You are on page 1of 424

BİTKİLERİN � RUHU

Modern Bilimden Kadim


Bilgiye Şifa

Robin Wall Kimmerer


Mundi Kitap

Bitkilerin Ruhu: Modern Bilimden Kadim Bilgiye Şifa, Robin Wall Kimmerer
İngilizce aslından çeviren: Ayşe Başcı
Braiding Sweetgrass: lndigenous Wisdom, Scienti(ic Knowledge and the Teachings o( Plants
İlk (bu çeviride kaynak alınan) basım: Milkweed Editions, 2013
© 2013, Robin Wall Kimmerer
© 2022, Can Sanat Yayınları A.Ş.
İlk baskısı ABD'de yayımlanmıştır. Milkweed Editions, 1011 Washington, Avenue South,
Suite 300 Minneapolis, Minnesota 55415
milkweed.org
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının
yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: Mart 2022, İstanbul


Bu kitabın 1. baskısı 3 000 adet yapılmıştır.

Dizi editörü: Merin Sever


Editör: Çiçek Eriş
Düzelti: Melis Oflas
Mizanpaj: Atahan Sıralar

Sanat yönetmeni: Utku Lomlu / Lam Creative (www.lom.com.tr)


Kapak tasarımı: Beyza Ceylan / Lam Creative (www.lom.com.tr)

Baskı ve cilt: Türkmenler Matbaacılık Reklam San. ve Tic. Ltd. Şti.


Maltepe Mah. Gümüşsuyu Cad. Na: 16-18
Topkapı, İstanbul
Sertifika Na: 43087

ISBN 978-605-74326-9-8

MUNDİ KİTAP
Maslak Mah. Eski Büyükdere Cad. İz Plaza Giz, Na: 9/25 Sarıyer/İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
mundikitap.com
bilgi@mundikitap.com
Mundi Kitap, Can Sanat Yayınları Yapım ve Dağıtım Tic. ve San. A.Ş.'nin tescilli markasıdır.
Sertifika Na: 43514
BİTKİLERİN � RUHU
Modern Bilimden Kadim
Bilgiye Şifa

Robin Wall Kimmerer

DOĞABİLİM

İngilizce aslından çeviren


Ayşe Başcı

MUNDI
ROBIN WALL KIMMERER, bir anne, biliminsanı, ödüllü bir profesör, Potowato­
mi halkının resmi üyesidir. İlk kitabı Gathering Moss (Yosun Toplamak), olağanüstü
doğa anlatımıyla John Burroughs Ödülü kazandı. Makaleleri Orion, Who/e Terrain
ve çok sayıda bilimsel dergide yayımlandı. Syracuse, New York'ta yaşıyor. New
York Üniversitesi'nde Çevre Biyolojisi profesörü, Yerli Halklar ve Çevre Merke­
zi'nin de kurucusu ve direktörü olarak görev yapıyor.

AYŞE BAŞCI, 1974 yılında, Yeşilköy-İstanbul'da doğdu. 1997'de Boğaziçi Üniver­


sitesi Mütercim-Tercümanlık Bölümü'nden mezun oldu. Kurgu ve kurgu dışı ol­
mak üzere 40'tan fazla kitap çevirdi. Kitap eleştirileri, tanıtım yazıları ve çeviri
odaklı köşe yazılarının yanı sıra 2019'da König Dünyayı Dolandıran Türk'ün Romanı
adlı kitabı yayımlandı.
Ateşin Koruyucuları'na
anne babama,
kızlarıma
ve bu güzelim dünyaya henüz gelmemiş
torunlarıma
İÇİNDEKİLER

Önsöz ............................................................................................................ 13
Kutsal Otun Ekimi ...................................................................................... 15
Gökkadın'ın Yerküreye Düşüşü .......................................................... 17
Pekan Konseyi ....................................................................................... 25
Hediye Çilek .......................................................................................... 37
Sunu ........................................................................................................ 48
Yıldızpahlar ve Altınbaşaklar ............................................................. 54
Canlıların Dilini Öğrenmek ................................................................. 63
Kutsal Otun Bakımı .................................................................................... 75
Akçaağaç Şekeri Ayı.............................................................................. 77
Cadıfındığı ............................................................................................. 87
Annelik ................................................................................................... 97
Nilüferlerle Teselli Bulmak ............................................................... 114
Minnet Borcuna Sadakat .................................................................... 121
Kutsal Otun Hasadı ................................................................................. 135
Fasulyenin Getirdiği Aydınlanma .................................................... 137
Üç Kız Kardeş ...................................................................................... 144
Wisgaak Gokpenagen: Kara Dişbudaktan Sepet ................................ 158
Mishkos Kenomagwen: Kutsal Otun Öğretileri.................................. 174
Akçaağaç Halkı: Vatandaş Rehberi............................•...................... 186
Onurlu Hasat ....................................................................................... 195
Kutsal Otu Örmek .................................................................................... 223

Nanabozho'nun İzinde: Bir Yerin Yerlisi Olmak ........................... 225


Gümüşçanların Sesi ............................................................................ 236
Çembere Kahlmak ............................................................................. 244
Cascade Head Yanıyor........................................................................ 264
Kökleri Yerleştirmek ........................................................................... 278
Umbilicaria: Dünyanın Göbek Deliği ............................................... 292
Yaşlı Çocuklar ..................................................................................... 301
Yağmurun Tanıkları ............................................................................ 318

Kutsal Otu Yakmak .................................................................................. 327


Windigo'nun Ayak İzleri.................................................................... 329
Kutsal ve Toksik ................................................................................. 336
Mısırdan İnsanlar, Işıktan İnsanlar ................................................... 369
İkincil Hasar ......................................................................................... 376
Shkitagen: Yedinci Ateşin Halkı ........................................................ 389
Windigo'yu Alt Etmek ....................................................................... 404

Sonsöz: Hediyenin Karşılığını Vermek ................................................. 411

Bitki İsimlerinin Kullanımı Hakkında Bilgi ......................................... 416

Yerlilerin Dilinin Kullanımı Hakkında Bilgi ......................................... 417

Yerlilerin Hikayeleri Hakkında Bilgi...................................................... 417

Kaynakça .................................................................................................... 419

Teşekkür ..................................................................................................... 421


Önsöz

Ellerinizi uzatın da yeni yıkanmış saçlar gibi özgürce salınan, taze­


cik toplanmış bir demet kutsal ot1 bırakıvereyim avuçlarınıza. Üst
kısımları parlak yeşil, toprakla buluşmaya yaklaştıkça mor beyaza
dönen otlardan bir demet. Koklayın bu demeti. Nehir suları ve hu­
muslu siyah toprak rayihasının üstüne yerleşmiş ballı vanilya koku­
sunu keşfedince bu bitkinin bilimsel isminin ne anlama geldiğini de
anlayacaksınız: Hierochloe odorata, yani hoş kokulu, kutsal ot. Bizim
dilimizdeki adı ise wiingaashk-Toprak Ana'nın mis gibi kokan saç­
ları. Kokuyu içinize çekince, unuttuğunuzun farkında bile olmadı­
ğınız şeyleri hatırlamaya başlayacaksınız.
Bir ucundan bağlanıp üç kısma ayrılmış bir demet kutsal ot
örülmeye hazırdır artık. Örgüsünün pürüzsüz, parlak ve hediye
edilecek kadar güzel olması için biraz gerilmesi şarttır. Saç örgülü
her küçük kızın da bileceği gibi, biraz çekiştirmek lazımdır. Elbette
tek başınıza da örebilirsiniz - otların bir ucunu sandalyeye bağla­
manız ya da dişlerinizin arasına sıkıştırıp ters yönde örmeniz yeter-

1. İngilizcesi sweetgrass olan bu bitkinin, tatlı ot ya da şekerotu olarak adlandırılan Stevia


rebaudiana Bertoni ile karıştırılmaması için diğer isimlerinden olan holy grass'tan yola çıkıla­
rak "kutsal ot" kullanımı tercih edilmiştir. (Ç.N.)
14 Bitkilerin Ruhu

li; ama bu işi yapmanın en tatlı yöntemi, demetin ucunu bir başka­
sının tutmasıdır ki eğilip kafa kafaya vererek, sohbet ederek, güle­
rek, birbirinizin el hareketlerini takip ederek, sırayla biriniz sabit
dururken diğeriniz tutamları birbirinin üstüne atarak demeti karşı­
lıklı hafifçe çekiştirebilesiniz. Kutsal ot sizi birbirinize bağladığında
karşılıklı ilişki içindesinizdir; kutsal ot sizi birbirinize bağladığında
demetin ucunu tutan da ören kadar önemlidir. Aşağıya doğru örgü
giderek incelir, zayıflar - artık otları dal dal örer hale geldiğinizde
ucunu bağlarsınız.
Ben örerken demetin ucundan tutar mısınız? Kutsal ot sayesin­
de el ele tutuşup kafa kafaya verebilir, toprağa saygımızı göstermek
için birlikte örebilir miyiz tutamları? Soma da siz örerken ben tuta­
rım demeti.
Ninemin sırtından aşağı dökülen saç örgüsü kadar kalın ve
parlak bir kutsal ot örgüsü sunabilirim size. Ama benim değil ki size
verebileyim, sizin değil ki alabilesiniz. Wiingaashk sadece kendisine
aittir. Bu yüzden de size bunun yerine, dünyayla olan ilişkimizi sa­
ğaltabilecek bir hikayeler örgüsü sunuyorum. Bu örgü üç tutamdan
oluşuyor: yerli halkların bilgeliği, bilimsel bilgi ve önemli olan tek
şeye hizmet etınek amacıyla bu ikisini bir araya getirmeye çalışan
bir Anishinabekwe biliminsanının hikayesi. Bilim, ruh ve hikayele­
rin içe içe geçmesi - toprakla aramızdaki hasar görmüş ilişkiyi teda­
vi edebilecek eski ve yeni hikayelerden, insanlar ile toprakların bir­
birine şifa olduğu farklı bir ilişkiyi gözümüzde canlandırabilecek
sağaltıcı hikayelerden oluşmuş bir ilaç rehberi.
Kutsal Otun Ekimi

� Kutsal otu ekmenin en iyi yolu tohum kullanmak değil,


doğrudan kökleri toprağa yerleştirmektir. Böylece bitki yıllar
ve nesiller boyunca insan elinden toprağa, topraktan yeniden
insan eline geçer. Özellikle güneşli, sulak çayırları sever. En­
gebeli yamaçlarda iyice serpilir.
1
GöKKADIN IN YERKÜREYE Düşüşü

Kış gelip de yemyeşil topraklar kardan bir battaniyenin altında dinlenmeye


çekildiğinde hikaye anlatma zamanı gelmiş demektir. Anlatıcılar söze baş­
larken bu hikayeleri bize aktaran geçmiş nesillere seslenirler, çünkü bizler
sadece elçiyiz.
Başlangıçta Gökdünya vardı.

Gökkadın, sonbahar esintisiyle parmak uçlarında döne döne,


hpkı bir akçaağaç tohumu gibi düştü gökten. 1 Önceden her yer kap­
karanlıklı ama Gökdünya' daki bir delikten süzülen ışık sütunu,
Gökkadın'ın yolunu aydınlattı. Düşüşü çok uzun sürdü. Elinde tut­
tuğu demete, korkuyla veya belki de umutla, sımsıkı sarılıyordu.
Hızla düşerken aşağıda tek görebildiği karanlık sulardı. Ama o
boşluğun içinde sayısız göz gökyüzüne dönmüş, aniden ortaya çıkı­
veren bu ışık sütununa bakıyordu. Işık demetinin içinde toz zerreci­
ği kadar küçücük bir şey görüyorlardı. Yaklaşhkça, bu zerreciğin
kolları iki yana açılmış, döne döne kendilerine doğru gelirken uzun
siyah saçları dalgalanan bir kadın olduğunu anladılar.

1. Sözlü gelenekten ve Shenandoah ve George'tan (1988) uyarlanmıştır. (Aksi belirtilmedik­


çe dipnotlar yazara aittir.)
18 Bitkilerin Ruhu

Kazlar birbirlerine bakıp başlarını salladılar ve aynı anda şarkı­


lar söyleyerek suyun yüzeyinden havalandılar. Düşüşü yumuşat­
mak için hemen altından uçan kazların kanat çırpışlarını hissedebi­
liyordu kadın. Hayatı boyunca gördüğü tek evden çok çok uzaklar­
dayken kendisini usulca yere taşıyan yumuşacık tüylerin sıcaklığıy­
la rahatladı. Ve her şey böyle başladı.
Kazlar kadını uzun süre suyun üstünde tutamayacaklarından,
ne yapacaklarına karar vermek için konseyi topladılar. Kanatların
üstünde dinlenen kadın, bütün hayvanların toplandığını görebili­
yordu: dalgıçkuşları, susamurları, kuğular, kunduzlar, her çeşit ba­
lık. Kocaman bir kaplumbağa tam ortalarına doğru yüzüp kadını
sırtına almayı teklif etti. Kadın minnettarlıkla kazların kanatların­
dan inip kaplumbağanın kabuğuna yerleşti. Hayvanlar, kadının
yuva kurmak için toprağa ihtiyacı olduğunu anlayınca ona nasıl
yardım edebileceklerini tartıştılar. Derinlere dalabilen hayvanlar su­
yun tabanında çamur olduğunu duymuşlardı, dalıp biraz getirme­
ye razı oldular.
Önce Dalgıçkuşu gitti ama suyun tabanı çok derindeydi; uzun
süre sonra eli boş döndü. Bütün hayvanlar teker teker yardım etme­
ye çalıştılar -Susamuru, Kunduz, Mersinbalığı- ama derinlik, ka­
ranlık ve basınç, en güçlülerinin bile başa çıkamayacağı kadar yo­
ğundu. Her dönen derin derin nefes alıyor, kulaklarının çınladığını
söylüyordu. Kimisi hiç dönemedi. Kısa süre sonra geriye sadece
dalgıçların en zayıfı olan küçük bir Misksıçanı kaldı. Ötekiler kuş­
kuyla baksa da Misksıçanı dalmaya gönüllü oldu. Derinlere doğru
inerken küçücük bacaklarını çırpıp duruyordu ve uzun süre ortalar­
da görünmedi. Öteki hayvanlar, bu küçük akrabalarının başına kötü
bir şey gelmiş olabileceği korkusuyla bekleyip. durdular ve sonra
suyun yüzeyinde peş peşe baloncuklarla birlikte Misksıçanı'nın
pörsümüş, küçük bedeni göründü. Bu çaresiz insana yardım için ca­
nını feda etmişti. Sonra avucunun sımsıkı kapalı olduğunu fark etti­
ler, açtıklarında küçük bir parça çamur buldular. Kaplumbağa, "Ça­
muru sırtıma koyun, ben taşırım," dedi.
Gökkadın eğilip çamuru elleriyle Kaplumbağa'nın kabuğuna
sıvadı. Hayvanların bu olağanüstü hediyelerinden çok etkilenen ka-
Gökkadın'ın Yerküreye Düşüşü 19

dm, minnettarlığını göstermek için şarkı söylemeye ve ayaklarını


toprağa basarak dans etmeye başladı. Şükran şarkısını söyleyip
dans ettikçe toprak büyüdü, büyüdü, Kaplumbağa'nın sırtındaki
azıcık çamurdan bütün dünya yaratıldı. Sadece Gökkadın tarafın­
dan değil, bütün hayvanların hediyeleri ve kadının büyük minnet­
tarlığının alaşımıyla. Hep beraber, bugün yuvamız bellediğimiz
Kaplumbağa Adamızı yarattılar.
Her kibar konuk gibi, Gökkadın da bir hediye getirmişti. Elinde­
ki demeti hala sıkı sıkı tutuyordu. Gökdünya'da açılan delikten düşe­
ceği sırada, o dünyada yetişen Hayat Ağacı'na tutunmak için uzan­
mıştı. Eline dallar, her türden bitkinin meyveleri ve tohumları gelmiş­
ti. Bunları yeni toprağın üstüne serpti ve dünya kahverengiden yeşile
dönünceye dek hepsiyle ilgilendi. Gökdünya'daki delikten sızan gün
ışığıyla tohumlar yeşerdi. Yabani otlar, çiçekler, ağaçlar ve şifalı bitki­
ler her yere yayıldı. Artık bol bol yiyecek olduğu için, pek çok hayvan
da kadınla birlikte yaşamak üzere Kaplumbağa Adası'na geldi.

Hikayelerimize göre bütün bitkiler arasında toprakta ilk yeşe­


ren wiingaashk, yani kutsal ottur ve kokusu Gökkadın'ın düşerken
getirdiği bitkilerin tatlı bir hatırasıdır. Dolayısıyla da halkımın dört
kutsal bitkisinden biri olarak kabul edilir. Kokusunu bir kez içinize
çekince, unuttuğunuzun bile farkında olmadığınız şeyleri hatırla­
maya başlarsınız. Büyüklerimiz, ayinlerin "hatırlamayı hatırlama"
nın yolu olduğunu söyler; kutsal ot da pek çok yerli halkın çok de­
ğer verdiği, güçlü bir ayin bitkisidir. Nefis sepetler yapmakta da
kullanılır. Hem şifa hem de ruh akrabalığı açısından maddi ve ma­
nevi değeri vardır.
Sevdiğiniz birinin saçını örmek ne kadar da şefkat dolu bir ey­
lemdir. Saçları ören ile örülen arasında sevecenlikten de fazlası pay­
laşılır; bu iki kişi o örgüyle birbirine bağlıdır. Wiingaashk, bir kadının
yeni yıkanmış saçları gibi uzun ve parlak tutamlar halinde dalgala­
nır. Bu yüzden de Toprak Ana'nın dalgalanan saçları olduğuna ina­
nırız. Kutsal otu örerken Toprak Ana'nın saçlarım örer, bize sundu­
ğu bunca şeyin karşılığında bir minnet ifadesi olarak sevgimizi ve
ilgimizi, onun güzelliğine ve iyiliğine verdiğimiz önemi göstermiş
20 Bitkilerin Ruhu

oluru:z. Doğdukları andan itibaren Gökkadın'ın hikayesiyle büyü­


yen çocuklarımız, insanlar ile toprağın birbirlerine karşı sorumlu
olduklarını iliklerinde, kemiklerinde hissederler.
Gökkadın'ın hikayesi öylesine yoğun ve ışılhlı ki derin bir kase­
nin içinden gök mavisini bıkıp usanmadan içtiğimi hissediyorum.
İnançlarımız, tarihimiz, ilişkilerimiz var bu kasede. Yıldızlı kaseye
baktığımda gördüğüm imgeler .o kadar hızla dönüp duruyor ki geç­
miş ve bugün bir oluyor. Gökkadın imgesi sadece nereden geldiği­
mizi değil, nasıl ilerleyebileceğimizi de gösteriyor.

Laboratuvarımın duvarında, Bruce King imzalı Gökkadın port­


resi Moment in Flight [Uçuş Anı] asılı. Gökkadın, elinde tohumlar ve
çiçeklerle yeryüzüne doğru süzülürken mikroskoplarıma ve veri
kaydedicilerime tepeden bakıyor. Bu iki dünya birbiriyle çok alaka­
sız görünebilir ama bana göre Gökkadın tam da oraya ait. Bir yazar,
bir biliminsanı ve Gökkadın'ın hikayesini geleceğe taşıyan bir kişi
olarak büyüklerimin dizinin dibinde oturuyor, onların şarkılarını
dinliyorum.
Her pazartesi, çarşamba ve cuma sabah 09.35'te üniversitede
derse giriyor, botanik ve ekoloji anlatıyorum öğrencilerime; Gökka­
dın'ın, kimilerince "küresel ekosistemler" olarak adlandırılan bah­
çelerinin işleyiş sistemini açıklıyorum. Bir sabah, Genel Ekoloji sını­
fımdaki öğrencilere bir anket verdim. Sorulardan birinde de insan
ile çevre arasındaki olumsuz etkileşimlere ilişkin algılarını değer­
lendirmelerini istedim. İki yüz öğrencinin hemen hemen tamamı
kendinden emin bir şekilde, insan ile doğanın birbirine uyumlu ol­
madığını söyledi. Çevre koruma alanında kariyer yapmayı tercih
etmiş üçüncü sınıf öğrencileriydi, dolayısıyla yanıtları bir anlamda
şaşırtıcı değildi. İklim değişikliğinin işleyişi, toprak ve sulardaki
toksinler, doğal ortam kaybından kaynaklanan kriz gibi konularda
iyi eğitimliydiler. Anketin sonraki sorularından birinde de insan ile
toprak arasındaki olumlu etkileşimlere dair bilgilerini puanlamala­
rını istemiştim. Medyan cevap "sıfır"dı.
Çok şaşırmıştım. Yirmi yıldır eğitim alan bireyler olarak insan
ile çevre arasında herhangi bir faydalı ilişki bulamamaları mümkün
Gökkadın'ın Yerküreye Düşüşü 21

müydü? Belki de her gün gördükleri olumsuz örnekler yüzünden


(terk edilmiş sanayi alanları, endüstriyel tarım, banliyölerin genişle­
mesi) insan ile toprak arasındaki iyi ilişkileri görme becerileri yok
olmuştu. Toprakla beraber öğrencilerimin bakış açısı da yoksullaş­
mıştı. Dersten sonra bu konuyu tartışırken, kendi türleri ile diğerle­
ri arasındaki faydalı ilişkilerin neler olabileceğini hayal bile edeme­
diklerini gördüm. Nasıl bir yola çıkacağımızı tasavvur edemezken
ekolojik ve kültürel sürdürülebilirliğe doğru nasıl ilerleyebiliriz ki?
Kazların cömertliğini gözümüzde canlandıramazken nasıl olacak
bu iş? Bu öğrenciler Gökkadın'ın hikayesiyle yetiştirilmemişti.

Dünyanın bir tarafında insanların canlı çevreyle olan ilişkisi,


herkesin iyiliği için bir bahçe yaratmış olan Gökkadın'la şekilleni­
yordu. Diğer tarafında ise bir bahçesi ve bir ağacı olan bir kadın
vardı. Ama bu kadın ağacın meyvesinden tattığı için bahçeden ko­
vulmuş, arkasından kapılar gürültüyle kapatılmıştı. İnsan soyunun
anası olan kadın yabanda dolaşıp durmaya ve dallardan sarkan tat­
lı, sulu meyvelerle tıka basa doymak yerine ekmeğini taştan çıkar­
maya zorlanmıştı. Yiyecek bulmak istiyorsa, öylece atılıverdiği ya­
bana boyun eğdirmesinin gerektiği söylenmişti.
Aynı canlı türü, aynı dünya, farklı hikayeler. Her bir yaratılış
hikayesinde gördüğümüz gibi, kozmolojiler kimliğimizi ve dünya­
ya bakışımızı belirler. Bize kim olduğumuzu söyler. Bilincimizin ne
kadar uzağında durursa dursun, kaçınılmaz olarak bizi şekillendi­
rir. Hikayelerden biri bizleri canlı dünyayı cömertçe kucaklamaya
yönlendirirken diğeri sürgüne iter. Kadınlardan biri bahçıvan ana­
mız, sonraki nesillere yuva olacak güzel ve yeşil bir dünyanın ortak
yaratıcısıdır. Diğeri ise cennetteki gerçek yurduna dönmek için çık­
tığı zorlu seyahatte yolu yabancı bir dünyadan geçen bir sürgündür.
Ve günün birinde Gökkadın'ın tohumları ile Havva'nın çocuk­
ları karşılaşır ve etrafımızdaki dünya bu karşılaşmanın yara izlerini,
hikayelerimizin yankılarını taşır. Reddedilmiş bir kadının gazabının
cehennem ateşinden bile korkunç olduğu söylenir. Bence Havva ile
Gökkadın arasında şöyle bir konuşma geçmiş olmalı: "Bacım, kısa
çöpü çekmişsin sen... "
22 Bitkilerin Ruhu

Kuzey Amerika' daki Büyük Göller bölgesinin yerli halklarının


anlathğı Gökkadın hikayesi, İlk Buyruklar dediğimiz öğretiler ta­
kımyıldızındaki sabit yıldızlardan biri. Bunlar talimat, fikir ya da
kural tarzında "emirler" olmaktan ziyade bir pusula gibi bizim için:
Yol gösteriyor ama yol haritası vermiyorlar. Yaşamak dediğimiz şey,
kendi haritamızı çizmekten ibaret. İlk Buyruklar'ın nasıl uygulana­
cağı her çağa ve her kişiye göre değişiyor.
Gökkadın'ın ilk halkı, İlk Buyruklar'ı kendi anlayışları doğrul­
tusunda uyguluyorlardı; doğaya saygılı avlanma, aile hayatı, ayinler
hep o zamanki dünyaları için anlamlı etik kurallara dayanıyordu.
Böyle şefkatli yaklaşımlar, "yeşil"in çayır değil, bir reklam sloganı
haline geldiği bugünün şehirleşmiş dünyasına uygun değil. Bufalo­
lar çoktan tükendi ve dünya yoluna devam etti. Nehirleri yeniden
sombalıklarıyla dolduramam ve Kanada geyiklerine otlak açmak
için bahçemi ateşe versem komşularım ortalığı ayağa kaldırır.
O zamanlar, yani ilk insanın toprağa indiği zamanlar dünya
yeni bir yerdi. Ama artık yaşlandı ve kimilerine göre İlk Buyruklar'ı
bir kenara atmakla biz de işin tadını kaçırdık. Dünyanın kurulduğu
andan itibaren diğer canlı türleri insanlar için can simidi gibiydi.
Bugün ise biz onların can simidi olmak zorundayız. Bize rehberlik
edebilecek hikayeler bir yerlerde hala anlatılıyor olsa da giderek za­
yıflıyor. Bu hikayeler bugün ne anlama gelebilir? Dünyanın başlan­
gıcındaki hikayeleri, sonuna bu kadar yaklaştığımız bir döneme
nasıl aktarabiliriz? Manzara değişti ama hikaye aynı aslında. Hika­
yenin sayfalarını tekrar tekrar çevirirken, Gökkadın adeta gözleri­
min içine bakıp, Kaplumbağa'nın sırtında bize hediye edilen bu
dünyanın karşılığında ne vereceğimi soruyor bana.
İlk kadının da bir göçmen olduğunu hatırlamakta fayda var.
Kendisini tanıyan ve seven herkesi arkasında bırakıp Gökdünya' da­
ki evinden çok aşağılara düşmüştü. Evine dönmesi mümkün değil­
di. 1492'den bu yana kıtaya gelenlerin çoğu da göçmendi ve belki de
Ellis Adası'na1 vardıklarında, ayaklarının altındakinin aslında Kap-

1. New York şehrinin girişinde yer alan, l 892'de ABD'ye girmek isteyen göçmenler için
kontrol noktası olarak kullanılan küçük ada. (Ç.N.)
Gökkadın'ın Yerküreye Düşüşü 23

lumbağa Adası olduğunu bilmiyorlardı. Atalarımın bazıları Gökka­


dın'ın halkından geliyor ve ben de bu halkın bir parçasıyım. Atala­
rımın geri kalanı ise daha yeni nesil göçmenlerdi: Fransız bir kürk
taciri, İrlandalı bir marangoz, Galler'den gelmiş bir çiftçi. Ve işte
hepimiz burada, Kaplumbağa Adası'nda toplanmış, yuva kurmaya
çalışıyoruz. Cepleri bomboş, umutlarından başka hiçbir şeyleri ol­
madan gelen bu göçmenlerin hikayeleri de Gökkadın'ın hikayesine
benziyor. O da buraya bir avuç tohum ve "yeteneklerini, hayallerini
iyilik yapmak için kullan" gibi birkaç emirle gelmişti - hepimiz için
aynı buyruklar geçerli. Gökkadın, başka canlıların hediyelerini
memnuniyetle kabul etti ve bu hediyeleri layıkıyla kullandı. Etrafı
yeşertmek, dünyayı bir yuva haline getirmek için çalışmaya başla­
dığında, Gökdünya'dan getirdiği hediyeleri herkesle paylaştı.
Belki de Gökkadın'ın hikayesinin hala varlığını sürdürmesinin
sebebi, bizim de daima düşüyor olmamızdır. Hem kişisel hem de
kolektif hayatlarımız Gökkadın'ın rotasını izliyor. İster kendimiz at­
layalım ister arkadan itilmiş olalım ya da bildiğimiz dünya ayakla­
rımızın altından kayıyor olsun, hepimiz yeni ve beklenmedik bir
yere doğru döne döne düşüyoruz. Düşerken duyduğumuz korkuya
rağmen, dünyanın sunduğu armağanlar elimizden tutmak için ha­
zır bekliyor.
Bu buyrukları düşünürken, Gökkadın'ın bu dünyaya yalnız
gelmediğini de hatırlamakta yarar var. Hamileydi. Dünyayı torun­
larına miras bırakacağını bildiğinden, sadece kendi yaşam süresi
için canlandırmadı burayı. Toprakla alışverişindeki karşılıklı fayda
sayesinde, başlangıçta göçmenken, sonradan buranın yerlisi oldu.
Hepimiz için bir yerin yerlisi olmak, çocuklarımızın geleceğini
önemseyerek, toprağı hem maddi hem de manevi varlığımız ona
bağlıymış gibi gözeterek yaşamak anlamına geliyor.
Halk arasında Gökkadın'ın hikayesinin renkli ama ucuz bir
"halk masalı" gibi anlatıldığını duydum. Her ne kadar fazlasıyla
yanlış anlaşılmış olsa bile, anlatmanın da bir gücü var. Öğrencileri­
min çoğu, doğdukları bu toprakların yaratılış hikayesini hiç duy­
mamış oluyor ama anlattığım zaman gözleri parlamaya başlıyor.
Onlar, bizler, hepimiz ... Gökkadın'ın hikayesini sadece geçmişten
24 Bitkilerin Ruhu

kalan bir şey gibi değil de geleceğe yönelik buyruklar olarak göre­
mez miyiz? Göçmenlerden oluşan bir ulus, bu toprakların yerlisi
olmak, burayı yuva haline getirmek için bir kez daha Gökkadın'ın
izinden gidemez mi?
Zavallı Havva'nın Cennet Bahçesi'nden kovulmasının bize bı­
raktığı mirasa bakın: Y ıpratıcı bir ilişkinin izleri toprakta görülebili­
yor. Sadece toprak değil, daha da önemlisi bizim toprakla olan iliş­
kimiz de hasar görmüş. Gary Nabhan'ın da yazdığı gibi, "hikayeyi
yeniden anlatmadan" şifa bulma, dünyayı yeniden iyileştirme yo­
lunda anlamlı adımlar atamayız. Diğer bir deyişle, toprağın hikaye­
lerini dinlemediğimiz sürece onunla olan ilişkimizi düzeltemeyiz.
Peki ama bu hikayeleri kim anlatacak?
Batı geleneğinde kabul gören varlıklar hiyerarşisinde tabii ki
evrimin tepe noktası, Yaratılış'ın gözbebeği insan en üstte, bitkiler
de en altta yer alıyor. Oysa yerlilerin bilgeliğinde insan bireyler ço­
ğunlukla "Yaratılış'ın küçük kardeşleri" olarak geçiyor. Nasıl yaşa­
yacağımız konusunda en deneyimsiz biz olduğumuz için, öğrene­
cek çok şeyi olan da biziz - diğer canlı türlerinin bilgeliğini kendi­
mize rehber edinmeliyiz. Onların bilgeliği, yaşam biçimlerinden
belli. Bize örnek oluyorlar. Bizden çok daha uzun süredir bu dünya­
da bulunuyor ve neyi nasıl yapacaklarım biliyorlar. Yerin hem üs­
tünde hem altında yaşıyor, Gökdünya'yı yerküreye bağlıyorlar. Bit­
kiler ışık ve suyu kullanarak yiyecek ve ilaç yapmanın yolunu bili­
yor, sonra bunları bedelsiz olarak dağıtıyorlar.
Gökkadın'ın, avucundaki tohumları Kaplumbağa Adası'mn
dört bir yanına saçarken hem vücut hem de zihin, duygu ve ruh için
besinlerin tohumlarını ektiğini, bize öğretmenler bıraktığım düşün­
mek hoşuma gidiyor. Bitkiler bize onun hikayesini anlatabilir, yeter
ki biz dinlemeyi öğrenelim.
PEKAN KONSEYİ

Sıcak hava dalgaları otların üstünde ışıldıyor; ağır ve açık havada


ağustosböceklerinin sesi çınlıyor. Yaz boyu bir kez olsun ayakkabı
giymemişler, yine de 1895 senesinin o kurak eylül ayında toprakta
kalan anızlar, güneşte kavrulmuş çayırda dolaşırken ayaklarına ba­
tıyor; çimenlerin üstünde dans eder gibi seke seke yürüyorlar. Söğüt
ağacından yapılmış kamçılara benzeyen gençler, üstlerinde rengi
solmuş kaba pamuklu pantolonlardan başka hiçbir şey olmadan ko­
şarken dar, esmer göğüslerinin altında kaburgaları sayılıyor. Yumu­
şak ve serin çimenlerle kaplı korunun gölgeliğine sığınıyor, ellerini
kollarını savurarak kendilerini coşkuyla uzun çimenlerin üstüne
bırakıveriyorlar. Biraz gölgede dinlendikten sonra yeniden ayağa
fırlayıp yem olarak kullanmak üzere çekirge topluyorlar.
Oltaları tam da bırakhkları gibi, yaşlı bir Amerikan karakavağı­
na yaslanmış halde duruyor. Çekirgeleri sırtlarından iğneye takıp
oltayı suya savururken, derenin tabanındaki çamurlu serin sular
ayak parmaklarının arasında dolaşıyor. Fakat kuraklık yüzünden
incecik kalmış derenin suları kıpırhsız. Birkaç sivrisinek dışında, ol­
tadaki yeme atlayan hiçbir şey yok. Bir süre sonra, akşam yemeğin­
de balık yeme ümidi de kalın sicimlerle bellerine bağladıkları sol­
gun, kaba pamuklu pantolonlarının alhndaki gövdeleri kadar zayıf-
26 Bitkilerin Ruhu

lıyor. Anlaşılan akşama kuru ekmek ve et suyundan başka bir şey


olmayacak. Yine. Eve elleri boş dönüp annelerini hayal kırıklığına
uğratmaktan nefret ediyorlar, ama neticede kuru ekmekle bile olsa
karınları doyuyor.
Kanada Nehri1 boyunca uzanan, Kızılderili Bölgesi'nin ortasın­
da kalan bu inişli çıkışlı büyük çayırın alçak bölgeleri ağaçlıktır.
Arazinin çoğu saban yüzü görmemiştir çünkü kimsenin sabanı yok­
tur. Oğlanlar, kendilerine ayrılmış bir avuç toprağın üstündeki evle­
rine gitmek için nehri takip ederek korudan koruya geçerken nehir
üzerinde derin bir gölcük bulmayı umuyorlar ama faydası yok.
Sonra uzun çimenlerin arasında, oğlanlardan birinin ayağı yuvar­
lak, sert bir şeye çarpıyor.
Sonra bir tane daha, bir tane ve bir tane daha ... O kadar çoklar ki
çocuk doğru dürüst yürüyemiyor. Yerdeki bu sert yeşil toplardan bi­
rini eline alıp ağaçların arasından kardeşine fırlatırken, "Piganek!
Bunları eve götürelim!" diye bağırıyor. Kabuklu yemişler yeni yeni
olgunlaşıp otların üstünü kaplamaya başlamış. Çocuklar hemen cep­
lerini dolduruyor, kalanları da kucaklarına alıyorlar. Pekanları ye­
mesi güzel ama taşıması zor, kucak dolusu tenis topu taşımak gibi
bir şey, ne kadar çok toplarsanız o kadar çok düşürüyorsunuz. Eve
elleri boş dönmekten nefret ediyorlar, anneleri bu yemişleri görünce
çok mutlu olacak ama bir avuçtan fazlasını taşıyamıyorlar bir türlü ...
Güneş batmaya yüz tutup da alçaklara akşam havası inince sı­
cak dij azalıyor, hava serinleyince çocuklar akşam yemeği için koşa
koşa eve gidiyor. Anneleri onlara sesleniyor; oğlanlar sıska bacakla­
rını kaldıra kaldıra koşarken, solan ışıkta beyaz donları parlıyor.
Her birinin omuzlarından aşağı, çatallı birer ağaç kütüğüne benzer
bir şeyler boyunduruk gibi sarkıyor. Oğlanlar zafer dolu bir sırıtışla
omuzlarındaki yükleri annelerin ayaklarının dibine atıveriyorlar:
bilek kısımlarını iple bağladıkları, içi pekancevizi dolu, yıpranmış
iki pantolon.

1. Kanada'yla ilgisi olmamasına karşın, 1820'1erde Kanadalı tacirlerin bu nehrin kıyısında


kamp yapması nedeniyle böyle adlandırıldığı öne sürülen nehir. (Ç.N.)
Pekan Konseyi 27

Bu sıska oğlanlardan biri, aç olduğu için bulduğu her yiyeceği


toplayan, yok edildiği güne kadar "Kızılderili Bölgesi" olarak ad­
landırılmış Oklahoma çayırındaki bir kulübede yaşayan dedemdi.
Hayatın kendisi kadar öngörülemez bir şey bu - öldükten sonra
hakkımızda anlatılan hikayeler üzerinde hiç söz hakkımız olmuyor.
Dedem, torunlarının kendisini madalyalı bir Birinci Dünya Savaşı
gazisi, yeni otomobiller üzerinde çalışan yetenekli bir tamirci olarak
değil de Kızılderili arazisinde, pantolonun içine pekanları doldurup
donuyla çıplak ayak koşan bir çocuk olarak tanıdıklarını bilse kah­
kahalarla gülerdi.
Pekan (Carya illinoensis) ismi yerli dilinden geliyor. Her türlü ka­
buklu yemişe pigan deniyor. Kuzeydeki vatanımızda yetişen Ameri­
kan cevizi, karaceviz ve akcevizin her birinin kendisine özgü isimle­
ri var. Ama halkımız, topraklarımızla birlikte o ağaçları da kaybetti.
Avrupalı yerleşimciler Michigan Gölü çevresindeki topraklarımızı
kendilerine almak isteyince, askerlerin kuşatması altında, silah zo­
ruyla upuzun sıralar halinde dizilip sonradan Ölüm Yolu denecek
bir göçe zorlandık. Bizi göllerimizden ve ormanlarımızdan çok uzak­
ta, yeni bir yere götürdüler. Sonra orayı da birileri istedi ve giderek
incelen şiltelerimizi bir kez daha toplayıp sırtlandık. Atalarım tek bir
nesilde üç kez "tehcir edildi" - Wisconsin'den Kansas' a, ikisinin ara­
sındaki muhtelif yerlere, sonra da Oklahoma'ya gittiler. Başlarını çe­
virip çölde bir vaha gibi parıldayan göllere son bir kez baktılar mı
acaba? Yol boyunca sayıları giderek azalan ağaçlara son bir kez do­
kundular mı? Sonunda etrafta sadece otlar kalacaktı.
Ölüm Yolu'nda o kadar çok şey savrulup geride bırakıldı ki...
Halkın yarısının mezarları. Dil. Bilgi. İsimler. Büyük ninem Sha-no­
te, yani "ağaçların arasından esen rüzgar" birdenbire Charlotte olu­
verdi. Askerlerin ya da misyonerlerin telaffuz edemedikleri isimlere
izin verilmiyordu.
Kansas'a vardıklarında, nehirlerin kenarındaki koruluklarda
farklı yemişler veren ağaçları görünce içleri rahatlamış olmalıydı.
Bilmedikleri türden ama lezzetli ve bol yemişler. Bu yeni besinin
ismi olmadığı için onlara sadece kabuklu yemiş, yani pigan dediler
ve o da pekana dönüştü.
28 Bitkilerin Ruhu

Pekanlı turtayı yalnızca Şükran Günü'nde, etrafımda hepsini


yiyecek kadar çok insan olduğunda yapıyorum. Bu ceviz türüne
pek düşkün değilim ama ağacını onurlandırmak istiyorum. Büyük
bir masanın etrafında toplanan misafirlerime bu ağacın yemişlerini
sununca, atalarımın en yalnız, en yorgun ve evlerinden çok uzakta
oldukları bir dönemde onlara nasıl kucak açtıklarını hatırlıyorum.
O gün oğlanlar hiç balık tutamadılar ama evlerine, bir sepet do­
lusu yayınbalığı kadar çok protein götürdüler. Kabuklu yemişler,
ormanın balığı gibidir; protein ve özellikle de yağ ("yoksulun eti")
yüklüdür - dedemler de yoksuldu. Bugün cevizi teker teker, temiz­
lenmiş ve kavrulmuş halde yiyoruz ama eskiden yulaf lapasının içi­
ne koyup kaynatırlardı. Yağı, tıpkı tavuk suyuna çorbadaki gibi la­
panın yüzeyine çıkınca toplayıp kış için biriktirirlerdi. Bu yağ yük­
sek kalorili ve vitamin doluydu - hayatta kalmak için buna ihtiyaç
vardı. Ne de olsa kabuklu yemişlerin amacı budur: Yeni bir hayat
yaratmak için gerekli her şeyi embriyoya sunmak.

***
Akceviz, karaceviz, Amerikan cevizi ve pekan - hepsi de aynı
aileden (]uglandaceae), yakın akrabalar. Halkım göç ettiği her yere
bunları da beraberinde götürdü; ama genellikle pantolonların değil,
sepetlerin içinde. Bugün pekanlar çayırların içinden geçen nehirler
boyunca uzanıyor, insanların yerleştiği alçak düzlüklere bereket ge­
tiriyor. Haudenosaunee1 komşularım, atalarının akcevizleri çok sev­
diğini, dolayısıyla eski köylerin bulunduğu yerleri bu cevizlere ba­
karak tespit etmenin mümkün olduğunu söylüyor. Evimin yakının­
daki pınarın üzerindeki tepede de "vahşi" ormanlarda pek görül­
meyen bir akceviz korusu var. Her yıl gidip genç ağaçların etrafın­
daki yabani otları temizliyor, yağmurlar geciktiyse diplerine birer
kova su döküyorum. Hatırlamak önemli.
Oklahoma'da Kızılderililere ayrılmış bölgedeki eski aile evi­
mizden kalanlar, bir pekancevizinin gölgesinde. Ninemin cevizleri

1. İrokualar. Kuzey Amerika'da beş yerli kabilenin, tahminlere göre 15-17. yüzyıllar arasın­
daki bir tarihte birleşmesiyle oluşturulan konfederasyon. Sonradan bir kabile daha eklen­
miş, altı halkı temsil eden bir konfederasyona dönüşmüştür. (Ç.N.)
Pekan Konseyi 29

kırmak için ortalığa döktüğünü, içlerinden bir tanesinin, sanki ge­


lenleri karşılamak ister gibi eşiğe kadar yuvarlandığını hayal ediyo­
rum. Veya belki de ninem ağaçlara olan borcunu ödemek için bahçe­
sine hemen bir avuç ceviz ekti.
Bu eski hikayeyi tekrar düşündüğümde, çocukların pekan ko­
rusundan taşıyabildikleri kadar çok ceviz almakla ne kadar bilgece
davrandıklarını fark edip çok etkileniyorum: Ceviz ağaçları her yıl
değil, öngörülemez aralıklarla ürün verirler. Bazı seneler ürün bere­
ketli olur ama çoğu zaman kıtlık, aşırı yemiş verme, sonra da az
mahsulden oluşan bir döngü ortaya çıkar. Bozulmadan hemen yen­
mesi gereken sulu meyvelerin ve böğürtlen gibi çalı meyvelerinin
aksine, kabuklu yemişler neredeyse taş gibi sert bir kabuğun ve de­
riye benzer bir kılıfın içinde kendilerini korurlar. Ağacın meyveleri­
ni hemen oracıkta sularını akıta akıta yiyemezsiniz. Isınmak için
yağ, protein ve yoğun kaloriye ihtiyaç duyduğunuz kış mevsimi
içindir bu kabuklu yemişler. Zor zamanlarda güvencenizdir, soyu­
nuzun hayatta kalmasını sağlayan embriyodur. Ödül öylesine de­
ğerlidir ki kutu içinde kutu gibi çifte kilitle korunmuş bir kasada
durur. Bu kasa, içindeki embriyoyu ve gıda kaynağını korurken,
aynı zamanda yemişin sincaplar gibi vasıtalarla güvenli bir yerde
saklanmasını da sağlar.
Kabuğu kırmak için uğraşmak gerekir; bir sincabın açık alanda
bu kabukla uğraşması hiç de akıllıca olmaz, çünkü bir şahin bu fır­
sattan seve seve istifade edebilir. Kabuklu yemişler kapalı yerde tu­
tulmak, bir orman gelengisinin zulasında ya da Oklahoma' daki bir
kulübenin kilerinde saklanmak üzere tasarlanmıştır. Zor zamanlar
için istiflenirken, mutlaka birkaç tanesi unutulur ve onlardan bir
ağaç dünyaya gelir.
Bahsettiğimiz döngünün yeni ormanlar üretebilmesi için her bir
ağacın çok, ama tohum avcılarının başını döndürecek kadar çok ye­
miş vermesi gerekir. Bir ağaç yılda sadece birkaç tane kabuklu yemiş
vermekle yetinseydi, bunların hepsi hemen tüketilirdi ve yeni nesil
pekanlar yetişmezdi. Ama kabuklu yemişlerin yüksek kalori değeri­
ni düşünecek olursak, ağaçların her ay bol bol yemiş veremeyeceği
de çok açık - bir ailenin özel bir gün için para biriktirmesi gibi, onla-
30 Bitkilerin Ruhu

rın da enerji biriktirmesi gerekir. Bu tür ağaçlar yıllar boyunca şeker


biriktirir ve bunu azar azar harcamak yerine yastık altında tutar, bü­
tün bu kalorileri nişasta formunda köklerinde saklarlar. Hesap baki­
yesi artıya geçtiğinde, dedem eve kilolarca ceviz götürebilir.
Bu aşırı ve az mahsul döngüsü, ağaç fizyolojisi ve evrimsel bi­
yoloji uzmanları için bir hipotez şenliği anlamına geliyor. Orman
ekolojisi uzmanları, bu döngünün enerji denkleminin doğal bir so­
nucu olduğunu öne sürüyor: Sadece ve sadece gücün yetiyorsa
meyve ver. Anlamlı görünüyor. Ama ağaçlar, yaşam ortamlarına
bağlı olarak farklı hızlarda büyüyüp kalori biriktirir. Dolayısıyla bu
durumda, tıpkı verimli tarım arazilerine konan yerleşimciler gibi
şanslı olan bazı ağaçlar sık yemiş verip bereketlenirken, gölgede ka­
lan komşuları zorluklarla mücadele etmek ve bol mahsul için yıllar­
ca beklemek zorunda kalırdı. O zaman da her bir ağacın kendi tak­
vimine göre ve depolanmış nişasta seviyesine bakılarak öngörülebi­
lir miktarda yemiş vermesi gerekirdi. Ama böyle olmuyor. Bir ağaç
yemiş verirse hepsi veriyor - birbirlerinden bağımsız değiller. Bir
korudaki tek bir ağaç değil, bütün koru; ormandaki tek bir koru de­
ğil, her bir koru; şehirdeki ve eyaletteki tüm korular. Ağaçlar birey­
sel değil, anlaşılmaz bir şekilde topluca hareket ediyor. Bunu nasıl
yaptıklarını henüz bilmiyoruz. Ama birlikten nasıl kuvvet doğdu­
ğunu görebiliyoruz. Bir kişinin başına gelen, hepimizin başına gelir.
Birlikte açlıktan ölebilir ya da birlikte şölen yapabiliriz. Yeşeren her
ne olursa olsun, karşılıklıdır.
1895 yazında, Kızılderili Bölgesi'ndeki tüm kilerler ve hem ço­
cukların hem de sincapların karınları pekanla doluydu. İnsanlar
için gürül gürül akan bu bolluk bir hediyeydi; bu bereketten fayda­
lanmak için sadece eğilip topraktakileri almaları yeterliydi. Tabii
sincaplardan önce yetişebilirlerse. Yetişemezlerse de en azından o
kış bol bol sincap yahnisi pişecek demekti. Pekan koruları verdikçe
verir. Böylesine kolektif bir cömertlik, bireysel hayatta kalım kuralı­
nı getiren evrim sürecine uyumsuz gibi görünebilir. Ama bireylerin
esenliğini bütünün sağlığından ayrı tutmaya çalışırsak büyük hata
yapmış oluruz. Pekanların sunduğu bolluk, kendileri için de bir he­
diyedir. Bu ağaçlar sincapları ve insanları doyurmakla kendi var
oluşlarını da güvenceye alıyorlar. Döngüsel meyvelenmeyi sağla-
Pekan Konseyi 31

yan genler, evrim dalgaları halinde sonraki nesillere taşınıyor; bu


akışa katılamayan varlıklar yok ediliyor ve evrimsel açıdan çıkmaz
bir yola giriyor. Aynı şekilde, kabuklu yemişlerin izlerini toprağa
bakıp takip edebilen ve yemişleri evlerinin güvenli ortamına taşı­
yan insanlar da şubat aylarındaki kar fırtınalarında hayatta kalmayı
başarıyor ve bu davranış biçimini genetik değil, kültürel aktarımla
sonraki nesillere iletiyor.
Orman bilimciler, bu döngüsel meyvelenmenin cömertliğini,
avcı doygunluğu hipoteziyle açıklıyor. Demek istedikleri şu: Ağaç­
lar, sincapların tüketebileceğinden fazlasını ürettiklerinde bazı ka­
buklu yemişler yenmekten kurtuluyor. Benzer şekilde, sincapların
mideleri de yemişle dolunca tombul dişi sincaplar her batında daha
çok sayıda bebek doğuruyor ve sincap nüfusu patlıyor. Böylece
anne atmacalar daha fazla yavruluyor, tilki yuvaları da bebekle do­
luyor. Ama sonbahar gelince güzel günler de bitiyor çünkü ağaçlar
artık yemiş vermiyor. Sincaplar aç kalınca ve yuvalarına elleri boş
dönünce, mecburen daha da uzaklara gidip yiyecek bulmaya çalışı­
yor, bu sırada da sayıları artmış olan keskin gözlü atmacalara ve aç
tilkilere yem oluyorlar. Avcı-av oranı sincapların aleyhine dönünce,
üstüne bir de açlık ve yırtıcılara yem olma derdi gelince sincap nü­
fusu dibe vuruyor ve ormanlarda sesleri artık duyulmaz oluyor. İşte
bu noktada, ağaçların birbirlerine şöyle fısıldadıklarını hayal edebi­
lirsiniz: "Çok az sincap kaldı. Biraz yemiş vermenin zamanı gelme­
di mi?" T üm bölgedeki pekan ağaçları yeniden bol mahsul vermek
için çiçekleniyor. Ağaçlar birlik olup hayatta kalıyor, gelişiyor.

Amerika Birleşik Devletleri federal hükümetinin Kızılderili


Tehciri politikaları pek çok yerli halkı yurdundan kopardı. Bizleri
geleneksel bilgi ve yaşam tarzımızdan, atalarımızın kemiklerinden,
hayat veren bitkilerimizden ayırdı - yine de kimliğimiz tümden yok
olmadı. Bu yüzden de hükümet yeni bir yöntem geliştirdi, çocukları
ailelerinden ve kültürlerinden kopararak, kim olduklarını unutma­
ları ümidiyle çok uzaklardaki okullara gönderdi.
Kızılderili Bölgesi'nin tamamında, devletin yatılı okullarına
gönderilecek çocukları toplamanın karşılığında devletten para alan
32 Bitkilerin Ruhu

Kızılderili aracılara dair raporlar var. Daha sonra anne babalar sanki
seçme şansları varmış gibi, çocuklarının "hukuken" gitmesine izin
verdiklerini gösteren kağıtlar imzalamaya zorlandı. Reddedenler
hapse atılabiliyordu. Bazı anne babalar bu okulların çocuklarına toz
çanağı bir çiftliktekinden daha iyi bir gelecek sunabileceğini umdu­
lar belki de. Bazen de çocukların gitmesi için imza verilene dek hü­
kümetin verdiği istihkak (el koydukları bufaloların karşılığında
buğday bitiyle dolu un ve küflenmiş kuyrukyağı) kesildi. Belki pe­
kan hasadının iyi geçtiği bir yıl, aracıları bir mevsim daha defetme­
ye yaramıştır. Uzaklara gönderilme tehdidiyle karşılaşan küçük bir
oğlan çocuğu tabii ki pantolonunu yiyecekle doldurup yarı çıplak
koşar evine. Belki de pekanın az olduğu bir yıl, Kızılderili aracı ye­
niden gelip akşama yemek bulamayacak olan sıska esmer çocukla­
rın peşine düştü - belki de ninem kağıtları o yıl imzaladı.
Çocuklar, lisan, topraklar: Kızılderili halkları hayatta kalma ça­
basıyla o kadar meşgullerdi ki farkına bile varmadan ellerindeki her
şey alındı, çalındı. Böylesi bir kayıp karşısında halklarımızın teslim
etmeye rıza göstermediği tek şey, toprağın anlamı oldu. Yerleşimcile­
re göre toprak mal, mülk, sermaye ya da doğal kaynak demekti. Ama
bizim halklarımız için toprak her şeydi: kimliğimiz, atalarımızla olan
bağımız, insan olmayan akrabalarımızın yuvası, eczanemiz, kütüp­
hanemiz, bizi hayatta tutan her şeyin kaynağı. Toprak, dünyaya karşı
sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz kutsal zemindi. Sadece ken­
disine aitti; mal değil, hediyeydi, dolayısıyla da alınıp satılamazdı.
İnsanlar kadim yurtlarından yeni yerlere zorla gönderilirken bu an­
lamları da beraberlerinde götürdüler. İster yurtları ister zorla yerleş­
tirildikleri yeni araziler olsun, herkesin üstünde ortak yaşadığı top­
rak halkıma güç verdi, uğruna savaşmaya değecek bir şey verdi. Do­
layısıyla da federal hükümete göre bu inanç bir tehdit oluşturuyordu.
Binlerce kilometrelik zorunlu göçten, kayıplardan, nihayet
Kansas'a yerleştirilmemizden sonra, hükümet halkımdan bir kez
daha göç etmelerini istedi; bu defa sonsuza kadar onların olacak
topraklara doğru, bütün göçleri sona erdirecek bir göç öneriyorlar­
dı. Dahası, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olabilecek, etrafla­
rını kuşatan bu büyük ülkenin bir parçası haline gelebilecek, onun
Pekan Konseyi 33

korumasına girebileceklerdi. Dedemin dedesinin de aralarında ol­


duğu liderlerimiz teklifi incelediler, tartıştılar, görüşmeler yapmak
için Washington'a heyetler gönderdiler. Belli ki ABD Anayasası'mn
yerli halkların yurtlarını koruyacak gücü yoktu. Tehcirler bunu apa­
çık göstermişti. Ama anayasa, mülk sahibi olan vatandaşlarının top­
rak üzerindeki haklarım açıkça koruyordu. Belki de yerli halklar
için sabit bir yuvaya kavuşmanın yolu buydu.
Liderlerimize Amerikan Rüyası, bireyler olarak mülk sahibi
olma hakkı, sürekli değişen Kızılderili politikalarının belirsizlikle­
rinden kurtulma imkanı sunulmuştu. Bir daha asla topraklarından
sürülmeyeceklerdi. Tozlu bir yolda bırakılmış mezarlar olmayacaktı
artık. Tek yapmaları gereken, toprağın ortak kullanımına olan bağ­
lılıklarından feragat etmek, özel mülk kavramını kabullenmekti.
Bütün yaz toplanıp keder içinde bir karar vermeye, çok sınırlı olan
seçeneklerini değerlendirmeye çalıştılar. Aileler birbirine girmişti.
Kansas'taki ortak alanda kalıp her şeyi kaybetmeyi göze almak ya
da Kızılderili Bölgesi'ne gidip yasal koruma altındaki bağımsız top­
rak sahipleri olmak. Bu tarihi konsey o sıcak yaz boyunca, sonradan
Pecan Grove1 olarak adlandırılan gölgelik bir yerde toplandı.
Bitkilerin ve hayvanların da kendi konseylerinin ve ortak bir
dillerinin olduğunu daima biliyorduk. Özellikle de ağaçları öğret­
menlerimiz olarak bellemiştik. Ama anlaşılan o yaz Pekanlar kon­
sey toplantılarını yaparken kimse onlara kulak vermemişti: Bir ara­
da durun, tek yürek olarak hareket edin. Pekanlar birlikten kuvvet
doğduğunu, tek başına kalanın tıpkı zamansız tomurcuklanmış bir
ağaç gibi kolayca sökülüp alınabileceğini biliyordu. Ama Pekanla­
rın öğretileri duyulmadı ya da dikkate alınmadı.
Böylece ailelerimiz Potawatomi Vatandaşlar olmak üzere ara­
balarını bir defa daha yükleyip batıdaki Kızılderili Bölgesi'ne, vaat
edilmiş topraklara gittiler. Yorgun ve toz toprak içinde ama gelecek
umuduyla dolu bir halde yeni topraklarında geçirdikleri ilk gece
eski bir dostla karşılaştılar: Bir pekan korusu. Dalların altına sığınıp
arabalardan yüklerini indirdiler ve yeniden başladılar. O sırada he-

1. Texas'ta yerleşim bölgesi. Türkçesi Pekan Korusu. (Ç.N.)


34 Bitkilerin Ruhu

nüz bir bebek olan dedem de dahil her bir kabile üyesine, federal
hükümetin çiftçilik yaparak geçim sağlamaya yeteceğine karar ver­
diği miktarda arazi hakkı sunulmuştu. Atalarım, vatandaşlığı kabul
etmekle bu toprakların ellerinden alınmasını da engellemiş oluyor­
du. Ama tabii ki vergilerini ödedikleri sürece. Veya bir başka çiftlik
sahibi bir fıçı viski ve bol miktarda para gibi "hakkaniyetli bir teklif­
te" bulunana kadar. Kızılderililere tahsis edilmemiş her bir toprak
parçası, aç sincapların pekanlara dadandığı gibi, Kızılderili olma­
yan yerleşimciler tarafından hemen kapılıyordu. Araziler dağıtılır­
ken, koruma arazilerinin üçte ikisinden fazlası kaybedilmişti. Ortak
arazi feda edilerek bireysel mülk sistemine geçişle birlikte toprağın
"teminat altına alınması"nın üzerinden bir nesil ya geçmiş ya geç­
memişti ki toprakların çoğu kaybedildi.
Pekan ağaçları ve akrabaları, tek tek ağaçları aşan bir ortak ey­
lem ve amaç birlikteliği ruhuna sahip. Daima bir arada durup hayat­
ta kalmayı bir şekilde başarıyorlar. Bunu nasıl yaptıklarını hala tam
olarak bilmiyoruz. Sulak geçen bir ilkbahar ya da uzun süren bir bü­
yüme mevsimi gibi çevresel etkenlerin meyve vermeyi tetikleyebile­
ceğine dair bazı kanıtlar var. Bu gibi olumlu fiziksel koşullar bütün
ağaçların enerji fazlası elde edip bununla yemiş vermesini sağlayabi­
liyor. Ama doğal ortamdaki farklılıkları düşünürsek, bu eşzamanlı
hareketin temel sebebinin çevre olması pek mümkün görünmüyor.
Eskiden yaşlılarımız, ağaçların birbirleriyle konuştuğunu söy­
lerdi. Kendi konseylerini toplayıp plan yaparlarmış. Ama bilimin­
sanları bitkilerin sağır ve dilsiz olduğuna, hiçbir iletişim kurmadan
kendi dünyalarında kaldıklarına uzun zaman önce karar verdi. Her­
hangi bir iletişim olasılığı derhal reddedildi. Bilim tamamen rasyo­
nel ve tarafsız hareket ettiğini, gözlemin gözlemciden bağımsız ol­
duğu bir bilgi yapılandırma sistemi kurduğunu iddia ediyordu.
Yine de bitkilerin, sırf hayvanların konuşurken kullandığı mekaniz­
madan yoksun oldukları için iletişim kuramadıkları sonucuna vara­
biliyordu. Bitkilerin potansiyeli, hayvanların potansiyeline ilişkin
bakış açısıyla değerlendiriliyordu. Çok kısa süre öncesine kadar,
bitkilerin de birbirleriyle "konuşabilme" olasılığını kimse ciddiyetle
araştırmamıştı. Ama polenler rüzgar sayesinde sonsuza dek oradan
oraya taşınabiliyor, erkeklerin alıcı dişilere gönderdiği sinyaller sa-
Pekan Konseyi 35

yesinde kabuklu yemişler oluşabiliyordu. Bereketin sorumluluğu


rüzgara verilebiliyorsa, mesajlarınki neden verilemesin?
Arhk, atalarımızın haklı olduğunu, ağaçların gerçekten de birbir­
leriyle konuştuğunu gösteren güçlü kanıtlar var. Esintiyle taşınan,
anlam yüklü, hormon benzeri bileşikler olan feromonlar yoluyla ile­
tişim kuruyorlar. Biliminsanlan, yaprak ya da kabuk zararlılarının
istilasına uğraşan ağaçların bazı bileşikler salgıladığını ortaya çıkar­
dı. Böyle durumlarda ağaç bir uyan gönderiyor: "Hey, orada mısı­
nız millet? Saldırıya uğradım. Asma köprünüzü kaldırıp size de
bulaşmasına engel olun." Rüzgar yönündeki ağaçlar bu mesajı anlı­
yor, uyan moleküllerini ve tehlike kokusunu algılıyor. Böylece sa­
vunma amaçlı kimyasallar üretecek vakitleri oluyor. Erken uyarıyı
alan erken silahlanıyor. Ağaçlar birbirlerini uyarıyor ve istilacılar
püskürtülüyor. Hem tek tek ağaçlar hem de bütün koru kazanıyor.
Anlaşılan ağaçlar ortak savunma hakkında konuşabiliyor. Peki aca­
ba meyvelenme döngüsünü eşzamanlı hale getirmek için de iletişim
kuruyor olabilirler mi? Sınırlı insani kapasitemizle algılayamadığı­
mız pek çok şey var. Ağaçların sohbeti hala boyumuzu aşan bir şey.
Meyvelenme döngülerine ilişkin bazı araştırmalar, senkroni­
zasyonun hava yoluyla değil, yeraltından sağlandığını öne sürüyor.
Bir ormandaki ağaçlar, toprağın altında oluşan mikoriza ağlarıyla,
yani ağaç köklerine yerleşmiş mantar hatlarıyla birbirine bağlıdır.
Bu simbiyotik yaşam, mantarların topraktaki mineralleri alıp ağaç­
lara göndermelerini, karşılığında da ağaçlardan karbonhidrat alma­
larını sağlıyor. Mikorizalar ağaçlar arasında mantar köprüleri kuru­
yor ve böylece ormandaki bütün ağaçlar birbirine bağlanıyor. Bu
mantar ağlan, karbonhidratları ağaçtan ağaca dağıtıyor. Tıpkı Ro­
bin Hood gibi zenginden alıp fakire veriyorlar ve böylece bütün
ağaçlar aynı miktarda karbon fazlasına aynı zamanda ulaşabiliyor.
Bir alışveriş ağı kuruluyor. Mantarların birbirine bağladığı ağaçlar
yekvücut oluyor. Birlik olarak hayatta kalıyorlar. Bütün gelişim kar­
şılıklı. Toprak, mantar, ağaç, sincap, çocuk - hepsi de bu karşılıklılık
ilkesinden faydalanıyor.
Nasıl da cömertçe besliyorlar bizi; kelimenin tam anlamıyla, bi­
zim yaşayabilmemiz için kendilerinden veriyorlar. Ama bu sırada
36 Bitkilerin Ruhu

kendi hayatları da kurtuluyor. Biz onlardan aldıkça, hayat yeni ha­


yatlar üretiyor, karşılıklılık zinciri korunuyor. Onurlu Hasat kuralla­
rına göre yaşamak, yani sadece sunulanı almak, aldığım iyi kullan­
mak, sunulan hediyeler için müteşekkir olmak ve karşılığında başka
bir hediye vermek pekan korusunda kolay bir iş. Koruya iyi bakarak,
zarar görmesini önleyerek, çayırda yeni koruların oluşup sincapları
besleyebilmesi için tohum ekerek bu hediyenin karşılığını veriyoruz.

Bugün; tehcirden, arazi tahsisinden, yatılı okullardan, diaspo­


radan iki nesil sonra ailem Oklahoma'ya, dedeme tahsis edilen ara­
ziden geri kalan ne varsa oraya dönüyor. Tepeden bakınca, nehir
boyunca hala pekan koruları görünüyor. Eskiden kabilemizin
powwow ritüellerinin yapıldığı yerde geceleri dans ediyoruz. Kadim
ayinler güneşin doğuşunu kutluyor. Geçmişteki tehcir yüzünden
ülkenin her yerine dağılmış olan dokuz Potawatomi kolu, aitlik his­
sini yaşamak için yılda bir kez birkaç günlüğüne bir araya geldiğin­
de mısır çorbasının kokusu ve davulların sesi havayı kaplıyor. Po­
tawatomi Halklarının Buluşması insanları bir araya getiriyor, insan­
larımızı birbirinden ve yurdundan ayırmakta kullanılan böl ve yö­
net stratejisine panzehir oluyor. Buluşmanın zamanına liderlerimiz
karar veriyor ama daha da önemlisi, gözle görülmez bir tarih ve aile
bağı, atalarımıza ve çocuklarımıza karşı duyduğumuz sorumluluk
bizi mikorizal ağ gibi birbirimize bağlıyor. Bir ulus olarak, hepimi­
zin faydası için omuz omuza durarak büyüklerimizin, pekanların
rehberliğinde ilerlemeye başlıyoruz. Onların söylediklerini, gelişi­
min karşılıklı olduğunu hatırlıyoruz.
Bu, ailem için bereket yılı; bu yılki buluşmada geleceğe ekilmiş
tohumlar gibi kalabalığız. Taş gibi bir kabuğun içinde beslenip koru­
nan bir embriyo gibi, zor yılları atlattık ve birlikte yeşeriyoruz. Pe­
kan korusunda, belki tam da dedemin pantolonunu yemişle doldur­
duğu yerlerde yürüyorum. Hep birlikte burada olduğumuzu, çem­
ber halinde dans ettiğimizi, pekanları hatırladığımızı bilse şaşırırdı.
HEDİYE ÇİLEK

Bir defasında, Kuzeybatı Alaska'da küçük bir köy olan Arctic Villa­
ge'ın lideri, çevre aktivisti, baba, eş, Gwich'in1 halkının bir üyesi
olan Evon Peter'ın kendisini sadece "nehrin yetiştirdiği bir çocuk"
olarak tanıttığına şahit olmuştum. Nehrin içindeki bir kaya kadar
pürüzsüz, ama aynı zamanda da anlaması zor bir tanım. Nehrin kı­
yısında büyüdüğünü mü söylemek istemişti? Yoksa onu büyütmek,
hayatta kalmanın yollarını ona öğretmek nehrin sorumluluğunda
mıydı? Nehir hem bedenini hem de ruhunu mu beslemişti? Nehrin
yetiştirdiği çocuk: Sanırım iki ihtimal de doğru, çünkü biri olmadan
diğeri olamaz.
Bir anlamda beni de çilekler, çilek tarlaları yetiştirdi. Elbette
New York'un taşrasındaki akçaağaçları, sugaları, Veymut çamlarını,
altınbaşakları, yıldızpatıları, menekşeleri ve yosunları da yok saya­
mam, ama dünyayı ve bu dünya içindeki yerimi, bir ilkyaz sabahın­
da çiy düşmüş yaprakların altındaki yabani çilekler sayesinde anla­
dım. Taş duvarlarla bölünmüş, epeydir terk edilmiş ama henüz or­
mana dönüşmemiş saman tarlaları, evimizin arkasında kilometreler
boyu uzanırdı. Okul servisi homurdana homurdana bizim tepeden

1. Guçinler ya da Kuçinler olarak da bilinir. (Ç.N.)


38 Bitkilerin Ruhu

yukarı çıktıktan sonra kırmızı ekose okul çantamı bir kenara ahp,
annem bana bir iş yüklemeden önce aceleyle üstümü değiştirir, çay­
dan geçip alhnbaşakların arasında dolaşmaya giderdim. Biz çocuk­
ların ihtiyaç duyduğu her işaret zihnimizdeki haritada vardı: su­
makların alhndaki kale, taş yığını, nehir, merdiven gibi düzgün sıra­
lanmış dallar sayesinde en tepesine çıkabileceğiniz büyük çam ağacı
- ve çilek tarlaları.
Waabigwani-giizis dediğimiz Çiçek Ayı'nda, yani mayısta, uza­
yıp dalgalanan otların arasında çilekler, küçük yabangülleri gibi sarı
göbekleri ve beyaz taçyapraklarıyla benek benek yeşerirdi. Koşa ko­
şa kurbağa yakalamaya giderken çilekleri de dikkatle izler, üç parça­
lı yapraklarının altına bakıp meyvelerin durumunu kontrol ederdik.
Çiçekler nihayet taçyapraklarını dökünce minicik yeşil bir topak olu­
şur, günler uzayıp hava ısındıkça bu topak küçük, beyaz bir meyve­
ye dönüşürdü. Gerçek çileği bekleyemeyecek kadar sabırsızlandığı­
mız için, ekşi olmalarına karşın bu ham meyveleri yerdik.
Olgun çilekleri ise görmeye bile gerek yoktu, nemli toprağın
üzerindeki güneş kokusuna karışmış mis gibi rayihalarından anlaşı­
lırdı. Haziranın, okulun son gününün, özgürlüğümüzün, Çilek Ayı
ode'mini-giizis'in kokusuydu bu. En sevdiğim çilek tarlalarında yü­
züstü yatar, yaprakların alhnda meyvelerin giderek tatlanmasını ve
irileşmesini seyrederdim. Yapraklarla örtülmüş, tohumlarını gam­
zeler gibi üstlerinde taşıyan bu küçücük yabani meyvelerin her biri,
yağmur damlasından azıcık daha büyüktü. Yathğım yerden en kır­
mızı meyveyi görebiliyor, pembeleri ise ertesi güne bırakıyordum.
Üstünden elliden fazla Çilek Ayı geçmesine karşın, bugün bile
ne zaman yabani çilek tarlası görsem bu sürpriz duygusuyla, bu
beklenmedik kırmızı-yeşil hediyeyle gelen cömertlik ve iyilik karşı­
sında kendimi küçücük ve minnet dolu hissederim. "Gerçekten mi?
Benim için mi bunlar? Ah, niye zahmet ettiniz!" Elli yıl sonra bile bu
cömertliğe nasıl karşılık vereceğimi bilemiyorum. Bazen bunun çok
aptalca bir soru, cevabın ise çok basit olduğunu düşünüyorum: Yi­
yerek teşekkür etmeliyim.
Ama başkalarının da aynı şeyi merak ettiğini biliyorum. Yarah­
lış hikayelerimizde çileklerin kaynağı önemlidir. Gökkadın'ın rah-
Hediye Çilek 39

minde Gökdünya' dan getirdiği güzeller güzeli kızı, yeşil dünya­


mızda başka canlılarla karşılıklı sevgi içinde büyüdü. Ama ne acı ki
ikiz çocukları Çakmaktaşı ve Fidan'ı doğururken öldü. Kalbi kırılan
Gökkadın sevgili kızını toprağa gömdü. En sevdiğimiz bitkiler, kı­
zın vücudundan doğup bizlere son hediyeleri oldu. Kalbinden de
çilekler yetişti. Potawatoıni dilinde çileğe ode min, yani kalp meyve­
si denir. Çilekleri, bu cins meyvelerin lideri, ilk meyve vereni olarak
kabul ederiz.
Ayaklarımıza serilmiş hediyelerle dolu bir dünya düşüncesini
zihnime ilk yerleştiren bitki çilek oldu. Hediye almak için bir şey
yapmanıza gerek yoktur, o size özgür iradesiyle, siz çağırmadan ge­
lir. Bir ödül değildir; kazanamazsınız, çağıramazsınız, hatta hak bile
edemezsiniz. Yine de ortaya çıkıverir. Yapmanız gereken tek şey gö­
rebilmek ve anda var olmaktır. Hediyeler bir tevazu ve gizem ale­
minden gelir - rasgele iyilikler gibi, onların da kaynağı bilinmez.
Çocukluğumdaki tarlalar sayesinde çileğe, ahududuya, bö­
ğürtlene, sonbaharda cevize, annem için topladığım yaban çiçekle­
rine, pazar akşamüstleri ailece çıkılan yürüyüşlere doydum. Bu tar­
lalar bizim oyun alanımız, sığınağımız, tabiat cennetimiz, ekoloji
sınıfımız oldu; taş duvarın üstüne koyduğumuz konserve kutuları­
nı vurup düşürmeyi orada öğrendik. Bunların hepsi bedavaydı. Ben
öyle sanıyordum.
O zamanlar "hediye ekonomisi" düzeninde yaşıyordum, "mal
ve hizmetler" satın alınmıyor, toprağın hediyeleri olarak veriliyor­
du. Elbette tarlaların çok uzağında, anne babamın maaşa dayalı bir
ekonomide iki yakamızı bir araya getirmek için ne kadar çok uğraş­
tığından haberim bile yoktu.
Ailemizde, birbirimize verdiğimiz hediyelerin hemen hemen
hepsi el yapımı olurdu. Hediyenin anlamının bu olduğunu düşünü­
yordum: Bir başkası için yaptığınız bir şey. Noel hediyelerimizin
hepsini kendimiz yapardık: boş çamaşır suyu şişelerinden kumba­
ralar, kırık mandallardan nihaleler, eskimiş çoraplardan kuklalar.
Annem, mağazalardan hediye alacak paramız olmadığı için böyle
yaptığımızı söylüyor. Ama bu bana hiçbir zaman sıkıntı vermedi;
özel bir şeydi.
40 Bitkilerin Ruhu

Babam yabani çilekleri çok sever, o yüzden de hemen hemen


her Babalar Günü'nde annem ona çilekli turta yapardı. Hamuru an­
nem pişirir, kremayı annem çırpardı ama çilek toplamak biz çocuk­
ların göreviydi. Her birimiz elimize birer ikişer kavanoz alır, bütün
cumartesi gününü tarlalarda geçirirdik ama çileklerin çoğunu yedi­
ğimiz için kavanozlar bir türlü dolmak bilmezdi. Sonunda eve dö­
nüp bütün çilekleri masanın üstüne döker, böcekleri ayıklardık. Ba­
zılarını gözden kaçırdığımızdan eminim ama babam bu fazladan
proteine hiç ses etmezdi.
Babama göre en güzel hediye yabani çilekli turtaydı ya da bizi
buna inandırmıştı. Dışarıdan alınması imkansızdı. Çileklerin yetiş­
tirdiği çocuklar olarak büyük ihtimalle bu hediyenin bizden değil,
tarlalardan geldiğinin farkında değildik. Bizim verdiğimiz asıl hedi­
ye ise zamanımız, dikkatimiz, özenimiz ve kırmızı lekelerle dolu
parmaklarımızdı. Kalp meyveleriydi.

Topraktan gelen ya da birbirimize aldığımız hediyeler özel bir


ilişki, vermeye, almaya ve karşılıklılık ilkesine dayalı bir tür zorun­
luluk oluşturur. Tarla bize hediye verdi, biz babama hediye verdik
ve sonra da aldığımızı yeniden çileklere vermeye çalıştık. Çilek
mevsimi geçtiğinde, bitkiler çoğalabilmek için incecik kırmızı filiz­
ler verirdi. Sürünücü gövde denilen bu uzantıların kök salmak için
uygun yeri bulana kadar toprağın üstünde ilerleyişleri karşısında
büyülenir, toprağa konduğu yerlerdeki yabani otları temizlerdim.
Sonunda bu gövdelerden küçücük kökler çıkardı ve mevsim sona
erdiğinde, bir sonraki Çilek Ayı'nda çiçeklenmeye hazır yeni bitki­
ler oluşurdu. Bunu bize hiç kimse öğretınedi; çilekler gösterdi. On­
lar bize hediye verdiği için aramızda kesintisiz bir ilişki doğdu.
Etrafımızdaki çiftçiler bol bol çilek yetiştirir, sık sık da bunları
para karşılığında çocuklara toplatırlardı. Kardeşlerimle birlikte
harçlığımızı kazanmak için çilek toplamak üzere bisikletlerimize at­
layıp epeyce uzaktaki Crandall ailesinin çiftliğine giderdik. Kilo ba­
şına on sent kazanırdık. Bayan Crandall çok titiz bir denetçiydi. Üs­
tünde mutfak önlüğüyle tarlanın kenarında durup çilekleri nasıl
toplayacağımızı söyler, toplarken ezmememiz için bizi uyarırdı.
Hediye Çilek 41

Başka kuralları da vardı. "Bu çilekler bana ait," derdi, "size değil.
Çileklerimi yediğinizi görmeyeyim." Aradaki farkı biliyordum: Evi­
mizin arkasındaki tarlalarda yetişen çilekler kendilerinden başka
kimsenin değildi. Bu hanımefendinin yol kenarındaki tezgahında
ise çileğin kilosu altmış sentti.
İyi bir ekonomi dersi oldu bu bana. Eve dönerken bisikletleri­
mizin sepetine çilek doldurmak istiyorsak, kazandığımızın çoğunu
harcamamız gerekiyordu. Elbette bu çilekler bizim yabani çilekler­
den on kat daha iriydi ama onlar kadar lezzetli değildi. Babama çift­
lik çileklerinden yapılmış bir turta verdiğimizi hiç hatırlamıyorum.
İçimize sinmezdi.

***
İster çilek ister çorap olsun, herhangi bir şeyin doğasının, hedi­
ye ya da meta oluşuna göre değişmesi çok tuhaf. Mağazadan aldı­
ğım kırmızı-gri çizgili yün çoraplar sıcacık ve rahat. Yünü veren
koyuna ve örgü makinesini kullanan işçiye minnet duyabilirim.
Umarım duyarım. Ama bir meta, kişisel bir eşya olarak bu çoraplara
karşı herhangi bir doğal yükümlülüğüm yok. Karşılıklı kibar teşek­
kürlerin haricinde, mağazadaki tezgahtar ile aramızda bir bağ yok.
Çoraplara para verdiğim ve bu parayı tezgahtara uzattığım anda
karşılıklı ilişkimiz sona erdi. Denklik ve eşit koşullarda takas sağ­
landığı anda alışveriş de bitiyor. Çoraplar artık bana ait. JCPenney
mağazalarına bir teşekkür notu göndermeme gerek yok.
Peki ama bu kırmızı-gri çizgili çorapları ninem elleriyle örüp
bana hediye etmiş olsaydı? Bu durumda her şey değişir. Hediye,
süregelen bir ilişki yaratır. Teşekkür için nineme not yazarım. Ço­
raplarıma özen gösteririm ve düşünceli bir torunsam eğer, çorapları
beğenmesem bile ninem ziyarete geldiğinde mutlaka giyerim. Nine­
min doğum gününde ben de ona bir hediye veririm. Akademisyen
yazar Lewis Hyde'ın da belirttiği gibi, "Hediye ile ürün alışverişi
arasında çok büyük fark vardır çünkü hediye, iki insan arasında
duygusal bir bağ kurar."
Yabani çilekler hediye tanımına uyuyor ama marketten alınmış
çilekler uymuyor. Üretici ile tüketici arasındaki ilişki her şeyi değiş-
42 Bitkilerin Ruhu

tiriyor. Hediyeleri özenle seçen biri olarak, markette yabani çilek


görürsem çok kızarım. Hepsini alıp kaçırmak isterim çünkü onlar
satılık değil, hediyeliktir. Hyde bize, hediye ekonomisinde bir kişi­
nin karşılıksız verdiği hediyelerin bir başkasının sermayesine dö­
nüştürülemeyeceğini hatırlatıyor. Gazetelerin manşetlerini şimdi­
den görebiliyorum: "Mağazadan çilek çalan kadın tutuklandı. Yapı­
lan eylemi Çileklere Özgürlük Cephesi üstlendi."
Kutsal otu da işte bu yüzden satmayız. Bize karşılıksız verildiği
için başkalarına da karşılıksız verilmesi gerekir. Sevgili arkadaşım
Wally "Ayı" Meshigaud halkımızın ayinlerinde ateşin koruyucusu­
dur ve hepimizin adına bol bol kutsal ot kullanır. Elindeki otlar tü­
kenmesin diye yığın yığın toplayıp ona götürenler var ama bazen
büyük buluşmalarda elinde hiç kutsal ot kalmaz. Toplantılarımızda
ve panayırlarda kendi halkımızın üyelerinin tek bir kutsal ot örgü­
sünü on dolara sattığını görebilirsiniz. Wally'ye bir ayin için wiinga­
ashk gerektiğinde, pişi ya da boncuk da satan bu tezgahlardan birine
gider. Satıcıya kendini tanıtır, ihtiyacını anlatır, tıpkı çayırlarda yap­
tığı gibi, kutsal otu kullanmak için izin ister. Bunun için ödeme ya­
pamaz; parası olmadığından değil, kutsal ot alınıp satılamayan,
ayinlerdeki özünü koruyan bir bitki olduğu için. Satıcının da otu
cömertçe vermesini bekler ama bazen beklediğini bulamaz. Tezgah­
taki kişi, bu yaşlı adamın kendisini haraca bağladığını düşünür.
"Hey, hiçbir şeyi bedavaya alamazsın," der. Oysa mesele tam da bu.
Hediye, bedavaya alınan bir şeydir ama belirli yükümlülükler de
getirir. Bir bitkinin kutsal olması için satılamaması gerekir. Buna ya­
naşmayan girişimciler Wally'den vaaz dinler ama asla para alamaz.
Kutsal ot, Tabiat Ana'ya aittir. Kendileri kullanmak ya da toplu­
luklarının ihtiyaçlarını karşılamak üzere bu otu toplayanlar gerektiği
şekilde, saygıyla hareket eder. Karşılığında toprağa bir hediye verir,
wiingaashk'ın iyiliği için çalışırlar. Örgüler onurlandırmak, teşekkür
etmek, iyileştirmek, güçlendirmek için hediye olarak verilir. Kutsal ot
sürekli hareket halinde tutulur. Wally kutsal otu alevlere verdiğinde,
bu hediye elden ele geçmiş ve her seferinde daha da zenginleşmiştir.
Hediyelerin en temel doğasıdır bu: el değiştirirler ve her sefe­
rinde değerleri artar. Tarlalar bize çilek hediye etti, biz de o çilekleri
Hediye Çilek 43

babamıza hediye ettik. Bir şey ne kadar çok paylaşılırsa değeri de o


kadar artar. Tanım gereği hiçbir şeyin paylaşılmadığı, boğazına ka­
dar kişisel mülkiyet anlayışına batmış toplumların bunu anlaması
zor. Örneğin, mülkiyete dayalı bir ekonomide arazi sınırlarının ihlal
edilmemesi için arazi kaydı yaptırmak gibi uygulamalar beklenir ve
kabul görür, ama toprağın herkes için bir hediye olduğuna inanılan
bir ekonomide bu, kabul edilemez bir davranıştır.
Lewis Hyde, "Kızılderili gibi karşılık beklemek" deyimini ince­
lerken, bu uyumsuzluğu mükemmel bir şekilde gösteriyor. Günü­
müzde, bir şey verip sonra geri isteyenler için kullanılan bu küçüm­
seyici ifade, aslında hediye ekonomisini uygulayan yerli bir kültür
ile kişisel mülkiyet kavramına dayalı sömürgeci kültür arasındaki
yanlış yorumlamalara mükemmel bir örnek. Amerikan yerlileri yer­
leşimcilere hediyeler verdiklerinde, yerleşimciler bunların değerli
olduğunu ve ellerinde tutmaları gerektiğini düşündüler. Başkaları­
na vermek hakaret gibi olacaktı. Oysa yerliler hediyelerin değerinin
karşılıklılık olması gerektiğine inanıyor, hediyeler dönüp dolaşıp
yine kendilerine gelmeyince asıl bunun hakaret olacağını düşünü­
yorlardı. Kadim öğretilerimizin çoğunda, bize verilenlerin tekrar
başkalarına verilmesi gerektiği belirtilir.
Kişisel mülkiyet ekonomilerinde "hediye"nin "bedava" oldu­
ğu düşünülür, çünkü bize hiçbir maliyeti olmadan, bedavaya alırız.
Ama hediye ekonomisinde hediyeler bedava değildir. Hediyenin
özünde, bir ilişki dizisi yaratmak vardır. Hediye ekonomisinin te­
mel para birimi karşılıklılıktır. Batı düşüncesinde özel arazi bir
"haklar bütünü" olarak görülürken, hediye ekonomisinde mülkiyet
"sorumluluklar bütünü" dür.

And Dağları'nda ekoloji araştırması yapma imkanım oldu. Bu


araştırmanın en sevdiğim yanı ise köyde pazarın kurulduğu, mey­
danın satıcılarla dolduğu zamanlardı. Platano1 dolu tezgahlar, taze
papayalarla doldurulmuş arabalar, domateslerin piramit şeklinde
dizildiği parlak renkli tezgahlar ve tüylü yuka kökleriyle dolu kova-

1. (İsp.) Muz. (Ç.N.)


44 Bitkilerin Ruhu

lar. Bazı satıcılar da yere battaniye serip terlikten hasır şapkalara


kadar ihtiyaç duyabileceğiniz her şeyi üstüne diziyordu. Kırmızı
battaniyenin arkasına çömelmiş, çizgili şallı ve lacivert melon şap­
kalı bir kadın kendisi kadar muhteşem kırışıklıklarla dolu şifalı kök­
ler satıyordu. Odun ateşinde kızaran mısırların ve keskin aromalı
misket limonlarının renkleri ve kokuları ile etraftaki sesler hafızam­
da mükemmel bir şekilde iç içe geçiyor. Edita adlı kadının tezgahı
en sevdiğimdi. Edita her gün beni bekler, hiç bilmediğim sebzeleri
nasıl pişireceğimi anlatır, en tatlı ananası bana ayırıp tezgahın altın­
da saklardı. Bir defasında çilek bile vardı tezgahında. Yabancı oldu­
ğum için her şeyi pahalıya aldığımı biliyordum ama orada yaşadı­
ğım bolluk ve iyilik deneyimi her kuruşa değerdi.
Yakın zamanda o pazaryerini her şeyiyle capcanlı bir şekilde
rüyamda gördüm. Her zamanki gibi kolumda bir sepetle tezgahla­
rın arasında dolaştığımı, bir demet taze kişniş almak için Edita'ya
gittiğimi. Sohbet edip gülüştük, kişnişler için para uzattığımda eliy­
le itip reddetti. Hediye, dedi. Muchas gracias, sefiora, diye cevap ver­
dim. En sevdiğim panadera'da1 yuvarlak somunların üstüne terte­
miz örtüler serilmişti. Birkaç tane küçük yuvarlak ekmek seçtim,
cüzdanımı açtım ve bu satıcı da sanki ödeme yapmayı teklif etmek
ayıpmış gibi eliyle paramı geri itti. Şaşkınlıkla etrafıma baktım; bu­
rası her zaman gittiğim pazardı ama her şey değişmişti. Sadece be­
nim için değil - hiç kimse para vermiyordu. Mutluluktan ayaklarım
yerden kesilmiş halde pazarın içinde dolaştım. Burada sadece min­
net geçiyordu. Her şey hediyeydi. Tarlamda çilek toplamak gibiydi:
Satıcılar, toprağın hediyelerini aktaran aracılardan ibaretti.
Sepetime baktım: iki kabak, bir soğan, domates, ekmek ve bir
demet kişniş. Sepetin yarısı boştu ama dolu olduğunu hissediyor­
dum. İhtiyacım olan her şey vardı. Peynir tezgahına şöyle bir göz at­
tım, biraz almayı düşündüm ama bunun da satılmayıp hediye edile­
ceğini bildiğim için, peynirsiz de yaşayabileceğime karar verdim.
Çok komik: Pazardaki her şey ucuza satılıyor olsaydı, elimden geldi­
ğince çok şey alırdım. Ama her şey hediye olunca kendi kendimi

1. (İsp.) Ekmekçi. (Ç.N.)


Hediye Çilek 45

frenledim. Gereğinden fazlasını almak istemedim. Ve ertesi gün pa­


zarcılara ne gibi küçük hediyeler götüreceğimi düşünmeye başladım.
Bu hayal tabii ki bir noktada bitti ama ayaklarımı yerden kesen
o mutluluk ve sonrasındaki kendimi frenleme hissini hala yaşıyo­
rum. Sık sık o anı düşünüp pazar ekonomisinden hediye ekonomi­
sine, özel mülkiyetten ortak servete geçişe tanık olduğumu fark edi­
yorum. Bu dönüşüm sırasında ilişkiler de aldığım yiyecekler kadar
besleyici hale geliyor. Tezgahların ve battaniyelerin arasında, sıcak­
lık ve şefkat el değiştiriyordu. Bize sunulan bereketi hep birlikte
kutluyorduk. Ve her pazar sepetinin içinde yiyecek bir şeyler bulun­
duğu için adalet vardı.
Ben bir bitkibilimciyim, dolayısıyla da net olmak isterim; ama
aynı zamanda da bir şairim ve dünya bana mecazlarla seslenir. Do­
ğanın hediyesi çileklerden bahsederken, Fragaria virginiana bitkisinin
bütün gece uğraşıp sırf benim için hediyeler hazırladığını, tam da bir
yaz sabahı canımın çektiği şeyi bulmam için hesap kitap yaphğını
kastetmiyorum. Bildiğimiz kadarıyla böyle şeyler olmaz ama bir bi­
liminsanı olarak ne kadar az şey bildiğimizin de farkındayım. Bitki
aslında hakikaten de bütün gece uğraşıp minik şeker, tohum ve aro­
ma paketçikleri yapıyor, çünkü bu sayede evrimsel uygunluk arh­
yor. Benim gibi bir hayvan türünü baştan çıkarıp meyvelerini etrafa
yaymaya ikna etmeyi başarırsa, lezzet üretme genlerinin sonraki ne­
sillere devredilme oranı, meyveleri tercih edilmeyen cinslere kıyasla
daha yüksek oluyor. Bitkinin ürettiği meyveler, dağıhmda rol alanla­
rın davranışlarını şekillendiriyor ve uyum sürecini etkiliyor.
Tabii burada şunu söylemek istiyorum: Biz insanların çileklerle
olan ilişkisi, seçtiğimiz bakış açısına göre değişiklik gösteriyor. İnsa­
nın algısı, dünyayı bir hediyeye dönüştürüyor. Dünyaya böyle bak­
tığımızda çilekler de insanlar da dönüşüyor. Bu şekilde geliştirilen
bir minnet ve karşılıklılık ilişkisi hem bitkinin hem de hayvanın ev­
rimsel uygunluğunu artırıyor. Doğal dünyaya saygı ve karşılıklılık
çerçevesinde yaklaşan bir canlı türü ve kültür, muhakkak ki sonraki
nesillere bu genleri, dünyayı yok eden insanlardan daha fazla akta­
rıyor. Davranışlarımızı şekillendirmek üzere seçtiğimiz hikayeler,
uyumluluğu da etkiliyor.
46 Bitkilerin Ruhu

Lewis Hyde hediye ekonomileri üzerine pek çok araşhrma yap­


mış. Ona göre, "nesneler (...) hediye olarak alınıp verildikçe bollaşa­
cak." Doğayla bir hediye ilişkisi içinde olmak, "doğadaki çoğalma­
ya katkımızı ve bağımlılığımızı kabul eden resmi bir alışveriş. Do­
ğayı kendimizin bir parçası olarak görüyoruz, sömürülmeye açık
bir yabancı ya da farklı bir yaşam türü olarak değil. Hediye takası,
tercih edilmesi gereken bir ticaret türü, çünkü bu ticaret [doğadaki]
çoğalma sürecine uyum ya da katkı sağlıyor."
Eskiden, insanların hayatları doğrudan toprağa bağlıyken dün­
yayı bir hediye olarak görmek kolaydı. Sonbahar geldiğinde gökyü­
zü, "İşte geldik," diye bağıran kaz sürüleriyle kararırdı. Bu bana,
Yarahlış hikayesindeki halkları, Gökkadın'ı kurtarmaya giden kaz­
ları hatırlatıyor. İnsanlar aç, kış kapıda ve kazlar bataklıkları yiye­
cekle dolduruyor. Bu bir hediye ve insanlar da bu hediyeyi şükran­
la, sevgiyle, saygıyla kabul ediyor.
Ama gökyüzündeki kaz sürüsünden yiyecek gelmediğinde, sı­
cacık tüyleri avuçlarınızda hissehnediğinizde, sizin hayatınızın bir
başka hayata mal olduğunu bilmediğinizde, buna karşılık minnet
duymadığınızda o yiyecek sizi tatmin etmeyebiliyor. Karnınızı do­
yururken ruhunuzu aç bırakabiliyor. Pürüzsüz bir plastik tabakayla
kaplı köpük bir tabak içinde, hayattaki tek seçeneği bir kafesin için­
de sıkışıp kalmak olmuş bir hayvanın cesedi size yemek diye sunul­
duğunda bir şeyler darbe alıyor. Bu, hayalın bir hediyesi değil; bu,
hırsızlık.
Modern dünyada toprağı yeniden bir hediye olarak görmenin,
dünyayla ilişkimize yeniden kutsallık kahnanın yolunu nasıl bula­
cağız? Biliyorum ki hepimiz avcı-toplayıcı olamayız, canlılar dün­
yası bu yükü taşıyamaz, ama pazar ekonomisinde bile "sanki" can­
lılar dünyası bir hediyeymiş gibi davranamaz mıyız?
Wally'ye kulak vermekle işe başlayabiliriz. Hediyeleri satmak
isteyenler hep vardır ama Wally'nin satılık kutsal ot için söylediği
gibi, "Satın almayın." Bu sürece katılmayı reddehnek ahlaki bir se­
çimdir. Su herkes için bir hediyedir, alınıp satılamaz. Satın almayın.
Yiyecekler topraktan zorla alınmışsa, yüksek verim uğruna toprağı
tükehniş, akrabalarımızı zehirlemişse satın almayın.
Hediye Çilek 47

Şu bir gerçek ki Çilekler sadece kendilerine aittir. Seçtiğimiz ta­


kas ilişkileri, çilekleri ortak bir hediye olarak paylaşma ya da özel
mülkiyet olarak satma kararımızı belirler. Pek çok şey de bu seçime
bağlıdır. İnsanlık tarihinin büyük bölümünde ve bugünkü dünya­
nın çoğu yerinde temel kural ortak kaynakların kullanımıydı. Ama
bir gün birileri farklı bir hikaye, her şeyin alınıp satılabilecek meta­
lara dönüştüğü bir toplumsal yapı hikayesi üretti. Pazar ekonomisi
hızla her yeri sardı ve hem insanların esenliği hem de doğal dünya­
nın yıkımı anlamında adaletsiz sonuçlar yarattı. Oysa bu aslında
bizim kendi kendimize anlattığımız bir hikayeden ibaret ve başka
bir hikaye anlatmakta, eskiye dönmekte özgürüz.
Başka bir hikaye, bağımlı olduğumuz canlı sistemleri koruyor.
Başka bir hikaye, dünyanın zenginliği ve cömertliği karşısında min­
net ve şaşkınlık içinde yaşamanın yolunu açıyor. Başka bir hikaye,
dünyayla olan akrabalığımızı kutlamak için bizim de ayni hediyeler
sunmamızı istiyor. Seçme şansımız var. Bütün dünya metaya dönü­
şürse yoksullaşırız. Bütün dünya sürekli elden ele dolaşan bir hedi­
yeye dönüşürse zenginleşiriz.
Çocukluğumda tarlalardaki çileklerin olgunlaşmasını beklerken
bazen açlıktan ama çoğu zaman da sabırsızlıktan, ekşi beyaz çilekle­
ri yerdim. Kısa vadeli açgözlülüğün uzun vadeli sonuçlarım bilirdim
ama bu ham çilekleri yine de koparırdım. Neyse ki kendimizi frenle­
me yeteneğimiz de yaprakların altındaki çilekler gibi gelişip güçleni­
yor; böylece ben de beklemeyi öğrendim. Birazcık. Tarlalarda sırtüs­
tü yatıp bulutları seyrediyor, birkaç dakikada bir de yüzüstü dönüp
çilekleri kontrol ediyordum. Küçükken değişimin bu kadar hızlı ola­
bileceğini düşünüyordum. Oysa artık büyüdüm ve dönüşümün ya­
vaş gerçekleştiğini biliyorum. Meta ekonomisi dört yüz yıldır Kap­
lumbağa Adası'nda çilekleri ve başka her şeyi tüketiyor. Ama insan­
lar ağızlarındaki buruk tattan bıktılar. Yeniden hediyelerle dolu bir
dünyada yaşamaya hasretiz. Olgunlaşan çileklerin rüzgarla yayılan
kokusu gibi alabiliyorum bu hasretin kokusunu.
SUNU

Bizler kano insanlarıydık. Sonra bizi yürümeye zorladılar. Göl kıyılarında­


ki kulübelerimizi elimizden alıp her yeri kenar mahallelere ve toza buladı­
lar. Halkımız bir çemberdi, dağıldı. Halkımız doğan güne şükretmek için
ortak bir dil kullanırdı, unutturdular. Ama unutmadık. Hala bir şeyler var.

Çocukluğumda çoğu yaz sabahı, dışarıdaki tuvaletin kapı se­


siyle uyanırdım - menteşenin gıcırtısı ve ardından kapının küt diye
kapanma sesi. Vireo ve ardıçkuşlarının şarkıları, gölün şıpırtıları ve
en sonunda babamın Coleman marka ocağa gaz doldurma sesiyle
iyice ayılıp kendime gelirdim. Kardeşlerimle nihayet uyku tulumla­
rımızdan çıktığımızda güneşin gölün doğu kıyısına ulaşıp göl yüze­
yindeki buğuyu uzun beyaz şeritler halinde dağıtmaya başladığını
görürdük. Çok kullanıldığı için tabanı isten kararmış, eskimiş, dört
küçük fincanlık alüminyum kahve demliğimiz çoktan fokurduyor
olurdu. Ailemiz yaz tatillerini Adirondack Dağları'nda kano kampı
yaparak geçirirdi ve her günümüz bu şekilde başlardı.
Kırmızı kareli yünlü gömleğiyle babamın, göle yukarıdan ba­
kan kayaların üstünde duruşunu bugün bile gözümde canlandıra­
biliyorum. Ocağın üstünden kahve demliğini kaldırdığında, sabah
telaşı da bitmiş olurdu; artık etrafımıza dikkat etme vaktimizin gel-
Sunu 49

diğini, söylenmeden bilirdik. İşte babam şurada, kampın kenarında,


elinde demlikle duruyor; tutacakla demliğin kapağını tutuyor. Kah­
veyi kalın, kahverengi bir dere gibi toprağa döküyor.
Gün ışığı kahve deresine vuruyor; toprağa dökülen ve sabah
serinliğinde buharlaşan kahveyi kehribar, kahverengi, siyah şeritle­
re ayırıyor. Yüzünü sabah güneşine dönen babam kahveyi toprağa
dökerken dingin tabiatla konuşuyor: "Tahawus tanrılarının şerefi­
ne." Kahve deresi, pürüzsüz granit zeminin üstünden kayıp kendisi
kadar berrak ve kahverengi göl sularıyla birleşiyor. Suyun kıyısın­
daki bir çatlağı izleyerek sızmasını, bu sırada solmuş liken parçala­
rını toplamasını, minik bir yosun topağını ıslatmasını izliyorum.
Yosun, kahveyi emerek şişiyor ve yapraklarını güneşe karşı açıveri­
yor. Babam ancak ondan sonra kendisine ve ocak başında krep ya­
pan anneme kahve koyuyor. Kuzey ormanlarında her sabah işte
böyle başlıyor: Her şeyden önce sözcüklerle.
Tanıdığım ailelerin hiçbirinin güne böyle başlamadığından
emindim ama bu sözcüklerin kaynağını asla sorgulamadım, babam
da asla açıklamadı. Göl yaşamımızın bir parçasıydı bu sözcükler.
Ama ritimleri sayesinde kendimi yuvamda hissederdim ve bu ayin
ailemizin etrafına bir çember çizerdi. Bu sözcükleri söylerken, "Bu­
radayız," demiş olurduk ve toprağın bizi duyup kendi kendine,
"Ah, teşekkür etmeyi bilenler de burada işte," diye mırıldandığını
hayal ederdim.
Tahawus, Adirondack Dağları'nın en yüksek noktası olan Marcy
Dağı' nın Algonquin dilindeki ismi. Bu vahşi yamaçlara bir kez olsun
ayak basmamış bir valinin anısına Marcy Dağı olarak adlandırılmış.
Gerçek ismi olan Tahawus, yani "Bulut Kesen" ise dağın gerçek tabi­
atını yansıtıyor. Potawatomi halkı için bir kamusal isimler, bir de ger­
çek isimler vardır. Gerçek isimler sadece yakınlar arasında ve ayin­
lerde kullanılır. Babam defalarca Tahawus'un zirvesine çıkmıştı ve
ismiyle hitap edecek kadar iyi tanıyordu bu dağı; bölgeyi ve buraya
ilk yerleşmiş halkları iyi bilmenin getirdiği yakınlıkla konuşuyordu.
Bir yere isim verdiğimizde, vahşi doğa olmaktan çıkıp yuvamız hali­
ne gelir. Çok sevdiğim bu bölgenin de benim gerçek ismimi bildiğini
hayal ederdim, oysa kendim bile bilmiyordum bu ismi.
50 Bitkilerin Ruhu

Bazen babam, o gece çadırımızı nereye kurduysak oranın, For­


ked Lake'in, South Pond'un ya da Brandy Brook Flow'un tanrıları­
nın isimlerini söylerdi bize. Zamanla, her yerin canlı olduğunu, biz­
den önce başkalarına ait olduğunu, bizler gittikten çok sonra da
öyle olacağını öğrendim. Babam tanrıların isimlerini söyleyip gü­
nün ilk kahvesini hediye olarak onlara sunarken, bu varlıklara saygı
borçlu olduğumuzu ve yaz sabahları için şükranlarımızı nasıl göste­
rebileceğimizi de öğretti bize.
Çok uzun zaman önce halkımızın sabah şarkılarında, dualarda
teşekkürlerini dile getirdiğini, kutsal tütün sunduklarını biliyor­
dum. Ama bizim aile tarihimizde kutsal tütün yoktu ve şarkıları bil­
miyorduk - dedem yatılı okulun kapısından içeri girdiğinde, bunla­
rın hepsi alınmıştı elinden. Yine de tarih döngüler çizer; işte bugün
yeni nesiller olarak tekrar burada, atalarımızın dalgıçkuşlarıyla
dolu göllerinde, yeniden kanolardayız.
Annemin de kendine özgü, daha faydacı bir ritüeli vardı: saygı
ve niyetin eyleme dönüşmesi. Kanolarımıza binip kamp alanından
ayrılmadan önce hepimize araziyi temizletir, arkada hiçbir çöp bı­
rakmadığımızdan emin olmak isterdi. Yanmış kibritler, kağıt parça­
ları asla gözünden kaçmazdı. "Bulduğunuzdan daha iyi durumda
bırakın," diye tembihlerdi. Biz de öyle yapardık. Aynı zamanda, biz­
den sonra gelecek kişi için de odun bırakmak, üstüne huş kabuğu
serip kav ve çırayı yağmurdan korumak zorundaydık. Kanolarıyla
gecenin karanlığında gelip akşam yemeğini ısıtmak için her şeyi ha­
zır bulan bir sonraki ziyaretçilerin yaşadığı mutluluğu hayal etmeyi
severdim. Annemin ayini, onlarla da aramızda bağ kuruyordu.
Sunular sadece gökyüzünün altında yapılırdı, yaşadığımız ka­
sabada değil. Pazar günleri başka çocuklar kiliseye giderken an­
nemle babam bizi balıkçıl ve misksıçanlarını görmek için nehre, ilk­
bahar çiçekleri için koruya ya da pikniğe götürürdü. Sözcükler de
bizimle gelirdi. Kış pikniklerinde bütün sabah kar raketlerimizle
yürür, ayağımızdaki raketlerin ağlarıyla ezdiğimiz bir çemberin or­
tasında ateş yakardık. Bu kez ocağın üstündeki tencerede fokurda­
yan domates çorbası olurdu ve ilk porsiyon, kara sunulmak üzere
Sunu 51

yere dökülürdü. "Tahawus tanrılarının şerefine." Dumanı tüten fin­


canlarımızı ancak ondan sonra eldivenli ellerimizle sarabilirdik.
Ama büyüdükçe bu sunular bende öfke ya da keder uyandır­
maya başladı. Aitlik hissi yaşatan bu çember tersyüz oldu. Sürgün­
lerin dilini kullandığımız için, bu sözcüklerde bize ait olmayan bir
mesaj duyar oldum. İkinci el bir ayindi bu. Doğru ayini bilen, kayıp
dili bilen, benimki de dahil olmak üzere gerçek isimleri kullanan
birileri olmalıydı bir yerlerde.
Yine de her sabah kahvenin, sanki özüne döner gibi, sertleşmiş,
kahverengi humuslu toprağın üstünde gözden kaybolmasını izle­
dim. Taşlardan aşağı süzülerek yosunlara yapraklarını açlırması
gibi, bu ayin de sükuneti canlandırıyor, bildiğim ama unuttuğum
şeyleri aklıma ve kalbime hatırlatıyordu. Sözcükler ve kahve, bu ko­
ruların ve göllerin birer hediye olduğunu hatırlamaya çağırıyordu
bizi. Büyük küçük ayinler, dünyaya uyanmış bir hayat sürmeye
odaklanmamızı sağlama gücüne sahipti. Görünenler görünmez olu­
yor, toprağa karışıyordu. İkinci el bir ayin olabilirdi ama aklım karı­
şık olmasına rağmen toprağın bu kahveyi içmesinin doğru olduğu­
nun farkındaydım. Kendinizi kaybetmiş olsanız da toprak sizi tanır.
Bir halkın hikayesi, akınlıya kapılmış bir kano gibi ilerler ve
giderek başlangıç noktasına yaklaşır. Biraz daha büyüdüğümde, ai­
lem de geçmişte yıpranmış ama asla kopmamış olan kabile bağları­
na yeniden kavuştu. Gerçek isimlerimizi bilen insanları bulduk. Ok­
lahoma' da, güneş doğarken, kutsal tütünün kadim dilini kullanarak
dört yöne minnet sunuluşunu ilk kez duyduğumda, sanki babamın
sesini duymuş gibi oldum. Dil farklıydı ama kalp aynıydı.
Ailemiz kendi başına ayinler yapıyordu ama saygı ve minnet
esasıyla toprakla kurduğumuz bağ aynıydı. Arlık çevremizdeki
çember daha geniş; bir kez daha kendimizi ait hissettiğimiz bütün
bir halkı kapsıyor. Sunular hala, "Buradayız," diyor ve ben de hala
sözcüklerin sonunda toprağın kendi kendine, "Ah, teşekkür etmeyi
bilenler de burada işte," diye mırıldandığım duyuyorum. Arlık ba­
bam dualarını kendi dilimizde edebiliyor. Yine de ben daima ilk
söylediği, "Tahawus tanrılarının şerefine," cümlesini duymaya de­
vam ediyorum.
52 Bitkilerin Ruhu

Kadim ayinlere katılınca, kahve sunumuzun ikinci el değil, ta­


mamen bize ait olduğunu anladım.

***
Bugün olduğum kişinin ve yaptığım işlerin temeli, babamın göl
kıyısındaki sunularına dayanıyor. Her güne hala şükranlarımı suna­
rak, bir nevi "Tahawus tanrılarının şerefine," diyerek başlıyorum. Bir
çevrebilimci, bir yazar, bir anne, bilimsel ve geleneksel bilgi yön­
temleri arasında dolaşan bir seyyah olarak yaptığım her şey bu söz­
cüklerin gücünden doğuyor. Bu sözcükler bana kim olduğumuzu,
bize sunulan hediyeleri ve bu hediyeler karşısındaki sorumluluğu­
muzu hatırlatıyor. Ayinler bir aileye, bir halka, bir bölgeye ait olma­
ya aracılık ediyor.
Tahawus tanrılarına sunularımızın anlamını nihayet kavradığı­
mı düşünüyorum. Bana kalırsa unutulmayan, geçmişin elimizden
alamadığı tek şey bu: toprağa ait olduğumuz, teşekkür etmeyi bilen
bir halk olduğumuz bilgisi. Toprağın, göllerin ve ruhların bizim için
muhafaza ettiği derin bir genetik hafızada birikiyor bu bilgi. Yıllar
sonra, kendi cevabımı çoktan bulmuşken, babama sordum: "Bu
ayin nereden çıktı? Babandan mı öğrendin, o da babasından mı öğ­
renmiş? Kanoların devrine kadar gidiyor mu geçmişi?"
Epeyce düşündü babam. "Sanmıyorum. Biz öyle yapmayı seç­
tik. Doğru olan o gibi geldi." Hepsi buydu işte.
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra tekrar konuştuk. "Kahve
meselesini, ilk defa toprağa kahve sunmaya ne zaman başladığımızı
düşünüyorum bir süredir," dedi babam. "Biliyorsun, sıcak kahve
hazırlıyorduk. Filtre yoktu ve kahve fazla kaynarsa telvesi birikip
demliğin ağzını tıkıyordu. Bu tortular da ilk doldurduğumuz finca­
na dökülüyor ve kahveyi bozuyordu. Galiba ilk olarak çaydanlığın
ağzını temizlemek için yaptık bunu." Sanki bana suyun şaraba dö­
nüşmediğini söylemiş gibi hissettim - bütün o minnettarlık ağı, ha­
tırlama hikayesi kahve telvesinden kurtulmak için miydi?
"Ama," dedi, "demliğin ağzının her zaman da temizlenmesi
gerekmiyordu. O niyetle başlayıp bambaşka bir şeye dönüştü. Bir
Sunu 53

düşünceye. Bir tür saygı gösterisine, teşekküre. Güzel bir yaz saba­
hının neşesine dönüştü sanırım."
Bence ayinlerin gücü de burada: Dünyevi ile kutsalı bir araya
getiriyor. Su şaraba, kahve duaya dönüşüyor. Maddi ve ruhani olan,
toprağın humusla karışması gibi birbirine dolanıyor, sabah sisi al­
hnda fincandan yükselen duman gibi birbirine dönüşüyor.
Zaten her şeyi olan toprağa başka ne sunabiliriz ki? Kendimiz­
den bir şey sunmak dışında ne verebiliriz? Ev yapımı bir ayinden,
evi yuva yapan bir ayinden başka.
YILDIZPATILAR VE ALTINBAŞAKLAR

Fotoğraftaki kızın elinde tuttuğu levhanın üstüne tebeşirle ismi ve


"75 mezunları" yazılmış; uzun ve koyu saçlı, geyik rengi tenli, koyu
renk gözlerinde anlamı okunamayan bir ifadeyle bakan bu kız, göz
göze geldiğinizde bakışlarını kaçırmıyor. O günü hatırlıyorum. An­
nemle babamın verdiği yeni ekose gömleğimi giymiştim; bu gömle­
ğin, ormancıların alametifarikası olduğunu düşünüyordum. Haya­
tımın ilerleyen döneminde bu fotoğrafa baktığımda hiç anlamadı­
ğım şeyler gördüm. Üniversiteye gideceğim için heyecanlandığımı
hatırlıyorum ama bu kızın yüzünde o heyecandan eser yok.
Üniversiteye gitmeden çok önce, birinci sınıfa kabul mülakatla­
rı için bütün cevaplarım hazırdı. İyi bir izlenim bırakmak istiyor­
dum. O dönemde orman fakültelerinde hemen hemen hiç kız öğ­
renci yoktu ve olanlar da kesinlikle bana benzemiyordu. Danışman
hoca gözlüğünün üstünden bakıp, "Peki neden botanik okumak is­
tiyorsunuz?" diye sordu. Elindeki kurşunkalem, kayıt formuna yaz­
maya hazır bekliyordu.
Bu soruya nasıl cevap verebilirdim? Doğuştan botanikçi oldu­
ğumu, yatağımın altında ayakkabı kutuları dolusu tohum ve kuru­
tulmuş yaprak sakladığımı, bisikletle giderken yeni bir tür fark etti­
ğimde durduğumu, bitkilerin rüyalarımı süslediğini, bitkilerin beni
Yıldızpahlar ve Alhnbaşaklar 55

seçtiğini nasıl anlatabilirdim? Doğruyu söyledim. Üstünde düşü­


nüp taşındığım, ama aslında gençlere özgü o çokbilmişliğin bariz
göründüğü cevabımdan memnundum; bazı bitkileri ve yaşam alan­
larını çoktan öğrendiğimi, bitkilerin doğası hakkında uzun uzadıya
düşündüğümü, üniversite için hazırlıklı olduğumu gösteriyordu.
Yıldızpatılar ile altınbaşakların bir arada nasıl bu kadar güzel görü­
nebildiklerini öğrenmek için botaniği seçtiğimi söyledim. O anda,
kırmızı ekose gömleğimin içinde gülümsediğimden eminim.
Ama adam gülümsemiyordu. Söylediklerimi yazmaya gerek
yokmuş gibi, kalemi elinden bıraktı. Gülümsememi hayal kırıklığı­
na dönüştürerek, "Bayan Wall," dedi, "bilim bu değildir. Botanikçi­
ler böyle şeylerle ilgilenmez." Ama beni doğru yola sevk etmeye
kararlıydı. "Sizi Genel Botanik bölümüne kaydedeceğim. Böylece
botaniğin ne olduğunu öğrenirsiniz." Ve her şey böyle başladı.

Yüzümü örten pembe battaniyenin açılmasıyla birlikte anne­


min omzunun üzerinden gördüğüm ilk bitkilerin Yıldızpatı ve Al­
tınbaşak olduğunu, renklerinin bilincime doğru bir sel gibi aktığını
düşünmek hoşuma gidiyor. Çok küçük yaşlardaki deneyimlerin
beyni belirli uyaranlara yönlendirdiğini, böylece bu uyaranların
daha hızlı ve net işlendiğini, bu sayede de hatırlayabilmemiz için
tekrar tekrar kullanılabildiğini duymuştum. İlk görüşte aşk. Yenido­
ğanın buğulu gözlerinin içinden geçen bu pırıltılar, o zamana dek
sadece pembe yüzlerin bulanık şefkatiyle karşılaşmış, tamamen
uyanmış, tazecik beynimdeki ilk botanik sinapsları oluşturmuştu.
Bütün gözlerin benim, yani kat kat kumaşlarla kundaklanmış tom­
bul bebeğin üstünde olduğunu ama benim sadece Altınbaşaklarla
Yıldızçiçeklerini gördüğümü düşünüyorum. Ben bu çiçeklerle doğ­
muştum ve her doğum günümde bu çiçekler de bana gelerek karşı­
lıklı kutlamamızın ilmeklerini ördüler.
İnsanlar ekim ayının alev rengi gösterisini izlemek için tepeleri­
mize akın ederler ama eylül ayında tarlaların yarattığı olağanüstü
girizgahı genellikle kaçırırlar. Bu dönemde tarlalar hasadı bekleyen
ürünlerin yanı sıra (şeftaliler, üzümler, mısırlar, balkabakları) altın sa­
rısı ve koyu mor şeritlerle de süslenerek tam bir başyapıta dönüşür.
56 Bitkilerin Ruhu

Büyüleyici krizantem havai fişeklerinden oluşmuş kemerlerin


arasından krom sarısı buketler fışkırtan bir çeşme olsaydı, ismi Ka­
nada altınbaşağı olurdu. Bir metrelik her bir saptan, minyatürler
kadar zarif, minicik altın rengi papatyalar coşkuyla fışkırır. Toprak
yeterince nemliyse, kusursuz akranları New England yıldızpahla­
rıyla yan yana dururlar. Çeperlerdeki ehlileştirilmiş solgun bitkiler,
silik lavanta ya da gök mavisi süsler değil, yanında menekşelerin
bile soluk kaldığı kopkoyu bir mor. Mor taçyaprakların papatyaya
benzer saçakları, öğle güneşi kadar parlak, alhn rengi-turuncu karı­
şımı, etraftaki altınbaşaklardan bile daha koyu, baştan çıkarıcı bir
göbeği çevreler. Her biri botaniğin zirvesidir. Bir araya geldiklerin­
de ise insanı altüst eden bir görsel etki yarahrlar. Mor ve alhn rengi;
çayırların kral ve kraliçelerini ilan eden renkler; birbirlerini tamam­
layan bir kraliyet geçidi. Bunun nedenini öğrenmek istiyordum.
Ayrı ayrı da yetişebilecekken neden yan yana duruyorlar? Ne­
den özellikle bu çift? Tarlalarda bol miktarda pembe, beyaz ve mavi
var; mor ile alhn renginin yan yana bulunmasının getirdiği ihtişam
bir tesadüf mü? Einstein, "Tanrı, kainatla kumar oynamaz," demiş.
Bu modelin kaynağı nedir? Dünya nasıl bu kadar güzel olabiliyor?
Aksi de mümkündü: Çiçekler gözümüze çirkin gözükseler bile var
oluş nedenlerini gerçekleştirebilirlerdi. Ama çirkin değiller. Bence
bu güzel bir soruydu.
Ama danışman hocam, "Bilim bu değil," dedi, botaniğin bunun­
la hiç alakası yoktu. Neden bazı bitkiler sepet yapmak için kolayca
bükülebilirken bazıları kırılıveriyordu, neden en büyük böğürtlenler
gölgede yetişiyordu, nasıl ilaç olabiliyorlardı, hangi bitkiler yenebili­
yordu, şu küçük pembe orkideler neden sadece çamların alhnda ye­
tişiyordu? "Bilim değil," dedi; oysa laboratuvarında oturan, botaniği
bilen bu eğitimli hocanın bu soruların cevaplarını verebiliyor olması
gerekirdi. "Güzellikle ilgilenmek istiyorsanız güzel sanatlara gitme­
lisiniz." Üniversite seçerken, botanikçi olmak ile şair olmak arasında
kararsız kaldığım dönemi hatırlatıyordu bana. Herkes bana ikisini
bir arada yapamayacağımı söylediği için bitkileri tercih etmiştim.
Hoca ise bilimin güzellikle ilgili olmadığını, bitkiler ile insanların ku­
caklaşmasıyla alakasının bulunmadığını söylüyordu.
Yıldızpahlar ve Altınbaşaklar 57

Verecek cevabım yoktu; hata yapmıştım. Savaşçı bir ruha sahip


değildim, sadece hatamdan dolayı utanç içindeydim. Direnç göste­
recek kelimeleri bilmiyordum. Derslere kaydımı yaptı ve gidip fo­
toğraf çektirmemi söyledi. O sırada aklıma hiç gelmedi ama aslında
her şey baştan yaşanıyordu - dilini, kültürünü, ailesini, her şeyi ar­
kasında bırakması emredilen dedemin okuldaki ilk günün bir yan­
kısıydı bu olanlar. O hoca köklerimden, bildiklerimden kuşkulan­
mama sebep oldu ve doğru düşünme biçiminin kendisininki oldu­
ğunu iddia etti. Tek fark, benim saçlarımı kesmemeleriydi.
Ormanda yaşanmış bir çocukluktan üniversite hayatına geçer­
ken farkına varmadan dünya görüşümü de değiştirmiş, bitkilerin
karşılıklı sorumluluk çerçevesinde bağ kurduğum öğretmenlerim
ve yoldaşlarım olduğu, deneyimlere dayalı doğa tarihinden, bilimin
dünyasına geçmiştim. Biliminsanları "Sen kimsin?" değil, "Bu ne­
dir?" diye sorardı. Hiç kimse bitkilere, "Bize ne anlatabilirsin?" diye
sormazdı. En önemli soru şuydu: "Sistem nasıl işliyor?" Bana öğre­
tilen botanik indirgemeci, mekanik ve son derece katı bir şekilde
objektifti. Bitkiler özne değil, nesnelere indirgeniyordu. Algılanan
ve öğretilen botanik, benim gibi düşünen birine adım atacak yer bı­
rakmıyordu. Bütün bunlardan çıkardığım tek anlam, bitkiler hak­
kında oldum olası inandıklarımın aslında gerçek olmadığıydı.

İlk bitkibilim dersim tam bir felaketti. C alıp kıl payı geçtim ve
temel bitki besinlerinin konsantrasyon oranlarını ezberlemek konu­
sunda pek istekli olamadım. Okulu bırakmayı düşündüğüm za­
manlar oldu ama öğrendikçe, bir yaprağı oluşturan karmaşık yapı­
lar ve fotosentezin simyası beni daha da büyüledi. Yıldızpatılar ile
altınbaşakların yoldaşlığından hiç bahsedilmemekle birlikte, bota­
nik Latincesini şiir gibi ezberledim ve "altınbaşak" kelimesini bir
kenara bırakıp büyük bir hevesle Solidago canadensis'i kullanmaya
başladım. Bitki ekolojisi, evrim, taksonomi, fizyoloji, toprak ve man­
tarlar beni cezbediyordu. En iyi öğretmenlerim olan bitkilerle kuşa­
tılmıştım. Bana yol gösteren, kabul etseler de etmeseler de bilime
yüreklerini katan, sıcak, nazik hocalarım da oldu. Onlar da bana
öğretmenlik yaptı. Yine de sürekli omzuma dokunup arkama bak-
58 Bitkilerin Ruhu

mamı söyleyen bir şey vardı. Bakhğımda ise arkamdakinin ne oldu­


ğunu bir türlü bilemiyordum.
İçimdeki doğal eğilim ilişkileri görmeye, dünyayı birbirine
bağlayan hatları aramaya, bölmek yerine birleştirmeye yöneltiyor­
du beni. Ama bilim, gözlemci ile gözleneni, gözlenen ile gözlemciyi
birbirinden çok katı bir şekilde ayırıyordu. İki çiçeğin bir arada ne­
den bu kadar güzel olduğunu sorgulamak, objektiflik için gerekli
olan bölünmeyi ihlal etmek anlamına geliyordu.
Bilimsel düşüncenin üstünlüğünden hiç kuşku duymadım. Bi­
lim yolunda ilerlerken ayrıştırmayı, algı ile fiziksel gerçekliği birbi­
rinden ayırt edebilmeyi, karmaşıklığı en küçük bileşenlerine kadar
ayırabilmeyi, kanıt ve mantık zincirine saygı duymayı, bir şeyin öte­
kinden farkını görebilmeyi, kesinliğin tadını öğrendim. Bunu yap­
tıkça daha da ustalaştım ve dünyanın en iyi botanik okullarından
birinde yüksek lisansa kabul edildim. Tabii bunda danışmanımın,
"Bir Kızılderili kıza göre etkileyici derecede başarılı oldu," diyen
tavsiye mektubunun da etkisi oldu.
Ardından yüksek lisans, doktora ve öğretim üyeliği geldi. Be­
nimle paylaşılan bilgiler için minnettarım ve dünyayla etkileşim
kurmak üzere bilimin güçlü araçlarından faydalanabilmek gibi bir
ayrıcalığa sahibim. Böylece yıldızpatı ve altınbaşakların ötesinde,
başka bitki topluluklarıyla da tanıştım. Öğretim üyeliğimin başla­
rında, bitkileri nihayet anlamışım gibi bir hisse kapıldım. Bana öğre­
tilen yaklaşımın bir benzerini kullanarak ben de botaniğin mekani­
ğini öğretmeye başladım.
Bu bana arkadaşım Holly "Yavru Ayı" Tibbetts'ın anlattığı bir
hikayeyi hatırlatıyor. Defterleri ve ekipmanıyla donanmış bir bitki­
bilimci yağmur ormanlarında yeni botanik keşifler peşindedir ve
kendisine rehberlik etmesi için bir yerliyle anlaşır. Biliminsanının
ilgi alanlarını bilen bu genç yerli, ilginç türleri göstermeye özellikle
dikkat eder. Yerlinin kapasitesini görünce şaşıran botanikçi, "Bak
sen! Bitkilerin çoğunun isimlerini biliyorsun delikanlı," diyerek onu
övmek ister. Rehber başını sallayıp gözlerini yere indirerek cevap­
lar: "Evet, bütün çalıların isimlerini öğrendim ama şarkılarını henüz
öğrenemedim."
Ben de isimleri öğretip şarkıları görmezden geliyordum.
Yıldızpatılar ve Altınbaşaklar 59

Wisconsin'de yüksek lisans yaparken, o dönemdeki eşimle bir­


likte üniversitenin arboretumuna bekçilik etmek gibi iyi bir iş bul­
muştuk. Çayırın kenarında küçük bir ev karşılığında tek yapmamız
gereken geceleri arboretumu dolaşmak, kapıların kapalı olup olma­
dığım kontrol etmek, sonra da geceyi cırcırböceklerine bırakmaktı.
Sadece bir defa, bahçecilik bölümünün garajında bir kapının ve bir
ışığın açık kaldığını gördük. Herhangi bir terslik yoktu ama yine de
eşim garajı dolaşmaya gitti, ben de bekleyip ilan panosuna boş boş
baktım. Panodaki bir gazete kupüründe, kısa süre önce kendi türü­
nün şampiyonu, en büyüğü seçilen devasa bir Amerikan karaağacı­
mn fotoğrafı vardı. Ağaca isim de verilmişti: Louis Vieux Karaağacı.
Kalbim küt küt atmaya başladı; dünyamın değişmek üzere ol­
duğunu biliyordum çünkü hayatım boyunca ismini duyduğum
Louis Vieux bir gazete kupüründen bana bakıyordu. Ninem Sha-no­
te ile birlikte Wisconsin ormanlarından Kansas çayırlarına kadar
yürüyen Potawatomi dedemizdi bu adam. Halkının lideriydi, zor
zamanlarda onlara sahip çıkmıştı. Açık bırakılan garaj kapısı ve ışık
benim için eve dönüş yolunu aydınlatıyordu. Yeniden halkıma dön­
mem için, onların kemikleri üstünde yükselen ağacın bana yaptığı
bir çağrı, uzun ve yavaş bir yolculuğun başlangıcıydı bu.
Bilim yolunda ilerlemek için yerli halkımın bilgi yolundan
uzaklaşmıştım. Ama dünya bir şekilde adımlarınıza rehberlik edi­
yor. O dönemde, durup dururken gibi görünmekle birlikte aslında
öyle olmayan bir şekilde, geleneksel bitki bilgilerini konuşmak üze­
re yaşlı yerlilerle yapılacak küçük bir sohbet toplantısına davet edil­
dim. Bu ihtiyarlardan biri de asla unutmayacağım, hayatı boyunca
bir gün olsun üniversitede botanik dersi görmemiş bir Navajo ka­
dındı; saatlerce anlattı ve ben her bir kelimesine sımsıkı tutundum.
Vadisindeki bütün bitkileri tek tek, isim isim saydı. Her birinin ne­
rede yaşadığını, ne zaman tomurcuklandığını, hangi bitkinin yanın­
da yaşamayı sevdiğini ve aralarındaki ilişkileri, yemişlerini kimle­
rin yediğini, liflerinden kimlerin yuva yaptığını, nelere şifa olduğu­
nu anlattı. Aynı zamanda bu bitkilerin hikayelerini, yaratılış efsane­
lerini, isimlerinin kaynağını, bize ne anlattıklarını da paylaştı. Gü­
zellikten bahsediyordu bu kadın.
60 Bitkilerin Ruhu

Kelimeleri, çilek topladığım günlerde bildiklerime beni geri gö­


türen birer rehber oldu. Anlayışımın ne kadar sığ olduğunu fark et­
tim. Onun bilgisi ise çok daha derindi, kapsamlıydı ve insanların
anlama biçimlerinin hepsiyle bağlantılıydı. Yıldızpatılar ile altınba­
şakları o anlatabilirdi bana. Doktorasını yeni bitirmiş biri için bu çok
utanç vericiydi. Çaresizce bilime terk ettiğim diğer öğrenme yolları­
nı yeniden kazanma sürecimin başlangıcıydı. Yemeklerin evimizde­
ki otlarla çeşnilendirildiği bir şölene davet edilmiş, aç bir göçmen
gibi hissediyordum kendimi.
Başladığım yere, güzellik meselesine dönmüştüm. Bilimin sor­
madığı sorulara döndüm; bu sorular önemsiz oldukları için değil,
bir bilme yöntemi olarak bilim çok sınırlı kaldığı için sorulmuyor­
du. Danışmanım daha iyi bir akademisyen olsaydı bu soruları yok
saymak yerine heyecanla kucaklardı. Oysa bana sadece güzel baka­
nın güzel göreceği gibi basmakalıp bir laf etti ve bilim gözlemci ile
gözleneni ayırdığı için, güzelliğin tanımı gereği geçerli bir bilimsel
soru olamayacağını söyledi. Sorularımın, bilimin sahasından çok
daha büyük olduğunu söylemesi gerekiyormuş aslında.

Hocam, özellikle de mor ve sarı söz konusu olduğunda, güzel


bakanın güzel göreceğini söylemekte haklıydı. İnsanlarda renk algı­
sı, retinamızdaki çubuk ve koni reseptör hücrelerine bağlıdır. Koni
hücrelerin işi, farklı dalga boylarındaki ışıkları emerek yorumlan­
mak üzere beynin görsel korteksine aktarmaktır. Gözle görebilece­
ğimiz ışık tayfı, yani renk gökkuşağı öylesine geniştir ki renkleri
ayırt etmenin en etkili aracı, her renkten anlayan bir koni hücresi
değil, her biri belirli dalga boylarının emilimine göre ayarlanmış, bir
dizi uzman hücredir. İnsan gözünde bu türde üç farklı hücre çeşidi
bulunur. Bunlardan biri kırmızı ve benzeri dalga boylarının tespi­
tinde uzmandır. Biri mavide uzmanlaşmıştır. Diğeri de en çok iki
rengin ışığını algılar: mor ve sarı.
İnsan gözü bu renkleri tespit edip beyne sinyal göndermek için
kusursuz bir yapıdadır. Bu bilgi, neden bu renkleri güzel olarak ta­
nımladığımı değil, bu renk kombinasyonunun neden dikkatimi ta­
mamen kendisine çektiğini açıklıyor. Sanatçı dostlarıma mor ve sarı­
nın gücünü sorduğumda beni hemen renk çarkına yönlendirdiler: Bu
Yıldızpahlar ve Altınbaşaklar 61

iki renk, her ne kadar doğaları tamamen farklı olsa da birbirini ta­
mamlıyordu. Renk paletinde ikisini bir arada kullanınca her biri daha
da canlanıyor, birbirlerinin rengini daha da belirgin hale getiriyorlar­
dı. Hem biliminsam hem de şair olan Goethe renk algılama konusun­
da 1890' da yazdığı bir eserde, "Birbirlerinin tam karşısında bulunan
renkler ... gözümüzde birbirlerini karşılıklı olarak güçlendiren renkler­
dir," yazmışh. Mor ve sarı, renk çarkında karşılıklı duruyor.
Gözlerimiz bu dalga boylarına karşı öylesine hassastır ki koni­
ler aşırı doygunluğa ulaşır ve bu uyaranlar başka hücrelere doğru
kayarlar. Tanıdığım bir baskı resim ustası, sarı renk blokuna uzun
süre baktıktan sonra gözlerinizi beyaz kağıda çevirdiğinizde bir
süre için bu kağıdı mor göreceğinizi göstermişti bana. Renkli ardıl
görüntü (artimaj) adı verilen bu olgunun sebebi, mor ile sarı renk
pigmentleri arasında enerji karşılıklılığı olmasıydı ve altınbaşaklar
ile yıldızpatılar bunu bizlerden çok daha önce biliyordu.
Danışman hocam haklıysa, benim gibi birini böylesine mutlu
eden bir görsel etki, çiçekler açısından tamamen alakasız olabilir.
Onların kendilerini göstermek istedikleri canlı, polinasyon için ge­
len arılar olabilir ancak. Arılar, morötesi ışınlar gibi fazladan tayf
algılama yetenekleri sayesinde çoğu çiçeği bizden daha farklı algı­
lar. Yine de anlaşıldığı kadarıyla altınbaşaklar ve yıldızpatılar arı ve
insan gözüne hemen hemen aynı şekilde görünüyor. İki canlı türü
de bu bitkilerin güzel olduğunu düşünüyor. Bir arada yetişmeleriy­
le oluşan çarpıcı kontrast, bütün çayırdaki en cazip hedef, arılar için
bir işaret feneri olmalarım sağlıyor. Bir arada yetiştiklerinde, tek
başlarına olmalarına kıyasla daha fazla polinasyon imkanları doğu­
yor. Bu, sınanabilir bir hipotez; bir bilim meselesi, bir sanat meselesi
ve bir güzellik meselesi.
Neden bir aradayken güzeller? Bu aynı anda hem maddi hem
de manevi bir olgu çünkü bunu anlayabilmek için bütün dalga boy­
larına, bu dalga boyları için de derinlik algısına ihtiyacımız var.
Dünyaya gereğinden uzun bir süre bilimin gözlerinden bakarsam
geleneksel bilginin ardıl görüntüsünü buluyorum. Bilim ile gele­
neksel bilgi birbirlerinin mor ve sarısı, altınbaşağı ve yıldızpatısı
olabilir mi? İkisini bir arada kullandığımızda dünyayı daha bütün­
cül görüyoruz.
62 Bitkilerin Ruhu

Kuşkusuz alhnbaşak ve yıldızpatı meselesi gerçekten öğren­


mek istediğim şeyin bir simgesiydi. İlişkilerin, bağlanhlann mima­
risini anlamak için yanıp tutuşuyordum. Bunları bir arada tutan in­
cecik bağları görmek istiyordum. Ve dünyayı neden sevdiğimizi, en
sıradan bir çimenliğin bile insanı hayretten nasıl altüst edebildiğini
öğrenmek istiyordum.
Biz botanikçiler, bitki peşinde ormana ya da tarlalara çıkacağı­
mız zaman buna yağmaya gitmek deriz. Aynı şeyi yazarlar yapınca
buna da mecaz yağmasına gitmek dememiz gerekir ve her ikisi için de
toprak çok bereketli. Her ikisine de ihtiyacımız var; biliminsanı ve
şair Jeffrey Burton Russell, "Daha derin bir gerçeğin işareti olan me­
cazlar ayinlere çok benzer. Çünkü gerçekliğin uçsuz bucaksızlığı ve
zenginliği, açık bir ifadeyle anlahlamaz," diye yazmış.
Amerikan yerlisi akademisyen Greg Cajete, yerlilerin bilme
yöntemlerine göre, bir şeyi ancak varlığımızın dört unsuruyla bir­
den anlayabildiğimizde gerçekten kavramış olacağımızı yazar: zi­
hin, beden, duygu ve ruh. Biliminsanı olmak üzere eğitim almaya
başladığımda, bilimin bu unsurlardan sadece birine, belki de ikisine
öncelik verdiğini gördüm: zihin ve beden. Bitkiler hakkında her şeyi
öğrenmek isteyen bir genç olarak bunu sorgulamadım. Ama güzel­
lik yolunu ancak bütün haldeki insan bulabilir.
Bir ayağımı bilim dünyasına, diğerini de yerlilerin dünyasına
koyarak ikisi arasında acemice ve tehlikeli bir şekilde sallanıp dur­
duğum bir dönem oldu. Sonra uçmayı öğrendim. En azından dene­
dim. Farklı çiçekler arasında dolaşmayı, ikisinden de nektar içip
polen toplamayı bana arılar öğretti. İşte bu çapraz polinasyon dansı,
yeni bir bilgi türü ve dünyada var olmanın yeni bir yolunu üretebi­
lir. Sonuçta iki dünya yok, sadece bu güzel, yeşil yerküremiz var.
Mor ile altın rengini buluşturan eylül ayı, karşılıklılığın can bul­
duğu bir aydır; birinin güzelliğini diğerinin ışığının aydınlahnası
tam bir bilgeliktir. Bilim ve sanat, madde ve ruh, yerli bilgileri ile
Batı bilimi birbirlerinin altınbaşakları ve yıldızpatıları olabilir mi?
Onların yanındayken güzellikleri benden de bir karşılık bekliyor;
onları tamamlayan renk olmamı, karşılığında onlara güzel bir şey
sunmamı istiyor.
CANLILARIN DİLİNİ ÖĞRENMEK

Bir yerin yerlisi olmak için dillerini konuşmayı öğrenmek gerekir.

