You are on page 1of 8

Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II (2002), Sayı: 1 105

ÖLÜM TECRÜBESİ*

Hans George GADAMER


Çev.: Yrd. Doç. Dr. Ali Rıza AYDIN
OMÜ İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi

Bu düşüncelerimi oluştururken ister din tarafından yapılan yorumlarda isterse


günlük hayatın ritüellerindeki bin yıllık insan hafızası yoluyla bize kadar geldiği
şekliyle ölüm tasvirindeki değişiklikten daha fazlasıyla ilgileniyorum. Ben çok daha
radikal ve spesifik olan çağdaş oluşlar yani modern toplumdaki ölüm tasvirinin yavaş
yavaş ortadan kalkmasıyla ilgileniyorum. Bu açıkça bizim dikkatimizi çeken bir
olaydır. Bu, nüfusun her kesimini etkisi altında bırakan ve modern tabiî bilimlerin ve
haberleşme sistemlerinin göz kamaştırıcı başarılarıyla kolaylaştırılan, bütünüyle
realitenin teknolojik kontrolüne dayalı olan yeni ve ikinci bir Aydınlanma şeklinde
isimlendirmeyi arzuladığım durumla alakalıdır. Bu ikinci Aydınlanma, ölümün
mitolojiden arındırılmasına neden olmuştur.

Eğer kişi kesin olmak isterse hayatın- ve böylece ölümün- mitolojiden


arındırılması hakkında konuşmalıdır. Çünkü, bu yeni Aydınlanmanın bilim yoluyla
kendisini açığa çıkardığı mantıksal bir düzendir. Modern bilimin, artık evrendeki
hayatın orijinini mucizevî bir gerçek veya hesaplanamaz bir şans oyununun sonucu
olarak kabul etmemesi, bunun yerine oldukça kapsamlı evrim süreci yoluyla
gezegenimizdeki hayatın ortaya çıkışına ve onun bütün ileri gelişmelerine götüren
kesin tabiî bilimsel nedenler zinciri tespit edebilmesi gerçeğinde ilginç bir şeyler
vardır. Diğer taraftan endüstri devriminin ve onun teknolojik sonuçlarının, insanların
hayatındaki ölüm tecrübesini değiştirme tarzını da gözden kaçırmamalıyız. Bu
sadece -herkesi, ölümün heybeti karşısında şapkalarını çıkarmaya sevk eden- cenaze
alayının kasaba hayatında tarihe karışan bir şeyin olması değildir. Ölümün, gerçek
anlamda gayri şahsileştirilmesi modern hastanede daha ileri derecelerde görülür. Bu
olup biten şeylerle alakalı toplumsal temsilin kaybolmasının yanında ölenler ve onun
akrabaları, ailenin iç çevresinden uzaklaştırılırlar. Ölüm, bu suretle endüstriyel
üretim içeren teknolojik işlere uydurulur. Bu değişmelere bakmak suretiyle biz, her
ne kadar negatif olsa da ölümün, modern ekonomik hayatın içindeki sayısız üretim
106 Hans George Gadamer

süreçlerinden biri haline geldiğini görebiliriz. Bilim ve teknoloji sayesinde elde


edilen tabiatın bu modern tarzda kontrolü hususunda mevcut sınırları insan hayatında
açıkça bu şekilde belirleyen başka hiçbir tecrübe yoktur. Başarabileceğimiz şeyin
kesin sınırını ortaya koyan şey, yaşamı yapay tarzda korumayı hedefleyen tamamen
bu büyük teknolojik gelişmelerdir. Yaşamın uzatılması, sonunda ölümün uzatılması
ve kişilik tecrübesinin yavaş yavaş kaybolması haline geliyor. Bu süreç, ölüm
tecrübesinin, tedricen ortadan kalkması sonucunu doğurur. Modern eczacılık
tarafından geliştirilen uyuşturucu ilaçlar, acı çeken insanı tamamen sakinleştirir.
Organizmanın sabit fonksiyonlarının yapay bir şekilde korunması, kişiyi nedensellik
süreçlerinin zincirindeki bir halka durumuna sokuyor. Bizzat ölüm, hastayı tedavi
eden doktorun kararına bağlı keyfi bir ödül haline geliyor. Aynı zamanda bütün
bunlar, canlıyı, kaçınılmaz bir şekilde olagelen şeylere katılmaktan ve iştirak
etmekten dışlamaktadır. Hatta kilise tarafından verilen ruha yönelik tedavi bile,
katılımı sağlamada sık sık başarısız olur ve ne ölen ne de yanındaki şahıslar
tarafından alınır.

