Professional Documents
Culture Documents
Bitkilerin Ruhu: Modern Bilimden Kadim Bilgiye Şifa, Robin Wall Kimmerer
İngilizce aslından çeviren: Ayşe Başcı
Braiding Sweetgrass: lndigenous Wisdom, Scienti(ic Knowledge and the Teachings o( Plants
İlk (bu çeviride kaynak alınan) basım: Milkweed Editions, 2013
© 2013, Robin Wall Kimmerer
© 2022, Can Sanat Yayınları A.Ş.
İlk baskısı ABD'de yayımlanmıştır. Milkweed Editions, 1011 Washington, Avenue South,
Suite 300 Minneapolis, Minnesota 55415
milkweed.org
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının
yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
ISBN 978-605-74326-9-8
MUNDİ KİTAP
Maslak Mah. Eski Büyükdere Cad. İz Plaza Giz, Na: 9/25 Sarıyer/İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
mundikitap.com
bilgi@mundikitap.com
Mundi Kitap, Can Sanat Yayınları Yapım ve Dağıtım Tic. ve San. A.Ş.'nin tescilli markasıdır.
Sertifika Na: 43514
BİTKİLERİN � RUHU
Modern Bilimden Kadim
Bilgiye Şifa
DOĞABİLİM
MUNDI
ROBIN WALL KIMMERER, bir anne, biliminsanı, ödüllü bir profesör, Potowato
mi halkının resmi üyesidir. İlk kitabı Gathering Moss (Yosun Toplamak), olağanüstü
doğa anlatımıyla John Burroughs Ödülü kazandı. Makaleleri Orion, Who/e Terrain
ve çok sayıda bilimsel dergide yayımlandı. Syracuse, New York'ta yaşıyor. New
York Üniversitesi'nde Çevre Biyolojisi profesörü, Yerli Halklar ve Çevre Merke
zi'nin de kurucusu ve direktörü olarak görev yapıyor.
Önsöz ............................................................................................................ 13
Kutsal Otun Ekimi ...................................................................................... 15
Gökkadın'ın Yerküreye Düşüşü .......................................................... 17
Pekan Konseyi ....................................................................................... 25
Hediye Çilek .......................................................................................... 37
Sunu ........................................................................................................ 48
Yıldızpahlar ve Altınbaşaklar ............................................................. 54
Canlıların Dilini Öğrenmek ................................................................. 63
Kutsal Otun Bakımı .................................................................................... 75
Akçaağaç Şekeri Ayı.............................................................................. 77
Cadıfındığı ............................................................................................. 87
Annelik ................................................................................................... 97
Nilüferlerle Teselli Bulmak ............................................................... 114
Minnet Borcuna Sadakat .................................................................... 121
Kutsal Otun Hasadı ................................................................................. 135
Fasulyenin Getirdiği Aydınlanma .................................................... 137
Üç Kız Kardeş ...................................................................................... 144
Wisgaak Gokpenagen: Kara Dişbudaktan Sepet ................................ 158
Mishkos Kenomagwen: Kutsal Otun Öğretileri.................................. 174
Akçaağaç Halkı: Vatandaş Rehberi............................•...................... 186
Onurlu Hasat ....................................................................................... 195
Kutsal Otu Örmek .................................................................................... 223
li; ama bu işi yapmanın en tatlı yöntemi, demetin ucunu bir başka
sının tutmasıdır ki eğilip kafa kafaya vererek, sohbet ederek, güle
rek, birbirinizin el hareketlerini takip ederek, sırayla biriniz sabit
dururken diğeriniz tutamları birbirinin üstüne atarak demeti karşı
lıklı hafifçe çekiştirebilesiniz. Kutsal ot sizi birbirinize bağladığında
karşılıklı ilişki içindesinizdir; kutsal ot sizi birbirinize bağladığında
demetin ucunu tutan da ören kadar önemlidir. Aşağıya doğru örgü
giderek incelir, zayıflar - artık otları dal dal örer hale geldiğinizde
ucunu bağlarsınız.
Ben örerken demetin ucundan tutar mısınız? Kutsal ot sayesin
de el ele tutuşup kafa kafaya verebilir, toprağa saygımızı göstermek
için birlikte örebilir miyiz tutamları? Soma da siz örerken ben tuta
rım demeti.
Ninemin sırtından aşağı dökülen saç örgüsü kadar kalın ve
parlak bir kutsal ot örgüsü sunabilirim size. Ama benim değil ki size
verebileyim, sizin değil ki alabilesiniz. Wiingaashk sadece kendisine
aittir. Bu yüzden de size bunun yerine, dünyayla olan ilişkimizi sa
ğaltabilecek bir hikayeler örgüsü sunuyorum. Bu örgü üç tutamdan
oluşuyor: yerli halkların bilgeliği, bilimsel bilgi ve önemli olan tek
şeye hizmet etınek amacıyla bu ikisini bir araya getirmeye çalışan
bir Anishinabekwe biliminsanının hikayesi. Bilim, ruh ve hikayele
rin içe içe geçmesi - toprakla aramızdaki hasar görmüş ilişkiyi teda
vi edebilecek eski ve yeni hikayelerden, insanlar ile toprakların bir
birine şifa olduğu farklı bir ilişkiyi gözümüzde canlandırabilecek
sağaltıcı hikayelerden oluşmuş bir ilaç rehberi.
Kutsal Otun Ekimi
1. New York şehrinin girişinde yer alan, l 892'de ABD'ye girmek isteyen göçmenler için
kontrol noktası olarak kullanılan küçük ada. (Ç.N.)
Gökkadın'ın Yerküreye Düşüşü 23
kalan bir şey gibi değil de geleceğe yönelik buyruklar olarak göre
mez miyiz? Göçmenlerden oluşan bir ulus, bu toprakların yerlisi
olmak, burayı yuva haline getirmek için bir kez daha Gökkadın'ın
izinden gidemez mi?
Zavallı Havva'nın Cennet Bahçesi'nden kovulmasının bize bı
raktığı mirasa bakın: Y ıpratıcı bir ilişkinin izleri toprakta görülebili
yor. Sadece toprak değil, daha da önemlisi bizim toprakla olan iliş
kimiz de hasar görmüş. Gary Nabhan'ın da yazdığı gibi, "hikayeyi
yeniden anlatmadan" şifa bulma, dünyayı yeniden iyileştirme yo
lunda anlamlı adımlar atamayız. Diğer bir deyişle, toprağın hikaye
lerini dinlemediğimiz sürece onunla olan ilişkimizi düzeltemeyiz.
Peki ama bu hikayeleri kim anlatacak?
Batı geleneğinde kabul gören varlıklar hiyerarşisinde tabii ki
evrimin tepe noktası, Yaratılış'ın gözbebeği insan en üstte, bitkiler
de en altta yer alıyor. Oysa yerlilerin bilgeliğinde insan bireyler ço
ğunlukla "Yaratılış'ın küçük kardeşleri" olarak geçiyor. Nasıl yaşa
yacağımız konusunda en deneyimsiz biz olduğumuz için, öğrene
cek çok şeyi olan da biziz - diğer canlı türlerinin bilgeliğini kendi
mize rehber edinmeliyiz. Onların bilgeliği, yaşam biçimlerinden
belli. Bize örnek oluyorlar. Bizden çok daha uzun süredir bu dünya
da bulunuyor ve neyi nasıl yapacaklarım biliyorlar. Yerin hem üs
tünde hem altında yaşıyor, Gökdünya'yı yerküreye bağlıyorlar. Bit
kiler ışık ve suyu kullanarak yiyecek ve ilaç yapmanın yolunu bili
yor, sonra bunları bedelsiz olarak dağıtıyorlar.
Gökkadın'ın, avucundaki tohumları Kaplumbağa Adası'mn
dört bir yanına saçarken hem vücut hem de zihin, duygu ve ruh için
besinlerin tohumlarını ektiğini, bize öğretmenler bıraktığım düşün
mek hoşuma gidiyor. Bitkiler bize onun hikayesini anlatabilir, yeter
ki biz dinlemeyi öğrenelim.
PEKAN KONSEYİ
***
Akceviz, karaceviz, Amerikan cevizi ve pekan - hepsi de aynı
aileden (]uglandaceae), yakın akrabalar. Halkım göç ettiği her yere
bunları da beraberinde götürdü; ama genellikle pantolonların değil,
sepetlerin içinde. Bugün pekanlar çayırların içinden geçen nehirler
boyunca uzanıyor, insanların yerleştiği alçak düzlüklere bereket ge
tiriyor. Haudenosaunee1 komşularım, atalarının akcevizleri çok sev
diğini, dolayısıyla eski köylerin bulunduğu yerleri bu cevizlere ba
karak tespit etmenin mümkün olduğunu söylüyor. Evimin yakının
daki pınarın üzerindeki tepede de "vahşi" ormanlarda pek görül
meyen bir akceviz korusu var. Her yıl gidip genç ağaçların etrafın
daki yabani otları temizliyor, yağmurlar geciktiyse diplerine birer
kova su döküyorum. Hatırlamak önemli.
Oklahoma'da Kızılderililere ayrılmış bölgedeki eski aile evi
mizden kalanlar, bir pekancevizinin gölgesinde. Ninemin cevizleri
1. İrokualar. Kuzey Amerika'da beş yerli kabilenin, tahminlere göre 15-17. yüzyıllar arasın
daki bir tarihte birleşmesiyle oluşturulan konfederasyon. Sonradan bir kabile daha eklen
miş, altı halkı temsil eden bir konfederasyona dönüşmüştür. (Ç.N.)
Pekan Konseyi 29
Kızılderili aracılara dair raporlar var. Daha sonra anne babalar sanki
seçme şansları varmış gibi, çocuklarının "hukuken" gitmesine izin
verdiklerini gösteren kağıtlar imzalamaya zorlandı. Reddedenler
hapse atılabiliyordu. Bazı anne babalar bu okulların çocuklarına toz
çanağı bir çiftliktekinden daha iyi bir gelecek sunabileceğini umdu
lar belki de. Bazen de çocukların gitmesi için imza verilene dek hü
kümetin verdiği istihkak (el koydukları bufaloların karşılığında
buğday bitiyle dolu un ve küflenmiş kuyrukyağı) kesildi. Belki pe
kan hasadının iyi geçtiği bir yıl, aracıları bir mevsim daha defetme
ye yaramıştır. Uzaklara gönderilme tehdidiyle karşılaşan küçük bir
oğlan çocuğu tabii ki pantolonunu yiyecekle doldurup yarı çıplak
koşar evine. Belki de pekanın az olduğu bir yıl, Kızılderili aracı ye
niden gelip akşama yemek bulamayacak olan sıska esmer çocukla
rın peşine düştü - belki de ninem kağıtları o yıl imzaladı.
Çocuklar, lisan, topraklar: Kızılderili halkları hayatta kalma ça
basıyla o kadar meşgullerdi ki farkına bile varmadan ellerindeki her
şey alındı, çalındı. Böylesi bir kayıp karşısında halklarımızın teslim
etmeye rıza göstermediği tek şey, toprağın anlamı oldu. Yerleşimcile
re göre toprak mal, mülk, sermaye ya da doğal kaynak demekti. Ama
bizim halklarımız için toprak her şeydi: kimliğimiz, atalarımızla olan
bağımız, insan olmayan akrabalarımızın yuvası, eczanemiz, kütüp
hanemiz, bizi hayatta tutan her şeyin kaynağı. Toprak, dünyaya karşı
sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz kutsal zemindi. Sadece ken
disine aitti; mal değil, hediyeydi, dolayısıyla da alınıp satılamazdı.
İnsanlar kadim yurtlarından yeni yerlere zorla gönderilirken bu an
lamları da beraberlerinde götürdüler. İster yurtları ister zorla yerleş
tirildikleri yeni araziler olsun, herkesin üstünde ortak yaşadığı top
rak halkıma güç verdi, uğruna savaşmaya değecek bir şey verdi. Do
layısıyla da federal hükümete göre bu inanç bir tehdit oluşturuyordu.
Binlerce kilometrelik zorunlu göçten, kayıplardan, nihayet
Kansas'a yerleştirilmemizden sonra, hükümet halkımdan bir kez
daha göç etmelerini istedi; bu defa sonsuza kadar onların olacak
topraklara doğru, bütün göçleri sona erdirecek bir göç öneriyorlar
dı. Dahası, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olabilecek, etrafla
rını kuşatan bu büyük ülkenin bir parçası haline gelebilecek, onun
Pekan Konseyi 33
nüz bir bebek olan dedem de dahil her bir kabile üyesine, federal
hükümetin çiftçilik yaparak geçim sağlamaya yeteceğine karar ver
diği miktarda arazi hakkı sunulmuştu. Atalarım, vatandaşlığı kabul
etmekle bu toprakların ellerinden alınmasını da engellemiş oluyor
du. Ama tabii ki vergilerini ödedikleri sürece. Veya bir başka çiftlik
sahibi bir fıçı viski ve bol miktarda para gibi "hakkaniyetli bir teklif
te" bulunana kadar. Kızılderililere tahsis edilmemiş her bir toprak
parçası, aç sincapların pekanlara dadandığı gibi, Kızılderili olma
yan yerleşimciler tarafından hemen kapılıyordu. Araziler dağıtılır
ken, koruma arazilerinin üçte ikisinden fazlası kaybedilmişti. Ortak
arazi feda edilerek bireysel mülk sistemine geçişle birlikte toprağın
"teminat altına alınması"nın üzerinden bir nesil ya geçmiş ya geç
memişti ki toprakların çoğu kaybedildi.
Pekan ağaçları ve akrabaları, tek tek ağaçları aşan bir ortak ey
lem ve amaç birlikteliği ruhuna sahip. Daima bir arada durup hayat
ta kalmayı bir şekilde başarıyorlar. Bunu nasıl yaptıklarını hala tam
olarak bilmiyoruz. Sulak geçen bir ilkbahar ya da uzun süren bir bü
yüme mevsimi gibi çevresel etkenlerin meyve vermeyi tetikleyebile
ceğine dair bazı kanıtlar var. Bu gibi olumlu fiziksel koşullar bütün
ağaçların enerji fazlası elde edip bununla yemiş vermesini sağlayabi
liyor. Ama doğal ortamdaki farklılıkları düşünürsek, bu eşzamanlı
hareketin temel sebebinin çevre olması pek mümkün görünmüyor.
Eskiden yaşlılarımız, ağaçların birbirleriyle konuştuğunu söy
lerdi. Kendi konseylerini toplayıp plan yaparlarmış. Ama bilimin
sanları bitkilerin sağır ve dilsiz olduğuna, hiçbir iletişim kurmadan
kendi dünyalarında kaldıklarına uzun zaman önce karar verdi. Her
hangi bir iletişim olasılığı derhal reddedildi. Bilim tamamen rasyo
nel ve tarafsız hareket ettiğini, gözlemin gözlemciden bağımsız ol
duğu bir bilgi yapılandırma sistemi kurduğunu iddia ediyordu.
Yine de bitkilerin, sırf hayvanların konuşurken kullandığı mekaniz
madan yoksun oldukları için iletişim kuramadıkları sonucuna vara
biliyordu. Bitkilerin potansiyeli, hayvanların potansiyeline ilişkin
bakış açısıyla değerlendiriliyordu. Çok kısa süre öncesine kadar,
bitkilerin de birbirleriyle "konuşabilme" olasılığını kimse ciddiyetle
araştırmamıştı. Ama polenler rüzgar sayesinde sonsuza dek oradan
oraya taşınabiliyor, erkeklerin alıcı dişilere gönderdiği sinyaller sa-
Pekan Konseyi 35
Bir defasında, Kuzeybatı Alaska'da küçük bir köy olan Arctic Villa
ge'ın lideri, çevre aktivisti, baba, eş, Gwich'in1 halkının bir üyesi
olan Evon Peter'ın kendisini sadece "nehrin yetiştirdiği bir çocuk"
olarak tanıttığına şahit olmuştum. Nehrin içindeki bir kaya kadar
pürüzsüz, ama aynı zamanda da anlaması zor bir tanım. Nehrin kı
yısında büyüdüğünü mü söylemek istemişti? Yoksa onu büyütmek,
hayatta kalmanın yollarını ona öğretmek nehrin sorumluluğunda
mıydı? Nehir hem bedenini hem de ruhunu mu beslemişti? Nehrin
yetiştirdiği çocuk: Sanırım iki ihtimal de doğru, çünkü biri olmadan
diğeri olamaz.
Bir anlamda beni de çilekler, çilek tarlaları yetiştirdi. Elbette
New York'un taşrasındaki akçaağaçları, sugaları, Veymut çamlarını,
altınbaşakları, yıldızpatıları, menekşeleri ve yosunları da yok saya
mam, ama dünyayı ve bu dünya içindeki yerimi, bir ilkyaz sabahın
da çiy düşmüş yaprakların altındaki yabani çilekler sayesinde anla
dım. Taş duvarlarla bölünmüş, epeydir terk edilmiş ama henüz or
mana dönüşmemiş saman tarlaları, evimizin arkasında kilometreler
boyu uzanırdı. Okul servisi homurdana homurdana bizim tepeden
yukarı çıktıktan sonra kırmızı ekose okul çantamı bir kenara ahp,
annem bana bir iş yüklemeden önce aceleyle üstümü değiştirir, çay
dan geçip alhnbaşakların arasında dolaşmaya giderdim. Biz çocuk
ların ihtiyaç duyduğu her işaret zihnimizdeki haritada vardı: su
makların alhndaki kale, taş yığını, nehir, merdiven gibi düzgün sıra
lanmış dallar sayesinde en tepesine çıkabileceğiniz büyük çam ağacı
- ve çilek tarlaları.
Waabigwani-giizis dediğimiz Çiçek Ayı'nda, yani mayısta, uza
yıp dalgalanan otların arasında çilekler, küçük yabangülleri gibi sarı
göbekleri ve beyaz taçyapraklarıyla benek benek yeşerirdi. Koşa ko
şa kurbağa yakalamaya giderken çilekleri de dikkatle izler, üç parça
lı yapraklarının altına bakıp meyvelerin durumunu kontrol ederdik.
Çiçekler nihayet taçyapraklarını dökünce minicik yeşil bir topak olu
şur, günler uzayıp hava ısındıkça bu topak küçük, beyaz bir meyve
ye dönüşürdü. Gerçek çileği bekleyemeyecek kadar sabırsızlandığı
mız için, ekşi olmalarına karşın bu ham meyveleri yerdik.
Olgun çilekleri ise görmeye bile gerek yoktu, nemli toprağın
üzerindeki güneş kokusuna karışmış mis gibi rayihalarından anlaşı
lırdı. Haziranın, okulun son gününün, özgürlüğümüzün, Çilek Ayı
ode'mini-giizis'in kokusuydu bu. En sevdiğim çilek tarlalarında yü
züstü yatar, yaprakların alhnda meyvelerin giderek tatlanmasını ve
irileşmesini seyrederdim. Yapraklarla örtülmüş, tohumlarını gam
zeler gibi üstlerinde taşıyan bu küçücük yabani meyvelerin her biri,
yağmur damlasından azıcık daha büyüktü. Yathğım yerden en kır
mızı meyveyi görebiliyor, pembeleri ise ertesi güne bırakıyordum.
Üstünden elliden fazla Çilek Ayı geçmesine karşın, bugün bile
ne zaman yabani çilek tarlası görsem bu sürpriz duygusuyla, bu
beklenmedik kırmızı-yeşil hediyeyle gelen cömertlik ve iyilik karşı
sında kendimi küçücük ve minnet dolu hissederim. "Gerçekten mi?
Benim için mi bunlar? Ah, niye zahmet ettiniz!" Elli yıl sonra bile bu
cömertliğe nasıl karşılık vereceğimi bilemiyorum. Bazen bunun çok
aptalca bir soru, cevabın ise çok basit olduğunu düşünüyorum: Yi
yerek teşekkür etmeliyim.
Ama başkalarının da aynı şeyi merak ettiğini biliyorum. Yarah
lış hikayelerimizde çileklerin kaynağı önemlidir. Gökkadın'ın rah-
Hediye Çilek 39
Başka kuralları da vardı. "Bu çilekler bana ait," derdi, "size değil.
Çileklerimi yediğinizi görmeyeyim." Aradaki farkı biliyordum: Evi
mizin arkasındaki tarlalarda yetişen çilekler kendilerinden başka
kimsenin değildi. Bu hanımefendinin yol kenarındaki tezgahında
ise çileğin kilosu altmış sentti.
İyi bir ekonomi dersi oldu bu bana. Eve dönerken bisikletleri
mizin sepetine çilek doldurmak istiyorsak, kazandığımızın çoğunu
harcamamız gerekiyordu. Elbette bu çilekler bizim yabani çilekler
den on kat daha iriydi ama onlar kadar lezzetli değildi. Babama çift
lik çileklerinden yapılmış bir turta verdiğimizi hiç hatırlamıyorum.
İçimize sinmezdi.
***
İster çilek ister çorap olsun, herhangi bir şeyin doğasının, hedi
ye ya da meta oluşuna göre değişmesi çok tuhaf. Mağazadan aldı
ğım kırmızı-gri çizgili yün çoraplar sıcacık ve rahat. Yünü veren
koyuna ve örgü makinesini kullanan işçiye minnet duyabilirim.
Umarım duyarım. Ama bir meta, kişisel bir eşya olarak bu çoraplara
karşı herhangi bir doğal yükümlülüğüm yok. Karşılıklı kibar teşek
kürlerin haricinde, mağazadaki tezgahtar ile aramızda bir bağ yok.
Çoraplara para verdiğim ve bu parayı tezgahtara uzattığım anda
karşılıklı ilişkimiz sona erdi. Denklik ve eşit koşullarda takas sağ
landığı anda alışveriş de bitiyor. Çoraplar artık bana ait. JCPenney
mağazalarına bir teşekkür notu göndermeme gerek yok.
Peki ama bu kırmızı-gri çizgili çorapları ninem elleriyle örüp
bana hediye etmiş olsaydı? Bu durumda her şey değişir. Hediye,
süregelen bir ilişki yaratır. Teşekkür için nineme not yazarım. Ço
raplarıma özen gösteririm ve düşünceli bir torunsam eğer, çorapları
beğenmesem bile ninem ziyarete geldiğinde mutlaka giyerim. Nine
min doğum gününde ben de ona bir hediye veririm. Akademisyen
yazar Lewis Hyde'ın da belirttiği gibi, "Hediye ile ürün alışverişi
arasında çok büyük fark vardır çünkü hediye, iki insan arasında
duygusal bir bağ kurar."
Yabani çilekler hediye tanımına uyuyor ama marketten alınmış
çilekler uymuyor. Üretici ile tüketici arasındaki ilişki her şeyi değiş-
42 Bitkilerin Ruhu
***
Bugün olduğum kişinin ve yaptığım işlerin temeli, babamın göl
kıyısındaki sunularına dayanıyor. Her güne hala şükranlarımı suna
rak, bir nevi "Tahawus tanrılarının şerefine," diyerek başlıyorum. Bir
çevrebilimci, bir yazar, bir anne, bilimsel ve geleneksel bilgi yön
temleri arasında dolaşan bir seyyah olarak yaptığım her şey bu söz
cüklerin gücünden doğuyor. Bu sözcükler bana kim olduğumuzu,
bize sunulan hediyeleri ve bu hediyeler karşısındaki sorumluluğu
muzu hatırlatıyor. Ayinler bir aileye, bir halka, bir bölgeye ait olma
ya aracılık ediyor.
Tahawus tanrılarına sunularımızın anlamını nihayet kavradığı
mı düşünüyorum. Bana kalırsa unutulmayan, geçmişin elimizden
alamadığı tek şey bu: toprağa ait olduğumuz, teşekkür etmeyi bilen
bir halk olduğumuz bilgisi. Toprağın, göllerin ve ruhların bizim için
muhafaza ettiği derin bir genetik hafızada birikiyor bu bilgi. Yıllar
sonra, kendi cevabımı çoktan bulmuşken, babama sordum: "Bu
ayin nereden çıktı? Babandan mı öğrendin, o da babasından mı öğ
renmiş? Kanoların devrine kadar gidiyor mu geçmişi?"
Epeyce düşündü babam. "Sanmıyorum. Biz öyle yapmayı seç
tik. Doğru olan o gibi geldi." Hepsi buydu işte.
