Professional Documents
Culture Documents
&lot
22.08.2019
Sayfa 2 / 646
22.08.2019
Sayfa 3 / 646
• 86._TARIK_SURESİ_17_Ayet
• 87._ALA_SURESİ_19_Ayet
• 88. ĞAŞİYE SURESİ 26 Ayet
• 89._FECR_SURESİ_30_Ayet
• 90._BELED_SURESİ_20_Ayet
• 91. ŞEMS SURESİ 15 Ayet
• 92._LEYL_SURESİ_21_Ayet
• 93._DUHA_SURESİ_11_Ayet
• 94. İNŞİRAH SURESİ 8 Ayet
• 95. TİN SURESİ 8 Ayet
• 96._ALAK_SURESİ_19_Ayet
• 97._KADR_SURESİ_5_Ayet
• 98. BEYYİNE SURESİ 8 Ayet
• 99. ZİLZAL SURESİ 8 Ayet
• 100. ADİYAT SURESİ 11 Ayet
• 101. KARİA SURESİ 11 Ayet
• 102. TEKASÜR SURESİ 8 Ayet
• 103._ASR_SURESİ_3_Ayet
• 104. HÜMEZE SURESİ 9 Ayet
• 105. FİL SURESİ 5 Ayet
• 106. KUREYŞ SURESİ 4 Ayet
• 107._MAUN_SURESİ_7_Ayet
• 108._KEVSER_SURESİ_3_Ayet
• 109. KAFİRUN SURESİ 6 Ayet
• 110._NASR_SURESİ_3_Ayet
• 111._TEBBET_SURESİ_5_Ayet
• 112. İHLAS SURESİ 4 Ayet
• 113._FELAK_SURESİ_5_Ayet
• 114._NAS_SURESİ_6_Ayet
Mekke-i mükerreme'de Necm sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Kırk iki Âyet-i
kerime, yüz otuz kelime ve beş yüz otuz üç harften müteşekkildir.
Adını Sûre-i şerif'in ilk kelimesinden almıştır. "Sefere" ve "Sâhha" diye de anılır.
Nüzul Sebebi:
22.08.2019
Sayfa 4 / 646
Bu sırada gözleri görmeyen Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh- geldi. O
andaki durumu görmediği ve bilmediği için: "Yâ Resulellah! Allah'ın sana
öğrettiklerinden bana da öğret!" dedi, onun başkalarıyla meşgul olduğunu
farkedemediği için, bunu birkaç defa tekrarladı.
Resulullah Aleyhisselâm konuşmasını bitirip kalkacağı sırada vahiy geldi ve Abese sûre-i
şerif'inin ilgili Âyet-i kerime'leri nâzil oldu.
Rivayete göre, Resulullah Aleyhisselâm ömründe hiçbir zaman Abese sûre-i şerif'inin
indiği esnadaki üzüntüsü kadar üzülmemiştir.
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in dayısının oğlu ve ilk muhacirlerden olan
Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh- ne zaman yanına gelse, Resulullah
Aleyhisselâm: "Ey Rabb'imin beni kendisi hakkında sitem ettiği kişi! Merhaba, hoş
geldin!" diyerek ona yakınlık gösterir, iltifatta bulunur, ridâsını altına yayar ve ihtiyacını
sorardı.
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i celîle, Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-ın kıssasını
anlatarak başlar.
On yedinci Âyet-i kerime'den yirmi dördüncü Âyet-i kerime'ye kadar, Allah-u Teâlâ'nın
birçok nimetlerle merzuk etmesine rağmen, insanın ne kadar nankör olduğu anlatılmakta,
bu nimetler üzerinde düşünmeyen ve şükretmeyen insanların acıklı âkıbetinden
bahsedilmektedir.
Yirmi dördüncü Âyet-i kerime'den otuz üçüncü Âyet-i kerime'ye kadar, Allah-u Teâlâ'nın
bu kâinattaki kudret ve azametinin delilleri gözler önüne serilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 5 / 646
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise nankörlerin, küfürde, isyan ve tuğyanda ileri gidenlerin
kıyamet gününde karşılaşacakları korkunç sahneler hatırlatılmaktadır.
Allah-u Teâlâ lâtif bir şekilde sevgili Peygamber'ini ikaz etmekte, kalp kırıklığını bertaraf
etmek için Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
Belki de onun nefsinde tamamen bir arınma meydana gelecekti, kalbi Allah'ın nuru ile
aydınlanacaktı.
Allah yolundaki seyri kolaylaşacaktı, içindeki şek ve şüphelerden kurtulup sâfi bir imana
kavuşacaktı.
"Kendini sana muhtaç görmeyene gelince, işte sen ona yöneliyorsun." (Abese: 5-6)
Senin vazifen sadece tebliğdir, bizim işimiz de hesaba çekmektir. Dileyen iman eder,
dileyen kâfir olur. İslâm'ı kabul etmedikleri takdirde zararı kendilerinedir.
22.08.2019
Sayfa 6 / 646
Çünkü yararı da zararı da kendisine âittir. Öğüt alan düşünür, istifade eder, hidayet
yoluna girer, hayatını ona göre tanzim eder, dünya saâdetine ahiret selâmetine erer.
Öğüt almayan sapıklıkta kalır, dünyasını da ahiretini de harap eder.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in değerinin büyüklüğünü bildirmek üzere mütebâki Âyet-i
kerime'lerde şöyle buyurmaktadır:
Çünkü o beyanlar Allah kelâmıdır. Allah kelâmı ne kadar saygıdeğer ve aziz ise, onun
yazılı bulunduğu sayfalar da o nispette saygıdeğer ve azizdir.
Değeri çok büyük olduğu için müminlerin de gereken en yüksek değeri vermesi ve el
üstünde tutmaları gerekir.
Her türlü eksiklik ve fazlalıktan, Allah kelâmı olmayan sözlerden korunmuştur. İnsanî ve
şeytanî düşünceler aslâ karışmamıştır.
Mushaflarda yazılı olan Allah kelâmı melekler tarafından ilk önce Levh-i mahfuz'da
nurdan sayfalara nakşedilmiştir.
22.08.2019
Sayfa 7 / 646
Bu hitap, inkârcı ve yalanlayıcı insanlar içindir, müminler için değildir. İman nuruyla
münevver, İslâm şerefiyle müşerref olmayan insanlar, Rabb’lerine karşı nankörlük
ederler. Vücudunun başlangıcından son anına kadar nâil olduğu nimetleri unutmak,
nimeti verenden ve O’nun gücünden gafil olmak, hem de hatırlatıldığı halde nazar-ı
itibara almamak, şükredecek yerde nankörlükte ileri gitmek, böyle büyük bir bedduâya
muhatap olmaktadır.
Halbuki yaratıldığı aslî maddesinin kerih bir su olduğunu düşünseydi nankörlük etmezdi.
Aslı bir damla kerih su, üzerindeki maddî ve mânevî bütün nimetler ise sahibine âit.
Dünyada insan için her türlü imkânları sağladı. Hayır ve şer yollarını ona gösterdi. İsterse
hayrı seçer, isterse şerre sarılır.
Ölüm de Allah-u Teâlâ’nın pek büyük bir nimetidir. Çünkü müminin hayat-ı ebediyeye
ulaşmasına sebeptir. Kabre koyması da ona itibar göstermesinden ileri gelmektedir.
Kabrinden kaldırır, yeniden hayat verir. Yaratırken ona sormadığı gibi, tekrar diriltirken de
sormayacaktır.
Şu kadar var ki; insanlar Yaratan’a, nimetlerle donatana, her ihtiyacını karşılayana karşı
şükür vazifesini lâyıkıyla yerine getirmemektedirler.
Allah-u Teâlâ’ya itaat etmesi gerekirken nankörlük yapmakta, kulluk vazifesini yerine
getirmekte ihmalkâr davranmaktadır.
22.08.2019
Sayfa 8 / 646
Halbuki Allah-u Teâlâ, onu kudretiyle nasıl yarattı, doğuşunu rahmetiyle nasıl
kolaylaştırdı, onun için geçim vasıtaları hazırladı, yaşamasını sağlayan türlü türlü
yiyeceklerini nasıl yarattı?
O gıdaların yaratılışında ne ince sanatlar var! Her bir zerresi Allah-u Teâlâ’nın azametine
ve ulûhiyetine delâlet etmektedir.
Toprak aynı toprak, fakat taneler ve tohumlar çeşit çeşit. Su aynı su, fakat sebze ve
meyvelerin tatları değişik değişik.
Tohum ve buna benzer taneler, sert kabuklarından baş taraflarını yararak çıkarlar ve bu
sayede kendilerini kuşlardan korurlar.
Yazın yaşı, kışın kurusu yenilen üzüm de; kolay ve çabuk yetişen hayvan yemi yonca da
ilâhî kudretin tezahürlerindendir.
Gerek zeytin ve gerekse hurma en faydalı gıdalardır. İkisinden de türlü türlü şekillerde
faydalanılır. İnsanlar asırlardır bütün şekillerinden istifade etmektedirler.
Dalları birbirine girmiş büyük ve iri ağaçlar ihtişamlı görünümleriyle kâinatın vitrininde Ulu
Yaratıcı’nın kudretini sergilemektedirler. Bağlar bostanlar âdeta cennet-i âlâ’yı
hatırlatmaktadırlar.
Yüzlerce çeşidi olan yaş ve kuru meyveler, bir kelime ile beşeriyete takdim ediliyor.
İnsanların yemeyip hayvanların beslendiği otlaklar, meralar, her türlü bitkiler zihinlerde
canlanıyor.
22.08.2019
Sayfa 9 / 646
Zira sayılan bazı nimetler insanlar için yiyecek, bazıları da hayvanlar için yemdir. Sadece
insanlar değil, hayvanlar da bu gıdalarla beslenirler ve insanlar bu hayvanlardan
yararlanırlar.
Korkunç Gürültü:
Kıyametin kopması anında kulakların zarını parçalatacak kadar müthiş bir ses ortalığı
çınlatacak, herkes kendi derdine düşecek.
Allah-u Teâlâ’nın müminlerle kâfirlerin arasında hükmünü vereceği o çok zor günde
herkes kendi nefsini düşünür, kendi derdiyle uğraşır, meşgalesi başından aşar, kendisine
bir zarar dokunmasın diye, tanıdığı bir kimseyi görmekten sıkıldığı kadar hiçbir şeyden
sıkılmaz. Çünkü yaptığı bir haksızlık sebebiyle kendi evlât ve iyâlinin bile peşine
düşeceklerinden kaçınır.
Çünkü karşılaştığı dehşet ve gürültü çok büyüktür. Allah için sevenlerin dışında, kişilerin
yakınlarına olan derûnî ilgileri bütünüyle kopar. Korkunç dehşet, başta nesep bağı olmak
üzere bütün bağlılıkları kesip atar. Başlarına gelecek azaptan kendilerini kurtarabilmek
için bütün güçleriyle sevdiklerinden kaçmaya çalışırlar, birbirini görmek istemezler. Fakat
ne fayda!
En sıcak dostlar, en şefkatli yakınlar bile birbirinden nefret ederler, aralarındaki bütün
bağlar kopar. Yakınlarının ne kötü durumda olduklarını gördükleri hâlde birbirlerinin
hallerini soracak durumda bulunamazlar. Herkes kendi derdine düşer, başının çaresiyle
başbaşa kalır. Kendilerini her şeyden alıkoyan bir şeyle meşgul olurlar.
Kıyamet günü hiç kimse bir başkasının durumuyla ilgilenme fırsat ve imkânı
bulamayacak, herkesin derdi başından aşkın olacaktır. Zihinler acı düşüncelerle ve
tasalarla doludur.
22.08.2019
Sayfa 10 / 646
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir defasında: “Yâ Resulellah! Ahirette çıplak
mı haşredileceğiz?” diye sormuştu. Resulullah Aleyhisselâm: “Evet!” diye cevap
verince: “Çıplak olmaktan dolayı vah başımıza gelenlere!” diye üzüntüsünü dile getirdi.
Çünkü hesaptan kurtulmuşlardır. Allah-u Teâlâ’nın engin ikramlarını gördükleri için sevinç
içindedirler. Niyetleri, samimiyetleri ve ciddiyetleri olanca güzelliğiyle ortaya çıkmıştır.
Gülmeye de sevinmeye de hak kazanmışlardır.
“O gün birtakım yüzler vardır, üzerini toz kaplamış, karanlıklar örtmüştür.” (Abese:
40-41)
Yüzlerde bu şekilde toz ile karanın bir araya gelmesi, korku ve zilletin en korkutucu ve
ürkütücü bir şekilde ortaya çıkışıdır.
Onlar hem küfürde kalarak, hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir arada
toplamışlardır. İşte bütün kâfirlerin ve fâcirlerin âkıbeti budur! Varacakları yeri
öğrenmişler, gidecekleri yer belli olmuştur. Cehennemde sürekli ve ebedî olarak
kalacaklardır. Çünkü bunların niyetleri, yaşadıkları sürece devamlı olarak küfürde ve
isyanda ısrar etmekti. Bu bakımdan azaplarının ebedî olmasıyla cezalandırıldılar.
22.08.2019
Sayfa 11 / 646
Mekke-i mükerreme döneminde Âsır sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. On bir Âyet-i
kerime, yirmi sekiz kelime ve yüz yirmi harften müteşekkildir.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle Allah yolunda cihad edenlerin soluk soluğa koşan atlarına
yemin ederek başlar.
İlk beş Âyet-i kerime'de kıyameti hatırlatan bir harp sahnesi gözler önüne serilmekte;
kıvılcımlar saçan, sabahın ilk saatlerinde baskınlar yapan, orada tozu dumana katan,
düşman birliklerini çepeçevre kuşatıp onlara cepheden saldıranlar üzerine yemin edilerek
şanlı mücahitlerin Allah katındaki faziletleri belirtilmektedir.
Cihadın Ruhu:
Allah-u Teâlâ inananları Allah yolunda cihada, kahramanlığa ve fedakârlığa teşvik ederek
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
İ'lây-ı kelimetullah için, üstlerinde mücahitler olduğu halde, nefes nefese, soluk soluğa,
boyunlarını uzatarak koşan atlara!
Allah yolunda cihad eden gazilerin, nalları taşlara çarparak kıvılcımlar çıkaran atlarına!
Her an baskın yapmak için fırsat kollayan din düşmanlarının tertip ve düzenlerini bozmak,
saflarını darmadağın etmek için kendilerini bir anda düşman topluluklarının ortasında
bulanlara!
Bu müjde sadece Asr-ı saâdet'e münhasır olmayıp şümulü kıyamete kadar devam eder.
Bilhassa fitne ve fesadın ayyuka çıktığı âhir zamanda gelecek olan mücahitlere de
şâmildir.
22.08.2019
Sayfa 12 / 646
Nankör İnsan:
Bir damla kerih sudan yaratıldığı halde Yaratan'a hasım kesilen, nâmütenâhi nimetlerle
donatıldığı halde şükretmeyip nankörlük eden, Allah'a inanmayan, olanca kibriyle
öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kimseler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde
şöyle buyurur:
O kadar ilâhî nimetlere nâil olduğu halde hiçbirisinin şükrünü yerine getirmez. Mazhar
olduğu bolca iyilikleri hiç hesaba katmaz. Rabb'ini unutur da, kulluk vazifelerini yapmaz.
Maruz kaldığı musibetleri ve zorlukları sık sık dile getirerek itiraz eder durur.
Rabb'ine karşı çok nankör olduğuna insanın kendisi de şâhittir, başka bir delile ihtiyaç
yoktur, çünkü yaptıkları ayan-beyan ortadadır. Bu durumu kendi vicdanı da kabul eder ve
dile getirir.
Dünya hayatında bu itirafı yaptıkları gibi, ahirette de kendi aleyhlerine şâhitlik yapacaklar,
günahlarını itiraf edeceklerdir.
İnsan dünyanın geçici geçimliğinden ibaret olan mala muhabbetinden dolayı son derece
cimri ve haristir.
Mala olan aşırı muhabbeti insanı öyle bir dereceye getirir ki; yanında bir vâdi dolusu altın
olsa ikincisini ister, iki vâdi dolusu altını olsa üçüncüsünü ister. Malının hakkını vermez,
hayra harcamaz, haristir, Allah yolunda infak etmez, malın şükrü olan ibadet ve taatı da
unutur. Dünya hayatının fânî nimetlerini, ahiretin baki nimetlerine tercih eder.
22.08.2019
Sayfa 13 / 646
Kabirlerin açılacağı o gün için hazırlık yapmaz. Halbuki kabirden kalktığı vakit
karşılaşacağı mihnetlere karşı çareler aramak, mala muhabbetten daha evlâdır.
Bir kadın bile hamile olduğu zaman çocuğuna giyecek hazırlar. Ona: "Senin çocuğun yok
ki, bu hazırlık da ne oluyor?" denilecek olursa ne cevap verir?
Gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler, maksatlar bütünüyle ortaya serildiği vakit,
insanlar dünyada neler yaptıklarını anlayacaklardır.
Çünkü:
Hiçbir şey O'nun ilminin dışına çıkamaz, O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Ezelî ve ebedî
ilmi ile her şeyin içyüzünü bilir. En gizli halleri bilmek O'na mahsustur. Zâhirî ve bâtınî,
büyük ve küçük hiçbir hadise, hiçbir haber hiçbir zaman O'ndan gizli kalamaz. İyilik
yapanları mükâfatlandırır, kötülük yapanları cezalandırır.
Bu beyan, insanların uyanması için ilâhî bir tehdittir. Ahiret âleminde hesap ve azaptan
kurtulup mükâfâta erebilmek için, elde fırsat dilde ruhsat varken ibadet ve taata
yönelmeye azmetmeleri gerekmektedir.
Adını ilk Âyet-i kerime’de geçen “A’lâ” kelimesinden alır. “Sebbih” diye başlayan ilk
kelimesinden dolayı “Sebbih sûresi” diye de anılır.
Resulullah Aleyhisselâm A’lâ sûre-i şerif’ini çok severdi. Vitir, Bayram ve Cuma
namazlarında ve hatta son olarak kıldırdığı akşam namazının ilk rekâtında onu
okumuştur.
Muhtevâsı:
22.08.2019
Sayfa 14 / 646
Bu mübârek Sûre-i celîle, Allah-u Teâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih ederek başlar.
Altıncı Âyet-i kerime’ye kadar Allah-u Teâlâ’nın yüceliği ve azameti misal verilerek beyan
edilmektedir.
On dördüncü Âyet-i kerime’ye kadar öğüt vermenin önemi, ancak Allah’tan korkanların
öğüt alacakları, bedbaht olanların kaçınacakları haber verilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise; bu temel esasların daha önce indirilen mukaddes
sayfalarda ve kitaplarda da yer aldığı belirtilmektedir.
Tesbih ve Tenzih:
Allah-u Teâlâ müminlere Zât-ı akdes’ini tesbih etmelerini sarîh olarak emir buyurmaktadır:
Allah-u Teâlâ’yı tesbih ve tenzih etmek, müslümanın dünya saâdetini ahiret selâmetini
elde etmesinin en güzel vesilesidir.
Allah-u Teâlâ’yı tesbih edip şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O’nu kemâl ve
cemâl sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı
zemimelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.
Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ’yı tesbih ve tenzih etmek
günahların bağışlanmasına vesiledir. İnsan bu sayede ruhen inşirah bulur, içi nurlanır,
ilâhî lütuflara ve mânevî yardımlara mazhar olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime nâzil olunca
secdelerde: “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ” denilmesini, Vâkıa sûre-i şerif’inin son Âyet-i
kerime’si nâzil olunca da rükûda: “Sübhâne Rabbiye’l-azîm”denilmesini emir
buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)
Yamaçlarda “Allah-u Ekber“ diye tekbir getirirler, inişlerde “Sübhânellah“ diye tesbihte
bulunurlardı.
22.08.2019
Sayfa 15 / 646
Rivâyet ayrıca namazdaki tekbir ve tesbihlerin de buna benzetilerek namazda yer aldığını
belirtmektedir. Yani rükû ve secde hallerinde tesbih, rükû ve secdeden doğrulurken tekbir
getirilmektedir.
Kaza ve Kader:
Kaza ve kadere inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, fayda ve zarar,
kazanç ve ziyanların hepsinin; Allah-u Teâlâ’nın takdiriyle, tertibiyle, dilemesi ve
yaratması ile meydana geldiğine inanmak demektir.
Her şeyi yaratmış ve onların yaratılışlarını bir düzen içinde yapmıştır. Kişilerin şekil ve
şemâlini, güzellik ve çirkinliğini, mutluluk ve bedbahtlığını, hidayet ve sapıklığını, rızkını,
ecelini ve diğer hususları ilim ve iradesiyle belli bir ölçü içinde düzenlemiştir.
Kader ve takdir; bir şeyi belirli bir ölçüye göre yapmak, plânlamak, tayin etmek demektir.
Sınırlama, ölçü, miktar, emir ve hüküm mânâlarına da gelir.
İslâm dini’ne göre; Allah-u Teâlâ’nın ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak
şeylerin yerini ve zamanını, en ince teferruatına varıncaya kadar her şeyi ezelî ilmi ile
bilip takdir etmesine kader denir. Ezelde irade ve takdir buyurduğu şeyleri, zamanı
gelince Levh-i mahfuz’da yazıldığı şekilde meydana getirmesine de kaza denir.
Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Allah-u Teâlâ’dır. İnsanların bu hususta
hiçbir kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiçbir
şey yapmamışlardır.
İşte gerçeklere kulak tıkayan kişiler de böyle çerçöp olup gideceklerdir. İşte dünyanın da
hâli budur. Başlangıçta ne kadar güzel de olsa, nihayetinde serap olacaktır.
22.08.2019
Sayfa 16 / 646
Ümmî Peygamber:
Resulullah Aleyhisselâm kırk yaşına ulaştığı yılda, Ramazan ayının Kadir gecesi'nde,
sabah olurken ilk defa Kur'an-ı kerim vahyedilmeye başlanmıştır. Peygamberlik müddeti
süresince zaman zaman ve çeşitli vesilerle, âyet âyet, sûre sûre nâzil olmuş ve yirmi üç
senede tamamlanmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm gelen vahyi etrafında bulunan "Vahiy Katipleri"ne yazdırır, her
Âyet-i kerime'nin hangi sureye yazılacağını işaret buyururdu. Daha sonra tashih etmek
üzere okutur, sonra bu vahiyleri erkeklere ve kadınlara ayrı ayrı okurdu.
Zira o, okumak ve yazmak için değil; okutmak ve yazdırmak için gönderilmişti. Verdiği
haberlerin, öğrettiği hakikatlerin menbaı tamamen İlâhi'dir. O menbâdan sulanan bir
şuurda dünyevî tahsil aramak, böyle bir kaynağın mevcudiyetini inkâr etmek demektir.
Okuyup yazmak için bir muallimden öğrenmek lâzımdır. O öyle bir Zât-ı âlî'dir ki, onun
böyle bir kimseye minnettarlığı, beşeri bir ilim kaynağına ihtiyacı yoktur. Muallimi ve
mürebbisi bizzat Allah-u Teâlâ'dır.
Ümmî sıfatı onun mucizesidir. Hiçbir kitap okumadığı, aslâ hiç kimseden tek harf
öğrenmediği, yazı da yazmadığı halde; geçmişin ve geleceğin ilimlerini özünde
toplamıştı. Kendisinden evvel gelip geçen peygamberlerin hallerini, kıssalarını,
mucizelerini gerçeğe uygun olarak olduğu gibi haber vermişti. Kur'an-ı kerim'i ezberinde
tutuyordu.
Allah-u Teâlâ dilerse onu unutturabilir. Bu durum O'nun ezelî ve sınırsız iradesine
bağlıdır.
Ezelî ve ebedî ilmi ile, zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük ve büyük, gizli ve âşikâr,
olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur. Hiçbir şey sonsuz ve sınırsız ilminden
gizlenemez. O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
22.08.2019
Sayfa 17 / 646
Din Nasihattır:
Allah-u Teâlâ beşeriyeti irşad için en güzel metodlarla dâvet vazifesinin yerine
getirilmesini emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
Hidayete ermeleri için insanlara teşvikte bulun, kalplerinin içlerine ulaşacak şekilde etkili
sözlerle onlara nasihat et. Din nasihatla kâim olduğu için, az bile olsa muhakkak ki
faydası olur.
Kalbinde Allah korkusu bulunan kimseler istifade ederler, bu sayede ahiret için gereken
hazırlığı yaparlar, ecel gelince de Allah-u Teâlâ'nın huzuruna takvâ ile varmaya çalışırlar.
Dünya ateşleri her ne kadar çok ve büyük de olsalar, cehennem ateşine nispetle pek
küçük kalırlar. Onun sıcaklığı hiçbir şeyin sıcaklığına benzemez.
Ölmez ki, ölümle dünya azâbından kurtulduğu gibi kurtulsun, azabı son bulsun. O kadar
azâbın içinde hayat bulması da imkânsızdır. Böylesine bir hayatın içinde
yaşayanlara "Yaşıyorlar" denilemez.
Ölüm sebepleri her taraftan kendisini kuşatır. Kıl ucuna varıncaya kadar bütün bedeni ve
organları acı duyar, fakat ölemez. Çünkü azabını çekecek ve tamamlayacaktır. Ölüp de
azaplardan kurtulamayacaktır.
Bu cezâ ölene kadar imansız yaşayan, Allah'a peygamber'e isyan eden, şirk ve küfür
üzere olan kimseler içindir.
22.08.2019
Sayfa 18 / 646
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar ise büyük bir belâya ve huzursuzluğa
uğramışlardır.
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve
oyalanmadan başka bir şey değildir.
Çünkü ahiret hayatı ebedîdir. Akıllı insan ebedî olanı geçici olana tercih etmez.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri bu Âyet-i kerime'yi okuyarak şöyle
buyurmuştur:
"Dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercih etmemizin sebebini bilir misiniz?
Dünya hazır önümüzde duruyor. Yiyecekleri, içecekleri, kadınları, zevk ve
güzellikleri ile hemen takdim edilip bize veriliyor. Ahiret ise önümüzde gözle
görülür durumda hazır bulunmuyor. O bakımdan biz peşin olanı aldık, sonra
verilecek olanı bırakıverdik."
Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nâil olabilirler,
yaşadıkları müddetçe bu imkânlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir
faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.
Suhuf:
İlk gelen ilâhî kitaplar, küçük toplulukların ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde
sahifelerden ibaret idi.
22.08.2019
Sayfa 19 / 646
Âdem Aleyhisselâm'a on sayfa, Şit Aleyhisselâm'a elli sayfa, İdris Aleyhisselâm'a otuz
sayfa, İbrahim Aleyhisselâm'a on sayfa indirilmişti. Bugün bu sayfalardan hiçbiri mevcut
değildir.
Suhuf adı verilen bu kitaplardaki bilgiler daha tafsilâtlı bir şekilde Kitab-ı kerim'imizde
bizlere anlatılmıştır.
Âdem Aleyhisselâm'a verilen kitap, bazı hak kelimelerden ibaretti. İbrahim Aleyhisselâm'a
verilen kitap da bazı kelimelerden ibaretti. Âyet-i kerime'lerde beyan buyurulduğuna göre,
Musa Aleyhisselâm'ın kitabı da sayfalardan ibaretti. Muhammed Aleyhisselâm'ın kitabına
gelince, o hepsine hakim olan bir kitaptır.
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. On dokuz Âyet-i kerime, doksan iki
kelime ve iki yüz seksen harften müteşekkildir.
İkinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Kan pıhtısı" mânâsına gelen "Alâk" kelimesi bu Sûre-i
şerif'e isim olmuştur. "Oku!" mânâsına gelen "İkra'" kelimesin-den dolayı "İkra'
sûresi" diye de anılır.
Bu Sûre-i şerif'in ilk beş Âyet-i kerime'si Kur'an-ı kerim'in ilk inen Âyet-i kerime'leridir.
Muhtevâsı:
İlk beş Âyet-i kerime'de Resulullah Aleyhisselâm'a gelen ilâhî vahyin başlangıcı mevzu
edilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 20 / 646
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; insanoğlunun biraz mal ve makam elde edince
Yaratan'ına muhtaç olmadığı zannına kapılarak taşkınlık yaptığı, azgınlıkta ileri giderek
müminleri Allah yolundan alıkoymaya çalıştığı, fakat er veya geç bu yaptığının cezâsız
kalmayacağı, müminlerin ise onların tehditlerine aldırmamalarının gerektiği beyan
edilmektedir.
İlk Vahiy:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kırk yaşına ulaştığı zaman, ilk
peygamberlik başlangıcı sâdık rüyâlar görmekle olmuştur.
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e vahiy olarak ilk başlayan şey, uykuda
gördüğü sâdık rüyâlar idi." (Müslim: 160)
Her rüyâyı sanki gün ışığında görüyormuş gibi görüyor, kendisine bazı talimat veya
bilgiler veriliyordu.
Gün gibi ortaya çıkan bu rüyâları peygamberliğin-den altı ay önce görmeye başlamıştı.
Hikmet-i İlâhî bu altı aylık süre, yirmi üç yıl süren peygamberliğinin kırk altıda biri olmuş
oluyor. Peygamberlerin rüyâsı vahiydir.
Daha sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Bu ise yalnız kaldığı zaman kalbi her türlü
dünyevî kayıtlardan uzak kalacağı içindir. Bazı zamanlar evlerden uzaklaşır, Mekke'nin
dağ aralarında vâdilerin içlerine doğru dalar giderdi. Onun bu hâlini gören
Kureyşliler: "Muhammed Rabb'ine âşık oldu." diyorlardı.
Çünkü o gerçekten ümmî idi. Bunun üzerine melek onu tutup, takatı kesilinceye kadar
sıktı ve bıraktı. Sonra yine: "Oku!" dedi, Resulullah Aleyhisselâm aynı cevabı verdi:
"Ben okumayı bilmem!" buyurdu. Melek yine kolları arasına alıp baştan ayağa takati
kesilinceye kadar sıktı ve: "Oku!" dedi. Aynı şekilde:
22.08.2019
Sayfa 21 / 646
"Ben okumayı bilmem!" diye cevap verince yine tuttu, her defasındakinden daha
kuvvetli sıktıktan sonra bıraktı ve şu meâldeki Âyet-i kerime'leri okudu:
"Yaratan Rabb'inin adıyla oku! O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb'in
nihayetsiz kerem sahibidir. O ki, kalemle (yazı yazmayı) öğretti, insana bilmediğini
O öğretti." (Alâk: 1-5)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ilk ilâhî hitap şöyle gelmiştir:
Sana vahyedilenleri O'nun yüce adıyla, Allah ismi ile başlayarak oku! Daha önce okuma-
yazma bilmediğin için, okumanın imkânsız olduğunu düşünme! Sana da bilmediğini
bildirir.
Resulullah Aleyhisselâm ümmî idi. Eğer okuma-yazma bilmiş olsaydı, müşrikler kuşku
duyarlardı, bu ilâhî bilgilerin kendisine âit olduğunu iddiâ ederlerdi.
Nutfe kendi vasıfları ile birlikte bir kan pıhtısı hâlinde bulunur. Bu ise, nutfenin tekâmül
ettikten sonraki merhalesidir. Allah-u Teâlâ pıhtılaşmış kanı zikrederek, insanın ilk hâliyle
son durumu arasındaki açık farkı göstermektedir. Kan pıhtısından mükemmel bir insan
vücuda getirdi.
Bu Âyet-i kerime'nin ikinci defa tekrar edilmesi okumanın önemine işaret etmektedir.
Öğrenme, insanı mükerrem kılan özelliklerden birisidir.
Her kerem sahibinden daha çok kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ'nın adıyla ve O'ndan
yardım dileyerek kâinatın sırlarını okuyanlar, şüphesiz ki hiç kimsenin elde edemeyeceği
bir ilme sahip olurlar.
22.08.2019
Sayfa 22 / 646
Bir insanın bütün kalbi gerçekten ihlâsla, kalb-i selim ile Allah-u Teâlâ'ya yöneldiği
zaman, O dilerse birçok esrârını ona duyurur.
Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ'dır, bu hususi bir beraberliğin ifadesidir.
Sevdiği ve seçtiği bu kullarına dilediği şekilde tecellî eder.
"Bir gün Ebu Cehil: 'Muhammed aranızda hâlâ yüzünü toprağa sürtüyor mu?' dedi. 'Evet!'
cevabını alınca:
'Lât ve Uzza'ya yemin olsun! Onu böyle yaparken görürsem, mutlaka boynuna basarım,
yahut mutlaka yüzünü toprağa gömerim.' dedi.
Az sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- namaz kılarken boynuna basmak üzere
onun yanına yaklaştı. Fakat birdenbire onu bırakıp geri döndüğünü ve elleriyle
korunduğunu gördüler. Kendisine: 'Sana ne oldu?' dediler.
'Onunla benim aramda ateşten bir hendek, korkunç bir şey ve birtakım kanatlar var!'
cevabını verdi.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Alâk sûre-i şerif'indeki (mütebâki) âyetleri indirdi."
22.08.2019
Sayfa 23 / 646
"Gerçek şu ki insan kendini zengin (kendi kendini yeterli) gördüğü için azgınlık
eder." (Alâk: 6-7)
"Tağâ" kelimesi; sınırı aşmak, isyanda ve karşı çıkışta çok fazla ileri gitmek, haddi
tecavüz etmek mânâlarına gelir. "Tuğyan" da bu kelimeden gelmektedir.
İşte bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır. Artık aklına geleni yapar, hak-hukuk,
had-hudud tanımaz olur. Rabb'ine şirk koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve
heveslerinin peşinden gitmeye başlar. İşte bu hâl "Tuğyan"dır ve bu gibi kişiler Kur'an-ı
kerim'in ifadesi ile "Tâğut"tur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Firavun'un, Nuh kavminin, Semud kavminin müşrik
elebaşı Ebu Cehil'in ve daha başka, üzerlerine ilâhi gadabın hak olduğu milletlerin ve
kişilerin isyankâr durumlarını "Tuğyan" kelimesi ile beyan buyurmaktadır.
Hülâsa olarak haddi-hududu aşan her şey Tâğut'tur, şeytan ise bütün haddi aşanların
arkasındadır.
İlk hükümleri tebliğ eden Âdem Aleyhisselâm'dan, son ve mütekâmil hükümleri tebliğ
eden Muhammed Aleyhisselâm'a kadar İslâm dinini beşeriyete takdim eden bütün
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerine Tâğut'tan kaçınmalarını ilân
etmişlerdir.
Mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçen, dünyada devamlı kalacağını zanneden, ahirette
karşılaşacağı hesabı unutan kişi için hiçbir kurtuluş ümidi yoktur. Azgınlığının sonucunu
işte ancak o zaman görecektir.
"Namaz kılarken bir kulu men edeni gördün mü?" (Alâk: 9-10)
22.08.2019
Sayfa 24 / 646
Ey kâfir! Eğer o kul Allah'ın sevip seçtiği, yolunda bulundurduğu, Hakk yoluna dâvet için
görevlendirdiği bir dâvetçi ise, bu durumda senin bu engellemenin sorumluluğunun ne
kadar büyük bir vebal, cezâsının da ne kadar ağır olduğunu hiç düşündün mü?
Hem yalanlıyor, hem inanmıyor, hem de muhalefet ediyor, böylece suç üstüne suç işliyor,
küfrü katmerleştikçe katmerleşiyor. Şimdiden cehennemdeki ateşini hazırlamış oluyor.
Bu Âyet-i kerime aynı zamanda zâhirî ve bâtınî bütün ibadet vazifelerini, iman esaslarını,
kalplerin ihlâsını izah etmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle
buyururlar:
"İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen O'nu görmüyorsan bile O
seni görüyor." (Müslim: 1)
Bu hâle gelen bir mümine Allah-u Teâlâ'nın her yerde mevcut olduğu hakikati zuhur eder,
müşahede mertebesine yükselir. Rubûbiyet nurları, Ehadiyet sırları tecelli eder.
"Hayır! Hayır! Eğer bundan vazgeçmezse, yemin olsun ki onu perçeminden tutup
sürükleriz. Yalancı, günahkâr perçeminden!" (Alâk: 15-16)
Deniz köpüğü ve saman alevi gibi olan bâtılın taraftarları, körü körüne peşinden gittikleri
küfür liderlerini kurtarabilirlerse kurtarsınlar! Fakat ne mümkün!
22.08.2019
Sayfa 25 / 646
Allah-u Teâlâ onlara ne emrederse ona koşarlar, bir göz kırpması kadar bile emr-i
ilâhîden geri durmazlar. Hiçbir emri sonraya bırakmazlar, hemen yerine getirirler.
Haşin tabiatları azabın tabiatına uygundur. Bu haşin tabiatları sebebiyle, o şiddetli ateşin
içinde azap yapmakla vazifelendirilmişlerdir. İşkence işlerini onlar tanzim etmektedirler.
Onların bir adı da "Hazene-i cehennem"dir ki, cehennem bekçileri demektir.
Zebanilerin yapıları son derece ürkütücü bir görünümde, şiddet ve kesafettedir. Gözleri
yıldırım gibi, dişleri demir gibidir, ağızlarından ateş yalınları çıkar.
Onlar sadece suçluya verilen cezâyı uygularlar. Kâfirlere karşı içlerinden merhamet
duygusu silinmiştir, hiç kimseye zerre miktarı acımazlar. Çünkü onlar gazaptan
yaratılmışlardır. İnsanoğluna nasıl yemek ve içmek sevdirilmişse, onlara da suçlulara
işkence etmek sevdirilmiştir.
Rabb'in ne emrediyorsa onu olduğu gibi yerine getir, itaatında sebat et, onların arzu ve
heveslerine kapılma!
Çünkü bir Hadis-i şerif'e göre; kulun Rabb'ine en yakın olduğu an, O'na secde hâlinde
olduğu andır.
Mekke-i mükerreme döneminde İnşirâh sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Üç Âyet-i
kerime, on dört kelime ve altmış sekiz harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Zaman" mânâsına gelen "Asr" kelimesi bu Sûre-i
şerif'e isim olmuştur.
22.08.2019
Sayfa 26 / 646
Ashâb-ı kiram'dan iki kişi karşılaştıkları zaman biri diğerine Asr sûre-i şerif'ini okumadan
ve selâm vermeden ayrılmadıkları rivâyet edilmiştir. (Beyhakî)
"Şâyet Kur'an'da bundan başka hiçbir sûre nâzil olmasaydı, bu pek kısa sûre bile
insanlara yeterdi. Bu sûre Kur'an'ın bütün ilimlerini içine almıştır."
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle'de Allah-u Teâlâ asra yemin ederek insanların hüsran içinde
bulunduklarını ve sırasıyla iman edenlerin, sâlih ameller işleyenlerin, birbirlerine hakkı ve
sabrı tavsiye edenlerin bundan müstesna olduğunu beyan etmektedir.
Allah-u Teâlâ insanın en önemli sermayesi olan zaman üzerine yemin ederek bu kısa
Sûre-i şerif'e başlamaktadır:
"Mutlak zaman" mânâsına gelen "Asr" kelimesine; ikindi vakti, ikindi namazı, yüzyıl,
Resulullah Aleyhisselâm'ın gönderildiği saâdet asrı... gibi mânâlar verilmiştir.
Belirtilen bu mânâlar içinde birçok hadiseler meydana geldiği bir gerçektir. Kâr ve
zararlar, iyilik ve kötülükler, sevinç ve üzüntüler, dostluk ve düşmanlıklar, yakınlık ve
uzaklıklar, her türlü hadiseler hep zaman içinde olmaktadır. Allah-u Teâlâ'ya göre zaman
diye bir şey yoktur. İnsanın ise ömrü ve en kıymetli sermayesidir. Ne kazanacaksa onunla
kazanacak, ne kaybedecekse onunla kaybedecektir. Bir adam düşünün, pazarda buz
satıyor: "Sermayesi eriyen bu zavallıya acıyın!" diye bağırıyor. İşte çok hızlı geçen ömür
sermayesi de tıpkı bir buz gibi eriyip gitmektedir. Zaman durmadan geçip gidiyor, ecel
yaklaşıyor, ömür eksiliyor, bir daha geri gelmiyor. İnsanoğlu onu ahiret sermayesi olarak
kullanmadığı, yanlış yere harcadığı takdirde, kârsız geçen her zaman, ömür
sermayesinden harcanan bir ziyan ve bir hüsran oluyor. Gerçek hüsran, ahirette
karşılaşılacak olan hüsrandır.
Zaman aslında en değerli bir nimettir. İnsanoğlu zamanın kadrini ve kıymetini bilemediği
ve değerlendiremediği için bastığı dalı kesmiş, kendi hüsranını kendisi istemiş,
kazanacak yerde kaybetmiş oluyor.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
22.08.2019
Sayfa 27 / 646
Allah-u Teâlâ yemin ederek insanların gerçekten hüsran içinde olduklarını beyan
buyuruyor.
"Hüsran"; zarar, ziyan, kayıp, ümit edilene erişememekten doğan üzüntü mânâlarına
gelir. Kârın zıddıdır.
İnsan Hakk'ı bırakıp bâtıla sarıldığı, ahireti bırakıp dünyaya daldığı, günah batağına
battığı müddetçe hüsranda, sapıklıkta ve küfürdedir. Bu gibi kimseler büyük bir belâya ve
huzursuzluğa uğramışlardır.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir hüsran sebebi olur. Ahireti
kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye
vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
"Ve dediler ki: Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız.
Bizi ancak zaman helâk eder." (Câsiye: 24)
İnkâr eden ve Hakk'tan yüz çeviren kimsenin dünyadaki varlığı, serveti, iyilikleri yarın
ahirette kendisine hiçbir fayda sağlamaz, onlardan istifade edemez. Karşısında inkâr
ettiği, emrine ve hükmüne karşı geldiği, düşman kesildiği Allah'ı bulur. Ne kadar büyük bir
hüsranda olduğunu, bütün sermayesini kaybettiğini ancak o zaman anlar. İşte gerçek
hüsran budur.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur bile
olunamayan ahiret hayatı karşılaştırılırsa, önem derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
22.08.2019
Sayfa 28 / 646
Ömrü ne kadar uzun olursa olsun, insan öyle bir zamana ulaşır ki; rüzgârın saman
çöpünü savurup, yerinde hiçbir şey kalmadığı gibi, ölüm gelir, ahirete alıp götürür. Dünya
hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan
başka bir şey değildir. Akıllı kişinin zamanın arâyiş-i kâzibesine kapılmaması gerekir.
Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider, sonu hüsranla biter.
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve
geçicidir. Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür.
Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık
meydana çıkar. İşte fâni dünya budur.
Hüsrandan Kurtulanlar:
"Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve
birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır." (Asr: 3)
Onlar gerçek imana erenlerdir. Yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını ahirette alabilmek
için sabırla ömür sürerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram
yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler. Ömür sermayesini iyiye
kullanarak kârlı çıkanlar bunlardır.
Bu gibi kimseler bol bir rızka erişirlerse şükrederler, ahiret mükâfatlarına namzet olurlar.
Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler, kısmetlerine râzı olurlar.
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman
edip sâlih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir.
Diğer taraftan onlar aldıkları her nefeste huzuru muhafaza ederler. Zamanın kadir ve
kıymetini çok iyi takdir ederek, nefeslerin vücuda gafletle girip gafletle çıkmamasına
azami gayret sarfederler. Ömrünün içinde bulunduğu her saniyesini fırsat bilerek, bu
ruhsatı değerlendirmeye çalışırlar.
22.08.2019
Sayfa 29 / 646
Huzurla alınan her nefes, Allah-u Teâlâ'nın Hayy ism-i şerif'inin bir tecellisidir. Bir nefes
huzurla alınıp veriliyorsa, o nefes diridir. Gaflet ile çıkan nefes ise ölüdür.
1. İman Edenler:
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin
vasıflarını şöyle beyan buyurmaktadır:
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Yapılan her türlü iyiliklerden, hayırlı ve yararlı işlerden, sâlih amellerden ahirette karşılık
görebilmenin şartı imandır. İman olmadan yapılan hiçbir amel ve ibadetin faydası yoktur,
geçersizdir.
Kâfirler inkârları sebebiyle amellerini boşa çıkardıkları için, dünyada yapmış oldukları
iyiliklerin ahirette karşılıklarını alamazlar. Amelleri, rüzgârın önündeki kül gibi yok olur
gider.
Sâlih ameller; iyi, doğru, faydalı ve sevap kazanmaya vesile olan işlerdir. Amel-i sâlih'in
sahası çok geniştir. Bunların başında farz ibadetler gelir. Namaz, oruç, zekât, temizlik,
cihad, duâ, zikrullah, Allah-u Teâlâ'nın rızâsını kazanmak için yapılan her davranış Amel-i
sâlih'in bölümlerini teşkil etmektedir. Yol üstünde duran bir taşı kaldırmak bile Amel-i
sâlih'tir, mümine sevap kazandırır.
22.08.2019
Sayfa 30 / 646
İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin geçerli olması ve sevap kazandırması için, bu ameli
işleyenlerin imanlı olması şarttır.
Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde iman ile Amel-i sâlih birlikte zikredilerek
Amel-i sâlih'in faydası ve lüzumu üzerinde ısrarla durulmuştur.
"İman edip sâlih ameller işleyen ve Rabb'lerine gönülden boyun eğenlere gelince,
işte onlar cennet halkıdırlar, onlar orada ebedî kalacaklardır." (Hûd: 23)
Hüsrandan kurtulan o müminler ki, samimiyetle iman etmişler, Allah-u Teâlâ'nın hoşnud
kalacağı sâlih ameller işlemişler, imanlarını tezyin etmişler, Hakk'a boyun bükerek huzur
bulmuşlar, huşû içinde kendilerini ibadete vermişler, o iman ile de ahirete intikal etmişler,
emsalsiz lütuflara ermişlerdir.
Zira onlar içinde ebedi kalmak üzere girdikleri cennet halkıdırlar. Dünyada iken iman nuru
ile münevver olmanın, doğru yoldan ayrılmamanın mükâfatını yaşamaktadırlar.
Mal ve mülk, servet ve evlât, gayesine uygun olarak kullanılırsa cennetin, kullanılmazsa
cehennemin kapısını açar. Bunlar dünya hayatına âit birer ziynettir, süstür. Allah katında
asıl hayırlı olan şey ise sâlih amellerdir.
İman açıkta yanan bir muma benzer, bir rüzgâr gelir onu söndürebilir. O muma bir fanus
geçirilirse söndürülemez. O şişe takvâdır, sâlih amellerdir. Takvâca hareket eden kimse
imanını kurtarmış olur.
22.08.2019
Sayfa 31 / 646
Hem kendileri kurtulur, hem de başkalarının kurtuluşuna vesile olurlar. Bu ise İslâm'da
çok büyük bir vazifedir. Hayra dâvet, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. Emr-i bi'l-mâruf nehy-i
ani'l-münker, yani iyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısmıdır.
Bir mümin sadece kendisi din-i mübin'in emir ve yasaklarını yerine getirmekle, iyiyi,
doğruyu, güzeli hayatında uygulamakla kalmamalı; aynı zamanda başkalarına da yol
göstermek, Hakk'a dâvet etmek, yanlışlıklarının giderilmesine, hatalarının düzeltilmesine
çalışmak, kemâle ulaştırmak, istikamete götürmek için iyilikleri emredip, kötülüklerden
sakınmasını tavsiye etmeli, nasihatta bulunmalıdır. Eğer müslümanlarda bu şuur yoksa
hüsrandan kurtulamazlar.
Nasihat; çok şümullü, dünya ve ahiret iyiliklerini toplayıcı bir kelimedir. Nasihat dinin
direği ve temelidir.
Farz-ı muhâl ki bir sel gelmiş, bir insanı almış götürüyor. Bir ip atıyorsunuz, boğulmak
üzere iken onu kurtarıyorsunuz. Burada bir can kurtuluyor. Aslında pek de mühim bir iş
yapmış sayılmazsınız. Çünkü eğer kurtarmasaydınız belki de şehit olacaktı.
Dalâlet ve imansızlık girdabına kapılmış kimseleri kurtarmak bundan daha mühimdir. Onu
kurtardığınız zaman bir iman kurtulmuş, saâdet-i ebediye kazanılmış oluyor.
Şöyle düşünürsek, bir tarafta can kurtuluyor, bir tarafta iman kurtuluyor. Aradaki fark ne
kadar büyüktür! Bir kimseyi imansızlık felâketinden kurtarmak için nasıl çalışmak
gerekiyor? Bir samanlık yansa herkes söndürmeye koşuyor, gönüller yanıyor da hiç
kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Bir ip uzatılırsa, o ipten tutunup caddeye çıktığı zaman, gerçekten büyük bir girdabın
içinde olduğunu görmüş olur. Daha evvel göremezdi, çünkü girdabın içinde idi.
Çok sabırlı çok âzimli olmak ve işin sonuna bakmak lâzımdır. Hidayet Hakk'tandır. Bütün
kalpler O'nun kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak
teşvik eder, hidayete vâsıta olur.
22.08.2019
Sayfa 32 / 646
Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü
senâ edilmiştir. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabırdır, iman yolunun
başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Allah yolunda çekinmeden canlarını veren
muhterem şehitlerin ebedî saâdete ulaşmaları sabır sayesindedir. İmtihan sabırla verilir,
ibtilâlar sabır sayesinde küçülür.
Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Mümin
sabrı nispetinde derece alır ve terakki eder.
Zâhirî sabır kızdığı zaman, başına bir ibtilâ geldiği zaman yılmamak, yıkılmamak; Allah-u
Teâlâ'nın yasak ettiği her şeyden kaçınmak, çizdiği hududu aşmamak, günah işlememek
için sabretmektir.
Bir müminin nefsin alıştığı ve sevdiği, Allah-u Teâlâ'nın ise yasakladığı haramlardan
şiddetle kaçınması, ne ki emretti ise seve seve yapması gerekir. Çünkü haramları
yasakları yapmamakta azim ve sebat göstermedikçe, kişi takvâ derecesine erişemez.
Takvâ sabır ile kâimdir.
Bir de bâtınî sabır vardır ki; o kimse bütün iradesini Hakk'a teslim eder, reyini Allah-u
Teâlâ'ya verir. Artık onda hiçbir arzu ve istek olamaz. Allah-u Teâlâ'dan çıkacak her türlü
hükme peşin olarak râzıdır. Bunlar "Sabi makamı"nda olanlardır. Burası "Kulluk
makamı"dır. En mühim derûnî sabır burada gerekir.
Nefis ne isterse, Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile onu çoktan yok etmiştir, dizginini vurmuştur,
Hakk'a teslim olmuştur, hiçbir arzusu kalmamıştır.
Ne halka karşı bir gösteriş ne de gönüllerinde bir gurur ve iftihar duygusu beslemeyerek,
sırf Allah-u Teâlâ'nın teveccühüne nâil olmak için zahmetlere katlanıp Hakk yolunda sabır
ve sebat gösterirler. İlâhî takdire boyun bükerler. Nefislerinin hoşlanmadığı çeşitli
musibetlere sabırla karşılık verirler.
22.08.2019
Sayfa 33 / 646
Kur'an-ı kerim'de Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm'ın kıssası, sabır ve rızâyı
ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.
Netice olarak; bu dört vasıfla ziynetlenen kimseler hüsrandan kurtulmuşlardır. Böyle bir
imana erişemeyen kişiler ise hüsranın tam içindedirler.
Hiç imanı olmayanlar dünyada ve ahirette hüsrandan kurtulamayacakları gibi; bâtıla iman
etmiş olanların da amellerinin o bâtıl sebebiyle yok olacağı şüphesizdir.
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i
salih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye
edenler müstesnâ." (Asr: 1-3)
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor.
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri
hep ateştedir.
İnsanların helâk olduğunu belirten Hadis-i şerif umuma âit, bu Hadis-i şerif ise hususa
yani Resulullah Aleyhisselâm'ın ümmetine aittir.
Yetmiş iki fırka cehenneme giriyor. Acaba biz hangi fırkadanız? Bir düşün!
22.08.2019
Sayfa 34 / 646
İşte şu bölücüler var ya, paramparça ettiler hem dini hem vatanı.
"Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar." (Yusuf: 103)
İşte bu bölücülere, her ne kadar gerçekten Hakk'ı söylesen de, hakikati ibraz etsen de, ne
Hakk'ı tanırlar, ne de hakikati kabul ederler.
Şimdi bizim duracağımız bir fırka kaldı. Zâhirî, bâtınî, ledünî dediğimiz bütün bu mevzu o
bir fırkaya aittir.
Neyi bilemedi bunlar? Hakikati bilemedi, hakikati bilemediği için Hakk'ı bulamadı, din
kurucuları ile beraber oldu, böylece helâkına vesile oldu.
Bir bölücü çıkar der ki "Fâiz helâldir!" Öteki bölücü der ki "Enflasyon nispetinde
helâldir!" Diğeri der ki "Ben fâizle kömür alırım, şunu alırım, bunu alırım!" Hiç bir bölücü
fâizi yerde bırakmıyor. Herkes kendi kitabına göre uyduruyor ve onu yiyor.
Kitabı deyince, "Onların kitabı ayrı mı?" diye soracaksınız. Evet ayrıdır.
Çünkü Cenâb-ı Hakk Müminûn Sûre-i şerif'i 53. Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler,
çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur,
yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir."
Ve onları bir imtihan edin. Deyin ki "Arkadaşlar! Benim şurada elli milyon, yüz milyon, beş
yüz milyon bir param var amma, fâiz olduğu için elimi sürmüyorum, ne yapayım?"
22.08.2019
Sayfa 35 / 646
Bir çok defa karşılaştığımız hususlardan bir tanesini size temsil olarak arzedelim: Bir
kardeş geldi Kayseri'den, "Efendim ben beş bin Mark getirdim." dedi. "Bu parayı niçin
veriyorsunuz?" diye sorduk, "Bu paradan biraz şüpheliyim." dedi. "Kardeşim! Senin şüphe
ettiğin parayı kasaya koyamam." Beş bin Mark'ı vermek için tâ Kayseri'den gelmiş, hayır,
vallahi beş kuruş kadar gelmez bana o para, burası Allah kapısıdır. Ve kardeş o parayı
aldı gitti, kabul etmedik.
Vakıf binaları yapıyoruz. Bu yaptığımız vakıf binaları için kimseden tek kuruş istenmiş
değildir. Kimseden dilenilmez, kimse yolunmaz. Çünkü burası Allah kapısıdır. Onun
içindir ki, herkes buraya kendi evine gelir gibi gelir, yer, içer, gider. Helâli hoş olsun.
Çünkü kendi evi zaten. Bir de şu var ki, Allah-u Teâlâ bizi lütfu ile zengin kılmış, kimseye
muhtaç ettirmemiş, kimseye perva ettirmemiş. Bu vallahi sırf kendi lütfundandır,
çalışmakla değil.
Allah-u Teâlâ Asr sûre-i şerif'inde iman edenlerin hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor.
Bunun içindir ki imanın şartlarının izahı lâzım.
Zâhiri Sabır:
3- Allah-u Teâlâ'nın nehyettiği her şeyden ictinab etmek, çizdiği hududu aşmamak, o
günahı işlememek için sabretmek.
İman açıkta yanan bir muma benzer, bir rüzgâr gelir onu söndürebilir. Hele bugünkü
muhalif rüzgârlar ne kadar şiddetli esiyor. O muma bir fanus geçirilirse söndürülemez. O
şişe takvâdır. Takvâca hareket eden imanını kurtarmış olur. Fakat takvâ bâtın ilminin
meyvesidir. Takvâ ne demektir? Zâhirde haram olan şeylerden ictinab etmek, bâtında her
şüphe edilen şeyden ictinab etmek demektir. Bunlardan ictinab etmedikçe imanını
kurtaramazsın. İmanın ziyneti hayâdır. Takvâyı da hayâ muhafaza eder.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
22.08.2019
Sayfa 36 / 646
"Hayâ ile iman mütelâzımdır, birbirinden ayrılmaz. Yani biri gidince öteki de
kalmaz." (C. Sağir)
"Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu ise ilimdir." (C. Sağir)
Baş gözü ile ne görürse, baş kulağı ile ne işitirse onu bilir. Fakat gerçekten Hakk'a teslim
olmamıştır, bir çok arzuları vardır, ilimde derinleştiği halde ilmi ile nefsini düşünür. Bunlar
halkın muallimi olup bu zâhirî mana itibariyledir.
22.08.2019
Sayfa 37 / 646
Allah-u Teâlâ kulu kendisine ne kadar yaklaştırdı ise, ona kendisini ne kadar bildirdi ise;
Hazret-i Allah'ı bilir, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu hem bilir, hem görür, kendisini
görmez.
Ve bu tecelliyat sonsuzdur.
Âyet-i kerime'de geçen "Akl-ı selim", "Ulül-elbâb" akıldır. Ulül-elbâb olan bunu anlar,
başkası anlamaz.
Her şey ceset, Allah-u Teâlâ ise ruhtur. Bunu böyle bilmek gerekir.
Cemâdat, nebâtat, hayvanat, insan... Her şey Allah-u Teâlâ'yı tesbih eder.
"Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin!" diye emretti. (Sebe: 10)
"Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ve tenzih ederler.
Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini
anlamazsınız. O halim olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44)
22.08.2019
Sayfa 38 / 646
Daha evvel denmişti ki "Bunlar halkın muallimi"dir. Şimdi ise Hakk'ın muallimliği ve
Hakk'ın talebelerine geçeceğiz.
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Rabbânî olmak demek; Rabb'e halis kul olun, Rabb'e mensup ilim erbâbı olun, kalp
kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle bakıcılar olun demektir.
Enes -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
"Şüphesiz insanlardan Allah'a yakın olanlar vardır." buyurmuştu.
Ashâb-ı kiram:
Buyurdular ki:
"Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah'ın has kullarıdır." (İbn-i Mâce: 215)
Bâtınî Sabır:
Bütün iradesini Hakk'a teslim eder. Reyini Allah-u Teâlâ'ya verir. Artık onda hiçbir arzu ve
istek olamaz. Hazret-i Allah'tan çıkacak her türlü hükme peşin olarak râzıdır.
Bunlar "Sabi makamı"nda olanlardır. Burası "Kulluk makamı"dır. En mühim derûnî
sabır burada gerekir. Nefis ne isterse, Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile onu çoktan yok etmiştir,
dizginini vurmuştur, Hakk'a teslim olmuştur, hiçbir arzusu kalmamıştır.
22.08.2019
Sayfa 39 / 646
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh
ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Allah-u Teâlâ'nın kudsi ruh ile desteklediği kimselerden başkası, bu esrar-ı ilâhîye vâkıf
olamaz.
Zira işi gören o ruhtur, işi gören o nûrdur. Herkes kişiyi görüyor. Açık söylüyorum; işi
gören Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm'ın nûrudur.
Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Zira bunlar var olan Hazret-i Allah ile
beraberdirler.
1- Kâlî Şükür:
a) "Yaratan, yoktan var eden, beden nimetleri ile donatan, bidayetten nihayete kadar en
güzel şekilde terbiye edip suret veren Hazret-i Allah'a şükürler olsun." derler.
c) "İman şerefi ile müşerref eden, İslâm ile mükerrem eden, iyi ve kötüyü ayırdetmek için
Kelâmullah'ı indiren, Rehber-i sâdık'ı gönderen Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler
olsun." derler.
22.08.2019
Sayfa 40 / 646
Bir düşün! Hayatın boyunca bu hususlara bir defacık tefekkür edip şükrettin mi?
2- Fiili Şükür:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilan ederim. Kulumu bana
en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibadetleri yapmasıdır. Nafile ibadetlerle de
bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim, sevince de artık onun
duyan kulağı olurum, o benimle işitir, gören gözü olurum, o benimle görür, eli
olurum o benimle dokunur, ayağı olurum o benimle yürür. (Kalbi olurum o benimle
anlar, söyleyen dili olurum o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm, her
hangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:
1042)
Bu Hadis-i kudsi'yi herkes merak eder. Allah-u Teâlâ lütfederse bunu az kelimeyle olduğu
gibi açacağız. Buna mümasil bir çok sırları da açıp kapatacağız.
Dimağınızı daha güzel yatıştırmak için bir Hadis-i kudsi daha arzedeceğiz:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi
vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
"Onlara ilk vereceğim şey, nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan
haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Müslim-Hâkim)
Yani "Onlar beni biliyor ve benden haber verirler." diye Hadis-i kudsi'de beyan buyuruyor.
Niçin Allah-u Teâlâ o sevgili kullarına karşı gelene harp ilân ediyor? Çünkü o veli Hakk'ta
fani olmuştur, kül olmuş, esrar-ı ilâhi'de yok olmuştur. İçinde yalnız Allah-u Teâlâ'nın
mevcudiyetini görür ve bilir, kendisini görmez.
(Devam edecek)
22.08.2019
Sayfa 41 / 646
Allah-u Teâlâ "İçindeyim, bak beni göreceksin!" diye hitap ediyor. Amma hani o gören
gözler?
Amma Allah-u Teâlâ "Beni bilenler var." buyuruyor. Ben haber veriyorum şimdi, Âyet-i
kerime ile haber veriyorum, Hadis-i kudsi ile haber veriyorum.
O içinde olduğu için duyan kulağı, gören gözü oluyor. Onun eli ve ayağı oluyor. Kalbi
oluyor O'nunla anlıyor, söyleyen dili oluyor O'nunla söylüyor. Onun bütün sırrı ve esrarı
Allah-u Teâlâ'nın içinde oluşundadır. Amma sen baktığın zaman put göreceksin. Demek
ki boşalmamız lâzım.
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza
bir ip sarkıtmış olsanız Allah'ın üzerine düşerdi." (Tirmizî)
O'ndan başka hiçbir şey yok ki düşsün! Ötekiler "Ol!" ve "Öl!", işte bundan ibarettir.
Düşen O'nun üzerine düşer.
O her şeyin takdirini dürmüş, şeklini şemâlini vermiştir, ondan sonra "Böyle ol!" demiştir,
o da dilediği şekilde oluvermiştir. O görünenleri öyle murad ettiği için öyle göstermiş.
Demek ki O var, O'ndan başka bir şey yok, O'nun hükmünden başka bir şey yok.
Her şeyi O tutuyor, O yaratıyor, O öldürüyor. Fakat insan tutulanı görüyor da tutanı
görmüyor. Yani yaratılmışları görüyor da Yaratan'ı görmüyor.
Hadis-i şerif'te, yemin ediyor böyle olduğuna dair. Bu böyle midir? Bakın şimdi izah
edeceğim.
22.08.2019
Sayfa 42 / 646
İşte Hadis-i şerif de açıklandı size. Ve dikkat edin bütün açıklamalarım ya Âyet-i kerime
ya Hadis-i kudsi ya da Hadis-i şerif iledir.
"Öyle ilim var ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ârif-i billâh olanlar
bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir
edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir
etmemişti." (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)
İşte kendisinin ve kâinatın bir maske olduğunu gören, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına
mazhardır.
(Devam edecek)
Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ'nın nûru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması
ile husule gelir.
22.08.2019
Sayfa 43 / 646
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne
de resul sokulabilir." (K. Hafâ)
"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in
göğsüne boşalttım."
Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır
buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik buradan doğuyor.
Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i
ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i
mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i
tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr,
ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.
Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem
zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır.
Fakir onları tarif ederken; "Sehm-i nübüvvete vâris olanlar", "Sehm-i velâyete vâris
olanlar", "Hem sehm-i nübüvvete hem de sehm-i velâyete vâris olanlar" olarak
belirtmişizdir.
Adı üstünde vâris, çalışmakla elde edilen bir şey değil. Allah-u Teâlâ doğrudan doğruya
nûru kalbine yazmış, kudsî ruh ile desteklemiş, Resulullah Aleyhisselâm'ın emanetini ona
boşaltmış. Bütün esrar bu noktada.
3. Hâlî Şükür:
Allah-u Teâlâ'yı canlarından, gözlerinden, eli ve ayağından hülâsa ihsan ettiği, ikram
ettiği her şeyden fazla severler. Zira her şeyi O'nun yarattığını ve O'nun verdiğini onlar
22.08.2019
Sayfa 44 / 646
bilir. Hepsi O'nundur ve O'ndandır. Verdiği her şeyden fazla Allah-u Teâlâ'yı severler.
O'nu görür, O'ndan olduğunu da görür. Bu hâlî şükürdür.
Sabaha kadar ibadet eder eder, sabahleyin de yaptığı ibadete gözyaşı ile istiğfar eder; af
olması için, ibadet ve taatlarının kabul olunması için duâ ve niyazda bulunur. Çünkü o
Allah-u Teâlâ'yı biliyor, yapamadığını da çok iyi biliyor. Aşk ateşi ile yanar, Allah-u Teâlâ
ile beraber olmayı her şeyden fazla tercih eder.
Size bu anlatılanlar hazine-i ilâhiden alınan inci ve elmaslardır ve fakat siz bunları
anlamadığınızdan taş mesabesinde görüyorsunuz.
Allah-u Teâlâ çok geçmez büyük bir fil gönderecek. Bu ilâhi mücevherâtın saçıldığını
gördüğü zaman bu incilerden acaba nasipdar olan var mı diye parmakla araştıracak.
Allah-u Teâlâ bana ne öğretirse onu biliyorum, ne söyletirse onu söylüyorum. Ben bu ilmi
bilmiyordum ki, kitap da hiç okumam, kitapta da bu ilim yok. Onun için deriz ki;
Bunlar bana ait değil. Ben kendimi takdim ederken diyorum ki; "Değersiz bir mahlukum,
hüküm ve değer Hazret-i Allah ve Resul'e âittir."
Hiç şüphe yok ki çok büyük zâtlar gelmiştir, bunları biliyorlardı, fakat onlara müsaade
etmemiş de fakire etmiş, siz de bunlardan istifade ediyorsunuz.
22.08.2019
Sayfa 45 / 646
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Yirmi Âyet-i kerime, seksen iki kelime ve
üç yüz yirmi bir harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime'de "Emin Belde" olan "Mekke-i Mükerreme"ye yemin edildiğinden, bu
mânâya delâlet eden "Beled" adını almıştır. Diğer bir adı da "Lâ Uksimu"dur.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; yine bundan önceki bazı Sûre-i
şerif'lerde olduğu gibi, gönülden inanan müminlerin mutlu sonlarını, azgınların ise kötü
âkıbetlerini beyan etmektedir.
İlk iki Âyet-i kerime; Resulullah Aleyhisselâm orada bulunduğu için, mekânların en
şereflisi olan Mekke-i mükerreme şehrine yemin edilerek başlamaktadır.
Sonraki iki Âyet-i kerime'de babaya ve çocuğuna yemin edilerek, insanın doğumundan
ölümüne kadar zorluk içinde bir ömür süreceği belirtilmektedir.
On birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ insana maddî ve mânevî birtakım nimetler
verdiği, iyilik ve kötülük yollarını gösterdiği halde, güç ve servetlerine aldananların O'na
karşı isyan ettikleri anlatılmaktadır.
On yedinci Âyet-i kerime'ye kadar sarp geçite benzeyen iyilik yolunu geçebilmek için
yapılması gereken tavsiyeler açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, iman ettikten sonra birbirlerine sabrı ve merhameti
tavsiye edenlerin, defterleri sağlarından verilenler olduğu; Âyet'lerini tanımayanların ise
defterleri sollarından verilenler olduğu ve cehennemin üzerlerine sımsıkı kapatılacağı,
müminle kâfirin birbirinden ayrılacağı haber verilmektedir.
Emin Belde:
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğup büyüdüğü, yaşadığı
belde olan Mekke-i mükerreme şehrinin yüceliğini ve faziletini göstermek için üzerine
yemin etmiştir:
Allah-u Teâlâ bu beldenin şan ve şerefini, orada oturan âlî Peygamber'in şan ve şerefiyle
ilgili olduğunu bildirmektedir. Âlemlerin Nur'u orada doğdu. Oranın tâzimini artırdı,
şerefine şeref kattı. Kur'an-ı Azîmüşân orada indirilmeye başlandı. Nur-i Muhammedî
orada tulû etti, bütün âlemlere oradan yayıldı.
Ne garip tecellîdir ki, müşrikler bu şehrin azametini ve hürmetini artıran zâtı oradan
çıkarmak istiyorlardı.
22.08.2019
Sayfa 46 / 646
Allah-u Teâlâ insanları hikmeti icabı olarak bir defada değil de, nesil nesil birbirlerinden
üretmiştir. O'nun kulları üzerindeki hakkı büyük olduğu gibi, babanın da evlâdı üzerindeki
hakkı büyüktür.
İnsan bu dünyaya eğlence ve dinlenme için gelmemiştir. Dünya mihnet, meşakkat sıkıntı
ve dert yeridir. İnsan hayatı boyunca çeşit çeşit musibetlere mübtelâ olur. Dünya insan
için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün
sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi
zaman nimetlerle, kimi zaman darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi
zaman sağlıkla imtihandan geçmektedirler. Hayat dalgalıdır. İnsan bir gün güler, üç gün
ağlar. Doğar, büyür, ihtiyarlık çağına girer, sonunda da ölür. Ruhunun bedenine girmesi
ile çıkması arasında rahat bir zaman geçirdiği az olur.
Sarp Geçit:
Haram helâl demez, gayr-i meşru yollardan kazanç sağlar. Zulmeder, azgınlık eder,
haksız yere onun bunun malını gasbeder. Hayır ve infaka dâvet edildiğinde, o zamana
kadar verdiklerinin yeterli olduğunu iddiâ eder.
Her ne kadar malından infak etmiş bulunsa bile, görsünler ve işitsinler diye infak etmiştir.
Bu harcamayı hayırlı bir iş için değil, sadece gösteriş için yapmıştır. Bir de şu var ki israf
ettiği mal ile kibirlenir durur.
Bu kadar yorgunluk ve meşakkat içinde olmasına rağmen hiçbir ahiret hazırlığı yapmıyor.
Dünyada her istediğini yapacağını, kendisine hesap soracak bir mercinin, herhangi bir
kimsenin olacağını hiç hesaba katmıyor. Her yaptığının yanına kâr kalacağını
zannediyor.
Gösteriş yapmak ve övünmek için harcamış olduğu çok malı olduğunu anlatmak istiyor.
Câhiliye devri insanları servetlerini gösteriş için, meşhur olmak için sarfederler, bunu bir
cömertlik alâmeti ve büyüklük işareti sayarak övünürlerdi.
22.08.2019
Sayfa 47 / 646
İş onun sandığı ve düşündüğü gibi değildir. Allah-u Teâlâ ondan haberdardır, onun
kazandığı malı hangi yolla kazandığını, hangi maksatla sarfettiğini, sarfedip
sarfetmediğini bilmektedir. Kıyamet gününde ona soracak ve yaptıklarının cezâsını
verecektir. Çünkü dünya bir imtihan sahnesidir, insana verilen servet denemek için
verilmiştir.
Allah-u Teâlâ öğüt ve ibret alması, şükretmesi için verdiği nimetleri ona hatırlattı:
Görülmesi gereken gerçeği görsün diye. Gözünü açıp bakmış olsa hakikati görecek,
sapıklığı farkedecek ve vakit kaybetmeden bir an önce Hakk yoluna koyulacak.
Hayırlı ve güzel söz söylesin, içindeki düşüncelerini ifade etsin, helâl yiyip içsin diye.
İnsanoğlu sadece bunu düşünse ve şükrünü yapmış olsa, yola gelmiş ve hakikati görmüş
olur.
"Biz ona (doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?" (Beled: 10)
Ki bu nimetleri tefekkür ederek hidayet yoluna girsin, sapıklık yoluna girmekten sakınsın.
Hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, doğru ile eğriyi, hayır ile şerri, güzel ile çirkini ayırsın ve
hakikate yönelsin.
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer, iyilik
ve kötülük yollarını göstermiş, kullarına da iyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Hidayet Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği
muvaffakiyettir. Hidayetin zıddı dalâlettir. Dalâlet, doğru yoldan sapmaktır. Hidayetin
neticesi iman, dalâletin neticesi imansızlıktır.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Bir insanda dalâlet yaratması, o
insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu şeçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini
dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda
hidayet ve iman fitrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz'î iradesini kötüye
kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.
"Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, isterse nankör
olsun." (İnsan: 3)
Zorluklara göğüs germek istemedi, nefsinin arzularını tercih etti, kendisini iyilik yollarına
ulaştıracak sebepleri araştırmadı.
22.08.2019
Sayfa 48 / 646
Sarp Geçit:
Bakara sure-i şerif'inin 177. Âyet-i kerime'sinde de köle azad edenler övülmektedir.
Nitekim Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'in, İslâmiyet'in ilk yıllarında köle
satın alarak azad etmesi ile Allah-u Teâlâ'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın hoşnutluğunu
kazanması malumdur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; herhangi bir
kimse köle azad ettiğinde Allah-u Teâlâ'nın, o kölenin her uzvuna karşılık o kimsenin bir
uzvunu cehennemden koruyacağını beyan buyurmuştur. (Buhârî - Müslim)
Burada bir insan hürriyete kavuşturulmuş oluyor. İki türlü kölelik vardır; zâhiren kölelik,
bâtınen kölelik. Bir köleyi azad etmekle, bir insan zâhiren bağdan kurtulmuş oluyor. Fakat
nefsin köleliğinden bir kimseyi kurtarmak ise bundan çok daha mühimdir.
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf hidayetine eren, hakikati bulan bir insanın; Hakk ve hakikatten gafil,
ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalplerini
nurlandırmaya gayret etmesi lâzımdır.
Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları bir kere taktı mı, bilse de bilmese de çeker götürür.
"Veya (kıtlık gibi) açlık duyulan bir günde yemek yedirmektir." (Beled: 14)
Böyle çetin bir açlık zamanında yemek yedirebilmek, bir can kurtarabilmek kadar büyük
bir fedâkârlıktır ve imanın bir mihenk taşı gibidir.
Çünkü yetimler şefkat ve merhamete daha çok lâyıktır. Bunda da hâliyle nesep ve din
yakınlığının tercih edilmesi gerekir.
22.08.2019
Sayfa 49 / 646
Miskinler, günlük yiyecekleri olmayacak kadar aşırı derecede sıkıntı içinde bulunan,
yoksul ve düşkün kimselerdir. Miskinlik, fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak
mânâsına gelir. Dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir.
İnsanla cennete varan yol üzerinde bulunan bu sarp geçit, ancak Allah-u Teâlâ'nın
bahşedeceği imanla aşılabilir. Kullarına karşı engin merhamet sahibi olan Allah-u Teâlâ
bu geçiti katetme yolunu da göstermiş oluyor.
Kişinin bu sarp geçidi geçmesi, yokuşu aşması için Allah yolunda cömertlik yapması, bu
uğurda gayret sarfetmesi; köle azad etmesi, önce akrabasından başlamak üzere kıtlık
zamanlarında yetimleri doyurması veya hiçbir azık bulamayan düşkün kimselere ihsanda
bulunması gerekmektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer
uzaktır.
Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı
görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)
Allah-u Teâlâ daha sonra bu sarp geçidi aşmada imanın en büyük âmil olduğunu,
müminlerin birbirlerine Allah yolundaki zahmet ve güçlüklere tahammül etmeleri için sabrı
tavsiye etmelerini, mahlûkata merhamet hususunda birbirlerine tavsiyede bulunmalarını
beyan buyuruyor:
Sabır mücadele ile nefsin arzu ve lezzetlerine muhalefet etmek, Hakk'ın arzu ve
isteklerini yapmakta azim ve sebat göstermek, ibtilâlar karşısında kurtuluşu Allah-u
Teâlâ'dan beklemek demektir.
İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde
sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine
ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder, onlara
yardım ederek derecelerini yükseltir. Ücret ve mükâfat alan herkesin mükâfatı sınırlı
olacağı halde, sabredenlerin ecri sınırsız ve hesapsız olur. İmanın aslı sabırdır. İmandan
sonra takip edilecek yolun başı sabırdır, iman yolunun başlangıcından itibaren sabır
imtihanı başlar. Ahlâkın da, ilmin de, amelin de başı sabırdır. Nefis terbiyesinin en mühim
22.08.2019
Sayfa 50 / 646
bir merhalesidir, insanın saâdet sırrıdır. İmtihan sabırla verilir, ibtilâlar sabır sayesinde
küçülür. Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir.
Mümin sabrı nispetinde derece alır ve terakki eder. Rızâ makamına sabırla kavuşulur,
kalp de sâfileşir.
Sabır bu derece önemli olduğu gibi, mümin kardeşlerine sabrı ve merhameti tavsiye
etmek de o kadar önemlidir.
Müslümanların herhangi bir işe başlamak istemeleri hâlinde ilk önce "Besmele-i
şerif" ile, yani Allah-u Teâlâ'nın sonsuz merhamet sahibi olduğunu
bildiren "Rahman" ve "Rahîm" ism-i şerif'leri ile başlamaları emredilmiştir. Her şey ilâhî
rahmetin bir tecellîsidir.
"İşte bunlar, sağ tarafta yerlerini alan sağın adamlarıdır." (Beled: 18)
Kitapları sağ tarafından verilecek olan Ashâb-ı yemin, amel-i sâlih işlemekte en ileri
giden, hem kendilerine hem de başkalarına huzur ve menfaat veren uğurlu kimselerdir.
"Âyetlerimizi inkâr edenler ise; işte onlar, sol tarafta yerlerini alan solun
adamlarıdır." (Beled: 19)
Kitapları sol tarafından verilecek olan uğursuz Ashâb-ı şimal ise, küfür ve isyanda en ileri
giden, hem kendilerine hem başkalarına uğursuzluk veren kimselerdir.
Cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere sımsıkı kapatıldığı için, artık kaçıp
kurtulmaları mümkün değildir. Hiçbir baca ve delik yoktur ki, oradan kendilerini
rahatlatacak bir serinleme gelsin. O ateşin içinde sonsuza kadar azaplarla başbaşa
kalacaklardır.
