You are on page 1of 14

İMAM AZAM EBU HANİFE’NİN İÇTİHAT

SİSTEMATİĞİNDE SÜNNET VE HADİS


Giriş
İmam Azam Ebu Hanife, geçmişten günümüze en geniş
coğrafyada uygulanan fıkhi mezhebin kurucusudur. İslami kültürel
birikime katkısı en üst düzeyde olan İslam alimlerinden de birisidir.
Bu katkının önemli bir kısmı fıkıh alanındadır. Fıkıh biliminin gerek
pratik hayatla ilgili kısmı olan furu’ fıkhı ve gerekse, hukuk
metodolojisi ve felsefesi de denilen fıkıh usulünün sistematize
edilmesinde, Ebu Hanife’nin çok büyük payı vardır. Bu
çalışmamızda, Ebu Hanife’nin fıkıh usulü bilimine katkısı hakkında
bir fikir vermesi açısından, O’nun sünnet ve hadis anlayışı
konusundaki tespit ve değerlendirmelerimiz yer almaktadır.

Peygamberimizin (s) söz, fiil ve takrirlerinden oluşan Sünnetin


Kur'an-ı Kerim’den sonra İslam'ın ikinci temel kaynağı olduğu
hususunda herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Ancak Sünnet’in
rivayet bilimlerinin kriterleri açısından birçok çeşidi olduğu ve
fakihlerin her bir rivayet çeşidini kaynak oluş bakımından aynı
düzeyde tutmadıkları bilinmektedir. Pek tabiidir ki Kur'an-ı Kerim
için böyle durumlar söz konusu değildir. Zira Kur'an-ı Kerim’in
bütünü, aynı düzeyde yani mütevatir olarak bize kadar ulaşmıştır.
Sünnetin ise, bir kısmı mütevatir, bir kısmı ahad, bir kısmı da
mütevatir ile ahad arası (meşhur) bir seviyede bize kadar ulaşmıştır.
Ayrıca bunların da kendi aralarında derecelendirilmesi söz
konusudur. Mütevatirin dışındakilerin kaynak oluş seviyesi ve şartları
konusunda, fakihler farklı anlayışlara sahip olmuşlardır. Bundan
dolayı, daha ilk devirlerden beri, özellikle ahad hadislerin kaynak
oluş şartları ve bu konuda belirlenen kriterlere ilişkin tartışmalar ilim
dünyasının gündeminden düşmemiştir.

Bu tartışmaların Ebu Hanife ile ilgili boyutları ise daha ateşlidir.


İmam Ebu Hanife’nin içtihat sistematiğini gerektiği gibi
kavrayamayan bazı insanların oluşturduğu önyargılar sebebiyle,
mezhep taassubunun etkili olduğu yerlerdeki pek çok insan, O’nun
bilim dünyasına yaptığı katkılardan mahrum kalmıştır. Ebu Hanife’yi
anlamakta zorluk çekenlerin büyük çoğunluğu, genellikle O’nun
Sünnet anlayışını netleştirememektedirler. Ebu Hanife'nin içtihat
sistematiğindeki sünnetle ilgili kriterleri kendi anlayış ve ön
kabullerine aykırı gören birçok insan, bu büyük imamın hadis bilgisi
konusunda bilimsel temellerden uzak sözler bile söylemişlerdir.
Öyle ki İmam Ebu Hanife’nin hadis bilgisinin seviyesi ve
içtihadi faaliyetlerinde Sünnete değer verip vermediğine dair,
çoğunluğu mezhep taassubu ve benzeri mülahazalara dayanan
asılsız isnatlar, klasik kaynaklarda bile yer almıştır. Hatta bilimsel
temellerden yoksun olan bu asılsız isnatları yapanların kendi
mezhebdaşları bile durumdan rahatsız olmuşlar ve bazıları bunlara
cevap yazmak zorunluluğunu duymuşlardır. Bu asılsız isnatların bir
kısmının bilimsel mülahazaların ötesinde, taassup ve kötü niyete
dayandığı açıktır. Bir kısım iddia sahipleri ise, İmam Ebu Hanife’nin
sünnetin kaynak oluşu konusunda oldukça hassas davrandığını
söylemekle birlikte, bazı ahkam hadislerinin kendisine ulaşmamış
olma ihtimalini normal karşılamak gerektiğini ve bunun vaki de
olduğunu söyleyerek, görünüşte bu büyük imama saygılı ve O’nu
savunur bir gibi görünseler de, farkında olmadan kötü niyetli
kimselere destek veriyorlar. Esasen bu tür değerlendirmeler de, bu
büyük imamın içtihat sistematiğinin iyi kavranılamamış olmasından
kaynaklanmaktadır. Şimdi İmam Azam Ebu Hanife'nin hadis ilmi
konusundaki birikimi ve içtihat sistematiğinde sünnetin kaynak
seviyesi hakkında bilgi verilecektir.

1-Ebu Hanife'nin Hadis İlimlerini Tahsil Ediş Sürecine


Dair Mülahazalar

Bu başlık altında İmam Ebu Hanife'nin hadis bilgisi ve O’nun


ahkam hadislerine ulaşamamış olma ihtimalinde gerçeklik payı
bulunup bulunmadığına dair tespit ve mülahazalarımız yer alacaktır.

Ebu Hanife entelektüel birikimi yüksek bir çevrede yetişmiştir.


