You are on page 1of 5

“Toplum arzuladığı belleği yaratır!

”1
Taner Akçam’ın Kolektif Bellek Kavramı

“Yapılması gereken, üzerinde düşünmediğimiz, ama kolektif hafızamızda var olan,


kaybolmamış tarihi yeniden bilince çıkartmaktır”1 Kolektif belleğin toplumun tüm sırlarının, topluma
dair tüm gerçeklerin, biz farkında olmasak da bulunduğu, saklandığı bir yer olduğu ve gerekli şartlar
sağlandığında bu gerçeklere ulaşabileceğimiz fikri, Akçam’ın tezinin temel dayanaklarından biridir.
Gerçekten böyle bir kolektif bellek var mıdır? Toplum olarak geçmişimizle unutmuş olduğumuz
bilgileri kolektif bilinçaltından çağırarabilir miyiz?
Taner Akçam, kolektif bellek kavramını “Türk toplumunun” geçmişini unutmasıyla, özellikle
Ermeni Soykırımını inkâr etmesiyle ilgili olarak kullanmıştır. Türk toplumunun kolektif belleğinden
bazı olaylar silinmiştir. Ermeni Soykırımı bunlardan biridir. Çözüm, “kendimizi ve tarihimizi yeniden
anlamlandırma çabasıdır. Bunun için de, unutma, yok saymaya karşı hatırlama eylemine
başvurulmalıdır. Hatırlamada başvurulacak yer toplumun kolektif hafızasıdır. Çünkü Freud’dan da
biliyoruz ki, unutulduğu veya yok sayıldığı zannedilen şeyler hafızada tüm canlılıklarını muhafaza
etmektedirler. (...) Yaşananlar hafızaya kaydedilirler. Kitaplarda yazılı olmasalar bile, sayfaları
çevirmekle önümüze gelmeseler bile, yazılı gibi, varlıklarını toplumun bilinçaltında sürdürürler. (...)”2.
Akçam’ın İngilizce olan çalışmasında Freud sözcüğü yerine psikoloji kullanılmış ve böylece bu
iddianın alanı tüm psikolojiyi kapsayacak şekilde genişletilmiştir.3 Fakat bellek üzerine çalışmalara
bakıldığında, bu iddiaya katılmak mümkün gözükmemektedir.
Genel kanıya göre bellek, bir dijital fotoğraf makinesinden farksızdır. Yaşananları olduğu gibi
kaydeder. Gerçek en ufak ayrıntısına kadar kopyalanmıştır ve dolayısıyla, anımsama bizi gerçeklere
ulaştıracaktır. Oysa bu konuyla ilgili araştırmalara göre bellek hem aşırı derecede seçicidir hem de
ciddi biçimde tamire gereksinimi olan kayıtlardan oluşur. Gerçeği olduğu gibi yansıtan anımsamalar
sınırlıdır ve sürekli olarak var olan modellere uydurulurlar.4 Schudson’un belirttiği gibi, belli bir
şekilde görmek belli bir şekilde görmemek olduğu gibi, belli bir şekilde anımsamak da belli bir şekilde
unutmaktır. Çünkü bellek seçicidir ve bu yüzden de tahrifat kaçınılmazdır.5 Fakat mesele sadece var
olan bilgilerin çarpıtılması değildir. Tulving’e göre, geçmişin bireyin anımsadıklarından yola çıkarak
belirlenmesinin her zaman mümkün olmadığını bilimsel araştırmalar açık bir şekilde göstermiş,
tamamen aklı başında, normal ve dürüst insanların bile hiçbir zaman olmamış olaylar
anımsayabileceği ortaya çıkmıştır. Her ne kadar bellek gerçeklerin olduğu gibi yansıtıldığı
faaliyetlerde bulunsa da – adreslerin, telefon numaralarının, şiirlerin ezberlenmesi gibi – belleksel
etkinliklerin önemli bir kısmı yeniden üretimden, hatta yeniden kurmaktan değil, ama kurmaktan,
sıfırdan yapmaktan oluşmakta ve kurulan anılar her zaman gerçeklere karşılık gelmemektedir. Üstelik
sahte anıların yapılması veya olmamış olayların anımsanabilmesi için, insanın ne psikiyatrik veya
nörolojik sorunlardan dertli ne de çok genç veya çok yaşlı olması gerekmektedir.6 Demek ki bellek
sadece çarpıtmamakta, ama aynı zamanda yaşanmamış olaylar da yaratabilmekte, gerçekleri olduğu
gibi yansıtmak tamamen sağlıklı bir bellek için bile olanaklı gözükmemektedir.