22.08.2019
Sayfa 51 / 646
Medine-i münevvere döneminde nâzil olmuştur. Sekiz Âyet-i kerime, doksan dört kelime
ve üç yüz doksan dokuz harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Apaçık delil" mânâsına gelen "Beyyine" kelimesi bu
Sûre-i şerif'e isim olmuştur. Allah-u Teâlâ bu Sûre-i şerif'te hak din ile bâtıl dinleri
açıklamıştır. "Kayyime" ve "Beriyye'" gibi isimlerle de anılır.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz Übey bin Kâb -radiyallahu anh-e: "Allah: 'Lem yekünillezîne
keferû' sûresini sana okumamı emretti." buyurmuş. Bunun üzerine Übey -radiyallahu
anh-: "Allah benim ismimi andı mı?" diye sormuş. Resulullah
Aleyhisselâm: "Evet!" deyince, Âlemlerin Rabb'i katında adının anılmış olması sebebiyle
fazlasıyla duygulanmış, heyecanlanmış ve sevincinden gözlerinden yaş boşanmış,
ağlamaya başlamış. (Buhârî - Müslim)
Muhtevâsı:
İlk beş Âyet-i kerime'de gerek Ehl-i kitap'tan olan kâfirlerin, gerekse müşriklerin
Resulullah Aleyhisselâm'ın risâletine kadar üzerinde bulundukları durumları
hatırlatılmakta; İslâm dini'nin gelişi ile artık Ehl-i kitab'ın bu son dini kabul etmeleri
gerekirken ayrılığa düştükleri, bir kısmının kabul edip bir kısmının aynı inkârı
sürdürdükleri belirtilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 52 / 646
Allah-u Teâlâ küfür içinde yaşayan milletlerin doğru yolu bulmaları için aradıkları en
büyük gerçek gözleri önünde bulunduğu halde, yine de kendi küfürlerinde ısrar ettiklerini
beyan buyurmaktadır:
Ehl-i kitap olsun, kim olursa olsun, müslüman olmayan her insan müşriktir. Bu Âyet-i
kerime Ehl-i kitap ile müşrikleri birlikte anarak hepsinin kâfir olduklarını açıkça ifade
etmektedir. Çünkü Allah-u Teâlâ onları küfürle vasıflandırmıştır. İsimleri farklı, küfürleri
ortaktır. Küfürlerinden ayrılmazlar, şirklerini terketmezler. Onların semâvî bir kitaba bağlı
olmaları sebebiyle mümin olduklarını iddiâ eden kimse, İslâm dini'ni ve Kur'an-ı kerim'i
anlamamış olan iki yüzlü bir münâfıktır, yahudilere ve hıristiyanlara yaranmak isteyen bir
sapıktır. Bunun böyle bilinmesi lâzımdır.
Kur'an-ı kerim'de "Ehl-i kitap" terimi, vahiy yoluyla nâzil olmuş Tevrat, Zebur ve İncil gibi,
kitapları bulunan yahudi ve hıristiyanları müşriklerden ayırt etmek için kullanılmıştır. Daha
çok Tevrat ve İncil'e inanan yahudi ve hıristiyan zümreler için kullanılan bir terimdir.
Meselâ Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde Ehl-i kitab'ı küfürlerinden dolayı şöyle ikaz
etmektedir:
"Ey ehl-i kitap! Görüp bildiğiniz halde niçin Allah'ın âyetlerini inkâr
ediyorsunuz?" (Âl-i imrân: 70)
Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ inkârcı Ehl-i kitab'ı, kendilerine has isimle anmaktadır.
Ehl-i kitab'ın şirki Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde beyan edilmiştir.
"(O apaçık delil) Allah tarafından gönderilmiş, tertemiz sayfaları okuyan bir
peygamberdir." (Beyyine: 2)
Nurlu sahifeleri ezberden okur. Kur'an-ı kerim Allah-u Teâlâ'nın kitabı olması
hasebiyle "Tertemiz sayfalar" olarak anılmıştır.
Allah-u Teâlâ'ya âit olan bu sahifelerin içinde gerçeği dosdoğru anlatan yazılar bulunur.
Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir
ve idare, tam tasarruf O'na âittir. O'nun verdiği hükümler belirli bir zaman ve asır ile sınırlı
değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
22.08.2019
Sayfa 53 / 646
Bu Âyet-i kerime yahudi ve hıristiyanların yaptıkları işlerin son derece çirkin olduğunu ve
cinayetlerinin büyük olduğunu bildirmektedir. Gerçek ortaya çıktıktan sonra ve mazeretler
tamamen ortadan kalktıktan sonra ayrılığa düştükleri açıklanmaktadır.
Ehl-i kitab'ın küfrü, bile bile ve inâdî bir küfürdür. Onlardan Abdullah bin Selâm
-radiyallahu anh- gibi çok az bir grup insan iman etmişti.
"Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a has kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk
etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti." (Beyyine: 5)
Halbuki Tevrat ve İncil'de onlara sadece tek olan Allah'a ihlâsla ibadet etmeleri
emredilmişti. Fakat onlar kitaplarını tafrif edip değiştirdiler de hahamlarına rahiplerine
taptılar, Allah-u Teâlâ'nın birliğini inkâr ettiler. Ayrı bir isimde ve küfürde kaldılar.
Allah-u Teâlâ'nın emir buyurduğu, hakkında delil ve burhan indirdiği, seçtiği ve hoşnut
olduğu bir tek dindir.
Allah-u Teâlâ bu din-i mübin'i hükmü ile emri ile indirdi. Bu din O'nun doğru olan yolunun
dinidir, ancak bu din ile amel edilir. Bu din ile amel eden müslümandır, bu din ile amel
etmeyenler; inkâr etmezse fâsıktır, inkâr ederse kâfirdir. Bu dini bozmaya ve yıkmaya
çalışmak, hiç şüphesiz ki kâfirin küfür alâmetlerinden birisidir.
Gerek Ehl-i kitap ve gerekse müşrikler ebedî olarak cehennemde kalmayı mucip olan
küfrü irtikap ettikleri için cehennemden aslâ ayrılmazlar, yanıp yakılırlar. Orası ebedî
ikâmetgahlarıdır. Küfrün neticesi işte böyle ebedî azaptan başka bir şey değildir.
22.08.2019
Sayfa 54 / 646
Zira bunlar Allah-u Teâlâ'ya iftira etmişler, O'nun Peygamber'ini tasdik etmemişler,
hidayeti bırakıp dalâleti satın almışlar, nefislerini küfür ve günahla kirletmişler, bunun için
de ebedî saâdet ve selâmetlerini kaybetmişlerdir. Bunlar en kötü mahlûk, en aşağılık
olanlardır, bu ise kesin bir hükümdür.
En şerli olanın yeri de elbette cehennemdir. Allah-u Teâlâ onları yaratıkların en kötüsü
kabul ettiği halde, hayırlı olduklarını söyleyenler ne kadar câhildirler!
Bu da kesin bir hükümdür. Çünkü onlar Allah'a ve ahiret gününe gönülden inanmış,
Peygamber'lerini tasdik etmiş, sâlih amellerle imanlarını tezyin etmiş, yaratılış gayelerini
nazara almış, hidayet yolunu takip etmiş pek güzide kullardır. İnsan isminin gerçek
mazharı bunlardır. Hadis-i şerif'e göre bazı meleklerden bile efdâldirler.
Orada cismânî ve ruhânî nimetlere garkolacaklardır. Dünyada iken Allah-u Teâlâ'ya tam
bir teslimiyetle bağlanan, ahidlerinde duran, küfürden ve diğer günahlardan nefsini
sakındıran müminler cennetlerde bağlar ve bahçeler içinde, akan ırmakların kenarlarında
huzur ve saâdet içinde yaşarlar.
Bütün gönüllerin aradığı kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızâdır. O'nun rızâsı nimetlerin
en büyüklerinden birisi ve mertebelerin en yücesidir. Ulviyeti her türlü tasavvurun
fevkindedir.
"Haşyet"; korku manâsına gelen "Havf"dan daha şiddetli bir korku demektir. Bütün
kemâlât işte bu Haşyetullah'ın içindedir.
22.08.2019
Sayfa 55 / 646
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle, içinde büyük yıldızlar ve bunların döndüğü büyük yörüngeler
bulunan göğe, vaad edilen kıyamet gününe, o günde her şeyi açıkça görecek olanlara ve
onların gözleri önünde müşâhede edilecek olan şeylere yemin ile başlar.
Dördüncü Âyet-i kerime'den on ikinci Âyet-i kerime'ye kadar; sadece iman etmelerinden
ötürü işkenceye uğrayan, ateş dolu hendeklere atılarak diri diri yakılan müminlerin
kıyamete kadar anılacak olan ibretli durumları anlatılmaktadır.
On dokuzuncu Âyet-i kerime'ye kadar; Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azameti, küfürde ısrar
edenleri yakalayışının çok çetin olacağı, bununla birlikte çok bağışlayıcı olduğu
hatırlatılmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, inananlara müjde verilmekte, kâfirler kötü bir âkıbetle
tehdit edilmekte ve Kur'an-ı kerim'in indiği gibi korunacağı ve çok şerefli bir kitap olduğu
belirtilmektedir.
Ashâb-ı Uhdûd:
Kâfirlerden birtakım kimseler, yerde hendekler açarak içinde ateşler yaktılar. İnananları
bu ateşin karşısına diktiler. Dininden dönenleri bıraktılar, imanda ısrar edenleri yaktılar.
22.08.2019
Sayfa 56 / 646
Bu gibi hadiseler insanlık tarihi boyunca zaman zaman husule gelmiş, inananlar ölümü
bile aratan çetin imtihanlardan geçirilmişlerdir.
Allah-u Teâlâ hareket hâlinde iken yıldızların mesken edindiği yüksek menzilleri bulunan
göğe, şeref ve değerlerini ortaya koymak için yemin etmektedir.
O vaad olunan ahiret günü ki, geleceğinden hiç şüphe yoktur. Dâvâların görüldüğü,
cezâların verildiği, hüküm ve hükümranlığın sadece Allah-u Teâlâ'ya âit olduğu bir
gündür. Bu dünyada zulmedenler çok iyi bilmelidirler ki, o gün çok uzak değildir.
"O müminlere kızmalarının sebebi de sadece Azîz ve Hamîd olan Allah'a iman
etmeleri idi." (Bürûc: 8)
Onların hiçbir suçu yoktu, o müminler kendilerinden intikam alınmaya kalkışacak başka
bir şey yapmıyorlardı. Ancak Allah'a iman ediyorlar ve o iman ile gitmek istiyorlardı.
"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O'nundur. Allah her şeye şâhittir." (Bürûc:
9)
22.08.2019
Sayfa 57 / 646
"İnanmış erkek ve kadınlara fitne yoluyla işkence edip, sonra tevbe etmeyenlere
cehennem azabı vardır ve onlar için yangın azabı vardır." (Bürûc: 10)
İmanlarından çevirmek için onlara belâ olan ve mazlumları ateş dolu hendeklere atarak
diri diri yakan zâlimler, cehennemde görecekleri azaptan ayrı bir ateşe daha gireceklerdir.
Bu ateş hiç şüphesiz ki cehennemdeki ateşten farklı ve daha şiddetli olacaktır. Çünkü
cezâ, yapılan iş cinsinden olur.
Allah-u Teâlâ müminlere işkence eden kâfirlerin acı âkıbetlerini anlattıktan sonra,
müminleri bekleyen güzel sonucu beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur:
Cennet değil cennetler vardır. Cennet ırmaklarının vasıfları ise her türlü tasavvurun
üstündedir. Bu ırmaklar cennetin her köşesine ve her köşke uğrar, yukarı doğru da akar,
çok büyük oldukları halde, geçmek isteyenlere yol verir. Dileyenlerin peşi sıra da akar.
Dünya ırmakları gibi çukurdan, belli bir mecrâdan akmazlar.
Allah-u Teâlâ daha önce bir yaratma olmadan ilk olarak yaratır. Yaratmaya ancak O
başlayabilir. Olmayanı ancak O meydana getirir. Yaratma işini bütün yönleriyle O ortaya
koyabilir.
22.08.2019
Sayfa 58 / 646
Yaratılışı bir noktadan başlatır ve bir sonuca ulaştırır. Sonra yeni baştan yaratmayla,
başka bir âlemde onu yeniden diriltip iâde eder. Bu durum netice olarak şu gerçeği ortaya
koyar:
Mağfireti pek çok, merhameti engin olan Allah-u Teâlâ, itaatkâr kullarını çok sever,
sevilmeye en çok lâyık olan da O’dur.
İnsanın akıl ve hayalinin almayacağı bir azamete sahip olan Arş-ı âzam ve diğer
yaratıklar üzerindeki hâkimiyet O’na âittir.
İradesi hiç şaşmaz. Yok etmek istediklerini muhakkak yok eder, kurtuluşa erdirmek
istediklerini de kesinlikle kurtuluşa erdirir.
Kendilerine hidayet rehberi olarak gönderilen peygamberine iman etmeyen, hükümleri ile
amel etmeyen her milletin âkıbetinin bu gibi felâket olacağı şüphesizdir.
Bu her asrın inatçı kâfirlerine şâmildir. Onlar da eskilerin inkârlarından daha beter olan bu
inkârlarında devam ederek korkunç sonlarını kendi elleriyle hazırlamaktadırlar.
Öyle kerim bir Kur’an ki, Allah-u Teâlâ’nın en son ve en büyük kitabıdır. Bir tek Âyet-i
kerime’sine bile inanmayan kimse, kendi nefsini ilâh edinmiş, arzularını hüküm yerine
koymaya çalışmış, bunun için de kâfir olmuştur. İman eden müslümandır, iman etmeyen
kâfirdir.
Öyle hakîm bir Kur’an’dır ki, Allah-u Teâlâ’nın koruması sayesinde bozulmaktan,
yanlışlıktan korunmuştur.
Onun aslı ümmü’l-kitap olan Allah’ın ilmindedir. Bunun içindir ki tahrif ve tebdilden her
bakımdan muhafaza olunmuştur.
Âlemin yaratılışından kıyamete kadar ne olup bitecekse, büyük ve küçük, gizli ve açık,
görünmeyen ve görünen, düşünülen ve hissedilen, hayat ve ölüm, olmuş ve olacak her
şey bütün genişliği ve inceliğiyle Allah-u Teâlâ’nın ilmindedir. Bütün her şeyi bildiği gibi,
hepsi de apaçık bir Kitap’ta, Levh-i mahfuz’da nakşedilmiştir.
22.08.2019
Sayfa 59 / 646
Mekke-i mükerreme döneminde A’râf sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Yirmi sekiz
Âyet-i kerime, iki yüz seksen beş kelime ve sekiz yüz yetmiş harften teşekkül etmiştir.
Bu Sûre-i şerif “De ki” mânâsına gelen “Kul” emriyle başlayan beş Sûre-i şerif’in en
uzunudur.
Nüzul Sebebi:
Muhtevâsı:
22.08.2019
Sayfa 60 / 646
Bu mübârek Sûre-i celîle’nin ilk Âyet-i kerime’sinden on beşinci Âyet-i kerime’sine kadar;
cinlerden bir topluluğun Kur’an-ı kerim âyetlerini dinledikten sonra büyük bir etki altında
kaldıklarından, kendi kavimlerine döndüklerinde bu ilâhî kitap hakkında ortaya koydukları
selis görüşlerinden söz edilmektedir.
On sekizinci Âyet-i kerime’ye kadar; gerek insanların gerekse cinlerin Allah yolunda
bulundukları, ilâhî hükümlere uydukları takdirde bol bol nimetlere erecekleri, yüz
çevirdiklerinde ise şiddetli azaplara uğrayacakları anlatılmaktadır.
Yirmi altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; Resulullah Aleyhisselâm’a karşı çıkan Mekke
müşrikleri kınanmakta, şirk ve küfürlerinin dünyadaki ve ahiretteki korkunç sonucu haber
verilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde gaybı ancak Allah-u Teâlâ’nın bildiğine ve onu dilediği
kullarına bildireceğine dâir ilâhî hüküm beşeriyete duyurulmaktadır.
Cinler:
Mevcûdatta cin adı verilen lâtif yaratıklar da vardır. İnsanlarla birlikte yeryüzünde
hayatlarını sürdürürler. Yaratılışları insanların yaratılışlarından daha öncedir. İnsanlar
topraktan yaratıldığı gibi, onlar da ateşten yaratılmışlardır.
Kur’an-ı kerim’in yirmi sekiz yerinde cinlerden söz edilmekte ve kısa bilgi verilmektedir.
Rahman sûre-i şerif’inin 15. Âyet-i kerime’sinde cinlerin yalın ateşten yaratıldığı; Kehf
sûre-i şerif’inin 50. Âyet-i kerime’sinde ise şeytanın cinlerden olduğu beyan edilmektedir.
Onların insan toplulukları, kabileleri ve cinsleri gibi muayyen toplulukları vardır. Evlenirler-
çoğalırlar, yer-içerler, genci-ihtiyarı vardır. Ancak nerede yaşadıkları bilinmemektedir.
Dünyanın dışındaki yıldızlarda yaşama kabiliyetleri de vardır. Onlar insanları görürler,
söylediklerini işitebilirler, dillerini anlayabilirler. İnsanlar ise onları göremezler.
Hem hidayet yoluna hem de dalâlet yoluna girmeye müsait kabiliyette yaratılmışlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e müteaddit defalar cin sefaret heyeti
gelmiştir. Mekke’de, Medine haricinde, Bâki’de, Hacun’da gelenler bunların arasındadır.
Bunlardan dördünde Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- bizzat bulunmuştur.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-nın beyanına göre, ilk defakine Resulullah
Aleyhisselâm vâkıf değildi. Onları görmedi, Kur’an-ı kerim dinledikleri kendisine vahiy ile
bildirildi. Cin sûre-i şerif’i nâzil olduktan sonra, Resulullah Aleyhisselâm emr-i ilâhî ile
çıkıp cinlerle mülâki olmuştur.
Cinlerin mümin olanları müminlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber
cehennemde olacaklardır.
22.08.2019
Sayfa 61 / 646
Bu Kur’an-ı kerim dinleme hadisesi Ahkâf sûre-i şerif’inin 29. ve 30. Âyet-i kerime’lerinde
de bahis mevzuu edilmektedir.
Çünkü İblis’ten daha beyinsiz biri yoktur. Cinlerin içinde bulunan onun gibi birçok beyinsiz
de böyle söylüyor. Onların bütün sözleri iftiradan ibarettir ve gerçeklerden uzaktır.
22.08.2019
Sayfa 62 / 646
Bir yaratığın Allah’a karşı bu kadar büyük bir iftirâda bulunacağını hiç düşünemedik.
Kur’an sayesinde gerçek önümüze çıkınca, ne büyük bir iftirâ attıklarını anlamış olduk.
Cinler insanlara yine insanlar vasıtasıyla zarar veriyorlar. Onları âlet ediniyorlar, onların
sığınmasından güç alarak zararlarını artırıyorlar. İnsanlar cinlere önem vermeselerdi,
cinler onları rahatsız edemezlerdi.
Günümüzde “Ruh çağırma” adı altında insanları aldatan süflî kimseler mevcuttur. Bunlar
cinlerle irtibat kurmakta, boş ve faydasız şeylerle halkı oyalamaktadırlar.
Diyeceksiniz ki; ruh çağırma esnasında masada bazı hareketler görülüyor, sorulan
sorulara cevap veriliyor. Bu hareketleri yapan veya yaptıran cin, masadakiler tarafından
görülemediği için ruh geldi zannedilir. Onlar da kendilerini, çağırılan ruh diye tanıtırlar ve
oradakilerle alay ederler. O zavallılar da cinler tarafından alaya alındıklarını bilmezler.
İnsanların inanmayanları da sizin sandığınız gibi, öldükten sonra Allah’ın hiç kimseyi
diriltmeyeceğini sandılar ve inkâr ettiler.
22.08.2019
Sayfa 63 / 646
Cinlerin Gökyüzünden
Haber Çalması:
Şimdi artık gökyüzünden haber çalamıyoruz. Kim kulak hırsızlığı yapmak isterse bir
alevle karşılaşıyor, o alevden kimse kurtulamıyor.
“Biz bundan evvel, haber işitmek için göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde
otururduk.” (Cin: 9)
Karşımıza hiçbir engel çıkmazdı. Kaptığımız o gizli gök haberleri ile halkı şaşırtırdık.
“Artık şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözetleyen bir alev bulunuyor.” (Cin: 9)
“Biz bilmeyiz ki, yeryüzünde olan kimseler hakkında bir belâ mı murad edildi,
yoksa Rabb’leri onlara bir iyilik mi diledi?” (Cin: 10)
Allah-u Teâlâ’nın hidâyeti karşısında cinler kendi durumlarını ortaya koymaya çalıştılar ve
dediler ki:
22.08.2019
Sayfa 64 / 646
Ne garip tecellîdir ki cinler kısa bir süre içinde hak ve hakikatin ölçüsünü anladılar da,
günümüzdeki müslümanım diyenlerin çoğu anlayamadılar. Neticede sâlih olmayana sâlih
adını verdiler, sâlihlere değil zâlimlere uydular, Hakk’a değil bâtıla sarıldılar.
İman eden cinler bu sözleri söyleyerek kendi kavimlerinin doğru yolu bulmalarına,
hakikate ermelerine kesinlikle ihtiyaç olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı.
“Gerçekten biz anladık ki, Allah’ı yeryüzünde acze düşürmemize aslâ imkân
yok!” (Cin: 12)
“Başka yere kaçmakla da hiçbir zaman onu âciz bırakamayız.” (Cin: 12)
O’na iman ve itaat etmedikçe kendimizi O’nun kahrından kurtaramayız. O her türlü
intikama kâdirdir.
“Biz hidâyet rehberi olan Kur’an’ı dinlediğimizde, ona iman ettik.” (Cin: 13)
Cinlerin birtakım durumları göz önünde tutularak onları gözlerde haddinden fazla
büyütmeye kalkışmak doğru değildir. Onlara verilen güç, insanların idrakine verilen
güçten yüksek değildir.
“İçimizde kendini Allah’a vermiş müslümanlar da var, hak yolundan sapan zâlimler
de var.” (Cin: 14)
Müslüman olanlar Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne inanan, itaat eden ve İslâm dâiresine
giren kimselerdir. Zâlimler ise Hakk’tan sapan ve sapıtan kimselerdir.
“Kendini Allah’a veren müslümanlar; işte onlar hidayet yolunu arayanlardır.” (Cin:
14)
Âyet-i kerime’de geçen “Teharrev = Arayanlar” kelimesi ile ifade edilen mânâ; hidayet
yoluna erişmede, hakikati bulmada “Arama”nın çok mühim olduğuna dikkatleri
çekmektedir.
22.08.2019
Sayfa 65 / 646
“Hakikati aramak” iyiden iyiye araştırmadan sonra, bilerek ve şuurlu olarak onu
seçmektir.
Hakikati arayan bir kimse, aradığı şeyin özünü bilecek ki; bulduğu zaman:
“Aradığımı buldum.” veya: “Aradığım budur.” diyebilsin. Bulup bulmadığını anlaması için,
ne aradığını bilmesi gerekmektedir.
“Aradığım budur!” diye bir yere saplanır ve orada kalır. Ömrünü hiçe müncer etmiş, ebedî
hayatını da öldürmüş olur.
Nimetlerle İmtihan:
Allah-u Teâlâ cinlerin sözlerini hikâye ettikten sonra; insanların ve cinlerin Sırat-ı
müstakîm üzerinde yaşadıkları takdirde bir imtihan olarak bol bol nimetlere ereceklerini
müjdelemektedir:
Rızıkları yerden ve gökten bol bol fezeyan edip dururdu. Ağaçları bol bol meyve verir,
ekinleri neşvünemâ bulur, kendilerine her yönden nimetler gelirdi. Ahiretleri mükemmel
olduğu gibi dünyaları da mâmur olurdu.
Bu dünya bir imtihan sahnesi olduğu için, rızkın bolluğu da genişliği de bir imtihandır.
Darlık içinde imtihan vermekle bolluk içinde imtihan vermek arasında fark vardır.
İnsanlar ve cinler doğru yolda gitselerdi, darlık içinde değil, bolluk içinde imtihan
edileceklerdi. Fakat onlar öyle yapmadılar, bol nimetler karşısında şükürlerini artıracakları
yerde isyanlarını artırdılar ve Hakk’tan yüz çevirdiler.
“Nerede su varsa ot da vardır, nerede ot varsa mal vardır, nerede mal varsa fitne
vardır.”
“Kim Rabb’inin zikrinden yüz çevirirse, Rabb’i onu gittikçe artan bir azaba
uğratır.” (Cin: 17)
Öyle bir azapla muazzeb olunurlar ki, o azapla hiçbir zaman rahat yüzü görmezler.
Şiddetli azapları artar durur.
Onlar iradelerini iyiye, doğruya ve güzele sarfetmedikleri için, Allah-u Teâlâ kalplerini
zikrullahtan gafil kılmış, şeytanın vesveselerine terketmiştir.
22.08.2019
Sayfa 66 / 646
Onların kalbi kalp olmaktan çıkmıştır. Vicdanları da vicdan olma hususiyetini yitirmiş,
çürümüş ve bozulmuştur. İşte şeytan, hâkimiyeti altına aldığı kimselere böyle yapar.
“Bizim zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen
kimseden yüz çevir.” (Necm: 29)
Mescidler Beytullah’tır:
İbadetlerin toplu halde edâ edilebilmesi için câmi ve mescidler yapılmıştır. Dinimiz
cemaat ruhuna büyük önem vermiştir. Cemaatte rahmet ve bereket vardır.
Allah-u Teâlâ Tevbe sûre-i şerif’inin 18. Âyet-i kerime’sinde Allah’ın mescidlerini ancak
Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselerin imar edeceğini beyan buyurmuştur.
Mescidler secde ile namaz ve ibadet için hususi olarak ayrılmış olan
yerlerdir. “Beytullah” yani Allah’ın evi olduğu için gereken saygı gösterilmeli ve her türlü
taşkınlıktan kaçınılmalıdır.
Kul Peygamber:
22.08.2019
Sayfa 67 / 646
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini şereflendirmek, değerini daha
çok arttırmak için ism-i şerif’ini anmamış, onu kendisinin ubudiyetine izafe
etmiş, “Allah’ın kulu” diyerek kulluk sıfatı ile vasıflandırmış, kulluğunu yerine getirmek
hususunda kendine has özelliği ile beraber alçakgönüllülüğünü de beyan buyurmuştur.
“Allah’ın kulu O’na yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca, (cinler) neredeyse
çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi.” (Cin: 19)
Zira benzerini hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir duâ dinliyorlardı.
Yani değil insanlar, cinler dahi Resulullah Aleyhisselâm’a hayrandı ve can-u gönülden
bağlı idiler. O Allah-u Teâlâ’ya yöneldiği zaman rahatsız olmasın diye cinler
saygılarından, sevgilerinden ötürü üstüste yığılır gibi olurlar, aşırı kalabalıktan birbirlerinin
içine girerlerdi.
Allah-u Teâlâ âlemlere rahmet olan Resulullah Aleyhisselâm’a şöyle emir buyurmaktadır:
“Resul’üm! De ki: Ben ancak Rabb’ime duâ ederim ve O’na hiçbirini ortak
koşmam.” (Cin: 20)
“De ki: ‘Şüphesiz ki ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kâdir
değilim.’” (Cin: 21)
Eğer siz benim bir zarar vermemden korkararak veya bir fayda bekleyerek etrafımda
toplanıyorsanız, haberiniz olsun ki ben size kendiliğimden bunların hiçbirini yapamam.
Onu ancak Rabb’im yapar. Bu benim elimde değil, Allah’ın elinde. Ben sizi ancak irşada
çalışıyorum.
“De ki: ‘Doğrusu hiç kimse beni Allah’tan kurtaramaz.’” (Cin: 22)
O’na isyan ettiğim takdirde hiç kimse O’nun azabından beni uzaklaştıramaz.
Ben bu tebliğ vazifemi ifâ edince mesuliyetten kurtulmuş, hıfz-u himayesine nâil olmuş
olurum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın öyle bir elçisidir ki, o
kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb’i her şeyi yapabilir. Elçisine
düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb’ini
sevmiş ve itaat etmiş olur.
22.08.2019
Sayfa 68 / 646
Bunun içindir ki elçiye isyan etmenin Allah’a isyan etmek demek olduğunu açıkça
anlatmak ve isyan edenleri de uyarmak üzere Âyet-i kerime’nin devamında şöyle
buyurulmaktadır:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın öyle bir elçisidir ki, o
kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb’i her şeyi yapabilir. Elçisine
düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb’ini
sevmiş ve itaat etmiş olur.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ elçiye isyan etmenin Allah-u Teâlâ’ya isyan etmek demek
olduğunu açıkça beyan etmekte ve isyan edenlerin de âkıbetlerini beşeriyete
duyurmaktadır.
Bunlara verilen dünya nimetleri kesinlikle geçicidir. Haklarında mukadder olan zaman
gelince hiç şüphesiz ki cezalarına çarptırılmış olacaklardır.
“Nihayet onlar kendilerine vaad olunan şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcısının
daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.” (Cin: 24)
Onlar mı, yoksa gönülden inanan müminler mi? Allah-u Teâlâ’nın onlara yaptıklarının
karşılığını tattırınca, kimin yardımcısı ve destekçisi daha zayıf, kimin ordusunun ve
askerinin daha az olduğunu anlayacaklardır.
“De ki: ‘Size vaad edilen (azap) yakın mıdır, yoksa Rabb’im onun için uzun bir süre
mi koyar? Ben bilemem.’” (Cin: 25)
Bu azap kesin olarak gelecektir. Vakti ne zaman? Onu ancak Allah bilir.
Gaybı Bilmek:
Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhî’yi dilediğine bildirir. Onlar bunu biliyorlar. Amma isterse
açıklarlar, isterse açıklamazlar.
O’nun gösterip açıklamadığı şeylerden, yaratıklarından hiç kimse tam olarak bilgi sahibi
olamaz.
Ancak dilediği kuluna, gayb ilminin bazı hakikatlerinden dilediği kadarını bildirir. Onun
haricinde mahlûkun Hakk’a âit bilgisi olmaz.
22.08.2019
Sayfa 69 / 646
Allah-u Teâlâ “Nebi”ye vahiy vasıtasıyla “Veli”ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini ilka eder.
Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ona O öğretiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri’nden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine
ilham olunan insanlar vardı.
Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer’dir.” (Buhârî)
Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’e şâmil olduğu gibi, ümmet-i
Muhammed’in arasında da böylelerinin bulunacağına işarettir.
İşte bütün bu lütuf, fazilet ve meziyetler, Allah-u Teâlâ’nın o kimseyi o Kudsî ruh ile
desteklemesinden doğmuştur. Geldiği makama dünyada iken çıkar, peygamberler
meclisine girer.
Bu sırlara mazhar olabilmek Allah-u Teâlâ’nın bu ilmi kalpte yazması ve ikinci bir ruh ile
desteklemesiyle mümkün olur.
Allah-u Teâlâ’nın gaybı bildirdiği elçiyi koruyucu melekler her yönden kuşatır.
“Tâ ki, Rabb’lerinin gönderdiklerini gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin.” (Cin:
28)
“Şüphesiz ki Allah onların yanında bulunan her şeyi çepeçevre kuşatmış ve her
şeyi teker teker saymıştır.” (Cin: 28)
Onların işlerinden hiçbir şey Allah-u Teâlâ’ya gizli kalmaz. Her şeyi en ince taferruâtıyla
bilir. Gaybın anahtarları O’nun katındadır, hiçbir şey O’na gayb olmaz, hiçbir iş O’ndan
gizli kalmaz, onları ancak O bilir.
Allah-u Teâlâ bir insanla üç şekilde konuştuğunu Şûrâ sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i
kerime’sinde şu şekilde beyan buyurmaktadır:
Vahiy yoluyla,
Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hikmet
sahibidir.” (Şûrâ: 51)
22.08.2019
Sayfa 70 / 646
Perde arkasından ise; Allah-u Teâlâ dilediği kulunun kalbine, dilediği zaman perde
arkasından nurunu akıtır, bütün hakikatleri bildirir. Dilediğine harfsiz hurufatsız ilham
eder.
Çok ince bir sır: Görünüşte o konuşuyor, fakat Allah-u Teâlâ’nın onu konuşturduğunu
kimse bilmiyor.
Übeyy bin Ka’b -radiyallâhu anh-den rivâyet edildiğine göre, Cin Sûre-i şerîf’ini okumanın
fazîletine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadîs-i şerîf’lerinde
şöyle buyurmuşlardır:
“Allah’ın, gönderilme ile ilgisi bulunmayan nebîlerin içinde de, vahiy yolundan
gaybı izhâr ettiği kimseler vardı. Şu hâlde buradaki gayb, O’nun katında bulunup
da, neredeyse kendisinden dahî gizlediği bir ‘Gayb’tır. Bu ise “Saat”; yâni
“Kıyâmet”tir. Halbuki O’nun, hem meleklerin yanında izhâr ettiği bir gayb, hem de
muhaddes’lerin ve velilerin yanında izhâr ettiği bir gayb daha vardır.
Bu şeyleri birbirinden ayırt edebiliyor musun? Yoksan sen hâlâ boş ve asılsız bir
iddiâ ve inkârın içinde misin? Gayb’ın ismini duymuşsun, Kur’ân’ın sunduğu bir
Âyet’i de ikide bir ona delil gösterip duruyorsun!”(Hakîm et-Tirmizî, “Hatmü’l-evliyâ”,
s. 337-338; bas.: Hakikat yay., 2002)
22.08.2019
Sayfa 71 / 646
Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on bir Âyet-i kerime, yüz
seksen kelime ve yedi yüz yetmiş harften teşekkül etmiştir.
Dokuzuncu Âyet-i kerime’de Cuma namazı için ezan okunduğunda câmiye gitmek
emredildiği için, Âyet-i kerime’de geçen “Cum’a” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmuştur.
Sadece Cuma namazının hükümleri açıklanmış olmayıp, bu isim bir alâmettir ve ahkâm
Âyet-i kerime’lerini ihtiva etmektedir.
Muhtevâsı:
Sâf sûre-i şerif’inde olduğu gibi, bu mübârek Sûre-i celîle de, göklerde ve yerdekilerin
hepsinin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğine dair beyan ile başlamakta; Allah-u Teâlâ’nın en
güzel isimleri olan “Esmâ-i hüsnâ”dan dört isim yer almaktadır.
Daha sonra Allah-u Teâlâ’nın ümmî bir topluluğun içinden peygamber göndermesinin
sebepleri ve peygamberlerin görevleri açıklanmakta; âlemlere rahmet olarak gönderilen
Muhammed Aleyhisselâm’ın bazı vasıfları açıklanmaktadır.
Ayrıca bu mübârek Sûre-i celîle’de Tevrat-ı şerif’le amel etmeyen, ilâhî emirleri
samimiyetle benimsemeyen yahudiler şiddetle kınanmakta; bu gibi kimseler, sırtında
Tevrat taşıyan ve tabii olarak onun ulvî muhtevâsından habersiz olan merkebe
benzetilmekte ve ne kadar bedbaht oldukları beşeriyetin ibret gözlerine serilmektedir.
Daha sonra yahudilerin kendilerini Allah’ın dostu olarak tanıtmaları üzerinde durularak,
iddiâlarında samimi iseler ölümü temenni etmeleri istenmektedir.
Dokuz ve onuncu Âyet-i kerime’de Cuma vakti gelince işi gücü bırakıp câmiye gitme,
namaz kılınınca tekrar işe dönme ve Allah-u Teâlâ’nın fazl-u keremine sığınarak geçim
için çalışma emredilmekte, her hâl ve ahvâlde Allah-u Teâlâ’yı zikretmenin önemi
belirtilmektedir.
Son Âyet-i kerime’de ise Resulullah Aleyhisselâm’ı minberde yalnız bırakıp alım-satıma
koşan müminler kınanmakta ve eğitilmektedir.
Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Hadîd, Haşr, Sâf ve Cum’a sûre-i
şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u
Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
“Göklerde ve yerde olanların hepsi; mülkün sahibi, mukaddes, azîz, hakîm olan
Allah’ı tesbih ederler.” (Cum’a: 1)
22.08.2019
Sayfa 72 / 646
Buradaki “Yüsebbihu” kelimesi devamlılık ifade etmektedir. Yani her an, sürekli devam
eden bir tesbihtir.
Melik: Zâtında ve sıfatında her vâsıtadan müstağnî olan; mülk ve melekûtün yegâne
sahibi, hakiki mutasarrıfı, mutlak hükümdârı O’dur.
Bir kul ne kadar güçlü hükümdar olursa olsun, mülkün gerçek sahibine muhtaçtır, mülk ve
iktidarı geçicidir.
Her şey O’nun tasarruf ve iktidarı altında O’na tâbidir. Hakimiyetini sınırlayan hiçbir şey,
yetkilerini sınırlayan hiçbir güç yoktur.
O her türlü duygu ve düşüncenin tasavvur edebileceği vasıflardan pak ve yücedir. O’nun
kemâli de sınırlandırılamaz. İnsan aklının çok ötesinde kemâl sıfatları ile muttasıftır. O
hiçbir sınır ve tasavvura sığmaz, hiçbir şirk kabul etmez, mülküne kimseyi ortak kılmaz,
haksızlık yapmaz. Kararlarında herhangi bir hata ve yanılgı ihtimali imkân haricidir.
Azîz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan yegâne galip, dengi ve benzeri bulunmayacak
derecede değerli ve şerefli, güçlü ve daima üstün O’dur. Kudretine yetişilmez, kudsiyeti
sarsılmaz.
Hakîm: Bütün buyrukları ve işleri hikmetli ve hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi yerli
yerinde ve en iyi şekilde yapar.
Yegâne hikmet sahibi O’dur, hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.
Yaptıklarında bir eksiklik ve kusur görülmez.
O’nun emir ve yasakları hep hikmettir, hiçbir işi hikmetsiz ve faydasız değildir.
En Büyük Nimet:
Araplar câhiliye döneminde bilgisiz idiler. Onun risaletinin bereketiyle en yüksek âlimlerin
karakterlerine sahip oldular. İnsanlar arasında en derin bilgiye, en iyi kalbe, en kuvvetli
imana ulaştılar.
22.08.2019
Sayfa 73 / 646
“O Allah ki okuma yazma bilmeyen ümmî bir kavmin içinden, onlara Allah’ın
âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir
peygamber göndermiştir.” (Cum’a: 2)
O Peygamber onların içinde, ölülerden hayat fışkırır gibi filiz vererek ortaya çıkmıştır.
Bâtıl inançlarından, kötü huylarından arındırmış, gönüllerini nurlandırmış,
feyizlendirmiştir.
“Halbuki onlar daha önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Cum’a: 2)
Öyle bir sapıklık içinde idiler ki, bu sapıklıklarından daha büyük bir sapıklık görmek
mümkün değildi. Daha önceleri İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine bağlı iken, daha sonra
onu değiştirip bozdular. Tevhid dinini unutup şirke düştüler.
Bir mürşide, bir yol göstericiye son derece muhtaç oldukları bir zamanda Allah-u Teâlâ
onlara Muhammed Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdi. O Peygamber-i zîşan
onlara Kur’an-ı kerim âyetlerini okudu, onları Hakk dine dâvet etti, Hakk’ı ve bâtılı öğretti,
haramı ve helâli bildirdi, onları inkâr ve günah kirlerinden temizleyip feyizlendirdi. Kısa
zamanda insanlar arasında medeni bir topluluk oldular. Âlemde emsali görülmedik
muvaffakiyetlere erdiler.
Ona tâbi olup yolunda bulunanlar, Allah-u Teâlâ’nın zâtî tecellisine kavuşurlar. İzinde
ilerlemekle, bütün mertebelerin üstünde bulunan kulluk makamına ulaşırlar.
Kâffeten Linnas:
Onun peygamberliği yalnız Araplar’a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete
kadar gelecek olanlara şâmildir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor.
“Bu Kur’an bana, sizi ve (sizden sonra) erişip ulaşan herkesi uyarmam için
vahyolundu.” (En’âm: 19)
Kıyamete kadar gelecek bütün insanlar onun irşad sahası içindedir. Onun içindir ki; ne bir
yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır.
Çünkü onu duymayan hiçbir fert yok.
Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten bir an bile tereddüt
etmeyen Ashâb-ı güzin -radiyallahu anhüm- Hazeratı’nın yanında, daha sonraki
devirlerde de müslümanlar derin bir aşkla ona bağlanmışlar, o engin muhabbeti
gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.
22.08.2019
Sayfa 74 / 646
Muazzez ism-i şerifleri o günden bu güne milyarlarca insanların dillerini tezyin edip
durmakta, getirmiş ve neşretmiş olduğu din nezih ruhlara hakim bulunmaktadır.
Hiçbir devirde, hiçbir zaman hiçbir an ezân-ı Muhammedî semâlardan eksik olmamış ve
olmamaktadır.
“Benden sonra bir takım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için
ehlini ve malını vermeye can atar.” (Câmiu’s-sağir)
Bu Hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki; onu bütün kâinata duyurdu. İnceleyen bildi, buldu ve
iman etti, onu bulan buldu, diğerleri ise küfürde kaldı.
Bu lütuf verilme iledir, bir Allah vergisidir, hediye-i ilâhîdir. Çalışma ile elde edilmez.
Okumakla, yazmakla olacak iş değildir. Onda sebeplerin hiçbir etkisi yoktur.
Bu engin lütuf sebebiyle dilediği kimseye dilediği şey ile üstünlük vermiştir.
Tevrat-ı Şerif:
Tevrat-ı şerif, Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla İsrâiloğulları’na gönderilmiş hak bir kitaptır.
22.08.2019
Sayfa 75 / 646
iyice anladıkları halde onu bile bile tahrif eder (değiştirirler)di.” buyuruluyor. (Bakara:
75)
Tevrat Musa Aleyhisselâm zamanında levhalar halinde muhafaza ediliyordu. Daha sonra
bu levhalar muhafaza edilememiş ve Yahudi âlimleri tarafından tahrifata uğramıştır. Hatta
bu tahrifat o derece ilerlemiş ki, Tevrat’ta peygamber olarak ifade edilenlere, daha
sonradan çok çirkin iftiralarda bulunulmuştur.
Tevrat’taki Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile ilgili bölümleri ise
değiştirmişler ve bu gerçekleri kibirlerine yedirememişlerdir.
Âyet-i kerime her ne kadar Tevrat’la amel etmeyen yahudileri misal veriyorsa da, Kur’an-ı
kerim’le amel etmeyen müslümanları ve âlimleri daha çok ikaz etmektedir. Yani: “Siz de
merkep gibi olmakta yahudilerden geri değilsiniz.”mânâsına gelmektedir.
İlmiyle âmil olmayıp dünyaya meyleden âlim için bu Âyet-i kerime’de büyük bir tehdit
vardır. Bir merkeple temsil olunmaktan daha büyük rüsvaylık olamaz. Bunların durumu
hamakat bakımından merkeplerin durumundan daha kötüdür. Çünkü merkebin anlayışı
yoktur. Kendisine şuur verilmediği için mazurdur. İnsan ise sorumluluk yüklenmiştir.
Allah-u Teâlâ’nın bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu
seçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu
zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fıtrîdir, yaratılışında vardır.
Dalâlet ve küfür insanın cüz’i iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız
olmuştur.
Bütün kalpler Hazret-i Allah’ın kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet
veremez, ancak teşvik eder, hidayete vasıta olur.
İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil
olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.
22.08.2019
Sayfa 76 / 646
Yahudi Aklı:
Kendilerine Tevrat yükletildiği halde yahudiler onu taşımadılar. Tevrat’ın bazı âyet ve
belgelerini kendi menfaatleri doğrultusunda değiştirdiler. Böyle yaptıkları halde Allah-u
Teâlâ’ya karşı oldukça büyük iddiâlarda bulundular. O’nun katında en yüksek bir mevkiye
sahip olduklarını, dostları ve yakınları bulunduklarını söylediler.
“De ki: ‘Ey yahudiler! Bütün insanları bir yana bırakarak, yalnız kendinizin Allah’ın
dostları olduğunuzu iddiâ ediyorsanız ve bu iddiânızda samimi iseniz, ölümü
temenni ediniz.’” (Cum’a: 6)
Bir an önce ölüp, bu sıkıntılı dünyadan ahirete göçerek Allah’a kavuşmayı canınıza
minnet bilin.
İnsanın beden ve ruh yapısı, ahiretin şartlarına uygun bir vasıfta yaratılmıştır. Ebedîlik
insanın fıtratında vardır. Ölümle bu ebedî hayata kavuşulmuş olur. Ölüm mahlûkunu
Hâlik’ına ulaştıran en güzel bir vasıtadır. Çünkü onsuz ulaşılmıyor. Gerçek mânâda
Allah-u Teâlâ’nın dostluğunu ve yakınlığını kazanan bahtiyar müminler, âşık oldukları
Mahbûb’a bir an önce kavuşmayı temenni ederler. Bu onların en büyük arzusudur.
Übâde bin Sâmit -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Her kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de
Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâkî olmaktan
hoşlanmaz.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2043)
22.08.2019
Sayfa 77 / 646
Yahudiler ölümü hiç istemezler. Milletler arasında böyle bir dostluk makamından en uzak
kimseler onlardır.
Onlar arzularından başka hiçbir şeye samimi olarak inanmamaktadırlar. Tevrat ellerinde
olduğu halde, onu arkalarına atmışlardır.
Onlar ölümden kaçsalar da, elbet bir gün ölecekler ve lâyık oldukları cezaya
çarptırılacaklardır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde insanlar arasında uzun bir ömre en çok tutkun
olanların yahudiler olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı diğer insanlardan, hatta müşriklerden
de daha düşkün ve hırslı görürsün. Onlardan her biri ömrünün bin yıl olmasını
ister.” (Bakara: 96)
Oysa her şeyin bu dünyadan ibaret olduğuna inanan müşriklerin yaşamaya daha fazla
düşkün olmaları gerekirken, ehl-i kitap olan yahudilerin onlardan daha fazla düşkün
olmaları son derece dikkat çekicidir.
Burada sadece Yahudilere değil, bu münasebetle bütün beşeriyet için pek büyük bir ders
vardır.
Âyet-i kerime gerçek müminin ahireti de ölümü de dünyadan çok sevdiğine delildir.
Mütebâki Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ bulundukları sapıklıktan dönmeleri için onları
uyarmaktadır:
“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır.” (Cum’a: 8)
Allah-u Teâlâ’nın takdir etmiş olduğu hükümden kaçınmak mümkün değildir. Kaçmakla
kurtulamayacağınız gibi, hiçbir şey sizi ölümden kurtaramayacaktır.
Ölümden kaçan kişi ömründe bereket bulamaz. Ölümden kaçmak, hiç kimseye bir fayda
sağlamaz. Korkunun ecele faydası yoktur. Her saat, her dakika, her saniye insanları
ölüme doğru çekmektedir. Gün olur ölümle karşı karşıya gelirler.
22.08.2019
Sayfa 78 / 646
Ölüm bir yok oluş değildir, ölümden kaçış ve kurtuluş da yoktur. Gerek kendi vatanlarında
ikamet etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde
ölümün pençesinden aslâ kurtaramayacaklardır.
Kim O’na itaat üzere idiyse, onu en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Müstehak olanlara
da cezalarını verir.
Cum’a sûre-i şerif’inde Cuma namazı farz kılınmış ve onunla ilgili bazı hükümler
açıklanmıştır.
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı
zikretmeye koşun.” (Cum’a: 9)
Allah’ı zikretmeye koşmaktan maksat, yürürken acele etmek demek değil; meşgul olduğu
işi hemen bırakıp, vakit geçirmeksizin Cuma namazı kılmaya ve hutbe dinlemeye iştiyakla
gitmek demektir.
Bu emir Cuma namazının farz olduğuna kesin bir delildir. Zaruret olmadıkça Cuma
namazına gitmemek haramdır ve çok büyük bir günahtır.
Ayrıca Cuma namazının farz oluşu ile ilgili birçok Hadis-i şerif rivayet edilmiştir.
“Ey insanlar! Şunu da muhakkak bilin ki, Allah-u Teâlâ Cuma’yı içinde
bulunduğunuz şu yılımın şu ayında, şu gününde ve makamımda kıyamet gününe
kadar farz kılmıştır.
22.08.2019
Sayfa 79 / 646
Binaenaleyh her kim benim hayatımda veya benden sonra âdil veya zâlim bir imamı
olduğu halde, Cuma namazını hafife alarak veya farziyetini inkâr ederek terk
ederse, Allah onun dağınık işlerini toplatmasın, iki yakasını bir yere getirmesin ve
işinde bereket vermesin.
Haberiniz olsun ki o kimsenin namazı yoktur. İyi biliniz ki; o kimsenin zekâtı da
yoktur. Haccı ve orucu da yoktur. İyi biliniz ki onun iyiliği de yoktur. Nihayet tevbe
edinceye kadar. Her kim tevbe ederse Allah-u Teâlâ da onun tevbesini kabul
eder.” (İbn-i Mâce)
“Her kim Cuma namazını üç kere zaruretsiz terkederse Allah-u Teâlâ onun kalbini
mühürler.” (Tirmizî)
Çünkü ebedî hayatın menfaatleri daha büyük ve sonsuzdur. Gerçek hayatın ölümden
sonra başlayacağını bilen insanlar, ahiret tedarikinin çaresine bakmayı ihmal etmezler.
Meşru Çalışmalar:
Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve
ibtilâ yeri; ahireti ise mükâfat ve mücâzat yeri olarak yaratmıştır.
Bu emir izin mânâsına gelir. Cuma ezanının duyulması ile birlikte bütün meşguliyetlerini
bırakarak mescidlere koşan müminlere, namaz bittikten sonra dağılıp tekrar işlerinin
başına dönmeleri için izin verilmektedir.
İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve
tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.
Çünkü rızık O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa
çıkarmaz.
22.08.2019
Sayfa 80 / 646
Zikrullah; dinimizin emri, imanın alâmeti, ibâdetlerin beyni, aklın nûru, kalbin cilâsı, ruhun
hayatı, gönlümüzün miracı ve her derdin ilâcıdır.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile kendisini zikretmeyi emretmiştir. Namaz da ilâhî bir
emirdir, zikrullah da ilâhî bir emirdir.
Her ibadetin belli bir şartı olduğu halde, zikrullah için hiçbir şart yoktur. Ayakta, oturarak,
yatarak bile zikretmek câizdir. Abdestli olmak efdal olduğu halde, abdestsiz olarak da
yapılabilir.
Kalplerin Allah-u Teâlâ’dan gafil olma tehlikesinden korunması, ancak zikrullah ile
mümkündür.
Zikrullahı bırakıp da dünya hayatının geçici zevklerine aldananların, ahirette çok büyük
kayba uğrayacakları şüphesizdir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm bir Cuma
günü Mescid-i nebevî’de hutbe okurken Şam’dan yiyecek yüklü bir ticaret kervanı
Medine-i münevvere’ye gelmişti. Kervanın geldiğini haber veren davul sesini duyan
cemaat sabırsızlanarak hemen huzur-u saâdetten çıktılar ve yiyecek maddesi satın
alabilmek için kafilenin yanına koştular. O yıl Medine-i münevvere’de büyük bir kıtlık
hüküm sürüyordu. Bu ayrılışlarında bir mahzur olmadığını zannetmişlerdi. Yanında
sadece on iki kişi kaldı. Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ onları kınayarak şöyle buyurdu:
“Onlar bir ticaret veya bir oyun eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya
yönelirler ve seni ayakta bırakırlar.” (Cum’a: 11)
Fakat müslümanlar bu dersten sonra bir daha bunun benzeri bir hata işlemediler. Bu ilâhî
beyanda insanlar için nice gizli hikmetler vardır.
22.08.2019
Sayfa 81 / 646
Allah katında olan menfaat kesin ve ebedîdir. Eğlencedeki menfaat kesin değil, ticaretteki
menfaat ise ebedî değildir. Onlar dünya hayatının geçici menfaatleridir.
Asıl rızık O’ndan istenmelidir. O nasip etmeyince, sebeplerden hiç birisinin faydası olmaz.
Ticaretlerin üstünde O’nun öyle rızık kapıları vardır ki, onlar kapanınca bütün ticaretler de
kapanır.
O’nun lütuf ve ihsanları hesapsızdır, insanlarınki ise hesap iledir. Bazı insanlar O’nun
rızkını diğer kimselere ulaştırmaya ancak vasıta olabilirler. “Filân kişi iş sağladı.” denilir.
Onların sebep olduğu rızkın yaratıcısı Rezzâk-ı kerim olan Allah-u Teâlâ olduğu içindir ki
O “Rızık verenlerin en hayırlısı”dır.
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. On bir Âyet-i kerime, kırk kelime ve yüz
yetmiş iki harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime'de geçen ve "Kuşluk vakti" mânâsına gelen "Duhâ" kelimesi bu Sûre-i
şerif'e isim olmuştur. "Ve'd-duhâ sûresi" olarak da anılır.
Kuşluk vaktinin kıymetli olması hasebiyle nafile namazlar arasında bir de Duhâ namazı
bulunmaktadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar
ki:
"Kim kuşluk namazı kılmaya devam ederse, günah-ı sağiresi deniz köpüğü kadar
dahi olsa mağfiret olunur." (İbn-i Mâce)
Bu namazın vakti gündüzün dörtte biri geçtikten sonra başlar, istivâ vakti, yani öğleye bir
saat kalaya kadar devam eder. Dört, sekiz veya on iki rekât olarak kılınır. Gündüz
kılındığı için dört rekâtta bir selâm verilir.
Nüzul Sebebi:
22.08.2019
Sayfa 82 / 646
İslâmiyet'in ilk yıllarında Cebrâil Aleyhisselâm'ın inmesi bir süre gecikmişti. Bunu üzerine
müşrikler: "Rabb'i Muhammed'e darıldı ve onu terketti!" gibi alaylı sözler söyleyerek
birtakım sataşmalarda bulundular. Bunu üzerine Duhâ sûre-i şerif'i nâzil oldu, Resulullah
Aleyhisselâm ve Ashâb'ı ferahladılar.
Muhtevâsı:
İlk üç Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ kuşluk vaktine ve durgunlaştığı zaman geceye
yemin ederek Resulullah Aleyhisselâm'ı, müşriklerin iddiâ ettikleri gibi terketmediğini,
kendisine darılmadığını bildirmektedir.
Rabbânî İltifat:
Kur'an-ı kerim'de kıymetli olan bazı mahlûkatın üzerine yemin etmek âdet-i ilâhî'dendir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini müşriklerin istihzalarına karşı
tesellî etmek için bu Sûre-i şerif'te de beyanlarına yeminle başlamıştır:
Güneşin yükselmekte olduğu bu vakit pek kıymetli olduğu için Allah-u Teâlâ kuşluk
vaktine yemin ediyor.
Allah-u Teâlâ gündüzü maişet zamanı, geceyi de istirahat zamanı olarak tayin etmiştir.
Işığı karanlığa giydirip örttürdükten sonra, bir de çevirip karanlığı ışığa giydirir. Gecede
bütün mahlûkat sükuna erer, her biri kendi yerine ve barınağına sığınıp girer.
Bu Âyet-i kerime'de öyle bir sır var ki; herkes uyuyup kâinat uykuya daldığında, sen
yalnız Rabb'ine yönel, teheccüd ve tesbih namazı ile, zikir ve fikirle meşgul ol, gecenin
derinliğinde Hazret-i Allah ile beraber ol.
Rabb'inden hiçbir zaman ümidini kesme. Seni seçtiğinden beri terketmedi, sevdiğinden
beri darılmadı. Kalben münşerih ve müsterih ol, bütün işlerinde Rabb'ine tevekkül et, hiç
kimseden korkma!
22.08.2019
Sayfa 83 / 646
Bırakmak iki şekilde olur: Birisi lütuf eseri, birisi kahretmek için. Allah-u Teâlâ lütuf eseri
bıraktığını belirtmek için, Âyet-i kerime'sinde ayrıca darılmadığını da beyan
buyurmaktadır.
Hiç şüphesiz ki vahyin gecikmesi, tekâmül ve uygun olan yolun kendisine gösterilmesi
içindi. Nübüvvetten önce de Resul'ünü kimseye muhtaç etmeyen Allah-u Teâlâ,
nübüvvetten sonra yüz üstü bırakması aslâ düşünülemez.
İşte bu hayat-ı hakikinin semeresidir. Nefsin ölümünden sonra yepyeni bir hayat başlar.
Bu tebliğ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i için olduğu gibi ümmet-i
muhteremesine de bir tebliğdir. İnsanlar hayâlâta dalmak için değil, hakikati bulmak ve
ahireti kazanmak için gönderilmişlerdir.
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve
oyalanmadan başka bir şey değildir. Dünyayı âhirete tercih etmek; kâfirin küfründeki,
münâfığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Hakk ve
hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa
uğramışlardır.
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister." (Enfâl:
67)
Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nâil olabilirler,
yaşadıkları müddetçe bu imkânlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir
faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.
Sana öyle lütuflarda bulunacak, ikram ve ihsanından öyle verecek, öyle verecek ki, huzur
ve ebediyet âleminde hoşnut olacaksın.
Bu öyle bir verilmedir ki; lütuf üzerine lütuftur, rızâ ve hoşnut olma makamıdır, ona âit
övülen bir makamdır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz en büyük şefâat makamı
olan Makam-ı Mahmud'a erdirilmiştir.
Amr bin Âs -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm bir
defasında İbrahim Aleyhisselâm'ın ve İsa Aleyhisselâm'ın ümmetleri hakkındaki Âyet-i
kerime'leri okumuş, akabinde ellerini kaldırarak:
22.08.2019
Sayfa 84 / 646
Bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ: "Yâ Cibril! Muhammed'e git, ona niye
ağladığını sor. Rabb'in onun niye ağladığını biliyor ya!" buyurmuş.
Nihayet Allah-u Teâlâ: "Yâ Cibrîl! Git Muhammed'e şunu söyle: Biz seni ümmetin
hakkında râzı edeceğiz ve seni üzmeyeceğiz." buyurmuş. (Müslim: 202)
O öyle bir makamdır ki, Allah-u Teâlâ yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir. Hiç kimsenin
şefâat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecek ve şefaatı kabul
olunacak peygamber yalnız Muhammed Aleyhisselâm'dır.
Mânevi Destek:
Seni terketmek ve sana darılmak bahis mevzuu değildir. O sana yetim doğduğun günden
beri lütufta bulunmaktadır.
Fakir ve yetim iken dünya refahına eriştirdi. Ticaret yollarını senin için kolaylaştırmak
suretiyle, insanlara muhtaç olmaktan kurtardı.
22.08.2019
Sayfa 85 / 646
Allah-u Teâlâ onu göz alıcı mucizelerle, kesin delillerle desteklemiş, halkettiği yüce
sebepler ve azim hikmetlerle onu korumuştur.
Bir kimsenin bir malı ne kadar kıymetli olursa, onu o derece muhafaza etmeye çalıştığı
gibi; Allah-u Teâlâ'nın yarattığı mahlûkâtın içinde en kıymetlisi o olduğu için, onu bizzat
hıfz-u himâyesinde ve tasarruf-u ilâhîsinde bulunduruyor. O'nun bütün sevgilileri böyledir.
O ise sevgililer sevgilisidir.
Merhamet Duyguları:
Sen yetim iken Rabb'in seni barındırdığı gibi, sen de yetimlere güzel davran. Sen
yetimlerin efendisi ve önderisin.
Yetimlere karşı yapılacak en hayırlı şey, onların ıslâhını düşünmek, tâlim ve terbiyelerine
bakmak, ilim ve irfanla terbiye etmek, malları varsa korumak, her türlü maddî ve mânevî
ihtiyaçlarını, üzüntülerini gidermeye çalışmak gibi her türlü iyiliklerdir.
Muhtaç olan, dilenen kimse değildir. İhtiyaç içerisinde olduğu halde, kimseden bir şey
istemeyen, istemekten sıkılan kimsedir.
Dilencinin ısrarla istemesi hoş karşılanmamıştır. Çünkü ısrarla istemede, kendini fazla
acındırma, dilenmeyi alışkanlık hâline getirme ve karşıdakini huzursuz etme gibi
mahzurlar vardır. İslâm dini dilenciliği hoş görmediği gibi, ihtiyacından dolayı istemek
zorunda kalan fakir ve yoksulları eli boş çevirmeyi de tasvip etmemiştir.
İhtiyacını arzeden bir kimseye bir şey verilmesi muvafık görülürse verilmeli; verilmediği
takdirde yumuşak bir dille, nezaketle davranmalı, hakaretle ve azarlayarak kovmamalıdır.
22.08.2019
Sayfa 86 / 646
İhtiyacından dolayı isteyeni reddetmeyip bir şey vermek, bir emr-i ilâhîyi yerine getirmek
olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir fazilettir. Rızâ-i ilâhî'yi kazanmaya vesile olur.
Öyle kimseler vardır ki işsizdir, ihtiyaç içindedir. Kimisi de çalışır amma kazancı ile
geçimini sağlayamaz. Sadaka vermek için işte bu gibi kimseleri aramak, görüp gözetmek
gerekir.
Rabb'in sana hidayet yolunu gösterdiği ve o yolun rehberliğini yaptırdığı gibi, sen de
insanlara doğru yolu göster. Bütün nimet, ihsan ve ikramların âlemlerin Rabb'ine âit
olduğunu düşünerek, O'nu hatırla ve O'na rağbet et.
Allah-u Teâlâ'nın kullarına olan nimetleri o kadar çoktur ki, saymak mümkün değildir.
Değil nimetlerini, bir nimetinin binde birini dahi insanın aklı almaz.
En büyük nimet olan İslâm'ın insanlara en güzel yollarla tebliğ edilmesi gerekir. Bu
vazife "Rabb'inin nimetini anlat"mak olur.
En kıymetli çalışma Hakk yolda çalışıp, halkı İslâm'ın sulh ve selâmetine dâvet etmek
gayesi ile gayret etmektir. En kötü insanken, hidayet erişiverince bir anda en iyi insan
olur, bu nimetten o da müstefid olur.
Bismillâhirrahmânirrahîm
"Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla.
Âlemlerin Rabb'i Olan Allah'a Hamdolsun.
O, Rahman ve Rahîm'dir.
Din Gününün Sahibidir.
(Ey Rabb'imiz!) Ancak Sana Kulluk Eder ve Yalnız Senden
Yardım Dileriz.
Bize Doğru Yolu Göster.
Kendilerine Lütuf ve İkramda Bulunduğun Kimselerin Yoluna
Eriştir. Gazaba Uğramış ve Sapmış Olanların Yoluna Değil!"
(Fâtiha: 1-7)
22.08.2019
Sayfa 87 / 646
"İşte gökten bir kapı açıldı. Bu güne kadar böyle bir kapı asla
açılmamıştı." dedi.
Mekke-i mükerreme döneminin ilk yıllarında tamamı bir defada nâzil olmuştur. Yedi Âyet-i
kerime, yirmi beş kelime ve yüz on üç harften müteşekkildir.
Kur'an-ı kerim'in ilk Sûre-i şerif'i ve bir bakıma hülâsası olduğu, namazda Rabb'i ile kulu
arasında ilâhî bir şifre olduğu için "Açan", "Açış yapan" mânâsına "Fâtiha" adını
almıştır.
22.08.2019
Sayfa 88 / 646
İlk Âyet-i kerime'si "Hamd" ile başladığı için "Hamd sûre-i şerif'i" de denilmiştir. Halk
dilinde "Elham" olarak anılmaktadır.
Kur'an-ı kerim'in özü olduğu için "Kitab'ın anası" mânâsında "Ümmü'l-kitab" adını alır.
"İki defa inen, daima tekrarlanan yedi âyet" mânâsında "Seb'u'l-mesâni" denilir.
"Resul'üm! Andolsun ki biz sana daima tekrarlanan yedi âyeti ve büyük Kur'an'ı
verdik." (Hicr: 87)
'Ey iman edenler! Allah ve Resul'ü size hayat verecek bir şey için sizi çağırdığında
hemen icabet edin!' (Enfâl: 24)
Sonra bana: 'Ey Said! Ben mescidden çıkmadan sana bir sûre öğreteceğim ki, o
Kur'an'ın en büyük sûresidir.' buyurdu. Sonra elimi tuttu. Mescidden çıkmak istediği
sırada: 'Yâ Resulellah! Hani bana büyük bir sûre öğretecektiniz?' dedim.
Buyurdu ki:
"Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah Fâtiha'nın bir mislini ne
Tevrat'ta, ne de İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkân'da indirmemiştir. O
(namazlarda) tekrarla okunan yedi âyet ve bana ihsan edilen Kur'an-ı
azîm'dir." (Tirmizî)
22.08.2019
Sayfa 89 / 646
"İşte gökten bir kapı açıldı. Bu güne kadar böyle bir kapı asla açılmamıştı." dedi.
"İşte arza bir melek indi, şimdiye kadar bu melek hiç inmemişti."
Melek selâm verdi ve Resulullah Aleyhisselâm'a: "Sana verilen iki nuru müjdeliyorum.
Bu iki nur senden önce, başka hiçbir peygambere verilmemişti. Birisi Fâtiha sûresi,
diğeri de Bakara sûre'sinin son âyetleri (Âmenerrasûlü). Onlardan okuduğun her
harf karşılığında sana büyük sevap verilecektir." dedi. (Müslim: 806)
Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyete göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem-, Âzîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ'dan şu Kudsî Hadis-i şerif'i nakletmişlerdir:
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunu şöyle beyan ediyor:
"Bir kul: 'Elhamdü lil-lâhi Rabb'i-âlemin' dediği zaman Allah-u Teâlâ: 'Kulum bana
hamdetti.' buyurur.
Kul: 'Er-rahmâni'r-rahim' dediği zaman Allah-u Teâlâ: 'Kulum beni umumi ve hususi
mânâda olan merhametle andı, beni övdü, senâ etti.' buyurur.
Kul: 'Mâliki yevmiddîn' dediği zaman Allah-u Teâlâ: 'Kulum beni tâzim etti, saygı
gösterdi, beni büyük tanıdı.' buyurur.
Kul: 'İyyake na'büdü ve iyyâke nestaîn' deyince Allah-u Teâlâ: 'Bu benimle kulum
arasındadır. (ibadet kuluma, yardım da bana âittir). Kulumun isteği verilecektir.'
buyurur.
Enes -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
22.08.2019
Sayfa 90 / 646
"Uyku için yatağa yatarken evvelâ Fâtiha, ikinci olarak İhlâs sûresini okuduğun
halde ölümden başka her şeyden emîn olursun." (Câmiu's-sağîr)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Fâtiha Sûre-i şerif'i ile ilgili olarak
Hazret-i Cabir -radiyallahu anh-e şöyle buyurdular:
"Dikkat et! Sana Kur'an'da nazil olan en büyük sûreyi bildiriyorum. O Fâtiha
sûresidir. Zira onda her derde karşı bir şifa vardır." (Ramuz'ul-ehadis: 6167)
22.08.2019
Sayfa 91 / 646
Muhtevâsı:
Bu Sûre-i celîle Kur'an-ı kerim'in mukaddimesi mesabesinde olup mânâ itibarı ile Kur'an-ı
kerim'e denk bir sûre olarak kabul edilir.
Allah-u Teâlâ'nın her türlü hamd ve senâya, övgüye ve tâzime lâyık olduğu, vahdaniyeti,
azameti, O'ndan başka sığınılacak, kulluk edilecek mâbûd-u bil-hak olmadığı, her türlü
destek ve yardımın yalnızca O'ndan geldiği, hidayete ermek de, hidayetten sapmak da
O'nun kudret elinde olduğu beyan buyurulmaktadır.
Eûzü Besmele:
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim okumak isteyen kimseye, ilk önce şeytanın şerrinden Zât-ı
akdes'ine sığınmasını emretmektedir:
Bu sığınma da:
22.08.2019
Sayfa 92 / 646
Allah ile kulları arasındaki derûnî münasebeti ifade eden ve her hayrın anahtarı, İslâm'ın
bir sembolü olan Besmele-i şerife'ye gelince;
"Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla." beyanının Kur'an-ı kerim'den bir Âyet-i kerime
olup olmaması ihtilâflıdır.
Şöyle ki;
Neml sûre-i şerif'inin 30. Âyet-i kerime'sinde geçen "Besmele"nin Âyet-i kerime olduğu
kesindir. Tevbe sûre-i şerif'inin başında bulunmaması istisnâ edilirse, Sûre-i şerif'lerin
başlarındaki 113 Besmele'nin her birinin müstakil birer Âyet-i kerime olup olmadığında
ihtilâf vardı.
İmam-ı Şâfi -r. aleyh- her birinin başında bulunduğu Sûre-i şerif'ten bir Âyet-i kerime
olduğunu söylemiş, böyle olunca da Fâtiha sûre-i şerif'inin başındaki Besmele'yi birinci
Âyet-i kerime olarak kabul etmiştir.
İmam-ı Âzam -r. aleyh- ise her birinin müstakil bir Âyet-i kerime olduğunu, fakat başında
bulunduğu Sûre-i şerif'in bir cüz'ü olmadığını, sadece Sûre-i şerif'lerin arasını ayırmak ve
teberrük olunması için nâzil olduğunu söylemiştir.
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile, O'nun izni ve emri ile, O'nun rızâsı için
yapıyorum. Her türlü yardım, kuvvet ve kudret O'ndandır. O yardım etmezse, bu
kuvvet ve kudreti vermezse hiçbir şey yapamam, hiçbir işte muvaffak
olamam." diyerek acziyetini ortaya koymak ve her işi Yaratıcı'ya havale etmektedir.
"Allah"; Lâfza-i celîl'i Zât-ı akdes'inden başka hiçbir ilâh bulunmayan Vâcibü'l-vücud'un
zât ismi olup, ulûhiyete âit sıfatların hepsini kendisinde toplamıştır. İsimler içinde en
büyüğü en mübârek olanıdır. Bu bir İsm-i âzâm'dır.
"Hiç sen Allah'ın ismini taşıyan başka birini bilir misin?" (Meryem: 65)
"Allah" İsm-i şerif'i başka dillere çevrilemez. Farsça'da "Hüdâ", Türkçe'de "Tanrı",
İngilizce'de "God"; Allah İsm-i şerif'inin karşılığı değil, "İlâh"ın karşılığıdır, hepsi de
umumî mânâ ifade ederler.
"Allah" İsm-i şerif'i herhangi bir kelimeden türetilmiş veya başka bir dilden Arapça'ya
nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren has bir isim olarak kullanılmıştır. Allah-u
Teâlâ'nın Zât-ı akdes'i bütün isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi, "Allah" İsm-i
şerif'i de öyledir.
Dikkat edilirse "Allah" İsm-i celâl'inin her harfinde O vardır. Şöyle ki;
22.08.2019
Sayfa 93 / 646
Baştaki elif kaldrırılırsa "Lillâh" olur, "Allah için" demektir. Birinci lâm
kaldırılırsa "Lehu" olur, "O'nun için" demektir. İkinci lâm kaldırıldığı zaman "Hû" kalır, o
da Allah-u Teâlâ'ya râcidir.
Bu İsm-i şerif ulûhiyet vasfından değil, ulûhiyet mâbudiyet vasfı ondan alınmıştır.
Allah-u Teâlâ, ibadet edilen zât olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibadet
edilendir. O'nun ilâhlığı, tapılmayı ve kulluk edilmeye lâyık olması kendiliğindendir.
Bir insan puta tapar, ateşe güneşe, veya sevdiği bazı şeylere tapar. Taptığı zaman onlar
ilâh olurlar. Bunlardan vazgeçilip cayıldığı zaman onlar ilâhlık özelliklerini kaybederler.
Halbuki insanlar Allah-u Teâlâ'yı ister Mâbud tanısın, ister tanımasınlar, O bizzat
Mâbud'dur. O'na herkes ibadet ve kulluk borçludur.
Hamd ve Senâ:
"Hamîd" Allah-u Teâlâ'nın bir İsm-i şerif'idir. "Ancak kendisine hamd ve senâ edilen, her
türlü medih ve övgüye lâyık olan." demektir. "Hamd" ise, övülmeye lâyık olan zâtın
kemâlinin açıkça ortaya konulmasıdır. Bütün hamd ve senâlarla, şükürlerle, medihlerle
kendisine tâzim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet O'dur. Çünkü hamd ve senâyı
icabettiren bütün kemâlât ancak O'nda mevcuttur. En güzel övgüler ancak O'na yaraşır,
O her övgüye lâyıktır.
Âyet-i kerime, hamdin Allah-u Teâlâ'ya mahsus olduğunu bildirmekle beraber; işaret ettiği
mânâ itibarı ile: "Âlemlerin Rabb'i Allah'a hamdediniz." demektir. Hamd Allah-u
Teâlâ'nın emri, insanın ise kulluk vazifesidir.
Bütün âlemleri yaratmış, hiçbir karşılık beklemeden bol bol nimetler vermiştir. Ruh O'nun,
beden O'nun, mülk O'nun, nimet O'nun, lütuf O'nun... O her nimetin kaynağıdır.
"Hamd", nimetler karşısında O'nu senâ etmektir. Bu da ancak nimeti bilmekle olur. O'nun
nimetlerini saymak ise imkânsızdır. Bu hakikat bilinip itiraf edilince, her türlü methü
senânın Allah-u Teâlâ'ya mahsus olduğu ve O'nun hakkı olduğu kendiliğinden anlaşılmış
olur.
İnsan "Elhamdülillah" dediği zaman hamdin Allah'a âit olduğunu dil ile ikrar ve itiraf
ederken; kalbi ile de hamde lâyık olan Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetini, azametini, O'ndan
başka ibâdete lâyık Mâbud-u bil-hak olmadığını, yaratan, yaşatan, öldüren yalnız O
olduğunu tasdik etmelidir. Diğer taraftan rızâsını umarak, ancak O'na yönelerek, emir ve
yasaklarına tam bir teslimiyetle kulluk vazifelerine devam etmelidir.
İnsan ne kadar hamd ve senâ etmeye çalışsa bile gerçek mânâda senâ edemeyeceği
açık bir gerçektir.
22.08.2019
Sayfa 94 / 646
"Ben seni lâyık olduğun gibi senâ edemem. Sen kendini nasıl senâ ettiysen
öylesin." (Müslim)
"Rabb" terbiye eden, ıslâh eden, yetiştiren mânâsına geldiği gibi; sahip mânâsına da
gelir.
Bu kelime Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hakkında kullanılmaz. Çünkü bu kelime
varlık âlemini yoktan vârederek yaratan, yarattıklarını bir nizam içinde olgunlaştıran,
terbiyeden geçiren, her ihtiyacı temin eden, dilediği her şeyi kendi iradesi ile dilediği
şekilde yapabilecek kuvvet ve kudrete sahip olan Allah-u Teâlâ'ya işaret eder.
İnsanların yegâne mürebbisi O'dur. Bir şeyi veya bir insanı başlangıcında ele alarak,
derece derece yetiştiren, terbiye eden O'dur. Zâhirleri nimet ile, bâtınları rahmet ile
terbiye eder. İnsan bu terbiyeden en büyük nasibini almıştır. Bu bakımdan insanoğlu
Yaratıcı'sına, nimetlerle donatıcısına hamdetmek, O'nu en güzel övgülerle övmek
zorundadır.
Bütün âlemleri yaratan, terbiye eden, her şeye şekil veren Allah'tır. Topraktan yaratıyor,
toprağın üzerinde gezdiriyor, topraktan rızıklandırıyor. Bütün nimetlerini ve ziynetlerini
tepsisinin üzerinde gezdiriyor.
Nitekim O'nun bir ism-i şerifi de "Vehhâb"dır. Hesaba gelmeyen her türlü nimetlerini,
hiçbir karşılık beklemeden gayb hazinesinden daima ihsanda bulunuyor.
Gecesi, gündüzü, ayı, güneşi, insanı, hayvanı, cemâdâtı, nebâtâtı, mevcûdâtı... Hepsi o
tepsinin üzerinde.
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı
yaratandır." (Mülk: 2)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere bizi denemek için gönderdi. Fakat sen
tepside kaldın, nimetlere daldın. Yaratan'ı bilmeye ve bulmaya çalışmadın.
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden
başkasına ibadet ediliyor. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına
şükrediliyor." (Taberânî)
Kimi "Göklerdedir." diyor. Kimisi ise "Arşurahman'dadır." diyor. Yani O'nun yarattığı
tepside "Yaratan"ı arıyor.
Sen O'nu nasıl bilebilirsin? O'nu bilmen için O'nu bileni bulman lâzımdır. O'nu bileni
bulmadıkça Hakk'ı nasıl bilirsin, Hakk'a nasıl varırsın?
"Âlemler"e gelince;
22.08.2019
Sayfa 95 / 646
Kur'an-ı kerim'de yetmiş üç yerde "Âlemîn" kelimesi geçmekte olup, bunların kırk
ikisinde "Rabbü'l-âlemîn" terkibiyle anılarak Allah-u Teâlâ'nın bütün varlıkların ilâhı
olduğu beyan edilmektedir.
Enbiyâ sûre-i şerif'inin 107. Âyet-i kerime'sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'in "Âlemlere rahmet" olduğu haber verilmektedir.
Nasıl ki Allah-u Teâlâ Arş'tan bütün insanlara vücud ve hayat veriyorsa, mânevî hayat da
yalnız ve yalnız "Rahmeten Lil-âlemin" olan, Allah-u Teâlâ'nın Resul-i Ekrem'i
Muhammed Aleyhisselâm'dan gelir. Yani bir kimseye mânen ne verilmişse Allah-u
Teâlâ'nın Nûr'u olan Resulullah Aleyhisselâm vasıtasıyla verilmiştir. O mânevî hayat
kaynağından hayat suyu gelmedikçe kişide hayat olamaz.
"Rahman" ve "Rahîm":
En güzel isimler Allah-u Teâlâ'nındır, o en güzel isimlerle O'na kulluk yapmak ve duâ
etmek gerekiyor.
"Rahman"; rahmet kelimesinden türemiş olup son derece merhametli demektir. Allah-u
Teâlâ'nın sıfat ismidir, rahmeti ezelden ebede sonsuzdur. O'nun bütün âlemleri, canlı
cansız bütün varlıkları yaratması, canlılara rızık vermesi, her şeyi yerli yerinde nizama
koyması, sonsuz rahmetinin bir neticesidir. Hatta bu rahmet o kadar umumî ve
şümullüdür ki, hak edip etmemesine, lâyık olup olmamasına bakmaz; mümin-kâfir, mûtî-
âsî, âlim-câhil, çalışkan-tembel, haklı-haksız... ayırmadan rahmetini herkese her mahlûka
şâmil kılmıştır.
"Rahîm" de aynı şekilde sıfat ismi olup; inanıp sâlih amel işleyenleri, verdiği nimetleri
iyiye kullananları ahirette daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran
demektir.
Allah-u Teâlâ mülk ve melekûtun yegâne sahibi, mutlak hükümdârı olduğu gibi, O'nun
mutlak hâkimiyet ve hükümranlığı ahirette de devam eder.
