You are on page 1of 127

" SİİFIİN 1!..!{ELE�'.

Salah Birsel'in denemeleri


TÜRK YAZARLARI DİZİSİ 12
(Yöneten Mehmet Harmancı)
Salah Birsel. 1940 Kuşağı'­
nın en önde gelen şair ve ya­
zarlarındandır 1919'da Bandır­
ma'da doğan Birsel, 1948'de,
İstanbul Edebiyat Fakü1tesi Fel-
sefe Bölümü'nü bitirmiştir.
« Şiirin İ!keleri adlı ki tcıbıyla
Fransız Estetikçilerinden Ray­
mo nd B:ıyer'in uL'Esthetique
Mondiale au XX. Siecle» a dlı
yapıtında Türk estetikçileri ara­
sında kendisinden söz ettiren
Birsel'in de neme le r i «Kendimle
Konuşmalar.. a d ı altında toplan­
mıştır.
Birsel 1956 yılında yayınla­
nan uGünlük,,ü, 1957 yılında
yayınlanan «Sen Beni Sev" adlı
yapıtlarıyla da ilgi çekmiş ve
«Fransız Resminde İzlenimcifih,,
(1967). Goethe» (1972) ile ince­
le;me alanında da adını duyur­
muştur.
Birinci Baskı 1952
ikinci Baskı : 1954
Üçüncü Baskı : 1976

Salah Birsel'in bu kitabı 1976 y ı l ı Ekimi'nde Dilek M atbaası'nda


dizi l i p basılmış; kapak filmleri Zafer Ofset'te, l-ıc,pak baskısı Renk
ler Matbaası'nda yapı l m ı ş ve Numune Ci ltevi'nde c i ltlenmiştir.
salah birsel

şlt RiN
·1Lı-,. :��1
. . �-1� E . .J. lli
Deneme
İlkelere
Başlarken

Bu kitapta, şiir sözcüğüyle, bütün söz


sanatları kavranılmak isteniyor.
Böyle bir görüş sanatları beşe ayıran
ve en üste de şiiri yerleştiren Hegel'in
anlayışına da uymaktadır.
Gerçi, edebiyat sınırları içinde yeral­
mış bulunan tiyatronun, bağımsızlığını ilan
çarelerini araştırdığı şu yıllarda, böyle bir
toptancılık bazı karışıklıklar doğurmaya el­
verişli bulunabilir. Ama nedir; roman, şiir,
hikaye yada tiyatro alanlarında geçer akçe
olan kurallar öyle birbirlerinden pek ayrı
şeyler değillerdir.
İlkeler yazılırken, gerçeğin varlığını
hiçe sayan sanat anlayışlarıyla, «çok kişi­
sel" denilebilecek düşünce oyunlarına ka-

7
pılmamağa çalışıldı. Bunun için; edebiyat
ürünleri hiç gözden uzaklaştırılmadı ve va­
rılan yargıların, sonradan şiir örnekleriyle
doğrulanması yerine, şiir örneklerine da­
yanarak yargılar vermek yoluna gidildi.
İlkeler, sanatı sadece «ÖZ» sanıp da şii­
ri, konusuna bakarak değerlendirmek iste­
yenlerin yanlış görüşlerine karşı çıkmak
için düzenlendi denilebilir.
Yaygın hale konulmak istenilen şudur:
Şiir bir bütündür. Şiirin kendisinden
ayrı olarak, ne konusundan, ne anlamından,
ne özünden, ne sözcüğünden, ne kalıbından,
ne de biçiminden açılabilir.
Ama bu, şiir, konusu, anlamı ve özü
olmıyan nesnedir demek de değildir.
Bu kitabın üzerinde durduğu düşünce­
lerden biri de şiirin bir zeka işi olduğudur.
Bu yüzden, bir çok ilkelerde, şiirin, bir
matematik problemi çözümündeki zekaya
eş bir cabayla dokunduğu açıklanmak is­
tendi.
«Duygulu şair» den «Usta şair•ı, «lirik
şiir» den de .. zeka şiirin anlaşılması gere­
keceğinin belirtilmesi bundandır.
Bu kitapta bir de şu kabul ettirilmek
isteniliyor:
Sanat modadır.
Şu var ki; her sanatın kendi çağını ya-
8
şadığı ve yüzyıllara aktarılmış yapıt diye
bellediklerimizin, gerçekte, kendi çağların­
dan öteye uzanamadıkları düşüncesi bir­
çoklarının bağırtılarını uyandıracaktır.
Bu gibilere şu sorulabilir:
Modası geçmiyecek yapıt gözüyle bak­
tığımız Leyla ile Mecnun'u, Ha rname yi, o
'

kadar uzağa gitmeyelim, Finten'i, Araba


Sevdası'nı bugün kaç kişi okumaktadır?
İlkelerde; sanat ürününde, açıklık ve
seçiklik bulunması düşüncesi de savunul­
muş ve şiirlerine bir takım çınçınlı düşler
sokuşturan şairlerin hayal yoksulu sayıla­
cağı söylenmiştir.
Bu kitap, okuyucu, eleştirmen ve ede­
biyat tarihçilerinin sanat kitapları karşısın­
daki kayıtsızlığına da yana yakıla parmak
basmış, bunların, şiiri, sanat alanına ait
olmıyan ölçülerle kantara vurduklarını or­
taya çıkarmağa çalışmıştır.
Öte yandan; sanatçının durumu da göz­
der:ı geçirilmiş ve sanatçının ilkin ne yap­
tığını bilmesi gereği öne sürülmüştür.
Bunun için; ozanlar şiir üzerinde kafa
yormağa itelenmiştir.
Şiirin okullarda öğrenileceği ilkesi ile
Hugo'nun bir oyunundan ve Picasso'dan
laf açan ilkeler bu düşünceyi bütünlemek
için yazıldı.
9
Bu ara; şaırın, her şeyden önce, yo­
lunun değişik olmasına çalışması öğretisi
de ele alındı ve şair, sanatın moda oldu­
ğunu söyleyen ilkenin bir sonucu olmak
üzere, «yeni bir beğenisi olan adam,. diye
tanımlandı.
Dikkati, şu noktaya da çekmek iste­
rim:
Bu ilkeler, sanatçıya sanatın kapısını
açacak yolları belletecek değildir.
Böyle bir yolu hiçbir Poetika, hiçbir
Estetik kitabı öğretemez zaten.
Ama bu ilkeler, ozanı, kendisini baya­
ğı'dan, şiir - o l mı y a n'dan sakınmağa götü­
rürse en büyük işi yapmış olacaktır'.
Giderek, bu ilkeler kitabının bir düşün­
cesi de şiiri sevmiyenlere şiiri sevdirmek­
tir denilel:ıilir.

10
İLKELER

BUGÜNK Ü SANAT
NE YAPIYOR?

San'at, yüzyıllar yüzyılı sanat, bir takım so­


rulara karşılık vermeğe savaştı.

Bugünkü sanat, bugünkü şiir ise kendi özü


üzerine kurulu bir sorudur.

ŞAİR K İMDİR ?

Şair yeni bir beğenisi olan adamdır.

Buna ise bir yoldan, bir eğitimden, durun du­


run, bir öğretimden geçilerek varılır.

Ama bugün ne bu beğeniye, ne bu yola, n e


de bu eğitim ve öğretime kulak asanlar var.

11
YENİ SANATI
G
BE ENM İYENLER

Yeni sanatı beğenmiyenlerin eskisini gerçek­


ten beğendikleri de çok su götürür.
Nedir, Fuzuli'nin, Nedim 'in bugün bizi sara­
cak yanları olmadığını düşünmek bu düşüncesiz
yaşama alışmış adamları haklı olarak yormak­
tadır.
Sonra bu baylar bilirler ki, yüzyılların kural­
larına boyun eğmek anlayışlı görünmenin abece'
si yerinedir.

SANATIN
HIK DEYİC İLERİ

O halde geldik.

Artık herkes kendini sanatçıdan daha zeki,


daha uyanık sanabiliyor.

Bunlar sanatçıya yol göstermek, akıl vermek


konusunda işi yüzsüzlüğe vardırdıkları gibi küfür
için hiçbir fırsatı da kaçırmıyorlar. Hele adları­
nın sonuna «Dayan, Vur, Kır» gibi bir takım kor­
kutucu eklemeler yapmak açıkgözlülüğünü gös­
termiş olanlar, sanatçının alınyazısını kendi el­
lerinde tuttuklarını söylemekten, hiç mi hiç, çe­
kinmiyorlar.

12
Ş İİRE G İ DEN YOL

Şiiri ele geçirmek isteyen her okuyucu ona


bir değil, bir çok yollardan sokulmağa çabalama­
l ıdır.

Kimi şiirler ilkanda soğuk gibi görünürlerse


de başka yönlerden araştırıldıklarında içimizi he­
men de ısıtıverecek güçte çıkarlar.

Şiire giden yolun yada yolların çetin yada be­


lirsiz olması, şiirin değerini azaltmak şöyle dur­
sun, usta bir sanat anlayıcısı katında hazların en
tadılmaz olanı yerine geçer.

Bİ Ç İM HEP BİÇİM

Bir şıırın bütününden çıkan hüzün, o şiirin


konusundan çok ayrı bir etkene dayanır.
Kıvrak ve şen bir konuyu geliştiren bir şiir­
den, bir hüzün havasının fışkırdığı çok görül­
müştür.
İ şte Ziya Osman Saba'nın «Orda da Geçiyor
Günler» adlı şiiri:

Orda da geçiyor günler ...


Duyar gibiyim, orda da,
- Her an ömrüm tükenirken -
Orda belki bir adada

13
Geçiyor özlenen günler.
Geliyor ta uzaklardan,
O benim olan diyardan
Kulağıma kadar sesler,
Ve içimden diyorum ben,
Geçiyor ruha denk günler,
Yalnız renk ve ahenk günler.
Bir titreyişle arada

Sesleniyor bir çıngırak.


Her ses uzak, uzak, uzak. . .
Her ses sanki bir gülüştür,
Her ses şarkı ve öpüştür . . .

Ah, şu ufkun arkasında,


Sonsuz bahar havasında.
İşitiyorum kuşların
Kuşların ötüştüğünü

İşitiyorum bir narın


Çatlayarak düştüğünü . . .
Orda da geçiyor günler,
Geçiyor beklenen günler,
Geçiyor gelmiyen günler . . . . . .

Doğrusu, bu şiirde, hiçbir okuyucu, iç açan


bir hava bulunduğunu ileri sürmeğe kalkışmaya­
caktır. Oysa şiirin konusu karanlık ve gön ül bu­
naltıcı olmaktan ne kadar da uzaktır.

14
HUGO'NUN B İR
OYUNU

Öyle her şeyi beğenivermeni n akıllı, uslu ki­


şilerin harcı olmadığını sezinlemiş kimi edebiyat
adamlarının yeni bir şiirin ilkeleri adına ileri sü­
rülen bu incesözlere güleceklerini sanırım.
Bun lara ben de uzun uzun güldüm;
Ama nedir, bir şeyi elde etmek uğruna kat­
lan ılacak yol bundan başkası olmasa gerek:

Niyet, her vakit yapıttan önce gelir.


Heie kimi zaman , Hugo 'nun bir oyununda
olduğu gibi, niyet belirir de, niyeti gerçekleştire­
cek olan yapıt ortalıklarda görünmez. (1)

Pİ CASSO VE BRAQUE'IN
BÜYÜKLÜGÜ

Niyet dedik.
Kimi de buna tutuluyor ve sanatçının düşün­
cesine arka çevirip varılan sonuçla yetinmeğe
savaşıyor.

Gerçi sanatçının tutmak istediği yol kimi za­


man insanı pek ilgilendirmezse de bilinmesi zarar
da vermiyebilir. Üstelik bundan sanat ürününe
düşünce gözüyle bakmak gibi yeni bi:q haz daha el­
de edilir ki, bu da hiç küçümsenmeğe gelmez.

15
B ugün Picasso, Braque gibi ressamlar büyük
adına erişmişlerse bu onların, boya yada seramik­
lerinin şöyl e yada böyle oluşundan d eğil, tuttuk­
ları yolda anlayışla ilerlemelerindendir.
Sanatçı ilkin ne yaptığını bilmelidir.

JEAN COCTEAU'NUN
ŞİİR TANIMI
Artık kimseyi tersine inandıramazsınız.

Düşünce ve sanat adamlarının en uluları öy­


le buyurmuş: Şiir açıklanamaz.

O ünlü Fransız yazarı Jean Cocteau şiiri ta­


nımlama pahasına şairi Tanrının huzuruna çı­
kartıp da Tanrıya tren kazalarının nasıl açıklana­
bileceğini sorduğu vakit Evren Yaratıcısının:

- Tren kazaları açıklanmaz, duyulur, yollu


karşılığı kendisini son derece memnun eder.

Denilebilir ki, bu tür bir anlayış şiiri en az


yüzyıllar boyunca karanlık bir ormanda sürük­
lenmeğe götürmüştür.

Hayır şiir açıklanabilir.

Ama bunun için şiire Jean Cocteau'nunkin­


den çok ayrı bir gözle bakmak gerekir.
Ona da tren kazalarının ne olduğunu değil
ne olmadığını araştıran bir görüşle varılabilir.

16
ŞİİR MAYDANOZ
DEGİLDİR

Böyle ters bir yöntemle çalışmağa katlanacak


bizim minare kırması eleştirmenlerimizden ya­
kında şöyle bir yargı bekleyebiliriz:

- Şiir maydanoz değildir.

Ama bu tanım ne kadar güldürücü olursa ol­


sun ünlü bir edebiyat ve bilim adamımızın (!)
sözünden, o uŞiir ufuklarda yükselen nazenin bir
balondur» sözünden daha güldürücü değildir.

ŞİİR VE MATEMATİK

Bir şiir yalnız o şiire giren değil, bir de gir­


meyen sözcüklerden meydana gelir.

Bu deyiş ilkanda saçma gibi görünürse de


ozanı biçimci bir görüşe ve sözcüklerin şiire gir­
meden önce birbirleriyle yeter derecede çarpışma­
sı düşüncesine çağırması bakımından dikkatle ele
alınmalıdır.

Bir şiirin güzelliği kendi dışında bıraktığı söz­


cüklerin sayısıyla doğru orantılıdır.

17
OKUYUCU DENEN
GÜÇ

Bir şair şiirlerinin beğenilmemesine pek dik­


kat etmelidir.
Çünkü sağduyusuyla hareket ettiğini sandı­
ğımız o okuyucu denen güç yargılarını hep eldeki
ölçülere göre yapar ki, bu sese kapılan her sanat­
çı yeni adına hiç bir şey getirememek zorunda
kalır.

ŞİİRİ ARATMIY AN DİZE

Bir dizenin tek başına çok şey anlatacağını


pek sanmıyorum.

Bir dizenin güzelliği yada sağlamlığı ancak


kendinden önceki ve sonraki dizelerle belli ola­
bilir. Gerçi:

« Varsın gönül aşkınla harap olsun efendim.»


gibi bir başına bütün etkisi yapan dizeler de var­
dır ama bunların başka dizeleri aratmayışı da
pek pek iki üç okuyuşu geçmez.

BALIKTAN SONRA YEM

Kimi ozanlar şiirlerinde dizeleri ana bir di­


zeyi düzmek için yem olarak kullanıyor.

18
Bunun yararsızlığı açıksa da şiire bir kıvrak­
lık verdiği düşünülebilir.
Ama çokları bu işi o belli dizeden sonraya
bırakıyor ki bu, onları, yemi, balığı tuttuktan son­
ra kullanan balıkçının yürekler acısı durumuna
sürüklüyor.

GERÇEGİN İKİLİGİ ÜZERİNE

Sanat alanını saran gerçek, her gün içinde


bin çeşit olay çalkalanan yaşamın gerçeğinden
başkadır.
Madde ve ruh dünyasının gerçeği , birçok man­
tıksızlıkları, çılgınlıkları, düşüncesizlik ve baya­
ğılıkları barındırabildiği halde, sanat ürünü daha
ölçülü gerçek ardından koşmak, gerçeğin bir kez
görünmüş olanından çok, her zaman ve her yerde
yinelenecek olanını araştırmak zorundadır.
Bu, sanatın temel ilkesidir.
Yaşamın hiçbir şey öğretmek, anlatmak iste­
memesine karşı lık sanatçı okuyucuyu sözlerine
inandırmakla yükümlüdür. Bu yüzden o, yapıtı­
nın hazırlıklarını bütünlerken mantık yasaları
çerçevesinde geçen yada o sanıyı veren olayları
seçmek yoluna gider.
Sözgelişi, Danimarkalı Prens'in çılgınlığını
yada bilgeliğini anlatan oyunda, son perdenin yü­
reğimizi bunaltması, o kral döşemelerini kirleten

19
cinayetler zincirinin yaşam içinde benzeri olma­
masından değil, oyundaki gerçeğin kendisini ya­
şamdaki gerçekten kurtaramamış bulunmasından
ileri gelmektedir.
Yoksa, Clodius'ün saray ındaki bıçaklamalara,
biz, her gün, çevremizde, hem de daha toplu
olarak rastlamaktayız.

BÜYÜK YAZARLARIN
YOLU

Kimi sanatçı yazılarına kendini karıştırmak­


la sanat alanındaki ününü yitireceğinden işkille­
niyor.
Bu yüzden bu gibiler hep başkalarından laf
açmak yolunu seçiyorlar.
Oysaki, Montaigne, Gide gibi, yüzyıllara ak­
tarılmış sanatçılar başarıya kendilerinden söz et­
mekle uzanmışlardır.
Demek yol bir değil . ı2ı
KONUŞMA VE
YAZI DİL İ

Konuşma dili yapmadır.


Yani patavatsızlıkla başı hoş değildir.
Ama gene de onun doğal olduğundan ve yazı
diline kaynaklık yaptığından laf açılıyor.
Bu, sanatın özüne karşı işlenmiş bir suçtur.

20
Düşünce olmağa yönelen her tümce bir kalıbı,
bir düzeni belirler. Bu kalıp ise konuşan yada ya­
zan adamı bir takım kuralları gözönünde bulun­
durmağa götürür.
Doğrusu, doğal sözcüğüyle bu kuralların zih­
nin dışında da meydana gelebileceği anlatılmak
isteniyorsa bunun bir noktaya kadar eler tutar
yanı bulunabilir. Ama o zaman da düşünceye da­
yanmayan bir düzene, bir deyiş biçimine nasıl
güvenle bakılabileceği sorunu ortaya çıkıyor de­
mektir.
Gerçeği şu ki, konuşan adam konferansçıdır,
söylevcidir, sözcüklerini seçerek, bilerek kullanan
kişidir . . O, Moliere'in güldürüsündeki gibi .:Nikol,
getir benim terliklerimi" diyen ölçü ve düzen fu­
karası değildir.

İŞARETLİ Dil

Konuşma d ilinin yazı dilinin yasa ve kural­


larına uyarak meydana geldiği benimsendikten
sonra konuşma diliyle yazı dili arasında kuruluş
bakımından bir ayrılık gözetmek ve birinin öte­
kinden çıktığını düşünmek elbet gereksiz ola­
caktır.
Gerçi konuşma dili zaman zaman, yüz, el, kol ,
baş vb . . . işaretleriyle bütünlendiği için daha ha­
reketli, daha dolgun biçimler altında görünebilir-

21
se de bunu, onun yazı dili kurallarına başcgmi­
yeceği anlamına almamak gerekir.

ZEKA Ş İİR İ

Çokları da şiirde, zekanı n kendini belli etme­


sine tutuluyor.
Oysa bir şeyi belli olan şiirde zekc'>.nın varlı­
ğından çok yokluğuna inanmalıdır.

Bir çokl arının, l irik şiir, gönülden dökülen şiir


diye bağırlarına basmak isteyecekleri Ahmet Mu­
hip Dranas'ın «Ülvido" şiirinden aldığı m şu parça.
gerçekte, uzun düşüncel erden , uzun uğraşlardan
sonra, bir matematik probleminin çözülmesi için
gerekli çabaya eş bir zeka ile düzülmüştür:

Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir


Kağıtlard a yarım bırakılmış şiir;
İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün camı açtığını,

Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,


Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı . . .
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla

Halay çeken kızlar misali kol kola


Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri
ihtiyar ağaçlı kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
22
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla nazla
.•

ELEŞTİR İ KURUMLARI

Yığınlar yani sanata bir eğlence gözüyle ba­


kanlar sanatı çokluk cılız yaratmalardan izledik­
leri için önlerindeki örneklerin berisinde kalmış
olan yeniliğe varmakta bir hayli zorluk çekerler.
Yeniliğin anlaşılması ve benimsenmesi çok
sonra, onu sezip yığınlara tanıtan bir kaç uyanık
eleştirmenin yada bu yaklaştırma işinde çıkarı
bulunan edebiyat simsarlarının ortaya çıkmasıyia
gerçekleşe bilir.
Kimi zaman yeniliği getiren şairin, sözgelişi
favori modasını yaymış bulunması gibi sanatla
hiç ilgisi olmıyan bir nedene dayanarak üne ka­
vuşması da bu yeniliğin kabul edilmesinde rol
oynayabilir.
Bunlardan şu sonuç çıkar ki, yeniliğin, yeni
bir sanatın yada daha genel olarak sanatın anla­
şılması öyle sağlam temeller üzerine oturtulmuş
değildir. Sanat alanında kullanılan yöntemler te­
cim alanını dolduran buyrukların, yargıların he­
men hemen tıpkısıdır. Yani arda da kötü paranın
iyi parayı kovduğunu açıklayan Grasham yasası
gereğince kötü şiir iyi şiiri ortadan kaldırmakta­
dır. Orada da edebiyat simsarları, büyük eleştiri

23
kurumları, roman toptan satış depoları , aktarmacı
şairler birliği piyasanın dizginlerini avuçlarında
sıkmakta ve piyasayı bozacak kitapların sürümü­
ne yada meydana çıkmasına engel olmak içi n ara­
larında her türlü kartel yada tröst kurmaktan
çekinmemektedirler. (3)

Ş İİR SANATI

Şiir sanatı.
Kimi şair bunu bir sorun olarak benimsemek
istemiyor, bu yüzden de şiirleri bir çeşit hoşluktan
ıleri geçemiyor.
Oysa şair her şeyden önce işinin adamı ol­
mağa bakmalı: G erisi laftır, karaçalmadır.
Evet, evet «Duygulu şair» demek de «Usta
şair» derneğe varır.