Aynı zamanda ölüm tecrübesi, insanlık tarihinde merkezi bir öneme sahiptir.
Hatta bu tecrübenin, bizim insan olma sürecimizi başlattığını da söyleyebiliriz. İnsan
hafızasının geriye gidebildiği alanda -insanoğlunun tartışmasız karakteristiği olarak-
onların bir çeşit cenaze ritüellerini icra ettiklerini görebiliyoruz. Çok eski dönemlerde
bu, tümüyle ölüyü yüceltmeye adanan seremoni halinde süs ve sanata ilişkin sınırsız
bir harcamayla gerçekleştirilirdi. Uzman olmayan için bizim bu derece hayran
kaldığımız güzel sanatın bu kadar çok ihtişamının aslında adanmış sunumlar
olduğunu keşfetmek, daima bir hayret kaynağı olmuştur. Dile sahip olma konusunda
olduğu gibi insanoğlu bu konuda da diğer bütün yaratıklar arasında eşsizdir. Hatta
daha da orijinal bir şeydir. Üstelik tarihin ilk dönemlerindeki ölümle ilgili ritüeller
hakkındaki kanıtlar, insanın konuşmasının kayıt altına alınmasından çok daha
gerilere gider.

Ölümle ilişkili bu antik geleneklerin temelini oluşturan dünya görüşünü yeniden


tesis etmek, açıkçası mümkün gözükmemektedir. Bununla birlikte, her ne kadar
hayat ve ölüme ilişkin dinî kavramlar, insanlık tarihinin farklı dönemlerinde ölümü
çevreleyen kültleri canlandırıyor gibi görünse de yine de bunların ortak bir yönü
vardır. Hayat ve ölüme ilişkin dinî kavaramlar, tamamen şu gerçekliğe şahit ederler:
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II (2002), Sayı: 1 107

İnsanlık, ölülerin burada olmadıklarını ne istemiş ne de kabul edebilmiştir. Aynı


şekilde ölülerin tamamen ayrılıp gittiklerini ve buralı olmadıklarını da kabul
edememiştir. Bu, hayatımızın bilinç ve öz bilinç farkındalığı ile ölümün tam olarak
kavranılamazlığı arasındaki bağa ilişkin yanılmaz bir kanıt ortaya koyar. Yaşayan her
şahıs için, geleceği tahmine yönelik bu insanî bilinç kapasitesinin bir gün sona
ereceği gerçeğinde kavranılamaz bir durum söz konusudur. Aynı şekilde ölüme
şahitlik edenler için bu son bulma, ölüm hakkında esrarengiz bir şey de içeriyor. Şair
Hans Carossa’nın güzel bir dizesi, insanın varoluşunun ve sonunun bu görünürdeki
apaçık kanıtı hakkında (self-evidence) bir şeyler ifade ediyor. Dize şöyle başlıyor: “
Tanrı’nın şarkısının uğultusunu duymayız, biz onu sadece kesildiği zaman duyarız.”

Aydınlanmış kültürel dünyamıza gelince, ölümün neredeyse sistematik olarak


baskı altına alınması hakkında konuşmak uygun görünüyor. Sadece ilk dönem
ritüelleri ve kült düzenlemelerinin toplum hayatında ölüme nasıl seremonik bir yer
bahşettiği ve arkada kalanlara bu ritüeller aracılığıyla hayatlarına devam etme ve
topluma yeniden katılmalarına nasıl yardım edildiği hatırlanmalıdır. Günümüzde
bununla ilgili hâlâ bir şeyler vardır. Artık, sözgelimi, her tür kedere dramatik ifadeler
sunan eski kültürlerin ağıt yakan kadınları, çağdaş medenî insanlar tarafından
kesinlikle ne onaylanabilir ne de düşünülebilir.