Bilindiği gibi bu büyük imamın doğup büyüdüğü Kûfe, Abdullah ibn
Mes’ud başta olmak üzere, özellikle Hz. Ali’nin hilafet merkezini
buraya taşımasından sonra ilmi yönüyle de temayüz etmiş yüzlerce
(bin beş yüz civarında) sahabinin yerleşip, ilim meclisleri oluşturarak
öğrenci yetiştirdikleri önemli bir ilim merkezidir. Bu yönüyle de o
dönemdeki hadis seyahatlerinde en önemli uğrak yerlerinden
birisidir. Zira Kufe hadis birikimi yüksek düzeyde alimlerin
bulunduğu bir ilim merkezi haline gelmişti. Kûfe'nin hadis ilmi
açısından önemli bir merkez oluşunda, buraya yerleşen sahabilerin
yanında, onların yetiştirdiği tabiun alimlerinin de payı büyüktür. Zira
bu alimlerin farklı ilim merkezlerindeki hadis üstatlarından
sağladıkları birikimleri Kûfe'ye taşımaları, bu şehri hadis bilimi
açısından en önemli merkezlerden birisi haline getirmişti. Burada
Alkame, Mesruk. Esved, Kadı Şurayh, İbrahim Nahai, Hammad b.Ebi
Süleyman ve Şabi başta olmak üzere yüzlerce tabiun alimi
yetişmişti.
İşte İmam Azam Ebu Hanife böyle bir bilim merkezinde
yetişmiştir. Kendisinin daha küçük yaşlarda Kur'an-ı Kerimi
ezberlediği ve dînî ilimlerle yakından ilgilenmeye başladığı biliniyor.
Kelam ilmine ilgi duyduğu dönemlerde itikadi esasların akli ve nakli
temel referanslarına yoğunlaştığı da bilinmektedir. Hatta bu
konudaki becerisinin bilim çevresinde fark edilmesiyle, İmam Şa’bi
tarafından fıkıh bilimine yönlendirildiği de bilim dünyasında şöhret
bulmuştur. Başlangıçta Ebu Hanife de fıkhi konuların nakli delilleriyle
ilgili temel bilimsel donanımını sağlamak üzere, bulunduğu
çevredeki hadis kültürünü almıştır. Ayrıca O’nun çeşitli vesilelerle
Kûfe’ye dışarıdan gelen hadis alimleriyle de görüşüp, kendi
birikimlerini karşılaştırarak eksikliklerini telafi etme gayreti içinde
yetiştiği biliniyor.

Ebu Hanife'nin tahsil hayatında en önemli ilim merkezlerinden


birisi de Mekke’dir. Klasik tarih kaynaklarında yer alan bilgilerden,
bu büyük imamın hiç ihmal etmeden her yıl hacca gitmeye gayret
gösterdiğini biliyoruz. Hac seyahatleri esnasında uğradıkları bilim
merkezlerinde alimlerle uzunca görüşmeler yaptığı da bilinmektedir.
Bu kapsamda Medine-i Münevvere ve Mekke’de ibadet yanında ilmi
faaliyetlerle de meşgul olmuştur. Özellikle Mekke’deki ilmi
faaliyetleri İslam kültür tarihinde oldukça meşhur olmuştur.

Bilindiği gibi İmam Ebu Hanife’nin Mekke hayatı hac


ibadetleriyle sınırlı değildir. Bu büyük imamın, Emevi yönetiminin
baskılarından kaçarak Mekke'ye sığındığı ve yine aynı şekilde Abbasi
yönetiminde de belirli aralıklarla Mekke’de bulunmayı tercih ettiğini
biliyoruz. Hayatının yetişkinlik ve olgunluk çağlarındaki beş yıldan
fazla bir süresi Mekke'de geçmiştir. Bilimsel faaliyetler, ağırlıklı
olarak de içtihatlarının dayandığı nakli ve akli delillerle ilgili
tartışmalarla geçen bu dopdolu Mekke hayatı, Ebu Hanife'nin içtihat
sistematiğinin oluşmasında oldukça önemlidir. Zira Hicaz ekolü ve
diğer ilim merkezlerindeki ilmi birikime vakıf olması açısından bu çok
büyük bir imkandır ve imam bu imkanı olabildiğince verimli
değerlendirmiştir.

Güvenilir tarih kaynaklarında İmam Ebu Hanife'nin özellikle


hadis dersi aldığı hocaları arasında, Ata b. Ebi Rebah, Zeyd b. Ali,
Şa’bi, Tavus, İkrime, Katade, Nafi, Zühri, Simak ve Hammad b. Ebi
Süleyman başta olmak üzere yüz civarında büyük tabiun aliminin
ismi geçmektedir. Bazı kaynaklarda ise Ebu Hanife’nin yüzlerce
tabiun alimiyle görüşüp, hadis aldığı bilgileri yer almaktadır. Ebu
Hanife, Kufe’deki tabiun alimlerinin bilgi birikimini elde etmede en
fazla, Hammad b. Ebi Süleyman’dan faydalanmıştır. O’nun Hammad
b. Ebi Süleyman’ın derslerine hiç aksatmadan yaklaşık yirmi yıl
kadar devam ettiği bilinmektedir. Hatta O’nun bu hocasından iki bin
civarında ahkam hadisi yazdığı bilinmektedir.

Ayrıca O’nun tahsil hayatında Ata b. Ebi Rebah ve Zeyd b.


Ali’nin de çok özel bir yere sahip olduğunu biliyoruz. Hadislerin
henüz bütünüyle tasnif edilip yazıya geçirilemediği dönemde yetişen
Ebu Hanife, sadece belli bir muhitteki ilmi birikimle yetinmeyip,
İslam dünyasının her bölgesindeki ilim merkezlerinde yetişen
alimlerin ilmi birikimlerine de ulaşmayı hedeflemiş ve bunda da
başarılı olmuş bir alim idi. Bu kapsamda O’nun Hicaz ekolü
imamlarından Malik b. Enes ile olan uzun süreli ilmi müzakereleri,
tarih kaynaklarında ayrıntılı denilebilecek ölçüde anlatılmaktadır.

İmam Ebu Hanife, diğer müçtehit imamların birçoğundan farklı


olarak, sadece Sünni kesimdeki birikimle de yetinmeyip, ehl-i beyt
imamlarının hadis birikimlerine de vakıf olmuştu. Bu kapsamda
O’nun Zeyd b. Ali ile uzun süre yakından görüştüğü ve kendisinden
hadis dinlediği bilinmektedir. Ayrıca tarihi kaynaklarda O’nun hac
esnasında ehl-i beyt imamlarından İmam Muhammed Bakır ve İmam
Cafer Sadık ile de görüşüp bazı fıkhi konuları müzakere ettikleri
bilgisi yer almaktadır.