SANATTA BAYAÔILIK

Bir sanat ürününün başarısızlığı bir noktaya


kadar hoş görülebilir.
Ama sanatta bayağılık hiç bir türlü bağışlan­
maz.
Ş İİRDE ANLAMIN YERİ

Dogrusu şiirin hiç bir anlamı olmaması değil


şiirin bu anlamı bağırmaması gerekir.

24
Anlamm şiirde öyle pek önemli şeylerden ol­
madığını galiba Haşim söylemiştir.
Sonradan Nurullah Ataç bunu yaygın hale
gf'tirdi.
Ama Haşim bunu daha çok Yahya Kemal'in
ş:irini güç bir duruma sokmak için yapıyordu.

ROUSSEAU'NUN ZAMANINDAKİ
AHLAK

Jean Jacques Rousseau "Yeni Heloise» i niçin


yazdığını açıklarken:
«- Zamanımın ahlakını gördüm de bu mek­
tupları yayınladım» der.
Benim için de sorun aynidir:
«- Zamanımızın şiir anlayışlarını, şiir çalış­
malarını gördüm de bu iç dökmelerini yayınla­
dım. »
ÇEŞNİ ÜZERİ NE

Kimi ada m yazdıklarında bir çeşni bulundu­


ğunu söyliyerek kendini sanatçı diye ileri sürüyor.
Özelliğin şiire değer verdiğine had i ses çı­
karmıyalım ama çeşninin n e işe yarıyacağı pek
kestirilemez.
Çeşni.
Birçokların ı yanlış yola iteleyen bu olmadı
mı?

25
B ÜTÜN VE PARÇA

Şunu öne almak isterim:


Okuyucularımdan kimileri bu satırları oku­
mak yorgunluğuna katlanır da benim sanat ürü­
nünü bütünüyle kavramak isteyişimin yanı sıra,
zaman zaman parçanın güzelliğiyle de ilgilendi­
ğimi görürlerse bu, onları şaşırtmamalıdır.
Doğrusu, yalnız minare, yalnız kubbe olarak
Süleymaniye'nin bir şey ortaya koyacağı ileri sü­
rülemez. Ama birliğe ulaşmış bir düzen içinde
görüp sevdiğimiz o ünlü cami bizim kubbesine,
sütunlarına yada minarelerine bir başına tutul­
mamıza ve onları bütünün içinden sıyırarak dü­
şünmemize hiç mi hiç engel değildir.

SANAT YARATMALARI VE
ER İ Ş İLMEZ ÜLKÜLER

Okuyucular bir de iyinin kötüyü yere çaldığı­


nı, doğruluğun sonunda armağan aldığını, aşığın
yavuklusuna kavuştuğunu anlatan yani yaşamda
bile benzerlerine çok güç rastlanan ve belki de
rastlanmadığı için hoşa giden bir takım olayları
kendine konu edinen yapıtlara biterler. İ nsanın
geleceğe doğru fırlatılmış bir varlık olduğu gözö­
nünde tutulursa, onun birtakım erişilmez ülküler­
le dolup taşması, gerçekleri kalıplarından taşıra-

26
rak kavraması benliğinin bir yanı olarak kabu�
edilebilir.
Kuşku yok ki, insan aklı çalışmalarını, ileri
doğru atılımlarını hep erişilmez ülkeler yönünden
düzenleye bilir.
Ama bir yapıtta bu zümrütüanka türünden
ülkülerin gerçekleştiğini görmek yada görmemek
ne denli doğrudur?
İ şte sorunu bu noktaya itelemek gerek.

YIKILAN ŞEY

Yıllar yılı yıkılmağa çalışılan şudur:


- Şiire her sözcük giremez.
Geriye bir de şunu öğrenmek kalıyor:
- Ustalık her sözcüğü kullanmakta değil
sözcükleri iyi bir biçimde kullanabilmektedir.

YENİ SANAT

Çoğu insan yeni'ye yukardan bakıyor.


Yukardan bakmıyan bir azlık ise bunun niçin
eskiye benzemediğini soruyor.

ÇIN ÇINLI DÜŞLER

Ben yazılarında açıklık ve seçiklik bulunma­


yan yazarın anlattığı şeyi kendisinin anlamış ola­
cağından da kuşkulanırım.
27
Şiirlerine birtakım çınçınlı düşler sokuşturan
ozanlar da bu yüzden hayal yoksulu sayılmalıdır.
Hayal gücü zengin olan şairin hayallerini
ışıklı bir temel üzerine oturtması işten bile de­
ğildir.

BÜYÜK Ş İİR

Bir büyük şiirdir gidiyor ve kimi ozanlar bü­


yük şiir yazamamakla suçlanıyor.
Bu büyük sözcüğüyle ne anlatılmak istendiği
pek belli değildir.

Çoğu zaman iri iri lakırdılar etmek ve şiirin


anlamını bulandıracak bir sürü karanlık sözcüğü
dizeye sokmak böyle bir şiire temel diye göste­
riliyor.
İlkellik yada karışıklık nasıl şiirin niteliğin­
den değilse büyük yada küçük şiir yazmak da
öylece şiirin yabancısıdır.

Bir şiirin büyük olması, konusuna değil yapı­


sına bakar.

Cahit Sıtkı Tarancı'nın ·Abbas" şiiri her in­


sanın kolayca duygulanıvereceği konulan sömür­
memiş ve şimdilerin modası olan bir takım iri kı­
yım sözcüklerle kılavuz süslere yüz vermemiş
bulunmasına karşın büyük şiirdir gene de:

28
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam,
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı,

Şu ağacın gölgesinde olsun;


Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.

Bas kırbacı sihirli seccadeye.


Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,

Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaştan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.,.

ŞİİR VE DÜZYAZI

Yazı dili derken düzyazı ile şiir arasına bir


uzaklık koymak gerekir.

Düzyazı yapma ise, şiir yapmanın yapmasıdır.

Ama bu, şiirin musikiyle bir tutulmasını ge­


rektirmez. Şiir ne melodidir, ne de bir çoklarının
sandığı gibi söylenerek yaratılmıştır.
29
Şiire ille bir anayurt aranmak isteniyorsa,
şiir düzyazıdan çıkmıştır denilebilir. (4)

ÜSLUP ÜZERİ NE

Ü slup için «Basit bir takım şeyleri karışık bir


biçimde söylemektir» deyenler cambazlık yapıyor­
larsa «Karışık bir takım şeyleri basit bir biçimde
söylemektir.» deyenler cambazlığın daha büyü­
ğünü yapıyorlar.
Bu anlayışların ikisi de, şairi, deveyi hendek­
ten atlatmağa değil , hendeği deveden atlatmağa
götürür.
Gerçekte üslup bir şiirden , bir tablodan, bir
heykelden çıkan anlamın ta ke!1disidir. Bunun da
basitlik yada karı şıklıkla alışverişi olmıyacağı
kolayca görülmel idir.
Basitlik yada karı�ıkl ık henüz bütün haline
varmamış taslakları n , karalamaların konusu ola­
bilir ancak.

HAMLET'İ N SÖZCÜKLERİ

Şiir ülkesinde sayı'nın geçerliği yoktur.


Şiirlerine bir sürü sözcük doldurmağa kalkan
şairler bunu hayallerinin genişliğinden çok kısır­
l ığından yaparlar.
Düşüncelerinde renk ve canl ılık bulunduğu-

30
nu sezinleyen sanatçılar, bu renk ve canlılığı di­
zelerine, sözcüklerin sayısına bağlı kalmadan,
aktarmaya çalışmalıdırlar.
Gerçeği şu ki, Hamlet'in sözcükler karşısın­
daki şaşkınlığı sözcüklerin tümünden yani yapıt­
tan gelen bir şaşkınlıktır, tek sözcükten değil.
Tek sözcüğün şiirde adı okunmaz. (5)

SÖZ OYUNLARINDAKİ
TEHLİKE

Mecazlar olsun, benzetmeler olsun yani bir


nesneyi başka bir nesneyle anlatmak sanatı zeka­
nın aşağı değil yüce bir katını gösterir.
Zeka ileri doğru atılışlarını ancak bu düşün­
ce alıştırmaları, düşünce oyunlarıyla sağlayabilir.

Doğrusu sağduyusuna kulak veren her sanat­


çı bunların gereğini kötülemekten kendisini uzak­
laştırmaya çokça dikkat eder.
Ama nedir, benzetmeler, sıfatlar karşısında
uyanık bulunulmazsa yapıt tümüyle tehlikeye
düşmüş de olabilir.

Jean Cocteau'nun şaire vebadan korkar gibi


sıfattan çekinmeyi öğütlemesi işte bu uyanıklığa
i şaret içindir, yoksa kimi şairlerimizin sandığı gi­
bi sıfat kullanmamak için değil.
Sabahattin Kudret'in şu :
Uzundur direkleri gemilerin
31
İnsanları mahzun.
dizelerinde de görülen özelden genele geçişlerin
ise çokluk şiire canlılığını yitirdiği kolayca dü­
şünülebilir.
Ama usta bir sanatçının elinde bu genelleme­
ler dokuncalı olmak yerine yararlı olmak yolunu
tutmakta hiç de gecikmez sanırım.
Zaten bir ozanın yapacağı en akıllı iş, bu ve
buna benzer tehlikeleri bütün söz oyunları kar­
şısında duyabilmektir.

SOKRATES 'TEN ÖGRENİLEN


DERS

Kimi okurlar da bu ilkelerin orta malı düşün­


celeri aşamadığına tutulursa onlara karşılığım
şu dur:
- İ lkin bildiğimizi iyi bilelim.
Doğrusu bizim bildiğimizi bildiğimiz bile çok
su götürür. ( 6)
LİR İ K Ş İ İR

Kimi sanatçı da «Ben lirik ozanım» diye övü­


nüyor.
Bugünkü günde içtenliğe ulaşmış kimi şiirler
lirik adına bağlanabilir. Buna diyecek yok.
Ama bu sözcük çokluk birtakım karanlık söz
oyunlarına karşılık tutulmaktadır.

32
Elbet şıırın böyle belirsiz ve yararsız terim­
lerle açıklanmasına akıl erdirilemez.
Doğrusu «Ben hesap bilir bir saymanını." ,
·Ben siyah derili bir zenciyim." tümceleri «Ben
lirik ozanım.» sözünden daha saçma değildir.

ÇELİŞKİ ÜZERİNE

Kim ileri bir yazıyı içinde çelişki bulunup


bulunmadığına göre değerlendiriyor.
Oysa güzel bir yazı, gerçekten güzel bir yazı ,
bir takım çelişkilerin karmasından baş ka tir şc:y
değildir.
DEGİŞI\11EYEN SANAT

Bir şair her şeyden önce yolunun dc�i.}ik ol­


m2�sına çalışmalıdır.
Geçen zaman boyunca şiir, sfınatçılarının hep
oyni yolu seçmeleri yüzünden hiç değişmemiş ya­
c' a pek az değ;işmiştir.
SEÇİLMİŞ Bİ Ç İ l'v1

Şiir, biçi mler içinden bir biçimdir.


En olgun biçim değil .
Bizde, tam olduğu düşüncesini uy"�;,:L.":::. P
Cehç.:::t Necatigil'in şu:
Çekelim üstümüze
O eski yalnızlığı,

Ufukta gün sönüyor,


33
Asfaltta, gerimizde
Taksilerin çığlığı,
Çarklar dönüyor.»
dizeleri bile yüzdeyüz çok daha başka, çok daha
değişik bir yapıyla örülmüş de olabilirdi.

GÖNÜL AKLI

Bilinç verilerinin duyu verileriyle pek öyle


ilişiği bulunmadığı yerleşmiş bir kanı olarak gö­
rünmekle lirik şiir yazanların alışverişlerinin de
zihinle değil, gönülle olabileceği sanılmaktadır.
Bu düşüncenin savunucularından Fransız şai­
ri Max Jacob Genç bir şaire öğütler adlı kitabın­
da lirikliğe kaynak olarak bilinçaltını gösterirse
de bunun denetimli bir bilinçaltı olduğunu da be­
lirtir.
Bizce bilinç verilerini en süzülmüş, en arın­
mış duygular diye kabul etmek yada gönül coşku­
larına aklın coşkuları gözüyle bakmak konuya
yGni açılar kazandırabilir.
Pascal'ın «Gönü l aklı,, deyimiyle anlatmak
istediği de aşağı yukarı bu olsa gerek.

SÜTTEN DUYULAN
ESTETİK HAZ

Şairin kaygıları ndan biri de şiirinin yaşamla

34
dolup taşması olmalıdır.
Yaşam.
Jean - Marie Guyau'nun bir bardak sütte bile
estetik hazdan laf açması bu yaşamın değerine
işarettir. C7J
ETRAFA BUYURAN ÜSLUP

Sanat üslup değildir ,derler ya inanmayın.


Sanat bal gibi üsluptur.
Ama üslubun bir tehlike olmağa varmaması
gerekir elbet.
Sanat ürününün dokuması dışına fırlayan,
onu zorlayan, onun üstüne çıkıp etrafa buyur­
mağa başlayan üslup çokluk sanatı öldürür.

Y ÜKSEK SESLE OKUYUN

Necati Cumalı dördüncü şiir kitabını ilan edi­


yor: Yüksek Sesle Okuyun.
Bu, kitap adı olarak insana bir şeyler düşün­
dürebiliyorsa da şiirin o büyülü alanı üzerinde
pek büyük gerçeklere parmak basmışa benzemez.
Şiir ne gramofonla duyurulur ne de yüksek
sesle yayılabilir.
Ama gene de bu düşünceyi umursamıyanlar
var diyeceksiniz.
Doğru: şiirin sesle birlikte bulunduğunu, ses
olmadan düşünülemiyeceğini kabul edenlerin sa­
yısı her nedense çokçeı,dır.
35
Oysa, şıırın sesle yayılması, yazılmasından
çok daha ayrı bir şeydir. İ kincisi baştanbaşa bir
işçilik sorunudur. Oyunun sahneye konulması
neyse, bu da olur.

NEZLELİ Ş İİR OKUYUCU!..A�I

Şlirin sesle bir�ikte yatıp kalkacağı düşün­


cesin i güdenler «Şiir yazmak» yerine « Şiir söyle­
mek» deyimini kullanmak eğiliminded irler
Bunlar nezleli yada falsolu bir sesin şiirin ya­
cı.� f.ıra. bulunmasında hiçbir kandırıcı zorunluluk

ileri süremedikleri gibi şiirin bir musiki olduğunu


kabullenmekten de çekinmezler.

N İÇ İN YEMEK Y İYORSUNUZ?

Bir soruşturma açıldı:


- Niçin şiir yazıyorsunuz?
Evet niçin şiir yazıyorsunuz?

Bu sesleniş, ilkanda, insana, önemli bir konu


karşısında kalınılmış duygusunu veriyor. Hele sa­
nat üzerinde hiç kafa yormamışları meydana çı­
karmak bakımından bu sorunun bir değer taşıya­
bileceği de düşünülebilir.

Ama sayın soruşturmacının burada küçük


bir noktayı savsakladığı kabul edilmelidir.

36
Kimi sorular akıldan geçirilmek içindir sade-
C8.
Bu denli soruları bir ikinci kişiye duyurmak,
duyuranın zekasına işaret sayılmaz sar11rım.
Sözgelişi, niçin yemek yiyorsunuz, niçin uy­
ku uyuyorsunuz? soruları gibi.

Şİ İR İN AL/'�NI

insanın şiire zekasıyla yaklaşması oldukça


güçtür. Hele körpe yaşlarda bu, hemen hemen
olanaksızdır.
Bir defa halkımız beğeni işlerinde kafanın
büyük bir payı olabileceğine, kaynağı belirsiz bir
önyargıyla karşı çıkmaktadır. Sonra, büyükler
olsun, delikanlılar olsun, her türlü okur, şiire duyu
organlarını kamçılayan bir nesne gözüyle bakma­
ğa eğilimlidir. Onun için gerek gençler, gerekse
zihnin verdiği hazzı en büyük haz diye belleme­
miş olanlar şiiri hevesleriyle yakalamak isterler.
Şiirin akılla kavranması çok sonra, duyuların
verilerine kulak veren alışkanlıkların giderilmesi
ve zekanın düzen yaratıcı ışığı altında yol alınma­
sıyla belirebilir.

TÜRK Ş İİR İN İN MEZBAHALIK HALİ

Bir gün bir şairin şu sözüyle irkildim:


- Ben Türk şiirine ineği getirdim.
37
Son 100 yıl içınde Türk edebiyatının mezba­
halık halini işte bu türlü düşünenler düzenledi.
Bunlar yeni'yi İ talyan şairi Marinetti gibi ço­
raplarının rengine bağlı sanıyorlar.

EDEBİYAT TARİHÇİLERİ.
ONLAR YOK MU?

Edebiyatta şunu getirmenin bunu götürmenin


bir anlamı yoktur. Gerekli olan, iyi ve değerli bir
yapıt yaratabilmektir.
Şunu, bunu götürüp getirmenin sanat oldu­
ğunu bizim edebiyat tarihçilerimiz çıkarmıştır or­
taya.
Yeni konular sağladığı için Tevfik Fikret'i
ozan diye başımıza saranlar da onlardır.

GERÇEK ÜZER İNE

Doğrusu bir ozanı ünden üne sürükliyecek


şey gerçek yolunu görebilmektir.
O yoldan gitmek ikinci derecede kalır.

KANT

Kant sanatı yanlış yollara sürüklemek için


ter döküyordu.
Yargı Gücünün Eleştirisi adlı kitabında yü-

38
ce'yi güzel'den de üstün bir değer yargısı olarak
ileri sürüşü bunun açık ve seçik bir örneğidir.

ŞİİRİN UZUNLUGU

Şiirin bir de belli bir uzunluğu olmalıdır.


Kimi şair bir iki dizeyle güzelliğe vardığına
inanıyor ama gerçekte bu, ağaç yerine yaprakla
yetinmek isteyen gönül yoksullarının işidir.
Şiir bir bütün etkisi yapacak nefese ulaşa­
bilmelidir. C8l
Cahit Külebi'nin 16 dızeden meydana gelmiş
olan «Çare» adlı şiiri bu ilkeye gösterilebilecek
en iyi örnektir.
Bu şiirin daha az sayıda dizeyle yazılabilece­
ğin i düşünmek yada savunmak pek yakışıksız ka­
çar sanırım .

Bu yerlerin havası ağacığım


Bize yaramadı,
Gün be gün zayıflıyoruz
Ne üst ne baş kaldı.

Sen hergün akşama kadar ağacığım


Anaya hasret, babaya h as ret ,

EkP--ıeğ·e, insan yüzüne,


Sokaklara hasret.

39
Lavanta kokuları gelir uzak mahallelerden,
Yel estikçe sıra sıra kavaklar sallanır.
Bir fakirlik, bir yalnızlık, bir gurbet
İnsan nasıl olsa katlanır.

Türkiye uçsuz bucaksız, ağacığım.


Bu yerlerin havası bize yaramadı,
Kalkıp başka şehirlere gidelim artık
Ç":"n l:dI!ladı.
TAKLİTÇİ ŞAİRLER

Çağları gözden geçirin, kötü ve anlayışsız sa­


natçıl2.rın hepten usta şairlerin paçalerma yı>_p�ş­
tıklarını, onlara tebelleş olduklarını görürsünüz.
Bu takli tçiler en büyük hüneri kendi çapl an­
!'ıı:r1 üstün deki şairlerin yaratmalarını , çalışmala­
rını yinelemekte yada aktarmakta bulurlar
Ayni çağ içindeki sanat ürünlerinin gerek ko­
nu gsrekse yapıtı işleyiş bakımından biri birlerini
;-;-j-�:-1.:;,l::xı, hele ki:::ı�ler'.r örnek belledikleri
yapıtlardan ayırdedilemiyecek bir hale düc;meleri
hep bu yaratma yetersizliğine dayanır.
Bun a karşılık kerliferli şairlerin de küçük
şairlere öykünmekte yada onları kovalamakta bi­
rincilerden hiç de aşağı kalmadıkları söylen meli­
dir. Bun lar durumları bakımından , örnek tuttuk­
ları şiirin gerektiğinde kendilerinden aşırıldığı
sanısını uyandırabilecsklerini umduklarından,

40
Tanrının günü, henüz üne kavuşmamış sanat der­
gilerinde pırıldayan şiirlere makas vurmağı bü­
yük bir başarıyla sürdürürler.