Öte yandan ölümün bastırılması, ölüme karşı temel insanî bir reaksiyon ve her
insanın kendi hayatı ile ilgili olarak benimsediği bir şey olarak düşünülmelidir. Bu
yüzden bireyin kendisi, ölümle tehdit edildiğinde, mümkün olan tarzda mahlukatın
hayatta kalma arzusunu güçlendirmek için, bütünüyle tek bir gayeye odaklanmış
tabiatın mutlak hikmetine yönelik basit bir cevap vermektedir. Ağır hasta veya
ölmekte olan kişinin hayatta kalma arzusunu koruyan hayal gücü, yanlış
anlaşılamayan bir dil konuşur. Ölüm bilgisinin gerçekten ne anlama geldiğini kendi
kendimize sormalıyız. Zira, ölüm bilgisi –kişinin kendi sonluluğu yani kendisinin bir
gün öleceğinin kesin oluşu hakkındaki bilgi- ile böyle kesin bir bilgi çeşidini bilmeyi
ve sahip olmayı istememe konusundaki baskın arzusu arasında derin bir bağ vardır.

En eski mitsel gelenekleriyle ilgili derin yorumunda Yunan trajedi yazarı


Aescylus, Prometheus adlı piyesinde ölüm meselesini ve onun insan hayatı için ne
anlam taşıdığını yeniden ele almıştır. Burada insanlığın dostu olan Prometheus,
108 Hans George Gadamer

insanlık için icra ettiği gerçek hizmetin, öyle ateşin hediye edilmesi ve onunla ilişkili
bütün hünerlere sahip olması değil, aksine ölüm vaktine ilişkin bilgiyi bizden çekip
aldığından kıvanç duymaktadır. Kendi ölümüyle ilgili bu gizleme hediyesi,
Prometheus tarafından verilmeden önce insan çok kötü ve verimsiz bir şekilde
mağaralarda yaşamış olmalı ve insanlığı diğer tüm canlı yaratıklardan ayıran bu
kültürel kazanımların hiçbirini yaratmamış olmalıdır.

Bu izahın derinliği, oyun yazarının ateşin hediye edilmesi ve insanın pratik


hünerlerinin uyandırılması hakkında geleneksel efsanenin arkasına nüfuz etmede ve
bu yüzden hikayenin nihai ve en derin motivasyonunu bu otantik armağan açısından
yeniden yorumlamasında yatmaktadır. Böylece oyun yazarı, Platon’un Protagoras’ın
ağzından sunduğu formülde açıklandığı gibi eski Aydınlanmanın kültürel
övünmesini aşıyor: “ Sanatlarda ve ateşte hünerli ol ” (‘entechnos sophia sun puri’;
Protagoras, 321d). Aeschylus’un dramasına derinlik kazandıran şey, ölüme yönelik
bu motive edici referanstır. Bu hediye, kişinin kendi geleceğini tahayyül etme
kabiliyetinin, gerçekten bir sona doğru gittiği düşüncesini kavrayamayacak ölçüde
ona bir somut varlığı ödünç olarak verdiği gerçeğinde vücut bulmaktadır. Hiçbir
geleceğe sahip olmadığımızı fark etmediğimiz sürece bir geleceğe sahip olduğumuz
söylenebilir. Ölümün bastırılması, hayat iradesini yansıtır. Buraya kadar kişinin
kendi ölümüyle ilgili bilgiye sahip olması bazı fevkalâde şartlara bağlıdır. Böylece
bir çocuğun, ölüm gerçeğini kavramayı ne zaman öğrendiğini kendimize sorabiliriz.
Modern psikolojinin bu soruya, bizim kültürümüzün aydınlanmış toplumunun kabul
edebileceği şekilde açık cevap verip veremeyeceğinden emin değilim. Hayli yetişkin
olanlar için bile, içimizdeki en derin katmanlarda yer aldığı halde, ölmek zorunda
olduğumuza dair bilginin neredeyse tümüyle örtük kalması muhtemelen, hayat ve
bastırılan ölüm arasında tasvir edilen dahili bağlantı ile ilişkilidir. Öyle ki, yaklaşan
ölüm hakkında en açık ve en net bilgi, kendini hissettirdiği ve artık gizlenemeyeceği
zaman bile yaşama ve geleceğe olan tutku, son vasiyetin meşru gereksinimlerini
tamamlamaya hazırlanamayacak kadar güçlü olarak bazı insanlar tarafından
bilinmektedir. Diğerleri, vasiyetnamelerinde konulduğu gibi, hemen hemen kendi
yaşamlarının ve devam eden varlıklarının bir çeşit tasdiki olarak terekelerini yeniden
elden çıkarmaya çalışırlar.
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II (2002), Sayı: 1 109

