırların biriktirdii çamurların temizlenip gideceine
inanıyordum. Cemaat; millet haline gelecek ve millet, özbenli-
ini bulacak, öz bir vatan anlamını benimseyecekti.

Kaldı ki, bu anlayı˛ Azerbaycan sınırlarında da kalmaya¬


caktı. Azerbaycan asıl büyük vatanın bir kalesi, bir parçası
olacaktı. Ben buradaki davalara, bu büyük vatanın yaratılı˛ı
yolunda, ve bu vatanın parçaları üstünde kar˛ıla˛abilecek olan
meseleler olarak bakıyordum. Bunları tanımaya çalı˛ıyordum.
O büyük vatan mutlaka doacaktı. Bütün baımsız Türk ülke¬
lerini, kendi bayraı altında toplayacak olan büyük ve güçlü
vatan: Turan...
Fakat zaman ilerledikçe, bu inançlarımın zayıfladıını, ya¬
hut hiç deilse sarsıntılar geçirmeye ba˛ladıını hissediyordum.
Kendi kendime itiraf etmekten çekinsem bile, içimde birtakım
SUYU ARAYAN ADAM 165

˛üpheler, birtakım suallere cevaplar bulmakta gittikçe zorluk


çekiyordum, .›mkânlar ve kazanılanlar ise gözümde gittikçe kü-
ç uluyordu.
Tabiat ˛artları, insan malzemesi, toplumun dokusunda ya¬
˛ayan çatı˛malar içinde yuvarlandıkça, cesaretim kırılıyordu.
Bu çatı˛malar bizim isteklerimize göre silinecei yerde, kendi
yapısına göre geli˛iyorlardı. Sezi˛lerimiz ve özleyi˛lerimizle
gerçekler, yahut hayatın sert ˛artları arasında uçurumlar var¬
dı. Bu uçurumlar kafamda gitikçe derinle˛iyorlardı.
Yava˛ yava˛, fakat her gün biraz daha iyi anlıyordum ki.
kafamızda yıllardan beri ya˛attıımız hayal yapısının hakika-
ta inkılâp edebilmesi için, birçok unsurları eksiktir. Büyük
Turan, bir illüzyon, bir hayal yapısı, bir his manzumesi olarak
ne kadar güzel, ne kadar çekiciydi? Fakat gerçekle˛tirilmesi
gereken bir in˛a davası olarak ele alındıı zaman eksiklii ve
bada˛ıklık yetersizlii kendini derhal gösteriyordu. Potaya atı¬
lan maddeler birbirini tutmuyordu. Bir arada erimiyorlardı.

Evvelâ ortada i˛lenmi˛ bir gaye, yahut mefkurenin uzun


vadeli bir izahı, bir açıklanı˛ı yoktu. Ortada ne yazılı bir eser,
ne de yol gösterici, uyarıcı bir önder vardı. Gerçi özellikle Tu¬
ran konusunu ele alan.bir kitap, bir Türk ismi altında (1) bir
istanbul Yahudisi tarafından yazılmı˛tı. Fakat bu kitabın, so¬
ukkanlılıkla incelendii ve suyu sıkıldıı zaman, içinden bir
avuç hayal zorlayı˛ıyle, bir kucak bilgisizlikten ba˛ka bir ˛ey
çıkmıyordu.
Onun dı˛ında parça parça yazılar, parça parça ˛iirler, pe¬
rakende sözler, i˛aretler üstü kapalı deyi˛ler... Ve hepsi bu
kadar...
Gecelerin geç saatlarmda mektepteki odamda masamın üze¬
rine kapanırdım. Bütün bunları derler, toplar, sıralar ve içle¬
rinden ahkâm çıkarmaya çalı˛ırdım. Turanın henüz e˛iindey-
dim. Turan fikrinin ve mücadelesinin meseleleriyle, unsurla-
rıyle yeni yeni kar˛ıla˛ıyordum. Eer daha ilk adımda bunlarla
hesapla˛mazsak ne yapardık?

(1) Kitabın ismi. Turan. Yazan Tekin Alp (Levi KohenS.


166 SUYU ARAYAN ADAM'

Halbuki ben bir zaman, her ˛eyi ne kadar derlenmi˛, dü¬


˛ünülmü˛ sanırdım. Bana bu yolun, bu ülkünün ululan, saç¬
larını onun hamurunu yourmakla aartıyorlar gibi gelirdi.
Her ˛eyi bir tartmadan, hiç bir tenkit süzgecinden geçirmeden
almak, onu incelemekten daha kolaydı. Benim uzaktan ve pem¬
be bir delikanlılık baharı içinde yapabileceim de ancak buydu.
Talimgahta:

«Mabedimiz Türkocaı, kâbemiz de yüce, parlak,

«Turandır hep, ancak...»

yahut da: -

«Yüce' Turan, Hind-ü Afgan, Farisistan bizi bekliyor.»

diye ˛arkı söylediimiz zaman, kimse bu ne demektir diye

sormazdı. Kimse sormazdı ama, hangimize sorulacak olsa:

— Evet, kâbemiz yüce, parlak Turandır, yüce Turandır.

Bunda anla˛ılmayacak ne var?

der geçerdik.
Halbuki ˛imdi Turanda, Turanı arıyor ve bulamıyordum.

Cephede bulunduumuz zaman, Ziya Gökalp'm yazdıı, be¬


yannameyi andıran bir yazıyı okumu˛tuk. Orada her ˛ey ne
kadar basit dü˛ünülüyordu. Ne kadar basit anlatılıyordu.
Rus çarlıının ömrü artık sona ermi˛ti. fiimdi esirler kur¬
tulacaktı. Sürüler çobanlannı bulacaktı. Çobanlar dalarda par¬
layan yıldızlara yöneleceklerdi. Oymaklar, boylar, uluslar gök
bayraın altında toplanacaklardı.
Bozkırlar millete yol gösterecekti. Eski beyler, hanlar, ha¬
kan soyundan gelenler, milletin gene ba˛buları olacaklardı,
vb...
Bu ne saf b i r hayal, fakat ne hazin bir buyruktu. Bir bo˛¬
luk, mutlak-bir görü˛süzlük, her ˛eyin dı˛ında kalan, her ger¬
çein dı˛ında ya˛ayan bir adamın, dünyadan kopmu˛ bir mür¬
˛idin birtakım «vahiy» leri...

Yahut da. ben idrakimi, heyecanımı kaybetmi˛tim. Çün¬


kü cephede, Rus ihtilâlinin çökerttii dü˛man ordusunun ka-
SUYU ARAYAN ADAM 167

lıntıları pe˛inden dalar a˛ar ve önce eski sınırlarımıza, son¬


ra da daha ilerilere ula˛mak için ko˛arken, bu gerçekdı˛ı va¬
hiyler bana ne kadar doru, ne kadar aydınlık görünmü˛tü.
O zaman bu sözlerde her ˛ey söylenmi˛, her bilinmeyen
aydınlatılmı˛, her sorunun cevabı verilmi˛ sanıyordum. Sanki
bütün istikbal, avucumun içindeki bir aynada görünüyor gibi
belirli, aydınlıktı...
Halbuki ˛imdi kar˛ıla˛tıımız davaların her biri, birer fi¬
kir, birer bilgi problemi, hulâsa iç içe, karı˛ık bir ˛eydi. Bin¬
lerce ve binlerce kilometrelik mesafelere daılmı˛ milyonlarca
ve milyonlarca insan, bu sayısız davaların içinde sayısız çatı˛¬
, malarla kayna˛ıp duruyorlardı. Bizim milletimiz i˛te bu insan
toplulukları, bu ne yapacaklarını bilemeyen insanlardı...

Hulâsa her çeli˛me, her soru, her istifham ba˛ka bir cevap
bekliyordu. Hatta uzaktan hep bir ırktan gibi görünen bu mil¬
yonları, hakikatta parça parça ayıran hesapsız farklar vardı.
Her boyun, her ırk kolunun kendi tarihî olu˛undan gelen ve
onun bilinç altına gizlenen özellikler... Sonra dil, lehçe, din,
mezhep ayrılıkları... Nihayet tabiat veya toplum ˛artlarının do¬
urduu dier sayısız parçalanı˛lar, kavgalar. Hepsinin üstün¬
de de ˛u en korkunç ˛ey : Durgunluk, gerilik ve cehalet.
Bu karı˛ıklık içinde hayaller ve iyi niyetler deil galiba
inkılâplar, tasfiyeler lâzımdı.

Ümitlerimin ufku gittikçe daralıyordu. Zaman zaman oda¬


lara kapanırdım. Yahut kırlara, dalara çekilirdim. Tanrıdan
yardam ve aydınlık dilerdim. Bir zaman, ˛üphe kabul etmez
bir ümidin sesleni˛i olarak azımdan dü˛meyen:

«Yüce Turan, güzel ülke,

Söyle sana yol nerede?»

mısraları, ˛imdi ancak hazin bir kırgınlık içinde dilimde dola¬

˛ır dururdu...

* +

Yoksa Turan, maddî bir in˛a davası deil de, yalnız ma¬
nevî bir ülkü müydü? Hiç bir zaman ula˛ılamayacak hayalî bir
ülkünün adı mıydı? Meselâ bir Kızılelma!..
168 SUYU ARAYAN ADAM

Türk ülkücülüünde Kızılelmanm ne olduu belli deildi.


Asırlarca ona herkes, kendi hayalinin dilediine göre mana
vermi˛ti. Uzak bir ülke, bir ülkü diye bilinirdi. Ziya Gökalp'a
göre de:
«Ne Hintde, ne de Çin'de,
Türk gönlünün içinde»
idi...
Fakat onu tarif etmek hele hayata çıkarmak lâzım gelin¬
ce, Ziya Gökalp'm anlayı˛ı da sona eriyordu:
O zaman, hayalinde bir üniversite ˛ehri tasavvur etti (1).
Fakat bu üniversite ˛ehrini Turanda koyacak yer bulamadı.
Gene hayalinde yarattıı Ay Hanım isimli güzel ve zengin bir
kıza, bu hayal ˛ehrini, bu üniversite sitesini ta ›sviçre'de kur-
duttu. -

Bu Kızılelma, Lozan civarında olacaktı. Dershaneleri, kü¬


tüphaneleri, laboratuvarları ve fakülteleriyle kocaman ve asrî
bir ˛ehir... Turanın her bucaından kadın, erkek gençler; da¬
ları, denizleri a˛arak ›sviçre'nin hür havasına ko˛acaklardı. Ay
Hanımın kurduu bu üniversite sitesinde modern bilginin kay¬
naına kavu˛acaklardı. Bunlar orada, bir taraftan ilmin di¬
er taraftan, ülkünün, ruhunu alarak yurtlarına döneceklerdi.
Çöller, bozkırlar, avullar, obalar bunlarla dolacaktı. Döndük¬
leri yerlerde yeni kızılelmacıklarm temellerini atacaklardı. Bi¬
nalarını öreceklerdi. Yeni Turan böyle kurulacaktı...

Demek ki Turanı her ˛eyden evvel, modern bilginin ve ay-


dın bir ülkünün sava˛çıları kuracaklardı. Dü˛ünen, inana», is¬
teyen ve istediini bilen insanlar...
*

Bu izah bana biraz sükûn verir gibi göründü. Hatta bir


aralık ben de böyle bir bilgi yapısının hiç olmazsa küçük bir
medresesini acaba bulunduum yerlerde kurabilir miyim diye
dü˛ündüm:

(1) Kızılelma. Yazan: Ziya Gökalp. Kızılemamri bir kısım ˛iir-


leri Selanik'te «Genç Kalemler» de yayınlandı. Kitap harp içinde is-
tanbul'da basıldı. 1941'de yeni harflerle yayınlandı.
SUYU ARAYAN ADAM 169

Nuha civarında Göynük isimli küçük bir köy vardı. Bu


köyde eskiden, adı duyulmu˛ bir medrese varmı˛. Zamanında
uzak yerlerden örenci toplayabilmi˛. Fakat gene zamanla med¬
rese çökmü˛tü. Kafkaslardan inen seller köyün yarısıyle bera¬
ber eski medrese binasını da sürüklemi˛, almı˛tı. Ama halkın
hatırasında Göynük'ün bir bilgi yurdu olmak devri hâlâ ya¬
˛ıyordu.

Zaman zaman bu köye giderdim. Köye hâkim bir kayanın


üstünde otururdum. Hayalimde kendi Kızılelmamı canlandırır¬
dım. Meselâ ˛u azgın derenin açtıı ˛u sel yataının dı˛ında,
˛u ulu çınar ve ceviz aaçlarının gölgeledii yerde yeni bir
yapının yükseldiini dü˛ünürdüm. Bu bina, basit ve mütevazi
olacaktı. Ta˛ını, kerpicini hep sırtımızda ta˛ıyacaktık. Fakat
içinde eski medresenin lo˛ hücreleri yerine beyaz, temiz oda¬
lar bulunacaktı. Tabiata ve hayata bakan aydınlık odalar...

Kimya laboratuvarları, fizik dershaneleri olacaktı. Biyoloji,


jeoloji dersleri için malzeme toplayacaktık. Bunlar yava˛ yava˛
tamamlandıkça yeni yeni dershaneler açacaktık. Mektebe dil,
riyaziye, ruh, felsefe bilgileri sokulacaktı. Nihayet millî duy¬
gu her ˛eyin üstünde gelecekti. Bütün bu bilgilerin gayesi de
bir sava˛çı, bir ülkü adamı ve bir yeni adam yaratmak ola¬
caktı. Bilen, inanan, yapıcı ve te˛kilâtçı adam... Halbuki bu¬
günkü mektep bizde ve her yerde cemiyetten, yani, kökünden
kopmu˛ ve toplumun sırtından geçinen otomatlar yaratıyordu...

Fakat bu hayaller nasıl gerçek olacaktı? Haydi bu bina¬


nın kurulduunu, bu binaya, yakın, uzak illerden daarcıkla¬
rını omuzlarına vurmu˛ ilim yolcularının geldiklerini kabul
edelim. Bunların bilgiye susamı˛ ruhlarını doyurmak için sof¬
raya nereden ve neler konacaktı?

Odamdaki bütün sermayem bir sandık kitaptan ibaretti.


Bu kitapların hepsini sıksam, içinden ancak, tazelii kalma¬
mı˛ bir avuç bulanık sudan ba˛ka bir ˛ey çıkmazdı. Sonra bü¬
tün bu dershanelerde, kimya laboratuvarlarında, fizik labo-
170 SUYU ARAYAN ADAM

ratuvaıiarmda fen ve ilim kürsülerinde kimler konu˛acaklar¬


dı? istanbul'dan gelen ve Baku'nun Çanakkale kahvesinde gece
yarılarına kadar tavla oynayıp, maa˛ gününü bekleyenler mi?
Yoksa Azerbaycan'nın ˛urasında burasında rastlanan ve oku¬
duu Rus mekteplerinde bu defa da ana dilini kaybedenler mi?
Benim genç, ate˛li ve ders verdikleri ilk mektep dershaneler¬
de hem yoksullara, hem taassuba kar˛ı sava˛an idealist oymak
arkada˛larım mı? Fakat onların da hasreti daha yüksek bir bil¬
giye deil mi?

Yoksa gimnazyumdan attıımız Rus hocaları gene geriye


mi çaıracaktık?

Acaba istanbul bize birtakım idealistler veremez mi idi?


Emeinin kar˛ılıını, ruhunun t a t m i n " edili˛iyle alacak birta¬
kım idealistler?.. Fakat ya kitap? Deil fen eserleri, elle tu¬
tulur bir tek corafyası, bir tek tarihi bile bulunmayan ˛u bi¬
zim hazin kitap hazinemiz?..

Dü˛üncelerim buralara vardıı zaman dimaım durur gi¬


bi olurdu. Yerimden kalkardım. Ta˛lı, tozlu yollardan ˛ehre
yürürdüm. O zaman bu yollar bana gittikçe çetinle˛iyor gibi
gelirdi. Sarsılırdım. Yorulurdum. Her adımda çökmek, topra¬
a uzanmak isterdim. Kendimden geçmek, hiç bir ˛ey dü˛ün¬
memek isterdim.

Fakat çıplak hakikatin sert mu˛tası durmaz, gittikçe daha


kuvvetle omuzuma vururdu:

— Daha ilk adımda çöküyorsun! Halbuki hayalinin sınır-


ları ne kadar geni˛ti? Su Göynük'te kurulacak toprak
dam, senin o büyük Turan dediin enginlik içinde, Mo-
an çölündeki bir kum tanesi bile deildir. Halbuki da¬
ha onun e˛iinde bile kuvvetin sona eriyor! Çünkü ser¬
mayen, sadece bo˛ bir daarcıktır. Bir bo˛ daarcıktan
ise, ancak masallarda hazineler çıkabilir. Hem de hayal
hazineleri... Fakat hakikatta?..

Evet, hakikatte Turan uçsuz bucaksız mesafelerdir.


SUYU ARAYAN ADAM 171

Tarihinde hiç bir zaman birle˛memi˛ olan bir saha (1).


Hatta corafî bir birlik bile deil. Bu uçsuz bucaksız
enginlik içinde ˛imdi Altaylara, Karakuruma, Altındaa
ula˛mak için, artık hayal kudreti yetmez. Simdi dün—
yanın çarkını buhar ve elektrik döndürüyor. Buhar ve
elektrik... Bunları ise kütüphaneler, üniversiteler bes-
ler. Pek çok kütüphaneler, pek çok üniversiteler...

Göynük köyündeki medresen bu derya içinde, haydi


bir katre olsun diyelim. Fakat senin odanda yalnız bir
sandık kitap var! Kafanın içindeki bilgiler ise, o kitap-
lardakinden de azdır.
Çocuum! Sen zavallı bir yolcusun! Ve yolculuun.
Saptıın çölün kumları içinde susuzluktan sona ere¬
cektir...

Karaba yolunun ve Askeran geçidinin E r m e n i l e r . tarafın-


dan kesildii haberi, beni böyle bir ruh çöküntüsü içinde bul¬
du. Haber iyi deildi. Fakat sava˛ ne de olsa bir hareketti.
O sıralarda, böyle bir hareketin rüzgârları içinde savrulmaya
muhtaçtım...
Harpte, içimizdeki ilk ceddimizin ruhu, ˛uurumuzun bü¬
tün ereti örtülerini sıyırarak hâkim plana çıkar. Sava˛ bizi
çaımızın incelmi˛ ve çok defa soysuzla˛mı˛ kayıtlarından, ˛art¬
larından kurtarır. ›çimizdeki ilkel insanın kaba sıhhatine gö¬
türür. Bazı hallerde bu, hatt a bir tedavidir.

Askeran geçidi bu bölgede, Azerbaycan'ın ortasından geçen


ve onu kuzey ve güney olarak ikiye ayıran Kür vadisinde,
Karaba'm kapısıdır. Karaba güneyde kalır ve karı˛ık da

(1) Cengiz'in (1167-1227) k u r d u  u ve bir aralık 44 milyon ki¬


lometre karelik bir sahaya yayılan imparatorluun ve Gengiz'in
ölümünden sonra bu saltanata mirasçı olan 4 büyük devletin hikâ¬
yesi ile me˛hur Mool Sulhu devrini dü˛ünüyorum. O devir ki, ge¬
rek kurucusu, gerek mirasçıları, Turan edebiyatında, bizim cedleri-
miz olarak anılırdı. Ama t a r i h t e e˛i olmayan bu geni˛ imparatorluk,
o zaman da b a n a , her n e d e n s e b i r b i r l i k gibi g ö r ü n m e z d i ve Moolu,
nedense Türk sayamazdım.
172 SUYU ARAYAN ADAM

yıınları te˛kil eder. Bu dalıklara Askeran geçidinden giri¬


lir. Eski ›ranlılar bu geçide, her iki taraftan gelecek akınları
önlemek için burçlar, kapılar yapmı˛lardır. Kale duvarları çek¬
mi˛lerdir. Geçidin ardında, evleri balar, bahçeler içinde kay¬
bolmu˛ Akdam kasabası yayılır. Dalık Karaba vilâyetinin
ba˛˛ehri olan fiu˛a kaleye ise, Askeran kapıları geçilerek ve bo¬
yuna yükselinerek varılır. Burası, daların üstünde bir kartal
yuvası gibidir...
Karaba'da Türklerle Ermeniler karı˛ık olarak ya˛arlar. Fa¬
kat Karaba kimin elinde ise Kür vadisine ve Azerbaycan ova¬
sına o yukarıdan bakabilir. Askeran geçidinin kesildii haberi
geldii zaman, bizim ˛ehirde asker yoktu. Karaba'a ancak gö¬
nüllülerle gidilebilirdi. Halbuki bu ˛ehirde ve köylerinde halk
˛imdiye kadar hiç bir sava˛ için silâhlanmamı˛tı. Sonra Nuha
daha ziyade Sünnî, Karaba, ise fiiî idi. Birçokları için de
Karaba, Nuha'ya çok uzaktı. Zaten harp, halkın ˛imdiye ka¬
dar görmedii ˛eydi. Buralarda, vaktiyle buraya sürülen ve
fieyh fiamiPin arkada˛ı Hacı Murad'm bir gün pusuya dü˛ü¬
rülüp öldürüldüünden beri önemli bir çarpı˛ma olmamı˛tı.

Çarlıın daılı˛ı, Rus ordusunun çekili˛i ve bir defasında


Gürcistan'dan gelen bir askerî trenin Azerbaycan toprakların¬
da yamalanı˛ı, halkın eline az çok silâh bırakmı˛tı. Ama bu
silâhların toplu olarak kullanılması bir meseleydi.

Askeran haberinin geli˛inin hemen ardından ˛ehir ve köy¬


ler halkı büyük mescidin avlusunda toplandılar. Halk, ˛imdi
ilk defa bir sava˛a davet olunuyordu. Bir gönüllü kaydı komi¬
tesi kuruldu. Gidecek gönüllülerin yollarda bakılması, beslen¬
mesi için de bir komite te˛kil edildi. Belediyede toplantılar
yapıldı. ›dareye bizim oymaktan bazı muallimler alındı. Be¬
lediyenin; köy ve ˛ehir gönüllülerinin aileleri için yapacaı
˛eyler kararla˛tırıldı.
Birkaç gün içinde dört yüz gönüllü, eski kaledeki fieki han¬
larının sarayı önünde, yola çıkmak için saf balamı˛ duru¬
yordu. ›mamlar, Ahundlar, ˛ehir ve köy ihtiyarları, ellerine
geçirdikleri sancaklar, kılıçlar, tabancalarla kafilenin basın¬
daydılar.
SUYU ARAYAN ADAM 173

Gönüllüleri ben idare edecektim. Sava˛a sürecektim. Bir¬


lie kumanda, edecektim. Levazım ve ia˛e i˛leri için araların¬
dan inanılır insanlar seçtirdik. Kafile harekete geçmeden önce
˛ehir adına bana bir at ve bir mavzer tabancası hediye edildi.
Bunları ancak emaneten kabul ettim.

Ata bindim. Kafilenin önüne geçtim. Kafile kaleden, seh¬


erin ana yollarını geçerek yava˛ yava˛ ovaya doru inmeye
ba˛ladı. En önde tekbir alanlar yürüyorlardı. Yolların kenar¬
ları, pencereler, balkonlar, duvarların, aaçların, damların üzer¬
leri, baıran, ala˛an, alkı˛layan, kadın, erkek, genç ihtiyar,
çoluk çocuk binlerce ki˛ilik bir kalabalıkla dolmu˛tu.

O güne kadar harp görmeyen, hatta vatanını, kendi evi¬


nin, kendi köyünün sınırlarından ibaret bilen bu halk, ˛imdi
ilk defa olarak vatanının uzak bir parçasının ve o parça üs¬
tünde ya˛ayan karde˛lerinin kurtarılması için, genç bir atlının
pe˛ine takılarak yola çıkıyordu. Ve bu yadırganmıyordu. Bi¬
lâkis, bununla övünüyor, co˛uyorlardı.

Heyecan gittikçe yaygın bir hal aldı. fiehrin a˛aı ba˛ında


tekbirler, dualar, haykırı˛lar, alayı˛lar ve silâh sesleri son
haddini buldu. Gönüllü sıralarına katılmak ve onlarla beraber
gitmek için bu sıraların içine atılan ihtiyarlar, hatta ya˛lı an¬
neler vardı. Beni en çok saran, mektepteki çocuklarım oldu.
Bir an geldi ki bunlar, atımın etrafına sanki kenetlendiler.
Temiz, masum yüzleri hem sevinç, hem sevgi ya˛larıyle yıka¬
nıyordu. O zaman ben de dayanamadım. Gözya˛larımı göster¬
memek istiyordum ama olmadı...

fiehirden çıkılmca kurbanlar kesildi. Son dualar yapıldı.


Burada kafiledeki çok ya˛lıları, imamları, ahundları kafileden
ayırmak ve halkın ba˛ına bırakmak için ura˛mam, çok sözler
söylemem lâzım geldi. Hele, boynuna boydan boya uzun bir
kılıç asmı˛ çok ya˛lı, fakat heybetli bir köy imamı vardı ki,
onun, geride bırakılmamak için yalvarı˛larını hâlâ hatırlarım.
Nihayet hareket edebildik...

Gönüllüler Askeran surlarına vardıkları zaman burası açıl¬


mı˛tı. Biz ilk çarpı˛maya Hankendi önlerinde katıldık. Genç
174 SUYU ARAYAN ADAM

ve tecrübesiz olmalarına ramen, Azerbaycan askerî müfreze-


leri her tarafta ileriye atılıyorlardı.
Bizim tarafımızda ise ilk defa sava˛ gören sivil bir toplu-
luun, ilk acemiliklerine ramen hareketini yürütmek kabil
oluyordu. Yalnız zorluk gönüllüleri avcı nizamında tutmaktay-
dı. Daha ilk sıçrayı˛ta aralıklar kayboluyor, saflar toplanıyor-
du. H e r k e s birbirinin p e ˛ i n e takılarak geriye doru s a r k a n uzun
kollar meydana geliyordu.
ikinci zorluk evvelce akla gelmeyen bir vaziyet yüzünden
oldu. Gönüllülerden birisi yaralandıı, yahut öldüü zaman,
bütün kom˛uları, köylüleri, yakınları, hem˛erileri onu n ba˛ına
ko˛uyorlardı. Onu hep birden alıp götürmeyi vazife biliyor—
lardı.
Ama çetinlii, dü˛manın attıı ilk bombalar yarattı. El
bombası harbin oldukça rahatsız bir silâhıdır. Fakat onun se—
si, bombaya alı˛mamı˛ olanları yıldırır. Bizim gönüllüler ise
evvelce hiç bomba sesi duymamı˛lardı.
Muharebenin üçüncü günü geç vakit fiu˛a kaleye girildi.
Resmî kıtalarla gönüllüler burada h e y e c a n l a ' kar˛ılandılar. Bi—
zim gönüllü kıtası on be˛ ˛ehit vermi˛ti. -

Muhasaradan kurtulanlar sokaklarda, meydanlarda gönül—


lüleri baırlarına basıyorlardı. Heyecan mescit avlusunda son
haddini buldu. Artık Sünnîlik, fiiîlik yoktu. Bütün bu askerler,
gönüllüler, siviller, herkes birbirinin karde˛i, aynı vatanın ço—
cuklarıydılar. Bu sözleri fiu˛a kale büyük mescidinin minbe—
rinde, bu camiyi dolduran co˛kun kalabalıa söylediim za—
man, vaki t g e c e yarısını geçmi˛ti. D i n l e y e n l e r ise alıyorlardı.
Ondan sonra, misafir k a l d ı  ı m ı z evde fiu˛a kalelilerin, ken
dileriyle beraber bu kalede kalmam için yaptıkları teklifi ne—
zaketle reddettim. Nuha'da ba˛lamı˛ i ˛ l e r i m vardı, iki gün son—
ra kafile Nuha istikametinde yola çıktı. Nuha'da kar˛ılama—
lar, dualar, mevlitler günlerce sürdü. Mahalleleri köyleri do—
la˛arak bilhassa ˛ehitlerimizi övmek ve eer onların cenaze—
lerini ˛ e h a d e t m e y d a n l a r ı n d a gömmü˛sek, ˛ehit için en güzel ve
lâyık mezarın, asıl harp meydanları olduunu anlatmak beni
SUYU ARAYAN ADAM 175

günlerce me˛gul etti. Dinledikleri bu sözler onlara yeni bir


˛ey gibi geliyordu. Gerçekten de ˛ehitlerimizi, öldükleri top-
raklara gömmü˛tük.
— Eer her ˛ehide bir mezar ayırmak istersek. Türk yur-
dunda ˛ehit mezarlarından, adım atacak yer kalmaz.
dediim zaman, herkes bunu anlıyordu.
Fakat, daha Nuha'ya dönerken havada, büyük fırtınalar-
dan önce duyulan sinsi bir sükûnet vardı. Karaba'da silâhlar
susarken, Kafkasların ötesinde, Hazar kıyılarında ve Daıstan
sınırlarında, kara, kızıl ve muammalı bulutlar toplanıyordu.
Rüzgârları sanki daha ˛imdiden gelen ve bütün memleketin
üstünde esen aır ve esrarlı bulutlar: Bol˛evizm...
Ejderhan Balıkçım

12
8

Kaç gündür Derbent'teyim. Derbent, Hazer deniziyle Kaf¬


kas daları arasında tarihin ve eski dünyanın kilit noktala¬
rından biridir. Çocukluumda dinlediim masallarda adını o
kadar çok duyduum «Kafdaı» nm kapısı i˛te burasıdır. Ma-
sallara göre Yecüc-Mecücler, bu duvarların ardında ya˛arlar
ve açılsın diye daima bu kapıları zorlarlardı.

Bütün çalar boyunca kavimler; kuzeyden güneye ve gü¬


neyden kuzeye hep buradan geçtiler. Tarih öncesi kabileleriy-
le, tarihî çaların istilâ dalgalarının geçit yeri burasıydı. ›skit-
ler, Gimeriler, Medler buradan geçtiler. ›ran, Roma, Bizans,
Arap Selçuk, Osmanlı imparatorluklarının sınırları burada so¬
na erdi. Bu milletler için bu geçidin ötesi dünyanın sonu sayı¬
lırdı. ›ranlılar buraya ta˛tan' bir Çin ˛eddi çektiler. Araplar
bu geçide «Bâb-ül-ebvâb» yani kapıların kapısı dediler. Bu ka¬
pının ardında ya˛ayan kavimlere Yecüc-Mecüc adı verildi. Bun¬
lar insan tarifesinin dı˛ında sayıldılar (1).

O günlerde bu duvarların ötesi, gene kayna˛ıp duruyordu.


Kuzey ovalarında patlayan kızıl bir ihtilâl, Derbent kapıları¬
na doru hızla kayıyordu. Yecüc-Mecücler gene, açılsın diye,
kapıları zorluyorlardı... Bozkırlarda gene bir ˛eyler kayna˛ı¬
yordu. Derbent gene sarsılmı˛tı. Derbent sarsıldıı zaman ise
dünya, bir ˛eylere gebedir.

Karaba'dan Nuha'ya döndüüm zaman, havayı orada da

kararmı˛ bulmu˛tum. Herkesin gözü Azerbaycan'ın kuzey geçit-

lerindaydi. Kuzey geçitlerinin kilidi ise, Daıstan'ın Derbent ka¬

il) O zaman buralarda Yueçi Türkleri ya˛ıyordu. Arapları ür¬

kütenler bunlardı. Arap dilinde Yu-e-çi ismi Yecüc-Mecüc ˛ekline

girdi. Kur'anda da bu kelime böyle zikredilir.


180 SUYU ARAYAN ADAM

pılarındadır. Bu kapılar bir defa açıldı mı, oradan güneye bo¬


˛alacak selleri hiç bir kuvvet durduramaz. ›˛te tam o günlerde
ben de oraya yöneldim.
Çocukluumdaki masalların, hafızamın derinliklerinde ka¬
lan gizli tesirleri içimde gene canlanıyordu. Kendimi haya¬
tımın yeni bir dönüm noktasında hissediyordum. Kısmetim san¬
ki bu kapının ardından görünecekti. Bu kısmet, belki bir hiç,
belki bir zindan, belki bir saray olurdu. Gelecek selin önünden
her halde kaçmayacaktım. Bu selin ne getireceini, hatta ne
olduunu bilmiyordum ama, kader ne yazmı˛sa o olacaktı.

Derbent pazarında Kalmuklar, Kurmaklar,' Kazaklar, Lez-


giler, A varlar, hulâsa her biri ba˛ka bir akından artakalan bir
insan kalabalıı kayna˛ıyordu. Hepsi de hançerli, kamalı, si¬
lâhlıydılar. Da köylerinden inenler ya, peynir tulumlarım
satmaya çalı˛ıyorlardı. Seyyar elbisecilerin, eskicilerin omuz¬
larında Rus generallerinin kaputlarından, Kabartay, Çerke˛
mantolarına, Tolstoy tipi gömleklere, imam, papaz cüppelerine
kadar bin bir çe˛it e˛ya sarkıyordu. Çizmeciler, halıcılar, gü¬
mü˛ kakmalı e˛ya, yahut lahana salumurası veya kebap satan¬
lar birbirlerine karı˛mı˛tılar. Herkes konu˛uyor, herkes baı¬
rıyordu.
Hükümet artık yoktu. Yahut da onun varlıı, geçici, yet¬
kisiz birtakım mahallî komitelerden ibaretti. Bunların hiç bir
nüfuzu olmadıı gibi, kendi namına hareket eden yerli ser¬
gerdelerin kuvveti de artık sona ermi˛ti. Derbent, yeni efen¬
dilerini bekliyordu...

Ak˛am yakla˛ınca, ˛ehirde i˛lerini bitiren atlılar zayıf at¬


ları, yüksek Çerke˛ eerleri üstünde köylerine dönmeye ba˛la¬
dılar. Bunlar bana devrimizin insanları deiller gibi geliyor¬
du. Tüyleri yüzlerini kapatırcasma kocaman papaklarını ba˛¬
larına bastıran Moollar her halde Cengiz Hanın kumandanı
Sobutay bu geçitten geçerken pe˛ine taktıı dedelerinin kıya¬
fetlerinde idiler. Avarlar, buralarda bin yıl önceki akınlardan
arta kalmı˛lardı. fiu yüzleri donuk, hareketsiz atlılar, belki de
bin be˛ yüz yıl önce Atilla'nın akınlarından burada kalan ar¬
tıklardı. Hareketleri ne kadar aır, sözleri ne kadar kısaydı.
SUYU ARAYAN ADAM 181

5u sarıını uzun kara astragan kalpaının üstüne saran ve cüp-


~esinin üstüne omuzdan eri bir kılıç asan kıvırcık saçlı, kı-
vırcık sakallı köy imamının ceddi her halde bir Araptı. Taba-
saranlar bir Yahudi cemaatiydi. Filistin'den buralara, belki de
:in yıl, belki iki bin yıl evvel sürülmü˛lerdi. Dünyada hiç bir
ver, tarihin insan tortusunu, gösüne bu kadar sindirmi˛ ola¬
mazdı. Belki be˛ bin belki on bin yıldan beri buradan her ge¬
ren buraya kendinden bir ˛ey bırakmı˛tı.

Sonra L e r m o n t o f un, Pu˛kin'in, Tolstoy'un anlattıkları Kaf-


kas havası etrafta esiyor gibiydi: ›mamlar, mücahitler. fieyh
fiamil, Hacı Murat, sanki ˛imdi ˛u dadan ineceklerdi. Terek
Kazakları, Kazak baskınları, hançer hançere, kılıç" kılıca ya¬
pılan sava˛lar, kaçırılan Çerke˛ güzelleri, düello eden zabitler:
hulâsa eski Kafkas sava˛larının ˛övalye ruhunu dünya ede¬
biyatına mal eden hikâyeler, maceralar içimde canlanıyordu.
Nuha'da, bazı gece toplantılarında bu kitaplar sık sık okunur¬
du. Ben en çok Lermontof'un, tabiat tasvirlerini severdim. Da¬
lara, dalardaki kalelere, esir dü˛mü˛ Kafkaslının, silâhlarına
ve ince belli sevgilisine hasretini onun ˛iirlerinden dinlerken,
kendi kuytu kö˛emde alar gibi olurdum. Bu hasret, hürri¬
yetin hasretiydi ve bu dalar hürriyet kadar engindi.
*

Hazer'den Nuha'ya dönerken yollarda her ˛ey sarsılmı˛ gi¬


biydi. Herkes bir ˛eyler bekliyordu ve bu beklenilen ˛ey ge¬
cikmedi. Daha ben Nuha'ya varmadan Derbent çöktü. Kapıla¬
rın kapısı açıldı. Kızıllar, Daıstan'dan Baku üzerine doru
Azerbaycan'a aktılar (27 nisan 1920).
Nuha'da birkaç gün önce mektepten bir eve ta˛ınmı˛tım.
Kaldıım evde bir hol, bir yatak odasından ba˛ka uzun. geni˛
bir salon i˛gal ediyordum. Buraya küçük bir bahçeden girilir¬
di. Bahçenin etrafı yüksek duvarlarla çevrilmi˛ti.
Salonun kar˛ı duvarı, yerden tavana kadar uzanan bir ocak¬
la süslüydü; Ocaın cephesini göz alıcı alçı kabartmalar, içi
renkli camlar, aynalarla ˛ekillendirilmi˛ çe˛itli ›ran motifleri
süslüyordu. Bunun iki tarafındaki hücrelere, ailenin nesilden
182 SUYU ARAYAN ADAM

nesle geçen i˛lemelerinin, eski gelin elbiselerinin sırmalı boh¬


çaları yerle˛tirilmi˛ti.
O günlerde bu salonda dola˛mak zorla˛mı˛tı. Kızılordu iki
gün önce Nuha'ya girmi˛ti. Bundan ürken zengin kom˛ular,
ne kadar zayıf b i r ihtimal olsa da bir muallimin odasında bel¬
ki kurtulur ümidiyle, en kıymetli halılarını üst üste bu salona
sermi˛lerdi. Bu kat kat halılar üstünde, sanki yumu˛ak bir
kumsaldaymı˛ım gibi güçlükle yürüyebiliyordum.
Kızılordunun ˛ehre giri˛ini, kalenin kar˛ısındaki parktan
sonuna kadar seyrettim. Bu bir ordu hareketinden ziyade bir
göç, ba˛ıbo˛ bir sel akınıydı. Bütün tarih boyunca, meselâ ˛u
Kafkas geçitlerinden güneye akan kollardan birini; bir Hun,
bir Avar, bir Mool selinin yayılı˛ını andırıyordu. Zaten gelen¬
lerin saflarında bu kavimlerin bütün tipleri, bütün kalıntıları
vardı (30 nisan 1920).
Ben bu istilâyı dü˛ünürken, en önde kızıl bayraklar ara¬
sında kılıçlarını çekmi˛ kazak süvarilerinin geleceini sanmı˛¬
tım. Halbuki birtakım lagar beygirlerin ko˛ulduu derme çat¬
ma arabaların üstüne yükler, çadırlar, makineli tüfekler kar¬
makarı˛ık doldurulmu˛tu. Bunların arasında genç, ihtiyar ka¬
dınlar, hastalar, yaralılar bindirilmi˛ti. Atlılarla yayalar kar¬
makarı˛ık yürüyorlardı. Ortalıkta subaya, yahut kumandana
benzer kimse görülmüyordu.
Kalabalıın arkası alınınca döküntüler sökün. etti. Bunlar
sürünerek yürüyorlar gibiydi ve arkaları günlerce alınamadı.
Gelen tümen, kalenin önünde büsbütün karı˛tı. Bir kısmı
kalenin içindeki kı˛lada, daha çou da kalenin önündeki parkın
aaçları arasında yerle˛tiler. Ate˛ler yakıldı. Kazanlar, tence¬
reler kaynamaya ba˛ladı. Bunların birtakımları ellerinde bal¬
talarla, yakmak için parkın aaçlarını deviriyorlardı.

fiehirdeki parti te˛kilâtının ve yerli ihtilâl komitesinin üye¬


leri, gelenlerin kalabalıı arasında, emir alacakları, tebrikle¬
rini yapacakları insanları aramak için sa sola ko˛uyorlardı.
Ceplerinde her halde hazırlanmı˛ kar˛ılama, tören nutukları da
vardı. Bu nutukların okunması için, kalenin önüne bir de kür¬
sü koymu˛lardı. Bir kürsü ki, onu kuranlar daha aradıklarını
SUYU AKAYAN ADAM 183

bulamadan, birkaç Kazak, kazanlarla tencerelerin altında yak¬


mak, çorbalarını, kaynatmak için onu, bir iki dakika içinde par¬
çaladılar...

Büyük ˛öminesinin etrafı renkli Acem motifleriyle süslen-


.-ni˛ olan salona holden girilirdi. He m bahçe kapısı, hem hol,
hem de salon kapı˛ı hafifçe aralık bırakılmı˛tı. Bu, bir i˛aret¬
ti. O'nu bekliyordum...

Sitâre, sevdiim kızdı. Güney ›ran'dan vakt›3*le buralara


göçmü˛ bir cemaate mensuptu. ›yi bir ailenin kızıydı. Bahtsız
bir ni˛an yapmı˛tı. Ni˛anlısıyle aralarında hiç bir duygu bir¬
lii yoktu. Ni˛anlısı, dairelerin birinde küçük bir memurdu.
Bir Rus kızıyle ya˛ıyordu. Bu ni˛anlanmayı bazı aile baıntı¬
ları, miras kayguları zorunlu kılmı˛tı. Fakat gönül kanunla¬
rı, hesap ve menfaat kanunlarını her zaman olduu gibi bu
defa da yenmi˛ti.

Ona Sitâre (Yıldız) demektense, Ay demek belki daha do¬


ru olurdu. Ay gibi bir yüzü vardı. Belki narin, selvi endam¬
lı bir güzel deildi. Fakat, siyah, dalgalı kıvırcık saçları, be¬
yaz, renkli yüzü, siyah iri gözleri, yumu˛ak kıvrak vücuduyle,
masallarda anlatılan sultanlardan biri, hakikî bir fiark güze¬
liydi.

›pek çadrasım basından atıp da, çiçekli mavi ipek ˛al¬


ları, beyaz ipek bluzunun üstündeki lâcivert kadifeden sakosu
:1e, süsleri pırıl pırıl harelenen büyük ocaın yanındaki min¬
derlere yaslandıı zaman, çocukluumdaki masallarda dinledi¬
im peri padi˛ahının kızı ile kar˛ıla˛mı˛ gibi olurdum.

Sitâre de bir sultandı. Gönlümün sultanı... Yıllarca rüya¬


larıma giren, talihimin aradıı dilber her halde buydu. Bel¬
li! ezelden birbirimize nasibolmak için yaratılmı˛tık. Belki de
masallardaki gibi bir dervi˛, daha biz birbirimizi bilmeden
bize, a˛kın badesini sunmu˛tu. Daları, denizleri belki de bu
nasibim için a˛mı˛tım?..

Sitâre'yi beklediim günler bahçe kapısıyle hol ve salon


tapılarını açık bırakırdım. O gelince, bahçe kapısını yava˛ça
184 SUYU ARAYAN ADAM

kapatırdı. Sonra holden hafif bir rüzgâr esintisini andıran bir


hı˛ırtı duyulurdu. Benim salon kapısına ko˛mamla, onun sa¬
lon kapısından görünmesi bir olurdu. Bu anlarda gözleri yarı
korku, yarı heyecanla küçülürdü. Pembe-beyaz yüzü alev alev
yanardı. Heyecanından dü˛memek için boynuma sarıldıı za¬
man, ba˛ını gösüme dayar ve dakikalarca öyle kalırdı...
O günlerde Sitâre'yle sevgimizi hemen bütün ˛ehir bili¬
yor ve bunu anlıyordu. Bu sevgiye hiç kimse fena ihtimaller
karı˛tırmazdı. Bizi tanıyan herkes, kadını bir mal sayan ve
mal ölçülerine göre anlayan bir gelenein dı˛ında geli˛en bu
gönül balılıını görüyor ve bunu güzel buluyordu...

Sitâre'nin gelebilecei saat çatmı˛tı. Her an içeri girebi¬


lirdi. O sırada holde bir tıkırtı oldu. Beri yerimden fırlama¬
ya vakit kalmadan, salon kapısı açıldı. Gelen, me˛in kasketli,
yıpranmı˛ deri ceketli, omuzlarına atılmı˛ eski bir asker pal¬
tosu ile kapıdan giren bir Kızılordu eri, belki de subayıydı.
Anla˛ılan, bahçe ve hol kapısını açık görünce eve girmi˛ti.
Salonun kapısını kaba keçe kalçmlı ayaıyle arkasına kadar
itti. Sonra hiç bir ˛eye dikkat etmeden aır, tereddütsüz adım¬
larla masaya kadar ilerledi. Eski deri ceketinin üstünden, beli
kalın bir kemerle sıkılmı˛tı. Beline iri bir tabanca asılmı˛tı.
Tabancanın boyundan sarkan me˛in kordonu dizlerine kadar
iniyordu.
Gençti. Fakat 'saçları karı˛ıktı, kirliydi. Yüzü bakımsızdı.
Sert olmaktan ziyade asi ve kendine güvenen bir hali vardı.
Yıpranmı˛ me˛in kasketini, resimlerdeki Kazaklar gibi, kum¬
ral, karı˛ık saçlarının üzerine yan yatırmı˛tı. Kasketinin önü¬
ne bir madalyon ili˛tirilmi˛ti. Madalyonun ortasında dünya
yuvarlaı görünüyordu. Dünya yuvarlaının ortasına orak-çe-.
kiç i˛lenmi˛ti. Yuvarlaın etrafı buday ba˛aklarıyle "me˛e dal¬
larından bir çelenkle çevrilmi˛ti...

Yava˛ adımlarla masaya yakla˛tı. Sonra hiç acele etme¬


yen, fakat alaycı bir bakı˛la beni ba˛tan ayaa-süzdü. Çizme¬
lerim yeni ve güzeldi. Daıstan yünlüsünden bir kilotum var¬
dı. Yakası açık, beli kemerli neftî bir avcı ceketi giymi˛tim.
SUYU ARAYAN ADAM - 185-

Bunun açık yakasından, boyun kısmı Kazak motifleriyle i˛¬


lenmi˛ beyaz bir Kafkas gömlei görünüyordu.
Sitâre bu kıyafetimi çok severdi. Beni ilk defa, ben Ka-
raba'a giden gönüllülerin ba˛ında, ˛ehrin ana caddesinde at
üstünde ilerlerken bu kıyafetle gördüünü söylerdi. Hatta ba¬
zen ba˛ıma kıvırcık kalpaımı da oturtarak boynuma sarılır,
ceketimin göüs ceplerinin dümeleri, kapaklarıyle oynar ve
onların içinde bir ˛eyler arardı.

Hulâsa, Kızıl yabancı ile, ya˛larımız arasındaki yakınlık


bir tarafa bırakılırsa kıyafetlerimiz arasında bir benzerlik yok¬
tu. Galiba bunun için olacaktı ki, kıyafetimi uzun uzun süzdü.
Sonra gene yava˛ adımlarla salonun kö˛esine yöneldi. Omu-
zundaki kirli, eski asker kaputunu kö˛eye, halıların üstüne
attı:

— Ben de burada kalacaım!


dedi.

Masanın ba˛ına oturdu. Cebinden kirli bir tütün kesesi


çıkardı. Piposunu doldurdu. Ate˛ledi. Pipoda yanan adi mahor-
ka t ü t ü n ü n ün sert kokusu salonun havasına yayılmaya ba˛la¬
dı. Sonra tütün kesesini bana doru itti.
— ›stemem, ben tütün içmem,
dedim:
— Sizin yeriniz yok mu?
— Her yer bizim. Burada daha çok insanlar yatabilir. Sen
yalnız mısın?
— Ben bir muallimim. Burası bana tahsis edilmi˛tir...

Cevap vermedi. Yava˛ça kalktım. Sokak ve hol kapıları¬


nı kapadım, Sitâre'nin o sırada gelebilecei içimi kurcalıyor¬
du. Fakat kapıların kapalı olduunu görünce, yalnız olmadı¬
ımı anlar, sessizce dönerdi. Sonra daha sakin, yabancının kar¬
˛ısına oturdum. O, masanın bir tarafında gördüü Türkçe bir
Kafkas haritasıyle me˛guldü. Bu, harp içinde basılmı˛, olduk¬
ça güzel bir haritaydı. Bu sefe r bana biraz da ˛üphe ile baktı::
— Subay mısınız?
diye sordu.
186 SUYU ARAYAN ADAM

— Harp içinde subaydım. Kızılordu'dan mısınız?


— Ben tümen Çeka'sımn komiseriyim...
Demek hem bir Kızılordu, hem de bir Bol˛evikti... Ben
ilk defa bir Bol˛evikle yakından i˛te böyle kar˛ıla˛tım. ›lk gör-
düüm Kızılordu kafilesi gibi , ilk gördüüm Bol˛evik tipine de
anlamayarak, fakat anlamaya çalı˛arak bakıyordum.
Pis kokulu mahorkasınm dumanlarını etrafa savuran, dost
mu, dü˛man mı olduu anla˛ılmayan bu genç insan, bana cep-
hedeki mütareke günlerinde kar˛ıla˛tıım genç Rus subayla-
rını hatırlattı. Fakat bu, onlara benzemiyordu. Onların, he-
men hepsi bizim gibi yedeksubaydı. Aramızda birçok mü˛te-
rek taraflar, mü˛terek bilgiler vardı. Hele bir tanesiyle sanki
mektep arkada˛ı gibiydik: O zaman o da benim gibi henüz
yirmi' ya˛larmdaydı. O da benim gibi bir muallim mektebin-
deydi ve gene benim gibi henüz imtihanlarını bitirmeden as-
kere alınmı˛tı. Çantasında ta˛ıdıı, yanından ayırmadıı ki-
taplarını bir gün getirmi˛ti. Hendese kitabındaki davaları, co-
rafyadaki haritaları, fizyoloji resimlerini, hatta kimya formül-
lerini derhal tanıdım. Eer konu˛mamız, mekteplerin verdii
be˛ on kelimelik Fransızcamıza kalmasaydı, neredeyse ben de
kitaplanmı açacak ve derslerimizin müzakeresine ba˛layacak-
tık. Bizim onlarla temaslarımız uzunca bir zaman, ya onların
barakalarında, ya bizim zeminliklerde böyle devam etmi˛ti. Fa-
kat bir gün, Rus askerlerinin kendi komiteleri, subayların bi-
zimle konu˛malarını yasakladı. O vakit bize bunu bildiren iri
yarı bir Kafkas Ermenisi oldu. Belki bir köylüydü. Belki bir
i˛çi. Bizim cephe sohbetlerimiz eski Rus subaylarıyle i˛te bit-
mi˛ti.
Tümen Çeka'sımn komiserine gelince, onunla aramızda
mü˛terek hiç bir ˛ey yoktu. Üstelik Çeka hakkında korkunç
˛eyler duyuyorduk. Çeka, bir terör te˛kilâtıydı. fiimdi bu ˛e-
hirde hepimizin hayatı bu Çeka'nın elinde bulunuyordu.
Bir ˛eyler söylemi˛ olmak için:
— Siz de harpte bulundunuz mu?
dedim. Cevap verdi:
— Ben E'jderhan'da balıkçıydım. Sonra askere aldılar. Al-
S U Y U A R A Y A N A D A M 187

man cephesine sürdüler. ›htilâl çıkınca Parti'ye girdim. Bir


˛eyler 3'aptık i˛te. Çar'm kızlarını da kur˛una dizdik!..
Güya sırıttı. Söyledikleri doru muydu, yoksa övünüyor
muydu, belli deildi. Sonra gene o, hem çocuumsu, hem kek¬
remsi sırıtı˛ıyle devam etti:
— Çar'm kızları güzel deildi!..
Az sonra, aklına bir ˛ey gelmi˛ gibi, tütün kesesini topla¬
dı. Kalktı, çıktı gitti. Paltosu, bıraktıı yerde kaldı.

Ermenistan'a girdiimiz zaman, Çar'm ve ailesinin resim¬


lerini ˛ehirlerde, köylerde duvarlara asılmı˛ görürdüm. Çar'm,
er kıyafetli, basit bir hali vardı. Yüzü hiç bir mana ta˛ımı¬
yordu, cansızdı. Çariçe'nin yüzünde keder ve bezginlik oku¬
nuyordu. Bunların arasında küçük Prens Çareviç (Veliahd)
yuvarlak yüzü, güzel taranmı˛ saçları, temiz çocuk gözleriyle
sevimli bir mahlûktu. Çar'm kızları galiba dört taneydi. Bun¬
lar, bu aile çerçevesinde daima yanyana ve boy sırasına d i z i l¬
mi˛ olarak görünürlerdi. Çeka komiserinin bahsettii kızlar
bunlar olacaktı.

Ejderhan, Volga'nm Hazer Denizine döküldüü yerdedir.


Volga kıyıları eskiden beri, yarı mutaassıp, yarı meczup, sert.
fakat kararlı insanlar verir. Bir zaman Çarlara isyan eden ve
bizim tarihimizdeki Kalenderolu'nu hatırlatan Bogaçef on¬
lardandı. Dünyaca bilinen «Volga! Volga» ˛arkısında efsanesi
anlatılan Stenka Razin, Volga Kazakları arasından çıkmı˛tır.
Onlar da belki, ˛u eski kaputu, ˛u süslü ˛öminenin yanında ve
kıymetli Acem halıları üstünde yatan Ejderhan balıkçısının
benzerlerinden ba˛ka bir ˛ey deildiler? Onlar da her halde
bunun gibi sert, kabaydılar. Onların zamanında da ˛imdiki gibi,
steplerle saraylar kar˛ı kar˛ıyadırlar.

Fakat bu seferki sava˛ hiç bir sınır tanımıyordu. Kafdar-


nm delinen setlerinden Hunlar, Avarlar. Moollar gibi, bin¬
ler ve binlerce Ejderhan balıkçısı sel gibi akıyorlardı. Bu ge¬
lenler, bir yıkıcı mı, yoksa söyledikleri gibi bir kurtarıcı mıy¬
dılar? Yoksa, yeni birer din mübe˛˛iri mi? Belli deildi.

Bir kurtarıcı iseler, kimi kimden kurtarıyorlardı? Yahut


188 SUYU ARAYAN ADAM

da getirdikleri din neydi? fiu balıkçının kasketine defne dalı


ve buday ba˛akları arasında bir dünya yuvarlaı niçin takıl-
mı˛tı? Bunlar öyle suallerdi ki, ben bu suallerin cevaplarını
verecek durumda deildir.

Ama, evvelden beklemediim bir ˛eylerin olduunu, ara¬


ya beklenmeyen bir ˛eylerin girdiini hissediyordum. Azer¬
baycan artık dünkü Azerbaycan deildi. Dier Türk ülkele-
rinin yolları da tamamen kesilmi˛ti. ›çimde birtakım kaygılı
duygular belirmeye ba˛lamı˛ta. Buralarda yapacak artık ne
i˛im kalmı˛tır? diye dü˛ünüyordum...

fiehrin üstüne ak˛am, içimi kemiren dü˛ünceler, bu sayı-


sız sorular içinde indi. (

Gece, Sitâre'lerin evine gittim. Onu n beni merakla bekle¬


dii belliydi. Salonda annesi yalnızdı. Bu kadının kocası çok-
tan ölmü˛tü. Burada, akrabalarının yanında biraz da sııntı
gibi ya˛ıyordu. Daima üzgün, daima endi˛eli - bir hali vardı.
Konu˛urken etrafı süzüyordum. Bu ˛ehir, bu kadın, bu kız,
bu e˛yalar bana her zaman ne kadar yakın görünürlerdi. Her
˛ey beni buraya balıyordu. A˛k, gelecek için belirsiz,, fakat
geni˛ ve parlak ümitler...

Evet, burası çocukluk rüyalarımı süsleyen Kafdaı'nm bir


˛ehriydi. Masallarda Mâblîsâ, Yâblîsâ diye birtakım peri ˛e-
hirlerinin isimleri geçerdi. Saraylarının pencerelerinde sultan-
lar gülümseyen, hazineleri tılsımlarla açılan ˛ehirler...

Benim için burası sanki onlardan biriydi. Gönlümün sul-


tanını burada bulmu˛tum. Daların azameti, tabiatın güzelli-
i, sevdiimin sevgisi, bana tılsımlı hazineler gibi geliyordu...

Fakat belliydi ki, artık ortada bir ˛eyler dei˛iyordu. Bu


dei˛en, belki benim kaderimdi. Belki bizim kaderimizdi. Za-
ten Kızılordu'nun geli˛inden sonra ˛ehrin havası bulanmı˛tı.
Bu havaya, gittikçe artan bir endi˛e, bir gerginlik hakim olu¬
yordu. Kimse ne olacaını bilmiyordu. Hiç kimse kendinden,
gününden ve yarınından emin deildi. Üç be˛ ki˛inin gelen¬
lere yaltaklanmak ve onlarla beraber görünerek vaziyeti ida¬
re etmek gayretleri bo˛tu. Bu sefer de onlar, hem halkın, hem
SUYU ARAYAN ADAM 189

gelenlerin dı˛ında kalarak, yetkisizlik ve yalnızlık içinde bo¬


calayıp duruyorlardı...
fiimdi bu odanın içinde de, birbirimize o kadar yakın ol¬
duumuz halde, içimden gelen duygular bana, artık araya bir¬
takım yabancı kuvvetlerin girdii, bu kuvvetlerin ve hadise¬
lerin bizi birbirimizden ayırdıı, aramızda mesafeler peyda ol¬
duu ve bu mesafelerin gittikçe açıldıı hissini veriyordu.
Ejderhan balıkçısının yüzü gözümün önünden gitmiyordu.
Karı˛ık saçlarına ili˛tirilmi˛ eski me˛in kasketindeki dünya
yuvarlaı, alaycı bakı˛ları, hep gözlerimin önündeydi. Sonra
ister doru, ister övünmek için söylemi˛ olsun, Rus Çarı'nm
boy sırasına dizilmi˛ kızlarının onun bir i˛aretiyle patlayan
silâhlar kar˛ısında yerlere serili˛i, sonra ormanlardan, bozkır¬
lardan yollara dökülen kafilelere Derbent Geçidi'nin yol veri¬
˛i, ˛ehre giren kolların peri˛an hali, hulâsa birbirini kovalayan
bir sıra olaylar daima fikrimi i˛gal ediyordu.
Bü olan ˛eylerin, bu ülkede, bu ˛ehirde ve bu odada bu¬
lunan hepimiz için mukadderat tayin edici bir manası olsa
gerekti. Sanki uzak bir maarada bir sihirbaz, elindeki tıl¬
sımlarla her birimize yeni talihler, yeni akıbetler i˛liyordu...

Pencereden bakılınca ˛ehir, karartılmı˛ gibiydi. Yalnız ka¬


lenin önündeki parkta ate˛ler yanıyordu. Uzaktan, bu ate˛ler
ba˛ında kayna˛an, sıçrayan, Kafkas, Kazak oyunları oynayan
Kızılordu askerlerinin, «Hurra!» lan, balalayka ve mandolin
sesleri geliyordu. Evet, bu geceler bir ˛eylere gebeydi...

Sitâre'lerden dönerken, önümde yolları sanki çaprazla˛mı˛


gibi görüyordum. Bir ara, bir köprüyü geçip de bir sokaa
sapacaım sırada, bir hayaletin önüme dikildiini, yolumu kes¬
tiini gördüm. Durdum. Koyun postundan bir ceketin üstüne
çapraz fi˛eklikler takmı˛tı. Kara, kocaman bir papaan tüy¬
leri kulaklarına, alnına, yüzüne dökülüyordu. Bütün sokaı
kaplamak istermi˛ gibi, silâhını yanlamasına gösüne daya¬
mı˛tı. Yüzü bir Mool yüzüydü. Çekik gözleri, çıkık elmacık
kemikleri, karanlıın içinde sırtlan gibi sırıtan di˛leri vardı:

— Nereye gidiyorsun?
190 SUYU ARAYAN ADAM

diye uludu. Bu adam, tarih öncesinden beri, Kafkasların o ta¬


rafından bu tarafına, bu tarafından o tarafına akıp giden, her
önlerine çıkana:
— Kimsin?

diye haykıran milyonlarca ve milyonlarca akıncılardan biriydi.


Onun, kara, yuvarlak ve sanki yerin derinliklerinden sı¬
rıtır gibi görünen bu korkunç, hareketsiz yüzüne uzun uzun
baktım. Evet, sual yerindeydi. Nereye gidiyordum? Fakat ne¬
reye gittiimi ve bir gün yolumun nerelere çıkacaını ben bi¬
liyor muydum ki?..

— Bilmiyorum yolda˛, dedim, nereye gittiimi bilmiyo-


rum...

Ejderhan balıkçısının ilk i˛i bir «harp ilânı» oldu. Bir sa¬
bah evden çıkınca, duvarlara küçük beyannameler asılmı˛ ol¬
duunu gördüm. Bu beyannameler kötü bir elyazısıyle hazır¬
lanmı˛tı. Beyannamelerin ba˛ına «Burjuvaziye ilân-ı harp» söz¬
leri yazılmı˛tı. Altında, Ejderhan balıkçısının imzası bulunu¬
yordu...
Sokaklar bombo˛tu. Herkes evine ve ˛ehir kendi içine çe¬
kilmi˛ti. Zaten her türlü kalabalıın, hareketin, direni˛in der ¬
hal ate˛le kar˛ılanacaı beyannamede yazılıydı. fiehrin ba˛ına
bir yıldırım inmi˛ ve onu mefluç bırakmı˛tı.
Gün sona ererken, ˛ehir tamamen elden geçmi˛ti, taran¬
mı˛tı. Arabalar, kamyonlar; hanlara, kervansaraylara, yıın yı¬
ın ev e˛yası, dükkân, ticarethane malları ta˛ıyorlardı. Ora¬
lar, belki de tıka basa e˛ya ile dolmu˛tu. En deerli ›ran, Tür¬
kistan halıları, altın gümü˛ i˛lemeler, ihtilâl komitesi binası
önünde sergilenmi˛ti. Bunların içinde paha biçilemez parçalar,
antikalar vardı.
Eski fieki Hanlarının son varisinin evinden öyle sandık¬
lar çıkarılmı˛tı ki, bunların içinde neler olduunu sahibi de
bilmiyordu. Bazıları da ele geçen hesapsız altın paralardan
bahsediyordu. Zaten Nuha eski, zengin bir ˛ehirdi.
Ak˛am her tarafta devriyeler dola˛ıyordu. Görünü˛e göre
SUYU ARAYAN ADAM 191

bu sessiz harp, Ejderhan balıkçısının ilan ettii gibi sonuç¬


lanmı˛tı.

Malı elinden alman ˛ehirde bir mukavemet olmadı. Fa¬


kat ara yerde, gene de yakasına asılmacak bir suçlu bulun¬
mu˛tu. Bu, bir bayan öretmendi.

Evleri aranan ve e˛yaları alınanlardan bir bayan öret¬


men, bir çıkının içine sakladıı yirmi bir altınını, haciz komi¬
telerinden kaçırırken yakalanmı˛tı. Duru˛ma, bu öretmenin
hocalık ettii mektebin salonunda yapılacaktı.

Duru˛manın ba˛layacaı gün, duru˛ma saatine doru bu


salona gittim. Sıraları daha çok hocalar ve örenciler doldur¬
mu˛tu. Herkes yerini alıp da kapıda nöbet tutan Kazaklardan
biri:

— ›htilâl 'Mahkemesi, geliyor, ayaa kalkın'...


diye baırınca hep birden ayaa kalktık.

›htilâl Mahkemesi Heyeti göründü. En önde Ejderhan ba¬


lıkçısı yürüyordu. Kıyafeti her zamanki gibiydi. Kasketi ge¬
ne ba˛ında yan yatıyordu. Tabancasının me˛in kordonları ge¬
ne dizlerini dövüyordu. Gene o her günkü asi, hoyrat çocuktu.
Yalnız her nasılsa bugün tıra˛ olmu˛tu. Saçları düzelmi˛ti.
Kirli, tıra˛lı yüzünün yerinde, genç, renkli, fakat duygusuz,
zalim bir yüz peyda olmu˛tu. Kasketini çıkardı. Masanın bir
kenarına koydu. Yanında iki asker üye vardı.

Heyet kürsüde yerini alınca. komiser, ilk sözü savcıya ver¬


di. Savcı genç bir kızdı. Aslında bir asıl, yahut hiç deilse
bir burjuva kızı olsa gerekti. Açık kumral, daınık saçları, mat.
narin, güzel bir yüzü vardı. Havanın oldukça sıcak olmasına
ramen sırtına, vaktiyle pahalı olması lâzım gelen eski, yarım
bir kürk geçirmi˛ti. Ayakları çorapsızdı. Ama kısa konçlu las¬
tik çizmeler giymi˛ti. Bu kaba saba kıyafeti içinde, ince Ki¬
bar bir güzellik gizleniyordu. Yirmi dört ya˛ında kadardı. Sav¬
cının bıraktıı bu etki, bana, yirmi bir altınını haciz komite-
192 SUYU ARAYAN ADAM

sinden kaçırırken yakalanan bayan öretmenin sonu hakkında


biraz ümit, cesaret verdi. Kadın kadını nasıl olsa anlardı.
Bayan öretmen de gençti. Henüz evlenmemi˛ti. Basit, ifa¬
desiz bir yüzü vardı. Bir esnaf ailesinin kızıydı. Maa˛ıyle ge¬
çiniyordu. Sırtına, topuklarına kadar inen sade, beyaz bir el¬
bise giymi˛ti. Ba˛ına attıı çadranın bir ucunu boynundan do¬
layarak, omuz ba˛ından arkaya doru bırakmı˛tı. Zaten kam
çekilmi˛, aarmı˛ olan yüzü, bu beyaz çadranın-çerçevesi için¬
de, daha cansız olarak, yusyuvarlak meydana çıkmı˛tı...
Savcı kız, onu derhal suçlandırdı:

— Bu bayan öretmen, dedi, bir ihtilâl aleyhtarıdır. Bir


halk dü˛manıdır. Bir mürtecidir. Halktan çalınan bir
malı halktan kaçırmak istedi. Fakat halkın eli, onu suç-
üstünde yakaladı. Çarların, kapitalistlerin, emperyalist-
lerin her yerde yakalarına, yapı˛an bu el, onu da tam
suçunu i˛lerken yakaladı. Evet, halktan çalınmı˛ olan bu
yirmi bir altın...

Burada bayan öretmen dayanamadı, atıldı:

— Fakat yolda˛, ben bir ˛ey çalmadım. Bu yirmi bir al-


tın benimdir. Onları birer birer biriktirdim. Hem ben
bir muallimim. Bir halk hizmetkârı...

Fakat Ejderhan balıkçısı onu susturdu. Savcı daha büyük


bir ˛iddetle avına saldırdı:

— Hayır! O para sizin deildir. O para, bütün dünyada


ya˛ayan, çalı˛anların hakkıdır. Evet, sen bir hırsız...

Ve sonra sesini öyle yükseltti ki, salonu çınlatan sözleri,


artık bu dörtduvarm arasına sımıyordu. Kapılardan, pencere¬
lerden ta˛ıyordu. Biz dinleyiciler bile, her kelimesi bir tok¬
mak gibi inen bu suçlamaların altında ve bu sayılan suçları
sanki biz i˛lemi˛iz gibi eziliyorduk.

Savcı, bayan öretmenin halkın parasını çaldıını, bir mual¬


lim olarak da, i˛çi ve çiftçi sınıfının masum yavrularını in¬
safsızca zehirlediini bir daha iddia ettikten sonra onu, bur¬
juvaziye satılmı˛ bir u˛ak, bir kuyruk olarak vasıflandırdı. Onu,
SUYU ARAYAN ADAM 193

›ngiliz emperyalistleriyle Fransız kapitalistlerinin, Sovyetler


Birlii'ni bomak için giri˛tikleri sava˛ta bir suç ortaı olarak
tanıttı. ›rticaın gizli ve ücretli ajanlarından biri olduunu da
ilan ederek sözlerine son verdi...

Bayan öretmen evvelâ savcıyı sükûnetle dinliyordu. Son¬


ra birkaç defa, bu sözlerden hiç bir ˛ey anlamadıını söyle¬
meye çalı˛tı. Bütün bu i˛lerle kendisinin, kimbilir kaç yılda
tek tek biriktirdii ˛u yirmi bir altını arasında nasıl bir mü¬
nasebeti olduunu anlayamadıı belliydi. Hele N u h a ' m n bir
kenar mahallesinde, çalı˛tıı ilk mekteple, nasıl olup da ›ngi¬
lizlerle Fransızların ücretli casusu olduunu kavrayamadıı an¬
la˛ılıyordu. Fakat savcı, sesini yükselttikçe, onun da ˛a˛kınlıı
artmaya ba˛ladı. Hele savcı sözlerini bitirip de yerine otura¬
caı zaman, gözlerini bütün hı˛mıyle onun üzerine dikince,
bayan öretmenin ˛a˛kınlıı bu sefer bitkinlik ve derken bay¬
gınlık haline donuverdi. Evvelâ ayakta sendeler gibi oldu. Son¬
ra saa, sola tutunmak istedi. Fakat ba˛aramadı. Bir külçe gibi
birden yere çökerken, Ejderhan balıkçısı, kaleminin tersiyle
sert sert ve birkaç defa kürsünün üzerine vurdu. Kapıdaki Ka¬
zak derhal baırdı:
— Ayaa kalkın!..
Ayaa kalktık. Hüküm verilecekti...
*

Ejderhan balıkçısının bu ilk ilân-ı harbini, yeni harp ilân¬


ları izledi. Çıkarılan beyannamelerin hükmü bazen gündüz,
bazen gece uygulanıyordu. Hele gece yarısına doru kaleden,
ardarda yaylım ate˛leri duyuluyordu. Kısa bir müddet sonra
öyle oldu ki, beyannamelerin tabirince, «Silâhsızlandırılan ve
ba˛sızla˛tırılan burjuvazinin artıkları» ya tasfiye edildi, yahut
da ortada peri˛an bir kalıntı yıınından ba˛ka bir ˛ey kal¬
madı. Fakat daha sonra bu kalıntıya da bir yolculuk göründü:
fiehir temizlenecekti!... Adına kapitalizmin döküntüleri denilen
˛u bizim Nuhalılardan bir kısmının, ˛ehirden çıkması, kırlarda
kırılması ve bir daha ˛ehre dönmemesi lâzım geliyordu...
194 SUYU ARAYAN ADAM

Bu olan biten ˛eylere bakarak ihtilâle bir mana vermek


lâzım gelirse, buna sadece bir çılgınlık demek yerinde olurdu.
Kaldı ki, evvelâ ˛u ihtilâle bir isim bulmak lâzımdı. Acaba,
bu bir ihtilâl miydi? ›syan eden ve ihtilâli çıkaran kimdi? Bu
bir ihtilâl ise, ihtilâlciler neredeydiler? Aslına bakılırsa, Azer-
baycan'ın hiç bir yerinde hiç bir karı˛ıklık çıkmamı˛tı. Kimse
kimseyle çarpı˛mamı˛tı. Hiç bir yerde bir isyan bayraı açıl-
mamı˛tı. Tarihlerde yazılı ihtilâllerle bunun hiç bir benzerli-
i yoktu. Memleket gerçi geriydi. Basit ve fiarklı bir yapısı
vardı. Ama ortada, zulümleri altında halkın inim inim inle-
dii bir zalimler tabakası da pek görünmüyordu. Müstebit bir
hükümdar mevcut deildi. Bu ihtilâl, zindanların kapılarını
açarak oralardan hürriyet mücahitlerini de kurtarmamı˛tı. Çün-
kü zindanlar, günahsız mahkûmlarla, hele münevverlerle dol—
mu˛ deildi. Çok büyük toprak mülkiyetleri, toprak kölelii,
feodal münasebetler daha evvel oldukça tasfiye olunmu˛tu. Ba-
ku'ya münhasır olmak üzere bir amele rahatsızlıı vardı. Pet—
rol i˛letmesinin teknii geriydi. Birçok kuyular el i˛çiliinin
yardımı ile çalı˛ıyordu.

Fakat ne var ki memleket, zayıftı. Öz idaresini kurama—


mı˛tı. Bu bakımdan rahatsızdı. Kuzeyde ise, dünya ölçüsünde
davaları olan bir hareket geli˛iyordu. Bu hareket kendini, es—
ki Çar Rusyası'nm bir mirasçısı sayıyordu. Ona göre Azer—
baycan, Çar Rusyası'nm bir parçasıydı. Hele onun petrolleri —
ne kuzeyde çok ihtiyaç vardı. Rusya'da istihsal teknii hemen
hemen petrole göre kurulmu˛tu ve petrol Azerbaycan'da var—
dı. O halde «mazlum Azerbaycan» ın kurtarılması lâzımdı. De —
mek ki ˛imdi Azerbaycan'ı kurtarıyorlardı...

O günlerde, bu dü˛üncelerin hepsini ve bu kadar aydın—


lık olarak sıralayabiliyor muydum, pek tayin edemiyordum.
Ama, bu soruların hiç olmazsa ana hatlarıyle beni dü˛ündür—
düünü gayet iyi hatırlıyorum. Bu dü˛ünceler, dimaımı bil—
hassa geceleri sarardı. Günün toplantıları, mitingleri, nutukla—
rı sona erip de gece odama çekildiim zaman, kafamda bir sıra
sualler belirirdi. Bunlara cevap arardım. Evde yalnızdım. Ej-
derhanlı balıkçı, bu evi daha ilk günlerde terketmi˛ti. Mektep-
SUYU ARAYAN ADAM 195

lerde hayat gene ba˛lar gibi olmu˛tu. îzci oymaının toplantı¬


larına, gezintilere son vermi˛tik. Ama yeni rejim, her saha¬
da hesapsız me˛galeler çıkarıyordu.
Fakat bunların hiç birinin ciddî bir mahiyeti yoktu. fiu
vardı ki, eski toplumun hiyerar˛isi artık silinmi˛ti. Eski dev¬
rin kıymet hükümleri süpürülmü˛tü. Yeni kıymet hükümleri
ise henüz meydanda yoktu.

Olayların gerei gibi kavranması, benim akıl gücümü ve


anlayı˛ ufkumu a˛mı˛tı. Fakat yeise dü˛memek, kendimi kay¬
betmemek için, onları soukkanlılıkla sıraya koymaya çalı˛ı¬
yordum. Gerçi ˛u eski dünyada, arkasından alanılmaya de-
meyen birçok ˛eyler vardı. Proletaryanın sınıf kavgası ve pro-
letarya hakimiyeti bana bir ˛ey ifade etmiyordu ama, ˛u Çar-
lık Rusyası denilen despotizm, bütün mitinglerde söylenildii
gibi, dünya yüzünde rejimlerin her halde bir yüz karası olsa
gerekti. Sonra tarihte harplerin arkası kesilmedii de doruy-
du. Garp Avrupası'nda ve Amerika'da politikacıların ate˛le oy¬
nadıkları her halde yalan deildi. Hele emperyalist memleket¬
lerin «fiarkın mazlum milletlerini, zulüm, sömürü ve top¬
tan öldürmeler altında inlettikleri» ne artık ben de kalıbımı
basabilirdim...

Sonra, bu son dünya harbinden, sayısız cephelerde harbe


sürüklenen milyonlar ve milyonlarca insanın hikâyesi vardı.
Bütün bu eski muhariplerden sa kalanlar, dünyanın her ye¬
rinde, öyle bir ate˛ çemberinden geçmi˛lerdi ki, ˛imdi onlar
neticeyi terazinin gözüne koydukları zaman ellerinde kalan
˛ey, koskocaman bir aldanı˛tan, bir hayal kırıklıından iba¬
retti. Bu da doruydu. Ben de bir eski sava˛çı ve bu hayal
kırıklıına urayanlardan biriydim. Sonu gelmez yamalar,
uluslararası çapta soygunlar, yeni yeni harpler ve ihtilâller
ise, elbette ki bir gerçekti. Meselâ ˛u bizim Anadolu... Dün¬
yayı bölü˛enler orada ya˛ayanlara, hâlâ bir avuç bozkırı bile
çok görüyorlardı.
196 SUYU ARAYAN ADAM

Duyduklarımın, d i n l e d i k l e r i m i n tesiri a l t ı n d a d ü ˛ ü n c e l e -
rim bu noktaya vardıktan sonra, olan bitenlere kendimi zor¬
l a y a r a k d a olsa, birtakım manalar vermeye çalı˛ıyordum. De¬
rine i n m e y e n belirsiz ve sübjektif m a n a l a r . . .
Bunlar hiç ˛üphesiz, doru deildi. Bunların gerçekle bir
ilgisi yoktu. Fakat ne çare ki ben, b u n l a r ı bir inkılâp örtüsü¬
ne büründürerek, böylelikle bir yol bulmak ümit ve gücünü
arıyordum. Bu, elbette ki bir aldanı˛tı.
Evvelâ, en çok tekrar edilen sloganları bozmakla i˛e ba˛¬
ladım. Bütün nutuklarda, mitinglerde, sınıfların k a v g a s ı n d a n ,
p a r t i p o l i t i k a s ı n d a n b a h s e d i l i y o r d u . Sınıf d i k t a t ö r l ü k l e r i anla¬
tılıyordu. B e n b u n l a r d a n h i ç b i r ˛ey a n l a m ı y o r d u m :

— Bu sözler saçma! diyordum, bunlarda her halde bir yan-


lı˛lık var. Anlatılmak istenen ˛ey, herhalde ba˛ka?
Aslolan ne sınıf, ne de partidir. Bunların hepsi laf...
Aslolan insaniyet! Evet, insaniyet!.. ›˛te ˛imdi buldum.
Evet, ˛imdi kurulmak istenen ˛ey, insaniyettir!..

Bu formülü b u l d u k t a n ve kendimce ona inandıktan sonra


i˛in arkası kolay geliyordu:

— Evet, hakikî ülkü insaniyettir! Bu ülkü daima ihmal


edildi. Dökülen kanlar ve sarfedilen emekler, hep bâ-
tıl yollarda bo˛a gitti. Yama çalarından ve esirlik de-
virlerinden sonra din kavgaları geldi. Ortaçaın kor—
kunç karanlıı...
Sonra imparatorluklar... Saltanat kavgaları... Taht
urunda dökülen kanlar. Hatta benim bile ilk inançla¬
rım bir imparatorluk masalına dayanmıyor muydu? Tu¬
na 'dan Basra Körfezime, Kafkasya 'dan, Sudan 'a, fiimal
Afrikası'na kadar uzanacak bir Osmanlı ›mparatorluu
için hayaller kurmamı˛, hatta dövü˛memi˛ miydim? Son-
ra «üstün millet» denilen «tarihî vazifesi olan millet»
denilen bir anlamın davalarını her ˛eyin üstünde aldık.
Milletleri, kıdemlerine, zaferlerine göre kademe kade¬
me sıraladık. Dilleri bir, dilekleri bir, tarihleri bir bu
üstün milletler, imparatorlukların yerinde saltanatları-
SUYU ARAYAN ADAM 197

m kuracaklardı. Turan, bunlardan biri ve en ˛ereflisi


olacaktı!..
Halbuki, böylelikle mefkure binamıza, çatı˛mayı im—
tiyazı ve harbi ister istemez temel kılmı˛ oluyorduk.
Çünkü dier milletler de, kendilerini birer üstün mil—
let gibi dü˛ünebilirlerdi. Onların da kendi saltanatla—
rını kurması ve:

«Hilkatle ba˛lar tarihimiz var.


Dünyaya hâkim olmak isteriz!..»

demeleri pekâlâ kabildi. Tıpkı bizim gibi... O zaman


ise, menfaatlerin birbiriyle çatı˛maması ve hepsi de
dünyaya hakim olmak isteyen imparatorluklar arasına,
Allahın eliyle ebedî kale duvarları çekilmesi kabil ol—
mayacaına göre, bunlar arasında kanlı hesapla˛malar,
yani ˛imdiye kadar olan ˛eyler çıkmaması elbette ka—
bil deildi.
Halbuki ˛imdi?., i˛te artık insaniyet devri douyor!
Tahtlar, taçlar ve bütün zalimler yıkılacak! Bütün din—
ler bir ve bütün insanlar beraber olacak. Yeni din, yeni
dil, yeni sanat, yeni medeniyet, yeni mamureler doa—
cak, Bütün insanların e˛it, bütün milletlerin hür ve be—
raber ya˛ayacakları harpsiz, ihtilâlsiz, imtiyazsız yeni
bir âlem!..

Bu ne güzel bir rüyaydı?

Bu rüya, elbette ki saçmaydı. Ama dü˛ündüklerim bana

çekici görünüyordu. H a t t a bir de uzun nesir yazmı˛tım:

«Biz; bütün dinleri bir v e bütün insanları beraber


g ö r e n bir â l e m i n çocuklarıyız!.. » v.s.

Bu uzun nesirde biz derken acaba kimleri kasdetmi˛tinı?


Bu belli deildi. Bu elbette ki bir hayaldi. Elbette ki bir alda-
nı˛tı. Bu aldanı˛a beni sürükleyen ˛ey, içinde ya˛adıım olay¬
lara, geli˛melere, onlarda olmayan manalar yakı˛tırmamdı. Be¬
nim d a i m a bir ˛eylere kapılan his ve hayal âlemimdi. Güttü-
198 SUYU ARAYAN ADAM

üm mantık, saf ve basit hislerle örülmü˛ sabun köpüünden


ba˛ka bir ˛ey olmasa da, onun, ruhumda uyandırdıı seraba
ben i n a n ı y o r d u m . Çünkü, ona m u h t a ç t ı m . . .
Gerçi zaman zaman ve kendimi ruhumda bu seraba en zi¬
yade kaptırdıım anlarda, bazı olayların sert ve kaba hakika¬
ti, içinde kapandıım bu hücrenin, bu soyut âlemin kapısını ça¬
lardı. Hapisler, tehcirler, yamalar, kur˛una dizilmeler...
fiehrin ileri gelenleri denilen kimseler, hatta bazılarının
kadınları, çoktan temizlenmi˛lerdi. Sünnîleri n i m a m ı N u r Meh¬
met Efendi, fiiilerin ahundu Ferecullah hapisteydiler... Aydın¬
lara henüz el atılmamı˛tı ama, bunun da eli kulamdaydı. Ba¬
ku'da, Gence'de büyük temizlik çoktan tamamlanmı˛tı. Milli¬
yetçi liderler artık yoktu. Köyler taranıyordu. fiu ba˛sızlandır-
ma denilen ˛ey, her gün biraz daha geli˛mekteydi. Fakat ben,
bunlara da birtakım izahlar bulurdum:

— Canım, derdim, hangi inkılâp, getirecei medeniyeti ve


nizamı kansız dourur? Bu olaylar yeni bir âlemin do—
um arıları. Bu dökülen kanlar, belki de eski birtakım
günahların ödenmesi... Hem sahnedeki aktörlerin ne
ehemmiyeti var? Eer ˛u hantal kılıklı Ejderhan balık-
çıları olmasaydı, Çar'm tahtını kim yıkabilirdi? Hem ˛u
ölmü˛ Asya, o daldıı eshâb-ı keyf uykusundan ba˛ka
türlü nasıl uyanır? fiu Asya'nın, ˛u kokmu˛ Buharanın,
˛u afyon sorho˛u Acemistan'ın, ˛u Çin'in, ˛u. Hindistan'ın.
kangren olmu˛ durgunluk yaralarını ba˛ka türlü nasıl
yıkayabiliriz?..

Hele bu son izah beni çok sarıyordu. Çünkü bizim nesli¬


miz Garba dü˛man, fiarka ise kırgındı. Garp bize daima oyun
oynamı˛tır, bizi daima haksız çıkarmı˛tır diye dü˛ünürdük.
Garp, bizim varlıımızın, vatanımızın, dinimizin dü˛manıdır diT
yorduk:

«Garbın cebin zalimi, affetmedim seni,


Türküm ve dü˛manım sana kalsam da bir ki˛i» (1)

il) Emin Bülent: Kin.


SUYU ARAYAN ADAM 199

Bu bir ˛iirdi ki, o zamanın bütün gençleri ezber bilirdik.


fiarkın ise ruhlarımızda esrarlı bir çekicilii vardı. Onun uyan-
masını isterdik:

«Daldım gözünde vehm uyuyan susmu˛ ufkuna,

Ey fiark! Kanmadın mı asırlarca uykuna?

Hâlâ hû˛ûa kubbeler en hisli bir penâh,

Hâlâ, minarelerde tevekkel diyen bir âh...

Bin zulmü, kahrı yenmeye bir parça kan yeter,

Ey fiark! Uyan, yeter yeter, ey fiark uyan, yeter!..» (1)

›˛te ˛imdi fiark, asırlar süren uykusundan artık uyanacak-


tı. Tahtlar, taçlar devrilecek, zalimler yerlere serilecekti. Ya¬
bancılar, Asya'nın topraklarından çekileceklerdi. Asya, artık
Asyalıların olacaktı. Uçsuz bucaksız bozkırlarda ezanlar, esir ve
mazlum milletlerin kurtulu˛unu haykıracaktı!

Bu, niçin böyle olacaktı? Nasıl böyle olacaktı? Bunu pek


tayin edemiyordum ama, bunun böyle olmasını istiyordum.

Baku'da toplanaca k «fiark Milletleri Kurultayı» na delege


seçildiim zaman, i˛te bu ruh hali içindeydim.

(1) Ali Canib'in «fiarkın Ufukları» ˛iirinden.


Kuzeye Çtkan Yol
9

1 eylül 1920'de ba˛layan Kurultay günlerinde Baku, Orta¬


ça Asyası'ndaki büyük ˛ehirlerden birinin alacalı görünü˛ü¬
nü ya˛ıyordu. Araplar, Hintliler, ›ranlılar, Afganlılar, Moollar.
Özbekler, Kırgızlar, ›ran Kürtleri ve daha nice kavimlerden,
milletlerden insanlar...
Hepsi de kendi kıyafetlerini ta˛ıyorlardı. Hepsinin de boy¬
nunda, belinde, kılıçlar, hançerler, tabancalar, kamalar vardı.
Agelli, sarıkıl, kavuklu, kalpaklı insanlar, Baku sokaklarını dol-
duruyorlardı...
Her kö˛ede, her yerde e s i r, mazlum milletlerin kurtulu˛u
ilân olunuyordu. Söylenenlere bakılırsa, ›srafil'in sûru artık
çalmı˛tı. Asırlık esaretleri içinde bir ölü uyu˛ukluu ya˛ayan
milletler, artık ba˛larını kaldıracaklardı. Demek ki fiark, uy¬
kusundan uyanıyordu... Artık her millet zalimlerini, istilâcı¬
larını ba˛ından atacaktı.

Bu i˛ bana, o güne kadar dinlediim, ˛u sınıfların kavga¬


sı, parti politikası, proletarya diktatörlüü gibi ˛eylerden da¬
ha aydınlık görünüyordu.

— ›˛te ˛imdi her ˛ey anla˛ıldı, i˛te benim balanacaım


dava!..

diyordum. Hem bu davanın öncüleri arasında ˛imdi ben de


vardım. fiark milletlerinin isyan bayraını açan ˛u büyük ku¬
rultayın safları arasında bulunuyordum. Heyecandan sarho˛ gi¬
biydim. Demek, yarın silâhlarımızı alacaktık. Bu kurtulu˛ bay¬
raı altında yürüyecektik. fiarka mı olur. Garba mı olur. sal¬
dıracaktık... Belki Akdeniz'e, belki Kızıldeniz'e varacaktık. Bel¬
ki Hind'e, belki Çin'e girecektik?..
Kurultayın da, galiba en genci bendim. Belimde tabancam
204 SUYU ARAYAN ADAM

yoktu, t o n u m d a kılıç asılmamı˛tı ama, halim, kıyafetimle ge-


ne de harekete hazır bir askerdim.
Ne adlarını bildiim, ne dillerini anladıım renk renk, çe-
˛it çe˛it delegeler arasında dola˛ıyor, konu˛uyordum. Sanki çok-
tan beri berabermi˛iz gibi, sanki çoktan beri aynı yolun yol-
cusuymu˛uz gibi, i˛aretlerimizle, bakı˛larımızla güya anla˛ı —
yorduk.
Kurultay; mar˛lar, çılıklar, kılıç, hançer ˛akırtıları ara-
sında açıldı. Herkes, her millet kendi dilinde haykırıyordu.
Havada savrulan ve birbirleriyle çarpı˛an kılıç, hançer sesle-
riyle yalnız salon deil, bütün gökkubbe inliyor gibiydi.

Kurultay bir tiyatro salonunda toplanmı˛tı. Sahnede her


milletten seçilen divan üyelerinin ortasında Zinovyef yer aldı.
Zinovyef bir Yahudiydi. O zaman Komintern'in, yani Dünya
›htilâl Te˛kilâtı'nm da ba˛kanıydı. Fakat bir ihtilâlciden ziya—
de, bir artiste benziyordu... Dolgunca vücudu, pembemsi yüzü,
daınık, kıvırcık saçları vardı. ›hmal edilmi˛ kıyafeti, kıvıl-
cımlar fı˛kıran gözleriyle canlı, hareketli bir adamdı. Etrafını
saran kavuklular, sarıklılarla kucakla˛ıyordu. Hepsi de ayak—
ta olan kongre prezidyum üyeleri arasında yumruklarını saa
sola sallayarak, durmadan, fiark milletlerinin isyanını ilân edi-
yordu. Gene Yahudi asıllı bir ihtilâlci yazar olan Radek, dai—
ma onun yanındaydı.

Arkasında Belakun vardı. Genç, gürbüz bir Macar ihtilâl-


çi˛iydi. Az zaman evvel Macaristan'da hapishaneden alınıp, Ma—
car diktatörlüü tahtına bir kan ayini içinde geçmi˛ti. Fa—
kat Romanyalılar, Pe˛te'yi i˛gal edince rüya sona erdi ve ˛im—
di bu genç Macar Yahudisinin arkasında bıraktıı kanlı iz, Tu-
na'dan. Macar pustalarından. Karpatlar'a doru uzanıp gidi—
yordu.

Sonra Pavloviç geliyordu. Pavloviç, Yahudi bir Rus âli—


miydi. Bir lisanîyatçıydı (1). Nisbeten alçak boylu, sarımtırak

(1) Zinovyef, Radek, Belakun, hatta muhtemelen Pavloviç 1938


temizliinde Stalin tarafından kur˛una dizdirildiler.
SUYU ARAYAN ADAM 205

saçları, sakalları karmakarı˛ık bir ihtiyardı. Yakası dümeli,


belden kemerli Rus köylü gömlei giymi˛ti. Pantolonu vücu¬
dundan dü˛ecekmi˛ gibi görünüyordu. H e m bir bilgine, hem
bir köy papazına benziyordu. Irkının hareketlilii, en hareket¬
siz zamanlarında bile gözlerinden ta˛ıyordu... Sonra bir sıra
ikinci planda adamlar geliyordu. Azerbaycanlı Abifol, Türkis¬
tanlı Feyzullah hoca, Ikramof, Dr. N e r i m a n Nerimanof gi¬
bi... (1)
Kurultayın ilk celseleri nümayi˛ler, barı˛malar arasında,
gürültüler, alkı˛larla geçti. Kılıçlar d u r m a d a n sıyrılıyordu. Bun¬
ların dı˛ında birkaç kez ve program toplantısı da oldu ama,
bunlar kılıç çekip nara atmaktan ziyade, söylenenleri dinle¬
meyi icabettirdii için, sayın delegeleri pek ilgilendirmedi...
Bu gibi toplantıların ba˛ hatibi Pavloviç'ti:

— fiark milletlerinin bir kısmının, hatta meramlarını yazı


ile ifade edecek alfabeleri bile yoktur. Yazı dilleri mev¬
cut deildir. Alfabesi olanların da bir kısmında yazı, an¬
cak din kitaplarını, duaları yazmak için kullanılır. fiark
memleketlerinde üniversite, kütüphane, tiyatro, hatta
gazete yok demektir. ›˛te bizce millî mesele, her ˛ey—
den evvel, ulusların, boyların, uyrukların kendi yazıla—
rına, kendi dillerine kavu˛malarıdır. O kollar, o boylar
ki, adları bile unutulmu˛tur. Fakat artık bunlar, ke˛fe-
dilip meydana çıkarılacaklardır. Kendi dillerine, kendi
yazılarına sahip olacaklardır. Millî kültür böyle çiçek-
lenecektir!..
Tunguzlar, Buryatlar, Yakutlar, Karakırgızlar, Çu-
va˛lar, Çeremd˛ler, Avarlar, Kabardinler, Kalmuklar,
hulâsa adları sayılamayacak kadar çok milletler, kendi
öz kültürlerini böyle meydana çıkaracaklardır. Sonra
bunların üstüne enternasyonal kültür kanat gerecektir.
O enternasyonal kültür ki...
Mevzu biraz karı˛ıktı. Ve bizim kılıçlarımızı çekip Kızıl-

(1) Dr. Neriman Nerimanof, Halk fiûraları Ba˛kanıydı. Krem-


imde öldü. Feyzullah hoca ile Ikramof kur˛una dizildi.
206 SUYU ARAYAN ADAM

deniz'e, Hind'e, Çin'e yürümemizle pek alâkası yoktu ama, o


sözlerine fasıla verdikçe, sayın delegeler, evvelâ sahneden ge¬
len bir dalgayla, «Hurra!» 1ar, «Ya˛asın!» larla salonu çınlatı¬
yorlardı. Demek, benim pek anlayamadıım bu tezi, onlar iyi¬
ce anlıyoıiardı.
Ben yalnız ˛unu sezinliyordum ki, o güne kadar pek adı
anılmayan ve Pavloviç'in tabiriyle, zalim kapitalistlerle, gad¬
dar büyük Rus ˛ovenistlerinin pençeleri altında ezilen ˛u kü¬
çük millî, yahut etnik cemaatler, ˛imdi artık itibar kazanıyor¬
lardı. Demek, her kabilenin artık bir dili, bir yazısı olacaktı.
Hepsinin üstüne de, enternasyonal kültür kanat gerecekti.
Pavloviç, zalim kapitalistlerle, gaddar Rus ˛ovenistlerini
lanetlerken-, «Alman istilâcılarının emri altında çalı˛an hayal¬
perest Turancıları» da iltifatının dı˛ında bırakmadı.
Biz, Akdeniz'den, Sarıdeniz'e kadar uzanan ve rivayete gö¬
re, sayısı yetmi˛ milyonu a˛an insanları hep Türk biliyorduk.
Hatta bir dü˛ünü˛e göre, bir dil, bir dilek, bir kültür altında
birle˛ecek bu insanların vatanının adı «Turan» olacaktı. Hal¬
buki Pavloviç'e göre, böyle bir topluluk yoktu. Böyle bir dil
de mevcut deildi. Ona göre Turan, fikrî bir emperyalizmdi
ki, arkasında Alman Genelkurmayı gizliydi. Ve gene Pavlo-
viç'in dediine göre, bunun eski Rus ˛ovenizminden bir farkı
yoktu...

Pavloviç'i dinlerken, tek bir yazının, tek bir kültür dilinin


deil de, meselâ ˛u yetmi˛ milyon Türk dediimiz camiayı te˛¬
kil eden etnik bölüntülerden her birinin ayrı bir kültüre, ayrı
bir iç yapıya sahip olmalarını dü˛ündüm. Bu, garip bir man¬
zara olacaktı? Ufak tefek farklarla belki yüz cins alfabe, yüz
tane eyalet, yahut muhtariyet veya cumhuriyet...

- Böyle bir sistem, ›ran'da da belki yüz, Hindistan'da be˛


yüz muhtar ülkenin veya etnik kültürün te˛ekkülü demek olur¬
du. Demek ki Asya, böyle çiçeklenecek ve sonra bunların üs¬
tüne Pavloviç'in anlattıı enternasyonal kültür kanat gerecek¬
ti...

Fakat Pavloviç'ten ba˛kasının pek akıl erdiremedii bu


SUYU ARAYAN ADAM 207

b a h i s l e r , b u m e r t e b e , d a l l a n ı p b u d a k l a n ı p d a , s a y ı n d e l e g e l e r

ö  l e s o n u d a l g ı n l ı  ı n a k a p ı l ı r gibi o l u n c a , Z i n o v i y e f i n s e s i h e -

m e n g ü r l e r d i . L e n i n ' d e n bir t e l g r a f , T r o ç k i ' d e n bir. m e s a j d e r -

k e n , m ı z ı k a l a r h e m e n e n t e r n a s y o n a l m a r ˛ ı n ı ç a l a r d ı . O z a m a n

k ı l ı ç l a r , h a n ç e r l e r g e n e s ı y r ı l ı r d ı . D e l e g e l e r g e c e i ç i n y a b ü -

y ü k t i y a t r o d a bir « L e y l â - M e c n u n » o p e r e t i n e , y a h u t bir p a n -

d o m i m e d a v e t e d i l i r , r a p o r o y b i r l i  i y l e k a b u l o l u n u r , t o p l a n t ı

a l k ı ˛ l a r a r a s ı n d a s o n a e r e r d i .

E n v e r P a ˛ a n ı n bir g ü n , k u r u l t a y s a l o n u n u n bir l o c a s ı n d a

g ö r ü n ü ˛ ü , fi a r k l ı d e l e g e l e r a r a s ı n d a k a y n a ˛ m a y a s e b e p o l d u .

P a ˛ a n ı n ˛ ö h r e t i m ü s l ü m a n fi a r k t a bir m a s a l , bir e f s a n e h a l i n -

d e y d i . B u h a l k ı n i n a n ı ˛ ı n a g ö r e o , y e r y ü z ü i n s a n l a r ı n d a n biri

d e  i l d i . O n u n g ö r ü n d ü  ü h e r y e r d e , g ö k l e r i n a ç ı l m a s ı , y e r l e -

rin y a r ı l m a s ı , b ü y ü k v e a z a m e t l i bir ˛ e y l e r i n o l m a s ı l â z ı m

g e l i r d i . O , d a i m a h e r ˛ e y i n ü s t ü n d e v e h e r k e s i n ü s t ü n d e o l —

m a l ı y d ı .

F a k a t b u k u r u l t a y ı t e r t i p e d e n l e r c e , o n u n b u r a d a g a l i b a

s a d e c e g ö r ü n m e s i v e y a ˛ ö y l e c e bir g ö s t e r i l m e s i i s t e n m i ˛ t i ki,

o n a b a ˛ k a n l ı k s a h n e s i n d e b i l e y e r v e r i l m e m i ˛ t i . G ö r ü n d ü  ü

l o c a y a ˛ ö y l e c e v e ç e k i n e r e k s o k u l d u . B i r k ö ˛ e y e s i n d i . B u i s e

o n u n a l e y h i n e o l d u v e t ı l s ı m ı n ı b o z d u . . .

Ç ü n k ü , fi a r k l ı n ı n g ö z ü n d e s a h i p , y a h u t h ü d a v e n d , a n c a k

t a p ı l a c a k y e r d e o l d u  u , h ü k m ü n ü y ü r ü t e b i l d i  i z a m a n bir k u d -

r e t t i r . P u t , y e r e d ü ˛ t ü  ü g ü n , b ü t ü n s i h r i n i k a y b e d e r .

E n v e r P a ˛ a i ç i n d e ö y l e o l d u . O n u ilk g ö r ü ˛ l e r i n d e h e -

y e c a n l a r ı n d a n s a r s ı l a n l a r , b i r a z v a k i t g e ç i p d e , k a h r a m a n l a r ı -

n ı i h m a l e d i l m i ˛ , y a h u t d a b ü t ü n d i  e r i n s a n l a r d a n biri gibi

g ö r ü n c e y a d ı r g a m a y a b a ˛ l a d ı l a r . B u n u n i ç i n E n v e r P a ˛ a d a

g i t t i k ç e d a h a ç e k i n g e n , h a t t a d a h a ˛ a ˛ ı r m ı ˛ bir h a l a l d ı . Y ü z ü

s a k i n o l m a k t a n z i y a d e s o m u r t k a n d ı . H e l e k e n d i l e r i n i k o m ü -

n i s t s a y a n T ü r k i y e l i bir g r u p , o n u n k o n g r e y e d e l e g e d e  i l ,

h a l k m a h k e m e s i k a r ˛ ı s ı n a s u ç l u o l a r a k ç ı k a r ı l m a s ı l â z ı m g e l -

d i  i n i k o n g r e b a ˛ k a n ı n a — b e l k i e v v e l d e n d ü z e n l e n e n bir t e r -

t i p l e — k u v v e t l i c e bir i f a d e y l e h a t ı r l a t ı n c a , E n v e r P a ˛ a b ü s -
208 SUYU ARAYAN ADAM

bütün kendi haline terkedilmi˛ oldu. Kendisine kürsüde konu˛¬


ması için söz verilmedikten ba˛ka, hazırladıı nutku, kendisi-
nin okumasına da meydan bırakılmadı. Kürsüye gelen ve ko-
münist sayılan, fakat bir süre sonra karı˛ık bir adam oldu¬
u, kanlı bir olayla meydana çıkacak olan biri, elinde tuttuu
bir kâıdı, sanki ona dokunmak istemiyormu˛ gibi, delegelere
doru uzattı:

— Ba˛kanlıa verilen bu yazıyı okuyorum...


diyerek, yarı asık, yarı müstehzi bir edayla Enver Pa˛anın teb-
liini okudu. Tebli okunduu zaman salonda, alkı˛lamak¬
la alkı˛lamamak arasında kararsız bir hava esti. El çırpanlar¬
la çırpmayanlar birbirlerine baktılar. Sada solda beliren yarı
ürkek alkı˛lar duraladı, söndü. Sonra salonu souk bir hava
kapladı. Fakat ba˛kan birden, ba˛ka bir konuya geçip, sahneye
yeni figüranlar sürünce, kalabalık geçen olayı unuttu gitti.

Enver Pa˛anın teblii, tebli olmaktan ziyade yersiz, lü¬


zumsuz bir ˛eydi. Yıkılmı˛, kararsız bir adamın, kendisine o
kadar yabancı bir yerde, hazin ve acınacak bir ifadesiydi. Bu
okunan ˛eyleri, hiç ˛üphesiz kendisi yazmamı˛tı. Onu yazan¬
lar ve eline tutu˛turanlar da, ya bütün olan biten ˛eylere kar-
˛ı anlayı˛sız, yahut da, basit, avare insanlardı. «Garbın mili-
tarist ve emperyalist devletlerine kar˛ı, fiarkın mazlum millet¬
lerinin isyanından», «Fakir ve mihnet çeken köylülerin hakla¬
rından, hükümranlıklarından» bahseden satırların arkasında,
Anadolu'nun maara köyleri, Galiçya'da, Arap içinde kaybo¬
lan yüz binlerce, yüz binlerce insanların iskeletleri, dalga dal¬
ga ayaklanıyor, homurdanıyor gibiydi... Bir nevi af dileyi˛ı.
bir nevi hizmet arzedi˛i de manasız, samimiyetsizdi.
Evet, bu yersiz bir sahneye çıkı˛tı ve büsbütün onun aley¬
hine oldu (1).
**

Birkaç gün sonra onu yakından gördüm. O gün Kurultay

(1) Bu beyanat, General Ali Fuat Cebesoy'un «Moskova Hatı-


raları» isimli eserinde yayınlanmı˛tır. Fakat Ali Fuat Pa˛a, yanlı˛
olarak, Enver Pa˛anın, nutkunu bizzat okuduunu yazar.
209

-ona ermi˛ti. Enver Pa˛anın eski Parti arkada˛larından olan.


istanbul'dan kaçtıktan sonra buraya sıman küçük Talât Beyin
evindeydik (Talât Mu˛kara). Küçük Talât Bey daha evvel-
den beni tanıyordu. Nuha'dan bir gönüllü kafilesiyle Karaba'a-
giderken yolda. Akdam kasabasında bir gece yarısı onunla ta-
-.ı˛tırılmı˛tım. Onlar, iki arkada˛ (Ordu Kumandanı ve Enver
Pa˛anın amcası Halil Pa˛a) istanbul'da kapatıldıkları Bekiraa
3olüü Hapishanesinden, bir muhafızın yardımıyle kaçmı˛lar-
Anadolu'ya geçerek ve uzun bir yolculuktan sonra iki ˛öh¬
retli vatanda˛la tanı˛mak, onları dinlemek benim için yeni bir
•er olmu˛tu. Onları Nuha'ya davet etmi˛tim. Küçük Talât Bey,
siz Nuha'ya dönünce ˛ehrimize misafir geldi. Bunun için onun¬
la daha evvel Nuha'da, uzunca süren görü˛me, tartı˛malara
mkân bulmu˛tum.

fiimdi de Baku'da ve fiark Milletleri Kurultayı'nın bittii


4ün, Küçük Talât Beyin evinde bulunuyorduk. Oda çıplak de-
lecek kadar bo˛tu. Uzun bir tahta masanın ba˛ında, memle-
ketine dönemeyen ve burada yerle˛en bir asker, pirinç ayık¬
lamakla me˛guldü. Enver Pa˛a az sonra odaya girdi. Ev sahi¬
bi, beni ona tanıttı. Tanıtırken de hakkımda güzel sözler söy-
ledi. Bu tanıtmadan sonra, uzun tahta masanın dier ba˛ına
da biz ili˛tik...
Arada çok ˛eyler dei˛mi˛ti. O, artık bir ›mparatorluun
Harbiye Nazırı, Orduların Ba˛kumandan Vekili ve bu ›mpara¬
torluun mutlak efendisi deildi. Bu devlet, bir zaman genç
bir hürriyet kahramanı ve halkın gözbebei olarak yükselen
-/e efsanevi bir ˛öhrete ula˛an bu zatın ve arkada˛larının sonu
gelmez hatalarıyle, evvelâ bir komitacılık idaresine sürüklen-
mi˛ ve ardından itildii dünya harbinde, bütün varlııyle çö¬
küp gitmi˛ti. Bütün bu i˛ler için arada geçen zaman ise. yal¬
nız on yıldan ibaretti. Enver Pa˛anın ve arkada˛larının, ar-
kalarında bıraktıkları bu on yıllık kanlı izin üzerinde, en az
üç milyon (3.000.000) insanın cesedi yatıyordu...

Nihayet bir gün dü˛man, Çanakkale istikametinden görü-


nüp de, onlar bir yabancı denizaltının teknesinde Karadeniz
istikametine kaçarlarken, arkada bıraktıklarına fısıldadıkları

14
210 SUYU ARAYAN ADAM

son sözleri, ne bir pi˛manlık, ne bir vasiyet, ne de bir hayıf-

lanmaydı. Bu sözler basit, derbeder ve gülünç birtakım komi-

tacılık direktiflerinden ibaretti (1). Sanki hiç bir ˛ey olma-

mı˛tı. Ve sanki bu olan i˛lerde onların hiç bir müdahalesi ve

mesuliyet payları yoktu...

Kongre o gün bitmi˛ti. Delegeler daılacaktı. Zinovyef, Ko-

mintern kurmayını toplayarak o gün Moskova'ya dönecekti. En-

ver Pa˛aya hiç deilse bir haber4 iletmesi lâzımdı. Onu bura¬

ya getiren oydu. Buraya g e t i r m e d e n evvel Moskova'da iyi mi—

safir etmi˛lerdi. Moskova Çayı k e n a r ı n d a eski bir konakta ba-

rmdırılmı˛tı. Ziyaretine, bol˛evik ihtilâlinin ünlü liderleri ge—

liyordu. Belki de güzel p l a n l a r k o n u ˛ u l m u ˛ , d ü ˛ ü n ü l m ü ˛ t ü . Ana—

dolu mu olur, ›ran mı olur, yoksa Afganistan üzerinden Hin-

distan mı olur, Asya'da her istikamette hesapsız yollar vardı.

Halbuki, Zinovyef'in hareket saati yakla˛tıı halde, ˛imdi

Enver Pa˛aya kendisi için hiç bir haber gelmiyordu. Hava si¬

nirliydi.