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra tekrar konuştuk. "Kahve
meselesini, ilk defa toprağa kahve sunmaya ne zaman başladığımızı
düşünüyorum bir süredir," dedi babam. "Biliyorsun, sıcak kahve
hazırlıyorduk. Filtre yoktu ve kahve fazla kaynarsa telvesi birikip
demliğin ağzını tıkıyordu. Bu tortular da ilk doldurduğumuz finca
na dökülüyor ve kahveyi bozuyordu. Galiba ilk olarak çaydanlığın
ağzını temizlemek için yaptık bunu." Sanki bana suyun şaraba dö
nüşmediğini söylemiş gibi hissettim - bütün o minnettarlık ağı, ha
tırlama hikayesi kahve telvesinden kurtulmak için miydi?
"Ama," dedi, "demliğin ağzının her zaman da temizlenmesi
gerekmiyordu. O niyetle başlayıp bambaşka bir şeye dönüştü. Bir
Sunu 53
düşünceye. Bir tür saygı gösterisine, teşekküre. Güzel bir yaz saba
hının neşesine dönüştü sanırım."
Bence ayinlerin gücü de burada: Dünyevi ile kutsalı bir araya
getiriyor. Su şaraba, kahve duaya dönüşüyor. Maddi ve ruhani olan,
toprağın humusla karışması gibi birbirine dolanıyor, sabah sisi al
hnda fincandan yükselen duman gibi birbirine dönüşüyor.
Zaten her şeyi olan toprağa başka ne sunabiliriz ki? Kendimiz
den bir şey sunmak dışında ne verebiliriz? Ev yapımı bir ayinden,
evi yuva yapan bir ayinden başka.
YILDIZPATILAR VE ALTINBAŞAKLAR
İlk bitkibilim dersim tam bir felaketti. C alıp kıl payı geçtim ve
temel bitki besinlerinin konsantrasyon oranlarını ezberlemek konu
sunda pek istekli olamadım. Okulu bırakmayı düşündüğüm za
manlar oldu ama öğrendikçe, bir yaprağı oluşturan karmaşık yapı
lar ve fotosentezin simyası beni daha da büyüledi. Yıldızpatılar ile
altınbaşakların yoldaşlığından hiç bahsedilmemekle birlikte, bota
nik Latincesini şiir gibi ezberledim ve "altınbaşak" kelimesini bir
kenara bırakıp büyük bir hevesle Solidago canadensis'i kullanmaya
başladım. Bitki ekolojisi, evrim, taksonomi, fizyoloji, toprak ve man
tarlar beni cezbediyordu. En iyi öğretmenlerim olan bitkilerle kuşa
tılmıştım. Bana yol gösteren, kabul etseler de etmeseler de bilime
yüreklerini katan, sıcak, nazik hocalarım da oldu. Onlar da bana
öğretmenlik yaptı. Yine de sürekli omzuma dokunup arkama bak-
58 Bitkilerin Ruhu
iki renk, her ne kadar doğaları tamamen farklı olsa da birbirini ta
mamlıyordu. Renk paletinde ikisini bir arada kullanınca her biri daha
da canlanıyor, birbirlerinin rengini daha da belirgin hale getiriyorlar
dı. Hem biliminsam hem de şair olan Goethe renk algılama konusun
da 1890' da yazdığı bir eserde, "Birbirlerinin tam karşısında bulunan
renkler ... gözümüzde birbirlerini karşılıklı olarak güçlendiren renkler
dir," yazmışh. Mor ve sarı, renk çarkında karşılıklı duruyor.
Gözlerimiz bu dalga boylarına karşı öylesine hassastır ki koni
ler aşırı doygunluğa ulaşır ve bu uyaranlar başka hücrelere doğru
kayarlar. Tanıdığım bir baskı resim ustası, sarı renk blokuna uzun
süre baktıktan sonra gözlerinizi beyaz kağıda çevirdiğinizde bir
süre için bu kağıdı mor göreceğinizi göstermişti bana. Renkli ardıl
görüntü (artimaj) adı verilen bu olgunun sebebi, mor ile sarı renk
pigmentleri arasında enerji karşılıklılığı olmasıydı ve altınbaşaklar
ile yıldızpatılar bunu bizlerden çok daha önce biliyordu.
Danışman hocam haklıysa, benim gibi birini böylesine mutlu
eden bir görsel etki, çiçekler açısından tamamen alakasız olabilir.
Onların kendilerini göstermek istedikleri canlı, polinasyon için ge
len arılar olabilir ancak. Arılar, morötesi ışınlar gibi fazladan tayf
algılama yetenekleri sayesinde çoğu çiçeği bizden daha farklı algı
lar. Yine de anlaşıldığı kadarıyla altınbaşaklar ve yıldızpatılar arı ve
insan gözüne hemen hemen aynı şekilde görünüyor. İki canlı türü
de bu bitkilerin güzel olduğunu düşünüyor. Bir arada yetişmeleriy
le oluşan çarpıcı kontrast, bütün çayırdaki en cazip hedef, arılar için
bir işaret feneri olmalarım sağlıyor. Bir arada yetiştiklerinde, tek
başlarına olmalarına kıyasla daha fazla polinasyon imkanları doğu
yor. Bu, sınanabilir bir hipotez; bir bilim meselesi, bir sanat meselesi
ve bir güzellik meselesi.
Neden bir aradayken güzeller? Bu aynı anda hem maddi hem
de manevi bir olgu çünkü bunu anlayabilmek için bütün dalga boy
larına, bu dalga boyları için de derinlik algısına ihtiyacımız var.
Dünyaya gereğinden uzun bir süre bilimin gözlerinden bakarsam
geleneksel bilginin ardıl görüntüsünü buluyorum. Bilim ile gele
neksel bilgi birbirlerinin mor ve sarısı, altınbaşağı ve yıldızpatısı
olabilir mi? İkisini bir arada kullandığımızda dünyayı daha bütün
cül görüyoruz.
62 Bitkilerin Ruhu
Farklı bir geçmiş yaşanmış olsaydı, bir Anishinaabe dili olan Bo
dewadmimwin ya da Potawatomi'yi konuşabiliyor olurdum. Ama
Amerika kıtalarındaki üç yüz elli yerli dilinin çoğu gibi Potawatomi
de tehdit altında ve ben de İngilizce konuşuyorum. Asimilasyon po
litikaları işe yaradı; anadilde konuşmanın yasaklandığı devlet yatılı
okullarına giden Kızılderili çocukların ağızlarından kendi dilleri si
lindikçe bu dili duyma imkanımız kalmadı. Dokuz yaşında küçücük
bir çocukken ailesinden koparılan dedem gibi çocuklar... Bu geçmiş
sadece sözcüklerimizi değil, halklarımızı da parçaladı. Bugün halkı
mın bölgesinden uzakta yaşıyorum; yani dili bilsem de konuşacak
kimsem olmayacaktı. Ama birkaç yıl önce, yıllık buluşmamızda bir
dil kursu açıldı ve dinlemek için hemen çadıra girdim.
ğım dile dikkat etmeye, bilimin söz dağarcığı ile canlılığın dilini bir
arada kullanmaya özen gösteriyorum. Varlıkların bilimsel görevle
rini ve Latince isimlerini öğrenmeleri gerekiyor ama aynı zamanda
onlara, dünyada insan olmayan varlıkların da yaşadığını, ekoteolog
Thomas Berry'nin yazdığı gibi, "kainatın bir nesneler koleksiyonu
değil, özneler topluluğu olduğunu" öğretebilmeyi de umuyorum.
Bir öğleden sonra saha ekolojisi öğrencilerimle birlikte bir wi
ikwegamaa altında otururken canlılığın dili meselesini onlarla pay
laştım. Ayaklarını tertemiz suya sokup çırpmakta olan Andy en
önemli soruyu sordu. Bu dilbilimsel ayrıma odaklanıp, "Bir daki
ka," dedi. "Bu durumda İngilizce konuşmak, İngilizce düşünmek
bir anlamda doğaya saygısızlık etme hakkı mı veriyor bize? Bizden
başka hiç kimseye canlı olma hakkı vermiyoruz. Şey sözcüğünü hiç
kullanmasak işler çok daha farklı olmaz mıydı?"
Bu fikre kapılıp giden Andy aydınlandığını söyledi. Bence daha
ziyade hatırladığını söylemek mümkün. Dünyanın canlılığı zaten
bildiğimiz bir şeydir ama canlılığın dili sadece yerli halklar için de
ğil, herkes için tükenme noktasına geldi. Yeni yeni konuşan çocuk
larımız bitki ve hayvanlardan insan gibi bahseder, onlara benlik,
amaç ve şefkat kazandırır - ta ki biz onlara bunu yapmamalarını
öğretene dek. Onları hemen yeniden eğitir ve unutmalarını sağlarız.
Ağacın kim değil, şey olduğunu söylediğimizde, o akçaağacı bir nes
neye dönüştürürüz; aramıza bir set çekeriz, kendimizi ahlaki so
rumluluktan sıyırır, sömürünün kapısını aralarız. Şey dediğimiz
anda canlı toprak "doğal kaynak" oluverir. Bir akçaağaç şey ise, eli
mize testere alabiliriz. Ama bir akçaağaç kim ise, testereyi almadan
önce bir kez daha düşünürüz.
Bir başka öğrencim, Andy'nin iddiasına karşı çıktı. "Ama o za
man antropomorfizm yapmış oluruz, insani özellikleri insan olma
yan bir varlığa aktarırız." Bu gençler bir nesneye, inceledikleri bir
başka canlı türüne asla insani özellikler atfetmeme konusunda çok
net bilgilendirilmiş, iyi eğitimli biyologlardı. Bu büyük bir hata ola
rak kabul edilir, çünkü objektifliğin yok olmasına yol açar. Carla,
"Ayrıca hayvanlara da saygısızlık olur bu," dedi. "Kendi algılarımı
zı onlara yansıtmamalıyız. Onların kendi algıları var - tüylü kostüm
Canlıların Dilini Öğrenmek 73
giymiş insanlar değiller." Andy itiraz etti: "Ama bizim onları insan
olarak görmememiz, canlı varlıklar olmadıkları anlamına gelmez.
'Birey' olarak kabul edilen tek türün insan olduğunu varsaymak
daha da büyük bir saygısızlık değil mi?" İngilizcenin küstahlığı,
canlı olmanın, saygıya ve ahlaki ilgiye layık olmanın tek yolunun
insan olmaktan geçtiğini varsayması.
Tanıdığım bir dil öğretmeni, gramerin bir dildeki ilişkileri şe
malaştırma yöntemi olduğunu söylemişti. Belki aynı zamanda bir
birimizle olan ilişkimizi de yansıtıyordur. Belki de canlılığın dilbil
gisi sayesinde diğer canlı türlerin de egemen halklar olduğu; tek bir
türün diktatörlüğü yerine türler arası demokrasinin uygulandığı;
sulara ve kurtlara karşı ahlaki sorumluluk taşıdığımız; başka türle
rin varlığının hukuki zeminde de kabul gördüğü yepyeni yaşam
biçimlerine götürebilir.
Andy haklı. Canlılığın dilini öğrenmek, toprakları akılsızca sö
mürmemize engel olabilir. Ama dahası da var. Büyüklerimizden
"İki ayaklı insanların arasına karış," ya da "Git de kunduz halkıyla
biraz vakit geçir," gibi tavsiyeler duymuştum. Bunlar, başka canlıla
rın öğretmen, bilginin koruyucusu, rehber olarak bize nasıl yardım
edebileceğini de hatırlatıyor. Huş Ağacı halkının, Ayı halkının, Kaya
halkının, saygımızı hak eden bireyler olarak gördüğümüz, dolayı
sıyla da o şekilde bahsettiğimiz, dünyaya dahil ettiğimiz canlıların
yaşadığı bir dünyada dolaştığınızı bir düşünün. Biz Amerikalılar,
bırakın başka bir türün dilini, kendi türümüze ait bir yabancı dili
bile öğrenmeye istekli değiliz. Ama olasılıkları bir hayal edin. Farklı
bakışlarına, başkalarının gözlerinden görebileceklerimize, etrafı
mızdaki bilgeliğe kavuşabileceğimizi hayal edin. Her şeyi kendi ba
şımıza çözmemiz gerekmiyor: Bizden başka akıllı varlıklar da var,
etrafımız öğretmenlerle dolu. O zaman dünyanın bu kadar da yal
nız bir yer olmayacağını bir düşünün.
Öğrendiğim her sözcükle beraber, bu dili canlı tutan ve şiirsel
liğini nesilden nesle aktaran büyüklerimize minnet duyuyorum. Fi
illerle hala başım dertte, hemen hemen hiç konuşamıyorum ve hala
sadece anaokulu kelimelerinde iyiyim. Ama sabahları çayırda yürü
yüşe çıktığımda komşularıma isimleriyle hitap edebildiğim için
74 Bitkilerin Ruhu
ise kovayı asmak için kullanışlı bir kanca bulunuyor. Özsuyu birik
tirmek için büyük, temiz bir çöp tenekesi aldım. Artık hazırdık. O
kadar çok özsu toplayacağımızı sanmıyordum ama hazırlıklı ol
makta fayda vardı.
Kışların altı ay sürdüğü bir iklimde hep ilkbaharın işaretlerini
hevesle beklersiniz ama akçaağaç şurubu yapmaya karar verdikten
sonra hevesimiz daha da arttı. Kızlar her gün, "Artık başlayabilir mi
yiz?" diye soruyordu. Ama bu karar tamamen mevsime aitti. Özsu
yun sızması için sıcak günlere ve dondurucu gecelere ihtiyaç var.
Elbette sıcak göreli bir ifade - güneşin ağaç gövdesindeki buzları çö
züp içindeki özsuyun akışını başlatması için 1,6 ila 5,5 derece arasın
da bir sıcaklık gerekiyor. Sürekli takvime ve termometreye bakıyor
duk. Larkin, "Ağaçlar termometreye bakamadıklarına göre zamanın
geldiğini nasıl anlıyorlar?" diye sordu. Gerçekten de gözleri, burnu,
hiçbir sinir ağı olmayan bir varlık neyi ne zaman yapacağını nasıl
bilebiliyor? Güneşi algılayabilecek yaprakları bile yok ağaçların; to
murcuklar dışındaki her yerleri kalın, ölü bir kabuğun altında. Yine
de ağaçlar buzların kış ortasında çözüldüğü anlara kanmıyorlar.
Aslına bakarsanız Akçaağaçlar ilkbaharı bizlerden çok daha ge
lişmiş bir sistemle algılıyor. Tek bir tomurcukta, içleri fitokrom adı
verilen ışık emici pigmentlerle dolu yüzlerce fotosensör var. Bu sen
sörlerin işi de her gün ışığı ölçmek. Kızıl-kahve pullarla sımsıkı ka
patılmış her bir tomurcukta bir akçaağaç dalının ilkel bir kopyası
bulunuyor ve dolayısıyla her tomurcuk günün birinde, yaprakları
rüzgarda hışırdayan, güneşi doya doya içine çeken, tamamen büyü
yüp olgunlaşmış bir dal olmak istiyor. Ama tomurcuklar vaktinden
önce açılırsa donarak ölür. Geç açılırsa ilkbaharı ıskalar. Bu yüzden
de hep takvime bakıyorlar. Fakat bu bebek tomurcukların dala dö
nüşmek için enerjiye ihtiyaçları oluyor - tüm yeni doğanlar gibi on
lar da aç.
Bu kadar gelişmiş sensörleri olmayan bizler ise başka işaretlere
bakıyoruz. Ağaç tabanlarındaki karların arasında oyuklar oluşmaya
başladığında, özsu almanın vaktinin geldiğini düşünmeye başla
dım. Ağacın koyu renkli gövdesi giderek artan güneş ısısını emiyor
ve kış boyu biriken karı eritmek için bu ısıyı yansıtıyor. Topraktaki
80 Bitkilerin Ruhu
1. Yarı geçirgen bir zarın her iki tarafındaki iki çözelti arasında oluşan konsantrasyon farkı.
(Ç.N.)
84 Bitkilerin Ruhu
Kasım, çiçek ayı değildir; günler kısa ve soğuktur. Ağır bulutlar ruh
halimi de peşinden sürüklüyor ve sulusepken kar mırıl mırıl okun
muş bir lanet gibi beni evde kalmaya zorluyor; dışarı çıkmak istemi
yorum. Ama güneşin açtığı o nadir san günlerden birinde, belki de
kar başlamadan önceki son güneşli gündeysek çıkmalıyım. Yılın bu
zamanında yaprakların ya da kuşların kıpırdamadığı koru sessiz ol
duğu için bir arının vızıltısını çok net duyabiliyorum. Merakla peşin
den gidiyorum - kasım ayında neden dışarıda dolaşıyor? Doğrudan
çıplak dallara doğru uçuyor; yakından bakınca dalların üstünde san
çiçekler görüyorum: Cadıfındığı. Çiçekler pejmürde: her biri dala ta
kılmış, rüzgarda dalgalanan soluk sarı kumaş parçalarına benzer beş
uzun taç yaprak. Ama, ah, nasıl da güzel onları görmek - bizi bekle
yen gri günlere karşı minicik bir renk. Kış gelmeden yaşadığım son
bir sevinç bana uzun yıllar önceki bir kasım ayını hatırlatıyor.
Gittiğinden bu yana evi boştu. Pencerelere yapıştırdığı karton
Noel babalar yaz güneşinde solmuş, masanın üstündeki plastik Noel
çiçekleri örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Farelerin kileri yağmaladı
ğım, elektriğin kapatılmasından sonra Noel' den beri buzluğun için-
88 Bitkilerin Ruhu
"Ah, benim canım yaşlı yolum," diye ağlarken ben de hafif ha
fif elini okşuyordum. Ne yapmam gerektiğini biliyordum çünkü
annem de büyüdüğü evi bana gösterirken aynı böyle ağlamıştı. Ha
zel'ın tarifiyle küçük köhne evlerin, kaportası göçmüş birkaç kara
vanın, yıkılmış ahırların önünden geçtik. Yoğun bir yalancı akasya
korusunun altındaki çimenlik bir çukurluğun önünde durduk. "İşte
burası," dedi Hazel. "Evim, güzel evim." Masallardaki bir ev gibi
bahsediyordu buradan. Karşımızda dört yanı kilisedekiler gibi
uzun pencerelerle çevrili, önde iki kapılı (biri kızlar, biri de erkekler
için) eski bir okul binası duruyordu. Gümüş gri renkteydi ama ah
şap kaplamanın birkaç yerinde badana izleri vardı.
Hazel arabadan bir an önce inmek isteyince, uzun çimenlerin
üstüne yuvarlanmadan koşup yürütecini götürdüm. Derenin üstü
ne inşa edilmiş küçük kulübeyi, eski kümesi göstere göstere bizi yan
kapıya götürüp verandaya çıkardı. Kocaman çantasında anahtarla
rını arayıp durdu ama elleri o kadar çok titriyordu ki kapıyı benim
açmamı istedi. Bakımsız sinekliği açtım, anahtar ana kapıdaki kilide
kolayca oturdu. Kapıyı açıp Hazel'ın içeri girmesini bekledim. Ağır
ağır girdi ve durdu. Sadece durup baktı. Ev, bir kilise kadar sessizdi.
İçerideki soğuk hava önümüzden geçip sıcak kasım havasına karış
tı. Ben de içeri girecektim ki annem kolumu tutup durdurdu. "Yal
nız bırakalım," dedi bakışlarıyla.
Gördüğümüz oda, eski zamanları anlatan resimli bir kitaptan
alınmış gibiydi. Karşı duvarda kocaman, eski bir odun ocağı, yan
duvarlara asılmış dökme demir tavalar. Kuru eviyenin üzerindeki
çivilere düzenli bir şekilde asılmış mutfak havluları, dışarıdaki
akasyaları çevreleyen, bir zamanlar beyaz olduğu belli perdeler.
Eski bir okul binasına tam da uygun şekilde tavanlar yüksekti ve
açık kapıdan gelen rüzgarla yanıp sönen simli, mavi ve gümüş rengi
çelenklerle süslenmişti. Kapıların çerçevelerine yapıştırılmış Noel
kartlarını tutan bantlar sararmıştı. Bütün mutfak Noel için süslen
miş, masaya Noel desenli bir örtü serilmiş, reçel kavanozları içinde
tam ortaya yerleştirilmiş plastik Noel çiçekleri örümcek ağlarıyla
kaplanmıştı. Altı kişilik sofra hazırlanmıştı ve yemekler hala tabak
larda duruyordu, hastaneden gelen telefonla yemek bölündüğünde
nasıl fırladılarsa sandalyeler o şekilde kalmıştı.
Cadıfındığı 93
vermiş ki her şey kötüyken bile iyi bir şeyler olduğunu hatırlayalım.
Kalbindeki kederi alıveriyor."
O ilk ziyaretten sonra Hazel sık sık pazar öğleden sonraları ara
yıp, "Biraz gezelim mi?" diye sormaya başladı. Annem kardeşimle
benim de gitmemiz gerektiğini düşünüyordu. Ekınek yapmayı ya
da fasulye ekmeyi öğrenmemiz için ısrar etmesi gibi bir şeydi bu da;
o sıralarda bize hiç önemli görünmüyordu ama aslında önemli ol
duğunu artık biliyorum. Annemle Hazel verandada oturup sohbet
ederken biz de eski evin arkasından ceviz topluyor, dışarıdaki iyice
yana yatmış tuvalet kabinine bakınca yüzümüzü buruşturuyor,
ahırda hazine avına çıkıyorduk. Ahırın kapısının hemen yanındaki
çiviye eski, kararmış bir sefertası asılıydı, ağzı açıktı ve içinde raf
örtüsüne benzer bir şey vardı. İçeride bir kuş yuvasının kalıntıları
duruyordu. Hazel bir naylon torba içinde yanında getirdiği kraker
kırıntılarını verandanın tırabzanlarına serpiyordu.
"Bu küçük çitkuşu, Rowley öldüğünden beri her sene burayı
yuva belledi kendine. Bu tırabzan da onun beslenme çantasıydı.
Madem burayı evi biliyor, onu yarı yolda bırakamam." Hazel genç
ve güçlüyken pek çok kişi ona bel bağlamış olmalıydı. Arabayla so
kak boyu gidip hemen hemen her eve uğruyorduk, biri hariç. "On
lar iyi insanlar değil," deyip başını çeviriyordu Hazel. Diğer komşu
ları Hazel'ı yeniden gördüklerine çok seviniyorlardı. Annemle Ha
zel komşulara gittiğinde kardeşimle ben de ya tavukların peşinde
koşuyor ya da tazıları besliyorduk.
Buradaki insanlar okulda ya da annemin üniversite partilerin
de tanıştığımız kişilerden çok farklıydı. Kadınlardan biri uzanıp diş
lerime parmağıyla vurdu. "Sağlam, iyi dişlerin var," dedi. İnsanın
dişleri için iltifat alabileceğini hiç düşünmemiştim, diğer yandan bu
kadar az dişi olan insanlarla da hiç karşılaşmamıştım. Yine de en
çok iyiliklerini hatırlıyorum bu insanların. Çamların altındaki kü
çük beyaz kilisenin korosunda Hazel'la birlikte ilahiler söylemiş ka
dınlardı bunlar. Genç kızlığından beri tanıdığı, nehir kıyısına inip
dans partileri hakkında kıkır kıkır konuştukları, büyüyüp başka
yerlere giden çocuklarının kaderleri karşısında başlarını kederle sal
ladıkları insanlardı. Öğleden sonraları elimizde bir sepet dolusu
Cadıfındığı 95
taze yumurtayla ya da her birimiz için birer dilim kekle eve döner
dik ve Hazel mutluluktan ışıldıyor olurdu.
Kış gelince ziyaretlerimiz seyrekleşti ve Hazel'ın gözlerindeki
ışılh söndü. Bir gün mutfak masamızda otururken, "Güzel Allah'ın
verdiklerine şükretmem lazım, biliyorum, ama canım eski evimde
bir Noel daha geçirebilmeyi isterdim. Fakat geçti o günler. Yel oldu
gitti," dedi. Ormanda bu derdin şifası yoktu işte.
O yıl Noel'de kuzeye, ninemlerin yanına gitmeyecektik ve an
nem buna çok üzülüyordu. Noel'e daha haftalar olmasına karşın
durmadan yemek yapıyordu ve biz de ağaca asmak için patlamış
mısır ve yabanmersini diziyorduk iplere. Annem sürekli karı, bal
sam kokusunu ve ailesini ne kadar özleyeceğinden bahsediyordu.
Sonra aklına bir fikir geldi.