Henüz daha sağlığında iken İmam Ebu Hanife'nin ünü İslam


dünyasındaki ilim merkezlerinde yayıldığından, birçok İslam alimi
O’nunla görüşüp, bilimsel sohbetler yapmak için vesileler bulmaya
çalışıyorlardı. Bundan dolayı O’nun hac seyahatleri, İslam dünyasının
farklı yerlerindeki ilim merkezlerinde yetişen bilim adamlarıyla daha
yakından tanışmak için önemli bir vesileydi.

Bütün bunların ötesinde O’nun çok yönlü yetişmesinde tahsil


hayatı gibi, derslerinin de etkili olduğu dikkatten uzak
tutulmamalıdır. Zira O’nun dersleri uzun süreli müzakerelere sahne
oluyordu. Bu esnada öğrencilerinin görüşlerini en ince ayrıntılarına
kadar dinler, bu görüşlerle kendi görüşünü çeşitli açılardan
karşılaştırırdı. Hatta O’nun özellikle hayatının son yıllarında, çeşitli
ilim dallarında uzman kırk civarında seçkin öğrencisinden oluşan bir
akademi benzeri bir ilmi yapılanma gerçekleştirdiği biliniyor. Bu
uzman grup arasında hadis alanında derinleşmiş birçok öğrencisi de
vardı. Görülüyor ki O’nun aktif tahsil hayatı ömrünün sonuna kadar
devam emişti.

Bütün bu durumlar dikkate alındığında, O’nun ulaşamadığı


ahkam hadislerinin olabileceği yönündeki iddiaların nazari
ihtimallerden öte gitmediği görülecektir. Bundan dolayı özellikle
mukayeseli fıkıh çalışmalarında, hadis kitaplarında yer alan bazı
rivayetlere aykırı gibi görülen içtihatlar değerlendirilirken, acele
karar verilmemesi bilimsel bir zorunluluktur. Ancak, klasik Hanefi
fıkıh kitaplarında bile İmam Ebu Hanife'ye ulaşmadığı belirtilen
ahkama dair bir hadisin, gerçekten O’na ulaşıp ulaşmadığına dair bir
tespit ve değerlendirmemize, tebliğimizin son kısmında yer
vereceğiz.

2- İmam Ebu Hanife'ye Göre Sünnet ve Çeşitleri


Hakkında Mülahazalar

a-Hanefi Kültüründe Metodoloji Bilimleri Ve Hadis Usulü

Hz. Peygamberin (s) söz, fiil ve takrirlerinden oluşan sünnet,


mahiyeti itibariyle kendi arasında kavli, fiili ve takriri olarak üç kısma
ayrıldığı gibi, sonraki nesillere aktarılma şekli bakımından da çeşitli
kısımlara ayrılmaktadır. Sünnet konusunda farklı açılardan yapılan
tasnifler çalışmamızın kapsamı dışındadır. Sünnetin mahiyetiyle ilgili
bu tasnifte İslam alimleri arasında görüş birliği bulunmakla birlikte,
sonraki nesillere aktarılma şekli açısından farklı tasnifler
yapılmaktadır. Genellikle İslam alimleri Hz. Peygamberin (s)
sünnetinin aktarıldığı hadisleri, mütevatir ve ahat şeklinde
ayırıyorlar. İslam kültür tarihinde ehli hadis diye anılan alimler, ahat
hadisleri de kendi aralarında çeşitli kriterlerle, müstefiz, aziz, garib
gibi isimlerle gruplandırıyorlar. Bu konunun ayrıntıları, genellikle ehli
hadis denilen alimlerce yazılan hadis usulü kitaplarında
anlatılmaktadır.

Bu hadis çeşitlerinden lafzi mütevatirle ilgili konularda


herhangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Ancak ahat hadislerin
hem taksim ve isimlendirilmesinde, hem de kaynak oluş
derecesinde görüş birliği sağlanamamıştır. Lafzen mütevatir
olmamakla birlikte manen mütevatir olan hadislerin, hüküm
istinbatındaki konumunda da görüş birliği sağlanamamıştır. Konuyla
ilgili ayrıntılar bu çalışmanın kapsamı dışında olmakla birlikte, ahat
hadislerle ilgili bu taksim ve kriterlerin, İmam Ebu Hanife'den epeyce
sonraki zamanların ürünü olduğunu dikkatlerden uzak tutmamak
gerekmektedir.

Burada işaret edilmesi gereken önemli bir husus da, Hanefi


kültüründe hadis usulü diye ayrı bir ilim dalı olmadığıdır. Aynı durum
tefsir usulü açısından da geçerlidir. Hanefilerde, dînî ilimlerle ilgili
usul yani metodoloji ilmi sadece bir tane olup o da fıkıh usulüdür.
Yani Hanefi kültüründe Kur'an-ı Kerim’in anlaşılmasıyla ilgili teknik
ve metodolojik konular fıkıh usulünde incelendiği gibi, hadislerle ilgili
teknik ve metodolojik konular da fıkıh usulü kitaplarında incelenir.
Hanefi kültüründeki tefsir usulü ve hadis usulüne dair kitaplar ise,
sonraki dönemlerde yetişen bazı alimlerce farklı mülahazalar dikkate
alınarak yazılmıştır.

İmam Azam Ebu Hanife'den hadislerin rivayet bakımından


taksimine ve her bir çeşidin kaynak/düzeyine dair net bir bilgi
geldiğine rastlayamadık. Esasen Ebu Hanife'nin hangi içtihat
ilkelerine göre içtihat yaptığına dair de elimizde kendisinden gelmiş
ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Bilindiği gibi İmam Ebu Hanife’nin
içtihatları çoğu kere delilleri zikredilmeden nakledilmiştir. Sonraki
dönemlerde Ebu Hanife metodolojisiyle içtihat yapacak alimlerin
yetiştirilebilmesi için, O’nun içtihat ilkelerinin netleştirilmesi ihtiyacı
ortaya çıkınca, Hanefi alimler yoğun bir arayış içine girdiler. Bu
kapsamda öncelikle kendisinden nakledilen içtihatlar arasındaki
sistematik bütünlüğü sağlayan içtihat ilkelerini tespit edebilmek için,
benzeri düzeydeki teklifi hükümleri karşılaştırma işine ağırlık
verdiler. Bu çalışmalarda Ebu Hanife’nin fıkıh akademisinde yetişmiş
İsa b. Eban gibi bazı imamların verdiği bilgiler de birinci el kaynak
olmuştur. İşte Hanefi fıkıh usulü kitaplarındaki hadislerle ilgili tasnif
ve kriterler, Ebu Hanife'nin içtihat sistematiğini ortaya çıkarabilmek
için yapılan bu çalışmalar sonucu ulaşılan tespitlerdir.