Haklı olarak iddia edilebilir ki modern medeni dünya, bizzat hayatın içinde
köklenen bu bastırma eğilimini, istekli ve hevesli olarak kurumsal mükemmelliğe ve
böylece ölüm tecrübesini bütünüyle kamu hayatının sınırları dışına taşımaya
çalışmaktadır. Ancak hayret verici bir gerçektir ki hâlâ bu kültürel eğilime karşı
değişmeyen bir direnç vardır. Dinsel bağlar, sadece defin hizmetleri ve cenaze
törenleri şeklinde kalmaz, bir matem olduğunda da sık sık yeniden canlanır. Bu
durum, diğer kültürlerde özellikle içinde modern Aydınlanmanın gücünün giderek
kendini gösterdiği, zengin ve pek çok farklı formların geliştiği dinsel geleneklerde
daha açıktır. Hatta kitle ateizminin geliştiği bir çağda bile böyle ritüeller hâlâ,
inanmayan ve gerçekte tam bir sekülerleşme içinde olan insanlar tarafından
sürdürülür. Bu, büyük yaşam festivallerinde, Hıristiyan vaftiz ve Hıristiyan evlenme
törenleri gibi, ve hepsinden öte cenaze törenlerinde, Hıristiyan gömme ve anma
törenlerinde görülebilir. Hatta ateist ülkelerde, ölüyü onore etmenin başka politik ve
seküler tarzları yanında Hıristiyan ya da diğer dinlere ait pratikler de kabul edilir.
Bunu, sadece bir geçiş safhasına uygun geçici bir ayrıcalık olarak görmemiz gerekse
bile yine de o, çok aşikârdır. Bu ancak, özgür dünya diye isimlendirilen laikleşmiş
toplumlar için geçerlidir. Hülasa her yerde, ölümün baskısının diğer yönü olarak
canlıların bilinci, hâlâ ölümün gizemliliği hususunda bir korku,onun kutsallığı
huzurunda bir ürperti tecrübe eder ve şu anda bile canlıların arasında olan birinin son
vedasına eşlik eden sessizlik içinde hâlâ anlaşılmaz bir şey vardır.

Burada özellikle ailenin bütün üyeleri, kökleşmiş bir dinî canlılığı sürdürüyor
gibi görünüyor. Bazı kültürlerde özellikle Japon ve eski Roma kültürlerinde atalara
kültü, katî dinsel bir işlevi yerine getirmişti. Fakat Batı Hıristiyan âleminde de
ölünün onore edilmesi, kesin bir yer edinmiştir. Bu, hafızada korunan ve saygınlığı
olan bütün bir nesli kuşatmıştır ve Hıristiyan ya da diğer dinlere ait uygulamalarda
normal yaşam düzeninde kendine bir çeşit yer edinmiştir. Günümüz Batı dünyasında
bu uygulama, gerçekte bütünüyle rasyonel yani, mezarlıklarımızdaki mezarların
üzerlerinin kapatılması ile ilgili farklı tecrübede olduğu gibi bu dünyaya ilişkin
organize edilen formlara dönüştürülmüş olabilir. Hatta böyle bürokratik işlerde bile
ölüm töreninin benzersiz durumlarıyla ilgili bazı bilgiler yine de açıklanır. Bu bir
örnekle gösterilebilir. Bütün dinsel deneyüstü inançların ötesinde bugün hâlâ gücünü
gözler önüne seren eski bir anlayış vardır. Ölümün, geride kalanlardan istediği bu
110 Hans George Gadamer

son veda, aynı zamanda canlıların bilinçlerinde ve hafızalarında sürdürdükleri ölü


kişi imajında bir dönüşüm meydana getirir. Ölünün hakkında asla kötü
konuşmamamızın gerektiği, nadiren emir olarak isimlendirilen bir emirdir. Bu,
sadece sürekli bir ayrılıkla biçim değiştiren ölen kişinin karakterini korumak için
değil aynı zamanda verimli ve pozitif şekli noktasında da onu yeniden oluşturmak
için insan tabiatının bastırılamayan ihtiyacıdır. O, bir ideale dönüştürülür, bir ideal
olarak da bizzat değişmez olur. Nihaî ayrılıkları nedeniyle, mevcudiyetlerini farklı
olarak tecrübe etmeye başladığımız bu süreçte gerçekte neyin olup bittiğini söylemek
zordur.