Her şey sürpriz olacaktı. Sam' den anahtarı alıp eski okul bina
sına gitti ve neler yapabileceğine baktı. Kırsal Elektrik Kooperati
fi'yle konuşup Hazel'ın elektriğini birkaç günlüğüne açtırdı. Işıklar
yanınca evin ne kadar kirli olduğu daha iyi anlaşıldı. Su akmadığı
için evden güğümler dolusu su getirip her yeri sildik. Başa çıkama
yacağımız kadar çok iş vardı, bu yüzden annem, sosyal hizmet pro
jelerine katılmaları gereken bazı öğrencilerini çağırdı. Bu çocukların
ellerinde iyi bir proje vardı: O buzdolabını temizlemek her türlü
mikrobiyoloji deneyinden daha zordu.
Hazel'ın sokağını baştan başa dolaşıp el yapımı davetiyelerimi
zi bütün eski arkadaşlarına dağıttık. Çok fazla arkadaşı olmadığı
için annem yardıma gelen öğrencilerini ve kendi arkadaşlarını da
çağırdı. Evde Noel süsleri zaten hala duruyordu ama biz de kedi
merdivenleri ve kağıt havlu rulolarından mumlar yaptık. Babam bir
ağaç kesip salona getirdi ve eskiden orada duran, iskelete dönmüş
ağaçtan söktüğü ışıklarla süsledi. Masaları süslemek için kucak do
lusu dikenli mazı dalları getirdik ve ağacın üstüne baston şekerler
astık. Birkaç gün önce küf ve fare kokan ev, şimdi mazı ve nane ko
kusuyla doluydu. Annemle arkadaşları tabaklar dolusu kurabiye
yaphlar.
Partinin yapılacağı günün sabahında ısıhcıyı açtık, ağacı aydın
lattık ve insanlar veranda basamaklarını ağır ağır çıkarak teker te-
96 Bitkilerin Ruhu
bizim evin inşaatında kullanılmıştı. Ama artık hiç kimse o göle aya
ğını bile sokmazdı. Kızlarımın da sokmayacağı kesindi. O kadar ye
şile boğulmuştu ki sazların nerede bitip suyun nerede başladığı bel
li değildi.
Ördekler de işe yaramadı. Kibarca söylemek gerekirse, göle en
büyük besin girdisi onlardan geliyordu. Yem mağazasında o kadar
tatlı görünüyorlardı ki - kocaman gagaları ile devasa turuncu ayak
larının arasını kaplayan yumuşacık sarı tüylerle talaşların ortasında
dolaşıp duruyorlardı. Mevsim ilkbahardı, Paskalya yakındı, ördek
leri almamak için bulduğum bütün geçerli sebepler kızların mutlu
luğu karşısında buhar olup uçtu. İyi bir anne ördek yavrularına da
annelik etmez miydi? Göl zaten bunun için değil miydi?
Ördekleri bir kolinin içine koyup garaja götürdük, üstlerine bir
çalışma lambası tutup ısıttık, kutunun ya da yavruların yanmaması
için dikkatle takip ettik. Ördeklerin tüm sorumluluğunu üstlenen
kızlar hepsini besleyip temizlediler. Bir gün öğleden sonra işten
döndüğümde yavruların mutfak lavabosunun içinde vaklayarak ve
oraya buraya su sıçratarak yüzdüklerini, sırtlarına gelen suları silki
nerek atarlarken kızların onları mutlulukla seyrettiğini gördüm. Evi
yenin haline bakınca başıma neler geleceğini anlamalıydım. Sonraki
birkaç hafta boyunca yavrular hep aynı iştahla yiyip dışkıladılar. Bir
ay içinde pırıl pırıl altı yavruyu göle götürüp serbest bıraktık.
Tüylerini temizlediler, suya atlayıp durdular. İlk günlerde her
şey yolundaydı ama anlaşılan kendilerini koruyacak ve eğitecek bir
anneleri olmadığı için, kutunun dışında hayatta kalmalarını sağla
yacak becerileri kazanamamışlardı. Her gün biri ortadan kaybolu
yordu; beş, sonra dört, en sonunda da tilkileri, kaplumbağaları, sü
rekli göl kıyısını tarayan gökdoğanı defcdebilecek beceriye sahip üç
ördek kaldı. Bu üçü büyüyüp serpildi. Gölün üzerinde süzülürken
öylesine sakin, öylesine doğal görünüyorlardı ki! Ama göl eskisin
den de yeşildi artık.
Kış gelip de kabahat işlemeye yatkın tabiatları ortaya çıkana
kadar her şey mükemmeldi. Kış için onlara yaptığımız dik çatılı,
dört yanı verandalı yüzer kulübeye, konfeti gibi serptiğimiz mısırla
ra rağmen mutlu değillerdi. Köpek maması ve arka ·verandamızın
100 Bitkilerin Ruhu
sine, çürümesine ve bir başka alg şeridini beslemek üzere geri dö
nüştürülmesine kadar ortalama döngüsü iki haftadan kısadır. Be
sinleri bitkilerin içinde toplayıp yeniden alge dönüşmelerinden
önce bitkileri sökerek bu sonsuz döngüyü kırmayı planlıyordum.
Böylece gölde dolaşıp duran besin depolarını yavaş yavaş ama istik
rarlı bir şekilde tüketebilirdim.
Mesleğim botanik olduğuna göre öncelikle bu alglerin türünü
öğrenmem gerekiyordu. Ağaç türleri kadar çok alg türü vardır, bu
yüzden de karşımdakilerin hangi tür olduğunu bilmeden işe koyu
lursam hem onların hayatına hem de kendi sorumluluğuma ihanet
etmiş sayılırdım. Hangi ağaçların söz konusu olduğunu bilmeden
bir ormanı yeniden yeşertemezsiniz. Dolayısıyla önce gölden bir ka
vanoz dolusu yeşil çamur alıp kokudan kurtulmak için ağzını sım
sıkı kapatarak mikroskobumun başına geçtim.
Kaygan, yeşil öbekleri parçalayıp mikroskobun altına sığacak
tutamlar elde ettim. Tutamların içinde uzun Cladophora lifleri saten
kurdeleler gibi parlıyordu. Etrafları, kloroplastların yeşil bir merdi
ven gibi döne döne yükseldiği yarı saydam Spirogyra lifleriyle sarı
lıydı. Bu yeşil kütle hareket halindeydi - yanardöner Volvox topak
ları ve nabız gibi atan öglenalar1 tutamlar boyunca uzanıyordu.
Daha önce bir kavanoz dolusu pislik gibi görünen suyun tek bir
damlası bile yaşam kaynıyordu. Gölün ıslahında bana bu yaşam
formları yardım edecekti.
Kızların izci kulübü toplantıları, kurabiye satışları, kamp seya
hatleri ve benim tam zamanlı mesaiyi de aşan işim arasında gölün
ıslahı çok ağır ilerliyordu. Bütün anneler kendilerine kalan birkaç de
ğerli saati en iyi şekilde değerlendirir, ellerine bir kitap alıp uzanır ya
da dikiş dikerken ben çoğu zaman göle gidiyordum; kuşlara, rüzgara
ve sessizliğe ihtiyacım vardı. İşleri yoluna koyabileceğimi hissettiğim
tek yer burasıydı. Okulda ekoloji öğretiyordum ama çocukların arka
daşlarına gittikleri cumartesi öğleden sonraları ekoloji yapabiliyordum.
Kano felaketinden sonra, elimde bir tırmıkla kıyıda durup uza
nabildiğim kadar uzanmak daha akıllıca göründü. Tırmığı suya at-
tıkça, uzun yeşil saçlarla dolu bir fırça gibi Cladophora kaplı çubuk
lar çıkıyordu. Her tırmıkla birlikte gölün tabanından yeni bir tabaka
çıkarıp hızla büyüyen yığının üstüne ekliyordum; sonra bu yığını
aşağı taşıyıp göl havzasından uzaklaştırmam gerekiyordu. Gölün
kıyısında çürümeye bırakırsam bu sırada salınacak besinler hemen
göle dönerdi. Alg tomarlarını kızların kırmızı plastik kızağına atıp
dik yamaçtan çıkararak el arabasına boşalhyordum.
Çamurun içinde durmak istemediğim için ayağımda eski spor
ayakkabılarımla gölün kenarında dikkatle çalışıyordum. Uzanıp alg
tomarları alabiliyordum ama erişemediğim kısımlarda çok daha
fazlası vardı. Bir süre sonra spor ayakkabı yerine lastik çizme giy
meye başlayarak çalışma alanımı biraz daha genişlettim ve bu da
yetmeyince kalçama kadar çıkan balıkçı çizmelerine geçtim. Ama
balıkçı çizmeleri insana sahte bir güvenlik hissi verdiği için biraz
fazla ileri gittim ve buz gibi suyun çizmenin tepesinden içeri doldu
ğunu hissettim. Bu çizmeler içleri suyla dolunca aşırı ağırlaştığın
dan, çamurun içinde takılıp kaldım. İyi bir anne boğulmaz. O yüz
den göle bir dahaki gidişimde sadece şort giydim.
Kendimi resmen bu işe adamıştım. İlk kez göğsüme kadar suya
girebildiğim zaman yaşadığım özgürlük hissini, tişörtümün suda
havalanıp etrafımda süzülüşünü, suyun tenimde hissettiğim hare
ketlerini hala hatırlıyorum. Nihayet kendimi yuvamda hissetmiş
tim. Bacaklarımı gıdıklayanlar sadece küçücük Spirogyra demetleri,
dürtenler ise meraklı tatlı su levrekleriydi. Alg perdelerini şimdi
tam karşımda görebiliyordum, tırmığımın ucunda sallandıkları hal
lerinden çok daha güzellerdi. Eski dalların üstündeki Cladophora to
murcuklarını, aralarında yüzen dalgıçböceklerini görebiliyordum.
Çamurla yeni bir ilişki geliştirdim. Kendimi ondan korumaya
çalışmak yerine, onu önemsememeye başladım; sadece eve dönüp
de saçlarımda alg tutamları görünce ya da duşa girdiğimde üstüm
den kahverengi sular aktığında fark ettim çamuru. Çamurun altın
daki çakıltaşlı göl tabanını, sukamışlarının oradaki bataklık gibi in
sanı çeken çamuru, göl tabanının derinleştiği kısımlardaki soğuk
durgunluğu hissetmeyi öğrendim. Kenarda durup tereddüt içinde
çamurda yürümekle dönüşüm sağlanamıyordu.
Annelik 105
Bir ilkbahar günü tırmığıma o kadar büyük bir alg kütlesi do
landı ki tırmığın bambu sapı iyice büküldü. Yük biraz azalsın diye
suyu iyice akana kadar bekleyip sonra kıyıya attım bu kütleyi. Tam
tırmığı yeniden suya daldıracakken, az önce attığım yığından bir çır
pınış sesi, ıslak bir kuyruğun yere vuruş sesi geldi. Alg yığının altın
da çılgınca hareket eden bir tümsek vardı. Alg şeritlerini açıp içeride
savaşan şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Tombul, kahverengi
bir beden; başparmağım büyüklüğünde yavru bir boğa kurbağası
iribaşı tırmığıma yakalanmıştı. İribaş dediğimiz yavru kurbağalar
suya atılan bir ağın içinden yüzerek kolayca geçebilir ama ağ bir çan
ta gibi kapanıp çekildiğinde içeride kalır. Yumuşak ve soğuk iribaşı
başparmağım ile işaretparmağım arasına alıp göle geri attım; biraz
dinlendi, suyun içinde bekledi, sonra yüzerek uzaklaştı. Sonraki tır
mıkta sularını damlata damlata kıyıya çektiğim alg tabakasının için
de o kadar çok iribaş vardı ki bir tepsi fıstık ezmesinin içine düşmüş
fındıklara benziyorlardı. Eğilip her birini tek tek çözdüm.
Bu, ciddi bir sorundu. Temizlenmesi gereken çok şey vardı.
Algleri söküp alabilir, yığın yığın dizebilir, işimi çabucak halledebi
lirdim. Her seferinde durup kendi ahlaki ikilemimin içine dolanıp
kalmış iribaşları kurtarmakla uğraşmasaydım çok daha hızlı çalışa
bilirdim. Kendime, onlara zarar verme niyetinde olmadığımı, sade
ce doğal ortamı iyileştirmeye çalıştığımı, bu arada iribaşların da is
temeden zarar görebileceğini söylüyordum. Ama iribaşlar bir kom
post yığını içinde kalıp ölürlerse iyi niyetimin hiçbir anlamı olmaya
caktı. Yılgınlıkla içimi çektim, ama ne yapmak gerektiğini biliyor
dum. Bu işe annelik hevesiyle, kızlarıma yüzebilecekleri bir göl
verme isteğiyle başlamıştım. Bu süreçte de zaten yüzebileceği bir
göle sahip olan başka bir annenin yavrularını kurban edemezdim.
Böylece sadece bir göl tabanı tırmıkçısı değil, iribaş toplayıcısı
da oldum. Alg yığınlarının içinde inanılmaz şeyler buluyordum:
keskin, siyah çeneli yırtıcı dalgıçböcekleri, küçük balıklar, yusufçuk
larvaları. Kıpırdayan bir şeyi kurtarmak için parmaklarımı yığının
içine daldırdığımda arı sokmasına benzer, keskin bir acı hissettim.
Elimi çektiğimde parmağımın ucundan büyük bir tatlı su ıstakozu
sarkıyordu. Tırmığımın ucunda tam bir besin zinciri sallanıyordu
106 Bitkilerin Ruhu
Doğal bir ortamı ıslah ederken, niyetimiz ne kadar iyi olursa ol
sun kayıplara da yol açhğımızı bir kez daha gördüm. Kendimizi iyi
liğin aracıları olarak konumlandırıyoruz, oysa iyilik anlayışımız çoğu
zaman kendi dar çerçeveli çıkarlarımızla, kendi isteklerimizle şekille
niyor. Kestiğim otları, yok ettiğim koruyucu örtüye benzer bir şekilde
yuvanın yakınına yığdım ve gölün diğer tarafındaki gözden uzak bir
taşın üstüne oturarak annenin geri gelmesini beklemeye başladım.
Yuvaya giderek yaklaşhğımı, özenle seçtiği yuvasını yıkhğımı, ailesi
ni tehdit ettiğimi görünce ne düşündü acaba? Dünyada yıkım gücü
çok yüksek tehditler kol geziyor, onun çocuklarına ve benim çocukla
rıma doğru acımasızca ilerliyor. Nasıl ki ben onun çocuklarını tehdit
ettiysem, insanların yaşam alanlarını iyileştirmek gibi iyi bir niyetle
yola çıkan gelişim hamlesi de benim çocuklarım için seçtiğim yuvayı
tehdit ediyor. İyi bir anne ne yapar bu durumda?
Algleri temizlemeye, çamurun çökmesini beklemeye devam et
tim; göl daha iyi görünüyordu artık. Ama bir hafta sonra yeniden
gittiğimde köpüksü yeşil bir tabakayla karşılaştım. Mutfağı temizle
mek gibi bir şeydi: Her şeyi kaldırır, tezgahı temizlersiniz ama he
men arkasından yine her yerde fıstık ezmesi ve marmelat lekeleri
görüp baştan başlarsınız. Yaşam, birbirine eklenerek büyür. Ötrofi
kuralı geçerlidir. Fakat ileride mutfağımın fazlasıyla temiz olacağı
günlerin geleceğini biliyordum. Oligotrofik bir mutfağım olacaktı.
Ortalığı dağıtacak kimse olmayınca, kahvalhlık gevrek kaselerini,
ötrofik mutfağımızı özleyecektim. Yaşamın izlerini özleyecektim.
Kırmızı kızağımı gölün diğer tarafına çekip sığ sularda çalışma
ya başladım. Kısa süre içinde tırmığıma dolanan ağır otları yavaş
yavaş yüzeye çektim. Bu tabakanın ağırlığı ve dokusu, dipten çekti
ğim kaygan Cladophora tabakalarından farklıydı. Daha yakından
bakmak için otların üstüne yaydım, ellerimle iyice açarak gerdim ve
yeşil bir file çoraba benzediğini gördüm - suda asılı kalmış ince bir
ağ gibiydi. Hydrodictyon.
Parmaklarımla çekiştirdim; pırıl pırıldı ve kuruyunca neredey
se tüy gibi hafiflemişti. Bal peteği kadar düzenli örülmüş bir ağ olan
Hydrodictyon, bulanık bir gölün karmakarışık yapısında beklenme
dik bir geometri sürprizi sunuyor. İç içe geçmiş incecik bir ağ kolo
nisi halinde suyun içinde asılı kalıyor.
Annelik 109
en büyük çocuk kim acaba?" İnkar edecek değilim, yaşım kaç olursa
olsun çamurda oynama isteğim geçmedi. Ama dünya işleriyle uğra
şırken rahatlamak için oyun oynayamaz mıyız? Kız kardeşim de
bunun kutsal bir oyun olduğunu söyleyerek gölü temizleme çabamı
savundu.
Potawatomi halkı için kadınlar Suyun Koruyucuları'dır. Kutsal
suyu ayinlere biz taşır, onu biz temsil ederiz. Kardeşim, "Kadınların
suyla doğal bir bağı var çünkü ikimiz de yaşam üretiyoruz," dedi.
"Bebeklerimizi içimizdeki göllerde taşıyoruz ve onlar da bu dünya
ya suyun içinden çıkıp geliyorlar. Her türlü bağımız için suları ko
rumak bizim sorumluluğumuz." Suyu korumak da iyi anne olma
nın bir parçası.
1. ABD'de İşçi Bayramı her yıl eylül ayının ilk pazartesi günü kutlanır. (Ç.N.)
Annelik 113
Ben farkına bile varmadan ve göl yüzmeye hazır hale gelmeden çok
daha önce kızlarım gitti. Linden gölcüğümüzü bırakıp evinden çok
uzaklardaki bir California üniversitesinde ayaklarını okyanusa sok
mayı seçti. İlk döneminde onu ziyarete gittiğimde bir pazar öğleden
sonrasını boş boş oturup Patrick's Point parkındaki akik rengi kum
salın çakıllarını övmekle geçirdik.
Kıyıda yürürken kırmızı şeritlerle süslü, pürüzsüz bir yeşil ça
kıltaşı gördüm; birkaç adım geride de aynısından vardı. Dönüp onu
da buldum. Bu iki çakıltaşını yeniden bir araya getirdim, kumun
üstüne yan yana yatırdım, Üzerlerindeki deniz suyu güneşin altında
parlıyordu, sonra gelgit başladı ve taşları ayırdı, kenarlarını daha da
pürüzsüz hale getirirken aşındırıp boylarını küçülttü. Benim için
bütün kumsal aynı durumdaydı - birbirlerinden ve kıyıdan kop
muş, güzel çakıltaşları galerisi. Linden'ın yolu ise farklıydı. O .da
taşları yeniden düzenliyordu ama grileri siyah bazaltların, pembele
ri ladin yeşili ovallerin yanına koyuyordu. Onun gözleri yeni eşleş
melerde, benimki ise eskilerdeydi.
Onu kucağıma aldığım ilk anda bile bunu biliyordum - benden
uzakta büyüyeceğini o saniye anlamıştım. Ebeveynliğin en temel
adaletsizliğidir bu; işimizi iyi yaparsak, en köklü bağı kurduğumuz
Nilüferlerle Teselli Bulmak l l5
Yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz her şeyi bize veren Toprak Anamıza
minnettarız. Yürürken ayağımızı bastığımız zemini verir o. Zamanın
başlangıcından beri bizi gözettiğini bilmek neşeyle doldurur içimizi. Ana
mıza şükran, sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz. Artık zihinlerimiz bir.
1. Şükran Hitabesi'nin kelimeleri değişiklik gösterir. Buradaki metin, John Stokes ve Ka
nawahientun'un (1993) yer verdiği, yaygın versiyondur.
Minnet Borcuna Sadakat 125
ri zar zor duyulan mırıltılarla okur. Bazıları şarkı gibi söyler. İhtiyar
Tam Porter'ın etrafında toplanan dinleyicileri avucunun içine aldığı
versiyonu çok severim ben. Her dinleyicinin yüzü aydınlanır, Hita
be ne kadar uzun sürerse sürsün yetmez. Tommy, "Teşekkürlerimizi
battaniye üzerine bırakılmış bir yığın çiçek gibi üst üste koyalım.
Her birimiz battaniyenin bir ucundan tutup içindekileri göğe savu
ralım ki teşekkürlerimiz, dünyanın üstümüze yağdırdığı hediyeler
kadar çeşitli olsun," der ve hep birlikte bize bahşedilenlerin yağmu
ru altında minnetle dolarız.
üretmek yerine, incecik yeşil bir ipe benzeyen uzun bir filiz verir. Bu
gençlik evresinde fasulyenin tüm hormonları filizin ucunun dolaşıp
durmasını, havada daireler çizmesini sağlar; buna dairesel yönelim
denir. Filizin ucu günde bir metreye kadar mesafe kat edebilir, bale
rin gibi dönüp durarak aradığım bulur: mısır sapı ya da başka bir
dikey destek. Filizin üzerindeki dokunma reseptörleri sayesinde
mısırın gövdesine zarif halkalar halinde dolana dolana yükselir.
Yaprak çıkarmaya ara vermiş, sadece mısıra sarılmaya, onun yük
sekliğine uyum sağlamaya odaklanmıştır. Mısır henüz yeterince
uzamamışsa fasulye onu boğar; ama doğru zamanlamayla mısır fa
sulyeyi rahatlıkla taşıyabilir.
Bu sırada ailenin en ağır büyüyen üyesi kabak düzenli olarak
toprağa yayılarak kendini mısır ve fasulyelerden uzaklaştırmaya,
içi boş sapların ucunda dalgalanan şemsiyeler gibi geniş parçalı
yapraklar üretmeye yoğunlaşır. Yaprakları ve filizleri belirgin bir şe
kilde sert olduğu için tırtıllar bunlara pek yanaşmaz. Yapraklar ge
nişledikçe, mısırın ve fasulyenin köklerinin bulunduğu toprağın
üstünü örter ve böylece toprağı nemli, başka bitkileri ise uzak tutar.
Yerliler bu bahçe tarzına Üç Kız Kardeşler adım veriyor. Nasıl
ortaya çıktıklarına dair pek çok farklı hikaye var ama hepsinde or
tak olan, bu bitkilerin kadın olarak, kız kardeşler olarak kabul edil
mesi. Bazı hikayelerde insanların açlıktan öldüğü uzun bir kıştan
bahsediliyor. Karlı bir gecede üç güzel kadın gelmiş. İçlerinden biri
uzun saçlı, baştan aşağı sarılar giymiş, uzun boylu bir kadınmış.
İkincinin kıyafetleri yeşil, üçüncününkiler ise turuncuymuş. Üçü
birlikte çadıra girip ateşin yanına geçmişler. Yerliler, yiyecek sıkıntı
sı olmasına karşın bu misafirlere bol bol ikramda bulunup ellerinde
kini onlarla paylaşmışlar. Üç kız kardeş de bu cömertlik karşısında
gerçek kimliklerini açıklamışlar -mısır, fasulye, balkabağı- ve bir
daha asla açlık çekmemeleri için kendilerini bir avuç tohum halinde
halkıma vermişler.
Yazın günlerin uzun, güneşin parlak olduğu en sıcak dönemde
sağanak yağışlar toprağı suya boğduğunda, tabiattaki karşılıklılık
ilkesi Üç Kız Kardeşlerin olduğu bir bahçede rahatlıkla görülebilir.
Bu üç bitkinin gövdeleri bana kalırsa dünyanın genel bir planım,
148 Bitkilerin Ruhu
bütün beklentiler zaten karşılandığı için kendine farklı bir yol çiz
mekte özgürdür. Zemini sağlam olduğundan hiç kimseye bir şey
kanıtlaması gerekmez, kendi yolunu bulur ve böylece bütünün iyi
liğine katkı sağlar.
Mısırın desteği olmasa, fasulye toprakta karmaşa içinde büyür,
fasulye seven avcılara yem olur. Mısırın boyundan ve balkabağının
gölgesinden faydalanan fasulye bahçede gönlüne göre dolaşıyor
gibi görünebilir ama karşılıklılık ilkesi gereğince, hiçbirisi verdiğin
den fazlasını alamaz. Mısır ışığı sağlamakla, balkabağı yabani otları
önlemekle yükümlüdür. Peki ya fasulye? Onun verdiği hediyeyi
görmek için toprağın altına bakmak gerekir.