22.08.2019
Sayfa 96 / 646
"Din günü" her yapılanın karşılığının verileceği son gün demektir. O gün, kendi
mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacak, tasarrufuna ortak
olacak hiç kimse bulunmayacaktır. O vâdolunan gün mutlaka gelecek ve insanlar Allah-u
Teâlâ'nın huzurunda hesaba çekilecekler, iyi ve kötü ne yapmışlarsa karşılığını mutlaka
göreceklerdir.
Bir ortağı olmak şöyle dursun, her şey O'nun kahrına mahkûmdur. O gün bütün yetkiler
O'nun elindedir.
Öyle bir hesap günü ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü,
zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracaktır. İyileri mükâfatlandırıp, kötüleri
cezalandıracak, dilediğini bağışlayacaktır.
Dünyada geçici olarak emaneten mülk ve saltanat sahibi olanların hükümleri; ölümleri ile
ellerinden alınır, yaptıklarının iyi ve kötü hesabı kalır. O gün O'ndan başka hiç kimse mülk
sahibi değildir, dünyadaki gibi mülkleri de yoktur.
O gün tek hâkim O'dur. Hükmünde O'na hiç kimse, hiçbir şekilde ortak olamaz. Affetmek
veya cezalandırmak bütünüyle O'nun kudret elindedir. Cezâlandırmak istediği bir kişiyi,
kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin cezâ
verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine
yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezâsından fazlasına çarptırılmaz. Hiç
kimseye zulmetmemesi O'nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye güç
getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.
Kulluğun Özü:
Mümin duâ ederken âlemlerin Rabb'i olan Allah'a gönülden yönelerek ve bağlanarak duâ
eder.
"(Ey Rabb'imiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." (Fâtiha:
4)
İbadet; tevâzu göstermek, itaat etmek, boyun eğmek, sımsıkı yapışmak, sarılmak, hiçbir
surette bırakmamak mânâsına gelir. İbadet bir kulun kendisini Rabb'ine bağlaması,
zikriyle fikriyle O'nda bulunması, O'nda yaşaması, kulluğunun gerektirdiği bütün
vazifelerini yapması demektir. Kulluk en geniş mânâsı ile Allah-u Teâlâ'nın her takdirine
rızâ göstermek ve teslim olmaktır.
Kulluk yüce bir makamdır. Kul o makamda huzurda bulunmanın saâdetine nâil olur.
Muaz bin Cebel -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz elinden tutarak: "Ey Muâz! Cidden seni seviyorum. Her namazın
ardından:
22.08.2019
Sayfa 97 / 646
'Ey Allah'm! Seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzel bir şekilde ibadet etmek
için bana yardım eyle!' diye söyleyegeldiğin duâyı bırakmamanı tavsiye
ederim." buyurdu. (Müslim)
İbadette asıl gaye Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'dir. Yardım dileme ise O'na
tevessül etmektir. Allah-u Teâlâ yalnız kendisine ihlâsla ibadet etmemizi ve her işte yalnız
kendisinden yardım dilememizi emir buyurmaktadır.
Kul: "Yalnız sana ibadet ederiz!" demekle şirkten uzaklaşmakta, "Yalnız senden
yardım dileriz!" demekle de her türlü güç ve kuvvetten ayrılarak her işini Allah-u
Teâlâ'ya dayandırmaktadır. Zira insan O'nun yardımı olmazsa, ne kulluk görevini yapabilir
ne de diğer işlerini... Her iş ancak O'nun yardımı ile neticelenir.
Bu Âyet-i kerime kul ile Hâlik'ı arasındadır. Kul doğrudan doğruya Hâlik'ına münacaatta
bulunmaktadır.
Sırât-ı Müstakîm:
Allah-u Teâlâ kendi zâtını bilmek ve doğru yolu bulmak için lütuf ve keremi ile kullarında
muvaffakiyet halkeder. O kime hidayeti nasip ederse, yardım ederse, doğru yolu bulmuş
olur. Hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, doğru ile eğriyi, hayır ile şerri, güzel ile çirkini ayırır ve
hakikate yönelir. Kimi de sapıklığı ile başbaşa bırakırsa, yardım etmezse, doğru yolu
bulamaz.
"Hiçbir eğriliği bulunmayan yol" mânâsına gelen "Sırât-ı müstakim"; Allah yoludur,
İslâm'dır. Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olmak için müşâhade ile neticelenen bir mücâhede yolu
bulmak ve o yola ulaşmak demektir. Bunun için de Allah-u Teâlâ'dan yardım isterken
Sırât-ı müstakîm'i göstermesi ve buldurması istenmelidir.
Sırât-ı müstakîm'e muvaffak olan bir kimse; Allah-u Teâlâ'nın kendilerine nimetler ihsan
ettiği peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin, sâlihlerin yoluna muvaffak olur.
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar
sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'âm: 153)
Kul Allah'tan gayrı her şeyden yüz çevirmedikçe "Sırat-ı müstakîm"e ulaşamaz.
Bir kul gece ve gündüz, her an ve her durumda Allah-u Teâlâ'nın kendisini Sırat-ı
müstakîm'de sâbit kılmasına muhtaçtır. Bu ihtiyacı her an çoğalmakta ve devam
etmektedir. Bunun içindir ki her namazda ve hususiyetle diğer feyizli zamanlarda bu
ihtiyaç: "Bizi doğru yola ulaştır!" diye Allah-u Teâlâ'ya arzedilmektedir. Yolun en
büyüğü ve en güzeli, Allah-u Teâlâ'nın yardımının yoluna, insanı cennet-i âlâ'ya
götürecek ve onun yüksek derecelerine ulaştıracak yola girmektir. Hiç şüphesiz ki doğru
yolu bulmak, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine ermenin kesin bir teminatıdır.
22.08.2019
Sayfa 98 / 646
Kulun Allah-u Teâlâ'dan isteyebileceği en büyük yardım, nimetler verdiği sevgili kullarının
yürüdüğü yola kavuşmaktır. İnsanlar, kendilerini Hakk'a kılavuzlayacak, hakikate
yöneltecek, himmet ve gayretlerini artıracak bu Allah dostlarına muhtaçtırlar.
Bu yol Allah-u Teâlâ'nın bizzat desteklediği, kendilerine nimetler ihsan ve ikram ettiği,
dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştırdığı Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın,
Evliyâullah Hazerâtı'nın ve sâir müminlerin yoludur.
Allah-u Teâlâ onları derece derece hidayet, iman ve yakîn, ilim ve irfan, itaat ve teslimiyet
nimetleriyle nimetlendirmiş, her türlü gösterişten uzak olan hakikat nuruyla
nurlandırmıştır.
Diye duâ etmiş ve bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten de Allah-u Teâlâ'ya
gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
"Hamd olsun Allah'a, selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına." (Neml: 59)
Sırât-ı müstakim'e ulaştırması için Allah-u Teâlâ'ya niyazda bulunmak gerektiği gibi,
dalâlet yollarına sapmamak için de duâ ve tazarruda bulunmak gerekmektedir.
Adiyy İbn-u Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
Gazaba uğrayanlar ve sapıklığa düşenler onlar olduğu gibi, geçmiş devirlerde yaşamış
olan ve onlar gibi gazaba uğrayan ve sapıklığa düşen kavimler de hiç şüphesiz ki bu
hükmün içindedirler.
22.08.2019
Sayfa 99 / 646
Bunların korkunç âkıbetlerinden ders almasını bilen müminler, aynı duruma düşmemek
için bu Âyet-i kerime'de öğretildiği şekilde Rabb'lerine yönelirler ve son nefeslerine kadar
bu naz ve niyazlarına devam ederler.
Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'de yahudilerin gazaba uğrama durumları ifade
edilmiştir:
Onların küfre sapmalarının sebebi kıskançlık ve büyüklük taslamak olduğuna göre, hor
ve hakir kılınmakla onlara karşılık verilmiş oldu.
"Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi?
Onlar Allah'ın lânetlediği, gazap ettiği, içlerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı
kimselerle Tağut'a tapanlardır. İşte onlar mevki bakımından daha kötü olanlar ve
doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır." (Mâide: 60)
"Allah'ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi? Onlar ne
sizdendir, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücâdele: 14)
Hıristiyanların sapıtmaları; kitaplarını tahrif ederek, Hazret-i İsa'ya ulûhiyet isnad etmeleri,
Hazret-i Allah'ın tek'lik sıfatında sapmışlığa giderek üçlemeleri gibi sebeplerle haktan
ayrılarak sapıtmışlardır.
22.08.2019
Sayfa 100 / 646
"İmam namazda Fâtiha'nın bitiminde âmin deyince, siz de âmin deyiniz. Zira her
kimin âmin demesi meleklerin âmin demesine denk gelirse geçmiş günahları
bağışlanır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 435)
Mârifetullah:
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'de gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde
yarattığını beyan buyurduğu halde, insanlar O'nu hâlâ yarattığı mülkünün içinde arıyor ve
zannediyorlar. Bu zanla hakikat hiçbir zaman anlaşılamaz.
Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından dolayı nereye baksan yanız O'nu
göreceksin. Herkes O'nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki bütün
mekânlar O'nda mekândır, O'nun mekânı yoktur.
O'nun rahmeti bütün varlıkları kaplamıştır. Varlık ve hayat O'nun rahmetinin eseridir.
Bütün kâinata Allah'ın arşından hayat ve vücud dağılmaktadır.
Bunu da bilebilmen için hiç olduğunu ve bir maskeden ibaret olduğunu görmen lâzımdır.
Ancak o zaman husule gelir.
"Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür. Üstelik iyice yolunu
şaşırmıştır." (İsrâ: 72)
Bu dünyada Allah-u Teâlâ'nın âyet ve beyyinâtına karşı kör olan, hakikati göremeyen,
hak rehbere uymayan kimseler âhirette de kördürler.
22.08.2019
Sayfa 101 / 646
Âyet-i kerime'sinde:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da var ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile
hüküm verirler." (A'râf: 181)
Hakk'a vardığın zaman, gerçeği öğrendiğinde, yalnız "O" olduğunu hem göreceksin hem
de bileceksin.
Allah-u Teâlâ Arş'tan bütün insanlara vücud ve hayat veriyor, mânevî hayat da yalnız ve
yalnız "Rahmeten lil-âlemin" olan, Allah-u Teâlâ'nın Resul-i Ekrem'i Muhammed
Aleyhisselâm'dan gelir. O hayat kaynağıdır. Her şeyin özü ve evvelidir. O sebebi
mevcûdattır. O olmasaydı felekler yaratılmayacaktı. Hidayet rehberidir. Mânevi hayat
odur. Onsuz mânevi hayat olmaz. Yani bir kimseye mânen ne verilmişse Allah-u
Teâlâ'nın nuru olan Resulullah Aleyhisselâm vasıtasıyla verilmiştir. O mânevî hayat
kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede hayat olamaz.
Bu âlemleri O yoktan var etti ve şekil verdi. Âlemlerin Rabb'i yalnız O'dur. Dilediği anda
yaratır, dilediği anda yok eder. Yok iken yaratıyor, var iken yok ediyor.
Halbuki gerek insan gerek kâinât yalnız bir perdeden ibarettir. Perdeyi kaldır O var.
Perdeye "Ol!" diyor, perde oluyor. Yaratan O'dur. Yani O içte, sen dışta... Sen dıştasın,
içtekini aramaya, perdede O'nu görmeye çalışıyorsun. Bu mümkün değildir. Sen bir
perdeden ibaretsin, kâinât da bir perdedir. Perdeyi kaldır O var.
Sen âlemlerin içinde bulunduğun halde bu sözü söylersen, sözden ibaret kalır.
Dünyaya geliş sebebin budur. Nasibin varsa Hakk'ı bulursun. Bulamadın, bil ki zannında
kaldın.
22.08.2019
Sayfa 102 / 646
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye
yarattım." buyuruyor. (Zâriyat: 56)
O'nu bilmek, O'nu bulmak; O'nu bilerek ihlâs ile ibadet etmekle kaimdir.
Zira dikkat et! Hem "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemin" diyorsun, bütün âlemleri yarattığını
söylüyorsun; fakat söylediğinin mânâsını aslında sen de bilmiyorsun. O'nu bilmediğin için,
yarattığı mülkünün içinde Yaratan'ı arıyorsun.
O'nun İsm-i şerif'lerinden birisi de "Kayyum"dur. Her şeye hâkim olan, bütün varlıkları
ayakta tutan, her şeye belirli bir zamana kadar ayakta durması için sebepler ihsan
buyuran O'dur. Her şey Hakk ile kaimdir.
Binaenaleyh hem O'dur, hem O'ndandır. Her zerrede O'nun varlığı mevcuttur. Her şey
ceset, O ise ruhtur. Nasıl ki sende bir ceset var. Allah-u Teâlâ'nın emri ile, ruhu ile
duruyorsun. Kâinat da böyledir. Ruhsuz cesedin ne hükmü olabilir?
En ince sırlardan birisi; Allah-u Teâlâ'yı görmek, kabuk mesabesindeki kâinatı O'ndan
ayrı görmektir. Ruh ile cesedin, yani öz ile kabuğun irtibatı, Hâlik ile mahlûkun irtibatı
demektir.
Onlar içindekini görür. Kabuğu ayrı, özü ayrı olduğunu görür. Kâinatın özü ile cesedin
ayrı olduğunu görür.
Bir kar tanesi denize düştüğü zaman eriyip hiç olduğu gibi, onlar da Allah-u Teâlâ'nın
tecellî etmesiyle hiç olurlar. O'ndan başka ilâh yok zaten.
O'nu bulanlar Hakka'l-yakîn olanlardır. Allah-u Teâlâ bunları kendisi için yaratmıştır.
Bunları Allah-u Teâlâ sevmiş, seçmiş, huzuruna almış. Onlar her şeyden fazla Allah'ı
sever ve tercih ederler, Allah da onları sever. Allah'a varmış, varlığını ifnâ etmiştir. Ledünî
ilme vâkıf olmuşlardır. Yani Hakk'a vâsıl olmuş, Hakk'ta fânî olmuşlardır. Onlar Hakk'ı
22.08.2019
Sayfa 103 / 646
sever, Hakk'tan gayrısından yüz çevirirler. Hep Hakk ile olmak ister, yaratılmışlara hiçbir
zaman meyletmek istemezler. Yaratılmışlarla meşgul değiller, onları sevmezler.
Yaratan'ı görüyor, yaratılmışları biliyor. Allah-u Teâlâ onları yalnız kendisi için yaratmıştır.
Bu yüzden başka bir şeyle uğraşmalarını istemez.
O, âlemleri yaratanı görüyor. Âlemleri görmek bile istemiyor. Çünkü zaten âlemleri
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurundan yaratmış, nuru da kendinden
yaratmış. Ne büyük yaratıcı! Yaratanı gördüğü için yaratılana hiç kıymet vermez. Nazarı
itibara almaz. Yaratan'ı görüyor, Yaratan'la meşgul, Yaratan'ın huzurunda.
Ben bildim, buldum... Ben yokum, hükümsüzüm. Ben zerre bir hakîrim. O da O'nun. Ben
yokum O var. Kâinat da bilsin böyle olduğunu, kâinat da bulsun O olduğunu.
"Elhamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn" O öyle bir Allah ki, âlemlerin yaratıcısı ve mürebbisidir.
Âlemler maske gibi hükümsüzdür. Çünkü "Ol!" emriyle oluyor, "Öl!" emriyle ölüyor.
Allah-u Teâlâ bu Ãyet-i kerime'nin sırrına kimi mazhar ederse, o bilir ve görür. Kişi Allah-u
Teâlâ'nın boyası ile boyandığı zaman husule gelir.
En ince sır ilmi, sırların sırlarının özü bu üç noktadadır, mârifetullah ilminin hülâsasıdır.
Bu noktayı kavradığınız zaman ilimlerin anahtarını kavramış olacaksınız.
O birdir, O yaratıyor, yarattıkları O'nun içindedir. Siz Hazret-i Allah'a dıştan bakıyorsunuz,
ehl-i hakikat ise O'na içten bakıyor. Onlar derler ki "Her şeyi O kuşattı, ben
içindeyim." Onlar "Ehad" deyince O'ndan başkasını görmezler.
Farz-ı muhal ki bir bardak var. Bu bardak hükümsüzdür, sahibi içine ne koyarsa, konulan
şeyin hükmü olur. O "Samed" dir, her şey O'na muhtaçtır. Çünkü O yaratıyor, O yarattığı
için her şey O'na muhtaç.
O sana hayat veriyor, O'nunla kaimsin. Sen ise hâlâ O'nu mülkün içinde zannediyorsun.
Bazı Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ'nın her şeyi yarattığı, bazı Âyet-i kerime'lerde her
şeyi kuşattığı, bazı Âyet-i kerime'lerde ise kâinatı donattığı, her şeyin O'na muhtaç olduğu
beyan buyuruluyor.
22.08.2019
Sayfa 104 / 646
O Zâhir'dir. Zâhir O amma kimse O'nu görmüyor da perdeyi görüyor. Onu O yaratıyor,
her şey O'nunla kaimdir. Sen de O'nunla kaimsin, yarattığı perde de O'nunla kaimdir.
İnsanoğlu bunu bilmiyor.
"Resul'üm! Kitap'tan sana vahyedileni oku ve namaz kıl! Şüphesiz ki namaz insanı
her türlü hayâsızlıktan ve fenâlıktan alıkoyar. Zikrullah elbette en büyük (İbadet)tir.
Allah yaptıklarınızı bilir." (Ankebût: 45)
Müminlerin her türlü kötülüklerden ve yasaklardan kaçınması icab ederken, nice namaz
kılan kimselerin kendilerini haramdan ve yasaklardan kurtaramadıkları görülmektedir.
"Huşu ile namaz kılan müminler ahiret azabından kurtuldular." buyuruyor. (Müminûn:
1-2)
"Namazında huşu olmayan kimsenin namazı kabule lâyık olamaz, vaad olunan
faydası da beklenemez." buyurmuşlardır. (Münâvî)
"Namazında sesini yükseltme, sesini o kadar da kısma, ikisi arasında bir yol
tut." (İsrâ: 110)
Bu gibi kimseler ancak emri yerine getirerek farzı edâ etmiş ve namazı terkedenler için
tayin olunan şer'i cezadan kendini kurtarmış olur.
22.08.2019
Sayfa 105 / 646
"Sâlih amelden ayrılmayan kimsenin iki rekât namazı, iyi ile kötü ameli karışık
kimselerin bin rekât namazından efdâldir." (Münâvî)
"Nice namaz kılan var ki namazından sadece yorgunluk elde eder." buyuruyorlar.
(Nesai)
Namazda huşu; hem zâhirî hem bâtınî olmak üzere iki kısımdır:
Bâtınî Huşu:
• Namaz kılmaya başlayan bir kimse iftitah tekbirinden başlayıp selâm verinceye kadar,
kendisinin Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda bulunduğunu bilmelidir.
• İbadetler arasında Cenâb-ı Hakk'ın en çok sevdiği olan namaz sayesinde söz ve
hareketleriyle af ve mağfiret talep edip O'nun lütuf ve ihsanını kazandıracak bir makamda
bulunduğunu korku ve haşyetle düşünmelidir.
Meleklerin bir kısmı ayakta bir kısmı oturarak, bir kısmı rükû ve secde ile meşguldürler.
Diğer bazısı da "Allah-u Ekber", "Elhamdülillâh", "Subhanallah" gibi tekbir, tahmid ve
tesbih ile emrolunmuşlardır. Namaz kılan müslümanlar da, bu faziletlerin hepsinden kısmî
de olsa feyz almaktadırlar.
Zâhirî Huşu:
• Bir insan namaza başlar başlamaz tam bir sükûnetle, etrafına bakmadan, azalarını
lüzumsuz hareketlerden koruyarak, Allah-u Teâlâ'nın huzurunda bulunup dilinden
dökülen kelimelerin mânâsını düşünmelidir.
22.08.2019
Sayfa 106 / 646
• Vetebâre kesmük: Senin ism-i şerif'inin hayır ve bereketleri cem ettiğini bilirim.
• Velâ ilâhe ğayrûk: Senden başka bir mabud olmadığını dil ile ikrar, kalp ile tasdik
ederim.
• Bismillâhi: Cenâb-ı Allah'ın ism-i şerif'i dilimde ve kalbimde bulunduğu halde namaza
başlıyorum.
• Mâlik-i yevmiddin: Kıyamet gününün sahibi ve melikidir. Herkesin gözü onun lütuf ve
keremindedir.
• Namaz kılan kimse bu şekilde Fâtiha sûre-i şerifi'ni okuduktan sonra istediği bir sûre
daha okur. Cenâb-ı Hakk'ı tâzim makamında rükûya eğilir, kendini küçültür.
• Rükûda "Sübhâne rabbiyel aziym" diyerek, büyüklük zâtına mahsus olan Hazret-i
Allah'ı bütün noksanlardan tenzih eyler.
• "Semiallahu limen hamideh" diyerek rükûdan kalkar. "Allah-u Teâlâ kendisine hamd
edenin hamdini işitir ve kabul buyurur." demektir.
• Rükûdan kalktığında da "Rabbenâ lekel hamd" der. "Ey Rabb'imiz. Hamd ancak sana
mahsustur." mânâsına gelir.
22.08.2019
Sayfa 107 / 646
Bilindiği gibi kulların fiillerinin, iş ve davranışlarının içinde en çok kabule lâyık olan şey
mahviyettir. Yani bir insan kendini hakir, sağir, naçiz bir mahlûk olduğunu ve her nesi
varsa Cenâb-ı Allah'ın mal ve mülkü bulunduğunu bilmektir.
Secdeye varmak, yerlere kapanmak, toprakla bir olmak ise fiili olarak mahviyeti temsil
etmekte olduğu gibi dil ile de "Sübhâne rabbiyel a'lâ" yı okur. "Kuvvet, kudret, beden,
mal ve mülk bakımından herkesten üstün olan Hazret-i Allah'ı bütün noksanlardan tenzih
ederim." demektir.
• İkinci secdeyi de yaptıktan sonra ikinci rekâta kalkar. Aynı minval üzere onu da kılar ve
teşehhüd için oturur.
• Ettahiyyatü lillahi: Hamd ve sena gibi dil ile söylenerek yapılan kavli ibadetler Allah'a
mahsustur.
• Vettayyibat: Mâli ibadetlerin dahi hepsi O'na ait olduğunu itiraf eyler.
• Mübarek Miraç gecesinde meydana gelen bu ahvâle vakıf olan Cebrâil Aleyhisselâm
da "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve
rasûlühu" yani "Cenâb-ı Allah'ın birliğine ve Muhammed Aleyhisselâm'ın Allah'ın kulu ve
Resul'ü olduğuna şehâdet eylerim." buyurmuştur.
• Kema salleyte alâ İbrahime ve alâ âli İbrahim, inneke hamidün mecid: Nasıl ki
İbrahim Aleyhisselâm ile onun âile efradına nâzil buyurmuşsan. Şüphesiz ki sen Hamid
ve Mecid'sin" demelidir.
22.08.2019
Sayfa 108 / 646
Şu kadar var ki namazın hangi rüknünde olursa olsun namaz kılan için o nispette kabul
ümidi şüphesizdir. Bu bakımdan huzur ve huşu için mümkün olduğu kadar çalışıp gayret
göstermelidir.
Namaz kılarken:
"Namaza başladığında son namazını kılar gibi kıl!" (Ahmed bin Hanbel)
Mekke-i mükerreme döneminin ilk yıllarında nâzil olmuştur. Otuz Âyet-i kerime, yüz otuz
dokuz kelime ve beş yüz doksan yedi harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime "Şafak vakti, tan yerinin ağarması" mânâsına gelen "Fecr"e yemin
edilerek başladığı için "Fecr" adını almıştır.
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; bundan önceki bazı Sûre-i şerif'lerde
olduğu gibi azgınların kötü âkıbetlerini, ahiretin korkunç azaplarını, gönülden inanan
müminlerin dünya hayatlarının ne kadar güzel sonuçlandığını beyan etmektedir.
22.08.2019
Sayfa 109 / 646
İlk Âyet-i kerime'ler fecir vaktine, on geceye, çift ve tek olana ve her şeyi örten geceye
yemin edilerek başlamaktadır.
Beşinci Âyet-i kerime'de akıl sahipleri için bunlardan daha etkili bir yemin olamayacağı
belirtilmektedir.
On beşinci Âyet-i kerime'ye kadar Âd, Semûd ve Firavun kavimlerinin inananlara yaptığı
zulümler sebebiyle helâk edildikleri anlatılmaktadır.
Yirmi birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ'nın engin nimetleri karşısında
insanoğlunun ne kadar nankör olduğu, mal ve mülke karşı düşkünlüğü ve cimriliği beyan
edilmektedir.
Yirmi yedinci Âyet-i kerime'ye kadar yeryüzünün birbiri ardınca sarsılıp dağılacağı,
kıyamet gününde cehennemin bütün dehşetiyle ortaya çıkacağı, azgın kâfirlerin pişman
olacakları, fakat bu pişmanlıkların hiçbir faydası olmayacağı açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; imanın kemâline eren müminlerin en güzel bir âkıbete
kavuşacakları ve cennete girecekleri, gıpta edilecek bir şekilde gözler önüne
serilmektedir.
Önemli Hâdiseler:
Allah-u Teâlâ her asrın kâfirlerine, inkâr ettikleri şeyin gerçek olduğunu belirtmek için dört
hususa yemin etmiştir.
Sabahın aydınlığı gecenin karanlığını yok eder, gündüz ortaya çıkar. İnsanlar ve diğer
canlılar rızık aramak üzere yeryüzüne dağılıp yayılırlar. İşte bu durum, tekrar dirilmek
üzere insanların kabirlerinden kalkmalarına benzer.
Bu geceler Zilhicce ayının ilk on günüdür. Bu günler; zikir, tekbir ve hacc günleridir,
müminlerin gönüllerinin nurlandığı gecelerdir.
22.08.2019
Sayfa 110 / 646
Gece, kâinatı örtüp, gündüzü perdeleyen perde gibidir ve hayret vericidir. Kısalır, uzanır,
bazen karanlığa gömülür, bazen de yıldızlar ile donanır. Gidip gelmesi ile hayatta bir
düzen meydana getirir. Çalışılır, istirahat edilir, hayat çarkı döner durur.
"Bunlarda elbette akıl sahibi için birer yemin değeri vardır, değil mi?" (Fecr: 5)
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış birtakım kavimlerin küfür ve tuğyanları sebebiyle nasıl bir
cezâya ve helâke uğramış olduklarını beyan buyurmakta ve beşeriyete duyurmaktadır:
Âd kavmi kendi devrinde benzersiz bir millet idi. Dünyada o güne kadar misli görülmemiş
bir ihtişama sahiptiler. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan üstünü yoktu. Her biri
uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü kuvvetli idiler. Dağlar içinde ilk defa bina yapmaya
başlayan kavimdirler. Dağları yontarak kaleler, saraylar yapıyorlardı.
"Sütunlar sahibi İrem'e? Ki, o şehirler içinde benzeri yaratılmamıştı." (Fecr: 7-8)
Memleketleri büyük bir alanı kaplıyordu. Dünyada temelli kalacakmış gibi sağlam yapılar
yaparlar, her yüksek yere alâmetler dikerlerdi. Yaygın rızık kaynakları vardı. Arazileri
münbit, otlu ve sulu idi. Bu verimli topraklar üzerinde bereketli bağları, göz alıcı bahçeleri,
evcil hayvanları, akar suları, yer altında da su depoları vardı. Bol nimetlere rızıklara
garkolmuşlar, büyük bir hâkimiyet kurmuşlardı. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine verdiği
imkânlarla müreffeh bir hayata sahip bulunuyorlardı.
Hud Aleyhisselâm'ın yıllar yılı yaptığı uyarılara bütünüyle kulak tıkadılar. Allah-u Teâlâ'nın
kendilerine verdiği fırsatları kullanamadılar. Sonunda da Allah-u Teâlâ onlardan ruhsatı
aldı. Kasırga şeklindeki şiddetli bir rüzgârla onları helâk etti. Sanki başka memleketlerde
helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarıdan hiçbir iz ve işaret kalmadı.
Allah-u Teâlâ Semud kavmine de Âd kavmine verdiği gibi bol nimetler, maddî imkânlar
vermişti. Kendilerinden önce gelen Âd kavmine halef oldular, beldelerini imar ettiler.
Vâdilkurâ havalisi bir medeniyet mamuresi hâlinde idi.
Onlar da tıpkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçenlerin başına gelenlerden ders ve
ibret almamışlar, isyan etmişler, fısk-u fücura dalmışlardı. Kendilerini kurtuluşa dâvet
eden Sâlih Aleyhisselâm'ın dâvetini yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler. Pek az
kimsenin dışında çoğunluğu onu yalanladılar.
22.08.2019
Sayfa 111 / 646
Şirretlikleri son haddine varınca, Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Gece yarısı ile
sabah arasındaki süre içinde yıldırım çarpmış gibi bir gürültü koptu. Gökten üzerlerine bir
sayha, altlarından da şiddetli bir sarsıntı geldi.
Her şey bir anda olup bitti. Allah-u Teâlâ onlara yapacağını yaptı, defterlerini dürdü,
yaptıkları kendilerine çok pahalıya maloldu.
Onu da nasıl müthiş bir azaba uğrattı. Kendisini de, kendisine tâbi olanları da sular içinde
helâk ederek cezalarına kavuşturdu. Firavun'un şevket ve saltanatı kendisini aslâ
kurtaramadı. Kendi kendisini bile kurtaramadı.
Kendilerinden daha büyük hiç kimsenin olmadığını sandılar, her devirdeki azgınların
sandığı gibi.
Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle çok fesat çıkarmışlardı. Fakat Allah-u
Teâlâ fırsat veriyor, ruhsat vermiyor.
Hepsini de daha dünyada iken felâketlere uğrattı. Ahiretteki azapları ise her türlü
tasavvurun üstündedir.
İsyânkârları cezâlandırır, hiç kimse O'nun gözetlemesinden uzak kalamaz, hiçbir kimse
O'nun kudret pençesinden yakasını kurtaramaz.
22.08.2019
Sayfa 112 / 646
Servet ve İmtihan:
Kullarını nimet ve ikramla dener, mal ile, mevki ile tecrübe eder. Gerek rızık bolluğu,
gerekse darlığı kul için imtihandır. Kulun Allah katındaki değeri dünya malı ile ölçülemez.
Dünya malından herhangi bir şeyin verilmesi veya verilmemesi bir cezâ değildir. Geniş
rızıklı olmak üstün olmayı, rızkın darlığı da Allah-u Teâlâ'nın o kimseyi hakir kıldığını
göstermez. Her iki halde de netice Allah-u Teâlâ'ya itaat noktasında düğümlenir. Mühim
olan bu imtihanın neticesidir. Servet sahibi olunca zenginlik sebebiyle şükür mü edecek,
yoksa nankörlük mü edecek? Fakir düşünce, fakirliğinden dolayı sabır mı edecek, yoksa
isyan mı edecek?
İtaatkâr mümin imtihanda olduğunu bilir, darda da olsa bolda da olsa daima Hakk'a
yönelir, O'nun lütuf ve merhametine güvenir.
Kâfire göre değer ve değersizlik, dünyada mal ve mülkün çokluğu ve azlığına göredir.
"İnsana gelince; Rabb'i kendisini imtihan edip de ikramda bulunur ve ona bol nimet
verirse: 'Rabb'im bana ikram etti.' der." (Fecr: 15)
"Rabb'im bana ikram etti." demesi şükür için değil, kibirlenmek ve övünmek içindir. İhanet
ettiğini söylemesi ise sabırsızlığını ve şuursuzluğunu göstermektedir.
"Amma onu imtihan edip rızkını daraltırsa: 'Rabb'im bana ihanet etti.' der." (Fecr:
16)
Biçare insan! Nâil olduğu nimetlerin ilâhî bir lütuf olduğunu ve bu nimetlere şükretmesinin
gerektiğini düşünmez. Rızık darlığını kendisine bir hakaret sayar, yüzünü ekşitir.
Rabb'inin lütuf buyurmuş olduğu diğer namütenahi nimetleri dikkate almaz.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin bu çarpık fikirlerini reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır:
Onlar bundan daha kötüsünü yapmaktadırlar. Allah-u Teâlâ onlara birçok mal ikram ettiği
halde; onlar yetime değer vermemekte, haksız yere malını elinden almaktadırlar.
Miras malı helâl olmakla beraber; bunlar nereden geldiğini düşünmeksizin, haram helâl
olduğuna bakmaksızın, yetimlerin, çocukların, kadınların ve diğer mirasçıların haklarını
gözetmeksizin, hırsla mirasın hepsine konmak veya kendi hissesinin fevkinde bir hisse
almak isterler.
Kimileri de eline geçen mirası meşru bir şekilde harcamayıp, lüks ve israf, zevk ve
eğlence yolunda yiyip bitirirler.
22.08.2019
Sayfa 113 / 646
Helâl veya harama aldırmadan, câiz olup olmadığına bakmadan mal toplamaya büyük bir
temâyül göstermektedirler. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt
etmemektedirler. Ne kadar mal sahibi olsalar da gözleri doymuyor. Hayra sarfedilmeyip
yığılan mallar, mirasyedilerin ellerinde sefahat yollarında yenilip bitiriliyor, kendilerine ise
vebalinden başka bir şey kalmıyor.
Daha doğrusu onlar dünya hayatının fânî nimetlerini, ahiretin baki nimetlerine tercih
ediyorlar.
"Hayır!.. Hayır!.. Yer bütünüyle sallanıp, paramparça edildiği zaman." (Fecr: 21)
Yerin paramparça edilmesi, silinip çöl gibi düzlenmesi demektir. Yer yerinden oynar,
enine boyuna sarsıntıya tutulur, yüksek dağlar yıkılır gider.
Allah-u Teâlâ her türlü beşeri sıfatlardan münezzehtir. Mahşer günü mahlûkat arasında
kesin hüküm vermek için:
Yedi göğün melekleri insan ve cinlerin etrafını çepeçevre kuşatırlar, içiçe yedi saf hâlinde
halkalar meydana getirirler. Hepsi de edep, saygı ve rahmet makamında kemâl-i tâzimle
ilâhî emri beklerler.
Mahşer yerinin güçlüklerinden birisi de, cehennemin mahşer yerine getirilmiş olmasıdır.
Daha önce gözlerden gizli olan cehennem, suçlular görsün diye ortaya çıkarılır.
Cehennemin getirilmesi ve benzeri safhaların birbirini takip etmesi, hep vazifeli melekler
tarafından yerine getirilir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"O gün cehennem getirilir. Öyle ki onun yetmiş bin yuları ve her yular ile birlikte
yetmiş bin melek vardır ki, onu çekip getirirler." (Müslim: 2842)
Cehennem mahşer alanına doğru sürüklenip çekilirken öyle uğultulu ve öyle korkunç
sesler çıkarır ki, uzak mesafelerden bile onun köpürüp yükselen uğultusu işitilir. Bu
korkunç sesleri işitenler akılları gideren büyük bir korku içinde kalırlar, endişelerinden ne
yapacaklarını bilemezler. Cehennemlikler varacakları yeri bizzat görürler.
"İnsan hatırlar, fakat artık hatırlamanın kendisine ne faydası var?" (Fecr: 23)
22.08.2019
Sayfa 114 / 646
O gün insanın aklı başına gelecek, dünyada iken anlamadığı hakikati o gün anlayacak,
tutmak istemediği öğütleri o gün tutmak isteyecek, üzülecek, utanacak, fakat bu ona
hiçbir fayda sağlamayacak. Çünkü hatırlama dönemi artık geçmiştir.
"'Ah ne olurdu, keşke bu hayatım için önceden bir şey yapmış olsaydım!'
der." (Fecr: 24)
Dünyada iken cehâlet karanlıkları, dalâlet girdapları içinde kalan kâfir, müşrik, münâfık,
fâsık, fâcir ve zâlim kimseler; hasret ve pişmanlıklar, teessür ve teessüfler içinde feryat
ederler. Eline geçen fırsatları kaçırmış, sermayesini tüketmiş, huzur-u ilâhiye müflis
olarak eli boş gelmiş olmanın verdiği mahçubiyetle ileri-geri konuşurlar. Nedamet çok,
fakat hiç faydası yok. Çünkü orası pişmanlık yeri değildir.
Peygamber yolunu terkedip başkaca yollar edinen kimselerin hâli işte budur!
"O gün hiç kimse Allah'ın azap ettiği gibi azap edemez." (Fecr: 25)
O şiddetli azabı bizzat O uygulayacaktır. Dünyada hiç kimseye edilmediği ve hiç kimsenin
edemeyeceği kadar büyük azaplar kâfirlerin başına gelecektir.
Çünkü emir ve hüküm O'nundur, yetki tamamen O'na âittir. Hiçbir kimse hiçbir kimseye
O'nun azabı gibi azap edemez. Hiçbir kimsenin bir suçluyu öyle şiddetli bir surette
yakalamaya gücü yetmez.
Nefs-i Mutmainne:
"Ey mutmainne olan nefis!" kelâmı ile hitap etmiştir. (Fecr: 27)
İtminan, yerleşip sabitleşme demektir. Hiçbir şek ve şüphe bulunmayacak şekilde Allah-u
Teâlâ'ya yakînen inanma şekline ermektir. Her türlü korku ve hüzünden sarsılmayacak
şekilde emniyet elde etmektir.
22.08.2019
Sayfa 115 / 646
Bu kalp huzuru ancak ve ancak zikrullahla husule gelir. Zikrullah Allah sevgisini tahrik
ederek sonsuz bir şevk verir, zikrullahla kalpler arınır ve sükûn bulur:
"Çok iyi bilin ki kalpler ancak zikrullahla itminana kavuşur, huzur bulur." (Ra'd: 28)
Çünkü akıl kuvveti her neyi tasavvur edip düşünse, onun üstünde başka bir şeyin
tasavvuruna intikal eder. Sebep ve neticeler silsilesinde her şeyden daha üstün olanına
geçer. Bu ilerleme ile bütün ihtiyaçların kesilip sona erdiği öyle bir an gelir ki, Hakk'ta
karar kılar. O noktada ihtiyaç durduğu için akıl da durur ve O'nunla yatışır. Azamet-i ilâhî
karşısında her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bildiği zaman, artık O'ndan başkasına
geçmesi imkânsızdır. O'nun fevkinde bir şey talebine imkân olmadığından, kalpler
zikrullahla mutmain olur, sükûna erer.
Nefsi terbiye ederek mutmainne derecesine kavuşturması için Allah-u Teâlâ'ya niyazda
bulunmalıdır.
"Allah'ım! Senden itminana kavuşmuş bir nefs-i mutmainne dilerim ki, sana
kavuşmaya iman etsin, takdirine râzı olsun, verdiklerine kanaat etsin." (Taberânî)
Nefs-i mutmainne'de nefis ruha teslim olur, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerine rızâ gösterir.
"Dön Rabb'ine! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak." (Fecr: 28)
Öyle bir halde dön ki, sen Rabb'inden hoşnut, Rabb'in de senden hoşnut.
Allah-u Teâlâ'nın bütün imtihan ve ibtilâlarına sadâkat göstermiş, gelmiş ve gelecek her
şeye râzı olmuş, bütün gayret ve arzusu Mevlâ'nın hoşnutluğunu kazanmak olan nefsin
hâline "Nefs-i Râziye" denir.
Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu nefis ise "Nefs-i Mardiyye" adını almıştır. Râzı olunmuş
nefis demektir.
Çünkü sen de onlar gibi sâlih ameller işlemiştin ve sâlih bir mümin olmuştun. Sizin için
hiçbir korku ve üzüntü yoktur.
İşte gerçek saâdet ve selâmet bundan ibarettir. Allah-u Teâlâ'nın has kullarının
zümresine katılmak mânevî bir bahtiyarlık vesilesidir.
22.08.2019
Sayfa 116 / 646
Çünkü onlar kâfirler için hazırlanan cehennemden kendilerini korumak için, dünyada iken
gerekli tedbirleri almışlardı. Şirk ve isyandan, küfür ve tuğyandan kaçınarak İslâm
şerefiyle müşerref, iman nuru ile münevver olmuşlardı.
Rivâyete göre bu Âyet-i kerime'ler nâzil olduğunda Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-:
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Beş Âyet-i kerime, yirmi kelime ve doksan
altı harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime'de Mekke-i mükerreme üzerine sevkedilen filler mevzu edildiğinden
dolayı "Fil" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.
Muhtevâsı:
Fil Kıssası:
Yemen'e hâkim olan Habeş valisi dudağı yarık Ebrehe el-Eşrem, mutaassıp bir
hıristiyandı. Bu dini yaymak ve Arapları Kâbe-i muazzama ziyaretinden vazgeçirmek için
San'a şehrinde mermerlerle, parlak mücevherlerle süslü muhteşem bir kilise yaptırmış ve
orasını Araplar için hacc yeri olarak ilân etmişti. Böylece bütün Araplar'ı Kâbe yerine bu
22.08.2019
Sayfa 117 / 646
kiliseyi tavaf etmeye zorlamak ve Sana'yı hem dini hem de ticari bir merkez hâline
getirmek istiyordu. Fakat buna muvaffak olamadı. Çünkü Araplar bu kiliseye hiç iltifat
etmedikleri gibi, hakaretler ettiler, gizlice adam salarak içini pislikle kirlettiler.
Ebrehe Mekke yakınlarında karargâh kurup, Kureyşliler'in mallarını yağma ettirdi. Yağma
edilen mallar arasında Resulullah Aleyhisselâm'ın dedesi Abdülmuttalib'in iki yüz devesi
de bulunuyordu. Mekke'nin lideri durumunda bulunan Abdülmuttalip, Ebrehe ile
görüşerek gasbedilen malların geri verilmesini söyledi. Kâbe-i muazzama'nın yıkılmaması
için ricâda bulunmak yerine, sadece develerini istemesi Ebrehe'nin pek tuhafına gitti.
"Ben ancak develerin sahibiyim, Kâbe'nin elbet bir sahibi var, onu O korur."
Bunun üzerine Ebrehe develeri geri verdi. Abdülmuttalip dönüşte Kâbe-i muazzama'ya
gidip, onu koruması için duâ ettikten sonra halka şehri terketmelerini ve dağlara
çekilmelerini emretti...
Ertesi gün Ebrehe Kâbe-i muazzama'yı yıkmak için ordusunu ve filini, gösterdiği yöne
tevcih etti.
Ancak önde yürüttüğü büyük fil, olduğu yere çöküp hareket etmedi. Ucu kancalı sopalarla
ne kadar vurdularsa da bir türlü yerinden kımıldatamadılar. Ne kadar zorladılarsa da
başaramadılar. Büyük bir gürz ile başına vurdular yine kalkmadı. Güneye, kuzeye ve
doğuya doğru çevrilince gidiyor, Mekke-i mükerreme'ye doğru çevrilince çöküyordu.
Nitekim Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kasvâ adlı devesi Mekke-i
mükerreme yakınlarında çökünce:
22.08.2019
Sayfa 118 / 646
Sonra Allah-u Teâlâ'nın ezeli iradesi gerçekleşti, tam Mekke-i mükerreme'ye girmek
üzere bulundukları bir sırada üzerlerine deniz tarafından kırlangıca benzer bölük bölük
kuşlar sevketti.
Ebâbil adındaki irili ufaklı, hortumlu ve peçeli, siyah, yeşil, beyaz renklerdeki bu kuşlar,
biri gagasında ikisi ayakları arasında olmak üzere üçer taş taşıyordu. Sürüler hâlinde
Ebrehe'nin ordusunu yukarıdan kuşatıp attıkları taşlarla ölüm yağmuruna tuttular.
Bu taşlar kime isabet ediyorsa, vücudu hemen çürümeye başlıyordu. Çok geçmeden
altmış bin kişilik ordu delik-deşik olup mahvoldu. Aynı âkıbete uğrayan Ebrehe canını zor
kurtarıp Yemen'e döndü ise de, parça parça olan etleri çürüyerek feci şekilde öldü.
Mekke-i mükerreme'den Yemen'e kadar bütün yollar, ilâhî azaptan kaçmaya çalışan
Habeşliler'in cesetleriyle doldu.
Allah-u Teâlâ çabalarını boşa çıkardı, yaratıkların en zayıfı ile onları kahr-ü perişân etti,
köklerini kazıdı, onların bu kıssasını ibret almak isteyenler için kıyamet gününe kadar bir
ibret vesilesi kıldı.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde Ebrehe ve ordusunun başına gelenleri Fîl sûre-i
şerif'inde şöyle haber vermektedir:
Resulullah Aleyhisselâm bu Sûre-i şerif'i okuduğu zaman, hadiseyi görenlerin bir kısmı
hâlâ hayattaydı.
Tabiatıyla bu bir ilâhî cezadır ki, haddi aşan bir kavmi yok etmiş, düzenlerini boşa
çıkarmış, tuzaklarını başlarına geçirmiş, insanların emniyet yeri olan Beyt-i atik'i
tahriplerinden korumuştur.
22.08.2019
Sayfa 119 / 646
Hakk'ın ilâhî kudretinin bir tecellîsi olarak, birbirlerini takip eden topluluklar
hâlinde, karabulut gibi üzerlerine geldiler ve her yönden onları kuşattılar.
O sert taşlar vücutlarını kurşun gibi deliyor, telef ediyordu. Sanki başlarına gökten
belâ yağmuru yağıyordu.
Bu kuşlar daha önce hiç görülmedikleri gibi, daha sonra da hiç görülmemişlerdir.
Bu kıssa ile önce Mekke'li müşrikler uyarılmakta, sonra da kıyamete kadar Hakk'a
ve hakikate saldıranların âkıbetlerinin de buna benzer olacağı, böyle bir cezâya
çarptırılabilecekleri ihtar edilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 120 / 646
Bazı âlim geçinen câhiller: "Ebrehe'nin ordusunu helâk eden Siccil'in (sert taşların)
veba mikropları" olduğunu söylemektedirler.
Küfre şirin görünmek için, bu Sûre-i şerif'te geçen sert taşlara veba mikrobu deyip,
Âyet-i kerime'nin asli mânâsını değiştirmişler, kendi zanlarını ortaya koymuşlar ve
küfürlerini izhar etmişlerdir.
İlâhî hüküm budur. Bir Âyet-i kerime'yi değil, bir tek harfi dahi inkâr eden kâfir olur.
Eğer murad-ı ilâhî Ebrehe ordusunu bu gibi hastalıklarla yok etmeye yönelik
bulunsaydı, Kur'an-ı kerim'de buna uygun bir anlatım tarzına yer verilir, ne uçan
kuşlardan, ne de taşıdıklarından söz edilirdi.
Halbuki Ebâbil kuşlarının attığı taşlar o insanların vücudunda derin yaralar açmış
ve Allah-u Teâlâ'nın lütfuyla Ebrehe'nin ordusu yerle bir olmuştur.
Ekim 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31
22.08.2019
Sayfa 121 / 646
"Bana öyle bir takım âyetler indirildi ki, benzerleri aslâ görülmüş
değildir. Bunlar Muavvizeteyn'dir." (Müslim: 814)
Bir başka rivayette ise Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz şöyle
buyururlar:
22.08.2019
Sayfa 122 / 646
"Ey Ukbe! Sen mümkün oldukça Felâk sûresini oku! Zira Allah'a bu
sûreden daha sevimli gelen ve daha beliğ olan hiçbir sûre
okuyamazsın." (Müsned)
Kasım 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31
Muhtevâsı:
22.08.2019
Sayfa 123 / 646
"Yâ Âişe! Allah bana şifamı bildirdi. İki melek gelip biri başucumda,
diğeri ayak ucumda durdu. Birbirleriyle şöyle konuşuyorlardı:
– Sihirlenmiştir.
– Ne ile yaptı?
– Nerede yapıldı?
– Zervan kuyusunda."
Resulullah Aleyhisselâm oraya doğru gitti, sonra geldi ve: "Büyü yapılan
hurmanın uçları şeytanın başı gibidir." buyurdu.
22.08.2019
Sayfa 124 / 646
Aralık 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
Sihir Nedir?
Bir sihir çeşidi de, herhangi bir suretle yaklaşıp şeytanın yardımını sağlamaya
çalışmaktır.
22.08.2019
Sayfa 125 / 646
Sihrin bu çeşidi hayırlı ve mümin olan cinlerle, kâfir ve şeytan olan cinlerden
yardım görmek biçimindedir.
Sihrin Hükmü:
İslâmiyet sihri inkâr etmemiş, ancak Tevhid itikadına zarar verdiği, İslâm
ahlâk ve prensiplerini bozduğu, kötüye kullanıldığı için kesinlikle haram
kılmıştır. Bir müslümanın bunlarla meşgul olması katiyetle doğru değildir, bu
gibi şeyler küfür basamaklarıdır.
22.08.2019
Sayfa 126 / 646
"Her kim arrâfe, sihirbaza veya falcıya gidip bir şey sorar ve onun
dediğini tasdik ederse, Muhammed'e indirileni inkâr etmiş
olur." (Bezzâr)
"Kim bir arrâfe gider, ona bir şey sorarsa kırk gece namazı kabul
olmaz!" (Müslim)
Sihir, büyü yapanlar küfre geçmiş, şeytanın arkadaşı olmuştur. Rahmân'a kul
değil, şeytanın uşağı olmuştur.
Ocak 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 35
İstiâze (1)
22.08.2019
Sayfa 127 / 646
Günün sabahı aynı zamanda Mahşer gününü hatırlatır. Çünkü uykuya dalan ve
ölülere benzeyen halk, sabah olunca uyandığı gibi; gün gelecek kabirlerinden
kalkarak mahşer meydanındaki yerlerini almış olacacaklar.
Allah-u Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki, onlar O'nun hıfz-u himâyesinde ve
tasarruf-u ilâhîsindedir. Onlar Rabbü'l-âlemîn'e sığınmışlardır, onlar
mahfuzdurlar ve Hakk iledirler.
22.08.2019
Sayfa 128 / 646
Allah-u Teâlâ'ya gerçek sığınma nasıl olur? Farz-ı muhal ki bir insan bir
tulumun içine girdi, her tarafı kapatıldı, tulumda nefes alıp veriyor. Bu sığınma
da aynı bunun gibidir. O Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesine girmiştir, O'nunla
nefeslerini almaktadır. Bu, bilinmeyen bir mevzudur. Oraya hiçbir şey
giremez.
O kişi, o anda kabre girmiş gibidir, dış âlemle her türlü ilgisi kesilir. O'na
sığındığı zaman O'nunla hemhâl olur, O'nunla nefes alır ve O'nun ilhamı ile
konuşur. O anda ne hitap edeceğini, kalbine neyi ilham edeceğini, ne
duyurmak istediğini, nasıl bir şey akıtacağını, ne nur vereceğini ancak O bilir.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın hususiyetine aldığı has kullarıdır. Ona bir ilham verir,
o ilham kitap yazar...
Şubat 208
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 28-29
İstiâze (2)
22.08.2019
Sayfa 129 / 646
Bir kimseye büyü yapıp etki altına alabilmak için şeytandan ve yıldızlardan
yardım istenir de yapılır. Onun içindir ki sihir yapmak küfürdür.
Müessir olan her şeye tesir etme hususiyeti veren Allah-u Teâlâ'dır. O büyü
sebebiyle zuhura gelen zararlar yine O'nun dilemesi ve yaratması ile olur. Bu
imtihan dünyasında bu gibi bir takım haller cereyan etmektedir.
İslâmiyet sihri inkâr etmemiş, ancak Tevhid inancına zarar verdiği, İslâm
ahlâk ve prensiplerini bozduğu, kötüye kullanıldığı için kesinlikle haram
kılmıştır. Bir müslümanın bunlarla meşgul olması katiyetle doğru değildir, bu
gibi şeyler küfür basamaklarıdır.
22.08.2019
Sayfa 130 / 646
"Her kim arrâfe, sihirbaza veya falcıya gidip bir şey sorar ve onun
dediğini tasdik ederse, Muhammed'e indirileni inkâr etmiş
olur." (Bezzâr)
22.08.2019
Sayfa 131 / 646
trende giderken sahili hareket ediyor gibi görmeye benzer. Buna "Göz
bağcılık" da denir.
7. Kalbini çelme suretiyle yapılan sihirdir. Sihirbaz şarlatanlık yaparak bir ümit
veya korku altında karşıdakinin kalbini çeler, kendine bağımlı kılar, duygu ve
düşüncelerine etki ederek telkin altına alır ve yapacağını yapar.
Bu gibi kimseler "İsm-i Âzam duâsını bilirim." der, "Cin çağırırım." der,
icabında hünerden, sanattan, paradan, kudretten, nüfuzdan, kerametten,
ticaretten ve menfaatten bahseder, karşısındakini dolandırır.
Telkin yoluyla kalpleri çelmenin kötü işleri yürütmede, sırları gizlemede çok
büyük tesiri vardır. En âdisinden en maharetlisine kadar çeşitli dolandırıcılıklar
hep buna bağlıdır.
Birincisi sırf yalan, dolan ve sadece saçmalama olan söz ve davranışlarla etki
yapan sihir,
Diğeri ise az çok bir gerçeğin suistimal edilmesiyle ortaya konan sihirdir.
22.08.2019
Sayfa 132 / 646
Mart 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31
İstiâze (3)
Haset, Allah-u Teâlâ'nın bir kuluna ihsan ettiği nimetlere karşı kıskançlık
duymak, o nimetin onda bulunmasından hoşlanmamak, ondan alınmasını ve
kendisine verilmesini istemektir.
Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir, dilediğini dilediğinden alır. O'nun bir
kuluna lütuf buyurduğu herhangi bir nimeti kıskanmak, ilâhî taksime itiraz
etmek demektir. Buğz sevginin zıddıdır.
Haset eden kişi içindeki kıskançlığı dışa vurmadığı müddetçe, haset ettiği
kimseye onun hiçbir zararı olmaz. Aksine içi içini yemesi sebebiyle onun
kendine zararı vardır. Hasedini dışa vurduğu zaman onun şerrinden sığınmak
için Allah-u Teâlâ'ya tevekkül etmek ve O'nun izni olmadan hiç kimsenin zarar
veremeyeceğine inanmak gerekir. Bir de şu var ki; hased edenin yaptığına
sabretmek, kalbi fazla meşgul etmemek ve onun seviyesine inmemek de
ahlâki bir davranıştır.
Haset gökte İblis, yerde Kabil tarafından Allah-u Teâlâ'ya karşı işlenen ilk
günahtır.
22.08.2019
Sayfa 133 / 646
Gıpta ise güzel bir huydur. Bir kimsede bulunan güzel huyların kendisinde de
bulunmasını istemek demektir. Mümin diğer mümin kardeşine gıpta eder,
onun bir lütufla karşılaşmasından dolayı mutluluk duyar. Münâfık ise haset
eder kıskanır. Nitekim gerek müşrikler ve gerekse yahudiler de Resulullah
Aleyhisselâm'ı kıskanmışlardı.
Nisan 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 35
İstiâze (4)
Her türlü tehlike ve felâketten, emniyet ve eman veren O'dur. Her şey, her an
O'na yönelip sığınmaya muhtaçtır.
İnsan daima O'na sığınmalı, O'na yönelmeli, O'nu görmeli, O'ndan bilmelidir.
O'nun Zât-ı ulûhiyetine ilticâ edin, her işinizde O'na itimat ve teslimiyette
bulunun.
22.08.2019
Sayfa 134 / 646
Âyet-i kerime'de:
22.08.2019
Sayfa 135 / 646
Mayıs 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 35
İstiâze (5)
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın
etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş
bulunmamaktadır.
"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen
Allah'a sığın!" (Fussilet: 36)
Sığınmanı işitir, niyetini bilir. Lütfunun bir tecellisi olarak seni himayesine alır
ve bu dileğini kabul eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde tekrar tekrar duâ edip yalvaran kişinin
söyleyeceği lâfızlarla şeytanın iğvalarından, hile ve desiselerinden kendisine
sığınmayı emir buyurmuştur:
Her insan daha hayatta iken noksanlıklarını gidermeye çalışmalı, her zaman
için şeytanın şerrinden Allah-u Teâlâ'ya sığınarak muvaffakiyet dilemelidir.
Resulullah Aleyhisselâm:
22.08.2019
Sayfa 136 / 646
Haziran 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 35
22.08.2019
Sayfa 137 / 646
İstiâze (6)
Bir başka rivayette ise Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar
ki:
"Allah bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur, O'na tevekkül ederim, O
büyük arşın sahibidir." (Tevbe: 129)
22.08.2019
Sayfa 138 / 646
"İşte benim Rabb'im olan Allah budur. Ben ancak O'na güvenirim ve
yalnız O'na yönelirim." (Şûrâ: 10)
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. On dokuz Âyet-i kerime, doksan iki
kelime ve üç yüz seksen bir harften müteşekkildir.
Adını ilk Âyet-i kerime'de geçen ve: "Ansızın gelip insanı saran üzücü ya da sevindirici
hâdise." mânâsına gelen "Ğâşiye" kelimesinden alır.
Muhtevâsı:
Yirmi birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametinin bazı belgeleri
gözler önüne serilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 139 / 646
Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlûkatı geçici bir zaman için
yaratmıştır. Yarattıklarını dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey
kıyametin kopmasıyla bir gün yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret
hayatı başlayacaktır.
"Her şeyi sarıp kaplayacak olan o felâketin haberi sana geldi mi?" (Ğâşiye: 1)
Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan "Ahiret inancı"nın bir bölümüdür. Ahiret
hayatı kıyametle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete,
cehennemliklerin cehenneme girmeleri ve ebedî bir hayatın başlaması safhaları takip
eder.
Dünyada iken Allah için yaptıkları hiçbir iş olmadı. Sadece geçici bir dünya için, şeytan
yolunda çalıştılar, nefislerinin arzusu için yoruldular, fakat ahiret hayatları için hiçbir
sermaye elde edemediler. Tek kelime ile boşuna zahmet çektiler.
Şimdi de Allah'tan tarafa olmamanın, bâtıl dinlere uymanın, bozuk fikirler peşinde
koşmanın cezâsını çekiyorlar. Tutuşturulmuş şiddetli ateş onları her taraftan kuşatmıştır.
Yedikleri ateş, içtikleri ateş, giydikleri ateş, yatacak yerleri ateştir. Ateş orada ıstırap
kaynağı olarak her yerdedir.
Zakkumdan başka cehennemde bir de Dari' vardır ki, hiçbir hayvanın ağızını uzatıp
yaklaşamadığı, yere yapışık dikenli bir bitkidir.
22.08.2019
Sayfa 140 / 646
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde onun sibir
otundan daha acı, leşten daha pis kokulu, ateşten de daha hararetli olduğunu beyan
buyurmuşlardır.
Bu ateşten bitkiler onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için
yetişir ve çoğalırlar.
Çeşit çeşit cezâlar olduğu gibi, cezâ verilenler de sınıf sınıftır. Her suç için ayrı ayrı
cezâlar vardır. Bir kısmının yiyeceği "Zakkum" olurken bir kısmının ki "Dari'" olur. Bunları
yemek kabil olmadığı için açlıkları devam eder durur.
Yüzlerinde sevinç ve mutluluk parıldar, olanca güzelliği ile nurları yüzlerine vurur.
"O gün birtakım yüzler de vardır ki; nimet içinde mutludurlar." (Ğâşiye: 8)
İlâhî iltifata nâil olmanın verdiği huzur yüzlerinde tezahur etmektedir. Orada ölümden,
cennetten çıkarılmaktan, her türlü üzüntü, korku, yorgunluk, zahmet ve diğer
musibetlerden emindirler.
22.08.2019
Sayfa 141 / 646
"Orada hoşa gitmeyen boş bir söz dahi işitmezler." (Ğâşiye: 11)
Hikmetle konuşurlar, tatlı sözlerle sohbet ederler. Birbirilerinden boş sözler, dedikodular,
gevezelikler, lâubâlilikler duymazlar. Aralarında çekişme ve sürtüşme olmaz. Bu bile başlı
başına bir nimettir. Dünyada iken insanların lüzumsuz yere yaptıkları münakaşalar, sen-
ben kavgaları gözönüne getirildiğinde bu nimet daha iyi anlaşılır.
Tadı gibi rengi de güzeldir, hiçbir zaman kesilmez. Çok nefis ve lezzetlidir. Başağrısı
yapmaz, şuuru zedelemez, aklı gidermez. Tatlı bir rehavet ve uzun süre neşe verir.
Orada hiç kimse susuzluk görmez ve hiç susamaz. İçmek isteyen zevk için içer. Ayrıca
onları seyrederek de zevk alırlar. Bu kaynakların akışlarını seyretmek bile insana ayrı bir
huzur verir.
İçmelerine hazırlanmış olarak sürekli önlerinde bulunur, isteme ihtiyacı bile hissetmezler.
Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. Ruhen ve cismen
nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.
Yerlere serilmiş ince tüylü, ince püsküllü yumuşacık halılar, güzelliğin ve zerafetin bütün
inceliklerini taşırlar. Cennette ne bir toz ne de bir kir olmadığı için üzerlerinde tozdan ve
kirden eser bulunmaz.
Allah-u Teâlâ bunları herkesten gizlemiştir. Değil hepsini, bir tanesini bile bilen yoktur,
yalnız kendisi bilir.
"Sâlih kullarım için cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve
hiçbir beşerin gönlünden bile geçirmediği nimetler hazırladım." (Buhârî. Tecrîd-i
sarîh: 1720)
Tefekkür:
Allah-u Teâlâ kullarına, yüce kudretine delâlet eden yaratıklarına ibretle bakmalarını
emrederek şöyle buyurur:
22.08.2019
Sayfa 142 / 646
Bir çok hayvanın yaratılışına benzemeyen ne ilgi çekici yaratılışı var. İri cüsseli ve son
derece güçlü kuvvetli olmasına rağmen, ağır yükleri taşımak için yumuşak başlıdır. Eti
yenir, sütü içilir, yününden yararlanılır. Küçük bir çocuk bile olsa, yularından çeken
herkese itaat edecek bir yaratılışa sahiptir. Başka hayvanların yetinmediği çok az bir
yemle yetinerek ağır yüklerle uzun yolculuklara ve günlerce susuzluğa dayanır. Kolayca
beslenir, hiçbir külfeti bulunmaz. Çölde bir defa yürüdüğü yolu ve yönü unutmaz. Devenin
dışında bu özelliklere sahip başka bir hayvan yoktur.
Gökleri sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu öyle
bir yapıdır ki, gökteki cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler, hepsi de
birbirleriyle ahenkli bir durumdadırlar.
Bütün bunlar kör bir tesadüfün eseri olamaz. İlâhî kudret olmasa kuru toprakta otlar biter
miydi, aynı sudan değişik hayatlar meydana gelir miydi?
Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan
önce de yeryüzü yaygındı. Âdem Aleyhisselâm'dan bugüne kadar gelip geçmiş bütün
canlılara döşeklik yapan yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini
yapmaya devam edecektir.
Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve
şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.
İmanı olanlar gökleri ve yeri, onlardaki en ince yaratılış sırlarını tefekkür ederek, işaret
ettikleri ilâhî hikmetleri anlayarak, ona göre güzel güzel ameller yapmaya gayret ederler,
imanlarına iman katarlar.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a hararetle karşı çıkan Mekke müşriklerine öğüt ve
nasihatte bulunmasını emir buyurmuştur:
"Öğüt ver, hatırlat! Çünkü sen ancak öğüt vericisin." (Ğâşiye: 21)
Senin vazifen ancak bir tebliğdir. Sen hakikatleri onlara duyurmaya ve hatırlatmaya
memursun. Kötü âkıbetlerini haber verip korkutmak ve uyarmak üzere gönderilmiş bir
peygambersin.
22.08.2019
Sayfa 143 / 646
Sen tebliğ ettiğin şeyleri onlara zorla kabul ettirmekle yükümlü değilsin. Tebliğ ve ikaz
vazifeni hakkıyla yerine getirdikten sonra artık müsterih ol, onların kabul etmemelerinden
dolayı üzülme. Vazifene sabırla ve azimle devam et.
"Ancak kim yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azap ile
cezâlandırır." (Ğâşiye: 23-24)
Ki en büyük azap cehennem azabıdır. Çünkü küfrün cezâsı bütün cezâların üstündedir.
Bununla beraber böyle bir kâfir daha dünyada iken de nice azaplara maruz kalabilir. O
ise, ahiret azabına nispetle küçük kalır.
Onların, hükmünü her şeye geçiren ve intikam almaya gücü yeten Allah'tan başka
dönecekleri kimse yoktur.
Hiçbir kimsenin hiçbir hâli O'na gizli değildir. Tasdik edeni de, tekzip edeni de, münâfık
olanı da, muvafık olanı da en iyi şekilde bilir.
Tamamı Medine döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celile; yirmidokuz Âyet-i
kerime, beşyüzkırkdört kelime ve bindörtyüzyetmişdört harften müteşekkildir.
Adını 25. Âyet-i kerime’de geçen ve “Demir” mânâsına gelen “Hadîd” kelimesinden alır.
Tesbihle başladıkları için “Müsebbihât” denilen beş sûre-i şerif’in ilkidir.
Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle
söylemiştir:
22.08.2019
Sayfa 144 / 646
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i şerif; Allah-u Teâlâ’nın bazı sıfatlarını, ilim ve kudretinin delillerini,
iman etmenin önemini, infakta bulunmanın lüzumunu, müminlerle münafıkların ahiretteki
durumları bakımından karşılaştırılmasını, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret
olduğunu anlatıp açıklamaktadır.
Hadîd Sûre-i şerif’inden itibaren beşi tesbihle başlayan on sûre, Medine döneminde nâzil
olan son sûrelerdir. Daha önce nâzil olan sûreleri tamamlayıcı durumdaki bu sûreler,
iman ve ahlâkla ilgili son öğütleri ihtivâ etmektedirler.
Göklerde ve yerde, canlı ve cansız her şey, yokluktan varlık âlemine çıkarıldıktan beri
bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has
olmamış, geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir.
Yani Aziz ve Hakîm ancak O’dur. O çok güçlüdür, kuvvet sahibidir, üstündür. Hiç kimse
O’nun emirlerine karşı koyamaz. O’na karşı çıkan, O’ndan kaçıp kurtulamaz.
Hiçbir şey O’nu engelleyemez, her şey O’nun tasarrufundadır. O’nun yaptığı her şeyde
bir hikmet vardır. Yaratmakta, emir ve hükümlerinde hikmeti sonsuzdur.
Mâlik-ül Mülk:
Göklerde ve yerde bulunan melekler, insanlar, cinler ne varsa hepsi O’nun mülküdür,
yarattığı ve yönettiği varlıklardır.
22.08.2019
Sayfa 145 / 646
Bu nihayetsiz mülke ve saltanata bir baksana! Kâinatta her gün, her gece, her saat ve
her anda neler yapılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar, ne imhâlar oluyor? Ne kudretler açığa
çıkarılıyor, ne hikmetler ortaya konuyor ve uygulanıyor?
O'nun mülkünde ancak O'nun emirleri ve kudreti hüküm sürer. Takdirine ve tedbirine
kimse karşı gelemez. Hükümlerinin tersine hareket etmek isteyenler, elbette cezaya
müstehak olurlar.
"Diriltir ve öldürür." (Hadid: 2- Bakara: 258- Âl-i imran: 156- A'raf: 158- Tevbe: 116-
Yunus: 56- Müminun: 80- Mümin: 68)
Dünyada dirileri öldürür, ahirette ise haşrı ve neşri gerçekleştirmek için ölülere hayat
verir.
"O her şeye kâdirdir." (Hadid: 2 - Mâide: 120) (Bakınız. Âl-i imran: 189 - Mâide: 17)
O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır. Dilediğini yapmakta
hiç kimse O'na mâni olamaz.
O her şeye karşı kâdirdir, hiçbir şey O'na kâdir değildir. O'nun kudreti hiçbir şekilde kayıt
ve tahdide uymaz. Dilediği şeyi yaratır ve o yarattığı şeyde dilediği kadar kudret ve şeref
de yaratır. O'ndan başka her şey, yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün kâinâtıyla
âlemin bütün sistemleri âcizdir. Onları her an yaşatmakta ve yok etmekte ve hepsinin
üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır.
Zâhir de O, Bâtın da O:
O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir.
Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.
O Evvel’dir, ezelîdir. O’ndan evvel hiçbir şey yok idi. Vücud O, mevcud O. O’ndan başka
bir mevcut yok, mevcûdatı O yarattı. Bunun içindir ki O “Rabbül-âlemin.” oldu.
Zât-ı akdes’i için aslâ başlangıç tasavvur olunamaz. O’nun varlığı Zât-ı akdes’inin
gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O’ndandır.
22.08.2019
Sayfa 146 / 646
O öyle bir Allah, öyle bir Allah, öyle bir Allah ki, yalnız kendi kendisini bilir ve kendisini
metheder.
Yalnız şu kadar var ki kendisini bildirdiği kadarını kul bilir, duyurduğu kadarını duyurur.
“Bunu bir bilene sor! (Sana gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır).” buyuruyor.
(Furkan: 59)
Rabbim bunu bana biiznillâh-i Teâlâ gösterir, ben bunu bile bile konuşurum. Amma siz
duyuyorsunuz. Bilerek söylendiği için size tesir ediyor.
O Zâhir’dir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O’nun Zâhir ismi-i şerif’i ile ortaya
çıkmışlardır. Her yarattığı şeyde ulûhiyet sırları ve hikmetleri vardır.
Görünüşte o şey var, fakat aslında O var. Elbiseyi geçir sen varsın, kaldır O var. Yarın
öldüğün zaman yine O var. Ruhunu çektiği zaman hani sendin? O zaman saman çöpü
senden hayırlı olacak. Çünkü ruh çıkınca sen kokacaksın, saman çöpü ise kokmayacak.
Amma elbiseyi çıkarabilen kişi, nefsini öldürdüğü için, şimdi de O’nun olduğunu görüyor.
Varlığını yok edebilen şimdiden görüyor. Sen ise öldükten sonra anlayacaksın.
Sen buna şaşma! Senin ilmin kavramıyor diye çizmeden yukarıya çıkma, hududunu da
aşma. Sen bunun böyle olduğunu öğreneceksin amma, öldükten sonra öğreneceksin.
Bunu bilen, ölmeden evvel öğrenmiş, böyle olduğunu bilmiş.
Her şeyi “Ol!” emriyle var ediyor. Zâhir olanlar O’nun “Ol!” emrinden ibarettir. Gökler ve
yer de, insanlar da, hayvanlar da, nebatat ve cemâdat da böyledir, O'nun “Ol!” emriyle
zuhura gelmiştir. Hepsini O var ediyor. Mukadderâtını, şeklini, şemalini, her şeyini
o “Ol!” emrinin içinde dürüyor, “Ol!” diyor ve oluveriyor. “Öl!” diyor ölüyor.
O öyle bir Allah ki, Allah’tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcud vardır. Her şeye
hayat veren O’dur, her şey O’nunla kâimdir.
Yaratılanları “Ol!” emriyle yarattı, herşey O’nun varlığı ile kâimdir. Her görünen şey
maskedir, insan da böyledir, kâinat da böyledir.
Ota bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş meydana çıkarmış, insana
bir şekil vermiş meydana çıkarmış, kâinata bir şekil vermiş meydana çıkarmış. Şimdi her
meydana çıkan O'nunla çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. Hani sen vardın?
Yani sen O'nunla kaimsin. Fakat zavallı insan “Ben!” dedi, putuna tapındı. Ben putuna
tapındı gitti. Kâinat da böyledir. Yani bir otla, bir çiçekle, bir insanla, bir kâinat Allah-u
Teâlâ'nın yanında değişmez.
22.08.2019
Sayfa 147 / 646
O Bâtın’dır. Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur ve gizlidir. O’ndan başka bir mevcut
yok. Var olanlar vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre
bakıyor. “Ol!” buyuruyor, herşey oluveriyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir
perdeden ibarettir. O ise her şeyden her şeye yakındır.
O’nun bilmediği, bilemeyeceği hiçbir şey düşünülemez. O’nun ilmine göre gizli de âşikâr
da birdir. Bilgisinde artma eksilme olmaz.
Kur’an-ı kerim’de göklerin ve yerin yaratılması ile ilgili pek çok Âyet-i kerime’ler
mevcuttur.
Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana,
mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir
olur.
Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, "Ol!" demekle oluvermekten ibaret
olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire,
olgunlaştıra olgunlaştıra yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu
yoğun ve geniş yerleri bir anda da yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü
ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.
“O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hadîd: 4) (Bakınız; A’raf: 54 - Yunus: 3
- Hud: 7 - Furkan: 59 - Secde: 4 - Kaf: 38)
Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan
bütün yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına
şâhid olamazdı. Diriden ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat
ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile
doğmazdı. Atalarımız yaratılırsa biz olmazdık, biz olursak onlar olmazdı veya hepimiz
olur ata evlât olmazdık. Şu halde birçok yaratılışları da içine alan dereceleme ile
yaratmada Allah-u Teâlâ'nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.
Günlerden maksat, yirmidört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak O'nun
bildiği merhaleler ve devrelerdir.
Çünkü gün, güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çıkan bir durumdur. Gökler yaratılmadan
önce ise gündüz ve gece yoktu.
Arş-ı Rahman:
Allah-u Teâlâ’nın gökleri ve yeri altı günde yarattığını beyan eden Âyet-i kerime’nin
devamında şöyle buyurulmaktadır:
22.08.2019
Sayfa 148 / 646
Arş'ın tahsisi mahlûkatın en büyüğü olmasındandır. Kâinat Arş ile son bulmakta ve
Allah-u Teâlâ mekândan münezzeh olarak O'nun da ötesinde ve aslında her yerde
bulunmaktadır.
Bu istivâ; keyfiyetsiz, teşbihsiz, temsilsiz bir istivâdır. Kâinat yaratıldıktan sonra Allah-u
Teâlâ onu yönetmekte ve onunla ilgili bütün düzenlemeleri yapmaktadır.
Arş, diğer cisimleri kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden dolayı veya hükümdarın tahtına
benzetildiğinden dolayı bu isim verilmiştir.
Kur'an-ı kerim'de Arş'ın Allah-u Teâlâ'ya nisbet edildiği onsekiz kadar Âyet-i kerime
mevcuttur ve yedi gökten ayrı bir âlem olarak ele alınmıştır.
"De ki: Yedi göklerin Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?" (Müminun: 86)
Allah-u Teâlâ Arş'ı ihtiyaç için değil, azametini ve kudretini göstermek için yaratmıştır.
"O, çok bağışlayan, çok sevendir, şerefli Arş'ın sahibidir." (Bürûc: 14-15)
Bir kısım melekler de Arş-ı âzam'ın çevresini sarmış olup tavaf ederler, Allah-u Teâlâ'yı
övgü ve tesbih ile anarlar.
Allah-u Teâlâ'yı lâyık olmadık sıfatlardan tenzih ve meth-ü senâ ile meşgul olurlar.
22.08.2019
Sayfa 149 / 646
Yerden göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O'nun hüküm ve
idaresinin altında, andan âna, halden hâle, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve
yokoluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve
cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem
yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
Bu Âyet-i kerime, olduğu gibi Vahdet-i vücud'u tarif ettiği gibi, bütün yaratıklarını nereden
ve nasıl yönettiğini bildiriyor.
Sınırsız İlim:
En gizli halleri bilmek Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Her şeyin içyüzünü bilen ve her
şeyden haberdar olan O'dur.
"O yere gireni de, yerden çıkanı da, gökten ineni de, göğe yükseleni de
bilir." (Hadid: 4)
Bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ'nın sınırsız ilmini, her şeyi en ince teferruatıyla bildiğini
ortaya koymaktadır.
"Yere giren";
Yeryüzünün her bölgesine, yerin derinliklerine doğru inen yağmur tanesi, yağmurun her
damlası; saçılan tohum, toprağın sakladığı bitki; rahimlere akıtılan nutfe; toprağa
gömülen cesetler...
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane,
yaş ve kuru her şey Allah'ın ilmindedir." (En'am: 59)
22.08.2019
Sayfa 150 / 646
"Yere giren" ifadesi aynı zamanda sâlikin kalbine vârid olan Mârifetullah'a işaret
etmektedir.
"Yerden çıkan";
Yere saçılan tohumlardan hasıl olan bitkiler, sayıları, şekil ve keyfiyetleri; yerin
diplerinden gelen su, fışkıran kaynaklar; alevlenip püsküren volkanlar...
"Şimdi bana ekmekte olduğunuz tohum işini haber verin! Onu yerden siz mi
bitiriyorsunuz, yoksa biz mi?" (Vâkıa: 63-64)
"Gökten inen";
"İçmekte olduğunuz suyu da haber verin bana! Onu buluttan indiren siz misiniz,
yoksa biz miyiz?" (Vâkıa: 68-69)
"Gökten inen" tabiri, esmâ ve sıfat-ı ilâhiyeden gönüle doğan ledün ilmine işarettir.
"Göğe yükselen";
"Güzel söz O'na yükselir, onu da salih âmel yükseltir." (Fatır: 10)
"Yerde ve gökte eğer Allah'tan başka ilâh bulunmuş olsaydı, ikisi de bozulup
giderdi." (Enbiya: 22)
Âyet-i kerime'sinden anlaşılacağı gibi, varlıklar ister yıldızlar gibi yüksekte, ister hayvanlar
ve bitkiler gibi yeryüzünde bulunsun, binlerce seneden beri değişmez ve sarsılmaz bir
kaide ve hikmet üzere devam edegelmesi, Cenâb-ı Hakk'tan başka bir ilâh
bulunmadığına kati surette delâlet eder.
Murakaba-i Maiyyet:
Allah-u Teâlâ'nın içinde olduğunu bilen, nereye gitse O'nunladır. Allah-u Teâlâ içinde, o
kişiyi O yürütüyor. Ona O gösteriyor, ona O bildiriyor. O ise bir ten elbisesinden ibaret
oluyor. Yani sen O'nunla değilsin, O seninle. Sen O'nunla görüyorsun, O'nunla
22.08.2019
Sayfa 151 / 646
Denizin dibinde konuşuyorsun, telsizle üstteki duyuyor. Havada konuşuyorsun yine öyle.
Hiçbir ses, hiçbir kelime, hiçbir iyi ve kötü iş asla kaybolmuyor, bir taraftan zapta geçiyor.