Enver Pa˛a (2) o sırada kırk y a ˛ l a r ı n d a g ö r ü n ü y o r d u . Ba-

ti) Bu hususta malûmat almak isteyenler, Enver Pa˛anın son

direktiflerini alan o zamanki Gizli Te˛kilât Reisi Albay Hüsamettin

Beyin «.›ki Devrin Perde Arkası» isimli eserini okuyabilirler.

(2) Bugünkü neslin Enver Pa˛a hakkında yeterli malûmatı ol-


madıım sanıyorum: Enver Pa˛a hakkında Türkçede hakikî bir tet—
kik eseri yazılmamı˛tır. Ben bir eser hazırlamaktayım. Hakkındaki
parça parça yazılar, yahut risaleler, daha ziyade hissiyatın hakim
olduu eserlerdir. Enver Pa˛a, 1878'de istanbul'da B e ˛ i k t a ˛ ' t a bir me-
murun olu olarak dodu. fiöhreti 1 908'de Me˛rutiyet'in ilânıyle bas-
lar. O zaman 30 ya˛ında bir Kurmay Binba˛ıydı. ›htilâlin efsanevi
bir kahramanı oldu. Balkan Harbi'nde yenildiimiz zaman iktidar,
Enver Pa˛anın mensup olduu ›ttihat ve Terakki Fırkası'nm elinde
deildi. Dü˛man, istanbul'a dayanmı˛tı. 1912'de Enver Pa˛anın ˛ah —
sen yönettii bir hükümet darbesiyle kabine devrildi. Enver Pa˛a
henüz Yarbaydı. General ve Harbiye Nazırı oldu. Balkanlılar arasın —
da çıkan ganimeti payla˛ma kavgalarının da yardımıyle hasıl olan
müsait havadan istifade edildi. Edirne kurtarıldı. 1 908'de Me˛rutiyet
ilânı ve 1910'da Trablus Harbi'ndeki mücadelelerinin uyandırdıı ˛öh—
retine E d i r n e 'nin kurtarıcılıı eklendi. 1914'de Birinci Dünya Harbi
patlayınca, Harbiye Nazırlıından ba˛ka, Ba˛kumandan Vekili oldu.
SUYU ARAYAN ADAM 211

˛ında kalpak, ve üzerinde, beli kemerli koyu renkli sivil bir el-

bise vardı. Z a n n e d e r i m pantolon ve çizme giyiyordu. Yüzünün

rengi uçuk ve hafif esmerceydi. Bıyıkları gene kısa ve uçları,

simdi biraz ihmal edilmi˛, olmakla beraber, gene kıvrıktı. Ama

yorgun ve dü˛ünceli olduu her halinden belliydi.

Ev sahibinin,; beni ona tanıtırken ve belki de daha evvel

söyledii güzel sözler dolayısıyle olacak, benimle uzun uzun

konu˛uyordu. Bana kendi hakkımda ve Azerbaycan'da gördük-

lerim hakkında birçok ˛eyler sordu. Bunlardan ba˛ka, benim

kendi basit ölçülerime göre olsa da, i˛lerin gidi˛i hakkında-

ki sözlerimi sonuna kadar ve tahammülle dinledi. Hatta bu

arada, karde˛i Nuri Pa˛anın, Gence'deki hazırlıksız hareketi ve

bunun kanlı neticeleri hakkındaki bazı tarizlerimi de ho˛ gör-

dü. Fakat onun için doru olan tabiî, yalnız kendi görü˛üydü.

Henüz 36 ya˛ındaydı. Dinç, yakı˛ıklı, souk bir Ba˛kumandan Ve-


kili. Meclis-i Mebusan'ın ve partisinin üstünde mutlak olarak ha-
kimdi. Padi˛ahın da damadıydı. Bu damatlık, onda 1908*den evvel,
aynı yoldaki bir te˛ebbüste uradıı bir hayal kırıklıını, bir izzeti¬
nefis yarasını da tamir etmi˛ oldu. Fakat 1914 sonunda, hemen he¬
men yalnız kendi tertip ve te˛ebbüsü ile Almanlar safında girdii¬
miz dünya harbinin ilk senesinde ve ilk aızda Sarıkamı˛'ta, ordu¬
sunun elinde bulunan en güzide 90.000 ki˛ilik bir kuvvetini kar fır¬
tınaları içinde ve maksatsız görünen bir ˛ekilde kaybedince, Enver
Pa˛anın tılsımı söndü. Efsanevî ˛öhretinin yerinde sadece, sindiri¬
ri, münaka˛a kabul etmez taassubu kaldı. 1918'de harp bitince, Os¬
manlı ordularının bütün cephelerde zaten erimi˛ olduunu gördü.
Mütarekeyle beraber bir Alman harp gemisiyle Odesa'ya ve oradan
Almanya'ya kaçtı. Talât Pa˛a, Cemal Pa˛a, Bahaeddin fiakir Bey
gibi arkada˛ları da beraberdiler. 1 920 sıralarında uçakla Rusya'ya
geçerken Kovnod'a dü˛tü. Bir müddet mahpus kaldı. Fakat Mosko¬
va'ya varmanın yolunu buldu. Artık macera ba˛lamı˛tı. Baku Ku-
rultayı'ndan sonra Moskova'ya döndü ve ondan sonra 1921'de bir
yolunu bularak Baku üzerinden Türkistan'a geçti. Bu arada, mem¬
leketin fiark kısmını te˛kil eden dalık bölgede bir mukavemet cep¬
hesi kurmaya çalı˛tı. Fakat en küçük sosyal görü˛ten dahi mah¬
rumdu. Türkistan'ın milliyetçi ve münevver zümresi ve asıl halkı
ile bir mü˛terek hareket tesisine muvaffak olamadı. Etraftan top¬
lanan bir kısım daınık gönüllülerle harekete geçti. 4.8.1 922'de bir
Kurban Bayramı sabahı, fiarkî Buhara'da, Balcuvan (Çeken) kö¬
yünde bit müsademede ˛ehit dü˛tü.
212 SUYU ARAYAN ADAM

O i˛i, oldukça basit görüyordu. Anlıyordum ki, ona göre Mos -

kova'dakiler nihayet birtakım komitecilerden ba˛ka bir ˛ e y d e -

ildiler. ›ttihat ve Terakki gizli c e m i y e t i gibi, Bol˛evik Partisi

de iktidardan vaktiyle Manastırda daa çıkıp (1) birkaç g ü n

sonra da sarayı ve devleti ele geçirmeleriyle, Rusya'da olan

bitenler arasında galiba bir benzerlik görüyordu. Kendileri¬

nin olduu gibi, bol˛eviklerin de eline çe˛itli ırkları ve milli-

yetleriyle kocaman b i r imparatorluk geçmi˛ti. Hatta öyle bir

hali vardı ki, sanki yüzünden «Komiteci, komitecinin dilinden

anlar!» der gibi bir ˛ey seziliyordu. Zinovyeften ise, hâlâ ümi¬

dini kesmedii belliydi...

Bir aralık konu˛mayı Türkistan üzerine getirdi. Türkistan'

ın, onun fikrini kurcaladıı anla˛ılıyordu. Türkistan'a gidece¬

ini veya gitmeyi dü˛ündüünü söylemedi. Ama, benim Tür¬

kistan'da ç a l ı ˛ m a k gibi b i r a r z u m olup olmadıını sordu. Gerçi,


Türkiye o l m a z s a Türkistan olsun, bunda yadırganacak bir ˛ey

yoktu ama, görünü˛e göre Enver Pa˛anın Türkistan. hakkında¬

ki bilgileri, askerî mekteplerdek i corafya kitaplarında yazı-

lanlardan ileri gidemiyordu ( 2 ) .

Enver Pa˛anın yanından ayrılırken ak˛am olmak üzerey¬

di. Zinovyeften ise henüz bir i˛aret yoktu. O sırada Dr. Ba-

haeddin fiakir ( 3 ) içeri girdi. Çar˛ıda pazarda ne yapıp y a p m ı ˛ ,

bir miktar cıgara tedarik edebilmi˛ti, fakat ˛u lanetleme Mos¬

kova yolculuundan hiç bir haber g e t i r m e m i ˛ t i ! . .

Merdivenlerden inerken, bu konu˛manın bende bıraktıı,

tesirleri toplamaya çalı˛ıyordum. Enver Pa˛anın, olan biten¬

ler hakkında söylediklerine bakarak hüküm vermek lâzım ge-

(1) Enver Pa˛anı n daa çıkması hakkında Moskova'da, Halil


Pa˛adan ve Dr. Nâzım Beyden dinlediim olaylardan ileride kısaca
bahsedilecektir. Tek Adam: Cilt I.

(2) Profesör Zeki Velidi Togan «Bugünkü Türkistan» isimli


eserinin, Enver Pa˛aya ait kısmının 412 nci sayfasında, Enver Pa¬
˛anın Türkistan-˛artları hakkındaki hatalı görü˛lerine deinir.

(3) Dr. Bahaeddin fiakir, ›ttihat ve Terakki Fırkası'nm umu¬


mî kâtiplerindendi. Harpte n sonra iltica ettikleri Almanya'da eski
Sadrazam Talât Pa˛a ile beraber, Ermeniler tarafından ˛ehit edildi.
SUYU ARAYAN' ADAM 213

lirse. bilgileri yüzeyde görünüyordu. Harp sonunun buhran¬


larını, yakılı˛larmı gelip geçici sayıyordu. Eski\?e tekrar ve ya-
kında dönüleceine inanıyor gözüküyordu. Dünyanın bir ça
dei˛tirmekte olduuna inanmıyordu.
Bu son yolculuunu ise hesapsız seçtii muhakkaktı. Hat¬
ta bana kalırsa, girdii yoldan çıkabilmesi, ancak bir mucize¬
ye balıydı.
Kaderin bizleri ittii yollar üstünde Enver Pa˛a, o gün
belki de hepimizden daha yalnızdı...
*

Adına «Türkiye Komünist Fırkası» denilen bir te˛kilâtın


ilk kongresi 10 eylülde, gene Baku'da oldu. Eer kongre sa¬
lonundaki kalabalıa ve burada sahneye çıkarılan ve her biri
Türkiye'nin bir vilâyeti adına konu˛an delegelere ve söylenen
nutuklara bakılırsa, Türkiye'ye artık komünist bir memleket
demek yerinde olurdu. Fakat dikkat edilirse görülüyordu ki,
bu kalabalıa katılan insanlar, aslında hiç bir yeri, hiç bir
te˛ekkülü temsil etmiyorlardı. Aralarında mü˛terek bir ba
yoktu. Her birinin komünistlii anlayı˛ı da ba˛ka ba˛kaydı. Or¬
talıı dolduran topluluk aslında, Rus ›htilâli üzerine ba˛ıbo˛
bırakılan ve memlekete dönmek için yol ve çare arayan harp
esiri Türk askerlerden ibaretti.
Harp içinde Almanya'da okuyan veya orada ya˛ayan bir¬
kaç Türk aydını vardı ki bunlar, i˛gal ettikleri ba˛kanlık sah¬
nesinden, parteri dolduran derme çatma kalabalıa yukarıdan
a˛aıya ve açıkça küçümseyerek bakıyor gibiydi. Parterde yer
alanların bir kısmına göre ise onlar, birer münevver, yani ken¬
dilerine güvenilemez birer yabancı, birer kervana karı˛andı¬
lar. Ak saçlı bir Rus kadını (Bayan Stasova) iki tarafı bey¬
hude yere birle˛tirmeye çalı˛ıyordu. Bu iki azınlık, fakat di¬
di˛en grup haricindeki asıl kalabalık, yani Baku'da tesadüfen
toplanmı˛ harp esirleri ise, bu kavganın ne vakit biteceini ve
kendilerinin memlekete ne vakit sevkolunacaklarını gözlüyor-
lardı.
Kürsüye çıkıp konu˛anların dilleri ve dilekleri de birbi¬
rinden ayrıydı. Birisi:
-214 SUYU ARAYAN ADAM

— Hilâfet ve saltanat makamı taarruzdan masun olmalı-


dır (korunmalıdır) dedi. Bir taraftan itiraz edecekler oldu. Fa-
kat teklif gürültüye getirildi. Zapta geçti mi, geçmedi mi kim-
se bilmedi. Ama ara yerde bunu kabul edilmi˛ gibi alkı˛layan-
lar oldu. Bir dieri de, istanbul'un devlet merkezi olmasını is-
tiyordu. Bu teklif de ho˛ görüldü. Daha bir ba˛kasının endi-
˛esi ise «Muhadderat-ı ›slâmiye», yani ›slâm kadınları mesele-
siydi. Bu zat, Karadeniz kıyılarından sakallı bir hoca ve bel-
ki de esaretten dönen bir tabur imamıydı. ›smi galiba Mak-
sut'tu. Onun söylediine göre, «mezheb-i i˛tirâkiyun - komü¬
nizm» ile «esasat-ı islâmiye», yani ˛eriat ve müslümanlım esas-
ları arasında pek fark yoktu. Ve bunları kayna˛tırmakla
övünüyordu. Hatta bu hazrete göre Lenin, i˛tirâkiyun - komü-
nizm esaslarını, ›slâmiyetten almı˛tı! Maamafih hocanın derdi
bu esaslar üstünde deildi. Onun bütün endi˛esi, kadınlar me-
seiesiydi. Kadınların mahremiyetine halel gelmemesi için,
«apartuman misillu» kapıları mü˛terek ikametgâhlar yerine,
her ailenin i˛leyecei kapının ayrı olacaı evler istiyordu. Ne
ise bu da zapta geçirildi. Gerçi kongreye akıl hocalıı eden
ak saçlı Rus kadınının da ho˛una gittii için, madde okunur-
ken o da el kaldırdı. Bunun üzerine bu bayanla Karadenizli
hoca. sahnede alkı˛lar arasında el sıkı˛tılar. Belki de öpü˛ecek-
lerdi. Fakat hoca biraz evvel, bir yabancı erkekle bir kadı-
nın, hatta aynı sokak kapılarından girip çıkarlarken bile kar˛ı
kar˛ıya gelmemeleri hakkında söylemi˛ olduu parlak sözleri
hatırlamı˛ olacak ki, bundan vazgeçti.
Kongre, ihtimal Türkiye'ye birtakım yolculuk hazırlıkları
dolayısıyle çabuk sona erdirildi. Fakat bu 3'olculuk, onu tertip
edenlerin, son ve ebedi jAolculuu oldu... (1)

(1) Bu grubun arasında, Etem Nejat, ›smail Hakkı gibi Al-


manya'da okumu˛ ve daha o zaman Türkiye'de, bilhassa pedagoji sa-
hasında ne˛riyat yapmı˛ gençler vardı. Partinin ba˛inda da Mustafa
Suphi bulunuyordu. Bu zat, ›ttihat ve Terakki devrinde bir muhalif
olarak Sinop'a sürülmü˛, oradan Rusya'ya kaçmı˛tı. Kongreden son¬
ra Türkiye'ye geçen Mustafa Suphi ve arkada˛ları, daha önce de¬
indiimiz muhbir müstesna, 15 ki˛ilik bir grup halinde öldüler.
SUYU ARAYAN ADAM 215

Nuha'ya döndüüm zaman, Baku'da gördüklerimi serin kan¬


lılıkla kafamda sıralamaya çalı˛ıyordum. fiark milletleri kurul¬
tayı denilen derme çatma toplantının, ˛u dier kongredeki ˛e¬
kilsiz ve maksatsız kalabalıktan hiç farkı yoktu. Fakat mu¬
hakkak ki çok ˛eyler görmü˛, çok ˛eyler dinlemi˛tim. Duydu¬
um her ˛ey, yeni ve ba˛ka türlüydü. Kaldı ki asıl hadiseler,
daha çok bu gürültülerin dı˛ında yürüyordu. Asya Rusya'sın¬
da çar ailesinin kur˛una dizilmesinden sonra gerileyen ve Si¬
birya'yı, Amiral Kolçak kumandasındaki beyaz orduya bıra¬
kan (1) kızıllar, bu defa tekrar ilerlemi˛ti. Beyaz ordu tasfiye
edilmi˛ ve Kolçak öldürülmü˛tü. Bir taraftan da çarlıın son
bakiyeleri Kırım'da denize verilmi˛ti. Ermenistan'da Sovyet ida¬
resinin kurulması ve bu suretle Aras nehrinde Türk ve Sovyet
sınırlarının tesisi, Kırım'daki tasfiye ile aynı güne rastladı.
Ermenistan Sovyetlerinin ilk kabinesine bir de Türkiyeli Türk
dahil edildi.

O günler, Anadolu'da millî mücadelenin belki en çetin gün¬


leriydi. Türkiye'ye ilk yardım, hariçten, belki de yalnız Sov¬
yetlerden gelebilecekti. Daha Karaba hareketi sıralarında, Ak-
dam'da tanı˛tıım Talât Bey ve arkada˛ının elinde bulunan
ve Kâzım Karabekir Pa˛a tarafından yazılan bir mektupta, bu
ümit ve ihtimali, daha o zaman okumu˛tuk. Bu mektupta, Ana¬
dolu ile Sovyetler Birlii a r a s ı n d a bir m ü ˛ t e r e k sınırın ( 2 ) ku¬
rulmasından bahsediliyordu. Bu vesikanın, veya bu konu ile il¬
di Bu k i t a p , ne bir tarih, ne d e bir v e s i k a k i t a b ı d ı r . Bu k i t a p
bir hayat hikâyesidir ki, onun kahramanı, hadiselerin içinde, aslın¬
da d i k k a t l i bir gencin ilgisiyle ya˛amı˛tır. Bu i t i b a r l a da, b u hadi¬
seler üzerinde, y a n l ı ˛ bil e olsa, kendine göre bazı h ü k ü m l e r i vardır.

(2) Bu sımr, önce Türk ve Ermenistan hükümetleri arasında


Gümrü, anla˛masıyle çizildi. Daha sonra da Güney Kafkas hükümet-
leri ile Sovyet Rusya'nın da katılmasıyle yapılan Kars Andla˛rnaları
peki˛tirildi. (Bu hususta Tek Adam, cilt. II adlı eserimizde geni˛ ma¬
lumat vardır).
Türkiye ve Sovyetler Birlii arasında mü˛terek sınır salama
konularında, Kâzım Karabekir'in «›stiklâl Sava˛ımız» ve Ali Fuat
Cebesoy'un «Moskova Hatıraları» isimli eserlerinde pek çok vesika¬
lar mevcuttur.
216 SUYU ARAYAN ADAM

gili vesikaların stratejik deer ve zaruretlerini ise. bu kitap¬


ta ele˛tirme konusu kılmak, elbette ki yersizdir.

Kurultaydan döndükten sonra Nuha'da geçen günler, ba¬


zen sakin, bazen tehlikeli, fakat her zaman dikkatli olarak
geçti. fiehirdeki bir kısım Ermeniler, benim eski bir Osmanlı
subayı olduumu, milliyetçi ve Turancı hareketlerimi, hele bir
gönüllü kıtasının ba˛ında Karaba'a gidip «Ermeni köylü ve
zahmetke˛lerine kar˛ı silâhlı tecavüzler» yaptıımı unutmuyor¬
lardı. Bunu yeni dostlarıma hatırlatıyorlardı. Bu dostların ise
saı, solu, sorgusu, suali yoktu. Her ˛ey, gece yarısından sonra,
kaledeki kı˛laların arkasında hallolunuyordu.

fiehirdeki birtakım komiteler kurulmu˛tu, ve bunlara yal¬


nız partililer deil, dier çalı˛anlar da alınıyordu. Ben, mektep
ya˛ı haricimdeki maarif i˛lerine bakıyordum. Mektepte dersle¬
rim devam ediyordu. Kurultaydan dönmeden evvel, Baku'daki
Türkiye sefiri Memduh fievket beyle (Esendal) görü˛mü˛tüm.
Kendisiyle az çok hem˛eriydik. Cephe arkada˛ım ve Büyük
Millet Meclis reis yardımcısı Erzurum mebusu Hüseyin Avni
beyin mektup yazarak beni kendisine tavsiye ettii ve ara˛tı¬
rılmamı istedii anla˛ıldı. Sefir, tecrübeli, babacan bir eski it¬
tihatçıydı. Neticede, Anadolu'ya döndüüm takdirde bana i˛
verileceini, fakat Azerbaycan'da kalırsam, bunun benim kara¬
rıma balı olduunu, hayat ve emniyetimden bir mesuliyet
kabul etmeyeceini söyledi. Fakat Azerbaycan'da da büyük bir
Türk kütlesi bulunduunu, bu kütlenin mukadderatını içinden
takip etmemiz lâzım geldiini de ilâve etti. Ona:

— Fransız ihtilâli günlerinde Paris'te olsaydınız, tehlike-


leri var diye Paris'i terk etmek ister miydiniz?

diye sordum. Cevabı ˛öyle oldu:

— Hayır'. Bunlar, bin yılda bir olan hadiselerdir. Rus ih-


tilâli de böyle midir ve be˛eriyete ne getirecektir, bil-
miyorum. Yoksa bu, bir saltanatın yeniden kurulu˛u
mudur, onu da bilemem. Ama insan tecessüsünü davet
SUYU ARAYAN ADAM 217

eden bir hadise içinde olduumuz dorudur. Siz kendi


kararınızda serbestsiniz. Bir ˛ey vadetmiyorum ama,
eer bir ˛ey olursa gene de bana haber göndermeye ça-
lı˛ınız.

— Biliyorsunuz ki buna ne lüzum, ne de imkân vardır. Eer


bir ˛ey olursa o ˛ey, o anda, zaten olmu˛ bitmi˛ de—
mektir...

Baku'daki sefirimizle, bir ˛eyler daha konu˛mu˛tuk.


Nuha'da günlerim dolgun geçiyordu. Bilhassa kurslar, top¬
lantılar beni sarıyordu. Rejim dei˛ikliinin ˛öyle bir neticesi
de olmu˛tu ki kadınlar, köylüler gibi o zamana kadar sahneye
çıkmamı˛ olan sosyal tabakalardan birtakım insanlar, bilhasa
kurslara geliyorlardı. Bu kurslardan bir tanesine hevesle ba¬
lıydım. Bu kursun örencileri, Kafkas daları içlerinden ve da
köylerinden gelmi˛ köy imamları, köy hocaları, yahut da köy¬
de azbuçuk yazıyı sökebilen insanlardı. H e m en hepsi sakallıy¬
dılar. Hepsinin de kılıçları, hançerleri, tabancaları vardı. Bir
eski medreseye yerle˛tirilmi˛lerdi. Kurs saatları dı˛ında orası
bir han avlusunu andırırdı. Mangallar yakılırdı. Yemekler ha¬
zırlanırdı. Ortada tencereler fokur fokur kaynardı. Herkes ken¬
di yiyeceini kendi köyünden getirmek zorundaydı.
›lk derse girdiim zaman hatırlarım. Çe˛it çe˛it dalı el¬
biseleri giymi˛ iri kalpaklı, iri sarıklı, hepsi de oldukça genç
olmakla beraber sakal, bıyıkları yüzlerini karartan birtakım
heybetli adamlar, bir ilk mektepten getirilen sıralara gülüne¬
cek bir ˛ekilde sıkı˛mı˛lardı. Kürsü açı˛ sözlerimi dikkatli ve
fakat hatır için dinleyen bir halleri vardı. Onlara fiarkın en
büyük dü˛manının cehalet olduunu anlatmaya çalı˛ıyordum.
Sonra ders güne˛e, dünyaya ve yerin yuvarlaklıına geçti.

Günler ilerliyordu. Bir hoca onlara vücut yapısını, hasta¬


lıkları, bir dieri havayı, suyu ve maddeleri anlatıyordu, Dik¬
kat ederdim. Bütün bunları dinlerken, hepsinin yüzünde ter¬
biyeden ayrılmayan, fakat:

— Siz bildiinizi okuyun. Biz bildiimize inanalım..


diyen ˛üpheci, hatta, alaycı bir ifade vardı. Bir gün gene dersi
takip ediyordum. Onların çocuu olabilecek ya˛ta bir genç ö-
218 SUYU ARAYAN ADAM

retmen masada, havayı tahlil ediyordu. Havanın a  ı r l ı  ı vardı.


Terkibi vardı. ›çinde yanan, sönen maddeler vardır. Yanan
madde, sönen madde kimya kabının içinde kendi kanunlarına
uyarlar.
›lk s u a l i o vakit sordular. Bunu takip eden günlerde artık,
g e c e l e ri rahatım kaçtı. Vakitli v a k i t s i z bir h e y e t gönderip ka¬
pıyı vuruyorlardı. Benim medreseye gelmemi rica ediyorlardı.
Silâhları boyunlarındaydı. Ellerinde de karanlık sokakları geç¬
memiz için bir f e n e r bulunurdu. M e d r e s e n i n büyükçe bir oda¬
sında hepsini, duvarların diplerine serilmi˛ h a l ı l a r ı, ˛ilteleri
üzerinde, sessiz, sedasız oturmu˛, dizilmi˛, h a t t a ba˛ları önde
bulurdum. Bu manzara odanın kapısını açıp içeriye girmeme
kadar böyle devam ederdi. Sanki geli˛imden kimsenin haberi
yoktu. S o n r a hep b i r d en v e bir k u m a n d a y l a y a y l a n m ı ˛ gibi ol¬
dukları yerden ayaa fırlarlardı. Sa ellerini göüslerine bas¬
tırarak ba˛larım eerler, beni selâmlarlardı. Oturduum za¬
man h er birinin beni ayrı aynı selâmlayarak hatırımı sorması
lâzım gelirdi. Nihayet münaka˛alar, sualler ba˛lardı. Belli ki
dadan inen kafile ikiye ayrılmı˛tı. fiimdi bir grup, söylenen¬
leri ö  r e t i l e n l e r i , kayıtsız, ˛ a r t s ı z kabul e d i y o r d u . S a n k i bunları
zaten eskiden biliyorlarmı˛ sanırdınız. Evet, güne˛ dönüyordu.
Dünya hem onun etrafında, hem kendi etrafında dönen yıldız¬
lardan biridir ve kâinatta, milyarlarca güne˛ ve güne˛ man¬
zumesi vardır.
›nsan vücudu, göze ayrı ayrı görünmez milyarlarca canlı¬
nın meydana getirdii bir yapıdır. Birçok hastalıkları mikrop¬
lar yapar ve insandan insana geçirirler. Dünyanın bilinmeyen
bir y a ˛ ı vardır. Tabakalar tabakalar üstündedir. D ü n y a bu öm¬
rünü y a ˛ a m a y a d e v a m e d e r . B e l k i bir gün o d a ö l e c e k t i r . Ha¬
va da su gibi maddelerden mürekkeptir. Her maddenin bir
terkibi vardır. fiimdilik, asıl yani basit maddelerin sayısı bel¬
lidir... vb.
Bunlar, kendilerinin inandıkları bu hakikatları kabul et¬
meyenlere merhamet, h a t t a istihfafla b a k ı y o r g i b i y d i l e r . Silâh¬
ları, kamaları, artık m i n d e r l e r i n a l t ı n a k o y u y o r l a r d ı . Hele gün¬
düzleri pek ta˛ımıyorlardı.
SUYU ARAYAN ADAM 21»

Bunların artık istedikleri, bir an önce dalara dönmek,


oralardaki köylerde mekân tutmak ulemâ kar˛ısında, bildikle¬
rini meydana atarak onları mat etmekti. Dierlerine gelince,
onların da söyleyecekleri ˛eyler vardı. O zaman münaka˛alar
ba˛lar ve bu münaka˛alar bazen gecenin geç vakitlerine ka¬
dar sürerdi. ›nsanın uyanı˛ı, insanda dünyaya bakı˛ın harekete-
geli˛i, ilk basit hakikatlara ula˛manın uyandırdıı nefis guru¬
ru ne güzel ˛eydi. Mektepte çocuk bunları, anasından ana dili¬
ni örenir gibi, tabiî olarak benimser. Kendinde çabuk bir de¬
i˛iklik duymaz. Halbuki o zamana kadar bamba˛ka bir insan
olarak ya˛ayan, silâhından ve taassubundan ba˛ka ölçüsü olma¬
yan ya˛lı, insan için ilk bilgi inançları, onları yeniden dünyaya
gelmi˛ kadar heyecanlandırır...

* T.

fiehirde nispî bir sükûn vardı. Sanki bir dev, yediklerini


eritmekle me˛guldü. Tam bu sırada, sıhhat komitesinin ba˛ka¬
nı olan doktor, benim tevkif edileceimi duyduunu bana giz¬
lice bildirdi.

Vaziyetin, münaka˛a veya tetkike tahammülü yoktu. Bu


olmayabilir, veya olabilirdi. Derhal ˛ehri terk etmeye ve bir
da köyünde gizlenmeye karar verdim. Bu te˛ebbüsüm, bir mu¬
cize kabilinden, bir ölümden kurtulu˛la sona erdi. Geceleri
˛ehrin etrafı abluka altındaydı. fiehirden gündüz çıkmaya ka¬
rar verdik. fiehrin kuzey tarafları Kafkasların çalılar ve bodur
aaçlarla örtülü yamaçlarına yaslanıyordu. Dier bir muallimle
beraber oradan çıkmayı dü˛ündük. fiehrin son evlerini dikkatle
geçtikten sonra çalılıın, bodur orman aaçlarının arasında iler¬
lemeye, yükselmeye ba˛ladık. Fakat bir top açalar grubunu
dönünce birden kızılordunun üç nöbetçisiyle kar˛ıla˛tık. Ara¬
daki mesafe on metre bile yoktu. Fakat garip br tesadüfle bu
üç nöbetçi o sırada, dürbünle aksi istikamette bir yeri dikkat¬
le gözetliyorlardı. Dürbün birinin elindeydi. Her üçü de gözet¬
ledikleri hedef istikametinde âdeta top olmu˛lardı. Çimenlerin
üstünde, zaten dikkatli yürüyü˛ümüzün ayak seslerini nasılsa
duymamı˛ olacaklardı. Fakat bizim bu anî kar˛ıla˛mayla bir
SUYU ARAYAN ADAM

lahza içindeki ürkekliimiz, sonra da bir yıldırım hızı ile ken¬


dimizi geriye, dalların, çalıların arasına atıp, bu dalların ara¬
sından ˛ehre doru yoku˛ a˛aı bütün kuvvetimizle akı˛ımız,
onları birden harekete getirdi. Baırmalar, kumandalar ara¬
sında silâhlar patladı. Ama bunlar geli˛igüzel atılıyordu. Dal¬
lar bizi bir hedef olmaktan saklıyordu. fiehrin sınırına varıp,
ilk evin bahçe duvarından içeri atladıımız zaman silâhlar hâ¬
lâ atılıyordu. Bu te˛ebbüs de böylece bitti. Ondan sonra hadi¬
seleri ˛ehirde beklemekten ba˛ka çare yoktu. Firar te˛ebbüsü¬
müz hiç duyulmadı. Beklenilen t e v k i f ise, her nedense olmadı.

Bu sıralarda Baku Sovyeti, Nuha ile daha yakın ilgilen¬


meye ba˛lıyordu. ›lk olarak Azımzade adında bir temsilci gön¬
derdiler. Bu, iri yarı, kaba bir petrol amelesiydi. Önüne gelen
toplantıda sahneye fırlıyordu. Söyledikleri hep aynı ˛eylerdi.
Moskova'da sallanan kızıl bayraklardan, Avrupa'nın bu bay¬
raklara azının suyu akarak baktıından, Baku'nun, bütün maz¬
lum milletlerin bir kurtulu˛ kalesi olduundan dem vururdu.
Sonra her seferinde, kendisi ne vakit isterse Nuha'nın etrafını
toplarla çevirtip inkılâp dü˛manlarım yere sereceini söylerdi.

Baku'daki petrol i˛çilerinin toplantılarında, belki sahnele¬


re sıçrayıp kürsüleri yumruklamakla göze girmi˛ti ama, aslın¬
da ameleden ziyade, amele sırtından geçinen ızbandut, daleve-
reci kâhyaları andırıyordu. Nitekim ilk i˛i, 14 ya˛larındaki
Heyhâne isimli bir kızla bir gün içinde evlenip onu bir eve
kapatmak oldu. Reyhâne bizim kurslardaki talebelerden biriy¬
di. Beyaz, narin, mütenasip bir vücudu ve âdeta ˛effaf deni¬
lebilecek bir teni vardı. Bazı geceleri verilen müsamerelerde
uzun. beyaz bir elbiseye bürünüp, bir ucunu parlak, kumral
saçlarına ili˛tirdii ipek ba˛ örtüsünü ipek kanatlar gibi dal¬
galandırarak Kafkas oyunları oynardı.

Azımzade, isterse Reyhâne'yi bir elinin üstünde ve avucu-


nun içinde havaya kaldırabilirdi. Bu nahif ve narin küçüü,
ailesi belki bir ˛eyler umarak, belki bir ˛eylerden korkarak
bu yaban hayvana sunmu˛lardı. Fakat netice iyi olmadı. Ga¬
liba yerli komünistlerin de müdahalesiyle Azımzade, kısa bir
SUYU ARAYAN ADAM 221

müddet sonra geri alındı. Ama kızcaız da çok ya˛amadı. Bir-


takım garip hastalıklarla kısa bir zaman içinde öldü gitti...
Azımzade'yi bir tarafa bırakırsak, Baku'dan Nuha'ya gelen
ilgi çekici ilk yolcu, Dr. Neriman Nerimanof oldu.
Dr. Neriman, Azerbaycan'ın az sayıdaki aydınlarından bi-
riydi. Ciddî, itimat uyandıran, bir siması vardı. ›htilâl veya is-
tilâ, onu Azerbaycan'ın icra komitesinin ba˛kanlıına getirdi.
Bu bir nevi devlet reislii demekti.
Söylendiine göre eskiden beri sosyalist, komünistti. Azer—
baycan'ın niçin sovyetle˛tirildiini, evvelâ onun nutuklarından
dinlemi˛ olduk.
Dr. Neriman da izahlarına dierleri gibi, hep çarlar Rus-
ya'sından ba˛layarak girdi: Çar Rusya'sı zalimdi. Emperyalistti.
fioven Büyük Rusya mazlum milletlerin haklarını, hürriyet-
lerini çiniyordu. Onları aır yumruu altında inim inim in—
letiyordu. Çar zabitlerinin, memurlarının parlak üniformaları,
rütbeleri halkın gözüne batıyordu. Rü˛vet, iltimas, haksızlık
milleti kasıp kavuruyordu. Bir de çarlık zamanında burjuvazi.
Garp burjuvazisiyle elbirlii yapıp, dünyayı taksim etmek yo-
lunda dünya harbini açmı˛tı. Ameleyi, köylüyü uzak cepheler¬
de kırdırmı˛tı... vb.

Buraya kadar anla˛ılmayacak bir ˛ey yoktu. Ondan sonra


Azerbaycan'ın, Türkistan'ın ve eski Rusya'yı te˛kil eden bü¬
tün milletlerin kaderi birden, Rusya'nın kaderi ile birle˛tirili¬
yordu. Rusya'daki amelelerle köylüler, hep bu emperyalizmin
yok edilmesi, büyük Rus ˛ovenizminin mahvedilmesi için ayak¬
lanmı˛lardı. Bu ayaklanmayı, Garp emperyalistleri, ›ngiliz, Al¬
man, Fransız canavarları bomaya çalı˛mı˛lardı. Ama yolda˛
Lenin'in, yolda˛ı Troçki'nin idaresi ve partinin de rehberlii
sayesinde bu müdahaleler kan içinde boulmu˛tu.
Nutukları bu minval üzere gider ve sonları daima, Rus¬
ya'da âdet olan uzun «ya˛asın...» larla biterdi... Yalnız haber
verilirdi ki, pek yakında kızılbayrak, Batının bütün ba˛kent¬
leri üzerinde de aynı suretle dalgalanacaktır. Bütün nutuklar¬
da aynı ˛eyler tekrar edilirdi.
222 SUYU ARAYAN ADAM

Azerbaycan'daki rejim dei˛iklikiinin yıl dönümü bu. hava


içinde geldi. Bu yıl dönümünde Baku'da toplanacak Azerbay¬
can kongresine, Nuha'dan gidecek temsilciler arasına ben de
seçildim. Partisizdim. Hangi te˛kilâtı temsil ettiimi de pek
hatırlamıyordum. Ama galiba, ˛ehir veya muallimler birlii
namına seçilmi˛tim. Çünkü partinin mümessillerini bir tarafa
bırakırsak, benimle beraber olan dier temsilcilerin hepsi köy¬
lüydü.
Nuha'dan, güneydeki Kür vadisine kadar olan kara yolunu
a˛ıp da ilk demiryolu istasyonu olan Yavlak'a vardıımız va¬
kit artık geceydi. Baku'ya ancak ertesi gün indik. ›stasyonda
bir bando, Baku'ya gelecek temsilcileri kar˛ılamak için hazır¬
dı. Bizi de kar˛ıladı. Baku'da yeni idareyi ve onun bazı idare¬
cilerini bu seyahatte yakından görmem kabil oldu. Manzara
karı˛ıktı. ›ktidar Azerbaycan icra komitesi, Kızılordu, Çeka,
Amele birlikleri arasında, huduru belirsiz bir ˛ekilde payla˛ı¬
lıyordu.
Doktor Neriman, icra komiserleri heyetinin ba˛ı görünü¬
yordu. Bir ihtilâlciden ziyade sol bir sosyalist, münevver bir
politikacı hali vardı. Üzerinde, vazifesinden sıkılmı˛a, dizgin-
leri elinde toplayamamı˛a benzeyen bir hal seziliyordu. Girdii
i˛te kuvveti galiba, istikbal için ümidinden ibaretti (1).
Millî eitim komitesi Bünyadzade, hantal ve okur yazar
sayılamayacak biriydi. • Kaba bir sokak dili konu˛uyor ve bu
haliyle övünüyor gibi görünüyordu. fieklen bir millî savunma
komiserlii vardı ama ba˛ında Karayef isminde tipik bir avan-
türye, halis bir sokak çocuu bulunuyordu. Muavini de gali¬
ba herkese heybetli görünsün diye kendine hem Cengiz, hem
Yıldırım adını takmı˛tı. Ba˛ına alçak bir kalpak giyip, beline
de kocaman bir hançer ta˛ıyordu. Bodur boyu, bayaı yüzü ile
delegeler arasında bir cambazhane veye operet artisti gibi do¬
la˛ıyordu (2).

(1) Doktor Neriman, 1 924'de Moskova'da hastalıktan öldü ve


kendisine büyük cenaze merasimi yapıldı. Fakat bu ölüm, hâlâ çe-
˛itli tefsirlere yol açar.
(2) Bünyadzade, Karayef ve muavini, 1938 tasfiyesinde kur-
˛una dizildiler.
SUYU ARAYAN ADAM 223

P a r t i g e n e l s e k r e t e r i B a g i r o f , d a h a ç o k bir m u a l l i m i a n -

d ı r a n f a k a t y ü z ü n ü n i f a d e s i bir ˛ e y v a d e t m e y e n iri g ö z l ü k l ü

biriydi. I n c e u z u n b o y l u , kırpık bıyıkları, y a k a d a n d ü  m e l i v e

b e l i k e m e r l i k a f k a s g ö m l e  i , a y n ı k u m a ˛ t a n ç i z m e p a n t a l o n u

v e ç i z m e l e r i y l e o r t a d a , d a i m a m e ˛ g u l , d a i m a a c e l e i˛i o l a n

bir a d a m g i b i g e z e r d i ( 1 ) .

M a l i y e k o m i s e r i M u s a b e k o f , t e m i z , d e r l i t o p l u bir a d a m ¬

d ı ( 2 ) . D a h a s o n r a S o v y e t l e r B i r l i  i n i n ö n d e g e l e n bir ˛ a h -

s i y e t i h a l i n e g e l e n v e b u g ü n b u d e v l e t i n b a ˛ k a n ı o l a n M i -

k o y a n , o s ı r a l a r d a B a k u ' n u n t o z l u , ç a m u r l u a m e l e m a h a l l e l e r i n -

d e ç a l ı ˛ ı r d ı . › n k ı l â p t a n e v v e l s o  u k t a n k o r u n m a k i ç i n k a s k e t i ¬

n i n , y ı r t ı k p a b u ç l a r ı n ı n v e y a k a s ı n ı k a l d ı r d ı  ı c e k e t i n i n i ç i n e

e s k i g a z e t e p a r ç a l a r ı n ı d o l d u r a r a k g e z d i  i s ö y l e n i y o r d u v e o r -

t a d a p e k g ö r ü n m ü y o r d u . T o p l a n t ı l a r d a , k o n g r e l e r d e d a h a z i -

y a d e O r j a n i k i d z e g ö z e ç a r p a r d ı . B ü t ü n t ö r e n , g ö s t e r i s a h n e l e ¬

r i n d e g ö r ü n ü r d ü ( 3 ) .

E n c a n a y a k m i n s a n t o p r a k i ˛ l e r i k o m i s e r i y d i . A  a m a l i

O  l u bir i h t i y a r d ı . M e s l e  i n i h a t ı r l a m ı y o r u m . B a k ı m s ı z , f a -

k a t s e v i m l i bir y ü z ü v a r d ı . D e  i r m i s i m a s ı , k ü ç ü k , k u m r a l bir

s a k a l l a ç e v r i l i y d i . M ü t e v a z î , b a b a c a n , h e r z a m a n y ü z ü g ü l e n

bir i n s a n d ı . B e l k i bir a y d ı n d e  i l d i a m a , g ö r ü n ü ˛ ü i l e e s k i R u s

m ü n e v v e r l e r i i ç e r i s i n d e ç o k r a s t l a n a n t a m bir s o s y a l i s t t i p i n i

a n d ı r ı y o r d u . R o m a n l a r d a o k a d a r ç o k a n l a t ı l a n b u t i p l e r , d e v -

l e t v e i c r a i ˛ l e r i n d e n z i y a d e fikir t a r t ı ˛ m a l a r ı i ç i n h a z ı r l a n m ı ˛ -

l a r d ı r . B i r t ü r l ü s o n u g e l m e y e n t a r t ı ˛ m a l a r , e s k i R u s m ü n e v -

v e r i n i n e n b ü y ü k g ı d a s ı , e n ç o k s e v d i  i ˛ e y d i r . T o p r a k k o m i -

s e r i d e k e n d i k ö ˛ e s i n d e , k i t a p l a r v e a r k a d a ˛ l a r a r a s ı n d a , bir

(1) Bagirof, beklenmeyen bir tabiat gösterdi ve evvelâ Azer-


baycan çekasında ba˛ladıı kan dökmelere, hayatının sonuna ka¬
dar devam etti. Azerbaycan'mn münevver ve milliyetçilerim tama¬
men temizledi. Halkı kütle halinde sürgünlere gönderdi. ›ktidarı
Stalin devri boyunca sürdü ve Malenkofun gelmesiyle Baria ile
beraber öldürüldü.
(2) Musabekof, Tiflis'te milliyetçilik temayül ü ithamıyle kur¬
suna dizildi.
(3) Gürcü ve Stalin'in en yakın arkada˛ı. Orjanikidze ˛üpheli
kalan bir ölümle öldü.
224 SUYU ARAYAN ADAM

semaverin basma geçip, her telden çalınan, her bahsin açıl¬


dıı, her ˛eyin tartaklandıı o rahat ve mesut günleri hasretle
arıyor gibiydi.
Eski Rusya'da yeti˛en aydın, yalnız o memlekete mahsus
bir tiptir. Kitap kurdu, derbeder, deryadil, yalnız fikir ve ih¬
tilâl nazariyeleri münaka˛alarında canlı, inatçı, hatta kindar...
Bunların din ve ırkları ne olursa olsun hepsi de birbirle¬
rine benzerler. Onların ancak basık ve karmakarı˛ık bir odada,
sa37isız ve tozlu kitaplar arasında, bir semaver ba˛ında tahay¬
yül etmek icap eder. Bunlar bir bakı˛ta uysal, fakat haki¬
katte hiç bir ˛eye râm olmayan asi, hatta hoyrat insanlardır.
Saçları, sakalları, bıyıkları daima birbirine karı˛mı˛tır.. Göz¬
lüklerinin zincirleri yüzlerine ve sakallarının üzerine dü˛er.
Bıyıklarının dudak kısmı, sigaralarının dumanından sararmı˛¬
tır. Sakakta, kütüphanede, konserde, üniversitede, hatta sür¬
günde ve hapishanede, daima evlerinde oldukları kadar rahat
ve kaygusuzdurlar. Elverir ki semaver ve etrafında da müna¬
ka˛a edecek, kavga edecek, fikirlerini, dü˛üncelerini saatlâr
ve saatlarca dinletecek insanlar olsun. Bu olduktan sonra ona
her yer birdir (1).

Galiba bunu bildii içindi ki Rus çarı, aydınları hapse de¬


il, sürgüne göndermeyi tercih ederdi. Sibirya'nın dünyadan
kopmu˛ kadar uzak kamplarında b u n l a r . bir. araya, gelince, der¬
hal gruplarını, partilerini kurarlardı Kalemlere sarılırlardı. Da¬
la˛ırlar, barı˛ırlar gene sava˛ırlar, sonu gelmeyen kavgalı tar¬
tı˛malara girerler ve her halde boyuna çay içerlerdi...

Azerbaycan Sovyetinin toprak komiseri de, meslei ne olur¬


sa olsun, a˛aı yukarı bu hamurdan yourulmu˛tu.

(1) Bizde bu tip münevverin tam mümessili, rahmetli Akçora-


olu Yusuf B e y d i . Onun Keçiören 'de, eski bir ba evinin alt katında-
ki dar ve uzun odasının halini hatalarım. Burasının da tavanı ba¬
sıktı. K i t a p l a r l a tıka basa dolu, k a r m a k a r ı ˛ ı k bir yerdi. Bir tarafta
ancak sıınacak ve ortada semaveri koyacak kadar yer vardı. Ken-
disi buraya «Mercimek Papazın Ahin» derdi. Çünkü ev, evvelce mer-
cimek papazınmı˛. Bu oda sonra temizlenerek, sıvanarak bir kitap
deposu ve yakınların bir kabul yeri haline gelmi˛. Bazı p a z a r gün-
:
leri, ziyaretimizi yapardık. Bol bol çay içer ve münaka˛a ederdik:-
SUYU ARAYAN ADAM 225

Zaten Azerbaycan'da toprak meselesi pek keskin deildi.


Toprak daha ziyade küçük çiftçinin elindeydi. fiehirlerin de
kendi baları, bahçeleri vardı. Kolhoz i˛leri henüz ba˛lama¬
mı˛tı.
Yalnız Baku, o zaman her türlü ba ve bahçeden mahrum¬
du. Orası eski bir denizin dibi, bir rüzgâr kuyusuydu. Allah
bu çölün altına ˛u petrol hazinesini de koymamı˛ olsaydı, ora¬
daki caddelerin, konakların yerlerinde yalnız yeller eserdi; -
Zannederim bunun için olacak ki, Azerbaycan'ın toprak
komiseri de, Azerbaycan'ın toprak i˛lerinden ziyade, eski Av¬
rupa Rusya'smdaki toprak davalarını biliyordu. Rusya'da bu
davalar, uzun asırlardan beri süren bir mücadeleydi. Beyler,
kiliseler ve köylüler arasında sonu gelmeyen bir- dava.. : Rus¬
ya'da tarihler, kitaplar, parti programları bu davaların hikaye¬
leriyle doludur. •

Fakat Azerbaycan'da i˛ ba˛kaydı. Toprak komiseri:

— Bizim Azerbaycan'ın alınyazısını topraın üstü deil, al-


tı tayin eder, diyordu. Bu neft (petrol) burada kayna-
dıkça, biz ona deil, o bize kumanda edecektir. Bu çı—
kan neftten bizim kullandıımız, bir idare lambasını
dolduracak kadardır. Ama bütün Rusya'da hayat bu nef-
te göre ayarlanmı˛tır. Ne çare ki bu iki.memleketin ka-
derini, bu kara çamur birbirine yapı˛tırmı˛tır. Bunun
için bizde toprak meselesi, deil, neft meselesi vardır (1).

Toprak komiserinin evvelce neft amelelii yaptıını söy¬


leyenler vardı. Eer öyleyse bu sözler, belki de hayatın ona
örettii sözlerdi.
Dr. Neriman ise kongre toplantılarında ba˛ka türlü konu¬
˛uyor ve Azerbaycan'ın istiklâlinden bahsediyordu:

(1) Azerbaycan milliyetçileri, Azerbaycan'ın kaybına evvelâ ›n-


gilizlerin sebep olduunu söylerler. ›ngilizlerin hem Türkleri Kaf¬
kasya'yı tahliyeye mecbur etmeleri, hem kendilerinin her ˛eyi bıra¬
kıp gitmelerinden onları suçlu bulurlar: Körpe bir fidan olan yeni
Azerbaycan hükümeti, elbette ki kendini müdafaa edemezdi derler.
Hakikaten millî. A z e r b a y c a n hükümeti tamamıyle yalnız, yardımsız
ve müttefiksizdi.

15
226 SUYU ARAYAN ADAM

— Moskova 'dan gelen bir yolda˛, diyordu, eer bizi anla-

mazsa, onu omuzlarından sarsarız. Yahut çenesinin al-

tına ˛öyle vururuz (Bunu söylerken Dr. Neriman, Mos-

kova 'dan gelen yolda˛ın çenesinin altına nasıl vurulaca-

ını da eliyle gösterirdi).

Dr. Neriman hakikaten bunu yapabilir miydi? Yoksa ken¬


di kendini mi aldatıyordu. Bunları bilemem. Ama Dr. Neriman
bütün nutuklarında birkaç cümlede bir, Lenin'le olan ˛ahsî
dostluunu, her ba˛ı sıkıldıkça ona nasıl ko˛tuunu anlatıyor,
Lenin'den sadece baba adiyle, ›liç, diye bahsediyordu.
Anla˛ılıyordu ki, o günlerde Azerbaycan'nm kaderi, toprak
altındaki neft çamurunun bu topraa yazdıı alın yazısıyle,
Doktor Neriman'ın Lenin'le ˛ahsî dostluuna dayanıp, Mosko¬
va'dan gönderilecek yolda˛ları omuzlarından sarsıp, akıllarını
ba˛larına getirebilme i˛inin bir arada yürütülmesine balıydı.
Lenin de Neriman da. hiç ˛üphesiz kendi yollarında idealist in¬
sanlardı ama, bu i˛in böylece yürütülmesi de, her halde ol¬
dukça güç görünüyordu.
Lenin'le Doktor Neriman ard arda öldüler...

Baku'dan Nuha'ya dönerken , bir karar dönemecindeydim.


Tren Kür vadisi boyunca Garba doru yol alırken, kompartı¬
manda bir kö˛eye yaslanıp, ˛u bir yıldan beri ya˛adıım olay¬
ları, dimaımda sıralamaya çalı˛ıyordum. Bu olaylar bana, bir
yıla sımayacakmı˛ gibi çok ve karı˛ık görünüyordu.
Hazer denizi kıyısındaki Derbent geçidinde:

— Acaba bu kapıları ˛imdi hangi kader çalıyor?

diye dü˛ündüüm günlerin üzerinden tam bir yıl geçmi˛ti. Bu


kapılar artık açılmı˛ ve tarihin yeni Yecüc-Mecücleri, Kaf da¬
ının ardından dünyanın bu tarafına bo˛almı˛tı. Bir yı l evvel
bu geçitte:
— Acaba bu kapılar açılırsa, kısmetim bir saray mı, yoksa
bir zindan mı olacak,
diye dü˛ünmü˛tüm. Kapılar açılmı˛, fakat hadiselerin akı˛ı ba¬
na, ancak bir muamma getirmi˛ti. Hâlâ bu muammanın için-
S U Y U ARAYAN A D A M [ f 227

deydim. Bir 'yıldan beri, manalarını layıkıyle kavrayamadı¬


ım olaylar birbirini kovalamı˛tı. Sırtıma güzel avcı elbiseleri
giyip, saçlarımı tarayarak süslü bir salonda sevgilimi bekler¬
ken, ayaında keçe • kalçınlar ve kirli me˛in kasketinin önünde
bir.dünya, yuvarlaı ta˛ıyan bir Kazak balıkçısının içeriye gir¬
diini, görmü˛tüm

O gece, sevgilimin yanında ruhumu saran endi˛eler için¬


de yerime dönerken, bir sokaın dönemecinde silâhını gere¬
rek:

— Nereye gidiyorsun?

diyen Mogolun, Ortaçadan arta kalan kaba ve donuk simasını

da unutamıyordum.
Sonra bir sıra olaylar. Ejderhan balıkçısının ilânı-harpleri,
cemiyetin eski hiyerar˛isinin birkaç darbede tasfiyesi, zavallı
bir bayan öretmeni, ›ngiliz emperyalizmiyle Fransız kapita¬
lizminin gizli müttefiki olarak ilân eden ve papaan gibi konu¬
˛an savcı kız. Hele kapıda duran:

— Ayaa kalkın! Hüküm verilecektir!

diyen Kazaın, duvarları zangırtadan sesi, hâlâ kulaklarımda

çınlıyor gibiydi.

fiehri saran Kazakların bir garip tesadüf ve bir saniye¬


nin bir anı kadar süren gafletleri sayesinde atlatılan muhak¬
kak ölüm. Sonra geceleri çeka askerlerinin ayak seslerini bek¬
leyerek geçirilen tevkif korkuları ve bunun getirecei ˛eyler:
Kısa bir yolculuk, kale kapısından giri˛, kı˛lanın bir odasında
sorguya bile benzemeyen bir ˛ey. Sonra kı˛laların arka tara¬
fına dönü˛ ve gece ˛ehrin havasım saran mutat yaylım ate˛¬
lerinden biri...

Kurultaylar, kongreler, fiark milletlerinin uyanı˛ı, isyanı


adına çekilen kılıçlar, savrulan hançerler, Zinovyef, Belakun,
Enver Pa˛a, Komünist kongresinin hilâfet ve saltanat maka¬
mını koruyu˛u, ›slâm kadınlarının mahremiyetini korumak için
alman kararlar, pek az bir müddet sonra hepsi de hayatını kay¬
beden aydın gençlerin bu kongredeki acayip durumu. Bu ara¬
da Sibirya'da, Kırım'da, Ermenistan'da cereyan eden olaylar
228 SUYU ARAYAN ADAM

ve ˛u döndüüm Baku kurultayı. Toprak ve neft. Hem sonra


Nuha'daki sevgilim?..
*

Bu olayların akı˛ı, bir ba˛kası için belki de aydınlıktı. Fa-


kat benim muhakeme kudretim, bu zincirdeki halkaların yeri-
ni ve ayrı ayrı ta˛ıdıı manaları layıkıyle deerlendiremiyor-
du. Onlar kafamda birbirine karı˛ık ve birbirleriyle bada˛ma-
dan kayna˛ıp duruyorlardı.

ݍimden bir ses diyordu ki:

— Bunların hepsinin elbette ki bir manası vardır. Ama


sen anlayamıyorsun. Çünkü sen bir cahilsin! Kaf andaki
bütün sermayen, bir öretmen okulu'nun basmakalıp te-
kerlemeleri üzerine i˛lenmi˛ karmakarı˛ık birtakım ta-
hayyülden ba˛ka nedir ki? Hatta istanbul'dan bir da-
rülfünun ˛ahadetnamesi de alabilirdin. Fakat sanki ne
dei˛ecekti? Belki mecelle kaidelerini sen de ezberleye—
cektin. Tek yabancı dil bilmeyen, evlerinde kütüphane—
leri bulunmayan, koltuklarının altında telif eserleri ol—
mayan birtakım asık suratlı hocalar sana dünya tari-
hinden, iktisattan, corafyadan dersler vereceklerdi. O
dersler, o takrirler ki, en kabadayısının özünü bir incir
çekirdeine sıdırmak kabildir. Sen, bir yabancı dil bile
bilmiyorsun. Muallim mektebi sana ne vermi˛se onu bir
adım bile ilerletemezsin. Avrupa'ya tahsile gideyim de—
sen seni kim gönderir? Memleketinde tek dikili aacın
ve bir yerde bir tek kuru˛un bile yok...

Halbuki hem senin ömür çürüttüün o yarı kı˛la


mekteplerin, hem o dilsiz, kitapsız, fakat kof, asık su—
ratlı hocaların arkasında, ne senin, ne de onların bil—
mediiniz ba˛ka bir âlem var: Bilgilerin, fikirlerin, kül-
türlerin âlemi. Be˛erin asırlar ve asırlar boyunca birik—
tirdii fikir sermayesi... Sen onun yolunu bulmalısın yav—
rum, onun kaynaını... Sen anlamıyorsun ama her ˛ey
ona dayanarak yürüyor. Terakkiler, medeniyetler, hatta
isyanlar, ihtilâller bile...
SUYU ARAYAN ADAM 229

Sen kaynaı ara, asıl kaynaı... Bu kaynaa ya va¬


rır, ya varamazsın. Yahut da vardım zanneder, kendini
bir ˛övalye sanırken, bu hayat sirkinde ömrünün sonuna
kadar, bir palyaço kılıcı sallar durursun. Ama öyle de
olsa yol, gene kaynaa götüren yoldur... Sen onu ara yav—
rum, sen suyu ara...

Halbuki memleketimden ne güzel hayallerle çıkmı˛tım.


Kendi kendime:
— • Ya devlet ba˛a, ya kuzgun le˛e,
diyordum ama, beni sadece devletin beklediini sanıyordum.
Bir adsızdım. Turan'da bahtımı arayacaktım. Saltanatımı kura¬
caktım. fiimdi bu topraklar, i˛te Turan topraklarıydı. Halbuki
önümde yükselen muamma, benim ilk yola çıktıım günden
daha karanlıktı. Daha çok meçhullerle doluydu.
Tren Kür vadisinin tenha bir istasyonunda durdu. ›lerisi
Gürcistan'a çıkıyordu. Gürcistan; yumu˛ak iklimi, oynak ka-
rakteriyle, ˛arabın, havaîliin, ucuz a˛kların vatanıydı... Gü¬
ney ufukları boyunca Karada, Ermenistan daları uzanıyordu.
Bunların ardında Aras çayı, Arı daı ve nihayet Anadolu
vardı. Kuzeyde, ba˛ları ebedî karlarla örtülü Kaf daları. Bu
daların üstünde Kazıbek, Elbrüz zirveleri yükselirdi. Bunla¬
rın ardı stepler, ovalar, Volgalar, Dinyeperler, fiimal orman¬
larıydı...
Çocukluumdaki masalların, beni Kafdama balayan bü¬
yüleri,' anla˛ılan daha çözülmemi˛ti. Ben, kuzeye çıkan yolu
?eçtim. Trenden indim ve fiimale doru yürüdüm...
Nuha'ya vardıım zaman sevgilim bana yalnız cesaret
verdi:
— Ben, dedi, kendimi bir zaman için, gökte uçan bir yıl—
dız sanmı˛tım. Halbuki bu topraa balı bir köleyim.
Bizim ayaklarımız zincirli... Senin eline yapı˛ırsam, seni
de bu zincire balayacaımızı anlıyorum.
Benim nasibim, ˛u çirkin Rus kızıyle gece gündüz
ha˛ır ne˛ir olan ˛u kalpsiz, ˛u deersiz ni˛anlımdır. Se-
230 SUYU ARAYAN ADAM

nin yolun benden ayrı olmalıdır. Senin bu ˛ehirde i˛in


artık sona ermi˛tir. Hemen git. Ya öz vatanına dön.
Ya ba˛ka yerlerde talihini ara:
. Çok dü˛ündüm ve sonunda karar verdim: Sen Ba-
ku ya gidince, hemen ni˛anlıma ko˛tum. Yanında gene
o çirkin Rus kızı vardı. Beni dinlemek istemedi. Benim-
le alay etti. Fakat yalvardım. fiimdi artık nikahlıyız...
Biliyorum ki bana hiç gelmeyecek.. Beni .hiç arama-
yacak. Ama ahundun bir duasıyle ben, artık onun ma—
lıyım...
Bunları anlatırken her zamankinden daha güzeldi. Ve bir¬
birimizi her zamankinden daha çok seviyorduk.
Bizim a˛k hikâyemiz, masallardaki gibi ba˛lamı˛tı. Fakat
sonu öyle gelmedi. Masallarda Kelolanlar, Yıldız ˛ehzadeler,
dev padi˛ahının elinden sevgililerini kurtarmak için daları,
ta˛ları a˛arlar. Tılsımları bozup 3-edi kat yerin dibindeki karan¬
lık maaraların kapılarını açarlar. Bu masalların sonu daima,
ku˛un kafesten kurtulu˛u ve kırk gün, kırk gece süren düün¬
lerle biter.
Halbuki ben, bir ku˛ kadar masum bir kızın kendi ken¬
dini feda edi˛ini olduu gibi kabul ettim. Kaygısız bir ahun-
dun, bir kelle ˛eker ve birkaç ruble para kar˛ılıında okuduu
bir nikâh duasının düümünü çözemeden, bir tılsım kar˛ısında
kaçan bir cin gibi, onun ya˛adıı ˛ehri terk ettim.
Yolum artık, istedii yere varabilirdi...
›htilâlci

I
10

Bir ihtilâl partisine ne lüzum vardı? ›htilâl mademki in¬


saniyet içindi. O halde insaniyete inanan herkes, bir ˛övalye
gibi çarpı˛malıydı. Parti politikacılıına, toprak davalarına, so¬
kak kavgalarına, dünya meselelerine ne lüzum var? diyordum.
Ben her gittiim yerde böyle konu˛uyordum. Bunları dar, mad¬
dî yabancı konular görüyordum.

Gayesiz, maksatsız, ba˛ıbo˛ birçok yerler dola˛ıyordum. Ha-


zer Denizi'yle Karadeniz arasında bir Ortaça ˛övalyesi gibiy¬
dim. Nerede karı˛ıklık varsa, nerede bir çarpı˛ma olursa ben
oradaydım. Çarpı˛an taraflar o kadar mühim deildi. Korkusuz
ve kaygusuz, belki sonumu arıyordum.

Her defasında, uzun ve me˛akkatli yolculuklarla, ˛uradan


veya buradan üç defa Nuha'ya döndüm. Her seferinde Sitâre'yi
yalnız bir defa ve hatta ayak ü z e r i görüyor, gene ˛ehirden uzak-
la˛ıyordum. En son defa bu yolculuu Karadeniz'de Acara'dan
Nuha'ya kadar yaptım. O, ˛imdi bir ipek atölyesinde çalı˛ıyor¬
du. Daha beni uzaktan gören arkada˛ları, hemen onu benim ya¬
nıma yolladılar. Sonra yava˛ yava˛ geldiler, etrafımızı aldılar.
Hepsi de benim tanıdıım, hatta okuttuum kızlardı. fiimdi bu
halkada hepimiz gene aynı insanlardık. Ama hepimizde, eksik
olan bir ˛ey vardı.
Bu kar˛ıla˛ma, Sitâre ile son kar˛ıla˛mam oldu. Bir daha
da Nuha'ya dönmedim.
En uzak yerlere kaçtım. Bir süre Acara'nın tenha, daınık,
sahipsiz, hatta hükümetsiz köylerinde, ormanlarında dola˛tım.
Beni kimisi bir garip, kimisi yurduna dönmek isteyen bir harp
esiri, kimisi, ihtilâlden kaçmı˛ bir mülteci sanarak yer veri¬
yordu. Pusular, tehlikeler aklıma gelmiyordu. Bütün gayre¬
tim, geriye dönmemek içindi.
234 SUYU ARAYAN ADAM

Nihayet bir gün Batum'da ve ilk rasladıım Türk kızıyle


evlendim. Bu genç kızm aabeyisi de benim gibi Türkiyeli bir
öretmendi. Eski bir yedeksubaydı. Batum'da bir Türk mekte¬
binde hocalık yapıyordu. ›zmir'in i˛gal tehlikesi belirince kız-
karde˛ini yanına aldırmı˛tı. O zamanki bu genç kız, sonra be¬
nim hayatımın aırlıına katlanan e˛im oldu. Bugün de öy¬
ledir...

Evlenmem beni, yeniden günün davalarına sürükledi. Ba¬


tum, Sovyet idaresi altındaydı ve hadiseler Azerbaycan'dakinin
aynıydı. ›nsaniyet dü˛ünceleri, be˛eriyetin kurtulu˛u gibi hava¬
da konular kafamı gene i˛gal ediyordu. En anlamadıım ˛ey
de, parti ve disiplindi. ›syan ruhu ve asi bir irade, d a r bir par¬
tinin demir disiplini içinde nasıl hapsedilebilirdi?
/'

O sıralarda Tiflis'te genç bir Tatarla tanı˛tım. Onu ilk defa


Baku'da uzaktan görmü˛tüm. Toplantılarda, kongrelerde daima
ba˛kanlık masasında yer alırdı. Ya˛ı yirmi be˛ kadar vardı. Fa¬
kat esmer ve sert hatlı yüzü, siyah, gür ve kıvırcık saçlarıyle
olduundan daha ya˛lı görünüyordu. Bir Tatardan ziyade bir
Güneyliye, bir Akdeniz insanına benzerdi ve aslı belki de gü¬
neydendi. › h t i m a l bir Arap meleziydi (1).

Geçmi˛i pek belli deildi. Kazanlı olduunu söylerlerdi. Ba¬


ku'ya Kızılordu'yla gelmi˛ti. Bazıları, ihtilâlden evvel bir hiç
olduunu, sokaklarda ihtilâlcilerin ilânlarını dola˛tırdıını, be¬
yannamelerini daıttıını, hatta okuyup yazmayı bile ihtilâl
yılları içinde örendiini anlatırlardı. Bazıları da, Türkistan'da
evvelce iyi bir vaziyeti olduundan, bilgisinden bahseder¬
lerdi...

Baku'da ilk defa ve kar˛ıdan onu, bir asker kolunu tefti˛


ederken görmü˛tüm. Gür, kıvırcık saçları altında souk ve ma¬
rur bir bakı˛ı vardı. Esmer, kemikli yüzünün hatları, olduun-

(1) Abid Alim. Daha sonraları Leningrat'ta profesör. Ölümü:


1938.
SUYU ARAYAN ADAM 235

ün belki de daha sertti. Ama her halde mücadele etmek, dai¬


ma gergin bir hayat geçirmek için yaratılmı˛ bir insandı.
Tiflis'te tanı˛tıımız sıralarda, Osmanlı Türkleri tarihi¬
- - merak sarmı˛tı. Elinde eski b i r t a k ı m k i t a p l a r v a r d ı . Osman¬
lı devletinin kurulu˛ tarihine ve o devrede Anadolu'daki top-
ıak mülkiyetine ait esasları örenmek istiyordu. Birtakım mal¬
zeme toplamı˛tı. Dikkatli ve aydınlık bir tahlili vardı. Bu kud-
ıet, ayaküstü kazanılmı˛ bir okuyup yazma ile elde edilemez¬
di. Bahis nasılsa eski toprak mülkiyetinden, günün meseleleri¬
ne ve derken ihtilâle döküldü. Ben âleme gene bildiim gibi
ve kafamdaki billur kö˛kün içinde bakıyordum. O, birden kö¬
pürdü: .

— Arkada˛! dedi, sen, bu inkılâp içinde bir somnambul gi-


bi ya˛ıyorsun. Evet, uykuda gezen bir adam gibisin! Yal¬
nız kafandaki rüyaları görüyorsun. Halbuki bizim i˛leri¬
miz, sokaın mahsulüdür. Sokakta cereyan eden; kanlı,
çamurlu, pis bir kavgadır.
Ama sen, anladııma göre, bir köylü aslından olmak—
la beraber, kendi kökünle de alâkan kesilmi˛tir. Ve siz—
de her münevverin gittii yolu tuttuun için, aradıın
˛ey ne insaniyet, ne inkılâptır. Sadece, cemiyete yukarı—
dan bakan bir iktidar postudur.
Onun için sen de, bütün idealist geçinen münevver—
ler gibi, hakikatte bir illüzyon, bir hayal içindesin. Siz,
yapıcı insanların deil, ancak Tolstoy'un dilini anlayabi-
lirsiniz. Evet, Tolstoy'un, yani ˛u meczup insaniyetçi-
nin...

Hatta sizin tarihinizde, toplumun üstünde sivrilmek


için bir idealist olmaya bile lüzum yoktur. Sizde idea—
lizm, sadece bir vasıtadır, hatta lüzumsuzdur. Çünkü
sizde her kafasına veya bileine güvenen insanın yolu.
her ülkeden daha kolay elde edilen bir iktidar postu—
dur.
Aklı ba˛ında ve gücü kuvveti yerinde bir delikan—
lı, ›stanbul'a bir dev˛irme olarak mı gelir? Bir medre¬
sede fıkıh, kelâm mı tahsil eder? Yoksa, bir harpte mi
236 SUYU ARAYAN ADAM

sivrilir? Gayesi hemen bir yolunu bulup, mertebeleri


hızlı hızlı geçerek sarayın, yani iktidarın kapısına çı¬
rak olmaktır. Ondan sonra padi˛ahın en sadık kulu odur.
Sizin hemen bütün tarihiniz, saray kapısında postu ve—
ren kapı kullarıyle, o kapıya postu sermek isteyen, fa-
kat oraya eri˛emeyen Celâlîler arasında geçen bitmez
tükenmez kavgalardan ibarettir.
Bunun böyle olması da lâzımdı. Çünkü sizde saray
dı˛ında asalet olmadıı, toprak tasarrufunda istikrar ol¬
madıı, timarlar, zeametler daima ve sarayın emri ile
elden ele geçtii için, herkesin gözü, bunlardan birinin
kenarına mümkün olduu kadar salamca yapı˛maktay—
dı. Bu da ancak iktidara yana˛makla olurdu...
Onun için, siz de kendine güvenen aydın, idealizmi
deil, daima iktidara çıkan kolay yolu aradı. Sen de
onu arıyorsun. Senin de yolun oraya çıkacak. Hayalin—
de kurduun ˛u billur kö˛kleri bırak! Sen de oraya ko˛.
Oraya ko˛!..
Ama bizim yolumuz, ˛u pis sokak kavgasından iba—
rettir. Ayaımız daima sokaın çamuruna bahdır...
*

Sokak kavgası, sokaın ç a m u r u n u her gün d u r m a d a n yo-


uruyordu. N o r m a l kaideler, müesseseler, inançlar, hatta in¬
sanlar, bu yourulan ç a m u r u n içinde hiç d u r m a d a n batıp çı¬
kıyorlardı. ›lim, fikir, sanat, hatta kilise, mektep, aile, ahlâk,
hulâsa her ˛ey bir «emek» mihverine balıydı ve yeni dinin
mistii, sadece «teknik» ti.
Ben K o m ü n i s t Partisine, i˛te b u h e n g â m e i ç i n d e g i r d i m .

›lk p a r t i toplantısına Batum'da katıldım.


Bu, hem «temizlik«, hem de «yeni üyelerin seçilmesi» top¬
lantısıydı.
T o p l a n t ı yeri, basit bir s a l o n d u . B i r t a k ı m t a h t a sıralar üze¬
rinde parti adamları, bir hiyerar˛i gütmeden yerlerini almı˛¬
lardı.
SUYU ARAYAN ADAM 237

Merkezden gelen kontrol komisyonu azalan, sahneye gi-


rip de büyük bir masanın etrafına yerle˛ince, ortalıa tam bir
sessizlik çöktü. Hemen temizlik ba˛ladı. Adı okunan herkesin,
toplantıya katılanlar tarafından evvelâ kusurlarının söylenme¬
si icabediyordu.
Devlet postunda, parti idaresinde, yahut ordunun ba˛ında
adları duyulmu˛ insanlar, isimleri okunduu zaman ayaa kal-
kıyor ve sonra aleyhlerinde söylenenleri susarak, bazen de sa-
rararak dinliyorlardı. Bu kusurlar, adı okunanın babası, de-
desi, içtimaî men˛ei, aslı, nesli, hususî meyilleri, resmî i˛leri,
henüz meydana çıkmamı˛, fakat var olduu ileri sürülen giz-
li tasavvurları, hatta tanıdıklarının, dostlarının, kom˛ularının
hataları da olabilirdi. Sonra lehinde konu˛acak varsa söz alır-
dı. Son söz üyenindi. Fakat üye, bu hakkını, çounlukla kul-
lanmıyordu (1).
Netice, ellerin kalkmasıyle belli oluyordu. Aleyhteki oy.
lar çoksa ba˛kan, ayakta duran üyenin, önündeki parti bile¬
tine «ihraç» damgasını basıyordu. Bu damganın tok ve souk
sesi kürsünün üstünden aksettii anda, o üye için her ˛ey bit ¬
mi˛ti.
Ben ihtilâlciyi, hürriyetin bayraı sanırdım. ›htilâlci de-
nilince aklıma, Mirabeau, Robespierre, Gambetta, yahut hiç
deilse Namık Kemal veya Resneli Niyazi Bey (2) gelirdi. ›h-

(1) Bol˛evik ihtilâlinde Partili'nin bu durumu ile Türk tari-


hindeki «Dev˛irme» nin durumu arasındaki benzerlik, aradan yıllar
geçtikten sonra fikrimi çok i˛gal etmi˛tir. Bilhassa Rusya'daki bü¬
yük temizlik yularını izlerken.
Bol˛evik ihtilâlinde Partili'yi parti imal ettii gibi, Osmanlı ta-
rihinde de « D e v ˛ i r m e » yi saray imal ederdi. Onu hiç iken hep yapar-
dı. Aa, Vezir, Serdar, Ba˛vezir kılardı. Ama, dünyanın üçte birine
hükmü geçen bu ˛ahısları, bir an içinde hep iken hiç yapmak da
gene sarayın elindeydi. Saraydan gönderilen geli˛igüzel bir bostancı,
meselâ Orta Avrupa seferlerinde deh˛etler saçan bir Sadrazama, hem
de ordularının içinden geçerek, kullarının gözü önünde Padi˛ahın
idam fermanım iletince, ona, cellâdının önünde diz çöküp kemen¬
de boynunu uzatmaktan ba˛ka yapacak ˛ey kalmazdı.
(2) Kolaası (Önyüzba˛ı) Resneli Niyazi Bey, 1908 hürriyet ilâ-
nından evvel Abdülhamit'e isyan ederek daa çıkan zabitlerden bi-
238 SUYU ARAYAN ADAM

tilâlci asiydi. Marurdu. Nizam dinlemezdi. ›htilâlci ölür, fa-


kat sararmazdı.
Halbuki burada ihtilâlcinin hamuru, standart potalara dö¬
külüyordu. Bu potalarda hepsi de birbirine benzeyen standart
mahluklar imal olunuyordu.

Burada partilinin, hatta bir lider, bir kahraman olsa bi¬


le, nasıl yapayalnız bir yaratık olduunu ilk defa o gün gö-
rüyordum. Partinin onu bıraktıı anda, göklerde uçarken bir-
den kanatları kırılıp cansız yere dü˛en bir kartal gibi, bir hiç
haline geliyordu.

, Sıra, yeni adaylara geldi. Ben çoktan sarsılmı˛tım. ›çim-


den:

. — Ke˛ke ˛u kapılar açılsa, hayatımın ba˛ıbo˛luuna tek-


rar dönebilsem; ,

diyordum. Fakat kapılar açılmadı. ›smim okunduu zaman da


salonda Her ˛ey silindi, buulandı. Ayaa kalktım. Bir bo˛luk,
bir sis içinde, yalnız ba˛kanın simasını görüyordum.
Bu sima, yuvarlaktı. Esmere yakındı. Belki çok yalı de¬
ildi ama, yüzü koyu, kumral bir sakalla çevrilmi˛ti. Saçla¬
rı, ka˛ları gürdü. Bıyıkları serbestçe te˛ekkül etmi˛ti ve göz¬
leri sakindi. Bü salona bir somnambül, bir uykuda gezen adam
olarak girmi˛tim ama, oradan çıkarken, artık ben de bir par-
tili, bir ihtilâlciydim...

. ›˛te benim ihtilâlciliim böyle ba˛ladı ve bir partili olarak


ilk konu˛mayı Batum'da, «fiark Milletleri Kadınlarının Kurtu-
lu˛ Günü» mitinginde yaptım.
Güzel bîr gündü. Hava ılık ve güne˛liydi. Batum'da, de-
nizle Kral Parkı arasındaki büyük kilisenin meydanına bir
kürsü kurulmu˛tu. Her tarafta Kızıl bayraklar vardı. Mızıka

rîydi. Me˛rutiyetin ilânında ismi, Binba˛ı Enver Beyin (Enver Pa-


˛a) ismi ile, beraber bir yıldız gibi parladı. ihtilâlden sonra rütb e
kabul etmedi. Askerlikten de istifa ederek, kasabasına çekildi. Bal¬
kan Harbi bozgunu üzerine istanbul'a hicret ederken Avlunya li¬
manında bir vapurda, Arnavutlar tarafından öldürüldü.
SUYU ARAYAN ADAM
239

boyuna ihtilâl mar˛ları çalıyordu. fiark Milletleri Kadınlarının


Kurtulu˛ Günü kutlanacaktı.
Kürsünün etrafında i˛çiler, askerler ve birtakım gruplar
saf balamı˛lardı. Eer bir de fiarklı kadınlar bulunsaydı, mi-
ting ba˛layacaktı. Fakat ne çare ki, onlardan ortalarda kim-;
seçikler görünmüyordu. Konu˛ma saati gelmi˛ti. Fakat ba˛kan,
mitingi açamıyordu. Mızıka boyuna yeni yeni havalar çalıyor-
du. Hatta bir aralık ortaya kalabalıı oyalamak için kıvrak
Gürcü oyunları oynayan delikanlılar da sürüldü. Fakat i˛ git¬
tikçe uzuyordu.
Her tarafa en becerikli insanlar ko˛turulmu˛tu. Yarı halkı
Müslüman ve dolayısıyle kurtarılacak fiarklılardan olan bu
˛ehirde, hiç olmazsa mitinge karı˛acak birkaç tanecik yerli ka¬
dın aranıyordu. O anda bir kenardan feraceli, ya˛maklı bir—
kaç kadın görünse, herkesin birden yüzü gülecekti. Yollar açı¬
lacak, gelenlerin ayakları altına halılar serilecekti. Hepsi de
ba˛kö˛eye geçirileceklerdi. Fiiimleri alınacak, resimleri çekile —
cekti. Her ˛ey hazırlanmı˛, i˛ yalnız, esaretten kurtarılarak ˛u
ya˛maklı feraceli birkaç fiark kadınına kalmı˛tı. ›˛te tam o sı—
rada meydana açılan sokakların birinden bir kamyon görün—
dü. Üzerinde alacalı, bulacalı karmakarı˛ık bir kadın kalaba —
lıı kayna˛ıyordu. Kamyonun görünmesiyle meydanın co˛ma—
sı bir oldu. Alkı˛lar, «Hurra!» lar havayı dolduruyordu. Fakat
meydanın bu ne˛esi uzun sürmedi.

Kamkonun kürsüye yakla˛masıyle, kamyondakilerin bir—


takım çılıklar kopararak kendilerini yere atmaları bir oldu.
Yere atlayabilen her kadın, bir dierini de kolundan, etein—
den çekerek bir tarafa kaçmaya çalı˛ıyordu. Fakat yolları ke—
sen milisler, bunları önleyerek kürsüye doru itiyorlardı.

›˛in aslı çabuk anla˛ıldı. Bunlar, dalardan, yaylalardan


Batum pazarman inen Kürt kadınlarıydılar. Acar bir partili,
bunları pazar yerinde görünce, aranılan ve kurtarılacak fiark
kadınlarını bulduunu sanmı˛, oraya bir kamyon yana˛tırıp,
hepsini yaka paça kamyona atınca - meydana ula˛tırmı˛tı. Fa—
kat kadınları kaçıranlar erkekler, çömleklerini, tulumlarını pa—
zar yerinde bırakıp kamyonun pe˛ine dü˛ünce i˛, hele miting
240 SUYU ARAYAN ADAM

yerinde büsbütün karı˛mı˛tı. Kadınlar ne yapılsa sükûnet bul-


muyorlardı. Hele arkadan kocaları, karde˛leri, çocukları yeti¬
˛ip de bütün bunlar kürsünün önünde birbirine kenetlenip der¬
top olunca, gürültüleri göklere yükseldi. Herkes ne yapacaı-
nı ˛a˛ırmı˛tı. Türkçe, Kürtçe, Rusça, Gürcüce her kafadan bir
ba˛ka ses çıkıyordu.
Nihayet yarı tehdit, yarı iltifat, ortalık biraz yatı˛ır gibi
oldu. Resimler çekildi. Mar˛lar çalındı. Kürsüde konu˛an ha-
tipler hep onları göstererek konu˛maya ba˛lıyorlardı. Bugün
fiarkın, asırlardan beri kurtulu˛ ve azatlık bekleyen ve ˛im-
di büyük önderlerin i˛aretiyle birden ayaklanıp zalimlerini de-
viren bu mazlum, bu zahmetke˛ kadınların bayramıydı. Söz-
lerin, sonu hep onların asırlardır bekledikleri ve nihayet ba-
˛ardıkları bu kurtulu˛ gününü selâmlamakla bitiyordu. Arka-
sından «Hurra!» 1ar, «Ya˛asın!» 1ar arasında mızıka hemen en-
ternasyonali çalıyordu.
Ben de öyle konu˛tum. Ben de onları gösterdim. Onlar
hep öyle, korkak ve ürkek sonuna kadar birbirine kenetlenip
kaldılar ama, meydan sözlerim bitince beni de alkı˛ladı. Ben
de kürsüden inerken enternasyonal çaldı.
Miting sona erip de safla r harekete geçince, azatlıa ka-
vu˛mu˛ fiark kadınları birden kayna˛tılar. Hem yürüyor, hem
gittikçe birbirlerine sokuluyorlardı. Alacalı bulaçalı, eski püs-
kü kıyafetleriyle bu meydanın geni˛lii içinde sürüklenen kar-
makarı˛ık bir çalı yıınım andırıyorlardı. Kafilenin ba˛ı ilk
sokaın azına gelince, top birden parçalandı. Sokakların, cad-
delerin arasında bir daılı˛ına, bir kaçı˛madır ba˛ladı. Pazar
yerinde bıraktıkları tulumlarını, çömleklerini alabildiler mi,
bilmiyorum. Fakat o mesut kurtulu˛ gününde n sonra uzun müd¬
det Batum pazarlarında, bu kurtarılmı˛ fiark kadınlarından
hiç kimse görünmedi.

Ama ben ondan sonra daha birçok defalar, nice ve nice


mitinglerde, toplantılarda, hem fiarkın, hem de Garbın kurtu-
lu˛u ve mazlum dünyanın azatlıa kavu˛ması için konu˛tum...
Rus Ovası ve Rus Mistii

16
11

Yaz sonlarına doru Batum'dan Moskova'ya hareket ede¬


ceimiz sıralarda Moskova bize, dünyanın öbür ucu kadar uzak
görünüyordu. Yollar ve yolculuklar hiç bir kaideye tabi de¬
ildi. Yollarda kaybolan, basılan, parçalanan, yahut atılan köp¬
rülerden olduu gibi, nehirlere uçan trenlerin hikâyeleri he¬
nüz pek. tazeydi. ...
fiimdi fazla olarak büyük açlık da ba˛lamı˛tı. Volga'da otuz
milyon insan açtı. Kuraklıktan çatlayan topraklar, bu toprak¬
ları bırakıp kaçan, kadit olmu˛ insanları yutacak kadar derin¬
di. Açlıın korkusu, Volga'dan ba˛layarak bütün Rusya üze¬
rine, bir veba salgınının deh˛eti gibi hızla yayılıyordu.
Batum'dan Moskova'ya varmak için uzun ve dolambaçlı
bir yolu a˛mak lâzımdı. Gürcistan'dan sonra Azerbaycan, Da¬
ıstan. Terek, Çerkezistan ve Kuban ülkeleri ve sonra büyük
Rus ovası...

Sokaklarda açlıktan ölenler, daha Tiflis caddelerinde gö¬


rülmeye ba˛ladı, Hazer ve Kuzey Kafkasya geçilip Rostof'a
vardıktan sonraki topraklarda ise, insanlar birbirlerini yiye¬
rek yıınla ölüyorlardı!.. Volga gibi Don kıyıları da açlıktan
yanıyordu. Yollar, istasyonlar, ˛ehirler, her ˛eyini bırakıp bi¬
rer iskelet yıını halinde ölüme doru çılgınca ko˛an yüz bin¬
lerce insanla, tıklım tıklım doluydu...

Volga ana, memelerinin sütünü kesmi˛ti. Volga'da, Don'da


sular gene deniz gibiydi. Toprak, gene o bereketli topraktı,
insanlar, gene dünyanın en çileke˛ insanlarıydı. Ama bulut¬
lar, bir damla yamur vermemi˛ti. Çarlık, nehirlerin suyunu
ovalara aktaracak hiç bir ˛ey yapmamı˛tı. ›nsan buraları gö¬
rünce, «Volga/ Volga!» ˛arkısının, «Hey .Uhnyem!»,. yani «Hey!
Ah edelim, of edelim!», diye düümlenen mısralarmın manasını
244 SUYU ARAYAN ADAM I

daha iyi anlıyordu. Bu ˛arkı, Volga kayıkçılarının sarkı˛ıdır.


Vaktiyle kayıklar buday dolu olarak kuzeyden güneye indi¬
rilirdi. Rusya'dan yabancı memleketlere gönderilen bol, ucuz
budaylar bunlardı. Ama arazi sahibi, onu arabalarla sevket-
mek zahmetine girmezdi. Köle olan köylüler bu buday ka¬
yıklarını, bir ucu kayıa balı olan uzun bir halatın, öbür
ucunu kafileler halinde omuzlayarak, nehir boyunca ve gün¬
lerce çeke çeke sürüklerlerdi. Bu, elbette biraz eski tarihe ait
bir hikâyedir. Ama görünüyordu ki, deniz gibi engin nehirler
etrafmdaki topraklar gene de kurak ve buralarda ya˛ayan in¬
sanlar, gene de aç kalabiliyorlardı...

Ukrayna ˛ehirlerinde, hatta ihtilâl bile gerileme halindey¬


di. Lenin, N E P denilen s^eni iktisat politikasına dönmek zo¬
runda kalmı˛tı. Köy aalarına, kasaba, ˛ehir esnafına, hatta
özel te˛ebbüse birtakım haklar tanınıyordu. ›htilâlin, askeri ko¬
münizm denilen azgınlık devri artık sona ermi˛ti.

Bu a z g ı n l ı k - çaı içinde yeti˛ip, genç ya˛larında partizan


çetelerinin ba˛ı, kıta kumandanı, ˛ehirlerde, vilâyetlerde dik¬
tatör kesilen, yirmi otuz ya˛ arasındaki gençler, ˛imdi çıplak
otellerde, peri˛an misafirhanelerde, i˛sizliin, ümit sarsılı˛ının
hummaları içinde hastaydılar.

. Bunlar, eski toplumun en alt kademelerinden, bir gün bir


fırtınanın savurmasıyle, birden emir ve kumanda yerlerine sıç¬
ramı˛lardı. Bir hiç iken hep olmu˛lardı. Köyler basmı˛, ˛e¬
hirler zaptetmi˛lerdi. Önlerinden saf saf muhariplerin, ken¬
dilerini selâmlayarak geçtiklerini görmü˛lerdi. Düne kadar
emirleriyle insanlar, ya ölür, ya kalırlardı. fiimdi ise birtakım
ba˛ka türlü dü˛ünen kimseler, onları yerlerinden almı˛lardı.

— Haydi yolda˛lar! diyorlardı, silâhların sava˛ı bitti. Sim-


di sizin için ya fabrikalarda i˛çi, ya mekteplerde ö-
renci olmak var!..

Hepsi de yeis içinde kıvranıyorlardı. ›ntihar edenler, beyin


damarları çatlayanlar çoktu. Hatta bu hastalıa o zaman, N E P
hastalıı diye bir de isim takmı˛lardı.

Bizim Moskova yolculuu, bir Ortaça kervanı hızıyîe iler-


SUYU ARAYAN ADAM 245

liyordu. Rostof'ta, Harkof'ta trenlerden inmek ve birtakım mi¬


safirhanelerde veya mekteplerde günlerce ba˛ka trenler bek¬
lemek lâzım geliyordu. Bu, bir bakıma iyi oluyordu. fiu Rus¬
ya denilen, ihtilâl denilen meçhulü ˛imdi içinden ve yakından
görüyorduk. Bu gördüümüz ˛eylerin ˛iirle, muhayyile ile bir
alâkası yoktu.
Evet, bir yıkılı˛ olmu˛tu, çöküntü tamdı. fiehirlerin üst
ve orta tabakaları artık kaybolmu˛tu. Büyük evler, konaklar
kasvetli bir bo˛luk içindeydi. Sokaklar tenhaydı. Her ˛ey, bir
˛eylere gebeydi. Büyük Rus ovasının üstünde, sadece büyük
bir istifham rüzgârı esiyordu...
Biz üç arkada˛tık (1). Birimiz ˛airdi. O daha ilk adımda,
yeni iktisadî politikayı getiren Lenin'e deil, yeis içinde in¬
tihar eden, yahut damarları çatlayan dünkü genç kahraman¬
lara hak veriyordu. Çünkü bu ˛air için ihtilâl, parti program¬
ları, fabrika, mektep, yol ve in˛a davaları, ziraat meseleleri
demek deildi. Ona göre bunlar, hiç bir zaman ön planda ge¬
lemezdi ›htilâl denilen ˛ey, denizler gibi dalgalanmak, rüz¬
gârlar gibi co˛malıydı.
Halbuki ˛imdi havada pis bir durgunluk var diyordu. Bir¬
takım sıkıntılı misafirhanelerde, gönderecekleri mekteplere
veya fabrikalara hareket edebilmek için, uyu˛uk levazım ka¬
lemlerinden harcırahlarının çıkmasını bekleyen gençler, yani
dünkü kahramanlar, kol komutanları, tümen komutanları, ih¬
tilâl komitesi ba˛kanları, Çeka hâkimleri gibi o da bunu an¬
lamıyor, beenmiyordu.

Hatta bazı öfkeli zamanlarda, NEP'in ters rüzgârlarıyle


durgun sulara dü˛en ihtilâle mersiyeler yazıyordu. Bu Türkçe
mersiyelerin dinleyicileri tabiî sadece bizdik.

Hakikî Rusya, asıl Rus ovalarında ba˛lar. Rus ovasının


ruhta uyandırdıı ilk tesir, bir geni˛lik duygusudur. Öyle bir
geni˛lik ki, bir ormanın küçük bir bo˛luunda kaybolup da

birkaç yüz metre, birkaç bin metre ilerinizdeki aaçlıkların bir


adım ötesini görmeseniz bile, kendinizi gene de, içinde mil¬
di Nazım Hikmet, Vâ-Nû ve ben.
246 SUYU ARAYAN ADAM

yonlar ve milyonlarca insan kayna˛an uçsuz bucaksız bir en-


ginliin ortasında hissedersiniz.
Bu enginlik, hem çokluk, hem yalnızlık duyguları uyan-
dırır. Hatta' ruhunuza, melânkolik bir hürriyet arzusu da ve-
rir. Bu hürriyet arzusunda ancak, ekstremlere yer vardır: Ya
toplumdan tamamen çekili˛, bir ormanın sessizliinde ömür
boyunca kaybolu˛, bir meçhul, hatta bir hiç olmak arzusu. Mut¬
lak yalnızlık, mutlak bir ba˛ıbo˛luk hevesi. Yahut da tama¬
men bunun aksi: Kendini topluma veri˛, cemiyete terkedi˛.
Milyonların içinde, milyonlardan biri olarak, fakat o milyon¬
lar için mihnet çeken bir çöl ermi˛inin mistik duygusu...
Hulâsa her duyguda, uçsuz bucaksızlık sezisinin uyandır-
dıı ekstremler. Ya kendinden tamamen geçi˛, yahut kendi-
ne tamamen balanı˛. Din veya mutlak dinsizlik. Mutlak ve
˛ikayetsiz itaat, yahut vah˛i bir isyan.
Bunun içindir ki, Rus ovası halkının tarihinde muvazene
veya itidal yoktur. Rus tarihinde insanlar, cemaatler ve fi¬
kirler, daima bir uçtan dier uca atılırlar. Daima iki kutup
arasında ya˛arlar.
Meselâ, hayata geli˛i, kaderin en .bedbaht tecellisi ve do-
layısıyle en büyük günah sayarak, bu lekeyi temizlemek için
kendini yakmak dini Rusya'da dodu. Hem de bu ate˛e atı-
lı˛, bütün aile, bütün çoluk çocuk, hatta yeni doan masumlar
ve bütün dünya malıyla beraber olurdu. Evet, bu din yalnız
Rusya'da dodu ve yalnız Rusya'da ya˛adı (1). Yıllar ve yıl-
larca devlet, istedii kadar takip ve tedip kıtaları göndersin,
bu dine kendilerini verenler, dünyaya gelmi˛ olmak günahı-
nın, hem de bütün çilelerini çektikten sonra vakit ve saat ge-
lince kendilerini ve yakınlarını tereddütsüz ate˛e attılar.

Bizzat Rus inkılâbının birçok safhalarında, samojigatelstvo-


nun. yani kendi kendini ate˛e atı˛ın, ruhî tezahürlerini gör-
mek kabildir (2).

(1) Bu mezhep, on yedinci yüzyılın sonlarıyle, on sekizinci yüz-


yılın ba˛ında yaygındı. Aleksi Tolstoy, «Büyük Petro» romanında bu
mezhebe geni˛ bir yer verir.
(2) Rus siyasî mahkemelerinde görülen ve kendi kendini, hatta
SUYU ARAYAN ADAM 247

Gene bu memlekette, Eb, ›bn, Ruhulkudüs'ün, (Hıristiyan-


lıktaki teslis) birbirinden ayrı oldukları, aynı zamanda da bir
bulundukları için, birbirlerine birle˛tirilmi˛ üç parmakla mı
takdis edilecei; yoksa Eb, ›bn de mündemiç olduu için, bu
takdise yalnız iki parmaın mı yetecei ˛eklinde • beliren akım
urunda,, binler ve binlerce insan, siyasetgâhlarda isteyerek
can verdiler. Hatta üçüncü parmak tamamen kapatılmıyordu
da. O, sadece kısılıyor ve üçüncü parmaın ucu dier parmak-
ların uçlarıyle birle˛tirilecei yerde, onların ancak ortalarına
dokunduruluyordu. Bu inanı˛a balanan mahkûmlar ölüme gö¬
türülürken, yollarda dizilen birçok insanlar, kendilerini isteye-
rek bu ölüm kafilelerinin içine attılar. Üç parmak yerine iki
parmakla, yahut üçüncü parmaı hafifçe kısarak yaptıkları tak-
dis i˛aretlerini havaya kaldırarak, daraaçlarmda, makteller-
de, can yerdiler (1).

Rusya'da steplerin, ormanların, yahut tunduraların en üc-


ra yerleri, küçük bir itikat farkı urunda her-˛eylerini bira--
karak oralara kadar daılan hesapsız tarikatlerin mensuplarıy-
le doludur. Bu kaçkınlar daima takip edildiler. Daima eza gör-
düler. Hatta onların bir kısmı bu inanca farkı yolunda (bu
fark bazen anla˛ılmayacak kadar belirsizdir) vatanlarını dahi
terkederek, Moolistan'a, Kanada'ya, hatta Türkiye'ye göç-
tüler (2).
Suçluluk buhranı, nefsine eza ettirmek duygusu hiç bir
yerde Rusya'da olduu kadar içten gelmez. Maksim Gorki bir

savcının ithamlarından daha fazla s u ç l a n d ı r m a k ˛eklinde tecelli eden


suçluluk buhranı. Rus ruhunun, daima görülmü˛ bir tezahürüdür.
(1) ihtilâl mahkemelerinde ölüme mahkûm edilen ihtilâlcile¬
rin, kendilerini mahkûm eden eski arkada˛ları ile aralarındaki gö¬
rü˛ farkları da ekseriya bundan fazla deildi. fiu farkla ki, bunla-
ra (ölümlerinden bir müddet sonra dosyalarından silinmek suretiy-
le) hain, casus, emperyalistlerin ajanı gibi sıfatlar, âdet y e r i n i bul-
sun diye eklenmi˛tir.
(2) Bunlardan Kanada'ya hicret edenlerle, varlıklarını yakmak
âdeti hâlâ ya˛ar. fiu farkla ki, ˛imdi ate˛e kendilerini deil de, e˛-
yalarını atarlar ve evlerini yakarlar (Duhoborlar).
Türkiye'de; Manyas, Bey˛ehir gölleri civarındaki Kazakların da.
hicretinde, mezhep meseleleri rol oynamı˛tır.
-248 SUYU ARAYAN ADAM

kitabında; Volga Nehri vapurlarından birinde, herkesin va¬


pura gireceim çıkacaım diye birbirini ezdii bir sırada, gü¬
verte merdiveninin bir basamaına uzanıp, yapı˛arak:

— ›yi hristiyanlar! Beni çineyiniz! Beni eziniz!--" Ben gü¬


nahkârım!..

diye yalvaran birinin hikâyesini anlatır, ›yi hristiyanlar, onu


gerçekten ezerler. Ama ö, ömrü boyunca bir dilencidir. Dilen-
dii de para deil. ıstıraptır. Aslında zaten bir günah i˛leye-
memi˛tir de...
Rus ovasında insanlar, ya ölesiye mümin, ya ölesiye iman-
sızdır. Orada orta yoktur. Bu ovada sarho˛ bile ölesiye sar-
ho˛ olur. ›çtii zaman cemiyetin bütün kayıtlarından, ireti
bir libasın içinden sıyrılır gibi' sıyrılır. Yahut da zilleti bir
kâse ˛arap gibi içer. O zaman onun için hayatın en üstün mut¬
luluu, bu sarho˛luktan bir daha uyanmamaktır. Ve çok defa
da bu sarho˛luk içinde ölür, gider. Eski Rus ˛ehirlerinde Yıl-
ba˛ı geceleri belediyelerin, sokaklarda sızanları veya ölenle-
ri toplamak için arabalı ekipler tayin etmesi de bundandı. Ve
en iyi geçen Yılba˛ı, ancak sokaklarda sızıp donanların sayısıy-
îe ölçülürdü. Bu sayı, bazen bir ˛ehirde birkaç yüzü a˛ardı.

A˛k da böyledir. Seven, sevgilisi için dünyanın hiç bir ye-


rinde dü˛ünülmeyen çılgınlıkları yaptıı zaman, sevdiini an-
lar. Bunun için hatta sevdiinin kendisini sevmesi de ˛art de-
ildir. Yahut da a˛k, bazen o kadar istihkar edilir ki, o ar-
tık a˛k deil, azgın bir hayvanlık, yahut a˛aılık bir ˛ey olur.

Klasik Rus edebiyatı bu a˛kların çe˛itli hikayeleriyle do-


ludur.. .

Rus ovasında bu ekstremler, siyasî hayatta da kendini gös-


terir. Herkes ya a˛ırı derecede köle ruhlu, yahut da a˛ırı de-
recede asi mücadelecidir.

Nihilizmi Rus ovası ve Rus ruhu dourdu. Bu, bir ga¬


rip anar˛izmdir ki, nazariyesi yoktur. ›fadesi ve gayesi de
mevcut deildir. Ama Nihilist vardır ve birçok asîl R u s , bu na¬
zariyesi olmayan, gayesi de bilinmeyen yolda kendini feda et¬
mi˛tir.
SUYU ARAYAN ADAM

›˛te bu Rus ovası, biz oralardan geçerken tarihinin en


.büyük çilesini ya˛ıyordu. Yüz elli milyonu a˛an bir insan ka-
labalıı, bir avuç mutaassıp müminin elinde, bir bakı˛ta akıl
almaz bir tecrübeye feda ediliyordu. Maksim Gorki bu tecrü-
beyi, hatta bütün Rus milletinin hayatına bile mal olsa be¬
nimsiyor, müdafaa ediyordu.
Volga'da, Don'da otuz' milyon insan açlıktan eriyordu. Ül-
keler, ate˛e ve ihtilâle verilmi˛ti. Büyük bir hanedan devril-
mi˛ti. Bu hanedandan ortada tek ki˛i kalmamı˛tı. Tahtı ayak-
ta tutan sınıfların bütün'mensupları, asiller, ruhanîler, dünya-
nın en kalabalık ordusunun bütün kumanda kadrosu, köy ve
toprak aristokrasisi, ˛ehir burjuvazisi, olduu gibi tasfiye'olun-
mu˛tu. Silindir hiç durmadan yürüyordu. Akademiler, üniver-
siteler, eski kalem, fikir ve sanat mahfilleri olduu gibi bo˛al-
mı˛tı. Sıra daha a˛aı kademelere de gelmi˛ti. Her yerde ye-
ni insanlar görülüyor ve bu insanlar, durmadan dei˛iyorlardı.
Bu tecrübeyi dünyada ancak bu toprak kaldırabilirdi. Bu
tecrübe, yalnız burada ya˛ayan insanların ruh yapısına uygun-
du: Her ˛eyi bir anda feda edebilmek. Bir anda yapmak. Son-
ra gene bir anda yıkabilmek...
Rus ruhu, bir a˛ırılıklar âlemiydi: Rus..iht.ilâli ise. tarihin
en büyük a˛ırılııydı...

Moskova'ya vardıımız zaman mevsim yazdı. Gireceimiz,


mektep, henüz kapalıydı. Bu mektep yeti˛kin okuyucularını
yazın tatil aylarında, Uzak˛arktan Polonya sınırına kadar mem-
leketin içlerine daıtırdı. Ders mevsimi ba˛layınca bunlar
gene sınıflarına dönerlerdi. Fakat yeni gelenler, lisanı zayıf
olanlar, yazın tatil kamplarına giderlerdi. Bu kamplar ya bir
orman kenarında, ya bir köyde olurdu.
Bizi evvelâ bir otele verdiler. Fakat, burası bir otel olmak-
tan ziyade, bir karargâhtı (1). Otelin salonunda ihtilâlin he-
men bütün liderlerini görmek kabildi. Hele yemek zamanla-
rındaki tartı˛malarda dünyanın bütün dillerini i˛itebilirdiniz.

il) Tiverskaya caddesinde Lüks Oteli.


:250 SUYU ARAYAN ADAM

Gördüüm insanların hepsinin basit birer görünü˛ü var-


dı. H e p s i de önlerine g e l e n lahana çorbasını, p a t a t e s ha˛lama—
sını, yahut da kara darıdan yapılmı˛ lapayı sakin bir ilgisiz¬
likle yiyorlardı. O günlerde adları dünyanın her tarafında du—
yulan bu sakin ve kendi halinde görünü˛lü insanların, nasıl
olup da, adına ˛u i h t i l â l denilen ç e t i n ve kanlı ˛eyin dümenle—
rini ellerinde tutan insanlar olabileceine hayret ediyordum.
Fakat gerçek buydu.
Bazısı gazeteciyi ( m e s e l â Radek), bazısı a v u k a t v e y a üni¬
versite profesörünü (meselâ Rikof, Buharin, Kamenef, Zinov-
yef) andırıyordu. Hiç biri bir silâh adamı deildi. Hiç birinin
bir iddialı görünü˛ü yoktu. Zaman zaman görünüp, zaman za—
man kaybolanlar da vardı. Birçoklarının galiba evleri de yok—
tu. Yabancılarla tıka basa dolu bu acayip otelin odalarında,
inkılâptan önce Avrupa'daki gurbet hayatlarında olduu gibi
«daınık ve derbeder, ya˛ayıp gidiyorlardı
Ormandaki Ates
12

Bütün muameleler bitip de mektep idaresine müracaat et-


tiimiz zaman, mektebin binaları bana souk göründü. Ben
öretmen olarak yeti˛mi˛tim, öretmenlik yapmı˛tım. Bir okul
binasının, hatta tatil zamanı da olsa, bir öretmen gözüne bir
bakı˛ta verebilecei birtakım i˛aretler vardır. Bu i˛aretlerden
o öretmen, sanki bütün sınıflar dolup ta˛ıyormu˛, sanki bü-
tün kürsülerde hocalar sual sorup cevap alıyorlarmı˛ g i b i, mek-
tebin özünü ve hayatım olduu gibi okur.

Bu gözle bakıldıı zaman bu binalar hiç bir ˛ey vadet-


miyordu. Burası, terkedilmi˛ bir kervansaraya benziyordu. Her
˛ey bo˛ ve manasız görünüyordu. Bu binaların içinde ancak
maksatsız ve sahipsizlik ya˛ayabilirdi.

Vakitler kaybolacak, buralara kadar gelmekten hiç bir ˛ey


çıkmayacak diye dü˛ünüyordum. Hatta içimden, geriye dön-
mek bile geçti.

Üç gün sonra bir erzak kamyonu, bizi mektebin tatil kam-


pına götürdü. Burası, çayırlar, ormanlar arasında sıralanmı˛
eski birtakım küçük aaç barakalardan ibaretti.- Belki de eski
bir orman reviriydi (1).

Hava kararmı˛tı. Hiç bir binada ı˛ık yoktu. Ortada kim-


seler görünmüyordu. Fakat ileride, ormanın kenarında büyük
bir ate˛ yanıyordu. Bu ate˛in etrafında gölgeler kayna˛ıyor-
du. Oraya yakla˛tıkça manzara aydınlandı.

Ate˛, bir meydan ate˛iydi. ›ri aaç kütükleriyle ye˛il çam


dalları tatlı bir çıtırtı çıkararak alev alev yanıyordu. Etrafın-
da kadın erkek yüz kadar insan halkalanmı˛tı. Alevler bunla-
rın yüzlerini garip bir ˛ekilde aydınlatıyordu. Oturan, yatan.

(1) Udelnaya Kampı.


254 SUYU ARAYAN ADAM

yahut birbirine yaslanan insanlar... Bunlar, bizim üniversite-


nin, tatil kampındaki bir kısım çocuklardı.
Halkanın ortasında konu˛an, halkanın belki de en gen-
ciydi. Yüzünde bir çocuk hali vardı. Dizlerine kadar sıvanan
paçalarının altından çıplak bacakları görünüyordu. Gösü açık-
tı. Alnına dü˛en bakımsız saçlarını sık sık toplamak zorunda
kalıyordu. Ama onun derdi saçları deil, ›ngiliz ›˛çi Partisi'ydi:

— Bu ›ngiliz grevleri., diyordu, ›˛çi Partisi liderlerinin bir


oyunudur. 'Bu grevler, ›ngiliz isçilerinin kudretini yıp-
ratmak ve onları siyasî davalarında mecalsiz bırakmak
içindir. Bü, bir tuzaktır. ›ngiliz ›˛çi Partisi'nin liderle-
ri, ›ngiliz tahtının satılmı˛ u˛aklarıdır. Hayır arkada˛-
lar, hayır! Artık i˛ Londra'da deil, Hindistan'da halledi-
lecek!..

Sonra, uzun uzun Hindistan'dan bahsetti. Hatta konusunu


daha da geni˛letti. Hind'de, Çin'de dola˛tı. Bu çocuk be˛ kı-
tanın üstünde, sanki bu ate˛in etrafında ve bu halkanın orta-
smdaymı˛ gibi, diledii ˛ekilde dola˛mak hakkını kendinde bu-
luyordu.
Sualler, cevaplar, tartı˛malar sona erip de konferansçı or-
tadan çekilince, bir mandolin sesi duyuldu. Kazak türküleri,
Volga türküleri, monoton ve melânkolik Tatar havaları, gece-
nin geç vakitlerine, kadar ormanlara yayıldı.