Kız kardeşler, toprağın üstünde birbirlerinin alanına girmeden
yapraklarını konumlandırarak işbirliği yapıyor. Toprağın altında da
aynısı geçerli. Mısır aslında çok büyük bir ot formunda, tek çenekli
olarak adlandırdığımız türden bir bitkidir, dolayısıyla da lif benzeri,
ince kökleri vardır. Kökleyip çıkarsak ve sallayıp topraklarını atsak,
mısır sapından yapılmış bir sapın ucunda lif lif sallanan bir süpür
geye benzer. Kökler çok derine inmez, epeyce sığ bir ağ oluşturarak
yağmurda ilk su kullanım hakkını alır. Bu kökler doyduktan sonra
su aşağılara iner. Derinlere indikçe, fasulyenin kazıkköklerini hazır
bekler halde bulur. Balkabağı ise ötekilerden uzakta durarak suya
kavuşur. Kabağın gövdesi, toprağa dokunduğu noktada sonradan
ürettiği kök öbekleriyle mısır ve fasulye köklerinin uzağındaki nok
talardan suyu toplar. Işığı olduğu gibi, toprağı da paylaşırlar ve her
kes nasiplenir.
Hepsinin ihtiyaç duyduğu ama hep kısıtlı olan tek bir şey var
dır: Azot. Azotun büyümeyi sınırlandıran bir faktör olması ekolojik
bir paradokstur: Atmosferin yüzde 78'i azot gazıdır. Fakat bitkilerin
çoğu bu atmosferik azotu kullanmaz. Mineral azota, nitrata ya da
amonyuma ihtiyaçları vardır. Yani atmosferdeki azotu, açlıktan öl
mek üzere olan bir insanın karşısına konmuş, kilit altında tutulan
bir yemek olarak düşünebiliriz. Ama bu azotu dönüştürmenin yol
ları vardır ve bunlardan en iyilerinden birinin ismi "fasulye"dir.
Fasulye, atmosferdeki azotu alıp kullanılabilir besinlere dönüş
türmek gibi olağanüstü bir yeteneğe sahip baklagiller ailesindendir.
150 Bitkilerin Ruhu
renç) anlaşılır; kimi zaman da kişi anlatılamaz bir şekilde bunu an
lar ve uzaklaşır. Ağacın rızası alınırsa önce dua edilir ve hediye
olarak tütün bırakılır. Ağaca ya da etraftaki başka ağaçlara zarar
vermemek için kesim işlemi büyük bir dikkatle yapılır. Bazen, ağa
cın düşüşünü yumuşatmak için ladin dallarından bir yatak hazırla
nır. Bu iş de bittiğinde John ve oğlu kütüğü omuzlarına alıp eve
doğru uzun yürüyüşlerine başlar.
John ve geniş ailesi çok sayıda sepet yapıyor. Aslında John'un
annesi kendi kütüğünü kendi dövmeyi tercih ediyor ama eklem ilti
habından dolayı çoğu zaman John ve oğulları yapıyor bu işi. Yıl
boyu sepet örüyorlar, yine de en iyi hasat belirli dönemlerde oluyor.
Kütüğü, kesildikten hemen sonra, hala nemliyken dövmek en iyisi,
fakat John gerekirse bir hendek kazıp kütüğü nemli toprağın içine
gömüp tazeliğini korumanın da mümkün olduğunu söylüyor. Özel
likle "özsuyun yükseldiği, dünyadaki enerjinin ağaca aktığı" ilkba
harı ve "enerjinin yeniden toprağa döndüğü" sonbaharı seviyor.
çak şeritleri tutarak destek veriyor. İkinci sıra da aynı derecede sinir
bozucu; ana şeritlerin arasındaki boşluklar oranhsız oluyor ve ör
mek için kullandığınız ince şeridi sabit tutabilmek için iyice sıkıştır
manız gerekiyor. Ama o zaman bile aniden gevşeyip boşanıveriyor
ve nemli ucu şak diye yüzünüze çarpıyor. John gülüyor. Bir bütün
den ziyade, kural tanımaz parçalardan oluşmuş bir karmaşaya ben
ziyor sepet. Fakat sonra üçüncü sıra başlıyor - en sevdiğim. Bu nok
tada, üstten geçen şeridin gerilimiyle alttan geçeninki dengeleniyor
ve karşıt güçler dengelenmeye başlıyor. Alışveriş, yani karşılıklılık
devreye giriyor ve parçalar yavaş yavaş bütüne dönüşüyor. Şeritler
kolayca yerine otururken dokuma işi de kolaylaşıyor. Kaosun için
den düzen ve istikrar doğuyor.
Toprağın ve insanın esenliğini ve refahını ilmek ilmek dokur
ken de bu üç sıranın verdiği dersi dikkatle dinlememiz gerekiyor.
Ekolojik esenlik ve doğanın kanunları her zaman ilk sırada. Onlar
sız bereket sepeti de olmaz. Ancak bu ilk daireyi tamamlayabilirsek
ikincisine geçebiliriz. İkinci sırada maddi refah, insani ihtiyaçların
karşılanması var. Ekolojiye dayalı bir ekonomi. Ama sadece iki sıra
yı örüp bırakırsak sepet dağılabilir. İlk ikisinin dayanabilmesi için
üçüncü sıranın örülmesi gerek. İşte o zaman ekoloji, ekonomi ve
maneviyat bir araya gelir. Malzemeleri bize verilmiş hediyeler ola
rak görür, karşılığında bu hediyeyi hakkını vererek kullanırsak den
geye ulaşırız. Bence üçüncü sıranın pek çok farklı ismi var: Saygı.
Karşılıklılık. Tüm İlişkilerimiz. Ben bunu maneviyat sırası olarak
görüyorum. Hangi ismi verirsek verelim, bu üç sıra hayatlarımızın
birbirine bağımlı olduğunu, insani ihtiyaçlarımızın da hepimizi ku
şatması gereken bu sepetteki sıralardan sadece biri olduğunu anla
tıyor. Birbirinden ayrı şeritler ilişki içinde olduklarında, hepimizi
geleceğe taşıyabilecek kadar dayanıklı, güçlü, esnek, bütünlük için
de bir sepete dönüşüyor.
Biz çalışırken oğlan çocuklarından oluşan gürültücü bir grup
izlemeye geliyor. Hepimiz yardım için John'a sesleniyoruz ama o
durup sadece oğlanlara odaklanıyor. Sepet öremeyecek kadar kü
çükler ama yanımızda olmak istiyorlar; John kullanılamayacak de-.
recede kısa şeritlerin olduğu yığından bir avuç dolusu alıyor. Dik-
Wisgaak Gokpenagen: Kara Dişbudaktan Sepet 1 71
1. GiRiş
Bir yaz günü kutsal ot çayırlarında otları henüz görmeden kokusu
nu almaya başlarsınız. Tatlı bir vanilya kokusu rüzgarla birlikte tit
reşir, iz süren bir köpek gibi koklarsınız, sonra yok oluverir, yerini
ıslak toprağın keskin çamur kokusu alır. Ardından yeniden ortaya
çıkıp sizi kendine çağırır.
III. HİPOTEZ
Çoğu bölgede kutsal ot tarih boyunca yetiştiği topraklardan silinip
gidiyor, bu yüzden de sepetçiler botanikçilerden bir talepte bulun
du: Kutsal otun toprakları terk etmesinin sebebinin farklı toplama
yöntemleri olup olmadığını anlamak.
Yardım etmek istiyorum ama biraz da ürküyorum. Benim için
kutsal ot deneysel bir tür değil, bir hediye. Bilim ile geleneksel bilgi
arasında dil ve anlam farklılığı var; öğrenme yolları, iletişim yolları
farklı. Bu otun öğretilerini akademinin gerektirdiği tek tip bilimsel
düşüncenin ve teknik yazıların içine sıkıştırmak istediğimden emin
değilim: Giriş, Literatür Tarama, Hipotez, Yöntem, Bulgular, Tartış
ma, Sonuç, Teşekkür, Referanslar. Ama mademki kutsal ot adına bir
talep geldi, sorumluluğumun da farkındayım.
Sözünüzün duyulabilmesi için, sizi dinlemesini istediğiniz her
kimse onun dilini konuşmanız gerekir. Bu yüzden de kutsal ot me
selesini yüksek lisans öğrencim Laurie'ye tez konusu olarak öner
dim. Tümüyle akademik meselelerle mutlu olmayan Laurie uzun
süredir, rafta durmak yerine, kendi ifadesiyle "birileri için bir şey
ifade edecek" bir araştırma konusu arıyordu.
IV. YöNTEM
Laurie işe koyulmaya çok hevesliydi ama Kutsal Ot'la daha önce
tanışmamıştı. "Bu ot sana çok şey öğretecek, bu yüzden onu tanıma
lısın," diye tavsiyede bulundum. Islah ettiğimiz kutsal ot çayırlarına
götürdüm onu; kokuyu aldığı anda aşık oldu Laurie. Sonrasında da
bu otu tanıması pek uzun sürmedi. Sanki bitki de Laurie'nin kendi
sini bulmasını bekliyor gibiydi.
Birlikte, sepetçilerin anlattığı iki hasat yönteminin etkilerini kar
şılaştırmayı sağlayacak deneyler tasarladık. O zamana kadar Laurie
Mishkos Kenomagwen: Kutsal Otun Öğretileri 177
Hatta takip edebilmek için her otun sapına renkli plastik şeritler
bağladı. Sayım bittikten sonra hasada başladı.
Alanların her birinde, sepetçilerin tarif ettiği iki hasat yönte
minden biri kullanıldı. Laurie bazı alanlarda otların yarısını diple
rinden dikkatle teker teker toplarken, ötekilerde ise yine otların ya
rısını tutam tutam çekip aldı ve toprakta boşluklar oluştu. Tabii ki
deneylerin kontrol grupları da olmalı, bu yüzden de aynı sayıda
alana da hiç dokunmadı ve otları olduğu gibi bıraktı. Çalıştığı alan
ları gösteren pembe bayraklar çayırları süslüyordu.
Bir gün sahada güneşin altına oturmuş, bu metodun gerçekten
de geleneksel hasat yönteminin aynısı olup olmadığından bahsedi
yorduk. "Aynısı olmadığını biliyorum," dedi. "Çünkü aynı ilişkiyi
kurmuyorum. Bitkilerle konuşmuyor ya da onlara hediye sunmu
yorum." Bu fikir üzerinde çok düşünmüş, sonunda bu törensel uy
gulamayı deneyin dışında bırakmaya karar vermişti: "Bu gelenek
sel ilişkiye çok saygı duyuyorum ama bunu deneyin bir parçası ha
line getiremem. Hiç anlamadığım ve bilimin de ölçemeyeceği bir
değişkeni eklemek hiçbir yönden doğru gelmiyor bana. Üstelik kut
sal otla konuşacak nitelikte biri değilim." İlerleyen zamanda ise
araştırmasında tarafsız kalmakta, bitkilerle duygusal yakınlıktan
kaçınmakta çok zorlandığını itiraf edecekti; bitkilerle onca zaman
geçirdikten, onları tanıdıktan ve dinledikten sonra tarafsızlık im
kansızdı. Sonunda tüm duyarlılığıyla onlara saygı göstermeye, so
nuçları şu ya da bu yöne çevirmemek için bu özeni de bir değişmez
olarak benimsemeye karar verdi. Topladığı kutsal otlar sayıldı, tar
tıldı ve sepetçilere dağıtıldı.
Laurie birkaç ayda bir, çalıştığı alanlardaki otları sayıp işaretle
di: kurumuş sürgünler, canlı olanlar, topraktan henüz çıkmış yeni
sürgünler. Bütün otların doğumunun, ölümünün ve üremesinin çi
zelgesini oluşturdu. Bir sonraki temmuz ayında tıpkı yerli kadınlar
gibi o da bir kez daha hasat yaptı. İki yıl boyunca kutsal ot toplayıp
lisans öğrencilerinden oluşan bir ekiple birlikte otların verdiği tep
kileri ölçtü. Otların büyümesini seyretmekle görevlendirilecek öğ
renci bulmak ilk başta biraz zor oldu.
180 Bitkilerin Ruhu
V. BULGULAR
Laurie dikkatli gözlemler yapıp defterini ölçümlerle dolduruyor,
her bir alanın canlılık seviyesini şemalara döküyordu. Kontrol amaç
lı alanların biraz sağlıksız görünüyor olmasından biraz endişeliydi.
Diğer alanlardaki hasadın etkilerini karşılaşhrmak için hasat yapıl
mamış bu kontrol alanlarına güveniyordu. İlkbaharda bu kısımların
yeniden canlanacağını umuyorduk.
Çalışmanın ikinci yılında Laurie ilk çocuğuna hamile kaldı. Ot
larla birlikte karnı da büyüdükçe büyüdü. Otların arasına yatıp eti
ketleri okumak bir yana, eğilip bakması bile giderek zorlaşıyordu.
Ama bitkilerine sadık kaldı, toprağın üstünde oturup saymaya ve
işaretlemeye devam etti. Saha çalışmasındaki sessizliğin, kutsal ot
kokusuyla dolu çimenlik bir çayırda oturmanın getirdiği sükunetin
bebek için iyi bir başlangıç olduğunu söylüyordu. Bence haklıydı.
Yaz mevsimi ilerledikçe, araştırmayı doğumdan önce bitirme
telaşına düştük. Doğuma birkaç hafta kala ekip çalışmasına geçtik.
Laurie bir alandaki işini bitirdiğinde saha ekibini çağırıp kendisini
yerden kaldırmalarını istiyordu. Kadın saha biyologları için bu da
rüştünü ispatlamanın bir çeşidiydi.
Karnındaki bebek büyüdükçe Laurie de sepetçi akıl hocalarının
bilgilerine giderek daha fazla ikna oldu ve Bah biliminin aksine, bit
kiler ve onların yaşam alanlarıyla uzun süredir yakın ilişki içinde
olan kadınların gözlemlerinin doğruluğunu anlamaya başladı. Ka
dınlar, öğretilerin çoğunu Laurie'yle paylaşırken bir yandan da be
beğe bereler ördüler.
Celia bebek sonbaharın başlarında doğdu ve beşiğinin üstüne
kutsal ot örgüsü asıldı. Celia hemen yanında uyurken, Laurie de
verilerini bilgisayara aktardı ve hasat yöntemlerini karşılaştırdı.
Her dalın üstüne bağlanmış renkli iplere bakarak, örnek alanlardaki
doğum ve ölümlerin şemasını çıkarabiliyordu. Bazı alanlar, kutsal
ot nüfusunun canlandığını gösteren yeni sürgünlerle doluyken ba
zılarında sürgün yoktu.
Laurie'nin istatistiksel analizleri sağlam ve tamdı ama hikayeyi
anlamak için grafiklere ihtiyaç yoktu. Tarlanın bir ucundan diğerine
bakınca farkı görebiliyordunuz zaten: Bazı alanlar parlak yeşil renk-
Mishkos Kenomagwen: Kutsal Otun Öğretileri 181
VI. TARTIŞMA
Hepimiz dünya görüşlerimizin ürünüyüz - hatta tamamen objektif
olduklarını iddia eden biliminsanları bile. Kutsal otlarla ilgili öngö
rüleri, insanı "doğa" dan ayıran ve insanın diğer türlerle etkileşimle
rine genellikle olumsuz bakan Batılı bilim perspektifiyle tutarlıydı.
Sayıca azalan türleri korumanın en iyi yolunun onları rahat bırak
mak ve insanları uzak tutmak olduğu öğretilmişti bu insanlara.
Ama çayırlar bize kutsal ot için insanların da sistemin bir parçası,
hatta hayati bir parçası olduğunu söylüyor. Laurie'nin bulguları
çevrebilimci akademisyenler için şaşırtıcı olabilir ama atalarımızın
182 Bitkilerin Ruhu
VII. SONUÇ
Halkım, sunduğu tütün ve teşekkürlerle Kutsal Ot'a, "Sana ihtiya
cım var," diyor. Ot da toplandıktan sonra yeniden canlanarak insan
lara, "Size ihtiyacım var," diyor.
Mishkos kenomagwen. Ottan alacağımız ders bu, değil mi? Karşı
lıklılık sayesinde hediyeler yenileniyor. Hepimiz karşılıklı çoğalı
yor, yeşeriyoruz.
Mishkos Kenomagwen: Kutsal Otun Öğretileri 185
VIII. TEŞEKKÜR
Sadece rüzgarın eşlik ettiği, uzun otlarla dolu bir tarlada, bilimsel
ile geleneksel anlayışın, veriler ile duaların arasındaki farkları aşan
bir dil konuşulur. Rüzgar otların arasında dolaşıp onların şarkılarını
taşır. Dalgalanan otların üzerinde defalarca ve defalarca mishhhhkos
der gibi gelir bana. Bize öğrettiği her şey için ben de ona teşekkür
etmek istiyorum.
IX. KAYNAKLAR
Wiingaashk, Bufalolar, Lena, Atalar.
AKÇAAĞAÇ HALKI: VATANDAŞ REHBERİ
dece vergi gününde değil, yıl boyu vergi veriyor. Yakıt faturasını
ödeyemeyen yaşlı komşum Bay Keller, akçaağaç dalları sayesinde
kış boyu ısınabildi. Gönüllü itfaiyecilerimiz ve ambulans ekibimiz
de her ay düzenledikleri akçaağaç şuruplu krep kermesi sayesinde
yeni bir motor alabildi. Ağaçlar, sundukları gölge sayesinde okulun
enerji faturasını ciddi oranda düşürüyor ve yaprakları geniş bir ala
na yayıldığı için hiç kimse klimaya para vermiyor. Ağaçlar her yıl
Anma Günü resmigeçidine, kendilerine söylenmesine bile gerek
kalmadan gölgelik sağlıyor. Akçaağaçların rüzgar kesici özellikleri
olmasaydı, otoyol ekipleri yolda biriken karları küremek için iki kat
fazla zaman ayırmak zorunda kalırdı.
Hem annem hem de babam kendi bölgelerindeki yerel yöne
timde yıllar boyu çok aktif çalıştıkları için bir topluluğun nasıl yöne
tildiğini ilk elden görme imkanım oldu. "İyi topluluklar kendi ken
dine oluşmaz," derdi babam. "Minnet duymamız gereken çok şey
var ve bunları korumak için hepimiz üstümüze düşeni yapmalıyız."
Kısa süre önce kendi kasabasında denetçilikten emekli oldu. Annem
ise imar komisyonunda görevli. Bir yerel yönetimin çoğu vatandaş
tarafından nasıl fark edilmediğini, belki de böylesinin daha doğru
olduğunu onlardan öğrendim - gerekli hizmetler öylesine sorunsuz
sunuluyor ki herkes bunların kendiliğinden olduğunu zannediyor.
Yollar açılıyor, su kaynakları temiz tutuluyor, parklar bakımlı, yeni
huzurevi nihayet yapıldı - ve bütün bunlar için de pek tantana kop
madı. Çoğu insan, kendi çıkarları söz konusu olmadığı sürece böyle
şeylerle ilgilenmiyor. Bir de kronik şikayetçiler var, sürekli telefon
açıp vergilere itiraz ediyor, vergi toplanamadığı için hizmetler ke
sintiye uğradığında da yine telefon açıp itiraz ediyorlar.
Neyse ki her kurumda sorumluluğunu bilen ve bunları yerine
getirmekten mutluluk duyan az sayıda ama çok kıymetli kişiler var.
İşleri onlar yapıyor. Hepimiz bu insanlara, sessiz sedasız bizlerle il
gilenen liderlerimize güveniyoruz.
Onondaga komşularım, akçaağaçları ağaçların lideri olarak gö
rüyor. Bu ağaçlar çevre koruma kurulu gibi çalışıyor - havayı ve
suyu 7 gün 24 saat temizliyorlar. Tarih Derneği pikniğinden otoyol
ekiplerine, okul idare kurulundan kütüphaneye kadar her birimde
Akçaağaç Halkı: Vatandaş Rehberi 189
1. On Emir'den birine atıfta bulunuluyor: "Komşunun evine, karısına, erkek ve kadın köle
sine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin." (Ç.N.)
Onurlu Hasat 197
cuklarının geç kalmış bir kar gibi toprağı sardığı tarafa geçiyorum.
Yaprakların arasından yükselen narin gelinciklere, gizemli mavi ko
hoş sürgünlerine, kanotu kümelerine, yılanyashklarının yeşil sür
günlerine ve Amerikan dikenüzümlerine basmamak için balerinler
gibi parmak uçlarımda yürüyüp dönüyorum. Tek tek her birini se
lamlıyor, onların da beni gördüklerine sevindiklerini hissediyorum.
Sadece bize verileni almamız söylenir; geçen gelişimde pırasa
ların bana verecek hiçbir şeyi yoktu. Bankaya konan para gibi, pıra
sa kökleri de sonraki nesiller için enerji saklar. Geçen sonbaharda
kökler parlak ve tombuldu ama köklerde depolanan enerji, toprak
tan güneşe ulaşmaya çalışan yeni yapraklara gittiği için, ilkbaharın
ilk günlerinde mevduat hesabı tükenmişti. Yapraklar ilk günlerinde
tamamen tüketicidir; kökü yiyip bitirir ve karşılığında hiçbir şey
vermezler. Ama açılmaya başladıklarında güçlü birer güneş paneli
ne dönüşüp köklere kaybettikleri enerjiyi geri kazandırır, tüketmek
ile üretmek arasındaki karşılıklı ilişkiyi sadece birkaç hafta içinde
hayata geçirirler.
Bugün pırasalar geçen ziyaretimde gördüklerimin iki katı bü
yüklükte ve bir geyiğin geçerken berelediği yapraklarından keskin
bir soğan kokusu geliyor. İlk yumruyu geçip ikincinin yanına eğili
yorum. Yine sessizce izin istiyorum.
İzin istemek, bitkinin kişiliğine saygı göstermenin yanı sıra bit
ki nüfusunun sağlık durumunu da değerlendirmek demek. Dolayı
sıyla cevabı duyabilmek için beynimin iki tarafını da kullanmalı
yım. Analitik sol beyin ampirik işaretleri okuyarak bitki nüfusunun
hasada dayanacak kadar kalabalık ve sağlıklı, paylaşacak kadar çok
sayıda olup olmadığına karar veriyor. Sezgisel sağ taraf ise cömert
liği, beni al diyen eli açık aydınlığı ya da kimi zaman malamı bir
kenara bırakmama sebep olan sessiz bir direnci okumaya yarıyor.
Bunu tam olarak açıklayamam ama bunlar benim için "girilmez"
levhası gibi, uyulması zorunlu bilgiler. Bu kez malamı derine dal
dırdığımda parlak, tombul, kaygan ve kokulu beyaz bitki soğanları
geliyor. Evet, cevabını duyunca cebimdeki yumuşacık tütün kesem
den bir hediye verip toprağı kazmaya başlıyorum.
Pırasalar bölünerek çoğalan, giderek daha fazla yayılan klonal
bitkilerdir. Dolayısıyla merkez bölgede fazla kalabalıklaşırlar, bu
Onurlu Hasat 199
ruhsatla birlikte ince gazete kağıdına siyah beyaz basılmış cep boy
avlanma mevzuah kitapçığını da veriyor gelenlere; kitapçığın içinde
av hayvanlarının renkli fotoğraflarının olduğu parlak kağıtlar da
oluyor, çünkü bazen insanlar neye ateş ettiklerini bilmiyorlar. Ger
çekten de her yıl muzaffer bir edayla geyik avladığını zanneden ama
tampona bağladıkları hayvanın aslında bir Jersey buzağısı olduğunu
ancak araba durdurulunca öğrenenlerin hikayelerini duyuyoruz.
Bir arkadaşım da eskiden keklik mevsiminde bir avlanma kont
rol istasyonunda çalışıyordu. Büyük beyaz bir Oldsmobile arabayla
gelen bir adam avının tetkiki için gelip bagajı gururla açmış. Keten
bir çarşafın üstüne bir ters bir düz olarak güzelce dizilmiş, tüyleri
azıcık karışmış hayvanların hepsi de sarıkanat ağaçkakanlarmış.
Ailelerinin geçimini topraktan sağlayan geleneksel halkların da
kendi kuralları var: doğal yaşamdaki bütün türlerin sağlığını ve
canlılığını korumak üzere belirlenmiş detaylı protokoller bunlar.
Resmi mevzuat gibi bunlar da kapsamlı bir ekoloji bilgisine ve canlı
nüfuslarının uzun süreli gözlemine dayanıyor. Avlanma yetkilileri
nin "kaynak" diye adlandırdığı canlıları hem bu canlıların adına
hem de gelecek nesillere de kalmaları adına korumak gibi ortak bir
amaçları bulunuyor.