Yaratıcı ve Yönetici:
Allah-u Teâlâ mülkünün hem yaratıcısı, hem de yöneticisidir, dilediği gibi tasarruf eder.
Çünkü ilk ve son O’dur, mutlak tasarruf sahibi de O’dur. Dönüş, kıyamet gününde
O’nadır. Yarattıkları arasında dilediği gibi hüküm verecek, herkes yaptığının karşılığını
görecektir.
Gece ve Gündüz:
Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı
andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.
Günün aydınlığı yavaş yavaş azalmaya başladığında, gecenin karanlığı artmaya başlar,
sonunda da tamamen karanlık bastırır. Gecenin sonuna doğru ise, ufukta önce hafif bir
aydınlık meydana gelir, ortalık yavaş yavaş aydınlanmaya başlar.
Bu durum zamanın akışını, ömürlerin geçişini gösterdiği gibi; bütün değişikliklerin O’nun
hükmüyle cereyan ettiğini de ispat etmektedir.
22.08.2019
Sayfa 152 / 646
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmeyi imanın iki rüknünden biri yapmış,
“Lâilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirmiş, ona inanmayan
kişinin müslüman sayılmayacağını belirtmiştir.
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile müslümanları Allah’a ve Resul’üne gönülden iman
etmeye, hakiki imanı kalplerine yerleştirmeye çağırmaktadır.
Mülkün asıl sahibi olan Allah-u Teâlâ, insanları yeryüzüne halife tayin etmiş ve onlara
nimetlerini lütfetmiştir. Mal ve mülkün nesilden nesile kuşaktan kuşağa miras yolu ile
geçtiği, herkesin bunlara vekil olarak bir süre sahip olduğu malumdur. Öyleyse mülk
sahibinin, kendilerine verdiği şeylerden bir kısmını infak etmesi gerekmektedir.
"Sizden önce geçenlerin ardından Allah'ın size infak için yetki verdiği şeylerden
sarfedin." (Hadid: 7)
Bu Âyet-i kerime kişinin mal ve mülküne daha sonra başkalarının halef olacağına işaret
etmektedir. O elindekilerine nasıl başkalarından miras olarak sahip olduysa, başkaları da
kendisinden miras olarak alacaklardır.
Şu kadar var ki sağlık hayatında Allah yolunda O'nun rızâsı mucibince sarfiyatta
bulunursa, ahiret hayatında mükâfatını bulur. Eğer böyle yapmazsa, malının hakkını
vermezse cezasını bulacağı şüphesizdir.
Vârisleri de o malı Yaratan'a itaat yolunda kullanırlarsa hem ölen hem kalan için iyiliğe
vesiledir. Yaratan'a isyan yolunda kullanırlarsa, o da onların bu isyanlarını desteklemiş,
günah yüklenmeleri hususunda vârislerine yardımcı olmuş olur.
“İçinizden iman edip de infak eden kimselere büyük mükâfat vardır.” (Hadid: 7)
İlâhî emre uydukları için Allah-u Teâlâ’nın vaadine ereceklerdir. Bu mükâfat hem dünyaya
hem de ahirete şâmildir.
Âyet-i kerime’de bir müslümanın cihad için malını sarfetmesi, imanın bir gereği, ihlâsının
alâmeti olarak gösterilmiştir.
Peygamber Dâveti:
22.08.2019
Sayfa 153 / 646
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin dâvetine uymayıp Zât-ı
kibriyâ'sına iman etmeyenleri kınamakta ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber sizi Rabbinize iman etmeye çağırdığı halde ne diye Allah'a iman
etmiyorsunuz?" (Hadid: 8)
Halbuki o sizin aranızda bulunmakta ve doğrudan doğruya ilâhî vahyi beyan etmektedir.
İslâm'ın gerçek bir din olduğuna dair delil ve belgeleri açık açık ortaya koyuyor, sizi en
kuvvetli hüccetlerle irşad etmeye çalışıyor, dünya saâdetine ahiret saâdetine ermenizi
istiyor.
Allah-u Teâlâ âlem-i ervahta kullarından ahd ve misak almıştı. "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?" sualine "Evet, sen bizim Rabbimizsin!" diye itirafta bulunmuş, kesin söz
vermiştiniz.
Allah-u Teâlâ iman etmeyenleri tevbih ettikten sonra, iman edenleri küfür karanlığından
iman aydınlığına çıkaracağını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
Şu halde size düşen o apaçık âyetlere sımsıkı sarılarak yola koyulmak ve o yolda sebat
etmektir.
Zira doğru yolu bulmanız için size iman kabiliyeti vermiş, kitaplar indirmiş, peygamberler
göndermiş, sizi imana dâvet etmiştir.
Gerçek Vâris:
Allah-u Teâlâ müminlerin kurtuluşa ererek cennet-i âlâ'ya girmelerini sağlayacak olan
sadaka ve infaka riayet etmeyen ümmetin halini hayret ifadesi ile şöyle ferman
buyurmaktadır:
"Ey müminler! Size ne oluyor ki, Allah yolunda infakta bulunmuyor, mallarınızı
sarfetmiyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası zaten Allah'ındır." (Hadid: 10)
Servet sahiplerinin Allah yolunda infak hususunda gevşek davranmaları cidden üzüntü
vericidir.
Mülkün gerçek sahibi Allah-u Teâlâ'dır, mal ve mülk O'nundur. İnsanlar O'nun mülkünde
O'nun verdiği güç ve kudretle, akıl ve idrakle hayatlarını idame ettirmektedirler.
Binaenaleyh O'nun yolunda infakta bulunmaları gerekir. Uğrunda infak edilen zat,
göklerin ve yerin sahibi olan Allah'tır.
Âyet-i kerime'de:
22.08.2019
Sayfa 154 / 646
O'na inanan ve tevekkül eden kimse infak eder, mali sıkıntıya düşme korkusu ile Allah
yolunda sarfetmekten kaçınmaz. Bilir ki o sarfettiğini Allah-u Teâlâ tekrar yerine
koyacaktır.
"Sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine daha iyisini verir." (Sebe: 39)
Âyet-i kerimesi mucibince çok geçmeden Allah-u Teâlâ geride kalanlara mal ve itibar
bahşetmiştir.
İnfak:
Allah-u Teâlâ infak etmeyenleri kınadıktan sonra Mekke’nin fethinden önce infak etmenin,
fetihten sonra yapılacak infaktan hayırlı olduğunu şöyle beyan buyuruyor:
“İçinizden fetihten önce infak edenler ve savaşan kimseler, daha sonra infak eden
ve savaşanlarla bir değildir.” (Hadid: 10)
Elbette öncekilerin dereceleri daha yüksektir. Çünkü Fetih’ten önce müslümanlar büyük
bir darlık içinde idiler, sayıları azdı. Fetihten önceki infak ve cihatta daha büyük fedakârlık
bulunduğu için mükâfat da pek fazladır. Fetih’ten sonra Allah-u Teâlâ İslâm’ı güçlendirdi,
insanlar bölük bölük İslâm’a girdiler.
22.08.2019
Sayfa 155 / 646
Her iki kısım da mükâfatı haketmiştir ve fakat birinin mertebesi diğerinden üstündür.
Çünkü onlar en nazik durumlarda Allah yolunda canlarını bile tehlikeye attılar, mallarını
çekinmeden sarfettiler.
Her ne kadar dereceleri farklı bile olsa, hepsi de en güzel olanı seçmişlerdir. Farklılığa
rağmen hepsine de güzel mükâfat verilecektir.
Karz-ı Hasen:
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u
Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak
vasıflandırmaktadır:
“Kim Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat
kat artırır.” (Hadid: 11)
İnfakın Karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli
verilmesi, riyâ karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi,
verilirken başa kakılmaması şarttır.
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun
karşılığını kat kat iâde edeceğini vadetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine
saâdet ve selâmet verir. Ahirette ise mükâfat olarak birçok sevaplar ihsan buyurur, ecrini
kat kat artırır.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu Âyet-i kerime nâzil
olunca Ensar’dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh- “Yâ Resulellah! Allah gerçekten
bizden borç mu istiyor?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca “Yâ Resulellah! Elini
bana göster.” dedi ve Resulullah Aleyhisselâm’ın elinden tutarak “Bahçemi Rabbime
borç olarak veriyorum.” buyurdu.
Bahçesinde altıyüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, âile fertleri de orada kalıyorlardı.
Yanlarına gelerek “Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabbime
borç verdim.” dedi. Âilesi ise sevincini belirterek “Çok kârlı bir alış-veriş
yapmışsın!” cevabını verdi ve vakit kaybetmeden başka bir yere taşındı.
22.08.2019
Sayfa 156 / 646
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için
sarkıtmış bulunuyor.” (İbn-i Kesir)
Müminlerin Nuru:
Müminlere ahirette amellerine göre nur verilecek, yüzleri de gece karanlığındaki ayın
parlaklığı gibi parlayacaktır. Bu nur dünyada kazanılır, dünyadan ahirete intikal eder.
Bu nur sadece müminlere mahsustur. Kâfirler dünyada iken nasıl ki karanlıklar içinde
yaşamışlarsa, orada da karanlıklar içinde kalacaklardır.
Cennetle müjdelenen bir insan için artık hiçbir endişe kalmaz. Bu ne büyük bir saâdettir.
“Ey Allah’ım! Kalbime bir nur ver, kabrime bir nur ver, önüme bir nur arkama bir
nur ver, üstüme bir nur altıma bir nur ver, kulağıma bir nur gözüme bir nur ver,
saçıma bir nur ver, derime bir nur ver, etime bir nur kanıma bir nur ver, beynime bir
nur kemiklerime bir nur ver!
Ey Allah’ım! Nûrumu büyült, bana bir nur ver, benim için bir nur yarat!” (Tirmizi)
Münafıkların Nursuzluğu:
“O gün ki, erkek münâfıklarla kadın münâfıklar, iman edenlere: ‘Bize bakınız,
nurunuzdan alalım!’ diyeceklerdir.” (Hadid: 13)
22.08.2019
Sayfa 157 / 646
Siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeye sebep arardınız. Şimdi dönebilirseniz
dönün dünyaya da bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak yoktur.
Müminler onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk’a dâvet edip,
dalâletten kurtarmak istedikleri halde; onlar müminlerin inançlarıyla, ibadetleriyle hep alay
etmişler, alaya eğlenceye almışlardı, şimdi ise alay etme sırası müminlere geldi.
“Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapalı bir sur
çekilir.” (Hadid: 13)
Kıyamet gününde müminlerle münâfıkların arasını ayırmak için bir sur konulur. Müminler
oraya varınca kapısından girerler, kapı kapanır ve münâfıklar surun arkasında karanlık ve
azap içinde kalırlar. Öyle ki onlar kapının öte tarafına aslâ geçemezler. Kapının içi cennet
tarafına baktığı için rahmettir, dışı ise cehennem tarafına baktığından dolayı azaptır.
“Münâfıklar müminlere: ‘Biz sizinle beraber değil miydik?’ diye seslenirler.” (Hadid:
14)
Biz de kelime-i şehadet getirmemiş miydik? Sizin gibi camiye gitmiyor muyduk, namaz
kılmıyor muyduk, oruç tutmuyor muyduk? O halde aramızdaki bu fark nereden geliyor?
“Müminler de derler ki: ‘Evet amma, siz kendinizi aldattınız.’” (Hadid: 14)
Müslüman gibi göründüğünüz halde münafıklık yaptınız. İslâm ile küfür arasında
bocalayıp durdunuz. Gerçekten iman etmediniz, İslâm’a hiçbir zaman gönülden
bağlanmadınız. Nurdan tiksindiniz, zulmeti tercih ettiniz. Sonunda da sapıklıkta kaldınız.
Kendi elinizle kendinizi ateşe attınız, helâk oldunuz.
Allah-u Teâlâ’nın dilediği şekilde bir türlü inanamadınız, ilâhi hükümleri hep hafife aldınız,
kendi arzu ve heveslerinize göre hareket ettiniz. Bunun içindir ki hiçbir zaman müminlerle
beraber olmadınız.
“O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip
çattı.’” (Hadid: 14)
22.08.2019
Sayfa 158 / 646
“Bugün artık sizden de inkâr edenlerden de fidye kabul edilmez.” (Hadid: 15)
Sizin gibi gizlice değil, açıkça inkâr edenler de cehennem odunu olacaklardır. Orada
kâfirlerle beraber olacaksınız. Kurtuluşu hiçbir zaman ümit etmeyin. Kendinizi kurtarmak
için ne kadar kurtuluş bedeli verecek olsanız kabul edilmez.
Dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı dost ve yardımcı edinmediniz. Şimdi artık yardımcınız
cehennemdir. İşte size lâyık olan en uygun cezâ!
İntibaha Dâvet:
Allah-u Teâlâ gaflet içinde yaşayan müminleri Âyet-i kerime’sinde uyanmaya dâvet
ediyor. Zikrullah ile ve Kur’an-ı kerim ile kalplerinde Allah korkusunun tecelli etmesini
tavsiye ediyor.
“İman edenlerin zikrullah için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ
gelmedi mi?” (Hadid: 16)
Müminlerin, kalplerini Allah’ın zikrine vermeleri ilâhi bir emirdir. Kalplerin Allah’tan gafil
olma tehlikesinden korunması ancak zikrullah ile mümkündür. Zikrullah, kalplerin
yumuşaması için bir sebeptir.
Çünkü Kur’an-ı kerim hem bir zikir bir hatırlatma, hem de bir öğüttür. Gerçek bir müminin,
onun emir ve yasaklarına riayet etmesi, ilâhi hükümlere göre hayatını düzenlemesi
gerekir.
“Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar.” (Hadid: 16)
Çünkü onlar aradan geçen uzun zamanda ellerinde bulunan Allah’ın Kitab’ını değiştirdiler
ve onu az bir dünyalık karşılığında sattılar. Hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka
22.08.2019
Sayfa 159 / 646
rabler edindiler. Hak ve hakikatı bırakıp bâtıla yöneldiler, sıradan insanların peşlerine
takıldılar.
Onlarla peygamberleri arasında zaman geçti, ardı arkası kesilmeyen arzular peşine
düştüler. Kendilerine katılık ve duygusuzluk hâkim oldu. Tevrat ve İncil’i okuyup
dinlediklerinde hâsıl olan haşyetullah kayboldu. Kalpleri taş gibi, hatta daha da katılaştı.
Artık onların kalpleri hiçbir öğüdü kabul etmez ve hiçbir tehdit sebebiyle de kalpleri
yumuşamaz.
Müminler Mekke döneminde daha gayretli ve daha bağlı idiler. Medine-i münevvere’ye
hicret ettiklerinde bolluk ve rahata kavuştular. Bunun üzerine kalbî hassasiyetlerini biraz
kaybettiler. Bunun üzerine bu Âyet-i kerime indi ve Allah-u Teâlâ tarafından azarlandılar.
Bu Âyet-i kerime Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in huzurunda okunmuştu. Yemame
halkından bir grup da orada bulunuyordu, alabildiğine ağladılar.
Kalplerin Canlanması:
Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir
mucizedir ve bu mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.
Hiç şüphe yok ki kuru toprağı su ile dirilten Allah-u Teâlâ, mânevi hayattan mahrum kalan
kimselerin ölü kalplerini de Zikrullah ve Kelâmullah vasıtası ile diriltiyor.
Zamanın uzaması ile kalp katılığına düşmemek için Zikrullah’a ve Kelâmullah’a sımsıkı
sarılırsınız.
22.08.2019
Sayfa 160 / 646
Sadaka:
Allah-u Teâlâ sadaka veren erkek ve kadınların nâil olacakları sevapları Âyet-i
kerime’sinde haber vermektedir:
“Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah’a güzel bir ödünç
takdiminde bulunanlara, verdikleri kat kat artırılır.” (Hadid: 18)
Onlar Allah-u Teâlâ’nın rızasını gözeterek sırf onu elde etmek için samimi bir niyetle
infakta bulunurlar, hiç kimseden de herhangi bir karşılık beklemezler.
Önceden kendileri için takdim ettikleri her şey, o gün yine kendilerine takdim edilecektir.
Dünyada iken sakladıkları şeylerin en hayırlısı bunlardır.
Allah-u Teâlâ ihtiyaçtan münezzeh olduğu halde “Borç istemek” zâtına izafe edilmiştir. Bu
sadece sadakayı teşvik içindir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir bayram günü cemaate vaaz ve nasihatte bulunmuş, daha sonra kadınların
yanına giderek onlara da vaaz ve nasihatta bulunarak:
“Çünkü sizler hâlinizden çok şikayet eder, kocalarınızın nimetine karşı küfranda
bulunursunuz.”
22.08.2019
Sayfa 161 / 646
Öyle ki büyük bir miktar toplandı. Resulullah Aleyhisselâm onları fakir müslümanlara
dağıttı.
Bu Hadis-i şerif’te kadınların sadaka vermeye daha muhtaç olduklarına işaret vardır.
Şehitler ise, Allah yolunda çekinmeden canlarını fedâ eden mücahidlerdir. Şehitlerin
cennetlik oldukları müjdelenmiştir.
Mükâfat nurla beraber olduğu zaman tamam olur. Bu onlara düşen bir paydır ve dünyada
iken kendilerine verilmiştir. Ahirete göçtükleri zaman ellerinde hazır bulurlar, önlerinde ve
sağlarında koşar durur.
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve
geçicidir.
Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret
terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana
çıkar.
“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür.” (Hadid: 20)
22.08.2019
Sayfa 162 / 646
oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç
edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.
“Aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden
ibarettir.” (Hadid: 20)
Bu dünya hayatı, “Ben filânın oğluyum!.. Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve
kibirlenmedir.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti
kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye
vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
“Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.” (Hadid: 20)
Yağmur sonrası biten bitkiler, nasıl ki ekincilerin hoşlarına gidiyorsa; kâfirler de dünya
hayıtını geçici güzelliklerinden o derece hoşlanırlar, gel-geç sevdalara oldukça
düşkündürler.
“Ki, sonra kurur sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.” (Hadid: 20)
İşte dünya hayatı da böyledir. İnsan gençlik döneminde canlı olur, sonra orta yaşlılığa
geçer, kuvvetten düşmeye başlar, daha sonra yaşlanır, hareketleri tamamen azalır,
sararıp solar.
“İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise,
Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.” (Hadid: 20)
Dünya hayatına düşkünlüğün neticesi acı bir azaptır. Ahireti dünyaya tercih edenler ise
büyük bir mağfirete kavuşacaklar, bunun da üstünde Allah-u Teâlâ’nın rızâsına
ereceklerdir. Bu öyle bir hoşnutluk ki, değeri hiçbir şeyle ölçülemez.
“Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid:
20)
Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan
ibarettir.
Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de
meyilleri ve gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.
İlâhî Dâvet:
22.08.2019
Sayfa 163 / 646
Bu beyan-ı ilâhî cennetin büyüklüğünü zihinlere yerleştirmek için verilen bir temsildir.
Çünkü insanların gözünde yer ve gökten daha geniş bir şey olmadığından, Allah-u Teâlâ
o büyüklüğü kullarına tarif etmek için yerle göğün genişliği ile teşbih buyurmuştur.
Binaenaleyh yeri ve göğü yaratan Allah-u Teâlâ onların genişliğinde veya daha geniş
cennetleri yaratmaya elbette kâdirdir.
Cennet ve cehennem hâlen mevcuttur. Bulundukları yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir.
Cehennem kâfirler için hazırlandığı gibi, cennet de müminler için hazırlanmıştır.
Rum kralı Herakl’in elçisi “Sen genişliği yer ve gökler kadar olan bir cennete çağırıyorsun.
O halde cehennem nerede?” diye Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e
sorduğunda şöyle buyurmuşlar:
Cennet son derece büyüktür. Milyonlarca insanları ilelebed barındırıp, huzur ve sükuna,
rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek
imkânsızdır.
Böylesine geniş ve ferah cennete ve mağfirete nail olmak; hiç şüphesiz ki Allah’a ve
Peygamber’ine dosdoğru iman etmek, sevapları ve dereceleri elde etmeye vesile olan
itaatları işlemek, haramları terketmekle olur.
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Hadid: 21)
Öyle bir ikram, öyle bir ihsandır ki; hiçbir kimse kendi gayreti ile hak kazanamaz. Bu
karşılıksız lütuf olmadıkça hiçbir kimse aslâ cennete giremez.
Büyük lütuf sahibi oluşu sebebiyledir ki, mümin kullarına bu ulvî makamları
bahşedecektir.
Kaza ve Kader:
Kaza ve kadere inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, fayda ve zarar,
kazanç ve ziyanların hepsinin; Allah-u Teâlâ’nın takdiri ile, tertibiyle, dilemesi ve
yaratması ile meydana geldiğine inanmak demektir.
Kader ve takdir; bir şeyi belirli bir ölçüye göre yapmak, plânlamak, tayin etmek demektir.
Sınırlama, ölçü, miktar, emir ve hüküm mânâlarına da gelir.
İslâm dini’ne göre; Allah-u Teâlâ’nın ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak
şeylerin yerini ve zamanını, en ince teferruatına varıncaya kadar her şeyi ezelî ilmi ile
bilip takdir etmesine kader denir.
Allah-u Teâlâ’nın ezelde irade ve takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince Levh-i
mahfuz’da yazıldığı şekilde meydana getirmesine de kaza denir.
22.08.2019
Sayfa 164 / 646
“Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu
yaratmadan evvel, bir Kitap’ta yazılmış olmasın.” (Hadid: 22)
Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ’nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî
ilminde yazılmış bir takdiridir.
Kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz’da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt,
üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır,
üzerindeki yazıyı silemezler.
Yarattığı mahlukatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O’na güç değildir.
Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket etmelidir. İbtilâlara karşı
kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerekse tatlı
hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası vardır.
Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak üzüntü duysalar
da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kendilerini kaptırmazlar.
Hepsinin Hakk’tan indiğini ve nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde
de gönlünü Allah-u Teâlâ’nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.
“Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam, olmayan bir iş için
‘Keşke olsaydı!’ dememden bana daha sevimli gelir.”
Her nimet ve musibetin kader neticesini bilen bir kimse, kaybettiğine fazla üzülmez, elde
ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların pek yakında yok olmasını takdir edebilir.
Elden çıkan düşünmekle geri gelmez, elde edilen de sevinmekle devam etmez.
Çünkü dünyadaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse bununla başkalarına karşı
övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.
Kendini beğenip nefsine güvenen kimse Rabbine ihtiyaç hissetmez. Allah-u Teâlâ da onu
kendi haline bırakır. Daha o zaman imtihanı kaybetmiş olur.
Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni
olan Allah-u Teâlâ Hazretlerine yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü
Âlâ’dan istemelidir.
Hayır ancak Allah-u Teâlâ’nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de ancak O bilir. Biz iyilikleri
O’ndan isteyeceğiz. Her şey O’nun takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.
22.08.2019
Sayfa 165 / 646
Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet ışıklar yanınca
bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın başından, herkesi hayretler içinde
bırakan bir çok hadiseler geçer. Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz.
Olmadığına göre telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.
Kul bütün iyiliklerini Hakk’tan bilecek, kötülüklerini ise kendi nefsinden. Kula düşen budur.
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ’ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma
gücünü ortaya koymaktır.
Bir mühim husus da şudur ki; enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram hazeratının şefaatlarını
temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ’dan
niyaz etmek de O’na olan merbudiyete, O’nun takdirine teslimiyete mâni değildir.
Cimrilik:
Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli
yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzümsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak
derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.
“Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyuruyor.
(A’raf: 31) (Bakınız: En’am: 141)
İsraf kelimesi; aşırı derecede cimriliği ve aşırı derecede harcama yapmayı, yemede ve
içmede helâl sınırından haram sınırına geçmeyi ihtiva etmektedir. Allah-u Teâlâ helâl ve
haram kıldığı hususlarda haddi aşanları sevmez.
“Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah zengindir, hamda lâyıktır.” (Hadid: 24)
Kişilerin yüz çevirmeleri ile O’na zarar vermediği gibi, zarar onların kendilerine âittir,
ihtiyaç da kendilerinindir.
22.08.2019
Sayfa 166 / 646
Allah-u Teâlâ kullarını en doğru yola yönlendirmeleri için zaman zaman peygamberler
göndermiştir:
Her birini göz kamaştırıcı mucizelerle, mağlup edilemeyen kesin delillerle desteklemiş,
beşeriyetin hakiki rehberleri yapmıştır. Hepsi de aynı yolun yolcularıdırlar.
Evde, sokakta, çarşıda, pazarda, mahkemede... kısacası her yerde, adalet söz ve
hareketlerimizin temeli olmalıdır. Baba çocuklarına, âmir memuruna, muallim talebesine,
esnaf müşterisine karşı adaletli davranmalı, kimse kimsenin hakkına tecavüz etmemelidir.
Adalet kelimesi Kur’an-ı kerim’de ve Hadis-i şerif’lerde; eşitlik, denklik, düzen, dürüstlük,
tarafsızlık, gerçeğe uygun olarak hükmetme, hak sahibine hakkını verme, meydana gelen
haksızlığı düzeltme, haksızlık yapanı cezalandırma, haksızlığa uğrayanların yanında
olma, doğru yolu izleme, iyiliğe iyilikle karşılık verme, zarar vermeyene zarar vermeme,
görevini yerine getirme ve hakkını alma, her işi ehline verme, borcunu verme, alacağını
isteme... gibi mânâlarda kullanılmıştır.
“Biz demiri de indirdik. Onda çetin bir sertlik ve insanlar için faydalar
vardır.” (Hadîd: 25)
Demirin indirilmesi, yaratılması mânâsında kullanılmıştır. Allah-u Teâlâ demiri bol bol
yaratmış, varlığını haber vermiş, kullanılmasını öğretmiştir. İğneden ipliğe kadar hiç bir
sanat yoktur ki, onda demirin hizmet ve katkısı bulunmasın. Bugünkü medeniyet demir
üzerine kurulmuştur. Demirin insanlığa hizmeti, altından çok daha fazladır.
22.08.2019
Sayfa 167 / 646
Tâ ki İslâm bahadırları, o demirden yapılmış silâhlarla Allah’ın dinini yüceltmek için cihad
etsinler. Böylece kimin Allah’ın dinine ve peygamberlerine yardım edeceği bilinmiş olsun.
Hiç kimsenin yandımına muhtaç değildir. Yok etmek istediğini yok edecek güce ve
azamete sahiptir.
Bu iki büyük peygamberin soyundan bazı sâlih kişiler gelmekle beraber, soylarının çoğu
kendi kabiliyetlerini suistimal ederek sapıklığa düşmüşlerdir.
Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendisine açıktan açığa
zulmedenler de olacak.” (Saffat:113)
Herkes kendi amelinden mesuldür, fâsık kimsenin mesuliyeti kendisine âittir. Babası
buna sebebiyet vermemişse, bundan mesul olmaz. Ancak sâlih evlâda sahip olmak için
elden geldiği kadar çalışmalı ve bunun için Allah-u Teâlâ’ya niyaz etmelidir.
22.08.2019
Sayfa 168 / 646
“Onlardan kimi doğru yoldadır, içlerinden bir çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadîd:
26)
Bu iki büyük peygamberin soyundan bazı sâlih kişiler gelmekle beraber, soylarının çoğu
kendi kabiliyetlerini suistimal ederek sapıklığa düşmüşlerdir.
Her asırda Hakk dine uyanlar, hidayet yolunu kabul edenler azınlıkta kalmış; bâtıla
uyanlar, dalâleti seçenler ise çoğunluk olmuştur.
“Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik ve ona İncil’i verdik.” (Hadîd: 27)
Allah-u Teâlâ ona, içinde Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine dair müjde bulunan
İncil’i indirmiştir.
İsa Aleyhisselâm çok yumuşak kalpli ve merhametli olduğu için, onu takip edenler de
aynı şekilde mahlûkata karşı yumuşak ve merhametli davranıyorlardı. Birbirlerini
sevmeleri dolayısıyle, bu onlara Allah-u Teâlâ tarafından bir övgüdür.
Allah-u Teâlâ’nın dininde O’nun emretmediği ruhbanlığı ortaya attılar ve ona göre
yaşamaya kendilerini zorladılar. Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak uğruna nefislerine
vacip kıldıkları şeyin hakkını da veremediler, hiç birisi verdikleri sözün icabına uymadılar,
böylece dalâlete düştüler.
İsa Aleyhisselâm’ın haber verdiği Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini tasdik eden sâlih
kimseleri kat kat sevaplara kavuşturduk.
“Onların izleri üzerine arkalarından Meryem oğlu İsa’yı, ondan önce gelmiş bulunan
Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik.” (Mâide: 46)
Aslında İncil, daha önce gelmiş bulunan Tevrat’ı tasdik edici olarak gelmiş ve bazı küçük
değişikliklerin dışında kalan hususlarda Tevrat’ın getirdiği ahkâma dayanmıştır.
22.08.2019
Sayfa 169 / 646
“Ve ona, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önündeki Tevrat’ı tasdik eden İncil’i
sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik.” (Mâide: 46)
İncil Tevrat’ı doğrulayıcıdır, onunla çelişen bir kitap olarak indirilmemiştir. Allah-u Teâlâ
İncil’i yol gösterici, nurlandırıcı ve öğüt olarak göndermiştir.
İsrailoğulları İsa Aleyhisselâm’ı müşkül durumda bırakmak için, peygamber olduğuna dair
mucize istediler. Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’ın risalet ve nübüvvetini
tasdik ve teyid etmek için ona parlak ve üstün mucizeler ihsan buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem’i olan Muhammed Aleyhisselâm’a imanı, Tevhid’in iki
rüknundan biri yapmıştır. Adını adı ile beraber almış, onun hoşnutluğunu kendi
hoşnutluğu ile bir tutmuştur. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra“Muhammedün
Resulullah” ünvanını getirmiş; ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını, iman
etmemiş olacağını belirtmiştir. Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah
Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez.
“Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince
iman etmiş olur.
“Ey inananlar! Allah’tan korkun ve Peygamber’ine inanın ki; size rahmetini iki kat
versin.” (Hadîd: 28)
Hak ile bâtılı ayıracak, basiret sahibi yapacak, körlükten ve cehaletten kurtaracak bir
hidayet versin.
Bu nur ledünnî bir lütuftur, cennet-i âlâ’ya varıncaya kadar müminlerin üzerinde
yürüdükleri aydınlık yoldur.
Ahiretteki nur ise 12. Âyet-i kerime’de belirtilen nurdur. O gün mümin erkeklerle mümin
kadınların nurları önlerinde ve arkalarında koşacaktır.
22.08.2019
Sayfa 170 / 646
Kitap ehlinden olan yahudiler Allah-u Teâlâ’nın lütfunun Musa Aleyhisselâm’a has
olduğunu, ona verilenlerin benzerinin başkasına verilmediği görüşündedirler. Yine ilâhî
lütfun kavim olarak sadece kendilerini kuşattığını ve kendilerinin bir benzerinin hiçbir
ümmete verilmediğini sanarlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde lütuf ve keremin kudret elinde olduğunu, onu dilediği
kuluna vereceğini beyan buyurmaktadır:
“Böylece kitap ehli bilsin ki, Allah’ın lütfundan hiç bir şey elde edemezler.” (Hadîd:
29)
Müslüman olmayan ehl-i kitap çok iyi bilsin ki, belirtilen bu lütuflardan hiçbirini elde
edemezler, etmeleri de mümkün değildir. Çünkü bu lütuflara ermek için Muhammed
Aleyhisselâm’a inanmaları şarttır.
Ebu Musa el-Eş’arî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
İşveren onlara;
22.08.2019
Sayfa 171 / 646
Onlara;
‘Kalan yarım günü çalışın, eskilere vereceğim tam gündeliği size vereceğim.’ dedi.
İş sahibi;
‘Az vakit kaldı, çalışınız ücretinizi alınız.’ demişse de dinlemediler. Adam başka
işçiler tutarak;
Bu Hadis-i şerif’te ehl-i kitabın daha uzun ömürlü, daha çok çalışıp daha az ücretli
olduğuna, bu ümmetin ise daha kısa ömürlü fakat daha çok kazançlı olduğuna, ayrıca
verilen mükâfatın hak etmeye göre olmadığına işaret vardır. Allah-u Teâlâ dilediğine
dilediğini verir.
Kalem sûre-i şerif’i gibi, Mekke-i mükerreme döneminin başlarında ilk nâzil olan Sûre-i
şerif’lerin arasındadır. Elli iki Âyet-i kerime, dört yüz seksen kelime ve bin elli altı harften
müteşekkildir.
İsmini ilk Âyet-i kerime’deki “Hâkka” kelimesinden alır. “Hak, hukuk, her şeyin ortaya
çıkacağı gün, meydana gelmesi gerekli olan saat.” mânâsına gelen bu kelime, önceden
haber verilen bir musibetin başa gelmesiyle ilgili olarak kullanılır. Kıyamet gününde
22.08.2019
Sayfa 172 / 646
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle ahiret âlemi hakkında insanları uyararak onları imana ve tedbirli
olmaya yöneltmektedir.
İki bölümden meydana gelmiş olup, otuz yedinci Âyet-i kerime’ye kadar; Âd, Semûd,
Firavun ve Lût kavimlerinin “Hâkka”ya uğradıkları, Peygamberler’i yalanlamaları
sebebiyle helâk edildikleri haber verilmektedir.
Sûr’a üfürüldüğü zaman dünyanın harap olması, dağların darmadağın edilmesi, göklerin
yarılması gibi korkunç durumların meydana gelmesi gözler önüne serilmektedir.
Arşını sekiz meleğin taşıdığı Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde herkesin hesaba
çekileceği o müthiş günde; mümine kitabının sağ tarafından verileceği, kâfire ise sol
tarafından verileceği, kendisine zillet ve horluk isabet ettirileceği, ne kadar zavallı
olacakları, âciz ve yardımcısız kalacakları anlatılmaktadır.
İkinci bölüm ise; otuz sekizinci Âyet-i kerime’den Sûre-i şerif’in sonuna kadar, Kur’an-ı
kerim’e yapılan iftirâlara cevap mahiyetindedir.
Görülen ve görülmeyen ilâhî kuvvetlere yemin edilmekte; Kur’an-ı kerim’in sıradan bir söz
olmadığı, âlemlerin Rabb’inden gelen bir vahiy olduğu, ona bilmeden “Şâir sözü” veya
“Sihirbaz sözü” demenin yanlışlığı ortaya konulmaktadır.
Kur’an-ı kerim’in takvâ sahipleri için bir öğüt, kâfirler için bir iç yarası olduğu belirtildikten
sonra onun şiir, kehânet, zan ve tahmin cinsinden bir bilgi olmayıp saf bir hakikat olduğu
ifâde edilmektedir.
Allah-u Teâlâ’nın ism-i şerif’ini tenzih ve tesbih etmeyi, O’nu saygı ile anmayı emreden
Âyet-i kerime ile sona ermektedir.
22.08.2019
Sayfa 173 / 646
Tam o sırada: ‘O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 41) âyetini
okudu.
Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı, işte o günden sonra İslâm sevgisi
gönlümde yer etmeye başladı.” (Ahmed bin Hanbel)
Her bir iyilik ve kötülüğe, doğruluk ve eğriliğe ceza ve mükâfatın hak olduğu zaman
kıyamet günüdür. Bütün yapılanların içyüzü o gün ortaya çıkar.
İman esaslarından olduğu için bütünüyle inanmak gerekmektedir. Kıt akıllı, kısır
düşünceli kimseler, kıyameti tasdik etmezler, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederler,
yalan-yanlış fikirlerinde ısrar edip dururlar.
Allah-u Teâlâ Mekke kâfirlerine, onların şahsında bütün beşeriyete hatırlatmak ve onları
korkurtmak için, kıyameti yalanlayanların başlarına gelen felâketleri anlatarak Âyet-i
kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:
Yalanladılar da ne oldu?
“Bu yüzden Semud kavmi tâğıye (pek korkunç bir ses) ile helâk edildiler.” (Hâkka:
5)
22.08.2019
Sayfa 174 / 646
Artık tartışma bitmiş, ceza zamanı gelmişti. Allah-u Teâlâ kasırga şeklinde bir rüzgar
halketti.
“Âd kavmi de uğultulu, önünde durulmaz bir rüzgarla yok edildiler.” (Hâkka: 6)
Öyle ki bu şiddetli rüzgâr çadır ve buna benzer eşyaları birer çekirge gibi gök ile yer
arasında uçuruyordu. Rüzgârın bu dehşetini gören halk, bunun bir azap olduğunu
anladılar. Dışarıda durabilmek imkânını göremeyince sağlam diye bildikleri evlerine ve
dağları yontarak yaptıkları meskenlerine kapandılar.
Bu fırtınalı rüzgârın girmediği ve harap etmediği yer yoktu. Dev ağaçları köklerinden
söküp deviriyor, evlerin kapılarını ve pencerelerini uçuruyor, içindekileri önüne katıp
savuruyor, herşeyi darmadağın ediyordu.
“Allah onu yedi gece sekiz gün ardarda onların üzerine musallat etti.” (Hâkka: 7)
Korkunç bir ses çıkararak vadiyi kaplayıp gelen bu şiddetli rüzgâr Âd kavmi üzerine hiç
durmaksızın esmiş, sekiz gün sonra onlardan ölmedik tek fert bırakmamıştır.
“Âd kavminin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine kasıp kavuran
rüzgârı göndermiştik.” (Zâriyât: 41)
Bu fırtınalı kısır rüzgâr estikçe esiyor, yağmur yerine felâket ve ölüm getiriyor, herşeyi
toza çeviriyordu.
“Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.” (Zâriyât: 42)
Allah-u Teâlâ “Kahhar” sıfatı ile tecellî edince, azabı ve hükmü inince; ne kaba kuvvetin
bir yararı olur, ne de tedbirin bir yararı olur.
“O kavmi oracıkta içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş halde
görürsün.” (Hâkka: 7)
22.08.2019
Sayfa 175 / 646
Çünkü onlar Hakk ve hakikate isyan etmekle en büyük suçu işlemişlerdi. Cezalarını da
böylece görmüş oldular.
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış kâfir kavimlerin hazin âkıbetlerini hülâsa olarak
açıkladıktan sonra inananları kurtardığını beyan ederek, yaşamakta olan müminlere
büyük bir ümit ve güven vermektedir:
“Su iyice kabarıp taştığı vakit, şüphesiz ki yüzüp giden gemide sizi biz
taşıdık.” (Hâkka: 11)
Gemileri taşımak üzere Allah-u Teâlâ’nın denizi insanların emrine vermiş olması da
O’nun yaratıcı kudretinin, ilâhî azametinin bir delilidir, ayrıca bir ibret numunesidir.
“Onların zürriyetlerini (soylarını) dopdolu bir gemide taşımış olmamız da onlar için
büyük bir ibrettir.” (Yâsin: 41)
Allah-u Teâlâ’nın Nuh Aleyhisselâm ile birlikte ona inananları kurtardığı ve Âdem
Aleyhisselâm’ın soyundan bu inanmış olanlardan başka kimsenin yeryüzünde kalmadığı
Nuh Aleyhisselâm’ın gemisi de bu gemilerin ilkidir.
Allah-u Teâlâ bu gemide Âdem Aleyhisselâm’ın zürriyetini yani Nuh Aleyhisselâm ile
ashâbını taşımıştır. Âdem Aleyhisselâm’ın onların dışındaki bütün nesli helâk olmuştur.
Nitekim kıyamete kadar bütün insanlık bu nesilden gelmektedir. Şu anda yeryüzünde
bulunan insanların esası gemide babalarının sulbünde mevcut olduğu için Allah-u Teâlâ:
“Zürriyetlerini gemide taşıdık.” buyuruyor.
Allah-u Teâlâ atalarını kurtarmış olmasına rağmen, onların sulplerinden gelen nesillerin
birçoğu şükretmesini bilmemişler, ders almamışlardır.
“Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın
diye.” (Hâkka: 12)
Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır,
kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır.
Duyan kalp, işiten kulaktır. Öyle kimseler de vardır ki dinler, dinlediklerini aklında tutar,
gönlüne sindirir. Ondan ders ve ibret alır, istikamet üzerinde bulunur.
Dünyada gelip geçen her hadisede birçok hikmetler olduğu gibi, bu hadiselerde, sonra
gelen nesiller için birçok dersler ve ibretler vardır.
Şu halde Hakk’a gönül veren bir müslümanın bu ibretli hadiselerden ders alarak nefsini
tezkiye, ruhunu tâlim ve terbiye etmeye çalışması, yolunu ve yönünü doğrultması
lâzımdır.
22.08.2019
Sayfa 176 / 646
Kıyamet Sahneleri:
Allah-u Teâlâ kıyamet koptuğu zaman dağların o muhteşem cesametleri ile beraber
köklerinden sökülüp yürütüleceğini, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılacağını Âyet-i
kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Sûr’a ilk nefha üflendiği, yer ve dağlar kaldırılıp birbirine şiddetle çarpılarak
darmadağın edildiği zaman; işte o gün olacak olur, kıyamet kopar.” (Hâkka: 13-14-
15)
O sarp kayalar, o ulu dağlar sertliklerine rağmen, ufalanır ufalanır, yumuşak kum yığını
haline gelirler. Ağırlıklarını kaybedip yerlerinden sökülerek yürütülürler, hiçbir iz
kalmamacasına kaybolup giderler.
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.
Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi
sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır. Gücünü, kuvvetini, özelliğini kaybeder,
çalkalana çalkalana yarılır.
O gün gök açılır ve kapı kapı olur, meleklerin inmesi için yol ve geçit hâline gelir.
Parçalanıp dağılan göklerin çevresinde sayısı belirsiz melekler bulunacak, Allah-u
Teâlâ’nın emriyle görev yapacaklardır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bugün için Arş’ı taşıyan meleklerin sayısının dört
olduğunu, kıyamet günü olunca Allah-u Teâlâ’nın onların yanına dört melek daha verip
onları destekleyeceğini, böylece sayılarını sekize yükselteceğini beyan buyurmuştur.
22.08.2019
Sayfa 177 / 646
‘Arş’ı kaldıran meleklerden bir melekle ilgili size bilgi vermem için bana izin verildi:
İki kulak yumuşağıyla boyun arasındaki mesafe yediyüz yıldır.’” (Ebu Dâvud.
Sünnet: 18)
Mahşer yerinde dünyada iken Kirâmen Kâtibîn meleklerinin yazdıkları amel defterleri
sualden önce herkese dağıtılır.
İyilik olsun, kötülük olsun, amellerin karşılığı verilecektir. İyilik yapmış olan kimse
mükâfatını tam alır, kötülük yapmış olan da cezasını eksiksiz alır.
O gün muhasebe günü olduğu için kâr ve zarar o günde meydana çıkar. Zarar edenler
zarar ettiklerini bilirler, lâkin bu kendilerine hiçbir fayda sağlamaz.
Her türlü itiraz, mazeret beyan etme, özür dileme kapıları kapanır. Şüpheler kalkar,
ihtilâflar giderilir, hiç kimseye haksızlık edilmez. Allah-u Teâlâ suçsuz insana ceza
vermez, iyilik yapanları da mükâfatsız bırakmaz.
“O gün siz huzura arzolunursunuz ve hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.” (Hâkka: 18)
Doğru yolu seçenlerin amel defterleri sağ ellerine verilir, yanlış yolu ve bâtılı tercih
edenlerin ise sol ellerine verilir veya arkalarından verilir. Sağ taraf veya sağ el, ferahlık ve
uğurun, feyiz ve bereketin; sol taraf veya sol el, sıkıntı ve uğursuzluğun sembolüdür.
Kıyamet gününde ise sağ tabiri, kurtuluş ve bahtiyarlığın; sol tabiri ise felâket ve
bedbahtlığın delili sayılır.
Allah-u Teâlâ’ya gönül vermiş hakiki müminler dünyada iken; öldükten sonra dirilmeye,
oradaki hesap, azap ve mükâfata inanırlardı. Mahşerde onların amel defterleri sağ
ellerine verilince, hiç şaşırmadan, gönül huzuru ile kendilerinin kurtulanlar safından
olduğunu anlarlar.
“Kitabı sağ eline verilen kimse: ‘Alın kitabımı okuyun! Ben zaten hesabıma
kavuşacağımı sezmiştim!’ der.” (Hâkka: 19-20)
Sözünde, sohbetinde hep bunu dile getiriyordu. Şimdi ise duyduğu, bildiği, yaşadığı bu
hakikatlerle karşı karşıya gelmiş durumda. İmanını gözüyle görüyor. Bahtiyarlığın
şâhikasına yükselmiş, saâdetten uçuyor. Bu mutluluğunu yakınlarına da duyurmak istiyor,
ki nâil olduğu nimete onlar da sevinsinler.
22.08.2019
Sayfa 178 / 646
Onların hâl ve şanları bizim her türlü takdirimizin fevkinde güzeldir. Uğur ve bereketleri
gerçekten de gıpta edilecek bir durumdur. Nâil olacakları nimetlerden dünyada haber
vermek mümkün değildir.
Bunlara “Sağcılar” mânâsına gelen “Ashâb-ı yemin” denilir. Cennete girmeyi hak eden
ve hesapları kolayca görülecek olanlar bunlardır, sevinçleri sonsuzdur. Bu onların,
cennete girme ve onun nimetlerinden faydalanma hususunda şereflerinin yüceliğini ifâde
eder.
Amel defterini soldan veya arkadan alanlara da “Ashâb-ı şimâl” denilir. Çetin bir hesap
görecek ve cehenneme gidecek olanlar bunlardır.
Bunlar hayatın yalnız dünya hayatı olduğunu zan ve iddia ediyorlardı. “Doğarız, yaşarız,
yok olur gideriz.” diyorlardı. Yiyorlar, içiyorlar, eğleniyorlar, günlerini gün etmeye
çalışıyorlardı. Ölümden sonra diriliş, oradaki hesaba çekiliş akıllarından bile geçmiyordu.
Ne bir hazırlıkları, ne bir sermayeleri vardı. İmansızlıkları sebebiyle Allah-u Teâlâ onların
bütün iyiliklerini boşa çıkarmıştır.
Defterinin sol ele verilmesi, nereye gideceğine ve nasıl bir cezaya çarptırılacağına
işarettir. Bunu görünce açıkça rezil olmuş, artık cezadan kurtulamayacağı açıkça belli
olmuş, durumu herkes tarafından öğrenilmiş, pişmanlığı da son haddini bulmuştur.
Orada göreceği azaba göre, ölüm acısı çok çok hafif olduğundan, ölüp de bir daha
dirilmeyi ister:
Halbuki dünyada iken ölümden daha çok hiçbir şeyden nefret etmezlerdi.
Büyük bir hırsla topladığı malı-mülkü hiçbir yarar, hiçbir hayır sağlamadı.
Ömür sermayesini mal toplama, mülk edinme yolunda harcamıştı. Sahip olduğu makam
ve mevki ile gururlanıyor ve bundan büyük bir haz duyuyordu. Şimdi ise ne mal-mülk
kaldı, ne de makam-mevki kaldı. Sadece hesabını yanlış tutmanın cezası kaldı.
22.08.2019
Sayfa 179 / 646
Kâfirler için en acı gün gelmiş çatmış bulunuyor. Herkes kendi şerrine, günahına ve
sapıklığına uygun bir sıra içinde bulunur.
Cehennemin her kapısında son derece sert tabiatlı, güçlü kuvvetli ve sayılamayacak
kadar çok miktarda merhametsiz zebâniler bulunur. Taraf-ı ilâhîden zebânilere
emrolunur:
Sıcağında yansın. Çünkü o oraya müstehak olmuştu, onun son durağı cehennemdir.
“Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!” (Hâkka: 32)
Allah-u Teâlâ: “Tutun onu!” buyurduğu zaman yetmiş bin melek birden onun üzerine
yüklenir, her biri boynuna zinciri geçirmek için çalışır.
İmansızlık iliklerine işlemişti. Değil iman etmek, Yaratıcı’sının adını bile duymak
istemezdi.
22.08.2019
Sayfa 180 / 646
Ne bir acıyanı bulunur, ne de elinden tutanı bulunur. Cehennem ile kendisi arasında
hiçbir engel kalmaz.
“Ancak günahkârların yediği, kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.” (Hâkka: 36-
37)
Sadece kanlı irinle de kalmayacak, her türlü mülevves şeyleri yemek zorunda
kalacaklardır.
Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur’an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi
söylemişlerdi.
Şayet o, Kur’an-ı kerim’e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu
muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.
Kur’an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin
Rabb’inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm’a izafe edilmiştir.
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler
üzerine yemin edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor.
Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin “Dikkat edin!” mânâsına
geliyor. Gerçekten onu seven şereflidir, amma onu sevmeyen şerefsizdir. Çünkü ona o
şeref ve izzet Hakk’tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu
sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla,
şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, din kurucu bölücülerle,
türemelerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de
kahreder. Kahrından ötürü de ona çok şiddetli bir azap ile azap eder.
Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin, hükümlerine kulak verin. O ne şiirdir ne de nesirdir.
Hiçbir şiirin ve nesirin Kur’an-ı kerim’deki fesâhat ve belâğata erişmesi mümkün değildir.
22.08.2019
Sayfa 181 / 646
Allah-u Teâlâ burada ona şâir ve kâhin diyenlere cevap veriyor ve onu lütfuyla yâd
ediyor.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şâir ve kâhin olmadığını,
bizzat Zât-ı akdes’i tarafından indirilen Kur’an-ı kerim’i neşretmek için, emirlerini tebliğ
etmek için seçtiği, sevdiği bir peygamber olduğunu beyan buyuruyor.
Muhammed Aleyhisselâm onu olduğu gibi bildirmekle vazifeli ve çok şerefli bir
peygamberdir. İşte Kur’an-ı kerim’in hakikati budur.
Bu sözleri kendinden uydurup katsaydı, Allah-u Teâlâ onu muhakkak yok edeceğini
beyan ediyor.
“Eğer o Peygamber, bize karşı bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı; elbette
biz onu kuvvetle yakalardık, sonra da kalp damarını koparırdık.” (Hâkka: 44-45-46)
O vakit ona değer vermek şöyle dursun, onu hemen helâk ederdik.
Böyle bir durumda hiçbiriniz onunla bizim aramıza giremez, azabımı ondan savamazdı.
Fakat o böyle bir şeyi hayalinden bile geçirmedi, ilâhî hükmü olduğu gibi tebliğ etti.
Doğruluk ve güvenirliliği gün gibi ortadadır.
Kur’an-ı kerim’den faydalanabilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Her şeyden önce
Hazret-i Allah’tan korkan, Âyet-i kerime’ler okunduğu zaman imanları artan müminler
ondan faydalanırlar. Onun hidayeti ile yollarını bulurlar, dünyâ saâdetine âhiret
selâmetine ererler.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Kur’an-ı kerim’in hakkı bâtıldan, doğruyu
eğriden, hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki bu Kur’an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür.” (Târık: 13)
Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nûru ile aydınlanmaktır.
“Bununla beraber biz biliyoruz ki, içinizde onu yalanlayanlar vardır.” (Hâkka: 49)
Kur’an-ı kerim’in Allah kelâmı olduğunu bildiği halde; işine gelmediği, menfaatine ters
düştüğü için bazı hükümlerini inkâr ve iptal etmeye kalkışmaktadırlar. Değil bir hükmünü,
bir harfini bile inkâr eden dinden çıkar.
22.08.2019
Sayfa 182 / 646
Hâkka Sûresi’nin, "Kur’ân’ın Bir Şâir ve Kâhin Sözü Olmadığını" Beyân Eden Âyet-i
Kerîme’leri, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-i Çok Etkilemişti:
Hâkka sûre-i şerîf’inin 40. 41. ve 42. Âyet-i kerîme’leri, müslüman olmadan önce Hazret-i
Ömer -radiyallâhu anh-in kalbinde derin izler açmış; gönlünde İslâm’a karşı çok büyük bir
meyil ve hayranlık uyandırmıştı.
Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı; işte o günden sonra İslâm sevgisi
gönlümde yer etmeye başladı." (Ahmed bin Hanbel, Müsned.)
22.08.2019
Sayfa 183 / 646
Yahudi Tıyneti
Medine döneminde Uhud savaşından sonra Hicret’in 4. yılında nâzil olan bu mübârek
sûre-i celîle; yirmidört Âyet-i kerime, dörtyüzkırkbeş kelime, bindokuzyüzonüç harften
teşekkül etmiştir.
Adını 2. Âyet-i kerime’deki “İlk sürgün” mânâsına gelen “Li evveli’l-haşr” ifadesinden alır.
Âyet-i kerime’lerin muhtevâsından anlaşıldığına göre burada sözü edilen “Haşr”, mahşer
günündeki toplanmayı ifade etmeyip; Benî Nadîr adındaki yahudi kabilesinin Medine-i
münevverede’ki yurtlarından çıkarılıp sürgüne gönderilmesi ile ilgilidir. Bundan dolayı bu
Sûre-i şerif’e: “Benî Nadîr sûresi” de denmiştir.
Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle
söylemiştir:
Ma’kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
Nüzûl Sebebi:
Sûre-i şerif’in nüzûl sebebi, Nadîr oğulları kabilesinin daha önce Resulullah
Aleyhisselâm’la yapmış oldukları tarafsızlık antlaşmasını bozmalarıdır.
Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine-i münevvere’ye iki saat
uzaklıkta bulunuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli
antlaşmalar yapmıştı. Yahudilerin mal ve can emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların
da maddî yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.
Şu kadar var ki; müslümanların Bedir’de elde ettikleri zafere sevindiklerini gören ve
Tevrat’ta: “Sancağı yere düşmeyecek olan muzaffer peygamber” diye anılan âhir zaman
nebisinin bu peygamber olduğunu söyleyen iki yüzlü yahudiler, Uhud savaşının
müslümanlar aleyhine sonuçlanması üzerine tavırlarını tamamen değiştirdiler. Reci’ ve
Bi’r-i maûne fâciaları üzerine de müslümanların nüfuzunun iyice sarsıldığını sandılar.
Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- tarafından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetinin bir
kısmı andlaşma gereği Nadir oğulları tarafından ödenmesi gerekiyordu. Resulullah
Aleyhisselâm yanına Ashâb-ı kiram’dan on kişi aldı ve Nadir oğullarının bulunduğu
22.08.2019
Sayfa 184 / 646
mahalleye giderek hisselerine düşen diyeti vermelerini istedi. Aynı zamanda yaptıkları
antlaşmaya ne derece sâdık olduklarını öğrenmek istiyordu. Yahudiler önce bu teklifi iyi
karşıladılar, fakat sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın ayaklarına kadar gelmesini fırsat
bilerek suikast yapmayı plânladılar.
Sellâm bin Mişkem onları ikaz etti. “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Böyle bir işe yeltenecek
olursanız, bu durum ona bildirilir. Aranızdaki ahdi bozmuş, kendinize yazık etmiş
olursunuz.” dedi. Fakat sözünü dinleyen olmadı.
Resulullah Aleyhisselâm’ı bir evin gölgeliğinde oturttuktan sonra damdan başına taş
yuvarlayarak öldüreceklerdi. Cebrâil Aleyhisselâm gelerek durumu bildirdi. Resulullah
Aleyhisselâm hemen bulunduğu yerden kalkarak Ashâb’ı ile beraber oradan uzaklaştı.
Yahudiler suçüstü yakalanmış oldular. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye döndükten
sonra Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh-i göndererek on gün içinde orayı
terketmeleri haberini iletti. Aksi halde kendileri ile savaş yapılacaktı.
Onların sürgün edilecekleri zaten Tevrat’ta da yazılı bulunuyordu. Allah-u Teâlâ suçlarına
göre bu şekilde cezalandırmaya hükmetmişti.
Muhtevâsı:
Bu mübârek sûre-i şerif üç bölüme ayrılır. 10. Âyet-i kerime’ye kadar göklerde ve yerdeki
bütün varlıkların Allah-u Teâlâ’nın azamet ve yüceliğini bildiren beyanla başlar.
Savaş yapmadan elde edilen başarının sırf Allah-u Teâlâ’nın izni ve yardımı ile meydana
geldiğini belirten 2. Âyet-i kerime’nin sonunda bu hadiseden herkesin ders almasının
gerektiğine işaret edilir.
3. Âyet-i kerime’de yeminini bozmuş bir topluluk için sürgünün en hafif ceza olduğu,
aslında bu gibi kimselerin dünyada da ahirette de ağır cezaları haketmiş olduğu açıklanır.
7-8. Âyet-i kerime’ler gayr-i müslimlerden alınan fey’in taksim esaslarını belirler.
10. Âyet-i kerime’de müminlerin birbirine karşı yüreklerinde kin tutamayacakları bildirilir.
İkinci bölümde 17. Âyet-i kerime’ye kadarki kısımda münâfıklarla yahudilerin sürgünden
önceki ilişkilerinden bahseder; birbirine karşı nasıl yalan söylediklerini, sözlerinden nasıl
döndüklerini ve birbirlerinin aleyhinde nasıl çalıştıklarını gözler önüne serer.
Üçüncü bölüm Allah-u Teâlâ’dan korkmayı ve ahiret hazırlığı yapmayı öğütleyen Âyet-i
kerime ile başlar. Bütün kötülüklerin Allah’ı ve ahiret gününü unutmaktan ileri geldiğine
işaret edilir. Cehennemliklerle cennetliklerin eşit olmadığı, esas kurtulanların cennet ehli
olduğu belirtilir.
22.08.2019
Sayfa 185 / 646
21. Âyet-i kerime’de Kur’an-ı kerim’in bir dağa indirilmiş olsaydı dağı parça parça edeceği
ifade edildikten sonra, son üç Âyet-i kerime’de Tevhid inancının özü açıklanır.
Göklerde ve yerdeki her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğini bildiren Âyet-i kerime ile
başlayan Sûre-i şerif, yine göklerde ve yerdeki her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbihe devam
etmekte olduğunu haber veren Âyet-i kerime ile son bulur.
Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Haşr sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i
kerime’sinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği
haber verilmektedir:
Dilediğine izzet verir, dilediğini zelil eder. Hakk’tan yana olanları zafere eriştirir. Mülkünde
güçlüdür, O’na karşı gelmek isteyenler sonunda mağlup ve perişan olurlar.
22.08.2019
Sayfa 186 / 646
“Ehl-i kitap’tan kâfir olanları, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur.” (Haşr: 2)
Yahudilerin toplu halde Arap yarımadası’ndan çıkarıldıkları ilk sürgün budur. Çünkü
bundan önce böyle bir zillete düşmemişlerdi.
Medine-i münevvere’den ayrılan yahudilerin bir kısmı Şam’a, bir kısmı Filistin’e göç
ettiler. İleri gelen reislerinin bir kısmı ise Hayber’e sığındılar ve burada yaptıkları
faaliyetlerle Hendek savaşını hazırladılar.
Oldukça güçlü, kuvvetli ve iyi savaşçı olmaları, kalelerinin sağlam, sayı ve kuvvetlerinin
çok olması sebebiyle, bu şekilde zillet ve horluk içinde yurtlarından çıkacaklarını
beklemiyordunuz.
Size ve sizin zannınıza kalsaydı çıkmayacaklardı. O halde onları siz çıkarmadınız, Allah
çıkardı. Fâil-i mutlak O’dur.
Mülkün sahibi olan Allah dilediği anda dilediği yerden gelir, gücünü ve kudretini
beşeriyete gösterir. Mukavemet etmek, karşı koymak aslâ mümkün değildir.
Son derece korktular. Tekbir seslerini duydukça yürekleri ağızlarına geldi. Tedbirleri
onlara hiçbir fayda vermedi. Akıllarına gelmeyen belâ ve musibet başlarına geldi.
Sonunda da Resulullah Aleyhisselâm’ın vereceği hükmü kabul etttiler.
Öyle ki:
“Evlerini hem kendi elleriyle hem de müminlerin elleriyle tahrip ediyorlardı.” (Haşr:
2)
22.08.2019
Sayfa 187 / 646
Kur’an-ı kerim geçmişi de geleceği de kuşattığı için, geçmişi anlatırken, çoğu zaman
gelecekten haber verir.
Nitekim adı geçen yahudilerin torunları 1967 harbinden sonra yerleştiği Sinâ’yı Mısır’la
yaptığı anlaşma gereğince boşaltırken, orada kurdukları inşaatları dinamit ve
buldozerlerle kendi elleriyle tahrip etmişlerdir.
Küfrün, nifakın, zulmün ve Allah-u Teâlâ’ya karşı gelip de yalnız sebeplere bağlanmanın
sonucundaki acı durumu ve iman ile mücâdelenin şerefini göz önüne getirin, O’ndan
başka bir şeye itimat etmeyin.
“Şayet Allah onlar hakkında sürülmeyi yazmamış olsaydı, elbette onları dünyada
başka şekilde cezalandıracaktı.” (Haşr: 3)
Öldürülme ve esaret gibi daha acı bir azaba mübtelâ kılardı ki, ona göre bu sürgün
felâketi azap değil bir lütuf sayılmaktadır.
Aslında onlar böyle bir azabı hak etmişlerdi. Fakat Allah-u Teâlâ onlara dünyada bu
sürgünü takdir buyurmuş olduğu için kendilerine bir azap vermedi.
Allah-u Teâlâ o bir kısım yahudilerin yurtlarından sürülüp perişan bir halde etrafa
dağılmalarının sebebini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
Allah-u Teâlâ’nın dinini inkâr ettiler, O’nun yüce Peygamber’ini şiddetle yalanladılar.
Âyet-i kerime’de açıkça görülüyor ki; Peygamber’e yapılan düşmanlık, Allah-u Teâlâ’ya
yapılan düşmanlık gibi telâkki edilmektedir. Nitekim Peygamber’e yapılan itaat de Allah-u
Teâlâ’ya yapılan itaat gibi kabul edilir. Bu husustaki Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler sarih
ve kesindir.
Kendisine karşı savaş açanlara dünyada da ahirette de dilediği şiddetli cezaları verir.
Dünyada vermezse ahirette verir. Dünyadaki azap geçse de ahiretteki azap geçmez.
Hicretin dördüncü yılı, Rebiülevvel ayı idi. Resulullah Aleyhisselâm mescidde imam
olarak Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-i vekil olarak bırakıp Nadir oğulları
22.08.2019
Sayfa 188 / 646
yurduna doğru hareket etti. Müslümanlar Medine’ye iki mil mesafede bulunan yerleşim
merkezine yürüyerek gittiler. Resulullah Aleyhisselâm merkep üzerinde idi. Sancağı
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- taşıyordu. İkindi namazlarını Nadir oğullarının bağ ve
bahçeleri arasında kıldılar. Daha sonra Nadir oğulları yurdu çepeçevre kuşatıldı.
Yahudiler bir yıllık yiyecek depo ettikleri için kalelerinin sağlamlığına güveniyorlardı.
Yatsı olunca Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ile Hazret-i Ebu Bekir
-radiyallahu anh-i ordugâhta görevlendirerek üzerinde zırhı olduğu halde on sahabisi ile
Medine’ye hâne-i saâdetlerine döndü. Mücahidler o gece orada sabahladılar ve tekbir
getirdiler. Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- sabah ezanını okudu. Resulullah Aleyhisselâm
sahabileri ile erkenden gelip müslümanlara sabah namazı kıldırdı.
Artık onlarla çarpışmaktan başka yol kalmamıştı. Mücahidler ok ve taş yağmuru ile tazyik
edip sıkıştırdılar. Kuşatma onbeş-yirmi gün sürdü.
Yahudiler kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından, kuşatmanın bir hayli güç
olacağı muhakkaktı. Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın izniyle bir plân tatbik etti.
En yakın yahudi ev ve kalelerini yıktırma, hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi.
Böylece hem kalplerine korku ve dehşet salmak, hem de kaleden dışarı çıkıp çarpışmaya
zorlamak istiyordu.
Mücahidler evleri yıkmaya ve hurma ağaçlarını kesmeye başlayınca Nadir oğulları: “Yâ
Muhammed! Sen bizi yeryüzünde fesat çıkarmaktan men ediyorsun. Şimdi bu hurma
ağaçlarını kesmek ve yakmak da ne oluyor?” diyerek bağrıştılar.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ müslümanların hurma
ağaçlarını yakma ve kesme hadiselerinin hepsinin kendi emir ve iradesiyle olduğunu
beyan buyurdu:
Böyle bir tatbikat, savaşlarda uygulanan baskı türlerinden birisidir. Nadir oğulları o
bölgeden sürülmek istemiyordu. Dolayısıyla bir kısım hurma ağaçlarının kesilip yakılması,
onların yer ve yurtlarına bağlı kalmalarını sağlayan bağlarının kopmasına yardımcı bir
savaş unsurudur.
Şayet savaşın kazanılması için tahribatın yapılması zorunlu ise yapmak caizdir.
Bu Âyet-i kerime ayrıca yahudileri kuşatma esnasında askeri harekâtı engelleyen bazı
hurma ağaçlarının kesilmesine ve yakılmasına işaret etmektedir. Harekâta engel olmayan
ağaçlara ise dokunulmamıştır.
22.08.2019
Sayfa 189 / 646
Nadir oğulları müslümanların yıkmadığı evlerini de kendi elleri ile yıktılar, müslümanlar
oturmasınlar diye evlerinin direklerini devirdiler, tavanlarını göçürdüler, oturamaz hale
getirdiler.
Fey’ ve Ganimet:
Fey’ ve ganimete âit hükümler değişiktir. Ganimete âit hüküm Enfâl sûre-i şerif’inin 41.
Âyet-i kerime’sinde açıklanmıştır.
Ashâb-ı kiram bu malların Bedir’de olduğu gibi Enfâl sûre-i şerif’inde bulunan Âyet-i
kerime’lerin hükmü gereğince beşe bölünerek kalanın taksim edileceğini sanmışlardı.
“Allah’ın onların mallarından Peygamber’ine Fey’ olarak verdiği şeyler için siz ne
bir at, ne de bir deve sürdünüz.” (Haşr: 6)
“Fakat Allah, Peygamber’ini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah her şeye
kâdirdir.” (Haşr: 6)
Bazen açık vasıta ve âletlerle yapar, bazen de sırf izzetiyle hiç umulmayacak başarılar
bahşederek yapar. Yahudilerin basit bir kuşatma ile korkarak çıkıp gitmek üzere
anlaşmaları da böyle olmuş, Allah-u Teâlâ da bu malları Peygamber’ine Fey’ olarak ihsan
buyurmuştur.
İşte bundan dolayı o da bu mallarda istediği gibi tasarrufta bulundu. Âile halkının bir
senelik nafakasını ayırdıktan sonra, kalanını Muhâcirler arasında taksim etti. Çünkü
Medine-i münevvere’nin yerlileri olan Ensâr, Muhâcirler’in geçimliklerini üzerlerine
almışlar, onları kendi mallarına ortak etmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm bu icraatı ile
Ensâr-ı kiram’ın bu yükünü hafifletmiş oldu.
22.08.2019
Sayfa 190 / 646
Fey’ bütünüyle Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine verilir. O ise dilediği şekilde, dilediği
yere harcamakta serbesttir. Allah yolunda ve kendi ihtiyacı uğrunda harcayabildiği gibi,
yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara dağıtabilir.
“Tâ ki içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın!” (Haşr: 7)
Fakirlerin elinde ondan bir şey bulunmazken, sadece zenginleriniz arasında dönüp
durmasın, fakirler ondan mahrum kalmasın.
Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ fâizi ve karaborsacılığı haram kılmıştır. Asıl maksat; her
hak sahibine hakkını vermek, muhtaç olanların ihtiyaçlarını gidermektir.
Herkesin canı istediği gibi her işe karışıp huzursuzluk çıkarmaması için de şöyle
buyuruluyor:
“Peygamber size ne verdiyse onu alınız, neyi yasak ettiyse ondan sakınınız.” (Haşr:
7)
Aksi halde kişi Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmemekle isyan
etmiş ve küfre girmiş olur.
Bu Âyet-i kerime her ne kadar Fey’ malları hakkında nazil olmuşsa da hükmü umumidir,
Resulullah Aleyhisselâm’ın emrettiği ve yasakladığı her şey hakkında geçerlidir. Bu
hüküm kıyamete kadar devam eder.
Allah-u Teâlâ genel olarak Fey’in harcama yerlerini beyan buyurup bu hususta
açıklamalarda bulunduktan sonra şöyle buyurmaktadır:
Mekke kâfirlerinin tazyiki üzerine Mekke’den Medine’ye hicrete mecbur edilerek hicret
ettiler. Dinlerini koruma pahasına evlerini, barklarını, mal ve mülklerini bırakıp çıktılar.
Önceleri fakir değilken, sonraları fakirliğe maruz kaldılar. Rızâ-i Bâri uğrunda fedakârlığın
en büyüğünü, sadâkatin en üstününü, teslimiyetin en güzelini gösterip kendilerini her
şeyiyle o yola adadılar.
22.08.2019
Sayfa 191 / 646
Bunlar sâdıklardır. Sözlerini fiilleriyle ispat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi
olan, özü sözü doğru, vefâkâr insanlardır. İmanlarını, sadakatlerini fiilen ispat etmişlerdir.
Tek suçları “Rabb’imiz Allah’tır.” demeleri idi. Kavim ve kabilelerine karşı hiçbir
kötülükleri, hiçbir garazları, tek ve şeriki olmayan Allah’a kulluk etmekten başka hiçbir
günahları yoktu.
Ensâr:
Ensâr öyle coşkulu bir şekilde müslüman oldular ki, İslâm’ın doğru ve nurlu yolunu görür
görmez, gönülleri ve bünyeleri ile birlikte büyük bir teslimiyet dairesine girdiler. Allah
adına birbirini sevmeye, Allah rızâsı yolunda birbirlerinin haklarını gözetmeye, takvâ ve
iyilik üzerinde yardımlaşmaya başladılar. Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Mekke’li
müslümanları Medine’ye dâvet ettiler. Geldiklerinde de tam bir kardeş muamelesi
yaptılar, kendi evlerinde barındırdılar, onlara eşit haklar tanıdılar, evlerine mallarına ortak
yaptılar. İki hanımı olanlar, iddetinin bitmesinden sonra onunla evlenmeyi dileyecek
olurlarsa, hanımlarından birini onun için boşama teklifini dahi yaptılar.
Enes bin Malik -radiyallahu anh-e: “Siz öteden beri bu isimle mi anılırdınız, yoksa size bu
ismi Allah mı koydu?” diye sorulduğu zaman “Evet, bu ismi bize Allah koydu.” cevabını
vermiştir. (Buhârî)
“Muhâcirler’den evvel Medine’yi yurt ve iman evi edinmiş olan Ensâr, kendilerine
hicret edip gelenleri severler.” (Haşr: 9)
Başta Peygamber olmak üzere hicret eden o sâdıkları din kardeşleri bilerek dostluklarını
gösterirler.
22.08.2019
Sayfa 192 / 646
Muhâcirler’e verilen şeylere kendileri sahip olamadıklarından dolayı kalplerinde ona dâir
bir ihtiyaç meyli duymazlar. Bu gibi şeylere gözleri takılıp kalmaz. Son derece ihtiyaç ve
yoksulluk içinde olsalar da, malın başkalarına verilmesini tercih ederler. Onların bu
tercihleri mala ihtiyaçları olmadığından değildir. Aksine bu tercihleri ihtiyaçları olmasına
rağmendir.
“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, Muhâcir kardeşlerini tercih ederler.” (Haşr:
9)
Başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutarlar. Kendileri aynı şeye muhtaç
olmaları halinde, muhtaç olan başkalarının ihtiyaçlarını karşılamakla işe başlarlar.
Tevbe sûre-i şerif’inin 100. Âyet-i kerime’sinde ise İslâm’da birinci dereceyi kazanan
Muhâcirler ve Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah-u Teâlâ’nın râzı
olduğu, onların da Allah-u Teâlâ’dan hoşnud olduğu, Allah-u Teâlâ’nın onlar için içinde
ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladığı, bunun da büyük bir
bahtiyarlık olduğunu beyan buyurulmaktadır.
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa
erenlerdir.” (Haşr: 9 - Teğâbün: 16)
Cömertlik insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise; cimrilik de onun zıddına o kadar
kötü bir huydur ve nefsin yakalandığı tedâvisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Allah-u
Teâlâ’nın lütfu erişip de nefsin cimriliğinden kurtulanlar ise; dünyada huzurlu bir hayat
yaşadıkları gibi, ahiretin zorlukları karşısında da güven içinde olurlar.
Tâbiin-i Kiram:
Bu bahtiyar zümreye işaret eden Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Ey Rabb’imiz! Bizi ve iman ile bizden
evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde müminlere karşı bir kin
bırakma.
Âyet-i kerime’de anılan müslümanlar, Ashâb-ı kiram’dan sonra kıyamete kadar gelmiş ve
gelecek olan müslümanlardır.
Ashâb-ı kiram, Tâbiîn ve geçmiş din kardeşlerini hayır duâ ile anmak her müslümanın
vazifesidir.
22.08.2019
Sayfa 193 / 646
Bütün Ashâb-ı kiram’a karşı hürmet ve muhabbette bulunmanın vâcip olduğuna dâir bu
Âyet-i kerime delildir. Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek
aslâ câiz değildir.
NİFAK VE KÜFÜR
11. Âyet-i kerime’den itibaren Haşr sûre-i şerif’inin inmesine esas sebep olan hadise
açıklanmakta ve bu hadiseye katılan iç düşmanı münâfıkların içyüzleri gözler önüne
serilmektedir.
Şöyle ki;
Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine’ye iki saat uzaklıkta
bulunuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli antlaşmalar
yapmıştı. Yahudilerin mal ve can emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların da maddî
yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.
Buna rağmen Uhud hadisesinden beri o civarda bulunan yahudiler tavırlarını tamamen
değiştirmişlerdi. Reci’ ve Bi’r-i maûne faciaları üzerine de müslümanların nüfuzunun iyice
sarsıldığını sandılar.
Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- tarafından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetinin bir
kısmı antlaşma gereği Nadir oğulları tarafından ödenmesi gerekiyordu. Resulullah
Aleyhisselâm yanına Ashâb-ı kiram’dan on kişi aldı ve Nadir oğulları’nın bulunduğu
mahalleye giderek hisselerine düşen diyeti vermelerini istedi. Aynı zamanda yaptıkları
antlaşmaya ne derece sadık olduklarını öğrenmek istiyordu. Yahudiler önce bu teklifi iyi
karşıladılar, fakat sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın ayaklarına kadar gelmesini fırsat
bilerek suikast yapmayı plânladılar.
Sellâm bin Mişkem onları ikaz etti. “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Böyle bir işe yeltenecek
olursanız, bu durum ona bildirilir. Aranızdaki ahdi bozmuş, kendinize yazık etmiş
olursunuz.” dedi. Fakat sözünü dinleyen olmadı.
Resulullah Aleyhisselâm’ı bir evin gölgeliğinde oturttuktan sonra damdan başına taş
yuvarlayarak öldüreceklerdi. Cebrail Aleyhisselâm gelerek durumu bildirdi. Resulullah
Aleyhisselâm hemen bulunduğu yerden kalkarak Ashâb’ı ile beraber oradan uzaklaştı.
Yahudiler suçüstü yakalanmış oldular. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye döndükten
sonra Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh-i göndererek on gün içinde orayı
terketmeleri haberini iletti. Aksi halde kendileri ile savaş yapılacaktı.
Onların sürgün edilecekleri zaten Tevrat’ta da yazılı bulunuyordu. Allah-u Teâlâ suçlarına
göre bu şekilde cezalandırmaya hükmetmişti.
22.08.2019
Sayfa 194 / 646
Fakat baş münâfık Abdullah bin Übeyy yahudilere haber salarak kendilerine destek
vâdetti, yerlerinden ayrılmamalarını, Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelmelerini istedi.
Onlar da buna güvenerek kalelerine kapandılar. Resulullah Aleyhisselâm’a da haber
gönderdiler ve: “Biz yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz, elinden geleni geri koyma!” dediler.
Münâfıklar içten kâfir oldukları için, küfürde ve nankörlükte kardeşlikleri olan o kâfirlere
sözde destek vermeye çalışıyorlardı. Onları çıkartmamak için her türlü itaatsizliği ve
isyanı göze alacaklarını, şayet çıkmalarına mani olamazlarsa kendilerinin de yurtlarını ve
mallarını bırakıp onlarla beraber gideceklerini, gitmelerine mâni olacak olan kimseleri
aslâ dinlemeyeceklerini söylüyorlardı. Savaşta düşmanlarına karşı onlardan tarafa
olacaklarına ve savaşacaklarına yemin ederek söz veriyorlardı.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ münâfıkların durumunu daha geniş anlatarak şöyle buyurdu:
22.08.2019
Sayfa 195 / 646
O halde bir savaş olduğunda onlardan korkmamak, bu şekildeki zaaflarını bilip ona göre
savaşmak gerekir.
Bir araya toplandıkları zaman, yiğitlik ve kahramanlık taslayarak lâf ederler, tehdit
savururlar. Fakat siperler arkasından meydana çıkamazlar.
Diğer taraftan da, dahili durumları çok perişandır, birbirleriyle boğuşur dururlar.
“Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)
Oysa ki onlar son derece ihtilaf içindedirler. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile
hareket edemezler. Her biri başka arzu peşindedir. Böyle bir ordu dışarıdan ne kadar
toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, gerçekte o bir ordu değildir, bir kül yığını gibi hafif
rüzgârla savrulacak kuru bir kalabalıktan ibarettir.
Sürgün olma ve zillete düşme hadisesinde Nadir oğulları’nın durumu, Bedir savaşında
esir düşen Mekke kâfirlerinin durumu gibidir. Bunlar da onların âkıbetlerine
uğrayacaklardır. Bununla birlikte ahirette de onlara cehennem azabı vardır.
“Münâfıkların durumu şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana ‘İnkâr et!’ der.
İnkâr edince de ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’
der.” (Haşr: 16)
Küfür ve nifak içinde yaşamak suretiyle nefislerine zulmetmiş olanlar, sonunda böyle
şiddetli ve ebedî bir azaba uğrayacaklardır.
Allah-u Teâlâ münâfıklar ve yahudiler gibi olmaktan sakındırmak için Âyet-i kerime’sinde
müminlere öğüt vermektedir:
22.08.2019
Sayfa 196 / 646
Orada “Eyvah!” demememiz için dünyaya niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, niçin
yaratıldığımızı ve ne yapmamızın gerektiğini şimdiden düşünmeliyiz. Kazanabilirsek
ebedî bir hayat kazanılmış olacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Üç şey ölünün ardından kabre kadar gider. Ehl-ü ıyâli, malı ve ameli.