Dinlemek, yumuşacık çam iğneleriyle dolu bir kuytuda ağaç kökle­


rinin kıvrımlarının arasına yerleşmek, sırtımı Veymut çamının göv­
desine yaslamak, kafamın içindeki sesleri susturup dışarıdaki sesle­
ri duyabilmek için buraya geliyorum: çam iğnelerinin arasındaki
rüzgarın şşşşş sesi, taşların üzerinden damlayan su, sıvacıkuşunun
tıkırtısı, orman gelengilerinin toprağı kazışı, kayın yemişlerinin dü­
şüşü, kulağımda vızıldayan sivrisinek ve bir başka şey daha - ben
olmayan, dille ifade edemediğimiz, başka canlıların bizi asla yalnız
bırakmayan sözsüz varlıkları. Kalbimin atışından sonraki ilk lisa­
nım buydu.
Bütün gün oturup dinleyebilirim. Ve bütün gece. Ve gece orada
olmayan krem rengi bir mantar, ben farkına bile varmadan, geçtiği
yolun ıslaklığıyla parlamaya devam ederek, yerdeki çam iğneleri­
nin arasından yükselip sabahleyin karanlıktan aydınlığa çıkmış ola­
bilir. Puhpowee.
Vahşi doğayı dinlerken, bize ait olmayan bir dildeki sohbetlere
kulak misafiri oluruz. Şimdi şimdi düşünüyorum da beni bilime
64 Bitkilerin Ruhu

yönlendiren şey ormanda duyduğum bu dili anlama, zamanla bota­


nik lisanım akıcı bir şekilde öğrenme arzusu olabilir. Ormanın dilini
bitkilerin diliyle karışhrmamak gerekir. Ama bu arada bir başka dili,
dikkatli gözleme ve her bir küçük parçaya özel bir isim vermeye da­
yalı bilim dilini de öğrendim. İsim verip tanımlayabilmek için önce
görmeniz gerekir ve bilim, görme yeteneğinizi parlahr. İkinci lisanım
olan bu dilin gücünü kutsuyorum. Ama kelime dağarcığının zengin­
liğine ve tanımlayıcı gücüne karşın eksik bir şey var burada, dünyayı
dinlediğiniz zaman etrafınızı kuşatan şeyin ta kendisi eksik. Bilim,
varlıkları en ufak işlevsel parçalarına ayıran mesafeli bir dil; nesnele­
rin dili. Biliminsanlarının konuştuğu dil her ne kadar kesin olsa da
derin bir gramer hatasına, bir eksikliğe, bu kıyıların yerli dillerinden
tercüme edilmeden kalmış büyük bir kayba dayanıyor.
Bu kayıp dili ilk kez kendi lisammdaki Puhpowee kelimesiyle
fark ettim. Bu kelimeyi ilk kez Anishinaabe yerlilerinden etno-bota­
nikçi Keewaydinoquay'in halkımızın geleneksel mantar kullanım­
larına ilişkin bir bilimsel eserinde gördüm. Puhpowee'nin "mantarla­
rın bir gecede topraktan çıkmasına sebep olan güç" anlamına geldi­
ğini yazmıştı Keewaydinoquay. Bir biyolog olarak, böyle bir kelime­
nin varlığı karşısında sarsılmıştım. Kapsamlı teknik kelime dağarcı­
ğına karşın Batı biliminde böyle bir terim, bu gizemi içeren tek bir
sözcük yoktu. Özellikle biyologların yaşamın her noktası için söz­
cüklerinin olduğu zannedilir. Ama bilimsel terminolojimiz sadece
bilgimizin sınırlarını tanımlamakta kullanılır. Anlayamadıklarımız
isimsiz kalır.
Bu yeni sözcükteki üç hecede, ormanın nemli sabahında yapı­
lan yakın gözlem sürecinin tamamını, İngilizcede hiçbir karşılığı
olmayan bir kuramın formülasyonunu görebiliyordum. Bu sözcüğü
üretenler, her şeye hayat veren görünmez enerjilerle dolu bir varlık
dünyasını anlamışlardı. Yıllar yılı bu sözcüğü içimde bir hlsım gibi
taşıdım ve mantarların yaşam gücüne ayrı bir isim veren insanlarla
karşılaşmayı arzuladım. Konuşmak istediğim dil, içinde Puhpowee
sözcüğünü barındıran dildi. Bu yüzden de "yükselme, ortaya çık­
ma" anlamına gelen bu kelimenin atalarıma ait olduğunu öğrenince
bunu bir işaret olarak yorumladım.
Canlıların Dilini Öğrenmek 65

Farklı bir geçmiş yaşanmış olsaydı, bir Anishinaabe dili olan Bo­
dewadmimwin ya da Potawatomi'yi konuşabiliyor olurdum. Ama
Amerika kıtalarındaki üç yüz elli yerli dilinin çoğu gibi Potawatomi
de tehdit altında ve ben de İngilizce konuşuyorum. Asimilasyon po­
litikaları işe yaradı; anadilde konuşmanın yasaklandığı devlet yatılı
okullarına giden Kızılderili çocukların ağızlarından kendi dilleri si­
lindikçe bu dili duyma imkanımız kalmadı. Dokuz yaşında küçücük
bir çocukken ailesinden koparılan dedem gibi çocuklar... Bu geçmiş
sadece sözcüklerimizi değil, halklarımızı da parçaladı. Bugün halkı­
mın bölgesinden uzakta yaşıyorum; yani dili bilsem de konuşacak
kimsem olmayacaktı. Ama birkaç yıl önce, yıllık buluşmamızda bir
dil kursu açıldı ve dinlemek için hemen çadıra girdim.

Bu kurs büyük heyecan uyandırmıştı çünkü kabilemizde dili­


mizi akıcı konuşabilenlerin hepsi ilk defa öğretmen olarak orada
bulunacaktı. Katlanır sandalyelerden oluşmuş çemberin ortasına
davet edildiklerinde ağır ağır geldiler - bastonlarla, yürüteçlerle, te­
kerlekli sandalyelerle; sadece birkaçı kendi başına yürüyebiliyordu.
Sandalyelere otururlarken tek tek saydım. Dokuz. Dilimizi akıcı ko­
nuşabilen dokuz kişi. Bütün dünyada. Binlerce yıllık dilimizi konu­
şanlar dokuz sandalyeye sığıyor. Yaratılış'ı yücelten, eski hikayele­
rimizi anlatan, atalarıma ninni olan sözcükler artık dokuz ölümlü
erkeğin ve kadının dilindeydi sadece. Sırayla her biri, öğrencilerden
oluşan küçük grubumuza hitap etti.
Uzun, kır saçları örülü bir adam, Kızılderili aracılar çocukları
almaya geldiğinde annesinin kendisini nasıl sakladığını anlattı.
Dere kenarındaki bir tümseğin altına saklanıp su sesinin hıçkırıkla­
rım bastırması sayesinde yatılı okuldan kurtulmuştu. Diğerleriyse
yakalanmıştı ve "o pis Kızılderili dilini konuştukları" için ağızları
sabunla ya da daha korkunç şeylerle temizlenmişti. Bir tek o, evde
kalıp bitkilere ve hayvanlara Yaratıcı'mn verdiği isimlerle seslenme­
ye devam edebildiği için dilin taşıyıcısı olarak orada bulunuyordu.
Asimilasyon çarkı iyi işlemişti. Gözleri alev alev, "Yolun sonuna gel­
dik. Bir tek biz kaldık. Siz gençler dilimizi öğrenmezseniz ölecek.
Misyonerler ve Amerikan devleti sonunda kazanacak," dedi.
66 Bitkilerin Ruhu

Çemberdeki bir nine yürütecini mikrofona yaklaşhrdı. "Kaybe­


deceğimiz şey sadece sözcükler değil," dedi. "Dilimiz, kültürümü­
zün kalbidir; düşüncelerimizi, dünyayı görme biçimimizi taşır. İngi­
lizcenin açıklayamayacağı kadar güzeldir." Puhpowee.
Konuşmacıların en genci olan yetmiş beş yaşındaki Jim Thun­
der, sadece Potawatomi dilinde konuşan, ciddi, esmer, tombul bir
adam. Ağırbaşlı bir tavırla söze başladı ama dinleyicilere ısındıkça
sesi, huş ağaçlarının arasında dolaşan rüzgar gibi havalandı ve elle­
ri bütün hikayeyi anlatmaya başladı. Giderek canlandı, ayağa kalk­
tı; tek kelime anlamasak da kendimizden geçmiş halde, sessizce
dinledik. Hikayesinin kilit noktasına gelmiş gibi durakladı ve bir
beklentiyle dinleyicilere baktı. Arkasındaki ninelerden biri kıkırda­
yarak eliyle ağzını kapattı ve Jim'in o ciddi surah, olgunluktan çat­
lamış bir karpuz gibi büyük ve tatlı bir gülümsemeyle kaplandı.
Kahkahalar içinde öne büküldü, nineler de karınlarını tuta tuta gü­
lüyor, gözlerinden yaşlar geliyordu; bizler ise şaşkınlıkla bakıyor­
duk. Kahkahalar dinince Jim nihayet İngilizce konuştu: "Hiç kimse
anlayamazsa şakaların hali ne olur? Sözcükler güçlerini kaybedince
ne kadar da yalnızlaşırlar. Nereye gidecekler? Bir daha asla anlatıla­
mayacak öteki hikayelerin yanına."
İşte bu yüzden evimin her yerinde, sanki yurtdışına gitmeye
hazırlanıyormuşum gibi, üstü başka bir dilde sözcüklerle dolu not
kağıtları asılı. Ama yurtdışına gitmiyorum, yurduma dönüyorum.

Arka kapının üstündeki sarı not kağıdında Ni pi je ezhyayen?


yazıyor. Ellerim dolu, araba çalışıyor ama elimdeki torbayı diğer ta­
rafa alıp cevap yazmaya vakit ayırıyorum. Odanek nde zhya, çarşıya
gidiyorum. Ve bunu hep yapıyorum - işe, derse, toplantıya, banka­
ya, markete gidiyorum. Bütün gün ve bütün akşam, içine doğdu­
ğum, dünya nüfusunun yüzde 70'inin kullandığı, en faydalı, mo­
dern dünyada en zengin kelime dağarcığına sahip olduğu söylenen
güzel bir dilde konuşuyor ve yazıyorum. Gece sessiz sakin evime
döndüğümde ise dolap kapısında sadık bir not kağıdı beni bekliyor.
Gisken I gbiskewagen! Ve ben de paltomu çıkarıyorum.
Üstünde emkwanen ve nagen etiketleri olan dolaplardaki malze­
meleri çıkarıp yemek yapıyorum. Evdeki eşyalarla Potawatomi di-
Canlıların Dilini Öğrenmek 67

linde konuşan bir kadına dönüştüm. Telefon çaldığında not kağıdı­


na artık hemen hemen hiç bakmadan giktogan'ı dopnen ediyorum.
Karşımdaki ister avukatım ister arkadaşım olsun, İngilizce konuşu­
yor. Haftada bir, Batı Yakası'ndaki kız kardeşim arayıp Bozho diyor.
Moktthewenkwe nda - sanki kim olduğunu söylemesine gerek varmış
gibi; başka kim Potawatomi dilinde konuşuyor ki? Konuşuyor de­
mek biraz abartılı olur. Aslında tek yaptığımız yalan yanlış cümleler
yumurtlayıp konuşmayı parodiye çevirmek: Nasılsın? İyiyim. Çar­
şıya git. Kuşlara bak. Kırmızı. Pişi güzeldir. Maskeli Süvari'deki Kı­
zılderili Tonto'nun Hollywood işi diyaloglarına benziyor. "Ben var
Kızılderili iyi konuşmak." Nadiren de olsa düşüncelerimizi hiç de­
ğilse yarı yarıya ifade edebildiğimizde, boşlukları doldurmak için
ortaokulda öğrendiğimiz İspanyolca kelimeleri aralara serpiştiriyor,
bu lisana da İspanwatomi diyoruz.
Salı ve perşembe günleri Oklahoma saatiyle öğlen 12.lS'te, ka­
bile merkezinden yapılan İnternet yayım üzerinden Potawatomi dil
dersine katılıyorum. Ülkenin her yerinden yaklaşık on kişi oluyo­
ruz. Hep birlikte sayı saymayı, tuzu uzatır mısın demeyi öğreniyo­
ruz. Birisi, "Tuzu uzatır mısın lütfen, nasıl denir?" diye soruyor.
Kendini dilimizin yeniden canlanmasına adamış genç öğretmeni­
miz Justin Neely, teşekkür etmek için birden fazla sözcük olmasına
karşın, lütfen anlamında bir sözcük olmadığım söylüyor. Yiyecekler
paylaşmak için olduğundan, fazladan kibarlığa gerek yok; saygıyla
istemek zaten kültürel bir kod. Misyonerler ise bu sözcüğün olma­
yışım, kaba tavırların bir başka kanıtı olarak değerlendirmiş.
Çoğu gece, sınav kağıdı okumam ya da fatura ödemem gerekir­
ken bilgisayar başına geçip Potawatomi dil testleri yapıyorum. Ay­
lar sonra nihayet anaokulu seviyesindeki sözcükleri öğrendim ve
artık hayvan resimlerini yerli dilindeki sözcüklerle doğru şekilde
eşleştirebiliyorum. Çocuklarıma resimli kitaplar okuduğum döne­
mi hatırlatıyor bu bana. "Sincabı gösterir misin? Tavşan nerede?"
Yine de kendi kendime aslında buna ayıracak vaktim olmadığım,
üstelik levrek ve tilkinin karşılıklarını bilmem gerekmediğini söylü­
yorum. Kabilemiz diaspora yüzünden dört bir yana dağılmışken
kiminle konuşacağım ki?
68 Bitkilerin Ruhu

Öğrendiğim bazı cümleler tam köpeğime göre. Otur! Ye! Bura­


ya gel! Sessiz ol! Ama köpeğim İngilizcede bile bu komutlara nadi­
ren uyduğu için ona çift dilde eğitim vermeyi düşünmüyorum.
Bana hayranlık duyan bir öğrencim bir defasında anadilimi konu­
şup konuşamadığımı sormuştu. İçimden, "Ah, evet, evde Potawato­
mi dilinde konuşuyoruz," demek gelmişti - ben, köpek ve yapış­
kanlı not kağıtları. Öğretmenimiz ise cesaretimizi kaybetmememizi
söyleyip kullandığımız her sözcük için bize teşekkür ediyor - tek bir
kelime bile söylesek dilimize yaşam enerjisi üflediğimiz için teşek­
kürlerini sunuyor. "Ama konuşacak kimsem yok," diye şikayet etti­
ğimde, "Hiçbirimizin yok, ama bir gün olacak," diyerek içimi rahat­
latıyor.
Ben de sorumluluk bilinciyle kelimeleri öğreniyorum ama yatak
ya da lavabo gibi sözcükleri Potawatomi diline çevirirken "kültürü­
müzün kalbi"ni görmekte zorlanıyorum. İsimleri öğrenmek kolaydı;
ne de olsa botanikçi olarak binlerce Latince isim ve bilimsel terimi
öğrenmiştim. Bunun da çok farklı olmayacağım düşünüyordum - bi­
rebir eşleştirme, ezber. En azından kağıt üzerinde, harfleri gördüğü­
nüz sürece bu doğru. Dili duymak ise bambaşka bir mesele. Alfabe­
mizde daha az sayıda harf var, bu yüzden de yeni başlayan birinin
sözcükleri ayırt etmesi kolay değil. Zh, mb, shwe, kwe ve mshk gibi ha­
rika sessiz harf kümeleri sayesinde dilimiz çamların arasındaki rüz­
gar, taşların üstünden akan su gibi sesler üretiyor; geçmişte kulakları­
mız bu seslere aşinalık geliştirmiş olabilir ama artık durum farklı.
Bunları yeniden öğrenebilmek için gerçekten dinlemek gerekiyor.
Gerçekten konuşabilmek için ise tabii ki fiiller gerekiyor ve anao­
kulu seviyesindeki isim bilgim işte bu noktada işe yaramaz oluyor.
Nesnelere fazlasıyla takıntılı bir kültüre uygun şekilde, İngilizce
isim odaklı bir dil. İngilizcedeki sözcüklerin sadece yüzde 30'u fiil
ama Potawatomi' de bu oran yüzde 70. Yani sözcüklerin yüzde
70'inin çekimleri, iyice öğrenilmesi gereken farklı zaman kipleri ve
halleri var.
Avrupa dilleri genellikle isimlere cinsiyet atfeder ama Potawa­
tomi dilinde dünya eril ve dişi olarak ayrılmıyor. İsimler de fiiller de
canlı ya da cansız. Kişiler için kullanılan bir sözcük uçak için bam-
Canlıların Dilini Öğrenmek 69

başka bir şekilde kullanılıyor. Zamirler, tanımlayıcılar, çoğullar, işa­


ret zamirleri, fiiller - ortaokuldaki İngilizce derslerinde asla doğru
dürüst yapamadığım bütün bu sözdizim bileşenleri, Potawatomi
dilinde canlı dünya ve cansız dünyadan bahsederken bambaşka şe­
killerde sıralanıyor. Bahsettiğiniz şeyin canlı olup olmamasına göre
fiil formları, çoğullar, her şey değişiyor.
Dilimizi konuşan sadece dokuz kişi kalmasına şaşmamak ge­
rek! Çabalıyorum ama o kadar karmaşık ki başım çatlıyor, kulakla­
rım birbirinden çok farklı anlama gelen sözcükleri ayırt edemiyor.
Öğretmenlerden biri pratik yaptıkça her şeyin yoluna gireceğini
söylerken yaşlılardan biri de birbirine yakın kullanımların dilin do­
ğasında olduğunu kabul ediyor. Bilginin koruyucusu ve büyük öğ­
retmen Stewart King'in de söylediği gibi, Yaratıcı bizim gülmemizi
istediği için sözdizime biraz espri katmış. Diliniz azıcık sürçse,
"Daha fazla odun lazım," yerine "Elbiselerini çıkar," diyebiliyorsu­
nuz. Hatta öğrendiğime göre mistik Puhpowee sözcüğü sadece man­
tarlar için değil, gece gizemli bir şekilde kabarıveren başka şeyler
için de kullanılıyormuş.
Bir Noel'de kız kardeşim bana, üstlerinde Potawatomi'yle ya­
kın akraba olan Ojibwe ya da Anishinabemowin dilinde sözcükler
yazılmış mıknatıslı buzdolabı süsleri hediye etti. Tanıdık kelimeler
bulmak için hepsini mutfak masasının üstüne dizdim ama baktıkça
kaygılarım daha da arttı. En az yüz tane sözcüğün içinde tanıdığım
tek bir tane vardı: Megwech, teşekkürler. Aylardır süren çabamın ge­
tirdiği ufacık başarı hissi de o anda buharlaşıp yok oldu.
Mıknatıslı buzdolabı süslerindeki sözcükleri anlayabilmek için
yine kız kardeşimin gönderdiği Ojibwe sözlüğüne baktım ama telaf­
fuzların hepsi birbirini tutmuyordu, sözcükler çok küçük puntolar­
la yazılmıştı ve tek bir sözcük için çok fazla çekim vardı; bu işin
aşırı zor olduğunu düşünüyordum. Beynimdeki ipler düğüm ol­
muştu ve ne kadar uğraşırsam o kadar sıkılaşıyordu bu düğüm.
Sayfalar bulanıklaştı, gözüme bir kelime takıldı - tabii ki bir fiildi
bu: "Cumartesi olmak". Of!! Sözlüğü fırlatıp attım. Cumartesi diye
fiil mi olurdu? Bunun isim olduğunu herkes bilirdi. Sözlüğü tekrar
alıp başka sayfalara da baktım ve karşıma çıkan her şey fiildi: "tepe
70 Bitkilerin Ruhu

olmak", "kırmızı olmak", "uzun bir kumsal olmak". Sonra parma­


ğım wiikwegamaa sözcüğünde durdu: "Koy olmak". "Çok saçma!"
diye söylendim içimden. "Bu kadar karmaşık hale getirmek hiç
manhklı değil. Kimsenin bu dili konuşmamasına şaşmamak gerek.
Külfetli bir dil, öğrenmesi imkansız, üstelik her şey yanlış. Koy de­
diğin bir kişi, yer ya da şey olabilir ancak - isim olur yani, fiil değil."
Vazgeçmek üzereydim. Birkaç kelime öğrenmiştim, dedemden çalı­
nan lisana karşı vazifemi yerine getirmiştim. Ah, yatılı okullardaki
misyonerlerin ruhları yaşadığım hayal kırıklığını görünce neşeyle
ellerini ovuşturuyor olmalıydılar. "Pes edecek," diyorlardı.
Birden beynimdeki sinapsların cızırtısını duyduğuma yemin
edebilirim. Bir elektrik akımı kolumdan inip parmağıma ulaştı ve o
tek sözcüğün olduğu sayfayı resmen yaktı. O anda koydaki suların
kokusunu alabiliyor, dalgaların kıyıya vuruşunu görebiliyor, ku­
mun üzerinde çıkardığı sesi duyabiliyordum. Koy, ancak su ölüyse
isim olur. Koy isim halindeyse, insanlar tarafından tanımlanmış, kı­
yıların arasında hapsolmuş, sözcüğün içine sıkıştırılmış demektir.
Ama wiikwegamaa -koy olmak- fiili, suları bu sıkışmışlıktan kurtarır
ve yaşamasına izin verir. "Koy olmak", yaşayan suyun o an için kı­
yıların arasına sığınmaya, boylu mazı kökleriyle ve yavru ördek sü­
rüleriyle sohbet etmeye karar verdiğini anlatan bir mucizedir. İstese
başka türlüsünü de yapabileceği, bir dere veya okyanus veya şelale
de olabileceği için bu durumlarda kullanılabilecek fiiller de var.
Tepe olmak, kumsal olmak, cumartesi olmak... Her şeyin canlı oldu­
ğu bir dünyada bunların hepsi olası fiiller. Su, toprak, hatta günler
- dünyanın canlılığına, her şeyin içinde, çamların, sıvacıkuşlarının,
mantarların içinde atan nabza, yaşama ayna tutan bir dil. Ormanda
duyduğum dil bu; etrafımızda olup bitenlerden, çoğalanlardan bah­
setmemizi sağlayan dil bu. Ve yatılı okulların izleri, sabun kullanan
misyonerlerin hayaletleri bozguna uğrayıp başlarını öne eğiyor.
Canlılığın dilbilgisi bu. Ninenizin üstünde önlükle ocağın ba­
şında durduğunu ve onun hakkında, "Bak, bu şey çorba yapıyor. Bu
şeyin saçları kırlaşmış," dediğinizi düşünün. Böyle bir hata karşısın­
da kıs kıs gülebiliriz ama aynı zamanda tüylerimiz diken diken de
olabilir. Ailemizin herhangi bir üyesine, daha doğrusu hiçbir insana
Canlıların Dilini Öğrenmek 71

şey demeyiz. Bu büyük bir saygısızlık anlamına gelir. İnsanı kişili­


ğinden ve akrabalık bağlarından koparır, bir nesneye dönüştürür.
Potawatomi dilinde ve diğer yerli dillerinin çoğunda, ailemiz için
kullandığımız sözcükleri tüm canlı dünya için de kullanıyoruz.
Çünkü onlar bizim ailemiz.
Dilimizin grameri, canlılık kavramım hangi çerçevede belirli­
yor? Tabii ki bitkiler ve hayvanlar canlı, ama dili öğrendikçe, Po­
tawatomi'de canlılık anlayışının, Biyoloji 101 dersinde öğrendiği­
miz canlı olma özelliklerinden farklılaştığını keşfediyorum. Po­
tawatomi 101 dersinde öğrendiğime göre taşlar, kayalar, dağlar, su,
ateş ve mekanlar canlı. İçinde ruh olan varlıklar, kutsal ilaçlarımız,
şarkılarımız, davullarımız, hatta hikayelerimiz bile canlı. Cansızla­
rın listesi ise daha kısa ve insan eliyle yapılan nesnelerden oluşuyor.
Masa gibi cansız bir nesne için "Bu nedir?" sorusunu soruyoruz. Ce­
vap ise Dopwen yewe. Bu masadır. Ama elma için "Bu varlık kimdir?"
diye sormamız gerekiyor. Ve cevap Mshimin yawe. Bu varlık elmadır.
Yawe - canlılar için olmak fiili. İçinde yaşam ve ruh barındıranlar
için yawe dememiz gerekiyor. Eski Ahit'teki Yahve (Yehova) ile Yeni
Dünya'daki yawe'nin aynı hürmetle söylenmesini nasıl bir dilbilim­
sel kesişmeyle açıklayabiliriz? Olmanın, içinde yaşamın nefesini ba­
rındırmanın, Yaratılış'ın tohumu olmanın anlamı tam da bu değil
mi? Her cümlemizde dil bize, canlı dünyayla olan akrabalığımızı
hatırlatıyor.
İngilizce, canlı varlıklara saygı konusunda pek fazla araç sun­
muyor. Bu dilde ya insan ya da nesnesinizdir. Başka bir canlının var­
lığına ilişkin sözcükler nerede? Yawe nerede? Ahlaki kapsam konu­
sunda epeyce kafa yoran ahlakbilimci arkadaşım Michael Nelson,
insan olmayan canlılarla çalışan bir saha biyoloğundan bahsetti
bana. Bu kadının yoldaşlarının çoğu iki bacaklı değil, dolayısıyla da
kullandığı dil, bu ilişkileri kapsayacak şekilde değişmiş. Geyik izle­
rine bakmak için eğildiğinde, "Bu sabah birileri bu yoldan gitmiş,"
demeye başlamış. Şapkasına giren geyik sineğini kovarken, "Biri
şapkama girmiş," diyormuş. Bir şey değil, biri.
Öğrencilerimle birlikte ormana gittiğimde, bitkilerin hediyele­
rini ve onlara isimleriyle seslenmek gerektiğini öğretirken kullandı-
72 Bitkilerin Ruhu

ğım dile dikkat etmeye, bilimin söz dağarcığı ile canlılığın dilini bir
arada kullanmaya özen gösteriyorum. Varlıkların bilimsel görevle­
rini ve Latince isimlerini öğrenmeleri gerekiyor ama aynı zamanda
onlara, dünyada insan olmayan varlıkların da yaşadığını, ekoteolog
Thomas Berry'nin yazdığı gibi, "kainatın bir nesneler koleksiyonu
değil, özneler topluluğu olduğunu" öğretebilmeyi de umuyorum.
Bir öğleden sonra saha ekolojisi öğrencilerimle birlikte bir wi­
ikwegamaa altında otururken canlılığın dili meselesini onlarla pay­
laştım. Ayaklarını tertemiz suya sokup çırpmakta olan Andy en
önemli soruyu sordu. Bu dilbilimsel ayrıma odaklanıp, "Bir daki­
ka," dedi. "Bu durumda İngilizce konuşmak, İngilizce düşünmek
bir anlamda doğaya saygısızlık etme hakkı mı veriyor bize? Bizden
başka hiç kimseye canlı olma hakkı vermiyoruz. Şey sözcüğünü hiç
kullanmasak işler çok daha farklı olmaz mıydı?"
Bu fikre kapılıp giden Andy aydınlandığını söyledi. Bence daha
ziyade hatırladığını söylemek mümkün. Dünyanın canlılığı zaten
bildiğimiz bir şeydir ama canlılığın dili sadece yerli halklar için de­
ğil, herkes için tükenme noktasına geldi. Yeni yeni konuşan çocuk­
larımız bitki ve hayvanlardan insan gibi bahseder, onlara benlik,
amaç ve şefkat kazandırır - ta ki biz onlara bunu yapmamalarını
öğretene dek. Onları hemen yeniden eğitir ve unutmalarını sağlarız.
Ağacın kim değil, şey olduğunu söylediğimizde, o akçaağacı bir nes­
neye dönüştürürüz; aramıza bir set çekeriz, kendimizi ahlaki so­
rumluluktan sıyırır, sömürünün kapısını aralarız. Şey dediğimiz
anda canlı toprak "doğal kaynak" oluverir. Bir akçaağaç şey ise, eli­
mize testere alabiliriz. Ama bir akçaağaç kim ise, testereyi almadan
önce bir kez daha düşünürüz.
Bir başka öğrencim, Andy'nin iddiasına karşı çıktı. "Ama o za­
man antropomorfizm yapmış oluruz, insani özellikleri insan olma­
yan bir varlığa aktarırız." Bu gençler bir nesneye, inceledikleri bir
başka canlı türüne asla insani özellikler atfetmeme konusunda çok
net bilgilendirilmiş, iyi eğitimli biyologlardı. Bu büyük bir hata ola­
rak kabul edilir, çünkü objektifliğin yok olmasına yol açar. Carla,
"Ayrıca hayvanlara da saygısızlık olur bu," dedi. "Kendi algılarımı­
zı onlara yansıtmamalıyız. Onların kendi algıları var - tüylü kostüm
Canlıların Dilini Öğrenmek 73

giymiş insanlar değiller." Andy itiraz etti: "Ama bizim onları insan
olarak görmememiz, canlı varlıklar olmadıkları anlamına gelmez.
'Birey' olarak kabul edilen tek türün insan olduğunu varsaymak
daha da büyük bir saygısızlık değil mi?" İngilizcenin küstahlığı,
canlı olmanın, saygıya ve ahlaki ilgiye layık olmanın tek yolunun
insan olmaktan geçtiğini varsayması.
Tanıdığım bir dil öğretmeni, gramerin bir dildeki ilişkileri şe­
malaştırma yöntemi olduğunu söylemişti. Belki aynı zamanda bir­
birimizle olan ilişkimizi de yansıtıyordur. Belki de canlılığın dilbil­
gisi sayesinde diğer canlı türlerin de egemen halklar olduğu; tek bir
türün diktatörlüğü yerine türler arası demokrasinin uygulandığı;
sulara ve kurtlara karşı ahlaki sorumluluk taşıdığımız; başka türle­
rin varlığının hukuki zeminde de kabul gördüğü yepyeni yaşam
biçimlerine götürebilir.
Andy haklı. Canlılığın dilini öğrenmek, toprakları akılsızca sö­
mürmemize engel olabilir. Ama dahası da var. Büyüklerimizden
"İki ayaklı insanların arasına karış," ya da "Git de kunduz halkıyla
biraz vakit geçir," gibi tavsiyeler duymuştum. Bunlar, başka canlıla­
rın öğretmen, bilginin koruyucusu, rehber olarak bize nasıl yardım
edebileceğini de hatırlatıyor. Huş Ağacı halkının, Ayı halkının, Kaya
halkının, saygımızı hak eden bireyler olarak gördüğümüz, dolayı­
sıyla da o şekilde bahsettiğimiz, dünyaya dahil ettiğimiz canlıların
yaşadığı bir dünyada dolaştığınızı bir düşünün. Biz Amerikalılar,
bırakın başka bir türün dilini, kendi türümüze ait bir yabancı dili
bile öğrenmeye istekli değiliz. Ama olasılıkları bir hayal edin. Farklı
bakışlarına, başkalarının gözlerinden görebileceklerimize, etrafı­
mızdaki bilgeliğe kavuşabileceğimizi hayal edin. Her şeyi kendi ba­
şımıza çözmemiz gerekmiyor: Bizden başka akıllı varlıklar da var,
etrafımız öğretmenlerle dolu. O zaman dünyanın bu kadar da yal­
nız bir yer olmayacağını bir düşünün.
Öğrendiğim her sözcükle beraber, bu dili canlı tutan ve şiirsel­
liğini nesilden nesle aktaran büyüklerimize minnet duyuyorum. Fi­
illerle hala başım dertte, hemen hemen hiç konuşamıyorum ve hala
sadece anaokulu kelimelerinde iyiyim. Ama sabahları çayırda yürü­
yüşe çıktığımda komşularıma isimleriyle hitap edebildiğim için
74 Bitkilerin Ruhu

mutluyum. Çitin üstündeki Karga bana öttüğünde, Mno gizhget an­


dushukwe, diye cevap verebiliyorum. Yumuşacık çimenleri okşayıp
Bozho mishkos, diye mırıldanabiliyorum. Bunlar küçücük şeyler ama
beni mutlu ediyorlar.
Mümkün olsa hepimiz Potawatomi ya da Hopi ya da Seminole
dillerini öğrenelim demiyorum. Göçmenler bu kıyılara1 her biri bir­
birinden değerli dil miraslarıyla geldiler. Ama burada yaşayacak­
sak, buranın yerlisi olacaksak, komşularımız da bunu yapacaksa,
kendimizi gerçekten yuvamızda hissetmek için canlılığın dilini kul­
lanmayı öğrenmemiz gerekiyor.
Cheyenne büyüklerinden Bill Uzun Boğa'nın sözlerini hatırlı­
yorum. Gençliğimde karamsar bir ruh hali içinde Bill'le sohbet eder­
ken, bitkilerle ve sevdiğim yerlerle konuşabileceğim bir lisanımın
olmamasına kahrolduğumu söylemiştim. "Eski dili duymayı çok
severler, bu doğru," demişti. Parmaklarını dudaklarına götürüp,
"Ama," diye eklemişti, "buradan konuşmak zorunda değilsin."
Göğsüne vurarak devam etmişti: "Buradan konuşursan da seni du­
yarlar."
Kutsal Otun Bakımı

� Yabani çayırlardaki kutsal otlar, insan eliyle bakım yapıldı­


ğında güzelce uzar ve mis kokulu olur. Hele yabani otlar te­
mizlenirse, yaşam alanına ve komşu bitkilere özen gösterilir­
se kutsal ot daha güzel büyür.
AKÇAAĞAÇ ŞEKERİ AYI

Anishinaabe'lerin İlk İnsan'ı, öğretmenimiz, yarı insan-yarı manitu Na­


nabozho dünya üzerinde dolaşırken kimin serpildiğine kimin serpilmediği­
ne, İlk Buyruklar'a kimin dikkat ettiğine kimin etmediğine de bakıyordu.
Bahçelerin bakımsız kaldığı, balık ağlarının tamir edilmediği, çocuklara
yaşamanın yollarının öğretilmediği köyler görünce dehşete kapıldı. Yaka­
cak odun yığınları ve mısır dolu ambarlar yerine, akçaağaçların altına uza­
nıp ağızlarını kocaman açarak bu cömert ağaçların kıvamlı, tatlı şurubun­
dan içen insanlar gördü. Tembelleşmişler, Yaratıcı'nın verdiği hediyeleri
kendilerine hak görmüşlerdi. Ayinlerini yapmıyor, birbirlerine özen göster­
miyorlardı. Nanabozho sorumluluklarının bilincindeydi, nehre gidip kova
kova su aldı. Bu suları akçaağaçların dibine döküp şuruplarını iyice sey­
reltti. Bugün, akçaağaçların dere gibi incecik akan özsuyunda ancak eser
miktarda tat var ve bu da insanlara olasılıkları ve sorumlulukları hatırlatı­
yor. Artık bir fıçı şurup yapmak için kırk fıçı özsu toplamak lazım. 1

Plop. Kış sonunda güneşin yoğunlaşmaya ve her gün bir derece


kadar kuzeye kaymaya başladığı dönemde akçaağacın özsuyu da

1. Sözlü gelenekten ve Ritzenthaler ve Ritzenthaler'den (1983) uyarlanmıştır.


78 Bitkilerin Ruhu

artıyor. Plop. Fabius, New York'taki eski çiftlik evimizin bahçesi,


yaklaşık iki yüz yıl önce eve gölge vermesi için dikilmiş yedi büyük
akçaağaçla süslü. En büyüklerinin gövdesinin alt kısmı, neredeyse
piknik masamız kadar geniş.
Buraya ilk taşındığımızda kızlarım eski ahırın üstündeki çatı
katında, bizden önceki iki asır boyunca burada yaşamış ailelerden
kalma ıvır zıvırı eşelemeye bayılırlardı. Bir gün onları, ağaçların al­
tına kurulmuş metal çadırların oluşturduğu bir köy maketiyle oy­
narken buldum. Burunlarını çadırların altından çıkarmış oyuncak
bebeklerini ve pelüş hayvanlarını gösterip, "Kamp yapıyorlar," de­
diler. Çatı katı, akçaağacın şekerlenme mevsiminde özsuların top­
landığı eski zaman kovalarını yağmur ve kardan korumak için ya­
pılmış bu "tenteler"le doluydu. Kızlar tentelerin aslında ne için kul­
lanıldığını keşfedince tabii ki akçaağaç şurubu yapmak istediler.
Fare dışkılarını ova ova temizleyip kovaları ilkbahara hazır ettik.
Oradaki ilk kışımızda bu şurubu nasıl yapacağımızı iyice oku­
yup öğrendim. Kovalarımız ve kapaklarımız vardı ama gövdedeki
özsuyu çıkarmak için ağaca saplanması gereken kamalardan yoktu
elimizde. Ama bir Akçaağaç Ülkesi'nde yaşadığımız için yakınlar­
daki bir nalburda ihtiyacımız olan her şeyi bulabilirdik. Her şeyi:
akçaağaç yaprağı biçiminde şekerlemeler yapmak için kalıplar, her
boydan buharlaştırıcı, kilometrelerce lastik boru, hidrometreler, su
ısıtıcılar, filtreler ve kavanozlar - ve bunların hiçbirini almaya gü­
cüm yetmiyordu. Dükkanın arka tarafında ise artık kimsenin iste­
mediği, eski usul kamalar vardı. Her biri yetmiş beş sentten bir kutu
dolusu kama aldım.
Özsu toplama işlemi zaman içinde değişmişti. Özsuların top­
landığı kovaların boşaltıldığı, karla kaplı ormanda fıçıların kızaklar
üstünde taşındığı günler geride kalmıştı. Çoğu tesiste bu özsu, las­
tik borularla doğrudan ağaçlardan alınıp şekerin yapıldığı yere taşı­
nıyordu. Yine de özsuyun plop sesiyle metal kovaya damlamasının
kıymetini bilen sadelik yanlısı insanlar hala vardı ama bu işi yap­
mak için de kama gerekiyordu. Ağacın gövdesinde bir delik açıp
kamanın pipete benzeyen ucunu bu deliğe yerleştiriyorsunuz. Ka­
manın ortasında yaklaşık on santimetrelik bir oluk var, diğer uçta
Akçaağaç Şekeri Ayı 79

ise kovayı asmak için kullanışlı bir kanca bulunuyor. Özsuyu birik­
tirmek için büyük, temiz bir çöp tenekesi aldım. Artık hazırdık. O
kadar çok özsu toplayacağımızı sanmıyordum ama hazırlıklı ol­
makta fayda vardı.
Kışların altı ay sürdüğü bir iklimde hep ilkbaharın işaretlerini
hevesle beklersiniz ama akçaağaç şurubu yapmaya karar verdikten
sonra hevesimiz daha da arttı. Kızlar her gün, "Artık başlayabilir mi­
yiz?" diye soruyordu. Ama bu karar tamamen mevsime aitti. Özsu­
yun sızması için sıcak günlere ve dondurucu gecelere ihtiyaç var.
Elbette sıcak göreli bir ifade - güneşin ağaç gövdesindeki buzları çö­
züp içindeki özsuyun akışını başlatması için 1,6 ila 5,5 derece arasın­
da bir sıcaklık gerekiyor. Sürekli takvime ve termometreye bakıyor­
duk. Larkin, "Ağaçlar termometreye bakamadıklarına göre zamanın
geldiğini nasıl anlıyorlar?" diye sordu. Gerçekten de gözleri, burnu,
hiçbir sinir ağı olmayan bir varlık neyi ne zaman yapacağını nasıl
bilebiliyor? Güneşi algılayabilecek yaprakları bile yok ağaçların; to­
murcuklar dışındaki her yerleri kalın, ölü bir kabuğun altında. Yine
de ağaçlar buzların kış ortasında çözüldüğü anlara kanmıyorlar.
Aslına bakarsanız Akçaağaçlar ilkbaharı bizlerden çok daha ge­
lişmiş bir sistemle algılıyor. Tek bir tomurcukta, içleri fitokrom adı
verilen ışık emici pigmentlerle dolu yüzlerce fotosensör var. Bu sen­
sörlerin işi de her gün ışığı ölçmek. Kızıl-kahve pullarla sımsıkı ka­
patılmış her bir tomurcukta bir akçaağaç dalının ilkel bir kopyası
bulunuyor ve dolayısıyla her tomurcuk günün birinde, yaprakları
rüzgarda hışırdayan, güneşi doya doya içine çeken, tamamen büyü­
yüp olgunlaşmış bir dal olmak istiyor. Ama tomurcuklar vaktinden
önce açılırsa donarak ölür. Geç açılırsa ilkbaharı ıskalar. Bu yüzden
de hep takvime bakıyorlar. Fakat bu bebek tomurcukların dala dö­
nüşmek için enerjiye ihtiyaçları oluyor - tüm yeni doğanlar gibi on­
lar da aç.
Bu kadar gelişmiş sensörleri olmayan bizler ise başka işaretlere
bakıyoruz. Ağaç tabanlarındaki karların arasında oyuklar oluşmaya
başladığında, özsu almanın vaktinin geldiğini düşünmeye başla­
dım. Ağacın koyu renkli gövdesi giderek artan güneş ısısını emiyor
ve kış boyu biriken karı eritmek için bu ısıyı yansıtıyor. Topraktaki
80 Bitkilerin Ruhu

karlar erimeye başladığında, tepenizdeki kırık bir daldan sızan ilk


özsu kafanıza damlıyor.
Elimizde matkapla ağaçların etrafında dolaşıp doğru noktayı
bulmaya çalıştık; yerden bir metre yükseklikte, pürüzsüz bir yüzey.
Bak sen! Çatı katındaki özsu kovalarının sahiplerinin uzun zaman
önce açtıkları deliklerin izleri görünüyordu. Bu insanların isimlerini
ya da suretlerini bilmiyorduk ama parmaklarımız onların dokundu­
ğu yerlere dokunuyordu ve uzun yıllar önce bir nisan sabahı onların
da aynı şeyi yaptığını biliyorduk. Kreplerinin üstüne ne sürdükleri­
ni de biliyorduk. Bu özsuyun akışıyla hikayelerimiz birbirine bağla­
nıyordu; ağaçlarımız geçmişte onları tanıdıkları gibi, bugün de bizi
tanıyorlardı.
Kamaları yerleştirdiğimiz anda damlalar dökülmeye başladı.
İlk damlalar gürültüyle kovanın dibine düştü. Kızlar kovaların ten­
telerini yerleştirince damlama seslerinin yankısı arttı. Gövdesi bu
kadar geniş olan ağaçlara hiç zarar vermeden altı kama yerleştir­
mek mümkün ama açgözlülük yapmak istemedik, sadece üç kama
kullandık. Hepsini yerleştirdiğimizde ilk kova çoktan farklı bir ton­
da şakımaya başlamıştı, bir buçuk santimetrelik özsu birikintisinin
içine düşüyordu artık damlalar. Farklı sesler çıkaran bardaklar gibi,
kovalar da doldukça farklı perdeden çınlıyordu. Tingg, tongg, plop -
teneke kovalar ve üstlerindeki tenteler her bir damlayla yankılanı­
yordu ve bahçemiz şarkı söylüyordu. Kardinalkuşunun bitmeyen
ıslığı gibi, bu da ilkbaharın müziğiydi.
Kızlarım büyülenmiş gibi seyrediyorlardı. Her bir damla su ka­
dar berrak ama daha kıvamlıydı; ışığı emiyor, kamanın ucunda bir
saniye bekliyor, giderek daha da daha da iri bir damlaya dönüşü­
yordu. Kızlar dillerini uzatıp yüzlerinde minnetle damlayı yutuyor­
lardı ve ben de anlatılamaz bir duyguyla ağlıyordum. Onları emzir­
diğim zamanları hatırlıyordum. Oysa şimdi genç, güçlü bacakları
üstünde durup bir akçaağaç tarafından besleniyorlardı - Toprak
Ana'nın memesinden emzirilmeye en yakın oldukları andı bu.
Kovalar gün boyu dolup taştı. Akşam kızlarla birlikte yirmi bir
kovanın hepsini sürükleye sürükleye taşıyıp büyük çöp tenekesini
ağzına kadar doldurduk. Bu kadar çok özsu çıkacağını hiç düşün-
Akçaağaç Şekeri Ayı 81

memiştim. Ben bahçede ateş yakarken kızlar kovaları yeniden ağaç­


lara astı. Buharlaştırıcı olarak kullanacağımız eski konserve kazanı­
nı, ahırı süpürürken topladığımız kömür artıklarının üstüne yerleş­
tirdiğimiz fırın ızgarasına oturttuk. Bir kazan dolusu özsuyun ısın­
ması zaman alınca kızlar hemen sıkıldı. Ben de durmadan eve girip
çıkıyor, her iki tarafı da kontrol edip duruyordum. Gece kızları yatı­
rırken, sabaha akçaağaç şurubu yiyecekleri için ne kadar heyecanlı
olduklarım fark ettim.
Katlanır sandalyemi iyice sertleşmiş karın üstüne, ateşin he­
men yanına koyup artık dondurucu hale gelen soğukta özsuyun
kaynayabilmesi için ateşi sürekli besledim. Kazandan çıkan duman­
lar, kuru ve soğuk gökyüzündeki ayı ara ara kapatıyordu.
Özsu kaynayıp koyulaştıkça tadına bakıyordum; belirgin bir
şekilde tatlamyordu ama yaklaşık on beş kiloluk bu kazandan çıka­
cak şurup bir tanecik krepe zar zor yetecekti. Bu yüzden de sabaha
hiç değilse bir fincanlık şurup çıksın diye kazandaki özsu azaldıkça
yenisini ekledim. Ateşe odun atıyor, sonra battaniyelere sarınıp bir
dahaki odun ya da özsu ekleme vaktine kadar biraz kestiriyordum.
Ne zaman uyandığımı bilmiyorum ama sandalyenin üstünde
buz kesmişim, her yanım tutulmuş, alev sönmüş ve özsu ılımış. Ye­
nilgiyi kabul ederek yatağa gittim.
Sabah, çöp tenekesindeki özsuyun buza dönüştüğünü gördüm.
Ateşi tekrar yakarken, atalarımızın akçaağaçtan nasıl şeker yaptık­
ları hakkında vaktiyle bir şeyler dinlediğimi hatırladım. Yüzeydeki
buz saf su olduğu için kırıp parçalanmış bir cam gibi toprağın üstü­
ne attım.
Akçaağaç Halkı'nın üyeleri, kaynatmak için kazanların olmadı­
ğı çok eski zamanlarda bile şeker yaparmış. Özsuları kazan yerine
huş ağacının kabuğundan yapılmış kovalarda toplar, Amerikan ıh­
lamurlarından yaptıkları oluklara boşaltırlarmış. Yüzeyleri geniş,
derinlikleri az olan bu oluklar buzun oluşması için ideal bir ortam
sunarmış. Her sabah buzları kaldırınca altında daha yoğun bir şeker
bulurlarmış. Sonra bunu tekrar kaynatınca çok daha kolay bir şekil­
de şurup elde ederlermiş. Yığınla odunun yapamadığı işi, donduru­
cu gecelerin yapması, doğadaki olağanüstü bağlantıları düşündü-
82 Bitkilerin Ruhu

rüyor: Akçaağaç özsuyu yılda bir defa, tam da bu yöntemin uygula­


nabileceği dönemde ağaçlardan sızıyor.
Buharlaştırma işlemi için ise, gece gündüz yanan bir at�şin köz­
leri üstüne konan yassı taşların üzerine tahtadan yapılmış çanaklar
yerleştirilmiş. Eskiden aileler, odun ve malzemelerin önceki yıl ha­
zırlanıp saklandığı "şeker kampı"na hep birlikte giderlermiş. Her­
kesin katılabilmesi için, nineler ve bebekler giderek yumuşayan ka­
rın üstünde kızaklarla taşınırmış, çünkü şeker yapmak için herkesin
bilgisine ve emeğine ihtiyaç varmış. Dağınık kış kamplarındakiler
bir araya gelince zamanın çoğu şurup karıştırmakla ve güzel hika­
yelerle geçermiş. Ama hareketliliğin çok arttığı anlar da olurmuş:
Şurup doğru ısıya geldiğinde, istenen şekilde katılaşabilmesi için
dövüle dövüle önce yumuşak kek hamuru kıvamına, sonra katı şe­
kere, ardından da toz şekere dönüştürülürmüş. Kadınlar bu şekeri,
makak dedikleri, içi huş ağacından yapılmış, üstü de ladin kökleriyle
sımsıkı örülmüş kutularda saklarmış. Huş ağacı kabuğu mantara
karşı doğal bir koruyucu olduğu için şekerler yıllarca bozulmadan
dururmuş.
Halkımızın şeker yapmayı sincaplardan öğrendiği söylenir. Kı­
şın sonlarında, artık kabuklu yemiş stokları tükenince acıkan sin­
caplar ağaçların tepesine çıkıp akçaağaçların dallarını kemirir. Dal­
ların kabuğu kazınınca içindeki özsu dışarı sızar ve sincaplar bunu
içer. Ama asıl ganimet ertesi sabah ortaya çıkar; sincaplar önceki
gün yaptıklarını tekrarladıklarında, gece boyunca kabuğun üstünde
oluşan şeker kristallerini yalar. Dondurucu soğuk nedeniyle özsu­
yun içindeki su havaya karışır ve sincaplar en aç oldukları bu döne­
mi, özsuyun geride bıraktığı akide şekeri gibi tatlı şeker kristalleriy­
le atlatır.
Halkımız bu döneme Akçaağaç Şekeri Ayı, Zizibaskwet Giizis
adını verir. Bundan önceki ayın ismi ise Sert Kar Kabuğu Ayı'dır.
Geçimlik hayat tarzını benimseyen halklar arasında bu ay, depola­
nan besinlerin tükenmeye yüz tuttuğu ve av hayvanlarının nadir
görüldüğü Açlık Ayı olarak da bilinir. Ama akçaağaçlar, en çok ihti­
yaç duyulan zamanda insanlara besin sunarak hayatta kalmalarını
sağladılar. İnsanlar, kışın en yoğun zamanlarında bile Toprak
Akçaağaç Şekeri Ayı 83

Ana'nın bir yol bulup kendilerini besleyeceğine güvenmek zorun­


daydılar. Anneler böyledir zaten. Bunun karşılığında da özsuyun
sızmaya başladığı dönemde şükran ayinleri düzenlenir.
Her yıl Akçaağaçlar İlk Buyruklar'da kendileri için verilen "in­
sanları kollama" görevini yerine getiriyor. Ama aynı zamanda ha­
yatta kalmak için kendilerini de kollamış oluyorlar. Mevsim değişi­
minin başlamakta olduğunu algılayan tomurcuklar çok açtır. Bir
milimetrecik sürgünlerin gerçek birer yaprağa dönüşebilmek için
besine ihtiyacı vardır. Bu yüzden de tomurcuklar ilkbaharı algıla­
dıkları anda gövdeye, oradan köklere hormona! sinyaller göndere­
rek aydınlık dünyadan yeraltı dünyasına uyanış çağrısını iletirler.
Bu hormon, köklerde depolanan büyük nişasta moleküllerinin bö­
lünerek küçük şeker moleküllerine dönüştürülmesinden sorumlu
amilaz enziminin üretilmesini tetikler. Köklerdeki şeker yoğunluğu
arttıkça oluşan ozmotik gradyan1 topraktaki suyun emilmesini sağ­
lar. İlkbaharla birlikte nemlenen topraktaki suyun çözdüğü bu şeker
özsu halinde tomurcuklara doğru yükselir. Hem insanları hem de
tomurcukları beslemek için çok fazla şeker gerekir, bu yüzden de
ağaç bu şekeri aktarmak için ksilem olarak da bilinen kendi odunsu
dokusundan faydalanır. Şeker transferi genellikle kabuğun hemen
altındaki ince floem (soymuk doku) tabakasıyla sınırlıdır. Fakat ilk­
bahar geldiğinde, kendi şekerini üretebilecek yapraklar henüz oluş­
mamışken şeker ihtiyacı o kadar fazladır ki ksilem de göreve çağırı­
lır. Yılın başka hiçbir zamanında şeker ağacın içinde bu şekilde
transfer edilmez, sadece ihtiyaç olduğunda bu yöntem kullanılır.
İlkbaharda şeker birkaç hafta boyunca yukarı doğru akar. Tomur­
cukların patlamasıyla ortaya çıkan yapraklar kendi şekerlerini üret­
meye başlarlar ve o zaman ksilem de asıl görevine dönüp sadece su
taşımaya devam eder.
Olgun yapraklar hemen kullanabileceklerinden daha fazla şe­
ker ürettikleri için bu defa şeker fazlası tam ters yönde, floem aracı­
lığıyla yapraklardan köklere doğru akar. Böylece, tomurcukları bes-

1. Yarı geçirgen bir zarın her iki tarafındaki iki çözelti arasında oluşan konsantrasyon farkı.
(Ç.N.)
84 Bitkilerin Ruhu

lemiş olan kökler de yaz boyu yapraklar tarafından beslenir. Şeker


yeniden nişastaya dönüşür ve ilk baştaki "kök kiler" de depolanır.
Kış sabahları kreplerin üstüne döktüğümüz şurup, altın rengi dere­
ler gibi akan bir yaz güneşinin tabaklarımıza konmuş halidir.
Geceler boyu ateşin başında bekleyip küçük özsu kazanımızı
kaynathm. Gün boyu özsular plop plop plop sesleriyle kovaları dol­
durdu ve okuldan sonra kızlarımla birlikte bunları toplayıp büyük
çöp tenekesine boşalttık. Ağaçlar, benim kaynatma hızımdan çok
daha süratli bir şekilde özsu verdiği için, fazlasını koymak üzere bir
çöp tenekesi daha aldık. Ve ardından bir tane daha. Sonunda akışı
kesmek ve şekerin ziyan olmasını önlemek için kamaları ağaçlardan
çıkardık. Bu sürecin neticesi, mart ayında bahçede sandalye üzerin­
de uyumaktan kaynaklanan korkunç bir bronşit ve odun külünden
dolayı hafifçe grileşmiş üç litre akçaağaç şurubu oldu.
Kızlarım bu şekerlenme maceramızı hatırladıklarında artık
gözlerini devirip homurdanıyorlar: "Ne çok iş vardı." Ateşi besle­
mek için sürükleye sürükleye ağaç dalları getirdiklerini, ağır kova­
ları taşırken montlarına özsuyun damladığını hatırlıyorlar. Toprakla
aralarındaki bağı dokuyabilmek için onları zorla çalıştıran korkunç
bir anne olduğumu söyleyip beni kızdırmaya çalışıyorlar. Bu işi
yapmak için gerçekten de çok küçüklerdi. Ama aynı zamanda bu öz­
suyu doğrudan ağaçtan içebilmenin ne kadar harika bir şey olduğu­
nu da hatırlıyorlar. Şurubu değil, özsuyu. Nanabozho, bu işin hiçbir
zaman çok kolay olmaması için elinden geleni yapmış. Onun öğre­
tileri bize, toprağın harika hediyeler sunduğunu ama diğer taraftan
da bu hediyelerin yeterli olmadığını hatırlatıyor. Sorumluluğu sade­
ce akçaağaçlara yıkamayız. Yarısı onlarınsa diğer yarısı da bizim; bu
ağaçların dönüşümüne biz de katılıyoruz. Özsuyun içindeki şekeri,
emeğimiz ve minnetimizle damıtıyoruz.

Kızlarımı yatırdıktan sonra gecelerce alevlerin cızırtılarını ve


özsuyun fokurtusunu kendime ninni ederek ateşin başında otur­
dum. Gözlerimi ateşten alamadığım için doğuda Akçaağaç Şekeri
Ayı yükselirken gümüşi gökyüzüne pek dikkat etmedim. Havanın
açık ama dondurucu olduğu bir gece ay öylesine parlaktı ki evimize
Akçaağaç Şekeri Ayı 85

ağaçların gölgeleri vuruyordu - ikiz ağaçlarımız, kızların pencerele­


rinin çevresine koyu siyah süslemeler bırakıyordu. Gövdelerin çev­
resi ve şekli birbirinin tıpatıp aynısı olan bu iki ağaç, yolun kenarın­
da, evin tam önünde, ortada duruyordu ve gölgeleri giriş kapısını
koyu renk akçaağaç sütunlarından oluşmuş bir revak gibi kaplıyor­
du. Çatıya kadar tek bir dal bile olmadan, büyük bir uyumla yükse­
liyor, sonra şemsiye gibi açılıyorlardı. Bu evle birlikte büyümüş,
evin koruması altında şekillenmişlerdi.
1800'lü yılların ortalarında, evlilikleri ve yeni yuvaları kutla­
mak üzere ikiz ağaçlar dikme geleneği vardı. Birbirinden sadece üç
metre uzaktaki bu iki ağaç da evin giriş basamaklarında el ele duran
bir çifti anımsatıyordu. Gölgeleri sayesinde veranda ile yolun diğer
tarafındaki ahır birbirine bağlanıyor, bu taze aile için gölgelik bir yol
yaratıyordu.
Bu evi ilk yapanların, en azından gençliklerinde bu gölgeden
faydalanamadıklarının farkındayım. Ama bu ağaçları kendilerin­
den sonraki nesiller için dikmiş olsalar gerek. Bu çift, gölgeliğin yo­
lun tamamım kaplamasından çok daha önce Mezarlık Yolu'nda son­
suz uykuya dalmış olmalı. Onların gelecek için hayal ettiği gölgelik­
te bugün ben yaşıyor, onların nikah yeminiyle birlikte dikilmiş
ağaçların özsuyunu ben içiyorum. Kendilerinden nesiller sonra be­
nim orada yaşayacağımı akıllarına getirmeleri olanaksızdı ama işte
ben burada, onların özeninden doğan bu hediyeyle yaşıyorum. Kı­
zım Linden'ın evlenirken davetlilere yaprak şeklinde akçaağaç şe­
keri hediye edeceği akıllarına gelir miydi bu insanların?
İkiz ağaçların koruması altında, fiziksel, duygusal ve ruhani bir
bağla bu evde yaşamaya gelen bir yabancı olarak bu insanlara ve bu
ağaçlara karşı büyük bir sorumluluğum var. Haklarını ödeyebil­
mem imkansız. Bana verdikleri hediye, karşılığını veremeyeceğim
kadar büyük. Ağaçlar o kadar büyük ki benim özenime ihtiyaçları
yok, yine de ayaklarının dibine gübre serpiyor, kurak yazlarda onla­
rı suluyorum. Belki de yapabileceğim tek şey onları sevmek. Yap­
mam gerektiğini bildiğim tek şey onlara ve geleceğe, benden sonra
burada yaşayacak olan hiç tanımadığım insanlara bir hediye bırak­
mak. Bir zamanlar Maori halkının çok güzel ahşap heykeller yapıp
86 Bitkilerin Ruhu

uzun mesafeler aşarak bunları ormana götürdüklerini ve ağaçlara


hediye olarak orada bırakhklarını duymuştum. Ben de Akçaağaçla­
rın güzelliğine ve sundukları hediyelere teşekkür etmek için altla­
rındaki güneş alan yerlere yüzlerce Nergis dikiyorum.
Ağacın özsuyu yukarılara doğru çıkarken, hemen aşağısında
da Nergisler boy vermeye başladı bile.
CADIFINDIĞI

Kızımın gözünden bir hikaye.

Kasım, çiçek ayı değildir; günler kısa ve soğuktur. Ağır bulutlar ruh
halimi de peşinden sürüklüyor ve sulusepken kar mırıl mırıl okun­
muş bir lanet gibi beni evde kalmaya zorluyor; dışarı çıkmak istemi­
yorum. Ama güneşin açtığı o nadir san günlerden birinde, belki de
kar başlamadan önceki son güneşli gündeysek çıkmalıyım. Yılın bu
zamanında yaprakların ya da kuşların kıpırdamadığı koru sessiz ol­
duğu için bir arının vızıltısını çok net duyabiliyorum. Merakla peşin­
den gidiyorum - kasım ayında neden dışarıda dolaşıyor? Doğrudan
çıplak dallara doğru uçuyor; yakından bakınca dalların üstünde san
çiçekler görüyorum: Cadıfındığı. Çiçekler pejmürde: her biri dala ta­
kılmış, rüzgarda dalgalanan soluk sarı kumaş parçalarına benzer beş
uzun taç yaprak. Ama, ah, nasıl da güzel onları görmek - bizi bekle­
yen gri günlere karşı minicik bir renk. Kış gelmeden yaşadığım son
bir sevinç bana uzun yıllar önceki bir kasım ayını hatırlatıyor.
Gittiğinden bu yana evi boştu. Pencerelere yapıştırdığı karton
Noel babalar yaz güneşinde solmuş, masanın üstündeki plastik Noel
çiçekleri örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Farelerin kileri yağmaladı­
ğım, elektriğin kapatılmasından sonra Noel' den beri buzluğun için-
88 Bitkilerin Ruhu

de duran pastırmanın tümden küflendiğini kokudan anlayabiliyor­


dum. Verandadaki yemek kabının içine yine bir çitkuşu yuva yap­
mış, onun dönüşünü bekliyordu. Hala gri bir hırkanın asılı olduğu,
iyice sarkmış çamaşır ipinin altındaki yıldızpatılar coşmuştu.
Hazel Barnett ile ilk kez Kentucky' de annemle birlikte yabani
böğürtlen toplamak üzere tarlalarda dolaşırken tanışmıştım. Eğil­
miş meyve toplarken çalıların arkasından yüksekçe bir ses duydum:
"Nassınız? Nassınız?" O zamana kadar gördüğüm en yaşlı kadındı.
Biraz korku içinde annemin elini tuttum ve birlikte yanına gittik.
Pembe-bordo gülhatmilerin arasından çite tutunarak ayakta dura­
biliyordu. Çelik grisi saçlarım ensesinde topuz yapmıştı ve yanlar­
dan bir hale gibi çıkan saç tutamları, dişsiz yüzünün çevresinde gü­
neş ışınları gibi görünüyordu.
"Geceleri ışığınıza bakmayı seviyom," dedi. "Samimi geliyo
bana. Baktım dışarı çıkmışımz, gelip bi nassınız demek istedim."
Annem kendini tanıttı ve birkaç ay önce taşındığımızı söyledi. Ha­
zel dikenli telin üstünden uzanıp yanağımdan makas alırken, "Peki
bu cimcime de kim bakalım?" diye sordu. Eğilince, defalarca yıkan­
maktan, gülhatmi gibi pembe-mor çiçekleri solmaya başlamış elbi­
sesini� bol yakası çitin üstüne iyice yapışmıştı. Ev terlikleriyle bah­
çeye çıkmıştı, annem buna asla izin vermezdi. Buruş buruş, damar­
ları belirgin, parmağına bol gelen incecik bir altın yüzük takılmış
yaşlı elini çitin üstüne koydu. Daha önce hiç ismi Hazel, yani fındık
ağacı olan birini duymamıştım ama cadıfındığım biliyordum ve bu
kadının da işte o cadı olduğundan emindim. Annemin elini daha da
sıkı tuttum.
Bitkilerle olan ilişkisinden dolayı geçmişte birileri ona gerçek­
ten de cadı" demiş olmalı. Ve cadıfındığının bu kadar mevsimsiz
II

çiçek açmasında, sonra gece karanlığı gibi kapkara, parlak incilere


benzeyen tohumlarım, sessiz sonbahar korusunun içinde orman pe­
rilerinin ayak sesleri gibi sesler çıkararak beş-altı metre öteye püs­
kürtmesinde de hakikaten ürpertici bir şeyler vardı.
Annemle Hazel şaşırtıcı derecede iyi arkadaş oldular, birbirleri­
ne yemek tarifleri ve bahçe tüyoları vermeye başladılar. Annem
gündüzleri şehir merkezindeki üniversitede hocaydı, mikroskobu-
Cadıfındığı 89

nun başına oturuyor, bilimsel makaleler yazıyordu. Ama ilkbaharda


akşamları yalınayak bahçeye çıkıyor, fasulye ekiyor, küreğinin biçti­
ği solucanları kovama doldurmama yardım ediyordu. Süsenlerin
altına yaptığım solucan hastanesinde bu hayvancıkları sağlıklarına
kavuşturabileceğimi düşünüyordum. Annem de daima, "Sevginin
iyileştiremeyeceği yara yoktur," diyerek beni teşvik ediyordu.
Çoğu akşam, karanlık çökmeden önce çayırdan geçip çitin yanı­
na, Hazel'la buluşmaya giderdik. "Pencerede ışığınızı görmeyi sevi­
yom," derdi. "İyi komşu gibisi yoktur." Tarlakurtlarını uzak tutmak
için domateslerin altına ocak külü serpmekten bahsederlerken ya da
annem okumayı ne kadar çabuk öğrendiğimi gururla anlatırken ben
de onları dinlerdim. "Hemencecik de öğrenirsin, di mi benim küçük
balarını," derdi Hazel. Bazen elbisesinin cebinde, bana vermek üzere
eskimiş, yumuşamış bir naylona sardığı nane şekeri olurdu.
Zaman içinde ziyaretlerimiz çitin ötesine, verandaya taşındı.
Kurabiye pişirdiğimizde bir tabak da ona götürür, artık iyice bel
vermiş sahanlıkta durup limonata içerdik. Evin içine girmeyi hiç is­
temezdim; eski püskü eşyalar, çöp torbaları, sigara dumanı ve artık
yoksulluğun kokusu olduğunu bildiğim kokularla dolu bir karmaşa
vardı evde. Hazel, oğlu Sam ve kızı Janie'yle birlikte yaşıyordu. İle­
ri yaşta doğurduğu son çocuğu Janie, annesinin tabiriyle "saf"tı. Ki­
bar, sevgi dolu bir kızdı; kız kardeşimle beni tombul, yumuşacık
kollarının arasına alıp boğacak kadar sımsıkı sarardı.
Sam hasta olduğu için çalışamıyordu, bütün aile Sam'in kömür
şirketinden aldığı emekli aylığıyla geçiniyordu. Kıtı kıtına. Sam
kendini balığa çıkacak kadar iyi hissettiğinde, nehirden tuttuğu ya­
yınbalıklarından bize de getirirdi. Deli gibi öksürürdü ama ışıl ışıl
mavi gözleri, savaş sırasında gittiği denizaşırı ülkelerle ilgili bir
dolu hikayesi vardı. Bir defasında bize demiryolunun oradan topla­
dığı bir kova dolusu böğürtlen getirmişti. Annem bu kadar büyük
bir hediyeyi kabul edemeyeceğimizi söyleyince, "Aman, saçmala­
ma," demişti Hazel. "Benim değil ki böğürtlenler. Allah bunları
paylaşalım diye yaratmış."
Annem çalışmayı çok severdi. Ona göre taş duvar örmek ya da
çalıları temizlemek, vakti iyi değerlendirmek demekti. Bazen Hazel
90 Bitkilerin Ruhu

bize gelir, annem bahçedeki taşları ayıklarken ya da odun keserken,


meşenin altına koyduğumuz katlanır sandalyede otururdu. Hava­
dan sudan konuşurlardı; Hazel özellikle de biraz ek gelir olsun diye
çamaşırcılık yaptığı zamanlarda odun yığınlarının nasıl da işe yara­
dığını anlatırdı. Çamaşır teknelerinin altını yakmak için bol bol odu­
na ihtiyacı oluyormuş. Nehrin aşağısındaki bir yerde aşçılık da yap­
mıştı ve tek seferde taşıyabildiği tabak sayısını anlatırken başını
sallayıp dururdu. Annem de ona öğrencilerinden ya da gittiği bir
seyahatten bahsederdi; Hazel uçakla bir yere gittiğini düşününce
bile heyecanlanırdı.
Ve ebelik yapması için kar fırtınasında evden çağrıldığı, şifalı
bitkiler almak isteyenlerin onun kapısını çaldığı zamanları anlatırdı.
Bir defasında başka bir kadın hoca elinde kayıt cihazıyla gelip bildi­
ği bütün eski usulleri anlattırmış, kitabında Hazel' a da yer vereceği­
ni söylemiş. Ama kadın bir daha gelmemiş ve Hazel da kitabı hiç
görmemiş. Büyük ağaçların altındaki cevizleri nasıl topladıklarını,
nehrin aşağısındaki içki imalathanesinde fıçı yapan babasına kova
içinde nasıl yemek taşıdığını anlatırken ben yarım yamalak dinler­
dim ama annem Hazel'ın öykülerinden büyülenirdi.
Annemin biliminsanı olmayı çok sevdiğini biliyordum ama hep
çok geç doğduğunu söylerdi. Gerçek işinin, 19. yüzyılda çiftçilik yap­
mak olduğundan emindi. Domates konservesi yaparken, buharda
şeftali pişirirken, ekmek yapmak için hamur yoğururken hep şarkı
söylerdi; bu işleri bana da öğretmekte ısrar ederdi. Geçmişe dönüp
annemin Hazel ile arkadaşlığını düşündüğümde, birbirlerine duy­
dukları derin saygının kaynağının da bu tür şeyler olduğunu anlıyo­
rum: İkisi de başkalarının yükünü taşıyacak kadar güçlü olmaktan
gurur duyan, ayaklarını toprağa sağlam basan kadınlardı.
Çoğu zaman konuşmaları bana yetişkinlerin sıkıcı sohbetleri
gibi gelirdi ama bir defasında annem bahçenin diğer ucundan kuca­
ğında bir yığın odunla gelirken Hazel elleriyle yüzünü kapatıp ağ­
lamaya başladı. "Eskiden evimdeyken ben de böyle taşırdım her
şeyi," dedi. "Bu kadar çok şey taşıyabilirdim. Bir koluma otuz kilo
şeftali, öteki koluma bebeği alıp da gık demezdim. Ama hepsi gitti,
yel oldu gitti."
Cadıfındığı 91

Hazel yolun hemen aşağısındaki Jessamine County, Kentucky'


de doğup büyümüştü. Ama sanki yüzlerce kilometre uzakta yetiş­
miş gibi anlatırdı. Ne kendisi ne de Janie veya Sam araba kullanabi­
liyordu, bu yüzden de eski evi sanki dünyanın öbür ucundaymış
gibi geliyordu ona.
Sam tam da Noel'de kalp krizi geçirince Hazel da onun yanına
taşınmıştı. Noel'i çok seviyordu, herkesi topluyor, bir sürü yemek
yapıyordu ama o Noel'de her şeyi bırakmış, kapısını kilitlemiş, oğ­
luna bakmak için onun evine yerleşmişti. O zamandan beri evine
gitmemişti fakat ne kadar özlediği belliydi, evinden bahsederken
gözleri uzaklara dalar giderdi.
Annem de ev hasretini iyi bilirdi. Adirondack Dağları'nın göl­
gesinde doğmuş bir kuzeyliydi. Yüksek lisans, doktora ve araştır­
maları için pek çok farklı yerde yaşamıştı ama günün birinde evine
döneceğini düşünmüştü hep. Bir sonbaharda, kırmızı akçaağacın
alev rengini kaçırdığı için ağladığını hatırlıyorum. İyi bir iş fırsatı ve
babamın kariyeri nedeniyle Kentucky'de kalmıştı ama ailesini ve
evinin yanındaki koruyu çok özlediğini biliyordum. Hazel gibi an­
nemin de ağzında buruk bir sürgün tadı vardı.
Hazel yaşlandıkça daha da kederli oldu ve eskilerden, bir daha
asla göremeyeceği şeylerden gittikçe daha fazla bahsetmeye başla­
dı: kocası Rowley'nin ne kadar uzun boylu ve yakışıklı olduğun­
dan, bahçelerinin güzelliğinden... Annem bir defasında onu eski
evine götürmeyi teklif etti ama Hazel başını sağa sola salladı. "Çok
iyisin ama bu kadar gönül borcunu kaldıramam. Hem zaten hepsi
yel oldu gitti," dedi, "gitti." Ama altın rengi gün ışığının üstümüze
eğik düştüğü bir sonbahar günü öğleden sonra telefon etti.
"Yavrum, biliyorum işin de derdin de çok ama beni eski eve bir
götürsen çok hora geçer. Kar yağmadan çatıya bakmam lazım." An­
nemle birlikte onu alıp nehir yönündeki Nicholasville Yolu'na çık­
tık. Artık dört şeritli olan bu otoyol Kentucky Nehri'nin etrafından
dolaşıyordu ve o kadar yüksekteydi ki alttan akan çamurlu nehri
doğru dürüst göremiyorduk bile. Üstüne tahtalar çakılmış bomboş
içki imalathanesine gelince otoyoldan ayrılıp nehirden uzaklaşan
dar bir toprak yola girdik. Bu yola döner dönmez Hazel arka kol­
tukta ağlamaya başladı.
92 Bitkilerin Ruhu

"Ah, benim canım yaşlı yolum," diye ağlarken ben de hafif ha­
fif elini okşuyordum. Ne yapmam gerektiğini biliyordum çünkü
annem de büyüdüğü evi bana gösterirken aynı böyle ağlamıştı. Ha­
zel'ın tarifiyle küçük köhne evlerin, kaportası göçmüş birkaç kara­
vanın, yıkılmış ahırların önünden geçtik. Yoğun bir yalancı akasya
korusunun altındaki çimenlik bir çukurluğun önünde durduk. "İşte
burası," dedi Hazel. "Evim, güzel evim." Masallardaki bir ev gibi
bahsediyordu buradan. Karşımızda dört yanı kilisedekiler gibi
uzun pencerelerle çevrili, önde iki kapılı (biri kızlar, biri de erkekler
için) eski bir okul binası duruyordu. Gümüş gri renkteydi ama ah­
şap kaplamanın birkaç yerinde badana izleri vardı.
Hazel arabadan bir an önce inmek isteyince, uzun çimenlerin
üstüne yuvarlanmadan koşup yürütecini götürdüm. Derenin üstü­
ne inşa edilmiş küçük kulübeyi, eski kümesi göstere göstere bizi yan
kapıya götürüp verandaya çıkardı. Kocaman çantasında anahtarla­
rını arayıp durdu ama elleri o kadar çok titriyordu ki kapıyı benim
açmamı istedi. Bakımsız sinekliği açtım, anahtar ana kapıdaki kilide
kolayca oturdu. Kapıyı açıp Hazel'ın içeri girmesini bekledim. Ağır
ağır girdi ve durdu. Sadece durup baktı. Ev, bir kilise kadar sessizdi.
İçerideki soğuk hava önümüzden geçip sıcak kasım havasına karış­
tı. Ben de içeri girecektim ki annem kolumu tutup durdurdu. "Yal­
nız bırakalım," dedi bakışlarıyla.
Gördüğümüz oda, eski zamanları anlatan resimli bir kitaptan
alınmış gibiydi. Karşı duvarda kocaman, eski bir odun ocağı, yan
duvarlara asılmış dökme demir tavalar. Kuru eviyenin üzerindeki
çivilere düzenli bir şekilde asılmış mutfak havluları, dışarıdaki
akasyaları çevreleyen, bir zamanlar beyaz olduğu belli perdeler.
Eski bir okul binasına tam da uygun şekilde tavanlar yüksekti ve
açık kapıdan gelen rüzgarla yanıp sönen simli, mavi ve gümüş rengi
çelenklerle süslenmişti. Kapıların çerçevelerine yapıştırılmış Noel
kartlarını tutan bantlar sararmıştı. Bütün mutfak Noel için süslen­
miş, masaya Noel desenli bir örtü serilmiş, reçel kavanozları içinde
tam ortaya yerleştirilmiş plastik Noel çiçekleri örümcek ağlarıyla
kaplanmıştı. Altı kişilik sofra hazırlanmıştı ve yemekler hala tabak­
larda duruyordu, hastaneden gelen telefonla yemek bölündüğünde
nasıl fırladılarsa sandalyeler o şekilde kalmıştı.
Cadıfındığı 93

"Bu ne hal," dedi Hazel. "Toplayalım şurayı." Aniden, sanki


dışarıda yemek yedikten sonra eve dönüp kendi ev kadınlığına ya­
kıştıramadığı bir manzarayla karşılaşmış gibi oluverdi. Yürütecini
bir kenara bırakıp uzun yemek masasındaki tabakları toplayarak
eviyeye götürdü. Annem onu biraz yavaşlatmak için evi gezdirme­
sini istedi, gelip başka bir zaman da evi toplayabileceğimizi söyledi.
Hazel bizi, bütün iğneleri yerlere dökülmüş çıplak bir Noel ağacının
durduğu salona götürdü. Çıplak dalların üstünde süsler yetim kal­
mış gibiydi. Küçük, kırmızı bir davul ve boyası dökülmüş, kuyruk­
ları kopmuş gümüş rengi plastik kuşlar asılıydı. Eskiden sevimli bir
oda olduğu belliydi; sallanan sandalyeler, bir kanepe, küçük bir seh­
pa ve gaz lambaları vardı. Eski bir meşe büfenin üstünde güllerle
bezeli porselen bir sürahi ve kase duruyordu. Büfeye el yapımı
pembe-mavi bir etamin şal seriliydi. Kalın toz tabakasını ev elbisesi­
nin ucuyla silen Hazel, 11Aman aman, toz almam lazım," dedi.
Annemle birlikte büfedeki şık tabaklara bakarlarken ben de
keşfe çıktım. Kapılardan birini açınca, battaniyelerin yığın yığın atıl­
dığı, öylece bırakılmış büyük bir yatak gördüm. Yanında, büyüklere
göre yapılmış, lazımlıklı iskemleye benzeyen bir şey vardı. Oda pek
güzel kokmadığı için hemen çıktım; zaten yakalanmaktan da kor­
kuyordum. Bir başka kapıyı açınca ise çok güzel bir yama işi yorga­
nın serili olduğu bir yatak, üstünde bir gemici fenerinin durduğu
bir şifonyer, bu şifonyerin aynasının hemen üstünde tavanı süsle­
yen simli çelenkler gördüm; hepsi de is içindeydi.
Dışarıdaki açıklıkta dolaşırken Hazel annemin koluna girip
diktiği ağaçları ve çoktandır biçilmemiş çiçeklikleri gösterdi. Evin
arka tarafındaki meşelerin altında, incecik sarı tomurcuklar püskür­
ten çıplak gri dallar vardı. "Bak seeen, ilacım da beni karşılamaya
gelmiş," dedi Hazel ve tokalaşmak ister gibi dalı tuttu. "Bu yaşlı
cadıfındığını çok kullandım; çok özeldi, herkes gelip isterdi. Sonba­
harda şu kabuğunu kaynatırsın, bütün kış ağrılara, sızılara, yanıkla­
ra, döküntülere iyi gelir. Herkes isterdi benden bu merhemi. Orma­
nın şifa vermediği yara yok."
"Şu cadıfındığı sadece dışımıza değil, içimize de şifa," dedi.
"Baksana, kasımda çiçek veriyor. Güzel Allahım bize cadıfındığı
94 Bitkilerin Ruhu

vermiş ki her şey kötüyken bile iyi bir şeyler olduğunu hatırlayalım.
Kalbindeki kederi alıveriyor."
O ilk ziyaretten sonra Hazel sık sık pazar öğleden sonraları ara­
yıp, "Biraz gezelim mi?" diye sormaya başladı. Annem kardeşimle
benim de gitmemiz gerektiğini düşünüyordu. Ekınek yapmayı ya
da fasulye ekmeyi öğrenmemiz için ısrar etmesi gibi bir şeydi bu da;
o sıralarda bize hiç önemli görünmüyordu ama aslında önemli ol­
duğunu artık biliyorum. Annemle Hazel verandada oturup sohbet
ederken biz de eski evin arkasından ceviz topluyor, dışarıdaki iyice
yana yatmış tuvalet kabinine bakınca yüzümüzü buruşturuyor,
ahırda hazine avına çıkıyorduk. Ahırın kapısının hemen yanındaki
çiviye eski, kararmış bir sefertası asılıydı, ağzı açıktı ve içinde raf
örtüsüne benzer bir şey vardı. İçeride bir kuş yuvasının kalıntıları
duruyordu. Hazel bir naylon torba içinde yanında getirdiği kraker
kırıntılarını verandanın tırabzanlarına serpiyordu.
"Bu küçük çitkuşu, Rowley öldüğünden beri her sene burayı
yuva belledi kendine. Bu tırabzan da onun beslenme çantasıydı.
Madem burayı evi biliyor, onu yarı yolda bırakamam." Hazel genç
ve güçlüyken pek çok kişi ona bel bağlamış olmalıydı. Arabayla so­
kak boyu gidip hemen hemen her eve uğruyorduk, biri hariç. "On­
lar iyi insanlar değil," deyip başını çeviriyordu Hazel. Diğer komşu­
ları Hazel'ı yeniden gördüklerine çok seviniyorlardı. Annemle Ha­
zel komşulara gittiğinde kardeşimle ben de ya tavukların peşinde
koşuyor ya da tazıları besliyorduk.
Buradaki insanlar okulda ya da annemin üniversite partilerin­
de tanıştığımız kişilerden çok farklıydı. Kadınlardan biri uzanıp diş­
lerime parmağıyla vurdu. "Sağlam, iyi dişlerin var," dedi. İnsanın
dişleri için iltifat alabileceğini hiç düşünmemiştim, diğer yandan bu
kadar az dişi olan insanlarla da hiç karşılaşmamıştım. Yine de en
çok iyiliklerini hatırlıyorum bu insanların. Çamların altındaki kü­
çük beyaz kilisenin korosunda Hazel'la birlikte ilahiler söylemiş ka­
dınlardı bunlar. Genç kızlığından beri tanıdığı, nehir kıyısına inip
dans partileri hakkında kıkır kıkır konuştukları, büyüyüp başka
yerlere giden çocuklarının kaderleri karşısında başlarını kederle sal­
ladıkları insanlardı. Öğleden sonraları elimizde bir sepet dolusu
Cadıfındığı 95

taze yumurtayla ya da her birimiz için birer dilim kekle eve döner­
dik ve Hazel mutluluktan ışıldıyor olurdu.
Kış gelince ziyaretlerimiz seyrekleşti ve Hazel'ın gözlerindeki
ışılh söndü. Bir gün mutfak masamızda otururken, "Güzel Allah'ın
verdiklerine şükretmem lazım, biliyorum, ama canım eski evimde
bir Noel daha geçirebilmeyi isterdim. Fakat geçti o günler. Yel oldu
gitti," dedi. Ormanda bu derdin şifası yoktu işte.
O yıl Noel'de kuzeye, ninemlerin yanına gitmeyecektik ve an­
nem buna çok üzülüyordu. Noel'e daha haftalar olmasına karşın
durmadan yemek yapıyordu ve biz de ağaca asmak için patlamış
mısır ve yabanmersini diziyorduk iplere. Annem sürekli karı, bal­
sam kokusunu ve ailesini ne kadar özleyeceğinden bahsediyordu.
Sonra aklına bir fikir geldi.
Her şey sürpriz olacaktı. Sam' den anahtarı alıp eski okul bina­
sına gitti ve neler yapabileceğine baktı. Kırsal Elektrik Kooperati­
fi'yle konuşup Hazel'ın elektriğini birkaç günlüğüne açtırdı. Işıklar
yanınca evin ne kadar kirli olduğu daha iyi anlaşıldı. Su akmadığı
için evden güğümler dolusu su getirip her yeri sildik. Başa çıkama­
yacağımız kadar çok iş vardı, bu yüzden annem, sosyal hizmet pro­
jelerine katılmaları gereken bazı öğrencilerini çağırdı. Bu çocukların
ellerinde iyi bir proje vardı: O buzdolabını temizlemek her türlü
mikrobiyoloji deneyinden daha zordu.
Hazel'ın sokağını baştan başa dolaşıp el yapımı davetiyelerimi­
zi bütün eski arkadaşlarına dağıttık. Çok fazla arkadaşı olmadığı
için annem yardıma gelen öğrencilerini ve kendi arkadaşlarını da
çağırdı. Evde Noel süsleri zaten hala duruyordu ama biz de kedi
merdivenleri ve kağıt havlu rulolarından mumlar yaptık. Babam bir
ağaç kesip salona getirdi ve eskiden orada duran, iskelete dönmüş
ağaçtan söktüğü ışıklarla süsledi. Masaları süslemek için kucak do­
lusu dikenli mazı dalları getirdik ve ağacın üstüne baston şekerler
astık. Birkaç gün önce küf ve fare kokan ev, şimdi mazı ve nane ko­
kusuyla doluydu. Annemle arkadaşları tabaklar dolusu kurabiye
yaphlar.
Partinin yapılacağı günün sabahında ısıhcıyı açtık, ağacı aydın­
lattık ve insanlar veranda basamaklarını ağır ağır çıkarak teker te-
96 Bitkilerin Ruhu

ker gelmeye başladılar. Kardeşimle ben gelenleri karşılarken annem


de onur konuğumuzu almaya gitti. "Hey, gezmeye gidelim mi?"
diyerek Hazel'a paltosunu giydirdi. "Niye ki, nereye gidiyoruz?"
diye sordu Hazel. Işıkla ve dostlarla dolu "evine, güzel evine" adım
attığı anda yüzü mum alevi gibi ışıl ışıl oldu. Annem, şifonyerin
üstünde bulduğu altın yaldızlı bir plastik çanı Hazel'ın elbisesine
Noel süsü olarak iğneledi. Hazel o gün evinde kraliçeler gibi dolaştı.
Babamla kardeşim salonda kemanla "Silent Night" ve "Joy to the
World" ilahilerini çalarken ben de herkese bol bol tatlı kırmızı panç
dağıttım. Parti hakkında hatırladığım başka pek bir şey yok - eve
dönerken Hazel'ın uyuyakalması dışında.
Birkaç yıl sonra Kentucky'den ayrılıp kuzeye döndük. Annem
evine döneceği için, meşe yerine akçaağaçlarına kavuşacağı için
mutluydu ama Hazel'la vedalaşmak çok zor geldi. Onu en sona bı­
raktı. Giderken Hazel anneme ayrılık hediyesi olarak bir sallanan
sandalye ve içinde iki tane eski Noel süsü olan küçük bir kutu verdi
- sentetik bir davul ve kuyruğu kopmuş, gümüş rengi bir plastik
kuş. Annem bunları hala her Noel'de ağaca asıyor ve o partiyi, ha­
yatının en güzel Noel'iymiş gibi anlatıyor. Taşındıktan birkaç sene
sonra Hazel'ın öldüğü haberini aldık.
"Gitti, yel oldu gitti," derdi o olsa.
Bazı acıları cadıfındığı da dindiremiyor; bunlara karşı birbiri­
mize ihtiyacımız var. Sıra dışı kız kardeşler olan annem ve Hazel
Barnett, sevdikleri bitkilerden çok şey öğrendiler; birlikte yalnızlığa
karşı bir merhem, hasrete karşı şifalı bir çay yaptılar.
Kızaran yaprakların hepsi dökülünce ve kazlar uzaklara gidin­
ce, artık ben de cadıfındığının peşine düşüyorum. Beni asla hayal
kırıklığına uğratmıyor, o Noel'i ve annem ile Hazel'ın dostluğunun
birbirlerine nasıl ilaç gibi geldiğini hatırlatıyor. Kış etrafımızı kuşa­
tırken, azıcık rengi, pencereye düşen ışığı, cadıfındığı gibi bir günü
minnetle karşılıyorum.
ANNELİK

İyi bir anne olmak istiyordum, hepsi bu - belki de Gökkadın gibi. Ve


nasıl olduysa sonunda, kalçama kadar çıkan balıkçı çizmelerinin içi
çamurlu su doluverdi. Beni gölün suyundan koruması gereken las­
tik çizmelerin içinde su vardı. Ben vardım. Ve bir iribaş vardı. Öbür
dizimin arkasındaki kıpırtıya bakılırsa iki iribaş vardı.
New York'un kuzey banliyösünde ev bulmak üzere Kentucky'
den ayrılırken iki küçük kızım yeni evimiz için çok net bir talimat
listesi verdi bana: ikisine de ayrı ayrı ağaç evleri yapabileceğimiz
kadar büyük ağaçlar, Larkin'in en sevdiği kitaptaki gibi iki yanı her­
cai menekşelerle süslü bir yürüyüş yolu, kırmızı bir ahır, yüzebile­
cekleri bir göl, mor bir yatak odası. Son isteği görünce biraz rahatla­
dım. Kızlarımın babaları kısa süre önce tası tarağı toplayıp ülkeyi ve
bizi terk etmişti. Artık bu kadar çok sorumluluk istemediğini söyle­
mişti, dolayısıyla bütün sorumluluk bana kalmıştı. Kızların hiçbir
istediğini yapamasam da en azından odalarını mora boyayabilece­
ğime şükrediyordum.
Kış boyu sayısız ev baktım ama bütçeme ya da hayallerime uy­
gun hiçbir yer bulamadım. Emlak ilanlarında ("3 yatak odası, 2 ban­
yo, bodrum, manzara"), ağaç ev yapmaya uygun ağaçlar gibi çok
daha önemli özelliklere yer verilmiyor. Ama bu özelliklerden ziyade
98 Bitkilerin Ruhu

konut kredisi, okullar, hiçbir yer bulamayıp yolun sonundaki kamp


alanında karavanda yaşama ihtimalimiz gibi konuları düşündüğü­
mü de itiraf etmeliyim. Yine de emlakçı beni devasa akçaağaçlarla
çevrelenmiş, özellikle de iki tanesinin alçak ve yayvan dallarıyla ağaç
ev yapmak için ideal olduğu eski bir çiftlik evine götürünce kızların
listesi yeniden aklıma geldi. Burası olabilir gibiydi. Ama bel vermiş
ahşap panjurlar ve elli yıldır tesviye görmemiş veranda meselesi var­
dı. İyi yanından bakınca da ev yirmi sekiz dönüm arazi üzerindeydi
ve o sırada ağaçlarla kaplı bir buz kütlesi halinde olan ama aslında
alabalık yetiştiği söylenen küçük bir gölü bile vardı. Ev bomboş, so­
ğuk ve sevgisizdi fakat küf kokulu odaların kapılarını açarken muci­
zevi bir şey gördüm: Köşedeki yatak odası menekşe rengindeydi. Bu
bir işaretti. Gökten dünyaya ineceğimiz yer burasıydı.
İlkbaharda taşındık. Kısa süre sonra kızlarla birlikte akçaağaç­
ların üstüne derme çatma iki ev yaptık. Karlar eriyip de ön kapıya
kadar uzanan, her yanı yabani otlarla kaplanmış taş bir yürüyüş
yolu gördüğümüzde ne kadar şaşırdığımızı bir düşünün. Komşula­
rımızla tanıştık, piknikler yapıp tepeleri keşfettik, hercai menekşeler
yetiştirdik ve mutluluğun tohumlarını ekmeye başladık. Göründü­
ğü kadarıyla hem anne hem de babanın yerini tutacak kadar iyi bir
anne olabilecektim. Kızların evle ilgili listesinde kalan tek madde,
içinde yüzülebilir bir göl oluşturmaktı.
Evin tapu kaydında, kaynaktan beslenen derin bir gölden bah­
sediliyordu ama bu herhalde yüz yıl önceydi. Ailesi nesillerdir ora­
da yaşayan bir komşum, bir zamanlar buranın vadideki en popüler
göl olduğunu söyledi. Yazları, diğer oğlanlarla birlikte kuru otları
biçtikten sonra saman arabalarını bırakıp bu göle yüzmeye gelirler­
miş. "Elbiselerimizi çıkarıp atlardık suya," dedi. "Gölün konumu
itibarıyla hiç kimse bizi göremezdi, bu yüzden de çırılçıplak dalar­
dık. Ve buz gibiydi! Kaynaktan gelen su gölü de soğutuyordu ve
saman biçtikten sonra bu çok iyi geliyordu. Sudan çıkınca da ısın­
mak için çimenlerin üstüne yatardık." Gölümüz, evin arkasındaki
tepenin kuytularındaydı. Üç tarafından yamaçlar yükseliyor, diğer
taiaftaki elma ağaçları da görüntüyü tamamen kapatıyordu. Sırtını
yasladığı kireçtaşı yamaçtaki taşlar, iki yüzyıldan da uzun süre önce
Annelik 99

bizim evin inşaatında kullanılmıştı. Ama artık hiç kimse o göle aya­
ğını bile sokmazdı. Kızlarımın da sokmayacağı kesindi. O kadar ye­
şile boğulmuştu ki sazların nerede bitip suyun nerede başladığı bel­
li değildi.
Ördekler de işe yaramadı. Kibarca söylemek gerekirse, göle en
büyük besin girdisi onlardan geliyordu. Yem mağazasında o kadar
tatlı görünüyorlardı ki - kocaman gagaları ile devasa turuncu ayak­
larının arasını kaplayan yumuşacık sarı tüylerle talaşların ortasında
dolaşıp duruyorlardı. Mevsim ilkbahardı, Paskalya yakındı, ördek­
leri almamak için bulduğum bütün geçerli sebepler kızların mutlu­
luğu karşısında buhar olup uçtu. İyi bir anne ördek yavrularına da
annelik etmez miydi? Göl zaten bunun için değil miydi?
Ördekleri bir kolinin içine koyup garaja götürdük, üstlerine bir
çalışma lambası tutup ısıttık, kutunun ya da yavruların yanmaması
için dikkatle takip ettik. Ördeklerin tüm sorumluluğunu üstlenen
kızlar hepsini besleyip temizlediler. Bir gün öğleden sonra işten
döndüğümde yavruların mutfak lavabosunun içinde vaklayarak ve
oraya buraya su sıçratarak yüzdüklerini, sırtlarına gelen suları silki­
nerek atarlarken kızların onları mutlulukla seyrettiğini gördüm. Evi­
yenin haline bakınca başıma neler geleceğini anlamalıydım. Sonraki
birkaç hafta boyunca yavrular hep aynı iştahla yiyip dışkıladılar. Bir
ay içinde pırıl pırıl altı yavruyu göle götürüp serbest bıraktık.
Tüylerini temizlediler, suya atlayıp durdular. İlk günlerde her
şey yolundaydı ama anlaşılan kendilerini koruyacak ve eğitecek bir
anneleri olmadığı için, kutunun dışında hayatta kalmalarını sağla­
yacak becerileri kazanamamışlardı. Her gün biri ortadan kaybolu­
yordu; beş, sonra dört, en sonunda da tilkileri, kaplumbağaları, sü­
rekli göl kıyısını tarayan gökdoğanı defcdebilecek beceriye sahip üç
ördek kaldı. Bu üçü büyüyüp serpildi. Gölün üzerinde süzülürken
öylesine sakin, öylesine doğal görünüyorlardı ki! Ama göl eskisin­
den de yeşildi artık.
Kış gelip de kabahat işlemeye yatkın tabiatları ortaya çıkana
kadar her şey mükemmeldi. Kış için onlara yaptığımız dik çatılı,
dört yanı verandalı yüzer kulübeye, konfeti gibi serptiğimiz mısırla­
ra rağmen mutlu değillerdi. Köpek maması ve arka ·verandamızın
100 Bitkilerin Ruhu

sıcaklığım istiyorlardı. Bir ocak sabahı verandaya çıktığımda kasesi


bomboş duran köpeğimizin korku içinde bir köşeye sindiğini, bem­
beyaz ördeklerimizin ise bankın üstüne yan yana oturup mutluluk
içinde kuyruklarını salladıklarını gördüm.
Yaşadığım yerde kışlar soğuk geçer. Cidden soğuktur. Ördekle­
rin dışkıları sarmal yığınlar halinde donup kalıyor, çömlek çarkında
yarım kalmış toprak kaplar gibi verandama yapışıyordu. Dışkıları
ancak buz parçalarıyla kazıyıp çıkarabiliyordum. Ördekleri kovu­
yor, verandanın kapısını kapatıyor, göle kadar mısır serperek yürü­
yordum ve o zaman gürültülü bir kitle halinde peşimden geliyorlar­
dı. Ama ertesi sabah yine verandada buluyordum onları.
Kış ile günlük ördek dışkısı dozları bir araya gelince beynimin
hayvanlara şefkat göstermeye adanmış kısmı herhalde donmuş ola­
cak ki ördeklerin ölmesini dilemeye başladı. Ne yazık ki onları el­
den çıkarmaya cesaretim yoktu, üstelik bu kırsaldaki arkadaşlarım­
dan hangisi kışın göbeğinde ördek gibi kuşku uyandıran bir hediye­
yi kabul ederdi? Ördekler erik sosuna yatırılmış olsa bile... Üstlerine
tilkileri cezbedecek bir şeyler sıkmayı bile düşündüm gizli gizli. Ya
da tepelerin zirvesinde uluyup duran çakalların ilgisini çekmek
üzere ördeklerin ayaklarına biftek bağlamayı. Ama iyi bir anneydim
neticede; onları besledim, verandanın zeminini kürekle kazıdım ve
ilkbaharın gelmesini bekledim. Havanın yumuşak olduğu bir gün­
de sallana sallana göle döndüler ve bir ay içinde hepsi, geç yağmış
karın izleri gibi tüy topaklarını göl kıyısına bırakıp ortadan kaybol­
dular.
Ördekler gitmişti ama mirasları duruyordu. Mayıs ayında gö­
lün yüzeyi kalın bir tabaka halinde yeşil alglerle kaplanmıştı. Ör­
deklerin yerini alan iki tane Kanada kazı, söğütlerin altında kuluç­
kaya yatıp yavrulamıştı. Bir gün öğleden sonra kaz yavrularının
tüylenip tüylenmediğini görmek için göle gittiğimde telaşlı bir vak­
lama duydum. İncecik kahverengi tüylü bir palaz yüzmeye gitmiş
ama alglerin arasında sıkışıp kalmıştı. Kurtulmak için ciyak ciyak
kanat çırpıyordu. Ben yavru kazı nasıl kurtaracağımı düşünürken o
bacaklarım kuvvetle itip kendini suyun yüzüne çıkardı ve alglerden
oluşan halının üstünde yürümeye başladı.
Annelik 101

İşte o an kararımı verdim. Bir gölün üstünde yürünmez. Bu göl


doğal yaşam için bir davet olmalı, bir tuzak değil. Gölü en azından
kazlar için yüzülebilir hale getirme ihtimalim yok gibiydi. Ama ben
bir çevrebilimciydim, dolayısıyla da en azından durumu biraz dü­
zeltebileceğimden emindim. Ekoloji sözcüğü, yuva anlamına gelen
Yunanca oikos'tan geliyor. Ekoloji sayesinde kaz yavrularına ve kız­
larıma güzel bir yuva yaratabilirdim.
Eski çiftliklerdeki çoğu göl gibi benimki de ötrofikasyonun, yani
zamanla aşırı besin birikmesiyle oluşan doğal bir sürecin kurbanıy­
dı. Algler, nilüfer yaprakları, dökülen yapraklar, sonbaharda daldan
düşen elmalar nesiller boyunca gölde birikip bu tortuları oluştur­
muş, bir zamanlar tertemiz çakıllarla kaplı olan göl tabanını bataklı­
ğa çevirmişti. Gölde biriken bu besinler yeni bitkilerin yetişmesine
yol açmış, bunlar da giderek hızlanan bir döngü içinde başka bitkile­
rin yetişmesini tetiklemişti. Çoğu gölde durum budur, en sonunda
göl tabanı öylesine dolar ki önce bataklığa, sonra da belki bir gün
çayıra ve ormana dönüşür. Göller yaşlanır; günün birinde ben de
yaşlanacağım ama ekolojide yaşlanmanın giderek artan kayıp değil,
giderek artan bir zenginleşme olduğu düşüncesini seviyorum.
Kimi zaman ötrofikasyon süreci insanlar yüzünden hızlanır:
Suni gübre kullanılan tarlalardan ya da lağım çukurlarından sızan
sular besin açısından zengindir ve suya karışınca alglerin çok daha
hızlı artmasına neden olur. Benim gölüm bu gibi etkilerden uzaktı;
suyu, kaynaktan geliyordu ve tepedeki ağaçlık da çevre otlaklardan
sızan sulardaki azotu yakalayan bir filtre görevi üstleniyordu. Yani
benim derdim kirlilik değil, zamandı. Gölümü yeniden yüzülebilir
hale getirmek için zamanı geri almam gerekiyordu. İstediğim tam
olarak buydu - zamanı geri almak. Kızlarım çok hızlı büyüyordu,
onlara annelik edebileceğim süre azalıyordu ve içinde yüzebilecek­
leri bir göl sözümü henüz tutamamıştım.
İyi bir anne olmak, çocuklarım için o gölü iyileştirmek anlamı­
na geliyordu. Son derece üretken bir besin zinciri kurbağalar ve ba­
lıkçıllar için harika olabilir, ama yüzmek için değil. Yüzülebilecek
göller ötrofik değil, soğuk, berrak ve oligotrofik, yani besin açısın­
dan yoksul olanlardır.
102 Bitkilerin Ruhu

Algleri temizlemek için bir platform olarak kullanmak üzere, tek


kişilik küçük kanomu göle götürdüm. Algleri uzun saplı bir hrmıkla
toplayıp çöp mavnası gibi kullanacağım kanoya doldurmayı, sonra
kıyıya boşalhnayı, ardından da rahat rahat yüzmeyi planlamışhm.
Fakat bunlardan sadece yüzme kısmı gerçek oldu ve o da güzel bir
deneyim değildi. Algleri toplamaya çalışırken, suyun içinde saydam
yeşil perdeler gibi asılı olduklarım fark ettim. Hafif bir kanonun için­
den uzanıp hrmığın ucuna takılan ağır bir alg perdesini kaldırmaya
çalışırsanız, fizik kurallarına göre su sizi bekliyor demektir.
Algleri temizleme çabalarım boşa gitmişti. Bu pisliğin nedeniy­
le değil, belirtileriyle uğraşıyordum sadece. Göllerin ıslahı konu­
sunda bulabildiğim her şeyi okudum ve seçeneklerimi değerlendir­
dim. Zamanın ve ördeklerin yarathğı sonucu ortadan kaldırmak
için sadece üstten temizlik yapmak değil, göldeki besinleri yok et­
mek gerekiyordu. Gölün sığ tarafına girdiğimde parmaklarımın
arası vıcık vıcık çamur oluyordu ama altındaki temiz çakılları, yani
gölün asıl tabanını hissedebiliyordum. Belki de bu pisliği alıp kova­
larla taşıyabilirdim. Ama çamuru toplamak için en geniş kar küreği­
mi kullandığımda, suyun yüzeyi kahverengiye dönerken küreğin
içinde sadece bir avuç çamur kalıyordu. Kahkahalarla gülerek su­
yun içinde dikildim. Bu çamuru kürekle toplamaya çalışmak, kele­
bek ağıyla rüzgarı yakalamaya çalışmak gibiydi.
Ardından, göl tabanındaki tortuları kaldırmak için eski bir pen­
cere telini elek gibi kullanmayı denedim ama çamur çok inceydi ve
bu doğaçlama eleğim sudan bomboş çıkıyordu. Bu, sıradan bir ça­
mur değildi. Tortunun içindeki organik maddeler ufacık partikül­
lerden, zooplanktonların bir lokmada yiyebileceği kadar küçük to­
paklar halindeki besinlerden oluşuyordu. Sudaki besinleri çıkarma­
ya gücümün yetmeyeceği açıkh. Ama bitkilerinki yetebilirdi.
Alg tabakası dediğimiz şey aslında çözünmüş fosfor ve azotun
fotosentez yoluyla katılaşmasından ibarettir. Besinleri kürekle top­
layamıyordum ama bitkilerin gövdelerine yapışırlarsa bitkileri elle­
rimle su tabanından söküp el arabasına koyarak atabilirdim.
Bir çiftlikteki gölcükte fosfat molekülünün suyun içinden emil­
mesinden itibaren canlı dokuya geçmesine, yenmesine ya da ölme-
Annelik 103

sine, çürümesine ve bir başka alg şeridini beslemek üzere geri dö­
nüştürülmesine kadar ortalama döngüsü iki haftadan kısadır. Be­
sinleri bitkilerin içinde toplayıp yeniden alge dönüşmelerinden
önce bitkileri sökerek bu sonsuz döngüyü kırmayı planlıyordum.
Böylece gölde dolaşıp duran besin depolarını yavaş yavaş ama istik­
rarlı bir şekilde tüketebilirdim.
Mesleğim botanik olduğuna göre öncelikle bu alglerin türünü
öğrenmem gerekiyordu. Ağaç türleri kadar çok alg türü vardır, bu
yüzden de karşımdakilerin hangi tür olduğunu bilmeden işe koyu­
lursam hem onların hayatına hem de kendi sorumluluğuma ihanet
etmiş sayılırdım. Hangi ağaçların söz konusu olduğunu bilmeden
bir ormanı yeniden yeşertemezsiniz. Dolayısıyla önce gölden bir ka­
vanoz dolusu yeşil çamur alıp kokudan kurtulmak için ağzını sım­
sıkı kapatarak mikroskobumun başına geçtim.
Kaygan, yeşil öbekleri parçalayıp mikroskobun altına sığacak
tutamlar elde ettim. Tutamların içinde uzun Cladophora lifleri saten
kurdeleler gibi parlıyordu. Etrafları, kloroplastların yeşil bir merdi­
ven gibi döne döne yükseldiği yarı saydam Spirogyra lifleriyle sarı­
lıydı. Bu yeşil kütle hareket halindeydi - yanardöner Volvox topak­
ları ve nabız gibi atan öglenalar1 tutamlar boyunca uzanıyordu.
Daha önce bir kavanoz dolusu pislik gibi görünen suyun tek bir
damlası bile yaşam kaynıyordu. Gölün ıslahında bana bu yaşam
formları yardım edecekti.
Kızların izci kulübü toplantıları, kurabiye satışları, kamp seya­
hatleri ve benim tam zamanlı mesaiyi de aşan işim arasında gölün
ıslahı çok ağır ilerliyordu. Bütün anneler kendilerine kalan birkaç de­
ğerli saati en iyi şekilde değerlendirir, ellerine bir kitap alıp uzanır ya
da dikiş dikerken ben çoğu zaman göle gidiyordum; kuşlara, rüzgara
ve sessizliğe ihtiyacım vardı. İşleri yoluna koyabileceğimi hissettiğim
tek yer burasıydı. Okulda ekoloji öğretiyordum ama çocukların arka­
daşlarına gittikleri cumartesi öğleden sonraları ekoloji yapabiliyordum.
Kano felaketinden sonra, elimde bir tırmıkla kıyıda durup uza­
nabildiğim kadar uzanmak daha akıllıca göründü. Tırmığı suya at-

1. Tatlı suda yaşayan, mekik biçiminde tekhücreli canlılar. (Ç.N.)


104 Bitkilerin Ruhu

tıkça, uzun yeşil saçlarla dolu bir fırça gibi Cladophora kaplı çubuk­
lar çıkıyordu. Her tırmıkla birlikte gölün tabanından yeni bir tabaka
çıkarıp hızla büyüyen yığının üstüne ekliyordum; sonra bu yığını
aşağı taşıyıp göl havzasından uzaklaştırmam gerekiyordu. Gölün
kıyısında çürümeye bırakırsam bu sırada salınacak besinler hemen
göle dönerdi. Alg tomarlarını kızların kırmızı plastik kızağına atıp
dik yamaçtan çıkararak el arabasına boşalhyordum.
Çamurun içinde durmak istemediğim için ayağımda eski spor
ayakkabılarımla gölün kenarında dikkatle çalışıyordum. Uzanıp alg
tomarları alabiliyordum ama erişemediğim kısımlarda çok daha
fazlası vardı. Bir süre sonra spor ayakkabı yerine lastik çizme giy­
meye başlayarak çalışma alanımı biraz daha genişlettim ve bu da
yetmeyince kalçama kadar çıkan balıkçı çizmelerine geçtim. Ama
balıkçı çizmeleri insana sahte bir güvenlik hissi verdiği için biraz
fazla ileri gittim ve buz gibi suyun çizmenin tepesinden içeri doldu­
ğunu hissettim. Bu çizmeler içleri suyla dolunca aşırı ağırlaştığın­
dan, çamurun içinde takılıp kaldım. İyi bir anne boğulmaz. O yüz­
den göle bir dahaki gidişimde sadece şort giydim.
Kendimi resmen bu işe adamıştım. İlk kez göğsüme kadar suya
girebildiğim zaman yaşadığım özgürlük hissini, tişörtümün suda
havalanıp etrafımda süzülüşünü, suyun tenimde hissettiğim hare­
ketlerini hala hatırlıyorum. Nihayet kendimi yuvamda hissetmiş­
tim. Bacaklarımı gıdıklayanlar sadece küçücük Spirogyra demetleri,
dürtenler ise meraklı tatlı su levrekleriydi. Alg perdelerini şimdi
tam karşımda görebiliyordum, tırmığımın ucunda sallandıkları hal­
lerinden çok daha güzellerdi. Eski dalların üstündeki Cladophora to­
murcuklarını, aralarında yüzen dalgıçböceklerini görebiliyordum.
Çamurla yeni bir ilişki geliştirdim. Kendimi ondan korumaya
çalışmak yerine, onu önemsememeye başladım; sadece eve dönüp
de saçlarımda alg tutamları görünce ya da duşa girdiğimde üstüm­
den kahverengi sular aktığında fark ettim çamuru. Çamurun altın­
daki çakıltaşlı göl tabanını, sukamışlarının oradaki bataklık gibi in­
sanı çeken çamuru, göl tabanının derinleştiği kısımlardaki soğuk
durgunluğu hissetmeyi öğrendim. Kenarda durup tereddüt içinde
çamurda yürümekle dönüşüm sağlanamıyordu.
Annelik 105

Bir ilkbahar günü tırmığıma o kadar büyük bir alg kütlesi do­
landı ki tırmığın bambu sapı iyice büküldü. Yük biraz azalsın diye
suyu iyice akana kadar bekleyip sonra kıyıya attım bu kütleyi. Tam
tırmığı yeniden suya daldıracakken, az önce attığım yığından bir çır­
pınış sesi, ıslak bir kuyruğun yere vuruş sesi geldi. Alg yığının altın­
da çılgınca hareket eden bir tümsek vardı. Alg şeritlerini açıp içeride
savaşan şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Tombul, kahverengi
bir beden; başparmağım büyüklüğünde yavru bir boğa kurbağası
iribaşı tırmığıma yakalanmıştı. İribaş dediğimiz yavru kurbağalar
suya atılan bir ağın içinden yüzerek kolayca geçebilir ama ağ bir çan­
ta gibi kapanıp çekildiğinde içeride kalır. Yumuşak ve soğuk iribaşı
başparmağım ile işaretparmağım arasına alıp göle geri attım; biraz
dinlendi, suyun içinde bekledi, sonra yüzerek uzaklaştı. Sonraki tır­
mıkta sularını damlata damlata kıyıya çektiğim alg tabakasının için­
de o kadar çok iribaş vardı ki bir tepsi fıstık ezmesinin içine düşmüş
fındıklara benziyorlardı. Eğilip her birini tek tek çözdüm.
Bu, ciddi bir sorundu. Temizlenmesi gereken çok şey vardı.
Algleri söküp alabilir, yığın yığın dizebilir, işimi çabucak halledebi­
lirdim. Her seferinde durup kendi ahlaki ikilemimin içine dolanıp
kalmış iribaşları kurtarmakla uğraşmasaydım çok daha hızlı çalışa­
bilirdim. Kendime, onlara zarar verme niyetinde olmadığımı, sade­
ce doğal ortamı iyileştirmeye çalıştığımı, bu arada iribaşların da is­
temeden zarar görebileceğini söylüyordum. Ama iribaşlar bir kom­
post yığını içinde kalıp ölürlerse iyi niyetimin hiçbir anlamı olmaya­
caktı. Yılgınlıkla içimi çektim, ama ne yapmak gerektiğini biliyor­
dum. Bu işe annelik hevesiyle, kızlarıma yüzebilecekleri bir göl
verme isteğiyle başlamıştım. Bu süreçte de zaten yüzebileceği bir
göle sahip olan başka bir annenin yavrularını kurban edemezdim.
Böylece sadece bir göl tabanı tırmıkçısı değil, iribaş toplayıcısı
da oldum. Alg yığınlarının içinde inanılmaz şeyler buluyordum:
keskin, siyah çeneli yırtıcı dalgıçböcekleri, küçük balıklar, yusufçuk
larvaları. Kıpırdayan bir şeyi kurtarmak için parmaklarımı yığının
içine daldırdığımda arı sokmasına benzer, keskin bir acı hissettim.
Elimi çektiğimde parmağımın ucundan büyük bir tatlı su ıstakozu
sarkıyordu. Tırmığımın ucunda tam bir besin zinciri sallanıyordu
106 Bitkilerin Ruhu

ve bunlar sadece görebildiklerim, buzdağının görünen kısmı, besin


zincirinin en ucuydu. Mikroskobumun altında, omurgasız canlılarla
dolu bir alg ağı görmüştüm - kopepodlar, supireleri, rotiferler ve
çok daha küçük canlılar: ipliksi solucanlar, yeşil alg küreleri, üstün­
deki tüylerle eşzamanlı kıpırdayan protozoalar. Orada olduklarım
biliyordum ama bunları da tırmığın ucundan kurtarmam imkansız­
dı. Dolayısıyla sorumluluk zinciri konusunda kendimle pazarlık
ederek, bu mikroskobik canlıların ölümünün daha geniş bir ekosis­
temin faydasına olacağı konusunda kendimi ikna etmeye çalıştım.
Bir gölün tabanını tırmıkla temizlerken felsefe yapmak için de
zihninizde bol bol yer açılıyor. Tırmığı savurup geri çekerken, pro­
tozoa olsun ya da olmasın bütün hayatların değerli olduğu inancımı
sorguladım. Teorik olarak bu düşüncemin doğruluğunu hala savu­
nuyorum ama uygulamaya geldiğinde iş karışıyor, ruhani unsurlar
ile pragmatik unsurlar çatışıyor. Her tırmık darbesinde, bazı şeylere
öncelik verdiğimi biliyordum. Temiz bir göl istediğim için kısa
ömürlü, tekhücreli hayatlar sona erdi. Ben daha büyüğüm, elimde
tırmık var, dolayısıyla güç bende. Bu, benimsediğim bir dünya gö­
rüşü değil. Ama geceleri uykumu kaçırdığını ya da çalışmalarımı
durdurduğunu da söyleyemem; sadece, yapmakta olduğum seçim­
leri anlayıp kabul ettim. Yapabileceğim en iyi şey saygı göstermek
ve küçük hayatların çöpe gitmesine engel olmaktı. Toplayabilece­
ğim bütün minik yaratıkları topladım, geri kalam ise yeniden top­
rak olarak döngüye katılmak üzere kompost haline getirdim.
Başlangıçta yeni topladığım alg yığınlarım el arabalarına koyup
çeke çeke taşıyordum, kısa süre sonra yüzlerce kilo suyu çekip dur­
manın zor bir iş olduğunu fark ettim. Algleri kıyıya yığıp sularım ye­
niden göle bırakmalarını beklemeyi öğrendim. Sonraki günlerde alg­
ler güneş altında iyice kuruyup kağıt gibi ince tabakalara dönüşünce
el arabasına kolayca yükleyebildim. Spirogyra ve Cladophora gibi iplik­
si alglerdeki besinler, yüksek kaliteli mera otlarındakine denktir. Hay­
vanlar için çok besleyici bir meradaki balyalar dolusu gıdaya eşdeğer
besinleri taşıyordum. Kompost yığınının içinde algler üst üste birikip
kara humus oluşturdu. Gölümüz tam anlamıyla bahçeyi besliyor, Cla­
dophora havuç olarak yeniden doğuyordu. Gölde bazı değişiklikler
Annelik 107

görmeye başladım. Suyun yüzeyi birkaç gün temiz kalıyordu ama


incecik tüylerle kaplı yeşil örtü eninde sonunda dönüyordu.
Alglerin yanı sıra, göldeki besin fazlasını emen başka süngerler
olduğunu da fark ettim. Göl kıyısı boyunca dizilmiş söğütler, tüy
gibi kırmızı köklerini sığ sulara uzatarak yakaladıkları azot ve fos­
foru çekip yapraklar ve dallar üretiyordu. Budama makasımı alıp
söğütlerin ince dallarını tek tek kestim. Bu dalları sürükleye sürük­
leye uzaklaştırırken aynı zamanda gölün tabanından emdikleri be­
sinleri de alıp götürüyordum. Tarlamızdaki dal yığını giderek bü­
yüdü, pamuk kuyruklu tavşanları besledi ve tavşan pisliği olarak
çok uzaklara kadar yayıldı. Söğütler budama işlemine çok güçlü
tepki gösterir ve tek mevsim içinde boyumu geçecek kadar uzun,
dümdüz sürgünler verebilir. Suya uzak olan çalıları tavşanlar ve
ötücü kuşlar için olduğu gibi bıraktım ama tam kıyıda olanları kesip
sepet yapmak üzere demetler halinde topladım. Kalın dallar, fasul­
ye sırıkları ve gündüzsefalarının dolanabileceği bahçe parmaklıkla­
rına dönüştü. Ayrıca göl kıyısından nane ve başka otları da topla­
dım. Söğütlerde olduğu gibi, ben topladıkça onlar yeniden çıktı.
Yaptığım her şey, gölümüzü temizliğe bir adım daha yaklaştırdı.
İçtiğim her nane çayıyla göldeki besinleri biraz daha tükettim.
Söğütleri budamak gerçekten işe yaramış görünüyordu. Dola­
yısıyla budama makasımı daha da şevkle kullanarak-şık şık, şık şık­
söğüt dallarını bir bir kesip göl kıyısını temizledim. Sonra bir şey,
belki de gözucuyla yakaladığım bir hareket ya da sessiz bir itiraz
beni durdurdu. Kalan son dalın üzerinde, hasırotlarından ve ipliksi
köklerden güzelce örülmüş, ağacın çatalına yerleşmiş, türünün en
harika örneklerinden biri olan küçücük bir yuva duruyordu. Yuva­
nın içine bakınca, çam iğnelerinin üstüne yerleşmiş, her biri lima
fasulyesi büyüklüğünde üç yumurta gördüm. Doğal ortamı "ıslah"
edeceğim diye neredeyse büyük bir hazineyi yok edecekmişim. Ya­
kınlardaki anne ötleğen çalılardan uçarak telaşla geldi ve ötmeye
başladı. O kadar acele, o kadar kararlı hareket ediyordum ki durup
bakmayı unutmuştum. Çocuklarım için yaratmaya çalıştığım yuva­
nın, aynı niyetleri taşıyan başka annelerin yuvalarını tehlikeye attı­
ğını düşünmemiştim.
108 Bitkilerin Ruhu

Doğal bir ortamı ıslah ederken, niyetimiz ne kadar iyi olursa ol­
sun kayıplara da yol açhğımızı bir kez daha gördüm. Kendimizi iyi­
liğin aracıları olarak konumlandırıyoruz, oysa iyilik anlayışımız çoğu
zaman kendi dar çerçeveli çıkarlarımızla, kendi isteklerimizle şekille­
niyor. Kestiğim otları, yok ettiğim koruyucu örtüye benzer bir şekilde
yuvanın yakınına yığdım ve gölün diğer tarafındaki gözden uzak bir
taşın üstüne oturarak annenin geri gelmesini beklemeye başladım.
Yuvaya giderek yaklaşhğımı, özenle seçtiği yuvasını yıkhğımı, ailesi­
ni tehdit ettiğimi görünce ne düşündü acaba? Dünyada yıkım gücü
çok yüksek tehditler kol geziyor, onun çocuklarına ve benim çocukla­
rıma doğru acımasızca ilerliyor. Nasıl ki ben onun çocuklarını tehdit
ettiysem, insanların yaşam alanlarını iyileştirmek gibi iyi bir niyetle
yola çıkan gelişim hamlesi de benim çocuklarım için seçtiğim yuvayı
tehdit ediyor. İyi bir anne ne yapar bu durumda?
Algleri temizlemeye, çamurun çökmesini beklemeye devam et­
tim; göl daha iyi görünüyordu artık. Ama bir hafta sonra yeniden
gittiğimde köpüksü yeşil bir tabakayla karşılaştım. Mutfağı temizle­
mek gibi bir şeydi: Her şeyi kaldırır, tezgahı temizlersiniz ama he­
men arkasından yine her yerde fıstık ezmesi ve marmelat lekeleri
görüp baştan başlarsınız. Yaşam, birbirine eklenerek büyür. Ötrofi
kuralı geçerlidir. Fakat ileride mutfağımın fazlasıyla temiz olacağı
günlerin geleceğini biliyordum. Oligotrofik bir mutfağım olacaktı.
Ortalığı dağıtacak kimse olmayınca, kahvalhlık gevrek kaselerini,
ötrofik mutfağımızı özleyecektim. Yaşamın izlerini özleyecektim.
Kırmızı kızağımı gölün diğer tarafına çekip sığ sularda çalışma­
ya başladım. Kısa süre içinde tırmığıma dolanan ağır otları yavaş
yavaş yüzeye çektim. Bu tabakanın ağırlığı ve dokusu, dipten çekti­
ğim kaygan Cladophora tabakalarından farklıydı. Daha yakından
bakmak için otların üstüne yaydım, ellerimle iyice açarak gerdim ve
yeşil bir file çoraba benzediğini gördüm - suda asılı kalmış ince bir
ağ gibiydi. Hydrodictyon.
Parmaklarımla çekiştirdim; pırıl pırıldı ve kuruyunca neredey­
se tüy gibi hafiflemişti. Bal peteği kadar düzenli örülmüş bir ağ olan
Hydrodictyon, bulanık bir gölün karmakarışık yapısında beklenme­
dik bir geometri sürprizi sunuyor. İç içe geçmiş incecik bir ağ kolo­
nisi halinde suyun içinde asılı kalıyor.
Annelik 109

Hydrodictyon'un dokusuna mikroskop alhnda baktığınızda mi­


nicik altıgenleri, ağın deliklerini çevreleyen, birbirine bağlı yeşil
hücrelerin örgüsünü görebilirsiniz. Benzersiz bir klonlama yöntemi
sayesinde hızla çoğalır. Ağdaki her bir hücrenin içinde yavru hücre­
ler doğar. Bu kızlar da anne hücrenin birebir kopyasını oluşturarak
altıgen şeklinde dizilirler. Anne hücre yavrularım çevreye yayabil­
mek için çözünmek, kızlarım suya bırakmak zorundadır. Suda salı­
nan bebek altıgenler de ötekilerle bir araya gelerek yeni bağlanhlar
kurar ve yeni bir ağ örerler.
Yüzeyin hemen altında Hydrodictyon'un nasıl yayıldığını gör­
meye çalışıyorum. Yeni hücrelerin özgürleştiğini, kızların kendi
başlarına hareket ettiklerini hayal ediyorum. Annelik zamanı geçin­
ce iyi bir anne ne yapar? Suyun içinde ayakta dururken gözlerim
doluyor ve ayaklarımın etrafını saran tatlı suya tuzlu damlalar bıra­
kıyor. Neyse ki kızlarım annelerinin klonları değiller ve ben de on­
ları özgürleştirmek için çözünmek zorunda değilim; yine de kızlar
gidince ağda oluşan delik karşısında dokunun nasıl değiştiğini me­
rak ediyorum. Hızla iyileşiyor mu yoksa o boşluk hep kalıyor mı?
Yavru hücreler nasıl yeni bağlar kuruyor? Doku nasıl yeniden örü­
lüyor?
Hydrodictyon güvenli bir yer, balıklar ve böcekler için bir yuva,
avcılara karşı bir sığınak, gölün küçük sakinleri için bir güvenlik ağı.
Hydrodictyon - Latince "su ağı". Ne kadar da hayret verici. Balık
ağıyla balık yakalanıyor, böcek ağıyla böcek yakalanıyor. Ama su ağı
hiçbir şey yakalayamıyor çünkü suyu yakalamak imkansız. Annelik
de bunun gibi - elinde tutamayacağı, sonunda bir aralık bulup gide­
cek olan yavrularım sevgiyle kuşatacak, canlı bağlardan bir ağ oluş­
turmak. Ama o sırada benim işim bu silsileyi tersine çevirmek, kızla­
rımın bu suda yüzebilmesi için zamanı geri almakh. Gözyaşlarımı
sildim ve Hydrodictyon' dan aldığım ders için büyük minnet duymak­
la birlikte, suyun içindeki diğer parçayı da alıp kıyıya athm.
Kız kardeşim ziyaretimize geldiğinde, kurak California tepele­
rinde yetişmiş çocukları göle aşık oldular. Ben alglerle uğraşırken
onlar da kurbağa peşinde koştular, büyük bir coşkuyla her yana su
sıçrattılar. Kardeşimin eşi gölgelikten bana seslendi: "Hey; buradaki
110 Bitkilerin Ruhu

en büyük çocuk kim acaba?" İnkar edecek değilim, yaşım kaç olursa
olsun çamurda oynama isteğim geçmedi. Ama dünya işleriyle uğra­
şırken rahatlamak için oyun oynayamaz mıyız? Kız kardeşim de
bunun kutsal bir oyun olduğunu söyleyerek gölü temizleme çabamı
savundu.
Potawatomi halkı için kadınlar Suyun Koruyucuları'dır. Kutsal
suyu ayinlere biz taşır, onu biz temsil ederiz. Kardeşim, "Kadınların
suyla doğal bir bağı var çünkü ikimiz de yaşam üretiyoruz," dedi.
"Bebeklerimizi içimizdeki göllerde taşıyoruz ve onlar da bu dünya­
ya suyun içinden çıkıp geliyorlar. Her türlü bağımız için suları ko­
rumak bizim sorumluluğumuz." Suyu korumak da iyi anne olma­
nın bir parçası.

Yıllar boyunca cumartesi sabahları, pa�ar akşamüstleri gölün


tenhalığında çalışhm. Ot sazanları ve arpa samanları yetiştirmeyi de­
nedim; yaptığım her değişiklik yeni bir reaksiyona yol açh. İş asla
bitıniyor; sadece değişiyor. Sanırım benim aradığım şey denge ve bu
da hareketli bir hedef. Denge, durağan bir nokta değil - çalışmayı,
aldığınla verdiğini dengelemeyi, çıkarmayı ve eklemeyi gerektiriyor.
Kışın buz pateni, ilkbaharda gözlem, yazın güneşlenme, sonba­
harda kamp ateşleri... İçinde yüzebilelim ya da yüzemeyelim, göl
evimizin bir odası gibi oldu. Kenarlarına kutsal ot ektim. Kızlar gö­
lün kıyısındaki düzlükte çadır kurup ateş yakarak arkadaşlarıyla
kamp yaphlar, yazları piknik masasında yemekler yediler, uzun ak­
şamüstlerinde güneşlenirken bir balıkçılın kanat çırpışıyla oluşan
esintilerde hafifçe doğrulup baktılar.
Orada geçirdiğim saatleri sayamadım. Farkına bile varmadan sa­
atler yıllara döndü. Eskiden köpeğim benim peşimden hoplaya zıpla­
ya tepeye çıkar, ben çalışırken kıyı boyunca bir o yana bir bu yana
koşardı. Göl berraklaşhkça köpeğim yaşlandı ama güneşin alhnda
uyumak ve gölden su içmek için hep benimle gelirdi. Yakınlarda onu
da toprağa verdik. Göl kaslarımı güçlendirdi, sepetlerimi örmek için
malzeme verdi, bahçeme döktüğüm malçı sundu, nane çayımı temin
etti, gündüzsefalarıma çit oldu. Hem maddi hem de manevi anlamda
yaşamlarımız iç içe geçti. Dengeli bir takash bu: Ben göl için çalışhm,
göl benim için çalışh ve birlikte güzel bir yuva kurduk.
Annelik 111

İlkbaharda bir cumartesi günü ben algleri temizlerken, şehrimi­


zin yanındaki Onondaga Gölü'nün temizlenmesi için şehir merke­
zinde bir gösteri yapılıyordu. Bu göl, binlerce yıldır kıyısında topla­
nan ve balık tutan Onondaga halkı için kutsaldır. Büyük Haudeno­
saunee (Iroquois) Konfederasyonu da burada oluşmuştur.
Bugün Onondaga, ülkedeki en kirli göllerden biri olarak bilini­
yor. Oradaki sorun ise çok fazla değil, çok sınırlı bir yaşam olması.
Tırmığımda toplanan ağır bir çamur yığınını çekiştirirken, sorumlu­
luğun yükünü de hissediyorum omuzlarımda. Kısacık ömrümüzde
sorumluluğumuzun yeri nedir? Topu topu iki bin metrekarelik gö­
lümde suyun kalitesini iyileştirebilmek için sayısız saat harcadım.
Çocuklarım temiz suda yüzebilsin diye hrmıkla algleri temizliyo­
rum ama hiç kimsenin yüzemediği Onondaga'nın temizlenmesi ko­
nusunda sessiz kalıyorum.
İyi bir anne olmak, çocuklarınıza dünyaya özen göstermeyi öğ­
retmek demek, bu yüzden ben de kızlarıma bahçe bakımını, elma
ağacı budamayı öğrettim. Elma ağacı suyun üstüne doğru eğiliyor
ve gölgelik bir çardak sunuyor. İlkbaharda pembe-beyaz tomurcuk­
lar kokularını tepeden aşağı dağıhyor, çiçeklerin taçyaprakları su­
yun üstüne dökülüyor. Yıllardır bu elma ağacının mevsimlerini izli­
yorum - köpük köpük pembe tomurcuklar, sonra taçyaprakların
düşmesiyle birlikte ağır ağır büyüyen yumurtalıklar, genç meyvenin
ekşi yeşilliği, eylül aylarının altın rengi olgun elmaları. Bu ağaç iyi
bir anne. Çoğu seneler her yanı elmayla doluyor, dünyadaki enerjiyi
alıp yavrularına geçiriyor. Ardından tatlı bir lezzetle olgunlaşhrdığı
yavrularını dünyaya sunuyor.
Kızlarım da burada güçlü ve güzel çocuklar olarak yetiştiler,
söğütler gibi kök saldılar ve rüzgarda uçuşan tohumlar gibi uçup
gittiler. Aradan on iki yıl geçtikten sonra, bacaklarınızı gıdıklayan
otları saymazsanız göl artık neredeyse yüzülebilir hale geldi. Büyük
kızım, göl temizlenmeden uzun süre önce üniversiteye gitmek için
evden ayrıldı. Küçük kızımla birlikte kovalar dolusu ince çakıltaşıy­
la kendimize bir kumsal yaptık. Çamur ve iribaşlarla o kadar içli
dışlı oldum ki arada sırada koluma dolanan yeşil bir yosun şeridini
umursamıyorum ama gölün içine doğru hafifçe yükselerek uzanan
112 Bitkilerin Ruhu

kumsalımız sayesinde kıyıdaki çamurları havalandırmadan, doğru­


dan atlayıp orta kısımdaki berrak suya ulaşabiliyorum. Sıcak gün­
lerde buz gibi kaynak suyunun içine dalıp iribaşların kaçışmasını
seyretmek çok zevkli oluyor. Titreyerek sudan çıkıp ıslak bedenime
yapışan alg parçacıklarını temizlemem gerekiyor. Kızlar sırf ben
memnun olayım diye hemen bir dalıp çıkıyorlar ama işin doğrusu,
zamanı geri almayı başaramadım.