Bu kutsal görevi yalnız şairlerin değil roman­


cıların, hikayecilerin, eleştirmenlerin katında da
izleyebiliriz. Hele eleştirmenler, inceleme yada
eleştiri yapıyor yollu yorumlara zaten elverişli
bulunan yazılariyle, bu işi teknik bir konu sınır­
larına ulaştırmakta pek ustadırlar. Gerçi kimi
eleştirmen, düşünceyi kendisinden aşırmış olduğu
genr, yazarın adını yazısına almakla bir doğruluk
dersi veriyora benzerse de aslında bu, kendisini
o genç yazarla karşılaştırmak ve genç yazarı
yere çaldıktan sonra bir punduna getirip kendi­
sini yüceler yücesi ilan etmek işine bir basamak­
tan başka bir şey değildir.

Demek, ayni çağ içi:1e c;;rcn yapıtların birbi­


rine benzemesi kötü sanatçıların iyileri, büyükle­
rin de küçükleri tam bir namusluluk ve bağlıiıkia
kopya etmelerinden ileri geliyor?
Hayır.
Bu taklitçiliğin yanı sıra, bir de kendi çağının
güçlü, yada güçsüz bütün yapıtlarına damgasını
basan, yapıtların dokunuşunda kendisini telli
eden bir dünya görü ş ünden, bir yaşama üslubun­
dan da laf açmağa gerek vardır.
Ama, bu, apayrı bir sorun.

41
diklerini kabul etmek hayli güç olmakla birlikte
kimi noktalar üzerinde meramları anlaşılabilir.
Milyonların şiiri, milyonların sanatından laf
açanlar çokluk bu deyiş üzerinde anlaşmış görün­
müyo�-�ar. I�im�sı bu deyişle sanatın yığın larca
anlaşılmasını önerirken başkaları bunu, halkın
dertlerini, üzüntülerini ele alan sanat diye ta­
nımlamaya kalkışıyorlar. Bir üçüncü çeşit savu­
nucu ise geniş topluluklarca beğen ilen, pohpoh­
lanan kitapların o geniş toplulukların dertlerini
deşen yapıtlar olduğunu söylemeyi yeğliyorlar.
Aksaklık açık olarak görünmektedir sanırım.
Bir kez, milyonların yada üçlerin, beşlerin
dertlerinden laf açmak sanatın olanakları soru­
muyle ilgilidir ki, bunun, sanatın değerlendirilme­
si işi olan, milyonlara genişlemek işiyle karıştırıl­
maması gerekir.
Sonra, sanatın üç, beşin mi yoksa milyonların
mı acı ve sevinçlerini eşelemesi gerekeceği, sana­
ta alan göstermek ve sanattan o alan içinde at
oynatmayı istemek anlamına geleceği için bu, da­
ha başlangıçta, sanatın varlığına bir saldırganlığı
yada bir saygısızlığı haber vermektedir.
Demek oluyor ki, milyonların sanatından yı­
ğınlara seslenen yapıtları anlayanlar, bu terimi
milyonların dertleri karşılığı tutanlardan daha
sağlam bir yolda ilerlemektedirler.

42
Ş İİR İ Ç İN OKUL

Şiir okullarda öğrenilir.


Resim de atelyelerde.
Ama bugün şiir üzerinde açıklamalara v0
yorumlara girişen hiçbir okul tanımıyoruz.
Evvelleri bu, meslekte ilerlemiş usta şairlere
düşermiş.
Öyleyse her şeyi bırakıp şiir okulları açalım
diyeceksiniz.
Evet.
Yalnız benim bu sözlerimden o soğuk, o öğre­
tici koşuklardan yan a olduğum sanılmamalı.
Şiirin öylesi hiç bir yerde belletilmez.

SANAT VE MESLEK

Başkaları da yazdı:
Sanatçı sanatını meslek haline getirmelidir.
Rönesansın kazancı, çağımızın yoksulluğu iş-
te hurdan geliyor.

MİLYONLARIN Ş İİ Rİ

Çokları, milyonların tiyatrosu, milyonların


şiiri diye tutturmuş; sanatın yığınlara, halka ses­
lenmesi gerektiğini savunup duruyorlar.
Bu gibileıin ne demek istediklerini iyice bil-

43
ALKIŞLANAN YADA
YUHALANAN YAPITLAR

Peki yığınlarca beğenilen, alkışlanan yapıt ne


dem:�-::�ir?
Azlığın olsun, bir kişinin, iki kişinin olsun
değerli bulup da çokların umursamadığı yapıtları
aşağılık mı sayıyoruz?
Sanım o ki, değerlendirme işinin, yapıta alkış
tutan yada yuha çeken insanların sayısından çok
daha değişik temeller üzerine oturduğunun bilin­
mesi zamanı gelmiştir.
Ama çevremize bakarsanız, işler hiç de bu
denli ele alınmamaktadır. Kalabalıkların beğen­
meleri, hor görmeleri çokluk sanat alanıyla ilgili
olmıyan ölçülerle yürütülmektedir. Kalabalıklar
bir yapıta akıllarıyla değil de murdar ilikleriyle
yaklaşmayı istiyorlar. Bu yüzden de sanat ürü­
nünün tartılması, kantara vurulması işinde çok
yanıltıcı sonuçlara varıyorlar.

KANTAR SORUNU

Doğrusu, bir yapıtın nesnel olarak ölçülmesi,


insanın, kendinden, çevresinden gelen bir takım
önyargılardan, bilinçaltı verilerinden, değerlendi­
rilmesi istenen yapıtla ilgisi olmıyan duygulardan
ve daha bir sürü birinci derecedeki şaşırtma

44
araçlarından temizlenmesiyle mümkün olacağı
için, kendisini böyle bir dizi zorluğa sokması ge­
rekeceği üzerinde bir düşünceye varmamış olan
halk, çoğu zaman, bir yapıtın iyisiyle kötüsünü
birbirinden ayıramıyacak bir durumda bulunur.
Onun için iyi bir kitabın kokusunu almak, ancak
arıklaşmış ve yüzyıllardan geçe geçe süzülmüş,
incelmiş bir beğeniye göre ayarlanan ve yanıltıcı
bir takım duygularla önyargılardan kendini kur­
tarmak başarısını elde eden birkaç kişiye nasip
olabiliyor.

DESCARTES'İN
GÖSTERDİGİ YOU
Alaya alınmasın:
Yeni bir şiire erişmek isteyen her ozan işe,
sanattan kuşkulanmakla başlamalıdır.
Descartes gerçek arayıcılarına bu yolu daha

Daülar teki.n değil


Köyler yakın değil
Su ınuC.ur, rüzgar mıdır akan,
Belirsiz aşağıdan .
. .

Kanlı bir hançer gibi çıkı yor ay,


Vay benim vay halime vay!
Sanki .. dur!» diyecek bir yerden birisi
Ya bu kurt sesi, ya bu kuş sesi!. .
. . . .

45
Ameı. nedir, şaırın, dizelerini düzerken şıırı
yalnız bu yöne dayandırmamış olması ve şiirin ,
sözcüklerden çok ayrı bir şey olduğunu bilen bir
anlayışla çalışmış bulunması şiiri ayakta tutabil­
mektedir.

GERÇEK ÜZERİ NE YÖ NTEM

Benim bu yazdıklarımda bir takım yanılma­


lar vardır.
Bunu, kendim inanıyor değil de, böyle oldu­
ğunu sanacakların da çıkabileceğini ve böy�eleri­
nin çokça olacağını düşündüğüm için söylüyo­
rum.
Ö yle olsa da ne çıkar?
Bir takım yanıl malara düşmeden gerçeğin
kavranılmasına olanak var mıdır?

SAG LAM B İR Ş İİRE


Ö RNEK

Rüştü Onur'un, gerçekten rahmetli Rüştü


Onur'un şu ·Memnuniyet" şiiri usumdan hiç çık­
mayan bir şiirdir:

Benden zarar gel mez


Kovanındaki arıya
Yuvasındaki kuşa;
Ben kendi halimde yaşarım

46
Şapkamın altında.
Sebepsiz gülüşüm caddelerde
Memnuniyetimden;
Ve bu çılgınlık delicesine
İçimden geliyor.
Dilsiz değilim susamam
Ö yle ölüler gibi
Bu güzel dünya ortasında.

Ben bu şiiri, heceyle aruzun o bilinen sesle­


rinden kendini kurtarmış saydığım gibi, onda, öz­
on yedinci yüzyılda gösteriyordu.

ARAŞTIRMA BİTER Mi?

Çoğu kimse «araştırma" sözcüğünü hafife


almaktan çekinmiyor.
Bu baylara göre «Sanat araştırmadır» , « Şair
araştırmalar yapan kişidir» tümceleri bir noktaya
kadar anlamlıdır. O noktadan sonra ise yapıt gö­
rünmelidir.
Doğrusunu ararsanız, cu bayların istedikleri
çok ayrı bir şeydir: Onlar motorla işleyen arabaya
at koşmağa çabalıyorlar. İ şin kötüsü kimi zaman
bunda başarı da elde ediyorlar. Ama bunun, hem
kendilerini hem de kendilerine inanmak bahtsız­
lığını gösterenleri aldatmaktan başka bir işe ya­
radığı yok.

47
Sanat, sanat!
Sanatta araştırmanın bitmesi değil sürgit ol­
ması düşünülebilir.

YANLIŞ BİR SANI

Kimi sanatçılar da kendilerini sözcüklerin


büyüsüne kaptırmaktan kurtaramıyorlar.

Bunlar herhangi bir sözcüğü şiirlerinde güzel


bir biçimde kullanmak dururken çabalarını cicili
bicili sözcükler araştırma ve kullanmada yitiri­
yorlar ki, bu da «Şiire şu sözcük girer, şu sözcük
girmez., yolundaki yanlış sanının bir başka kılıkta
hala perende attığını gösteriyor.

Aşağıdaki şiirde şairin; katır, Abdülkerim, $i­


irt, Beyti�:J:ı::;b�b, çırçır gibi az kullanılmış yada
hiç kulbmlmamış sözcüklerden yararlanmaya
kalkıştığı ve bununla oku yucu üzerinde bir t2p2-
den inme etkisi uyandırmak istediği açık olarak
görülmekte:'iı·. Hele Abd ülkerim, Beytüşşebab
sözcüklerinin bir de ç1nçınlı bir ses taşıması bu
saıııyı güçlendirece�{ n itsliktedir:

Bozmuş ?.sabımı hirc'.'.'.'.',im ��atır,


Geceyİ, ormanı kemiren çırçır,
Katırcı Abdülkerim'in hikayp,si,
Her taşın, her ağacın gölgesi,

48
Etrafa bakınarak gidiyoruz . . .
Ö yle bir yere varmı ş ki yolumuz;
Siirt le Beytüşşebab arası.
'

Bıçak açmıyor ağzımızı,

gür şiirlerin pek azına nasip olan bir sağlamlık


da bulurum.
Bundan başka; şairin, dizelerinde, yineleme­
lerle düş aşırılıklarına yer vermeyişi, ileri bir
anlayışı ortaya koymaktadır.

KUŞKUCULUK

Gerçeğin ardından koşan bir sanatçı kuşku­


nun ışığı al tırd� yürüyebil melidir.
Aİna kuşI··· '·-sanı gerçeğin yok sayılmasına
değil, gerçeği:-ı · :arşısında başka gerçekler de bu­
lunduğu sonucuna götürdüğü süre güzel ve yarar­
,
lıdır.
Kuşku culuğu Montaigne de böyle anl ıyordu.

DİZELER

Bir dize nedir, yaşantılar mı?


Göz kırpmadan karşılık veriyorum: evet.
Ama dizenin meydana gelebilmesi için yaşan-
tıların canlılığını, etki gücünü yitirmesi, daha
doğrusu canlılığını, etki gücünü sanatçının kafa-

49
sında yer alan ı::v rene aktarması beklenmelidir.
Bu da duyguların bizi avuçlarının içine aldığı,
göıılümüzc, zihnimize baskı yaptığı süre, bizim
sağlam dize adına bir şey kurmamıza olanak ol­
madığı anlamına gelir.
Yaşantılar bize, hiç mi hiç, egemen durumda
bulunmamalıdır.
İ stenilecek şey O nları, bizim buyruğumuz
altında tutabilmektir.
Doğrusu yaşantılarına tutsak aşık kişilerin,
gerçek aşık kişilerin, ortaya büyük bir yapıt ko­
yabilecekleri düşünülemez. Bu gibilerin yazıların­
da rastlanılan yer yer renklilik ve gönül zengin­
liği belirtileri yapıtın bütününü kaplayan ölçüsüz­
lük ve oran sızlık yanında küçük bir ışık olmak-
tan Eeri gidemez. �
Choderlos De Laclos'nun Te hl ilrnli Alakalar'ı
yazarl�en aşık olmadığını yani aşkının yada aşkla­
rının coşkularına kapılmadığını biz bu romanın
çok içli bir sevi romanı oluşundan çıkarıyoruz.
Mme De Lafayette için de ayni şeyi söyliyebi­
liriz. (9)

ENDAZEYİ AŞAN ÖVGÜ

Ö vgünün bir endazesi olduğu ve bunun övülen


şiirin değeriyle sınırlı bulunduğu herkesçe bilinen
bir gerçektir değil mi?

50
Nerdeee?
Yazılmış eleştiri yada övgüleri gözden geçirin,
bunların yapıtın nesnel değeri yerine övgucu
yada sövgücünün özel duygu yada eğilimlerini
belirttiğini görürsünüz.
Oysa, öte yanda bir şiire bel bağlamak için
onun, makbul sayılan anlayıcılar değil, herhangi
bir kimse tarafından övülmüş olmasını bekliyen
binlerce okuyucu vardır.

B İR ŞARKI

«Şiire şu sözcük girer, şu sözcük girmez,. yo­


lundaki yanlış sanı şiiri bir konu sananların gö­
rüşüne dayanır.
Oysa, şiirin bir bütün yada bağımsız ve özel
biçimli bir yapı olduğu düşünülecek olursa bütü­
nün dışında başka bir nesneyle ilgilenmek gere­
keceği yada ilgilenme halinde bunun sanat ürü­
nünün anlamını etkileyeceği kolaylıkla kabul
edilebilir.
Şiirin bütününü unutmağa yönelen çırpınış­
lar bir vazo yada testinin ortaya koyduğu biçim
yada anlamla değil de vazo yada testinin çok
berisinde kalan ve o biçim yada anlamla hiç de
alışverişi olmıyan pişmiş-toprak yada kille didiş­
meğe benzer.

51
Vazo yada testi konusunda kimsenin kilden
ycı,da pişmiş-topraktan söz etmesi beklenmediği
halde şiir üzerinde sözcüklerden laf açılması on­
ların bir başlarına da bir anlam taşımalarından
ileri gelmektedir elbet.
Sözgelişi:
«Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.»
dizesinde «nihayet bulmak» fiilinin anlamı bir
başına ele alınırsa « Ömrüm seni sevmekle niha­
yet bulacaktır.» dizesinden çıkan anlamla hiç bir
girdisi çıktısı yoktur.
Buradaki anlam dizeyi yapan o beş sözcüğün
çok üstüne yada çok ilerisine geçebildiği halde
gerek «nihayet bulmak» sözcüğünün gernkse
öbür sözcüklerin bir başına olan anlamları çok
o.,yn bir düzen i, alan ı ilgilendirir.
Bü tün bunlara karşılık ozanın sözcüklere yüz
vermeyen bir insan olduğu da sanılmamalıdır.
Şair sözcüklerle ilgilenir. Dahası, sadece onlarla
ilgilenir. Ama bu ilgi şiirin bütününü kavrayan
çalışmalar açısından olabilir ancak.

GENE DEGİRMEN üzı<.:n.iı..;E

Sanattan anlamak, gerçekten , üç beş kişiden


öteye geçemiyor.
Sanat ürününü değerlendirirken yanılmala­
ra, sapıtmalara kapılmamak için bir beğeni ve

52
sanat eğitimindt n geçmek gerektiğine sadece bu
üç beş kişi inanıyor çünkü.
Ama, üç beş kişinin beğenisine göre ayarlan­
mış bir yapıtın da öyle halkı eğlendirecek, avuta­
cak, bir yönü pek yoktur denilebilir. Bu bakımdan
VaJP.ry'nin bir şiiri, Shaw'ın bir oyunu belli bir
o�mnma sımrını hiç mi hiç aşamıyacaktır. Zaten
bu yapıtların kalabalıklarca beğenilmesini iste­
mek de yapıtın kötülüğünü, kaknemliğini peşin
olarak kabul etmekle birdir. (1 0)
Nedir Don Kişot gibi, Karamazof Kardeşler
gibi büyük sayılarca okunan kitaplar da değerli
olabiliyorlar. Yalnız bunların yığınlarca beğenil­
mesi, onların gerçekten seviyeli olmalarından
çok, halkı oyalayacak yöntemi de içermelerine da­
yanmaktadır.
Kaldı ki, kalabalığın o yapıtları beğenişi ile
azlığın beğenişi arasında da ayrılık vardır. Yığın­
lar, Don Kişot'un değirmene saldırması karşısında
kaba kaba sırıtmaya hazırlanırken, azlık, o olay­
da, insanlığı kemiren dertlerin depreştiğini gör­
mesini bilir.
İLKELER İ N ROLÜ

Kimileri şiir yazmak için böyle uzayıp giden


bir takım ilkelerin gereksizliğine inanabilir. Doğ­
rusu, ben burada şiiri kolay yazılır bir hale ge­
tirmeğe değil, zorluğuna işarete çabalıyorum. (1 1)

53
KENDİ ÇAGINI YAŞAMAK

Bir sanatçı ancak kendi çağını yaşamakla


yeni bir sanata varabilir.
Ama kendi çağını yaşamak, zamanının beğe­
nisine, düşünüşüne sıkı sıkıya bağlanmakla değil
de, eski çağların beğenisine, düşünüşüne aldırma­
makla olur.

EGLENCE ARAYAN HALK

Kimi de, sanat ürünü hem değerli olsun, hem


de halkın ilgisini uyanık tutsun diyor.
Bence bu düşünce de temelsizdir.
İ lkin , şundan: Sanatçı halkı oyalamakla yü­
kümlü değildir. Sanatçının halkı güldürmek gibi
bir düşüncesi olması, onun sanat kurallarını, sa­
nat ilkelerini bir yana bırakması demektir. Sonra
şundan: Halkın sanat ürününü anlamadan, ondan
hoşlanması isteniliyorsa, bu da boşuna bir yor­
gunluktur.
Halkın daha çok eğlenebileceği şeyler vardır.
Burada bir roman için söylenmiş bir sözü
hatırl ıyorum:
..Etlenmek isteyenler başka yana!,,
Evet başka yakalara.
Ama azlıtın, Gide'in deyişiyle Efendi Adam-

54
lar'ın, sının ille genişlesin denilecekse, yapılacak
iş çok başkadır:
Yığınları da sanat ve beğeni eğitiminden
geçirmek.

ALMAN ULUSU VE
NİETZSCHE

Bir nokta daha


Sanatın halka doğru genişlemesini isteyenler
de gene eleştirmenler, aydınlardır. Milyonlar ken­
di adlarına yapılan tartışmalara, söğüşmelere ba­
na mısın demeden yaşamaktadırlar.
Nietzsche, Alman ulusunun budalalığını dün­
yanın dört bir bucağına bangır bangır yayarken,
Alman ulusu, değil Nietzsche'nin sözlerini Niet­
zsche'nin kendisini bile sezinleyemeyecek kadar
domuz etine ve birasına gömülmüştü.

ŞAİRİN KİŞİLİGİ

Şair, gerçegın bir yorumuna, ortada dolaşan


dille söylemek gerekirse, tefsirine ulaşmış kişidir.
Gerçeğe belli bir açıdan değil, herhangi bir ara­
lıktan bile bakmasını beceremiyen bir adama na­
sıl sanatçı denileceğini benim aklım almaz doğ­
rusu.
Ayni nedene dayanarak, «Düşünceıen ne

55
olursa olsun, şairlerin öyle bir içgüdüleri varc: ı r ki
bu, doğru yolu bulmak ve sağlam şiire varmakta
onları her zaman için destekler» diyenlerin, yani
o şairin kişiliğine inanmıyanların sözlerini de yer­
siz bulurum ben.

Şu, kabul edilmeli ki, renkler, sesler, tadlar


dünyasıyle ilgili açık ve seçik düşünceleri bulun­
mayan bir insanın sade suya bulguru, aşure diye
önümüze sürmesi hiç de olanaksız değildir

ÖLÇÜ

Bir sanat ürününde gereksiz olan da gerekli


olan kadar gereklidir.