Kaplumbağa Adası'mn ilk yerleşimcileri karşılarında gördük
leri bolluktan müthiş etkilenmişler, bu zenginliği doğanın cömertli
ğine bağlamışlardı. Büyük Göller bölgesindeki yerleşimciler yerlile
rin yabanipirinç hasadının bereketini günlüklerine yazmışlardı; sa
dece birkaç gün içinde bütün yıl yetecek kadar pirinci kanolarına
doldurmuşlardı bu yerliler. Ama yerleşimciler, içlerinden birinin de
yazdığı gibi, "vahşilerin tarlada daha çok pirinç varken bir yerden
sonra hasadı bıraktıklarım" görünce şaşırmışlardı. Bunları yazan
kadın yerleşimcinin gözlemleri şöyleydi: "Pirinç hasadı şükran tö
reniyle ve sonraki dört gün havanın güzel olması için dualarla baş
lıyor. Bu dört gün boyunca şafaktan günbatımına kadar hasat yapa
cak, sonra pirinçlerin çoğunu toplamadan öylece bırakacaklar. Bu
pirincin kendileri için değil Gök Gürültüsü için olduğunu söylüyor
lar. Hasada devam etmeye asla yanaşmıyorlar, bu yüzden de pirin
cin çoğu heba oluyor." Yerleşimciler bu hareketi kafirlerin tembelli-
202 Bitkilerin Ruhu
Yıllık ücreti 40.000 dolar civarında olan küçük bir özel üniversi
tede "Minnet Kültürleri" başlıklı bir konuşma yapmıştım. Bana ay
rılan elli beş dakika içinde Haudenosaunee halkının Şükran Hitabe
si'nden, Kuzeybatı Pasifik kıyılarındaki festival geleneğinden ve
Polinezya'daki hediye ekonomisinden bahsettim. Sonra da mısır
hasadının bütün kilerleri tıka basa dolduracak kadar bol olduğu yıl
lardan kalma, geleneksel bir hikaye anlattım. Tarlalar köylülere o
kadar cömert davranmıştı ki insanların çalışmaya ihtiyacı kalma
mıştı. Bu yüzden çalışmayı bırakmışlardı. Çapalarını ağaç gövdele
rine yaslamış, hiç kullanmamışlardı. O kadar tembelleşmişlerdi ki
mısır ayinlerine ayrılan sürede tek bir minnet şarkısı bile söyleme
mişlerdi. Mısırı, Üç Kız Kardeş'in kutsal bir besin olarak hediye et
tikleri sırada hiç de akıllarından geçmeyen şekillerde kullanmaya
başlamışlardı. Odun kesme zahmetine girmek istemeyince mısır
yakıyorlardı. Hasadı güvenli ambarlarda saklamak yerine yığınlar
halinde ortada bıraktıkları için köpekler mısırları sürükleyip götü
rüyordu. Çocuklar mısır başaklarını tekmeleye tekmeleye oyun oy
narken kimse onları durdurmuyordu.
Onurlu Hasat 209
1. Bu hikaye güneybatıdan kuzeydoğuya kadar her yerde bilinir. Burada, Joseph Bruchac
tarafından Caduto ve Bruchac'ın Keepers of life [Yaşamın Koruyucuları] adlı kitabında anla
tılan versiyona yer verilmiştir.
21 O Bitkilerin Ruhu
yan her şeyin bir başka yaşamın bize hediyesi olduğunu öğrendik.
Geceleri onunla birlikte yatağa yattığımızda evin kirişlerine ve üs
tümüze aldığımız yün battaniyelere teşekkür etmemizi söylerdi. Ni
nem bunların hepsinin hediye olduğunu, bu yüzden de hepsine
özen göstermek, onların yaşamına saygı duymak zorunda olduğu
muzu hep hatırlatırdı bize. Onun evindeyken pirinci öpmeyi öğren
dik. Tek bir tahıl tanesi bile yere düşse alıp öpmeyi, onu israf etmek
gibi bir saygısızlığa niyetimiz olmadığını göstermeyi öğrendik." Bu
öğrenci, Amerika'ya ilk geldiğinde yaşadığı en büyük kültür şoku
nun lisan, yemekler ya da teknoloji değil, israf olduğunu söyledi.
"Daha önce hiç kimseye bunu anlatmadım ama kafeteryada in
sanların yemeklere davranışını gördükçe midem bulanırdı," dedi.
"Buradakilerin tek bir öğle yemeğinden artanlar, bizim köyü gün
lerce doyurabilir. Bunu kimseye anlatamadım, çünkü hiç kimse bir
pirinç tanesini neden öptüğümüzü anlayamazdı." Hikayesini pay
laştığı için teşekkür ettiğimde, "Lütfen bunu bir hediye olarak alın
ve başkalarına hediye edin," dedi.
Dünyanın bize verdiği hediyelerin karşılığında bazen sadece
minnetin yeterli olduğunu duymuştum. Teşekkür edebilmek insan
lara özgü bir hediye, çünkü dünyanın başka türlü, her zamankin
den daha az cömert olabileceğini hatırlatan ortak bir hafızamız ve
farkındalığımız var. Ama sanırım artık minnet kültürünün de ötesi
ne geçmemizin, karşılıklılık kültürünü yeniden kurmamızın zama
nı geldi.
Yerli halkların sürdürülebilirlik modellerine ilişkin bir toplantı
da Algonquin kökenli çevrebilimci Carol Crowe'la tanışmıştım. Ca
rol bu konferansa katılabilmek için kabile konseyinden para isteyi
şinin hikayesini anlattı bana. Konsey, "Bu sürdürülebilirlik meselesi
nedir? Ne hakkında konuşacaklar?" diye sormuş. Carol da onlara,
"doğal kaynakların ve toplumsal kurumların, insan soyunun bu
günkü ve gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamaya devam edebilmesini
sağlayacak şekilde yönetilmesi" gibi, standart sürdürülebilir kalkın
ma tanımlarını özetlemiş. Konsey bir süre sessizce düşünmüş. So
nunda ihtiyarlardan biri, "Bana öyle geliyor ki sürdürülebilir kal
kınma derken yine her zamanki gibi doğadan almaya devam etmek
Onurlu Hasat 211
1. (Fr.) "Orman koşucusu." 17. yüzyılın başlarından itibaren Kuzey Amerika'da kürk ticare
ti yapan Fransızlara verilen isim. Yerli halklarla yakın ilişki içinde olan bu kişiler önceleri
Avrupa'dan getirdikleri ürünler karşılığında Kızılderililerden kürk alıyorlardı; daha sonra
kendileri de avcılığa başladılar. (Ç.N.)
212 Bitkilerin Ruhu
1. Durumu olduğundan farklı göstermek için yapılan sahtecilikler anlamına gelir. Rus devlet
adamı Grigori Potemkin, İmparatoriçe il. Katerina'nın Ukrayna ve Kırım'ı ziyareti sırasında
bölgenin sefaletini görmesini engellemek için Dinyeper Nehri boyunca sahte evler inşa ettir
miştir. Bu "karton" evlerden oluşan sahte yerleşimler Potemkin Köyü olarak anılır. (Ç.N.)
222 Bitkilerin Ruhu
manlar aradan yüz yıl da geçse yoksul oluyor; oysa duvarın diğer
tarafındaki dokunulmamış ormanlar tomurcuklarla dolu. Çevrebi
limcilerin henüz anlayamadığı bir nedenle, ormanların şifası eksik.
Belki mikrohabitattan, belki dağılımdan; ama ağaçlar mısır ekmek
için kesildikçe, peş peşe gelen beklenmedik değişimler sonucunda
bu şifalı bitkilerin asıl yaşam alanlarının yok olduğu çok açık. Top
rak artık şifalı bitkileri istemiyor ve nedenini bilmiyoruz.
Vadi boyunca sıralanan Gökkadın ormanlarına hiç saban girme
miş, bu yüzden de hala görkemliler ama geriye kalan ormanların
çoğunda orman tabanı yok olmuş. Pırasalarla kaplı ormanlar arhk
nadiren görülüyor. Benim sonradan yeşermiş ormanımda da pırasa
lar ya da trilyumlar büyük olasılıkla asla yeniden yeşermeyecek ama
bu biraz zaman, biraz da şans meselesi. Bana göre bu bitkileri duva
rın diğer yanına taşımak benim görevim. Yıllar içinde yamacıma ek
tiğim bitkiler nisan ayında yer yer yemyeşil oldu; dolayısıyla pırasa
ların da yuvalarına dönebileceğine, yaşlandığımda ilkbaharı kutla
mak için onlarla ziyafetler verebileceğime dair umudumu canlı tutu
yorum. Onlar bana veriyor, ben de onlara veriyorum. Karşılıklılık
hem yiyenler hem de yenenler için berekete yapılmış bir yahrım.
Onurlu Hasat'a hemen bugün ihtiyacımız var. Fakat pırasalar ve
sansarlar gibi bu hasat da farklı bir ortamda, farklı bir zamanda, ge
leneksel bilginin mirasıyla doğmuş, tehlike altındaki bir tür. Orman
larla birlikte karşılıklılık ahlakı da tüketildi, adaletin güzelliği daha
çok eşyaya sahip olma isteğine feda edildi. Ne pırasaların ne de onu
run yeşerebileceği bir kültürel ve ekonomik ortam yarathk. Toprak
cansız bir şeyden ibaretse, hayatlar metadan ibaretse, o zaman Onur
lu Hasat da ölmüş demektir. Ama baharda kıpır kıpır canlanan bir
ormanın ortasında durduğunuzda, böyle olmadığım anlıyorsunuz.
Sansarları beslememizi, pirinci öpmemizi söyleyen bu canlı
toprağın ta kendisi. Yabani pırasalar ve çılgın fikirler tehdit altında.
Her ikisini de ekmemiz, doğdukları topraklara dönmelerini sağla
mamız gerek. Onları duvarın bu yanına taşımamız, Onurlu Hasat
anlayışını yeniden canlandırmamız, şifayı geri getirmemiz gerek.
Kutsal Otu Örmek
Arazi sisle kaplı. Yarı karanlığın içinde sadece bu kaya ve gök gürül
tüsünü andırır bir kükremeyle kıyıya vuran, alçalıp yükselen dalga
lar görünüyor, bu minicik adadaki yerimin ne kadar eğreti olduğu
nu hatırlatıyor bana. Bu soğuk, ıslak taşların üstündeki ayaklar san
ki benim değil, Gökkadın'ın ayakları; dünyayı bizler için bir yuvaya
dönüştürmeden önce, soğuk ve karanlık denizdeki küçücük bir top
rak parçasında yapayalnızdı Gökkadın. Gökdünya'dan düştüğün
de, Kaplumbağa Adası da onun Plymouth Rock'ı1 ya da Ellis Ada
sı'ydı. İnsanların Anası da önceleri bir göçmendi.
Ben de kıtanın batı kıyısındaki bu sahile yabancıyım; dalgaların
ve sisin arasında bir görünüp bir yok olan bu araziye yabancıyım.
Burada hiç kimse ismimi bilmiyor, ben de onlarınkini bilmiyorum.
Ufacık bir tanışıklık bile olmayınca, başka her şeyle birlikte ben de
sisin içinde yok olabileceğimi hissediyorum.
Yaratıcı'nın dört kutsal unsuru bir araya getirip içlerine nefesini
üfleyerek İlk İnsan'ı yarattığı ve sonra onu Kaplumbağa Adası'na
yerleştirdiği söylenir. Yaratılanların en sonuncusu olan İlk İnsan'a
1. Mayflower gemisiyle Amerika'ya gelen ilk yerleşimcilerin karaya çıktığı nokta. (Ç.N.)
226 Bitkilerin Ruhu
1. Doğadaki modelleri inceleyip taklit ederek çözüm geliştiren bilim dalı. (Ç.N.)
232 Bitkilerin Ruhu
setle kapatılıp engellenmiş bir nehir ağzı görüyorum. Batıda bir trol
teknesi okyanusun tabanını tümden tarıyor. Çok uzakta, kuzeyde
ise petrol çıkarmak için toprağın bağrı yarılıyor.
Yeni insanlar, bir hayvan konseyinde İlk İnsan'a söylenenleri
("Yaratılmışlara asla zarar verme ve başka bir varlığın kutsal varo
luş nedenine asla müdahale etme") öğrenseydi, yukarıdan uçan
kartal bambaşka bir dünyaya bakıyor olurdu. Nehirler sombalıkla
rıyla dolar, göçmen güvercinler gökyüzünü kaplardı. Kurtlar, turna
lar, Nehalem yerlileri, pumalar, Lenape yerlileri, yaşlı ormanlar hala
burada olur, kendi kutsal amaçlarını gerçekleştirirlerdi. Ben Po
tawatomi lisanında konuşuyor olurdum. Nanabozho'nun gördük
lerini biz de görürdük. Bu konuda çok da hayal kurmaya dayanamı
yor insan, çünkü beraberinde büyük bir kırgınlık da geliyor.
Böyle bir geçmiş varken yerleşimcileri toprağın yerlisi olmaya
davet etmek, soyguna davetle aynı anlama geliyor. Geriye kalan azı
cık şeyi de almaları için apaçık bir çağrı. Yerleşimcilerin Nanaboz
ho'nun izinden gideceğini, "her adımın Toprak Ana'ya bir selam
olduğu" inancıyla yürüyeceğini nereden bileceğiz? Umut pırıltıları
nın ardındaki gölgelerde hala keder ve korku var. Kalbimi mühürlü
tutmaya çalışıyorlar.
Ama yerleşimcilerin de kederli olduğunu unutmamam gerek.
Onlar da ayçiçeklerinin sakakuşlarıyla dans ettiği uzun çayırlarda
dolaşamayacaklar. Onların çocukları da Akçaağaç Dansı eşliğinde
şarkı söyleme şansını kaybetti. Bu suları onlar da içemeyecek.
ve ben doktora tezimi yazarken bir yandan da ders veren yarı za
manlı bir hocaydım sadece. Başkalarının çocuklarını, hemen hemen
hiç umursamadıkları bir şeyle tanıştırabilmek uğruna küçücük kız
larımı babalarıyla baş başa bırakmıştım. Bu küçük yüksekokul, öğ
rencilerini tıp fakültesine başarıyla sokmasıyla bütün Güney'de ün
lüydü. Dolayısıyla da Güneyli aristokrat ailelerin kızları ve oğulları,
ayrıcalıklı bir hayata ilk adımlarını burada atıyordu.
Bu tıbbi görev gereği dekan, tıpkı bir rahibin cüppesini giymesi
gibi her sabah bir tören havasıyla beyaz önlüğünü giyiyordu. Takvi
minde sadece idari toplantılar, bütçe incelemeleri ve mezun işleri
vardı ama laboratuvar önlüğü demirbaştı. Kendisini gerçek bir la
boratuvarda hiç görmediysem de benim gibi pazen gömlekli bir bi
liminsanına kuşkuyla yaklaştığına şüphe yoktu.
Biyolog Paul Ehrlich, insanın doğal dünyadaki yerini yeniden
gözden geçirmemizi sağlayabildiği için ekolojiye "ezber bozan bi
lim" adını vermişti. O zamana kadar öğrencilerim tüm çalışmalarını
tek bir türe adamışlardı: Kendilerine. Ezber bozmak, onların dikka
tini Homo sapiens'ten uzaklaştırıp aynı gezegeni paylaştığımız altı
milyon canlı türüne şöyle bir bakmalarını sağlamak için tam üç gü
nüm vardı. Dekan, "alt tarafı bir kamp yolculuğu"na para vermekle
ilgili kaygılarını dile getirmişti ama Great Smoky Dağları'nın çok
önemli bir biyoçeşitlilik alanı olduğunu öne sürmüş, tam anlamıyla
bilimsel bir keşif gezisine gittiğimizi söylemiştim. Ayrıca dayana
mayıp laboratuvar önlükleri giyeceğimizi de eklemiştim. İçini çekip
talep formunu imzalamıştı.
Besteci Aaron Copland haklıydı. Apalaşlarda ilkbahar, dans
müziği gibiydi. Ormanlar yaban çiçeklerinin renkleriyle dans edi
yor, ak kızılcıklar beyaz salkımlarla, erguvanlar ise pembe köpükler
halinde yayılıyor; nehirler coşuyor, karanlık dağların ihtişamı renk
lerle süsleniyordu. Ama buraya iş için gelmiştik. İlk sabah elimde
not defterim, aklımda derslerimle çadırımdan çıktım.
Vadideki kampımızın üstünde sıradağlar yükseliyordu. Great
Smoky Dağları ilkbaharın başında, her bir ülkenin ayrı renge bo
yandığı bir harita gibi rengarenkti: yeni yaprak veren kavaklar açık
yeşil, henüz uyanmamış meşeler gri, tomurcuklanan akçaağaçlar
Gümüşçanların Sesi 239
1. (İng.) "Yüce inayet, nasıl da tatlıdır sesin." "Amazing Grace" şarkısının sözlerinden. (Ç.N.)
2. (İng.) "Kurtardın bu zavallıyı. Bir vakitler kayıptım, ama buldun beni." (Ç.N.)
Gümüşçanların Sesi 243
tuğun kollarına dayar gibi bir saz tepeciğine dayamış halde, sakin
duruyor. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamış ama arkadaşlarını
yüreklendiriyor, bir kütüğün üstünde sendeleyenlere tavsiyeler ve
riyor: "Atla gitsin, ancak o zaman rahatlayıp eğlenebilirsin." Nata
lie, "İçindeki misksıçanıyla bir ol!" diye bağırarak suya atlıyor. Cla
udia, sıçrayan çamurlardan korunmak için bir adım geri gidiyor.
Korkuyor. Chris, nazik bir şoför gibi Claudia'ya elini uzatıp onu ki
barca çamurun içine indiriyor. Fakat o anda Chris'in arka tarafından
uzun bir sıra halinde kabarcıklar çıkıp gürültülü bir fokurdamayla
yüzeyi yarıyor. Yer yer çamurlanmış yüzü kıpkırmızı kesilen Chris
herkesin bakışları altında ayaklarını kıpırdatıyor. Arka tarafından
yine berbat kokulu bir kabarcıklar dizisi çıkıyor. Bütün sınıf gül
mekten yerlere yatıyor ve kısa süre sonra herkes suyun içinde, ça
murları yara yara yürümeye başlıyor. Bataklıkta yürürken, her adı
mımızda "bataklık gazı" metanın serbest kalıp yüzeye çıkmasıyla
birlikte, bitmek bilmeyen osuruk şakaları da artarda geliyor. Çoğu
yerde su kalçamıza kadar çıkıyor ama arada sırada birileri göğüs
hizasında çukurlara daldıkça önce bir çığlık, sonra bir kahkaha du
yuluyor. Umarım göğsüne kadar batanların arasında Brad yoktur.
Hasırotlarını koparabilmek için suyun altında bitkinin tabanını
bulup çekmek gerekir. Zemindeki tortu gevşekse ya da çeken kişi
yeterince güçlüyse, bitkiyi köksaplarıyla birlikte koparmak müm
kün. Ama sorun şu ki bitkinin kopup kopmayacağını, tüm gücü
nüzle çekip de elinize gelivermeden anlayamıyorsunuz, o zaman da
zaten kulaklarınızdan çamur damlar halde suyun içine oturuvermiş
oluyorsunuz.
Bitkinin toprakaltı kökleri olan köksaplar büyük ödül. Dış yü
zeyi kahverengi ve lifli, içi ise patates gibi beyaz ve nişastalı olan bu
köksaplar ateşte kızartılınca epeyce lezzetli oluyor. Kestiğiniz kök
sapları temiz suda bekletirseniz kısa süre içinde un ya da lapa ola
rak tüketebileceğiniz bir kase beyaz nişastanız oluyor. Tüylerle kap
lı bazı köksapların alt ucundan, basbayağı erekte bir penise benze
yen beyaz ve sert bir sürgün çıkıyor. Hasırotlarının tüm bataklığa
yayılmasını sağlayan büyüme organları bunlar. İnsani ihtiyaçlar hi
yerarşisine uygun olarak erkek öğrencilerden bazıları, benim gör
mediğimi sanarak bu sürgünlerle şakalaşıyor.
Çembere Katılmak 249
Hasırotu bitkisi -Typha latifolia- dev bir ota benzer: Bağımsız bir
sapı yoktur; tek merkezin etrafında katmanlar halinde birbirine do
lanmış yaprak tomarları vardır. Yapraklar rüzgara ve dalgalara tek
başlarına direnemezler ama bir arada olduklarında güçlenirler, su
yun altındaki geniş köksap ağları sayesinde zemine tutunurlar. Ha
ziranda boyları bir metreye ulaşır. Toplamak için ağustosu beklerse
niz yaprakların boyu iki buçuk metreye ulaşır; her biri yaklaşık iki
buçuk santim genişliğindeki bu yapraklar, tabandan başlayıp nazlı
nazlı salınan uçlarına kadar paralel damarlarla güçlenmiştir. Paralel
çemberler halinde yükselen bu damarların etrafında da bitkiyi des
tekleyen sağlam lifler vardır. Bu destek karşılığında bitki de insanla
rı destekler. Şeritlere ayrılıp bükülen hasırotu yaprakları, en kolay
bulunan halat, iplik ve sicim kaynaklarımızdır. Kampa döndüğü
müzde Kızılderili çadırımız için sicim ve dikiş ipliği yapacağız.
Kısa süre içinde kanolar hasırotu yığınlarıyla dolup taşıyor ve
tropikal bir nehirdeki küçük bir sal filosuna benziyor. Kanoları kıyı
ya çekip her bir bitkiyi dışarıdan içeriye doğru yaprak yaprak soyu
yor, temizliyoruz. Natalie katmanları soyarken bitkiyi elinden atıve
riyor. "Ayy, sümük gibi," diyerek ellerini, sanki bir işe yarayacakmış
gibi, çamur içindeki pantolonuna sürüyor. Yaprakları dibinden ko
pardığınızda, hasırotunun içindeki jel şeffaf bir mukus gibi uzaya
rak yayılıverir. Başta iğrenç görünür ama ellerinize ne kadar iyi gel
diğini sonradan fark edersiniz. Şifacılar sık sık, "Şifa, sebebe yakın
yerdedir," der. Aynı şekilde, hasırotu toplarken mutlaka güneş yanı
ğı ve kaşıntı olur ama bu rahatsızlıkların panzehri de yine bitkiler
dedir. Bu şeffaf, serin ve temiz jel cildi tazeliyor ve mikropları kırı
yor; bataklığın aloe verası da bu işte. Hasırotları bu jeli, mikroplarla
savaşmak ve su seviyesi düştüğünde yaprak tabanlarını nemli tut
mak için üretiyor. Bitkiyi koruyan bu özellikler bizi de koruyor. Gü
neş yanığına o kadar iyi geliyor ki kısa süre sonra öğrenciler her
yerlerine bu sümüksü jeli sürmeye başlıyor.
Hasırotları, bataklığın ortasındaki hayatlarına mükemmel şe
kilde uyumlu başka özellikler de geliştirmişler. Yaprakların tabanla
rı suyun altında kalıyor ama yine de solunum için oksijene ihtiyaç
duyuyorlar. Bu yüzden de tıpkı oksijen tüpü kullanan dalgıçlar gibi,
250 Bitkilerin Ruhu
karabilmek için o tarafa doğru küçük bir kanal açıyorum. Sonra do
ğudan dümdüz gelen, gittiği yönden emin bir başka kökle kesişiyor.
O kısmı da kazıyorum. Biraz daha kazınca üçüncü kök de çıkıyor
karşımıza. Kısa süre sonra ortalık sanki bir ayı gelip toprağı kazmış
gibi oluyor. İlk deliğe gidiyorum, kökü bir tarafından kesiyorum,
sonra öteki köklerin altından geçiriyorum, sonra üstünden, altın
dan, üstünden, altından. Ormanın tamamını dolaşan bir şebekenin
içindeki kablolardan bir tanesini ayırmaya çalışıyorum ama ötekile
ri de ortaya çıkarmadan bunu yapamayacağımı anlıyorum. Bir dü
zine kök açığa çıktı ve içlerinden birini seçmem, kesintisiz ve uzun
tek bir şerit elde edebilmek için koparmadan çıkarmam gerekiyor.
Kolay iş değil.
Öğrencilere dolaşmalarım, araziyi okumalarını ve nerede kök
yazdığını bulmalarını söylüyorum. Hemen gidiyorlar ve ormanın loş
serinliğinde kahkahaları ışıl ışıl parlıyor. Bir süre birbirlerine seslen
meye, pantolonlarının içine sokmadıkları tişörtlerinin altından kendi
lerini ısıran sineklere yüksek sesle küfretmeye devam ediyorlar.
Bütün hasadı tek noktadan yapmamak için dağılıyorlar. Kök
lerden oluşan yorgan da üstümüzdeki kanopi kadar büyük. Birkaç
kök toplamak ormana fazla zarar vermez ama yine de sebep oldu
ğumuz hasarı onarmaya özen gösteriyoruz. Açtığımız delikleri ka
patmalarını, coptis'ler ile yosunları aldığımız yere geri koymalarını,
hasat bittikten sonra da yerinden ettiğimiz bitkilerin solan yaprak
larını mataralarındaki suyla canlandırmalarını hatırlatıyorum.