Bugün İşçi Bayramı, yaz tatilinin son günü. 1 Giderek zayıflayan


gün ışığının tadını çıkarabileceğimiz bir gün. Bu yaz, evde bir ço­
cukla geçireceğim son yaz. Göle doğru eğilen ağaçtan suyun içine
sarı elmalar düşüyor. Gölün karanlık yüzeyinin üstündeki sarı el­
malara, dans edip dönen bu ışık kürelerine büyülenmiş gibi bakıyo­
rum. Tepeden esen rüzgar suyu hareketlendiriyor. Batıdan doğuya
ve sonra da tam tersi istikamette daireler çizerek gelen esinti gölün
yüzeyini öylesine hafifçe hareketlendiriyor ki elmalar olmasa fark
etmezsiniz bile. Elmalar akıntıya binmiş gidiyor, kıyı boyunca sarı
tekneler birbirini izliyor. Elma ağacının altından hızla ilerleyip kara­
ağaçların altındaki kavisi takip ediyorlar. Rüzgarın etkisiyle onlar
uzaklaşırken ağaçtan yeni elmalar düşüyor ve böylece göl yüzeyi,
karanlık bir gecede sarı mumların resmigeçidi gibi, hareketli sarı
yaylarla süsleniyor. Giderek girdap halinde dönüp duruyorlar.
Paula Gunn Allen, Grandmothers of the Light [Işığın Nineleri] adlı
kitabında kadınların tıpkı Ay'ın değişen yüzleri gibi hayatın farklı
aşamalarından döne döne geçerken değişen rollerini anlatıyor. Ha­
yata başladığımızda Kız Çocuğunun Yolu'nu izliyoruz, diyor. Bu,
ailelerimizin koruması altında öğrendiğimiz, deneyim kazandığı­
mız dönem. Sonra dünyadaki yerimizi öğrendiğimiz Özgüven dö­
nemi geliyor. Bu yol bizi Annelik Yolu'na çıkarıyor. Allen'a göre bu,
"ruhani bilgilerinin ve değerlerinin tamamını çocuklarının hizmeti­
ne sunduğu" dönem. Çocuklar kendi yollarını çizmeye başlarken ve
artık zengin bir bilgi ve deneyim birikimine sahip olan anneler yeni
bir görev üstlenirken hayat da giderek genişleyen bir sarmal halin-

1. ABD'de İşçi Bayramı her yıl eylül ayının ilk pazartesi günü kutlanır. (Ç.N.)
Annelik 113

de önümüzde açılıyor. Artık güçlü yönlerimiz çocuklarımıza sun­


duğumuzdan daha geniş bir çevreye, toplumun iyiliğine yöneliyor,
diyor Allen. Ağ giderek genişliyor, genişliyor. Döngü yeniden başlı­
yor ve nineler Öğretmenin Yolu'na giriyor, genç kadınlara örnek
oluyor. Ve iyice yaşlandığımızda da işimizin henüz bitmediğini ha­
tırlatıyor Allen. Sarmal daha da genişliyor ve bilge kadının dünyası
kendisini, ailesini, insanlığı aşarak gezegeni kucaklıyor, toprağa an­
nelik ediyor.
Yani bu gölde torunlarım ve geleceğin getireceği diğer bireyler
yüzecek. Özen çemberi büyüyor ve gölcüğümüze gösterdiğim özen,
başka sulara da özen göstermeye doğru evriliyor. Bu gölden çıkan
su tepeden aşağı inerek sevgili komşumun gölüne ulaşıyor. Burada
yaptığım şey bir fark yaratıyor. Herkesin evi aynı yolun üzerinde.
Benim gölüm çaya, dereye, yardıma ihtiyacı olan büyük göle ulaşı­
yor. Su hepimizi birbirimize bağlıyor. Anneliğimin sona ereceğini
düşünerek ağladığımda gözyaşlarımı bu suya akıttım. Ama göl
bana, sadece kendi çocuklarımın serpileceği bir yuva kurmakla an­
nelik vazifemin sona ermediğini gösterdi. İyi bir anne, tüm canlıla­
rın serpilebileceği bir yuva kurana dek işinin bitmediğini bilen, öt­
rofik bir yaşlı kadına dönüşür. Besleyecek torunlar, yavru kurbağa­
lar, yavru kuşlar, yavru kazlar, fideler, sporlar var ve ben bundan
sonra da iyi bir anne olmak istiyorum.
NİLÜFERLERLE TESELLİ BULMAK

Ben farkına bile varmadan ve göl yüzmeye hazır hale gelmeden çok
daha önce kızlarım gitti. Linden gölcüğümüzü bırakıp evinden çok
uzaklardaki bir California üniversitesinde ayaklarını okyanusa sok­
mayı seçti. İlk döneminde onu ziyarete gittiğimde bir pazar öğleden
sonrasını boş boş oturup Patrick's Point parkındaki akik rengi kum­
salın çakıllarını övmekle geçirdik.
Kıyıda yürürken kırmızı şeritlerle süslü, pürüzsüz bir yeşil ça­
kıltaşı gördüm; birkaç adım geride de aynısından vardı. Dönüp onu
da buldum. Bu iki çakıltaşını yeniden bir araya getirdim, kumun
üstüne yan yana yatırdım, Üzerlerindeki deniz suyu güneşin altında
parlıyordu, sonra gelgit başladı ve taşları ayırdı, kenarlarını daha da
pürüzsüz hale getirirken aşındırıp boylarını küçülttü. Benim için
bütün kumsal aynı durumdaydı - birbirlerinden ve kıyıdan kop­
muş, güzel çakıltaşları galerisi. Linden'ın yolu ise farklıydı. O .da
taşları yeniden düzenliyordu ama grileri siyah bazaltların, pembele­
ri ladin yeşili ovallerin yanına koyuyordu. Onun gözleri yeni eşleş­
melerde, benimki ise eskilerdeydi.
Onu kucağıma aldığım ilk anda bile bunu biliyordum - benden
uzakta büyüyeceğini o saniye anlamıştım. Ebeveynliğin en temel
adaletsizliğidir bu; işimizi iyi yaparsak, en köklü bağı kurduğumuz
Nilüferlerle Teselli Bulmak l l5

bu insan omzunun üstünden şöyle bir el sallayarak kapıdan çıkıp


gidecektir. Bunu yaşadıkça öğreniriz. Kolundan tutup da güvenli
sulara çekmek istememize rağmen, "Tadını çıkar canım," demeyi
öğreniriz. Gen havuzumuzu korumamızı emreden evrimsel buy­
ruklara karşın arabanın anahtarlarını veririz onlara. Özgürlükle bir­
likte. Bizim işimiz bu. Ve ben de iyi bir anne olmak istiyordum.
Tabii ki yeni bir maceranın eşiğinde duran kızım için seviniyor­
dum ama hasret acısını yaşayacağımı bilerek kendim için üzülüyor­
dum. Bu yoldan çoktan geçmiş olan arkadaşlarım, çocuklu bir evde
yaşamanın hiç de özlenmeyecek yanlarını kendime hatırlatmamı
tavsiye ettiler. Yolların karla kaplandığı gecelerde, akşam eve gel­
melerini söylediğim saatten tam bir dakika önce kapının önünde
araba sesini beklediğim kaygı dolu akşamlar sona ereceği için mut­
luydum. Yarım yamalak yapılmış ev işleri ve gizemli bir şekilde içi
boşalıveren buzdolabı da olmayacaktı artık.
Kimi sabahlar uyandığımda evdeki hayvanlar benden önce
mutfağa koşardı. Üç renkli kedi tünediği yerden bağırırdı: Besle beni!
Uzun tüylü kedi ise suçlayan bakışlarla, sessizce mama kasesinin ya­
nında beklerdi. Köpek mutlulukla kendini önüme atar, beklenti dolu
gözlerle bakardı. Besle beni! Ben de mama verirdim. Sonra bir kabın
içine avuç avuç yulaf ezmesi ve yabanmersini koyar, bir başka kapta
da sıcak çikolata yapardım. Kızlar uykulu gözlerle aşağı iner, önceki
gece yaptıkları ödevlerini bulmak için etrafa bakınırlardı. Besle bizi,
derlerdi. Ben de beslerdim. Yemek artıklarını kompost kovasına atar­
dım, böylece ertesi yaz domates fideleri besle bizi dediklerinde onları
geri çevirmezdim. Kapıda kızları öperek uğurlarken çitin arkasında­
ki atlar kişneyip tahıl kovalarını ister, Amerikan baştankaraları bo­
şalmış yem tepsilerinin başından seslenirlerdi: Besle beni, beni, beni.
Besle beni, beni, beni. Cam kenarındaki eğreltiotu sessiz bir taleple
yapraklarını sarkıtırdı. Kontak anahtarım çevirdiğimde araba sinyal
vermeye başlardı: Doldur beni. Doldururdum. Okula giderken yol
boyu devlet radyosunu dinler, bağış toplama çağrılarının yapıldığı
yardım haftasına denk gelmezsem şükrederdim.
Bebeklerimi ilk emzirdiğim zamanı, içimin en derinlerinde du­
ran ve tekrar tekrar dolan kuyudan uzun uzun ve derin derin çek-
116 Bitkilerin Ruhu

tikleri o ilk yudumu, bakışmamızı, anne ile çocuk arasındaki o kar­


şılıklı ilişkiyi hatırlıyorum. Aslında bütün o emzirme, endişelenme
fasıllarından sonra kazandığım bu özgürlüğe memnun olmam la­
zım ama bunu özleyeceğim. Çamaşır yıkamaya değil de o bakışların
yakınlığına, karşılıklı sevgimize veda etmek zor.
Anladım ki Linden'ın gidişiyle yaşadığım kederin bir nedeni
de "Linden'ın annesi" değilsem kim olduğumu bilemememdi. Ama
bu krizi biraz daha erteleyebildim çünkü "Larkin'in annesi" olarak
da aynı derece ünlüydüm. Fakat bu da bitecekti.
Küçük kızım Larkin evden ayrılmadan önce göl kıyısında
onunla son kez kamp yapıp yıldızların doğuşunu seyrettik. "Bütün
bunlar için teşekkür ederim," diye fısıldadı. Ertesi sabah araba yurt
ve okul malzemeleriyle tıka basa doluydu. Şeffaf plastik kutulardan
birinde, ona hamileyken yaptığım yatak örtüsü duruyordu. İhtiyacı
olan her şeyi arabanın arkasına yığdıktan sonra kendi eşyalarımı da
üstteki bagaja koymama yardım etti.
Okula varınca eşyaları indirip yurttaki odasını hazırladıktan,
sanki hiçbir şey olmamış gibi birlikte öğle yemeği yedikten sonra
gitme vaktimin geldiğini anladım. Benim görevim bitmişti, onunki
yeni başlıyordu.
Genç kızların göstermelik el sallayıp ailelerini sepetlediklerini
fark ettim, ama Larkin beni, çok sayıda minivanın hala yüklerini
boşalttığı yurt otoparkına kadar geçirdi. Neşeli görünmeye çalışan
babaların ve gergin annelerin bakışları altında bir daha kucaklaştık
ve çoktan tükendiğini sandığımız gözyaşlarımızı gülümsemeyle ka­
rışık akıttık. Ben arabanın kapısını açarken Larkin biraz uzaklaşıp
bağırdı: "Anne, otoyolda durdurulamaz hıçkırıklara boğulursan
arabayı kenara çek lütfen!" Otoparktaki herkes kahkahalar attı ve
oradan ayrıldık.
Mendile ya da emniyet şeridine ihtiyacım yoktu. Sonuçta eve
dönmüyordum. Kızımı üniversiteye bırakmayı başarmıştım ama
boş bir eve gitmek istemiyordum. Zaten atlar bile çoktan gitmişti ve
köpeğimiz ilkbaharda ölmüştü. Beni karşılayacak kimse yoktu.
Arabanın üstündeki bagajda bulunan özel keder önleme siste­
mim bunun için yanımdaydı. Bütün hafta sonları kızların atletizm
Nilüferlerle Teselli Bulmak 117

yarışmalarıyla veya arkadaşlarının gece yatısına kalmasıyla geçtiği


için tek başıma kürek çekmeye gidecek vaktim hemen hemen hiç
olmuyordu. Ben de kaybım için yas tutmak yerine, özgürlüğümü
kutlayacaktım artık. Orta yaş krizlerinin sembolü olan parlak kırmı­
zı Corvette hayalleri vardır ya hani, benim hayalim de arabanın üs­
tünde duruyordu. Labrador Gölü'ne gidip yeni kırmızı kanomu
suya bıraktım.
İlk kürek darbesinin sesini hatırlamak bile bütün günü yeniden
yaşatıyor bana. Bir yaz akşamüstünün son saatleri; gölü kuşatan te­
pelerin arasında altın rengi güneş ve lacivert gökyüzü bir olmuş.
Sukamışlarının arasında öten amerikabakalları. Cam gibi gölün üs­
tünde en ufak bir esinti bile yok.
Önümde uçsuz bucaksız gibi görünen sular ışıldıyordu ama
öncelikle kıyıda, suyun yüzeyini kaplayacak kadar yoğun bir ponte­
deria ve nilüfer yatağı şeklinde uzanan bataklığı aşmam gerekiyor­
du. Suyun bulanık zemininden yüzeyine kadar olan yaklaşık iki
metrelik mesafe boyunca uzayan nufar nilüferlerinin uzun yapraklı
sapları, ilerlememe engel olmak ister gibi küreğime dolanıp duru­
yordu. Kanomun gövdesine yapışan sazları iterken, kırık saplarının
içini görebiliyordum. Sapların içi, botanikçilerin aerenkima dediği,
strafora benzeyen, içi hava dolu süngersi beyaz hücrelerle doluydu.
Bu hava hücreleri sadece suyun yüzeyinde durabilen bitkilerde gö­
rülür ve yapraklara can simidi gibi batmazlık özelliği kazandırır. Bu
nedenle de tekneyle aralarından geçmek çok zordur ama bu bitkiler
aslında çok daha önemli bir amaca hizmet eder.
Nilüfer göl yüzeyinden ışık ve hava alır ama göl tabanında bi­
lek kadar kalın ve kol kadar uzun bir canlı köksapa bağlıdır. Bu kök­
sap gölün oksijensiz (anaerobik) derinliklerinde yaşar. Aerenkima,
hava dolu hücrelerden oluşan dolambaçlı bir zincir oluşturur ve
yüzey ile derinler arasına bir hat çekerek oksijenin göl tabanındaki
köksaplara yavaş yavaş yayılmasını sağlar. Nilüfer yapraklarını ke­
nara itsek, aşağıdaki köksapları görebiliriz.
Sazların arasında takılıp kalınca bir an durup dinlendim; etra­
fım sukalkanları, kokulu nilüferler, sazlar, yabani kala çiçekleri ve
sarı nilüfer, Nuphar luteum, nufar ya da brendi şişesi olarak bilinen
118 Bitkilerin Ruhu

sıra dışı bitkilerle çevriliydi. Pek bilinmeyen "brendi şişesi" belki de


bitkiye en uygun isimdi, çünkü karanlık sulardan yükselen sarı çi­
çekler tatlı bir alkol kokusu yayıyordu. Keşke yanıma bir şişe şarap
alsaydım, diye düşündüm.
Gösterişli brendi şişesi çiçekleri, polen taşıyan canlıları cezbet­
me görevlerini başarıyla yerine getirdikten sonra birkaç hafta bo­
yunca saplarını eğip suyun alhna çekilir, yumurtalıkları yeniden
dolana kadar gözden kaybolurlar. Tohumlar olgunlaştığında sap
yeniden dikleşir ve üstünde meyvesiyle suyun yüzüne çıkar - me­
rak uyandıran, parlak kapaklı, tekila kadehi kadar küçük, minyatür
bir brendi şişesi. Bu olayı hiç gözlerimle görmedim ama tohumların
gösterişli bir şekilde su yüzeyine düştüğünü öğrendim. Etrafımda­
ki nilüferlerin kimisi yükselme kimisi dalma ya da yeniden ortaya
çıkma aşamasındaydı; içinden geçmesi zor bir ortam vardı ama
amacıma ulaşmakta kararlıydım, kırmızı teknemi yeşilliğin arasın­
dan ittim.
Derin sulara ulaşabilmek için, tekneyi saran bitkilerin ağırlığı­
na direnerek tüm gücümle kürek çektim ve sonunda kurtuldum.
Omuzlarım da kalbim gibi yorgun düştüğünden, suyun üzerinde
bekledim, gözlerimi kapattım ve kederin gelip beni sürüklemesine
izin verdim.
Belki hafif bir rüzgarla, belki dip akıntısıyla ya da yerkürenin
gölü biraz hareketlendirmek için eksenini hafifçe kaydırmasıyla,
yani hangi görünmez sebeple olduysa, küçük teknem suyun üstün­
de beşik gibi hafifçe sallanmaya başladı. Tepelerin kucağında, su­
yun beşiğinde, yüzüme vuran rüzgarın elinde, kendimi davetsiz
gelen bu avuntuya teslim ettim.
Ne kadar süreyle suyun üstünde dolaşıp durdum bilmiyorum
ama küçük kırmızı teknem gölün bir ucundan diğerine sürüklen­
mişti. Teknemin etrafındaki hışırtılı fısıltılarla düşlerden uyanıp
gözlerimi açtığımda, kökleri karanlıkta, kendileri ışığın içinde süzü­
len nilüferlerin parlak yeşil yapraklarının bana yine gülümsediğini
gördüm. Suyun üzerindeki ışıl ışıl yeşil kalplerle kuşatılmıştım. Ni­
lüferler ışıkla birlikte nabız gibi atıyor, onların yeşil kalbiyle benim
kalbimin atışı senkronize oluyordu. Suyun altında, yukarı çıkmaya
Nilüferlerle Teselli Bulmak 119

hazırlanan genç kalpler; suyun yüzeyinde ise yaz rüzgarları, dalga­


lar ve tabii ki kürekler yüzünden kenarları yer yer aşınmış yaşlı
yapraklar vardı.
Eskiden biliminsanları nilüferlerin yüzeydeki yapraklarından
köksapa doğru oksijen akışının, ağır ilerleyen bir dağılma süreci ya
da havadaki yüksek yoğunluk bölgesinden suyun alhndaki düşük
yoğunluk bölgesine doğru moleküllerin yetersiz bir seviyede sü­
rüklenmesi olduğunu düşünürdü. Ama bizler bitkilerin öğretilerini
hatırlayabilseydik, yeni araştırmaların gösterdiği akışı kendimiz de
sezgilerimizle keşfedebilirdik.
Yeni yapraklar, gelişmekte olan genç dokularının içindeki ağzı
sımsıkı kapalı hava boşluklarını oksijenle doldurur ve bu yoğunluk,
bir basınç değişimi yaratır. Yara bereler nedeniyle yaprak dokusu­
nun daha da açığa çıktığı yaşlı yapraklarda ise hava boşluklarının
içi seyrek olduğu için daha az basınç oluşur ve buradaki oksijen at­
mosfere salınır. Bu değişim nedeniyle, genç yapraklardaki hava
miktarı yaşlılara doğru çekilir. Yapraklar hava dolu kılcal ağlarla
birbirlerine bağlı oldukları için, genç yapraklardaki oksijen toplu
halde yaşlı yapraklara akar ve geçiş rotasındaki köksapa da oksijen
verir. Genç ve yaşlı yapraklar tek bir derin nefesle, karşılıklı nefes
alıp vermekle, ortak köklerini beslemekle birbirine bağlanır. Genç
yapraktan yaşlıya, yaşlıdan gence, anneden kıza - karşılıklılık ilkesi
sürer gider. Nilüferlerden aldığım ders içimi ferahlatmıştı.
Kıyıya kürek çekmek daha kolay oldu. Güneş batarken kano­
mu arabanın üstüne bağladığım sırada, kanonun üstünde kalan göl
suyu başımdan aşağı döküldü. Keder önleme sistemi gibi bir yanıl­
samaya kapıldığım için kendi kendime gülümsedim: Böyle bir şey
yok. Biz içimizi dünyaya döküyoruz, dünya da içini bize döküyor.
İlk anamız olan toprak, kendi kendimize veremeyeceklerimizi
bize hediye ediyor. Göle gelip, Besle beni, dediğimin farkında değil­
dim ama bomboş kalbim beslenmişti. İyi bir annem vardı. Neye ih­
tiyacımız olsa, biz istemeden veren bir anne. Yaşlı Toprak Anamız
hiç yorulmuyor mu acaba? Yoksa o da bizden aldıklarıyla mı besle­
niyor? "Teşekkür ederim," diye fısıldadım, "her şey için."
Eve döndüğümde neredeyse karanlık çökmüştü ama çıkmadan
120 Bitkilerin Ruhu

önce verandanın ışığını açık bırakmıştım, çünkü karanlık bir eve


girmeyi kaldıramayacaktım. Can yeleğimi verandaya astım, tam
anahtarlarımı çıkaracakken sanki kapımın önünde bir pinyata par­
çalanıp dökülmüş gibi, her biri parlak kağıtlara özenle sarılmış bir
yığın hediye gördüm. Kapının eşiğinde bir şişe şarap ve tek bir ka­
deh duruyordu. Evden ayrılışını kutlamak için verandada parti var­
dı ama Larkin partiyi kaçırmıştı. "Ne şanslı kız," diye düşündüm,
"sevgiye boğuluyor."
Hediyelerin üstünde bir etiket ya da kart aradım ama geç kal­
mış bu paketleri kimin getirdiğine dair hiçbir işaret yoktu. Paketler
ince pelür kağıttan yapılmıştı, altlarında bir ipucu bulmaya çalıştım.
Hediyelerden birinin üstündeki mor pelür kağıda iyice bastırıp alt­
taki etiketi okudum. Bir kutu Vicks VapoRub merhem! Kenarı bü­
külmüş paket kağıdının altından küçük bir not düştü: "Rahatlaman
için." Elyazısını hemen tanıdım; saatlerce mesafe uzakta yaşayan,
kız kardeşim gibi sevdiğim kuzenime aitti. İyilik perim, Larkin' e an­
nelik ettiğim her sene için bir tane olmak üzere on sekiz not ve hedi­
ye bırakmıştı kapıya. Bir pusula: "Yeni yolunu bulman için." Bir
paket somon füme: "Çünkü sombalıkları hep evlerine döner." Ka­
lemler: "Yazacak vakte kavuşmanın tadını çıkar diye."
Her gün hediyelere boğuluruz ama bunları sadece kendimize
saklayamayız. Bu hediyeler hareket ettikçe hayat bulur, ortak nefes
alıp verişimizdir bunlar. İşimiz ve sevincimiz, bu hediyeleri başka­
larına aktarmak ve evrene verdiklerimizin daima geri geleceğine
inanmaktır.
MİNNET BORCUNA SADAKAT

Çok da uzun zaman önce değildi - sabah ritüelim, şafaktan önce


uyanıp yulaf lapası ve kahveyi hazırladıktan sonra kızları uyandır­
maktı. Sonra okula gitmeden atları beslemelerini söylerdim onlara.
Bu iş de bitince öğle yemeklerini paketler, kayıp kağıtlarını bulur,
okul servisi aksıra tıksıra tepeyi çıkıp bize doğru gelirken pembecik
yanaklarına birer öpücük kondurur, kedilerin ve köpeğin mamala­
rını tazeler, eli yüzü düzgün bir şeyler giyer, arabama binip okula
giderken de sabahki dersimi gözden geçirirdim. O günlerde tefekkür
pek de aklıma gelmezdi.
Bir tek perşembeleri sabahtan dersim olmadığından biraz ay­
laklık edebiliyordum; güne iyi bir başlangıç yapmak için çayırdan
geçip tepeye çıkıyor, kuş sesleri, sabah çiyinden ıslanmış ayakkabı­
larım, ahırın üstünden doğan güneşle hala pembe görünen bulutlar
eşliğinde minnet borcumun kaparosunu ödüyordum. Bu perşembe­
lerden birinde, altıncı sınıftaki kızımın öğretmeninin önceki gece
açtığı telefon yüzünden Amerika kızılgerdanlarına ve yeni yaprak­
lara dikkatimi veremedim. Anlaşılan kızım son dönemde tüm sınıf­
la birlikte ayağa kalkıp Amerikan andını okumayı reddeder olmuş.
Öğretmen, kızımın kimseyi rahatsız etmediğini, saygısızlık yapma­
dığını, ama sessizce sandalyesinde oturup katılmamayı tercih ettiği-
122 Bitkilerin Ruhu

ni söylemişti. Birkaç gün sonra başka çocuklar da onun izinden git­


meye başlayınca öğretmen, "durumu bilmek isteyeceğimi düşüne­
rek" beni aramış.
Anaokulundan lisenin sonuna kadar ben de her güne bu ritüel­
le başlamışhm. Tıpkı bir orkestra şefinin batonla önündeki nota seh­
pasına vurması gibi, okul servisinin şamatasını ve itiş kakış dolu
koridoru unutup dikkatimizi andımıza verirdik. Hoparlörden gelen
ses yakamıza yapıştığında genellikle sandalyelerimizi düzenleyip
beslenme çantalarımızı dolaplara yerleştiriyor olurduk. Sıralarımı­
zın yanında durup karatahtanın köşesine asılan, yer cilasının ya da
oyun hamurunun kokusu gibi her an her yerde karşımıza çıkan bay­
rağa yüzümüzü dönerdik.
Elimizi kalbimize koyup andı okurduk. Bu ant eminim ki tıpkı
benim gibi başka öğrenciler için de bir muammaydı. Cumhuriyetin
ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu ve Tanrı'nın ne olduğun­
dan da pek emin değildim. Üstelik, "herkese özgürlük ve adalet"in
kuşku götürür bir önerme olduğunu bilmek için sekiz yaşında bir
Kızılderili olmak şart değildi.
Fakat üç yüz sesin birden duyulduğu bu buluşmalarda, okulun
kır saçlı hemşiresinden anaokulu öğrencilerine kadar tüm seslerin
ölçülü bir tempo içinde ritüele katılması sayesinde kendimi bir bü­
tünün parçası gibi hissederdim. Sanki bir anlığına tek zihin olur­
duk. O anda, bir türlü yakalayamadığımız şu özgürlüğü hep bir
ağızdan savunsak ona ulaşabiliriz gibi gelirdi.
Ama bugünkü aklımla baktığımda, öğrencilere bir siyasi siste­
me bağlılık yemini ettirme fikri fazlasıyla tuhaf geliyor. Özellikle de
akıl çağına geçtiğimiz yetişkinlik dönemimizde bu andı ezberden
okuma ritüelini terk edeceğimizi bile bile. Anlaşılan kızım da bu
çağa ulaşmıştı ve müdahale etmeye hiç niyetim yoktu. "Orada du­
rup yalan söylemeyeceğim anne," dedi bana. "Katılmaya zorlarlar­
sa buna pek de özgürlük denemez herhalde, değil mi?"
Farklı sabah ritüellerini, dedesinin toprağa kahve döküşünü ve
benim de evimizin bulunduğu tepedeki ritüelimi biliyordu ve bu
benim için yeterliydi. Potawatomi'lerin gündoğumu ayini dünyaya
minnetimizi göstermenin, bize verilenlerin farkına varmanın, karşı-
Minnet Borcuna Sadakat 123

lığında da en güzel şekilde teşekkür etmenin bir yoludur. Pek çok


kültürel fark olmakla birlikte, dünyanın her yerindeki yerli halklar­
da bu ritüel ortaktır - köklerimiz minnet kültürüne dayanır.
Yaşlı çiftliğimiz, Onondaga halkının ata topraklarında bulunu­
yor ve bu halkın koruma alanı da bizim tepenin birkaç bayır batısın­
da kalıyor. Orada da tıpkı bizim bayırdaki gibi okul servislerinden
inen bir sürü çocuk, gözetmenlerin, "Koşmayın, yürüyün!" diye ba­
ğırmasına karşın koşmaya devam ediyor. Ama Onondaga'da oku­
lun girişindeki bayrak mor ve beyaz renklerde ve Haudenosaunee
Konfederasyonu'nun simgesi olan Hiawatha kemerini1 tasvir edi­
yor. Küçücük omuzlarına fazla büyük gelen parlak renkli sırt çanta­
larıyla çocuklar, üstünde sağlık ve barış duası Nya wenhah Ska: nonh
sözcüklerinin yazılığı olduğu geleneksel Haudenosaunee moru ka­
pılardan akın akın okula giriyorlar. Siyah saçlı bu çocuklar orta av­
luda, güneş ışınlarının içinde, kayrak taşı zeminin üstüne kazınmış
kabile sembollerinin üstünde daireler çizerek koşuyorlar.
Burada pazartesiden cumaya Amerikan andı değil, Şükran Hi­
tabesi okunuyor - halklar kadar eski, Onondaga dilinde Her Şeyden
Önce Gelen Kelimeler anlamındaki bir sözcükler nehri bu. Bu ka­
dim kurallar dizisinde minnet en öncelikli konu. Hediyelerini dün­
yaya sunanlara minnetimiz ifade ediliyor.
Avluda bütün sınıflar bir arada duruyor, hitabeyi okuma so­
rumluluğu her hafta farklı bir yaş grubuna veriliyor. Hep birlikte,
lngilizceden daha eski bir dilde okuyorlar. Eskiden insanlara, kaç
kişi oldukları hiç fark etmeksizin, ne zaman bir araya gelseler her
şeyden önce ayağa kalkıp bu sözleri söylemelerinin emredildiği ri­
vayet edilir. Bu ritüelde öğretmenler çocuklara her gün, "ayakları­
mızın toprağa bastığı ilk andan itibaren doğal dünyanın her bir üye­
sine selam ve teşekkür ettiğimizi" hatırlatıyor.
Bugün sıra üçüncü sınıflarda. Sadece on bir kişiler ve arada kı­
kırdasalar, gözlerini yere dikmiş olanları dürtseler de aynı anda baş­
lamak için ellerinden geleni yapıyorlar. İyice konsantre oldukların-

1. Konfederasyonun kurucusu Hiawatha'nın adıyla anılan, Amerikan yerlilerinin geleneksel


boncuk işiyle konfederasyondaki beş kabileyi tasvir eden kemer. (Ç.N.)
124 Bitkilerin Ruhu

da küçücük suratları kırışıyor ve takıldıklarında, kelimeleri hatırlat­


ması için öğretmenlerine bakıyorlar. Hayatlarının hemen hemen her
günü duydukları sözcükleri, kendi dillerinde söylüyorlar.

Bugün burada toplandık; etrafımızdaki yüzlere bakınca yaşam döngüsü­


nün sürdüğünü görüyoruz. Birbirimizle ve tüm canlı varlıklarla denge
ve uyum içinde yaşamakla yükümlüyüz. Gelin zihinlerimiz bir olsun, biz
İnsanlar birbirimize selam ve teşekkür edelim. Artık zihinlerimiz bir. 1

Sonra bir duraklama oluyor ve çocuklar kendi kendilerine söz


veriyorlar:

Yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz her şeyi bize veren Toprak Anamıza
minnettarız. Yürürken ayağımızı bastığımız zemini verir o. Zamanın
başlangıcından beri bizi gözettiğini bilmek neşeyle doldurur içimizi. Ana­
mıza şükran, sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz. Artık zihinlerimiz bir.

Çocuklar şaşırtıcı derecede uslu durup dinliyorlar. Yerli kültü­


rüyle yetiştikleri belli.
Burada Amerikan andının yeri yok. Onondaga özerk bir bölge;
dört bir yanı, Amerikan andında bahsedilen "bayrağın temsil ettiği
cumhuriyet"le çevrili, ama Amerika Birleşik Devletleri'nin görev
alanının dışında kalan bir yer. Güne Şükran Hitabesi'yle başlamak
hem siyasi hem de kültürel anlamda bir kimlik ifadesi ve özerklik
beyanı. Ve çok daha fazlası.
Bu hitabe bazen dua zannediliyor ama çocuklar başlarını eğmi­
yorlar. Onondaga büyükleri onlara tam tersini öğretiyor: Bu hitabe
bir sözden, duadan ya da şiirden çok daha fazlası.
İki küçük kız kol kola girip söze devam ediyor:

Susuzluğumuzu giderdikleri, tüm varlıklara güç verdikleri ve yaşamı


besledikleri için dünyadaki bütün Sulara teşekkür ediyoruz. Gücünü
farklı şekillerde gösteren sulara -şelaleler ve yağmurlar, sisler ve dereler,

1. Şükran Hitabesi'nin kelimeleri değişiklik gösterir. Buradaki metin, John Stokes ve Ka­
nawahientun'un (1993) yer verdiği, yaygın versiyondur.
Minnet Borcuna Sadakat 125

nehirler ve okyanuslar, karlar ve buzlar. Suların hala bizimle olmasına


ve diğer tüm Yaratılmışlara karşı sorumluluğunu yerine getirmesine
müteşekkiriz. Onun yaşamsal önemini kabul edip Su'ya selam ve teşek­
kür etmek için tek zihin olabilir miyiz? Artık zihinlerimiz bir.

Şükran Hitabesi'nin özünde minnet kavramının olduğunu,


ama bu hitabenin aynı zamanda doğal dünyanın maddi, bilimsel
envanteri de olduğunu öğrendim. Bu yüzden isimlerinden biri de
Doğal Dünyaya Selam ve Teşekkür. Sırayla ekosistemdeki her bir
öğenin ismi ve işlevi dile getiriliyor. Yerli biliminde önemli bir ders.

Sudaki bütün Balıklara bakalım. Görevleri suyu temizleyip arındırmak.


Ve yiyecek olarak kendilerini sunarlar bize. Görevlerini yerine getirmeye
devam ettikleri için minnettarız; Balıklara selam ve teşekkür ediyoruz.
Artık zihinlerimiz bir.
Uçsuz bucaksız Bitki tarlalarına bakalım. Göz alabildiğine yayılan Bit­
kiler büyür, mucizeler yaratır. Pek çok yaşam türünü besler. Zihinleri­
mizi bir edip Bitkilere teşekkür ediyor, nesiller boyu onları görmek isti­
yoruz. Artık zihinlerimiz bir.
Etrafımıza bakınca çalı meyvelerinin hala bizimle olduğunu, leziz yiye­
cekler sunduğunu görürüz. Çilektir bu meyvelerin sultanı, ilkbaharda
ilk o olgunlaşır. Dünyamızı paylaşan çalı meyvelerine minnet duyup
onlara şükran, sevgi ve saygımızı sunabilir miyiz? Artık zihinlerimiz
bir.

Acaba burada da kızım gibi isyan edip dünyaya teşekkür etme­


yi reddeden çocuklar var mıdır? Meyvelere minnet duyulan bir or­
tamda pek mümkün görünmüyor.

Tek zihin olarak, bahçemizden topladığımız bütün Yiyecekleri, özellikle


de insanlara bereket sunan Üç Kız Kardeş'i onurlandırır, onlara teşek­
kür ederiz. Zamanın başlangıcından beri insan tahıllar, sebzeler, bakla­
giller ve meyveler sayesinde hayatta kaldı. Başka canlılar da onlardan
güç aldı. Bütün Yiyecekleri zihnimizde topluyor, hepsine selam ve teşek­
kür ediyoruz. Artık zihinlerimiz bir.
126 Bitkilerin Ruhu

Çocuklar eklenen her bölüme dikkat edip başlarıyla onaylıyor­


lar. Özellikle yiyeceklerle ilgili bölümleri. Red Hawks lakros takımı­
nın tişörtünü giymiş küçük bir oğlan çocuğu bir adım öne çıkıyor:

Şimdi dünyadaki Şifalı Bitkilere dönelim. En başından beri hastalıkları


defetmekle görevliydiler. Bizi iyileştirmeye daima hazırdırlar. Bitkileri
şifa için kullanmayı hatırlayan az sayıda özel insan hiilii bizimle olduğu
için sevinçliyiz. Zihinlerimizi bir edip Şifalı Bitkilere ve Şifa'nın koru­
yucularına şükran, sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz. Artık zihinleri­
miz bir.
Ağaçlar var etrafımızda. Dünyadaki her bir Ağaç ailesinin kuralları ve
faydaları kendilerine göre. Kimisi barınak ve gölge, kimisi meyve, hoş
görüntü ve yararlı hediyeler sunar. İnsanların en çok ihtiyaç duyduğu
anda şeker hediye eden Akçaağaç'tır ağaçların sultanı. Dünya halkları­
nın çoğunda Ağaç simgesidir barış ve gücün. Zihinlerimizi bir edip
Ağaçlara selam ve teşekkür ediyoruz. Artık zihinlerimiz bir.

Hitabe, yaşamamızı sağlayan her varlığı selamladığı için haki­


katen uzun sürüyor. Ama kısa haliyle ya da uzun ve istediğiniz de­
tayda söylenebiliyor. Okulda, çocukların dil becerilerine uygun se­
viyede kullanılıyor.
Hitabenin gücü kısmen de bu kadar çok varlığa selam ve teşek­
kür etme süresinin uzunluğunda yatıyor. Dinleyenler, konuşmacı­
nın kelimelerle sunduğu bu hediyeye, dikkatleriyle ve bir olmuş
zihinlerin buluştuğu yere kendi zihinlerini de katmakla karşılık ve­
riyor. Hiç karışmayıp sözcüklerin ve zamanın akıp gitmesini bekle­
yebilirsiniz ama yapılan her çağrı sizden karşılık bekliyor. "Artık
zihinlerimiz bir." Odaklanmanız, kendinizi gerçekten dinlemeye
vermeniz gerekiyor. Bu kolay bir iş değil - özellikle de kısa konuş­
malara ve anlık tatminlere alışkın olduğumuz bu çağda.
Kızılderili olmayan iş ya da hükümet temsilcileriyle bir araya
gelindiğinde hitabe uzun tutulursa konuklar, özellikle de avukatlar
biraz sabırsızlanıyor. Bir an önce bitsin istiyorlar, bakışları odanın
içinde dolanıp duruyor, saatlerine bakmamak için kendilerini zor
tutuyorlar. Kendi öğrencilerim bile Şükran Hitabesi deneyimini
paylaşmaktan mutluluk duyduklarını söylüyorlar ama her seferin-
Minnet Borcuna Sadakat 127

de bir ya da birkaç kişi aşırı uzun olduğunu da mutlaka belirtiyor.


"Yazık size," diyorum anlayışla. "Şükretmemiz gereken bunca şey
olması ne fena."

Dünyada bizimle birlikte yürüyen bu güzel hayvanlara selam ve teşek­


kür etmek için zihinlerimizi bir ediyoruz. Biz insanlara öğretecek çok
şeyleri var. Yaşamlarını bizimle paylaşmaya devam ettikleri için min­
nettarız, ilelebet böyle devam etmesini dileriz. Zihinlerimizi bir edip
Hayvanlara teşekkür ediyoruz. Artık zihinlerimiz bir.

Çocuklarınızı, en büyük önceliğin minnet olduğu bir kültürde


yetiştirdiğinizi hayal edin. Freida Jacques, Onondaga Ulusal Oku­
lu'nda çalışıyor. Kabile anası, okul aile birliğinin yetkilisi ve cömert
bir öğretmen. Şükran Hitabesi'nin Onondaga'ların dünya ile ilişki­
sinin vücut bulmuş hali olduğunu söylüyor bana. Yaratılış'ın her bir
unsuruna, Yaratıcı'nın verdiği görevleri yerine getirdiği için teşek­
kür ediliyor. "Her gün bize, yeterince şeye sahip olduğumuzu hatır­
latıyor," diyor. "Hatta yeterinden bile fazla. Hayatı sürdürmek için
gereken her şey zaten var. Her gün söylediğimiz bu hitabe, Yaratı­
lış'ın her bir unsuru için mutluluk ve saygı duymamızı sağlıyor."
Şükran Hitabesi'ni dinlerken ister istemez kendinizi çok zengin
hissedersiniz. Minneti ifade etmek çok masum gibi görünebilir ama
aslında devrimci bir fikirdir. Bir tüketim toplumunda elindekiyle
mutlu olmak radikal bir ifadedir. Eksiklerin yerine bolluğu görmeyi
seçmek, karşılanmamış arzular yaratarak ayakta kalan bir ekonomi­
yi temelinden sarsar. Minnet, tamlık duygusuna dayalı bir toplum­
sal ahlak üretir, oysa ekonominin boşluk duygusuna ihtiyacı vardır.
Şükran Hitabesi, ihtiyaç duyduğumuz her şeye zaten sahip olduğu­
muzu hatırlatır bize. Minnet, tatmin olmak için alışveriş yapmaya
sevk etmez; meta değil, hediyedir ve böylece ekonomiyi temelinden
yıkar. Bu da hem toprak hem de insanlar için şifadır.

Başlarımızın üstünde dolaşıp uçan kuşlara teşekkürlerimizi sunmak


için zihinlerimizi bir ediyoruz. Yaratıcı onlara güzel şarkılar hediye etti.
Her sabah günü selamlar; şarkılarıyla bize hayatın tadını çıkarıp onu
takdir edebilmeyi hatırlatırlar. Kartal kuşların lideridir ve dünyayı gö-
128 Bitkilerin Ruhu

zetir. En küçüğünden en büyüğüne bütün Kuşlara neşe dolu selam ve


teşekkürlerimizi sunuyoruz. Artık zihinlerimiz bir.

Bu hitabe bir ekonomik model olmanın ötesinde bir vatandaş­


lık bilgisi dersi de aynı zamanda. Freida, her gün Şükran Hitabe­
si'ni dinleyen çocukların liderlik modellerini de anladıklarını söy­
lüyor: çalı meyvelerinin lideri çilek, kuşların lideri kartal. "Kendi­
lerinden çok şey beklendiğini hatırlıyorlar. İyi bir lider olmak için
vizyon sahibi olmanın, cömertlik göstermenin, insanlar adına fe­
dakarlık yapmanın gerektiğini öğretiyor bu hitabe. Akçaağaç gibi,
öncelikle liderlerin hediye sunması gerekiyor." Bütün topluluğa li­
derliğin temelinde güç ve yetki değil, hizmet ve bilgelik olduğunu
hatırlatıyor.

Dört Rüzgiir'ın gücüne müteşekkiriz. Hareket eden havada bu rüzgar­


ların sesini duyar, onlarla tazeleniriz; soluduğumuz hava onlarla arınır.
Mevsimler onlar sayesinde değişir. Geldikleri dört yönden bize mesaj ve
güç getirirler. Zihinlerimizi bir edip Dört Rüzgiir'a selam ve teşekkür
ediyoruz. Artık zihinlerimiz bir.

Freida'nın ifadesiyle, "Şükran Hitabesi, dünyanın lideri olma­


dığımızı, diğer bütün hayat biçimleri gibi biz insanların da aynı
kuvvetlere tabi olduğunu asla unutmamak gerektiğini hatırlatıyor."
Okul çağımdan yetişkinliğime kadar olan sürede Amerikan an­
dının benim üzerimdeki kümülatif etkisi, içimde küçümseme duy­
gusunun doğması ve ülkedeki ikiyüzlülüğü görmek oldu - oysa bu
andın amacı insanda gurur duygusu uyandırmaktı. Büyüyüp de
dünyanın sunduğu hediyeleri kavramaya başladıkça, "yurt sevgi­
si"nin nasıl olup da yurdun kendisini görmezden gelebildiğini hiç
anlayamadım. Bu kavramın tek beklentisi bayrağa karşı sorumlu­
luk. Peki ya birbirimize ve toprağımıza karşı sorumluluğumuz?
Minnet duygusuyla yetişmek, doğal dünyaya türler arası de­
mokrasinin bir üyesi olarak yaklaşmak, birbirimize bağlılık yemini
etmek nasıl olur? Siyasi sadakat beyanlarına gerek yok, sürekli tek­
rarlanan bir soruya yanıt vermek yeterli: "Bize verilen her şey için
Minnet Borcuna Sadakat 129

hep birlikte minnet duyabilir miyiz?" Şükran Hitabesi'nde tek bir


siyasi varlığa değil, insan olmayan akrabalarımızın hepsine, yaşa­
mın tamamına saygı var. Yalnızca sınır tanımayan, alınıp satılama­
yan rüzgarlara ve sulara sadakatle bağlandığımızda ulusalcılığın,
siyasi sınırların akıbeti ne olur?

Şimdi de atalarımız Gök Gürültüsü Varlıklarının yaşadığı batıya döne­


lim. Şimşek ve gök gürültüsü eşliğinde, hayatı yenileyen suyu getirirler
bize. Zihinlerimizi bir edip Atalarımız Gök Gürültüsü Varlıklarına se­
lam ve teşekkür ediyoruz. Artık zihinlerimiz bir.
Şimdi de en büyük ağabeyimiz Güneş'e selam ve teşekkür ediyoruz. İs­
tisnasız her gün doğudan batıya gökyüzünü dolaşıp yeni bir günün ay­
dınlığını getirir bize. Bütün hayat ateşlerinin kaynağıdır. Zihinlerimizi
bir edip Ağabeyimiz Güneş'e selam ve teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ar­
tık zihinlerimiz bir.

Haudenosaunee halkları yüzyıllardır tüm zorluklara karşın ha­


yatta kalmalarını sağlayan siyasi becerileri sayesinde müzakere üs­
tadı olarak tanınıyorlar. Şükran Hitabesi de diplomasi dahil olmak
üzere pek çok farklı açıdan insanlara hizmet ediyor. Zorlu bir görüş­
meden ya da tartışmalı olması beklenen bir toplantıdan önce çene­
mizin kasılmasına neden olan gerilimi hemen hemen hepimiz bili­
riz. Hazırladığınız argümanlar dışarı çıkmak için gırtlağınızda bek­
lerken önünüzdeki kağıtları defalarca düzeltirsiniz. Ama sonra Her
Şeyden Önce Gelen Kelimeler akmaya başlar ve cevaplarınızı verir­
siniz. Elbette Toprak Ana'ya minnettar olduğumuz konusunda bir
uzlaşmaya varabiliriz. Evet, her birimizin üzerinde aynı güneş ışıl­
dar. Evet, ağaçlara duyduğumuz saygı bizi birleştirir. Ay Nine'yi
selamlarken, hatırlamanın sıcak ışığı altında o katı yüzler biraz ol­
sun yumuşar. Uyum, anlaşmilzlık kayasının etrafını kademe kade­
me dolaşmaya başlar ve aramızdaki engellerin sert kenarlarını aşın­
dırır. Evet, suların hala bizimle olduğunu hepimiz biliriz. Evet, rüz­
garlara minnet içinde zihinlerimizi bir edebiliriz. Haudenosaunee
halklarının karar alma süreçlerinin çoğunluk oyuyla değil, oybirli­
ğiyle işlemesi şaşırtıcı değil. Ancak ve ancak "zihinlerimiz bir oldu-
130 Bitkilerin Ruhu

ğunda" karar alınır. Bu sözcükler, müzakere için mükemmel bir si­


yasi başlangıç noktası, ateşli partizanlığa karşı sakinleştirici özelliği
yüksek, güçlü bir ilaçtır. Hükümetimizin de toplantılarına Şükran
Hitabesi'yle başladığını hayal edin. Liderlerimiz farklılıklar yüzün­
den kavga etmeden önce ortak bir zeminde buluşsa nasıl olur?

Zihinlerimizi bir edip, geceleyin gökyüzünü aydınlatan en yaşlı Nine­


miz Ay'a teşekkür ediyoruz. Dünyanın her yerindeki kadınların lideri­
dir o; okyanus gelgitlerini de o yönetir. Değişen yüzüne bakıp zamanı
ölçeriz ve çocukların bu Dünya'ya gelişini de o gözetir. Ay Nine'ye te­
şekkürlerimizi üst üste biriktirelim, minnet üstüne minnet ekleyelim ve
bu teşekkür yığınını neşeyle gökyüzüne savuralım ki o da bilsin. Zihni­
mizi bir edip Ay Ninemize selam ve teşekkür ediyoruz.
Mücevher gibi gökyüzüne saçılmış olan Yıldızlara teşekkürlerimizi su­
nuyoruz. Geceleri Ay'ın karanlığı aydınlatmasına yardım eden, bahçele­
re çiy düşürüp bitkileri yeşertenlerdir onlar. Gece seyahatlerimizde evi­
mize kadar bize rehberlik edenlerdir. Zihnimizi bir edip bütün Yıldızlara
selam ve teşekkürlerimizi sunuyoruz. Artık zihinlerimiz bir.

Şükran aynı zamanda dünyanın ilk başta nasıl olduğunu da ha­


tırlatıyor bize. Bahşedilenleri isim isim sayıp bugünkü halleriyle kı­
yaslayabiliyoruz. Ekosistemin bütün parçaları hala duruyor ve gö­
revlerini yerine getiriyor mu? Sular hala yaşamı destekliyor mu?
Bütün kuşlar hala sağlıklı mı? Işık kirliliği yüzünden yıldızları artık
göremez hale geldiğimizde, Şükran sözcükleri bize bu kaybı fark
ettiriyor ve sorunu çözmek için harekete geçmeye sevk ediyor. Yıl­
dızlar gibi, kelimeler de bize eve dönüş yolunda rehberlik ediyor.

Zihinlerimizi bir edip çağlar boyunca yardımımıza koşmuş aydın Öğ­


retmenlerimize selam ve teşekkürlerimizi sunuyoruz. Uyum içinde ya­
şamayı unuttuğumuzda, halkımızın nasıl yaşamasının emredildiğini
bize hatırlatanlardır onlar. Zihnimizi bir edip bizi gözeten bu Öğret­
menlerimize selam ve teşekkür ediyoruz. Artık zihinlerimiz bir.

Bu hitabe, belirgin bir yapısı ve akışı olmasına karşın, genellikle


kelimesi kelimesine ya da tamamen aynı şekilde söylenmez. Kirnile-
Minnet Borcuna Sadakat 131

ri zar zor duyulan mırıltılarla okur. Bazıları şarkı gibi söyler. İhtiyar
Tam Porter'ın etrafında toplanan dinleyicileri avucunun içine aldığı
versiyonu çok severim ben. Her dinleyicinin yüzü aydınlanır, Hita­
be ne kadar uzun sürerse sürsün yetmez. Tommy, "Teşekkürlerimizi
battaniye üzerine bırakılmış bir yığın çiçek gibi üst üste koyalım.
Her birimiz battaniyenin bir ucundan tutup içindekileri göğe savu­
ralım ki teşekkürlerimiz, dünyanın üstümüze yağdırdığı hediyeler
kadar çeşitli olsun," der ve hep birlikte bize bahşedilenlerin yağmu­
ru altında minnetle dolarız.

Şimdi de düşüncelerimizi Yaratıcı'ya, Ulu Ruh'a yöneltiyor, Yaratılış'ın


tüm hediyeleri için ona selam ve teşekkürlerimizi sunuyoruz. İyi bir ha­
yat için ihtiyaç duyduğumuz her şey burada, Toprak Anamızda var. Et­
rafımızı kuşatan sevgi aşkına zihinlerimizi bir ediyor, Yaratıcı'ya en
güzel selam ve teşekkürlerimizi sunuyoruz. Artık zihinlerimiz bir.

Sözler çok basit ama bir araya gelişlerindeki ustalık sayesinde


bir bağımsızlık bildirgesi, siyasi bir yapı, bir Sorumluluk Beyanı, bir
eğitim modeli, bir aile ağacı ve ekosistemin sunduklarının bilimsel
bir envanteri haline geliyorlar. Güçlü bir siyasi belge, bir toplumsal
sözleşme ve bir varoluş biçiminin hepsi bir arada. Ama her şeyden
önce, minnet kültürünün amentüsü bu.
Minnet kültürleri aynı zamanda karşılıklılık kültürleri olmalı.
İnsan olsun ya da olmasın her birey karşılıklı ilişki içinde bir başka
bireye bağlıdır. Tüm varlıkların bana karşı görevlerinin olması gibi
benim de onlara karşı görevlerim var. Bir hayvan benim için canını
veriyorsa, ben de karşılık olarak onun yaşamım desteklemek zorun­
dayım. Bir dere bana saf suyunu hediye ediyorsa, ben de ona bir
hediye sunmakla yükümlüyüm. Bu görevleri ve nasıl yerine getiri­
leceklerini bilmek, insanların eğitiminin ayrılmaz bir parçası.
Şükran Hitabesi bize, görev ve hediyelerin madalyonun iki
yüzü olduğunu hatırlatıyor. Kartallara keskin gözler hediye edil­
miş, bu yüzden bizi gözlemek onların görevi. Yağmur yere düşer­
ken görevini yerine getiriyor çünkü ona hayatı devam ettirme bece­
risi hediye edilmiş. İnsanların görevi ne? Hediyeler ile sorumluluk-
132 Bitkilerin Ruhu

lar bir bütünün parçalarıysa, "Bizim sorumluluğumuz ne?" diye


sormak aynı zamanda, "Bize verilen hediye ne?" sorusunu sormak
anlamına geliyor. Sadece insanların minnet yetisiyle donatıldığı
söylenir. Bu da bize verilen hediyelerden biri.
Çok basit bir şey aslında; karşılıklılık döngüsü başlatmak için
minnetin ne kadar güçlü bir araç olduğunu hepimiz biliriz. Kızla­
rım ellerinde öğle yemekleriyle kapıdan fırlayıp giderken, "Sağ ol
anne!" demeyince zamanımı ve enerjimi boşa harcadığım hissine
kapıldığım oldu doğrusu. Ama teşekkür niyetine bana sarıldıkların­
da, o gece geç yatıp ertesi gün için kızlara kurabiye pişiresim gelirdi.
Takdir ve teşekkürün bolluğa vesile olduğunu hepimiz biliriz. Bize
her gün yemek veren Toprak Anamız için de neden aynı şey geçerli
olmasın?
Haudenosaunee halklarına komşu olduğum için Şükran Hita­
besi'ni pek çok farklı sesten, pek çok farklı şekilde dinleme imkanı
buldum ve her dinlediğimde yüzümü yağmura döner gibi kalbimi
bu hitabeye dönüyorum. Fakat ben bir Haudenosaunee vatandaşı
ya da alimi değilim - sadece saygı gösteren bir komşu ve dinleyici­
yim. Bana söylenenleri paylaşırken haddimi aşma korkusuyla, bu
hitabeyi ve kendi düşünce biçimimi nasıl etkilediğini yazmak üzere
onlardan izin istedim. Her defasında bana bu sözcüklerin Haudeno­
saunee halklarının dünyaya bir hediyesi olduğu söylendi. Ononda­
ga İmanının Koruyucusu üren Lyons'a sorduğumda, alametifarika­
sı olan hafif şaşkın gülümsemesiyle, "Tabii ki yazmalısın," dedi.
"Paylaşılmazsa nasıl işe yarayabilir ki? İnsanların bunu dinlemesi
için beş yüz yıldır bekliyoruz. Daha o zamanlar Şükran'ın manasını
anlamış olsalardı bugün bu durumda olmazdık."
Haudenosaunee halkları Şükran Hitabesi'ni yayımladı; bugün
kırktan fazla dile çevrilmiş ve dünyanın her yerinde tanınmış du­
rumda. Peki ama neden bu topraklarda bilinmiyor? Okullar sabah­
ları Şükran Hitabesi'ne benzer bir ritüel uygulasa nasıl olur diye
düşünmeden edemiyorum. Bayrak görünce ellerini kalplerinin üs­
tüne koyan, hırıltılı sesleriyle Amerikan andını okurken gözleri do­
lan ak saçlı gazilere saygısızlık etmek istemem elbette. Ben de ülke­
mi ve ülkemin özgürlük ve adalet umutlarını seviyorum. Ama be-
Minnet Borcuna Sadakat 133

nim benimsediğim ilkeler, cumhuriyetin kendisinden de öte. Canlı


dünyayla karşılıklı ilişkimiz için çalışalım. Şükran Hitabesi, insanla­
rın temsilcileri olarak türlerin demokrasisine karşılıklı sadakatimizi
anlatıyor. Halkımız için istediğimiz şey vatanseverlikse, toprağın
kendisini hatırlayarak gerçek bir ülke sevgisine ilham verelim. İyi
liderler yetiştirmek istiyorsak çocuklarımıza kartal ve akçaağacı ha­
tırlatalım. İyi vatandaşlar yetiştirmek istiyorsak karşılıklılık ilkesini
onlara öğretelim. Herkes için adalet istiyorsak yaratılmış her şey
için adaleti savunalım.

Artık sözlerin sonuna geldik. Saydıklarımızdan hiçbirini dışarıda bırak­


ma niyetimiz yok. Unuttuklarımız olduysa her kişi kendi selam ve teşek­
kürünü kendi sunsun. Artık zihinlerimiz bir.

Her gün insanlar bu sözcüklerle toprağa teşekkür ediyorlar.


Sözcüklerin sonundaki sessizlikte etrafı dinliyor, toprağın da karşı­
lık olarak insanlara teşekkürünü duyabileceğimiz günü hasretle
bekliyorum.
Kutsal Otun Hasadı

� Kutsal ot yaz ortasında, yaprakları uzayıp parladığında top­


lanır. Yaprakları tek tek ayrılır ve rengini koruması için gölge­
de kurutulur. Karşılığında daima bir hediye bırakılır.
FASULYENİN GETİRDİCİ AYDINLANMA

Mutluluğun sırrı, fasulye toplarken ifşa edildi bana.

Kızılderili çadırına benzeyen fasulye sırıklarımı döne döne sarıp


kuşatmış filizler arasında avlanıyor, koyu yeşil yaprakları kaldırın­
ca incecik tüylerle kaplı, diri, uzun, yeşil fasulyeler buluyor, avuç
avuç topluyordum. Zarif çiftler halinde asılı durdukları yerden ko­
parıyor, birini ısırıyor, saf, çıtır çıtır bir fasulyeye dönüşmüş ağustos
ayının tadını alıyordum. Yazın bereketi derin dondurucuya gidecek,
havanın sadece kar koktuğu kış ortasında yeniden ortaya çıkacaktı.
Tek bir fasulye sırığını baştan sona topladığımda sepetim çoktan
dolmuştu bile.
Sepeti boşaltmak için mutfağa yöneldiğimde ağır balkabakları­
nın ve meyvelerin ağırlığı altında eğilmiş domateslerin arasından
geçtim. Bunların hepsi de giderek olgunlaşan çekirdeklerinin ağırlı­
ğıyla boyunlarını bükmüş ayçiçeklerinin eteklerine yayılmışlardı.
Bir sıra patatesin yanından geçerken sepetimi iyice kaldırdığımda,
kızların sabah hasadı bırakıp gittikleri noktada bir açıklık olduğu­
nu, orada da tatlı patateslerin yetiştiğini fark ettim. Güneşin altında
sararmasınlar diye Üzerlerine biraz toprak attım.
138 Bitkilerin Ruhu

Her çocuk gibi kızlar da bahçe işlerinden şikayet edip duruyor­


lar ama bir başladılar mı toprağın yumuşaklığına, günün kokusuna
dalıp gidiyorlar ve eve saatler sonra dönüyorlar. Sepetin içindeki
fasulyelerin tohumlarını önceki mayısta kızlarım elleriyle toprağa
gömmüşlerdi. Onları bir şeyler ekip biçerken gördüğümde, geçim­
lerini sağlamayı öğrettiğim için iyi bir anne olduğumu hissediyo­
rum.
Ama tohumları kendimiz temin etmedik. Gökkadın sevgili kı­
zını toprağa verdiğinde, kızın bedeninden, insanlar için özel hedi­
yeler olan bitkiler fışkırdı. Kızın başından tütün doğdu. Saçlarından
kutsal ot. Kalbinden çilek. Memelerinden mısır, karnından balkaba­
ğı ve ellerinden de uzun parmaklara benzeyen fasulyeler.
Bir haziran sabahı kızlarıma onları çok sevdiğimi nasıl göstere­
bilirim? Onlar için yabani çilek toplarım. Bir şubat öğleden sonra­
sında kardan adam yapıp ateşin yanında otururuz. Martta akçaağaç
şurubu yaparız. Mayısta menekşe toplarız ve temmuzda yüzmeye
gideriz. Bir ağustos gecesi battaniyelerimizi toprağa serip meteor
yağmurunu seyrederiz. Kasımda odun yığınları en büyük öğretme­
nimiz olarak hayatımıza girer. Bu daha başlangıç. Çocuklarımıza
sevgimizi nasıl gösteririz? Kendimizce hediye yağmurları ve hayat
dersi sağanaklarıyla.
Belki olgunlaşmış domateslerin kokusundan, belki sarıasma
kuşunun şarkısından, belki de sarı bir öğleden sonranın eğimli ışı­
ğından ve etrafımda asılı duran fasulyelerden... Bir anda anlamanın
getirdiği mutlulukla kahkaha atınca ayçiçeklerini didikleyen kuşları
korkuttum ve siyah beyaz çekirdekler yerlere döküldü. Eylül güne­
şi kadar sıcak ve net bir kesinlikle biliyordum. Toprak, sevgimize
karşılık veriyor. Fasulyeleriyle, domatesleriyle, mısırla ve böğürt­
lenle, kuş cıvıltılarıyla gösteriyor sevgisini. Hediye yağmurları ve
hayat dersi sağanaklarıyla. Geçimimizi sağlıyor ve bize geçimimizi
sağlamayı öğretiyor. İyi bir annenin yapacağı gibi.
Bahçede etrafıma baktığımda toprağın bize bu güzel ahududu­
ları, kabakları, reyhanları, patatesleri, kuşkonmazları, marulları, la­
hanaları ve pancarları, brokolileri, biberleri, brüksellahanalarını,
havuçları, dereotlarını, soğanları, pırasaları, ıspanakları verdiği için
Fasulyenin Getirdiği Aydınlanma 139

ne kadar mutlu olduğunu hissettim. Kızlarımın küçükken, "Seni ne


kadar seviyorum bakalım?" soruma kollarım iyice açarak, "Bu ka­
daaaar," diye cevap vermelerini hatırlattı bana. Kızlarımın bahçe
işlerini öğrenmelerini de bu yüzden istemiştim - ben gittikten sonra
bile onları daima sevecek bir anneleri olsun diye.
Fasulyelerle gelen aydınlanma. Toprakla olan ilişkimizi, bize ne
kadar çok şey verildiğini ve karşılığında bizim ne verebileceğimizi
uzun uzun düşünüyorum. Karşılıklılık ve sorumluluk denklemleri­
ni, ekosistemlerle sürdürülebilir ilişki kurmanın altında yatan ne­
denleri çözmeye çalışıyorum. Hepsini kafamın içinde yaşıyorum.
Ama bu olayda en ufak bir akılcılaştırma, mantıksallaştırma yoktu,
sadece sepetler dolusu anne sevgisinin saf hali vardı. Olabilecek en
üstün karşılıklılık - sevmek ve karşılığında sevilmek.
Benim masamda oturup benim kıyafetlerimi giyen, bazen ara­
bamı ödünç alan bitkibilimci kadın, bahçelerin toprağın "seni sevi­
yorum" deme yöntemi olduğu iddiamı duysa benim adıma utanır­
dı. Bütün mesele yapay yollarla seçilip ehlileştirilmiş genotiplerin
net birincil verimliliğini artırmak, mahsulü çoğaltmak üzere emek
ve malzeme girdileri sağlayarak çevresel koşulları yönlendirmek
değil mi? Besin değeri yüksek bir beslenme sağlayan ve bireysel
sağlığı geliştiren uyarlanabilir kültürel davranışlar tercih edilmez
mi? Sevginin bununla ne alakası var? Bir bahçe yeşeriyorsa seni se­
viyor mu demektir? Yeşermiyorsa da patates küfünün sebebinin
sevgisizlik olduğunu mu düşüneceğiz? Olgunlaşmayan biberler
ilişkinin bozulduğunun işareti anlamına mı gelir?
Bazen bu kadına her şeyi tek tek açıklamam gerekiyor. Bahçeler
aynı anda hem maddi hem de ruhani sorumluluk demektir. Kartez­
yen düalizmle beyni böylesine yıkanmış olan biliminsanlarının bu­
nu anlaması zor. "İyi de meselenin verimli toprak değil de sevgi ol­
duğunu nereden biliyorsun?" diye soruyor kadın. "Kanıtın nerede?
Sevgi dolu davranışı tespit etmenin temel unsurları nelerdir?"
Bu sorunun cevabı kolay. Çocuklarımı sevdiğimden hiç kimse
kuşku duyamaz ve somut bilgilere en meraklı sosyal psikolog bile
sevgi davranışları listeme kusur bulamaz:
140 Bitkilerin Ruhu

• sağlığı ve esenliği çoğaltmak


• zarardan korumak
• bireysel büyümeyi ve gelişimi teşvik etmek
• bir arada olmayı istemek
• kaynakları cömertçe paylaşmak
• ortak bir hedef için birlikte çaba göstermek
• ortak değerleri kutlamak
• birbirine bağımlı olmak
• öteki için fedakarlık yapmak
• güzellik yaratmak

İki insan arasında bu tür davranışlar gözlemlersek, "Bu insan


karşısındakini seviyor," deriz. Bu davranışları bir insan ile az da
olsa özenle bakılmış bir toprak parçası arasında da gözlemleyip,
"Bu insan bu bahçeyi seviyor," diyebiliriz. O halde bu listeyi gör­
dükten sonra neden bahçenin de o insanı sevdiğini söyleyemeye­
lim?
Bitkilerle insanlar arasındaki alışveriş, her iki türün de evrimsel
tarihini şekillendirdi. Tarlalar, meyve bahçeleri ve bağlar ehlileştir­
diğimiz türlerle dolu. Bu bitkilerin meyvelerine karşı duyduğumuz
iştah yüzünden toprağı sürüyor, budama ve sulama yapıyor, yabani
otları temizliyoruz. Belki de onlar bizi ehlileştirmiştir. Yabani bitki­
ler değişip tek sıra halinde dizilmeye, yabani insanlar da değişip
tarlaların yanına yerleşerek bitkilere bakmaya başladılar - karşılıklı
bir evcilleştirme.
Ortak evrim döngüsünde birbirimize bağlıyız. Şeftali ne kadar
tatlıysa, çekirdeklerini o kadar çok toprağa bırakır, fidanları o kadar
iyi besler, ağaçları o kadar iyi koruruz. Besin sunan bitkiler ile insan­
lar, birbirlerinin evriminde seçici güç olarak hareket ederler - biri­
nin gelişmesi diğerinin faydasına olur. Bu bana basbayağı sevgi gibi
geliyor.
Bir gün toprakla olan ilişkiler konulu bir lisansüstü yazı atölye­
sindeydim. Öğrencilerin hepsi de doğaya karşı büyük bir saygı ve
sevgi duyuyordu. Kendilerini en iyi hissettikleri, aidiyet duygusu­
nu en yoğun yaşadıkları yerin doğa olduğunu söylediler. Toprağı
Fasulyenin Getirdiği Aydınlanma 141

çok sevdiklerini açıkça anlattılar. Sonra onlara, "Peki sizce bunun


karşılığında toprak da sizi seviyor mu?" diye sordum. Hiç kimse bu
soruya cevap vermek istemedi. Sanki sınıfa çift başlı bir kirpi getir­
miştim. Beklenmedik bir soru. Karmaşık bir konu. Ağır ağır geri çe­
kiliyorlardı. Karşımda, karşılıksız bir doğa sevgisiyle gönüllü ola­
rak yoğrulan bir oda dolusu yazar vardı.
Soruyu varsayımsal bir şekle soktum: "İnsanlar toprağın da
kendilerini sevdiği gibi çılgınca bir fikre inansalardı sizce ne olur­
du?" Baraj kapakları açıldı. Herkes bir ağızdan konuşmaya başladı.
Birden hepsi kontrolden çıkıp dünya barışı ve kusursuz uyum rota­
sına girdi.
Öğrencilerden biri olayı özetledi: "Sizi sevene zarar vermezsiniz."
Toprağı sevdiğinizi bilmek sizi değiştirir, onu korumaya ve
kutsamaya sevk eder. Ama karşılığında toprağın da sizi sevdiğini
hissederseniz, ilişkiniz tek yönlü bir sokak olmaktan çıkıp kutsal bir
bağa dönüşür.
Kızım Linden'ın bahçesi, dünya üzerinde en çok sevdiğim yer­
lerden biri. İncecik dağ toprağında, yenebilecek tüm güzel şeyleri,
Meksika domatesi ve acı Şili biberi gibi benim ancak hayal edebile­
ceğim şeyleri yetiştiriyor. Kompost yapıyor, çiçek büyütüyor, ama
asıl güzel olan bu değil. Yabani otları temizlerken sohbet etmek için
beni arıyor. Aramızda beş bin kilometre olmasına karşın, tıpkı kü­
çük bir kızken yaptığımız gibi birlikte mutluluk içinde bahçe sulu­
yor, ot temizliyor, hasat yapıyoruz. Linden çok yoğun çalışıyor, do­
layısıyla çok zaman aldığını bildiğim bahçe işleriyle neden uğraştı­
ğını soruyorum.
Hem meyve sebzeler için hem de çok çalışıp bu kadar bol mah­
sul almanın verdiği tatmin yüzünden olduğunu söylüyor. Ellerini
toprağa daldırınca kendini evinde hissettiğini de ekliyor. Cevabı bi­
liyorum ama yine de, "Bahçeni seviyor musun?" diye soruyorum.
Sonra da biraz çekinerek, "Sence bahçen de seni seviyor mu?" diyo­
rum. Bir an duruyor; asla düşünmeden cevap vermez. "Sevdiğine
eminim," diyor. "Bahçem bana öz annem gibi bakıyor." Artık ölsem
de gam yemem.
142 Bitkilerin Ruhu

Bir zamanlar hayatının çoğunu şehirde geçirmiş ama zorla ok­


yanusa ya da ormana götürdüğümde de mutlu olan (İnternet bağ­
lantısı olduğu sürece) bir adam tanımış ve sevmiştim. Pek çok farklı
yerde yaşamıştı; kendini en çok nereye ait hissettiğini sordum. Ne
demek istediğimi anlamadı. "En çok nerede ruhunun beslendiğini
ve desteklendiğini hissettin?" diye açıkladım. En iyi anladığın yer
neresi? En iyi tanıdığın ve seni en iyi tanıyan yer hangisi?
Cevap vermesi çok uzun sürmedi. "Arabam," dedi. "Arabam­
da bunları hissediyorum. İhtiyacım olan her şeyi tam da istediğim
şekilde veriyor bana. En sevdiğim şarkılar. Ayarlanabilir koltuk.
Otomatik aynalar. İki tane bardak koyma yeri. Güvendeyim. Ve da­
ima istediğim yere götürür beni." Yıllar sonra intihara teşebbüs etti.
Arabasında.
Hiçbir zaman toprakla ilişki kurmadı, bunun yerine teknoloji­
nin görkemli yalıtılmışlığını tercih etti. Tohum paketinin dibinde
kalmış, hiçbir zaman toprağa temas edememiş, kurumuş bir tohum
gibiydi.
Toplumumuzdaki hastalıkların çoğunun toprağa duyduğumuz
ve onun bize duyduğu sevgiden kopuşumuzdan kaynaklandığını
düşünüyorum. Bu sevgi bozulmuş topraklar ve ıssız kalplere şifa
aslında.
Larkin eskiden yabani otları temizlerken çok söylenirdi. Ama
artık eve geldiğinde patates toplamak istiyor. Dizlerinin üstüne çö­
küp bir yandan şarkılar mırıldanırken tatlı patatesleri ve sarı pata­
tesleri toprağın içinden çıkarmasını seyrediyorum. Bugün o bir yük­
sek lisans öğrencisi; besin sistemlerine odaklanıyor, hobi bahçesi
sahipleriyle birlikte çalışıyor, boş arazilerden alınmış topraklarda
aşevleri için sebze yetiştiriyor. Sebzelerin ekim, çapalama ve hasat
işlerini akademik ya da duygusal anlamda sorunlu gençler yapıyor.
Çocuklar, topladıkları sebzeler için para alınmadığını öğrenince şa­
şırıyorlar. Oysa o zamana kadar aldıkları her şey için para ödemele­
ri gerekmiş. Doğrudan topraktan aldıkları tazecik havuçlara önce
kuşkuyla yaklaşıyor, sonra tadına bakınca mutlu oluyorlar. Larkin,
kendisine verilen hediyeyi başkalarına aktarıyor ve müthiş bir dö­
nüşüm yaşanıyor.
Fasulyenin Getirdiği Aydmlanma 143

Tabii ki boğazımızdan geçenlerin çoğu, topraktan zorla koparıl­


mış şeyler. Bu yöntem ne çiftçilere ne bitkilere ne de yok olup giden
toprağa saygılı. Mumya gibi plastiklere sarılan, alınıp sahlan besin­
leri birer hediye olarak görmek artık çok zor. Sevgiyi satın alamaya­
cağınızı herkes biliyor.
Oysa bahçedeki besinler işbirliğinden doğar. Ben taşları ve ya­
bani otları temizlemiyorsam, üstüme düşeni yapmıyorum demektir.
Bu işleri ustaca kullandığım parmaklarımla ya da aletlerin yardımı­
na başvurup mesela gübre küreyerek yapabilirim. Ama nasıl ki kur­
şunu altına çeviremiyorsam, domatesi de yoktan var edemem ya da
fasulyeleri çitlere böyle nakış gibi dolayamam. Bu da bitkilerin so­
rumluluğu ve hediyesi: Cansıza can vermek. İşte ben buna hediye
derim.
Toprak ile insan arasındaki ilişkiyi tamir etmek için sık sık tav­
siye istiyorlar benden. Cevabım çoğu zaman değişmiyor: "Ekip biç­
tiğiniz bir bahçeniz olsun." Bu hem toprağın hem de insanın sağlığı­
na yararlı. Bahçe bağ kurabileceğiniz bir yuvadır, toprak da hürmet
etmeyi öğretir. Üstelik bahçenin gücü kapının ötesine taşar - küçü­
cük bir toprak parçasıyla ilişki geliştirdiğiniz anda toprağın kendisi
bir tohum oluverir.
Bir sebze bahçesinde çok önemli bir şey yaşanır: Yüksek sesle,
"Seni seviyorum," diyerneseniz bile, tohumlarla diyebilirsiniz. Ve
toprak da size fasulyelerle karşılık verecektir.
Üç Kız KARDEŞ

Bu hikayeyi onlar anlatmalı. Mısır yaprakları kendilerine özgü, ka­


ğıt hışırhsına benzer bir sesle birbirleriyle ve rüzgarla sohbet eder.
Temmuz sıcağında mısır bir gün içinde on beş santim boy atarken
sapındaki boğumlar gıcırdayarak genleşir ve bitki güneşe doğru
uzanır. Yapraklar uzun süren bir cızırtıyla kınlarından çıkar ve ba­
zen, etraf tamamen sessizken, suyla dolu hücrelerin şişip şişip sapın
içine sığamaz hale gelerek sünger dokunun içinden aniden patlayı­
vermesini duyabilirsiniz. Bunlar varoluşun sesleridir, konuşmaları
değil.
Fasulyeler ise yumuşacık bir ses çıkarır, incecik tüylü ilk filizler
mısırın pürüzlü sapına dolanırken zayıf bir ıslık duyulur. Yüzeyler
birbirine sürtünüp hafifçe titreşir, sapın etrafını saran filizlerin na­
bız gibi atışını ancak yakınlardaki bir toprakpiresi duyabilir. Ama
fasulyelerin asıl şarkısı bu değildir.
Olgunlaşmakta olan balkabaklarının arasına uzandım ve ince­
cik sürgünlerle kuşatılmış, rüzgarda kenarları havalanıp sonra yeni­
den inen, güneşi kesen yaprakların ileri geri sallanırken çıkardıkları
gıcırhyı duydum. Hızla büyüyen bir balkabağının topraktaki çuku­
runa bir mikrofon koysaydım giderek büyüyen çekirdeklerinin pıt
diye açılışını, turuncu renkli tombul dokusuna suyun doluşunu
Üç Kız Kardeş 145

dinleyebilirdim. Ama bunlar sesler; hikayenin kendisi değil. Bitkiler


hikayelerini seslerle değil, yaptıkları işlerle anlatır.
Bir öğretmen olsanız ve bildiklerinizi anlatacak bir sesiniz ol­
masa ne yapardınız? Hiç dil bilmiyor olsanız ve söylemeniz gereken
şeyler olsa? Dans ederek anlatmaz mıydınız? Vücut dilinizle? Her
hareketiniz hikayenizi anlatmaz mıydı? Zamanla bu işte o kadar us­
talaşırdımz ki size bir kez bakan, her şeyi anlardı. Bu sessiz yeşil
yaşamlar için de aynısı geçerli. Bir heykel, çekiçle şekillendirilip
oyulmuş bir taş parçasından ibarettir ama bu taş parçası kalbinizi
öyle bir açar ki onu gördükten sonra aynı insan olmazsınız. Mesajını
tek kelime etmeden verir. Ama herkes anlamaz bu mesajı; taşın dili
farklıdır. Taş mırıldanır. Bitkiler ise nefes alan her varlığın anlayabi­
leceği bir dilde konuşur. Bitkiler evrensel bir dili öğretir: Besin.
Yıllar önce Cherokee yazar Awiakta elime küçük bir paket tu­
tuşturmuştu. Kurutulup bohça şeklinde katlanmış, iple bağlanmış
bir mısır yaprağından yapılmıştı paket. Gülümseyip beni uyarmıştı:
"İlkbahara kadar açma." Mayısta açtım ve hediyem içindeydi: Üç
tane tohum. Bir tanesi altın renginde bir üçgendi - üst tarafındaki
geniş çukurluk yukarıya doğru iyice daralarak sert, beyaz bir uca
dönüşüyordu. Pırıl pırıl kahverengi fasulye tohumunun üstü be­
nekli, kenarları yuvarlak ve inceydi, göbek kısmında beyaz bir göz
vardı - hilum. Başparmağım ile işaretparmağın arasında cilalı taş
gibi kayıyordu ama taş değildi. Ve oval bir porselen tabağa benze­
yen, içi harç dolu bir turtanın kenarı gibi bükülüp kapanmış bir to­
humdu. Yerli kültüründeki deha avucumun içindeydi - Üç Kız Kar­
deşler. Mısır, fasulye ve balkabağı el ele verip insanları besliyor,
toprağı besliyor, hayal gücümüzü besliyor, nasıl yaşayabileceğimizi
anlatıyordu.
Meksika' dan Montana'ya kadar her yerde sayısız kadın binler­
ce yıl boyunca toprağı kazıp bu üç tohumu yan yana ekmişti. Mas­
sachusetts kıyılarına çıkan sömürgeciler yerlilerin bahçelerini gör­
düklerinde, bu vahşilerin tarım yapmayı bilmediği sonucuna var­
mışlardı. Onlara göre bahçe dediğin tek bir türün düzenli sıralan­
masından oluşurdu, üç boyutlu fışkıran bir bolluktan değil. Yine de
bu bahçeleri yedikçe yediler ve hep daha fazlasını istediler.
146 Bitkilerin Ruhu

Mısır tohumu mayıs nemiyle yumuşayan toprağa ekildiğinde,


incecik tohum zarfları ve besi dokusundaki nişasta sayesinde suyu
hemen çeker. Bu nem, üst dokunun hemen alhndaki enzimleri hare­
kete geçirir ve nişasta bölünüp şekere dönüşür, tohumun ortasında­
ki mısır embriyosunun büyümesini hızlandırır. Böylece topraktan
ilk önce mısır çıkar - bu incecik beyaz çubuk, ışığı gördükten sonra­
ki birkaç saat içinde hemen yeşillenir. Tek bir yaprak kıvrılıp açılır,
sonra bir tane daha. Ötekiler hazırlanırken, mısır başlangıçta yapa­
yalnızdır.
Topraktaki suyu içen fasulye tohumu şişer ve benekli kabuğu­
nu patlatıp açarak toprağın derinliklerine bir kökçük salar. Bu kök
güçlenip iyice yerleşince bitkinin sapı da kanca şeklinde bükülür ve
toprağı ite kaka yüzeye çıkar. Fasulyeler ışığa hemen ihtiyaç duy­
mayabilirler çünkü zaten hazırlıklıdırlar: İlk yaprakları, tohumun
iki yanında saklanmış durumdadır. Bu iki dolgun yaprak toprağın
yüzeyine çıkıp çoktan on beş santimetreye ulaşmış mısırın yanına
eklenir.
Balkabakları ve sakızkabakları hiç acele etmez - üç kız kardeş
içinde en ağırkanlı olanlardır bunlar. İlk dalların yüzeye çıkması
haftalar sürebilir ve çıktıklarında da hala tohum zarfının içindedir­
ler, ancak ondan sonra yapraklar ayrılıp özgürleşir. Balkabaklarını
biraz hızlandırmak için atalarımın tohumları ekmeden önce bir haf­
ta boyunca içinde azıcık su ya da idrar bulunan geyik derisi bir ke­
seye koyduklarını duymuştum. Ama her bitki kendi hızında gelişir;
çimlenme ve doğum düzenleri, aralarındaki ilişki ve ekinin başarısı
açısından önemlidir.
İlk önce mısır doğar ve dimdik, dosdoğru yükselir; büyük bir
hedefi vardır mısır sapının. Oluk şeklindeki uzun yapraklarım ardı
ardına vererek hızla yükselir, çünkü süratle büyümelidir. İlk aşama­
da en büyük önceliği, sapım güçlendirmektir. Kız kardeşi fasulye
için güçlü olmalıdır. Fasulye önce kısacık bir dal üzerinde kalp şek­
linde bir çift yaprak çıkarır, sonra bir çift ve bir çift daha; yapraklar
toprağa yakındır. Mısır tüm enerjisini uzamaya verirken, fasulye
yaprak çoğaltmaya odaklanır. Mısır diz boyu yükseldiğinde fasul­
ye, ortanca çocukların sık sık yaptığı gibi fikir değiştiriverir. Yaprak
Üç Kız Kardeş 147

üretmek yerine, incecik yeşil bir ipe benzeyen uzun bir filiz verir. Bu
gençlik evresinde fasulyenin tüm hormonları filizin ucunun dolaşıp
durmasını, havada daireler çizmesini sağlar; buna dairesel yönelim
denir. Filizin ucu günde bir metreye kadar mesafe kat edebilir, bale­
rin gibi dönüp durarak aradığım bulur: mısır sapı ya da başka bir
dikey destek. Filizin üzerindeki dokunma reseptörleri sayesinde
mısırın gövdesine zarif halkalar halinde dolana dolana yükselir.
Yaprak çıkarmaya ara vermiş, sadece mısıra sarılmaya, onun yük­
sekliğine uyum sağlamaya odaklanmıştır. Mısır henüz yeterince
uzamamışsa fasulye onu boğar; ama doğru zamanlamayla mısır fa­
sulyeyi rahatlıkla taşıyabilir.
Bu sırada ailenin en ağır büyüyen üyesi kabak düzenli olarak
toprağa yayılarak kendini mısır ve fasulyelerden uzaklaştırmaya,
içi boş sapların ucunda dalgalanan şemsiyeler gibi geniş parçalı
yapraklar üretmeye yoğunlaşır. Yaprakları ve filizleri belirgin bir şe­
kilde sert olduğu için tırtıllar bunlara pek yanaşmaz. Yapraklar ge­
nişledikçe, mısırın ve fasulyenin köklerinin bulunduğu toprağın
üstünü örter ve böylece toprağı nemli, başka bitkileri ise uzak tutar.
Yerliler bu bahçe tarzına Üç Kız Kardeşler adım veriyor. Nasıl
ortaya çıktıklarına dair pek çok farklı hikaye var ama hepsinde or­
tak olan, bu bitkilerin kadın olarak, kız kardeşler olarak kabul edil­
mesi. Bazı hikayelerde insanların açlıktan öldüğü uzun bir kıştan
bahsediliyor. Karlı bir gecede üç güzel kadın gelmiş. İçlerinden biri
uzun saçlı, baştan aşağı sarılar giymiş, uzun boylu bir kadınmış.
İkincinin kıyafetleri yeşil, üçüncününkiler ise turuncuymuş. Üçü
birlikte çadıra girip ateşin yanına geçmişler. Yerliler, yiyecek sıkıntı­
sı olmasına karşın bu misafirlere bol bol ikramda bulunup ellerinde­
kini onlarla paylaşmışlar. Üç kız kardeş de bu cömertlik karşısında
gerçek kimliklerini açıklamışlar -mısır, fasulye, balkabağı- ve bir
daha asla açlık çekmemeleri için kendilerini bir avuç tohum halinde
halkıma vermişler.
Yazın günlerin uzun, güneşin parlak olduğu en sıcak dönemde
sağanak yağışlar toprağı suya boğduğunda, tabiattaki karşılıklılık
ilkesi Üç Kız Kardeşlerin olduğu bir bahçede rahatlıkla görülebilir.
Bu üç bitkinin gövdeleri bana kalırsa dünyanın genel bir planım,
148 Bitkilerin Ruhu

denge ve uyumun haritasını çizer. Mısırın boyu iki buçuk metreye


ulaşmıştır; gövdesinden yeşil kurdeleler gibi sarkan yapraklar gü­
neş alabilmek için her yöne uzanır. Hiçbir yaprak ötekinin tam üs­
tünde değildir, bu sayede birbirlerine gölge etmeden ışık alabilirler.
Fasulye ise mısırın gövdesine dolanırken yaprakların arasından ge­
çer, onların işine engel olmaz. Mısır yapraklarının olmadığı kısım­
larda fasulye filizlerinin ucunda tomurcuklar ortaya çıkar ve za­
manla yapraklara, mis kokulu çiçek kümelerine dönüşür. Fasulye
yaprakları sarkıktır ve mısır gövdesine yakın durur. Mısırın ve fa­
sulyenin ayaklarının dibine bir halı gibi serilmiş büyük ve yayvan
kabak yaprakları ise ışığın mısır sütunları arasından toprağa geçişi­
ni engeller. Yapraklar kademeli olduğundan, güneşin hediyesi olan
ışığı verimli bir şekilde, hiç ziyan etmeden kullanır. Bir arada olduk­
larında, biçimleri organik bir simetri kurar; her bir yaprağın yerleşi­
mi, şekillerin uyumu bize bir mesaj verir. Birbirinize saygı gösterin,
birbirinizi destekleyin, dünyaya kendi hediyenizi sunun ve başkala­
rının hediyelerini kabul edin, işte o zaman her şey herkese yeter.
Yaz sonunda fasulyeler dümdüz yeşil çubuklardan oluşmuş
ağır kümeler halinde dallardan sarkar, mısır başakları sapların üs­
tünden sarkarak gün ışığında giderek tombullaşır, balkabakları aya­
ğınızın dibinde büyür. Bu Üç Kız Kardeş bir arada ekildiğinde, ayrı
ayrı ekime kıyasla, her bir hektar arazide çok daha fazla verim su­
nar.
Bu üç bitkinin kız kardeşler olduğunu kolayca anlayabilirsiniz:
Biri diğerine rahatça sarılırken tatlı mı tatlı bebek kardeşleri de
ayaklarının dibinde, yakınlarında, ama çok da yaklaşmadan, onlar­
la birlikte ama rekabete girmeden tembel tembel yatıyor. Aynı man­
zarayı insan ailelerinde, kız kardeşlerin aralarındaki ilişkide daha
önce görmüştüm. Ne de olsa benim ailemde de üç kız vardı. En bü­
yük abla, sorumluluğun kendisinde olduğunu bilir; daha uzundur,
dimdik durur, beceriklidir, kardeşleri onun çizdiği yoldan yürür.
Mısırdır bu abla. Aynı evde birden fazla mısır kadına yer yoktur, bu
yüzden ortanca kız farklı şekillerde uyum sağlar. Bu fasulye kız es­
nek, uyumlu olmayı, ihtiyacı olan ışığa erişebilmek için egemen ya­
pının çevresinde dolaşıp bir yol bulmayı bilir. Küçük, tatlı bebek ise
Üç Kız Kardeş 149

bütün beklentiler zaten karşılandığı için kendine farklı bir yol çiz­
mekte özgürdür. Zemini sağlam olduğundan hiç kimseye bir şey
kanıtlaması gerekmez, kendi yolunu bulur ve böylece bütünün iyi­
liğine katkı sağlar.
Mısırın desteği olmasa, fasulye toprakta karmaşa içinde büyür,
fasulye seven avcılara yem olur. Mısırın boyundan ve balkabağının
gölgesinden faydalanan fasulye bahçede gönlüne göre dolaşıyor
gibi görünebilir ama karşılıklılık ilkesi gereğince, hiçbirisi verdiğin­
den fazlasını alamaz. Mısır ışığı sağlamakla, balkabağı yabani otları
önlemekle yükümlüdür. Peki ya fasulye? Onun verdiği hediyeyi
görmek için toprağın altına bakmak gerekir.
Kız kardeşler, toprağın üstünde birbirlerinin alanına girmeden
yapraklarını konumlandırarak işbirliği yapıyor. Toprağın altında da
aynısı geçerli. Mısır aslında çok büyük bir ot formunda, tek çenekli
olarak adlandırdığımız türden bir bitkidir, dolayısıyla da lif benzeri,
ince kökleri vardır. Kökleyip çıkarsak ve sallayıp topraklarını atsak,
mısır sapından yapılmış bir sapın ucunda lif lif sallanan bir süpür­
geye benzer. Kökler çok derine inmez, epeyce sığ bir ağ oluşturarak
yağmurda ilk su kullanım hakkını alır. Bu kökler doyduktan sonra
su aşağılara iner. Derinlere indikçe, fasulyenin kazıkköklerini hazır
bekler halde bulur. Balkabağı ise ötekilerden uzakta durarak suya
kavuşur. Kabağın gövdesi, toprağa dokunduğu noktada sonradan
ürettiği kök öbekleriyle mısır ve fasulye köklerinin uzağındaki nok­
talardan suyu toplar. Işığı olduğu gibi, toprağı da paylaşırlar ve her­
kes nasiplenir.
Hepsinin ihtiyaç duyduğu ama hep kısıtlı olan tek bir şey var­
dır: Azot. Azotun büyümeyi sınırlandıran bir faktör olması ekolojik
bir paradokstur: Atmosferin yüzde 78'i azot gazıdır. Fakat bitkilerin
çoğu bu atmosferik azotu kullanmaz. Mineral azota, nitrata ya da
amonyuma ihtiyaçları vardır. Yani atmosferdeki azotu, açlıktan öl­
mek üzere olan bir insanın karşısına konmuş, kilit altında tutulan
bir yemek olarak düşünebiliriz. Ama bu azotu dönüştürmenin yol­
ları vardır ve bunlardan en iyilerinden birinin ismi "fasulye"dir.
Fasulye, atmosferdeki azotu alıp kullanılabilir besinlere dönüş­
türmek gibi olağanüstü bir yeteneğe sahip baklagiller ailesindendir.
150 Bitkilerin Ruhu

Fakat bu işi tek başlarına yapamazlar. Öğrencilerim sık sık toprak­


tan çıkardıkları bir avuç fasulye köküyle yanıma gelip köklerin
ucundan sarkan küçük beyaz topları gösterirler. "Bu bir hastalık
mı?" diye sorarlar. "Bu köklerde bir sorun mu var?" Ben de aslında
bunların bir sorun değil, çok faydalı şeyler olduğunu söylerim.
Parlak renkli bu nodüllerde, azot bağlayıcı olarak bilinen Rizo­
biyum bakterisi yaşar. Rizobiyum ancak belirli koşullarda azotu dö­
nüştürebilir. Katalizör enzimleri oksijen varsa çalışmaz. Ortalama
bir avuç toprağın yüzde 50' sinden fazlası da hava olduğu için Rizo­
biyum işini yapabilmek için bir sığınağa ihtiyaç duyar. Ve neyse ki
fasulye yardıma koşar. Toprağın alhnda fasulye kökü mikroskobik
ölçekte bir Rizobiyum çubuğuyla karşılaştığında kimyasal iletişim
kurulur ve anlaşmaya varılır. Fasulye bu bakterinin yaşayabilmesi
için oksijensiz bir nodül üretecek, bunun karşılığında da bakteri
kendi azotunu fasulyeyle paylaşacaktır. Birlikte, toprağa nüfuz
eden ve mısır ile balkabağının da büyümesini destekleyen azotlu bir
gübre oluştururlar. Bu bahçede üst üste farklı katmanlarda karşılık­
lılık vardır: fasulye ile bakteri arasında, fasulye ile mısır arasında,
mısır ile balkabağı arasında ve nihayet hepsiyle insanlar arasında.
Bu üç bitkinin bilinçli olarak işbirliği yaptığını hayal etmek çok
hoş, hatta belki gerçekten de öyle yapıyorlar. Ama bu işbirliğinin en
güzel yanı, her birinin aslında kendi büyümesini desteklemek için
gerekeni yapması. Bu sırada da tek tek bitkiler yeşerirken bütün de
yeşeriyor.
Üç Kız Kardeşler bana halkımın en temel öğretilerinden birini
hahrlatıyor. Bireysel olarak edinebileceğim en önemli bilgi, kişiye
özel verilmiş hediyemizin ne olduğunu ve bunu dünya üzerinde na­
sıl kullanabileceğimizi öğrenmek. Bireysellik önemseniyor ve des­
tekleniyor çünkü bütünün yeşerebilmesi için her birimizin kendi
içimizde güçlü olmamız, hediyemizi inançla taşımamız gerekiyor ki
başkalarıyla da paylaşabilelim. Bu kız kardeşlerin işbirliği, bir top­
lumdaki üyelerin birbirlerinin hediyelerini anlayıp paylaşmaları sa­
yesinde nasıl gelişebileceklerinin somut bir örneği. Bu işbirliğinin
karşılığında da hem ruhumuzu hem de bedenimizi besleyebiliyoruz.
Üç Kız Kardeş 151

Yıllarca amfilerde slaytlar, şemalar ve on sekiz yaşındaki öğren­


cilerin fotosentezin mucizelerine heyecanla yaklaşmalarını sağlaya­
cağından emin olduğum bitki hikayeleri eşliğinde Genel Botanik
dersleri verdim. Köklerin toprakta yollarını nasıl bulduklarını öğre­
nince mutlu olmamaları, heyecandan kıpır kıpır halde sandalyeleri­
nin kenarına oturup polenler hakkında daha çok öğrenmek isteme­
meleri imkansızdı. Ama karşılaştığım bomboş bakışlar, çoğu öğren­
cimin bu konuyu gerçekten de bir otun büyümesini seyretmek ka­
dar sıkıcı bulduğunu söylüyordu. Bir fasulye fidesinin ilkbaharda
toprağın üstüne yükselişindeki zarafeti şiirsel bir dille anlatırken ön
sıradakiler heyecanla başlarını sallayıp ellerini kaldırırken sınıfın
geri kalanı uyuyordu.
Hayal kırıklığı içinde, "Kaçınız herhangi bir bitki yetiştirdi?"
diye sordum. Ön sıradaki ellerin hepsi kalkarken arkalardaki biri de
gönülsüzce elini kaldırıp annesinin bir Afrika menekşesinin oldu­
ğunu ve çiçeğin kuruyup öldüğünü söyledi. Neden sıkıldıklarını
birden anladım. Ben hafızamdan anlatıyor, yıllar boyu tanıklık etti­
ğim bitki yaşamlarının görüntülerini çiziyordum. İnsanlar olarak
hepimizin paylaştığını sandığım yeşil imgeler öğrencilerime ait de­
ğildi, çünkü bahçelerin yerini süpermarketler almıştı. Ön sıradaki­
ler bahçenin ne olduğunu biliyor, her gün karşılaştığımız mucizele­
rin nasıl gerçekleştiğini öğrenmek istiyordu. Ama sınıfın çoğunun
tohum ve toprakla deneyimi olmamış, hiçbiri bir çiçeğin elmaya
dönüşümünü izlememişti. Yeni bir öğretmene ihtiyaçları vardı.
Bu yüzden de artık sonbaharda yılın ilk dersini bahçede, tanıdı­
ğım en iyi öğretmenler olan üç kız kardeş eşliğinde yapıyorum. Öğ­
renciler eylül ayında bütün bir öğleden sonrayı Üç Kız Kardeş'le
geçiriyor. Verimi ve büyümeyi ölçüyor, bizi besleyen bitkilerin ana­
tomisini öğreniyorlar. Öncelikle izlemelerini söylüyorum. Gözlem
yapıyor, bu üç bitkinin arasındaki ilişkiyi tespit ediyorlar. Öğrenci­
lerimden biri ressam ve Üç Kız Kardeş' e baktıkça daha da heyecan­
lanıyor. "Şu kompozisyona bakın," diyor. "Tam da resim hocamızın
bugünkü uygulamalı derste tarif ettiği tasarım unsurları var bura­
da. Bütünlük, denge, renk. Mükemmel." Kızın defterindeki eskize
bakınca bu manzarayı bir tablo gibi yorumladığını görüyorum.
152 Bitkilerin Ruhu

Uzun yapraklar, yuvarlak yapraklar, dilimli ve pürüzsüz, sarı, tu­


runcu, yeşil bir taban üzerinde sarımsı kahverengi. "Sistemin nasıl
işlediğini görüyor musunuz? Mısır dikey unsur, balkabağı yatay ve
fasulyelerin kıvrımlı filizleriyle hepsi birbirine bağlanıyor. Büyüle­
yici," diyor gösterişli bir hareketle.
Kızlardan biri botanik bahçesi ziyaretinden çok gece kulübüne
uygun bir şekilde giyinmiş. Üstünü kirletmek istemiyor. İşe giriş­
mesini kolaylaştırmak için bir balkabağı filizinin rotasını başından
sonuna kadar takip etmek ve çiçeklerinin şemasını çizmek gibi nis­
peten temiz bir görev veriyorum ona. Filizin en taze ucunda, eteği
kadar fırfırlı ve rengarenk turuncu balkabağı tomurcukları var. Çi­
çeğin polinasyondan sonra iyice şişen yumurtalığını gösteriyorum.
Baştan çıkarmayı başarınca, sonuç bu oluyor. Topuklu ayakkabıları­
nın üstünde kırıta kırıta yürüyerek filizi kaynağına doğru takip edi­
yor; vakti geçmiş çiçekler boyunlarını bükmüş ve çiçeğin dişi orga­
nının olduğu yerde minicik bir balkabağı oluşmaya başlamış. Bitki­
nin gövdesine yaklaştıkça balkabaklarının boyutları da büyüyor -
üstünde çiçeği hala duran, bozuk para boyutundaki kabaklardan,
yirmi santime ulaşmış olgun balkabaklarına. Gebelik sürecinin ta­
mamını izlemek gibi bir şey. Birlikte olgun bir kabak seçip keserek
açıyoruz, içerideki boşlukta çekirdekleri görüyor.
Filiz boyunca yaşanan değişimi gördükten sonra şaşkınlık için­
de, "Yani balkabağı çiçekten mi çıkıyor?" diye soruyor. "Şükran Gü­
nü'nde en çok bu tür kabakları seviyorum."
"Evet," diyorum, "ilk çiçeğin olgunlaşmış yumurtalığı bu."
Gözleri yuvalarından fırlıyor. "Yani yıllardır yumurtalık mı yi­
yormuşum? Iyy! Bir daha asla balkabağı yemeyeceğim."
Bahçelerde kaba bir cinsellik vardır ve bu yüzden çoğu öğrenci
meyvelerin ortaya çıkışının büyüsüne kapılıyor. Bir uçtan sarkan
püsküllere zarar vermeden bir mısır başağını dikkatle açmalarını
söylüyorum. Önce en dıştaki kalın yaprakları çıkarıyorlar, sonra gi­
derek incelen iç yaprakları katman katman açıyorlar, son katman
ortaya çıkıyor, o kadar ince ve mısıra öylesine yapışmış ki altındaki
mısır tanelerinin şekli görülebiliyor. Son katmanı da açtığımızda
mısınn tatlı sütlü kokusu yayılıyor, dizi dizi sarı, yuvarlak taneler
Üç Kız Kardeş 153

karşımıza çıkıyor. Tek bir püskül lifini yakından inceliyoruz. Yap­


rakların dışında kalan kısmı kahverengi ve kıvrımlı ama iç kısımda
renksiz ve sanki içi su doluymuş gibi bariz bir şekilde dolgun. Her
bir püskül lifi kabuğun içindeki farklı bir taneyi dışarıdaki dünyaya
bağlıyor.
Mısır koçanı, püsküllerin fazlasıyla uzun bir dişi organ olarak
görev yaptığı çok yaratıcı bir çiçektir. Püskülün bir ucu rüzgarda
dalgalanarak polen toplarken, diğer ucu da yumurtalığa bağlıdır.
Yakalanan polen taneciklerinin yaydığı spermler içi su dolu püskül­
lerle taşınır. Mısır spermleri bu ipeksi borudan aşağı inerek süt be­
yaz çekirdeğe, yani yumurtalığa ulaşır. Mısır çekirdekleri ancak bu
şekilde döllendikten sonra tombullaşıp sararır. Tek bir mısır koçanı
yüzlerce çekirdeğin annesidir ve her birinin babası farklı olabilir.
Bazı kültürlerde bu bitkiye Mısır Ana denmesi şaşırtıcı mı sizce?
Fasulyeler de ana rahmindeki bebekler gibi büyür. Öğrenciler
tazecik sırık fasulyeleri bayıla bayıla yiyor. Ne yediklerini görmeleri
için önce ince kabuklu bir fasulyeyi açmalarını söylüyorum. Jed tır­
nağıyla bir fasulyenin kabuğunu çizip açıyor. İşte oradalar, sıra sıra
dizilmiş on tane bebek fasulye. Her biri, fasulyenin kabuğuna ince­
cik yeşil bir kordonla bağlı - göbek bağı. Sadece birkaç milimetrelik
bir kordon ama insanlarınkine benziyor. Bu kordon sayesinde anne
bitki giderek büyüyen yavrusunu besliyor. Öğrenciler görmek için
etrafımıza toplanıyor. Jed, "Bu durumda fasulyenin de göbek deliği
mi var?" diye soruyor. Herkes gülüyor ama cevap tam karşımızda.
Her fasulye tanesinin üzerinde göbek bağından kalma küçük bir iz,
tohum zarfının üstünde renkli bir benek olur - hilum. Her fasulyenin
gerçekten de göbek deliği vardır. Bitki anneler bizi besler ve yavru­
larını da tohum halinde arkalarında bırakırlar ki bizi tekrar tekrar
besleyebilsinler.

Ağustosta Üç Kız Kardeşler şerefine imece usulü yemek verme­


yi seviyorum. Akçaağaçların altındaki masalara örtüler seriyor,
konserve kavanozlarının içine yabani çiçek demetleri koyup her
masayı süslüyorum. Sonra ellerinde tabaklar ya da sepetlerle arka­
daşlarım birer birer gelmeye başlıyor. Masalar altın rengi mısır ek-
154 Bitkilerin Ruhu

mekleri, üç farklı fasulyeli salatalar, kahverengi fasulyeli kekler, acı­


lı siyah fasulyeler ve sakızkabaklı güveçlerle doluyor. Arkadaşım
Lee, içi peynirli mısır irmiğiyle doldurulmuş küçük balkabakları
getiriyor. Dumanı tüten yeşil-sarı Üç Kız Kardeş çorbasının içinde
sakızkabağı dilimleri yüzüyor.
Yeterince yemek yokmuş gibi, herkes geldikten sonra bahçeye
çıkıp Üç Kız Kardeşlerden biraz daha toplamayı adet edindik. Mı­
sırlar otuz beş kiloluk bir sepeti ağzına kadar dolduruyor. Çocuklar
mısırların kabuklarını soyarken yetişkinler tazecik fasulyeleri kase­
lere koyuyor, en küçükler ise iğne gibi batan yaprakların arasında
balkabağı tomurcukları arıyor. Buldukları her çiçeğin turuncu boğa­
zından içeri krem peynir ve mısır ununu dikkatle koyup ağzını sım­
sıkı kapatıyor, çıtır çıtır oluncaya kadar kızartıyoruz. Tabaklara koy­
duğumuz gibi bitiveriyor bu kızartmalar.
Üç Kız Kardeş'in dehası sadece yetişme süreçlerinde değil, bu
üç türün mutfak masasında birbirlerini tamamlayabilmelerinde de
görülüyor. Bir araya geldiklerinde güzel lezzetler ortaya çıkıyor, ay­
rıca bir halkın dengeli beslenmesini sağlayabiliyorlar. Mısır, hangi
şekle bürünmüş olursa olsun mükemmel bir nişasta kaynağı. Yaz
boyunca gün ışığını karbonhidrata dönüştürüyor ve böylece kış
boyu insanlar bu besinden enerji alabiliyor. Ama insan sadece mısır
yiyerek yaşayamaz, beslenme açısından yeterli değil bu. Fasulye,
tıpkı bahçede mısırı tamamladığı gibi, beslenmemizde de destekli­
yor. Azot bağlama kapasitesi sayesinde protein yönünden zengin
olduğu için beslenme açısından mısırın yetersiz kaldığı boşlukları
dolduruyor. İnsan fasulye ve mısırla iyi beslenebilir, bunlardan her­
hangi biri tek başına yeterli gelmez. Yine de balkabağının karaten
açısından zengin meyvesindeki vitaminler ne fasulyede ne de mısır­
da var. Bu üçü tek başlarına olmak yerine bir araya geldiklerinde bu
alanda da çok güçlü oluyor.
Yemekten sonra tatlıya yer kalmıyor. Kızılderili pudingi ve mı­
sır unuyla yapılmış akçaağaç şuruplu kekler bizi bekliyor ama biz
öylece oturup vadiyi seyrediyoruz, çocuklar da etrafta koşuşturu­
yor. Aşağıdaki arazinin çoğu mısırla dolu, dikdörtgen şeklindeki
uzun tarlalar ağaçlıklara kadar uzanıyor. Öğleden sonra güneşinde
Üç Kız Kardeş 155

sıra sıra mısırlar birbirlerini gölgede bırakıyor, tepenin hatlarını be­


lirginleştiriyor. Uzaktan bakınca kağıdın üstündeki yazılara benzi­
yor, yamaç boyunca yeşil mürekkeple satırlar yazıyorlar. Toprakla
olan ilişkimizin tüm gerçeklerini toprak kadar iyi anlatan bir kitap
yok. Tepeye baktığımda tek tip olmanın getirdiği yüksek verimi
önemseyen insanların hikayesini, toprağın makinelere ve pazarın
taleplerine göre şekillendirildiği bir hikayeyi okuyorum.
Yerli tarımında bitkiler araziye göre çeşitlendirilir. Atalarımız bu
sayede pek çok farklı mısır türünü ehlileştirmiş ve birçok farklı yerde
yetişebilecek hale getirmiş. Dev motorları ve fosil yakıtlarıyla modern
tarım ise tam tersi bir yaklaşımı benimsiyor: Arazileri, korkutucu de­
recede birbirine benzeyen bitkilere uyacak şekilde değiştirmek.
Mısırı bir kez kız kardeş olarak gördüğünüzde bunu unutma­
nız mümkün değil. Ama tek tip tarlalardaki uzun mısır sıraları bam­
başka bir varlığa benziyor. İlişkiler yok oluyor ve tekillik kalmıyor.
Üniformalılardan oluşan bir kalabalığın içinde sevdiğiniz birini ko­
lay kolay tanıyamazsınız. Bu araziler de kendilerince güzeller ama
Üç Kız Kardeş'in yaşadığı bir bahçeyle yoldaşlık ettikten sonra aca­
ba kendilerini yalnız hissediyorlar mı?
Orada omuz omuza sıralanmış milyonlarca mısır olmalı; fasul­
ye yok, kabak yok, tek tük yabani ot var. Bunlar komşularımın tar­
laları ve böylesine "temiz" bir arazi elde etmek için traktörle defa­
larca turladıklarını bizzat gördüm. Traktörün üstündeki spreylerle
suni gübre püskürttüler; ilkbaharda kokusu tarlaların üstünden
uçup geldi. Bir doz amonyum nitrat, fasulyenin yoldaşlığının yerini
alıyor. Ve traktörler bir sonraki turda da yabani otları bastırmak için
kabak yaprakları yerine bitki öldürücüleri püskürtüyor.
Bu vadiler Üç Kız Kardeş bahçeleriyle doluyken tabii ki böcek­
ler ve yabani otlar vardı, ama bahçeler böcek zehri olmadan da ye­
şeriyordu. Polikültür, yani birçok bitki çeşidinin bulunduğu tarlalar,
monokültür tarlalara kıyasla daha az böcek istilasına uğruyor. Bitki
türlerindeki çeşitlilik pek çok farklı böcek için yaşam alanı oluşturu­
yor. Mısır kurdu, fasulye böceği ve kabak kurdu gibi bazı zararlılar
ekinleri yemeye çalışıyor. Ama bitkilerin çeşitliliği aynı zamanda bu
zararlıları yiyen böcekler için de yaşam alanı yaratıyor. Avcı böcek-
156 Bitkilerin Ruhu

ler ile asalak yabanarıları bahçede bir arada yaşayarak zararlıları


kontrol altında tutuyor. Bu bahçeden beslenenler sadece insanlar
değil ve herkese yetecek kadar besin var.
Üç Kız Kardeş, her ikisi de köklerini topraktan alan Kızılderili
bilgileri ile Batı bilimi arasında yeni yeni oluşan ilişki için yeni bir
mecaz sunuyor. Mısırı geleneksel ekoloji bilgisi olarak, bilim dediği­
miz meraklı fasulyenin çift sarmal halindeki dolaşımının fiziksel ve
manevi rehberi olarak görüyorum. Balkabağı da ortak yaşam ve
karşılıklı yeşerme için gerekli etik ortamı sunuyor. Bilimin entelek­
tüel anlamdaki monokültürel yapısının günün birinde birbirini ta­
mamlayan polikültürel bir yapıya dönüşeceğini hayal ediyorum.
Böylece herkesin karnı doyacak.
Fran, Kızılderili pudingi için bir kase dolusu krem şanti getiri­
yor. Akçaağaç şurubu ve mısır unundan yapılan bu yumuşacık tat­
lıyı kaşıklarken tarlaların üzerinde gün ışığının solgunlaşmasını iz­
liyoruz. Balkabağı pastamız da var. Bu ziyafet aracılığıyla Üç Kız
Kardeş'in, hikayelerini anladığımızı bilmelerini istiyorum. Birbirine
destek olmak için sana verilmiş hediyeyi kullan, işbirliği yap, o za­
man herkes doyacak, diyorlar.
Üç Kız Kardeş masamıza hediyelerini getirdiler ama bunu tek
başlarına yapmadılar. Bu simbiyozda başka bir ortakları daha oldu­
ğunu hatırlatıyorlar bize. Masamızda veya vadinin diğer tarafındaki
çiftlik evinde oturuyor bu ortak. Her bir türün yöntemlerini gören,
bir arada nasıl yaşayabileceklerini hayal eden o. Belki de buraya
Dört Kız Kardeş' in bahçesi demek gerekir çünkü bu bitkileri eken de
vazgeçilmez bir ortak. Toprağı havalandıran o, kargaları kovan o,
tohumları toprağa yerleştiren o. Ekenler, arazi açanlar, yabani otları
temizleyenler, böcekleri toplayanlar biziz; kışın tohumları saklayıp
ilkbaharda yeniden ekenler biziz. Üç Kız Kardeş'in hediyelerine ebe­
lik eden biziz. Onlarsız yaşayamayız ama onlar da bizsiz yaşayamaz.
Mısır, fasulye ve kabak tamamen ehlileşti; yetişebilecekleri koşulla­
rın oluşması için bize ihtiyaçları var. Biz de bu karşılıklılığın bir par­
çasıyız. Biz üstümüze düşeni yapmazsak onlar da yapamaz.
Bugüne dek hayatıma girmiş tüm bilge öğretmenlerimin içinde
en güzel konuşanlar bunlar - tek kelime etmeden, yaprakları ve fi-
Üç Kız Kardeş 157

!izleri sayesinde aramızdaki ilişkiyi ete kemiğe büründürüyorlar.


Fasulye tek başınayken bir filizden ibaret, kabak ise devasa bir yap­
raktan. Ancak ve ancak mısırla yan yana durduklarında bireyi aşan
bir bütün ortaya çıkıyor. Her birine verilmiş hediye, tek başlarına
değil, birlikte büyütüldüklerinde daha da anlamlı oluyor. Olgun
mısır başakları ve etli meyveleriyle, bütün hediyelerin ancak karşı­
lıklı ilişkiyle çoğalacağını hatırlatıyorlar. Dünya bu sayede ayakta
kalıyor.
WISGAAK GOKPENAGEN:
KARA DİŞBUDAKTAN SEPET

Doonk, doonk, doonk. Sessizlik. Doonk, doonk, doonk.


Baltanın sırtı kütüğe vurdukça yankılı bir melodi çıkıyor. Balta
aynı noktaya üç kez iniyor, sonra John kütüğün biraz daha alt kısmı­
na geçip baltayı tekrar savuruyor. Doonk, doonk, doonk. Baltayı başı­
nın üstüne kaldırırken elleri hafifçe birbirinden ayrılıyor, indirirken
de yeniden birleşiyor, patiska gömleğinin altında omuz kasları geri­
liyor, her darbeyle birlikte incecik saç örgüsü havalanıyor. Kütüğün
her noktasına üçlü seriler halinde sert darbeler vuruyor.
Kütüğün en ucuna ata biner gibi oturuyor, kesik kenarda lif lif
ayrılmış bir parçayı parmaklarıyla çekiştiriyor. Hemen hemen balta­
nın ağzıyla aynı genişlikte bir ağaç kabuğu şeridini, kalın bir kurde­
le gibi yavaş yavaş, istikrarlı bir şekilde belli bir noktaya kadar elle­
riyle soyuyor. Baltayı yeniden eline alıp kaldığı noktadan ileriye
doğru birkaç metrelik kısmı dövmeye başlıyor. Doonk, doonk, doonk.
Sonra yine şeridin dibinden tutup vurduğu hat boyunca çeke çeke
soyuyor. Son birkaç metreyi de tamamlayınca, elinde iki buçuk met­
relik parlak beyaz bir kabuk şeridi oluyor. Taze odun kokusunun
güzelliğini içine çekmek için şeridi burnuna götürüyor ve sonra
görmemiz için hepimize uzatıyor. Düzgün bir çember halinde sarı-
Wisgaak Gokpenagen: Kara Dişbudaktan Sepet 159

yor, sımsıkı bağlıyor ve yakınlardaki bir ağacın dalına asıyor. "Sıra


sende," diyerek baltayı uzatıyor.
Bu sıcak yaz günündeki öğretmenim, Potawatomi'lerin ünlü se­
pet örücü Pigeon ailesinden John Pigeon. Bir kütüğü dövmeyi öğren­
diğim ilk günden bu yana, geniş Pigeon ailesinin farklı nesilleriyle
birlikte (Steve, Kitt, Ed, Stephanie, Pearl, Angie, çocuklar, torunlar ve
daha birçok kişi) kara dişbudak şeritleriyle sepet yapma dersleri ala­
bildiğim için minnettarım. Kütük de çok iyi bir öğretmen.
Baltayı kütüğün her noktasına aynı şekilde indirmek göründü­
ğünden daha zor bir iş. Bir noktaya fazla sert bir darbe uygularsanız
lifler parçalanır; çok zayıf bir darbe vurursanız şerit çıkmaz ve soy­
duğunuz o kısım ince kalır. Bu işe yeni başlayanların her biri farklı
telden çalar, kimi başının üstünden kütüğe sert darbeler indirir, kimi
de çivi çakar gibi cansız darbeler vurur. Sesler, baltayı kullanana göre
değişir: yabankazlarının çığlığı gibi tiz, şaşkın bir kırkurdunun hav­
laması gibi gürültülü, ormantavuğunun gürültüsü gibi boğuk.
John'un çocukluğunda yerleşimin her noktasında bu balta ses­
leri duyulurmuş. Okuldan eve dönerken baltanın sesine bakıp ki­
min çalışmakta olduğunu anlarmış. Chester Amca sert ve hızlı çat
çat çat darbeler vururmuş. Çitin diğer yanından, Bell Nine'nin ağır,
nefeslenmek için uzun duraklamalarla kesilen tok tok sesleri gelir­
miş. Ama yaşlılar aramızdan ayrıldıkça, çocuklar da bataklıkta do­
laşmak yerine bilgisayar oyunlarıyla ilgilendikçe köy giderek ses­
sizleşmiş. Bu yüzden de John Pigeon, atalarından ve ağaçlardan
öğrendiklerini aktarmak için isteyen herkese ders veriyor.
John hem usta bir sepetçi hem de geleneğin taşıyıcısı. Pigeon
ailesinin yaptığı sepetler Smithsonian'da ve dünyanın farklı yerle­
rindeki başka pek çok müze ve galeride sergileniyor. Ama burada,
yıllık Potawatomi Buluşması'nda ailenin açtığı stantta da bu sepet­
leri görebilirsiniz. Tezgahlarında yığın yığın duran rengarenk sepet­
lerden hiçbiri diğerinin aynısı değil. Kuş yuvası kadar minicik, süs­
lü sepetlerden çiçek, patates, mısır yıkama sepetlerine kadar her şey
var. Bütün aile sepet yapıyor ve buluşmaya gelenler evlerine mutla­
ka bir Pigeon sepetiyle dönmek istiyor. Ben de her yıl yeni bir sepet
için para biriktiriyorum.
160 Bitkilerin Ruhu

Ailenin tamamı gibi John da usta bir öğretmen ve kendisinden


önceki nesillerden aktarılanları paylaşmaya kararlı. Kendisine veri­
leni, insanlara geri veriyor. Daha önce kahldığım sepet derslerinden
bazıları, temiz bir masanın üstüne yerleştirilmiş derli toplu malze­
melerle başlıyordu. Ama John şeritlerin hazır verildiği sepet örme
derslerini doğru bulmuyor; işin ilk adımından, canlı bir ağaçtan
başlayarak sepet yapmayı öğretiyor.

Kara dişbudak (Fraxinus nigra) ayaklarının hep ıslak olmasını


ister. Taşkın ovalarındaki ormanlarda ve bataklık kıyılarında kara
dişbudak ile kızıl akçaağaç, karaağaç ve söğüt iç içe yaşar. Hiç de
yaygın bir ağaç değildir kara dişbudak, küçük alanlarda dağınık şe­
kilde yetişir, dolayısıyla da doğru ağacı bulmak için gün boyu balçık
arazilerde dolaşmanız gerekebilir. Nemli bir ormanda, kara dişbu­
dağı kabuğundan tanıyabilirsiniz. Gövdesi sert gri tabakalardan
oluşan akçaağaçları, mantarımsı kabarhlara benzeyen şeritli gövde­
leriyle karaağaçları, derin oluklarla şekillenmiş söğüt gövdelerini
geçip kara dişbudağın iç içe geçmiş kabarhlardan ve siğil gibi bu­
daklardan oluşan zarif desenini arar gözleriniz. Budakları parmak­
larınızın arasında sıkhğınızda süngersi bir temas hissedersiniz. Ba­
taklıkta başka dişbudak cinsleri de yetişir, bu yüzden üstündeki
yapraklara da bakmak gerekir. Bütün dişbudakların (yeşil, beyaz,
mavi, tabanı balkabağına benzeyen Fraxinus profunda ve kara dişbu­
dak) yaprakları parçalıdır ve mantarımsı yapıdaki dayanıklı dallar
üzerinde, birbirlerinin tam karşısına gelecek şekilde dizilidir.
Ama kara dişbudağı bulmak da yetmez, doğru ağaç olmalı -
sepete dönüşmeye hazır bir ağaç. Sepet için ideal kara dişbudağın
gövdesi düzgün ve temizdir, alt tarafında dal yoktur. Dalların bu­
dakları, düzgün şeritler çıkarmayı engeller. Bu işe uygun ağaç sağ­
lıklıdır; gövde genişliği yaklaşık bir karış, yaprakların başladığı
noktadan itibaren üst kısmı gelişkin ve güçlüdür. Güneşe ulaşmak
için dümdüz uzamış bir ağaç dik ve ince damarlı olur, ışığı bulmak
için biraz dolananların ise damarları kıvrılıp bükülür. Bazı sepetçi­
ler sadece bataklık tepeciklerine yerleşmiş ağaçları seçerken, bazıla­
rı da yanında boylu mazı ağacı olan kara dişbudaklardan kaçınır.
Wisgaak Gokpenagen: Kara Dişbudaktan Sepet 161

Tıpkı insanların çocukluk dönemleriyle şekillenmeleri gibi,


ağaçlar da fidan oldukları dönemin etkilerini taşır. Elbette bir ağacın
geçmişi, halkalarında saklıdır. İyi geçen yıllarda halka genişler, kötü
olanlarda daralır ve bu halkaların yapısı da sepet için çok önemlidir.
Ağaç gövdesindeki halkalar mevsimlik döngülerle, kabuk ile
en taze katmanın arasına yerleşmiş hassas hücre tabakasının, yani
kambiyumun uyanması ve uyumasıyla şekillenir. Kabuğu soyunca
kambiyumun kaygan nemini hissedebilirsiniz. Kambiyum hücreleri
daima embriyon halindedir ve kesintisiz bölünerek ağacın çapını
genişletir. İlkbaharda tomurcuklar günlerin uzadığını anlayınca ve
özsu yukarılara doğru tırmanmaya başlayınca kambiyum da bu şö­
lene hazırlanmak için hücreler, yani bol miktarda özsuyunu yaprak­
lara doğru taşımak için büyük, geniş ağızlı tüpler üretir. Ağacın ya­
şını, bu geniş nakliye hatlarını sayarak anlarız. Hızla büyüdükleri
için duvarları incedir. Odun bilimciler her yıl oluşan halkanın bu
kısmına ilkbahar odunu ya da erken odun der. Yaz geldiğinde ise
besin ve su azalır, kambiyum bu zor zamanlar için daha küçük ve
kalın hücreler üretir. Daha sıkı örülen bu hücrelere geç odun ya da
yaz odunu denir. Günler kısalıp yapraklar dökülmeye başlayınca
kambiyum kış uykusuna hazırlanır ve bölünmeyi tümden bırakır.
Ama ilkbaharın yaklaştığını anlar anlamaz hemen tekrar harıl harıl
çalışır, geniş ilkbahar odunu hücreleri üretir. Önceki yılın küçük
hücreli geç odunlarıyla ilkbaharın erken odunları arasındaki bu ani
geçiş de bir çizgi, bir büyüme halkası şeklinde görülür.
John, bu gibi detayları görmeye alışkın. Ama bazen emin olmak
için bıçağını çıkarıp, ağacın kabuğundan bir parçayı kesip çıkararak
halkalara bakıyor. Her biri bozuk para genişliğinde otuz ila kırk hal­
kalı ağaçları tercih ediyor. Doğru ağacı bulduğunda kesime başlı­
yor. Ama testereyle değil, konuşarak.
Geleneksel oduncular her bir ağacı bir birey, insan olmayan bir
orman bireyi olarak görür. Ağaçlar öylece gidip alınmaz, kendile­
rinden rica edilir. Kesecek olan kişi niyetini açıklar ve ağaçtan izin
ister. Bazen hayır cevabı gelir ağaçtan. Ağacın bu işe gönüllü olma­
dığı kimi zaman etraftaki işaretlerden (daldaki bir vireo kuşu yuva­
sı ya da ağaç kabuğunun izin isteyen bıçağa gösterdiği büyük di-
162 Bitkilerin Ruhu

renç) anlaşılır; kimi zaman da kişi anlatılamaz bir şekilde bunu an­
lar ve uzaklaşır. Ağacın rızası alınırsa önce dua edilir ve hediye
olarak tütün bırakılır. Ağaca ya da etraftaki başka ağaçlara zarar
vermemek için kesim işlemi büyük bir dikkatle yapılır. Bazen, ağa­
cın düşüşünü yumuşatmak için ladin dallarından bir yatak hazırla­
nır. Bu iş de bittiğinde John ve oğlu kütüğü omuzlarına alıp eve
doğru uzun yürüyüşlerine başlar.
John ve geniş ailesi çok sayıda sepet yapıyor. Aslında John'un
annesi kendi kütüğünü kendi dövmeyi tercih ediyor ama eklem ilti­
habından dolayı çoğu zaman John ve oğulları yapıyor bu işi. Yıl
boyu sepet örüyorlar, yine de en iyi hasat belirli dönemlerde oluyor.
Kütüğü, kesildikten hemen sonra, hala nemliyken dövmek en iyisi,
fakat John gerekirse bir hendek kazıp kütüğü nemli toprağın içine
gömüp tazeliğini korumanın da mümkün olduğunu söylüyor. Özel­
likle "özsuyun yükseldiği, dünyadaki enerjinin ağaca aktığı" ilkba­
harı ve "enerjinin yeniden toprağa döndüğü" sonbaharı seviyor.

John önce baltanın darbesini yumuşatmasın diye ağacın sün­


gersi kabuğunu kazıyor ve ardından işe koyuluyor. İlk şeridi kena­
rından tutup kaldırınca neler olduğunu görebiliyorsunuz: Kütüğü
dövdükçe, erken odunun ince duvarlı hücreleri eziliyor, parçalanı­
yor ve eski odundan ayrılıyor. Kütük, ilkbahar odunu ile yaz odu­
nunun birleştiği noktadan bölünüyor, dolayısıyla yıllık halkaların
arasında kalan şerit kolayca çıkarılabiliyor.
Ağacın bireysel tarihine ve halkaların yapısına bağlı olarak beş
yıllık ya da bazen sadece bir yıllık şeritler alınabilir. Her ağaç farklı­
dır ama sepetçiler dövüp soydukça zamanda geriye gidilir. Ağacın
tüm hayatı katman katman sepetçinin elindedir. Çıkarılan şeritler­
den yaptıkları çemberlerin sayısı arttıkça kütük de küçülür ve bir­
kaç saat içinde incecik bir direk gibi kalır. "Bakın," diyor John, "ağa­
cın ta fidan olduğu zamana döndük." Topladığımız büyük şerit yı­
ğınını gösteriyor. "Bunu asla unutmayın. Ağacın bütün hayatı işte
orada duruyor."
Uzun ağaç şeritlerinin kalınlıkları farklı oluyor, bu yüzden de
bir sonraki adım her şeridi ayrı ayrı katmanlarına ayırmak, yani
Wisgaak Gokpenagen: Kara Dişbudaktan Sepet 163

ağacın yaşını gösteren halkaları daha da inceltmek. Büyük bir çama­


şır sepeti ya da avcı sepeti yapacaksanız kalın şeritlere ihtiyacınız
var. Ama en zarif ve gösterişli sepetlerde bir yıldan da kısa süreyi
gösteren şeritler kullanılıyor. John yeni beyaz kamyonetinin arka­
sından yarıcısını çıkarıyor: Bir mengeneyle birbirine bağlanmış iki
odun parçası. Dev bir mandala benziyor. John sandalyesinin ucuna
oturup yarıcıyı açık uçları yere değecek, tümsek kısmı ise kucağın­
da kalacak şekilde dizlerinin arasına sıkışhrıyor. İki buçuk metrelik
şeridi dikey olarak mengenenin içinden geçiriyor, üstte birkaç santi­
mi dışarıda kalacak şekilde sabitliyor. Dışarıda kalan ucu bıçağıyla
yatay hareketlerle yavaş yavaş kanırtarak, şeridi bir kat daha incelt­
mek üzere yarıyor. Esmer elleriyle bu yarığın iki yanındaki şeritleri
tutup dümdüz ayırıyor, böylece ot sapları kadar pürüzsüz, eşit ve
uzun iki şerit elde ediyor.
"Başka çıkmaz artık," derken göz göze geliyoruz, bakışlarında
kahkaha görüyorum. Ben de şeridi alıp yerine yerleştiriyor, yarıcıyı
bacaklarımın arasına sıkıştırmaya çalışıyor, sonra iki ayrı şerit ürete­
cek ilk yatay kesiği açıyorum. Yarıcıyı bacaklarınızın arasında iyice
sıkmanız gerektiğini hemen fark ediyorum ama bunu pek beceremi­
yorum. "Yaa," diye gülüyor John, "alın size eski bir Kızılderili icadı
- bacak kuvvetlendirici!" Bitirdiğimde benim yaptığım şerit sanki
bir ucunu sincap kemirmiş gibi görünüyor. John sabırlı bir öğret­
men; işi benim yerime yapmaya niyeti yok. Gülümsüyor, şeridimin
yoluk yoluk olmuş ucunu güzelce kesip atıyor ve "Tekrar dene,"
diyor. Sonunda kolayca çekebileceğim şekilde iki uç ayırmayı başa­
rıyorum ama bu uçları çektiğimde topu topu otuz santimlik iki şerit
çıkıyor, üstelik biri kalın biri daha ince. John aramızda dolaşıp bizi
yüreklendiriyor. Hepimizin ismini öğrendi ve her birimizin neye ih­
tiyaç duyduğunu gördü. Bazılarının pazılarının zayıflığıyla dalga
geçerken bazılarının dostça sırtını sıvazlıyor. Morali bozulanların
yanına oturup, "Bu kadar zorlama, kendine eziyet etme," diyor. Ba­
zen de şeridi ayırıcının içinden çekiverip karşısındakine veriyor.
Ağaçlar kadar insanları da tanıyor.
"Ağaç iyi bir öğretmendir," diyor. "Bize hep bunu öğrettiler. İn­
san olmak, dengeyi bulmak demektir ve ağaç gövdesinden şeritler
yapmak da bunu hiç unutmamanızı sağlar."
164 Bitkilerin Ruhu

Usulünü öğrendiğinizde şeritler eşit kalınlıkta açılıyor, iç yüz­


leri beklenmedik ölçüde güzel: Parlak ve sıcak, krem rengi saten bir
kurdele gibi ışığı kendine çekiyor. Dış yüzey ise pürüzlü ve yarıcıya
girdiği için uçları uzun "saçlar" gibi püsküllü.
"Şimdi çok keskin bir bıçağa ihtiyacınız var," diyor John. "Her
gün bileğitaşı kullanmam gerekiyor. Ve dolayısıyla da kendinizi ko­
rumalısınız." Her birimize eski bir kot pantolonun birer "bacağını"
dağıtıyor ve çift kat kotu bacağımızın üstüne nasıl yerleştirmemiz
gerektiğini gösteriyor. "Aslında en iyisi geyik derisidir," diyor. "Ta­
bii elinizde varsa. Ama kot da işe yarıyor. Dikkatli olmanız şartıy­
la." Tek tek yanımıza oturup gösteriyor, çünkü bıçağın açısı ve eli­
mizin uyguladığı kuvvet nedeniyle başarı ile katliam arasında ince­
cik bir çizgi var. Şeridi, pürüzlü yüzeyi üste gelecek şekilde bacağı­
nın üstüne koyuyor, bıçağın keskin kenarını da şeridin üstüne yer­
leştiriyor. Diğer eliyle, bıçağın altından şeridi sürekli çekiyor - buz
üstünde dolaşan buz patenleri gibi. Şeridi çektikçe, tıraş edilen par­
çacıklar bıçağın üstünde birikiyor. Sonuçta şeridin yüzeyi cilalan­
mış gibi oluyor. John bunu da kolay bir işmiş gibi yapıyor. Kitt Pige­
on'ın da şeritleri sanki makaradan kurdele çeker gibi pırıl pırıl çek­
tiğini gördüm, ama benim bıçağım takılıp duruyor ve şeridin pü­
rüzlerini almak yerine, üstünde derin yarıklar açıyorum. Bıçağımın
açısını çok dik tuttuğumda ise tümden parçalıyor, uzun ve güzel
şeridi paçavraya çeviriyorum.
Bir şeridi daha mahvettiğimi gören John, "Neredeyse bir somun
ekmek kaybettin," diyor. "Şeritleri bozduğumuzda annem böyle
derdi." Sepetçilik Pigeon ailesinin geçmişte de bugün de geçim kay­
nağı. Dedelerinin zamanında gıda ve diğer ihtiyaçlarını gölden, ko­
rulardan ve bahçelerden karşılıyorlarmış ama bazen mağazalarda
satılan malzemelere de ihtiyaç oluyormuş ve yaptıkları sepetler sa­
yesinde ekmek, konserve bezelye ve okul ayakkabısı alabiliyorlar­
mış. Bozulan şeritler de israf edilmiş yiyecekler gibiymiş yani. Bü­
yüklüğüne ve tasarımına bağlı olarak kara dişbudak sepetleri iyi
para edebiliyor. "İnsanlar fiyatları görünce biraz bozuluyorlar," di­
yor John. "Alt tarafı sepet 'ördüğümüzü' söylüyorlar ama aslında
işin yüzde 80'i örmeye başlamadan önceki aşamalar. Ağacı bulmak,
dövmek, ayırmak derken asgari ücreti ancak tutturabiliyoruz."
Wisgaak Gokpenagen: Kara Dişbudaktan Sepet 165

Şeritler nihayet hazır olunca, sepetçiliğin asıl zor kısmı olduğu


gibi yanlış bir kanıya kapıldığımız örme faslına hazırız. Ama bu
noktada John sınıfı susturuyor, yumuşacık sesi sertleşiyor. "En
önemli şeyi unuttunuz," diyor. "Etrafınıza bir bakın." Ormana,
kamp yerine, birbirimize bakıyoruz. "Yere bakın!" diyor. Her acemi
sepetçinin etrafı talaşla dolu. "Durup elinizdekinin ne olduğunu
düşünün. Bu dişbudak otuz yıldır bu bataklıkta yaşıyor, yaprak ve­
riyor, yaprak döküyor, yenilerini çıkarıyordu. Geyiklere yemek olu­
yor, soğuktan donuyor, yine de her yıl çalışıp didinerek bu halkaları
oluşturuyordu. Yere düşmüş her bir şerit bu ağacın hayatının bir yılı
ve siz onları ezme, eğip bükme, toprağa atma cüretini mi gösteriyor­
sunuz? O ağaç size hayatım verdi. Şeridi yanlış yapmakta utanıla­
cak bir şey yok; öğreniyorsunuz neticede. Ama ne yaparsanız yapın
o ağaca saygı duymak zorundasınız ve tek bir parçasını bile israf
etmemelisiniz." Onun rehberliğinde, ürettiğimiz atıkları ayırıyoruz.
Kısa şeritler küçük sepetler ve süsler yapmak için bir kenara konu­
yor. Ufak tefek parçalar ve talaşlar kurutulup kav olarak kullanıl­
mak üzere bir kutuya konuyor. John, Onurlu Hasat geleneğini sür­
dürüyor: sadece ihtiyacın olanı al ve aldığın her şeyi kullan.
Sözleri, anne babamdan duyduklarımın neredeyse aynısı. Bü­
yük Buhran zamanında yetişmişlerdi ve hiçbir şeyi israf etmemek
gerekiyordu; onların zamanında da ortalıkta hiç talaş olmadığından
eminim. Ama "kullan, eskit, var olanla yetin veya alma" kuralı eko­
nomik olduğu kadar ekolojik bir etik ilke aynı zamanda. Şeritlerin
israf edilmesi hem ağaca saygısızlık hem de ev bütçesine zarar.
Kullandığımız hemen hemen her şey bir başkasının hayatı karşı­
lığında geliyor bize ama bu basit gerçeklik bizim toplumumuzda pek
bilinmiyor. Dişbudaktan yaptığımız halkalar neredeyse kağıt kadar
ince. Bu ülkedeki "atık nehri"nin özellikle kağıttan oluştuğu söyleni­
yor. Tıpkı dişbudak şeritleri gibi bir sayfa kağıt da bir ağacın hayatı ve
beraberinde de kağıdı üretmekte kullanılan su, enerji, zehirli atıklar
demek. Ama sanki hiçbir değeri yokmuş gibi kullanıyoruz kağıtları.
Posta kutumuzdan çöp kutusuna kadar olan kısacık rota bile mesele­
yi açıklıyor. Gereksiz mektupların oluşturduğu yığına baktığımızda
bir zamanlar ait oldukları ağacı görebilseydik ne olurdu acaba? John
bize bu ağaçların hayatının değerini hatırlatsaydı?
166 Bitkilerin Ruhu

Sepetçiler, dağların bazı bölgelerinde kara dişbudakların sayısı­


nın azaldığını gözlemlemiş. Bunun sebebinin aşırı kesim olmasın­
dan, sepetler pazarda çok talep gördüğü ve bu sepetlerin ormanda­
ki kaynağını kimse umursamadığı için ağaçların azalmasından en­
dişe etmişler. Y üksek lisans öğrencim Tom Touchet ile birlikte bu
konuyu araştırmaya karar verdik. Öncelikle, ağaçların yaşam dön­
güsündeki sıkıntının nereden kaynaklanabileceğini görmek için
New York eyaletindeki kara dişbudak nQ.fusunun yapısını incele­
dik. Gittiğimiz her bataklıkta gördüğümüz bütün kara dişbudakları
saydık ve çevrelerini ölçtük. Tom gittiğimiz her bölgede birkaç tane­
sinin merkezine kadar delik açarak yaşlarını kontrol etti. Baktığımız
her ağaç topluluğunda yaşlı ağaçların ve fidelerin olduğunu, ikisi­
nin arasındaki yaş gruplarında hiç ağaç bulunmadığını gördü. Bu
nüfus sayımında çok büyük bir boşluk vardı. Çok sayıda tohum ve
fide vardı ama ormanın geleceği olan bir sonraki nesil, yani fidanlar
ve genç ağaçlar ya ölüydü ya da hiç yoktu.
Sadece iki yerde yetişkin ağaçların bol olduğunu gördük. Bun­
lardan biri, hastalık ya da fırtına nedeniyle birkaç yaşlı ağacın dev­
rilip gün ışığının içeri girmesini sağlamasıyla orman kanopisinde
açıklıkların oluştuğu kısımlardı. Hollanda karaağaç hastalığı sebe­
biyle ölen karaağaçların yerini kara dişbudakların alması, bir türün
kaybının diğeri için kazanç olmasına ilginç bir örnekti. Genç kara
dişbudaklar fideden ağaca geçiş için açık alana ihtiyaç duyuyordu.
Tamamen gölgede kalırlarsa ölürlerdi.
Fidanların bol olduğu diğer yer ise sepetçi topluluklarının ya­
kınlarındaki bölgelerdi. Kara dişbudak sepetçiliği geleneğinin canlı
olduğu yerlerde ağaçlar da canlıydı. Dişbudak ağaçlarının sayısın­
daki bariz azalmanın nedeninin aşırı değil, yetersiz kesim olabileceği
hipotezini ortaya attık. Toplulukların doonk, doonk, doonk sesleriyle
çınladığı dönemlerde ormanlarda çok sayıda sepetçi vardı ve fidele­
rin ışık almasını, genç ağaçların kanopinin arasında ışık görüp bü­
yümesini sağlayacak boşluklar açıyorlardı. Sepetçilerin yok olduğu
ya da çok azaldığı yerlerde, kara dişbudağın yetişmesini sağlayacak
ışık için ormanda boşluklar oluşturulamıyordu.
Kara dişbudak ve sepetçiler, kesilen ile kesen arasında simbiyo-
Wisgaak Gokpenagen: Kara Dişbudaktan Sepet 167

tik bir ilişki kurarlar: Dişbudaklar insana, insanlar da dişbudağa ba­


ğımlıdır. Kaderleri birbirine dolanmıştır.
Pigeon ailesinin bu bağla ilgili öğretileri de geleneksel sepetçili­
ği canlandırmak için gittikçe büyüyen bir çabanın ve beraberinde
yerli topraklarının, dilinin, kültürünün ve felsefesinin canlandırıl­
masının bir parçası. Kaplumbağa Adası'nın her noktasında yerli
halklar, sonradan gelenlerin baskısı altında neredeyse yok olmuş
geleneksel bilginin ve yaşam biçimlerinin yeniden dirilmesi için ça­
lışıyor. Ama dişbudak sepetçiliği güç kazanırken, bu defa da bir baş­
ka istilacı türün tehdidiyle karşı karşıya kalıyor.
John soğuk bir şeyler içip yorgun parmaklarımızı dinlendirme­
miz için mola veriyor. "Sonraki kısım için zihninizin açık olması la­
zım," diyor. Kramplarımızı gidermek için boynumuzu ve ellerimizi
hareket ettirerek etrafta dolaşırken John her birimize, Amerikan Ta­
rım Bakanlığı'nın dağıttığı, üzerinde parlak yeşil bir böcek fotoğra­
fının olduğu broşürlerden veriyor. "Dişbudakları önemsiyorsanız,
bu konuya dikkat edin," diyor. "Ağaçlar tehdit altında."
Çin'den gelen zümrüt dişbudak kurdu, yumurtalarını ağaç göv­
delerine bırakıyor. Larvalar kabuklarını çatlattıklarında pupa evresine
geçene kadar kambiyumu yiyorlar, sonrasında da ağacı delerek dışarı
çıkıyor, yeni bir üreme noktası bulmak için başka yerlere uçuyorlar.
Her nereye konarlarsa konsunlar, sonuçlar ağaç açısından ölümcül
oluyor. Ne yazık ki Büyük Göller bölgesi ve New England'da bu bö­
ceğin en sevdiği ağaç dişbudak. Böceğin yayılmasını durdurmak için
kütük ve yakacak odunları başka bölgelere taşımak yasaklanmış ama
böcek biliminsanlarının tahmininden çok daha hızlı yayılıyor.
"Gözünüzü dört açın," diyor John. "Ağaçlarımızı korumak bi­
zim görevimiz." Sonbaharda ailece ağaç keserken düşen tohumları
toplayıp sulak alanlarda etrafa dağıtmaya özellikle dikkat ediyorlar.
"Her zamanki kural geçerli," diye hatırlatıyor John. "Bir şey verme­
den alamazsın. Bu ağaç bize bakıyor, biz de ona bakmalıyız."
Michigan'daki dişbudakların çoğu öldü bile; o çok sevdiğimiz
sepet üretim alanları artık kabuksuz ağaç mezarlığına benziyor.
Ezelden beri var olan ilişki zinciri koptu. Pigeon ailesinin toplanıp
sonraki nesiller için kara dişbudağı korumaya çalıştığı bataklık istila
168 Bitkilerin Ruhu

edilmiş durumda. Angie Pigeon, "Ağaçlarımızın hepsi gitti. Bun­


dan sonra sepet yapabilecek miyiz bilmiyorum," diye yazmış bana.
Çoğu kişiye göre istilacı türler manzarayı bozar, dolayısıyla da boş
kalan yerlerin başka şeylerle doldurulması gerekir. Kadim bir ilişki­
nin sorumluluğunu taşıyanlar için ise bu boşluklar ellerin boş kal­
ması, ortak kalbimizde bir delik açılması anlamına gelir.
Bu kadar çok ağaç kurumuş, nesiller boyu aktarılan gelenek
tehlikeye girmişken, Pigeon ailesi hem ağaçları hem de geleneği ko­
rumaya çalışıyor. Bu böceğe direnmek ve ardında bıraktığı koşulla­
ra uyum sağlamak için orman bilimcilerle işbirliği yapıyorlar. Bağ­
ları yeniden örmeye çalışanlar aramızda.
John ve ailesi kara dişbudağı koruma çabalarında yalnız değiller.
New York eyaleti ile Kanada arasındaki sınırda, her iki tarafta da yer­
leşik olan Mohawk koruma alanı Akwesasne'de daha da çok sayıda
kara dişbudak koruyucusu var. Son otuz yıl içinde Les Benedict, Ric­
hard David ve Mike Bridgen geleneksel ekoloji bilgisini ve bilimsel
araçları kara dişbudağın korunması için seferber etmek üzere girişim­
lerde bulundu. Bölgedeki yerli topluluklara dağıtmak üzere binlerce
kara dişbudak fidesi yetiştirdiler. Hatta Les, okul bahçelerinden ıslah
edilmiş toksik alanlara kadar her yere kara dişbudak ekilmesi için
New York Eyalet Fidanlığı'nı ikna etmeyi başardı. Dişbudak kurdu
kıyılarımıza geldiğinde, yeniden dirilen ormanlarımızda ve yeniden
dirilen topluluklarımızda binlerce kara dişbudak ekilmişti bile.
Her sonbaharda tehdit daha da yakınlaşırken, Les ve meslek­
taşları gönüllülerle birlikte bulabildikleri en iyi tohumları topluyor,
geleceğe olan inancımızı güçlü tutmak ve istila sonrasında ormanla­
rı yeniden oluşturmak için saklıyorlar. Her canlı türünün bir Les
Benedict' e, Pigeon ailesine, müttefiklere ve koruyuculara ihtiyacı
var. Geleneksel öğretilerimizin çoğunda, bazı türlerin bize yardım
ve rehberlik ettiği söylenir. İlk Buyruklar, bize yapılan iyiliğin karşı­
lığını vermemiz gerektiğini hatırlatır. Başka bir türün koruyuculu­
ğunu yapmak, çoğu zaman unuttuğumuz ama aslında hepimizin
kolayca ulaşabileceği bir şeref. Kara Dişbudak sepeti, başka varlık­
ların bize sunduğu hediyeleri ve onları savunup koruyarak bizim
de minnetle karşılık verebileceğimizi hatırlatan bir hediye.
Wisgaak Gokpenagen: Kara Dişbudaktan Sepet 169

John bizi tekrar çember halinde dizip sıradaki adımı anlatıyor:


Sepetin tabanını yapmak. Geleneksel tarzda yuvarlak bir taban ya­
pacağımız için ilk iki şeridi simetrik bir haç şeklinde yerleştiriyoruz.
Kolay iş. "Bakın ne yaptınız?" diyor John. "Karşınızda dört yön du­
ruyor. Sepetinizin kalbi burası. Diğer her şey bunun etrafında şekil­
lenecek." Halkımız dört kutsal yönü ve buralarda yaşayan güçleri
onurlandırır. Sepetin bu iki şeridinin buluştuğu noktada, dört yö­
nün kesişiminde de biz insanlar durur, hepsinin arasında bir denge
kurmaya çalışırız. "Bakın işte, bu hayatta yaptığımız her şey kutsal­
dır," diye açıklıyor John. "Bizi şekillendiren dört yön. Bu nedenle işe
buradan başlıyoruz."
Sonra iki şeridi daha bu haçın üstüne çapraz şekilde yerleştiri­
yoruz ve hazırladığımız bu çerçevenin sekiz ucunun arasından en
ince şeritleri geçirmeye başladığımızda sepetler de oluşmaya başlı­
yor. John'un sıradaki talimatlarını bekliyoruz ama hiçbir şekilde
yönlendirmiyor bizi. "Artık tek başınızasınız, diyor. "Sepetin tasa­
11

rımı tamamen size kalmış. Ne yaratacağınızı hiç kimse söyleye­


mez." Elimizde ince ve kalın şeritler var, ayrıca John içi her renkte
pırıl pırıl boyanmış bir torba dolusu şeridi de sallıyor. Bu karmaşık
yığın, akşam powwow'larında erkeklerin gömleklerinden sarkan şar­
kıcı kurdelelerine benziyor. "Sepeti örmeye başlamadan önce ağacı
ve onca emeğini düşünün. O ağaç bu sepet için canını verdi, sorum­
luluğunuzun farkında olmalısınız. Bu hediyenin karşılığında güzel
bir şey üretin."
Ağaca karşı sorumluluğumuzu düşününce, işe koyulmadan
önce hepimiz duraksıyoruz. Bazen boş bir kağıda bakarken aynı his­
si yaşarım. Bana göre yazmak, dünyayla karşılıklı ilişkimin bir ifade­
si. Bana verilen her şeyin karşılığında verebileceğim bir şey. Şimdi de
başka bir sorumluluğum var: Kağıt gibi incecik bir ağaç tabakasının
üstüne yazmak ve kelimelerimin buna layık olabilmesini ummak.
İnsan böyle düşününce kalemi bırakıp kaçmak isteyebilir.
Sepetin ilk iki sırası en zor kısım. İlk turda şeritler özgür irade­
leriyle hareket edip merkezin çevresindeki alttan geçir-üstten geçir
ritmini bozmaya çalışır gibi. Şablona direniyor, gevşek ve sarsak gö­
rünüyor. O zaman John yardıma koşup bizi yüreklendiriyor ve ka-
170 Bitkilerin Ruhu

çak şeritleri tutarak destek veriyor. İkinci sıra da aynı derecede sinir
bozucu; ana şeritlerin arasındaki boşluklar oranhsız oluyor ve ör­
mek için kullandığınız ince şeridi sabit tutabilmek için iyice sıkıştır­
manız gerekiyor. Ama o zaman bile aniden gevşeyip boşanıveriyor
ve nemli ucu şak diye yüzünüze çarpıyor. John gülüyor. Bir bütün­
den ziyade, kural tanımaz parçalardan oluşmuş bir karmaşaya ben­
ziyor sepet. Fakat sonra üçüncü sıra başlıyor - en sevdiğim. Bu nok­
tada, üstten geçen şeridin gerilimiyle alttan geçeninki dengeleniyor
ve karşıt güçler dengelenmeye başlıyor. Alışveriş, yani karşılıklılık
devreye giriyor ve parçalar yavaş yavaş bütüne dönüşüyor. Şeritler
kolayca yerine otururken dokuma işi de kolaylaşıyor. Kaosun için­
den düzen ve istikrar doğuyor.
Toprağın ve insanın esenliğini ve refahını ilmek ilmek dokur­
ken de bu üç sıranın verdiği dersi dikkatle dinlememiz gerekiyor.
Ekolojik esenlik ve doğanın kanunları her zaman ilk sırada. Onlar­
sız bereket sepeti de olmaz. Ancak bu ilk daireyi tamamlayabilirsek
ikincisine geçebiliriz. İkinci sırada maddi refah, insani ihtiyaçların
karşılanması var. Ekolojiye dayalı bir ekonomi. Ama sadece iki sıra­
yı örüp bırakırsak sepet dağılabilir. İlk ikisinin dayanabilmesi için
üçüncü sıranın örülmesi gerek. İşte o zaman ekoloji, ekonomi ve
maneviyat bir araya gelir. Malzemeleri bize verilmiş hediyeler ola­
rak görür, karşılığında bu hediyeyi hakkını vererek kullanırsak den­
geye ulaşırız. Bence üçüncü sıranın pek çok farklı ismi var: Saygı.
Karşılıklılık. Tüm İlişkilerimiz. Ben bunu maneviyat sırası olarak
görüyorum. Hangi ismi verirsek verelim, bu üç sıra hayatlarımızın
birbirine bağımlı olduğunu, insani ihtiyaçlarımızın da hepimizi ku­
şatması gereken bu sepetteki sıralardan sadece biri olduğunu anla­
tıyor. Birbirinden ayrı şeritler ilişki içinde olduklarında, hepimizi
geleceğe taşıyabilecek kadar dayanıklı, güçlü, esnek, bütünlük için­
de bir sepete dönüşüyor.
Biz çalışırken oğlan çocuklarından oluşan gürültücü bir grup
izlemeye geliyor. Hepimiz yardım için John'a sesleniyoruz ama o
durup sadece oğlanlara odaklanıyor. Sepet öremeyecek kadar kü­
çükler ama yanımızda olmak istiyorlar; John kullanılamayacak de-.
recede kısa şeritlerin olduğu yığından bir avuç dolusu alıyor. Dik-
Wisgaak Gokpenagen: Kara Dişbudaktan Sepet 1 71

katli ve yavaş işleyen elleri bu şeritleri ekip büküyor ve birkaç daki­


ka sonra avucunun içinde küçük bir oyuncak at oluşuveriyor. Örnek
olarak yaptığı bu modeli ve atık şeritleri çocuklara verip Potawato­
mi dilinde birkaç şey söylüyor ama nasıl at yapabileceklerini anlat­
mıyor. Çocuklar bu tarz eğitilmeye alışkın oldukları için soru sor­
muyorlar. Önlerindeki ata bakıyor, biraz daha bakıyor, ardından işe
koyuluyorlar. Kısa süre sonra masanın üzerinde bir at sürüsü dolaş­
maya başlıyor ve bir yandan da sepetler yükseliyor.
Akşamüstünün son saatlerinde gölgeler uzarken masalar da
bitmiş sepetlerle dolmaya başlıyor. John, küçük sepetlerde kullanıl­
ması gelenek olan süslü bukleleri yapmamıza yardım ediyor. Kara
dişbudak kurdeleleri öylesine esnek ki sepetin yüzeyini, ağacın par­
laklığını iyice gösteren halkalar ve kıvrımlarla süslemek mümkün.
Her dokuda ve renkte yuvarlak tepsiler, uzun ince vazolar, tombul
elma sepetleri yaptık. "Son bir işiniz kaldı," diyen John keçeli ka­
lemler uzatıyor bize. "Sepetinizi imzalayın. Yaptığınız işle gurur
duyun. Bu sepetler kendi kendine olmadı. Günahını da sevabını da
sahiplenin." Fotoğraf için hepimizi sıraya sokup ellerimizde sepet­
lerimizle poz verdiriyor. Gururlu bir baba gibi ışıldayarak, "Bu özel
bir an," diyor. "Bugün öğrendiklerinize bir bakın. Sepetlerin size
gösterdiğini görmenizi istiyorum. Her biri çok güzel. Her biri farklı,
ama aslında aynı ağaçtan geldi. Her biri aynı malzemeden yapıldı
ama kendi içinde özel. İnsanlarımız da böyledir, aynı malzemeden
yapılmıştır ama her biri kendi içinde güzeldir."
O gece powwow ritüeline bambaşka bir gözle bakıyorum. Davul­
cuların altında durduğu boylu mazı ağacından çardağın direklerinin
dört yöne baktığım fark ediyorum. Nabız gibi atan davul bizi dansa
davet ediyor. Tek bir ritim var ama dans eden herkesin adımı farklı:
çimenlere eğilenler, bufalo gibi çökenler, süslü şallarıyla kıvıranlar,
zilli kıyafetlerle çılgınca dans eden kızlar, ağırbaşlı adımlarıyla gele­
neksel kadın dansçılar. Her erkek, her kadın, her çocuk kendi düşle­
rindeki renklerle, uçuşan kurdelelerle, salınan püsküllerle, kendi
güzelliği içinde, kendi nabzının ritminde dans ediyor. Bütün geceyi
ateşin etrafında geçiriyor, hep birlikte bir sepet örüyoruz.
172 Bitkilerin Ruhu

Artık evim sepet dolu ve en sevdiklerim Pigeon ailesinin imza­


sını taşıyanlar. Bu sepetlerde John'un sesini ve doonk, doonk, doonk
darbelerini duyabiliyor, bataklığın kokusunu alabiliyorum. Elleri­
min arasında bir ağacın hayatındaki seneleri tuttuğumu hatırlatı­
yorlar. Bizim için kendini feda eden onca hayata daha duyarlı yak­
laşabildiğimiz bir yaşam nasıl olurdu acaba? Kağıt mendildeki ağa­
a, diş macunundaki algleri, döşemedeki meşeleri, şaraptaki üzümü
düşünmek; her şeyde yaşamın izini sürüp ona saygı göstermek na­
sıl olurdu? Buna bir kez başladınız mı durmak zor, işte o zaman
kendinizi hediyelere boğulmuş gibi hissediyorsunuz.
Hediyeler için en uygun yerlerden biri olan mutfak dolabını
açıyorum. "Selamlar, reçel kavanozu," diye düşünüyorum. "Bir za­
manlar kumsaldaki kumdun, dalga köpükleriyle ve martı çığlıkla­
rıyla bir ileri bir geri yıkanıyordun, cama dönüştürüldün ama gü­
nün birinde yeniden denize döneceksin. Ve haziranda tombul mey­
veler olan, şimdi ise kilerimde şubatı yaşayan böğürtlenler, size de
selam. Ve Karayipler'deki evinden çok uzaklarda yaşayan şeker,
onca yoldan geldiğin için teşekkürler."
Masamın üstündekilere -sepete, muma, kağıda- bu farkında­
lıkla baktığımda, toprağa kadar uzanan köklerini takip etmekten
zevk alıyorum. Kokulu mazıdan yapılmış sihirli bir değnek olan
kurşunkalemi parmaklarımın arasında çeviriyorum. Aspirindeki
söğüt kabuğu. Çalışma lambamın metali bile bana, yerkürenin alt
katmanlarındaki köklerini düşündürüyor. Sonra gözlerim ve dü­
şüncelerim hızla masamın üstündeki plastiğe kayıyor. Bilgisayara
dönüp bir daha bakmıyorum. Plastik için bir an bile düşünmeye ta­
hammülüm yok. Doğal dünyanın o kadar uzağından geliyorlar ki.
Bağların koptuğu, saygının tükendiği, nesnelerin içindeki hayatı
kolayca göremez olduğumuz nokta bu muydu acaba?
Yine de iki yüz milyon yıl önce mutlu mesut yaşayan, kadim
denizlerin dibine çöken, sürekli hareket eden, dünyanın ağır basıncı
altında petrole dönüşüp pompalarla çıkarılarak rafineriye taşınan,
burada parçalanıp polimerize edilerek dizüstü bilgisayarımın kılıfı
ya da aspirin şişemin kapağı olan tekhücreli deniz bitkilerine ve
omurgasız canlılara saygısızlık etmeye niyetim yok; fakat aşırı en-
Wisgaak Gokpenagen: Kara Dişbudaktan Sepet 173

düstriyel ürünlerin geniş ağını düşünmek başımı ağrıtıyor. Böylesi­


ne yoğun farkındalıklara uygun canlılar değiliz. Yapacak işlerimiz
var.
Ama kimi zaman elimdeki sepete, şeftaliye ya da kaleme bakın­
ca bir anlığına zihnim ve ruhum bütün bağlantılara, bütün yaşamla­
ra ve bunları iyi kullanma sorumluluğumuza açık hale geliyor. Tam
da o anda John Pigeon'ı duyar gibi oluyorum: "Yavaş ol- bir ağacın
otuz yılını elinde tutuyorsun şu anda. Onunla ne yapacağını hiç de­
ğilse birkaç dakika durup düşünmekle yükümlü değil misin?"
MISHKOS KENOMAGWEN:
KUTSAL ÜTUN ÖĞRETİLERİ

1. GiRiş
Bir yaz günü kutsal ot çayırlarında otları henüz görmeden kokusu­
nu almaya başlarsınız. Tatlı bir vanilya kokusu rüzgarla birlikte tit­
reşir, iz süren bir köpek gibi koklarsınız, sonra yok oluverir, yerini
ıslak toprağın keskin çamur kokusu alır. Ardından yeniden ortaya
çıkıp sizi kendine çağırır.

il. LİTERATÜR TARAMASI


Lena kolay kolay aldanmıyor doğrusu. Çayırda yılların tecrübesiyle
dolaşıyor, incecik bedeniyle otları yara yara ilerliyor. Ufak tefek, kır
saçlı bu yaşlı kadın beline kadar otların içinde. Diğer bütün türlere
dikkatle baktıktan sonra, acemi gözlere kalırsa ötekilerden hiçbir
farkı olmayan bir alana kestirmeden gidiveriyor. Buruşuk esmer eli­
nin başparmağıyla işaretparmağının arasından bir sap otu boydan
boya geçiriyor. "Bak nasıl da parlak, gördün mü? Öteki otların ara­
sında senden saklanıyor gibi ama aslında bulunmak istiyor. Bu yüz­
den de böyle parlıyor." Ama parmaklarını otların arasında dolaştı­
rıp arazinin bu kısmını da geçiyor. Ataları, asla gördüğü ilk otu top­
lamamasını söylemiş, o da bu öğretiye uyuyor.
Mishkos Kenomagwen: Kutsal Otun Öğretileri 175

Elleri papatyalar ile altınbaşakları sevgiyle okşayarak geçerken


peşinden gidiyorum. Çimenlikte bir ışıltı görüyor ve adımları hızla­
nıyor. "Ah, Bozho," diyor. Merhaba. Eskimiş sentetik montunun ce­
binden, kenarı kırmızı boncuklarla süslü geyik derisi kesesini çıka­
rıp avucuna biraz tütün döküyor. Gözlerini kapatıp bir şeyler mırıl­
danıyor, elini kaldırıp dört yöne doğru uzatıyor ve tütünü yere ser­
piyor. Kaşlarını soru sorar gibi kaldırıp, "Bunu niye yaptığımızı bi­
liyorsun," diyor. "Bitkilere neden daima bir hediye verdiğimizi,
onları toplamak için izin istediğimizi biliyorsun, değil mi? İzin al­
mamak kabalıktır." Bu işi de tamamladıktan sonra eğilip bir otu di­
binden koparıyor ama köklerine zarar vermemeye dikkat ediyor.
Yakınlardaki ot yığınlarını da şöyle bir karıştırıp bir sap daha kutsal
ot buluyor ve bir tane daha, derken parlak saplardan oluşan kalın
bir deste toplanıveriyor elinde. Otlarla kaplı alanda geçtiği yerler
kıvrımlı bir yol izleyerek kendini belli ediyor.
Otların yoğun olduğu pek çok alanın yanından öylece geçip
rüzgarda sallanmaya bırakıyor onları. "Biz sadece ihtiyacımız kada­
rını alırız," diyor. "Olanın yarısından fazlasını almamayı öğrettiler
bana." Bazen hiçbir şey almadığı da oluyor, sırf çayırı kolaçan et­
mek, bitkilerin ne durumda olduğunu görmek için geliyor. "Öğreti­
lerimiz güçlüdür," diyor. "Faydalı olmasalardı nesilden nesle akta­
rılmazlardı. Ninemin sözünü hiç unutmamak lazım: 'Bir bitkiyi
saygıyla kullanırsak, daima bizimle kalır ve çoğalır. Onu görmez­
den gelirsek yanımızdan gider. Saygı göstermezsek bizi terk eder."'
Bunu bize bitkiler öğretti - mishkos kenomagwen. Çayırdan ayrılıp
ormanın içinden geçen yola doğru yürürken, çayırda bıraktığı izin
yanında yetişmiş birkaç çayırotunun ucunu büküp gevşek bir dü­
ğüm atıyor. "Öteki toplayıcılar bunu görünce benim d� burada ol­
duğumu anlayacak ve buradan ot toplamayacak," diyor. "Burada
çok güzel kutsal otlar yetişir çünkü doğru şekilde bakıyoruz onlara.
Öteki yerlerde bulmak giderek zorlaşıyor. Galiba doğru toplamıyor­
lar. Bazılarının hep acelesi var, bitkiyi olduğu gibi çekiştiriyorlar.
Kökleri bile geliyor. Beni böyle yetiştirmediler."
Tam da anlatbğını yapan, bir avuç otu hızla çekip toprağı çıp­
lak, sökülmüş sapların ucundaki kökleri kırık bırakan toplayıcıları
176 Bitkilerin Ruhu

ben de gördüm. Onlar da otlara tütün ikram ediyor, sadece yarısını


alıyorlardı ve kendi toplama yöntemlerinin en doğrusu olduğunu
söylüyorlardı. Bu yöntemin kutsal ot kaynaklarını tükettiği suçla­
malarına karşı kendilerini savunuyorlardı. Lena'ya sorduğumda
omuz silkti.