Hanefi fıkıh usulüne dair klasik kitaplarda yer alan bu


bilgilerin, Ebu Hanife’den yaklaşık bir asır kadar sonra geliştirilen
hadis usulü kaideleriyle mukayese edilerek değerlendirilmesi, her
zaman sağlıklı sonuçlara ulaştırmayabilir. İmam Ebu Hanife'nin
sünnet ve hadis anlayışı konusundaki değerlendirmelerde dikkatten
uzak tutulmaması gereken en önemli hususlardan birisi de budur.

b- Hanefi Fıkıh Kültüründe Sünnetin Teşriî Değeri

Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in (s) sünneti, Allah’ın


mesajını öğrendiğimiz iki temel kaynaktır. Zira İslâm'ın değerler
sistemindeki esasların bir kısmı Kur'an-ı Kerim’de bildirilirken, bir
kısmı da Hz. Peygamber'in (s) sünnetinde bildirilmiştir. Bu iki
kaynaktan Kur'an-ı Kerim bütünüyle, hem anlam hem de lafız
bakımından vahiyden oluşmaktadır. Hz. Peygamber'in (s) sünneti
ise, vahye dayanan bilgilerden oluşmaktadır.

Hanefi fıkıh usulü kültüründe nakli delillerden hüküm çıkarma


kuralları anlatılırken, Kur’an ve Sünnet’in aynı başlık altında yer
aldığı görülmektedir.1 Bu durum Hanefi ekolünde Sünnete verilen
değerin en önemli göstergelerindendir. Zira bu sistematik, Sünnetin
1
el-Mebahisu’l-Müştereke Beyne’l-Kitab ve’s-Sünne
de vahiy kaynaklı olduğu anlayışının göstergesidir. Herhangi bir
konuda nakli delillerden bir şey gelmişse, onunla teklifi hüküm sabit
olabilmesi için esas belirleyici kriter, sübut, delalet ve iktizanın
seviyesidir.

Kur'an-ı Kerim’in muhtevasının tamamı, yani bütün ayetler


sübut yönüyle kat’i olduğundan, fıkıh usulünün bu bölümünde,
ayetlerin sübut boyutu inceleme dışıdır. Yani ayetlerle ilgili olarak
sadece lafızların manaya delaleti ve bir de ayetlerde bildirilen
hususun iktiza seviyesi incelenir. Hadislerde ise bunlara ek olarak bir
de sübut yönü incelenir. Kur'an-ı Kerim’le ilgili şazz kıraatler de
hadisler gibi değerlendirilmektedir.

Bu sistematiğin gereği olarak, teklifi hükümlerin tarifleri


yapılırken, bir konunun Kitap ve Sünnet’te bildirilmiş olması arasında
ayırım yapılmaksızın, öncelikli olarak ilgili nakli delillerin sübut ve
delalet açısından seviyelerine dikkat çekilir. Bu durum Hanefi fıkıh
kültüründe sünnetin teşriî değerinin en önemli göstergelerinden
biridir.

c- Hadis Çeşitlerinin Kaynak Oluş Dereceleri

Hanefi içtihat sistematiğinde bir şeyin farz veya haram


olabilmesi için öncelikle o konuda sübutu kat'î bir nakli delil
bulunması temel şarttır. Zira sübutu kat'î olmayan nakli delillerin
delalet ve iktiza seviyeleri en üst düzeyde de olsa, onlarla farz ve
haram hükümleri sabit olmaz. İşte bundan dolayı, Hanefi fıkıh
kültüründe ahat hadislerle farz ve haram hükümleri sabit görülmez;
bu tür hadislerle en üst teklif hüküm talep boyutlu olarak vacib, uzak
durma (keff) boyutuyla da tahrimen mekruh hükümleri sabit
görülebilir. İçtihat sistematiğindeki bu ilkeler O’nun dînî hükümler
konusunda ihtiyatı esas almasının gereğidir.

O halde Hanefi fıkhındaki kaynağı hadis/sünnet olan haram ve


farz hükümler mütevatir hadislere mi dayanmaktadır? Lafzi
mütevatir hadis sayısı oldukça sınırlı olduğuna göre, Hanefilerin bu
anlayışı nasıl izah edilecektir?

Yukarıda da ifade edildiği gibi İmam Ebu Hanife tabiun dönemi


alimlerinin büyük çoğunluğuna yetişmiş, bir çoğuyla yüz yüze
görüşerek hadis ve diğer İslami ilimleri tahsil etmiştir. Ebu Hanife ve
çağdaşları şer’i ameli konularla ilgili tabiun dönemindeki büyük
alimlerin ittifakının Hz. Peygamber'in (s) sünnetine dayandırıldığı
hususunda bir tereddüt taşımamaktaydılar. Bu rivayetlerin sahabe
tabakası, ravi sayısı bakımından mütevatir için öngörülen şartları
haiz olmasa bile, sahabiye olan güvenden dolayı tabiun dönemi
büyük alimlerinin naklettikleri hadislerle, farz ve haram hükümleri
sabit görülmüştür. Bu tür rivayetlerin sadece sahabi tabakası ravi
sayısı bakımından mütevatir şartlarını haiz değildir; tabiun
tabakasında mütevatir şartları mevcuttur. Sahabi bilerek, hadis
olmayan bir sözü hadis diye nakletmeyeceğinden, bu kadar tabiun
aliminin hadis naklettiği sahabinin hadis bilgisine de güvenilerek, bu
tür hadisler mütevatir olmasa bile hüküm istinbatında ameli açıdan
mütevatir gibi (hükmi mütevatir) kabul edilmiştir. Sonraki
dönemlerde bu tür rivayetlere meşhur hadis denildiğini biliyoruz.