Böyle sekülerleşmiş anma şekillerine bakmak suretiyle öteye ait dinsel


nosyonların, ruhun ölümsüzlüğüne ve ölümden sonra yeniden bir araya gelmeye
inanma ihtiyacının gerisinde yatan derin motivasyonları anlamak mümkündür. Bir
çok pagan kültleriyle yakın paralellikler taşıyan Hıristiyan anlatımı, keza, insan
tabiatının ölümün üstesinden gelmeyi ne kadar arzuladığını anlamlı bir şekilde ifade
eder. İnananların sağlam bir kesinlik ve diğerlerinin de muhtemelen melankolik bir
arzudan öteye gitmeyen bir şey olarak tecrübe ettiği şey, umursamazca
önemsenmemiş değersiz bir mesele olarak ele alınmaz. Bizzat yaşama ait olan ölümü
bastırma, sanki hayatta kalanlar tarafından tabiî bir tarzda olumlu bir hale
getirilmelidir. Burada hem dinî inanç hem de bütünüyle dünyevî tutumlar, ölümün
yüceliğini onore etme hususunda aynı tavrı sergilerler. Bilimsel Aydınlanmanın
katkısı, hayatın ve ölümün gizeminde başa çıkılmaz bir sınıra varmıştır. Üstelik bu
sınırda, bütün insanlığın birbiriyle gerçek bir dayanışması, hepimiz bu gizemi
tanıdığımız ve benimsediğimiz sürece ifadesini bulur. Yaşayan herkes ölümü kabul
etmeli. Hepimiz bu dünya ile öteki dünya arasında sınır çizgisindeyiz.

Yalnızca, dinsel öğretilerin öteyi aşmayı ya da görmeyi iddia edebildiği böyle


bir sınır tecrübesinin, kavramsal sorgulama, tespit etme ve doğrulama noktasında
felsefî düşünceye çalışabilmesi için çok az yer bıraktığı tahmin edilebilir. Yine de her
şeyden önce ister kıyamet günündeki gibi ödül vaadi isterse ceza tehdidi olsun dine
ait öteyi sürekli olarak dikkate almaksızın ölümle karşılaştığında, insanda neyin olup
bittiğini felsefenin hiçbir şekilde düşünemeyeceğinin farkında olmalıyız. Mamafih
bu, bizim felsefe diye adlandırdığımız şey için şu anlama gelir. Yalnızca Yunan
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II (2002), Sayı: 1 111

putperestliği ve Yahudi, Hıristiyan ve İslam monoteizmi bağlamında felsefe sorunu


ortaya çıkar.

Şayet, realitenin üstün gücü, hayat ve ölümün ayrılmaz birlikteliği ve onların


birbirlerini kesinlikle dışlamalarını temsil ediyorsa, bu takdirde Yunan düşüncesi
ilâhî olanın nasıl düşünülebileceğini sormaya zorlanmıştır. Nitekim ölümsüzler ve
tanrılar gibi ölmeyen bu varlıklar, aynı zamanda tamamen canlı olan en yüksek varlık
şeklini temsil etmektedir. Bu, Yunanlıları, yaşayan varlık içerisinde ölmeyen ve
ölümü tecrübe eden şeklinde ayırıma gitmeye götürür. Yunanlılar ruhu, ölümsüz
addederler ve onu athanatos şeklinde adlandırarak, onun tanrılar yani ölümsüzler
gibi aynı varlık mevkiini paylaştığını kabul ettiler. Anlaşılmaz fragmentlerinin bir
kısmında, sadece yaşam ile ölüm arasındaki içsel ilişkiyi değil aynı zamanda
ölümsüzlerle ölümlüler arasındaki ilişkiyi de açıklayan ilk Yunanlı filozof
Heraclitus’tu. Bu fragmentlerin birinde şu yazılıdır: “ Ölümlerini yaşayan ve
yaşamları öldüren ölümsüz ölümlüler, ölümlü ölümsüzler ” (Fragment 62). Bu
anlaşılmaz ifadenin yorumlanması gerekirse de o, psyche, yani ruh, kendisinde
karşılıklı zıt anların sarmalandığı bir şey olarak yeterince kavranmadan
anlaşılmayacaktır.