III. HİPOTEZ
Çoğu bölgede kutsal ot tarih boyunca yetiştiği topraklardan silinip
gidiyor, bu yüzden de sepetçiler botanikçilerden bir talepte bulun­
du: Kutsal otun toprakları terk etmesinin sebebinin farklı toplama
yöntemleri olup olmadığını anlamak.
Yardım etmek istiyorum ama biraz da ürküyorum. Benim için
kutsal ot deneysel bir tür değil, bir hediye. Bilim ile geleneksel bilgi
arasında dil ve anlam farklılığı var; öğrenme yolları, iletişim yolları
farklı. Bu otun öğretilerini akademinin gerektirdiği tek tip bilimsel
düşüncenin ve teknik yazıların içine sıkıştırmak istediğimden emin
değilim: Giriş, Literatür Tarama, Hipotez, Yöntem, Bulgular, Tartış­
ma, Sonuç, Teşekkür, Referanslar. Ama mademki kutsal ot adına bir
talep geldi, sorumluluğumun da farkındayım.
Sözünüzün duyulabilmesi için, sizi dinlemesini istediğiniz her
kimse onun dilini konuşmanız gerekir. Bu yüzden de kutsal ot me­
selesini yüksek lisans öğrencim Laurie'ye tez konusu olarak öner­
dim. Tümüyle akademik meselelerle mutlu olmayan Laurie uzun
süredir, rafta durmak yerine, kendi ifadesiyle "birileri için bir şey
ifade edecek" bir araştırma konusu arıyordu.

IV. YöNTEM
Laurie işe koyulmaya çok hevesliydi ama Kutsal Ot'la daha önce
tanışmamıştı. "Bu ot sana çok şey öğretecek, bu yüzden onu tanıma­
lısın," diye tavsiyede bulundum. Islah ettiğimiz kutsal ot çayırlarına
götürdüm onu; kokuyu aldığı anda aşık oldu Laurie. Sonrasında da
bu otu tanıması pek uzun sürmedi. Sanki bitki de Laurie'nin kendi­
sini bulmasını bekliyor gibiydi.
Birlikte, sepetçilerin anlattığı iki hasat yönteminin etkilerini kar­
şılaştırmayı sağlayacak deneyler tasarladık. O zamana kadar Laurie
Mishkos Kenomagwen: Kutsal Otun Öğretileri 177

tamamen bilimsel yöntemler üzerine eğitim almışh ama biraz farklı


bir araşhrma tarzını deneyimlemesini istiyordum. Bana göre deney­
ler, bitkilerle bir tür sohbet demektir: Onlara sormak istediğim bir
soru vardır ama aynı dili konuşmadığımız için doğrudan soramam,
onlar da sözlü olarak cevap veremez. Ama fiziksel tepkileri ve dav­
ranışlarıyla kendilerini çok net anlatabilirler. Bitkiler yaşam tarzla­
rıyla, değişime verdikleri karşılıkla sorularınızı cevaplayabilirler;
önemli olan nasıl soracağınızı bilmektir. Meslektaşlarım, "Filancayı
keşfettim," dediklerinde gülümsüyorum. Kolomb'un Amerika'yı
keşfettiğini iddia etmesi gibi bir şey bu. Kıta zaten oradaydı ama Ko­
lomb bunu bilmiyordu. Deneyler keşif yapmak için değil, başka var­
lıkların bildiklerini dinlemek ve bizim dilimize çevirmek içindir.
Meslektaşlarım sepetçilerin biliminsanı olduğu fikrine dudak
bükebilir ama Lena ve kızlarının kutsal otun sadece yarısını topla­
ması, sonucu gözlemlemesi, bulguları değerlendirmesi, sonra da
buna göre toprak yönetimi ilkelerini oluşturması bence basbayağı
deneysel bilim. Nesiller boyu toplanan ve doğrulanan veriler za­
manla birikip sınanmış kuramlara dönüşüyor.
Başka pek çok üniversitede olduğu gibi benim okulumda da
yüksek lisans öğrencileri tez konularını jüriye sunmak zorunda. La­
urie birden fazla çalışma sahamızı, çok sayıdaki tekrarı ve yoğun
örneklem tekniklerini ustaca tanımlayan mükemmel bir deney pla­
nı oluşturdu. Ama konusunu anlahrken konferans salonunda hu­
zursuzluk verici bir sessizlik hakimdi. Profesörlerden biri öneri dos­
yasının sayfalarını karıştırıp dosyayı elinin tersiyle itti. "Burada bi­
lim adına yeni bir şey yok," dedi. "Kuramsal bir çerçeve bile yok."
Biliminsanları için kuram, halk arasında "tarhşmalı ya da sı­
nanmamış" anlamındaki kullanımından çok daha farklı bir anlam
taşır. Bilimsel bir kuram birbirine bağlı bir bilgiler bütünü, farklı ol­
guların tamamında tutarlılık gösteren ve bilinmeyen durumlarda
ne olabileceğini öngörmenizi sağlayabilecek bir açıklama demektir.
Tıpkı bizim çalışmamızda olduğu gibi. Araşhrmamız, yerli halkla­
rın geleneksel ekoloji bilgisinin kuramına (büyük ölçüde Lena'nın
kuramına) dayanıyordu: Bir bitkiyi saygıyla kullanırsak çoğalır.
Onu görmezden gelirsek yanımızdan gider. Bu, bitkilerin toplanma
1 78 Bitkilerin Ruhu

yöntemine verdikleri tepkilerin binlerce yıldır gözlenmesiyle olu­


şan, nesiller boyu sepetçilerden şifacılara kadar pek çok kullanıcı
tarafından incelenen bir kuramdı. Bu gerçek apaçık ortada olmasına
karşın, jüri neredeyse gözlerini devirip alay edecekti.
Dekan, burnunun ucuna kadar inmiş gözlüğünün üzerinden
Laurie'ye dimdik bakhktan sonra bakışlarını yana çevirip uzun
uzun bana baktı. "Bir bitkinin toplanmasının popülasyona zarar ve­
receğini herkes bilir. Şu geleneksel bilgi meselesini pek de ikna edici
bulmadım doğrusu." Eskiden öğretmenlik de yapmış olan Laurie
sükunetini ve nezaketini hiç bozmadan yeni açıklamalar yaparken
bakışları çelik gibiydi.
Ama sonra gözleri yaşlarla doldu. Benimkiler de öyle. Eskiden,
ne kadar iyi hazırlanırsanız hazırlanın, bu kurulun karşısına çık­
mak, bilim kadınları için rüştünü ispatlamak kadar zordu - özellikle
de çalışmanızı muhtemelen ortaokulu bile bitirmemiş yaşlı kadınla­
rın gözlemlerine dayandırma cüretini gösterip üstüne üstlük bitki­
lerle de konuşuyorsanız kurul sizi dinlemeye ancak "tenezzül eder",
akademik uzmanlar sözleriyle sizi adeta yere çarpardı.
Biliminsanlarının yerlilerin bilgilerinin doğruluğunu dikkate
almasını sağlamak buz gibi suda akıntıya karşı yüzmek gibi bir şey.
En somuttan da daha somut verilere bile kuşkuyla yaklaşmaya o
,kadar şartlanmışlar ki bekledikleri grafikler ya da denklemler ol­
maksızın doğrulanmış kuramlara yakınlık göstermeleri çok zor. Bu­
nun yanına bir de gerçeği sadece bilimin söyleyebileceğine ve tartış­
maya gerek olmadığına dair sabit varsayımı ekleyin.
Yılmadan devam ettik. Sepetçiler bize bilimsel yöntemin önko­
şullarını sağlamıştı: gözlem, model ve sınanabilir bir hipotez. Bana
kalırsa bu basbayağı bilimdi. Böylece çayırlarda deneysel alanlar
seçip bitkilere şu soruyu sorduk: "Bu iki hasat yöntemi nüfusunu­
zun azalmasına neden oluyor mu?" Sonra yanıtlarını anlamaya ça­
lıştık. Toplayıcıların yoğun kullandığı Kızılderili bölgelerindeki
kutsal otları feda etmektense, popülasyonun ıslah edildiği yoğun
kutsal ot bölgelerini seçtik.
Laurie, hasat öncesindeki nüfus yoğunluğunu tam olarak ölçe­
bilmek için her alandaki kutsal otları büyük bir sabırla tek tek saydı.
Mishkos Kenomagwen: Kutsal Otun Öğretileri 179

Hatta takip edebilmek için her otun sapına renkli plastik şeritler
bağladı. Sayım bittikten sonra hasada başladı.
Alanların her birinde, sepetçilerin tarif ettiği iki hasat yönte­
minden biri kullanıldı. Laurie bazı alanlarda otların yarısını diple­
rinden dikkatle teker teker toplarken, ötekilerde ise yine otların ya­
rısını tutam tutam çekip aldı ve toprakta boşluklar oluştu. Tabii ki
deneylerin kontrol grupları da olmalı, bu yüzden de aynı sayıda
alana da hiç dokunmadı ve otları olduğu gibi bıraktı. Çalıştığı alan­
ları gösteren pembe bayraklar çayırları süslüyordu.
Bir gün sahada güneşin altına oturmuş, bu metodun gerçekten
de geleneksel hasat yönteminin aynısı olup olmadığından bahsedi­
yorduk. "Aynısı olmadığını biliyorum," dedi. "Çünkü aynı ilişkiyi
kurmuyorum. Bitkilerle konuşmuyor ya da onlara hediye sunmu­
yorum." Bu fikir üzerinde çok düşünmüş, sonunda bu törensel uy­
gulamayı deneyin dışında bırakmaya karar vermişti: "Bu gelenek­
sel ilişkiye çok saygı duyuyorum ama bunu deneyin bir parçası ha­
line getiremem. Hiç anlamadığım ve bilimin de ölçemeyeceği bir
değişkeni eklemek hiçbir yönden doğru gelmiyor bana. Üstelik kut­
sal otla konuşacak nitelikte biri değilim." İlerleyen zamanda ise
araştırmasında tarafsız kalmakta, bitkilerle duygusal yakınlıktan
kaçınmakta çok zorlandığını itiraf edecekti; bitkilerle onca zaman
geçirdikten, onları tanıdıktan ve dinledikten sonra tarafsızlık im­
kansızdı. Sonunda tüm duyarlılığıyla onlara saygı göstermeye, so­
nuçları şu ya da bu yöne çevirmemek için bu özeni de bir değişmez
olarak benimsemeye karar verdi. Topladığı kutsal otlar sayıldı, tar­
tıldı ve sepetçilere dağıtıldı.
Laurie birkaç ayda bir, çalıştığı alanlardaki otları sayıp işaretle­
di: kurumuş sürgünler, canlı olanlar, topraktan henüz çıkmış yeni
sürgünler. Bütün otların doğumunun, ölümünün ve üremesinin çi­
zelgesini oluşturdu. Bir sonraki temmuz ayında tıpkı yerli kadınlar
gibi o da bir kez daha hasat yaptı. İki yıl boyunca kutsal ot toplayıp
lisans öğrencilerinden oluşan bir ekiple birlikte otların verdiği tep­
kileri ölçtü. Otların büyümesini seyretmekle görevlendirilecek öğ­
renci bulmak ilk başta biraz zor oldu.
180 Bitkilerin Ruhu

V. BULGULAR
Laurie dikkatli gözlemler yapıp defterini ölçümlerle dolduruyor,
her bir alanın canlılık seviyesini şemalara döküyordu. Kontrol amaç­
lı alanların biraz sağlıksız görünüyor olmasından biraz endişeliydi.
Diğer alanlardaki hasadın etkilerini karşılaşhrmak için hasat yapıl­
mamış bu kontrol alanlarına güveniyordu. İlkbaharda bu kısımların
yeniden canlanacağını umuyorduk.
Çalışmanın ikinci yılında Laurie ilk çocuğuna hamile kaldı. Ot­
larla birlikte karnı da büyüdükçe büyüdü. Otların arasına yatıp eti­
ketleri okumak bir yana, eğilip bakması bile giderek zorlaşıyordu.
Ama bitkilerine sadık kaldı, toprağın üstünde oturup saymaya ve
işaretlemeye devam etti. Saha çalışmasındaki sessizliğin, kutsal ot
kokusuyla dolu çimenlik bir çayırda oturmanın getirdiği sükunetin
bebek için iyi bir başlangıç olduğunu söylüyordu. Bence haklıydı.
Yaz mevsimi ilerledikçe, araştırmayı doğumdan önce bitirme
telaşına düştük. Doğuma birkaç hafta kala ekip çalışmasına geçtik.
Laurie bir alandaki işini bitirdiğinde saha ekibini çağırıp kendisini
yerden kaldırmalarını istiyordu. Kadın saha biyologları için bu da
rüştünü ispatlamanın bir çeşidiydi.
Karnındaki bebek büyüdükçe Laurie de sepetçi akıl hocalarının
bilgilerine giderek daha fazla ikna oldu ve Bah biliminin aksine, bit­
kiler ve onların yaşam alanlarıyla uzun süredir yakın ilişki içinde
olan kadınların gözlemlerinin doğruluğunu anlamaya başladı. Ka­
dınlar, öğretilerin çoğunu Laurie'yle paylaşırken bir yandan da be­
beğe bereler ördüler.
Celia bebek sonbaharın başlarında doğdu ve beşiğinin üstüne
kutsal ot örgüsü asıldı. Celia hemen yanında uyurken, Laurie de
verilerini bilgisayara aktardı ve hasat yöntemlerini karşılaştırdı.
Her dalın üstüne bağlanmış renkli iplere bakarak, örnek alanlardaki
doğum ve ölümlerin şemasını çıkarabiliyordu. Bazı alanlar, kutsal
ot nüfusunun canlandığını gösteren yeni sürgünlerle doluyken ba­
zılarında sürgün yoktu.
Laurie'nin istatistiksel analizleri sağlam ve tamdı ama hikayeyi
anlamak için grafiklere ihtiyaç yoktu. Tarlanın bir ucundan diğerine
bakınca farkı görebiliyordunuz zaten: Bazı alanlar parlak yeşil renk-
Mishkos Kenomagwen: Kutsal Otun Öğretileri 181

te ışıldarken bazıları soluk ve kahverengiydi. Jürinin eleştirisi Lau­


rie'nin zihninde dolaşıp duruyordu: "Bir bitkinin toplanmasının
popülasyona zarar vereceğini herkes bilir."
Fakat işin şaşırtıcı yanı şuydu: Bozulan alanlar tahmin edildiği
gibi hasat yapılanlar değil, yapılmayan kontrol alanlarıydı. Toplan­
mayan veya herhangi bir şekilde dokunulmayan kutsal otlar ölü
sapların altında boğulurken, toplanan alanlar coşuyordu. Her yıl
otların yarısının toplanmasına karşın yeni otlar hızla büyüyor, top­
lananların yerini alıyor, hatta hasat öncesine kıyasla daha bile fazla
sürgün veriyordu. Kutsal otun toplanması, nüfusun artışını tetikli­
yor gibi görünüyordu. İlk yılın hasadında en sağlıklı yetişen bitkiler
avuç avuç sökülenler olmuştu. Ama ister tek tek koparılsın ister top­
luca alınsın, sonuç hemen hemen aynıydı: Önemli olan otun nasıl
toplandığı değil, toplanmasıydı.
Laurie'nin yüksek lisans jürisi bu olasılığı daha en başta reddet­
mişti. Hasadın bitki nüfusunu azalttığı öğretilmişti bu insanlara.
Ama otların istisnasız her biri, tam tersini gösteriyordu. Laurie'nin
araştırma konusunu sunarken yaşadığı o işkenceden sonra tezini
savunmaktan ne kadar korktuğunu tahmin edebilirsiniz. Ama elin­
de, kuşkucu biliminsanlarının en çok değer verdiği şey vardı: Veri.
Celia gurur dolu babasının kucağında uyurken, Laurie de grafikler
ve tablolarla kutsal otun toplandığında geliştiğini, dokunulmadı­
ğında gerilediğini gösterdi. Kuşkucu dekan sessizdi. Sepetçiler gü­
lümsüyordu.

VI. TARTIŞMA
Hepimiz dünya görüşlerimizin ürünüyüz - hatta tamamen objektif
olduklarını iddia eden biliminsanları bile. Kutsal otlarla ilgili öngö­
rüleri, insanı "doğa" dan ayıran ve insanın diğer türlerle etkileşimle­
rine genellikle olumsuz bakan Batılı bilim perspektifiyle tutarlıydı.
Sayıca azalan türleri korumanın en iyi yolunun onları rahat bırak­
mak ve insanları uzak tutmak olduğu öğretilmişti bu insanlara.
Ama çayırlar bize kutsal ot için insanların da sistemin bir parçası,
hatta hayati bir parçası olduğunu söylüyor. Laurie'nin bulguları
çevrebilimci akademisyenler için şaşırtıcı olabilir ama atalarımızın
182 Bitkilerin Ruhu

dile getirdiği kuramla tutarlılık gösteriyor. "Bir bitkiyi saygıyla kul­


lanırsak, daima bizimle kalır ve çoğalır. Onu görmezden gelirsek
yanımızdan gider."
"Bu deney önemli bir etkiyi gösteriyor," dedi dekan. "Ama
bunu nasıl açıklıyorsunuz? Toplanmayan otların, görmezden gelin­
dikleri için incindiklerini mi söylemeye çalışıyorsunuz? Bu durum
nasıl bir mekanizmadan kaynaklanıyor?"
Laurie bilimsel literatürde sepetçiler ile kutsal ot arasındaki iliş­
kiye dair herhangi bir açıklama olmadığını, çünkü bu gibi soruların
genellikle bilimin dikkatine layık bulunmadığını söyledi. Böyle bir
bilgi olmayınca, otların yangın ya da otlatma gibi diğer faktörlere
verdiği tepkilere ilişkin incelemelere odaklanmışh. Kutsal o,tta göz­
lemlediği uyarılmış artışın, mera bilimcilerinin iyi bildiği bi_r konu
olduğunu görmüştü. Sonuçta otlar, ortamlarına müdahale edildiğin­
de başarılı bir şekilde uyum sağlarlar - bu yüzden çim ekiyoruz me­
sela. Biçtiğimizde daha da çoğalıyorlar. Otların büyüme merkezleri
toprak yüzeyinin hemen alhnda olduğu için, üstteki yaprak biçilse,
bir hayvana yem olsa ya da yansa bile hemen toparlanabiliyorlar.
Laurie hasat sayesinde bitki nüfusunun nasıl azaldığını, böyle­
ce geri kalan sürgünlerin fazladan yer ve ışık kazanarak hızla nasıl
çoğaldığını açıkladı. Hatta söküp alma yönteminin bile faydası olu­
yordu. Sürgünleri toprağın altından birbirine bağlayan sapların
üzeri tomurcuklarla doluydu. Ot çekilip çıkarıldığında dal da kırılı­
yor ve üstündeki tomurcuklar gencecik sürgünler vererek açığı ka­
patıyordu.
Çoğu ot, "telafi büyümesi" denen fizyolojik bir değişim yaşar;
yani bitki kaybettiği yapraklarını telafi etmek için daha da hızlı bü­
yür. Mantık dışı gibi görünüyor ama mesela bir bufalo sürüsü taze
otlarla dolu bir çimenliği yiyip bitirse, çimenler daha da hızlı büyür.
Böylece bitkiler hızla toparlanırken bufalolar da mevsimin ilerleyen
günlerinde otlamak için aynı yere tekrar gelir. Hatta otlayan bufalo­
ların salyasındaki bir enzimin otlardaki büyümeyi tetiklediği de
keşfedildi. Hayvan sürülerinin toprağa bıraktığı gübreyi ise hatır­
latmaya bile gerek yok. Otlar bufalolara, bufalolar da otlara hediye
verir.
Mishkos Kenomagwen: Kutsal Otun Öğretileri 183

Sürü, otları saygılı bir şekilde tükettiği sürece sistem dengede­


dir. Serbest gezen bufalolar çayırlarda otlar ve sonra gider, aynı nok­
taya ancak aylar sonra tekrar döner. Böylece yarıdan fazlasını alma­
ma, aşırı otlamama kuralına uyarlar. İnsanlar ile kutsal ot arasında­
ki ilişki de böyle olamaz mı? Bizler bufalodan daha üstün değiliz ve
aynı tabiat kanunlarına tabiyiz.
Çok uzun süredir kültürün bir parçası olarak kullanılan kutsal
ot anlaşılan telafi büyümesini tetikleyecek "müdahale" için insanla­
ra bağımlı hale gelmiş. Kutsal otun kokulu yapraklarım insanlara
sunduğu, insanların da bu otları toplayarak çoğalmaları için gerekli
koşulları sağladığı simbiyotik bir ilişki kurulmuş.
Kutsal ot nüfusundaki bölgesel azalmanın aşırı toplanmaya de­
ğil, yetersiz toplanmaya bağlı olup olmadığını araştırmak heyecan
verici. Laurie'yle birlikte eski bir öğrencim olan Daniela Shebitz'in
hazırladığı tarihi kutsal ot alanları haritasını inceledik. Eskiden kut­
sal otun yaşadığı ama sonra tamamen yok olduğu yerler mavi nok­
tayla gösteriliyordu. Kırmızı noktalar ise kutsal otun eskiden var
olduğu ve hala yaşadığı yerleri işaret ediyordu. Bu kırmızı noktalar
rasgele dağılmış değildi. Özellikle sepetçilik yapan Kızılderili top­
lulukların çevresinde kümelenmişlerdi. Kutsal ot, kullanıldığı yer­
lerde coşuyor, diğer yerlerde ise tükeniyordu.
Bilim ve geleneksel bilgi farklı sorular soruyor, farklı dillerde
konuşuyor olabilir, ama her ikisi de bitkilerin sesine gerçekten ku­
lak verdiklerinde aynı noktada buluşuyorlar. Fakat atalarımızın an­
latbğı hikayeyi odadaki akademisyenler için anlamlı hale getirmek
amacıyla mekanizma ve nesneleştirme diliyle ifade edilmiş bilimsel
açıklamalara ihtiyacımız vardı: "Bitki biyokütlesinin yüzde 50'sini
topraktan çıkardığımızda bitki sapları kaynaklar için rekabet et­
mekten kurtuluyor. Telafi büyümesinin tetiklenmesiyle popülasyon
yoğunluğu ve bitki canlılığı artıyor. Müdahalenin olmadığı durum­
larda ise kaynakların tükenmesi ve rekabet nedeniyle canlılık azalı­
yor, bitki ölümleri artıyor."
Biliminsanları Laurie'ye alkışlarla karşılık verdiler. Onların di­
linden konuşmuş, ot toplayanların tetikleyici etki yarattıklarını, in­
sanlar ile kutsal ot arasındaki karşılıklılığı ikna edici bir şekilde
184 Bitkilerin Ruhu

açıklamıştı. Hatta hocalardan biri, bu araştırmanın "bilime yeni hiç­


bir şey katamayacağı" görüşünü gerçi çekti. Odada oturan sepetçi­
ler de başlarıyla onayladılar. Ataları da böyle dememiş miydi zaten?
Asıl soru şuydu: Nasıl saygı göstereceğiz? Cevabını da deney­
lerimiz sırasında kutsal ot verdi bize: Otun verdiği hediyeyi saygıy­
la aldığımız, sürdürülebilir bir hasat, bitkiye saygıyla yaklaşmanın
yolu olabilir.
Belki de bu hikayeyi Kutsal Ot'un anlatması bir tesadüf değil­
dir. Gökkadın'ın Kaplumbağa Adası'nın sırtına diktiği ilk bitkiydi
Wiingaashk. Bu ot, kokusunu ve kendisini bize veriyor ve biz de onu
minnetle kabul ediyoruz. Karşılığında da bu hediyeyi alıp toplayan
insanlar boş alan açıyorlar, daha fazla ışık girmesini sağlıyorlar ve
uykuda olan tomurcukları hafif bir çekiştirmeyle uyandırıp yeni ot­
ların çoğalmasına imkan veriyorlar. Kendi kendine tekrarlanan
alma ve verme döngüleri aracılığıyla bu hediyeyi sürekli hareket
halinde tutuyor, karşılıklılığı sağlıyorlar.
Büyüklerimiz, bitkiler ile insanlar arasında dengeli bir ilişki ol­
ması gerektiğini öğretti. İnsanlar gereğinden fazla bitki toplarlarsa
yeniden paylaşma imkanlarını yok edebilir. Bu da "en fazla yarısını
almak" öğretisiyle aynı sonuca varan zorlu deneyimlerin bir ürünü.
Ama öğretiler gereğinden az almaya karşı da bizi uyarıyor. Gelenek­
lerin ölmesine, ilişkilerin zayıflamasına izin verirsek toprak da sıkın­
tıya düşer. Bu kurallar zorlu deneyimlerin, geçmişteki hataların birer
ürünü. Üstelik bütün bitkiler de aynı değil; her birinin yenilenme
yöntemleri farklı. Kutsal otun aksine, bazıları hasattan çok olumsuz
etkileniyor. Lena burada olsaydı, bütün meselenin bitkileri, araların­
daki farka saygı gösterecek kadar iyi tanımak olduğunu söylerdi.

VII. SONUÇ
Halkım, sunduğu tütün ve teşekkürlerle Kutsal Ot'a, "Sana ihtiya­
cım var," diyor. Ot da toplandıktan sonra yeniden canlanarak insan­
lara, "Size ihtiyacım var," diyor.
Mishkos kenomagwen. Ottan alacağımız ders bu, değil mi? Karşı­
lıklılık sayesinde hediyeler yenileniyor. Hepimiz karşılıklı çoğalı­
yor, yeşeriyoruz.
Mishkos Kenomagwen: Kutsal Otun Öğretileri 185

VIII. TEŞEKKÜR
Sadece rüzgarın eşlik ettiği, uzun otlarla dolu bir tarlada, bilimsel
ile geleneksel anlayışın, veriler ile duaların arasındaki farkları aşan
bir dil konuşulur. Rüzgar otların arasında dolaşıp onların şarkılarını
taşır. Dalgalanan otların üzerinde defalarca ve defalarca mishhhhkos
der gibi gelir bana. Bize öğrettiği her şey için ben de ona teşekkür
etmek istiyorum.

IX. KAYNAKLAR
Wiingaashk, Bufalolar, Lena, Atalar.
AKÇAAĞAÇ HALKI: VATANDAŞ REHBERİ

Yaşadığım yerde sadece bir tane benzin istasyonu var. Mahalledeki


tek trafik ışığının tam yanında. Sanırım nasıl bir yer olduğunu anla­
mışsınızdır. Resmı bir ismi de vardır mutlaka ama biz oraya Pom­
pey Alışveriş Merkezi diyoruz. Kahve, süt, buz, köpek maması -ya­
şamak için gerekli her şeyi bu alışveriş merkezinde bulabilirsiniz.
Bir şeyleri yapıştırmak için selobant ve ayırmak için WD-40 çok
amaçlı çözücü de dahil. Geçen yıldan kalma akçaağaç şurubu kon­
servelerine ise hiç bakmıyorum bile çünkü doğal şeker imalathane­
sinde yeni sezon şuruplar beni bekliyor. Bu alışveriş merkezinin
müşterileri genellikle kamyonet kullanıyor, arada sırada da bir To­
yota Prius geliyor. Bugün pompaların başında kükreyen kar araba­
ları yok çünkü hemen hemen hiç kar kalmadı.
Burası tek benzinlik olduğu için çoğu zaman uzun kuyruklar
oluşuyor; bugün ise ilkbahar güneşiyle güzel bir hava olduğu için
insanlar arabalarına yaslanıp sıranın kendilerine gelmesini dışarıda
bekliyor. Dükkanın içindeki raflar gibi sohbetler de temel ihtiyaçla­
ra odaklanıyor - benzin fiyatları, akçaağaç özsuyunun durumu,
vergi hesapları. Bu bölgede şeker sezonuyla vergi sezonu çakışıyor.
Kerm pompayı yerine takıp ellerini yağlı kazağına silerken,
"Benzin ve vergiler kamını kuruttu arkadaş," diye sızlanıyor. "Şim-
Akçaağaç Halkı: Vatandaş Rehberi 187

di de okul yolundaki yel değirmeni için mi vergi toplamak istiyor­


lar? Güya küresel ısınma yüzündenmiş. Bir kuruş vermem." Bizim
kasabanın belediye meclisi üyelerinden biri sırada benim önümde
duruyor. Eski bir sosyal bilimler öğretmeni olan bu iriyarı kadın,
tartışmaya girmekten çekinmiyor. Sanırım Kerm'ün de öğretmeniy­
miş eskiden. Hoşuna gitmedi mi bu? Toplantıya gelmediysen şim­
11

di şikayet etmeye hakkın yok. Zahmet edip toplantıya gel. 11

Ağaçların altında, gri gövdelerin ve kızaran akçaağaç tomur­


cuklarının aşağısına parlak birer battaniye gibi serilmiş karlar duru­
yor. Dün gece, ilkbahar başlangıcının lacivert karanlığında incecik
bir gümüşi ay vardı. Bu hilal, Anishinaabe yeni yılı Zizibaskwet Gii­
zis' in, yani Akçaağaç Şekeri Ayı'nın müjdecisi. Dünya çoktan hak
etmiş olduğu uykusundan uyanmaya ve insanlara yeni hediyeler
vermeye başlıyor. Ben de kutlamak için şeker yapmaya gidiyorum.
Bugün nüfus sayımı formu geldi; tepelerin arasından akçaağaç
ormanına doğru giderken yan koltukta duruyor kağıt. Kasaba sa­
kinlerinin tüm biyolojik türleri kapsayan bir sayımı yapılacak olsay­
dı akçaağaç nüfusu insan nüfusunu yüze katlardı. Biz Anishinaabe­
ler ağaçları da birey sayarız, ayakta duran bireyler". Hükümet sa­
11

dece insanları saysa da akçaağaç halkının topraklarında yaşadığımı­


zı inkar edemeyiz.
Kadim gıda geleneklerini yeniden canlandırmaya çalışan bir
kurumun hazırladığı çok güzel bir biyolojik bölge haritası var. Bu
haritada eyalet sınırlarının yerini ekolojik bölgeler almış; yani sınır­
lar bölgenin önde gelen yerli topluluklarına, manzarayı şekillendi­
ren, günlük hayatlarımızı etkileyen, hem bedenimizi hem de ruhu­
muzu besleyen ikon canlılara göre çizilmiş. Kuzeybatı Pasifik'te
Sombalığı Halkı, Güneybatı'da Bodur Çam Halkı var mesela. Biz
Kuzeydoğulular ise Akçaağaç Halkı'yla kuşatılmış durumdayız.
Akçaağaç Halkı'nın bir vatandaşı olduğumu açıklamak istesem
ne olurdu diye düşünüyorum. Herhalde Kerm iki kelimeyle tersler­
di beni: Vergini öde. Haklı da olurdu, çünkü bir yerin vatandaşı ol­
mak, toplumu desteklemek için eldekileri paylaşmak demek.
Burada da vergi günü yaklaşmışken insan kardeşlerim toplu­
mun refahına katkıda bulunmaya hazırlanıyor ama akçaağaçlar sa-
188 Bitkilerin Ruhu

dece vergi gününde değil, yıl boyu vergi veriyor. Yakıt faturasını
ödeyemeyen yaşlı komşum Bay Keller, akçaağaç dalları sayesinde
kış boyu ısınabildi. Gönüllü itfaiyecilerimiz ve ambulans ekibimiz
de her ay düzenledikleri akçaağaç şuruplu krep kermesi sayesinde
yeni bir motor alabildi. Ağaçlar, sundukları gölge sayesinde okulun
enerji faturasını ciddi oranda düşürüyor ve yaprakları geniş bir ala­
na yayıldığı için hiç kimse klimaya para vermiyor. Ağaçlar her yıl
Anma Günü resmigeçidine, kendilerine söylenmesine bile gerek
kalmadan gölgelik sağlıyor. Akçaağaçların rüzgar kesici özellikleri
olmasaydı, otoyol ekipleri yolda biriken karları küremek için iki kat
fazla zaman ayırmak zorunda kalırdı.
Hem annem hem de babam kendi bölgelerindeki yerel yöne­
timde yıllar boyu çok aktif çalıştıkları için bir topluluğun nasıl yöne­
tildiğini ilk elden görme imkanım oldu. "İyi topluluklar kendi ken­
dine oluşmaz," derdi babam. "Minnet duymamız gereken çok şey
var ve bunları korumak için hepimiz üstümüze düşeni yapmalıyız."
Kısa süre önce kendi kasabasında denetçilikten emekli oldu. Annem
ise imar komisyonunda görevli. Bir yerel yönetimin çoğu vatandaş
tarafından nasıl fark edilmediğini, belki de böylesinin daha doğru
olduğunu onlardan öğrendim - gerekli hizmetler öylesine sorunsuz
sunuluyor ki herkes bunların kendiliğinden olduğunu zannediyor.
Yollar açılıyor, su kaynakları temiz tutuluyor, parklar bakımlı, yeni
huzurevi nihayet yapıldı - ve bütün bunlar için de pek tantana kop­
madı. Çoğu insan, kendi çıkarları söz konusu olmadığı sürece böyle
şeylerle ilgilenmiyor. Bir de kronik şikayetçiler var, sürekli telefon
açıp vergilere itiraz ediyor, vergi toplanamadığı için hizmetler ke­
sintiye uğradığında da yine telefon açıp itiraz ediyorlar.
Neyse ki her kurumda sorumluluğunu bilen ve bunları yerine
getirmekten mutluluk duyan az sayıda ama çok kıymetli kişiler var.
İşleri onlar yapıyor. Hepimiz bu insanlara, sessiz sedasız bizlerle il­
gilenen liderlerimize güveniyoruz.
Onondaga komşularım, akçaağaçları ağaçların lideri olarak gö­
rüyor. Bu ağaçlar çevre koruma kurulu gibi çalışıyor - havayı ve
suyu 7 gün 24 saat temizliyorlar. Tarih Derneği pikniğinden otoyol
ekiplerine, okul idare kurulundan kütüphaneye kadar her birimde
Akçaağaç Halkı: Vatandaş Rehberi 189

onlar var. Kasabanın güzelleştirilmesi söz konusu olduğunda da


kimse farkına bile varmadan bir kızıl sonbahar yaratıyorlar.
Kuş cıvıltıları için yarattıkları ortamdan, doğal yaşam için sun­
dukları örtüden, arasında yürüyebildiğimiz altın rengi yapraklar­
dan, ağaç evlerden ve salıncak için sundukları dallarından bahset­
meye bile gerek yok. Yüzlerce yıl boyunca döktükleri yapraklardan
oluşmuş bu toprakta bugün çilek, elma, mısır, saman yetişiyor. Va­
dimizdeki oksijenin ne kadarı akçaağaçlarımızdan geliyor? Atmos­
ferdeki karbonun ne kadarını emip depoluyorlar? Çevrebilimciler
bu süreçlere ekosistem hizmetleri diyor, yani yaşamamızı sağlayan
doğal dünya yapıları ve işlevleri. Akçaağaç kerestesine ya da bir va­
ril şuruba belirli bir ekonomik değer biçebiliriz ama ekosistem hiz­
metleri bunlardan çok daha değerli. Yine de insan eliyle oluşturulan
ekonomide bu hizmetler hiç hesaba katılmıyor. Yerel yönetimlerin
hizmetleri gibi, bu hizmetleri de eksikliğini görmeden fark etıniyo­
ruz bile. Kar küreme ya da okul kitapları için ödeme yaparken, bu
hizmetler karşılığında ödeme yapmamızı sağlayacak bir vergi siste­
mi yok. Akçaağaçların sürekli verdiği bu hizmetleri bedava alıyo­
ruz. Onlar bizim için üstlerine düşeni yapıyorlar. Şunu sormak isti­
yorum: Biz onlar için üstümüze düşeni yapabiliyor muyuz?
Şeker imalathanesine gittiğimde çalışanların kazanı çoktan
kaynatmaya başladığını görüyorum. Açık havalandırma deliklerin­
den yoğun bir duman dalga dalga dışarıya yayılıyor ve yolun aşağı­
sındakilere, hatta vadinin tamamındakilere şekerin kaynamakta ol­
duğunu haber ediyor. Orada bulunduğum süre boyunca sürekli bi­
rileri sohbete ve bir varil taze şurup almaya geliyor. Barakaya gir­
dikleri anda kapıda duruyorlar; gözlükleri buğulanıyor, kaynamak­
ta olan özsuyun tatlı aromasına kapılıp bekliyorlar. Sırf o yoğun
kokuyu almak için defalarca dışarı çıkıp içeri girmeyi seviyorum.
Şeker imalathanesi, buharın çıkabilmesi için boydan boya ha­
valandırmalı bir tavanı olan, kaba ahşap bir bina. Buhar, ilkbaharın
sakin gökyüzünde yumuşacık bulutlara doğru yükseliyor.
Açık buharlaştırıcının bir ucundan giren tazecik özsu, kayna­
dıkça buharlaşan suyun etkisiyle giderek ağırlaşarak kanallar boyu
ilerliyor. İlk kaynama işleminde yüzey çılgınca köpürüyor, koca-
190 Bitkilerin Ruhu

man baloncuklar oluşuyor ama sonlara doğru şurup iyice koyulaş­


hğı için kaynama duruluyor, özsuyun baştaki şeffaflığının yerini
yoğun bir karamel rengi alıyor. Şurubu doğru zamanda ve kıvam­
dayken ocaktan kaldırmak gerekiyor. Fazla bekletirseniz şeker kris­
talleri tuğla gibi sertleşiyor.
Kolay bir iş değil bu; üretimi izleyip kontrol eden iki kişi saba­
hın erken saatlerinden beri burada. İki işin arasında birkaç çatal da
olsa yiyebilmeleri için turta getirdim. Özsuyun kaynamasını hep
birlikte seyrederken soruyorum: Akçaağaç Halkı'mn iyi bir ferdi ol­
mak için ne yapmak lazım?
Ocakçının ismi Larry. On dakikada bir, dirseklerine kadar çıkan
eldivenlerini ve yüz koruyucusunu takıp ateş kazanının kapısını
açıyor. Ateş zaten yoğun ama Larry her seferinde birer metrelik
odunlardan bir kucak dolusu daha ekliyor teker teker. "İyice kay­
natmak lazım," diyor. "Biz eski usul çalışıyoruz. Bazıları benzinli
veya gazlı ocaklara geçti ama umarım biz hep odunla devam ederiz.
Doğrusu bu gibi geliyor bana."
Odun yığım neredeyse imalathane kadar büyük; iyice kurutu­
lup kesilmiş ve destelenmiş dişbudak, huş ve tabii ki dayanıklı ak­
çaağaç odunlarından oluşan yığının yüksekliği üç metreye ulaşıyor.
Orman fakültesi öğrencileri, yol kenarlarındaki kurumuş ağaçlar­
dan gerektiği kadarını keserek bu odunları topluyor. "Böylesi işe
yarıyor. Akçaağaç ormanının verimini korumak için rekabeti azaltı­
yoruz, böylece ağaçlarımız güzel bir gölgelik yapabiliyor. Rekabeti
azaltmak için kesilen ağaçların çoğu da buraya gelip ocakta kullanı­
lıyor. Hiçbir şey boşa gitmiyor. Bu da iyi vatandaş olmak sayılmaz
mı? Sen ağaçlara bakıyorsun, onlar da sana bakıyor." Her üniversi­
tenin bizimki gibi kendi akçaağaç ormanı olduğunu sanmıyorum,
bunun için minnettarım.
Şişeleme kazanının başında oturan Bart da bize katılıyor: "Pet­
rol işimize daha çok yarayacak yerlere kalsın. Bu işte odun kullan­
mak daha iyi, üstelik karbon nötr. Ş:urup için yaktığımız odunun sal­
dığı karbon da zaten ağaçların daha önce emmiş olduğu karbon.
Yine doğrudan onlara gidiyor, karbon seviyesinde net artış olmu­
yor." Bu ormanların, üniversitenin tamamen karbon nötr olma hede-
Akçaağaç Halkı: Vatandaş Rehberi 191

fine yönelik bir adım olduğunu açıklıyor: "Karbondioksidi emen


ormanlarımıza hiç dokunmadığımız için vergi indirimi de alıyoruz."
Bir halkın ferdi olmanın şartlarından biri de parayı paylaşmak.
Akçaağaç Halkı'nın para birimi karbon. Ticareti yapılıyor; takas edi­
liyor; atmosferden ağaca, böceğe, ağaçkakana, mantara, kütüğe,
oduna ve oradan da atmosfere ve yeniden ağaca dolaşarak topluluk
üyeleri arasında devamlı hareket ediyor. Atık yok, seryet paylaşılı­
yor, denge ve karşılıklılık var. Sürdürülebilir ekonomi için daha iyi
bir model olabilir mi?
Akçaağaç Halkı'nın bir vatandaşı olmak ne demek? Elinde bü­
yük bir kürekle şurubu karıştıran ve şeker yoğunluğunu hidromet­
reyle ölçen Mark'a soruyorum bu soruyu. Köpüğü bastırmak için
kaynamakta olan şurubun içine birkaç damla krema atarken, "Gü­
zel soru," diyor. Cevap vermiyor ama kazanın tabanındaki tapayı
açıp tazecik şurubu bir kovaya dolduruyor. Biraz soğuyunca hepi­
mize birer fincan altın rengi ve ılık şurup ikram edip fincanını hava­
ya kaldırıyor. "Bence tam da bu demek," diyor. "Şurup yaparsın.
Bundan keyif alırsın. Sana verileni alır, layıkıyla değerlendirirsin."
Akçaağaç şurubu içince aniden bir şeker yüklemesi olur. Akça­
ağaç Halkı'nın ferdi olmanın anlamlarından biri de bu - kanınızda,
iliğinizde, kemiğinizde akçaağaç dolaşır. Ne yiyorsak oyuz, altın
rengi akçaağaç şurubunun her bir kaşığında akçaağaçtaki karbon
insandaki karbona dönüşüyor. Geleneksel düşünce haklı: akçaağaç­
lar insan, insanlar akçaağaç.
Akçaağaç Anishinaabe dilinde anenemik, insan-ağaç anlamına
geliyor. Mark, "Karım akçaağaç pastası yapıyor," diyor. "Noellerde de
akçaağaç yaprağı şeklinde şekerlemeler ikram ediyoruz." Larry'nin
en sevdiği şey, vanilyalı dondurmanın üstüne akçaağaç şurubu dök­
mek. Doksan altı yaşındaki ninem kendini güçsüz hissettiğinde bir
kaşık dolusu saf akçaağaç şurubu içiyor. AA vitamini diyor buna.
Gelecek ay üniversite burada bir krep kahvaltısı düzenleyerek per­
soneli, akademik kadroyu ve aileleri bir araya getirip Akçaağaç Hal­
kı'nın şekerden yapışmış parmaklı üyeleri oluşumuzu, birbirimizle
ve bu topraklara olan bağımızı kutlayacak. Vatandaş olmanın bir
özelliği de birlikte kutlama yapmaktır.
192 Bitkilerin Ruhu

Kazan boşalmaya yüz tuttuğu için Larry'yle beraber yolun aşa­


ğısındaki ormana gidiyoruz; bir özsu teknesi damla damla, ağır ağır
taze özsuyla doluyor. Biraz dolaşıyor, ağaçlardaki özsuyu tekneye
taşıyan, dere gibi şırıldayan boruların altında oturuyoruz. Eski za­
manlarda kovalardan çıkan damlama sesine benzemiyor ama bu
sistem sayesinde yirmi kişilik işi iki kişi yapabiliyor.
Orman, bundan önceki sayısız ilkbaharda nasılsa yine öyle; Ak­
çaağaç Halkı'nın fertleri uyanmaya başlıyor. Geyik izlerinin çukur­
ları kar pireleriyle dolu. Ağaç tabanlarındaki yosunların üstünde
karlar eriyor, kazlar yuvalarına dönme telaşıyla karman çorman
uçuyor.
Ağzına kadar dolu bir özsu teknesiyle imalathaneye dönerken
Larry, "Tabii ki şeker yapımı hep bir kumar," diyor. "Özsuyun akışı­
nı kontrol edemezsin; Bazı yıl boldur, bazı yıl değildir. Gelene razı
olur, minnet gösterirsin. Her şey havanın sıcaklığına bağlı, o konuda
bizim yapacağımız bir şey yok." Ama bu artık tam anlamıyla doğru
değil. Fosil yakıt bağımlılığımız ve mevcut enerji politikalarımız yü­
zünden atmosfere yaydığımız karbondioksit her yıl artıyor, berabe­
rinde de tabii ki küresel ısınmayı artırıyor. Bugün ilkbahar yirmi
sene önceye kıyasla hemen hemen bir hafta daha erken başlıyor.
Oradan ayrılmayı hiç istemiyorum ama artık işimin başına
dönmem gerekiyor. Arabayla eve giderken vatandaşlık meselesini
düşünmeye devam ediyorum. Çocuklarıma okulda İnsan Hakları
Beyannamesi'ni ezberletmişlerdi ama akçaağaç fidanları okula gitse
herhalde bunun yerine Sorumluluk Beyannaıresi'ni ezberletirlerdi.
Eve vardığımda farklı insan milletlerinin vatandaşlık yeminle­
rini inceledim. Pek çok ortak yanları var. Bazıları tek bir lidere bağ­
lılık bildirilmesini gerektiriyor. Çoğunda sadakat sözü, ortak inanç
ifadeleri ve ülkenin yasalarına uyma yemini yer alıyor. Amerika Bir­
leşik Devletleri çifte vatandaşlığa nadiren izin veriyor - birinden
birini seçmek zorundasınız. Nereye bağlanacağımızı neye göre seçi­
yoruz? Seçim yapmak zorunda kalsaydım Akçaaağaç Halkı'run bir
ferdi olmayı tercih ederdim. Vatandaşlık ortak inançlar anlamına
geliyorsa, ben türlerin demokrasisine inanıyorum. Vatandaşlık bir
lidere bağlılık yemini anlamına geliyorsa, ağaçların liderliğini tercih
Akçaağaç Halkı: Vatandaş Rehberi 193

ediyorum. İyi vatandaşların milletin yasalarına uymayı kabul etme­


leri bekleniyorsa, ben doğal yasayı, karşılıklılık, yenilenme, karşılık­
lı büyüme yasasını seçiyorum.
Amerika Birleşik Devletleri'nin vatandaşlık yemininde, milleti
tüm düşmanlara karşı koruma ve çağrılınca silah altına alınma zo­
runluluğu yer alıyor. Aynı yemin Akçaağaç Halkı'nda uygulansaydı
bu ormanlık tepelerde savaş sesleri yankılanırdı. Amerika'daki ak­
çaağaçlar büyük bir düşmanla karşı karşıya. En güvenilir modeller­
deki tahminlere göre New England bölgesinin iklimi elli yıl içinde
akçaağaçların yetişemeyeceği bir hale gelecek. Artan sıcaklıklar ne­
deniyle fidanlar yetişemeyecek ve ormanların yenilenme oranları
düşecek. Şu anda bile düşüyor zaten. Ardından böcek istilaları yaşa­
nacak, meşeler hakimiyeti ele geçirecek. Akçaağaçların olmadığı bir
New England düşünebiliyor musunuz? Mümkün değil. Alev rengi
değil, kahverengi güzler demek bu. Şeker imalathanelerinin kapan­
ması demek. Mis kokulu buhar bulutlarının yok olması demek Yu­
vamız tanınmaz olacak. Böyle bir kedere katlanabilir miyiz?
Dört koldan tehdit altında akçaağaçlar. "İşler düzelmezse Ka­
nada'ya taşınacağım." Görünen o ki akçaağaçlar da bunu yapmak
zorunda kalacak. Y ükselen deniz seviyesi nedeniyle topraklarından
kaçan Bangladeşli çiftçiler gibi akçaağaçlar da iklim mültecisi ola­
cak. Hayatta kalmak için kuzeye göç etmeleri, kutup altı bölgelerde
kendilerine yeni yuvalar bulmaları gerekecek. Enerji politikamız
yüzünden topraklarından ayrılacaklar. Ucuz petrol uğruna vatanla­
rından sürgün edilecekler.
Benzincide iklim değişikliği veya akçaağaç gibi ağaçların sun­
duğu ekosistem hizmetlerinin kaybı için bir bedel ödemiyoruz. Bu­
gün ucuz benzin almak mı daha önemli, yoksa akçaağaçları gelecek
nesillere bırakabilmek mi? Bana deli diyebilirsiniz ama bu sorunu
çözebilecek bir vergiyi seve seve öderim.
Benden çok daha bilge insanlar, hak ettiğimiz şekilde yönetile­
ceğimizi söylemiş. Haklı olabilirler. Ama en cömert bağışçılarımız
ve sorumluluk sahibi vatandaşlarımız olan akçaağaçlar bizim hükü­
metlerimizden daha iyisini hak ediyor. Sizin, benim, hepimizin on­
ların adına seslerimizi yükseltmemizi hak ediyorlar. Bizim kasaba-
194 Bitkilerin Ruhu

nın meclis üyesi kadının da dediği gibi, "Zahmet edip toplantıya


gelin." Siyasi eylem, sivil katılım - bunlar topraklarımızla karşılıklı
fayda ilişkimiz için güçlü araçlar. Akçaağaç Halkı'nın Sorumluluk
Beyannamesi bizi ayakta duran bireyler için ayağa kalkmaya, Akça­
ağaçların bilgeliğiyle toplumlara liderlik etmeye çağırıyor.
ÜNURLU HASAT

Kargalar, elimde sepetle tarlanın diğer ucundan kendilerine doğru


yaklaştığımı görüyor, kim olduğumu aralarında yüksek sesle tartışı­
yorlar. Ayağımın altındaki toprak sert; sabandan aşınmış dağınık
taş parçaları ve beyazlaşmış örümcek ayakları gibi yere yapışmış
destek kök kalıntılarıyla, geçen yıldan kalma birkaç sap mısır dışın­
da hiçbir şey yok üzerinde. Yağmurlarla yıkanan nisanda bile bir
tanecik olsun yeşil yaprak görünmüyor. Ağustos geldiğinde ise
dümdüz sıralar halinde sözleşmeli köle olarak dizilmiş mısırlardan
oluşan tek tip ekim manzarası olacak buralarda, ama şimdilik sade­
ce benim ormana giden yolum olarak hizmet veriyor.
Kargalar bana, sınırı belirlemek için tarladan toplanıp gevşek
bir yığın halinde dizilmiş buzlu taşların oluşturduğu duvara kadar
eşlik ediyor. Arazinin diğer tarafında ise toprak yüzyıllardır biriken
yaprakların humusuyla yumuşak, orman tabanı minicik pembe ba­
har çiçekleri ve sarı menekşe kümeleriyle süslü. Humus, kışın getir­
diği kahverengi yaprak örtüsünün altından boy vermekte olan zam­
bakgillerden minik çiçeklerle ve üç yapraklı trilyumlarla iç içe geç­
miş. Akçaağaçların hala çıplak olan dallarında bir ardıçkuşu incecik,
berrak sesiyle şakıyor. İlkbaharda önce pırasalar ortaya çıkıyor; ye­
şilleri o kadar canlı ki neon tabelalar gibi işaret veriyorlar: AL BENİ!
196 Bitkilerin Ruhu

Bu çağrılarına hemen cevap verme isteğime direniyor, bitkilere


bana öğretildiği şekilde hitap ediyorum: Yıllardır hep aynı şekilde
buluşmamıza rağmen, unutmuş olma ihtimallerine karşı önce ken­
dimi tanıtıyorum. Neden geldiğimi açıklayıp onları toplamak için
izin istiyor, paylaşmak isteyip istemediklerini kibarca soruyorum.
Pırasa, gıda mı ilaç mı olduğu belirsiz bir ilkbahar toniği. Vücu­
du kış yorgunluğundan arındırıyor ve kan akışını hızlandırıyor.
Ama sadece bu ormandaki yeşil bitkilerin bana verebileceği başka
bir şeye daha ihtiyacım var. Hafta sonu iki kızım da yaşadıkları
uzak yerlerden kalkıp eve gelecekler. Pırasalardan, çocuklarım ile
bu toprak arasındaki bağları tazelemelerini, böylece kemiklerindeki
minerallerde daima evden bir parça taşımalarını istiyorum.
Pırasaların bazı yaprakları çoktan açılmış, güneşe doğru uzan­
mış; bazıları ise mızrak gibi kıvrık halde toprak örtüsünden yükse­
liyor. Malayla dipteki yumrunun çevresini dolaşıyorum ama kökleri
o kadar derinde ve iç içe ki bu gayretime direniyorlar. Elimdeki kü­
çük mala, kış boyu hamlaşmış elimi acıtıyor ama sonunda bir yum­
ruyu çıkarmayı başarıyor, ucundaki koyu renkli topağı silkeliyo­
rum.
Dibinde tombul, beyaz soğanlar bulmayı umuyordum ama so­
ğanların olması gereken yerde kağıt gibi incecik, parçalanmış kınlar
buluyorum. Pörsümüş, gevşek hallerine bakılırsa bütün sularını
kaybetmiş görünüyorlar. Gerçekten de öyle olmuş. İzin istiyorsanız,
cevaba da saygı duymak zorundasınız. Pırasaları yeniden toprağa
dikip eve dönüyorum. Taş duvar boyunca mürverler tomurcuklan­
mış ve ilk yaprakları eldiven giymiş mor eller gibi uzanıyor.
Eğrelti filizlerinin ucundaki kıvrımların açılmaya başladığı, ha­
vanın gül yaprağı gibi yumuşacık olduğu böyle bir günde içim öz­
lemle dolu. "Komşunun kloroplastlarına göz dikmeyeceksin" 1 em­
rinin haklı olduğunu biliyorum ama klorofilleri çok kıskandığımı
itiraf etmeliyim. Bazen fotosentez yapabiliyor olmayı çok istiyorum,
çünkü o zaman sadece var olarak, sadece bir çayırın kıyısında par-

1. On Emir'den birine atıfta bulunuluyor: "Komşunun evine, karısına, erkek ve kadın köle­
sine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin." (Ç.N.)
Onurlu Hasat 197

layarak, bir gölün yüzeyinde tembel tembel süzülerek, güneşin al­


tında sessizce durarak dünyanın işini yapabilirim. Belli belirsiz bal­
dıranlar ve dalgalanan çimenler etrafa şeker molekülleri saçıyor,
bunları aç ağızlara gönderiyor, bir yandan da orman ötleğenleri din­
leyip ışığın sudaki dansını seyrediyor.
Başkalarının iyiliği için çalışmak, yeniden annelik etmek, birile­
rinin bana ihtiyaç duyduğunu hissetmek o kadar iyi gelirdi ki şim­
di. Gölge, ilaç, meyve, kök; sunabileceklerimin sınırı olmazdı. Bir
bitki olsam kamp ateşi yakabilir, kuş yuvalarım barındırabilir, yara­
ları iyileştirebilir, kazanları doldurabilirdim.
Ama bu cömertlik benim içinde bulunduğum alemin çok öte­
sinde, çünkü ben alt tarafı organik maddelerle beslenen bir heterot­
rof, başkalarının dönüştürdüğü karbona muhtaç bir varlığım. Ha­
yatta kalabilmem için tüketmem gerekiyor. Dünyanın düzeni bu;
hayata karşılık hayat, benim vücudum ile dünyanın vücudu arasın­
daki sonsuz döngü. Her ne kadar seçme şansım olmasa da heterot­
rof rolümü sevdiğimi de kabul etmeliyim. Üstelik fotosentez yapa­
biliyor olsaydım pırasa yiyemezdim.
Dolayısıyla başkalarının fotosentezi aracılığıyla yaşıyorum. Or­
man tabanındaki o canlı yapraklardan biri değilim - sepetle gezen
bir kadınım ve önemli olan, bu sepeti nasıl doldurduğum. Tam an­
lamıyla bilinçliysek, çevremizdeki diğer yaşamları kendimizinki
uğruna tüketirken ahlaki bir soru düşer aklımıza. İster yabani pırasa
topluyor ister alışveriş merkezine gidiyor olalım, aldığımız hayatla­
rın hakkını verecek şekilde nasıl tüketebiliriz?
En eski hikayelerimizde bunun, atalarımızın çok derinden his­
settiği bir kaygı olduğu anlatılır. Başka yaşamlara böylesine bağım­
lıyken onları korumamız gerekir. Çok az sayıda maddi varlığı olan
atalarımız bu konuya çok kafa yormuş; bizler ise böylesine bolluk
içinde yüzerken aklımıza bile getirmiyoruz bu soruyu. Kültürel or­
tam değişmiş olabilir ama ikilem değişmedi: Çevremizdeki canlıları
onurlandırmak ile hayatta kalabilmek için onların canını almak ara­
sındaki kaçınılmaz gerilimi çözmek, insan olmanın bir parçası.
Birkaç hafta sonra yine sepetimi alıp toprağın hala çıplak oldu­
ğu tarlanın diğer tarafına, taş duvarın ötesine, beyaz trilyum tomur-
198 Bitkilerin Ruhu

cuklarının geç kalmış bir kar gibi toprağı sardığı tarafa geçiyorum.
Yaprakların arasından yükselen narin gelinciklere, gizemli mavi ko­
hoş sürgünlerine, kanotu kümelerine, yılanyashklarının yeşil sür­
günlerine ve Amerikan dikenüzümlerine basmamak için balerinler
gibi parmak uçlarımda yürüyüp dönüyorum. Tek tek her birini se­
lamlıyor, onların da beni gördüklerine sevindiklerini hissediyorum.
Sadece bize verileni almamız söylenir; geçen gelişimde pırasa­
ların bana verecek hiçbir şeyi yoktu. Bankaya konan para gibi, pıra­
sa kökleri de sonraki nesiller için enerji saklar. Geçen sonbaharda
kökler parlak ve tombuldu ama köklerde depolanan enerji, toprak­
tan güneşe ulaşmaya çalışan yeni yapraklara gittiği için, ilkbaharın
ilk günlerinde mevduat hesabı tükenmişti. Yapraklar ilk günlerinde
tamamen tüketicidir; kökü yiyip bitirir ve karşılığında hiçbir şey
vermezler. Ama açılmaya başladıklarında güçlü birer güneş paneli­
ne dönüşüp köklere kaybettikleri enerjiyi geri kazandırır, tüketmek
ile üretmek arasındaki karşılıklı ilişkiyi sadece birkaç hafta içinde
hayata geçirirler.
Bugün pırasalar geçen ziyaretimde gördüklerimin iki katı bü­
yüklükte ve bir geyiğin geçerken berelediği yapraklarından keskin
bir soğan kokusu geliyor. İlk yumruyu geçip ikincinin yanına eğili­
yorum. Yine sessizce izin istiyorum.
İzin istemek, bitkinin kişiliğine saygı göstermenin yanı sıra bit­
ki nüfusunun sağlık durumunu da değerlendirmek demek. Dolayı­
sıyla cevabı duyabilmek için beynimin iki tarafını da kullanmalı­
yım. Analitik sol beyin ampirik işaretleri okuyarak bitki nüfusunun
hasada dayanacak kadar kalabalık ve sağlıklı, paylaşacak kadar çok
sayıda olup olmadığına karar veriyor. Sezgisel sağ taraf ise cömert­
liği, beni al diyen eli açık aydınlığı ya da kimi zaman malamı bir
kenara bırakmama sebep olan sessiz bir direnci okumaya yarıyor.
Bunu tam olarak açıklayamam ama bunlar benim için "girilmez"
levhası gibi, uyulması zorunlu bilgiler. Bu kez malamı derine dal­
dırdığımda parlak, tombul, kaygan ve kokulu beyaz bitki soğanları
geliyor. Evet, cevabını duyunca cebimdeki yumuşacık tütün kesem­
den bir hediye verip toprağı kazmaya başlıyorum.
Pırasalar bölünerek çoğalan, giderek daha fazla yayılan klonal
bitkilerdir. Dolayısıyla merkez bölgede fazla kalabalıklaşırlar, bu
Onurlu Hasat 199

yüzden ben de oradakileri toplamaya çalışıyorum. Böylece geriye


kalan bitkiler daha rahat gelişebilirler. Camas soğanlarından kutsal
ota, yabanmersininden sepetçi söğütlerine kadar her bitki için atala­
rım hem onlara hem de insanlara uzun vadeli fayda sağlayacak şe­
kilde hasat yapmanın yollarım bulmuş.
Sağlam bir kürekle toprağı kazıp pırasaları çıkarmak çok daha
kolay olur ama aslında işi gereğinden fazla hızlandırır. İhtiyacım
olan bütün pırasaları beş dakika içinde toplayacak olursam dizleri­
min üstüne çöküp zencefillerin başlarını uzatmalarını izleme veya
yuvasına yeni dönmüş sarıasma kuşunu dinleme fırsatım olmaz.
Gerçekten de seçimimi "yavaş yemek"ten yana kullanıyorum. Üste­
lik mala yerine küreğe geçtiğimde komşu bitkileri de parçalama ve
gereğinden fazla alma riskim var. Ülkenin dört bir yanındaki or­
manlarda pırasalar, onları öldüresiye sevenler yüzünden tükeniyor.
Kazmanın zorluğu önemli bir kısıtlayıcı. Her şeyin çok kolay olması
gerekmiyor.

Kızılderili toplayıcıların geleneksel ekoloji bilgisi, sürdürülebi­


lirlik yöntemleri açısından zengindir. Kızılderili bilim ve felsefesin­
de, yaşam biçimleri ve uygulamalarında, en önemlisi de dengeyi
yeniden kurmak, kendimizi tekrar çemberin içine almak için anlatı­
lan hikayelerde bu bilgiler vardır.
Anishinaabe büyüklerinden Basil Johnston, öğretmenimiz Na­
nabozho'nun sık sık yaptığı gibi akşam yemeği için gölde oltayla
balık tuttuğu hikayeyi anlatıyor. Göldeki sazlıkların arasından,
uzun, bükülmüş bacakları ve mızrağa benzeyen gagasıyla Balıkçıl
gelmiş. Balıkçıl iyi bir balıkçı ve paylaşmayı seven bir dostmuş, bu
yüzden de Nanabozho'ya hayatını çok daha kolaylaştıracak yeni bir
balık tutma yöntemi öğretmiş. Ama gereğinden fazla balık tutma­
ması için onu uyarmış; oysa Nanabozho çoktan bir şölen planlama­
ya başlamış bile. Ertesi gün erkenden göle gitmiş, döndüğünde se­
peti o kadar çok balıkla doluymuş ki zar zor taşıyabiliyormuş, yiye­
bileceğinden çok daha fazlası varmış. Bütün balıkları temizlemiş ve
kulübesinin dışındaki tahta tezgahın üzerinde kurumaya bırakmış.
Sonraki gün karnı hala tıka basa doluyken yine göle gidip Balıkçıl'ın
200 Bitkilerin Ruhu

gösterdiği gibi avlanmış. Balıkları evine götürürken, "Oooh," diye


düşünmüş, "bu kış bol bol yiyeceğim olacak."
Günbegün midesini doldurmuş, göl boşalırken kulübesinin
önünde kuruyan balıklar çoğalmış ve ormana yayılan nefis kokuları
Tilki'nin ağzını sulandırmış. Nanabozho kendiyle gurur duyarak
yine göle gitmiş. Ama bu defa ağları boş kalmış. Gölün üstünde
uçan Balıkçıl, Nanabozho'ya yukarıdan ters ters bakmış. Nanaboz­
ho kulübesine döndüğünde çok önemli bir kuralı öğrenmiş - asla
ihtiyacın olandan fazlasını alma. Balıkları serdiği tezgah yerle bir
edilmiş ve bir tane bile balık kalmamış.
Kızılderili kültüründe, ihtiyaçtan fazlasını almanın sonuçlarına
dair öğretici hikayeler çoktur ama İngilizce yazılmış tek bir benzer
hikaye bile bulmak zor. Hem kendimiz hem de tükettiklerimiz için
aynı derecede yıkıcı olan aşırı tüketim tuzağına düşmemizin sebep­
lerinden biri de bu.
Hayata karşı hayat takasını yöneten Kızılderili ilke ve uygula­
malarının tamamına Onurlu Hasat denir. Doğadan alışımızı, doğal
dünyayla ilişkilerimizin şeklini, tüketme eğilimimizi dizginlemeyi
öğretip düzenleyen kurallardır bunlar; bu sayede bizim çağımızda
dünya ne kadar zenginse, yedi nesil sonra da öyle olabilir. Bu kural­
ların detayları farklı kültür ve ekosistemlere göre değişiklik göstere­
bilir ama temel ilkeler, toprağa yakın yaşayan tüm halklar için he­
men hemen evrenseldir.
Ben bu düşünce biçiminin öğreticisi değil, öğrencisiyim. Foto­
sentez yapamayan bir insan olarak, Onurlu Hasat' a katılmak için
çaba göstermem gerekiyor. Bu yüzden de benden çok daha bilge
olanlara kulak veriyorum. Burada paylaştıklarım, daha önce benim­
le paylaşılanlardır ve bunlar ortak bilgeliğin tarlalarından derlen­
miş tohumlar, yüzeysel bilgiler, dağın üstündeki yosundan ibarettir.
Öğretileri için minnet duyuyor, elimden geldiğince başkalarına da
aktarmakla sorumlu hissediyorum kendimi.

Küçük bir Adirondack yerleşiminde belediye memuru olarak


çalışan bir arkadaşım var. Yazın ve sonbaharda balıkçılık ve avlanma
ruhsatı için kapısının önünde kuyruk oluşuyor. Plastik kaplamalı her
Onurlu Hasat 201

ruhsatla birlikte ince gazete kağıdına siyah beyaz basılmış cep boy
avlanma mevzuah kitapçığını da veriyor gelenlere; kitapçığın içinde
av hayvanlarının renkli fotoğraflarının olduğu parlak kağıtlar da
oluyor, çünkü bazen insanlar neye ateş ettiklerini bilmiyorlar. Ger­
çekten de her yıl muzaffer bir edayla geyik avladığını zanneden ama
tampona bağladıkları hayvanın aslında bir Jersey buzağısı olduğunu
ancak araba durdurulunca öğrenenlerin hikayelerini duyuyoruz.
Bir arkadaşım da eskiden keklik mevsiminde bir avlanma kont­
rol istasyonunda çalışıyordu. Büyük beyaz bir Oldsmobile arabayla
gelen bir adam avının tetkiki için gelip bagajı gururla açmış. Keten
bir çarşafın üstüne bir ters bir düz olarak güzelce dizilmiş, tüyleri
azıcık karışmış hayvanların hepsi de sarıkanat ağaçkakanlarmış.
Ailelerinin geçimini topraktan sağlayan geleneksel halkların da
kendi kuralları var: doğal yaşamdaki bütün türlerin sağlığını ve
canlılığını korumak üzere belirlenmiş detaylı protokoller bunlar.
Resmi mevzuat gibi bunlar da kapsamlı bir ekoloji bilgisine ve canlı
nüfuslarının uzun süreli gözlemine dayanıyor. Avlanma yetkilileri­
nin "kaynak" diye adlandırdığı canlıları hem bu canlıların adına
hem de gelecek nesillere de kalmaları adına korumak gibi ortak bir
amaçları bulunuyor.
Kaplumbağa Adası'mn ilk yerleşimcileri karşılarında gördük­
leri bolluktan müthiş etkilenmişler, bu zenginliği doğanın cömertli­
ğine bağlamışlardı. Büyük Göller bölgesindeki yerleşimciler yerlile­
rin yabanipirinç hasadının bereketini günlüklerine yazmışlardı; sa­
dece birkaç gün içinde bütün yıl yetecek kadar pirinci kanolarına
doldurmuşlardı bu yerliler. Ama yerleşimciler, içlerinden birinin de
yazdığı gibi, "vahşilerin tarlada daha çok pirinç varken bir yerden
sonra hasadı bıraktıklarım" görünce şaşırmışlardı. Bunları yazan
kadın yerleşimcinin gözlemleri şöyleydi: "Pirinç hasadı şükran tö­
reniyle ve sonraki dört gün havanın güzel olması için dualarla baş­
lıyor. Bu dört gün boyunca şafaktan günbatımına kadar hasat yapa­
cak, sonra pirinçlerin çoğunu toplamadan öylece bırakacaklar. Bu
pirincin kendileri için değil Gök Gürültüsü için olduğunu söylüyor­
lar. Hasada devam etmeye asla yanaşmıyorlar, bu yüzden de pirin­
cin çoğu heba oluyor." Yerleşimciler bu hareketi kafirlerin tembelli-
202 Bitkilerin Ruhu

ğinin ve beceriksizliğinin kesin bir kanıtı olarak görmüşlerdi. Yerli­


lerin toprağı korumaya yönelik uygulamalarının, karşılaştıkları bu
bollukta ne kadar büyük payı olabileceğini anlamamışlardı.
Bir zamanlar Avrupa' dan gelmiş bir mühendislik öğrencisiyle
tanışmıştım; Ojibwe kabilesine mensup bir arkadaşının ailesiyle bir­
likte Minnesota' da pirinç toplamaya gittiklerini heyecanla anlatmış­
tı. Amerikan yerlilerinin kültürünü az da olsa deneyimlemeye çok
istekliydi. Şafakta göle gidiyor, gün boyu sırıklarla çeltik tarlaların­
da dolaşıp olgunlaşmış pirinçleri kanoya alıyorlarmış. "Kısa sürede
epeyce topladık fakat çok verimli bir yöntem değil," demişti. "Pi­
rinçlerin en az yarısı suya düşüyor ama umurlarında değil. Ziyan
oluyor." Geleneksel pirinç üreticisi olan aileye teşekkür etmek için,
kanoların küpeştelerine bağlanabilecek bir tahıl toplama sistemi ge­
liştirmeyi önermiş. Bir taslak çizip bu teknik sayesinde yüzde 85
daha fazla pirinç toplayabileceklerini söylemiş. Aile saygıyla onu
dinleyip, "Evet, bu şekilde daha fazla toplayabiliriz," demiş. "Ama
sonraki sene için pirincin tohuma ihtiyacı olacak. Geride bıraktıkla­
rımız ziyan olmuyor. Pirinci tek seven bizler değiliz. Hepsini biz
alırsak burada hiç ördek kalmaz." Öğretilerimiz bize en fazla yarısı­
nı almamızı söylüyor.

Sepetime akşam yemeğine yetecek kadar pırasa koyduktan


sonra eve yöneliyorum. Çiçeklerin arasından geçerken, parlak yap­
raklarını sere serpe açmış yılanotlarını görünce, bir şifacının anlattı­
ğı hikayeyi hatırlıyorum. Bu kadın bana, bitkileri toplamanın en
önemli kurallarını öğretmişti: "İlk gördüğün bitkiyi sakın alma,
çünkü kendi türünün kalan son örneği olabilir; bir de tabii almadı­
ğın o ilk bitki, kendi türündeki arkadaşlarına senin hakkında iyi
şeyler söyleyebilir." Bir derenin kıyısı boyunca sıralanmış öksürü­
kotlarıyla karşılaşınca bu öğüdü tutmak kolay, ilk gördüğünüzün
hemen arkasında üçüncüsü, dördüncüsü vardır; ama sayı az, isteği­
niz çoksa işiniz zor.
"Bir defasında rüyamda yılanotu gördüm ve ertesi gün çıkaca­
ğım yolculukta onu da yanıma almam söylendi bana. Bu ota ihtiyaç
vardı ama ne için olduğunu bilmiyordum. Fakat yılanotu için er-
Onurlu Hasat 203

kendi. Yapraklar en az bir hafta sonra canlanacaktı. Belki başka bir


yerde, daha fazla güneş alan bir noktada daha erken açmış olabile­
ceklerini düşünerek şifalı bitki topladığım araziye gittim," diye an­
latmıştı şifacı. Kanodan ve pembe çiçekli bitkiler açmış. Şifacı, yan­
larından geçerken hepsini selamlamış ama aradığı otu görememiş.
Adımlarını yavaşlatmış, algılarını iyice açmış, bakış açısını genişle­
tip bütün varlığını bu otu aramaya vermiş. Arazinin güneybatısın­
daki bir akçaağacın dibinde, parlak koyu yeşil yapraklarıyla yılano­
tu görünüvermiş birden gözüne. Gülümseyerek eğilip sessizce ko­
nuşmuş otla. Yaklaşan seyahatini, cebindeki boş paketi düşünmüş,
sonra ağır ağır ayağa kalkmış. Yaşlı dizlerinin tutulmasına karşın ilk
gördüğünü yine de almamış, uzaklaşmış.
Ormanda dolaşıp yeni yeni uç vermeye başlayan trilyumların
güzelliğini seyretmiş. Ve pırasaların. Ama başka yılanotu görme­
miş. "Bulamayacağımı anlamıştım. Evin yolunu yarılamıştım ki şi­
falı ot toplarken hep kullandığım küçük malayı kaybettiğimi fark
ettim. Tekrar ormana dönmek zorunda kaldım. Malayı buldum -
sapı kırmızı olduğu için bulması kolaydı. Tam da düştüğü yerde bir
yılanotu vardı. Onunla konuştum, yardımına ihtiyaç duyduğun bir
insanla konuşur gibi konuştum onunla ve bana kendisinden bir par­
ça verdi. Yolculuğa çıkıp da gitmem gereken yere gittiğimde ise ger­
çekten de yılanotu ilacına ihtiyacı olan bir kadın vardı ve böylece
hediyeyi ona aktarabildim. O yılanotu bana, saygı gösterirsek bitki­
lerin bize yardım edeceğini hatırlattı."
Onurlu Hasat'ın kuralları yazılı değildir, hatta bir bütün halin­
de her yerde aynı da değildir - günlük hayatın küçük eylemlerinde
yeniden şekillenir. Ama sıralamak istersek hemen hemen aşağıdaki
gibi bir liste çıkar:

Sana özen göstereni iyi tanı ki sen de onlara özen gösterebilesin.


Kendini tanıt. Hayatını istediğin varlık seni bilsin.
Almadan önce izin iste. Cevaba göre hareket et.
İlk gördüğünü asla alma. Son kalanı asla alma.
Sadece ihtiyacın olanı al.
Sadece verileni al.
204 Bitkilerin Ruhu

Yarıdan fazlasını asla alma. Başkalarına da bırak.


En zararsız şekilde hasat yap.
Aldığını saygılı kullan. Asla israf etme.
Paylaş.
Sana verilen için şükranlarını sun.
Aldığına karşılık bir hediye ver.
Yaşamanı sağlayanların yaşamasını sağla, o zaman dünya sonsuza
dek ayakta kalır.

Devletlerin avlanma ve bitki toplamaya ilişkin kuralları sadece


biyofiziksel dünyaya dayanırken, Onurlu Hasat kuralları hem fizik­
sel hem de fizikötesi dünyalara karşı sorumluluk bilincini esas alı­
yor. Kendi hayahmızı sürdürmek için son verdiğimiz hayatları da
bireyler, yani farkındalığı, aklı, ruhu, evde bekleyen aileleri olan in­
san olmayan bireyler olarak gördüğümüzde hayata son verme me­
selesi çok daha önemli hale geliyor. Bir şeyi öldürmek, birini öldür­
mekten daha farklı. İnsan-dışı bireyleri hısım olarak gördüğünüzde,
avlanma ya da toplamaya ilişkin kurallar, azami sayıların ya da ya­
sal av mevsimlerinin ötesine geçiyor.
Devletlerin koyduğu kurallar çoğunlukla yasadışı uygulamala­
rın listelenmesinden ibaret: Ağzından arka yüzgecine kadar olan
11

mesafe otuz santimetreden kısa olan gökkuşağı alabalıklarını avla­


mak yasalara aykırıdır." Bu yasayı ihlal etmenin sonuçları da açıkça
belirtiliyor ve dost canlısı koruma yetkilinizi ziyaret edip cezanızı
ödemeniz gerekiyor.
· Devletlerin yasalarının aksine, Onurlu Hasat zorla uygulanan
bir hukuk politikası değil, insanlar arasındaki, özellikle de tüketici­
ler ile tedarikçiler arasındaki bir anlaşma. Burada tedarikçilere ön­
celik veriliyor. Geyik, mersinbalığı, çalı meyveleri ve pırasalar, "Bu
kurallara uyarsan, yaşayabilmen için kendi hayatımızı vermeye de­
vam edeceğiz/' diyor.
Hayal gücü, elimizdeki en güçlü araçlardan biri. Hayal ettiği­
miz her neyse gerçekleştirebiliriz. Geçmişte olduğu gibi bugün de
topraklarımızda Onurlu Hasat geçerli olsaydı neler yaşayabileceği­
mizi hayal etmeyi seviyorum. Alışveriş merkezi yapmak için boş
Onurlu Hasat 205

arazi arayan bir müteahhidin, yuvasını elinden alacağı altınbaşak­


tan, Amerika toygarından, kral kelebeğinden izin istemek zorunda
olduğunu bir düşünün. Alacağı cevaba uymak zorunda olsa mese­
la? Neden olmasın?
Belediyedeki arkadaşımın avcılık ve balıkçılık ruhsatlarıyla bir­
likte verdiği parlak broşürlerin üstüne Onurlu Hasat kurallarının
kabartma harflerle yazıldığını hayal etmeyi seviyorum. Herkes aynı
yasalara tabi olurdu çünkü ne de olsa bunlar gerçek yönetimin, yani
türlerin demokrasisinin, Tabiat Ana'nın kuralları.
Büyüklerime halkımızın dünyanın bütünlüğünü ve sağlığını
korumak için nasıl yaşadıklarını sorduğumda, temel kuralın ihtiya­
cımız kadarını almak olduğunu söylüyorlar. Ama biz insanlar Na­
nabozho'nun evlatlarıyız ve tıpkı onun gibi biz de kendimizi tutma­
yı beceremiyoruz. İhtiyaçlarımız ile isteklerimiz bu kadar iç içe ge­
çince, ihtiyacımız kadarını alma meselesi yoruma açık hale geliyor.
Bu gri alan da ihtiyaçtan çok daha temel bir kurala, endüstri ve
teknolojinin patırtısı içinde neredeyse tamamen unutulmuş, eski bir
öğretiye boyun eğiyor. Minnete dayalı kültürlerin köklerinde var
olan bu kadim kural, sadece ihtiyacınız olanı değil, size verileni al­
mayı söylüyor.
İnsani ilişkilerde bunu zaten yapıyoruz. Çocuklarımıza da öğ­
retiyoruz. Sevgili ninenizi ziyarete gittiğinizde en sevdiği porselen
tabağın içinde size ev yapımı kurabiye ikram ettiğinde ne yapacağı­
nızı çok iyi bilirsiniz. Defalarca "teşekkürler" diyerek kurabiyeleri
alır, tarçın ve şekerle güçlenen bu insani ilişkiyi sevgiyle kucaklarsı­
nız. Size verileni minnetle kabul edersiniz. Ama ninenizin mutfağı­
na zorla girip bütün kurabiyeleri, üstüne bir de porselen tabakları
almayı düşünmezsiniz. Böyle bir şey en hafif tabirle ayıptır, sevgi
dolu ilişkinize ihanettir. Üstelik ninenizin kalbi kırılır ve uzunca bir
süre size kurabiye yapmaz.
Ama biz insanlar bu iyi huyları doğal dünyaya aktaramıyoruz.
Onursuz hasat bizim için bir yaşam biçimine dönüşmüş; bize ait ol­
mayanı alıyoruz ve onarılamayacak kadar hırpalıyoruz: Onondaga
Gölü, Alberta katran kumları, Malezya yağmur ormanları, liste uza­
yıp gidiyor. Bunların hepsi sevgili Toprak Nine'mizin hediyeleri ve
206 Bitkilerin Ruhu

biz hiç sormadan alıyoruz. Onurlu Hasat'a nasıl yeniden kavuşaca­


ğız?
Çalı meyveleri ya da kabuklu yemiş toplarken sadece bize veri­
len kadarını almak zaten çok makul. Bunlar kendilerini bize sunu­
yorlar ve biz de onları almakla sorumluluğumuzu yerine getiriyo­
ruz. Sonuçta bu bitkiler biz alalım, çevreye dağıtalım, yeniden eke­
lim diye meyve veriyorlar. Biz onların hediyelerini kullandıkça bir­
likte kazanıyoruz ve yaşam gelişiyor. Ama ya karşılıklı net bir fayda
olmamasına, taraflardan birinin kaybedecek olmasına rağmen alır­
sak?
Toprağın kendiliğinden verdiği ile vermediği arasındaki farkı
nasıl bileceğiz? Almak hangi noktada apaçık hırsızlık anlamına ge­
liyor? Sanırım büyüklerim bu sorular karşısında tek bir yol olmadı­
ğını, her birimizin kendi yolunu bulması gerektiğini söylerdi. Ben
de cevapları ararken kimi zaman çıkmaz sokaklara kimi zaman da
açık alanlara eriştim. Bunun ne anlama geldiğini kavramaya çalış­
mak, sık çalılıkların arasında iz sürmeye benziyor. Bazen belli belir­
siz geyik izleri görür gibi oluyorum.

Av mevsimi başladı; puslu bir ekim günü, Onondaga'da mutfa­


ğın önündeki verandada oturuyoruz. Erkeklerin anlattığı hikayeleri
dinlerken, buğulu altın rengi yapraklar dallardan savrularak düşü­
yor. Başına kırmızı bir handana sarmış olan Jake, Junior'ın her avda
yaptığı hindi taklidi hakkındaki hikayesiyle herkesi güldürüyor.
Ayaklarını tırabzana uzatıp oturduğu sandalyesinin arkasından si­
yah saç örgüsü sarkan Kent, taze karın üstündeki kan izlerini takip
ederek aradıkları ama kaçırdıkları ayıyı anlatıyor. Çoğu, itibar ka­
zanmaya çalışan genç erkekler ama içlerinde bir de büyükleri var.
Bitkisel temizlik ürünleri satan Seventh Generation şirketinin
logosuyla süslü bir beyzbol şapkası ve kırlaşmış, incecik atkuyru­
ğuyla üren, anlatma sırası kendisine geldiğinde sözleriyle bizi çalı­
lıklardan ve koyaklardan geçirip en sevdiği av noktasına götürüyor.
Anılara dalıp gülümseyerek, "O gün belki on tane geyik görmü­
şümdür ama silahımı sadece bir kez ateşledim," diyor. Sandalyesi­
nin arka bacakları üzerinde geriye yaslanıyor ve tepelere bakıp o
Onurlu Hasat 207

günleri hatırlıyor. Gençler gözlerini verandanın zeminine dikerek


Oren'ı dikkatle dinliyorlar. "İlk geyik, kuru yaprakları hışırdatarak
geldi ama zikzaklar çizerek tepeden aşağı inerken hep çalıların ar­
kasına saklanıyordu. Beni görmedi. Sonra yavru bir erkek geyik
rüzgara karşı koşarak bana doğru geldi ama iri bir kayanın arkasına
girdi. Dere boyunca peşinden gidebilirdim fakat aradığımın o olma­
dığını biliyordum." üren, tüfeğini bir kez olsun doğrultmadığı tüm
geyikleri teker teker sayıyor: suyun yanındaki dişi, üç dallı boynu­
zuyla ıhlamurun arkasına saklanan ve sadece arkası görünen geyik.
"Yanımda hep tek kurşun olur," diyor.
Tişörtlü gençler Oren'ın karşısındaki tırabzana doğru biraz
daha eğilerek ilgiyle dinliyorlar. "Hiçbir açıklaması yok ama birden
bir geyik açıklığa çıkar ve doğrudan gözlerinize bakar. Orada oldu­
ğunuzu ve ne yapmak istediğinizi gayet iyi biliyordur. Rahat vura­
bilmeniz için yan döner. Ben aradığımın o olduğunu bilirim, o da
bunu bilir. Başlarımızla birbirimizi selamlarız adeta. İşte bu yüzden
tek kurşun taşırım yanımda. Doğru olanı beklerim. O geyik bana
kendini verdi. Bana böyle öğretildi: Sadece size verileni alın ve ona
da saygılı davranın." üren, dinleyicilerine bir de hatırlatma yapı­
yor: "İnsanları besleme konusunda gösterdiği cömertlik için hay­
vanların lideri geyiklere teşekkür ederiz. Hayatta kalmamızı sağla­
yan yaşamlara teşekkür eder, minnetimizi gösterecek şekilde yaşa­
rız, çünkü dünyayı döndüren bu minnettir."
Onurlu Hasat bizden fotosentez yapmamızı istemez. Alma de­
mez ama neyi alabileceğimizi gösteren bir model sunarak ilham verir.
Yapılması ve yapılmaması gerekenleri anlatan bir liste değildir bu.
Onurlu bir şekilde toplanmış yiyecekleri ye ve her lokmada şükret.
Zararı en aza indiren teknolojileri kullan, sana verileni al. Bu felsefe
sadece yiyeceklerimizi toplarken değil, Toprak Ana'nın bize sundu­
ğu bütün hediyeleri alırken de bize rehberlik ediyor - havayı, suyu,
topraktakileri, yani taşları, toprağı, fosil yakıtları.
Onarılamaz hasarlar vererek toprağın derinliklerindeki kömü­
rü çıkarmak, bu yasadaki tüm ilkeleri ihlal ediyor. Kömür kesinlikle
ve kesinlikle bize "verilmiş" bir şey değildir. Onu Toprak Ana'nın
bağrından sökmek için toprağı ve suyu incitiyoruz. Peki ya Appa-
208 Bitkilerin Ruhu

laşlar'ın zirvelerindeki kadim katmanları yok etmeyi düşünen bir


kömür şirketi, yasalar gereği sadece kendisine verileni almakla yü­
kümlü olsaydı? Siz de böyle şirketlere ruhsat verirken kuralların
artık değiştiğini söylemek istemez miydiniz?
Bu, ihtiyacımız olan enerjiyi kullanamayacağımız anlamına de­
ğilı onurlu davranıp sadece bize verileni alacağımız anlamına geli­
yor. Rüzgar her gün esiyor, güneş her gün parlıyor, dalgalar her gün
kıyıya vuruyor ve ayağımızın altındaki toprak sıcacık. Bu yenilene­
bilir enerji kaynakları bize verilmiş hediyeler, çünkü gezegenimizin
doğuşundan bu yana yaşama güç veriyorlar. Bunları kullanmak için
dünyayı yok etmemiz gerekmiyor. "Temiz enerji" denen güneş, rüz­
gar, jeotermal ve gelgit enerjisi akıllıca kullanıldığında, Onurlu Ha­
sat'ın kadim kurallarıyla tutarlı görünüyor bana.
Ve ilkelerimize göre enerji de dahil her türlü hasatta niyetimi­
zin buna değer olması gerekiyor. üren avladığı geyikten ayakkabı
yaptı ve üç aileyi besledi. Peki biz enerjiyi ne için kullanacağız?

Yıllık ücreti 40.000 dolar civarında olan küçük bir özel üniversi­
tede "Minnet Kültürleri" başlıklı bir konuşma yapmıştım. Bana ay­
rılan elli beş dakika içinde Haudenosaunee halkının Şükran Hitabe­
si'nden, Kuzeybatı Pasifik kıyılarındaki festival geleneğinden ve
Polinezya'daki hediye ekonomisinden bahsettim. Sonra da mısır
hasadının bütün kilerleri tıka basa dolduracak kadar bol olduğu yıl­
lardan kalma, geleneksel bir hikaye anlattım. Tarlalar köylülere o
kadar cömert davranmıştı ki insanların çalışmaya ihtiyacı kalma­
mıştı. Bu yüzden çalışmayı bırakmışlardı. Çapalarını ağaç gövdele­
rine yaslamış, hiç kullanmamışlardı. O kadar tembelleşmişlerdi ki
mısır ayinlerine ayrılan sürede tek bir minnet şarkısı bile söyleme­
mişlerdi. Mısırı, Üç Kız Kardeş'in kutsal bir besin olarak hediye et­
tikleri sırada hiç de akıllarından geçmeyen şekillerde kullanmaya
başlamışlardı. Odun kesme zahmetine girmek istemeyince mısır
yakıyorlardı. Hasadı güvenli ambarlarda saklamak yerine yığınlar
halinde ortada bıraktıkları için köpekler mısırları sürükleyip götü­
rüyordu. Çocuklar mısır başaklarını tekmeleye tekmeleye oyun oy­
narken kimse onları durdurmuyordu.
Onurlu Hasat 209

Bu saygısızlık karşısında üzülen Mısır Ruhu oradan ayrılıp de­


ğerini bilenlerin yanına gitmeye karar verdi. İnsanlar başta bunu
fark etmedi. Ama ertesi yıl mısır tarlalarında ottan başka bir şey ye­
tişmedi. Kilerler neredeyse bomboştu ve önceki yıldan kalmış tahıl­
lar bakımsızlıktan küflenmiş, farelere yem olmuştu. Yiyecek hiçbir
şey yoktu. Köylüler umutsuzca oturup beklediler, giderek zayıfladı­
lar. Minnet duygusunu terk ettiklerinde, hediyeler de onları terk
etmişti.
Küçük bir oğlan çocuğu köyden çıkıp günlerce aç biilaç dolaş­
tıktan sonra ormanın içlerindeki aydınlık bir açıklıkta Mısır Ru­
hu' nu buldu. Halkına dönmesi için ona yalvardı. Mısır Ruhu çocu­
ğa sevgiyle gülümsedi ve halkına, çoktan unuttukları minneti ve
saygıyı öğretmesini söyledi. Ancak o zaman köye dönecekti. Çocuk,
kendisine söyleneni yaptı ve bu hatanın bedeli olarak mısırsız geçen
zorlu bir kıştan sonra Mısır Ruhu ilkbaharda köye döndü. 1
Bazı öğrenciler esniyordu. Böyle bir şeyi hayal bile edemiyor­
lardı. Marketlerin rafları daima dolu olurdu. Etkinlikten sonraki re­
sepsiyonda strafor tabaklarım her zamanki gibi yiyecekle doldur­
dular. Plastik panç bardaklarını dökmeden tutmaya çalışırken birbi­
rimize sorular sorduk, yorumlar yaptık. Öğrenciler peynir, kraker,
bol miktarda dilimlenmiş sebzeyi soslara batırıp yiyorlardı. Küçük
bir köyde şölen düzenleyecek kadar çok yiyecek vardı. Artıklar ise
masaların hemen yanına yerleştirilmiş çöp bidonlarına atılıyordu.
Koyu renk saçlarını bir eşarpla örtmüş güzel bir genç kız tartış­
malara girmiyor, sırasının gelmesini bekliyordu. Yanımdakiler gitti­
ğinde, resepsiyondaki israf için adeta özür dileyen bir tebessümle
yaklaştı. "Söylediklerinizi kimsenin anlamadığım düşünmeyin lüt­
fen," dedi. "Ben anlıyorum. Türkiye' deki köyümde yaşayan ninem
de bunları anlatırdı. Amerika' da bir kız kardeşi olduğunu söyleye­
ceğim nineme. O da Onurlu Hasat' a inanır. Ne zaman onun yanına
gitsek, ağzımıza attığımız her lokmanın, hayatta kalmamızı sağla-

1. Bu hikaye güneybatıdan kuzeydoğuya kadar her yerde bilinir. Burada, Joseph Bruchac
tarafından Caduto ve Bruchac'ın Keepers of life [Yaşamın Koruyucuları] adlı kitabında anla­
tılan versiyona yer verilmiştir.
21 O Bitkilerin Ruhu

yan her şeyin bir başka yaşamın bize hediyesi olduğunu öğrendik.
Geceleri onunla birlikte yatağa yattığımızda evin kirişlerine ve üs­
tümüze aldığımız yün battaniyelere teşekkür etmemizi söylerdi. Ni­
nem bunların hepsinin hediye olduğunu, bu yüzden de hepsine
özen göstermek, onların yaşamına saygı duymak zorunda olduğu­
muzu hep hatırlatırdı bize. Onun evindeyken pirinci öpmeyi öğren­
dik. Tek bir tahıl tanesi bile yere düşse alıp öpmeyi, onu israf etmek
gibi bir saygısızlığa niyetimiz olmadığını göstermeyi öğrendik." Bu
öğrenci, Amerika'ya ilk geldiğinde yaşadığı en büyük kültür şoku­
nun lisan, yemekler ya da teknoloji değil, israf olduğunu söyledi.
"Daha önce hiç kimseye bunu anlatmadım ama kafeteryada in­
sanların yemeklere davranışını gördükçe midem bulanırdı," dedi.
"Buradakilerin tek bir öğle yemeğinden artanlar, bizim köyü gün­
lerce doyurabilir. Bunu kimseye anlatamadım, çünkü hiç kimse bir
pirinç tanesini neden öptüğümüzü anlayamazdı." Hikayesini pay­
laştığı için teşekkür ettiğimde, "Lütfen bunu bir hediye olarak alın
ve başkalarına hediye edin," dedi.
Dünyanın bize verdiği hediyelerin karşılığında bazen sadece
minnetin yeterli olduğunu duymuştum. Teşekkür edebilmek insan­
lara özgü bir hediye, çünkü dünyanın başka türlü, her zamankin­
den daha az cömert olabileceğini hatırlatan ortak bir hafızamız ve
farkındalığımız var. Ama sanırım artık minnet kültürünün de ötesi­
ne geçmemizin, karşılıklılık kültürünü yeniden kurmamızın zama­
nı geldi.
Yerli halkların sürdürülebilirlik modellerine ilişkin bir toplantı­
da Algonquin kökenli çevrebilimci Carol Crowe'la tanışmıştım. Ca­
rol bu konferansa katılabilmek için kabile konseyinden para isteyi­
şinin hikayesini anlattı bana. Konsey, "Bu sürdürülebilirlik meselesi
nedir? Ne hakkında konuşacaklar?" diye sormuş. Carol da onlara,
"doğal kaynakların ve toplumsal kurumların, insan soyunun bu­
günkü ve gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamaya devam edebilmesini
sağlayacak şekilde yönetilmesi" gibi, standart sürdürülebilir kalkın­
ma tanımlarını özetlemiş. Konsey bir süre sessizce düşünmüş. So­
nunda ihtiyarlardan biri, "Bana öyle geliyor ki sürdürülebilir kal­
kınma derken yine her zamanki gibi doğadan almaya devam etmek
Onurlu Hasat 211

istiyorlar. Hep almak istiyorlar. Oraya git ve bizim öncelikle, 'Ne


alabiliriz?' diye değil, 'Toprak Ana'ya ne verebiliriz?' diye sorduğu­
muzu anlat. Olması gereken bu çünkü," demiş.
Onurlu Hasat, bize verilenin karşılığında bizim de bir şey ver­
memizi söyler. Karşılıklılık sayesinde, bizi besleyenleri besleriz; bir
başkasının hayatını almanın ahlaki gerilimi, karşılığında değerli bir
şey verilmesiyle ortadan kalkar. İnsan halkları olarak sorumlulukla­
rımızdan biri de insanın ötesindeki dünyayla karşılıklılık ilişkisi
kurmanın yollarını bulmaktır. Bunu minnetle, ayinlerle, toprakları
korumakla, bilimle, sanatla, saygımızı gösteren gündelik eylemlerle
yapabiliriz.

İtiraf edeyim ki henüz tanışmadan önce ona karşı zihnimdeki


bütün kapıları kapatmıştım. Bir kürk avcısının söyleyeceği tek bir
kelimeyi bile dinlemek istemiyordum. Çalı meyveleri, kabuklu ye­
mişler, pırasalar, her ne kadar tartışmalı olsa da gözünüzün içine
bakan geyikler... Bunların hepsi Onurlu Hasat sisteminin bir parça­
sıydı, ama zengin kadınlar süslensin diye bembeyaz kakımlara ve
ayağı tez vaşaklara kapan kurmanın haklı çıkarılacak bir yam yok­
tu. Ama tabii ki saygıyla dinleyecektim.
Lionel kuzey ormanlarında büyümüştü; avlanıyor, balık tutu­
yor, rehberlik yapıyor, ücra bir ahşap barakada yaşayıp geçimini
topraktan sağlıyor, coureurs des bois1 geleneğini sürdürüyordu. Bu
mesleği, kapan kurma becerileriyle ünlü olan Kızılderili dedesinden
öğrenmişti. Mink avlamak için mink gibi düşünmek gerekiyordu.
Dedesi hayvanların bilgisine, gittikleri yerlere, avlanma yöntemleri­
ne, kötü havalarda yuva yaptıkları yerlere saygı gösterdiği için bu
kadar başarılı bir avcıydı. Dünyaya bir kakımın gözlerinden bakabi­
liyor, ailesinin geçimini bu şekilde sağlıyordu.
"Ormanda yaşamayı çok seviyordum," diyor Lionel. "Hayvan­
ları da çok seviyordum." Aile balıkçılık ve avcılıkla besleniyor, ağaç-

1. (Fr.) "Orman koşucusu." 17. yüzyılın başlarından itibaren Kuzey Amerika'da kürk ticare­
ti yapan Fransızlara verilen isim. Yerli halklarla yakın ilişki içinde olan bu kişiler önceleri
Avrupa'dan getirdikleri ürünler karşılığında Kızılderililerden kürk alıyorlardı; daha sonra
kendileri de avcılığa başladılar. (Ç.N.)
212 Bitkilerin Ruhu

larla ısınıyor, kendilerine her yıl sıcacık şapkalar ve eldivenler yap­


tıktan sonra kalan kürkleri satarak gazyağı, kahve, fasulye ve okul
üniforması alıyormuş. Gençlik çağına ulaşan Lionel'ın da aynı işi
devam ettireceğini düşünüyorlarmış ama o istememiş. Hayvanların
ayaklarını parçalayan kapanların kullanıldığı o yıllarda bu işe gir­
mek gibi bir niyeti yokmuş. Çok vahşice bir teknoloji kullanılıyor­
muş. Kapandan kurtulmak için kendi ayaklarını kemiren hayvanlar
görmüş Lionel. "Evet, bizim yaşayabilmemiz için hayvanların öl­
mesi gerekiyor, ama acı çekmesi gerekmiyor," diyor.
Ormanda kalabilmek için odunculuk yapmayı denemiş. Eski
usulde yetiştiği için ağaçları sadece toprağın kar altında korunduğu
zamanlarda kesiyor, buzla kaplı yollarda kızak üstünde taşıyormuş.
Ama düşük verimli, eski yöntemlerin yerini, ormanı söküp atan ve
hayvanların ihtiyaç duyduğu toprağı mahveden devasa makineler
almış. Bu gür orman, ağaç kökleriyle dolu bir engebeli araziye, ber­
rak çaylar çamurlu çukurlara dönüşmüş. Lionel 09 Caterpillar bul­
dozerleri ve ağaçları kökünden alan makineleri kullanmayı dene­
miş ama yapamamış.
Sonra ormandan ayrılıp yeraltında, Sudbury, Ontario'daki ma­
denlerde çalışmaya başlamış; toprağın altındaki nikel cevherini çı­
karıp dev fırınların ağzından içeri atıyormuş. Bu ocaklardan sızan
sülfürdioksit ve ağır metallerin ürettiği toksik asit yağmurları topra­
ğın üzerinde devasa yanık izleri bırakıyor, kilometrelerce mesafede­
ki her bir canlıyı öldürüyormuş. Bitki örtüsü kalmayınca toprak da
yok olup gitmiş ve arazi o kadar çoraklaşmış ki NASA ay araçlarını
test etmek için burayı kullanmaya başlamış. Sudbury' deki metal
dökümhaneleri toprağı kapana kıstırmış, orman ağır ve sancılı bir
ölüme terk edilmiş. Bunca hasar verildikten sonra, yani artık her şey
için çok geç olmuşken Sudbury temiz hava yasasının simgesi olmuş.
Ailenizi geçindirmek için madende çalışmakta, yiyecek ve ba­
rınma karşılığında ağır işçilik yapmakta utanacak bir şey yok ama
insan, emeğinin bir anlamının olmasını istiyor. Lionel da her gece,
yaptığı iş nedeniyle ay yüzeyi gibi çoraklaşan araziden geçip eve
dönerken ellerinin kana bulandığını hissettiği için işten ayrılmış.
Artık kışları gündüz vakti kar raketlerini giyip kapanlarını
kontrol ediyor, gece vakti de kürkleri hazırlıyor. Fabrikada kullanı-
Onurlu Hasat 213

lan sert kimyasalların aksine, hayvan beyniyle tabaklanan deri çok


daha yumuşak ve dayanıklı oluyor. Lionel sesinde bir hayret ve di­
zinin üstünde yumuşacık bir mus derisiyle, "Her hayvanın beyni,
kendi derisini tabaklamaya yetecek büyüklükte oluyor," diyor. Ken­
di beyni ve kalbi ise onu yeniden ormana çağırmış.
Lionel, Metis Halkı'nın bir üyesi; kendini "mavi gözlü Kızılde­
rili" olarak tanımlıyor; melodik aksanından da anlaşıldığı gibi, Que­
bec'in kuzeyindeki gür ormanlarda büyümüş. Sohbet ederken ara­
lara o kadar tatlı "Oui, oui, madame"lar ekliyor ki neredeyse kalkıp
elimi öpeceğini sanıyorum. Elleri çok şey anlatıyor: Kapan kuracak
ya da tomruk zinciri çekecek kadar iri ve güçlü, ama bir pöstekinin
kalınlığını tam kıvamına getirene dek sıvazlayacak kadar hassas el­
ler bunlar. Lionel'la görüştüğümüz sırada Kanada' da hayvanları
bacaklarından yakalayan kapanlar yasaklanmış, sadece hemen öl­
melerini sağlayacak şekilde tüm vücutlarını yakalayan kapanlara
izin verilmeye başlamıştı. Lionel bu tür kapanlardan birini gösteri­
yor bana: Kapanı açıp kurmak için iki güçlü kola ihtiyaç var ve ka­
natlar kapandığı anda hayvanın boynu hemen kırılıyor.
Bu dönemde arazi kapanla avlananlarla dolu; bu avcılar avları­
nın detaylı kayıtlarım tutuyorlar. Lionel'ın da kabanının cebinde
kurşunkalemle yazılmış yazılarla dolu bir defter var; çıkarıp salla­
yarak, "Yeni BlackBerry'mi görmek ister misin?" diyor. "Verilerimi
çalı bilgisayarıma yüklüyorum, propanla çalışıyor, anlarsın ya!"
Lionel'ın kapanlarından kunduz, vaşak, kırkurdu, balıkçı san­
sar, mink ve kakım çıkıyor. Pöstekilerin üstünde elini dolaştırarak
kışın derinin altındaki astarın ne kadar kalınlaştığını, tüylerin uzun­
luğunu, postuna bakarak bir hayvanın ne kadar sağlıklı olduğunu
anlamanın yollarını anlatıyor. İpek gibi yumuşacık tüyleriyle ünlü
sansarlara, Amerikan samurlarına gelince biraz duraksıyor. Bu
kürklerin renkleri çok güzel, tüyleri ince.
Sansarlar Lionel'ın hayatının bir parçası - onlarla komşuluk
ediyor ve neredeyse tamamen tükenmenin eşiğinden döndükleri
için şükrediyor. Lionel gibi avcılar, vahşi doğadaki türlerin nüfusla­
rını ve esenliğini takip sürecinde ön saflarda çalışıyorlar. Bağımlı
oldukları canlılara iyi bakmakla yükümlüler ve kapanlarına her gi-
214 Bitkilerin Ruhu

dişlerinde aldıkları verilere göre hareket ediyorlar. "O gün sadece


erkek sansar yakaladıysak kapanları açık bırakırız," diyor. Eşi olma­
yan erkeklerin sayısı arthysa ortalıkta dolaşıyor ve kolayca yakala­
nıyorlar. Genç erkek sansarların sayısının fazla artması ötekilerin
besin kaynaklarını azaltıyor. "Ama kapana bir dişi takılırsa avlan­
mayı bırakıyoruz. O zaman erkek nüfusunun fazlalığını gidermişiz
anlamına geliyor, kalanlarına dokunmuyoruz. Böylece nüfusları
aşırı artmıyor, hepsi yiyecek bir şeyler bulabiliyor, diğer yandan da
nesilleri devam ediyor."
Kışın daha ileri dönemlerinde, kar hala yoğunken ama günler
uzamaya başlamışken Lionel garajındaki kirişe asılı duran merdive­
ni çıkarıyor. Kar raketlerini giyiyor, merdiveni omzuna alıyor, sırtın­
daki sepete çekiç, çivi ve talaş doldurup ağır ağır yürüyerek ormana
gidiyor. En doğru noktaları buluyor: Tek bir hayvanın kullanabile­
ceği büyüklükte ve şekilde oyukları olan yaşlı, büyük ağaçlar ideal.
Karın içine sağlam bir şekilde yerleştirdiği merdivene çıkıyor, yük­
sek bir dala doğru eğilip bir platform inşa ediyor. Karanlık çökme­
den eve dönüyor, ertesi gün yine aynısını yapıyor. Ormanda sırtın­
da merdivenle dolaşmak zor iş. Platformlar tamamlandığında, buz­
luktan beyaz plastik bir kova çıkarıp buzlarının çözülmesi için odun
sobasının yanına koyuyor.
Lionel yaz boyu, doğduğu topraklardaki en ücra göl ve nehir­
lerde balıkçılara rehberlik yapıyor. Artık kendi kendisinin patronu
olduğunu ve şirketine Daha Çok İzle, Daha Az Çalış ismini verdiği­
ni şakayla karışık söylüyor. Fena bir iş planı değil bu. "Ahbap"larıy­
la birlikte yakaladıkları balıkları temizledikten sonra iç organlarını
toplayıp büyük beyaz kovalara dolduruyor ve dondurucuya atıyor.
Müşterilerinin, "Herhalde kışın balık içlerinden yahni yapıyor,"
diye fısıldadıklarını duymuş birkaç kez.
Ertesi gün kovayı kızakla çeke çeke yine ormana gidiyor, kapan
kurduğu arazi boyunca kilometrelerce yürüyor. Ağaçlardaki plat­
formların her birinde durup, bir gelincik kadar çevik olmasa da tek
eliyle merdivene tırmanıyor. (Çünkü başından aşağı balık artığı dö­
külmesini istemiyor.) Her platformun üstüne kocaman bir kürek
dolusu leş kokulu balık artığı bırakıp bir sonrakine geçiyor.
Onurlu Hasat 215

Çoğu yırtıcı hayvan gibi, sansarlar da yavaş ürüyorlar, dolayı­


sıyla da özellikle aşırı avlandıklarında sayıları çok azalıyor. Gebelik
süreleri yaklaşık dokuz ay ve dişiler üç yaşından önce gebe kalamı­
yor. Hayatları boyunca bir ila dört yavruları oluyor ve bu yavrular­
dan ancak besin kaynaklarının elverdiği kadarı hayatta kalıyor. "Ba­
lık artıklarını, genç annelerin doğum yapmasına birkaç hafta kala
koyuyorum," diyor Lionel. "Başka hiçbir hayvanın ulaşamayacağı
bir yere koyarsan, bu anneler fazladan güzel bir yemek yemiş olu­
yor. Böylece yavrularını daha iyi besleyebiliyorlar, hele ki gecikmeli
bir kar yağışı filan olursa daha çok sayıda yavru hayatta kalabili­
yor." Sesindeki yumuşaklık, evinden çıkamayan yaşlı komşusuna
güveç pişirip götürenleri anımsatıyor. Kapanla avlanan birisinin
böyle olacağını düşünmemiştim. Hafifçe kızararak, "Eh," diyor, "o
küçük sansarlar bana bakıyor, ben de onlara bakıyorum."
Öğretilerimiz, ancak aldığımızın karşılığında bir şey verirsek ha­
sadın onurlu olabileceğini söylüyor. Lionel'ın gösterdiği özen sonu­
cunda kapanlarına daha fazla sansarın yakalanacağı bir gerçek. Bu
hayvanların öleceği de bir gerçek. Anne sansarlan beslemek diğerkam­
lık değil; dünyanın işleyişine, aramızdaki bağlara, hayatların iç içe akı­
şına gösterilen büyük saygı. Lionel ne kadar çok verirse o kadar çok
alabilir ama o, aldığından fazlasını vermek için zahmete giriyor.
Lionel'ın bu hayvanlara duyduğu sevgi ve saygıdan, onların
ihtiyaçlarım çok iyi bilerek gösterdiği özenden çok etkilendim. Avı­
nı sevmenin gerilimini yaşıyor ve Onurlu Hasat ilkelerini uygulaya­
rak bu gerilimi ortadan kaldırıyor. Yine de hazırladığı sansar kürk­
lerinin, belki de Sudbury madeninin sahibi gibi çok zengin insanla­
rın kullanacağı, lüks malzemeler olduğu da bir gerçek.
Bu hayvanlar Lionel'ın elinden ölümü tadacaklar, aynı zaman­
da da kısmen yine onun sayesinde iyi yaşayacaklar. Hiç anlamadan
yargıladığım bu yaşam biçimi, sadece Lionel ve kürklü hayvanlar
için değil, tüm orman canlıları adına ormanı, gölleri ve nehirleri ko­
ruyor. Bir hasat, ancak alana olduğu kadar verene de hayat katıyor­
sa onurludur. Ve bugün Lionel, doğal yaşam ve doğayı koruma ko­
nusundaki geleneksel bilgilerini paylaşmak üzere pek çok okula
davet edilen, yetenekli bir öğretmen. Kendisine verileni, o da başka­
larına veriyor.
216 Bitkilerin Ruhu

Sudbury'nin yönetim makamındaki samur kürklü adamın, Li­


onel'ın dünyasını hayal edebilmesi; sadece ihtiyacı olanı alabileceği,
aldığının karşılığında bir şey vermesinin gerekeceği, kendisini bes­
leyen dünyayı besleyebileceği, ağacın tepesindeki bir yuvada bebek
bekleyen bir anneye yemek taşıyabileceği bir yaşam tarzını anlama­
sı çok zor. Ama çorak arazilerimizin artmasını istemiyorsak, onun
da bunları öğrenmesi gerek.

Bufalolarla birlikte miadı dolan avlanma ve hasat kuralların­


dan bahsetmek çok hoş bir anakronizm olarak görülebilir. Ama
unutmayalım ki bufaloların nesli tükenmedi, hatta onları hatırla­
yanların gözetimi altında yeniden çoğalıyorlar. İnsanlar, toprak için
iyi olanın insan için de iyi olduğunu hatırlamaya başladıkça, Onur­
lu Hasat ilkeleri de yeniden hayatımıza dönecektir.
Sadece kirletilmiş suları ve bozulmuş toprakları değil, dünyay­
la olan ilişkimizi de yeniden canlandırmamız gerekiyor. Yaşam tar­
zımıza onurlu eylemleri yeniden getirmeliyiz ki dünya üzerinde
dolaşırken gözlerimizi utançla kaçırmak zorunda kalmayalım, başı­
mızı dik tutabilelim, yerküredeki diğer varlıkların saygı dolu selam­
larını alabilelim.
Yabani pırasaları, karahindiba yapraklarını, bataklık nergisleri­
ni ve eğer sincaplardan önce ulaşmayı başarabilirsem cevizleri gör­
dükçe kendimi çok şanslı hissediyorum. Ama bunlar sadece işin
süslü kısmı; beslenmemin büyük bölümünü bahçemden ve özellik­
le de kırsaldan ziyade kentsel nüfusun artmasıyla birlikte çoğu in­
san gibi marketlerden aldığım ürünler oluşturuyor.
Şehirler, hayvansal hücrelerimizdeki mitokondriye benziyor -
tüketiyorlar, ototroflarca besleniyorlar, uzaklardaki yeşilliklerin fo­
tosenteziyle yaşıyorlar. Şehirlilerin toprakla doğrudan karşılıklılık
ilişkisi kurmalarının pek de mümkün olmamasına üzülebiliriz. Tü­
kettiklerinin kaynaklarından çok uzağa düşmüş olabilirler ama pa­
ralarını harcama şekilleriyle de karşılıklılığı uygulayabilirler. Pırasa
hasadı ya da kömür madenleri gözden ırak olabilir fakat tüketiciler
olarak hepimizin elinde karşılıklılık gibi bir güç var. Paramızı, kar­
şılıklılığın dolaylı nakdi birimi olarak kullanabiliriz.
Onurlu Hasat 21 7

Belki de Onurlu Hasat'ı, satın aldıklarımızı yargıladığımız bir


ayna olarak düşünebiliriz. Aynaya bakınca ne görüyoruz? Tüketti­
ğimiz hayatlara değecek şeyler mi alıyoruz? Para, elleriyle toprağı
kazan çiftçinin yerine geçebilir, onun vekili olabilir; yani parayı
Onurlu Hasat'ı desteklemekte kullanabiliriz -ya da kullanmayız.
Bu iddiayı öne sürmek kolay; hatta aşırı tüketimin esenliğimizi
her yönden tehdit ettiği bu çağda Onurlu Hasat ilkelerinin çok daha
anlamlı olduğuna inanıyorum. Ama sorumluluğu kömür şirketine
veya emlakçılara atmak da kolaya kaçmak olur. Peki ya ben? Onla­
rın sattıklarını alan, onursuz hasada suç ortaklığı eden ben?
Kırsalda yaşıyorum, büyük bir bahçem var, yumurtalarımı
komşumun çiftliğinden alıyorum, elmalarını yan vadiden geliyor,
yeniden yabanlaşan birkaç hektarlık arazimden çalı meyveleri ve ye­
şillikler topluyorum. Sahip olduğum eşyaların çoğu ikinci ya da
üçüncü el. Yazılarımı yazdığım masa, birilerinin elden çıkardığı eski,
zarif bir yemek masası. Ama odun ateşiyle ısınmanın, kompost yap­
manın, geri dönüştürmenin ve sorumluluk anlayışıyla yaptığım baş­
ka pek çok şeyin yanı sıra, evimdekilerin dürüst bir envanterini çıka­
racak olsam, eminim ki çoğu Onurlu Hasat ilkesine uygun değildir.
Bunu denemek, insanın bu pazar ekonomisi içinde yaşarken
yine de Onurlu Hasat kurallarını uygulayıp uygulayamayacağını
görmek istiyorum. Alışveriş listemi alıp işe koyuluyorum.
Doğrusu bizim mahalledeki market, bilinçli seçimler yapmayı ve
toprak ile insanın karşılıklı faydası ilkesini uygulamayı kolaylaştırı­
yor. Çiftçilerle yaptıkları anlaşma sayesinde yerel organik ürünler
normal insanların alabileceği fiyatlardan satılıyor. "Yeşil" ve geri dö­
nüştürülmüş ürünler konusunda da çok iyiler, dolayısıyla aldığım
tuvalet kağıtlarını hiç çekinmeden Onurlu Hasat aynasına tutabiliyo­
rum. Gözlerimi dört açarak marketin reyonlarında dolaşırken çoğu
yiyeceğin kaynağını görebiliyorum ama Cheetos cipsler ve Ding
Dong kekler ekolojik gizemlerini koruyor. Sorgulanması gereken ama
asla değişmeyen çikolata ihtiyacım da dahil olmak üzere aldığım
çoğu üründe paramı iyi ekolojik seçimlerden yana kullanabiliyorum.
Organik, serbest gezen, adil ticaret usulüyle alınmış gerbil sü­
tünden başka her şeyi reddeden ve başkalarını da buna ikna etmeye
218 Bitkilerin Ruhu

çalışanlara pek tahammülüm yok. Her birimiz elimizden geleni ya­


pıyoruz; Onurlu Hasat sadece malzemelerle değil, ilişkilerle de ala­
kalı bir şey. Bir arkadaşım, haftada tek bir yeşillik aldığını söylüyor
- tek yapabildiği bu ve o da bunu yapıyor. "Elimdeki parayla bir
seçim yapmak istiyorum," diyor. Ben de kendimce seçimler yapabi­
liyorum çünkü ucuz olan yerine "yeşil" olanı seçebilecek gelire sa­
hibim ve bu tavrın da pazarı doğru yola getireceğini umuyorum.
Chicago'nun yoksul Güney Yakası'ndaki gıda çöllerinde böyle bir
seçim yapmaya imkan yok ve bu adaletsizlikteki onursuzluk, gıda
arzından çok daha derinlerde yatıyor.
Manav reyonunda duruyorum. Strafor tabaklar içinde, plastik­
le kaplı ve yarım kilosu 15,5 dolara gelen Yabani Pırasalar duruyor
tezgahta. Plastiğin altında ezilmişler: Hapsedilmiş, nefes alamaz
gibi görünüyorlar. Başımın içinde sirenler çalıyor, hediye olarak
görmemiz gereken şeylerin metalaştırıldığını, bu düşünce biçimin­
den doğan tehlikeleri anlatıyor bu sirenler. Yabani pırasaları satmak,
onları sıradan nesnelere dönüştürüyor, yarım kilosu 15,5 dolar olsa
bile ucuzlaştırıyor. Yabani bitkiler satılmamalı.
Sonra alışveriş merkezine gidiyorum; aslında buradan ne olur­
sa olsun uzak durmaya çalışırım ama bugün, deney uğruna canava­
rın tam da içine gireceğim. Ormana gidermiş gibi uyumlu bir bakış
açısını benimseme çabasıyla birkaç dakika arabada bekliyorum; an­
lamaya açık, gözlemci ve minnettar olmaya çalışıyorum ama bura­
dan yabani pırasa yerine bir paket kağıt ve yeni kalemler alacağım.
Burada da aşmam gereken bir taş duvar var: Önündeki direkle­
rin üstüne kargaların konduğu ruhsuz otoparka bitişik, üç katlı,
gösterişli bina. Bu taş duvarı aşarken ayaklarımın altındaki sert ze­
minin sahte mermer seramiklerinin üzerinde topuk seslerim duyu­
luyor. Sesleri sindirmek için biraz duraklıyorum. İçeride kargalar ya
da ormanardıçları yerine, havalandırma sisteminin vızıltısını bastır­
maya çalışan, tuhaf bir şekilde sadeleştirilip sadece yaylılarla çalı­
nan eski şarkılar duyuluyor. Soluk floresan ışıklarının arasında ze­
mini beneklendiren spot ışıkları var; böylece mağazaları gösteren
renkler daha da vurgulanıyor, markaların logoları ormandaki ka­
natları kadar belirgin hale geliyor. İlkbahar ormanlarındaki gibi, yü-
Onurlu Hasat 219

rüdükçe farklı kokular alıyorum: şurada kahve, ileride tarçınlı çö­


rek, kokulu mum mağazası, hepsinin altında da yemek bölümünde­
ki Çin lokantasının her şeyi bastıran keskin kokusu.
Alışveriş merkezinin bu kanadının sonuna gelince aradığımı
buluyorum. Geleneksel yazı malzemesi hasadı için senelerdir bura­
ya geldiğimden, içeride ne tarafa gideceğimi çok iyi biliyorum. Ma­
ğazanın girişinde, metal saplı, parlak kırmızı plastik alışveriş sepet­
leri duruyor. Birini alınca yeniden sepetli kadın oluveriyorum. Ka­
ğıt reyonunda karşıma pek çok kağıt çeşidi çıkıyor - geniş ve dar
çizgili kağıtlar, fotokopi kağıtları, mektup kağıtları, spiral defterler,
klasöre takılan cinsten kağıtlar... Hepsi de markalarına ve amaçları­
na göre birbirinin aynı şekillerde dizilmiş. İstediğim kağıdı buluyo­
rum - tüylü sarı menekşeler kadar sarı, en sevdiğim not defterleri.
Onurlu Hasat'ın bütün kurallarını uygulamaya, gerekli anlayı­
şa kavuşmaya çalışarak defterlerin önünde duruyorum ama ken­
dimle dalga geçmeden bunu yapabilmem imkansız. Kağıtların için­
deki ağaçları algılamaya, düşüncelerimi onlara yönlendirmeye çalı­
şıyorum, fakat ağaçların feda ettiği hayatlar bu raftan o kadar uzak
ki ancak belli belirsiz bir yankı duyar gibiyim. Ağaçların nasıl kesil­
diğini düşünmeye çalışıyorum: Bütün bir araziyi tıraşladılar mı aca­
ba? Kağıt fabrikasındaki kokuyu, atık suları, dioksini düşünüyo­
rum. Neyse ki üstünde "geri dönüştürülmüş" yazan bir grup defter
var, biraz daha fazla para vermeye razı olup bunları seçiyorum. Sa­
rıya boyanmış kağıtların beyazlatılmış olanlardan daha kötü olabi­
leceğini düşünerek duraksıyorum. Kuşkularım var ama her zaman­
ki gibi sarıyı seçiyorum. Yeşil ya da mor kalemle yazınca o kadar
güzel görünüyor ki, tıpkı bir bahçe gibi.
Sonra kalem reyonuna, mağazanın ifadesiyle "yazı malzemele­
ri" reyonuna gidiyorum. Burada seçenekler daha da fazla ve bazı
petrokimyasal sentezler haricinde, bunların nasıl üretildiğini bilmi­
yorum. Nasıl onurlu bir alışveriş yapabilirim, ürünün arkasındaki
hayatlar görünmezken paramı nasıl onurlu bir şekilde kullanabili­
rim? O kadar uzun süre reyonda kalıyorum ki bir "temsilci" gelip
özel bir şey arayıp aramadığımı soruyor. Galiba elimdeki küçük kır­
mızı sepetle "yazı malzemeleri" çalmaya niyetli bir hırsıza benziyo-
220 Bitkilerin Ruhu

rum. "Bunlar nereden geldi? Hangi malzemeden yapıldılar ve han­


gilerinde dünyaya en az zararlı teknolojiler kullanıldı? Yabani pıra­
sa topladığım gibi bir anlayışla üretilmiş kalemler var mı?" diye
sormak istiyorum. Ama sanırım o zaman mağaza logolu, gösterişli
şapkasına tutturulmuş küçük kulaklıktan güvenliği çağıracaktır.
Kağıdın üzerindeki hareketini en çok sevdiğim mor ve yeşil kalem­
leri seçiyorum. Kasada karşılıklılık ilkesini uyguluyor, yazı malze­
meleri karşılığında kredi kartımı uzatıyorum. Kasa görevlisiyle bir­
birimize teşekkür ediyoruz, ağaçlara değil.
Çok çabalıyorum ama ormanda hissettiklerim, nabız gibi atan o
canlılık burada yok. Karşılıklılık ilkesinin burada neden işe yarama­
dığını, bu ışıltılı labirentin Onurlu Hasat'la neden alay ediyor gibi
göründüğünü anlamaya çalışıyorum. Her şey çok bariz ama ürünle­
rin arkasındaki hayatları bulmaya o kadar çok çabalıyorum ki ceva­
bı göremiyorum. Hayatları da bulamıyorum çünkü yoklar. Burada
satılan her şey ölü.
Bir kahve alıp banka oturarak etrafımı seyrediyor, defterimi açıp
olabildiğince çok kanıt toplamaya çalışıyorum. Kendilerine kişilik
satın almaya çalışan asık suratlı ergenler ve yemek bölümünde yal­
nız oturan, üzgün yaşlılar. Bitkiler bile plastik. Daha önce hiç bu şe­
kilde, olan bitenin bilinçli farkındalığı içinde alışveriş etmemiştim.
Sanırım her zamanki gibi hemen girmek, almak ve çıkmak telaşı için­
de kendimi engellemişim. Ama şimdi bütün duyularımı dört açıp
etrafı tarıyorum. Tişörtlere, plastik küpelere, iPod'lara maruz kalıyo­
rum. Can yakan ayakkabılara, can yakan sanrılara, torunlarımın ye­
şil bir dünyayı koruma olasılığını yakıp kül eden yığın yığın gereksiz
eşyaya maruz kalıyorum. Onurlu Hasat düşüncesini buraya taşımak
bile canımı yakıyor; ilkelere karşı bir korumacılık duygusuna kapılı­
yorum. Sıcacık, küçücük bir hayvan yavrusuymuş gibi onları avucu­
mun içinde tutup tam karşıtı olan bu ortamda katledilmekten koru­
mak istiyorum. Ama ilkelerin güçlü olduğunu biliyorum.
Anormal olan Onurlu Hasat değil, bu alışveriş merkezi. Nasıl
ki pırasalar yok edilmiş bir ormanda yaşayamazsa, Onurlu Hasat
da bu ortamda yaşayamaz. Tükettiklerimizin sanki dünyadan sökü­
lüp alınmış değil de Noel Baba1 nın çuvalından düşmüş şeyler oldu-
Onurlu Hasat 221

ğu yanılsamasına kapıldığımız, sahte Potemkin köyleri1 yarattık. Bu


yanılsama, en fazla markalar arasında seçim yapabileceğimizi san­
mamıza neden oluyor.