Anderson ile Schooler’a göre bellek, daha önemli olan bilgiyi kaydedecek şekilde
evrimleşmiştir. Yaşadıklarımızla ilgili tüm ayrıntıları her zaman anımsamak zorunda olmadığımız için,
bu duruma uyum sağlamış bir sistem tüm ayrıntıları düzenli bir şekilde değil ama sadece koşullar
gerektirdiğinde kaydetmelidir ve insan belleği de daha çok bunu yapma eğilimindedir.7 Her ne kadar

1
Timuçin Binder, Virgül, Haziran 2005, 85, s.11-14.
bu tartışma henüz bir sonuca bağlanmamışsa da, belleğin seçiciliği, ayrıntıları ancak koşullar
gerektirdiğinde titizlikle kaydettiği konusunda bir uzlaşmaya varılmıştır. Bu da, birey için taşıdığı
önemden ötürü katliamlar sırasındaki ayrıntıların daha titizlikle kaydedileceğini getirmektedir. Fakat
bu durumda bile belleğin seçici davranması söz konusu olabilir. Tehlikenin nereden ve nasıl
geldiğinin ayrıntılı bir şekilde bilinmesi, yardımın nereden geldiğinle ilgili ayrıntıların bilinmesinden
daha önemli olabilir. Eğer böyle bir seçicilik söz konusuysa, daha sonraki anımsanma sürecinin ve bu
süreçten çıkacak anlatıların bu farklılığı yansıtacağını, bazı bilgilerin ve dolayısıyla anlatı ve
yorumların hiç bir zaman ortaya çıkmayacağını hesaba katmalıyız. Demek ki bellek hiç de öyle
gerçekleri olduğu gibi saklamamakta, yaşanmış olayları tüm canlılıklarıyla korumamaktadır. Aksine
hem aşırı derecede seçicidir hem de yeni gerçekler bile icat edebilmektedir. Akçam’ın iddiasının
aksine, psikoloji, özellikle bellek üzerine olan çalışmalar, farklı bir bakış açısı sunmaktadır.
Fakat Akçam’ın asıl derdi kolektif bellektir ve psikolojiye bu yüzden başvurmaktadır.
Toplumların psikolojik rahatsızlıklarının bireysel psikolojik rahatsızlıklardan çıkartılmasına karşıdır,
ama topluma ait ayrı bir psikolojinin var olduğu fikrine de katılmaz. Psikanalitik yöntemin bazı
kavramlarının kitle psikolojisine uygulanması olanaklıdır.8 İki psikoloji konusunda pek açık olmayan
Akçam, toplumsaldan ne anladığı konusunda da çok net değildir. Bir yandan toplumsal histeri,
“bireysel haleti ruhiyelerin toplam ortak etkisinden başka bir şey” değildir, diğer yandansa “toplumsal
histerinin oluşmasına katkıda bulunan bireylerin kendilerinin de psikolojik olarak rahatsız olmaları
gibi bir kural da söz konusu değildir”.9 Eğer toplumsal histeri “bireysel haleti ruhiyelerin toplam ortak
etkisinden” oluşuyorsa, en azından bazı bireylerin histerikli tavır sergilemesi gerekmektedir. Yok eğer
kural olarak bu bireylerin hiçbirinin böyle bir tavır sergilemesi gerekmiyorsa, yani “hastalıklı”
toplumdaki herkes sağlıklıysa, o zaman toplumsalın bireyselden farklı bir boyut olduğunu kabul
etmemiz ve psikanalizin bu boyutta da geçerli olduğunun gösterilmesi gerekmektedir. Aksine Akçam
böyle bir çabaya gerek duymadan, bireyselden toplumsala geçmektedir.
Histerik nevroz konusuyla devam edecek olursak, bu rahatsızlığın en önemli göstergelerinden
biri “Hatırlama Boşluğu”, yani “Hafıza Boşluğu”dur. Kişi bazı şeyleri anımsamamayı, unutmayı
seçer.10 “Histerikli kişiliğin, hayat hikâyesini (tarihi), özlediği ve arzu ettiği biçimde tahrif etme ve
değiştirme; hoş olmayan şeyleri, özellikle de suçluluk duygusunu unutma konusunda büyük bir başarı
gösterdiği kabul edilir.11 Burada tahrif etme bir hastalık belirtisidir. Oysa bu sağlıklı belleklerin de
sahip olduğu bir özelliktir. Devam edecek olursak, Akçam’a göre toplumsal düzeyde de benzer bir
durum söz konusudur. Toplum “tarihi unutmak ve boşaltmak” istemektedir. Bir bakıma belleğini
yitirmiştir. “ “Gerçekle çelişki” içinde “kendi kurduğu dünyasında” yaşayan toplum, olayların izahı
için belli düşünce kalıpları üretir.”12 Bir benzerlik söz konusudur ve bu benzerlik aynı teşhisi getirir:
histeri.