Olduğum yerde kalıp kökler üzerinde çalışmaya devam ediyor,
neşeli sohbetlerin yavaş yavaş uzaklaşmasını dinliyorum. Ara ara
yakınlardan hayal kırıklığıyla dolu homurtular geliyor. Kürekle ze
mini kazarlarken toprağın dağılıp birinin yüzüne sıçradığını duyu
yorum. Ellerinin ne yaptığını biliyorum ve akıllarının nerede oldu
ğunu seziyorum. Ladin kökü kazmak insanı bambaşka yerlere gö
türür. Topraktaki harita insana sürekli aynı soruları sorar: Hangi
kökü seçmeli? Manzaralı yol hangisi? Peki ya çıkmaz sokak? Seçti
ğin ve dikkatle çıkarmaya başladığın o güzelim kök aniden bir ka
yanın altına giriverir de takip edemezsin. O yolu bırakıp başka yola
mı sapacaksın? Kökler haritadaki yollar gibi etrafa dağılır ama nere-
258 Bitkilerin Ruhu
metreden uzun bir kök bu. "Çürümüş bir kütük boyunca uzanıyor
du," diyor, "ben de peşinden gittim." "Evet, benimki de öyleydi,"
diyor Claudia. "Sanırım besinleri takip ediyordu." Öğrencilerin ço
ğunun bulduğu kökler kısa sayılabilecek parçalardı ama hikayeleri
uzundu: taş sandıkları şey aslında uyuyan bir kurbağaymış, çok
uzun zaman önceki bir yangından kalma kömür parçası varmış, bir
kök aniden kopup Natalie'nin üstünü başını toprağa bulamış. "Çok
sevdim. Bırakmak istemedim," diyor Natalie. "Sanki kökler hep bizi
bekliyormuş gibiydi."
Her seferinde öğrencilerim kök topladıktan sonra bir değişim
yaşarlar. Sanki varlığının hiç farkında olmadıkları kıskaçlardan kur
tulmuş gibi hassaslaşırlar, açılırlar. Onlar sayesinde ben de bize ve
rilmiş bir hediye olan dünyaya açılmanın ve toprağın bizi koruyup
kollayacağını, ihtiyaç duyduğumuz her şeyin burada var olduğunu
bilmenin verdiği hissi yeniden hatırlıyorum.
Kök toplarken ellerimizin aldığı hali de gösteriş vesilesi yapı
yoruz: dirseklerimize kadar kollarımız, her bir tırnağımızın içi, teni
mizdeki her bir çizgi adeta bir tören için kına yakılmış gibi kapkara,
tırnaklarımız çay lekeli porselenler gibi sapsarı. Claudia kraliçeyle
çay içiyormuş gibi serçeparmağını havaya kaldırıp, "Bakın," diyor,
"özel ladin kökü manikürü yaptırdım."
Kampa dönüş yolunda derede durup kökleri temizliyoruz. Taş
ların üstüne oturup kökleri ve çıplak ayaklarımızı suya batırıyoruz.
İkiye ayrılmış bir fidandan yaptığım mengeneyle kökleri nasıl soy
duğumu gösteriyorum onlara. Köklerin sert kabuğu ile etli dış zarı,
incecik beyaz bir ayaktan çıkan kirli bir çorap gibi sökülüveriyor.
Hemen altında tertemiz ve yumuşacık bir doku var. İplik gibi elimin
çevresine dolayabiliyorum ama kuruduğunda odun kadar sert ola
cak. Mis gibi ladin kokuyor.
Kökleri topraktan söktükten sonra, derenin kıyısına oturup ilk
sepetlerimizi örüyoruz. İlk defa yapanların sepetleri dengesiz olu
yor fakat yine de işe yarıyor. Kusursuz olmayabilirler ama insanlar
ile toprak arasındaki bağı yeniden örmenin ilk adımı olduklarına
inanıyorum.
Öğrenciler birbirlerinin omuzlarına çıkıp çadırın tepesine ulaşı
yor ve ağaç kabuklarından yaptığımız levhaları köklerle birbirine
260 Bitkilerin Ruhu
Yenilenmenin dansı, dünyayı yaratan dans daima burada, her şeyin kıyısında, uçu
rumun eşiğinde, sisli sahilde edilirdi.
Ursula K. Le Guin
runcu ve kırmızı renklerde dev bir alev. Yanmakta olan çayırda du
manlar giderek artıyor ve karanlığın içindeki pembe sombalıkları
beyaz karınlarıyla birlikte kıvrıla kıvrıla yükseliyor. "Gel, gel, teni
min teni. Kardeşim. Yaşamının başladığı nehre dön. Şerefine bir şö
len hazırladık."
Açıklardan, kanoların gidemeyeceği kadar uzaktaki sulardan
bakınca zifiri karanlık sahilde ufacık bir ışık, karanlığın içinde bir
kibrit, sahil boyunca sürüklenip sise karışan beyaz bulutların altın
da titreşiyor. Uçsuz bucaksız boşluğun içinde bir kıvılcım. Vakit gel
di. Yekvücut olup doğuya, kıyıya, yuvaları olan nehre dönüyorlar.
Doğdukları suyun kokusunu alınca yolculuklarına bir ara verip za
yıflayan gelgite bırakıyorlar kendilerini. Üzerlerinde, tam da burun
da ışıldayan alev kulesi suya yansıyor, dalgaların kızaran tepelerine
bir öpücük konduruyor ve gümüş rengi pulları aydınlatıyor.
Güneş doğarken burun, sanki mevsimin ilk karı yağmış gibi gri
beyaz. Aşağıdaki ormanın üstüne soğuk küller savruluyor ve rüz
gar yanmış otların keskin kokusunu taşıyor. Ama hiç kimse bunun
farkında değil, çünkü hepsi de yüzgeç yüzgece nehir boyunca yü
zen besin kaynaklarına hoş geldin şarkıları, güzellemeler söylemek
le meşguller. Ağlar hala sahilde, mızraklar hala evlerde asılı. Kanca
çeneli lider sombalıkları hiç müdahale edilmeden önden gidiyor;
ötekilere rehberlik edecekler ve nehrin yukarısındaki akrabalarına,
insanların minnettar ve saygılı olduğunu söyleyecekler.
Balıklar devasa sürüler halinde kampın yanından geçip nehrin
üst kısmına kadar hiç rahatsız edilmeden ilerliyor. Dört gün boyun
ca güven içinde yüzdükten sonra İlk Sombalığı en saygın balıkçı
tarafından avlanıyor ve bir ayin ciddiyetiyle hazırlanıyor. Ayin ala
nına, çam iğneleriyle kaplı bir mazı platform üstünde, törenle taşını
yor. Sonra kutsal yiyecekler olan sombalığı, geyik, kökler ve çalı
meyveleri, havzadaki yerlerine uygun sırayla yeniyor. Kızılderililer
elden ele bir bardak dolaştırarak hepsini birbirine bağlayan suyun
varlığını kutluyor. Uzun sıralar halinde dans ediyor, verilen her şey
için şükran şarkıları söylüyorlar. Sombalıklarının ruhlarının ötekile
ri takip edebilmesi için kılçıkları, baş kısımları nehrin yukarısına
bakacak şekilde yeniden nehre bırakılıyor. Tıpkı bizler gibi onlar da
ölmeye yazgılı ama öncelikle, yaşamın hep bir sonrakine, hep bir
Cascade Head Yanıyor 267
larla suyun içine dalıyor, ötekiler ise kovalarla uğraşıyor. Bir şey
bulduklarında sevinçle çığlık atıyorlar. Bu da başka bir tür İlk Som
balığı Töreni.
Amerikan Orman Hizmetleri, Oregon Devlet Üniversitesi li
derliğindeki çeşitli kurumlarla birlikte 1976'da halici ıslah projesi
başlattı. Setleri, barajları ve gelgit havuzlarının kapaklarını kaldırıp
gelgit sularının amaçladıkları, gitmeleri gereken yere tekrar varabil
mesini planlıyorlardı. Oranın bir haliç olduğunu toprağın yeniden
hatırlamasını uman ekipler, insan eliyle inşa edilmiş yapıları teker
teker söktüler.
Toplamda nesiller boyu süren ekolojik araştırmalar, laboratu
varda geçen sayısız saatler, can yakıcı güneş yanıklarıyla dolu saha
çalışmaları, kışın yağmur altında titreye titreye toplanan veriler,
yeni türlerin mucizevi bir şekilde halice döndüğü muhteşem yaz
günleri rehberlik ediyordu bu projeye. Biz saha biyologları tam da
bunun için yaşarız: Genellikle bizden çok daha ilginç olan, hepimiz
için hayati olan başka canlı türlerinin yanında, sahada olma imkanı
bulmak için. Bu canlı türlerinin ayaklarının dibine oturup dinleriz.
Potawatomi hikayeleri, bütün bitkilerin ve insanlar da dahil tüm
hayvanların eskiden aynı dili konuştuğunu söyler. O zaman hayat
larımızı birbirimize anlatabilirdik. Ama vaktiyle bize verilmiş bu
hediye artık yok ve biz bunun eksikliğini yaşıyoruz.
Aynı dili konuşamadığırnızdan, biliminsanları olarak hikayenin
parçalarım elimizden geldiğince birleştirmeye çalışıyoruz. Sombalık
larına neye ihtiyaç duyduklarını doğrudan soramadığımız için de
neyler yoluyla sorup cevaplarını dikkatle dinliyoruz. Balıkların su
yun ısısına nasıl tepki verdiklerini anlamak umuduyla kulak taşların
da (otolit) her yıl oluşan halkaları gece yarılarına kadar mikroskop
altında inceliyoruz. Böylece sorunu çözmeyi umuyoruz. Tuzlanma
nın istilacı otların artışı üzerindeki etkilerini görmek için deneyler
yapıyoruz. Böylece sorunu çözmeyi umuyoruz. Başkalarına göre can
sız olan, ama bize göre insan dışındaki türlerin gizemli yaşamlarını
anlamamızı sağlayabilecek şeyleri ölçüyor, kaydediyor, analiz ediyo
ruz. Huşu ve alçakgönüllülükle yapılan bilimsel çalışmalar, insanın
ötesindeki dünya ile güçlü bir karşılıklılık ilişkisi anlamına geliyor.
276 Bitkilerin Ruhu
ağlar indiriyorlar. Kontrol etmek, sahile inip denize bakmak için her
gün buraya geliyorlar. Ama sombalıkları henüz görünmüyor. Bekle
yen biliminsanları uyku tulumlarım açıyor, laboratuvar malzemele
rini kapatıyorlar. Biri hariç hepsini. Tek bir mikroskobun ışığı açık
bırakılıyor.
Dalgaların ötesinde sombalıkları yuvalarından gelen suyun ta
dım alıyorlar. Burnun karanlığında yuvalarını görebiliyorlar. Birisi
gecenin içinde ışıldayan minicik bir fener, bir ışık bırakmış; bu ışık,
sombalıklarını yuvalarına çağırıyor.
KöKLERİ YERLEŞTİRMEK
şekillendiren yıkım ve yaratım ikiliğini çok iyi bilir. Bir süre ayrı
duran şeritler yepyeni bir bütün halinde tekrar örülür. Bir sepetin
yolculuğu, aynı zamanda bir halkın da yolculuğudur.
Nehir kıyılarındaki sulak alanlarda kök salan kara dişbudak ve
kutsal ot toprakta da komşudur. Mohawk sepetlerinde de yine bir
birlerine komşu olurlar. Dişbudak şeritlerinin arasına kutsal ot ör
güleri dizilir. T heresa çocukluğunda kutsal ot yapraklarının parlak
yüzeyleri ortaya çıksın diye saatlerce sımsıkı ve düzgünce onları
ördüğünü hatırlıyor. Sepetlerde, bir araya toplanan kadınların aynı
cümle içinde hem İngilizce hem de Mohawk dilinde kelimelerle an
lattıkları hikayeler ve attıkları kahkahalar da örülüdür. Kutsal ot,
sepetin ağzını kuşatır ve kapaklarını birbirine bağlar, böylece boş
bir sepet bile toprak kokusunu taşıyarak insanlar ile mekanlar, diller
ve kimlikler arasında bir bağ dokur. Sepetçilik ekonomik güvence
anlamına da gelir. Sepet örmeyi bilen bir kadın aç kalmaz. Kutsal
ottan sepetler yapmak, Mohawk olmakla neredeyse özdeşleşmiştir.
Geleneksel Mohawk'lar toprağa duydukları minneti kelimelere
dökerler ama bugünlerde St. Lawrence Nehri boyunca uzanan top
raklarda minnet duyacak pek fazla şey yok. Koruma alanının bazı
bölgeleri hidroelektrik santralleriyle dolunca, ağır sanayi tesisleri
de ucuz elektrikten ve rahat nakliye rotalarından faydalanmak için
bölgeye yığıldı. Alcoa, General Motors ve Domtar şirketleri dünya
ya Şükran Hitabesi'nin gözünden bakmıyorlar; dolayısıyla Akwe
sasne ülkenin en kirli bölgelerinden biri haline geldi. Balıkçı aileleri
artık avladıklarını yiyemiyorlar. Akwesasne'de yaşayan annelerin
sütlerinde yoğun miktarda poliklorlu bifenil (PCB) ve dioksine rast
landı. Endüstriyel kirlilik nedeniyle geleneksel yaşam biçimleri gü
venli olmaktan çıktı ve insanlar ile toprak arasındaki bağı tehdit et
meye başladı. Carlisle'da başlayan kıyım, endüstriyel toksinlerle
sonuca ulaştırılacaktı.
Sakokwenionkwas, diğer adıyla Tom Parter, Ayı Kabilesi'nin
bir üyesi. Bu kabile insanların ve şifa bilgisinin koruyucusu olarak
tanınıyor. Tom birkaç kişiyle birlikte şifa niyetiyle harekete geçmiş.
Çocukluğunda ninesinin, günün birinde bir avuç Mohawk'ın nehir
kıyısındaki eski yuvalarına yerleşmek üzere yola çıkacağına dair
282 Bitkilerin Ruhu
değil, çünkü aslında iki varlıktan oluşuyorlar: bir mantar ve bir alg.
Bu iki ortak, birbirinden son derece farklıdır ama o kadar yakın bir
simbiyotik ilişki kurarlar ki bir araya geldiklerinde yepyeni bir or
ganizma yaratırlar.
Bir zamanlar bir Navajo şifacısı, bazı bitkilerin uzun süreli iliş
kileri ve birbirlerine sorgusuz sualsiz güvenleri nedeniyle "evli" ol
duklarına inandığını söylemişti. Likenler de bütünün, parçaların
toplamından fazlası olduğunu gösteren bir çift. Annemle babam bu
yıl altmışıncı evlilik yıldönümlerini kutlayacaklar ve tam da bu tür
bir simbiyotik ilişki içindeler; verme ve alma dengesinin dinamik
olduğu, veren ile alanın rollerinin anbean değiştiği bir evlilik. Taraf
ların ortak güçlü ve zayıf yönlerinden doğan "biz"e, çift olmanın
sınırlarını aşıp aileye ve topluma uzanan "biz"e bağlılık. Bazı liken
ler de böyle; ortak hayatları bütün ekosisteme fayda sağlıyor.
En küçük kabuksulardan görkemli Umbilicaria'ya kadar tüm li
kenler karşılıklı simbiyotik bir ilişki, tüm üyelerin kendi bağların
dan yararlandığı bir ortaklık içinde. Çoğu Kızılderili nikah törenin
de damat ve gelin birbirlerine, her birinin bu evliliğe katmayı vaat
ettiği değeri simgeleyen hediyelerle dolu bir sepet verir. Gelinin se
petinde genellikle bahçeden ya da çayırdan toplanan, kocasını bes
lemeyi kabul ettiğini gösteren bitkiler olur. Erkeğin sepetinde ise
avlanarak aileyi geçindirme vaadini temsil eden et ya da hayvan
derisi bulunur. Bitkisel besinler ve hayvansal besinler, ototrof ve he
terotrof ... Algler ve mantarlar da birleşip likene dönüşürken kendi
hediyelerini getirirler.
Tekhücrelilerden oluşan, zümrüt gibi parlayan alg, ışığı ve ha
vayı şekere dönüştüren çok değerli fotosentez simyasını hediye ola
rak getirir. Alg bir ototroftur, yani kendi besinini üretir, ailenin aşçı
sı, üreticisidir. Enerji için ihtiyaç duyduğu bütün şekeri kendisi ya
par ama mineral bulmakta pek başarılı değildir. Nemli ortamda fo
tosentez yapabilir fakat kendisini kurumaktan kurtaramaz.
Mantar ise kendi besinini üretemediği, başka canlılardaki kar
bona bağımlı olduğu için heterotroftur, "başkalarından beslenir".
Mantar, organizmaları parçalama ve minerallerini kullanma konu
sunda çok başarılıdır ama şeker üretemez. Mantarın nikah sepeti,
Umbilicaria: Dünyanın Göbek Deliği 295
1. Bir organizmanın yeni bir bireyi eşeyli ya da eşeysiz üretebilme yeteneğine sahip herhan
gi bir parçası. (Ç.N.)
Umbilicaria: Dünyanın Göbek Deliği 299
1. Başka bir bitkinin üzerinde biten, ancak asalak olmayan bitki. (Ç.N.)
300 Bitkilerin Ruhu
elinde tutan kız, arkasındaki tepeye kadar adım adım geri gidip ko
pana kadar çekmiş olsa gerek.
O günlerde, Kuzey California'dan güneydoğu Alaska'ya kadar
olan bölgede, dağlar ile deniz arasında kalan hat üzerinde pek çok
yaşlı yağmur ormanı vardı. Sis buraya dökülürdü. Pasifik'ten gelen
nem yüklü hava dağlara çarpar, yukarılara yıllık iki buçuk metre
yağış bırakır, dünyada benzeri bulunmayan bir ekosistemi sulardı.
Dünyanın en büyük ağaçlarıydı bunlar. Kolomb'un yelken açmasın
dan çok daha önce doğmuş ağaçlar.
Ve ağaçlar sadece başlangıçtı. Memeli, amfibi, yabani çiçek, eğ
reltiotu, yosun, liken, mantar ve böcek çeşitliliği inanılmazdı. Bütün
bunları "en" kalıbını çokça kullanmadan anlatmak çok zor, çünkü
dünyadaki en büyük ormanlar buradaydı ve yüzlerce yıldır bu in
sanlar bu ormanlarda yaşıyordu; öldükten sonra, yaşarken oldu
ğundan bile daha fazla hayat veren devasa ağaç kütükleri ve budak
lar vardı. Bu ağaçların kanopisi orman tabanındaki yosunlardan
başlıyordu; ağaç tepelerinden sarkan, yüzlerce yıl boyunca rüzgar
la, hastalıklarla ve fırtınalarla savrulmuş, pürüzlü ve dağınık liken
salkımlarına kadar dikey uzanan çok katmanlı bir heykel gibiydi.
Kaotik gibi görünen bu ortam, tam aksine mantar iplikçikleri, örüm
cek ağları, gümüşi su hatlarıyla sımsıkı örülmüş karşılıklı bağları
içinde saklıyordu. Bu ormanda yalnızlık diye bir şey yoktu.
Kuzeybatı Pasifik kıyısındaki yerli topluluklar, bir ayakları or
manda, bir diğeri kıyıda, her ikisinin de bereketinden faydalanarak
binlerce yıl boyunca burada bolluk içinde yaşadılar. Bu yağmurlu
bölge sombalıklarının, her dem yeşil kozalaklı ağaçların, kamburü
zümlerin, aşkmerdivenlerinin yurdu. Burası, Saliş1 dilinde Zengin
Kadının Yaratıcısı, Mazı Ana olarak adlandırılan geniş kalçalı ve be
reketli ağacın toprağı. Beşikten mezara neye ihtiyaç varsa, boylu
mazı bunları sunmaya, insanları desteklemeye daima hazırdı.
Her şeyin çürümeye yüz tuttuğu bu sulak iklimde, çürümeye
karşı dirençli bir ağaç olan mazı en ideal malzemeyi sunuyordu. Bu
1. Brer Rabbit ya da Bre'r Rabbit; 19. yüzyılda ABD'nin güneyinde yaşayan Afrikalı kölelerin
sözlü masal geleneğindeki ana karakterlerden biri. Çalılıkta yaşayan, zekasını kimi zaman
iyiye kimi zaman da kötüye kullanan dalavereci tavşan. (Ç.N.)
306 Bitkilerin Ruhu
leri "levha çıkarma" dedikleri bir işlemle, pahalı mazı levhalara dö
nüştürüyorlar. Ağacın halkaları öylesine düzgün ki levhalar zaten
kendi kendilerine ayrılıveriyor.
Orman zeminine bırakılmış bu yaşlı ağaçların, yaşadıkları süre
içinde önce saygı görmüş, sonra reddedilmiş, neredeyse tümden
yok edilmiş, ardından yoklukları birileri tarafından fark edilince ye
niden talep görmeye başlamış olması inanılmaz.
Franz, "Buralarda Maddox diye adlandırılan, balta ile keserin
bir araya getirildiği aleti kullanmayı tercih ediyorum," diye yazmış.
Bu aletin keskin kenarıyla kökleri parçalayıp yolu düzleştirebiliyor,
asma akçaağaçlarının ilerlemesini kısa süreliğine de olsa önleyebili
yormuş.
Tepeye ulaşabilmek için, girilemez durumdaki çalılıklara karşı
birkaç gün daha savaş verdikten sonra, Mary's Peak tepesinin man
zarasıyla ödüllendirilmiş. "Belirli bir noktaya ulaşıp başarının tadı
na vardığımızda yaşadığımız sevinci unutamam. Bir de hem ya
maçlar hem de hava yüzünden her şeyin kontrolden çıktığı, kendi
mizi yere atıp kahkahalarla gülmekten başka bir şey yapamadığı
mız günleri."
Franz tepeden görünen manzarayı, orman idaresininkine ben
zer birimlere ayrılmış, karmakarışık panoramayı günlüklerine kay
detmiş: Kare ve kama şekilli "bakımlı çimenlikler gibi, yoğun, genç
Douglas köknarı plantasyonlarının" hemen yanında solgun kahve
rengi çokgenler ve gri-yeşil alacalı araziler, dağa serpilmiş cam kı
rıkları gibi görünüyormuş. Yaşlı ormanların alametifarikası olan,
uzaktan bakınca engebeli, rengarenk ve değişken görünümlü, ke
sintisiz ormanı ancak koruma alanının sınırları içinde, Mary's Pe
ak'in zirvesinde görmek mümkünmüş.
"Yoğun bir kayıp duygusuyla, burada olması gerekenlerin yok
luğunu düşünerek başladım bu işe," diye yazmış Franz.
Oregon Sıradağları 1880'lerde ilk kez ağaç kesimine açıldığında
ağaçlar o kadar büyükmüş ki (her biri doksan metreden uzun ve on
beş metreden geniş) patronlar bu işi nasıl yapacaklarını bilememiş
ler. Sonunda beş para etmez iki adamı, çift taraflı bir testerenin iki
ucuna koymuşlar ve adamlar haftalarca uğraştıktan sonra bu deva-
Yaşlı Çocuklar 307
Özellikle Mazı Ailesi ismi, mazıların çoğu zaman bir aile gibi
ortak bir koruda yaşadığını gösteriyor. Belki de tohumdan yetişme
sinin zorluğunu telafi etmek isteyen boylu mazı, bitkisel üretimde
liderliği kimseye bırakmıyor. Ağacın nemli toprak üstünde kalan he
men hemen her kısmı, daldırma olarak bilinen bir süreçle köklenebi
liyor. Alt kısımlardaki yapraklar, nemli yosun yataklarının içine kök
ler salabiliyor. Esnek dallar, ağaçtan kesilip koparıldıktan sonra bile
yeni ağaçlar yaratabiliyor. Yerli halklar büyük olasılıkla boylu mazı
korolarını bu yöntemle genişletmişlerdi. Üstüne basılıp ezilen ya da
aç bir geyiğin yere yapıştırdığı genç bir mazı bile dallarını tekrar top
rağa yöneltip yeniden başlayabiliyor. Yerlilerin bu ağaca Uzun Öm
rün Yarahcısı ve Hayat Ağacı ismini vermeleri boşuna değil.