Eve döndüğümde pırasaların üstünde kalmış kara toprakları


temizliyor ve uzun beyaz köklerini düzeltiyorum. Bir kısmını yıka­
madan bir kenara ayırıyoruz. Kızlar incecik tepelerini ve yaprakla­
rını kesip ayırıyor ve kalanları muhtemelen olması gerekenden çok
daha fazla tereyağıyla birlikte en sevdiğim döküm tavanım içine
atıyorlar. Sotelenen pırasaların kokusu mutfağı dolduruyor. Bu ko­
kuyu içime çekmek bile ilaç gibi geliyor. İlk anda çıkan keskin koku
hemen dağılıyor ve funda toprağı ile yağmur suyundan esintiler ta­
şıyan yoğun ve lezzetli bir rayiha kalıyor geride. Patatesli pırasa
çorbası, yabani pırasalı makarna ya da bir kase pırasa hem bedene
hem de ruha şifa oluyor. Pazar günü kızlarım evlerine dönerken,
çocukluk ormanlarmdan bir parçanın da onlarla birlikte gideceğine
seviniyorum.
Akşam yemeğinden sonra, yıkanmamış pırasaları dikmek üze­
re sepetimi alıp gölün yukarısına gidiyorum. Hasat süreci şimdi tam
ters yönde işliyor. Pırasaları buraya yerleştirmek, toprağı kazmak
için izin istiyorum. Bereketli, nemli boşluklar arıyor, pırasaları top­
rağa dikiyor, sepetimi doldurmak yerine boşaltıyorum. Bu orman
ikinci ya da üçüncü kez yeniden oluşmuş ve ne yazık ki yabani pı­
rasalarını çok uzun zaman önce kaybetmiş. Bu civardaki ormanlar
tamamen kesilip yeniden yetişirken ağaçlar hemen filizleniyor ama
alt bitki örtüsü için bu geçerli değil.
Uzaktan bakıldığında, tarım arazisi açmak için kesildikten son­
ra tekrar yeşeren bu ormanlar sağlıklı görünüyor; ağaçlar eskisin­
den de yoğun ve güçlü oluyor. Ama içeride bir şeyler eksik. Nisan
yağmurlarından sonra mayıs çiçekleri açmıyor. Trilyum yok, Ame­
rikan dikenüzümü yok, kanotu yok. Tarımdan sonra yeşeren or-

1. Durumu olduğundan farklı göstermek için yapılan sahtecilikler anlamına gelir. Rus devlet
adamı Grigori Potemkin, İmparatoriçe il. Katerina'nın Ukrayna ve Kırım'ı ziyareti sırasında
bölgenin sefaletini görmesini engellemek için Dinyeper Nehri boyunca sahte evler inşa ettir­
miştir. Bu "karton" evlerden oluşan sahte yerleşimler Potemkin Köyü olarak anılır. (Ç.N.)
222 Bitkilerin Ruhu

manlar aradan yüz yıl da geçse yoksul oluyor; oysa duvarın diğer
tarafındaki dokunulmamış ormanlar tomurcuklarla dolu. Çevrebi­
limcilerin henüz anlayamadığı bir nedenle, ormanların şifası eksik.
Belki mikrohabitattan, belki dağılımdan; ama ağaçlar mısır ekmek
için kesildikçe, peş peşe gelen beklenmedik değişimler sonucunda
bu şifalı bitkilerin asıl yaşam alanlarının yok olduğu çok açık. Top­
rak artık şifalı bitkileri istemiyor ve nedenini bilmiyoruz.
Vadi boyunca sıralanan Gökkadın ormanlarına hiç saban girme­
miş, bu yüzden de hala görkemliler ama geriye kalan ormanların
çoğunda orman tabanı yok olmuş. Pırasalarla kaplı ormanlar arhk
nadiren görülüyor. Benim sonradan yeşermiş ormanımda da pırasa­
lar ya da trilyumlar büyük olasılıkla asla yeniden yeşermeyecek ama
bu biraz zaman, biraz da şans meselesi. Bana göre bu bitkileri duva­
rın diğer yanına taşımak benim görevim. Yıllar içinde yamacıma ek­
tiğim bitkiler nisan ayında yer yer yemyeşil oldu; dolayısıyla pırasa­
ların da yuvalarına dönebileceğine, yaşlandığımda ilkbaharı kutla­
mak için onlarla ziyafetler verebileceğime dair umudumu canlı tutu­
yorum. Onlar bana veriyor, ben de onlara veriyorum. Karşılıklılık
hem yiyenler hem de yenenler için berekete yapılmış bir yahrım.
Onurlu Hasat'a hemen bugün ihtiyacımız var. Fakat pırasalar ve
sansarlar gibi bu hasat da farklı bir ortamda, farklı bir zamanda, ge­
leneksel bilginin mirasıyla doğmuş, tehlike altındaki bir tür. Orman­
larla birlikte karşılıklılık ahlakı da tüketildi, adaletin güzelliği daha
çok eşyaya sahip olma isteğine feda edildi. Ne pırasaların ne de onu­
run yeşerebileceği bir kültürel ve ekonomik ortam yarathk. Toprak
cansız bir şeyden ibaretse, hayatlar metadan ibaretse, o zaman Onur­
lu Hasat da ölmüş demektir. Ama baharda kıpır kıpır canlanan bir
ormanın ortasında durduğunuzda, böyle olmadığım anlıyorsunuz.
Sansarları beslememizi, pirinci öpmemizi söyleyen bu canlı
toprağın ta kendisi. Yabani pırasalar ve çılgın fikirler tehdit altında.
Her ikisini de ekmemiz, doğdukları topraklara dönmelerini sağla­
mamız gerek. Onları duvarın bu yanına taşımamız, Onurlu Hasat
anlayışını yeniden canlandırmamız, şifayı geri getirmemiz gerek.
Kutsal Otu Örmek

� Kutsal ot, Toprak Ana'nın saçlarıdır ve bu otları örmek,


onun esenliğine duyduğumuz yakın ilgiyi gösteren bir gele­
nektir. Üç şeride ayrılıp örülen otlar, iyilik ve minnetin simge­
si olarak hediye edilir.
1
NANABOZH0 NUN İZİNDE:
BİR YERİN YERLİSİ ÜLMAK

Arazi sisle kaplı. Yarı karanlığın içinde sadece bu kaya ve gök gürül­
tüsünü andırır bir kükremeyle kıyıya vuran, alçalıp yükselen dalga­
lar görünüyor, bu minicik adadaki yerimin ne kadar eğreti olduğu­
nu hatırlatıyor bana. Bu soğuk, ıslak taşların üstündeki ayaklar san­
ki benim değil, Gökkadın'ın ayakları; dünyayı bizler için bir yuvaya
dönüştürmeden önce, soğuk ve karanlık denizdeki küçücük bir top­
rak parçasında yapayalnızdı Gökkadın. Gökdünya'dan düştüğün­
de, Kaplumbağa Adası da onun Plymouth Rock'ı1 ya da Ellis Ada­
sı'ydı. İnsanların Anası da önceleri bir göçmendi.
Ben de kıtanın batı kıyısındaki bu sahile yabancıyım; dalgaların
ve sisin arasında bir görünüp bir yok olan bu araziye yabancıyım.
Burada hiç kimse ismimi bilmiyor, ben de onlarınkini bilmiyorum.
Ufacık bir tanışıklık bile olmayınca, başka her şeyle birlikte ben de
sisin içinde yok olabileceğimi hissediyorum.
Yaratıcı'nın dört kutsal unsuru bir araya getirip içlerine nefesini
üfleyerek İlk İnsan'ı yarattığı ve sonra onu Kaplumbağa Adası'na
yerleştirdiği söylenir. Yaratılanların en sonuncusu olan İlk İnsan'a

1. Mayflower gemisiyle Amerika'ya gelen ilk yerleşimcilerin karaya çıktığı nokta. (Ç.N.)
226 Bitkilerin Ruhu

Nanabozho adını verir. Kimin gelmekte olduğunu herkes bilsin


diye bu ismi dört yöne haykırır. Kısmen insan kısmen ulu ruh mani­
tu olan Nanabozho, yaşamdaki kuvvetlerin kişileşmiş hali, Anishi­
naabe kültürünün kahramanı ve bize insan olmayı gösteren en bü­
yük öğretmenimizdir. İlk İnsan olan Nanabozho ve ardından gelen
biz insanlar bu dünyanın en gençleri, en yenileri olarak kendi yolu­
muzu bulmaya çalışıyoruz.
Nanabozho'nun daha en başta, o kimseyi, kimse de onu tanı­
mazken neler hissettiğini hayal edebiliyorum. Denizin kıyısına tüne­
miş bu karanlık, nemli ormanda başta ben de yabancıydım, ama ku­
cağı pek çok torununu sığdıracak kadar geniş olan Sitka Ladini nine­
mi buldum. Kendimi tanıttım, ismimi ve neden geldiğimi söyledim.
Kesemden tütün ikram ettim ve bir süre onu ve topluluğunu ziyaret
etmek için izin istedim. Bana oturmamı söyledi, köklerinin arasında
bana göre bir yer vardı. Ninemin yaprakları ormanın üstünde yükse­
liyor ve dalgalandıkça komşularına bir şeyler fısıldıyor. Er geç benim
ismimi ve ziyaretimi de rüzgara nakledeceğini biliyorum.
Nanabozho ne ailesini ne de köklerini biliyordu; tek bildiği, bit­
kilerle, hayvanlarla, rüzgarla ve suyla dolu, kalabalık bir dünyaya
gönderildiğiydi. O da göçmendi. O gelmeden önce de dünya yerli
yerindeydi, denge ve uyum içindeydi, Yaratılmış her varlık kendi
görevini yerine getiriyordu. Bazılarının aksine Nanabozho buranın
"Yeni Dünya" değil, kendisinden önce de var olan kadim bir dünya
olduğunu biliyordu.
Sitka Ninemle birlikte üstünde oturduğum toprak çam iğnele­
riyle kaplı, yüzlerce yıllık humusla yumuşacık; ağaçlar o kadar yaş­
lı ki benim ömrüm onlara kıyasla ancak bir kuş cıvıltısının süresi
eder. Nanabozho da benim gibi hayret ve huşu içinde başını kaldı­
rıp ağaçlara bakarak yürümüştü herhalde; bu yüzden sürekli tökez­
liyorum.
Yaratıcı, İlk İnsan olan Nanabozho'ya bazı görevler verdi - İlk
Buyruklar. 1 Anishinaabe büyüklerinden Eddie Benton-Banai, Nana-

1. Bu geleneksel öğreti, Eddie Benton-Banais'in The Mishomis Book (Mishomis'in Kitabı)


adlı eserinde yer alır.
Nanabozho'nun İzinde: Bir Yerin Yerlisi Olmak 227

bozho'nun ilk görevini çok güzel anlatıyor: Gökkadın'ın dans ede­


rek hayat verdiği dünyada dolaşmak. "Her bir adımında Toprak
Ana'yı selamlayacak" şekilde yürümesi söylenmişti ama Nanaboz­
ho bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu. Neyse ki dünyaya adım
atmış İlk İnsan olmasına karşın, kendisinden önce burayı yuva
edinmiş bütün varlıkların açtığı pek çok yol vardı.
İlk Buyruklar'ın verildiği dönemi "çok uzun zaman önce" diye
adlandırabiliriz. Çünkü yaygın zaman anlayışına göre tarih bir "çiz­
gi" - sanki zaman sadece tek yöne uygun adım yürürmüş gibi. Ba­
zıları zamanı, dümdüz bir rotada denize akan, içine bir kez girdik
mi aynı akıntıda yüzmek zorunda olduğumuz bir nehre benzetiyor.
Oysa Nanabozho'nun halkı zamanın döngüsel olduğunu biliyordu.
Zaman, dosdoğru denize akan bir nehir değil, denizin ta kendisidir;
bir görünüp bir kaybolan dalgalardır, yükselip farklı bir nehre yağ­
mur olarak inen sistir. Var olmuş her şey yeniden gelecektir.
Doğrusal bir zaman anlayışınız varsa, Nanabozho'nun hikaye­
lerini tarihin efsanevi bilgeliği ya da çok uzak bir geçmişin, işlerin
nasıl olup da bu hale geldiğinin kayıtları olarak yorumlarsınız. Ama
döngüsel zamanda, bu hikayeler hem geçmiş hem de kehanettir, he­
nüz yaşanmamış bir zamanı anlatırlar. Zaman sürekli dönen bir
çemberse, geçmiş ile kehanet bir noktada buluşur - arkamızda bırak­
tığımız ve önümüzde uzanan yolda İlk İnsan'ın ayak izleri vardır.
İnsana özgü bütün gücü ve zayıflıklarıyla Nanabozho, İlk Buy­
ruklar'a uymak için elinden geleni yaptı ve bu yeni yuvasının yerli­
si olmaya çalıştı. Bize de sürekli olarak bunu yapma çabasını miras
olarak bıraktı. Ama buyruklar bu uzun yol süresince yıprandı ve
çoğu da unutulup gitti.

Kolomb'dan bu yana gelmiş geçmiş onca nesilden sonra bile


hala bazı Kızılderili bilgeler kıyılarımıza gelmiş insanları anlamaya
çalışıyor. Toprağın ödediği bedele bakıp, "Sorun, bu yeni insanların
iki ayağının da kıyıda olmaması," diyorlar. "Bir ayakları hala tekne­
de. Burada kalıp kalmayacaklarını bilmiyorlar." Bazı çağdaş akade­
misyenler de aynı gözlemi paylaşıyor, toplumsal patolojilerin ve
dinmek bilmeyen materyalist kültürün temelinde yurtsuzluk, kök-
228 Bitkilerin Ruhu

süz bir geçmiş olduğunu düşünüyorlar. Amerika hep ikinci şansın


memleketi olarak adlandırılıyor. Oysa insanların ve toprakların ha­
tırına, İkinci İnsan'ın en acil görevi sömürgecilerin yöntemlerini bir
kenara bırakıp toprağın yerlisi olmaktır belki de. Ama göçmen bir
ulus olan Amerikalılar burada kalıcı olduklarını bilerek yaşamayı
öğrenebilecekler mi? İki ayakları da kıyıda olabilecek mi?
Bir yerin gerçekten yerlisi olduğumuzda, orayı nihayet yuva­
mız olarak bellediğimizde ne olur? Bize yol gösterecek hikayeler
nerede? Zaman hakikaten sürekli kendi etrafında dönüyorsa, belki
de İlk İnsan'ın yolculuğu da İkinci İnsan'ın adımlarına rehberlik
edecektir.

Nanabozho ilk önce doğan güneşe, günün başladığı yöne doğ­


ru ilerledi. Zaten aç olduğu için, yürürken bir yandan da ne yiyebi­
leceğini düşünüyordu. Yolunu nasıl çizecekti? İlk Buyruklar'ı düşü­
nünce, hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu bütün bilgilerin aslında
toprakta var olduğunu anladı. Görevi, bir insan olarak dünyayı
kontrolü altına almak ya da değiştirmek değil, insan olmanın yolu­
nu dünyadan öğrenmekti.
Wabunong, yani Doğu, bilginin yönüdür. Her gün bir şeyler öğ­
renme, yeniden başlama imkanı sunduğu için Doğu'ya minnetleri­
mizi sunarız. Nanabozho Doğu'ya gidince, Toprak Ana'nın en bilge
öğretmen olduğunu gördü. Kutsal tütün sema'yı ve düşüncelerini
Yaratıcı'ya ulaştırmak için onu nasıl kullanabileceğini öğrendi.
Dünyayı keşfe devam ederken yeni bir görev verildi kendisine:
Bütün varlıkların isimlerini öğrenmek. Bu varlıkların nasıl yaşadık­
larını görmek için hepsini dikkatle izledi; taşıdıkları hediyeleri öğ­
renmek için onlarla konuştu ve gerçek isimlerini anladı. Bu varlıkla­
ra isimleriyle hitap ettikçe ve onlar da kendisine, bugün hala birbi­
rimizi selamlarken kullandığımız gibi, "Bozho!" diye seslendikçe
çok kısa süre içinde kendini evinde hissetmeye, artık yalnız olmadı­
ğını görmeye başladı.
Bugün Akçaağaç Halkı'ndaki komşularımdan çok uzaktayım;
bildiğim bazı türlerin yanında, bilmediğim pek çok türle de karşıla­
şıyorum; bu yüzden de muhtemelen İlk İnsan'ın yaptığı gibi, çoğu
Nanabozho'nun İzinde: Bir Yerin Yerlisi Olmak 229

şeyi ilk kez görerek dolaşıyorum. Bilimsel zihnimi kapatıp Nana­


bozho'nun zihniyle onları adlandırmaya çalışıyorum. Fark ettim ki
insan bir varlığa bilimsel bir etiket yapıştırdığı anda o varlığın ger­
çek özelliklerini keşfetmeyi bırakıyor. Oysa onlara yeni isimler ver­
dikçe, bu isimlerin doğru olup olmadığını görmek için daha da ya­
kından gözlemliyorum. Bu yüzden de sitka ladininin ismi artık Pi­
cea sitchensis değil, yosun kaplı güçlü kollar. Boylu mazı artık Thuja
plicata değil, kanatsı dallar.
Çoğu insan bu akrabalarımızın ismini bilmiyor, hatta onlara
dikkat bile etmiyor. Biz insanlar sadece birbirimizle değil, canlı dün­
yanın tamamıyla da isimler yoluyla ilişki kuruyoruz. Hayatın içinde
karşımıza çıkan bitkilerin ya da hayvanların isimlerini bilmemenin
nasıl bir şey olacağını hayal etmeye çalışıyorum. Kişiliğim ve yaptı­
ğım iş düşünüldüğünde, bunu anlayabilmem imkansız görünüyor
ama sanırım sokak tabelalarını okuyamadığımız yabancı bir şehirde
kaybolmak gibi biraz ürkütücü ve kafa karıştırıcı olsa gerek. Felse­
feciler bu soyutlanma ve kopukluk durumuna "türün yalnızlığı"
adını veriyor - diğer Yaratılmışlara yabancılaşmaktan, ilişkilerin
yok olmasından kaynaklanan, yoğun, adı koyulamayan bir mutsuz­
luk. Dünya üzerinde insanların egemenliği arttıkça daha da soyut­
landık, komşularımıza seslenemedikçe daha da yalnızlaştık. Yaratı­
cı'nın Nanabozho'ya verdiği ilk görevin çevresindekileri isimlendir­
mek olması şaşırtıcı değil.
Nanabozho adeta Anishinaabe halkının Linnaeus' u gibi, karşısı­
na çıkan her şeye bir isim vererek dolaşıp durdu. İkisinin yan yana
dolaştığını hayal etmek hoşuma gidiyor. Yün paltosu ve pantolonu,
hafifçe geriye yatırdığı keçe şapkası ve kolunun altında taşıdığı me­
tal botanik kutusuyla İsveçli botanikçi, zoolog, taksonominin babası
Linnaeus; hemen yanında ise avret yerlerini kapatan bir kumaş ve
tüyleri dışında çırılçıplak gezen, kolunun altında geyik derisinden
bir kese taşıyan Nanabozho. Varlıkların isimlerini tartışarak dolaşı­
yorlar. İkisi de heyecanla yaprakların güzelim şekillerini, benzersiz
çiçekleri birbirlerine gösteriyorlar. Linnaeus, her şeyin nasıl da birbi­
riyle bağlantılı olduğunu göstermek üzere geliştirdiği Systema Natu­
rae şemasını anlatıyor. Nanabozho heyecanla başım sallayarak onay-
230 Bitkilerin Ruhu

lıyor: "Evet, biz de aynı şeyi yaparız: 'Hepimiz birbirimize bağlıyız,'


deriz." Bir zamanlar bütün varlıkların aynı dili konuştuğunu ve bir­
birini anlayabildiğini, dolayısıyla da Yarahlmış her şeyin birbirinin
ismini bildiğini açıklıyor. Linnaeus biraz kederleniyor. "Ben ise her
şeyi Latinceye çevirmek zorunda kaldım," diye açıklıyor ikili adlan­
dırma sistemini. "Ortak dilimizi çok uzun zaman önce kaybettik."
Linnaeus, çiçeklerin minicik parçalarını görebilmesi için büyütecini
Nanabozho'ya veriyor. Nanabozho da Linnaeus'a çiçeklerin ruhları­
nı görebilmesi için bir şarkı veriyor. Artık ikisi de yalnız değil.
Nanabozho, bir süre doğuda kaldıktan sonra Güney'e, doğu­
mun ve büyümenin toprağı zhawanong'a gitti. Ilık rüzgarlarla taşı­
nan, ilkbaharda tüm dünyayı kaplayan yeşillik Güney'den geliyor­
du. Orada, Güney'in kutsal bitkisi boylu mazı, yani kizhig tüm öğre­
tilerini Nanabozho'yla paylaştı. Hayatı kuşatıp koruyan, saflaştıran
şifalı dalları vardı. Nanabozho, yerli olmanın dünyadaki hayatı ko­
rumak anlamına geldiğini hiç unutmamak için kizhig'i de yanında
götürdü.
Benton-Banai, İlk Buyruklar'a göre Nanabozho'nun, yaşama­
nın yollarını ağabey ve ablalarından öğrenmekle de yükümlü oldu­
ğunu anlatıyor. Yemeğe ihtiyacı olduğunda hayvanların neler yedi­
ğine baktı ve onları taklit etti. Balıkçıl'dan yabani pirinç toplamayı
öğrendi. Bir gece derenin kıyısında, yiyeceğini zarif hareketlerle,
dikkatle yıkayan, halka kuyruklu bir hayvan gördü. "Ah, bedenime
sadece temiz yiyecekler girmeli," diye düşündü.
Nanabozho'ya pek çok bitki de rehberlik edip hediyelerini pay­
laştı; böylece Nanabozho bitkilere daima büyük saygı göstermeyi
öğrendi. Ne de olsa bitkiler dünyanın ilk sakinleriydi ve işleyişi an­
lamak için bol bol zamanları olmuştu. Bitkiler ve hayvanlar, yani
bütün varlıklar Nanabozho'ya bilmesi gereken her şeyi elbirliğiyle
öğrettiler. Yaratıcı böyle olacağını söylemişti.
Ağabeyleri ve ablaları Nanabozho'ya hayatta kalmak üzere
yeni şeyler üretmesi için de ilham verdiler. Kunduz balta yapmayı
öğretti; kanonun şekli Balina' dan geldi. Nanabozho'ya, doğadan al­
dığı dersler ile kendi aklının gücünü birleştirdiğinde, gelecek nesil­
lere yararlı olacak şeyler keşfedebileceği söylenmişti. Zihninde,
Nanabozho'nun İzinde: Bir Yerin Yerlisi Olmak 231

Örümcek Nine'nin ağı bir balık ağına dönüştü. Sincaplardan kışın


öğrendikleriyle akçaağaç şekeri yaph. Aldığı bütün bu dersler Kızıl­
derili biliminin, tıbbının, mimarisinin, tarımının ve ekoloji bilgisinin
efsanevi kökenlerini oluşturdu.
Zamanın döngüselliği gereği, bilim ve teknoloji de Nanaboz­
ho'nun yaklaşımını benimseyerek, tasarım modelleri için doğaya,
biyomimetiğin1 mimarlarına bakarak Kızılderili bilimine yetişmeye
başladı. Topraktaki bilgiye saygı göstererek ve bu bilginin sahipleri­
ni koruyarak biz de buraların yerlisi oluyoruz artık.
Nanabozho güçlü adımlarla dört yönü dolaştı. Y ürürken yük­
sek sesle şarkı söylediği için kuşların uyarılarını duyamadı ve karşı­
sına bir Bozayı çıktığında afalladı. Bu olaydan sonra da başka var­
lıkların bölgesine yaklaştığında, sanki bütün dünya kendisine ait­
miş gibi teklifsizce girmeyi bıraktı. Ormanın kıyısında sessizce otu­
rup davet beklemeyi öğrendi. Benton-Banai'ye göre, davet alınca
ayağa kalkıp o bölgenin halkına şunları söylüyordu: "Toprağın gü­
zelliğini bozmaya ya da kardeşimin yoluna çıkmaya niyetim yok.
Buradan geçmeme izin verin, yeter."
Karda açan çiçekler, Kurtlarla konuşan Kuzgunlar, geceleyin
çayırları aydınlatan böcekler gördü. Bu varlıkların becerilerine duy­
duğu minnet her geçen gün arth; kendisine bir hediye verilmiş olan­
ların aynı zamanda sorumluluk taşıdığını da anladı. Yaratıcı, Orma­
nardıcı'na güzel bir şarkıyla birlikte, ormana ninni söyleme sorum­
luluğunu da vermişti. Nanabozho geceleri kendisine yol gösteren
parlak yıldızlara minnettardı. Suyun altında nefes alanlara, dünya­
nın diğer ucuna uçup dönenlere, toprakta yuva kazanlara, ilaç ya­
panlara... Her varlığa verilmiş bir hediye, bir de sorumluluk vardı.
Kendi ellerinin nasıl da boş olduğunu düşündü. Dünyanın bakımı­
na muhtaçtı.

Kıyıdaki yüksek uçurumdan doğuya bakınca önümde uzanan


tepeler, ormanların tamamen kesilip yok edildiği engebeler olarak
görünüyor. Güneye bakınca, hiçbir sombalığının geçemeyeceği bir

1. Doğadaki modelleri inceleyip taklit ederek çözüm geliştiren bilim dalı. (Ç.N.)
232 Bitkilerin Ruhu

setle kapatılıp engellenmiş bir nehir ağzı görüyorum. Batıda bir trol
teknesi okyanusun tabanını tümden tarıyor. Çok uzakta, kuzeyde
ise petrol çıkarmak için toprağın bağrı yarılıyor.
Yeni insanlar, bir hayvan konseyinde İlk İnsan'a söylenenleri
("Yaratılmışlara asla zarar verme ve başka bir varlığın kutsal varo­
luş nedenine asla müdahale etme") öğrenseydi, yukarıdan uçan
kartal bambaşka bir dünyaya bakıyor olurdu. Nehirler sombalıkla­
rıyla dolar, göçmen güvercinler gökyüzünü kaplardı. Kurtlar, turna­
lar, Nehalem yerlileri, pumalar, Lenape yerlileri, yaşlı ormanlar hala
burada olur, kendi kutsal amaçlarını gerçekleştirirlerdi. Ben Po­
tawatomi lisanında konuşuyor olurdum. Nanabozho'nun gördük­
lerini biz de görürdük. Bu konuda çok da hayal kurmaya dayanamı­
yor insan, çünkü beraberinde büyük bir kırgınlık da geliyor.
Böyle bir geçmiş varken yerleşimcileri toprağın yerlisi olmaya
davet etmek, soyguna davetle aynı anlama geliyor. Geriye kalan azı­
cık şeyi de almaları için apaçık bir çağrı. Yerleşimcilerin Nanaboz­
ho'nun izinden gideceğini, "her adımın Toprak Ana'ya bir selam
olduğu" inancıyla yürüyeceğini nereden bileceğiz? Umut pırıltıları­
nın ardındaki gölgelerde hala keder ve korku var. Kalbimi mühürlü
tutmaya çalışıyorlar.
Ama yerleşimcilerin de kederli olduğunu unutmamam gerek.
Onlar da ayçiçeklerinin sakakuşlarıyla dans ettiği uzun çayırlarda
dolaşamayacaklar. Onların çocukları da Akçaağaç Dansı eşliğinde
şarkı söyleme şansını kaybetti. Bu suları onlar da içemeyecek.

Nanabozho Kuzey'e yolculuğunda şifa öğretmenlerini buldu.


Şefkat, iyilik ve şifa yöntemlerini öğretmek için ona Wiingaashk ver­
diler - bunlar herkese, hatta korkunç hatalar yapanlara bile lazımdı,
çünkü hatasız kim vardı ki? Bir yerin yerlisi olmak, bütün Yaratıl­
mışları kapsayacak kadar geniş bir şifa çemberi oluşturmak demek­
ti. Uzun bir örgü halindeki Kutsal Ot seyyahları korurdu ve Nana­
bozho da çantasına bu ottan bir parça attı. Bir yol eğer kutsal otun
kokusuyla doluysa, bu yolun sonu, ihtiyacı olan herkes için bağışla­
maya ve şifaya çıkar. Kutsal ot elindeki hediyeyi seçerek değil, her­
kese verir.
Nanabozho'nun İzinde: Bir Yerin Yerlisi Olmak 233

Nanabozho Bah'ya geldiğinde korkutucu pek çok şey buldu.


Ayağının altındaki toprak sallanıyordu. Toprağı yok eden büyük
yangınlar gördü. Balının kutsal bitkisi adaçayı, yani mshkodewashk
yardımına koştu ve Nanabozho'mn içindeki korkuyu silip attı. Ben­
ton-Banai bize Ateşin Koruyucusu'nun Nanabozho'ya gittiğini söy­
lüyor. "Barınağını ısıtan da bu ateş," dedi. "Her gücün iki tarafı var­
dır - yaratır ve yok eder. İkisini de bilmeli ama bize verilen hediye­
leri yaratma yönünde kullanmalıyız."
Nanabozho, her şeydeki ikilikle birlikte, kendisi nasıl dengeyi
amaçlıyorsa, tam aksine dengesizliği amaçlayan bir ikiz kardeşinin
de olduğunu öğrendi. Bu ikiz kardeş, yaratma ile yok etme arasın­
daki etkileşimi kavramış, insanların dengesini bozmak için dalgalı
denizdeki bir tekne gibi sallamaya başlamıştı bu ilişkiyi. Gücün ge­
tirdiği küstahlıkla sınırsız büyümenin sağlanabileceğini, kısıtlama
tanımayan, kanser gibi yayılan yaratımla sonunda yıkımın gelebile­
ceğini anlamıştı. Nanabozho, ikiz kardeşinin küstahlığını dengele­
mek için, dünya üzerinde tevazuuyla dolaşmaya ant içti. Onun izin­
den gidenlerin görevi de tam olarak bu.
Düşünmek için Sitka Ladini ninemin yanına oturmaya gidiyo­
rum. Buralı değilim; minnetle, saygıyla ve bir yere nasıl ait olabile­
ceğimize dair sorularla gelmiş bir yabancıyım. Tıpkı batının büyük
ağaçlarının Nanabozho'ya şefkatle bakması gibi, ninem de beni hoş
karşılıyor.
Onun sakin gölgesinde bile düşüncelerim karmakarışık. Ben­
den önceki büyüklerim gibi ben de göçmen bir toplumun bu toprak­
ların yerlisi olabilmesi için bir yol arıyorum ama kelimelere takılıyo­
rum. Göçmenler tanım gereği bir yerin yerlisi olamaz. Yerlilik do­
ğuştan gelir. Ne kadar zaman geçse ne kadar özen gösterilse de tarih
değişmez ya da toprakla olan ruhsal bütünleşmenin yeri doldurula­
maz. Nanabozho'nun izinden yürümek, İkinci İnsan'ın mutlaka İlk
İnsan' a dönüşeceğinin teminatım veremez. Ama insanlar kendileri­
ni "yerli" gibi hissetmeseler bile dünyayı yenileyen karşılıklılık
dünyasına giremezler mi? Bu, öğrenilebilir bir şey midir? Öğret­
menler nerede? Büyüklerimizden Henry Lickers'ın sözlerini hatırlı­
yorum: "Buraya geldiklerinde, toprağı işleyip zengin olacaklarım
234 Bitkilerin Ruhu

düşünüyorlardı. Madenler kazdılar, ağaçları kestiler. Ama asıl güçlü


olan topraktır - onlar toprağı işlediklerini zannederken aslında top­
rak onları işliyordu. Onlara öğretiyordu."
Uzun süre öylece oturuyorum, sonunda Sitka Ninemin dalla­
rındaki rüzgar kelimeleri alıp götürüyor ve sadece dinleyerek ken­
dimden geçiyorum - defnelerin çıtırdaması, kızılağaçların gevezeli­
ği, likenlerin fısıltıları. Tıpkı Nanabozho'ya olduğu gibi bana da
bitkilerin en kıdemli öğretmenlerimiz olduğunun hatırlatılması ge­
rekiyor.
Ninemin köklerinin arasındaki çam iğnesi dolu yumuşacık kuy­
tudan çıkıp yeniden patikaya gidiyor, aniden kalakalıyorum. Yeni
komşularım olan dev köknarların, eğreltiotlarımn ve süpürgeotları­
nın büyüsüne kapılıp eski bir dostumu görmeden geçmişim. Daha
önce fark edip selamlamadığını için utanıyorum. Doğu kıyısından
buraya, batının en ucuna kadar yürümüş. Halkımın yuvarlak yap­
raklı bu bitkiye verdiği özel bir isim var: Beyaz Adamın Ayak İzi.
Sapsız, yere yakın yapraklarıyla daireler halinde yetişen bu bit­
ki ilk yerleşimcilerle birlikte gelmiş ve gittikleri her yerde onları ta­
kip etmiş. Yanlarında olabilmek için, tıpkı sadık bir köpek gibi, or­
manların içindeki patikalarda, demiryollarında dolaşıp durmuş.
Linnaeus ona Plantago major adım vermiş ama biz sinirotu olarak
biliyoruz. Latince Plantago ayak tabanı anlamına geliyor.
Kızılderililer başlangıçta, iz sürmeyi bu kadar zorlaştıran bir
bitkiye güvenmemişler. Ama Nanabozho'nun halkı, her şeyin bir
amacının olduğunu ve bu amacı yerine getirmesine müdahale et­
memek gerektiğini biliyormuş. Beyaz Adamın Ayak İzi'nin Kap­
lumbağa Adası'nda kalıcı olduğunu anladıklarında, getirdiği hedi­
yeleri öğrenmeye başlamışlar. İlkbaharda yeşil yapraklarından çay
yapılabiliyor, yaz başında sıcaklarla yapraklar sertleşiyor. Halkım,
yaprakları sardıklarında ya da çiğneyip lapa yaptıklarında kesikler,
yanıklar, özellikle de böcek ısırmalarına karşı birebir olduğunu gö­
rünce, bu bitkinin her yerde karşılarına çıkmasına şükreder olmuş­
lar. Sinirotunun her şeyi işe yarıyor. Minicik tohumları hazmı kolay­
laştırıyor. Yaprakları kanamayı hemen durduruyor ve yaraları en­
feksiyon kapmadan iyileştiriyor.
Nanabozho'nun İzinde: Bir Yerin Yerlisi Olmak 235

Sadakatle insanları izleyen bu bilge ve cömert ot, bitki toplulu­


ğunun en şerefli üyelerinden biri olmuş. Aslında o da bir yabancı,
bir göçmen, ama beş yüz yıl boyunca iyi bir komşu olarak yaşadı­
ğında artık bunun bir önemi kalmıyor.
Göçmen bitkiler, yeni bir kıtada hoş karşılanmamak için pek çok
farklı yol olduğunu öğretiyor bize. Sarımsakotu toprağı zehirliyor
ve yerli türlerin ölümüne yol açıyor. Ilgın, bütün suyu tüketiyor. Ak­
larotu, japonsarmaşığı, püsküllü çayırotu gibi yabancı istilacılar
başkalarının yerini alıp sınırsızca büyüyor. Ama Sinirotu öyle değil.
Fayda sağlamayı, küçücük yerlere sığmayı, avluda başka bitkilerle
bir arada yaşamayı, yaraları iyileştirmeyi amaçlıyor. O kadar yay­
gın, o kadar uyumlu ki yerli bir bitki olduğunu sanıyoruz. Botanik­
çiler sinirotunu artık bizden sayıyor. Yerli değilse bile "yerlileşmiş".
Biz de başka ülkede doğup bizim ülkemizin vatandaşı olanlar için
aynı şeyi söylüyoruz. Onlar da bu devletin yasalarına uymaya söz
veriyorlar. Madem öyle, Nanabozho'nun İlk Buyruklar'ına uymaya
da söz verebilirler.
Belki de İkinci İnsan'a verilen görev, japonsarmaşığının yönte­
mini unutup, Beyaz Adamın Ayak İzi'nin öğretisini uygulayarak bir
yerde yerlileşmeye çalışmak, göçmen zihniyetinden kurtulmak.
Yerlileşmek, bizi bu toprağın beslediğini, bu derelerden su içtiğimi­
zi, bedenimizi ve ruhumuzu bunların oluşturduğunu düşünerek
yaşamak demek. Yerlileşmek, atalarınızın bu topraklarda yattığını
bilmek demek. Hediyelerinizi burada vermeniz, sorumluluklarınızı
burada yerine getirmeniz demek. Yerlileşmek, çocuklarımızın gele­
ceğinin önemli olduğunu düşünerek, hayatımızın ve tüm sevdikle­
rimizin hayatının toprağa bağlı olduğunu bilerek ona özen göster­
mek demek. Çünkü böyle gerçekten.
Zaman kendi içinde döngüler çizmeye devam ederken, belki
Beyaz Adamın Ayak İzi gerçekten de Nanabozho'nun izlerini takip
ediyor. Belki eve giden yolu Sinirotu çiziyor. Bu yolu izleyebiliriz.
Cömert ve şifalı Beyaz Adamın Ayak İzi'nin yaprakları toprağa o
kadar yakın yetişiyor ki her adımda Toprak Ana'yı selamlıyor gibi.
GüMÜŞÇANLARIN SESİ

Hiçbir zaman Güney' de yaşamak istememiştim ama eşimin işi ne­


deniyle gitmek zorunda kaldığımızda bitki örtüsünü layıkıyla öğ­
rendim ve alev rengi akçaağaçlarımı delicesine özlerken donuk
renkli meşeleri sevmeye gayret ettim. Kendimi tam anlamıyla evim­
deymiş gibi hissetmesem de en azından öğrencilerimin botanik
dünyasına karşı bir aidiyet duygusu geliştirmelerine yardımcı ola­
bilirdim.
Bu mütevazı hedefe ulaşma çabasıyla, tıp fakültesine hazırla­
nan ön lisans öğrencilerimi, ormanın farklı malzemelerden yapılmış
kurdeleler gibi renkli şeritler halinde taşkın yatağından tepeye ka­
dar uzandığı yerel bir doğa koruma alanına götürdüm. Ormanın
neden böylesine çarpıcı bir desen çizdiğine dair bir-iki hipotez geliş­
tirmelerini istedim.
"Bunların hepsi Tanrı'nın planının bir parçası," dedi bir öğren­
ci. "Bilirsiniz ya, şu büyük plan." Dünyanın işlevini açıklama konu­
sunda on yıl boyunca materyalist bilimin üstünlüğü düşüncesiyle
yoğrulmuş biri olarak kendimi zor tuttum. Benim geldiğim yerde
böyle bir cevaba ya kahkahalarla ya da gözleri devirerek karşılık
verilirdi ama bu öğrenciler onaylar şekilde başlarını salladılar veya
en azından hoşgörüyle yaklaştılar. "Bu önemli bir bakış açısı," de-
Gümüşçanların Sesi 237

dim dikkatle, "ama biliminsanları bitki örtüsünün dağılımına; akça­


ağaçların bir yerde, ladinlerin başka bir yerde olmasına farklı bir
açıklama getirirler."
Amerika'nın tutucu olan güney bölgesinde bu laf çevirmelere
alışmaya çalışıyordum. Kıvırmayı pek beceremiyordum. "Dünya­
nın nasıl bu kadar güzel bir tasarımının olduğunu hiç düşündünüz
mü? Neden bazı bitkiler burada yetişiyor da ileride yetişmiyor?"
Öğrencilerimin kibar ama boş bakışları, bunu hiç de merak etme­
diklerini gösteriyordu. Ekolojiyle hiç ilgilerinin olmayışı canımı ya­
kıyordu. Bana göre ekolojik bilgi evrenin armonisiydi, ama onlara
göre tıp eğitimi öncesinde almaları gereken bir dersten ibaretti. İn­
sanlarla ilgili olmayan bir biyoloji hikayesi hiç ilgilerini çekmiyor­
du. Toprağı göremeyen, doğa tarihini bilmeyen, doğal kuvvetlerin
zarif akışım fark etmeyen birinin nasıl biyolog olabileceğini aklım
almıyordu. Dünya bize öylesine çok şey sunuyordu ki karşılık ola­
rak hiç değilse ona birazcık dikkatle bakabilirdik. Böylece, biraz da
içimdeki hararetli coşkunun etkisiyle, bu öğrencilerin bilimsel ruh­
larını dönüştürmeye karar verdim.
Hepsinin gözü üstümdeydi, başarısız olmamı bekliyorlardı;
sırf onları haklı çıkarmamak için en küçük detaya bile dikkat ettim.
İdare binasının önünde minibüsler rölantide çalışırken ben de liste­
mi son kez kontrol ettim: haritalar, kamp alanlarına rezervasyon, on
sekiz dürbün, altı tane saha mikroskobu, üç günlük yiyecek, ilkyar­
dım çantaları, grafiklerin ve bilimsel isimlerin yazılı olduğu deste
deste kağıtlar. Dekan, öğrencileri sahaya götürmenin fazla pahalı
olduğunu öne sürmüştü. Ben ise asıl götürmemenin çok pahalıya
mal olacağını söylemiştim. Yolcular gönüllü olsun ya da olmasın,
yüksekokulun minibüslerinden oluşan konvoyumuz otoyola çıkıp
nehirlerin asit yüzünden kızıl aktığı bu kömür ülkesinin, zirveleri
parçalanmış dağlarının arasından ilerlemeye başladı. Ömürlerini
sağlığa adayacak bu öğrencilerin durumu kendi gözleriyle görmele­
ri gerekmez miydi?
Karanlık otoyolda geçen saatler boyunca, buradaki ilk işimde
dekanın sabrını zorlamanın akıllıca bir şey olup olmadığını düşün­
mek için bol bol vakit buldum. Okulun zaten maddi sorunları vardı
238 Bitkilerin Ruhu

ve ben doktora tezimi yazarken bir yandan da ders veren yarı za­
manlı bir hocaydım sadece. Başkalarının çocuklarını, hemen hemen
hiç umursamadıkları bir şeyle tanıştırabilmek uğruna küçücük kız­
larımı babalarıyla baş başa bırakmıştım. Bu küçük yüksekokul, öğ­
rencilerini tıp fakültesine başarıyla sokmasıyla bütün Güney'de ün­
lüydü. Dolayısıyla da Güneyli aristokrat ailelerin kızları ve oğulları,
ayrıcalıklı bir hayata ilk adımlarını burada atıyordu.
Bu tıbbi görev gereği dekan, tıpkı bir rahibin cüppesini giymesi
gibi her sabah bir tören havasıyla beyaz önlüğünü giyiyordu. Takvi­
minde sadece idari toplantılar, bütçe incelemeleri ve mezun işleri
vardı ama laboratuvar önlüğü demirbaştı. Kendisini gerçek bir la­
boratuvarda hiç görmediysem de benim gibi pazen gömlekli bir bi­
liminsanına kuşkuyla yaklaştığına şüphe yoktu.
Biyolog Paul Ehrlich, insanın doğal dünyadaki yerini yeniden
gözden geçirmemizi sağlayabildiği için ekolojiye "ezber bozan bi­
lim" adını vermişti. O zamana kadar öğrencilerim tüm çalışmalarını
tek bir türe adamışlardı: Kendilerine. Ezber bozmak, onların dikka­
tini Homo sapiens'ten uzaklaştırıp aynı gezegeni paylaştığımız altı
milyon canlı türüne şöyle bir bakmalarını sağlamak için tam üç gü­
nüm vardı. Dekan, "alt tarafı bir kamp yolculuğu"na para vermekle
ilgili kaygılarını dile getirmişti ama Great Smoky Dağları'nın çok
önemli bir biyoçeşitlilik alanı olduğunu öne sürmüş, tam anlamıyla
bilimsel bir keşif gezisine gittiğimizi söylemiştim. Ayrıca dayana­
mayıp laboratuvar önlükleri giyeceğimizi de eklemiştim. İçini çekip
talep formunu imzalamıştı.
Besteci Aaron Copland haklıydı. Apalaşlarda ilkbahar, dans
müziği gibiydi. Ormanlar yaban çiçeklerinin renkleriyle dans edi­
yor, ak kızılcıklar beyaz salkımlarla, erguvanlar ise pembe köpükler
halinde yayılıyor; nehirler coşuyor, karanlık dağların ihtişamı renk­
lerle süsleniyordu. Ama buraya iş için gelmiştik. İlk sabah elimde
not defterim, aklımda derslerimle çadırımdan çıktım.
Vadideki kampımızın üstünde sıradağlar yükseliyordu. Great
Smoky Dağları ilkbaharın başında, her bir ülkenin ayrı renge bo­
yandığı bir harita gibi rengarenkti: yeni yaprak veren kavaklar açık
yeşil, henüz uyanmamış meşeler gri, tomurcuklanan akçaağaçlar
Gümüşçanların Sesi 239

toz pembe. Arada sırada, ak kızılcıkların çiçeklendiği ve bir kartog­


rafın elindeki kalem gibi nehir yataklarını takip eden koyu yeşil su­
gaların olduğu yerlerde koyu pembe ve beyaz şeritler vardı. Kampa
gelmeden önce, tebeşirden beyazlaşmış ellerimle sıcaklık eğimleri­
nin, toprak türlerinin ve yetişme mevsimlerinin şemalarını çizmiş­
tim. Dağın yamacı ise bu saha gezisinin pastel haritasını, soyutun
çiçeklere dönüşmüş halini gözlerimizin önüne seriyordu.
Yamacı tırmanmak, ekolojik açıdan Kanada'ya kadar yürümek
gibi bir şeydi. Vadinin sıcak tabanında Georgia yazım yaşarken, bin
beş yüz metredeki zirveler Toronto'ya benziyordu. "Kalın palto ge­
tirin," demiştim öğrencilere. Üç yüz metre tırmandığımızda, yüz
altmış kilometre kuzeye gitmiş gibi olacağımız için ilkbahar da geri­
de kalacaktı. Alçak yamaçlardaki ak kızılcıklar, yeni yeşeren yap­
rakların üstüne krem beyaz çiçeklerini bırakmıştı. Yamaçtan yukarı
çıktıkça, tersine hızlandırılmış bir çekimdeymişiz gibi, çiçeklerin
yerini henüz sıcakla uyanmamış, sımsıkı kapalı tomurcuklar alıyor­
du. Yetişme mevsiminin çok kısa sürdüğü orta kısımlarda ak kızıl­
cıklar tamamen yok oluyor, onların yerine mevsim sonu donların­
dan daha az etkilenen gümüşçanlar beliriveriyordu.
Üç gün boyunca bu ekoloji haritasının içinde dolaştık, çukur­
lardaki sık Amerikan laleağacı ve hıyar manolyası ormanlarından
zirvelere kadar bütün irtifa hatlarından geçtik. Yemyeşil çukurlarda
yaban çiçekleri, parlak renkli yabani zencefiller ve dokuz tür tril­
yum vardı. Öğrenciler, söylediğim her şeyi görev bilinciyle yazdılar
ve planladığım görülmesi gereken yerler listesine, pek de ilgi gös­
termemekle birlikte, birebir bağlı kaldılar. Bilimsel isimlerin nasıl
yazıldığım o kadar sık sordular ki ormanda imla yarışması yapıyor­
muşuz gibi hissettim. Dekan görse gurur duyardı.
Üç gün boyunca bu geziyi yapmakta haklı olduğumu göster­
mek için listemdeki bütün türleri ve ekosistemleri inceledik. Alexan­
der von Humboldt'muşuz gibi büyük bir hevesle bitki örtüsünün,
toprakların ve sıcaklığın haritalarını çıkardık. Geceleri kamp ateşi­
nin çevresinde şemalar çizdik. Orta rakımda meşe-ceviz, kaba çakıl­
lı toprak - tamam. Y üksek rakımda boylar kısalıyor, rüzgarın hızı
artıyor - tamam. Rakım değiştikçe fenolojik modeller değişiyor -
240 Bitkilerin Ruhu

tamam. Endemik semenderler, kısıtlı çeşitlilik- tamam. Öğrencileri­


min kendi bedenlerinin ötesindeki dünyayı görmelerini istiyordum.
Onlara bir şeyler öğretmek için hiçbir fırsatı kaçırmamaya dikkat
ediyor, sessiz koruları olgular ve rakamlarla dolduruyordum. Gü­
nün sonunda sürünerek uyku tulumuma girerken çenem ağrıyordu
artık.
Zor işti. Yürürken sessiz olmayı, sadece etrafıma bakmayı, ora­
da öylece var olmayı severim. Ama burada sürekli konuşmak, bir
şeyleri göstermek, tartışabileceğimiz sorular üretmek zorunday­
dım. Öğretmen olmalıydım.
Sadece bir kez kontrolümü kaybettim. Dağın zirvesine yakla­
şırken yol da giderek dikleşiyordu. Minibüsler keskin virajları zar
zor alıyor, sert rüzgarlarla boğuşuyordu. Yumuşacık akçaağaçlar ve
pembe köpükler gibi erguvanlar yoktu artık. Bu yükseklikte, kök­
narların dibindeki karlar daha yeni erimişti. Araziye bakınca bu ku­
tupaltı ormanın ne kadar da incecik bir şerit halinde uzandığım gö­
rebiliyorduk; burada, Kuzey Carolina' da, en yakın ladin ormanın­
dan kilometrelerce kuzeyde, kuzeyin buzlarla kaplı olduğu dönem­
den kalma ince bir hat çizen, Kanada'ya özgü bir doğal ortam vardı.
Bu dağların zirveleri Kanada iklimini taklit edebilecek kadar yükse­
liyor, ladin ve köknarların yaşayabileceği bir sığınak, güneyin sert
gövdeli ağaçlarının arasında birer ada sunuyordu.
Kuzey ormanlarındaki bu soğuk adalar bana da kendimi yu­
vamda hissettiriyordu ve bu tertemiz soğuk havadaki derslerde ipin
ucunu kaçırdım. Balsam kokusunu içimize çeke çeke ağaçların ara­
sında dolaştık. Yuvamdan alışkın olduğum çam iğnesi, kekliküzü­
mü, mayısçiçeği, Kanada kızılcıklarının yumuşacık döşeği... Başka
birinin yuvası olan bir ormanda, kendi yuvamdan çok uzaklarda
öğretmenlik yaparken ne kadar boşlukta kaldığımı o an anladım.
Yosunların üstüne uzanıp dersi bir örümceğin bakış açısından
anlatmaya başladım. Böyle yüksek zirvelerde, tükenme tehlikesi al­
tındaki ladin yosun örümceğinin son üyeleri yaşar. Tıp fakültesine
hazırlanan öğrencilerimin bunu umursayacağını hiç sanmıyordum
ama örümceklerin hakkını savunmak zorundaydım. Buzulların eri­
yip gerilediği dönemden beri burada bulunuyor, yosunlu kayaların
Gümüşçanların Sesi 241

arasında ağ örerek kendi küçük hayatlarını yaşıyorlardı bu örüm­


cekler. Bu hayvanların ve doğal ortamlarının karşısındaki en büyük
tehdit, küresel ısınmaydı. İklim ısındıkça bu kutupaltı orman da eri­
yecek ve beraberinde pek çok yaşamı da sonsuza dek yok edecekti.
Daha sıcak irtifalardaki böcekler ve hastalıklar buralara gelmeye
başlamıştı bile. Zirvede yaşıyorsanız, hava ısındığında gidebilecek
hiçbir yeriniz yoktur. İpeksi ağlarını giderek genişletseler de sığına­
cak yer bulamazlar.
Yosunla kaplı bir kayayı okşayıp ekosistemlerin bozulmasını,
yıkıcı darbenin sahibi olan eli düşündüm. "Yuvalarını ellerinden al­
maya hakkımız yok," dedim içimden. Belki de bunu yüksek sesle
söyledim ya da tutkulu bir inançla baktım. Çünkü öğrencilerimden
biri durup dururken, "Sizin dininiz bu mu?" diye sordu.
Bir öğrencimin evrimi anlatma şeklime itiraz ettiği günden bu
yana bu gibi konularda ayağımı denk almayı öğrenmiştim. Her biri
iyi Hıristiyanlar olan öğrencilerin gözlerini üstümde hissettim. Or­
manı sevmekle ilgili birkaç cümle geveledim, yerlilerin çevre felse­
felerini ve Yaratılmış diğer canlılarla akrabalıklarını açıklamaya baş­
ladım, ama bana o kadar sorgular gözlerle bakıyorlardı ki durup
aceleyle spor üreten eğreltiotlarını gösterdim. Hayatımın o anında,
o ortamda, hem Hıristiyanlıktan hem de bilimden bu kadar uzak
olan ve anlamayacaklarını çok iyi bildiğim ruhun ekolojisi kavramı­
nı açıklayabilmem imkansızdı. Üstelik oraya Bilim adına gitmiştik.
Bu soruya "evet" diyebilmeliydim.
Kilometrelerce yoldan ve sayısız dersten sonra nihayet pazar
akşamüstü oldu. İşimizi yapmış, dağlara tırmanmış, veri toplamış­
tık. Tıp fakültesine hazırlanan öğrencilerim leş gibi ve yorgundu,
defterleri yüz elliden fazla insan olmayan canlı türüyle ve bunların
dağılımlarının ardındaki mekanizmalarla doluydu. Dekana iyi bir
rapor sunabilecektim.
Akşamüstünün altın rengi ışığında, inci rengi fenerler gibi içleri
parıldayan gümüşçan çiçekleriyle dolu bir yoldan yürüyerek mini­
büslere dönüyorduk. Öğrencilerim fazlasıyla sessizdi, yorgun ol­
duklarını düşünüyordum. Görevimi tamamlamanın huzuruyla, bu
doğa parkının, eğik düşmesiyle ünlü puslu ışıklarının tadını çıkarı-
242 Bitkilerin Ruhu

yordum. Gölgelerin arasında bir Ardıçkuşu'nun şarkısı duyuldu ve


bu olağanüstü manzarada yürürken, hafif bir rüzgarla savrulan be­
yaz taçyapraklar üstümüze yağdı. Birdenbire kederlendim. Başara­
madığımı o anda anladım. Verilerden daha derin bir bilimi, Yıldız­
patılar ile Altınbaşakların sırrım arayan genç bir öğrenciyken hasre­
tini çektiğim türde bir bilimi öğretmeyi başaramamıştım.
Onlara o kadar çok bilgi vermiş, bütün modelleri ve süreçleri
öyle kalın bir tabaka halinde önlerine sermiştim ki en önemli gerçek
gizli kalmıştı. Onları bulduğum her yola sokup da en önemli olana
götürmediğim için elimdeki fırsatı tepmiştim. Öğrencilere dünyayı
bir hediye olarak görüp ona bu şekilde muamele etmeyi öğretmez­
sek insanlar ladin yosun örümceklerinin kaderiyle neden ilgilensin
ki? Mekanizmalarla ilgili her şeyi anlatmış, bunun anlamı hakkında
hiçbir şey öğretmemiştim. Evde oturup Great Smoky Dağları hak­
kında kitaplar okusak da olurdu. Hatta, bütün önyargıma karşın,
doğada beyaz bir laboratuvar önlüğüyle dolaşmıştım. İhanet ağır
bir yüktür; aniden bitap düşmüştüm, ağır adımlarla yürüyordum.
Puslu ışıkta, taçyapraklarla dolu patikada peşimden gelen öğ­
rencilere baktım. İçlerinden biri, kim olduğunu çıkaramadığım biri,
çok tanıdık bir şarkıyı hafif bir sesle söylemeye başladı. İnsanın ka­
tılmadan edemediği, yüksek sesle söylemek istediği bir şarkı. Ama­
zing grace, how sweet the sound. 1 Gölgelerimiz uzar, beyaz taçyaprak­
lar omuzlarımıza konarken herkes birer birer katıldı. That saved a
wretch like me. I once was lost but now I'm found.2
Kibrim hemen söndü. Öğrencilerimin şarkısı, iyi niyetle yola
çıksam da derslerimde anlatmayı beceremediğim her şeyi söylüyor­
du. Ahenkli notalar ekleye ekleye şarkıyı defalarca söylediler. Onlar
için ahenk, benim anladığımdan farklıydı. Ama giderek yükselen
seslerinde, Gökkadın'ın Kaplumbağa Adası'mn sırtında söylediği o
ilk şarkıda Yaratılış' a duyulan sevgi ve minnet vardı. Bu eski ilahiye
duydukları sevgiye bakınca, önemli olanın mucizenin kaynağını
isimlendirmek değil, mucizenin ta kendisi olduğunu anladım. Çıl-

1. (İng.) "Yüce inayet, nasıl da tatlıdır sesin." "Amazing Grace" şarkısının sözlerinden. (Ç.N.)
2. (İng.) "Kurtardın bu zavallıyı. Bir vakitler kayıptım, ama buldun beni." (Ç.N.)
Gümüşçanların Sesi 243

gınca çabalarım ve bilimsel isim listelerine rağmen, bu mucizeyi ya­


kalamış olduklarının farkında değildim. Was blind, but now I see. 1
Onlar da görüyorlardı. Ben de görüyordum. Bildiğim tüm familya­
ları ve türleri unutsam bile, o anı asla unutmayacağım. Dünyanın en
kötü ya da en iyi öğretmeni de olsanız, Gümüşçanların ve Ardıçkuş­
larının seslerini basbramazsınız. Son söz daima şelalelerin gürültü­
süne ve yosunların sessizliğine aittir.
Bilimin küstahlığının esiri olmuş heyecanlı bir genç doktoralı
olarak kendimi, tek öğretmen olduğuma inandırmıştım. Oysa ger­
çek öğretmen topraktır. Biz öğrencilerin ihtiyaç duyduğu tek şey
farkındalıktır. Etrafımıza dikkat etmek, hediyeleri açık gözler ve
açık bir kalple kabul etmek, canlı dünyayla karşılıklılık ilişkisinin
bir türüdür. Benim asıl işim, öğrencilerimi o ana yönlendirmek ve
duymalarını sağlamaktı. O puslu öğleden sonra, dağlar öğrencilere,
öğrenciler de öğretmenlerine ders verdi.
O gece arabada eve dönerken, öğrencilerin kimi uyuyor kimi
de giderek azalan el feneri ışığında ders çalışıyordu. O pazar akşa­
müstü yaşadığım deneyim, öğretmenlik yapma tarzımı tümden de­
ğiştirdi. Ancak sen hazır olduğunda öğretmen gelir, derler. Ve bu
öğretmenin varlığım görmezden gelirsen daha da yüksek sesle an­
latır. Ama duyabilmek için sessiz olman gerekir.

1. (İng.) "Kördü gözlerim önceden, ama görüyorum artık." (Ç.N.)


ÇEMBERE KATILMAK

Brad, etnobotanik dersini yaptığımız yabandaki saha istasyonumu­


za deri ayakkabıları ve polo tişörtüyle geldi. Nafile bir çabayla sahil­
de bir o yana bir bu yana koşup, mutlaka birileriyle konuşmaya ih­
tiyacı varmış gibi cep telefonunun çektiği bir yer bulmaya çalışma­
sını izliyorum. Ona etrafı gösterirken, "Tamam, doğa harika filan
da... " diyor, fakat bu kadar ücra bir yerde olmaktan rahatsız. "Bura­
da ağaçtan başka bir şey yok."
Öğrencilerin çoğu Cranberry Gölü Biyoloji İstasyonu'na büyük
bir heyecanla gelir ama kablolarla donanmış dünyadan uzakta beş
hafta geçirmeye katlanabilecek birkaç kişi hep zar zor çıkar - ne var
ki bu dersi almadan mezun olamazlar. Geçen yıllar boyunca öğren­
cilerin davranışları, doğayla olan ilişkimizdeki değişimi ayna gibi
yansıttı. Eskiden çocukken yaptıkları kampların, tuttukları balıkla­
rın ya da orman gezilerinin heyecanıyla gelirlerdi. Bugün ise, yaba­
na duydukları tutku yok olmuş değilse de asıl Animal Planet ya da
National Geographic kanallarından ilham aldıklarını söylüyorlar.
Oturma odasının dışındaki doğanın gerçekliği giderek daha çok şa­
şırtıyor öğrencileri.
Brad' e ormanların dünyadaki en güvenli yerler olduğunu anla­
tıp içini rahatlatmaya çalışıyorum. Şehir merkezine gittiğimde be-
Çembere Katılmak 245

nim de aynı rahatsızlığı yaşadığımı, sadece insanların olduğu bir


yerde kendimi nasıl koruyacağımı bilemeyip paniğe kapıldığımı
itiraf ediyorum. Yine de bunun öğrenciler için zorlu bir değişim ol­
duğunun farkındayım: Gölün on bir kilometre ilerisinde, yolun ol­
madığı, bir parçacık bile kaldırımın bulunmadığı bir yerdeyiz; her­
hangi bir yöne bir gün boyunca yürüsek yine yabanda oluruz. Am­
bulans çağırsak en az bir saat, Walmart' a gitmek istesek üç saat sü­
rer. "Ya bir şeye ihtiyacımız olursa?" diye soruyor Brad. O durumda
ne yapacağımızı yakında öğrenir.
Buraya geldikten birkaç gün sonra, öğrenciler saha biyologları­
na dönüşüyor. Ekipmana alışınca ve mesleki jargonu öğrenince ka­
sıla kasıla yürümeye başlıyorlar. Sürekli Latince isimler öğreniyor
ve bu isimleri kullanıp hava atıyorlar. Akşamları yaptığımız voley­
bol maçları sırasında rakibiniz sahilde dolaşan kuşaklı yalıçapkınını
görüp, "Megaceryle alcyon!" diye bağırınca topu düşürürseniz, biyo­
loji saha istasyonu kültüründe bu kesinlikle mazur görülür. Bunları
bilmek, canlıların dünyasını birey birey ayırt edebilmeye başlamak,
ormanların dokusundaki detayları fark etmek, toprağın bedenine
uyum sağlamak iyi bir şey.
Ama aynı zamanda öğrencilere bilimsel aletleri verdiğimizde,
kendi duyularına daha az güvendiklerini de görüyorum. Ve canlıla­
rın Latince isimlerini ezberlemeye ne kadar çok enerji harcarlarsa
bizzat canlılara bakmaya da o kadar az zaman ayırıyorlar. Bu istas­
yona geldiklerinde zaten ekosistemler hakkında çok şey biliyor ve
hayranlık verecek kadar çok bitkiyi tanıyor oluyorlar. Ama bu bitki­
lerin onlara nasıl baktığını, hizmet ettiğini sorduğumda cevap vere­
miyorlar.
Bu yüzden de etnobotanik dersinin başında, insanların ihtiyaç
listesini çıkarmak için beyin fırtınası yapıyoruz; böylece Adironda­
ck bitkilerinin bu ihtiyaçların hangilerini karşılayabileceğine bakı­
yoruz. Aşina olduğumuz bir liste bu: besin, barınak, ısınma, giyim.
Oksijen ve suyun da ilk ona girmesine seviniyorum. Bazı öğrencile­
rim Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisini biliyor ve hayatta kalmanın
ötesine geçip sanat, yoldaşlık ve maneviyat gibi daha "üst" seviye­
lere çıkıyor. Bu da tabii ki insanlarla bağ kurma ihtiyacını havuçla
246 Bitkilerin Ruhu

karşılamaya çalışanlarla ilgili ufak tefek esprilere neden oluyor. Bu


gözlemi bir yana bırakırsak, her şeyden önce barınakla işe başlıyo­
ruz - sınıfımızı inşa ediyoruz.
Sınıfın yerini seçtiler, şeklini toprağa çizdiler, ağaç fidanları top­
layıp toprağa iyice sapladılar. Dolayısıyla elimizde düzgün aralıklar­
la dizilmiş, üç buçuk metre çapında bir çember oluşturan akçaağaç
gövdeleri var. Başlangıçta bireysel yapılan, insanı terleten bir iş bu.
Ama çember hazır olduğunda ve fidanlar çiftler halinde yay şeklin­
de birbirlerine bağlanacağında ekip çalışmasının gerektiği anlaşılı­
yor: Öğrencilerden en uzunu ağaçların tepesini yakalıyor, en irisi
bunları iyice aşağı çekiyor, en ufak tefeği de yukarı tırmanıp bunları
iple bağlıyor. Bir yay bitince diğerine geçiyorlar ve böylece yavaş ya­
vaş bir Kızılderili çadırı ortaya çıkıyor. Çadırın doğasındaki simetri
sayesinde her türlü hata net görülebiliyor ve öğrenciler doğrusunu
bulana kadar defalarca bağlayıp çözüyorlar fidanları. Orman onların
neşeli sesleriyle çınlıyor. Son fidan çiftini de bağladıklarında, eserle­
rini görüyorlar ve bir sessizlik oluyor. Çadır, tepetaklak olmuş bir
kuş yuvasına, kalın fidanların kaplumbağa sırtı gibi yuvarlandığı
ters bir sepete benziyor. İçinde olmak istiyorsunuz.
Çadırın içine on beşimiz de rahatça sığabiliriz. Üstünü kumaşla
kapatmamış olsak da sıcacık bir his bırakıyor. Hiçbir duvarın ya da
köşenin olmadığı yuvarlak evlerde yaşamıyoruz artık. Oysa Kızıl­
derililer kuş yuvasının, mağaranın, oyuğun, balık yuvasının, yu­
murtanın ve rahmin şeklini taklit edip küçük ve yuvarlak evler ya­
pıyorlar - çünkü ev kavramı için genel bir model var doğada. Sırtı­
mızı fidanlara yaslayıp tasarımların nasıl birbirine benzediğini dü­
şünüyoruz. Hacmin yüzey alanına oranının en fazla olduğu, dolayı­
sıyla yaşam alanı için gerekli malzemenin en az olduğu şekil küre.
Kar yağdığında tepede oluşan ağırlığı ve suyu dağıtıyor. Kolayca
ısıtılıyor ve rüzgara karşı dirençli. Maddi kaygıların da ötesinde, bir
çemberin öğretisi dahilinde yaşamanın kültürel bir anlamı da var.
Öğrencilerime, kapının daima doğuya baktığını söylediğimde, batı
rüzgarlarının yoğun olmasından dolayı böyle yapıldığını hemen
anlıyorlar. Şafağı selamlamanın faydasını ise henüz anlamıyorlar
ama güneş zaten anlatacak onlara.
Çembere Kahlmak 247

Bu Kızılderili çadırının iskeletinden alınacak dersler henüz bit­


medi. Sazlardan dokunmuş duvarlar ve huş kabuğundan yapılıp la­
din kökleriyle bağlanmış bir çah da lazım. Yapacak çok iş var daha.

Dersten önce Brad hala suratsız görünüyor. Onu neşelendir­


mek için, "Bugün gölün diğer tarafına alışverişe gidiyoruz!" diyo­
rum. Gölün diğer ucunda gerçekten de Emporium Marine adında
küçük bir dükkan var; ayakkabı bağcıklarının, kedi mamasının,
kahve filtresinin, konserve türlünün ve mide ilacının yanında, tam
da ihtiyacınız olan şeyleri bulabileceğiniz, ücra bir market burası.
Ama biz oraya gitmiyoruz. Hasırotu bataklığı ile Empmium'un or­
tak bir noktası var, fakat bana kalırsa bu bataklık daha ziyade Wal­
mart' a benziyor, çünkü ikisi de çok geniş bir araziye yayılıyor. Biz
bugün bataklıkta alışveriş yapacağız.
Bir zamanlar sümüksü canlılar, hastalıklar, pis kokular ve her
türlü nahoşlukla birlikte anılan bataklıkların değeri artık anlaşıldı.
Öğrencilerimiz sulak alanlardaki biyolojik çeşitliliği ve ekosistem­
deki işlevlerini öve öve bitiremiyorlar, ama bu övgüler, bataklıkta
yürümek istedikleri anlamına gelmiyor. Hasırotu toplamanın en iyi
yolunun suya girmek olduğunu söylediğimde bana kuşkuyla bakı­
yorlar. Bu kadar kuzeyde zehirli yılanların olmadığını, insanı içine
çeken hareketli kumların bulunmadığını, ısıran kaplumbağaların
da insanları görünce genellikle saklandıklarını anlatıyorum. Ama
sülüklerden hiç bahsetmiyorum.
Sonunda hepsi peşimden geliyor ve kanolarını alabora etme­
den suya girmeyi başarıyorlar. Aynı derecede zarif ve latif olmasak
da balıkçıllar gibi yürüyoruz bataklığın içinde; öğrenciler, su yüze­
yindeki çalı ve ot adacıklarının arasında temkinli dolaşıyor, bir son­
raki adımı atmadan önce zeminin sağlamlığından emin olmaya ça­
lışıyor. Sağlamlığın bir illüzyon olduğunu bugüne dek yaşadıkları
k ısacık hayatta henüz öğrenmedilerse bile bugün öğrenecekler. Gö­
lün gerçek tabanı, çamurun birkaç metre altında; yani bastıkları yer
ancak çikolatalı puding kadar sağlam.
En korkusuzları Chris'e helal olsun, önden gidiyor. Beş yaşında
bir çocuk gibi sırıtarak, göğsüne kadar suya batmış, dirseklerini kol-
248 Bitkilerin Ruhu

tuğun kollarına dayar gibi bir saz tepeciğine dayamış halde, sakin
duruyor. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamış ama arkadaşlarını
yüreklendiriyor, bir kütüğün üstünde sendeleyenlere tavsiyeler ve­
riyor: "Atla gitsin, ancak o zaman rahatlayıp eğlenebilirsin." Nata­
lie, "İçindeki misksıçanıyla bir ol!" diye bağırarak suya atlıyor. Cla­
udia, sıçrayan çamurlardan korunmak için bir adım geri gidiyor.
Korkuyor. Chris, nazik bir şoför gibi Claudia'ya elini uzatıp onu ki­
barca çamurun içine indiriyor. Fakat o anda Chris'in arka tarafından
uzun bir sıra halinde kabarcıklar çıkıp gürültülü bir fokurdamayla
yüzeyi yarıyor. Yer yer çamurlanmış yüzü kıpkırmızı kesilen Chris
herkesin bakışları altında ayaklarını kıpırdatıyor. Arka tarafından
yine berbat kokulu bir kabarcıklar dizisi çıkıyor. Bütün sınıf gül­
mekten yerlere yatıyor ve kısa süre sonra herkes suyun içinde, ça­
murları yara yara yürümeye başlıyor. Bataklıkta yürürken, her adı­
mımızda "bataklık gazı" metanın serbest kalıp yüzeye çıkmasıyla
birlikte, bitmek bilmeyen osuruk şakaları da artarda geliyor. Çoğu
yerde su kalçamıza kadar çıkıyor ama arada sırada birileri göğüs
hizasında çukurlara daldıkça önce bir çığlık, sonra bir kahkaha du­
yuluyor. Umarım göğsüne kadar batanların arasında Brad yoktur.
Hasırotlarını koparabilmek için suyun altında bitkinin tabanını
bulup çekmek gerekir. Zemindeki tortu gevşekse ya da çeken kişi
yeterince güçlüyse, bitkiyi köksaplarıyla birlikte koparmak müm­
kün. Ama sorun şu ki bitkinin kopup kopmayacağını, tüm gücü­
nüzle çekip de elinize gelivermeden anlayamıyorsunuz, o zaman da
zaten kulaklarınızdan çamur damlar halde suyun içine oturuvermiş
oluyorsunuz.
Bitkinin toprakaltı kökleri olan köksaplar büyük ödül. Dış yü­
zeyi kahverengi ve lifli, içi ise patates gibi beyaz ve nişastalı olan bu
köksaplar ateşte kızartılınca epeyce lezzetli oluyor. Kestiğiniz kök­
sapları temiz suda bekletirseniz kısa süre içinde un ya da lapa ola­
rak tüketebileceğiniz bir kase beyaz nişastanız oluyor. Tüylerle kap­
lı bazı köksapların alt ucundan, basbayağı erekte bir penise benze­
yen beyaz ve sert bir sürgün çıkıyor. Hasırotlarının tüm bataklığa
yayılmasını sağlayan büyüme organları bunlar. İnsani ihtiyaçlar hi­
yerarşisine uygun olarak erkek öğrencilerden bazıları, benim gör­
mediğimi sanarak bu sürgünlerle şakalaşıyor.
Çembere Katılmak 249

Hasırotu bitkisi -Typha latifolia- dev bir ota benzer: Bağımsız bir
sapı yoktur; tek merkezin etrafında katmanlar halinde birbirine do­
lanmış yaprak tomarları vardır. Yapraklar rüzgara ve dalgalara tek
başlarına direnemezler ama bir arada olduklarında güçlenirler, su­
yun altındaki geniş köksap ağları sayesinde zemine tutunurlar. Ha­
ziranda boyları bir metreye ulaşır. Toplamak için ağustosu beklerse­
niz yaprakların boyu iki buçuk metreye ulaşır; her biri yaklaşık iki
buçuk santim genişliğindeki bu yapraklar, tabandan başlayıp nazlı
nazlı salınan uçlarına kadar paralel damarlarla güçlenmiştir. Paralel
çemberler halinde yükselen bu damarların etrafında da bitkiyi des­
tekleyen sağlam lifler vardır. Bu destek karşılığında bitki de insanla­
rı destekler. Şeritlere ayrılıp bükülen hasırotu yaprakları, en kolay
bulunan halat, iplik ve sicim kaynaklarımızdır. Kampa döndüğü­
müzde Kızılderili çadırımız için sicim ve dikiş ipliği yapacağız.
Kısa süre içinde kanolar hasırotu yığınlarıyla dolup taşıyor ve
tropikal bir nehirdeki küçük bir sal filosuna benziyor. Kanoları kıyı­
ya çekip her bir bitkiyi dışarıdan içeriye doğru yaprak yaprak soyu­
yor, temizliyoruz. Natalie katmanları soyarken bitkiyi elinden atıve­
riyor. "Ayy, sümük gibi," diyerek ellerini, sanki bir işe yarayacakmış
gibi, çamur içindeki pantolonuna sürüyor. Yaprakları dibinden ko­
pardığınızda, hasırotunun içindeki jel şeffaf bir mukus gibi uzaya­
rak yayılıverir. Başta iğrenç görünür ama ellerinize ne kadar iyi gel­
diğini sonradan fark edersiniz. Şifacılar sık sık, "Şifa, sebebe yakın
yerdedir," der. Aynı şekilde, hasırotu toplarken mutlaka güneş yanı­
ğı ve kaşıntı olur ama bu rahatsızlıkların panzehri de yine bitkiler­
dedir. Bu şeffaf, serin ve temiz jel cildi tazeliyor ve mikropları kırı­
yor; bataklığın aloe verası da bu işte. Hasırotları bu jeli, mikroplarla
savaşmak ve su seviyesi düştüğünde yaprak tabanlarını nemli tut­
mak için üretiyor. Bitkiyi koruyan bu özellikler bizi de koruyor. Gü­
neş yanığına o kadar iyi geliyor ki kısa süre sonra öğrenciler her
yerlerine bu sümüksü jeli sürmeye başlıyor.
Hasırotları, bataklığın ortasındaki hayatlarına mükemmel şe­
kilde uyumlu başka özellikler de geliştirmişler. Yaprakların tabanla­
rı suyun altında kalıyor ama yine de solunum için oksijene ihtiyaç
duyuyorlar. Bu yüzden de tıpkı oksijen tüpü kullanan dalgıçlar gibi,
250 Bitkilerin Ruhu

doğal bir baloncuklu naylon poşete benzeyen süngersi, içi hava


dolu bir doku geliştiriyorlar. Aerenkima adlı bu beyaz hücreler çıp­
lak gözle görülebiliyor ve her bir yaprağın sapla birleşiği noktada
yastığa benzer, batmaz bir katman oluşturuyor. Yapraklar aynı za­
manda yağmurluk gibi su geçirmeyen, mumsu bir katmanla da
kaplanıyor. Fakat bu yağmurluk tam tersine işliyor, suda çözünen
besinleri içeride tutarak suya karışmalarını engelliyor.
Bütün bunlar elbette bitkiye faydalı ama insanlara da fayda sağ­
lıyor. Hasırotlarının uzun, su geçirmez, yalıtım sağlayan kapalı göze­
li süngerli yaprakları, barınaklar için mükemmel bir malzeme sunu­
yor. Eskiden yazlık Kızılderili çadırları hasırotu yapraklarının birbi­
rine dikilmesi ya da dolanmasıyla oluşturulmuş incecik örtülerle
kaplanırmış. Kuru havalarda yapraklar içlerindeki suyu tüketip ufa­
lınca, aralarında oluşan boşluklardan rüzgar girer, çadırın içini hava­
landırırmış. Yağmurlar geldiğinde ise yapraklar şişip bu boşlukları
kapatarak su geçirmez hale gelirmiş. Hasırotlarından çok güzel şilte
de oluyor. Mumsu yapı sayesinde toprağın nemi şilteye geçmiyor,
aerenkima da yumuşaklık ve izolasyon sağlıyor. Uyku tutumunu­
zun altına iki tane yumuşacık, kuru ve taze saman gibi kokan hasıro­
tu şilte serdiniz mi geceyi çok rahat geçiriyorsunuz.
Yumuşacık yaprakları parmaklarının arasında sıkan Natalie,
"Sanki bitkiler bunları bizim için yapmış gibi," diyor. Bitkilerin uyum
sağlamak üzere geliştirdikleri özellikler ile insanların ihtiyaçları
arasındaki paralellik gerçekten çok etkileyici. Bazı Kızılderili dille­
rinde bitkiler için kullanılan terimin anlamı, "bize bakanlar". Doğal
seçilim sayesinde hasırotları, bataklıkta hayatta kalma ihtimallerini
artıran uyumlanma özellikleri geliştirmişler. Dikkatli öğrenciler olan
insanlar da kendilerinin hayatta kalma olasılığını da artıran bu çö­
zümleri bitkilerden ödünç almışlar. Bitkiler uyum sağlıyor, insanlar
görüp benimsiyor.
Hasırotu yaprakları, koçana yaklaştıkça incelen mısır kabukları
gibi, soyuldukça inceliyor. Tam ortaya geldiğimizde kökle neredey­
se birleşmiş oluyorlar ve serçeparmak kalınlığında, sakızkabağı ka­
dar tazecik, beyaz ve yumuşak bir ilik dokusu ortaya çıkıyor. Bu
beyaz iliği tek lokmalık parçalara ayırıp öğrencilere dağıtıyorum.
Çembere Katılmak 251

Ancak ben yedikten sonra tadına bakmaya cesaret edebiliyor, tepki­


yi görmek için çakhrmadan birbirlerine bakıyorlar. Kısa süre sonra
bambu ormanındaki pandalar gibi büyük bir açlıkla kendileri so­
yup yemeye başlıyorlar. Kazak kuşkonmazı olarak da bilinen bu çiğ
iliğin tadı salatalığa benziyor. Sote edilebiliyor, haşlanabiliyor ya da
çantalarındaki öğle yemekleri çoktan suyunu çekmiş aç üniversite
öğrencileri tarafından göl kıyısında taze taze yenebiliyor.
Bizim kaldığımız kıyıdan bataklığın diğer ucuna baktığımızda,
hasat yaptığımız alam kolayca görebiliyoruz. Dev misksıçanları ta­
rafından talan edilmiş gibi görünüyor. Öğrenciler, bataklık ekosiste­
minde yarattıkları etki hakkında hararetli bir tartışmaya giriyor.
Kanolarımız kıyafet, hasır, iplik ve barınak yapmaya yetecek
kadar çok yaprakla dolu. Karbonhidrat enerjisi vermek üzere kova­
lar dolusu köksapımız, sebze niyetine yiyebileceğimiz dizi dizi iliği­
miz var - insanın başka neye ihtiyacı olabilir ki? Öğrenciler, bu ga­
nimeti insani ihtiyaç listeleriyle karşılaştırıyorlar. Hasırotlarımn çok
yönlülüğü takdire şayan olmasına rağmen, karşılanmamış bazı ihti­
yaçlar olduğunu görüyorlar: protein, ateş, ışık, müzik. Natalie bu
listeye krepin de eklenmesini istiyor. "Tuvalet kağıdı!" diyor Clau­
dia. Brad'in listesinde ise iPod var.
Bataklık süpermarketinin koridorlarında dolaşıp başka neler
alabileceğimize bakıyoruz. Öğrenciler gerçekten bir Walmart'taymı­
şız gibi davranıyor; Lance yeniden bataklığa girmek zorunda kal­
mamak için süpermarketin kapısındaki görevli rolünü üstleniyor.
"Krep mi istediniz, hanımefendi? Beş numaralı reyonda. El fenerleri
mi? Üç numaralı reyon. Üzgünüm, iPod'umuz yok."
Hasırotu çiçeklerinin çiçeğe benzer bir tarafı yok. Bir buçuk
metrelik sapların üstündeki tombul yeşil bir silindirden ibaretler;
her biri ortadan bir boğumla ikiye ayrılıyor, üst taraf erkek, alt taraf
dişi. Rüzgarla birlikte erkek çiçeklerdeki köpükler patlayıp havaya
sülfür sarısı polenler savuruyor. Krep ekibi bataklıkta fener gibi du­
ran bu çiçekleri arıyor. Sapın üstüne küçük bir kesekağıdını yavaşça
geçiriyor, alttan büküp sımsıkı kapatıyor, sonra sapı sallıyorlar. Ke­
sekağıdımn içine yaklaşık bir yemek kaşığı parlak sarı toz ve nere­
deyse aynı miktarda böcek düşüyor. Polenler (ve böcekler) hemen
252 Bitkilerin Ruhu

hemen tamamen proteinden oluşuyor ve kanolarımızdaki nişastalı


köksaplarla birlikte çok kaliteli bir besin kaynağı oluşturuyor. Bö­
cekler temizlendikten sonra sarı polenler bisküvilere ve kreplere
serpilerek hem besin değeri hem de çok güzel bir renk elde ediliyor.
Tabii ki polenlerin hepsi kesekağıdına düşmüyor, öğrencilerin üstü
başı batik gibi sarı desenlerle doluyor.
Sapların dişi kısmı ise bir çubuğa geçirilmiş sıska, yeşil sosisle­
re benziyor; polen bekleyen, tıka basa yumurta dolu, pütürlü sün­
gerler bunlar. Bu dişileri az tuzlu suda haşlayıp tereyağına banaca­
ğız. Kebap şişine benzeyen sapın iki ucunu sanki mısır yer gibi tu­
tup henüz olgunlaşmamış bu çiçekleri yiyeceğiz. Çiçeklerin tadı ve
dokusu enginara çok benziyor. Akşam yemeğinde hasırotu kebabı
var.
Çığlıklar duyup havada uçuşan tüyleri görünce, öğrencilerin
süpermarkette üç numaralı reyona ulaştıklarım anlıyorum. Her kü­
çük çiçek olgunlaştığında tüylerle kaplı bir tohuma dönüşür ve bir
sapın ucunda, kahverengi sosise benzeyen, bildiğimiz hasırotunu
oluşturur. Yılın bu döneminde rüzgar ve kış nedeniyle savrulan bu
tüyler pamuk yığınları gibi topaklanır. Öğrenciler bu topakları sap­
lardan koparıp yastık ya da şilte yapmak için çantalarına dolduru­
yorlar. Ata-analarımız yoğun bir bataklık bulunca şükrediyorlardı
herhalde. Potawatomi dilinde hasırotunun isimlerinden biri bewiies­
kwinuk, yani "bebek kundağı". Yumuşak, sıcak ve emici - hem yalı­
tım malzemesi hem bebek bezi.
Elliot sesleniyor: "El fenerlerini buldum!" Tüyleri iyice keçeleş­
miş saplar eskiden yağa batırılıp meşale olarak kullanılıyordu. Sa­
pın kendisi de adeta tornalanmış bir ahşap pim gibi inanılmayacak
kadar düz ve pürüzsüz. Halkım bu sapları ok gövdesi yapmak, sür­
tünme yoluyla ateş yakmak gibi pek çok amaçla topluyordu. Ateş
yakılırken çıra olarak da genellikle bir topak hasırotu tüyü kullanı­
lıyordu. Öğrenciler buldukları her şeyi toplayıp kanolara getiriyor.
Natalie hala suyun içinde; başka bir markete daha uğrayacağını
söylüyor. Chris ise henüz dönmedi.
Tüyden kanatlara yüklenen tohumlar uzaklara uçarak yeni ko­
loniler kuruyor. Yeterli gün ışığı, bol besin ve yaş zemin olduğu sü-
Çembere Katılmak 253

rece, hasırotları hemen hemen her bataklıkta yetişebiliyor. Kara ile


suyun arasında kalan tatlı su bataklıkları, dünyanın en verimli eko­
sistemlerinden biri olarak tropikal yağmur ormanlarıyla yarışıyor.
İnsanlar bataklık süpermarketini sadece hasırotları için değil, zen­
gin bir balık ve av hayvanı kaynağı olarak da kullanıyordu. Balıklar
sığ sularda ürer; bol bol kurbağa ve semender görülür. Su kuşları bu
yoğun yeşilliğin içinde güvenle yuva yapar, göçmen kuşlar da seya­
hatleri sırasında hasırotu bataklıklarına sığınır.
Bu verimli arazilere duyulan açlık sonucunda sulak alanların,
aynı zamanda da bu alanlara bağımlı olan yerli halkların yüzde
90'ının yok olması şaşırtıcı değil. Hasırotları toprak yaparlar. Bitki
öldüğünde, yaprakları ve köksapları tortulaşır. Başka canlılar tara­
fından tüketilmeyen bu kısımlar suyun altında kalır, anaerobik su­
larda ancak bir kısmı ayrışır, kalanları turbaya dönüşür. Turba besin
açısından zengindir ve sünger kadar çok su tutabildiğinden bostan
sebzeleri için idealdir. "Çorak arazi" diye haksız yere kötülenen ba­
taklıkların çoğu, tarım amacıyla kurutuldu. Fakat kurutulan bu ba­
taklıkların karadaki topraklarının altında "çamur tarlaları" yatıyor;
bir zamanlar dünyanın en yüksek biyolojik çeşitliliğine sahip eko­
sistemlerini besleyen bu araziler artık tek bir ürünü besliyor. Bazı
bölgelerde, eski sulak alanların üstüne beton dökülüp otopark yapı­
lıyor. İşte o zaman gerçekten "çorak arazi" oluyorlar.
Kanolarımızdaki yükleri bağladığımız sırada Chris yüzünde
gizlemeye çalıştığı bir sırıtış ve arkasında sakladığı bir şeyle kıyıda
görünüyor. "Al bakalım Brad. iPod'unu buldum." Kulaklığa benze­
yen, kurumuş iki tohum kapsülü uzatıyor.
Çamurlu, güneşten yandığımız, kahkaha dolu, sülüksüz bir gü­
nün sonunda kanolarımız ip, yatak, yalıtım, ışık, yiyecek, ısınma,
barınma, yağmurdan korunma, ayakkabı, alet ve ilaç için kullanabi­
leceğimiz yığın yığın malzemeyle dolu. Kanolarımıza binip kampa
doğru kürek çekerken, Brad'in hala "bir şeye ihtiyacımız olabilece­
ğini" düşünüp düşünmediğini merak ediyorum.
Parmaklarımızın ot toplayıp dokumaktan sertleştiği birkaç gü­
nün sonunda, hasırotu kaplı duvarlarımızdan içeri sızan gün ışığı
huzmeleri arasında Kızılderili çadırımızda toplanıyor, hasırotu min-
254 Bitkilerin Ruhu

derlerin üstünde oturuyoruz. Çah hala açık. Ellerimizle dokuduğu­


muz sınıfımızda, bir sepet içindeki elmalar gibi bir aradayız. Çatıyı
kapatmak bu işin son aşaması ve hava tahminleri yağmur gösteri­
yor. Huş ağacı tabakalarımız hazır, tavanımızı bunlarla yapacağız,
ama ihtiyacımız olan son malzemeleri de toplamak üzere hep birlik­
te dışarı çıkıyoruz.

Eskiden bana nasıl öğretildiyse ben de öğrencilerime öyle öğre­


tirdim, ama artık bütün işi başkasına yaptırıyorum. Bitkiler en ka­
dim öğretmenlerimiz olduğuna göre neden bu işi onlara bırakma­
yalım?
Kamptan buraya kadar uzun bir yürüyüşten, küreklerimizin
taşlara çarpıp çıkardığı seslerden, sineklerin terli cildimizin üzerin­
deki bitmek bilmez eziyetinden sonra gölgeye çekilmek, serin sula­
ra dalmak kadar rahatlatıcı. Bir yandan sinekleri kovalamaya de­
vam ederken, sırt çantalarımızı patikanın kenarına bırakıp yosunla­
rın sessizliğinde kısa bir süre dinleniyoruz. Havada sinek kovucu
ve sabırsızlık kokusu var. Belki de öğrenciler, kök bulmak için
emekleyerek dolaşırken tişörtleriyle pantolonlarının arasında kalan
açıklığa karasineklerin saldıracağını ve şeritler halinde izler bıraka­
cağını çoktan tahmin ettiler. Biraz kan kaybedecekler ama yaşaya­
cakları deneyimi, taze beyinlerini kıskanıyorum.
Orman zemini paslı kahverengi, yoğun ve yumuşak ladin iğne­
leriyle kaplı; ara sıra da soluk renkli akçaağaç ya da kara kiraz yap­
rakları görülüyor. Yoğun kanopiden sızan incecik güneş huzmelerin­
de eğreltiotları, yosunlar ve kekliküzümleri ışıldıyor. Watap, yani ak
ladin (Picea glauca) kökleri toplamaya geldik buraya; huş ağacından
kanoları ve Kızılderili çadırlarını birbirine bağlayabilecek kadar güç­
lü, güzel sepetler yapacak kadar da yumuşak olan bu kökler, Büyük
Göller bölgesindeki tüm yerli halkların kültürel simgelerinden biri.
Diğer ladin çeşitlerinin kökleri de işe yarıyor ama Veymut çamının
mavi-yeşil yaprakları ve keskin kokusu için bunca zahmete değer.
Ladinlerin arasında dolaşıyor, en doğru yeri ararken gözümü­
zü çıkarmasınlar diye kuru dalları koparıp atıyoruz. Öğrencilerimin
orman zeminini okumayı öğrenmelerini, yüzeyin altındaki kökleri
Çembere Katılmak 255

görmeyi sağlayan röntgen bakışları geliştirmelerini istiyorum ama


sezgiyi formülleştirmek zor. Olasılığı arhrmak için iki ladin arasın­
da, olabildiğince düz ve taşsız bir yer seçin. Yakında iyice çürümüş
bir kütük ve yosunlu bir katman varsa, bu iyiye işarettir.
Kök toplarken bulduğunuz her şeye asılırsanız elinizde boş bir
delikten başka bir şey olmaz. Acele etmekle ilgili öğrendiğimiz her
:;;eyi unutmamız gerek. Bütün mesele yavaş olabilmek. "Önce veri­
yoruz. Sonra alıyoruz." Topladığımız şey ister hasırotu ister huş ya
da kök olsun, öğrencilerim de Onurlu Hasat'ı çağrıştıran bu hasat
öncesi ritüele alıştılar. Kimisi gözlerini kapatıp bana katılıyor, kimisi
de fırsattan istifade sırt çantasını karıştırıp kaybettiği kurşunkale­
mini arıyor. Ladinlere kim olduğumu ve neden geldiğimi mırıltılar­
la anlatıyorum. Biraz Potawatomi dili, biraz da İngilizceyle, orayı
kazmak için izinlerini istiyorum. Sadece kendilerinin sunabileceği
:;;eyleri, gövdelerini ve öğretilerini bu güzel gençlerle paylaşmak is­
teyip istemediklerini soruyorum. Köklerden fazlasını vermelerini
istiyor ve bunun karşılığında biraz tütün veriyorum.
Öğrenciler etrafımda halka olup küreklerine dayanarak bekli­
yorlar. Eskimiş pipo tütünü gibi kurumuş, kokulu, yaşlı yaprakları
temizliyorum. Bıçağımı çıkarıp ölü tabakanın üstünde ilk kesiği açı­
yorum -damarları ya da kasları kesecek kadar derin değil, sadece
ormanın cildinin üzerinde yüzeysel bir kesik- ve kesik kenarı tutup
çekiyorum. Üst tabaka hemen soyuluyor; işimiz bitince geri koy­
mak üzere bir kenara alıyorum bu tabakayı. Bir kırkayak, alışkın
olmadığı ışığa maruz kalınca bir o yana bir bu yana koşuyor. Bir
başka böcek koşup saklanıyor. Toprağı açmak, dikkatle yapılan bir
cerrahi işleme benzer; öğrenciler de organların sıra sıra dizilmesin­
deki güzelliğe, birbirlerine yaslanmalarına, biçim ile işlev arasında­
ki uyuma şaşkınlıkla bakıyor. Bunlar ormanın iç organları.
Kara humusun altında, karanlık ve ıslak bir sokaktaki neon
ışıkları gibi renkler parlıyor. Coptis'lerin parlak turuncu kökleri,
toprağın içinde zikzaklar çiziyor. Kurşunkalem kalınlığında, krem
renkli köklerden oluşan bir ağ bütün sarsaparillaları birbirine bağlı­
yor. Chris hemen, "Haritaya benziyor," diyor. Farklı renklerde ve
genişliklerde yollarla dolu bir harita gibi gerçekten de. Otoyol gibi
256 Bitkilerin Ruhu

kalın kırmızı kökler var; nereden geldiklerini bilmiyorum. Birini çe­


kiştirince, bir metre kadar ilerideki bir yabanmersini çalısı sarsılıyor.
Kanada mayısçiçeğinin beyaz yumrukökleri, köylerin arasından ge­
çen şehirlerarası yollar gibi yarı saydam iplerle birbirine bağlanıyor.
Küçük çıkmaz sokaklara benzeyen koyu renkli bir organik madde
topağında, yelpaze şeklinde soluk sarı bir miselyum görünüyor.
Genç bir baldırandan, bir metropol haritası kadar karmaşık, kahve­
rengi lifler halinde bir kök çıkıyor. Artık bütün öğrenciler ellerini
toprağa daldırıp hatları takip ediyor, kök renklerini üstteki bitkilerle
eşleştirmeye, dünyanın haritasını okumaya çalışıyorlar.
Daha önce toprağı gerçekten gördüklerini zannediyorlardı.
Bahçelerini kazmışlar, ağaç dikmişler, yeni sürülmüş ve tohum için
hazırlanmış sıcak, gevrek toprağı avuçlarına almışlardı. Ama inek­
ler, arılar, karanfiller, Amerika toygarı, Kanada marmotu ve bunla­
rın hepsini birbirine bağlayan unsurlarla dolu, yemyeşil bir otlak bir
hamburgerle ne kadar yakın akrabaysa, sürülmüş o bir avuç toprak
da orman toprağıyla ancak o kadar yakın akraba olabilir. Bahçemiz­
deki toprak kıyma gibidir: Besleyici olabilir ama köklerini tanıya­
mayacağımız kadar çok işlemden geçmiştir. İnsanlar tarım yapabil­
mek için toprağı sürüyor; ormanlar ise hemen hemen hiç kimsenin
tımık olma imkanı bulamadığı kadar geniş ve karşılıklılık ilkesine
dayalı bir süreçler ağıyla kendi toprağım üretiyor.
Bitki köklerinden oluşan kaplamayı dikkatle kaldırınca, altın­
daki toprak sabahın ilk sade kahvesi kadar koyudur - incecik öğü­
tülmüş kahve çekirdekleri kadar siyah, humuslu, nemli ve yoğun.
Toprakta "pislik" olmaz. Bu yumuşacık kara humus öylesine tatlı ve
temizdir ki kaşık kaşık yiyebilirsiniz. Ağaç köklerini bulmak ve
hangi kökün hangi ağaca ait olduğunu ayırabilmek için bu olağa­
nüstü toprağı biraz kazmamız gerekiyor. Akçaağaç, huş ve kiraz
kökleri çok narindir - biz sadece ladin peşindeyiz. Ladin köklerini
dokusundan ayırt edebilirsiniz; gergin ve esnektir. Ladin kökünü
gitar teli gibi çekip bıraktığınızda esnek ve güçlü bir şekilde toprağa
çarpıp tıngırdar. İşte biz bunları arıyoruz.
Köklerden birini iki parmağımla tutuyorum. Çekiştirdiğimde
topraktan ayrılmaya başlıyor ve bizi kuzeye yönlendiriyor; kökü çı-
Çembere Kahlmak 257

karabilmek için o tarafa doğru küçük bir kanal açıyorum. Sonra do­
ğudan dümdüz gelen, gittiği yönden emin bir başka kökle kesişiyor.
O kısmı da kazıyorum. Biraz daha kazınca üçüncü kök de çıkıyor
karşımıza. Kısa süre sonra ortalık sanki bir ayı gelip toprağı kazmış
gibi oluyor. İlk deliğe gidiyorum, kökü bir tarafından kesiyorum,
sonra öteki köklerin altından geçiriyorum, sonra üstünden, altın­
dan, üstünden, altından. Ormanın tamamını dolaşan bir şebekenin
içindeki kablolardan bir tanesini ayırmaya çalışıyorum ama ötekile­
ri de ortaya çıkarmadan bunu yapamayacağımı anlıyorum. Bir dü­
zine kök açığa çıktı ve içlerinden birini seçmem, kesintisiz ve uzun
tek bir şerit elde edebilmek için koparmadan çıkarmam gerekiyor.
Kolay iş değil.
Öğrencilere dolaşmalarım, araziyi okumalarını ve nerede kök
yazdığını bulmalarını söylüyorum. Hemen gidiyorlar ve ormanın loş
serinliğinde kahkahaları ışıl ışıl parlıyor. Bir süre birbirlerine seslen­
meye, pantolonlarının içine sokmadıkları tişörtlerinin altından kendi­
lerini ısıran sineklere yüksek sesle küfretmeye devam ediyorlar.
Bütün hasadı tek noktadan yapmamak için dağılıyorlar. Kök­
lerden oluşan yorgan da üstümüzdeki kanopi kadar büyük. Birkaç
kök toplamak ormana fazla zarar vermez ama yine de sebep oldu­
ğumuz hasarı onarmaya özen gösteriyoruz. Açtığımız delikleri ka­
patmalarını, coptis'ler ile yosunları aldığımız yere geri koymalarını,
hasat bittikten sonra da yerinden ettiğimiz bitkilerin solan yaprak­
larını mataralarındaki suyla canlandırmalarını hatırlatıyorum.
Olduğum yerde kalıp kökler üzerinde çalışmaya devam ediyor,
neşeli sohbetlerin yavaş yavaş uzaklaşmasını dinliyorum. Ara ara
yakınlardan hayal kırıklığıyla dolu homurtular geliyor. Kürekle ze­
mini kazarlarken toprağın dağılıp birinin yüzüne sıçradığını duyu­
yorum. Ellerinin ne yaptığını biliyorum ve akıllarının nerede oldu­
ğunu seziyorum. Ladin kökü kazmak insanı bambaşka yerlere gö­
türür. Topraktaki harita insana sürekli aynı soruları sorar: Hangi
kökü seçmeli? Manzaralı yol hangisi? Peki ya çıkmaz sokak? Seçti­
ğin ve dikkatle çıkarmaya başladığın o güzelim kök aniden bir ka­
yanın altına giriverir de takip edemezsin. O yolu bırakıp başka yola
mı sapacaksın? Kökler haritadaki yollar gibi etrafa dağılır ama nere-
258 Bitkilerin Ruhu

ye gideceğini bilmiyorsan harita hiçbir işe yaramaz. Bazı kökler dal­


lanır. Bazıları kopar. Öğrencilerimin, çocukluk ile yetişkinlik arasın­
da kalmış yüzlerine bakıyorum. Bu seçenek karmaşasının onlara
çok net bir mesaj verdiğini düşünüyorum. Hangi yoldan gitmeli?
Hep sorduğumuz soru da bu değil mi zaten?
Kısa süre içinde kahkahalı sohbetler sona eriyor ve yosun tut­
muş bir sessizlik çöküyor üstümüze. Sadece ladinlerin arasından
esen rüzgarın hışırtısı ve bir kış çitkuşunun sesi. Zaman geçiyor.
Alışkın oldukları elli dakikalık derslerden çok daha uzun süredir
çalışıyorlar. Yine de hiçbiri konuşmuyor. Ben ümitle bekliyorum.
Havada bariz bir enerji, bir uğultu var. Sonra birinin alçak sesle ve
mutlulukla şarkı söylediğini duyuyorum. Yüzüme bir gülümseme
yayılıyor ve derin bir nefes alıyorum. Her seferinde aynı şey oluyor.
Apache dilinde toprak kelimesi ile zihin kelimesi aynı kökten
geliyor. Kök toplamak, dünyanın haritası ile zihnimizin haritası ara­
sına bir ayna tutuyor. Bence sessizlikte, şarkılar eşliğinde, ellerimiz
toprağın içindeyken olan tam da bu. Aynayı belirli bir açıyla tuttu­
ğunuzda bütün yollar birleşiyor ve eve dönüş yolunu bulabiliyoruz.
Yakın zamanda yapılan araştırmalar, humus kokusunun insan­
lar üzerinde fizyolojik bir etki yarattığını gösterdi. Toprak Ana'nın
kokusunu içimize çekince, anne ile çocuk ya da iki sevgili arasında­
ki bağı da güçlendiren oksitosin hormonu salınıyor. Toprağın sevgi
dolu kollarındayken şarkı söylememize şaşmamak gerek.
İlk defa kök kazdığım zamanı hatırlıyorum. Sepete dönüştüre­
bileceğim bir hammadde arıyordum ama dönüşen ben olmuştum.
Çapraz kesişen modeller, renklerin iç içe geçmesi - yapabileceğim
tüm sepetlerden çok daha güçlü ve güzel bir sepet çoktan örülmüş­
tü toprağın altında. Ladin ve yabanmersini, sinekler ve çitkuşu, yani
bütün orman, bir tepe büyüklüğünde doğal bir sepetti. Beni de içine
alacak kadar büyük bir sepet.
Sözleştiğimiz gibi patikada buluşuyor ve yumak halinde sardı­
ğımız köklerle gösteriş yapıyoruz; oğlanlar kimin yumağının en bü­
yük olduğu konusunda böbürlenip tartışıyorlar. Elliot bulduğu
kökü yere seriyor ve yanına uzanıyor - ayak parmaklarının ucun­
dan iyice yukarı uzattığı el parmaklarının ucuna kadar iki buçuk
Çembere Katılmak 259

metreden uzun bir kök bu. "Çürümüş bir kütük boyunca uzanıyor­
du," diyor, "ben de peşinden gittim." "Evet, benimki de öyleydi,"
diyor Claudia. "Sanırım besinleri takip ediyordu." Öğrencilerin ço­
ğunun bulduğu kökler kısa sayılabilecek parçalardı ama hikayeleri
uzundu: taş sandıkları şey aslında uyuyan bir kurbağaymış, çok
uzun zaman önceki bir yangından kalma kömür parçası varmış, bir
kök aniden kopup Natalie'nin üstünü başını toprağa bulamış. "Çok
sevdim. Bırakmak istemedim," diyor Natalie. "Sanki kökler hep bizi
bekliyormuş gibiydi."
Her seferinde öğrencilerim kök topladıktan sonra bir değişim
yaşarlar. Sanki varlığının hiç farkında olmadıkları kıskaçlardan kur­
tulmuş gibi hassaslaşırlar, açılırlar. Onlar sayesinde ben de bize ve­
rilmiş bir hediye olan dünyaya açılmanın ve toprağın bizi koruyup
kollayacağını, ihtiyaç duyduğumuz her şeyin burada var olduğunu
bilmenin verdiği hissi yeniden hatırlıyorum.
Kök toplarken ellerimizin aldığı hali de gösteriş vesilesi yapı­
yoruz: dirseklerimize kadar kollarımız, her bir tırnağımızın içi, teni­
mizdeki her bir çizgi adeta bir tören için kına yakılmış gibi kapkara,
tırnaklarımız çay lekeli porselenler gibi sapsarı. Claudia kraliçeyle
çay içiyormuş gibi serçeparmağını havaya kaldırıp, "Bakın," diyor,
"özel ladin kökü manikürü yaptırdım."
Kampa dönüş yolunda derede durup kökleri temizliyoruz. Taş­
ların üstüne oturup kökleri ve çıplak ayaklarımızı suya batırıyoruz.
İkiye ayrılmış bir fidandan yaptığım mengeneyle kökleri nasıl soy­
duğumu gösteriyorum onlara. Köklerin sert kabuğu ile etli dış zarı,
incecik beyaz bir ayaktan çıkan kirli bir çorap gibi sökülüveriyor.
Hemen altında tertemiz ve yumuşacık bir doku var. İplik gibi elimin
çevresine dolayabiliyorum ama kuruduğunda odun kadar sert ola­
cak. Mis gibi ladin kokuyor.
Kökleri topraktan söktükten sonra, derenin kıyısına oturup ilk
sepetlerimizi örüyoruz. İlk defa yapanların sepetleri dengesiz olu­
yor fakat yine de işe yarıyor. Kusursuz olmayabilirler ama insanlar
ile toprak arasındaki bağı yeniden örmenin ilk adımı olduklarına
inanıyorum.
Öğrenciler birbirlerinin omuzlarına çıkıp çadırın tepesine ulaşı­
yor ve ağaç kabuklarından yaptığımız levhaları köklerle birbirine
260 Bitkilerin Ruhu

bağlıyor, böylece Kızılderili çadırımızın çatısı kolayca yerleşiveri­


yor. Hasırotlarını çekiştirip fidanları bükerken, birbirimize neden
ihtiyacımız olduğunu da yeniden hatırlıyorlar. Hasır dokumanın
sıkıcılığı ve iPod'suzluk sayesinde hikaye anlatıcıları ortaya çıkıp
can sıkıntısını hafifletiyor, şarkılar eşliğinde parmaklar da sanki
daha önce bu deneyimi yaşamış gibi hızlanıyor.
Birlikte geçirdiğimiz süre içinde kendi sınıfımızı kendimiz yap­
tık, hasırotu kebabıyla ziyafet çektik, köksap kızarttık, polen krepi
yedik Böcek ısırıklarının acısını hasırotu jeliyle hafiflettik. Daha
yapmamız gereken halatlar ve sepetler var, dolayısıyla yuvarlak ça­
dırımızın içinde birlikte oturuyor, iplik büküyor ve sohbet ediyoruz.
Bir defasında biz hasırotundan sepet yaparken Mohawk bü­
yüklerinden ve alimlerinden Darryl Thompson'ın yanımıza geldiği­
ni anlatıyorum öğrencilerime. "Gençlerin de hasırotunu tanımaya
başladığını görmek beni çok sevindiriyor," demişti Darryl. "Yaşa­
mak için ihtiyacımız olan her şeyi veriyor bu bitki." Hasırotu kutsal
bir bitkidir ve Mohawk Yaratılış hikayelerinde bahsi geçer. Sonra­
dan öğrendim ki hasırotunun Mohawk dilindeki karşılığı ile Po­
tawatomi dilindeki karşılığı arasında çok benzerlik var. Mohawk'la­
rın kullandığı kelime, Kızılderililerin bebeklerini sırtlarında taşımak
için yaptıkları beşik sepetlere de atıfta bulunuyor ama bunu öylesi­
ne incelikle yapıyor ki gözlerim yaşarıyor. Potawatomi dilinde keli­
menin anlamı "bebek kundağı"; Mohawk dilindeki kelime ise ha­
sırotunun insanı hediyeleriyle kundakladığı anlamına geliyor. Yani
biz onun bebekleri oluyoruz. Tek kelimenin içinde, Toprak Ana bizi
beşik sepetinde taşıyıveriyor.
Böylesine büyük bir özenin karşılığını nasıl verebiliriz ki? O
bizi sırtında taşırken, biz de onun yüklerinin bir kısmını sırtlanabilir
miyiz? Ben bunu düşünürken, Claudia düşüncelerimi yansıtan bir
şey söylüyor: "Saygısızlık yapmak istemiyorum. Bence bitkileri top­
lamadan önce onlardan izin istemek, onlara tütün vermek harika,
ama yeterli mi? O kadar çok şey alıyoruz ki. Hasırotu toplarken alış­
verişe çıkmış gibi yapmadık mı? Fakat bunca şey aldık ve karşılığın­
da hiçbir şey ödemedik. Aslına bakarsanız yaptığımız şey bataklık
hırsızlığıydı." Haklıydı. Hasırotları bataklığın Walmart'ıysa, çalıntı
Çembere Katılmak 261

malla doldurduğumuz kanolarımızla oradan ayrılırken güvenlik


alarmlarının bangır bangır çalması gerekirdi. Bir anlamda, karşılık­
lılık ilkesini kurmanın bir yolunu bulamadığımız sürece, bedelini
ödemediğimiz ürünleri çalıyoruz demektir.
Öğrencilerime, tütünün maddi değil manevi bir hediye oldu­
ğunu, duyduğumuz büyük saygıyı simgelediğini hatırlatıyorum.
Aslında aynı şeyi yıllar boyunca ben de büyüklerime sordum ve
farklı cevaplar aldım. İçlerinden biri, tek sorumluluğumuzun min­
net duymak olduğunu söyledi. Toprak Ana'nın bize verdiklerinin
benzerini ona geri verebileceğimizi düşünmek gibi bir küstahlığa
düşmemem konusunda beni uyardı. Edbesendowen kavramını, yani
bu bakış açısındaki alçakgönüllülüğü çok önemsiyorum. Yine de
minnet dışında şeyler de sunabileceğimize inanıyorum. Karşılıklılık
felsefesi soyut düzlemde çok hoş, ama uygulaması kolay değil.
Eller meşgul olduğunda zihin de boşalıyor ve hep birlikte ha­
sırotu liflerini bükerek halat yaparken öğrenciler de bu konu üzerin­
de fikir yürütüyor. Hasırotuna, huşa ya da ladine ne sunabileceğimi­
zi soruyorum. Lance bu düşünceyi küçümsüyor: "Alt tarafı bitki
bunlar. Onlardan faydalanmamız çok güzel ama onlara herhangi bir
şey borçlu değiliz. Zaten orada öylece duruyorlar." Ötekiler homur­
danıp bana bakıyor, bir tepki vermemi bekliyorlar. Chris hukuk oku­
mak istiyor, bu yüzden de içindeki avukat hemen sohbete katılıyor.
"Hasırotları 'bedava'ysa bize verilmiş bir hediye demektir ve onlara
minnet borçlu oluruz. Hediyenin karşılığında bir şey ödemezsin, za­
rif bir şekilde kabul edersin." Ama Natalie aynı fikirde değil: "Bir şey
hediye edildiyse borçlu hissetmeyecek miyiz yani? Daima karşılığın­
da bir şey verilir." İster bir hediye ister satın aldığın bir ürün olsun,
her durumda ödenmemiş bir borcun var demektir. Biri ahlaki, diğeri
hukuki borç. Dolayısıyla etik davranmak istiyorsak, aldıklarımız
karşılığında bitkilere bir şeyler vermemiz gerekınez mi?
Böyle bir soru üstünde düşünmelerini dinlemek çok hoşuma
gidiyor. Ortalama bir Walmart müşterisinin, satın aldığı ürünlerin
kaynağı olan toprağa karşı borçlu hissedeceğini sanmıyorum. Bir
yandan çalışıp hasırotu dokurken bir yandan da bol bol konuşup
gülen öğrenciler uzun bir öneri listesi oluşturuyor. Brad, aldıkları-
262 Bitkilerin Ruhu

mız karşılığında devlete para ödediğimiz, bu paranın da sulak alan­


ları korumaya harcandığı bir ruhsat sist.emi öneriyor. Birkaç öğren­
cim sulak alanların kıymetini bilmek için okullarda hasırotunun
değerini anlatan atölye çalışmaları yapılmasını söylüyor. Savunma
stratejisi önerenler de var: hasırotlarını tehdit edenlere karşı koruma
sağlamak, su kamışları ya da mor aklarotu gibi istilacı türlerin sö­
külmesini desteklemek. Şehir planlama kurulunun toplantısına ka­
tılıp sulak alanların korunmasını savunmak. Oy kullanmak. Nata­
lie, su kirliliğini azaltmak için evinde yağmur suyu biriktirmeye
başlayacağına söz veriyor. Lance, ailesi bir daha bahçeye suni gübre
dökmesini istediğinde, zararlı atıkların toprak altından sızmasını
önlemek üzere bu uygulamayı boykot edeceğine ant içiyor. Ducks
Unlimited ya da Nature Conservancy gibi doğa koruma örgütlerine
katılmaktan bahsediyorlar. Claudia hasırotundan bardak altlıkları
örüp Noel hediyesi olarak herkese bunları vereceğini söylüyor, bar­
dak altlıklarını kullandıkça sulak alanları hatırlayacaklarını umu­
yor. Sorduğum soruya cevap bulamayacaklarını sanmıştım ama ya­
ratıcılıkları karşısında utandım. Hasırotlarına verebilecekleri hedi­
yeler, hasırotlarından aldıkları kadar bol ve çeşitli. Ne verebileceği­
mizi keşfetmek bizim işimiz. Eğitimin amacı da bize hediye edilen
yetenekleri anlamak ve bunları dünyanın iyiliği için kullanmak de­
ğil mi zaten?
Onları dinlerken rüzgarda salınan hasırotu saplarının, ladin
dallarının fısıltısını duyuyorum - özen göstermenin soyut bir şey
olmadığını hatırlatıyorlar. Hissettiğimiz ekolojik şefkatin çemberi,
canlı dünyayı doğrudan deneyimledikçe genişliyor, deneyimleme­
dikçe daralıyor. Bataklıkta göğsümüze kadar suya dalmasaydık,
misksıçanı izlerini takip etmeseydik, yanan tenimizi hasırotu jeliyle
serinletmeseydik, ladin köklerinden sepet yapmasaydık ya da ha­
sırotu krepi yemeseydik bunların karşılığında ne gibi bir hediye ve­
rebileceklerini düşünüyor olurlar mıydı? Öğrenmenin karşılıklılığı
içinde, eller kalbe yol gösterebiliyor.
Son gecemizde Kızılderili çadırının içinde uyumaya karar veri­
yor, gün batarken uyku tulumlarımızı çekiştire çekiştire çadıra gö­
türüyor, gece geç vakte kadar ateşin çevresinde gülüşüyoruz. Clau-
Çembere Kablmak 263

dia, "Yarın döneceğimize üzülüyorum," diyor. "Hasırotu üstünde


uyuyup toprakla bu kadar yakın bir bağ kurmayı özleyeceğim." Bir
Kızılderili çadırının içinde değilken, dünyanın tüm ihtiyaçlarımızı
karşıladığını hatırlamak kolay değil. Doğa ile birbirimizi karşılıklı
takdir etmek, minnet duymak, hediyelere karşılık vermek huş ağacı
kabuğundan yapılmış bir çatının altında ne kadar önemliyse, Bro­
oklyn' deki bir dairede de o kadar önemli.
Öğrenciler ellerinde meşalelerle ikişer üçer kişilik gruplar ha­
linde ateşin başından ayrılıp fısıldaşmaya başlayınca bir komplo
kurduklarını hissediyorum. Ben ne olduğunu anlayamadan, ellerin­
de uyduruk nota kağıtlarıyla ateşin ışığı altında sıralanıyorlar. "Si­
zin için bir şey hazırladık," diyerek kendilerinin yazdığı muhteşem
bir marşı söylemeye başlıyorlar. Ladin kökleri ve orman gökleri,
insani ihtiyaçlar ve çamurlu bulamaçlar, hasırotu meşaleler ve duy­
gusal şelaleler gibi inanılmaz kafiyeli bir marş. Kreşendoda ise koro
halinde yüksek sesle, "Nerede olursam olayım, bitkiler varsa yu­
vamdayım," diye bağırıyorlar. Bundan daha mükemmel bir hediye
hayal edemezdim.
Yere serilmiş tırtıllar gibi çadırın içine sığışıyoruz ve kahkahala­
rın, son sohbetlerin arasında ağır ağır uykuya dalmaya başlıyoruz.
"Fırında köksaplar ve bitkisel haplar" gibi akıl almaz bir kafiyeyi
hatırlayıp kıkırdayınca, uyku tulumlarına dalga dalga yayılan bir
hareketi başlatıyorum. Sonunda herkes uyuyunca, ağaç kabuğun­
dan çatımızın altında, üstümüzdeki yıldızlı kubbenin bir yansıması
olduğumuzu duyumsuyorum. Bir süre sonra her yer iyice sessizle­
şiyor ve hasırotu duvarlarımızın nefesini, fısıltılarını duyabiliyo­
rum. İyi bir anne olduğumu hissediyorum.
Güneş doğu kapısından içeri dolmaya başladığında önce Nata­
lie uyanıyor, uyku tulumlarının arasından parmak uçlarında geçip
dışarı çıkıyor. Hasırotunun aralıklarından, kollarını kaldırıp yeni
güne şükranlarını sunduğunu görüyorum.
CASCADE HEAD YANIYOR

Yenilenmenin dansı, dünyayı yaratan dans daima burada, her şeyin kıyısında, uçu­
rumun eşiğinde, sisli sahilde edilirdi.
Ursula K. Le Guin

Kıyıya çarpıp köpüklenen dalgaların çok ötesinde hissetmişler­


di bunu. Hiçbir kanonun erişemeyeceği kadar uzakta, denizin diğer
ucunda, içlerinde bir şey kıpırdanmış, kemikten ve kandan oluşmuş
kadim saat, "Vakit geldi," demişti. Kendine has bir pusula iğnesi gibi
denizde dönüp duran, gümüş rengi pullarla kaplı, ok gibi yüzen
bedenler yuvaya yöneldi. Her yönden geldiler, birbirlerine yaklaş­
tıkça rotaları daraldı, balıklardan oluşmuş bir huniye benzediler,
sonunda gümüşi bedenleri suyu aydınlattı; aynı yuvadan çıkıp de­
nize açılmış hayırsız evlatlar, sombalıkları yuvaya dönüyordu.
Burada sahil şeridi, sisli kıyılarla örtülmüş ve yağmur ormanı
nehirleriyle yer yer kesilmiş sayısız koyla süsleniyor - belirgin işaret­
ler sis altında kaldığından, yolunuzu kolayca kaybedebileceğiniz bir
yer. Kıyıda sık ladinler var; evler bu siyah pelerinlerin ardında saklı.
Atalarımız rüzgarda savrulup bambaşka sığlıklarda karaya oturan
kayıp kanoları anlatırlar. Kanolar uzun süre ortada görünmezse aile-
Cascade Head Yanıyor 265

ler sahile inip, denizdekilerin evlerine güvenle dönebilmeleri için bir


fener olması niyetine, kıyıya vurmuş ağaç kütüklerinden ateş yakı­
yor. Denizden aldıkları yiyeceklerle dolu kanolar nihayet kıyıya yak­
laşhğında, balıkçılar danslar ve şarkılarla onurlandırılıyor, bu tehli­
keli yolculuğun karşılığı minnetle ışıldayan yüzler oluyor.
İnsanlar, gövdelerinde yiyecek taşıyan öteki kardeşlerinin geli­
şine de aynı şekilde hazırlanıyorlar. Bekleyip izliyorlar. Kadınlar en
güzel dans giysilerinin üstüne bir sıra daha denizkabuğu ekliyorlar.
Karşılama şöleni için kızılağaç odunları yığıyor, kamburüzüm şişle­
rini bileyliyorlar. Ağları tamir ederken eski şarkıları prova ediyorlar.
Ama kardeşleri bir türlü gelmiyor. Denizde bir işaret görebilmek
için sahile iniyorlar. Belki de kardeşleri burayı unuttular. Belki de
denizde kayboldular, seneler önce geride bıraktıkları yerde hoş kar­
şılanıp karşılanmayacaklarını bilemediler, dolaşıp duruyorlar.
Yağmurlar gecikti, su seviyesi alçak, ormandaki patikalar tozlu,
kuru ve aralıksız dökülen sarı ladin iğneleriyle kaplı. Burnun dağlık
kısmındaki çayırlar kahverengi ve kurak, azıcık nem verecek bir sis
bile yok.
İleride, kıyıya vuran köpüklü dalgaların ötesinde, kanoların gi­
debileceği mesafelerin ötesinde, ışığı yutan zifiri karanlığın içinde,
bütün sürü yekvücut hareket ediyor, yönlerinden emin olmadan ne
doğuya ne de bahya yöneliyor.
Adam gece vakti elinde bir bohçayla yürüyor. Boylu mazının
kovuğundaki kıvrık otların içine koru yerleştiriyor ve nefesiyle bes­
liyor. Alev dans ediyor, sonra sakinleşiyor. Otlar yanıp kararırken
siyah bir duman da birikiyor ve sonra aniden aleve dönüşüp önce
bir dala, sonra bir diğerine sıçrıyor. Çayırın her yanında başkaları
da aynı şeyi yaparak otların içinde aniden hızlanıp birleşen alev hal­
kaları yakıyorlar; solgun ışıkta beyaz dumanlar kıvrılarak yükseli­
yor, kendi kendini canlandırıyor, yamaç boyu nefes nefese yükseli­
yor ve sonunda bütün bu nefesler birleşip geceyi aydınlatıyor. Kar­
deşlerinin eve dönebilmeleri için yol gösteren fenerler bunlar.
Burnu yakıyorlar. Alevler rüzgarla birlikte hızla yayılıyor - ta
ki ormanın ıslak yeşil duvarına çarpana dek. Dalgalardan neredey­
se dört yüz elli metre yukarıda alevden bir kule parlıyor: sarı, tu-
266 Bitkilerin Ruhu

runcu ve kırmızı renklerde dev bir alev. Yanmakta olan çayırda du­
manlar giderek artıyor ve karanlığın içindeki pembe sombalıkları
beyaz karınlarıyla birlikte kıvrıla kıvrıla yükseliyor. "Gel, gel, teni­
min teni. Kardeşim. Yaşamının başladığı nehre dön. Şerefine bir şö­
len hazırladık."
Açıklardan, kanoların gidemeyeceği kadar uzaktaki sulardan
bakınca zifiri karanlık sahilde ufacık bir ışık, karanlığın içinde bir
kibrit, sahil boyunca sürüklenip sise karışan beyaz bulutların altın­
da titreşiyor. Uçsuz bucaksız boşluğun içinde bir kıvılcım. Vakit gel­
di. Yekvücut olup doğuya, kıyıya, yuvaları olan nehre dönüyorlar.
Doğdukları suyun kokusunu alınca yolculuklarına bir ara verip za­
yıflayan gelgite bırakıyorlar kendilerini. Üzerlerinde, tam da burun­
da ışıldayan alev kulesi suya yansıyor, dalgaların kızaran tepelerine
bir öpücük konduruyor ve gümüş rengi pulları aydınlatıyor.
Güneş doğarken burun, sanki mevsimin ilk karı yağmış gibi gri
beyaz. Aşağıdaki ormanın üstüne soğuk küller savruluyor ve rüz­
gar yanmış otların keskin kokusunu taşıyor. Ama hiç kimse bunun
farkında değil, çünkü hepsi de yüzgeç yüzgece nehir boyunca yü­
zen besin kaynaklarına hoş geldin şarkıları, güzellemeler söylemek­
le meşguller. Ağlar hala sahilde, mızraklar hala evlerde asılı. Kanca
çeneli lider sombalıkları hiç müdahale edilmeden önden gidiyor;
ötekilere rehberlik edecekler ve nehrin yukarısındaki akrabalarına,
insanların minnettar ve saygılı olduğunu söyleyecekler.
Balıklar devasa sürüler halinde kampın yanından geçip nehrin
üst kısmına kadar hiç rahatsız edilmeden ilerliyor. Dört gün boyun­
ca güven içinde yüzdükten sonra İlk Sombalığı en saygın balıkçı
tarafından avlanıyor ve bir ayin ciddiyetiyle hazırlanıyor. Ayin ala­
nına, çam iğneleriyle kaplı bir mazı platform üstünde, törenle taşını­
yor. Sonra kutsal yiyecekler olan sombalığı, geyik, kökler ve çalı
meyveleri, havzadaki yerlerine uygun sırayla yeniyor. Kızılderililer
elden ele bir bardak dolaştırarak hepsini birbirine bağlayan suyun
varlığını kutluyor. Uzun sıralar halinde dans ediyor, verilen her şey
için şükran şarkıları söylüyorlar. Sombalıklarının ruhlarının ötekile­
ri takip edebilmesi için kılçıkları, baş kısımları nehrin yukarısına
bakacak şekilde yeniden nehre bırakılıyor. Tıpkı bizler gibi onlar da
ölmeye yazgılı ama öncelikle, yaşamın hep bir sonrakine, hep bir
Cascade Head Yanıyor 267

sonrakine devredildiği kadim anlaşmaya uymaları gerekiyor. Bu sa­


yede dünya yenileniyor.
Ancak bundan sonra ağlar kuruluyor, su bentleri çekiliyor ve
av başlıyor. Herkesin bir görevi var. İhtiyarlardan biri, mızraklı bir
gence tavsiye veriyor: "Sadece ihtiyacın olanı al, diğerlerini bırak
gitsinler, o zaman balık soyu sonsuza dek yaşar." Balıkların kurutul­
duğu tezgahlar bütün kış yetecek kadar dolduğunda avlanmayı bı­
rakıyorlar.
Otların kurumaya başladığı sonbahar mevsiminde sayısız Kral
Sombalığı geliyor. Hikayeye göre Sombalıkları ilk geldiğinde sahil­
de onu, yıllar boyu insanları açlıktan ölmekten kurtaran Kokarlaha­
na karşılamış. Sombalığı, "İnsanlarımı gözettiğin için sağ ol karde­
şim," diyerek Kokarlahana'ya geyik derisinden bir battaniye ve bir
topuz hediye etmiş ve dinlenmesi için yumuşak, nemli toprağa yer­
leştirmiş onu.
Tıpkı ormanlardaki gibi, nehirdeki çeşitlilik de (Kral, Şinuk,
Pembe ve Gümüş Sombalığı) insanların aç kalmamasını sağlıyor.
Karanın kilometrelerce içine kadar yüzen sombalıkları, ağaçların
çok ihtiyaç duyduğu bir kaynağı da getiriyor: Azot. Yumurtlamayı
bitiren sombalıklarından geriye kalan kılçıklar ayılar, kartallar ve
insanlar tarafından ormanlara taşınıyor ve Kokarlahana'nın yanı
sıra ağaçlara da gübre oluyor. Biliminsanları, kararlı izotop analizi
yöntemiyle, yaşlı ormanlardan okyanusa kadar uzanan azotun izini
sürdüler. Sombalıklarının herkesi beslediği anlaşıldı.
İlkbahar geldiğinde burun yine taze otların yemyeşil ışığıyla pa­
rıldayan bir fenere dönüşüyor. Yanıp kararmış toprak hızla ısınıyor
ve gübre görevi üstlenen küllerin de katkısıyla sürgünle hemen yük­
seliveriyor, kopkoyu Sitka ladini ormanlarının ortasında geyiklere
ve yavrularına bereketli bir mera sunuyor. Mevsim ilerledikçe çayır­
lar yabani çiçeklerle dolup taşıyor. Şifacılar, "rüzgarın eksilmediği
yer" olarak tanımladıkları bu dağdan başka hiçbir yerde yetişmeyen
bitkisel ilaçları toplamak için uzun bir hrmanışa razı oluyorlar.
Burun, kıyıdan denize doğru bir çıkıntı yapıyor ve deniz bu
bumun çevresinde beyaz kıvrımlar çiziyor. Uzun uzun seyredilesi
bir manzara. Kuzeyde kayalık sahil. Doğuda yosunlarla kaplı yağ­
mur ormanlarıyla dolu çok yaşlı, sıra sıra tepeler. Batıda uçsuz bu-
268 Bitkilerin Ruhu

caksız deniz. Güneyde sombalıklarınm doğduğu nehrin ağzı. Ko­


yun girişini yay şeklinde yatay olarak kesen devasa kum sığlığı ko­
yun girişini kapatıyor ve nehri daracık bir yoldan geçmeye zorluyor.
Kara ile denizin buluşmasını şekillendiren bütün kuvvetler tam da
orada, kumun ve suyun içinde.
Yukarıda, bize görme yetimizi getiren Kartallar, burundan yük­
selen sıcak su kaynaklarının üstünde dolaşıyor. Burası bir zamanlar,
otların kendi kendine yandığı bu yerde günlerce fedakarca oruç tu­
tarak görme yetisi kazanmaya çalışanlar için kutsal bir topraktı. İn­
sanlar Sombalıkları için, İnsanlar için, Yaratıcı'nın sesini duymak
için, düş görmek için fedakarlık ederdi.
Bugün bu burnun hikayesini ancak bölük pörçük bilebiliyoruz.
Tamamını bilenler, bu bilgiyi aktaramadan yok oldular; ölümler,
hikayeyi anlatacak pek fazla insan bırakmadı geride. Ama insanlar
çoktan gitmiş olsa da çayırlar, ayin ateşlerinin hikayesinden izler
taşıyor hala.

1830'1arda bir salgın fırtınası Oregon'u yıktı geçti; at arabaları


mikroplar kadar hızlı hareket edemiyordu. Çiçek ve kızamık Kızıl­
derililere kadar ulaştı; ateşin karşısında otlar ne kadar direnebilirse,
yerli halklar da bu hastalıklara karşı o kadar dirençliydi. 1850 civa­
rında işgalci beyazlar bölgeye geldiğinde, köylerin çoğunda hayat
kalmamıştı. Yerleşimcilerin tuttukları günlükler, hayvanları için ha­
zır otlakların olduğu sık ormanlar bulunca yaşadıkları şaşkınlığı ve
ineklerini doğal otlaklarda nasıl semirttiklerini anlatıyor. İnekler,
önceden de var olan toprak yolları izlemiş, bu yolların daha da sıkı­
laşıp oturmasını sağlamış olsalar gerek. Ormanın yayılmasını önle­
yerek ve toprağı gübreleyerek, artık yakılmayan ateşlerin görevini
kısmen üstlenmiş olmalılar.
Nechesne halkından kalan son toprakları da almak için durmak­
sızın bölgeye gelen yerleşimciler, Holstein cinsi inekleri için giderek
daha fazla otlağa ihtiyaç duydular. Bu bölgede pek fazla düz arazi
olmadığından, nehir ağzındaki tuzlu su bataklıklarına göz diktiler.
Nehir, okyanus, orman, toprak, kum ve gün ışığının buluştuğu,
kıyının da kıyısı sayılabilecek bu ekosistemler arası kesişme nokta-
Cascade Head Yanıyor 269

larındaki nehir ağızları tüm sulak alanlardan daha fazla biyolojik


çeşitliliği ve verimliliği barındırabiliyor. Her türden omurgasız can­
lı buralarda ürüyor. Yoğun bitki örtüsü ve tortuların içinde farklı
boyutlarda oluşmuş kanallar, nehirden çıkan ya da nehre giren fark­
lı büyüklükteki sombalıklarına uygun. Nehir ağzı, yumurtadan bir­
kaç gün önce çıkmış minicik yavrulardan tuzlu suya yeni yeni uyum
sağlayan gençlere kadar tüm sombalıkları için bir sığınma alanı. Ba­
lıkçıllar, ördekler, kartallar ve yumuşakçalar da yaşayabiliyor bu
nehir ağızlarında - ama inekler değil, çünkü bu ot denizi fazlasıyla
sulak. Bu nedenle yerleşimciler suyu uzak tutmak için setler yaptı­
lar ve sulak alanları otlağa dönüştürmekle "toprağı denizden kurta­
rıp ıslah ettiklerini" söylediler.
Eskiden incecik damarlar halinde yaygın akan nehir, setler yü­
zünden doğrudan denize akan tek ve dümdüz bir hatta dönüştü.
İnekler için belki iyi oldu ama artık hiçbir yerde duraklayamadan
hızla denize savrulan genç sombalıkları için tam bir felaketti bu.
Tatlı suda doğmuş bir sombalığının tuzlu suya geçişi, vücut
kimyası açısından çok ciddi bir tehdittir. Bir balık biyoloğu bu süre­
ci, damardan kemoterapi ilacı almanın zorluğuna benzetiyor. Balık­
ların, bir han gibi kullanabilecekleri, kademeli bir geçiş bölgesine
ihtiyaçları var. Nehir ağızlarındaki hafif tuzlu su, nehir ile okyanus
arasındaki bu tampon bölge sombalıklarının hayatta kalması açısın­
dan çok önemli.
Somon konservesinden servet kazanma umuduyla sombalığı
avcılığında büyük bir patlama yaşandı. Ama doğdukları yere dönen
balıkları artık kimse törenle karşılamıyor, ilk gelenlerin nehrin üst
kısımlarına kadar güvenle geçişlerini kimse garanti edemiyor. Üstü­
ne üstlük, nehirlerin yukarısına yapılan barajlar yüzünden buraya
giren bir daha çıkamıyor ve sığırların otlatılması, endüstriyel or­
mancılık gibi faaliyetlerle doğal ortamların bozulması sonucunda
sombalıkları artık hemen hemen hiç yumurtlamıyor. Ticari zihniyet,
binlerce yıldır insanları besleyen bu balıkları nesillerinin tükenmesi
tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Gelirlerini korumak isteyen insan­
lar endüstriyel balıkçılığa yönelip sombalığı çiftlikleri kurdular. Ne­
hir olmadan sombalığı üretebileceklerini sandılar.
270 Bitkilerin Ruhu

Denizdeki doğal sombalıkları yıllarca burundan yükselecek


alevleri beklediler ama hiçbir şey göremediler. Yine de İnsanlarla bir
anlaşmaları vardı ve Kokarlahana'yı kollayacaklarına söz vermiş­
lerdi; bu yüzden her yıl gelmeye devam ettiler ama sayıları giderek
azaldı. Yuvaya ulaşmayı başaranlar, bomboş, karanlık ve yapayal­
nız bir yerle karşılaştı. Şarkılar, eğreltiotlarıyla süslenmiş masalar
yoktu. Sahilde onların dönüşünü kutlayan ışıklar yoktu.
Termodinamik yasalarına göre hareket esastır, her şey bir yere
gider. İnsanlar ile balıklar arasındaki karşılıklı sevgi, saygı ve özen
ilişkisi nereye gitti peki?

