You are on page 1of 16

HEDEF: GLADİO SANATÇILAR

SİNEMA, SAHNE, GÖSTERİ VE FUHUŞ


SEKTÖRÜNÜN YILDIZLARI CİA’NIN EMRİNDE
Eski bir Çin öyküsü, okçu olmak isteyen genç bir adamı şöyle anlatır:
Adamın biri okçu olmak istiyormuş. Gidip usta bir okçunun yanına çırak
olarak girmiş. Tam beş yıl onun yanında çalışmış. Herşeyi öğrendiğinden
sonunda ustası tarafından azat edilmiş.
Ustası:
"Artık benim bildiğim her şeyi öğrendin. Benim, artık sona öğretecek
hiçbir şeyim kalmadı" demiş.
Ama adam, daha çok şey öğrenmek istiyormuş.
"Ben daha fazla öğrenmek istiyorum " demiş.
Ustası:
"O zaman komşu kentte bir usta var, onun yanına git" demiş.
Genç adam, komşu kentteki ustanın yanına gitmiş. Beş yıl da onun
yanında çalışmış. Beş yılın ardından ustası genç adamı yanına çağırıp
alnından öptükten sonra:
"Artık her şeyi öğrendin. Sana öğretecek bir şeyim kalmadı" demiş.
Genç adam, karşı çıkmış,
"Daha öğrenmek istiyorum" diye..
Okçu ustası, düşünüp taşındıktan sonra:
"O zaman taa ülkenin öteki ucunda dağlarda yaşayan büyük bir usta var.
O her şeyi bilir. Onun yanına gitmelisin" der.
Genç adam, yollara düşer. Ovalardan, yaylalardan, dağlardan geçip
aylarca süren bir yolculuğun ardından nihayet dağlarda yaşam sürdüren
ustayı bulmayı başarmış. Usta, dağın başında tek başına oturan, ak saçlı, ak
sakallı bir adammış. Yanında çevresinde ok falan da yokmuş!
Genç adam:
"Usta, sen hiç kimsenin bilmediğini biliyormuşsun. Bana öğretir misin?"
demiş.
Ak saçlı, ak sakallı, yaşlı usta, genç adama şöyle bir baktıktan sonra:
"Tabii.. Madem istiyorsun.." demiş.
Yaşlı usta oturmakta olduğu ağaç kütüğünden bir eliyle beline destek
vererek ağır ağır ayağa kalkmış. Dimdik durup ufka göz gezdirdikten sonra,
çıplak eliyle ok atar gibi yapmış. Ve bir ördek düşmüş ayaklarının dibine..
Ak saçlı, ak sakallı ihtiyar usta o denli ustaymış ki; artık hedefi vurmak için
ok kullanmıyormuş.
Bu çok eski Çin öyküsü, ellerinde ok varken hedefi bir türlü vuramayan
ve hedefi vuranlar hakkında da olmadık spekülasyonlar üreterek ileri geri
konuşmayı seven okçular için olsa gerek.
Bazı insanlarla olmadık yerde ve olmadık koşullar içinde birden bire
karşılaşıverir ve şaşkına dönersiniz. Karşınızdaki insanın kılık kıyafeti,
yaşamını sürdürdüğü yerin atmosferi, içinde bulunduğu koşullar ile bilgi ve
bilinci arasında hiçbir ilinti kuramazsınız. Böylesine bilge, böylesine
deneyimli bir kişiliğin cin çarpmasına döndüren bakışları karşısında bir hiç
olup çıktığınızı duyumsar ve kahrolup, ezilirsiniz. İç dünyanız alt-üst olur,
kendinize olan güveninizi yitirirsiniz, dünyaya ve insanlara bakışınız, bir
yıldırım çarpması hızı ile değişiverir. Tıpkı Büyük İskenderin, onca güç ve
ihtişamın sahibi olmasına karşın; Sinoplu Diyojen'in partallar içindeki yaşlı
bedenini fıçıya yaslamış güneşlenirken, çarpılıp yıkıldığı gibi
yıkılıverirsiniz. Karşınıza çıkan bu kişiliği kavramaya çalışır, kavrayıp
anlayamazsınız. Başaramayacağınızı fark edince de kendinizi toparlamaya
çalışıp uzaklaşır kendi dünyanıza dönersiniz. Fakat; karşılaştığınız anda sizi
tıpkı bir cin çarpmışa döndüren kişiliği hiç unutamazsınız. Tüm yaşamınız
boyunca anımsar durursunuz ve yaşınız ilerleyip yolculuğun son
istasyonuna doğru yaklaştıkça, bir türlü unutamadığınız o kişiliğin gücünü
nereden aldığını sezinlemeye başlarsınız... Esasta sizi bir cin çarpmışa
çeviren kişilik, onca gücü bilgiden daha çok karakterinin sağlam
temellerinden almaktadır. Ve siz, bu gerçeğin gizemli şifresini ancak
yolculuğunuzun son istasyonuna ulaşmak üzere olduğunuz anda
kavrayabilirsiniz.
Sağlam bir insan karakterinin temelleri üzerinde yükselemeyen en derin
bilginin ışıltıları 'püf' diye sönebilir, büyük ustalık isteyen beceriler
'önemini' yitirirler. Erdem, bilgi ve deneyim buluştuklarında tüm ihtiraslar
sönükleşirken, ortaya çıkan gücün karşısında ise; her şey güçsüzleşiverir.
Bizim ünlü ve becerikli MİT’imiz hergün medya organlarında karşımıza
çıkan nice “sanatçı” sıfatlı kadınlarımızın ülke çıkarlarına aykırı girişimler
içinde olan kişiler ile olan ortaklıklarını oldum olası hep görmezden gelmeyi
yeğlemiştir. Çünkü, MİT içinde kadrolaşmayı başaran CİA emrindeki
köstebekler tarafından her dönemde kullanılmışlardır. Ulusal çıkarlar adına
gözlerini kırpmadan Türkiye'’e bir çırpıda 25 bin falimeçhul cinayet
kazandıran CİA’in emrindeki sağlam karakterli, vatan sever köstebeklerin
onca genç güzel ve ünlü kızımızı görmezden gelmelerinin önemi
kavrandığında ise; atı alan çoktan Üsküdar’a geçmiş olacak!

***

Eylül 1989'da Mısır'da yayınlanan bir kitap, yaklaşık 50 yıllık sürede


istihbarat servisiyle işbirliği yapan film ve ses sanatçılarını konu almıştı.
Kitabın yazarı ise; Mısır'da Cemal Abdül Nasır döneminin İstihbarat Şefi
Salah Nasır'ın bir sinema sanatçı olan imam nikahlı eşi, 'İtimat Hurşid'!...
Kitabın adı: 'Salah Nasır'ın Sapıklıklarının Kadın tanığı"
Kitaptaki anlatımlara göre, Mısır İstihbaratı'nın sanat çevrelerinden
seçtiği kişileri ajanlığa zorlamış olduğu gerçeği ortaya çıkıyordu. Olup
bitenler, 2. Dünya Savaşı sonrasında 1940'lı yıllarda başlıyordu. Bir kadın
gazetecinin 'Siyasi Kalem' adı verilen karşı casusluk örgütüne tam 412
sanatçıyı ajan olarak kazandırdığını anlatıyordu. O günlerde ajanlığı kabul
etmeyen pek çok sanatçıya şantaj yapılıyormuş. Bazı sanatçılar
mesleklerinde yükselmek için, gönüllü ajanlık yapmayı kabullenmişler.
Ama, içlerine ispiyonculuğu sindiremeyecek değin dürüstler de çıkmış,
bunlardan birisi Ümmü Gülsüm..
Bir başkası ise; Ferid El Atraş. Atraş, Korkusundan Mısır'ı terk edip
Lübnan'a kaçıyor.
Ünlü sanatçılardan Şadiye ise; ünlü bir gazeteci olan Mustafa Emin ile
evlenerek zorla ajanlık yapmaktan kurtarabiliyor ama, gazeteci Mustafa
Emin'in daha sonra, bir CİA ajanı olduğu ortaya çıkıveriyordu!..
Cezayir Gülü adlı, bir başka sanatçı ise; Mareşal Abdülhakim Amr ile
dostluğu sayesinde ajanlık yapmak zorunda kalmaktan kurtulabilmiş.
1940'lı yıllarda 'Cinayette Seks' adı verilen, casusluk faaliyetlerine seks
karıştırınca Mısır İstihbaratı pek çok başarı elde ediyor.
Ajan Sanatçılardan bazılarının adları şöyle: Dürzi Prensesi ünlü ses
sanatçısı Esmehan, El Atraş, Hikmet Fehmi, Leyla Murad, Ömer Hurşid..