Franz'ın haritasındaki en dokunaklı mekan isimlerinden biri
Yaşlı Çocuklar. Ağaç dikmek, bir inanç meselesidir. Bu arazide
inançla beslenmiş on üç bin örnek var.
Franz araştırmış, dikmiş, araşhrmış, dikmiş ve bu sürede pek
çok hata yapmış, çok şey öğrenmiş. Günlüğüne şöyle yazmış: "Bu
arazinin geçici korucusuydum. Bakıcısıydım. Daha doğrusu hiz
metlisiydim. Şeytan ayrıntılarda gizliydi ve ben her köşe başında
şeytanın ayrıntılarını görüyordum." Yaşlı çocukların yeni ortamları
na verdikleri tepkileri gözlemlemiş ve sıkınhlarını çözmeye çalış
mış. "Ağaçlandırma yapmak, bahçe bakmak kadar zevkli bir işmiş.
Burası bir dostluk ormanı. Araziye çıktığımda bir şeylerle uğraşma
mak imkansız. Bir ağaç daha dikeyim, bir dal daha keseyim. Daha
önce diktiğim bir ağacı alıp daha güzel bir yere dikeyim. Ben buna
'yeniden dağıtımla doğallaştırma beklentisi' diyorum. Dawn'a göre
ise bunun adı düpedüz 'kurcalamak'."
Boylu mazının cömertliği sadece insanlara değil, ormanda ya
şayan başka pek çok canlıya da yansıyor. Yumuşacık, alçak yaprak
ları geyiklerin en sevdikleri yiyeceklerden biri. Bütün ağaçların ka
nopisi altında boylu mazı fidanlarının gizli kalacağını düşünebilir
siniz ama bunlar öylesine lezzetli ki otobur hayvanlar, gizlenmiş
çikolataları arayan çocuklar gibi peşlerine düşüyor. Ve boylu mazı
lar çok yavaş büyüdükleri için uzun süre geyiklerin ulaşabileceği
yükseklikte oluyor.
Yaşlı Çocuklar 315
Kış başında Oregon' a yağan yağmur kesintisiz, gri bir tabaka halin
de, hafif bir ıslık sesiyle yere düşüyor. Yağmurun toprağın her yerine
eşit miktarda düştüğünü sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ritmi ve tem
posu, düştüğü yere göre belirgin bir şekilde değişir. Salallar ve
mahonyaların iç içe geçtiği bir ortamda yağmur, sert ve parlak yap
rakların üstüne trampete benzer pata pata pata sesleriyle düşer. Geniş
ve düz yapraklı ormangüllerine şamar gibi iner ve yapraklar sağa
nak altında dans eder gibi hoplayıp zıplar. Devasa bir suganın altına
daha az yağmur düşer ve damlalar halinde ağacın pürüzlü gövde
sinden dökülür. Çıplak toprakta yağmur damlaları çamurun içine
düşerken köknar yaprakları bu suları belirgin bir şapırtıyla yutar.
Buna karşın yosunun üstüne düşen yağmur hemen hemen hiç
ses çıkarmaz. İzlemek ve dinlemek için yosunların arasına diz çökü
yor, kendimi yumuşaklıklarına bırakıyorum. Damlalar o kadar hızlı
düşüyor ki sürekli izlememe karşın yere çarptıkları �nı bir türlü ya
kalayamıyorum. Sonunda tek bir yaprağa odaklanıyor ve nihayet
görebiliyorum. Darbeyle filizler yere yapışıyor ama damla yok olu
veriyor. Ses yok. Damlama ya da sıçrama yok, ama suyun hareket
ettiğini, suyu emen gövdenin renginin koyulaştığını, minicik ve kı
sacık yaprakların arasına sessizce yayıldığını görebiliyorum.
Yağmurun Tanıkları 319
ipekten bir hamak. Asma akçaağacı dallarının eğilip yosun kaplı bir
kubbe oluşturduğunu görünce umutlarım yeşeriyor. Isothecium per
desini açıp üstü katman katman yosunla örtülü karanlık ve küçük
odaya eğilerek giriyorum. İçerisi sessiz, rüzgarsız, sadece bir kişinin
sığabileceği büyüklükte. Yosunlarla örülü tavandan içeri iğne deliği
kadar küçücük yıldızlara benzeyen ışıklar ve beraberinde de damla
lar giriyor.
Dönüp yola doğru yürürken dev bir kütük önümü kesiyor.
Nehre inen yamacın ucundan buraya düşmüş; kopmuş dalları gide
rek artan akıntıyla sürükleniyor. Kütüğün üst kısmı karşı kıyıya çar
pıp orada kalmış. Altından geçmek, üstünden geçmekten daha ko
lay olduğu için emekleme pozisyonuna geçiyorum. Ve aradığım
kuru yer işte burada. Zemindeki yosunlar kahverengi ve kuru, top
rak yumuşak ve taneli. Yamacın dereye doğru eğimlendiği yerde
oluşan yarım ay şeklindeki boşlukta bu kütük bir metreden geniş
bir çatı sağlıyor. Bacaklarımı uzatabiliyorum, yamacın eğimi tam
sırtımı yaslayabileceğim açıda. Başımı kuru bir Hylocomium yosunu
na dayayıp mutlulukla içimi çekiyorum. Nefesimden çıkan bulut,
ağacın kütüğe dönüşmesinden bu yana güneş yüzü görmemiş
örümcek ağları ve liken demetleriyle süslü bu kabuğa tutunmuş
kahverengi yosun tutamlarına doğru yükseliyor.
Yüzümden birkaç santim yukarıda duran bu kütük tonlarca
ağırlıkta. Doğal bir açıyla göğsümün üstüne inmesini engelleyen tek
şey, kök tarafındaki bir odun parçasının oluşturduğu doğal daya
nak ve derenin diğer tarafında yere tutunan çatlak dallar. Bu bağlar
her an kopabilir. Ama yağmur damlalarının yüksek temposunu ve
ağaçların ne kadar düşük bir tempoyla yıkıldığını düşünerek kendi
mi şimdilik güvende hissediyorum. Benim dinlenme hızım ile ağa
cın düşme hızı farklı saatlere göre hesaplanıyor.
Nesnel bir gerçeklik olarak zaman bana hiç anlamlı gelmiyor.
Önemli olan şey, yaşanandır. Bizlerin yarattığı dakikalar ve seneler
tatarcıklar ya da boylu mazılar için aynı şeyi ifade edebilir mi? Bu
sabah tepeleri sisle kaplı olan ağaçlar için iki yüz sene hiçbir şey
değil. Nehir için göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre; taşlar
için ise iki yüz senenin lafı bile olmaz. Kayalar, nehir ve ağaçlar,
322 Bitkilerin Ruhu
onlara iyi bakarsak, iki yüz sene daha burada olacak. Ben, şu sincap
ve gün ışığı huzmesinde dolanıp duran şu tatarcık bulutu ise çoktan
göçmüş olacağız.
Geçmişin ve hayalimizdeki geleceğin herhangi bir anlamı var
sa, onu ancak bu anda bulabiliriz. İstediğimiz kadar zamanımız var
ken, bunu bir yerlere gitmeye değil, tam da olduğumuz yerde "ol
maya" harcayabiliriz. Bu yüzden de geriniyor, gözlerimi kapatıyor
ve yağmuru dinliyorum.
Yastık gibi yumuşak yosunlar beni sıcak tutuyor ve kurutuyor;
yan dönüp ıslak dünyaya bakıyorum. Göz hizamda, Mnium insigne
üstüne sağanak şeklinde yağmur yağıyor. Yosun ayağa kalkıyor,
boyu neredeyse beş santime ulaşıyor. Yaprakları, minyatür bir incir
ağacınınkiler gibi geniş ve yuvarlak hatlı. İçlerinden bir tanesi, öte
kilerin yuvarlak kenarlarına benzemeyen, koni biçiminde uzun
ucuyla dikkatimi çekiyor. Bitkilerde pek görmediğimiz bir şekilde,
bu yaprağın incecik ucu hareket ediyor. Yosunun saydam yeşil tepe
noktasına sımsıkı bağlı bir uzantı. Ama ucu daireler çiziyor, bir şey
arıyormuş gibi havada dalgalanıyor. Hareketi bana, vantuzlu arka
ayaklarının üstünde yükselip vücutlarını sallaya sallaya en yakın
daki ince dalı bulan, ön ayaklarıyla buna yapışan, arka ayaklarım
yerden kaldıran ve boşlukta bir yay çizen tırtılları hatırlatıyor.
Ama bu çok bacaklı bir tırtıl değil; fiberoptik bir şeymiş gibi
içten aydınlanan, parlak yeşil bir lif, bir yosun iplikçiği. Ben seyret
meye devam ederken, dolaşan bu iplikçik sadece birkaç milimetre
mesafedeki bir yosun yaprağına dokunuyor. Bu yeni yaprağa birkaç
kez hafifçe vuruyor ve emin olduktan sonra aradaki mesafe boyun
ca uzanıyor. Az önceki boyunun iki katına ulaşmış, gergin bir yeşil
kablo gibi yaprağa tutunuyor. Bir anlığına iki yosun parçası parlak
yeşil bir iplikçikle birbirine bağlanıyor ve yeşil bir ışık bu köprünün
üzerinden bir nehir gibi akıp yok oluyor, yosunun yeşilliği içinde
kayboluyor. Yeşil ışık ve sudan yapılmış, iplikçikten ibaret bir canlı
nın tıpkı benim gibi yağmurda yürüdüğünü görmek bir lütuf değil
de nedir?
Nehrin kıyısında durup dinliyorum. Her bir yağmur damlası
nın sesi, köpük köpük akan beyaz suların içinde kayboluyor ve ka-
Yağmurun Tanıkları 323
Pırıl pırıl bir kış günü montumun hışırhsından, kar botlarımın çı
kardığı yumuşacık hırş hırş'lardan, dondurucu soğukta ağaçların
tam kalbinden gelen silah patlamasına benzer çıtırtılardan, iki kat
eldivene rağmen hala sızı içindeki parmaklarıma sıcacık kan pom
palayan kalbimin atışından başka ses yok. İki şiddetli rüzgar dalga
sı arasında gökyüzü masmavi. Aşağıdaki karla kaplı tarlalar kırık
cam gibi ışıldıyor.
Bu son fırtınayla savrulup birikmiş kar yığınları, donmuş bir
denizdeki dalgalara benziyor. Daha erken saatlerde yürüyüş rotam
pembe-sarı gölgelerle doluydu; oysa gün solarken gölgeler maviye
dönüyor. Tilki izlerinin, tarlafaresi tünellerinin ve şahin kanatları
nın iziyle çevrelenmiş parlak kırmızı kan lekelerinin yanından yü
rüyorum.
Herkes aç.
Rüzgar yeniden hızlandığında, havada daha da fazla kar koku
su olduğunu fark ediyorum ve birkaç dakika içinde fırtına ağaç te
pelerinde kükremeye, kar tanelerini gri bir perde gibi üstüme savur
maya başlıyor. Her yer kararmadan önce sığınacak bir yer bulmaya
çalışıyor, hızla kapanmaya başlayan ayak izlerimi takip ederek gel
diğim yöne dönüyorum. Dikkatle bakınca, izlerimin her birinin
330 Bitkilerin Ruhu
***
Windigo, Anishinaabe halkının efsanevi canavarı, kuzey or
manlarının dondurucu gecelerinde anlatılan masalların kötü ada
mıdır. Üç metre boyunda, titreyen vücudundan buz beyazı tüyler
sarkan, devasa bir insan şeklindeki bu varlığın gizlice peşinizden
geldiğini hissedersiniz. Ağaç gövdeleri gibi kolları, kar raketleri ka
dar büyük ayaklarıyla, açlık çekilen kar fırtınalarında kolayca hare
ket eder ve sinsice bizi izler. Tam arkamızda hızlı hızlı nefes alırken,
çürümüş et kokan iğrenç nefesi tertemiz kar kokusunu zehirler. Aç
lıktan kendi dudaklarını kemirdiği için ağzının açık kısmından sarı
köpekdişleri sarkar. En önemlisi de buzdan bir kalbi vardır.
Ateşin etrafında toplanılıp Windigo hikayeleri anlatılır, çocuk
lar korkutulurmuş ki yanlış şeyler yapıp bu Ojibwe öcüsüne yem
olmasınlar. Veya daha da kötüsü başlarına gelmesin. Bu yaratık her
hangi bir ayı, uluyan bir kurt, doğada var olan bir canlı değil. Win
digo doğulmaz, olunur. Windigo aslında, yamyam bir canavara dö
nüşmüş bir insandır. Isırdığı insanlar da yamyama dönüşür.
Giderek şiddetlenen kar fırtınasından sonra eve girip buzla
kaplı kıyafetlerimi çıkarırken bir yandan da odun sobası yanıyor ve
üstünde yahni için için kaynıyor. Ama halkımın hali her zaman böy
le değilmiş; bazen fırtınalar kulübeleri kar altında bırakır, yiyecek
hiçbir şey kalmazmış. Karın aşırı yağdığı, geyiklerin gittiği, kilerle
rin boşaldığı böyle dönemlere Açlık Ayı adını vermişler. Yetişkinle
rin ava gidip asla dönmediği zamanlarmış bunlar. Kuru kemiklerde
bile emecek bir yer kalmayınca, çocuklar gidermiş ava. Günler geç
tikçe, ümitsizlikten başka bir şey olmazmış ellerinde.
Özellikle de kışların çok zorlu ve uzun geçtiği Küçük Buzul
Çağı döneminde halkım için kışın aç kalmak kaçınılmaz bir gerçek
likmiş. Bazı bilgeler, kürk ticareti yüzünden çok sayıda av hayvanı-
Windigo'nun Ayak İzleri 331
ormanda bulunan kısacık bir asfalt yola tamir için zorunlu iniş yap
tı. Aşağıda mavi bir saten kurdele gibi pırıl pırıl akan nehri izleye
rek, kesintisiz yağmur ormanlarının üzerinden uçtuk. Ama boru
hatlarının olduğu yerlerde açık bırakılmış kızıl toprağın üzerinden
geçerken su aniden karardı.
Otelimiz, üstündeki alevleri hiç sönmeyen gaz bacaları nede
niyle turuncu renge dönen gökyüzünün altında, ölü köpekler ile
fahişelerin aynı köşeleri paylaştığı, toprak bir caddenin üstündeydi.
Resepsiyonist bize oda anahtarını verirken, şifonyeri kapının arka
sına dayamamızı ve gece boyunca odamızdan çıkmamamızı söyle
di. Lobide bir kafes içinde tutulan kızıl ara papağanları, yarı çıplak
çocukların dilencilik yaptığı, en fazla on iki yaşındaki oğlanların
omuzlarında kalaşnikoflarla uyuşturucu kaçakçılarının evlerinin
kapısında nöbet tuttuğu caddeye boş gözlerle bakıyordu. Gece olay
sız geçti.
Ertesi sabah güneş doğarken, buharların yükseldiği ormanın
üstünden uçuyorduk. Petrokimyasal atıklar yüzünden gökkuşağı
renkleriyle bezenmiş, sayılamayacak kadar çok lagünün çevrelediği
bu kargaşa dolu kasaba tam altımızdaydı. Windigo'nun ayak izleri
görülüyordu.
Baktığımız her yerde bu ayak izleri var. Onondaga Gölü'ndeki
endüstriyel tortulu çamurun içinde dolaşıyorlar. Ve toprağın gevşe
yip denize döküldüğü Oregon Sıradağları'nda vahşice kesilip yok
edilmiş yamaçlarda. Batı Virginia'da kömür madenlerinin yok ettiği
tepelerde ve Meksika Körfezi'nin petrole bulanmış kumsallarında.
İki bin beş yüz dönümlük endüstriyel soya fasulyelerinde. Ruan
da' daki bir elmas madeninde. İçi tıka basa kıyafet dolu bir gardırop
ta. Bütün bu Windigo ayak izleri, doymak bilmeyen tüketim iştahı
nın izleridir. Windigo çok kişiyi ısırdı. Açlığı bulaştırdığı bu insanlar
alışveriş merkezlerinde dolaşıyor, toplu konut yapmak için çiftliği
nize göz dikiyor, Kongre seçimlerinde aday oluyor.
Hepimizin suçu var. Neye değer vereceğimizi "pazar"ın belir
lemesine müsaade ettik ve böylece yeniden tanımlanan "kamu ya
rarı", satıcıları zenginleştirirken ruhu ve dünyayı yoksullaştıran,
savurgan yaşam biçimlerine bağımlı hale geldi.
334 Bitkilerin Ruhu
cuklar için bir havuz, toplumsal hayatın odak noktası olan bu çay,
artık çikolatalı süt kadar kahverengi akıyor. Allied Chemical ve ha
lefleri ise çamur kazanlarının oluşumunda rol oynadıklarını inkar
ediyorlar. Takdiri ilahi olduğunu söylüyorlar. Hangi ilah böyle bir
şey yapar ki?
İMDAT
Göle doğru gidiyormuş gibi görünen bir sapağa girerken, Keşke pu
sulamı getirseymişim, diye düşündüm.
Kıyı boyunca altı kilometrekarelik bir atık sahası vardı. Genel
de yol bulmakta çok işe yarayan otoyolun gürültüsü bile, sazların
hışırtısı arasında kaybolmuştu. Burada yalnız dolaşmamak gerekti
ğine dair tedirgin edici bir his ensemden yukarı tırmanıyordu ama
korkmaya lüzum olmadığına kendimi ikna ettim. Endişe etmemi
gerektirecek hiç kimse yoktu. Hangi çılgın bu terk edilmiş yere ge
lirdi ki? Olsa olsa benim gibi bir biyolog gelebilirdi, onunla tanış
maktan da mutluluk duyardım. Ya bir biyolog ya da kur.hanlarının
cesetlerini sazların arasına atan baltalı bir katil. Kurbanlar asla bulu
namazdı.
Kıvrılıp dönen yolu izleyerek ilerledim ve bir Amerikan kara
kavağının tepesini gördüm. Yapraklarının o benzersiz sesini uzak
tan duyabiliyordum. Belirgin bir işaret bulabildiğime çok memnun
dum. Yol bir kez daha kıvrıldıktan sonra, yolun üzerine sarkmış
kalın ve yaygın dallarıyla kocaman karakavağı bütünüyle gördüm.
Alt dalında bir insan asılıydı. Yanında da boş bir idam ilmeği rüz
garda sallanıyordu.
Bir çığlık atıp koşmaya, karşıma çıkan her yola girmeye, paniğe
kapılıp sazlıktan duvarlara çarpmaya başladım. Kalbim küt küt
atarken bir o yana bir bu yana koşuyor, korku filmlerindeki çıkmaz
sokaklarla karşılaşıyordum. Bu dehşet tablosunda siyah kukuletalı,
baltasının ucundan kan damlayan, iriyarı bir cellat karşımda duru
yordu. Kütüğün üstüne bir kadın bedeni serilmişti, kesik kafasın
dan sarı bukleler dökülüyordu. Kıpırdayamadım. Onlar da kıpırda
madı. Hem de hiç.
Sazlığın içinde bir alan kesilip açılmış, müzelerdeki üç boyutlu
dioramalara benzeyen saz duvarlı bir oda oluşturulmuş, içlerine de
insan boyunda maketlerle cinayet sahneleri yerleştirilmişti. İçim ra
hatlar rahatlamaz buz gibi bir ter boşandı vücudumdan. Ceset filan
yoktu. Ama çarpık bir hayal gücünün apaçık varlığını görmek de
neredeyse gerçek cesetlerin olması kadar kötüydü. Daha da fenası,
labirentin içinde tamamen kaybolmuştum; tek istediğim başka bir
yerde olmak, özellikle de kızlarımı okul servisinden alabilmekti.
352 Bitkilerin Ruhu
Dünyayı nasıl yok ettiğimize dair bilgiler çığ gibi yığılıyor ama
onu nasıl besleyeceğimize dair hemen hemen hiçbir şey söylenmi
yor. Bu durumda çevreciliğin dehşet verici öngörülerle ve güçsüz
lük hissiyle eşanlamlı algılanmasına şaşmamak gerek. Dünyaya iyi
bakmaya yönelik doğal eğilimimiz boğulup gidiyor, harekete geç
mek için ilham vermesi gerekirken ümitsizlik doğuruyor. Toprağın
iyiliği için insana düşen katılımcı rol artık yok, karşılıklı ilişkilerimiz
GİRİLMEZ tabelasına indirgenmiş durumda.
Öğrencilerim en güncel çevre tehditlerini öğrendiklerinde he
men etraflarına yayıyorlar. "Kar leoparlarının neslinin tükenmekte
olduğunu keşke herkes bilse", "Nehirlerin ölmekte olduğunu keşke
herkes bilse," diyorlar. Keşke herkes bilse ... O zaman ne yaparlardı?
Engel mi olurlardı? Öğrencilerimin insanlara olan inancına saygı
duyuyorum ama öyle olsa o zaman şöyle olur formülü bugüne dek işe
yaramadı. İnsanlar yarattığımız kolektif hasarın sonuçlarını biliyor
lar, doğal kaynakları tüketmeye dayalı bir ekonominin bedelini bili
yorlar, ama durmuyorlar. Çok üzülüyorlar, çok sessiz kalıyorlar. O
kadar sessiz kalıyorlar ki yemek yemelerini, nefes almalarını, ço
cuklarının geleceğine dair hayaller kurmalarını sağlayan çevreyi
korumak, kaygı listelerinde ilk ona bile girmiyor. Zehirli atık saha
larında Perili Sazlık Gezileri, eriyen buzullar, kıyamet teraneleri ...
Bütün bunlar, dinleyenleri ümitsizliğe sürüklemekten başka bir işe
yaramıyor.
Ümitsizlik insanı felç eder. Hareket kabiliyetimizi elimizden
alır. Kendi gücümüze, toprağın gücüne karşı bizi körleştirir. Çevre
sel ümitsizlik, Onondaga Gölü'nün tabanındaki metil cıva kadar
yıkıcı bir zehirdir. Toprak, "İmdat," derken ümitsizliğe yenilebilir
miyiz hiç? Islah, ümitsizliğe karşı güçlü bir panzehirdir. İnsanların
kendi dışlarındaki dünyayla yeniden olumlu, yaratıcı bir ilişki kur
malarını, aynı anda hem maddi hem de manevi sorumluluklarım
yerine getirmelerini sağlayan somut araçlar sunar. Yas tutmak yet
mez. Kötü şeyler yapmayı bırakmak yetmez.
Toprak Ana'nın bugüne dek bize cömertçe sunduğu ziyafetin
tadım çıkardık ama artık tabaklarımız boş, yemek odası darmada
ğın. Bulaşıklarımızı ToprakAna'run mutfağında yıkamaya başlama-
356 Bitkilerin Ruhu
mızın vakti geldi. Bulaşık yıkamak insana angarya gibi gelir, oysa
yemeğin ardından mutfağa geçen herkes bilir ki kahkahalar, keyifli
sohbetler, dostluklar hep orada yaşanır. Bulaşık yıkamak da tıpkı
ıslah çalışmaları gibi yeni ilişkiler kurmamızı sağlar.
Elbette toprak ıslahına yaklaşımımız "toprak"tan ne anladığı
mıza bağlı. Toprağı sadece bir mülk olarak gördüğümüzde yapılan
ıslah ile geçimlik ekonominin kaynağı ve manevi yuvamız olarak
gördüğümüzde yapılan ıslah birbirinden çok farklıdır. Doğal kay
naklar elde etmek için yapılan ıslah, kültürel bir kimlik olarak top
rağın yenilenmesiyle aynı şey değildir. Toprağın anlamını düşün
meliyiz.
Solvay atık yataklarında bu ve benzeri sorular gündemde.
" Yeni" atık yatağı arazisi bir anlamda, İMDAT mesajının aciliyetine
karşı pek çok farklı fikrin yazıldığı boş bir tahta. Bu fikirler, Perili
Sazlık Gezisi tablosu kadar kışkırtıcı sahneler halinde atık yatakları
nın her yerine dağılmış durumda. Onondaga Gölü'nde dolaştığınız
da, toprağın ne anlama gelebileceğini ve ıslahın nasıl bir şey olabile
ceğini anlıyorsunuz.
İlk durağımız boş tahtanın kendisi - bir zamanlar otlarla kaplı
yeşil göl kıyısının üzerine boşaltılmış yağlı, beyaz endüstriyel ça
murla kaplı alan. Bazı yerlerde ilk günkü kadar çıplak, tebeşirimsi
bir çöl. Dioramamızda boruyu yerleştiren bir işçi olmalı ama hemen
arkasında da takım elbiseli bir adam durmalı. Bir numaralı durağı
mızdaki tabelada SERMAYE OLARAK TOPRAK yazmalı. Toprak,
para kazanmak için bir araçtan ibaretse, bu insanlar bu işi iyi yapı
yor.