Yalnız gereksiz olanın bir yerde durması, bir


yerde bitmesi gerekir ki usta sanatçı işte bunu
bilendir.

Ama kimi sanat ürünleri de salt gereksiz öğe­


lerle dolup taştığı için güzel adına hak kazan­
mışlardır.
Şu "Kırk İ kindi Yağmurları" nı okuyal ı m

"Sabahları aşık değilim dedim


Hakikaten de öyleyi md ir.

Her sabah rahat neşeli olurum


Hatta sesime bakmadan türkü söylerim

56
Herkes gibi işime giderim ben de
Çalışmak sanki özlediğim bir şeydir
Sonra yavaş yavaş o aklıma gelir
Havam bulutlanır gitgide.

Peşinde koşmaktan yorgun düşerim.


Çekilmez olur artık şehir
Bfiirim şimdi kırlarda
Bir hayvan sakince suya eğilmiştir
Trenler geçip giderken küçük kuşlar
Durmadan yer değiştirir telgraf tellerinde.•

Necati Cumalı 'nın ya z d ı ğı bu şiir y uk ad a


söylediklerime uymuyor mu?

KOLAY ŞİİR

K i m i leri d e , kolay yaz ı l m ı ş , damgası yla, kim i


ş i i rlerin yüzü n e kara ç a l m a k istiyorlar.
Oysa A h m e t M u h ; p D ra n a s ı n şu " A t l ı Ka­
'

r • n ca,, şiiri n d e n de anlaşılacağı üzere, k o l a y ya­


zılmış duygu s u n u veren şiirl er, g er ç ekte , büyük
b i r çaba, b ü y ük bir e mekle dokunmuşlsxdır

Ne çektik böyle gülünceyedek


Eh işte şeniz hep bu düğünde
Ifrnm şen bir deliler evincie
Yirmisinde hemşirem Vanda

57
Babam tahta tezgahının üstünde
Ben bir hayal atının sırtında
Ve anam mahzun ölünceyedek..

Kolay yazılan şiirler bu ve bu gibiler değil ,


zorumsu bir çeşni taşıyanlardır.

COŞKULAR

Şiir coşkuyle yazılmaz.


Coşkuyle yazılmış etkisini uyandıran şıı;:ı,
bile hesaplı bir düşünce, hesaplı bir duyguyla
düzülmüş tür.
Gerçeği şu ki ozanlar, coşkuyu duyularıyle
değil uslarıyle kavramak istemeği yeğlerler.
Coşkunun yeri; günah çıkartma yada evlen­
me önerisi yapma gibi yürek hoplatıcı sahneler­
cledir ancak.

MAKBER

Benim «Güzin,, üzeri ne yazdığım şiirlerin gü­


zel d aha doğrusu o kadar güzel olmamasının ne
deni de budur.
O 0iirlerin kimi dizelerindeki korkunç başa­
rışızlık, benim o şiirleri yazdığım zamanki coş
kularımın bir sanat ürününü yokedecek katla:.
güçlü oluşuna dayanmaktadır.

58
Hamid'rn ·Makber• 'i için de ayni şeyi söyli­
yebiliriz.
·Makber .. 'e boğucu bir hava veren «haşiv ..
lerle «zaafı telif,. lerin, gönül kabarmalarının şai­
rin yakasına yapıştığı anlarda çiziştirilmiş oldu­
ğunu kabul etmek hiç de yanlış değildir. Kitabın
inci gibi pırıldayan dizelerini ise Hamid, duygu­
larının baskısından kurtulduğu o mutlu saatle­
rinde yaratmış olmalıdır.
Zaten «Makber" 'in , Fatma Hanım'ın ölümün­
den çok önce yazılmı ya başlanması; bu, şiiri tra­
gedya sanan şairin, ölümün insana verebileceği
derin coşkularla sarsılmaya hiç de niyetlenmemiş
olduğunu açık bir biçimde belli etmektedir.

İYİ DUYGULAR

Coşkunun yanı sıra bir de «iyi duygular» göz­


den geçirilmelidir.
İ yi duygularla kötü edebiyat yapılacağını
Frn.nsız yazarı Andre Gide söyler.
Yalnız bu sözden bir yapıtta iyi duyguların
bulunmaması gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır.
Burada sal t iyi duygulara yer verip sanatı umur­
samadan yazı çiziştirenler suçlandırılmak isten­
mektedir.
Yoksa yurtseverlik, onurluluk, ağırbaşlılık

59
yada duygululuk ile dolup taşmış kitaplar çoktur.
böyleleri daha çoktur.

OKURLAR VE ELEŞTİRMENLER,
ŞU BENCİL YARATIKLAR

Okurların edebiyat ürününü değerlendirme


işinde hiçbir sağlam temele dayanmadıkları artık
açıkça söylenmelidir.
Bu gibiler şiir yada romana eğlence gözüyle
baktıkları gibi onlarda, doğruluğu kendilerince
bellenmiş düşüncelerin, orta malı sözlerin yine­
lenmesine de pek dikkat ederler.
Okurların bu tutumu kolaylıkla açıklana bilir.
Onlar kendi düşüncelerine sanat yapıtlarında
rastlamakla bu düşüncelere kendilerinin daha ön­
co varmış olduklarını düşünerek sonsuz bir haz
duyarlar. Oysa kendi görüşlerine uymayan dü­
şünceler kendi uslarına bir saldırışı yada bir say­
gısızlığı dile getirmesi yada hiç olmazsa böyle bir
olasılığı taşıması bakımından bu bayları haklı
ol .:;.rak fitil etmektedir.
Okuyucu bencildir, kendini beğenmiştir.
O sanat yapıtı karşısında bile kendinden bir
şey vermek istemez.
Sanat ürünü önünde boyuneğmenin onur kı­
rıcı olduğunu okuyucu, kendi küçük ruh hesap­
l arına dayanarak çok önceden görmüştür.
Eleştirmen de böyledir.
60
Eleştirmenin beğeneceği bir yapıt çokluk
kendi ününe ve çıkarına dokunmıyan ve okun­
duğu zaman anlaşılmasında zorluk bulunmayan
orta çapta kitaplardır.
Kendilerini beğenme, sanatçıyı da beğendir­
me durumunda gören eleştirmenler kendi anlayış
ve beğenilerini aşan bir yapıtla karşılaşabilecek­
leri olasılığını hiç mi hiç kabullenmek istemezler
Doğrusu şu ki , okuyucu katında olsun, eleştirmen
katında olsun aşağının bayağısı bir yapıt karala­
yan ama okuyucu yada eleştirmeni şakşaklamak­
tan geri kalmıyan sanatçı ( ! ) , ince bir zeka ile
ılrülmüş bir kitap yazan ama okuyucu yada eleş­
tirmen denilen bencil yaratıkların sersemliklerini
ve anlayışsızlıklarını yüzlerine vurmaktan çekin­
meyen sanatçıdan yeğdir. (12)

SANAT VE MODA

Şimdilerde sanatın moda olduğu ve her çağın


kendi sanatı bulunduğu kale alınmak istenmiyor.
Bunun nedeni ortada
Moda sözcüğüyle hafiflikler, bayağılıklar, tat·
sızlıklar anlaşılıyor çoğu kez.
Oysa moda; sanatın yada belli bir çağ sana­
tının öyle uzun boylu tutnamıyacağına işaret yo­
l unda kullanılmaktadff.
Doğrusu, sınırı çizilmiş bir çağ içindeki sana-

61
tın sürgit olacağını, yani yüzyıllara doğru taşaca­
ğını sanmak çokca iyiniyetli olmak ve burnu ha­
valarda dolaşmakla birdir.

Beğeni dediğimiz şey, insanlara göre değiştik­


ten sonra, kuşaklara göre haydi haydi değişir.
Böyle olunca da beğenisi başkalaşmış yada yepye­
ni bir alana kaymış bir toplumdan, eski beğeniye
uyularak yazılmış yapıtları baştacı etmesini nasıl
isteyebiliriz?
ÇALIKUŞU

Sanatın özüyle ilgilenenlere, mamutlar, pte­


rodaktilüsler gibi soyu ortadan silinmiş yaratıklar
gözüyle bakılsa yeridir hani.
Sanatın özü.
Başını çevirip de bununla aşnafişnelik eden
kaldı mı ki?

Hemen hemen hepimiz, yapıtta, şundan yada


bundan laf açılmış olmasını yada olmamasını
yapıtın başarıya ulaşıp ulaşmamasından yeğ tu­
tuyoruz. Yapıtın, ötesine, berisine takılmayıp bize
estetik bir haz verip vermediğine bakmak hiçbi­
rimizin aklına gelmiyor.
Dağarcıklarımızı yoklayalım; Reşat Nuri'nin
Çalıkuşu'nu Feride'nin çileli yaşıntılar içinde kıv­
ranmasından sevdiğimizi görürüz. ( 1 3)

62
GÜZEL SÖZCÜKLER Y APICILIGI

Benim ilkelerde savunduğum düşüncelere ba­


karak şiiri « Güzel Sözcükler Yapıcılığı,, ile bir
tuttuğum sanılmamalıdır.
«Güzel Sözcükler Yapıcılığı,, divan şairleriyle
hececilerin büyük bir dikkat ve gösterişle ele al­
dığı boş ve kof bir sanattır.

MAVİ KUŞ

Başka bir ilkede de yazdım:


Yapıtlar «gerçekten daha gerçek,, olmağa
bakmalıdır.
Gerçekten daha gerçeği yada sadece gerçegı
ele geçirmemiş yapıtlar, uydurukluktan öteye ge­
çemezler.
Bir hayaller ve düşler dünyası üzerine otur­
tulmuş gibi görünen Maurice Maeterlinck'in
«Mavi Kuş « 'u türünden yaratılar bile, temelini
araştırın, gerçeği bir simge içinde vermeğe çalı­
şırlar. Böylelerinin gerçekten uzaklaştıklarını
söylemek haksızlıkların en büyüğüdür.

NEFES SORUNU

Kimi sanatçı nefesli oluşunu belirten bir ya­


pıt ortaya koyduktan sonra artık her türlü ça-

63
lışmanın sona erdiğini sanıyor.
Du hal ise bu gibileri az zamanda yet2nek­
lerini yitirmeye ve edebiyattan ayrılmağa götü­
rüyor.
Demek sırf kumaşı olduğunu belirtmek yeter­
li c 2 }il.
Evet, sanatçı buna bir de çalışmasını katma­
lıdır. (14)
SANATTA EKS İ KLİ K

Şiirin tam biçimini alması, olgunlaşması hiç­


bir vakit b eklenemez.
İ yi bir şiir bile, her zaman için kimi eksik­
L.kl er taşir.
Ama bu eksiklikler, şiire hiç de kötü dedir­
tecek oranda olmamalıdır.
Gen ç yaşta ölen ama çok uzun ömürlü şiir­
ler yazmış olan Muzaffer Tayyip Uslu 'nun şu
c:�şı:ı,ğ·idaki ş i iri nde kimi tökezlemeler kimi cılızl : k­
lar v ard ı r herhalde.

Sözgelişi yedinci, sekizinci ve dokuzuncu c u ­


zelordc «içi n ,, sözcüğünün üç kez yin elenmiş ol­
ması kaçınıl ması gereken bir kusur olarak beJır
m e ktedir.
Ama ş:lri okuyun, göreceksiniz ki pek az şiırc
nasip elan bir tatlılık sizi, daha il k dizeden, ne
diyorum, ilk sözcükten sarmağa başl ayacaktır
Bilmelisiniz ki insan kardeşlerim
Deniz denilen bir şey vardır yeryüzünde
Ve gökyüzü mavidir ekseriya
Sonra aklınızda bulunsun
Ne olur ne olmaz
A!dınızda bulunsun
Yalnız yaşamak için geldik bu dünyaya
Başlca hiç bir şey için değil
Mesut olabilmemiz içindir
Ne varsa bu dünyada
Gökyüzünden tutun da
Ağaçların meyvesine
Hatta gölgesine varıncaya kadar
Ne varsa bu dünyada
Mesut olabilmemiz içindir
Aklınızda bulunsun

HOMEROS'UN ACIKLI
DURUMU

Sanatın moda olduğunu herkes biliyor.


Gelgelelim birçokları edebiyat tarihleriyle
müzelerin ne işe yarayacağını kestiremedikleri
için bu düşünceye yanaşmak istemiyorlar.
Oysa. edebiyat kitaplarının yalanlarl a , hiç
değilse yanılmalarla dolu olduğu ve müzelere gi­
ren yapıtlan,..... daha çok raslantılara ve dostlukl::>.­
ra bağlı kaldığı düşünülür ve Homeros, Dante

65
gibi ululukları sanat tarihlerince ayyuka çıkarı­
lan ozanları bugün kaç kişinin okuduğu hesap­
lanırsa bu konu yüzünden kafalarda belirecek
duraksamaların pek öY,le ipe sapa gelir şeylerden
olmadıkları kolayca meydana çıkabilir.
Şunu gerçek bellemeli ki, okuyucu, eline a)­
dığı bir öykü yada resimde, ilk kendi çevresini
görmek, kendini anlatan bir renk, bir eşya yada
bir yaşam parçasını sezmek ister. Kendi çağını
dold uran aşklar, cinayetler, evlilikler, para dala­
veraları ne ka dar değersiz ve yüz kızartıcı bir
L.il l e a nlatılmış olu rsa olsuıı, kendi çağının dışın ­
da geçmiş olaylardan çok sarar onu.
Uzağ· a gitmeyel i m . Homeros 'un bugünkü acık­
l ı durumunu Odiseu s'un sırtında bir serj ye.da
muline, altında da bir oldsmobile bulunmayışı
haz:rlamıştır.

US İLE GÖNÜL

Çoğu yazarlar usa, hazzın kaynakları arasın­


da en geniş yeri ayırmaktan çekindikleri gibi
ruhu, gönlün ve usun üstünde bir veriymiş gibi
göstermek heveslisidirler.
Edgar Allan Poe da bunlardan biridir.
Bu Amerikan ozanı, şiirin alanını, her neden­
se, kalbin sarhoşluğu adını verdiği tutkudan ve
usun bir kanışı olarak tanımladığı gerçekten sı-

66
y:rıp, ruhun esriklik haline bagbmağa çalışır.
Ben bunu hiç anlam8.m:ş: mdır.
İ nsan nasıl olur da, bütün beden parçalarının
hesabını kendi bağrında toplayan usu; gönlün ,
ruhun buyruğunda görür? Nasıl, nasıl?

HEGEL'İ N YANILGISI

Kimi o!\.urlar da tenim bu söylediklerimde


yer, yer çelişkilere rastlanıldığını düşünebilir.
Gerçeği şu ki böyle her yönü kavramak iste­
y:.:n bir yazıda çelişkiye düşmemek adama kıllı
zordur. Ama burada karşıt kavramları pek başka
bir anlayışla ele almak ve onların birbirlerini
yalanladığı değil birbirlerini bütünlediği sonucu­
na varmak daha yerinde olur.
Hem bu denli bir davranış içinde olan herkes,
Hegel gibi ayrı kavramlara, karşıt kavram gözüy­
le bakmak yanılgısından da kendini koruyabilir.

67
N O T L A R

(1 ) Burada Hugo'nun Cromwell oyununa ışık ya­


kıyorum. Gerçi yapı tın önsözü yazarın niyet ve
istemini ortaya koymak bakımından pek önemli
gerçekler taşırsa da, oyunun kendisi bir şey, daha
doğrusu hiçbir şey değildir.
Ama Hugo bu oyununda yapamadığı şeyi da­
ha sonraki yapıtlarında gerçekleştirmiş ve 1830
da Hernani, 183l 'de de Marion Delorme ile Crom­
well 'in önsözünde açığa vurduğu tutumu zafere
ulaştrabilmiştir.

( 2) Bu yollardan hangisinin daha verimli olduğu


sorununa gelince; bunun karşılığı, benim gibi
güçsüz bir sanatçının harcı değildir.

68
Yalnız ne var; bu yolların birinde yuruyen
her insan zaman zaman kendini öteki yolun üze­
rinde de bulabilir ki bu da o yolların birbirlerin­
den pek ayrı şeyler olmadıklarını ortaya koymağa
yarayabilir.

(3) Ekonomi bilimi sınırları içinde geçer akçe


olan «Grasham Yasası» nı edebiyat alanına ak­
tarmağı düşünen ve kötü şiirin iyi şiiri kovdu­
ğu!lu belirten ilk ben değilim. Benden önce, Nu­
rullah Ataç, bir yazısında, bu düşünceye dokun­
m uştu sanıyorum.

(4 )Ben bu sözlerimi şiiri düzyazıya indirgemek


değil düzyazıyı da şiir katına çıkarmak için söy­
lüyorum.
Bizde düzyazının hiçbir kurala bağlanmadığı
ve onu meydana getiren sözcük yada tümcelerin
yerlerini değiştirmekle yada kimilerini ortadan
kaldırmakla bir şey yitirilmeyeceği yaygı n bir sa­
nı olarak belirmektedir.
Kötü sanatçıların yapıtlarını gözden geçir­
mekle edinilen bu sanının ne kadar yanlış olduğu
Nurullah Ataç, Falih Rıfkı Atay, Abdülhak Şinasi
Hisar gibi yazarların yapıtları incelenmekle,
ama gerçekten incelenmekle meydana çıkabilir.

(5) Benim «Dünya İ şleri» adıyla giriştiğim üç şiir


denemesi bu konuda acı bir örnek olarak ele
alınmalıdır.

69
Berı v şiirlerde dünya insanlarını saymaktan
başka bir kaygı beslemediğim için sonunda eriş­
tiğim sonuç yürekler acısı oldu.
Eğer o şiirlerle vermek istediğim kalabalık
ve sonsuzluk duygusunu şiirin yapısına dayandı­
rabilseydim çok daha elverişli dizelere ulaşırdım
herhalde.

( 6)Şimdi ben bu ilkelerin orta malı düşünceleri


aşamadığını söyledim ya, artık birinin çıkıp « İ şte
bunu kendi de itiraf ediyor» diye benim bu yaz­
dıklarımı aşağılaması yakındır.
Bu bakımdan Cenab 'ın «Bu memlekette faz­
la bendeniz demeyin, inananlar çıkar,, demesi bir
peygamber sözü olarak görünüyor.
(7) Bir ya pıtın yaşamla dolup taşması için ozanın
çok, ama pek çok yaşamı ş olmas ı, yani birçok
şeylerle burun buruna gelmesi gerekir.
Alman şairi Rilke Malte Laurids Notla­
rı'ncJ a bakm bu konuda neler yazıyor « İ nsan
bir dize için birçok şehirler, adamlar ve eşyalar
görmeli, hayvanlar tanımalıdır. Kuşların nasıl
uçtuğunu sezmelidir. Küçük çiçeklerin sabahları
hangi kımıldanışlarla açtığını bi l mel id i r Bilin­
.

meyen semtlerdeki yolları, beklenmedik raslan­


tıları ; acayip ve tuhaf başlayan çocukluk hasta-
1 ,.ı :!�rı m; sessiz, kapanık odalarda geçen günleri
ve deniz kıyısındaki sabahları; denizi; denizleri;

70
üstümüzden esen ve bütün yıldızlarla uçan yol­
culuk gecelerini düşünebilmelidir, bütün bunların
hepsini düşünebilmek de yetmez. İ nsanın, biribi­
rinden ayrı birçok sevda gecelerine ait anıları ol­
malıdır; doğuran kadınların haykırışlarına ait,
içine kapanan, hafif, beyaz, uyuyan lohusalara­
ait anıları olmalıdır. Ama, hem de can çekişen
kimselerin yanında oturmuş bulunmalıdır; kesik
kesik gürültü duyulan , penceresi açık odada ölü­
lerle durmuş olmalıdır. Ve insanın anıları olması
da yetmez. Anılar çoksa onları unutabilmelidir,
ve insanın, anılar gelecek diye beklemekte büyük
sabrı olmalıdır. Çünkü anılar da henüz, o değildir.
Anılar, ancak hücrelerimizde yerleştikleri, bakış
ve hareketlerimizde okundu kları, isimsizleştikle­
ri v e artık bizden ayırdedilemedikleri zaman, işte
ancak o vakit, u mulmadık bir saatte, bir dizenin
ilk sözcüğü, anıların ortasından ve anılardan do­
ğar.
(8) Benim bu ilkem ilk olarak, bir dergide ya­
yınlandığı vakit şair oyuncularımızdan Orhon
M. Arıburnu beni Sanat Dostları 'nda kıstırarak
tam bir saat kısa şiirlerin de güzel olabileceği
üzerinde bir söylev geçti bana.