***

Özellikle son yıllarda yazılı ve görsel basında gerekli gereksiz, adları


sıkça anılan şu bizim “sözde sanatçı” sanal yıldızlar arasında Ankara’nın
uluslararası kravatlı oligarşik çetelerine ajanlık yapmaya zorlananlar var
mıydı?..
Kuşkusuz ki; var diyebiliriz.
Nereden biliyorsun? Sorusuna yanıt vermek benim için çok kolay..
Çünkü, nice ünlü ve ünsüz eşcinsel ile nice sanal yıldızcıkların, kimler
tarafından nasıl kullanılıp atılan bir paçavraya döndürüldüğünü gözler
önüne seren romanlarımın, “müstehcen”lik savıyla yakılarak imha edilme
nedenleri arasında bu konuya parmak basmaya çalışmış olmamdır.
Bunların isim listesi oldukça kabarıktır. Ve içlerinde nice eşcinseller,
lezbiyenler ile polisiye operasyonlar sonucu ünlülerin korkulu rüyası “Ahlak
Masası” tarafından uyuşturucu ve fuhuş suçlamasıyla “fişlenmiş” olanlar
vardır.
Bir zamanların ünlü dansözü Yonca Yücel'in, artık hiç sesi soluğu
duyulmaz oluşu ve çok sevdiği İstanbul'u bile sessizce terk etmesi oldukça
düşündürücü ve dikkate değer.
Neden mi?
Çünkü Yonca Yücel, uzun yıllar Ortadoğu'da dansözlük yaptı. Ve
Susurluk kazasının ardından 'çete' bağlantılı olduğu ayyuka çıkan Mehmet
Ağar’ın çok uzun yıllar en gözde metresi idi..
Ünlü dansözümüz Yonca Yücel'i bir kaç kez telefonla arayıp yaşamını
romanlaştırmak istediğimi söylemiştim. Müşterek dostumuz sinema yazarı,
Agâh Özgüç de araya girip, Yonca Yücel'e güvence vermişti. Bunun
üzerine bir telefon görüşmemizde: "Çok şey biliyorum.. Bildiklerimin
yazılmasını da ülke için gerekli buluyorum. Ama; beni kesin öldürürler "
diye, endişesini açıkça dile getirmişti.
Düşündükçe aklımın karışmasına neden olan bir başka sanatçımız ise;
rahmetli Seher Şeniz'dir.. O da ünlü bir sinema ve sahne sanatçımızdı. Tıpkı
Yonca Yücel gibi, bir zamanlar o da özellikle Ortadoğu ülkelerini güzelliği
ve kıvrak dansları ile hallaç pamuğu gibi atanlar arasındaydı. Ve ortada hiç
bir neden yokken bir gün, evinde haplar yutmuş, üstelikte kafasına naylon
torba geçirilmiş bir vaziyette ölü olarak bulundu! Ardından ölümün bir
intihar olduğu açıklandı..
1950’li yılların ünlü kadın satıcısı Lüks Nermin, Ankara’nın kravatlı
oligarşik çetelerine verdiği kaliteli hizmet karşılığında, bir anlamda fuhuş
ruhsatıyla gözler önünde rahatlıkla çalışabilmişti. Ne zaman ki, Türkiye’yi
ziyarete gelen Endonezya Devlet Başkanı Soekarno’ya hastalıklı olduğunu
bilmediği bir kız gönderene kadar..
Yine o yılların ünlü sosyete terzisi Mualla, Beyoğlu/İstiklal
Caddesi’ndeki Mısır Apartmanı’nda kendisi gibi terzilik yapan, daha sonra
Türkiye’nin en büyük genelev işletmecisi olacak olan Matild Manokyan ile
birlikte pazarlıyordu nice çaresiz, genç ve güzel kadını dönemin oligarşik
çete üyelerine.. Bu isimler çeşitli nedenler ile kamuoyuna mal olurken, bir
başka isim Türkiye’nin en önde gelen işadamları, siyasileri ve
bürokratlarına genç kız pazarlamayı yıllar yılı sürdürüyordu. Kimdi bu hiç
deşifre olmamayı başaran isim biliyor musunuz? Bir Ermeni vatandaşımız
olan Tulya Oltuluoğlu. Tulya, bir zamanlar “Adalar Güzeli” seçilmiş,
İstanbul sosyetesinde iyi bir yer edinmiş ve kadın satıcılığının zahmetsizce
çok tatlı kar getiren bir iş kolu olduğunu keşfetmişti. Oldukça zampara olan
Tulya Oltuluoğlu, İstanbul sosyetesi içinde “lezbiyenlik” ile de nam salmayı
başarmıştı. Lüks Nermin ve Mualla gibi isimlerin deşifre olduktan sonra
piyasa yitirmelerinin hemen ardından “taze” ve “kaliteli” hizmetler vermeye
başlayan Tulya Oltuluoğlu, fuhuş sektöründe hiçbir zaman gerçek adını
kullanmayıp bir Türk adı olan “Nelda” kod ismiyle anılmayı yeğledi.
Gerçek adı Tulya olan bu becerikli Ermeni kadını Nelda kod adıyla
Oligarşik çete üyeleri ile işadamlarına yıllar yılı hizmet sundu. Banu Alkan,
Harika Avcı gibi pekçok ismi oligarşik çetelerin seçkin isimlerine yıllar yılı
hiç deşifre olmadan pazarladı. Türkiye’nin vergi rekortmenleri arasında da
yer alan ünlü genelev işletmecisi Matild Manukyan ile Tulya Oltuluoğlu çok
yakın iki dostturlar. Nevar ki; birisi halka bir diğeri ise; oligarşik çetelerin
seçkin üyelerine hizmet vermişlerdir. Birisi vergi rekortmeni olmuş, diğeri
sessizlik içinde servetine servet katmış ve hiç deşifre olmamıştır. Ta ki, bu
yazıyı kaleme alan bir yazı adamına toslayıp “Ahlaksızlar” adlı belgesel
romanın kahramanları arasında yer alana değin..
Bugün artık birer tarih olan modacı Canan Yaka’nın annesi terzi
Mualla Hanım ile Lüks Nermin gibi isimlerin yerine, Ankara’nın
uluslararası kravatlı oligarşik çetelerine hem “et” hem de ”ajan” olarak
kullanabilecekleri hoş ve boş genç kız bulanlar; kadın satıcısı olarak
damgalanmamak için, sektörel meslek grupları oluşturdular.
Mualla Hanım’ın modacı kızı Canan Yaka’nın uzun yıllar birlikte
yaşadığı bilinen Türk sinemasının jönlerinden Kadir İnanır, yıllar sonra
Eylül 2000’de rol arkadaşı mankeni cinsel anlamda taciz ettiği için, büyük
bir skandala yol açıyor ve Tv ekranlarında yaptığı savunmasında manken
arkadaşını motive etmek için sevgi mesajları çektiğini öne sürüyordu.
Tacize uğrayan pop sanatçısı Çelik’in kız arkadaşı olan manken ise, yapılan
telefon konuşmalarını kaydetmiş ve basına vermişti. Bu bantlarda Kadir
İnanır, “Devletim beni sever” sözleriyle bazı sanatçıların sanatla hiçbir
ilintileri olmadığını, gerçekte Türkiye’de vizyona sokulan Gladio sanatçıları
olduğunu farkına varmaksızın deşifre etmiş oluyordu.
Sözde çağ atlatılan Türkiye'de basına sızdırılmış, devlet içinde
çöreklenmiş Ankara’nın uluslararası kravatlı oligarşik çeteleri ile ABD’nin
CİA’i tarafından kullanılan kaç basın mensubu var, hiç belli değil
sanılmasın. Onlar, tüm beceriksizlikleri nedeniyle, kartel medyasının
vitrinlerini süsleme yarışında farkına varamadan kendi kendilerini her gün
yeteri kadar deşifre ediyorlar zaten...
Gazeteci sıfatı kullandırılıp ceplerine Başbakanlık Basın Yayın Genel
Müdürlüğü tarafından “ulufe” olarak dağıtılan “Basın Kartları” da konulan
bu karakterlerin, kaç yıldız adayını şantaj ve tehditle, oligarşik çetelere ajan
olarak kullandırdığı ise; yaptıkları haberlerin yapay yıldızcıklarıyla
ortadadır.
Kokain, eroin alemleri, gasp, şantaj, çek-senet tahsili için adam
kaçırmak için silahlı çete oluşturmak, kara para kuryeliği ile fuhuş
pazarlıklarında suçüstü yakalanan, topluma 'sanatçı' etiketiyle şırıngalanan o
kadar çok manken, şarkıcı dansöz karışımlı kızımız var ki; bunlar arasında
gönüllü ya da şantaj yoluyla Ankara’nın uluslararası kravatlı oligarşik
çetelerine ajanlık yapanlar gün ışığına bir çıkacak olsa; Susurluk kazasının
ardından ortalığa saçılanlar ve Alaattin Çakıcı'nın ses bantlarıyla gün
ışığına çıkanlar, solda sıfır kalacaktır.. Adnan Hoca olarak anılagelen
Adnan Oktar ve çetesinin kendilerine av olarak ünlü mankenleri,
şarkıcıları ve ayıplarını örtebilmek için üzerlerine yapıştırılan “sanatçı”
etiketli genç kadınları seçmeleri boşuna değildir.
Beş yıldızlı bazı ünlü otel odalarında yaşananların gizli kameralarla
kaydedildiği, video bantların daha sonra, Ankara’nın oligarşik çeteleri ile
CİA’in emrindeki GLADİO personelinin 'şantaj' amaçlı kullanıldığı
spekülasyonlardan çok öte olmalı ki; Türkiye'de kimse kolay kolay
konuşabilme cesaretini gösteremiyor..
Yazılı ve görsel basında, her gün yeni bir 'sanal yıldızın' parlatılmasının
ardında yatan gerçeklerin gün gelip ortaya çıkacağından kimselerin kuşkusu
olmamalı.. Çünkü; bugün olanların geçmişteki örneklerinden görüldüğü