Yatılacak aaç barakaların hollerinde yalnız birer idare


lambası vardı. Holden sızan bu zayıf ı˛ık kırıntıları ve daha
ziyade el yordamıyle yerle˛mek oldukça güç oldu. Hatta bir
aralık içimden, ˛u ate˛in etrafında toplananlar ›ngiliz grevle-
rinden, Hindistan veya Fas'taki isyan meselelerinden evvel,
odalarında yakacakları gazyaınm tedarikiyle ura˛salar daha
iyi olmaz mı? diye dü˛ündüm. Yataıma uzanınca da bu dü-
˛ünceler beni terketmedi. Baku ve Grozni petrol madenleri
tam bir intizamsızlık içindeydi. Yiyeceksizlikten bunalan pet-
rol i˛çilerine mitingler, nümayi˛ler sunuluyordu. Hazer'de, Vol-
ga'da petrol gemileri, ta˛ıyacak bir ˛ey bulamadıkları için, li-
S U Y U ARAYAN A D A M 255

inanlarda yatıyorlardı. Sonra Kafkaslar'ı, Volga'yı, Ukrayna'


vı, milyonlarca aç dolduruyordu.
Bu yakıt meseleleri, açlık meseleleri arasında yarı uyur,
yarı uyanıktım. Ormanlardan hâlâ balalayka ve mandolin ses-
leri geliyordu. Sonra bir yarı rüya içinde dalar gibi oldum.
O gece dinlediklerim rüyalarıma karı˛makta gecikmedi: Or-
tada gene alevler parlıyordu. Bu alevlerin arkasında, Volga'da
açlar, dalgalandı. Hazer'de petrol ta˛kınları belirdi. Hepsinin
ortasında da, Fas'ta isyan eden Abdülkerim'in, beyaz bir at
üstünde kılıcını her tarafa salladıı görülüyordu. Sonra ›ngi-
liz tahtına kapanan amele liderleri , grevler, Çin'de kuliler,
H i n t ' t e p a r y a l a r , v.s.. . *

Kampta ilk ders, bir botanik dersi oldu...


Hoca, kafileyi p e ˛ i n e takıp d a o r m a n a d a l ı n c a , ormanı ˛ ö y -
ie tarif e t t i :
— Tabiat, dedi, "gösüne her dü˛en tohuma hayât hakkı
.ermez. Bir t o h u m u n y e ˛ e r m e s i i ç i n , b i n l e r c e v e b i n l e r c e s i ara—
sından seçilmesi lâzımdır. Fakat tabiatın onu seçmesiyle de
i˛ bitmez. Bu tohumun hayata gözlerini açmasıyle, ormanda-
ki sınıf kavgasına katılması bir olur. Evet, ormanda da bir
sınıflar kavgası vardır. Evvelâ yerde sürünen bitkiler sınıfı,
-onra orman altı tabakası. Yani, yerde sürünmemekle bera—
ber, açık havaya, serbest güne˛ ı˛ıına da kavu˛amayanlar.
Sonra daha yukarı bitkiler kısmı, yani köklerini, dallarını da—
ha fazla yayarak ve kendilerine hepsinin arasından yol aça—
rak güne˛e ula˛mak için çarpı˛an asıl orman aaçları gelir .
Fakat bu kadar da deil. Mantarlar, yosunlar, parazitler,
ba˛ka • bitkilerin gövdelerine yapı˛ıp, onların u s a r e s i y l e ya˛a—
yan neviler de var. Hulâsa, kökler, gövdeler, dallar, ormanda
daimî bir kavga halindedir. Suya, topraa ve güne˛ ı˛ıına
sahip olmak için, aralarında bou˛ur, dururlar...
Meselâ ˛u bodur çamın, siz, bir kulaç boyuna bakmayın.
En a z kırk y a ˛ ı n d a d ı r . Fakat gökten güne˛i kesen, y e r d e n kök—
lerine yayılma imkânı vermeyen azılı soyda˛larının cendere-
256 SUYU ARAYAN ADAM

si altında böyle kavruk kalmı˛tır. Tıpkı eski Rusya'da, büyük


toprak sahipleriyle, pazarı elinde tutan murabahacının arasın¬
da sıkı˛an küçük çiftçi gibi...
Hoca, bir ihtilâlciye benzemiyordu., Her halde eski neslin
ve eski üniversitenin mensuplarından biriydi. Siması yıpran-
mı˛, elbisesi eskimi˛, fakat yüzünün ve kıyafetinin ifadesin-
de, bir eski Rus münevverinin ayırdedici hususiyetlerini mu-
hafaza etmi˛ti. Anlattıı orman sahnesinde, bir serbest ha-
yat geli˛mesi mi, yoksa bir sınıf kavgası nazariyesi mi kendi-
since ön plandaydı, bunu tayin edemem. Ama belli ki, yeni
devrin ona verdii yazifeyi yapıyordu. Nitekim nebatat der-
sinin sonu, eski Rusya'daki S.R. (Sosyal Revolüsyorier) Pârti-
si'nin siyasetini tenkit etmekle bitti. Bu parti, ihtilâlin tas-
fiye ettii en kuvvetli partiydi.
Benim girdiim mektepte aldıım ilk ders bu oldu. Son-
ra bu dersler bütün mektep süresince sürdü gitti. Bunlardan
size bahsetmeme ne lüzum var?

Fakat beni Udelnaya kampında en ziyade saran ˛ey, or-


manlar alemindeki sınıf kavgasından ziyâde, ormanın engin-
liiydi. .
Ufuklar alabildiine yemye˛ildi. Zaten Rusya demek, bi-
raz da orman demektir. Orman, Rusuh asıl vatanıdır. Steple-
re yayılmadan evvel Ruslar hep ormanlarda ya˛ıyorlardı. Her
Rusun ˛uurunun altında ormanın, mistik kokusu ve kutsallıı
vardır.

Türkler hasıl yaylaların mahsulüyse, Türklerin tarihi na-


sıl Sarıcleniz'den Akdeniz'e kadar uzanan yaylalar mihverine
balı med ve cezirlerin, ini˛ çıkı˛ların tarihi ise; Rus milleti-
nin tarihi de, ormanlardan ta˛manın ve ormanlara sımama¬
nın hikâyesinden ibarettir.

Biz Türkler, ormanı pek tanımayız. Hattâ pek sevmeyiz


de. Bu, bizim atlarımızın, orman olan yerde sere serpe yaya-
madıklârı. sürülerini sere serpe dola˛tıramadıkları için midir
bilinmez. Ama Ruslar da sürüyü, yaylayı ve bozkırı anlamaz-
SUYU ARAYAN ADAM 257

iar. Onların efsanelerinde bozkır tanrıları, yayla masalları


yoktur.

Üç arkada˛, bo˛ saatlerimizde kamptan ayrılırdık. Her gün,


bilmediimiz bir istikamette ormanlara dalardık. Rasladıımız
ye˛il alanlar, mavi göller, küçük akarsular bize, onları san-
ki ilk defa biz ke˛fediyormu˛uz gibi gelirdi. .Ak˛amın yakla˛-
tıım ormanın esmerle˛mesinden anlardık. O zaman, belki, yo-
lumuzu kaybetmenin hem korkusu, hem sevinci; içinde saa
sola ko˛ardık. Derin, ıssız bucaksız, rüzgârların yalnız en yük-
sek aaçların tepelerini harekete getirebildii bir. ormanın ka-
ranlıında kaybolmak duygusu bize heyecan verirdi.;
Bir orman ki, ta Baltık Denizi'nden, beyaz denizden ba˛-
lar, binlerce ve binlerce kilometre boyunca kıtalar kıtaları ko-
valayarak uzanır.
Dünyanın omuzlarını, âdeta bir kürk gibi sarar (1). Bu
sonsuzlua karı˛mak, bu uçsuz bucaksızlık içinde kaybolmu˛
biri olmak, artık dünyanın dı˛ında, ormanın meçhul bir zer-
resi haline gelmek... Bu hayal, bize ne kadar güzel görünür-
dü. Bunda mutlak hürriyet gibi, vah˛i ve çekici bir zevk vardı...

Yava˛ yava˛, gecelerimizin de bir kısmını ormanda geçir-


meye ba˛ladık. Bir yer seçerdik. Kuru aaç kütüklerini, ye˛il
çam dallarını toplar, bir ate˛ yakardık. Ate˛ ilk alevlerini yük-
seltir yükseltmez, gözlerimiz bu alevlere dalardı. Her birimiz,
kendi dü˛üncelerimiz içinde kaybolurduk.

Daha sonra, günün bir nevi çalı˛ması ba˛lardı. Az çok usul-


lü, kaideli bir tartı˛maya dalardık. Bu tartı˛malar hiç de sa-
kin geçmezdi. Bazen gürültü, ate˛in çatırdılarını bastırır, or-
manlara daılırdı. Tarih meseleleri, toplum meseleleri, iktisat,
felsefe formülleri derken, insanlıın istikbali sanki o gece, ora-
da ve bu ate˛in ba˛ında toplanan üç ki˛i tarafından halledi-

(1) Rihthofen isimli bir Alman yazarı, kendi esaret devirlerini


anlatan «Kaybolmu˛ Köy» isimli eserinde, Kuzey Sibirya'nın derin-
liklerinde hâlâ, belki iki bin yıl öncesinden kalmı˛ ve o günden beri
ba˛ka insan görmemi˛ eski birtakım insanların köylerinden bahse-
der. Ona göre bunlar, belki Hunlar'dn\

17
258 SUYU ARAYAN ADAM

lecekmi˛ gibi birbirimizle, her an artan bir ˛iddetle çarpı˛ır


dururduk (1).

Bazen de bu siyaset veya fikir çatı˛malarının yerini sert


bir otokritik tartı˛ması alırdı. Bu tartı˛malarda, her birimi-
zin sosyal men˛ei, ruh yapısı, fikir anlayı˛ı, hatta hususî ha-
yatı dilenildii gibi tartaklanabilirdi. Bu suretle, ˛ekille˛ece-
imizi, yontulaeaımızı, tek bir dünya görü˛ü, tek biı hayat
disiplini içinde standartla˛acaımızı zanneder ve garip deil
mi, bunu isterdik...

Bu tartı˛malarda en kavgacı olan Nazım Hikmefti. Aslı-


na bakılırsa,. onun buralarda i˛i olmaması lâzım gelirdi. Aile-
sinin kanında Polonya'dan, Macaristan'dan istanbul'a, Anado-
lu'ya kadar, eski imparatorluun kol attıı bütün ülkelerden
bir parça vardı. Dedeleri, akrabaları; valiler, kumandanlar, pa-
˛alar, hattâ bir de serdr-ı ekrem (ba˛kumandan)'dı. Yüzünün
hatlarında da cedlerinin çizgilerini ta˛ıyordu.

›htilâl cephesine ve sınıf kavgası yolunda, ne fikir cep-


hesinden gelmi˛ti. Nazariyelerin sert sistemlerine hiç bir za-
man kendini vermedi. Cemiyetin yapısını dei˛tirme problem-
lerine, i˛, kurulu˛, in˛a meselelerine, hulâsa o cephenin insan-
larını ruh co˛kunluuna deil, i˛ disiplinine çaıran ˛eylere
kafasında yer yoktu.

Onun bu cepheye geli˛i, biraz tesadüfün, biraz hissin ese-


riydi. Mütarekede üçüncü arkada˛ımız Vâ-Nû ile beraber is-
tanbul'dan Anadolu'ya kaçınca orada, serbest dü˛ünceli birkaç
ki˛iyle tanı˛mı˛lardı. Bunlar, Birinci Dünya Harbi'ni takibeden
yıllarda, benzerleri her memlekette bulunan, hadiseleri daha
ziyade hissî bir sosyalizm zaviyesinden gören kimselerdi. Fa¬
kat onların romantik telkinleri, ˛airin, ve arkada˛larının ihtilâl

(1) Hatta üçümüz, azaları yalnız bizden ibaret olan gizli bir
de hücre kurmu˛tuk: 6 Austos Hücresi...
Toplantımıza bazen bu hücrenin oturumu ˛eklini verirdik. O
zaman bu üç ki˛üik içtimalarda, Rusya meselesi, Orta Asya mesele-
si, Balkanlar meselesi v.s. hakkında nice deh˛etli kararlar alırdık!..
SUYU ARAYAN ADAM
259

topraklarına geçmelerine amil oldu. Ondan sonra ise, tesadüf


seyrini tamamladı (1).

Nazım Hikmet gazaba geldii zaman, hemen bana saldı-


rırdı. Orman, onun azgın sesinden inim inim inlerdi:

— Sen bir köylüsün, derdi, evet, bir köylü!.. Yani cemi-


yetin tortusu... Bir mülkiyet budalası! Köylü sınıfı'za-
ten nedir ki?
Bir Ortaça artıı... Topraa yapı˛mı˛, donmu˛,
statik bir varlık... Bütün inkılâplarda fren. Bir ayak-
baı!..

Siz köylülerin görü˛ ufkunuz, yalnız kendi tarlanı-


zın sınırları ile çevrilmi˛tir. Kafanız bâtıl inanı˛lara
balıdır. Hayatınız aanın, derebeyinin, yahut muhteki-
rin elindedir.
Köylü sınıfı inkılâbın, sadece kuyruudur. Evet, ke¬
silecek ve atılacak kuyruu!.. Sizin sınıfınız artık te¬
mizlenmeye mahkûmdur yolda˛, evet, temizlenmeye ve
süpürülmeye!..

Sonra en büyük kozunu, en susturucu belgesini ortaya


atardı. Bu, o gün yeni yazdıı bir ˛iir olurdu. Ve arkasından
daha neler bulup söylerdi.

Ben, rahat rahat..gülerdim. Bu ˛iirler o zaman, edebiyat


ve fikir kıymeti bakımından belki sadece bir arayı˛tı. Belki
o kadar da deildi. Fakat, muhakkak ki bu azılı insanın deri-
sinde, içindeki kanı zaptedemeyen asi damarlar atıyordu. Ve
bu damarlar kimbilir hangi yarı˛ta çatlayacaktı.

Yazdıı ˛iirlere kendisi daima komünist ˛iirleri derdi. Be-


nim bildiim devrede, yani Türkiye sınırlarından son uzakla˛-
tıı, ana kadar bence, hiç bir zaman komünist olmadı. Hatta

(1) Vâ-Nû, onun hikâyesini «Bu Dünyadan Nazım Geçti» isim-


li ço k ilgi çekici bir eserde dile getirmi˛tir. Bu eser kitap halinde
Remzi Kitabevi tarafından yayımlanmı˛tır. Meydan Dergisi'nde de
bu kitaptan, ˛airin sanat ve hayat yolculuuna ait bir sıra yazılar
yayınlanmı˛tır.
260 SUYU ARAYAN ADAM

o zaman Komünist Partisi de onun adını, azaları arasına kay¬


detmedi.
Ömrünün on yedi senesini, vatan topraındaki cezaevlerin-
de bıraktıktan sonra, kendi seçtii yerlerde, kendi kaderini ya¬
˛amak için gitti.
Bugün artık o, bu gökkubbe altında deildir ve Ölüm çok
˛eyleri halleder. Bizden uzak bir toprakta, balandıı toplu-
mun ve sanat dünyasının olaanüstü ilgileri arasında, fakat
derin bir nostalji, bir vatan hasreti içinde gözlerini hayata
yumdu.
Son vasiyeti, ücra bir Türk köyünün mezarlıında topra-
a verilmekti. Olmadı.
Ölmeden önceki devrede ve son ˛iirlerinden birinde, bu
hasret bakın nasıl dile geldi:

«Sen benim,
›˛aretim ve Hürriyetimsin,
Çıplak bir yaz güne˛i, altında yanan etimsin,

Sen, Memleketimsin...
Elâ gözlerinde ye˛il hâreler,
Büyük, marur ve Muzaffer,
Ula˛ılmadıkça ula˛ılamaz olan,
Hasr etimsin... »

Ben. onun, bu vasiyetinde dile gelen hasretini anlıyor ve


ona hak veriyorum... Evet, hem Büyük fiair'di, hem Büyük
însan... Ve bu Büyük ›nsan'a yakı˛tırılmak istenen suçlar, if¬
tiralar ise, ne kadar küçük hırslardır...

Vaktiyle ve ormandaki ate˛in ba˛ında köylü sınıfı için söy¬


ledii sözlere gelince, köylü sınıfını bilmiyorum ama, benim
için söyledii sözler, galiba doruydu...
Topraın Asıl Sahibi
13

Rus edebiyatının en az yarısı Rus köyüne aittir. Rus köyü


Rus realitesine damgasını, bütün unsurlardan daha kuvvetli
olarak vurur.

Evvelce Rus köyü deyince akla, sadece mujik gelirdi (1).


Benim hayalimde mujik, kurnaz, her ˛eye kar˛ı ˛üpheli, yeri¬
ne göre riyakâr, yerine göre zalim, fakat her zaman hilekâr
ve sarho˛ bir mahlûktu.

Kitaplardaki, mecmualardaki resimlerde mujik, çok defa,


iâgar bir atın arkasından tarlada çift sürerken görülürdü. Bu
lagar at, âdeta kopacakmı˛ gibi gerilen boynunu ileriye uzat-
mı˛ olurdu. Son gücünü dizlerine, tırnaklarına vererek hantal
bir pulluu çekmeye çalı˛ırdı. Mujik, her zaman, her ya˛ta
sakallı, fakat ekseriya ikibüklüm bir ihtiyar olarak tasvir edi-
lirdi. Darmadaınık saçları kulaklarına, boynuna dökülürdü.
Keçele˛mi˛ sakalı gösüne dü˛erdi. Tâ dizlerine kadar uza-
nan ve belinden bir iple sıkılan gömleinin altından, kaburga
kemikleri görülecek zannedilirdi. Pantolonunun dizleri, uzun
gömleinin altından, keçe kalçınlarının veya pırtlak çizmele¬
rinin üstüne dü˛erdi.

At tükenmi˛ ve bitkin olurdu. ›kisinin de kadit olmu˛


göüslerinin körük gibi inip kalktıını tasavvur edebilirdiniz.
Bu resimlerin arkasından, Rus köyünün silueti görünür-
dü. Köy, hafif bir sırtın yamacına oturtulmu˛ olurdu. Ortada
bir kilisenin, basit, sivri kulesi havayı delerdi. Kırlardan tar-
lalar ortasından erile bürüle gelen çamurlu bir yol, köyün
içinde kaybolurdu. Bu yolun etrafını, duvarları aaç gövdele -

(1) Mujik - 'Heriftik m a n a s ı n a gelir, genellikle Rus köylüsü de¬


mektir.
264 SUYU ARAYAN ADAM

rinden yapılmı˛ izbeler, samanlıklar alırdı. Her izbenin avlu-


sunu bir çit çevirirdi.
* Çitlerin arkasından izbelerin küçük, basık pencereleri gö-
rülürdü. Hatta yakından bakılsa, bu pencerelerin bir kısmın-
da sade i˛lemeli perdeler, yahut önlerinde tenekelerden, tah-
talardan renk renk çiçek saksıları da belli olurdu.

Etrafta yeni sürülmü˛ tarlaların koyu kara çizgileri, ya¬


hut da açık ye˛il renkli ekinler, çayırlar ve uzakta bir,orman
kümesiyle bu siluet, canlı, taze bir pitoresk vücuda getirirdi...

Bizim kampın etrafında buna benzeyen veya. benzemeyen


bir sıra köyler vardı. Tarlalarda, kırlarda mujiklerle kar˛ıla˛-
tıım da olurdu. Bunlar, bir avuç patatesle bir avuç çavdar
ve birkaç ba˛ lahana için, bu bir karı˛ toprakla ölümle bou-
˛ur gibi bou˛an çileke˛ insanlardı. Köyleri, kollektif bir ida-
re altında te˛kilâtlandırıp toprak mülkiyetini kaldıran kolhoz-
lar henüz kurulmamı˛tı.
Mujikler, insana evvelâ ˛üpheyle, tereddütle bakarlardı. Çe-
kinerek yüzlerini gizlemeye çalı˛ırlardı. Fakat siz, yakla˛ıp:

— Allah yardım etsin, dede,

deyince biraz canlanırlardı. Yüzleri güler gibi olurdu. Her cüm-

lede birkaç defa haç çıkarır, ba˛larını eerler ve arada bol bol

ela küfrederlerdi. Topraa, hayvana, kendine ve Allaha...


*

Mevsim ilerliyordu. ›lk ekinler kaldırılmı˛tı. Patatesin, la¬


hananın hasadına girilmi˛ti. Köy yolları, mahsulleri istasyon-
lara indiren köylülerin arabalarıyle doluydu. Rusya'nın ge¬
çirdii açlık yılından sonraki sene iyi bir mahsul alındı. Rus
kiliselerinin, manastırlarının bütün altın, gümü˛ e˛yası Avru -
pa'ya yollanarak paraya çevrilmi˛ti. Oradan gelen tohumluk
budayla beraber o yıl açlıın önlenecei umuluyordu.

Kırlara, ormanlara tatlı bir sonbahar yorgunluu çökmü˛-


tü. Bir gün, bir tarlanın ba˛ında bir mujik kalabalıına rasla-
dım. Genç, ihtiyar, hepsinin de yüzü. göbeklerine kadar inen
SUYU ARAYAN ADAM 265

ir sakallarla kaplıydı. Ellerinde insan boyuna yakla˛an per-


elier vardı. Bir yol kav˛aında toplanıyorlardı. Yanlarına vak-
˛ıp tatlı bir sesle selâm verdim. Onlar sadece gülü˛tüler. ›ç -
rinde n biri:

- - Yolda˛, dedi, sen de komu nadan mısın? Nasıl, kadınla-

rı iyi millîle˛tiriy OT sunuz ya? Tıpkı bizim topraklar

gibi!..

Sonra hepsi birden kahkahalarla güldüler. Acar, alaycı in-


nlardılar. Bunlar, pek resimlerde görülen mujiklere benze -
iyorlardı. Köylüler bizim kampa komuna derlerdi. Topraklar
bi, orada da kadınların millîle˛tirildiine inanıyorlardı...
Hep gülü˛tük. ›çlerinden en ihtiyarı:

— Kusura bakma yolda˛, dedi, biz size sata˛mayı severiz

i˛te... Topraa gelince? Eh, ne yapsak nafile. Neden

mi? Çünkü bu toprak kimsenin deil ki, Allahın malı-

dır da ondan!.. Topraı Allah yarattı. ›nsanlar topraın

üstünde misafir. ›ster senin, ister benim, ister milletin

olsun. Misafir göçergider. Toprak gene kalır sahi—

bine...

Bak, bu köyde biz bu topraı dört senede bir üle-

˛iriz. Bu, Rusya 'nın çok yerinde de böyledir (1) . Bu¬

gün, bu uzun çatallarla tarlaları ar˛ınlayacaız. Millet

pe˛imizden gelecek. Herkes hissesini alacak. Yerini ö¬

renecek. Dört sene sonra hisseler gene dei˛ecek. En

sonunda misafir, bohçasını toplayacak, ama topraın asıl

sahibi gene malının üstünde kalacak...

Bunları söyleyen adam. Maksim Gorki'nin kitaplarında o


dar çok raslanan o filozof me˛repli mujiklere ne kadar ben-
;rdu.

il) ›nkılâptan evvel Rus köyünde orta malı toprak asırlardan


i mevcuttu. Hatta birçok köyler, hemen tamamen orta malıydı.
vaziyet, çarlık devrinde bazı partilerin toprak programlarında,
;akım ıslahat fikirlerine zemin olmu˛tu.
26S SUYU ARAYAN ADAM

Köylüler tamam olunca postalar yolu çıktı. Ben de bir


postaya karı˛tım. Postaba˛ı, elindeki pergelle tarlaların sınır-
larını ar˛ınlayarak bir ba˛tan bir ba˛a varıyordu. O yorulunca,
pergeli ba˛kası alıyordu. Her yeni tarlanın ölçüsü tamam olun-
ca, postaba˛ı:

* — Burası ›van 'ın. Burası Petru˛ka 'nın...

diye baırıyordu.

Bir aralık bunlara ben de yardım etmek istedim. Pergeli


elime verdiler. Adımlarımı alabildiine açıp kocaman ölçü ça¬
talını döndüre döndüre sınırları ar˛ınlamaya çalı˛ıyordum. Da-
ha ilk dakikalarda vücudumda bir sıcaklık ba˛ladı. Sonra sır¬
tımdan hafif bir ter bo˛andıını hissettim. Ayaklarımı ölçü¬
ye kolay uyduramıyordum. Boyuna yere, topraa bakmak, her
çevrili˛te pergelin ayaını, sınır çizgisinin tam üstüne hiç kay¬
dırmadan uydurmak lâzımdı. Mujikler ölçüyü ellerine alınca,
sınırların üstünden tav˛an seker gibi, rahat, telâ˛sız ko˛up gi¬
diyorlardı. Halbuki ben, daha ilk ar˛mlanmalarda yorulmu˛-
tum. Ama ˛imdi i˛i bırakmayı da kendime yediremiyordum.

Biraz daha ilerleyince dizlerim kesilmeye, adımlarım ka¬


rı˛maya, gözlerim kararmaya ba˛ladı. Pergelin çatalları ara-
sınâan: toprak bana, arük teferruatmı kaybetmi˛ gfbj gvrü-

nüyordu. Daha sonra yer büsbütün ˛ekilsizle˛ti. Sınır çizgileri


kayboldu. Toprak sanki, hızla giden bir trenin aralıklarından
görülen mesafeler gibi dümdüz akıp gidiyordu.

Kendimi akan topraın üstünde boyuna dönüp açılan per-


gelin hareketlerine verdim. Tarlanın öteki ucuna varıp da dur-
duum ve ba˛ımı kaldırdıım zaman, etrafımdaki mujikler ba-
na kahkahalarla gülüyorlardı.

Ama biraz evvel topraı Allaha mal eden filozof ihtiyar


gene atıldı. fiimdi yüzü bir ermi˛ gibi manalı görünüyordu:

Yolda˛, dedi, yoruldun. Tarlayı sahiplendirmeye ura˛-,

mak zor. Aslını ararsan, bütün bu i˛lere hiç lüzum yok.

Dünyada topraa sınırları, i˛aretleri koyan biziz. Bu

çizgilerin içindeki yerler, bir zaman benim, bir zaman

senin. Bir zaman beyin, bir zaman manastırın. Haydi bir


SUYU ARAYAN ADAM 267

zaman da devletin olsun. Ama o çizgilerin altında top¬

rak her zaman bütün kalır. ›˛te o bütün olan ˛ey var

ya? O, ne bizim, ne çarın, ne de devletindir. O, Alla-

hın malıdır. ›˛aretler bizimse de. mal sahibi ba˛kadır ( 1 ) .

Allahın bu malı üstünde biz, insanlar yaratılalı beri çe—

ki˛ir dururuz...

Mujikler hep haç çıkardılar. Ben onu yapamadım. Köylü-


ler uzakla˛tılar. Yorgun, mecalsiz, topraa çöktüm. Arkamı bir
hendein sırtına vererek boylu boyuna uzandım. Üstümde gök,
masmavi, pürüzsüz ve sınırsız bütün dünyayı kaplıyordu...

(1) ›htiyarın anlatmak istediiyle, bizdeki ˛u beyitlerin ifade


ettikleri arasında ne kadar yakınlık var:

(.Mal sahibi, mülk sahibi,


Hani bunun ilk sahibi?
O da yalan, bu da yalan,
Gel biraz sen de oyalan...»
Kampta, yahut mujiklerin tabirince komunada hayat, bir
bakı˛ta yeknesak, fakat hakikatte hareketli geçiyordu. Hele
yakın köylerdeki umumî toplantılara katılmak benim için çok
zevkli oluyordu. Bu köyler üzerinde bizim komunamızm bir
de ˛eflii vardı. Köylere temas edecektik. Onları uyaracak, ay¬
dınlatacak, kazanacaktık!..

Bu köylerde, sonsuz ormanlar içine serpilmi˛ bu küçük ce-


maatlerin her birinde, bütün dertleri ve çatı˛maları ile dünya-
nın bir parçası ya˛ıyordu. Köyler, benim kitaplarda resimle-
rini gördüüm Rus köylerine az çok benzerdi. Yalnız sefalet,
romanlarda okuduumuz veya resimlerde gördüümüzden bi¬
raz daha fazlaydı. Harp her ˛eyi bitirmi˛ti. ›htilâl ise, köyün
geri kalan dünya ile baıntısını kesmi˛, onu kendi içine it¬
mi˛ti. Köye yalnız bro˛ürler ve mitingciler gönderilebiliyor-
du. Eski nizam yıkılmı˛tı. Fakat yeni nizamın ne olacaını kim-
se anlayamamı˛tı. Yalnız ˛u var ki, artık harp bitmi˛ti. Çar
ve çarlık yoktu. Hükümete, arkasından istenildii kadar küfre¬
debilirsiniz. Ama yüzüne kar˛ı onunla ho˛ geçinmek lâzımdı.
Zaten ortada bir hükümet de yoktu. Cepheden terhis edilen
askerlerden en azılılar her köyde, adına «›htilâl Komitesi» de-
dikleri bir Köy ›dare Heyeti kurmu˛lardı. Bütün istedikleri
de, kimsenin köye dokunmamasından ibaretti. Köylü, bütün
dünya köylüleri gibi kapalı, çekingen, herkese kar˛ı ˛üpheli
ve küfürbazdı.

Köylerde sık sık toplantılar olurdu. Ben, bir kenara çöke-


rek veya bir halkaya katılarak konu˛ulanları dinlerdim. Her
köyün meydanında bir aaca asılmı˛ veya bir yere çengellen-
mi˛ küçük bir çan vardı. Toplantı olacaı zaman köyün ba˛-
kanı bu çana bir demir parçasıyle vurunca, evlerden, avlular-
dan insanlar sokaklara dökülürlerdi. Köyün meydanında bir
halka çevirip toplanırlardı. Kocakarılar hemen daima halkanın
bir tarafını tutarlardı. Genç kızlar ise, askeklerin sıraları ara-
SUYU ARAYAN ADAM 269

sına üçer be˛er karı˛mak, bu sıralar arasında itilip çimdiklen -


mekten ho˛lanırlardı. Çocuklar, ba˛kan masasının etrafına yı-
ılırlardı. Papazların, eski zabitlerin, eskiden ticaret ve ya¬
hut murabahacılık yapanların toplantılara katılmaya haklan
yoktu.
Toplantı halkasında herkes yerlere oturur veya uzanırdı.
Herkes birbirine sokulur, birbirleriyle çeki˛irdi. Konu˛ma ko-
nuları hesapsızdı. Toprak i˛leri, erzak i˛leri, seçim, parti da¬
vaları, dünya meseleleri hiç bir sıra gütmeden birbirlerini ko¬
valardı. Bazen de kavgalar, kadm-erkek davaları, karı-koca ge¬
çimsizlikleri meydanda hallolunurdu. Meselâ, boyuna karısını
döven (karısını arasıra dövmek Rus köyünde suç sayılmaz)
ve kaçak votka içerek sarho˛ olan bir mujik, kom˛uları tara-
fından ˛ikâyet edilip de, itile kakıla meydana sürülünce, ev¬
velâ kirli kasketini çıkarıp, sakalına bıyıına kansan keçele˛-
mi˛ saçlarını dalgalandırarak, ba˛ını saa sola devirirdi. Yarı
beline kadar kırılarak boyuna saı solu selâmlardı. Sonra içki
yahut kadm-erkek bahsinde, bu meydanda belki yüz defa ve¬
rilen nutuklardan aklında ne kalmı˛sa hemen tekrarlamaya ba˛-
lardı: Kilisenin telkinleri kadar zehirli bir ˛ey olan votkadan,
cemiyette kadının muhterem durumundan en co˛kun ˛ekilde
bahsederken, ba˛kan masası tarafında olu:

— Babam, anamı çok deil, günde yalnız dört defa döver.

Kaçak votka matarası da gömleinin altında gizlidir!..

diye baırınca, mujik evvel: ˛a˛alardı. Meydan kahkahalardan


kırılırdı. O, çocuuna hücum edeyim derken, ba˛kan, herifi ya¬
kalar, gömleini kaldırırdı. Düüm düüm bir iple mujiin boy-
nundan geçirilen kaçak votka matarası gömleinin kenarında
sallanır dururdu. Ama bu vaziyette de mujiin söyleyecek sö¬
zü vardı:

— Evet yolda˛lar, evet!., diye baırdı. Biz, Çar devrinin

pis köpekleri, biz kilisenin kokmu˛ esirleri!.. Evet, inkı¬

lâp sayesinde... '

Fakat artık bunlari'dinleyen olmazdı. O, bir taraftan sım-


sıkı votka matarasına yapı˛ırken,: dier taraftan, üstüne çulla-
270 SUYU ARAYAN ADAM

nanlar, ite kaka herifi meydandan sürüklerlerdi. O. halkanın


kenarında bir yere rahatça yıılır, çok geçmeden de sızar gi¬
derdi.
*

Toplantılarda, ba˛kanın yanında sık sık merkezden gelen


kimseler, hatta dı˛ memleketlerden yabancılar bile görülürdü.
Konu˛ulan ˛eylere kar˛ı mujiklerin, kocakarıların, genç kız¬
ların ilgileri ba˛ka ba˛kaydı. Çocuklar ise, toplantılarda gürül-
tü ne kadar artarsa, ortalık ne kadar karı˛ırsa o kadar sevi¬
nirlerdi. Hatta bazen i˛, büsbütün çıırından çıkıp da cemaat
birbirine girince, ne˛elerinden barı˛maya, iti˛meye dalar-
lardı. . . .
Böyle zamanlarda, ba˛kalarına sözünü geçiremeyen ba˛kan,
hıncını çocuklardan alırdı. Evvelâ onların üzerine atılır, onla-
rı, .tekmelemek, kovalamakla i˛e ba˛lardı. Bir müddet sonra
da cemaat dala˛maktan bıkarak herkes yerli yerine oturunca,
toplantının, gündemine .geçilirdi.
Bir gün kampa bir ›ngiliz, geldi. Bu ›ngiliz, o zamanki ›n-
giltere parlamentosunun galiba tek komünist mebusuydu. Hin-
distan'a gidiyormu˛. Moskova'ya uramı˛. Köyde konu˛acaktı.
Yanına tercüman diye karmakarı˛ık bir .kadın, takmı˛lardı. .

Bu toplantı mühim sayıldıı için, civar köyler halkı da, en


yakın köyün meydanına çaırıldı. Masanın ba˛ına bu sefer ko -
munanm parti komitesi ba˛kanı geçti. Köylüler, hele kocaka-
rılarla genç kızlar, ›nilizin daha ziyade elbiseleriyle me˛gul
gibiydiler. Yabancının ba˛ında koyu ye˛il bir fötr ˛apka vardı.
Sırtında iyi kuma˛tan bir sivil elbise ta˛ıyordu. Gömlei temiz
ve boyunbaı ipektendi. Bu zamanda, bütün Rusya'da, hele Rus
köyünde böyle bir kıyafet görülmemi˛ bir ˛eydi',

›ngilizi evvelâ, parti komitesi ba˛kanı takdim etti. Bu tak-


dim bir nutuk kadar uzun sürdü. Bizim parti" ba˛kanına göre
bu yolda˛, mühim bir yolda˛tı. ›ngiliz kapitalistlerinin çanına
i˛te bu yolda˛ ot tıkayacaktı. Onların boazı bu yolda˛ımızın
elindeydi. Heriflerin günleri de sayılıydı. Yarın Londra'da kı-
zıl bayrak 'dalgalanınca, bu muhterem yolda˛, ›ngiltere'nin Le-
SUYU ARAYAN ADAM 271

nin'i olacaktı. ›ngiliz kralını al a˛aı edip, onun sarayına ku¬


rulacaktı . . . . .. '
Alkı˛lar ormanı inletti.
Sonra ›ngiliz konu˛maya ba˛ladı. Hareketsiz ve souk bir
tavrı vardı. Halbuki Rusya'da yalnız aızla deil, eller, kol-
lar, yumruklarla da konu˛ulur. Hatta arasıra saa sbla tekme-
ler savrulup, emperyalistlerin, inkılâp: dü˛manlarının Rusya'
dan nasıl kovulduu tasvir edilir. Bunun için, ›ngilizin put
gibi hali, ›ngilizcenin güm güm ötmeyen yavan, kaypak ˛ivesi
daha ilk cümlelerden itibaren köylü «kocakarıların: sinirlerine
dokundu. Sırıtmalar, gülü˛meler, fıkırda˛malar önce hafiften
ba˛ladı. Yava˛ yava˛ bütün halka kayna˛tı. Derken kocanine-
ierden birinin kendini tutamayıp kahkahayı bırakmasryle be-
raber, matü˛kalar makaraları koyverdiler. Ardından bütün ka¬
labalık çözüldü.

Kocakarıların hantal göbeklerini hoplata hoplata, birbirle-


rine yaslanarak sanki katılacaklarmı˛, sanki bayılacaklarmı˛ gi¬
bi salıverdikleri kahkahalara, genç kızların çılıkları, mujikle¬
rin, gülmekten ziyade aksırmaya,, öksürmeye benzeyen garip ses¬
leri karı˛tı. Çocuklara ise gün domu˛tu. Oynamaya, zıplama-
ya derken, sevinçlerinden birbirleriyle dala˛maya, gülü˛meye
ba˛ladılar.. .

Ba˛kan i˛i evelâ tatlıya balayacaını zannetti. Fakat or-


"alık az zamanda karnaval gürültülerine boulunca o da bu-
run köy ba˛kanlarının klasik usulünü tatbike giri˛ti. Tekme
tokat evvelâ çocuklara, çullandı. Sonra cemaata kar˛ı sözlerine:
Aziz yolda˛lar! muhterem arkada˛lar!
iıye ba˛ladı ama, arkasından dilini çabuk dei˛tirdi. Rusya'da
halk konu˛masının günlük malzemesi olduu için orada yadır-
ganmayan, fakat burada yazılmasına da imkân olmayan bir-
takım özel tabirleri birbiri. ardından aziz yolda˛larının ba˛ına
::rlattı.

›ngiliz evvelâ; pek bir ˛ey anlamadı. Yahut da anlattıı


mevzular, ihtimal gülünecek ˛eylerdi. Belki ›ngiliz lordlarıyle
ilay ediyordu. Belki ›ngiliz parlamentosunu alaya almı˛tı. Bir
-iddet olan bitenleri ho˛ görerek sözüne devam etmek istedi.
272 SUYU ARAYAN ADAM

Fakat ortalık allak bullak olunca, nihayet o da birtakım fev¬


kalâde ˛eylerin cereyan ettiini anlamı˛ olacak ki konu˛masını
kesti.
Ba˛kan hâlâ hitabesine devam ediyordu. Âdet olan küfür¬
lerin arkasından, gene âdet olan tehditleri ihmal etmedi. Her
yerde halkın içine karı˛an inkılâp dü˛manlarından, mürteci -
lerdeıı, ecnebi devletlere para ile satılmı˛ hain ajanlardan bol
bol bahsettikten sonra ortalık biraz durulur gibi oldu. ›ngiliz
yeniden konu˛masına ba˛lattırıldı.
Fakat bu sefer de ortaya ba˛ka bir dert çıktı. ›ngiliz ya¬
nma tercüman diye takılan sırna˛ık karı, galiba ›ngilizce bil¬
miyordu! Yahut da bildii ˛eyler, eski Moskova otellerinde ö-
renilmi˛ derme çatma bîr hizmetçi ›ngilizcesinden ibaretti..
Çünkü bu karının tercüme ettii ˛eylerle, ›ngiliz mebusu-
nun anlattıkları arasında her halde bir münasebet olmasa ge¬
rekti. Bu kadının azından ›ngiliz mebusu; o sırada Rusya'da
sürüyle dola˛an, bütün köylerde türeyen acemi propagandacı-
ların her gün, binlerce defa tekrar edilen basmakalıp tekerle-
melerinden ba˛ka bir ˛ey konu˛muyordu. Köylüler ise bunla-
rı ezberden biliyorlardı. Zaten karı da bunları ezberden oku-
yor gibiydi. Bu ›ngiliz, ta Londra'dan buraya her halde bunla-
rı söylemek için gelmemi˛ti.

Gülü˛meler, kakı˛malar tekrar ba˛ladı.. Hele ›ngiliz'in söz¬


leri uzadıkça i˛ büsbütün cıvımaya yüz yuttu. Fakat parti ko-
mitesi ba˛kanı mesleinin eriydi. Bu sefer gafil avlanmadı. ›n-
giliz sözlerini * kesip de onu yerine oturtunca, evvelâ hatibi
cemaatın ellerini kabartmcaya kadar alkı˛lattı. Köylüleri Hur -
raaa! Hurraaa! diye alabildiine baırttı. Sonra sözü tercüman
karıya bırakmadı. Kendi aldı.

›nsan bizim parti komitesi ba˛kanını tanımasa, onun ›ngi -


lizceyi su gibi bildiini, ve misafirin nutkunu, bir kelimesini
bile kaçırmadan ba˛tan ba˛a ezberlediini zannederdi. ›ngili-
zin neler söylediini gürül gürül anlatıyordu. Ve bu adam me-
er neler! söylememi˛ti ki...

Ba˛kan sözlerini elleriyle, * ayaklarıyle geni˛ hareketler ya¬


parak, masayr alabildiine yumruklayarak Hurraaîar, ya˛asın-
SUYU ARAYAN ADAM 273

i arla bitirdi. Kendisini de hem kendi alkı˛ladı, hem cemaata


alkı˛lattı.

Yaz sona. eıip de mektebe dönülünce, mektebi oldukça de-


i˛mi˛ bulduk. Bina temizlenmi˛, tamir edilmi˛ti. Yemekhane-
de çay bardaı vazifesi gören eski konserve kutuları kaldırıl-
mı˛tı. Sofralara çatallar, ka˛ıklar, tabaklar konulmu˛tu. ›çeri-
sinde balık kılçıklarıyle patates kabuklarından ba˛ka bir ˛ey
görülmeyen çorbaların yerini daha iyi yemekler almı˛tı.
Kız talebelerin, eer isterlerse erkek yatakhanelerinde ya¬
tabilmeleri usulü de kalkmı˛tı. Gerçi kıyafetleri gene erkek
kıyafetiydi. Ayaklarına kalçın, sırtlarına asker gömlei, ba˛la-
rına Mool tulgası biçiminde kızılordu ba˛lıı giyiyorlardı. Ama
bacaklarına pantalon yerine bir eteklik geçiriyorlardı. Fakat
kadın erkek hayatı muhakkak ki bir nizama giriyordu. Dier
sahalarda da dei˛iklikler vardı. Açlıın görünür izleri tasfiye
edilmi˛ti. Bu açlıın deh˛etini olduu gibi, hatta olduundan
da fazla göstermek gayreti, klüplerde, fabrikalarda, sokaklar-
da, meydanlarda hemen gerilen seyyar sinema perdelerinde ya¬
˛atılan faciaların manzarası ortadan silinmi˛ti.

Buna ramen mektebin ilk günleri bana iyi görünmedi.


Her ˛eyde bir ba˛ıbo˛luk vardı. Mektebi örenci komiteleri yö¬
netiyordu. Ben bile bir komitenin basındaydım. Bu komite as¬
kerî komiteydi. Mektebin bodrumu bir silâh deposu halindeydi.
Eer dü˛manlar inkılâbı yıkmak isterse, bu silâhları alacak,
onlara kar˛ı çıkacaktık.

Mektebin kapıları ardına kadar açıktı. Bu kadar karı˛ık


bir mekanizmanın; içine aldıı insanlara nasıl olup da tertip
ve gayeye uygun bir hüviyet verebilecei anla˛ılmaz bir ˛eydi.
Fakat zaman geçip de biraz dikkat edince, insanın kendini
farkına varmadan birtakım çarkların dönü˛üne kaptırmı˛ ol¬
duu hissediliyordu. Bu çarklar, garip bir ˛ekilde birbirini ta-
mamlıyorlardı. Öyle çarklar ki, onların dı˛ına bir adım bile
çıkmak isteseniz, kendinizi bo˛ bir step ortasında, trenden atıl-
mı˛ bir yolcu gibi tamamen yalnız hissederdiniz.

18
274 SUYU ARAYAN ADAM

Aslına bakılırsa burası bir üniversite olmaktan ziyade, bir


üniversite okuyucusu imalâthanesi gibiydi. Hem de sınırları
dikkatle çizilmi˛, belirli maksatlar için kurulmu˛ bir örenci
imalâthanesi. Burada bulunanların üniversite öncesi tahsille-
ri hiç ˛üphe yok ki birbirini tutmuyordu. Gelenlerin çou, kla-
sik üniversite öncesi tahsillerini tamamlayacakları yıllarını cep-
helerde, iç sava˛larda geçirmi˛lerdi. Bazı ˛artlar müsait olduu
takdirde mektebe giri˛ de her halde zor deildi. Fakat bir¬
takım hazırlık kursları, birtakım yoklamalar, birtakım esas sı¬
nıflar, külfetsiz bir ˛ekilde ve öyle i˛liyordu ki mektebe giren
kalabalık hatta hiç farkına varmadan, hiç durmadan eleniyor-
du. Binanın holüne sık sık asılan listelerde adları çıkanlar,
hemen ve hiç yadırgamadan mektepten ayrılıyor, amelî i˛lere
gönderiliyorlardı. Rusya dı˛ında okuyucular da vardı ve bun-
ların büyük çounluunu Çinliler te˛kil ediyordu. Ben ken-
dimi bu kalabalık içinde, bütün eksikliklere ramen, gene de
biraz okur yazar, biraz hazırlıklı görüyordum. Batı ülkelerin-
den veya Amerika'dan yolları bu mektebe dü˛mü˛ olanlar, en
çok derme çatma olanlardı. Ve kısa zamanda burayı terk edi-
yorlardı. Daha ˛ahsiyetli olanlar, az sayıda Hintlilerle, sayı¬
ları çok f a z la olan Çinlilerdi (1).

Mektebin iç hayatına nüfuz ettikçe, bir. bakı˛ta göze çar-


pan karı˛ıklıa ramen sosyal mua˛eret, yahut eitim, öre-
tim tarzı (2) gibi hususlardaki hususiyetleri sezebiliyordum.
Meselâ her gün muhtelif vesilelerle ele alman hadiseler ara -

(1) Tarihteki bütün rejimler gibi, birtakım zaafları ve bir¬


takım kuvvetleri olan Rus hadisesi kar˛ısında Batı memleketlerinin
son elli yıldan beri gösterdikleri tepkiye, inkılâplar safhasında Rus-
ya'yı yakından görenlerin Batıda bulunmayı˛ı müessir olsa gerektir.
Sovyetlere alâka, ancak ›kinci Dünya Harbinden sonra kısmen ba˛¬
lamı˛ ve bilhassa Amerika'da, Rus mektep ve yeti˛tirme tarzına kar˛ı
olan ilgi ˛imdi artmı˛tır.
(2) Bu öretim tarzının, esasında men˛ei Amerika olmakla be¬
raber, Rusya'da inki˛af ettirilen bazı teknik prensipleri, bilâhare
Ankara'da hoca ve mektep müdürü olarak, kendi ölçülerimiz dahi-
linde tatbik etmi˛ ve bu suretle de ilgililerin ve bilhassa rahmetli
Atatürk'ün, dikkat ve alâkasını çeken neticeler almı˛tım.
F*?

Mosko ra Üniversitesinde
1921—1924
276 SUYU ARAYAN ADAM

sında bir gün fiarkta kadın meselesi ˛öyle bir tartı˛maya konu
oldu:

Bir tören günü. mektepte kalan güzel bir Çerke˛ kızı, bel-
ki de fırsat gözleyen bir hem˛erisinin fena bir te˛ebbüsü kar-
˛ısında kalmı˛tı. Kız mukavemet ve ˛ikâyet edince i˛, u m u m î
toplantıya getirildi. Tartı˛ma ba˛ladı.

Örencilerden bir kız i˛i ˛öyle ortaya koydu:

— Kafkasya'da kadın bir maldır. Alınır. Satılır. Koyun gi-


bi, at gibi pazarlık konusu olur. Yahut da hırsızlanabi-
lir. Kaçırılabilir. Kafkas dalarının kanunu budur ve
ancak erkei hak sahibi tanır.
Kadın evin e˛yası, hayvanı gibi bir ˛eydir. Sahibi-
nin emrine tabidir. Ona bir hak tanınmaz.
Kafkasya'da nikâh, bir ticaret muamelesidir. Ve akit
yahut alı˛-veri˛ ancak iki tarafın erkekleri arasında ta-
mam olur. Zaten Kafkas illerinde -kız' nikâhlamaya, kız
satmak derler. Kızını satan fiyatım bildirir. fiu kadar
para, ˛u kadar kilim, bir yamçı, bir at ister. Fakat alıcı
taraf daha kestirme yoldan gider. Pazarlıkta aır bas-
mak için kızı kaçırır. Sonra pazarlıa girer. Bu suretle
evlenme münasebeti mal münasebeti ˛ekline girince, a˛-
kın yerini, mal sahiplii alır. î˛te tören günü mektep
bo˛alıp herkes geçit resmine gidince, Kafkasyalı erkek
yolda˛a bu tenhalık, Kafkas dalarının havasını hatır-
lattı. ›çinde atalarının ruhu harekete geldi. Bu ruh onun
henüz geli˛meye ba˛layan ˛uurunu yendi.

Bir Mool söze ˛öyle müdahale etti:

— Bizde kadınları hatta satın almaya bile l ü z u m g ö r m e z -


Zer. Moolistan'ca ve Tibet'te ruhanîler, Buda rahipleri,
din adamları nüfusun üçte birini te˛kil ederler. Bunlar
hiç çalı˛mazlar ve güya evlenmezler. Fakat hepsi ba˛¬
kalarının karıları, kızlarıyle diledikleri gibi elenirler.
Ödedikleri ˛ey ise sadece, hastalıklarını'âleme yaymak-
tır. Bunun için bizde frengi, Hint paryalarındaM sıtma
gibi yaygındır.
SUYU ARAYAN ADAM 277

Bir öretmen ˛öyle konu˛tu:


-- Bunları önlemek için kanunlardeil, ˛artlar dei˛me-

lidir. Çobanlık, dacılık, yahut geri ziraat, yerini mo¬

dern sanayie bırakınca...

Ve ondan sonra uzun uzun, Amerika'yla giri˛ilecek teknik


yarı˛madan bahsetti. Ama bir dieri bu aydınlatmayı yeterli
bulmadı. Sanayiin ileri olduu memleketlerde, bilhassa Ame-
rika'da, beyaz kadın ticareti, fahi˛elik, esrarke˛lik, kadınların
gangsterle˛tirilmesi, sanatın sefaleti, hulâsa Amerika'da kadı-
nın ba˛ından esen bin bir tehlike üzerinde durdu...
Nihayet son söz, davacı kızın oldu ve kendisine saldırmak
isteyen hem˛erisinin, daların hoyrat ruhundan kurtarılması
için, onun bir süre bir sanayi merkezine gönderilmesini tek¬
lif etti.
Arkada˛ların bu teklifi yerinde buldukları belliydi. Yalnız
Kafkasyalı delikanlı ˛a˛kındı. Çerke˛ kızının önünde yenildii-
ni anlıyordu. Eer Kafkas dalarında olsaydı böyle olabilir miy-
di? Onu saçlarından yakaladıı gibi sürükleyerek atının terki-
sine atar, diledii yerlere kaçırırdı. Bu arada çarpı˛ır, yarala-
nır, hatta ölebilirdi. Ama bugün burada olan ˛ey, hiç bir za¬
man olamazdı...

/
PamirdeM ›stifham
14

Derslerin ba˛layı˛ından az sonra, üniversitenin parti komi-


tesinin sekreteri, Enver Pa˛anın Buhara'daki hareketleri hak-
kındaki askerî akademide kapalı bir konferans verileceini, üni-
versiteye gönderilen davetiyeyi bana vereceini söyledii za —
man te˛ekkür ettim. Buhara'daki hareketleri az çok biliyordum
ve Enver Pa˛a hakkındaki bilgilerin bizi, yakından ilgilendire —
ceini söyledim.
Konferans gece yapılacaktı ve umumî deildi. Akademiye
varınca davetiye ve hüviyet kartlarının birkaç yerde kontrol
edilmesi lâzım geldi. Konferans salonu küçüktü. Davetliler az
sayıdaydı. Ön sandalyeleri i˛gal edenler, görünü˛lerine bakı —
lırsa, her halde ordu ileri gelenleri veya askerî uzmanlar olsa
gerekti. Gene görünü˛lerine bakılırsa bunlardan bazılarının,
˛imdi Kızılordu üniformaları altında çalı˛an eski çar orduları
generallerinden olmaları da mümkündü.
Konferans ^kürsüsünün arkasındaki panolarda Orta Asya.
Afgan ve Hint sınırlarına ait stratejik haritalar ve birtakım
vaziyet planları vardı. Konferansçı, Enver Pa˛aj'a kar˛ı Buha-
ra'daki hareketleri idare eden kolordunun kumandanıydı.
Sözlerine ˛öyle ba˛ladı:

— Enver Pa˛anın hareketlerinden ziyade, bu hareketler


için seçtii bölgenin stratejik karakteri önemlidir. Bu
bölge, Dou Buhara 'dır.

Sonra haritaların ba˛ına geçti. Önce hareket sahasını i˛a—


ret etti. Buraları topluca, eski Maverâunnehrin bir parçasıdır.
Bu sahayı çeviren nehirler Ümmüderya ve Sir derya nehirle-
ridir. Bu nehirler, Türkistan'la Hazer denizi arasındaki Aral gö-
lüne (veya denizine) akarlar. Her ikisi de kaynaklarım, dün-
282 SUYU ARAYAN ADAM

yanın damı denilen Pamir yaylasının kuzey eteklerinden alır.


Pamir, Himalaya silsilesi te˛ekkülâtmdandır ve Hindistan'la
Rusya veya Orta Asya arasında bir set te˛kil eder. Dou Bu-
hara dalık bir bölgedir. Güneyde Afganistan'la sınırlanır. Do-
u Buhara Orta Asya'ya güneyden kuzeye doru, biraz yu¬
karıdan bakar. Orta Asya ile Afganistan ve dolayısıyle Hindis-
tan arasındaki yollar, bütün tarih boyunca, hep buradan geç-
mi˛tir.
Kumandanı dinlerken, fiark meselesine ait kitaplarda dai-
ma ön planda gelen fiarktaki ›ngiliz-Rus mücadelesinin, be-
nim bile biraz bildiim kısımları, perde perde açılıyordu. Biz
Türkler fiark meselesi deyince (1) daha ziyade Osmanlı im-
paratorluunun zayıflamasıyle beraber ortaya çıkan meselele-
ri, ıslahat, yahut taksim davalarını anlarız. Bu davaların mih-
veri Yakın Doudur. Halbuki Rus-›ngiliz mücadelesi ve reka-
beti fiarkta, Pasifik okyanusundan Akdeniz'e kadar uzanan bü-
tün ülkeler, bütün sınırlar ve üsler boyunca cereyan ederdi.
Hakikî fiark meselesi de bu olsa gerekti.
Rusların fiarka doru Sibirya'ya yayılı˛ı daha Korkunç
›van zamanında (1546-1584) ba˛ladı. On yedinci asrın ba˛ında
Petro, bu. hareketi daha ilerlere götürdü. 1678'de Çinlilerle ilk
muahede yapıldı (Dü˛ünmeli ki 1608 tarihinde bile Ukrayna
henüz Osmanlı himayesinde sayılıyordu).
Ruslarla ›ngilizler Yakın Douda, Orta Douda olduu gi¬
bi Çin'de ve Japon denizi kıyılarında da birbirleriyle kar˛ıla˛-
tılar. Hatta bir aralık Rusya Kuzey "Amerika'nın bir büyük
parçasını, yani Alaska'yı kendi mülkü olarak benimsedi (Bu
ülke 1907'de Amerika'ya satıldı).

Çarlar, Rus-Japon harbinde Japonlara yenilmelerine ra¬


men (1905), Pasifik okyanusu sahilinde ve Mançurya nüfuz sa¬
hasında kalmı˛lardı. Moolistan'a yerle˛mi˛lerdi. Hint smırla -

(1) Türkiye'de bizim neslimizin siyasî idrakinde ve hafızasında


fiark meselesi çok ehemmiyetli bir yer i˛gal eder. Hatta 23 temmuz
1908 ihtilâli ve bunu hazırlayan ›ttihat ve Terakki hareketi, fiark
meselesinin Avrupa'daki inki˛aflarının Türkiye'de bir reaksiyonu ola¬
rak geli˛ti denebilir.
SUYU ARAYAN ADAM 283

zina, Pamir yaylasına ula˛mı˛lardı. 1907'de daha fazla ilerle-


memek esası dahilinde ›ngiltere ile Afganistan ve ›ran hak-
kında bir anla˛ma yapmı˛lardı. ›ran'da hem Rus hem ›ngiliz
askerleri vardı. Dou Anadolu'daki kı˛kırtmalar, Ermenistan
davaları, Filistin'de dinî himaye meseleleri, Basra, .Süvey˛ ve
iskenderun körfezlerindeki emelleri ise malumdu. Osmanlı im-
paratorluu çarlıın müsadesi olmadan Dou vilâyetlerinde bir
kilometre yol, hatta bir karakol binası bile yapamıyordu! Hu-
lâsa on dokuzuncu asırda asıl fiark meselesi, Asya'daki Rus-›n -
giliz rekabetinden ibaretti.
Akademinin kapalı salonunda verilen konferansta kuman-
dan, öyle görünüyordu ki, bu geni˛ ölçüde mücadelenin bütün
problemlerini en ince teferruatına kadar biliyordu. Ve kuman-
danın açıklamaları gösteriyordu ki Asya'daki bu Rus-›ngiliz
rekabeti, o gün dahi, gene sahnededir. Elindeki denei, stra-
tejik Asya haritasının geni˛ güney sınırları üstünde ve Tür-
kistan ovasına 3'erle˛tirilen bir yıldızdan Sin-Kiyanga (Çin Tür -
kistanı) Horasan'a (›ran Türkmenistanı) ve Afganistan'a (Hay -
bar geçidi istikameti) üç ayrı ok üstünde ayrı ayrı dola˛tırı-
yordu. Orta Dounun tarihi gelecei hakkında derin, kendisine
göre iyi tebellür etmi˛ fikirleri vardı.

Ona göre zaman, bu bölgeler için yeni geli˛meler hazırla-


maktaydı ve durum, ˛imdi çarlar zamanına nazaran daha avan-
tajlıydı. Konferansçıya göre, Birinci Dünya Harbinden galip
çıkmasına ramen ›ngiltere'nin bu bölgelerdeki durumu tama-
men sarsılmı˛tı. Bu devlet, bu bölgede artık ne siyasî ne de ik¬
tisadî bakımdan bir terakki unsuru deildi. Her ˛ey onun aley-
tineydi. Yakında hem Orta, hem Uzak Doudan tamamen çe-
kilmek zorunda kalacaktı. Bu arada millî kurtulu˛ hareketlerine
de deindi. Bu hareketler ve hele Türkiye'deki millî hareket
kar˛ısında ›ngiltere'nin gafletine i˛aret etti. Konferansın akı˛ı
oeni, hem bir asker, hem bir politikacı gibi konu˛an bu ku¬
mandanla, Baku'da dinlediim Enver Pa˛a arasında, olayları de-
erlendirme bakımından ister istemez bazı mukayeselere sevk
ediyordu. O Enver Pa˛a ki, son günleri, bugün burada anlatı-
lacaktı.
284 SUYU ARAYAN ADAM

K u m a n d a n ˛öyle devam etti:

— D o  u Buhara bir kilit noktasıdır. Burası Afgan ve Hint


yollarını kapar ve Türkistan yollarını yukarıdan kon-
trol edebilir. Dou Buhara 'da, güneyden teknik yardım
görecek bir kumandan, eer sosyal ve politik bir görü˛e
sahipse, Orta Asya'nın i˛lerine müdahale edebilir.

Konferansçı, Enver Pa˛anın hareket sahası olarak seçtii


bu bölgenin stratejik önemini ve pa˛anın burayı seçmekte tam
isabet gösterdiini bir daha i˛aret ettikten sonra, onun ˛ahsı
üzerindeki genel kritiklerine geçti:

— Bu hareketin, güneyden ve hassaten ›ngiltere'nin geni˛


kaynakları ve açık yardımlarıyle beslenmediine göre,
daha ilk günden itibaren bir askerî hareket olmaktan
çıkarak bir çete-gerilla hareketine dönmesi lâzımdı. Hal-
buki o, elindeki çetelerle, geni˛ sahada bir ordu tabiye-
si tatbik etmek istedi. Zaysanda, Dü˛enbih'te, Karada'
daki te˛ebbüsleri bunu ispat eder. Arkasını daa ver¬
dikten sonra, çeteleri ile daın iki tarafındaki geçitleri
tutarak bir cephe emniyeti tesis etmek istiyordu. Hal¬
buki çeteler boazlardan ayrı ayrı püskürtülünce bu sunî
cephe, sadan soldan dayanıksız kaldı. Pa˛a, bu tabiye
hatasını kendi hayatiyle ödedi.

Bu bakımdan Eski Buhara Emiri Nur Alim Han ve


ba˛buları, Enver Pa˛adan daha iyi birer askerdirler.
Çünkü onlar ellerindeki derme çatma adamların ve ek-
sik malzemenin ancak bir çete hareketine müsait oldu*'
unu biliyorlardı. Buharalilar, fırsat buldukları yerde
kollarımızı, karakollarımızı, kervanlarımızı vuruyorlar,
sonra dalara, çöllere kaçıyorlardı.

Ama Enver Pa˛a, evvelce ordu ba˛kumandanlıı yap¬


mı˛ bir kurmay olduu için yalnız cephe hareketinden
anlıyordu.
Gerilla sava˛ına kıymet vermiyordu. Fakat Buha-
rada topladıı çeteler, muntazam bir ordu deildi. Bun¬
ların arasında esaslı bir ruh birlii yoktu.
285

Sonra kumandan hareketin siyasî mahiyetine geçti. Ona


göre Enver Pa˛a, halka kar˛ı, memleketten kaçan ve kendisin -
ien hakikaten nefret edilen Buhara Emirinin bir adamı gibi
görünmek ve bu ˛üpheyi uyandıran bir mühür kazıtmakla da¬
ha ilk günden itibaren muvaffakiyet ˛ansını kaybetmi˛ti. Kal-
dı ki, Emirin adamları da onu tutmuyorlardı. Hatta bunlardan
bir a˛iretin ba˛ı olan Lakey ›brahim, daha ilk adımda Enver
Pa˛ayı ve adamlarını yakalamı˛, silâhlarını almı˛tı. Hepsim
hapsetmi˛ ve pa˛anın öldürülmesine karar almı˛tı. Pa˛annf o
laman hayatının kurtulu˛u, gene birtakım kaba a˛iret anla˛ -
malarıyle olmu˛tu. Hem Buhara emiri hem bütün gericiler onu,
halife Abdülhamit'i -tahtından indirmi˛ ve Türkiye'de yenilik
iceditlik) yapmı˛ biri olarak suçlandırıyorlar, sevmiyorlardı.

Halbuki o, millî sloganlarla ve millî bir önder gibi ayak -


lansaydı, milliyetçi unsurların yardımını salayabilirdi. Milli-
yetçi unsurların yani münevver ve yarı aydınlarla orta sınıfın
bir kısmı, Orta Asya'nın en dinamik, unsurlarıydı. Fakat bun-
lar dahi, eski Buhara emirinin tahta dönmesiyle, sosyalist in¬
kılâbını kar˛ıla˛tırdıkları zaman, o günkü, ˛artlar içinde, ikin-
cisini tercih ediyorlardı (1).

Konferansçı konu˛malarına ˛u sözlerle son verdi:

— Enver Pa˛ayı; siyasî hataları ve sosyal görü˛ darlıı, as-


kerî hatalarından daha önce yıkmı˛tır (2).

(1) Bu mevzu, Prof. Zeki Velîdî Toan'ın «Bugünkü Türkistan»


isimli eserinde de çok etraflı incelenmi˛tir.
(2) Yapılan ne˛riyat da gösteriyor ki, Enver Pa˛ayı Buhara'ya
çaıran, onu orada kar˛ılayan ve daima beraberinde bulunup, hatta
onun etrafıyle temaslarında bir nevi aracı vazifesi takman adam,
Çerke˛ Hacı Sami'dir.
Hacı Sami Ku˛çuba˛ı, bütün ömrü boyunca eli tabancasında ve
daima macera pe˛inde ya˛amı˛ mutaassıp bir komiteciydi. ›zmir
kurtarıldıktan sonra Hacı Sami Yunanistan'a sıınmı˛ ve bir ara-
lık, Yunan adalarında bir çete te˛kil ederek gizlice Ku˛adası sahil¬
lerimize çıkmı˛tı. Çetenin hedefi Atatürk'e bir yurt seyahati sıra¬
sında suikast yapmaktı. Fakat çete yolda görülmü˛, müsademe so¬
nunda sa kalanlar silâhlarıyle tutulmu˛, fakat bu müsademede
Hacı Sami vurulmu˛tur. Sa kalanlar mahkeme sonunda idam edil -
diler.
286 SUYU ARAYAN ADAM

Konferansçının Enver Pa˛a hakkındaki son hükmü belki


doru, belki yanlı˛, fakat sert ve kesindi.

Enver Pa˛anın Birinci Dünya Harbindeki askerî hikâyesi


bizce malumdu. Harbiye nazırı ve ba˛kumandan vekili olarak
yıllarca orduyu, elinde tutmu˛tu. Mukadderatımıza hükmet-
mi˛ti. ›mparatorluun harbe giri˛inin ba˛ mesulü olarak tanı-
nıyordu. Fakat harbin sonunda hem kendisi, hem Osmanlı im-
paratorluu için her ˛ey kaybolmu˛tu. Bütün görünü˛e ve ve¬
sikalara göre o, bazı anlayı˛lı arkada˛larının muhalefetine
bakmayarak (Bu muhalefet edenlerin içinde, sonradan yapılan
ne˛riyata göre Mustafa Kemal ve bilhassa Karabekir de var¬
dır) (1) memleketi hazırlıksız, lüzumsuz ye maksatsız bir, har-
be sürüklemi˛ti. Daha ilk adımda ve Sarıkamı˛'ta bir hamlede
ve birkaç gün içinde kurban verdii 90.000 ki˛ilik en büyük or¬
dumuzun bir daha doldurulamayan bo˛luunu, cephede her gün
hissetmi˛tik.

Baku'da kendisini dinlediim zaman söyledii ˛eyler ise,


olan bitenleri kavramamı˛ olması bakımından, hatta benim gi¬
bi tecrübesiz bir genç için bile hayal kırıcıydı.

Fakat, asrın en büyük hadiselerinden biri olan millî ha-


reketler ve millî hareketlerin her yerde önder elemanı olan
aydın zümre hakkındaki anlayı˛sızlıı ve ilgisizlii, görünü-
yordu ki, hakikaten büyük bir hataydı. O münevver zümre ki
Orta Asya'da, emirciler, yani eski Buhara, Hîve emirleri-
nin adamları, mutaassıplar ve mürteciler tarafından, cedit
yani yeni ve yenicilik taraftarı olarak takım takım öldürül-
mü˛lerdir. Feodal unsurlar, yani a˛iret, kabile beyleri ve toprak -
aaları onları, aynı suçla, her ele geçirdikleri yerde parçala-
mı˛lardır. Ruslar tarafından da bu zümre, inkılâp aleyhtarı ola-

(1) Kâzım Karabekir, Bü-inci Dünya Harbine ait olarak ne˛-


rettii hatıralarında, bu muhalefet ve mukavemetini ve Enver Pa-
˛anın harp mesuliyetini ˛iddetli bir tenkit lisanıyle anlatır.
Bu meyanda, Avrupa cephelerinde hiç bir ümit kalmadıı ve
kolordusundaki askerin merkezle âdeta irtibatsız kaldıı bir zaman-
da kendisine, Tahran'ı i˛gal etmek, daha ilerilere ve Hindistan'a
gitmek için garip emirler gönderdiini nakleder.
SUYU ARAYAN ADAM 287

:ak gerçi imha edilmi˛tir. Ama. hedefi millî istiklâl olan bir
hareketin mukadder öncüsü daima aydındır. Bu zümrenin ih¬
mal edili˛i, Enver Pa˛a hareketinin Orta Asya'dan millî bir ha-
reket vasfı almasına ve geni˛ halk tabakalarının ümidini ken-
di etrafında toplanmasına engel oldu...

Fakat Enver Pa˛a artık ölmü˛tü (4 austos 1922) (1). Fayda-


sına inandıı usullerle giri˛tii bir hareket için hayatını ver¬
mi˛ti. Muhakkak ki cesurdu. ›yi bir ordu te˛kilâtçısrydı. Ama
mutaassıptı. Fakat taassup ba˛ka, idealizm gene ba˛kaydı. Ge-
ni˛ ölçüde kurucu ve yapıcı bir devlet adamı olmaksa büsbü-
tün ba˛kadır.

Ama asıl hüküm, artık tarihe aitti...

Konferansta bulunanlar, akademi salonunu terk ederken,


kürsünün arkasındaki panolarda sergilenen haritalar, vesika-
hn ayrı ayrı gözden geçirdim. Bu haritalarda, yalnız Dou Bu -
r.ara'nın deil, bütün Orta Asya'nın ye onu çevreleyen büyük
hıkelerin corafyası, morfolojisi, yol ve geçitleri; ırklar, din -
her itibariyle halk durumu i˛lenmi˛ti.

Dünyanın damı denilen Pamir yaylası. Hindistan'la Sovyet


Asya'sı arasında, gökleri delen bir istifham, muammalı bir sual
.˛areti gibi yükseliyordu. 1907 anla˛masıyle bu iki tarafın iste-
hvle araya sokulan ince bir Afganistan ˛eridi bu iki dev mem -
heketi güya birbirinden ayırmaktaydı.

Pamir istifhamının kıvrımları ›ran, Afganistan. Çin yayla¬


:
. ve Hint ovaları arasında bir sır bulutu içinde kaybolmu˛tu.

Tarih öncesi günlerinden beri bin bir akıncının, Büyük ›s¬


kender gibi bir cihangirin, Cengiz oullarının, Timur'un, Ba-
:ür fiahın talihlerini denedikleri yollarda, ˛imdi renk renk ya¬
rılar, i˛aretler, çizgiler görünüyordu ve bunların herbiri birer
mana ta˛ıyordu.

(1) On üç gün sonra da, onun arkada˛ı Bahriye Nazırı Cemal


Pa˛a, Tiflis'te ˛ehit edüdi. Me˛rutiyet devrinin iki askerî lideri tarihe
krukal ettiler (17 austos 1922).
288 SUYU ARAYAN ADAM

K a p ı d a n çıkmak üzere iken bir masanın ü s t ü n d e bazı ˛ey-

ler gördüm. Daınık kâıtlar, altları Buhara emaneti ve ›slâm


orduları kumandanı Enver Pa˛anın mührü ile mühürlenmi˛
mektuplar bunlar arasındaydı. Bir kenarda ayrı bir mektup
vardı. Küçük, muntazam kelimeler, klasik ve yarı resmî cüm-
lelerle yazılmı˛ bir mektup. Bu mektup, Enver Pa˛anın, Ber-
lin'deki e˛i Naciye Sultana yazdıı ve kimbilir nasıl ele geçiri-
len bir mektuptu...

* *

fiimdi nasıldır bilmiyorum? Fakat ölümünden sonra Orta


Asya ve Çin Türkistan'ı steplerinin hücra yerlerinde Enver Pa-
˛anın adı, kutsal bir insan, yani bir aziz olarak ya˛adı. Hatta,
kanının aktıı topraa belki yakla˛amadıı için, tıpkı Yunus
Emre gibi «Enver Aysı» mn da (1) her dada ayrı bir mezarı
ziyaret yeri oldu ve adı, tarihin efsaneleri gibi, onun e f s a n e s i¬
ni de yaratan, halkm muhayyilesine yerle˛ti.

Orta Asya göklerinde, Enver Pa˛adan kalan son yankı


budur.

îl) Aysı, ora dillerinde aziz, ermi˛ demektir.


Ba˛arılamayan inkılâp
15

Bir tesadüf bize, dünya ihtilâli meseleleriyle yourulan


Moskova'da, kendi memleketimizin ya˛adıı ve geçirdii dier
bir ihtilâlin meseleleriyle de ura˛mak hatta onun bazı ˛ahsi-
vetleriyle tanı˛mak fırsatını verdi. Bu ihtilâl veya inkılâp bi¬
zim hürriyet, yahut me˛rutiyet, ihtilâlimizdir. 4/austos/1922
de, Orta Asya'da Dou Buhara'daki Çegen tepesinde hayata
gözlerini yuman Enver Pa˛ayı, vaktiyle hürriyet kahramanı
Enver Bey olarak ortaya çıkaran ve halkın muhayyilesinde der-
hal efsane kahramanı haline getiren ihtilâl budur.
Bu ihtilâl, Osmanlı Türkiye'sinde 23 temmuz 1908'de, hür-
riyetin ilânı, yahut Sultan ›kinci Abdülhamit'in, me˛rutiyeti
iadesi ile ba˛lar. Kahramanı ›ttihat ve Terakki cemiyetidir. Hi-
kâye, Osmanlı imparatorluunun çökü˛ü ve 1918 kasımında ›t -
tihat-Terakki liderleri ile Enver Pa˛anın memleketi terk edi˛-
leriyle biter.

1908-1918 arasındaki 10 yılın hemen bütün mesuliyetini


omuzlarında ta˛ıyan ›ttihat ve Terakki liderlerinden bir kıs¬
mı, 1920-1922 yılları arasında, çe˛itli sebepler ve emellerle Mos-
kova'ya ba˛ vurmu˛ ve orada ya˛amı˛lardır.
Enver Pa˛a, Cemal Pa˛a, Doktor Nazım, Doktor Bahaeddin
fiakir, Enver Pa˛anın amcası ve ordu kumandanlarından Ha-
lil Pa˛a bunlardandır.
Muhtelif yerlerde ve muhtelif vesilelerle bunların hemen
hepsini görmek ve dinlemek imkânı hasıl oldu. Fakat bu kar-
˛ıla˛malar içinde benim için en devamlısı ve en enteresanı
Doktor Nazım'la olanıdır. Bu olay üzerinde duracaım. Fakat
daha evvel bir iki noktaya i˛aret etmek istiyorum:

Sanıyorum ki, ›ttihatçı liderlerin Moskova'yı ziyaretleri ve


orada giri˛tikleri temaslar, daha önceden ›ttihat ve Terakki'nin
292 SUYU ARAYAN ADAM

siyasî ˛efi olan Talât Pa˛ayla, Moskova'nın o zamanki siyasî


liderlerinden Kari Radek arasında Berlin'de yapılan gizli bir¬
takım kar˛ıla˛malarda kararla˛tırılmı˛tır. Bu münasebetler iki
taraf için de kendi hesaplarınca beklenilen neticelere doru
geli˛seydi, herhalde Talât Pa˛a da dier ›ttihatçı ziyaretçileri
takip ederek Moskova'daki «›nkılâpçı yolda˛ların» misafiri ola¬
caktı. Fakat geli˛en olaylar ve nihayet kaza kur˛unları, bu
dostça kar˛ıla˛maya imkân bırakmamı˛tır. Hem ˛imdi artık ve¬
sikalarla açıklanmı˛ olduuna göre de Talât Pa˛a ile Enver Pa-
˛a arasındaki i˛ ve hareket birlii, daha hemen ilk adımlarda
sona ermi˛tir. Talât Pa˛anın Moskova'yla temastan bekledii
sınırlar a˛ılmı˛, Enver Pa˛a bu temasları kendi ölçülerine göre
ve diledii yönlerde geli˛tirmeye giri˛mi˛tir (1).
Burada bir sual kendiliinden hatıra gelir:

— ›ttihatçılar, Rusya 'da ve Moskova 'da acaba ne arıyor-


lardı? Yahut da Rus komünist liderleri ›ttihatçılardan
acaba ne bekliyorlardı?

Bu sualleri en doru hükümlerle cevaplandırmak gerçi mü˛-


küldür. Hem ˛u da var ki, bu münasebetlerin her iki taraftaki
kahramanlarının hepsi de, kaza ve kaderin, kendilerine çizdi-
i kanlı ve fecî akıbetlerle, artık hayatta deildirler. Ama ˛u
bir gerçektir ki, komünistlerle ›ttihatçılar arasında —Enver
Pa˛anın Baku fiark milletleri kurultaymdaki acınacak beyan-
namesine ramen— ne sosyal eilim, ne politik hedefler, ne
ideolojik formasyon bakımından hiç bir baıntı yoktu.

Moskova, milliyetçilik ve millî devlet nizamiyle mücade-


le ederek bir dünya sosyalizmi urunda çalı˛ır. ›ttihat ve Te-_
rakki ise, monar˛ik bir me˛rutiyet rejimini TürkiyeMe tesis
için ortaya atılmı˛ nasyonalist, hatta ˛oven bir kliktir.
Sonra Moskova'nın; ›ttihatçı liderlerin, meselâ Enver Pa -

(1) Bu konuda, Ali Fuat Cebesoy'un Moskova hatıraları ile,


Karabekir'in «›stiklâl Sava˛ımız» isimli eserinde ve General Sami
Sabit Karaman'm «›stiklâl Mücadelesi ve Enver Pa˛a» F. Kander'in
«Enver Pa˛a Türkistan'da» isimli kitaplarında, aydınlatıcı belgeler
vardır. «Makedonya'dan Orta Asya'ya - Enver Pa˛a» isimli eserimiz
de ayrıca yayınlanmaktadır.
SUYU ARAYAN ADAM 293

-a veya Cemal Pa˛anın, fiark milletleri veya Müslümanları


üzerindeki prestijlerinden faydalanması gibi bir fikir veya im-
kânı da herhalde ciddîye alınamaz. Bilâkis öyle -seziliyordu ki,
-Moskova böyle bir ihtimale veya te˛ebbüse kar˛ı daima tetikte
ve kıskançtı...
fiu halde; ˛ahsî dahi görülse bence; Moskova ve ›ttihatçı-
lar münasebetinin aydınlatılması, ›ttihatçı önderlerin, fiark
memleketleri deil, Türkiye meseleleri için elde tutulmak is¬
tenmesiyle kabildir. Nitekim Sakarya Harbi günlerinde Enver
Pa˛anın Batum'a geli˛i «Türkiye fiûralar Partisini» kuru˛u ve
hatta Türkiye'ye girmek te˛ebbüsüne geçi˛i, bunun bir delili-
dir. Bu te˛ebbüs, olaylar Anadolu'da millî hükümetin lehine in-
ki˛af edip de kurtulu˛ sava˛ının istikbali belli olduktan ve En-
ver Pa˛anın Buhara'da ba˛ka bir maceraya giri˛mesinden son-
ra önemini kaybetti (1).

Moskova'da Doktor Nazımla yakınlıımız, Enver Pa˛anın


Orta Asya'ya son yolculuu sıralarına rastlar. O sıralarda Dok-
tor, eski ordu kumandanlarından Halil Pa˛a ile Moskova'da,
Savoy otelinde kalıyorlardı. Ve Moskova'da Doktor Nazım, tak-
ma bir isim altında ya˛ıyordu ve orada hem Berlin'deki ›tti-
hatçılar grubunun, hem Enver Pa˛anın bir nevi temsilcisi gi¬
biydi.

Basit görünü˛lü, konu˛kan ve babacan bir adamdı. Görü-


nü˛e göre, silik bir ˛ahsiyeti vardı. Bütün ömrü boyunca mal,
mevki, ˛öhret hırsı görülmemi˛tir. Konu˛malarının içine her
vesileyle hikâyeler, meseleler karı˛tırmayı severdi. ›nsan onun-
la bulunduu zaman kendisini, istanbul'un Beyazıt meydanın-
daki eski emekliler kahvelerinden birinde ve bir kahve soh¬
beti içinde sayabilirdi. Halbuki bu basit görünü˛lü adamın ar¬
dında, bizim son imparatorluumuzun en karanlık devrinin,

(1) Enver Pa˛a - Mustafa Kemal ili˛kileri, ›ttihatçı hareketi


ve bu hareketin millî mücadele sırasında geli˛meleri ve nihayet ›t-
tihatçılıın sonu hakkında, «Tek Adam» isimli eserimin her üç cil¬
dini gözden geçirmek faydalı olur.
294 SUYU ARAYAN ADAM

en kanlı hikâyeleri ve sorumlulukları vardı. ›ttihat ve Terakki-


nin, Paris te˛kilâtından beri üyesiydi. Daima merkez komite-
lerinde bulundu. ›ttihat ve Terakki iktidara geldikten sonra,
bu rejimin, bir sıra tethi˛ler, ve suikastlerle yüz kızartıcı bir
Balkan politikacılıından ayrılmamasında onu da sorumlu gös¬
terirler. Nihayet memleketi kimin sürükledii hâlâ tartı˛ılan o
acayip Birinci Dünya Harbinin mesuliyetini omuzunda ta˛ıyan
›ttihat ve Terakki umumî merkezinin bir üyesi de oydu.
Onun macerası elbette ki enteresandı. Bu hikâye, kanlı gö-
rünü˛üne ramen, bizim tarihimizin bir devrinin hikâyesi ola¬
caktı.
Bir gün ona söz arasında hatıralarını yazmamızı teklif et¬
tim. Tabiatça silik ve gölgede görünmeye alı˛mı˛ bir adamdı.
fiahsiyetinin bir hatıra ˛eklinde ortaya serili˛i ona önce biraz
garip geldi. Teklifi belki yadırgadı. Fakat sonra bu teklife bir
çocuk sadeliiyle uydu:

— Evet, dier arkada˛lar gibi, yarın beklenmeyen bir an-

da ve herhangi bir kö˛e ba˛ında beni de devirebilirler.

Biz üç arkada˛tık. Her gün onunla bulu˛acak ve her gün


birimiz, anlattıklarını yazacaktık. Daha o gün i˛e ba˛ladık. Ar¬
kada˛larımızdan biri olan ˛air onun ada˛ıydı. Doktor Nazım
ne kadar sakinse ˛air o kadar heyecanlıydı. Hatırat kâtipliin-
den onu kısa zamanda ıskartaya çıkarmamız lâzım geldi.

Çünkü ˛air, doktorun naklettii hatıraları yazmıyor, dok-


torla becelle˛iyordu. Meselâ doktor me˛rutiyetten mi bahsetti,
tamam! ˛air hemen ˛ahlanırdı:

— Me˛rutiyet inkılâbı mı dediniz? Saçma! Dünyada bir tek

hakikî inkılâp vardır. O da proletarya inkılâbı! Me˛ru-

tiyet de neymi˛? Reaksiyoner burjuvazinin bir oyunu?

Hele sizin me˛rutiyetiniz? Alman emperyalizminin ve

istilâcı kapitalizmin bir istismar vasıtası...

Bu ˛ahlanan ˛airi zaptetmeye çalı˛ırdık. Doktor Nazım si-


nirlehmezdi. Tane tane konu˛urdu:

— Canım olum, sen gene bildiin inkılâbı yap! Ama ne

yapalım ki bizim zamanımızda beklediimiz inkılâp,


SUYU ARAYAN ADAM 295

me˛rutiyet inkılâbıydı. Biz de me˛rutiyetçi olduk. Onu


ba˛aralım dedik. Ho˛ onu da yüzümüze gözümüze bu-
la˛tırdık ya...

Fakat ˛air zaptolunmazdı. Hemen yerinden fırlardı. Kar˛ı-


sındakine son ve en susturucu delillerle en dayanılmaz darbeyi
vurmak için, sa elinin yumruunu havaya kaldırarak hemen
bir ˛iir okumaya ba˛lardı. Bu ˛iir proletarya inkılâbı hakkın-
da olurdu. Sonra gergin vücudu, kanlanmı˛ yüzü, zaferinin he-
yecanından pırıl pırıl yanan gözleriyle hasmının yüzüne ba-
kardı:

— Nasıl?., demek isterdi, daha diyecein var mı?..


Hepimiz gülerdik... Tabiî doktor müsamahalı ve rahat. Biz
ise doktordan özür diler ve ˛airi de yatı˛tırmak isterdik.
Fakat ˛air sahnenin buralarına kadar beklemezdi. Birden
kasketini kapar, gür kumral, kıvırcık saçlarını bu kasketin içi¬
ne iki eliyle sıkı˛tırmaya çalı˛ır, odadan fırlardı. Her halde
parkların birinde yeni bir proletarya inkılâbı ˛iiri yazmaya ko¬
˛ardı...
*

Doktor Nâzım, son Abdülhamit devrinin ilk «Genç Türk»


lerindendi. Genç Türkler Hareketi, Abdülhamit istibdadına ve
Osmanlı devletinin, yıkılı˛a doru her gün artan bir hızla gi¬
di˛ine kar˛ı bir kurtulu˛ yolu aramak gayretinden dodu. Ha-
reket evvelâ Tıbbîye ve bazı yüksek mektep talebeleri arasın-
da ba˛ladı. Ve Türkiye'de ilk ›ttihat ve Terakki Cemiyeti, ev¬
velâ Tıbbîye Mektebi avlusunun bir kö˛esinde, birkaç tıbbi-
yeli arasında kuruldu (1889).
Bu gizli genç topluluklarının ilk gıdası, Namık Kemal'in
vatan ˛iirleri, Vatan yahut Silistre, Âkif Bey gibi piyesleri
oldu. Sonra birbiri pe˛inden yurt dı˛ına kaçan genç Türkle-
rin Paris, Cenevre ve Kahire'de ne˛rettikleri ve memlekete
o zamanki postahaneler vasıtasıyle sokulan ihtilâlci gazeteler
yayınlanmaya ba˛landı.
›ttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Paris'te kurulu˛u, gene ay¬
nı yıla, Fransız inkılâbının tam yüzüncü yıldönümüne (1889)
296 SUYU ARAYAN ADAM

raslar. istanbul'daki gizli ittihat cereyanının önderleriyle Pa-


ris'teki Genç Türkler arasında (liderleri Ahmet Rıza Bey) bu
sırada bir baıntı kurulur. Paris, hareketin merkezi olur ve
Doktor Nazım bu merkezde istanbul'u temsil eder (1). Cemi-
yetin evvelce «›ttihad-ı Osmanî» olan ismi «›ttihat ve Terakki»
olarak kararla˛tırılır.

Avrupa'daki Genç Türkler Hareketi'nin az çok fikir hare-


keti ˛eklindeki ilk kongresi, 1902'de ve saltanat hanedanına
mensup Prens Sabahattin Beyin reisliinde oldu. Kongre, yal¬
nız ›ttihat ve Terakki mensuplarını deil, birçok mümessilleri,
Osmanlı azınlıklarına mensup olan «Genç Türkler» i toplamı˛-
tı. Toplantı bir Fransız enstitü azasının evinde yapıldı. Tür-
kiye'de ilk me˛rutiyetin kurucusu (1876) Mithat Pa˛anın olu
da burada aza olarak bulundu. Bu suretle me˛rutiyet mefkû¬
recilii, ilk kahramanına maddî ve manevî bir bala balan-
mı˛ oluyordu.

Doktor Nazım, me˛rutiyetin ilânından evvel gizlice Tür-


kiye'ye döndü. Bir aralık Selanik'te Hafız Yakup Efendi is¬
mi ile dola˛tı. Sonra ›zmir'de, kenar bir mahallede, Yakup
Aa adını takınarak bir tütüncü dükkânı açtı. Dükkânın üs-
tünde küçük bir odası da vardı. Burası, ihtilâlci arkada˛ları-
nın ve bilhassa genç zabitlerin bir gizli toplantı yeri olarak
kullanılıyordu (2).

Doktor Nazım; hayatının bu safhasını zevkle anlattı. Ma-


hallede, ya kendini saydırmı˛, yahut da herkesi yıldırmı˛ bir
sert adam olarak tanınıyordu. Polisler, bekçiler, yahut saanak
yamurlardan sonra sel basan bir mahalle halkı namına, ›z-'
mirli külhanbeylerle o ba˛a çıkabiliyordu. Hatta bir defasında,

(1) Ahmet Rıza Bey, 1889'da Paris Sergisi'ni ziyaret için oraya
gitmek imkânını bulduu zaman, Bursa Maarif Müdürüydü. Paris'te
kaldı. Aydın bir sükûnetle çalı˛tı. Abdülhamit'e me˛rutiyetin salan-
masını savunan birkaç layiha gönderdi. Me˛rutiyetin ilânından son-
ra mebusan ve ayan meclisleri reisliklerinde bulundu ve her türlü
aktif hareketten çekindi.
(2) O zamanki Kolaası (Önyüzba˛ı) ›smet Bey (›nönü) bu
temas ve toplantılara katılmı˛tı.
SUYU ARAYAN ADAM 297

›zmir valisinin kar˛ısına dikildi. Valiye belâlı bir göçmen azıy-


le âdeta çıkı˛tı. Ama vali, onu dı˛arı attırdı.
Bu olay, 1908 ihtilâlinden az evvel oluyordu. Derken Se-
lanik ve Manastır taraflarındaki karı˛ıklıklar ba˛ladı. Saray.
›zmir tarafındaki askerleri vapurlara bindirip Selânik'e sev-
ketmeye kalkınca, Yakup Aa, bu taburlardaki gizli ittihatçı
zabitlerin yardımıyle hemen asker arasına karı˛tı.
Taburlar Selânik'e çıktı. Fakat bu askerler, ihtilâlcilerin
üzerine gitmedi. Bu suretle de sarayın, elindeki askere em-
niyeti kalmayınca, Abdülhamit ürktü. Selanik'le Manastır'da
da çe˛itli olaylar meydana çıkınca, padi˛ah, geli˛en cereyanın
önüne duramayarak me˛rutiyeti kabul ve iade eden tebliini
yayınladı (23 temmuz 1 908 ) .

Doktor Nazım, hürriyetin ilânından biraz sonra, Anadolu


Vilâyetleri Umumî Valisi olarak ›zmir limanına çıkı˛ını ˛öyle
anlattı:
Bütün ˛ehir donanmı˛tı. Her tarafta toplar atılıyordu. Hür-
riyet naraları limanı, Kordon'u ve sokakları çınlatmaktaydı.
Bölgenin bütün büyükleriyle cemaat reisleri, esnaf te˛ekkül-
lerinin mümessilleri, askerî birlikler ve en önde vali, iskele-
de, vapurdan çıkan umumî valiyi kar˛ıladılar. O zaman ›zmir
valisi, gene, tütüncü Yakup Aanın çıkı˛tıı ve onu perde ça¬
vu˛u vasıtasıyle kapı dı˛arı ettiren valiydi!..

Ama bir gün geldi ve Doktor Nazım, bir zaman mızıka-


larla kar˛ılandıı bu ›zmir rıhtımlarında bir suikast zanlısı ola¬
rak süngülüler arasında götürüldü ve bu yol. Ankara'da bir
daraacında son buldu (1).

Doktor Nazım'a.

— ldOSden evvel Türkiye 'nin istikbali için ne dü˛ünürdü'

nüz?
diye sormu˛tum. Cevabı ˛öyle oldu:

(1) Dr. Nazım, 1926'da ›zmir'de Atatürk'e kar˛ı tertiplenen


suikast davası sonunda, ›stiklâl Mahkemesi'nce mahkûm edildi. (Taf-
silât: Tek Adam, cilt. III, s. 269-280).
298 S U Y U ARAYAN A D A M

— Biz, 1293 (1876) Mithatpa˛a Kanunuesasisinin iadesini


istiyorduk.
— Bu Kanunuesasinin (Anayasanın) ana hatları neydi?
— Vallahi dorusunu isterseniz ben bu kanunuesasiyi gör-
medim, îçinde ne olduunu da hiç bir zaman öreneme-
dim. Ama bizim gençliimizde, yani biz, Paris'le çalı-
˛ırken, Ahmet Rıza Beyin, onu gördüüne ve okuduu¬
na inanırdık.
— Ya Ahmet Rıza Beyin Abdülhamit'e verdii lâyihalar?
— Evet, bu lâyihaların verildiini ben de biliyorum. Ama
oıiları okumadım. Ahmet Rıza Bey sessiz, kapalı bir
adamdı. Kar˛ı kar˛ıya muhabbetten ho˛lanmazdı. Ben
sormadım. O da söylemedi.
— O halde, cemiyetin istikbale ait bir hareket programı
yoktu?
— Yok, öyle demeyin. Ben cemiyetin bir programı oldu¬
unu biliyorum. fiimdi sorsanız anlatamam ama, her hal¬
de hacimli sayılacak bir ˛eydi. Ama bununla ura˛an
yoktu. Biz, bir defa kanunuesasi ilân edilsin, Meclis-i
Mebusan toplansın, ondan sonrasını o dü˛ünür diyor-
duk.
— Ya me˛rutiyet ilân edilince Abdülhamit ne olacaktı?
— Bak o noktada fikirler çe˛itliydi. Ama ben, size ˛unu
anlatayım: Hürriyet ilân edildii zaman Selanik ›tti-
hat ve Terakki Merkezi kasasında benim bildiim 12
lira vardı (1). Ortada da laf anlar bir Talât Bey görü-
nüyordu. Gerçi Enver Beyle Niyazi Bey de vardı. Ama
bu kahramanlar, henüz dadan inmi˛lerdi ve sadece as¬
kerdiler. Hulâsa, Paris'te bulunan, benden ba˛ka tanı-

(1) B u h u s u s t a r i v a y e t m u h t e l i f t i r . Esas l i d e r l e r i n i n d u r u m u -
na bakarak ›ttihat ve Terakki'yi beynelmilel m a s o n l u  u n b i r t a h -
r i k i v e › t t i h a t v e T e r a k k i › n k ı l â b ı ' n ı d a b i r m a s o n l u k h a r e k e t i sa-
y a n l a r v a r d ı r . B u i n k ı l â p t a n evvel c e m i y e t i n m a s o n l a r d a n m u a z z a m
m i k t a r d a a l t ı n p a r a a l d ı  ı m i d d i a ederler. B a z ı h a t ı r a l a r v e i s i m -
ler z i k r e d e r l e r . B u y a r d ı m ı n sebebi g ü y a , A b d ü l h a m i t t a r a f ı n d a n
Y a h u d i l e r i n Filistin'e m u h a c e r e t i n e m a n i o l u n m a s ı n a kar˛ılık i t t i -
SUYU ARAYAN ADAM 299

yanı olmayan, fakat hepimizin ümidimizi baladıımız


Ahmet Rıza Beyi bir tarafa bırakırsak, bütün kadro bir
avuç genç zabitten ibaretti. ›nkılâptan sonra benim Ana-
dolu Vilâyetleri Umumî Valisi tayin edildiimi dü˛ünür-
seniz, i˛i anlarsınız!..

Enver Pa˛anın hürriyetten evvelki hayatı için bu hatıra-


larda anlatılan ˛eyler basitti. Halil Pa˛a ise, Enver Pa˛anın
amcası olduu için, onun bütün hayatını biliyordu. Ona gö-
re Enver Pa˛anın ilk ideali, padi˛aha damat olmaktı. Bunda
yadırganacak bir ˛ey yoktu. O zamanlar, yani me˛rutiyetten
evvel, ˛ehadetnamesine ve yakı˛ıklılıına güvenen, neticeleri-
ni göze alabilen her genç , bunu dü˛ünebilirdi. Halil Pa˛aya
göre:
E n v e r Bey de bir gün, en iyi fotorafhanede üç tane boy
resmi çektirir. Ayakta, elbiseleri ütülü, üniformasının sırma-
ları pırıl pırıl, bıyıklar kıvrık, fes kalıplı ve hazırol vaziyetin-
de üç fotoraf. Bir sadakat arizası da ekleyerek b u n l a r ı pos-
tayla saraya, m a b e y i n ba˛kitabetine gönderir. Bu masum te-
˛ebbüse giri˛ti i z a m a n E n v e r B e y , k u r m a y binba˛ısıymı˛.
Saraya giden bu gibi istidaların ç o u cevapsız kalırmı˛.
Fakat E n v e r Bej' istanbul'a çarılır. Saraydaki âdet ˛ u y m u ˛ :
Damat namzedi, kendisine bildirilen gün ve saatte sara-
yın bahçesinde, kendisine gösterilen bir yoldan yürüyecektir.
Bir balkonun veya cumbanın a l t ı n d a n geçecektir. F a k a t ba˛ını
kaldırıp yukarıya bakmayacaktır. Çünkü orada padi˛ah, müs-
takbel damadı gözetlemektedir. Karar, padi˛ahta kalan intibaa
tabidir. Damatlık isteklisi, bu yüksek görücü önündeki yürü-
yü˛ünden sonra aalar tarafından kar˛ılanır. Mabeyin daire-
sine alınır. Meseleden hiç b a h s e d i l m e z . Eer netice menfi ise,

lıatçıların b u m u h a c e r e t i ho˛ görmesiymi˛. B u arad a › t t i h a t v e T e -


rakki merkez azası ve A b d ü l h a m i t ' e t a h t t a n i n d i r i l m e fetvasını t e b -
lie m e m u r heyete dahil edilen Y a h u d i mebus B m a n u e l K a r a s u ' n u n
i s m i n d e n ve t a v a s s u t u n d a n bahsedilir. Filvaki m e ˛ r u t i y e t t e n sonra
Filistin'e Y a h u d i m u h a c e r e t i ba˛lamı˛tır.
A m a h a z i n o l a n gerçek ˛udur ki, › t t i h a t v e T e r a k k i , k e n d i m e r -
kez faaliyetleri h a k k ı n d a , hiç bir vesika ve h a t ı r a b ı r a k m a m ı ˛ t ı r .
300 SUYU ARAYAN ADAM

damatlık talibine atlas b i r kese içinde p a d i ˛ a h ı n 20 altın lira-


lık i h s a n ı v e r i l i r v e n a m z e t y o l c u edilir. Mesele de biter.
Enver Beyin tecrübesinde de netice, her nedense böyle
olur. Fakat Manastır'a dönünce i˛ gizli kalmaz. Arkada˛ları,
bir taraftan padi˛ahın aleyhinde olan, dier taraftan haneda-
na yakınlık isteyen bu genç kurmaya çatarlar. Ama i˛ tatlı-
ya balanır. G e n e H a l i l Pa˛anın o n d a n naklettiine göre, onun
fikri eer m e v k i i yükselirse, arkada˛larına faydalı olmak, hat-
ta daha iyi hizmet etmekmi˛!..
*

Eski O r d u K u m a n d a n ı H a l i l Pa˛anın, h ü r r i y e t mücadelesi-


ne ait hatıraları da ho˛tu:
Arkada˛lar bir gün:

— Daa çıkacaız,
A
diyorlar. Daa çıkmak, Rumeli'de pek görülmemi˛ ˛ey deil
dir. Zaten birkaç günde n beri Resneli Niyazi Bey de, Ohrili
Eyüp Sabri Bey de, Enver Bey de dadadırlar. Ya hürriyet,
ya ölüm! diye and içilmi˛tir. Halil Pa˛a da bir genç subay
olarak arkada˛ları ile daa çıkar. ›lk g ü n ve ikinci g ü n elen-
celi geçer. Askerler ni˛an atıp zeybek o y u n u oynarlar. Kazan-
lar kaynar ve hatta kuzu çevrilir.

Fakat bir süre sonra i˛ler k a r ı ˛ ı r . Manastır tarafından top


sesleri gelmeye ba˛lar . ›˛in sonu galiba çapanoluna çıkacak.
Nihayet Manastır'dan kan-ter içinde haberciler sökün eder:
Hürriyet ilân edilmi˛tir! Millet galeyandadır! Barım açmı˛,
kahramanları bekliyor!..
Pek inanılmayarak ve oldukça çekingen Manastır'a yakla-
˛ırlar. Nihayet ˛ehre girilir. fiehir halkı tamamen ayaktadır.
Yollarda insanlar birbirini çineyerek, dadan inen hürriyet
kahramanlarının istikbaline ko˛arlar!..
T ü r k , A r n a v u t, R u m , Bulgar, Ulah... Herkes birbirinin boy-
nuna sarılarak, sevinç gözya˛ları dökerler. Daha bir iki gün
evveline kadar birliklerin pe˛lerine dü˛üp çarpı˛tıkları Rum,
Bulgar çetecileri, voyvodalar, kaptanlar, ˛imdi bütün gümü˛-
lü silâh takımlarını ve saat kordonlarını göüslerine takarak,
SUYU ARAYAN ADAM 301

:r. saflarda k u r u l u y o r l a r , yahut, kahve önlerine sandalye atıp,


-.ilete kahramanlıklarını anlatıyorlardı...

Doktor Nazım'ın bir taraftan hatıra anlatırken, bir taraf-


tan k u l a  ı k i r i ˛ t e y d i . O r t a Asya'dan biraz ˛üpheli h a b e r l e r ge-
d i y o r d u . E n v e r Pa˛a b i r s ü r e ö n c e , H a z a r ü z e r i n d e n T ü r k i s t a n ' a
geçmi˛ti. Galiba bir k ı p ı r d a n ma vardı? Doktor: /

— Ali Bey yapar!


diyordu. Ali Bey, E n v e r Pa˛anın takma ismiydi ve D r . N a z ı m ' a
göre, Ali Beyin yapamayacaı bir ˛ey yoktu. Kendisi de bir
an evvel Berlin'e dönmek istiyordu. Beni doktorun hatırala-
rı çok ilgilendiriyordu. Fakat doktor, artık h u z u r s u z d u .

1908 ile 1914 arasındaki olaylara, ilk siyasî ayrılıklara, te-


rörler ve suikastlere h e m e n h e m e n vakit ayıramadık. Trablus
harbi, Balkan harbi, ›ttihatçıların hükümet darbesi de ˛öyle
böyle geçti. Zaten doktorun her konu˛masının yarısı, ba˛ka
ba˛ka konuları ilgilendiren hikâyelerle geçiyordu. Her mev-
zu ona bir hikâye hatırlatır ve heme n onu naklederdi. Bu hi-
kâyeler; istanbul'da emsali o k a d a r çok o l a n k a h v e v e y a oda
sohbetleri cinsinden ˛eylerdi. Bazen güldürücü, bazen manalı,
b a z e n h a t t a açık saçık, fakat h e r z a m a n z a r i f t i . . .

Bu hikâyeleri dinlerken, hayatı bu kadar karı˛ıklıklar için-


de geçmi˛ ve kendisine o kadar büyük olayların sorumlulu-
 u y ü k l e t i l e n b u a d a m ı n b u saf v e çocuksu h a l i n i h a y r e t l e ta-
kip ediyordum.
Ben en çok, Birinci Dünya Harbi'ne giri˛imiz ve kabil
olursa bu harbin parti merkez-i umumîsi bakımından ele alı-
nı˛ı meselelerinde durmak istiyordum.
Harbe g i r i ˛ i m i z i galiba o da ancak b i z i m kadar biliyordu:
Yani, merkez-i umumînin bundan haberi yoktu! Enver Pa˛a-
ya sınırsız itimadı vardı. Harbe hükümet de karar vermemi˛-
ti! M e c l i s - i M e b u s a n ' m ise elbette k i h a b e r i o l a m a z d ı . . . Padi-
˛ a h ı m ı z ı n vazifesi d e o r d u m u z a dua etmekti. Ama Doktor Na-
302 S Ü S Ü ARAYAN A D A M

z ı m ' a göre, m a d e m k i harbe girmi˛tik, d e m e k k i k a z a vfe k a d e r


böyle istemi˛ti!.. (1)
**
›ttihat ve Terakki liderlerine bizim neslimiz hem borçlu,
h e m d e k ı r g ı n d ı r . B o r c u m u z , e n b a y a  ı ˛ekilde ç ü r ü m ü ˛ , h a n -
tal, iptidaî ve her t ü r l ü h a y s i y e t t e n y o k s u n b i r istibdat idare-
sini cesur bir hamleyle çökertmelerinden ve genç nesle bir
benlik gururu, bir gelecek ümidi a˛ılamalarından gelir. Kır-
g ı n l ı  ı m ı z ise, u y a n d ı r d ı k l a r ı b u ü m i t i ç i n , b i z i m n e s l i m i z e v e r -
dikleri hayal kırıklımdandır.
Bu devrin muhasebesini yapmak zamanı artık gelmi˛ olsa
gerektir. Ama bunun yeri, elbette ki burası deildir (2). Fa-
«Xı M ü t a r e k e d e n s o n r a te˛kil edilen b i r p a r l a m e n t o komisyo-
n u , h a r p k a b i n e l e r i n i n s o r u ˛ t u r m a ve kovu˛turması i˛i ile görev-
lendirilmi˛tir. Bu s o r u ˛ t u r m a l a r ı n zabıtları, Vakit gazetesi t a r a f ı n -
d a n b i r cilt h a l i n d e y a y ı n l a n m ı ˛ t ı r. Zabıtlara göre, o z a m a n k i M e -
b u s a n Meclisi Reisi H a l i l Bey de, harbe giri˛imizi bu ˛ekilde izah
eder. Ve fazla olarak, b i z i m h a r b e giri˛imizden, E n v e r P a ˛ a n ı n da
m a l u m a t ı o l m a d ı  ı m v e E n v e r P a ˛ a n ı n b u n u kendisine, T ü r k i y e ' d e n
kaçtıktan s o n r a y e m i n l e teyid ettiini kaydeder!..
T a l â t Pa˛a h a t ı r a t ı n d a , k e n d i s i n i n de harbe giri˛imizden m a -
l u m a t ı olmadıını bildirir. fieyhülislâm C e m a l e t t i n E f e n d i de h a t ı -
r a t ı n d a , aynı ˛ekilde m ü t a l a a y ü r ü t ü r .
O z a m a n k i S a d r a z a m Sait H a l i m Pa˛a, D i v a n - ı H a r p h u z u r u n -
da devletin harbe giri˛inden k e n d i s i n i n habersiz o l d u  u n u ifade eder.
C e m a l Pa˛ayla M e b u s a n Reisi H a l i l Bey, z a t e n habersizdiler?
Hulâsa, O s m a n l ı › m p a r a t o r l u  u harbe girmi˛ ve h a r p neticesinde
göçmü˛ ve z a t e n istilâya u  r a m ı ˛ t ı r a m a, ne gariptir ki, bu devleti
idare e d e n l e r d e n hiç b i r i b u harbe bizi k i m i n s o k t u  u n d a n haber-
dar deildir.
G ö r ü n ü ˛ e göre her ˛ey, A l m a n y a ' n ı n A v r u p a ' d a harbe giri˛in-
den s o n r a ve A l m a n y a ile O s m a n l ı h ü k ü m e t i n d e n y a l n ı z dört ki˛i-
n i n m a l u m a t ı dahilinde (Sait H a l i m Pa˛a, T a l â t Bey, E n v e r Pa˛a
ve H a l i l Bey) b i r ittifak m u a h e d e s i i m z a l a m a k l a ba˛lar (2-3 aus-
tos 1914). A y n ı günlerde Akdeniz'de kaçacak yer a r a y a n iki A l m a n
gemisi ( G ö b e n ve Breslav) da, Çanakkale'den M a r m a r a ' y a girerek
istanbul'a demirler (12 austos 1914).
17 ekim 1914'te bu filo, K a r a d e n i z ' e çıkarak, Rus l i m a n l a r ı n ı t o -
pa t u t t u ve T ü r k i y e böylelikle fiilen harbe girdi (Tek Adam, Cilt: I.)
(2) Makedonya 'dan Orta Asya 'ya - Enver Pa˛a, k i t a b ı m ı z d a bu
k o n u i˛lenmektedir.
SUYU ARAYAN ADAM 303

kat dikkatli ara˛tırıcıların, b u gölgeli d e v r i n ü z e r i n e a r t ı k eil-


meleri lâzımdır. Zaten ilk ve parça parça kalem tecrübeleri
artık g ü n e ˛ ı˛ıına çıkmaktadır. Bu d e v r e ait v e s i k a l a r ise ol-
dukça zengindir. F a k a t biz burada sadece, bu k o n u d a temas
ettiimiz olayların bir tabiî neticesi olarak, görü˛lerimizi ba-
zı kısa hükümlere balamakla yetineceiz.