İkisi geri döner, birisi kalır. Dönenler ehl-ü ıyâlî ve malı, kalan da amelidir.” (Buhârî)
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde
değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen sahibimiz gönderirken bize sormadığı
gibi, alacağı zaman da soracak değil.
Farz-ı muhal ki denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş, fakat onlar tutulduğunu
bilmiyorlar, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda
bile değil. Halbuki biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de
faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkum. İşte insanların durumları da böyledir.
22.08.2019
Sayfa 197 / 646
Allah-u Teâlâ kendisini unutanlara, zikirden ve fikirden gâfil olanlara fâsık ismini vermiş
ve müminlere hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Yâ Rabb’i! Ben istiyorum ki kullarından kimi sevdiğini bileyim de, ben de onu
seveyim.” dedi.
“Beni çok zikreden kulumu gördüğün zaman bil ki ben onu severim. Beni
zikretmeyeni de gördüğün zaman anla ki, ben ona buğzederim.” (Tirmizî)
Bir müslümanın Allah yolunda yürüyebilmesi için, sahib-i hakiki olan Allah-u Teâlâ’yı
hiçbir zaman unutmaması gerekir.
Münâfıklar ilâhî hukuku unuttular, Allah-u Teâlâ’yı takdir edemediler. Allah-u Teâlâ da
onları kendi kendilerini unutan kimseler kıldı. Böylece onlar kendilerine menfaat verecek,
dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştıracak olan şeylere kulak vermediler.
Allah-u Teâlâ:
Âyet-i kerime’si ile münâfıklar Allah’ın zikrinden gâfil oldukları için, onları lütuf ve
rahmetinden mahrum bırakacağını beyan buyurmaktadır.
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık
delillerle ayırt edilir hâldedir. İman nuru ile münevver olan müminler, iman yolunu
seçtikleri için cennette karar kılarlar. Küfür karanlığında kalan kâfirlerin karargâhları ise
cehennemdir. Bu iki sınıf daha dünyada iken yollarını seçmişler, birbirlerinden
ayrılmışlardır. Dünyada aslâ birleşemedikleri gibi, ahirette de ebedî olarak birleşemezler.
Bahtiyarlarla bedbahtların aralarında hiçbir surette beraberlik tasavvur olunamaz.
22.08.2019
Sayfa 198 / 646
Kur’an-ı kerim öyle büyük bir mucizedir ki, onun benzerini meydana getirmek insan
gücünün ötesindedir.
Kur’an-ı kerim’in harflerinin hakiki mânâlarını Allah-u Teâlâ eğer açığa vurmuş olsaydı,
yedi kat gökler ve yer hatta Arş dahi bu tecellîye dayanamazdı.
“Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhakkak ki onun
Allah’ın korkusundan baş eğdiğini ve parça parça olduğunu görürdün.” (Haşr: 21)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kelâmına bir mahlûk tâkat getiremez, hakikatini bilemez,
aslına vâkıf olamaz. Onu yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ bilir ve dilediğine dilediği kadar
bildirir. Çünkü o Allah kelâmıdır, kul ise mahlûkudur. Değil kulun tâkat getirmesi; ne yer,
ne gök, ne Arş hiçbir şeyin ona tâkat getirmesi mümkün değildir.
İnsanların bundan daha çok etkilenmesi gerekirken, çok zâlim ve çok câhil insanlar
Allah-u Teâlâ’ya saygı duymuyorlar, saâdet ve selâmet yollarını aramayı düşünmüyorlar.
Nitekim Ahzâb sûre-i şerif’inin 72. Âyet-i kerime’si de buna benzer bir temsildir.
22.08.2019
Sayfa 199 / 646
“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Haşr: 22)
Mevcûd-u hakiki O’dur, O’ndan başka ulûhiyete müstehak kimse yoktur. Kullarının
ibadetlerine mâbud O’dur, O’ndan başka mâbud yoktur.
Gayb: Mutlak ve izâfi olmak üzere iki mânâda kullanılır. Hiçbir mahlûkun ulaşamadığı
gayb, mutlak gaybtır. İzâfi gayb ise, bazı yaratıklar için bilinmesi mümkün olmayan
gaybtır.
Rahim: Çok merhamet eder, inanıp sâlih ameller işleyenleri, verdiği nimetleri iyiye
kullananları ahirette daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırır.
Dünya va ahiretin Rahman ve Rahim’i O’dur, bu iki isim ancak O’na layıktır.
“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Haşr: 23)
Melik: Zâtında ve sıfatında her vasıtadan müstağnidir. Mülk ve melekûtun yegâne sahibi,
hakiki mutasarrıfı, mutlak hükümdarı O’dur.
Bir kul ne kadar güçlü bir hükümdar olursa olsun, mülkün gerçek sahibine muhtaçtır, mülk
ve iktidarı geçicidir.
Her şey O’nun tasarruf ve iktidarı altında O’na tâbidir. Hâkimiyetini sınırlayan hiçbir şey
yoktur.
O her türlü duygu ve düşüncenin tasavvur edebileceği vasıflardan pak ve yücedir. O’nun
kemâli de sınırlandırılamaz. İnsan aklının çok ötesinde kemâl sıfatları ile muttasıftır.
İslâm olan ve imanını kemâlleştiren bir mümin, selâm sıfatının tecellîsine mazhar olur,
müslümanlar onun dilinden ve elinden selâmette kalırlar ve o kimse selim bir kalp ile
Hakk’a kavuşma nimetine erer.
22.08.2019
Sayfa 200 / 646
Her selâmetin kaynağı O olduğu gibi, selâmet arayanları selâmete erdirecek olan da
O’dur.
Mümin: İman ihsan buyurur, emniyet bahşeder, kendisine iltica edip sığınanları hususi
himayesine alıp muhafaza eder ve huzura erdirir.
Her türlü tehlike ve felâketten emniyet ve eman veren O’dur. Her şey her an O’na yönelip
sığınmaya muhtaçtır.
Bu isimde insan Allah-u Teâlâ’nın ulvî sıfatlarından birisi ile vasıflanıyor. Bu iman sıfatı ile
en yüce makam olan Mele-i âlâ’ya yükseliyor.
Müheymin: Yarattığı bütün varlıkları görüp gözetir, murakaba eder, sevk ve idare eder,
korur. Mutlak hükümran O’dur.
Azîz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan yegâne galip, dengi ve benzeri bulunmayacak
derecede değerli ve şerefli, güçlü ve daima üstün O’dur.
Cebbâr: Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyar, dilediğini dilediği şekilde
yaptırmaya muktedirdir, varlığı çok yücedir.
Hiçbir güç ve kudret O’na muhalefet edemez, hükmünü dilediği şekilde yürütür.
Mütekebbir: Azamet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü
gösterir.
O şirk koşulan şeyler Hakk’tan çok uzaktır. Allah-u Teâlâ ortaklardan ve benzerlerden
münezzeh ve mukaddestir.
Hâlik: Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eder, yaratır ve tedbirini görüp
ihtiyaçlarını yerleştirir.
Bârî: Her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icad ile numunesiz olarak yoktan yaratır.
Musavvir: Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenleyip en güzel bir
biçimde tertip eder, güzelliğinin kemâlini gösterir.
22.08.2019
Sayfa 201 / 646
En yüce mânâlara delâlet eden en güzel isimler hep O’nundur. O isimlerin her biri gayet
güzel mânâlara ve yüksek sıfatlara delâlet eder. O isimlerin eseri mahlûkat üzerinde
zuhur eder. Güzellik bunların zâtında mevcuttur.
Tesbih: Allah-u Teâlâ’yı yüceliğine layık olmayan her türlü noksanlıklardan, gerek itikat,
gerek söz, gerek kalp ile tenzih etmek ve uzak tutmaktır. O, dünyada da ahirette de en
güzel övgülere ve kemâl sıfatlarına lâyıktır.
Bütün buyrukları ve işleri hikmetlidir, hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi yerli yerinde ve
en iyi şekilde yapar. Hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.
Ma’kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
Mekke-i mükerreme döneminde İnşirâh sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Dokuz
Âyet-i kerime, otuz kelime ve yüz otuz harften müteşekkildir. "Kıyâmet" sûre-i şerif'inden
sonra, "Mürselât" sûre-i şerif'inden önce nãzil olmuştur.
22.08.2019
Sayfa 202 / 646
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle'de insanları arkadan çekiştiren, kaş-göz işaretiyle alay edip
küçük düşürmeye çalışan, koğuculuk yapan kimseler kınanmakta; altın ve gümüş
biriktirmeyi, mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçip ölümü ve ahireti unutan, dünyada
devamlı kalacağını zanneden bir takım kimselerin, Hakk'a yönelmedikleri takdirde acıklı
bir azaba uğrayacakları beyan edilmektedir.
Büyük Aldanış:
Allah-u Teâlâ dargınlığa kırgınlığa sebep olacak sözleri birbirine taşımayı, küçük
düşürücü, güldürücü hareketlerle insanların ayıplarını, noksanlarını ortaya koymayı ve
rencide etmeyi şiddetle yasaklamaktadır.
"Arkadan çekiştirip yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı âdet edinen herkesin vay
hâline!" (Hümeze: 1)
Servet hırsına kapılarak malını yığar ve onu defalarca sayar durur, saydıkça zevk alır,
Allah-u Teâlâ'nın o maldaki hakkını vermez, hayra sarfetmez, ölüm ve ahiret hiç aklına
gelmez. Zenginliğiyle şımarır. Gün gelip dünyadan ayrılacağını, bilcümle malının bu
dünyada kalacağını hiç düşünmez. Malına son derece güvenir, bir takım hülyalara dalar,
büyük emeller taşır. O fâni serveti sayesinde büyük bir mevki sahibi olduğunu zanneder,
küstahlaştıkça küstahlaşır.
Gün gelip öleceğini, bu dünyadan ayrılacağını, bütün mal ve mülkünü bırakıp gideceğini,
toplayıp yığdığı servetinin kendisine büyük bir vebal olacağını, belki de en sevmediği
kimselere kalacağını hiç aklına hayâline getirmez. Hatta ve hatta malının kendisini
hayatta bırakacağını sanır. Sanki ebedîlik için söz almış gibi bütün hayalleri hülyaları hep
bu noktadadır.
22.08.2019
Sayfa 203 / 646
Tutuşturulmuş Ateş:
Büyük bir aldanış içine giren, hak-hukuk tanımayan bu zavallı bedbahtların korkunç
âkıbetine gelince;
Cehennemin bir ismi olan "Hutame", yaptıklarına uygun olarak "Hümeze" ve "Lümeze"ye
verilecek cezâdır.
Cehenneme bu ismin verilmesi, içine atılan her şeyi ezdiği, kırıp ufaladığı, yakıp bitirdiği
içindir. Oraya atılanları artık hiç kimse kurtaramaz.
Kur'an-ı kerim'de sadece bu Âyet-i kerime'de cehennem ateşine "Allah'ın ateşi" denilmiş,
ateş Allah-u Teâlâ'ya nispet edilmiştir. Bu ilâhî beyandan, haram-helâl demeden mal-
mülk toplayanlara, servetinin çokluğu ile kibirlenenlere Allah-u Teâlâ'nın ne kadar gadap
ettiği anlaşılmaktadır.
Tutuşturulmuş korkunç ateş, karşılaştığı her şeyi yakıp tahrip eder ve kâfirlerin
yüreklerinin içinden sarıp yakalar, cesetlerinden başka gönüllerine kadar çıkar, iç
kısımlara kadar nüfuz eder, canlarını yakar. O ateş öyle kahredici bir ateştir!
Cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere kâfirlerin üzerine ebedî olarak kapatılır ve
kilitlenir. Açık bir delik bile kalmaz. Artık sonsuza kadar kalacakları kesin olarak belli
olduğu için, çıkıp kurtulma ümitlerini de yitirirler, ister istemez kaderlerine râzı olurlar,
azapları ile başbaşa kalırlar.
22.08.2019
Sayfa 204 / 646
Kâfirler tıpkı ahıra konup direklere bağlanan ve üzerlerine ahırın kapısı sürgülenen
hayvanlar gibi, uzatılmış direkler arasında bağlı olarak çepeçevre azaplar içinde kalırlar.
Onlara her türlü rahatlık ve istirahat, iyilik ve güzellik ebediyyen haram olur.
Temmuz 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Dört Âyet-i kerime, on beş kelime ve kırk
yedi harften müteşekkildir.
Beyan ettiği gerçekleri benimseyip inanan kimse dininde ihlâs sahibi olduğu, bu inançla
ölen kimseyi de cehennemden halâs ettiği için "Sûre-i ihlâs" denmiştir.
Sûre-i tevhid: Allah-u Teâlâ'nın varlığını, birliğini, eşi benzeri, ortağı olmadığını beyan
eder.
Sûre-i tecrid: Allah-u Teâlâ'yı Zât-ı Ecell-ü Â'lâ'sına yakışmayan bütün noksan
sıfatlardan ayırıp, kemal sıfatları ile vasıflandırır.
Sûre-i velâyet: Bu Sûre-i şerif'i kemâl-i edeble okuyan, tebliğ ettiği mânâlara nüfuz eden
kimse Allah-u Teâlâ'nın sevgisini ve dostluğunu kazanır, velâyet makamına yükseltilir.
Sûre-i muhzar: Bu Sûre-i şerif okunduğunda işitmek için melâike-i kiram hazır olur,
kemâl-î edeple dinlerler.
Sûre-i esas: Bu Sûre-i şerif'in mânâsı dinin esasını teşkil eder. Göklerle yer bu Sûre-i
şerif'in esası üzerine kurulmuştur.
22.08.2019
Sayfa 205 / 646
Sûre-i samed: Bu Sûre-i şerif Allah-u Teâlâ'nın mutlak ganî olduğunu; her şeyin ve
herkesin O'na muhtaç olduğunu, O'nun ise hiç kimseye muhtaç olmadığını anlatır.
Sûre-i berâet: Bu Sûre-i şerif'i okuyan bir zât için Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz:
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her gün sabah namazının sünnetini
edâ ederlerken "Kâfirûn" ve "İhlâs" Sûre-i şerif'lerini okurlardı.
İhlâs Sûre-i şerif'i "Tevhid akidesi"nin özünü ihtiva etmesi ve İslâm'da ayrı bir önemi
olması sebebiyledir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif'lerinde:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki İhlâs sûresi Kur'an'ın üçte
birine denktir." buyurmuşlardır. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1771)
"Yâ Resulellah! Ben İhlâs sûresini seviyorum." diyen bir zâta şöyle buyurmuştur:
Ağustos 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
22.08.2019
Sayfa 206 / 646
"Bir tek" mânâsına gelen "Ehad" lâfzı, Zât-ı ilâhî'ye âit has bir sıfat olup, başka hiç
kimse hakkında kullanılmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ zâtında birdir ve her cihetten tektir.
Hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık da kendisine benzemez. Zâtında, sıfatlarında,
işlerinde, isimlerinde, asla misli ve benzeri yoktur. Birliğinin, tekliğinin delilleri yarattığı
varlıklarda apaçık görülür.
İsimlerinde birdir; Esmâ-i hüsnâ'sında hiçbir isimde hakiki mânâsıyla benzeri yoktur.
Yegâne ve benzersizdir. Bu ise Tevhid'in kati ifâdesidir.
Allah-u Teâlâ eksiksiz olan "Seyyid"dir, şerefi en üstün olan "Şerif"tir, azameti en yüce
olan "Azîm"dir, hilmi en mükemmel olan "Halîm"dir, ilmi geçmişi ve geleceği içine
alan "Âlim"dir, hikmeti en yüce olan "Hakîm"dir. Her türlü şeref ve yücelikte
mükemmelin kendisidir. O'ndan başkası için bu sıfatlar kullanılmaz.
Ulûhiyet ve ubûdiyet yalnız O'na mahsustur. Varlığına şâhit yine kendi varlığıdır. Her
varlık O'nun kudretinin eseridir. Var olan ne ki varsa O'nunla var olmuştur.
Allah-u Teâlâ "Vâhid" sıfatı ile de muttasıftır. İlâhlıkta tektir, O'ndan başka hiçbir ilâh
yoktur.
Fakat insanların kendi uydurdukları bâtıl ilâh çoktur. Bunun içindir ki bir mümin "Lâ ilâhe
illâllah" dediği zaman; onların hak olmadıklarını, ancak hak mâbud olarak Allah'ın var
olduğunu ispat ve tasdik etmiş olmaktadır.
Müminin ilk görevi, O'nun kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, tek ve ortaksız Allah
olduğunu bilmesi; O'nun Zât-ı akdes'ini zihinlerde tasavvur edilen, vehimlerde hayal
edilen her şeyden tecrîd etmesi, uzak tutmasıdır.
Gerek yahudiler ve gerekse hıristiyanlar aslında "Tevhid ehli" oldukları halde, Allah-u
Teâlâ'yı şânına lâyık olmayan noksan sıfatlardan, eksikliklerden uzak tutmadıkları
için "Tenzih ehli" olamamışlardır. Kur'an-ı kerim Allah-u Teâlâ'yı bir bilmenin bu bakımdan
yeterli olmadığını göstermek için O'nun eşi ve benzeri olmadığını, birliğinin her yönüyle
Zât-ı akdes'ine mahsus bir birlik olduğunu ortaya koymuş, Allah-u Teâlâ'nın birliği
inancına, O'nun eşsiz yüceliği demek olan "Tenzih" vasfını eklemiştir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurur: "Yoksa onların Allah'tan başka
bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden uzaktır." (Tûr: 43)
22.08.2019
Sayfa 207 / 646
Eylül 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
"Allah Samed'dir, her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir." (İhlâs: 2)
Yarattıkları ise O'nunla kâim olduğu için, yaratılan ne ki varsa her şey O'na muhtaçtır. Her
şey O'nun "Ol!" emriyle, O'nun yaratmasıyla meydana gelmiştir. Yaratılanların O'na
muhtaç olması, yaratılma ile sona ermez. "Öl!" emri gelinceye kadar her zerre O'nun
varlığı ile hayattadır, O'na muhtaçtır. Bir atom tanesi de böyledir, kâinat da böyledir, insan
da böyledir.
İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti,
yoksa ihtiyacı için değil. O "Samed"dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O'na
muhtaçtır. O "Meliklerin meliki"dir. Her şey ancak O'nun izni ve irâdesi ile hükme
bağlanır.
"Ehadiyet" sıfatı ile muttasıf olan Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatın her ihtiyaç ve
isteklerinde başvurulan yegâne mercidir. Sığınılacak yegâne dayanak O'dur. Duâ etmez,
kendisine duâ edilir.
22.08.2019
Sayfa 208 / 646
İnsanı yoktan var etti, sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler verdi, onu kendi
mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.
Bütün istek ve ihtiyaçları O verir. İhtiyaçlar yalnız ve yalnız O'ndan talep olunur. Dilekleri
yalnız ve yalnız O yerine getirir.
Sıkıntılı ve darlıklı günlerde kendisine başvurulan kapı O'nun kapısıdır. Her şeyden ve
herkesten müstağni olan, her şeyin ve herkesin kendisine muhtaç olduğu zât O'dur.
Cömertliği, lütufkârlığı son haddine ulaşmış olan ilâh O'dur. O'nun izni ve emri olmadan
hiçbir iş hükme bağlanmaz.
Farz-ı muhal ki bir meyve olgunlaşabilmesi için toprağa, suya, havaya ve güneşe
muhtaçtır.
Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak da
O'na muhtaç, su da O'na muhtaç.
Bir meyve tekâmül edebilmesi için havaya ve güneşe muhtaçtır. Hava da O'nun emrinde,
güneş de O'nun emrinde.
Hadis-i şerif'te beyan buyurulduğu üzere; "Güneş her gün doğudan batıya gider,
Arşurrahman'ın altında secdesini yapar ve tekrar doğması için izin ister." (Buhârî.
Tecrîd-i sarîh: 1321)
Her şey O'na muhtaç olduğu gibi, güneş de O'na muhtaç. Her şey O'nun yed-i kudretinde
ve O'nun emrindedir...
Ekim 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
22.08.2019
Sayfa 209 / 646
Hülâsa olarak; cemâdatı, nebâtatı, hayvanatı, insanları, melekleri hep O yaratıyor, hepsi
de O'na muhtaç. O yaratıyor, O tekâmül ettiriyor, O öldürüyor... Hep O...
Bir meyveyi düşünün. Bütün insanlar, cinler bir araya gelseler; bir elma, bir nar, bir
portakal, veyahut bir buğday, bir arpa tanesi yaratabilirler mi? Hayır! İşte Hazret-i Allah
budur.
Hadi sen de bir tanesini yap! Fakat yapamazsın. Çünkü insan âcizdir, mahlûktur. Bakınız
daha bir tek meyvenin karşısında kâinat acze düşüyor. Bir tek arpanın karşısında kâinat
bakar, fakat kör bakar. Yaratıcısını onda görmez.
Mevye dalına güvenir, dal ise ağacına, ağaç ise köküne, kök ise toprağa güvenir. Meyve
olması için de ayrıca suya, havaya, güneşe, aya... ihtiyaç vardır. Dalı kessen meyve yok
olur, kökünü çıkarsan ağaç yok olur.
Meselâ toprağı ele alalım. İnsanı ondan yarattı, yiyeceğini de ondan yarattı. Kokuları ayrı,
renkleri ayrı, tadları ayrı ayrı olan bütün bitkiler toprakta bitiyor.
"Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok
taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler." (Yâsin: 33)
Toprakta ne var? Hiçbir şey yok. Ne varsa yalnız O'nun emrinde, O'nun hükmünde,
O'nun takdirinde var.
"İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38)
Bitkilerde yarattığı berekete bir bak! Toprağa yüzlerce buğday tanesi atıyorsunuz,
topraktan binlerce alıyorsunuz. Öğüttüğünüz zaman un oluyor. Unlar yoğurulduğu ve
pişirildiği zaman ekmek oluyor. O buğdayda ne var ki, sana gıda veriyor. Alçı veya çiriş
aynı una benziyor, fakat yutsan mideni dondurur. Birine başka hassa vermiş, diğerine
başka hassa vermiş. Yani hepsinde O'nun "Ol!" emri var.
Her şey O'nun emri ile olur. Görünen de görünmeyen de bütün her şey böyledir. Neye ve
kime hangi hassayı koymuşsa, onda o mevcuttur. Bu hassaların hiçbirinden haberimiz
yok.
"Samed" ism-i şerif'i doğrudan doğruya "Ehad" ism-i şerif'nin bir açıklamasıdır.
O'nun "Samed" olması, mâbud olarak da tek olduğunu gösterir.
Kendisinin herkesten müstağni olduğunu, buna karşı bütün yaratıkların kendisine muhtaç
olup huzurunda boyun eğdiğini haber vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
22.08.2019
Sayfa 210 / 646
"Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise her şeyden müstağnidir, her hamde
lâyıktır." (Fâtır: 15)
Bu hitap Allah-u Teâlâ'nın engin nimetlerini kendilerine hatırlatmak için bütün insanlığa
yapılmıştır.
Allah-u Teâlâ zâtında Gani olup, hiç kimsenin şükrüne ve ibadetine ihtiyacı yoktur. İhtiyaç
mahlûkun şanıdır, bütün insanlar her türlü hallerinde O'nun ihsan ve nimetlerine
muhtaçtır.
Allah-u Teâlâ zâtında Mahmud'dur, kullarının hamd ve senâsına ihtiyacı yoktur. O zaten
kendisine hamd edilmiş olandır. Fakat vermiş olduğu nimetler karşılığında kullarının
hamdetmeleri vâciptir.
O'nun ne derece lütuf, inayet ve merhamet sahibi olduğunu idrak etmek için insanların bu
hakikati bilmeleri gerekir.
Kasım 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
22.08.2019
Sayfa 211 / 646
"Onlar o Rahman olan Allah'a bir evlât isnad ettiler diye, bu sözlerinden dolayı
neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti. Oysa
Rahman olan Allah'a çocuk isnad etmek asla yakışmaz."(Meryem: 90-91-92)
Müslümanlar ise "Lem yelid velem yûled" itikadı ile bu bozuk inançlardan tamamen
kurtulmuşlardır.
Allah-u Teâlâ ilâhî sıfatlarının hepsinin neticesini beyan etmek üzere şöyle
buyurmaktadır:
O Allah ki, ortağı ve benzeri olmayan bir Allah'tır. Hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık
da kendisine benzemez ve benzetilemez. Zerreden kürreye kadar ne varsa O'nun varlığı
ile var olmuştur.
Bu Âyet-i kerime hem birinci Âyet-i kerime'nin açıklaması, hem de bütünüyle İhlâs sûre-i
şerif'inin bir hülâsasıdır.
Hiçbir dengi ve benzeri olmamak yalnızca O'na mahsustur. Sonradan olan, varlığının
başlangıcı olmayana denk olamaz. Denk sanılanların da yaratıcısı O'dur. O'na bir şeyin
eş olması mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ ezelî ve ebedîdir. Zâtının evveli ve âhiri, dengi ve benzeri olmadığı gibi;
sıfatlarının da öncesi ve sonrası yoktur. O'nun zâtı yarattığı varlıklara benzemediği gibi,
sıfatları da mahlûkatın vasıflarına benzemez. Her cihetten tektir.
22.08.2019
Sayfa 212 / 646
Aralık 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
Kişilerin en kolay okuyacağı sûre İhlâs-ı şerif'tir. Halbuki o en zor okunan bir Sûre-i
şerif'tir.
Şöyle ki:
"Hüve"; "İşte O!" demektir. O ise hitap eden ile hitap edilen arasında malum olan şeydir.
Bu "Hassü'l-has" olanların mertebesidir. Çünkü ârifler mârifetullah için delile muhtaç
olmadıklarından, onlar için işâret kâfidir.
Daha sonra "Has" insanların mertebesine işaret için "Allah" Lâfza-i celâl'i
zikrolunmuştur. Zira onlar Allah-u Teâlâ'yı delillerle ispat etmeye çalışırlar. Yarattığı
mahlûkatın yaratılışlarındaki ince sanattan Hâlik-ı Azimüşân'ın varlığına intikal ederler.
"Avam" halkın mertebesine işaret için de "Ehad" lâfzı gelmiştir. Çünkü onların anlayış
kabiliyetleri diğerleri gibi olmadığından, şirke düşmemek için, Allah-u Teâlâ'nın
vahdaniyetini, birliğini ifade eden "Ehad" lâfzı zikredilmiştir.
22.08.2019
Sayfa 213 / 646
"Ehad" deyince; Allah-u Teâlâ müstakil bir vücuttur, O'ndan başka hiçbir mevcut yoktur.
Var olan yalnız O'dur, Ehad yalnız O'dur, başka Ehad yok!
Fakir: "Kul hüvallahü Ehad" dediğim zaman O'nu zikrediyorum, ismini zikretmiyorum.
Ehad dediğim zaman Ehad'ı görmem lâzım.
Ne kendini görür, ne de yaratılmışları görür. Kendisi çıktı aradan. Yoksa kendisi var iken
görebilir mi? Göremez. Zira aslı zaten bir damla kerih su. O kerih suyu Allah-u Teâlâ bir
maske haline getirmiş. O'nu görür, O'ndan görür, başka bir şey görmez. Kendisini bir
maskeden ibaret olarak gördüğü gibi, kâinatın da bir maskeden ibaret olduğunu o zaman
görür. En mühimi ise, o zaman Yaratan ile yaratılmış olanların ayrı olduğu görülür. Çünkü
yaratılanlar bir "Kün feyekün"den ibarettir. "Ol!" der, hemen oluverir.
"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece: 'Ol!' demekten ibarettir. O da hemen
oluverir." (Yâsin: 82)
Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk
âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa
burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
Ocak 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
22.08.2019
Sayfa 214 / 646
İhlâs Sûre-i şerif'inin mazharı olan bir kimse; Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'ı görür,
Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'ı bilir. Çünkü kendisi bir maske olduğu için Hazret-i Allah'ı
bilemez. Maske de hükümsüz. Çünkü Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'ı görüyor, Hazret-i
Allah ile Hazret-i Allah'ı biliyor, Hazret-i Allah ile söylüyor. Hazret-i Allah ile hemhâl
oluyor, O'nunla görüşüyor, O'nun ile nefes alıyor. Kendisinin de kâinatın da maske
olduğunu görüyor.
"Ehad" O, yarattığı her şey O'na muhtaç. Bunun hakikati bilinmediği için kelimeden
ibaret kalıyor. Kelime biliniyor, O bilinmiyor. Hem söylüyorsun, hem kendin varsın, o
zaman O'nu söylememiş oluyorsun. Var olan yalnız O'dur, Ehad yalnız O'dur, başka
Ehad yok. Bütün varlıklara "Ol!" demekle bir sûret bir şekil vermiş, var etmiştir. Yer
görülüyor, gök görülüyor, insan görülüyor. Murad ettiği gibi tecelli etmiş, bir suretle
görülüyor. Amma O'ndan başka Ehad yok.
Olanlar da O'nunla var olmuştur. Her yaratılan şey Allah ile kâim olduğu için O'na
muhtaçtırlar. Allah ayrı, yaratılanlar ayrı. Çünkü O'na muhtaç, O'nunla kâim olduğu için
O'na muhtaç. Farz-ı muhal ki nefesini kesse yoksun. Kâinat da böyledir.
O birdir, her şey O'nun "Ol!" emriyle, O'nun yaratmasıyla meydana gelmiştir.
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur." (Bakara: 255 - Âl-i imrân:
2)
O öyle bir Allah ki, Allah'tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcut vardır. Her şeye
hayat veren O'dur, her şey O'nunla kâimdir.
Âyet-i kerime'de geçen "Hû" maskedir, amma kâinatın maskesidir. Var olan O'dur.
Herkes maskeyi görüyor, O'nu görmüyor. Her görünen şey O'na perdedir. "Lâ" dediğin
zaman, o "Lâ"lar yok olduğu zaman O'ndan başkası kalmaz.
"Lâ ilâhe"; O'ndan başka ilâh yoktur, ilâh ancak O'dur. Bu yarattıkları Allah değildir,
hepsi de "Lâ"dan ibarettir. Çünkü "Lâ" dediğin zaman "Onlar Allah değil" diyorsun. Bu
maske de "Lâ"dan ve "Ol!" emrinden ibarettir. Her yarattığı şeye sadece "Ol!" diyor, o
da dilediği şekilde oluveriyor. Ne dilemişse o oluyor. Her zerrede ulûhiyet sırları
mevcuttur. Her şey O değil, fakat hiçbir şey de O'ndan ayrı değil.
Ulûhiyet ve ubûdiyet yalnız O'na mahsustur. Her cihetten tektir. Varlığının başlangıcı
yoktur. Varlığı daimîdir, nihayete ermez. Varlığına şahit yine kendi varlığıdır. Her varlık
O'nun kudretinin eseridir. Var olan ne ki varsa O'nunla var olmuştur.
22.08.2019
Sayfa 215 / 646
"Hiçbir göz O'na erişemez, ihata ve idrak edemez. Fakat O bütün gözleri ihata
eder." (En'âm: 103)
Kâinatın bir maske olduğunu bu Âyet-i kerime ile izâh ve ispat ediyorum. Bilen ve
anlayan için bu ilâhî beyan kâfidir...
Şubat 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
O'ndan başka bir şey yok zaten, ötesi hep maske. İnsan bir maske olduğu için, bir elbise
olduğu için O'nu idrak edemez. Yüz tane, bin tane elbisen olsa seni bilebilir mi? Bilemez,
çünkü elbisedir. İnsan da böyledir, kâinat da böyledir. Bu maske bütün mevcûdâtı içine
alıyor. Var olan O'dur. Herkes maskeyi görüyor, O'nu görmüyor. Allah-u Teâlâ kendi zâtı
ile hayattadır, yarattıkları ise O'nun hayat vermesi ile yaşamaktadırlar.
Şimdi "Hû"nun maske olduğunu kavrayabildiniz mi? Şu kadar var ki maske olduğunu yüz
defa da kavrasanız sözle kavrarsınız, Allah-u Teâlâ göstermedikçe hakikatini
bilemezsiniz.
Maske Hazret-i Allah'ı bilemez, fakat Allah-u Teâlâ'yı, maskeden daha yakın olduğunu
görür.
Bir insanla giydiği elbisenin arası ne ise, Hazret-i Allah ile vücud elbisesinin arası öyledir.
Bir elbisenin giyindiği kişiyi tanıyamadığı gibi, bir bedenin de yaratanını tanıması mümkün
değildir. Çünkü elbisedir. Kişinin düşüncesini elbise ne bilir? Allah-u Teâlâ'nın o kişi
hakkındaki hükmünü de maske hiç bilmez! Maske çünkü. Fakat insanoğlu vücudunu bir
şey zannediyor, Hakk'ı bilmediği için kendisini görüyor.
"O Hayy ve Kayyum'dur. (Ezelî ve ebedî hayat ile bâkidir. Zât ve kemâl sıfatları ile
her şeye hâkim olup, bütün varlıklar O'nunla kâimdir)." (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)
22.08.2019
Sayfa 216 / 646
Allah-u Teâlâ kendi zâtı ile hayattadır, yarattıkları ise O'nun hayat vermesi ile, O'nun
kudreti ile yaşamaktadırlar. Her şeye belirli bir zamana kadar ayakta durmak için sebepler
ihsan buyurmuştur.
"Hayy" ve "Kayyum" ancak O'dur. Ancak O var, O yaratıyor, her şey O'nunla kâimdir.
İnsanların akılları ve ilimleri bu noktayı kavrayamadığı için yeri görür, göğü görür, amma
Hakk'ı göremez. Görmesi de mümkün değildir. Tutulanlar görülüyor da, tutan görülmüyor.
Şimdi burada maske kalkıyor. Maske de yok, O var. Yalnız O var ve her şey O'nun varlığı
ile kâimdir. Her görünen şey maskedir, insan da böyledir, kâinat da böyledir.
Maskeyi kaldıran Zât-ı kibriyâ; "Var olan her şeyi ben yaratıyorum, benim kudretimle
her şey ayakta duruyor, her şey benimle kâimdir." diyor.
Arş da böyle, kürsü de böyle, yer ve gök de böyle, insan ve hayvan da böyle. Her şey
O'nunla kâim.
İnsan Allah-u Teâlâ ile kâim olduğu halde bunu bilmiyor. O varlığını çektiği zaman leş
oluyor. Hani sen vardın? Sen de böylesin, bütün varlıklar da böyledir.
Mart 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
Vücut O, Mevcut O:
22.08.2019
Sayfa 217 / 646
O birdir, her şey O'nun yaratması ile meydana gelmiştir. Yaratan, yaşatan,
yöneten O'dur. Vücut O, mevcut O.
Her şey bir perdeden ibarettir. Her şeyin içinde O var. Yalnız kişinin içinde
değil, her şeyin içinde O var.
Sen bir maskeden ibaretsin. O maske seni sen olarak gösteriyor. Halbuki
maskenin altında, içinde yine O var.
"Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz." buyuruyor. (Vâkıa:
85)
Amma sen O'nu görmediğin için, kendini gördüğün için, âlim ve allâme
sandın, câhil olduğunu da bilemedin.
Aslında her şey O'dur, ötesi perdedir. Sen de bir perde, yer de bir perde, gök
de bir perde, kâinat da bir perde, Arş da bir perde. Yani her şekil bir perdeden
ibarettir.
Fakir, Hazret-i Allah'ı o lütufla tecelli ettiği zaman görüyorum. Kendimi de bir
perde olarak, bir maske olarak görüyorum.
Bazı tecelliyatlar olur, kendimi zerre olarak yani Âyân-ı sâbite olarak görürüm.
Ubudiyetimi zerre olarak yaparım.
Şu halde hep O.
22.08.2019
Sayfa 218 / 646
Vücut O, mevcut O.
Nisan 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
Bu esrar-ı ilâhî tecellî ettiği zaman, âyân-ı sâbite bütün âyân-ı sâbitelerin
Allah-u Teâlâ'ya ne kadar muhtaç olduğunu, her şeyin Hakk ile kâim olduğunu
görür.
Halbuki gerek insan gerek kâinât yalnız bir perdeden ibarettir. Perdeyi kaldır
O var. Perdeye "Ol!" diyor, perde oluyor. Yaratan O'dur. Yani O içte, sen
dışta... Sen dıştasın, içtekini aramaya, perdede O'nu görmeye çalışıyorsun. Bu
22.08.2019
Sayfa 219 / 646
mümkün değildir. Sen bir perdeden ibaretsin, kâinât da bir perdedir. Perdeyi
kaldır O var.
O sana hayat veriyor, O'nunla kâimsin. Sen ise hâlâ O'nu mülkün içinde
zannediyorsun.
Bazı Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ'nın her şeyi yarattığı, bazı Âyet-i
kerime'lerde her şeyi kuşattığı, bazı Âyet-i kerime'lerde ise kâinatı donattığı,
her şeyin O'na muhtaç olduğu beyan buyuruluyor.
Olanlar O'nunla var olmuştur. Her yaratılan şey Allah ile kâim olduğu için O'na
muhtaçtırlar. Allah ayrı, yaratılanlar ayrı. Çünkü O'na muhtaçtır, O'nunla kâim
olduğu için O'na muhtaçtır. Farz-ı muhal ki bir anda nefesini kesse yoksun.
Kâinat da böyledir.
Yaratılan her şey bir perdeden, bir maskeden ibarettir. Kâinat perdesini O
yarattı. Fakat o perdeyi ve perdenin üstündekilerini öyle güzel yaratmış ki;
zerrede de kürrede de kudretini ve âsârını, emsâlsiz iradesini ve gücünü
göstermiş, hepsine başlı başına bir hâkimiyet vermiş. Fakat ikram ve ihsan
edilen bu nimetleri insanoğlu hep kendisine mâlediyor. "Ben de
Allah'ım!" diyebilecek kadar ileri gidiyor.
22.08.2019
Sayfa 220 / 646
Mayıs 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
Her zerrede O'nun ulûhiyet sırları var. O zerreyi de O yarattı. O zerrenin içinde O'nun
varlığı var. O zerre de O'nunla kâim. Kül de böyle, cüz de böyle. Zerre de böyle, kâinat
da böyle...
O nasıl murad ettiyse öyle olur, "Ol!" dediği zaman bütün varlıklar öylece oluverir. Ona
göre ona cisim verir, ona göre suret ve sıfat verir, ona göre cüz'i irade verir, ona göre
şekil verir, o şekille beraber bir anda husule gelir, dilediği gibi tecellî eder. Yer görülüyor,
gök görülüyor, insan görülüyor. Fakat hâşâ o görünenler Allah değildir, "Ol!" demekle
husule gelen varlıklardır ve o varlıklar O'nun varlığı ile kâimdir. Amma hiçbiri Allah
değildir.
Vücud O, mevcud O... O'ndan başka ne vücud ne de mevcud var. Bütün mevcûdat,
vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. O'ndan başka müstakil bir vücud da yoktur.
Amma sen yaratılmışlarda kaldın. Hakk'ı bilemedin, bildiğini sandın.
Halbuki vücud elbisesini çıkarırsan O var. Vücud elbisesini giydiğin zaman sen varsın. O
halde O'nu nasıl göreceksin?
Farz-ı muhal ki bütün kâinat bir tepsi, üzerinde de birçok nimetler var. Sen ise
görebildiğin kadar tepsiyi görebiliyorsun. Kâinat tepsisinin üzerindeki nimetleri de
görüyorsun. Fakat o nimetleri yaratanı, o tepsiyi tutanı görmüyorsun. "Lâ"da,
yaratılmışlarda kaldın.
O birdir. Her şeyi O yarattı ve her şey O'na muhtaçtır. Zira O yaratıyor, O yaşatıyor, O
öldürüyor ve yine O diriltiyor. Amma sen O'nu göremedin.
22.08.2019
Sayfa 221 / 646
"Kulhüvallâhü Ehad" diyorsun, fakat isimde kaldın, kelâmda kaldın, amma O'nu
göremedin.
Allah-u Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün âlemleri çepeçevre çevirmiştir. Sen "Lâ"da
kaldın, yeri göğü gördün.
Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Amma sen yeri gördün, göğü
gördün. O'nun nuru olduğunu göremedin...
Haziran 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
22.08.2019
Sayfa 222 / 646
Çünkü senin içinde nefsin var, mâsivâ putları var. Sen bu hakikati nasıl
bileceksin?
Ruh ile cesedin, yani öz ile kabuğun irtibatı, Hâlik ile mahlûkun irtibatı
demektir. O yaratıcıdır, yarattıkları O'na muhtaçtır. Bu iki noktayı çok iyi
ayırmak lâzımdır.
Fakir, kitaplarda bunu izah etmiştik. Bunlar perdeden ibarettir. Perdeyi kaldır
O'nu görürsün. "Ol" dedi oldu, "Öl" dedi öldü. İşte Hazret-i Allah budur.
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'ım! Sen öyle bir Allah'sın ki yalnız kendi kendini bilir ve kendi
kendini methedersin.
Hakir bir zerre olduğum için hayatım müddetince seni bir defacık
anamadığımı ve tapamadığımı biliyorum."
22.08.2019
Sayfa 223 / 646
Temmuz 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
Vâhidiyet ve Samediyet:
"Samediyet" ise; Allah-u Teâlâ'nın hiçbir kimseye, hiçbir şeye, hiçbir şekilde
muhtaç olmadığı gibi, herkesin her ihtiyacını gidermekle hazinesinden hiçbir
şeyin eksilmemesi demektir. Mutlak mâlik ve mutlak müstakil O'dur.
Her şey O'nun yaratması ile meydana geldi, O'na muhtaç. Fakat şüphesiz ki
bu bilgi ancak duyurduğu kimselere aittir. İnsan "Kul hüvellahü
Ehad" deyince Hazret-i Allah'ı birliyor, kendisini de Hazret-i Allah'tan ayrı
olarak tutuyor. Bu bilgiyi yalnız ve yalnız O'nun öğrettiği kimse bilir,
anlatılmakla bilinmez. Fakat sizlerin yetişmesi için zan ile de, ilmen de olsa
22.08.2019
Sayfa 224 / 646
Âyet-i kerime'de:
Her tarafı çepeçevre çevirmiştir. Ondan başka vücud yok. Ondan başka
mevcut yok. "Ol!" diyor görünüyorsun, "Öl!" diyor ölüyorsun. Yine O, yine O,
yine O.
Daha hayatta iken kimisi oluyor, kimisi ölüyor. Kâinat da böyle. İşte Hazret-i
Allah budur. Fakat mahlûkun aklı Halik'a yetmez. Hazret-i Allah olduran ve
öldürendir.
Âyet-i kerime'de:
Yaratan her şeyi bilir. Yaratılan ise Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği kadarını bilir.
Her şey O'nunla kâim olduğu için O'na muhtaç. Her şey O'na muhtaç. Çünkü
O:
22.08.2019
Sayfa 225 / 646
Ağustos 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
22.08.2019
Sayfa 226 / 646
Şirk koşanlar cansız bir şeye Allah'tan başka hiç kimsenin can
veremeyeceğine inandıkları halde şirklerine devam etmekle apaçık bir sapıklık
içinde olduklarını göstermektedirler. Şayet onlar bütün bunları düşünüp
kavrayacak olsalardı, Hakk'tan yüz çevirmezler, hakikata sarılırlar, dünya
saâdetine ahiret selâmetine kavuşmuş olurlardı.
"De ki: Eğer onların dedikleri gibi, Allah ile beraber başka ilâhlar da
bulunsaydı, o takdirde bu ilâhlar Arş'ın sahibine ulaşmak için yol
ararlardı." (İsrâ: 42)
Arş'ın sahibi ve mâliki Allah-u Teâlâ'dır. Durum dedikleri gibi olsaydı, onlar
tuttukları bu yol ile olanca kuvvetleriyle Arş'ın sahibi olan Allah-u Teâlâ'ya
yakınlaşmanın çarelerini ararlardı.
Halbuki bu varlık âleminin son derece mükemmel bir şekilde düzenli olduğu
görülmektedir.
22.08.2019
Sayfa 227 / 646
Eylül 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
Allah-u Teâlâ ikileşmesi veya yok olması veya değişmesi imkân ve ihtimali
olmayan "Bir"dir, hep "Bir"dir. O'na ikinci olacak bir başka bir yoktur.
O'ndan başka bir ilâh olmadığı gibi, O'ndan başka bir mevcut da yoktur. Bütün
yarattıkları "Lâ"dan ibarettir.
Başka hiç kimse ulûhiyet sıfatına haiz değildir. Bütün mükevvenâtın Hâlik'ı
ancak O'dur.
Hiçbir şekilde ortaklığı kabul etmez, ulûhiyette tektir. Kendisine aslâ yokluk
ârız olmayan Zât-ı kibriyâ O'dur. Hakiki varlık O'nun varlığıdır. O'nun varlığı
bütün varlıkların hakikatidir. Yaratılmış olan varlıklar birbirlerine denk
olabilirler, birbirleriyle birleşir, birbirlerinden ayrılabilirler.
"Allah bir misal verir: Bir adamın huysuz ve birbiriyle ortak birkaç
efendisi var. Bir diğer adamın da bir tek efendisi var. Bu ikisinin
durumu bir olur mu?" (Zümer: 29)
Elbette olamazlar.
Bir tek efendinin kölesi, samimiyetle yalnız ona hizmet eder. Gücü ve yönelişi
bir noktada toplanır, yolu belirli olur. Efendisinden iyilikten başka bir şey
görmez. Onun sayesinde rahat bir hayat yaşar.
Birbiriyle anlaşamayan efendilere ait bir köle ise huzursuzdur, onların hangi
birine hizmet edecektir? Onların her birisi bu kölenin kendisine ait olduğunu
22.08.2019
Sayfa 228 / 646
ileri sürer ve onu değişik işlerde çalıştırırlar. Köle kimin dediğini yapacağını
şaşırır. Hangisini râzı edeceğini bilemez, hiçbir zaman kararı olmaz, vicdanen
rahat yüzü görmez.
İşte bunun gibi muvahhid bir müminle, içi dışı putlarla dolu bir müşrik bir
olmaz.
Misal son derece açık ve parlak olunca, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'yi hamd
ile sona erdirmiştir.
Ekim 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
İlm-i Billâh:
22.08.2019
Sayfa 229 / 646
Bu sırrı bilebilmek için Allah-u Teâlâ'yı görmek şarttır. O'nu görmeyen kimse
ne bilir, ne de hafsalası alır. Duysa da yine bilmez. Ne ilmi yeter, ne de aklı
yeter.
"O öyle bir kuldur ki, Hakk'a vâsıl olmuş, O'nu görmüş ve mâsivâ
denen Hakk'ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir." (60. Meclis)
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli hakkında bin küsur
sene önce "Hatm'ül-Evliyâ" ismiyle müstakil bir eser yazmış ve onun Allah-u
Teâlâ'nın hususi himayesinde olacağını, O'nu göreceğini ve O'nunla
konuşacağını açıklamıştır.
22.08.2019
Sayfa 230 / 646
Kasım 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
İlmin sonu Hazret-i Allah'a dayanır. Bu ilme "İlm-i billâh" denildiği gibi, "Ledünî ilim" de
denilir.
Bu ilme mazhar olan Hakk'ı görür, Hakk'tan görür. Ve fakat Allah-u Teâlâ'nın
tecelliyâtının sonu yoktur.
"Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna
yedi deniz daha eklense, yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez. Şüphe yok ki Allah
Azîz'dir, hikmet sahibidir." (Lokman: 27)
Kelimât-ı ilâhiye'nin sonu yoktur. Çünkü O'nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz,
iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.
Hakk'ı gören ise Cenâb-ı Vâcib'ül-Vücud Hazretleri'nden başka hiçbir şey görmez. Yani
Allah-u Teâlâ'yı gören, O'ndan başka bir şey görmez ve görmek de istemez. Zira her
şey "Lâ"dan ibarettir. "Lâ mevcûde illâllâh" tevhidinin sırrına vâkıf ettirdiği kimseler
hem görür, hem söyler, hem de o hâl ile yaşarlar. Her hâl ve kâllerinde hikmet-i ilâhî
mevcuttur. Birer numunedirler, birer Hakk adamı, Hakk dostudurlar. Onlar O'nun
himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesindedirler. O'nun gözetimi altında iş ve icraat yaparlar.
22.08.2019
Sayfa 231 / 646
İmâm-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki: "Ayrıca Allah-u Teâlâ ile
karşılaşmanın, O'nun cemâl-i bâkemâline bakmanın ve O'na mânen yakınlaşmanın
ne demek olduğunu da anlar." (İhyâ-u Ulûmid-din)
Çok iyi anlar. Çünkü Allah-u Teâlâ öyle buyuruyor. Öyle tecelli ediyor, öyle husule
getiriyor ki, oradan anlıyor. Bu, mahlûkun Hâlik'ına yaklaşması değildir. Hakk'ın
mahlûkuna tecelliyatıdır. Hâlik tecelli edecek ki, o vâkıf olacak. Mahlûkun yeri değil orası.
Oysa O'na her şey kolay.
İlimlerin Özü:
Bu hakikatler kemiğin iliği mesabesindedir. Hakikatin özüdür, sözü değildir. Kemiğe kadar
herkes iner, iliğe inemez. Kemik ayrı şey ilik ayrı şey.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektubat" adlı eserinde Hâtem-i veli'ye
verilen ilim hakkında buyurur ki:
Allah-u Teâlâ'nın göstermesi ile fakir bunu gözü ile görür, görür de öyle söyler. Hiçbir
ilmim olmadığına göre, eğer Allah-u Teâlâ öğretmese bunu bilmek mümkün değildir. O
bana bu ilimleri satır satır, nokta nokta öğretir ve gösterir.
Evliyâullah'ın "Has ilmullah" diye tarif buyurduğu ilim işte budur. Zât'ına mahsus bir
ilimdir. Bu ilim bugün indi. Hakk'al-yakîn ilmin özü de budur. Görünen ve bilinen bir ilim
değildir. Diğer ilimler bunun yanında sözüdür. Oraya inemediği için sözde kalmış. Yani
kemikte kalmış, iliğe inememiş.
Buradan da anlaşılıyor ki ilmin özü Hâtem-i veli'ye verilmiş. Öz nedir? Hazret-i Allah. O
özü biliyor, diğeri kabuğu biliyor. Öz ayrı, kabuk ayrıdır.
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulan ilim işte budur, Allah-u Teâlâ ancak dilediği kadar
duyuruyor.
22.08.2019
Sayfa 232 / 646
Aralık 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
"Mârifetullah"taki Sır:
"De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed'dir. Her şey O'na muhtaç, O
hiçbir şeye muhtaç değildir." (İhlâs: 1-2)
"Bizim emrimiz ancak bir göz açıp kapanana kadar bir tek
andır." (Kamer: 50)
Bir şeye ancak bir kere emreder. Az da, çok da O'nun kudreti yönünden birdir.
Allah-u Teâlâ ona bir şekil, bir suret veriyor, hayat veriyor, bütün
mukadderatını içine dürüyor ve onunla "Ol!" diyor, oluveriyor. Ömrü, icraatı,
ölümü-kalımı, geçmişi, geleceği, her şeyi içinde olmak üzere "Ol!" emriyle
husule geliyor. "Ol!" emrinin içinde kendi varlığı ile görülüyor.
22.08.2019
Sayfa 233 / 646
O "Ehad"dır. Hem Ehad diyorsun, hem de sen varsın O yok. Ehad diyorsun
amma senden başkası yok. İşte insanların Allah-u Teâlâ ile durumu budur.
Mârifetullah ilmi ile diğer ilimleri buradan ayırın.
Bir buğday tanesinin kabuğu o taneye ne kadar muhtaç ise, Allah-u Teâlâ'nın
yarattığı ve bir kabuktan ibaret olan âlemler de Allah-u Teâlâ'ya muhtaçtır.
Çünkü vücud O, mevcud O.
O, Hakk'ı ve hakikati gördü. O'nun nuru ile O'nu görüyor ve biliyor, O'nunla
O'nu görmek demek; içinde O, nurunu da O akıtıyor. O nurla O'nu görebiliyor.
Başka türlü göremez.
22.08.2019
Sayfa 234 / 646
Ocak 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
Zâhirî ilim, tarikat ilmi, hakikat ilmi, mârifet ilmi, ulül-elbâb'ın ilmi olduğu gibi,
bir de kendi katından verilen bir ilim vardır.
'Yâ İsâ! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar
sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah'a hamd ve şükrederler.
Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah'tan ecir
beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.' buyurdu.
22.08.2019
Sayfa 235 / 646
İsâ Aleyhisselâm:
Cenâb-ı Hakk:
"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif
billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil
olan kimseler anlamazlar.
Cevherleri onlara Allah-u Teâlâ verir. Yüzüne yüzü ile yönelmesiyle, kalbine
nurunu akıtmasıyla dilediği kadar ilmullahtan ilim verir.
Bu ilim has bir ilimdir. O'nun duyurduğundan başka bu ilmi kimse bilmez.
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın
kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl
gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur."(Tirmizi)
22.08.2019
Sayfa 236 / 646
Şubat 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
Bir ağaç var, dışı kabukla örtülmüş. Ona kabuk mu diyorlar, yoksa ağaç mı
diyorlar? Tabi ki ağaç diyorlar. O kabuk da ağaçtandır. Üzerindeki âsâr olsun,
üzerindeki hâreler olsun hep ağaçtandır.
Sen de bir kabuksun, kâinat da bir kabuktur. İçinde O var. Fakat insanoğlu o
kabuğu görüyor da içindekini görmüyor. Yani perdeyi görüyor da tutanı
görmüyor. Halbuki Âyet-i kerime'sinde"İçindeyim!" buyuruyor. Senin de
içinde, kâinatın da içinde. Fakat sen görmüyorsun. Çünkü ilmin de, aklın da o
noktada değil. Hiç şüphesiz ki içinde olduğunu gören de var bilen de var.
Her şeyi O'nun yarattığını ve her şeyin O'nunla kâim olduğunu ancak hakikat
ehli bilir ve görür. Amma sizin bildiğiniz göz ile değil de, O'nun gösterdiği göz
ile hem görülür, hem bilinir. Yoksa bir beşer gözü ile değildir.
22.08.2019
Sayfa 237 / 646
Gerçek Mürşid-i kâmil O'nu gördüğü zaman, kâinatın bir maske olduğunu
görür. Maskeyi de görür, maskeyi kaldıranı da görür.
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer
siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah'ın üzerine düşerdi." (Tirmizî)
O'ndan başka hiçbir şey yok ki düşsün! Ötekiler "Ol!" ve "Öl!", işte bundan
ibarettir. Düşen O'nun üzerine düşer.
O her şeyin takdirini dürmüş, şeklini şemâlini vermiştir, ondan sonra "Böyle
ol!" demiştir, o da dilediği şekilde oluvermiştir. O görünenleri öyle murad
ettiği için öyle göstermiş. Demek ki O var, O'ndan başka bir şey yok, O'nun
hükmünden başka bir şey yok.
Mart 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
22.08.2019
Sayfa 238 / 646
"İçinizde...
Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21) (2)
"Siz Allah-u Teâlâ'nın tuttuğu şeyi görürsünüz, Elhamdülillâh biz tutanı görürüz.
Yaratan'ı gördüğüm için, bu yaratılanların bir perdeden ibaret olduğunu
görüyorum."
Bu beyanlar duyanlar içindir, işitenler için değil. Kime ne duyurdu ise o anlar. İyi bilin ki,
bunların hepsi Allah-u Teâlâ'nın göstermesiyle, bildirmesiyle, Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz'in nur ışığı ile görerek ve bilerek söyleniyor.
Sakın bu ilme dalmayın. İlminiz ve aklınız yetmez. Yetmediğine göre inkâr yollarına
kalkışmayın. Evliyâullah'ın beyanlarını inceleyin, onlara itimat edin ve kurtulun. Bütün
delilleri önünüze sürüyorum, oku ve geç, anlamaya kalkışma.
"Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah'tır. Allah'ın fermanı bunların
arasından iner ki, böylece Allah'ın her şeye kâdir olduğunu ve her şeyi ilmiyle
kuşattığını bilesiniz." (Talâk: 12)
"Eğer bu Âyet-i kerime'nin size tefsirini yapacak olsam, beni mutlaka taş
yağmuruna tutarsınız."
Size bu anlatılanlar sanmayın ki bilinmiyor. Allah-u Teâlâ fakire öyle bir üslup vermiş ki,
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri'nin buyurduğu mevzuları açıyoruz da kimse
farkında değil. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri yerleştirdiğimiz için, o söylediğimiz söz
kayboluyor.
Kişi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'i görüyor, o mevzuyu unutuyor. Sizin anlayacağınız
şekilde açıldığı için şaşkınlık yapmıyor. Yoksa kapalı tuttuğumuz yerler çok azdır.
Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri
ile, kimini kabuk ile...
22.08.2019
Sayfa 239 / 646
Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yer de böyledir, gök de böyledir.
Arşurahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. Allah-u Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün
âlemleri çepeçevre çevirmiştir.
Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından nereye baksan yalnız O'nu
göreceksin.
Herkes O'nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki bütün mekânlar O'nda
mekândır, O'nun mekânı yoktur.
İyi bil ki O'nu gören, O'ndan gören, bütün âlemlerin bir kabuk, bir perde, bir maskeden
ibaret olduğunu görür ve bilir...
Nisan 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31
Çünkü:
22.08.2019
Sayfa 240 / 646
Ancak bu tecelliyata kimi mazhar ederse, O'nu hem görür, hem de bilir.
Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk'ı görüyor, Hakk'tan görüyor.
22.08.2019
Sayfa 241 / 646
Mayıs 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
Allah-u Teâlâ bebeği ısı, ışık ve sudan muhafaza etmek için üç ayrı zarla
kaplıyor, böylece onu orada yaşatıyor. Zaman geldiğinde de oradan alıp
imtihan sahnesi olan dünyaya çıkarıyor, çeşitli rızıklarla merzuk edip
yaşatıyor. Bir taraftan da imtihana tâbi tutuyor ve oradan da tekrar âlemi
berzaha sokuyor.
Senin bu işlerde bir dahlin var mı? Yok. O halde sen çık aradan, kalsın
Yaradan.
22.08.2019
Sayfa 242 / 646
"Ben fakirim, hiçbir şeye malik değilim. Ruhum, bedenim, ilmim, malım, ihsan
ettiği, ikram ettiği herşey Sahib'ime aittir. Her şeyi O verdi, ben hiçbir şeye
malik değilim."
"Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır." (Yusuf: 76)
"De ki: Rabb'imin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da
ilâve getirsek dahi, Rabb'imin sözleri bitmeden önce denizler
tükenir." (Kehf: 109)
Hakikatin sırrı; ancak sana ait hiçbir şey olmadığını gördüğünde, hepsi O'nun
olduğunu bildiğinde husule gelir, o tecelliyâta ancak o zaman mazhar olunur.
22.08.2019
Sayfa 243 / 646
Haziran 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
Hidayet Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile
kullarında halkettiği muvaffakiyettir. İman nûrunu ihsan ettiği, kalbine akıttığı
kulunu, mârifetullah nûru ile kudsî ruh ile destekler.
Bunlar vâris-i enbiya oldukları içindir ki, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin
tecelliyatına mazhar olmuşlardır. Yani bildirdiği kadar bilir, gösterdiği kadar
görür. Hakk'ta fani olduğu zaman bunlar husule gelir.
Cenâb-ı Hakk'ı görür kendisini görmez, zira âyân-ı sâbite ile Hakk'ı tespih
eder, O'nunla ibadet eder.
22.08.2019
Sayfa 244 / 646
Azamet-i ilâhî'nin karşısında bir zerre olarak Allah-u Teâlâ'ya ibadet, taat ve
secdesini yapar.
Bir zerre olarak Hakk ile Hakk'ı tespih eder. Ruh Cenâb-ı Hakk'ın lütuf
tecelliyatıyla nûrlanır, nefsi ruha tâbidir. O da nûrlanmış olur, dolayısıyla
vücududa nûrlanır. Bunların hepsi husule geldiği zaman "Sirâcen
münîrâ" olur. Her tecelliyat-ı ilâhi ile "Nûrun alâ nûr" olur. O artık Hakk
iledir. En hoşlandığı şey Hazret-i Allah'ın hükmü olur. Onlarda arzu yaşamaz.
Hayat ve vefat arasında hiç fark olmaz. Çıkacak hükm-ü ilâhî'ye peşinen
teslim olmuşlardır. Bu onlara ihsan edilen lütuflardır. Hazret-i Allah'a râm
olmuştur. Bütün iradesini Hazret-i Allah'a teslim etmiştir.
Allah içinde olduğu zaman vücut elbisesi de O'nun nurundan nur olur. Vücut
elbisesi nur olursa kefeni de nur olur. Kefeni nur olursa kabri de nur olur. O
ne ölür, ne çürür. Çalışan bunun için çalışmalı.
Sen "Ehad" olan Allah-u Teâlâ'yı mı gördün, yoksa kabuk mesabesinde olan
ve O'na muhtaç olanlarında mı kaldın?
"O hem Evvel'dir, hem Âhir'dir, hem Zâhir'dir, hem Bâtın'dır. O her
şeyi bilendir." buyuruyor. (Hadîd: 3)
22.08.2019
Sayfa 245 / 646
Bu Âyet-i kerime'yi okuyabilen bir kimse, hem "O" olduğunu, hem her
şeyin "O'ndan" olduğunu ilmel-yakîn de olsa, gayet rahat bilmiş olur.
Allah-u Teâlâ "Evvel"dir, ezelîdir. O'ndan evvel hiçbir şey yok idi. Zât-ı
Akdes'i için asla başlangıç tasavvur olunamaz. O'nun varlığı Zât-ı Akdes'inin
gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O'ndandır.
"Zâhir"dir; zerreden kürreye kadar ne ki varsa O'nun "Zâhir" ism-i şerifi ile
zâhir olmuşlardır. Her görünen varlık O'nun kudretinin eseridir. Canlı ve cansız
bütün mevcûdat O'nun varlığı ile kâimdir. "Ol!" diyor oluyorlar, "Öl!" dediği
zaman her şey yok oluyor.
Temmuz 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
"Kün feyekûn", "Ol!" buyuruyor, her şey oluyor. O'nunla oluyor. Hepsi bir
cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir.
22.08.2019
Sayfa 246 / 646
İşte bu kullardır ki Hazret-i Allah'ı görür, bilir. Zira Hazret-i Allah kâinâtı bir
noktada toplar. O nokta ise "İnsan-ı kâmil"dir.
İnsan-ı kâmil olanlar gerçek âlimlerdir, hiç kimseden bir şey sormadıkları
halde Hakk'tan ilim alanlardır.
Daha doğrusu bunun sırrını ancak Allah-u Teâlâ'nın talebeleri bilir. O'nun
öğretmesi, O'nun göstermesi, O'nun bildirmesiyle kâimdir. Kendinin âlim
olduğunu zannettiğin için, bu ilimden haberdar olmadığını sana bildirmem için,
bu ilimlerde câhil olduğunu göstermem için önünüze seriyorum.
Aynaya bak, kendini gör, sonra da vicdanına dön, kararını ver. Sakın ve sakın
tenkide kalkma, cehaletini ileriye sürme.
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın
kulları üzerine hüccetidir.
Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için
faydalı olan da budur." (Tirmizî)
22.08.2019
Sayfa 247 / 646
Kasım 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O
size furkan (iyi ile kötüyü ayırt edecek bir mârifet bir nur) verir.
Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf
sahibidir." (Enfâl: 29)
Âyet-i kerime'si de bunu gösteriyor. Muktedir olan Allah-u Teâlâ onu huzuruna
alıyor ve ona bir bir öğretiyor. Âlem olanın âlemi başkadır. O Allah-u Teâlâ'yı
birlerken "Kulhüvellâhu Ehad" dediği zaman Allah'tan başka bir mevcut
olmadığını hem görür, hem bilir. Zira O'ndan başka bir mevcut yok zaten.
Âlem-i billah olduğu için her zerrede ulûhiyet sırlarının mevcut olduğunu bilir.
Bu sırlardan haberi olmayanın onlardan hiç haberi olmaz.
Fâil-i mutlak o insanı nasıl murad ederse öyle yöneltir. Yani o insan fâil-i
mutlak'ın fiillerini icra eder. Hadd-i zatında kendisine kendisinden daha
yakındır.
22.08.2019
Sayfa 248 / 646
"Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz." (Vâkıa: 85)
Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Fâil-i mutlak O'dur. O nasıl murad ederse öyle
olur ve öyle tecelli eder. Bu tecelli Hass-ül has'a aittir. Fenâfillah'a çıkanların
işidir. Daha doğrusu vazifedar olanların işidir.
Allah-u Teâlâ'nın ahkâmı ile ahkâmlanmış olduğu için, daha doğrusu Hazret-i
Allah'ta yok olduğu için, o mânevi elbise kendisine giydirildiği için o boya ile
boyanmış oluyor...
Aralık 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31
22.08.2019
Sayfa 249 / 646
Gerçek vâris-i Nebî onlardır. İlimleri sadır ilmidir, vehbîdir. Bu ilim onlara
Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'dan gelir. Onların işi Hakk iledir,
Hakk'ı düşünürler, Hakk ile meşgul olurlar. Halk ile hiçbir icraatları ve
menfaatleri olmaz, halktan hiçbir şey beklemezler. Âlem-i billâh olanlar "Lâ
ilâhe illâllah" diyorlar. Onlar bunu görerek ve bilerek söylerler. İşte gerçek
mutasavvıf bunlardır.
"Cenâb-ı Hakk'ın gayrısı bir matlup ve sûfi lisanında bir put kalpte
mevcut bulundukça 'Lâ ilâhe illâllah' demek zordur, mânen kabule
şâyan ve vuslata vesile olacağı şüphelidir."
İnsan bir tek kıla sahip değil, onu da Allah-u Teâlâ yarattı. Fakat insan her
sahada "Ben, ben, ben..." diyor, bunlar bir puttur. Oysa ki Hazret-i Allah
Âyet-i kerime'sinde:
Değersiz bir mahlûkum. Kendim bir maske, nefsim ise değersiz bir mahlûktur.
Yaratan, yaşatan Hâlik-ı Azîmüşşan'dır. Mârifetullah ehli bunu Allah-u
Teâlâ'nın fazlından ötürü gördü, bildi.
Şubat 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 27
22.08.2019
Sayfa 250 / 646
Âyân-ı Sâbite:
Yetişme şekli zerreden başladı. Onun için bize her şey kolay geliyor. Çünkü
hükümsüz ve değersiz olduğumu gözümle görüyorum, söz itibariyle
söylemiyorum. Niçin? Çünkü ben O'nu görüyorum.
Meselâ biz "Lâ ilâhe illâllah" dediğimiz zaman şu âlemleri vallâhi bir çarşafı
atar gibi atabiliriz. Çünkü yalnız O'nu görüyorum. Örtüyü görmüyorum. Bütün
âlemler bir örtüden ibarettir.
Bu nasıl oluyor?
22.08.2019
Sayfa 251 / 646
Allah-u Teâlâ ezelî takdirde nuru vermiş, kaseti de dürmüş, robota koymuş.
Zamanı gelince o kaset çalışıyor.
O kadar büyük insanlar yetişmiş ki, geçmişte yaşamış Zevât-ı kiram, o ezelî
takdir kasetini görmüşler ve üzerine eğilmişler.
Yani; "Bunu verdi, bunu verdi, bunu verdi." demeleri, ezelî takdirdeki
kaseti görmeleri sebebiyledir. Hâtem-i veli'ye, Allah-u Teâlâ'nın neler
vereceğini oradan almışlar ve anlamışlar.
Mart 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
22.08.2019
Sayfa 252 / 646
Bir insan pislik yuvarlayan Cubullâ adlı pislik böceğinin pisliği yuvarladığı gibi,
kendisine ait tüm varlığının pislik şeklinde yuvarlandığını gözü ile görmedikçe
hiçbir zaman bu hâl husule gelmez. Ve o kimse Vahdet-i vücud'dan
bahsetmeye de sahib-i selâhiyet değildir.
Asliyetinin bir damla pislik olduğunu insan kendisi göremez. Onu göstermek
için başka göz lâzım. O göz de Hazret-i Allah'ın lütuf nurudur. O nur ışığı ile
ona kendi asliyetini gösterir. O zaman o göz onun değildir. Fakat bu sırlara
gözü ile görebilecek kadar vâkıf olanlar dünya yüzünde nâdir kimselerdir.
Tecelliyâtları ayrı ayrı olduğu için, bu iki zât-ı muhteremin ayrı beyanlarda
bulunmaları ile İslâm'da büyük bir çelişme husule gelmiştir. Ve bu çelişme
günümüze kadar devam etmiştir.
Her iki söz de doğru. Fakir her ikisinin beyanlarını bir cümlede birleştiriyoruz
ve diyoruz ki:
"Her şeyi Hazret-i Allah var etti, her şey O'nun varlığı ile kâimdir."
22.08.2019
Sayfa 253 / 646
Nisan 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
Âyet-i kerime'de:
O'nsuz hiçbir zerre yok. Fakat O görülmüyor da perde olan ceset görülüyor.
Halbuki aslında her şey ölüdür.
Ruh O'nun emri, O'nun varlığıdır. Verdiği zaman dirildi ve hareket etmeye
başladı.
Âyet-i kerime'de:
Yani sen Allah-u Teâlâ ile kâimsin. Her şey perdedir, aslı O; her şey maskedir,
gerçek O.
İnsanoğlu ruh verildiği zaman her şeyi yapıyor. O'nun varlığı ile hareket
ediyor. Allah-u Teâlâ ruhu çektiği zaman hiçbir şey kalmıyor. Demek ki var
olan O imiş.
22.08.2019
Sayfa 254 / 646
Zâhirde ilk, orta, yüksek tahsiller olduğu gibi, mânevî ilimler ve mânevî
tahsiller de mevcuttur.
1-İlmel-yakin, "Bilmek"tir.
2-Aynel-yakin, "Bulmak"tır.
Kör gözün işi de değildir. Ancak Allah-u Teâlâ'yı görüp kendisini görmeyenin
işidir.
Göz üç türlüdür:
1-Kör göz: Tabiat karanlığına düşmüştür, ondan başka hiçbir şey görmez.
2-Şaşı göz: Hem kendisine, hem de Yaratan'ına bakar. Yani biri iki görür.
3-Görür göz: Allah-u Teâlâ'nın nuru ile bakar. Her şeyin O'nunla kâim
olduğunu görür ve bilir. Kendisini görmez.
22.08.2019
Sayfa 255 / 646
Haziran 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31
Varlıklar, akıl sahibi olanlar ve akıldan mahrum olanlar olmak üzere ikiye
ayrılır. Akıl taşıyan varlıklar söz ve dil ile, akıldan mahrum bulunan şeyler de
rivayete nazaran yalnız hâl lisanıyla Hakk Teâlâ Hazretleri'nin vahdâniyet ve
samedâniyetini, her türlü kusur ve noksandan münezzeh oluşunu ikrar ve
itiraf etmektedir.
Zira yoktan meydana gelen bir âlemin mâhir bir sanatkâra ve büyük bir
yaratıcıya, vahdâniyet ve samedâniyet gibi kemâl sıfatlarını kendinde toplamış
ibâdet ve tâzime lâyık bir zâta her cihetten ihtiyacı kati delillerle sâbit ve
apaşikârdır.
Yani Allah-u Teâlâ "Ehad" olduğunu birçok Âyet-i kerime'si ile bize bildiriyor
ve duyuruyor.
22.08.2019
Sayfa 256 / 646
Bütün varlıklar O'nu bilip tespih ederken nankör insan O'nu bilemedi,
bulamadı ve bir de apaçık hasım kesildi.
Halbuki sen Allah ile kâimsin ve fakat hâlâ bunun böyle olduğunu idrak
edemiyorsun. Ne zaman idrak edeceksin? Kuvvet ve kudret sahibi varlığını
senden çekince mi anlayacaksın?
Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından dolayı nereye baksan yalnız
O'nu göreceksin.
Temmuz 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
Mârifet ve Nur:
22.08.2019
Sayfa 257 / 646
Allah-u Teâlâ Furkân Sûre-i şerif'inin 59. Âyet-i kerime'sinin nihayetinde şöyle
buyuruyor:
Bu Âyet-i kerime, Vahdet-i vücud'u doğrudan doğruya hem beyan ediyor hem
de açıklıyor.
Allah-u Teâlâ "Nebi"ye vahiy vasıtasıyla "Veli"ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini
ilka eder. Muallimi Hazret-i Allah olduğu için ona O öğretiyor.
22.08.2019
Sayfa 258 / 646
Ağustos 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
Âyet-i kerime'de:
Zira Allah-u Teâlâ bunların kalbine nûru akıtmış, kalbine ilmi yazmış, kendi
lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
22.08.2019
Sayfa 259 / 646
"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O
size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir mârifet bir nûr verir." (Enfâl: 29)
Bu gibi esrar-ı ilâhi'den bahsedenlere hiç hayret etmeyin. Zira bunlar Allah
ehlidir ve muallimleri de Hazret-i Allah'tır.
Bu gibi esrarı anlamaya da çalışmayın. Çünkü Akl-ı meaş ile, Akl-ı mead ile,
Akl-ı nûrâni ile, ilmel-yakîn ile çözülecek bir esrar değildir. Bunları Allah-u
Teâlâ ancak Ebrar kullarına, yani duyan kulağa, gören göze ihsan eder. Bu
Ulül-elbâb aklın, Hakkal-yakin ilmin işidir. Bu hakikat öğretilen ve verilen
ilimle bilinir.
"Öyle ilim vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif
billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil
olan kimseler anlamazlar.
22.08.2019
Sayfa 260 / 646
Eylül 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29
Kim bilir? Bunlar bilir. Nasıl bilir? O bildirdiği için bilir. Ve bilen de bile bile
konuşuyor. Demek ki bildirdiği kimseler var ve size bildiriyor. Bildirdiği
kimselerin olduğunu bildirmek için bunlar size söyleniyor.
Bunu ancak bildirdiği kimse bilir. Bildirdiği kimsenin dışında isterse âlim olsun,
hacı, hoca olsun hiç kimse bilemez.
22.08.2019
Sayfa 261 / 646
Yani O'nu bilen kendisinin hükümsüz, değersiz bir mahlûk olduğunu bilir.
İkincisi; "El fakru fahrî"nin sırrına vâkıf olmak da şarttır. Bu gibi kimseler
hiçbir şeye sahip ve malik olmadığını gözü ile görür, hükümsüz olduğunu
bilirler ve ilân ederler.
Herkes nefsiyle iftihar ederken, bunlar yalnız ve yalnız Hazret-i Allah ile iftihar
ederler. Çünkü O'ndan başka bir vücud ve mevcud olmadığını yalnız bunlar
bilirler.
Herkes nefsiyle "Ben, ben, ben!" diyor, ama bunlar ise hep "Allah, Allah,
Allah" diyor ve Hazret-i Allah ile övünüyorlar.
Zira onlar Hazret-i Allah'ı biliyorlar ve O'ndan başka bir mevcut olmadığını
görüyorlar.
Ve bunlar:
Her şey bir perdeden ibarettir. Her şeyin içinde O var. Yalnız kişinin içinde
değil, her şeyin içinde O var.
Sûre-i Şerif'in
Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminde, Nâziât sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. On dokuz
Âyet-i kerime, seksen kelime ve üç yüz yirmi yedi harften müteşekkildir.
22.08.2019
Sayfa 262 / 646
Adını ilk Âyet-i kerime'de geçen ve "Yarılmak" mânâsına gelen "İnfitâr" kelimesinden
alır.
Muaz bin Cebel -radiyallahu anh-in kıldırdığı bir yatsı namazını çok uzatması üzerine ona
şöyle buyurmuştur:
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle'de, "Tekvîr" Sûre-i şerif'inde olduğu gibi kıyamet gününün bazı
korkunç safhaları anlatılmaktadır.
Altıncı Âyet-i kerime'ye kadar kıyametin bazı hadiseleri tasvir edilerek göğün yarılacağı,
yıldızların saçılacağı, aralarındaki engeller kaldırılarak deniz sularının birbirine karışacağı
ve kabirlerin içinin dışına çıkarılacağı beyan edilmektedir.
Dokuzuncu Âyet-i kerime'ye kadar insanın Rabb'ini inkâr etmesi ve ilâhî nimetlere karşı
nankörlüğü selis bir üslupla kınanmaktadır.
On yedinci Âyet-i kerime'ye kadar, kâfirlerin dini yalanlamaları mevzu edilirken, yazıcı
meleklerin kişinin yaptığı iyilik ve kötülüklerin hepsini bir bir yazdığı, iyilerin cennete,
kötülerin cehenneme girecekleri haber verilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, hesap gününün şiddeti gözler önüne serilmekte ve hiç
kimsenin hiçbir şeye sahip olmadığı o cezâ gününde, yalnızca ilâhî hükmün geçerli
olacağı beşeriyete ilân edilmektedir.
Kıyametin Bazı
Safhaları:
İsrâfil Aleyhisselâm'ın Sur'a üfürmesi ile kıyamet kopar, böylece ilâhî emir ve hüküm
gerçekleşmiş olur.
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.
Nurlarını kaybederler, aydınlıkları yok olur, yerlerinden kopup yağmur taneleri gibi
yeryüzüne serpilirler.
22.08.2019
Sayfa 263 / 646
Dağlar parçalanıp yeryüzü dümdüz olunca, denizler her yeri kaplar, acısı tatlısı birbirine
karışır, birleşip tek bir deniz olur.
Dünyada iyilik olsun, kötülük olsun kendi işlemiş olduğu amelini bildiği gibi, numune olup
da kendisinden sonra gelenlerin işlemelerine sebep olduğu iyilik ve kötülükleri de bilecek;
iyi ve kötü bütün amellerini en ince teferruatı ile beraber defterinde görecektir.
Âyet-i kerime'si ile haber verildiği gibi, gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler,
maksatlar bir bir ortaya serilir.
Allah-u Teâlâ kıyamet ahvâlini hatırlattıktan sonra gâfil ve câhil insana hitap ederek şöyle
buyurdu:
"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" (İnfitâr: 6)
Rabb'inin ihsanına isyanla, sana olan merhametine taşkınlıkla nasıl karşılık verdin?
O'nun engin ihsan ve ikramları karşısında isyan yakışır mı? Halbuki bu yaptıklarının
ileride ortaya serileceğini ve hesaba çekileceğini biliyorsun!
"O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde
seni terkip etti." (İnfitâr: 7-8)
Allah-u Teâlâ insanı her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir
ölçüde yaratmıştır. Hangi uzuv nereye yarayacaksa ona uygun biçimde düzgün yapmış,
her birini bir çok faydalar sağlayacak şekilde düzenlemiştir.