gibi, posası çıkmış bir portakala dönüştükleri yaşlılık günlerinde yalnızlığa
terk edilince nice sanatçı, bülbül olup yaşamları boyunca ne naneler
yediklerini ve kimler tarafından hangi amaçlar doğrultusunda
kullanıldıklarını birer birer anlatıp, adeta geçmişleriyle hesaplaştıkça,
rahatlarlarken hayret okyanuslarında boğulmuştum..
Meraka değer ve günün birinde mutlaka su yüzüne vuracağına inandığım
bir başka konu ise; türedi güzellik kraliçeleri ile yine türedi manken-şarkıcı-
sanatçı-dansöz-tele-kız karışımlarının hangilerine 'yeşil', hangilerine 'kırmızı
pasaport' verilip verilmediği.. Ya da hangi 'yeşil' ve 'kırmızı pasaport'
hamillerine eşlik edip 'örtü' görevi üslenip, ne gibi işlerde kullanıldıklarıdır..
Bu türedi manken-şarkıcı-sanatçı-dansöz-tele kız karışımlarının devlete
ne vergi ödedikleri ortada olmasına karşın; nasıl olup da gencecik yaşlarında
gayrimenkul trilyoneri olabildikleri, gün gelip su yüzüne vurduğunda iş
işten geçmiş, toplumun bireyleri de şiddetli bir lodos sonrasında karaya
vurmuş balık leşlerine dönüyorlar..
Bir zamanlar, 'Yeşilçam' mesailerinden arda kalan zamanlarda yorucu,
yıpratıcı ve kahredici bir başka icra-i sanat olan “fuhuşu” gizli gizli ve
utanarak, namı-diğer 'Lüks Nermin'in sahibi olduğu, Beyoğlu'nun Zambak
sokağındaki 'Lüks Pansiyon' adlı randevuevinde sürdüren geçmiş
dönemlerin ünlü sinema ve sahne yıldızları, onca ün ve servete karşın;
bugün yalnızlığın en kahredici acılarıyla başbaşa kaldılar..
Bugün geçmişin hatalarıyla hesaplaşmaktan yorgun düşüp, çoğu zaman
birkaç kadeh içki ile avutmaya çalışıyorlar kendilerini. Ve hiçbirisi
günümüz sanatçılarının yaşam biçimleri ile yaptıkları işleri onaylamıyor,
onlar adına üzüntü duyuyorlar. Ne zaman deneyimli bir sanatçı ile genç bir
yıldız adayını yanyana gördüysem; genç yıldız adayına 'nasihat' verilmekte
olduğuna da tanık oldum.
Onların içinden birçoğunu, dönemin en saygın, en ünlü, en zengin
sanayicileri, iş adamları ve hatta basın imparatorları, 'tatlı ve kaçamak bir
macera' olarak kullandıktan sonra, kaderleriyle baş başa bırakmışlardı..
Ve onların bazılarını dönemin kaçakçıları da sözde 'aşk ve para' adına
kullanmışlardı.
Dünün yıldızları ile günümüz 'sanal yıldızları' arasında çok büyük
farklar var. Geçmiş dönemlerin çaresiz, yalnız ve genç yıldızları, dönemin
kötü koşullarına karşın, kendilerini yetiştirmeyi bilmiş ve günümüze değin
gerçek bir 'yıldız' olarak ayakta kalmayı başarmışlardı. Çünkü; onlar sanata
gerçekten gönül vermiş, yapmaya çalıştıkları işi öğrenmek için, yıllarca
didinmiş ve kendilerini yetiştirmeyi başarıp 'sanatçı' sıfatını hak
edebilmişlerdi.
Hepsinin de dünden ve bugünden yarınlara kalacak sayısız eserleri var.
Bunun içindir ki; hoşgörülü Türk insanı hepsine sonsuz bir saygı duyar.
Duyulan saygı, yaşam kavgası vermek zorunda kalan bu insanların sanat
dünyasında verdikleri olağanüstü mücadeleden kaynaklanır.
Onlar, toplumun ve sistemin sanata karşı değer bilmezliğine karşın;
sanata gönül verip, üretimlerinin karşılığını alamadıkları için, geçimlerini
maalesef başka alanlarda temin etmek zorunda kalıp geleceklerini
kendilerince güvence altına almaya çalışmışlardır.
Geçmiş dönemlerin yıldızlarının tertemiz ruhlarını ne acıdır ki; rayına
oturtulamamış sistem kirletmiştir. Sorumlusu ise; geçmişten günümüze
sistemi yönetmiş ve yönetmekte olanlar.
Günümüz sanal yıldızlarının ise; bu türden amaçları olmadığı, salt köşe
dönme azminde oldukları muhakkak.. Ancak; köşeyi dönmüş olmak için,
her şeyi yapmak insanı insanlığından kopartır. Ve köşeyi dönmüş olmak,
erdemliler ile saygınlar arasında yer almak anlamı demek değil; tam tersi
toplumun gözünde küçücük ve değersiz olup, lanetlenmek demektir.
Dün çıkar çevrelerinin, bugün ise; Ankara oligarşi çetelerinin -ne yazık
ki; medya kuruluşlarının da katkılarıyla. Ki; son yıllarda medya patronlarını
tüm ülke gördü- halka zorla 'sanatçı' diye, şırıngalanmak istenen nice genç
ve güzel kadının gerek “et”, gerekse “ajanlık” işlevi gün gelip bitecek ve bu
'sanal yıldızların' yolculukları, yalnızlık istasyonunda son bulacak.
İşte o zaman, bugünlerde yaşananları ve kimlerin kimleri nasıl ve hangi
amaçlar doğrultusunda kullandıklarını öğreneceğiz. İçlerinde Ankara
oligarşi çeteleri ile ABD’nin CİA’i hizmetindeki pek çok yapay yıldızın
yanı sıra; ünlü ve gerçek yıldızların da yer aldığı trajik-komik öykülerin
anlatıldığı cilt cilt romanları, insanlık tarihinin kilometre taşları olarak
kitapçı vitrinlerini süsleyecek.
Yıllar sonra kitapçıların vitrinlerini süsleyecek olan bu romanlarında yer
alacak kahramanların kimler olduğunu şimdiden söyleyebilirim: Eşcinsel
fotoğrafçılar, 1970’li yıllardan başlamak üzere gazetelerin magazin
sayfalarının değişmez yöneticileri, bazı manken ajanslarının sahipleri,
televizyon program yapımcıları, sosyetik gece klüplerinin değişmez
simaları, dansözler, şarkıcılar, foto-modeller, modacılar ve televizyon
programlarında sunucu olarak boy gösterenler..
Bu kitapları okuyanlar; özellikle genç, güzel, hoş ve boş güzellerin
toplumun sömürülmesine oyuncak edilmelerinin ardından, nasıl da bir
kenara fırlatılıp atıldıklarının yanı sıra; göz kamaştırıcı pırıltılı bir
dünyadan, karanlığın mutsuzluk labirentlerinde acılar içinde nasıl da
kıvranmakta olduklarını gözler önüne serecek. Ve yine bu kitaplardan
günümüz sanal yıldızlarının, beş yıldızlı otel odalarında; devlet ihaleleri,
bankacılık faaliyetleri, cinayetler ve yolsuzluk tezgahlarında ne denli önemli
roller üstlendiklerini de öğrenirken, değer verdiğimiz nice kişiliğin esasta ne
denli kişilik fukarası oldukları gerçeğini de öğreneceğiz.
Sanal yıldızların bu trajik-komik öykülerini okuyan genç, güzel ve boş
kızlar, dünyaya bir başka gözlükle bakacak ancak; bu kez değişen stratejiler
ile taktikleri bilmediklerinden bambaşka bir batakta solmaktan yine de
yakalarını kurtaramayıp, zengin yaşam sürdürme ihtirasının yeni kurbanları
olacaklar.
Mehmet Ağar, Mehmet Eymür ve Yavuz Ataç gibi isimler, hangi
muhabbet tellalının yardımlarıyla hangi sanatçıları hangi örtülü
operasyonlarda kullandılar? Sorusuna verilecek yanıt, hiç kuşkusuz ki;
Türkiye’yi Susurluk ve Hizbullah skandallarından daha derinden sarsacak
boyutlarda olacaktır.
Sibel Can ile “Karagümrük Çetesi”nin kamuoyuna yansıyan özel
yaşamlar içindeki fırtınaların ötesinde çok daha başka ilişkiler içinde gelişip
dal budak salan ve kökleri MİT içindeki köstebeklere ulaşan maceraları
mutlaka mercek altına alınarak incelenmelidir.
Hülya Avşar’ın CİA güdümlü MİT köstebekleriyle olan ilişkilerinin
kapağı aralanmalıdır.
Ankara’nın kravatlı oligarşi çetelerine her dönemde en iyi hizmeti
sunmuş olan gazinocular kralı Fahrettin Aslan, Mehmet Eymür ve grubunu
hangi konuda küstürmüştü de; adı ünlü MİT raporuna yazılmıştı? Oysa
Mehmet Eymür, Hiram Abas ikilisine onca hizmet veren Fahrettin Aslan
değil miydi?..
Mehmet Ağar’ın gözde metresi dansöz Yonca Yücel, Abdullah Çatlı ile
Mehmet Ali Ağca’yı evinde kaç gece saklamıştı? Sinema sanatçısı Aynur
Aydan’ı Türk siyasi yaşamına “Bakan Deviren kadın” tanımlaması ile
kaydettiren güç ne olabilirdi? Yeşilçam’lı Filiz Akın’ın yaşam akışı içinde
hangi gizemlere tanık olduğu mutlaka gün ışığına çıkartılmalıdır. Böylece
ulusal çıkarlar adına faaliyet gösterdiğine yürekten inanılan MİT adlı
kuruluşun ne halde olduğu gerçeği tüm çıplaklığı ile gözler önüne
serilecektir.