Norm Richards'ın İMDAT çağrısı 1970'lerde başladı. Atık ya
taklarını yeşillendirmek için besinler ve tohum yeterli olsaydı, şehir
zaten bunları temin ediyordu. Atık yataklarına boşaltılan lağım pis
liği hem bitkilerin yetişmesi için besin hem de su arıtma tesisinden
çıkan atıklar için bir boşaltım çözümü sunuyordu. Bunun sonucu da
diğer bütün canlı türlerini devre dışı bırakan, boyları üç metreye
ulaşan istilacı sazların oluşturduğu, kabus gibi tek tip ve sık sazlık
lar oldu. İkinci durağımız burası. Tabelada MÜLK OLARAK TOP
RAK yazıyor. Toprak şahsi mülkümüzden ibaretse, orada istediğini-
Kutsal ve Toksik 357
yor, zar zor yürüyebiliyor, kesinlikle dans edemiyor ya da tanrılara övgü dolu
ilahiler söyleyemiyorlarmış. O kadar katır kutur, sarsak ve beceriksizlermiş ki
üreyemiyorlarmış bile, üstelik yağmur yağınca eriyip gidiyorlarmış.
Böylece tanrılar kendilerine saygı gösterecek, övgüler düzebilecek, aile
kurup besleyebilecek güzel insanlar yapmayı bir kez daha denemişler. Tah
tadan bir erkek oymuş, sukamışı iliğinden de bir kadın yaratmışlar. Ah, ne
güzel insanlarmış bunlar, esnek ve güçlülermiş; konuşabiliyor, dans edebi
liyor, şarkı söyleyebiliyorlarmış. Akıllılarmış da: Başka varlıkları, bitkileri,
hayvanları kendi ihtiyaçlarına göre kullanmayı öğrenmişler. Pek çok şey
yapmışlar; çiftlikler, kap kacak, evler, balık ağları. Mükemmel vücutları,
mükemmel zihinleri ve çok çalışmaları sayesinde çoğalmışlar, dünyaya ya
yılmışlar, her yeri doldurmuşlar.
Ama her şeyi gören tanrılar bir süre sonra bu insanların kalplerinde
şefkat ve sevgi olmadığını fark etmişler. Şarkı söyleyip dans edebiliyorlar
mış ama sözcüklerinde, kendilerine verilen kutsal hediyeler için minnet
yokmuş. Bu akıllı insanlar teşekkür etmeyi ya da özen göstermeyi bilmedik
leri için Yaratılmış diğer tüm varlıkları da tehlikeye atıyorlarmış. Tanrılar
bu başarısız insanlık deneyini sona erdirmek istemişler ve dünyaya büyük
afetler göndermişler - sel ve depremler yollamışlar, en önemlisi de diğer
türlerin öç almasına müsaade etmişler. Eskiden sessiz olan ağaçlara, balık
lara ve kile, ağaçtan yapılmış insanların saygısızlıkları karşısında kederle
rini ve öfkelerini gösterebilmeleri için ses vermişler. Ağaçlar keskin baltalar
için, geyikler oklar için, hatta kilden yapılmış kaplar bile dikkatsizlik yü
zünden yandıkları için insanlara çok öfkeliymiş. Yaratılmış ve eziyet çek
miş bütün varlıklar bir araya gelip kendilerini savunmak için, tahtadan
yapılmış insanları yok etmişler.
Tanrılar bu kez insanı güneşin kutsal enerjisinden, saf ışıktan yapmış.
Bakanın başını döndüren bu insanlar güneşin renginden yedi kat parlak
mış, güzelmiş, akıllıymış ve çok ama çok güçlüymüş. O kadar çok şey bili
yorlarmış ki her şeyi bildiklerini sanıyorlarmış. Kendilerine verilen hediye
ler için tanrılara minnet duymak yerine, onlarla eşit olduklarına inanıyor
larmış. İlahi varlıklar, ışıktan yapılmış insanların yarattığı tehlikeyi anla
yıp onları da yok etmişler.
Ve böylece tanrılar bir kez daha, yarattıkları güzelim dünyada doğru
şekilde, saygı, minnet ve alçakgönüllülükle yaşayacak insanlar yaratmaya
Mısırdan İnsanlar, Işıktan İnsanlar 371
çalışmışlar. Bir sepet sarı, bir sepet beyaz mısırı öğütüp suyla karıştırmış,
bu mısır hamuruna insan şekli vermişler. Mısır şurubuyla beslenen bu in
sanlar iyi kişilermiş. Dans edebiliyor, şarkı söyleyebiliyor, sözcükleri kulla
nıp hikayeler anlatabiliyor, dua edebiliyorlarmış. Kalpleri, Yaratılmış diğer
canlılar için şefkatle doluymuş. Minnet duyacak kadar bilgeymişler. Tanrı
lar da derslerini almışlar ve mısırdan insanları, ışığın insanlarının kapıldı
ğı yıkıcı küstahlıktan korumak için gözlerine bir perde çekmiş, nefesin ayna
yüzeyini bulanıklaştırması gibi, bu insanların görüşünü bulanıklaştırmış
lar. Mısırdan insanlar, kendilerini hayatta tutan dünyaya karşı saygı ve
minnet göstermişler, böylece dünya üzerinde varlıkları devam etmiş. 1
yor. Fenerimin ışığı, alhn renginde parlayan bir gözü yakalıyor. Ben
yaklaşhkça ağaç kurbağası donup kalıyor, sonra aniden zıplayarak
kaçıyor. Önümüzde uzanan yol zıplayan kurbağalarla capcanlı; fene
rimle aydınlanan iki tane şurada, üç tanesi de diğer tarafta, hoplaya
rak göle doğru gidiyorlar. Olağanüstü zıplayışlarla yolu birkaç sani
yede aşıyorlar. Fakat yolda karınları üstünde sürünerek ilerleyen, iri
cüsseli semenderler için durum farklı. Onların yolculuğu yaklaşık iki
dakika sürüyor ve iki dakikada başlarına her şey gelebilir.
Kurbağaların arasında oduna benzeyen şekilleriyle semender
leri bulup birer birer alıyor, yolun diğer tarafına dikkatle bırakıyo
ruz. Aynı dar alanda, arabaların geçmediği sıralarda bir o yana bir
bu yana yürüyoruz ve her seferinde daha da fazla semender bulu
yoruz - anlaşılan toprak, bir bataklığın üstünden havalanan kazlar
kadar çok sayıda semender doğuruyor.
El fenerimi yolun diğer tarafına tutuyorum ve yağmurdan rengi
koyulaşmış asfaltın ortasında parlak sarı bir ışık hattı oluşuyor. Gö
zucuyla bakınca, asfaltın üstündeki ışığı kıran, karanlıktan da karan
lık bir şey görüp ışığımı tam üstüne çeviriyorum. Gölge, tıpkı yol
gibi siyah-sarı, kocaman bir benekli semendere, Ambystoma macula
ta'ya dönüşüyor. Vücudunun yanlarından dik açıyla fırlayan bacak
larıyla çok ilkel bir forma sahip; yolu sarsak, mekanik hareketlerle
geçmeye çalışırken arkasındaki kalın kuyruğu bir o yana bir bu yana
kıvrılıyor. Fenerimin ışığını görüp donakalınca uzanıp, gecenin katı
laşmış hali gibi duran, mavi-siyah derisini okşuyorum. Islak yüzey
üzerinde boya damlalarına benzeyen mat sarı benekleri, yanlara
doğru belirsizleşiyor. Kama şeklindeki kafası bir o yana bir bu yana
dönüyor, burnu küt, gözleri o kadar koyu renkli ki yüzünde kaybo
luyor. Yaklaşık yirmi santimlik boyuna ve vücudunun yanlarındaki
şişliklere bakılırsa bu bir dişi. Islak yaprakların üzerinden kaymak
için tasarlanmış, pürüzsüz, yumuşacık karnını ve o narin derisini as
faltta sürüklemenin nasıl bir his olduğunu merak ediyorum.
Semenderi kaldırmak için eğiliyorum, iki parmağımla ön ayak
larını tutuyorum. Hemen hemen hiç direnmemesi beni şaşırtıyor.
Fazlasıyla olgunlaşmış bir muzu yerden almak gibi bir his: Parmak
uçlarım soğuk, yumuşak ve ıslak bedenine gömülüyor. Alıp yavaş-
380 Bitkilerin Ruhu
yetik izleri takip ederken asfalt üzerinde kırmızı bir hamura dönüş
me anını duyabilirsiniz. Daha hızlı çalışmaya gayret ediyoruz ama
çok semender var ve biz çok az kişiyiz.
Tanıdık bir yeşil Dodge kamyonet hızla geçiyor, biz de bankete
doğru geriliyoruz. Kamyonetin sahibi, yolun yukarısındaki mandı
rayı işleten komşum, ama adam bizi görmüyor bile. Bu gece aklının
çok uzaklarda, Bağdat'ta olduğunu düşünüyorum. Oğlu Mitch
Irak'ta görev yapıyor. Mitch iyi bir çocuk, arabaların güvenle geçe
bilmesi için traktörü yol kenarına çekip dostça eliyle "geç" işareti
yapan biri. Sanırım şu anda bir tank sürüyor. Memleketindeki bir
yoldan geçmekte olan semenderlerin kaderi, şu anda yüz yüze ol
duğu sahneyle tamamen alakasız görünebilir.
Ama bu gece sis hepimizi aynı soğuk battaniyeye sarmışken
sınırlar belirsizleşiyor. Bu karanlık köy yolundaki katliam ile Bağdat
sokaklarındaki parçalanmış cesetler birbiriyle bağlanhlı görünüyor.
Semenderler, çocuklar, üniformalı genç çiftçiler ne düşman ne de
sorunun kendisi. Bu masumlara savaş açmadık ama sanki açmışız
gibi ölüyorlar. Hepsi de ikincil hasar sayılıyor. Oğulları savaşa gön
deren, bu vadideki kükreyen motorları çalıştıran şey petrolse, o za
man hepimiz suç ortağıyız; askerler, siviller ve semenderler bizim
petrol iştahımız yüzünden ölümde buluşuyor.
Üşüyüp yorulunca biraz durup termostaki çorbayı fincanları
mıza dolduruyoruz. Buharı yükselip sise karışıyor. Birden sesler
duyuyorum ama yakında hiç ev yok Virajın diğer tarafından el fe
neri ışıkları görünüp kayboluyor. Hemen fenerimi ve termosun ağ
zını kapatıyorum. Gölgeye çekilip yaklaşan sıra sıra ışıkları izliyo
ruz. Böyle bir gecede kim çıkar ki dışarı? Ancak bela arayanlar ve
ben onlardan biri olmak istemiyorum.
Bazen gençler içki içmek ve bira kutularına ateş etmek için bu
raya geliyor. Bir defasında iki delikanlının bir kara kurbağasını top
gibi aralarında sektirdiklerini görmüştüm. Bu insanların neden gel
miş olabileceğini düşündükçe ürperiyorum. Işıklar iyice yaklaştı, en
az bir düzine ışık, devriye gezen polisler gibi yolu aydınlatıyor. Yo
lun üstünde ışık huzmeleri ileri geri hareket ediyor. Yaklaştıkça ışık
ların şekli tuhaf bir şekilde tamdık geliyor. Bütün gece biz de aynı
384 Bitkilerin Ruhu
1. Sürtünme yoluyla ateş yakmayı kolaylaştırmak için geliştirilmiş geleneksel bir alet. Okçu
lukta kullanılanlara benzer bir yayın ipine dolanan dikey bir çubuk, ip üzerinde hızla hareket
ettirilerek yatay bir tahta parçası üzerinde kıvılcım oluşturulur. (Ç.N.)
392 Bitkilerin Ruhu
1. Kuzey Amerika yerlilerinin buhar banyosu törenleri yaptıkları küçük kulübeler. (Ç.N.)
Shkitagen: Yedinci Ateşin Halkı 395
1. Bugün ABD'nin Maine eyaletinde bulunan, "şafağın halkı" olarak bilinen yerlilerin yaşadı
ğı ve şafağı selamladığı topraklar. (Ç.N.)
396 Bitkilerin Ruhu
Ateş yakarken bitkiler çok önemli; iki parça mazı lazım: kor
elde etmemizi sağlayacak, yatay kullanılacak düz bir tahta parçası
ve üzerine dikey yerleştirilecek düz bir çubuk - birbiri için yaratıl
mış, aynı ağaçtan alınmış dişi ve erkek. Yay, akçaağaçtan alınmış
esnek bir çubuktan yapılmalı, bükülüp yayın iki ucuna bağlanacak
kenevir lifini taşıyabilmeli. Yayın hareketiyle sürekli dönen dikey
çubuk, sürtünme kuvvetiyle yatay parçanın üstünü yakıyor ve bir
çukur açıyor.
Bu işi yaparken duruşumuz da çok önemli, her bir eklemimiz
doğru açıda olmalı, sol kolumuz kavalkemiğimizin hizasından ba
cağımıza dolanmalı, sol bacağımız bükülmeli, sırtımız dik olmalı,
omuzlarımız sabit durmalı, sol kolumuzla yatay çubuğa bastırırken
sağ kolumuz yayın çubuğunu kavalkemiğimize çarptırmadan tek
hamlede yukarı aşağı hareket ettirmeli. Yapı çok kritik, üç boyutta
402 Bitkilerin Ruhu
len tozlar ısı üstüne ısı ekliyor, oksijen yakıt üstüne yakıt getiriyor
ve sonunda tatlı bir kokuyla duman kıvrılarak yükseliyor, ışık çıkı
yor, ateşi elinizde buluveriyorsunuz.
Hediyelerden kurulu bir dünyanın, metadan kurulu bir dünya ile bir
arada var olamayacağından korkuyorum. Sevdiklerimi Windigo'dan koru
maya gücüm yetmeyecek diye korkuyorum.
***
Efsanelerin zamanlarında, insanlar Windigo'lardan o kadar
korkarlarmış ki onları alt etmenin yollarını ararlarmış. Bugünkü
Windigo zihniyetimizin yol açtığı yaygın yıkımı düşününce, kadim
hikayelerimizde bize rehberlik edecek bilgelikler olup olmadığını
merak ettim.
Taklit edebileceğimiz sürgün hikayeleri var; yıkıma yol açanları
toplumdan dışlayabilir, onların işlerine suç ortaklığı etmekten ken
dimizi kurtarabiliriz. Boğma, yakma ve çeşitli şekillerde öldürme
hikayeleri var ama Windigo daima geri geliyor. Tekrar ava çıkma
dan önce onu takip edip öldürmek için kar fırtınalarına direnen, kar
ayakkabılı cesur adamlarla ilgili sayısız masal var ama canavar her
seferinde fırtınanın içinde kayboluveriyor.
Kimileri herhangi bir şey yapmamıza gerek olmadığını söylü
yor - açgözlülük, büyüme ve karbonun uğursuz birleşimi sonucun
da dünya zaten o kadar ısınacak ki Windigo'nun kalbi sonsuza dek
eriyecek diyorlar. İklim değişikliği, karşılığında hiçbir şey verme
den sürekli almaya dayalı ekonomileri de kökten yok edecek. Ama
Windigo ölmeden önce, sevdiğimiz pek çok şeyi de beraberinde gö
türecek. İklim değişikliğinin dünyayı altüst etmesini ve Windigo'yu
erimiş buzulların kızıl sularında boğmasını bekleyebilir ya da kar
ayakkabılarımızı giyip onun peşine düşebiliriz.
Hikayelerimizde, insanlar Windigo'ları kendi başlarına alt ede
meyince, karanlığa karşı aydınlık, Windigo'nun tiz çığlıklarına karşı
bir şarkı olması için kahraman Nanabozho'yu çağırıyor. Basil Johns
ton, kahramanın liderliğinde çok sayıda savaşçının günlerce müca
dele verdiği destansı bir hikayeyi anlatıyor. Canavarı yuvasında
kuşatmak için şiddetli savaşlar, çok sayıda silah, hile ve cesaret orta
ya serilmiş. Ama bu hikayenin arka planında, daha önce duyduğum
Windigo masallarında olmayan bir şey fark ettim: Çiçeklerin koku
sunu alabiliyorsunuz. Kar yok, kar fırtınası yok, sadece Windi-
406 Bitkilerin Ruhu
lisin," diyor. "Onu ancak bir benzeri yok edebilir." Gözleriyle, ormanın
kenarındaki sık bir çalılığı gösteriyor. "Kendi ilacının tadına bir baksın
bakalım," diyerek sırıtıyor. Gri çalılığa doğru yürüyor ve kahkahalar atarak
gözden kayboluyor.
Daha önce hiç cehri meyvesi toplamamıştım; mavi-siyah meyveler
parmaklarımı boyuyor. Bu bitkiden uzak durmaya çalıştım hep ama o bir
şekilde insanı takip ediyor. Bozulmuş toprakları hızla istila ediyor. Ormanı
ele geçiriyor, öteki bitkilerin ışığını ve yerini alıyor. Aynı zamanda toprağı
da zehirleyerek kendisinden başka hiçbir türün yetişmesine izin vermiyor,
bir bitki çölü yaratıyor. Serbest piyasanın galibi; verimliliğe, tekelciliğe ve
kıtlığa dayalı bir başarı hikayesi olduğunu kabul etmek gerek. Yerli türler
den toprak çalan botanik bir emperyalist.
Yaz boyu, kendisini bu amaç için vermeye gönüllü olan türlerle otu
ruyor, onları dinliyor, hediyelerini öğreniyor, ona göre de topluyorum.
Daha önce de soğuk algınlığı için çaylar, cilt için merhemler yapardım ama
böyle bir şeyi hiç denememiştim. İlaç yapmak hafife alınacak bir iş değil.
Kutsal bir sorumluluk. Evimin kirişlerinde kurumaya bıraktığım bitkiler
asılı, raflar kavanozlarca kök ve yaprakla dolu. Kışı bekliyorlar.
Vakit geldiğinde kar ayakkabılarımı giyip ormana gidiyor, sonra eve
doğru yürüyerek karda çok belirgin izler bırakıyorum. Kapımın eşiğinde kut
sal ot örgüsü asılı. Parlayan üç tutam ot, bizi bütünleştiren zihnin, vücudun
ve ruhun birliğini temsil ediyor. Windigo'da ise bu örgü çözülmüş bulunu
yor; onu yıkıma götüren hastalık da bu. Toprak Ana'nın saçlarını örerken,
bize verilen her şeyi ve bu hediyeler karşısında özen gösterme sorumluluğu
muz olduğunu hatırlıyoruz; örgü bana bunu düşündürüyor. Böylece hediye
ler sürekliliğini koruyor ve herkes doyuyor. Kimse aç kalmıyor.
Dün gece evim yiyecekle ve dostlarımla doluydu, karların üstüne kah
kahalar ve ışık serpiliyordu. Aç bakışlarla pencerenin önünden geçtiğini
görür gibi oldum. Ama bu gece yalnızım ve rüzgar şiddetleniyor.
Elimdeki en büyük kap olan dökme demir çaydanlığı ocağın üstüne
koyup su kaynattım. İçine bir avuç dolusu kuru cehri meyvesi atıyorum.
Sonra bir avuç daha. Cehri meyveleri mavi-siyah, mürekkep benzeri, şuru
bumsu bir sıvıya dönüşüyor. Nanabozho'nun tavsiyesini hatırlayıp dua
ediyor ve kavanozda kalan meyveleri de suyun içine boşaltıyorum.
Başka bir kabın içine bir sürahi dolusu saf kaynak suyu koyuyor, yü
zeyine de kavanozda duran taçyapraklardan ve bir başka kavanozdaki ağaç
Wındigo'yu Alt Etmek 409
Bazen bir kişi ya da bütün bir aile meseleyi hiç anlamayıp çok
fazla şey alıyor. Aldıklarını kamp sandalyelerinin yanına yığıyorlar.
Belki ihtiyaçları var. Belki de yok. Dans etmiyor, tek başlarına otu
rup eşyalarının başında nöbet tutuyorlar.
Minnet kültüründe hediyelerin karşılıklılık döngüsünü takip
ederek yine size döneceğini bilirsiniz. Bu defa verir, gelecek defa
alırsınız. Vermenin onuru ve almanın alçakgönüllülüğü, denklemin
olmazsa olmaz iki yarısıdır. Minnetten karşılıklılığa uzanan yol bo
yunca, çimenlerle kaplı yeşil bir çemberin üstünden yürünür. Sıraya
dizilerek değil, çember halinde dans ederiz.
Danstan sonra çim dansı kıyafeti giymiş bir oğlan çocuğu, çok
tan sıkıldığı yeni oyuncak kamyonunu yere atıyor. Babası kamyonu
yerden almasını söyleyip oğlunu oturtuyor. Hediye, satın alınan bir
eşyadan farklıdır, maddi sınırların ötesinde anlamlara sahiptir. He
diyeyi asla aşağılayamazsınız. Hediye sizden bir şey bekler. Ona iyi
bakmanızı. Ve beklediği bir şey daha vardır.
Hediyeleşmenin kökenlerini bilmiyorum ama bu töreni bitkiler
den, özellikle de hediyelerini kırmızı ve mavi renklere saran çalı mey
velerinden öğrendiğimizi düşünüyorum. Bizler öğretmenimizi unut
muş olabiliriz fakat dilimiz hatırlıyor: Hediyeleşme anlamına gelen
minidewak kelimesi "kalpten verirler" demek. Kelimenin merkezinde
min var. Min, hediyenin kök kelimesi, aynı zamanda da çalı meyvesi.
Dilimizin şiirselliğini düşünürsek, minidewak bize aynı zamanda çalı
meyveleri gibi olmamız gerektiğini hatırlatıyor olabilir mi?
Bu meyveler törenlerimizde daima bulunur. Ahşap bir kase
içinde bize katılırlar. Bir büyük kase ve bir büyük kaşık çember bo
yunca dolaştırılır, böylece herkes bu tadı alır, hediyeleri hatırlar ve
teşekkür eder. Çalı meyveleri atalarımızdan gelen dersi, toprağın
cömertliğinin bize tek bir kase ve tek bir kaşık halinde geldiğini an
latır. Hepimiz Toprak Ana'nın bizim için doldurduğu kaseden bes
leniyoruz. Mesele sadece meyveler değil, kase de aynı zamanda.
Dünyanın hediyeleri, paylaşılmak için yaratılmıştır ama bu hediye
ler sınırsız değildir. Dünyanın cömertliği, her şeyi alabileceğimiz
anlamına gelmez. Her kasenin bir dibi vardır. Kase boşsa boştur. Ve
herkes için aynı boyda, tek bir kaşık vardır.
414 Bitkilerin Ruhu
Johnston, Basil, The Manitous: The Spiritual World of the Ojibway, Min
nesota Tarih Derneği, Saint Paul, 2001 [Manitular - Ojibwaylerin
İnanç Dünyaları, çev. Ünsal Özünlü, İmge Kitabevi Yayınları, İs
tanbul, 2002].
LaDuke, Winona, Recovering the Sacred: The Power of Naming and Cla
iming, South End Press, Cambridge, 2005.
Macy, Joanna, World as Lover, World as Self: Courage far Global Justice
and Ecological Renewal, Parallax Press, Berkeley, 2007.
Moore, Kathleen Dean ve Michael P. Nelson, ed. Moral Ground: Ethi
cal Action far a Planet in Peril, Trinity University Press, San Anto
nio, 2011.
Nelson, Melissa K., (yay. haz.) Original Instructions: Indigenous Teac
hings far a Sustainable Future, Bear and Company, Rochester, 2008.
Parter, Tom, Kanatsiohareke: Traditional Mohawk Indians Return to The
ir Ancestral Homeland, Bowman Books, Greenfield Center, 1998.
Ritzenthaler, R.E. ve P. Ritzenthaler, The Woodland Indians of the Wes
tern Great Lakes, Waveland Press, Prospect Heights, Illinois, 1983.
Shenandoah, Joanne ve Douglas M. George, Skywoman: Legends of
the Iroquois, Clear Light Publishers, Santa Fe, 1988.
Stewart, Hilary ve Bill Reid, Cedar: Tree of Life to the Northwest Coast
Indians, Douglas and Maclntyre, Ltd., 2003.
Stokes, John ve Kanawahienton, Thanksgiving Address: Greetings to
the Natural World, Six Nations Indian Museum ve The Tracking
Project, 1993.
Jane Goodall
rinn
® rnundikitap.com doğabilim
f mundikitap ISBN
MUNDI © mundikitap
mundikitap