Onun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
22.08.2019
Sayfa 264 / 646
İnsanın her yaratılan şeyde Allah-u Teâlâ'nın eserlerini görmeye çalışması gerekir. Bu
tefekkürler sayesinde iman tekâmül etmiş olur. İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının
uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın şeklinin, diğer canlılara nispetle en güzel
şekil olduğunu anlar. Bedenin iç ve dış yapısına bakılırsa akıllara durgunluk verecek
inceliklerle karşılaşmamak imkânsızdır.
Gözünün birini büyük birini küçük yaratmadı. Farz-ı muhal ki; gözünü ayağının altına
koysaydı, ayağını başının üzerine koysaydı, ellerini hiç takmasaydı, nefes borularını,
yemek borularını vermeseydi; bunları sana kim verebilir, kim takabilirdi?
İnsanın bütün uzuvlarında harikulâde ince sanatlar vardır. Fakat hiç şüphesiz ki Allah-u
Teâlâ'nın insana en büyük lütfu, ruh vermesidir. Beden o ruh sayesinde ayakta durur.
Kâinatın güzelliklerini, Yaratıcı'nın kemâlini idrak eder.
Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ ona: "Ey insan!" diye hitapta bulunmuştur.
Kirâmen Kâtibin:
“Şerefli Kâtipler” mânâsına gelen “Kirâmen Kâtibîn” melekleri her insanın sağında ve
solunda bulunur. Sağındaki sevapları, bütün iyiliklerini; solundaki ise günahları, bütün
kötülüklerini kayıt ve tespit eder. İnsanların ağızlarından çıkan her sözü, işledikleri iyi ve
kötü, büyük küçük her şeyi amel defterlerine yazarlar. Mânen çok hassas kamera ile
bütün hâl ve hareketlerinin, konuşmalarının fotoğraflarını ve filmini çekerler. Bu onun
bütün hayatının filmidir.
Seni bir nutfeden yarattığı halde, sana ölçülü bir biçim verdiği halde, bütün bu ihsanlara
karşı O’na isyan etmekle cezânı hak etmiş olmuyor musun?
Bu sahnede öyle bir durum var ki, kişinin her sözü, her kelimesi, her görüntüsü zapt
ediliyor. İnsan ölürken son anda bu filmi seyredecek, gideceği yeri görecek de gidecek.
Ya saâdet-i ebediye veya felâket-i ebediye ile karşılaşacak.
22.08.2019
Sayfa 265 / 646
İnsana eşlik eden ve gözetleyen o melekler, yaptığınız amelleri kayda geçirerek kıyamet
gününe kadar muhafaza edeceklerdir. İğne ucu kadar küçük bile olsa hiçbir şey
kaybolmayacak ve bir gün gelecek her yaptığınızdan hesaba çekileceksiniz.
Öyle kâtipler ki; Allah katındaki mertebeleri çok yüksektir, çok saygıdeğerdirler,
görevlerinde en ufak bir kusurları olmaz.
Bile bile amel defterlerine yazarlar. Hiçbir şey unutulmaz, hiçbir şey noksan bırakılmaz.
Bu melekler insandan hiç ayrılmazlar.
Kişi, her ne kadar isyan ederse etsin, yaptığı hiçbir zerre amel yoktur ki bilinmemiş ve
görülmemiş olsun. Son nefesini vermeden önce bütün yaptıklarını görür. Gideceği yeri de
o anda görür. İyilerden ise bir an evvel gitmeyi arzu eder, kötülerden ise gitmeyi aslâ
istemez.
Bu yazılan defterler, kıyamet günü sahiplerine teslim edilir, hesap da bu defterlere göre
olur. Bu melekler ayrıca hesap sırasında yapılan işlere de şâhitlik ederler.
Öyle bir gün ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü,
zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri
cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
22.08.2019
Sayfa 266 / 646
Kaçıp kurtulmaları mümkün değildir. Azapları da bir an bile hafifletilmez. Küfür en büyük
isyan olduğundan, onun cezası da en büyük azap olan cehennem azabıdır.
İnsan olarak dünyaya gelen herkesin bu günü bilmesi ve ona göre hayatını düzenlemesi
gerekir.
“Din günü” her yapılanın karşılığının verileceği son gün demektir. O gün, kendi
mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacak, tasarrufuna ortak
olacak hiç kimse bulunmayacaktır.
O gün, tek hâkim O’dur. Hükmünde O’na hiç kimse, hiçbir şekilde ortak olamaz. Affetmek
veya cezalandırmak bütünüyle O’nun yed-i kudretindedir. Cezalandırmak istediği bir
kişiyi, kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin
ceza verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah, bir kimsenin hesap
defterine yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezâsından fazlasına çarptırılmaz.
Hiç kimseye zulmetmemesi O’nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye
güç getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.
Dünyada bir çok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki, hakettiği halde mükâfat
alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı
hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı
verilir. Zâlimler beraat ederken, mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına
yükletildiği de görülmektedir.
22.08.2019
Sayfa 267 / 646
Medine-i münevvere'de; Rahman sûre-i şerif'inden sonra, Talâk sûre-i şerif'inden önce
nâzil olmuştur. Otuz bir Âyet-i kerime, iki yüz kırk kelime ve bin elli dört harften
müteşekkildir.
Muhtevâsı:
Sûre-i şerif'in ilk iki Âyet-i kerime'sinde insanın anılmaya değer bir şey olmadığı, çok uzun
bir zaman geçmesinden sonra katışık bir meni damlasından yaratıldığı, yaratılışının
gayesinin ise imtihan olduğu bildirilmektedir.
Üçünücü Âyet-i kerime'de insana verilen kabiliyetler sayesinde hidayet yolunu bulma
imkânına kavuşturulduğu açıklanmakta, şükredici veya nankör olmasının kendisine
kaldığı belirtilmektedir.
Yirmi yedinci Âyet-i kerime'ye kadar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e
hitap edilmekte; tebliğ vazifesini yaparken sabırlı olması ve muhalefet edenlere itaat
etmemesi, sabah akşam Rabb'inin İsm-i celâl'ini zikretmesi, geceleri uzun uzadıya tesbih
etmesi emredilmektedir.
Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılış safhasından insan hâline gelmesine kadar uzun bir
zaman geçmiştir.
İnsan anılmaya değer hiçbir şey değilken, zayıf ve güçsüz bir varlık olduğu halde; Allah-u
Teâlâ bu değersiz damlayı geliştiriyor, iskeleti kuruyor, ruhunu nefhediyor ve insan olarak
yeryüzüne gönderiyor.
22.08.2019
Sayfa 268 / 646
"İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş
midir?" (İnsan: 1)
Âdem Aleyhisselâm çamur hâlinde yoğurulup hazır duruma getirildikten sonra, ruh
üfürülmeden, şekillendirildiği hâl üzere bir süre bekletilmiş, ruhunun üflenmesine uygun
bir kıvama getirilmiştir.
İnsana gelince;
Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah-u
Teâlâ'dan başkasının bilemeyeceği kerîh bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti, ki o
zaman yeryüzünde ismi esamesi yoktu. Ne gibi bir isim alacağı, niçin yaratılmış olduğu
bilinmiyordu. Sonra Allah-u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi. Daha önce tanınmayan bir
şey iken, tanınmaya ve anılmaya değer bir varlık oldu. Yaratılışındaki gaye ortaya çıktı.
Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine sahip iken, insan şeklini alıncaya kadar
aradan uzun zamanlar geçmesinde, topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir
çiğnemlik ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışın her safhasında, hiç
şüphesiz ki O'nun kudretinin yüceliğini gösteren birçok hikmetler ve ibret verici incelikler
vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur.
İlk insan Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı
haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm'dan üreyen insanların da menşei toprak ve
sudur.
"Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık." (İnsan: 2)
İnsan kendi kendine var olmuş ve kemale ermiş bir varlık olmadığı gibi, bir anda
yaratılıvermiş basit bir yaratık da değildir.
Zamanın başlangıcından bu yana devir devir, merhale merhale yaratılagelmiş, adı sanı
geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir
takım vasıflar ilâve olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana getirilmiş bir nutfeden
yaratılmıştır.
Bu dünyada insanın değeri budur, bir imtihan gayesi ile burada bulunmaktadır. Yani
insanı öyle yaratıp işi bitti diye başıboş bırakıvermek için değil, bir takım emanet ve
22.08.2019
Sayfa 269 / 646
Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihanın süresidir. Bu
imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil
ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız
olduğu ilân edilecektir.
Verilen emirleri, yapılan uyarıları dinleyip önünü ardını görerek hidayet yoluna gitmesi için
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'nin devamında:
Kur'an-ı kerim'deki ve kâinattaki âyet ve delilleri işitecek, görecek, kalp gözüyle bilip ona
göre şuurlu bir şekilde vazifesini yapacak bir yaratık hâline gelmiştir.
İlâhî nimetler kulun üzerinde açıkca görülmektedir. Ki bu nimetleri tefekkür ederek hidayet
yoluna girsin, sapıklık yoluna girmekten sakınsın.
Peygamberler gönderdik, kitaplar indirdik. İyiliği kötülüğü, doğruyu yanlışı, güzeli çirkini
açıkladık. Artık tercih ve sorumluluk tamamen kendisine âittir.
Bu durumda hiçbir insanın mazeret ileri sürmesine hakkı kalmamıştır. İsteyen nimetlerin
kıymetini bilir ve şükreder, hakikati anlar, mümin olur, nurlu yolu takip eder. İsteyen
nankörlük eder ve bedbaht bir kâfir olur. Sonra da lâyık olduğu cezâya en ağır bir şekilde
çarptırılır. Kendisine gösterilen hidayet yoluna girmemenin vebâli kendisine çok pahalıya
mâlolur.
"Doğrusu biz kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş
hazırladık." (İnsan: 4)
Görülüyor ki iyiler nimet içinde olduğu gibi, kötüler ise büyük bir azaptadır. Onlar için öyle
şiddetli bir azab vardır ki, kimisi zincirlere vurulur, kimisi demir halkalarla bağlanır, alevli
ateşin içinde kavrulup dururlar.
Kâfur Karışımlı
Cennet Şarabı:
"Kâfur"; beyaz ve hoş bir renkte, güzel kokulu, serinletme, tabii olarak kalbi
kuvvetlendirme özelliği bulunan bir maddedir.
"Ebrâr" adı verilen itaatkâr müminler orada cennet kâfuru ile karıştırılmış içkiyi
kâselerden içerler.
Âyet-i kerime'de:
"Ebrâr (iyiler), kâfur katılmış dolu bir kâseden içerler." buyuruluyor. (İnsan: 5)
22.08.2019
Sayfa 270 / 646
Güzellikleri göz kamaştıran o nâzenin kâseleri, hiç durmadan dolu dolu akan ve sonsuz
hayat kaynağı olan serin bir pınardan doldururlar.
"Bu öyle bir pınardır ki, ondan Allah'ın kulları içer." (İnsan: 6)
Kâfur kokulu cennet şarabından içenlere birinci Âyet-i kerime'de "Ebrâr", ikinci Âyet-i
kerime'de ise "Allah'ın kulları" tabiri kullanılmıştır.
"Ebrâr"; iyilik yapıp ihsanda bulunan, Allah-u Teâlâ'nın hakkını edâ edip sözünü yerine
getiren kimse mânâlarına gelir.
"Allah'ın kulları" tabiri ile de Allah-u Teâlâ onları kendisine izafe etmiş, şereflerini
artırmıştır.
Nereye isterlerse pınarın suyu sühuletle o tarafa gider, kuvvetle fışkırarak akar.
Halbuki Allah-u Teâlâ nezrettikleri o adakları onlara emretmemişti. Amma onlar, değil
O’nun emrettiği ibadetleri yerine getirmekte gevşek davranmak, daha da fazlasını
kendilerine vâcip kılarlar ve bu sözlerini severek yerine getirirler.
“Yaptığınız her harcamayı ve dadığınız her adağı şüphesiz ki Allah bilir.” (Bakara:
270)
Herkesin niyetini ve yaptıklarını çok iyi bilir, ona göre karşılığını verir.
22.08.2019
Sayfa 271 / 646
“Kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan: 8)
Kendisi muhtaç oldukları, ihtiyaç duydukları hâlde; kazanma gücü olmayan fakire, babası
olmayan yetime, esir düşmüş kimseye şevkle yemek yedirler. İşte İslâm ahlâk budur.
Derler ki:
Sizden bir mükâfât beklemediğimiz gibi, halkın yanında bize teşekkür etmenizi de
istemiyoruz, övgü de beklemiyoruz.
Bu sözleri yüzlerine karşı açıkça dil ile söylemeseler bile, kalben böyle düşünmektedirler.
Hakk’ın rızâsından gayrı hiçbir karşılık beklemedikleri içindir ki, O’nun katında övülmeye
lâyık görülmüşlerdir:
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını
Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan
alıkoyan müminlere cennette ikram ve ihsan edilecek nimetler sonsuzdur. Bunların
vasıflarını bütünüyle anlamamız veya kavramamız imkânsızdır.
22.08.2019
Sayfa 272 / 646
Onlar din-i mübin’in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet mukabilinde sabır
ve sebatlarına mükâfat olarak şimdi bu lütuflara nâil olmuş oluyorlar.
Altın, gümüş ve sırf ipekten dokunmuş elbise ile ziynetlenmenin haram olması dâr-ı teklif
olan dünyaya mahsustur. Ahiret dâr-ı teklif olmadığı için orada bunlar en güzeli ile
müminlerin istifadesine arzedileceklerdir.
Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak
Allah-u Teâlâ bilir.
Cennetin sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar
sıcak, ne de üşütecek kadar serindir. Ne rahatsız edici hararet, ne de eziyet verici soğuk.
Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgar eser.
Halbuki kafirler cehennemde pis kokulu, çok sıcak kara duman gölgesinde
bulunmaktadırlar.
Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir. Çünkü
orası çalışma, yorulma ve yıpranma yeri değildir. Dinlenme ve eğlenme yeridir.
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennette öyle bir ağaç vardır ki, idmana çekilmiş süratli bir ata binen kişi, yüz
sene gider de onun gölgesini bitiremez.” (Müslim: 2828)
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar. Cennette acıkmak,
yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyvelerle rızıklanmaları sırf lezzet almak,
zevkyâb olmak içindir.
22.08.2019
Sayfa 273 / 646
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine
aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri
üstüne yığılmıştır.
Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru
sarkıverir.
“Onlara orada bir kâseden içirilir ki, karışımında zencefil vardır.” (İnsan: 17)
“Kâfur” karışımı şaraptan içen “Ebrâr” kullar hakkında “İçerler” tabiri kullanılırken
burada “İçirilir” tabiri geçmektedir. Şüphesiz ki bu daha yüksek bir makamdır.
Zencefil hoş kokulu bir baharattır. Bazı içeceklere katılınca hoş bir lezzet ve koku
meydana getirir. İştah açıcı özelliği vardır. Mideyi bozmaz, ekşimeye sebep olmaz,
sindirime kolaylık verir. Fakat cennetteki zencefil ise apayrı bir nefasettedir, dünyadaki ile
kıyas bile edilmez.
İşte “Ebrâr” adı verilen “Allah’ın kulları”, bazen kâfur kokusu ile karışık cennet
şarabından doldura doldura içtikleri gibi; kimi zaman da kendilerine muayyen bir ölçü
dahilinde zencefil karıştırılmış cennet şarabı içirilir.
22.08.2019
Sayfa 274 / 646
“Sen onları gördüğün zaman, saçılmış birer inci sanırsın.” (İnsan: 19)
Bunlar düzenli bir şekilde çalıştıkları için dizilen inciler gibi bir görünümdedirler.
Hizmetlerinde aslâ kusur etmezler. Güzel yüzlü tatlı sözlüdürler. Ne yaşlanırlar ne de
tazelik ve zerafetlerini kaybederler, hep aynı hâl üzere kalırlar.
“Kendilerine âit hizmetçiler sedefteki inciler gibi fırıl fırıl etrafında dönerler.” (Tûr:
24)
Gerek güzellikleri, gerekse elbiselerinin güzelliği ile sanki dizilmiş, saf ve düzgün inciler
gibidirler.
Bu Âyet-i kerime okunduğunda huzurda bulunan bir zât: “Yâ Resulellah! Hizmetçiler
böyle olursa, bunların efendileri nasıl olur?” diye sorunca Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz:
Cennet son derece büyüktür. Milyarlarca insanı ilelebed barındırıp, huzur ve sükûna,
rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek
imkânsızdır.
“Orada her nereye baksan, bir nimet ve pek büyük bir saltanat görürsün.” (İnsan:
20)
Cennet, nimet yurdudur. Göz nereye baksa nimete bakar. Herkes kendilerine verilen
nimetleri seyreder. Hiç kimse hiçbir şeye hasret kalmaz.
22.08.2019
Sayfa 275 / 646
Allah-u Teâlâ onların her çeşitten birçok elbiseleri olduğuna, fakat bunların üstünde ipek
elbiseler bulunduğuna ve böylece ipek elbiselerin hepsinden üstün olduğuna dikkat
çekmek için “Onların üzerinde” mânâsına gelen “Âliyehüm” buyurmuştur.
“Sündüs” gayet ince ve zarif ipek; “İstebrak” ise kalın veya sırmalı ipek, parlak atlas
mânâlarına gelmektedir.
Onlar Din-i mübin’in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet karşılığında sabır
ve sebatlarına mükâfat olarak şimdi bu lütuflara nâil olmuş oluyorlar.
Cennette köşklerin, tahtların, halıların, ipekli elbiselerin yanında cennet sakinleri ziynet
olarak; altın, inci ve gümüşten bilezikler, yüzükler de takınırlar.
Altın ve gümüşle ziynetlenmek dünyada hanımlara mahsus ise de, ahiret dâr-ı teklif
olmadığından erkekler de takınabilecekler. Cennetlikler hiçbir şeye hasret kalmazlar.
Onlar isteklerine göre bazen sadece altın, bazen sadece gümüş, bazen de inci takınırlar.
Birisinin bileğinde hepsinin bulunması da mümkündür.
Altının parlaklığına karşılık gümüşün rengindeki beyazlık karışınca apayrı bir güzellik
vereceği şüphesizdir. Şu da unutulmamalıdır ki, bu altın ve gümüş, o âleme mahsus altın
ve gümüştür. Bizim basit zihin ve idrakimize anlatılabilmesi için bu şekilde misal
verilmiştir.
Bu doğrudan doğruya alemlerin Rabb’i tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak
bir şekilde saf, tertemiz bir içkidir. Bu Cemâlullah’a kavuşma neşesidir.
“Bu sizin için bir mükâfattır, çalışmalarınız mükâfâta lâyık görülmüştür.” (İnsan: 22)
Dünyadaki çalışmalarınız boşa gitmedi, kıymeti takdir edildi. Her hususta tebrike
şâyânsınız.
Allah-u Teâlâ’nın
En Büyük Kitabı:
22.08.2019
Sayfa 276 / 646
Allah-u Teâlâ’nın en son ve en büyük kitabı Kur’an-ı kerim’dir. Kullarını cehalet ve dalâlet
karanlığından kurtarmak için Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile Hazret-i Muhammed
Aleyhisselâm’a peygamberlik müddeti esnasında zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, ilâhî
bir nûr, ilâhî bir düstur olarak indirmiştir.
Bedevî bir muhitte, tahsil görmeden yetişen ve okuyup yazması da olmayan ümmî
peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın en büyük mucizesi Kur’an-ı kerim’in Asr-ı
saâdet’ten zamanımıza kadar hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile
değişmemiştir. Kıyamete kadar da aslâ değişmeyecektir.
Kur’an-ı kerim bir vahy-i ilâhîdir, Allah-u Teâlâ onu büyük bir hikmet ve maslahata göre
indirmiştir.
“Gecenin bir kısmında O’na secde et ve O’nu geceleri uzun uzun tesbih et!” (İnsan:
26)
Gece karanlığında insanlar uyurken Rabb’ine münâcaata dalıp namaz kıl, geceyi çokça
ibadetle geçir.
22.08.2019
Sayfa 277 / 646
Allah-u Teâlâ dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu
haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten
sakındırmıştır:
“Doğrusu onlar çabuk geçeni (dünyayı) seviyorlar da, önlerindeki o çetin günü
(ahireti) bırakıyorlar.” (İnsan: 27)
İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile
değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve
hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar, büyük bir belâya ve huzursuzluğa
uğramışlardır.
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın cazip güzelliklerinin,
gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti
unutturmaması gerekir.
Dünyaya rağbet eden, onu sevendir. Dünyalık edinmek ve sürekli olarak daha fazlasını
istemek, dünyaya rağbet etmenin alâmetidir.
Sahl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir zât Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimize gelerek:
“Yâ Resulellah! Bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım takdirde Allah da, kul da beni
sevsin.” demişti.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
İlâhî Kudret:
Allah-u Teâlâ insan vücudunu birer tel mesabesinde olan sinirlerle bağlamıştır. Bu
sinirlerin köklerinin başı beyin, dallarının sonu ise cilttir.
22.08.2019
Sayfa 278 / 646
Her yarattığını “Ol!” emri ile yaratan Yaratıcı, bütün vücudu kaplayan sinirlere öyle bir
düzen vermiştir ki, akıllar hayranlıklarını gizleyemezler.
Beyinden iç organlara inen hareket sinirleri, başlangıç noktalarından uzak oldukları için
Allah-u Teâlâ onları çok sağlam yapmıştır, tedbirini açıkça göstermiştir.
Bütün bunlar O’nun kudretinin kemâlini gösterip, insanoğluna olan büyük nimetine şahitlik
etmektedirler. Bu şekilde bir arada bulunan ince sanatları seyreden basiret sahibi bir
kimse, Yapıcı ve Yaratıcı’sını bilmiş olur, her halinde O’na yönelir.
Bu işlerin hepsini tam tamına ve zamanında yerine getirmeyi, hiçbir şey yok iken onları
yoktan var eden Yaratan’dan başka kim yapabilir?
Kıyamete kadar sayılsa dünyanın nizamı ve insan neslinin devamı için Allah-u Teâlâ’nın
insanlara bahşetmiş olduğu lütufları ve hikmetleri dile getirilemez. Bu nimetlerin adedi ve
sonu yoktur. Bu ilâhî hakikatlerin sonunu ve sayısını O’ndan başka hiç kimse bilemez.
Basireti bozuk olmayan, akl-ı selim sahibi, özü sağlam kimseler ancak öğüt ve ibret
alırlar.
“Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (İnsan: 29 - Müzzemmil: 19)
İman, itaat ve güzel amellerle Rabb’ine emniyetler içinde ermeye ve yaklaşmaya çalışır.
Her kim Rabb’ine doğru varmak, O’nun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, O’na
götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.
Herkes iradesini sarfettiği yöne muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette
hâline uygun bir yol tutar.
Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nâil oldukları gibi, dalâlet yollarına
gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.
22.08.2019
Sayfa 279 / 646
“Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan: 30)
Bütün bu lütuflar hep O’nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç şüphesiz ki bu lütuflara
mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.
Kime iyilik dilerse, onu ebedî saâdetine koyar, hikmet yalnız O’nundur. Fakat kalbinde
hayır görmediği kimselere nurunu ihsan etmez.
Bütün yaptıkları işler hiçe müncer olacak, cezâlarını korkunç bir şekilde çekeceklerdir. O
azap ise cehennemin pek şiddetli ve ebedî olan azabından ibarettir.
Mekke-i mükerreme döneminde, İnfitâr sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Yirmi beş
Âyet-i kerime, yüz yedi kelime ve dört yüz otuz harften müteşekkildir.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle’de, “İnfitâr” Sûre-i şerif’inde olduğu gibi kıyamet gününün bazı
korkunç safhaları anlatılmaktadır.
Altıncı Âyet-i kerime’ye kadar kıyametin bazı hâdiseleri tasvir edilerek, göğün parçalara
ayrılacağı, yerin dümdüz hâle getirileceği ve içindekileri dışarıya atacağı beyan
edilmektedir.
On altıncı Âyet-i kerime’ye kadar insanın Rabb’ine kavuşacağı, dünya hayatında iken
yaptığı iyi ve kötü amellerin kaydedildiği defteri sağ elinden verilenlerin hesaplarının kolay
olacağı, sevinçlerin en yükseği ile yakınlarının yanına dönecekleri; defterleri arka
taraflarından verilenlerin ise, cehenneme atılacakları haber verilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 280 / 646
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise, akşamın alaca karanlığına, geceye ve aya yemin
edilerek insanların hâlden hâle geçecekleri, Kur’an-ı kerim okunduğu zaman secde
etmeyip onu yalanlayanların elem verici bir azaba sürüklenecekleri, inananlar için ise
ebedî bir mükâfat bulunduğu açıklanmaktadır.
Kıyametin kopma hâdisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.
“Gök yarıldığı, Rabb’ini dinleyip O’na yaraşır şekilde boyun eğdiği zaman.” (İnşikâk:
1-2)
Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi
sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır.
Dünya aslında sayılı günden ibarettir. Onun içindir ki mukadder olan zamanı gelince,
dünya hayatı son bulacaktır.
“Yer uzatılıp düzlendiği, içinde bulunanları dışarı atıp boşaldığı, Rabb’ini dinleyip
O’na yaraşır şekilde boyun eğdiği zaman.” (İnşikâk: 3-4-5)
Böylece ilâhi emir ve hüküm gerçekleşmiş olur. Gökyüzü Rabb’ine boyun eğdiği gibi,
yeryüzü de O’na boyun büker ve tam bir teslimiyet gösterir.
Yerin paramparça edilmesi, silinip düzlenmesi demektir. Yer yerinden oynar, enine
boyuna sarsıntıya tutulur, yüksek dağlar yıkılır gider. Hayal etmenin bile ürperti vereceği
sıkıntılı ve korkulu durumlarla karşı karşıya kalınır.
“Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabb’ine doğru çaba göstermektesin ve sonunda O’na
varacaksın.” (İnşikâk: 6)
Ey insanoğlu! Görüyorsun ki zaman uçup gitmektedir. Geldin gitmek için. İşte geldin işte
gidiyorsun. Bugün varsın yarın yoksun. Bugün üsttesin yarın alttasın. Bugün yataktasın
yarın topraktasın. Ölüme doğru hızla yol alıyorsun. Gün gelecek bu can çıkacak, huzur-u
ilâhîye çıkacaksın. Yaptığın iyilik ve kötülüklerle karşı karşıya geleceksin. Sonra da
çalışmalarının karşılığını mutlaka elde edeceksin. Bu gerçeği dâima göz önünde
bulundur, ne yapacaksan şimdiden ona göre yap!
22.08.2019
Sayfa 281 / 646
Mizanın tehlikesinden ancak dünyada nefsini hesaba çeken; duygu ve düşüncelerini, söz
ve davranışlarını, amellerini ahkâm terazisi ile tartan kimselerle, tevbeleri kabul edilenler
kurtulurlar.
Amelleri tartılacak olanlar, iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmış olan kimselerdir. Yani hem
sevap hem de günah işlemiş olanların amelleri tartılacaktır.
Amel defterlerinin dağıtımında, defterini sağ eline alanlar, kolay bir hesap ile
kurtulacaklardır.
“Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür.” (İnşikâk: 7-8)
Bu gibi kimselerin amelleri Allah-u Teâlâ’ya arzolunur. İbadetlerine sevap verilir. Eğer
günahı varsa günahından geçilir, affolunur, aslâ şiddet olmaz. Yaptıklarının bütün
incelikleri sorulmaz, herhangi bir mazeret istenmez. “Bunu niçin yaptın?” dahi denilmez,
herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmaz, aleyhine delil getirilmez. Çünkü yaptığı şeylerden
bütün incelikleriyle hesaba çekilecek kimse azaba uğrayacaktır. Görülüyor ki hesabı ince
elekten geçirilenler cezâya çarptırılırlar.
‘Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür.’ buyurmuyor
mu?” diye sorduğunda:
“O hesap değildir, sadece bir arz edilmekten ibarettir. Yoksa kimin hesabı inceden
inceye tetkik edilirse azaba uğrar.” cevabını verdiler. (Buhârî)
“Kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (Müminûn:
102)
22.08.2019
Sayfa 282 / 646
Hiç isyan etmeyen sıddıklar ile şehitler, mizan ve hesap görmeden cennete gireceklerdir.
Amel Defterleri
Arkasından Verilenler:
Amel defterini soldan veya arkadan alanlara “Ashâb-ı şimâl” denilir. Çetin bir hesap
görecek ve cehenneme gidecek olanlar bunlardır.
Yiyorlar, içiyorlar, eğleniyorlar, günlerini gün etmeye çalışıyorlardı. Ölümden sonra diriliş,
oradaki hesaba çekiliş akıllarından bile geçmiyordu. Ne bir hazırlıkları ne bir sermayeleri
vardı. İmansızlıkları sebebiyle Allah-u Teâlâ onların bütün iyiliklerini boşa çıkarmıştır.
Hem de nasıl bir mahvoluş! Önü belli sonu belli. Kaçış imkânı, kurtuluş çaresi yok.
Ömür sermayesini mal toplama, mülk edinme yolunda harcamıştı. Sahip olduğu makam
ve mevki ile gururlanıyor ve bundan büyük bir haz duyuyordu. Şimdi ise ne mal-mülk
kaldı, ne de makam-mevki kaldı. Sadece hesabını yanlış tutmanın cezası kaldı.
Âkıbetini hiç düşünmez, ahiret aklına gelmez, fâni varlıklara mağrur, nefsani zevklere
düşkün, şehvetperest, rahat ve refah içinde, keyfi yerinde idi. Bu zenginlik hâlinin devam
edeceğini sanıyordu. Ahireti için hiçbir hazırlık yapmıyordu.
Onun içindir ki hiçbir kayıt altına girmek istemiyor, sınır tanımıyor, yasak bilmiyor,
sorumluluk altına girmiyordu.
22.08.2019
Sayfa 283 / 646
Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı
andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.
Gecede bütün mahlûkat sükuna erer, her biri kendi yerine ve barınağına sığınıp girer.
"Yemin ederim ki, toplu hale geldiği (dolunay olduğu) zaman aya!" (İnşikâk: 18)
Ayın gerek kamerî ayın ilk yarısında, gerekse sonunda güneşin batmasına tâbi
olarak "Bedir" ve "Hilâl" şeklinde görünmesi güneş sisteminin emsalsiz bir düzene ve
şaşmayan hesaba göre hareket ettiğinin başlıca delillerinden biridir.
"Ki, şüphesiz siz tabakadan tabakaya (hâlden hâle) geçeceksiniz." (İnşikâk: 19)
Birçok Âyet-i kerime'lerde bu safhaların belli başlıları olan çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık
çağlarına temas edilmektedir.
Kıyamet günü halleri belirtildiği gibi olacağına göre, iman etmeyi destekleyen birçok
şeyler olmasına rağmen, iman etmeyi kibirlerine yediremiyorlar.
Resulullah Aleyhisselâm bir gün Alâk sûre-i şerif'inin: "Secde et ve yaklaş!" Âyet-i
kerime'sini okuduktan sonra secde etmiş, Ashâb-ı kiram da secde etmişlerdi. Bu durumu
gören müşrikler, el çırpıp ıslık çalmışlar, akabinde bu Âyet-i kerime nâzil olmuştur.
22.08.2019
Sayfa 284 / 646
Kalplerinde gizledikleri nifakı, küfrü ve düşmanlığı çok iyi bilir ve ona göre ceza verir.
Aslında müjde, sevinçli bir haberi bildirmektedir. Burada ise acıklı bir azap haberini
bildirmek için kullanılmıştır. Uyarma yerine müjdenin kullanılması, kâfirlerle alaydır.
Allah-u Teâlâ kâfirlerin âkıbetini anlattıktan sonra, iman edenlere verilen nimetleri beyan
etmek üzere şöyle buyurdu:
"İman edip sâlih amel işleyenler başkadır. Onlar için bitip tükenmeyen bir mükâfat
vardır." (İnşikâk: 25 - Tîn: 6)
Mekke-i mükerreme döneminde, Duhâ sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Âdeta onun
tamamlayıcısı gibidir. Sekiz Âyet-i kerime, yirmi dokuz kelime ve yüz üç harften
müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime'de geçen "İnşirah" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur. "Şerh
sûresi" olarak da anılır.
Bu Sûre-i şerif indiği zaman Resulullah aleyhisselâm Ashâb-ı kiram'ına: "Size müjde
veriyorum! Bir zorluk iki kolaylığa aslâ üstün gelemez!" buyurarak, İslâm'ın izzet ve şeref
bulacağına, küfür güçlerinin yaptıkları saldırıların etkisini kaybedeceğine işaret
buyurmuştur. (Hâkim)
22.08.2019
Sayfa 285 / 646
Muhtevâsı:
İlk üç Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ'nın göğsünü açtığı belirtilerek, üzerinden kendisine
sıkıntı veren ağır yükün kaldırılacağı beyan edilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; Sevgili Peygamber'inin şeref ve şânının yüceltildiği, her
güçlükten sonra bir kolaylığın bulunduğu haber verilmekte, boş kaldığı zamanlarda çaba
sarfetmesi ve Rabb'ine yönelmesi emredilmektedir.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ı azîz kılmış, üstün bir şeref ile
müşerref eylemiş, kullarının hidayete ulaşmalarına sebep yapmış, kendi katındaki şeref
ve faziletinin hududunun olmadığını, mertebe ve kemâlinin her an yükselmekte olduğunu
beşeriyete duyurmuştur.
Bu dâveti en güzel bir şekilde yapabilmen ve rahatlaman için gönlüne metanet ve ferahlık
verdik, kalbine iç huzuru, sekinet ve yüksek irade bahşettik.
"Allah kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar." (En'âm: 125)
Allah-u Teâlâ'nın "Göğüs genişliği" vermesi, sevdiği seçtiği kullarına bahşetmiş olduğu
nimetlerindendir. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu
nimetten en büyük payı almıştır. Çünkü o, göğüs genişliğini hem maddeten hem de
mânen elde etmiştir.
Rabb'i onu Miraç gecesinde huzuruna almak için üzerinde bulunan bütün beşeri hallerini
aldı. Nurlandı, yıkandı, hazırlandı. Böylece Huzur-u izzet'e alınacak hazır bir duruma
geldi.
Allah-u Teâlâ dilediği bir kulunun kalbine de inşirah vererek onu hayra rağbet ettirir.
O yüke karşı göğsünü açarak üzerinden kaldırmadık mı? Bu ilâhî görevi yerine
getirmenin zorluklarını hafifletmedik mi?
22.08.2019
Sayfa 286 / 646
Allah-u Teâlâ onu her hususta destekledi. Ona öyle âyet ve alâmetler gösterdi ki, bu
mânevî destekle bütün o zorlukları aştı. Putlarına sımsıkı ve aşırı bağlı bulunan
müşriklerin karşı çıkmalarına ve saldırılarına cesaretle göğüs gerdi, bu hususta en küçük
bir endişe taşımadı. Allah-u Teâlâ'nın lütfu olmasaydı, onun bu yükün altından kalkması
mümkün değildi.
Allah-u Teâlâ göğsünü açtığı gibi, getirdiği hükümleri de kolay kılmıştır. Bu dinde hiçbir
zorluk, güçlük ve ısrar yoktur.
Beşer bu ilâhî beyan karşısında âciz düşer, idrakten mahrumdur, onu bilmesi mümkün
değildir.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Cebrâil bana geldi ve dedi ki: 'Benim de Rabb'im senin de Rabb'in: 'Bilir misin
senin şânını nasıl yükselttim?' diye soruyor. 'Allah-u Teâlâ en iyi bilir!' dedim.
Buyurdu ki:
Allah-u Teâlâ onu dost edindi. Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde adını adı ile
andı. Onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tuttu. Ona imanı, Tevhid'in iki
rüknünden biri yaptı. "Lâ ilâhe illâllah"tan sonra"Muhammedün Resulullah" ünvânını
getirdi. Ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını belirtti.
Allah-u Teâlâ ile birlikte anılmak şerefi her üstünlüğün, her yüksekliğin üstündedir. Bunun
ötesinde bir makam düşünülemez.
Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılmış itaat, ona gösterilen sevgiyi kendi Zât-ı
akdes'ine gösterilen sevgi olarak kabul etmiştir.
Allah-u Teâlâ ona salâvât getirmiş, melekleri salâvât getirmişler, müminlere de salâvât
getirmelerini emir buyurmuştur.
Senenin on iki ayının hiçbir günü ve günün yirmi dört saatinin hiçbir anı yoktur ki
Resulullah Aleyhisselâm anılmasın. O zaman ve mekânın efendisidir.
22.08.2019
Sayfa 287 / 646
Mübarek ism-i şerifi bütün dillerde, sevgisi bütün gönüllerdedir. Bu ne büyük şân ve
şereftir!
Bütün bunlar onun şân ve şerefini yüceltmek içindir. Bütün mükevvenâtı yaratan, âlemleri
donatan Allah-u Teâlâ kulunun şânını yükseltirse, ona kim erişebilir, onu kim bilebilir, kim
methedebilir? Bu şeref yalnız ona mahsustur.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ikram ve ihsan buyurduğu
mütebâki nimetler hakkında şöyle buyuruyor:
Sana yapacağımızı yaptık, vereceğimizi verdik, artık önünde hiçbir engel bulunmuyor.
Güçlükten sonra kolaylık birbirine birleşik gibidir. Sabahı bayram olan gece ne kadar
güzeldir!
"Zorluk" mânâsına gelen "Usr" kelimesi mârife (belirli) olarak geçtiğinden dolayı sadece
bir zorluk mânâsı verir. "Kolaylık" mânâsına gelen "Yüsr" kelimesi ise nekre (belirsiz)
olarak geçtiğinden ötürü birden fazla kolaylığı ifade eder. Şu bir gerçektir ki, Allah-u Teâlâ
22.08.2019
Sayfa 288 / 646
bir kapı kapatınca iki kapı açmaktadır. Bir zorluğa karşı ahiret sevabı gibi başka bir
kolaylık daha getirilmek suretiyle iki kolaylık husule gelmektedir.
Her zorluğu kolaylık takip edeceği için gerek nübüvvet vazifesi ile, gerekse hususi işlerle
meşgul olduktan sonra, yine zahmeti tercih edip bütün gücünle Rabb'ine yönel, O'nun
zikriyle, fikriyle meşgul ol. İbadet ve taatına devam et, farz bittiyse nafileye geç, sakın
vakitlerini boşa geçirme.
"İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." buyuruluyor. (Necm: 39)
Çünkü bu dünya hayatı hayâlattır. Bu çok kısa bir ömür içinde ebedî bir ahiret hayatının
saâdetini kazanış veya kaybediş noktasındayız. Bir iş bitirildiği zaman, peşinden başka
bir işe sarılmalıdır.
Halk arasında: "Bugünün işini yarına bırakma.!" derler. Hayır, öyle değil. Yarının işini
bugünden plânla!
Allah-u Teâlâ gerek Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ve gerekse onun
ümmetine; yoktan vâreden, bunca nimetlere gark eden ve bütün kâinatı musahhar eden
Hâlik-ı zülcelâl'e zikirle fikirle meşgul olarak rağbet etmelerini emir buyuruyor.
Saâdet-i ebediyeyi bağışlayacak olan O'dur. O'ndan başka rağbet edilecek hiçbir şey
yoktur. O engin kerem sahibidir. Yegâne hacet kapısı O'nun kapısıdır. Bütün ihtiyaçlar
O'na arzolunur, bütün istek ve ihtiyaçları O verir. Dilekleri yalnız ve yalnız O yerine getirir.
Dilekler çoğaldıkça ihsan ve keremi de çoğalır. Hacetler arttıkça in'âm ve ikramı da artar.
"Hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum. Hüküm ve değer sahibime âittir." sözü Rabb'ime
olan rağbetin ifadesidir.
22.08.2019
Sayfa 289 / 646
Adını Sûre-i şerif'te üç defa tekrar edilen ve fazileti sebebiyle "Leyletü'l-kadr" olarak
vasıflandırılan geceden almıştır. "İnnâ enzelnâ" sûre-i şerif'i olarak da anılmaktadır.
Muhtevâsı:
Bu gecede başta Cebrâil Aleyhisselâm olmak üzere vazifeli meleklerin emirle yeryüzüne
inecekleri ve bu gecenin tan yeri ağarıncaya kadar esenlik olduğu müjdelenmektedir.
Kadir Gecesi:
Şaban-ı şerif ayının on beşinci Berat gecesinde, Levh-i mahfûz'dan topluca dünya
semâsına indirilen Kur'an-ı kerim, bu gece âyetler hâlinde yeryüzüne indirilmeye
başlanmıştır.
"Hâ. Mîm. Apaçık Kitab'a andolsun ki! Gerçekten biz onu mübarek bir gecede
indirdik. Biz uyarıcılarız. O gecede her hikmetli iş, katımızdan bir emir olmak üzere
ayrılır." (Duhân: 1-5)
Kadir gecesi öyle muazzam ve mübârek bir gecedir ki, hakikatini anlamak beşer idrâkinin
çok üstündedir.
Allah-u Teâlâ bu geceye çok değer vermiş ve Kadir sûre-i şerif'ini indirerek şöyle
buyurmuştur:
22.08.2019
Sayfa 290 / 646
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kırk yaşına ulaştığı yılda, Ramazan
ayının Kadir gecesi sabah olurken ilk defa Kur'an-ı kerim vahyedilmeye başlamıştır.
Peygamberlik müddeti süresince zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, âyet âyet, sûre sûre
nâzil olmuş ve yirmi üç senede tamamlanmıştır.
Sen onun hakikatini bilemezsin. Çünkü onun kadir ve kıymetini bilmek ancak Allah'a
mahsustur.
O gece amel ve ibadet ile ulaşılacak olan ecir ve sevap, onsuz bin ay çalışma ile
kazanılacak olan ecir ve sevaptan daha üstündür. Hâliyle bu gecede yapılan işler, diğer
gecelerde yapılan işlere nispetle bin kat daha hayırlı olur. Bin ay, seksen üç sene dört
aya muadildir.
Bir de şu husus var ki buradaki sayı tayin, tahdit ve tahsis mânâsına değildir. Kur'an-ı
kerim'deki bu gibi ifadeler çokluğa işaret etmektedir. Bu pek feyizli gece, beşer
hayatındaki binlerce yıldan hayırlıdır. Ne kadar hayırlı olduğunu ancak O bilir. Beşerin ilmi
ve aklı onu tespit etmeye, künhüne vâtıf omaya yeterli değildir.
22.08.2019
Sayfa 291 / 646
"O gece, tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmdır, esenliktir." (Kadir: 5)
Hem meleklerin inişi, hem de bu esenlik, güvenlik ve barış gün doğuncaya kadar devam
eder. Böyle bir gecenin sabahının da esenlik olacağı şüphesizdir.
Diğer mübârek gecelerin günü belli olduğu halde Kadir gecesi'nin zamanını Allah-u Teâlâ
senenin bütün günlerinde gizlemiştir. Tâ ki; bu kadar kıymetli bir gecenin feyzinden,
fazilet ve ulviyetinden mahrum olmamak için, müslümanlar her geceyi ganimet bilip
ibâdetle ihyâ etmeye çalışsınlar. Nitekim Cuma günündeki icabet saatini, duânın
kabulüne sebep olan İsm-i âzam'ını ve rızâsının hangi taatlerde olduğunu işte bu sebeple
hep gizlemiştir.
Ramazan ayının içinde, tek günlerinde ve bilhassa son on günde olabileceğine dâir
rivâyetler vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Şu gecede
arayalım mı?" diye soranlara: "O gecede de arayın!" buyurmuş, bu suretle gecelerin
ihyâ edilmesini teşvik etmiştir.
Ramazan-ı şerif'in son on gününe girildiğinde dünyevî işlerden uzaklaşıp itikâfa çekilir,
geceleri daha çok ibadet ve tefekkürle geçirdiği gibi, âilesini de uyanık tutardı.
Zahirî ehli bu geceyi bir gecede arar. Tarikat ehli bir ayda, Hakikat ehli ise senede arar.
Hakikat ehlinin işi zaten Hakk iledir. Lütf-u ilâhî ne zaman tecellî ederse Kadir gecesi o
olmuş olur. Bunu bilmediği için senede arar.
"Kim bütün seneyi ihyâ ederse Kadir gecesi'ne de erer." buyurmuşlardır. (Müslim:
762)
22.08.2019
Sayfa 292 / 646
Biz hayatta Kadir gecesi'ni aradığımızı bilmeyiz. Çünkü arasak da, bulsak da;
mutâdımızdan fazlasını yapmayız ki!.. Her zamanki mutâdımız ne ise onu yaparız.
Bir müslüman mutâd olarak her gece, bilhassa Ramazan-ı şerif gecelerinde Tesbih
namazı kılmaya gayret etmeli. Geceleri uyandığı zaman az veya çok teheccüd namazı
kılmalı. Okuyabildiği kadar Kur'an-ı kerim okumalı. Az veya çok Salât-ü selâm getirmeli.
Amma az, amma çok zikrullahla, tefekkürle meşgul olmalı. Geçmişte yaptığı günahları bir
daha yapmamaya karar vererek istiğfar getirmelidir. Kişi bunları âdet hâline getirdiği
zaman, şu veya bu gece diye bir gece aramasına lüzum kalmıyor. Allah için hareket
ettiğinden dolayı, tâkati nisbetinde kulluğunu göstermeye çalışıyor.
Sen O'nun rızâ kapısında dur, rızası için çalış. O murad ederse umulmayan bir gecede
sana lütfu ile tecelli eder, lütuf kapısını aralar, o geceye tesâdüf ettirir. Senin vazifen
O'nun hoşnutluk kapısını gözlemek.
Meselâ bir ahbâbımız var. Bize bir haber gönderse ve: "Ben filân filan günler arasında
filân yerden geçeceğim, o mıntıkada size rastlarsam birkaç milyon lira yardım
edebileceğim!" dese, acaba o tarif ettiği yerden beş dakika olsun ayrılır mıyız? Belki bu
beş dakika zarfında geçiverir diye, elimizden gelse yatağımızı da oraya getiririz değil mi?
Halbuki o nâil olacağımız şey, değersiz ve geçici bir dünyalıktır. Hayat-ı ebediyeyi
kazanmak, Mevlâ'mızın sonsuz lütuf rahmetine nâil olmak için kapısında beklememiz,
O'na gönülden boyun büküp yalvarmamız, el açıp duâ etmemiz gerekmez mi?
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz: "Yâ Resulellah! Kadir gecesi'ne rastlarsam
nasıl duâ edeyim?" diye sorduğu zaman, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:
"Allah'ım! Şüphesiz ki sen çok affedicisin, affı seversin, beni affet." diye duâ
etmesini tavsiye buyurmuşlardır. (Tirmizî - İbn-i Mâce)
Bu gece icabet vakitlerinden birisi olduğu için, bu mübarek gecede duâ etmek Sünnet-i
seniye'dir.
O Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ki, bizim için bu kadar yıpranmış
ve Kadir gecesi gibi bir geceyi bize temin edivermiş. Biz ise onun yolunda yürümez,
Sünnet-i seniye'sine ittibâ etmezsek, canımızı malımızı yolunda fedâ etmeye hazır
olmazsak, ümmeti olduğumuzu iddiâ edebilir miyiz? Bunlar gönülle olur, icraatla olur, lâfla
hiç olmaz...
Değerli insanlar Allah-u Teâlâ'nın değer verdiği şeylere değer verdikleri için değer
bulmuşlardır. Değerli olana değer vermeyenler değerden mahrum olurlar.
Beyt:
"Ey hoca!
Eğer sen zamanın kadir ve kıymetini bilirsen her gece kadir gecesi'dir."
22.08.2019
Sayfa 293 / 646
Altı Âyet-i kerime, yirmi altı kelime ve doksan dört harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime kâfirlere hitapla başladığı için "Kâfirûn" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim
olmuştur.
Resulullah Aleyhisselâm Ashâb-ı kiram'dan bir zâta da yatağına girerken bu Sûre-i şerif'i
okumasını öğütlemiştir. (Tirmizî)
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle'de putlara ve putperestlere aslâ iltifat edilmemesi, hiçbir surette
tâviz verilmemesi gerektiği ihtar edilmekte; İslâm'ın Tevhid inancı açık olarak beşeriyete
duyurulmaktadır.
"Sizin dininiz size benim dinim bana!" buyurularak, "Tevhid" ile "Şirk" arasındaki her
türlü yakınlık, araya berzah konularak kestirip atılmış, küfrün tek millet olduğu ortaya
konulmuştur.
22.08.2019
Sayfa 294 / 646
Nüzul Sebebi:
Bir defasında da Kureyş'in ileri gelenleri heyet olarak bizzat Resulullah Aleyhisselâm'a
gelerek kendisiyle bir uzlaşma ve anlaşma yollarını aradılar, daha önceki tekliflerini
tekrarladılar.
"Ben sizin dediğiniz gibi hasta falan değilim, sizden mal-mülk de istemiyorum,
mevki ve makama kavuşmak için başkanlık da istemiyorum.
Gerçek şu ki; beni Rabb'im peygamber olarak göndermiştir, bana bir kitap
indirmiştir. O'nun emirlerini size tebliğ ediyorum. Getirdiğim şeyi kabul ederseniz,
dünyada da ahirette de mutlu olacaksınız. Yok eğer reddederseniz Allah aramızda
hükmedinceye kadar sabredip bekleyeceğim."
"Biz senin bunları yapmana daha fazla müsaade etmeyeceğiz. Ya sen bizim işimizi
bitirirsin ya biz senin işini!" dediler.
"İster misin bir yıl biz sana uyalım, sen de bir yıl süreyle bizim dinimize tâbi ol. Böylece
aramızdaki ihtilâf ortadan kalmış olur." dediler.
Bunun üzerine müşriklerin bu heveslerini ve ümitlerini kesmek, iki hasım zümre, yani
müminlerle putperestlerin arasındaki çekişmeyi gidermek, bu sapık fikrin ne o zaman ne
de gelecekte uygulanmasının mümkün olmayacağını beşeriyete duyurmak için Allah-u
22.08.2019
Sayfa 295 / 646
Teâlâ Kâfirûn Sûre-i şerif'ini indirdi. Onların dinlerinden bütünüyle uzak durmasını emir
buyurdu.
Küfür; "Gizlemek, örtmek" mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak
suretiyle örtmek veya nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.
Kur'an-ı kerim'de müstakil olarak kâfirler için "Kâfirûn" Sûre-i celîlesi olduğu gibi, ayrıca
birçok Âyet-i kerime'lerde kâfirlerin durumu geniş ve açık olarak belirtilmiştir.
Bu emri veren Allah-u Teâlâ'dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz olmasına rağmen, aslında muhatap bütün müminlerdir.
Çünkü müminlerin kâfirlere bu şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu
düstur geçerlidir.
"Ey kâfirler!" hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan'daki kâfir ve müşrik Araplar değil;
Muhammed Aleyhisselâm'ın risaletini reddeden bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer
kâfirlerdir.
"Ey kâfirler!" diye hitap etmek, bu gibi kimselere: "Ey düşmanlar!", "Ey İslâm'a
muhalefet edenler!" diye hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde
kişilerin vasıf ve sıfatları hedef alınmakta, "Kâfir" sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i
kerime'nin şümulünde bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar küfür karanlığında kalanlar hep
bu sıfattadırlar. Düşmanlığı bırakarak iman edenler ise, artık bu:
22.08.2019
Sayfa 296 / 646
"O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir
dost gibi oluvermiştir." (Fussilet: 34)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz azılı bir kâfir iken, iman nuru ile münevver
olduktan sonra İslâm'ın en ön safında yerini aldı. Onun gibi daha niceleri de aynı şerefe,
saâdet ve selâmete erdiler.
Ebu Cehil ve onun gibi olanlar ise küfürlerinde direterek, inkârlarını artırdıkça
artırarak: "Ey kâfirler!" hitabının muhatabı olmaktan kurtulamadılar. Kıyamete kadar
kâfir olarak anılacakları gibi, ahirette de kâfirlerle bir ve beraber olacaklar, hak ettikleri
cehennemde ebedi olarak kalmaktan kurtulamayacaklardır.
Onlara kendi memleketlerinde, ruhsat ve fırsat ellerinde olduğu halde böyle küçültücü,
tahkir edici bir hitapla seslenilmesi gösteriyor ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz onlardan korunmuştur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kâfirlere şöyle hitap ile memur
olmuştu:
İlâh yerine koyup durduğunuz ve benim de tapmamı istediğiniz o şeylere ben ibadet
etmem. Benim ibadetim sizin ibadetinizden ayrıdır. Sizin şirkinize iştirak edecek değilim.
O'na kulluk eden, O'ndan başka ilâh tanımaz. Allah-u Teâlâ'yı iki veya üç, ya da pek çok
ilâhtan birisi kabul etmek, ibadette O'na başkalarını ortak koşmak şirktir, küfürdür.
22.08.2019
Sayfa 297 / 646
O Allah ki, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Zâtında, sıfatlarında, ulûhiyetinde
ortağı yoktur. O âlemlerin Rabb'i olan Allah'tır. Bu dine girmeyen kimse ne iddiâ ederse
etsin, ne yaparsa yapsın, Allah'a ibadet eden bir kul olamaz.
Ey küfürde direnen kâfirler! Ben yalnız Allah-u Teâlâ'ya hulûs-u kalp ile ibadet
etmekteyim. Sizin ibadetleriniz ise şirk ile karışıktır.
Bu ifade kâfirlere hoş görünmek için değil, küfürleri devam ettiği müddetçe onlardan
kesinlikle ilişkiyi kesmeyi ilân etmek içindir.
Kâfirlerin dinleri kendi aralarında ne kadar farklı olursa olsun, hepsi de tek bir millettir ve
son durakları da esfel-i sâfilin'dir.
Onların inkârlarından dolayı müminlere bir vebal yoktur. Onlar göz göre sapıklığı
seçmişlerdir. Müminlere düşen, dinlerini en güzel şekilde yaşamak ve sırat-ı müstakim
üzerinde sabit kalmaktır.
22.08.2019
Sayfa 298 / 646
Mekke-i mükerreme döneminin başlarında ilk nâzil olan Sûre-i şerif'lerin arasındadır. Elli
iki Âyet-i kerime, üç yüz kelime ve bin dört yüz elli altı harften müteşekkildir.
İsmini ilk Âyet-i kerime'deki “Kalem” kelimesinden alır. “Nûn” ve “Nûn ve'l-kalem” sûre-i
şerif’i adı da verilir. İniş sırası bakımından başında “Hurûf-u mukattaa”nın geçtiği Sûre-i
şerif'lerin ilkidir.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle üç bölümde ele alınabilir. İlk yedi Âyet-i kerime'nin başında
kaleme ve yazıya yemin edilmektedir.
Sûre-i şerif'in ikinci bölümü, kırk sekizinci Âyet-i kerime'ye kadar devam etmekte; hakikati
yalanlama, başkalarını çekiştirme, kusur araştırma, insanlar arasında söz götürüp
getirme, iyiliğin amansız düşmanı olma, saldırganlık, günahkârlık, kabalık ve haşinlik...
gibi ahlâkî bozukluklar beyan edilmektedir. İnsan şahsiyetini hedef alan bu davranışların
ortaya konulması ile; bir taraftan bunları yapanlar kınanmakta, diğer taraftan da müminler
bu kötü huylardan uzak durmaları hususunda uyarılmaktadır.
Daha sonra kâfirlere ardarda yöneltilen çarpıcı sorular sorularak, onların üstünlük
iddiâları reddedilmekte ve tuttukları yolun hiçbir temelinin olmadığı açıklanmakta; ahirette
kendilerini bekleyen korkunç âkıbet hatırlatılarak, kıyamet sahnelerinden biri gözler
önüne serilmektedir.
Kalem sûre-i şerif'i Kur’an-ı kerim'in insanlar için bir uyarı olduğunu ifade eden Âyet-i
kerime ile sona ermektedir.
Huluk-u Azîm:
İlâhî kudret, ahlâkî olgunluk bakımından Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi
bir beşer yaratmış değildir.
Allah-u Teâlâ ona iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin hepsini ihsan ve ikram etmiştir.
“Nûn.” (Kalem: 1)
22.08.2019
Sayfa 299 / 646
Diğer Âyet-i kerime'lere bakıp mânâsını takip ederseniz, bu Âyet-i kerime'lerin “Nûn”un
üzerinde cereyan ettiğini göreceksiniz.
Allah-u Teâlâ kalemle yani bir vasıta ile öğrettiği gibi, her ne kadar okuma-yazma
bilmeyen bir ümmî de olsa, vasıtasız olarak da ona öğretir. İnsanlara bilmedikleri ilim ve
bilgileri O öğretmiştir.
Yeminin cevabı olarak Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap
ediyor ve şöyle buyuruyor:
“Resul'üm!
Nurundan o nuru yarattı ve mükevvenâtı o nur ile donattı. Bu en büyük bir nimet değil
midir? Bu nimetin yüzüsuyu hürmetine bütün kâinat hayat buluyor. Hayat bulduğu için
medar-ı iftiharı oluyor. Çünkü kâinat onunla hayat buldu. Allah-u Teâlâ'ya şükrettiğimiz
gibi ona da Sebeb-i mevcûdât olduğu için her an müteşekkiriz. Dikkat ederseniz Âyet-i
kerime'ler birbirini kilitledi.
Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i hakkında kâfirler, zâlimler,
nankörler birçok iftiralar attılarsa da bizzat onu yaratan Allah-u Teâlâ bu iddiâları reddetti
ve Resul'ünü tesellî etti.
Allah-u Teâlâ onu öyle sonsuz bir ihsan ve ikrama mazhar etmiş ki, bu “Tükenmeyen
mükâfât”a mahlûkun aklı ermez.
Öyle bir mükâfat ki aslâ sonu gelmeyen kesintisiz bir mükâfât, hiç kimsenin minnetini
çekmeden sırf Allah-u Teâlâ'nın lütfu ve yardımı olan bir mükâfât...
22.08.2019
Sayfa 300 / 646
Allah-u Teâlâ nankörlerin inkârını reddettikten sonra onu bizzat kendisi meth-ü senâ
ediyor ve büyük bir ahlâk sahibi olduğunu beyan buyuruyor. Onu delilikle itham edenlere
bizzat kendisi cevap veriyor.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği yüceliği başka hiç
kimseye vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini
ferman buyurmuştur. Onu başka bir tarifle anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam
mânâsıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmıştır.
Kur’an-ı kerim'in mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem-in “Huluk-u azîm” tabiriyle bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur.
Kendisinden evvel gelen peygamber kardeşlerinin dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi
değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir.
Hadis-i şerif'lerinde:
Diğer peygamberlerin mümeyyiz vasfı hâline gelen fazilet ve meziyetlerin hepsi birden
onda toplanmış, diğer fazilet ve meziyetler ise hepsinin üstüne çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ diğer peygamberlere lütfettiği, ikram ve ihsan ettiği bütün fazilet ve
meziyetlerin hepsini birden ona bahşetmiş, ona olan ihsanı da hepsinden üstün kılmıştır.
Bütün peygamberler onun nurunu taşıyorlardı. Onun zuhuru ile nur nura kavuştu. Nur
nurun üzerinde. O nur ona bahşettiği ihsan-ı ilâhî'dir. Bu ihsan hepsinin üstünde bir
lütuftur. “Nûrun alâ nûr” olmuş oluyor.
Bir insanda bir veya bir kaç haslet en güzel şekliyle bulunabilir, fakat hepsi birden
bulunmaz. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de ise insanlarda
bulunabilecek istisnasız bütün güzel huylar, fazilet ve keremler kemâl derecesinde
bulunmaktadır.
Bu güzellikler kendisi ile başkaları arasında taksim edilmiş de değildir. Böyle olmuş
olsaydı, bir kısmı kendisinde kalır, diğerleri başkalarına verilirdi. Halbuki güzellikler
bütünüyle kendisinde mevcuttur. Hiç kimsede onun güzel hasletlerinin benzeri ve dengi
yoktur.
Bir insan gayret ederek iyi huylara sahip olabilir. Onun terbiyesi ise fıtrîdir, doğrudan
doğruya Allah vergisidir.
22.08.2019
Sayfa 301 / 646
O, insan hayatının her safhası için ve her sınıftan insan için; imanda, ibadette, ahlâkta
müstesnâ bir numunedir.
Allah-u Teâlâ'nın hangi emrini tebliğ etmişse, yahut kendisi ne emretmişse; onun en
güzelini harfiyyen önce kendisi uygulardı.
İnsanlara güzel ahlâkı emretti, kendisi ise bütün güzel huylarla mücessem ve muhteşem
bir şekilde fazilet numunesi oldu. Hayatı, Kur’an-ı kerim'in canlı bir levhası, tatbikî bir
tefsiriydi. Onun ahlâkı Kur’an ahlâkı idi.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine vaadde bulunurken, onun
düşmanlarına da tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır.
İslâmiyet her tarafa yayılacak, kemâle erecek; onu söndürmek isteyenlerin kendileri ise
sönecekler, kahrolup gidecekler.
“Doğrusu senin Rabb'in, yolundan sapanları çok iyi bilir. Hidayete erip doğru yolda
olanları da çok iyi bilir.” (Kalem: 7)
Allah-u Teâlâ hidayet bulanın ve aklı başında olanın kendi Peygamber'i olduğuna,
yolundan sapanın ve akılsız kimselerin de onlar olduğuna dâir şâhitlik etmektedir.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'lerde ise İslâm'la ve İman'la bağdaşmayan hiçbir
teklife iltifat edilmemesi beyan buyuruldu:
22.08.2019
Sayfa 302 / 646
Allah-u Teâlâ onu istikamet üzerinde sabit kıldığı için müşriklere meyletmesi kesinlikle
imkânsızdı.
“Resul'üm! Sakın itaat (ve iltifat) etme alabildiğine yemin eden aşağılığa!” (Kalem:
10)
Eğriye doğruya yemin edip duran âdî kâfire boyun eğme! O ki yaptığı yeminleri maske
yapıp, nefsânî arzularını elde etmeye çalışır.
Onu bunu ayıplar, arkasından çekiştirir, ara bozmak için sürekli lâf taşır, ikiyüzlüdür.
İnsanları imandan ve taatten men eder, zulüm yapar, günahlara dalmaktan çekinmez.
Yaratılışı kaba, kalbi katı, aslı belli değil nesli belli değil, şerefsizlik onun şiârı olmuş.
“Çok mal ve oğulları vardır diye (sakın itaat ve iltifat etme!)” (Kalem: 14)
Mal ve servetleriyle, oğullarının çokluğu ile gururlanıp böbürlenir. Bu gibi kimseler hiçbir
zaman dost edinilmeye lâyık değildir. Görünüşteki iyi hâllerine hiçbir zaman itibar
edilmez. Onların aslı ve asaleti işte budur.
Allah-u Teâlâ'nın indirdiği ilâhî beyanlara: “Eskilerin masalları” deyip geçer. Eski
kitaplardan alıp yazdırdığı evhamına kapılır. Allah kelâmı ile geçmişlerin hurafelerini
ayıramayacak derecede bir sapıklığa düşer.
Öyle zelil bir hâle getireceğiz ki, bu zilletini herkes görüp anlayacak.
Nitekim müşrik elebaşlarından Velid bin Muğire, anasının kendisini gayr-i meşru olarak
doğurduğunu Kalem sûre-i şerif'inin 13. Âyet-i kerime'si ininceye kadar bilmiyordu.
22.08.2019
Sayfa 303 / 646
Geçmişte yaşamış ümmetlerden birinde, rivayete göre Yemen’in San’a şehri yakınlarında
ehl-i kitaptan sâlih bir zât yaşıyordu. Öyle bir bahçesi vardı ki, her türlü meyve
yetişiyordu.
Dindar, muttaki, aynı zamanda çok cömert olan bu zât; hasat zamanı gelince, ilân vermek
suretiyle fakirleri ve düşkünleri çağırır, bahçeden onlara bolca pay verir, onlara ikramda
bulunurdu. Ayrıca devşirme mevsiminde dalda ve başakta kalanları, yere dökülenleri
yoksullara bırakmayı âdet edinmişti.
Bu şekilde nezih bir hayat yaşayan, halkın sevgi ve saygısını kazanan bu sâlih zât gün
geldi vefat etti. Yerine çocukları vâris olup bahçe ile ilgilenmeye başladılar.
“Mal az âile fertlerimiz çok... Eğer babamızın yaptığı gibi biz de bu mahsulâttan fakirlere
bir şeyler bırakırsak ihtiyaç içinde kalırız, onların bu bahçede hakları yoktur.”
Aralarında istişare yapıp, hiçbir fakire herhangi bir şey vermemeyi kararlaştırdılar. Şu
kadar var ki içlerinden bir kardeşleri bu fikre karşı çıktı. Bu davranışlarının doğru
olmadığını, babalarının yolunu takip etmek gerektiğini onlara hatırlattı, öğütler verdi, fakat
öğütlerine kulak asmadılar. O bir kişi, diğerleri ise çoğunlukta idi.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Kalem sûre-i şerif’inin 17-35. Âyet-i kerime’lerinde
bahçe sahiplerinin ahvâlini bir vesile-i intibah olmak üzere hikâye buyurmaktadır:
22.08.2019
Sayfa 304 / 646
Bu işten son derece emin idiler. Kendilerine o kadar güveniyorlardı ki, bu işi karara
bağlarken: “‘İnşallah... Allah izin verirse... Sağ salim sabaha çıkarsak... Bir âfete
uğramazsak...” gibi bir sakınma kaydı koymamışlar, yoksulları haklarından mahrum
bırakmaya güç yetireceklerini sanmışlardı.
Böyle olunca da Allah-u Teâlâ onları istek ve arzularının tersiyle cezalandırdı. Yemin
ettikleri iş, kararlaştırdıkları gibi lehlerine değil, akıl ve hayallerine gelmeyecek bir şekilde
aleyhlerine tecellî etmişti.
“Fakat onlar daha uykudayken Rabb’inin katından gönderilen kuşatıcı bir afet
bahçeyi sarıverdi de, bahçe kapkara kesildi.” (Kalem: 19-20)
Miskinlerin payı hususunda cimrilik etmenin, nimetle şımarmanın cezası olarak; kendi
paylarına düşecek olan mahsuller yok olduğu gibi, muhtaçlara verilmesi gereken paylar
da yok oldu, kendilerine hiçbir şey kalmadı. Şükrü edâ olunmayan nimet, her zaman için
zevâle mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ onların bu kötü niyetlerinin neticesi olarak, haberleri olmaksızın geceleyin
bahçenin harap olduğunu beyandan sonra, sabahın erken saatlerinde kalkan bahçe
sahiplerinin ahvâlini beyan etmek üzere şöyle buyuruyor:
Yoksulların farkına varmasından korktukları için, gizlice konuşarak bahçeye doğru yola
çıktılar. Keyifli keyifli birbirlerini teşvik ediyorlardı.
“Derken: ‘Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanımıza sokulmasın!’ diye fısıldaşa
fısıldaşa yola koyuldular.” (Kalem: 23-24)
Halbuki düşünmeleri gerekirdi ki o bahçe, onu kendilerine veren, onlar uyurken onu
gözetecek olan Allah-u Teâlâ’nın mülküdür, onca fakir fukaranın da hukuku vardır.
22.08.2019
Sayfa 305 / 646
Hepsi birlikte dikkatlice baktılar. Tekrar baktılar. Nihayet oranın gerçekten kendi bahçeleri
olduğunu, yanlış yere gelmediklerini, kendi kötü niyetleri yüzünden böyle bir felâkete
uğradıklarını anladılar.
Dediler ki:
Onlar fakirleri mahrum bırakmak istemişlerdi, fakat kendileri Allah-u Teâlâ tarafından
mahrum bırakılmışlardı.
‘Ben size demedim mi? Rabbinizi tesbih etmeniz gerekmez miydi?” (Kalem: 28)
Eğer içlerinde aklı eren bir fert bulunmasaydı, o ümitsizlik içinde kıvranıp duracaklardı.
Bir musibet bin nasihattan iyidir. Önce dinlemedikleri nasihatı, bu defa uğradıkları felâket
içinde dinlediler ve kusurlarını itiraf ederek dediler ki:
İlk şaşkınlık hali geçer geçmez biri diğerini itham etmeye: “Bu felâkete sebep sensin!.. Bu
hileyi bize sen öğrettin!.. Tasadduk edersek fakir düşeriz diyerek bizi korkuttun!..” gibi
sözlerle suçu birbirine atmaya başladılar.
“Şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz.” (Kalem: 31)
“Belki Rabb’imiz bize bunun yerine daha iyisini verir.” (Kalem: 32)
Diyerek, Rabb’lerine samimiyetle yöneldiler, dergâh-ı ulûhiyete el açtılar. Bunu bile yeterli
görmeyerek, bütün rağbetlerini sırf O’na çevirdiklerini, gayelerinin O’nun rızasına ulaşmak
olduğunu beyan ederek en sonunda şöyle dediler:
22.08.2019
Sayfa 306 / 646
Bu bahçe sahiplerinin hikâyesinden, mal ve evladı Allah-u Teâlâ’nın insana imtihan için
verdiği, eğer O’nun rızasına uygun olarak sarfederse faydasını, kötülük yolunda
sarfederse zararını göreceği, yaptığından pişmanlık duyup da tevbe ederse tevbesinin
kabul olunacağı anlaşılmış oluyor.
“İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke
bilselerdi!” (Kalem: 33)
Bu azap mala değil canadır, geçici değil süreklidir, içine düşen kurtulmaz. O bir kere başa
geldikten sonra uyanmanın hiç faydası olmaz.
Bağlara, bahçelere ve diğer emvale âfetlerin inmesi, nimet sahiplerinin şükrünü yerine
getirmemeleri sebebiyledir.
Dünyada iken insanın başına gelen bu gibi belâ ve ibtilâlar, anlamak kabiliyetinde olanları
uyandırır, Hakk’a teslim ettirir, daha büyük tehlikelerden korunmasına ve daha büyük
iyiliklere ulaşmasına sebep olur. Kişinin bilemeyeceği birçok hikmetler mevcuttur.
Bu hitap kıyamete kadar gelecek insanların hepsine şâmildir. Allah-u Teâlâ insanları
insafa ve ibret almaya dâvet etmektedir.
Allah-u Teâlâ bahçe sahiplerinin hikâyesini beyandan sonra, ahiret yurdunu gözetip
Allah’tan korkanlara lütfedeceği bitmez tükenmez nimetleri müjdelemektedir:
“Şu da muhakkak ki, takva sahipleri için Rabb’leri katında Naîm cennetleri
vardır.” (Kalem: 34)
Her türlü korku ve endişeden, belâ ve musibetlerden uzak bir şekilde bağlara, bahçelere,
bostanlara nâil ve dahil olacaklardır.
Allah-u Teâlâ onların bu sapık fikirlerini reddetmek ve kınamak için şöyle buyurdu:
“Teslimiyet gösterenleri biz suçlular gibi tutar mıyız hiç?” (Kalem: 35)
Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime’lerinde Mekke müşriklerine hitap ederek, kıyamete
kadar gelecek bu tıynetteki kişileri uyarmaktadır:
22.08.2019
Sayfa 307 / 646
Sizi bu pek yanlış fikir ve kanaatlere sevk eden nedir? Nasıl oluyor da kâfirleri hoş gören
bir hüküm veriyorsunuz? Hiç akıllı bir kimse böyle yapar mı?
“Yoksa size mahsus bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz?” (Kalem: 37)
Size âit olmak üzere böyle ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki emirlere dayanarak
mı böyle hükmediyorsunuz?
Her şeyin nefsinizin hevâ ve hevesine, süfli arzusuna göre olacağını o kitaptan mı
okuyup inceliyorsunuz?
“Her yaptığınız yanınıza kâr kalır, sizin her yaptığınız icraat, her söylediğiniz söz
doğrudur.” diye yalnız size âit bir delil mi var?
Halbuki ellerinde hiçbir delil, hiçbir istinat yok. Hevâ ve heveslerine göre konuşuyorlar.
Kendi kendilerine hüküm ve hakikati değiştirmeye kalkıyorlar.
Bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, Allah-u Teâlâ’nın bir hükmünü değiştiremezler.
Hepsi de Hakk’ın karşısında kahrolmaya mahkumdurlar.
22.08.2019
Sayfa 308 / 646
Secdeye Dâvet:
Kıyamet gününün ilk başlangıcında Allah-u Teâlâ’ya ibadet edenlerin kim olduğu ve O’nu
inkâr edenlerin kim olduğu, bütün işlerin hakikatleri ve asılları ayan-beyan ortaya
çıkacaktır. Hakikatin üzerinden perde kalkar. O gün gam, keder, sıkıntı ve şiddet
günüdür. Zorluklar kat kat artar. O gün korkular ve büyük işler birbirine karışır.
“O gün baldırlar açılır ve secdeye dâvet edilirler, fakat güç getiremezler.” (Kalem:
42)
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te beyan
buyurulduğuna göre; mümin erkekler ve kadınlar Allah-u Teâlâ’ya secde ederler, riyâ ve
gösteriş olarak secde edenler ise geri kalırlar. Onlar secde etmeye çalışırlar, fakat sırtları
tek bir saç haline gelir, secde edemezler. (Buhârî-Müslim)
“Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür. Halbuki onlar sapasağlam iken de
secde etmeye davet ediliyorlardı.” (Kalem: 43)
Onların bu secdeye dâvet edilmeleri yükümlülük için, kulluk için değil; kınamak, başa
vurmak ve utandırmak içindir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde zulüm ve isyanlarına rağmen kullarına belirli bir
zamana kadar ruhsat verdiğini, süre dolunca da bu ruhsatı ellerinden alacağını haber
vererek şöyle buyurur:
Yaptıklarından etkilenme, söylediklerine karşı kalbini meşgul etme, onları bana havale et,
ben onlara neler yapılması gerektiğini bilirim.
22.08.2019
Sayfa 309 / 646
Azapları ertelemek, ömürleri uzatmak, genişlik bolluk vermek, darlığa düşürmemek... gibi
mühletler şeref ve üstünlük alâmeti değildir. Görünüşte nimet, gerçekte ise azaptır. Onlar
farkına varmadan Allah-u Teâlâ azaplarını artırmayı murad etmektedir.
Günahları artsın diye onlara süre tanır. Onlar da iyi bir iş yaptıklarını zannederler.
Onun tuzağına kimse engel olamaz. Tam sırası gelince bir anda iplerini çekiverir.
Resulullah Aleyhisselâm, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getirirken, ilâhî
hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın tebliği karşısında hiçbir ücret istemediğini çok
iyi bildiği halde, bu hususu duyurmak ve insanları ikaz etmek için şöyle buyurmaktadır.
“Resul’üm! Yoksa sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden ağır bir
borç altında mı kalıyorlar?” (Kalem: 46 - Tûr: 40)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, iman etmedikleri için müşrikleri kınamaktadır. Yoksa
Resulullah Aleyhisselâm onlardan hiçbir ücret istememekte, hiçbir menfaat
beklememektedir. Sahibi onu dünyada da ahirette de rızıklandırır, büyük mükâfatlara nâil
buyurur. Rezzâk-ı âlem O’dur.
Resulullah Aleyhisselâm hiçbir zaman halktan en küçük bir menfaat beklemiş değildir.
İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin
de gidişatı böyledir.
Bir peygamber olarak insanların kurtuluşundan başka hiçbir şey istememektedir. Onların
ıslah olması en büyük ücrettir.
Ancak Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak için, din-i İslâm’ın izzeti ve ehl-i imanın
kuvveti için, malını infak etmek isteyen kimse de men olunmamıştır. Böylece kıyamete
kadar her devirdeki müslümanlara güzel bir numune, şaşmaz bir ölçü bırakılmıştır.
Bunun için mi inkâr etmekte ısrar ediyorlar, akla ve Kitab’a uymaz hükümler veriyorlar,
ilâhî hükmün başlarına ineceği ilâhî azap gününden çekinmiyorlar?
Yunus Aleyhisselâm:
22.08.2019
Sayfa 310 / 646
İlâhî emirleri halka duyurmaya azimle devam et. Sana olan yardımını er veya geç
gönderecek, ilâhî hükmü ortaya çıkaracak, seni muhaliflerine karşı muzaffer kılacaktır.
Balığın karnında karanlıklar içinde olduğu halde naz ile niyaz etmekten uzak durmadı.
Fakat onun samimi itirafı, aczini ortaya koyuşu, azamet-i ilâhî karşısında boyun büküşü
kurtuluşuna vesile oldu.
“Şayet Rabb’inden ona bir lütuf nimeti erişmemiş olsaydı, kınanmış olarak sahile
atılacaktı.” (Kalem: 49)
Fakat Allah-u Teâlâ ona büyük bir lütufta bulundu, tevbe etmeye muvaffak kıldı,
kınanmaksızın dışarıya çıkardı.
“Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın
karnında kalacaktı.” (Sâffât: 143-144)
Zühd ve takvâsı, zikir ve tesbihi kendisi için büyük bir nimet ve rahmet olmuştu. Yoksa
kıyametten evvel berhayat olarak bir daha dünya yüzüne gelemeyecekti. Bu balığın karnı
kıyamete kadar ona mezar olabilirdi.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu duâ gelip arşı kuşattığında
melekler:
“Ey Rabbimiz! Biz uzak bir yerden zayıf bir ses işitiyoruz.” dediler.
Allah-u Teâlâ:
22.08.2019
Sayfa 311 / 646
Melekler: “Her gün ve her gece salih amellerin, icabet buyurulan duâların kendisinden
yükseldiği kulun Yunus mu?” dediler.
“Evet!” buyurdu.
“Ey Rabbimiz! Bollukta yaptıklarından dolayı ona rahmet edip onu bu musibetten
kurtarmayacak mısın?” diye sordular.
Allah-u Teâlâ:
“Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu üzüntüden kurtardık.” (Enbiyâ: 88)
Allah-u Teâlâ bir süre dinlenip eski sıhhat ve âfiyetine yeniden kavuşan Yunus
peygamberine, kavminin yanına gidip tevbelerinin kabul edildiğini kendilerine haber
vermesini emrederek onu sayıları yüz bin kadar olan halkının üzerine tekrar irşad için
gönderdi.
Âyet-i kerime’de:
“Fakat Rabb’i onu seçti ve onu sâlihlerden kıldı.” buyuruluyor. (Kalem: 50)
Onu arıttı, kınanmış olmaktan korudu, yeni baştan vahyine nâil etti.