Doğrusu ben ilkemin bu türlü yorumlanaca­


ğını hiç aklıma getirmemiştim. İ şin endazeye da­
yandığını söylemek benim gibi sanat yolunda

71
büyük terler döken, yada dökmek isteyen bir ki­
şinin harcı olmasa gerek.
Ben: « Şiirin bir de belli bir uzunluğu olma­
lıdır. " derken o belli sözcüğüyle yeter derecede
bütünlük düşüncesini öne sürmüştüm; yoksa kısa
şiirlerin de uzunlar kadar, dahası, onlardan çok
daha güzel olabileceklerine inanırım.
Dahasının dahası: Destan gibi uzun yada çok
u z u n şiirlerin birçok temu.'ları geliştirmek zorun­
da kalmaları yüzünden başarıya erişebilecekleri­
ni pek olanaksız görürüm. Bunlar başarıya eriş­
seler de kendilerini bir çeşit yavanlıktan yada
yapmacıklıktan kurtarmakta hayli zorluk çeker­
ler.
Leyla ile Mecnun, Hüs nü Aşk gibi destan­
-

lara bugün hala başucu kitapları gözüyle bak­


mamız ise onların çaplarından çok, parça - güzel -
lik'leri taşımalarından ileri gelmektedir.
Şu bilinmeli ki ,ne bunlar, ne de öbür destan­
!":' r b i ze bütün etki'si veremezler. Bütün etki'si
destanın, herhangi bir destanın özünden değildir.
Onun için derli toplu bir şair hayatında des­
tan yazmak gibi bir hafifliğe düşmekten kendisini
alakoymayı bilmelidir. Bir şairin tek bir konu
çevresinde yazılmış birkaç güzel şiiri varsa, onun
bu nlar; bir takım yapmacık oağlarla birbirine
eklemeye ve sanatın özdenliğine aykırı olan des­
tan kılığına sokmaya hiç de hakkı yoktur.

72
Son yıllarda edebiyat piyasasından şiirin çe­
kilmek üzere oluşunu bu destan yazıcı ve kışkır­
tıcılarının artma5mda aramak pek yanlış olmasa
gerek.

{9J Duygulara egemen olmak gerektiği düşün­


cesine yabancı kalmıyan Fransız ozanlarından
Max Jacob, aslan yürekli Max Jacob, Bir Üniver­
siteliye Öğütler adlı kitabında anlayışlı olabilmek
için acı çekmek ama bu acıya da egemen olmak
gerektiği düşüncesini savunur.

( 1 0J XVIII. yüzyıl papazlarından Abbe Prevost'­


nun o eşsiz sevda romanı Manon Lescaut için Gi­
de'in «Bu kitap karşısında bir rahatsızlık duyu­
yorum, çok okuyucusu var,,, demesi de bu değil
mi?

( 1 1 ) Burada «Evlilik nedir?" , «Her genç kız neler


bilmelidir?" türünden bayağılığı kendilerine amaç
edinen bir takım kitapların da hiç değilse sorun­
ları gün ışığına çıkarmak bakımından yararları
bulunacağı kabul edilmelidir.

İlkelere bu açıdan bakmak, onların daha hoş­


görüyle karşılanmasına yarayabilir.

( 1 2 ) Pascal 'ın ·Onlar bilmedikleri şeye sövgü


yağdırıyorlar.. sözünü şuracıkta anmama izin
buyrulur mu?.

73
( 1 3 ) Ben, şiirlerimde, kendi adımı k ullandığım va­
kit, bana kızanların sayısının bir hayli kabarık
oluşu, işte bu, estetik haz denilen şeye kulak as­
mayıp, sanat ürününü salt konusuyla ölçenlerin
çoğ� ı� l ukta olmasındandır.

İşi anlayıp da, kafa kağıdımdaki ad yerine


«Hacivat» adını kullanmağa başlayınca bunlar­
dan bir bölüğünün yatıştığını gördüm. Yatışma­
yan bir bölük okur ise, şiirlerimde kızacak daha
başka yerler bulmakta yada yumurtlamakta ge­
cikmedi. Benim b u ilkeler kitabında da sık sık
kendi şi irlerimden yada kendi başıma gelenlerden
açışını birçoklarını sinirlendirecektir sanırım.

Ne yapayım ki, en çok kendi şiirlerimi vo


kendimi biliyorum; düşüncelerimi doğrulamak
için örnek getirmek gerektiği zaman da, dilime,
ilk, onlar takı byorlar.

( 1 4) Bu söylediğimiz duruma düşüp de edebiyatın


yakasını salıvermek inceliğini gösteremiyenler,
çokluk, Balzac'ın bir romanın daki benzerleri gibi,
ömürlerinin son günlerin i, gençlere öğüt verme­
ğe, yol göstermeğe bağlıyorlar ki bu da bulanık
sudaki balık avını daha içinden çıkılmaz sonuç­
lara sürüklüyor.

Bu ilkeler 1 94 7 yılında « Yeni Bir Şiirin İlkele­


rine Doğru,, adıyla « Sanat ve Edebiyat Gazetesi»

74
nde yayınlanmağa başlanmış, sonra da, çeşitli
isimler altında, parça parça, Varlık, Edebiyat
Dünyası , Kaynak, Yeditepe, Beş Sanat, Pazar
Postası, Yazı ve Nokta dergilerinde çıkmıştır.

75
SEYİRCİ SAHNEYE ÇIKIYOR

ı 940 yılı yeni bir şiirin oluştuğu yıl-


dır.
Bu şiirin kaynağı Nazım Hikmet'in,
Ercüment Behzat'ın şiirlerinde kendini
belli eder ama « 1 940 Şiiri» çok değişik
bir denemedir.
O şiir «Seyirci sahneye çıkıyor" sö­
züyle tanımlansa yeridir.
Çünkü XX. yüzyılla seyirciler, okur­
lar, dinleyiciler de kişilik kazanmış, o­
zan ,ressam, yontucu ve musikicilerle
birlikte sanat sancıları çekmeye başla­
mışlardır.
Peki 1 940 Şiiri nedir?
Onun üzerine, şimdiye değin, teme­
le inen bir inceleme yapılmamıştır.
İlerde yapılacak mıdır?

76
Şimdiler, ufuklarda pek belirti gö­
rünmüyorsa da, bu kitabın yazarı 1 940
Şiirinin örtüsünü bir ucundan tutup ha­
fifçe kımıldatmak istemiştir.
Bu yazılara bir hesaplaşma gözüyle
de bakılabilir.
Burada, o tuz beş yıl boyunca, bir
ozanın zaman zaman kendi sanatı üze­
rine yaptığı kimi açıklamaları bula­
caksınız.

77
Şiir alanına, sinema salonuna dalar gibi gi­
rilmez.
( 1 955 yıl ında Gaziantep'te yapılan
bir konuşmadan)

Yeni şiir ilkin aruz ve hece kalıplarını yık­


makla işe başladı. Yeni şiirin en tehlikeli yanı da
budur. Kimileri bu yere indirilen, ortadan kal­
dırılan şeyin yerine bir yenisini koymak gereke­
ceğini düşünemedi. Düşünemedikleri için de yaz­
dıkları, düzyazı olmaktan kurtulamadı.

Bana sorarsanız, yeni şiir aruzdan başka bir


şey değildir. Ama failatünsüz, feilatünsüz bir
aruz.
(Bir soruşturmaya karşılıktan)

78
Bır ozanın her şeyi yadsımak istemesi hoş
karşılanmalıdır. Yolunun ayrı olmasını isteyen
her ozan ilkin bunu yapa�· Bu düşün celerle ola­
cak , 1947 yılında Şiirin İlkeJeri'nde bu nok Laya da
değindim. Ama onu kaç kişi okumuştur?
Diyeceğim, ben kimseyi önemsemedim. Daha
d oğrusu, yaşamımın ilk yıllarında bu, böyle oldu.
Herkesi, her şeyi yadsımak yolunu seçtim

Şiirleri m i n k i mseninkil ere benzemeyişi de


bcc n da n d ı r
N c cl : gü 7c� ı şi irler karş ısmcl 8., duygusuz kal­
'

C: ı g ı m a n i amına da cJ ı n mamalıdır bu. Çok ş i i r


o kuyord u m . Çok seviyordum okuduklarımı. Ama
yolumun b a m başka o l m asına çabalıyordum.
(Yeditepe, 1 6-31 mart 1 9G 1 )

Bugü n ü n �airi doğa karşısında bir sanat ada­


mından çok bir filozofun davranışını takınmaya
doğru gid iyor.
Y üzy!lımızın başından bu yana gelişen sanat
�: k : rnkr' n :n hep kcc:ı l·� oca ;.-2.�ıtlardan önce, ko­
ca koca bildirilerle ortaya atılışları sanatçının
bu yanını göstermeye yetebilir.
Buna karşılık felsefenin şiire yüz verdiği pek
söylenemez. Ama Bergson ve Nietzsche gibi dü­
ş ü nürler felsefe ile şiirin bağdaşabileceğini anla­
mış gibi görünüyorlar.
(Anadolu gazetesi, İzm i r 1 946.
79
İnsanoğlunun değişen ve değişmeyen yanla­
rını ayırmak gerekir. Beğeni, anlayış ve dünya
görüşü her çağa göre değişir. Rönesans'ın güzel­
l ik anlayışıyle bizim güzellik anlayışımız bir de­
ğildir. Dahası, son Dünya Savaşından önce çok
daha başka türlü yiyor, içiyor, yaşıyorduk. Sanat
bunlarla uğraşıyorsa insanın temel değerlerine
arka dönüyor sanılmamalıdır. Bizim şapka çıka­
rışımızda bile insan yapısının ölümsüz yanı sezi­
lebilir. Modayı hafife almak, yaşamın derin içe­
riğini anlamamaktır.
(Anadolu gazete s i , İzm i r 1 946

Ben edebiyatta bir bunalım olduğuna ina­


nanlardan değilim.
İlle de bir bunalımdan söz edilecekse, bu, çağ­
daş sanatın çeşitli sorunlara doğru yayılmak is­
temesine bağlanabilir.
Unutmayalım ki zenginlik, kimi zaman yok­
sulluk sanılabilir.
(Anadolu gazetesi , İzmir 1 946)

Korkmadan söylüyorum: Sanat modadır.


Ama hafiflik, maskaralık, cıvıklık modanın
özünden değildir.
Moda her çağ ve toplumda insanın temel de­
ğerlerine bir karşılık olmak üzere ortaya atılır.
Modayı kötü yollara saptıranlar görülüyorsa,

80
bunlar modaya ay-ak uyduranlar değil, uyduramı­
ya;1brdır.

Modanın insansal ilgiyi artırdığına da işaret


etmek isterim. Gerçeküstücülük, kübizm, fovizm
gibi soyut sanat akımları bile insanı odaklarından
çıkaramamışlardır. Zaten insan yapısına aykırı
düşen bir şeyin moda olabileceğini de pek san­
mam.

Savaş, modanın koygunluğunu yada çeşitlili­


ğin i çoğaltır.
(Amaç derg i s i , 25 kasım 946)

Bana kalırsa, kimse kimseyi eğitemez.

Okullar da eğitemez. Onlar, insana sadece


bilgi verir.

İnsanı eğiten, insanın kendisidir.


(Ulus, 27 mayıs 1 970 )

Bugünkü günde Avrupa'da yönünü saptaya­


mamış bir şiirden çok, insan sorunlarını ele alan
ırmak-romanlar üzerinde durulmaktadır.

Batı şiirinin. karşısına Türk şiiri, her ne ka­


dar, temelini sağlama bağlamış olarak çıkmaktay­
sa da Avrupa sözcülerinin .. şiir artık yaşlanıyor,.
sözü bir anlam taşımaktan uzak değildir.
(Servetlfünun, 16 eylül 1 943)

81
Şiir ölüyor mu?
Şiir öldü.
Sık s1k yükselen yurek paralayıcı sözlerd:m
kimil2ri de 0unlardır.
B�n bu gibi inilt.icilerden yana değilim.
Ama her yıl, eskilerin pabuçlarını dama at­
tıra n , soluk kesen ozanların yetiştiğ·ine de pek
in<1 n mıyorum.
l-ioş, bizde her yeni ozan ağababalarının pa­
bucu n u , devreden çıkarma çabası i çi n d edir.

Be l ki de yapılması gereken bu.


Herkes öylesine uykuya d almış ki, anlan gü­
zel şi irler değil, sokak kavgaları uyandırabiliyor
ancak .

Nedi r, yine de son y ı l l arda güçlü ozanların


yeti 0tigi görülüyor.

Durbaş, Süreyya Berfe, İ smet Özel , Ata­


Refi k
ol Behramoğlu. Topunun da cupcanlı şiirleri var.
Ne ki, bunlar da, daha bir sürü yeni ozan da yer
yer ozansılığa kaptırıyorlar şiirlerini.

Doğrusunu söylemek gerekirse, ozan sıhğın


ne olup, ne olmadığı daha an laşılmış değildir. Bi­
zim kuşağın ozanları bile, ozansılığı sarakaya al­
malarına karşın, onun ne olduğuna akıl erdirebi i ­
m i ş değillerdir.
( U lus, 27 nıayıs 1 970)

82
Beı , ı 940 yılında, ilk şiirlerimi yayınladığım
vakit, birçokları onların, başkalarının etkisinde
olduğunu söylemiştir. Bu, Dünya İşleri'nin yayın­
lanmasına değin sürgit olur. Dünya İşleri'nde
şiirlerimi topluca ve bir düzen içinde görenler sa­
nırı m düşüncelerini değiştirmek gereğini duy­
muştur. Daha sonraki yıllarda, şiirim iyisinden
yergiye yönelince, daha bir ayılma oldu.
Nedir, benim kendime özgülüğüm sadece
yergicilikten de gelmez. Onun bir kaynağı da
gül mece-güldürmecedir. Diyebilirim ki, birçok
şiirlerim insanlara bir yaşama sevinci vermek ça­
basıyle yazılmıştır. Bu çabanın, ne denli başarıya
ulaştığın ı bilemem. Bilirim ama söylemem. Şiir­
lerim üzerin e yazı yazmış olanlardan hiçbiri bu­
güne değin l::: u yanıma dokunmamıştır.
(Ulus, 27 mayıs 1 970 )

Bir okuma, bir musiki yada bir tiyatro ola-


yın da üç öge karşı karşıyadır:
1 - Sanatçı
2 - Sanat ürünü
3 - Okur, seyirci vb.
Sanat ürünü birinci ile üçüncü ögeler arasın­
da bir aracı, kabuğu çekirdeğe yaklaştıran bir
uzlaştırıcıdır.
Okurların sevmek ve tanımak istedikleri sa­
natçıdır. O, yapıta değil, sanatçıya hayrandır.

83
Sanatçıyı anlamaya, onda kendini bulmaya çalı­
şır. Sanatçı da başarıya ulaştığı ölçüde insan ve
okurla anla�ır.
Bu, sanatçıyla okurun alınyazısı beraberliği­
dir. Okurlar, sanatçıları bütünler.
Okurlar, sanatçılar gibi güzel yapıt kaygısın­
da olmalıdır. Hiçbir kaygısı ve beğenisi olmayan
okurlar kitaptan, seyirciler de tiyatrodan bir şey
anlamaz.
Burada eleştirmeni de düşünebiliriz.
Beğenisi ve dünya görüşü seçkinleımiş bir
eleş tirmen kendisin i çevresine kabul cttircbJ i i·
Üç ünc ü öge de seçkinleştiği süre, eleştirme­
ne yaklaşır, yapıtı eleştirmeye başlar.
Her okur biraz eleştirmen olmalıdır.
Q}:ur ve eleştirmenin kötüsünü, seçkinleşmiş
okur ve eleştirmen ortadan kaldırır.
XX. yüzyıldan önceki sanat «hazır,, bir sanat­
tır. Hap halindedir. Sanatçı « hazır,, güzellikleri
sergiler. Okur da hazır güzell ikleri alıp bağrına
basarken bunda bir rolü olabileceğini usuna ge­
tirmez.
Bu, biraz da güzelin içten değil de dıştan ya­
kalanmış olmasından gelir. Kalıp belli olunca,
onu benimseyiş de bellidir. Ürün dürülmüş, boh­
çalanmış olarak okurlara sunulur.
Çağdaş sanatçıların süre gelmekte olan belli
kalıp ve sınırları kırarak araçsız ve doğrudan

84
doğruya sanat yapmak istemeleri bu «hazır» sa­
nat düşüncesine bir tepkidir.
«Doğrudan doğruya sanat» yapmada okurla­
rın önem kazanması, kimi özellikler elde etmesi
söz konusudur.
(Yenilik, mart 1 941 ,
• Seyi rci Sahneye Ç ı kıyor .. a d l ı
yazıdan)

Çağdaş sanatçı büyük insan yığınlarına doğ­


ru açılır. Toplum ve insanların acısın ı , mutlulu­
ğunu, bunalımını, sevincini vede eğlencesini ya­
kından tanır.
Yeııi Şiir sadece bir kalıptan sıyrılma davra­
n ı şı değildir.
Hümanizma için söylenildiği gibi, bir gemi
değiştirme olayıdır.
Yada hümanizmanın ta kendisidir.
yazıdan)
· Sc;irci Snhneye Çı kıyor .. adlı
(Yenilik, mart 1 941 ,

Üçüncü ögenin varlığını düşünme bugün bü­


tün sanat kollarında kendini duyuruyor.
Çağdaş tiyatroyu yeniden kuranlar da ayni
sanat kaygısındadır.
Çağdaş tiyatroyu yeniden kuranlar da ayni
sanat kaygısındadır.

85
Rusya'da Mayerhold, Stanislaws!ci, Fransa'da
Jacques Copeau, Antoine, Gemier, Almanya ' d a
Max Reinhardt, İngiltere'de Gordon Craig aşağı
yukarı «doğrudan doğruya sanat» yapmak iste­
mişlerdir.
Ressamların resimde yaptıkları da seyircile­
rin düşgücüne verdikleri önemi gösterir.
yazıdan )
• Seyirci Sahneye Ç ı kıyo r " a d l ı
(Venililc, nrnrt 1 '14 1 ,

Öyle sanıyorum ki, her yap ı t öfkeyle baş l ar


ve öfkeyle sürer.
Bu öfke Bayan Atinanın kızlarına, Kahveci

kızgınlığı değildir. Bu, bir iyi ve güzele gidiş i n ,


bir iyi ve güzel öğretisinin öfkesidir.
Sanatç ı , kendisiyle sürekli çatı şma halinde
olan toplum ve insanlar arasında ve kendi kendisi
arasında bir denge kurmaya çalışır. Goethe 'nin
o ünlü yapıtındaki Tanrı'nın dengesi, Faust'un
dengesi , Mefisto'nun dengesi gibi.
Öfke bu dengenin bir terazisidir.
Öfke kötüye karşı kullanılır.
Diyebiliriz ki, kötü olmasaydı, belki öfke de
olmayacaktı. Her öfkede bir kötüden kaçış, bir
kötüyü yadsıma görülür. Güzel ve iyi korkusunda
olan her sanat ürünü bu öfkenin başarısıdır.

86
D ünya Nimetleri Gide'in, Geceyansı İtirafla­
rı Duhamel 'in, Ölülerevinin Anıları Dostoyevs­
ki' nin öfkelerini taşır.
• Sar.atkarın H iddeti .. adi ı yazı .)
(Yenilik, şubat 1 94 1 ,

Tiyatro yazarı oyununu kurar, l :işilcri:1 i yü­


ratırken , romancı ve öykücüden artık olarak bir
ele oyu n cusunu yaratmak zorundadır.
Sorunu bu kadar basite indirgeyip yazarın
al ı n y2 z ı s ı n ı oyuncununkine bağlı sayarsak, işe
bir el e ya zarı nı arayan oyuncunun da karıştığını
göre biliriz.
Denklem hemen ikili bir çıkış noktasına yö­
nelir oyuncusunu arayan yazara karşı yazarını
arayö.n oyu n c u .
Sanat olmaya yönelen ve kendini küçük iş­
lerden uzak tutan her yapıtta bu ikili denklem
bir sav halinde görünür ve oyunun sav u n masını
tek yüzle sürdürmeye çalışır.
Kont Prozor Küçük Eyolf'un önsözünde şöyle
d2r
- i bsen'in oyunları nda en çekici yan , bütün
düşünen sanatçıla rda olduğu gibi , bizi kişilerle
doğrudan doğruya ve açıkça karşı karşıya getir­
mesidir.
Bu, her oyun için böyle.
Pirandello'nun, İbsen'in, Çapek'in oyuncula-

87
rında kendilerini seyirciye doğru fırlatmak iste­
yen bir hal yok mu?
· A ktö r • a ;.; ı ı y()z ı d an )
(Türk Tiyatrosu, 1 :;; u '..ı a t 1 942,

Oyunun kişileri hep bir ışık etrafında top­


lanmaya ve ışığın çevreyle olan çatışmasını açık­
lamaya doğru yönelir.
Bu ışık, oyunun gerçeğini verir bize.
Kendi ölçüsü içinde kaynaşan ve oyunun bü­
tün sorunlarıyle ilk bakışta çatışma halinde görü­
nen bir oyuncu için, oyunun gerçeğiyle burun
buruna gelmek zorunluğu vardır.
Bu gerçek, bütün yapıt boyunca, oyunun ete­
ğinden çekmek ve oyunun gerçeği olmaktan çık­
tıkça, oyuncunun gerçeği olarak kalmak yolunda
direnebilir.
Oyunun gerçeği, zaman ve yere göre, yeni
biçim ve anlamlar almak ve yeni oyuncular kar­
şısında yeni gerçekler yüklenmek gibi sonuçlara
da varabilir.
Üstün nitelikli bir oyunun gerçeği, birden çok
anlatım olanaklarını da beraberinde getirmiş ol­
manın bütün başarı ipuçlarını da elinde tutar.
Pirandello ve İbsen'in oyunlarında seyirci sa­
yısı kadar gerçek vardır.
· Aktö r • a d l ı yazıdan
(Türk Tiyatrosu, 1 şubat 1 942

88
Şiirler, dizelerdeki hece sayısıyle sı nırlandırı­
lamaz.
Saz gelişi, bir şiirin birinci dizesi dokuz he­
ceyse, ikinci dizesi yedi, üçüncü dizesi dört, dör­
döncü dizesi on iki hece olabilir.
Sınırlama, güzelliği sınırlamış olur.
Her şiirin başka bir güzelliği, başka bir biçimi
vardır.