Hanefilerin bu anlayışı tabiun alimlerinin merfu rivayetleriyle


de sınırlı değildir. Hatta hicri birinci asrın sonlarında, tabiunun büyük
alimlerince mürsel olarak nakledilen hadisler, çok sayıda sahabi
tarafından merfu olarak nakledildiği kesin olarak bilinen hadislerden
oluşmaktadır. Mesela Hasan el-Basri, en az üç sahabinin
Peygamberimizden (s) naklettiği hadislerin ravisini nakletmeden
mürsel olarak nakledilmesinin kendi dönemi alimleri arasında maruf
bir yöntem olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla o dönemde tabiun
imamlarının mürsel olarak naklettikleri hadisler, rivayet zinciri
bakımından güvenilirliği kanıtlanmış/şüphe taşımayan hadislerdir.

İmam Ebu Hanife’nin yaşadığı dönemde, tabiun alimleri


arasında görüş birliği bulunan fıkhi konulardaki uygulamalara
dayanak teşkil eden hadisler de, rivayet açısından güvenilir kabul
edilirdi. Özellikle böyle bir konuda, sahabiler arasında ihtilaf
olduğuna dair bir bilgi nakledilmemişse, sahabenin de ittifakının
bulunduğu varsayılarak, konuyla ilgili lafzi mütevatir hadis
bulunmasa bile, sahabe ve tabiunun uygulamaları manevi
mütevatir hadis gibi kabul edilmiştir. Çünkü bunlar, devrin birçok
büyük alimi tarafından titizlikle incelenip, rivayet boyutuyla
güvenilirliği kanıtlanmış hadislerdir. Esasen Hanefilerin meşhur
olarak nitelendirdikleri hadislerin birçoğu da bu kapsamdadır. Bu
durum Malikilerdeki amel-i ehli Medine anlayışıyla da büyük ölçüde
paralellik arz etmektedir.

Bu tür rivayetlerin yaklaşık bir iki asır sonraki hadis alimleri


tarafından, zayıf veya sıradan ahad rivayetler olarak
değerlendirilmesi, Ebu Hanife ve çağdaşı olan büyük alimlerin
içtihatlarına hadis boyutuyla gölge düşürmez.

d-Ahad Hadislerle İlgili Diğer Kriterler

Fıkıh usulüne dair ders kitaplarındaki konuyla ilgili kriterler


kapsamında, ahad hadislerin ravisinin fakih olması, ravinin rivayet
ettiği hadise aykırı davranmaması, umumu belva olan konulara
aykırı olmaması, yine aynı şekilde kıyas ve genel ilkelere aykırı
olmaması gibi bilgiler de bu kapsamda değerlendirilmelidir.

Görülüyor ki Hanefi alimler İmam Ebu Hanife’nin, aynı fıkhi


konuda farklı muhtevalı birden fazla hadis bulunduğunda, bu
kriterlerle tercih yaptığını tespit etmişlerdir.

Aynı konuyla ilgili ortak muhtevalı kısa ve uzun hadis


metinlerinin bulunması halinde ise, İmam Ebu Hanife rivayet
açısından güvenilirliği daha güçlü olan kısa metinleri esas almıştır.
Bu içtihat ilkesi, Hanefi fıkıh kültüründe “reddü’z-zaid ale’n-nakıs”
şeklinde formüle edilmiştir. Esasen ortak muhtevalı kısa metinlerle
hüküm vermenin daha ihtiyatlı olduğu açıktır. İmam Ebu Hanife'nin
içtihat sistematiğindeki ihtiyat anlayışı gereği olan bu ilke, konuyla
ilgili uzun metinlerin hiç dikkate alınmayacağı anlamını ifade
etmiyor. Ortak metin daha güvenilir olduğu için bu ilke gereği
onunla daha üst bir teklifi hüküm sabit görülür. Ziyade kısımlar da
yine derecesine göre hüküm istinbatında kullanılır. Bu hususlar
bütün boyutlarıyla dikkate alınmadığında, Hanefi fıkıh kültüründeki
bazı hükümlerin, hadis kitaplarında yer alan bir kısım rivayetlerle
uygunluğu gerektiği gibi fark edilemeyebilir.

Esasen her bir alanla ilgili ahkam hadisleri arasındaki


sistematik bütünlüğü ortaya çıkarabilmek için müçtehit imamların
içtihat ilkelerini bütün boyutlarıyla tanımak gerektiği aşikardır. Bu
kapsamda İmam Ebu Hanife'nin içtihat sistematiğindeki ilkeleri
bütün boyutlarıyla görmeden, değerlendirmelerde bulunmak da
bilimsel gerçeklerle bağdaşmayan sonuçlara götürebilir.

3- Ahkama Dair Bir Hadis Hakkında Tespit ve


Değerlendirmeler

İmam Ebu Hanife'nin sünnet anlayışı ve hadis bilgisi


konusundaki tartışmaların boyutlarıyla ilgili fikir vermesi açısından,
vakfın fıkhi hükümlerine dair bir hadis ve imam Ebu Hanife'nin bu
konudaki bir içtihadı hakkında bilgi vermek istiyoruz.

Bilindiği gibi vakıf kurumu öz itibarıyla, Kur'an-ı Kerim’de


bildirilen temel İslami değerlere dayanmaktadır. Ancak vakfın fıkhi
esasları Hz. Peygamber'in (s) sünnetine dayanmaktadır. Konuyla
ilgili sözlü sünnet, Hz. Ömer’in (r) en verimli tasadduk şeklinin nasıl
olması gerektiği konusunda bilgi istemesi üzerine Peygamberimizin
(s) yaptığı tavsiyenin anlatıldığı meşhur bir hadistir.
Hz. Ömer (r) kendisine ganimet payı olarak düşen Semğ isimli
çok değerli bahçeyi görünce etkilenmiş ve bu malını Allah yolunda
sadaka olarak vermek istemiş ve heyecanla Peygamberimize (s)
gelerek malın özelliklerini anlatıp, bunu en verimli şekilde
değerlendirme yollarını sormuştu.2 Peygamberimiz (s) O’na, bu
malın aslını tutup, meyvesini tasadduk etmesi yönünde bir tavsiyede
bulundu. Malın aslını nasıl tutacağını öğretme sadedinde de, söz
konusu malın ivazlı veya ivazsız temlik işlemlerine ve de mirasa
konu olmayacak bir hukuki statüye kavuşturulması gerektiğini
anlattı. İşte meşhur hadis mecmualarında yer alan bu hadis3, İslam