Dik yamaçtaki doğal basamaklar sayesinde patika aniden ne­


hirden yükseliyor. Devasa sitka ladinlerinin köklerine basarak tır­
manırken bacaklarımdaki kaslar alev alev yanıyor. Yosun, eğreltiot­
ları ve kozalaklı ağaçlar tüye benzer şekilleriyle tekrarlanan bir de­
sen çiziyor, giderek yakınlaşan ormanın girişine blok halde yerleşti­
rilmiş yeşil mozaiklere benziyor.
Dallar omuzlarıma sürtünüyor, başımı eğip sadece yola ve ayak­
larıma bakmaya zorluyor beni. Kendi başımın küçük kubbesinin
altında bu şekilde yürürken içime dönüyorum; zihnimin içindeki lis­
teler ve anılarla meşgulüm. Sadece kendi adımlarımın sesini, su ge­
çirmez pantolonumun hışırtısını ve kalbimin atışını duyarak yürü­
yor, sonunda suyun dik bir şekilde düşerken şarkılar söylediği, in­
cecik bir pus bıraktığı bir dereye varıyorum. Burası bana ormanı
gösteriyor: aşkmerdivenlerine konmuş bir çitkuşu şakıyor; turuncu
göbekli bir su keleri önümden geçiyor.
Patika, tepenin zirvesinin tam altında beyaz köklü kızılağaçlar­
dan oluşmuş bir eteğe doğru yükselirken, ladinlerin oluşturduğu
gölgelikten nihayet alacalı bir ışığa çıkıyorum. Beni neyin beklediği­
ni bilerek adımlarımı hızlandırmak istiyorum ama bu geçiş bölgesi
öylesine baştan çıkarıcı ki kendimi yavaşlayıp beklentinin tadını çı­
karmaya zorluyor, havadaki değişimi ve artan rüzgarı kokluyorum.
En son kızılağaç da sanki beni özgür bırakmak ister gibi patikanın
yan tarafına doğru eğilmiş duruyor.
Altın rengi otların üzerinde simsiyah uzanan, çayır toprağının
Cascade Head Yanıyor 271

onlarca santim derinliğine gömülmüş patika, benden önce yüzyıllar


boyunca yürünmüş gibi, doğal hatları takip ediyor. Otlar, gökyüzü
ve sıcak hava akımının arasında uçan iki dazlak kartalla baş başa­
yım. Tepeyi aşınca ışık, açık arazi ve rüzgar çarpıyor yüzüme. Man­
zarayı görünce aklım başımdan gidiyor. Bu yüce, kutsal yer hakkın­
da size söyleyebileceğim başka bir şey yok Sözcükler uçup gidiyor.
Düşüncelerim bile burna doğru yelken açmış bulut kümeleri gibi
dağılıyor. İnsan orada sadece var oluyor.
Bu hikayeyi öğrenmemiş olsaydım, alevler rüyama girmemiş
olsaydı ben de herkes gibi yürüyüş yapmak için buraya gelir, manza­
ranın fotoğraflarım çekerdim. Koyun ağzım kapatan sarı kumların
orak şeklindeki müthiş kıvrımını ve dantel gibi işlenmiş köpükleriy­
le sahile vuran dalgaları hayranlıkla izlerdim. Başımı uzahp tepeci­
ğin diğer yanına bakar, Oregon Sıradağları'mn çizdiği karanlık çizgi­
den kopup gelerek aşağılardaki tuzlu bataklığın ortasından geçen
nehrin çizdiği kavisli gümüşi hatlı görürdüm. Herkes gibi, dik kaya­
lığın tepesine yaklaşıp üç yüz metre aşağıdaki burna çarpan dalgala­
ra baş döndürücü bir heyecanla bakardım. Koyda sesleri yankılanan
fokları dinlerdim. Bir pumanın koşuşu gibi otları yararak ilerleyen
rüzgarı izlerdim. Ve uçsuz bucaksız gökyüzünü. Ve denizi.
Bu hikayeyi bilmeseydim saha için notlar alır, nadir bitkiler ko­
nusunda rehberime danışır, çantamdan öğle yemeğimi çıkarıp yer­
dim. Ama hemen yandaki tepede duran adamın yaptığı gibi cep te­
lefonuyla konuşmazdım.
Bütün bunları yapmak yerine, adlandıramadığım, neşe ve ke­
der tadında bir duyguyla gözyaşları yanaklarımdan süzülürken öy­
lece duruyorum. Bu pırıltılı dünyada olmanın neşesi ve kaybettikle­
rimizin kederi içinde... Otlar, ateşle yanıp kül oldukları, farklı türler
arasındaki sevgiyle tutuşup yolu aydınlattıkları o geceleri hatırlı­
yor. Bugün bunun anlamım kaç kişi biliyor ki? Otların üstüne diz
çöküyor, sanki toprağın keder içinde halkına haykırdığını duyuyo­
rum: Yuvana dön. Yuvana dön.
Çoğu zaman başkaları da yürüyüş yapmak için buraya geliyor.
Fotoğraf makinelerini bırakıp burunda öylece duruyor, özlem dolu
bakışlarını denize dikiyor, rüzgar sesinin arasında etrafı dinlemeye
272 Bitkilerin Ruhu

çalışıyorlar. Dünyayı sevmenin nasıl bir şey olduğunu hatırlamaya


çalışır gibiler.

İnsanları sevmek ile toprağı sevmek arasında kendi kendimize


tuhaf bir ikilik yarattık. Bir insanı sevmek için bir vasıta olması ge­
rektiğini ve bu sevginin belirli bir gücü olduğunu biliyoruz - her
şeyi değiştirebileceğini biliyoruz. Ama toprağı sevmenin, kendi ak­
lımız ve kalbimizin sınırları dışında hiçbir enerji gerektirmeyen, iç­
sel bir şey olduğunu sanıyoruz. Cascade Head Burnu'nun tepesin­
deki çayırda bir başka gerçek daha ortaya çıkıyor, toprağa duyulan
sevginin gücü gözle görülür hale geliyor. Burnun ateşe verilmesi,
insanların sombalıklarıyla, birbirleriyle, ruhlar dünyasıyla olan bağ­
larını güçlendirmenin yanı sıra, biyolojik çeşitlilik de yaratıyordu.
Tören sırasında yakılan ateşler ormanları, deniz kıyısındaki çayırla­
rın uzantılarına, sisler arasındaki karanlık ağaçların ortasında, etrafı
açık yaşam alanlarına dönüştürüyordu. Bu yangınlar sayesinde, do­
ğuda başka hiçbir yerde görülmeyen, yangınlara bağımlı türlere
yuva olmuş burun otlakları oluşuyordu.
Aynı şekilde, İlk Sombalığı Töreni de tüm güzelliğiyle dünya­
daki tüm kubbelerin altında yankılanıyor. Sevgi ve minnet şölenleri
sadece içimizdeki duyguları ifade etmek için yapılmıyor, çok kritik
bir dönemde, balıkların avlanma korkusu olmadan nehrin yukarıla­
rına ilerleyebilmesine de yardım ediyordu. Sombalığı kılçıklarını de­
relere bırakmak, besinlerin sisteme geri kazandırılmasını sağlıyor­
du. Bunlar, günlük hayata da saygı gösteren törenlerdi.
Fener yakmak güzel bir şiirdir - toprağın derinliklerine kadar
işleyen, vücut bulmuş bir şiir.

İnsanlar sombalığını tıpkı ateşin otları sevdiği gibi sevdi


ve alevlerin denizin karanlıklarını sevdiği gibi.

Bugün ise bu şiiri sadece kartpostallara ("Cascade Head'deki


müthiş manzara - keşke sen de gelebilseydin") ve alışveriş listeleri­
ne ("yarım kilo somon") yazıyoruz.
Cascade Head Yanıyor 273

Tören bütün ilgiyi tek noktaya topluyor ve böylece ilginin niyete


dönüşmesini sağlıyor. Bir arada durup kendi topluluğunuzun önün­
de bir şeyi açıkça söylerseniz, bu sözünüzden sorumlu olursunuz.
Törenler bireyselliğin sınırlarını aşar ve insan aleminin ötesin­
de yankılanır. Bu hürmet gösterileri son derece pragmatiktir. Bu tö­
renler yaşamı çoğaltarak büyütür.
Çoğu yerli topluluğun tören kıyafetlerinin etekleri zamanla ve
tarihsel değişimlerle sökülüp gitti ama kumaş hala sağlam. Fakat
egemen toplum yapısında törenler yok oldu. Bence bunun pek çok
sebebi var: hayatın aşırı hızlı akması, toplulukların çözülmesi, tö­
renlerin neşeli kutlamalar değil, katılımcılar üzerinde kurumsal di­
nin bir baskısının ürünü olarak algılanması.
Hala süren törenler (doğum günleri, düğünler, cenazeler) ise sa­
dece insana odaklanıyor, kişisel değişimleri temsil ediyor. Lise me­
zuniyeti, belki de bu törenlerin en evrensel olanı. Kendi küçük kasa­
bamdaki mezuniyet törenlerine bayılıyorum; çocuğu mezun olsun
ya da olmasın, herkes giyinip süslenip bir haziran akşamı okulun
konferans salonunu dolduruyor. Paylaşılan duygular bir topluluk
ruhu oluşturuyor. Sahneye çıkan gençlerle herkes gurur duyuyor.
Kimilerinin içi rahatlıyor. Biraz nostalji ve anılar... Yaşamlarımızı
zenginleştiren o güzel gençleri kutluyoruz; büyük emeklerini ve her
şeye rağmen kazandıkları başarıları onurlandırıyoruz. "Geleceğimiz
sizsiniz," diyoruz. Dünyaya açılmalarını destekliyor, ama sonra eve
dönmeleri için dua ediyoruz. Biz onları alkışlıyoruz. Onlar bizi alkış­
lıyor. Herkes biraz gözyaşı döküyor. Sonra parti başlıyor.
En azından küçük kasabamızda, bunun faydasız bir tören ol­
madığını hepimiz biliyoruz. Törenlerin gücü vardır. Bir araya getir­
diğimiz iyi dileklerimiz, evlerinden ayrılmak üzere olan gençlere
gerçekten de özgüven ve güç veriyor. Bu tören onlara nereden gel­
diklerini ve kendilerini destekleyen bu topluluğa karşı sorumluluk­
larını hatırlatıyor. Onlara ilham verdiğimizi umuyoruz. Ve diploma­
ların arasına koyulan çekler de dünyaya karışmalarına hakikaten
yardımcı oluyor. Bu törenler de yaşamı çoğalhp büyütüyor.
Birbirimiz için bu ayini nasıl yapacağımızı biliyoruz ve iyi de
yapıyoruz. Ama nehrin kıyısında durup, Sombalıkları doğdukları
274 Bitkilerin Ruhu

koya dönerken aynı duygularla coştuğunuzu bir düşünün. Onların


şerefine ayağa kalktığınızı, yaşamlarımızı zenginleştirdikleri her an
için onlara teşekkür ettiğinizi, büyük emeklerini ve her şeye rağmen
kazandıkları başarıları onurlandırmak için şarkılar söylediğinizi,
"Geleceğimiz sizsiniz," dediğinizi, dünyaya açılıp büyümelerini
desteklediğinizi, ama sonra eve dönmeleri için dua ettiğinizi bir dü­
şünün. Sonra da şölenin başladığını... Kutlamalarla ve gönülden
desteklerle kurduğumuz bağları kendi türümüzün ötesine taşıyıp
bize ihtiyaç duyan başka türlere kadar yaygınlaştıramaz mıyız?
Kızılderili geleneklerinin çoğu hala törenlere çok önem veriyor
ve her mevsim başka türleri ve olayları kutluyor. Sömürgeci top­
lumlarda uzun süre ayakta kalabilen törenler ise toprakla ilgili de­
ğil; aile ve kültürle, eski ülkelerinden getirebildikleri değerlerle ilgi­
li. Kuşkusuz orada da toprakla bağlantılı törenler vardır ama belli ki
göç sırasında bunlar yok olup gitmiş. Oysa toprakla bağ kurmak
için bunları yeniden canlandırmak da çok akıllıca olurdu bence.
Törenlerin dünyayla aramızda bir vasıta olabilmesi için, toplu­
mun töreni, törenin ise toplumu şekillendireceği, karşılıklı ve ortak
bir yaratımın, doğal bir sürecin olması gerekir. Kızılderililerin tören­
lerini kendi kültürünüze uyarlamak doğru değil. Fakat bugünün
dünyasında yeni törenler yaratmak da zor. Elma ve Geyik festivalle­
ri düzenleyen bazı kasabalar var ama müthiş yemekler sunmakla
birlikte sadece ticari faydaya odaklanıyorlar. Hafta sonu yabani çi­
çek eğitimleri ya da Noel'de kuş gözlemlemek gibi etkinlikler ise
doğru yönde atılmış adımlar olmakla birlikte insanın ötesindeki
dünyayla etkin ve karşılıklı bir ilişki kuramıyor.
En güzel giysilerimi giyip nehrin yanında durmak istiyorum.
Sular neşemizle çağıldasın diye yüzlerce kişiyle birlikte bağıra bağı­
ra şarkı söylemek, ayaklarımı yere vurup tempo tutmak istiyorum.
Dünyanın yenilenmesini kutlamak için dans etmek istiyorum.

Bugün Sombalığı Nehri'ndeki halicin kıyılarında insanlar yine


dere kıyısında durup etrafı seyrediyor. Yüzleri ümitle aydınlanırken
kimi zaman da kaygıyla kırışıyor. En güzel giysilerini değil, yüksek
lastik çizmeler ve kanvas yelekler giyiyorlar. Bazıları ellerinde ağ-
Cascade Head Yanıyor 275

larla suyun içine dalıyor, ötekiler ise kovalarla uğraşıyor. Bir şey
bulduklarında sevinçle çığlık atıyorlar. Bu da başka bir tür İlk Som­
balığı Töreni.
Amerikan Orman Hizmetleri, Oregon Devlet Üniversitesi li­
derliğindeki çeşitli kurumlarla birlikte 1976'da halici ıslah projesi
başlattı. Setleri, barajları ve gelgit havuzlarının kapaklarını kaldırıp
gelgit sularının amaçladıkları, gitmeleri gereken yere tekrar varabil­
mesini planlıyorlardı. Oranın bir haliç olduğunu toprağın yeniden
hatırlamasını uman ekipler, insan eliyle inşa edilmiş yapıları teker
teker söktüler.
Toplamda nesiller boyu süren ekolojik araştırmalar, laboratu­
varda geçen sayısız saatler, can yakıcı güneş yanıklarıyla dolu saha
çalışmaları, kışın yağmur altında titreye titreye toplanan veriler,
yeni türlerin mucizevi bir şekilde halice döndüğü muhteşem yaz
günleri rehberlik ediyordu bu projeye. Biz saha biyologları tam da
bunun için yaşarız: Genellikle bizden çok daha ilginç olan, hepimiz
için hayati olan başka canlı türlerinin yanında, sahada olma imkanı
bulmak için. Bu canlı türlerinin ayaklarının dibine oturup dinleriz.
Potawatomi hikayeleri, bütün bitkilerin ve insanlar da dahil tüm
hayvanların eskiden aynı dili konuştuğunu söyler. O zaman hayat­
larımızı birbirimize anlatabilirdik. Ama vaktiyle bize verilmiş bu
hediye artık yok ve biz bunun eksikliğini yaşıyoruz.
Aynı dili konuşamadığırnızdan, biliminsanları olarak hikayenin
parçalarım elimizden geldiğince birleştirmeye çalışıyoruz. Sombalık­
larına neye ihtiyaç duyduklarını doğrudan soramadığımız için de­
neyler yoluyla sorup cevaplarını dikkatle dinliyoruz. Balıkların su­
yun ısısına nasıl tepki verdiklerini anlamak umuduyla kulak taşların­
da (otolit) her yıl oluşan halkaları gece yarılarına kadar mikroskop
altında inceliyoruz. Böylece sorunu çözmeyi umuyoruz. Tuzlanma­
nın istilacı otların artışı üzerindeki etkilerini görmek için deneyler
yapıyoruz. Böylece sorunu çözmeyi umuyoruz. Başkalarına göre can­
sız olan, ama bize göre insan dışındaki türlerin gizemli yaşamlarını
anlamamızı sağlayabilecek şeyleri ölçüyor, kaydediyor, analiz ediyo­
ruz. Huşu ve alçakgönüllülükle yapılan bilimsel çalışmalar, insanın
ötesindeki dünya ile güçlü bir karşılıklılık ilişkisi anlamına geliyor.
276 Bitkilerin Ruhu

Sırf veri aşkından ya da p-değeri mucizesinden dolayı sahaya


giden tek bir çevrebilimci görmedim. Bunlar sadece tür sınırlarını
aşmak, insan bedenimizden kurtulup yüzgeçler, tüyler ya da yap­
raklarla donanmak, başka canlıları olabildiğince iyi tanımak için
kullandığımız yöntemler. Bilimin diğer türlerle yakınlık ve saygıya
dayalı bir ilişki geliştirmedeki rolünün tek rakibi, geleneksel bilge­
lerin gözlemleri olabilir. Bu da aslında iki grup arasında hısımlık
oluşmasını sağlayabilir.
Bu insanlar da benim halkım. Kalplerinin sesini dinleyen bu bi­
liminsanlarının tuzlu bataklık çamuruyla kirlenmiş, sıra sıra sayı­
larla doldurulmuş defterleri aslında sombalıklarına yazdıkları aşk
mektupları. Onlar da kendilerince sombalıkları için bir fener yakı­
yor, yuvalarına dönmeleri için çağrıda bulunuyorlar.
Setler ve barajlar kaldırılınca toprak tuzlu bir bataklık olduğu­
nu gerçekten de hatırladı. Su, tortuların arasındaki minicik drenaj
kanallarından geçerek nasıl dağılması gerektiğini hatırladı. Böcek­
ler yumurtalarını nereye bırakmaları gerektiğini hatırladılar. Nehir
bugün yeniden doğal kavisinde akıyor. Burundan bakıldığında,
dalgalanan kamışların önünde yaşlı, eğri büğrü bir Amerikan sahil
çamının gravürüne benziyor. Kum yığınları ve derin havuzlar altın
rengi ve mavi helezonlar çiziyor. Yeniden doğan bu su dünyasında­
ki her kıvrımın içinde genç bir sombalığı dinleniyor. Buradaki tek
düz çizgi, setlerin eski sınırları; akışın nasıl kesilip sonra nasıl yeni­
lendiğini hatırlatmak üzere orada duruyorlar.
İlk Sombalığı Törenleri insanlar için değil, Sombalıkları için,
Yaratılış'ın ışıltılı alemlerinin hepsi için, dünyanın yenilenmesi için
yapılıyordu. İnsanlar kendileri uğruna canlar feda edilince, çok de­
ğerli bir armağan aldıklarını biliyorlardı. Törenler de bunun karşılı­
ğında değerli bir şey vermenin yoluydu.
Mevsim dönüp burundaki otlar kuruduğunda hazırlıklar başlı­
yor; ağları tamir edip malzemelerini toparlıyorlar. Her yıl bu vakit­
lerde geliyorlar. Ekiplerinde doyurulması gereken çok insan olacağı
için bütün geleneksel yiyecekleri getiriyorlar. Veri kayıt cihazları
ayarlanıp hazır ediliyor. Biyologlar balıkçı çizmeleriyle ve tekneler­
le nehre inip nabzını tutmak için halicin ıslah edilmiş kanallarına
Cascade Head Yanıyor 277

ağlar indiriyorlar. Kontrol etmek, sahile inip denize bakmak için her
gün buraya geliyorlar. Ama sombalıkları henüz görünmüyor. Bekle­
yen biliminsanları uyku tulumlarım açıyor, laboratuvar malzemele­
rini kapatıyorlar. Biri hariç hepsini. Tek bir mikroskobun ışığı açık
bırakılıyor.
Dalgaların ötesinde sombalıkları yuvalarından gelen suyun ta­
dım alıyorlar. Burnun karanlığında yuvalarını görebiliyorlar. Birisi
gecenin içinde ışıldayan minicik bir fener, bir ışık bırakmış; bu ışık,
sombalıklarını yuvalarına çağırıyor.
KöKLERİ YERLEŞTİRMEK

Mohawk Nehri kıyısında bir yaz günü:


En:ska, tekeni, dhsen. Eğil ve çek, eğil ve çek. Göğsüne kadar ot­
lara batmış haldeki nine, torununa sesleniyor: Kaie:ri, w(sk, id:ia'k,
tsid:ta. Öne her eğilişinde elindeki demet büyüyor. Doğruluyor, beli­
ni ovuşturuyor, başını kaldırıp masmavi yaz göğüne bakıyor, sırt
kavisinin üzerinden siyah bir saç örgüsü iniyor. Kuş cıvıltıları nehir
kıyısında boğulup gidiyor. Suyun yüzeyine yakın esen rüzgar otları
dalgalandırıyor ve kadının adımlarıyla yükselen kutsal ot kokusu­
nu her yere taşıyor.
Bundan dört yüz yıl sonra bir ilkbahar sabahı:
En:ska, tekeni, ıi.hsen. Bir, iki, üç; eğil ve kaz, eğil ve kaz. Öne her
eğilişimde elimdeki demet küçülüyor. Malamı yumuşak toprağa
daldırıp öne arkaya hareket ettiriyorum. Toprağın altında kalmış bir
taşa sürtündüğünü duyunca ellerimle taşı çıkarıp kenara atıyor,
kökler için elma büyüklüğünde bir çukur açıyorum. Çuvalın içinde
birbirine dolaşmış demetin içinden bir tutam kutsal ot çıkarıyorum.
Çukurun içine yerleştiriyor, etrafını toprakla destekliyor, selam söz­
cükleri söylüyor, etrafındaki toprağı iyice bastırıyorum. Doğrulup
ağrıyan sırtımı ovuşturuyorum. Gün ışığı üstümüze yağıyor, kutsal
otu ısıtıyor ve kokusunu salmasını sağlıyor. Ekim yaptığımız bölge-
Kökleri Yerleştirmek 279

lerin sınırlarım çizen kazıklara bağladığımız kırmızı bayraklar rüz­


garda çırpınıyor.
Kaie:ri, w(sk, id:ia'k, tsiıi:ta. Mohawk halkı, kimsenin bilmediği ka­
dar uzun süredir, arhk isimlerini taşıyan bu nehir vadisinde yaşıyor.
O zamanlar nehir balıkla doluymuş ve ilkbahar taşkınlarının getirdi­
ği alüvyonlar mısır tarlalarına gübre olurmuş. Nehrin kıyılarında,
Mohawk'ların wenserakon ohonte dediği kutsal otlar yeşerirmiş. Mo­
hawk dili yüzyıllardır duyulmuyor burada. New York eyaletinin ku­
zeyindeki bu cömert vadiye dalga dalga gelen göçmenler yerleştiri­
lirken Mohawk'lar da en dış kesimlere itilmiş. Bir zamanların büyük
Haudenosaunee (Iroquois) Konfederasyonu'ndaki bu egemen kül­
tür, dağınık haldeki minicik koruma alanlarına kadar küçültülmüş.
Demokrasi, kadın erkek eşitliği, Büyük Barış Yasası1 gibi fikirlere ses
olan bu dil, yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalmış.
Mohawk dili ve kültürü kendiliğinden yok olmadı. Hükümetin
sözde Kızılderili sorununu çözmek üzere zorla uyguladığı asimilas­
yon politikasıyla Mohawk çocukları Carlisle, Pennsylvania'da, "İn­
sanlığı Kurtarmak İçin Kızılderili'yi Öldür" ilkesine bağlılığım açık­
ça beyan eden okulların koğuşlarına gönderildi. Saç örgüleri kesildi,
dilleri yasaklandı. Kızlar yemek ve temizlik yapmayı, pazar günleri
beyaz eldiven giymeyi öğrendi. Kutsal otun kokusunun yerini, ko­
ğuşlarda yıkanan çamaşırların sabun kokusu aldı. Oğlanlara spor
ve yerleşik köy hayatına uygun beceriler öğretildi: marangozluk,
tarım, ceplerindeki paranın idaresi. Hükümet toprak, dil ve Kızılde­
rili halkları arasındaki bağları koparma amacına neredeyse ulaşa­
cakh. Ama Mohawk'lar kendilerine Kanienkeha, yani Çakmaktaşı
Halkı diyorlar ve çakmaktaşı şu büyük Amerikan potasında kolay
kolay erimiyor.
Dalgalanan otların üstünden bakınca, iki başın daha toprağa
eğildiğini görüyorum. Parlak siyah lülelerini kırmızı bir bandanay­
la bağlamış olan kadının ismi Daniela. Zor da olsa dizlerinin üstün­
den kalkıyor; kendi bölgesindeki bitkileri sayıyor ... 47, 48, 49. Ba-

1. Mohawk, Onondaga, Oneida, Cayuga, Seneca ve Tuscarora halklarının oluşturduğu Ha­


udenosaunee Konfederasyonu'nun sözlü anayasası. (Ç.N.)
280 Bitkilerin Ruhu

şını hiç kaldırmadan defterine notlar alıyor, elindeki demeti omzu­


na asıyor ve işine devam ediyor. Y üksek lisans öğrencisi olan Danie­
la'yla birlikte aylardır bugünü planlıyorduk. Tezi için bu konuyu
çalışıyor ve her şeyi doğru yapmaya çok istekli. Okul formlarında
onun hocası olduğum yazılı ama en büyük öğretmeninin bitkinin ta
kendisi olacağını en başından beri söylüyorum ona.
Arazinin diğer tarafındaki Theresa başını kaldırıyor, saç örgü­
sünü omzunun üstünden arkaya atıyor. IROQUOIS MİLLİ LAKROS
TAKIMI yazılı tişörtünün kollarını iyice sıvamış, dirseğinden aşağı­
sı toprak içinde. Theresa, Mohawk bir sepetçi ve araştırma ekibimi­
zin ayrılmaz bir parçası. İşten izin alıp bizimle birlikte toprağa diz
çöküp çalışıyor ve ağzı kulaklarına varıyor. Enerjimizin azaldığını
hissedince bizi canlandırmak için saymayı öğreten bir şarkıya başlı­
yor. "Kaie:ri, w(sk, id:ia'k, tsid:ta," diye seslenince bitki sıralarını sayı­
yoruz. Yedi senedir, kutsal otu yuvasına döndürmek üzere kökleri
yedi sıra halinde toprağa yerleştiriyoruz.
Carlisle'a, sürgüne, dört yüz yıllık bir kuşatmaya rağmen tes­
lim olmayan bir şeyler, taş kaktüsler gibi bir kuvvet var. Bu insanla­
rı ayakta tutan neydi tam olarak bilmiyorum ama kelimelerle nesil­
den nesle aktarıldığına inanıyorum. Topraklarına kökten bağlı olan­
lar arasında bu dil dağınık şekilde de olsa hayatta kaldı. Geriye ka­
lanlar, Şükran Hitabesi'nde günü selamlamaya devam ettiler: "Zi­
hinlerimizi bir edip, sunduğu pek çok hediyeyle hayatımızı sürdür­
memizi sağlayan Toprak Ana'ya şükran ve teşekkürlerimizi suna­
lım." Dünyayla aralarındaki minnet dolu ve taş gibi sağlam karşılık­
lılık ilişkisi, ellerinde başka hiçbir şey kalmasa da bu insanları ayak­
ta tuttu.
1700'lerde Mohawk'lar vadideki yuvalarından kaçmak zorun­
da kaldılar ve Kanada sınırının her iki tarafını da kaplayan Akwe­
sasne'ye yerleştiler. Theresa, nesillerdir sepet ören Akwesasne'li bir
aileden geliyor.

Bir sepetin olağanüstülüğü, yaşadığı dönüşümden, canlı bir


bitki olarak bütünken şeritlere ayrılma ve sonra bir sepet olarak ye­
niden bütünlüğüne kavuşma yolculuğundan gelir. Sepet, dünyayı
Kökleri Yerleştirmek 281

şekillendiren yıkım ve yaratım ikiliğini çok iyi bilir. Bir süre ayrı
duran şeritler yepyeni bir bütün halinde tekrar örülür. Bir sepetin
yolculuğu, aynı zamanda bir halkın da yolculuğudur.
Nehir kıyılarındaki sulak alanlarda kök salan kara dişbudak ve
kutsal ot toprakta da komşudur. Mohawk sepetlerinde de yine bir­
birlerine komşu olurlar. Dişbudak şeritlerinin arasına kutsal ot ör­
güleri dizilir. T heresa çocukluğunda kutsal ot yapraklarının parlak
yüzeyleri ortaya çıksın diye saatlerce sımsıkı ve düzgünce onları
ördüğünü hatırlıyor. Sepetlerde, bir araya toplanan kadınların aynı
cümle içinde hem İngilizce hem de Mohawk dilinde kelimelerle an­
lattıkları hikayeler ve attıkları kahkahalar da örülüdür. Kutsal ot,
sepetin ağzını kuşatır ve kapaklarını birbirine bağlar, böylece boş
bir sepet bile toprak kokusunu taşıyarak insanlar ile mekanlar, diller
ve kimlikler arasında bir bağ dokur. Sepetçilik ekonomik güvence
anlamına da gelir. Sepet örmeyi bilen bir kadın aç kalmaz. Kutsal
ottan sepetler yapmak, Mohawk olmakla neredeyse özdeşleşmiştir.
Geleneksel Mohawk'lar toprağa duydukları minneti kelimelere
dökerler ama bugünlerde St. Lawrence Nehri boyunca uzanan top­
raklarda minnet duyacak pek fazla şey yok. Koruma alanının bazı
bölgeleri hidroelektrik santralleriyle dolunca, ağır sanayi tesisleri
de ucuz elektrikten ve rahat nakliye rotalarından faydalanmak için
bölgeye yığıldı. Alcoa, General Motors ve Domtar şirketleri dünya­
ya Şükran Hitabesi'nin gözünden bakmıyorlar; dolayısıyla Akwe­
sasne ülkenin en kirli bölgelerinden biri haline geldi. Balıkçı aileleri
artık avladıklarını yiyemiyorlar. Akwesasne'de yaşayan annelerin
sütlerinde yoğun miktarda poliklorlu bifenil (PCB) ve dioksine rast­
landı. Endüstriyel kirlilik nedeniyle geleneksel yaşam biçimleri gü­
venli olmaktan çıktı ve insanlar ile toprak arasındaki bağı tehdit et­
meye başladı. Carlisle'da başlayan kıyım, endüstriyel toksinlerle
sonuca ulaştırılacaktı.
Sakokwenionkwas, diğer adıyla Tom Parter, Ayı Kabilesi'nin
bir üyesi. Bu kabile insanların ve şifa bilgisinin koruyucusu olarak
tanınıyor. Tom birkaç kişiyle birlikte şifa niyetiyle harekete geçmiş.
Çocukluğunda ninesinin, günün birinde bir avuç Mohawk'ın nehir
kıyısındaki eski yuvalarına yerleşmek üzere yola çıkacağına dair
282 Bitkilerin Ruhu

kadim kehaneti defalarca söylediğine tanık olmuş. 1993'te arkadaş­


larıyla birlikte Mohawk Vadisi'ndeki ata toprağına gitmek üzere
evden ayrılınca kehanette bahsedilen o gün gelmiş. Tom ve arkadaş­
ları, PCB'lerden ve elektrik santrallerinden uzakta, kadim toprak­
larda yeni bir topluluk kurmayı hayal ediyormuş.
Kanatsiohareke'de bin beş yüz dönümlük bir orman ve tarım
arazisine yerleşmişler. Buranın ismi, vadinin tek odalı uzun evlerle
dolu olduğu zamanlardan geliyormuş. Arazinin tarihini inceleyin­
ce, Kanatsiohareke'nin eskiden Ayı Kabilesi'nin köyü olduğunu öğ­
renmişler. Bugün de yeni hikayelerin arasına eski anılar örülüyor.
Nehrin dirsek yaptığı noktadaki kayalığın eteklerinde bir ahır ve
evler var. Alüvyonlu taşkın ovasının bereketli toprakları, nehir kıyı­
sına kadar iniyor. Bir zamanlar ormancılar tarafından çırılçıplak bı­
rakılan tepelerde dimdik çam ve meşeler yeniden yeşermiş. Kaya­
lıktaki bir yarıktan çıkan artezyen kuyusundaki su, en ağır kurak­
lıklara bile dayanan ve yosun tutmuş tertemiz bir gölcüğü besleyen
bir kuvvetle akıyor. Gölcüğün durgun suyunda insan kendini göre­
biliyor. Toprak, yenilenmenin lisanını konuşuyor.
Tom ve arkadaşları buraya geldiklerinde binalar acınası halde,
tamire muhtaç durumdaymış. Yıllar içinde gruplar halinde gönüllü­
ler gelip çatıları tamir etmiş, pencereleri yenilemişler. Şölen günle­
rinde büyük mutfak yine mısır çorbası ve çilek suyu kokuyor. Yaşlı
elma ağaçlarının arasına, insanların bir araya gelip Haudenosaunee
kültürünü yeniden öğrenebileceği ve kutlayabileceği bir dans çarda­
ğı yapılmış. Amaç, "Carlisle'ı tersine çevirmek"miş: Kanatsiohareke,
insanlara ellerinden alınan her şeyi, dillerini, kültürlerini, maneviyat­
larını, kimliklerini geri verecekmiş. Kayıp neslin evlatları yuvaları­
na dönebilecekmiş.
Tamir işleri bitince sıra dili öğretmeye gelmiş; Tom, Carlisle'ın
tam zıddı bir sloganı benimsemiş: "Kızılderiliyi Güçlendir, Dili Kur­
tar." Carlisle'da ve ülkenin dört bir yanında bulunan diğer misyo­
ner okullarında çocuklar sırf kendi dillerini konuştular diye dövül­
müş (ve çok daha kötü şeyler yapılmış). Yatılı okuldan sağ çıkanlar,
kendi çocukları bu zorlukları yaşamasın diye onlara anadillerini
öğretmemişler. Böylece toprakla birlikte dil de giderek zayıflamış.
Kökleri Yerleştirmek 283

Bu dili akıcı konuşabilen az sayıda kişi de yetmiş yaşın üzerindey­


miş. Yavrularını yetiştirebileceği doğal ortamı bulamayan türlerin
neslinin tehlikeye girmesi gibi, bu dil de yok olma noktasına gelmiş.
Bir dil öldüğünde, kaybolan sadece sözcükler değildir. Dil, baş­
ka hiçbir yerde var olamayan fikirlerin yaşam alanıdır. Dünyayı dil
prizmasının ardından görürüz. Tom, rakamlar gibi temel sözcükle­
rin bile farklı anlam katmanlarıyla dolu olduğunu söylüyor. Kutsal
ot çayırında bitkileri saymak için kullandığımız sayılar da Yarahlış
Hikayesi'ni anımsahyor. En:ska - bir. Bu sözcük, Gökkadın'ın yuka­
rıdaki dünyadan düşüşünü çağrıştırıyor. Tek başına, en:ska, düştü
dünyaya. Ama yalnız da değildi çünkü rahminde yeni bir yaşam
büyüyordu. Tekeni - iki kişiydiler. Gökkadın bir kız çocuğu dünya­
ya getirdi; o kız çocuğunun da ikiz oğulları oldu ve böylece üç etti­
ler - ıihsen. Haudenosaunee halkı ne zaman kendi dilinde üçe kadar
saysa, Yaratılış'la olan bağını tekrar doğruluyor.
Toprak ile insan arasındaki bağı yeniden dokumada bitkiler de
çok önemli rol oynuyor. Bir mekan ancak insanı yaşattığında, bede­
nirıi ve ruhunu beslediğinde yuva oluyor. Bir yuvayı yeniden yarat­
mak için bitkilerin de yuvaya dönmesi gerekiyor. Kanatsiohare­
ke'nin yerıiden Mohawk'lara yuva olduğunu duyduğumda zihnim­
de hemen kutsal ot imgesi oluştu. Bu bitkiyi eski yuvasına döndür­
menin yollarını aramaya başladım.
Bir mart sabahında Tom'un evine uğrayıp ilkbaharda kutsal ok
ekmek istediğimi söyledim. Deneysel bir çalışmaya dair pek çok
planım vardı ve kendimden geçmiş halde anlatıyordum. Oysa ko­
nuklar doyurulmadan hiçbir iş yapılamazdı, bu yüzden kreple ve
yoğun kıvamlı akçaağaç şurubuyla güzelce kahvalh ettik. Sağlam
yapılı, siyah saçları yer yer kırlaşmış, yetmiş yaşını aşmış olmasına
karşın yüzünde neredeyse hiç kırışık olmayan Tom, kırmızı pazen
gömleğiyle ocağın başındaydı. Kayalığın dibindeki kaynaktan su
nasıl çıkıyorsa, Tom'un ağzından da sözcükler öyle dökülüyordu -
mutfağı akçaağaç şurubunun kokusu gibi bir sıcaklıkla dolduran
hikayeler, rüyalar, fıkralar. Gülümseyerek tabağımı kreple ve bir öy­
küyle yeniden doldurdu; kadim öğretiler, havaya dair yorumlar ka­
dar doğal bir şekilde sohbetinde yer buluyordu. Ruh ve madde şe­
ritleri, kara dişbudak ve kutsal ot gibi iç içe örülüyordu.
284 Bitkilerin Ruhu

"Bir Potawatomi'nin burada ne işi var?" diye sordu. "Yuvan­


dan çok uzaklardasın."
Tek bir kelime yeterliydi durumu anlatmaya: Carlisle.
Kahve içerken uzun uzun sohbet ettik ve bir süre sonra sohbe­
tin ana konusu, Tom'un Kanatsiohareke için kurduğu hayaller olu­
verdi. İnsanların yeniden geleneksel yiyecekleri yetiştirmeyi öğren­
dikleri, işler haldeki bir çiftlik; mevsim döngülerini onurlandıran
geleneksel ayinlerin yapıldığı bir alan; Her Şeyden Önce Gelen Ke­
limelerin kullanıldığı bir mekan hayal ediyordu. Mohawk'ların top­
rakla olan ilişkisinin merkezindeki Şükran Hitabesi hakkında uzun
uzun konuştu. Uzun zamandır aklımda olan bir soruyu sordum.
Her Şeyden Önce Gelen Kelimelerin sonunda, toprağın tüm
varlıklarına şükranlarımızı sunduktan sonra, "toprak bu şükrana
teşekkürle karşılık verdi mi hiç?" Tom bir an sessiz kaldı, tabağımı
bir kez daha kreple doldurdu ve şurup kavanozunu önüme koydu.
Olabilecek en iyi cevabı vermişti.
Masanın çekmecesinden bir paket dolusu kırpık antilop derisi
çıkardı, bu yumuşacık deri parçalarından bir tanesini masanın üstü­
ne serdi. Bir tarafı siyaha boyalı, diğer tarafı bembeyaz, yumuşacık,
tıkır tıkır tıkırdayan şeftali çekirdeklerini derinin üstüne boca etti.
Her atışta çekirdeklerin kaçının beyaz kaçının siyah tarafının gele­
ceğini tahmin etmeye çalıştığımız bir kumar oyunu başlattı. Onun
önündeki çekirdekler giderek artıyor, bizimkiler sürekli azalıyordu.
Elindeki çekirdekleri sallayıp atarken, bu oyunun çok büyük ödül­
ler karşılığında oynandığı zamanı anlattı bana.
Gökkadın'ın ikiz erkek torunları dünyanın kurulması ve yıkıl­
ması konusunda uzun süredir birbirleriyle mücadele ediyorlarmış.
Sonunda bu mücadeleyi tek bir oyuna bağlamışlar. Bütün çekirdek­
ler siyah gelirse, o zamana kadar yaratılmış bütün hayatlar yok edi­
lecekmiş. Bütün çekirdekler beyaz gelirse de güzelim dünya var ol­
maya devam edecekmiş. Durmaksızın oynamışlar, oynamışlar ve
son tura gelmişler. Çekirdeklerin hepsi siyah gelirse artık her şey
bitecekmiş. Dünyayı güzelleştiren kardeş, yarattığı bütün varlıklara
zihninden seslenmiş ve yardım etmelerini, hayattan yana tavır koy­
malarını istemiş. Tom'un anlattığına göre, son turda, şeftali çekir-
Kökleri Yerleştirmek 285

deklerinin havada olduğu o anda Yaratılış'ın bütün parçalan sesle­


rini birleştirmiş ve hayat adına güçlü bir çığlık atmış. Ve son turda
tüm çekirdekler beyazmış. Daima bir seçeneğimiz var.
Tom'un kızı da oyuna katılmak üzere yanımıza geldi. Elinde
kırmızı kadifeden bir kese vardı, içindekileri antilop derisinin üstü­
ne döktü. Elmaslar. Pürüzsüz yüzeylerinden gökkuşağı renkleri ya­
yılıyordu. Hepimiz "aaa", "ooo" diye sesler çıkarırken kız bize gü­
lümseyerek bakıyordu. Tom, su kadar berrak ve çakmaktaşından
bile sert olan bu güzel kuvars kristallerine "Herkimer elması" den­
diğini açıkladı. Toprakta gömülü olan bu kristaller nehir sularıyla
yıkanıyor ve zaman zaman toprağın bir hediyesi olarak yüzeye çıkı­
yormuş.
Montlarımızı giyip tarlalara doğru yürüyüşe çıktık. Tom, atla­
rın bulunduğu kısımda biraz durup iriyarı Belçika atlarını elmayla
besledi. Etraf sessizdi; nehir, yatağı boyunca kayar gibi akıyordu.
Doğru açıdan bakarsanız 5 numaralı otoyolu, demiryolunu, nehrin
diğer yakasındaki I-90 otoyolunu görmemek mümkündü. Iroquois
halkının beyaz mısır tarlalarını ve nehir kıyısında kadınların kutsal
ot topladığı çayırları görecek gibi oluyordunuz. Eğil ve çek, eğil ve
çek. Oysa dolaştığımız tarlalarda ne kutsal ot ne de mısır vardı.
Gökkadın bitkileri dünyaya ilk serptiğinde bu nehrin kıyıların­
da kutsal otlar yeşermiş ama artık yoklar. Tıpkı Mohawk dilinin ye­
rini İngilizce, İtalyanca ve Lehçeye bırakması gibi, kutsal ot da göç­
menlere yenilmiş. Bir kültür açısından, bir bitkinin yok olması da
dilin yok olması kadar büyük bir tehdittir. Kutsal ot olmayınca nine­
ler temmuz aylarında kız torunlarını çayırlara çıkaramazlar. O za­
man hikayelerin akıbeti ne olur? Kutsal ot olmayınca sepetler ne
olur? Bu sepetlerin kullanıldığı ayinler ne olur?
Bitkilerin tarihi insanların tarihine, bütün yıkıcı ve yaratıcı kuv­
vetlere kopmaz bağlarla bağlıdır. Carlisle'daki mezuniyet törenlerin­
de delikanlılar bir yemin etmek zorundaydı: "Ben artık bir Kızılderi­
li değilim. Okumu ve yayımı sonsuza dek bırakıyor, sabanı elime
alıyorum." Oysa sabanlar ve inekler bitki örtüsünde çok büyük deği­
şimlere yol açtı. Sadece Mohawk'ların kimliği değil, buraya yerleş­
mek isteyen Avrupalı göçmenlerin varlığı da kullandıkları bitkilere
286 Bitkilerin Ruhu

bağlıydı. Bu yerleşimciler alışkın oldukları bitkileri de beraberlerin­


de getirdiler ve tarlaları sabanla sürdükten sonra çıkan yabani otlar,
yerli bitkilerin yerini aldı. Bitkiler, kültürdeki ve toprak sahipliğinde­
ki değişimleri birebir yansıtırlar. Bugün bu arazi, ilk kutsal ot topla­
yıcılarının asla tanıyamayacağı, son derece arsız yabancı bitkilerle
boğulmuş durumda: ayrıkotu, çayırotu, yonca, papatya. Gölcüğün
çevresinden yayılan istilacı mor aklarotları bütün araziyi tehdit edi­
yor. Kutsal otu buraya yeniden getirebilmek için sömürgecileri zayıf­
latınamız, yerlilerin dönüşü için ortam yaratınamız gerekecek.
Tom, kutsal otu geri getirmek, sepetçilerin yeniden malzeme
bulabileceği bir çayır oluşturmak için ne gerektiğini sordu. Bilimin­
sanları kutsal otu incelemekle pek uğraşmadı ama sepetçiler bu
otun sulak alanlardan kurak demiryolu hatlarına kadar pek çok ko­
şulda yetişebileceğini biliyor. Kutsal ot bol güneş alan yerlerde co­
şuyor ve özellikle nemli, açık toprakları seviyor. Tom'un eğilip taş­
kın yatağından avucuna aldığı toprak, parmaklarının arasından
döküldü. Egzotik türlerin bıraktığı yoğun turbayı saymazsak, bura­
sı kutsal ot için uygun bir yer gibi görünüyordu. Tom, yan yolda
duran, üstü mavi bir brandayla kapatılmış eski traktöre baktı. "To­
humları nereden bulabiliriz?"
Kutsal ot tohumları sıra dışıdır. Bitki, haziran başında çiçekli
saplarını göğe doğru uzatır ama tohumları nadiren yaşar. Yüz tane
tohum ekseniz, şansınız yaver giderse bir tanesi tutar ve bitkiye dö­
nüşür. Kutsal otun kendine özgü bir çoğalma yöntemi vardır. Topra­
ğın üstüne çıkan her bir parlak yeşil sürgün aynı zamanda toprağın
içine doğru uzun, ince, beyaz bir köksap gönderir. Bu köksap bo­
yunca oluşan tomurcuklar filizlenir ve gün ışığına çıkar. Kutsal ot,
köksaplarını ana bitkinin metrelerce uzağına kadar gönderebilir.
Böylece bitki nehir kıyılarında özgürce dolaşır. Toprak tek parçay­
ken bu sistemin işlemesi kolay.
Ama bu narin beyaz köksaplar otoyolun ya da bir otoparkın
diğer tarafına geçemez. Bir kutsal ot arazisi saban yüzünden yok
olduğunda dışarıdan gelen tohumlarla yeşertilemez. Daniela, tarihi
kayıtlara göre vaktiyle kutsal otun yetiştiği pek çok yere gitti ve
bunların yarısından fazlasında artık kutsal ot kokusunun kalmadı­
ğını gördü. Bunun en büyük nedeni inşaatlar, sulak alanların kuru-
Kökleri Yerleştirmek 287

tulmasıyla yerli türlerin yok edilmesi, doğal yaşam alanlarının ta­


rım arazisine ve yola dönüştürülmesiydi. Yerli olmayan türlerin
gelmesiyle birlikte de kutsal ot zayıflamış olabilir - halkların tarihi,
bitkilerde de tekerrür ediyor.
Üniversitedeki fidanlıklarda, bugünlerin geleceğini düşünerek
kutsal ot yetiştiriyordum. Fidanlığı kurarken, bize kutsal ot satabile­
cek bir üretici bulmak için epeyce uğraşmış, sonunda California'da,
elinde birkaç dal kutsal ot olan bir yer bulmuştum. Bu bana tuhaf
gelmişti, çünkü Hierochloe odorata California'da doğal yollardan ye­
tişebilecek bir bitki değil. Bitkilerin nereden geldiğini sorduğumda
şaşırtıcı bir cevap almıştım: Akwesasne. Bu bir işaretti. Hepsini satın
almıştım.
Sulama ve gübreleme sayesinde fidanlıktaki bitkiler çoğalmıştı.
Ama bitki yetiştirmek ile ıslah arasında dağlar kadar fark var. Islah
ekolojisinde başka pek çok faktör de etkili olur: toprak, böcekler,
patojenler, otoburlar, rekabet. Bilimin tüm öngörülerine rağmen,
kutsal ot nerede yaşayacağı konusunda kendisine özgü bir sezgiyle
hareket ediyor anlaşılan, çünkü ihtiyaçları farklı bir boyuta da uza­
nıyor. En canlı alanlar, sepetçilerin ot topladığı yerler. Başarının te­
melinde karşılıklılık ilkesi yatıyor. Kutsal ot özenle ve saygıyla mu­
amele gördüğünde bereketleniyor ama bu ilişki olmadığında bitki
de var olamıyor.
Ekolojik ıslahın çok daha ötesinde bir şeyden, bitkiler ile insan­
lar arasındaki ilişkinin ıslahından bahsediyorum. Biliminsanları
ekosistemleri yeniden ayağa kaldırmanın yollarını anlama konu­
sunda küçük adımlar attılar ama yaptığımız deneyler toprağın pH
değerlerine ve su bilimine, yani maddeye odaklanırken ruhu dışarı­
da bırakıyor. Bu ikisini bir araya getirmek için Şükran Hitabesi'ni
kendimize rehber edinebiliriz. Toprağın da insana şükranlarım sun­
duğu bir çağın hayalini kurabiliriz.

Eve dönerken önümüzdeki yıllarda açabileceğimiz sepetçilik


kurslarım hayal ettik. Belki de Theresa orada öğretmenlik yapacak,
ekiminde bizzat çalıştığı tarlaya torununu götürebilecekti. Kanatsio­
hareke'de, geliriyle topluluğun çalışmalarım destekleyen bir hediye­
lik eşya dükkanı var. Bu dükkan kitaplar, çok güzel sanat eserleri,
288 Bitkilerin Ruhu

boncuklu Kızılderili mokasenleri, boynuzdan oyulmuş objeler ve


tabii ki sepetlerle dolu. Tam dükkanın kapısını açtı ve içeri girdik.
Havada, raflara asılı kutsal otun kokusu vardı. Bu kokuyu hangi ke­
limelere sığdırabilir ki insan? Anneniz sizi kucakladığında, yeni yı­
kanmış saçlarından yayılan koku; yaz mevsimi sonbahara dönerken
duyduğunuz melankolik koku; bir an için, sonra biraz daha uzun bir
an için gözlerinizi kapatmanıza sebep olan bir anının kokusu.
Küçükken, Mohawk'lar gibi Potawatomi halkının da kutsal ota
dört kutsal bitkiden biri olarak saygı gösterdiğini hiç kimse öğretme­
mişti bana. Toprak Ana'da yeşeren ilk bitkinin bu olduğunu, dolayı­
sıyla da ona olan özenimizi ve sevgimizi göstermek için annemizin
saçını örer gibi kutsal otları ördüğümüzü kimse anlatmamıştı. Bu
hikayeyi aktaranlar, parçalanmış bir kültürel ortamdan geçip bana
erişmeyi başaramamıştı. Bu hikaye Carlisle'da bizlerden çalınmıştı.
Tam kitaplıktan kalın, kırmızı bir cildi çıkarıp tezgahın üstüne
koydu. Kızılderili Sanayi Mektebi, Carlisle-Pennsylvania. 1879-1918.
Kitabın arkasında sayfalar dolusu isim vardı: Charlotte Kocaağaç
(Mohawk), Stephen Gümüştopuk (Oneida), Thomas Şifacıat (Si­
oux). Tam, amcasının ismini gösterdi bana. "İşte bu yüzden burada­
yız," dedi. "Carlisle'da bozulanı düzeltmek için."
Dedemin de bu kitapta olduğundan emindim. Parmağımla ta­
kip ederek uzun isim listelerini taradım ve Asa Wall (Potawatomi)
isminde durdum. Pekancevizi toplarken trene koyulup çayırları aşa­
rak Carlisle'a gönderilen, topu topu dokuz yaşındaki Oklahoma'lı
bir oğlan çocuğu. Hemen arkasından, kaçıp eve dönen kardeşi Oli­
ver Amca'mn ismi geliyor. Ama Asa kaçmadı. Evine asla döneme­
yen, kayıp neslin bir üyesiydi. Denedi ama Carlisle'dan sonra hiçbir
yere uyum sağlayamıyordu, bu yüzden orduya yazıldı. Kızılderili
Bölgesi'ndeki ailesinin yanına dönmektense, bu nehir yatağının ya­
kınlarına, New York'un kuzeyine yerleşti ve çocuklarını bu göçmen­
ler dünyasında yetiştirdi. Otomobillerin yeni yeni çıktığı günlerde,
müthiş bir tamirciydi. Bozulan arabaları düzeltiyor, tamir ediyor,
her şeyi toparlamaya çalışıyordu. Sanırım her şeyi toparlama ihtiya­
cı, benim ekolojik ıslah çabamın da ardındaki asıl neden. Dedemin
arabanın kaputuna eğildiğinde profilden görünen sivri burnunu,
Kökleri Yerleştirmek 289

yağlı bir paçavraya sildiği esmer ellerini hayal ediyorum. Büyük


Buhran sırasında insanlar tamirhanesine akın edermiş. Ödeme ya­
pabilen varsa bile bunlar genellikle yumurta ya da bahçeden toplan­
mış şalgamlar olurmuş. Yine de dedemin bazı şeyleri toparlaması
imkansızmış.
O günleri pek anlatmazdı; Shawnee'deki ailesinin onsuz, kayıp
çocukları olmaksızın yaşadığı pekan korusunu hiç düşünüp düşün­
mediğini merak ediyorum. Büyük teyzelerimiz, biz küçüklere hedi­
yeler gönderirdi: mokasenler, Kızılderili çubuğu, geyik veya tavşan
derisinden yapılmış oyuncak bebekler. Bu hediyeler kutulara konup
çalıya kaldırılır, ara sıra ninemiz bunları sevgiyle açıp bize gösterir­
ken, "Kim olduğunuzu unutmayın," diye fısıldardı.
Sanırım dedem kendisine öğretilmiş hedeflere ulaşmıştı: çocuk­
ları ve torunları için daha iyi bir hayat, tam da öğretildiği gibi, saygı
duyulması gereken, Amerikan tarzı bir hayat. Bu fedakarlığı için ak­
lım ona teşekkür etse de kalbim, bana kutsal ot hikayeleri anlatmak­
tan mahrum kalmış bir dedenin yasını tutuyor. Hayatım boyunca bu
kaybı içimde hissettim. Carlisle'da bizlerden çalınan şeyi bir keder
kayası gibi hep kalbimde taşıdım. Yalnız değilim. O büyük kırmızı
kitabın sayfalarında ismi olan bütün aileler de bu kederi yaşamaya
devam ediyor. Toprak ile insan, geçmiş ile bugün arasındaki o eksik
halka, henüz kaynamamış bir kırık kemik gibi ağrıyor.
Pennsylvania'nın Carlisle şehri geçmişiyle gurur duyuyor ve
yaşını hiç göstermiyor. Üç yüzüncü yıl kutlamalarında insanlar şeh­
rin geçmişini dürüstlükle ve açıkça masaya yatırdılar. Carlisle Kışla­
sı olarak kurulan şehir, o zamanlar Amerikan Bağımsızlık Savaşı'n­
da askerlerin toplanma alanıymış. Federal Kızılderili İlişkileri kuru­
munun hala Savaş Bakanlığı'na bağlı olduğu dönemlerde, kışla bi­
naları Carlisle Kızılderili Okulu'na, yani büyük eritme potasının al­
tındaki ateşe dönüşmüş. Bir zamanlar Lakota, Nez Perce, Potawato­
mi ve Mohawk çocuklarının demir karyolalarının sıralandığı o
konforsuz kışla bugün kibar kamu görevlilerinin bulunduğu, eşi­
ğinde ak kızıkıkların tomurcuklandığı binalardan oluşuyor.
Üç yüzüncü yıl şerefine, kayıp çocukların soyundan gelenler,
"anma ve barışma törenleri" dedikleri etkinlikler için Carlisle' a da-
290 Bitkilerin Ruhu

vet edildi. Ailemin üç nesil üyeleri orada buluştu. Başka yüzlerce


çocuk ve torunla Carlisle'da bir araya geldik. Çoğu kişi, aile hikaye­
lerinde şöyle bir bahsedilip geçilen ya da hiç sözü edilmeyen bu yeri
ilk defa gördü.
Şehrin her penceresi parlak yıldızlı flamalarla süslenmişti; ana­
caddedeki pankart, yaklaşan üç yüzüncü yıl gösteri yürüyüşü hak­
kında bilgi veriyordu. Taş döşeli dar sokakları, sömürge dönemini
yansıtmak için gülkurusu tuğlalarla restore edilmiş binalarıyla çok
sevimli, kartpostal gibi bir şehirdi. Dökme demir çitler ve üzerlerin­
de tarih yazılı pirinç levhalar şehrin ne kadar eski olduğunu göste­
riyordu. Carlisle geçmişine hararetle sahip çıkma konusunda tüm
Amerika'da ünlüyken, Kızılderili Bölgesi'nde bu ismin bütün mira­
sımızı öldüren, soğukkanlı bir katilin simgesi olması, gerçeküstü bir
durum. Kışla binalarının arasında sessizce dolaştım. Affedemedim.
Gösteri alanının hemen yanında, etrafı çitle çevrilmiş küçük bir
dikdörtgenden ibaret, dört sıra taşın olduğu mezarlıkta toplandık.
Carlisle'a getirilen çocukların hepsi buradan çıkamamıştı. Oklaho­
ma, Arizona'da, Akwesasne'de doğmuş bir çocuk şurada toprağa
karışmıştı işte. Yağmurla yıkanmış havada davullar gümledi. Dua
eden küçük topluluğu, yakılan adaçayı ve kutsal ot kokusu kuşattı.
Kutsal ot şifalı bir bitkidir; ilk Annemizden bu yana iyiliği ve şefka­
ti yayan bir dumandır. Şifalı kutsal sözler etrafımızı sardı.
Çalınmış çocuklar. Kopmuş bağlar. Kayıpların ağır yükü hava­
da asılıydı ve kutsal ot kokusuna karışarak bizlere, bütün şeftali çe­
kirdeklerinin siyah yüzünün üste geldiği bir zamanı hatırlatıyordu.
İnsan bu kaybın kederini öfkeyle ve kendi kendini yiyip bitirerek
hafifletmeyi seçebilirdi. Ama her şeyde ikilik vardır - beyaz şeftali
çekirdekleri ve siyah olanlar, yıkım ve yaratım. İnsanlar hayat adına
kuvvetli bir çığlık atarsa, oyun farklı sonuçlanabilir. Çünkü keder;
yaratmakla, bizden alınmış yuvamızı yeniden inşa etmekle de hafif­
letilebilir. Tıpkı dişbudak şeritleri gibi, parçalarımız da yeniden örü­
lüp yepyeni bir bütüne dönüştürülebilir. Tam da bu nedenle, elleri­
mizde kutsal ot kokusuyla, nehir boyunca toprağa çömeliyoruz.

Burada, dizlerimin üstünde toprağa çökmüşken kendi barışma


törenimi yapıyorum. Eğil ve kaz, eğil ve kaz. Son bitkileri de kapka-
Kökleri Yerleştirmek 291

ra olmuş ellerimle toprağa yerleştirirken selam sözcükleri fısıldıyo­


rum ve köklerin üstündeki toprağı hafifçe vurarak bastırıyorum.
Theresa'ya bakıyorum. Büyük bir dikkatle elindeki son bitkileri
yeni topraklarına yerleştiriyor. Daniela son notlarını alıyor.
Yeni ektiğimiz uzun ince kutsal otların üzerinde gün, alhn ren­
gi ışıklarla batıyor. Doğru açıdan bakarsam, birkaç yıl sonra burada
dolaşacak olan kadınları görebilecek gibiyim. Eğil ve çek, eğil ve
çek, demetler giderek kalınlaşıyor. Nehir kıyısındaki bu güzel güne
minnetle, şükran kelimelerini kendi kendime mırıldanıyorum.
Carlisle'dan gelen farklı yollar (Tom'un yolu, Theresa'nın yolu
ve benim yolum) burada birleşiyor. Kökleri toprağa yerleştirmekle,
şeftali çekirdeklerini siyahtan beyaza döndüren o büyük çığlığa ka­
tılıyoruz. Toprağı, kültürü, kendimi ıslah etmek için, kalbime otu­
ran kayayı çıkarıp buraya bırakabilirim.
Malayı toprağa sokunca bir taşa çarpıyor. Köklere yer açmak
için etrafındaki toprağı temizleyip taşı kaldırıyorum. Tam taşı alıp
atacakken ne kadar hafif olduğunu fark ediyorum. Daha yakından
bakıyorum. Yumurta kadar bir taş. Çamurlu başparmağımla üstün­
deki toprağı temizleyince, cam gibi bir yüzey görüyorum, sonra bir
yüzey ve bir yüzey daha. Topraklı olmasına karşın su gibi ışıldıyor.
Yüzeylerinden biri, zamanla ve geçmişin yüküyle pürüzlü ve mat
ama diğerleri pırıl pırıl. İçinden ışık geçiyor. Bu bir prizma; toprak
altında kalmış taş, giderek solan ışığı emiyor ve gökkuşakları saçı­
yor etrafına.
Nehre daldırıp temizliyor, gelip bakmaları için Daniela ve The­
resa'ya sesleniyorum. Avucumdaki taşa hep birlikte büyülenmiş
gibi bakıyoruz. Kendime saklamanın doğru olup olmayacağından
emin değilim ama onu yuvasına geri götürme düşüncesi de içimi
parçalıyor. Bir kez bulduktan sonra, onu artık bırakamayacağımı
anlıyorum. A letlerimizi toplayıp o gün için vedalaşmak üzere eve
gidiyoruz. Avucumu açıp taşı Tom'a gösteriyor, alıp alamayacağımı
soruyorum. "Dünyanın düzeni böyledir," diyor Tom, "her şey kar­
şılıklı." Biz toprağa kutsal ot verdik, o da bize elmas verdi. Tom'un
yüzü bir gülümsemeyle aydınlanıyor ve parmaklarımı avucumdaki
taşın üstüne kapatıyor. "Bu senin için," diyor.
UMBILICARIA: DüNYANIN GöBEK DELİĞİ

Buzullarla taşınan sapkıntaşlar Adirondack manzarasının kalbine


saplanıyor; buzullar bu granit kayalarını taşımaktan yoruldukların­
da onları öylece bırakıp eriyerek kuzeydeki yuvalarına dönüyorlar.
Bunlar, dünyanın en yaşlı ve hava etkisiyle aşınmalara karşı en di­
rençli kayalarından olan anortozitler. Çoğu, yolculuk sırasında aşı­
nıp yuvarlak hatlara kavuşmuş ama bazıları keskin kenarlarıyla
hala dimdik duruyor - damperli kamyon büyüklüğündeki bu kaya
gibi. Parmaklarımla yüzeyini yokluyorum. Kuvars damarlı, tepesi
bıçak gibi keskin, yanları tırmanamayacağım kadar dik.
Göl kıyısındaki bu koruda on binlerce yıldır ormanlar doğup
ölürken, göldeki su seviyesi alçalıp yükselirken, bu yaşlı kaya sessiz
sedasız oturmuş. Bunca süreden sonra bile hala, dünyanın taş yığın­
ları ve yüzeyden sıyrılmış toprakla dolu soğuk bir çöl olduğu buzul
çağı sonrası dönemin bir mikrokozmosu. Dünyanın ağaçsız ve top­
raksız olduğu bir dönemde sırasıyla yazları güneşte kavrulan, uzun
kışlarda karla aşınan bu buzul kayacı, öncü türler için sağlam bir
yuva olmuş.
Gözüpek likenler kök salmaya gönüllü olmuş ve burayı ev bel­
lemiş - tabii kök salmayı mecazi anlamda kullanıyorum, çünkü li­
kenlerin kökü olmaz. Toprağın olmadığı bir ortamda, bu önemli bir
Umbilicaria: Dünyanın Göbek Deliği 293

yetenek. Likenlerin kökleri, yaprakları, çiçekleri yoktur. Bunlar, en


temel yaşam formlarından biridir. En fazla bir iğne boyundaki kü­
çücük çukur ve çatlaklarda üreme organlarıyla çoğalıp bu çıplak
granite yerleşmişler. Bu mikro-topografya sayesinde rüzgardan ko­
runmuşlar ve çukurcuklarda yağmurdan sonra oluşan mikroskobik
gölcüklerden beslenmişler. Pek fazla değilmiş ama likenler için ye­
terli olmuş.
Yüzyıllar içinde kaya, kendisinden ayırt etmenin imkansız ol­
duğu gri-yeşil bir liken tabakasıyla, çok basit bir yaşam tabakasıyla
kaplanmış. Yüzeylerin dikliği ve gölden esen rüzgarlar nedeniyle
kayanın üstünde toprak birikememiş ve yüzey Buzul Çağı'nın son
kalıntısı halinde korunmuş.
Böylesine kadim varlıklarla bir arada olmak için zaman zaman
buraya geliyorum. Kayanın yanları, kuzeydoğu likenlerinin en
muhteşem örneği olan, kahverengi-yeşil dalgalı yüzeyiyle pürüzlü
bir görüntü veren Umbilicaria americana ile süslü. Küçük, kabuksu
atalarının aksine, Umbilicaria'nın tallusu, yani gövdesi insan elinin
çevresini dolaşacak kadar uzun. Bugüne dek kaydedilmiş en büyük
tallus, altmış santimetrenin üzerinde. Küçük talluslar, annelerinin
etrafında toplanan civcivler gibi bir arada yaşıyor. Bu karizmatik
canlının pek çok farklı ismi var ama en çok kaya işkembesi ya da
meşeyaprak likeni olarak adlandırılıyor.
Dik yüzeyi yağmur tutmadığı için kaya çoğu zaman kuru olu­
yor ve likenler susuzluktan çekip sertleşiyor, kayanın kabuk bağla­
mış gibi görünmesine yol açıyor. Yaprağı ya da sapı olmayan Umbi­
licaria, yırtık pırtık bir kahverengi süet parçasına benzeyen, iyi kötü
yuvarlak sayılabilecek bir tallustan ibaret. Üst yüzeyi kuruduğunda
fare rengine benzer bir kahverengi-griye dönüşüyor. Tallusun ke­
narları karmakarışık bir yığın halinde kıvrılıyor ve siyah, yanmış bir
cips gibi gevrek ve pürüzlü alt yüzey ortaya çıkıyor. Liken kayaya,
bu alt yüzeyin merkezindeki, kısa saplı bir şemsiyeye benzeyen sap­
la sımsıkı tutunuyor. İşte bu sap ya da göbek bağı, tallusu kayaya
sabitliyor.
Likenlerin yaşadığı ormanlarda doku zengindir ama neticede
likenler bitki değil. Üstelik, birey olarak tanımlanmaları da kolay
294 Bitkilerin Ruhu

değil, çünkü aslında iki varlıktan oluşuyorlar: bir mantar ve bir alg.
Bu iki ortak, birbirinden son derece farklıdır ama o kadar yakın bir
simbiyotik ilişki kurarlar ki bir araya geldiklerinde yepyeni bir or­
ganizma yaratırlar.
Bir zamanlar bir Navajo şifacısı, bazı bitkilerin uzun süreli iliş­
kileri ve birbirlerine sorgusuz sualsiz güvenleri nedeniyle "evli" ol­
duklarına inandığını söylemişti. Likenler de bütünün, parçaların
toplamından fazlası olduğunu gösteren bir çift. Annemle babam bu
yıl altmışıncı evlilik yıldönümlerini kutlayacaklar ve tam da bu tür
bir simbiyotik ilişki içindeler; verme ve alma dengesinin dinamik
olduğu, veren ile alanın rollerinin anbean değiştiği bir evlilik. Taraf­
ların ortak güçlü ve zayıf yönlerinden doğan "biz"e, çift olmanın
sınırlarını aşıp aileye ve topluma uzanan "biz"e bağlılık. Bazı liken­
ler de böyle; ortak hayatları bütün ekosisteme fayda sağlıyor.
En küçük kabuksulardan görkemli Umbilicaria'ya kadar tüm li­
kenler karşılıklı simbiyotik bir ilişki, tüm üyelerin kendi bağların­
dan yararlandığı bir ortaklık içinde. Çoğu Kızılderili nikah törenin­
de damat ve gelin birbirlerine, her birinin bu evliliğe katmayı vaat
ettiği değeri simgeleyen hediyelerle dolu bir sepet verir. Gelinin se­
petinde genellikle bahçeden ya da çayırdan toplanan, kocasını bes­
lemeyi kabul ettiğini gösteren bitkiler olur. Erkeğin sepetinde ise
avlanarak aileyi geçindirme vaadini temsil eden et ya da hayvan
derisi bulunur. Bitkisel besinler ve hayvansal besinler, ototrof ve he­
terotrof ... Algler ve mantarlar da birleşip likene dönüşürken kendi
hediyelerini getirirler.
Tekhücrelilerden oluşan, zümrüt gibi parlayan alg, ışığı ve ha­
vayı şekere dönüştüren çok değerli fotosentez simyasını hediye ola­
rak getirir. Alg bir ototroftur, yani kendi besinini üretir, ailenin aşçı­
sı, üreticisidir. Enerji için ihtiyaç duyduğu bütün şekeri kendisi ya­
par ama mineral bulmakta pek başarılı değildir. Nemli ortamda fo­
tosentez yapabilir fakat kendisini kurumaktan kurtaramaz.
Mantar ise kendi besinini üretemediği, başka canlılardaki kar­
bona bağımlı olduğu için heterotroftur, "başkalarından beslenir".
Mantar, organizmaları parçalama ve minerallerini kullanma konu­
sunda çok başarılıdır ama şeker üretemez. Mantarın nikah sepeti,
Umbilicaria: Dünyanın Göbek Deliği 295

kompleks malzemeleri sindirip daha basit bileşenlerine ayıran asit­


ler ve enzimler gibi özel bileşiklerle doludur. İncecik ipliklerden
oluşmuş bir ağa benzeyen gövdesi mineralleri bulur ve bu molekül­
leri devasa yüzey alanı sayesinde emer. Simbiyoz sayesinde alg ve
mantar karşılıklı şeker ve mineral alışverişi yapar. Sonuçta ortaya
çıkan organizma da sanki tek başına bir varlıkmış gibi hareket eder,
ayrı bir isim alır. İnsanlar arasındaki geleneksel evliliklerde de taraf­
lar bir olduklarını göstermek için aynı soyadı kullanırlar. Benzer şe­
kilde, liken de bir mantar ya da alg değildir. Biz de onu bu haliyle,
tek bir canlı, farklı türlerin evliliğinden oluşmuş bir aile olarak ad­
landırırız: Umbilicaria americana.
Umbilicaria'nın alg tarafı, yalnız yaşıyor ya da "likenleşmemiş"
olsa Trebouxia adını alacak bir cinstir. Mantar tarafı ise daima bir çe­
şit asklımantardır ama her zaman aynı türe ait değildir. Ne açıdan
baktığınıza bağlı olarak değişmekle birlikte, mantarlar oldukça sa­
dıktır. Birleşmek için hep Trebouxia cinsi algleri seçerler. Oysa alg
biraz daha havaidir, çok daha farklı çeşitlerde mantarlarla düşüp
kalkmak ister. Hepimiz böyle evlilikler de görmüşüzdür.
Bu ortak mimari yapıda alg hücreleri, mantar iplikçiklerinden
oluşan dokunun içinde yeşil boncuklar gibi dizilir. Tallusu yatay
kestiğinizde, içi dört katlı bir pasta gibi görünür. Dış yüzey olan
korteks, mantarın üst kısmı gibi pürüzsüz ve derimsidir. Nemi için­
de tutmak için mantar iplikçiklerinden sımsıkı örülüdür. Hemen
altındaki koyu kahverengi kısım, alg katmanını aşırı gün ışığından
koruyan doğal bir gölgelik gibidir.
Mantar çatının altına sığınan alg ayrı bir medulla, bir iliksi
madde katmanı oluşturur ve burada iplikçikler, tıpkı omzun üstüne
atılmış bir kol ya da sevgi dolu bir sarılma gibi alg hücrelerine dola­
nır. Bazı mantar iplikçikleri, sanki kumbaranın içine uzanmış ince
uzun parmaklar gibi yeşil hücrelerin içine girer. Bu mantar yankesi­
cileri algin ürettiği şekeri alıp likenin tamamına dağıtır. Algin üret­
tiği şekerin en az yarısını mantarın aldığı tahmin ediliyor. Buna ben­
zer evlilikler de görmüştüm - taraflardan biri, verdiğinin çok daha
fazlasını alıp götürür. Bazı araştırmacılar, likenleri mutlu bir evlilik
olarak değil, karşılıklı bir parazit ilişkisi olarak görürler. Likenler,
296 Bitkilerin Ruhu

fotosentez yapan canlıları iplikçiklerden oluşan kafesler içinde tuta­


rak "tarımı keşfetmiş mantarlar" olarak da tanımlanır.
Medullanın altındaki tabakada, suyu tutup algin verimliliğini
korumaya çalışan gevşek bir mantar iplikçik yumağı vardır. En alt­
taki katman ise kömür karası renktedir ve likenin kayaya tutunma­
sını sağlayan, saç kıllarına benzeyen mikroskobik rizinlerle dolu­
dur.
Mantar/alg simbiyozu birey ile topluluk arasındaki ayrımı bü­
yük ölçüde silikleştirdiği için araştırmacıların ilgisini çeker. Bazı
çiftler kendi alanlarında öylesine uzmanlaşmışlardır ki birbirlerin­
den ayrı yaşayamazlar. Yaklaşık yirmi bin mantar türünün ancak ve
ancak bir liken simbiyozu içinde var olabildiğini biliyoruz. Diğerle­
ri ise özgür yaşayabilirler ama bir algle birleşip liken olmayı tercih
ederler.
Biliminsanları, alg ile mantar evliliğinin nasıl gerçekleştiğini
merak ettikleri için bu iki türün birleşip yaşamasını tetikleyen fak­
törleri belirlemeye çalıştılar. Ama bu iki türü laboratuvarda bir ara­
ya getirip her ikisi için de ideal koşulları yarattıklarında alg ve man­
tar birbirinden uzak durdu; aynı kültür kabı içinde, platonik ev ar­
kadaşları gibi ayrı ayrı yaşadılar. Bu duruma şaşıran biliminsanları
önce bir faktörü, sonra bir başkasını değiştire değiştire ortamla oy­
nadılar, yine de liken oluşmadı. Ama kaynakları ciddi şekilde kıstık­
larında, zorlu ve stresli koşullar yarattıklarında alg ve mantar bir­
birlerine dönüp işbirliği yapmaya başladılar. Ancak büyük bir ihti­
yaç ortaya çıkınca iplikçikler algin etrafına dolandı; alg, ancak stres
altında kalınca bu yakınlığa ses çıkarmadı.
Hayatın rahat olduğu, bereketli dönemlerde türler tek başları­
na yaşayabilirler. Ama koşullar ağırlaşıp hayat zorlaşınca, yaşama­
ya devam edebilmek için karşılıklılık ilkesine dayalı bir ekip kur­
mak gerekir. Kıtlığın olduğu bir dünyada hayatta kalmak için karşı­
lıklı bağlılık ve yardım çok önemlidir. Likenler de bunu gösteriyor.
Likenler fırsatçıdır, elde kaynak varsa bunları verimli kullanır­
lar, yoksa da onlarsız yaşamayı bilirler. Çoğu zaman Umbilicaria ku­
rumuş bir yaprak kadar gevrek ve kurudur ama ölü değildir. Kurak­
lığa müthiş dayanıklı fizyolojik yapısı sayesinde zamanını bekle-
Umbilicaria: Dünyanın Göbek Deliği 297

mektedir. Aynı kayayı paylaştıkları yosunlar gibi likenler de poiki­


lohidriktir: Yani ancak ıslak olduklarında fotosentez yapıp büyüye­
bilirler ama kendi su dengelerini düzenleyemezler, ortam ne kadar
nemliyse kendileri de o kadar nemlidir. Kaya kuruysa, likenler de
kurur. Sonra bir sağanak başlar ve her şey değişir.
İlk damlalar likenin katılaşmış yüzeyine vurduğunda bu yüzey
hemen renk değiştirir. Çamur rengi tallusun üzerine düşen yağmur
damlaları kil grisi benekler oluşturur ve gözlerinizin önünde sihirli
bir tablo yapılıyormuş gibi birkaç dakika içinde bu benekler yoğun­
laşarak adaçayı yeşiline dönüşür. Sonra yeşillik yayılır, tallus sanki
kasları varmış gibi hareket etmeye başlar, suyla dolan dokuları şiş­
tikçe uzar ve esner. Birkaç dakika içinde, kuru bir kabuktan, kolun
iç kısmı gibi yumuşacık, tatlı bir yeşil dokuya dönüşür.
Liken tazelenince, "göbek bağı" anlamına gelen Umbilicaria is­
mini neden aldığını anlarsınız. Göbek bağının tallusu kayaya bağla­
dığı noktadaki yumuşak derinin üstünde bir çukur oluşur ve mer­
keze yaklaştıkça minik kırışıklıklar görülür. Kim baksa, göbek deli­
ğine benzediğini söyleyecektir. Bazıları o kadar kusursuz, minik
deliklerdir ki bebeklerin göbeğini öper gibi öpmek istersiniz. Bazıla­
rı ise zamanında bebeklerini karnında taşımış yaşlı bir kadınınki
gibi pörsümüş ve kırışıktır.
Göbek delikli likenler dikey yüzeylerde yaşadıkları için üst kı­
sımları, bütün nemin toplandığı alt kısımlara göre daha hızlı kurur.
Tallus kurumaya, kenarları kıvrılmaya başlayınca, suyu tutmak için
kısa kenarı boyunca sığ bir kanal oluşur. Liken yaşlandıkça simetri­
si bozulur; alt taraf nemi daha uzun süre tutarak fotosentez yapma­
ya ve üst taraf kurusa bile büyümeye devam ettiği için altı üstünden
yüzde 30 kadar daha uzun olur. Su kanalı aynı zamanda likenlerin
göbek deliği pamukçuğu olarak adlandırabileceğimiz birikintileri
de toplar.
Eğilip yakından bakınca, kalemlerin arkasındaki silgiler kadar
küçücük, kahverengi diskler şeklinde bir sürü bebek tallusun kaya­
nın üstüne dağıldığını görüyorum. Sağlıklı bir nesil yetişiyor. Bu
gençler ana likenin kopmuş parçalarından ya da mükemmel simet­
rilerine bakılırsa, daha da büyük bir ihtimalle soredyum adı verilen
298 Bitkilerin Ruhu

özel propagüllerden1 üremiş olmalı. Soredyum, ortak yayılım için


hem mantardan hem de algden oluşan küçük bir pakettir; böylece
yeni nesiller de daima bir arada olurlar.
Minicik tallusların bile üzerinde göbek delikleri var. Gezegeni­
mizdeki ilk yaşam biçimlerinden biri olan bu kadim canlının dün­
yaya göbek bağıyla bağlanıyor olması ne kadar da anlamlı! Alg ile
mantarın evliliğinden doğan Umbilicaria dünyanın çocuğu, taştan
beslenen bir hayat.
Ve insanlar da Umbilicaria ile beslenir. Bu likenlerin genelde yi­
yecek hiçbir şey bulunamadığında yenebileceği söylenir ama aslın­
da tatları o kadar da kötü değildir. Öğrencilerimle her yıl bir tencere
liken pişiririz. Her bir tallusun büyümesi onlarca yıl sürdüğü için
çok az, sadece tadımlık miktarda alırız. Önce üstündeki kumları at­
ması için geceden temiz suya koyarız. Likenin taşı yemek için kul­
landığı güçlü asitleri de barındıran bu suyu dökeriz . Sonra likeni
yarım saat kaynatırız. Protein açısından zengin, hafif taş ve mantar
kokulu, epeyce yenebilir bir liken suyu elde ederiz; bu liken suyu
soğutulduğunda et suyu gibi jelleşir. Tallusu ise şeritler halinde ke­
seriz, sakızımsı bir spagettiye benzeyen bu tallusla hiç de fena olma­
yan bir liken erişteli çorba yaparız.
Umbilicaria çoğu zaman kendi başarısının kurbanı olur. Birik­
tikçe çözülür. Likenler yavaş yavaş etraflarında, belki kendilerinin
dökülen katmanlarından ya da tozdan veya ağaçlardan dökülmüş
iğne yapraklardan (ormanın enkazı) oluşan ince bir kalınlı tabakası
meydana getirir. Organik maddelerin toz haline gelmesiyle, çıplak
kayanın normalde tutamayacağı miktarda nem tutulur ve bu şekil­
de kaya üstünde toprağın birikmesiyle yavaş yavaş yosunlar ve eğ­
reltiotları için bir yaşam alanı oluşur. Ekolojik ardıllık kuralları uya­
rınca likenler başka canlılar için zemin oluşturma görevlerini yerine
getirirler ve arhk başkalarının zamanı gelir.
Baştan aşağı Umbilicaria ile kaplı bir sarp kayalık var. Kayalığın
yüzeyindeki çatlaklardan sular damlıyor ve sık ağaçlar nedeniyle
yosunlar için gölgelik bir cennet ortaya çıkıyor. Likenler çok daha

1. Bir organizmanın yeni bir bireyi eşeyli ya da eşeysiz üretebilme yeteneğine sahip herhan­
gi bir parçası. (Ç.N.)
Umbilicaria: Dünyanın Göbek Deliği 299

önce, orman bu kadar sık ve nemli değilken oraya yerleşmişler. Bu­


gün ise yer yer parçalanmış, çatıları sarkmış derme çatma kanvas
çadırlardan oluşan bir ordugaha benziyorlar. Büyüteçle en yaşlı
Umbilicaria'ya bakınca, alglerin ve mikroskobik kaya midyelerine
benzeyen başka kabuksu likenlerin oluşturduğu bir kabuğun altın­
da kaldıklarını görüyorum. Bazılarındaki kaygan yeşil şeritler, ma­
vi-yeşil alglerin de buraya yerleştiğini gösteriyor. Bu epifitler 1 güne­
şi kapatarak likenin fotosentez yapmasını engelleyebiliyor. Solgun
likenlerin arasında capcanlı görünen, kalın bir Hypnum yosunu ta­
bakası dikkatimi çekiyor. Tombul konturlarını daha iyi görebilmek
için kayanın çıkıntısına basarak ilerliyorum. Yosunun tabanından,
bir yastığın kenarından sarkan farbalalar gibi bir Umbilicaria tallusu
çıkıyor; yosunun altında neredeyse boğulmuş. Vadesi dolmuş.
Liken, yaşamın iki büyük yolunu tek bedende birleştirir: foto­
sentez yapan bitkilerle başlayıp canlıları oluşturan besin zinciri ve
canlıları parçalarına ayrıştıran geriye dönük besin zinciri. Üreticiler
ve ayrıştırıcılar, aydınlık ve karanlık, vericiler ve alıcılar kol kola
girer; bir battaniyenin atkıları ve çözgüleri gibi o kadar iç içedirler ki
vereni alandan ayırt etmek olanaksızdır. Dünyanın en yaşlı varlıkla­
rından olan likenler, karşılıklılık ilkesinden doğar. Atalarımız bu
buzul kayalarının en yaşlı dedeler olduklarını, kehaneti içlerinde
taşıdıklarını, bize öğretmenlik ettiklerini söyler. Zaman zaman gi­
dip bu kayaların arasında oturur, dünyanın göbek deliğine baka
baka derin düşüncelere dalarım.
Bu kadim kayalar, yaşam biçimleriyle bize ders verirler. Karşı­
lıklılık ilkesinden, her bir türün taşıdığı hediyeyi paylaşmasından
doğan gücün uzun süreli olacağını hatırlatırlar. Dengeli bir karşılık­
lılık sayesinde en zorlu koşullarda bile büyüyebilirler. Başarıları tü­
ketimleriyle ya da büyümeleriyle değil, zarifçe yaşadıkları uzun
ömürleri, sadelikleri, etraflarındaki dünya değişirken devamlılıkla­
rıyla ölçülür. Dünya bugün de değişiyor.
Likenler insanları besliyor ama artık insanlar bunun karşılığında
likenleri korumuyor. Pek çok liken türü gibi Umbilicaria da hava kirli-

1. Başka bir bitkinin üzerinde biten, ancak asalak olmayan bitki. (Ç.N.)
300 Bitkilerin Ruhu

liğinden fazlasıyla etkileniyor. Bir yerde Umbilicaria görürseniz bilin


ki en temiz hava oradadır. Sülfür dioksit ve ozon gibi kirletici gazlar
Umbilicaria'yı hemen öldürür. Yok oluyorlarsa dikkat etmelisiniz.
Aslında giderek artan iklim kaosuyla birlikte bütün canlı türle­
ri ve ekosistemler gözümüzün önünde yok oluyor. Aynı zamanda
başka doğal yaşam alanları da ortaya çıkıyor. Buzulların erimesi,
binlerce yıl buz altında kalmış toprakları açığa çıkarıyor. Buzun kı­
yısında üstü kazınmış, taşlık, sert ve soğuk araziler görülüyor. Tıpkı
on binlerce yıl önceki bir başka büyük iklim değişikliği döneminde
dünya taze ve çıplakken yaptığı gibi, Umbilicaria bugün de buzul
sonrası ortaya çıkan sürülmemiş arazilerdeki ilk sömürgeciler ara­
sında yer alıyor. Kızılderili şifacılarımız, bitkiler bize geldiğinde
dikkatle bakmamız gerektiğini söylüyor; öğrenmemiz gereken bir
bilgiyi getiriyorlar çünkü.
Likenler binlerce yıl boyunca yaşamı oluşturma sorumluluğu­
nu taşıdılar ve bizler dünya tarihine kıyasla göz açıp kapayıncaya
kadar kısa sürede onlara engel olup büyük bir çevresel stres yarat­
tık, kendi elimizle dünyayı çoraklaştırdık. Likenlerin dayanacağını
düşünüyorum. Öğretilerini dinlersek bizler de dayanabiliriz. Dinle­
mezsek, farklı bir tür olduğumuza dair hezeyanlarımız sonucunda
bizler fosiller arasına karıştıktan çok sonra bile Umbilicaria bizim
zamanımızın kayalık kalıntılarını kaplayacak, güç sahiplerinin yer­
le bir olmuş saraylarını yeşil farbalalar gibi süsleyecek.
Asya' da Umbilicaria'ya başka bir isim verildiğini duydum: Taşın
kulağı. Hemen hemen tamamıyla sessiz olan bu yerde, likenlerin bizi
dinlediğini hayal ediyorum. Rüzgarı, ormanardıcı kuşunu, gök gü­
rültüsünü. Vahşice büyüyen açlığımızı. Ey, taşın kulağı, ne yaptığımı­
zın farkına vardığımızda yaşayacağımız ıstırabı da duyacak mısın?
Bedenlerinizin karşılıklı birleşmesindeki bilgeliğe kulak vermediği­
miz sürece, senin doğuşun olan zorlu buzul sonrası dünyaya dönme
ihtimalimiz var. Oysa bizler de toprakla birleşmeyi başarırsak, neşeli
şarkılarımızı da duyabileceğini düşünmek içimi rahatlatıyor.
YAŞLI ÇOCUKLAR

Bir yükselip bir alçalan arazide Douglas Kök.narlarının arasında ge­


niş, rahat adımlarla yürürken vireolar gibi konuşup duruyoruz.
Sonra, görünmez bir eşiği geçince sıcaklık aniden düşüyor, nefesi­
miz soğuyor ve havzaya iniyoruz. Sohbete ara veriyoruz.
Koyu yosun yeşili otların arasından ağaç gövdeleri kıvrılıp bü­
külerek yükseliyor; ağaçların üst yaprakları, ormanı mat gümüşi bir
alacakaranlığa boğan sisin içinde kayboluyor. Devasa kütükler ve
eğreltiotlarıyla kaplı orman tabanındaki çam iğneleri, güneş ışıkla­
rıyla beneklenmiş bir kuştüyü yatağa benziyor. Genç ağaçların üst­
lerindeki açıklıklardan ışık süzülürken, iki buçuk metre çapındaki
ağır gövdeleriyle yaşlı ağaçlar gölgelerde belli belirsiz görünüyor.
Farkına varmadan, sanki bir mabetteymiş gibi saygılı bir sessizliğe
bürünüyorsunuz, üstelik ortamı daha da güzelleştirmek için söyle­
nebilecek tek kelime yok.
Oysa burası her zaman sessiz değildi. Bir zamanlar burada,
elindeki sopalarla tempo tutan ninelerinin gözetiminde gülen, soh­
bet eden genç kızlar olurdu. Karşıdaki ağacın üzerinde uzun, dikey
bir yara izi var; ağacın kabuğu, dokuz metre yükseklikteki ilk dalla­
ra kadar uzanan mat gri bir ok halinde sıyrılmış. Kabuğu kaldırıp
302 Bitkilerin Ruhu

elinde tutan kız, arkasındaki tepeye kadar adım adım geri gidip ko­
pana kadar çekmiş olsa gerek.
O günlerde, Kuzey California'dan güneydoğu Alaska'ya kadar
olan bölgede, dağlar ile deniz arasında kalan hat üzerinde pek çok
yaşlı yağmur ormanı vardı. Sis buraya dökülürdü. Pasifik'ten gelen
nem yüklü hava dağlara çarpar, yukarılara yıllık iki buçuk metre
yağış bırakır, dünyada benzeri bulunmayan bir ekosistemi sulardı.
Dünyanın en büyük ağaçlarıydı bunlar. Kolomb'un yelken açmasın­
dan çok daha önce doğmuş ağaçlar.
Ve ağaçlar sadece başlangıçtı. Memeli, amfibi, yabani çiçek, eğ­
reltiotu, yosun, liken, mantar ve böcek çeşitliliği inanılmazdı. Bütün
bunları "en" kalıbını çokça kullanmadan anlatmak çok zor, çünkü
dünyadaki en büyük ormanlar buradaydı ve yüzlerce yıldır bu in­
sanlar bu ormanlarda yaşıyordu; öldükten sonra, yaşarken oldu­
ğundan bile daha fazla hayat veren devasa ağaç kütükleri ve budak­
lar vardı. Bu ağaçların kanopisi orman tabanındaki yosunlardan
başlıyordu; ağaç tepelerinden sarkan, yüzlerce yıl boyunca rüzgar­
la, hastalıklarla ve fırtınalarla savrulmuş, pürüzlü ve dağınık liken
salkımlarına kadar dikey uzanan çok katmanlı bir heykel gibiydi.
Kaotik gibi görünen bu ortam, tam aksine mantar iplikçikleri, örüm­
cek ağları, gümüşi su hatlarıyla sımsıkı örülmüş karşılıklı bağları
içinde saklıyordu. Bu ormanda yalnızlık diye bir şey yoktu.
Kuzeybatı Pasifik kıyısındaki yerli topluluklar, bir ayakları or­
manda, bir diğeri kıyıda, her ikisinin de bereketinden faydalanarak
binlerce yıl boyunca burada bolluk içinde yaşadılar. Bu yağmurlu
bölge sombalıklarının, her dem yeşil kozalaklı ağaçların, kamburü­
zümlerin, aşkmerdivenlerinin yurdu. Burası, Saliş1 dilinde Zengin
Kadının Yaratıcısı, Mazı Ana olarak adlandırılan geniş kalçalı ve be­
reketli ağacın toprağı. Beşikten mezara neye ihtiyaç varsa, boylu
mazı bunları sunmaya, insanları desteklemeye daima hazırdı.
Her şeyin çürümeye yüz tuttuğu bu sulak iklimde, çürümeye
karşı dirençli bir ağaç olan mazı en ideal malzemeyi sunuyordu. Bu

1. ABD'nin kuzeybatı Pasifik bölgesinde ve Kanada'nın güneybatısında yaşayan bir etnik


topluluk. (Ç.N.)
Yaşlı Çocuklar 303

ağaç kolayca işlenebiliyor ve suda yüzebiliyordu. Dümdüz, dev


gövdesinden yirmi kişilik kanolar yapılabiliyordu. Bu kanoların
içindeki her şey de boylu mazının armağanıydı: kürekler, olta man­
tarları, ağlar, ipler, oklar ve zıpkınlar. Hatta kürek çekenler rüzgar­
dan ve yağmurdan korunmak için kendilerini sıcak tutan yumuşa­
cık mazı şapkalar ve pelerinler kullanıyordu.
Dereler ve alçak düzlükler boyunca, yürümekten aşınmış pati­
kalarda şarkılar söyleyerek dolaşan kadınlar farklı ihtiyaçlarına en
uygun ağaçları bulmaya çalışıyorlardı. İstedikleri şeyi saygıyla rica
ediyor, aldıkları her şeye dualar ve hediyelerle karşılık veriyorlardı.
Orta yaşlı bir ağacın kabuğuna bir kesik atan bu kadınlar, el genişli­
ğinde ve yedi buçuk metre uzunluğunda bir şeridi kolayca soyup
çıkarabiliyordu. Ağacın sadece bir kısmını soymakla, verdikleri za­
rarın zaman içinde iyileşebilecek seviyede olmasını sağlıyorlardı.
Kurutulan şeritler daha sonra dövülerek tabakalara ayrılıyor, iç kı­
sımlarda ipek gibi yumuşak ve parlak tabakalara dönüşüyordu.
Ağaç kabukları geyik kemiğiyle uzun uzun kesilip parçalandığında,
yumuşacık ve kabarık bir "mazı yünü" yığını oluşuyordu. Yeni doğ­
muş bebekler bu yünden yuvanın içine konuyordu. Bu "yün" örül­
düğünde de sıcacık ve dayanıklı kıyafetler ve battaniyeler ortaya
çıkıyordu. Aileler ağacın dış kabuğundan örülmüş hasırların üstün­
de oturuyor, mazı yatakların üstünde yatıyor, mazı tabaklardan ye­
mek yiyordu.
Ağacın her yeri kullanılıyordu. İp gibi incecik dallar kat kat ay­
rılarak alet, sepet ve dalyan yapılıyordu. Uzun kökleri çıkarılıp te­
mizlendikten sonra soyuluyor, tabaka tabaka ayrılıp incecik ama
güçlü ipler elde ediliyor, bunlarla da ünlü koni şapkalar ve siperli­
ğin altındakinin kimliğini gösteren tören başlıkları yapılıyordu. Sis­
ten kaynaklanan alacakaranlığın hiç kalkmadığı, soğuk ve yağmur­
lu olmasıyla meşhur kış mevsimlerinde evi kim aydınlatıyordu?
Kim ısıtıyordu? Kavisli ateş çukurlarından çıraya ve ateşe kadar her
şey Mazı Ana'dan geliyordu.
Hastalıklarda da insanlar yine Mazı Ana'ya başvuruyordu.
Gövdesinden dümdüz fışkıran yapraklardan esnek dallarına ve
köklerine kadar, ağacın her bir parçası insan bedenine şifaydı ve
304 Bitkilerin Ruhu

ağacın tamamında da güçlü bir manevi şifa vardı. Geleneksel öğre­


tilere göre, mazıların gücü öylesine büyük ve akışkandı ki sırtını
ağacın gövdesine dayayıp kendini ona bırakan bir kişi, eğer layık
bulunursa bu güçten sebeplenirdi. Ölüm geldiğinde, mazı tabutlar
kullanılırdı. İnsanı ilk ve son kucaklayan hep Mazı Ana olurdu.
Yaşlı ormanlar gibi, bu ormanların dizinin dibinde yeşeren yaş­
lı kültürler de zengin ve karmaşık bir yapıdadır. Kimileri sürdürüle­
bilirliğin, yaşam standardını düşürmek anlamına geldiğini öne sü­
rüyor ama kıyı şeridindeki bu yaşlı ormanlarda yaşamış yerli halk­
lar, dünyanın en zenginleri arasında yer alıyordu. Deniz ve orman
ekosistemlerindeki müthiş çeşitliliği akıllıca ve özenle kullanarak
bir yandan bu kaynakları aşırı tüketmeyi engellemişler, diğer yan­
dan da sanat, bilim ve mimarlıkta olağanüstü işler başarmışlardı.
Açgözlülük yerine bereket yeşermiş; toprağın insanlara karşı cö­
mertliğini birebir yansıtmak üzere, maddi şeylerin törenlerle hediye
edildiği müthiş bir festival geleneği doğmuştu. Zenginlik demek,
paylaşacak şeylerinizin olması demekti; cömertlik sosyal konumu
yükselten bir özellikti. Boylu mazılar serveti paylaşmayı öğretmiş,
insanlar da bunu öğrenmişti.
Biliminsanları batıya özgü Mazı Ana'ya Thuja plicata, boylu
mazı diyorlar. Kadim ormanların ulularından olan bu ağaçların boyu
altmış metreye ulaşıyor. Bunlar en uzun ağaçlar değiller ama devasa
ve çok güçlü gövdelerinin çevresi, sekoyalarla yarış edercesine, on
beş metreyi buluyor. Dalgalarla sürüklenmiş odun parçalarının ren­
ginde bir kabukla kaplı gövde, tabandan itibaren incelerek yükseli­
yor. Dalları son derece zarifçe aşağı sarkarken en uç noktaları, uçan
bir kuş gibi yukarı yöneliyor; her bir dal yeşil tüyden yapılmış eğrel­
tiotlarına benziyor.
Yakından bakınca, ince dalların her birini kaplayan yaprakların
nasıl üst üste bindiğini görebiliyorsunuz. Bu türün Latince isminde­
ki plicata sıfatı da örülmüş gibi kat kat görünmesinden geliyor. Bu
sık doku ve altın rengi-yeşil ışıltı sayesinde yapraklar, incecik örül­
müş kutsal ot demetlerine benziyor, ağacın bütünü iyilikten örül­
müş gibi duruyor.
Mazı, elindekileri cömertçe insanlara sundu; insanlar da minnet­
le karşılık verdiler. Bugün ise mazı deyince kereste deposundaki bir
Yaşlı Çocuklar 305

maldan bahsediliyor; hediye kavramı neredeyse tamamen yok oldu.


Ama borcumuzun farkında olan bizler bu borcu nasıl ödeyebiliriz?

Franz Dolp böğürtlen çalılarının arasından geçmeye çalışırken


gömleğinin kolları sürekli dikenlere takılıyormuş. Paçasına yapışan
somonçilekleri yüzünden bayır aşağı yuvarlanacak gibi olmuş ama
neyse ki iki buçuk metrelik çalı, Tavşan Birader1 gibi yakalamış
Franz'ı. Bu karmaşada insan yön duyusunu tamamen kaybeder; yu­
karıya, bayırın en tepesine kadar çıkmaktan başka çareniz yok. İlk
adım, yolu açmak. İlerlemek gerekiyormuş, bu yüzden de Franz pa­
lasını savurarak yürümeye devam etmiş.
Çamurlu, dikenli bölgeye özgü arazi pantolonu ve uzun lastik
çizmeleriyle ince uzun bir adam olan Franz, başındaki siyah beyz­
bol kasketini iyice yüzüne doğru eğmiş. Aşınmış eldivenlerinin için­
deki eller besbelli bir sanatçıya aitmiş; Franz emek vermenin ne ol­
duğunu iyi biliyormuş. O gece günlüğüne şöyle yazmış: "Bu işe
yirmili yaşlarımda başlamalıymışım, ellilerin ortasında değil."
Bütün akşamüstü tepeye giden yoldaki çalıları körlemesine
kesmiş, parçalamış, doğramış; ritmini bozan tek şey, palasının çalı­
ların arasında saklanmış bir engele çarpması olmuş: neredeyse in­
san boyunda, devasa, yaşlı bir kütük; görünüşüne bakılırsa mazı.
Eskiden buralarda sadece Douglas köknarı işlenirmiş, bu yüzden de
öteki ağaçları çürümeye bırakırlarmış. Ama mesele şu ki mazı çürü­
mez: Orman tabanında yüz yıl, hatta belki daha da uzun süre yaşa­
yabilir. Bu kütük, yüz yıldan da uzun süre önceki ilk kesimle yok
edilmiş kayıp ormandan kalmış. Kesilemeyecek kadar büyük oldu­
ğu, çevresinden dolanmak da çok uzun süreceği için Franz kütüğe
denk gelmeyecek yeni bir yol açmak zorunda kalmış.
Bugün, yaşlı mazılar neredeyse tamamen yok olmuşken insan­
ların bu defa da mazı isteyeceği tuttu. Tamamen yok edilmiş yaşlı
ormanlarda dolaşıp kalan mazı kütüklerini aşırıyorlar. Yaşlı kütük-

1. Brer Rabbit ya da Bre'r Rabbit; 19. yüzyılda ABD'nin güneyinde yaşayan Afrikalı kölelerin
sözlü masal geleneğindeki ana karakterlerden biri. Çalılıkta yaşayan, zekasını kimi zaman
iyiye kimi zaman da kötüye kullanan dalavereci tavşan. (Ç.N.)
306 Bitkilerin Ruhu

leri "levha çıkarma" dedikleri bir işlemle, pahalı mazı levhalara dö­
nüştürüyorlar. Ağacın halkaları öylesine düzgün ki levhalar zaten
kendi kendilerine ayrılıveriyor.
Orman zeminine bırakılmış bu yaşlı ağaçların, yaşadıkları süre
içinde önce saygı görmüş, sonra reddedilmiş, neredeyse tümden
yok edilmiş, ardından yoklukları birileri tarafından fark edilince ye­
niden talep görmeye başlamış olması inanılmaz.
Franz, "Buralarda Maddox diye adlandırılan, balta ile keserin
bir araya getirildiği aleti kullanmayı tercih ediyorum," diye yazmış.
Bu aletin keskin kenarıyla kökleri parçalayıp yolu düzleştirebiliyor,
asma akçaağaçlarının ilerlemesini kısa süreliğine de olsa önleyebili­
yormuş.
Tepeye ulaşabilmek için, girilemez durumdaki çalılıklara karşı
birkaç gün daha savaş verdikten sonra, Mary's Peak tepesinin man­
zarasıyla ödüllendirilmiş. "Belirli bir noktaya ulaşıp başarının tadı­
na vardığımızda yaşadığımız sevinci unutamam. Bir de hem ya­
maçlar hem de hava yüzünden her şeyin kontrolden çıktığı, kendi­
mizi yere atıp kahkahalarla gülmekten başka bir şey yapamadığı­
mız günleri."
Franz tepeden görünen manzarayı, orman idaresininkine ben­
zer birimlere ayrılmış, karmakarışık panoramayı günlüklerine kay­
detmiş: Kare ve kama şekilli "bakımlı çimenlikler gibi, yoğun, genç
Douglas köknarı plantasyonlarının" hemen yanında solgun kahve­
rengi çokgenler ve gri-yeşil alacalı araziler, dağa serpilmiş cam kı­
rıkları gibi görünüyormuş. Yaşlı ormanların alametifarikası olan,
uzaktan bakınca engebeli, rengarenk ve değişken görünümlü, ke­
sintisiz ormanı ancak koruma alanının sınırları içinde, Mary's Pe­
ak'in zirvesinde görmek mümkünmüş.
"Yoğun bir kayıp duygusuyla, burada olması gerekenlerin yok­
luğunu düşünerek başladım bu işe," diye yazmış Franz.
Oregon Sıradağları 1880'lerde ilk kez ağaç kesimine açıldığında
ağaçlar o kadar büyükmüş ki (her biri doksan metreden uzun ve on
beş metreden geniş) patronlar bu işi nasıl yapacaklarını bilememiş­
ler. Sonunda beş para etmez iki adamı, çift taraflı bir testerenin iki
ucuna koymuşlar ve adamlar haftalarca uğraştıktan sonra bu deva-
Yaşlı Çocuklar 307

sa canlıları kesebilmişler. Batıda giderek büyüyen ve sürekli daha


fazlasını isteyen şehirler bu ağaçlarla inşa edilmiş. O zamanlarda,
"Yaşlı ormanları kesip de tüketmek mümkün değil," derlermiş.
Bu yamaçlarda son testere homurtularının duyulduğu dönem­
de Franz birkaç saat mesafedeki çiftliğinde karısı ve çocuklarıyla
birlikte elma ağaçları dikiyor, elma şarabı yapmayı planlıyormuş.
Bir baba ve genç bir ekonomi hocası olarak ev ekonomisine yatırım
yapıyor, tıpkı büyüdüğü ev gibi, ormanın içinde bir Oregon çiftliği
kurmayı ve sonsuza dek orada kalmayı hayal ediyormuş.
Franz ineklerini ve çocuklarını yetiştirmekle uğraşırken, sonra­
dan yeni yuvası olacağını henüz bilmediği Shotpouch Deresi'nde
böğürtlenler güneşin sıcaklığıyla iyice serpilmiş. Harabe haldeki
çiftliğin zeminini kaplamaya, ormancılardan kalmış zincirleri, te­
kerlekleri ve rayları paslandırmaya başlamış. Kırmızı çiçekli so­
monçileklerinin dikenleriyle makaralara sarılı dikenli çitler iç içe
geçerken, suyoluna atılmış eski koltuğun döşemesinin yerini yo­
sunlar almış.
Franz'ın çiftlik evinde evliliği bozulmaya yüz tutup hızla yokuş
aşağı inerken, Shotpouch'taki toprakta da aynı durum yaşanıyor­
muş. Toprağı tutmak için önce kızılağaçlar, sonra akçaağaçlar gel­
miş. Anadili kozalaklı ağaçlar olan bu arazi artık sadece ince uzun,
sert odunlu ağaçların argosunu konuşur olmuş. Mazı ve köknar ko­
rularına dönüşme hayali, erozyondan kaynaklanan acımasız kaosa
kurban gitmiş. Düz ve hızlı olanın, hızlı ve dikenli olana karşı hemen
hemen hiç şansı yokmuş. Franz "ölüm bizi ayırana dek" diye niyet­
lendiği çiftlikten uzaklaşırken, arkasından el sallayan eski karısı,
"Umarım bir sonraki hayalin bundan daha iyi sonuçlanır," demiş.
Franz günlüğüne şöyle yazmış: "Çiftliği, satıldıktan sonra gör­
meye gitmem hataydı. Yeni sahipleri her şeyi kesmiş. Ağaç kökleri­
nin ve helezonlar çizen kızıl tozların arasına oturup ağladım. Çift­
likten ayrılıp Shotpouch' a taşınınca, yeni bir yuva kurmak için ku­
lübe yapmaktan ya da elma ağacı dikmekten fazlasının gerektiğini
anladım. Toprağın ve benim birlikte iyileşmemiz gerekiyordu."
Böylece yaralı bir adam, Shotpouch Deresi civarındaki yaralı
bir araziye taşınmış.
308 Bitkilerin Ruhu

Bu arazi, dedesinin büyük emek verip karşılığını alamadığı


çiftliğiyle aynı dağlarda, Oregon Sıradağları'nın merkezindeymiş.
Eski aile fotoğraflarında, kesilmiş ağaçların köklerinin ortasında
derme çatma bir kulübe ve mutsuz yüzler var.
Franz, "Bu yüz altmış dönümlük arazi benim sığınağım, doğal
hayata kaçışım olacaktı. Ama bakir bir tabiat yoktu burada," diye
yazmış. Haritada Bumt Woods [Yanık Orman] diye geçen bir yerin
yakınında bir arazi seçmişti. Oysa Scalped Woods [Tıraşlanmış Or­
man] deseler daha doğru olurmuş. Önce ilk yaşlı ormanın, ardından
da onun çocuklarının katledildiği bir dizi kesim sonucunda toprak
tamamen tıraşlanmış. Yeni köknarlar yükselir yükselmez oduncular
gelip kesiyormuş.
Bütün ağaçlar kesilince her şey değişir. Gün ışığı aniden bolla­
şır. Kesim araçlarının yardığı toprakta sıcaklık yükselir ve humus
örtüsünün altında kalan mineralli toprak açığa çıkar. Ekolojik ardıl­
lık açısından kronometre sıfırlanır ve alarm yüksek sesle çalmaya
başlar.
Geçmişten bugüne rüzgarla devrilen, toprak kayması ve yan­
gınlarla karşılaşan orman ekosistemleri, büyük ölçekli bozulmalara
karşı mekanizmalar geliştirmiştir. Bozulmanın hemen arkasından
ilk ardıl bitki türleri gelip hasar kontrol çalışmalarına başlar. Fırsatçı
ya da öncü türler olarak bilinen bu bitkiler, bozulmadan sonra da
gelişmelerini sağlayacak şekilde uyumlanırlar. Işık ve alan gibi kay­
naklar bol olduğu için hızla büyürler. Çıplak arazi birkaç haftada
bitkilerle örtülebilir. Bu bitkilerin amacı olabildiğince hızlı büyü­
mek ve çoğalmaktır, bu yüzden de gövde üretmekle uğraşmak yeri­
ne, en incecik dallardan bile yaprak, yaprak ve daha fazla yaprak
vermeye odaklanırlar.
Başarının anahtarı, her kaynağı komşu bitkiden daha fazla ve
daha hızlı almaktır. Kaynaklar sınırsızsa bu hayatta kalma stratejisi
işe yarar. Ama tıpkı öncü insanlar gibi, öncü bitkilerin de açık alana,
çok çalışmaya, bireysel girişimlere ve çok sayıda çocuğa ihtiyacı
vardır. Diğer bir deyişle, fırsatçı türler için fırsatları yakalama süresi
kısadır. Ağaçlar sahneye çıktığında, öncülerin günleri sayılı demek­
tir, bu yüzden de fotosentez imkanlarını kullanarak bebek yaparlar,
Yaşlı Çocuklar 309

bu bebekler de kuşlar tarafından bir başka kesilmiş orman arazisine


taşınır. Dolayısıyla bu türlerin çoğu meyveli çalılar olur: somonçile­
ği, mürver, kamburüzüm, böğürtlen.
Öncülerin oluşturduğu topluluğun ilkeleri sınırsız büyümek,
yayılmak, yüksek seviyede enerji tüketmek, kaynakları olabildiğin­
ce hızlı kullanmak, rekabet yoluyla öteki türlerden toprak kapmak
ve yola devam etmektir. Kaynaklar azalmaya başladığında (ki her
zaman azalır), evrim gereği istikrarı destekleyen, yağmur ormanı
ekosistemlerinin uzmanlaştığı işbirlikleri ve stratejiler devreye gi­
rer. Bu karşılıklı simbiyozun kapsamı ve derinliği, uzun süreli ol­
mak üzere tasarlanmış yaşlı ormanlarda özellikle çok gelişmiştir.
Endüstriyel ormancılık, topraktaki kaynakların çıkarılması ve
insanların yayılımında rol oynayan diğer unsurlar, somonçileği çalı­
lıklarına benzer - daima daha fazlasını isteyen toplumların talebi
doğrultusunda toprağı yiyip yutar, biyolojik çeşitliliği azaltır ve
ekosistemleri basitleştirir. Son beş yüz yıl içinde yaşlı kültürleri ve
yaşlı ekosistemleri yok ettik ve yerlerine fırsatçılık kültürünü koy­
duk. Öncü bitki toplulukları gibi, öncü insan toplulukları da arazi­
leri yenilemede önemli rol oynar ama bu işlem uzun vadede sürdü­
rülebilir değildir. Enerji eskisi gibi kolay elde edilemez olunca tek
seçenek denge ve yenilemedir ve bu süreçte de erken ve geç ardıllık
sistemleri arasında karşılıklılığa dayalı bir döngü vardır - biri öteki­
ne kapı açar.
Yaşlı ormanlar sadece güzellikleriyle değil, işlevlerindeki zara­
fetle de büyüleyicidir. Kıtlık durumunda kontrolsüz büyüme çılgın­
lığı ya da kaynak israfı görülmez. Ormanın yapısındaki "yeşil ıni­
mari", güneş enerjisinin optimum seviyede alınmasını sağlayan çok
katmanlı kanopideki yaprak kademeleriyle mükemmel bir verimli­
lik modeli sunar. Kendi kendine yeten topluluklar için örnek arıyor­
sak, yaşlı bir ormana bakmamız yeterli. Veya bu ormanlarla simbi­
yotik ilişki içinde gelişmiş yaşlı kültürlere.
Franz günlüklerine, uzaktaki yaşlı ormanlar ile eski ormandan
geriye sadece bir mazı kütüğünün kaldığı Shotpouch'taki çıplak ara­
ziyi karşılaştırınca, ihtiyacı olan amacı bulduğunu yazmış. Dünya­
nın nasıl bir yer olması gerektiğine dair kendi bakış açısını bir kenara
310 Bitkilerin Ruhu

bırakıp bu araziyi iyileştirmeye, doğal haline döndürmeye yemin


etmiş. "Hedefim," diye yazmış, "yaşlı bir orman yetiştirmek."
Ama bu büyük hedef, fiziksel ıslahın da ötesindeymiş. "Islah
çalışmalarınd� toprakla ve üstündeki canlılarla kişisel ilişki kurmak
önemli." Toprakta çalışırken, aralarında oluşan sevgi dolu ilişkiyi
anlatmış: "Adeta kayıp parçamı bulmuş gibi oldum."
Bahçe ve meyve ağaçlarından sonraki hedefi, kendine yeterlili­
ği ve sadeliği onurlandıran bir ev inşa etmek olmuş. Yukarıdaki ya­
maçlarda ormancıların bıraktığı güzel, hoş kokulu, çürümeye di­
rençli ve sembolik anlamı olan boylu mazı kütüklerinden bir kulübe
yapmayı çok istemiş. Ama artarda kesimler nedeniyle çok fazla ağaç
tüketilmiş. Bu yüzden de ne yazık ki kulübede kullanacağı mazıları
satın almak zorunda kalmış. Fakat "Evim için kesilenden çok daha
fazla mazı dikip yetiştireceğime kendi kendime söz verdim," diye
yazmış.
Yağmur ormanlarının yerli halkları da mimaride hafif, su geçir­
meyen, güzel kokulu mazıları tercih ediyordu. Mazı kütük ve kalas­
larından yapılmış evler, bu bölgenin simgesiydi. Mazı odunu o ka­
dar kolay parçalanabiliyordu ki yetenekli eller hiç balta kullanmaya
gerek kalmadan, istenen boyutlarda levhalar hazırlayabiliyordu.
Bazen kereste için ağaç kesildiği oluyordu ama kalaslar genellikle
kendi kendilerine devrilmiş ağaç kütüklerinden alınıyordu. Üstelik
Mazı Ana henüz canlı ve ayakta olmasına karşın yan taraflarından
kalaslar alınmasına da izin veriyordu. Ağacın gövdesinde taş ve ge­
yik boynuzuyla bir dizi yarık açıldığında, dümdüz bir hat üzerin­
den uzun levhalar sökülüveriyordu. Bu odunlar ağacı destekleyen
ölü dokulardır, dolayısıyla büyük bir ağaçtan birkaç levha almak
bütün organizmanın hayatını riske atmaz; sürdürülebilir ormancılık
anlayışımızı yeniden tanımlayan bir uygulama bu: Ağacı öldürme­
den kereste elde etmek.
Oysa bugün arazinin nasıl şekillendirileceğini ve kullanılacağı­
nı endüstriyel ormancılık belirliyor. Kerestelik orman alanı olarak
belirlenen Shotpouch'taki araziyi satın almak isteyen Franz'a, onay­
lı bir orman yönetimi planı sunması gerektiğini söylemişler. Sanki
bir ağacın kaderinde illaki bıçkıhane olması gerekiyormuş gibi, ara-
Yaşlı Çocuklar 311

zisinin "ormanlık değil kerestelik" olarak sınıflandırılması karşısın­


da yaşadığı şaşkınlığı günlüğüne alaycı bir dille yazmış Franz.
Onun zihniyeti, Douglas Köknarları gibi kerestelik ağaçların hakim
olduğu bir dünyaya göre fazla yaşlı kalıyormuş.
Oregon Ormancılık İdaresi ve Oregon Devlet Üniversitesi Or­
mancılık Fakültesi, Franz'a teknik yardım önermiş ve çalılıkları zapt
etmek, bunların yerine genetiği değiştirilip güçlendirilmiş Douglas
köknarı dikmek üzere bitki öldürücüler vermiş. Alt bitki örtüsünde­
ki rekabeti ortadan kaldırıp bol güneş ışığı sağlarsanız, Douglas
köknarı etrafındaki her ağaçtan daha hızlı kereste üretir. Ama Franz
kereste istemiyormuş. Bir orman istiyormuş.
"Bu toprakları çok sevdiğim için Shotpouch'ta arazi sahn al­
dım," diye yazmış. "Burada, 'doğru'nun ne olduğunu pek bilme­
mekle birlikte, doğru olanı yapmak istedim. Bir yeri sevmek yet­
mez. Onu iyileştirmenin yollarını da bulmalıyız." Bitki öldürücüleri
kullanırsa, bu kimyasal yağmurunun altında sadece Douglas kök­
narı hayatta kalabilirmiş, ama Franz bütün türlerin var olmasını is­
tiyormuş. Çalılıkları elleriyle temizlemeye yemin etmiş.
Endüstriyel bir ormanı yeniden ağaçlandırmak çok zorlu bir
iştir. Çok sayıda insanla, dik yamaçlarda yan yan ilerleyerek ağzına
kadar dolu çuvallardaki fidanları dikmek gerekir. İki metre yürü,
fidanı yerleştir, kökleri ört. İki metre yürü, aynı işlemi tekrarla. Tek
tür. Tek model. Ama o zamanlar doğal bir orman oluşturmaya dair
hiçbir yönlendirme yokmuş, bu yüzden de Franz tek öğretmenine,
bizzat ormana başvurmuş.
Yaşlı ağaçların hala var olduğu az sayıdaki araziyi gözlemleye­
rek gördüğü modelleri kendi arazisinde de tekrarlamaya çalışmış.
Güneş alan açık yamaçlara Douglas köknarı, gölgelik yerlere suga,
loş ve ıslak topraklara mazı. Yetkililerin tavsiye ettiği gibi genç kızı­
lağaçları ve asma akçaağaçlarını kesmek yerine, toprağı yenilemeye
devam etmelerini sağlamış ve kanopilerinin alhna gölgeye dayanık­
lı türler dikmiş. Her bir ağacı işaretlemiş, haritalamış ve özenle ye­
tiştirmiş. Ağaçları kuşatıp boğma riski olan çalılıkları kendi elleriyle
temizlemiş, ta ki omurgasından ameliyat olup bu işler için iyi bir
ekip kurmak zorunda kalana kadar.
312 Bitkilerin Ruhu

Hem kütüphanelerdeki basılı kitapları hem de ormanın ancak


gören gözlere sunduğu kütüphanedeki metinleri okuya okuya, za­
manla çok iyi bir çevrebilimci olmuş. Kadim bir orman oluşturma ha­
yalini, arazinin sunduğu imkanlarla eşleştirebilmeyi amaçlıyormuş.
Bu girişimlerinin ne kadar akıllıca olduğundan kimi zaman kuş­
ku duyduğu günlüklerinde açıkça görülüyor. Ne yaparsa yapsın,
elinde bir çuval fidanla tepelerde zar zor dolaşsın ya da dolaşmasın,
arazinin önünde sonunda yeniden ormana dönüşeceğini anlamış.
İnsan zamanı ile orman zamanı birbirinin aynı değildir. Ama Franz'ın
hayalindeki yaşlı ormanın gelişmesi için belki zaman da tek faktör
değildi. Çevre araziler, tamamen tıraşlanmış alanların ve Douglas
köknarlarının bir mozaiği olduğuna göre, doğal bir ormanın yeniden
oluşması da mümkün olmayabilirdi. Tohumlar nereden gelecekti?
Toprak bu tohumları kabul edebilir durumda olacak mıydı?
Özellikle bu son soru "Zengin Kadının Yaratıcısı"nın yeniden
çoğalması açısından çok önemli. Devasa yapısına karşın mazının to­
humları küçücüktür; narin kozalaklarından ayrılıp rüzgarla savru­
lan tanecikler bir santimetreden birazcık daha büyüktür. Dört yüz
bin mazı tohumu birleşse yarım kilogram ancak eder. Yetişkin mazı­
ların bin yıl boyunca yeniden tohum üretebiliyor olması iyi bir şey.
Çünkü bu gibi ormanlardaki tür zenginliği içinde böylesine minicik
bir yaşamın yeni bir ağaç yaratma ihtimali sıfıra yakın.
Yetişkin ağaçlar, sürekli değişen dünyanın getirdiği çeşitli stres­
lere karşı daha toleranslıyken, gençler epeyce hassastır. Boylu mazı,
diğer türlere kıyasla daha yavaş geliştiği için öteki ağaçlar hemen
onu aşar ve güneşi çalar; özellikle de bir yangından ya da kesimden
sonra mazı, kurak ve açık arazi koşullarına daha iyi uyum sağlayan
türlerle rekabet edemez. Hayatta kalmayı başarsa bile, gölgeye en
toleranslı Batılı ağaç türü olmasına rağmen büyümez ve uygun za­
manı, rüzgar ya da ölümle birlikte gölgelikte bir delik açılmasını
bekler. Fırsat bulduğunda geçici gün ışığı huzmesine doğru adım
adım yükselir ve kanopiye ulaşır. Ama çoğu boylu mazı bunu başa­
ramaz. Orman ekolojisi uzmanlarının tahminlerine göre mazılar bir
yüzyıl içinde belki ancak iki kez büyüme fırsatı yakalar. Dolayısıyla
Shotpouch'ta doğal bir şekilde yeniden yaygınlaşma ihtimali yok-
Yaşlı Çocuklar 313

muş. Islah ettiği ormanda boylu mazı yetişebilmesi için Franz'ın


bunları dikmesi gerekiyormuş.
Böylesine yavaş büyüyen, rekabet gücü sınırlı, hayvanlar tara­
fından kemirilmeye açık, fidandan yetiştirmenin pek de mümkün
olmadığı boylu mazının nadir bir tür olması gerektiğini düşünüyor
insan. Ama değil. Bunun sebeplerinden biri, boylu mazıların yük­
seklerde rekabet edememekle birlikte, diğer türlerin tutunamadığı
sulak alanlarda, yani alüvyal topraklarda, bataklıklarda ve su kıyıla­
rında yaşayabilmeleri. Çok sevdikleri bu sulak ortamlar, rekabetten
de kurtulmalarını sağlıyor. Dolayısıyla Franz özellikle derenin kıyı­
sında alanlar belirleyip buralara sık aralıklarla boylu mazı dikmiş.
Mazı, benzersiz kimyasal özellikleri sayesinde hem insanların
hem de ağaçların hayatını kurtaran şifalı niteliklerle donatılmıştır.
Antimikrobiyal bileşikler açısından zengin olduğu için özellikle man­
tarlara karşı dirençlidir. Her ekosistem gibi kuzeybatı Amerika or­
manları da salgınlara, özellikle de yerli mantar Phellinus weirii'nin yol
açtığı kök çürüklüğüne karşı hassastır. Bu mantar Douglas köknarla­
rı, suga ve diğer ağaçlar için öldürücü olabilir ama boylu mazılar ney­
se ki bağışıktır. Kök çürüklüğü yüzünden diğer ağaçlar devrildikçe,
boylu mazılar rekabetten kurtulup boşlukları doldurmaya başlar.
Ölümün kol gezdiği topraklarda, Hayat Ağacı yaşamaya devam eder.
Boylu mazıların yaşaması için yıllarca tek başına mücadele
eden Franz sonunda aynı şeyleri yapmaktan, yani ağaç dikip so­
monçileği çalısı yolmaktan keyif alan birini bulmuş. Franz ile Dawn
ilk randevularında Shotpouch'taki tepenin zirvesine çıkmışlar. Son­
raki on bir yıl boyunca on üç binden fazla ağaç dikmiş, yüz altmış
dönümlük arazileriyle gönül bağlarını yansıtan isimler verdikleri
bir patika ağı oluşturmuşlar.
Orman Hizmetleri, arazilere genellikle İdari Birim 361 gibi
isimler verir. Shotpouch'ta ise el yapımı yol haritasının üstündeki
isimler çok daha anlamlı: Cam Kanyon, Asmalı Vadi, İnek Çöktü­
ren. Hatta ilk ormandan kalan ağaçlara da ayrı ayrı isimler vermiş­
ler: Öfkeli Akçaağaç, Örümcek Ağacı, Tepesikopuk. Haritada bir
kelime, hepsinden daha sık tekrarlanmış: Mazı Kaynağı, Mazı Du­
rağı, Kutsal Mazı, Mazı Ailesi.
314 Bitkilerin Ruhu

Özellikle Mazı Ailesi ismi, mazıların çoğu zaman bir aile gibi
ortak bir koruda yaşadığını gösteriyor. Belki de tohumdan yetişme­
sinin zorluğunu telafi etmek isteyen boylu mazı, bitkisel üretimde
liderliği kimseye bırakmıyor. Ağacın nemli toprak üstünde kalan he­
men hemen her kısmı, daldırma olarak bilinen bir süreçle köklenebi­
liyor. Alt kısımlardaki yapraklar, nemli yosun yataklarının içine kök­
ler salabiliyor. Esnek dallar, ağaçtan kesilip koparıldıktan sonra bile
yeni ağaçlar yaratabiliyor. Yerli halklar büyük olasılıkla boylu mazı
korolarını bu yöntemle genişletmişlerdi. Üstüne basılıp ezilen ya da
aç bir geyiğin yere yapıştırdığı genç bir mazı bile dallarını tekrar top­
rağa yöneltip yeniden başlayabiliyor. Yerlilerin bu ağaca Uzun Öm­
rün Yarahcısı ve Hayat Ağacı ismini vermeleri boşuna değil.
Franz'ın haritasındaki en dokunaklı mekan isimlerinden biri
Yaşlı Çocuklar. Ağaç dikmek, bir inanç meselesidir. Bu arazide
inançla beslenmiş on üç bin örnek var.
Franz araştırmış, dikmiş, araşhrmış, dikmiş ve bu sürede pek
çok hata yapmış, çok şey öğrenmiş. Günlüğüne şöyle yazmış: "Bu
arazinin geçici korucusuydum. Bakıcısıydım. Daha doğrusu hiz­
metlisiydim. Şeytan ayrıntılarda gizliydi ve ben her köşe başında
şeytanın ayrıntılarını görüyordum." Yaşlı çocukların yeni ortamları­
na verdikleri tepkileri gözlemlemiş ve sıkınhlarını çözmeye çalış­
mış. "Ağaçlandırma yapmak, bahçe bakmak kadar zevkli bir işmiş.
Burası bir dostluk ormanı. Araziye çıktığımda bir şeylerle uğraşma­
mak imkansız. Bir ağaç daha dikeyim, bir dal daha keseyim. Daha
önce diktiğim bir ağacı alıp daha güzel bir yere dikeyim. Ben buna
'yeniden dağıtımla doğallaştırma beklentisi' diyorum. Dawn'a göre
ise bunun adı düpedüz 'kurcalamak'."
Boylu mazının cömertliği sadece insanlara değil, ormanda ya­
şayan başka pek çok canlıya da yansıyor. Yumuşacık, alçak yaprak­
ları geyiklerin en sevdikleri yiyeceklerden biri. Bütün ağaçların ka­
nopisi altında boylu mazı fidanlarının gizli kalacağını düşünebilir­
siniz ama bunlar öylesine lezzetli ki otobur hayvanlar, gizlenmiş
çikolataları arayan çocuklar gibi peşlerine düşüyor. Ve boylu mazı­
lar çok yavaş büyüdükleri için uzun süre geyiklerin ulaşabileceği
yükseklikte oluyor.
Yaşlı Çocuklar 315

Franz, "İşime müdahale eden bilinmezlikler, ormandaki gölge­


ler kadar çoktu," diye yazmış. Dere kıyılarında mazı yetiştirme pla­
nı iyiymiş ama orada kunduzlar da yaşıyormuş. Tatlı niyetine mazı
yiyeceklerini kim tahmin edebilirmiş? Franz'ın boylu mazı fidanlık­
ları, farkına varmadan kemirilmiş gitmiş. Bu defa etraflarına çit çe­
kerek tekrar dikmiş Franz. Ama vahşi doğa kıs kıs gülmüş ona. Bir
orman gibi düşünerek, kunduzların en sevdiği yiyecek olan söğüt­
leri dere boyunca dikmiş; böylece kunduzları mazılardan uzak tut­
mayı umuyormuş.
"Bu deneyi yapmadan önce fareler, dağ kunduzları, doru va­
şaklar, kirpiler, kunduzlar ve geyiklerden oluşan bir konseyle top­
lantı yapmam gerekirmiş meğer," diye yazmış.
Bugün bu boylu mazıların çoğu uzun ince, dallardan ibaret, yu­
muşak, henüz yetişkinliğe ermemiş gençler. Geyikler kemirdikçe
daha da garip görünüyorlar. Asma akçaağacının ablukası altında
ışık alabilmek için çabalıyor, oradan buradan birer dal uzatmaya ça­
lışıyorlar. Sıraları geliyor artık.
Franz ilk dikimden sonra şunları yazmış günlüğüne: "Araziyi
iyileştirebilirim. Ama asıl faydanın nereden geleceğini çok iyi bili­
yorum. Burada kural, karşılıklılık. Ne verirsem onu alıyorum. Bura­
da, Shotpouch Vadisi'nin yamaçlarında kişisel bir orman ıslahından
ziyade, kişisel ıslah ormanındayım. Araziyi ıslah ederken kendimi
de ıslah ediyorum."
Zengin Kadının Yaratıcısı... Bu isimde haklılık payı var. Hayali­
nin gerçekleştiğini görme, geleceğe her geçen gün güzelleşecek bir
hediye verme servetine kavuşan Franz'ı zengin etti.
Franz'ın Shotpouch hakkında yazdıklarına bakalım: "Kişisel or­
mancılık alıştırması yaptım. Ama aynı zamanda da kişisel sanat alış­
tırmasıydı bu. Bir manzara resmi yapabilir ya da bir dizi şarkı bcste­
leyebilirdim. Ağaçların doğru dağılımını bulmaya çalışmak, yazdı­
ğım bir şiiri elden geçirmeye benziyor. Teknik deneyimimin olmadı­
ğını düşünerek kendimi 'ormancı' saymıyorum ama ormanda çalı­
şan bir yazar olma fikrini kabul edebilirim. Ve ormanla çalışan bir
yazar. Ormancılık sanatını uygulayan ve ağaçlara yazan bir yazar.
Ormancılıkta farklı uygulamalar olabilir ama kereste şirketlerinin ya
316 Bitkilerin Ruhu

da orman fakültelerinin sanatta yetkinlik şarh aradığını hiç görme­


dim. Belki de ihtiyacımız olan şey budur. Ormancı sanatçılar."
Franz bu arazide geçirdiği yıllar içinde su havzasının uzun sü­
reli hasarın ardından iyileşmeye başlamasını izlemiş. Yüz elli yıl
sonra Shotpouch'a gittiğini hayal ederek, "Bir zamanlar bir kızıla­
ğaç çalısının olduğu yeri, ulu mazılar kaplamış," diye yazmış. Ama
kendi zamanında, yüz altmış dönümlük arazisinin bir fidandan iba­
ret olduğunu, dolayısıyla hassas olduğunu biliyormuş. Hedefine
ulaşabilmesi için çok daha fazla sayıda özenli ele, yüreğe ve akla
ihtiyaç varmış. Toprak ve kağıt üzerindeki sanalım kullanarak in­
sanları yaşlı kültürlerin bakış açısına çekmek, toprakla olan ilişkile­
rin yenilenmesini sağlamak zorundaymış.
Yaşlı ormanlar gibi, yaşlı kültürler de tamamen yok olmadı.
Toprak onların anılarını ve dolayısıyla da yeniden yeşerme ihtima­
lini içinde taşıyor. Bu kültürler sadece etnik kökenle ya da tarihle
değil, toprak ile insan arasındaki karşılıklılık ilişkisinden doğmuş
bağlarla da alakalı. Franz, yaşlı bir orman yaratmanın mümkün ol­
duğunu göstermekle kalmayıp yaşlı bir kültürün, bütüncül ve iyi­
leştirilmiş bir dünya görüşünün teşvikini de hayal etmiş.
Bu hayalini daha da geliştirmek için Spring Creek Projesi'nin
yaratıcılarından biri olmuş. Projenin amacı, "çevrebilimlerinin uy­
gulamalı bilgeliğini, felsefi incelemelerin netliğini ve yazılı sözcük­
lerin yaratıcı ifade gücünü bir araya getirerek doğal dünyayla olan
ilişkimizi anlamanın ve yeniden tasarlamanın yeni yollarını bul­
mak"mış. Franz'ın ormancıları sanatçı, şairleri ise çevrebilimci ola­
rak görme anlayışı, ormanda ve Shotpouch'taki sıcacık mazı kulü­
bede köklenmiş. Burası, ilişkileri ıslah eden çevrebilimciler olarak
da tanımlayabileceğimiz yazarlara bir ilham ve inziva merkezi ol­
muş. Somonçileği çalısında yaşayan, tohumları yaralı bir araziye
taşıyan, yaşlı kültürün yenilenmesi için toprağı hazırlayan yazarlar
için...
Kulübede buluşan sanatçılar, biliminsanları ve felsefecilerin ve­
rimli işbirlikleri, baş döndürücü kültürel faaliyetlerle sonuçlanıyor.
Franz'ın aldığı ilham, ormandaki çürümüş yaşlı bir kütük gibi baş­
kalarına ilham veriyor. Franz on yıl, on üç bin ağaç ve ilham almış
Yaşlı Çocuklar 317

sayısız biliminsanı ve sanatçıdan sonra şunları yazmış: "Dinlenme


zamanım geldiğinde kenara çekileceğime, başkalarının yola çıkıp
çok özel bir yere varmalarına imkan verebileceğime artık inandım.
Dev bir köknar, boylu mazı, suga ormanına; yani kadim bir orma­
na." Haklıydı; yabani çalılarla başlayıp yaşlı çocuklara uzanan yolu
açtı ve pek çok kişi de onu takip etti. Franz Dolp 2004 yılında, Shot­
pouch Deresi'ne dönerken karşısına çıkan bir kağıt kamyonuyla
çarpıştığı kazada öldü.
Kulübesinin kapısının hemen önünde çember halinde duran
genç mazılar, ışığı yakalayan yağmur damlalarıyla boncuk boncuk
süslü yeşil şallar kuşanmış genç kadınlara, her adımlarında tüy gibi
savrulan etekleriyle zarif dansçılara benziyor. Dallarını kocaman
açıp çemberi genişletiyor, yenilenme dansına bizi de davet ediyor­
lar. Nesillerdir kenarda oturduğumuz için başta biraz sakarlık edi­
yor, ritmi tutturana kadar biraz sendeliyoruz. Aslında Gökka­
dın'dan bize kadar ulaşan bu adımları hafızamızın derinliklerinde
saklıyor, ortak yaratıcılar olarak sorumluluğu yeniden üstleniyoruz.
El emeği bu ormanda şairler, yazarlar, biliminsanları, ormancılar,
kürekler, tohumlar, geyikler ve akçaağaçlar Mazı Ana'nın çemberi­
ne katılarak yaşlı çocukları danslarıyla canlandırıyorlar. Hepimiz
davetliyiz. Siz de bir kürek kapıp dansa katılın.
YAĞMURUN TANIKLAR!