POLENEZKÖY’DE GİZEMLİ KAÇIRMA

Türkiye her gün yeni bir terör olayıyla sarsılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı


seçimi çevresinde tartışmalar sürerken, 13 Nisan 1980 tarihli gazeteler
ilginç bir haber yayınladılar. Milliyet Gazetesi'nin birinci sayfasında yer
alan haber şöyleydi: "Esrarlı bir kaçırma olayı. Leyla Sayar ve Rüçhan
Çamay, silahlı üç kişi tarafından kaçırıldı."

Ünlü film prodüktörü Turgut Demirağ'ın eski eşi, dönemin protest şarkıcısı
Melike Demirağ'ın annesi, Türk caz ve popunun öncülerinden Rüçhan
Çamay ve dansöz-sinema oyuncusu Leyla Sayar, yanlarında erkek
arkadaşlarıyla Polonezköy'de gezerlerken, yolları silahlı üç kişilerce
kesilmiş, arabadaki eski süvari yüzbaşısı ve milli binici Orhan Çetinkol,
açılan ateş sonucunda kaçmayı başarmış, diğer üç kişi ise bilinmeyen bir
yere götürülmüştü.

Bir sonraki gün gazeteler, iki ünlü kadının polis ve jandarmanın ortaklaşa
düzenledikleri bir operasyonla kurtarıldıklarını yazdılar.
Rüçhan Çamay verdiği demeçlerde ormanda nasıl uzun süre
yürütüldüklerini, kendisinin çizme giydiği için rahat ettiğini, Leyla Sayar'ın
ise yüksek topuklu ayakkabı giydiği için perişan olduğunu anlatıyordu.