، ‫مَر‬ ‫ع‬ ‫ن‬ َ ‫ أ‬، ‫عمر‬


2
َ ُ ّ َ َ ُ ‫ن‬ ِ ْ ‫ن اب‬ ِ ‫ع‬ َ ،‫ع‬ ٍ ‫ف‬ ِ ‫ن َنا‬ ْ ‫ع‬ َ
‫ه صلى الله عليه‬ ِ ّ ‫ل الل‬ َ ‫سو‬ ُ ‫شاَر َر‬ َ َ ‫ست‬ ْ ‫ا‬
َ ‫في أ‬
‫ذي‬ ِ ّ ‫ه ال‬ ِ ِ ‫مال‬ َ ِ ‫ب‬ َ ‫ق‬ ّ ‫د‬ ‫ص‬
َ َ ‫ت‬ َ ‫ي‬ ‫ن‬ ْ ِ ، ‫وسلم‬
‫ي صلى الله عليه‬ ّ ِ ‫ه الن ّب‬ ُ َ‫ل ل‬ َ ‫قا‬ َ ‫ف‬ َ ،‫غ‬ ٍ ْ َ ‫ب ِث‬
‫م‬
َ ‫ ت َصدقْ بث َمره واحبس أ‬: ‫وسلم‬
َ‫ه ل‬ ُ َ ‫صل‬ ْ ْ ِ ْ َ ِ ِ َ ِ ّ َ
‫ول ُيوَرث‬ َ ‫ع‬ ُ ‫ي َُبا‬
3

‫حدّث ََنا أ َُبو‬ َ ‫ث‬ ِ ‫ع‬ َ ‫ش‬ ْ َ ‫ن اْل‬ ُ ْ‫ن ب‬ ُ ‫هاُرو‬ َ ‫حدّث ََنا‬ َ
‫ن‬ُ ْ ‫خُر ب‬ ْ ‫ص‬ َ ‫حدّث ََنا‬ َ ٍ ‫شم‬ ِ ‫ها‬ َ ‫وَلى ب َِني‬ ْ ‫م‬ َ ‫د‬ ٍ ‫عي‬ ِ ‫س‬ َ
‫ي‬َ ‫ض‬ ِ ‫مَر َر‬ َ ‫ع‬ ُ ‫ن‬ ِ ْ ‫ن اب‬ ْ ‫ع‬ َ ‫ع‬ ٍ ‫ف‬ ِ ‫ن َنا‬ ْ ‫ع‬ َ ‫ة‬ َ َ ‫ري‬ ِ ْ ‫وي‬ َ ‫ج‬ ُ
‫عَلى‬ َ
َ ‫ه‬ ُ َ‫ل ل‬ ٍ ‫ما‬ َ ِ ‫صدّقَ ب‬ َ َ ‫مَر ت‬ َ ‫ع‬ ُ ‫ن‬ ّ ‫ما أ‬ َ ‫ه‬ ُ ْ ‫عن‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫الل‬
‫م‬َ ّ ‫سل‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ْ ‫عل َي‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫صّلى الل‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ل الل‬ ِ ‫سو‬ ُ ‫د َر‬ ِ ‫ه‬ ْ ‫ع‬ َ
‫مُر‬ َ ‫ع‬ ُ ‫ل‬ َ ‫قا‬ َ ‫ف‬ َ ‫خًل‬ ْ َ‫ن ن‬ َ ‫كا‬ َ ‫و‬ َ ٌ‫مغ‬ ْ َ‫ه ث‬ ُ َ‫ل ل‬ ُ ‫قا‬ َ ُ‫ن ي‬ َ ‫كا‬ َ ‫و‬ َ
‫و‬َ ‫ه‬ ُ ‫و‬ َ ‫ماًل‬ َ ‫ت‬ ُ ْ ‫فد‬ َ َ ‫ست‬ ْ ‫ه إ ِّني ا‬ ِ ّ ‫ل الل‬ َ ‫سو‬ ُ ‫َيا َر‬
‫ل‬َ ‫قا‬ َ ‫ف‬ َ ‫ه‬ َ َ َ َ ‫فيس‬
ِ ِ ‫صدّقَ ب‬ َ َ ‫ن أت‬ ْ ‫تأ‬ ُ ْ‫فأَرد‬ ٌ ِ َ ‫دي ن‬ ِ ْ ‫عن‬ ِ
‫ق‬
ْ ّ ‫صد‬ َ َ‫م ت‬ َ ّ ‫سل‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ْ ‫عل َي‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫صّلى الل‬ َ ‫ي‬ ّ ِ ‫ال َن ّب‬
‫ن‬ْ ِ ‫ول َك‬ َ ‫ث‬ ُ ‫وَل ُيوَر‬ َ ‫ب‬ ُ ‫ه‬ َ ‫وَل ُيو‬ َ ‫ع‬ ُ ‫ه َل ي َُبا‬ ِ ِ ‫صل‬ ْ ‫ب ِأ‬
‫ك‬ َ ْ ‫ه ت ِل‬ ُ ُ ‫قت‬ َ َ ‫صد‬ َ ‫ف‬ َ ‫مُر‬ َ ‫ع‬ ُ ‫ه‬ ِ ِ ‫صدّقَ ب‬ َ َ ‫فت‬ َ ُ‫مُره‬ َ َ‫ق ث‬ ُ ‫ف‬ َ ْ ‫ي ُن‬
‫ن‬ ِ ‫كي‬ ِ ‫سا‬ َ ‫م‬ َ ْ ‫وال‬ َ ‫ب‬ ِ ‫قا‬ َ ‫في الّر‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ل الل‬ ِ ‫سِبي‬ َ ‫في‬ ِ
‫وَل‬ َ ‫قْرَبى‬ ُ ْ ‫ذي ال‬ ِ ِ ‫ول‬ َ ‫ل‬ ِ ‫سِبي‬ ّ ‫ن ال‬ ِ ْ ‫واب‬ َ ‫ف‬ ِ ْ ‫ضي‬ ّ ‫وال‬ َ
ْ َ
‫ه‬
ُ ْ ‫من‬ ِ ‫ل‬ َ ُ ‫ن ي َأك‬ ْ ‫هأ‬ ُ َ ‫ول ِي‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫عَلى‬ َ ‫ح‬ َ ‫جَنا‬ ُ
vakıf hukukunun temelini oluşturmaktadır. Vakıf müessesesiyle ilgili
olarak vakıf kurma işleminin lüzumu/bağlayıcılığı, mütevellinin
hakları, yetkileri ve sorumlulukları, vakıf malların hukuki statüsü gibi
konulara dair içtihatlar hep bu hadis ve Hz. Ömer’in söz konusu
hadis gereği yaptığı uygulamasına dayandırılır.