Hâlâ toplumsalın Akçam’da nasıl tanımlandığını keşfetmiş değiliz. Gerekli ipucu Ermeni
Sorunu üzerine yazmış olduğu ilk çalışmasında karşımıza çıkar: “Toplum olarak bugün artık
hafızamızın, tarih bilincimizin sınırları, kendi yaşadıklarımız ve ailelerimizin aktardıkları ile sınırlıdır”
Çünkü “(...) özellikle Cumhuriyetin tarihi bilinçlerden silme ve yeni bir tarih yaratma arzusu sonucu
artık geçmişi olmayan bir toplum haline getirilmiş durumdayız.”13 Demek ki topluma ait hafızanın – ki
bu aynı zamanda tarih bilincimizdir - normal koşullarda kendi yaşadıklarımız ve ailemizin
aktardıklarından daha fazlasını içermesi gerekmektedir ve bu bellek türü, “toplumun” “gerçek”
geçmişidir. Her ne kadar Cumhuriyet silmiş olduğu bellek yerine bir başkasını koymuşsa da, Akçam’a
göre bu kolektif bellek değildir. Bellek gerçek geçmişin kaydedildiği yerdir.
Akçam bir yandan belleğin gerçekleri olduğu gibi koruduğu ve kolektif belleğin “gerçek
geçmiş” olduğu varsayımlarında bulunmakta, diğer yandan da aradaki benzerlikten yola çıkarak
psikanalitik kavramları bireysel boyuttan kolektif boyuta sorunsuz bir şekilde taşıyabileceğini
farzetmektedir. Bellek konusunda yapmakta olduğu varsayımın geçersiz olduğunu gördük. Bu da,
kolektif belleğin yeri birey olduğu için, “gerçek geçmiş” iddiasını çürütür. Bireysel boyuttan
toplumsal boyuta, gözlemlenen benzerlikten ötürü gerçekleştirilen sıçramaya gelince, burada asıl
sorun söz konusu benzerliğin tamamen raslantısal olabileceği ve bu raslantının başka bir şekilde de
açıklanabileceğidir. Yani toplumsal bellek kaybının bireyler için geliştirilmiş psikanalitik
kavramlarla açıklanması, bir bastırıma eylemi olarak görülmesi gerekmemektedir. La Capra’nın
belirttiği gibi, bazen karşımıza çıkan şeyler bastırılmış olanın dönüşü olarak görülebilir, ama aynı
varsayımsal yapılandırma tarihin farklı bir hareketiyle de bağlantılandırılabilir.14
Akçam’ın tezi daha çok belleğin kaydetme özelliği üzerinde yoğunlaşır, anımsama sürecinin
kendisiyle yeterince uğraşmaz. Kayıtlara ulaşmak yeterlidir. Toplum da birey düzeyine indirgenmiş
ve birey muamelesi görmektedir. Oysa değil toplumun, ama bireyin anımsaması bile tek başına
yapılan bir eylem değildir. Kolektif belleğin ilk modern kuramcısı Halbwachs’a göre, anıların
anımsanması toplumsal ortamda gerçekleşir. Anılarımın beynimin neresinde olduğunu bulmaya
çalışmam anlamsız bir uğraştır. Çünkü onları ancak dışımda var olan toplumsal ortam ve grubun
parçası olmayı kabul ederek anımsar, yeniden kurar ve kullanırım. Ancak bu şekilde bir kolektif bellek
var olabilir.15 Belleğin toplumsal çerçevelerini oluşturan, bireysel anımsamaların bir araya gelmeleri
değil, aksine bireysel anımsamaları mümkün kılan toplumsal çerçevelerdir. Ancak toplumsal bir
ortamda anımsama olanaklıdır ve bu sayede de kolektif anılar veya bellek denen şey ortaya çıkar.