Rüçhan Çamay'ın ifadeleri kaçıran grubun epey hetorojen olduğunu


gösteriyordu. Ünlü şarkıcı bazen birtakım eroinmanlardan, bazen de
devrimcilerden söz ediyordu..

Çamay, devrimci olduklarını söyleyen" şahıslara Melike Demirağ'ın annesi


olduğunu ve bu durumda kendisine zarar vermelerinin doğru olmayacağını
sık sık hatırlatmıştı.

Çamay:
"Yukarıda Allah var, bize saygısızlık yapmadılar," diyordu.

Ne için gerçekleştirildiği anlaşılamayan kaçırılma olayından Rüçhan


Çamay'a bir de "ganimet" kalmıştı. Çamay, hapis tutuldukları evde bir ara
mücevherlerini kaybettiğini söyleyince, biri içeriye gidip kendisine bir
başka "elmas yüzük" getirmiş ve "Al abla, biz böyle delikanlıyız gör"
demişti.

ENDENOZYA CUMHURBAŞKANI
SOEKARNO'NUN TÜRKEYE MACERASI

Endenozya Cumhurbaşkanı Soekarno, 24-29 Nisan 1956'da Türkiye'yi


ziyaret etmişti. resmi bir ziyarette bulunan Soekarno'ya o yılların en ünlü
randevuevi olan Lüks Nermin'in 'Lüks Pansiyon'undan genç ve temin edilen
genç ve güzel bir kadın, Türk Dışişleri Bakanlığı'nda görev yapan
yetkililerce alınıp konuk edildiği Hilton Oteli'ndeki dairesine götürülüp
ikramda bulunulmuştu. Götürülen genç ve güzel kadın bir özel hastanede
hastabakıcı olarak da çalışmaktadır ve profesyonel fahişeliğini de Lüks
Nermin'in pansiyonunda gizli gizli sürdürmektedir. Endenozya
Cumhurbaşkanı Soekarno, kendisine ikram edilen genç ve güzel kadınla
geçirdiği gecenin sonunda "Genore" hastalığını kaptığını ülkesine
döndükten sonra, anlamış ve Türk Dışişleri Bakanlığı'nı başına gelen
rahatsızlıktan ötürü "Protesto" etmişti.

Lüks Nermin, "Lüks Pansiyon" adı altında faaliyet gösterdiği randevuevinin


en genç ve en güzel kızını Endenozya Cumhurbaşkanı Seokarna'ya ikram
etmekle farkında olmaksızın büyük bir hata yapmış, gerekli sağlık
kontrolünü hiçe saymış, gerekli kontrolü yapmamıştı. Genç ve güzel kadın,
"Genore" hastalığını bir müşterisinden kapmış olduğunun farkında bile
değildi. Seokarno'nun ülkesine dönüşünün ardından, beklenmedik sert bir
protesto ile karşılaşan Türk Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, ortaya çıkan
skandalın intikamını Lüks Nermin'in Lüks Pansiyon adı ile faaliyet gösteren
randevuevini İstanbul Emniyet birimlerine bastırıp, Nermin Hanım'ı 'kadın
ticareti' yapmaktan gözaltına aldırtarak almış ve o günden sonra da, Nermin
Hanım'ın randevuevi üzerindeki 'imtiyazını' kaldırıp işletmesinin
mühürletmiş, sonsuza değin kapatılmasını sağlamıştır. Nermin Hanım, o
güne değin, bir telefonu ile dudağının arasından çıkan her şeyi
yaptırabilecek müthiş bir güce ve büyük bir servetin sahibi olmasına karşın;
o günden sonra, tüm yaşamı alt üst olmuştu. Türk Dışişleri, hatayı
bağışlamıyordu. Ne var ki; tarih ihtişamlı 'lüks Nermin'i hiç unutmadığı
gibi, Türk Dışışleri Bakanlığı'nın Türkiye'yi ziyarete gelen yabancı devlet
başkanları, başbakanları ve bakanlarına 'kadın temin' ettiğini gerçeğini
ortaya çıkmasına neden olan Endenozya Cumhurbaşkanı Seokarno
skandalını da hiç unutmuyordu.

Bu skandal yıllar sonra Türk edebiyatında yerini almasının ardından TV


programlarında da yayınlanarak gün ışığında gözler önüne seriliyor,
dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil de Soekarno skandalını
bir TV programında kabul etmek zorunda kalıyordu.

MADANOĞLU-SEVİM ÇAĞLAYAN

Cemal Madanoğlu, ihtilalci bir general, Sevim Tuna Türk Sanat


Müziğinin “As solisti”.. Ayrı dünyalardaki bu iki insan, yaşamlarının
sonuna değin gizli bir aşk yaşadılar. Bu romantik aşkın tek tanığı, Sevim
Tuna’nın albümündeki soluk bir fotoğraf olarak değerlendirilemezdi. Her
ikisini tanıştıran Fahrettin Aslan’dı..

SEREN SERENGİL

Sinema Sanatçısı ve showmen Öztürk Serengil'in kızı. 23 Ocak 1988'de


İspanya'nın Barcelona kentinde -Öztürk Serengil'in eski eşi- annesi Nevin
Teoman'ın da aralarında bulunduğu 4 kişiyle birlikte 5 kilo eroinle
yakalandı. İspanyol polisi eroinin sahibinin Sarı Avni olarak bilinen Yaşar
Avni Musulluoğlu'na ait olduğunu belirledi.

KUMKAPI CİNAYETİ
GERÇEK KATİLİNİ ARIYOR!

Kamuoyuna 'Kumkapı Cinayeti' olarak mal olan 'Talip Restoran'da işlenen


cinayete adı karışan dört kadının adları: Ersin Sakartay, kızları Zeynep
Uludağ ile Sinem Uludağ ve Gülay Bavbek'ti.. Bu dört kadından birisi olan
Gülay Bavbek, soruşturmanın başlangıcında 'tanık' olarak kayıtlarda yer
aldıysa da, kimse Gülay Bavbek üzerinde durmadı ve kamuoyu bu ismi hiç
tanımadı. Cinayet olduğu gece Kumkapı'daki Talip Restoran'da yemeğe
gidilmesi için; Gülay Bavbek ısrarda bulunan kişiydi. Gülay Bavbek,
Emniyet Müdürü Ümit Bavbek'in teyzesinin kızıydı. Emniyet Müdürü Ümit
Bavbek'in teyzesinin kızı Gülay Bavbek'in Ersin Sakartay ve kızları ile
Kumkapı'daki bir restoranda ne işi vardı?.. Aralarında nasıl bir ilişki vardı?
Soruları 'Kumkapı Cinayeti'nin sisleri arasında kaldı.

Cinayetten sorumlu tutulup cezaevine giren Ersin Sakartay ile Sinem


Uludağ mahkeme sürerken serbest kalırlarken, Zeynep Uludağ'ın
mahkemesi tutuklu olarak sürdü ve cinayetin faili olarak hapis cezası ile
cezalandırıldı. Ancak; Zeynep Uludağ, Kumkapı Cinayeti'nin hapis yatan
suçlusu olmasına karşın hiçbir zaman 'katil' sıfatını kabullenmedi ve
cinayeti kendisinin işlemediğinde diretti. Gerçek katilin bir başkası
olduğunu, o gece restoranda 'cinsel tacize' uğradığını ve annesi ile kız
kardeşini korumak için, masada duran bıçağı eline aldığını, bağırarak
çevreden yardım istediğini dile getirdi. Zeynep Uludağ, cezaevinde cezasını
çekip tahliye olduktan sonra, sahneye çıkıp şarkıcılık yaparak yaşamını
sürdürmeye başladı.