Kış başında Oregon' a yağan yağmur kesintisiz, gri bir tabaka halin­
de, hafif bir ıslık sesiyle yere düşüyor. Yağmurun toprağın her yerine
eşit miktarda düştüğünü sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ritmi ve tem­
posu, düştüğü yere göre belirgin bir şekilde değişir. Salallar ve
mahonyaların iç içe geçtiği bir ortamda yağmur, sert ve parlak yap­
rakların üstüne trampete benzer pata pata pata sesleriyle düşer. Geniş
ve düz yapraklı ormangüllerine şamar gibi iner ve yapraklar sağa­
nak altında dans eder gibi hoplayıp zıplar. Devasa bir suganın altına
daha az yağmur düşer ve damlalar halinde ağacın pürüzlü gövde­
sinden dökülür. Çıplak toprakta yağmur damlaları çamurun içine
düşerken köknar yaprakları bu suları belirgin bir şapırtıyla yutar.
Buna karşın yosunun üstüne düşen yağmur hemen hemen hiç
ses çıkarmaz. İzlemek ve dinlemek için yosunların arasına diz çökü­
yor, kendimi yumuşaklıklarına bırakıyorum. Damlalar o kadar hızlı
düşüyor ki sürekli izlememe karşın yere çarptıkları �nı bir türlü ya­
kalayamıyorum. Sonunda tek bir yaprağa odaklanıyor ve nihayet
görebiliyorum. Darbeyle filizler yere yapışıyor ama damla yok olu­
veriyor. Ses yok. Damlama ya da sıçrama yok, ama suyun hareket
ettiğini, suyu emen gövdenin renginin koyulaştığını, minicik ve kı­
sacık yaprakların arasına sessizce yayıldığını görebiliyorum.
Yağmurun Tanıkları 319

Gördüğüm diğer yerlerin çoğunda su ayrı bir varlıktı. Belirli


sınırlarla çerçevelenmişti: göl kıyıları, dere kenarları, büyük kayalık
sahil şeridi. Kıyıda durup "burası su" ve "burası kara" diyebilirdi­
niz. Şu balıklar ve iribaşlar su dünyasına ait; bu ağaçlar, yosunlar ve
dörtayaklılar kara canlıları. Ama burada, bu nemli ormanlarda sı­
nırlar belirsizleşiyor; yağmur o kadar ince ve kesintisiz yağıyor ki
havadan ayırt edilemiyor, mazılar bulutlarla o kadar kaplı ki sadece
dış hatları görülebiliyor. Suyun gaz ve sıvı halleri arasında net bir
ayrım yok burada. Hava bir yaprağa ya da saçımın bir teline doku­
nur dokunmaz bir damla oluşuveriyor.
Lookout Deresi denen bu dere bile net bir sınır tanımıyor. Ana
yatağının içinde yuvarlanıp kayarak akarken iki gölet arasında bir
subakalı yüzüyor. Fakat burada, Andrews Deney Ormanı'nda su bi­
limci olarak görev yapan Fred Swanson bana bir başka derenin, Lo­
okout Deresi'nin görünmez gölgesinin, hiporeik akımın hikayesini
anlattı. Bu sular, derenin altında, çakıltaşı dere yatağında ve yaşlı
kum yığınlarında akıyor. Anaforların ve sıçrayan suların altından
akan bu geniş, görünmez nehir, ormana çıkan yamacın en ucuna
kadar yanaşıyor. Bizim bilemeyeceğimiz kadar mahrem kökler ve
taşlar, su ve toprak tanıyor bu derin, görünmez nehri.
Lookout Deresi'nin kıyısında dolaşırken sırtımı yaşlı bir mazı­
nın gövdesindeki oyuğa yaslıyor, suyun altındaki akıntıları gözüm­
de canlandırmaya çalışıyorum. Ama tek hissettiğim, ensemden içeri
dökülen yağmur damlaları. Ağacın her bir dalı Isothecium cinsi yo­
sunlardan oluşmuş bir perdeyle iyice ağırlaşmış; saçlarımın ucun­
daki damlalar gibi, dolaşık dalların ucunda da damlalar asılı. Yuka­
rı baktığımda hem saçlarımı hem de dalları görebiliyorum. Ama
Isothecium'un üstündeki damlalar, kaküllerimdekilerden çok daha
büyük. Hatta bugüne kadar hiç bu kadar büyük damlalar görme­
miştim; şişmişler, yerçekiminden gebe kalmışlar, benim üstümdeki,
ince dallardaki veya ağacın gövdesindeki damlalardan çok daha
uzunlar. Sallanıp kendi etraflarında dönerken bütün ormanı ve par­
lak sarı yağmurluk giymiş bir kadını yansıtıyorlar.
Gördüklerime inanıp inanmamakta kararsızım. Keşke yanımda
bir çapölçer olsaydı da yosunlardaki su damlalarını ölçüp gerçekten
320 Bitkilerin Ruhu

de ötekilerden daha büyük olup olmadıklarını anlayabilseydim. Bü­


tün damlalar eşit mi yaratılmıştır? Bilemiyorum, bu yüzden de hipo­
tezler yumurtlayan biliminsanı rolüne sığınıyorum. Belki de yosu­
nun çevresinde nem oranı yüksek olduğu için damlalar daha uzun
süre bozulmadan kalabiliyordur. Belki de yosunların arasında kalan
yağmur damlaları, yosunların yüzey gerilimini artıran bazı özellikle­
rini kendilerine alıp yerçekimine karşı daha dirençli oluyordur. Belki
de tıpkı ufuk çizgisinde dolunayın çok daha büyük görünmesi gibi
bir göz yanılsamasıdır bu. Yosunun çok küçük olması yüzünden
damlalar daha büyük görünüyor olabilir mi? Belki de damlalar, ışıl­
tıları biraz daha uzun süre görülsün istiyordur.
İnsanın içine işleyen yağmurun altında saatler geçirdikten sonra
aniden ıslandığımı, üşüdüğümü fark ediyorum ve kulübeye dön­
mek çok cazip geliyor. Çayın ve kuru kıyafetlerin rahatlığına hemen
sığınabilirim ama kendimi oradan koparamıyorum bir türlü. Isınma
düşüncesi ne kadar cezbedici olsa da her bir duyuyu uyandırıp yağ­
murun altında dikilmenin yerini tutmaz - dört duvarın içinde bu
duyular sessizliğe gömülüyor ve dikkatim benden çok daha fazlası­
na değil, sadece kendime odaklanıyor. Kulübenin içinden dışarıya
bakıyor olsam, ıslanmış bir dünyada kupkuru kalmanın yalnızlığına
dayanamazdım. Burada, bu yağmur ormanında, hiçbir şey yapma­
dan, tamamen korunaklı bir şekilde yağmura kenardan bakmak iste­
miyorum; sağanağın bir parçası olmak, ayaklarımın altında yumuşa­
yan koyu renkli humusla birlikte sırılsıklam ıslanmak istiyorum.
Keşke gövdesinden içeri yağmur damlaları sızan, pürüzlü bir mazı
olsaydım; keşke su, aramızdaki engelleri yok edebilseydi. Mazılar ne
hissediyorsa onu hissetmek, ne biliyorsa onu bilmek istiyorum.
Ama bir mazı değilim ve üşüdüm. Elbette bizler gibi sıcakkanlı
canlıların sığınabileceği bir yer vardır. Etrafta, yağmurun erişemedi­
ği oyuklar olmalı mutlaka. Bir sincap gibi düşünüp bu sığınakları
buluyorum. Derenin kıyısındaki bir oyuğa kafamı uzatıp bakıyo­
rum, oyuğun arka duvarından derecikler akıyor. Oraya sığınamam;
ters dönmüş köklerin yağmurun etkisini azaltacağını umduğum
devrik kütüğün içi de olmaz. Sarkmış iki kökün arasında bir örüm­
cek ağı uzanıyor. Ağ bile su dolmuş; bir kaşık suya beşik olmuş,
Yağmurun Tanıkları 321

ipekten bir hamak. Asma akçaağacı dallarının eğilip yosun kaplı bir
kubbe oluşturduğunu görünce umutlarım yeşeriyor. Isothecium per­
desini açıp üstü katman katman yosunla örtülü karanlık ve küçük
odaya eğilerek giriyorum. İçerisi sessiz, rüzgarsız, sadece bir kişinin
sığabileceği büyüklükte. Yosunlarla örülü tavandan içeri iğne deliği
kadar küçücük yıldızlara benzeyen ışıklar ve beraberinde de damla­
lar giriyor.
Dönüp yola doğru yürürken dev bir kütük önümü kesiyor.
Nehre inen yamacın ucundan buraya düşmüş; kopmuş dalları gide­
rek artan akıntıyla sürükleniyor. Kütüğün üst kısmı karşı kıyıya çar­
pıp orada kalmış. Altından geçmek, üstünden geçmekten daha ko­
lay olduğu için emekleme pozisyonuna geçiyorum. Ve aradığım
kuru yer işte burada. Zemindeki yosunlar kahverengi ve kuru, top­
rak yumuşak ve taneli. Yamacın dereye doğru eğimlendiği yerde
oluşan yarım ay şeklindeki boşlukta bu kütük bir metreden geniş
bir çatı sağlıyor. Bacaklarımı uzatabiliyorum, yamacın eğimi tam
sırtımı yaslayabileceğim açıda. Başımı kuru bir Hylocomium yosunu­
na dayayıp mutlulukla içimi çekiyorum. Nefesimden çıkan bulut,
ağacın kütüğe dönüşmesinden bu yana güneş yüzü görmemiş
örümcek ağları ve liken demetleriyle süslü bu kabuğa tutunmuş
kahverengi yosun tutamlarına doğru yükseliyor.
Yüzümden birkaç santim yukarıda duran bu kütük tonlarca
ağırlıkta. Doğal bir açıyla göğsümün üstüne inmesini engelleyen tek
şey, kök tarafındaki bir odun parçasının oluşturduğu doğal daya­
nak ve derenin diğer tarafında yere tutunan çatlak dallar. Bu bağlar
her an kopabilir. Ama yağmur damlalarının yüksek temposunu ve
ağaçların ne kadar düşük bir tempoyla yıkıldığını düşünerek kendi­
mi şimdilik güvende hissediyorum. Benim dinlenme hızım ile ağa­
cın düşme hızı farklı saatlere göre hesaplanıyor.
Nesnel bir gerçeklik olarak zaman bana hiç anlamlı gelmiyor.
Önemli olan şey, yaşanandır. Bizlerin yarattığı dakikalar ve seneler
tatarcıklar ya da boylu mazılar için aynı şeyi ifade edebilir mi? Bu
sabah tepeleri sisle kaplı olan ağaçlar için iki yüz sene hiçbir şey
değil. Nehir için göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre; taşlar
için ise iki yüz senenin lafı bile olmaz. Kayalar, nehir ve ağaçlar,
322 Bitkilerin Ruhu

onlara iyi bakarsak, iki yüz sene daha burada olacak. Ben, şu sincap
ve gün ışığı huzmesinde dolanıp duran şu tatarcık bulutu ise çoktan
göçmüş olacağız.
Geçmişin ve hayalimizdeki geleceğin herhangi bir anlamı var­
sa, onu ancak bu anda bulabiliriz. İstediğimiz kadar zamanımız var­
ken, bunu bir yerlere gitmeye değil, tam da olduğumuz yerde "ol­
maya" harcayabiliriz. Bu yüzden de geriniyor, gözlerimi kapatıyor
ve yağmuru dinliyorum.
Yastık gibi yumuşak yosunlar beni sıcak tutuyor ve kurutuyor;
yan dönüp ıslak dünyaya bakıyorum. Göz hizamda, Mnium insigne
üstüne sağanak şeklinde yağmur yağıyor. Yosun ayağa kalkıyor,
boyu neredeyse beş santime ulaşıyor. Yaprakları, minyatür bir incir
ağacınınkiler gibi geniş ve yuvarlak hatlı. İçlerinden bir tanesi, öte­
kilerin yuvarlak kenarlarına benzemeyen, koni biçiminde uzun
ucuyla dikkatimi çekiyor. Bitkilerde pek görmediğimiz bir şekilde,
bu yaprağın incecik ucu hareket ediyor. Yosunun saydam yeşil tepe
noktasına sımsıkı bağlı bir uzantı. Ama ucu daireler çiziyor, bir şey
arıyormuş gibi havada dalgalanıyor. Hareketi bana, vantuzlu arka
ayaklarının üstünde yükselip vücutlarını sallaya sallaya en yakın­
daki ince dalı bulan, ön ayaklarıyla buna yapışan, arka ayaklarım
yerden kaldıran ve boşlukta bir yay çizen tırtılları hatırlatıyor.
Ama bu çok bacaklı bir tırtıl değil; fiberoptik bir şeymiş gibi
içten aydınlanan, parlak yeşil bir lif, bir yosun iplikçiği. Ben seyret­
meye devam ederken, dolaşan bu iplikçik sadece birkaç milimetre
mesafedeki bir yosun yaprağına dokunuyor. Bu yeni yaprağa birkaç
kez hafifçe vuruyor ve emin olduktan sonra aradaki mesafe boyun­
ca uzanıyor. Az önceki boyunun iki katına ulaşmış, gergin bir yeşil
kablo gibi yaprağa tutunuyor. Bir anlığına iki yosun parçası parlak
yeşil bir iplikçikle birbirine bağlanıyor ve yeşil bir ışık bu köprünün
üzerinden bir nehir gibi akıp yok oluyor, yosunun yeşilliği içinde
kayboluyor. Yeşil ışık ve sudan yapılmış, iplikçikten ibaret bir canlı­
nın tıpkı benim gibi yağmurda yürüdüğünü görmek bir lütuf değil
de nedir?
Nehrin kıyısında durup dinliyorum. Her bir yağmur damlası­
nın sesi, köpük köpük akan beyaz suların içinde kayboluyor ve ka-
Yağmurun Tanıkları 323

yaların üzerinden akıp gidiyor. Bireysel ve kolektif olan arasında o


kadar çok fark var ki işin aslını bilmeseniz yağmur damlaları ile ne­
hirlerin akraba olduğunu fark etmeyebilirsiniz. Durgun bir gölcü­
ğün üzerine eğilip elimi uzahyor, emin olmak için yağmur damlala­
rının parmaklarımın arasında süzülmesini izliyorum.
Orman ile derenin arasında, on yıl önce dağların tepelerinden
inip nehrin yatağını değiştiren selle birlikte sürüklenmiş karmakarı­
şık çakıltaşlarının oluşturduğu bir hat var. Söğütler ve kızılağaçlar,
böğürtlen çalıları ve yosunlar buraya yerleşmiş ama nehir, "Bu da
geçer," diyor.
Çakıltaşlarının üstüne dökülmüş kızılağaç yapraklarının kuru­
yan kenarları yukarı kalkıp kaseler oluşturmuş. Bazılarının içlerinde
yağmur suyu birikmiş ve yapraktan sızan tanenler yüzünden çay
gibi kızıl-kahve bir renge dönüşmüş. Rüzgarla kopmuş liken şeritle­
ri aralarına savrulmuş. Aniden, hipotezimi sınamak için ihtiyacım
olan deneyi karşımda buluveriyorum; malzemeler gözümün önün­
de duruyor. Aynı boy ve ende iki liken şeridini alıp yağmurluğumun
içindeki pazen gömleğime sürerek kurutuyorum. Bir tanesini kızıla­
ğaç çayının olduğu yaprak kaseye koyuyor, diğerini de saf yağmur
suyuna bahrıyorum. İkisini de yavaşça çıkarıp yan yana tutuyor, şe­
ritlerin ucunda oluşan damlacıkları izliyorum. Elbette farklılar. Saf
yağmur suyu bir an önce düşmek için acele edermiş gibi görünen,
küçük, hızlı damlalar oluşturuyor. Ama kızılağaçlı suda demlenmiş
damlalar çok iri ve ağır oluyor, yerçekimine yenik düşmeden önce
uzun bir an boyunca asılı kalıyor. Ah-haf diye tanımlayabileceğim o
anda yüzüme kocaman bir gülümseme yayılıyor. Su ile bitki arasın­
daki ilişkiye bağlı olarak gerçekten de farklı türde damlalar oluşuyor.
Tanen yönünden zengin kızılağaçlı suda damlalar daha büyükse,
uzun bir yosun tabakasından sızan su da yol boyunca tanen toplayıp
o büyük, güçlü damlaları üretmiş olamaz mı? Ormanda öğrendiğim
en önemli şey, rastlanh diye bir şeyin olmadığı. Her şey anlamla
demleniyor, birbirleri arasındaki ilişkilerle renkleniyor.
Yeni çakıllar eski kıyıyla buluşunca, dalları sarkan ağaçların al­
tında durgun bir göl oluşmuş. Nehrin ana yatağından kopan bu göl
hiporeik akımın yükselmesiyle doluyor; yani aşağıda yükselen su-
324 Bitkilerin Ruhu

lar, yaz papatyalarının yağmurla birlikte altmış santim suya gömül­


menin şaşkınlığını yaşadığı bu sığ havzayı dolduruyor. Yazın çiçek­
li bir hendek olan bu göl şimdi nehrin sığ, kıvrımlı yatağından gürül
gürül akan bir kütleye dönüşme hikayesini anlatan, sular altında
kalmış bir çimenlik. Ağustostaki nehir, ekimdekinden farklı. İkisini
de tanımak için uzun süre burada durmanız gerekiyor. Çakıltaşları
gelmeden önceki ve çakıltaşları gittikten sonraki nehri tanımak için
ise daha da uzun süre beklemelisiniz.
Belki de nehri asla tanıyamayacağız. Peki ya damlaları? Dur­
gun gölün kıyısında uzun süre durup dinliyorum. Yağan yağmuru
ayna gibi yansıtıyor, baştan başa incecik ve düzenli damla sesleriyle
kaplanıyor. Pek çok sesin arasında sadece yağmurun fısıltısını duy­
mak için çabalıyor, duyabildiğimi fark ediyorum. Tiz bir damlama
sesiyle düşüyor, şıp sesiyle öylesine hafifçe iniyor ki suya, cam gibi
parlak yüzey hafifçe bulanıklaşıyor ama gökyüzünün yansıması bo­
zulmuyor. Gölün üzerine; kıyıdan buraya kadar uzanan asma akça­
ağacının, altlardan püskürmüş bir suga sürgününün, çakıltaşlarının
kenarından eğilmiş kızılağacın dalları sarkıyor. Bu ağaçlardaki
damlalar göle kendi ritimleriyle düşüyor. Sugadaki damlalar hızlı
hareket ediyor. Her bir iğnesinde biriken sular dalların uçlarına ka­
dar gidiyor, sıra halinde bekleşiyor ve sonra düzenli bir pıt pıt pıt pıt
pıt sesiyle aşağıdaki suyun üstüne noktalı çizgi gibi iniyor.
Akçaağaç gövdesi ise suyu çok daha farklı bırakıyor. Damlalar
iri ve ağır. Oluşmalarını, sonra gölün yüzeyine sertçe düşmelerini
izliyorum. Suyun yüzeyine öylesine büyük bir kuvvetle çarpıyorlar
ki damlalardan derin ve yankılı bir ses çıkıyor. Plop. Çarpıp geri sek­
meleriyle birlikte yüzeydeki su da hopluyor, sanki aşağıdan püskü­
rüyormuş gibi görünüyor. Akçaağaçların altından düzensiz plop
sesleri geliyor. Bu damlalar neden sugadakinden böylesine farklı?
Suyun akçaağaç üzerindeki hareketini incelemek için daha yakın­
dan bakıyorum. Damlalar gövdenin herhangi bir yerinde oluşmu­
yor. Özellikle önceki yıldan kalma tomurcuk izlerinin incecik bir
yükselti yaptığı yerlerde ortaya çıkıyor. Yağmur suları, ağacın pü­
rüzsüz yeşil kabuğu üzerinden akıp, tomurcuk izinin oluşturduğu
Yağmurun Tanıkları 325

setin arkasında birikiyor. Burada toplanıyor, çoğalıyor, setin üstüne


taşıyor ve aşağıdaki suya devasa bir damla halinde yuvarlanıyor.
Plop.
Yağmurun şıp şıp, suganın pıt pıt, akçaağacın plop ve son olarak
da kızılağaçtan dökülen suların pop sesi. Kızılağaçtaki damlalar ağır
tempolu bir müzik yapıyor. İncecik yağan yağmurun, kızılağaç yap­
raklarının pul pul, pürüzlü yüzeyini aşması zaman alıyor. Damlalar,
akçaağaçtakiler kadar büyük olmadığı için göl yüzeyine o kadar
sert düşmüyor ama oluşan pop sesiyle yüzey, eş merkezli halkalar
halinde dalgalanıyor. Gözlerimi kapatıp yağmurun seslerini dinli­
yorum.
Her biri farklı hızda ve tınıda sesler bırakan farklı imzalar, gö­
lün ayna gibi yüzeyini sarıyor. Her damla, ister bir yosuna ister ak­
çaağaca, köknar kabuğuna ya da saçıma düşsün, hayatla olan ilişki­
sine göre değişiyor. Ve biz de hiçbir şeyi anlamadığımız için bunu
alt tarafı yağmur gibi, sanki tek bir şeymiş gibi algılıyoruz. Bence
yosun yağmuru bizden çok daha iyi tanıyor, akçaağaçlar da öyle.
Belki de yağmur diye bir şey yok; sadece her biri ayrı bir hikaye
anlatan yağmur damlaları var.
Yağmuru dinlerken zaman diye bir şey kalmıyor. Zaman, iki
olay arasındaki süreyle ölçülüyorsa, suganın damlama zamanı, ak­
çaağacın damlama zamanından farklı. Nasıl ki gölün yüzeyi farklı
yağmurların açtığı çukurcuklarla doluysa, bu orman da farklı za­
man türleriyle dolu. Köknar iğneleri yağmurun yüksek frekanslı şıp
şıp sesleriyle birlikte düşüyor, dallar büyük damlaların plop sesiyle
düşüyor, ağaçlar da nadiren ama gök gürültüsü kadar kuvvetli bir
gümbürtüyle düşüyor. Nadir diyoruz ama zamanı bir nehir gibi dü­
şünerek ölçmüyorsak bize öyle geliyor. Ve biz hiçbir şeyi anlamadı­
ğımız için bunu alt tarafı zaman gibi, sanki tek bir şeymiş gibi algı­
lıyoruz. Belki de zaman diye bir şey yok; sadece her biri ayrı bir
hikaye anlatan anlar var.
Sallanan bir damlaya yansımış yüzümü görüyorum. Balıkgözü
mercek etkisiyle, dev bir alnım ve minicik kulaklarım var. Belki biz
insanlar da böyleyiz aslında, çok fazla düşünüyor, çok az dinliyo­
ruz. Dikkatle dinlediğimizde, kendi türümüzden farklı türlerin
326 Bitkilerin Ruhu

zekalarından da öğreneceklerimiz olduğunu görüyoruz. Dinleye­


rek, tanıklık ederek dünyaya açılıyoruz ve o zaman aramızdaki sı­
nırlar bir yağmur damlasında çözünüp yok oluyor. Damla, bir ma­
zının ucunda birikiyor, bir nimet olarak görüp dilimin ucuyla yaka­
lıyorum.
Kutsal Otu Yakmak

� Törenle yakılan kutsal otun yaydığı isli duman, kişiyi iyilik


ve şefkatle sarıp bedene ve ruha şifa verir.
WINDIGO'NUN AYAK lZLERİ

Pırıl pırıl bir kış günü montumun hışırhsından, kar botlarımın çı­
kardığı yumuşacık hırş hırş'lardan, dondurucu soğukta ağaçların
tam kalbinden gelen silah patlamasına benzer çıtırtılardan, iki kat
eldivene rağmen hala sızı içindeki parmaklarıma sıcacık kan pom­
palayan kalbimin atışından başka ses yok. İki şiddetli rüzgar dalga­
sı arasında gökyüzü masmavi. Aşağıdaki karla kaplı tarlalar kırık
cam gibi ışıldıyor.
Bu son fırtınayla savrulup birikmiş kar yığınları, donmuş bir
denizdeki dalgalara benziyor. Daha erken saatlerde yürüyüş rotam
pembe-sarı gölgelerle doluydu; oysa gün solarken gölgeler maviye
dönüyor. Tilki izlerinin, tarlafaresi tünellerinin ve şahin kanatları­
nın iziyle çevrelenmiş parlak kırmızı kan lekelerinin yanından yü­
rüyorum.
Herkes aç.
Rüzgar yeniden hızlandığında, havada daha da fazla kar koku­
su olduğunu fark ediyorum ve birkaç dakika içinde fırtına ağaç te­
pelerinde kükremeye, kar tanelerini gri bir perde gibi üstüme savur­
maya başlıyor. Her yer kararmadan önce sığınacak bir yer bulmaya
çalışıyor, hızla kapanmaya başlayan ayak izlerimi takip ederek gel­
diğim yöne dönüyorum. Dikkatle bakınca, izlerimin her birinin
330 Bitkilerin Ruhu

içinde, bana ait olmayan bir iz daha olduğunu görüyorum . Giderek


artan karanlıkta bir şeyler görmeye çalışıyorum ama kar görüşümü
engelliyor. Arkamdan bir uğultu geliyor. Belki de sadece rüzgardır.
Böyle gecelerde Windigo hareketlenir. Kar fırtınasının içinde
avlanırken çıkardığı tüyler ürpertici çığlıkları duyabilirsiniz.

***
Windigo, Anishinaabe halkının efsanevi canavarı, kuzey or­
manlarının dondurucu gecelerinde anlatılan masalların kötü ada­
mıdır. Üç metre boyunda, titreyen vücudundan buz beyazı tüyler
sarkan, devasa bir insan şeklindeki bu varlığın gizlice peşinizden
geldiğini hissedersiniz. Ağaç gövdeleri gibi kolları, kar raketleri ka­
dar büyük ayaklarıyla, açlık çekilen kar fırtınalarında kolayca hare­
ket eder ve sinsice bizi izler. Tam arkamızda hızlı hızlı nefes alırken,
çürümüş et kokan iğrenç nefesi tertemiz kar kokusunu zehirler. Aç­
lıktan kendi dudaklarını kemirdiği için ağzının açık kısmından sarı
köpekdişleri sarkar. En önemlisi de buzdan bir kalbi vardır.
Ateşin etrafında toplanılıp Windigo hikayeleri anlatılır, çocuk­
lar korkutulurmuş ki yanlış şeyler yapıp bu Ojibwe öcüsüne yem
olmasınlar. Veya daha da kötüsü başlarına gelmesin. Bu yaratık her­
hangi bir ayı, uluyan bir kurt, doğada var olan bir canlı değil. Win­
digo doğulmaz, olunur. Windigo aslında, yamyam bir canavara dö­
nüşmüş bir insandır. Isırdığı insanlar da yamyama dönüşür.
Giderek şiddetlenen kar fırtınasından sonra eve girip buzla
kaplı kıyafetlerimi çıkarırken bir yandan da odun sobası yanıyor ve
üstünde yahni için için kaynıyor. Ama halkımın hali her zaman böy­
le değilmiş; bazen fırtınalar kulübeleri kar altında bırakır, yiyecek
hiçbir şey kalmazmış. Karın aşırı yağdığı, geyiklerin gittiği, kilerle­
rin boşaldığı böyle dönemlere Açlık Ayı adını vermişler. Yetişkinle­
rin ava gidip asla dönmediği zamanlarmış bunlar. Kuru kemiklerde
bile emecek bir yer kalmayınca, çocuklar gidermiş ava. Günler geç­
tikçe, ümitsizlikten başka bir şey olmazmış ellerinde.
Özellikle de kışların çok zorlu ve uzun geçtiği Küçük Buzul
Çağı döneminde halkım için kışın aç kalmak kaçınılmaz bir gerçek­
likmiş. Bazı bilgeler, kürk ticareti yüzünden çok sayıda av hayvanı-
Windigo'nun Ayak İzleri 331

nın öldürüldüğü dönemlerde köylerde kıtlık yaşandığını ve Windi­


go efsanesinin de aynı dönemlerde hızla yayıldığını söylüyor. Kış
kıtlığının hiç geçmeyen korkusu, Windigo'nun dondurucu açlığın­
da ve ardına kadar açık ağzında vücut buluyor.
Bu yaratık rüzgara doğru çığlık atarken, Windigo hikayeleri de
yamyamlık tabusunu daha da güçlendirmiş, çünkü kışın Kızılderili
kulübeleri açlık ve yalnızlıktan delirmenin eşiğindeymiş. Böylesine
iğrenç bir dürtüye yenik düşen olursa, insan kemiği dişleyenler
dünya durdukça Windigo olarak kalırmış. Windigo'nun ruhlar ale­
mine asla giremeyeceği, sonsuza dek açlık acısı çekeceği, açlığının
asla doyurulamayacağı anlatılırmış. Windigo ne kadar çok yerse o
kadar açgözlü olurmuş. Açlıktan çığlıklar atar, doymayan iştahıyla
kendi kendisine işkence edermiş. Tüketerek tükenen Windigo, in­
sanlığı yerle bir edermiş.
Ama Windigo, çocukları korkutmak için yaratılmış efsanevi bir
canavardan ibaret değil. Yaratılış hikayeleri dünyaya, insanlara, in­
sanların kendilerini nasıl gördüklerine, dünyadaki yerlerine ve pe­
şinde koştukları hayallere bakmamızı da sağlar. Bir halkın ortak
korkuları ve en temel değerleri de yarattıkları bu canavarların çeh­
resinde görülebilir. Kendi korkularımız ve başarısızlıklarımızdan
doğan Windigo en çok, kendi varlığımızı fazla ciddiye alan yanı­
mızdır.

Sistem bilimi açısından bakarsak Windigo pozitif geribildirim


döngüsünün bir örneğidir, yani bir varlıktaki değişim, sistemin bir
parçası olan başka bir varlıkta da benzer bir değişim yaratır. Windi­
go, açlığı arttıkça daha çok yer, yedikçe açlığı ölçüsüzce artar ve
kontrolsüz bir tüketim ortaya çıkar. Hem doğal hem de yapay çev­
rede pozitif geribildirim mutlak bir değişime yol açar - bazen büyü­
meye bazen de yok etmeye yönelik bir değişim. Ama büyüme den­
gesiz olursa yıkımdan farksız sonuçlanabilir.
İstikrarlı ve dengeli sistemlerin tipik özelliği negatif geribildi­
rim döngüleridir - bileşenlerden birindeki değişim öteki bileşende
tam tersi bir değişime yol açar ve denge sağlanır. Açlık yüzünden
daha çok yenir ve yendikçe açlık azalır; tokluk mümkündür. Nega-
332 Bitkilerin Ruhu

tif geribildirim bir karşılıklılıktır, denge ve sürdürülebilirlik yaratan


güçlerin bir araya gelmesidir.
Windigo hikayeleri, dinleyenlerin zihinlerinde negatif geribil­
dirim döngüleri oluşturmaya çalışıyordu. Geleneksel çocuk yetiştir­
me yöntemleri iç disiplini güçlendirecek, gereğinden fazlasını al­
mak gibi korkunç bir mikroba karşı direnç kazandıracak şekilde ta­
sarlanmıştı. Eski öğretiler, her birimizde Windigo tabiatının olduğu­
nu biliyordu, bu yüzden de içimizdeki açgözlülüğü söndürmeyi
öğrenebilmemiz için hikayelerdeki canavar yaratılmıştı. Stewart
King gibi Anishinaabe büyükleri de işte bu nedenle, kendimizi anla­
yabilmek için daima her şeyin iki farklı yönünü, aydınlık ve karan­
lık tarafını düşünmemizi söylüyor. Karanlığı gör, gücünü anla, ama
onu besleme.
Bu yaratığa, insanla beslenen kötü ruh deniyor. Ojibwe bilgele­
rinden Basil Johnston'a göre windigo kelimesinin kökleri "aşırı yağ­
lı" veya "sadece kendini düşünen" anlamına geliyor olabilir. Yazar
Steve Pitt'e göre de "Windigo bir zamanlar insandı ama bencilliğiy­
le kontrolünü kaybederek asla tatmin olamaz hale geldi."
Yaratığın ismi her ne olursa olsun, Johnston ve başka pek çok
bilge, bugün kendi kendimizi mahvettiğimiz özyıkım salgınına bakı­
lırsa (alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı, kumar, teknoloji ve daha pek
çok bağımlılık), Windigo'nun gayet iyi durumda olduğunu söylüyor.
Pitt'in ifadesiyle, Ojibwe ahlakına göre "aşırıya kaçan her alışkanlık
kişinin özyıkımına yol açar ve bu özyıkım Windigo'dur." Ve nasıl ki
Windigo'nun ısırığı bulaşıcıysa, özyıkımın da başka pek çok kurban
yarattığını biliyoruz - ailelerimiz ve insan ötesindeki dünya.
Windigo'nun anavatanı kuzey ormanlarıdır ama son birkaç
yüzyılda etki alanı çok genişledi. Johnston'ın da söylediği gibi, ço­
kuluslu şirketler dünyadaki kaynakları "ihtiyaç için değil, açgözlü­
lükten", doymaksızın yiyip bitiren yeni bir Windigo türü yarattı.
Nereye bakacağımızı bilirsek, bu canavarın ayak izlerinin tüm çev­
remize yayıldığını görebiliriz.

Uçağımız Kolombiya sınırına birkaç kilometre kala, Ekvador


Amazonu'ndaki petrol yataklarının tam ortasındaki balta girmemiş
Windigo'nun Ayak İzleri 333

ormanda bulunan kısacık bir asfalt yola tamir için zorunlu iniş yap­
tı. Aşağıda mavi bir saten kurdele gibi pırıl pırıl akan nehri izleye­
rek, kesintisiz yağmur ormanlarının üzerinden uçtuk. Ama boru
hatlarının olduğu yerlerde açık bırakılmış kızıl toprağın üzerinden
geçerken su aniden karardı.
Otelimiz, üstündeki alevleri hiç sönmeyen gaz bacaları nede­
niyle turuncu renge dönen gökyüzünün altında, ölü köpekler ile
fahişelerin aynı köşeleri paylaştığı, toprak bir caddenin üstündeydi.
Resepsiyonist bize oda anahtarını verirken, şifonyeri kapının arka­
sına dayamamızı ve gece boyunca odamızdan çıkmamamızı söyle­
di. Lobide bir kafes içinde tutulan kızıl ara papağanları, yarı çıplak
çocukların dilencilik yaptığı, en fazla on iki yaşındaki oğlanların
omuzlarında kalaşnikoflarla uyuşturucu kaçakçılarının evlerinin
kapısında nöbet tuttuğu caddeye boş gözlerle bakıyordu. Gece olay­
sız geçti.
Ertesi sabah güneş doğarken, buharların yükseldiği ormanın
üstünden uçuyorduk. Petrokimyasal atıklar yüzünden gökkuşağı
renkleriyle bezenmiş, sayılamayacak kadar çok lagünün çevrelediği
bu kargaşa dolu kasaba tam altımızdaydı. Windigo'nun ayak izleri
görülüyordu.
Baktığımız her yerde bu ayak izleri var. Onondaga Gölü'ndeki
endüstriyel tortulu çamurun içinde dolaşıyorlar. Ve toprağın gevşe­
yip denize döküldüğü Oregon Sıradağları'nda vahşice kesilip yok
edilmiş yamaçlarda. Batı Virginia'da kömür madenlerinin yok ettiği
tepelerde ve Meksika Körfezi'nin petrole bulanmış kumsallarında.
İki bin beş yüz dönümlük endüstriyel soya fasulyelerinde. Ruan­
da' daki bir elmas madeninde. İçi tıka basa kıyafet dolu bir gardırop­
ta. Bütün bu Windigo ayak izleri, doymak bilmeyen tüketim iştahı­
nın izleridir. Windigo çok kişiyi ısırdı. Açlığı bulaştırdığı bu insanlar
alışveriş merkezlerinde dolaşıyor, toplu konut yapmak için çiftliği­
nize göz dikiyor, Kongre seçimlerinde aday oluyor.
Hepimizin suçu var. Neye değer vereceğimizi "pazar"ın belir­
lemesine müsaade ettik ve böylece yeniden tanımlanan "kamu ya­
rarı", satıcıları zenginleştirirken ruhu ve dünyayı yoksullaştıran,
savurgan yaşam biçimlerine bağımlı hale geldi.
334 Bitkilerin Ruhu

Hayatta kalmak için paylaşmanın şart olduğu, açgözlü bireyle­


rin tüm toplum için tehdit oluşturduğu "avam" topluluklarda Win­
digo masalları doğdu. Eskiden, kendilerine gereğinden fazla şey
alarak topluluğu tehlikeye atan bireyler önce uyarılır, sonra dışlanır,
açgözlülük devam ederse de sürgüne gönderilirdi. Belki de Windi­
go efsanesi, aç ve yapayalnız dolaşmaya mahkum edilen, kendisi
reddedenlerden intikam almak isteyen bu sürgünler düşünülerek
yaratıldı. Karşılıklılık ağından sürülmek, bir şey paylaşabileceğiniz
ve özen göstereceğiniz hiç kimsenin olmaması korkunç bir ceza.
Bir seferinde Manhattan' da bir sokakta yürürken, gösterişli bir
evden süzülen ışığın, çöpte yemek arayan bir adamı aydınlattığını
görmüştüm. Belki de özel mülkiyet takıntımız yüzünden hepimiz
yapayalnız köşelere sürgün edildik. Güzelim, benzersiz hayatları­
mızı daha fazla para kazanmaya, bizi doyuran ama asla tatmin et­
meyen daha çok şey satın almaya harcadıkça, kendimizden bile sür­
gün edilmeyi kabullendik. Windigo bizi, sahip olduklarımızın açlı­
ğımızı gidereceğine inandırıyor ama aslında hasret çektiğimiz şey,
ait olmak.
Daha geniş bir ölçekten bakacak olursak, yapay bir talep ve zor­
la aşırı tüketimden oluşan bir Windigo ekonomisi çağında yaşıyo­
ruz. Bir zamanlar Kızılderili halklarının dizginlemeye çalıştığı şeyi,
devlet onaylı, sistematik bir açgözlülük politikası serbest bırakma­
mızı istiyor.
İçimdeki Windigo'yu kabullenmekten çok daha büyük bir kor­
kum var. Dünyanın altüst olmasından, karanlığın sanki aydınlıkmış
gibi görünmesinden korkuyorum. Bir zamanlar halkım için kor­
kunç şeyler olan bencillik ve çıkarcılık bugün başarı gibi algılanıyor.
Halkımın affedilmez bir suç olarak gördüğü şeyi takdir etmemiz
bekleniyor. Tüketim odaklı zihniyet, "yaşam kalitesi" maskesi altın­
da bizi içten içe yiyor. Sanki bir ziyafete davet edilmişiz de masada
sadece boşluğu, midemizdeki asla dolmayan kara deliği besleyen
yiyecekler varmış gibi. Canavarı serbest bıraktık.
Ekolojik iktisatçılar, ekonomiyi ekolojik ilkelerle ve termodina­
miğin getirdiği kısıtlamalarla temellendiren reformlara ihtiyaç ol­
duğunu söylüyor. Yaşam kalitemizi korumak istiyorsak doğal ser-
Windigo'nun Ayak İzleri 335

mayeyi ve ekosistem hizmetlerini korumamız gerektiğini, bu radi­


kal anlayışın benimsenmesinin şart olduğunu ısrarla belirtiyorlar.
Ama hükümetler hala insanların tüketiminin hiçbir sonucunun ol­
madığına dair neoklasik safsatayı benimsiyor. Sanki evren termodi­
namik yasalarını bizim lehimize iptal etmiş gibi, sınırlı bir gezegen­
de sınırsız büyüme öngören ekonomik sistemleri kucaklamaya de­
vam ediyoruz. Sürekli büyüme, doğanın yasalarına aykırıdır, ama
Harvard'da, Dünya Bankası'nda ve ABD Ulusal Ekonomi Konse­
yi'nde görev yapan Lawrence Summers gibi önemli bir ekonomist
bile şunu söyleyebiliyor: "Dünyanın taşıma kapasitesini yakın gele­
cekte sınırlayabilecek hiçbir şey yok. Doğal bir sınır nedeniyle bü­
yümeyi sınırlandırmamız gerektiği düşüncesi büyük bir hatadır."
Liderlerimiz, gezegendeki tüm diğer türlerin (tabii tükenenler ha­
riç) bilgeliğini ve işleyiş modellerini gönül rızasıyla görmezden ge­
liyor. Windigo iş başında.
KuTsAL VE ToKsiK

Evimin arkasındaki su kaynağının üzerinde duran yosunlu dallar­


dan birinin ucunda bir damlacık oluşuyor, bir anlığına ışıldayarak
asılı kalıyor, sonra düşüyor. Öteki damlalar da bu resmigeçide katı­
lıyor; döküldükleri çaylar, tepelerden gelen yüzlerce çaydan sadece
birkaçı. Bu çaylar hızlanıp kayaların üzerinden telaşla şırıl şırıl aka­
rak Nine Mile Deresi boyunca ilerliyor, sonunda Onondaga Gölü'ne
dökülüyor. Avucuma kaynak suyunu doldurup içiyorum. Olup bi­
teni iyi bildiğim için, bu damlaların az sonra çıkacağı yolculuktan
endişe duyuyor, onları sonsuza dek yanımda tutmak istiyorum.
Ama suyu durdurmak imkansız.
New York'un kuzeyinde yaşıyorum ve evimin olduğu yerdeki
havza, Iroquois ya da Haudenosaunee Konfederasyonu'nun kalbin­
deki ateş olan Onondaga halkının ata toprakları içinde yer alıyor.
Geleneksel Onondaga anlayışına göre dünyada her bir canlıya veril­
miş bir hediye var ve bu hediye aynı zamanda dünyaya karşı so­
rumluluğumuz anlamına geliyor. Suya verilmiş hediye, yaşamı sür­
dürme yeteneğidir ve suyun pek çok sorumluluğu vardır: bitkileri
yetiştirmek, balıklara ve günsineklerine yuva olmak ve bugün de
bana karşı sorumluluğu, içimi serinletmek.
Kutsal ve Toksik 337

Bu suyun kendine has tatlılığı, etrafını kuşatan, son derece saf,


incecik taneli kireçtaşı tepelerinden kaynaklanıyor. Eskiden deniz
tabanı olan bu tepeler hemen hemen tamamen kalsiyum karbonat­
tan oluşuyor ve eser miktardaki başka elementlerle parlak gri rengi
biraz soluyor. Bu tepelerdeki diğer kaynakların suyu bu kadar tatlı
değil çünkü bu sular, içinde tuzlu mağaraların, kaya tuzu küpleriyle
dolu kristal sarayların bulunduğu kireçtaşı tabakalarından geliyor.
Onondaga halkı bu tuzlu kaynakları mısır çorbasını ve geyik etini
çeşnilendirmekte ve suyun sunduğu sepetler dolusu balığı salamu­
ra etmekte kullanırdı. Hayat güzeldi ve sular sorumluluklarına her
gün sahip çıkıp işe koyuluyordu. Ama insanlar su kadar duyarlı de­
ğil - bizler unutuyoruz. Dolayısıyla Haudenosaunee halklarına, ne
zaman bir araya gelseler doğal dünyanın tüm üyelerine selam ve
teşekkürlerini sunmaları için Şükran Hitabesi verildi. Suya şöyle te­
şekkür ediyorlar:

Dünyanın bütün Sularına teşekkür ediyoruz. Bizi terk etmeyip Toprak


Ana'nın üstündeki hayatı sürdürme görevini yerine getirdikleri için su­
lara minnettarız. Su hayattır, ağzımızın kuruluğunu giderir, bize güç
verir, bitkileri büyütür ve hepimizi hayatta tutar. Zihinlerimizi bir edip
Sulara selamlarımızı ve teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Bu sözcükler, insanların kutsal amacını yansıtıyor. Çünkü nasıl


ki dünyanın devamı için sulara belirli sorumluluklar verilmişse, in­
sanlara da verildi. En büyük sorumluluklarımızdan biri de dünya­
nın verdiği hediyeleri teşekkürle karşılamak ve özenle korumak.
Çok eskiden Haudenosaunee halklarının minnet içinde yaşa­
mayı hakikaten unuttuğu bir dönemin hikayeleri anlatılır. Açgözlü
ve kıskanç olmuşlar, kendi aralarında kavga etmeye başlamışlar.
Anlaşmazlıklar daha da büyük anlaşmazlıklar doğurmuş ve sonun­
da bu halkların hepsi birbiriyle sürekli savaşır olmuş. Kısa süre son­
ra her eve keder çökmüş ama şiddet devam etmiş. Herkes acı için­
deymiş.
Bu kederli zamanda, en batı uçtaki bir Huron kadını bir oğlan
doğurmuş. Özel bir amaçla gönderildiğini bilen bu yakışıklı deli-
338 Bitkilerin Ruhu

kanlı büyüyüp erkek olmuş. Günün birinde ailesine, evden ayrılıp


doğudaki halklara Yaratıcı'nın mesajım iletmek zorunda olduğunu
söylemiş. Beyaz taştan devasa bir kano yapmış ve çok uzaklara git­
miş; sonunda Haudenosaunee halklarının savaş alanının ortasında
teknesini kıyıya çekmiş. Barış mesajını iletmiş ve Arabulucu ismini
almış. Önceleri hemen hemen hiç kimse onu önemsememiş ama
sözlerini dinleyenler dönüşmeye başlamış.
Hayati tehlikeye, omuzlarının kederden çökmesine rağmen Ara­
bulucu, ünlü Hiawatha'nın da dahil olduğu müttefikleriyle birlikte
bu korkunç zamanlarda hep barıştan bahsetmiş. Yıllar boyu köyler
arasında dolaşıp durmuşlar ve savaşan halkların şefleri birer birer bu
barış mesajını kabul etmiş - biri hariç. Onondaga liderlerinden Tado­
daho, halkı için barış istemiyormuş. Öylesine nefretle doluymuş ki
saçlarının içinde yılanlar kıvrılıp dolanıyor, zehirli dili yüzünden vü­
cudu eğrilip bükülüyormuş. Tadodaho, mesajı taşıyanlara ölüm ve
keder göndermiş ama barış Tadodaho'dan daha güçlüymüş ve so­
nunda Onondaga halkı da barış yapmayı kabul etmiş. Tadodaho'nun
çarpık bedeni sağlığına kavuşmuş ve barış mesajım taşıyanlar onun
saçını tarayıp yılanları ayıklamışlar. Tadodaho da dönüşmüş.
Arabulucu, beş Haudenosaunee halkının liderini bir araya ge­
tirmiş ve hepsini ortak bir anlayışta buluşturmuş. Devasa bir Vey­
mut çamı olan Büyük Barış Ağacı'nda birleştirilip demet haline ge­
tirilmiş beş uzun, yeşil çam iğnesi vardır ve bunlar Beş Halk'ın bir­
liğini simgeler. Arabulucu, dev ağacı tek eliyle topraktan çıkarmış
ve kabile şefleri silahlarını ağacın kök çukurunun içine atmışlar.
Tam da bu kıyıda "baltaları gömme"ye ve hem halklar arasındaki
hem de halklar ile doğal dünya arasındaki doğru ilişkileri belirleyen
Büyük Barış Yasası'na uygun şekilde yaşamaya karar vermişler.
Ağacın dört beyaz kökü dört yöne doğru uzanmış ve tüm barışsever
halkları bu ağacın dallarına sığınmaya davet etmiş.
Gezegenimizdeki en uzun ömürlü demokrasi olan büyük Hau­
denosaunee Konfederasyonu işte böyle doğmuş. Büyük Yasa bura­
da, Onondaga Gölü'nde dünyaya gelmiş. Barışa öncülük eden
Onondaga Halkı, Konfederasyon'un kalbindeki ateş olmuş ve o za­
mandan itibaren Konfederasyon'un ruhani lideri daima Tadodaho
Kutsal ve Toksik 339

ismini taşımış. Arabulucu, son bir önlem olarak da Büyük Ağaç'ın


tepesine keskin bakışlı bir kartal yerleştirip yaklaşan tehlikelere kar­
şı insanları uyarmakla görevlendirmiş. Sonraki yüzyıllar boyunca
kartal görevini yerine getirmiş ve Haudenosaunee halkları barış ve
bolluk içinde yaşamış. Ama sonra başka bir tehlike, farklı bir tür
şiddet bu topraklara ulaşmış. Büyük kuş çığlıklar atmış olmalı ama
sesi, değişim rüzgarının yarattığı kargaşa içinde yok olup gitmiş.
Bugün, Arabulucu'nun dolaştığı topraklar, toksik atıkların yoğun
olduğu yerleri gösteren Superfund listesinde yer alıyor.

Aslında bugün New York eyaletindeki Syracuse şehrinin bu­


lunduğu Onondaga Gölü'nün kıyılarında dokuz ayrı alan Super­
fund listesinde. Yüz yılı aşan bir endüstriyel kalkınma süreci yü­
zünden, bir zamanlar Kuzey Amerika'rıın en kutsal alanlarından
biri olan göl, artık Amerika Birleşik Devletleri'ndeki en kirli göller­
den biri olarak biliniyor.
Kaynak bolluğunun ve Erie Kanalı'nın açılmasının cazibesine
kapılan sanayi liderleri, bütün yenilikleri Onondaga bölgesine getir­
diler. O dönemin gazetelerinde, baca dumanları yüzünden havanın
"boğucu derecede kirli" olduğu yazıyor. Üreticiler Onondaga Gö­
lü'nün yanı başlarında olmasından memnunlardı çünkü atıklarını
göle boşaltıyorlardı. Milyonlarca ton endüstriyel atık göl tabanında
birikip çamurlaştı. Hemen arkasından şehrin giderek genişlemesiy­
le, suların çektiği eziyete kanalizasyon hatları da eklendi. Ononda­
ga Gölü'nün yeni sakinleri birbirlerine değil, araziye savaş açmış
gibiydi.
Arabulucu'nun dolaştığı, Barış Ağacı'nın kök saldığı alan bu­
gün artık toprak bile değil, neredeyse yirmi metre derinliğe ulaşan
bir endüstriyel atık yatağı. Kreşlerde çocukların kağıttan kuşları
renkli kartonlara tutturmak için kullandıkları macun yapıştırıcılar
gibi, insanın ayakkabılarına yapışıp kalıyor. Çevrede pek kuş yok,
Barış Ağacı da gömülüp gitmiş. Bu toprağın eski halkları gelseler,
sahilin o tanıdık kıvrımlarını bile bulamazlar. Eski kıyılar doldurul­
du ve bir buçuk kilometrelik bir atık yatağından oluşan yeni bir kıyı
şeridi yaratıldı.
340 Bitkilerin Ruhu

Atık yataklarının yeni arazi anlamına geldiği söylendi ama bu


bir yalan. Atık yatakları, eski toprağın kimyasallarla yeniden yapı­
landırılmasıdır. Şimdiki yapışkan çamur, bir zamanlar kireçtaşı, tat­
lı su ve bereketli bir topraktı. Yeni arazi dedikleri aslında un ufak
edilmiş, ait olduğu yerden sökülmüş ve bir borunun diğer ucundan
dışarı akıtılmış eski topraktan ibaret. Bu araziyi yaratıp giden Sol­
vay Process Company şirketinin adıyla, Solvay atığı olarak adlandı­
rılıyor.
Şirkete ismini veren Solvay işlemi cam, deterjan, kağıt hamuru
ve kağıt üretimi gibi sanayi süreçlerinin ana bileşenlerinden biri
olan soda külünün üretilmesini sağlayan, çığır açıcı bir kimyasal ye­
nilikti. Doğal kireçtaşları kokkömürüyle çalışan kazanlarda eritili­
yor, tuzla reaksiyona sokuluyor ve soda külü elde ediliyordu. Bu
endüstri bütün bölgeyi geliştirdi ve kimyasal işlemlerin kapsamı
genişleyerek organik kimyasallara, boyalara ve klor gazına kadar
uzandı. Tonlarca ürün taşıyan trenler fabrikaların önünden düzenli
olarak geçip başka bölgelere gidiyordu. Borular ise tam ters yöne
gidiyor, göle tonlarca atık boşaltıyordu.
Atık tepeleri; kireçtaşı kayalarının içinde ocakların açıldığı, bir
yerden çıkarılan toprağın bir başka çukuru kapatmakta kullanıldığı
açık ocak madenlerin (ki New York eyaletinin en büyük açık ocak
madenleri hala ıslah edilmedi) topografik olarak tam tersidir. Bir
kaseti geriye sarar gibi zamanı geriye doğru oynatabilseydik, bu
karmaşanın yemyeşil tepelere ve yosunlarla kaplı kireçtaşı tabaka­
larına dönüştüğünü görürdük. Dereler tepelere doğru akarak kay­
naklara ulaşır, yeraltı mağaralarındaki tuzlar ışıldamaya devam
ederdi.
Borulardan akan ilk atıkların, devasa bir mekanik kuşun dışkısı
gibi tebeşirimsi beyaz parçalar halinde düşüşünü kolayca gözümde
canlandırabiliyorum. Fabrikanın midesinden başlayan bir buçuk ki­
lometrelik bağırsağın içindeki hava nedeniyle ilk parçalar püsküre­
rek ve kesik kesik çıkmış olmalı. Ama kısa süre sonra düzenli bir
akışa kavuşup sazları ve kamışları boğmuştur. Kurbağalar ve mink­
ler gömülmekten kurtulmak için vaktinde kaçabilmiş midir? Peki
ya kaplumbağalar? Çok yavaşlar - dünyanın Kaplumbağa'nın sır-
Kutsal ve Toksik 341

tında yaratıldığı hikayenin tam tersi olan bu hikayede, atık yığının


altında kalmaktan kurtulmuş olmaları imkansız.
Masmavi suyu mat beyaza dönüştüren boru hattıyla sulara
tonlarca tortul atık göndererek önce gölün kıyısını doldurdular.
Sonra borunun ucunu çevredeki sulak alanlara, derenin kıyısına ka­
dar uzattılar. Nine Mile Deresi'nin suları, yerçekimine karşı koyarak
tepenin yukarısına akmayı, kaynakların altındaki yosunlu havuzla­
ra yeniden kavuşmayı çok istemiş olmalı. Ama bir şekilde işini yap­
maya devam etti ve su yataklarından sızarak göle ulaşmayı başardı.
Atık yataklarına düşen yağmurların da durumu kötü. Başlan­
gıçta atık partikülleri öylesine küçüktür ki suyu beyaz kilin içinde
tutabilir. Sonra yerçekiminin etkisiyle bu damlalar neredeyse yirmi
metrelik tortul atığın en dibine kadar düşer ve oradan da dereye
değil, drenaj çukuruna karışır. Kireçtaşı derinliklerden sızan yağ­
mur, doğasının gerektirdiğini yapmak zorundadır: mineralleri ay­
rıştırmak, aslında bitki ve balıkları beslemesi gereken iyonları taşı­
mak. Yığının sonuna ulaştığında, çorba kadar tuzlu ve sodalı su
kadar aşındırıcı olmasını sağlayacak miktarda kimyasalı emmiştir.
"Su" gibi güzel bir isimle anılamaz. İsmi artık sızıntıdır. Atık yatak­
larından çıkan sızıntının pH değeri 11'dir. Tıpkı bir lavabo açıcı
kimyasal gibi cildinizi yakar. Normal içme suyunun pH değeri 7'dir.
Günümüze mühendisler sızıntıları alıp hidroklorik asitle karıştıra­
rak pH değerini nötralize ediliyorlar. Daha sonra da Nine Mile De­
resi'ne ve oradan da Onondaga Gölü'ne gönderiyorlar.
Su kandırıldı. Yola çıktığında çok masumdu, sadece görevini
yapıyordu. Hiç kabahati yokken bozuldu ve hayat taşımak yerine,
zehir taşımak zorunda bırakıldı. Yine de akmayı durduramıyor. Ya­
ratıcı'mn kendisine verdiği hediyelerle, yapması gerekeni yapmak
zorunda. Seçeneği olan tek canlı türü, insan.
Bugün, Arabulucu'nun kürek çektiği gölde sürat teknesiyle do­
laşabilirsiniz. Suyun diğer tarafında batı kıyısı belirgin bir şekilde
görünüyor. Yaz güneşinde parlak beyaz kayalıklar, İngiltere'deki
Dover Beyaz Kayalıkları gibi ışıldıyor. Ama suda ilerleyip bu man­
zaraya yaklaştığınızda kayalık gibi görünen şeyin kaya değil, Sol­
vay atıklarından oluşmuş dimdik duvarlar olduğunu görüyorsu-
342 Bitkilerin Ruhu

nuz. Tekneniz dalgaların üstünde hoplarken duvarın üstünde aşın­


malardan dolayı kanallar açıldığını fark ediyorsunuz, hava koşulla­
rının etkisiyle bu atıklar göl suyuna karışıyor: Yaz güneşi, bu macu­
numsu yüzeyi kurutup dağıtıyor, kışın sıfırın altına düşen sıcaklık­
lar da yüzeyin tabaka tabaka parçalanıp suya düşmesine neden
oluyor. Göldeki burnun çevresinde bir kumsal görünüyor ama ne
yüzen var ne de rıhtım. Bu parlak beyaz alan, yıllar önce bir istinat
duvarının çökmesi sonucu suya yuvarlanmış atıkların oluşturduğu
bir düzlük. Su yüzeyinin hemen altındaki beyaz tortulaşmış atık ta­
bakası sahilin çok ilerisine kadar uzanıyor. Bu pürüzsüz sığlığın
içinde, bildiğiniz hiçbir taş türüne benzemeyen, parke taşı büyüklü­
ğünde taşlar hayalet gibi yatıyor. Bunlar, göl tabanını kaplayan on­
kolitler, yani kalsiyum karbonat tortuları. Onkolitler, ur gibi habis
taşlar.
Eski istinat duvarının kalıntıları, düzlüğün ortasında omurga
gibi çıkıntı yapıyor. Atık çamuru taşıyan paslı borular orada burada
tuhaf açılarla yüzeye çıkıyor. Çamur yığınlarının Solvay tabakala­
rıyla buluştuğu noktalarda, tüyler ürpertici bir şekilde kaynak sula­
rım anımsatan minik, şırıltılı sızıntılar var ama bunlardan çıkan sıvı,
sudan daha kıvamlı görünüyor. Göle boşalan dereciklerde yazın
bile buzul parçalarına benzer bir şeyler akıyor; bunlar .aslında tuz­
dan oluşmuş kristal tabakalar ve altlarındaki su, kış sonu eriyen bir
dere gibi fokurduyor. Atık yatakları her yıl göle tonlarca tuz akıtma­
ya devam ediyor. Solvay Process'ten sonra bölgeye gelen Allied
Chemical Company şirketinin faaliyetlerini durdurmasından önce,
Onondaga Gölü'nün tuzluluk oranı, Nine Mile Deresi'nin kaynağı­
na kıyasla on kat fazlaydı.
Tuz, onkolitler ve atıklar gölde köklü su bitkilerinin yetişmesini
engelliyor. Göller, fotosentezle oksijen üretmek için suyun altındaki
bitkilere bağımlıdır. Bitkiler olmayınca, Onondaga Gölü'nün derin­
liklerinde yeterli oksijen üretilmiyor ve suyun içinde salınan bitki
örtüsü bulunmayınca balıklar, kurbağalar, böcekler, balıkçıllar, yani
bütün besin zinciri doğal yaşam alanından mahrum kalıyor. Onon­
daga'da köklü su bitkileri için hayat kolay değilken, suda yüzen alg­
ler çoğalıyor. Onlarca yıl boyunca şehrin lağım pisliğindeki yüksek
Kutsal ve Toksik 343

seviyede azot ve fosforla gübrelenen göl, bu alglerin çoğalmasını da


hızlandırdı. Alg tomurcukları su yüzeyini kaplıyor, sonra bu algler
ölüp dibe çöküyor. Çürürken, suda kalan azıcık oksijeni de tüketi­
yorlar ve böylece göl, sıcak yaz günlerinde kıyıya vuran ölü balıkla­
rın kokusuyla doluyor.
Hayatta kalan balıkları ise yemek istemeyebilirsiniz. Suda yo­
ğun cıva birikmesi nedeniyle, gölde balık avlamak 1970'te yasaklanT
dı. Tahminlere göre 1946 ile 1970 arasında Onondaga Gölü'ne yakla­
şık yetmiş beş ton cıva boşaltıldı. Allied Chemical şirketi, göldeki
tuzlu sudan endüstriyel klor üretmek için cıva hücresi tekniği kulla­
nıyordu. Aşırı toksik olduğunu bildiğimiz cıva atıkları göle boşaltı­
lıveriyordu. Bölgenin yerlileri, o zamanlarda bir çocuğun "topladı­
ğı" cıvayla epeyce para kazanabildiğini söylüyor. Eskiden beri böl­
gede yaşayan biri, ellerine kaşık alıp atık yataklarına gidenlerin,
toprağın üstünde öylece duran parlak, küçük cıva küreciklerini top­
layabildiğini anlattı. İsteyen her çocuk eski bir konserve kavanozu­
nu cıvayla doldurup şirkete geri satabiliyor ve karşılığında bir sine­
ma biletine yetecek kadar para alıyormuş. Göle cıva girişi 1970'lerde
büyük ölçüde azaltılmış ama tortuların içinde sıkışan cıva hala ora­
da duruyor ve bu cıva, metilasyon yüzünden sudaki besin zincirin­
de dolaşıyor. Bugün yaklaşık beş buçuk milyon metreküp göl tortu­
sunda cıva kirliliği olduğu tahmin ediliyor.
Göl tabanından numune almak için kullanılan sondaj aleti atık
çamurun ve bu çamurun altında sıkışıp kalmış atık gaz, petrol ve
yapışkan kara balçık tabakalarının içinden geçirilmiş. Numunelerin
analizi ciddi seviyede kadmiyum, baryum, krom, kobalt, kurşun,
benzen, klorobenzen, çeşitli ksilenler, pestisitler ve PCB birikiminin
olduğunu gösteriyor. Pek fazla böcek ve balık yok.
1880'lerde Onondaga Gölü, tuzlu suda haşlanmış patatesle bir­
likte, dumanı üstünde, taze taze sunulan balıklarıyla meşhurdu. Göl
kıyısındaki şık restoranlar çok iyi iş yapıyor, turistler manzarayı
görmek için geliyor, lunaparklar kuruluyor, aileler pazar öğleden
sonraları battaniyeleri yere serip piknik yapabiliyordu. Ziyaretçiler
kıyıdaki büyük otellere tramvaylarla taşınıyordu. Ünlü otellerden
White Beach'te, ışıl ışıl gaz lambalarıyla süslenmiş uzun bir ahşap
344 Bitkilerin Ruhu

kaydırak vardı. Tatilciler tekerlekli arabaların içine oturup bu kay­


dıraktan kayarak göle iniyordu. Otel "hanımefendilere, beyefendi­
lere ve her yaştan çocuklara, suya neşeli bir iniş" vaat ediyordu.
Ama 1940'ta gölde yüzmek yasaklandı. Güzelim Onondaga Gölü.
Eskiden insanlar gururla bahsederdi bu gölden. Bugün ise sanki
utanç verici bir şekilde öldüğü için ismi hiç anılmayan bir aile üyesi
gibi, hemen hemen hiç kimse ondan söz etmiyor.
Böylesine toksik suların, içinde hayat olmadığı için şeffaf görü­
neceğini düşünüyor olabilirsiniz ama gölün bazı kısımları koyu bir
çamur ve kum tabakası yüzünden neredeyse tamamen mat. Bu bu­
lanıklık, göle dökülen kollardan Onondaga Çayı'nın getirdiği ça­
murlardan kaynaklanıyor. Bu çay güneyden, Tully Vadisi'nin üze­
rindeki kayalıktan, ormanların, çiftliklerin ve mis kokulu elma bah­
çelerinin bulunduğu tepelerden geliyor.
Çamurlu sular genellikle tarım arazilerinden sızan suyla ilişki­
lendirilir fakat Onondaga Çayı'ndaki çamur alttan geliyor. Yukarı­
lardaki boşaltma havzasında bulunan Tully çamur kazanları, çaya
yanardağlar gibi çamur püskürterek göle tonlarca yumuşak tortu
gönderiyor. Bu çamur kazanlarının doğal jeolojik yapılar olup olma­
dığı tartışmalı bir konu. Onondaga'Iı büyükler, çok da eski olmayan
bir geçmişte, Onondaga Çayı'nın pırıl pırıl aktığını, hatta fener ışı­
ğında zıpkınla balık avlayabildiklerini söylüyorlar. Çayın yukarıla­
rından tuz çıkarılmaya başlayana kadar çayda hiç çamur olmadığını
biliyorlar.
Fabrikaların yakınlarındaki tuz kuyuları tükendiğinde, Allied
Chemical şirketi çayın kaynağındaki yeraltı tuz yataklarına erişmek
iç!n çözelti madenciliğine başlamış. Yeraltı tuz yataklarına su bas­
mış, tuzları çözdürmüş ve sonra bu tuzlu suları borularla kilometre­
lerce aşağıdaki Solvay fabrikasına taşımış. Bu tuzlu su hattı, Onon­
daga Halkı'nın elinde kalan son toprakların ortasından geçiyormuş
ve hattaki kırıklar yüzünden kaynak sulan da bozulmuş. Sonunda
yeraltındaki çözdürülmüş tuz kubbeleri çökmüş ve oluşan delikler­
den yeraltı suları büyük bir basınçla püskürmüş. Bu basınçlı kuyu­
lar da göle akan çamur kazanlarını oluşturmuş ve gölü çamurlu
tortuyla doldurmuş. Bir zamanlar Atlas sombalıklarının yatağı, ço-
Kutsal ve Toksik 345

cuklar için bir havuz, toplumsal hayatın odak noktası olan bu çay,
artık çikolatalı süt kadar kahverengi akıyor. Allied Chemical ve ha­
lefleri ise çamur kazanlarının oluşumunda rol oynadıklarını inkar
ediyorlar. Takdiri ilahi olduğunu söylüyorlar. Hangi ilah böyle bir
şey yapar ki?

Bu sularda açılan yaralar, Tadodaho'nun saçlarındaki yılanlar


kadar çok; taranıp temizlenmeden önce isimlerinin konması gereki­
yor. Onondaga halkının ata toprakları Pennsylvania sınırından ku­
zeyde Kanada'ya kadar uzanıyor. Burası yüzlerce yıl yerli halkları
beslemiş zengin ormanlık alanlardan, uçsuz bucaksız mısır tarlala­
rından, tertemiz göl ve nehirlerden oluşmuş bir mozaikti. İlk bölge
aslında bugünkü Syracuse'u ve Onondaga Gölü'nün kutsal kıyıları­
nı da kapsıyordu. Onondaga'ların bu topraklar üzerindeki hakkı,
iki bağımsız ulusu temsilen Onondaga Halkı ve Amerika Birleşik
Devletleri hükümeti arasında yapılan anlaşmalarla teminat altına
alınmıştı. Su, kendi sorumluluklarına daima sadıktır ama Amerika
Birleşik Devletleri asla bu sadakati göstermedi.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında George Washington fe­
deral birliklere Onondaga'ları yok etme emri verince, on binlerce
kişilik bu halktan geriye sadece bir yıl içinde birkaç yüz kişi kaldı.
Sonrasında, imzalanmış her anlaşma bozuldu. New York eyaletinin
topraklara yasadışı el koyması sonucunda yerlilerin Onondaga' da­
ki bölgeleri on yedi kilometrekareye düştü. Bugün Onondaga Hal­
kı'nın bölgesi, ancak Solvay atık yatakları kadar bir yer. Onondaga
kültürüne yönelik saldırılar devam etti. Anne babalar çocuklarını
Kızılderili aracılardan korumaya çalıştı ama çocuklar önünde so­
nunda alınıp Carlisle Kızılderili Okulu gibi yatılı okullara gönderil­
di. Büyük Barış Yasası'nı yapan dil yasaklandı. Erkek ile kadının eşit
görüldüğü ana-soylu topluluklara, hata ettiklerini anlatınak için
misyonerler gönderildi. Dünyayı dengede tutmak üzere ortak evler­
de yapılan şükran ayinleri kanunla yasaklandı.
İnsanlar topraklarının bozulmasına seyirci kalma acısını yaşa­
dılar ama bakım sorumluluklarından asla vazgeçmediler. Toprağı
ve ona olan bağlarımızı onurlandıran ayinler yapmaya devam etti-
346 Bitkilerin Ruhu

ler. Onondaga halkı hala Büyük Yasa'nın ilkelerine göre yaşıyor ve


toprağı korumak için, Tabiat Ana'nın verdiği hediyeler karşılığında,
insan bireylerin de insan olmayan bireylere karşı sorumlu olduğuna
inanıyorlar. Fakat ata toprakları üzerinde kendilerine hak tanınma­
dığı için bu toprakları koruyamadılar. Yabancılar gelip Arabulu­
cu'nun ayak izlerini silerken çaresizce seyrettiler. Korumaları gere­
ken bitkiler, hayvanlar ve sular yok olup gitti ama toprakla olan
anlaşmaları asla bozulmadı. Gölün yukarısındaki kaynak suları
gibi, insanlar da nehrin aşağısında kendilerini nasıl bir kader bekli­
yor olursa olsun üstlerine düşeni yapmayı sürdürdüler. Toprağa
şükranlarını sunmaya devam ettiler, oysaki toprağın insana teşek­
kür etmesi için bir sebep yoktu.

Nesiller boyu keder, nesiller boyu kayıp, aynı zamanda da ne­


siller boyu güç - halk teslim olmadı. Maneviyatları vardı. Gelenek­
sel öğretileri vardı. Ve yasalar vardı. Geleneksel yönetim biçimini
asla bırakmayan, kimliğinden asla vazgeçmeyen, egemen bir ulus
konumunu asla feda etmeyen bir halk olarak Onondaga, Amerika
Birleşik Devletleri'nde nadir görülen bir örnek. Federal yasalar, bu
yasaları yapanlar tarafından bile görmezden gelinirken, Onondaga
halkı hala Büyük Yasa'nın ilkeleri doğrultusunda yaşıyor.
Keder ve güç, bir direnç doğurdu ve 11 Mart 2005'te bu yeniden
doğuş herkese duyuruldu; Onondaga Halkı, toprağa karşı bakım
yükümlülüklerini yeniden yerine getirebilmek için arazilerinin ken­
dilerine iade edilmesi talebiyle federal mahkemeye gitti. Büyükler
çoktan göçmüş, bebekler yetişkin olmuş, yine de insanlar geleneksel
topraklarını yeniden kazanma hayaline sımsıkı tutunmuşlardı ama
hukuk, seslerinin çıkmasına engel oluyordu. Mahkemeler onlarca yıl
boyunca onlara kapalıydı. Yasak iklimi yavaş yavaş değişip kabilele­
rin federal mahkemelere başvurmasına izin vermeye başlayınca, di­
ğer Haudenosaunee halkları da arazilerini geri almak için davalar
açh. ABD Yüksek Mahkemesi bu taleplerin esaslarını onayladı ve
Haudenosaunee arazilerine yasadışı şekilde el koyulduğuna, halkla­
ra büyük haksızlık yapıldığına karar verdi. Kızılderililerin toprakla­
rı, Amerika Birleşik Devletleri Anayasası ihlal edilerek, yasadışı şe-
Kutsal ve Toksik 347

kilde "satın alınmıştı". New York eyaletine uzlaşma sağlaması emre­


dildi ama telafi ve tazminat yöntemlerini bulmak kolay değildi.
Bazı halklar, yoksulluktan kurtulmak ve topraklarından geriye
kalanlar üzerinde kültürel varlıklarım sürdürmek için arazilerinin
karşılığında nakit para ya da arazi ve kumarhane gelirleri üzerin­
den anlaşma yapmak istediler. Bazıları da satmak isteyenlerden
alma, New York eyaletiyle arazi takası ya da toprak sahibi kişilere
dava açma tehditleriyle, eski topraklarını olduğu gibi almayı amaç­
lıyordu.
Onondaga Halkı ise başka bir yol seçti. Talepleri ABD yasaları­
na dayanıyor ama ahlaki gücünü Büyük Yasa'nın ilkelerinden alı­
yordu: barış, doğal dünya ve gelecek nesiller adına hareket etmek.
Açtıkları davayı arazilerini geri almak olarak adlandırmadılar, çün­
kü toprağın mülk değil, bir hediye, yaşamın devam etmesini sağla­
yan bir varlık olduğunu biliyorlardı. Tadodaho Sidney Hill, Onon­
daga Halkı'nın asla ve asla insanları evlerinden etmeyeceğini söyle­
di. Yerinden yurdundan edilmenin acısını çok iyi biliyorlardı ve bu
acıyı komşularına yaşatmayacaklardı. Bunun yerine dava, arazi
üzerindeki hakların talep edilmesi şeklinde adlandırıldı. Başvuru
dilekçesi, ABD'nin Kızılderili yasalarında benzeri görülmemiş bir
beyanla başlıyordu:

Onondaga halkı, ezelden beri yuvası olan bu bölgede yaşayan


herkesle arasındaki ilişkileri sağaltmak istemektedir. Halk ve bi­
reylerin toprakla olan benzersiz manevi, kültürel ve tarihi ilişkile­
ri, Gayanashagowa'da, yani Büyük Barış Yasası'nda vücut bul­
muştur. Bu ilişki federal hükümetin ve eyalet yönetiminin mülki­
yet, sahiplik ya da diğer yasal haklara ilişkin kaygılarının çok
ötesindedir. Bu insanlar toprakla bir olmuşlardır ve kendilerini
toprağın koruyucusu olarak görmektedir. Toprağın iyileştirilme­
si, korunması, yeni nesillere aktarılması, bu halkın liderlerinin
sorumluluğudur. Onondaga Halkı, uzlaşma sürecini hızlandır­
mak, bu bölgede yaşayan her canlının arasında kalıcı bir adaletin,
barışın ve saygının tesis edilmesini sağlamak amacıyla bu davayı
tüm bireyler adına açmaktadır.
348 Bitkilerin Ruhu

Onondaga halkının toprak hakkı için açtığı dava, komşularının


bölgeden çıkarılmasını ya da (toplum hayatına karşı bir tehdit ola­
rak gördükleri) kumarhaneler açılmasını değil, yurtları üzerindeki
haklarının hukuken tanınmasını amaçlıyordu. Toprağın daha iyi ıs­
lah edilebilmesi için gerekli yasal dayanağı elde etmek istiyorlardı.
Madenlerin kapatılması ve Onondaga Gölü'nün temizlenebilmesi
için ellerinde bu dayanağın olması gerekiyordu. Tadodaho Sidney
Hill'in ifadesiyle, "Toprak Ana'nın başına gelenleri öylece durup
seyretmek zorunda kaldık; hiç kimse bizim düşüncelerimizi dinle­
miyor. Toprak üzerindeki hakkımızı aradığımız bu dava bize kendi­
mizi ifade etme imkanı verecek."
Davalı listesinin başında, topraklara yasadışı şekilde el koyan
New York eyaleti yer alıyordu ama toprağın bozulmasına sebep
olan şirketler de hemen arkasından sıralanmıştı: taşacağı, maden,
havayı kirleten enerji santrali ve Allied Chemical'ın daha allı pullu
bir isim taşıyan halefi Honeywell Incorporated.
Dava henüz görülmemişken, gölün temizlenmesi işi Ho­
neywell'e verildi ama doğal ıslah sürecinin ilerleyebilmesi için kirli
tortulara karşı en iyi yaklaşımın ne olacağına dair büyük bir tartış­
ma yaşandı: gölün dibini taramak mı, üstünü kapatmak mı, yoksa
kendi haline bırakmak mı? Eyalet, yerel ve federal çevre kuruluşları
farklı maliyetleri olan çeşitli çözümler öne sürdüler. Gölün ıslahına
yönelik tekliflerde bilimsel açıdan karmaşık sorunlar vardı ve her
senaryo bazı çevresel ve ekonomik ödünler vermeyi gerektiriyordu.
Onlarca yıl ayak direyen Honeywell sonunda tabii ki minimum
maliyet ve minimum fayda içeren bir temizlik planı sundu. Şirket,
gölün dibini tarayıp en kirli tortuları temizleyerek kirletici madde­
leri de atık yataklarındaki mühürlü bir atık sahasına gömmeyi öner­
di. Bu iyi bir başlangıç olabilir ama kirletici maddelerin büyük bölü­
mü göl tabanının tamamına yayılmış tortuların içinde dağınık halde
bulunuyor. Buradan da besin zincirine karışıyor. Honeywell bu tor­
tuları oldukları yerde bırakıp üstlerine on santimetrelik bir kum ta­
bakası örterek ekosistemden kısmen izole etmeyi planlıyordu. İzo­
lasyon teknik açıdan uygulanabilir olsa da bu teklifte göl tabanının
yarısından azının üstü örtülecek, suların geri kalanı her zamanki
gibi dolaşımda olmaya devam edecekti.
Kutsal ve Toksik 349

Onondaga Kabile Reisi Irving Powless bu çözümü, göl tabanı­


na yara bandı yapışhrmak olarak adlandırdı. Yara bantları ufak te­
fek yaralarda etkilidir ama "kanser hastasına yara bandı verilmez".
Onondaga Halkı, kutsal gölün tamamen temizlenmesi çağrısında
bulundu. Fakat yasal bir yaptırım olmadan, diğer güçlü taraflar mü­
zakere masasında yerli halka eşit temsil hakkı vermeyecekti.
Tarihin tekerrür edeceği ve Onondaga Halkı'nın Allied Chemi­
cal'ın saçlarındaki yılanları tarayıp temizleyeceği umuluyordu. Di­
ğer taraflar temizlik maliyetlerini tartışırken Onondaga Halkı, eko­
nominin iyiliğe üstün geldiği alışılmış dengeyi tersine çeviren bir
duruş sergiledi. Onondaga'ların toprak hakkının görüldüğü dava­
da, tazminatın bir parçası olarak gölün tamamen temizlenmesi ka­
rarı çıktı; yarım yamalak önlemler kabul edilmeyecekti. Kızılderili
olmayıp aynı havzada yaşayan diğer sakinler de Onondaga Hal­
kı'nın Komşuları adıyla olağanüstü bir işbirliği sergileyerek bu iyi­
leştirme çağrısına destek oldular.
Yasal mücadeleler, teknik tartışmalar ve çevresel modellerin or­
tasında, bu görevin kutsal yönünü de unutmamak gerekiyor: Leke­
lenip bayağılaştırılmış bu gölü yeniden suya layık hale getirmek.
Arabulucu'nun ruhu hala bu kıyılarda dolaşıyor. Mahkeme kararı
sadece yerlilerin toprak üzerindeki haklarını değil, toprağın bütün­
cül ve sağlıklı olma hakkını da ilgilendiriyor.
Kabile Anası Audrey Shenandoah, hedefi çok net ifade etti. Ku­
marhaneler, para ya da intikam değil. "Biz bu davayla adalet arıyo­
ruz," dedi. "Sular için adalet. Doğal ortamları çalınan dörtayaklılar
ve kanatlılar için adalet. Sadece kendimiz için değil, Yaratılmış her
şey için adalet arıyoruz."
2010 ilkbaharında federal mahkeme, Onondaga Halkı'nın açtı­
ğı davaya ilişkin kararını verdi. Dava düştü.

Adalette basiret kalmamışsa yola nasıl devam edeceğiz? Şifa


verme sorumluluğumuzu nasıl yerine getireceğiz?
Buranın ismini ilk duyduğumda, kurtarılabilecek noktanın
çoktan ötesine geçmişti. Ama kimse bilmiyordu. Gizliyorlardı. Son­
ra bir gün, durup dururken tuhaf bir levha görünüverdi.
350 Bitkilerin Ruhu

İMDAT

Otoyolun hemen kenarında, büyük yeşil harflerle yazılmış, fut­


bol sahası büyüklüğünde bir yazı. Ama o zaman bile kimse önemse­
medi.
Öğrenciliğim sırasında o kalabalık yolun kıyısındaki yeşil harf­
lerin zamanla kahverengiye dönüp yok olmasına tanıklık ettiğim
Syracuse' a on beş yıl sonra döndüm. Ama mesajın anısı zihnimde
hiç solmamıştı - orayı yeniden gözlerimle görmeliydim.
Güzel bir ekim öğleden sonrasıydı ve dersim yoktu. Orayı nasıl
bulacağımdan emin değildim ama birkaç söylenti duymuştum. Göl
öylesine maviydi ki göl olduğunu unutacak gibi oluyordu insan.
Mevsim nedeniyle uzun süredir kapalı olan terk edilmiş lunaparkın
arkasından geçtim. Gölün çevresindeki toprak bir yolun ilerisinde
güvenlik kapılarının açık olduğunu, rüzgarda çarpıp durduğunu
görünce içeri girdim, binlerce panayırcıya ayrılmış otoparkta tek
araç benimkiydi.
Otoparkı çevreleyen parmaklıkların diğer yanında ne olduğu­
nu gösteren bir harita yoktu ama göle doğru uzandığını tahmin etti­
ğim bir yol vardı; ortalık çok ıssız olduğu için arabamın kapılarını
kilitleyip yola doğru yürüdüm. Biraz dolaşıp dönecek, sonra kızla­
rımı okul çıkışında karşılamaya gidecektim, rahat rahat yetişirdim.
Lastik izleriyle dolu yol, yoğun bir sazlığın arasından geçiyor­
du; sazların ince uzun sapları o kadar sıktı ki iki yanda birer duvar
oluşturmuştu. Her yaz panayırdaki ağıllardan çıkan gübrenin bura­
ya boşaltıldığını duymuştum. Ödüllü ineklerin ve panayır fillerinin
bölmelerindeki dışkıların son durağı, bu atık yatakları oluyordu.
Sonra şehir de aynısını yapmaya, lağım pisliğini tankerlerle buraya
boşaltmaya başlamıştı. Böylece bu sulak arazi aşırı büyümüştü, saz­
ların tüylerle kaplı uçları, boyumu en az bir metre aşıyordu. Sürekli
birbirine sürtünüp aşınan, hipnotize edici bir şekilde rüzgarla bir­
likte kesintisiz salınan bu delirtici sazlıkta ne gölü görebiliyor ne de
yönümü bulabiliyordum. Yol önce sola, sonra sağa çatallandı ve be­
lirgin hiçbir işaretin olmadığı, duvarlarla çevrili bir labirente dönüş­
tü. Sazlık labirentine atılmış bir fare gibi hissediyordum kendimi.
Kutsal ve Toksik 351

Göle doğru gidiyormuş gibi görünen bir sapağa girerken, Keşke pu­
sulamı getirseymişim, diye düşündüm.
Kıyı boyunca altı kilometrekarelik bir atık sahası vardı. Genel­
de yol bulmakta çok işe yarayan otoyolun gürültüsü bile, sazların
hışırtısı arasında kaybolmuştu. Burada yalnız dolaşmamak gerekti­
ğine dair tedirgin edici bir his ensemden yukarı tırmanıyordu ama
korkmaya lüzum olmadığına kendimi ikna ettim. Endişe etmemi
gerektirecek hiç kimse yoktu. Hangi çılgın bu terk edilmiş yere ge­
lirdi ki? Olsa olsa benim gibi bir biyolog gelebilirdi, onunla tanış­
maktan da mutluluk duyardım. Ya bir biyolog ya da kur.hanlarının
cesetlerini sazların arasına atan baltalı bir katil. Kurbanlar asla bulu­
namazdı.
Kıvrılıp dönen yolu izleyerek ilerledim ve bir Amerikan kara­
kavağının tepesini gördüm. Yapraklarının o benzersiz sesini uzak­
tan duyabiliyordum. Belirgin bir işaret bulabildiğime çok memnun­
dum. Yol bir kez daha kıvrıldıktan sonra, yolun üzerine sarkmış
kalın ve yaygın dallarıyla kocaman karakavağı bütünüyle gördüm.
Alt dalında bir insan asılıydı. Yanında da boş bir idam ilmeği rüz­
garda sallanıyordu.
Bir çığlık atıp koşmaya, karşıma çıkan her yola girmeye, paniğe
kapılıp sazlıktan duvarlara çarpmaya başladım. Kalbim küt küt
atarken bir o yana bir bu yana koşuyor, korku filmlerindeki çıkmaz
sokaklarla karşılaşıyordum. Bu dehşet tablosunda siyah kukuletalı,
baltasının ucundan kan damlayan, iriyarı bir cellat karşımda duru­
yordu. Kütüğün üstüne bir kadın bedeni serilmişti, kesik kafasın­
dan sarı bukleler dökülüyordu. Kıpırdayamadım. Onlar da kıpırda­
madı. Hem de hiç.
Sazlığın içinde bir alan kesilip açılmış, müzelerdeki üç boyutlu
dioramalara benzeyen saz duvarlı bir oda oluşturulmuş, içlerine de
insan boyunda maketlerle cinayet sahneleri yerleştirilmişti. İçim ra­
hatlar rahatlamaz buz gibi bir ter boşandı vücudumdan. Ceset filan
yoktu. Ama çarpık bir hayal gücünün apaçık varlığını görmek de
neredeyse gerçek cesetlerin olması kadar kötüydü. Daha da fenası,
labirentin içinde tamamen kaybolmuştum; tek istediğim başka bir
yerde olmak, özellikle de kızlarımı okul servisinden alabilmekti.
352 Bitkilerin Ruhu

Onları düşünerek aklımı başıma topladım ve zihnimin içindeki sa­


tanist kültlerin beni fark etmemesi için olabildiğince sessiz hareket
ettim.
Çıkış yolunu ararken, sazların arasına gizlenmiş başka odalar
da buldum: içine elektrikli sandalye konmuş bir hapishane hücresi
maketi, deli gömleği giymiş bir hasta ile uğursuz bir hemşirenin bu­
lunduğu hastane odası, son olarak da içinden uzun tırnaklı bir cese­
din sürünerek çıktığı açık bir mezar. Bu ürkütücü sazların arasında­
ki uzun yolu bir kez daha kat ettikten sonra yol otoparkın diğer ta­
rafına çıktı. Sokak lambalarının gölgeleri giderek uzuyor, arabam
otoparkın öteki ucunda beni bekliyordu. Ceplerimi yoklayıp anah­
tarı kontrol ettim. Yerindeydi. Başarabilirdim. Otopark kapısının
açık mı kapalı mı olduğunu bilmiyordum. Son bir defa arkama dö­
nüp baktım. Yolun kenarında, şık harflerle yazılmış bir tabela vardı:

Solvay Lions Kulübü


Perili Sazlık Gezisi
24-31 Eki:r.:ı.
20.00-00.00

Sersemliğime önce kahkahalarla güldüm. Sonra da oturup ağ­


ladım.
Solvay atık yatakları: Korkularımız için ne kadar da uygun bir
yer. Perilerden değil, zeminin altındakilerden korkmamız gerekiyor.
Yaklaşık yirmi metre derinlikte endüstriyel atığa gömülmüş, Onon­
daga'nın kutsal sularına zehir akıtan, yarım milyon kişinin yaşadığı
bir arazi - ölüm, balta darbesine kıyasla daha ağır geliyor ama aynı
derecede dehşet verici. Celladın yüzü görünmüyor fakat isimler
belli: Solvay Process, Allied Chemical and Dye, Allied Chemical, Al­
lied Signal ve şimdi de Honeywell.
Bana idam sahnesinden daha korkutucu gelen şey, bunun ol­
masına ses çıkarmayan, bir gölü zehirli maddelerle doldurmanın
sorun olmadığını düşünen zihniyetti. Şirketlerin ismi ne olursa ol­
sun, o masaların arkasında insanlar oturuyordu; oğullarını balık
tutmaya götüren, gölü balçıkla doldurma kararını veren babalardı
Kutsal ve Toksik 353

bunlar. Bu işi yapanlar, yüzü olmayan şirketler değil, insanlardı.


Tehdit eden yoktu, onlara zorla bunu yaptıran hafifletici sebepler
yoktu, yani işler her zamanki gibi devam ediyordu. Ve şehirde yaşa­
yanlar da buna izin vermişti. Solvay işçileriyle yapılan röportajlar
her zamanki hikayeyi anlatıyordu: "Ben sadece işimi yaptım. Bak­
mam gereken bir ailem vardı ve atık yataklarında olanları düşüne­
cek halim yoktu."
Felsefeci Joanna Macy, çevre sorunlarıyla yüzleşmemizi engel­
leyen, kendi kendimize ürettiğimiz kayıtsızlığı anlatıyor. İnsanların
felaketler karşısındaki tepkilerini araştıran psikolog R.J. Clifton'dan
şu alıntıyı yapıyor: "Felaketler karşısında vereceğimiz doğal tepki­
leri bastırmak, çağımızın hastalığı. Bu tepkilerin tehlikeli bir bölün­
me yaratacağını kabullenmeyi reddediyoruz. Zihnimizdeki hesap­
lamalar ile yaşam matrisi içindeki sezgisel, duygusal ve biyolojik
yerimizi birbirinden ayırıyoruz. Bu bölünme, kendi sonumuzu ha­
zırlayanlara ses çıkarmamamıza, pasif kalmamıza yol açıyor."
Atık yatakları: Yepyeni bir ekosistemin yeni adı. Atık: ''.Artıklar,
kalıntılar", "istenmeyenler ya da çöpler" veya "canlı bir bedenin
ürettiği ama kullanılmayan, dışkı gibi malzemeler" anlamında kul­
landığımız sözcük. Daha güncel anlamları ise "istenmeyen üretim
çıktısı", "istenmeyen ya da atılan endüstriyel malzeme". Dolayısıy­
la atık sahası da istenmeyenlerin atıldığı istenmeyen bir alan oluyor.
Fiil olarak atmak "yok etmek, bırakmak, tüketmek" anlamlarına ge­
liyor. Solvay atık yataklarını saklamak yerine, otoyol boyunca tabe­
lalar koyup insanları "endüstriyel dışkılarla kaplı tüketilmiş arazi"ye
davet etseydik halkın algısı nasıl değişirdi acaba?
Bozulan arazi, ilerleme sürecinde oluşan ikincil hasar olarak
kabul edildi. Oysa daha 1970'lerde Syracuse' daki Çevre Bilimleri ve
Ormancılık Y üksekokulu hocalarından Norman "Norm" Richards,
atık yataklarındaki işlevsiz ekoloji hakkında ilk çalışmalardan birini
yapmaya karar vermişti. Yerel yetkililerin konuyla ilgilenmemesine
kızan "Hiddetli Norm", işi bizzat ele aldı. Y ıllar sonra sazlıklar ara­
sında benim de yürüdüğüm yoldan geçip çitlerle çevrili göl kıyısına
gizlice gitti ve kaçak getirdiği bahçe malzemelerini boşalttı; bahçe­
sinde kullandığı tohum ekme makinesini, otoyola bakan uzun atık
354 Bitkilerin Ruhu

yamaçları boyunca sürüdü. Dikkatli adımlarla, çim tohumlarını ve


gübreyi bir ileri bir geri dolaşıp serpti. Yirmi adım kuzeye, on adım
doğuya, sonra tekrar kuzeye. Birkaç hafta sonra, çorak yamaçların
üzerinde, her biri on iki metre büyüklükte yeşil çim harflerle İM­
DAT yazısı ortaya çıktı. Atık sahası o kadar büyüktü ki gübrelenip
yeşertilmiş çimlerle çok daha uzun bir yazı da yazılabilirdi, ama o
tek sözcük, en doğrusuydu. Toprak kaçırılmıştı. Elleri ve ağzı bağ­
lanmıştı, kendini savunamazdı.

Bu atık yatakları tek örnek değil. Sebepler ve kimyasal yapılar


benim ülkemde sizinkinden farklı olabilir ama neticede her birimiz
bu yaralı yerleri isim isim sayabiliriz. Onları aklımızdan ve kalbi­
mizden çıkarmayız. Ama asıl soru şu: Bu durum karşısında ne yapı­
yoruz?
Korku ve ümitsizlik yolunu seçebiliriz. Ekolojik yıkımın her bir
korkunç sahnesini belgeleyebilir, çevre felaketlerinden oluşan Perili
Sazlık Gezileri için gerekli tüm malzemeleri daima bulabilir, Ameri­
ka Birleşik Devletleri'nin kimyasallarla en çok kirletilmiş gölünün
kıyısında, tek bir istilacı türle kaplı odalarda insanı şaşkınlığa sü­
rükleyen çevresel trajedi tablolarından bir kabus yaratabiliriz. Pet­
role bulanmış pelikanların görüntüleri olabilir. Peki ya tüm ağaçları
tıraşlanmış yamaçların nehirlere aktığı testereli katil cinayetlerine
ne dersiniz? Nesli tükenmiş Amazon primatlarının cesetleri. Oto­
park yapmak için beton dökülen çayırlar. Eriyen buz kütlelerinin
üstünde sıkışıp kalmış kutup ayıları.
Böyle görüntüler elem ve gözyaşından başka ne yaratabilir? Jo­
anna Macy, gezegenimiz için yas tutmadıkça onu sevemeyiz diyor
- yas tutmak, ruh sağlığının göstergesi. Ama kaybolan doğal ortam­
lar için ağlamak yetmez; kendimizi yeniden bütünleyebilmek için
ellerimizi toprağa daldırmamız gerekiyor. Dünya, yaralıyken bile
bizi besliyor. Yaralıyken bile bizi kucaklıyor, bize hayranlık ve neşe
dolu anlar sunuyor. Ben ümitsizlik yerine neşeyi seçiyorum. Kafamı
kuma gömdüğüm için değil, dünya bana her gün neşe verdiği için
ve benim de bu hediyenin karşılığında bir şey sunmam gerektiği
için.
Kutsal ve Toksik 355

Dünyayı nasıl yok ettiğimize dair bilgiler çığ gibi yığılıyor ama
onu nasıl besleyeceğimize dair hemen hemen hiçbir şey söylenmi­
yor. Bu durumda çevreciliğin dehşet verici öngörülerle ve güçsüz­
lük hissiyle eşanlamlı algılanmasına şaşmamak gerek. Dünyaya iyi
bakmaya yönelik doğal eğilimimiz boğulup gidiyor, harekete geç­
mek için ilham vermesi gerekirken ümitsizlik doğuruyor. Toprağın
iyiliği için insana düşen katılımcı rol artık yok, karşılıklı ilişkilerimiz
GİRİLMEZ tabelasına indirgenmiş durumda.
Öğrencilerim en güncel çevre tehditlerini öğrendiklerinde he­
men etraflarına yayıyorlar. "Kar leoparlarının neslinin tükenmekte
olduğunu keşke herkes bilse", "Nehirlerin ölmekte olduğunu keşke
herkes bilse," diyorlar. Keşke herkes bilse ... O zaman ne yaparlardı?
Engel mi olurlardı? Öğrencilerimin insanlara olan inancına saygı
duyuyorum ama öyle olsa o zaman şöyle olur formülü bugüne dek işe
yaramadı. İnsanlar yarattığımız kolektif hasarın sonuçlarını biliyor­
lar, doğal kaynakları tüketmeye dayalı bir ekonominin bedelini bili­
yorlar, ama durmuyorlar. Çok üzülüyorlar, çok sessiz kalıyorlar. O
kadar sessiz kalıyorlar ki yemek yemelerini, nefes almalarını, ço­
cuklarının geleceğine dair hayaller kurmalarını sağlayan çevreyi
korumak, kaygı listelerinde ilk ona bile girmiyor. Zehirli atık saha­
larında Perili Sazlık Gezileri, eriyen buzullar, kıyamet teraneleri ...
Bütün bunlar, dinleyenleri ümitsizliğe sürüklemekten başka bir işe
yaramıyor.
Ümitsizlik insanı felç eder. Hareket kabiliyetimizi elimizden
alır. Kendi gücümüze, toprağın gücüne karşı bizi körleştirir. Çevre­
sel ümitsizlik, Onondaga Gölü'nün tabanındaki metil cıva kadar
yıkıcı bir zehirdir. Toprak, "İmdat," derken ümitsizliğe yenilebilir
miyiz hiç? Islah, ümitsizliğe karşı güçlü bir panzehirdir. İnsanların
kendi dışlarındaki dünyayla yeniden olumlu, yaratıcı bir ilişki kur­
malarını, aynı anda hem maddi hem de manevi sorumluluklarım
yerine getirmelerini sağlayan somut araçlar sunar. Yas tutmak yet­
mez. Kötü şeyler yapmayı bırakmak yetmez.
Toprak Ana'nın bugüne dek bize cömertçe sunduğu ziyafetin
tadım çıkardık ama artık tabaklarımız boş, yemek odası darmada­
ğın. Bulaşıklarımızı ToprakAna'run mutfağında yıkamaya başlama-
356 Bitkilerin Ruhu

mızın vakti geldi. Bulaşık yıkamak insana angarya gibi gelir, oysa
yemeğin ardından mutfağa geçen herkes bilir ki kahkahalar, keyifli
sohbetler, dostluklar hep orada yaşanır. Bulaşık yıkamak da tıpkı
ıslah çalışmaları gibi yeni ilişkiler kurmamızı sağlar.
Elbette toprak ıslahına yaklaşımımız "toprak"tan ne anladığı­
mıza bağlı. Toprağı sadece bir mülk olarak gördüğümüzde yapılan
ıslah ile geçimlik ekonominin kaynağı ve manevi yuvamız olarak
gördüğümüzde yapılan ıslah birbirinden çok farklıdır. Doğal kay­
naklar elde etmek için yapılan ıslah, kültürel bir kimlik olarak top­
rağın yenilenmesiyle aynı şey değildir. Toprağın anlamını düşün­
meliyiz.
Solvay atık yataklarında bu ve benzeri sorular gündemde.
" Yeni" atık yatağı arazisi bir anlamda, İMDAT mesajının aciliyetine
karşı pek çok farklı fikrin yazıldığı boş bir tahta. Bu fikirler, Perili
Sazlık Gezisi tablosu kadar kışkırtıcı sahneler halinde atık yatakları­
nın her yerine dağılmış durumda. Onondaga Gölü'nde dolaştığınız­
da, toprağın ne anlama gelebileceğini ve ıslahın nasıl bir şey olabile­
ceğini anlıyorsunuz.
İlk durağımız boş tahtanın kendisi - bir zamanlar otlarla kaplı
yeşil göl kıyısının üzerine boşaltılmış yağlı, beyaz endüstriyel ça­
murla kaplı alan. Bazı yerlerde ilk günkü kadar çıplak, tebeşirimsi
bir çöl. Dioramamızda boruyu yerleştiren bir işçi olmalı ama hemen
arkasında da takım elbiseli bir adam durmalı. Bir numaralı durağı­
mızdaki tabelada SERMAYE OLARAK TOPRAK yazmalı. Toprak,
para kazanmak için bir araçtan ibaretse, bu insanlar bu işi iyi yapı­
yor.
Norm Richards'ın İMDAT çağrısı 1970'lerde başladı. Atık ya­
taklarını yeşillendirmek için besinler ve tohum yeterli olsaydı, şehir
zaten bunları temin ediyordu. Atık yataklarına boşaltılan lağım pis­
liği hem bitkilerin yetişmesi için besin hem de su arıtma tesisinden
çıkan atıklar için bir boşaltım çözümü sunuyordu. Bunun sonucu da
diğer bütün canlı türlerini devre dışı bırakan, boyları üç metreye
ulaşan istilacı sazların oluşturduğu, kabus gibi tek tip ve sık sazlık­
lar oldu. İkinci durağımız burası. Tabelada MÜLK OLARAK TOP­
RAK yazıyor. Toprak şahsi mülkümüzden ibaretse, orada istediğini-
Kutsal ve Toksik 357

zi yapıp sonra yolunuza devam edebilirsiniz.


Yaklaşık otuz yıl önce, kendi pisliğinizi temizlemeniz bir so­
rumluluk gibi görülürdü - toprağa çöp kutusu muamelesi yapmak
gibi bir şeydi bu. Geçerli politikalara göre, madencilik ya da sanayi
faaliyetleri nedeniyle bozulan toprakların yeniden bitki örtüsüyle
kaplanması gerekiyordu. Bu halı saha stratejisi sonucunda, içinde
iki yüz canlı türünün yaşadığı bir ormanı yok etmiş bir madencilik
şirketi, sulama ve suni gübre yağmuru altında her yere yonca eke­
rek yasal sorumluluğunu yerine getirmiş sayılıyordu. Federal mü­
fettişler kontrol edip onay verdikten sonra, şirket GÖREV TAMAM
pankartı asıp fıskiyeleri kapatabilir, oradan uzaklaşabilirdi. Bitki
örtüsü de şirket yöneticileri kadar hızla ortadan kaybolurdu.
Neyse ki Norm Richards gibi biliminsanlarının ve başka pek
çok kişinin aklında daha iyi bir fikir vardı. 1980'lerin başlarında
Wisconsin Üniversitesi'nde görev yaptığım dönemde yaz akşamla­
rı, ünlü çevrebilimci ve yazar Aldo Leopold'ün, "Akıllıca bir ıslah
için ilk adım bütün bileşenleri kurtarmaktır," sözünden hareketle,
doğal ekosistemlerin terk edilmiş bir çiftlikte bir araya getirildiği
arboretumda, o yıllarda genç bir adam olan Bill Jordan'la birlikte
dolaşırdık. Solvay atık yatakları gibi mekanların yol açtığı hasarı ni­
hayet anlamaya başladığımız o dönemde Bill, çevrebilimcilerin tüm
becerilerini ve felsefelerini endüstriyel bir bitki örtüsü battaniyesi
üretmeye değil, doğal alanları yeniden yaratmaya odaklayacakları
bir ıslah ekolojisi hayal ediyordu. Ümitsizliğe boyun eğmiyordu.
Fikrini rafa kaldırmayı kabul etmiyordu. Ekolojik Islah Derneği'nin
kurulmasına önayak olmuştu.
Bill'in girişimi gibi çabalar sayesinde çıkan yeni yasalar ve po­
litikalar, ıslah kavramında evrim talep ediyordu: Islah edilen alanlar
sadece tabiata benzemekle kalmayıp aynı işlevsel bütünlüğe de sa­
hip olmalıydı. Ulusal Araştırma Konseyi, ekolojik ıslahı şöyle ta­
nımlıyordu:

Bir ekosistemin, bozulmadan önceki koşullarına olabildiğince ya­


kın bir hale döndürülmesidir. Islah çalışmalarında, kaynağa veri­
len ekolojik hasar tamir edilir. Ekosistemin hem yapısı hem de
358 Bitkilerin Ruhu

işlevleri yeniden yaratılır. İşlevsiz bir form veya doğal kaynağa


neredeyse hiç benzemeyen yapay bir yapılandırma içinde işlev,
ıslah demek değildir. Amaç, doğaya olabildiğince benzer bir yapı
kurmaktır.

Sazlık gezisine dönecek olursak, üç numaralı duraktaki ıslah


deneyine, yani toprağın ne olabileceğine, ne anlama gelebileceğine
dair bir başka versiyona geliyoruz. Tebeşir beyazı zemin önünde
parlak yeşil bir örtü oluşturan devasa ağaçlar çok uzaklardan bile
görülebiliyor. Otlardan oluşmuş bir çayır gibi hareket eden bu
mekanda, söğütlerin arasından rüzgarın sesi duyuluyor. Bu sahne­
ye MAKİNE OLARAK TOPRAK adını verebiliriz. Etrafa, bu maki­
neden sorumlu mühendis ve ormancıların cansız mankenleri ser­
piştirilmiş. Mankenler, kocaman bir biçme makinesinin yırtıcı ağzı­
nın ve sazlık kadar yoğun ama onun kadar tek tip, uçsuz bucaksız
bir bodur söğüt sahasının önünde duruyorlar. Amaçları, belirli bir
hedef doğrultusunda yapıyı ve özellikle de işlevi yeniden kurmak.
Buradaki niyet, bitkileri birer mühendislik çözümü olarak kul­
lanıp su kirliliğini önlemek. Yağmur suları atık yataklarından sızdı­
ğında, içlerinde büyük miktarda tuz, alkali ve doğrudan göle taşı­
nan başka pek çok bileşik bulunuyor. Söğütler ise su emiş gücü açı­
sından rakipsiz; emdikleri suyu yapraklarındaki nemle birlikte at­
mosfere gönderiyorlar. Yani söğütler yeşil bir sünger gibi, yağmuru
balçığa düşmeden çekebilecek canlı bir makine gibi kullanılıyor. Ek
fayda olarak da düzenli budanıyorlar ve elde edilen biyokütle, yakıt
çürütücülerde hammadde olarak kullanılıyor. Bitkisel arıtım işlem­
lerinde bitkilerin kullanılması gelecek vaat eden bir uygulama ama
tek tip bir endüstriyel söğüt ormanı, ne kadar iyi niyetli olursa ol­
sun, gerçek anlamda bir ıslahın standartlarını karşılamaz.
Bu tür bir tamir çabası, toprağın makine, insanların da sürücü
olarak görüldüğü mekanik bir doğa perspektifinin bariz bir örneği.
Bu indirgemeci, materyalist paradigmada, tepeden inme bir mü­
hendislik çözümü mantıklı görünebilir. Peki ama yerlilerin dünya
görüşünü benimseyecek olsak? Ekosistem bir makine değil, bağım­
sız varlıklardan oluşan bir topluluktur; bu varlıklar nesne değil, öz­
nedir. Sürücü koltuğuna bu varlıklar geçerse ne olur?
Kutsal ve Toksik 359

Sazlık gezisine devam edip bir sonraki sergi alanına gidiyoruz


ama bu alan çok belirgin değil. Abk yataklarının göl kıyısındaki en
eski kısımlarına kadar yayılıp, pejmürde, karmakarışık bir bitki ör­
tüsüne dönüşüyor. Bu dört numaralı durakta çalışan ekolojik ıslah
uzmanları, üniversitede görevli biliminsanları ya da şirketlerin mü­
hendisleri değil, en yaşlı ve en etkili toprak şifacıları. Tabiat Ana ve
Zaman Baba Ltd. tasarım şirketinin temsilcileri olan bitkilerin ta
kendisi bunlar.
Yıllar önce yaşadığım o unutulmaz Cadılar Bayramı gezisinden
sonra, bu kez abk yataklarında kendimi çok rahat hissediyor, de­
vam eden ıslah çalışmalarını izleyerek etrafı dolaşmaktan büyük
keyif alıyorum. Hiç ceset görmüyorum. Ama bu da bir sorun. Top­
rağı yaratanlar, canlıları destekleyen besin çemberini sürdürenler
tabii ki cesetler. Buradaki "toprak", bembeyaz bir boşluktan ibaret.
Atık yataklarında, üstünde hiçbir canlının yaşamadığı geniş
alanların yanı sıra, şifa öğretmenleri de var; isimleri Huş ve Kızıla­
ğaç, Yıldızpatı ve Sinirotu, Hasırotu, Yosun ve Dallı Darı. En çorak
topraklarda, bizim sebep olduğumuz yaralı alanlarda bile bitkiler
bizi yüzüstü bırakmıyor; aksine, yardımımıza koşuyor.
Topraktaki bozulmaya dayanabilen Amerikan karakavağı ve tit­
rek kavak başta olmak üzere, birkaç cesur ağaç yerleşmiş buraya.
Çalılıklar, yıldızpab ve albnbaşak kümeleri, en çok da yol kenarla­
rında görebileceğiniz türde, ince ve düzensiz hatlar halinde dizilmiş
sıradan yabani otlar var. Rüzgarla tohumları buraya savrulan kara­
hindibalar, yengeçotları, hindibalar, yabani havuçlar tutunmayı ba­
şarmışlar. Azotu dengeleyen bol miktarda baklagil ve her türden
yonca da onlara yardımcı oluyor. Bana kalırsa, var olmaya çalışan bu
yeşil alan, barışı simgeliyor. Bitkiler, ilk ekolojik ıslah uzmanlarıdır.
Toprağı iyileştirme becerilerini kullanarak bize yol gösteriyorlar.
Tohum zarflarından çıkıp da botanik soy kütüklerindeki hiçbir
bitkinin daha önce yaşamadığı türde bir abk yatağında olduklarını
görünce yaşadıkları şaşkınlığı bir düşünün. Çoğu kuraklıktan, tuz­
dan, zehirli maddelere maruz kalmaktan ya da besinsizlikten ölmüş
olsa gerek, ama küçük bir kısmı da hayatta kalmayı başarmış ve ço­
ğalmak için elinden geleni yapmış. Özellikle de otlar. Bir ot kümesi-
360 Bitkilerin Ruhu

nin altını malayla kazdığımda, toprağın farklı olduğunu görüyorum.


Alttaki atıklar bembeyaz ve kaygan değil, koyu gri ve parmakları­
mın arasında ufalanıyor. Her tarafına kökler dolanmış. Toprağın ren­
ginin koyulaşması, humusun karıştığını gösteriyor; atıklar dönüşü­
yor. Evet, birkaç santim daha aşağıya inince yine yoğun kıvamlı, be­
yaz toprağı görüyorum ama yüzey artık umut vaat ediyor. Bitkiler
üstlerine düşeni yaparak besin çemberini yeniden oluşturuyorlar.
Dizlerinizin üstüne çökünce, bozuk para boyutlarında karınca
yuvaları görüyorsunuz. Karıncaların deliğin çevresine yığdığı ince­
cik toprak, kar gibi beyaz. Minicik altçene kemikleriyle alttaki atık­
ları yukarıya çıkarıyor, bunların yerine toprağa tohum ve yaprak
parçaları indiriyorlar. Sürekli bir ileri bir geri dolaşıp duruyorlar.
Otlar karıncaları tohumla besliyor, karıncalar da otları toprakla bes­
liyor. Birbirlerine hayat veriyorlar. Birbirleriyle olan bağlarını bili­
yor, birinin yaşamının herkesin yaşamına bağlı olduğunu anlıyor­
lar. Ağaçlar, meyveli çalılıklar, otlar yaprak yaprak, kök kök bir ara­
ya geliyor; kuşların, geyiklerin ve böceklerin de aralarına karışması­
nı sağlıyorlar. Böylece dünya yeniden kuruluyor.
Gri huşlar atık yatağının en tepe noktalarını oluşturuyor; belli
ki tohumları rüzgarla savrulup buraya gelmiş ve şans eseri, bir göl­
cüğün içinde fokurdayan jelimsi, mavi-yeşil bir Nostoc alg kümesi­
nin hemen yanına düşmüş. Nostoc'un özveriyle sunduğu köpükler­
le korunan huş bu sayede büyümüş ve aldığı azotla güçlenmiş. Ar­
tık huşlar buradaki en uzun ağaçlar ama yalnız değiller. Hemen
hemen her huş ağacının altında küçük çalılıklar var. Sıradan değil,
leziz meyveler veren çalılıklar bunlar: Amerikan yabani kirazları,
hanımelleri, cehriler, böğürtlenler. Huşların arasında kalan çorak
alanlarda bu tür çalılıklar yok. Şerit halinde dizilmiş bu çalılıklar,
kuşların atık yataklarının üzerinden uçarken durup ağaçlara kona­
rak tohum dolu dışkılarını huşun gölgesine bıraktığını gösteriyor.
Meyveler arttıkça kuşlar da artıyor, tohum içeren dışkılar artıyor,
karıncalar daha iyi besleniyor ve liste böylece uzayıp gidiyor. Bölge­
nin her yerinde aynı karşılıklılık modeli var. Burada en çok saygı
duyduğum şeylerden biri bu. Başlangıçları, ekolojik bir topluluğun
temelini oluşturan aşamaları burada görebiliyorsunuz.
Kutsal ve Toksik 361

Atık yatakları yeniden yeşilleniyor. Biz ne yapacağımızı bile­


mediğimizde, toprak biliyor. Yine de atık yataklarının tümden yok
olmayacağını umuyorum, çünkü neler yapabileceğimizi bize hatır­
latmaları gerekiyor. Onlardan ders alma, doğanın efendileri değil,
öğrencileri olduğumuzu anlama imkanımız var. En iyi biliminsanla­
rı, dinleyecek kadar alçakgönüllü olanlardır.
Bu tabloya ÖĞRETMEN OLARAK TOPRAK, ŞİFACI OLARAK
TOPRAK ismini verebiliriz. Yönetimi tamamen bitkilere ve doğal
süreçlere bıraktığımızda, toprağın yenilenebilir bir bilgi ve ekolojik
sezgi kaynağı olarak görevi belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. İn­
sanların yol açtığı hasar daha önce görülmemiş ekosistemler yarattı
ve bitkiler yavaş yavaş bu duruma uyum sağlayarak bizlere, yarala­
rı iyileştirmenin yolunu gösteriyor. Bu, insan eylemlerinin değil, bit­
kilerin zekası ve bilgeliğinin kanıtı. Umarım biz de bitkilerin işlerini
yapmaya devam etmelerine izin verme bilgeliğini gösterebiliriz. Is­
lah, birlikte çalışmak için, bitkilere yardım edebilmemiz için bir fır­
sat. Üstümüze düşen görev henüz bitmedi.
Sadece birkaç yıl içinde gölde umut vaat eden işaretler ortaya
çıktı. Fabrikalar kapanıp havza halkları daha etkili kanalizasyon arıt­
ma tesisleri kurdukça, göl de bu özene karşılık vermeye başladı. Gö­
lün doğal direnci, çözünmüş oksijen ve sulara dönen balıklardaki çok
ufak da olsa kademeli artışla gözle görünür hale geliyor. Hidrojeoloji
uzmanları, çamur kazanlarının yükünü azaltmak için enerjilerini baş­
ka noktalara aktardılar. Mühendisler, biliminsanları ve aktivistler,
hep birlikte insan zekasını suyun faydasına kullandı. Su da üstüne
düşeni yaptı. Girdiler azaldıkça, göller ve dereler suyun hareketiyle
birlikte kendi kendilerini temizliyor. Bazı yerlerde göl tabanında ye­
niden bitkiler yeşermeye başladı. Alabalıklar göle döndü ve su kalite­
sindeki iyileşme gazetelere manşet oldu. Gölün kuzey kıyısında iki
tane kartal görüldü. Su, sorumluluğunu unutmadı. Biz insanlara, şifa
güçlerimizi kullanırsak onların da kullanacağım hatırlatıyor.
Suyun kendi kendini temizleme yeteneği çok büyük bir güç ve
bundan somaki süreçte daha da önemli olacak. Kartalların görül­
mesi, onların da insana olan inancını gösteriyor, ama yaralı sular­
dan balık avlarlarsa başlarına ne gelecek?
362 Bitkilerin Ruhu

Sazlık türlerinin yavaş yavaş bir araya gelmesi, ıslah sürecine


önemli katkı sağlayabilir. Bu bitkiler ekosistemin yapısının ve işlevini
geliştiriyor ve besin çemberi, biyolojik çeşitlilik ve toprak oluşumu
gibi ekosistem hizmetlerini ağır ağır oluşturuyor. Elbette doğal bir
sistemde yaşamın zenginleşmesinden başka bir amaç olamaz. Ama
profesyonel ekolojik ıslah uzmanları, "referans aldıkları ekosistem" e,
yani hasarın öncesindeki doğal koşullara dönmek için çalışıyor.
Ahk yataklarında sonradan yeşeren gönüllü bitki toplulukları
"yerlileşmiş" ama yerli olmayan türler. Onondaga Halkı'nın ataları­
nın zamanından beri bildiği bitkilerin yeniden oluşması zor. Dolayı­
sıyla gölün kıyısı, Allied Chemical şirketinin henüz üretime geçme­
yip sadece planlama yaptığı dönemde burada yaşayan bitkilerle
dolu, doğal bir ortama dönüşmeyecek. Endüstriyel kirliliğin kor­
kunç sonuçlarını düşünecek olursak, boylu mazı bataklıklarını ve
yabani pirinç tarlalarını yardım almadan yeniden yaratmak müm­
kün görünmüyor. Bitkilerin üstlerine düşeni yapacaklarından emi­
niz ama rüzgarla savrulup gelen gönüllüler haricinde, yeni bitki
türleri otoyolları ve dönümlerce araziye yayılmış sanayi tesislerini
aşıp buraya gelemez. El arabasını itecek birilerinin olması, Tabiat
Ana ve Zaman Baba'nın çok işine yarayabilir; birkaç gözüpek canlı
bu işe gönüllü oldu bile.
Bu ortamda yaşayıp çoğalabilecek bitki toplulukları, tuza ve
aşırı ıslak "toprak" a dayanıklı olanlardır. Böyle bir ortamda hayatta
kalabilecek doğal türlerden oluşmuş bir ekosistem örneği bulmak
zor. Ama yerleşimciler gelmeden önce gölün çevresinde tuzlu su
kaynakları varmış ve bunlar, nadir yerli bitki topluluklarından biri­
ni besliyormuş: İç kesimde kalan tuzlu bir bataklık. Profesör Don
Leopold ve öğrencileri, artık bölgede var olmayan bu yerli bataklık
bitkilerini el arabalarıyla getirip ekim denemeleri yapmış, yeni bir
tuzlu bataklığın doğuşuna aracılık etme ümidiyle bitkilerin yetiş­
mesini ve büyümesini takip etmişler. Öğrencilerle birlikte sahaya
gittim, hikayelerini dinledim ve bitkilere baktım. Bazıları ölmüştü,
bazıları dayanmaya çalışıyordu, bazıları ise yeşeriyordu.
En parlak yeşil görünen kısma yöneldim; bir anlığına hafızam­
da bir şeyler çağrıştıran bir koku aldım ama sonra yok oldu. Herhal-
Kutsal ve Toksik 363

de bana öyle geldi. Capcanlı duran altınbaşak ve yıldızpatı kümele­


rine mutlulukla baktım. Toprağın yeniden yaratma gücüne tanık
olunca, direnebileceğini de anlıyor, bitkiler ile insanlar arasındaki
ortaklıktan doğan ihtimallerin işaretlerini görüyorsunuz. Don'un
yaptığı çalışma, ıslah teriminin bilimsel tanımını tam anlamıyla kar­
şılıyor: ekosistemin yapısı, işlevleri ve ekosistem hizmetlerinin su­
nulması için çalışmak. Sazlık Gezisi'ndeki beş numaralı durağımız,
yeni yeni gelişen bu çayır olmalı ve üstüne SORUMLULUK OLA­
RAK TOPRAK tabelası asmalıyız. Buradaki çalışma, insan olmayan
akrabalarımız için doğal bir ortam oluşturma ve ıslah konusunda
çıtayı yükseltiyor.
Islah edilmiş bitki örtüsünden oluşan bu tablo her ne kadar
umut verici olsa da hala bir bütünlük yok. Ellerinde küreklerle çalı­
şan öğrencileri ziyaret ettiğimde, bu ekimle ne kadar gurur duyduk­
ları belliydi. Onları nelerin motive ettiğini sorduğumda "yeterli ve­
riye ulaşmak", "çözüm getirmek" ve "etkili bir bitirme tezi" gibi
cevaplar aldım. Hiçbiri sevgiden söz etmedi. Belki de çekindiler.
Öğrencilerin beş yıl boyunca üzerinde çalıştıkları bitkileri "güzel"
gibi bilimsel olmayan terimlerle tanımladıkları için alaylara maruz
kaldıkları sayısız tez savunma jürisinde görev aldım. Dolayısıyla
sevgi kelimesi söylenmeyebilir ama orada olduğunu biliyorum.
O tanıdık koku yine beni kolumdan çekiştiriyordu. Başımı kal­
dırıp bakınca sahadaki en parlak yeşilin, güneşte ışıldayan sivri
yaprakların, uzun zamandır görmediğim bir dost gibi bana gülüm­
sediğini fark ettim. Kutsal ot işte burada, hiç tahmin etmeyeceğim
bir yerdeydi. Ama anlamalıydım. Çamurun derinliklerine özenle
gönderdiği köksaplar, cesaretle ilerleyip yayılan incecik kök filizle­
riyle kutsal ot tam bir şifa öğretmeni, iyiliğin ve şefkatin simgesi.
Bozulanın toprak değil, toprakla aramızdaki ilişki olduğunu bana
bir kez daha hatırlattı.
Toprağı iyileştirmek için ıslah şart ama uzun vadede başarılı bir
ıslah için asıl gerekli şey, karşılıklılık. Farkındalık dolu diğer uygu­
lamalar gibi, ekolojik ıslah da insanların, kendilerine bakan ekosis­
temlere karşı bakım sorumluluğunu yerine getirdikleri, karşılıklı bir
eylem. Biz toprağı ıslah ediyoruz, toprak da bizi ıslah ediyor. Yazar
364 Bitkilerin Ruhu

Freeman House'un söylediği gibi, "Bilimin içgörülerine ve metodo­


lojilerine daima ihtiyacımız olacak ama ıslah uygulamasını sadece
bilime bırakırsak, en büyük vaadini, yani insan kültürünün yeniden
tanımlanması ihtimalini tamamen kaybederiz."
Onondaga havzasını sanayileşme öncesi koşullarına döndür­
memiz mümkün olmayabilir. Arazi, bitkiler, hayvanlar ve bunların
insan dostları küçük adımlar atıyor ama nihayetinde yapıyı ve işle­
vi, ekosistem hizmetlerini ıslah edecek olan şey toprağın ta kendisi.
Hangi ekosistemi referans almamız gerektiğini aramızda tartışabili­
riz, fakat kararı o verecek. Kontrol bizde değil. Bizim kontrolümüz­
de olan şey toprakla olan ilişkimiz. Özellikle iklim değişikliğinin hız­
landığı dönemlerde doğa, hareketli bir hedef gibidir. T ürlerin bir
araya gelme yapıları değişebilir ama ilişkileri değişmez. Bu, ıslahın
en gerçek yönüdür. İşimizin en zorlu ama en tatminkar yönü de say­
gıya, sorumluluğa, karşılıklılığa ve tabii ki sevgiye dayalı bir ilişkiyi
yeniden kurmaktır.
Kızılderili Çevre Ağı'nın 1994 tarihli açıklaması bu gerçeği en
iyi şekilde ifade ediyor:

Batı bilimi ve teknolojisi, doğada bugün yaşanan bozulmaya pek


uygun olmakla birlikte, kavram ve metodoloji açısından sınırlı
bir araç - ıslah çalışmalarının "beyin ve elleri". Ama yerlilerin
maneviyatında beyni ve elleri yönlendiren "kalp"tir ... Kültürel
var oluşumuz sağlıklı topraklara ve insanlar ile toprak arasında
sağlıklı, sorumlu bir ilişkiye bağımlıdır.Bugüne dek toprakların
sağlığını koruyan geleneksel bakım sorumluluklarımız, ıslahı da
kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Ekolojik ıslah, kültürel ve
manevi ıslahtan ayrılamaz ve dünyaya özenle bakmamızı, onu
yenilememizi gerektiren manevi sorumluluklarımızdan ayrı tu­
tulamaz.

Toprağın farklı manalarını anlamakla yola çıkan bir ıslah planı


yapsak neler olur? Bizi hayatta tutan varlık olarak toprak. Kimlik
olarak toprak. Market ve eczane olarak toprak. Atalarımızla bağı­
mız olarak toprak. Ahlaki yükümlülüğümüz olarak toprak. Kutsal
bir varlık olarak toprak. Birey olarak toprak.
Kutsal ve Toksik 365

Syracuse'da öğrenciyken, oranın yerlisi bir çocukla ilk (ve tek)


randevuma çıkmıştım. Arabayla dolaşırken ünlü Onondaga Gö­
lü'ne gitmek istedim, orayı hiç görmemiştim. Gönülsüzce kabul etti
ve şehrin bu meşhur mekanıyla epeyce dalga geçti. Göle vardığı­
mızda arabadan inmedi. Kokunun kaynağı kendisiymiş gibi utana­
rak, "Çok pis kokuyor," dedi. Yuvasından nefret eden birini hiç gör­
memiştim daha önce. Arkadaşım Catherine burada büyümüştü.
Her pazar ayininden önce çocuklara verilen din derslerine katılmak
için ailece kiliseye giderlerken gölün çevresinden dolaştıklarını,
Crucible Steel ve Allied Chemical'ın saldığı kara dumanların kutsal
pazar günü bile gökyüzünü doldurduğunu, yolun her iki kıyısında
da atık çamurlarının olduğunu anlatmıştı bana. Kilisede vaiz cehen­
nem ateşinden, azaptan ve cayır cayır yanan alev mazgallarından
bahsederken, Catherine adamın aslında Solvay'i kastettiğinden
eminmiş. Her pazar kiliseye giderken geçtiği bu yolun Ölüm Vadisi
olduğunu düşünürmüş.
İçimizdeki Sazlık Gezisi'nin kahramanları korku ve nefret- in­
san tabiatının en kötü yönleri burada, gölün kıyısında sergileniyor.
Ümitsizlik yüzünden insanlar pes ettiler ve Onondaga Gölü'nü
umutsuz vaka diye görüp boşladılar.
Atık yataklarında dolaşırken yıkımın izlerini gördüğünüz doğ­
ru, ama küçücük bir yarığın içine yerleşip kök salan ve toprağı yeni­
den oluşturmaya başlayan tohuma bakınca umudu da görüyorsu­
nuz. Bitkiler bana, korkunç adaletsizliklerle, büyük bir düşmanlıkla
ve bir zamanlar kendilerini besleyen zengin topraklardaki dönü­
şümle karşı karşıya bırakılan komşularımız Onondaga Halkı'nı,
tüm Kızılderilileri anımsatıyor. Bitkiler ve insanlar yaşamaya de­
vam ediyor. Bitki bireyler ve insan bireyler hala buradalar ve hala
sorumluluklarını yerine getiriyorlar.
Çok sayıda yasal engellemeye karşın Onondaga'lar göle sırtları­
nı dönmediler; aksine, "Temiz Onondaga Gölü İçin Onondaga Hal­
kı'nın Vizyonu" başlıklı açıklamalarında söyledikleri yeni bir şifa
yaklaşımını kaleme aldılar. Bu ıslah hayali, Şükran Hitabesi'ndeki
kadim öğretilerin izinden gidiyor. Yaratılış'ın her bir unsurunu sı­
rayla selamlayan bu açıklama, gölü sağlığına kavuşturmak ve bera-
366 Bitkilerin Ruhu

berinde de hem gölün hem de insanların karşılıklı şifa bulmasını


sağlamak için gerekli vizyonu ve desteği sunuyor. Biyokültürel ya
da karşılıklı ıslah adı verilen yeni, bütüncül bir yaklaşımın ideal bir
örneği bu açıklama.
Yerlilerin dünya görüşünde, sağlıklı bir ortam bütüncüldür ve
ortaklarının da hayatta kalmasını sağlayacak kadar cömerttir. Top­
rak bir makine değil, sorumluluk duymamız gereken, insan olma­
yan saygın bireylerden oluşmuş bir topluluktur. Islah için sadece
"ekosistem hizmetleri"nin değil, "kültürel hizmetler"in de kapasi­
tesinin yenilenmesi gerekir. İlişkinin yenilenmesi, içinde yüzebilece­
ğiniz, korkmadan dokunabileceğiniz suları da kapsar. İlişkinin ısla­
hı, kartalların yurtlarına döndüklerinde güvenle balık avlayabilme­
leri anlamına gelir. İnsanlar da kendileri için aynı şeyi istiyor. Biyo­
kültürel ıslah, örnek alacağımız ekosistemin çevre kalitesinde çıtayı
yükseltiyor, böylece biz toprağa özen gösterirken, toprak da yeni­
den bize özen göstermeye başlıyor.
İlişkiyi ıslah etmeden toprağı ıslah etmek beyhude bir çaba. Ka­
lıcı olan, ıslah edilmiş toprağın hayatta kalmasını sağlayacak olan
şey ilişkidir. Dolayısıyla insanlar ile doğal ortamı yeniden birbirine
bağlamak da en az hidrolojik yapıyı yeniden düzenlemek ya da kir­
leticileri temizlemek kadar önemlidir. Toprağın ilacı budur.

Eylül sonunda bir gün, iş makineleri Onondaga Gölü'nün batı


kıyısındaki kirli toprakları kazıyıp temizlerken, doğu kıyısında da
başka bir hareketlilik vardı - dans ediliyordu. Su davulunun ritmi
eşliğinde, çember halinde dizilip kıpırdayan ayakları seyrettim.
Boncuklu mokasenler, püsküllü mokasenler, boğazlı spor ayakkabı­
lar, terlikler, iskarpinler suyu onurlandırmak üzere toprağa vurarak
ayin dansı yapıyordu. Bütün katılımcılar yaşadıkları yerlerden te­
miz su getirmişlerdi; Onondaga Gölü için besledikleri umutlar, bu
suların bulunduğu kapların içindeydi. Dayanıklı arazi botları, yeşil
tepelerden kaynak suları taşımıştı; yeşil Converse ayakkabılar şehir­
den musluk suyu almıştı; pembe bir kimononun altından uçları gö­
rünen kırmızı tahta ayakkabılar, Onondaga Gölü'ne saflık katmak
üzere ta Fuji Dağı'nın kutsal sularından getirmişti. Bu ayin aynı za-
Kutsal ve Toksik 36 7

manda ekolojik bir ıslah, ilişkilerin şifa bulması, suların selameti


için duygular ile ruhların birbirine karışmasıydı. Şarkı söyleyenler,
dans edenler ve konuşmacılar göl kıyısındaki sahneye çıkıp ıslah
çağrısında bulundu. İnancın Koruyucusu üren Lyons, Kabile Anası
Audrey Shenandoah ve uluslararası aktivist Jane Goodall da gölün
kutsallığına saygı duymaya ve insanlar ile su arasındaki bağı yeni­
lemeye yönelik bu su ayinindeydi. Gölle barışmamızın anısına, bir
zamanlar Barış Ağacı'nın olduğu sahile hep birlikte yeni bir ağaç
diktik. Islah gezimizde bu nokta da yer almalı. Altı numaralı durak:
KUTSAL BİR VARLIK OLARAK TOPRAK, TOPLULUK OLARAK
TOPRAK
Doğabilimci E.O. Wilson diyor ki, "Islah çağını başlatmaktan,
yaşamın hala etrafımızı kuşatan olağanüstü çeşitliliğini yeniden do­
kumaktan daha ilham verici bir şey olamaz." Islah edilen arazilerin
hepsinde hikayeler birikiyor: tortulardan kurtarılan alabalık dolu
dereler, ortak bahçelere dönüştürülmüş eski sanayi bölgeleri, soya
fasulyelerinden geri alınmış çayırlar, eski bölgelerinde yeniden ulu­
maya başlayan kurtlar, semenderlerin yolun karşısına geçmesine
yardım eden küçük çocuklar. Kadim uçuş rotalarına dönen Amerika
turnalarının görüntüsü kalbinizi coşturmuyorsa ölmüş olmalısınız.
Bu zaferlerin origami turnalar kadar küçük ve kırılgan olduğu doğ­
ru, ama güçleri bize ilham veriyor. İstilacı türleri söküp çıkararak
yerli bitkileri ekmek için dayanılmaz bir istek duyuyor insan. İşe
yaramaz bir barajı havaya uçurup sombalıklarınm geri gelmesini
sağlamak istiyor. Bunlar, ümitsizlik zehrinin panzehirleri.
Joanna Macy, Büyük Dönüş'ü "çağımızın zorunlu macerası;
Endüstriye Dayalı Büyüyen Toplum' dan yaşamı koruyan bir uygar­
lığa geçiş" olarak tanımlıyor. Bu geçişin itici gücü, toprağın ve ilişki­
lerin ıslahı. "Hayatı destekleyen eylemler insanı dönüştürür. Kişi­
nin kendisi ile dünya arasındaki ilişki karşılıklı olduğu için önce
aydınlanmak ya da kurtarılmak, sonra harekete geçmek söz konusu
değil. Biz toprağı iyileştirmeye çalışırken, o da bizi iyileştiriyor."
Gölün çevresindeki gezimizin son durağı henüz tamamlanma­
dı ama ortam hazırlandı. Bu tabloda yüzen çocuklar, piknik yapan
aileler var. İnsanlar gölü seviyor ve ona özen gösteriyorlar. Burası
368 Bitkilerin Ruhu

bir tören ve kutlama alanı. Amerikan bayrağının yanında Haudeno­


saunee bayrağı dalgalanıyor. Sığ sularda insanlar balık tutuyor, ya­
kaladıkları balıkları geri atmak zorunda kalmıyorlar. Söğütler, kuş­
larla dolu kollarıyla zarifçe eğiliyorlar. Barış Ağacı'nın tepesinde bir
kartal oturuyor. Göl kıyısındaki sulak alanlar misksıçanları ve su
kuşlarıyla dolu. Kıyılar, yerli otlarla yemyeşil. Tabelada YUVA OLA­
RAK TOPRAK yazıyor.
. .
MISIRDAN lNSANLAR, !ŞIKTAN lNSANLAR

Dünyayla ilişkimizin gerçek hikayesi, sayfalardan ziyade toprağa


yazılmıştır. Sonsuza dek orada var olur. Toprak, söylediklerimizi ve
yaptıklarımızı hatırlar. Toprağı ve toprakla olan ilişkimizi ıslah et­
mek için elimizdeki en güçlü araçlardan biridir hikayeler. Farklı yer­
lerde yaşamaya devam eden eski hikayeleri gün ışığına çıkarmak ve
yeni hikayeler yazmaya başlamak zorundayız, çünkü bizler sadece
hikaye anlatıcıları değil, hikaye yazarlarıyız da. Yeni hikayeler eski­
lerin ipliğiyle dokunduğu için bütün hikayeler birbiriyle bağlantılı­
dır. Yeni bir zihniyetle kendisini tekrar dinlememizi bekleyen kadim
hikayelerden biri de Mayaların Yaratılış hikayesi.

Başlangıçta sadece boşluğun olduğu söylenir. İlahı varlıklar, büyük


düşünürler dünyayı sadece ismini söyleyip var etmiş. Dünyadaki zengin
bitki ve hayvan filemi sözcüklerle var olmuş. Ama ilahı varlıklar için bu
yeterli değilmiş. Yarattıkları müthiş canlıların hiçbiri konuşamıyormuş.
Şarkı söyleyebiliyor, ciyaklayabiliyor, homurdanabiliyorlarmış ama yaratı­
lış hikayelerini anlatabilecekleri ya da övebilecekleri bir sesleri yokmuş.
Böylece tanrılar insanı yaratma işine girişmişler.
İlk insanları çamurdan yapmışlar. Ama sonuçtan memnun kalmamış­
lar. Yarattıkları insanlar güzel olmamış; çirkin ve şekilsiz/ermiş. Konuşamı-
370 Bitkilerin Ruhu

yor, zar zor yürüyebiliyor, kesinlikle dans edemiyor ya da tanrılara övgü dolu
ilahiler söyleyemiyorlarmış. O kadar katır kutur, sarsak ve beceriksizlermiş ki
üreyemiyorlarmış bile, üstelik yağmur yağınca eriyip gidiyorlarmış.
Böylece tanrılar kendilerine saygı gösterecek, övgüler düzebilecek, aile
kurup besleyebilecek güzel insanlar yapmayı bir kez daha denemişler. Tah­
tadan bir erkek oymuş, sukamışı iliğinden de bir kadın yaratmışlar. Ah, ne
güzel insanlarmış bunlar, esnek ve güçlülermiş; konuşabiliyor, dans edebi­
liyor, şarkı söyleyebiliyorlarmış. Akıllılarmış da: Başka varlıkları, bitkileri,
hayvanları kendi ihtiyaçlarına göre kullanmayı öğrenmişler. Pek çok şey
yapmışlar; çiftlikler, kap kacak, evler, balık ağları. Mükemmel vücutları,
mükemmel zihinleri ve çok çalışmaları sayesinde çoğalmışlar, dünyaya ya­
yılmışlar, her yeri doldurmuşlar.
Ama her şeyi gören tanrılar bir süre sonra bu insanların kalplerinde
şefkat ve sevgi olmadığını fark etmişler. Şarkı söyleyip dans edebiliyorlar­
mış ama sözcüklerinde, kendilerine verilen kutsal hediyeler için minnet
yokmuş. Bu akıllı insanlar teşekkür etmeyi ya da özen göstermeyi bilmedik­
leri için Yaratılmış diğer tüm varlıkları da tehlikeye atıyorlarmış. Tanrılar
bu başarısız insanlık deneyini sona erdirmek istemişler ve dünyaya büyük
afetler göndermişler - sel ve depremler yollamışlar, en önemlisi de diğer
türlerin öç almasına müsaade etmişler. Eskiden sessiz olan ağaçlara, balık­
lara ve kile, ağaçtan yapılmış insanların saygısızlıkları karşısında kederle­
rini ve öfkelerini gösterebilmeleri için ses vermişler. Ağaçlar keskin baltalar
için, geyikler oklar için, hatta kilden yapılmış kaplar bile dikkatsizlik yü­
zünden yandıkları için insanlara çok öfkeliymiş. Yaratılmış ve eziyet çek­
miş bütün varlıklar bir araya gelip kendilerini savunmak için, tahtadan
yapılmış insanları yok etmişler.
Tanrılar bu kez insanı güneşin kutsal enerjisinden, saf ışıktan yapmış.
Bakanın başını döndüren bu insanlar güneşin renginden yedi kat parlak­
mış, güzelmiş, akıllıymış ve çok ama çok güçlüymüş. O kadar çok şey bili­
yorlarmış ki her şeyi bildiklerini sanıyorlarmış. Kendilerine verilen hediye­
ler için tanrılara minnet duymak yerine, onlarla eşit olduklarına inanıyor­
larmış. İlahi varlıklar, ışıktan yapılmış insanların yarattığı tehlikeyi anla­
yıp onları da yok etmişler.
Ve böylece tanrılar bir kez daha, yarattıkları güzelim dünyada doğru
şekilde, saygı, minnet ve alçakgönüllülükle yaşayacak insanlar yaratmaya
Mısırdan İnsanlar, Işıktan İnsanlar 371

çalışmışlar. Bir sepet sarı, bir sepet beyaz mısırı öğütüp suyla karıştırmış,
bu mısır hamuruna insan şekli vermişler. Mısır şurubuyla beslenen bu in­
sanlar iyi kişilermiş. Dans edebiliyor, şarkı söyleyebiliyor, sözcükleri kulla­
nıp hikayeler anlatabiliyor, dua edebiliyorlarmış. Kalpleri, Yaratılmış diğer
canlılar için şefkatle doluymuş. Minnet duyacak kadar bilgeymişler. Tanrı­
lar da derslerini almışlar ve mısırdan insanları, ışığın insanlarının kapıldı­
ğı yıkıcı küstahlıktan korumak için gözlerine bir perde çekmiş, nefesin ayna
yüzeyini bulanıklaştırması gibi, bu insanların görüşünü bulanıklaştırmış­
lar. Mısırdan insanlar, kendilerini hayatta tutan dünyaya karşı saygı ve
minnet göstermişler, böylece dünya üzerinde varlıkları devam etmiş. 1

Bütün malzemeler arasında, neden çamurdan, ağaçtan ya da


ışıktan değil de mısırdan yaratılmış insanlar dünyayı sahiplendi? Mı­
sırdan insanların, dönüşmüş varlıklar olması yüzünden mi acaba?
Neticede mısır, ilişki sayesinde dönüşen ışık değil midir? Mısırın va­
roluşu dört elementin hepsine bağımlıdır: toprak, hava, ateş ve su. Ve
mısır sadece fiziksel dünyayla değil, insanlarla ilişkinin de bir ürünü­
dür. Köklerimizdeki kutsal bitki insanları yarattı ve insanlar da bü­
yük bir tarımsal inovasyona imza atarak teosint olarak bilinen ata
bitkiden mısırı yarattılar. Ekip büyüten insanlar olmadan mısır da var
olamaz; bu iki tür, zorunlu bir simbiyotik ilişki içindedir. Bu karşılıklı
yaratılıştan, sürdürülebilir bir insanlık yaratmaya yönelik denemeler­
de eksik olan unsurlar doğar: minnet ve karşılıklılık.
Bu hikayeyi bir tür tarih anlatısı, çok uzun zaman önce, çok de­
rin bir bilgiyle insanların mısırdan yapılışının ve sonsuza dek mutlu
yaşamasının hikayesi olarak okudum ve çok sevdim. Ama Kızılde­
rili bilgilerinde zaman genellikle bir nehir gibi değil, geçmişin, bu­
günün ve geleceğin bir arada var olduğu bir göl şeklinde akar. O
halde yaratılış da devam eden bir süreçtir ve hikayeler sadece geç­
miş değil, aynı zamanda kehanettir. Bizler mısırdan insanlara dö­
nüştük mü? Yoksa hala tahtadan yaratılmış insanlar mıyız? Kendi
gücümüze esir olmuş, ışıktan insanlar mıyız? Dünyayla olan ilişki­
miz bizi henüz dönüştürmedi mi?