Bir şiirin biçiminden açınca, onun çeşitli he­


Ge sayısındaki dizelerinin tümünü düşünürüz. Ka­
iıp ile uyağı değil.
Bu tanım ayni zamanda sözcükler arasındaki
aralığı yani dizeyi de içine alır. Biçim adını ver­
diğimiz, o sözcüklerin en güzel biçimde yan yana
gelişi olayında sözcüklerin birbirlerine olan uzak­
lık ve yakınlıkları da hesaba alınmıştır. Bence
şiiri düzyazıdan ayıran şey, bu güzele yönelik
boşluklar, aralardır.

Aralar, herhangi bir satırbaşı olayından çok,


güzelliğin, yapının gerektirdiği bir zorunluktur.
Şiire .Yaklaşmış, yada ulaşmış düzyazıda da, söz­
cüklerin en güzel biçimde kaynaşması yanı sıra,
bu aralar da kendini belli eder. Yalnız bunlar,
şıirdeki aralar değildir tamı tamına. Daha kapa­
nıktırlar. sıfır noktasına daha çok yaklaşmıştırlar.
• Kelimeler• adlı yazıdan)
(Servetifünun, 8 mayıs 1 941

89
Bir şiirin bir dizesı .. oda» sözcüğüyle son bul­
muşsa, bu, o dizenin «Oda» sözcüğüyle son bul­
ması gerektiğindendir. Uyak hesaplarından değil.
Dizedeki «oda" sözcüğünün güzelliği de on­
dan önce şu, şu, şu sözcüklerin, ondan sonra da
şu, şu, şu sözcüklerin varlığından ileri gelmekte­
dir.

Her sözc ugun şiirde bir önemi, bir rolü v ar­


dır. Bu rol ne eksik, ne de artıktır. Şiir yazıldık­
tan sonra hiçbir sözcük yer değiştiremez. Hiçbir
sözcük de öteki sözcüklere olan uzaklık yada ya­
kınlığı yitiremez.
Dört başı bayındır şiirden, şiirin bu bozulmaz­
lığı , sözcüklerin yer değiştirmezliği anlaşılmalıdır.
· Ke l i m e l e r ., ad l ı y c: 1 1 d cı n .)
(Servetifünun, 8 mayıs 1 94 1

Şiir, h i ç kuşkusuz konusunu h e r şeyden ala­


b i ! i r.
Ağaç, su, toprak, insan, toplum, sokak çeşitli
yer ve zaman larda şiirin konusu olabilir.

Ama biz «Bu şiirin konusu ağaçtır» dediği­


miz zaman, şiire temel olan n esnenin «ağaç söz­
cüğü» olduğunu a,nlatmış oluruz.
Şiirde sözcük sayısı kadar konu vardır.
Şiir sona erdiği vakit, nasıl çeşitli sözcükler
bir sözcük bileşkesi meydana getirirse, çeşitli

90
sözcük-konu'lar da bir sözcük-konu bileşkesi oluş­
turur.
(Servetifünun, 8 mayıs 194 1 .
" l< e l i m e l e r " adlı yazıdan)

Sözcükl.erin en gi.: :·eı hi-; ; rrı:k �.' .::' !' yana ge­
lişini köstekleyen kalıp ve uyağı atınca, şiirin
kolayca yazılabileceğini ve sözcüklerin yan yana
gelmesiyle hemencecik b ir şiir doğabileceğini söy­
l eyenler var.
Oysa biz sözcüklerin yan yana gelişini değil,
sözcüklerin en güzel biçimde yan yana gelişini
savunuyoruz.
Bizce sözcüklerin yan yana gelişi bir yığma,
bir biriktirme olayıdır. En güzel biçimde yan ya­
na gelişte ise bir yaratı vardır.
Sokakta, aralarında toplumsal bir ilişki kur­
madan yan yana gelmiş insan kalabalığı ile usa
dayanan ve belli bir amaç güden insan derneği
nasıl ayrı ayrı şeylerse, sözcüklerin yan yana ge­
lişi ile en güzel biçimde yan yana gelişi de ayrı
ayrı şeylerdir.
(Servetifünun, 8 mayıs 1 94 1 .

.. Kelimeler .. ac!ı yazıdc:!"l ),

Ben ağacın ağaç olduğunu söylemekten baş­


ka bir şey yapmıyorum.
Kimisi bu söze tutuluyor.

91
Onlar başlannın üstündeki gökyüzünün iki
pedavra tahtasıyle de çatıldığına inanmazlar. İlle
de bu iş için 6 gün çalışmak ve ı gün de dinlen­
mek gerektiğini savunurlar. Bu gibilerin kavrama
yetileri olağanüstünün sınırlarında eyleşir ancak.
Onlara göre ineğin ve ağacın sıradan bir şey
olduğunu söyleyen ve olağanüstünün, ineğin ağa­
ca çıkmakla can kazanacağını belirten Ahmet
Haşim bir dahi, kendisine düş oyunlarını yaşam
alanı ilan eden hokkabaz, üstün adamdır.
Onlar, nedense, ineğin de olağanüstüyle alış
verişi olabileceğini ve ağaca çıkmakla çok şey yi­
tireceğini düşünmek istemezler.
Ben, şimdiye değin sanatımı ilkel bir temele
oturtmaya çalıştım.
İnsan, doğa, eşya ilişkilerini soyutlaştırma­
dan vermeyi isterim ben.
Bana karşı çıkanlar çokluk şu parolayı kul­
lanıyor
Ham gerçekçilik sanatı öldürür.
(Scrvctifünun, 1 6 eylül 1 943)

Kimisi biçim sözünden kalıp ve uyağı anlıyor.


Böylelerine hece ve aruzun dışında şiir ola­
bileceğini kabul ettirmek çok güçtür. Şiir değil,
uyak ve kalıp ararlar bunlar. Ötede beride ettik­
leri laflar da şöyle özetlenebilir
- Karpuzun biçimi yoktur.

92
Bunların dışında, beş dakika sapıtmadan
konuşabilen ve sanatçıya tebelleş olan bir ikinci
tür insan vardır ki, bunlar da biçimden açan her
ozana uSanat sanat içindir propagandası yapı­
yor . " diye ters ters bakarlar.
(Servetifünun, 1 6 eylül 1 943 )

Ben bugüne gelmek için kimseye borçlan­


madım.
Belki birkaç kişide alacağım da kalmıştır.
(Servetifünun, 16 eyl ü l 1 943)

Bugün artık bir «Altın Çağ" sorunu ortaya


atılabilir.

Şiirimizde kişiliğe erişmiş sanatçılarımız var.


Öykümüzde de öyle.
(Servetifünun, 1 6 eylül 1 943 )

Her büyük yapıtta bir de alacakaranlık bir


yan görülebilir.

Bu belirsizlik, oyunun baş!i1dan sonuna dek


konuşmalara, eylemlere karışmak ve en anlaşı­
hr sahnelerde bile bir anlaşılmaz nokta bırakmak
yoluyle boyuna seyirci ile sanatçının arasına gi­
rer.
Türk Tiyatrosu, 1 şubat 1 942
· Aktör • a cJ l ı yazıdan)

93
Bir oyunda, kişiler birbirine karşıt iki ahlak
çevresinde toplanmak üzere birtakım durumlar
alabilirler.
Bu durumların kendi aralarında kimi küçük
düşmanlıklar yaratmak, çevreyle kimi geçimsiz­
likler yaratmak gibi gereksiz sonuçları olabilirse
de, gerçekte bunların, bütün çelişki ve aykırılık­
l arına karşın, büyük bir birlik içinde yer aldık­
ları , büyük bir ahlakın savunuculuğunu yaptıkla­
rı söylenebilir.
Her oyunda bu iki karşıt ahlak anlayışı ki­
şilere b:;ı,skı yapmak v e oyu nun adına kadar, ey­
leme karışmak eğilimini gösterir. Yazar bu i ki
ucu, kendi ahlaklılık ve ahlaksızlı k görüş açısına
koşut olarak yaratır. Bu ahlaklılık, yada ahlak­
sızlık kişilerin kendi kendileriyle ve toplum için­
c'. c ki insanlarla olan çekişmelerinin sesini verir.
Faust'taki ahlaksal kişi Doktor Faust ' tur. Ah­
laksızlığın savunusunu üstelenen kişi ise «Mefis­
to» dur. Mefisto şeytanın ta kendisidir. Mefisto'­
yu ayrı bir kişi olarak almayan oyunlarda bile
Mefisto'nun öteki kişilerin davranışlarına karıştı­
ğı, onların düşüncelerine el attığı görülebilir.
Mefisto'da, ilk bakışta, şeytan olarak düşün­
mek ve kalmak mutsuzluğu dikkati çekerse de
onda Doktor Faust ve ötekiler kadar olumlu bir
yan da vardır.
Mefisto'yu Mefisto olmaktan kurtaralım, ge-

94
ride Faust'un ne kadar yalnız ne kadar cüce kal­
dığını görürüz.
(Türk Tiyatrosu, 1 mart 1 942,
· Piyes i n Ahla!: Mcsc!csi. cı d l ı
yazıdan)

Okulda, hesap dersinden sınıf birincisiydim.


Şiirin karşısına bir sayısal bilim uzmanı olarak
çıkışım bütün bütüne boş değildir. 20 yaşında,
her şeyin açık ve seçik olmasını arardım. Diye­
ceğim, gerçekçi olmayan şiirler beni pek açmaz­
dı. «Soğukkuyu Mahallesi" , «Soğukkuyu Tramvay
Caddesi" , " 1 1 8 nu maral ı Ev,, hep bu eğilimin so­
nucudur. O vakitler «sanatsız sanat yapmak» il­
kesine dört elle yapışmıştım . Şiirdeki uyumu en
alt çizgisin e indirgemeye çalışıyordum. Dizelerim
bir şiir dinliyormuşcasına kı pırtısız ve kımıltısız
bir görünüm içindeydi.

Dünya İ şleri'ni yayınladıktan sonra biraz


biraz daha başka bir anlayışa dümen kırdım.
Se3siz uyum yerine bağırtılı bir uyumdu artık
ardından koştuğum. 1 955 yıl ında Hacivatın Ka­
rısı'nı yayınlayınca da açiklı k-seçiklik ilkesi üze­
rinde çokça direnmenin yersizl iğini anladım.
Ama 1957'de S en Beni S ev de yine aydınlığı sa­
'

vundum. Bir ara yaşlanıyor muyum diye düşün­


düm. Şiirlerim eskisi gibi tam bir gerçekçiliğe

95
abanmıyordu. Nedir, anlamsızlığa da kucak aç­
madım.
Olan şey, şiirlerime biraz daha renk katıl-
dığı idi. .
Bu, zamanla dünyayı dahıl' iyi tanımamdan,
doğanın güzelliklerine daha bir yaklaşmamdan
geliyordu belki de.
Hoş, değişme benim her şiirimde kendisini
bel l i eder.
Daha ilk günden beri her şiirimi bambaşka
bir yapıya dayandırmış, bir önceki şiirimin yapı­
sını yinelememeyi bir erdem satymıştım. 1937 yı­
l ında heceyi bırakmamın nedeni de budur. Hece
ozanları hep ayni şiirleri yazıyormuşcasına, ka­
lıplara bağlıydılar.
(Çağd;ış Türk Şiiri, 1 9 6 1 )

«Gençlik olgun nesneleri sevmez,, der Valery.


Çağdaş ozanlar, Fransız yazarının bu sözünü
doğrulamak için şiir yazıyor denilse yeridir.
Gençlerin hemen hemen her şiirinde atılacak
bir yada birçok dize bulabilirsiniz. Ama bu çöp­
lük ürünleri o şiirlerin güzelliğini ve çekiciliğini
ortadan kaldırmaz. Çünkü gençlerin şiirlerinde
yaşamın ta kendisi vardır.
Bir yayıncı, Amerikalı ozan Allen Ginsberg'in
şiirlerini şöyle tanıtır « İ şte yeryuvarlağındaki
horonları, elektronik siyasayı, esrime halindeki

96
plak dolaplarını, televizyona çekilmiş ölümü ve­
de çağrışım dışı düşünceleri kucaklayan 150 say­
falık elektrikli şiir.»
Bu elektrikli şiir daha çok Beatnik Kuşağının
şiiridir ama Living Theatre'ın kurucu ve yöneti­
cisi Julien Beck, New York'ta sekiz milyon kişi­
nin bu şiirleri ayakta dinlediğini söyleyecektir.
1953 yılında bir yayınevi kurup Beatnik Ku­
şağının kitaplarını yayınlayan Lawrence Ferlin­
ghetti'nin şiirleri de Ginsberg'in doğrultusunda­
dır. Bunların şiir yazma kurallarıyle hiçbir alış­
vorişleri yoktur. Bunlar, kendil erinin olduğu ka­
dar, bütün Amerikalıların ya:ıan tılarındaki den­
gesizlikleri verirler.
Ferlinghetti'nin kimi ki tapları üç yüz bin
satmıştır.
Bu, şunu gösterir ki, bu ozanlar yığınlara
seslenme olanağını elde edebilmişlerdir. Bir Fran­
sız yazarı onlar için şöyle der
«Beat Kuşağının şiirinde göze ilk çarpan şey
yaşamd!r. Sözcükler, çok yüklü bir edebiyatın
geçmişine kulak kabartmadan fışkırır bu şiirkr­
den. Ginsberg, Corso, yada Kaufman şiire, yitiril­
mek üzere olan kanı vermiştir. Kendiliğinden boy
atan imgelerin katkısızlığında bütün Ortaçağm,
Ronsard'ın, Rabelais'nin gücü saklıdır. "
Bizim şiirimizde bu Beat Kuşağının etkisi
.:;örünmez.

97
Ama en yeni ozanlarımızın olgunlu.'.'.;u ve ek­
siksiz şiiri sevdikleri de çok su götüıiir.
( M ill iyet Sanat Dergisi, 2 mart 1 973)

Oyunun kişileri, kimi zaman, daha başlan­


gıçta kendilerini Erişkin İ nsan olarak ortc:ya e t­
mak yürekliliğini gösterirler.
Bu gibiler kendilerini ötekinden, yani Mefis­
to'dan hemencecik ayırıvermek ve kendileriyle
Şeytan arasında çatışma olduğunu ilan ediver­
mek yolunu yeğlerler.
Nedir, şeytansal zeka da, ahlaksal zekaya
yaklaşıp onunla işbirliği edeceğine o da ahlak­
sızlık otağına kurulup Erişkin İ nsana bir başka
yoldan ulaşmak çarelerini arar.
Mefisto için şu tanımı da yapmak gerekir
- Mefisto, ahlakı dört dörtlük bir kişidir.
(Türk Tiyatrosu, 1 mart 1 942,
• Piyes i n Ahlak Meseles i • adlı yazıdan)

Oyunun gerçeğini oyunun yaratmak istediği


Erişkin İ nsanla birleştirmek de gerekir.
Bir başka deyişle, oyunun gerçeği Erişkin İn­
sana eşittir.
Erişkin İ nsan ise, insanın kendisiyle şeyta­
nın bir bileşkesinden başka bir şey değildir.
(Türk Tiyatrosu, 1 mart 1 942,
· Piyesin Ahlak Meseles i • a d l ı yazıdan)

98
Ker:dimle Konuşmalar aı.llı kitabım bir iç
konuşmadır.
Bir insanın kendi kendisiyle hesaplaşmasıdır.
Kaldı ki. toplum da insanı bir yerde kendi
kendisiyle konuşmaya itelemektedir.
( U lus gazetes i , 30 kas ı nı 1 970)

Denemenin _b ir yaratı türü olduğuna hiç kuş­


ku yok.
Böyle olmasaydı denemeyi sevmezdim.
Ama denemeci lerden çoğu , yazılarını yazar­
!\ c r: , bir ozanın ti Lizl iğini gerekli görmüyorlar.
Haşim bunlardan değild i r O, şiir yazar gibi
düzer denemelerini.
Burada denemen i n sın ırının n e olduğu da
b ! r sorun olarak karşım ı za çıkmaktad ı r. Elbe t,
denemenin tanım ı kol ayca yapılamaz. Şiirin, ro­
manın tanımı kolayca yapılamadığı gibi. Ama
deneme den ilen d ü zyazı türünün roman, öykü,
günlük, inceleme o l madığı kolayca kestirilebilir.
G2çenlerde bir yazar günlükler arasında deneme
parçaları görmek eğilimi göstermişti. İş , bu açı­
dan ele alınınca öykü ve romanda da deneme par­
<;cdarı bu lund uğu söylenebilir. Ne var, bir ro­
manda değişik bir çeşniyle yazılmış birkaç sayfa­
yı romanın içine karışmış bir deneme saymak
romana, romancıya saygısızlıktır.
(U lus, 30 kas ım 1 970)

99
Benim kendimi alaya aldığım, yerdiğim çok
olur. (
Bu, istemediğim bir özelliğimdir. Çünkü gül-
mece-güldürmece'li yazılara çokları burun kıvı-
rıyor.
Bir zamanlar, ünlü bir incelemeci şiirlerimi
beğenmeyişinin nedenini onların gülmece-güldür­
meceye dayanmasına bağlıyor ve şöyle di yordu:
- Ben komik şiirlerden hoşlanmam.
Gülmece-güldürmeceyi küçümseyenlerin çı­
k·ş noktası bu gibi yapitların duygu ile d eğil de
usla yaratıldığı kanısını n yaygınlığından doğ­
ma�(tadır. Bu gibiler usa değil , duyguya önem ve­
rirler. Oysa usun süzgecinden geçmemiş bir
duygunun, deli saçmasından öteye uzanamıya­
cağı çok açıktır.
(Ulus, 30 kas ım 1 970)

Ben biçimden yana değil, şiirden yanayım .