›ttihat ve Terakki kurucularının veya inkılâp taraftarları-


nın 23 temmuz 1908'den e v v e l h a r i ç t e k i s ü r g ü n h a y a t l a r ı pek
parlak deildir. Asıl 23 temmuz hadisesini h a z ı r l a y a n ve da-
ha çok Rumeli'de çalı˛an küçük ve gizli grupların çalı˛maları
da henüz dumanlı ve oldukça m e ç h u l d ü r (1).
F a k a t hiç ˛üphe y o k ki, ›ttihat ve Terakki, bir vatansever-
lik g a y r e t i n d e n d o  m u ˛ t u . Memlekette müstebit idareyi dei˛-
tirmek, parlemante r bir idare kurmak, bir me˛rutiyet devri-
ne ula˛mak istiyordu. Yeti˛kin münevverler ve ideologlardan
ziyade te˛ebbüs, daima komiteci subayların görü˛ ve hareket
kabiliyetlerine balı kalmakla beraber, ilk hedefinde muvaf-
fak o l d u . ›dare deilse de, o r d u gençle˛tirildi.
Fakat hadiseler tetkik edilince görülür ki, bu cemiyetin
ve ba˛arılan ihtilâlin altın devri, destanî devri, a n c a k b i r göz
açıp kapayacak kadar sürdü. O altın devri ki, imparatorlu-
un u y u ˛ u k l u  u n u b i r d e n harekete getirdi. M i l l e t i a˛aılık d u y -
gusundan uyardı. O r t a y a ˛an v e ˛ ö h r e t l e r i d e r h a l efsanele˛en
genç k a h r a m a n l a r a t t ı . Fakat i m p a r a t o r l u  u n idaresine el ko-
yarken, hatta daha ilk adımlarda idealizm ve inkılâp heyeca-
nından uzakla˛tı. Kapalı bir zümre taassubundan ba˛ka sü-
rükleyici kuvveti k a l m a y a n bahtsız bir komite, bir yârân der-

(1) B u r a d a A h m e t Bedevi K u r a n ' m › t t i h a t - T e r a k k i ve G e n ç


T ü r k l e r H a r e k e t i ' n i n , i n k ı l â p t a n evvelki devri bilhassa içine alan,
k r o n o l o j i ve vesikalar b a k ı m ı n d a n e h e m m i y e t l i ve geni˛ bir çalı˛ma
eseri o l a n :
1 — ›nkılâp Tarihimiz ve ›ttihat ve Terakki
2 — Türkiye'de ›nkılâp Hareketleri
isimli eserlerini i˛aret etmek l â z ı m d ı r .
Ayrıca, Tek Adam, cilt. II, b u k o n u d a ilgi çekici hususlara d e -
inir.
304 SUYU ARAYAN ADAM

nei h a l i n e g e l d i . B i r k l ik i d a r e s i n e h ı z l a sürüklendi. Bu z ü m -
re, en kısa zamanda, kaba s i n d i r m e t e d b i r l e r i n d e n ba˛k a b i r
˛eyden a n l a m a y a n basit b i r b a s kı idaresi karakterini benimse-
di. ›lme d a y a n a n bir fikirden, yazılmı˛ düsturlardan ve inanç-
lı olarak yeti˛en bir k a d r o d a n sonuna kadar yoksun kalan bu
idarenin ba˛ındakiler, iptidaî bir Balkan politikacılıının ka-
ba, sert u s u l l e r i n e kendilerini kaptırdılar. Ve bir daha ondan
kurtulamadılar. ›lmî bir d ü n y a görü˛ü o l m a y a n kapalı v e m ü -
teassıp birer insan olarak kaldılar.
Halktan geldiler. Fakat süratle halktan koptular, birer
halk adamı, h a t t a b i r e r efsane kahramanı gibi çıktılar. Fakat
h e m e n b i r e r s o r u m s u z kli k a d a m o l d u l a r . › s t i b d a d a kar˛ı ayak-
landılar. Fakat getirdikleri de bir nevi istibdat oldu.
›çlerinden bazıları, ˛ahsen milletin malına el uzatmama-
yı, dünya malına sırt çevirmeyi partilerinin bir itibar bayraı
gibi kullanmak istediler. Halbuki asıl yamaya verilen deer-
ler, milletin onlara balanan iman ve ümidiydi. Milletin iman
ve ü m i d i n i suiistimal ettiler. B i r defa e l d e n çıktı m ı , b i r d a h a
kazanılmaz olan hazineyi israf e t t i l e r . Milletin varlıını koru-
yamadılar. Devleti toptan havaya savurdular.

Kaba bir A l m a n militarizminin arzusu, milletine kaderine


onların eliyle damgasını vurdu. Bunun neticesinde, tarihimi-
zin en idealist bir nesli olarak geli˛en bir altın gençlii, bir
kumarda kurban ettiler.
Bir el onları itti ve onlar sürüklendiler. Hadiselerin dai-
ma arkasında kaldılar. Hadiseler onların daima sezi˛, anlayı˛
v e m ü d a h a l e l e r i d ı ˛ ı n d a geli˛ti. B ü y ü k d ö n ü m n o k t a l a r ı n d a d a i -
ma pasif ve ˛ahsiyetsizdiler.
Hiç b i r z a m a n basiretli kurucular ve devlet adamları ola-
madılar. Deerli insanlardan âdeta kaçındılar. Ellerinin altın-
da daha ziyade komiteci r u h l u demagoglar tutunabildi. Dema-
gogun itibar g ö r d ü  ü yerde ise, idealizm biter ve diktatör si-
lâhlarını ku˛anır.
Hulâsa tarihimizde h a k i kî me˛rutiyet s a v a ˛ ı n ı n tek v e dev
kahramanı bir tanedir: Mithat Pa˛a... ›kinci Me˛rutiyet devri
o n u n b e n z e r i n i deil, g ö l g e s i n i bile y a r a t a m a d ı . N e h a z i n ˛ey!..
SUYU ARAYAN ADAM 305

Fikir, mefkure, m ü n e v v e r l i k asaleti, i l m i n ı˛ıı d e n i l e n ˛ey-


ler a n c a k insanî k ı y m e t l e r i n havasında ya˛arlar. O n l a r bu ha-
vanın dı˛ında kaldılar. Bu kıymetler onların hayat ve icraa-
tında, a n c a k ˛ekil v e söz olarak y e r b u l d u .
Zamanlarındaki milliyetçilik, halkçılık, yahut mefkûreci-
lik gibi ˛eyleri, daima kendi dar anlayı˛ları ve dar maksatla-
rı urunda sömürmek istediler. Nazariyeler onlar için daima
deersiz k a l d ı . Eer b ü t ü n bunlara ramen, bulunmaz istidat -
lara s a h i p o l a n o z a m a n k i g e n ç nesil, bu hava içinde kendine
rjir p a r ç a i m a n s ü z e b i l m i ˛ s e , bu, ancak bu neslin ahlâk /temiz-
liinden olmu˛tur. Nitekim ˛imdi Ziya Gökalp'ı bile biz, bir
ittihat ve Terakki Merkez Heyeti Üyesi, yani bir ittihatçı so-
rumlu olarak deil, devrinin sınırları dı˛ına kanat çırpmak is-
teyen bir dü˛ünür olarak alırız.
Bu küçük kliin dar taassubu, yalnız bir devletin hayatı-
na mal olmakla kalmadı, harpler, hastalıklar ve kıtaller ˛ek-
linde, belki de en az üç milyon insanın kanma mal oldu.
Hatta bu devletin çökü˛ü, Garp Türklüünü dünya hari-
tasından silebilirdi. S a k a r y a ' d a m i l l e t son mukavemetini sarfe¬
derken arkadan, B a t u m berisindeki sınır ta˛larına k a d a r soku-
lan E n v e r Pa˛a, bu ta˛ları geçebilip de bir de karde˛ kavgası
açsaydı, ˛imdi biz, müstakil bir Türk topraı üstünde nefes
almayabilirdik. Tam ›zmir kurtarıldıktan sonra ve onu kur-
tarana, ›zmir sokaklarında suikast h a z ı r l a y a n b i r › t t i h a t ç ı , Ca-
vit Bey, bir fi ü k r ü Bey, bir D r . N a z ı m ve arkada˛ları komplo-
su ile bu cemiyet, T ü r k tarihinde son nefesini bir suçlu ola-
rak v e r d i (1).
Bugün Türk tarihi, onların devrini, garip icraatını, âde-
ta tarih dı˛ı bıraktı. Onun içindir ki, ˛imdi milletin hafıza-
sında ve gençliin r u h u n d a o devir, birçok safhaları ile ancak
b i r gölge gibi ya˛ar.

(1) Cavit Bey, I t t i h a t ç ü a r m Maliye, fi ü k r ü Bey M a a r i f N a z ı r ı y -


dılar v e d a h a y u k a r ı d a h a t ı r a l a r ı n d a n bahsedilen D r . N a z ı m , p a r t i
u m u m î merkez i üyesi v e b i r aralık M a a r i f N a z ı r ı y d ı . C e m i y e t i n d i -
er m e n s u p l a r ı ile beraber, A t a t ü r k 'e kar˛ı te˛ebbüs edilen î z m i r
suikastının tertipleyicileri olarak i d a m edildiler.

20
Rusya Demek Her fiey Demek

Deildir !
16

Mektepte ilk ders y ı l ı sona ererken, Rusya'da olup biten-


ler hakkında az çok fikir edinmi˛ bulunuyordum. Yalnız ta-
rihî b a k ı m d a n ve kısaca ifade etmek lâzım gelirse, hadise ve
durum ˛uydu (1):
Rusya'da bir ihtilâl olmu˛tu. Bu ihtilâl içinde eskiye ait
bütün ekonomik, sosyal v e p o l i t i k m ü e s s e s e l e r y ı k ı l m ı ˛ t ı . Bun-
ların yerinde sosyalist bir nizamın kurulması tecrübesine gi-
ri˛ilmi˛ti. Fakat bu nizam, henüz kurulmamı˛tı.
-Aslına b a k ı l ı r s a R u s y a , sosyalist b i r n i z a m ı n y e r l e ˛ m e s i için
Avrupa'nın en elveri˛siz memleketiydi. Rusya'da bu nizamı
kurmaya giri˛en liderlerin hocası ve bir Rus âlimi olan Ple-
hanof'un, daha 1889'da:
— Dünya ihtilâli evvelâ Rusya'da ba˛layacaktır,
˛eklindeki kehanetine ramen. Rusya'da böyle bir nizam bek-
l e y e n l e r , dier, siyasî g r u p l a r i ç i n d e sayı b a k ı m ı n d a n g ö z e ç a r p -
mayacak kadar azdı. Bundan ba˛ka Rusya, teknik bakımdan
ileri olmayan, ziraî yapısı oldukça ilkel, hulâsa geri b i r k a p i -
talist memleketti.
Gerçi sosyal münasebetler gergin ve keskindi. Çarlık, bir
barut fıçısı üzerinde oturuyordu. Rusya'nın bir ihtilâle gebe
olduu bilinen bir ˛eydi. Bütün sınıflar b i r ihtilâl bekliyorlar-
dı. Fakat beklenen ˛ey, daha ziyade aydınların, orta sınıfla-
dın r e h b e r l i k e t m e s i tabiî g ö r ü n e n ı s l a h a t ç ı b i r h a r e k e t t i . Da-

(1) H a d i s e n i n birkaç satıra sıdırmak z o r u n d a kaldıım bu


tahlilindeki kısa h ü k ü m l e r i n t a m a m e n ˛ahsî olduu a˛ikârdır. B u n -
d a n ba˛ka, bu kısa görü˛ ve h ü k ü m l e r d e d a h a sonraki z a m a n l a r a
ait tetkik ve m ü l â h a z a l a r ı n tesiri b u l u n d u  u n d a da ˛üphe y o k t u r .
Ancak bu sayfaların k o n u s u , bu m e v z u a sadece kronolojik b i r t e -
mastan ibarettir.
310 SUYU ARAYAN ADAM

ha eski tarihlere gitmesek bile, bu hareketin ilk ve ˛uurlu


kurbanları, daha 1825'te Dekabristler Hareketi'yle verilmi˛ti.
Bu hareket, Petersburg Hassa Ordusu zabitleri arasında beli-
ren ve dı˛arıda kolları olan basit b i r me˛rutiyet özlemiydi ve
kanla bastırıldı.
O n d a n sonra Rusya, daima kaynadı. Bilhassa 1864 T o p r a k
Reformu Kanunu'ndan sonra tedricen geli˛en Halkçılık (Na-
rodniçestvo) Hareketi; ruhlarda, fikirlerde ve güzel sanatlar-
d a halka y ö n e l i ˛ i n ileri b i r h a m l e s i o l d u . On dokuzuncu yüzyılın
son ç e y r e  i n d e Sosyal - D e m o k r a t H a r e k e t i ba˛ladı. Bu hare-
ket y e t e r l i bir sanayi ilerleyi˛i ile b e r a b e r , n o r m a l ve aksaksız
geli˛seydi. K u z e y ve Orta Avrupa memleketlerinde olduu gi-
bi, ileride b i r sosyal denge unsuru olabilirdi. Fakat, Çar hü-
k ü m e t i n i n siyasî n i z a m ı , sosyal g ö r ü ˛ s ü z l ü  ü ile ekstremist Rus
r u h u k a r ˛ ı l a ˛ ı n c a , b u n o r m a l geli˛me i m k â n ı s u y a d ü ˛ t ü . 1893 -
1897 arasında ˛iddetli krizler geçiren Sosyal - D e m o k r a t l a r , ni-
hayet kesin olarak m e n ˛ e v i k l er (azınlık kanadı) ve bol˛evikler
(çounluk kanadı) na parçalanarak, aslından ayrıldı. Men˛evik-
lerin benimsedii mutedil cereyan, bol˛eviklerin ihtilâlci faa-
liyeti kar˛ısında akademik bir rejim cereyanına döndü.
1903 - 1905 R u s - J a p o n H a r b i ' n d e Ç a r l ı  ı n y e n i l m e s i , Rus-
ya'da esir m i l l e t l e r arasında millî cereyanı, siyasî partiler ara-
sında da iktidar mücadelesini ˛iddetlendirdi. F a k a t aslında, or-
tada görülen daha ziyade muhafazakâr ve mürteci bir gruptu
(Kade, yahut Me˛rutiyetçi Demokratlar). Bu sebepten, son-
raki me˛rutiyet hareketleri, zayıf ve ancak harice kar˛ı göste-
ri˛ kabilinden kaldı. Fakat bu arada bol˛evikler, bilhassa Pe-
tersburg'ta, 1905 malubiyeti sıralarında kurdukları amele ko-
m i t e l e r i y l e b i r aralık ˛ e h r i n h a y a t ı n a m ü d a h a l e edebildiler. Bu,
onlar için büyük bir iktidar stajı ve tecrübesi vazifes i gördü.
Nitekim ondan sonra gizl i çalı˛malara önderlik edenler, hep
bu 1905 ihtilâlcileri oldular.
1905 hareketi, çarlık tarafından kanlı bir ˛ekilde bastırıl-
dı. Fakat bu ilk t e c r ü b e n i n i˛çi arasında hatırası daima zinde
kaldı. Bol˛evik Partisi, daha sonraki 1917 ihtilâlinin de ilk
esaslı k a d r o s u n u b u s ı r a d a e d i n d i . H u l â s a R u s y a , B i r i n c i D ü n y a
SUYU ARAYAN ADAM 311

Harbi'ne girdii zaman memleket, muhafazakâr, ıslahatçı ve


i n k ı l â p ç ı c e r e y a n l a r i ç i n d e b i r k a z a n gibi k a y n ı y o r d u . B u h a r p -
d e n ç a r l ı  ı n b e k l e d i  i p e k b i r ˛ey y o k t u . Çarlık, d ü n y a n ı n al-
tıda birini zaten elinde tutuyordu. Kapitalist bir geli˛me de
ba˛lamı˛tı. Yabancı sermaye akını ehemmiyetliydi. Borçları
fazla olmakla beraber, ihracat artıyordu. Sibirya, i˛letmeye
açılmı˛tı. Açık denizlere çıkmak, istanbul'u almak (1) gibi h e -
defler, Rusya'nın kendi içindeki sosyal ve politik tehlikelerle
kıyaslandıı z a m a n , h a r b i göze aldırmayacak kadar önemsizdi.
Fakat buna ramen, çarlık, Avusturya kar˛ısında Sırbis-
tan'ı korumak formülüyle harbe girdi. Kendi kaderini o gün,
kendisi t a y i n etmi˛ oldu. H a t t a bazı çevreler ve yazarlar, Çar'
ın harbe sürükleni˛ini, eer b i r z a f e r k a z a n ı r s a , içerideki m e m -
nuniyetsizlii ezmeye vesile bulmak ve zaman kazanmak için,
ister istemez seçilmi˛ b i r y o l olarak sayarlar.
Fakat s e b ep ne olursa olsun, çarlık, harbe sürüklenmi˛-
ti. Rusya'da ihtilâl çanının ergeç çalacaı artık belliydi.
*
**

Bu ç a n ı n sesi 27 ˛ u b a t 1917'de (12 mart 1917) de P e t e r s -


burg'dan bütün dünyaya yayıldı. Çar'm yerine yeni bir Çar
getirmek ve bu suretle Çarlıı devam ettirmek oyunları bir
g ü n b i le t u t u n a m a d ı . 1 6 m a r t 1917'de Ç a r , k a y ı t s ı z ˛artsız o l a -
rak tahttan ayrıldı. Onun yerine geçmesine te˛ebbüs edilen
karde˛i M i h a i de 1 7 m a r t 1917'de ç e k i l m e y e m e c b u r k a l d ı . › d a -
re, Duma, yani M e b u s a n Meclisi Reisi'nin ba˛kanlıında seçi-
len geçici bir Komite'ye verildi. Bu ihtilâl esnasında Duma,
Çar'm 26 ˛ubat 1917'deki daılma emrini dinlemeyerek aldı-
ı bu kararla, Ç a r ' m otoritesini parçalamı˛tı. 15 m a r t 1917'de
bu Komite, P r e n s L u v o v ' u n reisliinde bir «Geçici H ü k ü m e t »
k u r a r a k , i k t i d a r ı ona d e v r e t t i . B u h ü k ü m e t e de, G e ç i c i K o m i t e '
ye o l d u  u gibi Kade, men˛evik ve i h t i l â l c i - sosyalist mümes-

(1) › h t i l â l d e n s o n r a y a y ı n l a n a n vesikalarda ve bilhassa B o l -


˛evik H ü k ü m e t i t a r a f ı n d a n y a y ı n l a n a n (Türkiye'nin Taksimi) isimli
kitapta, çarlıın b u hususta h a s a t e n F r a n s a ' y l a yaptıı a n l a ˛ m a l a -
r ı n gizli m e t i n l e r i o r t a y a k o n u l m u ˛ t u r .
312 SUYU ARAYAN ADAM

silleri i˛tirak ettiler. › h t i l â l c i - Sosyalist (S. R.) Partisi, daha


ziyade toprak reformlarını müdafaa eden ıslahatçı bir köylü
sosyalizmi partisiydi, Bol˛evik gücü ise henüz ortada yok de-
necek kadar zayıftı.
Görülüyor ki, fiubat ›htilâli geni˛ halk tabakalarının bek-
ledii bir dei˛iklikti. Çarlıın yerini ıslahatçı orta s ı n ıf p a r -
tileri aldı. Fakat onları iktidara getiren ve Çar'm çekilmesi-
ni icabettiren sokak nümayi˛lerini yapanlar, daha ziyade Pe-
tersburg'un i˛çi mahalleleriydi. Bütün Rusya'nın ise, sadece
sulha ve ekmee ihtiyacı v a r d ı . S u l h ve ekmek!.. ›stenilen buy-
du. Ordu tamamiyle halsizle˛mi˛ti. Harbin gayesi kalmamı˛tı.
Asker terhis istiyordu. fi e h i r l e r açtı. K ö y l ü toprak pe˛indeydi.
Muvakkat hükümete dü˛en; sulhu tesis etmek, askeri evleri-
ne yollamak, köyde t o p r a k ıslahatı y a p m a k ve sanayi i˛çilerini
anlamaktı. Fakat Geçici Hükümet, bunların hiç birini ba-
˛aramadı.
Çünkü, meselâ Ba˛vekil Prens Luvov'un Rusya dahilinde,
en az A n k a r a vilâyeti k a d a r geni˛ topraı vardı ve b u n u n bir
karı˛ını feda e t m e k n i y e t i n d e deildi. H ü k ü m e t ise, harbe de-
v a m taraftarıydı. Hele 18 mayıs 1917'de K e r e n s k i (Sosyal Re-
volusyoner) Harbiye Bakanlıı'na getirilip bir Koalisyon Hü-
kümeti kurularak, «nihaî z a f e re kadar» harbe devama karar
verilince, orta sınıf, zaten kozunu kaybetti. Ondan sonra or-
du, Alman cephesinde sonu gelmez hücum dalgalarıyle mak-
satsız y e r e eritildi. Bu akıl almaz hata, halkın r u h u n d a hükü-
metin bütün itibarını kararttı. Orta sınıfla ıslahatçı aristok-
rasi ve me˛rutiyet akımı, bir asırdan beri kendilerinden bek-
lenilen tarihî misyonlarını ba˛aramadılar. Partiyi kaybettiler.
Bol˛evik liderleri, kendi grupları hükümet dı˛ında bırakıl-
makla beraber, hemen ihtilâlden sonra Petersburg'a dönmeye
ba˛lamı˛lardı. Bunlar, y a L e n i n v e T r o ç k i gibi xAvrupa'da gur-
bette, ya Stalin, K a m e n e f gibi Sibirya'da sürgündeydiler. Sta¬
l i n 25 m a r t 1917'de s ü r g ü n d e n d ö n d ü . 17 n i s a n 1917'deki k o n -
grelerinde, Lenin'in uzla˛ma görü˛lerine kar˛ı, muvakkat hü-
kümetle «karde˛çe» münasebetler tesis etmek tezini müdafaa
etti. Fakat Geçici Hükümet, hele Kerenski'nin Harbiye Nazır-
SUYU ARAYAN ADAM 313

hı'ndan sonra, halkın b ü t ü n ümitlerini kıracak ve en sabır-


lı iyi niyet .sahiplerini bile kendinden soutacak hatalı yolla-
rında ısrar e d i y o r d u .
Hulâsa, Rusya'nın bekledii ihtilâlin ba˛ına geçen ıslahat-
çı partiler, Rusya'nın bekledii sulhu ba˛aramadılar. Bilakis,
halkın ümidini ve sevgisini kaybetmek için ne lazımsa yaptı¬
lar. Halbuki hükümet dı˛ında bol˛evikler, bu hataları en ge¬
ni˛ ˛ekilde istismar ediyorlardı. Askere kendi kendilerini ter¬
his etmelerini, ameleye fabrikaları i˛gal etmelerini, köylüye
topraklara el koymalarını tavsiye ederek, hükümetin otorite¬
sini sıfıra indiriyorlardı. 1905 tecrübesine göre kurulmu˛ i˛çi
ve asker Sovyetleri (fiûraları), ˛ehirleri bir a gibi sarıyor-
du. Nihayet bu karı˛ıklıklar içinde Kerenski muvakkat hükü-
meti itibarını b ü s b ü t ü n kaybetti. › k t i d a r , t a m a m e n sokaa d ü ˛ -
t ü . V e d e m o k r a t i k i h t i l â l i n p a t l a m a s ı n d a n d o k u z a y s o n r a , hat¬
ta geni˛ b i r a y a k l a n m a y a bile d a y a n m a d a n bol˛evikler, zaten
d a y a n a  ı k a l m a y a n geçici hükümeti k o l a y c a tasfiy e ettiler. Bir
Napolyon mukallidi görünen Kerenski, bir kadın kıyafetinde
îngiliz Sefareti'ne sıınmaya mecbur kaldı, vatanından kaçtı.

Bu suretle, Rus halkının bekledii ve hazırlandıı demok¬


ratik ıslahat devri, bu devri açanların tam bir liyakatsizlii
ve idraksizliiyle tarihe karı˛tı. ›ktidar, uzla˛ma ve t e l i f ka¬
bul etmez bir partinin ve ideolojinin tasfiye çarkına kapıldı.
G e n e bu suretledir ki Rusya, çaımızın en haileli tecrübesine
ve kan bedeli en pahalı olan bir inkılâba sürüklendi...

**

B u i d e o l o j i n i n n a z a r î esasları R u s y a ' d a d e  i l , g e ç e n y ü z y ı l ı n
ortalarından itibaren Almanya'd a hazırlanmı˛tı. F i k i r sahasın-
da ilk m ü c a d e l e c i çıkı˛, Kari Marx'm 1848 yılındaki manifes-
tosuyla ba˛ladı. Sonra Kari Marx ›ngiltere'ye göçtü. Ve Bi¬
rinci Dünya Harbi'ne kadar Marksizm üzerinde, binlerce ve
b i n l e r c e sayfa t u t a n t e z l e r , antitezler, sentezler, itirazlar, mü¬
naka˛alar; A v r u p a ' n ı n fikrî h a v a s ı n d a esti d u r d u (1).

(1) Kari Marx, 1818-1883.


.314 SUYU ARAYAN ADAM

Nazariyenin esasında Alman materyalist felsefesi, ›ngiliz


siyasî iktisadî ve Fransız ütopik sosyalizmi geni˛ ölçüde i˛len-
mi˛tir. Aslında bunların hiç birinin ihtilâlci bir r u h u ve eda-
sı y o k t u . Bu arada, ilk u n s u r l a r ı t â M a k y a v e l ' e (1) k a d a r çı-
kan materyalist bir tarih felsefesi ele alınmı˛tır. Sonra bütün
bunlar, sistemle˛tirilmi˛ ve klasik ˛eklî mantık yerine, bir te-
zatlar mantıı halinde düzenlenerek, on dokuzuncu yüzyılın
ba˛ından beri hızla geli˛meye ba˛layan modern kapitalizmin
izah ve tenkidine tatbik olunmu˛tur.
Benim Rusya'da bulunduum zamanlarda bu nazarî sis-
tem, ortodoks bir taassupla, bütün fikrî faaliyetin mihverini
te˛kil ediyordu (2). Ve Rusya'da Marksizm, kendisinde aslın -
da mevcut olmayan bir u n s u r u , yani mistik u n s u r u b u l d u . Bu
suretle ekstremist Rus ruhu, Rusya'nın tabiat potansiyeli ve
jeopolitik imkânlarıyle harekete gelerek, çaımızın en drama-
tik, ama en etkili tecrübesine giri˛ti .
Rusya'da olup bitenlerin küçük, kısa ve e l b e t te yetersiz
hikâyesi budur.
*
* *

1922 y a z ı n d a b i r gösteri, bu t e c r ü b e n i n Rusya'daki imkân-


ları ve davalarıyle kar˛ıla˛mak için bana, mühim bir vesile
verdi: Moskova S e r g i s i.
Sergi, Moskova Çayı kenarında bir ˛ehir kadar yer kap-
lıyordu. Zaten büyük kuleden bakıldıı zaman bir ˛ehir gibi
görünüyordu. Sergi kapısından girdikten sonra ilk y ö n e l d i  i m
yolda k e n d i m i b i r A s y a havası içinde buldum.
Yolun kenarındaki bir tepeye, bir Çerkez köyü kurulmu˛-
tu. Tıpkı Anadolu'nun çıplak da köyleri gibi, bacalarından
dumanlar tüten damları birbiri üstüne kademelenmi˛ti. Eri
bürü sokaklarında insanlar kayna˛ıyorlardı. Köylüler ç e ˛ m e-

(1) Makyavel. « F l o r a n s a T a r i h i » .
(2) D a h a s o n r a l a r ı ve bilhassa Stalin devrinde 1938 tasfiyesin- ,
den s o n r a ortodoks, m a r k s i z m bir nev i ˛ekilperesttik (formalizm )
sayılarak h a t t a suç telakki edildi. Bu suretle meselâ B u h a r ı n gibi
hakikî marksistlerde n ba˛layarak i n k ı l â p çı m ü n e v v e r l e r v e b u m e -
. y a n d a üniversite m u h i t i pek çok k u r b a n l a r verdiler.
SUYU ARAYAN ADAM 315

lerde atlarını suluyorlardı. K a d ı n l a r çama˛ır k u r u t u y o r l a r , ço-


cuklar seyircilere bir ˛eyler satmaya çalı˛ıyorlardı.
K ö y ü n d e l i k a n l ı l a r ı , g ü m ü ˛ saatli k o r d o n l a r , k e m e r l e r , h a n -
çerlerle gelin gibi süslüydüler. Tıpkı Kafkasya'daki gibi bura-
da da, köyün altındaki meydancıkta kemençeye benzer bir
a l e t i n sesine u y a r a k , etekleri savrula savrula hançer, kılıç o y u n -
ları oynuyorlardı. Bu köy halkı, buraya her ˛eyiyle ve oldu-
u gibi göç etmi˛ti. Ve köy, buraya gene h e r ˛eyiyle ve ol -
duu gibi kurulmu˛tu.

Ba˛ka bir tarafta, bir Kırgız avulu vardı. Orta Asya'da


steplerin hakikî temsilcisi Kırgız'dır. Kırgız; çölü ve göçebeli-
i temsil eder. K a r ve kum fırtınaları içinde ya˛ar. Kırgız'ın
y ü z ü daha çocukken kavrulur, buru˛ur. R u h u ise b o z k ı r ı n u ç -
suz bucaksızlıı içinde, her zaman bir afet bekler gibi mü-
tevekkil, kendi içine sinmi˛tir. Bunun için Kırgız, daima ses-
sizdir.
Kırgız avulunda, yuvarlak ve çıtadan kasnakların üstüne
gerilmi˛ kaim keçeden çadırlar v a r d ı. B u n l a r ı n çepeçevre etek-
leri, Kırgız kızlarının dokuduu ve A n a d o l u ' da her köylü evin-
de b u l u n a n renk renk kilimler, cicimlerle perdelenmi˛ti. Avu-
lun ortasına develer çökertilmi˛ti. Kenarları pöstekiden sivri
külâhlı Kırgız kadmlarıyle elleri yenlerinde, pösteki kalpaklı
uzun hırkalı Kırgızlar, seyircileri parayla develere bindirerek
gezdiriyorlardı.

Çocuklar, gelen geçenlere kımız, ayran satmaya çalı˛ıyor-


lardı. Burada her ˛ey bir Kırgız avulunun havasına uyuyor-
du. Ç u b u k çeken baylar, mollalar, Oral'dan Tibet'e kadar uza-
nan steplerin çileke˛ i n s a n l a r ı , Moskova halkının ilk defa gör-
düü sıpalar, e˛ekler, develer, Karagül koyunları içice kayna-
˛ıyorlardı.

Sonra bir Türkistan çar˛ısı vardı. ›ki taraflı p e y k e l e r üze-


rine bada˛ kurmu˛ mü˛terilere ye˛il çanaklar içinde çibörek
(bir nevi sulu T a t a r börei) ta˛ınıyordu. Moskovalılar ilk de-
fa gördükleri bu yemei hem ellerine verilen süslü t a h t a ka-
˛ıklarla yemeye çalı˛ıyor, hem gülü˛üyorlardı.
316 SUYU ARAYAN ADAM

Çar˛ıdaki a˛çılar, dier dükkân sahipleri, incik b o n c u k c u -


lar, meyve kurularını, pestilleri, ince ipliklere dizilmi˛ badem ,
ceviz sucuklarını satanlar h a l l e r i n d e n memnun görünüyorlar-
dı. B i r tarafta, teflerini, dümbeleklerini vurarak boyuna, «Yâr!
Yâr!..» diye baıran çalgıcıların ahengine ayak uyduran bir
olan, o y n u y o r d u . B u ç a y h a n e ç a r d a  ı n ı n a l t ı , d a h a çok fi a r k -
lı mü˛terilerle doluydu. Olanın ba˛ında ipek i˛lemeli takke,
sırtında bir enderun entarisi vardı. Bir kolunu gösüne bü-
küp, bir kolunu yana açarak, orta yerde dimdik raks etmek-
t e n z i y a d e d e b e l e n i y o r gibi d ö n ü y o r , sıçrıj'ordu. Yuvarlak, ab-
lak yüzünde donmu˛ bir hareketsizlik vardı. Bir ölü souk-
luu ile sırıtıyordu. Ama fiarklı mü˛teriler, memnundular.
Türkistan çar˛ısı arkasını Timurlenk'in türbesine vermi˛-
ti. A s l ı n d a o l d u  u gibi, bozulmamı˛, zamanındaki b ü t ü n renk-
leri, b ü t ü n ölçüleriyle b u r a y a o t u r t u l a n t ü r b e n i n içi n u m u n e -
ler, maketler, haritalar, grafiklerle doluydu.
Daha ileride yollar Sibirya kolonilerine, Yakutların, Bur-
yatlarm köylerine, yahut da Mool samanlarının, h e r tarafla-
rına ziller, kurdeleler, çıngırakla r takarak sıçraya sıçraya raks-
lar yaptıkları Budist mabetlerine gidiyordu.
D a h a ba˛ka i s t i k a m e t l e r d e , Rus ovaları, K ı r ı m , A l m a n ko-
lonileri, Leh, Baltık köyleri vardı.
G ü n artık sona e r i y o r d u . Elektrikler yandı. T i m u r l e n k tür-
besi ˛eklindeki binadan, daha ziyade çayırlıı andıran geni˛
bir sahaya çıkılıyordu. Bu saha, birtakım ince ve hesaplı ı˛ık
oyunlarıyle aydınlatılmı˛tı.
Renkli, narin bir Çin köprüsü, bu çayırlıa b e n z e r düz-
lüün bir tarafından dier tarafına a˛ıyordu. Köprü kulesi-
n i n en yüksek yerine sahanlıklar i˛lenmi˛ti. B u r a l a r d a n bakıl-
dıı zaman altta, büyük bir haritada, dünya küresinin altıda
biri bütün teferruatiyle yatıyordu:
K u z e y Buz D e n i z i gene b u z l a r l a örtülüydü. Baltık D e n i z i ,
Karadeniz, K o r e v e J a p o n d e n i z l e r i n i n suları, d ü n y a parçası-
nın oralardaki sınırlarını çeviriyordu. Buz denizleriyle tundu¬
ralarm sahil sınırları âdeta belirsizdi. Sonra likenler (tundu-
ra bitkileri), çalılar, bodur aaçlı tunduralar, Karadeniz'den
SUYU ARAYAN ADAM 317

Bering Boazı'na kadar b ü t ü n K u z e y Rusya'yı kaplıyordu. Da-


na sonra o r m a n l a r denizi geliyordu. Kareli'den, Beyaz Deniz'-
den Pasifik Denizi'ne, Kamçatka'ya kadar uzanan bir orman
d e n i z i . D a h a altta U k r a y n a ç e r n o z y o m l a r ı , K a z a k ç a y ı r l a r ı , V o l -
ga, Ural ardında n ba˛layan b ü y ü k bozkırlar, çöller, vahalar...
Nihayet Elbürüz Daları, Hindigû˛ Daları, Pamir, Altaylar...
Göller, yatakları içindeydi. Nehirler, yaylalardan, dalar-
dan koparak göllere, denizlere ula˛ıyorlardı. Dinyeper'in bir
v e r i n d e b i r b a r a j , m a v i , m e r m e r d e n b i r set ˛ e k l i n d e t e m s i l e d i l -
mi˛ti. Sonra barajlar, hidrolik, termik santraller, cereyan na-
kil hatları, yüksek fırınlar, fabrikalar, m a d e n l e r v.s.
Meçhul bir yerden idare edilen ı˛ık oyunları, bütün bu
dünya parçasını n servetiyle imkânlarını ve onlara balanan ta-
savvurları, safha safha a y d ı n l a t ı y o r d u . H o p a r l ö r ü n yaydıı par-
çalarsa, hayalleri harekete getiriciydi.
*

**
Narin Çin köprüsünden inince, iki tarafına renkli çiçek-
lerden mozaiklerle çe˛itli cümleler yazılmı˛ bir yoldan, mo-
dern bir binaya varılıyordu. Binanın içinde insanlar ka\-na˛ı-
vorlardı. Yarı giyinik, yarı tok, ve her ˛eye dikkat eden
insanlar.
Bir yanda bir platform üzerinde genç bir delikanlı ko-
nu˛uyordu. Yirmi ya˛ını geceli çok olmasa gerekti. Dinç, te-
n a s ü p l ü v ü c u d u d e r m e ç a t m a b i r elbise içindeydi. Eski bir kü-
lotun üstüne hantal asker çizmeleri geçirmi˛ti. H e r tarafı ka-
palı g ö m l e  i n i n b e l i n i i n c e b i r iple sıkmı˛tı. Ceketi yoktu. Bel-
ki bir üniversite örencisi, belki bir asistandı? Kumral saçla-
rı altında renkli bir siması vardı. Anlattıı ˛eylerle co˛mu˛tu:

— Topraklarımız için yamur beklemeye ne lüzum var?


Denizlere akan nehirleri bozkırlara çevireceiz! Deniz-
lerin cereyanlarını dei˛tirecek, hatta belki de yamur
yadıracaız!..

Bu delikanlıya göre elektrik, her ˛eyin ba˛ında geliyordu.


Zaten o sıralarda Lenin'in «sosyalizm demek, elektrifikasyon
318 SUYU ARAYAN ADAM

demektir!» sözü dillerde dola˛ıyordu. Ortalıkta elektrik pek


bol deildi ama, elektrifikasyon sözleri h e r tarafa yayılmı˛tı.
Delikanlı, elektrifikasyon için öyle rakamlar söylüyordu
ki, kurulacak santraller hakikaten onun dedii takati tutarsa;
bu rakamın yanında Niyagara fielâlesi'nin yakacaı ı˛ık, mis-
kin bir idare lambası gibi kalmak lâzım gelirdi. Konu˛tukça
co˛uyordu:

— Su parçalanmı˛, ˛u küçük Avrupa'nın zavallı memle-


ketleri; ˛u yoksul Fransa, ˛u temelsiz ›ngiltere, ˛u ta-
katinin son haddine kadar gerilmi˛ olan Almanya, bizim
için asla örnek olamaz! Biz, yalnız bir memleketle kı-
yaslanabiliriz: Amerika!.. Evet, Amerika!.. Biz, Ameri-
kala˛mak istiyoruz! Amerikala˛mak, fakat orada kalma¬
mak, yeti˛mek ve geçmek!..

Amerikala˛mak, yeti˛mek ve geçmek sözleri de o günle-


rin en yaygın sloganlarıydı. O günlerde Moskova'yı ziyaret
eden bir Amerikalı yazarın, mektebin konferans salonunda:

— Ben bu memlekette insanların makinesiz nasıl olup da


ya˛ayabildiklerini görüyor ve ˛a˛ıyorum!..

diye konu˛tuuna ˛ahit olmu˛tuk.


Demek ki sergi salonundaki genç, Amerikala˛mak deyin-
ce, b e l k i d e m a k i n e l e ˛ m e y i k a s t e d i y o r d u v e d a h a n e l e r s ö y l ü -
y o r d u : K ö m ü r , petrol, o r m a n , renkli madenler ve bu imkânla-
rın hepsi Amerika'yla kıyaslanıyordu. A m a kıyaslanmakla kal-
mıyor, hemen arkası geliyordu: Amerika'ya yeti˛mek ve onu
geçmek! Yeni rejim Amerika'yla, daha o günden bir yarı˛a
girmi˛ gibiydi...
B u g e n c i n s ö y l e d i k l e r i b e l k i olacak, b e l k i o l m a y a c a k t ı . Fa-
kat ˛u belliydi ki, bunları söyleyenin kendisi, bu söyledikle-
rine inanıyordu...

* *

Bu sergiyi sonra kaç defa gezdim bilmiyorum. Ama ilk


g ü n ü n i n t i b a l a r ı ni hiç u n u t m a m . O g ü n o r a d a n a y r ı l ı r k e n , dü-
˛ünüyordum:
SUYU ARAYAN ADAM 319

— Bu gencin söyledikleri ya olur, ya olmaz. Fakat görü-


yorum ki, o narin Çin köprüsü üstünden gösterilen im-
kânlarda çok ˛eyler hesaplanmı˛tır. O halde bir gün, bir
dev cüsseli çark, bütün bunları hakikat yapacaım di¬
ye harekete gelirse, ya ötekiler ne olacak? Su delikan¬
lıları gümü˛ kordonlar içinde yüzen, fakat yazı yazacak
alfabeleri bile olmayan Çerkezler ne olacak? Günleri¬
nin, gecelerinin çounu, kartal yuvası dalarının üstün¬
de hançer oyunları oynamak, yahut kız kaçırmakla ge¬
çiren ˛u gelin gibi süslü Kafkas delikanlıları ne yapa-
caklar? Su deve kadar hareketsiz Kırgız avulu, belki
hepsi de Hanlar soyundan olan, fakat hayatlarını deve¬
lerin yürüyü˛üne uyduran ˛u Kırgız bayları kervanla¬
rını nerelere sürecekler? Su incik boncuk ˛eyler satan
Türkistan çar˛ısı, ˛u gece-gündüz «Yâr! Yâr» diye hay¬
kıran oynak dümbelekçiler, ˛u ablak yüzündeki donmu˛
sırıtı˛ı ile, oynamaktan ziyade debelenen ipek takkeli
olan!.. Su ziller, tefler, kurdeleler içinde eteklerini sa¬
vum savura ortalıkta dönen pis, tembel ve frengili ˛a¬
manlar ne olacaktır?

Ve sonra b ü t ü n ötekiler? Kiliseyle m e y h a n e arasında ebe-


sarho˛luundan bir türlü ayılamayan yüz milyonluk mujik
'irüleri?..
› l k g e z d i  i m g ü n , sergi ˛ e h r i n d e n ç ı k a r k e n , gece h a y l i iler-
emi˛ti. G ö r d ü k l e r i m b e n i d ü ˛ ü n d ü r ü y o r d u :
Bana öyle g e l i y o r d u ki, bu sergide ortaya serilen imkân-
ar. k ü r s ü l e r d e , t a b l o l a r d a , h o p a r l ö r l e r d e a n l a t ı l a n t a s a v v u r l a r ,
akikat olsa d a , o l m a s a d a d e n i z l e r e a k a n n e h i r l e r ç ö l l e r e çev-
ılse de ç e v r i l m e s e de, d a  l a r o v a ve o v a l a r da h a l i n e gelse
e gelmese de ve nihayet yamurlar kumanda ile yamasa
ile; o asırların kalıntısı h a y a t n i z a m ı n ı n bu t o p r a k l a r d a de-
amma artık imkân kalmamı˛tır.

›stense de istenmese de artık bir r ü z g â r esmi˛tir. Bu rüz-


âr, K ı r g ı z b o z k ı r l a r ı n d a h a f t a l a r c a esip d e d u r u l d u  u z a m a n ,
avurduu yerler t a n ı m a y a n , uraan cinsinden bir rüzgâra ben-
320 SUYU ARAYAN ADAM

zemektedir. B i r u r a  a n k i , b u defa s a v u r d u  u ˛ e y l e r , kum ve-


ya kar zerreleri deildir. Kaderin, bu sınırlar içinde topladıı
renk renk, ırk ırk oymaklar, boylar, milletlerdir.
O m i l l e t l er ki, onların birer parçası bu sergi ˛ehrinin pı-
rıl pırıl ı˛ıkları içinde, ˛imdi her ˛eyden habersiz, g ü n l ü k e-
lencelerini ya˛ıyorlar. U z a k t a n hâlâ Rus balalaykalarının, A z e r -
baycan taralarmm, Kafkas kemençelerinin, Türkistan dümbe-
leklerinin ve Mool zillerinin, d a v u l l a r ı n ı n sesleri g e l i y o r . Her-
kes eleniyor!..

* *

›çinde b u l u n d u  u m insanlara ve davalara kendimi ilk d e -


f a i˛te o g ü n y a b a n c ı h i s s e t t i m ! Bu his n e d e n d o  d u b i l m i y o -
rum. B u his, belki de biraz y o r g u n l u  u n , biraz a˛aılık duy-
gusunun karı˛tıı bir iç ezikliiydi. Fakat muhakkak ki, gör-
düüm ve dinlediim ˛eyler, benim idrak ufkumu a˛ıyordu.
Yahut öyle deildi de, içimdeki his sadece bir kıskançlıktan
ibaretti. Evet, belki b i r kıskançlık!..
Çünkü bizim gençlik mefkurelerimizin o kadar benimse-
dii ülkelerin, halkların, yani bizim ˛u gençlik mefkuremiz
olan, bize v a d e d i l m i ˛ saydıımız, ana y u r d u m u z T u r a n ' m ka-
deri, öyle s a n ı y o r d u m k i b u g ü n b u r a d a belli o l u y o r d u .
Hatta içimdeki ezginlik bu yenilgi ve gizli kıskançlıktan
gelmese bile, muhakkak ki bu dava içinde benim yerim her
halde, meselâ ˛u sergi sarayında konu˛an Rus delikanlısının
yeri deildi. O, Amerikala˛ılacak, Amerika'ya yeti˛ilecek ve
Amerika geçilecekti!.. O, bu yarı˛ın safkan bir yarı˛ atıydı.
Onun önünde a˛acaı geni˛ ufuklar vardı. D o  r u veya yanlı˛,
muvaffak olacak veya olmayacak, ama bu rejim onun malıy-
dı. Bu davalar onun davalarıydı. Belki buralarda, artık bir
devlet k u r u l u y o r d u . Bu, onun devletiydi. O, bu rejim içinde
y a ˛ a d ı k ç a b u d a v a l a r l a y o  u r u l a c a k t ı . B e n ise n i h a y e t , b i r « k e r -
vana karı˛an» dım.
Evet, belki bir yarı˛ kar˛ısmdaydık. Ama bu yarı˛ta bi-
zim atımız, galiba b i r a z halsiz, biraz bakımsızdı...
SUYU ARAYAN ADAM 321

Ama bu ruh dü˛künlüü az sürdü.


Serginin çıkı˛ holünde kar˛ıla˛tıım büyük bir maket, az
vvelki ruh dü˛künlüünü çabuk daıttı. Gördüüm ˛ey, bü-
ük holün ortasında, mermerden yapılmı˛ hissi veren büyük
ir abide maketiydi:
Birbiri üstüne kenetlenmi˛, birbiri üstüne dü˛en ta˛lar-
an, kayalardan bir yım, bir ehram ˛eklinde yükseliyordu,
laide ta˛ları arasında h e s a p s ız insanların çökmü˛, ezilmi˛ v ü -
utları, iskeletleri vardı. Daha üst k a d e m e n i n ta˛larını omuz-
armda ta˛ıyan insan kafileleri, varabildikleri yüksekliklere ka-
"ar v a r m ı ˛ v e o r a d a e r i m i ˛ l e r d i . F a k a t b u e h r a m ı n içinde ta˛-
ar bir kademe daha yükselmi˛lerdi.
Sonra e h r a m ı n gövdesi daralmaya ba˛lıyordu. Ta˛lara sa-
llan, ba˛ları göe çevrilmi˛, yahut kolları yukarılara uzanmı˛
asanlar, oralara kadar getirebildiklerini, kendilerinden önce-
llerinin temelleri üzerine koymu˛lar ve öylece donmu˛lardı.
D a h a y u k a r ı d a b u e h r a m ı n zirvesi h e l e z o n l a ˛ ı y o r d u . Dönü-
~r. kıvrılıyor ve öylece, daha yükseklere yönelen bir dina-
::zm içinde bitiyordu. Dikkatle bakıldıı zaman görülüyordu
ı. helezonun son h a l k a s ı , dierlerinin cesetleri üstünde yük-
elen ve getirdii en s o n ta˛ı, en y u k a r ı y a u l a ˛ t ı r a n b i r insa-
ın. son ta˛lara sarılan ve öylece kalan v ü c u d u d u r . Bir kolu
anki b ü t ü n y ü z y ı l l a r ı n h a s ı l a s ı n ı k u c a k l a m ı ˛ t ı r . Dier kolu, he-
t z o n u n d i n a m i z m i n e u y a r a k e h r a m ı n zirvesine eri˛mi˛ ve da-
a yukarıları göstermektedir. Ba˛ı ise gösüne dü˛mü˛, ta˛la-
a yaslanmı˛tır.
Bu maketin ifade ettii m a n a n e y d i b i l m i y o r u m . O n u ya-
an sanatkâr, ona k e n d i kafasında, belki b i z i m dü˛ünecekleri-
n d e n ba˛ka t ü r l ü m a n a l a r v e r m i ˛ t i . F a k a t n e v a r ki, b u e h -
ım, o anda bana, benim b ü t ü n o günkü intibalar sonunda ru-
.mu saran ezginlii cevaplandıran bir m e ˛ a le gibi göründü.
Evet biz, hepimiz ve bütün bizden sonra gelecekler, ırk-
milletler, boylar, oymaklar adına insan uygarlıı ve in-
arJnın t a r i h i d e n i l e n e h r a m ı n , sadece b i r e r z e r r e s i , b i r e r u n -
arj3-uz. Hiç kimse, hiç b i r nesil, hiç bir millet, hiç b i r parti
a hiç bir rejim bu ehramın hepsi demek deildir. Ne pey-

21
322 SUYU ARAYAN ADAM

gamberler, ne kahramanlar, ne önderler. Ne Çin, ne Hint, ne


eski Yunan, ne Ortaça, ne Sonça bu e h r a m ı n hepsi demek
olamaz. Hatta ne bugünkü Amerika, ne yarınki Rusya dün-
y a d a h e r ˛ey d e m e k d e  i l d i r . Herkes, her medeniyet, her mil-
let, kendi ta˛ını getirecek ve bu ta˛ı, çıkarabildii yükseklik-
lere çıkaracak ve orada kalacaktır. Hepimizin, her neslin ve
her fikrin bu ehramda yeri vardır. Her millet kendi topra-
ının ocaından çıkan mermeri kendi omuzunda ta˛ıyacak ve
insan uygarlıının, kimsenin malı olmayan çok cepheli ehra-
mına koyacaktır. Medeniyet, bir milletin deil , h ü r ve özgür
bütün milletlerin hakkıdır. Dünyanın yapısında hepimize i˛
vardır. însanm, yani ta˛ üstüne ta˛ koyanların ehramı böyle-
ce m e y d a n a g e l e c e k t i r . '

Bu, bir kanundur. D o  r u ve güzel bir k a n u n d u r . . .


Putlar ve ›lâhlar
17

Y e n i b i r yaz tatili ba˛lamı˛tı. 1923 y ı l ı y a z ı .


fiimdi, mektebin tatil kampı haline getirilen bir ˛atoda
ulunuyorduk. Bu ˛atonun aır sütunlu holleri, kapıları ça-
.rlara, ormanlara açılıyordu. Vaskin fiatosu'nun parkı, gölü,
:nra uzaklarda ormanlar arasından yükselen ve kulelerinde
:
trn yaldızlı haçlar parlayan beyaz, büyük kilise, onu çevre-
•yen manastır binaları, temiz, mavi bir gökkubbesinin altın¬
a u z a n ı p g i d i y o r d u . A  ı r , b o  u k ç a n sesleri z a m a n z a m a n h e r
"ikamete, ufuklara yayılıyordu.
fiatonun ye˛il kırlara bakan üstü kapalı terasında vakit
akit dersler, konferanslar olurdu.

— Tanrılar mı insanları yarattı? Yoksa, insanlar mı tanrı-


ları yarattılar?

B i r g ü n ders k o n u s u o l a r a k h o c a , hiç b e k l e n m e y e n b u sua-


ortaya atınca, irkildiimi, k a l b i m i n sıkı˛ır gibi o l d u  u n u his-
eîtim. G e r ç i , sual b u h a l i y l e p a y e n b i r çerçeve i ç i n d e y d i . A m a
açanın neyi kasdettii de belliydi.
Benim neslimden olanlar için Tanrı konusu, tartı˛ma dı-
.nda kalması lâzım gelen b i r k o n u d u r . Din, hatta onun ilke-
•rine uymasak, isteklerini y a p m a s a k bile, ruhumuzun doku-
m d a ya˛ayan ve y ı p r a n m a y a n bir duygudur.
Profesör, sualini tekrar etti:

— ›nsanlar mı tanrıların eseridir? Yoksa, tanrılar mı in-


sanların eseridir?..

Cevap beklemekten ziyade, kar˛ısmdakileri tartan, onlarda


tkiler ve dü˛ünce zincirlemeleri uyandırmaya çalı˛an usta b i r
artı˛ma adamının kendinden emin haliyle konu˛uyordu. Ho-
a. Vaks isimli bir Yahudiydi. Sakindi. Ya˛lı , yarı k a m b u r ve
326 SUYU ARAYAN ADAM

babacan bir adamdı. Kabarık saçları, gür bıyıkları vardı. Her


halde eski devirde satın alınmı˛ altın zincirli iri gözlüünün
arkasında, gözleri canlı ve alaycıydı.
Önünde çe˛itli memleketlerden gelen ve çe˛itli inançlar
içinde yeti˛mi˛, genç fakat karı˛ık bir örenci kütlesi vardı.
Avrupa ve Asya Rusyası'mn sayısız ırklarından gelenler, son-
ra Batılılar, b i z i m gibi O r t a d o  u ' d a n olanlar, daha sonra hep-
sine de bir kelime ile Hintli veya Çinli dediimiz, fakat H i n t
ve Ç i n ' i n b i n b i r çe˛it ı r k v e din karı˛ımı içinden kimbilir han-
gilerine mensup olanlar, kadm-erkek onu dinliyorlardı.
Profesörün suali onları hangi dü˛üncelere ˛evketti bilmi-
yorum. Fakat bu sual benim manevî varlıım içinde uyuyan,
belki zinde bir kudret halinde ya˛amamakla beraber, orada
derinlere itilen, ˛uurun yüzey dokusu altında rasgele yımla-
˛an b i r i ç âlemi harekete getiriliyordu. Bu iç âlemi, bir tanrı
dü˛üncesiydi. Asla m ü n a k a ˛ a g ö t ü r m e z , fakat y a ˛ a y a n b i r dü¬
˛ünce...
Uzakta, doduum ve çocukluumu ya˛adıım ˛ehrin bir
kenar mahallesindeki evin küçük ve basık odasında, annemin
gece yarısına kadar süren ibadetleri arasında uyuyup kalır¬
ken, A l l a h m varlıı kendi kendine r u h u m a sinerdi. Ak˛am, te¬
ravih, b a y r a m n a m a z l a r ı n ı n havasını daima h a t ı r l ı y o r d u m . Ma¬
halledeki evliyaya a d a n a n ˛eylerle, ondan istenen, fakat aslın¬
da Allaha yöneltilen dilekler, dualar, bir tanrı inanı˛ının ifa¬
desiydi.
›lk mektebe ba˛ladıktan sonra, asırlık aaçların arasına
gömülen, mavi çinilerle kaplı büyük bir sultan camiinin lo˛
aydınlıı içinde cemaata karı˛ıp kılman namazlar, edilen ni¬
yazlar ne kadar dinlendiriciydi. Sonra bu sultan camiinin av¬
lusundaki mevlevî tekkesinde, ney ve kudüm sesleri arasında
döne döne Allaha ula˛ır gibi yükselen temiz yüzlü dervi˛le¬
r i n r u h u m d a yarattı ı tesirler, hâlâ derinlerde ya˛ıyordu. He¬
le doduum ˛ehrin her t a r a f ı n d a n göklere fı˛kıran kubbeler,
minareler?..
Hulâsa benim ilk inançlarımı sessiz sedasız dokuyan tanrı
duygusu, ˛imdi bir tartı˛ma konusu oluyordu.
SUYU ARAYAN ADAM 327

Hoca, kabarık saçlarıyle pos bıyıkları arasında ve altın


çerçeveli iri gözlüünün altında parlayan gözlerini sakin bir
inatçılıkla dinleyicilerinin üstünde aır aır dola˛tırıyordu.
O n u n kasdi belliydi. O, elindeki oku, içimizdeki kapalı kapı-
lara atıyordu.
Hoca birtakım sualler sordu. Birtakım cevaplar aldı. O,
evvelâ kar˛ısındaki insanı kendi içindekilerle kar˛ı kar˛ıya ge-
tirmek, sonra bu insanla o n u n iç varlıını birbirinden ˛üphe-
ye dü˛ürerek birbiriyle becelle˛tirmek istiyordu. ›stiyordu ki,
h e r k e s k e n d i i ç i n i n k a p ı l a r ı n ı k e n d i açsın. S o n r a b u a ç ı l a n ka-
pıların iç bölümlerini karı˛tırmak elbette ki kolay olacaktı.
Bugünkü ders b a n a l ü z u m s u z , hatta saçma g ö r ü n d ü . Bü-
tün bunları kurcalamaya ne l ü z u m vardı? ›nançlarımız, içimiz-
de ya˛ayan masum varlıklardı.
Bunların kime zararı dokunuyordu? Bunlar; yılların aır
aır dönen çarkı içinde tıpkı dünya kabuunun zamanla bu-
ru˛ması, maddelerin, daların zamanla ˛ekille˛mesi gibi yava˛
yava˛ ve kendi kendilerine vücut bulmu˛ ˛eylerdi. Bize dü-
˛en, bu derinleri e˛elemektense, dünya kabuunun üzerinde
topraı i˛leyip o n d a n y e n i n i m e t l e r y a r a t m a k t ı . H a r p l e r i n , göç -
lerin, ihtilâllerin, açlıkların olmayacaı bir hayat nizamı. Biz
b u r a y a b u n u n için gelmi˛tik. D a h a fazlasını d ü ˛ ü n m e y e ne lü-
z u m vardı?..
O günkü ders b u kadarla bitti. T e k r a r toplanılacaktı. Bu
toplantıda herkesin, kendi doup büyüdüü âlemin inançlar
manzumesini ve tanrı anlayı˛ını, hatta kendisi inanmasa bile ,
olduu gibi anlatmasını istedi. Özetler hazırlanacaktı.
Ertesi toplantıda bazıları, h i ç b i r ˛ey anlatamadılar. Hele
Rusya t o p r a k l a r ı n d a n gelenler i ç i n sanki b ö y l e b i r mesele yok-
tu. O n l a r için bu konu çoktan hallolunmu˛tu. M i t i n g l e r d e söy-
lenen, duvarlara yapı˛tırılan bazı formülleri tekrar ettiler,
bitti.
Asıl hazırlıklı olanlar, D o  u ve G ü n e y d o  u A s y a ' d a n gelen
örencilerdi. B u n l a r i ç i n h e r mesele c i d d î d i r . Bunlar, eski b i r -
takım medeniyetlerin, saygıdeer çocuklarıydılar. Her mese-
lede o l d u  u gibi, bu davayı da geleneklerin e y a k ı ˛ a n ince b i r
328 S U Y U ARAYAN ADAM

terbiye ve bir ruh zenginliiyle derin, dikkatli i˛lemi˛lerdi.


›lk sözü b i r genç Çinli aldı. A t a l a r ı n ı n ya˛adıı inançlar âle-
m i n d e n ˛öyle b i r hulâsa y a p t ı :

— insanlarla tanrılar birbirlerinden ayrılamazlar. Bizde


Budha, hem bir ruh, hem duyan ve ya˛ayan bir insan-
dır. ›nsan, kâinatı dolduran ruhun bir parçasıdır ve
onunla birdir. Filozof Huang-Fu bunu böyle anlatır.
Ba˛ka b i r Ç i n l i genç söz a l d ı :
— Filozof Hui-Meng'e göre Atman, Brahman'dır. Yani, kül-
li ruh ile bu ruhun bir parçasını ta˛ıyan insan aynı ˛ey¬
dir. ›nsan, Allahın bir parçasıdır.
H i n t l i l e r meseleyi ba˛ka t ü r l ü k o y u y o r l a r d ı :
— Hayat hakkındaki bilgiler bizde Maya, yani illüzyon ola¬
rak kabul edilir. Asıl tanrı ise, bir hikmettir ki, Bitki¬
nin kökü gibi maddenin içinde saklıdır... Tantra-tatva
metinlerinin tarifi budur.
B i r J a p o n k ı z ı d a Z e n b u d i z m i n i n t e l a k k i s i n i ˛öyle t o p l a d ı :
— Zen budizminin üçüncü patryarhına göre Tanrı vardır.
Birdir. Bir olan her ˛eye sâridir. Yani, her ˛eyde var¬
dır. Her ˛ey bir olanda mündemiçtir. Yani, bir olanda
toplanmı˛tır.
Bir Baltık Almanı, hıristiyanlıktaki tanrı telakkisiyle, bu¬
d i z m p a t r i y a r h ı n - m s ö z l e r i a r a s ı n d a b e n z e r l i k b u l d u v e St. B e r -
n a r d ' m ˛u cümlesini nakletti:
— Tanrı, mahiyeti itibariyle her ˛eyde vardır, mündemiç¬
tir. Ve o, ancak sevgi yoluyle idrak edilebilir.
B a n a b i r ˛ey s o r u l m a d ı . A m a eer s o r u l a c a k o l s a y d ı , ben
de söylenenlerin hepsine katılırdım...

**

H o c a n i h a y e t söze b a ˛ l a d ı . Y o  u r a c a  ı h a m u r u n b ü t ü n m a l -
zemesini tezgâha k o y a n bir ustanın sükûnetiyle .çalı˛ıyordu:
— Kadim ilâhların tarihi, insanların tarihinin bir parçası-
dır. Asur tanrıları, Mısır tanrıları, Enlerin, Yunanlıla-
S U Y U ARAYAN A D A M 329

rın tanrıları diyoruz. Bunlar, Asurlar, Mısırlılar, Etiler


ve Yunanlılarla beraber dodular, beraber ya˛adılar, ge-
li˛tiler ve sonra onlarla beraber tarihe karı˛tılar.
Evet, ilâhlar da doarlar, geli˛irler. Sekil dei˛tirir¬
ler, hatta ölürler. Yerlerine yenileri gelir.
Ömürleri sona eren veya, meselâ eski Mısır'daki
Amon ve Aton mücadelesinde olduu gibi, tahtından
indirilen tanrılarla onların yerlerini alan yeni kudretler
arasında çeki˛meler, kavgalar, kanlı sava˛lar cereyan
eder. Bu sava˛lar, bazen küçük kabileler, bazen kavim¬
ler, hatta bazen, bilinen dünya çapında bir mahiyet alır.
Bu sava˛larda ilkel insan, ilâhını tıpkı bir sancak
gibi mızraının ucuna takmı˛tır. Hangi taraf yenilirse,
o tarafın mızraı yere dü˛er ve galiplerin ayakları al¬
tında ezilir. Bu sefer o kudretin bo˛ kalan tahtına, ga¬
liplerin mızraı dikilir...
Bir mızraın insan tarafından yapılı˛ı ve o mızraın
gönderine gene insan i˛i olan renk renk bayrakların çe¬
kili˛i gibi, iptidai insanın ilâhları da devir devir ve yer
yer hükümlerini sürerler ve sonra ömürlerini tamam¬
layarak sahneden çekilirler...

H o c a tahlillerini daha d a geni˛letti. O r m a n l a r d a ya˛ayan


ilk F i n , C e r m e n kabilelerinden, zencilerden, kızılderililerden,
H i n t , Tibet, Polenezya t a n r ı l a r ı n d an bahsetti...
*
**
O günler, hıristiyanlarm dinî bayram günleriydi. Parti,
b ü t ü n m e m l e k e t t e geni˛ b i r d i n aleyhtarlıı mücadelesine gi-
ri˛mi˛ti. Bu mücadele, Allahı inkâr eden ve daha ziyade de
genç ya˛ta olanları içine alan b i r te˛kilât t a r a f ı n d a n y ü r ü t ü l ü -
yordu. B u n d a n ba˛ka bir de «Ya˛ayan Kilise» ismini ta˛ıyan
bir te˛kilât v a r d ı ki, bu te˛kilâtın mensupları, Rus kilisesin-
d e n itizal e d e n , y a n i bazı d i n k o n u l a r ı n d a o n a kar˛ı çıkan b i r
k ı s ı m p a p a z l a r d ı . F a k a t R u s O r t o d o k s l u  u h e r ˛eye r a  m e n h e -
nüz ayaktaydı.
Son siperleri olan kiliseleri birer birer kaptırdıı halde,
330 SUYU ARAYAN ADAM

direni˛ine devam ediyordu. Son dinî b a y r a m günleri münase-


betiyle Moskova'da, elde kalan kiliseler günün her saatinde
çan sesleriyl e Moskova göklerini çınlatıyorlardı. Bizim ˛ato-
n u n b u l u n d u  u Vaskin köyüne y a k ı n kilisenin kulelerinden, hiç
durmadan, aır, bouk ç a n sesleri yayılıyordu.
Son d e r s i n v e r i l d i  i g ü n de, büyük bir âyin günü olsa ge-
rekti. Y o l l a r bo˛ deildi. Civar köylerden, ˛atonun etrafında-
ki köy evlerinden kadin-erkek grup grup m ü m i n l e r , yava˛ ya¬
va˛ kiliseye doru ilerliyorlardı.
B e n kiliseleri a z b i l i r i m . Çocukluumda, civardaki R u m ve
Bulgar mahallelerindeki kiliselerin çanları çalınmaya ba˛layın¬
ca, bazen kom˛u çocuklarıyle topla˛ıp o mahallelere sokulur¬
duk. Eer bizi kovalayan olmazsa, kiliselerin avlu kapılarına
birikip, içeride kandillerle aydınlatılan ibadet yerine en temiz
elbiselerini giymi˛ Hıristiyanların, kadm-erkek • akın edi˛lerini
seyrederdik. Annem, bir kilisenin ta˛ma bir müslüman ayaı
deerse, o müslümana ebediyen minnet duaları ettiini söy¬
lerdi. Ben de h e r kiliseye sokulu˛umda, daha çok dua alabil¬
mek için, ayaımın erebildii ta˛lara, basabildiim kadar
basardım.
Belki biraz da bu hatıraların uyam˛ıyle olacak ki, bu son
âyin günü, kiliseye yönelen kafilelere karı˛tım. M a n a s t ı r a var¬
dıımız zaman, kilisenin önünde manastır rahibeleri bir hal¬
ka halinde bir ˛eyler o k u y o r l a r d ı . Kilisenin içinde b ü t ü n m u m ¬
lar y a n ı y o r d u . , . H e r gelen önce giri˛ h o l ü n e sıralanan, önlerin¬
de b i r e r ya kandili y a n a n k ü ç ü k çerçeveler ö n ü n d e d i z çöke¬
rek haç çıkarıyordu. Sonra büyük kubbenin altındaki sıralar¬
dan birinde yerini alıyordu. Çerçevelerin içinde soluk simasıy-
le Meryem; kucaında olunu ta˛ıyordu. Ç o c u  u n ba˛ında bir
güne˛ halesi vardı.
Bu resimler, b a n a kutsal duygular vermediler. F a k a t onla¬
r ı n ö n l e r i n e d iz ç ö k e n l e r i n b a ˛ l a n g ö  ü s l e r i n e d ü ˛ ü y o r d u . Bun¬
lar, artık sanki k ö y l e r d e , pazarlarda, k u r n a z b i r tilki tetiklii,
ile dola˛an, bir araya geldikleri her yerde birbirlerini çeki˛ti¬
r e n , s ö v ü ˛ e n , d a l a ˛ a n i n s a n l a r d e  i l l e r d i . H e p s i n e ç e k i n g e n , bir¬
birini sayan bir hal gelmi˛ti.
SUYU ARAYAN ADAM 331

Ben bu kadar ziynetli bir kilise görmemi˛tim. Zaten bu


kadınlar manastırıyle yanındaki kilise, Rusya'nın sayılı dinî
tesislerinden b i r i y d i ve çok geni˛ y e r k a p l ı y o r d u . ›htilâlin ˛im-
dilik, • o n u n gayet geni˛ topraklarını elinden almı˛ olmaktan
•a˛ka y a p t ı  ı b i r ˛ey y o k t u . Fakat bu, her halde nazarî kalı-
yordu. Çünkü görünü˛e göre köylüler, ›sa'nın da isteine
uyarak:
— Allahın hakkını Allaha, Kayzerin hakkını Kayzere,
vermekte devam ediyorlardı.
H e r t a r a f ı˛ık v e y a l d ı z i ç i n d e y d i . C e m a a t gittikçe artıyor-
du. Soldaki duvarı ba˛tanba˛a kaplayan bir tabloda ve kızıl
Zir gök bo˛luu içinde Nasıralı ›sa çarmıha gerilmi˛ti. Yüzü
gösüne dü˛mü˛tü. A v u ç l a r ı n d a n sızan k a n l a r hâlâ taze gibiy-
di. Ba˛ındaki dikenli tacın etrafında, altın bir güne˛ halesi
vardı. Yüzündeki hal ve ˛ikâyete, ne de sükûna benziyordu.
3u yüzde daha ziyade; doyulmamı˛ bir hayatın, ter kolun-
mu˛luun ve a r t ı k d i n m e s i b e k l e n e n b i r ı s t ı r a b ı n ifadesi v a r d ı .
Eer ya˛adıı doruysa, h a y a t ı n d a ›sa; mabetlere, din hi-
verar˛isine, yaldız ve ˛ekil s a l t a n a t ı n a b a ˛ k a l d ı r m ı ˛ b i r asiydi:
— Gök›erin melekûtu kar˛ısında bunlar, bir gün çöke-
cektir,
demi˛ti. Halbuki ˛imdi onun resimleri, heykelleri bir yaldız
deryası i ç i n d e y ü z ü y o r d u . B u kilise b i r s a r a y d a n f a r k s ı z d ı . ›sa'
-im K u d ü s ' t e , G o l g o t a t e p e s i n e k a d a r o m u z u n d a t a ˛ ı d ı  ı salip,
˛imdi altın çelipalar ˛eklinde dünyanın en azametli kuleleri-
ni, kubbelerini süslüyordu. ›nsanlara onun sözlerini nakleden
p a p a z l a r ı n , m e t r o p o l i t l e r i n , p a t r i y a r h l a r m k e n d i l e r i , süs v e y a l -
dız i ç i n d e b o  u l u y o r l a r d ı .
B u süsler, yaldızlar, org sesleri, g ü n l ü k kokusu ve haç çı-
karan papazların ısmarlama gösteri˛leriyle, Taberiye'deki ba-
lıkçıları hakka davet eden ›sa'nın, çölün kumlarında parçalan-
mı˛ ayakları, sahrada susuzluktan kavrulan dudakları arasın-
da ne b ü y ü k çeli˛me v a r d ı ? . .

— Dünyanın ziynetlerine deil, göklerin saltanatına yö-


nelin!..
332 SUYU ARAYAN ADAM

diyen bir nebinin ruhu, b u çiy süsler i ç i n d e , kimbilir ne ka-


dar rahatsızdı.
Evet, bu peygamber, eer ya˛amı˛sa, rivayete göre bir
çarmıhta can v e r m i ˛ t i . fiimdi ise bir tahtta oturuyordu. Bir
d ü n y a saltanatına, b i r kilise h i y e r a r ˛ i s i n e , ordulara, nizamlara
dayanan bir tahtta... Haçlı Seferleri, Ortaça taassubu, engi-
zisyonlar, St. Bartelehelmy geceleri ve binbir hâile, hep bu
tahtın emniyeti için geçmi˛ti...

* *

Yarı anlayarak, yarı anlamayarak, fakat genç bir insanın


ruh ta˛kınlıı içinde daldıım bu dü˛ünceler arasında kilise-
den çıkarken güne˛, hem güzel, hem melânkolik Rus ovası-
nın üzerine yava˛ yava˛ iniyordu. Orman hakikaten güzeldi.
Çayırlar hakikaten ye˛ildi. M a v i gökte b i r b i r i n i k o v a l a y a n be-
yaz bulutlar, her istikamette kınla kıvrıla uzanan ye˛il y o l l a r
vardı. K ı r l a r ı n t a z e s e r i n l i  i , h u l â s a h e r ˛ey i n s a n ı h a y a t a ba-
layıcıydı.
Kilisenin kasvetinden çoktan sıyrılmı˛tım. Tâ Kuzey Kut-
bu'ndan esen ve bozulmamı˛ lezzeti, dünyanın üzerine tatlı
bir nefes gibi yayılan saf, temiz havayı doya doya teneffüs
ettim...
Ertesi gün Moskova'ya indim. fi e h i r d e b ü t ü n kiliseler çan-
larını çalıyorlardı. Yortu devam ediyordu.
Bizim mektep binaları Pu˛kin Meydanı'na bakardı. Bu
m e y d a n a yakla˛tıım sırada, i l e r i d en b ü y ü k b i r kalabalıın be-
lirdiini gördüm. Gürültüler, naralar arasında karmakarı˛ık
bir alay ilerliyordu. Kalabalık, Tiver Caddesine sımıyor gi¬
biydi.
Alay, az sonra m e y d a n ı d o l d u r d u . B u , bir dinsizler alayıydı.
Kiliselerin çan sesleri, hele Pu˛kin Meydanı'na bakan
S t r a s t n o y M a n a s t ı r ı ' n m aır çan u  u l t u l a r ı y l e , b u alaya katılan-
ların etrafları çe˛itli resimler, yazılarla bezenmi˛ kamyonlara
dolanların atlara, develere binenlerin salladıkları çıngırakla-
rın gürültüleri, naralar, kahkahalar, küfürler birbirine karı-
˛ıyordu.
SUYU ARAYAN ADAM 333

Önde ˛eytan, y a h u t Deccal kıyafetine girmi˛ saldırgan bir


rekkanlı, halkı yarıyordu. Birtakım gençler, ellerinde ›srafil'
n sûrunu gösteren borular öttürerek taraftarlarını alaya da-
ediyorlardı. Bazıları da topuzlar, labutlar, ç ı n g ı r a k l a r l a ak-
-i gelmez ˛aklabanlıklar yapıyorlardı. Hem seyredenleri gül¬
: vuruyorlar, hem alaya y o l açıyorlardı.
Bunların ardından bir kamyon y ü r ü y o r d u . H e r t a r a f ı aca-
~p yazılar, resimlerle doluydu. K a m y o n u n ü s t ü b i r açık s a h -
--i haline getirilmi˛ti. Yüzüne Noel Baba sakalına benzer bir
;*:-steki g e ç i r e n , ba˛ında palyaço külahı, sırtında salkım salkım
::r maskara cübbesi ta˛ıyan biri, bu sahnenin ortasında bir
ı = r a p fıçısına g ö m ü l m ü ˛ t ü . G ü y a tahtında oturuyordu.
Bunun kucaına gösü barı açık, peri˛an bir kadın yas-
lanmı˛tı. Önüne, tekne kadar bir kunduranın içine, kumral
sakalı henüz kıvırcıklanmaya ba˛layan bir cüce oturtulmu˛tu
ki. ba˛mı boyuna iki tarafa sallıyordu. Bazen arkasındaki ka-
imin çıplak gösüne yaslanıyordu. Bazen de daha arkadaki
palyaçonun u z u n pösteki sakalına yapı˛arak b i r t a k ı m ˛aklaban-
lıklar yapıyordu.
B i r defasında cüce, öyle asıldı ki, p a l y a ç o n u n p ö s t e k i sa-
kalı dü˛tü. Etraftan kahkahalar yükseldi: Ben bu sakalın al-
tından çıkan simayı derhal tanıdım. Bu, bizim üniversiteden,
fakat h e r y e r d e , h e r v e s i l e y l e h e r k e s i g ü l d ü r m e y e çalı˛an › r a n -
lı bir örenciydi. Bir defa da bizim kambur profesörün der-
sinde, ›ran'daki ahundların çok karı aldıklarını ve kadın ti-
careti yaptıklarını anlatarak, Allahm olmadıını ispat a çalı˛-
mı˛tı!.. $
Ablak bir siması, hantal ve yalı bir vücudu vardı. Na-
sıl g e l d i  i V e ne olduu pek b i l i n m e z d i . Konferanslarda, kü-
tüphanelerde fazla görünmezdi. Fakat elenceli toplantı yer-
lerinde daima ö n safta g ö r ü n ü r d ü . O y u n l a r çıkarırdı. Maska-
ralıklar yapardı. Herkesi elendirirdi.
fi i m d i de Rus O r t o d o k s l u  u n u n tarihî p a y i t a h t ı n d a dine kar-
˛ı mücadelenin bayraını ta˛ıyanların önünde y ü r ü y o r d u . Yü-
züne bir pöstekiyi sakal gibi takıp, ba˛ına palyaço külahı ge-
çirmi˛, ˛arap fıçısından tahtına oturmu˛tu. ›kide bir, elinde-
334 SUYU. ARAYAN A D A M

ki kova kadar kadehi güya ˛arapla doldurarak kafasına i


kiyor, yahut da kucaına yaslanan karmakarı˛ık kadının aq
zma götürüyordu.
*
* *

O z a m a n l ar k u r u l a n bir cemiyet, kendin e göre, dinle mi


cadele için z a m a n z a m a n böyle nümayi˛ler tertip ederdi. 3
rap fıçısından tahtına k u r u l m u ˛ maskaranın kucaına yaslanı
ve sarho˛ taklidi yapan kadm ve onun önündeki kunduram
içinden ba˛ını çıkarıp iki taraflı cemaate sallayan kıvırcık s
kaili cüce, bu alaylarda te˛hir edilirlerdi.

D a h a arkadaki k a m y o n d a patrikler, piskoposlar, metro p


lit taklidi yapanların hepsi de güya sarho˛luktan yerlere 3
rilmi˛lerdi.
Hepsi d e b i r b i r i n d e n sarho˛ gibi g ö r ü n e n b i r t a k ı m r a h i b
lerle genç papazlar, bunların üzerine hâlâ ve güya kova ki
va ˛arap bo˛altıyorlardı. Yerdekiler bu ˛araba kanmak içi
birbirleriyle iti˛ip kakı˛ıyorlar, yerleri, toprakları yalıyorla:
dı. Ba˛larında bir zangoç, b i r eliyle b u h u r d a n ı sallarken, 'a
eliyle boyuna çan çalıyordu. Ö zaman serildikleri yerlerde
güya halka su serpmeye, halkı takdis etmeye ç a l ı ˛ a n ,sarha
larla rahibeler ve genç papazlar, kamyonun bir sarsıntısıy]
birbirleri üstüne yıılınca, etraftakilerin kahkahaları meydaı
çınlatıyordu.
Daha sonra gelen kamyon sahnesinde, minderine kuru
mu˛ koca sarıklı bir herifin önünde çıplak kızlar göbek al
yorlardı. Sıska, cılız birkaç köle, bu sahnenin bir kö˛esini
durmadan hareketler yapıyorlardı. Atlarda, develerde sarıi
sipahiler, ö n l e r i n d e z i n c i r l e r e v u r u l m u ˛ k ı z v e e r k e k genç esi
lerini, kamçılar, kılıçlarla sürüyorlardı.
Kamyonların birinde, külahlarına, eteklerine ziller takas
her taraflarında renk renk kurdeleler, boncuklar sarkan Sfi
ol samanları, boyunlarına taktıkları uzun davulların iki t:
rafına elleriyle v u r a r a k hiç durmadan sıçrıyorlardı.
Bir kamyonun ortasına, tek ba˛ına oturtulmu˛, fakat y i
mekten içmekten karnı davullar gibi, fıçılar gibi ˛i˛mi˛ a
SUYU ARAYAN ADAM 335

risi Dalay Lama'yı temsil ediyordu. Bunun kar˛ısında açlık-


tan, iskelet kılıklı köleler secdeye varıyorlardı.
Hulâsa, akla g e l e b i l e n h e r m a s k a r a l ı k b u alayda me˛rudu.

Çıngıraklar boyuna çınlıyordu. Barı˛malar, çarı˛malar


gittikçe artıyordu. Pösteki sakallı maskara, elindeki: kova ka-
dar k a d e h i n i hiç durmadan halkın üzerine saçıyordu.
Fakat, bu naralar, hareketler:
— Kahrolsun!.. Yıkılsın!..
sesleri a r a s ı n d a Strastnoy Manastırı'nı n çanları d a hiç durma-
dan çalıyordu. Pu˛kin Meydanı'na bakan bu manastırın çan
seleriyle Pu˛kin Meydanımı dolduran alayın zil, çıngırak gü¬
rültüleri bir müddet bir arada, birbirlerine karı˛arak havayı
doldurdu. Manastır kuleleri susacaa benzemiyordu. Çanların
aır, telâ˛sız uultuları, meydanı, dolduran çıırtkanların çı¬
lıklarını, hatta bir aralık bastıracak gibi oldu. Fakat, en ön¬
deki kamyonda ˛arap fıçısından tahtına k u r u l u pösteki sakal¬
lı- s o y t a r ı , etrafındaki. ˛eytanlarına, zebanilerine kumandasını
verdi. O zaman bunlar, yolları kaplayan kalabalıı yararak
manastırın kapılarını arkasından dayanıp aır aır kapadılar,
kilitlediler.
fiimdi bu kapılar; içeride, îsa'nm mihrabı ö n ü n d e ba˛ları¬
nı eerek m e r h a m e t dilenenlerle, dı˛arıda, Deccal'ın zillerini,
çıngıraklarını çalarak onların üstüne yönelenlerin arasına de¬
m i r b i r p e r d e gibi i n d i . Bu perdeyi a˛mak isteyenler b i r m ü d ¬
det kapıları tekmelediler. Tepindiler, küfürler, hakaretler et¬
liler. Fakat manastır, dalgaların ortasında bir kaya gibi ha¬
reketsiz kaldı.
*
* *

Çiçekli bir tarhın ortasındaki ta˛tan kaidesi üstünde Pu˛-


kin heykeli b ü t ü n bu olanları, o tunçtan sükûnetiyle sonuna
kadar seyretti. Pu˛kin, R u s y a ' n ı n en b ü y ü k ˛airiydi. B i r zen¬
ci babadan dodu. B i r R u s o l a r a k y a ˛ a d ı v e b i r h ı r i s t i y a n ola¬
rak öldü.
336 SUYU ARAYAN ADAM

Rusya'da ›sla v kültürü, aslında kilisenin eseridir. Büyük


bir tarihçi olan Pakrovski, «Eer hıristiyanlık i˛e müdahale
etmeseydi, Rus ovasında ›slav kültürü deil, Fin kültürü ha¬
kim olacaktı» d e r. Rus tarihindeki bu büyük hizmeti netice-
sindedir ki Rusya'da kilise asırlardan beri, aynı zamanda bir
dünya kuvveti olarak geli˛ti. Nihayet, olaanüstü geli˛e n bü¬
t ü n sosyal k u v v e t l e r gibi, o da günün birinde bir despotizme
istihale etti. ›htilâlden evvel Rusya'da toprakların üçte biri
kiliselerle manastırların ve toprak aalarının ellerinde bulu¬
nuyordu. Köylüye ise, her vesileyle tekrarlandıı gibi, ya ki¬
lisede, y a m e y h a n e d e s a r h o ˛ o l u p k e n d i n i u n u t m a k d ü ˛ ü y o r d u .

Fakat ne de olsa m i s t i k R u s r u h u , kiliseden a y r ı l m ı y o r d u .


Din, papazların bütün kötülüklerine ramen halkın manevî
varlıında ayrılmaz bir unsur olarak kalıyordu.

A y d ı n l a r a gelince, her yerde o l d u  u gibi Rusya'da da asi


ve gayrî memnun münevver, evvelâ mabetten ayrılırdı. Fa¬
kat zamanla, kilise deilse bile din, onun hayatında bir sı¬
mak vazifesi görmeye ba˛lardı. Maceralardan, isyanlardan,
inkârlardan, hulâsa ba˛döndürücü ekstremler a r a s ı n d a bocala¬
dıktan sonra, Rus aydınlarının çounluu din mistiinde bir
s ü k û n sımaı b u l u r ve ona sıınırdı. Meselâ D o s t o y e v s k i gibi...

Fakat bu ekstremler Rusya'da yadırganan ˛eyler deildir.


O r a d a hatta bizzat d i n i n kendisi bile b u e k s t r e m l e r içinde bo¬
caladı. Mutlak teslimiyetten mutlak inkâra varıncaya kadar iti¬
kat kapıları, binbir çe˛it tarikatlara kendi içinde yer verdi.

Çar Korkunç ›van'm aynı günde hem târik-i dünya, hem


zangoç; hem cellât olu˛u gibi, Rus manastırı da yüzyıllar ve
y ü z y ı l l a r b o y u n c a kâh melek, kâh derebeyi, k â h z a l i m ve müs¬
tebit olarak ya˛adı.

Fakat artık bir hesapla˛ma günü gelmi˛ti. Bu sava˛ın so¬


n u n u n kimlere ve nelere mal olacaı o sırada kestirilemezdi.
Belki de bunun en sonu, yıllar ve yıllarca sürecek tasfiyeler¬
den ve dökülecek k a n l a r d a n sonra Rus r u h u n u n yeniden dinî
bir mistisizme gömülü˛ü olabilecei gibi, dinin yahut hiç de¬
ilse taassubun halk ruhunda durulması, silikle˛mesi, bir ha-
SUYU. ARAYAN ADAM 337

kim kuvvet olmaktan çıkması da mümkündü. Ama biz gene


konuya gelelim.
Çocukluumda annem, b i r g ü n o l u p b i r D e c c a l ' ı n çıkacaı¬
nı bana söylerdi. Deccal, çalgılar, oyunlar, kahkahalar arasın¬
da gelecekti. O gün o r a d a n geçeff a l a y ı n b a ˛ ı n d a , ziller, düm¬
belekler arasında ˛arap fıçısından t a h t ı n d a o t u r a n soytarı, bel¬
ki bu Deccal'ın habercisi, belki de kendisiydi. Acaba dünyanı n
sonuna mı ermi˛tik?..
*

* *

O günlerde kendi kendime çok sorduum bir sualin ce¬


vabını kendim veremiyordum. F a k a t a r a d a n pek az bir zaman
geçtikten sonra, Petrograd'daki (1) imparator mezarları kar¬
˛ısında eski münevver tipinde bir Rus, bunun cevabını, hatta
h e r ˛eyi göze alarak, manalı bir ˛ekilde verdi:
Bir örenci kafilesi, Petrograd'a bir seyahat tertip etmi˛¬
tik. Orada bir gün Petropovlevsk Kalesi'ni geziyorduk. Neva
Nehri'nin batı kenarlarındaki bu k a l e, çarlar devrinde uzun
bir zaman Rusya'nın en korkunç siyasî hapishanesini içinde
barındırdı. Bu hapishaneye yalnız girilir, fakat oradan bir da¬
ha çıkılmazdı.
Dı˛arıdan burasını yalnız Çar'm ziyaret etmek hakkıydı.
Dehlizlerde, dönemeçlerde, burçlarda, Rus tarihine adı geçen
ihtilâlcilerin asıldıkları yerler, adım ba˛ında sayılıyordu. 1825
de Dekabrist Hareketlerine karı˛an genç ve aristokrat subay¬
lar, hep burada can vermi˛lerdi.
Biz burayı gezerken burası bir müze gibiydi. Zindanlar
bo˛, fakat z i n d a n c ı l a r y e r i n d e y d i l e r . Bunlar, Uzakdou'nun en
uzak yerinden, Sahalin Adası'ndan getirilmi˛ birtakım yerli¬
lerdi. ›ri, s o l u k sarı b e n i z l i , gözleri fersiz v e y ü z l e r i ölü dene¬
cek kadar hareketsiz insanlardılar. Sanki ba˛ka bir gezegen¬
d e n d ü n y a m ı z a g e l m i ˛ k a d a r y a b a n c ı v e sessizdiler (2).
(1) P e t r o g r a d , eski Petersburg. B u g ü n ismi L e n i n g r a d .
(2) Z a n n e d e r i m , son çar z a m a n ı n d a Petropavlevsk z i n d a n ı ,
Petersburg'dan dah a uzak bir yere, N e v a n e h r i içindeki fileslburg
kalesine nakledilmi˛ti. F a k a t i h t i l â l d e n s o n r a ba˛ka hapishanele r
k u r u l m u ˛ v e b u r a l a r ı m ü z e h a l i n e gelmi˛ti.

22
338 SUYU ARAYAN ADAM

Zindan labirentinin aır, kasvetli havası, muazzam ta˛


bloklarla yapılmı˛ basık hücreler, rehberlerimizin anlattıı ka¬
ranlık hikâyeler, bu hücrelerde ya˛ayan ve ölenlerin dramı,
çıldıran, kafalarını ta˛lara vurarak intihar eden, asılan genç.
güzel ve mütefekkir insanlar...

Kalenin büyük kubbesinin altını, imparator mezarları çev¬


reliyordu. Büyük Petro'nun mezarı bu çevrenin orta kısmına
dü˛üyordu. Onun önüne gelen kı˛ıma, kırmızı bir taht otur¬
tulmu˛tu. Eskiden burada yapılan büyük törenlerde çarlar, bu
tahta otururlardı.

Eski tip ve ihtiyar bir Rus münevveri olan rehberimiz,


zindan labirentini dola˛tıktan sonra, bizi kilise kubbesinin alA
tına, i m p a r a t o r m e z a r l a r ı na getirdi. H e r hücresinde ve her adım
ba˛ında bir kara hatıra ta˛ıyan zindanların kasvetli havasın¬
dan çıkıp da güne˛ ı˛ıın a kavu˛an örenciler, birden a˛ırı
bir ferahlıkla kayna˛tılar. Bu ta˛kınlık, imparator mezarları¬
nın bulunduu kilise salonlarında da devam etti. B ü y ü k kub¬
benin altına bir sel gibi daıldık.

Rehberi dinleyen yoktu. V e g a l i ba P e t r o p a v l e v s k k u r b a n l a ¬


rının intikamını bizimkiler biraz da bu imparator mezarların¬
dan çıkarmak istiyor gibiydiler. Bir Hintli talebe, Çar'm kır¬
mızı tahtının üstüne sıçradı ve birtakım ˛aklabanlıklara ba˛¬
ladı. Bir dieri, Rus patriinin merasim kürsüsünde bir ˛ey¬
ler okuyordu. N i h a y e t birisi de Deli P e t r o ' n u n m e z a r sandu¬
kasına çizmesinin ucuyle hafif bir t e k m e attı.

›htiyar rehber, b u n u görünce birden dei˛ti. ›ri gözlükle¬


rinin arkasında gözleri, olaanüstü bir teessürle parladı, bir¬
birine karı˛mı˛ bıyıklarının, sakallarının altındaki y o r g u n , yıp¬
ranmı˛ yüz adalelerinin titredii belliydi.

Gemi azıya almı˛ ziyaretçilerine bir ˛ey dinletemeyecei-


ni anlayınca, sözlerini hiddetle kesti. B ü t ü n bu a z g ı n l a r l a bo¬
u˛makla, onları bırakıp kaçmak arasında bir ˛a˛kınlık dev¬
resi g e ç i r d i . Sonra b i r d e n kendini topladı. Ben en yakımnday-
dım ve beni en saldırgan b u l m u ˛ olacaktı ki, üzerime ko˛tu.
Omuzlarımdan yakaladı:
S U Y U ARAYAN A D A M 339

— Delikanlı! diye baırdı. Bütün bunlar münasebetsizlik!


Ben de çarlarla mücadele ettim. Kiliselerle, mezarlarla
isem aram hiç ho˛ deildir!..
Fakat ˛unu bil ki, ˛imdi ˛u tahtvn üstünde tepinen
Hintli, yarın Hindistan 'da bir tahta oturabilir. Bugün
burada bu imparator kabirlerini tekmeleyenin de (bu-
rada yüzüme dik dik baktı) yarın, birtakım yeni me¬
zarlar kar˛ısında secde etmesi mümkündür!.. Kahraman¬
ları da, ilâhları da yaratan biziz. ›nsanlar, putlarını ken-
dileri yaparlar. Sonra bir zaman gelir, onları yıkarlar.
Fakat sonra gene yenilerini yaparlar!..

B e n b u sözleri d a i m a h a t ı r l a r ı m . V e b u g ü n eer sesim ula˛-


sa, ˛ i m d i b e l k i d e t o p r a  ı n a l t ı n d a o l a n v e b i r b i r i n e k a r ı ˛ m ı ˛
saçı sakalı, damarlarına kan hücum etmi˛ hı˛ımlı simasıyle
a l e v a l e v y a n a n g ö z l e r i h a f ı z a m d a h â l â b ü t ü n c a n l ı l ı  ı ile y a ¬
layan o m u z t a r i p insana, kalbimin b ü t ü n ikrarıyle:

— Haklısın yolda˛, evet haklısın! Çünkü senin sözlerinde,


insanolunun hem bir zaafı, hem bir kudreti dile gel¬
mi˛tir,
derim...
Gin Asrı
18

Kremlin Kalesi'nin birkaç kapısı v a r d ı r . Fakat kaleye Me-


Iıavaya Caddesi'ne bakan büyük kapıdan i˛lenir. Kızılmeydan
kapısı merasimler içindir. Dier kapılar ise her zaman kapalı
kalırlar.
Mehavaya kapısına v a r m a k için bir k ö p r ü d e n geçmek ica-
beder. K ö p r ü , b u c e p h e d e k a l e y i ç e v i r e n eski M i y ü k kale h e n ¬
deinin üzerine kurulmu˛tur. Vaktiyle bu hendek, belki de
kaleye hücum edenleri d u r d u r m a k için yapılmı˛tı. F a k a t ˛im¬
di Mehavaya Caddesi'yle kale duvarları, kuleler, burçlar ara¬
sında bir park halinde uzanır. Kadınların çocuklarını gezdir¬
d i k l e r i , m a  a z a l a r d a , d a i r e l e r d e ç a l ı ˛ a n l a r ı n t a t i l s a a t l e r i n d e gü¬
ne˛lendikleri, i˛sizlerin pinekledii bir park...
Mektepte zaman ilerledikçe Moskova'yı, mümkün olduu
kadar iç hayatı ile daha yakından tanımak imkânlarını bulu¬
yordum. Ders devrelerinde veya tatil aylarında Rus köyünü,
Rus kasabasını ve hatta b ü y ü k Rus ˛ehirlerini , b ö l g e l e r i n i gör¬
mek faydalı oluyordu. Bugün Kremlin'i görecektim.
Kremlin' Köprüsü'ne vardıım zaman, vakit benim giri˛
kartımda yazılı saate göre erkendi. Parka indim. Bir salkım-
söüdün a l t ı n d a bo˛ b i r s ı r a y a oturdum. B i r t a r a f t a kale be¬
denleriyle burçlar u z a n ı y o r d u. Kulelerin üstünden ç a r l ı k kar¬
talları indirilmi˛ti. Bunların yerinde ˛imdi ba˛k a i˛aretler var¬
dı. Hele d e f ne dallarıyle b u  d a y ba˛akları arasında bir düny a
yuvarlaı i˛areti her tarafa hakimdi.
Rusya'da herkes, her nedense dünya namına konu˛ur ve
böyle konu˛anlar dünyayı sanki bir «vadedilmi˛ toprak» gibi
benimsemi˛ görünürler. Gerçi, asıl ö n d e r l e r k a d r o s u b i r a z ı n ¬
lıktır. Fakat, bu azınlıın dünyayı bu ˛ekilde görü˛ü ve be¬
nimseyi˛i, onların dı˛ında kalan büyük kalabalıkların, belki
344 SUYU ARAYAN ADAM

kendileri de farkına v a r m a d a n ruhların a sinmi˛ ve orad a yer¬


le˛mi˛tir. Bu görü˛ hakkını onlar, belki hâlâ devlet ve te˛¬
kilâtlarından da deil, balandıkları ça akımının, cihan˛ümul
saydıkları gururundan alıyorlardı.
Bu dünya ölçüsünde görme alı˛kanlıı, Moskova'da ya˛a¬
yan, veya o k u y a n yabancılar için de b i r alı˛kanlık h a l i n d e y d i .
O r a d a m i t i n g l e r d e , t o p l a n t ı l a r d a hiç h a k l a n o l m a d ı  ı halde m e -
selâ b i r Ç i n l i örenci « Ç i n halkı namına», bir A l m a n örenci
« A l m a n halkı namına» konu˛uyordu. Bu, yadırganmazdı. ›ti¬
r a f e d e y i m ki, benim de, sokak n ü m a y i ˛ v e m i t i n g l e r i n d e , ya¬
hut da mektep, fabrika toplantılarında «Türk halkı namına»
ttmumî konu˛malar yaptıım olmu˛tur.
Oturduum salkımsöüdün gölgesinde Kremlin surları¬
nı, kulelerini seyrederken, ister istemez bu duvarların içinde
oturan rehberler kadrosunu, bu kadronun etrafında te˛kilâtla¬
n a n azınlıı d ü ˛ ü n ü y o r d u m . B i r a r a l ı k b u a z ı n l ı k g ö z ü m d e hat¬
ta biraz k ü ç ü l ü r gibi oldu. Böyle küçük bir k a d r o n u n dünya¬
nın bu kadar büyük bir parçasını âdeta dünyadan tecrit et¬
mesi, ona sanki dünya dı˛ında bir istikamet vermesi, b i r ba¬
kı˛ta anla˛ılması güç bir ˛eydi. Gerçi, tarihte büyük kalaba¬
lıklar, haklı veya haksız, doru veya yanlı˛, daima önderlerin,
yahut azmlıklann arkalanndan akmı˛lardır. Meselâ, 1812'de
Napolyon, ˛u yanımdaki k ö p r ü d e n b u kaleye girerken, onun,
pe˛inde sürükledii b ü y ü k o r d u n u n içinde, o n u n g ö r d ü  ü rü¬
y a y ı g ö r e n t e k b i r ki˛i v a r m ı y d ı ? Y a h u t , M u h a m m e d , H ı r a D a -
ı'nda ilk peygamberlik arılarını geçirirken, kimisi bir dev e
çobanı, kimisi fakir bir k e r v a n sürücüsü olan arkada˛larını bir
gün toplayıp da onlara yarın her birinin, birer ülkenin vali¬
si, birer devletin h ü k ü m d a r ı olacaklarını söyleseydi, acaba b u
insanların hayali bu h a y a l ü s t ü be˛areti kaldırabilir miydi? De¬
m e k o l u y o r ki, tarihte bazı ˛ahsiyetler, s o n u ˛ u v e y a b u ˛ekil¬
de bitse de b i r bakı˛ta idrakdı˛ı olan ülküleri, zaman zaman
be˛eriyete sunabiliyorlar. Bu ülküler her zaman, hatta kendi
h a y a t l a r ı n a m a l olsa d a , kendi pe˛lerinden yürüyecek milyon-
lan kolayca buluyorlar.
G e r ç i , bu kalenin içinde oturanlar, nazariye olarak «tarih-
SUYU ARAYAN ADAM 345

:e ˛ahsiyetlerin rolü» ne büyük kıymet vermezler. O n l a r a gö¬


re tarihte ˛ahsiyetin rolü, mutlak surette mukadderat tayin
edici deildir. fiahsiyet, toplumun talihine tesir eder. Fakat
bu tesirin derecesi t o p l u m u n , ˛ a r t l a r ı ile s ı n ı r l ı d ı r d e r l e r . Hat¬
t a ˛ a h s i y e t i n , k e n d i b ü y ü k l ü  ü n ü , i ç i n d e n çıktıı t o p l u m a b o r ç ¬
lu olduunu, b u n u n için de meselâ d â h i n i n , dâhi olduu için
zemiyetten bir ˛ey talep etmeye hakkı olmadıını nazarî ola¬
rak ileri sürerler.
Bunlar belki dorudur, belki deildir. Fakat ˛u da a˛i¬
kâr ki, tarihin ˛u veya bu devrinde, dünyanın ˛u veya bu
ülkesinde h a y a l veya idrak gücü, çevresiyle hiç d e o r a n t ı l ı ol¬
mayan öyle davetçiler çıkıyor ki, onların çarıları dünyanın
gidi˛inde bazen mukadderat tayin edici tesirlerini yapıyorlar.
Hulâsa öyle görünüyor ki, tarihin seli dinler, ideolojiler, bü¬
yük istilâlar , büyük ke˛ifler gibi olaanüstü cereyanların ve
˛ahsiyetlerin gölgesinde geli˛iyor, ˛ekille˛iyor.
*

Kremlin kulelerinin saat çanları vurmaya ba˛ladılar. Be¬


nim için de vakitti. K ö p r ü y ü geçtim. K a y ı t l a r , kontroller u z u n
sürmedi. Az sonra K r e m l i n K a l e s i ' n i n i ç i n d e y d i m .
' K r e m l i n , b i r s a r a y d a n z i y a d e b i r k a l e d i r . G e r ç i o r t a d a vak¬
tiyle saray vazifesini gören, bugün de i˛lerin merkezi olan
Fransız stili, büyük, fakat hantal bir bina vardı. Ama bu bi¬
n a n ı n etrafı h e r t a r a f t a n h ü k ü m e t d a i r e l e r i , idare binaları, kı˛¬
lalar, kiliseler , hastahaneler, süvari ahırları, garajlarla çevril¬
mi˛tir ve bunların kale içinde serpili˛inde hiç bir intizam ve
güzellik yoktur.
T o p l a n t ı y a daha z a m a n vardı. Toplantı, s a r a y a b i t i ˛ ik dai¬
relerden birinde olacaktı. Fakat bir koridor, bu daireyi sara¬
ya balıyordu. Bu koridordan yürüyünce sarayın ortasındaki
merasim salonuna varılıyordu. Salonun duvarlarında, merdi-
ven ba˛larında, sahanlıklarda çarlar z a m a n ı n d a n kalan ve Rus
tarihini aksettiren tablolar, hâlâ yerli yerindeydi. Bunlar, ba¬
na Rus t a r i h i n i n ana hatlarını tekrar d ü ˛ ü n d ü r d ü :
Moskova'nın nihayet sekiz yüz yıllık bir geçmi˛i vardır.
346 SUYU ARAYAN ADAM

›lk Moskova ve orada ilk kale, ˛imdi içinde bulunduum bu


Kremlin topraının Moskova Çayı ile çevrilen güney kısmı¬
na yapılmı˛tı. Gerek Moskova kasabası, gerek kalenin içinde¬
ki b ü t ü n yapılar, senenin u z u n aylarında dize kadar çıkan bir
çamur deryası ortasında birtakım ah˛ap çatılardan ve ˛ a r a m¬
pollerden ibaretti. Sokak vazifesini gören aralıklardaki çamur
akıntılarının üzerine bir taraftan dier tarafa geçebilmek için
yer yer aaç gövdeleri uzatılırdı. Rus dili, bugünkü kaldırım,
köprü kelimelerini bu ilk aaç gövdelerinden aldı. Moskova
kurulurken etrafta nüfus yok denecek kadar azdı. Ve seyrek
birtakım kabileler, yarı bataklık ormanlarda a v c ı l ı k, arıcılık
ve bazı alanlarda; kuru aaç dallarını topraın üstünde sapan
yerine sürtmek suretiyle kabartılan toprakları tohumlayarak.
aletsiz ve vasıtasız bir ziraatle geçiniyorlardı. Bu «kuru dal»
kökünden Rus dili «çift sürmek» kelimesini kazandı. Henüz
ev kelimesi y o k t u . Dam, yahut dom = ev, izbe = köy evi, sa-
ray = samanlık ve benzeri kelimeler, fiarktaki Türk kavimle¬
rinden yava˛ yava˛ alındı. Hatta bu ilk zamanlarda ortada
p e k R u s bile y o k t u . Rusların vatanı daha ziyade Galiçya, Kar-
patlar tarafıydı. D a h a sonra R u s ovasına yayıldılar . H a t t a Mos¬
kova'ya bile adını Ruslar deil, Finler, Fince olarak verdiler.
Hulâsa meselâ 1000 yıl evvel ortada, ilerideki Rus saltanatın¬
d a n n i ˛ a n v e r e n p e k b i r ˛ey y o k t u . Halbuki o tarihte, meselâ
O r t a Asya'daki Belh ˛ehrinde 2000 cami sayılıyordu. Badat'ta
ise kervanlar, ˛ehrin varo˛larından çıkabilmek için, birkaç gün
konup göçmek zorundaydılar.