1. Sözlü gelenekten uyarlanmıştır.


372 Bitkilerin Ruhu

Belki de bu hikaye nasıl mısırdan insanlar olduğumuzu anla­


mamıza rehberlik eder. Hikayenin yer aldığı kutsal Maya kitabı Po­
po[ Vuh, tek bir kronikten ibaret değil. David Suzuki'nin The Wisdom
of the Elders [Büyüklerin Bilgeliği] adlı kitabında yazdığı gibi, Maya
hikayeleri birer ilbal, yani kutsal ilişkileri görmekte kullandığımız
değerli bir mercektir. Suzuki'ye göre bu tür hikayeler görme bozuk­
luklarımızı giderir. Fakat yerli halkların hikayelerinin bilgelik dolu
olduğunu ve hepimizin bunları duyması gerektiğini düşünmekle
birlikte, hepsinin topluca aynı muameleyi görmesine karşıyım .
Dünya değiştikçe, göçmen kültürü de mekanla olan ilişkilerini anla­
tan özgün hikayelerini yazmalı -yeni, ama bizlerden çok daha önce
bu topraklarda yaşamış kişilerin bilgeliğiyle ıslah edilmiş bir ilbal.
Peki mısırdan insanların temsil ettiği ilişkileri anlayabilmemiz
için bilim, sanat ve hikayeler bize nasıl yeni bir mercek sağlayacak?
Birileri, bazen tek bir olgunun bile şiir olabildiğini söylemişti. Aynı
şekilde, mısırdan insanlar da kimyanın dilinde yazılmış güzel bir
şiirin bir parçası. Şiirin ilk kıtası şöyle:

Membrana bağlı o güzelim yaşam makinesinde, ışık ve klorofilin


huzurunda birleşen karbondioksit ve su, şeker ve oksijen üretir.

Fotosentez, yani hava, su ve ışığın bir araya gelip sıfırdan tatlı


mı tatlı şeker parçaları oluşturması - kızılçamların, fulyaların, mısı­
rın özü. Masalda samanın altına dönüşmesi, İncil' de suyun şaraba
dönüşmesi gibi fotosentez de canlı olmayan dünya ile canlıların
dünyası arasındaki bağlantıyı sağlar, cansızı canlıya dönüştürür.
Aynı zamanda da bize oksijen sağlar. Bitkiler yiyecek ve nefes verir.
İşte bu da ikinci kıta - birincinin tersten yazılmış hali:

Membrana bağlı o güzelim yaşam makinesi mitokondride şeker


oksijenle birleşir ve bizi başladığımız noktaya döndürür - kar­
bondioksit ve su.

Solunum - ekip biçmemizi, dans etmemizi, konuşmamızı sağ­


layan enerji kaynağı. Bitkilerin nefesi hayvanlara hayat verir, hay-
Mısırdan İnsanlar, Işıktan İnsanlar 373

vanların nefesi bitkilere hayat verir. Nefesim nefesinizdir, nefesiniz


nefesimdir. Vermenin ve almanın, dünyaya hayat getiren karşılıklı­
lığın muhteşem şiiridir. Bu, anlatmaya değer bir hikaye değil mi?
İnsanlar ancak ve ancak kendilerine hayat veren simbiyotik ilişkile­
ri anladıklarında, minnet ve karşılıklılığın ne olduğunu bilen mısır­
dan insanlara dönüşebilirler.
Dünyadaki olgular gerçekten de şiirdir. Işık şekere dönüşür. Se­
menderler, dünyanın yaydığı manyetik hatları takip ederek ataları­
nın doğduğu göllere dönerler. Otlayan bir bufalonun salyası saye­
sinde otlar büyür. Tütün tohumları, duman kokusuyla çimlenir.
Endüstriyel atıklardaki mikroplar cıvayı yok edebilir. Bu hikayeleri
hepimizin bilmesi gerekmez mi?
Bu hikayeler kimdedir? Çok eski zamanlarda yaşlılar taşırdı
bunları. 21. yüzyılda ise ilk duyanlar genellikle biliminsanları olu­
yor. Bufalo ve semenderlerin hikayeleri toprağa ait ama biliminsan­
ları bunları tercüme edip dünyaya anlatmakla yükümlü.
Yine de biliminsanları çoğunlukla bunları, okurları dışarıda bı­
rakan bir dille anlatıyor. Verimlilik ve hassasiyet odaklı geleneksel
ilkeler nedeniyle bilimsel makaleleri okumak insanlara, doğrusunu
söylemek gerekirse biz biliminsanlarına bile zor geliyor. Bu da çevre
ve dolayısıyla gerçek bir demokrasi, özellikle de tüm türler için de­
mokrasi konusunda kamusal bir diyalog ortamı oluşturma açısın­
dan olumsuz sonuçlar doğuruyor. Özen gösterilmediği sürece bil­
menin yararı nedir ki? Bilim bize bilgi verebilir ama özenin kaynağı
başka bir yer.
Bence Batı dünyasının ilbal'ı bilimdir. Kromozomların dansım,
yosunların yapraklarını, en uzak galaksiyi bilim sayesinde görebili­
riz. Ama bilim, Popol Vuh gibi kutsal bir mercek midir? Dünyadaki
kutsalı algılamamızı sağlar mı yoksa bu kutsalı bulanıklaştırmak
için ışığı mı büker? Maddi dünyaya odaklanıp manevi dünyayı bu­
lanıklaştıran bir mercek, tahtadan yapılmış insanın merceğidir. Mı­
sırdan insana dönüşmek için daha fazla veriye değil, daha fazla bil­
geliğe ihtiyacımız var.
Bilim, bilgi kaynağı ve deposu olabilir ama bilimsel dünya gö­
rüşü çoğu zaman ekolojik şefkatin düşmanıdır. Halkın genellikle
374 Bitkilerin Ruhu

aynı şey gibi algıladığı iki görüşün ayrımını yapabilmek için bu


mercek hakkında düşünmemiz gerekir: bilimsel uygulamalar ve bu
uygulamaların beslediği bilimsel dünya görüşü. Bilim, mantıklı so­
rularla dünyanın sırlarını ortaya çıkarma sürecidir. Gerçek bilimsel
uygulamalarla soru soranlar, insanın ötesindeki dünyanın gizemle­
rini anlamaya çalışırken doğayla benzersiz bir yakınlık kurar, hay­
ranlık ve yaratıcılıkla dolar. Bizden çok farklı bir varlığın ya da sis­
temin yaşamını anlamaya çalışmak çoğu zaman insanı daha müte­
vazı yapar ve pek çok biliminsanı için çok derin bir manevi arayış
anlamına gelir.
Bunun tam karşıtı ise indirgemeci ve materyalist ekonomi ve
siyaset gündemlerini güçlendirmek için bilim ve teknolojiyi kültü­
rel bağlamda kullanarak yorumlayan bilimsel dünya görüşüdür.
Tahtadan insanların yıkıcı merceğinin bilim değil, bilimsel dünya
görüşünün, egemenlik ve denetim illüzyonunun, bilgi ile sorumlu­
luğu birbirinden ayrıştırmanın merceği olduğuna inanıyorum.
Bilimsel bulguları temel alan, yerli dünya görüşleri çerçevesinde
işleyen bir hikayeler merceğinin, hem maddenin hem de ruhun ko­
nuştuğu hikayeler merceğinin rehberlik ettiği bir dünya düşlüyorum.
Biliminsanları özellikle başka türlerin yaşamlarından dersler
çıkarmakta çok başarılı. Anlatacakları hikayeler, başka varlıkların
da en az Hama sapiens kadar, hatta belki daha da ilginç olan yaşam­
larındaki içsel değerleri ortaya çıkarabilir. Fakat biliminsanları, di­
ğer varlıkların zekasını görme imkanına sahip kişiler olmalarına
karşın, çoğunlukla zekanın sadece kendilerine özgü olduğuna ina­
nıyor. En temel nitelikten yoksunlar: Alçakgönüllülük. Tanrılar küs­
tahlığın sonuçlarını görünce mısırdan insanlara alçakgönüllülük
kattılar; başka canlı türlerinden bir şey öğrenebilmek için bu şart.
Yerlilerin bakış açısına göre insanlar, türlerin demokratik yapı­
lanmasında nispeten eksikler. Yaratılış'ta küçük kardeşler olarak
görülüyoruz ve bütün küçük kardeşler gibi, büyüklerimizden öğre­
neceklerimiz var. Buraya önce bitkiler geldi ve işleyişi anlamak için
bol vakitleri oldu. Toprağın altında da üstünde de yaşıyorlar ve
dünyayı sabit tutuyorlar. Bitkiler ışık ve sudan besin üretmenin yo­
lunu biliyorlar. Kendilerini beslemenin yanı sıra, hepimiz için de
Mısırdan İnsanlar, Işıktan İnsanlar 375

hayatın sürmesini sağlıyorlar. Toplumun geri kalan üyelerini geçin­


diriyor, daima yiyecek sunmakla cömertlik erdemi konusunda bize
örnek oluyorlar. Batılı biliminsanları bitkileri, araştırma konusu de­
ğil de öğretmen olarak görseler ne olur? Hikayeleri bu mercekten
anlatsalar ne olur?

Yerli halkların çoğu, her birimizin özel bir hediyeyle, benzersiz


bir yetenekle donatıldığına inanıyor. Mesela kuşlar şakıyor, yıldız­
lar parlıyor. Ama bu hediyelerin ikili bir doğasının da olduğu bilini­
yor: Hediye, aynı zamanda da bir sorumluluk. Kuşun hediyesi şakı­
maksa, günü müzikle selamlamak gibi bir sorumluluğu da var. Şa­
kımak kuşun görevi; geri kalan canlıların görevi ise kuşun şarkısını
bir hediye olarak görüp kabul etmek
Sorumluluğumuzun ne olduğunu sorarken aynı zamanda he­
diyemizin ne olduğunu da soruyoruz. Ve bu hediyeyi nasıl kullana­
cağız? Mısırdan insanların hikayesi gibi anlatılar hem dünyayı bir
hediye olarak algılamakta hem de karşılığını nasıl verebileceğimizi
düşünmekte bize rehberlik ediyor. Çamurdan, tahtadan ve ışıktan
insanlar minnetten ve beraberinde gelen karşılıklılık duygusundan
yoksundu. Dünyada kalıcı olan sadece mısırdan insanlar, kendileri­
ne verilmiş hediyelerin ve sorumlulukların farkına varıp dönüşen­
ler oldu. Minnet önce gelir ama tek başına yeterli değildir.
Başka canlıların, insanlarda olmayan özel hediyelerle donatıl­
dığını biliyoruz. Uçabiliyorlar, gece görebiliyorlar, pençeleriyle
ağaçları parçalayabiliyorlar, akçaağaç şurubu üretebiliyorlar. İnsan­
lar ne yapabiliyor?
Kanatlarımız ya da yapraklarımız olmayabilir ama kelimeleri­
miz var. Dilimiz bizim hediyemiz ve sorumluluğumuz. Yazmanın
da hayat dolu bu topraklarla karşılıklılık ilişkimizin yarattığı bir ey­
lem olduğuna inanıyorum. Eski hikayeleri hatırlamak için, bilim ile
maneviyatı yeniden bir araya getirip mısırdan insanlar oluşumuzu
kuvvetlendirecek yeni hikayeleri anlatmak için kelimeler şart.
İKİNCİL HASAR

Karşı yönden kıvrılarak gelen aracın farları, sisin içinde uzaklardan


iki ışık huzmesi şeklinde düşüyor. Işıkların yükselip alçalmasına ba­
kıp her iki elimizde yumuşacık birer siyah bedenle yola fırlıyoruz. As­
falh beneklendiren el fenerleriyle bir aşağı bir yukarı yürürken, farla­
rın ışıkları da çukurlarda ve virajlarda bir görünüp bir kayboluyor.
Motor sesi duyduğumuzda, gelen araç tepeyi aşıp üstümüze doğru
gelmeden önce son bir tur için son şansımız olduğunu biliyoruz.
Şarampolde bekliyor; araç yaklaştıkça, ön panelin ışıklarıyla
yeşilleşmiş yüzlerin bize baktığını görebiliyorum, o sırada lastikler
etrafa çakıltaşları savuruyor. Araçtakilerle göz göze geliyoruz, ara­
cın fren lambaları, sürücünün beynindeki anlık sinapslar gibi bir
anlığına yanıyor. Bu lambalar, ıssız bir kır yolunun kıyısında yağ­
mur altında kalmış insan kardeşlerini umursadıklarını düşündürü­
yor. Pencereyi açmalarını, yardıma ihtiyacımız olup olmadığını sor­
malarını bekliyorum ama araç durmuyor. Sürücü arkaya dönüp
bize bakıyor, uzaklaşırken fren lambalarının ışığı da soluyor. Hama
sapiens için bile durmazlarken, geceleri bu yolda dolaşan komşuları­
mız Ambystoma maculata için durmalarını nasıl bekleyebiliriz?
İkincil Hasar 3 77

Günbatımında yağmur mutfağımın camlarına vuruyor. Vadi­


nin üzerinde küme halinde alçaktan uçan kazların seslerini duyabi­
liyorum. Kış bitiyor. Koluma astığım yağmurluklarla ocağın önün­
den geçerken bir an durup bezelye çorbasını karıştırınca çıkan bu­
harlar camı kaplıyor. Gece sıcak bir kase çorba hepimize iyi gelecek.
Kafamı dolabın içine sokup el fenerlerini toplarken radyoda
saat altı haberleri yayınlanıyor. Başlamış - bu gece Bağdat' a bomba­
lar yağıyor. Ellerimde bir çift kırmızı, bir çift siyah çizmeyle kalıve­
riyorum. Bir yerlerde bir başka kadın pencereden dışarıya bakıyor
ama gökyüzünde gördüğü karanlık şekiller, yuvalarına dönen ba­
har kazları değil. Dumanla kaplı gökyüzü, alev almış evler, çalan
sirenler. CNN uçakların yaptığı sortilerin ve kullanılan mühimma­
tın sayısını, beyzbol skoru gibi anlatıyor. İkincil hasarın seviyesinin
henüz belli olmadığını söylüyorlar.
İkincil hasar: Hedefi şaşıran bir füzenin yol açtığı sonuçları adlı
adınca söylemeyelim diye oluşturulmuş kalkanvari bir ifade. İnsa­
nın yol açtığı bu yıkımı, kaçınılmaz bir doğa olayıymış gibi görmez­
den gelmemizi isteyen kelimeler. İkincil hasar, tepetaklak olmuş
çorba tencereleri ve ağlayan çocuklarla ölçülüyor. Çaresizlikle yüre­
ğim sıkışarak radyoyu kapatıyor, ailemi akşam yemeğine çağırıyo­
rum. Bulaşıkları yıkadıktan sonra yağmurluklarımızı giyip geceye
karışıyor, arka yollardan dolaşıp Labrador Hollow koruma alanına
gidiyoruz.
Bağdat' a bombalar yağarken, vadimize baharın ilk yağmuru
yağıyor. Yumuşacık ve kesintisiz bir şekilde orman tabanına dolu­
yor, kıştan yorgun yaprak örtülerinin altındaki son buz kristallerini
de eritiyor. Uzun süren kar sessizliğinin ardından damlaların ve şı­
rıltıların sesi kulağa çok hoş geliyor. Bir kütüğün altına sığınmış se­
mender için ilk sağanağın sesi, üstündeki kapıyı çalan ilkbaharın
sesi gibi olsa gerek. Altı aylık hareketsizlik yüzünden kasılıp kalmış
eklemler ağır ağır esniyor, kuyruklar sallanıp kış ataletini silkeliyor,
birkaç dakika içinde burunlar havaya yönelip ayaklar soğuk toprağı
itekliyor ve semenderler sürüne sürüne geceye çıkıyor. Yağmur, üst­
lerinden sarkan toprakları yıkayıp pürüzsüz siyah derilerini parla­
tıyor. Yağmurun çağrısıyla, toprak uyanıyor.
378 Bitkilerin Ruhu

Arabayı kenara çekip indiğimizde, sileceklerin ıslıklarının ve


tüm hızıyla çalışan buğu çözücünün sesinden sonra büyüleyici bir
sessizlik oluyor. Soğuk toprağa düşen sıcak yağmurlar yerde bir sis
yaratıp çıplak ağaçları kaplıyor. Sesimiz sisin içinde boğuklaşıyor.
El fenerlerimiz sıcacık haleler yaratıyor.
Burada, New York'un kuzeyinde mevsim değişikliğinin işareti,
kışın sığındıkları yerlerden ilkbaharda üreme noktalarına doğru gü­
rültüyle uçan kaz sürüleri. Semenderlerin kışı geçirdikleri oyuklar­
dan çıkıp eşleriyle buluşacakları durgun sulara göçleri de aynı dere­
cede etkileyici, ama çoğu zaman fark edilmeyen bir olay. 5,5 derece­
nin üstüne çıkan sıcaklıkla birlikte düşen ilk ılık ilkbahar yağmuru,
orman tabanını sular içinde bırakıp hareketlendiriyor. Orman canlı­
ları hep birlikte saklandıkları yerlerden çıkıyor, açık havaya bakıp
gözlerini kırpıştırıyor ve yola koyuluyorlar. Yağmurlu bir bahar ge­
cesi bataklıkta değilseniz, hayvanların bu topluca çıkışını görmeniz
hemen hemen olanaksız. Semenderler, avcılardan korunmak ve
yağmur sayesinde ciltlerini nemli tutmak için karanlıkta hareket
ederler. Ve ağırkanlı bir bufalo sürüsü gibi, binlerce kişilik gruplar
halinde ilerlerler. Bufalolar gibi semenderlerin de nüfusu her geçen
yıl azalıyor.
Yakındaki kuzeni Finger Gölleri gibi, Labrador Gölü de son bu­
zullardan kalmış iki dik yamacın kuşattığı V şeklinde bir vadinin
dibinde uzanıyor. Ormanlık yamaçlar gölün etrafında bir kasenin
kenarları gibi içe doğru kıvrılıyor, amfibilerin ormandan çıkıp hav­
zayı akarcasına geçerek doğrudan suya kavuşmasını sağlıyor. Ama
rotaları, vadinin içinde kıvrılan asfalt yol tarafından engelleniyor.
Göl ve çevresindeki tepeler devlet ormanı olarak koruma altında,
fakat yol herkese açık.
Issız yolda yürüyor, el fenerlerimizin ışığını asfaltın üzerinde
dolaştırıyoruz. Bu gece harekete geçenler sadece semenderler değil:
orman kurbağaları, boğa kurbağaları, yeşil kurbağalar, pars kurba­
ğaları ve çöreller de çağrıyı duyup yıllık seyahatlerine başlamışlar.
Kara kurbağaları, ağaç kurbağaları, kara semenderleri ve çeşit çeşit
kurbağa ordularının aklı fikri çiftleşmekte. Yol, el fenerlerimizin ışı­
ğında bir görünüp bir kaybolan hoplayıp zıplamalarla sirki andın-
İkincil Hasar 379

yor. Fenerimin ışığı, alhn renginde parlayan bir gözü yakalıyor. Ben
yaklaşhkça ağaç kurbağası donup kalıyor, sonra aniden zıplayarak
kaçıyor. Önümüzde uzanan yol zıplayan kurbağalarla capcanlı; fene­
rimle aydınlanan iki tane şurada, üç tanesi de diğer tarafta, hoplaya­
rak göle doğru gidiyorlar. Olağanüstü zıplayışlarla yolu birkaç sani­
yede aşıyorlar. Fakat yolda karınları üstünde sürünerek ilerleyen, iri
cüsseli semenderler için durum farklı. Onların yolculuğu yaklaşık iki
dakika sürüyor ve iki dakikada başlarına her şey gelebilir.
Kurbağaların arasında oduna benzeyen şekilleriyle semender­
leri bulup birer birer alıyor, yolun diğer tarafına dikkatle bırakıyo­
ruz. Aynı dar alanda, arabaların geçmediği sıralarda bir o yana bir
bu yana yürüyoruz ve her seferinde daha da fazla semender bulu­
yoruz - anlaşılan toprak, bir bataklığın üstünden havalanan kazlar
kadar çok sayıda semender doğuruyor.
El fenerimi yolun diğer tarafına tutuyorum ve yağmurdan rengi
koyulaşmış asfaltın ortasında parlak sarı bir ışık hattı oluşuyor. Gö­
zucuyla bakınca, asfaltın üstündeki ışığı kıran, karanlıktan da karan­
lık bir şey görüp ışığımı tam üstüne çeviriyorum. Gölge, tıpkı yol
gibi siyah-sarı, kocaman bir benekli semendere, Ambystoma macula­
ta'ya dönüşüyor. Vücudunun yanlarından dik açıyla fırlayan bacak­
larıyla çok ilkel bir forma sahip; yolu sarsak, mekanik hareketlerle
geçmeye çalışırken arkasındaki kalın kuyruğu bir o yana bir bu yana
kıvrılıyor. Fenerimin ışığını görüp donakalınca uzanıp, gecenin katı­
laşmış hali gibi duran, mavi-siyah derisini okşuyorum. Islak yüzey
üzerinde boya damlalarına benzeyen mat sarı benekleri, yanlara
doğru belirsizleşiyor. Kama şeklindeki kafası bir o yana bir bu yana
dönüyor, burnu küt, gözleri o kadar koyu renkli ki yüzünde kaybo­
luyor. Yaklaşık yirmi santimlik boyuna ve vücudunun yanlarındaki
şişliklere bakılırsa bu bir dişi. Islak yaprakların üzerinden kaymak
için tasarlanmış, pürüzsüz, yumuşacık karnını ve o narin derisini as­
faltta sürüklemenin nasıl bir his olduğunu merak ediyorum.
Semenderi kaldırmak için eğiliyorum, iki parmağımla ön ayak­
larını tutuyorum. Hemen hemen hiç direnmemesi beni şaşırtıyor.
Fazlasıyla olgunlaşmış bir muzu yerden almak gibi bir his: Parmak
uçlarım soğuk, yumuşak ve ıslak bedenine gömülüyor. Alıp yavaş-
380 Bitkilerin Ruhu

ça yamaca bırakıyorum ve ellerimi pantolonuma siliyorum. Arkası­


na bile bakmadan toprak seti aşıyor, göle iniyor.
Önce dişiler geliyor. Yumurtalarla şişmiş bedenleriyle sığ sula­
ra kayarak iniyor, göl tabanında çürümekte olan yaprakların arasın­
da gözden kayboluyorlar. Bütün doğurganlıklarıyla soğuk suyun
içinde tembel tembel oturup, birkaç gün içinde tepelerden aşağı
aynı yolu aşacak olan erkekleri bekliyorlar.
Kütüklerin altından, derelerin diğer tarafından çıkıp hepsi de
aynı yöne gidiyor: Doğdukları göle. Yolları dolambaçlı çünkü engel­
lerin üstünden geçme becerileri yok. Karşılarına çıkan bir kütüğün
ya da kayanın ucuna kadar dolaşıp sonra dümdüz aşağı, göle ini­
yorlar. Doğdukları göl, kışın sığındıkları yerin sekiz yüz metre ka­
dar uzağında olabiliyor ama yerini tastamam bulabiliyorlar. Semen­
derlerin kılavuz sistemi, bu gece Irak mahallelerindeki hedeflerine
uçan "akıllı bombalar" kadar gelişmiş. Uydular ya da mikroçipler
olmadan, sürüngen bilimcilerin yeni yeni anlamaya başladığı man­
yetik ve kimyasal sinyalleri izleyerek dolaşıyorlar.
Y ön bulma becerileri kısmen dünyanın manyetik alan hatlarını
kusursuz şekilde okuyabilmelerinden kaynaklanıyor. Beyinlerinde­
ki küçük bir organ manyetik verileri işliyor ve semenderleri göle
yönlendiriyor. Yol üzerinde başka göller ve su birikintileri de var
ama doğdukları yere varana kadar durmuyor, oraya ulaşmak için
büyük çaba sarf ediyorlar. Göle yaklaştıklarında, doğdukları nehri
bulan sombalıklarına benziyorlar: Burunlarındaki bir koku bezini
kullanıp yollarını buluyorlar. Dünyanın manyetik sinyalleri mahal­
lelerini bulmalarını sağlıyor, sonra koku sayesinde yuvalarına dö­
nüyorlar. Uçaktan inip pazar akşam yemeklerinin tarifsiz kokusunu
ve annenizin parfüm kokusunu izleyerek çocukluğunuzun geçtiği
eve dönmek gibi bir şey.

Vadiye geçen yıl gittiğimizde kızım semenderleri takip edip ne­


reye gittiklerini görmek için yalvardı. Amfibiler ipekli kızılcıkların
kızıl köklerinin arasından dolanarak çıkıp yassılaşmış kamış küme­
lerinin üzerinden güçbela tırmanırlarken biz de ellerimizde fener­
lerle peşlerinden gittik. Ana göle epeyce mesafede, yazın hiç fark
İkincil Hasar 381

edilmeyen ama her ilkbaharda eriyen karlarla dolu bir su mozaiği


çizen küçük çukurdaki bahar gölcüğünün kıyısında durdular. Se­
menderler yumurtalarını bu tür geçici çukurcuklara bırakırlar çün­
kü buralar, semender larvalarını yalayıp yutan balıkların yaşayama­
yacağı kadar sığ ve kısa ömürlüdür. Bu gölcüklerin gelip geçiciliği,
yeni doğmuş larvaları balıklardan korur.
Hala buz parçacıklarının asılı olduğu su kıyısına kadar semen­
derleri izledik. Geniş adımlarla, hiç tereddütsüz suya gittiler ve göz­
den kayboldular. Kızım hayal kırıklığına uğramıştı, çünkü kıyıda
biraz dolaşacaklarını ya da göle karın üstü atlayacaklarını ummuş­
tu. Fenerini tutup su yüzeyine bakındı, bundan sonra neler olacağı­
nı görmek istiyordu ama suyun dibinde sadece yer yer aydınlık, yer
yer karanlık, alacalı yapraklar vardı. Görecek hiçbir şey olmadığını
düşündük, ta ki aydınlık ve karanlık kısımların yaprak değil, düzi­
nelerce semenderin siyah-sarı benekleri olduğunu anlayana kadar.
Işığın olmadığı her yerde semenderler vardı, gölün tabanı hayvan­
lardan oluşan bir battaniye gibiydi. Ve hepsi de bir oda dolusu dans­
çı gibi hareket ediyor, birbirlerinin etrafında dolaşıyorlardı. Karada­
ki ağır hareketlerine kıyasla, suda hızlı ilerliyor, foklar kadar zarif
yüzüyorlardı. Tek bir kuyruk hareketiyle ışık çemberinden çıkıyor­
lardı.
Gölün cam gibi yüzeyi aniden, kaynaktan fışkıran su gibi, alt­
tan gelen bir darbeyle dağıldı ve semenderler sarı benekleri parlaya
parlaya, karmakarışık bir güruh halinde hareket ettikçe sular dalga­
lanmaya başladı. Semender kongresine, çiftleşme törenlerine büyü­
lenmiş bir şekilde tanıklık ettik. Bir kütüğün altında böcek yiyerek
bekar geçirdikleri bir yıllık yalnızlıktan sonra coşkulu bir kutlamay­
la elli kadar erkek ve dişi semender dans edip birbirlerine dolandı­
lar. Gölün tabanından şampanya gibi köpükler yükseldi.
Çoğu amfibinin aksine, Ambystoma maculata toplu dölleme çıl­
gınlığı içinde yumurtalarını ya da spermlerini suya öylece bırak­
maz. Bu canlı türü, yumurta ile spermin buluşabilmesini sağlama
ihtimalini kuvvetlendiren bir sistem geliştirmiş. Erkekler dans eden
sürüden ayrılıyor, derin bir nefes alıp gölün tabanına kadar yüzü­
yor, sperm dolu jelimsi bir kese olan parlak spermatoforlarını suya
382 Bitkilerin Ruhu

bırakıyor, bu spermatoforların sapları da bir dal parçasına ya da


yaprağa tutunuyor. Sonra dişiler dansı bırakıp suyun içinde hafif
yassı balonlar gibi dolaşan, altı milimetrelik bu parlak keseleri ara­
maya başlıyor. Buldukları spermatoforları, daha önce yumurtalarım
bıraktıkları gizli bir oyuğun içine çekiyorlar. Güvenle içeri girdikle­
rinde spermler keseden ayrılıyor ve inci gibi yumurtaları döllüyor.
Birkaç gün sonra her bir dişinin, yüz ila iki yüz adet döllenmiş,
jelimsi yumurtası oluyor. Anne, yumurtalar çatlayana kadar oralar­
da dolaşıyor, sonrasında tek başına ormana dönüyor. Bebek semen­
derler birkaç ay boyunca gölün güvenli ortamında kalıyor, karada
yaşayabilecek hale gelene kadar çeşitli dönüşümlerden geçiyor. Gö­
lün suyu çekilip semenderlerin oradan ayrılma vakti geldiğinde,
solungaçlarının yerini akciğerler alıyor ve böylece kendi başlarına
yiyecek bulacak olgunluğa gelmiş oluyorlar. Bu genç semenderler,
dört-beş yıl sonra cinsel olgunluğa ulaşana dek göle dönmeyecek,
karada dolaşıp duracaklar. Semenderler çok uzun yaşayabiliyot. Ye­
tişkinler on sekiz yıla kadar uzayabilen ömürleri boyunca çiftleş­
mek için göç edebiliyor, tabii yolu geçmeyi başarabilirlerse.
Amfibiler gezegenimizdeki en kırılgan topluluklardan biri. Su­
lak alanların ve ormanların yok olmasıyla, gelişmenin bedeli olarak
hiç düşünmeksizin kabullendiğimiz ikincil hasara maruz kalıyorlar.
Ve amfibiler ciltleriyle nefes aldıkları için atmosferle aralarındaki
nemli zar tabakasındaki, yani sudaki toksik maddeleri filtreleyemi­
yorlar. Yaşam alanları endüstrinin doğrudan etkisinden uzak olsa
bile, atmosfer öyle olmayabiliyor. Havadaki ve sudaki toksik mad­
deler, asit yağmurları, ağır metaller ve sentetik hormonlar, amfibile­
rin doğum yaptığı sulara boşalıyor. Altı bacaklı kurbağalar ve çar­
pık semenderler gibi gelişimsel anomaliler artık sanayileşmiş dün­
yanın her yerinde görülüyor.

Bu gece semenderlerin karşısındaki en büyük tehdit, lastiklerin


altında olan biten cümbüşten habersiz sürücülerin hızla kullandığı
arabalar. Arabanın içinde gece yarısı radyo programını dinlerken
bunları bilemezsiniz. Ama yolun kıyısında beklerken, semenderin
bedeninin yola yapışma sesini, ışıl ışıl bir varlığın aşka giden man-
İkincil Hasar 383

yetik izleri takip ederken asfalt üzerinde kırmızı bir hamura dönüş­
me anını duyabilirsiniz. Daha hızlı çalışmaya gayret ediyoruz ama
çok semender var ve biz çok az kişiyiz.
Tanıdık bir yeşil Dodge kamyonet hızla geçiyor, biz de bankete
doğru geriliyoruz. Kamyonetin sahibi, yolun yukarısındaki mandı­
rayı işleten komşum, ama adam bizi görmüyor bile. Bu gece aklının
çok uzaklarda, Bağdat'ta olduğunu düşünüyorum. Oğlu Mitch
Irak'ta görev yapıyor. Mitch iyi bir çocuk, arabaların güvenle geçe­
bilmesi için traktörü yol kenarına çekip dostça eliyle "geç" işareti
yapan biri. Sanırım şu anda bir tank sürüyor. Memleketindeki bir
yoldan geçmekte olan semenderlerin kaderi, şu anda yüz yüze ol­
duğu sahneyle tamamen alakasız görünebilir.
Ama bu gece sis hepimizi aynı soğuk battaniyeye sarmışken
sınırlar belirsizleşiyor. Bu karanlık köy yolundaki katliam ile Bağdat
sokaklarındaki parçalanmış cesetler birbiriyle bağlanhlı görünüyor.
Semenderler, çocuklar, üniformalı genç çiftçiler ne düşman ne de
sorunun kendisi. Bu masumlara savaş açmadık ama sanki açmışız
gibi ölüyorlar. Hepsi de ikincil hasar sayılıyor. Oğulları savaşa gön­
deren, bu vadideki kükreyen motorları çalıştıran şey petrolse, o za­
man hepimiz suç ortağıyız; askerler, siviller ve semenderler bizim
petrol iştahımız yüzünden ölümde buluşuyor.
Üşüyüp yorulunca biraz durup termostaki çorbayı fincanları­
mıza dolduruyoruz. Buharı yükselip sise karışıyor. Birden sesler
duyuyorum ama yakında hiç ev yok Virajın diğer tarafından el fe­
neri ışıkları görünüp kayboluyor. Hemen fenerimi ve termosun ağ­
zını kapatıyorum. Gölgeye çekilip yaklaşan sıra sıra ışıkları izliyo­
ruz. Böyle bir gecede kim çıkar ki dışarı? Ancak bela arayanlar ve
ben onlardan biri olmak istemiyorum.
Bazen gençler içki içmek ve bira kutularına ateş etmek için bu­
raya geliyor. Bir defasında iki delikanlının bir kara kurbağasını top
gibi aralarında sektirdiklerini görmüştüm. Bu insanların neden gel­
miş olabileceğini düşündükçe ürperiyorum. Işıklar iyice yaklaştı, en
az bir düzine ışık, devriye gezen polisler gibi yolu aydınlatıyor. Yo­
lun üstünde ışık huzmeleri ileri geri hareket ediyor. Yaklaştıkça ışık­
ların şekli tuhaf bir şekilde tamdık geliyor. Bütün gece biz de aynı
384 Bitkilerin Ruhu

bu şekilde kullandık el fenerlerimizi. Sonra sisin içinden sesler du­


yuyorum.
"Bakın, bir tane daha - dişi."
"Hey, burada da iki tane var."
"Üç ağaç kurbağası da burada."
Karanlığın içinde sırıtarak el fenerimi yeniden açıyorum ve eği­
lip semenderleri güvenli noktaya taşıyan bu insanlarla tanışmaya
gidiyorum. Birbirimizi bulduğumuz için çok mutluyuz, içtenlikle
tokalaşıyoruz, el fenerlerinden oluşan sanal bir kamp ateşinin etra­
fında kahkaha seslerimiz yükseliyor. Herkese çorba veriyorum ve
hem yaklaşan ışıkların düşman değil, dost olduğunu hem de çaba­
larımızda yalnız olmadığımızı anlamanın baş döndürücü rahatlı­
ğıyla, o an hepimiz bir oluyoruz.
Kendimizi tanıtıp üstünden su damlayan kapüşonların altında­
ki yüzlere bakıyoruz. Yoldaşlarımız, sürüngen bilimi dersi alan üni­
versite öğrencileri. Gözlemlerini kaydetmek için bloknotlar ve def­
terler var ellerinde. Başımıza bela olacaklarını düşündüğüm için
utanıyorum. Cehalet, hiç anlamadığımız konularda hemen sonuca
varmayı kolaylaştırıyor.
Sınıf, yolların amfibiler üzerindeki etkilerini araştırmaya gel­
miş. Su ve kara kurbağalarının yolu sadece on beş saniyede geçebil­
diğini ve genellikle arabalardan kurtulmayı başardığını söylüyorlar.
Benekli semenderlerin ortalama geçiş süresi ise seksen sekiz saniye.
Sayısız avcıdan kaçmayı başardıktan, yaz kurağına dayandıktan,
kış soğuğunda hayatta kaldıktan sonra bütün hayatları o seksen se­
kiz saniyeye bağlı.
Öğrencilerin Ambystoma için yaptıkları, onları yoldan kurtarma
çabasının ötesinde. Karayolları müdürlüğü, hayvanların yola çık­
masını önleyecek özel kanallar, semender geçitleri yapabilir ama bu
pahalı uygulamalar için öncelikle yetkilileri bu işin önemine ikna
etmek gerekiyor. Sınıfın bu geceki görevi, yolu geçen amfibileri sa­
yıp bu tepelerden göle inen toplam hayvan sayısı ve yolda ölenlerin
sayısı hakkında tahminde bulunmak. Yolun hayvan nüfusu için ha­
yati bir tehdit olduğunu gösteren yeterince veri toplayabilirlerse,
eyaleti bu konuda önlem almaya da ikna edebilirler. Tek bir sorun
İkincil Hasar 385

var. Semenderlerin ölüm oranları hakkında doğru bir tahmin yapa­


bilmek için hem yolu geçebilenleri hem de geçemeyenleri saymak
gerekiyor.
Anlaşılan ölüleri saymak kolay: Hayvanın ezilmiş bedeninin
büyüklüğüne bakarak türünü tespit ediyor, yoldan bir daha geçer­
ken aynı hayvanı tekrar saymamak için cesedi kazıyıp kaldırıyorlar.
Bazen ölüm için arabanın ille de çarpması gerekmiyor. Semenderle­
rin bedeni öyle yumuşak ki yoldan geçen bir arabanın yarattığı ba­
sınç bile öldürücü olabiliyor. Kayıpların sayısı, ölüm denkleminin
paydası oluyor - karşıya geçemeyenlerin sayısını gösteriyor. Uzun
bir yol boyunca ve zifiri karanlıkta bütün hayvanların kaydını nasıl
tutabiliyorlar?
Yol üzerine geniş aralıklarla portatif çitler çekmişler. Her bir çit
hemen hemen iki buçuk metre uzunluğunda; alt kısmına da otuz
santim yüksekliğinde ve dikenli tel sarılmış alüminyum çatı örtüsü
koymuşlar. Semenderler bu çiti aşamıyor. Engelle karşılaşınca, sanki
karşılarındaki bir kütük ya da kayaymış gibi yanından yürüyorlar.
Karanlığın içinde, yolu bulmak için vücutlarını çite değdire değdire
sürünerek ilerliyor, çitin ucunu bulmaya çalışıyorlar. Sonra birden
toprak yok oluveriyor ve semenderler toprağa gömülü plastik kova­
ların içine düşüp çıkamıyorlar. Öğrenciler sık sık gidip kovalardaki
hayvanları sayıyor, türlerini bloknotlarına kaydediyor, sonra her bi­
rini yavaşça alıp, göle gitmek üzere çitin diğer tarafına bırakıyorlar.
Gecenin sonunda, çitlere yakalanmış hayvanların sayısı yolu sağ sa­
lim geçenlerin sayısı hakkında kabataslak bir bilgi veriyor.
Bu araştırmalar, semenderleri kurtaracak kanıtlar sağlayabilir
ama bu uzun vadeli faydanın kısa vadeli bir bedeli var. Araştırma­
nın doğru yapılabilmesi için kesinlikle insan müdahalesinin olma­
ması gerekiyor. Bir araba gelirken öğrenciler geri çekilip, dişlerini
sıkıp olacakları beklemek zorunda. İyi niyetle yaptığımız semender
kurtarma operasyonumuz aslında bu geceki deneyin tarafsızlığını
zedeledi çünkü normalde araba altında kalacak semender sayısını
azalttık ve oluşabilecek ciddi kayıpların daha az çıkmasına sebep
olduk. Bu durum, öğrenciler için etik bir ikilem anlamına geliyor.
Kurtarabilecekleri, ama ölen semenderler bu araştırmanın ikincil
386 Bitkilerin Ruhu

hasarı oluyor - bu kurbanların, gelecekte semender türünün korun­


masıyla telafi edilebileceğini umuyorlar.
Yolda ölüm takibi, çevre koruma alanında çalışan dünyaca ünlü
biyolog James Gibbs'in bir projesi. Gibbs, Galapagos kaplumbağala­
rının ve Tanzanya kara kurbağalarının korunmasına liderlik ediyor
ama burayla, Labrador Hollow'la da ilgileniyor. Öğrencileriyle bir­
likte çitleri çekiyor, yolda devriye geziyor, bütün gece sayım yapı­
yorlar. Gibbs kimi zaman, özellikle de semenderlerin harekete geçti­
ğini -ve öldüğünü- bildiği yağmurlu gecelerde uyuyamadığını iti­
raf ediyor. Yağmurluğunu giyip yola çıkarak semenderleri yolun
diğer tarafına taşıyor. Aldo Leopold haklıydı: Doğabilimciler sadece
kendilerinin görebildiği yaralarla dolu bir dünyada yaşıyor.
Gece ilerledikçe, vadiden kıvrılıp gelen farların sayısı da azalı­
yor. Gece yarısı olduğunda, en yavaş semender bile yolu güvenle
geçebilir hale geliyor ve biz de arabamıza binip, yaptığımız işi boz­
mayalım diye, vadi boyunca kaplumbağa hızıyla ilerleyerek eve dö­
nüyoruz. Aşırı dikkat ediyoruz ama biliyorum ki biz de herkes ka­
dar suçluyuz.
Sislerin arasından eve dönerken, arabanın radyosunda savaş
haberleri devam ediyor. Bizi burada saran sis kadar yoğun bir kum
fırtınasının içinde sıra sıra tanklar ve zırhlı araçlar Irak kırsalında
ilerliyor. Bu araçların neleri ezip geçtiğini merak ediyorum. Üşüdü­
ğüm ve yorulduğum için arabanın klimasını açıyorum, içerisi ıslak
yün kokuyor. Bu gece yaptığımız işi ve tanıştığımız iyi insanları dü­
şünüyorum.
Gece vakti bizi bir vadiye çeken neydi? Hangi deli, yağmurlu
bir gecede semenderleri taşımak için sıcacık evini bırakır? Bunu di­
ğerkamlık olarak adlandırmak çok cazip, ama aslında bu doğru de­
ğil. Bunun fedakarlıkla bir ilgisi yok. Yaşadığımız gece hem vereni
hem de alanı ödüllendiriyor. Orada olma, bu müthiş töreni seyret­
me, bir akşamlığına da olsa bizlerden çok farklı varlıklarla ilişki ku­
rabilme imkanı buluyoruz.
Modern dünyada insanların "tür yalnızlığı"ndan, yani diğer
Yaratılmışlara yabancılaşmaktan dolayı büyük acı çektiği söyleni­
yor. Korkularımız, kibrimiz, gecenin içinde ışıl ışıl parlayan evleri-
İkincil Hasar 387

mizle, bu soyutlanmayı kendimiz yarattık. Bu yolda yürüdüğümüz


o kısacık an içinde aradaki engeller kalkh, yalnızlıktan kurtulup bir­
birimizi yeniden tanımaya başladık.
Semenderler öylesine "öteki" ki ... Sıcakkanlı Hama sapiens'e ne­
redeyse itici gelen, soğuk, yapış yapış yarahklar. Bu müthiş ötekileş­
tirme yüzünden, bu gece onları savunmaya gitmiş olmamız daha da
önemli. Amfibiler, Bambi gibi minnettar gözlerle bize bakan kariz­
matik memelileri koruma içgüdümüzü besleyecek kadar sıcak, se­
vimli duygular uyandırmıyor. İster bu vadide ister dünyanın diğer
ucundaki çöllerde öteki türlere ve bazen de kendi türümüze karşı ta
içimizde hissettiğimiz yabancı düşmanlığıyla yüzleştiriyor bizi. Se­
menderlerin yanında olmak ötekiliğe saygı duymamızı sağlıyor, ya­
bancı düşmanlığı zehrine karşı bir panzehir sunuyor. Bu kaygan,
benekli varlıkları her kurtarışımızda onların var olma, kendi bölge­
lerinde kendi hayatlarını yaşama haklarını kabul etmiş oluyoruz.
Semenderleri güvenli bir yere taşımak aynı zamanda karşılıklı­
lık anlaşmasını, birbirimize karşı sorumluluğumuzu hatırlamamızı
da sağlıyor. Bu yoldaki savaş hattının suçluları olarak sebep oldu­
ğumuz yaraları iyileştirmek zorunda değil miyiz?
Haberleri dinledikçe güçsüzlüğümü hissediyorum. Bombala­
rın düşmesini, arabaların bu yoldan hızla geçmesini engelleyemiyo­
rum. Gücümün ötesinde bunlar. Ama yoldaki semenderleri toplaya­
bilirim. Bir geceliğine olsun ismimi temize çıkarmak istiyorum. Bizi
bu ıssız vadiye getiren nedir? Belki sevgidir - tıpkı semenderleri de
kütüklerin altından çıkardığı gibi. Veya belki de bu gece bu yolda
suçlarımızın bağışlanması için dolaşmışızdır.

Hava sıcaklığı düştükçe, ağıtların yerini tek tek berrak ve yan­


kılı sesler alıyor: Kurbağaların kadim konuşmaları. İçlerinden bir
kelime, sanki bizim dilimizde söylenmiş gibi açıkça duyuluyor.
"Dinle! Dinle! Dinle! Dünyada senin düşüncesiz telaşlarından fazla­
sı var. Biz ikincil hasar alanlar senin zenginliğin, öğretmenin, koru­
yucun, aileniz. Şu tuhaf konfor açlığın, diğer Yaratılmışlar için ölüm
fermanı olmamalı."
388 Bitkilerin Ruhu

"Dinle!" diyor araba farlarına yakalanmış ağaç kurbağası.


"Dinle!" diyor evinden uzakta bir tankın içinde sıkışıp kalmış
delikanlı.
"Dinle!" diyor evi yakılıp yıkılmış bir anne.

Bütün bunlar artık son bulmalı.


Eve vardığımda saat çok geç ama uyuyamıyorum ve evimin
arkasındaki tepeyi çıkıp gölüme gidiyorum. Burada da hava aynı
çağrılarla dolu. Kederi bir duman bulutu içinde silip atmak için bir
tutam kutsal ot yakmak istiyorum. Fakat sis çok yoğun ve kibritleri
yakmaya çalıştıkça, kutunun kavı üstünde kırmızı bir hat çekmek­
ten başka bir işe yaramıyor. Böyle olması gerekiyor zaten. Bu gece
kederi silip atmam değil, sırılsıklam olmuş bir palto gibi üstümde
taşımam gerekiyor.
Suyun kıyısında bir kara kurbağası, "Ağla! Ağla!" diye sesleni­
yor. Ağlıyorum. Keder, sevginin eşiğiyse, paramparça ettiğimiz bu
dünya için hep birlikte ağlayalım, belki o zaman onu yeniden sev­
giyle bütünleştirebiliriz.
SHKITAGEN: YEDİNCİ ATEŞİN HALKI

Pek çok şey, soğuk toprağın üzerine özenle yerleştirilmiş ve taşlarla


çevrelenmiş bu ateşin yakılmasına bağlı. Bir sıra kuru akçaağaç çıra­
sı, bir köknarın altından koparılmış incecik dallardan bir zemin,
ağaç kabuğu parçalarının üstüne yerleştirilmiş kömür ve onun üs­
tüne de alevlerin yükselmesi için dengeli bir şekilde oturtulmuş kı­
rık çam dalları. Bol yakıt, bol oksijen. Bütün unsurlar yerli yerinde.
Ama kıvılcım olmayınca, hepsi birer ölü çubuktan ibaret. Pek çok
şey, kıvılcıma bağlı.

Tek kibritle ateş yakmayı öğrendiğimizde ailem bizimle gurur


duymuştu. Babam ve odunlar öğretmenimiz olmuştu; hiç ders al­
madan, sadece oyun oynayarak, izleyerek ve babamın doğadaki ra­
hatlığım taklit ederek öğrenmiştik. Babam doğru malzemeleri seç­
meyi sabırla göstermişti bize. Alevleri besleyecek mimariyi adım
adım gözlemlemiştik. İyi bir odun yığını hazırlamaya çok önem
verirdi, ormandaki günlerimizin çoğu kesmekle, taşımakla ve böl­
mekle geçerdi. Ne zaman sıcaktan bunalıp terlemiş bir halde or­
mandan çıksak, "Yakacak odun insanı iki kat ısıtır," derdi. Bu işleri
yaparken ağaçların kabuğunu, odununu ve farklı amaçlar için nasıl
390 Bitkilerin Ruhu

yakılabileceğini öğrendik: ateş için katran çamı, kömür yatağı için


kayın, yansımalı fırında kek pişirmek için akçaağaç.
Babam hiç doğrudan söylemedi ama ateş yakmak bir ormancı­
lık becerisinden çok daha fazla anlama geliyordu - iyi bir ateş yak­
mak için uğraşmak gerekirdi. Standartlar yüksekti, yarısı çürümüş
bir huş parçası babamın odun yığınında asla kendine yer bulamaz­
dı. "Kav," diyerek bir kenara atardı. Bitki örtüsünü bilmek ve zarar
vermeden odun toplamak için ormana saygı göstermek önkoşuldu.
Çoktan kurumuş, yaşlanmış, ölmüş, ama ayakta duran pek çok ağaç
vardı, bunları alabiliyorduk. İyi bir ateşin içinde sadece doğal mal­
zemeler olmalıydı (kağıt ya da Allah muhafaza benzin olamazdı) ve
yaş odun kullanmak hem estetiğe hem de etiğe hakaret demekti.
Çakmak yasaktı. Tek kibritle ateş yakmayı başarırsak bol bol övgü
alır, bir düzineyle yakabiliyorsak da bol bol cesaretlendirici cümle­
ler duyardık. Bir süre sonra ateş yakmak çok doğal ve kolay gelme­
ye başladı, çok da matah bir iş değildi. Daima işe yarayan bir sırrım
vardı: Kibriti kava sürterken ateşe şarkı söylemek.
Ormanın bize sunduğu her şey için teşekkür etmek ve karşılık­
lılık ilkesi gereği sorumluluklarımızı bilmek, babamın ateşle ilgili
öğretilerinin ayrılmaz bir parçasıydı. Kamptan ayrılırken bizden
sonra gelecekler için bir odun yığını bırakmadan gitmezdik. Dikkat
etmek, hazır ve sabırlı olmak, ilk seferinde doğruyu yapmak: Bece­
riler ile değerler o kadar iç içe geçmişti ki ateş yakmak bizim için bir
tür erdem sembolü olmuştu.
Tek kibritle ateş yakmakta ustalaştığımızda, tek kibritle yağ­
mur altında ateş yakmaya gelmişti sıra. Ve sonra da karda. Doğru
malzemeleri dikkatle yerleştirirseniz ve hava ile odunun doğasına
saygı gösterirseniz her koşulda ateş yakabilirsiniz. Basit bir hareke­
tin gücü - tek bir kibritle insanların kendilerini güvende ve mutlu
hissetmesini sağlayabilir, sırılsıklam olmuş bireyleri, aklında yahni
ve şarkılardan başka bir şey olmayan neşeli bir gruba dönüştürebi­
lirsiniz. Ateş yakmak, cebinizde taşıyabileceğiniz müthiş bir hediye
ve iyilik için kullanılması gereken büyük bir sorumluluktu.

Ateş yakmak, bizden önce gelenlerle de hayati bir bağ kurmak


demekti. Potawatomi ya da kendi dilimizdeki doğru söylenişiyle
Shkitagen: Yedinci Ateşin Halkı 391

Bodwewadmi, Ateşin Halkı anlamına geliyor. Bu beceride ustalaş­


maktan, bu hediyeyi paylaşmaktan başka ne yapabilirdik? Ateşi
gerçekten anlayabilmek için eski zamanlardaki gibi yaylı matkaba1
ihtiyacım olduğunu düşünmeye başladım. Şimdi hiç kibrit kullan­
madan, bir yay ve ucu sivriltilmiş tahta parçasıyla iki çubuğu birbi­
rine sürterek eski usul kömür elde etmeye, sürtünmeyle ateş yak­
maya çalışıyorum.
Wewene, diyorum kendi kendime: zamanında, güzellikle. Kestir­
me yol yok. Bütün unsurların bir araya geldiği, zihin ile bedenin bir­
lik içinde olduğu bir anda, doğru şekilde yapmalı bu işi. Bütün araç­
lar doğru şekilde yapıldıysa ve bütün parçalar aynı amaç için buluş­
tuysa bu iş çok kolay. Ama öyle değilse, boşa uğraşırsınız. Kuvvetler
arasında denge ve kusursuz bir karşılıklılık yoksa deneyip yanılır,
sonra bir daha deneyip yine yanılırsınız. Bunu biliyorum. Ateşe çok
ihtiyacınız da olsa telaşı bir kenara bırakmalı, enerjinin hayal kırıklı­
ğına değil, ateşe yönelebilmesi için sakin nefes almalısınız.
Hepimiz büyüyüp ateş yakma konusunda ustalaşınca babam,
torunlarına da tek kibritle ateş yakmayı öğretti. Seksen üç yaşında
hala Kızılderili gençlerine yönelik bilim kamplarında ateş yakmayı
öğretiyor, bize verdiği dersleri bu gençlere de anlatıyor. Gençler,
ateş çemberinin üzerine boylu boyunca gerilmiş ipi ötekilerden
önce yakmak için yarışıyorlar. Günün birinde, yarışma bittikten
sonra babam bir kütüğün üstüne oturup ateşi kurcalıyor. "Dört tür
ateş olduğunu biliyor musunuz?" diye soruyor gençlere. Sert ve yu­
muşak odunlu ağaçları anlatacağını sanıyorum ama aklında başka
bir şey var.
"Elbette birincisi yaktığınız şu kamp ateşi. Üstünde yemek ya­
pabilir, yanında ısınabilirsiniz. Şarkı söylemeye uygun ve kır kurtla­
rını da uzak tutuyor."
"Marşmelov ızgara da yapılıyor!" diye bağırıyor çocuklardan
biri.

1. Sürtünme yoluyla ateş yakmayı kolaylaştırmak için geliştirilmiş geleneksel bir alet. Okçu­
lukta kullanılanlara benzer bir yayın ipine dolanan dikey bir çubuk, ip üzerinde hızla hareket
ettirilerek yatay bir tahta parçası üzerinde kıvılcım oluşturulur. (Ç.N.)
392 Bitkilerin Ruhu

"Doğru. Közde patates, pide yapılıyor, kamp ateşinde hemen


hemen her şey pişer. Öteki ateş türlerini kim sayabilir?" diye soru­
yor babam.
"Orman yangınları?" diye tereddütle yanıtlıyor bir öğrenci.
"Evet, insanların eskiden gök gürültüsü yangınları dedikleri
şey, yıldırımdan çıkan orman yangınları. Bazen yağmurda sönerler­
miş bazen ise kontrol edilemeyen, çok büyük yangınlara dönüşür­
müş. O kadar kuvvetliymiş ki kilometrelerce mesafedeki her şeyi
yok edermiş. Hiç kimse bu tür bir ateşi istemez. Ama halkımız kü­
çük, tam yerinde ve zamanında ateşler yakmayı öğrenmiş, bunlar
zarar vermiyor, yardım ediyormuş. Bu ateşleri toprağı güçlendir­
mek, yabanmersinlerini büyütmek ya da geyiklere çayır açmak için
bilerek yakıyorlarmış." Babam elindeki huş ağacı kabuğunu göste­
riyor. "Ateş yakarken kullandığınız şu huş kabuğuna bir bakın.
Genç huşlar ancak bir yangından sonra yetişir, bu yüzden de atala­
rımız huşlar için alan açmak üzere ormanları yakarlarmış." Ateş
yakmak için gerekli malzemeleri elde etmek üzere ateş yakmanın
uyumunu fark etmişti gençler. "Huş kabuğuna ihtiyaçları olduğu
için kendi ateş bilimlerini kullanıp huş ormanları yaratmışlar. Yan­
gınlar pek çok bitki ve hayvana faydalıdır. Yaratıcı'nın tam da bu
yüzden insana ateş çubuğunu verdiği söylenir - toprağa iyilik getir­
mek için. Genelde derler ki tabiat için yapabileceğiniz en iyi şey
uzak durup onu kendi haline bırakmaktır. Bazı yerler için bu çök
doğru, halkımız da buna hep saygı göstermiştir. Ama aynı zamanda
toprağa bakmakla da yükümlüyüz. İnsanlar bunun sürece katılmak
demek olduğunu, doğal dünyanın iyi işler yapmamıza ihtiyaç duy­
duğunu unutuyorlar. Sevdiğinizi bir çitin arkasına atarsanız sevgi­
nizi ve özeninizi göstermiş olmazsınız. Yanında olmalısınız. Dünya­
nın iyiliğine katkıda bulunmalısınız.
Toprak bize sayısız hediye veriyor; ateşle bunların karşılığını
verebiliriz. Modern çağda insanlar ateşi sadece yıkıcı bir şey olarak
görüyorlar ama insanların bir zamanlar ateşi yaratıcı bir güç olarak
kullandığını ya unutmuşlar ya da hiç bilmiyorlar. Ateş çubuğu eski­
den ressamın fırçası gibiymiş. Buraya azıcık dokundurun, geyikler
için yeşil bir çayır çıkıyor; şuraya hafifçe serpin, çalılar yanıyor ve
Shkitagen: Yedinci Ateşin Halkı 393

meşeler daha fazla palamut veriyor. Kanopinin altında belirli nokta­


larda ateş yakın, yangınların felakete dönüşmesini engelleyen boş­
luklar oluşuyor. Dere boyunca otlan yakın, sonraki ilkbaharda san
söğütleriniz olsun. Otlağın üstünden ateşi şöyle bir geçirin, masma­
vi çiçeklensin. Yabanmersini için birkaç yıl kendi haline bırakın,
sonra yeniden yakın. Halkımız ateşi güzellik ve üretkenlik için kul­
lanmaktan sorumluydu - bizim sanatımız ve bilimimiz de buydu."

Yerlilerin yakma yöntemiyle koruduğu huş ormanlarında hedi­


ye bolluğu olurdu: kanolar için ağaç kabuğu; çadırlar, aletler ve se­
petler için hasır kaplamalar; yazmak için kağıt ruloları; tabii ki ateş
yakmak için çıra . Ama bunlar sadece gözle görünür hediyeler. Hem
kağıt huşu hem de sarı huş Inonotus obliquus mantarına ev sahipliği
yapar; bu mantar ağacın kabuğundan fışkırarak çıkar ve üstü pütür­
lü, siyah bir tümöre benzeyen yaklaşık yirmi santimlik, sadece spor
üreten kümeler oluşturur. Yüzeyi çatlak ve kabukludur, yanmış gibi
cüruf vardır üstünde. Sibirya'daki huş ormanlarında yaşayan halk­
ların chaga dediği bu mantarlar değerli bir geleneksel ilaçhr. Halkı­
mız bu ilaca shkitagen der.
Kara bir shkitagen kütlesini bulmak ve ağaçtan çıkarmak zah­
metli iştir. Ama mantarı kesip açtığınızda içinin incecik ipliklerle ve
hava dolu keseciklerle süngersi odun dokusunu ve altın-bronz ton­
larda şerit şerit parladığını görürsünüz. Atalarımız bu canlının müt­
hiş bir özelliğini keşfetmiş; kimilerine göre de yanık görünümlü dışı
ve altından kalbiyle kendisi söylemiş ne işe yaradığını. Shkitagen bir
kav mantarı, ateşin koruyucusu, Ateş Halkı'nın yakın bir dostudur.
Kor, shkitagen ile buluştuğunda sönmez, aksine mantarın dokusun­
da için için yanar ve sıcaklığını korur. Normalde geçici olan, kolayca
sönüp giden en küçücük kıvılcım bile shkitagen üzerinde korunur,
güçlenir. Ama ormanlar kesildikçe, yangınlar bastırıldıkça, ancak
yanık zeminlerde yetişebilen türler de tehlikeye giriyor ve bunları
bulmak giderek zorlaşıyor.

Babam ayaklarının dibindeki ateşe bir dal daha atarken, "Peki,


başka ne tür ateşler var?" diye soruyor.
394 Bitkilerin Ruhu

Taiotoreke cevabı biliyor. "Kutsal Ateş, ayinlerdeki gibi."


"Elbette," diyor babam. "Dualarımızı taşıyan, şifa veren, buhar
kulübelerinde1 kullandığımız ateşler. Bu ateş hayatımızı, dünyanın
kuruluşundan beri gelen manevi öğretilerimizi temsil eder. Kutsal
Ateş, hayatın ve ruhun simgesidir, bu yüzden de bu ateşi kollamak
için özel ateş koruyucularımız vardır.
Öteki ateşlerle sık karşılaşmayabilirsiniz, ama her gün özenle
bakmanız gereken bir ateş var. Bakımı en zor olan ateş, buradaki­
dir," diyerek parmağını göğsüne vuruyor. "Kendi ateşiniz, ruhu­
nuz. Hepimiz kutsal ateşten bir parçayı içimizde taşıyoruz. Bu ateşi
onurlandırmak, kollamak zorundayız. Her biriniz birer ateş koruyu­
cusunuz."
"Bütün ateşlerden sorumlu olduğunuzu unutmayın," diye
uyarıyor babam. "Bizim işimiz, özellikle de biz erkeklerin işi bu. Bi­
zim geleneğimizde erkek ile kadın arasında denge vardır: erkekler
ateşten, kadınlar ise sudan sorumludur. Bu iki kuvvet birbirini den­
geler. Yaşamak için ikisine de ihtiyacımız var. Ateşle ilgili bu öğren­
dikleriniz hep aklınızda kalsın."

Babam çocuklara anlatırken, ilk öğretilerin yankılarını duyuyo­


rum; Nanabozho'nun ateş hakkında babasından öğrendiklerini şim­
di de babam çocuklara aktarıyor: "Ateşin iki yüzü olduğunu hiç
unutmayın. İkisi de çok güçlü. Biri, yaratma kuvveti. Ateş iyilik için
kullanılabilir - ocaktaki ya da ayindeki ateş gibi . Kalbinizdeki ateş
de iyiliğin kuvvetidir. Ama bu kuvvet yıkım için de kullanılabilir.
Ateş toprağa iyi gelebilir ama onu yok da edebilir. İçimizdeki ateş
de kötüye kullanılabilir. İnsan varlıklar, bu kuvvetin iki yüzünü de
daima hatırlamalı ve bunlarla saygı duymalıdır. Ateş bizden çok
daha güçlü. Dikkatli olmazsak, yaratılmış her şeyi yok edebilir.
Denge kurmamız lazım."

Anishinaabe halkı için ateşin, ulusumuzun yaşamındaki farklı


çağlara tekabül eden bir anlamı daha var. "Ateşler'' kelimesi, yaşa-

1. Kuzey Amerika yerlilerinin buhar banyosu törenleri yaptıkları küçük kulübeler. (Ç.N.)
Shkitagen: Yedinci Ateşin Halkı 395

<lığımız yerler ve buralardaki olay ve öğretiler için de kullanılıyor.


Anishinaabe bilgi koruyucuları (tarihçilerimiz ve alimlerimiz)
ilk kökenlerimizden, yani yabancılar olan zaaganaash'ın gelmesin­
den çok daha öncesinden itibaren halkımızın anlahlarını aktarıyor.
Sonrasında olanları da aktarıyorlar çünkü geçmişlerimiz gelecekle­
rimizle iç içe örülü. Yedinci Ateş Kehaneti denen bu hikayeyi Eddie
Benton-Banai ve diğer büyüklerimiz anlatıyor.
Birinci Ateş çağında Anishinaabe halkı Atlas Okyanusu kıyısın­
daki şafak topraklarında1 yaşıyormuş. Bu insanlara güçlü manevi
öğretiler verilmiş ve bunları hem insanların hem de toprağın iyiliği­
ne kullanmaları söylenmiş çünkü toprak ve insan birmiş. Fakat bir
kahin Anishinaabe'lere batıya göç etmeleri gerektiğini, aksi takdir­
de yaklaşmakta olan değişimler sırasında yok olacaklarını söylemiş.
"Yiyeceğin suda yetiştiği" yeri bulana kadar dolaşacak, buldukla­
rında da orayı yeni yuvaları belleyip güvenle yaşayacaklarmış.
Anishinaabe liderleri bu kehaneti ciddiye almışlar ve halklarını St.
Lawrence Nehri boyunca batıya gidip içerilere, bugünkü Montreal
yakınlarına götürmüşler. Orada, shkitagen kaseleri içinde yol boyu
yanlarında taşıdıkları alevi yeniden ateşe dönüştürmüşler.
Halkların arasından yeni bir öğretmen çıkmış ve daha da batıya
giderek çok büyük bir gölün kıyısında çadırlarını kurmalarını söy­
lemiş. Bu öngörüye de inanan Anishinaabe'ler bugün Detroit yakın­
larında bulunan Huron Gölü'nün kıyısına çadırlarını kurdukların­
da İkinci Ateş çağı başlamış. Fakat kısa süre sonra Anishinaabe
halkları üçe bölünmüş: Ojibwe, Odawa ve Potawatomi. Üç halk da
Büyük Göller bölgesinde yeni yuvalarını bulmak için farklı rotalar
izlemişler. Potawatomi'ler güneye, Michigan'ın güneyinden Wis­
consin'e kadar gitmişler. Ama kehanetlerin de öngördüğü gibi, bu
üç grup nesiller sonra, bugün Kanada'ya bağlı olan Manitoulin
Adası'nda yeniden bir araya gelerek halen süren Üç Ateş Konfede­
rasyonu'nu kurmuş. Üçüncü Ateş çağında, kehanette bahsedilen,
"yiyeceğin suda yetiştiği" yeri bulmuşlar ve yabani pirinç ülkesi

1. Bugün ABD'nin Maine eyaletinde bulunan, "şafağın halkı" olarak bilinen yerlilerin yaşadı­
ğı ve şafağı selamladığı topraklar. (Ç.N.)
396 Bitkilerin Ruhu

yeni yuvaları olmuş. İnsanlar akçaağaçların ve huşların, mersinba­


lıklarının ve kunduzların, kartalların ve dalgıçkuşlarımn gözetimi
altında uzun süre iyi yaşamışlar. Kendilerine rehberlik eden manevi
öğretiler sayesinde güçlenmişler ve hep birlikte, insan olmayan ak­
rabalarının koynunda çoğalmışlar.
Dördüncü Ateş çağında, başka bir halkın geçmişi bizimkiyle iç
içe girmiş. İnsanların arasından iki kahin çıkıp açık tenli insanların
gemilerle doğudan geleceğini söylemiş ama sonraki olaylar hakkın­
da görüşleri farklıymış. Geleceğin ne getireceği bilinmediğinden,
gidilecek yol da belli değilmiş. İlk kahin, yabancıların, yani zaagana­
ash' ın dostça gelmeleri durumunda pek çok bilgi getireceklerini
söylemiş. Anishinaabe bilgileriyle bunlar birleşince çok büyük bir
yeni ulus oluşacakmış. Ama ikinci kahin insanları uyarmış: Dostluk
gibi görünenin aslında ölümün yüzü olabileceğini söylemiş. Bu yeni
insanlar dostluk içinde veya toprağımızın zenginliğine karşı bir iş­
tahla gelebilirmiş. Hangi yüzlerinin gerçek olduğunu nasıl anlaya­
bilirmişiz? Balıklar zehirlenir, sular içilmez hale gelirse, hangi yüzü
takındıklarını öğrenecekmişiz. Ve bütün yaphklarından sonra zaa­
ganaash artık chimokman olarak adlandırılmaya başlamış - uzun bı­
çaklı insanlar.
Kehanetler, sonradan tarihimiz olacak şeyleri anlatıyordu. Kara
cüppeleri ve kara kitaplarıyla, mutluluk ve kurtuluş vaatleriyle gele­
cek olanlara karşı halkı uyarmışlar. Kendi kutsal yollarına sırt çevirip
bu kara cüppeli yolu izlerlerse nesiller boyu acı çekeceklerini söyle­
mişler. Gerçekten de Beşinci Ateş çağında manevi öğretilerimizi top­
rağa gömdüklerinde, ulusumuzun çemberi neredeyse tamamen kı­
rılmış. İnsanlar yuvalarından ve birbirlerinden koparılıp onlara ay­
rılmış arazilere zorla gönderilmiş. Çocukları ellerinden alınıp zaaga­
naash yollarıyla eğitilmiş. Kendi dinlerini yaşamaları yasalarla men
edilmiş, kadim bir dünya görüşü hemen hemen tümüyle kaybolmuş.
Dillerini konuşmaları yasaklanınca, koca bir bilgi evreni bir nesil
içinde yok olmuş. Toprak parçalanmış, insanlar ayrılmış, eski usuller
savrulup gitmiş; bitkiler ve hayvanlar bile bizden yüz çevirmeye
başlamış. Çocukların büyüklerine sırtlarını dönecekleri, insanların
yollarını ve yaşama amaçlarım kaybedecekleri zamanlar anlatılmış
Shkitagen: Yedinci Ateşin Halkı 397

kehanetlerde. Alhncı Ateş çağında, "yaşam kadehinin neredeyse ke­


der kadehine dönüşeceği" söylenmiş. Fakat bütün bunlardan sonra
bile, elimizde kalan bir şeyler, tamamen sönmemiş bir kor var. Çok
çok uzun zaman önce, Birinci Ateş çağında insanlara, ancak manevi
yaşamları sayesinde güçlü kalabilecekleri söylenmiş.
Gözlerinde tuhaf, uzak bir ışık olan bir kahin gelmiş. Bu genç
adam insanlara, Yedinci Ateş çağında kutsal bir amacı olan yeni bir
halkın doğacağını müjdelemiş. İşleri kolay olmayacakmış. Güçlü ve
kararlı olmalarının gerekeceğini, çünkü tam da bir kavşakta olacak­
larını söylemiş.
Uzak ateşlerin titreyen ışıklarında atalarımız bu yeni halkı izli­
yor. Bu dönemde gençler öğretileri dinlemek için yeniden büyükle­
rine yönelecek, fakat öğrenebilecekleri pek bir şey kalmadığını göre­
ceklermiş. Yedinci Ateş çağının halkı henüz ilerlemiyor, daha ziyade
geriye dönüp bizi buraya getirenlerin izlerini takip ediyor. Kutsal
amaçları, atalarımızın kızıl yolunu gerisingeri yürüyüp yol boyu et­
rafa saçılmış parçaları toplamak. Toprak parçaları, dil parçaları, şar­
kı parçaları, hikayeler, kutsal öğretiler - atalarımızın yolda düşür­
dükleri her şey. Büyüklerimiz, Yedinci Ateş çağında yaşadığımızı
söylüyorlar. Atalarımızın bahsettiği, kutsal ateşin alevlerini yeniden
tutuşturmak, ulusun yeniden doğuşunu başlatmak için her şeyi ye­
niden bir araya getirecek olan nesil biziz.

Ve böylece, ayinlere yeniden nefes verme, dili yeniden öğretmek


için bilenleri bir araya getirme, eski tohum çeşitlerini ekme, doğal
ortamları ıslah etme, gençleri yeniden topraklarımıza getirme cesa­
retini gösteren bireylerin azmi sayesinde, Kızılderili Ülkesi'nin ta­
mamında dilimizin ve kültürümüzün tekrar canlandırılmasına yö­
nelik bir hareket başladı. Yedinci Ateş halkı aramızda. İnsanlara ye­
niden sağlık kazandırmak, yeniden tomurcuklanıp meyve vermele­
rini sağlamak için ilk öğretilerdeki ateş çubuğunu kullanıyorlar.
Yedinci Ateş kehaneti, yaşadığımız zamana alternatif bir bakış
sunuyor. Yol ayrımını tüm dünya insanlarının göreceğini söylüyor.
Yollardan biri tazecik otlarla kaplı, yumuşak ve yeşil. Çıplak ayak
yürüyebilirsiniz. Diğer yol ise kapkara yanmış, sert; cüruf ayakları-
398 Bitkilerin Ruhu

mızı kesecek. İnsanlar yeşil yolu seçerlerse hayat devam edecek.


Cüruflu yolu seçerlerse, dünyada yol açtıkları zarar kendilerine dö­
necek ve herkese acı ve ölüm getirecek.
Gerçekten de bir kavşaktayız. Bilimsel kanıtlar iklim değişikli­
ğinin en tepe noktasına yaklaştığımızı, fosil yakıtların sonuna geldi­
ğimizi, kaynakların tükenme sürecine girdiğini gösteriyor. Çevrebi­
limciler, yarattığımız bu yaşam tarzını sürdürmek için yedi tane
daha dünyanın kaynaklarına ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Yine
de dengeden, adaletten ve barıştan yoksun bu yaşam tarzı bize mut­
luluk getirmedi. Büyük bir tükeniş dalgası içinde akrabalarımızın
yok olmasına yol açtı. Kabul etmeyi istesek de istemesek de önü­
müzde bir seçenek, bir kavşak var.
Kehanetleri ve geçmişle ilişkilerini tam olarak anladığımı söy­
leyemem. Ama metaforların, bilimsel verilerden bile daha büyük
bir gerçeği anlattığını biliyorum. Gözlerimi kapatıp atalarımın ön­
gördüğü kavşağı hayal ettiğimde, her şey bir film şeridi gibi gözü­
mün önünden geçiyor.
Yol, bir tepenin zirvesinde çatallanıyor. Soldaki yol yumuşacık,
yeşil ve çiy kaplı. Çıplak ayak yürümek istiyorsunuz.
Sağdaki yol ise sıradan asfalt, başlangıçta pürüzsüz görünüyor
ama uzaklarda, sislerin içinde gözden kayboluyor. Ufuk noktasında
sıcaktan buruşuyor, parça parça kırılıyor.
Tepenin aşağısındaki vadilerde, Yedinci Ateş halkının toplaya­
bildikleri her şeyle birlikte kavşağa doğru yürüdüklerini görüyo­
rum. Heybelerinde dünya görüşümüzü değiştirecek, çok değerli to­
humlar taşıyorlar. Atalardan kalma bir ütopyaya dönmek için değil,
geleceğe yürümemizi sağlayacak araçları bulmak için. Çok şey unu­
tulup gitti, ama toprak var olduğu, bizler de dinleyip öğrenecek ka­
dar alçakgönüllü ve yetenekli insanlar yetiştirebildiğimiz sürece
hunlar yok olmuş sayılmaz. Ve insanlar yalnız değil. Yol boyunca
insan olmayan bireyler bize yardım ediyor. İnsanların unuttuğu bil­
gileri toprak hatırlıyor. Onlar da yaşamak istiyor. Önümüzdeki seçe­
neği anlayan, saygı ve karşılıklılık ilkesini, insanın ötesindeki dün­
yayla dostluğu paylaşan, şifa çemberinin her renginden (kızıl, beyaz,
siyah, sarı) dünya bireyleri bu yolda yürüyor. Ateş taşıyan erkekler,
Shkitagen: Yedinci Ateşin Halkı 399

su taşıyan kadınlar dengeyi yeniden kurmaya, dünyayı yenilemeye


çalışıyor. Hepsi de birbirine dost ve müttefik; adımlarını birbirine
uydurarak, çıplak ayak yürüyecekleri yola doğru uzun bir sıra oluş­
turuyorlar. Ellerinde, yollarını aydınlatan shkitagen fenerler var.
Elbette bir başka yol daha var; bulunduğum tepeden bakınca,
bu yolun sarhoş yolcuları, kükreyen motorlarıyla hızlanırken arka­
larından toz kalkıyor. Hızlı ve körlemesine gidiyor, kime çarpacak­
larına ya da içinden hızla geçtikleri güzelim yeşil dünyaya bakmı­
yorlar bile. Zorbalar ellerinde bir teneke benzin ve alev almış bir
meşaleyle yol boyunca kasım kasım kasılıyorlar. Kavşağa önce ki­
min varacağını, hepimiz adına bu seçimi kimin yapacağını düşün­
mek beni kaygılandırıyor. Erimiş, cüruflu yolu tanıyorum. Daha
önce gördüm.

Beş yaşındaki kızımın gök gürültüsünden korkup uyandığı ge­


ceyi hatırlıyorum. Ocak ayında neden gök gürültüsü olduğunu sor­
gulamak, ancak kızıma sarıldıktan ve uykum iyice açıldıktan sonra
aklıma gelmişti. Pencerenin dışında yıldızlar değil, titrek bir turun­
cu ışık görünüyordu ve havada ateşin nabzı atar gibiydi.
Küçük kızımı da beşiğinden aldım ve hep birlikte battaniyelere
sarınıp dışarı çıktık. Ev değil, gökyüzü yanıyordu. Kışın çıplak bı­
raktığı tarlalardan bize doğru, sanki çöl rüzgarı gibi sıcak dalgaları
geliyordu. Ufku kaplayan devasa bir ateş karanlığı yakıp tüketmiş­
ti. Düşüncelerimin hızına yetişemiyordum: Uçak mı düştü? Nükle­
er patlama mı oldu? Kızları kamyonete koyup anahtarları almak
için eve koştum. Aklımda olan tek şey onları buradan uzaklaştır­
mak, nehre gitmek, kaçmaktı. Pijamalarımızla cehennemden kaç­
mak paniğe kapılacak bir durum değilmiş gibi, olabildiğince sakin
ve ölçülü konuşuyordum. Arabayı yolda çılgın gibi sürerken, dirse­
ğimin arkasından incecik bir ses, "Anne? Korkuyor musun?" diye
sordu. "Hayır tatlım. Her şey yoluna girecek." Kızım aptal değildi.
"O zaman neden bu kadar alçak sesle konuşuyorsun?"
Bir arkadaşımızın on beş kilometre mesafedeki evine sağ salim
vardık, gecenin yarısında kapıyı çalıp onlara sığındık. Arka veran­
dalarından alevler daha solgun görünüyordu ama yine de ürkütücü
400 Bitkilerin Ruhu

bir şekilde titriyordu. Çocukları sıcak çikolatayla sakinleştirip yahr­


dık, kendimize birer kadeh viski koyduk ve haberleri açlık. Çiftliği­
mize yaklaşık bir kilometre mesafede bir doğal gaz boru hattı patla­
mıştı. Bölge boşaltılıyordu, ekipler olay yerindeydi.
Birkaç gün sonra yangın kontrol altına alınınca oraya gittik. Ça­
yırlar krater gibi çökmüştü. İki ahır yanıp kül olmuştu. Yol erimiş,
yerini insanın ayağını kesen cüruf almıştı.

Sadece bir geceliğine iklim mültecisi olmuştum ama yetmiş de


artmıştı. İklim değişikliği yüzünden bugün hissettiğimiz sıcak dal­
gaları henüz o gece bizi sarsan dalgalar kadar şiddetli değil ama
yine de mevsimsiz. O gece, yanmakta olan bir evden neleri kurtara­
bileceğimi hiç düşünmedim ama iklim değişikliği çağında bu soru
hepimizi ilgilendiriyor. Sevdiğiniz neleri kaybetmeyi göze alamaz­
sınız? Sizi kim ve ne güvenli bir yere taşıyabilir?
Artık kızıma yalan söyleyemem. Korkuyorum. Çocuklarım için
ve güzelim yeşil dünyamız için o geceki kadar çok korkuyorum.
Her şeyin yoluna gireceğini söyleyerek içimizi rahatlatamayız. Hey­
belerin içindekilere ihtiyacımız var. Komşumuza sığınarak kaçama­
yız ve alçak sesle konuşmak gibi bir lüksümüz yok.
Ailem ertesi gün eve gidebildi. Peki ya Bering Denizi'nde sula­
rın yükselmesiyle suya gömülen Alaska kasabalarındakiler? Tarlası­
nı sel basan Bangladeşli çiftçi? Basra Körfezi'nde yanan petrol? Ne­
reye baksanız felaketin yaklaştığını görüyorsunuz. Okyanuslar ısın­
dıkça yok olan mercan resifleri. Amazon Havzası'ndaki orman yan­
gınları. On binlerce yıldır depoladığı karbonu buharlaştırıp cehen­
neme dönüşen donmuş Rus taygaları. Bunlar, kavruk yolu seçme­
mizden kaynaklanan yangınlar. Yedinci ateş bu olmasın. Umarım
yol ayrımını henüz geçmemişizdir.
Yedinci ateşin halkı olmak, atalarımızın yolundan gerisingeri
yürüyüp geride kalanları toplamak ne demek? Neleri geri alacağı­
mızı, hangi atıkların tehlikeli olduğunu nasıl anlayacağız? Yaşayan
dünyanın gerçek şifası ne, aldatıcı ilaçlar hangileri? Her bir parçayı
taşımak bir yana, tanımak bile bir kişinin yapacağı iş değil. Bir şar­
kıyı, kelimeyi, hikayeyi, aleti, ayini alıp heybemize atmak için birbi-
Shkitagen: Yedinci Ateşin Halkı 401

rimize ihtiyacımız var. Kendimiz için değil, henüz doğmamış olan­


lar, ilişkimiz olan her şey için. Hep birlikte geçmişin bilgeliğiyle ge­
leceği tasavvur edebilir, karşılıklı gelişmeye dayalı bir dünya görü­
şü kurabiliriz.
Ruhani liderlerimiz bu kehaneti, toprağı ve insanları tehdit
eden materyalizmin ölümcül yolu ile ilk ateşin öğretilerindeki bilge­
lik, saygı ve karşılıklılığın yumuşacık yolu arasındaki seçim olarak
yorumluyor. İnsanlar yeşil yolu seçerse bütün canlıların sekizinci ve
son barış ve kardeşlik ateşini yakacağını, çok uzun zaman önce ön­
görülen büyük ulusun temellerini atacağını söylüyorlar.
Yıkımdan dönebildiğimizi ve yeşil yolu seçtiğimizi bir düşüne­
lim. Sekizinci ateşi yakmak neye mal olacak? Cevabı bilmiyorum,
ama halkım ateşi çok uzun zamandır iyi tanıyor. Belki de ateş yak­
manın yöntemlerinden, yedinci ateşin öğretilerinden ders alabiliriz.
Ateş kendi kendine yanmaz. Malzemeler ve termodinamik yasaları
dünyadan gelir. Ateşin gücünü iyilik için kullanmak üzere gerekli
emeği, bilgiyi ve bilgeliği insanlar sunmalı. Kıvılcım bir gizemdir
ama ateş yakmadan önce çırayı, düşüncelerimizi bir araya getirme­
miz gerektiğini biliyoruz, sonrasındaki uygulamalar da alevi besle­
yecektir.

Ateş yakarken bitkiler çok önemli; iki parça mazı lazım: kor
elde etmemizi sağlayacak, yatay kullanılacak düz bir tahta parçası
ve üzerine dikey yerleştirilecek düz bir çubuk - birbiri için yaratıl­
mış, aynı ağaçtan alınmış dişi ve erkek. Yay, akçaağaçtan alınmış
esnek bir çubuktan yapılmalı, bükülüp yayın iki ucuna bağlanacak
kenevir lifini taşıyabilmeli. Yayın hareketiyle sürekli dönen dikey
çubuk, sürtünme kuvvetiyle yatay parçanın üstünü yakıyor ve bir
çukur açıyor.
Bu işi yaparken duruşumuz da çok önemli, her bir eklemimiz
doğru açıda olmalı, sol kolumuz kavalkemiğimizin hizasından ba­
cağımıza dolanmalı, sol bacağımız bükülmeli, sırtımız dik olmalı,
omuzlarımız sabit durmalı, sol kolumuzla yatay çubuğa bastırırken
sağ kolumuz yayın çubuğunu kavalkemiğimize çarptırmadan tek
hamlede yukarı aşağı hareket ettirmeli. Yapı çok kritik, üç boyutta
402 Bitkilerin Ruhu

istikrar, dördüncü boyutta akışkanlık lazım.


Dikey çubuğun yatay çubuk üzerindeki hareketi çok önemli;
hareket sürtünmeye dönüşecek, ısı birikecek, birikecek, dikey çu­
buk yatay çubuğun üstünde oluşan çukurun içinde dönecek, döne­
cek, ısıta ısıta siyah ve parlak bir yüzey oluşturacak, basınç ve odun
yanığı ince bir toza dönüşecek, bu toz sıcaklığını korumak için bir
araya toplanacak, kor haline gelecek ve yatay çubuğun üzerinde
açılmış yarıktan, aşağıda bekleyen çıranın üstüne düşecek.
Çıra çok önemli; uçuşan hasırotu tüyleri, gevşeyip kendi tozla­
rıyla iç içe geçene kadar iki el arasında ovuşturulup yumuşatılan
mazı kabukları, konfeti gibi parçalanıp kuş yuvası gibi yuvarlatıl­
mış sarı huş kabuğu parçaları toplanıp gevşek bir doku haline geti­
rilecek ve korun içine düşeceği bir ateş kuşu yuvası yapılacak, sonra
bu yuva havanın girip çıkabilmesi için iki ucu açık bir huş kabuğu­
nun içine yerleştirilecek.
Zaman zaman, ısının oluştuğu ve yanmakta olan mazıdan ko­
kulu bir dumanın yüzüme doğru tütmeye başladığı noktaya ulaşa­
biliyorum. Az kaldı, diye düşünüyorum, az kaldı, işte o zaman elim
kayıveriyor, dikey çubuk bir kenara savruluyor, kor dağılıyor ve
ağrıyan kolumla, ateşsiz kalıveriyorum. Yaylı matkapla olan müca­
delemin temelinde karşılıklılık sağlamak, bilginin, bedenin, zihnin
ve ruhun uyum içinde olmasının yolunu bulmak, insani becerileri
kullanarak dünyaya bir hediye vermek yatıyor. Alet eksiğim yok,
gereken her şey yanımda ama eksik olan bir şey var. Bende olmayan
bir şey. Yedinci ateşin öğretilerini yeniden dinliyorum: Yoldan geri­
ye dön ve yol kenarına bırakılmış olanları topla.
Ve shkitagen'i, ateş koruyucusu mantarı, sönmeyen kıvılcımın
yuvasını hatırlıyorum. Ormana, bilgeliğin yaşadığı yere dönüyor,
alçakgönüllülükle yardım istiyorum. Bana verilene karşılık toprağa
bir hediye bırakıyor, baştan başlıyorum.
Altın rengi shkitagen ile beslenen ve bir şarkıyla alevlenen kıvıl­
cım çok önemli. Çıra yuvasının içinden geçip onu alevlendirecek
kadar güçlü ama söndürmeyecek kadar zayıf olan hava, insanın de­
ğil, rüzgarın nefesi çok önemli; çıra öbeği Yaratıcı'nın nefesiyle bir
ileri bir geri sallanıp büyüyor, dış kabuğu sarıyor, yukarıdan <lökü-
Shkitagen: Yedinci Ateşin Halkı 403

len tozlar ısı üstüne ısı ekliyor, oksijen yakıt üstüne yakıt getiriyor
ve sonunda tatlı bir kokuyla duman kıvrılarak yükseliyor, ışık çıkı­
yor, ateşi elinizde buluveriyorsunuz.

Yedinci ateşin halkı bu yolda yürürken, sönmeyen ateşin kıvıl­


cımını taşıyan shkitagen'i de aramak gerekiyor. Yol boyu ateş koru­
yucuları buluyor ve her şeye rağmen, içine yaşam üflenmesini bek­
leyen korları bize getirdikleri için her birini minnet ve alçakgönüllü­
lükle selamlıyoruz. Ormandaki shkitagen'i ve ruhumuzdaki shkita­
gen'i ararken gözlerimizin, zihinlerimizin ve kalplerimizin, insanın
ötesindeki akrabalarımızı da kucaklayabilecek kadar, bize benze­
meyen zeki varlıkları da aramıza alacak kadar açılması için dua edi­
yoruz. Güzelim yeşil dünyamızın bize bu hediyeyi verecek kadar
cömert olduğuna, insanın da buna karşılık vereceğine inanmak zo­
rundayız.
Sekizinci ateşin nasıl yakılacağım bilmiyorum. Ama alevi besle­
yecek çırayı toplayabileceğimizi, bize bırakılan bu ateşi sonrakilere
bırakacak shkitagen'ler olabileceğimizi biliyorum. Bu ateşin yakıl­
ması da kutsal bir görev değil mi? Kıvılcım çok önemli.
1
WINDIG0 YU ALT ETMEK

İlkbaharda, bitkilerin hediyelerini hiç esirgemeden, cömertçe sundukları


şifa ormanıma gitmek için çayır boyunca yürüyorum. Bu orman mülk ola­
rak değil, gösterdiğim özen sayesinde benim. Ağaçlarla birlikte olmak, on­
ları dinlemek, öğrenmek ve şifalı bitkiler toplamak için onlarca yıldır bura­
ya geliyorum.
Önceden karın olduğu orman şimdi yığın yığın trilyumla dolu, yine
de ürperiyorum. Işık biraz farklı. Geçen yılki kar fırtınasında peşimden ge­
len yabancı ayak izlerini gördüğüm bayırı geçiyorum. Bu izlerin ne oldu­
ğunu daha o zaman anlamalıydım. Bugün o izlerin olduğu yerde, araziyi
boydan boya geçmiş kamyonların derin lastik izlerini görüyorum. Çiçekler
ezelden beri olduğu gibi yine orada ama ağaçlar yok. Komşum kış boyu
oduncuları çalıştırmış.
Onurlu bir hasat için pek çok yol var ama o başka bir yolu seçmiş,
geride sadece bıçkıhaneye bir faydası olmayacak hastalıklı kayınları ve bir­
kaç yaşlı sugayı bırakmış. Trilyum, kanotu, düğünçiçeği, uvularia, zam­
baklar, zencefil ve yabani pırasalar, ağaçsız bir ormanda yaz sıcağında kav­
rulmadan önce ilkbahar güneşine son kez gülümsüyor. Akçaağaçlara güve­
niyorlardı ama ağaçlar gitmiş. Ve bana güveniyorlardı. Gelecek yıl her yer
dikenli bitkilerle kaplanacak- sarımsak otu ve cehri, Windigo'nun izinden
giden istilacı türler.
Windigo'yu Alt Etmek 405

Hediyelerden kurulu bir dünyanın, metadan kurulu bir dünya ile bir
arada var olamayacağından korkuyorum. Sevdiklerimi Windigo'dan koru­
maya gücüm yetmeyecek diye korkuyorum.

***
Efsanelerin zamanlarında, insanlar Windigo'lardan o kadar
korkarlarmış ki onları alt etmenin yollarını ararlarmış. Bugünkü
Windigo zihniyetimizin yol açtığı yaygın yıkımı düşününce, kadim
hikayelerimizde bize rehberlik edecek bilgelikler olup olmadığını
merak ettim.
Taklit edebileceğimiz sürgün hikayeleri var; yıkıma yol açanları
toplumdan dışlayabilir, onların işlerine suç ortaklığı etmekten ken­
dimizi kurtarabiliriz. Boğma, yakma ve çeşitli şekillerde öldürme
hikayeleri var ama Windigo daima geri geliyor. Tekrar ava çıkma­
dan önce onu takip edip öldürmek için kar fırtınalarına direnen, kar
ayakkabılı cesur adamlarla ilgili sayısız masal var ama canavar her
seferinde fırtınanın içinde kayboluveriyor.
Kimileri herhangi bir şey yapmamıza gerek olmadığını söylü­
yor - açgözlülük, büyüme ve karbonun uğursuz birleşimi sonucun­
da dünya zaten o kadar ısınacak ki Windigo'nun kalbi sonsuza dek
eriyecek diyorlar. İklim değişikliği, karşılığında hiçbir şey verme­
den sürekli almaya dayalı ekonomileri de kökten yok edecek. Ama
Windigo ölmeden önce, sevdiğimiz pek çok şeyi de beraberinde gö­
türecek. İklim değişikliğinin dünyayı altüst etmesini ve Windigo'yu
erimiş buzulların kızıl sularında boğmasını bekleyebilir ya da kar
ayakkabılarımızı giyip onun peşine düşebiliriz.
Hikayelerimizde, insanlar Windigo'ları kendi başlarına alt ede­
meyince, karanlığa karşı aydınlık, Windigo'nun tiz çığlıklarına karşı
bir şarkı olması için kahraman Nanabozho'yu çağırıyor. Basil Johns­
ton, kahramanın liderliğinde çok sayıda savaşçının günlerce müca­
dele verdiği destansı bir hikayeyi anlatıyor. Canavarı yuvasında
kuşatmak için şiddetli savaşlar, çok sayıda silah, hile ve cesaret orta­
ya serilmiş. Ama bu hikayenin arka planında, daha önce duyduğum
Windigo masallarında olmayan bir şey fark ettim: Çiçeklerin koku­
sunu alabiliyorsunuz. Kar yok, kar fırtınası yok, sadece Windi-
406 Bitkilerin Ruhu

go'nun kalbinde buz var. Nanabozho, canavarı yazın avlamayı ter­


cih etmiş. Savaşçılar, Windigo'nun yazın sığındığı adaya gitmek için
buzları erimiş göllerde kürek çekmiş. Açlık Zamanı, yani kış mevsi­
mi Windigo'nun en güçlü olduğu zamanmış. Sıcaklar başlayınca
gücü de azalırmış.
Dilimizde yaz niibin demek, yani bolluk zamanı ve Nanabozho
Windigo' yu niibin' de yenip alt etmiş. Aşırı tüketim canavarını zayıf­
latacak ok, hastalığa şifa olacak ilaç işte bu: Bolluk. Kışın kıtlık tepe
noktaya ulaştığında Windigo'nun öfkesi kontrol edilemez oluyor,
ama bolluğun hüküm sürdüğü dönemde açlığı kalmıyor, böylece
gücü de azalıyor.
Antropolog Marshall Sahlins, çok az eşyaya sahip avcı-toplayıcı­
ların gerçek anlamda varlıklı bir toplum olduğunu savunan makale­
sinde şunları söylüyor: "Modem kapitalist toplumlar, ne kadar zen­
gin olsalar da kıtlık varsayımını benimsiyorlar. Ekonomik araçların
yetersizliği, dünyanın en zengin halklarının birinci ilkesini oluşturu­
yor." Kıtlıklar, gerçekte ne kadar maddi servetin olduğuyla değil, bu
servetin takas edilme ya da dolaşıma sokulma yöntemiyle alakalı.
Pazar sistemi, kaynak ile tüketici arasındaki akışı engelleyerek yapay
kıtlıklar yaratıyor. İnsanlar açlıktan ölürken tahıllar depolarda çürü­
yebiliyor çünkü bu insanların tahılı satın alacak parası yok. Böylece
kimileri açlıktan ölürken kimileri de aşırı tüketimden hastalanıyor.
Bizi hayatta tutan toprak, adaletsizliği beslemek için yok ediliyor.
Ekonomi, şirketlere insan statüsü verirken insandan üstün varlıkları
bundan mahrum bırakıyor: İşte bu, Windigo ekonomisi.
Alternatifimiz nedir? Bu alternatife nasıl ulaşırız? Emin değilim
ama cevabın, "Tek Kase, Tek Kaşık" öğretimizde olduğuna inanıyo­
rum: Dünyanın tüm hediyeleri tek bir kasenin içindedir ve tek bir
kaşıkla paylaştırılır. Su, arazi, orman gibi, esenliğimiz için şart olan
kaynakların meta haline getirilmek yerine herkesin kullanımında
olduğu ortak kaynaklar ekonomisi işte budur. Bu _yaklaşım doğru
şekilde yönetildiğinde kıtlık değil, bolluk getirir. Bu çağdaş ekono­
mik alternatifler, dünyanın özel mülk değil, herkesin faydası için
saygı ve karşılıklılık içinde gözetilmesi gereken ortak bir kaynak
olarak kabul edildiği, yerlilerin dünya görüşünü yansıtıyor.
Windigo'yu Alt Etmek 407

Ama yıkıcı ekonomik yapılara alternatifler geliştirmek her ne


kadar şart olsa da yeterli değil. Sadece siyaset değişikliğinin ötesin­
de, kalplerimizin de değişmesine ihtiyacımız var. Kıtlık ve bolluk,
ekonomiyle olduğu kadar zihin ve ruhla da ilgili kavramlar. Bollu­
ğun tohumları ancak minnetle ekilebilir.
Her birimiz bir zamanlar bir yerlerin yerlisi olan insanların so­
yundan geliyoruz. Yaşayan dünyayla eskiden ilişki kurmuş kültürler­
deki yerimizi yeniden alabiliriz. Windigo psikozuna karşı minnet güç­
lü bir panzehirdir. Dünyanın sunduğu ve birbirimize sunduğumuz
hediyelere karşı derin bir farkındalık geliştirmek şifadır. Minnetle bir­
likte pazardaki güçlerin, hpkı Windigo'nun midesinden çıkan gurul­
tular gibi homurdandığını duymaya başlarız. Minnet, servetin payla­
şabilecek kadar çok şeye sahip olmak anlamına geldiği, zenginliğin
karşılıklı iyilik ilişkileriyle belirlendiği, kendini sürekli yenileyen kar­
şılıklılık kültürlerini coşkuyla karşılar. Ayrıca bizi de mutlu eder.
Dünyanın bize sunduklarına minnet duymak bize, peşimizdeki
Windigo'yla yüzleşmek, açgözlülerin ceplerini doldurmak için sev­
gili dünyamızı yok eden bir ekonomiye katılmayı reddetmek, haya­
ta karşı değil, hayata uyumlu bir ekonomi talep etmek için cesaret
verir. Bunu yazmak kolay, yapmak zor.

Kendimi yere atıp yumruklarımı yere vuruyor, şifalı ormanıma yapı­


lan saldırının yasını tutuyorum. Canavarı nasıl alt edebileceğimi bilmiyo­
rum. Silahlarım ya da Nanabozho'nun peşinden gidenler gibi savaşçılarım
yok. Ben bir savaşçı değilim. Bu ortamda bile ayağımın dibinde tomurcuk­
lanan Çilekler büyüttü beni. Menekşeler. Ve Civanperçemleri. Yeni yeni
gelişen Yıldızpatılar ve Altınbaşaklar, güneşte parlayan Kutsal Otlar. O
anda, yalnız olmadığımı anlıyorum. Bana destek olan askerlerimin arasın­
da çayırda uzanıyorum. Ne yapmak gerektiğini ben bilmiyor olabilirim
ama onlar biliyorlar, dünyayı ayakta tutmak için her zamanki gibi şifalı
hediyelerini sunuyorlar. Windigo karşısında güçsüz değiliz diyorlar. İhti­
yaç duyduğumuz her şeyin zaten elimizde olduğunu unutma. Ve böylece
- kumpas kuruyoruz.
Ayağa kalktığımda, kararlı gözleri ve kurnaz gülüşüyle Nanaboz­
ho'yu yanımda buluyorum. "Canavarı alt etmek için onun gibi düşünme-
408 Bitkilerin Ruhu

lisin," diyor. "Onu ancak bir benzeri yok edebilir." Gözleriyle, ormanın
kenarındaki sık bir çalılığı gösteriyor. "Kendi ilacının tadına bir baksın
bakalım," diyerek sırıtıyor. Gri çalılığa doğru yürüyor ve kahkahalar atarak
gözden kayboluyor.
Daha önce hiç cehri meyvesi toplamamıştım; mavi-siyah meyveler
parmaklarımı boyuyor. Bu bitkiden uzak durmaya çalıştım hep ama o bir
şekilde insanı takip ediyor. Bozulmuş toprakları hızla istila ediyor. Ormanı
ele geçiriyor, öteki bitkilerin ışığını ve yerini alıyor. Aynı zamanda toprağı
da zehirleyerek kendisinden başka hiçbir türün yetişmesine izin vermiyor,
bir bitki çölü yaratıyor. Serbest piyasanın galibi; verimliliğe, tekelciliğe ve
kıtlığa dayalı bir başarı hikayesi olduğunu kabul etmek gerek. Yerli türler­
den toprak çalan botanik bir emperyalist.
Yaz boyu, kendisini bu amaç için vermeye gönüllü olan türlerle otu­
ruyor, onları dinliyor, hediyelerini öğreniyor, ona göre de topluyorum.
Daha önce de soğuk algınlığı için çaylar, cilt için merhemler yapardım ama
böyle bir şeyi hiç denememiştim. İlaç yapmak hafife alınacak bir iş değil.
Kutsal bir sorumluluk. Evimin kirişlerinde kurumaya bıraktığım bitkiler
asılı, raflar kavanozlarca kök ve yaprakla dolu. Kışı bekliyorlar.
Vakit geldiğinde kar ayakkabılarımı giyip ormana gidiyor, sonra eve
doğru yürüyerek karda çok belirgin izler bırakıyorum. Kapımın eşiğinde kut­
sal ot örgüsü asılı. Parlayan üç tutam ot, bizi bütünleştiren zihnin, vücudun
ve ruhun birliğini temsil ediyor. Windigo'da ise bu örgü çözülmüş bulunu­
yor; onu yıkıma götüren hastalık da bu. Toprak Ana'nın saçlarını örerken,
bize verilen her şeyi ve bu hediyeler karşısında özen gösterme sorumluluğu­
muz olduğunu hatırlıyoruz; örgü bana bunu düşündürüyor. Böylece hediye­
ler sürekliliğini koruyor ve herkes doyuyor. Kimse aç kalmıyor.
Dün gece evim yiyecekle ve dostlarımla doluydu, karların üstüne kah­
kahalar ve ışık serpiliyordu. Aç bakışlarla pencerenin önünden geçtiğini
görür gibi oldum. Ama bu gece yalnızım ve rüzgar şiddetleniyor.
Elimdeki en büyük kap olan dökme demir çaydanlığı ocağın üstüne
koyup su kaynattım. İçine bir avuç dolusu kuru cehri meyvesi atıyorum.
Sonra bir avuç daha. Cehri meyveleri mavi-siyah, mürekkep benzeri, şuru­
bumsu bir sıvıya dönüşüyor. Nanabozho'nun tavsiyesini hatırlayıp dua
ediyor ve kavanozda kalan meyveleri de suyun içine boşaltıyorum.
Başka bir kabın içine bir sürahi dolusu saf kaynak suyu koyuyor, yü­
zeyine de kavanozda duran taçyapraklardan ve bir başka kavanozdaki ağaç
Wındigo'yu Alt Etmek 409

kabuğu parçalarından birer tutam atıyorum. Hepsini dikkatle seçiyor, ama­


cına uygun şekilde kullanıyorum. Gül pembesi hareli, altın rengi bu çayın
içine bir parça kök, bir avuç yaprak, bir kaşık cehri meyvesini de ekliyorum.
Demlenmeye bırakıyor, ateşin yanında oturup bekliyorum.
Kar pencerelere tıslayarak çarpıyor ve rüzgar ağaçların arasında inli­
yor. Tam da beklediğim gibi, Windigo izlerimi takip edip geldi. Kutsal otu
cebime koyuyor, derin bir nefes alıyor, kapıyı açıyorum. Korkuyorum ama
bunu yapmazsam olabilecekler beni daha da fazla korkutuyor.
Buzdan bembeyaz olmuş yüzü ve vahşice parlayan kıpkızıl gözleriyle
üstüme yürüyor. Sararmış köpek dişlerini gösterip kemikli elleriyle uzanı­
yor. Titreyen ellerle, kanla kaplı parmaklarının arasına bir fincan kaynar
cehri çayı tutuşturuyorum. Bir yudumda bitirip daha fazlası için ulumaya
başlıyor - boşluğun acısı içini kemiriyor, sürekli daha fazla istiyor. Dökme
demir çaydanlığı elimden alıp açgözlü yudumlarla içiyor, şurup çenesin­
den akarken donarak siyah buz saçakları oluşturuyor. Boş çaydanlığı bir
kenara atıp yeniden bana uzanıyor ama elleriyle boğazıma yapışamadan
kapıdan uzaklaşıyor, sendeleyerek karın üstüne yığılıyor.
Korkunç bir öğürtüyle iki büklüm olduğunu görüyorum. Leş kokulu
nefesi, bağırsaklarını bozan cehri yüzünden tutamadığı boklarının kokusu­
na karışıyor. Bir parça cehri bağırsakları yumuşatır. Çok alınırsa müshil
etkisi gösterir, bir çaydanlık dolusu cehri ise insanı hastanelik eder. Windi­
go'nun doğası bu: Her şeyi son damlasına kadar tüketir. Şimdi de madeni
paraları, şlam kömürünü, ormanımda yuttuğu talaş kümelerini, katran
kumu parçalarını ve kuşların minicik kemiklerini kusuyor. Solvay atığı
püskürtüyor, suyun üzerinden alıp yuttuğu bütün haldeki petrol tabakası
boğazına takılıyor. İşi bittiğinde öğürmeye devam ediyor ama incecik bir
yalnızlık safrasından başka bir şey çıkmıyor.
Karın üzerinde tükenmiş, leş kokulu bir kadavra gibi yatıyor ama bu
yeni boşlukla birlikte acıktığında yine tehlikeli bir canavar olacak. Eve koşup
öbür kabı getiriyor, çevresinde eriyen karların üstüne koyuyorum. Gözleri­
nin feri sönmüş ama midesi gurulduyor, fincanı dudaklarına götürüyorum.
Sanki zehir veriyonnuşum gibi başını diğer tarafa çeviriyor. İçi rahat etsin
diye fincandan önce ben bir yudum alıyorum, üstelik onun gibi benim de
buna ihtiyacım var. Şifanın yanı başımda olduğunu hissediyorum. Windigo
altın rengi-pembe çaydan, istekleri yatıştıran Söğüt ve kalbi onaran Çilek
410 Bitkilerin Ruhu

çayından yudum yudum içiyor. Üç Kız Kardeş'in besleyici suyuna karışmış


Yabani Pırasa lezzetiyle ilaç damarlarına doluyor: birlik için Veymut çamı,
adalet için Pekan, alçakgönüllülük için Ladin kökleri. Cadıfındığının şejlca­
tini, Mazıların saygısını, Gümüşçanların kutsamasını, hepsini tatlandıran
Akçaağaç minnetini içiyor. Hediyenin ne olduğunu bilmeden, karşılığını
bilemezsiniz. Windigo, şifanın gücü karşısında çaresiz kalıyor.
Elinde dolu bir fincanla başı arkaya düşüyor. Gözlerini kapatıyor. İla­
cın son bir adımı kaldı. Artık korkmuyorum. Yanına, yeni yeni yeşillenen
otların üstüne oturuyorum. Buzlar erirken, "Sana bir hikaye anlatayım,"
diyorum. "Gökkadın, parmak uçlarında döne döne, tıpkı bir akçaağaç tohu­
mu gibi düştü sonbahar göğünden."
SoNsöz: HEDİYENİN KARŞILIĞINI VERMEK

Yeşilliğin üstünde kırmızı; ahududular, yaz öğleden sonrasında ça­


lılığın üstünü boncuk boncuk kaplamış. Parmaklarım bir kaseye bir
ağzıma giderken, çalılığın diğer ucunda ahududu yiyen mavi ala­
karganın gagasının da parmaklarım kadar lekeli olduğunu görüyo­
rum. Küme halinde sarkan meyvelere erişmek için çalının altına
uzanınca, alacalı gölgelerin arasında, yerdeki meyvelere gömülmüş,
daha da fazlası için başını yukarı uzatmış, sırıtır gibi görünen bir
kaplumbağayla karşılaşıyorum. Meyveleri ona bırakıyorum. Dün­
yada her şeyden bol bol var ve hepsini bize sunuyor, hediyelerini
yeşilliğin her yerine yayıyor: çilekler, ahududular, yabanmersinleri,
kirazlar, kuşüzümleri - hepsi kaselerimiz dolsun diye. Niibin, yani
Potawatomi dilinde yaz mevsimi, "bolluk mevsimi" demek; aynı
zamanda da kabilemizin törenler ve ayinler için toplandığı mevsim.
Yeşilliğin üstünde kırmızı; çardağın altındaki çimenlerin üstü­
ne yayılmış battaniyeler yığın yığın hediyeyle dolu. Basketbol top­
ları ve şemsiyeler, boncuklu anahtarlıklar ve kilitli poşetler içinde
yabani pirinçler. Ev sahipleri ışıl ışıl gözlerle çardağın yanında du­
rurken, herkes sıralanıp birer hediye seçiyor. Kalabalığın içinde do­
laşamayacak kadar zayıf oldukları için bir çember halinde oturtulan
yaşlıların seçtikleri hediyeleri gençler kendilerine getiriyor. Megwe-
412 Bitkilerin Ruhu

'eh, megwech -herkes birbirine teşekkür ediyor. Yeni yürümeye baş­


lamış bir bebek, bu bolluk karşısında sersemlemiş bir halde kucak
dolusu hediye alıyor. Annesi eğilip kızının kulağına bir şey fısıldı­
yor. Kız bir an kararsız kalıyor, kucağındakileri aldığı yere bırakıp
sadece parlak sarı bir su tabancasını elinde tutuyor.
Sonra dans ediyoruz. Davul, hediyeleşme şarkısı çalmaya başla­
yınca sallanan püsküllerden, öne arkaya savrulan tüylerden, gökku­
şağı renklerinden, tişörtlerden ve kot pantolonlardan oluşan bir kı­
yafet cümbüşü içinde herkes çembere katılıyor. Mokasenli ayakların
vuruşlarıyla toprak titriyor. Kutlama çığlıkları için ne zaman şarkı
başa dönse, olduğumuz yerde dans edip hediyelerimizi başımızın
üstüne kaldırıyor, kolyeleri, sepetleri, pelüş oyuncakları sallayıp he­
diyeleri ve verenleri onurlandırmak için çığlıklar atıyoruz. Kahkaha­
ların ve şarkıların arasında herkes kendini buraya ait hissediyor.
Bu bizim geleneksel hediyeleşmemiz minidewak, halkımızın çok
sevdiği ve toplantılarda sık sık yaptığımız eski bir tören. Dışarıdaki
dünyada önemli olayları kutlayanlar kendilerine hediye verilmesini
heyecanla bekler. Potawatomi geleneği ise bu beklentiyi tam tersine
çeviriyor. Hediyeleri veren, battaniyenin üstünü yığınlarla doldu­
ran kişi, kutlanacak kişi oluyor ve böylece talihini çemberdeki her­
kesle paylaşıyor.
Hediyeleşme töreni küçük ve kişiselse, genellikle her hediye el
yapımı oluyor. Bazen bütün bir topluluk yıl boyu çalışıp hiç tanıma­
dıkları konukları için özel hediyeler yapıyor. Yüzlerce kişinin katıla­
cağı büyük bir kabileler arası buluşmada ise battaniye yerine, üstü­
ne Walmart'taki indirim reyonundan alınmış başaklar serpilmiş,
mavi bir branda kullanılıyor. Hediye ister siyah bir dişbudak sepet
ister tutacak olsun, duygu hep aynı. Hediyeleşme töreni, en eski öğ­
retilerimizin bir yankısı.
Özellikle toprağa yakın yaşayanlar ve onun bolluk-kıtlık dalga­
larını iyi bilenler için cömertlik hem ahlaki hem de maddi bir zorun­
luluk. Bir varlığın iyiliği herkesin iyiliğiyle bağlantılı. Geleneksel
halklarda zenginlik, hediye olarak verebilecek kadar çok şeyinizin
olmasıyla ölçülüyor. Hediyeleri kendimiz için istiflersek zenginlikle
tıkanır, metayla şişer, dansa katılamayacak kadar ağırlaşırız.
Sonsöz: Hediyenin Karşılığını Vermek 413

Bazen bir kişi ya da bütün bir aile meseleyi hiç anlamayıp çok
fazla şey alıyor. Aldıklarını kamp sandalyelerinin yanına yığıyorlar.
Belki ihtiyaçları var. Belki de yok. Dans etmiyor, tek başlarına otu­
rup eşyalarının başında nöbet tutuyorlar.
Minnet kültüründe hediyelerin karşılıklılık döngüsünü takip
ederek yine size döneceğini bilirsiniz. Bu defa verir, gelecek defa
alırsınız. Vermenin onuru ve almanın alçakgönüllülüğü, denklemin
olmazsa olmaz iki yarısıdır. Minnetten karşılıklılığa uzanan yol bo­
yunca, çimenlerle kaplı yeşil bir çemberin üstünden yürünür. Sıraya
dizilerek değil, çember halinde dans ederiz.
Danstan sonra çim dansı kıyafeti giymiş bir oğlan çocuğu, çok­
tan sıkıldığı yeni oyuncak kamyonunu yere atıyor. Babası kamyonu
yerden almasını söyleyip oğlunu oturtuyor. Hediye, satın alınan bir
eşyadan farklıdır, maddi sınırların ötesinde anlamlara sahiptir. He­
diyeyi asla aşağılayamazsınız. Hediye sizden bir şey bekler. Ona iyi
bakmanızı. Ve beklediği bir şey daha vardır.
Hediyeleşmenin kökenlerini bilmiyorum ama bu töreni bitkiler­
den, özellikle de hediyelerini kırmızı ve mavi renklere saran çalı mey­
velerinden öğrendiğimizi düşünüyorum. Bizler öğretmenimizi unut­
muş olabiliriz fakat dilimiz hatırlıyor: Hediyeleşme anlamına gelen
minidewak kelimesi "kalpten verirler" demek. Kelimenin merkezinde
min var. Min, hediyenin kök kelimesi, aynı zamanda da çalı meyvesi.
Dilimizin şiirselliğini düşünürsek, minidewak bize aynı zamanda çalı
meyveleri gibi olmamız gerektiğini hatırlatıyor olabilir mi?
Bu meyveler törenlerimizde daima bulunur. Ahşap bir kase
içinde bize katılırlar. Bir büyük kase ve bir büyük kaşık çember bo­
yunca dolaştırılır, böylece herkes bu tadı alır, hediyeleri hatırlar ve
teşekkür eder. Çalı meyveleri atalarımızdan gelen dersi, toprağın
cömertliğinin bize tek bir kase ve tek bir kaşık halinde geldiğini an­
latır. Hepimiz Toprak Ana'nın bizim için doldurduğu kaseden bes­
leniyoruz. Mesele sadece meyveler değil, kase de aynı zamanda.
Dünyanın hediyeleri, paylaşılmak için yaratılmıştır ama bu hediye­
ler sınırsız değildir. Dünyanın cömertliği, her şeyi alabileceğimiz
anlamına gelmez. Her kasenin bir dibi vardır. Kase boşsa boştur. Ve
herkes için aynı boyda, tek bir kaşık vardır.
414 Bitkilerin Ruhu

Boşalan kaseyi nasıl dolduracağız? Sadece minnet yeterli mi?


Çalı meyveleri böyle öğretmiyor. Battaniyelerini yere serip lezzetli
hediyelerini kuşlara, ayılara ve çocuklara sunduklarında her şey bit­
miş olmuyor. Bizden, minnetin ötesinde bir şey bekleniyor. Meyve­
ler, pazarlıkta üstümüze düşeni yapıp tohumlarını başka yerlere de
ekmemizi, böylece hem meyvelere hem de çocuklara iyilik etmemi­
zi bekliyorlar. Büyüyüp gelişmenin karşılıklı olduğunu hatırlatıyor­
lar. Bizim çalı meyvelerine ihtiyacımız, çalı meyvelerinin de bize
ihtiyacı var. Biz onlara özen gösterdikçe, verdikleri hediyeler katla­
narak artıyor, aksi takdirde de azalıyor. Karşılıklılık anlaşmasına
uymakla, bizi besleyenleri besleme ahdiyle yükümlüyüz. Böylece
boş kase yeniden doluyor.
Fakat yolun bir noktasında insanlar çalı meyvelerinin öğretile­
rini terk etmiş. Zenginlik ekmenin yerine, elimize geçen her fırsatta
geleceğe dair ihtimalleri yok ediyoruz. Oysa geleceğin belirsiz yolu,
dille aydınlanabilir. Potawatomi dilinde toprağın adı emingoyak:
"bize verilmiş". İngilizcede ise toprak dediğimizde, sanki başka
varlıkların hayatları bizim malımızmış gibi, "doğal kaynaklar"ı ya
da "ekosistem hizmetleri"ni düşünüyoruz. Sanki dünya bir meyve
kasesi değilmiş de açık madenmiş, kaşık da bir kürekmiş gibi.
Komşularımız hediyeleşirken birinin eve gizlice girip istediği
her şeyi aldığını hayal edin. Bu ahlaki suiistimal hepimizi çok öfke­
lendirir. Dünya için de aynısı olmalı. O bize rüzgarın, güneşin ve
suyun gücünü bedelsiz olarak hediye ediyor ama biz fosil yakıt çı­
karmak için onu kesip açıyoruz. Sadece bize verileni alsaydık; hedi­
yelerin karşılığını verseydik bugün kendi atmosferimizden kork­
mamıza gerek olmazdı.
Hepimiz karşılıklılık anlaşmasına karşı yükümlüyüz: hayvan­
ların nefesine karşılık bitkilerin nefesi, kış ve yaz, avcı ve av, ot ve
ateş, gece ve gündüz, yaşam ve ölüm. Su bunu biliyor, bulutlar
bunu biliyor. Toprak ve taşlar sürekli bir yaratma, yok etme, yeni­
den yaratma töreninde dans ettiklerini biliyorlaT.
Büyüklerimiz, hatırlamayı hatırlamak için ayinler yaptığımızı
söyler. Hediyeleşme dansıyla, dünyanın bir hediye olduğunu ve na­
sıl ki bize bırakıldıysa bizim de sonrakilere bırakmamız gerektiğini
Sonsöz: Hediyenin Karşılığım Vermek 415

hatırlarız. Unuttuğumuzda ise ancak yas dansları edebiliriz. Kutup


ayılarının ölümünün, turnaların sessizliğinin, nehirlerin ölümünün
ve kar yağışının bir hatıradan ibaret kalmasının yasını tutarız.
Gözlerimi kapatıp kalp atışlarımın davulun ritmine uymasını
Ôeklerken, insanların tam da felaketin eşiğinde, belki de hayatların­
da ilk kez dünyanın büyüleyici hediyelerinin farkına vardıklarını,
yepyeni gözlerle baktıkları her yerde bu hediyeleri gördüklerini ha­
yal ediyorum. Belki tam zamanında. Ya da belki çok gecikmeli ola­
rak. Kahverengi üstüne yeşil çimenlere yayılıp Toprak Ana'nın he­
diyelerini nihayet onurlandırıyorlar. Yosundan battaniyeler, tüyden
elbiseler, mısırdan sepetler, şifalı bitkilerden ilaçlar. Gümüş somba­
lıkları, akik rengi kumsallar, kum tepeleri. Fırtına bulutları ve kar
yığınları, ağaçtan ipler ve geyik sürüleri. Laleler. Patatesler. Güveler
ve kazlar. Ve çalı meyveleri. En çok da müthiş bir teşekkür şarkısı­
nın rüzgarla birlikte gökyüzüne yükselmesini istiyorum. Bu şarkı­
nın bizi kurtarabileceğini düşünüyorum. Sonra davul çalacak, dün­
yadaki canlılığı kutlayan rengarenk giysilerle dans edeceğiz: uzun
otlar gibi dalgalanan püsküller, kelebekler gibi dönüp dolaşan şal­
lar, balıkçıllar gibi öne eğilmiş tüyler, hepsi de karanlıkta parlayan
dalgaların ışıltısıyla süslenmiş. Kutlama çığlıkları için şarkı durdu­
ğunda, hediyelerimizi kaldırıp onların şerefine bağıracağız - parla­
yan bir balık, tomurcuklarla dolu bir dal, yıldızlarla aydınlanmış bir
gece.
Karşılıklılığın ahlaki sözleşmesi, bize verilen ve bizim aldığı­
mız her şeye karşı sorumluluğumuzu yerine getirmemizi bekliyor.
Sıra çoktan bize geldi. Toprak Ana için bir hediyeleşme töreni dü­
zenleyelim, battaniyelerimizi onun adına yere serip kendi yaptığı­
mız hediyeleri üstüne yığalım. Kitapları, resimleri, şiirleri, akıllı ma­
kineleri, şefkat dolu hareketleri, aşkın fikirleri, mükemmel aletleri
bir düşünün. Bize verilen her şeyi kuvvetle savunalım. Zihin, el,
kalp, ses ve gözlerimizin hediyelerini toprak için sunalım. Hediye­
miz ne olursa olsun vermemiz ve dünyanın yenilenmesi için dans
etmemiz gerekiyor.
Nefes alma lütfunun karşılığı olarak...
BİTKİ İSİMLERİNİN KULLANIMI HAKKINDA BİLGİ

İnsan isimlerini hiç tereddüt etmeden büyük harfle yazarız. Örne­


ğin, "george washington" şeklinde yazmak, kişinin insan vasfını
ortadan kaldırmak olur. Öte yandan, uçan bir böcek türü olarak "Si­
nek"i büyük harfle yazmak komik gelir, ama bir marka ismiyse bu
şekilde yazılması kabul edilebilir. Büyük harf kullanımı belirli bir
ayrım yaratır, varlıklar hiyerarşisinde insanları ve insanın yarattık­
larını üst konuma taşır. Biyologlar, bir insanın ya da bir yerin adını
içermediği sürece, bitki ve hayvan isimlerini küçük harfle yazarlar.
Böylece ilkbaharda ormanda ilk çiçek açan bitki "kanotu" şeklinde,
California ormanlarındaki pembe çiçek ise California Bilimler Aka­
demisi kurucularından Albert Kellogg'un anısına "Kellogg kaplan
zambağı" şeklinde yazılır. Önemsiz gibi görünen bu gramer kuralı
aslında insanların ayrıcalıklı olduğuna, çevremizdeki diğer türler­
den öyle ya da böyle farklı, hatta üstün olduğumuza dair köklü var­
sayımın bir ifadesidir. Yerli anlayışına göre tüm varlıklar aynı dere­
cede önemli bireylerdir; hiyerarşi değil, bir çember söz konusudur.
Dolayısıyla, hayatımın her alanında yaptığım gibi, bu kitapta da at
417

gözlüğü kullanan bu gramer kurallarını reddederek, insan olsun ya


da olmasın, bir bireyden bahsederken özgürce Akçaağaç, Balıkçıl ve
Kanguru yazıyor; kategori ya da kavram anlamındaysa akçaağaç,
balıkçıl ve insan şeklinde kullanıyorum.

YERLİLERİN DİLİNİN KULLANIMI HAKKINDA BİLGİ

Potawatomi ve Anishinaabe dilleri, toprağın ve halkın bir yan­


sımasıdır. Bu halkların çok uzun geçmişleri boyunca, kısa süre önce­
sine kadar hiçbir zaman yazıya dökülmemiş, yaşayan, sözlü bir ge­
lenektir. Bu dili yazım kuralları çerçevesinde anlayıp kullanmaya
yönelik çok sayıda yazı sistemi geliştirilmiştir ama pek çok varyas­
yonu olan ve yaşayan bir dili bunlardan hangisinin daha doğru
açıkladığı konusunda kesin bir uzlaşmaya varılamamıştır. Dilimizi
akıcı bir şekilde konuşan ve öğreten Potawatomi büyüklerinden
Stewart King, çok temel seviyede kullandığım kelimeleri kontrol
etme, anlamları doğrulama ve imla ile kullanım tutarlığı konusun­
da bana tavsiyelerde bulunma inceliğini gösterdi. Dili ve kültürü
anlama çabama rehberlik ettiği için minnettarım. Bu dili yazarken
çift sesli kullanmayı öneren Fiero sistemi, Anishinaabe dillerini ko­
nuşanların çoğu tarafından kabul görmüştür. Fakat Potawatomi di­
linde konuşanların çoğu ("seslileri düşürenler" olarak bilinirler)
Fiero sistemini kullanmaz. Farklı bakış açılarına sahip tüm konuşan
ve öğretenlere saygı duymakla birlikte, kelimeleri bana ilk öğretildi­
ği şekilde kullanmaya çalıştım.

YERLİLERİN HİKAYELERİ HAKKINDA BİLGİ

İyi bir dinleyiciyim ve hatırlayamadığım kadar uzun süredir


çevremde anlatılan bütün hikayeleri dinliyorum. Bana aktarılmış
hikayeleri başkalarına aktararak öğretmenlerimi onurlandırmak is­
tiyorum.
Bizlere hikayelerin canlı olduğu, büyüdüğü, geliştiği, hatırladığı,
özde değil ama dış görünüşte değiştiği öğretildi. Toprak, kültür ve
anlatıcının etkisiyle paylaşılıp şekillendirildikleri için aynı hikaye çok
418 Bitkilerin Ruhu

farklı biçimlerde ve kapsamda anlahlabilir. Anlahlma amacına bağlı


olarak bazen sadece bir kısmı paylaşılır ve çok yönlü bir hikayenin
yalnızca bir yönü anlahlır. Burada paylaşılan hikayeler de öyle.
Geleneksel hikayeler bir halkın ortak hazinesidir ve tek bir kay­
nağa dayandırılarak literatürden alıntı yapmak kolay değildir. Bu
hikayelerin çoğu herkese anlatılmaz, bu tür hikayeleri ben de kitaba
almadım; ama daha geniş bir çerçevede işe yarayacakları umularak
özgürce paylaşılan pek çok hikaye de vardır. Çok sayıda versiyonu
olan bu hikayelerde basılı kaynaklardaki versiyonları referans al­
mayı tercih ettim, fakat paylaştığım versiyonun farklı anlatılarda
defalarca zenginleştirilmiş olduğunun da farkındayım. Bazı hikaye­
ler sadece sözlü gelenekten geldiği için basılı bir kaynak bulama­
dım. Tüm hikaye anlatıcılarına ehi megwech.
KAYNAKÇA

Allen, Paula Gunn, Grandmothers of the Light: A Medicine Woinan 's


Sourcebook, Beacon Press, Boston, 1991.
Awiakta, Marilou, Selu: Seeking the Corn-Mother's Wisdom, Fulcrum,
Golden, 1993.
Benton-Banai, Edward, The Mishomis Book: The Voice of the Ojibway,
Red School House, 1988.
Berkes, Fikret, Sacred Ecology, Routledge, New York, 2. Baskı, 2008.
Caduto, Michael J. ve Joseph Bruchac, Keepers of Life: Discovering
Plants through Native American Stories and Earth Activities for
Children, Fulcrum, Golden, 1995.
Cajete, Gregory, Look to the Mountain: An Ecology of Indigenous Educa­
tion, Kivaki Press, Asheville 1994.
Hyde, Lewis, The Gift: Imagination and the Erotic Life of Property, Ran­
dom House, New York, 1979 [Armağan - Sanatsal Yaratıcılık Dün­
yayı Nasıl Değiştirir, çev. Emine Ayhan, Metis Yayınları, İstanbul,
2008].
420 Bitkilerin Ruhu

Johnston, Basil, The Manitous: The Spiritual World of the Ojibway, Min­
nesota Tarih Derneği, Saint Paul, 2001 [Manitular - Ojibwaylerin
İnanç Dünyaları, çev. Ünsal Özünlü, İmge Kitabevi Yayınları, İs­
tanbul, 2002].

LaDuke, Winona, Recovering the Sacred: The Power of Naming and Cla­
iming, South End Press, Cambridge, 2005.
Macy, Joanna, World as Lover, World as Self: Courage far Global Justice
and Ecological Renewal, Parallax Press, Berkeley, 2007.
Moore, Kathleen Dean ve Michael P. Nelson, ed. Moral Ground: Ethi­
cal Action far a Planet in Peril, Trinity University Press, San Anto­
nio, 2011.
Nelson, Melissa K., (yay. haz.) Original Instructions: Indigenous Teac­
hings far a Sustainable Future, Bear and Company, Rochester, 2008.
Parter, Tom, Kanatsiohareke: Traditional Mohawk Indians Return to The­
ir Ancestral Homeland, Bowman Books, Greenfield Center, 1998.
Ritzenthaler, R.E. ve P. Ritzenthaler, The Woodland Indians of the Wes­
tern Great Lakes, Waveland Press, Prospect Heights, Illinois, 1983.
Shenandoah, Joanne ve Douglas M. George, Skywoman: Legends of
the Iroquois, Clear Light Publishers, Santa Fe, 1988.
Stewart, Hilary ve Bill Reid, Cedar: Tree of Life to the Northwest Coast
Indians, Douglas and Maclntyre, Ltd., 2003.
Stokes, John ve Kanawahienton, Thanksgiving Address: Greetings to
the Natural World, Six Nations Indian Museum ve The Tracking
Project, 1993.

Suzuki, David ve Peter Knudtson, Wisdom of the Elders: Sacred Native


Stories of Nature, Bantam Books, New York, 1992.
Treuer, Anton S., Living Our Language: Ojibwe Tales and Oral Histories:
A Bilingual Anthology, Minnesota Historical Society, Saint Paul,
2001.
TEŞEKKÜR

Sitka Ladini ninemin kucağına, Ak Söğüt'ün sunduğu sığınağa, uy­


ku tulumumun altındaki Balsam Göknarı'na ve Katherine's Bay'de­
ki Yabanmersini öbeğine minnet borcum var. Beni ninnilerle uyutan
ve uyandıran Veymut Çamı'na, Coptis çiçeklerinin çayına, Haziran
Çileklerine ve Orkidelerin üstündeki Kuş'a, kapımı saran Akçaa­
ğaçlara, sonbaharın son Ahududularına ve ilkbaharın ilk Pırasaları­
na, bedenime ve ruhuma iyi bakan Hasırotu'na, Kağıt Huşu'na, La­
din köküne, düşüncelerimi toparlayan Kara Dişbudak'a, Nergislere,
çiyle ıslanmış Menekşelere ve hala nefesimi kesen Altınbaşak ve
Yıldızpatılara da öyle ...
Tanıdığım en harika insanlara: hayatım boyunca beni sevip yü­
reklendiren, kıvılcımı taşıyıp alevi körükleyen babam Robert Wasay
ankwat ve annem Patricia Wawaskonesen Wall; varlıklarıyla bana ilham
veren ve hikayelerini benimkilerle birlikte dokumama müsaade eden
kızlarım Larkin Lee Kimmerer ve Linden Lee Lane. Her şeyi yapabil­
memi sağlayan, yağmur gibi üstüme yağan sevgileri için yeterince
teşekkür edebilmem mümkün değil. Megwech kine gego.
Bu hikayeleri biliyor olsunlar ya da olmasınlar katkılarıyla zen­
ginleştiren bilge ve cömert öğretmenlerimin rehberliğine nail ol­
dum. Öğretilerini ve bizzat yaşadıklarım dinleyip öğrendiğim her-
422 Bitkilerin Ruhu

kese Chi Megwech diyorum: Anishinaabe akrabalarım Stewart King,


Barbara Wall, Wally Meshigaud, Jim Thunder [Gök gürültüsü], Jus­
tin Neely, Kevin Finney, Big Bear [Büyük Ayı] Johnson, Dick John­
son ve Pigeon [Güvercin] Ailesi. Haudenosaunee komşularım, arka­
daşlarım ve meslektaşlarım üren Lyons, Irving Powless, Jeanne
Shenandoah, Audrey Shenandoah, Freida Jacques, Tam Parter, Dan
Longboat, Dave Arquette, Noah Point, Neil Patterson, Bob Steven­
son, Theresa Burns, Lionel LaCroix ve Dean George'a Nya wenha. Ve
konferanslarda, kültürel etkinliklerde, ateş başlarında, mutfak ma­
salarında buluştuğum, isimlerini unuttuğum ama derslerini hiç
unutmadığım sayısız öğretmenime: Igwien. Kelimeleriniz ve eylem­
leriniz bereketli topraklara tohumlar gibi düştü, onları özen ve say­
gıyla besleyeceğim. Cehaletim yüzünden, farkına varmadan yaptı­
ğım ve yapacağım bütün hataların sorumluluğu bana aittir.
Yazmak tek başına yapılan bir iş ama aslında yalnız yazmıyo­
ruz. İlham veren, destekleyen, derinden dinleyen bir yazarlar toplu­
luğunun arkadaşlığı çok büyük bir armağan. Kathleen Dean Moore,
Libby Roderick, Charles Goodrich, Alison Hawthorne Deming, Ca­
rolyn Servid, Robert Michael Pyle, Jesse Ford, Michael Nelson, Jani­
ne Debaise, Nan Gartner, Joyce Haman, Dick Pearson, Bev Adams,
Richard Weiskopf, Harsey Leonard ve beni yüreklendirip eleştiren
herkese çok teşekkürler. Devam etmemi sağlayan arkadaşlarım ve
ailem, her sayfada sizin sıcaklığınız var. Yıllar boyunca çoğu zaman
bana öğretmenlik eden, geleceğe umutla bakmamı sağlayan sevgili
öğrencilerime de özel bir teşekkür borçluyum.
Bu sayfaların çoğu Blue Mountain Center, The Sitka Center far
Art and Ecology ve Mesa Refuge yazar konukevlerinin özenli orta­
mında yazıldı. Aynı zamanda Spring Creek Projesi'nde ve H.J. And­
rews Deney Ormanı'nın Uzun Vadeli Ekolojik Düşünceler ihtisasın­
da bulunduğum dönemden de ilham aldı. Bana yalnız kalma imka­
nı sunan ve destek verenlere çok teşekkürler.
Menominee Halkı Üniversitesi'nde beni misafir eden dostları­
ma da waewaenen ve özel teşekkürler: Mike Dockry, Melissa Cook,
Jeff Grignon ve kitabı tamamlayabilmem için ilham verici ve motive
edici bir ortam sunan harika öğrenciler.
Teşekkür 423

Editörüm Patrick Thomas' a da bu kitaba inandığı, bu sayfaları


elyazmalarından kitaba dönüştürürken özenle, beceriyle ve sabırla
beni yönlendirdiği için özellikle teşekkür ederim.
DÜNYANIN EVİMİZ OLDUĞUNU UNUTTUK.

Robin Wall Kimmerer, Potawatomi halkının bir üyesi ve bir botanikçi


olarak doğayla birden fazla dilde konuşabilen bir araştırmacı: Bir yandan
çocukluğundan itibaren bitki ve hayvanlarla kurduğu ilişki ona doğanın en
eski öğretmenimiz olduğunu göstermiş, öbür yandan ise botanik eğitimi
ona bütünün parçalarını görmeyi öğretmiş. Halkının öğretilerini ve
bilimin sesini kendinde birleştiren Kimmerer, Bitkilerin jÇ«/6a’nda bu iki
farklı bilgi merceğinden bakarak edindiği tecrübeleri bir araya getiriyor ve
canlıların dünyasıyla kurduğumuz ilişkinin karşılıklı olması gerektiğini
hatırlatıyor. Çünkü ancak diğer canlıların dillerini anlayabildiğimiz
zaman dünyanın cömertliğini anlayabilir, bu cömertliğe karşılık kendi
hediyelerimizi vermeyi öğrenebiliriz.

Gezegenimizin sesini duymak bizim sorumluluğumuz...

“Robin Wall Kimmerer olağanüstü bir kitap yazmış; kanıtlara dayalı,


objektif bir bilim anlayışının, yerlilerin kadim öğretileriyle nasıl
zenginleşebileceğini gösteriyor. Güzelliği o kadar iyi yakalayıveriyor ki...
boylu mazıların, yabani çileklerin, yağmurun eksik olmadığı ormanların,
mis gibi kokan kutsal ot dolu çayırların manzarası kitabı kenara
koyduğunuzda bile gözünüzün önünden gitmiyor.”

Jane Goodall

rinn
® rnundikitap.com doğabilim

f mundikitap ISBN

MUNDI © mundikitap
mundikitap

You might also like