Ama her şiir, ancak bir biçime ulaştığı vakit
şiir olur.
Ondan önce özden değil, gereçten laf açıla­
bilir.
O gerecin ne olduğunu görmeye, yada anlat­
maya ise pek olanak yoktur.
Tıpkı bir heykelde, bir yontuda olduğu gibi.
Doğrusu özden laf açanlar da, gerçekte bi­
çimden açmış olurlar. Çünkü, şiire baktığın ız za-

1 00
man, karşınızda duran şey sadece biçimdir. Ama
bu biçim kimilerinin sandığı gibi kalıp değildir.
Özü biçimden ayırarak anlatabiliyorsak bu,
o özün biçim kazanmış olduğunu gösterir. Bir
başka deyişle, ancak biçimi olan şeyin varlığı
vardır. Diyeceğim, insan usu, biçimi olmayan şey­
lerin varlığını kavrayamaz. Bir elmayı düşünün.
Elmanın özünü elmadan ( elma biçiminden ) ayı ­
rn:;ak kavrayabilir misiniz?
Başka bir şey de söyleyeyim Şiir yazılırken,
onu boyunduruğu altında tutan da yine biçimdir.
Buna en güçlü kanıt da şiirin yazılmaya başladı­
ğı andaki durumu ile sona erdiği andaki durumu
arasında çokluk büyük ayrılıkların bulunmasıdır
(Dost, ekim 1 96 1 )

C lçiLi v e uyc. ldi cı i i rlo özgü r koşuk arasında


hiçbir ayrım yoktur. Her ikisi de biçim ardından
koşar. Ama kalıp bakı mından, el bet b unların bir­
birlerine benzediği söylenemez.
Ölçülü ve uyakl ı şiir ya aruz, yada hece ka­
l ıplarını kullanır. Bilirsiniz bu kal ıplar pek sınır­
l ıdır. Özgür koşukta ise ozanlar, her şiir için ayrı
kalıp kullanırlar. Ü stelik bu kalıbı da kendileri
yaratırlar. Gelin görün ki, özgür koşuğun bu
özelliği, birçoklarını, bu şiirin kalıplarla yazılma­
dığı kanısına itelemiştir. Doğrusu, özgür koşuk
yerinde bir terim değildir.
(Dost, e k i m 1 96 1 )
101
Evet düşüncenin roman biçiminde verilişi ilk
kez Dört Köşeli Ü çgen'de deneniyor.
Ama Camus'nün Yabancı'sını, Gide 'in Kalpa­
zanlar'ını, Huxley'in Yeni Dünya'sını, Orwell 'in
1 984'ünü, Wells'in Dünyalar S avaşı'nı okuyanlar
bu türlü anlıkçı romanın (entelektüel romanın )
Batı'da çokça yaygın olduğunu görmüşlerdir.
Doğrusu şu ki , yirminci yüzyıl romanı düşü­
nen adamın , dünya görüşü olan adamın roma­
nıdır. Çağımız romancısının amacı artık okurlara
hoşça vakit geçirtmek değil, onları d üşünmeye
çağırmak olmuştur. Şu da var ki, çağdaş yazar­
lar, kendilerini toplum dışına itilmiş de görmek­
tedirler. Bu, bizim memleket için daha geçerlidir.
Dört Köşeli Üçgen'de ele aldığım tip de bu top­
lum dışına sürülmüş yazarın ta kendisidir.
Dört Köşeli Üçgen 'in değişik bir roman oluşu
biraz da gerçeküstücülüğe uzanmasından gel­
mektedir. Ama ben bu anl atım biçimine, afaroz
edilen yazarın durumunu daha iyi anlatabilmek
için başvurdum. Nedir, gerçek ü stücülüğün kar­
şısına gerçeği oturtmayı da savsaklamadım. Bu
da romanımın iki sonu olmasına yol açtı ger­
çeküstücü son , gerçekçi son.
Gelgelelim, bir romanın iki sonu olması da
çold.:n;ı.ın ayranını kabarttı.
(Dost derg i s i . e k i m 1 96 1 )

1 02
Yoğun bir şiir yazmak, düzyazıdan kaçı n­
mak için elden geldiğince çalışmışımdır ben . Ş i i r­
de, düzyazı ayaklarına yatanları hiç anlamam .
Şiirlerimle varmak istediğim bir n okta da,
okurlarda bir sevinç, bir coşku uyandırma k t ı r
Çokları bu sevince arka dönmek ister. Geçen l e r­
de, düzyazı ayaklarına yatanları hiç an lamam .
tum. Dinleyen ilkin çok beğendi şiirimi. A m a
sonradan dedi ki
- Bu şiir beni ağlatmadı. Oysa ben Faru k
Nafiz'in şiirlerini okuduğum vakit ağlarım.
Doğrusu şu ki, ben h içbir vaht okurları m ı
ağlatmayı düşü n med i m . Çok çok onl arı düşün­
dürmek istemişimdir. Nedir, düşündürürken bi le,
güldürmeye çal ı ştım hep. San ı mca in san en iyi
gülerken düşünür, ağlarken değil .
(Yeditepe, 1 6-3 1 mart 1 96 1 )

Ases'te öteki kitaplarıma benzemiyen bir ya­


nım olması için çok çalıştım. Ama bu değişiklik
köke inen bir değişiklik değildir. Kaldı ki, ben
her şiirimde, bir öncekinden uzaklaşmak için
gerekeni yaparım.
İ lk yıllarda "edebiyatsız edebiyat yapmak»
için çırpınırken sonraları bu yolun pek verimli
olmadığına vardım. Ama bu düşüncenin yine de
yanlış olduğunu sanmıyorum. Belki ilerde yine
bu çıkış noktasına dönmeye çalışırım. Yada onu

1 03
bir başkası denerse çok memnun olurum. Bu yo­
lun çok zor olduğunu biliyorum. Hem uyumu or­
tadan kaldıracak, hem de düzyazıya yanaşmıya­
caksınız. Kolay mı? Benim ilk şiirlerimin kolayca
anlaşılmaması da okurların böyle bir şiir anlayı­
şına hazır olmamalarından gelir.
Şu var ki okurlar Ases'i daha renkli bulacak­
lardır. Buna inanıyorum. Ne ki, bu renk beni
gerçek yolumdan döndürmemiştir. İ lk şiirimden
beri elden bırakmadığı m gülmece-güldürmece bu
şiirlerimde de izlenebilir.
(Dost, ekim 1 96 1 )

Hallahallah, ben eleştiri yapmıyorum ki, eleş­


tiriyi etkilemiş olayım. Ama bizde şiir üzerine
konuşanlar, hep yanlış bilgilerden yola çıkıyor­
lar. Benim yaptığım bu yanlışlara dokunmaktır.
Bunun da olumlu bir etki sağladığı düşünülme
melidir. Çünkü işten anlayanlar için bunların hL
bir önemi yoktur. İ şten anlamayanlar ise, bu söz­
lerden sonra, işten anlamamayı yine sürdürürler.
Ataç'a ilk karşı çıkanın ben olduğuma gelin­
ce, bunun da doğru olduğunu sanmıyorum. Be­
nim, onun kimi düşüncelerine takıldığım oldu
ama, bu başka bir şeydir. Nedir, Sen Beni Sev
adlı kitabımda yeralan konuşularda boy göste­
i. .c;.ı c:��ti:-uı:::, çokluk, Ataç'ın üstüne yıkıldı.
Dahası, Ataç da sağlığında bunu kendi üstüne

1 04
çekmişti. Oysa, benim o tipim bizdeki eleştirmen­
lerin bir karmasından başka bir şey değildir O
tipin içinde kıyıda, köşede kalmış kimi ı vır zıvır
eleştirmenl erin davranışları vardır. Ama, kıyıla­
ra, yada kilim altlarına bakmaya üşenenler be­
nim kişimi Ataç'a bağladılar.
(Dost, ekim 1 961 )

Şiir bilinç ile bilinçaltının bir çarpışmasıdır.


Her olay, her düşünce, her şiir gelir bilinçaltın­
daki yerini alır. Ozan da şiirini yazarken bun­
dan bu algı d ağarcığından yararlanır. Ama bu,
dağırcığa giren her şeyin , günün birinde, bir şiir,
bir dize olarak s u üstüne çı kacağı anlamına gel­
mez.
(Veni Edebiyat, mart 1 970.

Kimi ozanlar eski şiirlerden, eski düşünce­


lerden yararlan ır, kimileri yararlanmaz.
« 1 940 Şiiri" biraz da geleneğe arka dönmüş
bir şi irdir. Ne var, onun, eski şiirin deyiş biçim­
lerinden yararlanmadığı da söylenemez.
(Veni Ede-biyat derg i s i . mart 1 970)

Her ozan kendini devrim içinde bulur. On­


dan kaçmak isterse de algılar dağarcığı yakası­
na yapışır. Hele karşı-devrim algıları çoğaldık­
ça, devrim algıları daha bir keskinleşir vede kendi

1 05
yapısına ter::; düşen algıları ortadan kaldırı:r.
Kısacası, devrimcilik ozanın görevinden değil,
özünden gelen bir şeydir. Ancak karşı devrimin
ortadan silinmesiyle duruk bir hale geçebilir.
('.' er:i E<lebiyat, mart 1 970)

Edebiyatta, sınırsız bir özgürlük diye bir şey


yoktur. Sanatın özgürlüğü, yasaların çizdiği sınır­
l arla belirlenmiştir. Sam:.t:n özgü rlüğü b ' reyJc :-j n
özgürlüğünden başka bir şey değildir. Ama top­
lum içindeki bireylerin her gün ve her yerde kı­
pırdaya n eylemlerini sanat ürünlerinde yinelen­
miş görmek kimilerini sinirlendiriyorsa bu, sa­
natın , özgürlüğü kötüye kullandığını değil, o
adamların gerçekten ürktüklerini koyar ortaya
(Kudret gazete s i , Ankara, tarihsiz)

Bize bir kültür seferberliği gerek.


Eğitim, öğretim sorunları mızın yıllarca yüz­
üstü bırakılmış olması bugün bizi genel bir kül­
türsüzlük ve bilgisizlik alanına sürüklemektedir.
Tehlike büyüktür. Biz tehlikenin varlığı ndan ha­
bersiz yaşamaktayız.
Sanatçı, ancak çevresinin kültürüyle beslen­
diği süre verimli olabilir. Gide'in, Valery'nin ya­
pıtlarını dolduran düşünceler, Paris sokaklarının,
yada kahvelerinin havasında uçuşmaktadır de-

1 06
yebiliriz. Yada bunun böyle söylen m e s i l ı i r d ı · n �
ceye değin doğru olabilir.
Bugünkü günde, yetişmiş olarak gil r i ı r ı < · r ı . y ı ı
d a yetişmekte olan beş on sanatçımızdan : ; < ı ı ı ı ı; ı
labilir. Ne ki bunlar, halkımızın Batı l< ı ı l t. ı ı nı ı w
yönelmeden yaşamayı en akıllı bir davru n ı � : ;ı ı y
ması yüzünden, herhangi bir ağacın gö v d < · : ; i ı ı d < ·
sürmüş bir filiz görünümü içindedirl er
Bugünkü edebiyatın anlaşılamamas ı ı ı ı ı ı r ı < ·
deni de hurdadır gövde bir yanda, dal bir· y ı ı ı H l ; ı
(Kudret gaze t e s i . ! a r r l " . i ı l

İ nsanlar maddeye yakın olan, yada maddo­


n in ta kendisi olan şeylerin C masa, k i raz agı ı c ı ,
mektup, otomobil v b . ) biçimlerini içe ri k t e n ı ı y ı r
mayı düşünmüyorlar da, düşünceye y ö n e l i k ı ı < · s
nelerin, düşü n ce nesneleri n i n biçi m i n i b i r y c ı r ı : ı ,
içeriğini bir başka yana atm aya kal k ı yoı·lıı ı · Oy
sa bir musiki pa n,:as ı n ı n , b i r h e yk e l i n b i r n � s
,

min, bir şiirin içcrigi bi ç i m i n d e n ba� k a b i r :c; c ! y


değildir. Biçimi o l m ayan �eyl e ri i n sa n ı n k a v ra­
masına, algıl aması na o l a n a k y o k t u r kc r i g i an­
latan sözlerin bile bir biçi m i v a n l ı r Üy l c sa n ı ­
yorum ki, yanılgı, başarı sız, c l e r ı ı ı e c,:ı ı l ı ı ı a yapıt­
lardan gelmektedir. Bun ların i:·w yaramazlığını
nedense herkes içerikten yoks u n ol uşlarına ve­
riyor. Kısacası , içeriği olmayan bir şeyin biçimi
de yoktur. Bir başka deyişle, o, aşağı dereceden

1 07
bir yaratıdır. Değerler merdiveninde de ubiçim­
sel» değil «kötü» yargısını alır.
(Veni Ulus, 26 haziran 1 975)

Y c:ni�'i ye.rntma!.;: için, eski olana değil kötü


olana arka çevirmek gerekir. Eski yapıtlar da
pekala yeni olabilir. Ama onların yeniliği belli bir
anlamda yeniliktir. Bu, onların ancak edebiyat
tarihlerine, müzelere kaldırılmalarına yı=>re y? b i ­
lir. Daha öteye geçmek, daha yeni olabilmek i ç ı n
günümüzün yapıtı olmak gerekir.
Yeninin güncel olanda aranması yanlış yo­
rumlara yol açmamalıdır.
(Kudret gJzetes i , tarihsiz)

Şu bir gerçek ki , siyasa XX. yüzyılla insan­


l arın günlük yaşantısında, eski yıllara karşılık,
daha büyük bir yer tutmaktadır. Hem de duruk
değil, etkin bir siyasadır bu. Ondan kaçmak is­
teyenler, Rousseau gibi, kend ilerini yalnızlığa
adarlar. Ama biliyorsunuz, Rousseau bile bu yal­
nızlığı haksızlıklara, eşitsizliklere karşı savaş
açan kitaplarını yazmak için kullanm ıştır.
Burada bir sorun ortaya çıkıyor Sanatçı ne
dereceye değin kendini bu etkin siyasa içinde bu-
1 unduracaktır? Bu , ebet sanatçıya göre deği;ir.
Çünkü yaratı denilen olay da her sanatçıda lJaşka
türlü kendini gösterir. Kimileri olaylar içinde n e

1 08
kadar zamarı geçtiyse, bir o kadar, yada daha ço­
ğunu olayları uslarının ve duygularının süzge­
cinden geçirmek için kullanırlar. Bu şu anlama
gelir sanatçı meydanda söylev çekerkeıı yapı­
tını yazamaz. Yazması için ayrı bir zaman ı o l ­
ması gerekir. Nedir, kimileri d e , ortaya bir !O a n a t
ürünü koymak yolunda, kendilerini etkin s i yas a­
c1 a n çokça ayırmaya gerek duymazlar. Daha
doğrusu ,ne yaratacaklarsa, o siyasal alan iç i n d e
yaratırlar. Diyeceğim, yaratı işi karışık bir i ş ti r
Bunu birtakım kurallarla saptayamayız. Yoksa
f-ı '.)r ü!;ı-c t m e n i r! bir sanatçı olması gereki rd i.
(Yeni l.lh ı s , 2G haziran 1 'l7Cı)

Benim şi irim sokağa açılan , ciğerlerine t e m i :�


havayı d ol du r m ak isteyen bir şiirdir. Bu bak ı m ­
d tm yüzdeyi.iz g8rçekçidir. Öyle sanıyorum k i ,
birçokları n ı ben im bu gerçekçi yanım yan ı l tmak­
t o:.dır Çünkü bu gerçe k ç i l iğ i n ne ol d u ğu ü z e r i n d e
cb a n l:.ış mak ge re k ir.

Yc.p:lacak iş, i ;ı sa n , cl uğ< ı , e�ya i l i C? k i l eri n i


abartmadan , ülküleştirmede n , soy u t l a m a d an ve­
rebi lmektir. Bir yazarın n es n e l e ri bozmaya hiç
mi hiç hakkı yoktur. Yalnız b u rad a du ygunun
v 2 zeblnm payını iyi ayarlamak gerekir. Du ygu­
nun ölçüsünü biraz kaçırdınız mı -bizim ozan­
ların çoğu bu konuda kantarı n topuzunu kaçır-

1 09
maya pek düşkündürler- hemen duygululuğa,
yani şairaneliğe, yani ozansılığa düşersiniz. Ze­
kanın ölçüsünü kaçırdığınız vakit de sizi anlık­
çı'.ık, yada daha anlaşılır bir sözcük kullanayım,
zekacılık bekler.
(Ankara Televizyonu, şubat 1 974)

Edebiyatsız edebiyat yapmak isteyin c8 s ıfat­


lara, benzetmelere, mecazlara da arka dönersiniz.

İ şte burada yeni bir duygudan söz edilebilir.


S ıfatsız, benzetmesiz, mecazsız ( addeğişimsiz)
bir duygu. Ecn daha ı 940'larda şöyle yazard ı m :

B e n de gezinebilmeliydim sokakta
Korkusuz seni düşünmeliydim
Yatağım su v� buluttan önce
Hat ı rım a sen gelmeliydin

Görüyorsunuz bu şiirde söz sanatları diye tir


şey yoktur. Her şey yalı n haldedi r. Süsten,
yapmacıkl ıktan arı nm ıştır. Burada belki ses de
yoktur. O musiki denilen şey. Varsa sıfır nokta­
sında, ölü n oktada tutulmuştur. Yada ölü nokta­
da tutulmak için büyük bir çaba gösterilmiştir.
Bu konuda benim daha ileri gitmiş çal1şmaı u:n1
da vardır

11o
Bu mahalle babamındır
Burada sevdim ilk kızı
İll� kahveye gittim
Burada yaşadım gelinlik kızlarla
Kadınların eteklerinden çektim
Burada girdim rüyalara
Burada rezil oldum

Yi n e de bir ses var sanırım . Buna b e l k i d e


alışılm :şın öt2::: i nd0 bir ses diyebiliriz. !3 i 1 nı i yo­
rum. Yal n ı z bir şeyi açığa v u rm a k isteri m . � i i
r:mc ı; y_:-ulad ı g ı m b u ses yas2o,i?;ın ı zam an l a b i ra z
hai i i .ietti m . Kapıyı b iraz d ah a 2 ralad ı nı . D;ı h a
doğru s u , öteki yıllarda, böyle s�ssiz bir ses d eg i l
d e, hayk ı ra n bir ses kullanmaya yö ne l d i m Bu n u .

c' a kalabal ıkl2,ra uzanan şiirler y�zmak i s ted i ğ i m


i çin yap t ı m . S j zgelişi «Mil y on Milyon,, böyle bir
şiirdir.
Duyguy u b e l l i b ! r �;ı n ı r iç! n d c t u t u n c<: , o n u n
y 3rini cıJe,c:::ü;: başl : ::ı, ::: e y l e r ! : �' n ş ıyor i şe . İ ·;ter i s­
temez n e s n el e r e alay c ı , e l eş t i ri c i b i r göl'. l e b �kı­
ycr::;unuz. Bunuı� t 8 r s i n i d (.; :�iiy l e:,: e b i l i rs i n iz. İn­
san alaycı, yergici bir yara t ı l ı ş içinde olunca
duygu ön p l an da olmaktan çıkıyor.
Yergicilil;:, gerçekç i l i ��in d e bi r sonucu. To­
p unun temelinde gerçekçi l i k var. Yalnız benim
yergiciliğimin bir öze l liği, onun ince alay dediği ­

miz ironi ile birl ikte bulunması. Bu da şirlerimi

111
güler yüzlü yapmaya yaramıştır. İ lk şiirlerimi,
Haydar Haydar'dan önceki şiirlerimi demek isti­
yorum. Onları kara alaydan biraz geride tutmak
iyi o�ur. «Kikirikname .. yi düşünün

Sizinkisi de gülmek mi a teresler


Gülünce şöyle bir sunturlu gülmeli
Bir iki üç dişleri göstermeli
Sırıtmalı değil zangır zangır gülmeli

Burada dahe, çok kinayeli ( değinmecelil bir


sesleniş var. Ben kinayeyi biraz çokça severim.
«Pineklemeye Çağrı da da kinaye vardır. O şiirde
..

bir de Tevfik Fikret vardır. Daha doğrusu Fik­


ret'in «Han-ı Yağma» sındaki kinaye. Ş iirin kuru­
luşu ise Fikret'in şiiriyle hiç mi hiç ilgi l i cieğil dir.
Diyeceğim, güleryüzlüdür benim şiirlerim.

Kimi zaman yergiye el atmadan da ince ala­


yı, o süzgeçten geçirilmiş alayı kullanırım. « Sa­
lah Birsel 'in Aşk:,, , «Sc.Jah B irsel 'in Son Macera­
ları .. böyledir. Onlarda ince alay vardır ama yergi
yoktur. Nedir, aşk şiirlerinin de sarakaya alın­
ması b �rç:olc�armı tedirgin etmiştir. Çünkü herkes
aşkın asık suratlı, çatık kaşlı olmasını ister. Ne
bileyim, bu şiirlerde, aşkın yanı sıra, kendi ken­
dimle alay da vardır.
(Anlıara Televizyonu, şubat 1 974)

1 12
Dünyada hiçbir şeyi siyasadan, top lumun et­
kir:i.!lden sıyıramazsınız. Sokakta yürüyüşümüz,
selam verişimiz, pazarda bağırıp çağırmamız,
dahası, sevi davranışlarımız hep belli bir siyasa­
nın uzantısındadır. Düşüncelerimiz de öy le. Zaten
her şey bir şeye göre yapılır, yada yap ılamaz.
Her şey bir şeye göre doğrudur, yada değ i l d ir.
Tanzimat edebiyatı olsun, Fecriati edebiyatı ol­
sun, kendilerini oluşturan sanatçıların kendi d ü ­
şüncelerinden çok toplumlarının düşünceleri n i
yansıtır. Daha eski çağlar için olduğu kadar, gü­
nümüz için de geçerlidir bu. Bir sanatç ının içinde
bulunduğu toplumdan ayrı olarak düşünmesi
beklenmemelidir. Çığır açan , topl u m l ara yön ve­
ren san�tçı lar ortaya gıcır gı cır düşün celer a lsa
bile bu düş i" :ı ccler yine de o toplumun malıd ır.
Babaların a t e rs düşen oğu lların düşünceleri de
babalarının düşüncelerini geliştirmiştir Yal n ı z
babalar bunu hemen a n layamazlar. Çünkü bir­
takım alışkanlıkların tutsağıdırlar. Oğullarının
düşüncelerini haklı bulan babalar bile, alışkanlık­
ların ı elden bırak mak istemezler.
(Yeni Ulus, 26 hazira n 1 975)

Haydar Haydar'da birtakım simgeler vardır.


Bunlar kimilerinin sandığı gibi soyutlama
değildir.
Birçok yazarlar düşüncelerini simgelerle an-

1 13
latmayı sevmişlerdir. Sözgelişi Maeterlinck. Özel­
likle de Mavi Kuş'un Maeterlinck"i.
Haydar Hayd ar'da «kuzu» bir simgedir. ,< l�ü­
heylan" da öyle. Sonra «leylek» var, « kumn.ı ,,
var, «serçe" var, « kanarya" var, «güvercin" var
Bu sonuncuların topunu isterseniz «kuş" simges i
altında da toplayabilirsiniz. Ama benim dah'.1 c � ­
ceki şiirlerimde de simgeler vardır. «Hacıvat" da
bir simgedir. Bu simgeler çokluk ozanları anktır
Am:::, kimi zaman da h ?Jkın ta kendisi oluverir
(l�:��;:ır;:; fol.:;\'İzy �nc.ı, ;, :.:iıst 1 0 '/L! .