Kumkapı Cinayeti'nde eşini yitirip bir kız, bir erkek çocuğu ile dul kalan
gözü yaşlı Gülten Kızılkaya, sıradan bir ev kadını iken; daha sonraki
yıllarda Medya'ya kendisinden beklenilmeyen pozlar verdi ve sahneye çıkıp
yaşamını şarkıcılıkla sürdürmeye başladı. Gelişmeler bunlarla da sınırlı
kalmadı, 'Kumkapı Cinayeti'nin iki çocuklu gözü yaşlı dulu Gülten
Kızılkaya, eşinin katili Zeynep Uludağ ile barıştı, bir gazinoda birlikte şarkı
söyleyip şampanya patlattı. Gözlerden uzak bir başka gelişme de, 'Kumkapı
Cinayeti' katili Zeynep Uludağ ile mağduru Gülten Kızılkaya'nın basın
danışmanlığını Seyhan Soylu'nun yapmasıydı. Seyhan Soylu, TGS Şirketler
Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Turgut Büyükdağ'ın yanında görev almıştı
ve Emniyet Müdürü Ümit Bavbek, Turgut Büyükdağ'ı koruma görevini
üstlenmişti (!) Kumkapı Cinayeti'nin sanığı Zeynep Uludağ, mağduru
Gülten Kızılkaya'nın basın danışmanlığını üstlenen Seyhan Soylu, bu iki
kadınla yakından tanıdığı Emniyet Müdürü Ümit Bavbek'in teyzesinin kızı
Gülay Bavbek için mi ilgilenmişti?.. Seyhan Soylu, hem mağdurun hem de
katilin sahne dünyasına adım atmasında menajerliklerini üstlenmiş, basında
yer alan fotoğraflarının çekilmesi işlerini organize etmişti. Seyhan
Soylu'nun asistanı olarak yanından eksik etmediği Vedat isimli eşcinsel,
'Kumkapı Cinayeti' mağduru Gülten Kızılkaya'nın estetik olmak için gittiği
bir doktorda, doktor tarafından çekilen fotoğraflarını çeşitli Medya
kuruluşlarını telefonla arayarak bir milyar liraya satma girişiminde de
bulunmuş fakat, istenilen parayı hiçbir Medya kuruluşu ödemeyi
kabullenmemişti. Bunun üzerine Vedat, Seyhan Soylu adının ortaya
çıkmasına engel olarak, fotoğrafların kendisinde olduğunu ve iadeye hazır
olduğunu, böyle bir girişimde bulunmadığını açıklamıştı!.. Seyhan Soylu,
başarısız bir girişimle karşı karşıya kalınca geri adım atmış ve bu girişimde
bulunan kişi olarak Vedat'ı ön plana çıkartıvermişti. Gazeteci Savaş kalafat,
bu girişimde bulunan kişinin ismini bildiğini ancak, açıklamak istemediğini
telefonla katıldığı bir televizyon programında dile getirmişti. Savaş Kalafat,
Gülten Kızılkaya'nın fotoğraflarını bir milyar lira karşılığında kendisine
satmak isteyen Seyhan Soylu'nun adını neden gizli tutma gereği duydu?
Kumkapı Cinayeti'nin gerçek failinin Antalya'da gizlendiği duyumlarını
aldığını açıklayan Ersin Sakartay, gerçek katili biliyor mu?.. Seyhan Soylu,
Antalya'da Bülent Eylik'e ait bir televizyon şirketinde de görev almıştı (!)
Eğer gerçek katil Zeynep Uludağ değil ise; kim? Ersin Sakartay'ın gerçek
katilin Antalya'da gizlenmekte olduğu duyumlarını aldığını açıklaması ile
Seyhan Soylu'nun Antalya'da bir televizyon şirketinde görev almış olması,
Zeynep Uludağ, Gülten Kızılkaya'nın danışmanlığını ve menajerliğini
üstlenmiş olması ve cinayet olduğu gece masada olmasına karşın adı
gölgede kalan Gülay Bavbek'in Emniyet Müdürü olan teyzesinin oğlu Ümit
Bavbek'in görev aldığı şirkette görev yapması.. Seyhan Soylu adı ile
tesadüfler zinciri arasında ne gibi ilintiler olduğu bugün için sisler ardında.
Ancak, zaman bu sisleri de dağıtacaktır.
EKİM / 1998

"KOKAİNMAN" TELEKIZ SEVDA DEMİREL!..

“EMIT” yöntemiyle Demirel’in 20 miligram idrarında yapılan taramada,


kokainin metaboliti olan Benzoylecgonin maddesinin 1131
neneogram/mililitre oranında olduğu ortaya çıktı.

Yediği her halttan sonra "mazlum" rolü oynayan, Sevda Demirel'in amacı,
medya ve hatta Emniyet'i kullanarak kendi "et"inin reklamını yapıp,
"fiyatını" artırmaktan başka bir şey değil!

Ahlaksız kadın, reklamını yapmak için, devletin en yüce makamı olan


Cumhurbaşkanlığı'na erişen Sayın Süleyman Demirel'e dahi dil uzatma
cüretini gösterdi!

Daha önce fuhuş yaptığı iddiasıyla gözaltına alınan ve geçtiğimiz haftalarda


da kokain kullandığı iddiasıyla ikinci kez gözaltına alınan Sevda Demirel,
uyuşturucu kullanmadığını ve masum olduğunu söylüyor. Fuhuş olayından
sonra olduğu gibi, uyuşturucu meselesinde de hafif makyaj ve derli toplu
saçlarla televizyona çıkıp, ağlayıp masum olduğunu söyledi durdu…

Ancak AdliTıp Kurumu’ndan verilen rapor, Sevda’nın anlattığının tam


tersini söylüyor. Rapor, “EMIT” yöntemiyle Demirel’in 20 miligram
idrarında yapılan taramalarda, kokainin metaboliti olan Benzoylecgonin
maddesinin 1131 neneogram/mililitre oranında olduğunu ortaya çıkardı.

Silikonları, fuhuşu, verdiği pozlarlarla sürekli gündeme gelen Sevda


Demirel, şimdi de kokain kullanmasıyla gündemde. Ama, ona kalırsa
uyuşturucu da fuhuş da iftira… 20 Haziran 1997 günü, Sevda Demirel ve
onu pazarladığı iddia edilen Ali Balaban, bir restoranda Ahlak Masası
polislerince alındı. Demirel ve Balaban’ın arkadaşı olan Aysel Sevindik ve
Sabiha Yılmaz da gözaltına alınarak adliyeye getirildi. Demirel, fuhuş
yapmadığını ağlayarak iddia ederken, Aysel Sevindik ve Sabiha Yılmaz,
ifadelerinde Ali Balaban’ın kendilerini 500 dolar karşılığında erkeklere
pazarladığını söyledi. Ahlak Masası’nda sabahlayan Demirel ise, sürekli
komploya kurban gittiğini söyledi. Fakat Sevda Demirel şanslıydı, Türk
Ceza Kanunu’nun kendisi hakkında herhangi bir ceza öngörmemesi üzerine
serbest bırakıldı. Hiç vakit kaybetmeyen Demirel, giydiği siyah kıyafetler,
yaptığı hafif makyaj ve sade saçlarla televizyona çıkıp 65 milyon insanın
karşısında kendisini masum göstermeye çalıştı. Ağladı, inledi… Tüm bu
ağlama ve sızlamaların ardından, İstanbul Emniyet Müdürü programa
katılıp Sevda Demirel’den özür bile diledi…
RAPOR YALAN SÖYLEMİYOR…