Bu düşünce zincirinin izlerini, mahkum Sokrates’in zehirli kaptan içmek


zorunda kaldığı günde arkadaşlarıyla yapmış olduğu diyaloğu sunan Plato’nun
Phaedo’ sunda görmek mümkündür. Sokrates’in burada kendisiyle ruhun
ölümsüzlüğünü inkâr eden her tartışmayı incelediği ve reddettiği dinî huzur, herhangi
bir tartışmayla tamamen avutulamayan bizdeki bu çocuk için eski dünyada
bulabildiğimiz en güçlü teşviktir. Kendisinden sonra gelenlerin hepsi için ölmekte
olan Sokrates, örnek haline gelir. Bu bağlamada Stoacı bilgeyi ve kendi
özgürlüğünün bir kanıtı olarak sergilediği ölüm karşısında soğukkanlı tavrını
hatırlamak yeterlidir. Bu sebatlı özgür karar denemesi Stoalılarca yasak olmayan
intihar eylemi için bile istenmiştir. Zira onların dini, ölüme ancak, olup biten şeylerin
tamamen farkında olarak ya uzun bir oruçla ya da ölüme yol açan yavaş bir kanama
suretiyle izin vermektedir. Aynı şekilde biz Epikurcular’ ın örneğine de aşinayız.
Onlar, tartışma aracılığı ile ölüm korkusuna karşı mücadele ettiler ve aynı zamanda
yaşam sanatını en mükemmel seviyesine ulaştırdılar. Lessing, bir hümanist ve çağdaş
Aydınlanmanın bir çocuğu olarak, meşhur bir eserde eskilerin ölümü düşündüklerini
112 Hans George Gadamer

ve onu Hıristiyan Orta Çağlarındaki gibi korkulu bir iskeleti değil uykunun kardeşi
şeklinde temsil ettiklerini vurgulamıştır.

Fakat bugün, hepimiz modern Aydınlanmanın koşulları altında yaşıyoruz.


Lessing’in tanımladığı gibi biçim değiştiren teselli dünyasına giriş, son tahlilde bize
kapalı duruyor. Bu, bizzat pagan antik çağının Hıristiyan dönüşümünden hareketle
gelişen bir bilimin sonucu olan modern Aydınlanmanın sertliğini ve haşinliğini
oluşturur. Tanrı’nın aşkınlığı, insan bilgisine bizzat insanlık konusunda öğrenme
görevini yükledi ve böylece, sonunda bilgiyi elde etme görevinin de şeklini
değiştirdi. Niceliğe karşı yeni bir tutum ve rasyonel inşa amacındaki yeni ideal, yeni
bir imparatorluk kurdu. Bu imparatorluk, bilgi vasıtasıyla hükmetme ülküsüyle idare
edilir ve bilimsel araştırma yardımıyla da kontrol edilebilecek olan şeylerin
sınırlarını sürekli olarak genişletir. Bu bilimsel Aydınlanma, eski dünyanınkine
benzer şekilde kendi sınırını ölümün kavranamazlığı içerisinde bulduğu doğru ise, o
zaman düşüncenin ölüm muammasına bir şekilde yaklaşabildiği sorgulama ufkunun
hâlâ kurtuluş doktrini ile sınırlandığı doğru olarak kalmaktadır. Bize göre bu, bütün
kilise ve mezhep farklılıklarına rağmen Hıristiyanlık doktrinidir. Reflektif düşünceye
göre, ölümün gerçek manada üstesinden gelmenin, ölünün yeniden dirilişi hariç
hiçbir şekilde mümkün olamayacağı hususu, aydınlatıcı olduğu kadar kavranamaz
olarak görülmelidir. İnsanlar için bu en büyük kesinliktir. İnanmayanlar içinse o,
ancak ölümün kendisi kadar kavranamayan bir şey olarak kalır.

You might also like