Rusların ilk talihi, dokuzuncu asırda (888-889) Kiyef Kin-


yazı Vladimir zamanlarında, Bizans hıristiyanlıımn ve Rum
alfabesinin, cenuptan Rus ovalarına giri˛iyle ba˛lar. Kaldı ki
o vakit de bu ovalar, hatta U r a l l a r d a n T u n a ' y a kadar, Turanı
kavimlerin elindeydi. Meselâ bütün Ukrayna ovalarında Hun
artıkları ile, Polvesler, Avarlar, Kumanlar hakimdi. ›slavlar
daha ziyade Kiyef taraflarında ve kasabamsı • bazı yerlerde
grupla˛mı˛lardı. Sekizinci asırda bu ovaların ba˛˛ehri Kiyef
ti. ›lk hıristiyanlıın m e r k e z i de burası oldu. Gerek o zaman
SUYU ARAYAN ADAM 347

gerek daha sonraları, Moskova'nın Rus ovası ˛ehirleri üstün¬


de sivrileceine dair hiç bir belirti yoktu.
Kaldı ki Rusların, hatta K i y e f te bile, hükümran -olacak
hanedanları da m e v c u t : deildi. Aslında birer köyden ibaret
olan Rus ˛ehirleri, hükümdarlarını daima dier memleketle¬
rin asil bir ›sveçli olan Rurik Sülâlesi sekizinci asırdan itiba¬
ren K i y e f te ve dier ˛ehirlerde idareyi eline almı˛tı. Bu ˛e¬
h i r l e r i n hepsi, prensler i aynı h a n e d a n d a n olmakla beraber, müs¬
takil y a ˛ a r l a r d ı . Daha sonraları da, en kuvvetli zamanlarında
bile Mool hanlarına vergi verirlerdi. Bu vergi verme ˛ekli
nihayet, Mool hanlarına daimî tabiiyetle neticelendi.
Kiyef çökünce bir aralık ˛imalde Vladimir ˛ehri parladı.
Fakat Moskova prensleri, Moollara daha çok sadakat göste¬
rince, nihayet B ü y ü k K i n y a z oldular. Hulâsa, M o s k o v a ' n ı n asıl
saltanatı Korkunç ›van'la ba˛lar (1546-1584).
Bir Mool prensesinden doan K o r k u n ç ›van, ya˛ını dol¬
d u r u p da anasını bir kenara itince, b i r d e n tahta o t u r m a d ı . K e n ¬
di yerine evvelâ Kasım tatarlarından olan Bek Polat'ı oturt¬
tu. Ona biat etti v e k e n d i s i bir manastıra çekildi. Orada asıl
saltanat devrinin usul ve kuvvetlerini garip bir ˛uurla hazır¬
ladı. Evvelâ Opriçnina denilen ve bugünkü Rusya'nın N K V D
emrindeki hususî silâhlı polis k u v v e t i n i h a t ı r l a t a n te˛kilâtı kur¬
du. Opriçnina da bugünkü N K V D gibi, hem gizli istihbarat,
hem terör i˛leriyle ura˛acaktı. Sonra da hükümetinin dier
te˛kilâtını tamamladı.
Mutlak bir hükümdar olmak ve her ˛eyden evvel salta¬
n a t ı n a enge l s a y d ı  ı B o y a r - Bayarlardan (Beylerden) intikam
almak sabitfikri bütün hareketlerine hakimdi. Tahta bu his¬
lerle döndü. Kapandıı manastırla olan alâkasını da kesmedi.
Bütün hareketleriyle korkunç ve muvazenesiz bir hüküm¬
dar oldu. H e r g ü n kaba bir rahip elbisesi içinde, ba˛ını ta˛¬
tan ta˛a v u r a r a k cezbeli ibadetlere dalardı. Sonra manastırın
ç a n k u l e l e r i n d e , halsiz d ü ˛ ü n c e y e k a d a r ç a n ç a l a r d ı . F a k a t da¬
ha sonra birden sefahat sahneleri ba˛lardı. O zaman; Allah,
din, ›ncil, kilise, h e r ˛ey u n u t u l u r d u . E t r a f ı n d a k i herkes, yani
d a h a b i r k a ç saat e v v e l k e n d i s i y l e cezbeli ibadet y a r ı ˛ m a g i r e n -
348 SUYU ARAYAN ADAM

ler, ˛imdi mukaddesatı tahkir için birbirleriyle yarı˛ ederler¬


di. N i h a y e t g ü n sadizm b u h r a n l a r ı içinde devam ederdi.
O zaman i˛kence odalarına geçilirdi. Boyarların, asilzade¬
lerin, esirlerin dilleri kesilirdi. Kemikleri kırılırdı. Derileri yü-
zülürdü. Her gün ba˛ka ba˛ka i˛kence usulleri icadedilircli.
Hatta kendi olu bile bu i˛kence cenderelerinden kurtulama¬
dı. Babasının elinde can v e r d i . T ı p k ı daha sonra, Deli Petro'
nun (1662-1725) o  l u n u n ba˛ına geldii gibi...
H e r g ü n böyle geçerdi. A m a bu, onun, yarın b ü t ü n Rus-
yaların çarı olmasına engel olmadı. Devlet anlamında kafası,
gene k o r k u n ç bir titizlikle i˛liyordu. Çar, yani h ü k ü m d a r ola¬
rak ö l d ü  ü z a m a n , m ü l k ü n toprakları Çin sınırlarından, Baltık
Denizi'ne, Kuzey Buzdenizi'nden Karadeniz'e kadar geni˛le¬
mi˛ti.
Rusya'nın tarihi hakikaten gariptir. Bu tarih, büyük, ˛e¬
refli meydan muharebeleri, ˛anlı muzafferiyetler yerine, sonu
gelmez yenilgiler, ikide bir çökü˛ler, parçalanı˛larla doludur.
Hatta Korkunç ›van'dan sonra da böyle oldu. Fakat bu ye¬
nilgiler ve çökü˛lerin ardından, daima memleketin a l a b i l d i  i¬
ne g e n i ˛ l e m e s i gelir. Bu neticeler, izah edilemeyecek ˛eylerdir.
Rus tarihinde daima, kılıçtan ziyade hile ve tedbir rol oynar.
Sonsuz bir fiark sabrı bu devlete, icabında her ˛eyi feda
etmek, toprakları bırakmak, ˛ehirleri yakmak, ya en miskin
bir ta'assupla ba˛ eerek, yahut da bir kenara çekilerek i˛in
sonunu telâ˛sızca beklemek kudretini vermi˛tir.
Bu bekleyi˛, bazen Moolların Altın Ordu hakimiyeti al¬
t ı n d a o l d u  u gibi, yüzyıllarca sürer. F a k a t b u b e k l e y i ˛ l e r i n ar¬
dı daima iyi gelmi˛tir. Rus ordularını bir sürü yenilgilerden
sonra, geçen y ü z y ı l d a Ç i n ' e , Berlin'e, Viyana'ya, › t a l y a ' y a , Pa¬
ris'e sokan (1814) R u s ç a r ı n ı n bu zaferleri, esaslı b i r t e k m e y ¬
dan muharebesi kazanılmadan ba˛arılmı˛tır.
*
* *

Komüntern'm, « G e n i ˛ › c r a K o m i t e s i » n i n t o p l a n d ı  ı salon,
saraya biti˛ik ve idare merkezinin çalı˛tıı . b i n a n ı n üst ka¬
tında, geni˛ b i r k o r i d o r u n üstündeydi. Salonun duvarları he-
SUYU ARAYAN ADAM 349

men ba˛tanba˛a, koyu kırmızı bir çuha ile kaplanmı˛tı. Yer


y e r sarı y a l d ı z l a r ı y a r ı m s ü t u n l a r l a b ö l ü n e n d u v a r p a r ç a l a r ı içi¬
ne, g e n e sarı y a l d ı z l ı h a r f l e r l e b a z ı s l o g a n l a r y a z ı l m ı ˛ t ı . B u ya¬
zılar çe˛itli dillerdeydi. Kırmızı çuhalı bir büyük kürsünün
arkasındaki duvar kısmına da, me˛e dalları ve b u  d a y ba˛ak¬
lan ile çevrili dünya yuvarlaı, büyük bir madalyon halinde
yerle˛tirilmi˛tir.
Salondaki masalar, dünyayı te˛kil eden kıtalara ve ba˛lı¬
ca memleketlere göre tertiplenmi˛ti. Anfiteatrm üst kısmında
bir kö˛eye be˛ altı ki˛ilik b i r masa, davetiyeli mü˛ahitler için
konulmu˛tu. Yerim buradaydı.
Ba˛kan, toplantıyı açtı. Konu, Ç i n meselesiydi. Raportör
bir Çekoslovaktı. Rapor, Almanca yazılmı˛tı ve Rusça tercü¬
meleri evvelden daıtıldı. Rapor sahibi fiimeral, bir i h t i l â l c i¬
den ziyade, sakin bir banka idare meclisi reisini, yahut bir
diplomatı andırıyordu. Yanındaki masada eski Macar Diktatö¬
r ü B e l l u k u n v a r d ı v e b u genç, fiimeral'in tamamıyle zıddıydı.
fiimeral, Çin meselesini, kendi görü˛lerine göre anlattı.
Sözlerini birtakım tekliflerle bitirince ilk sözü bir Bulgar li¬
deri aldı. Kırmızı yüzlü, iri, kaba yapılı, sert v e b i r a z da ˛ı¬
marık bir insan olan Bulgar lideri Dimitrof'un, Çin meselesi
hakkında görü˛ü ba˛kaydı (1). Sonra Fransız Doryo konu˛tu.
Bu h e m bir gazeteciye, h e m bir Fransız parlamento adamına
benziyordu (2). A r k a d a n d a h a ba˛ka h a t i p l e r söz aldılar.
Söylenenlere bakılırsa Ç i n m e s e l e s i, P r a g ' d a n ba˛ka, Sof¬
y a ' d a n ba˛ka, P a r i s ' t e n gene ba˛ka görünüyordu. Ç i n masası
ise bo˛tu. Ve ortada Çin meselesini konu˛acak bir Çinli he¬
nüz yoktu (3). Ç i n ' i n k e n d i sesini, kendisinin d u y u r m a s ı için,
zaman henüz erkendi. Ama o g ü n elbette k i gelecekti .

(1) D i m i t r o f , H i t l e r z a m a n ı n d a Berlin'deki Ray˛tag y a n g ı n ı


m a h k e m e s i n d e b ü y ü k ˛öhret y a p t ı . › k i n c i D ü n y a H a r b i ' n d e n sonr a
Bulgaristan H ü k ü m e t i Ba˛kanı oldu.
(2) D o r y o , b i l a h a r e F r a n s ı z m e b u s u ve son safhada N a z i oldu.
(3) Ç i n ' d e bu hareket 1925'ten s o n r a geli˛ti. Asıl l i d e r i n i, M a o
T s e - T u n g ' u 1930 senesinde G ü n e y Ç i n ' d e k u r u l a n ilk ihtilâlci h ü ¬
k ü m e t i n d e n sonra b u l d u . B u h ü k ü m e t i k u r a n l a r , d a h a sonra m u a z -
350 SUYU ARAYAN ADAM

D a h a ba˛ka konu˛anlar da oldu. Son sözü Z i n o v y e f aldı.


B u zat, K o m ü n t e r n ' i n ba˛kanıydı. Ç i n meselesinde Ç i n adına
konu˛mak için kendini yetkili gördüü belliydi. Radek söze
karı˛tı (1). O günlerde sakallarına iki yandan kıvırcık favo¬
riler ˛eklinde nizam vermi˛ti ve bu sakalların ˛ekli her za¬
m a n dei˛irdi. A ˛ a  ı y u k a r ı h e r p a r t i d e ; y a h u t h e r gazet e ida¬
rehanesinde görülen atılgan, ha˛arı, m ü n a k a ˛ a c ı t i p l e r d e n bi¬
riydi. Böylelerinin a˛ırı zekâları ve keskin bulu˛ları vardır.
Fakat sözleriyle hiç bir z a m a n hareket edilmez.
Nihayet ihtilâlin en romantik adamı, Troçki kürsüde gö¬
ründü. Troçki, bir Kızılordu üniforması içinde ve belki de
o l d u  u n d a n d a h a dinç g ö r ü n ü y o r d u . C a n l ı b i r siması v a r d ı . Ka¬
barık dalgaları saçları, s i v r i sakalı , i r i g ö z l ü k l e r i n i n a l t ı n d a ya¬
nan ate˛li gözleriyle bu kırmızı renkli sima, garip ve daha
ziyade trajik b i r tesir b ı r a k ı y o r d u (2). Ne yaptıını, ne iste¬
diini ve neyle oynadıını bilen üstün bir mücadele adamının
tesir k u d r e t i y l e k o n u ˛ u y o r d u . Söylediklerine evvelâ kendisinin
inandıı belliydi. Fransızca konu˛anlara Fransızca, Almanca
konu˛anlara Almanca, ingilizce konu˛anlara ingilizce c e v a p ve¬
riyor ve sentezlerini daima Rusça yapıyordu. ›zahlarının so¬
nunda, b ü t ü n görü˛ farklarıyle teferruat meselelerini tamamen
arka plana attı ve bütün görü˛lerin terkibine de kendi dam¬
gasını vurunca, dier hatipler âdeta silindiler.
O zaman Çin'i öyle bir tasvir etti ki, bu tasvirde, Çin'in
içinde ya˛adıı b ü y ü k d r a m , ˛imdi sanki bu s a l o n u n içinde ce¬
r e y a n e d i y o r m u ˛ gibi canlandı.
Öyle o l d u ki, bu salonda b u l u n a n l a r d a n her biri kendini,
˛imdi dünya ölçüsünde oynanan bu büyük dramın kahraman¬
larından biri sayabilirdi:

z a m kafilelerle m e ˛ h u r 12.000 kilometrelik y ü r ü y ü ˛ ü y a p a r a k Kuzey¬


batıya çekildiler. 1949'da kıta Ç i n i n i istilâ ederek b u g ü n k ü K ı z ı l Ç i n
H ü k ü m e t i ' n i A i n H a l k C u m h u r i y e t i ) m e y d a n a getirdiler.
(1) Y a h u d i asıllı genç b i r gazeteciydi. 1938'de sürgüne m a h ¬
k û m edildi v e kayboldu.
(2) O z a m a n H a r b i y e K o m i s e r i ve R u s y a ' n ı n L e n i n ' d e n s o n r a
gelen l i d e r i y d i . Evvelâ h u d u t dı˛ı çıkarıldı. S o n r a Meksika'da b i r
ajan t a r a f ı n d a n ö l d ü r ü l d ü (20 austos 1940).
SUYU ARAYAN ADAM 351

— Yolda˛lar, dAyordu, Çin meselesi yarınki dünya mesele-


sidir.-Avrupa ve Amerika kapitalizminin temelleri Çin'
de, Hint'te, Hollanda Hindi adalarında, hulâsa Uzakdo-
u'da yatar. «Eer Çinliler, entarilerinin eteklerini bir
karı˛ kısaltsalar, Manchesterde i˛sizlikten ihtilâl olur»
sözleri dorudur. Fakat yalnız Çinlilerin eteklerini bi-
rtr karı˛ kısaltmak deil, dünyanın bu yarısını, Avru¬
pa ve Amerika'ya öylesine kapamak lâzımdır ki, dün-
yanın bu parçalanı˛ı, Batı ülkelerini kendi dünyasında
yapayalnız bıraksın!..

S o n r a d a h a b i r ç o k ˛ e y l e r s ö y l e d i v e Ç i n ' i n i s t i k b a l i n e geç¬
ti. O n a göre y a k ı n d a Ç i n , d ü n y a n ı n yarısı olacaktı v e Uzak-
dou'da z a m a n , Çin'in lehine ve Batı'nm aleyhine çalı˛ıyordu...
Neticeyi almak kolay oldu. E l l e r kalktı. H e r ˛ey, Troçki'
n i n istedii ˛ekilde b a  l a n d ı . G e r ç i Ç i n masası bo˛tu (1). Fa¬
kat ba˛kanlık kürsününde Z i n o v y e f b i r eli yerine iki elini de
havaya kaldırınca,. bu bo˛luk dolmu˛, netice ittifakla alınmı˛
oldu.
**

Toplantı sona erince, dı˛arda u z u n bir zil sesi duyuldu.


›kindi kahvaltısı z a m a n ı y d ı . Salondan çıkanlar koridor duvarı
boyunca sıraya girerek dier bir s a l o n u n kapısına doru iler¬
liyorlardı. Sadan soldan gelenler, sıranın sonuna katılıyorlar¬
dı. B u s ı r a y a giri˛ o z a m a n çok' g ö r ü l e n b i r m a n z a r a y d ı . Ye¬
mek salonunun kapısında herkesin eline bir tabak t u t u ˛ t u r u ¬
yorlardı. ›çinde, ortasına tereya sürülmü˛ iki dilim ekmek,
iki h a ˛ l a n m ı ˛ y u m u r t a v e b i r k a ç p a r ç a ˛eker v e r i y o r l a r d ı . K a h ¬
valtı tabaını ve dolu çay bardaını alanlar, salondaki uzun
masaların ba˛ına diledikleri gibi oturuyorlardı. Masalara ba¬
ti) 1920'de Ç i n ' d e ancak 200 ve 1922'de ancak 2000 p a r t i azası
b u l u n d u  u söylenir. B u g ü n 750 m i l y o n n ü f u s u v e d ü n y a n ı n ba˛lıca
üç k u d r e t i n d e n b i r i o l a n Çin'in 1949'da sosyalist b i r devlet h a l i n e
gelebili˛i, çaımızın b ü y ü k b i r olayını te˛kil etmektedir. fiimdi Çin,
d ü n y a terazisinde aırlıı, h e r g ü n biraz d a h a a r t a n b ü y ü k b i r var¬
lıktır.
352 SUYU ARAYAN ADAM

kanlardan tekrar çay istenebilirdi. Fakat ekmek ve ˛eker hak¬


kı arttırılamazdı.
Benim oturduum yerin kar˛ısında Oberlain isminde bir
A l m a n yerle˛ti. O z a m a n K o m i n t e r n ' i n G e n e l Sekreteriydi . M o s -
kova'daki herkes gibi giyiniyordu. Bol ve fitilli kadife külotun
üstüne asker ç i z m e l e r i çekmi˛ti. Sırtında dik y a k a l ı bir Kazak
gömlei vardı. O da herkes gibi belini ince bir kemerle sık¬
mı˛tı. Saçlarının d a  ı n ı k l ı  ı ile de artık Moskovalıla˛mı˛tı. Fa¬
kat k a h v a l t ı hissesini t a m b i r A l m a n gibi kullandı. Evvelâ, or¬
tasına ya sürülmü˛ iki dilim ekmeini yeniden ve intizamla
ucuca getirdi. Sonra bunu tam ortasından kesti. Parçalardan
b i r i n i t e m i z bir kâıda sardı. fi e k e r l e r d e n iki p a r ç a s ı n ı da ay¬
rı bir paketçik yaptı. B u n l a r ı belki gece kullanmak, yahut da
oteldeki karısına g ö t ü r m e k için g ö m l e  i n i n cebine k o y d u . Son¬
ra y u m u r t a l a r ı n ı hazırladı. Fakat b u n l a r d a n biri bayat ve çü¬
rük çıktı. Geri kalan ekmek hissesini tek yumurtasıyle yedi
ve çayını yeniletti.

Caddeye çıktıım zaman artık hava kararıyordu. Elektrik¬


ler y a n m ı ˛ t ı . M e h a v a y a ' y ı geçip de K r e m l i n ' i n kö˛esine gelin¬
ce, K ı z ı l m e y d a n ' a s a p m a k i s t e d i m . A l ç a k k e m e r l i m e t h a l i n ya¬
n ı n d a k ü ç ü k b i r kilise v a r d ı . Bu kilise, arkasını Arkeoloji Mü-
zesi'nin duvarına vermi˛ti. Ön duvarın dibine yarı kirli bir
i h t i y a r ç ö k m ü ˛ , haç ç ı k a r ı y o r d u . B a ˛ ı n ı n ü s t ü n d e , ö n ü n d e k a n ¬
dil y a n a n m u k a d d e s b i r resim v a r d ı . Bu resimde de M e r y e m ,
bütün resimlerinde olduu gibi, düz ve ölmü˛ simasıyle ku¬
caında ç o c u  u n u t u t u y o r d u . B u çocuk d a gene b ü t ü n resim¬
lerinde olduu gibi, bir güne˛ halesi içinde, fakat cansızdı.
Mukaddes resmin üstüne gelen duvarın yüzüne kaim harfler¬
le din aleyhtarı birkaç kelime yazmı˛lardı: Halk için afyon
o l a n . . . v.s.
Bu resmi yapanlar gibi, yazıyı yazanlar da, elbette ki
bu topraın çocuklarıydılar. H a t t a ˛ u y a r ı k ö y l ü i h t i y a r ı n bel¬
ki olu, belki t o r u n u , y a h u t d a o n u n o  l u n u v e t o r u n u n u ak¬
ranlarından biri. Fakat bu nesiller artık birbirlerinden kop¬
mu˛lardı. Aralarında mü˛terek hiç bir ˛ey kalmamı˛tı. Bun-
SUYU ARAYAN A D A M 353

i&r. a y n ı m ü z e d e , a y n ı v i t r i n i ç i n d e y a n y a n a y a t a n , fakat ara¬


k a n d a ne temsil ettikleri kıymetler, ne de m e n s u p oldukları
çılar b a k ı m ı n d a n b e n z e r l i k b u l u n m a y a n , ba˛ka b a ˛ k a devir¬
i r i n eserleri gibiydiler. Tıpkı bu küçük kilisenin arkasını da-
/•adıı k ı r m ı z ı t u  l a d a n y a p ı l m ı ˛ b ü y ü k m ü z e b i n a s ı n d a k i eser-
er gibi.
G i r i ˛ k e m e r l e r i n e gelince, sada v e kale d u v a r l a r ı b o y u n ¬
d a b i r saha, ihtilâl liderlerinin öldükleri zaman gömülmeleri
c.n ayrılmı˛tı. Ni˛beten kenarlarda yer alan bir iki mezar¬
dan b a ˛ k a l a r ı h e n ü z b o ˛ t u .
M e y d a n ı n kar˛ı t a r a f ı n d a K o r k u n ç î v a n ' m , D e l i P e t r o ' n u n
.˛kence ve siyaset yeri, cellâtların bazen nefes almaya vakit
-ulamadan günlerce çalı˛tıkları yuvarlak kaide yükseliyordu.
Burada, vaktiyle kazıa oturtulan veya derileri yüzülen suç¬
luların b i r d e n ö l m e m e l e r i ve d a h a çok acı ç e k m e l e r i i ç i n , sı¬
r ı r l a r k e s i l i y o r v e b u n l a r ı n s o y u l a n sıcak d e r i l e r i , ö n e m l i suç¬
luların vücutlarına sarılarak can çeki˛me acıları uzatılıyordu.
Daha ötede, bütün bunlara ˛ahit o l a n v e Moskova deni¬
lince d e r h a l akla gelen b u r m a l ı k u l e l e r i , kubbeleriyle m e ˛ h ur
kilise y ü k s e l i y o r d u . Ve nihayet en a˛aıda Moskova Çayı'nm
suları her zamanki gibi kaygısız akıyordu.

* *

Gündüz dinlediim ˛eyler b e n i h e r vesileyle Ç i n mesele¬


sine götürüyordu. Mektepteki Çinli arkada˛larımızı dü˛ünü¬
yordum. Kari Marx'm «Kapital» i n i ›ncil gibi ezberleyip ma-
kamla ve tecvitle okuyan Korelileri, Marx'm, Lenin'in sokak
k a v g a l a r ı n d a n ç ı k a r ı l m ı ˛ n a z a r i y e l e r i n i sessiz b o d r u m l a r a , kuy¬
tu o r m a n içlerine çekilip, s a n k i K o n f ü ç y ü s ' ü o k u y o r l a r m ı ˛ gi¬
bi bir hikmet heyecanı içinde tekrarlayan Çinli delikanlıları
dü˛ünüyordum.
B u g ü n k ü k o n u ˛ u l a n l a r , acaba o n l a r ı n h a y a t l a r ı n a n e l e r ge¬
tirecekti? Bu, iyi ve sabırlı insanlara z a m a n neler hazırlıyor-
du? Bunların en ya˛lıları bile çocukluk çalarını henüz geç¬
mi˛lerdi. Hepsinin yüzünde çocukluun, b o z u l m a m ı ˛ l ı  ı n ne¬
sillerden nesillere geçen ruh incelii v a r d ı . Hepsi de setleri,

23
354 SUYU ARAYAN ADAM

daları, denizleri a˛arak buralara gelmi˛lerdi. Bizim çatımızın


altında onlar kadar çalı˛kan, sebatlı, telâ˛sız v e birbirine tut¬
kun insanlar yoktu. Kendilerini bir i˛e vermesini ve i˛in üs¬
tünde u s a n m a d a n ' çalı˛masını bilirlerdi. Zekâlarından ziyade
akılları, hafızaları i˛liyor gibiydi. En büyük kudretleri, belki
de sabırlarıydı. Bazen bir kelimeyi bellemek, bir,cümleyi ha¬
fızalarına yerle˛tirmek için, bir günü feda ettikleri olur ve
kendilerini gene kazançlı sayarlardı. Bir sayfanın tercümesi
için, birçoklarının bir araya geldiini, bir odaya kapandıkları¬
nı, günlerce çalı˛tıklarını görürdüm.
O n l a r ı n bir ˛eyler örenmeleri ve bir ˛ e y l e r m e y d a n a ge¬
tirmeleri, atalarının Çin Seddi'ni yapmalarına benzerdi. Aır.
kasvetli, hiç d u r m a d a n bir didinme... Fakat sonunda birtakım
˛ekillerin belirdii, ta˛ların ta˛lar üzerine konulduu görülür¬
dü. M e y d a n a g e l e n ˛ey ise h e r h a l d e m a z b u t v e g ü v e n i l i r b i r
˛ey olsa gerekti.
Bir defa b i r Ç i n müsameresi için Çinliler, mektebin sine¬
ma salonunu kapattılar.
Fakat hazırlık o kadar uzadı ve burayı yabancı gözlerden
o kadar titizlikle koruyorlardı ki, biz, toplantılar için ba˛ka
salon b u l m a y a mecbur kalmı˛tık.
N i h a y e t b e k l e n e n g ü n geldi. S a l o n un kapıları açıldı. Çin¬
l i ç o c u k l a r , z a f e r l e r i n d e n e m i n b i r ç e h r e ile h e r k e s i s a l o n u gör¬
m e y e çaırdılar. F a k a t salon b o m b o ˛ t u . S a h n e n i n e t r a f ı n a ye¬
˛il kâıt çiçeklerden bir girland geçirilmi˛ti. Sahnenin tava¬
n ı n d a b i r kâıt f e n e r y a n ı y o r d u v e o kadar...

Fakat onlar, salonu her görmeye geleni ˛evkle kar˛ılıyor¬


lardı. Her girenin yüzünde beliren ˛a˛kınlı ı ve sual ifadesi¬
ni de evvelden bekliyorlar gibiydiler. O zaman, kar˛ılarında¬
ki mucizeyi görmek kudretinden mahrum zavallı arkada˛ları¬
n ı n kollarına girerek onları sahnenin etrafını çeviren ince kâ¬
 ı t t an ye˛il girlandm y a n m a götürüyorlar ve gösteriyorlardı.

G i r l a n d m s u n i çiçek v e y a p r a k l a r ı v a r d ı . B u n l a r , t ı p k ı ta¬
biatta o l d u  u gibi i˛lenmi˛ti. Yaprakların kaim damarları, son¬
ra daha ince bölüntüler, nihayet ince zar gibi d a m a r l a r bir
SUYU ARAYAN ADAM 355

, bir belliydi. Ç i ç e k l e r i n ince y a p r a k ç ı k l a r ı , tüveyçler , h a t t a cin¬


siyet uzuvları ve gubarıtali denilen tozları bile birer birer ve
gene tıpkı tabiatta olduu gibiydi. Ye˛i l yaprakları n üstünde¬
ki parlak ve altındaki mat renk ayrı ayrı canlandırılmı˛tı. Ta¬
v a n d a n s a r k a n kâıt f e n e r d e ise, dikkatli bakılınca, içinde dö¬
n e n iki gölge g ö r ü n ü y o r d u . G ö l g e n i n biri, silindir ˛apkalı ˛i˛¬
man b i r kapitalisti, belki bir Amerikalıyı gösteriyordu. Arka¬
d a n k o ˛ a n Ç i n l i K u l i d e o n u , hiç d u r m a d a n k o v a l ı y o r d u . , ,

E s e r b u y d u v e b u eser, o r a d a k i h e m e n b ü t ü n Ç i n l i l e r i n ge¬
ce gündüz, iki ay hiç durmadan çalı˛malarına mal olmu˛tu.
D e r s l e r i n d e ise hiç a k s a k l ık o l m a m ı ˛ t ı . . . Geceki müsamere sa¬
dece bir Çin musikî gösterisi ve bazı beden hareketleri oldu.
Onların asıl övündükleri, sahnedeki kâıt i˛leriydi.

O yıllarda Çin, kaderini orta sınıfın demokratik mücadele¬


sine balamı˛tı. Bu mücadele bir taraftan Ortaça artıkları¬
na, dier taraftan yabancı müdahalelere kar˛ıydı. Aydınlar,
genç bürokratlar, milliyetçiler, güzideler zümresi ve nihayet
dünya ile teması olan yeni burjuvalar hep bu sınıfın içindey¬
diler.

G e r ç i Ç i n ' i n B a t ı ' y a b o y u n ei˛i, 1842'deki A f y o n H a r b i ' y l e


ba˛lar (1). Ve orta sınıf sava˛ına daha ön dokuzuncu yüzyılın
son yıllarından ve bilhassa yirminci yüzyılın ba˛ından itiba-

(1) 1842 A f y o n H a r b i , Ç i n h ü k ü m e t i n i n Çinlileri afyon çek¬


m e k t e n k u r t a r m a k i ç i n Ç i n ' e serbest afyon i t h a l i n i yasak eden ted¬
birler almasıyle ba˛lar. ›ngiltere bu tedbirleri b e  e n m e d i ve kendi
müstemlekesi o l a n ve t i c a r e t i ni elinde b u l u n d u r d u  u Malezya af¬
y o n l a r ı n ı n Çin'e serbestçe girmesini ve h a l k ı n b u n l a r ı eskisi gibi
istihlâk etmesine müsaade edilmesini istedi. O n a H o l l a n d a da ka¬
tıldı. Ç i n h ü k ü m e t i r a z ı o l m a y ı n c a , Ç i n l i m a n l a r ı n a saldırdı. Ç i n ' i
y e n i d e n serbest afyon ticaretine ittiler.
› n g i l t e r e ' n i n bu m ü d a h a l e s i Ç i n ' e , terakki y o l u n d a en az 50 y ı l -
lık, bir z a m a n kaybettirmi˛ oldu. Bu a r a d a J a p o n y a da kuvvetlenmek
:çin z a m a n b u l a r a k Ç i n ' i n kar˛ısına bir istilâcı olarak dikilebildii
için, Ç i n ' i n kurtulu˛ mücadelesi çetinle˛ti ve çok p a h a l ı y a m a l oldu.
356 SUYU ARAYAN ADAM

ren ba˛lamı˛tı. Fakat 1900'deki Boksör Harbi'nde bir Alman


g e n e r a l i n i n k u m a n d a ettii 10.000 A v r u p a l ı n ı n Ç i n ' i k o l a y c a is¬
tilâ edi˛i, P e k i n ' e giri˛i, i m p a r a t o r i ç e n i n s a r a y ı n ı y a  m a s ı , Av¬
rupalı askerlerin «bir kısım Çinli ahali hakkında yaptıı tav-
sifi i m k â n s ı z h a r e k e t l e r » , Ç i n için bir d ö n ü m noktası oldu. Bu
harbin sebepleri arasında Çinlilerin yabancılara kar˛ı duydu¬
u kini devam ettirmek gayreti hakimdi. ›ngiltere, kendi af¬
y o n ticaretini Çin'de serbestçe devam ettirebileceini sanıyor¬
du. G e r ç i yenilgiden sonra Çinliler, yeni ve a  ı r ˛ a r t l a r a kat¬
landılar. Yeni kayıplara uradılar. Ruslar, 1897'de Port-Ar-
thur'ü, Almanlar Kiyau-Çeo'yu, onlardan bir sene sonra da
›ngilizler Vey-Hay-Ve'y i zaptetmi˛lerdi. 1904'te gene ›ngilizler
Tibet'i i˛gal ettiler ve Rusya, Mançuri'yi kesin olarak ilhak
etti.

Fakat, «artık Çin'de Avrupa kültürünü benimsemi˛ pek


çok z e k i adam» bulunuyordu. H e r yenilii bu münevverlerin
ve bunlarla beraber Çin halkının uyanı˛ı için bir kuvvet olu¬
yordu. Engeller hesapsızdı. Fakat arada büyük, inkılâpçı mü¬
nevverler yeti˛ti. Sun-Yat-Sen bunlardan biriydi.

Nihayet, 1906'da A n a y a s a ' n ı n i l â n ı , afyon çekilen yerlerin


kapatılması, mekteplerin ıslahı istendi. 1909'da J a p o n Anaya¬
sasına b e n z e r b i r k a n u n t a n z i m v e i l â n e d i l d i . B u n a göre Ç i n ,
Japon tipinde bir monar˛i oluyordu. Halbuki münevverlerin
gözü asıl Amerikan Anayasası'ndaydı. ›htilâl, geli˛ti. 1911'de
Ç i n i m p a r a t o r u t a h t t a n çekildi v e Ç i n ' d e Ç i n l i erkeklerin u z u n
saç mecburiyeti kalktı.

G e r ç i ba˛a g e ç e n Y u - A n - fi i k a y , muhafazakâr ve kaypak bir


ba˛vekildi. F a k at ortada m o d e r n bir c u m h u r i y e t i n kuvvetli mü¬
dafileri v a r d ı . M ü c a d e l e çetin oldu. E v v e l â a s ı r l a r d a n b e r i de¬
vam edegelen hantal bir bürokrasi vardı. Birer yarı hüküm¬
dar olan vilâyet hâkimleri, her biri kendi ba˛ına buyruk sa¬
tılık generaller, toprak sahibi feodaller, muhafazakâr e˛raf v e
nihayet bütün hareketin dı˛ında kalan cahil bir köylü sınıfı
her ileri hareketi ö n l ü y o r d u . S o n r a A v r u p a v e A m e r i k a ' n ı n an¬
layı˛sız sömürgecilik rejimi ise Çin'i bir ahtapot gibi sarmı˛-
SUYU ARAYAN ADAM 357

ti. S ö m ü r d ü  ü halka a˛aılık i n s a n g ö z ü y l e b a k a n b u ahtapot,


bütün bu insanlar üzerinde, k e n d i n e kar˛ı u y a n a n nefreti gör-
mekten bile aciz, kendi eline geçirdii imtiyazlardan bir zer-
resini feda etmek istemiyordu. Kapitülasyonlar, imtiyazlı böl¬
geler, g ü m r ü k esareti, yabancı mektepler, m i s y o n e r müessese¬
leri, iktisadî inhisarlar, Düyun-u Umumiye (Borçlar ›daresi)
ve bilhassa › n g i l i z ve Hollandalıların elinde t o p l a n a n resmî af-
yon ticareti... Bunlara yeni bir tehlike daha katılmı˛tı: Ja-
ponya'nın Çin'e müdahalesi ve Çin'i istilâ te˛ebbüsleri!.. Ni-
tekim meselâ B i r i n c i D ü n y a H a r b i ' n d e n sonra J a p o n y a , n e y a p -
mı˛ y a p m ı ˛ , istilâ ettii M a n ç u r i ' d e , eski Ç i n h a n e d a n ı n d a n b i r
kukla hükümdar yaratarak burasını güya Mançu-Kuo adında
bir devlet haline getirmi˛, fakat hakikatte memleketin üstüne
oturmu˛tu.
Hulâsa, 1906 v e y a 1909'da b a ˛ l a y a n Ç i n › n k ı l â b ı v e o n u y ü ¬
rütenler, büyük zorluklarla kar˛ı kar˛ıyaydılar. Bu çetin mu¬
adelede sivrilen en b ü y ü k lider, Sun-Yat-Sen oldu (1).
*
»*

B i r i n c i D ü n y a H a r b i ' n d e n sonra Ç i n , gene k a y n ı y o r d u . H e r


?eye r a  m e n b i r Ç i n o r t a sınıfı g e l i ˛ m e k t e y d i . G ö r ü n ü ˛ e göre,
Çin'in kurtarılı˛ı ve tanzimi i˛i ona dü˛üyordu. H e d e f belliy¬
di: Millî Kurtulu˛ Hareketi. Siyasî v e iktisadî istiklâl... Bu ha-

(1) S u n - Y a t - S e n , K a n t o n c i v a r ı n da 1883'te dodu. 1924'te P e -


kîn'de öldü. Evvelâ b i r p r o t e s t a n h ı r i s t i y a n m e k t e b i n d e o k u d u. Z a -
:en Ç i n ' d e y e n i m e k t e p l e r i n hepsi m i s y o n e r l e r i n elindeydi. D a h a
b u m e k t e p t e y k en ihtilâlci oldu. K a n t o n v e H o n g - K o n g ' d a tahsiline
i e v a m etti. 1892'de c e r r a h - d o k t o r olarak t a h s i l i n i b i t i r d i . Evvelâ Ma¬
kao (Portekiz Ç i n ' i ) da doktorlua ba˛ladı ve aktif politikacılıa
lirdi.
1894'te H a v a i a d a l a r ı n d a , H o n o - L u l u ' d a siyasî ve gizli mahi-
yet li « Ç i n ' i n K u r t u l u ˛ u » C e m i y e t i n i k u r d u .
A m e r i k a ' y a bir seyahatte n s o n r a 1895'te, K a n t o n ' d a ilk k ı y a m
:e˛ebbüsünde b u l u n d u . B u n d a muvaffak o l u n a m a d ı v e J a p o n y a ' y a
iltica etti. 1900 senesine k a d ar o r a d a ve dier bölgelerde hep p r o ¬
pagandayla me˛gul oldu.
1905'te ihtilâlci cemiyetler o kadar çoalmı˛tı ki, o sene «îh-
358 SUYU ARAYAN ADAM

reket, liderlerini de buluyordu. Bu hareketin sloganı, harici


kar˛ı yarı müstemlekelikten kurtulu˛ suretiyle çada˛ bir deJ
mokrasiyi inki˛af ettirme yolunu açmaktı.
Moskova ve Komintern bu harekete yardımcıydı. Faksı
o n u n b i r istedii daha v a r d ı : Millî K u r t u l u ˛ H a r e k e t i , Ç i n ›r>
k ı l â b ı ' n ı n a n c a k geçici b i r safhası olmalıydı. M i l l î K u r t u l u ˛ Ha¬
reketi, fiarkta ve bütün dünyada sosyalist i n k ı l â b ı n ı n y a r d ı m ¬
c ı v e tabiî b i r k u v v e t i olmalıydı. Millî K u r t u l u ˛ H a r e k e t i anti-
emperyalist bir harbe çevrilerek, memleket bütün gücünü bu
h a r e k e t için seferber e t m e l i y d i . F a k a t b u a r a d a asıl i h t i l â l kır. -
vetlerini yaratarak emperyalizme kar˛ı zaferi, tam zamanı--!
da bir p r o l e t a r y a ihtilâline ve zaferine döndürmeliydi. Komin-i
tern'e göre mesele b u y d u . B u n u n z a m a n ı gelmi˛ti. fi i m d i her
˛ey b u n u n için seferber edilmeliydi (1). G ö r ü ˛ l e r bu esaslar i
dayanıyordu.

tilâl Te˛ekkülleri Birlii» k u r u l d u ve b u g ü n k ü K u o - M i n -tany fiilen


vücut b u l d u .
1907'de y e n i bir k ı y a m h a r e k e t i n e giri˛ti. G e n e muvaffak ola-
m a d ı . Bu sefer Malaya'ya kaçtı. F a k a t ihtilâl hareketleri de bütür.
Ç i n ' i sardı. Ve 1911'de i m p a r a t o r l u k idaresi devrildi.
A y m sene A m e r i k a ve ›ngiltere'yi gezerek bir istikraz te˛ebbü-
sünde b u l u n d u ve gene 1911'de N a n k i n K o n s e y i t a r a f ı n d a n C u m -
hurreisi i l â n edildi. Fakat Pekin'de m u h a f a z a k â r bir ˛ahsiyet ola-
Y u - A n - fi i - K a y , vaziyete h â k i m d i . ›htilâfla r ba˛ladı. N i h a y e t 1915'te
Y u - A n ö l d ü . M a a m a f i h S u n - Y a t - S e n , Pekin'e gene h a k i m olamadı
K a n t o n ' a geçerek orada bir generalismus idaresi k u r d u . Ç a n - K a y - fi e k
o sırada ve o n u n y a n ı n d a p a r l a m a y a ba˛ladı. 1918'de fianghay'a yer¬
le˛ti. Ve ˛imale kar˛ı h a r p h a z ı r l ı k l a r ı n a ba˛ladı. ,,
(1) Ç i n ' d e bu vakalar safha safha geli˛ti. S u n - Y a t - S e n , kısa
z a m a n s o n r a (1924'de) öldü. Sovyetler o n u n cenazesine, kendisi için
yekpare g ü m ü ˛ t e n bir tabut göndererek i˛tirak ettiler. F a k a t o sı¬
r a d a Ç a n - K a y - fi e k b i r millî ve askerî lider olarak belirdi. Evvelâ
her ˛ey solların elbirliiyle y ü r ü d ü . F a k a t muzafferiyet g ü n ü , fiang¬
h a y ' d a sol ihtilâlcileri n milliyetçileri deil, fakat Ç a n - K a y - fi e k ' i n
ihtilâlcileri kütle h a l i n d e temizlemesi ile i˛ ba˛ka bir m e c r a aldı.
Bu suretle de b i r aralık Pekin'de devlet l i d e r l e r i n d e n d a h a çok iti¬
bar g ö r e n k o m i n t e r n m ü m e s s i l l e r i n i n , K a r a h a n ' m , B o r o d i n ' i n ha¬
zırladıkları m i z a n s e n , bir y a n g ı n alevi içinde eridi (1927).
SUYU ARAYAN ADAM 359

Mektepteki Çinli arkada˛larımızdan bir kısmının Çine' dö-


n ü ˛ l e r i n d e n önceki geceyi a r a m ı z d a b i r t o p l a n t ı d a geçirdik. N u -
tukları güzel, samimî ve inançlıydı. Z a t e n hepsi de temiz, h e p -
si de i n a n m a k ve kendini vermek çaında olan vadedici in¬
sanlardı.
G ö r ü l ü y o r d u ki Ç i n h a i l e si y e n i d e n alevlenmi˛ti. Mukad¬
derat çanı birtakım insanları yeni sava˛lara , yeni yolculukla¬
ra çaırıyordu. Ç i n h a k k ı n d a b i r konferan s serisini o g ü n l e r d e
tamamlamı˛tık, Konferansçı, Çar hükümetinin eski diplomat-
larından biriydi ve Çin'de çok b u l u n m u ˛ t u . B a ˛ ı n d a h â l â etra¬
fı yalanmı˛, fakat kenarları va˛ak kürklü b i r ba˛lık, sırtında
hâlâ, yıpranmı˛, fakat k ü r k l ü b i r p a l t o ta˛ıyordu. Konferans¬
larını ˛ u sözlerle bitirdi:

— Ya˛adıımız yüzyılın sonu ve belki önümüzdeki yüzyıl


bir Çin yüzyılı olacaktır!..

Bu, hakikaten böyle mi olacaktı bilinmezdi, ama gerçek


olan ˛ u y d u k i , Çin'de büyük bir dram, belki de çaımızın en
büyük hadisesi cereyan ediyordu. Bu mücadele görünüyordu
ki henüz ba˛lamı˛tı ve anla˛ıldıına göre Çin masasında an¬
cak b i r Ç i n l i n i n o t u r a c a  ı v e s o n s ö z ü n b u Ç i n l i n i n olacaı gü¬
ne kadar sürüp gidecekti. Çinlinin, yani kendi dili ve kendi
gücüyle kendisi için konu˛acak bir Çin'in!.. (1).

Nitekim bugün, hem Çin, hem de artık Çin'in liderleri,


dünya siyaset sahnesindedir ve çaın akımı, dünya terazisini
her gün biraz daha Çin'in lehine aır bastırır. Yukarıda de-
fi) fi i m d i nüfusu 750.000.000 kadar hesaplanıp , y ü z y ı l ı m ı z ı n so-
n u n d a en az 1.000.000.000 olacaı b i l i n e n kıta Ç i n i ' n i n ; d ü n k o m i n -
ternde olduu gibi, b u g ü n de Birle˛ik Mületler'de temsil edilmeme-
sindeki d ü ˛ ü n d ü r ü c ü d u r u m u n u h a t ı r l a m a m a k kabil deildir. B u yan¬
lı˛lıın, yahut unutkanlıın kimin için faydalı o l d u  u n u kestirmek
mü˛kül olmasa gerektir.
B ü y ü k ›ngiliz tarihçisi H . C . Wells der ki: « Ç i n ahvalin i v e Ç i n
müfekkiresini y a k ı n d a n bilen bir îngilize mukabil, h e r h a n g i bir › n -
gilizin b ü t ü n bildiklerini bilen y ü z Çinli v a r d ı r . » B u g ü n k ü d u r u m u
da a y d ı n l a t m a k b a k ı m ı n d a n ne doru bir görü˛...
360 SUYU ARAYAN ADAM

indiim ve K o m i n t e r n ' d e k i t o p l a n t ı d a n sonra Ç i n yolculuu¬


na ç ı k a n o z a m a n k i genç arkada˛ların, b u g ü n elbette ki çou
hayatta deildirler. Ama dünya basınında, günün liderlerini
gösteren fotoraflara zaman zaman bakarım. Bugünün devlet
reisinden çe˛itli ˛ahsiyetlere kadar bunların içinde nice sima¬
lar bana y a k ı n ve dost g ö r ü n ü r l e r . Bu resimlerin her biri üs¬
tünde durur ve onlardaki manayı okumaya, deerlendirmeye
çalı˛ırım...
Oümp'teki Kavga
19

Ç i n meselesi daha b ü t ü n takıntıları ile ortadayken, sahne¬


de yeni, önemli meseleler belirdi: A l m a n y a ' d a i n k ı l â p meselesi.
Moskova tiyatrosunda yapılacak toplantı için kapıda pek
kalabalık görünmüyordu. Fakat içerisi vaktinden evvel tıklım
tıklım dolmu˛tu. Parterde oturacak yer yoktu. H a t t a gelenler¬
den bir kısmı paltolarını, gazetelerini yerlere sererek sıraların,
yolların kenarına yerle˛mi˛lerdi. Localardan, balkonlardan ka¬
dın erkek salkım salkım insan ba˛ları görünüyordu.
Salon aydınlık ve yaldız içindeydi. Bu çiy aydınlık altın¬
daki kalabalık seyredilecek bir ˛eydi. Konferansın ba˛laması¬
na epey vakit vardı. Moskova'nın bütün bu türlü toplantıla¬
rında oldu u gibi, salon g ü r ü l t ü d e n y ı k ı l ı y o r d u . Baıranlar, ça¬
ıranlar, grup grup ˛arkı söyleyenler, kar˛ıdan kar˛ıya ˛aka-
i a˛ a n l a r, geçecekleri bir locadan dier locaya kayabilmek için
cambazlık edenler...
Salonu dolduranlar umumiyetle gençlerdi. Üniversiteler-
ien, ordu saflarından, p a r t i v e y a meslek t e ˛ e k k ü l l e r i n d e n, fab¬
rikalardan gelen bu ya˛ları birbirine yakın insanları, gençli¬
sin ha˛arı ve merasim t a n ı m a z havası kolayca birbirlerine kay-
na˛tırabiliyordu.
Bu gibi toplantılar için biletler, usulen daima te˛ekkülle¬
re gönderilirdi. Te˛kilât, bunları bazen sıraya göre, bazen de
-:onu dolayısıyle ilgilerini dü˛ünerek mensupları arasında da¬
ıtırdı.
Nihayet toplantı ba˛ladı. Prezidyumu te˛kil edenler sah¬
nede yerlerini aldılar. Ba˛kan, toplantıyı açtı ve sözü Kame-
nef'e verdi. Kamenef'in görünmesiyle mızıka enternasyonali
çaldı. Herkes ayaa kalktı ve mar˛a katıldı. Sonra uzun bir
alkı˛ dalgası esti.
364 SUYU ARAYAN ADAM

Kamenef sözüne:
— Biz iki hata i˛ledik, diye ba˛ladı. Birinci hata ˛uydu ki.
evvelce Alman ihtilâlini çok yakın zannetmi˛tik. Aldan-
mı˛ız. Yakın deilmi˛. Fakat sonra da ikinci hataya dü˛-
tük. Onu çok uzak zannettik. Gene aldanmı˛ız, meer
o kadar uzak deilmi˛. Çocuklar! Alman ihtilâlinin e˛i-
inde bulunuyoruz!

Salonda evvelâ bir uultu esti. Sonra bu uultu patladı


B i n l e r c e ba˛lı d e v , b ü t ü n a z a l a r ı y l e b i r d e n h a r e k e t e g e l d i . Ba¬
ırıyor, çırpmıyor, tepiniyordu. Mızıkanın tempoları bu fırtı¬
naya zorlukla nizam verebildi.
K a m e n e f devam ediyordu:
— Evet, Almanya'da ihtilâlin e˛iindeyiz çocuklar! §imd;
hepinizin sabahları ilk vazifeniz, daha erken kalkmak-
tır. Kalkar kalkmaz çay masalarına ko˛madan duvar ga-
zetelerinin kar˛ısına geçerek, Almanya'dan gelen en sor.
haberleri takibetmektir (1).

K a m e n e f (2), d i n l e y e n l e r e daha bazı ˛eyler tavsiye ederek.


Alman meselesini anlattı. Almanya'da siyâsî kuvvetlerin kar-
˛ılıklı durumunu belirtti. Hitler'den, Ludendorftan (3) bah¬
setti. A m a b u n l a r , h i ç b i r ˛eye e n g e l o l a m a y a c a k t ı . Kamenef'e
göre, artık vakit t a m a m d ı . Artık Almanya'da ihtilâlin saati ça¬
l ı y o r v e h e r ˛ey o n u e m r e d i y o r d u . . .
Fakat A l m a n y a ile arada bir de P o l o n y a vardı. Son söz¬
lerinde K a m e n e f bu meseleyi de kendine göre halletti:

— Polonya, dedi, bizim için ya bir köprü, ya bir çit ola-


caktır. Eer köprü olursa geçer gideriz. Eer çit olursa,
çiner geçeriz...
D e v y e m d e n v e öylesine co˛tu ki, k o l a y k o l a y s ü k û n e t bu¬
lamadı.

(1) O zaman henüz radyo yoktu.


(2) K a m e n e f o sıralarda h ü k ü m e t b a ˛ k a m m e v k i i n d e y d i .
(3) H i t l e r , 1922'de ilk sokak n ü m a y i ˛ l e r i n e ba˛ladı.
SUYU ARAYAN ADAM 365

Salonun kapalı, terletici havasından dı˛arıya çıktıım za¬


man, g e c e n i n s e r i n v e t a z e r ü z g â r ı ile k a r ˛ ı l a ˛ t ı m . S a l o n u bo¬
˛altanlar, gürültüler, tartı˛malar içinde her istikamette daı-
lıyorlardı.
Benim yanımda konu˛acaım kimse yoktu. Svetnoy Bul-
var'a d o  r u y ü r ü d ü m . B u r a s ı , ince u z u n b i r park ˛erididir. Par¬
kın yollarında dola˛anlar, sıralara yerle˛enler, y a h u t aaçların,
çalıların kuytuluunda çimenlere uzanan çiftler, hulâsa o yıl¬
larda Moskova'da görülmeye alı˛ılan gece sakinleriyle park,
her günkü hayatını ya˛ıyordu. Biraz ilerde tefekkür (dü˛ünce)
h e y k e l i , h e r z a m a n k i gibi dalgındı. Ö n e eilmi˛ ba˛ı, çenesinin
altında kenetlenen eli ve çözülmez muammalara dalmı˛ göz¬
leriyle bu heykel, m a n a l ı bir sanat eseridir. ›nsanı her zaman
önce sükûna, sonra dü˛üncelere sürükler. H e y k e l i n kar˛ısında
bir sıraya o t u r d u m . Kamenef, tekrar gözümde canlandı:
Bu adam, ihtilâl liderleri içinde, dı˛ görünü˛ü itibariyle
en az ihtilâlci olanıydı. Yalnız bu liderler arasında deil, o
z a m a n belki b ü t ü n Rusya'da, y a l n ı z o n u n iyi cinsten g ö r ü n e n ,
açık neftî b i r fötr ˛apkası vardı. Bütün ihtilâl liderleri içinde
gene yalnız o klasik b i r k ı y a f e t l e dola˛ırdı. Muntazam kumral
sakalı, hafif posbıyıklı, altın çerçeveli gözlüklerinin çevreledi¬
i zeki gözleriyle bu sima, hiç bir ˛iddet ve hareket ifadesi
ta˛ımazdı. O r t a b o y l u ve A v r u p a ' n ı n h e r caddesinde binlerce¬
si görülen m a z b u t , babacan ˛ehir a d a m l a r ı n d a n biri gibiydi.
Baırmadan, yumruklarını masalara vurmadan, dudakla¬
r ı n d a daima alaycı bir tebessümle, sakin ve tane tane konu˛ur¬
du. Bir ihtilâlciden ziyade, bir sosyal-demokrat aydınım ha¬
tırlatırdı. Bazı ˛eyler y a z m ı ˛ olmakla beraber, ne sayısız eser¬
leri, ne sistemle˛mi˛ nazariyeleri vardı. Halbuki yalnız ihtilâl¬
den sonra deil, t â y i r m i be˛ y ı l d a n b e r i i h t i l â l cephesinin en
dikkate deer adamlarından biriydi. Daha Çar devrinde par¬
t i n i n m e b u s u olarak p a r l a m e n t o y a girdi. S o n r a Ç a r , parlamen¬
toyu daıtınca Sibirya'ya sürüldü. ›htilâl patlak verince de
h e m e n P e t e r s b u r g ' a d ö n d ü . H e r z a m a n v e h e r t o p l a n t ı d a oldu¬
u gibi, sürgünden döner dönmez de hemen bol˛evik fraksi¬
y o n u n u n b a ˛ ı n a geçti .
366 SUYU ARAYAN ADAM

Rusya'da çarlık, Birinci D ü n y a H a r b i ' n i n tesirleriyle çıkan


karı˛ıklıklar s o n u n d a 16 mart 1917'de y ı k ı l d ı . O n d a n sonra ku-
rulan Kurucular Meclisi Petersburg'da Simolenski ›nstitüt'te
çalı˛ıyordu. Fakat daha evvel de dier b i r vesileyle izah et¬
tiim gibi, Çar'm yerine gelen Demokrat Partiler de Çar'm
hatalı y o l u n u takibediyorlardı. H e r ˛eye r a  m e n , h a r b e devam
etmek ve harbi kazanmak davasmdaydılar: Kerenski, Mare-
˛al Bro˛ilofu Gariçya'da, hâlâ imha hücumlarına devam etti¬
riyordu. › m h a o l u n a n ise A l m a n l a r d e  i l , eriyen Rus ordusuy-
du. Halbuki çarlık, halkın harpten bıkmı˛ olmasından dü˛¬
mü˛tü. F a k a t ç a r i d a r e s i n i d e v i r e n l e r b u n u u n u t u y o r , R u s hal¬
kının ümitlerini her gün biraz daha kaybettiriyorlardı. ›kti¬
d a r b i r a n g e l d i k i a r t ı k sokaa d ü ˛ t ü . Kı˛lık sarayda Kerenski'
n i n i d a r e e t t i  i h ü k ü m e t ise, r e a l i t e l e r l e h e r t ü r l ü a l â k a s ı n ı kes¬
mi˛ti. Elindeki son k u v v e t l e r de Galiçya'da, hücum dalgaları
˛eklinde erimi˛ti. H a l b u k i Rusya halkı, zafer deil, s u l h v e ek¬
mek istiyordu:..
›˛te o sıralarda, Simolenski Institüt'teki K u r u c u l a r Mecli-
si'nde artık hiç bir karara varılamıyordu. Meclisin toplantıla¬
rı bir g ü r ü l t ü patırdı içinde b ü t ü n i n t i z a m ı n ı kaybetmi˛ti. Ge¬
ne böyle bir gün, bol˛evik f r a k s i y o n u n u n ˛amataları ve meclis
i ç t ü z ü  ü n e u y m a y a n h ı r ç ı n l ı k l a r ı y ü z ü n d e n b ü t ü n p a r t i l e r bı¬
kıp da, daha sakin bir y e r d e içtima etmek üzere salonu onla¬
r a b ı r a k ı p ba˛ka b i r y e r d e t o p l a n m a k üzere çıkınca, Kamenef
telâ˛sızca m e c l i s k ü r s ü s ü n e y ü r ü d ü . R e i s l i k y e r i n e o t u r d u . San¬
ki h i ç b i r ˛ey olmamı˛, sanki içtima devam ediyormu˛, sanki
kar˛ısında bütün meclis hazırmı˛ ve kendisi bu kürsüye, san¬
ki onun davetiyle gelmi˛ b i r reis gibi, iktidarın Bol˛evik Par-
tisi'ne devrini sükûnette oya k o y d u . P a r t i n i n tektük mümessil¬
leriyle, salonu ve k o r i d o r l a r ı d o l d u r a n seyirciler, askerler, bah¬
riyeliler, i˛çiler ve i˛sizler lehde ellerini kaldırmı˛ oldular (9
kasım 1917). ›ktidar böylece bol˛eviklere geçti.
Gerçi ˛ekil biraz karı˛ıktı. Ama ne var ki ˛artlar olgun¬
du. T a m d ı . . .
O zamandan beridir ki iktidar bu partinin elindedir. Da¬
ha sakin bir yerde ve iç tüzük hükümlerine uygun içtimalar
SUYU ARAYAN ADAM 367

vapmak için çantalarım, nutuklarını ve projelerini toplayıp


salonu t e r k e d e n p a r t i l e r ise, o gün bugün, hâlâ toplanacak¬
lardır...
*

Acaba ˛imdi A l m a n y a da mı böyle bir tarihi an içindeydi9


Paris'te toplanıp adına sulh konferansı denilen ve birtakım
muahedeler imzalatmı˛ olan her ˛eyden habersiz Baylar, Al-
manya'daki en son iyi niyetleri zaten tüketmi˛ti. Almanya'da
doacak k ü t l e v î b i r ümitsizlii n birçok ˛eyler dourması müm¬
kündü. O gece v e K a m e n e f ' i n n u t k u n d a a d ı n ı ilk defa d u y d u ¬
umuz Hitler, gene Kamenefe göre sadece sokaın psikoloji-
siyle oynuyordu. Avusturyalı bîr onba˛ıydı. A m a Birinci D ü n ¬
y a H a r b i n d e A l m a n o r d u l a r ı n ı n v e K a y s e r ' i n g e n e l k u r m a y ba˛¬
kanı olan L u d e n d o r f , ˛imdi o n u n arkasında y ü r ü y o r d u .

Oturduu yerde bir an için her ˛eyi Kamenef'in dedii


gibi c e r e y a n edecek ˛ekilde d ü ˛ ü n d ü m . Y a r ı n d a n i t i b a r e n o n u n
tavsiye ettii g i b i , A l m a n y a ' y ı ö  r e n m e h ü c r e l e r i , A l m a n c a ders
leri, yahut Almanya i ç i n siyasî rehberlik kursları derken, me¬
selâ bir ay sonra belki de Berlin'de olabilirdik. Evet, bir ay
sonra B e r l i n ' d e olabilirdik. P o l o n y a b i z e y a k ö p r ü , y a geçit ola¬
caktı. Eer çit olursa ilk sava˛ımızı belki Vistül'de verecektik!

Hem belki de yarın kıymet, sermaye nazariyeleri dersle¬


rine son verilecekti. ›lk i˛imiz ˛imdi belki de Almanya'yı ö¬
renme dersleri olacaktı. Evet, Almanya'yı örenme dersleri.
K a f a m d a ˛ i m d i A l m a n y a ' i ç i n n e b i l g i l e r v a r d ı acaba? Hiç! Ro-
m a ile sava˛an C e r m e n l e r ! , G o l v a m ı , yoksa C e r m e n m i o l d u -
unu pek hatırlayamadıım Versenke-Toriski, mukaddes Cer¬
men imparatorluu deyince D ö r d ü n c ü Hanri'yi, sonra Büyük
Erederik'i, Kayser ›kinci Vilhelm'i biliyordum. ›˛te bu kadar.
A m a ˛imdi bize A l m a n y a ' y a y o l g ö r ü n ü y o r d u . H e m o r a d a bel¬
ki de bir siyasî rehber olacaktım. Niçin olmasın?

Artık yeni bir rüzgâr esiyordu. Borodino'dan ba˛layarak,


meselâ Napolyon'un ricat yollarının izinden Polonya'yı yıkıp
d a b i r sel gibi a k ı n c a , artık Berlin'de m i , yoksa Ren'de mi d u -
368 SUYU ARAYAN ADAM

rur, yoksa Atlantik'e mi varırdık, artık onu kader tayin ede¬


cekti.

Svetnoy bulvardaki tefekkür heykeli kar˛ısında ve gece¬


n i n geç saatlarında, yarı uyku, yarı uyanıklık halinde dü˛ün¬
düklerim bunlardı. Ama ˛imdi bana siz:

— Peki iyi ama, bütün bu olaylar içinde senin i˛in ne?


diye sorabilirsiniz. F a k a t siz, kayıt ve ˛art t a n ı m a y a n v e bu¬
lunduu ˛artları, ancak heyecan kudretiyle youran bir ya¬
˛ ı n i n s a n ı n ı d ü ˛ ü n ü n . B u h e y e c a n , o gece b e n i k o l a y c a o basit
park sırasının ü z e r i n d en almı˛; Vistül'e, Ren'e, Atlantik'e, Pi-
renelere, Alplere, Balkanlara sürüklemi˛, götürmü˛tü.

Kamenef'in toplantısından sonraki günler, hareketli birta¬


kım bekleyi˛ günleri olarak geçti. H e r toplantıda Alman me¬
selesi konu˛uluyordu. Sabahın erken saatlarında duvar gaze¬
telerinin önüne ko˛uyorduk. Ondan sonra parkta silâh talim¬
leri ba˛lıyordu. Derslerin havası dei˛mi˛ti. Kulaktan kulaa
haberler geliyordu:

— Her ˛ey yarın,


d e n i l i y o r d u . F a k a t y a r ı n o l u y o r v e B e r l i n ' d e n hiç b i r h a b e r gel¬
miyordu.
Sonra:

— Hayır, diyorlardı, hareket saati geri alındı, bekleye-


ceiz!

Ve bekliyorduk. S o n g ü n l e r i n h a v a s ı g a r i p b i r m e d v e ce¬
zir halinde dalgalanıyordu. Ortada birtakım tereddütlerin, tar¬
tı˛maların olduu (1) belliydi. Nihayet bir gün bir profesör

(1) Bilindii gibi A l m a n y a bir ihtilâle s ü r ü k l e n m e d i . Mosko¬


v a ' n ı n , A v r u p a ' n ı n k e n d i i ç i n d e n gelecek bir A v r u p a i n k u â b ı hak- i
k ı n d a k i aktif çabası da, gerçekte o z a m a n bitmi˛tir. Bu netice Av- |
r u p a sosyalist h a r e k e t l e r i n de b i r d ö n ü m oldu. Evvelce Moskova'nın
A v r u p a ' d a en yetkili ajanı iken › k i n c i D ü n y a H a r b i n d e n s o n r a Av¬
r u p a ' y a s ı  m a n v e s o n r a bir otel odasında ö l d ü r ü l e n G e n e r a l K r i -
vitski'nin « B e n Bir Stalin A j a n ı y ı m » isimli eserinde, bu t e r e d d ü t gün¬
leri etrafıyle anlatılır.
SUYU ARAYAN ADAM 369

— Burjuvazi, dedi, tarihinde iki defa silâhlanır. Birincisi


doarken, Fransız ihtilâli onun birinci silâhlanmasıyd%.
Simdi de fa˛izm, onun ikinci ve son silâhlanmasıdır. Al-
manya, belki >de fa˛izme gebedir'.

I
**
O g ü n l e r d e yapıları dier bir toplantı, bu k o n u d a beni da-
a karı˛ık dü˛üncelere sevk e t t i .
Bu defaki toplantı, Moskova çayı ardındaki fabrikalardan
erinde yapılacaktı. Evvelâ Kızılmeydan'ı, daha a˛aıda Mos-
ova çayı k ö p r ü s ü n ü geçtikten sonra, birtakım karı˛ık ve ça¬
murlu yollar dola˛arak toplantının yapılacaı fabrikayı bul¬
mak, h a t t a b i r a z güç o l d u . B u r a s ı sapa v e gösteri˛siz b i r y e r d i .
B ü y ü k ve çinko kaplı kapılardan girilen dar, kasvetli fab¬
rika avlusunda su birikintileri, demir yıınları ve ötede beri¬
le yuvarlanan bir sürü hurdalar arasından zorlukla yürüne-
o i l i y o r d u . G e c e sisliydi. A v l u k ö t ü a y d ı n l a t ı l m ı ˛ t ı . Ö n ü n d e b i r -
-.akım insanlar kımılda˛an tek katlı bir binanın kapısına var¬
dım. Davetiyemi gösterip de içeri girdiim z a m a n ba˛ıma ilk
. u r a n ˛ey, her tarafa sinen lahana çorbası ve mahurka (bir
nevi adı t ü t ü n ) kokuları oldu. B u r a s ı f a b r i k a n ı n h e r h a l d e i˛çi
y e m e k h a n e s i y d i . A n l a ˛ ı l a n a y n ı z a m a n d a k u l ü p v e t o p l a n t ı sa¬
lonu olarak da kullanılıyordu.
Oturacak yerler uzunca tahta sıralardı. Üzeri çinko kaplı
büyük yemek masaları, o günkü toplantı için ortadan kaldı¬
rılmı˛, a r k a d a b i r k ö ˛ e y e üst üste y ı  ı l m ı ˛ t ı . S a h n e b o ˛ t u . D u ¬
varlarda, bütün fabrika yemekhanelerinde görülen harcıâlem
resimler, yazılar vardı. Bunlardan biri, sahnenin arka duva¬
rını kaplıyordu ve üç kısımdı. F o n bir sanayi yeriydi . Birin¬
ci kısmın üzerinde «tahrip» yazılıydı. Her yer yıkık dökük¬
t ü . B a c a l a r ç ö k m ü ˛ , m a k i n e l e r p a r ç a l a n m ı ˛ t ı . O r t a d a kimsecik¬
ler y o k t u . ›kinci kısmın üstünde de «hücum!» yazılmı˛tı. El¬
lerinde çekiçler, pergeller, aletler b u l u n a n bir i˛çi kalabalıı ¬
nın birtakım bayraklarla bu harabeye hücum ettiini gösteri¬
yordu. Sonra «zafer» sahnesi g e l i y o r d u . Bacalar tütüyor, ma¬
kineler i˛liyordu. ›˛çiler tezgâhlarının ba˛ında arı gibi çalı˛ı-

24
370 SUYU ARAYAN ADAM

yorlardı. B u gibi resimler, yazılar, o zamanlar bütün duvar¬


ları d o l d u r u r d u .
Burası; birkaç g ü n önce Kamenef'in n u t k u n u verdii, Al¬
man ihtilâlinin e˛iinde olduumuzu ilân ettii aydınlık, yal¬
dızlı salondan ne k a d a r ba˛ka bir yerdi? Burada toplananlar
da orada g ö r d ü k l e r i m d e n daha ba˛ka t ü r l ü insanlardı.
Hepsi de nispeten daha ya˛lıydılar. Aralarında üniversi¬
teliler, askerler, gençler azdı. Bu salonda herkes sakin, sessiz
oturuyordu. Aralarında hafif sesle konu˛uyorlardı. Burada sı¬
raları dolduranlar daha ziyade, fabrikaların yeti˛kin i˛çileri ,
istihsal yükünü fiilen omuzlarında ta˛ıyanlar, mahallî te˛kilâ¬
t ı n söz s a h i b i ö n c ü l e r i olsa g e r e k t i .
V a k i t gelince prezidyum sahnede yerini aldı. B a ˛ k a n ya˛¬
lıca b i r i ˛ ç i y d i . T o p l a n t ı y ı açtı ve sade b i r sesle:
— Simdi Stalin yolda˛ konu˛acak,
d e d i . S a h n e n i n ö n ü n d e m ı z ı k a y o k t u . E n t e r n a s y o n a l d a söylen¬
medi. Yalnız salonu dolduranlar, oturdukları yerden Stalin'i
aır aır alkı˛ladılar. O bunları duymuyor gibi yürüdü. Ma¬
sanın ba˛ına geçti ve hemen konu˛maya ba˛ladı.
Pantolonun dizleri çizmelerinin üstüne ta˛acak k a d a r bol¬
du. S ı r t ı n d a dik y u v a r l a k y a k a l ı , y a k a v e göüs d ü  m e l e r i y a n ¬
dan, siyah b i r seten g ö m l e k v a r d ı ki, belden bir kayı˛la sıkıl¬
mı˛tı. G ö m l e  i n etekleri p a n t o l o n u n üstüne dökülüyordu. Ce¬
keti y o k t u . S a h n e y e g i r e r k e n kasketi b a ˛ ı n d a y d ı . B u s i y a h me¬
˛in kasket ba˛ının üzerinde, gür saçlarını iyic e toplayamaya-
cak kadar küçük kalıyordu. Söze ba˛lamadan evvel kasketini
çıkardı ve masanın kenarına koydu. Kaim ka˛ları, souk ab¬
lak yüzü, pos bıyıkları altındaki kısık dudaklarıyle bu orta
boylu adam, p a r t i n i n genel sekreteriydi. Az görülen, az konu¬
˛an, kapalı ve d a i m a arka p l a n d a bir ˛ahsiyetti. Rus ihtilâlinin
ön plana s ü r d ü  ü , isimleri ve resimleri sokakları d o l d u r a n canlı,
hareketli, ta˛kın insanlardan ba˛ka bir tipti.
Aır, fakat t e r e d d ü t s ü z k o n u ˛ u y o r d u . Ç e h r e s i asık, sesi al¬
çak v e m o n o t o n d u . H a t t a a r k a s ı r a l a r d a kalanlar,- s ö y l e n e n l e r i
pek de iyi i˛itmiyor olacaklardı ki, Rusya'da bu gibi hallerde
âdet olduu gibi zaman zaman:
SUYU ARAYAN A D A M 371

— Gromçe! Gromçe! (daha yüksek, daha yüksek).


üye baırıyorlardı. O sesinin t o n u n u dei˛tirmedi. Fakat ar-
•ladakilerin g ü r ü l t ü l e r i d e u z a y m c a , g e n e sesini y ü k s e l t m e d e n :
— Eer susarsanız i˛itilir,
riedi v e d e v a m etti. Bu sözlerini de arkada sıralarda oturan¬
lar g a l i b a d u y m a d ı l a r a m a , y a v a ˛ y a v a ˛ g ü r ü l t ü l e r s i n d i . K o n ¬
ferans ba˛ladıı gibi, sessizlik içinde bitti.
*

* *

Stalin de Alman ihtilâlinden bahsedecek diye bekledim.


H a l b u k i g ü n ü n b u ö n p l a n d a k i meselesine hiç d e  i n m e d i . Söz¬
leri a r a s ı n d a n e A l m a n i h t i l â l i , n e d ü n y a i h t i l â l i s ö z l e r i b i r de¬
f a bile g e ç m e d i . O n u n için galiba böyle bir dava y o k t u .
O, n u t k u n d a belli v e elle t u t u l u r meseleler ortaya koyu¬
yordu. Sualler atıyor ve a r k a s ı n d a n b u n l a r ı gene kendisi ce¬
v a p l a n d ı r ı y o r d u . C e v a p l a r kısa, açık v e h u d u t l a r ı b e l l i ˛eyler¬
di. K a m e n e f i n n u t k u n d a k i cinsten h e y e c a n u n s u r l a r ı , o n u n nut¬
k u n d a y o k t u . O , ba˛ka sulard a y ü z ü y o r d u :
— Bizim memleketimiz büyük, ama geri,
diye ba˛ladı:
— Bize çok çalı˛mak lâzım. Evet gevezelik etmek deil,
çalı˛mak. Planlı ve disiplinli çalı˛mak. Sayısız servet-
lerimiz var, doru. Ama bundan ne çıkar? Hepsi de el
dememi˛ duruyor! Laf ebelii, tembellik ve kayıtsız-
lık! ›˛te bizim, kapitalistlerden daha korkunç dü˛man¬
larımız bunlardır...
Bu inkılâbı yaptık. Ama memleket hâlâ kapitalizm
öncesi bir iptidaîlikte ya˛ıyor! (Burada Leninden bazı
cümleler okudu). O halde ne lâzım? Çalı˛mak ve tekni-
e sahip olmak? Niçin? Memleketi evvelâ kapitalist
memleketlerin seviyelerine çıkarmak, onlara ula˛mak,
sonra da onları geçmek için! Bu nasıl olur? ›˛ randıman¬
larını yükseltmekle...
Pek iyi, bunları kim yapacak? Parazitler mi? Ge¬
vezeler mi? Bozguncular mı? (Burada Lenin'den gene
bazı cümleler okudu).
372 SUYU ARAYAN A D A M

S o n r a b i r sıra istihsal r a k a m l a r ı , r a n d ı m a n r a k a m l a r ı say¬


d ı . O n a g ö r e b u r a k a m l a r , d ü n y a n ı n k a r ˛ ı s ı n d a u t a n ı l a c a k ˛ey¬
lerdi...
— O halde, dedi, memleketi makinele˛tirmen, elektriklen-
dirmeliyiz. Bugün memlekette makine var denilebilir
mi? Hayır! Halbuki dava, makine ve elektrifikasyonda¬
dır. (Burada Lenin'den yeni parçalar okudu). Bizim, için
mesele, Batı memleketlerindeki randımanları ve istihsal
normlarını a˛an rakamlara ula˛maktadır...
Nihayet:
— ›˛te yolda˛lar! dedi, bizim bütün vazifemiz bu normlara
ula˛maktır. Bütün dünyada üstün ve ileri olmaktır! Ula˛-
mak ve geçmek! vb...

K o n u ˛ u r k e n h i ç b i r jest y a p m a d ı . Y ü z ü n ü n h e r z a m a n ka-
p a l ı k a l a n ifadesi h i ç d e  i ˛ m e d i . Y u m r u  u n u m a s a l a r a v u r m a ¬
d ı . N u t k u n u n h a r a r e t l i y e r l e r i n d e z a m a n z a m a n p a r l a y a r a k din¬
leyicilere alkı˛lama kumandası verir gibi tertiplere müracaat
etmedi. Marksın, Lenin'in cümlelerini aynı m o n o t o n ifadesiy¬
le, fakatj e z b e r d e n v e t a m s a d a k a t l e n a k l e t t i : H e r haliyle, ka¬
rarlarında ve inandıklarında münaka˛a kabul etmez mutaassıp
bir m ü m i n d i . K a s k e t i n i ba˛ına geçirip masadan ayrılırken de
galiba biraz gülümsedi...
Dinleyiciler onu her halde anladılar. Z a t e n g ö r ü n ü ˛ e göre
b u n l a r , o n u n d i l i n i a n l a y a n a d a m l a r d ı . O n u n d a , y a l d ı z l ı tiyat¬
r o s a l o n l a r ı y e r i n e b u sapa f a b r i k a l a r ı seçmes i h e r h a l d e sebep¬
siz deildi. Nutku bitince dinleyiciler onu alkı˛ladılar. Hatta
bunların bir kısmı da ayaa kalkarak alkı˛ladı. Fakat bu al¬
kı˛larda, mübalaalı bir ta˛kınlık yoktu.
*

O sıralarda, parti genel sekreteri Stalin, Milliyetler Komi¬


seri olarak da icra komiserleri heyetine (kabineye) dahildi.
O r a d a p a r t i d e m e k h e r ˛ey d e m e k t i r . S o n r a d a ikinci vazifesi
dolayısıyle muhtar cumhuriyetlerin, bilhassa A s y a ve Kafkas¬
ya'deki toprakların ve ülkelerin i˛leri o n u n elinde toplanıyor-
SUYU ARAYAN ADAM

du. Bu c u m h u r i y e t l e r üzerinde h e m parti, h e m idare bakımın¬


dan direkt temas ve kontrol, bu suretle Stalin'e geçmi˛ti.
O günlerdeki ihtilâl liderlerini, önde gelen davaları itiba-
riyle birbirinden farklı iki grup halinde mütalâa etmek, ha¬
talı olmasa gerektir:
Birinci grupta Trotski, Zinovyef, Kamenef, Rikof, Buha-
rin, R a d e k gibi klasik a y d ı n l a r v a r d ı . Hepsi de canlı, mücade¬
leci, ate˛li, hareketli insanlardılar. Belki de fazla b i r m a n a ta¬
˛ımamakla beraber, b u n l a r ı n hepsi d e ı r k a n Y a h u d i y d i l e r . Hep¬
si yabancı memleketlerde ya˛amı˛lardı. A v r u p a ve Amerika'yı
tanıyorlardı. Ba˛lıca Batı dillerini, kendi kültür dilleri olan
Rusça gibi b i l i y o r l a r d ı (1).
Avrupalı ve Amerikalı komünist liderleriyle dü˛üp kalk¬
maktan, o memleketlerin meseleleriyle ura˛maktan, konfe¬
ranslarda, gazetelerde, kongrelerde daima bu meseleler ve d ü n ¬
ya davaları üzerinde tartı˛maktan zevk alıyorlardı. Yabancı
memleketlerin komünist partilerinin ve organlarının ba˛ında,
bunların dostları ve arkada˛ları bulunuyorlardı.
Bunun için de kendilerinin Rusya haricindeki ˛öhretleri,
Rusya'daki kadar büyüktü. O n l a r daha ziyade, dünya ihtilâli¬
nin adamlarıydılar. Bu ihtilâlin merkez te˛kilâtı olan komin¬
tern ellerindeydi. Onlar kaderlerini daha ziyade dünya ihtilâ¬
line balamı˛ gibiydiler. Onlara göre dünya ihtilâli olmazsa
Rusya ya˛ayamazdı (2). Rus ihtilâli, dünya ihtilâlinin ancak
bir basamaıydı. Hatta bu i h t i l â l e r e h b e r l i k r o l ü y a k ı n d a Rus¬
l a r ı n e l i n d e n A l m a n l a r ı n eline geçecektir (3). B u fikirler, bun¬
lar t a r a f ı n d a n h e r vesileyle ve açıkça ifade olunuyordu.

›˛çi b i r l i k l e r i n d e , i ˛ l e t m e l e r d e , p a r t i k o m i t e l e r i n d e v e m u h ¬
t a r c u m h u r i y e t l e r d e k i l e r l e , y a n i R u s y a ' d a asıl i ˛ b a ˛ ı n d a o l a n l a r -

(1) D a h a evvel de ˛erh v e r d i  i m gibi, b u n l a r ı n hepsi de S t a l i n


z a m a n ı n d a öldürülmü˛lerdir.
(2) S o n y ı l l a r da bu m e v z u d a T r o t s k i d a h a telifçi bir görü˛e
varmı˛tı.
(3) L e n i n ' i n b i r sözüne d a y a n a n b u görü˛ü s a v u n a n l a r , b u
grup t a r a f ı n d a n h i y a n e t suçu ile temizlendiler. B u k a d r o n u n ˛ u a n d a
ortadan kalkan yalnız Mikoyan'dır.
374 SUYU ARAYAN ADAM

la b u n l a r arasında direkt temas yok gibiydi. Z a t e n onlarla bun¬


lar arasında büyük bir kültür farkı vardı. Bu grup, bu d a h i lî
t e ˛ k i l â t ı n çok ü s t ü n d e , daha dorusu hatta belki d e dı˛ındaydık
S t a l i n ise K a f k a s y a ' d a n d ı . R u s ç a ' d a n ba˛ka y a b a n c ı d i l bil¬
miyordu. D ı ˛ m e m l e k e t l e r e b a z ı kısa s e y a h a t l e r i olmakla bera¬
b e r hiç bir yabancı memleketi esaslı tanımıyordu. Arjanikidje,
Mikoyan, Kaganoviç, Karahan, Yenokidze, S e r k i s v e d a h a son¬
ra Teosyan ve Beria gibi arkada˛ları da hep kendi gibi Kaf-'
kasyalılardı. G ü r c ü veya Ermeniydiler. (Kayınpederi Kagono-
viç Yahudi). Bunlar da onun gibi halkın kalabalıından gel¬
mi˛lerdi. Ne yabancı memleketleri, ne yabancı dilleri biliyor¬
lardı. B u n u n için de k o m i n t e r n i n etrafında t o p l a n a n Batı kül¬
türlü liderlerle bunlar arasında mü˛terek dil yoktu. Mizaç ve
yeti˛me ayrılıkları belliydi.
Bu ikinci grup, daha ziyade kendi sosyal kaynaklarından
yani sokaktan gelen, fakat bütün iç te˛kilâtı ellerinde tutan,
tabiat, lisan ve formasyonları kendilerininkine benzeyen Rus
veya yerli unsurlarla bada˛ıyorlardı. B u n l a r ı n kaderi de, Rus
inkılâbının kaderine balıydı. Öyle denebilir ki Rusya ve Sov¬
yet hükümeti bunlar için her ˛eyin ba˛ında geliyordu. Bunlar
için dava, artık R u s y a ' n ı n in˛asıydı. ›htilâl olmu˛ bitmi˛ti. fiim¬
d i tesviye edilecek z e m i n ü z e r i n d e hemen yeni n i z a m ı n kurul¬
ması l â z ı m d ı . H a l b u k i birinc i g r u p için dava, A v r u p a ve dünya
ihtilâliydi. Rusya, sadece b i r b a s a m a k t ı .
Daha önce adı geçen aydınların ekserisi, çarlıın zulüm
ve ˛iddet yıllarını Avrupa ve Amerika'da geçirirken, bunlar
Kafkasya'da, çar p o l i s i n i n baskısı altında pi˛mi˛lerdi. Karakol¬
larda, hapishanelerde, S i b i r y a ' d a sert i m t i h a n l a r g e ç i r m i ˛ l e r d i ,
ölmü˛ler, öldürülmü˛ler, suikastler, baskınlar meydan dayak¬
ları içinde yuvarlanmı˛lardı. Hatta münevverlerin Sibirya sür¬
günlükleri bile bu sokak adamlarına göre farklı muamelelere
tabi idi.
Bunlar, yabancı mümessillerle yabancı diller konu˛arak
Marksizme ait sonu gelmez nazariye münaka˛aları yapmaktan
ziyade ihtilâlden sonra kendilerini, ç a r l ı  ı n tasfiyesi ve te˛kilât
meselelerine, istihsalin tanzimi, parti d i s i p l i n i , . in˛a i˛leri gibi
SUYU ARAYAN ADAM 375

çetin davalara v e r m i ˛ l e r d i . Memleketin menivelâları, fiilen b u n -


:
ların ellerindeydi.
*
* *
G ö r ü n ü ˛ e göre L e n i n , b u g r u p l a r ı n ba˛ında, fakat h a k i k a t -
t e belki d e ortasında d u r u y o r d u . H e m d ü n y a g ö r m ü ˛ b i r a y d ı n ,
hem uzla˛maz bir ihtilâlci, hem bir te˛kilâ t ve devlet adamı.
Aynı zamanda biraz Tatar asıllı olsa bile bir Rustu.
Fakat ne var ki artık hastaydı. ›htilâlden sonra bir gün,
bir fabrika m i t i n g i n e giderken (1920) Kaplonova isimli bir ka-
dının ate˛ledii t a b a n c a d a n v ü c u d u n d a k a l a n b i r k u r ˛ u n u n t e -
siriyle gittikçe artan bir damar sertlii içinde mefluç yatıyor¬
du. H e l e son z a m a n l a r d a sesi d e k a y b o l m u ˛ t u .
Eer ayakta kalsaydı, bir devlet adamı olmak vasfı belki
daha da geli˛ecek ve Rusya hiç ˛üphesiz sosyalizm yolunda,
fakat m a k u l v e daha az kanlı, t e k â m ü l ü n ü takip edecekti. Hat¬
ta bir aralık hasta yataından çıkabildii kısa günlerde, ko¬
m i n t e r m i n bir kongresinde söz aldı. Bu kongre ondan dünya
ihtilâline dair haberler bekliyordu. Halbuki o, devlet bütçe¬
sinden, devlet gelir ve giderlerinin nizam altına alınmasından,
tasarruftan, plandan ve salam p a r a y a dayanan bir finansman
sisteminden bahsetti:
— Planlı bir iktisat, .ancak salam bir finansman planına
dayanır,
dedi. Halbuki o güne kadar ihtilâl edebiyatında moda, para
ile alay etmekti. Para artık tarihe karı˛mı˛tı! Para ile alay
edildii zaman kapitalizm de küçültülmü˛ sayılırdı. Bu suret¬
le kapitalizm, en gülünç tarafından v u r u l u y o r zannedilirdi.
Dergilerdeki resimlerde yayınlandıına göre Stalin, Lenin'
in hastalıında daima o n u n y a n ı n d a g ö r ü n d ü (1). Lenin'in ya-

(1) Meksika'da ö l d ü r ü l m e d e n evvel T r o t s k i , Stalin h a k k ı n d a


yazdıı bir kitapta, L e n i n ' i n hastalıı z a m a m n d a sıhhî k o n t r o l ü n ü n ,
âdeta Stalin'in i n h i s a r ı n a geçtiini söyler. H a t t a b u yazılara, L e -
n i n ' i n ö l ü m ü n ü ˛üpheli gösteren i t h a m l a r da ilâve etti. T r o t s k i , b i r
ajan t a r a f ı n d a n , a m a i˛te bu kitabı y a z a r k e n, ba˛ına v u r u l a n b i r
demirle ö l d ü r ü l m ü ˛ t ü r . H a t t a kitabın son sayfaları eksik kalmı˛tır.
Ajan hiç bir ˛ey itiraf etmedi.
376 SUYU ARAYAN ADAM

taı b a ˛ ı n d a , y a h u t sade bir bahçe kanepesinde yerle˛en Le-


nin'in yanında Stalin bazı öne doru eilmi˛ elleri dizlerinin
üstünde birle˛tirilmi˛ mütevazî ve saygı halinde görünürdü.
Bu resimler, bro˛ürler, h e r tarafa daılıyordu...
N i t e k i m bir m ü d d e t sonra L e n i n hayata gözlerini y u m u n ¬
ca (1923) Stalin h e m e n bir a d ı m daha ileri atarak o n u n y e r i -
ni d o l d u r d u . Ç ü n k ü b u a d ı m ı a t m a k i ç i n , b a s ı l a c a k ta˛lar, ses-
sizce ve evvelce hazırlanmı˛tı. Öyle bir yer tutmu˛tu ki, bu
"basamaklara h e r k e s t e n önce; ancak o adım atabilirdi...

Büyük kongrelerde, ba˛kanlık divanı masasında yanyana


ve hep bir sırada oturan liderlerin, hakikatta aynı platform
üstünde bulunmadıklarını, ilk defa Moskova çayı ötesindeki
fabrikanın aır kokulu yemek pavyonunda, Stalin'in nutkunu
dinlerken sezinledim zannediyorum. Büyük devlet tiyatrosu¬
n u n yıldızlara boulmu˛ salonunda, mızıkalar, h u r r a l a r v e en¬
ternasyonal sesleri arasında Kamenef, Moskova'nın h e r mace¬
raya atılmaya hazır genç kadrosuna:

— Çocuklar! Almanya, ihtilâlin e˛iindedir. Sizin birinci


vazifeniz, Almanca örenmek, Almanya için siyasî reh-
berler hazırlamak ve silâh talimleri yapmaktır,

•derken, Stalin Moskova sanayi mahallesinin kasvetli bir fab¬


rikasında, fakat sanayii fiile n elinde tutanlara ˛öyle konu˛u¬
yordu:

— Sizin birinci vazifeniz istihsali arttırmaktır. Kapitalisı


memleketlerin istihsal normlarına yeti˛mek ve onlan
geçmektir. Parazitler, gevezeler, laf ebeleri, bizim fcapi-
talistlerden daha tehlikeli dü˛manlarımızdır. Bütün dün-
yada en ileri ve en kuvvetli olmak... Bizim i˛imiz budur

daha sonraları birçok belirtiler, maceracı bir . dünya ihtilâlci¬


lii ile in˛ac ı b i r i ç p o l i t i k a n ı n , b u y e n i d e v l e t i n k u r u l u ˛ u çark¬
larında birbirine çarptıını gösteriyordu.
Hulâsa aynı platformda gibi görünüp ayrı diller konu˛ar
SUYU ARAYAN ADAM 37T

g r u p l a r ı n , h e r ikisi d e k e n d i t e z g â h ı n ı k e n d i d ü k k â n ı n d a , ken¬
di bildiine göre i˛letmeye çalı˛ıyordu.
*
**

Zaten Almanya bahsinde Rus ihtilâlcileri öyle denilebilir ki


daima iki zıt k o m p l e k s i n tesiri altında kaldılar. Bu kompleks¬
lerin biri, A l m a n y a ' n ı n silâhlanması ve Rusya'ya h ü c u m u kor¬
kusu idi. Dieri de, A l m a n ihtilâli, Almanya'nın komünistle˛-
mesi ve dolayısıyle gelecekte Almanya'nın üstünlüü ku˛kusu.
Birinci korku daima ve herkes tarafından açık olarak ilân
edilirdi. H e m e n her n u t k u n ba˛ında, Garp devletlerinin Rus¬
ya'ya müdahale a r z u l a r ı n d a n bahsedildii zaman bunun altm-
da, arkasını Garp devletlerine dayayarak s i l â h lı bir A l m a n y a '
nın korkusu vardı. Yoksa Fransız ordusunun, ›ngiliz ordusu¬
nun silâhlı müdahalesi kimseyi ü r k ü t m ü y o r ve bu his gizlen¬
miyordu. Bunlar denenmi˛ kıymetleri teraziye vurulmu˛ ve
hükümleri verilmi˛ ˛eyler sayılıyordu. Batıdan Beyaz Deniz'
den, K a r a d e n i z ' d e n , hatta Sibirya ü z e r i n d e n harekete geçirilen
fakat s o n r a hepsi de yenilen Yudeniç, Lenikin, Kolçak, Vran-
gel maceraları, onlara bu kanaati v e r i y o r d u (1). Fakat arka¬
sını Batı memleketlerinin imkânlarına dayayacak bir Alman
fa˛izmi Rusya'ya çullanırsa, o zaman i˛ dei˛ebilirdi...
›kinci komplekse gelince, bu pek söylenmez, fakat s e z i l i r d L
Bu da, teknikçe üstün bir A l m a n y a ' n ı n komünistle˛mesi tehli¬
kesiydi. Çünkü o zaman, Lenin'in dedii gibi «dünya inkılâ ¬
bına rehberlik etmek rolü, Rus proletaryasının elinden, Alman
proletaryasının eline geçecek» ti...
B ö y l e b i r n e t i c e , L e n i n ' i , y a h u t d a , B e r l i n ' d e A l m a n c a , Pa¬
ris'te Fransızca, Londra'da ›ngilizce n u t u k l a r v e r m e k i ç i n ha¬
zır b u l u n a n ; o m e m l e k e t l e r i v e o n l a r ı n m e s e l e l e r i n i e z b e r e bi¬
len ve oralardaki te˛kilâtın ba˛ında hep kendi arkada˛ları b u -

(1) B u n l a r , b i r t a k ı m Beyaz Rus, y a n i kızıllara m u h a l i f ge¬


n e r a l l e r i n isimleridir. B u n l a r Batı, fiimal, C e n u p ve fiarkta, ihtilâle
kar˛ı t a a r r u z cepheleri k u r d u l a r , ingiliz, F r a n s ı z h a t t a Y u n a n dev¬
l e t l e r i n d e n m a l z e m e ve asker y a r d ı m ı görerek dahilî h a r b i açtılar.
Neticede bu kar˛ı cepheler tasfiye edildi (1918-1920).
378 SUYU ARAYAN ADAM

lunan münevver Rus liderlerini ancak sevindirirdi. Ama, bir


kelime yabancı dil, b i r karı˛ y a b a n c ı t o p r a k b i l m e y e n v e Batı
memleketlerindeki yabancı te˛kilâtın ba˛ında bulunanlarla ne
kültür ne sosyal f o r m a s y o n b a k ı m ı n d a n m ü ˛ t e r e k t a r a f l a r ı b u -
lunmayan insanları, hakkıyle tedirgin etse gerekti. Gerçi Al-
m a n proletaryasının d ü n y a rehberliini almak hakkını ona, Al-
man tekniinin ve te˛kilâtçılıının Rus tekniine ve te˛kilât-
çılıına nazaran üstünlüü veriyordu. Ama Rusya'nın bütün
servetlerini kıymetlendirmek, yani «teknie sahip o l m a k » , «›le-
r i m e m l e k e t l e r i n istihsal n o r m l a r ı n a y e t i ˛ m e k v e onları a˛mak»
suretiyle bu üstünlüü ortadan kaldırmak neden m ü m k ü n ol-
m a s m d ı (1)?

H u l â s a gecelerin barında b ü y ü k p r o b l e m l e r çarpı˛ıyordu.


Belli idi ki, Olimpik'teki ilâhlar birbirleriyle anla˛amıyorlardı.
Aralarında konu˛tukları dil, birbirlerinden ayrıydı. Bu ilâhları
birbirleriyle bada˛tırabilecek ve onları kendi tahtı etrafında
toplayabilecek olan yegâne kudret, y a n i Zeus ise artık t a h t ı n -
da deildi. S e r t l e ˛ e n d a m a r l a r ı , b o z u l a n t a n s i y o n u , m e f l u ç dili
ve artık durmaya yakla˛an kalbi, etrafını kollayan ve ölümü¬
nü bekleyen devleti dizginleyecek kudretten onu, artık mah¬
rum bırakmı˛tı.
* *

N i h a y e t z a m a n içinde d ü  ü m l e r birer birer çözüldüler,


Ç i n ' d e i˛ler öyle gitti k i , K o m i n t e r n i n geni˛ i c r a k o m i t e s i -
n i n k a r a r l a r ı n a , K a r a h a n ' m , B o r o d i n ' i n P e k i n ü n i v e r s i t e l e r i üs-
t ü n d e k i prestijlerine r a  m e n ; d a h i l î h a r p b i r sosyalist i h t i l â l i n e

(1) Stalin v e . a r k a d a ˛ l a r ı n ı n b u A l m a n k o r k u s u n u v e A l m a n ¬
y a ' n ı n teknik ü s t ü n l ü  ü n d e n gelen k o r k u l u k ı s k a n ç l ı  ı m ; Çörçil,
Rozwelt ve dier müttefikler, Fa˛ist A l m a n y a ' y ı kayıtsız ˛artsız sul¬
h a m e c b u r etmek y o l u n d a aldıkları s o n u n a k a d a r t a h r i p kararıyle,
› k i n c i D ü n y a H a r b i içinde gidermeye y a r d ı m ettiler. N i t e k i m A l m a n -
y a yenilince P o s t d a m K o n f e r a n s ı n d a T r u m a n , Atlee v e arkada˛ları ;
P o s t d a m a n l a ˛ m a s ı n ı n ü ç ü n c ü m a d d e s i ile A l m a n sanayiini Sov¬
yetlere verdiler. Batı A l m a n fabrikalarım da ya kendileri yıkacak,
y a h u t da % 15'ini Rusya'ya tahsis etmekle bu y a r d ı m l a r ı n ı ikmal
edeceklerdi. Öyle de oldu.
SUYU ARAYAN ADAM 379

deil, bir millî kurtulu˛ hareketine istihale etti. Sol ihtilâlci-


lerle Çan-Kay-fiek arasındaki antiemperyalist i˛birlii, yahut
yol arkada˛lıı, süratle sona erdi milliyetçi cephe, sol c e r e y a -
nı en kanlı b i r ˛ekilde tasfiye etti. Moskova'dan yolcu ettii-
m i z genç m e k t e p a r k a d a ˛ l a r ı m ı z ı n ç o  u b u t a s f i y e d e v e en~ i n ¬
safsız ˛ e k i l l e r d e y o k e d i l d i l e r . B u n u n neticesi olarak da Çin'de
liderlik rolü bilindii gibi, ›kinci Dünya Harbi sonuna ka-
dar Komintang partisinin, yani Sun-Yat-Sen'in kurduu ve
Çan-Kay-fiek'in liderlik ettii Çin milliyetçi partisinin eline
geçti. Ve bu d u r u m , ›kinci D ü n y a H a r b i n d e , hatta 1949 y ı l ı n a
kadar sürdü. A m a b u a r a d a millî cephenin, bir taraftan kendi
'iç ç ö k ü n t ü l e r i , dier t a r a f t a n A m e r i k a ' n ı n , b i r bakı˛ta k o m ü n i z ¬
mi önleyici gibi g ö r ü n e n hakikatta, Asya'yı ve m i l l e t l e r psiko¬
lojisini anlayı˛sızlıktan gelen davranı˛larıyle 1949'da iktidar,
Çin ihtilâlcilerinin eline geçti.

Fakat asıl, ihtilâlin Almanya'da ba˛arılamayı˛ıdır ki, Av¬


r u p a ' n ı n k a d e r i n i dei˛tirdi. B u netice, R u s y a ' d a h e m k o m i n t e r -
ni, hem de o n u n etrafında toplanan ve b ü t ü n ü m i t l e r i n i d ü n y a
ihtilâline b a  l a y a n g r u b u süratle arka p l a n a attı. V e b u m ü n e v ¬
ver grubun akıbetini de tayin etti ( 1 ) . Bütün haricî te˛kilât¬
ta ve yabancı ülkelerdeki komünist partilerinde münevverlerin
çözülü˛ü ba˛ladı. Çünkü bunların bütün bekledii, çabuk ta¬
h a k k u k edecek b i r A v r u p a ihtilâliydi. Nitekim o sıralarda, ›n¬
giliz p a r l a m e n t o s u n d a k o m ü n i s t m e b u s u o l a r a k b u l u n a n v e he¬
m e n c e p h e d e  i ˛ t i r e n b i r › n g i l i z i n d e d i  i gibi o n l a r « e n a z y i r ¬
mi sene geriye kalan dünya ihtilâlini beklemeyecek kadar sa¬
bırsız» idiler.

Her tarafta sol münevverler, kendilerini ilftilâlci saflardan


b ü y ü k ölçüde çektiler. A l m a n y a ' d a fa˛izm, h ı z l a g e l i ˛ m e y e ba˛¬
ladı. › t a l y a ' d a ise f a ˛ i z m r a k i p s i z y e r l e ˛ t i v e h e r ikisi de A v r u -
va'nın ve Avrupalılıın alın yazısına kendi damgalarını vur¬
dular.

(1) D a h a evvel de ˛erh verildii gibi —belki S t a l i n ' i n gizli m u -


kavemetiyle u y a n d ı n l a n — b u t e r e d d ü d ü n r o m a n ı , G e n e r a l K r i v i t s -
k i ' n i n eserinde ve k r o n o l i k safahatıyle i˛lenmi˛tir.
380 SUYU ARAYAN ADAM

Hulâsa dünya yüzünde ve Trotski'nin bulduu bir tabirle


bir süper kapitalizm devresi açıldı.
Lenin'in ölümü, ihtilâlin romantik devrini de sona erdir¬
di. Rusya'da Stalin'in temsil ettii iç cephe i˛ba˛ın a yerle˛¬
ti. Stalin, partinin umumî istikametinden ayrıldıkları formülü
ile rakiplerine ˛iddetle saldırdı. Ç ü n k ü parti elindeydi. Parti¬
nin u m u m î istikametini d e tabiî e n i y i o bilecekti. O n u n ma¬
cera adamları adını taktıı münevverlerin, evvelâ i ˛ t e n uzak¬
la˛tırılmaları, d a h a s o n r a d a s ü r g ü n v e tasfiye e d i l m e l e r i devri
açıldı. Trotski hudut dı˛ı edildi ve orada, hâlâ aydmlanama-
yan bir ˛ekilde öldürtüldü. Dahilde bu tasfiyeler yava˛, fa¬
kat s i s t e m l e devam etti. A y n ı suretle de, Moskova'da bulunan
v e k o m i n t e r n i n e t r a f ı n d a ç e v r e l e n e n y a b a n c ı k o m ü n i s t l e r i n ca¬
susluk, ajanlık ithamıyle, fakat — a z b i r istisna ile— b i r d e n ve
sert bir ˛ekild e temizlenmesi tamamlandı.
Görülüyordu ki, Rusya'da artık Stalin tek liderdi ve ön
planda gelen hedef, Rusya'nın in˛asıydı. Ara˛tırmalar kalkın¬
ma planları, istihsal i artırmak randımanları yükseltmek, tek¬
nie sahip olmak vb. (1). O n d a n sonra d ü n y a ihtilâli sloganı,
daima arka planda kaldı.
Halbuki Ruslar, doru veya yanlı˛, k e n d i l e r i n i h i ç b i r za¬
m a n yalnız Rus topraklarının ç e r ç e v e si içinde saymazlar. Da¬
ha geçen asırdan beri nice m ü n e v v e r l e r , Rusya'yı, bir Ör-Az-
ya memleketi ve Rusları Ö r - A z y e n bir toplum olarak aldılar.
Aslında «Büyük Rus ˛ovenizmi» denilen zihniyet de bundan
ba˛ka bir ˛ey deildi. Unutmamalı ki, hayatının sonlarında
Dostoyevski bile bu ˛ovenizme kendisini kaptırdı. Ancak Rus¬
lar, büyük Rus, ˛ovenizminin bu inki˛afına ramen kendileri¬
ni, «üstün ırk» formülünden ziyade «geni˛ saha» heyecanına
vermi˛lerdi. B u n u n i ç i n d i r ki, Ö r - A z y a jeopolitii onlara daima
çekici g ö r ü n d ü . O n l a r için Ör-Azya, b i r A v r u p a v e A s y a bir¬
liidir. Yani bu fikirde olanlar için Rusya; ne yalnız Avrupa,
ne de yalnız Asya memleketidir. Bilâkis, her ikisinin birle˛i¬
midir. Avrupa; A s y a ' n ı n sadece b i r p a r ç a s ı , Batıya doru uza-

(1) Birinci be˛ yıllık p l a n 1927'de tatbike k o n d u .


SUYU ARAYAN ADAM 381

ni˛idir. Aslolan Asya'dır. Ör-Azyen millet deyince Rus ˛ove¬


nizmi, bu mefhumun içinde bir üstün ırktan ziyade, oldukça
müsamahalı bir ırk mihveri etrafında bir ırklar karı˛ımını ta¬
savvur eder. › k t i s a d î v e siyasî s e b e p l e r l e c e r e y a n e d e n i ç y a y ı l ¬
malar, isteyerek veya istemeyerek düzenlenen göçler, nüfus
karı˛tırmaları, «Irkî koyuluu sulandırmak için yapılan planlı
yerle˛tirmeler», b u gaye için m u b a h sayılır ( 1 ) .

Zaten Rus ruhu Avrupalı olmaktan ziyade Asyalı vasıflar


:a˛ır. A s y a r u h u ile k o l a y c a b a  d a ˛ ı r . Mistisizm, Rus r u h u n u n ,
Asya r u h u ile mü˛terek temel balantısını te˛kil eder. Meselâ
Amerikalıların zerrece anlamadıı ve deerlendirmedii Asya
mistisizmi, R u s , h a t t a K o m ü n i s t R u s i ç i n b i r m ü ˛ t e r e k r u h ya¬
pısıdır. Bugünkü Rus insanında bu mistisizm, b i r bakı˛ta çok
geri itilmi˛ gibi görülür. Fakat onun brütal materyalizminde
hâkim olan ruh gene de mistik bir ruhtur. Öncülük fikrine,
teknikte üstünlük fikrine, dünya ve feza ölçüsünde üstünlük
fikirlerine bugünkü Rusun inanı˛ ve balanı˛ında hâkim olan
heyecan bunun ifadesi olsa gerektir. G a r i p b i r s ı r r î l i k, dünkü
Rusya gibi, b u g ü n k ü R u s c e m a a t ı n ı n d a r u h î vasfı o l a r a k göze
çarpmaktadır. Rusun ve Rus komünizminin, y a b a n c ı l a r tara¬
fından anla˛ılamayan bir temel unsuru budur.

G e r ç i R u s l i d e r l e r i , b u r u h h e y e c a n l a r ı n d a s t a n d a r t b i r va¬
sıf a r a r l a r . N i t e k i m b u g ü n k ü Rus cemiyetinde, bir taraftan da
dier bir temel cereyan olarak geli˛tii görülen ferdiyetçilie;
ya˛ayı˛ta, sanatta, fikirde her gün kendisini g ö s t e r e n ferdî te¬
mayüllere ˛iddetle cephe alırlar. Ama öyle g ö r ü n ü y o r ki, bu¬
gün bu liderlerin Rusya'da en az muvaffak oldukları müca¬
dele, ferdiyetin aleyhinde yürütülen mücadele olsa gerektir.
Standart adam, t o p l u m a h i ç b i r z a m a n ebedî o l a r a k h â k i m ola¬
mamaktadır.

Hulâsa 1923'te Almanya'da ihtilâlin olmayı˛ı ve bu suretle


Avrupa ihtilâli yolunun kapanı˛ı, Çin'de olayların millî kurtu-

(1) B u g ü n Asya Rusya'sında ve bilhassa Sibirya'da cereyan


eden iskân ve n ü f u s l a n d ı r m a hareketler i bu b a k ı m d a n dikkate de¬
er usuller göstermektedir.
382 SUYU ARAYAN ADAM

lu˛ hareketi lehine geli˛mesi, dünyanın kaderinde bir dönün:


noktası oldu. Ondan sonra i˛lerin neticesi, yalnız Rusya'dak
sosyalist in˛a hareketi ile B a t ı d a ve bilhassa A m e r i k a ' d a k i sü¬
per kapitalizm arasındaki g e l i ˛ me yarı˛ının temposuna, yan:
sadece teknik meseleye balı kaldı.

B u n u n ise, r o m a n t i k b i r d ü n y a i h t i l â l i d a v a s ı y l e h i ç b i r il¬
gisi yoktu. Artık ihtilâlcinin yerini teknokrat alacaktı ( 1 ) .

Bu netice, Rusya'da ihtilâlcilikle geçinen münevverler ka¬


d a r , R u s y a d ı ˛ ı n d a k i k o m ü n i s t m ü n e v v e r l e r i n v e b u n l a r ı n tem¬
sil ettikleri cereyanların da kaderini tayin etti.

Bu s u r e t l e , 1919 t i p i i h t i l â l c i y l e b e r a b e r , 1919 i h t i l â l i n i n ha¬


vası d a t a r i h e k a r ı ˛ ı y o r d u . B u n d a n sonra sosyalizm, eer h a r p
ve istilâyı saymazsak, ancak onu dourabilecek ve ya˛atabi¬
lecek a l â m e t l e r g ö s t e r e n (meselâ ›talya ve Fransa) memleket¬
ler i ç i n ve o da bir m i l l î ve dahilî mesele olarak geli˛ecekti
Hatta bu m e m l e k e t l e r i n bile, imkânları bakımından Rusya ile
mukayese edilecek tarafları yoktu.

Yahut da, iktisaden az geli˛mi˛ memleketlerde ve kenti:


˛artlarına göre geli˛ecek bir memleketçi sosyalizm tipi, bilhas¬
sa a z geli˛mi˛ memleketlerde, d ü n y a sosyalist h a r a k e t i n e y e n :
unsurlar getirecekti.

Hulâsa Rusya'nın yeni efendileri, bilhassa Avrupa inkılâ¬


bı ve o y o l d a n bir d ü n y a ihtilâli tarihe karı˛tıktan sonra, Ör -
Azyen jeopolitii bir «büyük saha» telâkkisi olarak yadırga¬
m a d a n benimsediler. B u s a h a y ı k e n d i l e r i i ç i n « v a d o l u n m u ˛ ül¬
k e » s a y d ı l a r . R u s t a r i h i n i n , R u s sana t v e e d e b i y a t ı n ı n i z a h ede-

(1) B u g ü n Rusya'da ve zirvede z a m a n z a m a n cereyan eden si¬


yasî çeki˛melerin m a n a s ı , öyle g ö r ü n ü y o r ki p o l i t i k a c ı n ı n politika¬
cıyı, y a n i sadece politika m e k t e b i n d e n yeti˛en eski k a d r o n u n kendi
k e n d i n i tasfiyesi olsa gerektir. Bu mücadelede eski kadro artık ta¬
m a m e n y ı p r a n m ı ˛ , h a t t a t ü k e n m i ˛ t i r. fi i m d i o n u n ayakta k a l a n son
m ü m e s s i l l e r i n i n arkasında, kuvvetli bir teknokrasi, ayni teknii bi¬
len ve elinde t u t a n l a r kadrosu, eski neslin son d ö k ü n t ü l e r i n i de tas¬
fiye ederek, k e n d i devrini açmak mücadelesine giri˛mi˛ görünmek¬
tedir. H a t t a bu mücadele kazanılmı˛tır bile...
SUYU ARAYAN ADAM 383

bilecei b u kompleks, Batı âlemi için daima, anla˛ılmayan bir


;ır olarak kaldı... Ama anla˛ılması gereken bir sır...

* *

fiimdi kendi hikâyeme dönebilirim:


Rusya'da nihayet Lenin'in ölümü ve Stalin'in süratle vazi¬
yete hâkim olarak Ortodoks Marksizmin yerine revizyonist bir
devlet siyasetini koyusu, hayatta kalan liderler arasında kanlı
bir ölüm-kalım sava˛ını geli˛tirdi. Netice, hakikî marksistlerin
ve ümitlerini dünya ihtilâline balayan münevver kadronun
Tasfiyesi o l d u . › n k ı l â p h a r e k e t i t o p y e k û n b i r in˛a d a v a s ı n a d ö n -
dü. ›nkılâp heyecanı, totaliter bir disiplin ˛eklini aldı. Ara¬
da, istenilen zamanı kazanmak için de «Kapitalist memleket¬
lerle y a n y a n a ve sulh içinde ya˛ayı˛» gibi «Sosyalizmin yalnız
-ir m e m l e k e t t e tesisi mümkündür» gibi sloganlar, dı˛ memle-
cetlere k a r ˛ ı b i r t a t b i k sahası b u l d u . Ta H i t l e r ' l e ittifaka v a r m ¬
ı˛, ya kadar...
Gerçi Rusya daima yayılıcı kaldı. Fakat bu ekspansiyonda
deolojik unsur arka plana itildi. Corafî faktör ve fırsat çık-
r.kça t e r r i t o r y a l y a y ı l ı ˛ ö n p l a n a geçti. R u s y a ' d a ihtilâl" r o m a n ¬
tizmi sona e r i n c e , bu hadiselere k a t ı l a n ve b i r sınıf ˛ u u r u n d a n
::yade asi bir romantizmin heyecanıyle veya tesadüflerle bu
kervana karı˛an yabancılar için de kendilerine birer yol seç¬
mek g ö r ü n d ü . Bunlar arasında geni˛ bir çözülme ba˛ladı.
Ben de bir yabancıydım. Kendi küçük ölçüsünde b i r ˛ey¬
ler d ü ˛ ü n e n , b i r ˛eylere h a z ı r l a n a n k ü ç ü k b i r yabancı... Y a b e n
ve olacaktım? F a k a t b u suali k e n d i k e n d i m e s o r m a k , o n u n ce¬
vabını ara˛tırmak, hulâsa kendi hakkımda kendim bir karar
vermek için z a m a n , henüz çok e r k e n d i . Benim, bu katıldıım
kervanın pe˛inde a˛acaım daha nice yollar, nice nice çöller
e merhaleler vardı...
O t o m a t

25
20

1923 s o n u n d a O d e s a ' d a n k a l k a n K r o s n o d a r v a p u r u n u n a m -
barları, Fransız limanları için buday y ü k l ü y d ü . Karadeniz'de,
sert bir hava içinde istanbul'a doru yol alan bu eski vapu¬
run, h e r d a l g a d a h e r çivisi a y r ı ayrı gıcırdıyordu. Hele gece¬
leri b u sesler, korku veren, ü r k ü n t ü v e r e n iniltiler halini alır¬
dı. A m a g e m i n i n k o m i s e r i , g e m i h a l k ı n ı h e r gece t a y f a y e m e k ¬
hanesinde toplardı.