Bu tebliğimizde vakıf kurma işleminin bağlayıcılığı konusu


irdelenecektir. Müçtehit imamlardan bazıları, vakıf kurmak için bir
kimsenin malını vakfettiğini söylemesini, yani vakıf kurma
yönündeki irade beyanını yeterli görmüşlerdir. Söz konusu irade
beyanıyla vakıf kurulmuş ve lüzum/bağlayıcılık özelliğini kazanmış
olur; vakfedilen mal vâkıfın mülkiyetinden çıkar. Bazıları ise vakfın
sadece irade beyanıyla değil, vakfedilen malın mütevelliye teslimiyle
lüzum/bağlayıcılık özelliği kazanacağını söylemişlerdir. İmam Ebu
Hanife içtihadı ise, vakıf işleminin yargı kararıyla lüzum ifade
edeceği yönündedir. Bu içtihada göre vakfedilen mal, yargı kararına
kadar vâkıfın mülkiyetindedir.

İşte İslam alimlerinden bir kısmı, İmam Ebu Hanife'nin bu


içtihadını, mezkur hadise aykırı görüp, aykırılığın sebebini ise, bu
hadisin O’na ulaşmamış olduğunu söyleyerek izah etmektedirler. Bu
alimler arasında İmam Ebu Yusuf’un da bulunmuş olması, konuyu
daha dikkat çekici hale getirmektedir. İmam Ebu Hanife’nin hadis ve
sünnet anlayışını tenkit edenlere karşı cevap mahiyetinde, Hanefi
alimlerce yazılan eserlerde de bu iddianın kabul edildiğini
görüyoruz.4

İmam Ebu Hanife'nin gerek küçük yaşlardan itibaren başladığı


tahsil hayatında, gerekse hocalık yaparken yaptığı ilmi faaliyetleri
esnasındaki sağladığı birikimle, çok ileri düzeyde hadis bilgisine
sahip olduğuna yukarıda dikkat çekilmişti. Bunların yanında,
içtihatlarıyla ilgili özellikle Kufe ve Hicaz bölgesindeki alimlerle
yaptığı fikir alışverişi ve tartışmaları dikkate alındığında, böylesine
önemli bir konudaki hükme medar meşhur bir hadisten haberdar
olmaması ihtimali sıfıra yakındır. İşin bu boyutuyla ilgili teorik
tartışmaları bir tarafa bırakıyoruz. İmam Azam Ebu Hanife’nin vakıf
kurumuyla ilgili içtihatlarını incelememiz sonucu ulaştığımız kanaate
göre, İmamın söz konusu içtihatları bu hadise aykırı olmak bir tarafa,
üstelik harfiyen uyum içindedir.

‫ل‬ ‫و‬ ‫م‬ َ ‫ت‬ ‫م‬ ‫ر‬ ‫ي‬ َ


‫غ‬ ‫ه‬ َ
‫ق‬ ‫دي‬ ‫ص‬ َ
‫ل‬ ‫ك‬ ‫يو‬ ‫و‬َ ‫بال ْمعروف أ‬
ٍ ّ َ ُ َ ْ ُ ِ َ ِ ُ ْ ِ ُ ْ َ ِ
‫ه‬
ِ ِ‫ب‬
4
Zahid el-Kevseri, en-Nüketu’t-Tarife, (Kahire-1365),sh., 41.
Bu içtihatlardan İmamın mezkur hadisle ilgili bütün rivayetlere
vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Şöyle ki:

İslam hukuk kültüründe vakıf kurumu tüzel kişiliğe/hükmi


şahsiyete sahiptir. Bilindiği gibi, hakiki şahsiyet insanın insan olması
hasebiyle sahip olduğu şahsiyet olup, kişinin canlılığıyla sabit olur.
Kişi henüz doğmadan, annesinin kendisine hamile kaldığı anlaşıldığı
andan itibaren hakiki şahsiyete sahiptir. İnsan öldüğünde kişiliği de
sona erer. Zira bu şahsiyet insanın canlılığına bağlıdır. Her ne kadar
öldükten sonra da bazı hususlarda kişiliğin hukuki etkileri devam
ederse de, bu durum hakiki şahsiyetin devam ettiği anlamına
gelmez. Kişinin hakiki anlamda öldüğü tespit edilemezse, öldüğüne
dair yargı kararı verilince hükmen ölmüş sayılır ve bu hükmi ölümle
de hakiki şahsiyetin sona erdiği kabul edilir. Tüzel kişilik/hükmi
şahsiyet ise kamu otoritesince tanınır. Nitekim günümüz hukuk
sistemlerinde gerek kamu gerekse özel sektör hükmi şahsiyetinin
kurulması yasal düzenlemelere bağlanır. Günümüzde vakıf
kurumunun tüzel kişilik kazanması ise, yargı kararına bağlanmıştır.