22.08.2019
Sayfa 312 / 646
Kalem sûre-i şerif’inin bu son iki Âyet-i kerime’sinde “Nazar değmesi”nin hak olduğuna
dâir delil vardır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in odasında yüzünde sarılık eseri bulunan
bir kız çocuğu gören Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bu kızcağızı okutunuz. Buna nazar değmiştir.” buyurdular. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:
1933)
Mekke-i Mükerreme döneminde Kureyş sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. On bir
Âyet-i kerime, yirmi sekiz kelime ve yüz yirmi harften müteşekkildir.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle, kıyamet gününün dehşetten yürekleri yerinden oynatan Âyet-i
kerime'lerle başlar.
İlk beş Âyet-i kerime'de kıyametin korkunç safhasında insanın ve dağların durumu
anlatılmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, ahiret gününde tartıları ağır gelen bahtiyar müminlerin
mutlu bir hayata erecekleri; tartıları hafif gelenlerin de kızgın bir ateş uçurumuna
atılacakları haber verilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 313 / 646
"Çarpacak olan felâket! Nedir o çarpacak olan felâket? O çarpacak olan felâketin
ne olduğunu bilir misin?" (Kâria: 1-2-3)
Kıyametin korkunç ve tüyler ürpertici bir şiddetle ses çıkartıp, gök gürlemesinden daha
kuvvetli bir gürültü ve yıldırım hızından da daha hızlı bir şekilde ansızın kopacağı tasvir
edilirken "Kâria" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin üç defa açıkça tekrarlanması, o
korkutmayı desteklemek, dehşetini pekiştirmek içindir.
İnsanların başına, tarifi mümkün olmayacak kadar korkunç bir felâket inmiş olacak. O
felâketin korkunçluğu hayal bile edilemez, ayne'l-yakîn görülmedikçe şiddet ve dehşetinin
büyüklüğünü hiçbir akıl kavrayamaz.
"O gün insanlar ateşe çarpıp dökülen pervaneler gibi olur." (Kâria: 4)
Kıyametin kopması anında kulakların zarını parçalayacak kadar müthiş bir ses ortalığı
çınlatır, herkes kendi derdine düşer. Dünya hayatının sonu işte budur!
Yeryüzüne çakılmış gibi görünmelerine rağmen, rüzgâra tutulan yün teli gibi uçuşurlar.
Bulutlar gibi oraya buraya hareket ederler. Bulundukları yerlerden başka yerlere intikal
ederler, sonra da serap olurlar.
Bakan onu bir şey zanneder, halbuki o bir şey değildir, bir serap gibidir. Su gibi görünen
bir hayal olur. Daha sonra her şey tamamen silinir gider, ne göze görünür ne de izi kalır.
O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri
yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk'a yanaşmaz ve Hakk'ı kabul
etmezler.
22.08.2019
Sayfa 314 / 646
Allah-u Teâlâ'nın kudretinin, adaletinin bir büyük tecellîsi olmak üzere, o gün insanların
amelleri tartılırken, dereceleri ve mahiyetleri umuma karşı meydana çıkarılırken; imanı ve
sâlih amelleri sebebiyle tartıları ağır gelenler, gazab-ı ilâhîye uğramayacaklar, her türlü
korku ve azaplardan emin olacaklar, nâmütenahi sevaplara nâil olacaklar.
"Tartıları ağır gelen kimse hoş bir hayat içinde olacaktır." (Kâria: 6-7)
Tartılan ameller her ne kadar cisim değilse de, Allah-u Teâlâ onları cisim hâline getirir.
İyilikler nurânî, kötülükler zulmânî birer cisim suretinde tartılırlar. Hak ağırdır, bâtıl ise
hafiftir.
Ulvi hayata yönelmeyip sufli bir hayat süren, dâvete kulak asmayan, emir-yasak
dinlemeyen kimselerin yaptığı yanına kâr kalmayacak, herkes amelinin cezasını görecek
ve hak yerini bulacaktır.
"Tartıları hafif gelenler ise, onların anası (varacakları yer) Hâviye'dir." (Kâria: 8-9)
Cennet nasıl ki sâlih amelleri ağır gelenlerin ana yurdu ve ana kucağı ise, cehennem de
kötülükleri ağır gelenlerin ana kucağı mesabesindedir.
Bir çocuk anasının kucağına sığınıp korunduğu gibi, suçlular için de ahirette
cehennemden başka bir kucak olmayacaktır. Anne çocuğuna kucak açtığı gibi,
cehennem de onlara kucak açacaktır.
"Hâviye'nin ne olduğunu sen bilir misin? O kızgın bir ateştir!" (Kâria: 10-11)
Ateş zaten kızgın demek olduğu halde "Nâr" denildikten sonra Allah-u Teâlâ'nın bir de
kızgın mânâsına gelen "Hâviye" kelimesi ile vasıflandırması "Hâviye"nin çok şiddetli
olduğuna o hararetin cehennemin diğer tabakalarında bulunmaz bir derecede yakıcı
olduğuna işaret etmektedir.
Yüzleri dağlayan, ciltleri kavuran kızgınlıkta öyle bir ateş ki, bilinen sıcaklık sınırını
aşmıştır. Diğer ateşler onun yanında pek hafif kalır.
22.08.2019
Sayfa 315 / 646
Mekke-i mükerreme döneminde Âdiyât Sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Üç Âyet-i
kerime, on kelime ve kırk iki harften müteşekkildir. Kur'an-ı kerim'in en kısa Sûre-i
şerif'idir.
Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve: "Çok hayır, feyiz ve bereket" mânâsına
gelen "Kevser" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur. İkinci Âyet-i kerime'de kurban
kesmeden söz edildiği için "Sûre-i Nahr" adıyla da anılmıştır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle'de Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine
çok hayır ve bereketler verdiğini duyurmakta, onun da namaz kılıp kurban kesmesini emir
buyurmakta, düşmanlarının rezil olacaklarını müjdelemektedir.
Nüzul Sebebi:
Âs bin Vâil, Kureyş kabilesi'nin Sehm kolunun reisi olup meşhur sahabî Amr bin Âs
-radiyallahu anh-in babasıdır. Güçsüz ve kimsesizlere yaptığı zulümlerle tanınmıştır.
Malını satmak için Mekke'ye gelenlerden satın aldığı malın bedelini ödemezdi. Onun bu
gibi haksızlıkları İslâm'ın gelişinden sonra da müslümanlara karşı devam etmiştir.
Habbab bin Eret -radiyallahu anh- kendi eliyle yaptığı kılıçlardan birkaçını ona satmış,
parasını alamamıştı. Borcunu ödemek için Resulullah Aleyhisselâm'a dil uzatmasını şart
koşmuş, o da: "Senin ölüp tekrar dirildiğini görmedikçe bu işi yapmam!" diye cevap
verince Âs: "O halde ödeşmemiz ahirete kalsın. O gün benim malım ve evlâdım olacak, o
zaman öderim." diyerek alay etmişti.
22.08.2019
Sayfa 316 / 646
Oğlu Kasım vefat ettiğinde Âs bin Vâil: "Bırakın şu nesli kesilmişi! Artık ölümünden sonra
adını anan bulunmayacak." demişti. Bunun üzerine hakkında Kevser Sûre-i şerif'i nâzil
olmuş, Allah-u Teâlâ yüce Peygamber'ini tesellî etmiştir.
Dine karşı direniş ve tepkilerini ömür boyu sürdüren Âs, merkebi ile Tâif'e giderken
ayağının ayasına diken battı. Dikeni bulamadılar. Bacağı devenin boynu gibi şişti,
yerinden kıpırdayamaz hâle geldi. Hicretten birkaç ay önce iniltiler içinde kıvrana kıvrana
ve bağıra bağıra ölüp gitti.
Kevser:
Şöyle ki;
"Birgün Resulullah Aleyhisselâm aramızda iken hafif bir uykuya daldı, sonra
tebessüm ederek başını kaldırdı.
'Az önce bana bir sûre indirildi.' buyurdu ve daha sonra Besmele çekip Kevser
sûresini okudu.
22.08.2019
Sayfa 317 / 646
'O bir nehirdir, Rabb'im onu bana vâdetmiştir. Onda çok hayırlar vardır.
Bunlar; Nübüvvet, Kitap, Hikmet, Şefaat, Makam-ı mahmûd... Hâiz olduğu pek çok
faziletler, Nesl-i mübâreke'lerinin yani Ehl-i beyt'in çokluğu, Ümmet-i muhtereme'sinin
çokluğu, duâlarının makbul olması... gibi sahası pek geniş olan mânevî lütuflardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; vefatlarından beş gün evvel, öğleye
doğru kendilerinde biraz iyilik hissederek mescide gitti. Ashâb-ı kiram'ına namaz
kıldırdıktan sonra, minberde oturup Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra hutbe irad etti.
"Ey insanlar!
Dünyada hiçbir peygamber yoktur ki, ümmeti içinde daimî olarak yaşayabilmiş
olsun. Benden evvelki peygamberlerden biri ebedî olarak yaşadı mı? Biliniz ki, ben
de Rabb'ime kavuşacağım. Muhakkak ki siz de Allah'ınıza kavuşacaksınız. Dünyada
hiç kimse kalmaz. Her şey Allah'ın iradesine bağlıdır. Allah'ın takdir buyurduğu
zaman, ne öne alınır, ne de o zamandan kaçılır! Sizinle buluşacağımız yer, "Kevser
Havzı" kenarıdır. Her kim havuz kenarında benimle buluşmak isterse, elini ve dilini
günahlardan sakınsın.
22.08.2019
Sayfa 318 / 646
Namaz ve Kurban
Sana Kevser'i bahşeden kerim Rabb'ine o nispette şükretmek üzere ihlâslı olarak kullukla
meşgul ol, sadece O'na yönel! Müşriklerin sözlerine aldırış etme! Namaz kılmakla
beraber Rabb'inin adına kurban da kes!
Bunun için Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a sırf Zât-ı akdes'i için namaz kılmasını
ve kurban kesmesini emir buyurdu.
Her ikisinin de şöhret için değil, Allah için halis niyetle yapılması gerekmektedir.
Allah için kılınmayan namaz, namaz olmayacağı gibi; Allah için kesilmeyen kurban da
kurban olmaz.
Namaz şükrün bütün kısımlarını içine alan bir ibadettir, dinin direğidir.
Kurban ise, Allah-u Teâlâ'nın teşrî buyurduğu dinin nişanelerinden, yani belirgin
işaretlerindendir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini teselli etmek üzere beşeriyete
şöyle ferman buyurmaktadır:
"Doğrusu adı sanı ortadan kalkacak olan, sana kin tutan dil uzatan
kimsedir." (Kevser: 3)
Habib'im! Hakkında söyledikleri aşağılayıcı sözler için üzülme, söylediklerine lâyık olanlar
kendileridir, sen değil!
O iğrenç sözleri söyleyenlerin, ona karşı çıkarak yolunu kestiklerini zannedenlerin, onu
sevmeyenlerin gerçekten de zürriyetleri kesilmiş, defterleri dürülmüştür. Şimdi kim anıyor
onları? Bugün dünyanın hiçbir yerinde isim olarak Ebu Cehil, Ebu Leheb kullanılmaz.
Tarihen sabittir ki asıl ebter İslâm düşmanları olmuştur. Soyu kesik olan, köksüz olan
küfür ve şirktir.
Fakat Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nam ve şânı, eşsiz hatırası
bâki kalmıştır. Allah-u Teâlâ onu müminlerin babası yapmıştır. Nesl-i pâki, sülâle-i tâhiresi
22.08.2019
Sayfa 319 / 646
ise kerimesi Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz ile devam ettiği gibi, mânevî
evlâdı mesabesinde olan ümmet-i muhteremesi Asr-ı saâdet'ten bugüne kadar asırlar
boyu fevkalâde büyük sayılara ulaşmıştır. Kıyamete kadar da sürüp gidecek, getirdiği din
ebediyen pâyidâr olacaktır. Yolunda ve izinde olanlar ahirette anlatılmayacak kadar
büyük bir mükâfâtlara ereceklerdir.
Bu hitap bütün Ümmet-i Muhammed'e şâmildir. Allah'a dâvet edenin aslâ soyu kesik
olmaz. Allah-u Teâlâ dilediğini saâdete erdirir, dilediğini dalâlette bırakır.
Mekke-i mükerreme döneminde Kâria Sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Kırk Âyet-i
kerime, yüz doksan üç kelime ve altı yüz elli iki harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime’de geçen ve ölümden sonra dirilmeyi ifade eden “Kıyâme” kelimesi
bu Sûre-i şerif’e isim olmaktadır. “Lâ Uksimu” sûre-i şerif’i de denir.
Muhtevâsı:
Kıyâme sûre-i şerif’inde İslâm dininin ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret gibi iman esasları
üzerinde durulmuş, Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametinden söz edilerek bu hususta
mühim bilgiler verilmiştir.
Konusu ölümün ardından dirilme olan bu mübârek Sûre-i celîle’nin muhtevâsı dört
bölümdür.
22.08.2019
Sayfa 320 / 646
Otuz birinci Âyet-i kerime’ye kadar insanların dünya hayatının geçiçi zevklerine kapılıp,
ebedî ahiret hayatı için hazırlığı terketmeleri kınandıktan sonra; o gün inananların
yüzlerinin ışıl ışıl parlayacağı ve Rabb’lerine bakacakları, inanmayanların ise yüzlerinin
asık olacağı, bel kemiklerini kıracak bir musibete uğrayacaklarını sezecekleri
belirtilmektedir.
Kıyâmet:
Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan “Ahiret inancı”nın bir bölümüdür. Ahiret
hayatı kıyâmetle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete,
cehennemliklerin cehenneme girmeleri ve ebedî bir hayatın başlaması safhaları takip
eder.
Dini bir tabir olarak kıyâmet ise; içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yer
aldığı kâinatın parçalanıp dağılması, daha sonra insanların hesap vermek üzere Allah-u
Teâlâ’nın huzur-u izzetinde, mahiyetini bilemediğimiz bir biçimde kıyam etmesidir.
Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlûkatı geçici bir zaman için
yaratmıştır. Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır. Yarattıklarını
dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün
yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret hayatı başlayacaktır.
Nefs-i Levvâme:
Bu makama yükselen sâlikin artık kalbindeki yedi perdeden birisi kalkmıştır. İbadetlerini
yapar, yasaklardan kaçınmaya, emr-i ilâhîyi yerine getirmeye çalışır. Buna rağmen yine
günah işler, fakat hemen arkasından da pişman olup tevbe eder.
Nefs-i levvâme’de bulunan bir kimse takvâ ehlinden sayılır. Bu makamın en yüksek
derecesi ihlâstır. Ancak amellerinde ihlâs da olsa, sâlik yine de tehlikeden kurtulmuş
değildir.
22.08.2019
Sayfa 321 / 646
Nefs-i emmâre’nin bir kısım sıfatları hâlâ mevcut olmasına rağmen hakkı hak, bâtılı bâtıl
olarak görür ve bilir. Şeriat ameli ve muhabbeti eksilmez. Kötü hallerinden dolayı üzülür.
Fakat o kötü sıfatlardan kurtulması gücünün dışındadır.
Nefs-i levvâme’de bulunan müminde gizli bir riyâ ve kendini beğenme hastalığı vardır. İyi
amellerini halkın bilmesini ister. Övülmekten memnun olur. Başkalarına üstün gelip ezme
arzusu duyar. Bu kötü huyundan hoşlanmamasına rağmen, kalbinden de söküp atamaz.
Kâfir ise işine devam eder. Ne kendisini hesaba çeker, ne de nefsini kınar. Fakat bu gibi
kimseler ahirette kendilerini çok çok kınayacaklar, işledikleri günahlara pek çok pişman
olacaklar, fakat hiç de faydası olmayacak.
İlâhî Kudret:
Rivayete göre Adiyy bin Rebîa ismindeki bir müşrik Resulullah Aleyhisselâm’a:
“Ey Muhammed! Bana kıyamet gününü haber ver. O ne zaman ve nasıl olacak?” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm kıyamet hakkında ona bilgi verdi. Bu sefer: “Eğer o günü
gözümle görsem yine de doğrulamam ve sana inanmam. Allah çürüyüp ufalandıktan
sonra bu kemikleri toplayacak mı?” karşılığını verdi.
O kemikler nelerden ve nerelerden çıkıp gelerek düzenine giriyor, etler nasıl meydana
geliyor, kemikleri kim sarıyor?
İnsan iskeletinde irili ufaklı 206 kemik bulunur. Bu kemikler birbirlerine mafsallarla bağlı
olup, hareketlerini kaslar temin eder.
Biçimlerine göre uzun ve kısa, yassı ve düzensiz kemikler olmak üzere dörde ayrılır.
Bulundukları yere göre; baş, gövde, üstyan, altyan kemikleri diye isim alırlar.
İskelet parça parça kemiklerden teşekkül ettiği için, böylelikle her parça kolaylıkla ve
rahatça hareket etme imkânı bulur.
Ne lâtif hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarıya
çıkınca sertleştiği gibi; kemikler de rahimde iken yumuşak, çocuk doğduktan sonra
katılaşacak bir halde yaratılmıştır.
“Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski hâline getirmeye
kâdiriz.” (Kıyame: 4)
22.08.2019
Sayfa 322 / 646
Parmak uçlarında yaratılış bakımından ince bir sanat bulunduğu için Allah-u Teâlâ onları
anmıştır. Çünkü bir insanın parmaklarının derisi son derece ince çizgilerle kaplıdır.
Bu çizgilerden bazısı kavis, bazıları düz ya da daire şeklindedir. Bu ince çizgiler o şekilde
yaratılmıştır ki, yeryüzündeki diğer herhangi bir şahsın parmak çizgileri bu çizgilere
benzemez.
Parmak ucundaki hassasiyete bir bakın ki, kör onunla görüyor. Bir parmak izi, diğer hiç
bir insanın parmak izine uymuyor.
Kıyamet, dünyayı ve geçici dünya hayatını arzu edenlerin isteklerine muhaliftir. Bunun
içindir ki çekinmeden onu inkâra cüret ederler.
“Fakat insan, ileriye doğru devamlı suç işlemek (ömrünü günahla geçirmek)
ister.” (Kıyâme: 5)
Sınırlı bir ömürde yapacağı kötülüklere sınır tanımamak için öldükten sonra dirilmeyi inkâr
eder.
“Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman!” (Kıyâme: 7-9)
Gözler o günde görecekleri şiddet ve dehşetten dolayı şimşeğe tutulmuş gibi bir hâle
gelir. Âlem alt-üst olur, ay ve güneş birbirine katılır, ışıkları söner simsiyah kesilir.
Kaçış Nereye?
22.08.2019
Sayfa 323 / 646
O gün her kim olursa olsun, sığınma yerleri Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetidir. O’ndan
kaçmak isteyenler de o gün O’ndan başka sığınacak bir sığınak bulamazlar.
İnsan için artık çare aramakta fayda yoktur, zira zamanı geçmiştir.
“O gün insana, yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey haber verilir.” (Kıyâme:
13)
O büyük mahkemede kâfir, fâsık, fâcir kimseler bazı mazeretler sayıp dökseler de,
yaptıklarını gayet iyi bilirler. İşte o vakit gözleri tam açılır. O gün kendi amellerinden
başka hiçbir şeyi göremezler.
Müslim’in rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm ilâhî vahyi tebliğ ettiği zaman, Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz herhangi birşey kaçırmamak için çok defa dilini
dudaklarını harekete getirirdi. Vahiy kendisine şiddet verirdi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ
şu Âyet-i kerime’leri indirdi:
“Resul’üm! Onu hemen ezberlemek için acele ederek dilini kıpırdatma.” (Kıyâme:
16)
22.08.2019
Sayfa 324 / 646
Onu sana indiren okutacaktır. Öyle ki onun mânâlarından hiçbir şey sana gizli kalmaz.
“O halde biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy.” (Kıyâme: 18)
Ardınca yavaş yavaş oku. Kalbinde tespit ettiğimiz zaman da onu uygula, gereğince amel
et.
Anlamakta zorluk çektiğin mânâ ve hükümleri, ihtiyaç duyuldukça biz sana açıklarız.
Bundan sonra artık Cebrâil Aleyhisselâm geldiği zaman sükut eder, o gidince Allah-u
Teâlâ’nın vaad buyurduğu şekilde okurdu. (Müslim: 448)
“Resul’üm! Sana onun vahyi bitmeden, Kur’an’ı okumakta acele etme!” (Tâhâ: 114)
Hep bu geçici dünyanın zevk ve lezzetleri için çalışmak gerektiğini sanıyorsunuz, daha
hayırlı ve devamlı olan ahiret için hiçbir hazırlıkta bulunmuyorsunuz.
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret
hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî
hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır.
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve
hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa
uğramışlardır.
22.08.2019
Sayfa 325 / 646
İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile
değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Diğer taraftan hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb’inin
rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve
heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere de çok büyük müjdeler vardır.
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın câzip güzelliklerinin,
gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti
unutturmaması gerekir.
Rüyetullah:
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlar:
“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb’lerine bakarlar.” (Kıyâme: 22-23)
Allah-u Teâlâ kendi cemâlini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında, görmeye
liyâkat halkeder. Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u
Teâlâ’yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar.
O’na bakmaya devam ettikleri sürece hiçbir şeye iltifat etmezler. Cennet bu nimetin
yanında bütün şaşası ile sönük kalır.
Cerir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
Süheyb -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:
“Cennetlikler cennete girdiği zaman Allah Tebâreke ve Teâlâ: ‘Bir şey istiyorsanız
söyleyin, onu da vereyim!’ buyurur. Onlar da: ‘Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin
mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı?’
derler.
22.08.2019
Sayfa 326 / 646
Bunun üzerine Allah hicabı kaldırır, artık onlara Rabb’lerine -azze ve celle-
bakmaktan daha sevimli bir şey verilmiş olmayacaktır.” (Müslim: 181)
Kadın erkek herkes her Cuma günü Allah-u Teâlâ’nın dâveti üzerine O’nun yüce
ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi net olarak
görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile
sevinçle karşılar.
Said bin Müseyyeb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Said -radiyallahu anh-,
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- ile karşılaştıklarında:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana bildirdi ki, cennetlikler cennete girdikleri
vakit orada amellerin çokluğu nisbetinde yerleşeceklerdir. Sonra dünya günlerinden bir
Cuma günü kadar bir müsaade verilecek, onlar da Rabb’lerini ziyaret edeceklerdir.
Rabb’in arşı onlara görünecek ve Rabb kendilerine cennet bahçelerinden bir bahçede
tecellî edecektir.
Onlar için nurdan minberler, inciden minberler, yakuttan minberler, zebercetten minberler,
altından minberler ve gümüşten minberler kurulacaktır.
Onların en aşağı mertebede olanları -ki içlerinde hiç bir aşağılık kişi yoktur- misk ve kafur
tepesinin üzerinde oturacaklar ve minber sahiplerini, kendilerinden daha üstün oturma
yerlerinde olduklarını sanmayacaklardır.”
Şöyle buyurdu:
Buyurdu ki:
‘Ey filân oğlu filân! Şöyle ve şöyle dediğin günü hatırlıyor musun?’ buyuracak. Ve
ona dünyadaki vefasızlıklarından bir kısmını hatırlatacaktır.
22.08.2019
Sayfa 327 / 646
O da:
‘Ey Rabb’im! Beni bağışlamadın mı?’ diyecek. Allah: ‘Evet bağışladım. İşte sen
benim bağışlamamın genişliği sayesinde şu makama ermiş bulunuyorsun.’
Sonra Rabb’imiz: ‘Sizin için hazırladığım büyük bağışa kalkın ve canınızın çektiğini
alın!’ buyuracak. Bunun üzerine meleklerle çevrili ve içinde gözlerin bir benzerini
görmediği, kulakların işitmediği ve gönüllerden geçmeyen şeyler bulunan bir
çarşıya geleceğiz. Canımızın istediği şey bize taşınacaktır.
“Yüksek mevki sahibi olan kişi gelip kendisinden aşağı olan kişiyle buluşacak
-esasen içlerinde aşağılık kişi yoktur- ve onun üzerinde gördüğü elbise, bunun
gözünü kamaştıracaktır. Ancak son cümlesi bitmeden, kendi üzerindeki elbisenin,
onun sırtında bulunandan daha iyi olduğunu hayal edecektir. Çünkü cennette hiç
kimsenin üzülmesi diye bir şey yoktur.
Bedbahtlar:
O gün ışıl ışıl parlayan ve Rabb’lerine bakan yüzlerin mukabili olarak nice yüzler de,
dünyada nursuz oldukları gibi orada da çirkinleşecek ve kararacaktır.
Üzüntü ve sıkıntısından ekşir, kararır, üzerinde hiçbir sevinç eseri yoktur. İçlerini istilâ
eden şirk ve küfür karanlığı yüzlerine vurmuştur.
Büyük bir azapla karşılaşacaklarını kesin olarak anlarlar, başlarına bellerini kıracak
korkunç bir musibetin gelmesini beklerler.
22.08.2019
Sayfa 328 / 646
Allah kullarının nazarlarını eninde sonunda canlarının çıkacağı ana ve o anda meydana
gelecek olan korkulu dakikalara çevirmeleri için uyarı mahiyetinde Âyet-i kerime’lerinde
şöyle buyurmaktadır:
“Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır.” (Kıyâme: 26)
Dünya hayatının sonu ve ahiret merhalelerinin ilk kapısı olan ölüm ve can çekişme hâli
beyan edilerek, ahireti bırakıp da dünyaya bel bağlayanların belini kıran o büyük belânın
ahirete de kalmayıp, dünyada iken başladığı gözler önüne seriliyor.
Ölüm işaretleri gelmiş çatmış. Yakınları etrafını sarmışlar. Bir şeyler yapabilmek için
başında dönüp duruyorlar.
“Kim afsun yapar, bunu kim tedavi eder acaba? denir.” (Kıyâme: 27)
Kimi hekim çağırır, kimi üfürükçüden meded umar. İnanan da inanmayan da son bir
teselli olmak üzere ona başvurur.
“Ve kendisi de bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar.” (Kıyâme: 28)
İşler sarpa sarmış, can boğaza dayanmış, nefesi tıkanmış, ayrılık vakti gelmiş. Sevgili
dünyasına “Elveda!” diye diye vedâ ediyor. Dünyasından ayrılma sıkıntısı ile ölüm
sıkıntıları birleşmiş, el ayak karışmış.
Hesabı görülmek, cezası verilmek üzere, itile kakıla, hakaretlerle âlemlerin Rabb’inin
huzuruna götürülür.
Ahireti bırakıp da dünyayı sevenlerin dünyada varacakları kötü son işte budur.
Ebu Cehil:
Elinden ve dilinden müslümanların en çok çektiği putperestlerden biri olan Ebu Cehil,
Mekke’nin o gün için en bilgili ve ileri gelenlerinden idi. Velid bin Muğire’nin de yeğeni idi.
Asıl adı Amr bin Hişam iken, Allah’a ve Peygamber’ine karşı küfründe her geçen gün
biraz daha inatlaştığı için, Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine “Cehâletin
babası” mânâsına gelen Ebu Cehil adı verilmiştir.
İslâm dâvetine başından beri karşı çıkmış ve müslümanlar aleyhinde hazırlanan bütün
komplolarda başrolü oynamıştı.
Ticari nüfuz ve servetinden güç alan Ebu Cehil, hayatı boyunca İslâmiyet’in yayılmasını
engellemeye çalıştı, müslüman olanları da dinlerinden vazgeçirmeye gayret etti.
22.08.2019
Sayfa 329 / 646
Hicretten birkaç yıl önce Mahzumoğulları kabilesinin reisliğine getirilen Ebu Cehil,
Resulullah Aleyhisselâm’a ve müslümanlara her fırsatta sözlü ve fiili saldırıda
bulunmuştu.
Müslümanlara karşı başlatılan boykotla onların Ebu Tâlib mahallesinde üç yıl boyunca
muhasara altında tutulmasına öncülük etmiş, dışarıdan yapılmak istenen yardımlara da
engel olmuştu.
Bir ömür cehâlette kalan Ebu Cehil, müşriklerin muharebe ihtiyaçlarının büyük bir kısmını
bizzat karşıladığı Bedir savaşı’nda cezasını bulmuş, katledilen diğer müşriklerle beraber
Bedir’deki kör kuyulardan birine atılmıştır.
Peygamber Aleyhisselâm’a indirilenleri bütünüyle inkâr etti. Hiçbir kulluk görevini yerine
getirmedi.
İçini dışını büyük bir kibir ve gurur kaplamıştı, Hakk ve hakikate yönelecek cinsten bir
kimse değildi.
Sorumluluk:
İnsanı yaratan Allah-u Teâlâ ona bir takım mükellefiyetler yüklemiş, önüne emir ve
yasaklar koymuş, bir zaman sonra da kendisinden hesap soracağını bildirmiştir.
22.08.2019
Sayfa 330 / 646
İnsanların çoğunun anlayışı böyledir. İlâhî emir ve yasakların yükümlülüğü altına girmek
istememektedirler.
Halbuki kâinatta hiçbir şey boş, mânâsız, hikmetsiz ve gayesiz yaratılmamıştır. İnsan
nasıl başıboş bırakılabilir?
İnsan sulplerden rahimlere akıtılan değersiz suyun güçsüz ve kerih bir damlası idi.
“Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu insan biçimine koyup şekil
vermiştir.” (Kıyâme: 38)
Allah-u Teâlâ kudreti ile bu insandan erkek ve dişi olarak iki sınıf insan yarattı. Çünkü
insan nesli bu iki türden çoğalacaktır.
“Bunları yapan Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? (Elbet yeter).” (Kıyâme:
40)
Allah-u Teâlâ insanları tekrar dirilteceğini haber verdiğine göre, öldükten sonra dirilme
muhakkak vuku bulacaktır.
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Dört Âyet-i kerime, on yedi kelime ve
yetmiş üç harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime'de geçen "Kureyş" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.
22.08.2019
Sayfa 331 / 646
Muhtevâsı:
Emniyet, insan hayatının en önemli şartlarından olduğu için "Şehirlerin anası" üzerine
yemin edilmiştir.
Onlar putlara taptıkları, çevredeki Araplar birbirleriyle çarpışıp durdukları halde, harem
bölgede Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile emniyet ve sükûnet içinde yaşıyorlardı.
Mekke-i mükerreme ziraate elverişli olmayan, ekin ve bitki bitirmeyen kurak bir vâdide
kurulmuştu. İbrahim Aleyhisselâm'ın yaptığı duânın bereketiyle her şeyin ürünü,
ihtiyaçları olan gıda maddeleri, Allah katından bir rızık olarak her taraftan kendilerine
geliyordu. Güneydeki Yemen'den kuzeydeki Şam'a kadar uzanan iki büyük kervan yolu
onların yakınından geçiyordu. Allah-u Teâlâ onların basiretlerini açtı. Geçimlerini ve
maişetlerini kazanmanın yollarını aradılar ve ticaret yolculuklarına çıkmaya başladılar.
Komşu memleketlerle ticari anlaşmalar yaptılar.
Hem Kureyş'in kendi içindeki emniyet ve kaynaşma, hem de komşu memleketlerin halkı
ile aralarındaki dostluk, Allah-u Teâlâ'nın kolaylaştırmasından ileri geliyordu.
Böylece onlar yaz mevsiminde serin bölgeler olan Şam ve İran taraflarına, kış
mevsiminde ise sıcak olan Yemen ve Habeşistan taraflarına doğru ticaret kervanları
çıkarırlardı. Bazıları da yazlık olarak Tâif'e göçerler, kışın geri dönerlerdi.
Bu yolculuklarında onlar huzur ve güven içinde olurlardı. Hiç kimse onlara kötülük
yapmaz, onlara ses çıkarmaya cesaret edemezdi.
22.08.2019
Sayfa 332 / 646
Bir Kureyşli yalnız olarak yolculuk yaparken saldırıya uğrasa: "Ben Allah'ın
haremindenim!" dediği zaman kendisine hiç kimse bir şey yapamazdı. Büyük bir
saygınlıkları vardı. Hatta onlara doğru gidenler ve onlarla birlikte yolculuk yapanlar da
onlar sayesinde emniyet içinde olurlardı.
Halbuki o dönemlerde Arabistan yarımadasının diğer bölgelerinde emniyet diye bir şey
yoktu. Baskın ve kaçırma hadiseleri yaygındı. İnsanlar gece rahat uyuyamazlardı. Her an
bir saldırıya uğrama tehlikesi ile karşı karşıya idiler. Hiç kimse kendi kabilesinin dışına
çıkmaya kolay kolay cesaret edemezdi. Çünkü ya birileri tarafından öldürülür veya
yakalanarak köleleştirilirlerdi. Kervanların yol üzerinde her an önleri kesilebilir, malları her
an yağmalanabilirdi.
Bununla beraber Mekke-i mükerreme'deki Kureyş kabilesi emniyet içinde idiler. Kâbe-i
muazzama'nın kudsiyeti sayesinde büyük ve küçük kafilelerle her yerde serbestçe
dolaşabilirlerdi. Bu yüzden kendilerine geniş rızık kapıları açılmıştı. Gidip gelirken kazanç
temin ederlerdi. Yaz ve kış aylarında yapılan ticarî seyahatlere alışmışlar ve âdeta
gelenek hâline getirmişlerdi.
Diğer nimetlerinden dolayı ibadet etmiyorlarsa da, hiç olmazsa bu kolaylık, güvenlik ve
refah nimetinden dolayı yalnızca Beyt'in sahibi'ne, eşi ve benzeri olmayan Allah'a ibadet
etsinler.
22.08.2019
Sayfa 333 / 646
"O ki, kendilerini açken doyurmuş, korku içindeyken her türlü korkudan emin
kılmıştır." (Kureyş: 4)
Onların çoğu câhil oldukları için, bu nimetin kadrini anlayamadılar. Korkunun nereden,
emniyetin nereden geleceğini bilemediler. Çünkü imandan mahrum idiler. Bununla
beraber Allah-u Teâlâ'nın hidayetine tâbi olur olmaz, çok kısa bir zamanda yeryüzünün
doğusunu ve batısını hakimiyetleri altına aldılar.
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Yirmi bir Âyet-i kerime, yetmiş bir kelime
ve üç yüz on harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime'de geçen ve "Gece" mânâsına gelen "Leyl" kelimesi bu Sûre-i şerif'e
isim olmuştur. "Ve'l-leyli izâ yağşâ sûresi" olarak da anılır.
Muhtevâsı:
Beşinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ'nın bütün heybetiyle gelen ve ortalığı
karanlığı ile örten geceye, güneşin doğuşuyla canlıları hayata sevkeden gündüze, erkek
ve dişi olmak üzere çiftleri yaratan Zât-ı akdes'ine yemin ederek; insanların çalışmasının
ve kazanç yollarının çeşit çeşit olduğunu haber verdiği beyan buyurulmaktadır.
22.08.2019
Sayfa 334 / 646
On birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah için infakta bulunan ve en güzel Kelime-i tevhid'i
tasdik eden kimsenin Hakk yolunda başarılı kılınacağı; cimrilik yaparak kendisini her türlü
ihtiyaçtan uzak sayan ve o en güzeli yalanlayan kimsenin de yoluna engel konulacağını
açıklamaktadır.
On yedinci Âyet-i kerime'ye kadar kişilerin helâl demeden haram demeden biriktirdikleri
servetlerine aldandıkları, bu servetin kıyamet gününde kendilerine hiçbir fayda
sağlamayacağı, gösterilen doğru yolda yürümeyenlerin cehenneme namzet olacakları
belirtilmektedir.
Leyl sûre-i şerif'indeki yemin ifadeleri, üzerine yemin edilenlerin yaratılışındaki mucizevî
durumu, onları yaratan Yaratıcı'nın azamet ve ululuğunu gözler önüne sermektedir:
Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı
andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.
Elbise, giyeni örttüğü gibi, gecenin karanlığı da insanları örter. Uyku sayesinde gündüz
yaptıkları işlerin yorgunluğundan kurtulurlar.
Allah-u Teâlâ gecenin karanlığını gündüzün ışığıyla, gündüzün ışığını gecenin karanlığı
ile giderir. Her biri diğerini durmadan ve gecikmeden kovalar.
İnsanlar gündüz olunca uykudan uyanırlar, yeniden hayata kavuşmuş gibi olurlar.
Geçimlerini temin etmeye çalışırlar.
Allah-u Teâlâ eşsiz ve hikmet sahibi bir yaratıcı olduğuna dikkat çekmek için erkek ve dişi
cinslerini yarattığına dair Zât'ına yemin etmektedir. Çünkü erkek ve dişi arasındaki bir
farklılığın tesadüf eseri meydana geleceği düşünülemez. Menideki asli unsurlar da
dengelidir. Aynı unsurlardan bazen erkek bazen dişi çocuk yaratmak ancak ilâhî kudretin
eşsiz bir eseridir.
İnsanların tabiatları farklı farklıdır. Kimisi hayır işler, kimisi şer işler. İçlerinde takva sahibi
olanlar da vardır, bedbaht olanlar da vardır, itaat edenler de vardır.
Çalışmaları ve işleri bölüm bölümdür, hedef ve gayeleri değişiktir, takip ettikleri yol netice
itibari ile farklıdır, değer verdikleri şeyler ayrıdır, birbirini tutmaz.
22.08.2019
Sayfa 335 / 646
"De ki: Herkes kendi yaratılışına (mizaç ve karakterine) göre hareket eder.
Rabb'iniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir." (İsrâ: 84)
Yolu Kolaylaştırılanlar:
İman-küfür, itaat-isyan, hayır-şer... Bunların her biri insanın kabiliyetine göre Allah-u
Teâlâ'dan istediği şeylerdir. Ne diledi ise o verilmiş ve verildiği şeyin yolu kendisine
kolaylaştırılmıştır.
Malının üzerindeki hakları infak suretiyle hayır yollarına sarfederse, verilmesi gereken
yerde verirse, Allah-u Teâlâ'dan korkup kötülüklerden, günahlardan sakınırsa...
"Allah'tan başka ilâh yoktur!" deyip, dünyada ve ahirette buna göre karşılık alacağını
gönülden doğrularsa...
"Biz de ona kolay olanı hazırlarız, (hayra karşı tatlı bir arzu veririz)..." (Leyl: 7)
Yaptıkları iyiliklerin, hayır ve hasenatın, ileride artırılarak daha güzeliyle karşılığının, daha
fazlasıyla mükâfatının verileceği; sonunda da en güzel bir âkıbete erdirileceği, dünyadan
imanlı göçerek ahirette cennete ve Cemâlullah'a kavuşturulacağı müjdelenmiş oluyor.
Allah için veren, Allah'tan korkan ve o en güzeli tasdik eden kimse, Allah-u Teâlâ'nın
tevfik ve inayetine müstehak olmuş olur, mükâfatını en güzel bir şekilde ve kat kat alır.
Allah-u Teâlâ, onu en kolay olana muvaffak kılar, kolay yolları gösterir, doğru yola iletir.
Bunun içindir ki; kolaylıkla neticeye varır, iyiliği itiyat hâline getirdiği için nefsin vereceği
ağırlık ortadan kalkar, adımını kolay atar, yolunda kolay yürür, her işinde muvaffak olur.
Dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşur.
22.08.2019
Sayfa 336 / 646
Yolu Zorlaştırılanlar:
Öte yandan malı ile mağrur olup cimrilik eden, biriktirmiş ve yığmış olduğu servetine
aldanan, Rabb'inden müstağni olup hidayetinden uzaklaşan, dinini yalanlayan kimselere
gelince, Allah-u Teâlâ onlar hakkında mütebâki Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Fakat kim de cimrilik edip inâyet-i ilâhîden kendisini müstağni görürse..." (Leyl: 8)
Malı üzerinde cimrilik ederse, iyilik yollarında sarfetmezse, verilmesi gereken lüzumlu
yere vermezse, bir tek nefes alırken bile Rabb'ine muhtaç olduğu halde O'na ihtiyaç
hissetmezse, O'na isyan etmekten sakınmazsa...
Allah-u Teâlâ'nın varlığını ve birliğini inkâr ederse, iyiden ve iyilikten yana ne varsa
arkaya atarsa, şeytanın ve nefsinin kulu olursa...
"Biz de ona en güç olanı kolaylaştırırız, (hayra karşı bir isteksizlik veririz)." (Leyl:
10)
Allah-u Teâlâ ona kötülük yolunu kolaylaştırır, onu her türlü kolaylıktan mahrum eder.
Attığı her adım onu Allah yolundan uzaklaştırır. O artık sapıklık yolunda ilerler durur.
Geleceğini hiç hesaba katmaz, ahiret nimetlerine ihtiyaç duymaz olur. Alçaldıkça alçalır,
battıkça batar, düştükçe düşer, tâ ki hayvanlar seviyesine kadar iner, hatta daha da
aşağılara yuvarlanır.
"Çukura yuvarlandığı zaman malı ona hiçbir fayda sağlamaz." (Leyl: 11)
Dünyada cimrilik ederek malını hayır yollarında sarfetmeyip vârislerine terkeden kimsenin
malı, cehenneme yuvarlandığı zaman kendisine hiç fayda vermez, çekeceği azaptan onu
aslâ kurtaramaz.
Kullarının hep iyiliğini isteyen Allah-u Teâlâ, hiç kimseye cebren aslâ kötülük yaptırmaz.
Herkese arzusu verilmiş ve herkes onları yapmaya koyulmuşlardır. Binâenaleyh bir
kulun: "Salâhımı isterse salâh olurum, etmezse olmam!"diyerek kaçamak yollar aramaya,
yaptığı-yapacağı bütün kötü işlere bunu perde yapmaya hakkı yoktur. Kendi kendisini
kandırmaktan başka bir şey yapmış olmaz. Şeytan işini kadere havale etti kâfir oldu,
Âdem Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'ya sığındı, O da onu affetti.
Kula düşen şudur: Allah-u Teâlâ'ya muhtaç olduğunu bilecek, O'ndan isteyecek, O'na
sığınacak, O'na yalvaracak, O'na boyun bükecek, gözyaşı dökecek. O'nu bilecek başka
bir şey bilmeyecek.
22.08.2019
Sayfa 337 / 646
Allah-u Teâlâ mahlûkatın en ekmeli ve eşrefi olan insanı, en güzel iş ve hareket yapma
istidâdı üzerinde halketmiştir. Böyle iken Hakk ve hakikati bırakıp gayrıya çalışması bâtıl
değil midir?
Buhârî'nin rivayet ettiği bir Hadîs-i şerif'te Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz
buyuruyorlar ki:
"Öyle ise yâ Resulellah, amel ve ibadeti bırakıp Allah-u Teâlâ'nın takdirine itimad edemez
miyiz? Zira bizden saâdet ehli olanları, ilâhî takdir saâdet ehlinin ameline sevkeder, kişi
cennete girer. Yine bizden şekâvet ehli olanları, ilâhî takdir şekâvet ehlinin ameline
sevkeder, kişi cehenneme girer."
Allah-u Teâlâ insanları yaratmış ve onlara iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, Hakk'ı bâtıldan
ayırabilecek fıtri bir kabiliyet ve istidat vermiş ve onlara peygamberleri ve kitapları
vasıtasıyla hayır ve şer yolunu bildirmiştir.
Bunun içindir ki insanların kendilerine bir lütuf olarak gösterilmiş olan hiyadet yolunu takip
ederek ebedî hayatlarını kazanmak için çalışmaları gerekir.
"Yolun doğrusunu göstermek Allaha âittir. Yolun eğri olanı da vardır." (Nahl: 9)
Allah-u Teâlâ insanı yaratmış, ona cüz'i bir irade vererek bu imtihan sahnesine
koymuştur. Kendisine varan yolu da peygamberler göndererek, kitaplar salarak,
zihinlerine doğruyu ve eğriyi ilham ederek göstermiştir. O'nun hidayeti olmayınca insanlar
kendiliğinden doğru yolu bulamazlar.
22.08.2019
Sayfa 338 / 646
Dünya da ahiret de Allah'a âittir. Her ikisi de O'nun mülküdür, O'nun kudret ve tasarrufu
altındadır. Ne ahirette ne de dünyada O'nun hüküm ve iradesinin dışında geçerli olacak
bir başvuru yeri yoktur.
"Ben, sizi alevler saçan bir ateşe karşı uyardım." (Leyl: 14)
Hidayet yoluna gitmekle ele geçecek fayda ve kâr, dalâlet yoluna gitmekle karşılaşılacak
zarar kulların kendilerine âittir.
"O ateşe, ancak yalanlayıp yüz çeviren bedbaht kimse girer." (Leyl: 15-16)
Küfür ve isyanda ileri gidip tevbe etmeyerek ölen bedbahtlar, alev saçan o ateşte
yanarlar. Hiçbir kâfir istisnâ tutulmaz.
"Temizlenip arınmak üzere malını hayra veren kimse ise ondan uzak tutulur." (Leyl:
17-18)
Allah-u Teâlâ'yı yalanlayıp inkâr eden, İslâm'ı kabullenmeyen, bir an olsun Hakk'a
yönelmeyen kimselerin yanında; takvâda ileri bir merhaleye varan, küfür ve şirkten
sakınıp, onları hatırına bile getirmeyen, nefsini arıtmak için malını hayır yollarında
harcayan itaatkâr müminler ise bu ateşten uzak kalacaklardır. Allah-u Teâlâ dünyada ve
ahirette bunlara, râzı ve hoşnut olacakları kadar lütufta bulunacaktır.
Onlar mallarını Rabb'lerine taat uğrunda infak ederler, verdikleri ile hem kendilerini, hem
mallarını temizlemek için gönüllü olarak verirler. Yalnız ve yalnız Hakk'ın rızâsını
gözetirler.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ziyâdesiyle cömert idi. Mal varlığının hemen hepsini
Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda harcamaktan çekinmedi. Bu
sebeple hakkında bu Âyet-i kerime'ler nâzil oldu
"Ebu Bekir'in bağışladığı mal kadar, başka bir mal bana yaramamıştır."
Bu sözleri duyan Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, gözleri yaşararak şöyle dedi:
"Ey Allah'ın elçisi! Malımı ve canımı uğrunda fedâ edecek senden daha iyisi mi
var!"
Müslüman olduğu gün Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in kırk bin dinar parası vardı.
Bu servetin hepsini Resulullah Alayhisselâm'ın üstlendiği İslâm dâvâsı uğruna harcadı.
Hicret ettiği gün elinde beş bin dinardan başka para kalmamıştı.
"Onda hiç kimseye verilecek bir minnet borcu yoktur." (Leyl: 19)
Yaptığı her bir iyiliği, herhangi bir kimseden bir karşılık görmek için yapmaz.
22.08.2019
Sayfa 339 / 646
"Acaba Rabb'im benden râzı olur mu? Günahlarımı bağışlar da, beni cenenneminden
kurtarır mı, cemâl-i bâkemâli ile müşerref eyler mi?"
Hiç kimseye borçlu ve minnetli değildir ki, verirken ona karşılık olarak versin.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in fakir, miskin, köle ve câriyeleri azat etmek için mal
sarfettiğini gören babası Ebu Kühafe: "Oğlum!" dedi, "Görüyorum ki zayıf olanları
kurtarıyorsun. Eğer genç ve sağlam olanlar için aynı malı sarfetmiş olsan, onlar senin için
bir güç olur."
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Yedi Âyet-i kerime, yirmi beş kelime ve
yüz on beş harften müteşekkildir.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle'de ahiret gününü yalanlayan, kendi menfaatlerinden başka bir
şey düşünmeyen müşrikler; yaptığı işlerle Allah-u Teâlâ'nın rızâsını gözetmeyen, gösteriş
için ibadet yapan iki yüzlü münâfıklar mevzu edilmektedir.
Dini Yalanlayanlar:
22.08.2019
Sayfa 340 / 646
Allah-u Teâlâ dini yalanlayan, ahiret gününü tasdik etmeyen kimselerin imansızlığını da
bilmekte, yaptıkları işleri de görmektedir. Büyük bir tehdit olarak bu Sûre-i şerif'te şöyle
buyurmaktadır:
Mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçen, dünyada devamlı kalacağını zanneden, ahirette
karşılaşacağı hesabı unutan kişi için hiçbir kurtuluş ümidi yoktur. Azgınlığının sonucunu
işte ancak o zaman görecektir.
Hayatta baba himayesinden ana şefkatinden mahrum kalmış yetimin hakkını yemek için,
onu şiddetle iter ve kakar. Zenginse malını vermez, fakirse ona sadaka vermez, yardım
için gelirse merhamet etmez, hatta yanından kovar.
Ahireti inkâr eden kimseler başkalarına en küçük bir fedâkarlıkta bulunamayacak kadar
bencildirler.
Kur'an-ı kerim'de ve Hadis-i şerif'lerde dinin direği olan namaza dâir pek çok emir ve
tavsiyeler vardır. Namaz kılanların Allah-u Teâlâ'nın pek büyük lütuflarına ereceklerine
22.08.2019
Sayfa 341 / 646
dâir müjdeler olduğu gibi, kılmayanlar veya gösteriş için namaz kılanlar hakkında da pek
elim azaba uğrayacaklarına dâir ihtarlar vardır.
Bu gibi kimselerin kıldıkları namaz sevap kazandıracak yerde, ağır bir biçimde
cezalandırmayı gerektiren bir günah hâlini alır. Hiçbir faydasını görmedikleri gibi ilâhî
azaba da düçar olurlar. İhlâslılar zümresinin az oluş sebebi de budur.
Namaz kılıyor amma, Allah-u Teâlâ onun namaz kılmasından hoşlanmıyor. Bu neye
benzer? Hiç hoşlanmadığınız bir kimsenin evinize misafir gelmesine benzer. Allah-u
Teâlâ bu gibi kimselerin değil namazından, hiçbir ibadetinden, hiçbir iyiliğinden
hoşlanmaz.
Bu husus sadece zikrullahla ilgili değildir. Namaz da böyledir, Hacc da böyledir, oruç da,
zekât da, diğer ibadetler de böyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Bir ameli yerine getirmek için göstereceğiniz ihtimamdan ziyade amelin kabul
edilmesi için ihtimam ediniz."
Bunun içindir ki ibadetlerin kabulü için, "Uydum kalabalığa" kabilinden değil de, son
derece ihlâs ve samimiyet gereklidir.
Allah-u Teâlâ: "Yazıklar olsun o namaz kılanların hâline!" buyurduktan sonra mütebâki
Âyet-i kerime'lerde bunun sebebini şöyle açıklıyor:
Namazlarının Allah-u Teâlâ'yı anmakla en ufak bir ilgisi yoktur. Bir defacık olsun azamet-i
ilâhîyi kalplerinde hissetmezler. Namaz boyunca ne okuduklarının şuurunda olmazlar,
huzur ve huşû içinde kılmaya önem vermezler, eğilip kalkarlar. Vaktine dikkat etmezler.
Namazı bir kulluk borcu olarak ciddiye almazlar, eğlence kabilinden suretâ kılarlar.
Kılmadıkları zaman bundan dolayı gelecek olan azaptan korkmazlar. Kılarlarsa sevap
beklemezler...
22.08.2019
Sayfa 342 / 646
Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'sinde namaza üşenerek kalkanlar hakkında şöyle beyan
buyurmaktadır:
Namazdan hoşlanmadıkları için, üzerlerinde bir ağırlık varmış gibi kalkarlar. Zira onların
namaz kılmaya niyetleri yoktur. Sevap ummadıkları gibi, azaptan da korkmazlar. Kalpleri
bozuk, niyetleri kötüdür.
Bu gibi kimselere:
Başkaları ile birlikte bulundukları zaman kılarlar, kendi başlarına kaldıkları zaman
kılmazlar. Kılarken de belirlenen vakit içinde kılmayıp, tamamen vaktin dışına çıkarırlar.
Çoğunlukla o namazın vakti çıkmak üzere iken, son vakitte çabuk çabuk kılarlar.
Formalite gereği namazı çabucak yerine getirirler. Meselâ ikindi namazını son vakte
kadar geciktirirler. Halbuki bu vakit namaz kılınması mekruh olan vakittir. Sonra kalkarlar,
kargaların yiyecek gagaladığı gibi namazı gagalarlar. Namazı sadece bir şekil olarak kılar
ve kurtulurlar. Namaz vaktinin gelip geçtiğini bile hissetmezler.
Âyet-i kerime'lerde:
22.08.2019
Sayfa 343 / 646
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
Bir insan namaz kılmadığı zaman, kendisi ile küfür arasında bir engel kalmaz. Namaz ise
insanı küfre düşmekten korur.
Namazı bırakanlar için azap vâdedildiği gibi, onların iyi kimseler olmadıkları da bir Âyet-i
kerime'de beyan buyurulmaktadır:
"Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar,
şehvetlerine uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezalarını çekeceklerdir." (Meryem:
59)
Allah-u Teâlâ "Kıldıkları namazlarında gafil olanlar"ı beyan ettikten sonra, bu gibi
kimselerin riyâkâr olduklarını da açıklıyor ve buyuruyor ki:
Riyâ; insanın kendisini başkalarına üstün göstermek, onların kalplerinde yer etmek,
hürmet ve tâzim beklemektir. Bu gibi kimseler yaptıkları iyilikleri kendisini övsünler,
parmakla göstersinler, "Ne kadar sâlih insan!" desinler diye yaparlar. Namazı insanlar
görsün diye hususiyetle herkesin görebileceği bir yerde lâubâli bir tavırla kılarlar, aslâ
Allah için kılmazlar.
İbadet ettiklerini zannettikleri için, Allah-u Teâlâ'nın yanında kendilerinin çok makbul
olduğu zannındadırlar.
22.08.2019
Sayfa 344 / 646
Hiçbir iyi işi hâlis niyetle yapmazlar. Her yaptıkları iş başkalarına gösteriş içindir.
Yaptığının karşılığını bu dünyada görmekten başka bir şey düşünmezler. Namazı
gösteriş için kılarlar.
Topluluk varken itina ile namaz kılan, yalnız başına kalınca terkeden kişi münâfık ve
mürâidir. Bu ise nifakın en tehlikelisidir.
Riyâ katiyetle haram olduğu içindir ki riyâkârlar azaba müstehak olurlar. Riyâkâr insan
kendisine fayda verecek iyilikler yaptığını zanneder, fakat ahirete göçtüğünde hiçbir
iyiliğin karşılığını göremez.
Riyâdan kıçınmak çok zordur. Çünkü riyâ, siyah karıncanın karanlık gecede siyah taş
üzerinde yürümesinden daha gizlidir.
Şu kadar var ki farz olan ibadetleri aşikâr olarak yerine getirilmesinden dolayı kişi riyâkâr
sayılmaz.
Amel iki türlüdür: Bir amel var, bir de amel-i sâlih var. Kişi amel işliyor amma, sâlih
olmadığı için, yani yaptığı ameli ihlâsla, sırf Allah için yapmadığı için makbul değildir. Riyâ
karışan ameller, âfet isabet edip de harap olan bahçeye benzer.
Amel ve ibadetleri ihlâsla yapmak farz olduğu gibi, ihlâsı terketmek de haramdır.
"Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabb'ine kullukta
hiç ortak koşmasın!" buyuruyor. (Kehf: 110)
Her kim bu yüce makamı elde etmeyi arzu ediyorsa, Allah-u Teâlâ'ya takdim edebilecek
amelleri işlesin. Kulluğuna, riyâkârların yaptığı gibi ne açık ne de kapalı hiçbir şirk
karıştırmasın.
Bu beyanlarımız bir aynadır, herkes kendisini bu aynada görsün ve kendisini ona göre
ayarlasın!
22.08.2019
Sayfa 345 / 646
İhlâsla ibadet etmedikleri gibi, insanlara iyilik de etmezler. Kendileri zekât vermedikleri
gibi, başkalarının vermesine de mâni olurlar. Çok cimri oldukları için en ufak bir yardımı
dahi insanlardan esirgerler. Halktan birine yararı olacak bir şeyi ödünç bile vermezler.
Âyet-i kerime'de geçen "Mâûn"un mânâsı; en üstün derecesi zekât, en aşağısı da kişinin
konu-komşusuna ödünç olarak verdiği şeylerdir.
"Biz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanında tencere, kova gibi eşyaları
âriyeten (ödünç olarak) vermeyi (Mâûn sûresinde geçen) yardım yani 'Mâûn'
sayardık." (Ebu Dâvud: 1657)
Allah-u Teâlâ zekât verecek kadar zengin olan müslümanların mallarının belli bir miktarını
fakirlere tahsis etmiştir. Bunun içindir ki zekât verilmeyen malda fakirlerin hakkı vardır. Bu
hakkı sahibine veren kimse Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirip borcundan kurtulmuş
olur. Üzerine zekât farz olan kimse ise zekâtını vermezse, fakirlerin malını gasp etmiş
olur.
İslâm'da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükünlerden birisi namaz, diğeri ise
zekâttır.
22.08.2019
Sayfa 346 / 646
Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz
İslâm'ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise "İslâm'ın köprüsüdür." Bu
köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.
Namaz gibi zekâtın da çok yerde emrolunması, zekâtın önemini gösterdiği gibi, bu kadar
emirlerden sonra yapılmamasının ise Allah-u Teâlâ'nın gazabına sebep olacağı aşikârdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde, zekâtı İslâm'ın
beş temel esasından birisi saymıştır.
Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, âhirette ise azaptan kurtulmuş olunur.
Zekât malı temizlediği için bu ismi almıştır. Kuyudan su çektikçe yerine su geldiği,
budanan bağların daha çok üzüm verdiği gibi, zekât da malı hem temizler hem de
bereketlendirir.
"İnsanlardan mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında
artmaz.
Fakat Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince, o böyle değildir. O zekâtı
veren kimseler (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır." (Rum: 39)
Mekke-i mükerreme dönemde nâzil olmuştur. Kırk dört Âyet-i kerime, iki yüz yirmi dört
kelime ve dokuz yüz yirmi dokuz harften müteşekkildir.
22.08.2019
Sayfa 347 / 646
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle’de kıyametin zuhuru, kıyamet gününün dehşet verici korkunç
durumları anlatılmaktadır.
Kâfirlerin karşılaşacakları cezaların şiddeti bahis mevzuu edilmekte, nasıl kötü bir âkıbete
uğrayacakları haber verilmekte, ölmeden önce dönüş yapmaları istenerek insanlar
uyarılmaktadır.
Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanan müminlerin yüksek vasıfları ve lâyık oldukları şekilde
cennette ağırlanacakları açıklanmaktadar
Ve Meâric sûre-i şerif’i öldükten sonra dirilme ve hesabın hiç şüphe götürmeyen bir
gerçek olduğuna dâir âlemlerin Rabb’ine yemin edilerek sona erer.
Resulullah Aleyhisselâm’a en çok ezâ ve cefâ eden Kureyş’in seçme cânilerinden birisi
de Nadr bin Hâris idi. Çok zeki ve fesat bir adamdı. Resulullah Aleyhisselâm’a daima
hakaret eder, Kur’an-ı kerim’le rekabete kalkışırdı.
“Bu adama karşı çıkma usulünüzle neticeye varamazsınız. O şimdiye kadar sizin
aranızda yaşadı. Ahlâken en iyi olanınızdı. En doğru, en dürüst ve güvenilir bir kişi olarak
temayüz etti. Siz tutmuşsunuz, onun bir kâhin, sihirbaz, şâir ve mecnun olduğunu
söylüyorsunuz. Buna kim inanır? Halk, bir kâhin nasıl konuşur bilmiyor mu? Bir şairle bir
mecnunun halini ayırt edemezler mi? Bu ithamlarınızın hiçbiri ile halkın dikkatini ondan
çeviremezsiniz.”
Daha sonra halkın dikkatlerini Kur’an-ı kerim’den ayırmak için acem hikâyeleri anlatmanın
bir çare olacağını onlara tavsiye etti.
Kendisi de ticaret maksadı ile Rum ve İran beldelerine gider, oralarda hikâye ve masal
öğrenir, gelip Mekke halkına anlatırdı. Resulullah Aleyhisselâm bir topluluktan kalktığı
zaman hemen hikâye anlatmaya başlar ve: “Allah için söyleyin, benim mi yoksa
Muhammed’in mi hikâyeleri daha güzel?” derdi.
22.08.2019
Sayfa 348 / 646
Nadr bin Hâris bu sözü söylediği zaman Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:
Asırlar geçti, onlar gibi düşünen niceleri aynı şeyleri geveleyip durdular, fakat onlar da
Kur’an-ı kerim’in bir benzerini getiremediler. Benzerini söylemek ellerinden gelseydi,
kesinlikle geri durmazlardı.
“Eğer bu Kur’an gerçekten Allah kelâmı ise, bizim bunu inkâr etmemize bir ceza olmak
üzere Allah ya başımıza taş yağdırsın veya bize başka türlü elem verici bir azap
göndersin.” diyerek küfür ve inkârında ısrarlı ve iddiâlı olduğunu göstermek istedi.
“O, kâfirler içindir ve ona engel olacak hiç kimse yoktur.” (Meâric: 2)
Kur’an-ı kerim’de Nadr bin Hâris hakkında nâzil olan on kadar Âyet-i kerime daha vardır.
Nadr, kendisi istediği ve hakettiği bu azabı Bedir’de bulmuştur. Allah-u Teâlâ müminlere
onu yakalama fırsatı verip de esirler arasına düştüğünde, Resulullah Aleyhisselâm elleri
bağlı olarak kendi önünde boynunun vurulmasını emir buyurdu.
“Melekler ve ruh (Cebrâil) oraya miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde
yükselip çıkarlar.” (Meâric: 4)
O ulvî ve kudsî makamda ilâhî tecellilere ve Rabbânî emirlere mazhar olurlar. İlâhî
emirler ile âlemin düzeni gerçekleşir, kâinatın tedbiri hasıl olur.
Onların gidip gelmesi ve inip çıkması insanlarınkine hiç benzemez. Allah-u Teâlâ dilediği
zaman dilediği şekilde onları dolaştırır.
O’nun katındaki bir tek gün elli bin seneye eşit olduğuna göre, Nadir bin Hâris gibi
kâfirlerin uzak gördükleri kıyamet gününün azabının çok yakın olduğu anlaşılır.
22.08.2019
Sayfa 349 / 646
Çekecekleri azabın emri verilmiştir, eninde sonunda başlarına gelecektir. Çünkü her
gelmekte olan şey yakındır.
Kıyamet ve Gökyüzü:
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.
O günün dehşetinden gök çalkalana çalkalana her taraftan yarılır. Parça parça
olduğunda, açılmış gül gibi kıpkırmızı olur ve eritilmiş zeytinyağı gibi mâyi bir hâle gelir,
bakıldığında ateşle tutuşmuş gibi görünür. Gücünü, kuvvetini, özelliğini kaybeder.
Böylece ilâhi emir ve hüküm gerçekleşmiş olur.
Kıyamet ve Dağlar:
Dünya nizamının alt-üst olacağı o büyük hadise vuku bulduğunda, dağlar o muhteşem
cesametleri ve ağırlıkları ile beraber köklerinden sökülür yerlerinden kopar, havaya
kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılır, yükseklikleri
düzlüğe dönüşür.
Yeryüzüne çakılmış gibi görünmelerine rağmen, rüzgâra tutulan yün teli gibi uçuşurlar.
Bulutlar gibi oraya buraya hareket ederler. İlâhî rahmet yetişmeyecek olursa vay o
insanların haline!
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir
arazi haline gelir. Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı görülür, yüksek ve alçak hiçbir şey
kalmaz.
O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri
yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk’a yanaşmaz ve Hakk’ı kabul
etmezler.
22.08.2019
Sayfa 350 / 646
Ne Mümkün?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kıyamet gününü inkâr edenlerin o gündeki hallerinin
ne kadar feci olacağını haber vermektedir:
Onlar birbirini tanırlar, sonra en sıcak dostlar, en şefkatli yakınlar bile birbirinden nefret
ederler, aralarındaki bütün bağlar kopar. Yakınlarının ne kötü durumda olduklarını
gördükleri hâlde birbirlerinin hallerini soracak durumda bulunamazlar. Herkes kendi
derdine düşer, başının çaresiyle başbaşa kalır.
Korkunç dehşet, başta nesep bağı olmak üzere bütün bağlılıkları kesip atar. Kendilerini
her şeyden alıkoyan bir şeyle meşgul olurlar.
Başlarına gelecek azaptan kendilerini kurtarabilmek için insanlar arasında en çok değer
verdikleri, en sevimli ve en kıymetli kimseleri fidye olarak vermeyi candan arzularlar.
Sonra ellerinden gelse yeryüzündeki bütün insanları fidye olarak vermek isterler.
Oğullarını,
Karısını,
Kardeşini,
Zira her şey zamanında olacaktı. Zamanı geçtikten sonra kurtuluş çaresi aramanın hiç
faydası yoktur. Kâfirin azaptan kurtulması hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır.
22.08.2019
Sayfa 351 / 646
Lezzâ: “Köpürüp dalga dalga, boy boy yükselen halis ateş” demektir. Bedenin iç
organlarını söküp koparır, derileri kavurup soyar.
Deri bedenin en hassas kısmı ve ateşten en çok etkilenen bölümüdür. Derinin devamlı
yanması sebebiyle zamanla fazla bir acı hissedilmez olur. Allah-u Teâlâ’nın yanan deriyi
piştikçe değiştirmesiyle azaba duyarlılığı devam eder. Böylece azap devamlı yenilenir.
Cehennemin Çağrısı:
Allah-u Teâlâ kullarının dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşmaları için kitaplar
salmış, peygamberler göndermiş, onları hidayete dâvet etmiştir. Bu dâvete icabet edenler
ebedî saâdete ermişler, kaçınanlar ebedî felâkete maruz kalmışlardır.
İlâhî dâvete icabet etmemenin cezâsı olarak cehennem onları alabildiğine kendisine
dâvet edecektir.
“(Cehennem) yüz çevirip geri döneni, mal toplayıp yığan kimseyi (kendine)
çağırır.” (Meâric: 17-18)
Helâl yollardan mal toplamak servet elde etmek her ne kadar meşru ise de; cimrilik
yaparak servetinin zekâtını vermemek, ömrünü mal toplamakla geçirip ibadet vazifelerini
ihmal etmek, onu biriktirmeye düşkün olup hayır hasenat yollarında harcamamak, nâil
olunan nimetlerin şükrünü yerine getirmemek... cehennemin dâvetine sebep olabilir.
Hırs ve Cimrilik:
Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli
yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzümsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak
derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.
22.08.2019
Sayfa 352 / 646
Allah-u Teâlâ insanın yaratılışında bulunan dünya malına şiddetli hırsından ve kötü
huylarından haber vererek Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
Hırsına çok düşkündür. Bu hırs ömrü boyunca, geceli gündüzlü onun içini kemirir durur.
Kendisine bir musibet dokunursa fazla teessür gösterir, sabrı azdır. İçini dışını ümitsizlik
kaplar, bir çıkış yolu olabileceğini göz önüne getiremez. Bu durum nicelerini intihara
kadar götürür.
“Bir iyilik dokunduğunda ise cimri kesilir, onu herkesten meneder.” (Meâric: 21)
Bir servete sahip olursa elinde tutar, hiçbir mâli fedâkârlıkta bulunmaz, Allah yolunda
sarfetmez. Onu kendi kazancının mahsulü olduğunu zanneder.
Cimrilik, nefsin yakalandığı tedavisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Cömertlik, insanlarda
ne kadar büyük bir meziyet ise, cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur.
“Cimrilikten sakının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiş, onları birbirinin
kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevketmiştir.” (Müslim: 2577)
Müminlerin Vasıfları:
Muhtaç olan, dilenen kimse değildir. İhtiyaç içerisinde olduğu halde, kimseden bir şey
istemeyen, istemekten sıkılan kimsedir.
İhtiyacından dolayı isteyeni reddetmeyip bir şey vermek, bir emr-i ilâhî’yi yerine getirmek
olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir fazilettir. Rızâ-i ilâhî’yi kazanmaya vesile olur.
22.08.2019
Sayfa 353 / 646
“Onlar ki, eşleri ve câriyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar.” (Meâric:
29-30)
“Bu sınırı aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.” (Meâric: 31)
Her kim kendisi için verilen böyle bir müsaadenin haricine çıkmak isterse, yasak sahalara
geçmiş ve böylece de günah işlemiş olur.
Kendilerine bir şey emanet bırakıldığında ona hıyanet etmezler. Kendileri için birer
emanet mesabesinde olan hayatlarını, güç ve kuvvetlerini kötüye kullanmazlar.
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insanların hayal bile edemediği nice maddî ve
mânevî nimetlere, lezzetlere, meserretlere nâil olacaklardır.
Maksatları alay etmekti. Hiçbirinin niyeti doğru yolu aramak ve bulmak değildi.
22.08.2019
Sayfa 354 / 646
Hak dâveti duymaya bile tahammül edemeyen ve o nuru karartmaya çalışan kişiler, nasıl
olur da cennete girmeyi ümit ederler?
Fâil-i Mutlak:
Allah-u Teâlâ gerçekleşmesini inkâr ettikleri ahiret gününü onlara tasdik ettirmek üzere ilk
yaratılışı delil getirerek şöyle buyurur:
“Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık.” (Meâric: 39)
İlk başta benzersiz olarak yaratmaya kâdir olan, öldükten sonra yeniden yaratmaya da
gücü yeter.
İnsanın yaratılışı gözler önünde her an tekrarlanan bir mucizedir. Atılan ve dökülen bir
nutfe, kısa bir zaman sonra işiten ve gören bir insan oluveriyor. Eti ve kemiği ile, sinirleri
ve damarları ile, huyları ve karakterleri ile bu insan nerede gizli idi? Doğacak çocuğun kız
mı erkek mi olacağına Allah’tan başkası mı karar veriyor?
Hiçbir şey değilken insanı bir damla kerih sudan yarattı, ona hayat verdi. O’nun verdiği
hayat ile yaşıyor. Hayatı çektiği zaman yok olur, ruhu da gider, vücudu da gider. Ruhu
çektiği zaman toprakta çürüyor. Çünkü vücut zaten bir elbiseden ibarettir. Elbiseyi
gösteren de O, insanı tutan da O, yok eden de O. Her an tutuyor. Bir an bıraksa o anda
mahvolur. İnsan hep O’nunla kâim de bilmiyor.
Biz ne zaman istersek sizi yok eder, yerinize sizden daha iyilerini getiririz.
Sen, sana emrolunanla meşgul ol, tebliğine devam et. Muhalefet edenler lâyık oldukları
cezâlara çarptırılacaklardır.
Kabirlerden Kalkış:
22.08.2019
Sayfa 355 / 646
Allah-u Teâlâ kâfirlerin hesap yerine hızla gitmelerini, dünyada iken belirli günlerde
putlarına doğru hızlı adımlarla koşmalarına ve çevresinde toplanmalarına benzeterek
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O gün onlar sanki dikili taşlara koşuyorlarmış gibi, gözleri dönmüş, yüzleri zillet
bürümüş olarak kabirlerinden çabuk çabuk çıkarlar.
Bu benzetme ile cehalet ve dalâletleri ortaya konulmuş, ne kadar kıt akıllı oldukları
belirtilmiş oluyor. Çünkü onlar bir olan Allah’a ibadeti bırakmışlar, ibadete lâyık olmayan
şeylere tapınmış durmuşlardır.
O zorlu günde insanlar kendilerini mahşer yerine çağıran Allah’ın dâvetçisine icabet
ederler. Nereye emrolunmuşlarsa, sağa sola sapmadan oraya doğru hızla giderler.
Allah korkusu gönülleri sarar, sesler kısılır. Ayak sesleri ve fısıltılar dışında hiçbir ses
duyulmaz.
Utanç ve şaşkınlık bütün benliklerini bürür. Yönelip gidecekleri belli bir yönü olmayan
çekirgeler gibi yayılırlar. Bununla beraber hiç gecikmeden dâvetçiye doğru koşarlar.
Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin âkıbetleri işte böyle acıklı bir felâkettir.
Cehennemin kendileri için hazırlandığını görünce bürünecekleri hâl ve ahvâl hiçbir kelime
ile ifade edilemez.
Nasıl baksınlar ki o gün felaket ve musibet günüdür, dalgınlık günüdür. İnkâr edenler ve
hazırlıksız olanlar için korku günüdür.
Cehennemin
Kâfirleri ve Münâfıkları
Kendine Çağırıp Yutması
İbn-i Abbâs -radiyallâhu anhümâ- Meâric sûre-i şerîf’inin on yedinci Âyet-i kerime’sinde,
cehennemin sıfatı hakkında beyan buyurulan; “Yüz çevirip geri döneni
çağırır!” hükmünü tefsîr ederek şöyle buyurmuştur:
“Cehennem, münâfıklarla kâfirleri açık bir dille ve kendi adlarıyla çağırarak; “Bana
gel ey kâfir!.. Bana gel ey münâfık!..” der. Böyle dedikten sonra da, kuşun tâneyi
yuttuğu gibi hemen onları yakalayıp yutar.” (Taberî, “Tefsîr”, c.6, s.2618)
22.08.2019
Sayfa 356 / 646
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Otuz altı Âyet-i kerime, yüz altmış dokuz
kelime ve yedi yüz otuz harften müteşekkildir.
Muhtevâsı:
Yedinci Âyet-i kerime'ye kadar ölçü ve tartıda hile yapanların ne büyük bir suç işledikleri
anlatılmakta, bunları yapanların kötü âkıbetleri beyan edilmektedir.
Yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime'ye kadar, iyilerin amel defterlerinin durumu ve ahirette
kendilerini bekleyen mükâfatlar tasvir edilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, bugün inananları hor ve hakir görenlerin yarın da
ahirette hor ve hakir görülecekleri, müminlerin onların bu hazin âkıbetlerini gördükçe
gülecekleri beşeriyete ilân edilmektedir.
İslâm dininde ölçü ve tartıyı tam tutmak farzdır, doğru terazi ile tutmak ilâhî bir emirdir.
Aldatma, haksızlık, yalan gibi kötü davranışlar yasaklanmış ve böylece alış-verişin dinî ve
ahlâkî temelleri ortaya konulmuştur.
Ticaretin temeli doğruluk ve iyiliktir. Alıcı ve satıcının gönül rızâları, fiyat hususunda insaf
ve itidalden ayrılmamaları, karaborsacılık yapılmaması, haram ve helâl hudutlarına riâyet
olunması; fâizcilikten, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, aldatmaktan, yalan söylemekten,
yemin etmekten, haddinden fazla pahalıya satmaktan kaçınılması... gibi kaideler, ticaret
hayatının mühim şartlarındandır.
Allah-u Teâlâ'nın helâl kıldığı meşru kâr, az da olsa çok da olsa elbette daha hayırlı ve
feyizlidir.
Ticari hayatta, aynı zamanda kul hakkı da bahis mevzuudur. Bu ise şirkten sonra
günahların en ağırı, ödenmediği taktirde affedilmeyenidir.
Helâl kazanç temin etmek için çalışıp kazanmak farz olduğu gibi, alışverişle uğraşan her
müslümanın ticâri muamelelerle alâkalı lüzumlu bilgileri de öğrenmesi farzdır.
22.08.2019
Sayfa 357 / 646
Allah-u Teâlâ ölçü ve tartıda hile yapanların ahirette şiddetli azap göreceklerini Âyet-i
kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
Yazıklar olsun onlara, defalarca yazıklar olsun! Allah'ın rahmetinden uzak olsunlar!
"Onlar, insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar." (Mutaffifîn:
2)
Alırken daha çok kendi menfatlerini düşünürler, hile yaparak malı fazlasıyla alırlar.
Alıcı oldukları zaman tam aldıkları gibi, satıcı olduklarında ise noksanına vererek, haksız
kazanç elde ederler.
Fazla kâr elde etmek için alırken fazla almak, satarken ölçü ve tartıda eksik ölçüp
tartmak, haram kazanç yollarındandır ve bir nevi hırsızlıktır.
"Onlar, büyük bir günde tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" (Mutaffifîn: 1-5)
O gün suçlular için çok sıkıcı ve sıkıntılı bir gündür. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan
gözler açılmış, gizli kalan hakikatler zuhur etmiş, bütün açıklığı ile ortaya dökülmüş, bütün
anlaşmazlıklar çözümlenip karara bağlanmıştır.
Öyle bir gün ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü,
zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri
cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
Amel defterlerinin önemini ifade etmek üzere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle
buyurmaktadır:
22.08.2019
Sayfa 358 / 646
Siccîn'in ne olduğunu bir kimsenin tam kavraması mümkün değildir. Şu kadar var ki; bu
kitabı görenler, onda hiçbir hayır olmadığını, sahibinin de büyük bir felâkete uğrayacağını
anlarlar.
Böyle câhilce bir iddiâya cüret gösterir. Çünkü o, nefsini ilâh edinmiştir ve dizginleri de
şeytanın elindedir.
Nitekim bu hususta Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i
şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Kul bir hata işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer tevbe ve istiğfar
edip vazgeçerse kalbi cilâlanır. Şayet günahı artırırsa siyah nokta da artar ve bütün
kalbi kaplar.
Günah sebebiyle kalplerin üzerine bir perde çekilir. Günahlarda ısrar edildikçe bu perde
kalınlaşır ve kalbin her tarafını kaplar, kalp giderek hassasiyetini kaybeder; iyiyi-kötüyü,
doğruyu-yanlışı ayırdedemez hale gelir.
22.08.2019
Sayfa 359 / 646
Allah-u Teâlâ onları cemâlinden mahrum bıraktığı gibi, onlarla lütufla konuşmayacak,
rahmet nazarı ile bakmayacak, hiçbir şekilde iltifat etmeyecek. Onların rahmet-i ilâhiden
payları ve kısmetleri yoktur.
O ateşe girmekle kalmayıp, onun elem verici azabını tadacaklardır. Artık kurtuluş
bulmalarına imkân ve ihtimal kalmaz.
Onların iyi amellerinin kayda geçirildiği sayfalar, en şerefli makamda, en yüce divanda
kayıtlıdır.
Siccîn'in ne olduğunu bir kimsenin tam kavraması mümkün olmadığı gibi, İlliyyîn'in ne
olduğunu da bir kimsenin tam kavraması mümkün değildir. Şu kadar var ki, bu kitabı
görenler onda çok büyük bir hayır olduğunu, sahibinin büyük bir saâdete ereceğini
anlarlar.