K o m i s e r , b i r gemi i˛çisiydi. ›yi de konu˛amıyordu. A m a bu


hal onun h e r gece aynı ˛eyleri tekrar etmesine mani olmu¬
yordu:

— Unutmayın ha! diyordu, Fransa'ya buday ihraç edi-


yoruz. Geçen seneler açtık. Bu yıl ihracatçıyız. Buda-
yımızı Fransızlara vererek Fransa'dan makineler ve ye-
dek parçalar alacaız.

G e m i n i n yemekhanesi de Rusya'daki b ü t ü n yemekhaneler


gibi l a h a n a ç o r b a s ı v e m a h u r k a k o k u y o r d u . S i y a sî k o m i s e r h e r
defasında yumruunu yalı masaya vurup sözlerini tekrarla¬
dıkça, g e m i k a p t a n l a r ı , çarkçılar, g e m i s u b a y l a r ı v e b ü t ü n tay¬
falar ba˛larını hafif hafif öne doru sallıyorlar, sanki bu söz¬
leri unutmayacaklarına dair söz veriyorlarmı˛ gibi hatibi tas¬
dik ediyorlardı.

Nihayet uzaktan Türkiye karaları g ö r ü n d ü . B e n i m için de


bir t u r t a m a m oluyordu. G ü v e r t e d e bir yere ili˛tim. Bu yolun
ba˛ını ve s o n u n u , h e y e c a n d a n ziyade, ba˛ımı omuzlarıma çö¬
kerten bir y o r g u n l u k içinde dü˛ünüyordum:

D ö r t yıl kadar evveldi. G e n e bir v a p u r u n güvertesinde is¬


tanbul'dan ayrılmı˛tım. G e n e K a r a d e n i z ' i n suları ü z e r i n d e n Ba-
388 S U Y U ARAYAN ADAM

t u m i s t i k a m e t i n d e y o l a l ı r k e n n e k a d a r h a f i f t i m . N e k a d a r 7--- i
deydim. H e r ˛ey b a n a n e k a d a r kesin, aydınlık g ö r ü n ü y o r d u

B i r d ü n y a h a r b i n i n d a i m a ö n s i p e r l e r d e g e ç i r d i  i m ate˛le¬
r i i ç i n d e n ç ı k m ı ˛ t ı m . B u h a r p , b i z i m m e m l e k e t i m i z i ç i n b i r ye^i
nilgiyle bitmi˛ti. Ama o zaman ben, bu yenilgiyi kabul eîrrlu
y o r d u m . › ç i m d e n ne bir y o r g u n l u k , ne bir hayal kırıklıı duyu¬
yordum:

— Bu bir geçici kader! diyordum, Türk vatam daha -A


kadar uçsuz bucaksız... Türkün tarihinde daima, sere-
natlar yıkılmı˛, saltanatlar kurulmu˛tur... Gene öyle olz-
cak. Devletimiz kurtulacak, hatta yeni devletler kurz~.
caız. Hem belki ben de...

›˛te bu ülkü için yola çıkmı˛tım. U z a k T ü r k illerine vara-;


çaktım. Ve bir gün B ü y ü k T u r a n kurulacaktı. Evet, «esir rrull~;
let kurtulacak, yoksul millet zenginle˛ecek, azlık millet çoa¬
l a c a k » tı...
Binlerce ve binlerce akranlarım, silâh arkada˛larım Ana¬
dolu'da canlarını di˛lerine takarak öz topraımız için çarpı˛ır¬
ken ben, h a t t a t ek b a ˛ ı m a o l s a m b i l e , b u u z a k v e m e ç h u l ül¬
kelerde, ü l k ü n ü n b a y r a  ı n ı açacak, A n a y u r d a y e n i y u r t l a r ka¬
tacaktım. B ü t ü n bunlar bana kolay kesin ve doru o l a r a k g:~
rünüyordu. Kendimi, bahtını arayan bir adsız ( 1 ) bir yıldın
˛ehzade s a y ı y o r d u m :
— Ya devlet ba˛a, ya kuzgun le˛e, (2)
diye yola çıkmı˛tım. Devletin ba˛ıma konacaına da inar.. -
yordum.
Halbuki sonra ne oldu? Ergenekonu, Kızılelmayı arayı˛,
m e k t e p t e , m e d r e s e d e , ˛ e h i r d e , k ö y d e b i r h a v a r i çalı˛ması... S o n ¬
ra ˛üpheler, hayal kırıklıkları, harp, daha sonra Kafdai öîe-

(1) Eski bir T ü r k ananesine göre adsız, m ü l k ü b ü y ü k karde¬


˛ine, davarı k ü ç ük karde˛ine b ı r a k ı p b a b a s ı n ı n atını ve s i l â h ı m alan
v e b a h t ı n ı a r a m a k y e n i b i r y u r t k u r m a k için yola çıkan e n küçük
karde˛.
(2) K u z g u n = K a r g a .
S U Y U ARAYAN A D A M \ 389

sinden bütün bozkırların harekete geli˛i, Derbend kapılarını


çalan Yecüc-Mecücler...
fiimdi E j d e r h a n balıkçısını o l d u  u gibi h a t ı r l ı y o r d u m : Ben,
ocaının duvarlarında çe˛itli mozayiklerle, renkli ›ran motif¬
leri bulunan bir salonda, üzerine sırma cepkenli ipek elbise¬
ler v e mavi çiçekli bir ˛alvar g i y e n ay yüzlü sevgilimi bekler¬
ken ayaında hantal keçe çizmeler ta˛ıyan bir kazak, ayaının
bir iti˛iyle salonun kapısını nasıl açmı˛tı? Yerlere serilmi˛ kat
kat^acem halılarını çineyerek nasıl yakla˛mı˛tı? ›lk göze çar¬
p a n ˛ey, kirli m e ˛ i n kasketinin ö n ü n d e k i m a d a l y o n d u . Bu ma¬
dalyonun ortasında, etrafım me˛e dallarıyle buday ba˛akla¬
rının çevirdii bir dünya yuvarlaı vardı...

S o n r a bir sürü olaylar? T o p l u m u n h i y e r a r ˛ i s i b i r d e n çökü¬


yor. Baku'da toplanan fiark Milletleri Kurultayı. Çekilen han¬
çerler, sıyrılan kılıçlar. Yolumuz fiap Denizi'ne mi, yoksa
Hind'e mi çıkaca k diye geçen heyecanlı zamanlar. Sonra ha¬
diseler, tehlikeler, masallara yakı˛an bir a˛kın sonu. Ve niha¬
yet ˛imale çıkan yol!..
Daıstan'dan, Kuban'dan, Don Havzası ve Ukrayna'dan
geçerken Volga'da otuz milyo/n insan açlıktan ölüyordu. Ne
bir b u  d a y tanesi, ne gökt e b i r ü m i t . Halbuki Moskova kena¬
rındaki ormana vardıımız zaman, bir büyük ate˛in etrafında
toplanan arkada˛larına bir çocuk, ›ngiltere'deki i˛çi meselele¬
rinden, Fas'ta Abdülkerim'in isyanından, Hint'ten, Çin'den
bahsediyordu. Sonra artık, toplum muammasını her taraftan
tırtıklayan binlerce meseleleriyle dimaı durduracak kadar do¬
lu geçen günler. Pamir'de, Sin-Kiyang'da yükselen istifham,
Çin meseleleri. Almanya'nın ihtilâlin e˛iinde olu˛u ve yolu¬
muzun Ren'e mi, Atlantik'e mi çıkacaını dü˛ündüüm gece?
Ve tefekkür heykeli...

Fakat Olimp'te ilâhlar birbirleriyle anla˛amıyorlar. Zeus,


yahut Jüpiter ise hasta yataında mefluç.
Moskova Çayı ardındaki kasvetli fabrika yemekhanesinde
lahana çorbası ve mahurka kokulan arasında konu˛an adam
ise, b o y u n a i s t i h s a l l e r d e n , normlardan, m a k i n e l e r d e n ve yedek
390 SUYU ARAYAN ADAM

parçalardan bahsediyordu. T ı p k ı b i z i m , g e m i n i n siyasî": k o m i s e r i


gibi...
1
Ben bu gemiyi, istanbul limanında terkettim...

* *

istanbul'u ne kadar yadırgadım?., istanbul'da kendimi oe


kadar yabancı b u l d u m ? G e m i d e y k e n Boaz u z a k t a n görününce,
karaya ayak basar basmaz az çok eski benliime döneceirraı
sanmı˛tım. Fakat ˛ehirde etrafımı saran hiç bir ˛ey b e n i he¬
y e c a n l a n d ı r m a d ı . N e b i r t a k ı m h a t ı r a l a r , n e m a n z a r a l a r , n e ta-l
zı t a n ı d ı k l a r , hiç biri i ç i m d e artık ölmü˛ olan o eski basit, fa¬
kat d u y g u l u i n ˛ a m uyandıramıyorlardı.
Burası sanki, ˛u benim bildiim istanbul deildi. Denır_~
nin rengi o kadar canayakm, manzarası o k a d a r i l h a m veren...
kubbeleri, minareleri, surları bizi mazimize balayan ve bc*~
lece kendinden bir parça yapan ˛u bizim istanbul'umuz de-;
ildi. H e r ˛eyi garip bir gözlük arkasından görüyor gibiydirı
Beni getiren gemiden karaya ayak basıncaya kadar bunun'
böyle olacaını dü˛ünmemi˛tim. Fakat pek çabuk anladım an
b e n , ne a r t ı k eski b e n , ne de bu s o k a k l a r d a d o l a ˛ a n l a r d a n :—
riyim.
K a f a m d a h e r ˛ey, sanki formülle˛mi˛ti. Kalıplara, ˛ablon¬
lara uydurulmu˛tu. B ü t ü n m e f h u m l a r kli˛ele˛mi˛ti. Ben dün¬
yayı ancak b u n l a r ı n perdesi arkasında g ö r ü y o r d u m . Ne kaçan!
dei˛mi˛tim. ;
fi i m d i b a n a göre istanbul, sadece b i r y a r ı m ü s t e m l e k e ˛sh-i
riydi. fi a n g h a y gibi, H o n g - K o n g gibi, Bombay veya K o l o r r . :*:
gibi k o z m o p o l i t b i r ˛ e h i r d i. B e n i m i ç i n b u ˛ e h r i n o n l a r d a n ayni
hiç bir tarafı y o k t u . Sonra istanbul da o ˛ e h i r l e r g i b i b i r ik¬
tisadî h i n t e r l a n d a a ç ı l ı r d ı . Bu hinterland üstünde « d ü n y a kapi¬
talistleri» hiç d u r m a d a n birbirleriyle çarpı˛ıyorlardı! B u ˛ehir¬
ler gibi istanbul'da da y a b a n cı sermayedarlarla i˛birlii yapanı
kompradorlar, tathsu frenkleri. o t u r u r d u . Bunlar, yerli bur; .-
valarla elbirlii yaparak sömürdükleri kıymetleri birbirlerıyü-:
payla˛ırlardı! H u l â s a a r t ı k d ü n y a y ı , h e p b a n a o k u t u l a n v e öre¬
tilen ˛eylerin gözlüü arkasından görüyordum. Nereye bas-
SUYU ARAYAN ADAM 391

s a m , b u y a r ı m ü s t e m l e k e ˛ e h r i n i k a p i t a l i s t l e r i n s o y d u  u n u , ya¬
m a ettiini g ö r ü y o r d u m :

— Evet, tamam. Metropollerde, büyük, sanayi memleketle¬


rinde biriken sermayenin bir kaynaı da budur!

H e r rastladıım R u m , E r m e n i maaza sahiplerine «kapita¬


listlerin u˛aı» daha k a l a n t o r ve ˛apkalı yabancılara da «ka¬
pitalist» diye sıfatlar y a k ı ˛ t ı r ı y o r d u m .
Onların dı˛ında kalan insanlar da «proleter» yahut «yan
proleter» lerdiler. B i r g ü z e l e v i n p e n c e r e s i n d e n b i r p i y a n o sesi
gelince, yahut ö n ü n d e n geçtiim temizce bir kö˛kün terasında
bir sofra kurulmu˛sa:

— ›˛te, hain sermayedarlar, çalınmı˛ haklarımızı tıkınıp


duruyorlar,
diye baırasım geliyordu. Limandaki yabancı ticaret gemileri
bana, dünyanın soyulmasım, gümrük rıhtımlanndaki m a l yı ¬
ınları, kapitalistlerin dünya pazarlarım istilâsını hatırlatırdı.
Hele bankalar «finans kapitalizmin karargâhları» idiler. Bo ˛
b i r gaz t e n e k e s i , hatta b i r çöp tenekesi bile b a n a « d ü n y a yü¬
zündeki petrol mücadelesini» d ü ˛ ü n d ü r ü r d ü . H e m e n d ü n y a n ı n
petrol magnatlan, b ü y ü k ˛irketler birer birer isimliri ile hafı¬
zamda sıralanırdı. P e t r o l i s t i h s al r a k a m l a n , pazarlar, rekabet ¬
ler h e m e n k a f a m d a harekete gelirdi. Bir s a l a ˛ p u r p a r ç a s ı ba¬
na, Mısır'ın pamuk fellâhlarmı, Hint'in paryalarını, Virjinya'da,
G e o r g i a ' d a k i z e n c i p a m u k i˛çileri meselelerin i h a t ı r l a t ı r d ı . S o n ¬
ra b u n l a r ı n etrafında M ı s ı r meselesi, H i n t meselesi, Amerika'
daki i˛çi birliklerinin el altından kapitalistlerle birle˛ip ame¬
leye ihanetleri ve sonra birbirini tutmaz nice tedailer kafamı
doldururdu. Hele her zabıta vakasını mutlak bir « s ı n ı f kav¬
gası» sayardım...
Sanki hiç aksamadan i˛leyen bir çarkın, o n a b a  l ı b i r çi¬
visi gibi k a f a m , k u r u l u bir m a k i n e n i n içinde d u r m a d a n dönü¬
yordu. Bu kompleksin dı˛ına çıkmam kabil deil gibi görü¬
nüyordu...
Artık bir otomat olmu˛tum...
sure. aiRAsaas • A D A M

, Tanıdıklarım bana ˛a˛ıyorlar, hatta benden kaçıyorlardı.


Her açılan konu˛manın sonunu, mutlak dünya iktisadiyatına
balıyordum. Bu iktisadiyatın üstünde ise, mutlaka tezatlar,
müstemleke veya .sınıf, kavgaları hâkimdi. Beni millî mesele-
lere, günün havadislerine ve bu havadislerin alelade mütalâa-
sına hiç s kimse sürükleyemiyordu. Her konu˛mayı daha ba˛-
larken, kendi mantııma çeviriyordum. Çabuk okunan, kısa ga-
manda bellenilen ve iyi tertip edilemeyen nazariyelerden et-
rafımı bıktırmı˛tım. Kendimi bir türlü bulamıyordum: Ne ya-
pacaımı da bilmiyordum.
Gündüzleri, Be˛ikta˛'ın harap bir ilk mektebinde (1) hoca-
lık yapıyordum. Bir süre seyahatler, maceralar benim resmî ev-
rakımı her tarafa savurmu˛tu. Bunlann düzenlenmesi zaman
isterdi. Ama maarif idaresinde, evvelce aynı mektepte muallim
olarak tanı˛tıımız biri bana bu ilk mektepte bir muallim ve-
killii verdirebilmi˛ti. Mektepten çıkınca da doru bizim der-
ginin (2) idarehanesine ko˛ardım. Dergiyi asıl Dr. fiefik Hüs-
nü ile pedagog Sadrettin Celâl çıkarıyorlardı. Ben onlara ka-
tıldım. Mecmuada Marksı, Marksizmi anlatan yazılar yazar,
yahut tercümeler yapardım. Bunları okuyan bazı gençler, mek-
tep ve üniversite örencileri, yazıhaneye gelip benimle konu-
˛urlardı.
Geceleri kenar mahallelere ko˛ardım. Eskice bir elbise, ba-
kımsız bir fesle, kuytu amele kahvelerine otururdum. Kendi
tabirime göre, memleketin içtimaî hayatını tetkik ederdim. Küt-
lenin içine karı˛mı˛ olurdum. Yahut da daha ziyade üniversi-
te gençlerinin devam ettikleri kahvelere gider, onların haya-
tını görürdüm. Mamafih bu garip ve fuzulî alâkaların, beni
havada bir fikir fonundan, günlük hayatın i˛lerine ve mese-
lelerine doru yakla˛tırdıını da söylemem yerinde olur.
Üniversitede okuyan gençlerin en büyük derdi, i˛sizlik ve
kitapsızlıktı. Bunlara yabancı dil öretilemiyordu. Türkçede ise
hemen hemen kitap yoktu. Hemen hiç bir müderris bir telif

(1) B a r b a r o s H a y r e t t i n › l k o k u l u (1924) .
(2) Aydınlık m e c m u a s ı
S U Y U AKAYAN ADAM 393

eser vermezdi. Yahut da verenler, yok denecek kadar azdı. Bazı


fakültelerde müderrislerden çou derslerine muntazam gelmez-
lerdi. Yıllar, eski püskü bir avuç not üstünde eriyip gidiyordu.
Üniversitede hayat, neredeyse bir vakit kaybından ibaretti...
Vilâyetlerden gelenlerin çou, peri˛an birtakım han veya med-
rese odalarında, yahut pis tavan aralarında yatarlardı. Ne oku-
yacakları kitap, ne de gidecekleri bir yer vardı. Gün, bir türlü
dolmuyordu. Geceler kâbus gibi çökerdi. Hele yamurlu ve so-
uk günlerde ve eer kahveciye olan borç da ödenmemi˛se, o
izdihamlı ve kasvetli odalarda yorganın altına girip, gözleri
tavanın çatlaklarına dikerek saatlarea dü˛ünmekten ba˛ka ya-
pacak i˛leri kalmazdı.
O zaman da bu gençlerin bazı dernekleri, cemiyetleri vardı.
Arasıra mitingler, tartı˛malar da olurdu. Bunların ba˛ında, ders-
lere alâkaları olmayan birtakım atılgan gençler bulunurdu. Ve
dedikodusu birkaç gün sürer, ! sonra han ve medrese odaları
gene eski durgunluuna dönerdi. Hulâsa bu gençlerin hepsi
de kitap, fikir, i˛ ve hareket istiyorlardı. Bunlar onların hak-
kıydı. Bunları salamak ise, onların yapabilecekleri ˛eyler de-
ildi. Bu gençlere aımın mukadder avları diye bakıyordum!
Amele muhitlerindeki insanlara gelince:
Evvelâ bunlar amele deildir. Eski sosyal köklerinden kop-
mu˛lar, fakat yeni zümreleriyle bada˛mamı˛lardı. Çou iyi
aile çocuklarıydı. Hepsinin gözünde «efendilik» «memurluk» tü-
tüyordu. Evlerinde yalnız eski hayatın hasreti vardı. Terbiyeli
annelerin, henüz harap olmamı˛ kız karde˛lerin ruhlarında,
eski babaların, aile reislerinin tesiri hâlâ ya˛ıyordu. Bu baba-
lar ya bir memur, ya bir subay, yahut mazbut, gelenee balı
birer esnaftılar. Hepsi de hayatlarında çalı˛abildikleri yıllar-
da çocuklarının kendileri gibi olmalarını istemi˛lerdi.
Fakat toplumun bütün nizamını saran bir harp, çöken bir
imparatorluk, bütün eski nizamın dei˛mesi her ˛eyi bozmu˛-
tu. Gelir daralmı˛, para kıymetsizle˛mi˛ti. Babalar ölüp, ya-
hut bir kö˛ede kötürümle˛ince, bu ailelerin hepsinde çözülü˛
ba˛lamı˛tı. Evde kalanların gözlerinde eski kilerler, ramazan
sofraları, kapalı, fakat etrafmdakileri de dü˛ünen eski Istan-
394 S U Y U ARAYAN ADAM

bul hayatı tütüyordu. Çocuklar, ister istemez sokaa dökülü-


yorlardı. O zamana kadar cemiyetin bünyesinde yeri olmayan
bir amele kalabalıının ilk unsurları böyle douyordu. Bunlar
gelecekteki, fakat henüz görünmeyen millî sanayiin canlı ser-
mayeleri olacaklardı.
Ben, dokuyacaım alan bu ˛ekilsiz kalabalıın üzerine ko-
layca atabileceimi sanıyordum. Makaleler, dergiler, gazete-
ler, kitaplar derken cemiyetler, sendikalar, grevler... î˛te bir
sosyalist hareketi, niçin olmasın diye de dü˛ünüyordum.
Gerçi bunun için önce bir sanayi lâzımdı. Modern bir sa-
nayi hareketi için ise ortada pek belirtiler yoktu. Hükümet
ilk iktisadî ˛artlarım izmir iktisat kongresinde atmı˛tı (˛ubat
1923). Ama bu ˛artlar, esasında gümrük himayesine dayanmak-
la beraber, tam bir liberalizmi temsil ediyordu. Geç domu˛ ve
geç kalmı˛ bir liberalizm! Vaktinde domamı˛ bu çocuun, yani
bu geç kalmı˛ liberalizmin geli˛ecei ˛üpheliydi. Çünkü harp
dünyayı artık ikiye ayırmı˛tı. Dünyada serbest pazar parça-
lanmı˛tı. ›zmir kongresinde atılan ˛iarlar, meselâ Mithat Pa˛a
zamanında tatbike konulmaya ba˛lansaydı, o zaman her ˛ey
yerinde ve vaktinde sayılırdı. Osmanlı imparatorluu, hiç ol-
mazsa çar Rusya'sı kadar sanayile˛ebilirdi. Fakat Birinci Dün-
ya Harbi sonunda kapitalizm, dünyanın ikiye parçalanı˛ıyle,
zaten kendi krizi içine girmi˛ti. Bir tarafta sosyalist, bir ta-
rafta kapitalist ekonominin çarkları daha ˛imdiden birbirine
çarpıyordu.
Avrupa, dünyanın iktisadî merkezi olmak vasfını kaybet-
mi˛ti. Hulâsa dünya enteresan bir ça dönümü ya˛ıyordu. Ben,
bütün bunların içinde, elbette kendi yerimi bulur, alarımı di-
lediim gibi örerim diyordum.
Fakat tam o sırada Ankara'dan gelen bir emirle dergimiz
kapatıldı. Birkaç gün sonra da tevkif olunacaımızı örendik.
Aını geren avcının, ˛imdi kendisi bir aa dü˛mü˛tü.
Eriyen Bir Mum Gibi
21

O gece tevkif edileceimi biliyordum. Aydınlık dergisinin


sahibi ve bazı yazarlar (1) memleketi terk ediyorlardı. Bir ka-
rar kar˛ısındaydım. Kararımı verdim: Memlekette kalacaktım.
Benim kaderim artık bu topraa balıydı.
Büyükdere'de ve bu Boaz köyünün tenha bir kenarında
bakımsız bir bahçe evinde oturuyorduk. Ev halkını zaten dai-
mî bir endi˛e içinde ya˛atıyordum. O gece eve geldiim zaman
evi ve bahçesini, sivil bir emniyet ekibi tarafından sarılmı˛
buldum. Polisler gerçi görülmüyorlardı. Fakat ben onların yer-
lerini, her birini kendi elimle yerle˛tirmi˛ gibi kesin olarak
biliyordum. Birçoklarıyle de sanki eski fakat gizli bir a˛ina-
lıım var gibiydi. ›yi veya fena havalarda geceleri bu evin
etrafında veya bahçenin kuytu kö˛elerinde yerlerini alırlardı.
Beklerlerdi. Bu gece burada son vazifelerini yapıyorlardı. On-
lar aldıkları emirleri yerine getirecekler, benim de hürriyetim
artık sona erecekti. Ondan sonrası; gecenin bu saatında, ˛u kar-
˛ıda serilen denizden daha derin bir karanlıa gömülüyordu.
Ben eve girince polisler harekete geçtiler, onları sükûnet-
le kar˛ıladım. Tevkif muamelesi tamam olup da, evin bulun-
duu sırttan iskeleye doru inerken, artık hür bir insan deil-
dim. Çıktıım bu yolculuun sonunun nerelere varabilecei de
bilinmezdi.
O sıralarda ›stiklâl Mahkemesi Ankara'da çalı˛ıyordu. Hay-
darpa˛a'dan bir öle sonu sıralarında hareket ettik. Ertesi sa-
bah tren Ankara'ya yakla˛ıp da, ˛ehri ' uzaktan ilk gördüüm
zaman, mektep sıralarındayken bize okutulan bir «Osmanlı
Corafyası» nı hatırladım. Bu kitapta Ankara ˛öyle tarif edi-
liyordu:
(1) Dr. fi e f i k Hüsnü, fi a i r N a z ı m H i k m e t vb.
,398 S U Y U ARAYAN ADAM

«fiehrin hariçten, kasvetli bir manzarası vardır ve en me˛-


hur ˛eyleri ˛unlardır: Tiftik keçisi, Ogüst mabedi ve bal.»
Fakat ilk görünü˛üyle Ankara bana pek kasvetli gelmedi.
Belki çıplak, belki harap ve fakir. Fakat kasvetli deildi. Ka-
le, her ˛eye damgasını vuruyordu. Daha ilk bakı˛ta gözleri üze-
rine çeken ve görünü˛ünü eteklerini saran toprak yıınlarının
ölmü˛lüünden kurtaran bir cazibesi vardı. Kalenin gölgesi al-
tında ˛ehir bir toz bulutuyla silinmi˛ gibiydi. Bu bulutun yo-
unluu, kale surlarına doru çıktıkça azalıyor, açılıyordu. Ni-
hayet yukarıdaki kale, denizlerin üstüne fı˛kıran bir kaya gibi
temiz, azametli yükseliyordu.
Bu kalenin mürtesem dü˛tüü daların, ˛ehri saran sırtla-
rın, tepelerin bütün ye˛illii yolunmu˛ olmakla beraber, gerek
bunların, gerek dalga dalga açılan bozkırların in˛am çeken vah-
˛î bir hali vardı. Ankara'nın çevresi henüz gecekonduların,
oyukların garip örtüsü altında çirkinle˛memi˛ti. O zamanki ha-
liyle Ankara, bana, hatta güzel bile göründü. Bu manzarada,
insanı istanbul tabiatının yumu˛ak gev˛ekliinden kurtaran, in-
sanda iradeyi, karar kuvvetini, sert çalı˛ma duygularını kamçı-
layan bir etki vardı...
*
**
Jandarmalarla beraber bizi trenden en son indirdiler. ›s-
tasyon binasından çıkınca da kafilemize nizam ve tertip verdi-
ler. Yirmi ki˛i kadar vardık. Çou üniversite örencileriydiler.
Bir kısmımız da hayata atılmı˛ insanlardık. Arka arkaya, fa-
sılalarla tek tek dizilmi˛tik. Önde polislerin amiri yürüyordu.
Aralarda jandarmalar vardı. Sivil polisler, etrafta yer almı˛-
lardı.
Ankara istasyonunu ˛ehre balayan yol o zaman iki taraf-
lı sazliklar, bataklıklar arasından geçiyordu. Güne˛ kızgındı.
Sazlıklarla bataklıklardan pis, miyasmalı bir hava yükseliyor-
du. Gelen geçen arabaların kaldırdıı tozlar, istasyonla ˛ehir
arasında tozdan bir hava gibi uzanıyordu.
Sürüler halinde uçu˛an sivrisinekler, bu tozdan bulut için-
de bizimle beraber ilerliyorlardı. Yüzümüzü, boynumuzu, saç-
S U Y U ARAYAN-ADAM 399

larımızı tozlarla sıvıkla˛an terler, ince bir çamur tabakası gibi


sıvıyordu. Daha uzaktan görünen ve bütün ˛ehri örten toz bu-
lutu içine artık biz de girmi˛tik.
›lk binalara vardıımız zaman, sokaklarda kayna˛an in-
sanlar iki tarafa çekilerek bizi seyrediyorlardı. Bunlar fesli,
sarıklı, pantalonlu, ˛alvarlı karı˛ık bir kalabalıktı. Yüzlerinde
meraktan ziyade, bu gibi manzaralara kanıksamı˛ insanların
sakin hali vardı.
›stiklâl Mahkemesi, Hacı Bayram türbesine giden yolun
alt sokaında, iki katlı harap bir binada yerle˛mi˛ti. Bu binaya
birkaç kulaç derinliinde çamurlu bir avludan girilirdi. Bu
avlunun alçak kerpiç duvarları yıkıktı. Sokak kapısının köhne
tahta kanatları ardına kadar açıktı. Birinci kattan ikinci kata
birkaç ayaklık dik, gıcırtılı basamaklarla çıkılıyordu. Kâtipler,
memurlar, komiserler alt katta iki küçük odaya üst üste yer-
le˛tirilmi˛lerdi Üst katta odanın biri, mahkeme salonu vazifesi
görüyordu. Fakat sanıklar biraz kalabalık olunca oda dar ge-
lecei için, her iki katın dar sahanlıklarına sanıklar, yahut
gelen gidenleri oturtmak için tahta sıralar konulmu˛tu.
Biz mahkeme binasına girince evvelâ alt kat sahanlıında
veya odaların aralıında bir yerlerde oturtulduk. Yukarıda bir-
takım hareketler oluyordu. ›nenler, çıkanlar, getirilenler, gö-
türülenler vardı. Fakat bir aralık yukarıda kopan bir gürültü,
bütün hareketleri durdurdu. ›ri yan, pehlivan yapılı bir mah-
keme üyesi, merdivenin ba˛ında baırıyor, tepiniyordu. Ba-
˛ında kocaman bir kalpaı vardı. Hasır ˛apkalı bir gencin ya-
kasına yapı˛mi˛ tartaklayıp duruyordu:

— Nedir bu kepazelik? Bu ˛apka da ne oluyor? Baban da


mı ˛apka giyerdi? Anandan mı ˛apkalı dodun?

Sonra sözler, muameleler daha da sertle˛ti. Arkasandân


kuvvetli bir tekme yiyen genç merdivenlerden a˛aı tekerlen-
di. Çantası bir tarafa, ˛apkası bir tarafa gitti. Fakat heybetli'
üye hâlâ hıncını alamıyordu. Basamakların ba˛ında boyuna
birtakım küfürler, aır tabirler savuruyordu. fiapkasını, çan-
tasını güçbelâ toparlayan genç kendini sokaa attı. Artık bu
400 S ¥ Y U ARAYAN ADAM

tabirleri i˛itemeyeeek kadar uzakla˛mı˛tı.» Bu genç bir gazete-


ci idi (Hikmet fievki). fiapka giymenin henüz kanunla˛madıı,
fakat bazı atılganların ˛apka giyebildii günlerdi. Bu genç ga-
zeteci de ba˛ına hasır bir ˛apka geçirmi˛ ve mahkeme binasına
haber derlemek için ˛apkayla gelmi˛ti.
Mahkeme kaleminde o gün kayıtlarımız yapıldı. Fakat sor-
guya çekilmedik. Sonra, kafile mahkemeye gelirken tertiple-
nen sırayla gene yola düzüldü. Ankara'nın be˛ on adım süren
çar˛ısından, kahvelerin, dükkânların önünden geçtikten sonra
Bend deresine doru indik. Hisar kayâlıklarıyle Timurlenk te-
pesi arasından geçen bu dere yolu, kıvnla kıvnla Hatip çayı-
na doru ilerliyor, sonra üzerine cazaevinin kurulduu sırta
yükseliyordu...
*
**
Muhakememizin ba˛lıyabilmesi için bir zaman geçti. Ayrı
odalara verildik ve birbirimizden ayrıldık. Ben, ba˛ka sanıkla-
rın bulunduu bir odaya dü˛tüm. Odada be˛ ki˛iydik. Bu be˛
ki˛inin her biri ba˛ka âlemin adamıydı. Birisi bir vilâyet mah-
kemesinin hâkimiydi. Suçu, bir tarikata mensup olmaktı. Su-
çundan bir korkusu, akıbetinden de bir endi˛esi yoktu. Mah-
kemenin kar˛ısına çıkarıldıı zaman; tarikatını, ˛eyhini, ima-
nını, intisabını olduu gibi anlatmı˛tı. Sonunda kendi kendine:
— Görelim mevlâ neyler? neylerse güzel eyler.
demi˛ti. Sanki i˛inden evine döner gibi, sakin ve kaygısız, ve-
rilecek hükmü beklemek üzere hapishaneye dönmü˛tü.
Zaten o bu odada, sanki bir vilâyetten bir vilâyete naklo-
lunurken misafir kaldıı bir han veya otel odasmdaymı˛ gibi
tabiî ve rahattı. Bir kö˛eye postunu, ˛iltesini sermi˛ti. Bize
hikâyeler, hikmetler naklederdi. Beyitler, kasideler okurdu. Ko-
nu˛ulmadıı zamanlarda da, tespihi elinde kö˛esine çekilirdi.
Gözlerini kapar, kendinden geçer, bir ba˛ka âleme dalardı. Ken-
disine mahsus, merasimli, mazbut bir konu˛ması vardı:
. — Mirim, dün gece badessalâ (namazdan sonra) hazreti
˛eyhe teveccüh etmi˛tim (yönelmi˛tim). Kendimden geç-
mi˛im. Bir aralık mübarek nâ˛iyeleri (simaları) bed-
S U Y U ARAYAN ADAM 401

ritâm halindeki kamer gibi nümâyân oldu (ayın on dör-


dü gibi göründü). Dergâhı ˛erifin arz odasındaki post-
larının üstünde oturuyorlardı. Simaları nurânî ve -mii-
• tebessim idi. Gözlerimden sevinç ya˛lan akıyordu. Za-
mirim kendilerine münke˛if oldu (içimden geçeni an-
ladı).
— Ya Sükuti, buyurdular, mün˛ehir ol. Malumdur ki hu-
dâ usfu âsân eyleye (1)...
Bunları s ö y l e r k e n v i l â y e t h â k i m i n i n s i m a s ı n ı n , s a n k i m a h -
kemenin hükmünü daha ˛imdiden, ˛eyhinin lisanından ören-
mi˛ gibi mesut ve rahat bir hali vardı.
ikinci oda arkada˛ımız bir din âlimiydi (2). O, ˛ e y h i n e de-
 i l , Allanma y ö n e l i ˛ h a l i n d e y d i . Bu t e v e c c ü h d a i m î y d i . Zaten
o n a g ö r e d i n , b i r h a y a t v e m u a ˛ e r e t k a i d e s i y d i . Onun d i n a n -
l a y ı ˛ ı n d a k o r k u n u n , c e h e n n e m i n p e k y e r i y o k t u . Allahmı s e v -
diinden tapıyordu.

^ — Hazret, diyordu, ›slâm dini iyi ahlâktan ibarettir.


• Bu iyi a h l â k ı n arkasında da ferdin, ailenin, m i l l e t i n ve bü-
t ü n insanlıın m u t l u l u u için lâzım olan her ˛eyin var olduu-
na inanırdı:

— Aslına bakılırsa, derdi, senin dediin ˛eylerle benim de-


diim ˛eyler arasında pek fark yok. Senin de, benim de,
hepimizin de maksadı bir. Ama bu maksadın rivayeti
muhtelif. Fakat hak dilerse, insanların dilleri de dilek-
leri de, gönülleri de birle˛ebilir!
Daimî g ü l e ç b i r y ü z ü v a r d ı . O d a s a n k i k e n d i e v i n d e , k e n -
d i i n s a n l a r ı a r a s m d a y m ı ˛ g i b i s a k i n v e m ü s t e r i h t i . Bizimle, ç o -
cukları, karde˛leri, yakınları gibi me˛gul olmak isterdi.
Bir g e c e g e ç v a k i t o n u n l a , b i r k a ç m u m u b i r a r a d a y a k a r a k
bunların alevi üzerind e bir c e z v e k a h v e p i ˛ i r m e y e çalı˛tıımı-
z ı h a t ı r l ı y o r u m . Kendini o k a d a r b u i ˛ e v e r m i ˛ t i v e b u n d a n o

(1) Sükuti, h â k i m i n i s m i y d i . fi e y h i o n a r ü y a s ı n d a :
— Kalbim ferah tut. Ümid edilir, ki Allah, zorluu kolaylıa
çevirir, diyor.
(2) D i y a n e t i˛leri e s k i reisi Aksekili A h m e t H a m d i Efendi.

26
402 S U Y U ARAYAN A D A M

kadar temiz bir çocuk ne˛esi duyuyordu ki, bir insanın bu ka-
dar pürüzsüz sevinebilmesi için, onun ruh yapısının her halde
ba˛ka türlü bir malzeme ile i˛lenmesi lâzımdır diye dü˛ün-
mü˛tüm. Bazı günlerin belirli bir saatmda, penceremizin bak-
tıı Bo˛nak mahallesinin dar bir sokaının ba˛ında e˛iyle ço-
cukları görünürlerdi. Aradaki mesafe oldukça uzaktı. Onların
da daha fazla yakla˛maları mümkün deildi. Onlar göründük-
leri zaman, biz hepimiz bir ˛eylerle me˛gul olmaya çalı˛ırdık.
Onu, hicram ve arada mesafeler olsa da, çocuklarıyle ba˛ba˛a
bırakmak isterdik. Gerçi kalpten gelen göz ya˛larî utanılacak
˛eyler deildi. Fakat ne de olsa alayı˛, insanın kendi madde-
siyle kendi iç âlemi arasında gizli bir yakarı˛tır ve öyle kal-
malıdır.
Fakat o, böyle anlarda her birimizi kollarımızdan çeker,,
omuzlarımızdan kucaklar, oda penceresinin kenarına sürükler-
di. E˛ine ve çocuklarına uzaktan bizleri, sanki huzur ve sü-
kûnunun birer ˛ahidi gibi gösterirdi. Sanki hepimiz iyi ve me-
sutmu˛uz gibi, uzaktan onlara rahatlık, emniyet duyguları ver-
mek isterdi. O gibi anlarda biz hepimiz, kolkola ve omuz omu-
za, pürüzsüz bir iç rahatlıı ile güler, gülümser ve kar˛ı du-
varın dibinde, kederden ve uykusuzluktan nasıl bitkin büzü-
len çar˛aflı kadınla çocuklara ümit ve kalp rahatlıı vermeye
çalı˛ırdık.
Oda halkından biri de bir eski subaydı. Bir zamanlar önem-
li mevkiler i˛gal etmi˛ kimselerin yaverliklerinde bulunmu˛tu.
Belki de son günlerini ya˛ıyordu. Fakat metin, ciddî bir insan-
dı. Kendi durumunu bilir, fakat bize ümit, teselli vermeye ça-
lı˛ırdı. Hareketleri ve sözleri itimat telkin ediyordu ( 1 ) . Ama
bir gece, daha güne˛in domasına epey vakit varken, odamızın
kapısı açılıp da onu uyandırdıkları zaman, sanki hiç bir fev-
kalâdelik yokmu˛ ve tek üzüntüsü, onun yüzünden gecenin
bu saatmda bizim de rahatsız edilmemizden ibaretmi˛ gibi biz-
den özür dileyerek giyindi. Hazırlandı. Hepimizle ayrı ayrı ve
sükûnetle vedala˛tı. Son hükmün yerine getirilmesi için onu

(1) Darendeli › s m e t Bey.


S U Y U ARAYAN ADAM 403

almaya gelen müfrezenin ayak sesleri daha uzakla˛madan, ta-


rikat mensubu hâkimle din âlimi, birer bardak suyla oracıkta
abdestlerini tazeleyerek namaza durdular. Sonra tekbir aldı-
lar. Bir ruhun bedeninden sükûnetle ayrılması ve bu ruhun is-
tirahati için, kö˛elerinde mafiret dualarına daldılar.
Fakat bu hadise, eski bir hariciyeci olan dördüncü oda ar-
kada˛ımızın sinirlerini yeniden bozdu. Yeniden her tarafı tit-
remeye; gözlerinden korku ya˛ları dökülmeye ba˛ladı. Bu adam
saltanat devrinde, bir zaman mühürdarlıkta, yahut da hükü-
metin haricî ticaret i˛leriyle alâkalı servislerinde müdür veya
umum müdür olarak bulunmu˛tu. Babıâli kapılarını kapaym-
sa, eski ecnebi dostları ona, belki de eski hizmetlerinin kar˛ı-
lıı olarak, dı˛ memleketlerdeki bir ˛irketin Türkiye'de mü-
messilliini bulmu˛lardı. Kendi anlattıına göre bu i˛ için Ana
dolu'ya «komi voyyajörler» göndermi˛ti. Fakat i˛te bu komi-
voyyajörler, her halde pek salam ayakkabılar deillerdi ki,
gittikleri yerlerde birtakım fesatlar karı˛tırınca yakalanmı˛-
lar, arkalarından da mahkeme, ister istemez onu buraya sürük-
lemi˛ti.
Ona göre dünyanın mihveri kendisinden ve hayatın ma-
nası kendi rahatından ibaretti. Ne e˛i ne evlâdı vardı. Bütün
kaygısı kendi ˛ahsıydı. Hayatı boyunca da yalnız kendi ˛ahsı
için ya˛amı˛tı. Ecnebi, hiç olmazsa tatlısu frengi olmayan kim-
se, onun için enteresan olamazdı.
Bütün hatıraları, Düyunu-umumiyye (1) ile Osmanlı Ban-
kası arasında toplanmı˛tı. Türkiye'nin en mühim adamı da onun
için Metr Salem'di (2):
— Mon˛er, derdi, Metr Salem bendenize daima iltifat bu-
yururlardı. Ekselansın kabullerinde daima bulunurdum.
Sizler, tabiî bu yüksek muhitleri bilmezsiniz. Ama o mu-
hitler betisiz olamazdı!..
Gözlerinde bu resmi-kabuller ve bir de Avrupa otellerinin
servisleri, yemek salonları, yatak odaları tüterdi. Bir taraftan
( 1 ) O s m a n l ı d e v l e t i b o r ç l a n idaresi. Bir y a b a n c ı t e ˛ k i l â t t ı .
(2) D ü y u n u - u m u m i y y e i d a r e s i n i e l i n d e tutan bir Y a h u d i koz-
mopoliti.
404 S U Y U ARAYAN A D A M

ba˛ında takkesi, sırtında koca nineler gibi sarıldıı rob-dö˛am-


brıyle hasırının üstüne çöküp, dı˛ardan öteberi ta˛ıyan jandar-
manın kapının altından uzattıı günlük ekmeini, peynir zey-
tinle katık etmeye çalı˛ırken, dier taraftan dili dola˛arak an-
latırdı:
— Mon˛er! Bendeniz ˛arapla hazırlanmı˛ mantar sotesine
bayılırım. Bunun içine küçük güvercin cierleri katar-
lar. Sofraya içindeki içki alev alev yanarken getirilir.
En iyisini Paris'te Hotel Ritz'de yaparlar...
Bu hikâyelerin arkası gelmezdi. Konu˛tukça co˛ar, co˛tük-
ça konu˛urdu. Derken gene gözleri ya˛arır:
— Ah birader, ben sizler gibi suçlu deilim ki...
˛ikâyetleri arasında ba˛ını duvarlara çarpacakmı˛ gibi saa s o -
la sallar, gözlerinden ya˛lar, kuru ekmekle, yasız peynir ve
tuzlu zeytin üzerine akar dururdu.
*
**
Aradan bir zaman geçti. Gene mahkemeye çarıldık...
Mahkemeye çarıldıımız gün aynı yol nizamı tertiplendi.
›stiklâl Mahkemesinin iki katlı kerpiç binasına girdiimiz za-
man, evvelâ gene aynı sahanlıkta, aynı tahta sıralara oturtul-
duk. Yukarıda gene aynı hareketler, getirilenler, götürülenler
vardı. Bir aralık üst sahanlıın ba˛ında aynı iri yapılı üye gö-
ründü. Fakat ˛imdi ba˛ında bir hasır ˛apka vardı. Mahkeme sa-
lonundan çıkarılan bir hükümlü grubunun merdivenlerden in-
dirilmesine nezaret ediyor, bir sıra emirler veriyordu. Hüküm-
lüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müder-
risin ba˛ında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi.
Suçu o sıralarda yayınlanan fiapka Kanununa muhalefet etmek-
ti. Fakat bu suç birtakım ithamlarla da karı˛ınca mahkeme-
den en aır hükmü yemi˛ti. Artık son saatlarım ya˛ıyordu.
Hocanın (1) yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu.
Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat
eskiden kalpaklı ve ˛imdi hasır ˛apkalı zat, bu hükümle de

(1) F a t i h m ü d e r r i s l e r i n d e n Atıf H o c a . .
S U Y U ARAYAN ADAM 405

kanmamı˛ gibiydi. Baırıyor, çaırıyordu. Acaba müderrisi bir


tekmeyle merdivenlerden a˛aı yuvarlanacak mı diye bekle-
dim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler kendisine deilmi˛ gi-
bi bekledi. Sonra saanak geçince yürüdü. Muhafızlarının ara-
sında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken dudakları ge-
ne kımıldıyordu...
Bizim muhakememiz sırasında da önce her ˛ey iyi gidiyor-
du. Ba˛kan (1) sakindi, her zaman hiddetli aza saında oturu-
yordu. Savcı, daracık mahkeme odasının bir kö˛esine ˛öylece
ili˛mi˛ti. Ba˛kan suallerini soruyordu. Fakat cevaplarım arasın-
da ben, bir milâdi tarih kullanınca birden i˛ dei˛ti. Ba˛kanın
yüzü karı˛tı. Ka˛ları çatıldı. Ba˛ı kıpkırmızı oldu. Hiddetinden
titriyordu.

— 1923 ne demek? diye baırdı, 1923 de ne oluyormu˛?


Babalarımız da bu tarihi mi kullanırdı? Bizim tarihi-
mize ne olmu˛ ki? Bunları nereden çıkarıyorsunuz?

Sonra daha birçok ˛eyler söyledi. Ba˛kanın gazaba geldiini


görünce, saındaki aza hemen vaziyetini dei˛tirdi. Kürsüye
abandı. Hatta dirsekleri üzerine kalkar gibi oldu. Kendine he-
men oracıkta bir i˛ dü˛üp dü˛mediini sorar gibi ba˛kanın yü-
züne bakıyordu. Fakat o .sıra saanak böyle geçti. Bir zaman
sonra da Türkiye'de zaten milâdi tarih kabul edildi. Ve eski ta-
rihi kullanmak yasak oldu. Fakat asıl gürültü celsenin sonun-
da alevlendi:
Ba˛kanın suallerine cevap veriyordum. Bu cevaplarım ara-
sında bir de «inkılâp> kelimesi geçti. Bu sefer ba˛kan hakika-
ten kızdı. ,Kan yüzüne öylesine hücum etti ki, azından keli-
meler zorlukla ve insicamsız çıkıyordu:

— ›nkılâp mı? Bu ne mugalâta? ›nkılâp bitti! Bu memle-


ket inkılâbını bitirdi! Artık yapacak inkılâp yok! Ne
demek inkılâp? Hepsi hayal, hepsi saçma...

Ba˛kanın kızdıını gören aza yerinde duramıyordu. Yapı-

(1) Ali Ç e t i n k a y a .
406 S U Y U ARAYAN ADAM

lacak i˛lerin hemen oracıkta niçin yapılmadıına, bu lafların


neye uzatıldıına ˛a˛ıyor gibi bir hali vardı.

Halbuki o tarihlerde Türkiye hiç ˛üphe yok ki bir inkılâp


ya˛ıyordu. Bu inkılâp bitmemi˛ti. Fakat görünüyordu ki bazı
insanlar bu inkılâbın önünde deil, ardında ko˛uyorlardı. Çan-
kaya'da yerle˛en insan, bu inkılâpların listesini, bu insanlara
ne çare ki evvelden bildirmemi˛ti. Öyle görünüyordu ki, Çan-
kaya'da yeni bir inkılâp hamlesinin saati çalınca, bu hamle
Mecliste hemen bir kanun haline geliyordu. O zaman her ˛ey
kolayla˛ıyordu. O zaman, ba˛ına kanundan evvel ˛apka giydi
diye genç bir gazeteciyi merdivenlerden yuvarlayan adam, ara-
dan kısa bir süre geçince, ünlü bir müderrisi ˛apka giymedi
diye daraacma verebiliyordu...
«Almanya'da inkılâp olamaz. Çünkü kanunen memnudur!»
diyen Heine'nin sözünü, biraz dei˛tirerek bizim için de söy-
lemek kabildir:

— Türkiye'de her inkılâp olur. Fakat ancak kanun yo-


luyla!..
Bu bizim millet topluluumuzun bir vasfıdır. Tarihimizin
akı˛i, bu vasfı böyle geli˛tirmi˛tir. Asırlar boyunca içinde ya-
˛adıımız yayla ve ordu hayatı, bizde toplumsal bir kumanda
ve disiplin nizamını her ˛eyin üstüne çıkarmı˛tır. Bu toplumun
vicdanını temsil edecek otorite bir hakan mı olur, bir ˛ef mi
yoksa bir kurultay mı? Elverir ki iradesini bütün millete ha-
kim kılacak bir makam bulunsun... O zaman oradan gelecek
kanunlar bütün hayat nizamımızı bile dei˛tirse bunlar, mille-
tin ruhunda bir su gibi kolayca akarlar.
Hatta yukarıdan gelen bu iradeyi, bizim evvelden sezme-
mize, yahut tasvip etmemize de lüzum yoktur. Biz padi˛aha
balı görünürken o bize «padi˛ahını at!» derse, biz ˛apkadan
nefret ederken o bize «˛apka giyeceksin» derse, biz kadınları-
mızı kafes arkasında saklarken o bize «kadınlar hayata karı-
S U Y U ARAYAN ADAM 407

saçaktır!» derse, daima onun dedii olur. Bizde terakkinin, ta-


rihî manivelası, öyle görünüyordu ki budur...

Ba˛kanın kızgınlıı hâlâ geçmiyordu. Fakat kendimi ne sa-


nık, ne de suçlu sayıyordum. Daima bir ˛eylere inanan ve inan-
dıı ˛eyler için elbette ki cesur olan genç bir insanın temiz
heyecanıyle konu˛uyordum. Sözlerim oldukça uzun sürdü. Fa-
kat ba˛kan sözlerimi kesmedi. Yalnız sözlerim ilerledikçe mah-
keme heyetinden ziyade etrafımdaki arkada˛larımda bir hu-
zursuzluk hisseder gibi oldum. Bunların bir kısmının bana,
beni son defa görüyorlarmı˛ gibi baktıklarından emindim.
Mahkeme kürsüsünün arkasındaki duvara büyük bir portre
asılmı˛tı. Bütün bu inkılâpları yapan ve gene ömrü vefa edip
de zaman ruhunu engellemezse, daha nice ve nice inkılâpla-
rı yapabilecek olan adamın portresi. Ben sözlerime devam et-
tikçe, bu tablodaki sima sanki canlanıyor gibiydi. Gür ve uç-
ları yukarı kalkık ka˛lar daha da ˛ahlanıyordu. Güzel yüzü-
nün hatları geriliyordu. Ye˛il mavi gözleri açılıyor, harekete
geliyor gibiydi. Fakat bu gözlerde hiç bir gazap, hiç bir kız-
gınlık belirtisi yoktu. Bu sima bana, dinlediklerinden memnun-
dur gibi görünüyordu... Sözlerimi ba˛ladıım hava içinde bi-
tirdim (1). Artık gelecei oluruna bırakmak lâzımdı.
Mahkeme heyeti kısa bir ayrılı˛tan sonra gelip yerini al-
dıı zaman, ba˛kanın yüzü benim beklediimden çok daha sa-
kindi. Rengi; tavrı tabiîydi.
Ba˛kan hükmü, hatta biraz da hayırhah, yumu˛ak bir ifa-
deyle bildirdi: 11 ki˛i mahkûm olmu˛tuk. Ben, on sene hapis
yatacaktım.

(1) M a h k e m e azalarından bilâhare dost olduklarım, bilhassa


s a v c ı N e c i p Ali K ü ç ü k a  a , b e n i m m a h k e m e d e k i b u k o n u ˛ m a m ı n ü s -
t ü n d e sık s ı k d u r m a k t a n v e o n u h e r v e s i l e y l e a n l a t m a k t a n z e v k
duyardı.
Profesyonel ›htilalci
22

Ondan sonraki günlerde cezaevinin havası gayet gergin-


di. Hücrelerde ve odalarda hüküm bekleyen birçok insan var-
dı. Bu hükümler eer en aır ˛ekilde çıkarsa, o zaman gece-
nin son saatlerinde ve henüz sabah açılmadan birtakım jan-
darma gruplarının tok, aır ayak sesleri koridorları doldurur-
du. Bazı kapılar açılıp bazı kapılar kapanırdı. Bazen a˛ırı hiç
bir heyecanlanma, hiç bir ˛ikâyet sesi duyulmadan; bazen kü-
çük bir hıçkırık, yahut kesik kesik birtakım cümleler, yahut
da nadiren iti˛meler, ko˛u˛malar, sinir buhranları arasında bir-
takım insanların koridorlardan geçirildikleri duyulurdu.
Kastamonu dalarında yol kesip kervan basan Eri Ah-
met çetesinden meselâ, Avrupa bankalarında istikraz kombine-
zonları kuran Maliye Nazırı Cavit Beye kadar; ˛aki, fesatçı,
mürteci, yahut kozmopolit çe˛it çe˛it insanların; vadeleri ge-
lince çıktıkları bu ölüm yolculuklarının gürültüsüyle hücreler
ve odalar halkı ne zaman uyansa, ondan sonra geçen saatler
artık tabiî uyku saatleri olamazdı. Hele henüz mahkemesi bit-
memi˛ ve hüküm bekleyen insanlar için bu saatler daha çe-
tin olurdu. Sinirler gerilir, yahut büsbütün gev˛erdi. Endi˛e-
ler uyanırdı. Hayaller, daima menfî ve kötümser bir istikamet-
te i˛lemeye "ba˛lardı. En küçük olaylardan, en basit rüyalardan
göz seirmelerinden, kulak çınlamalarından uursuz manalar
çıkarılırdı.
O zaman mukavemetleri büsbütün bozulanları yatı˛tır-
mak, kendilerini kaybedenleri ayıltmak, çe˛it çe˛it hezeyan-
lar, tövbeler, vasiyetler dinlemek lâzım gelirdi. Normal ölçü-
lere göre mütalaa edildii zaman, bu adamların çou elbette
ki ölümü hak eden birer suçlu deildiler. Bunlar, birer suçlu
olmaktan ziyade, yerle˛mek kaygısında olan bir inkılâbın, za-
412 S U Y U ARAYAN ADAM

rurî ve temsilî birer kurbanıydılar. Hiç bir inkılâp kansız ce-


reyan etmemi˛tir. Tarihin her safhasında ve dünyanın her ye-
rinde bu gibi hallerde kim ele dü˛erse o, kendi cinsinin veya
kendi benzerlerinin suçlarının veya mukavemetlerinin bedeli-
ni, daima kendi hayatiyle ödeyegelmi˛tir.
Hatta i˛e bu yönden bakıldıı zaman, ba˛ka devirlerin ve
ba˛ka inkılâpların sel gibi akıtılan kanlarıyle mukayese edi-
lince, bizde, i˛in ne kadar hafif geçtiini görmemek de kabil
deildi. Çin'de, ›talya'da, hele Rusya'da olduu gibi kütle ha-
linde idamlar bizde görülmedi. Her ˛ey, müdahale ve tasfiye
icabeden yerlere gönderilen, fevkalâde yetkili iki ›stiklâl Mah-
kemesinin ne de olsa kararlarına balanıyordu. Bu kararlar-
la hayatlarını kaybedenlerden bir kısmının kabına sımayan,
hayatın yeni ˛artlarını kavrayamayan insanlar olduu görülü-
yordu. Bunlar, olayların bir dalgayla suyun yüzüne attıı, fa-
kat dalgaların durulmasıyle beraber durulamayan insanlardı.
Meselâ bir aralık cezaevinin tair odasında, mahkemenin
hükmünü bekleyen bir mebusla bir arada kalmı˛tık. Aslında,
bir köylüydü (1). ›ri, heybetli, kara bıyıklı ve iyi huylu bir
adamdı. Harp içinde veya mütarekeden sonra ortalık karı˛ıp
da her tarafta çeteler, gruplar ve mahallî sergerdeler türe-
yince, o da kazasında bir kudret olmu˛tu. Padi˛ahın Ankara
valisinin kendisinin daa kaldırdıını, Atatürk'e Ankara„'nm
yolunu açtıını ve onu Çankaya'ya kendisinin oturttuunu 'söy-
lerdi:
ı

— Mustafa Kemal .ne zaman otomobiline binse beni yanı-


na alırdı. Simdi bunlar ne çabuk unutuldu? Bu Dahili-
ye Vekili, bu Hariciye Vekili de kim oluyorlar ki? Ben
silâha sarılıp da filan boazı kestiim zaman onlar ne-
• redeydiler? Yok efendi yok, bu i˛ böyle sökmez!..
Sonra gözleri döner ve azına geleni söylerdi.
Hiç bir teselli ve uyarma kabul etmezdi. Bir köy aasıy-

ken Millet Meclisinde mebus olu˛unu^ ta˛lı tarlaların sulu tar-

tı) K ı r ˛ e h i r mebusu R ı z a Bey.


S U Y U ARAYAN ADAM 413

la, sulu tarlaların da birer çiftlik haline geli˛ini ve dada sıra


sıra davar sürülerinin dola˛masını kâfi görmezdi:
— Tabancayı belime takınca,
derdi —ve belinde'tabancayı takacaı yeri de eliyle gösterirdi—.
— ...Dahiliye Vekilini de, Hariciye Vekilini de Allahın ina-
yetiyle cebimden çıkarırım! Sen bana bak efendi! Bu
i˛ böyle hallolur.
Bu, aslında basit ve iyi adamın, bu kolay harekete getiri-
lir benlik duygularını birtakım huysuzlar yakalamı˛ ve onu
galiba birtakım karanlık i˛lere sürüklemi˛lerdi. O mahkeme-
de hâkim sandalyesinde oturanları, Meclis koridorlarında tek-
lifsizce ˛akala˛tıı eski arkada˛lar sayıyor ve onlara mahkeme-
de nasıl aızlarının payını verdiini anlatıyordu ama, sonu iyi
görünmüyordu ve nitekim öyle çıktı:
Bir gecenin son saatlerinde koridorda gene jandarmaların
tok ayak' sesleri duyuldu. Bu ayak sesleri daha bizim odanın
kapısına yakla˛ırken ve jandarma subayının anahtarı daha oda
kapısının kilidinde devrini tamamlamadan mebus yataından
fırladı. Zaten daima tetikteydi. Gecelerini kâbuslar içinde ge-
çiriyordu. ›ri boyu, heybetli yapılı˛ı ve gecelik haliyle yataı-
nın ortasında bir heykel gibi dimdik duruyordu. Fakat yeisin
ve çaresizliin mü˛ahhas bir timsali gibiydi.
Bu hayatın artık sonu gelmi˛ti. Biraz sonra son nefesini
verince, her ˛ey bitecekti. Hırslar, benlik duyguları, korkular
sona erecekti. O da böyle dü˛ünmü˛ olacak ki, duruldu, gev-
˛edi. Kendini kaderinin eline teslim etti, giyindi. Sükûnetle
vedala˛tık ve gitti.

Hücrelerin, odaların sakinleri boyuna dei˛iyordu. Mem-


leketin, toplum tabakalarının bütün davaları bu koridordan bir
sel gibi akıp gidiyordu. ›ktidar ve siyaset dü˛künlerinin, eski
nazırların, sabık kahraman ve ˛imdiki hainlerin, irtica veya
saltanat davası güdenlerin, ˛eyhlerin, mütegallibenin, beylerin
ve e˛kiyanın bütün zaaflarıyle te˛hir edilerek bu geçitten ka-
414 SUYU ARAYAN ADAM

file kafile akı˛larını görmek, insanda garip dü˛ünceler uyandı-


rıyordu...
Hepsinin de üstünden, ireti ˛ahsiyetlerinin örtüsü kaldı-
rılmı˛tı. Hepsi de ortada bütün nitelikleriyle çırılçıplaktılar.
Muhitlerinin veya ˛ekillerin onları saran ireti cemiyet kaide-
lerinden hiç biri kalmamı˛tı. Unvanlar, rütbeler, ni˛anlar, ya-
hut da geleneklerin, hakların verdii her ˛eyler birden silin-
mi˛ti. Herkes hakikî iç malzemesiyle olduu gibi ortaya seril-
mi˛ti. Sanki ›srafil, sûrunu çalmı˛ ve ruhlar oldukları gibi
Hakkın divanına varmı˛lardı. Toplumun nabzı, sanki bu ko-
ridorda çarpıyordu. O günler hakikaten ya˛anmaya deer gün-
lerdi...
*

Bu arada biz de kendi hayatımızı ya˛ıyorduk. Aynı dava-


dan muhtelif cezalara hüküm giyen on bir ki˛iydik. Bir bakı˛-
ta aynı cinsten, fakat hakikatte birbirinden ayrı on bir insan.
En hafif hüküm giyenin cezası yedi yıldı. Fakat bir bakı˛ta
bunu pek dü˛ünen yoktu. Kendimizi bir dava adamı görüyor-
duk. Bir «fikir uruna» mücadele ettiimizi sanıyorduk. Ce-
miyetin çe˛itli tiplerinin ve çe˛itli meselelerinin kayna˛tıı bu
geçidin üstünde biz, o cemiyetin geleceini temsil ettiimize
ve gelecein davalarını güttüümüze inanıyorduk.
Kapımızın önünden akan sele, bu sel bir çirkefmi˛ gibi,
biraz da yukarıdan bakıyorduk:
— Her cemiyetin yapısında geçmi˛in kalıntüarıyle gelece-
in ru˛eymi, çekirdei bir arada ya˛ar. Önümüzden akan
bu insanlarla onların temsil ettikleri davalar, geçmi˛in
birtakım artıkları, döküntüleridir ki, bunların tasfiyesi,
zaten ergeç mukadderdi. Asıl i˛ler, asıl büyük i˛ler, da-
ha sonra gelecek...
Bunları hem söylüyor, hem de inanarak söylüyorduk. Ger-
çi bu, ilerde gelecek büyük i˛lerin ne olacaı hakkında herke-
sin kafasında canlandırdıı ˛ey, dierininkini tutmuyordu. Ama
hepimiz gene de gelecekte ba˛ka bir toplumun kurulacaına
inanıyorduk. Bu, bizim kuracaımız toplum nizamında, artık
S U Y U . AHAYAN. A B A M 415

insanı soysuzla˛tıran sosyal, ekonomik ˛artlar —bu iki tabiri


çok sık kullanıyorduk— tamamen ortadan kalkacaktı. Artık
ihtiraslar, istismarlar, tahakküm davaları da olmayacaktı!..
Hulâsa bir cennet kuracaktık ve insanlar da melekler ola-
caktılar! Sonra da kli˛eler birbirini takip ediyordu:

— Çünkü, diyorduk, insan içinde ya˛adıı içtimaî ˛artların


bir mahsulüdür. ›çtimaî ˛artları ise, iktisadî münasebet-
ler meydana getirir. ›drakimizi ve zihniyetimizi tayin
eden bunlardır.
O halde biz bir defa i˛ ba˛ına geçip de, iktisadî mü-
nasebetleri planla˛tırıp teknie hâkim olduk mu tamam'.
Cemiyetin yapısı gibi zihniyeti de kendi kendiliinden
dei˛ir. Cemiyet eski bünyesinden çıkar ve geçmi˛in
bu kalıntıları da kendiliinden ortadan kalkar, vb... vb...

O zaman artık, ne insanların insanlar, ne milletlerin mil-


letler tarafından sömürülmesi, ne esir, ne hudâvend. Hepimiz
bir olacaktık!..
Ve bu i˛ler bize pek basit, çok kolay görünüyordu. Hatta
herkesin de bizim gibi dü˛ünmemesine hayret ediyorduk.
*
* *

Odalarımızda kendi aramızda toplandıımız zaman tartı˛-


malarımız, konu˛malarımız, konferanslarımız hep bu gelecek
güne˛i etrafında toplanırdı. Bize kalırsa, okuduklarımız, dinle-
diklerimiz hep bizi doruluyordu. Zaman, bizim için çalı˛ıyor
diyorduk. Hakikat yolunun tam üstündeydik. Hatta biz sade-
ce, «hakikate eren insanlar» deil, insanüstü kahramanlardık...
Fakat bir gün, bu toplantılarımızın birinde geçen küçük bir
olay, bizim bu insanüstü vasfımız üstünde beni, hayli ˛üphe-
ye dü˛ürdü:
O günkü toplantımızın konusu «ihtilâlcilii meslek haline
getirmek» ti. Söz, içimizden bir doktor namzedinindi. Bu nam-
zet, Tıp Fakültesi'ni bitirmek üzereyken yakalanmı˛tı. Fakat
yarın biz i˛ba˛ına gelince, hem mektebini bitirecek, hem de
kahraman bir sıhhat komiseri olacaktı. «›htilâlci» nin, yahut
416 S U Y U ARAYAN ADAM

«ihtilâlcilii meslek haline getiren profesyonel revolusyoner»


tipin vasıflarım dinlemek için odalarımızın birinde toplandık.
Bu odaya, bir toplantı odası düzeni verildi. Bizim on bir ki˛i-
den kimisi portatif karyolalarda, kimisi de duvar diplerinde
˛ilte, battaniye gibi ˛eylerin üzerinde yatardı. Toplandıımız
odada, hem ˛ilteler, hem portatif karyolalar üzerinde yatanlar
vardı.
Toplantı ba˛lamadan önce, dinleyicilerin bir kısmı bu kar-
yolaların üstüne bada˛ kurdular. Bir kısmı da duyar dipleri-
ne sıralandılar. Küçük bir tahta masa, kürsü vazifesi görecekti.
Doktor namzedi bu kürsünün ba˛ında yerini almca, sesler
kesildi ve hatip dorudan doruya konuya girdi:
— Arkada˛lar! dedi, profesyonel revolusyoner, kapitaliz-
min bir mahsulüdür: Yalnız bizim' saflarımızın arasında
bulunur. Kendini kayıtsız ˛artsız inkılâbı veren adam
demektir!..
Bu konuda uzun açıklamalar yapan doktor namzedi, sonra
bu tipin vasıflarını anlatmak istedi:
— Onda gelici geçici dünya nimetlerine tam manasıyle göz
yumarak, kendisini yalnız dava için feda etmek asıldır.
Esasen davası için hayatını ortaya koyan böyle insan-
üstü bir mahlûkun, günlük nimetler ve insanı o kadar
a˛âila˛iıran birtakım menfaat balarıyle ne alâkası
kalır? ,
Doktor namzedinin bu konferansı, nefsine güvenen bir
mücahidin ate˛li heyecanıyle devam ediyordu. Dinleyiciler söz-
lerini rahat ve dorulayıcı bir eda ile takip ediyorlardı. Ba-
zıları bu sözleri unutmamak için defterlerine kaydediyorlar-
dı. Konferansçı, son izahları da yaparak konu˛masını ˛u sualle
düümledi:
— O halde, dedi, ˛imdi bütün bu tariflere göre, profesyonel
revolusyoner, yahut, ihtilâlcilii meslek haline getiren
adamlar kimlerdir? ›˛te o insanlar bizleriz arkada˛lar!
Hakikî, saf ve ülkücü ihtilâlciler bizleriz!
S U Y U ARAYAN ADAM 417

Konferans bu kadar mıydı bilmiyorum. Belki daha de-


vam edecekti. Fakat bir ˛ey oldu. Araya küçük bir olay girdi.
Bu gergin, heyecanlı havayı dei˛tirdi.
Doktor namzedi tam sözlerini bitirmi˛ti ki, kapı açıldı. Açı-
lan kapıdan, bizi her zaman ziyarete gelen bir genç göründü.
O da bir doktor namzediydi.
Arkasında jandarma onba˛ısı ve sonra sırtında bir ˛ey-
ler ta˛ıyan bir gardiyanla odaya girdi. Oda halkını güler yüzle
selâmladı. Arkasındaki gardiyan sırtındaki yükleri odanın or-
tasına koyduu zaman, bunların dört tane yeni portatif kar-
yola, olduu anla˛ıldı. Herkes sevindi. Artık kimse yerde yat-
mayacaktı. Demek ki dı˛ardaki mahalle, mektep veya fikir ar-
kada˛larımız, ne yapmı˛ yakı˛tırmı˛lar, buraya her zaman bir
˛eyler yeti˛tirdikleri gibi, bugün de eksikliini bildikleri bu
dört portatif karyolayı yollamı˛lardı. Artık herkes karyola sa-
hibi olmu˛tu.
Karyolası olanlar ve olmayanlar bir ˛eyler söylemek ve
hele te˛ekkür etmek için ziyaretçinin etrafını aldılar. Fakat bi-
raz önce konferans veren doktor namzedi, bu halkanın ara-
sından yava˛ça sıyrıldı. Derhal kendi karyolasının üzerinden
˛iltesini, e˛yalarını kaldırdı. Altta kullanılmı˛ kendi karyolası
vardı. Onu söktü. Topladı. Odanın ortasına ve yeni karyola-
ların yanma bıraktı. Sonra yeni bir karyolayı alarak kendi ye-
rine açtı. Kurdu. fiiltesini, e˛yalarını bunun üzerine yerle˛tirdi.
›˛ini tamamladı. Ondan sonra da, hiç bir ˛ey olmamı˛ gibi sa-
kin ve tabiî arkada˛larının halkasına sokuldu.

Herkes susmu˛tu. Biraz önce profesyonel revolusyonerin,


yani kendisinin, feragat ve geçici menfaatlere yüz çevirmek
vasfını o kadar güzel anlatan bu mücahidin hareketini her-
kes ˛a˛kın bir hareketsizlik içinde takibediyordu. Biraz evvel-
ki ate˛li ihtilâlcinin ve ba˛kaları için, hatta hayatını feda eden
ve insanı a˛aılatıcı menfaat balarıyle hiç bir ilgisi olmayan
bu insanüstü mahlukun bu feragat tılsımını, esası birkaç li-
ralık bir portatif karyolanın, hatta hepsi de deil, sadece es-

27
418 S U Y U ARAYAN ADAM

ki˛ine bakarak yenisinin farkı, bir an içinde bozmu˛, parçala-


mı˛tı.
*

Doktor namzedi, odaya giren ve bu e˛yaları getiren ziya-


retçinin etrafını alanlar arasından sıyrılırken, içinde hangi duy-
gular çarpı˛tı? Birtakım sesler, ona:
1
— Yapma, demez,
dedi mi? Eer böyle sesler duymu˛sa, sonra hangi ˛eytan onu
omuzlarından yataa doru iterek:
— Durma! demi˛ti, bak yerde yepyeni bir portatif karyo-
la! Ba˛kası yeni bir karyolaya sahip olurken sen niçin
bu eski karyolayla kalasın? ›htilâlcilik ba˛ka, karyola
gene ba˛kadır. Cihan ihtilâlini gene yaparsın! Demin
olduu gibi yarın da etrafını saran insanlara, hem de
binlerce, yüz binlerce insana gene de feragat ve ba˛ka-
ları için nefsini feda etmek dersleri verirsin. Ama ˛im-
di neden sen eski bir karyolada yatarken, arkada˛ın
yeni bir karyolaya kurulsun? Yürü! Yürü...
Hatta belki böyle bir nefis mücadelesi bile olmamı˛tı. Ve
o, ˛eytanın kulaına üfledii oyuna, iradesizce kendini kaptır-
mı˛tı. Ya mahkemenin kar˛ısında geçirdii çetin imtihan? O,
belki de, bir tehlike kar˛ısında hep beraber olmanın yarattı-
ı bir kollektif ruh cesaretiydi. Bu mü˛terek ruh, mü˛tereken
feda olmak hevesini o kadar iyi yarattıı halde; ferdin ˛ahsı-
na, ˛ahsî rahatlıına veya menfaat kaygısına, ili˛kisi olan hal-
lerde demek ki bütün kuvvetini kaybediyordu. ›˛e yaramaz bir
cihaz haline geliyordu. Ama bu küçük olay nedense beni çok
üzdü ve dü˛ündürdü.
Acaba hayat, onun diledii gibi akar da, bir gün bu ka-
pılar açılır ve ona:
— Buyur arkada˛! Artık söz senindir, vadettiin dünya
cennetini yap!
derlerse ne olacaktı? Tabiî o zaman bu küçük karyola büyü-
yecek, büyüyecekti. Süslü, ipekli yatak odalarına, yaldızlı sa-
S Ü Y Ü ARAYAN ADAM 419

lonlara, pahalı marka aır otomobillere, güzel kadınlara, kö˛k-


lere, saraylara inkılâbedeeekti. Bunlardan her biri bir taraf-
tan göründükçe, inkılâpçı etrafını saran yolda˛ları arasından
hafifçe sıyrılarak, yahut bunları iki tarafa iterek, kendine açı-
lan altm sedirlere mi ko˛acaktı?
O gece, portatif karyolama uzandıım zaman kaygılarım
devam ediyordu. Nihayet kendi kendime, sabah olur, bu dok-
tor namzedinin yakasına yapı˛ırım ve:

— Anlat bana arkada˛! Biz ki senin tabirince insanüstü


birer mahlûktur. Bu kadar a˛aılık bir menfaat kar˛ı-
sında bizi bu kadar dü˛ünen hangi ˛eytandır?

diye sorar, cevabını alırım diye dü˛ünürken, dalmı˛ım.


Fakat bu soruyu hiç bir zaman soramadım. Sabah olup
da kalktıım vakit, mahkemeden gelen bir emir, bizim ba˛ka
ba˛ka cezaevlerine daıtılacaımızı bildiriyordu. Ben, Afyon-
karahisar'a gönderilecektim...
Kovadis Yolda∫ ?
- X
23

Afyonkarahisarı'nda cezaevine «kale» derlerdi. Bu kale de-


nilen cezaevi, hemen ˛ehrin içindeydi. Ama oraya bir defa
girip de avlusundan bakıldıı zaman, bu dörtkö˛e avluyu dört
tarafından çeviren binalar ve duvarlar arasından yalnız bir
gökyüzü, bir de dı˛arıdan, cezaevinin yan duvarını a˛an bü-
yük bir selvi kavaının yarısı görünürdü. Dı˛ kapıdan avluya
dar, dolambaçlı bir geçitten geçilirdi. Bu geçidi geçerken bir
sıra kapılar açılıp kapanırdı. Nihayet son kapı da ardımızdan
çekilip kendinizi cezaevinin avlusunda bulduunuz zaman, bu
kuyu gibi avluyu bir dam gibi kapatan mavi gök parçasıyle,
bu yan duvarın üstünden yarısı görünen selvi kavaından ba˛-
ka, dı˛ alemden ni˛an veren her ˛eyle alâka kesilmi˛ olurdu.
Bu dört kö˛eli kuyu gibi avlunun ortasında, cezaevinin
˛adırvanı vardı. Asıl kou˛lar, giri˛ kapısının tam kar˛ısına
raslayan bina kısmmdaydı. Ortadan bir kapıyla iki kat üstün-
de dört kou˛a ula˛ılırdı. Her birinde yüz kadar hükümlü ya-
tardı. Günün bazı saatlerinde bu kou˛ların kapıları açılarak
içerideküere hava aldırılırdı. Hem kou˛lar arasında, hem de
her kou˛un kendi içinde mahkumları kademelendiren, ken-
di kendine meydana gelmi˛ bir meratip silsilesi, bir hiyerar˛i
vardı. Ölüm cezasına çarptırılan, hükmün tasdikini bekleyen-
ler, yüz bir yıllık denilen hükümlüler, nihayet cezası hiç de-
ilse on be˛, yirmi yıldan a˛aı olmayanlar bizim dördüncü
kou˛a verilirlerdi. Dier kou˛lara da cezalılar ona göre da-
ıtılırdı. Fakat bir arada bulunmamaları gereken, aynı derece-
de aır cezalı hükümlülerin ayrı kou˛lara serpi˛tirilmelerine
dikkat olunurdu.
Ceza derecesi bakımından kou˛lar arasındaki bu sıralan-
ma, kou˛ların kendi içlerinde de vardı. Her kou˛un içinde
424 fi Ü Y U ARAYAN"' ADAM

kö˛eler,' en aır cezalılar, yahut en azılılar arasında payla˛ıl-


mı˛tı. Fakat bir suçlu ne kadar azılı olsa da, kou˛ içinde ye-
rini ve imtiyazını dierlerine kar˛ı tek ba˛ına korumaya gü-
cü yetmeyecei için, kö˛eler birtakım grupların eline geçmi˛-
ti. Her kö˛e, bir grubun elindeydi. Kö˛elerden sonra, bu kö-
˛eler arasındaki duvar boylarında yer sahibi olmak imtiyazı
gelirdi ki, bu da önemliydi. Bu duvar boylarının da kou˛ ka-
pısından uzakla˛tıkça ve kö˛elere yakla˛tıkça önemi derece de-
rece artardı. Kou˛ların avluya bakan yalnız iki˛er penceresi
vardı. Bu pencerelerin altında yer almak da ayrıca çok mü-
himdi. Çünkü yukarı kata dü˛en pencerelerden, yalnız hava-
lanmak deil, en mühimi, Afyon'un ortasından fı˛kırıp, üzerin-
de Selçuk Kalesi harabeleri bulunan me˛hur kayasını ve ˛eh-
rin yukarı mahallelerini görmek kabildi.
Kö˛elerde deilse bile, hiç olmazsa duvar diplerinde yer
tutabilmek için de, gene birtakım gruplar halinde toplanmak,
yahut da ˛u veya bu gruba dayanmak icabederdi. Ama gene
de bu gruplar arasında tek ba˛ına yer tutabilmi˛ olan aır-
ba˛lı ve itibarlı mahkumlar da vardı. Bunlar, aym zamanda,
grupların sınırları arasında bir fasıla hattı, bir tarafsız bölge
kurabilmek bakımından, galiba gruplar için de faydalı sayıla-
rak oralara yerle˛tiriliyorlardı. Sonra ne kö˛elerde, ne duvar-
lar boyunda yerleri olmayan mahkumlar, duvar diplerine is-
tif edilen dier yorgan, yatakların üzerlerine atarlardı. Gece
olunca da, bunları kou˛ların ortasına sıra sıra yayarak, orta
yerlerde yatarlardı. Bu yataklarda yatanların da, kou˛ kapı-
sına veya duvar diplerine yakınlık bakımından hesaplanan itij-
bar dereceleri vardı. Kou˛ kapıları arkasında ancak, en iti-
barsız mahkumlar yatarlardı.
Gerek kou˛lar arasındaki, gerek kou˛lar içindeki bu me-
ratip silsilesi dei˛mez deildi. Hapishaneye ilk girince postu-
nu bir tarafa istifleyip, ak˛am olunca da kapı arkalarında se-
rilip yatanların bütün ümidi, yava˛ yava˛ ortalara v e , nihayet
duvar diplerine sokulabilmekteydi. Fakat bunun için yalnız
kendi cezasının aırlıına, yahut kendi kabadayılıına güven-
mek yetmezdi. Yerine göre ve eer gücü yetiyorsa, para har-
S U Y U ARAYAN- A D A M 425

camak, yahut cezaevinin veya kou˛un iç politikasına karı˛-


mak, koruyucular, dostlar, müttefikler tedarik etmek, kavga-
larda gürültülerde kendini tanıtmak, hatta hapishane idaresi-
ne hapishane dı˛ından tesirler yaptırmak da icabederdi. O za-
man, evvelâ kapıların arkasına serilerek kou˛ hayatına karı-
˛an bir yataın, dier yatak sıraları arasından birtakım yollar
bularak adım adım ilerledii görülürdü. Bir defa yolu açılan
bu talihlinin, kou˛ içindeki itibarı da, yataının ilerleyi˛i nis-
betinde artardı.

O yataın sahibi, artık kou˛un içinde sereserpe dola˛abi-


lirdi. Duvar diplerinde, yahut kö˛elerde yeri olanların serdik-
leri kilimlerin, halıların bir kö˛esine biraz daha' serbestçe ili-
˛ebilirdi. ›li˛tii yerlerde ona yava˛ yava˛ yer gösterenler, se-
lâm verenler olurdu. Nihayet böylelikle o da kou˛un artık
varlıı kabul edilen bir mensubu olur çıkardı. Bu mertebeye
eri˛mi˛ olanlara, ötekinin berikinin kumanda etmesi, i˛ buyur-
ması seyrekle˛irdi. Yahut büsbütün kalkardı.
• *
* *

Dı˛ardan yeni getirilen bir hükümlünün, bütün bu yerle˛-


mi˛ nizamı a˛arak duvar diplerinde, hatta kö˛elerde yer ala-
bilmesi de seyrek olmakla beraber, arasıra görülmü˛tü. Mese-
lâ uzun zaman dalarda gezen ve sonra çetesiyle beraber tes-
lim olan tanınmı˛ efeler, hapishaneye getirildikleri zaman bu
böyle olurdu. O zaman cezaevi idaresinin birçok ˛artları he-
sapladıktan sonra, açtırdıı ve bo˛alttırdıı bir kö˛eye bu ta-
nınmı˛ efe, kızanlarıyle getirilirdi. O da yerini vekar ve gu-
rurla i˛gal ederdi. Bu, az raslanan kaide, nedense, bir defa da
bizim cezaevine getirildiimiz zaman uygulandı.

Trenden indirilip de cezaevi müdürlüüne getirildiimiz


zaman, bizim kou˛lara verilmemiz için müdüriyette epey bek-
lememiz lâzım geldi. Nihayet bir ˛eyler tamamlanıp da bir
sıra kapılardan cezaevi avlusuna indirildiimiz zaman,' avluyu
dolduran hükümlülerin, geçit kapısıyle kar˛ıdaki kou˛lara gi-
rilen büyük kapı arasında iki taraf yıılmı˛ olduklarını gör-
426 S U Y U ARAYAN ADAM

dük. Biz iki arkada˛tık. Arkada˛ım bir teknik adamıydı. Önü-


müzde ve ardımızda gardiyanlar yürüyordu.
Biz bu tertiple iki sıra mahkumlar arasından yürürken,
onların bizi meraklı gözlerle takibettiklerini görüyorduk. On-
lara bizim için ne söylenmi˛ olacaını bilmiyorduk. Fakat, on-
ların bizde, yabancı gelen, onlardan olmayan bir vaziyet gör-
dükleri ˛üphesizdi. Nihayet avluyu geçip de kar˛ı binaya gir-
diimiz ve üst kattaki dördüncü kou˛a vardıımız zaman, bi-
zi meydancılar kar˛ıladılar. Yataklarımız ön cepheye ve bir
kö˛enin yanındaki pencerenin önüne serilmi˛ti.
›lk anda bunlar bana basit göründü. Fakat kısa bir za-
man sonra cezaevinin iç politikasını örenip de, bütün kurul-
mu˛ nizamları a˛arak ba˛kö˛ede yer alabilmenin ehemmiyeti-
ni kavrayınca, yeni geldiimiz zaman bize kar˛ı mahkumların
gözlerinde okunan merakın manasını anlamı˛ olduk. Onlara:
— Siyasîler geliyor,
demi˛lerdi. Bu cezaevi mahkumları henüz bir siyasî mahkum
görmemi˛lerdi. Ama gelenlerin her halde önemli kimseler ol-
maları lâzımdı. Belki arkasındaki kızanlarıyle ünlü efeler cin-
sinden bir ˛eyler beklemi˛lerdi Belki de hikâyesi uzun müd-
det dillerde dola˛acak bir olayın kahramanlarını bekliyorlar-
dı. Fakat kapıdan, önde muntazam giyinmi˛, genç ve sakin yüz-
lü birinin girdii görünce, bizi belki de yadırgadılar. Fakat
gardiyanların ileride ve geride, bizi itibarlı bir misafirin bir
düün evine buyur edili˛i gibi, dördüncü kou˛un hem de ba˛-
kö˛esine yerle˛tirildiimizi görünce, bunun sebebini belki kav-
rayamadılar ama, anla˛ılan bunun böylece kabul edilmesi lâ-
zım geldiini dü˛ündüler. Ve her ˛eyi olduu gibi kabul et-
tiler..

Kou˛ların iç hayatı monoton, fakat enteresandı. Burası,


bir insan cemiyetinin kaynayan kanından mikroskop altına ko-
nulmu˛ bir damla gibiydi. Bu damlada, o cemiyetin vücudu-
nu sarsan, ona nizamların ve kanunların çerçevesini parçala-
S U Y O ARAYAN A D A M 427

tan dertlerin, buhranların bütün sebeplerini olduu gibi gör-


mek kabildi. Anadolu'nun nabzı bu kou˛larda çarpıyordu:
Kısır toprak, yarı göçebe bir köylülük, birbirleriyle hiç
durmadan iti˛en, kakı˛an ve böylelikle de sımr çizgileri her
gün dei˛en tarlalar, meralar, çiftlikler üzerindeki kavgalar.
Sonra nüfuz ve zorbalık çeki˛meleri... Hanedanlar, ˛eyhler, ta-
rikatler ve nihayet, çarkları birbirine çarparak i˛leyen bir hü-
kümet ve kanun düzeni. Hepsinin üstünde de, hepsine dam-
gasını vuran görülmemi˛ bir gerilik ve iptidaîlik... Görülüyor-
du ki, adına Türk milleti denilen soy hamur, asırlardan sürüp
gelen ve adına düzen denilen bir düzensizlik içinde eziliyor,
bozuluyor, ˛ekilden sekile giriyordu. Toprak kanunları eski-
mi˛ti ve uygunsuzdu. Aile nizamı karı˛ıktı. fieriat köyde köy
aasının ücretli u˛aı olan mollanın, kasabada cahil müftünün
oyuncaı haline gelmi˛ti. Tekkeler, tarikatler zaten tefessüh et-
mi˛, bitmi˛ti. Hükümetle halk henüz kayna˛mamı˛tı. Bu cemi-
yet, bir inkılâba muhtaçtı. Yıkan ve altüst eden deil, fakat
temizleyen ve düzenleyen bir inkılâba...
Kou˛larda toplumun bütün tabakalarının mümessilleri
vardı. Köylerin, kasabaların sokaklarında yeni kanat çırpma-
ya ba˛layan toy delikanlılardan, i˛ ve ocak kurmu˛, ev bark
sahibi adamlara; çobandan, i˛çiden, esnaftan, köy aasına, ˛e-
hir e˛rafına kadar her çe˛it insan bu dört kale duvarının lo˛
kou˛ları veya kuyu gibi avlusu içinde kayna˛ıp duruyorlar-
dı. Uysal, asi, ahlâklı, ahlâksız, imansız veya dindar bütün bu
insanların hepsinin kısa, fakat her birinin bizim cemiyetimi-
zin bir cephesini bir ba˛ka taraftan aydınlatan birer macerası
vardı. Bu maceraların hepsi de ayrı ve dinlenmeye deer
˛eylerdi.
Sabahın ilk karı˛ıklıından ve küçük bir'teneffüs fasıla-
sından sonra kou˛ kapıları kapanırdı. Kou˛lar halkı kendile-
rini, zamanı mümkün olduu kadar çabuk öldürmekten iba-
ret olan günlük ah˛kanlıklarına verirlerdi. Bu, aynı damın al-
tında ve kilitli kapıların arkasına tıka basa doldurulan insan-
lar, bütün zahirî benzeyi˛lerine ramen hakikatte, aynı kalıba
uyan insanlar deildiler. Her gövdenin içinde ayrı bir kalp çarp-
428 S U Y U ARAYAN ADAM

tıı gibi, her kafanın içinde ayrı ˛ahsiyetler ya˛ıyordu. Ki-


misinin ruhu, kendini yenen hayat kar˛ısında tam bir teslimi-
yetle çökmü˛tü. Kimisini, ümitler, sevgiler, yahut kin ve inti-
kam duyguları hayata balıyordu. Günün tabiî akı˛ı ba˛layın-
ca evvelâ herkes veya her grup, duvar diplerinde veya kö˛e-
lerde, kendi hükümranlık ülkelerinin sahalarım te˛kil eden
hasırları, kilimleri, halıları üstünde oturur, yerle˛irlerdi. Ondan
sonra ziyaretler ba˛lardı. Bir grubun yerinden kalkıp bir veya
birkaç metre ötede, yahut kar˛ı duvar veya kö˛edeki dier bir
grubun ziyaretine gitmesi için öyle derlenip toparlanması lâ-
zım gelirdi ki; kar˛ıdakiler, onların bu ziyaret niyetlerini tu-
tumlarından, davranı˛larından sezer, anlarlardı. Fakat misafir-
ler, aradaki birkaç metre mesafeyi aır aksak ve kendi çalım-
larmca geçip, tâ kendi hasırlarının, kilimlerinin kenarma ayak
basıncaya kadar anlamamı˛ görünürlerdi. Sanki bu gelenler,
kendilerine deilmi˛ gibi davranırlar, ba˛ka taraflara bakarak
cıgaralarmı tüttürürlerdi. Fakat misafirler ülkenin sınırına
ayak basınca, herkes birden yerinden fırlardı. O zaman müba-
lâalı bir kar˛ılama ve aırlama faslı ba˛lardı. ›˛in en nazik
safhası da buydu. Çünkü cezaevi kou˛larında hiyerar˛i, her
˛eyin üstündeydi. Herkesin dierine bakarak bir mevkii, bir
ehemmiyet derecesi olmak lâzım gelirdi. Bu mevkiinden hiç
kimse, hiç bir suretle fedakârlık etmek istemezdi.
Sıra ve ehemmiyet derecesi nasıl tayin olunurdu? Bunu
anlamak pek kabil deildi. Fakat gene de herkes kendi yerini
ve sırasını bilir, onu kollar ve bunu kar˛ılarmdakilere de ka-
bul ettirirdi. Evvelâ herkesin; köyündeki, kasabasındaki mev-
kii, serveti, i˛i, gücü, hatta kılıı ve kiyafeti bu derece tayinin-
de tesir yapardı. Sonra i˛ledii suçun, karı˛tıı olayın, yahut
giydii cezanın büyüklüü; hulâsa karı˛ık, fakat herkesin, hiç
˛a˛ırmadan hesapladıı sayısız ˛artlar, bu hiyerar˛inin mey-
dana geli˛inde müessir olurdu. Bu suretle daların, köylerin,
kasabaların içtimaî nizamı, bu kilitli kapıların, bu demir par-
maklıklı pencerelerin arkasında aynen ya˛ardı. Efe, gene kı-
zanlarının ortasında kurulurdu. Gözler gene daları gözetliyor
gibi tetikteydi. Efe, daima koltuklar kabarık ve bir Buda hey-
S U Y U ARAYAN ADAM 429

keli gibi aır, sessiz, hareketsiz ba˛kö˛ede yerini alırdı. Etra-


fındaki kızanların da kendi aralarında bir itibar sırası vardı.
Köy aalarının yeri de gene köydeki gibi, halkanın ba˛ında
olurdu. Köy imamı gene onun gölgesine sıınırdı. Edeple, ter-
biyeyle oturur, sorulmadıkça söylemezdi.
Büyükçe veya orta toprak sahibi köylüler, yarıcılar, top-
raksızlar, yana˛malar, çoban, sıırtmaç gibi kimseler de bu
halkalarda gene asıl sıralarına göre sıralanırlardı.
' Kasaba e˛rafının yeri esnafın, ayak satıcısının, yahut kal-
fa, çırak gibi insanların yerleriyle karı˛mazdı. Gerçi halkaya
misafir gelenlerle misafir kabul edenler bu sıraların tertibin-
de bir hadde kadar ho˛görürlük gösterirlerdi. Fakat bunun bir
sınırı olurdu. Ya gelen misafirlerden, yahut onları kabul eden-
lerden biri, kendisine dü˛˛n yerin, kendi derecesine uymadı-
ını zannederse, o zaman güya nerede olursa olsun, oturabi-
lirmi˛ gibi yapardı. Ama bir türlü çökemezdi. Oturmazdı. Gö-
zü daima, kendine en uygun saydıı yerde olurdu. O zaman,
hatta bazen aaların, efelerin i˛e müdahalesi icabederdi. Hal-
kanın ˛urasına burasına, ˛unun, bunun yerle˛tirildii, bazıla-
rının ileri, bazılarının geri alındıı görülürdü. Yerle˛me tamam
olunca, uzun bir sükut devresi geçerdi. Sonra selamla˛ma fas-
lı ba˛lardı. Bu fasıl, herkesin ayrı ayrı ve sırayla herkesi selâm-
layıp, herkesin hal ve hatırını sorduu uzun, sıkıcı, merasimli
bir fasıldı. Fakat zamanı öldürmek için i˛e yarayan bir ˛eydi.
Selamla˛ma merasiminden sonra misafir kabul edenlerin ikra-
mı gelirdi. Grubun ayak hizmetini görenler, gelenlere cıgara,
leblebi ˛ekeri, fındık, üzüm gibi ˛eyler tutarlar, nadiren çay,
kahve hazırlarlardı. Sonra fincan, tura oyunlarına sıra gelir-
di. Misafirliin sonu bazen de ˛arkı, hatta oyunlarla biterdi...
*
* *

Zeybeklerin oyuna kalkması nadirdi. Bu, arasıra, en sonra


ve efenin bir i˛aretiyle olurdu. Ama efe, hiç bir zaman oyu-
na kalkmazdı. Bu oyunların en güzelini cezaevinde gördüm.
Ortaya çıkan zeybekler, sazın aır geli˛en ahengine ayak uy-
durarak oyunlarına ba˛larlardı. Zeybekler daima dinç, yaız
430 S U Y U ARAYAN ADAM

ve yakı˛ıklı insanlardı. Ba˛larına sardıkları yemenilerden renk


renk oyalar sarkardı. Bu oyaların renklerinin, biçimlerinin ay-
rı ayrı gönül manaları vardı. Göüslerine ve yenlerine kay-
tan ilikler i˛lenmi˛ mintanları temiz, kısa ve vücutlarına ya-
pı˛ık olurdu. Bellerine sardıkları ˛allardan renk renk sırmalı
mendiller sarkardı.Çuha ˛alvarları, ˛al ku˛aın altından beyaz
bir fasıla verdikten sonra kat kat körüklenerek dizlerine do-
ru iner ve orada biterdi. Dizler çıplaktı. Çiçekli uzun çorapla-
rının konçlarından renkli balar, püsküller dökülürdü. Bu renk-
lerin, ˛ekillerin de kendilerine göre manaları olurdu.
Oyuna ba˛layan zeybekler, evvelâ ba˛larını birer kartal
gibi hafifçe bir yana yıkıp, vücutlarının aırlıını birer ayak-
ları üzerine vererek, kollarını ˛ahin kanatları gibi yanlara do-
ru açarlardı. Sonra dalar yerinden kimıldıyormu˛casına aır,
temkinli ve sürükleyici hareketlere geçerlerdi. Hem tevazulu,
hem marur, fakat muhakkak ki seçme insanlardılar. Bir ba-
kı˛ta mahcup ve terbiyeli bir halleri vardı. Fakat hepsi de
omuzlarının üstünde bir sıra tüyler ürpertici olayların, cina-
yetlerin sorumluluunu ta˛ıyorlardı. Bunlar, kökleri belki de
tâ eski Ee ve ›yonya devirlerine varan ba˛ka türlü bir ge-
lenein son mümessilleriydiler. ›nsan, renkleri, süsleri ve oya-
ları içinde her biri bir heykel gibi görünen bu gösteri˛li mah-
lukların, yanan güne˛ altında belleri bükük, tarlalarda çift sü-
rüp bostan çapalayı˛larmı, yahut e˛eklerin, develerin pe˛inde
sürücülük, köylerde, kasabalarda kahvecilik, berberlik, terlik-
çilik yapmalarını dü˛ününce, hayalinde canlanan manzarayı
hakikaten yadırgıyordu. Bunlar, bu i˛ler için domamı˛ gibiy-
diler. Onları seyrederken insan, onların ya˛adıı yerlerdeki es-
ki jimnazlarda, stadyumlarda, vücut güzelliinin ve insan kuv-
vetinin kutsalla˛tırıldıı devirleri ister istemez dü˛ünüyordu.
Ve bu dü˛ünce bunların, ˛ehirlerin ve köylerin günlük nizamı-
na uyarmamalarını ve kaplarına sıamamalannı biraz da haklı
gibi gösteriyordu.
Bir köyde ahır temizler veya bir toprak dam altında sıt-
ma nöbetleri çekerken böyle bir delikanlının, bir gün ba˛ında
kavak yelleri esip de, sırtına en süslü elbiselerini takıp omu-
S U Y U ARAYAN A D A M 431

zuna bir mavzer atmea Kazdamda, Kozak yaylasında, Bozda-


mda birtakım Körolu maceralarına atılı˛ım insan, ho˛ görür
gibi oluyordu. Bu sert ruhlu adamların, bu kudretli vücut ya-
pıları içinde acayip bir çocuk ruhu ya˛ardı. Günleri geceleri
masallar, fallar, rüya tabirleri içinde geçerdi. Sanki ruhları
daima bu kale duvarlarının dı˛mdaydı. Ba˛ları dumanlı da-
larda, yaylalardaydı.
*
* *

Bir gün gelip de bu zeybeklerin, efelerin parmak kadar


kur˛un kalemlerinin ucunu bir taraftan boyuna dudaklarında
ıslatıp bir taraftan da be˛ kuru˛luk defterlere, kan ter içinde
A'lar, B'ler döktürmeye çalı˛tıklarını görmek, bana çok zevk
verdi. Efeler artık ders çalı˛ıyorlardı. Cezaevinin hiç okuma-
yazma bilmeyen sakinlerinden bazılarına bir ˛eyler öretme-
ye çalı˛ılması, evvelâ avlunun duvar diplerinde rasgele bir i˛
olarak ba˛ladı. Fakat sonra te˛ebbüs, geni˛leyip, cezaevi mü-
dürlüü tamir ettirdii bir yerin dershane haline konulmasına
izin verince, i˛ dei˛ti. Mahkumlar okuma-yazma örenmeyi,
önce çetin ve yıllarca süren bir i˛ sanıyorlardı. Fakat ömrün-
de kalem, kitap görmeyen bir çoban, hemen hemen iki ay için-
de köyüne mektup yazacak kadar deilse bile, neredeyse ona
yakın bir ˛eyler örenip ortaya çıkınca, okuyup yazma deni-
len i˛in korkunç tılsımı bozuldu.
Artık birçokları bu i˛e heveslenmi˛lerdi. ›nce kutulardan,
tütün, cıgara kutularının kartonlarından birçok harfler kesi-
yor, sonra bunları karmakarı˛ık ortaya döküyorduk. ›˛ önce
harfleri seçmek, sonra sesli, sessiz harfleri yerine göre yan-
yana sıralayarak basit kelimeler, hatta cümleler tertip etmek-
le ba˛lıyordu. Bunları deftere yazmak daha sonra geliyordu.
›lk okuma-yazma örenen çobanın ˛ahadetnamesi ve mü-
kâfatı olarak, kendi makinemle fotorafını çektim. Kartpostal-
da terterhiz bir delikanlı görünüyordu. Kıyafetini dei˛tirmi˛-
tik. Ba˛ında bir fötr ˛apka vardı. Boyunbaını kendi bala-
mak istedi ve bunu kolayca örendi. Ceketi ütülüydü ve kart-
postalm altına, güzel sözler arasında onun ismi yazılmı˛tı. Kö-
432 S U Y U ARATAN ADAM

ye giden bu kartpostalı köylülerin kahveye astıkları duyulun-


ca, çobanın hem hali, hem itibarı dei˛ti. ›˛ ˛unun bunun der-
ken nihayet zeybeklerin ve en sonra da, kö˛esinde kurulup
dünyaya sanki yukarıdan bakan efenin defter, kalem edinme-
lerine vardı. Fakat kızanlar, efeden daha çabuk örenince, o
zaman daların nizamı bozulur gibi oldu. Fakat efe, bu i˛te de
: altta kalmak istemedi. Geceyi gündüze kattı. O günlerde, her-

kes yataklarına serilip de ses seda kesilince kou˛un bir kö˛e-


sinde bir gölgenin, kör bir lambanın, hatta bazen titrek bir
. mumun ı˛ıı altında, gecenin geç saatlerine kadar, birtakım say-
falara birtakım i˛aretler karaladıı görülüyordu. Nihayet bir
gün i˛, belge ve mükâfat safhasına gelince, efenin bir türlü
bada˛amadıı bir zorluk meydana geldi: Efe, fötr ˛apkayı gi-
yiyordu. Boyunbaını balatarak ütülü pantolonu, ceketi sır-
tına geçiriyordu. Fakat tam resim çekilecei zaman:
— Efe hazır mısın?
deyince, dirseklerini vücudundan büsbütün ayırarak koltukla-
rını kabartmaktan vazgeçemiyordu. Bu, bir efelik ˛anıydı. Ni-
hayet bir taraftan makineye basılırken, bir taraftan efenin bu
âdetine biraz takılacak oldum. Hemen cevabını verdi:
— Efendi! Olan oldu gâri bize! Bizi yolunmu˛ tavua dön-
dürdün? Ko bari hiç olmazsa kanadımızı dilediimiz
gibi oynatalım...
Herkes gülü˛tü. Efe dirseklerini diledii; kadar açtı. Kol-
tuklarını diledii kadar kabarttı. Bizim arkada˛ın ona dar ge-
len elbisesi içinde efe, köy meydanında yalı güre˛e çıkmı˛ bir
pehlivan gibi iki tarafından kolları yarım˛ar ay ˛eklinde, dim-
dik, sereserpe duruyordu. Fotoraf makinesinin optoratörü açıl-
dı, kapandı. Efenin gözlerinin içi gülüyordu. Bozda köylerin-
den birinin kahvesine ˛imdi, her tarafı oyalar, silâhlıklarla süs-
lü, çapraz fi˛eklikli ve kabzası gümü˛ mavzerli zeybek resim-
leri arasına, fötr ˛apkalı, boyunbalı ve ütülü elbiseler giymi˛
bir efenin resmi de asılacaktı. Cezaevi dershanesinde bu efe,
okuyup yazma örenmi˛ diye...
S U Y U ARAYAN ADAM 433

Bazı günler bizim kou˛un meydancıları (köu˛ba˛ları) ge-


lirler: .
— Yarın, filan saatta filan kou˛a bir kahve içmeye git-
sek nasıl olur efendi.
gibi sözlerle birtakım ricalar gevelerlerdi. Daveti kabul edip
de istenilen kou˛a gittiimiz zaman, o kou˛u silinmi˛, sü-
pürülmü˛, yıkanmı˛, temizlenmi˛ bulurduk. Kou˛ halkı du-
varların diplerine sıralanmı˛, oturmu˛ olurlardı. Biz içeriye
girince, birden ayaa kalkarlardı. Bir kö˛eye, biz misafirler için
halılar, kilimler serilmi˛, bir divan hazırlanmı˛ bulunurdu.
Konu˛ma, günlük konulardan, süratle onların bekledikleri
mevzulara dökülürdü. Meselâ, kanunlara uyarak ya˛amanın,
kanunlarla çatı˛arak ya˛amaktan daha rahat olduunu anlat-
mak için:
— Dalarda yaylalarda ava çıkmak, oralarda pusu kurup
yol kesmekten hem daha elenceli, hem daha kârlıdır,
dediim zaman, birbirlerine bakar, gülü˛ürlerdi. Nasihatten zi-
yade misalleri, hikâyeleri anlarlardı. ›leri memleketlerde çift-
çiliin, fabrikaların oralar halkına saladıı rahatlıkları tıpkı
güzel bir masal gibi dinlerlerdi. Padi˛ahlıkla cumhuriyetin
farklarını anlatınca anlıyor, fakat bu söylenilen ˛eylerin ola-
bileceine galiba pek inanmıyorlardı.
Umumî bilgilerin onları hiç ilgilendirmeyeceini sanmı˛-
tım. Halbuki öyle olmadı. Bir gün sözün geli˛i arasında, ya-
murlarm nasıl yadıını anlatıyordum. Göllerin, denizlerin,
akarsuların buhar haline geli˛ini, buharların bulut olu˛unu, gü-
ne˛in, rüzgârın türlü etkilerini ve sonra bulutların yamur,
kar, dolu ˛eklinde topraa dü˛üp asıllarına dönü˛ünü hayal-
lerinde canlandırmak istedim. En yakınlarda oturan birinin,
evvelâ gözlerinin ya˛ardıını, sonra birkaç damla gözya˛ının,
çileli, yıpranmı˛ bir yüzün hatları arasında akacak yollar ara-
dıını gördüm. Konu alanacak bir ˛ey deildi. Ve bu alayan,
yıllar boyunca belki hiç alamamı˛tı. Hüseyin Çavu˛ derdik.
Hakikaten de eski bir çavu˛tu. Da gibi bir insandı. Sonu gel-
meyen askerliklerde rütbe, ni˛an almı˛tı. Sonra harpte Irak'ta

28
434 S U Y U ARAYAN ADAM

esir dü˛ünce, Hindistan'a, Birmanya'ya gönderilmi˛ti. Gördük-


lerini anlatmayı severdi. Gerçi anlatabildii ˛eyler, birer hiç-
ti. Burma kadınlarının donsuz gezindiini, ›ngiliz askerleri-
nin kısa donla dola˛tıklarını, Burmahlarm çok domates yedik-
lerini anlatır ve bunlara ˛a˛ardı. Bir defa da Birmanya'daki
esir kampından, Anadolu'nun Sandıklı ilçesindeki köyüne gel-
mek için kaçmı˛tı, fakat daha ilk adımda yakalanarak gene tel
örgülerin arasına tıkılmı˛tı. Ama, o, eer yakalanmamı˛ olsaydı,
Birmanya'dan Anadolu'ya ula˛acaına hâlâ inanıyordu. En son
hatırası da iki ay kadar süren bir deniz yolculuuydu...
Suçu, cinayetti. Karısını bir kanının tekerleine balamı˛,
sürüyerek, döverek öldürmü˛tü. Bu cinayetine esaslı hiç bir
sebep de bulamazdı:
— Alnımızın yazısı, efendi! Ne dersin? Onun tecellisi oy-
mu˛, benim kaderim de bu!
der, geçerdi...
Kou˛ toplantısı daılırken çavu˛ yanıma sokuldu. Ben,
bir ˛ey sormadım. Fakat o söyledi:
— Efendi, dedi, bize niçin böyle konu˛mazlar? Niçin böy-
le anlatmazlar? Bu milletin bütün derdi cahilliktir efen-
di. Bunu bil! Bunun suçu ise bizim deil, hükümetin-
dir. ›mam o. Biz cemaatiz. ›mam öretmeyince cemaat
nereden bilecek?
Bu sözleri hiç unutamam. Hatta öyle sanıyorum ki, bu söz-
ler, ben farketmeden ˛uuruma gittikçe yerle˛en ve belki de
hayatıma bazı istikametler veren sözler olmu˛tur. Orta Anado-
lu çoraklıında yeti˛ip, Balkanlar'da, Yemen'de, yıllar yılı as-
kerlik ettikten sonra Irak'ta ›ngilizlere esir dü˛en, Hindistan'
da, Birmanya'da esir kamplarında kalan ve sonra bir gün ana-
vatana dönünce, akıl almaz bir cinayetin faili olarak Afyon
kalesine tıkılan bu çileke˛ insanda, kıymetlendirilmesi gere-
ken bir ˛eyler dile geliyordu... Çavu˛un söyledii, doruydu.
Buna benzer sözleri her gün her mahkumdan dinliyordum. Evet,
imam hükümetti. Cemaat de millet. Bu iki varlık ise, dünya-
nın hiç bir yerinde, Türkiye'de olduu kadar birbirinden ayrı,
S U Y U ARAYAN ADAM 435

birbirine uzak kalmamı˛tı. Bizim gardiyanların hemen hepsi


eski jandarmalardı. Bunların hatıralarını zaman zaman dinler-
dim ve dinlediklerime neredeyse inanmazdım. Bu hatıraların
bazıları eskiye, hatta meselâ Konya ile istanbul arasında bir
demiryolunun bulunmadıı zamanlara kadar uzanıyordu.
Halbuki millet, hükümet istiyordu. Bu milletin inancına
göre hükümet, «her ˛ey» di. Her ˛ey hükümetten bekleniyor-
du. Her ˛eyi hükümet verecekti. Bir bakıma halk bu inanı-
˛ında haklıydı. Çünkü hükümet, asırlar ve asırlar boyunca sa-
dece hep almı˛tı. fiimdi ise bu aldıklarını, anla˛ılıyordu ki ar-
tık ödemesi lâzım geliyordu. Asayi˛ ˛eklinde, yol ˛eklinde, mek-
tep ˛eklinde, i˛ sahaları ve refah ˛eklinde...
Fakat bütün bunlar nasıl olacaktı? Bu bozkırlar nasıl ˛en-
lenecekti? Bu bo˛ toprak nasıl uyanacaktı? Hiç sönmeden ocak-
lar nasıl tütecekti? Anadolu neredeyse bo˛ ve sahipsizdi. Fa-
kat cezaevi mahkumlarının yarısını, gene de bu topraa sıa-
mamak, yerle˛ememek yüzünden çıkan toprak kavgalarıyle, ka-
dının, sanki payla˛ılamamasından çıkan suçlar buraya sürük-
lemi˛ti. Bir gün bir savcı, dostça bir yakınlıkla:
— Anadolu'da toprakla kadının, sanki sahibi belli deil-
mi˛ gibi, kavgalar hep bunlar etrafında çıkar. Bu da
bizim henüz yerle˛ememi˛ olmamızdan gelir,

demi˛ti. Evet, biz bin yıldır sahiplendiimiz bu topraklara ga-


liba henüz yerle˛ememi˛tik? Fakat artık bu topraa yerle˛-
mek, onu ˛enlendirmek lâzımdı. Bo˛, bakımsız, harap ve son
defa bir de dü˛man ayaıyle çinenmi˛ olan bu son kalan va-
tan parçasının ba˛tanba˛a in˛ası lâzımdı. Bu nasıl olacaktı? Bu
sualin cevabını, kendi küçük ölçümde ve sadece bir fert ola-
rak dü˛ünüyordum. Evet, dü˛ünmek, okumak ve ara˛tırmak lâ-
zımdı. Artık bu topraın üzerine eilmek ve aradıımızı bu
topraın üzerinde aramak gerekti.
* *

Moskova'dan istanbul'a dönen otomat, artık ölmü˛tü. Ana-


dolu gerçei, Anadolu realitesi, bu dört kale duvarı içinde olsa
bile beni sarıyor, youruyordu. O sırada, bir imkân bulunup
436 S U Y U ARAYAN ADAM

da, cezaevi idaresi bize, kapısı orta avluya açılan iki ki˛ilik
ayrı bir oda salayınca, çalı˛mak kolayla˛tı. Zaten bir süre-
den beri bir ˛eyler hazırlamaya gayret ediyordum. Nihayet,
bir yılı a˛an bir ura˛madan sonra, büyükçe hacimli bir ki-
tabın ilk ˛ekli meydana çıktı. Bu kitabın ismi ˛uydu:
«Muasır Türkiye'nin ›ktisadî ›nki˛af ›stikametleri» (1).
Bu kitapta derlenebilen malzemeye göre, memleketin
içinde bulunduu devrenin iktisadî karakteristii tasvir edil-
dikten sonra, millî iktisat faaliyetlerinin ba˛lıca cephelerinin
i˛leyi˛ ˛ekli ayrı ayrı ele almıyor ve sonunda:
«Devletçilik esasına dayanan bir millî iktisat»
sisteminde duruluyordu (2).
Ara˛tırmalarım ve dü˛ünü˛lerim beni, cezaevi duvarları
arasında daha iyi deerlendirebildiim çe˛itli ˛artların ve ger-
çeklerin aydınlıı altında, komünist bir nizamdan ve bu nizamı
getirecek ve elbette ki bizim imkânlarımızla getirilemeyecek,
yani elbette ki bizim imkânlarımızla ba˛arılamayacak komü-
nist usullerden, Devletçi bir iktisat görünü˛üne götürmü˛tü, bir
ihtilâl balılıından ayırmı˛tı. Ama bu, o kadar kolay olmadı.
Nice tereddütler, nice iç burkuntuları ya˛adım. Evet, Türkiye'
de ba˛ka bir devlet kurulmalıydı. Belki gene halka ramen,
a m a halk için bir devlet. Belki güdümlü bir Demokrasi. Ar-
tık devlet, imam ve millet cemaat olmalıydı. Bu imamın da ce-
maate verecei her halde bir ˛eyler vardı.
Fakat kitap, daha ilk bakı˛ta ne kadar eksikti. Evvelâ Tür-
kiye'nin ne yüzölçümü, ne de nüfusu doru olarak biliniyor-

(1) Ç a  d a ˛ T ü r k i y e ' n i n e k o n o m i k g e l i ˛ m e yönleri.