Anımsama toplumsaldır. Bireyler bir topluluğun parçası olmadan anımsayamaz. Fakat gerçekleşmekte
olan pasif bir anımsama değil, ama anımsananların belli toplumsal veya kolektif çerçeveler
bağlamında var olan koşullara göre işlenmesi, kurulması, çarpıtılmasıdır.16 Geçmiş çarpıtılmış bir
şekilde doğar. Tahrifata uğramamış bir geçmiş sadece zihinlerimizde var olan bir fikirdir. Fakat
Halbwachs’ın tartışmasında bizi ilgilendiren çok daha önemli iki nokta vardır: Eğer bireysel
anımsama toplumsal çerçeveler sayesinde mümkün oluyorsa, o zaman birden fazla kolektif bellek
olmalıdır17 ve unutma da bu toplumsal çerçevelerin bir kısmının veya tamamının ortadan kalkmasıyla
ilgili bir durumdur.18
Demek ki anıların bastırılması, bazı anıların gerekli koşullar oluştuğunda daha sonra
anımsanabilecek şekilde unutulmaları değil, ama bu anıları veya anımsamaları oluşturan kolektif
çerçevelerin ortadan kalkmaları şeklinde de açıklanabilir. Toplumsal çerçevelerin ortadan kaldırılması
etkisini iki düzeyde gösterir: bireysel ve toplumsal düzeylerde. Halbwachs’a göre birey, toplumsal
çerçeveler olmadan anımsama eyleminde bulunamaz. Bu, anımsamanın sonucunda ortaya çıkacak anı
veya öyküleri dinleyecek, kabul edecek toplumsal bir ortamın, toplumsal çerçevelerin var olmasının
gerektiği anlamına gelmektedir. Ancak bu koşullarda anımsama olanaklıdır ve bunun tersi,
anımsamama veya unutmadır. Bu konuyla ilgili olarak Kirmayer ilginç bir noktaya değinmekte,
Holocaust kurbanlarının daha çok anımsama, çocukken cinsel tacize uğramışların ise daha çok unutma
eğiliminde olduklarına dikkat çekmektedir. Çeşitli nedenleri gözden geçiren Kilmayer, bu farkı söz
konusu olayların içinde bulundukları toplumsal çerçevelerin gösterdikleri duyarlılığa bağlamaktadır.
Yahudilerin karşılaştıkları soykırım bir insanlık trajedisi olarak öyküsünü rahatlıkla anlatabileceği
hazır bir ortam bulurken, aynı durum çocuk tacizi kurbanları için genellikle söz konusu değildir.19
Çocuk tacizi kurbanları için bir yandan ciddi bir inkârla karşılaşmak mümkünken, diğer yandan bu
süreç sırasında ciddi manevi zarara uğramları söz konusudur. Sonuç olarak birinde anımsama için
gerekli olan kolektif çerçeve fazlasıyla varken, diğerindeyse bu çerçeve her zaman olmadığı gibi,
olduğu zaman da daha çok sessiz kalmayı, unutmayı özendirme eğilimindedir. Bu bağlamda ilginç
bir saptama, Amerikan toplumunda, 1980’lerin başından itibaren, çocukken uğradıkları cinsel tacizleri
anımsayan yetişkin kadınların sayısındaki artıştır. Neden bu artış tam bu sırada belirmiştir? O güne
kadar bastırılmış anılar aniden o sırada belirmeye mi başlamış ya da tam bu sırada bireylere sunulan
psikolojik hizmetlerin hacminde büyük bir artış mı gerçekleşmiştir? Sturken, Amerikan kültüründe,
yirminci yüzyılın sonuna doğru aile, cinsellik ve cinsiyet (gender) iktidar ilişkileri konularında yeni
kafa karışıklıklarının ve tartışmaların başlamış olduğuna işaret etmektedir. Bu açıdan bakıldığında,
yirminci yüzyılın sonuna doğru Amarikan toplumunda bu konularla ilgili olarak daha duyarlı bir
toplumsal ortam, bir toplumsal çerçeve oluşmaya başlamış, bu tür bir anımsama bu konuyla ilgili
toplumsal duyarlılık belirdikten sonra mümkün hale gelmiştir.20
Burada tek bir toplumsal çerçeve fikrine saplanıp kalmamalıyız. Anımsama aile gibi daha
küçük bir kolektif çerçevede kendisine duyarlı bir ortam bulduğunda, o zaman söz konusu kolektif
bellek de bu çerçevede varlığını sürdürecektir. Sık sık bastırma olarak açıklanan unutma eylemi, tüm
kolektif çerçevelerde gözükmeyebilir. Bir yerde unutulan veya bastırılan olay, başka bir yerde ara sıra
yaşlıların kendi kendilerine mırıldandıkları anılar olarak var olabilir. Bununla beraber, anımsama
başlayabilmesi için gerekli olan kolektif çerçeveyi bulsa bile, ortaya çıkan anıların gerçekleri
yansıttığını söylemek hâlâ zordur. Çünkü daha önce gördüğümüz gibi, bellek tahrifat içerir veya
tamamen tahrif edilmiştir ve aşırı derecede de seçicidir. Anımsama, yaşanmış olanın bir kısmını
barındırabileceği gibi tamamen farklı ve belki de hiç olmamış bir olay hakkında da olabilir. Böylece
birden fazla toplumsal çerçeve, tahrifat veya çarpıtılma dereceleri farklı birden fazla anımsamaya yol
açabilir. Bu da sorunun, özellikle soykırım tartışmalarında, aslında gerçekle gerçek olmayan arasında
değil, ama çarpıtılma dereceleri farklı anımsamalar veya yeniden kurmalar arasında olduğunu gösterir.