Y:1şn.m3 sevinci 1 940 kuşağı ile edebiyatımı z­


da yaygınlık kazanmıştır. Ama daha önce Nazım
H�kmet'in şiirleri de bu yaşama sevinciyle yıkan­
mı�. tll'.
1 94 3 yılında , sanırsam İnsan dergisinde, Sa­
bc.hatti n Eyüboğl u de, bu konuda bir yazı yazdı .
Ne k i , o zamanlar daha ç o k yeniydi bu duygu .
1940 Kuşağı ozanları ona d aha pek sarılmamış­
lard ı . Örnekler sonradan çoğ;alm ıştır.
Şu var ki, benim bu yaşama sevin ci karşısın­
daki tutumum biraz değişik olm uştur. Ben «So­
kak ne kadar güzel » , «Uçan kuş ne kadar güzel ))
gibi dizeler döktüreceğime, sokağın ve uçan ku­
şun güzelliği ni duyuracak bir şiir yaratmaya
çalıştım.
Bunun ne kadar güç bir i ş olduğunu kestirir-

1 14
siniz. Çünkü yaşama sevincinden hiç söz etmeden
ahı rları yaşama sevincinin içine iteceksiniz. Be­
nim o ince alayla yaz�ıdığını söylediğim şiirleri­
min tabanında işte bu yaşama sevinci de vardır.
(Ankara Televizyonu, ş u bat 1 974)

Haydar Haydar'ın öteki kitaplarından deği­


şik olduğunu sanmıyorum. Dünya İ şleri ile i l k
yola çıktığım vakit nasıl duygululuğu, yani şai­
raneliği şiirimden uzak tuttumsa, bu kitabımda
cb onu yaptım. Yalnız Haydar Haydar da kimi '

simgel8r var. Bunlara soyut ögeler gözüyle bak­


mamak gerek . Simge başka, soyut başkadır. Bü­
tün sorun simgeleri çözmek, simgelerle ne anla­
tılmak isten i ldiğini araştırmaktır. Bu ise kimile­
rine güç gel ' -/or Eski bir arkadaşı m, Haydar Hay­
d ar'ı ilk ok:.ı c�uğu vak it h i ç b i r ;;ey a n l amadığı n ı
C".öyl 8di. Ama i k inci ok u y u � u n d a üç, d ört �iiri
sPvdi. Demek bir daha, bir d a h a o lr n sa bütün şiir­
l eri sökecek. Ama o sa b ı r n e rd e ? K i m s eler yorul­
m ayı göze al maya y an a 1 m ı yo r O y s a 1 i i r denil en
şey en etz beş kez ok u n m u l ı d ı r. l3e1 kez okunduktan
sonra da şiir size b i r 0ey dem iyorsa o zaman onu,
yada kendinizi t u t u p atab i l i rs i n i z . Ama ilkin en
��·=C:.�m b s ş k e z ok u n m al ı d ı r b i r �; i i r. B u da şiire
çok görülmemelidir. Çünkü o, yaz ı l ı rken, beş de­
ğil, on, on beş, yirm i, belki de 4 0-50 kez bozu lup
yazıl mıştır.
(Dost, ekim 1 973

115
Haydar Haydar siyasanın en ağır bastığı ki-
tabımdır benim.
Yalnız birtakım simgeler vardır onda.
Dahası , pek çok vardlr.
Simgesel yapıt gerçeğe dört elle sarılır. Ama
gerçeği birtakım prizmalar arkasından göster­
mek ister.
Soyut olan ise gerçeğe arka döner
�'Jedir, belki bizim okurları m'z simgesel ya­
pı füı.rdan hoşlan mıyor.
Şunu da unutmamalı ki, yalnız kendilerinin
gerçeğe ve toplum9, bağlı oldukbrım s ? n � :c . l::· n <;; ­
kaların ı n da ayni yolda ilerlemesini istem iyen
ozanlar da var. Ortalığı biraz da bun lar karıştır­
maya çalışı yor. Gerçi bu, küçük sanatçılarm işi­
dir arn.:=! , bizde de küç ü ){ sana tçılar bi raz çokça

('tr;ri U ! :..ı s , 25 lıa z i rn n 1 975)

Bizim kuşak kendini toplumsal sorunların


kaynaştığı bir ortam içinde bulmuştur. Dikkat
ederseniz, bizlerden kimse, iktidar partileriyle
anlaşmaya kalkışmamıştır.
1 940 Kuşa.ğı özgürlü kten , h akta n , hukuktan
yanadır. Bunları kısıtlamak isteyenleri hiç mi hiç
bağışlamaz.
Çok iyi anımsıyorum 194ü'larda bi.z sevi şiir­
leri yazmaktan bucak bucak kaçardık. Yüzkızar-

116
tıcı bir şey sayardık onu. Sokaktal< i yw,nr ı l ı y a,
küçük adamın serüvenlerine yön e l ıı w ııı i ı. l n ı r ı ı ı
açıkça gösterir.
Yazılan sevi şiirleri de değişi k t i r l lc ı ı ı < · l r ı w l < · r
ço�duk bir makine dünyasının ben z c l. r ı w l < · rn l ı r
Benim sevi şiirlerini alaya al ı ş ı m ı n lı i r ı l l 'd ı · ı ı i ı ı i
de burada aramak gerekir.
(V�ni Ulus, 2!i l ı ; 1 1 1 1 ; 1 1 1 l ' l"/ ' ı l

Biltin Toker sinemada sGse v e k ı ı rı ·: ı ı y ı ı 1 1 1 1 1 · 1 1 1


veriyor. Benim şiirlerimde görü n t li l c � r i , ı ı l < · r ı ı ı ı ı
lcri , duyuşları dile getirirken sö7 c ü k 1 P r l ı · li ı ı ıı " ı ı
yaptı ğıma inanıyor. Bir de s özc ü k l e r i n ı ı ı ı L ı ı ı ı ı ı ı ı
seslerle bütünlediğim düş ü n c es i n d e . l l ı ı , ı · l l H � I.
şiirin sinema olduğu anlam ı n a g e l ı ı ı c�ı. H ı ı ı ı ı ı o
da belirtiyor Doğ ru s u , B i l ti n To k c ı" i ı ı l w n i Y ı l ı n
Sinema Ad c, m ı ,, o l arak i l <l n e t. m c� i h P n i t, < ı l '. r l ı ı y
gulandırd ı . B i r k e z , ya p m a k i s l.mJ i g i ın �1ı · y i ı · n i y i
anlamış bir i n sa n ı n y az ı s ı y d ı h ı ı . S oı ı ı -; ı , IU' n d i ­
sini hiç tan ı m ı yord u m . B i l i rs i n i z b ı ı g i b i y ; ı / ı l a ı - ,
çokluk dostluk i l i ş k i l e ri y l e y li rli l . li l li r
( Dost ılı!ı <Jİ!>i. ı ı i c; ; " ı 1 073

Yaşama sevi n c i H <! y d ar Haydar'd ; ı k i ş i i rl erd e


pe!ı: yoktur. Onu bi r s ü re i �: i n \; i i ı · i ıı ı i ı ı bc ı · i s i n d c
tutmak istedim. Bunun n eden i d e d ü n y a m ı z ı sa­
ran tragedyadır. Hangi m e m l ek e te çevirirseniz
çevirin gözlerinizi onu görürsünüz karşınızda.

117
Tragedyalar benim de boğazıma sarılmıştı. Ne
yazsam onları dile getiriyordum. Gerçi traged ­
yalar çokluk gülmelerle birlikte gelir, ama bu kez
öyle olmuyordu. XX. yüzyılımızın gözü iyice dön­
müştü. Böyle söylüyorum ya, Haydar Haydar'da­
ki kimi dizeler o yaşama sevincini yine de gizli­
den gizliye sürdürür. Haydar Haydar'l arın ilk
şiirinde bunu kolayca bulabilirsiniz

Aman Haydar tabip Haydar


Öldürdün beni
Ne bu leylak birikimi

(Dost, nisan 1 973)

Eskilerin «Savtı taklidi» dedikleri yansımalar


Hr:.ydar H aydar 'da gerçekten çokça. Ama bunla­
rın yanı sıra «I love you ,, , " mabe! '» « Gülmari,, ,
"Se-adpare" gibi yabancı kaynaklı tümceler, söz­
cükler de var. Dikkat etmişseniz bunlardan kimi­
si b ::ınim yaratmamd1r. Gülmari, Rosemary'nin
i l k parçasının Türkçeleştiril mesiyle elde edildi.
Saadp :ıre de Farsça'nın « yüz par(a» anlam ı n a
gelen sadpare sözc üğüne bir « a » harfinin eklen­
mesiyle ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar benim
sese verdiğim önemi gösterir. Bir yerlerde şiir
genişlemek ister. Doğadan yükselen bir sesle ben­
zeşmek ister. İ şte o zaman yansımalara, yabancı

118
sözcüklere uzanır ozan. Ama benim Ases ' Lc k i
şiirlerimi okumuşsanız orada d a görm ü şs ü n ü zcl i ı r
b u yansımaları. B u kadar çok değil , a m a v a r
Diyeceğim, yeni bir şey yapmıyorum. Be l k i b i r·
şeyi gittikçe daha büyültüyorum.
(Dost dergi s i . n i s a n ı �ın

Ben de lafı oraya getirecektim. Ed e b i y a ts ı :1.


edebiyat yapma eğilimi bende ilk şiirleri mh� ba ş
lar. 1 9 4 0 yılında yazdıklarıma bakarsanız, on l a n l c ı
edebiyat yapmaktan, daha ileri gideyim , ş i i r y : ı :1.
ma!-{tan çekinen, utanan bir insanın hali v a nJ ı ı ·
(Do::;t, n i scı n 1 97 3 ]

H aydar Hayc!ar'daki ü ç l ü k l erin tü m ü b i l'IJi


rinden ayrıdır. Ama topuna tek ş i i r göz l.i y ! c de
bakılabilir. Dahas ı , k ita b ı n « Ku z u n am c " , T u t i ­
name'" « Aga n tct '" « G ö l Saa t leri " b ö l ü ı ıı l c r i n cl ek i
şiirleri d e ay n i ş i i r i n p a rça l a rı saymak dognı o l u r
Bunların tümü b ü y ü k b i r ş i i rd i r. K a l d ı k i , b 8 n i m
bütün kitapları m ı d o l d u ra n ş i i rl e ri n top u tek
şiirdir. Zaman zaman ona yeni d i zeler eklemekten
başka bir şey yapmamışımdır ben .
(Do::;t, n i s cı n 1 973·

Şiiri ozansılığa ( şairaneliğe ) sürükleyen sa­


dece sıfatlar, benzetmeler değildir elbet. Onların
yam sıra şiirin sesini de denetim altında tutmak

119
gerekir. l:senim bildiğim, aruzla hecn vezni de
şairaneliği doğurur. Arılzu, hecey: kullaaıp da
duygusallığa düşmemiş ozanlarımız pek azdı r
bizim. Nedir, özgür koşukla yazıp arılz v e hecc�1in
takırtukurluğunu sürdürenler de eksik değildir.
Bunların en büyük suçu şiiri musiki saymalarıdır.
Oysa şiirin musikiyle hiçbir alışverif}i yoktur.
Onun ilişkisi sesledi r sadece. Ses ise, musil=i de­
mek değildir. Ne var, kötü kullanıl ırsa musikiye
dönüşebilir.
(Dost, nis3n 1 973)

Dilimiz arınıyor. Çokları bunu kösteklemek


istiyor ama arınıyor. Şu var ki, bugün her kafa­
( :ı n biı· ses çhnc.khc�ı:· E::r1 � c = y:-- -::: � · 1 ::: :- � 1 -
cüklerin ille de kendisince yaratmış olmasına
önem veriyor. Bu yüzden, dilimize daha yeni ka­
zandırıl mış bir sözcük varken, ayni kavramı kar­
şı!e,yacak başka bir sözcüğü de onlar sürüyor pi­
yasaya. Ne ki ötede, Tükrçe'de hiçbir karşılığı
olmayan bir kavram yine karşılıksız kalacakmış,
kalsın, bunu kimse umursamıyor. Herkes kendi
ününü hesaplıyor. Dil işimizin bir düzen içine
alınması, bu işe aklı yatkın olanların bir araya
getirilerek tutulacak yola bir yön verilmesi bu­
gün artık kaçınılmaz bir durum olarak kendini
belli etmektedir. Sonra, birçokları gibi Dil Aka­
demisinden de korkmamak gerekir.
(Hamle, derg i s i , Maraş 1 5 mart 1 955)
1 20
Devrik tümce bizim bütün düzyazımıl'.da
vardır. Sait Faik'in öykülerini açın, devrik tüm­
ceye bol bol raslarsınız. Ataç bu işin bir de sav u n
masını yaptığı için çokları ona saldırıyor. Ö y l e
sanıyorum ki, konuşma dilini yazı diliyle birle�­
tirmek isteyen her yazar er r:cç ona başvurur
Sonra asıl sorun, devrik tümce kullanıp kul l a n ­
mamakta değil, o n u başarıyle kullanmaktad ır.
(Hamle, 1 5 mart 1 955)

Her ozan şiirinin halka dönük olmasını i s ter


Çünkü onlar en katışıksız halk çocuklarıdır.
Politikacıların ozanlardan çekinmesinin ne­
deni de budur.
Ama her sanatçının halka yönelişi başkad ı r
Cemal Süreya'n ı n ki başka, Melih Cevdet'in­
ki başka.
Metin Eloğlu 'nunki de başkadır.
Kaldı ki, onlardan belli reçeteler istemek de
doğru değildir.
Öte yandan, bu «hal k » sözünden ne anlaşıl­
dığı üzerinde de durmak gerek ir. Eğer halktan ,
bayağılıklar, saçmalıklar önü nde kendinden ge­
çen kişileri anlıyorsak, ozan l a rın halka yönelik
şiirler yazmalarının anlamı yok t.ur Tersine, halk­
tan «dürüst emekçi» yi anlıyorsak, bunlardan ka­
çının şiir okuduğu üzerinde de kafa yormak
gerekir.

121
«Halkçı sanat» sözünü dilinden düşürmeyen­
ler, çokluk ozana yığınları eğitmek görevini de
verirler. Peki, halk eğitilmesini ister mi? Bunun
üzerinde de durmalı. Bana kalırsa eleştirmenler
iyi şiir istemedikleri gibi, yığınlar da iyi şiire ku­
lak asmamaktadır.
Dahası, acıdır ama söyleyeceğim, halk kendi
acılarını, kendi sorunlarını dile getiren yapıtlara
bile eğilmemektedir.
( U lus, 27 mayıs 1 970)

Siyasal sanat, yanılmıyorsam, Birinci Dünya


Savaşından sonra daha bir geçerlik kazandı. İ s­
terseniz, bu akımın gelişmesine faşist yönetimle­
rin destek olduğunu söyleyebiliriz.
Siyasal sanatın halk sanatından ayrılan ya­
nı, birincisinin daha güncü! olmasıdır. Gelin gö­
rün ki, siyasal sanattan yana olanlar sanatın an­
cak sınıf çatışmalarında bir rolü olduğu vakit
değer kazanabileceği düşüncesindedirler. Bunlar
sanata amaç değil, araç gözüyle bakanlardır.
Sanatın araç olmadığını söyleyenlere karşı
da, bu gibiler faşist damgasını vururlar.
( Ulus, 27 mayıs 1 9 70,

Ulusal sanat ergeç siyasal sanata dönüşür.


Başka bir deyişle, ulusal sanat, siyasal sana­
tın geçen yüzyıldaki adıdır. Ama devlet yöneten-

1 22
ler ulu3al sanat kavramından ürkmezler do, s i ya­
sal sanat sözünden pirelenirler.
(Uus, 27 nı;ıyıs E l70)

Şiirlerim üzerine ileri geri laf edenler, on ların


noktasız, virgülsüz olduğunu bile bilmiyor A m a
bakın ilk şiirlerimde noktalama vardır O n u ben
1 947'lerde attım. O y ı ldan bu yana da h i ç k u l lan­
madım. Sevmem noktaları. Hel e ünlem işaretl e ­
rinden iğrenirim. Bunlar şiirin oku n m asın ı g ü ç ­
leştirir, şiirin yapısını bozar Başka b i r d o y işle
şiiri kendisinin olmayan b i r· y ö n e çeker Ş i i ­
rin asıl yolunu , yapısını bu l m a k i ç i n yapı lacak i ş
yine okumak, okumaktır. D i ze l c ı· i n altında bi rta­
kım sesler, duraklar, büyüler vard ı r On l a r ı oc­
taya çıkarmak gerekir. Oza n l ar bu n u n ü s t.esinden
kolayca gelebiliyor. Ama ozan o l mayan lar için
bu işin kolay olmadığını kab ul ederi m . B u güç­
lüğü kötü ozanlarla, kötü oza n l arı n yazd ı k ları
karşısında kendilerinden geçen ler de d u yar.
( Do:>t, c k: ı ı ı 1 973)

Duygululuk benim bütün şiirl eri mden afaroz


edilmiştir. Sevi şiirlerinde bile d u ygu l u l uğun tu­
zağına düşmemeye büyük bir d i kkat göstermi­
şimdir. «Soğukkuyu Tramvay Caddesi,, nin bir
sevi şiiri olduğunu bilirsiniz. İ sterseniz onun son
dizelerini okuyayım

1 23
Benim de saçlarım olmalıydı
Daha uzun
Ve boyum kısa senin gibi
Ben de gezinebilmeliydim sokakta
Korkusuz seni düşünmeliydim

Görüyorsunuz ya bu dizelerde duygululuğa


y ani aşırı duyguya kaçan hiçbir şey yoktur.
Bilinçlidir bende bu eğilim. Kimi sevi şiirlerimde,
«Salah Birsel 'in Aşkı » m, «Salah Birsel 'in Son Ma­
ceraları » n ı düşünün, bu eğil im seviyi alaya ala­
cak kadar yoğunluk kazanır.
(Dost, nisan 1 973)

Benim şiir yazmam uzun beklemelerin sonu­


cudur.
Odamda, sokakta, y atakta, kahvede boyuna
beklerim.
Bir şeylerin geleceğini , bir şeylerin boğazıma
sarılarak dışlanmak isteyeceğini bilerek beklerim.
Bu, kimi zaman, şipşak boy gösterir. Kimi za­
man da beni haftalarca, aylarca tetikte tutar.
Ama kısa zamanda peçesini açan şiire de he­
men yaklaşmam. Onu bir kağıdın üzerine sap­
tadıktan sonra yine beklerim. Böylece, o yerden
bitme coşkuların beni yanıltmasından -bunlar
yüzdeyüz insanı yanıltır- kendimi korumuş olu­
rum.

1 24
Bu beklemeler içinde, şiir bir an için görü nür
olsa da, yine tezliğe kapılmam. Onun bütün üyle
bana kendini vereceği anı kollarım . Nedir, bu b i r
anlık görünüşü saptamaktan d a geri kal r.1:.�.m .
Şiirin sonraki evreleri sırasında işin ustaca kota­
rılmasına destek olacaktır bu.
Şiir bütünüyle ortalarda gezinmeye başladık­
tan sonra da işi bitmiş saymam. Onu yeniden ,
d aha sonraki günlerdeki duygularımla, düşünce­
lerimle elden geçirmek üzere bir yana bırak ı rım.
Şiir bu mayalanma süresinde de varlığını korur­
sa, o artık ben im beklediğim şey demektir. Onu
sa,ğından , solundan çekeleyerek okurların karşı­
sına çıkacak kılığa sokarım.
Şu var ki, kimi zaman, çıkış noktasını izle­
yen günlerimin çalışmaları, geride kalmış ürün­
l 3ri bağrın a basmak istemez. O zaman hepsini
yırtar, içinden belki bir tek dize alır, onunla yep­
yeni bir şiire başlarım.
Şiir kıvamına geldiği vakit, ben de kıvamımı
bulmu ş olurum. Ne ki, daha çok iş vardır. Bütün
usum, duygum, sinirlerimle o şiirin kendisi olma­
ya başlarım. Şiirdeki sözcükleri atarak, kendi
C.uygu!arımı, sinirlerimi onların yerlerine yerleş­
tiririm. Yemek yer, su içer, yolda yürür, dinle­
nir, dahası, uyku uyurken -bunda abartma yok­
tur- hep o şiiri yaşarım . Dış dünyadan hiçbir
şey benim düzenimi bozamaz artık. Bir başka

1 25
deyişle, iç dünyamla dış dünyam birbirine karı­
şır, tek bir varlık haline gelir.
Bundan sonra iş kolaydır. Üç beş günlük sü­
rekli bir çalışmadan sonra şiir gerçek biçimini
alır.
Şiirin yakamı bırakması da işte ancak o vakit
kesinleşir.

[�c:ir ve V::zadarımız Nasıl Yazıyorlar, a d ı ı k i t;:ıpt;:ı n , 1 975)

BİTTİ

1 26

You might also like