(2) 1926'da b i t e n ve 1927'de m a a r i f v e k â l e t i n c e i s t a n b u l da-
rülfünununa tetkik ettirilen bu kitap basılmamı˛tır. Darülfünunun
h u k u k f a k ü l t e s i m ü d e r r i s l e r m e c l i s i n a m ı n a v e k â l e t e v e r i l e n 23.1.1929
tarih 25 numaralı raporunda: «Kitabının tez kısmında tarihî m a d -
diyatçilık m e s l e  i n i n t a k i p e d e c e  i n i s ö y l e y e n müellif, b u fikri ilmî
bir u s u l ile t a t b i k v e bazı m e s a i l i i z a h v e T ü r k i k t i s a d î t e k â m ü l ü -
n ü n a n a h a t l a r ı n ı t e s p i t edebilmi˛tir . F a k a t birçok y e r l e r de t a r i h î
m a d d i y a t ç ı l ı  ı n m ü f r i t n e t a y i c i n e d ü ˛ m e k t e n k u r t u l a m a m ı ˛ t ı r .» d e -
nilmektedir.
Afyon cezaevinde
1926—1927
438 S U Y U ARAYAN ADAM

du! Çünkü bunlar, henüz ölçülmemi˛, yazılmamı˛tı. Topraın


bölünü˛ü, ziraat kültürleri, hayvan sayısı, ormanlar, çiftçi ve-
ya ˛ehirli aileler sayısı, sanayi kolları, yeraltı servetleri, deniz
servetlerinin vadettii imkânlar, nihayet millî gelir gibi hu-
suslarda, ya hiç resmî rakam yoktu, yahut da olanlar birbir-
lerini tutmuyordu. Okuyanlar, okumayanlar, mekteplerin sa-
yısı da belli deildi. Dı˛ ticaret rakamları, daima fiyatı dei-
˛en bir kâıt paraya göre ve beynelmilel olmayan usullerle he-
sabedildii için, tam bir fikir vermiyordu. Nihayet bütün bun-
lar, ancak derme çatma tedarik edilebilen malzemeyle ve dört
taraftan kapalı kalın duvarlar arasında i˛lenmi˛ti.
| Fakat her ˛eye ramen ˛u gerçek ortaya çıkıyordu ki, bu
topraın imkânları, üstünde ya˛attıı ˛u bir avuç insanı, dün-
yanın bütün dier millî ekonomileriyle normal baıntılar için-
de, olaanüstü dei˛iklie ve kanlı bir'ihtilâle lüzum kalma-
dan refah içinde ya˛atmalıydı. Ferde serbestçe hayat ve ça-
lı˛ma imkânı verecek, fakat milletin menfaatini hızlı bir ser-
maye terakümü yapabilmek için devletin te˛ebbüsleriyle kuv-
vetlendirecek devletçi bir iktisat nizamı, Türkiye'yi en kısa za-
manda refaha ula˛tırabilirdi. Bu suretle de, memleket içinde,
büyük sosyal çatı˛malar domasına, a˛ırı servetlerle a˛ın se-
faletlere, yani sımf mücadelesi unsurlannın belirmesine ön-
ceden mani olunmalıydı. Hulâsa, memleketi kısa bir zamanda,
ileri bir teknik seviyeye, temelleri salam bir siyasî ve iktisa-
dî istiklâle ula˛tırmak pekâlâ mümkündü ( 1 ) .
O halde, Birinci Dünya Harbi'nden sonra Türkiye'de ce-
reyan eden ˛ey, münhasıran askerî mahiyetli bir kurtulu˛ sa-
va˛ından ibaret kalamaz. Bu askerî zaferden sonra, münhası-
ran ferdî te˛ebbüse dayanacak klasik bir liberal iktisat ülkü-
sü de bir gaye olamaz. Bütün bu i˛ler için ise, gizli bir ihtilâl
partisine deil, .normal ve kanunî yollarla geli˛ecek millî bir
fikir hareketine, in˛acı bir iktisat zihniyetine ihtiyaç vardı. Bu

(1) B u fikir, b i l â h a r e A n k a r a ' d a 1932 y ı l ı n d a n e ˛ r e t t i  i m « › n -


k ı l â p v e Kadro» i s i m l i eserle r ( A h m e t H a l i t K ü t ü p h a n e s i t a r a f ı n d a n
~basıldı) K a d r o m e c m u a s ı n e ˛ r i y a t m d a i ˛ l e n m i ˛ t i r .
S U Y U ARAYAN ADAM 439

ise, artık ihtilâlci ve komünist deil, belki disiplinli, fakat re-


formcu, te˛kilâtçı, millî bir görü˛tür. Millî bir fikirdir.. Bu mil-
lî fikir hareketinin zemininde, Türk Millî Kurtulu˛ Hareketi'
nin, bütün ˛ümuliyle izahı yatmalıdır. Bu, öyle bir harekettir
ki, onun bütün kemaliyle tahakkuk ettirilmesi, yalnız bizim
için bir gaye olmakla kalmaz. Aynı zamanda bize benzer bü-
tün yarı sömürge ve sömürgeler için de bir örnek olabilir. Çün-
kü bütün iktisadî ve sosyal geli˛meleriyle bir Millî Kurtulu˛
Hareketi, gerek Türkiye, gerek bize benzer memleketler için
«yeni bir ça açan» tarihî bir nizam ifade eder. Bu hareket, ilk
defa Türkiye'nin giri˛tii ve ilk zafer misalini verdii büyük
ve manalı bir harekettir. Dünya tarihinin Birinci Dünya Har-
biyle ba˛layan, dünya ölçüsünde ve müstakil bir hareketidir.
Böyle bir harekette rehberlik rolü ise, millî kurtulu˛ hareket-
lerini dünya ihtilâlinin bir peyki sayan komünist partisine de-
il, inkılâpçı, disiplinli, te˛kilâtlı, milliyetçi bir cumhuriyet par-
tisine dü˛er. Afyon cezaevinde adım adım ve parça parça be-
liren bu fikrî sentezlerin, ilk sezi˛lerini gerçi istanbul'da ve
daha tevkif ve mahkum edilmeden önce de az çok görmü˛ ve
yazmı˛tım (1).
Hulâsa, ya˛adıım hadiseler ve bilhassa Afyon cezaevinde
tedarik edebildiim malzeme ve ne˛riyat üstündeki inceleme-
lerle, gene orada Anadolu insanı ve meseleleriyle olan temas-
larım, bende bu fikirlerin gittikçe belirli ˛ekiller almasına
müessir oldular. Her gün biraz daha kuvvetli inanıyorum ki,
˛imdiki Türkiye, dünya ölçüsünde ehemmiyetli ve müstakil bir

(1) K i t a b ı n adı: L e n i n v e L e n i n i z m . Yazanlar: fi e v k e t S ü r e y -


ya ve S a d r e t t i n Celâl. Aydınlık k ü l l i y a t ı No. 10, s e n e . 1924.
B u k i t a b ı n b e n i m t a r a f ı m d a n y a z ı l a n k ı s m ı n ı n 42'nci s a y f a -
s ı n d a b u fikir ˛ ö y l e i f a d e e d i l m i ˛ t i :
«Bize g e l i n c e ; bizde i m p a r a t o r l u k z a m a n l a r ı n d a m e m l e k e t i m i -
z i n h a k i k a t e n f e n a idare edilmesi, l ü z u m s u z m u h a r e b e l e r , k a p i t ü -
l a s y o n l a r m e m l e k e t i m i z i bir yarı m ü s t e m l e k e h a l i n d e b ı r a k m ı ˛ v e
iktisaden inki˛afımıza m a n i olmu˛tur. B ü t ü n bunların ve bilhassa
harbiumumî ve Yunan harplerinin tahribatı neticesinde, ˛imdi m e m -
l e k e t i m i z d e k i i k t i s a d î gidi˛, m e n f î bir seyirdir. Yani m e m l e k e t i m i z ;
˛ i m d i bir « s e r m a y e b i r i k m e s i» devri y a ˛ a m ı y o r . M e m l e k e t u m u m î b i r
440 S U Y U ARAYAN ADAM

hareketin içerisinde ya˛amaktadır. Bu hareket, bütün istidat


ve inki˛aflarıyie, derinle˛mesi mukadder bir inkılâptır. Bu in-
kılâbın yönlerini, ona katılanların hepsi ayrı ayrı kavramaya-
bilirler. ›nkılâbın daha bu safhasında bile idrak ufku sona eren-
ler, yorulanlar bulunabilir. Fakat onun, yorulmamı˛ ve idrak
ufku geni˛ bir liderin elinde bulunduu ve bu liderin, kendi
görü˛ ve varı˛larım adım adım kendi kadrosuna kabul ettir-
mekte olduu da bir gerçekti. Fakat bu inkılâbın geli˛meleri-
ni ben belki daha uzun yıllar, hep bu dört duvar arkasından
izleyecektim. Bu, hazin bir talihsizlikti.

Cezaevinde hayat, mutat akı˛ı içinde yürüyordu. Ak˛am


kou˛lar kapanıp, da hapishane avlusu karanlık bir sessizlie
gömülünce, benim için odamda daha sakin çalı˛ma zamanı
haslardı. Gardiyanlar, bu odanın avluya açılan kapısını kapat-
amazlardı. Odamdaki petrol lambasını da dilediim saate kadar
yakabilirdim. Kitabımın üstünde, durmadan çalı˛abiliyordum.
Bazı sayfalar ekliyor, bazı parçalar çıkarıyordum. Hele iktisa-
dî siyaset ve inkılâbın ideolojisi kısmında birtakım sezgileri,
birtakım görü˛leri, ne kadar ˛ekilsiz olsa da durmadan your-
mak lâzım geliyordu. Dünyada bir iktisadî buhranın ilk alâ-
metleri daha o günlerde belirmi˛ti. Ben bu alâmetlere neden-
se fazla kıymet veriyordum (1). Ve kendi kendime ˛öyle di-
yordum:

f a k i r l e ˛ m e v e s e f i l l e ˛ m e h a l i n d e d i r . B i z d e h e n ü z p r o l e t a r y a deil,
i˛sizler, i h t i s a s s ı z l a r , h u l â s a « L ü m p e n p r o l e t a r y a » artıyor. N a s ı l k i
i k t i s a d î i n k i ˛ a f d e d i  i m i z hallerde, h a k i k î s a n a y i v e t i c a r e t deil,
i h t i k â r ( s p e k ü l a s y o n ) h â k i m o l m a k t a d ı r . B i n a e n a l e y h bizde n e s o s -
y a l demokrasi, ne de dier ˛ekil kütlevî hareketler için lâzım olan
içtimaî z e m i n henüz ve tabiatıyle te˛ekkül etmemi˛tir. Memleketin
z e n g i n , sermayeli, ileri bir h a l e g e l m e s i ˛ i m d i g ü n ü n t a r i h î bir va-_
zifesidir. BU v a z i f e ise, d i s i p l i n l i ve m ü t e ˛ e k k i l bir C u m h u r i y e t p a r -
t i s i n e dü˛er... C u m h u r i y e t i n i d a m e v e m u h a f a z a s ı i ç i n y a p ı l a c a k h e r
h a r e k e t , h a t t a n e k a d a r ˛ i d d e t l i bil e olsa, dorudur. T e r a k k i p e r v e -
•rahe; ileri bir h a r e k e t t i r ».
(1) B u b u h r a n 1929'da p a t l a d ı .
S U Y U ARAYAN ADAM 441

— Eer dünyada bir de iktisadî buhran patlak verirse, mem-


leketimizin, yalnız özel te˛ebbüsü ve liberalizme daya-
nan (1) iktisadî geli˛me, ümidi ve siyaseti tamamen su-
ya dü˛er. Devletin yeni ve devletçi bir tanzim ve in˛a
rolü derhal ön plana geçer. Bu da devletçiliktir.

Böylece, planlı ve millî bir ekonomik kalkınma fikri ka-


çınılmaz bir zorunluk halini alırdı. Neler dü˛ünüyordum. Kav-
gasız, ihtilâlsiz, sınıfsız, imtiyazsız bir Türkiye? ›leri, hür ve
çatı˛masız bir Türkiye. Ne siyasî zulümler, ne sosyal sefalet-
ler... Bu hareketin tarihte ilk mümessili Türkiye olacaktı. Bü-
tün bize benzer memleketler bizi misal alacaktı. Tâ Kuzey Af-
rika'dan, Hint, Çin denizlerine kadar. Bu ne ba˛döndürücü bir
dü˛ünceydi ve ne sürükleyici bir hayaldi.
Nihayet, fazla yorulup da uyumaya karar verdiim zaman,
yatmadan evvel karanlık avluya çıkardım. Yüksek dört duva-
rın üstünde, dörtkö˛e bir gök parçası görünürdü. Bazen yıl-
dızlı, bazen karardık ve esrarlı. Yalmz avlunun ortasındaki ˛a-
dırvandan, gecenin sessizliine taze bir su ˛ırıltısının tatlı sesi
hiç durmadan daılırdı. Zaman geçtikçe bu gecelere öyle alı˛-
mı˛tım ki, bir duvarın dibinde gözlerimi kapayıp da kendi
dü˛üncelerime dalınca kendimi bir tekkenin çilehanesinde ru-
hunu i˛leyen bir dervi˛ gibi hissederdim. Bu çileye ne kadar
muhtaçtım. Kanunlar ve cezalarla deil, kendi ölçülerimle ken-
dim hesapla˛mam lâzımdı. Her geçen gün içimde bir ˛eyle-
rin bo˛aldıını ve içime bir ˛eylerin dolduunu duyuyordum.
Artık kendi nefsime, hiç çekinmeden:
— Kovadis yolda˛?
diyebilecek kadar cesurdum. Bunun cevabını hemen vermeye
elbette ki lüzum yoktu. Bu cevap ruhumda, uzun yıllar boyun-
ca ˛ekille˛se dahi, bu duvarlar arasında onun aydınlıını yıl-
larca bekleyecek kadar zamanım vardı.

(1) › z m i r › k t i s a t K o n g r e s i kararlar ı b u i s t i k a m e t t e d i r (1923) .


( T e k Adam, cilt. I I I ) .
442 S U Y U ARAYAN ADAM

Fakat bir ak˛amın ilk saatlerinde Ankara'dan gelen bir


emirle hayatımın akı˛ı gene dei˛ti. Bir Cumhuriyet Bayramı
yıldönümüydü (1926). fiehirde atılan hava fi˛eklerinin kandil-
leri, cezaevi avlusundan görülen gökyüzü parçasında parlıyor-
du. Bunların gökte açtıı izleri takibediyordum. Yerden atı-
lan ve kale duvarının üstünden belirdikten sonra bu fi˛ekle-
rin bazıları, kıvrıla kıvnla varacaı yükseklie varıyor ve hiç
bir iz bırakmadan sönüyor, kayboluyorlardı. Vardıkları yerler-
de sönmeyen ve izi kaybolmayan fi˛eklerden ise, renk renk
kandiller saçılıyordu. Gök aydınlanıyordu. Sonra salkım sal-
kım yere kıvrılan bu kandillerden, yeni yeni ı˛ık yıldızları do-
uyordu.
O sırada müdür odasına istendim. Halbuki bu saat, cezae-
vinin ölü saatiydi. Müdürün odasında Cumhuriyet Savcısı, ba-
na ›stiklâl Mahkemesi'nden aldıı bir telgrafı gösterdi. Hü-
kümetin, bazı mahkumların cezasını kaldırdıını ve benim de
artık serbest bulunduumu bildirdi.
Böyle bir karar beklemiyordum. ›lk tevkif edildiim gü-
nün üzerinden bir buçuk yıl geçmi˛ti. Ceza hükmünün tamam-
lanmasına, daha sekiz buçuk yıl vardı. Savcının güleryüzle
ve iyi dileklerle bildirdii haberi sükûnetle dinledim. A˛ırı he-
yecanlara kar˛ı ruhumda artık bir tıkanıklık var gibiydi. Ha-
ber, kapılar kapalı olmakla beraber bütün kou˛larda sürat-
le duyuldu. Fakat savcıya göre, benim derhal çıkmam lâzım
geliyordu. Onlarla vedala˛mayı ertesi güne bıraktım.
Otellerden birinde bana bir oda tutulmu˛tu. O gece için
oraya yerle˛tim. fiehir hakikaten hareket içindeydi. ›lk i˛im,
kendimi kalabalıın ba˛ıbo˛ akıntısına bırakmak oldu. Evvelâ
hava fi˛eklerinin atıldıı yere sürüklendim. Küçük bir parkın
içinde birtakım belediye çavu˛larıyle, onlara katılan delikan-
lılar, bunları ardarda ate˛liyorlardı. Durdukları yerde kayna-
˛an afacan mahalle çocukları, bunların etraflarında bir halka
çevirmi˛lerdi. Her fi˛ek evvelâ bir diree çakılan bir yuvaya
geçiriliyordu. Sonra fitile ate˛ verilince bir kıvılcım sanaı
yeri yalıyordu. Daha sonra fi˛ein harekete geldii, yüksel-
dii görülüyordu. Vardıkları yüksekliklerde kandillerini saçan
S U Y U ARAYAN ADAM 443-

fi˛ekler olduu gibi, havalanan, fakat açılamayan, hatta ate˛-


lendii yerde sönüp de, takıldıı halkadan çıkarılan, bir ke-
nara atılan fi˛ekler de vardı. Küçük parkın kenarında bir sı-
raya oturup bunları seyrederken bana, bu fi˛eklerin talihiyle
insanların kaderi arasında bir benzerlik var gibi geldi...
*
**

istanbul'da geçirdiim aylar, birtakım mücadele ve tasfiye


ayları oldu. Eski hareket ve fikir arkada˛larımla aramızdaki
mü˛terek baların nasıl çözüldüünü ve yollarımızın her gün
nasıl biraz daha ayrıldıını görüyordum. Arada bir ˛eyler ol-
mu˛tu. Geçen zaman bizi, hem mü˛terek fikirlerimizden, hem
de birbirimizden ayırmı˛, uzakla˛tırmı˛tı.
Rusya'da ise Parti, ilk be˛ yıllık planın uygulanmasına
hazırlanıyordu. Bu hareket, o memleket için de, dünyanın gi-
di˛i için de bir mana ta˛ıyordu. Bana göre artık dünya ihti-
lâli yoktu. Rusya'daki inkılâp, artık kendi sınırları içine ka-
panarak, bir nevi devlet kurulu˛u, bir nevi millî hareket ha-
line çevriliyordu. Artık dava teknik bir davaydı. Sosyalizm ile
kapitalizm arasında ba˛layan teknik inki˛af yarı˛ı ilk tempo-
sunu vurmaya ba˛lamı˛tı. Bundan sonra her ülke kendi çıkı˛
yolunu artık kendi aramalıydı.
Dünyada artık, müstakil cüzütamlar devri ba˛lıyordu. Her
millet, her memleket, kendi nizamını, kendi içinde ve kendi
usul ve imkânlarına göre kurarak, kendisini dünyanın hür ve
müstakil bir parçası haline getirecekti. Bu millî ve müstakil
cüzütamlar arasında zamanla yakınla˛malar, grupla˛malar ba˛-
layacak ve dünya yeni çaını, sulh içinde bir arada çe˛itli ni-
zamların bir ahengi içinde geli˛tirecekti.
Hulâsa ˛imdi her memleket, kendi inki˛af yolunu ve ken-
di manzumesini kendisi bulması lâzımdı. Türkiye de, kendi
terakkisini kendi iradesiyle salayacaktı. Bu harekette, kade-
rini bu memleket kaderine balamak isteyen herkese, her hal-
de hem yer, hem vazife vardı. Bir kısım eski arkada˛larım ise
aynı fikirde deillerdi ve herkesin kendi yolunu artık kendi
seçmesi zamanı gelmi˛ti.
444 S U Y U ARAYAN ADAM

Fakat ikinci bir tevkif, tanıdıım veya tanımadıım bir-


çok eski yolda˛larla bizi, gene bir mahkeme önünde ve aynı
sanıklar sırasında, fakat bu defa görü˛leri ve yolları birbirin-
den ayrılmı˛ insanlar olarak birle˛tirdi. Bu sefer aırceza sav-
cısının ileri sürdüü madde ile, benim için mahkemeden is-
tedii ceza, idamdı.
Kendi kendime, bir defa daha:
— Kovadis yolda˛?
dedim. Fakat içimden gelen cevap beni ürkütmedi. Çünkü ken-
di nefsime kar˛ı, ne sanık, ne de suçluydum.
Bu defa istanbul tevkifhanesindeydik.
Mahkeme, dört ay sürdü. Yapabileceim hiç bir ˛ey yok-
tu. Hiç kimseyi itham edemezdim. Hiç kimseyi ele veremez-
dim. Öyle iki yol azmda bulunuyordum ki, burada her ˛eyi
artık yalnız kadere bırakmak lâzımdı. Ben de öyle yaptım. Yal-
nız suçlu olmadıımı söyledim ve ba˛ka hiç bir ˛ey söyleme-
dim.
Aırceza mahkemesinin ba˛ında hem bir hâkim, hem bü-
yük bir insan ve bir ˛ahsiyet vardı (1). Mahkeme dosyalarıy-
le onun, bir çölün bütün kumlarını elden geçirip, her kum ta-
nesini güne˛te ayrı ayrı tanımak isteyen bir masal kuyumcusu
sabrıyle ura˛tıını görüyordum.
Kader, hükmünü yürüttü. Hüküm, savcının isteinden ba˛-
ka türlü çıktı. Hâkimler, hem savcıyı, hem kendi içlerinden
gelen sesi dinledikten sonra hükümlerini verdiler: Beraat ettim
ve serbest bırakıldım. Eski arkada˛larımla sükûnetle vedala˛-
tık. Yollarımız artık ayrılıyordu.
istanbul tevkifhanesi kapısından çıkarken, artık kararımı
vermi˛tim: Anadolu'ya gidecek ve orada çalı˛acaktım...

(1) 1927'de i s t a n b u l a  ı r c e z a m a h k e m e s i reisi S a b r i Bey, a y -


l a r c a s ü r e n v e kırka y a k ı n s a n ı  ı o l a n bir d a v a n ı n , t a v a n l a r a v a -
r a n d o s y a l a r ı i ç i n d e bir p e y g a m b e r sabrı ile u  r a ˛ a n v e h i s l e r i h a k -
k ı n d a e n k ü ç ü k bir belirti v e r m e d e n , e n kritik a n l a r d a bile k a r ˛ ı -
sındakinde, ancak i t i m a t ve saygı uyandıran bir o l g un insandı.
Dönü∫ Yolu
24

Bu defa Ankara'ya giderken artık serbest bir insandım.


Ne polisler, ne jandarmalar. Ne ellerim kelepçeli, ne omuzla-
rımda bir aırlık...
›lk vagonlardan birinde, bir pencerenin kenarına yerle˛-
tim. ›çimde bir çocuk ruhunun hafiflii vardı. Tren bozkırla-
ra dalınca bu hafiflik arttı. Kırlar gene kıraçtı. Gene susuz-
luktan kavruluyordu. Fakat bunlar, bana gene de güzel görü-
nüyordu. Gök maviydi. Hiç bir duvarla çevrilmeyen bo˛ ve
engin ufuklar, bir hürriyet duygusu veriyordu. Gideceim yer-
lerde kimseyi tanımıyordum. Nerelere gidip, nerelerde kalaca-
ım da belli deildi. Hiç kimsenin iltifat etmesi için bir sebep
olmayan kitabımın müsveddelerini daha önce Maarif Vekâleti'
ne göndermi˛tim. Çantamda da, para kıymetlerini ve kıymet
dalgalanmalarını ayarlama bakımından bir merkez bankasının
fonksiyonu (1) hakkında hazırladıım bir rapor vardı. Bu ra-
porda, paralar, altınlar, emisyonlar, milyonlar filan etraflıca i˛-
lenmi˛ti ama, benim cebimdeki para, Ankara'da ancak bir ge-
ce kalabilecek ve en kötü bir a˛çı dükkânında, yalnız bir defa
yemek yiyecek kadardı.
Fakat bundan üzgün deildim. Sanki gideceim yerlerde
beni bekliyorlarmı˛, hatta varacaım yerlere geç kalmı˛ım gi-
bi rahat ve emin, trenin daha hızlı ko˛masını istiyordum. Hiç
bir kaygı beni rahatsız etmiyordu (2).

( 1 ) O z a m a n C u m h u r i y e t Merkez B a n k a s ı yoktu. R a p o r u n b a ˛ -
lıı ˛ ö y l e y d i :
«Türk p a r a s ı n ı n p e r i y o d i k t e m e v v ü c a t karakteri» .
( 2 ) B u arada, k e n d i s i n e ç o k ˛ e y l e r b o r ç l u o l d u  u m h o c a m A h -
met C e v a t E m r e ' n i n , A n k a r a ' d a d a b a n a g ö s t e r d i  i i n s a n l ı k ilgi-
sini anmalıyım.
448 S U Y U ARAYAN ADAM

Ne yapacaımı bilmiyordum ama, meselâ hemen bir ilkokul


hocalıı isterim diyordum. Niçin vermesinler? diye de dü˛ü-
nüyordum. Sonra, bu ilkokul hocalıı sanki olmu˛ gibi acele,
hatta biraz telâ˛lı bir sıra hayallere dalıyordum.
Mektebim meselâ, Bolu ormanlarındaki bir köyde olabi-
lirdi. Meselâ Körolu dalarında?.. Evim tabiî beyaz badana-
lı olacaktı. Ye˛il bir yamaca yerle˛mi˛ bulunacaktı. Vadileri
saran sisler, dalara inen bulutlar daima yer dei˛tireceklerdi.
Hatta zaman, zaman evim bulutların altında kalacaktı. Bu be-
yaz badanalı evin kırmızı kiremitli damının bir tarafında al-
çak bir bacası bulunacaktı ki, tepesinden daima mavi duman-
lar tütecekti. Yazı˛ çamların, köknarların altındaki ye˛il çi-
menlere uzanacaktım. • Kitap okuyacaktım. Kı˛ın çizmelerimi
çekecek, kar tipileriyle bou˛arak dadan daa, kayadan ka-
yaya dola˛acaktım. Böylelikle orman hasretim de dinecekti.
Afyon cezaevindeyken, köyünün civarında orman olduu-
nu örendiim bazı mahkûmlar üzerinde garip bir hile tat-
bik ederdim. Böyle bir mahkûmun yanma gider, onu lafa tu-
tardım. Hatta sohbetin uzaması için, kendim içmediim hal-
de cıgara alır, ikram ederdim. Lafı döndürür dola˛tırır orma-
na getirmek isterdim. ›sterdim ki o, köyünden çıksın, da yol-
larını anlatsın. Rasladıı pınarlar ba˛ında duralım. Nihayet or-
man yakla˛sın. Ormana varalım. Ama ormana girerken her
ta˛ın, her aacın gölgesi, her dal, her çimen parçası ayrı ayrı
anlatılsın. Ben ormanın manzarasını, kokusunu, gölgesini, se-
rinliini içime sindireyim.
Halbuki konu˛tuklarım, bu hileyi anlamazlardı ama, or-
mandan boyuna kaçmak isterlerdi. Lafı hep ba˛ka ˛eylere çe-
virirlerdi. Kanun maddelerini sorarlar, mektup yazdırmak is-
terlerdi. Onlar için orman, sanki yoktu. Halbuki benim hasre-
tim ormanaydı. Onları söyletirken hayalen ormana dalmı˛ gi-
bi olur ve sonra saatlerce ormanı dü˛ünürdüm. fiimdi Bolu or-
manlarında bir köy mektebine hoca olunca, ormana da kavu˛a-
caktım.
Ya çocuklar? Ya mektep çocukları?.. Sanki her birinin yü-
zünü ˛imdiden ayrı ayrı tanıyormu˛um, her birinin adlarını,
S U Y U ARAYAN ADAM 449

sanlarını ayrı ayrı biliyormu˛um gibi, her birine tabiatler, ka-


rakterler, kabiliyetler yakı˛tırıyordum. ›çlerinden neler yeti˛-
meyecekti?.. Tabiî bir kısmı kız, bir kısmı erkek olacaktı. Hep-
sinin de anaları, babaları zaman zaman gelecekler:

— Muallim bey, çocuklarımız ne iyi, ne güzel oldular? Ne


kadar çok ˛eyler biliyorlar!

diye övüneceklerdi.
Fakat bazen bu hayal birden kesilirdi. Tren, harap, tenha
bir kır istasyonunda durmu˛ olurdu. Birkaç toprak dam ye-
re gömülmü˛ gibi görünürdü. Toz toprakla gübre kokuları sa-
vuran bir rüzgâr, ta˛ıdıı süprüntüleri vagonun açık pencere-
sinden üzerimize atardı. Ne bir katre su, ne bir damla ye˛illik
görünürdü. Elleri böürlerinde, karınları sıtmadan ˛i˛mi˛, yüz-
leri sapsarı, lime lime partallar içinde birkaç çocuk, durdukla-
rı yerden, hareketsiz, manasız gözlerle bize bakarlardı. O za-
man kendi hayalimde canlandırdıım ˛eylerden kendim utanır-
dım. Bu bozkır bu kadar bo˛,-bu kadar peri˛anken, ye˛il bir
yamaca dayanmı˛ beyaz badanalı bir köyde hocalık yapmaya
ne hakkım var? diye dü˛ünürdüm. Kafamda kurduum güzel
˛eyler yıkılırdı. Yaylamn çorak ve ücra bir köyünde, hatta bel-
ki de ˛u toprak yıını yerde yerle˛meyi tasarlardım.

Birbirini yapan, birbirini yıkan bu hayal oyunları içinde


nihayet uzaktan Ankara Kalesi göründü. Kale, gene her ˛eye
hakimdi. fiehir gene bir toz bulutu içindeydi. Kalenin mürte-
sem dü˛tüü daların, dalga dalga açılan bozkırların, gene in-
sanı çeken vah˛i bir hali vardı.
Bizi ilk defa Ankara'ya getirdikleri zaman, tren buralar-
dan geçerken gördüüm ˛eylerle ˛imdiki görü˛ler arasında bir
fark yoktu. Fakat ˛u dei˛iklik olmu˛tu ki, ˛imdi artık serbest
bir insandım. Kendisi için kendi karar veren, kendi hayatı için
kendi mücadele edecek bir insan. Gerçi yalnızdım, i˛sizdim,
vasıtasızdım. Ama ümitliydim. Seçtiim yolun doruluuna ina-
nıyordum. O kadar ki, tren ˛ehre yakla˛tıkça, kafamda daha
önce kurduum hayalleri, Körolu dalarını, yahut step ve ma-

29
450 SUYU ARAYAN ADAM

gara köylerini, bile unuttum. Hayır, benim yerim, bu kalenin


çevresiydi:

— Bu gök kubbenin altında elbette bana da bir yer bulu-


nur, diyordum. Bu kalenin gölgesinde yerle˛irim. Su
kar˛ı sırtlarda dola˛an çoban, ˛u tarladan el sallayan ço-
cuk kadar hür ve serbest dola˛ırım. Hatta bir gün bel-
ki ˛u kar˛ıki sırtlarda benim de bir baım olur. Cins
cins üzümler, Ankara armutları, vi-˛ne, kiraz yeti˛tiri-
rim. Hatta belki de b a l ? Me˛hur Ankara balı. Arılar,
daha gün doarken kovanlarından çıkarlar. Kekik, sarı
yonca, yabanî gül çiçeklerinden topladıkları altın toz-
larını peteklerine getirirler. Hatta ˛u çıplak vadi de ya-
rın belki ye˛illenir. fiu kayaların altına ben de bir bah-
çe dikerim. Akan suları biriktiririm. Yahut yeraltının
sularını yerüstüne çekerim. Fidanlar aaç olur. Aaç-
lar meyve verir. Arkların, havuzların ba˛ına salkım sö-
ütler diker, gölgelerinde dinlenirim. Hem dinlenmekte
niçin? Tarlada çift sürmeli, bahçede bel bellemeliyim.
Ya bu toz bulutu ne olacak? Evet, oda açılacaktır.
Bu topraa yerle˛en insanların elleri, elbette bu toz per-
desini de yutacaktır. Kalenin etrafını ye˛il parklar, te-
miz yollar, renk renk mahalleler çevirecektir.
Hele ˛u bozkır. Buralarda niçin evleri aaçlar ara-
sında kaybolan bÜr bahçeli ˛ehir kurulmadın? Mevsi-
minde her sokaından bir ba˛ka baharın kokusu gelen
bir bahçe, ˛ehir? Evlerinin kapılarını mor salkımlarla
hanımelileri sarmalı. Odalarının duvarlarını kitap raf-
ları kaplamalı. fiöminelerinin üzerlerini Ege, Frigya va-
zocukları süslemelidir. Meselâ bu evlerden biri belki de...

Lokomotifin keskin çılıkları beni rüyalarımdan uyandır-


dı. Tren istasyona giriyordu. Ankara'ya gelmi˛tik...
›nhüâbm Emrinde
25

Maarif Vekâleti Müste˛arı olgun, kemalli bir insandı (1).


Az ve aır konu˛uyordu. Hafif bir tebessümle diyordu ki:
— Eer maksat proletarya davası ise, biz. milletçe prole-
teriz. Hangi memleket çocuklarına bizimki kadar muh-
taçtır? Hangi millet bizimki kadar fakirdir? Öyle • bir
i˛in içindeyiz ki, herkes daarcıında ne varsa ortaya
dökmelidir...
Müste˛ar beyin odasından çıkarken, artık benim de i˛im
belliydi. Yalnız, bizim ilkokul hocalıı suya dü˛mü˛tü. fiimdi
Vekâlet'te, Yüksek ve Teknik Öretim Umum Müdürüme mua-
vinlik yapacaktım.
Ankara'ya gelir gelmez ilk i˛im, istanbul'da hazırladıım
etüdü, Yüksek ›ktisat Meclisi Umumî Kâtibi'ne (2) sunmak ol-
mu˛tu. Umumî kâtip, bana nazik bir ilgi gösterdi. Bu etüt, da-,
ha önce deindiim iktisadî tetkikti. Konusu, Türk parasının
periyodik fiyat dalgalanmalarının karakteri ve bu dalgalanı˛-
larm düzenlenmesi için bir tedavül bankasının kurulmasıydı.
Bir taraftan da, esasen meslek bakımından balı bulunduum
Maarif Vekâleti'ne müracaat etmi˛tim. Benim her iki taraf-
taki i˛lerim de birkaç gün içinde oldu. Yüksek ›ktisat Mecli-
si'nde umumî kâtip yardımcısı olacaktım. Bu kararı örendi-
im zaman ise, Maarif Vekâleti'ndeki i˛ime artık ba˛lamı˛ bu-
lunuyordum. Sanki havada, güçlü, ama görünmeyen bir el, be-
nim garip yalnızlıımın üstüne kanat germi˛ gibiydi.
Adma hükümet denilen kurulu˛un ve idare denilen i˛in
artık ben de içindeydim. Bir gün bir hükümet memuru ola-

(1) Kemal Zaim Sunel.


(2) Nurullah Esat Sümer.
454 S U Y U ARAYAN ADAM

caımı dü˛ünmemi˛tim. Fakat önümde, devlet hizmeti deni-


len kapının açıldıı ilk gün, beni bu kapıya ula˛tıran yolun
dönemeçlerini, zikzaklarını, kafamda bir daha canlandırdım.
Çocukluk ya˛larımda hedefim subay olmaktı. Bir subay ve
belki de bir gün pa˛a?.. Bence subay, büyük ve kahraman bir
varlıktı. O, ba˛ka bir mahluktu. Hiç kimse -ondan - üstün -«»
olamazdı.
Balkan Harbi'nden sonra gayem, köy muallimlii oldu.
Muallim Mektebi'nde bunun için hazırlanıyordum. Yenilen ve
tılsımım kaybeden devlet varlıımızı, yaralı milletimizi, an-
cak ilkokul hocaları kurtaracak, diyordum.
Fakat, daha bir ilkokul hocası ya˛ma ula˛madan, Dünya
Harbi patlayıp da cephelere ko˛unca, benim için mefkurenin
sınırları daha da geni˛ledi. Artık yalnız kendi topraımız ve
kendi halkımız için deil, Türk milletinin bütün boyları, bü-
tün kolları için çalı˛acaktık. Geni˛ ve ebedî bir ülke olan bü-
yük Turan için çarpı˛acaktık. Fakat hayat yolu, bizim çizdii-
miz yol deil ki? Onun istikametini çizen ba˛kası. Nitekim ön-
ce bir kaos. Sonra inkılâplar, fırtınalar, savrulmalar. Nihayet
bir gün, kendimi bir ihtilâl safında bulmu˛tum. Dünya niza-
mını ba˛tanba˛a yıkacak ve bu harabenin üstünde kendi niza-
mımızı kuracaktık...
Evvelden beklenilmeyen, evvelden sezilmeyen binbir ga-
rip olaydan sonra istanbul'a döndüüm zamanı hatırlıyorum,
istanbul sokaklarında, memleketin her davasma yabancı, her
davasının dı˛ında bir otomat gibi gezerken, devlet benim için,
biraz korkulan, biraz yadırganan ve hele yabancı bir varlıktı.
Devlet deyince, hükümet deyince birtakım hazır formüller, dol-
durulmu˛ bir plaktan gelen souk ve madenî sesler gibi içim-
de aksedip duruyordu:
— Devlet; kapitalist hâkim sınıfın zalim bir icra organı, vb.
Sonra mahkemeler, hapisler, kaleler... Ve hepsinden önem-
li olarak cezaevinde kendi topraımızın insanları içinde ge-
çen çetin, fakat manalı günler. Anadolu topraı ve Anadolu
insanı. Çileli, muztarip, fakat yenilmemi˛, bozulmamı˛ insan.
S U Y U ARAYAN ADAM 455

Bilgisi belki kıt, fakat sezen ve duygulu insan. Muvazeneli ve


vadeden insan. Kendi topraına balı ve kendi mutluluunu,
yalnız kendi topraının imkânlarından-ve kendi gücünden bek-
leyen tahammüllü, sabırlı ve umutlu insan. ›˛te ˛imdi artık
ben de, bu insanın hizmetindeydim. Memur olarak, müdür, ˛ef
veya sadece bir adsız olarak kendi insanımızın hizmetinde. Evet,
bu topraktan daha bakımsız, neresi vardı? Bu insandan daha
fakir, daha hizmete muhtaç kim vardı? Her birimiz daarcı-
ımızda ne varsa ortaya dökmeli ve onun hizmetine ko˛ma-
lıydık.
Umum müdürlük dairesinde, ilk defa bir devlet masasının
ba˛ına geçip de, bana vazifemi tebrike gelenler odadan ayrılın-
ca koltuuma yaslanarak kendi kendime bunları dü˛ündüm.
Kendimi yeniden, benim olan bir toprak üstünde ve biz-
den olan insanlar arasında hissediyordum.
O gün, ne güzel bir gündü?..
*
**

O sıra umum müdür Ankara'da deildi. Anladııma göre


birtakım projeler, planlar, programlar pe˛inde Avrupa'nın bir
tarafından bir tarafına dola˛ıyordu. Bir müddet sonra döndü.
Bir bakı˛ta anla˛ılmaz bir adamdı (1). Onu masasının ba-
˛ında ilk gören, i˛lerinin arasında hayatından bezgin, ˛ikâyet-
çi ve nereden ba˛layacaını ˛a˛ırmı˛ bir memur zannedebilir-
di. Fakat onun gerçek ˛ahsiyeti, o büroların, o evrak karton-
larının arkasında i˛lerdi. Klasik bir devlet memurunun elini
kolunu balayan ˛eylere kafasında yer vermezdi. G kendini bir
cezbeye kaptırmı˛tı. Bu memleketin üstünde bir çelik çatı gibi
yükseleceini dü˛ündüü teknik bir kalkınma sisteminin cez-
besine...
Anla˛ılmazlıklar, çelmeler ona hiç geliyordu. Dü˛ündüü
sistemin içinde; köylerde dola˛acak seyyar demirhanelerden,
gezginci biçki diki˛ atölyelerine, yahut balıkçılık, otelcilik kurs-
larından, sanat enstitülerine, teknikumlara, i˛ darülfünununa

(1) T ü r k i y e ' de b u g ü n k ü t e k n i k ö  r e t i m i n k u r u c u s u : R ü ˛ t ü Uzel.


456 S U Y U ARAYAN ADAM

kadar her ˛ey, kademe kademe sıralanmı˛tı. Bu çatı kat kat


kuruldukça memleket, her sahada bütün teknik elemanları, bu
teknik öretim sisteminin içinden istedii kadar çekip alabile-
cekti, isviçre'deki el sanatçılıından, Japonya'daki makineli ev
dokumacılıından motor, lokomatif ve gemi yapıcılıına kadar,
bizde olmayan her sanatın bir gün yurtta yerle˛eceine ina-
nır ve bunun için çalı˛ırdı. Bütün bunlar için hesapsız rapor-
lar projeler yaptırmı˛tı. Kafasında bu i˛leri, geni˛ tetkiklere,
malzemeye dayanan birtakım sıralara, usullere balamı˛tı.
Bakanlıın penceresinden bakardı. Ankara istasyonunun
arkasında, o vakit her rüzgâr estikçe toz bulutlarının kabar-
dıı sahada, gelecek için tasarladıı i˛ darülfünununu, ensti-
tüleri, teknik ara˛tırma merkezlerini bütün teferruatıyle kafa-
sında canlandırırdı. O zaman, sanki bunlar hakikaten mev-
cutmu˛ ve kendisi bu muazzam binaların hollerinde, koridor-
larında, tecrübe salonlarında dola˛ıyormu˛ gibi en küçük tefer-
ruatına kadar her ˛eyi tasvire giri˛irdi. Sandıklar ve sandık-
lar dolusu avan projelerin, plânların, tesisat ˛emalarının her
çizgisi ezberindeydi.
Hepsi de Avrupa üniversitelerinde, teknik isti˛are büro-
larında hazırlatılmı˛ olan bu detayların bazen bir noktasına
zihninin takıldıı olurdu. Ya bu cihazı birkaç metre o tarafa,
ya bir tezgâhı birkaç metre bu tarafa nakletmek için gerekli
sebepler bulmu˛sa, mimarları, mühendisleri kan ter içinde u-
ra˛tırmak ister ve sonunda bu tadillerin gereklilii hakikaten
meydana çıkardı.
Bir köyden gelmi˛ti, bir Avrupa üniversitesini bitirmi˛ti.
Bir teknik adamı ve zaman ölçüleriyle bir Avrupalı olmu˛tu.
Tesis ve in˛a fikri bütün benliine''hâkimdi. Gücü yetse, mem-
leketi yeni ba˛tan ve birden in˛â etmek isteyebilirdi.
Bu topraın bekledii adamlardan biriydi. Ama, bu top-
raın alı˛tıı adam deildi...

* *

Maarif Vekili Necati Bey, genç, hareketli bir insandı. Ona


göre zamanın gecesi, gündüzü yoktu. Bizim vekâlette i˛, bü-
S U Y U ARAYAN ADAM 457

tün dairelerin kapılarını kapadıı zaman ba˛lardı. Ak˛am saatı-


na kadar ancak günlük muamelelerle ura˛ılırdı. ›˛ saatları so-
na yakla˛ıp da vakit gelince, daireler bo˛alırdı. Fakat yüksek
kadronun çalı˛ması asıl o saattan sonra ba˛lardı. Müdürlerin,
umum müdürlerin odalarında lambalar gecenin geç saatlarma
kadar yanardı. Asıl mühim i˛ler için kararlar bu saatlarda çı-
karılırdı.
Bu geç saatlarda vekil hemen daima arkada˛larının arasın-
da olurdu. Gecenin sonu ekseriya onun bir davetiyle ˛urada
veya burada bir sofranın ba˛ında biterdi. Bakana göre lâzım
olan ˛ey «büyük i˛ler» yapılmasıydı. Fakat bu «büyük i˛ler» in
teferruatı onu ilgilendirmezdi: O yalnız kendisinden, büyük i˛-
lerin istenilmesini beklerdi. Küçük ölçüler, küçük tedbirler
onu sıkıyordu. Bir güre˛ meydanında kar˛ısına e˛ bekleyen bir
pehlivan gibi dola˛ıyordu. Ya yenmek, ya yenilmek istiyordu.
Eski bir muallim mektebi binasında yerle˛en, kou˛ları,
dershaneleri hatta bazen çuval kaplı karkasla bölünüp kalem
odası, büro haline getirilmi˛ olan maarif vekâleti binası ( 1 )
içinde sessiz, fakat kuvvetli bir havanın estii zamanlardı. La-
yik tedrisat, muhtelif tedrisat, tek tedrisat (tevhidi tedrisat)
gibi birçok ileri memleketlerin hâlâ münaka˛asını yaptıı ce-
sur ve ileri hamleler, bu mütevazı dairelerin insanları tarafın-
dan ba˛arılmı˛tı.
Necati Bey, büyük ölçüde saydıı bir i˛ yaptıı zaman ço-
cuk gibi sevinirdi:

— Bugün millet mektepleri açılması emrini verdim!


— Bugün, yeni Türk harfleriyle tam yüz bin alfabe basıl-
masını emrettim!
— Bugün filan enstitünün in˛aat hesabına tam yüz elli bin
liralık havale gönderdim!

derken, sevincinden yerinde duramazdı. Ah ne olur, benden


daha fazla bir ˛eyler isteseler der gibi, etrafındaki arkada˛ları-

(1) › s t i k l â l Harbi s ı r a s ı n d a b u b i n a ilk M i l l e t M e c l i s i m e b u s -


ları i ç i n m i s a f i r h a n e v a z i f e s i g ö r m ü ˛ t ü .
458 S U Y U ARAYAN ADAM

m tartaklar dururdu. Zaman, mekân ve imkânlar onun ölçüleri


arasına girmezdi. En büyük i˛leri, elinden gelse bir nefeste ba-
˛armak isterdi. Bazen bir rüzgâr gibi odaya girerdi. Bir gün
evvel karar verilen, fakat aylarca sonra tamamlanacak olan
bir i˛in bitip bitmediini, yahut ne safhada olduunu sorardı,
î˛ler deil, i˛lerin sonu onu ilgilendirirdi. Meselâ etrafındaki-
lere sorardı:
— Neydi ˛u Ankara'da yapılacak ˛eyin adı?
— Teknikum.
— Ba˛ka?
— Politeknik...
— Daha ne duruyorsunuz yahu? Yapsanıza! Ama bu bina-
lar büyük olmalı. Çok büyük. Ta istanbul'dan, Sivas'tan,
Hint'ten, Çin'den görünsün vesselam...
der, gene bir rüzgâr gibi çıkar giderdi.
O zaman Ankara'da yeni devletin bütçesi çok mecalsizdi.
Türkiye'nin hemen hemen hiç bir müttefiki yoktu. ›stikrazla-
ra, yabancı sermayeye kar˛ı haklı bir çekingenlik vardı. Bütün
kaynakları kurutan iki büyük harpten henüz yeni çıkılmı˛tı.
Her ˛eyi yeniden ve temelden yapmak lâzımdı. Halbuki bütçe,
kar˛ılıksız bir paraya dayanan nazarî bir muvazeneden iba-
retti. Cihan iktisat buhranı ise bütün ihracat maddelerini bir-
den vurmak üzereydi.
Fakat Ankara, bu mecalsiz ve takatsiz bütçeye kendi ru-
hundan bir ˛eyler katan, onu böylece zenginle˛tiren idealist
insanlara malikti. Ben, devlet dairesi ve devlet i˛i deyince so-
uk, ˛ahsiyeti öldüren ve sinsi bir ortam, bir çevre dü˛ünür-
düm. Halbuki gördüüm bu manzara kalbe ˛evk veren bir ˛eydi.
Maarif vekâleti bu hava içinde çalı˛ıyordu. Necati Beyin
arkada˛ları kendinden birer parça gibiydiler. Fazla olarak onun
sınır tanımaz arzularını kâıda dökecek, hesaba vuracak ölçü-
de insanlardılar. Vekil onlara çok balıydı. Onlara takılmayı
severdi. Beni de ilk tanıdıı zaman elini omuzuma koydu:
— ›stediini yap arkada˛, dedi, uma bizim mektep çocuk-
larını sakın komünist yapma!
S U Y U ARAYAN ADAM 459

Cevap verdim:
— Mektep çocuklarıyle ›˛im yok vekil bey. Ama siz ken-
dinizi koruyun!..
Hem kendi güldü, hem hepimizi güldürdü.
Altma çizilmi˛ yolda, aır bir treni çeken bir lokomotif gi-
biydi. Yazık ki girdii yolun, henüz çok genç ba˛ındayken öl-
dü (1)...

* •*
›˛te benim memurluum Ankara'da o zaman, bu hava için-
de ve bu insanlar arasında ba˛ladı. Onun için hiç bir zaman
kapalı, çekingen ve kararsız bir memur olamadım. Bu hal so-
nuna kadar devam etti. O zaman etrafımda gördüüm insanlar,
Ankara'nın bir devrini ve bir neslini temsil eden insanlardı.
Hepsinin ba˛ı Çankaya'ya balıydı. Çankaya ise Ankara'dan
kopmu˛ bir yer deildi. Çankaya'daki basit ba kö˛künde, her
˛eyden evvel genç, dinamik bir insan ya˛ıyordu. Hayata doy-
mamı˛, hayata ve insanlara balı ve bütün be˛erî kompleksleri
olduu gibi ya˛ayan bir insan. Bu insan, bütün günlük haya-
tiyle, sanki hepimizin arasında ya˛ıyor gibiydi/Ondan ta˛an
dinamik bir hayatiyet havası bu kıraç ve harap Ankara'ya dur-
madan yayılıyordu, ruhları besliyordu.
Hulâsa Ankara'da sular henüz yosunlanmamı˛tı. Dalgalar,
suların dibinden suların yüzüne birtakım yeni davalar, yeni
unsurlar, yeni insanlar atabiliyordu.
Maarif vekâletinde olduu gibi, nafıa vekâletinde, mali-
ye vekâletinde, iktisat vekâletinde ve bütün dier vekâletlerde
i˛ ba˛ında olanlar, yeni kanunlar, yeni projeler pe˛indeydiler.
Genç bir hayat hamlesi i˛lere, hatta bu i˛ler ba˛arılmâsa bi-
le hâkimdi. Bürokrat, aksiyon ve icraat adamını. henüz yene-
memi˛ti.
Birtakım basit kazmalar, küreklerle dalar deliniyor, tü-
neller açılıyordu. Ve derme çatma vasıtalarla ta˛man raylar,

( 1 ) Ölümünün dördüncü yıldönümünde mezarının ba˛ında, ar-


kada˛lar benim konu˛mamı istemi˛lerdi. Kendisini kendi anladıım
gibi anlattım. Sanıyorum ki ruhu bunları tasvip etmi˛tir.
460 SUYU ARAYAN ADAM

bozkırın gösüne dü˛ene,dö˛ene, bir yerlerden bir yerlere ula-


˛ılmaya çalı˛ılıyordu. O zaman, herkese bir dev gibi görünen
birtakım basit silindirlerle, dalardan dalara, ömürleri niha-
yet bir yamur mevsimini geçmese bile birtakım yollar açıl-
maya çalı˛ılıyordu. Ele geçen bir avuç çimento ve bir parça
demirle, nihayet bir istasyon ambarından daha büyük olmayan
bir mektep, bir hastane, bir devlet binası yapılıp nutuklarla
açıldıı zaman, bunun ˛evki ve heyecanı günlerce hepimizin
yüzünde parlıyor, ya˛ıyordu. Halbuki arzulanan ˛eyler ve gö-
rü˛ ölçüleri her gün artıyordu. Fabrikalar, madenler, vatanın
demir alarla örülmesi, yabancılar elindeki maddelerin, demir-
yollarının millile˛tirilmesi, iki misli mahsul... Bürokrat henüz
arka planda geliyordu. Ve söz henüz inkılâpçınındı.
Hulâsa Ankara, ya˛ayan bir yerdi. Ve kaldı ki burası, yal-
nız bir yeni devletin ba˛kenti deil, etkileri dünya ölçüsünde
bir inkılâbın merkeziydi. Bir bakı˛ta daınık, harap, küçük ve
hareketsiz görünen Ankara'nın basit günlük hayâtı arkasında,
büyük ve manalı bir inkılâbın nabzı atıyor diyordum. Gerçi
inkılâp sözü her nedense az kullanılan bir sözdü. Hatta inkı-
lâpçılık parti programında ve anayasada altı esas prensipten
biri olarak yer aldıktan sonra bile. ›nkılâp kelimesi ve inkı-
lâpçılık vasfı resmî edebiyatta hatta hiç benimsenmedi. ›nkı-
lâpçılık anlamına kar˛ı bazı çevreler daima çekimser kaldı. Bu
kelime, kullanıldıı yerlerde ise, meselâ, ˛apka inkılâbı, dil in-
kılâbı gibi, kapsadıı manalarla ili˛kisi olmayan hususlarda da-
ha çok kullanıldı. Fakat bütün bunlara ramen, Ankara'da
inkılâp ruhu canlıydı.
Yalnız ˛u kaygı da vardı: ›nkılâp prensipleri evvelden in-
celenmi˛, tayin edilmi˛, sınırları belli bir dünya görü˛üne ve
bir hedefe dayanmadıkça, onun ekseriyet için belirsiz ve an-
la˛ılmaz kalması tabiiydi. Nitekim biraz dikkat edilince görü-
nüyordu ki, Ankara'da da bir kısım insanlar, hatta önemli bir
çounluk için inkılâp, kabul edilmi˛, fakat izah ve idrak edil-
memi˛ bir ˛eydi. Hatta onu bir tez, bir slogan olarak kulla-
nanların her biri için de manası ba˛ka ba˛kaydı. Onu yürüt-
mek mevkiinde olanlar arasında bile geni˛ anlayı˛ farkları var-
S U Y U , ARAYAN ADAM 461

dı. Bunların bir kısmına göre, inkılâp vardı ve devam ediyor-


du. Dier bir kısmına göre ise, Türkiye bir inkılâp ya˛amı˛,
fakat bu inkılâp artık sona ermi˛ti. Türk inkılâbının, yalnız
devam etmekle kalmayıp, onu dünya tarihi için ve dünya öl-
çüsünde bir manası olduu, inkılâbımızın, bütün bize benzer
memleketler için mü˛terek esaslar ta˛ıdıı fikri, herkeste bazı
˛üpheler uyandırıyordu.
›nkılâbın böyle geni˛ manada alınmasında onlar, uluslar-
arası (beynelmilel) bir nitelik seziyorlar ve bundan korkuyor-
lardı. O zaman, uluslararası vasıflı her ˛eye kar˛ı Ankara'da
büyük bir ürküntü vardı. Hatta din bile, «gayri millî» olduu,
«uluslararası» bir nizam ifade ettii için yadırganıyordu. Uy-
garlıın, bütün ileri memleketler için mü˛terek vasıflarında bile
˛üpheli noktalar seziyorlardı.
Daha sonraları bu kompleks:
— Biz bize benzeriz,
˛eklinde bir ifade -de- buldu. Bu slogan, ˛enlik, bayram gün-
lerinde büyük kırmızı bezler üzerine beyaz harflerle yazılır,
sokaklara asılırdı. Bir gün Halk Partisi Genel Sekreteri (1),
bizim bize benzeyi˛imizi daha elle tutulur bir ˛ekilde ˛öyle
anlattı:
— Azizim! Türkiye bir yumurtaya benzer. Her ˛eyimiz bu
yumurtanın içindedir. Bu içerideki ˛eylerin dı˛arıdaki-
lerle hiç bir ili˛kisi yoktur. ›nkılâplarımız, davalarımız
hep bu yumurtanın içinde!..

O bunları söylerken samimîydi ve ˛eflerinin, haklı olarak


inandıı bir insandı.
Fakat sanıyorum ki, inkılâbın yalnız hayatı dei˛tirmek-
le kalmayan ve hiç olmazsa inkılâpçı bir azınlıın ˛uuruna inen
bir fikir sistemine dayanması zarurî olsa gerekti. ›nkılâbın ide-
oloji sistemi, fikir prensipleri ortaya atılmalıydı.. ›nkılâbımız
izah olunmalıydı. Kaldı ki, inkılâbımızın yalnız Türkiye'ye has
ve onun sınırlarıyle çevrilmi˛ bir hadise olmadıına gittikçe

(1) C.H.P. e s k i G e n e l S e k r e t e r i S a f f e t A n k a n .
462 S U Y U ARAYAN ADAM

daha kuvvetle inanıyordum. Onun yalnız bizim için deil, bü-


tün bize benzer memleketler için bir misal ve bir örnek olmak
vasfı a˛ikârdı.
Hulâsa inkılâbımızın mana ve mahiyetini, çe˛itli anlayı˛-
lardan, hele birbirine zıt görü˛lerden kurtararak, ona tarih için-
de yerini vermeliydi. Bu, Türk aydınının, kendini inkılâba ve-
ren her duygulu Türkün bir vazifesi olsa gerekti. Yani bize,
bütün tarihî ve nazarî ˛artlarıyle i˛lenmi˛ bir inkılâp ideolojisi
ve buna dayanan bir inkılâp heyecanı lâzımdı. Yoksa her ˛eyin
bir süre sonra halsizle˛mesi mümkündü. Bir süre sonra, bütün
hamlelerin gev˛emesi, bütün fütuhatın kolaylıkla inkâr edil-
mesi ve nihayet ya gericiliin yahut da kozmopolit ve müsrif
bir oligar˛inin, bir para hiyerar˛isinin, ˛üpheli ellerde bir din
ticaretinin her ˛eyi soysuzla˛tırması akla gelebilirdi.
O sıralarda 1929 dünya iktisat buhranı, cumhuriyetin ilâ-
nından beri memleketin bel baladıı liberal inki˛af ümidini
tamamen durduruverdi. Ankara'da bir depresyon havası esme-
ye ba˛ladı. ›ktisadî durgunla˛maya ve fakirle˛meye muvazi bir
ruh ve fikir halsizle˛mesi gittikçe beliriyordu. Bu halsizlik, bü-
tün idare ve in˛a alanlarında i˛leri aksatıyordu. Hepsi de ziraî
hammaddeler veya gıda maddeleri olan ihraç mallarımızın fi-
yatları sıfıra yakla˛ıyordu. Yeni vergiler, nazarî gelirlerdi. 1923
ve 1929 arasındaki iç sermaye birikmesi —eer böyle bir birik-
me varsa— erimi˛ti. Hulâsa memleketin iktisadî temeli sarsıl-
mı˛tı. ›ktisadî prensiplerimizi yeniden gözden geçirmek, ikti-
sadî davalarımızı yeniden ortaya koymak ve i˛e yeniden ba˛-
lamak lâzımdı. Ziraî rant, ziraatta bir birikmeye imkân vere-
cek toprak geliri sıfıra dü˛mü˛tü; dahilde toprak müstahsili be-
davaya, hatta zararına çalı˛ıyordu. Türkiye'de sanayi ve in˛a
i˛leri ise ancak ziraatın kaynaklarına dayanıyordu. Ve adına
sanayi dediimiz varlık, Haliç sahillerindeki harap hanlarla,
Galata harabelerinin küflü bodrumlarına daılmı˛ iptidaî ve
peri˛an bir enkaz yıınından ibaretti. Ve bu hal, inkılâp da-
vası güden bir ülke için yüz kızartıcı bir ˛eydi (1).

(1) Bu k o n u d a : fi. S. Aydemir. T e k Adam, cilt. III.


S U Y U ARAYAN ADAM 463

Yeni bir yol, yeni bir iktisat siyaseti, daha dorusu yeni
bir nizam bulmak lâzımdı. Millî emei ve tasarrufu koruya-
cak, millî esaslara dayanacak, fakat memleketin kalkınma ham-
lesini salayacak ve devam ettirecek bir nizam. Yoksa iktisa-
dî sefaletle beraber, inkılâbın fütuhatı bile zayıflayabilirdi. O
günkü iktisadî siyaseti bir cümleyle ifade etmek mümkündü:
Himayeci bir gümrük siyaseti arkasında liberal bir iktisat niza-
mı. Bu siyasetin ilk ve safiyane esasları 1923'te ›zmir'de top-
lanan iktisat kongresinde atıldı. Bu esaslar, ferdin ve özel te-
˛ebbüsün, konulan gümrük himayesi arkasında ve serbest mü-
nasebetler dahilinde millî bir sermaye biriktirmesi esasına da-
yanıyordu. Biriken ticarî sermayeler sanayi sahasına akacaktı.
Türk hammaddesi Türk sanayiinde istiklâk edilerek memleket
kendine yeter hale gelecekti. Bu fikirler samimîydi. Fakat tari-
hî ˛artların ve sermaye birikmesi imkânlarının tetkiki bakımın-
dan yetersizdi. Bu sistem, millî gücü harekete getirecek ve
memleketi en kısa bir zamanda, büyük ölçüde yatırımlara gö-
türecek ruhtan ve vasıtalardan mahrumdu. Millî gücü ve millî
tasarrufu korumakla beraber, memlekette ileri teknii ve ge-
ni˛ ölçüde yatırımları planlı bir ˛ekilde salayacak bir iktisadî
nizam aranması lâzımdı. Bu iktisadî nizam, hem bir inkılâp
dinamizminden kuvvet almalı, hem de dünyanın gidi˛i içinde,
memleketin bir an evvel kalkınmasına imkân vermeliydi.

**

Zaten dünya, artık eski dünya deildi. Dünya iki ayrı ka-
rargâha bölünmü˛tü. Bir tarafta liberal demokrasi, tarihinin
en büyük buhranını ya˛ıyor ve bu*buhrandan bir çıkı˛ yolu arı-
yordu. Dier taraftan sosyalizm, bir in˛a tecrübesine giri˛mi˛ti.
Bundan ba˛ka liberal nizamın içinde de totaliter geli˛meler
vardı. Her ˛ey, liberalizmin revizyonu zorunluuna doru gi-
diyordu. Bu nizam ya planlı ve güdümlü bir kapitalizme, mil-
letlerarasında bir entegrasyona, daha anlayı˛lı bir i˛birliine
varacaktı. Ya sosyalizmin kar˛ısında fikirsiz, parasız ve nefes-
siz kalarak bir gün mahvolacaktı. Bir çıkı˛ için ise, sömürgeci
usullerin ortadan kalkması, geri memleketlerin geli˛tirilmesi
464 S U Y U ARAYAN ADAM

lâzımdı. Bu suretle dünya ölçüsünde deilse bile, demokratik


memleketler arasında kurulacak i˛ ve pazar birlikleri, serbest
dünyayı kurtarabilirdi (1). Biz ve bizim gibi memleketler bu
arada aktif bir iktisat görü˛üne ula˛abilirsek, dünya f buhranı
belki de bizim lehimize çalı˛mı˛ olacaktı.
Hülâsa Batı tekniinden ayrılmamak, bilâkis ondan fay-
dalanarak onun seviyesine ula˛mak için, liberal bir inki˛af ümi-
dinin uyu˛turucu tesirinden çıkmak, kurtulmak lâzımdı. Bu sis-
temin bizde bir inki˛af ˛ansı yoktu, çünkü, bu sisteme katıl-
mak için geç kalmı˛tık.
fiimdi öyle bir noktaya varmı˛tık ki, önümüzde ancak iki
yol vardı: 1. Manevî bakımdan Türk inkılâbının heyecanını
harekete getirmek, 2. Maddî bakımdan, hem millî gücü sefer-
ber etmek, hem cihan buhranının sudan ucuz hale dü˛ürdüü
teknik vasıtaları ve personeli vadeli olarak çekerek, kendi tek-
nik geli˛memizi salamak.
Bunun için de, herkesin kendi görü˛ünü ve dü˛ündüünü
yazması, söylemesi lâzımdı. Yani kendi daarcıında ne varsa
ortaya koyması gerekti.
Doru olan, faydalı olan yol buydu... Ben de bunu yaptım.

(1) B u g ö r ü ˛ e d a y a n a r a k y a z d ı  ı m ilk k ü ç ü k bro˛ür, bir p r o -


paganda yayımı ˛eklinde, o sırada açılan Laypzig milletlerarası pa-
n a y ı r ı n d a k i Türk s e r g i s i n d e daıtıldı . B r o ˛ ü r ü n i s m i : « T ü r k - A l m a n
P a z a r › t t i h a d ı » idi. A l m a n ilgilileri a r a s ı n d a bir a k s i s e d a y a p t ı v e
b u g ö r ü ˛ ü n s a v u n u l m a s ı i ç i n sergi i d a r e s i n c e m ü m e s s i l i m i z e i m -
k â n verildi.
26

< Dünyanın bölündüü zıt karargâhlar arasındaki çatı˛ma


gittikçe derinle˛iyordu. Batı ve Dou âlemi her gün biraz daha
birbirlerinden ayrılıyorlardı. Bundan ba˛ka Batı âlemi içinde
ayrıca ia˛izm, asi .bir cereyan, yeni ve geç kalmı˛ bir emper-
yalizm halinde kendi nifaklarını hazırlamaktaydı. Türkiye ise
dünya iktisat buhranının gittikçe daha çok tesiri altına giri-
yordu. Memleket her gün daha derin bir iktisadî halsizlie gö-
mülmekteydi: Hadiseler öyle geli˛iyordu ki, bu konularda her-
kesin kendi dü˛üncelerini cesaretle söylemesi lâzım geliyordu.
Hatta bu görü˛ler ve dü˛ünceler yetersiz olsa bile,..
Ankara'yı daha yakından tanıdıkça, dünya gidi˛inin ve iç
ekonominin halsizle˛tirici tesirlerine ramen memleketin çıkı˛
ve yükseli˛ imkânlarına olan inanım artıyordu. Milletimiz bir
inkılâp heyecanından faydalanarak, memleketin henüz doku-
nulmamı˛, henüz uyuyan kaynaklarını ve kuvvetlerini hare-
kete getirebilirdi. Yabancı memleketlerin bize verebilecei pek
çok ˛eyler vardı. Dünya buhranı bu memleketlerde mütehas-
sıs: insan gücünün ve üretim vasıtalarının bedelini âdeta sı-
fıra dü˛ürmü˛tü. Bu vasıtaların yok pahasına ve çok uzun va-
deli olarak tedariki kabildi.
›nkılâp heyecanını, inkılâbımızın nazarî esaslarından çıka-
rabilirdik. Bu da sonsuz bir kaynaktı. ›ktisadî kalkınmamızın
itici kuvvetini de planlı bir iktisat siyasetine balayabilirdik.
Bu iktisat'siyaseti, elbette ki artık tarihî ömrünü ya˛amı˛ libe-
ral bir iktisat nizamı olamazdı. Bu nizam, dünyanın be˛te dör-
dünün müstemlekele˛tirilmesi pahasına da olsa verebileceini
vermi˛ ve artık tükenmi˛ti, Büyük sanayi memleketlerindeki
teknik ilerleme, mübadelenin dünya ölçüsünde geli˛mesi ve
bir malî kapitalizm onun esiriydi. Fakat, sanayi memleketle-

*30
466 S U Y U ARAYAN ADAM

rinde sınıf kavgalarını, sanayisiz memleketlerde müstemleke


esaretini douran nizam, gene bu liberal kapitalizmdi. Bu ça-
tı˛malar ˛imdi artık meyvesini veriyordu. Dünya, iktisadî buh-
ranlar ve siyasî ihtilâller içinde yüzüyordu. Bu hengâmede Tür-
kiye ve Türkiye'ye benzer memleketler liberal kapitalizmin,
artık taklitçileri deil, ancak mirasçıları olabilirlerdi. Müstem-
leke ve yarı müstemleke ˛artlarından kurtulu˛ saatları çalı-
yordu. Bizim gibi memleketlerle, kapitalizmi tamamen tasfiye
etmek isteyen ihtilâlci sosyalizm arasında, yalnız bu noktada
ve geçici bir kader birlii de vardı (1).
Biz, hem Batı ekonomisinin, hem sosyalist ekonominin sı-
nır çizgisi üstünde, her iki nizamdan faydalanarak ve her iki
nizama kar˛ı müdafaa edecek davaları olan bir memleket ola-
rak bir çıkı˛ noktası aramak zorundaydık. Öyle bir çıkı˛ nok-
tası ki, yalnız bize yeni bir hamle vermekle kalmasın, ba˛arı-
mız bize benzer memleketler için de numune ve misal olsun.
Türkiye'nin millî istiklâl: mücadelesind«ki» ba˛arısıve bü ba˛a-
rıyı tahakkuk ettiren büyük bir lider, memleketimize böyle bir
hamlenin ve önderliin büyük ˛anslarını veriyorlardı.
Ne kadar mütevazî olsa da, inkılâbımızın esaslarını izah
yolunda bazı ara˛tırmalar yapıyordum. Esasen bu çalı˛maların
küçük bir mazisi de vardı:
Daha önce deindiimiz ve 1926 yılında Afyonkarahisar ce-
zaevinde iken ba˛ladıım kitabımı, cezaevinden tahliye edil-
dikten sonra tamamlayıp, daha Ankara'ya gelmeden Maarif
Vekâletine sunmu˛tum. O sıralarda Maarif Vekâleti, bu ˛ekil-
de gönderilen eserleri tetkik ederek faydalı bulduklarını bas-
tırıyordu. Gönderdiim:
«Muasır Türkiye'nin ›ktisadî ›nki˛af ›stikametleri»

(1) U z a k d o  u d a n M a  r i p ü l k e l e r i n e kadar, m i l l î i s t i k l â l s a v a ˛ ı -
n a g i r e n b ü t ü n geri m e m l e k e t l e r l e s o s y a l i s t ü l k e l e r a r a s ı n d a (MÜH
m ü c a d e l e Türkiye's i d e d a h i l o l m a k üzere ) g ö r ü l e n y a k l a ˛ m a l a r ı n
s e b e p l e r i n i b u n o k t a d a n h a r e k e t ederek a r a m a k y e r i n d e olur. B u
y a k l a ˛ m a l a r ı n m ü ˛ t e r e k z e m i n i , b a z e n T ü r k i y e ' d e o l d u  u gibi g e ç i c i
k a l m ı ˛ t ı r . B a z e n d e Çin'de o l d u  u gibi v e B a t ı â l e m i n i n t a m bir
a n l a y ı ˛ s ı z l ı  ı y l e d e s t e k l e n e r e k , b a ˛ k a bir i s t i h a l e seyri t a k i p e t m i ˛ t i r .
S U Y U ARAYAN ADAM 467

isimli eseri vekâlet tetkik olunmak üzere istanbul darülfünu-


nuna yollamı˛tı.
.Ankara'ya geli˛imden ve maarif vekâletinde* vazife alı˛ım-
dan sonra istanbul darülfünunu hukuk fakültesinin bu kitap
hakkında ve daha önce deindiim raporu da vekâlete o gün-
lerde gelmi˛ti. ›˛te bu raporda «Kitabın tez kısmında tarihî
maddiyatçılık mesleini takip edeceini söyleyen müellif, bu
fikri ilmî bir usul ile takip ve bazı mesaili izah ve Türk ik-
tisadî tekâmülünün büyük ana hatlarını tespit edebilmi˛tir. Fa-
kat birçok yerlerde tarihî maddiyatçılım esasen ˛ayanı kabul
olmayan netayicine dü˛ülmü˛tür.» denilmekte idi. Rapor, dev-
rin modasına uyarak bir tarih felsefesini, iyi veya fena olması
gibi sübjektif bir neticeye balamakla beraber benim için ce-
saret verici idi. Zaten bu kitap, nihayet bir monografi, mahi-
yetini elbette ki geçemezdi. Çünkü .onun yazıldıı zaman, me-
selâ Türkiye'nin nüfusu bile henüz bilinmiyordu.
*
* *

. Ankara'da ilk konferansımı Türkocaı merkez salonunda


verdim (1). Bu konferansta mihver fikir Türk inkılâbı idi. Söz-
lerime:
— Türkiye bir inkılâp içindedir' En inkılâp durmadı,
diye ba˛ladım ve ˛öyle devam ettim:
— Bugüne kadar ya˛adıımız hareketler, ˛ahit olduumuz
kıyam ve inhidam manzaraları, onun yalnız bir safha-
sıdır. Bir ihtilâl geçirdik. Bu ihtilâl, inkılâbın gayesi
deil, vasıtasıdır. Bu ihtilâl safhasında dursaydık, inkı-
lâbımız kısır kalırdı. Halbuki o geni˛liyor, derinle˛iyor.
O henüz son sözünü söylemi˛ deildir.

Hulâsa bu görü˛lere göre inkılâbımızın geni˛lemesi lâzım-


dı. ›nkılâp tarafsız bir nizam deildi. Onun içinde ya˛ayanla-
rın, taraftar olsun veya olmasınlar ona uymaları lâzımdı. ›n-
kılâbın derinle˛mesi demek, bir inkılâp ˛uurunun, o inkılâbı

(1) 29 o c a k 1929 ve N o . 25.


468 S U Y U ARAYAN ADAM

yürüten azlık» kadronun dimaından, genç neslin, köylünün, ˛e-


hir halkının dimaına yayılması yerle˛mesi demektir. Bu ˛uur,
ancak, inkılâbın ˛artlarından ve istikametlerinden çıkarılan bir
inkılâp ideolojisine dayanabilirdi. Bu ˛artları ve istikametleri
izah ve bir inkılâp ideolojisini tespit i˛i ise, o inkılâba rehber
olan azlık, fakat idealist aydın kadronun i˛i idi. Bu nazarî ana-
hatları terkibinden ba˛ prensipler etrafında, taktik veya strate-
jik zikzaklar yapılabilir, fakat ricatlar yapılamazdı.
Bu konferanstaki görü˛lere göre «inkılâbımız, onu yürüte-
ceklere prensip ve ˛uur olabilecek bütün nazarî ve fikrî unsur-
lara maliktir. Ancak bu nazarî ve fikrî unsurlar, inkılâbımızın
ideolojisini te˛kil edebilecek bir fikir sistemi halinde terkibe-
dilmi˛ deildir. fiimdi inkılâpçının vazifesi, bilhassa genç nesle
rehber olacak bu fikir sistemini nazarî ölçüler, kriteryumlar ha-
linde izah ve tespit etmektir. Yoksa zaten mevcut olan fikir ka-
rı˛ıklıkları, ruh dü˛künlükleri ve bozgunculuklar, inkılâbımızın
akı˛ını bir gün • oportünist vbir,:- telifçilie-- • ˛inikleyebilir,• &tm
pekâlâ soysuzla˛tırabilir. Ve o zaman te˛ebbüs, inkılâpçının elin-
den çıkarak, demagogun mürtecinin veya müsrif bir sermaye
ve para oligar˛isinin eline dü˛ebilir.»
«›nkılâbımız ne bir reform, ne de idarî bir dei˛ikliktir.
O, tam, orijinal ve tesirleri itibariyle dünya ölçüsünde ehem-
miyetli ve bize benzer bütün memleketler için misal ve örnek
olacak bütün ˛artları haizdir. Bütün Ortadou, bütün Uzak-
dou, bütün istiklâlci Afrika için bir misal ve bir önderdir.
›nkılâbımız bir millî kurtulu˛ hareketidir ki bu hareket, yal-
nız Türkiye ˛artlarının deil, aynı zamanda çaımızın en bü-
yük çatı˛masının da eseri ve bir çözüm çaresidir. Bu çatı˛ma,
sanayici ve emperyalist memleketlerle müstemleke ve yarı müs-
temlekeler arasındaki tezattır. Bu tezat, sahası itibariyle bü-
tün dünyayı içine alır. Neticeleri. itibariyle de dünya tarihin-
de yeni bir çaın ba˛ı olacak kadar mühim ve tarihîdir. Tarih,
bu tezatm çözülü˛ünde önderlik rolünü Türkiye'ye vermi˛ bu-
lunuyor. Bu bizim tarihî misyonumuzdur. Onu benimsemek ve
ba˛armak zorundayız. Yarın Atlas okyanusundan Pasifik ül-
kelerine ve daha ötelere kadar, millî kurtulu˛ arayan bütün
S U Y U ARAYAN ADAM 469

milletler için Türkiye'nin yolu ve misali bir örnek olarak alı-


nacaktır...»
Bu konferans sonunda, geni˛, planlı bir in˛a fikrini mü-
dafaa ediyordu. Bu fikrin temeli, tabi bir dilencilik ekonomi-
sine deil, bütün dünya ülkeleri ile bir i˛birliini gütmekle be-
raber milletin çalı˛ma gücüne dayanıyordu. Ancak devletin bu
tanzim ve in˛a i˛inde rehberlik etmesi lâzımdı. Memleketin bü-
tün imkânlarım harekete getirerek milletin çalı˛ma gücünü
verimlendirmek devletin i˛i olmalıydı. Bu güdümlü bir nizam-
dı. Ziraatta, sanayide, ticarette hususî te˛ebbüsün yapabilece-
i her ˛eyi hususî te˛ebbüse bırakmak ve onu korumakla be-
raber, devletin de kendi yapabildii ana i˛leri ele alması lâ-
zımdı. Bir sosyal devlet, daha dorusu bir sosyal milliyetçilik
nizamıydı. Bu ne bir topyekûn sosyalizm, -ne de totaliter bir
devlet kapitalizmi idi. Bu sadece planlı ve devletçi bir nizamdı.
Dünyanın içinde .bulunduu iktisat buhranı ise, muhtaç oldu-
umuz teknik vasıtalarla mütehassıs insan gücünü, dünyanın
bütün ileri memleketlerinden uzun vadeler ve en elveri˛li be-
dellerle temine imkân verecek durumdaydı (1). Nihayet dier
ülkelerle hür esaslarda iktisadî i˛birliine de elbette gidebi-
lirdik.
Bu konferans verilirken Türkocamın Hamdullah Suphi
Tanrıöver, Yusuf Akçora, Aaolu Ahmet gibi deerli lider-
leri orada bulunuyorlardı. Bunlar, o gün orada ba˛layan mü-
naka˛aların bütün ocak ˛ubelerine yayılmasını faydalı buldu-
lar. Konferansın basılmasını ve bütün ˛ubelere gönderilmesini
kararla˛tırdılar. Fakat konferans üzerinde o sırada gazetelerde
yapılan yayınlar ve tefsirler, bana bunun faydalı olmayacaı
kanaatim verdi.
Bu ne˛riyatın en hafifi, bu fikirleri Cumhuriyet Halk Par-
tisinde yeni bir cereyanın ba˛langıcı gibi izah ediyordu. Ar-
kasından çe˛itli taraftar listeleri yayılıyordu. Bu ne˛riyata kar-

XI) B u fikirler, d a h a s o n r a bir ideoloji dergisi o l a n « K a d r o »


m e c m u a s ı y a y ı n l a r ı n d a v e 1932'de n e ˛ r e t t i  i m « › n k ı l â p v e K a d r o »
isimli eserimde i˛lenmi˛tir.
470 S U Y U ARAYAN ADAM

˛ılık vermedim. Yalnız bu konferansı etraflıca bir tez halinde


geni˛letmeye karar verdim. Cumhuriyet Halk Partisi genel sek-
reteri rahmetli Recep Peker'e de bir mektup yazdım ve ha-
reketin parti içinde bir cereyan yaratmayı gütmediini anlat-
maya çalı˛tım.

* *

Çatısı altında zaman zaman hepimize konu˛mak ve tartı˛-


malar yapmak fırsatını vermekle beraber Türkocakları ö sıra-
da, son günlerini ya˛ıyordu. Ankara'da, daha sonra Halkevi
olan genel merkez binası tamamlanmı˛tı. Fakat genel merkez,
bu binanın altında ezilmi˛ ve silinmi˛ gibiydi. Hamdullah Sup-
hi Tanrıöver, gene her tarafa ko˛uyordu. Zaman zaman «Ana-
dolu yaylasının bu ˛ehni˛ininde» gene söylevler veriyordu. Fa-
kat bu söylevlerin yankısı, içlerinde dalgalanmalar yapmak is-
tedii ruhlara ula˛madan, hazin bir salon bo˛luunun tenhalı-
ında daılıyordu.
«Aksakallar heyeti» öyle görünüyordu ki: ocaın bütçe açık-
larıyle, vadesi gelmi˛ borç senetleri içinde bocalamaktan, te-
berru pe˛inde ko˛maktan, yeni devrin davaları ve mefkure i˛le-
riyle ura˛maya vakit bulamıyorlardı. Bu yüzden hepsi de bir-
takım dünya gaileleri içinde eriyip gitmi˛lerdi.
Vaktiyle mektep bizi, ilk hayata ate˛li bir Turancı olarak
atmı˛tı. Sonra Turan için ve Turan topraklarında çetin, mih-
netti mücadele yılları ya˛amı˛tım. Gerçi bu davanın, benim için
˛imdi ve bu ocaın onu ortaya koyduu ˛ekilde, artık bir çe-
kicilii yoktu. O ˛ekilde Turancılık, bir fantezi, yahut bir ütop-
ya (1) idi. Realitelerin terazisine konulduu zaman hiç bir sık-
let arz etmiyordu. Bu neticeye ve hükme, yıllarca süren mad-
de ve ruh mücadelelerinden ve bir sıra hayal kırıklıklarından
sonra varmı˛tım. Fakat buna ramen, Ankara Türkocaınm
çatı˛ının altına ilk girdiim gün, içimde birtakım genç ürper-
meler duymaktan gene de kendimi alamadım.
Hamdullah Suphi Tanrıöver bir arkada˛ımla beraber bizi,

(1) Ü t o p y a . H a y a l , M e v h u m ülke.
S U Y U ARAYAN ADAM 471

ocaın Türk salonunun bir sedirinde kabul etti. Dekor mü-


kemmeldi. Tavan, mine gibi i˛lenmi˛ti. Sedefli hücrelerle bil-
lurlar, çe˛mibülbüller dizilmi˛ti. Fakat bu defa kendisini din-
lerken, artık yalnız Anadolu'yu deil, Turan'ın bir kısmı ülke-
lerini ve onların davalarını da tanıyordum. Bu konu˛ma so-
nunda ˛una inandım ki, bu binaya ve bu güzel dekora ramen
bu ocaın, hatta büyük Turan'ı bir tarafa bıraksak bile, sadece
˛u kurtarılmı˛ Anadolu'ya dahi verebilecei çok ˛ey kalma-
mı˛tır. Davalar küçülmü˛, hayat bu sedirin üstünden çoktan
a˛mı˛tır...
Ocaın son günleri, bu tarihî tasfiyenin çıplak gerçei için-
de geçti. Ocak mukadder akıbetine her gün biraz daha yakla-
˛ıyordu. Aksakallar bu tasfiyeyi geciktirecek ve uyu˛ukluu gi-
derecek yeni davalar arıyorlar, fakat bulamıyorlardı. Yeni bir
mefkure sava˛ı, bir yeniden uyanı˛ pe˛indeydiler. Fakat ol-
madı.
Çünkü ˛ahsiyetler gibi müesseselerin de davalarını bulduk-
ları ve davalarını kaybettikleri zamanlar vardır. Hatta bu, top-
lumlar, dinler ve inkılâplar için de böyledir. Türkocaklarınm
yerini alan Halkevleri de, hemen hemen aynı kısır hava içinde
dodu. Bu evlerin kurulu˛undan evvelki hazırlık toplantıları-
nın bir kısmında ben de bulundum. Doktor Re˛it Galip bu top-
lantıların ba˛ındaydı. Kendisi Türkocaklarmdan gelmi˛ti. Ce-
sur, karar almaya muktedir ve çalı˛kan bir insandı. Fakat ne-
var ki temelde bir bo˛luk hissolunuyordu. Yapılmak istenen
˛ey, incelenmi˛ bir fikir sistemine ve bu fikir sistemini besle-
yecek idealist bir heyecana dayanmıyordu. ›nkılâpçı bir heye-
canın yaratılı˛ında ise, yalnız akıl ve mantık kifayet etmez.
›lk doum arıları daha ilk günlerden itibaren kendini gös-
terdi. Kaos, daha ilk adımda belirdi.
Ankara merkez kollarından birinin ba˛ında çalı˛ıyordum.
Bir inkılâp müzesi ve bunun etrafında bir inkılâp enstitüsü-
nün tesisine gitmek istiyorduk. ›nkılâbın ba˛langıcını mümkün
olduu kadar derinlere ve eskiye götürmek ve bu suretle in-
kılâp hamlemize, daha temele varan bir gelenek salamak is-
tiyorduk. Fakat pek çabuk anla˛ıldı ki, inkılâbın anlayı˛ı ve-
•472 S U Y U ARAYAN ADAM

tarifi gibi, ba˛langıcı hakkında da bir görü˛ birlii yoktu. Bü-


tün bir Osmanlı devri, yok sayılıyordu. Son devir tarihimizle
ilgimiz anla˛ılamıyordu. Halbuki, ikinci me˛rutiyet, birinci
Me˛rutiyet, Genç Osmanlılar Hareketi, Tanzimat, hatta III. Se-
lim'e ve hatta daha gerilere varan bir yenile˛me ve garplıla˛-
ma mücadelemiz vardı. Bunlar, bizim son inkılâp hareketimi-
zin temelinde yatıyordu. ›nkılâbımızın bu habercileri, bizim in-
kılâp müzemizde pekâlâ yer alabilirlerdi.
Gerçi o günlerde parti ve halkevleri rehberlerinin bu ve
buna benzer konular üzerinde duracak vakitleri de yoktu. Rah-
metli Atatürk'ün, Türk tarihinin, Türk medeniyetinin, Türk
dilinin köklerini aramak ve bu suretle Türk milletinin kıde-
mini ve kıtalar üzerindeki otoktonluunu ara˛tırmak heyeca-
nı etrafa yayıldıkça garip ˛ekiller alıyordu. Atatürk'ün bütün
çabası, tarihe yeni bir bakı˛tan ba˛ka ne olabilirdi. Bu, münev-
verleri dil, tarih, arkeoloji sahalarında ara˛tırmalara yönelten,
onlarda, zamanın kalıntıları içinde yourulmak ve sentezler
yapmak zevkini uyandırmaya çalı˛an asil bir ilim hasretiydi.
Fakat bu çalı˛malar muhite yayıldıkça komite ve komisyon- >
larda ba˛ka ˛ekiller alıyordu. O sıralarda herkes kendisini, ba˛-
ka türlü bir dil ve tarih didinmesine kaptırmı˛ gitmi˛ti.
Günler ve geceler, kelimeler aramak, kelime oyunları yap-
mak ve tarih yakı˛tırmaları cinsinden ömürsüz ve tamamen
indî denemelerle geçiyordu. Öyle bulu˛lar, öyle nazariyeler ki,
birçoklarının ömrü bazen bir günü bile doldurmuyordu. Me-
selâ bir komisyonun bir toplantısında bir sabah ke˛folunan
bir dil veya tarih hakikatinin, aynı günün ak˛am saatlerinden
itibaren dü˛tüü ve bunun yerine gene birkaç günlük ömrü
•olan kelimeler veya tarihî hakikatler konulduu görülüyordu.
Bir aralık da bizim brakisefal mi, yoksa dolikosefal mi ol-
duumuz, yani kafataslarımızm biçimine göre hangi cinse ay-
rıldıımız meselesi, günlük mesele haline geldi. Bazı ˛ahısları,
bazı tâlî komisyonları bütün siyasî içtimaî meselelerden daha
ziyade sardı. Bir aralık brakisefal olduumuz ke˛folunmu˛tu.
Bazen de, aksi ispat ediliyordu. O zaman yeni ölçmeler, yeni
biçmeler ve muazzam bir zaman kaybı...
27

Bütün bu esasından ayrılmı˛ didinmeler, yanlı˛ birtakım


ifadelerle hep Atatürk'ün gayelerine balanıyordu. Bizim ça-
ımızın en realist insanlarından biri olan, bamba˛ka bir insan
olan, korkmadan sevilen, hâlâ izah edilememi˛, hâlâ yazılama-
mı˛ olan (1) Atatürk'ün gayelerine... Onu görmek ve dinleme
mutluluuna erdim. Onun yazılı ve çok deerli bir hatırası-
nı da saklarım. Fakat ˛imdi burada ve bu vesileyle onun adı-
nı anarken hafızamda canlanan manzara, onun bir sonbahar
gurubu esnasında ve bir çıplak sırtın ba˛ında ufuklara mürte-
sem dü˛en heybetli görünü˛üdür.
Söütözü, onun çiftliine yakın bir yerin ve Balgat köyü-
nün altında küçük bir vahanın adıdır. Bu vahada onun sık sık
uradıı ve bir insanın ancak uzanabilecei kadar bir kulübe-
si vardır. Kulübenin önünde iki zayıf oluktan su alan küçük
bir havuz bulunur. Havuzun üstünü, bir kısım kolları küçük
kulübenin sundurmasına daılan bir üzüm asması gölgeler.
Birtakım yüksek kavaklarla, söüt,-di˛budak aaçları bu man-
zumeyi her tarafından sarar. Nihayet küçük bir meyve bah-
çesi ve herkesin serbestçe girebildii bir çayır parçası manza-
rayı tamamlar. ,
Atatürk'ün, ekseriya birkaç otomobillik bir kafileyle, bil-
hassa ak˛am üzerleri buraya geldiini kaç defa görmü˛ümdür.
Çünkü Balgat köyünün altında ve bu vahanın bir kuytu ye-
rinde, benim de Atatürk'ün kulübesinden çok daha geni˛ bir
kulübem vardı. Buraya «Hediye halanın evi» derdik. Balgat

(i) T e k A d a m - M u s t a f a K e m a l i s i m l i v e ü ç ciltlik eserimi, nice-


y ı l l a r sonra, k e n d i g ö r e b i l d i  i m k a d a r v e b u d ü ˛ ü n c e n o k t a s ı n d a n
hareket ederek yazdım.
474 S U Y U ARAYAN ADAM

köyünden bir kadınındı. Bana kiralamı˛tı. Burasını bir hafta-


sonu evi olarak kullanırdım. Senenin her mevsiminde tatil
günleri ve bazen geceleri, benim tek sporum olan uzun kır
yürüyü˛lerinden sonra buraya gelir, dinlenir ve burada sık sık
gecelerdim. Top top söüt aaçları altına gizlenmi˛ ˛irin bir
kır eviydi. Baharda ve yazın ilk aylarmda bahçe kadar güzel
küçük tarlasında ye˛il ve gümrah ekinler dalgalanırdı. Bazı
yıllarda da buraya patates, yahut çe˛itli sebzeler diktirirdim.
Atatürk'ün olmadıı zamanlar, onun çardaının altı ve
küçük havuzunun ba˛ı benim sayılırdı. Bu kulübeye bakan ve
sonra da uzun yıllar benim küçük çiftliimde çalı˛an bir genç,
bu çardaın altında bana sofra hazırlar, hizmet ederdi.
Fakat bazen birden, Atatürk Çiftlii'nin bu vadiye bakan
sırtları üzerinden bir otomobil kafilesinin, etrafa bir toz bu-
lutu kaldırarak sökün ettii görülürdü. Artık çardaın asıl sa-
hibi geliyor demekti. Ben toplanır, kendi söütlüüme çeki-
lirdim.
Bir gün gene kafile göründü.
Ben gene kendi kulübeme çekildim. Otomobiller Söütözü
çardaı önünde durdular. Biraz uzaktan görebildiime göre,
yanındakiler dil ve tarih i˛lerinde çalı˛an arkada˛larıydı. Bun-
ların çounu tanırdım. Her halde gene dilden, tarihten konu-
˛acaklardı.
Bir müddet geçti. Güne˛ vahanın batı çevresini te˛kil eden
alçak sırtlar üzerine iniyordu. Nihayet ufka yakla˛tı. Batı yö-
nü, bir yayla gurubunun renk renk ˛ehrâyini içinde yanıyordu.
Tam o sıralarda birinin, vahanın son ye˛illik sınırların-
dan çıkarak, üzerinde güne˛in son ı˛ıkları kayna˛an batı sır-
tına doru ilerlemeye ba˛ladıını gördüm.
Oydu. Yalnızdı. Arkasından onu takibeden köpei, et-
rafında geni˛ kıvrımlar yaparak dola˛ıyor, bazen ona yakla˛ı-
yor, bazen ondan uzakla˛ıyordu. Elleri cebindeydi. Gövdesi bi-
raz öne eikti. Belki biraz dü˛ünceliydi. Yava˛ adımlarla, gü-
ne˛in ate˛ tekerleini nerede ise topraa dedirecek gibi gö-
ründüü çıplak sırta doru yürüyordu. O, sırta vardıı zaman,
güne˛ ufka yaslanmı˛tı.
S U Y U ARAYAN ADAM 475

Gurubun ziya oyunlarıyle olduundan daha heybetli gö-


rünen endamı, göe mürtesem dü˛üyordu. Bu manzaraya dal-
dım. Bu manzara bana garip ve belki de doru olmayan bir-
takım dü˛ünceler ilham etti. Fakat ben bu dü˛üncelerin ka-
famda olduu gibi cereyanına mani olmadım:
Gözümde bir inkılâp ve iki ˛ahsiyet belirdi. Bu ˛ahsiyet-
lerin biri bir ˛ef, bir kahramandı. Etrafında herkesin bildii,
herkesin anladıı bir inkılâbın hikâyesi vardı. Kendisini harp-
lere, mücadelelere ve hele harp cephesindeki dü˛mandan da-
ha çok yoran, kalbini daha çok kanatan isyanlara, ihanetlere,
suikastlere ramen ve bütün bunları unutarak, halkın emri-
ne vermi˛ti. Cephelerde kazanılan zaferler, saltanatın yıkılı-
˛ı, cumhuriyetin ilânı, yeni devletin kurulu˛u, kadınların çar-
˛aflarını atı˛ı, ˛apkaların giyili˛i, v.s...
Bu davalarda millet ayaklanmı˛ ve onun daima unuttu-
u ve affettii o büyük bozgunculuklara ramen, onun arka-
sında yer almı˛tı. Bu cephesiyle o, gittikçe sevilen, gittikçe
kuvvetlenen bir ˛efti. Bir bayrak adam, efsanele˛meye ba˛la-
yan insanüstü bir varlıktı.
Fakat arkada, daha ba˛ka bir ˛ahsiyet ya˛ıyordu.
fiimdi ˛u daın üstündeki gibi; tek, yalnız, anla˛ılmamı˛
ve hemen hemen arkada˛sız, bamba˛ka bir adam.
Bunun hayatı, belki de ba˛tanba˛a bir çileydi. Bu iki ˛ah-
siyet, belki de, birbirleriyle de cidal halindeydiler.
Hayatında be˛erî hiç bir derin a˛kın hikâyesi yoktu. A˛-
kı, kendine inancı ve ambisyonuydu. Ömrü bir karargâh de-
koru içinde geçti. Fakat bir karargâh adamı deildi. Ne yalnız
asker, ne cihangirlik pe˛inde bir hayalperest, ne yalnız ısla-
hatçı. Hayır. Bunların hepsinin üstünde bir varlıktı. O, bir
insandı.
Zaman oldu, bu vatanın sınırları belki de onun hayaline
dar geldi. fiu iki ucu bir araya gelmeyen hazin bütçeler... fiu,
daracık yol, mektep, hastahane davaları... fiu yolunmu˛ boz-
kır, ˛u uykulu kasabalar ve ˛u etrafında gördüü münevver
denilen ve yalnız dinleyen insan...
476 S U Y U ARAYAN' ADAM

Belki de bunun için* kendini sınırların dı˛ına atmak iste-


di ve o zaman kendine bir ba˛ka âlem yarattı:
Ucu bucaı olmayan Orta Asya sahralarında insanlıın va-
tanını buldu. Bu vatandan Douya, Batıya, Güneye ve Ku-
zeye göç eden oymakların, boyların, ulusların hikâyelerine ken-
dini verdi.
Bunlar, hep onun milletleriydi. Hep onun dilini konu˛u-
yorlardı. Gittikleri yerlere dillerini, kültürlerini götürüyorlar-
dı. Çin'e giren kollar bîr taraftan Çin Hindistanı ve Malaya
Yarımadasıyle Okyanusya adalarına yayıldılar. Dier kollar Ja-
ponya'ya, Kuril adalarına, yahut da Kamçatka'dan Bering Bo-
azı'ndan Alaska ve Amerika'ya geçiyorlardı. Sonra Buffalo-
lar, Bizonlar pe˛inden Amerika sahralarında büyük yayılma-
lar ba˛ladı. Meksika'da aslı Türkçe olan kelimeler ke˛fedildi.
Bunların izinden Aztek, ›nka medeniyetlerini buldu ve benim-
sedi. Bunlar, hep onun oymaklarının eserleriydi.
Sonra, Güneye doru Himalaya'yı, Hayber'i a˛an Türkler
vardı. Bu kollar birbirlerini iterek, birbirlerini kovalayarak
Hint yaylalarını sardılar. Bir taraftan da Hidigû˛ daları ve
Iran yaylaları üzerinden Mezopotamya'ya vardılar. Sümer,
Akat, Elam bunların yeni medeniyet ve türeme merkezleri
oldu.
Sonra büyük bir brakisefal istilâsı ba˛ladı. Anadolu'yu, Su-
riye'yi, Akdeniz ülkelerini kaplayarak Avrupa kıtasına geçildi.
Po vadisi, ›berya, Norman adalarıyle ›rlanda'ya kadar uzanıl-
dı. Etrüskler, Basklar, Keltler bunlardandılar.
Bunlar da onun milletlerinin yayılan kollarıydı. Gittikleri
yerlerde çe˛itli ihtilâflar yaptılar. Çe˛itli dil ve medeniyet gu-
ruplarıyle karı˛tılar. Ama hepsi de aynı yurttan, aynı kök-
ten gelmenin damgasını dillerinde, kültürlerinde ta˛ıyorlardı.
fiimdi, hep bir asıldan türeyip Amerika ve Pasifik ada-
larından Akdeniz ve ›rlanda'ya kadar yayılan bu milletler ve
medeniyetler manzumesinin birliini daha iyi kurmak ve ko-
rumak kalıyordu. Artık gece-gündüz, yorgunluk veya istira-
hat yoktu. Titiz ve ˛üpheci münekkitlere de lüzum yoktu. Da-
S Ü Y Ü ARAYAN ADAM 477

va güne˛ kadar a˛ikârdı. Hatta bu davaya bir güne˛ nazariye-


si bile denilebilirdi.
O zaman, birtakım insanlar, dil i˛tikakları, dil benzetme-
leri, kafatası ölçüleriyle kolay ve harcıâlem hakikatler ortaya
döktüler. O, bunların, bu yakı˛tırmaların kısacık ömürlerini
bilirdi. Ortaya hiç bir terkip eserinin, bir sentezin çıkarılması-
nı da bunun için istemezdi. Çünkü bilirdi ki, asıl ara˛tırmalar
ve asıl sentezler istikbaldedir. Ve kendisi onları göremeyecek-
tir. Çünkü bu, bir nesil ve bir metot meselesidir. Fakat, da-
vayı attıına ve alâkayı istikametlendirdiine kâniydi.
O, Pasifik'ten, Çin'den Avrupa içerilerine kadar uzanan bu
muazzam hareketler alemi içinde kendine yakı˛an, ruhunun
özledii enginlii bulmu˛tu. Yani, dünya çapında hareketleri
ve fikirleri yourmak ve bunların içinde, hayalen de olsa yo-
urulmak zevkini ve tatminini bulmu˛tu. ›˛te o kadar...
Eer Hunlar, Avarlar, Mool veya Tatar istilâları zama-
nında gelseydi, belki de bu hayal hakikat olurdu. O zaman,
yüz milyon Çinliyi önüne katar; devletler yıkarak, devletler
kurarak, Hint'te, Çin'de, Mezopotamya'da veya Akdeniz sahil-
lerinde bir ba˛ka ›skender ve onun kadar güzel bir insan ola-
rak çıkardı. Anıtlar, ˛ehirler, siteler vücuda getirdi. Efsane-
leri nesilden nesile, dilden dile geçecek cihangirlik misalleri
yaratırdı. Çalar kapar, çalar açardı.
Fakat, mademki bu yüz milyon insan, elinin altında de- .
ildir. O halde, yalnız bir yüz milyonla deil, tarih içindeki
bütün yüz milyonlarla bir satranç tahtasmdaki gibi oynamak?..
Evet. Bunda bizim bilmediimiz, bizim anlamadıımız,
hatta bizden sakladıı bir sır, bir zevk, bir ruh tatmini olsa
gerekti...
Kadro ve Bir Da Yolu
28

Türk inkılâbının niteliini ve bir inkılâp ideolojisinin pren-


siplerini aydınlatmaya çalı˛an bir tez, bu sıralarda tamamla-
narak, bir nüshası rahmetli Atatürk'e sunuldu.
Dil ve tarih meseleleri üstünde ihtiraslı bir ura˛maya da-
lındıı zamanlardı. Bu ura˛maların, hatta gece ve gündüzleri
aldıı bir sırada, bu tezin Atatürk'ün dikkatini çekeceine ar-
kada˛larım ihtimal vermiyorlardı. Fakat öyle olmadı.
Atatürk, bu küçük özeti «deerli bir eser» olarak kar˛ıla-
dı ve onu çok büyük sayılarda basılmaya lâyık buldu. Fakat
bu tez, geni˛ halk kütlelerine hitabetmiyordu. Çünkü ben, in-
kılâbın, azlık, fakat ˛uurlu bir zümrenin, yani bir «Kadro» nun
önderliiyle derinle˛tirilebileceine inanıyordum. Bunun için
onu ancak 21 nüsha olarak hazırlamı˛tım Ama bu tezi i˛leme-
ye devam ettim. Nitekim daha sonra, bu ilk tezin geli˛tirilme-
si mahiyetinde olan «›nkılâp ve Kadro» isimli kitabımı bastır-
dık. Türk Ocaı'ndaki ilk konferansta ele alınıp, daha sonra
bir tez halinde tertiplenen ve nihayet «›nkılâp ve Kadro» da
daha geni˛ izahına giri˛ilen fikirleri, birkaç arkada˛ ayrıca
«Kadro» adını verdiimiz aylık bir dergide yayınlamaya ba˛-
lamı˛tık. Bu dergi, büyük bir intizam ve titizlikle ne˛redi-
liyordu.
Altı arkada˛tık (1). Yazıların seçili˛inde ve yayınların in-
tizamında titiz bir dikkat gösteriyorduk. Bu yazılar, içeride
ve dı˛arıda geni˛ akisler yapıyordu. Bir fikir ve ideoloji cere-
yanı olarak Kadro kendisini kabul ettirmi˛ti. Kadro dergisi-
nin ilk mütevazı para sermayesi, orada yazı yazan altı ki˛inin

(1) Yakup Kadri Karaosmanolu, ›smail Husrev Tökin, Vedat


N e d i m Tör, B u r h a n B e l g e , fi e v k i Y a z m a n , fi e v k e t S ü r e y y a Aydemir.