Bu açıdan bakınca, ortaya çıkan, yeni anımsamalar değil ama yeni toplumsal çerçevelerdir.
Toplumsal çerçevelerin kaldırılmasının bireysel düzeydeki etkisi anımsamanın
gerçekleşmemesi şeklinde belirirken, toplumsal düzeydeki etkisi de toplumsal olarak paylaşılan
simge, araç ve anlatıların yok edilmesi şeklinde ortaya çıkar. Bu konuyla ilgili olarak Akçam çok
yerinde saptamalar yapmış, Ermeni Soykırımı meselesinde yaşanan inkârın arkasında bu konuyla
ilgili simge, araç ve anlatıların ortadan kaldırılmasının rolüne işaret etmiştir. Fakat burada söz konusu
olan, Akçam’ın belirttiği gibi bilinçaltına atma değil, ama olayları doğrudan yaşamış olanların
dışındakiler için, belli bir kolektif belleğin tamamen ortadan kalkması, geri gelmemek üzere
kaybolmasıdır. Bu bağlamda Hrant Dink’in şu sözleri çok yerindedir: “Diaspora Ermenilerine hep
şunu söylüyorum: Türkiye halkı gerçekleri biliyor da inkâr mı ediyor, yoksa ne biliyorsa onu mu
savunuyor? Ne biliyorsa onu savunuyor.”21 Her ne kadar inkârın arkasında sadece bilmemek
yatmıyorsa da, bu saptama kanımca doğrudur. Cumhuriyet’in ilk yıllarının “başarısı”, belli bir kolektif
belleği bastırmış olması değil, ama bu belleği mümkün kılan toplumsal çerçeveleri yok etmiş
olmasıdır. Fakat yıkım hiçbir zaman topyekûn olmamıştır. Ufak çapta ve parçalanmış şekilde olsa da,
bu belleği mümkün kılan toplumsal çerçeveler aileler veya küçük gruplar düzeyinde varlıklarını
sürdürmüştür. Türkiye dışındaysa durum doğal olarak daha farklıdır. Bastırılmış anıların geri dönüşü
aslında hiçbir zaman tam olarak ortadan kalkmamış kolektif belleğin veya belleklerin yeni alan ve
boyutlara değişen şekillerde yayılmasıdır. Günümüzde Türkiye’de gözlemlenen gelişim, bugüne kadar
marjinal bir şekilde var olmuş bir kolektif belleğin ilk kez yeni ve daha geniş ölçekte toplumsal
çerçevelere kavuşmasıdır ve bu toplumsal çerçeveler de yeni bir simgesel ve ideolojik altyapının
ortaya çıkmasını sağlamaktadır.