Birkaç hafta öncesinde Sevda Demirel’in adı yine “pis işlerde” duyulmaya
başladı. Bu kez Sevda Demirel, kokain kullandığı iddiasıyla gözaltına
alındı. Ancak o bir türlü kokain kullandığını kabul etmiyor. Ama Adli Tıp
Kurumu’nda yapılan idrar tahlillerinden sonra hazırlanan rapor, hiç de
Sevda Demirel gibi demiyor… Sevda Demirel’den alınan 20 mili gramlık
idrarda, kokain ve metabolitleri, opiatlar, benzodiazepinler, esrar,
amfetaminler, esrar ve barbütüratlar araştırıldı. “Emit” yöntemi ile yapılan
taramalarda, kokainin metaboliti olan “Benzoylecgonin” adı verilen
maddeye 1131 nenogram/miligram oranında rastlandı. Raporu da
yalanlayan Sevda Demirel, insanları masum olduğuna inandırmak için yine
çıktığı televizyon programlarında ağlayıp sızladı. Sevda Demirel aynı
masalı anlattı ve “Ben masumum, beni insanlar kirli işleri için kullanıyor.
Neden başkası değil de ben? Uyuşturucu kullansam vücudum böyle mi
olur? İnsanlar bana yine komplo kurdular. Adli Tıp’a benimle birlikte
gelen ve uyuşturucu kullandığını söyleyenlerin idrarında ise uyuşturucu
bulunmadığına dair rapor verildi ” diye konuştu. Fakat raporlara göre
Demirel ile birlikte uyuşturucu kullandığı gerekçesiyle Adli Tıp’a getirilen
S.D isimli bayanın idrarında 307 ng/ ml oranında esrarın etkin maddesi
olan cannobinoidlerin maddesine rastlandı.
Ayrıca, dergimize gelen duyumlarda, Sevda Demirel'in aynı zamanda "bazı
transseksüellerle birlikte kokain sattığı" da belirtildi. Anlaşılan Sevda
Demirel için çok para getiren her
şeyi (!) pazarlamak mübah!.. Bu nedenle fuhuş, kokain gibi kirli ve yüz
kızartıcı işlerin hepsinin altından Sevda Demirel'in çıkması "doğal"... Ama
ona göre kendisi zem zem suyuyla yıkanmış gibi tertemiz. İnsanların başka
işi yok, Sevda Demirel’in adını kirletmek için tüm işini gücünü bırakmış
koşuşturuyor. Ancak toplum, Sevda Demirel'in ne mal olduğunu anlamış
durumda! Ve artık, ahlaki çöküntünün başrol oyuncularından olan bu
hanımefendi (!) ile ilgili olarak gerekli işlemlerin yapılmasını yetkililerden
bekliyor...

"NAZMİYE DEMİREL ÇATLASIN!"

Ahlaki değerlerin tümünü hiçe sayan "aykırı" Sevda Demirel, bir zaman
önce çektirdiği fotoğraflardan birinde, Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel'in "maskı" ile "uygunsuz" poz vermekte ısrar etmiş, nedenini
sorduğumuzda ise; "Fantezilerimde beni mutlu edebilen tek erkek Süleyman
Demirel'in apayrı bir yeri (!) var... Nazmiye Hanım çatlasın!.." diye, yanıt
verme cüretinde bulunmuş, fotoğraflarını çeken gazetecileri şaşkına
çevirmişti.. Medyada yer alıp bedenini vitrine çıkartabilmekten başkaca
hiçbir amacı olmayan "aykırı" Sevda Demirel, bu uğurda tüm değerleri
ayaklar altına almaktan çekinmediği gibi, ne zaman köşeye sıkışacak olsa;
gözyaşlarını akıtıp toplumun hoşgörü ve merhamet duygularını kullanarak
kendisini "mazlum" göstermeye çalışıp kendince "aklanma" metodu
uyguluyor. Bu oyundan canı sıkılan vatandaşlarımız ise: " Tüm değerleri
ayaklar altına alıp toplumu hiçe sayacaksın sonra da; kendini aklamak için
toplumun merhamet duygularını suiistimal edeceksin! Madem toplumun
önem verdiği değerleri hiçe sayıyor, neden bizlerden merhamet, anlayış ve
saygınlık bekliyor? Buna hakkı yok.. Sevda Demirel'in üç kuruşluk aklıyla
bizleri enayi yerine koymaya hakkı yok.." diyorlar.

POLİS (!) DEMİREL

Kokain meselesinin ardından Sevda Demirel, bir televizyon kanalı için


çekilecek dizi filmde narkotikçi bir polisi de alay edermiş gibi canlandırmak
cüretini de gösterdi. Polisle sürekli ilişki içinde olduğu için rolünü çok iyi
canlandıracağına inandığını belirten Demirel, özellikle kokain olayında
gözaltına alındığı sırasında polisin ne kadar profesyonel çalıştığını ve akıllı
olduğunu anlamış (!)… Sürekli gündemde kalabilme çabası içerisinde olan
Sevda Demirel, bunla da yetinmeyip, bir dergiye polis kıyafetleriyle erotik
pozlar verdi. Omuzlarından düşürdüğü polis gömleği ve sutyenine taktığı
silahla pozlar veren Demirel, şuh bir biçimde bakışlar fırlatıyordu! Başında
polis kepi, armalı gömleğinin düğmeleri açık, elinde bir silah… Türk
toplumunun tüm ahlaki değerlerini bedeninin daha iyi prim yapmasını
sağlamak için ayaklar altına almaktan çekinmeyen Demirel, bunun için
sonunda Emniyet'i de kullanmayı başardı! Hem de namusuyla çalışan kadın
polislerimizi kullanarak!.. Herhalde bu cesareti, kestiği "mazlum" rolüyle
İstanbul Emniyet Müdürü'nün bile kendisinden özür dilemesini sağlamaktan
alıyor olsa gerek! Ve, İstanbul Emniyet Müdürü’ne ve diğer polislere o da
böyle teşekkür (!) ediyor…

KADIN POLİSLER KÜPLERE BİNDİ

Demirel’in kadın polisleri küçümseyici, neredeyse bir "fahişe” imajı


yarattığı bu pozları başına yine iş açtı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü başta
olmak üzere birçok kadın polis, tepkilerini Demirel’e dava açarak dile
getirdi. Demirel tarafından aşağılandıklarını ve Türk halkının gözünde
küçük düşürülmeye çalışıldıklarını belirten kadın polisler, “ Bir insan nasıl
bu kadar yüzsüz olur. Biz Türk halkının evladıyız. İnsanların canının,
malının ve namusunun bekçisiyiz. Türk polisine bu imajı nasıl yakıştırır.
Hiç hoş bir davranış değil. Bu Türk polisine atılan bir çamurdur. Emniyet
Teşkilatı her zaman Sevda Demirel’e olumlu yaklaştı. Emniyet Müdürümüz
milyonların önünde özür bile diledi. Ama onun kalkıp bu hareketi yapması
iddiaları doğrular nitelikte” diye konuştular. Biz, kadın polislerimizin Sevda
Demirel'in davranışlarına anlam verememelerine hiç şaşırmadık; çünkü
onun davranışlarına "mana" verebilmek için onun gibi (!) olmak gerekir. Ki,
erkekler için bile son derece güç ve yıpratıcı bir meslek olan polisliğe
girmeyi göze alacak kişiliğe sahip insanların anlayabilmeleri ise mümkün
değil!
Tüm bunlara karşın, yine masumluktan dem vuran Demirel, alay eder gibi,
bu pozlarını vatandaşın kadın polisler hakkındaki düşüncelerini "olumlu
yönde değiştirmek için verdiğini" söylüyor. Herhalde böyle ulvi (!) bir
görevi yerine getirdiği için, şimdi de Emniyet Müdürü'nden "teşekkür"
bekliyordur!..
EROTİK POZA TEPKİ: Sevda Demirel’in bir dergiye polis
kıyafetleriyle verdiği erotik pozlar, kadın polislerin tepkisine neden oldu.
Demirel bu pozları, kadın polisler hakkındaki negatif imajı yok etmek için
vermiş…

RAPOR KOKAİN’İ DOĞRULUYOR: Adli Tıp Kurumu’ndan


raporda, Demirel’den alınan 20 miligram idrarda 1131 oranında kokain
metabolitiolan “ benzoylecgonin” maddesinin bulunduğu belirtiliyor.