31
482 S U Y U ARAYAN ADAM

ilk abone bedelleri oldu. Bu bedeller, sonuna kadar muntaza-


man tahsil edildi (1).
Bize, «Kadrocular» dediler. Fakat ismimiz bu kadarla kal-
madı. Daha yazılarımızın ba˛langıcından itibaren çe˛itli va-
sıflar da yakı˛tırdılar: Kadro komünist, Kadro fa˛ist, hatta Kad-
ro nihilist denildi!.. Hücum her taraftan geliyordu. Kendileri-
ni gizli tutan ve bazen bir kitapçık hacmindeki tenkitleri ve
hatta tehditleriyle eski komünist yolda˛lar, bu sahada münek-
kitlerimizin en insafsızları oldular.
›nkılâp mefhumundan hareket ederek yürüttüümüz fikir-
ler 1 bilhassa iktisadî davalara dayandıkça, etrafımızdaki daya-
tı˛lar ˛iddetlendi. Bundan tabiî bir ˛ey de olamazdı. Çünkü
müdafaa ettiimiz tez, toplumda plânlı bir sosyal hareketi he-
def tutuyordu. Bu sosyal hareketin muarızlarının kendi silâh-
larını harekete getirmelerinden tabiî ne olabilirdi? Mukave-
metlerin bir kısmı, Kadro'nun taviz kabul etmez inkılâpçılıın-
dan ve totaliter telakki edilen ne˛riyatından douyordu. Bu
ürküntü belki de, Avrupa manasında bir siyasî demokrasinin
bir an evvel Türkiye'de de kurulması arzusuna dayanıyordu (2).
Dier bir kısım mukavemetler liberalizmin saf bir müda-
faacılımdan kuvvet alıyordu (3). Fakat asıl kuvvetli ve çok
cepheli olan mukavemet, i˛ ve ticaret zümresinden geliyor-
du. Bu mukavemet, bu zümre için ˛uurlu bir hayat kavgasıy-
dı (4). O zamanki Milliyet gazetesinde sistematik bir hücum
˛eklinde tertiplenen bu ne˛riyat, Kadro'nun cevap vermeye lü-

(1) Rahmetli Atatürk'ün emriyle Çankaya Kö˛kü 10 abone kay-


dolunmak ve ismet ›nönü kendi adlarına bizzat abone olmak sure-
tiyle bizi sevindirdiler ve abone bedellerini muntazaman ödediler.
(2) Bu görü˛ü en tam ˛ekilde Prof. Aaolu Ahmet Bey mü-
dafaa etti ve kendisi ile Cumhuriyet gazetesinde giri˛tiimiz müna-
ka˛ada yazılarım «Devlet ve Fert» isimli bir kitapta ayrıca toplaya-
rak ne˛retti.
(3) Bu görü˛,, üniversite muhitinde yer buldu.
(4) O zaman Ba˛vekil olan ›smet ›nönü, Kadro dergisinin 22
nci sayısında ve Cumhuriyetin onuncu yıldönümü vesilesiyle yazdı-
ı «Fırkamızın Devletçilik Vasfı» ba˛lıklı mühim makalesinde bu te-
mayüle temas etmi˛tir.
S U Y U ARAYAN ADAM 483

zum görmedii ne˛riyat meyanmda kaldı. Çünkü bu ne˛riyat-


ta fikir malzemesi yoktu. Onlara göre Kadro, kısacası komü-
nistti. Kendileri ise, vatan ve millet sevgisinin söz götürmez
mümessilleriydiler. Bu türlü hücumlar, Kadro bahis konusu
olunca çe˛itli ˛ekillerde hâlâ tekrarlanır durur. Fakat biz, fi-
kir kıymeti olan tepkileri daima fikirle kar˛ılayarak inançla-
rımızı müdafaa ediyorduk. ›thamlardan yılmıyor ve kendimizi
sadece, inkılâbın emrinde sayıyorduk.
Kadro'nun azlık, fakat önder bir inkılâpçı kitleye, bir in-
kılâp gençliine hitabedi˛i, onun önde gelen bir vasfıydı. Çün-
kü, öz-fikir ve soy-fikir, hiç bir zaman harcıâlem deildir. Hal-
ka inen ve ona mal edilen ise, fikirler deil, ˛ekiller ve ba-
sitle˛tirilmi˛ sloganlardır. ›nkılâp elbette ki halka mal edil-
mesi gereken bir «bayrak inanı˛» tır. Ama bu inanı˛ın, bu ha-
reketin vücut bulabilmesi ve ya˛aması için bir öz-fikirler man-
zumesine, yani bir inkılâp ideolojisine dayanması ˛arttır.
Halk, ideolojinin, bir fikir sistemi olarak daima dı˛ında-
dır. O, ˛iarları sadece benimser. Bu ˛iarlar, sadece hareket
formülleridir. Halk, dinlerin kendisine vadettii cennetler gi-
bi, inkılâpların da yalnız basit ve anla˛ılması kabil olan he-
deflerini arar. Bu hedefler ise, ister istemez bir fikir temelin-
den ziyade, ˛artlara, hislere göre i˛lenirler.
Hatta halk kalabalıı aslında inkılâbın aleyhindedir. Hal-
kın yaptıı ve yürüttüü bir inkılâbın tarihte misali yoktur.
Halk ayaklanabilirdi. Meselâ Bastil'i zapteder. Fakat bu, bir
inkılâp deil, sadece bir isyandır. Ama bu ayaklanmanın sos-
yal zaruretleri ve yönleri, birtakım mübe˛˛irler ve aydın ön-
cüler tarafından daha evvel i˛lenmi˛se ve inkılâpçı bu hedef-
lere uygun bir istikamette halk hareketini geli˛tirebilirse, bu,
toplumun yapısını kökünden dei˛tiren bir inkılâp olur. Hu-
lâsa inkılâp, halk için, fakat halka ramen bir harekettir (1).
›nkılâpçı, inkılâbın manivelasını bıraktıı gün, erilen yay gev-

(1) Bu görü˛, Kadro ne˛riyatından ba˛ka, ˛imdi Ulus adım


alan ve Halk Partisi organı olan eski «HâMmiyet-i Milliye» gazete-
sinin 1931 sonu ile 1932 yılının ilk aylarındaki sayılarında ne˛re-
dilmi˛tir.
,484 S U Y U ARAYAN ADAM

˛er. Halk, kendini tekrar eski yerinde bulmak için, o güne ka-
dar fethedilen siperleri hızla bo˛altır ve geriler...
›nkılâp ve Kadro ile, Kadro ne˛riyatının izaha çalı˛tıı in-
kılâp ideolojisinin objektif prensiplerini incelemek tabiî bu ki-
tabın konusu deildir (1). Ancak en basit bir anlamla ve en
kısa cümlelerle temas etmek icabederse, denebilir ki, Kadro
hareketi esas itibariyle biri tarihî, dieri jeopolitik bir temel
görü˛ten hareket ediyordu:
1 — Bir millî kurtulu˛ hareketi olarak Türk inkılâbının
sosyal ve ekonomik karakterinin ve istikametleri-
nin izahı.
2 — Ortadouda, millî kurtulu˛ hareketlerimizin uluslara-
rası manası.
Kadro'ya göre millî kurtulu˛ hareketleri, çaımızın, bü-
yük, müstakil ve tesirleri itibariyle cihan˛ümul hareketlerdir.
Bu hareketlerin esası, sanayii elinde tutan memleketler, yahut
metropollerle, onlara tabi olan müstemleke ve yarı müstemle-
keler arasındaki tabiiyetin ve tezatm tasfiyesidir (2). Bu ha-
reketler ne peyk, ne de bir ba˛ka hareketin yardımcısıdır. Bun-
lar, çaımızın kaçınılması imkânsız bir mahsulü olan «sınıf mü-
cadelesi» nden de ayrı ve ondan daha mühim bir tezatı temsil
etmektedir.
Halbuki komünist cephe, bu hareketleri, sosyalizmin, dün-
ya hakimiyeti yolundaki mücadelesinin birer peyki ve yar-
dımcısı saymaktadır. Fakat bu, doru deildir. Millî kurtulu˛
hareketleri ne peyk, ne de yardımcıdır. Bunlar, müstakil ve
kendi kanunlarıyle geli˛en hareketlerdir. Bunlar, çada˛ ve
dünyanın kaderine ba˛lıba˛ma müessir olan, dünya ölçüsünde
manalı hareketlerdir. Bu hareketlerin, Birinci Dünya Harbi'n-
den sonra ilk ve muzaffer önderi, inkılâpçı Türkiye olmu˛tu.
Kadro, bunu izaha çalı˛ıyordu.
(1) Kadro hareketi hakkında bir eser hazırlanmaktadır.
(2) Kadro ne˛riyatında bu hareketin cihan˛ümul bir geni˛lik
alacaım daima tekrar ederdi. Nitekim ˛imdi, Çin'den Batı Afrika'ya
kadar yayılan millî istiklâl sava˛ları her tarafta muvaffak ol-
maktadır.
S U Y U ARAYAN ADAM 485

Gerçi Kremlin, daha ilk adımda bu hareketleri kendi açı-


sından deerlendirmek istedi: Üçüncü Enternasyonalin (Ko-
mintern) 1920 senesinde toplanan ikinci kongresinde, millî kur-
tulu˛ hareketlerine ait raporda ˛u görü˛ vardır:
«Sömürge ve yarı sömürgelerde ba˛layan millî kurtulu˛ ha-
reketleri, emperyalizme kar˛ı ve emperyalizmi parçalayıcı bi-
rer hareket olarak himayeye lâyıktır. Fakat bu himaye an-
cak, millî hareketlerin bu inhilâl ettirici (daıtıcı) vasıflarını
muhafaza ettii müddet içindir. Bu inhilâl ettiricilik vasfı, fiark
milletlerinin Garba kar˛ı yapacakları isyanlar, ayaklanmalar-
la kendilerini Garp memleketlerinin hem hammadde yeti˛tiri-
cisi, hem de mamul madde pazarı olmaktan çıkarmaları de-
mektir. Bu suretle hammaddesiz ve parasız kalacak kapitalist
memleketlerde amelenin i˛siz kalması ve bu suretle de ihtilâle
sürüklenmesi kabil olacaktır.»
Meselâ Stalin, bu noktayı ˛öyle açıklar:
«Millî mesele, umumî cihan inkılâbı meselesinin bir cüzü-
dür. Bu meselenin konusu, sömürge ve yarı sömürgelerin ha-
reketçi ve inkılâpçı kabiliyetlerinden, i˛çi inkılâbı uruna is-
tifade etmektir. Onları bu yolda kullanmaktır. Yani, bu mem-
leketleri kapitalizmin rezervi olmaktan çıkararak, komünist in-
kılâbın rezervi haline getirmektir.»
Bu yanlı˛ görü˛ler, gittikçe daha da dejenere oldu. Mese-
lâ gene Komintern'in 1922 yılındaki üçüncü kongresinde mil-
lî kurtulu˛ hareketlerine ait olan Raweinstein raporunda ˛u
cümle vardır:
«fiarktaki millî kurtulu˛ hareketlerinin en karakteristik mi-
sali olan Türkiye'deki millî kurtulu˛ hareketi, panturanizm ile
kar˛ıhk klasik bir ittihad-ı ›slâm hareketidir.»
Hulâsa, Komintern, millî kurtulu˛ hareketlerinin hakikî ma-
nasını anlamaktan acizdi ve daima aciz kaldı. Bu sebeple, ge-
rek «›nkılâp ve Kadro» isimli eserimde, gerek «Kadro» ne˛ri-
yatında, millî kurtulu˛ hareketlerinin istiklâli hakkında ileri
sürülen ve savunulan görü˛, çok ehemmiyetli esaslara dayan-
maktadır. Bu görü˛ bizi komünist telâkkilerden ayıran ve ona
486 S U Y U ARAYAN ADAM

kar˛ı çıkaran yeni ve öz bir görü˛tü. Kadro hareketinin bu


cephesini, ona saldıranlar o gün ve bugün katiyen anlamadılar.
Millî kurtulu˛ hareketlerine giren memleketlerle Rusya ara-
sında ba˛ta, daima bir i˛birlii safhası olduu dorudur. Me-
selâ dün Türkiye'de, Çin'de veya bugün Irak'ta veya Mısır*
da, Cezayir'de v.s. olduu gibi. Bu i˛birliinin dönüm nokta-
sı, millî kurtulu˛ hareketinin cereyan ettii memlekette, mil-
lî nizamı kurmaya muvaffak olmalarıyle ba˛lar. Bu noktada
Rusya'nın çabası, inkılâbın rehberliini milliyetçi münevver-
lerin elinden, kendi cephesini temsil eden komünist liderlerin
eline geçirmektir. fiu veya bu sebeple meselâ 1949 yılı sonla-
rında Çin'de olduu gibi, bu geli˛me muvaffak olursa, millî
kurtulu˛ hareketi komünist bir istikamet alır. Eer o memle-
kette meselâ Laos'ta olduu gibi, feodalite tasfiye edilmemi˛se,
orduya siyaset girmi˛se, i˛sizlik varsa ve milliyetçi liderler, me-
selâ eski kraliyetçi Irak'ta olduu gibi, milletin muhabbetini
ve itimadını kaybetmi˛se, yahut da parlamento itibarım tü-
ketmi˛, iktidar müsrif bir oligar˛inin elinde tereddi edip Gü-
ney Amerika'da olduu gibi kesin bir sınıf mücadelesine dön-
mü˛se (1), o zaman bu manevranın ˛ansı büyüktür.
Millî kurtulu˛ hareketinin iç meselelerine gelince, istiklâ-
lin kazanılması, millî kurtulu˛ hareketinin yalnız bir safhası-
dır. Asıl dava, memleketin siyaseten müstakil olduu kadar,
iktisaden kalkmmasıdır. Sosyal bakımdan da, a˛ırı sınıf mü-
cadeleleri tehlikelerinden korunmu˛, muvazeneli bir memleket
haline gelmesidir. Bunun için, memleketin geli˛mesinde tek-
niin ve sermayenin hakim bir kısmını devletin elinde tuta-
rak ba˛ıbo˛, yabancı u˛aı bir kapitalizmin ayrılmaz neticesi
olan sınıfla˛madan memleketi korumaktır. Yoksa, milletin aır
fedakârlıı pahasına, müstemleke veya yarı müstemlekelikten
kurtulu˛ ˛eklinde elde edilen zaferi, bu defa memleketi sos-
yal çatı˛malara ve sınıf kavgalarının içine dü˛ürerek yeni ve
öldürücü bir tehlikeye maruz bırakmak, elbette ki bir kazanç
sayılmaz.
(1) B u hal, ˛ i m d i T ü r k i y e d e d a h i l o l d u  u h a l d e , O r t a d o  u ' d a
da çe˛itli belirtiler vermektedir.
S U Y U ARAYAN ADAM 487

Hulâsa, millî kurtulu˛ hareketi dediimiz olayın ve geli˛-


menin gayesi, ferdin standartla˛masına ve hürriyetin bir azın-
lıın inhisarı ˛ekline girmesine meydan vermeden, milleti kes-
kin sınıf farklarından koruyan bir millî düzene götürmektir
diye dü˛ünüyorduk.
fiuurlu ve hesaplı bir devletçilii, yani hantal bir bürok-
rasi veya «iktisadî devlet te˛ekkülleri aristokrasisi.» haline gel-
meyen planlı bir geli˛meyi bu maksada ula˛mak için bir vası-
ta gibi görüyorduk. Kadro, Türk inkılâbının ideolojisini ara˛-
tırmaya ve açıklamaya çalı˛ırken, böyle bir devletçilii temel
bir unsur olarak ortaya atmı˛tı. Devletçilik, bir gaye deil, bir
vasıta olacaktı. Gayesi, siyasette olduu gibi iktisatça da ken-
dine hakim, ileri teknikli ve sınıf kavgalarına kanunların zo-
ruyle deil de, sosyal yapı dolayısıyle sürüklenmeyen ahenkli
bir emniyet nizamına vücut vermekti. Sanayii kurmak, fakat
sınıf mücadelesini önlemek, millî sermayeyi yaratmak, fakat
bu sermaye üstünde bir oligar˛inin ˛ımarıklıına yol açmamak,
devleti geli˛tirmek, fakat ferdi köle haline getirmemek, hulâ-
sa iptidaîlikten kurtulmak, fakat hem sınıf mücadelelerini bes-
leyen liberal bir demokrasinin, hem de kanlı bir sınıf dikta-
törlüünün aına dü˛memek... Hulâsa bir sosyal devlet yapı-
sında planlı, disiplinli bir karma ekonomi...
Kadro'nun müdafaa ettii devletçilik buydu. Memleket öl-
çüsünde bir te˛kilâtlanma ve bir kalkınma da vasiydi (1).
*
**
Bizde devletçilik resmî bir aızda ilk defa 1930'da söylen-
mi˛ oldu. Demiryolu, Sivas'a varmı˛tı. Sivas istasyonunda hat
i˛letmeye açılacaktı. Çıplak ve kuru bir orta yayla dekoru için-
de Ba˛vekil (›nönü) ilk defa «mutedil bir devletçilik» ten bah-
setti. Bu kelimeler, sözün akı˛ı içinde hiç kimsenin dikkatini
çekmedi ve yalnız bir ki˛i tarafından alkı˛landı.
Bu devrede, bilhassa 1930-1934 arasında Türkiye'de reji-
min fikrî ve nazarî esasları üstünde ara˛tırmalar olmu˛tur.
Cumhuriyetin onuncu yıldönümüne raslayan devre, bu bakım-

cı) ›nkılâp ve Kadro'nun yeni bir baskısı yapılmı˛tır.


488 S U Y U ARAYAN ADAM

dan dikkate deer. Halk Partisi bu devrede programını yeni-


den gözden geçirmi˛ ve partinin bayraında altı ok ˛eklinde
canlandırılan altı prensip, evvelâ bu programda, sonra da ana-
yasada yer almı˛tır. Bu altı prensip ˛unlardır:
Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, inkılâpçılık, lâik-
lik, devletçilik (1). Hakikatte bir kısmı sadece bir parti progra-
mı konusu olabilecek bu prensiplerin olduu gibi anayasaya,
devletin temel mevzuatına aktarılmasındaki acelecilik a˛ikâr-
dı, Çünkü bu prensiplerden cumhuriyetçilik, hudutları belli ve
münaka˛a götürmez bir temel ilke olduu halde, meselâ dev-
letçilik, inkılâpçılık prensipleri daha ziyade nazarî, hatta tar-
tı˛malı unsurlardı. Sonuçları açıkça belli olmayan her pren-
sibin ise anayasada bir belirsizlik unsuru olacaı ˛üphesizdi.
Kaldı ki devletin iktisadî siyasetinde ve hatta kanunların-
da devletçilik, daima yadırganan bir esas olarak kaldı. Gerçi bir
aralık meselâ Parti Genel Sekreteri Recep Peker:
— Liberal demek vatan haini demektir,
gibi konu˛malar yaptı.
—• ›mtiyazsız, sınıfsız birle˛mi˛ bîr milletiz,
˛eklinde mar˛lar tertibedildi.
Fakat, hakim partinin programına ve anayasaya ramen,
Türkiye hiç bir zaman devletçi olmadı. Hulâsa inkılâp, sistem-
le˛tirilmi˛ bir ideolojiyi ve sınırları belli bir iktisat nizamını
i˛leyemedi. Fikir nizamını ve iktisat sistemini tereddütlere yer
vermeyecek ˛ekilde ve bütün cepheleriyle i˛leyemeyen bir in-
kılâp hareketinin bir taviz rejimine sürüklenmesi, yahut da
oligar˛ik bir nizama dönmesi ve yıpranması mümkündü.
Gerçi bizim görü˛lerimize ve temennilerimize belki de,
Türk inkılâbına atfettiimiz sübjektif hedefler denilebilirdi.
Belki de inkılâbımızın mahiyeti ancak, Türk milletini iptidaî
bir Dou bünyesinden çıkarıp Batı medeniyetine yönelen uzun
bir ıslahatçılıkta toplanıyordu. Kadro'nun müdafaa ettii im-
tiyazsız, sınıfsız millet fikri, Türk ekonomisinde kilit ta˛ları-
nın devlet elinde toplanarak keskin sınıf tezatlarından Türk
(1) Tek Adam. Cilt: III. «6 ok'un hikâyesi.»
S U Y U ARAYAN ADAM 489

cemiyetini korumak fikri, ziraatte, teknikte ve in˛a i˛lerinde


millî gücün devlet eliyle ve planlı, seferber edilmesi suretiyle
yabancı sermayelerin siyasî kontrolünü önleyen millî bir kal-
kınma fikri, kültürde, zihniyette ve halk terbiyesinde devletçi
bir millî ya˛ayı˛ fikri belki de yadırganacak ˛eylerdi. Fakat
1930-1934 arasındaki devrin, tarihî ˛artlar bakımından bizce
ana problemleri bunlardır.
* *

1929-1933 dünya iktisat buhranı, bir taraftan bir çöküntü


te˛kil ederken, dier taraftan, sanayile˛mek isteyen geri mem-
leketler için bir altın devir açmı˛tı. Çünkü sanayici memleket-
lerde i˛siz ve mü˛terisiz kalan makineler âdeta sokaa dökü-
lüyordu. Bu memleketlerdeki mütehassıs ve i˛çilerin bir
kısmı ise, dünyanın neresinde ve ne ˛artlarla olursa olsun sı-
ınacak yer arar hale gelmi˛lerdi. Makinelerin fiyatları su-
dan ucuzdu. Ödeme vadeleri uzundu. Makine satıcıları, hiç ol-
mazsa bu uzun vadeli angajmanlarla kendilerini oyalayabil-
mek için, nerdeyse parasız satı˛lar yapıyorlardı. Zaten ileriyi
gören sanayi i˛letmecileri, her buhranın ardından olduu gibi,
bu buhranın sonunda da, a˛ırı bir yatırım devrinin geleceini
ı biliyorlardı. ›˛, o zamana kadar dayanabilmekteydi. O zaman,
en yeni ve en randımanlı cihazlarla çalı˛anlar, daha eski ci-
hazlarla cihazlanmı˛ olanları yenerek piyasada yerlerini ala-
caklardı. Halbuki onların elinde bulunan tesisler, bizim ˛artla-
rımıza göre, daha uzun yıllar verimli olacak tesislerdi.
Bu vaziyetleri gören ve sanayile˛mek isteyen i˛ini bilir
memleketlerin alıcıları, Avrupa yollarına dökülmü˛lerdi. Bal-
kanlılar, ' Güney Amerikalılar, Hintliler, Çinliler, Mısırlılar,
elde bulunan yeni imal edilmi˛ makineleri, hatta kurulmu˛ fab-
rikaları payla˛ıyorlar, yama ediyorlardı. Makinelerin icadın-
dan beri sanayici memleketlerle, sanayiden mahrum memle-
ketler arasındaki sömürücü mücadele, artık hesapla˛ma zama-
nına gelmi˛ti. On dokuzuncu yüzyılın ba˛ından beri sömürge
ve yarı sömürgelerden Avrupa'ya hammaddelerin ve fazla kıy-
metlerin akı˛ı gibi, ˛imdi de Avrupa'dan buralara makinelerin
göçü ba˛lamı˛tı. Kadro dergisinde, bu fırsat devrinin ehemmi-
490 S U Y U ARAYAN ADAM

yetini anlatmak için «makinelerin muhacereti» isimli bir yazs


yazdım. Bu yazı, iki ciddî Alman mecmuası ile bir Mısır gaze-
tesi tarafından aynen alındı. Alman mecmualarının yazı üze-
rindeki tahlillerinde alayan bir hal vardı.
Benim yazımda, bir cenaze alayı tasvir olunuyordu. Avus-
turya'da bir sanayi kasabası, elden çıkarılan son makinesi va-
gona yükletilecei gün, bir cenaze alayı tertip etmi˛ti. Yerin-
den sökülen ve fabrikanın bir duvarı yıkılarak çıkarılıp Çin'e
yolcu edilen büyük türbin, genç ya˛ında ölen bir gelin gibi
tüller ve beyaz çiçeklerle süslenmi˛ti. Sonra istasyona doru
sokaklarda hazin bir ölüm yürüyü˛ü ba˛ladı. En önde rahip-
ler gidiyordu. En matemli dualarını okuyorlardı. Kızlar, kadın-
lar ve artık i˛çi olmaktan çıkıp i˛sizler haline gelen eski i˛-
çiler, merasim elbiseleriyle alaya katılmı˛lardı. Her taraf çı-
lıklarla dolmu˛tu. Dövünenler, bayılanlar, siyah tüller ve be-
yaz çiçekler arasında genç bir gelin cenazesi gibi salma salına
götürülen büyük m o t o r u n ambalajlarına yapı˛an, onunla bera-
ber kalmak, yahut onunla beraber gitmek isteyenler vardı.
Bir otel: terasının kenarında bir Çinli komisyoncu sırıtı-
yordu. Ona «göre bu tören, haklı bir hesapla˛maydı. Bu türbin,
Amur nehrinden, Yang-Çe-Kiyang'tan ve bütün Çin ülkesin-
den, yüzyıllardan beri Avrupa'ya aktarılan kıymetlerin bir öde˛-
mesiydi. Cüzdanı ise doluydu. Dilerse onu gösünden çıkarır,
birtakım kâıt parçalarını avuç avuç Avrupa'nın üstüne ser-
per, isterse bütün Avrupa'yı yerinden söktürebilirdi.
Ama o sıralarda bizde sanayile˛mek sözü, arasıra söylen-
se bile, pek inanılmayan, hatta ˛üpheli bir söz gibiydi. «Yer-
li malı kullanmak» bir parça da alay konusu olmu˛tu. Bu slo-,
gani yayan «Millî ›ktisat ve Tasarruf Cemiyeti» nin Genel Sek-
reteri, Kadro yazı ailesindendi. Ben de cemiyetin, içeride ve
dı˛arıda daıttıı propaganda kitaplarını, bro˛ürlerini yazardım.
Ama bu yazılan yazıların ve söylediimiz nutukların ardında,
gizli maksatlar arayanlar olurdu. Birçok aklı ba˛ında geçinen-
ler bile ˛öyle konu˛uyorlardı:
• \

— Oyle ya? Fabrikalar kurulacak, âlâ! Fabrikalar kurulun-


S U Y U ARAYAN ADAM 491

ca ameleler olacak. Ameleler olunca da, gelsin ko-


münizm!..
Halbuki komünizm, istila etmek ve yerle˛mek için, geri
kalmı˛ ziraat memleketlerinde kendine daha kolay ve istedii
kadar zemin ve imkân bulabiliyordu...
Zaman akıp gidiyordu. 1923-1929 devresinde millî serma-
yenin birikmesi ve liberal bir kalkınma hamlesi nasıl tahak-
kuk etmemi˛se, 1929-1933 dünya iktisat buhranı sırasında da
memlekete ucuz ve uzun vadeli makine ve tesisler getirilmesi
imkânları öylece kaybolmak üzereydi. Sanayile˛mek, birinci
veya ikinci sanayi planları gibi mevzular üzerine günlük ne˛-
riyat haricinde geni˛ ve sistemli bir ˛ekilde eilmek kabil ol-
muyordu.
Dier taraftan, dünyaya yeni bir harbin tohumları ekil-
mekteydi. 1933'te Almanya'da iktidara gelen Naziler, revizyo-
nist ve harpçi bir ruhu Alman halkına a˛ılıyorlardı. Irk üs-
tünlüü, hayat sahası, Dou Avrupa'nın ve Ukrayna'nın yeni
toton ˛övalyelerine taksimi gibi demagojik sloganlar, Almanya'
da eski subaylarla yeni gençlii co˛turuyordu. Hitler on bin-
lerin önünde ve resmî kürsülerde âdeta isteri nöbetleri ge-
çirerek kana susadıını ilân ediyordu. Hitler'e göre Yahudi
›ngiltere, çürümü˛ Fransa bu dalganın önünde duramayacak-
lardı. Zaten o sıralarda ›ngiltere, deniz kuvvetlerini azaltmak,
askerî bütçesini kısmak, Fransa ise, i˛ saatlerini eksiltmek, da-
ha az çalı˛mak ve iç rezaletler gibi ˛eylerle me˛guldü.
Nazizmin manası ve niyetleri, yalnız Rusya'da anla˛ılmı˛-
tı. Rusya'da siyasî ne˛riyat, daha 1922'den ve Hitler'in ük ço-
cukça sokak gösterilerinden beri Hitler'le me˛guldü. Bu sebep-
le Rusya, Hitler'in iktidara geli˛ine yeni bir aır sanayi ve
renkli maden sanayii planıyle mukabele etti. Rus nazırları:
— Renkli maden sanayiinde hangi memleket üstünse, önü-
müzdeki harpte o galip gelecektir,
diyorlardı. Bir taraftan da Moskova'da bütün alar, Hitler'i ge-
çici bir anla˛ma tuzaına dü˛ürmek ve bu suretle de vakit ka-
zanarak, bu azgını evvelâ Batının üstüne saldırtmak ve yıp-
ratmak için örülüyordu.
492 S U Y U ARAYAN ADAM

Bizim elimizde kalan vakit ise, dünya iktisat buhranı (1929-


1933 veya 1934) ile, kopacak ›kinci. Dünya Harbi arasındaki kı-
sacık zamandan ibaretti ve zaman hızla akıyordu. Gelecek ye-
ni harp, biz hangi cepheye katılırsak katılalım, yahut da is-
tersek tamamen harbin dı˛ında kalalım, bizi derhal ve kesin
bir yalnızlıa ister istemez sürükleyecekti. Yollar kapanacak,
denizler tehlikeye girecekti.
Fakat elde kalan bu kısa zamanı deerlendirme i˛inde tam
bir titizlikle hareket ettiimiz elbette ki söylenemez. Bir ta-
raftan sanayile˛me planları pe˛indeyken dier taraftan sana-
yile˛me hareketlerini ve yatırımları frenleyici çe˛itli kanunlar
ve nizamlarla elimizi kolumuzu balamı˛tık. Memlekette bir
bakı˛ta sanayii te˛vik için bir sıra kanunlar çıkarılmı˛tı. Fa-
kat gerek Te˛vik-i Sanayi Kanunu (1927), gerek ona dayanıla-
rak çıkarılan tadiller ve bilhassa bir sür-prodüksiyon (istihsal
fazlalıı) nizamnamesi (1) ile Türkiye'ye makinelerin kolayca
girmesi ve fabrikaların kurulması i˛i, âdeta imkânsızla˛tırıl-
mı˛tı. Her ˛ey, peri˛an bir bürokrasinin eline kalmı˛tı. Rıhtım-
lar, memlekete ithal edilen pamuklu balyaları ile doluyken, da-
hilde pamuklu dokuma fabrikaları kurmak isteyenlere, pamuk-
lu sanayiinde sür-prodüksiyon (fazla istihsal) olduu söylene-
biliyordu! Bir defasında bir vapur dolusu makina, bir dokuma
fabrikasının hemen bütün tesisatı, bo˛altılacaı Mersin lima-
nının kapılarını günlerce a˛ındırdıktan sonra, küskün ve ˛a˛-
kın, ba˛ka memleketlerin yoluna çekip gitmi˛ti (2).
Bir taraftan sanayii te˛vik ve sür-prodüksiyon kayıtları sa-
nayiin kurulmasını ve i˛letmeleri engellerken, dier taraftan
küçük ve iptidaî tesisleri büyük tesisler aleyhine koruyan bir
Muamele Vergisi Kanunu, çe˛it çe˛it muvazaalara yol açıyor-
du. Bütün bunların mucip sebepleri ise kâıt üzerinde gayet
parlaktı: Millî sermaye israf edilmeyecek, küçük müte˛ebbis-
ler korunacaktı... Bu iptidaî Muamele Vergisi Kanunu, dük-

(1) 3.6.1933 tarih ve N. 2261 — 6.5.1934 tarih ve 2/6545. ›leri-


de bu sür-prodüksiyon tatbikatını inceleyecek ara˛tırıcılar için. bu
tatbikatın izahı çok mü˛kül olacaktır.
(2) Çukurova Mensucat fiirketi tarafından getirtilmi˛ti.
S U Y U ARAYAN ADAM 493

kârıların atölye ve atölyelerin fabrika haline gelmesini önlü-


yordu. Küçük sanayii himaye ˛iarı altında gerilik, daınıklık
ve iptidaîlik kıskançlıkla müdafaa ediliyordu. Böylelikle de ma-
kineli sanayi, hanlarda, kervansaraylarda, Haliç kıyısındaki ça-
murlu bodrumlarda âdeta bir kaçak i˛ halinde kendi; kendi-
ne geli˛me yolları arayıp duruyordu. 3 beygirlik derme çatma
bir m o t o r ve 3 ki˛ilik bir acemi i˛çi kadrosu ile çalı˛an b i r
han odası, 400 beygir takatinde bir muharrik kuvvet ve 300
amele kadrosu ile çalı˛an bir fabrikadan üstün tutuluyordu.
Hatta 3 beygirlik bir m o t o r ve 3 i˛çi ile çalı˛ması kabil olma-
yan te˛ebbüsler, eski hanlar kiralayıp, bütün odalarına daılıp,
her odayı b i r i˛çinin adına yazdırarak, acayip muvazalarla, var-
lıkları»! korumak için ˛eytanî bir zekâ ile ura˛ıyorlardı ( 1 ) .
Gene meselâ bu devrede, birtakım i˛ adamları, adına hat-
ta «›nönü Projesi» ˛eklinde bir dokunulmazlık damgası vur-
dukları acayip, akılafmaz tertiplerle memlekette ˛eker sanayii-
nin geli˛mesini önlüyorlardı. Ama buna kar˛ılık açık kalan
˛eker ihtiyacını ve ithal ˛ekerini, gene birtakım acayip te˛eb-
büslerle, ellerini bile kımıldatmadan kendi kontrolleri altına
alıyorlar. fieker kiralı, nakliyat ve saire sermayedarları yara-
tıyorlardı. Devletin imkânları, bunların ellerinde bir alet, bir
açık cepti. Bu cebe ellerini, diledikleri gibi daldırıyorlardı (2).
Para ve sermaye piyasasında kısır bir deflasyon politika-
sı ise, bütün iyi niyetleri köstekliyordu. Salam para, denk büt-
çe gibi, aslında mantıkî görünen ve fakat taassupla balanıldı-
ı zaman ayak baı olan bir malî politika içinde, para bir put,
bir feti˛ haline getirilmi˛ti ( 3 ) . Bu kısır ve donmu˛ malî po-

(1) D a h a sonraları, S a n a y i T e t k i k H e y e t i R e i s i olarak bu z a -


mana ail bir muvazaa dosyasım tetkik ettiim zaman, bir han ka-
pıcısına bu yüzden öyle bir ceza vergisi tarhedilmi˛ olduunu gör-
düm ki, bu verginin, kapıcının maa˛ı olan 40 liranın üçte birinin
tahsili suretiyle ancak 844 senede ödenmesi lâzım geliyordu.
(2) Bu konular, ›kinci Adam isimli eserimizde i˛lenmi˛tir.
(3) K a d r o dergisinde bu siyaset 500.000.000 liralık T ü r k bütçe-
si ba˛lıklı makalelerde tenkit edilmi˛tir. Qerek bu ve gerek dier
seri yazılarda daima bir kredi ekspansiyonu ve ileri teknikli bir sa-
nayi bünyesi ile yatırımlar ve in˛a- fikri savunuluyordu.
494 S U Y U ARAYAN ADAM

litika, memleketin kredi geni˛liine ve yatırımlara en ziyade


muhtaç olduu bir devrede, bütün kredi kaynaklarını balı-
yor ve neticede bizzat bütçeyi de takatsiz bırakıyordu.
Ziraî mahsul fiyatları ise tam bir sefalet içindeydi. ›ki
misli mahsul ˛iarı, ziraatin makinele˛tirilmesi davası, köyde
sermaye birikmesi ve köylünün refahı fikri tahakkuk edeme-
mi˛ti. Hatta dünya buhranı kalktıı halde, meselâ 1938'de bu-
day fiyatları, 1927'dekinin üçte birine dü˛mü˛tü. Ankara'da
bile, meselâ 70 kilometre ötedeki Haymana yaylasından kanı
ile getirilen budayın kilosu 5 kuru˛a satılıyordu. Bu yaylada
bir dönüm topraktan ise ancak iyi senelerde 80-100 kilo bu-
day alınır ve bir köylü ailesi normal olarak ancak 50 dönüm
ekili tarla üzerinde çalı˛abilir.
* -

-Hulâsa, zaman akıp gidiyordu. Bir inkılâp heyecanını ha-


rekete getirmek, bir sanayi inkılâbının ve kalkınma azminin
˛evkini vermek ve bu suretle gözleri, donmu˛ bir ekonomi, pa-
ra- ve bütçe parmaklıından ayırarak, toprak, i˛ ve in˛a sa-
hasında bir plan ve program sistemine balamak yolundaki
gayretler neticesiz kalmaktaydı. Adına sanayi inkılâbı dedii-
miz, Türkiye sanayile˛iyor dediimiz sloganlar, bo˛ bir kubbe-
de bir yankı yapmadan kayboluyordu.
O devirdeki iktisadî siyasetimizin birçok cepheleriyle biz,
bir daa tırmanmaya çıkan, fakat bü da yolunda, kendi ayak-
larına, kendi elleriyle bukaılar balayan bir dacıya ben-
ziyorduk.
Halbuki Birinci Dünya Harbi sonu devrinin, bizim gibi
geri kalmı˛ milletlere bıraktıı vakit o kadar azdı ki, bu kı-
sacık zaman nihayet bir rüzgâr gibi geçti. Bu geçen devir için-
de bütün iyi niyetlere ramen, iktisadî siyasetimiz temposunun,
Atatürk gibi bir liderin arzu ve enerjisine ramen gerei gibi
ayarlanamadıı hazin bir gerçektir.
›kinci Dünya Harbi bizi Atatürk'ün cesaretle tesviye et-
tii bir zemin üstünde, fakat birçok merhaleler henüz a˛ılama-
mı˛ bir yolun yolcuları olarak'buldu.
29

›kinci Dünya Harbi, hatta biz ona katılmasak bile, sonun-


da bütün dünyanın olduu gibi, memleketimizin de kaderini
tayin edecek yeni bir ça dönümüydü. Memleketimiz, dünya-
nın ayrıldıı iki ayrı âlemin, iki ayrı sosyal nizamın birle˛tii
sınırda bulunuyordu. Bu harp, hakikatte iki cephe, iki sosyal
nizam arasında bir harpti: Kapitalizmin ve sosyalizmin harbi...
Fa˛izm (1) ancak bir ara nizamdı. ›ktisadî bir temeli yok-
tu. Dünya ölçüsünde davaları kaba ve hiç yapıcı olmayan bir
siyasî diktatörlüe dayanıyordu. Bu siyasî diktatörlükte bütün
otorite, ˛ahsîydi. Bu rejimde milletin a˛ırı bir ˛ekilde hareke-
te getirilen benlik gururu, a˛ırı bir ˛ekilde tahrik edilen ha-
yat hamlesi, mütecaviz bir ırk üstünlüü davasında toplana-
rak, olumlu hiç bir ˛ey vadetmiyordu. Bu rejimin; milletin bü-
tün kudretlerini en son haddine kadar germek suretiyle elde
edebilecei ilk zaferler ne olursa olsun, milletler arasında bir-
le˛tirici bir istikrar unsurundan mahrum olduu için ergeç çö-
zülmesi mukadderdi. Zaten cephesini yanlı˛ seçmi˛ti. Bütün po-
tansiyelini ve biriktirdii kudretlerini, garba kar˛ı giri˛tii mak-
satsız mücadelede yıprattı. Sonra günün birinde; kendisine asıl
hedef diyebilecei istikamete yöneldii zaman bütün gücü, bir
atım baruttan ibaret kalmı˛tı.
Hiç bir ruhî anlayı˛ ve sezi˛ ba˛arısı ve meziyeti göster-
miyordu. Ayak bastıı toprakların tarihini, halkını ve ruhunu,
tıpkı günümüzün B. Amerikası gibi, katiyen tanımıyordu. Ge-
ne bugünkü Amerika gibi harbi, harp meydanlarından evvel
ruh meydanlarında, zaten kaybetmi˛ti.
Asıl mücadele ise daha gerideydi. Bu mücadele, fa˛izmin

(1) B u t a b i r l e k a s t e d i l e n , b i l h a s s a H i t l e r rejimidir.
496 S U Y U ARAYAN ADAM

bütün takati sona erdikten sonra, belki de onun mezarı üs-


tünde cereyan edecekti. Nitekim öyle oldu. Bu mücadele, asıl-
larında birbirine zıt, fakat uluslararası birer temele dayanan,
iki ayrı cemiyet ve iktisat nizamının bir hesapla˛ması olacak-
tı: Kapitalizmin ve sosyalizmin kar˛ıla˛ması. Öyle de oldu. Ye-
ni bir emperyalizm ˛eklinde ˛ahlanan fa˛izm, dünya tarihin-
de ve Avrupa üstünde uçsuz bucaksız harabelerle, ırmaklar gi-
bi çalamı˛ kanların izlerinden ba˛ka bir ni˛an bırakmadan si-
lindi, gitti. Yerini bu büyük hesapla˛ma davasına bıraktı. Sos-
yalizm ile güdümlü bir kapitalizmin hesapla˛ması davası.
Bu hesapla˛ma ˛imdi devam eder durur. Netice, ehlîle˛mi˛
bir sosyalizme tekamülcü bir dünya geli˛ine mi ayak uydurur?
Yahut da hiç kimsenin istemedii, fakat tarihte, daima insa-
nın mantık ve iradesine tabi olmayan büyük infilâklarden bi-
riyle dünya yeni bir cihan harbine mi sürüklenir? Bu, elbette
bilinemez. Ama herkesin bildii ˛u var ki, eer Allah, merha-
metini esirger de böyle bir infilâk olursa, bu artık son infilâk
olacaktır. ›nsanın, medeniyetin ve belki de dünya yuvarlaı-
nın sonu...

Ancak bu arada ve o zaman Türkiye'yi idare edenler le-


hine bir gerçei de belirtmeliyiz:
›kinci Dünya Harbi devresine Türkiye; Birinci Dünya Har-
bi ba˛langıcında devleti elinde tutan dar görü˛lü kliin ta-
mamen zıddı olan bir devlet kadrosuyla girdi. Tarihinin en bü-
yük ˛ansı olarak bu harbi; militaris olmayan, hayalperest ol-
mayan, harbin ne olduunu ve sulhun deerini bilen bir hü-
kümetin idaresinde geçirdi. Harbin ne olduunu ve sulhun de-
erini bilmek, hem yurtta, hem cihanda sulhu istemek, Ata-
türk'ün Türk zihniyetine kazandırdıı bir Atatürk sulhu, bir
ruh dengesidir. Bu halin Türk tarihinde daha evvel devamlı
bir misali yoktur.
›kinci Dünya Harbi devresinde idareye hakim olan ruh,
hiç ˛üphe yok ki, ne bir Enver Pa˛a benlii ve cehaleti, ne de
bir ittihatçı komiteciliidir. Bu devrede, harbi dü˛ünmek, fa-
S U Y U ARAYAN ADAM 497

kat sulhu korumak endi˛esi, memleketi idare edenlerin ruhu-


na hakim olmu˛tur. ›kinci Dünya Harbi devresini Türkiye, bü-
tün maddî eksikliklerine, mahrumiyetlerine ve te˛kilâtsızlıı-
na ramen, ba˛tan sona kadar bu endi˛e içinde geçirdi. Bütün
maddî mahrumiyetlerine ramen, diyoruz. Çünkü bu devreye
Türkiye, Birinci Dünya Harbi'yle ›kinci Dünya Harbi arasın-
daki kısa fırsat devresinden kazanabildii mahdut imkânlar ve
kaçırdıı fırsatların dourduu büyük eksikliklerle girdi.
Harp içinde benim için bunu görmek ve ˛imdi de burada
bilerek ifade etmek vesilesi hasıl olmu˛tur. Çünkü, ›kinci Dün-
ya Harbi ba˛lamadan bir müddet evvel, ›ktisat Vekâleti'nin
Sanayi Tetkik Heyeti Ba˛kanlıına getirildim. Harp içinde de
ia˛e i˛lerinde yetkilendirildim. Bu mevkiler, bütün vekâletler-
arası temas ve isti˛are imkânlarıyle, memleketin bütün ekono-
mik hareketlerini esasından takip ve mü˛ahedeyi mümkün kı-
lıyordu. Bu vazifeler, harbe girerken ve harp içinde ve harp
sonu devrelerinde bütün imkânlarımızı ve imkânsızlıklarımızı
görmek ve ya˛amak bakımından en ehemmiyetli yerlerdi.
›kinci Dünya Harbinde Türkiye, hiç ˛üphesiz ki, Birinci
Dünya Harbi'ndeki Türkiye deildi. Birinci Dünya Harbine
on sekiz ya˛ında bir subay namzedi olarak girmi˛ ve harbin
sonuna kadar en ileri cephe hatlarında harbin bütün havasını
ya˛amı˛tım. Ba˛tanba˛a yaya olarak geçtiim Anadolu'nun akıl
almaz sefaletini görmü˛tüm. Yollarda ve cephede Anadolu top-
raını ve insanını tanımı˛tım. O zaman Anadolu'da, Adana ve
›zmir'deki birkaç derme çatma tesis bir tarafa bırakılırsa, tü-
ten tek baca, dönen tek motor, yanan tek ampul, adına ˛ose
denilebilecek tek kilometre yol yoktu. Yiyeceimiz, giyecei-
miz, kullanacaımız, ˛ekerimiz, ilacımız, silâhımız dı˛ardan ge-
liyordu. Hatta bunların bedelleri, birkaç parmakla sayılır ih-
raç mallarımızdan ziyade, yabancı memleketlerden yapılan is-
tikraz paralarıyle ödeniyordu. Harpten evvel ve harpten sonra
istanbul ve büyük ˛ehirler, Amerika veya Rus budayı yiyor-
lardı. Hatta bunlar hazır un halinde gelirdi. Samsun'da Hindi
Çini pirinci, Merzifon pirincine rekabet ederdi. Rusya keres-
te, Marsilya kiremit, Yunanistan çimento, Napoli makarna. At:-
498 S U Y U ARAYAN ADAM

na konyak, Avusturya maden suyu ve bütün memleketler ine


iplikten tutarak her türlü maddeler gönderiyorlardı. istanbul'
dan ba˛layan ve bir* u c u Ankara'da, dier ucu Pozantı'da biten
iki yorgun demiryolunda lokomotifler, benim gördüüm, odun-
la, hatta söüt çırpüarıyle i˛liyorlardı. Bizim bütün cephede
iki Alman kamyonunun bulunduu ve bunların ordu karargâ-
hına bazı hususî ihtiyaçlar için maddeler ta˛ıdıkları söyleniyor-
du ama, bunları gören yoktu. Bizim cephede ˛eker yerine eer
bulunursa dutkurusu, çay yerine dalardan toplanan kekik otu
kurusu kullandırdı. Bazen el altından kimbilir ›rimler tarafın-
dan arasıra ortaya sürülen ve ˛imdi bir çay bardaına iki veya
üç tanesi konulan ˛eker parçalarından bir adedinin fiyatı i k i
kuru˛ gümü˛ paraydı. Bir kâıt liranın deeri ise sekiz kuru˛
gümü˛ paraydı. .O zaman ben bir temen olarak yedi kâıt lira
maa˛lıydım. Bize bütün harp içinde bir defa, bilmiyorum hangi
vesileyle maa˛ımızın bir kısmını gümü˛ mecidiye ile verdiler.
Ama bu gümü˛ mecidiyeler birbirine yapı˛tıı ve bunları ayır-
mak istediimiz zaman da üstlerindeki zar gibi gümü˛ kapla-
ma kalkıp altlarından kara bir kur˛un kütlesi çıktıı için, hiç
bir ˛eye yaramadı.
Ayakkabı, cıgara, hatta en basit yiyecekler bile unutul-
mu˛tu. 1917 kı˛ında kazanlara ancak su ile, dere kenarların-
da karların altından toplanan ye˛il ot ve bir avuç bulgur atıla-
biliyordu. Ordu, me˛e palamudunun avuç içi kadar ekmee ka-
rı˛tırılması için usuller gösteren genelgeler yolluyordu, ama
ortada orman olmadıı için, me˛e palamudunu bulmak da ka-
bil deildi.
Birinci Dünya Harbindeki devlet cihazı da kocaman bir
peri˛anlıktan ibaretti. Bütün harp boyunca, o da yalnız bir de-
fa Anadolu'yu görmek ve cepheyi ziyaret etmek isteyen Sadra-
zam Talât Pa˛a, ancak Sivas'a kadar güç belâ ula˛abilmi˛ti
Fakat oradan, ancak maiyetindekileri de sa sol ekerek ba˛ın-
dan savmak bahasına, kendini tersyüzü istanbul'a atabildi (1).

(1) Dr. T e v f ik R ü ˛ t ü Aras, m e r a s i m l e r l e y o l a ç ı k a n b u k a f i l e


h a k k ı n d a , n i h a y e t y o l l a r d a t e r k e d i l e n m a i y e t e r k â n ı n d a n -biri o l a -
rak bu hatırayı nakletmi˛tir.
S U Y U ARAYAN ADAM 499

Vilâyetlerde hükümet te˛kilâtı soba dumanı ile helâ kokusu ya-


yılan birtakım harap binalarda, sefil bir vasıtasızlıktan ibaret-
ti. Cephe hatlarında ise ordu, bütün bu ˛artlara ramen göze
çarpan hiç bir disiphnsizlik göstermeden ve belki de tarihi-
mizin en inzibatlı harplerinden birini yürütüp gidiyordu.
*
**

Hulâsa ikinci Dünya Harbfhde Türkiye'nin hali, Birinci


Dünya Harbinin, bu unutulmaması lâzım gelen imkânsızlıklarıy-
le elbette ki mukayese edilemezdi. Her ˛eyden evvel, arada
bir Atatürk devri ya˛anılmı˛tı. Bu devrin ve bizzat Atatürk'ün
varlıının verebilecei imkânlar lâyıkıyle deerlendirilememi˛
olabilirdi. Ama devrin yarattıı nefis itimadı, devlete inanı˛
fikri, memleketin havasına hakimdi. Devlet idaresi de aydın
kadro bakımından eski Osmanlı Türkiyesi'yle mukayese edile-
meyecek kadar güçlüydü.
Fakat kifayetsiz cihazlanma a˛ikârdı. Ve bunda 1930 ilâ
1939 arasındaki fırsatları kaçırmı˛ olmamız, her adımda ve ra-
kamlarla göze çarpıyordu. 1939'da ise artık harp çatmı˛, yol-
lar kapanmı˛tı. Halbuki daha 1930 ba˛ından itibaren harp ar-
tık kaçınılmaz görünüyordu. Gerçi o yıl içinde ve makine it-
halatını tahdit eden sür-prodüksiyon kayıtları kaldırılmı˛tı.
Muamele vergisinin sanayiin merkezle˛mesini önleyen kayıtla-
rının kaldırılması için tetkiklere giri˛ilmi˛ti. Yeni' bir sanayi-
le˛me planının ana hatları düzenleniyordu. Fakat emisyon ve
kredi bahsinde hiç bir zihniyet • geli˛mesi yoktu. Nihayet harp
geldi çattı ve bizi yeniden kapalı bir memleket haline getirdi.
Artık ümit, eer ˛artlar elverirse, ›kinci Dünya Harbi'nin so-
nuna kalmı˛tı. Memleket hazırlıksız bir harp ekonomisi hava-
sı içinde yuvarlanmı˛tı (1).
Harp ba˛larken en göze çarpan ˛ey, ziraatin ve gıda mad-
delerinin depolama (ambarlar, silolar gibi) tesislerinin kifa-

(1) V a z i y e t i n k e s i n l e ˛ t i  i g ö r ü l ü n c e , h e r ˛ e y d e n evvel, bir h a r p


e k o n o m i s i t e ˛ k i l â t ı y a r a t ı l m a s ı i ç i n « › k t i s a dî M ü d a f a a T e ˛ k i l â t ı » ra-
p o r u h ü k ü m e t e s u n u l d u . B u r a p o r u n «Millî K o r u n m a K a n u n u » n d a
bazı e s a s l a r ı k a l m ı ˛ t ı r .
500 SUYU ARAYAN ADAM

yetsizliiydi. Alınan telâ˛lı savunma tedbirleri de ziraat.ve hay-


vancılıkta birden azalmalara meydan verdi. Harp içinde hubu-
bat ve yiyecek kifayetsizlii mukadder görünüyordu. Türki-
ye'deki bütün akaryakıt depolarının istiap kapasitesi 100.000
tondan ibaretti. Bu, bir ihtiyatsızlıktı. Hepsi de sahildeydi. O
sırada bir akaryakıt komisyonunun ba˛ında çalı˛mı˛tım. Ama
Akdeniz kapandı. Eer denizaltılar müsaade ederse, ithalâtı-
mız Süvey˛ - ›skenderun hattına münhasır kalacaktı. Memle-
kette sivil stokların bazen bir buçuk günlük bir miktara dü˛-
tüünü hatırlarım. Akaryakıt depolama tanklarımıza ise, ar-
tık bir tonluk bir kapasite bile ilâve edemezdik. Bir petrol kon-
sorsiyumu projesi bu sıralarda yapıldı.
Zonguldak'ta kömür kuyuları birbirleriyle mücadele edi-
yor ve damarlar birbirleriyle çatı˛ıyordu. Çünkü, birçok ˛ir-
ketlerin, i˛letmelerin her birinin ayrı mülkiyeti, ayrı sahası,
ayrı kuyusu, ayrı ta˛ıt te˛kilâtı, ayrı i˛çi kadrosu ve ayrı ça-
lı˛ma politikası vardı. Harp içinde Zonguldak havzasmın-dev-
let elinde birle˛tirilmesi suretiyle tek amanejmana ve i˛let-
meye tabi tutulması kararma ›ktisat Vekâleti bu sebeple var-
dı. Ama bütün tesisler yıpranmı˛tı.
Nüfus basma dü˛en bütün pamuklu miktarı yılda 6 metre
(en basit normal ihtiyaç 20 metre), ˛eker 4 kilo (basit normal
ihtiyaç 14 kilo) dan ibaretti. Dier istihsallerimiz de bunlar
gibiydi.
›ç istihsalin artmamasında, belki yanlı˛ bir iktisat politika-
sı da müessir oldu. fiöyle ki, harp ekonomisi tetkikleri ba˛lar-
ken Türkiye; Almanya'da tatbik edilen fiyat stopajı (fiyatlar
daha yukarı gitmeyecek, yani fiyatlara tavan ve ücretler daha
a˛aı inmeyecek, yani ücretlere taban) umumî prensibini ter-
cih etti ve hiç ˛üphesiz ki bu esasa, para hacmini ve para fi-
yatını korumak için saplandı.
Bunun aksi de olabilirdi. Meselâ Birinci Dünya Harbi'nde
›spanya'nın yaptıı gibi, memleket piyasalarını harp eden iki
tarafa da mümkün olduu kadar açmak, dı˛ ve iç talebi müm-
kün olduu kadar çoaltarak dahilde müstahsili alabildiine
istihsale ve çalı˛maya sevketmek. Bu suretle dahilde yükselen
S U Y U ARAYAN ADAM 501

fiyata bakmadan ziraî istihsali alabildiine arttırmak ve faz-


lasını dı˛arıya vererek kabil olan istihlâk, hatta istihsal mad-
delerini tedarik etmek. Bu takdirde para hacmi bittabi arta-
cak ve bir nevi enflasyon seyri elbette belirecekti. Fakat dahil-
de bilhassa köylü elinde bir sermaye birikmesi vücut bulacak,
ücretler ise, artan fiyatlara göre ayarlanacaktı (1). Bu suret-
le dalar ta˛lar ekilerek hububat istihsali artacak, pamuk eki-
mi belki de iki veya üç misline çıkacak, dier ziraî faaliyetler-
le alelumum i˛ ve küçük sanayi sahasında geni˛lemeler ola-
caktı.
Bu iki yoldan birinin seçilmesi, o zaman, yetkililere arze-
dilmi˛tir. Türkiye'nin Almanya gibi cihazlanmı˛ bir memleket
olmadıı, fiyat kontrolü ve stopaj sisteminin tatbiki kolay ol-
mayacaı bilinen bir ˛eydi. Fakat her an harbin bizim top-
raklarımıza da sirayet edebilecei ve dizginleri elde tutmak
endi˛esi, kısır bir yol olan stopaj sisteminin ele alınmasında
müessir olmu˛tur. Ama bu stopaj temayülünün kuvvet bulma-
sında, sanıyorum ki tesirim ve dolayısıyle sorumluluum
fazladır.
* *

Fakat bu bahislerin i˛lenmesi bu kitabın konusu deildir.


Harbin, ona katılmamamıza ramen getirdii yorgunluk her
gün artıyordu. fiimdi bütün ümit, harp sonu devresindeydi.
Bütün "devletler harp sonu için planlar hazırlayan komisyon-
lar, hatta enstitüler kuruyorlardı. Nihayet bizde de kabinenin
dört vekilden te˛ekkül edecek bir heyete balı Vekâletlerarasj
bir Harpsonu Raporu Komisyonu'nun kurulmasına karar ve-
rildi. O zaman Ba˛vekil olan Saraçolu, bunu Millet Meclisinde
açıkladı. Komisyon kuruldu. Ben bu komisyonun raportörü ol-
dum.
Bana verilen yetkiye göre, aslî i˛lerimi dahi kısmen ih-
mal edebilerek bu rapor hazırlanacaktı. Hazırladıım bir rapor
˛eması büyük tasvip gördü. Bu rapor, evvelâ Türkiye'nin ya-
tı) Bu sistem, az çok 1950'den sonraki fiyat politikasını an-
dırır.
502 S U Y U ARAYAN ADAM

kın iktisat tarihiyle, bütün iktisadî problemlerini ve imkânla-


rını içine alan büyük bir ar˛iv raporu ve bir de, harp sonunda
fiilî yatırım ve kalkınma meselelerini gösteren bir «özet ra-
por» dan müte˛ekkil olacaktı. Komisyon, bütün komisyonlar
gibi çalı˛tı. Yani, bütün yük bir iki ki˛inin omuzunda kaldı. Fa-
kat bu iki rapor tamamen hazırlandı ve ilk olarak özet rapor
alâkalılara sunuldu. Tafsilâtlı ar˛iv raporu ise, hem memleketin
ilk defa kül halinde ele alman iktisadî istihalesini, hem de harp
sonunun davalarını ve meselelerini kapsayarak faydalı bir eser
, hahnde meydana gelmi˛ti.
v Bu raporların akıbeti, birtakım kabine veya kabine azala-
rı dei˛iklikleri arasında maalesef çok parlak olmadı. Bürok-
rasinin aç kurdu, eline dü˛en her sahipsiz nesne gibi, onları
da kemirdi durdu. Fakat, harbi takibeden ilk be˛ senede, ˛eker
istihsalini 260.000 tona, çimento istihsalini 1.000.000 tona, doku-
ma istihsalini nüfus ba˛ına 20 metreye çıkarmak gibi bir sıra
davalar bunlarda yer almı˛tı. Tunçbilek Santralı, Sarıyer Bara-
jı, Kuzeybatı Anadolu'nun elektrifikasyonu ele almıyordu.
Yollar, limanlar, sanayile˛me vesaire üzerinde bir sıra he-
yetler ye komisyonlar kuruldu. Karadeniz sahil yolları, Ak-
deniz korni˛i, yahut ˛imal demiryolları gibi bir sıra tasarılar
sıraya, hatta karara ahmyordu. Bu komisyon veya heyetlerin
hepsinde bulunuyordum. ›˛in meselâ sermaye tedariki gibi ba-
zı cepheleri müphem olsa bile, yatırım sahaları yava˛ yava˛
aydınlanıyordu. 1947'de ise zaten dı˛ yardımlar da ba˛lamı˛tı.

* *

Fakat ortada büyük bir hastalık vardı. Adı söylenmeyen,


ama herkes tarafından bilinen ve gittikçe artan bir hastalık:
›ktidar yorgunluu! Evet, iktidar artık hastaydı. ›ktidar yorul-
mu˛tu. Kararsızlık ve daınıklık, bu hastalıın buhranlarıydı.
›ktidar, damarlarına zerketmek istedii taze kanlara ramen
eski usullerin, eski otoritelerin baskısı altındaydı. ›ktidar, her
;gün biraz daha halsizle˛iyordu. Bugün burada kaydettiim bu
.görü˛ümü, o zaman istanbul'da toplanan ›ktisat Kongresinden
dönü˛ümde ve partinin organı olan Ulus gazetesinde «Karar
S U Y U ARAYAN ADAM 50S

Buhranı» ba˛lıı altında yazdıım için, ˛imdi bu satırlar hak-


sız sayılamaz. Artık hiç ˛üphe kalmamı˛tı ki, memleketin kur-
tulu˛unda ve nice nice hamlelerin ve inkılâpların ba˛arılmasın-
da amil olan Hark Partisi iktidarı artık mefluçtu. Bu iktida-
rın diyagramı kapanmı˛tı. Yeni bir iktidarın geli˛i, yeni bir di-
yagramın açılması artık mukadderdi.
Ben, 1930'dan beri Halk Partiliydim. Partinin günlük i˛le-
rinde, ocak, bucak çalı˛malarında i˛ almayan, fakat halkçı par-
tinin icraatında dürüst ve sadakatle çalı˛an bir parti âzası. Hat-
ta 1946 seçimlerinde Parti Genel Sekreteri Esendal, mebus aday-
lıım için de benimle görü˛tü. Esendal, kendine göre görü˛-
leri olan bir babacan insandı. Sanayiin ve sanayi medeniyeti-
nin dü˛manı geçiniyordu. Bu medeniyete vertikal medeniyet
derdi. Hasreti Ortaça loncalarmaydı. Sanayiin dünyaya felâ-
ket getirdiine ve bizim kendimizi bu afetten mümkün olduu
kadar korumamıza taraftardı. Bir gün benimle hatta bana mü-
naka˛a etmek, söz söylemek fırsatını bile vermeden, galiba dört
saat kadar konu˛tu. Afganistan'da, ›ran'dan bize misal olabi-
lecek ˛eyler gösterdi. Son tavsiyesi de; vaktim oldukça eski
Ankara, Çankırı lonca te˛kilâtlarını ara˛tırmamı söylemek oldu.
Nihayet söz bana gelince, söylediklerimin, merhumu mem-
' nun bırakmadıını hissettim. fiimdi bütün dünyanın yeni ve
hummalı bir kalkınma ve bilhassa sanayile˛me hamlesi için-
de olduunu anlattım. Misaller verdim. Bu arada en yakın kom-
˛umuz olan Rusya'nın yeni sanayile˛me planlarından bahset-
tim. Bunları dairemde tercüme ettirerek balı olduum ma-
kamlara verdiimi söyledim. Bu noktada tepkisi kesin oldu:
— Rusya'ya bakma, dedi. Artık Rusya yok. Rusya'nın adınv
artık en az otuz sene i˛itmeyeceiz]..
Ama bu yorgun ve kararsız iktidar, ›kinci Dünya Harbî
sonunda gene de büyük bir karar verebildi: Tek partili re-
jimden, çok partili rejime geçi˛. Bu, onun ›kinci Dünya Harbî
sonunda belki de tek belirli ve fakat etkili kararıydı. Çünkü
artık yapacaı ba˛ka bir ˛ey kalmamı˛tı. Dürüst tatbik edilen
bu kararı bir tarafa bırakırsak, bence ›kinci Dünya Harbi'nden
504 S U Y U ARAYAN ADAM

sonraki halkçı iktidar devri, kaybolmu˛ bir zamandır. Kanaa-


tini hem de bir eski Halk Partili olarak ˛udur ki, iktidar, eer
1946'da dei˛seydi, çok daha iyi olurdu.
* *

Raportörü olduum ve a˛aı yukarı en aır yükünü ta˛ıdı-;


ım Harpsonu Raporu Komisyonu seçildii sıralarda, Alman-
lar henüz Rusya ovalarında bocalıyorlardı. Bu raporun, balı
bulunduumuz dört vekile verilen tez kısmı ˛u ˛ekilde ba˛lar:
— Harpten sonra Türkiye, birbirine zıt iki siyasî ve ikti-
sadî nizamın çatı˛ma hattı üstünde bulunacaktır. Bir
tarafta Batı âleminin temsil ettii demokratik sistem, di-
er taraftan güdümlü ve totaliter bir sosyalizm. Bu iki
nizamın sınır hattı, muhtemelen bir kısım Dou Avru-
pa memleketlerini de içine alarak Orta Avrupa'dan ge-
çecek olsa gerektir...»
Bu ifadeler ˛imdi bir kehanet gibi görünür. O zaman da
bunlara herkes i˛tirak etmemi˛ti. ›kinci Dünya Harbi bizi ha-
kikaten Dou ile Batının, yani totaliter bir sosyalizm ile, ˛im-
di artık otoriter, hatta güdümlü olan bir demokrasinin çatı˛-
tıı hat üzerinde bıraktı. Bugün ise, bildiimiz hal ve mese-
leleri ile bu nevi demokrasiler cephesi içindeyiz. Vakıa bu-
günün demokratik nizamı nasıl on dokuzuncu asrın demokratik
nizamı. deilse, bugünün sosyalizmi de artık, dünkü sosyalizm
deildir. Fert, artık her yerde geli˛iyor. Fert, artık standart
bir alet, kör bir i˛ gücü ve bir propaganda konusu olmaktan
kurtulmak istiyor. ›nsanolu, hürriyete, a˛ka ve yalnız be˛erî
duyguların ifadesi olan güzel sanatlara yöneliyor. Zaman in-
sanlıın tekâmülünü önleyen sunî sınırları her gün biraz daha
yumu˛atmaktadır. Fakat ne de olsa bugün, dünya henüz bir-
takım perdelerle hâlâ birbirinden ayrılan birtakım zıt karar-
gâhlara bölünmü˛ durumdadır.
* *

›kinci Dünya Harbi sonunda memleketimizin dier bir jeo-


politik durumu, Doumuzda, ve güneyimizde uçsuz bucaksz,
millî kurtulu˛ hareketleri sahalarının açılmı˛ olmasıdır. Cinden
S U Y U ARAYAN ADAM 505

(Buraya hatta büyük Çin'i de dahil edebiliriz) Endonezya'dan r


Hindistan'dan, Sudan, Mısır, Atlas memleketlerine ve siyah
Afrika içerilerine kadar uzanan bu heyecan verici sahada mil-
letler, kavimler ve ırklar bir istiklâl a˛kı içindedirler. Bu sa-
hanın Ortadou kısmında Türkiye; ›ran, Arap ülkeleri ve Mı-
sır'ın toprak ve rejim smırlarıyle biti˛iktir. Bu ülkelere ger-
çi dünyada e˛i olmayan bir Atatürk inkılâbını ya˛amı˛ olan
bir Türkiye'nin, aktif fikir ve rejim önderliini ula˛tıramadık.
Çünkü bu fikir yapısı bizde buhran içindedir. Ama onlar mil-
lî kurtulu˛ hareketleri hattı üstünde mukadder geli˛melerini
yapmaktadırlar. Bunların hiç birinin, bir millî ˛ahsiyet dı˛ı ida-
re rejimini özledii söylenemez.
Batı âleminin, hele B. Amerika'nın, millî kurtulu˛ hareket-
lerinin ruh ve istikametlerini anlamaktaki yetersizlii malum-
dur. Fakat aynı anlayı˛sızlıı bizim de göstermemiz ve zaman
zaman ˛u veya bu milliyetçi memleket veya liderlere haksız
eilimler atfetmemiz hazindir. Bu haller, bu memleketlerin ge-
çirmekte oldukları doum arılarını güçle˛tirmekte ve onları
bazen tamamen yalnız bırakmaktadır. Türkiye, kendi kurtulu˛,
mücadelesinin ve inkılâplarının fikir, ve heyecanlarını, sıcak
bir karde˛ sevgisi ˛eklinde bu ülkelere yaymasını bilmeliydi.
Halbuki biz, bir Tunus, bir Cezayir, bir Fas istiklâl mücadele-
sini Birle˛mi˛ Milletlerde, Fransa'nın bir iç meselesi sayarak
Atatürk'ün ruhunu incittik.
Albay Zaim'in, General Necib'in, Cemal Nasırın, Sukarno'-
nun, Burgiba'nm ve daha nice nice istiklâlci önderlerin Ata-
türk ve inkılâbımız hakkındaki takdir ve hayranlık beyanları-
nın, memleketimizde ancak günlük gazete haberlerinden daha.
fazla bir yankı uyandırmadıını hüzünle kaydetmek lâzımdır.
Bü, neslimizin bir hatasıdır. ›stiklâline kavu˛madan evvel Tu-
nus ve hele Cezayir'de yapılan müstemlekeci katliamların Fran-
sa'nın dahilî i˛i sayılması, Süvey˛ devletle˛tirilmesinin Türki-
ye'de anlayı˛sızlıkla kar˛ılanması, Mısır'da, Irak'ta ve Suriye'
de cereyan eden ıslahat hareketlerini, toprakların taksimini, a˛i-
retlerin tasfiyesini, halka askerlik ruhunun sokulmasını, mil-
letlerine tamamen yabancı ve sefih idarecilerin ortadan kaldı-
506 S U Y U ARAYAN ADAM

rılmasını daima eskilii ve gerilii korur gibi tavırlarla kar˛ı-


lamamız, bu memleketlerde elbette ki fena yankılar yaratmı˛-
tır. Bu haller, vaktiyle Fransa'ya kar˛ı çarpı˛an Çin Hindi mil-
liyetçilerine kar˛ı kullanmak üzere Amerika'nın Fransa'ya si-
lâh yardımı yapması, ˛imdi ise bu toprakların bombalanması,
yahut da meselâ Birle˛ik Milletler'in, Yemen gibi en iptidaî bir
feodal memleketi, yahut meselâ ˛u Dominik gibi açık ve soy-
guncu bir otokrosinin iıakim olduu yerleri kendi saflarına al-
masına kar˛ılık, 750.000.000 nüfusu olan ve her sene 15.000.000
artan kıta Çin'ini Birle˛ik Milletlerin dı˛ında tutmaya çalı˛ma-
sı gibi, garip ve geçici bir ˛eydir.
Millî kurtulu˛ sava˛ı cephesinde olan memleketlerden bir
kısmının, asırlardan beri istiklâlden ve bir istiklâl hatırasın-
dan mahrum bulunmaları, elbette ki onlar için birtakım ayak
sürçmelerine sebebiyet verecek kadar tesirlidir. Bu bakımdan
hu memleketlerin çileleri, bazen Türkiye ile kıyaslanamayacak
kadar çetin ve dalgalı olabilir. Fakat bu ayak sürçmelerinin
nihayet geçecei ve bu milletlerin kendi hakikî ve vatanper-
ver idarecileri elinde yollarını bulacakları da ˛üphesizdir. Bu
bakımdan, Türkiye'nin fikir ve tecrübe karde˛liine bütün bu
ülkeler, fazlasıyle lâyıktırlar. Atatürk'ün, ˛ef ve kahraman ola-
rak önderlii, bütün bu memleketlerin semalarında ya˛atılma-
lıdır. Çünkü o, bir millî kurtulu˛ hareketinin askerî, siyasî ve
sosyal tam numunesini vermi˛tir. Üniformaların, ˛ekillerin için-
de deil, milletin sinesinde kalmasını bilmi˛tir. Çünkü halktan
çıkmak, fakat halkta kalmak, bir lider ve bir inkılâp nesli için
meziyetlerin, hakikaten en büyüüdür. Ancak böyle bir lider
ve böyle bir nesildir ki, inkılâp ve tekamülde halka rehber ola-
bilir.
Sarayların çekicilii kadar, sokak kalabalıının ve kör kuv-
vetin alkı˛larına da kulak asmadan, halka ramen, fakat halk
için çalı˛mak... Zaten inkılâpçılık bu demek deil mi?
Atatürk'ün bize örettiklerini, bizim de bize benzer ve bu
tecrübelere muhtaç olan memleketlere öretmemizden daha ta-
biî ne vardı? Fakat Türk aydını bu tarihî misyonunu, ne ya-
zık ki ba˛aramadı...
I

Epihtetos'un Kandili
30

Benim hikâyem de artık sona ermektedir.


1950 seçimlerinden sonra bir gün, bir vekiller heyeti ka-
rarıyle i˛imden ayrıldım. Bu kararı örendiim zaman, ilk duy-
duum ˛ey, az çok üzüntüyle karı˛ık olsa bile, bir iç rahatlı-
ı oldu. Üzüntü daha ziyade, insanın balandıı bir çalı˛ma ni-
zamından, zevk duyduu birtakım i˛lerden ayrılmasından ve
nihayet elle tutulur birtakım sebeplerden gelen bir histi. ›ç
rahathına gelince bu, içimizi sıkan birtakım meselelerin bir-
den çözülmesinden gelen bir ferahlık, bir ruhî hürriyet duy-
gusu gibi bir ˛eydi.
Vazifem güzel ve ruhu kuvvetlendiriciydi. Memleketi ba˛-
tanba˛a geziyordum. Daların delmi˛ini, santrallerin kurulu˛u-
nu, pilonlarm, cereyan hatlarının a˛acaı daları dola˛ıyordum.
Büyük ölçüde problemler içinde yourulmak, yer altında ve
yer üstünde i˛ ve in˛a davalarının canlandırıcı havasını tenef-
füs etmek, bütün vatan topraı üstünde insanla tabiatın devler
sava˛ma katılmak, ancak efsanelerdeki kahramanların duyabi-
lecei engin hazlar veren bir ˛eydi. Kaldı ki henüz daha yıl-
larca çalı˛abilecek bir ya˛taydım. Fakat kimseye de kırgın de-
ildim, ama içli bir ruh hali içindeydim. Bu hal beni, bütün
buna benzer anlarda olduu gibi derin bir iç murakebeye sevk
ediyordu.
Uzun bir kır yürüyü˛ü, bana kendi kendime kalmayı sa-
layan en eski alı˛kanhımdır. Gene ˛ehirden çıkmaya karar ver-
dim. Yeni˛ehir ve Cebeci'yi geçtikten sonra yol, bir taraftan
˛ehitlik duvarları, dier taraftan, ˛imdi artık terkolunan me-
zarlıklar arasından geçer. Sonra Mamak - Kaya˛ vadisini ˛ehir-
den birtakım kayalıklar ayırır. Buradan geriye bakıldıı zaman
˛ehir, bütün daınıklıı ile ortaya serilir. Bu kayalıklara var-
510 S U Y U ARAYAN ADAM

dıım zaman, güne˛ ufka yaslanıyordu. Kale, her zamanki gi-


bi gene her ˛eye hakimdi. Bence Ankara demek, biraz da kale
demektir. Bu kalenin her halini bilirim. Onu güne˛ doarken
güne˛ batarken, ay ı˛ıında, yahut da bayram, ˛enlik günle-
rinin uydurma ı˛ık oyunları içinde görmü˛ümdür. Yaz, kı˛ ve-
ya bahar hallerini tanırım. Bu istikametten bakılınca kale, ger-
çi artık eski kale deildi. Tâ burçların, bedenlerin dibinden
birtakım gecekondu mahalleleri ba˛lıyordu. Bu mahalleler, ev-
velce kaleyi çeviren ve ona tekliini ve heybetini veren bü-
tün sahaları kaplayarak, içice, tıklım tıklım uzanıp gidiyor-
du. Bir taraftan Cebeci istikameti, dier taraftan Bentderesi
boazlarıyle beraber eski Seyran Baları, bostanlar ve kar˛ı
kayalık sırtlar, hep teneke mahalleleri ve gecekondularla dol-
mu˛tu. Oyuklar ve kulübeler hatta kale burçlarını ve mezarlık-
ları bile kaplamı˛tı.
Artık koyula˛maya ba˛layan gecekondular âleminin üstün-
de, bacalardan, çatılardan sızan dumanlar, dalga dalga yayılı-
yordu. Biraz sonra güne˛ kayboldu. Derinle˛en ak˛am, siyah
örtülerini ufuklara yaydı. Artık kale bile müphem ve ˛ekilsiz-
di. Zaten eteklerine yapı˛an bu derme çatma dekorun içinde
o, artık eski heybetini kaybetmi˛ gibiydi. Bu manzara, içimde-
ki kasveti daha da derinle˛tirdi.

Mamak köyünü geçip de Kaya˛ vadisine girince, Elmada


üzerinden yükselen ay, etrafa sisli aydınlıını yaydı. Yol ten-
haydı. Vadi sessizdi. Ruhum, daha evvel seyrettiim peri˛an-
lıın hâlâ kasveti içindeydi. Kırgın ve kötümserdim. Öyle ki,
yürüdüüm yol, bana sanki ˛u her zaman geçtiim Kaya˛ va-
disi yolu deil de, hayat yolumun kendisi gibi geliyordu ve
sanki bu yol, artık bir sona varıyordu. Bo˛, deersiz ve mak-
satsız bir sona...
Evet, bu yolun artık sona ermesi lâzımdı. Bu yolculuun
artık gayesi kalmamı˛tı. Zaten aslında da hiç bir zaman ma-
nasını bulamadı. Evet, aslına bakılırsa benim hayat yolculu-
um her zaman istikametsiz, her zaman rüzgâra tabi bir boca^

\
S U Y U ARAYAN ADAM 511

layı˛ oldu. Hatta buna bir yolculuk bile denemezdi. Bu yol-


culukta ben, kâh' o yana, kâh bu yana çarpa çarpa sürüklenip
durmadım mı? Hem de daima meçhule doru, daima iradem
haricinde...
›çimden gelen bir ses, aynı ˛eyleri fısıldıyordu:
— Hatta ˛imdi de öyle deil mi? Eer balandıın cemi-
ypt bugün olduu gibi seni birden ve hiç sana sorma-
dan, sevdiin i˛lerinden ayırır, kendi dı˛ına iterse, ar-
tık bu yol üstünde sen, kendini kendi iradesiyle hare-
ket eden bir yolcu sayabilir misin? Elbette ki hayır!
Bu ses, belki de en dorusunu söylüyordu. Belki bunun
içindir ki, hayatımın hikâyesi hatta anlatılmaya bile demez.
Hem belki de bu hayat, sadece tesadüflerin eseri, yahut da
kaderimiz, belki de biz domadan evvel biçilmi˛tir. Biz ken-
dimizde bir irade ve bir hürriyet payı tasavvur ediyoruz ama,
belki bunlar o kadar da övünülecek ˛eyler deildir. Yahut bu
nasibimizle biz, belki de bir eski Roma sirkindeki gladyatörler
gibiyiz. Hürriyetlerimizin sınırı, etrafımızdaki demir parmak-
lıklarla çevrilmi˛tir. Hayatımız ise Sezar'm bir parmak i˛are-
tine balıdır. Ama gladyatör her defasında kendini sanki ken-
di idare eden bir kahraman sayar ve bu haliyle övünür:
— Ey Sezar! Urunda ölecek olanlar, seni selâmlıyorlar!
diye baırarak arenaya çıkar. Kiminle ve ne için çarpı˛tıını
bilmeden, boazla˛ır durur.

Gecenin içinde dier bir gece olan bu kötümser ruh ka-


ranlıklarıyle yuurularak yürüyordum. Bir süre sonra Kaya˛
köyünün silueti' göründü. Ay ı˛ıı altında kabaran köy evle-
ri, küme küme aaç karaltıları. fiurada burada dev sütunlar
gibi yükselen selvi kavaklar.
Sada solda tek tük ı˛ıklar vardı. Köpeklerin havlamala-
rı duyuluyordu. Deirmen oluundan bo˛alan suların sert, serin
hı˛ırtısı, dönen deirmen ta˛larının uultusuna karı˛arak ge-
cenin derinlii içinde daılıyordu.
512 S U Y U ARAYAN ADAM

Kaya˛ köyü sokaklarını geçince vadi yeniden açıldı. Ses-


siz, serin bir kır ba˛ladı. Vadinin bu dönemeç yerinde hava
her zaman birden dei˛ir. fiehir artık çok arkada kalmı˛tır. Bu-
rada insan kendini ˛ehrin kaygılarından ve yorgunluklarından
silkinmi˛ hisseder. ›ki tarafta kıvnla kıvnla uzanan tepeler,
vadinin koynunda serilen bahçeleri, bostanları kucaklar. Bura-
larda her zaman suyun ve serinliin dinlendirici havası eser.
Nihayet hayal meyal «Sarıkayalar» göründü. Bu kayala-
rın altında yol, bir kuytu geçit gibidir. Yolun bir tarafında
ba˛ları göklere deen selvi kavakları sıralanır. Dier yanında
ihtiyar karasöütler daınık dallarım bu geçidin üzerine ya-
yarlar. Ben oraya vardıım zaman, hafif gece meltemi ile sal-
lanan dalların arasından süzülen ay ı˛ıkları yerlerde, hiç dur-
madan oyna˛an cazip hayal oyunları yaratıyordu.
Bu ı˛ıklar ve gölgeler geçidi geçilince solda, yolun kena-
rında, bir sıra akçaaaçların kuytuluunda kaybolmu˛ bir köy
evi göründü. Kiremit örtülü geni˛ saçaklarının altında belli
belirsiz beyaz badanalı duvarlarıyle, kapakları kapalı pence-
releri seçilen ıssız bir ev.
Bu ev, bu vadide tekti. Yalnızdı.
*

Kapıya yakla˛tım. Küçük bir anahtarla onu açtım. Bir kib-


rit, bir kibrit daha...
Geni˛, uzunca bir odanın içinde e˛ya canlanır gibi oldu.
Tam kar˛ı duvarda koyu pembemsi Ankara ta˛ından yapılmı˛
bir ˛ömine vardı. fiömine tablasının orta yerinde, koyu kırmı-
zı fanuslu, gövdesi i˛lemeli madenden yüksek bir konak lam-
bası duruyordu.
Fakat ben, küçük bir toprak kandili yaktım. Avuç içi ˛ek-
linde ve avuç içi kadar bir ˛ey. Bir ucunda bir kulpu vardı.
Dier ucunda bir meme görünüyordu. Bu memeye ince bir fi-
til geçirilmi˛ti. Fitilde ı˛ık uyanınca, etrafa hafif bir zeytin-
yaı kokusu yayıldı.
Bu kandilin en azdan, belki de iki bin yıllık bir ömrü
S U Y U ARAYAN ADAM 513

vardır.'' Onu b i r Ege gezisinde satın aldım. Hiyerapolis (1) ha-


rabelerini geziyordum. Harabelerde bulunmu˛ paralar, küçük
parçalar satan meraklı bir köylünün getirdii ˛eyler arasın-
d a n seçtim ve o n a Epiktetos'un kandili ismini taktım (2).
Bu kandil bana, daima Epiktetos'u dü˛ündürür. Epiktetos
da Hiyerapolislidir. Bir filozoftur ama, asıl adı bilinmez. Çün-
kü Epiktetos, sadece köle demektir. Epiktetos hem köle, hem
de topal bir köleydi. Zalim, deersiz bir a d a m olan efendisi,
b i r gün, elence o l s u n diye o n u n ayaını kırdı v e Epiktetos'u
s a k a t bıraktı.
Epiktetos'un h a y a t hikâyesinde bir d e kandil vardır. O n u n ,
asasından, tasından v e kandilinden ba˛ka, dünya malı y o k t u .
Bir g ü n . e l i y l e d e pekâlâ su içilebileceini dü˛ünerek tasını
attı. Ama asasından v e kandilinden vazgeçmedi. Asası o n u n
sakat vücudunu a y a k t a t u t a n dayanaıydı. Kandili d e g e c e l e r i
r u h u n u ısıtıyor v e o n u n yalnızlıına yolda˛ oluyordu.
Bu o d a y a h e r geli˛imde b a z ı g e c e l e r b u t o p r a k kandili y a -
karım. Onu yaktıım zaman, bana, bu kandil sanki hakika-
t e n E p i k t e t o s ' u n kandiliymi˛ v e o n u n ı ˛ ı  ı sanki iki bin y ı l ı n
a r d ı n d a n süzülüyormu˛ g i b i b i r h i s g e l i r , heyecanlanırım...
*
**

T o p r a k k a n d i l i n saçtıı t i t r e k ı˛ıklar i ç i n d e oda, bir m a -


 a r a e s r a r h l ı  m a b ü r ü n d ü . D u v a r l a r k a y b o l u r g i b i o l d u . E˛ya,
o l d u k l a r ı n d a n b a ˛ k a ˛ e k i l l e r aldılar. A n k a r a t a ˛ ı n d a n ˛ ö m i n e -
n i n k e m e r l i azı, sank i bir b a ˛ k a â l e m e açılan bir m a  a r a d e h -
l i z i n i n tılsımlı d e r i n l i  i gibiydi. Ocaktan sızmı˛ o l a n d u m a n -
l a r ı n i s l e n d i r d i  i t a ˛ l a r ü z e r i n d e k i l e k e l e r , s a n k i acayip h i y e -
r o g l i f l e r d i . O c a k t a b l a s ı n ı n ü z e r i n d e y ü k s e l e n iri f a n u s l u k o -
li) Hiyerapolis, D e n i z l i c i v a r ı n d a P a m u k k a l e .
<2) Epiktetos , m i l â d î b i r i n c i asrın b a ˛ l a r ı n d a Hiyerapoîi˛'te
d o  d u , bir k ö l e o l a r a k dünyaya geldi. N e r o n z a m a n ı n d a R o m a ' y a
götürüldü. K a b a v e a h m a k b i r i n e s a t ü d ı . M i l â d ı n d o k s a n ı n c ı y ı l ı n-
d a , b ü t ü n filozoflar gibi R o m a ' d a n kovuldu . Y u n a n i s t a n ' a göçtü. Ora-
d a N i  b o l u ' k a s a b a s m d a bir m e k t e p açtı . U z u n bir ö m ü r y a ˛ a d ı v e
m u h t e m e l e n o r a d a öldü.

33
514 S U Y U ARAYAN ADAM

nak lambası, bir sihirbaz feneri gibi görünüyordu. Onun etrafı-


na serpi˛tirilen minyatür e˛ya, daha arka plana takılan renkli
ve içice tezyinatlı Hatay hasırı, saa sola asılan eski yazılar
hep birbirine karı˛arak, havaya muammalı birtakım manalar
yayıyorlardı. Bu hava içinde burası, kendisinden sırlar sorul-
maya gelinen, göze görünmez, fakat varlıından her ˛eyin ni-
˛an verdii bir kâhinin ini gibiydi:
Epiktetos'un kandili etrafa, buhur hissi veren baygın ko-
kular içinde, gaipten gelen i˛aretlermi˛ gibi titrek ı˛ıklarını
yayıyordu...

fiöminenin kar˛ısına ve alçak ayaklı bir sehpa üzerine yer-


le˛tirilmi˛ geni˛ bir bakır tepsinin yanındaki alçak divana otur-
dum.
Kar˛ımda birden Epiktetos belirdi:
— Kaybettim deme, geri verdim de!
diye söze ba˛ladı. Sonra:
— Hayat, bir ziyafetten ba˛ka bir ˛ey deildir. Yemek ne
kadar sürmü˛se, ziyafet orada biter. Kolun bu sofrada
nereye kadar uzanmı˛sa, nasibin o kadardır. Bütün sof-
raya gelenleri deil, yalnız önüne uzatılan tabaktan ken-
di hisseni iste!
diye devam etti:
— Hem bu hissen için de müsamahalı ol. Senin yaını mı
döktüler? Senin ˛arabını mı çaldılar? Kendi kendine de
ki, bunlar huzurun pahasıdır.

Hulâsa kar˛ımda beliren Epiktetos, aklına gelenleri söylü-


yordu. Ama ben, onu dinlemek istemedim. Onunla becelle˛-
tim. Zaten hem köle, hem miskin bir filozoftu. Aramızda mü˛-
terek sanki ne vardı? Hiç bir ˛eye malik deildi ki, herhangi
bir ˛ey için ihtirası olsun. Mücâdele hırsı, mal hırsı, in˛a hır-
sı, hürriyet hırsı onun bilmedii ˛eylerdi. Yalnızlıına gömül-
mü˛ bir adamdı. Kendi deerini zaten kendi inkâr ediyordu.
Bunları onun yüzüne kar˛ı baırdım. Onu o kadar haksız
SUYU ARAYAN ADAM 515

buldum, ona o kadar kızdım ki, elimdeki kadehin içinde ka-


lan ˛arabı, onun yüzüne fırlatır gibi, hiddetle ˛öminenin bo˛-
luuna saçtım. Sonra yerimden fırladım. Hayır, artık onu din-
lemeyecektim. Ben ona muhtaç deildim. Gecenin serinliine
çıktıım zaman yumruklarım hâlâ sıkılmı˛tı.
Fakat Epiktetos, sakin ve telâ˛sız asasına dayanarak, to-
pallaya topallaya arkamdan geliyordu. Gecenin garip aydınlı-
ı içinde anayolda, bahçe aralarında ve dere kenarlarındaki
aaçlık patikalar arasında beni takibetti. Sözleri, odanın için-
de olduu gibi bu mehtaplı kubbe altında da aynı yakınlıkla
kulaklarımda uulduyordu:
— ›nsanlar kendilerine ya çok pahalı, ya çok ucuz kıymet
biçerler. Sen, sadece bir deerlendirme hatası içinde-
sin. Hayatında daima, ba˛arabileceini deil, ba˛armak
istediini dü˛ündün. Olabilecei deil, olmasını istedii-
ni aradın...
Onun için, senin yenilgin, hakikatin yenili˛i demek
deiMir. Yenilen, yalnız senin ölçüsüzlüün ve dalâle-
tindir.
Halbuki kaleleri bekleyen nöbetçiler, yanlarına ge-
len herkese parolayı sorarlar. Sen de muhayyilene gelen
˛eylere parolayı sorsaydın, baskına uramazdın!
Bu topal neler konu˛uyordu? Daha dorusu, bu fikirler,
nasıl bu kadar gerçek, nasıl bu kadar aydınlıktı?
— Senin hakkında yanlı˛ bir karar aldıklarını mı dü˛ünü-
yorsun? Fakat bu kararı alanların, buna mecbur olduk-
larını dü˛ünmeye çalı˛! Ne kendini, ne de ba˛kasını it-
ham etme. Hem üzülmek niçin? Bir i˛ ve bir in˛a mı
istiyorsun? Aslında içimizde yıkacak ve yeniden in˛a
edilecek o kadar çok ˛ey var ki?
Senin huzursuzluun ba˛kalarıyle deil, kendi ken-
dinle bada˛amadıın içindir.
Senden alman ˛eylere kar˛ı, senden alınamayacak
olanları koysana! Bu, senin iradendir. ›radenin hürri-
yetine ise, Jüpiter bile müdahale edemez. ›˛te asıl hür-
riyet budur.
516 S U Y U ARAYAN ADAM

Köy deirmenine ayrılan suyun bendinde Kaya˛ çayı kü-


çük bir ˛elâlecik yapar. Buraya ben ada derim. Burada çay
iki kola ayrılır. Deirmenin arkı daha yüksekten akar. Çayın
asıl yataı daha derindedir. Ortada salkımsöütlerle kavakla-
rın ve akçaaaçlarm birbirine karı˛tıı çimenlik bir adacık
uzanır,
Epiktetos'un son sözlerini duyarken bu ˛elâleciin basın-
daydım. Bir sıraya oturdum. Onun'altın hikmetleri, çalayan
suyun berrak uultusuna karı˛ıyordu.
Burada gök, her biri yerden bir hayat hamlesi gibi fı˛kı-
ran ulu aaçların dalları arasından bir hayal âlemi gibi görü-
nür. Suların, çimenlerin temiz aynası üstünde mehtap, çılgın
rakslar icadeder. Burada her ˛ey daima tazedir. Bazen suların
sesi ku˛ların cıvıltısıyle kari˛ır ve o zaman havaya, ruhu mes-
teden bir musikî yayılır.
Yazık! Bu gece Epiktetos beni burada gafil avladı. Burası
hem cennet kadar güzel, hem bir mabet kadar muvazenelidir.
Bu mabedin havasına ancak sükûn ve teslimiyet ^ara˛ır. Bu-
rada ben, Epiktetos'un boazına nasıl sarılabilirdim ki?
Epiktetos'un son sözleri etrafa serin bir rüzgâr gibi yayıldı:

— Yalnızlıktan korkma! Asıl korkulacak ˛ey. korkudur.


Dü˛ün ki Allah da yalnızdır. Ama kendisinden mem-
nundur. Her ˛eyi de gene kendisinde bulur...
Allahın bize verdii en büyük nimet, malik oldu-
umuz halde malik olduumuzu bilmediimiz kuvvet-
leri, bir gün kendimizde bulmak kudretidir.
Kendine dön olum, kendine inan ve yalnız kendin-
de olanı ara...
Topraa Dönü˛
31

Güne˛in ilk ı˛ıkları beni, Kaya˛ bendi ˛elâleciinin ba˛ın-


daki sıranın üzerinde buldu.
Çiftlik artık uyanmı˛tı. Burası, benim topraımdır. Ne ka-
dar küçük olsa da buraya ben «çiftliim» derim. Bir yolun iki
tarafında uzanır. Yolun bir tarafını ye˛il bir kavaklık duvarı
sınırlar. Dier tarafında karasöütler daınık dallarını, yol ge-
çidinin üzerine gererler. Sonra yolun güneyinde gürbüz bir
meyve bahçesi ba˛lar. Ayva, elma, Ankara armudu, vi˛ne, ki-
raz aaçları burada düzgün diziler halinde sıralanır. Bir ta-
rafta söütlerle akçaaaçlar arasında kaybolmu˛ beyaz badana-
lı, kırmızı kiremitli çiftlik damı görünür. Derelerin, arkların
kenarları, birbirine karı˛mı˛ kavaklar, salkımsöütlerle örtü-
lüdür.
Bu çiftlikte her ˛eyi ben, kendi elimle yeti˛tirdim, Her
avuç topraında, her dalında emeim ve alınterim vardır. Bu
topraın yazını kı˛ını, gecesini gündüzünü, selini fırtınasını bi-
lirim. .
Gün olmu˛, bir ye˛il halı gibi uzanan sebze arkları, bir
göz açıp kapayacak kadar süren bir saanaktan sonra birden
kabaran bir selin önünde, süpürülmü˛ gitmi˛tir. Gün olmu˛,
mübarek bir nisan yamuru gibi ba˛layan bir çisentinin ar-
kasından dü˛en bir dolu saanaından sonra, bahar açmı˛ aaç-
ların biraz önce bir çiçek deryasını andıran güzellii, bir ça-
mur yıını halinde topraa karı˛mı˛tır. Böyle anlarda, dalları,
filizleri kınlan aaçlar, kucaklarmdaki evlâtları ellerinden alın-
mı˛ anneler gibi, yerde sürünen çiçeklerine, yapraklarına me-
lül mahzun bakarlar.
Tabiat ana hem zalim, hem lütufkârdır. O, ne sever, ne de
acır. O, yalnız kendi kanununa uyar. Souk dondurur. Sıcak
520 S U Y U ARAYAN ADAM

yakar. Fırtına dalları kırar, gövdeleri devirir. Ha˛erat hakkını


ister. Adına «çiftliim» dediim ˛u bir avuç varlık, adına ta-
biat kanunları dediimiz o ha˛arı kudretin elinde savrulur du-
rur. Ama insan denilen yaratık yılmaz ve toprak ana her se-
ferinde emreder:
— Yeniden ba˛la!
Her gelen afet kar˛ısında sizin hakkınız, sadece bir anlık
acı bir tebessümden ibarettir. Güler, geçer ve yeniden ba˛-
larsınız.
* *

Sabahın alacakaranlıında topraımın üstünde beni ilk sa-


ranlar, köpeklerim oldular. Köpeklerim garip mahluklardır. On-
lar, gece uyumazlar. Yolda, bahçede, bada, belde onların her
dakika yapacakları i˛leri, vazifeleri vardır. Köpeklerimle ben,
birbirlerimizin her halimizi biliriz. Kaderimiz, ne˛emiz birbi-
rimize derhal malum olur. Köpeklerim konu˛urlar, gülerler,
alarlar. Ama daima bana uyarak, daima beni dü˛ünerek ve
daima benim için ya˛arlar.
Kümesler açılmı˛tı. Tavuklar yayılıyorlardı. Ördekler, su-
ya dalmadan evvel etrafıma toplanıp çizmelerimi gagaladılar.
Sanki gelip kendilerini suların akıntısında kovala˛ırlarken sey-
retmemi istiyorlar gibiydiler.
›nek böürüyordu. Atım ki˛niyordu. Atım, benim oralarda
bulunduumu, hatta beni görmeden sezer. O zaman öyle ses-
ler çıkarır, öyle huysuzluklar yapar ki, böyle zamanlarda onun
ba˛ının nasıl ˛ahlandıını, yüz hatlarının nasıl gerildiini, ada-
lelerinde damarların nasıl kabardıını ben, onu görmesem bi-
le gözümde canlandırırım. Bu anlarda ona bakan çocuk, onu
zaptedemez olur. Yemini iter. Ba˛ını ˛iddetle benim olduum
tarafa1 çevirir. Ya benim yanıma ko˛mak, yahut da benim onun
yanma gelmemi ve yüzünü, gözlerini ok˛amamı ister.
Ayva, elma, kayısı sıraları altına arı kovanları yerle˛tiril-
mi˛tir. Bunlar, aaçların altmda, kırmızı gelincikler, peygam-
ber çiçekleri, yabani hardallar arasında temiz, beyaz çatılarıy-
le uzaktan, peri masallarmdaki cücelerin beyaz saraylarını an-
S U Y U ARAYAN ADAM 521

dırırlar. A n l a r ı m beni tanırlar. Ben de onları tanırım. Sıcaın


en azgınlık verdii saatlerde bile onların arasında çekinmeden
dola˛abilirim. Ben yanlarına vardıım zaman arılar, henüz sa-
bah neminin kalkmasını bekleyerek, kovanların aızlarında
öbek öbek toplanıyorlardı. Sabah nemi açılınca havalanacak-
lardı. Sonra kekik, yaban lâlesi, yonca ve yayla gülü çiçek-
lerinden toplayacakları altın tozlarını peteklerine ta˛ıyacaklar-
dı. Bana sunacakları hediyelerini i˛te bu altın tozlarından ya-
ratacaklardı.
Gecelerimin çounu ve bana kalan günlerimin hepsini çift-
liimde geçiririm. Topraımla aramızda çetin bir sava˛ var-
dır. Burası bir yarı bataklıktı, bir ye˛il vaha oldu. Bir hayal-
di, bir hakikat haline geldi. fiimdi topraımla ben, birbirimizin
hem esiri, hem efendisiyiz. Zaman zaman onun serin kuca-
ına uzanırım, topraın tatlı ve ebedî serinliini sırtımda his-
sederim. O vakit r u h u m u n kasvetleri, rüzgârların görünmez
kanatlarıyle yıkanır. Kaygılarım topraın derinliklerine süzü-
lür gider. ›çimden birtakım mutluluk duygularının kabardıı-
nı, r u h u m u n bir ba˛ka âleme açıldıını duyarım.
O zaman kollarımı açar, çiçek, çimen örtüleri arasından
taze topraı avuçlarım. Bu toprak hem serin, hem ılıktır. Ma-
vi gök. topraımla beni, ok˛ayıcı kanatlarıyle örter. Ve bir
gök tanrıçası, sanki bir ninni gibi, rüzgâra fısıldar:

— Avuçlarındaki toprak vcsr ya? Senindir!

Ben bahçelere yönelirken sabahın ilk yolcuları elan köylü-


ler,- yoldan selâm verip geçiyorlardı. Bunlar benim dostlarım
ve kom˛ularımdılar. Bunlar, birkaç kilometre ileride ve kaya-
lar arasında bir kale olan Kızılcaköy'ün meraları, Eimadaı
yaylalarına kadar uzanan Ortaköy'ün ve yaslandıı -tepelerin
üstünde kutsal bir ziyaret yerini ba˛ında taç gibi ta˛ıyan Ne-
nek köyünün, mazbut, alçakgönüllü toprak adamlarıdır. Top-
raa balılık, sabır ve iyimserlik, onların ba˛larının etrafında
daima bir hale gibi parlar.
522 S U Y U ARAYAN ADAM

Hulâsa dünya uyanıyordu. Dünya, yeni bir günün hayatı-


na ba˛lıyordu.
Aaçlar, dallar, yapraklar üzerlerinden sabah sisinin ne-
mini silkmeye çalı˛ıyorlardı. Havaya sabahın taze ve sıhhatli
serinlii hakimdi.
Güne˛ yava˛ yava˛ yükseliyordu. Gece, mehtabın yarat-
tıı ziya oyunlarının yerini ˛imdi günün ilk ı˛ıklarının, sular
ve çimenler üstünde oyna˛an pırıltıları almı˛tı.
Bugün, benim de yeni bir günüm olacaktı. Ya yeni bir
hayat nizamına yönelecektim. Ya da hayal kırıklıkları ve kır-
gınlıklar içinde kendimi tüketecektim.
SUYU ARAYAN ADAM
32

fiimdi artık bir emekliyim.


Hayatın ba˛ka bir safhasını ya˛ıyorum. Bu safhada insan.,
nihayet kendisiyle ba˛ba˛a kalır. Tanrının, onun için hazırla-
dıı en çetin imtihanı ya˛ar. En son ve en azgın hasmı ile kar-
˛ıla˛ır. Bu hasım, yıllar boyunca geriye itilen, yıllar boyunca
pusuda bekleyen kendi içimiz, kendi iç varlıımızdır.
Bu çetin bir sava˛tır. Büyük bir hesapla˛madır. Bu hesap-
la˛mada biz, ya birden silâhlarımızı terkederek yeisin, kötüm-
serliin çukuruna dü˛er ve hayatdı˛ı kalırız.
Yahut da, içimizin çamurları, bizim son müsamaha duygu-
larımızı da yiyerek bizi, yalnız kin ve gayzleriyle ya˛ayan b i r
cemiyet dü˛manı haline koyar ve yahut da, varlıımızı bir ve-
him, hayatı bir illüzyon sayarak kendi kendimizi inkâr ede-
riz. Bu suretle de, kendimizle beraber külli varlıın bize inti-
kal eden emanetini de deersizle˛tiririz.
Halbuki Tanrı bize hayatı, bütün tezatlarlyle beraber ver-
mi˛tir. Nasibimiz, bu tezatları çözmekten ziyade, onlarla be-
raber ya˛amak olsa gerektir. O halde, hayata küsmeden, ha-
yata dü˛man olmadan ve onu inkâr etmeden, ona balı kala-
rak ya˛amak, hatta onu süslemek ve güzelle˛tirmek niçin m ü m -
kün olmasın? Böyle olanca da, hayat kavgası, yurt fikri, mil-
let fikri ve insanlık mefkuresi içine niçin yerle˛meyelim?
Çünkü biz, hiç bir zaman hayattan kopmu˛ birer varlık
deiliz Üstünde ya˛adıımız topraın ve içinde geli˛tiimiz top-
lumun birer parçasıyız. Bunlar öyle bir kap te˛kil ederler ki,
bizim hayat nizamımıza ˛ekil verirler. Bu nizam, bir taraftan
insanla toprak, dier taraftan insanla insan arasındaki sonu
gelmez sava˛ın bir mahsulüdür. B - j rsva.j ebedîdir ve ebedî ola-
rak devam edecektir. T a n ı m ın bize bic" : pj kader, bu ^svK^tan
526 S U Y U ARAYAN ADAM

ürkmeden ve ondan kaçmadan onun içine yerle˛mektir. ›rade-


mizin ve ruhumuzun hürriyetini kaybetmeden bunu ba˛arabi-
lirsek o zaman, bir ermi˛, bir târik-i dünya olmadan da Tanrı
bizi kendi katma ula˛tırabilir. Bu suretle biz, her birimiz on-
dan bir parça olmanın ululuunu bulmu˛ olur ve sanki ona
ula˛ırız.
*
* *

Hayat hikâyemin son sayfalarım yazarken, onun dalgalı


akı˛ını safha safha bir daha dü˛ündüm: ›ni˛leri, yoku˛ları, ge-
çitleri ve dönemeçleriyle garip bir ya˛antı... Bazen sükûn, ba-
zen tehlike anları içinde uzanıp giden garip bir yol. Ümitle-
ri, a˛kları veya yenilgileriyle bazen renkli, bazen hiçlikten iba-
ret bir hikâye. Bu hikâyede, bilinmeyen bir el, yolumuzu çiz-
mi˛tir. Ümit oyalamı˛tır. Fikir sürüklemi˛, tehlike yolumuzu
süslemi˛tir. A˛klarımız ise, bütün bunların üstünde, bütün var-
lıımıza kanat gererek ve hepsinden daha derin, bütün haya-
tımız boyunca ya˛antımıza deer ve mana vermi˛tir. Öyle ki,
ben ˛imdi ba˛ımı çevirip arkama baktıım zaman, bütün bun-
lar bir arada ve hepsi birden, bana her halkası ayrı ayrı ya-
˛anmaya deer bir ömrün derin hazzım veriyor. Son hük-
müm ˛udur: Eer yeniden dünyaya gelseydim, gene kendi ha-
yatımı ya˛ardım.
*
* *
fiimdi, size anlattıım bu hayat hikâyeme bir isim bulmak
lâzım? Buldum: Suyu Arayan Adam.
Hikâyem bir yangınla ba˛lamı˛tı. Ama ˛imdi serin bir su
ba˛ındayım. Aaçların gölgeledii, çiçeklerin açtıı, ku˛ların
ötü˛tüü bir su ba˛ında. Hatta ˛imdi bana öyle geliyor ki, bü-
tün ömrüm boyunca aradıım su, belki de buydu.
Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası,
bazen ideal, bazen a˛k ˛eklinde beni arkasından ko˛turdu. Ba-
zen onu kaybettim. Bazen buldum sandım. Ama onu her zaman
aradım. Bu arayı˛ta aldanı˛larım da, inanı˛larım kadar gü-
zeldi.
S U Y U ARAYAN ADAM 527

fiimdi kitabın son satırlarını balıyorum;


Çiftlik bendinin ˛elâleciinde Kaya˛ çayının suları ça-
ıl çaıl akıyor. Ye˛il salkımsöütlerin sulara deen dalları,
akıntıların yumu˛ak dalgacıkları içinde yıkanıyorlar.
Ada, bir güne˛ seli içinde. Toprak ana, gösünün kudret-
lerini, su ˛eklinde, çimen ˛eklinde, aaç, çiçek ˛eklinde yer-
yüzüne sermi˛. Sular onun memelerinden, Tanrının bereketi
gibi fı˛kırıyor. Çiçekler ve aaçlar ondan hayat ˛erbetini ve
güne˛ten renklerini emiyorlar.
Her tarafta olu˛un, hareketin, derin, canlı ahengi var. Su-
ların çaıltısına ku˛ların cıvıltısı karı˛ıyor. Bu, bir musikîdir.
Bana öyle geliyor ki, bu musikî, bahçeleri, vahaları, daları
a˛arak her ˛eyi, hepimizi içine alacaktır. Yerleri, gökleri dol-
duracaktır. Sanki alem, bu musikînin ahengine uyarak, bir
renk, name ve ziya cümbü˛ü içinde çalkalanacaktır. Kâinat ebe-
dî raksına, sanki bu musikî içinde devam edecektir.
Epiktetos haklı:

«— Allahın îbize verdii en büyük nimet, malik olduumuz


halde, malik olduumuzu bilmediimiz kuvvetleri, bir
gün kendimizde bulmak kudretidir.»
Ve gene onun dedii gibi:
«— Huzurun bir pahası var.»

Evet, onu ödemek lâzım. Benim ödediim paha, hayatımın


hepsidir. Ama bundan üzgün deilim. Ödediim bedel, ula˛tı-
ım kaynak için çok deildir. Çünkü bu kaynaın ba˛ında ben,
yıllar yılı kaybettiim en deerli ˛eyi, yani kendimi buldum.

You might also like