Özetle, Akçam’ın tezinin temelini oluşturan unutulmuş tarihin yeniden anımsanması veya
silinmiş kolektif belleğin yeniden bastırılmış olduğu yerden bilince geri getirilmesi ve böylece
gerçeklerin ortaya çıkacağı, aslında bellek üzerine son araştırmalar dikkate alındığında kabul
edilmesi zor bir iddiadır. Bu araştırmalar belleğin, özellikle yaşanmış olayların anımsanmasıyla ilgili
olan episodic belleğin, gerçekleri hiç de olduğu gibi yansıtmadığını, aksine çoğu zaman baştan
kurduğunu göstermiştir. Diğer yandan anımsamanın toplumsal ortamla yakından ilişkili olduğu da
ortaya çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında, Ermeni Soykırımı ve benzeri olaylarla ilgili tartışmaların
inkâr edilmelerinin sona erdirilmesi, bastırılmış olanın geri getirilmesiyle değil ama inkârdan çeşitli
kabul etmelere doğru gidecek dönüşümü sağlayacak toplumsal çerçevelerin kurulması, var olanlarınsa
alanlarının genişletilmesiyle ilgilidir. Söz konusu olan, yeni bir tarih bilincinin ilk kez
oluşturulmasıdır. Bu tarih bilinci sonuç olarak gene çarpıtılmış bir bilinç olacaktır. Aksi mümkün
değildir. Fakat günün koşullarına göre yeniden kurulmuş bir kolektif belleği yansıtacaktır ve zaten
kolektif belleğin işlevi de budur. Sorun bir kez daha belli bir geçmişle yüzleşme olayıdır, ama bu
yüzleşme bastırılmış bir kolektif belleğin geri getirilmesiyle değil, bu geçmişi oluşturacak toplumsal
çerçevelerin kurulmasıyla gerçekleşecektir. Yüzleşme toplumsal çerçeveleri değil, toplumsal
çerçeveler yüzleşmeyi getirecektir. Cumhuriyet’in ilk yıllarından geriye, tahrifata uğramamış çok az
şey kalmıştır. Bunun üzerine yeni anılar eklenecek, insanlar belki de yaşamamış oldukları olaylar
anımsayacaktır. Bu belleğin doğası gereğidir. Toplum arzuladığı kolektif belleği kuracak,
yaratacaktır. Dolayısıyla mesele, gerçeklerin ortaya çıkarılması değil – bu mümkün değildir – ama
toplum olarak nasıl bir geçmiş anımsamak istediğimize karar verme meselesidir. Son günlerde azınlık
olarak tanımlanan gruplarla ilgili anımsama ve anlatıların sayısında gözlemlenen artış – buna
televizyon dizilerini ve sinema filmlerini de katabiliriz – toplumsal arzunun yeni bir arayış içinde
olduğunu ve bu arayışın ne yönde olduğunu net bir şekilde göstermektedir.
1
Taner Akçam, Tabusu Aralanırken Diyalogtan Başka Çözüm Var mı?, 2.Baskı, Su, 2002, s.73
2
agy, s.73
3
Taner Akçam, From Empire to Republic: Turkish Nationalism and the Armenian Genocide, Zed Books, 2004,
s.217
4
L.J. Kirmayer, “Landscapes of Memory: Trauma, Narrative, and Dissociation”, der. P. Antze & M. Lambek
Tense Past – Cultural Essays in Trauma and Memory, Routledge, 1996, s.176
5
M.Schudson, “Dynamics of Distortion in Collective Memory”, der. D.L. Schacter, Memory Distortion – How
Minds, Brains, and Societies Reconstruct the Paste, Harvard University, 1995, s.348
6
E. Tulving, “Episodic memory and common sense: how far apart?”, der. A.Baddeley, J.P.Aggleton ve M.A.
Conway, Episodic Memory: New Directions in Research, Oxford University, 2002, s.273
7
D.L. Schacter ve C.S. Dodson, “Misattribution, false recognition and the sins of memory", der. A.Baddeley,
J.P.Aggleton ve M.A. Conway, Episodic Memory: New Directions in Research’ün içinde, Oxford University,
2002, s.80-81
8
Akçam, Ermeni Tabusu Aralanırken, s.65
9
agy, s.65
10
agy, s.66
11
agy, 67
12
agy, 70
13
Taner Akçam, Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, 5.Baskı, Su, 2001, s.192
14
D.LaCapra, History, Theory, Trauma – Representing the Holocaust, Cornell University, 1994, s.169
15
M.Halbwachs, On Collective Memory, der. çev. L.A. Coser, University of Chicago, 1992,
s.38
16
agy,183
17
agy, s.52 ve 182
18
agy, s.172
19
agy, s.173-199
20
M. Sturken, “Narratives of recovery: Repressed Memory as Cultural Memory”, der. M. Bal, J. Crewe ve
L.Spitzer, Acts of Memory – Cultural Recall in the Present, Dartmouth College, 1999, s.231
21
Hrant Dink, “Hrant Dink’le Ermeni Meselesi Üzerine – Zehir ve Panzehir”, Express, 2004/11, 20
kasım - 20Aralık, s.6

You might also like