(RESİM ALTI): Sevda Demirel, bir zamanlar objektiflere poz verirken


bir gece önce yaşadığı şehvet anlarının izlerini dahi sergilemekten
kaçınmamıştı!

DANSÖZLER

1981'de Yılbaşı Özel Eğlence programında TRT ekranları dansöz Nesrin


Topkapı'nın dansına yer verince, bir duvar daha aşılmıştı. Toplum:
"Başımızı kuma sokmanın ne gereği var?", "Dansözlerin dansı bizim
kanımıza işlemiş, bunu gizlemenin ne alemi var?", "Kimi pop müziği
programlarında görünen hatunların hoplayıp zıplayışları daha mı az seksi,
dana mı az tahrik edici?" diye, düşünmeye başlayan halkın karşısında,
çoktan çökmüş bir tabunun yıkıntılarını süpürme görevi TRT'ye düşmüştü.

Türkiye'nin ilk oryantal dansını yapan tiyatro sanatçısı Toto Karaca idi.
1962 yılında, 14 yaşındayken "Maksim Bar"da oryantal dansı yapan Toto
Karaca, 1927de yalnızca turistlerin pasaportlarını göstererek girip
eğlenebildikleri "Yıldız Gazinosu"nda sahne almıştı. 1928 yılı yapımı bir
Yeşilçam filminde şarkı aralarında oryantal dans sahnelerinde yer alan ilk
oryantalimiz yine Toto Karaca olmuştu.

Oryantal dansın Türkiye'deki öncülerin arasında yer alan bir başka isim de
Adalet Pi, olmuştu. 1950'li yıllaran unutulmaz dansözleri arasında Luiza
Nor, Nimet Alp gelmekteydi. Nimet Alp, "Boyacı boyacı, aman boyacı"
dansı ile gönüllerde taht kurmayı başarmıştı.

1948'de oryantal dansa başlayan Necla Ateş, 1953 yılında Amerika Birleşik
Devletleri'ne gidiyor, 1966 yılına değin kalıp, Amerika'ya tanıtıyor, "Türk
Lokumu" sözünü milyonlara mal etmeyi başarıyordu. Necla Ateş, oryantal
dansı doruklara taşıyarak, adını ölümsüzler listesine yazdırmayı başarmıştı.
Özel Türkbaş isimli bir başka dansözümüz Amerika'yı sarsıp, Amerikalı
kadınlara oryantal dans dersleri veriyordu.

Necla Ateşi'in ardından Semiramis ve ünü yurtdışına taşan Nana,


Avrupa'da hem dansı hem de skandallarıyla adından sıkça söz ettirmeyi
başaranlar arasında yer alıyordu. 1955'lerde Özcan Tekgül adlı bir genç kız,
ortalığı kasıp kavurmuştu.. Özcan Tekgül, kanıksanmış oryantal dans
kalıplarını zorlayan ilk dansçıydı. Egzotik Afrika figürlerini oryantal
figürlere harmanlayan Özcan Tekgül'ün ünü yurt dışına taşmıştı. İtalya,
Tunus, Mısır, Habeşistan, İran, Sudan, Ürdün, Nairobi, Amerika Birleşik
Devletleri, sahnede kıvrak danslarıyla fırtına gibi esen bu genç kızı tanımış
ve hayran kalmıştı.1955-1960 yılları arasında oryantal idolü halini alan
Özcan Tekgül, "Ateş" ve "Esir" adlı danslarıyla gönülleri fetetmişti.

Özcan Tekgül, o günler hakkında şunları anlatır:


"Ben, ilk sahneye Semiramis'ten aldığım ödünç elbiseyle çıkmıştım. Onun
çil altından yaptırdığı şahane bir dans elbisesi vardı, bunu kasada
sakladığı söylenirdi. Semiramis'in Pakistan'dan küpler dolusu altın
getirdiği anlatılırdı. Devrin çok ünlü bir dansözüydü Semiramis..

Ama, yurt dışında oryantal dansı ile "okul" açan Özel Türkbaş var ki,
onun yerini ayırmak gerekiyor. Özel Türkbaş, yıllardır Amerika'da
çalışıyor ve yayınladığı broşürlerle Amerikalı kadınlara oryantal dansı
öğretiyor. Amerikalı kadınlar, oryantali öğrenince cinsel yaşamları daha
başarılı oluyormuş ve eşlerini daha mutlu ediyorlarmış.

Dansı bilen kadın erkeği sekste elbette ki daha mutlu eder. Çünkü dans
sayesinde dişilik kadının bünyesine işler.

Benim hocam aynadır. Ayanın karşısına geçer çalışırım, bana yakışan


figürleri bulurum. Dansımda biraz bale, biraz Afrika figürleri vardır. Bir
yandan iki bin, öte yandan iki bin, dört bin mumluk ışığın altında
seyirciyi görmeden dans ederim. Seyirciyi gördüğüm anda büyü bozulur.
Dans edebilmem için kendimden geçmem gerek.

Oryantal 10-15 dakika sürer. Oryantalde figürler bellidir. Bunlar kalça


sallama, belbükme, kol bükme, göbek atma, göğüs titretme ve gerdan
kırmadır. Arap oryantalde ise kalça sallanır ve kolda baston çevirerek
yürünür. düz duvar gibi kadın dans edemez. Dans yapacak kadının
göğsünün biraz irice, beli ince, kalçalarının ise hallice olması gerekir. Eh
göbek de ayva göbek denen cinsten, şöyle biraz ovalimsi ve çıkıkça
olacak"

Özcan Tekgül'ün ardından Leyla Sayar, Nesrin Topkapı, Seher Şeniz gibi
unutulmaz isimler gelmiştir. 1990'lı yıllarda "Üniversiteli dansöz" olarak
tanınan Melike ise; kısa sürede unutulup gitmiştir. Ardından gelenlerin
hiçbirisi kendilerinden önce gelip geçenler gibi efsaneleşmeyi
başaramamışlardır. Özellikle 90'lı yıllarda birden bire oryantal enflasyonu
başlamış, dansın ruhunu kavrayıp figürlerini bilmeyen pekçok kız, oryantal
olarak sahnelerde ve basında boy göstermiştir. Ancak, bunların hiçbirisi
gerçek oryantal sanatçısı olmayı başaramadılar. Zaman akıp giderken,
birden bire ünlendikleri gibi, birden bire yok oldular. Türkiye 2000'li yıllara
oryantal sanatının tılsımını yitirmiş olarak girdi.

You might also like