İmam Azam Ebu Hanife’nin günümüzden yaklaşık 13 asır


öncesinde vakıf kurumunun tüzel kişilik kazanmasını yargı kararına
bağlaması, hukuk tarihçilerinin üzerinde durması gereken önemli bir
konudur. Ebu Hanife'nin bu içtihadı Hz. Ömer’in (r) söz konusu
uygulamasına dayanmaktadır. Nitekim söz konusu hadisin farklı bir
rivayetinde, Hz. Ömer’in (r) konuyla ilgili bu uygulaması O’nun bir
yargı kararı (kadıyyetü Ömer) olarak vasıflandırılıyor.5 Başka
rivayetlerde ise, Hz. Ömer’in bu uygulamasının yazılı esaslara
bağlanıp, şahitle yargı kararı haline getirildiğine dikkat çekiliyor.6
5

‫ عن‬، ‫ عن نافع‬، ‫ورواه صخر بن جويرية‬


: ‫مر في ثمغ قال‬ َ ‫ع‬ُ ‫مر في قضية‬ َ ‫ع‬ ُ ‫ابن‬
: ‫ي صلى الله عليه وسلم‬ ّ ِ ‫فقال الن ّب‬
‫تصدق بأصله ل َ يباع ول يوهب ول يورث‬
‫مر‬
6
َ ‫ع‬
ُ ‫ ولكن ينفق ثمره فتصدق به‬.
‫ن‬ُ ْ‫ه ب‬ ِ ّ ‫عب ْدُ الل‬
َ َ‫هد‬ ِ ‫ش‬ َ ‫و‬ َ ‫ب‬ ٌ ‫قي‬ ِ ْ ‫عي‬ َ ‫م‬
ُ ‫ب‬ َ َ ‫وك َت‬ َ
ِ ّ ‫سم الل‬ َ
َ ‫الْر‬
ِ ‫حيم‬ ِ ‫ن الّر‬ َِ ‫م‬
َ ‫ح‬ْ ‫ه الّر‬ ْ ِ ‫قم ِ ب‬
َ
‫ميُر‬ ِ ‫مُر أ‬ َ ‫ع‬ُ ‫ه‬ ِ ّ ‫عب ْدُ الل‬ َ ‫ه‬ ِ ِ ‫صى ب‬ َ ‫و‬ ْ ‫ما أ‬ َ ‫ذا‬ َ ‫ه‬َ
َ
…‫غا‬ ْ َ‫ن ث‬
ً ‫م‬ ّ ‫ثأ‬ ٌ َ‫حد‬ َ ‫ه‬ ِ ِ‫ث ب‬َ َ ‫حد‬ َ ‫ن‬ ْ ِ‫ن إ‬ َ ‫مِني‬ ِ ‫ؤ‬ ُ ْ ‫ال‬
ْ ‫م‬
Hz. Ömer (r) malını en verimli şekilde nasıl tasadduk etmesi
gerektiği konusundaki istişaresi esnasında, Peygamberimiz (s) O’na,
malın aslını tutup, meyvesini tasadduk etmesi yönündeki
tavsiyesinde, söz konusu malın ivazlı veya ivazsız temlik işlemlerine
ve de mirasa konu olmayacak bir hukuki statüye kavuşturulması
gerektiğini anlatmıştı. Ancak bu hukuki statünün nasıl bir işlemle
sağlanacağına dair hadis metninde bir bilgi yer almamaktadır.
Konuyla ilgili rivayetlerde, Peygamberimizin (s) bu tavsiyesinden
sonra, Hz. Ömer’in tasadduk ettiği mal/vakıf için bir mütevelli tayin
edip, mütevellinin hak, yetki ve sorumluluklarını şahit huzurunda bir
belgeye yazarak mütevelliye teslim ettiği bilgileri yer almaktadır.

Bu bilgilerden, Peygamberimiz (s) tarafından yapılan tavsiyeye


uygun bir tasaddukun ancak tüzel kişilikle geçekleşeceği ve de vakıf
tüzel kişiliğinin ancak kamu otoritesi tarafından tanınmasıyla
sağlanacağı anlaşılmaktadır. Zira Hz. Ömer (r) kamu otoritesi
sıfatıyla böyle bir işlem yapmıştı. Bundan dolayı bu işleme Hz.
Ömer’in (r) yargı hükmü “kadiyyetü Ömer” denilmiştir. Hz. Ömer (r)
vakfın mahiyetini Peygamberimizden (s) öğrendiği gibi, vakıf
kurabilmek için gerekli işlemleri de Peygamberimizden (s)
öğrenmişti. Çünkü Hz. Ömer’in (r) bu tür işlemlerle ilgili bilgiye sahip
olmadığı anlaşılmaktadır. İşte İslam hukuk tarihinde vakfın bağlayıcı
bir işlem olabilmesi için İmam Ebu Hanife'nin kâdînın/hakimin
hükmünü şart koşmasının nakli delilleri mezkur rivayetlerdir.

Vakfın bağlayıcı/lazım olabilmesi için İmam Ebu Hanife'nin,


vasiyet veya fiili durumla özel mülkiyetin izalesini şart koşması da,
yine konuyla ilgili fiili sünnet ve sahabi tatbikatına dayanmaktadır.
Zira gerek Peygamberimiz (s) gerekse sahabenin yaptıkları vakıfların
hepsini yukarıdaki işlemlere tabi tutmadıkları bilinmektedir. İmam
Azam Ebu Hanife’nin vakıflarla ilgili içtihadi faaliyetlerinde, bu tür
vakıfların ortak özelliklerini inceden inceye araştırdığı
anlaşılmaktadır. Esasen İmam Ebu Hanife’nin vakıfla ilgili içtihatları,
O’nun borçlar ve eşya hukukuna dair içtihatlarıyla sistematik bir
bütünlük arz etmektedir.

Konunun farkı uzantıları dikkate alınmadan, vakıfla ilgili ahkam


hadisinin İmam Ebu Hanife'ye ulaşmadığını söylemenin, bilimsel
gerçeklerle bağdaşmadığı bedihidir.

İşte İmam Azam Ebu Hanife'nin sünnet anlayışı ve hadis bilgisi


konusunda vakıfla ilgili içtihatlarının yeterli düzeyde bilgi vereceği
kanaatindeyiz.
Sonuç olarak, İmam Ebu Hanife'nin içtihat sistematiği
değerlendirilirken, bu imamın İslam kültür tarihinde “İmam Azam”
olarak nitelendirildiği ve bunun Müslümanlar arasında geçmişten
günümüze genel kabul gördüğü dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.

Saygılarımla.

You might also like