22.08.2019
Sayfa 360 / 646
Cennetlerdeki nimetler, orada bulunan herkesi doyasıya ihata eden nimetlerdir. Her şey
Allah-u Teâlâ'nın kudret eliyle hazırlanmıştır. Bunların vasıflarını bütünüyle anlamamız
veya kavramamız imkânsızdır. Allah-u Teâlâ kullarının anlamalarına kolaylık sağlamak
için o nimetleri dünya nimetlerinin isimlerini anarak haber vermektedir.
Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak
Allah-u Teâlâ bilir.
Diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler. Taraf-ı ilâhîden kendilerine ikram ve ihsan
olunan güzelliklere zevkle baktıkları gibi, oturdukları yerden kâfirlerin nasıl azap ve
işkence gördüklerini de seyrederler. Çünkü o azaplardan kurtulduklarını görmek,
sevinçlerini daha da artırır.
Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. Ruhen ve cismen
nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde "Ebrâr" adı verilen müminlere bahşedilecek ikram ve
ihsanları arzederken şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine ağzı kapalı, mühürlü, saf bir içki içirilir. Sonunda misk kokusu
bırakır." (Mutaffifîn: 25-26)
Onun içine hiçbir şey karışmamıştır, tortusu yoktur. Allah-u Teâlâ onlara o içkiyi öyle
güzelleştirmiştir ki, sonunda misk gibi olur. Mühürlü olması, içecek olanların şerefini
artırmak içindir. Bu mühürleri ancak kendileri açabileceklerdir. Bu ise ona ihtimam
gösterildiğini belirtir.
Çünkü onlar, dünyada iken Allah-u Teâlâ'yı tercih ettiler, yalnız O'na ihtimam gösterdiler.
Allah-u Teâlâ da bunu bildiği için bu ikramı yalnız onlara yapıyor.
Böyle pek nefis bir nimete nâil olanlara elbette imrenmek gerekir.
Asıl imrenmenin dünyada iken olması gerekir. Ebrâr'ın Allah-u Teâlâ'ya ve Resul-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem-ine bağlılığına imren ki, bu lütuf ve ihsana nâil ve mazhar
olasın.
22.08.2019
Sayfa 361 / 646
"Ebrâr" olanlara o saf içkiden içirileceği zaman, içine Tesnîm'den de bir miktar karıştırılır.
Katık olarak verilir. Bu da onlar için büyük bir lütuftur.
Mukarrebler ve Tesnîm:
"Bu öyle bir pınardır ki, ondan sadece Allah'a yakın olan Mukarrebler
içer." (Mutaffifîn: 28)
Çünkü onlar dünyada iken saftı, temizdi ve güzeldi. Çünkü onlar güzel ile idiler,
kalplerinde yalnız O'nun muhabbetini yaşatırlardı.
Bu mânevî kurbiyete mazhar olamayanlar o pek güzide pınarın suyundan içmek şerefine
nâil olamazlar.
Tesnîm adı verilen bu pınar 25. Âyet-i kerime'de geçen "Ağzı mühürlü saf içki"den
daha üstün ve daha güzeldir.
Bu doğrudan doğruya âlemlerin Rabb'i tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak
bir şekilde saf, tertemiz bir içkidir. Bu Cemâlullah'a kavuşma neşesidir.
Dünyada iken Allah-u Teâlâ'yı tercih edip, yalnız O'na rağbet edip, O'nunla beraber
olmak istedikleri gibi; Allah-u Teâlâ da şimdi onları tercih etmiş, onlarla beraber olmak
istiyor.
Çünkü o, dünyada iken başka yerlerden lezzet alıyordu. Bunlar ise yalnız Allah-u
Teâlâ'dan lezzet alanlardır.
"Siz saf ve temiz bir kalp ile beni seçmiştiniz, ben de en saf ve en temizini size
ikram ediyorum."
Tesnîm onların şarabıdır. Onlar Tesnîm ile kanar, onunla lezzet alırlar.
22.08.2019
Sayfa 362 / 646
Âdem Aleyhisselâm'dan beri gelip geçen bütün insanlar iki zümreye ayrılmışlar; Hakk'tan
yana olanlar Hakk'ı hakikati savunmuşlar, bâtıldan yana olanlar Hakk'ı ve hakikati
reddedip küfrü savunmuşlardır.
İnananlar, onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk'a dâvet edip
sapıklıktan kurtarmak, hidayetlerine vesile olmak istedikleri halde; onlar, inananların
inançlarıyla, ibadetleriyle, örtüleriyle hep alay etmişler, eğlenceye almışlardı.
Müminlerle alay etmiş olmaları hoşlarına gider, onlara karşı yaptıkları maskaralıkları
anlatarak zevklenirlerdi.
Ahirette ise durum tam tersine dönecek, gülme sırası müminlere gelecek.
Çünkü kâfirler ahirette çok gülünç durumlara düşecekler, onları görenler gülmekten
kendilerini alamayacaklar.
Şöyle ki;
22.08.2019
Sayfa 363 / 646
Müminler kâfirlerin azaplarını gördükçe câhil ve gururlu kimselerin gülüşü gibi değil de;
muvaffak olmuş, büyük zahmetlere katlandıktan sonra kurtuluşa ermiş insanın gülüşü ile
gülerler.
Tamamı Medine döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celile; yirmiiki Âyet-i kerime,
dörtyüzdoksanüç kelime ve binyediyüzdoksaniki harften müteşekkildir.
Muhtevâsı:
Daha sonra Tenâcî’den, yani iki veya daha çok kimse arasında yapılan gizli
konuşmalardan Allah-u Teâlâ’nın haberdar olduğu; münafıkların yaptıkları gizli plânların
müslümanlara hiçbir zarar veremeyeceği, tevekkül edip Hakk yolunda sabırla
yürümelerinin gerektiği anlatılmaktadır.
22.08.2019
Sayfa 364 / 646
Sûre-i şerif’in sonunda “Kudsî ruh” ile desteklenen sâlih kullar ve cennetteki dereceleri
haber verilmekte, onların Allah’ın hizbi (partisi) olduğu, kurtuluşa erecek olanların da
onlar olduğu beşeriyete duyurulmaktadır.
Zıhar “İki şey arasında benzerlik meydana getirmek.” demektir. Terim olarak Zıhar
ise; bir kimsenin, karısının tamamını veya yüz, göz, baş, sırt... gibi bir uzvunu, kendisine
ebediyyen haram olan bir kadının, tamamına bakması haram olan bir uzvuna
benzetmesine denir.
Meselâ: “Sen bana anamın sırtı gibisin” veya “Senin yüzün bana kız kardeşimin yüzü
gibidir.” demesi bir Zıhar’dır.
Bu yemine Zıhar isminin verilmesi, sırt mânâsına gelen “Zahr” kelimesi çok kullanıldığı
içindir.
Câhiliye devrinde bir kimse karısına: “Sen bana anamın sırtı gibisin.” dediği zaman, artık
karısı ona haram olur, bu söz boşama sayılırdı, onu bir daha alamazdı.
İslâm’da ilk Zıhar’ı yapan Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh-in kardeşi Evs bin Sâmit
-radiyallahu anh-dir. Kendisi ihtiyarlamış ve hırçın bir yapıya sahip olmuştu. Kızdığı
zaman aklı gider gelirdi. Amcasının kızı Havle bint-i Sa’lebe -radiyallahu anhâ- ile evli
bulunuyordu.
Bir gün hanımından bir istekte bulundu, isteği yerine getirilmeyince de öfkelendi ve:
Evs -radiyallahu anh- çok geçmeden söylediğine pişman oldu. Fakat Havle -radiyallahu
anhâ- “Nefsimi kudret elinde tutan Rabb’ime yemin ederim ki, sen bu sözü
söyledikten sonra, Allah ve Resul’ü hüküm verinceye kadar yanıma gelemezsin. Git
Resulullah Aleyhisselâm’a danış!” dedi. Evs -radiyallahu anh- “Ben utanırım
soramam!” karşılığını verince Havle -radiyallahu anhâ- “Ben gider sorarım!” dedi ve
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in hanesinde bulunduğu sırada Resulullah
Aleyhisselâm’ın huzuruna vardı.
“Yâ Resulellah! Evs benimle evlendiğinde gençtim, çekici idim. Ancak yaşım
ilerleyip bir çok çocuğum olunca Evs beni anası gibi kıldı ve kimsesiz bırakıverdi.
Eğer bana bir çare bulup onunla geçinmemi temin edersen bunu beyan
buyur!” diye istekte bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm:
22.08.2019
Sayfa 365 / 646
“Ben şimdiye kadar bu hususta herhangi bir şeyle emrolunmadım. Senin ona
haram kılındığını görüyorum.” buyurdu.
Havle -radiyallahu anhâ- “Öyle söyleme Yâ Resulellah! Vallâhi o, boşama sözünü hiç
anmadı!” dedi.
“Senin ona haram kılındığını görüyorum.” şeklindeki sözünü tekrarladı. Kadın devamlı
surette kendi sözlerini tekrarlıyor:
“Sen şimdi evine dön! İnşaallah bir şey emrolunursa onu sana bildiririm.” buyurdu.
Körpe çocuklarım var. Onları ona bıraksam zâyi olacaklar, yanıma alsam aç
kalacaklar.
Hem duâ ediyor, hem ağlıyordu. O sırada Resulullah Aleyhisselâm’ı vahiy hali bürüdü.
Vahyin şiddeti geçtikten sonra gülümseyerek doğruldu ve:
“Müjde yâ Havle! Allah-u Teâlâ ikiniz hakkında vahiy indirdi.” buyurdu ve bu hususta
nâzil olan Âyet-i kerime’leri okudu.
Sıkıntı içinde, darda olanların şikâyetlerini, ağlamalarını işitir; üzüntü ve tasalarını görür,
her derdin dermanı O’dur.
“İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları, ancak
kendilerini doğuran kadınlardır.” (Mücâdele: 2)
Bu şekilde bir tesbit yapılmakla, zıhar yapan kocanın, karısı ile nikâhının sona ermesi
şeklindeki düşünce ortadan kaldırılmıştır.
22.08.2019
Sayfa 366 / 646
Yalandır, çünkü hanımları, anaları değildir. Bununla beraber çirkin bir sözdür, çünkü zıhar
kendisine nikâhı haram olan yakınının bir uzvunu diline dolamak demektir.
Ayrıca Allah’ın helâl kıldığını haram kılmak gibi küstahlıkla Allah-u Teâlâ’nın haklarına
tecavüzdür.
Bu suç aslında ağır bir cezâyı gerektirmektedir. Fakat Allah-u Teâlâ merhametlilerin en
merhametlisi olduğu için, böyle bir hüküm koymakla bu suçun cezâsını çok hafif olarak
beyan etmiştir.
Daha sonra Allah-u Teâlâ bu çirkin sözün kefaret yolunu açıklamak üzere şöyle buyurdu:
O çirkin sözü söylemek kadının şerefine halel getirdiği içindir ki, cezâ olarak bir köle
hürriyetine kavuşturulmalıdır.
Öyleyse sizin için koymuş olduğu hükümlere uymaya devam edin, şer’î hudutlara
riâyetten ayrılmayın.
Şu halde sizin için koymuş olduğu hükümlere uymaya devam edin, size gösterdiği
hudutları aşmayın.
“Kim de (buna imkân) bulamazsa, temas etmezden önce birbiri peşinden iki ay
oruç tutmalıdır.” (Mücâdele: 4)
Bu iki ay içerisinde bir gün dahi tutmasa, peşpeşe tutma durumu bozulmuş olur ve
yeniden başlaması gerekir.
Bunu hanımına temas etmeden önce ödemesi gerekir. Fakat eğer yedirme esnasında
cimâda bulunacak olursa, ödemiş olduklarını yeniden tekrarlamaz.
Allah-u Teâlâ bu ilâhî hükmü bunun için koymuştur. Resulullah Aleyhisselâm’ın yüzü
suyu hürmetine ümmet-i muhteremesine sağlanan kolaylıklardır.
22.08.2019
Sayfa 367 / 646
Allah-u Teâlâ’nın hududu; O’nun tahdit ve takdir ettiği hükümler, insanların onları
geçmesi câiz olmayan hususlar demektir. Haram kıldığı, yasakladığı
şeylere “Hududullah” denir.
“Hamd olsun o Allah’a ki, O’nun işitmesi bütün sesleri kapsar. Tartışıp hâlini
arzeden kadın, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e gelip konuştu, ben de evin
bir köşesinde bulunuyordum. Kadının söylediklerini duyuyordum. Bunun üzerine
ilgili âyet indi.” (Buhârî)
Zıhar hakkındaki Âyet-i kerime’lerin inmesi üzerine Resulullah Aleyhisselâm Evs bin
Sâmit -radiyallahu anh-e haber saldı. Gelince onunla konuştular:
“– Yâ Evs! Zıhar hükmünden kurtulman için bir köle azad etmen gerekiyor.
Zıhar’ın rüknü: Zıhara delâlet eden sözdür. Bu ise kocanın hanımına: “Sen bana anamın
sırtı gibisin.” sözüdür.
Zıhar’ın şartları: Akıllı, büluğa ermiş ve müslüman olan her koca zıhar yapabilir.
Zıhar’ın hükümleri: Kefaret vermeden önce mukarenet haramdır. Zıhar yapan koca
kefaret vermeden önce hanımı ile mukarenette bulunsa, irtikap ettiği bu günahtan dolayı
Allah-u Teâlâ’dan affını diler. Kefaret verinceye kadar da hanımından tekrar istifade
edemez.
Zıhar kefareti: Bu kefaretin meşru oluşu Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye ile sabittir.
22.08.2019
Sayfa 368 / 646
Kefaretin sahih olması için niyet şarttır. Çünkü kefaret, zekât gibi temizlenmesi vâcip olan
mâli bir haktır, ameller niyetlerle sahih olur.
Zıhar’da hâkim tarafından ayırma, sadece koca kefaret vermekten kaçındığı zaman
olmaktadır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-Efendimiz bazı kişilerle bir toplantıya giderken yolda
Havle bint-i Sâlebe -radiyallahu anhâ- ile karşılaştı. Bu mübarek hanımın bir derdi vardı,
onu Halife’ye anlatmak istedi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-yanındaki arkadaşlarını
bırakıp kadına döndü ve başını eğip onu dakikalarca dinledi. Ayrılınca Ashâb’dan biri
ona:
“Bu, Havle bint-i Sâlebe’dir. Vallâhî eğer o, geceye kadar ayrılmayıp anlatmak
istediğini anlatmaya devam etseydi, ayrılmayıp onu dinlerdim. Ancak namaz vakti
gelince ayrılıp namaz kılar; tekrar onu dinlemeye yönelirdim.” (İbn-i Kesir)
Diğer bir rivayete göre Havle bint-i Sâlebe -radiyallahu anhâ- yolun üzerinde Hazret-i
Ömer -radiyallahu anh-i durdurup ona şu öğüdü vermiştir:
“Yâ Ömer! Önceleri sen ‘Ömercik’ olarak çağırılırdın. Sonra sana ‘Ömer!’ diye
seslenildi. Sonra: ‘Müminlerin emiri’ ünvanını aldın, bu sıfatla çağırılmaya başladın.
Artık Allah’tan kork yâ Ömer! Çünkü gerçekten ölüme kesinlikle inanan kimse fevt
olmaktan korkar. Hesaba inanan kimse azaptan korkar.”
22.08.2019
Sayfa 369 / 646
Alçaltılanlar:
“Onlar bilmezler ki, kim Allah ve Resul’üne karşı koyarsa, onun için içinde ebedî
kalacağı cehennem ateşi vardır.
Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır ne de azaplarında bir gevşeme ve
hafifleme bahis mevzuudur.
22.08.2019
Sayfa 370 / 646
Resulullah Aleyhisselâm’a düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat
eden de Rabb’ini sevmiş ve itaat etmiş olur. Bundan dolayı da Resulullah Aleyhisselâm’a
isyan etmenin Allah-u Teâlâ’ya isyan etmek demek olduğu anlaşılmış oluyor.
Ahiretteki Durum:
Allah-u Teâlâ emr-i ilâhî’ye muhalefet edenlerin sonsuz rüsvaylıklarının zamanını beyan
etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
Öyle bir gün ki, Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kıyamet kopuncaya kadar gelmiş geçmiş
bütün insanlar ilâhî huzurda toplanacaklar ve Allah-u Teâlâ inkârcıları rezil ve rüsvay
edecek, kendilerini mahçubiyet içinde bırakacaktır. Hatta öyle ki, onlar herkesin gözü
önünde rezil olmaktansa, bir an önce cehenneme götürülmeyi bile temenni edeceklerdir.
Kişilerin yaptığı bütün işler; saat ve dakikası, mekânı ve en ince teferruatı ile birlikte bir bir
kayda geçmiş, hiç birini gözden kaçırmamıştır. Çünkü O’na hiçbir şey gizli değildir.
Uzak yakın her şeye şâhittir, her şeye her zerreye yakınlığı birdir. Görmedikçe kullarının
bilemeyecekleri hadiselerin iç yüzünü de dış yüzünü de bilir. Kıyamet gününde herkese
yaptıkların bildirecek; iiyilik yapanları mükâfâtladıracak, kötülük yapanları
cezâlandıracaktır.
Allah-u Teâlâ bütün mükevvenâtta olup bitenlerden, her ahvâl ve esrardan haberdar
bulunduğunu ve herkesin dünyada neler yapmış olduklarını ahirette kendilerine haber
vereceğini beyan buyurmaktadır:
O’na ne sır gizli kalır, ne de aşikâr yapılan iş. O’nun ezelî ve ebedî ilmi her şeyi
kuşatmıştır. Hiçbir şey O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden hariç bulunamaz. En gizli halleri
bilmek ancak O’na mahsustur.
22.08.2019
Sayfa 371 / 646
Fâil-i mutlak’ın fiillerini aynel-yakîn gören bir kimse, O’nun göklerde ve yerde olanları
bildiğini bilir.
Onların neleri fısıldaştıklarını bilir ve içinde bulundukları durum asla O’na gizli kalmaz.
Hallerine muttali olur, konuşmalarını, fısıltılarını işitir.
Onlar her nerede olurlarsa olsunlar ve her nerede konuşurlarsa konuşsunlar farkı yoktur.
Denizin dibinde konuşuyorsun, telsizle üstteki duyuyor. Havada konuşuyorsun yine öyle.
Hiçbir ses, hiçbir kelime, hiçbir iyi ve kötü iş asla kaybolmuyor, bir taraftan zapta geçiyor.
Allah-u Teâlâ onların durumlarını bilip duymasına rağmen, vazifeli melekleri de gizlice
yapılan konuşmaları kaydederler.
Hiç bir kimsenin bir diyeceği kalmaz, söyleyecek hiç bir şey bulamazlar.
Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ’nın sınırsız ilminden söz ederek başladığı gibi, yine ezelî
ilminden söz ederek nihayete ermektedir:
Münafıklar:
Allah-u Teâlâ münafıkların durumlarını haber vermek üzere Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz’e hitap ederek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
22.08.2019
Sayfa 372 / 646
Çünkü bunlar bu halleri ile dine zarar vermektedirler, yeryüzünde fesat çıkarmak
istemektedirler. Durumları gerçekten hayret vericidir.
“İçlerinden de: ‘Bu söylediğimiz şeyler yüzünden Allah’ın gazap etmesi gerekmez
mi?’ derler.” (Mücadele: 8)
Onların bu selâmları selâm değil, ölüm temennisi idi. Böyle olduğu halde, Allah-u
Teâlâ’nın kendilerini cezâlandırmadığını alaylı bir şekilde diillerine dolarlardı.
İntikam almak için ahiretteki cehennem azabı her azaptan daha beterdir.
Bu ihtar-ı ilâhî, onların bu dünyada ceza görmeyeceği mânâsına değildir, lâkin ahiretteki
cehennem azabı her azaptan da beter olup, hepsinin yerine yetecek derecededir.
22.08.2019
Sayfa 373 / 646
Çünkü şeytan vesvese verir, o sözleri güzelleştirir ve onları gayr-i meşru konuşmaya
teşvik eder.
“Oysa şeytan, Allah’ın izni olmadıkça müminlere hiçbir zarar veremez.” (Mücâdele:
10)
Onlara musallat olamaz. Ne onları susturacak bir delili, ne de fiilî olarak kullanacak bir
gücü vardır. İmanlarını değiştirme imkânına sahip değildir.
“Ey iman edenler! Size meclislerde: ‘Yer açın!’ denilince yer açın ki, Allah da size
genişlik versin.” (Mücâdele: 11)
Genişlik açanlara Allah-u Teâlâ’nın vermiş olduğu bu genişlik vaadi, insanların genişliğe
talip oldukları rızık genişliğinden kalp genişliğine varıncaya kadar her hususu kapsayan
mutlak bir genişlik vaadidir.
Bir toplantıda cemaat biraz sıkıştıkları takdirde gelenlere yer verme imkânı varken yer
açmamak doğru bir davranış değildir. Aksini yapmak ise din kardeşleri arasında sevgi ve
saygıyı artırır. Birbirleri ile kaynaşıp bütünleşmelerini sağlar.
Çünkü kalkmayı gerektirecek bir zorunluluk vardır, bunu size emreden kimseye taat
ediniz.
Hakiki Âlimler:
Din-i İslâm’a nur saçan, ümmet-i Muhammed’e yol gösteren ve bu uğurda her türlü
ibtilâlara ve belâlara imanlarıyla göğüs geren hakiki âlimlerin, İslâm dininde çok mühim
evkileri vardır. Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “İlim sahipleri... Kendilerine ilim
verilenler...” diye bahsederek onları övmüş, ilmi ve ilim ehlini müteaddit defalar
zikretmiş, fazilet ve meziyetlerini beyan buyurmuştur.
“Allah içinizden iman edenleri yüceltir. Bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları
ise kat kat derecelerle yükseltir.” (Mücâdele: 11)
22.08.2019
Sayfa 374 / 646
Allah-u Teâlâ ilmi aziz kılmıştır. İlim dinin hayatıdır. İslâm’ın canlılığıdır. Dinin esasları
olan ilâhi hükümler ilimle içiçedir. Şuurlu bir şekilde ibadet yapabilmek için, ilim amelden
önce gelir. Amelin kabule şâyan olması ise fıkhın bilinmesine bağlıdır.
Allah-u Teâlâ’nın veli kullarına gösterilmesi gereken sevgi ve saygının, hakiki ulemâya da
gösterilmesi gerekmektedir.
İlmiyle âmil olan âlimlere daima hüsn-ü zan beslemelidir. Onlar halk arasında ahkâmı
ilgilendiren muamelâtın ilmini hakkıyla bilenlerdir. Halka hakikati öğretirler, şeriat
ahkâmını tâlim ederler, bid’atlardan sakındırırlar. İlâhi hükümleri tahriften, cahillerin
te’villerinden korurlar. Bunu da ancak hakiki âlimler yapar. Çünkü yol birdir, onlar da
şeriatın zâhirine vâristirler.
Büyük ve küçük hiçbir hadise, hiçbir haber hiçbir zaman O’ndan gizli kalmaz.
Peygamber Saygısı:
Onun bulunduğu meclis, ilâhi vahyin indiği çok mübarek bir meclisti. O yüce makamda
ciddiyetin muhafaza edilmesi, edebli olunması, lüzumsuz meşgul edilmemesi lâzımdı.
22.08.2019
Sayfa 375 / 646
Allah-u Teâlâ hem Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin üzüntü ve sıkıntısını
gidermek, yükünü hafifletmek, hem de müminlerin daha dikkatli ve ölçülü olmalarını
sağlamak için Âyet-i kerime’sini indirdi:
“Ey iman edenler! Peygamber’e hususi bir şey arzedip konuşmak istediğiniz zaman
bu konuşmanızdan önce fakirlere sadaka veriniz.” (Mücâdele: 12)
Bu emirde Resulullah Aleyhisselâm’ın âlî makamına bir saygı, fakirler için ise faydalar
vardır. Ayrıca mümin ile münâfık, dünyayı seven ile ahireti seven ayırt edilmektedir.
“Şayet sadaka verecek bir şey bulamazsanız üzülmeyiniz. Şüphesiz ki Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (Mücâdele: 12)
Ancak gücü yeteni bununla mükellef kılmıştır, sadaka veremeyecek olanlara da azab
etmez.
Bu Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm ile müşerref olmak, bu şeref ve saâdete nail
olmak için Allah-u Teâlâ'ya şükran ifadesi olarak fakirlere tasadduk etmeyi emrediyor.
Çünkü Hazret-i Allah'ın nûru ile müşerref oluyorsun, onunla nûrlanmış oluyorsun. Derdini
arzediyor, derman buluyorsun. Bunun için şükran olarak fakirlere sadaka ver ki Allah-u
Teâlâ sana yollarını açsın.
Yine bu Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm'a saygı gösterilmesini, soru sormada ileri
gidilmemesini, diğer ziyaretçilere de fırsat verilmesini müslümanlara bildirmiş oldu. Ayrıca
Resulullah Aleyhisselâm'la yerli-yersiz görüşüp konuşmak isteyen ve onu rahatsız eden
kişilerin ziyareti de bir sisteme bağlandı.
Sadaka verecek durumda olanların ziyaretten önce bir sadaka vermesi emredildi.
Verecek durumda olmayanlar hakkında Allah-u Teâlâ'nın çok bağışlayıcı ve çok
merhametli olduğu hatırlatıldı.
Böylece konuşma ihtiyacı olan konuştu. Sık sık gelenler ara sıra gelmeye başladı ve
ziyaretçiler seyreldi. Durum normale döndü.
22.08.2019
Sayfa 376 / 646
Gerek açıkta gerek gizlide, gerek sevap gerek günah, gerek yapma gerek terketme gibi
hususların hepsini bilir ve ona göre karşılığını verir.
“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?” (Mücâdele: 14)
İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip
gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.
Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne
kötüdür!” (Mücâdele: 15)
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları
Allah yolundan çevirmeleridir.
“Biz de müslümanız!” diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer
taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm’ı seçmesine engel olmaya
çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin
doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.
Allah’ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap
verilecektir.
22.08.2019
Sayfa 377 / 646
“Onların malları da çocukları da Allah’a karşı kendilerine bir fayda vermez. Onlar
cehennem ehlidirler. Orada ebedî kalacaklardır.” (Mücâdele: 17)
Ateşe tepetakla atıldıkları zaman hakikati anlayacaklar, fakat bu anlamaları onlara hiçbir
fayda sağlamayacaktır. Artık oradan bir daha çıkmamak üzere cehennem sakini
olacaklardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, mahşere toptan sevkedilecek olan münâfıkların yalan
yere yemin ederek kâfir olmadıklarını iddiâ edeceklerini haber vermektedir:
“Allah o gün onların hepsini yeniden diriltecek, onlar da dünyada iken (mümin
olduklarına dair) size yemin ettikleri gibi O’na yemin edeceklerdir.” (Mücâdele: 18)
Dünyada iken yalan yere yemin etmeye alışmış olan bu yol kesiciler, ahirette de yalan
yeminleriyle kendilerini kurtaracaklarını zannederler.
Onların yeminleri:
22.08.2019
Sayfa 378 / 646
Yalan söylemede son derece ileri gitmişlerdir. Bu onların ayrılmaz bir vasfıdır. Gizli ve
açık herşeyi bilen Hakk’ın huzurunda bile yalan söylemeye cesaret ederler.
“Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur.” (Mücâdele:
19)
O kerim Zât’ı ne kalpleri ile ne de dilleri ile zikretmekten, O’nun ilâhî hükümlerine riâyet
etmekten onları gâfil bulundurmuştur. Şeytan boyunduruğu altına aldığı kimseleri işte
böyle yapar.
“Ülâike Hizbüşşeytan”
İmandan mahrum olan kişilerin bütün eğilimleri şeytanlıkta olduğu için, önlerine şeytanlar
düşer, başlarına şeytanlar geçer ve artık onları diledikleri yerlere sevkederler.
“İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytanın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 19)
Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişler, dünya saâdetinden ahiret selâmetinden
mahrum kalmışlardır.
“O kendi hizbini (partisini) çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” (Fâtır:
6)
Şeytan güçlü kuvvetli bir düşmandır, insanları cehenneme çağıran simsar ve tellaldır.
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması
yakışmaz. İman sahibi olanlar hiçbir zaman şeytanı dost edinmez, kendi isteğiyle bile bile
onun vesveselerine tâbi olmazlar.
Aşağıların En Aşağısı:
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’i ile Resulullah Aleyhisselâm’ı bir tutmuş,
ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan muhalefet gibi saymıştır.
Buyurur ki:
22.08.2019
Sayfa 379 / 646
İlâhî Ferman:
Allah-u Teâlâ ezelî ilmi ile hükmünü vemiş ve ilâhî fermanını beşeriyete şöyle
duyurmuştur:
Kuvvet ve kudret O’nundur, ululuk ve azamet O’nundur, kahır ve galebe O’nundur. Zafer
ve muvaffakiyet er veya geç Hakk tarafında tecellî edecektir. Bu hüküm kesin ve
gerçektir, bunda aslâ şüphe yoktur, çünkü O öyle hükmetmiştir.
Allah-u Teâlâ’ya ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine gerçek mânâda gönül
verenlerin, onlara düşman olanlarla sevgi bağını kurduğunun görülmeyeceği Âyet-i
kerime’de beyan buyurululmaktadır:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya
akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi
beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde tutulması, her türlü muhabbete
tercih edilmesi gerekir.
Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruhla desteklediği kimseler Âyet-i kerime’de şu şekilde beşeriyete
tanıtılmaktadır:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh
ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nur sayesinde hakikati ona bildirmiş
oluyor.
22.08.2019
Sayfa 380 / 646
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın
desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile
desteklemiştir.
İşi gören Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm’ın
nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti
vardır, Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka kimsede
yoktur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram’dan Hassan bin Sâbit
-radiyallahu anh- hakkında:
Kudsî ruhla desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.
“Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Mücâdele: 22)
Çünkü onlara verdiği bu büyük nimet, tasavvurlarının da fevkinde tecellî etmiştir. Allah-u
Teâlâ’nın rızâsı nimetlerin en büyüklerinden birisi ve mertebelerin en yücesidir.
“Ülâike Hizbullah”:
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde kendi dinini, kendi partisini, kendi dosdoğru yolunu ilân
etmiş, kurtuluşun ancak ve ancak burada olduğunu ferman buyurmuştur:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın
hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 22)
Onlar sevdikleri her şeyi elde eden, her korkudan yana emniyet içerisinde olan
kimselerdir.
22.08.2019
Sayfa 381 / 646
yolunda olanların, sırat-ı müstakim üzere gidenlerin, ilâhi hükümlere göre hayatını
düzenleyenlerin, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve nehiylerine
gönülden teslim olanların, fîsebîlillâh malı ve canı ile cihad edenlerin, din-i İslâm’a yardım
edenlerin yoludur.
Elli altı Âyet-i kerime, iki yüz elli beş kelime ve bin on harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime’de ilâhî bir iltifat olarak Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’e: “Müddessir!” diye hitap edildiği için, bu kelime bu Sûre-i şerif’e isim
olmaktadır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle Resulullah Aleyhisselâm’a tebliğ vazifesini büyük bir azimle
yerine getirmesini, müşrikleri uyarmasını ve sabırlı olmasını emrederek başlamaktadır.
Yirmi altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; Velid bin Muğire adlı bedbaht bir kâfirin iman
etmemekle kalmadığı, kavmini de inkârda bırakmak için var gücü ile çalıştığı, bunun için
de cehenneme müstehak olduğu anlatılmaktadır.
Kırk sekizinci Âyet-i kerime’ye kadar; kâfirler için hazırlanmış olan cehennemin, insanı
titretip dehşete düşüren korkunç azaplarından, büyük bir belâ olduğundan, onun sert
bekçilerinden mevzu edilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 382 / 646
Elli üçüncü Âyet-i kerime’ye kadar; kâfirlerin ahiret hayatındaki sefil durumları ve
perişanlıkları güzel bir benzetme ile gözler önüne serilmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm’a ilk vahyin gelişinden sonra uzun bir müddet Cebrâil
Aleyhisselâm ikinci bir vahiy getirmedi. Bu devreye “Fetret-i vahy” denir. Bu ara
uzadıkça Resulullah Aleyhisselâm’ın üzüntüsü artmaya başladı. Allah-u Teâlâ’nın vahyini
yeniden müşahede edebilmenin hasretiyle kendisinden öyle geçiyordu ki; bazen Sebir
dağına, bazen de ilk vahyin geldiği Hira dağı tepelerine çıkıp geziyordu. Büyük bir
teessür ve ümitsizlik içinde oralarda ölmeyi istedikçe Cebrâil Aleyhisselâm görünüp:
Der, üzüntüsünü yatıştırırdı. Aradan biraz zaman geçince tekrar aynı hâl olurdu. Onun bu
hâli, vahiy gelmeden önce Hira mağarası’ndaki hâline benziyordu.
Nihayet beklenen zaman geldi, Fetret-i vahy bitti. Resulullah Aleyhisselâm Bathâ denilen
bir yerde bulunduğu sırada Cebrâil Aleyhisselâm kendisine Allah-u Teâlâ’nın onu
yaratmış olduğu aslî suretinde görünmüştür. Onun altı yüz kanadı vardı ve yaratılışının
büyüklüğü ufku kaplamıştı.
Aslî suretinde ikinci defa görmesi ise gökte, Sidre-i müntehâ’da olmuştur. Resulullah
Aleyhisselâm’dan başka hiçbir peygamber Cebrâil Aleyhisselâm’ı hakiki şeklinde
görmemiştir.
“Bir defasında yolda gidiyordum. Birden bire gökyüzünden bir ses işittim. Başımı
kaldırınca ne göreyim! Hira’da bana gelen melek, gök ile yer arasında bir kürsü
üzerinde oturup duruyor. Pek korktum. Eve gidip: ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’
dedim, beni bir örtüye sardılar.
‘Ey bürünüp sarınan! Kalk da (insanları) uyar. Sadece Rabb’ini büyük tanı. Elbiseni
temiz tut. Kötü şeylerden uzak dur!’ (Müddessir: 1-5)
22.08.2019
Sayfa 383 / 646
Uyarma emrinin arkasından Allah-u Teâlâ’yı yüceltme emrinin gelmesi; O’nu en büyük
tanımadan, O’nu yüceltmeden uyarma vazifesinin yapılamayacağına işaret etmektedir.
Bir müddet aradan sonra vahyin yeniden başlamasıyla inen Müddessir sûre-i şerif’inin
Âyet-i kerime’leri ile risalet geldi ve “Resullük” devri başladı. Ümmetine Beşîr ve Nezîr,
müjdeleyici ve korkutucu oldu. Bu yeni dini bütün insanlığa tebliğ etmekle görevlendirildi,
geçmiş şeriatlerin hükümleri yürürlükten kaldırıldı.
Cömert ol, ihsanda bulun, fakat bunları yaparken Rabb’inin rızâsı için yap. Yaptığına
karşılık olarak dünyevî menfaat sağlamaya kalkma.
Senin yaptığın bu vazife çok ulvîdir, fakat: “Ben büyük bir iş yapıyorum!” düşüncesine
sakın kapılma.
Bu vazifeyi yaparken her ne kadar sıkıntılarla karşılaşacaksan da, O’nun hükmü için bu
eziyetlere katlan. Emir ve yasaklarına itaatte sebat et.
Kabirlerden Kalkış:
Yüzleri kararacak, gözleri göğerecek, herkesin gözü önünde rezil ve rüsvay olacaklar,
kendi dertleriyle başbaşa kalacaklar, başkalarının hallerini sormaya mecalleri
bulunmayacaktır.
“Sur’a üfürüldüğü vakit, işte o gün çetin bir gündür. Hele kâfirler için hiç de kolay
olmayan zorlu bir gündür.” (Müddessir: 8-10)
22.08.2019
Sayfa 384 / 646
“Kolay olmayan.” beyanında, o günün müminler için kolay olacağına işaret vardı.
İslâm’ın büyük kumandanı Halid bin Velid -radiyallahu anh-in babası Velid bin Muğire,
müşriklerin akıl hocalarından ve ileri gelen söz sahiplerindendi. Bunun içindir
ki, “Biricik” ve “Kureyş’in gülü” diye lâkaplanmıştı. Allah-u Teâlâ ona dünya nimeti olarak
bol mal ve çocuk vermiş, onu rızka boğmuştu. Mekke ve Tâif’te deve sürüleri, kısrakları,
geniş miktarda bağ ve bahçeleri, köle ve câriyeleri bulunuyordu. Tâif’te bir bahçesi vardı
ki yaz-kış meyvesi hiç eksilmezdi. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’nın nimetlerine nankörlük
etti.
Velid, İslâm’a karşı her türlü kötülüğü düşünüp tatbik sahasına koymaya çalışırdı. Daha
çok zekâ ve kabiliyetiyle, evlât ve servetiyle övünür: “Ben bir oğlu birim, Araplar içinde bir
benzerim yoktur.” deyip dururdu. Bütün kin ve kıskançlığı ile Resulullah Aleyhisselâm’ın
karşısına çıkar, onun peygamberliğe lâyık olmadığını iddiâ ederdi. Zaman zaman
hırçınlaşıp saldırıya geçmeyi plânlar ve bu yüzden geceleri uykusu kaçardı.
Allah-u Teâlâ bu bedbaht ve mağrur kâfirin cezasını yakında bizzat vereceğini beyan
ederek Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini teselli etmiş, kıyamete kadar gelen
inkârcılara ibret olacak olan kıssasını anlatmak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle
buyurmuştur:
“Resul’üm! Tek olarak yarattığım, kendisine bol bol servet ve göz önünde duran
oğullar verdiğim, nimetleri yaydıkça yaydığım o adamla beni başbaşa
bırak!” (Müddessir: 11-14)
Çünkü ben intikam almakta ona yetirim. Onun cezasını bana havale et.
“Hayır! Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı alabildiğine inatçı kesildi.” (Müddessir: 16)
Muhalefet ederek karşı çıktı, Allah’ın âyetlerini inkâr ederek nönkörlük etti.
22.08.2019
Sayfa 385 / 646
Onu çıkılması zor bir yokuşa sürdüreceğim, güç yetirilemeyen zor bir azaba
çarptıracağım.
Allah-u Teâlâ zorba kâfirin inadının mahiyetini açıklamak üzere şöyle buyurur:
“Kahrolası! Nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası! Nasıl da ölçtü biçti!” (Müddessir: 19-
20)
Etrafındakilere bir bakındı. Onları memnun edecek, kendisine bağlayacak bir isnatta
bulunmak istedi.
Bulunduğu mevkiden dolayı kibirlendi. İmana arkasını, küfre yüzünü döndürdü. Hakk ve
hakikati kabul etmeyi bir türlü kibrine yediremedi.
İşte inatçı kâfirlerin Kur’an-ı kerim ve Peygamber hakkında söyledikleri nihayet budur.
22.08.2019
Sayfa 386 / 646
“O Sakar (insan vücudundan geriye bir şey) ne bırakır, ne de (eski hâline getirip
tekrar azap etmekten) vazgeçer.” (Müddessir: 28)
Yakıp durduğu kimseleri artık terk de etmez. Mukadder olan azabı görmeleri için
yakalarını tutar, mutlaka yakar.
Yanan vücutlardan çıkan kokular o derece tahammül edilemez bir hâl alır ki, birbirlerini
karşılıklı olarak lânetlerler.
Lânetli Velid’in ayağında basit bir yara çıktı, tedavisi mümkün olmayacak şekilde
müzminleşti. Yıllarca acısını çekip başka şeylerle ilgilenemedi. Hicretten üç ay sonra da
bu yaradan ölerek, kıyamete kadar gelecek olan o tıynettekilere bir ibret numunesi oldu.
Cehennem Bekçileri:
Cehennemin üzerinde sevk ve idarecilikle görevli melekler hakkında Allah-u Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
22.08.2019
Sayfa 387 / 646
Ağızlarından ateş yalımları çıkar. Gözleri çakan şimşek gibi, dişleri demir gibidir.
Herbirinin iki omuz arası, bir yıllık yürüme mesafesi kadardır. Onlardan şefkat ve
merhamet duygusu kaldırılmıştır. Herbiri yetmiş bin kişiyi avucuna alır ve cehennemde
istediği yere fırlatır.
“Onların sayılarını da inkârcılar için sadece bir fitne kıldık.” (Müddessir: 31)
Ehl-i kitabın hak ve hakikati teslim ve tasdik ettiklerini görünce imanları güçlensin.
İmanlarına iman eklensin.
Aslında maksatları tamamen inkâr etmektir. Bu şekilde düşünüp konuşmaları büyük bir
fitnedir.
“İşte Allah dilediğini böyle şaşırtır, dilediğini doğru yola eriştirir.” (Müddessir: 31)
Nitekim Hakk’ı kabul edenler, hakikate uyanlar böyle bir hidayete erişmişler, uymayanlar
ise sapıklıkta kalmışlardır.
İşte o muammanın asıl sırrı ve faydası o hakikate kayıtsız şartsız bir imanla iman etmeyi
sağlamaktır.
Aklını güzelce kullanan insan bu gibi ilâhî beyanlardan büyük bir intibah dersi alır, yoluna
koyulur.
22.08.2019
Sayfa 388 / 646
Gece olunca bütün mahlûkatın sükuna ermesi, sessizliğe bürünmesi, görebilenler için
büyük bir mucizedir.
Nasıl ki ay olsun, gece olsun, gündüz olsun, Yaratıcı’nın büyüklüğünün birer işaretleri ise;
benzeri bulunmayan büyük musibetlerden olan cehennem de, O’nun azametini gösteren
delillerden birisidir.
Artık beşeriyet, o pek müthiş ceza sahasını düşünerek titremeli, imana yönelmeli, güzel
amellere sahip bulunmalıdır.
“İçinizden ileri gitmek ve geri kalmak isteyen kimseler için.” (Müddessir: 37)
Uyarıları kabul etmek ve hakkı bulmak, yahut uyarıları reddetmek isteyen kimseler için bir
uyarıcıdır.
Allah-u Teâlâ insanları imtihan sahnesi olan bu dünyaya göndermiş, hayırlı olan ve
olmayan işleri yapmalarında onları serbest bırakmıştır. Şu kadar var ki herkes kendine
karşı yaptıklarından sorumludur.
Ahirette herkes kendi kazancına göre karşılık görür. Borca bağlı rehin gibi, günahkâr olan
kimse de günahına bağlı kalır. Bir borçlu borcunu ödeyerek verdiği rehini kurtaracağı gibi,
Allah-u Teâlâ’ya olan borçlarını ödeyip O’nun hoşnutluğunu kazananlar da o sayede
bağlarını çözmüş, kendilerini azabın pençesinden kurtarmış, cennet ve Cemâlullah’a
kavuşmuş olurlar. Şerli işler yapanlar rehine olarak kalmakta devam ederler.
Üzerlerindeki borçları ve cezaları ödemedikçe bırakılmazlar. Gadabını kazananlar ise
rehine olmakta devam eder. Cezasını da tam olarak çeker.
Amel defteri sağ eline verilenler artık rehin değildirler. İmanları ve Rabb’lerine itaatları
sayesinde bağları çözülür ve azaptan kurtulurlar.
22.08.2019
Sayfa 389 / 646
Acıklı İtiraf:
Namazı kılmamanın ve zekâtı vermemenin, bâtıla dalanların peşine takılıp bâtılı irtikap
etmenin, kıyameti yalanlamanın cehenneme düşmeye sebep olacağı buradan anlaşılmış
oluyor.
Bu gibi kimseler fakire yemek vermez, karnını doyurmak çaresini aramazlardı. Yani
Allah-u Teâlâ’nın emrini tanımaz, kullarına acımazlardı. Fakat ahiret âlemine geçince ne
kadar yanlış düşüncelerde ve yollarda bulunmuş olduklarını anlayacaklar.
Zira onlar imansız gitmişlerdir. Şefaat ancak şefaate ehil olanlara fayda sağlar. İnkâr ile
gitmiş olanlara o gün hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermez.
İşte Allah-u Teâlâ’nın âyetleri ile verilen öğütlerden kaçan, onu dinlemek istemeyen bu
vurdumduymazlar öyle kaçmaktadırlar. Onların merkeplere benzetilmesi aynı zamanda
aptallıklarına işarettir.
Onlar kibirlerinden dolayı bu uyarı ile yetinmezler, kendilerine kitap indirilmesini isterler.
22.08.2019
Sayfa 390 / 646
Binaenaleyh hiçbir insan kendi varlığına güvenip durmamalı, Allah-u Teâlâ’ya sığınarak
muvaffakiyete erişmesi için niyazda bulunmalıdır.
Ahzâb sûre-i şerif’inden sonra Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i
celîle; on üç Âyet-i kerime, üç yüz kırk sekiz kelime, bin beş yüz on harften teşekkül
etmiştir.
Kadınların imtihan edilmeleri ile ilgili hüküm dolayısıyle bu Sûre-i şerif’e: “İmtihan olunan
kadın” mânâsına gelen “Mümtehine” adı verilmiştir, fıkhî hükümler mevcuttur. “Mevedded
sûresi” denildiği de rivâyet olunmuştur.
Nüzûl Sebebi:
22.08.2019
Sayfa 391 / 646
Hedef resmen ilân edilmemekle birlikte Medine’de topyekün sefer hazırlığı görünümünde
fetih hazırlığı sürdürülmekteydi. Harp malzemeleri temin ediliyor, develere denkler
yükleniyor, atlar eğerleniyordu.
Bu kadar gizliliğin yanında Ashâb-ı kiram’dan Hâtıb bin Ebî Belteâ -radiyallahu anh-
durumdan Kureyş’i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak bir kadınla gizlice
Mekke’ye göndermişti. Resulullah Aleyhisselâm ilâhî vahiy ile bunu öğrendi. Hazret-i Ali
-radiyallahu anh- iki arkadaşını derhal kadının arkasından gönderdi. Kadına yetişip: “Şu
mektubu çıkarsana!” dediler. Kadın önce itiraz etti. Fakat: “Mektubu çıkar, yoksa elbiseni
soyup arayacağız!” deyince, kurtuluş çaresi kalmadığını anladı ve saçlarının örgüsü
arasından mektubu çıkarıp verdi.
“Ey Kureyş! Resulullah size karşı büyük bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç
olan bu ordu, sel gibi akacaktır.
Allah’a yemin ederim ki, Resulullah üzerinize yalnız başına da gelse, Allah onu size galib
kılacak ve vaadini yerine getirecektir.
Herkes şaşırıp kaldı. Çünkü Hâtıb -radiyallahu anh- gibi bir zâttan hiç kimse böyle bir şey
beklemiyordu.
Resulullah Aleyhisselâm bir heyet önünde Hâtıb -radiyallahu anh-i sorguya çekti.
“Yâ Resulellah! Hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş’e antlaşarak bağlı
bir kimseyim. Fakat hiç bir zaman onlardan olmadım. Yanımızdaki muhâcir kardeşlerimin,
Mekke’de âilesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benim ise böyle bir himayecim
yok. Kureyş’in ileri gelenlerini bir minnet altında bırakarak âilemi korumak istemiştim.
Ben bu işi dinimden dönmek için yapmadım. Müslüman olduktan sonra katiyyen küfre
râzı olmam.”
Resulullah Aleyhisselâm: “Hâtıb kendisini yaman müdafaa etti.” buyurdu. Daha sonra
Ashâb’ına dönerek:
“O size doğru söyledi. Bunun hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz!” dedi.
“Yâ Ömer! Hâtıb Bedir savaşı’nda bulunmuş bir kişidir. Ne bilirsin, belki de Allah-u
Teâlâ Bedir mücahidlerine: ‘Bundan böyle istediğinizi yapın, ben sizi bağışladım.’
demiş olabilir.” buyurdu.
22.08.2019
Sayfa 392 / 646
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle’de; imanın en sağlam kulpu olan “Allah için sevme ve Allah için
buğz” fikrini gönüllere yerleştirme gayesi vardır.
İlk Âyet-i kerime’ler Ashâb-ı kiram’dan Hâtıb bin Ebî Belteâ -radiyallahu anh-ı kınamak
için indirilmiştir. Yapılan bu yanlışlık hakkında Allah-u Teâlâ müminleri uyarmış; durum ve
şartlar ne olursa olsun müminlerin İslâm düşmanlarını aslâ dost ve sırdaş edinmemelerini
emir buyurmuş ve bunun sebeplerini açıklamıştır. İman ve küfür mücadelesi kıyamete
kadar devam edecek, bu hükümler müslümanlara ışık tutacaktır.
Yine aynı Sûre-i şerif’te müminlere eziyet edip, onlarla savaşanların hükmünden mevzu
edilmiş, onlarla dost edinmeyi yasakladığı açıklanmıştır.
On ve on birinci Âyet-i kerime’lerde müslüman bir kadına, müşrik bir erkeğin haram
olduğu; müslüman bir erkeğe de müşrik bir kadını nikâhında bulundurmasının haram
olduğu bir hüküm olarak beyan edilmektedir.
Son olarak da müminlerin , Allah’ın gadap ettiği bir topluluğu dost edinmemeleri çok
mühim olduğu için bir tekrar olarak emredilmektedir.
Allah-u Teâlâ Hâtıb -radiyallahu anh-in bu tutum ve davranışı sebebiyle indirdiği Âyet-i
kerime’sinde onu ve müminleri şöyle uyarmıştır:
Çünkü imanın alâmetlerinden birisi de, Allah düşmanlarına karşı dostluk ve sevgi
göstermek değil, onlardan nefret etmektir.
Onlar size karşı en çetin düşmanlığı yaptıkları halde onlara sevgi ve muhabbet gösteriyor
ve dost oluyorsunuz.
22.08.2019
Sayfa 393 / 646
Şayet sizler benim sizden râzı olmamın yollarını arayarak, benim yolumda cihad eden
kimseler olarak çıktı iseniz, onları asla dost edinmeyiniz. Üstelik onlar sizleri, size olan kin
ve nefretlerinden, dininize karşı olan öfkeden dolayı yurtlarınızdan çıkartmış,
mallarınızdan mülklerinizden etmişlerdi.
Ben gizlilikleri, kalplerde olanları, açığa çıkarılanları bildiğim halde, sizin gizlediklerinize
Resul’ümü muttali kıldığım halde sizler böyle mi yapıyorsunuz?
İnanmış olarak Allah yolunda giderken, şeytan yoluna sapmış, böylece cezayı hak etmiş
ve kendisini felâkete atmış olur.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ müslümanlara karşı kâfirlerin kalplerinde bulunan şiddetli
düşmanlığı onlara haber vermek üzere şöyle buyurdu:
Size karşı üstünlük sağlarlar da sizi hakimiyetleri altına alırlarsa, sizin onlara yaptığınız
gibi dostluk etmezler, katıksız bir şekilde size düşmanca davranırlar. Kalplerinde size
karşı olan o şiddetli düşmanlığı açığa vururlar.
Esir almak, işkence yapmak ve öldürmek suretiyle size elleriyle; sövmek saymak, hakaret
etmek suretiyle de dilleriyle kötülükler yaparlar. Size eziyet verecek hiç bir işi yapmaktan
geri kalmazlar.
Ebedî hayatın anahtarı olan iman nimetini kaybetmek kadar büyük musibet tasavvur
edilemez. Kâfirlere mahkum olanların ise, eninde sonunda musibete düşme tehlikesi her
zaman için mevcuttur.
Durum böyle olduğuna göre bu gibi kimselere sevgi ve dostluk göstermek büyük bir
hatadır.
Hâtıb -radiyallahu anh-in dediği gibi, içlerinde bulunan bazı akraba ve çocukları sebebiyle
o düşmanlara sır verenlere gelince, bu husus şöyle ifade edilmektedir:
22.08.2019
Sayfa 394 / 646
Orada birbirinizden uzak düşmüş olacaksınız. Müminin mercii cennet, kâfirin mercii
cehennem olur.
Ona göre mükâfat veya ceza verir, yoksa akrabalarınıza veya çocuklarınıza göre değil.
Müslümanların ilk atası, Hanif dini’nin ilk sahibi olan İbrahim Aleyhisselâm; yalnız inançta
değil, hayatlarının her safhasında müminler için bir numune-i imtisaldir.
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir misal
vardır.” (Mümtehine: 4)
Onun güzel kıssası, kıyamete kadar her devirde yaşayan mümin ve muvahhidler için bir
ışıktır. Şirk ve küfürden uzak kalmak için sevgi ve düşmanlığın sırf Allah için olmasının
gerektiğine dair canlı bir misal verilmektedir.
Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz de
bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve
öfke belirmiştir.” (Mümtehine: 4)
Kâfirlere karşı düşmanlıklarını açıktan ve yüksek sesle ilân etmişler; yalnız ve yalnız
Allah’a iman etmedikçe, O’na kulluk edip şirkten uzaklaşmadıkça, taptıkları putları ve
heykelleri reddetmedikçe aralarında sönmeyecek bir öfke ateşi belireceğini, her türlü
dostluk ve yakınlık ilişkilerinin kesileceğini kesin olarak ortaya koydular.
22.08.2019
Sayfa 395 / 646
Her işimizde sana itimat ederek senden başarı dileklerinde bulunduk, sana yönelip
günahlarımızdan tevbe ettik. Ahiret âleminde dönüp varacağımız yer senin âlî huzurun
olacaktır.
“Ey Rabb’imiz! Yegâne gâlip, hüküm ve hikmet sahibi ancak sensin!” (Mümtehine:
5)
Sana sığınan küçük düşmez, senden yardım dileyen mahrum kalmaz. Her hükmün
yerindedir, her hikmetin güzeldir.
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın ve onunla beraber olanların kimler için numune-i
imtisal ve ibret olduklarını teşvik için tekrar Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:
“Andolsun ki sizlerden Allah’ı ve ahiret gününü umanlar için onlarda güzel bir
örnek vardır.” (Mümtehine: 6)
İbrahim Aleyhisselâm ve onunla birlikte küfre bayrak açan müminler kıyamete kadar
hayırla anılacaklar, Allah’a ve ahiret gününe inanan müminler onların güzel hatıralarından
ibret alacaklardır.
“Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah ganidir, övgüye lâyık olan yalnız
O’dur.” (Mümtehine: 6)
Çünkü Allah-u Teâlâ’dan ve kıyamet gününün azabından korkmayan bir kimse onlara
uymadığı için gereken faydayı da elde edemez.
22.08.2019
Sayfa 396 / 646
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben
şöyle buyurur:
“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerindekini bilir. Sen onlara aldırma. Onlara
öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle!” (Nisâ: 63)
Gerçekleri en etkileyici bir üslûp ile ulaştırmaya çalış, tâ ki gafletten uyansınlar, azab-ı
ilâhî’den korksunlar, şikak ve nifaktan, fitne ve fesattan vazgeçsinler, dünya saâdetine
ahiret selâmetine kavuşsunlar.
Allah-u Teâlâ münâfıkları tevbeye dâvet ediyor, içinde bulundukları bataktan kurtarmak
istiyor.
Aranızda dostluğun meydana gelişi, onları iman etmeye muvaffak kılmasıyla ve dinde
size uymaları sûretiyle olur.
Nitekim Mekke fethedilince, yirmi senedir düşmanlığın her türlüsünü yapmaya çalışanlar
bile hayretler içinde seve seve İslâm’a girmek için can atmışlar, Ashâb-ı kiram ile
aralarında büyük bir muhabbet ve tesanüt tecellî etmiştir.
Allah-u Teâlâ’nın rahmet ve mağfiret kapısı her zaman için açıktır. Günahlarından
pişmanlık duyan, inkârından ve kötülüklerden vazgeçen ve yaptıklarından tevbe etmek
isteyen kim olursa olsun Allah-u Teâlâ bu kapıyı açık bırakmaktadır.
Zimmîler:
İslâm ülkesinde oturan ve İslâm hükümetinin vatandaşlığını kabul eden gayr-i müslimlere
“Ehl-i zimmet” adı verilir. Zimmet altına giren erkeğe Zimmî, kadına ise Zimmiye denir.
Zimmet anlaşması yapmakla bunlar müslümanların zimmetine girmiş, birtakım haklara
sahip olmuş olurlar. Zimmet akdinin hükmü kısaca; malın, canın ve namusun
korunmasından ibarettir.
Zimmet, devamlı bir eman olduğu için, bunu kabul eden bir gayr-i müslim, aksine hareket
etmedikçe, devamlı olarak müslümanların ahid ve emanında bulunur.
22.08.2019
Sayfa 397 / 646
Zimmet ehlinden birini öldüren şahıs, müslüman öldüren şahsa tatbik edilen cezaya
çarptırılır.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kendileri ile andlaşma yapılmış olan bir zimmîyi öldüren bir kişi, kokusu kırk yıllık
mesafeden duyulan cennetin kokusunu duyamayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:
1309)
Bunların inanç hürriyetleri ve dini vecibeleri yerine getirebilmeleri tam mânâsıyla korunma
ve garanti altındadır. Öyle ki ibadethanelerine karışılmaz, ancak yeni ibadethâne
yapmalarına müsaade edilmez. Bu da İslâm’ın dinde zor kullanmayı kabul etmeyişinin bir
ifadesidir. Bir zimmî kendisine baskı yapılmaksızın İslâmiyet’i kabul ederse, bu takdirde
müslümanların hukukuna tabî olur.
Çünkü o artık sana sığınmış, senin zimmetin altına girmiş, kendi dinini yaşıyor, bırak
yaşasın.
Müslüman olmayanlara zekât vermek câiz değildir. Fakat onlara sadaka vererek
yardımda bulunulmasında mahzur yoktur, insana bir sorumluluk yüklemez.
İnsanların hayır olarak verdiklerinin menfaati kendilerine âittir. Karşılığında sevaba nâil
olacaklardır.
Çünkü onlar zâhiren de bâtınen de düşmandırlar. Onlara gösterilecek bir dostluk, kişinin
onlardan olduğunun apaçık alâmetidir.
22.08.2019
Sayfa 398 / 646
Bu delil gereğince, İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hiçbir kimse İslâm dinine
girmek için zorlanılmaz. Herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir.
Amma görülüyor ki günümüzde bazı münâfıklar iman ile küfrü ayıramamışlar; Allah-u
Teâlâ’nın açık ve kesin emirleri olduğu küfrü hoş görmüşler ve onlarla dostluk
kurmuşlardır.
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve
kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ müminlere izzet, kâfir ve münâfıklara zillet verdiğini buyuruyor. Fatih Sultan
Mehmed Hazretleri İslâm’ın azametini, şecaât ve şevketini küffara göstermek için ve
Allah için fütûhat yaptı. Bunlar ise kâfire peşkeş çektiler, onlarla kucak kucağa girdiler.
İslâm’ın zimmîlere olan bu şekildeki müsamahası ile onları dost edinmek tamamen ayrı
şeylerdir. Bunlar ise Allah-u Teâlâ’nın ehl-i kitap hakkındaki Kur’an-ı kerim’inde koymuş
olduğu esaslardan habersiz; Allah’tan, Resul’ünden ve müslümanlardan başka hiç
kimseye gösterilmemesi gereken dostluğu onlara gösterdiler. İslâm dâvetinin özünde
olan müsamaha çağrısını, Kur’an-ı kerim’in ısrarla sakındırmaya çalıştığı dostluk
mânâsına geldiğini zannettiler.
Zimmîlere güzel muâmele ve nikâhın cevazı, onlarla dostluk kurma mânâsına gelmez.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilâfeti yıllarında Basra vâlisi Ebu Musa el-Eş’arî
-radiyallahu anh- bazı mühim hususları görüşmek üzere Medine-i münevvere’ye gelmişti.
Bir ara kayıtların nasıl tutulduğu, işlerin nasıl düzenlendiği mevzu edilirken dedi ki:
“Yâ Emirel-müminin! Hıristiyan bir kâtibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir
biçimde tutuyor.”
- Allah cezanı versin! Hakk’a yönelen bir müslüman kâtip edinseydin ya! Allah’ın şu
buyruğunu işitmedin mi? “Ey inananlar! Yahudileri ve hıristiyanları dost
edinmeyin!” (Mâide: 51)
- Allah’ın aşağıladığına ikram etme, Allah’ın hor gördüğünü azîz ve şerefli kılma, Allah’ın
uzaklaştırdığını yaklaştırma.
22.08.2019
Sayfa 399 / 646
“Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman onları imtihan
edin.” (Mümtehine: 10)
Sizin zanlarınızın imanlarında samimi olduklarına dair ağır basacak şekilde emareleri
tetkik suretiyle onları sınayınız.
Onların imtihan edilmeleri, Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın
kulu ve Resul’ü olduğuna dair şehâdet etmeleri şeklinde oluyordu.
Siz onların hallerini tetkik etseniz dahi, durumu gerçek şekliyle bilemezsiniz.
“Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri
döndürmeyin.” (Mümtehine: 10)
Bu hususta sizin için kesin bir bilgi mümkün olmasa da, mümkün olabilen bazı soru ve
cevaplarla bir tecrübe, yemin ve diğer hususlar gibi delillerden hareket ederek hüküm
çıkarmak suretiyle en yakın zan kadar bir kanaat meydana gelirse, onları kâfir kocalarına
geri vermeyin.
“Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar.” (Mümtehine: 10)
Mümin kadın müşrike helâl olmaz, mümin erkeğin de müşrik kadınla evlenmesi helâl
değildir.
22.08.2019
Sayfa 400 / 646
Yani dâr-ı harpten hicret etmeyip küfür üzere kalan kadınlarla aranızda evlilik alâkası
kalmasın.
Nitekim Ashâb-ı kiram arasında eşleri müşrik olanlar vardı, hemen boşadılar.
“Onlara verdiğiniz mehri isteyin. Kâfir erkekler de hicret eden mümin kadınlara
verdikleri mehirleri istesinler.” (Mümtehine: 10)
Yani sizler şayet giderlerse, kâfirlere giden eski hanımlarınıza vaktiyle vermiş olduğunuz
mehirlerinizi isteyiniz.
Kâfirler de İslâmiyet’i kabul edip hicret eden eski hanımlarına vermiş oldukları mehirleri
müslümanlardan isteyebilirler.
Kullarına uygun olanı çok iyi bilendir ve bu husustaki hükümlerini koymakta Hakîm
olandır.
“Eğer eşlerinizden biri kâfirlere katılır ve onlar da mehrinizi geri vermezlerse, siz
onlardan bir ganimet elde ettiğinizde, eşleri gitmiş olanlara mehirlerinin karşılığını
verin.” (Mümtehine: 11)
Müminler “Allah’ın verdiği hükme râzıyız.” dediler ve durumu müşriklere bildirdiler, fakat
müşrikler Mekke’de kalan müşrik kadınların mehirlerini müslümanlara iâde etmeyi kabul
etmediler.
Kâfir bir kadının kocası müslüman olursa, aralarındaki nikâh hükümsüz olur, biri diğerine
haram sayılır.
Müslümanlarla sulh muâhedesi yapan taraftan bir kadın müslüman olursa, o kadın
kocasından aldığı mehiri geri verir. Bu mehir beytül-mâl’den alınıp verilir.
İslâmiyet’i seçen bir kadın artık müslüman bir erkekle mehir karşılığında evlenebilir.
Kadın müslüman olup da müslüman bir erkekle evlendikten sonra kaçıp kendi yurduna
giderse, o kadının kavmiyle yapılan savaşta elde edilen ganimetten o erkeğe, karısına
verdiği mehir ödenir.
22.08.2019
Sayfa 401 / 646
O’nun emir ve yasaklarına aykırı davranmayın. Ancak O’ndan korkun ve O’nun yardımı
ile korunun.
Biat:
Mekke halkı ferç ferç müslüman olmaya başladılar. Bir gün önce İslâm’a düşman olanlar,
Muhammed Aleyhisselâm’ın yüksek ahlâkını ve insanlık duygusunu görünce, hiçbir
zorlama görmeden içten gelen bir teslimiyetle İslâm’ı kabul ettiler.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın babası Ebu Kuhafe, çok yaşlı idi, gözlerinin feri
kalmamış, yolunu göremiyordu. Oğlu, ihtiyar babasının elinden tutarak huzura getirdi.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Yaşlı babanı buraya kadar yormayıp evinde bıraksaydın, biz onun ayağına
giderdik!” deyip iltifatta bulundu.
Onu önüne oturttu. Mübarek ellerini göğsüne koyup sığadıktan sonra müslüman olmasını
tavsiye etti, o da derhal müslüman oldu ve oğlunun saâdetine saâdet kattı.
Bu biat müslümanların bozmaması gereken bir takım hususlara bir numunedir. Çünkü
biat, Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne verilmiş bir ahiddir.
Hırsızlık yapmamaları,
Zina etmemeleri,
Çocuklarını öldürmemeleri,
Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri (başkalarının doğurduğu
veya başka erkekten gayr-i meşru kazandıkları bir çocuğu kocalarına nisbet
etmemeleri),
22.08.2019
Sayfa 402 / 646
İyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse onların biatlarını
al.” (Mümtehine: 12)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in eli kesinlikle nâmahrem olan hiçbir
kadının eline dokunmamıştır.
“Ben biat eden kadınlar arasında idim. ‘Yâ Resulellah! Elini uzat da sana biat
edeyim!’ dedim. Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm: ‘Ben kadınlarla musafaha
yapmam. Allah’ın onları yükümlü tuttuğu şeylerden ben de yükümlü
tutarım.’ buyurdu.”
Resulullah Aleyhisselâm kadınların biatı esnanında mübârek eline bir bez parçası
koyardı, bazen de bir kaba su koyup elini o suya sokardı, sonra da kadınlar ellerini bu
suya daldırırlardı.
Biatlarına sâdık kalırlarsa, geçmiş günahları ne kadar çok olursa olsun, onları bağışlar,
rahmetiyle tecellî eder.
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost
edinmeyin!” (Mümtehine: 13)
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün
müslümanlaradır.
22.08.2019
Sayfa 403 / 646
için, hep mutsuzluk içindedirler, ölülerinin tekrar yeni bir hayata erdirileceklerine kani
değildirler.
Hesap korkusu olmayınca da iblis gibi fırsat buldukça her fenalığı yaparlar, kendilerine
yardaklık edenleri de ümitsizliğe düşürerek cehenneme sürüklerler.
Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on bir Âyet-i kerime,
yüz seksen kelime ve dokuz yüz yetmiş altı harften teşekkül etmiştir.
İsmini birinci Âyet-i kerime’den almıştır. Bu isim bir alâmettir ve münâfıklar hakkında
hükümleri ihtivâ etmektedir.
Muhtevâsı:
Cum’a sûre-i şerif’inde hakiki müminlerin güzel vasıfları anlatıldığı gibi; bu sûre-i celîle’de
ise İslâm’ın ve müslümanların iç düşmanları olan münâfıkların en kötü vasıfları ortaya
konulmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cuma namazında Cum’a sûre-i şerif’ini
okur ve onunla müminleri teşvik ederdi. İkinci rekâtta ise Münâfikûn sûre-i şerif’ini okur,
bu şekilde münâfıkları kınardı.
Bu sûre-i şerif; özü sözüne sözü özüne uymayan, iki yüzlü, dıştan mümin geçinip içinden
inanmayan, İslâm’ı içten yıkmaya yönelen kâfirlerin iç yüzlerini ortaya dökerek onları halk
arasında rezil etmiştir.
Bu sûre-i şerif’te baş münâfık Abdullah bin Ubeyy bin Selül başta olmak üzere
münâfıkların ahlâkları, huyları, hile ve desiseleri, bayağılıkları, korkaklıkları, kalplerinin
22.08.2019
Sayfa 404 / 646
körelmiş olması hülâsa olarak anlatılmaktadır. Çünkü onların tehlikeleri daha büyük ve
verdikleri zarar daha çoktur.
Bu mübarek sûre-i şerif’te ayrıca müminler uyarılmakta; münâfıklar gibi Allah-u Teâlâ’ya
ibadet ve taati bırakıp dünya eğlencesi ile meşgul olmaktan sakındırılmaktadırlar.
En Şerli İnsanlar:
“Münâfıklar sana geldikleri zaman: ‘Senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederiz!’
derler.” (Münâfikûn: 1)
Baş münâfık Abdullan bir Ubeyy İslâm’a açıktan cephe aldığı takdirde, bunda başarılı
olamayacağını ve kendisine çok pahalıya mâlolacağını bildiği için, müslüman olmuş gibi
göründü. Böylece İslâm’ı içten çökertebilmenin plânlarını yapmaya başladı.
Allah-u Teâlâ onların tasdik etmek için değil, şehâdet getirerek müslümanları aldatmak
için geldiklerini beşeriyete duyurdu.
“Allah, senin gerçekten O’nun elçisi olduğunu çok iyi bilir.” (Münâfikûn: 1)
Çünkü seni gönderen O’dur, sen bütün insanları sapıklıktan kurtarmaya çalışan bir
uyarıcısın.
Nifâk İslâm’a bir kapıdan girip öteki kapıdan çıkmaktır. Dil ile imanı açıklamak, kalpte ise
küfrü gizlemektir.
22.08.2019
Sayfa 405 / 646
İnandıklarına dair yaptıkları yemin, yalan yemindir. Yalan yeminin arkasına sığınarak
nifaklarının açığa çıkmasını önleyeceklerini ve kötülüklerini rahatça sürdüreceklerini
sanıyorlardı.
O yalan yeminleri kalkan yaparak hem kendilerini hem de başkalarını Allah yolundan
uzaklaştırdılar. İnsanları şaşırtıp Allah yolundan alıkoymak için ellerinden geleni yaptılar.
Bu iki yüzlüler İslâm’ın ön safında görünürler, sonuçta küfre hizmet ederler. İşte
münâfıklar bu derece aşağılıktırlar.
Yalanla dolanla, sahtekârlıkla hilekârlıkla Allah yolundan yüz çevirmelerinden daha büyük
sapıklık olabilir mi?
Artık onlardan iyilik ve güzellik beklenemez. Gözleri kör, kulakları sağır, basiretleri bağlı,
hidayetten mahrum bir şekilde ömür tüketecekler. Onların Hakk’a vâsıl olmaları
beklenemez.
Bunun sebebi ise imandan küfre dönmeleri, sapıklığı hidayete tercih etmeleri, âdetâ
küfürde alışkanlık kazanmalarıdır. Bunun içindir ki iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini inceden
inceye ayıramazlar.
22.08.2019
Sayfa 406 / 646
Allah-u Teâlâ münâfıkların yalancı olduklarını, yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah
yolundan saptırdıklarını, yaptıklarının çok kötü olduğunu, önce iman edip sonra inkâr
ettiklerini, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiğini inananlara duyurduktan sonra şöyle
buyuruyor:
Onlar her ne kadar müslüman görünseler de, hem İslâm’a hem de müminlere
düşmandırlar. O bakımdan düşmanların en tehlikelisidirler.
Sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.
22.08.2019
Sayfa 407 / 646
O günden bugüne kadar münafıklar her devirde fitnelerini sürdürüyorlar. Çünkü herkes
yapacağını yapacak ve karşılığını alacak.
Her ne kadar “Onlar da inanıyorlar.” diye gösterilse de İslâm’a tâbi olmadıkça, İlâhî
emirlere ve hükümlere riâyet etmedikçe hiçbir zaman inanmış olamazlar. Günümüzdeki
bölücü münâfıklar da böyledir.
Bunların İslâm dinine ve müslümanlara olan zararı ve tahribatı kâfirlerden daha büyük ve
daha beterdir. Çünkü kâfirin küfrü açıktır, insan ona göre tedbirini alabilir. Bunların küfrü
ise maskenin altında olduğu için, hakikat ile dalâleti fark edemeyenler onları müslüman
zannederek aldanır, küfür batağına düşer ve dinden imandan soyulurlar.
Nifakta Direnenler:
“Onlara: ‘Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!’ denildiği zaman, başlarını
çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (Münâfikûn:
5)
Allah-u Teâlâ onlar için af dilemenin, onlara istiğfar etmenin hiçbir fayda vermeyeceğini
açıklamaktadır. Çünkü onlar nifakta direnmektedirler.
22.08.2019
Sayfa 408 / 646
Çünkü onların böyle bir dertleri ve endişeleri yoktur. Bunun sebebi ise inkârcı oluşları,
itaattan çıkmış olmalarıdır. Onlar bir daha imana gelmezler.
Beyinsizler:
Münâfıklar hicret eden Muhâcir’lerin rızıklarının kendi ellerinde olduğunu, iâşeleri temin
edilmediği takdirde Peygamber Aleyhisselâm’ı bırakarak başlarının derdine düşeceklerini
zannediyorlardı.
Bilemediler ki rızık O’nun kudret elindedir, hiç kimse kullarına lütfetmesine engel olamaz.
Durum derhâl Resulullah Aleyhisselâm’a bildirildi. Abdullah bin Ubeyy ise çevirdiği
entrikanın Peygamber tarafından duyulduğunu öğrenince alelacele gelip, o gibi sözler
sarfetmediğine dâir yemin etti. Resulullah Aleyhisselâm bu hadiseyi büyütmeden derhal
Medine-i münevvere’ye dönmeye karar verdi.
22.08.2019
Sayfa 409 / 646
Çok geçmeden Âyet-i kerime nâzil oldu, münâfıkların yalancı oldukları açıklandı.
“Derler ki: Andolsun, eğer Medine’ye dönersek en üstün olan en zelil olanı oradan
mutlaka çıkaracaktır.” (Münâfikûn: 8)
“Üstün olan” ile kendisini, “Zelil olan” ile de Resulullah Aleyhisselâm’ı ve müminleri
kastediyordu.
Üstünlük Allah’a, sonra da Allah’ın üstün tutup desteklediği Resul’üne ve müminlere âittir.
Resulullah Aleyhisselâm’a izzet asaleten verilmiştir. Ümmetine ise ona tâbi oldukları için,
yolunda bulundukları için verilmiştir.
Münâfıkların izzet ve şereften bir payları yoktur. Zerre kadar şerefleri olsaydı küfür ve
nifaka tenezzül etmezlerdi.
Bilmelerine de imkân ve ihtimâl yoktur. Çünkü onlar son derece câhil ve ahmak, son
derece kibirli ve gururludurlar. Gerçeklerden bîhaberdirler.
Zikrullah Emri:
Zikrullah; dinimizin emri, imanın alâmeti, ibâdetlerin beyni, aklın nuru, kalbin cilâsı, ruhun
hayatı, gönlümüzün miracı ve her derdin ilâcıdır.
Allah-u Teâlâ mümin kullarına zâtını çokça zikretmelerini bildirerek, mal ve evlâtlara
aldanma hususunda münâfıklara benzemekten onları sakındırmaktadır:
Zikrullah ilâhî bir emir gereğidir. Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini
kazanırlar.
Zikrullahı bırakıp da dünya hayatının geçici zevklerine aldananların, ahirette çok büyük
kayba uğrayacakları şüphesizdir.
Şurası unutulmamalıdır ki, ahiret kazancı ve ahiret zenginliği dünyadan çok daha
hayırlıdır. Dünya kazançlarının faydaları ömürle sona erer. Dünyada kazanıp ahirette iflâs
etmek akıl kârı değildir.
22.08.2019
Sayfa 410 / 646
Zikrullah ile mânevî gıdasını alan ruhlar dirilir, alamayan ruhlar ölür. Zikrullah, ruhun
hayatı için, balığın suya duyduğu ihtiyaç gibidir.
Allah-u Teâlâ müminlere nâil oldukları rızıklardan infakta bulunmalarını, ölüm zamanı
geldiğinde pişmanlık duymanın hiçbir yarar sağlamayacağını Âyet-i kerime’sinde ferman
buyurmaktadır:
“Herhangi birinize ölüm gelip de: ‘Ey Rabb’im! Beni yakın bir süreye kadar
geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!’ demesinden önce, size verdiğimiz
rızıktan infak edin!” (Münâfikûn: 10)
Allah-u Teâlâ geçici olarak tasarrufumuza bıraktığı az miktardaki malı, o korkunç gün
gelmeden önce, O’nun rızası mucibince infak etmemizi istemektedir.
Kullarının elindeki mal ve mülkün kaynağını onlara hatırlatarak, bunların ilâhi birer lütuf
olduğunu anlamaları ve gerektiği şekilde Allah yolunda fedâkârlık etmekten
çekinmemeleri için: “Size verdiğimiz rızıktan” buyurmuştur. Rızkı veren O’dur, infak
emrini veren de O’dur.
Allah-u Teâlâ infak emriyle, infak eden kişinin nefsini temizleyip terbiye ve tezkiye
etmektedir. Kalplerin temizlenmesi, mal ve mülk sevgisinden uzaklaşması için en iyi
ilâçtır.
Bugün elde fırsat dilde ruhsat varken malını istediği gibi harcayabilen insan, yarın öyle bir
gün gelecek ki, istese bile infakta bulunamayacak. Çünkü o gün alım-satım, değiş-tokuş
günü değil; yargılama günü, ceza ve mükâfat verme günüdür.
Adiyy bin Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden hiç bir kimse yoktur ki, Allah onunla konuşmasın. Hem aralarında
tercüman da bulunmayacaktır.
Binaenaleyh yarım hurma ile bile olsa cehennemden korunun!” (Müslim: 1016)
22.08.2019
Sayfa 411 / 646
Her ihmalkâr, ölüm zamanı geldiğinde pişman olur ve verilen müddetin çok kısa zaman
da olsa uzatılmasını ister, kaçırmış olduğu fırsatların farkına varır, mahrum olarak
gittiğine hasret çeker, fakat heyhat ki iş işten geçmiştir.
Eceli gelmeden herkes başının çaresine bakmalı ki, iş işten geçtikten sonra çare
aramaya muhtaç olmasın. Zira ecel geldiğinde tehiri mümkün değildir.
“Allah, süresi gelip eceli yettiği zaman hiçbir canı aslâ geri bırakmaz.” (Münâfikûn:
11)
Hiçbir şey tesadüf değildir. Her biri mutlaka ilm-i ilâhîde takdir edilmiş ve levh-i mahfuzda
yazılmış olarak meydana gelir. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’ya göre çok kolaydır. O’na
göre öldükten sonra diriltmek de kolaydır.
Eceli geldikten sonra hiç kimseye mühlet vermez. Geri bıraktığı takdirde daha önceki
durumundan daha kötüsüne dönecek olanı da bilir, sözünde samimi olanı da bilir.
Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce
ahiret tedarikine bakmak gerekiyor.
Mekke-i mükerreme’de “Hümeze” sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Elli Âyet-i
kerime, yüz seksen kelime ve sekiz yüz on altı harften müteşekkildir.
Adını, birinci Âyet-i kerime’de geçen “Mürselât” kelimesinden alır. “Urf” adlarıyla da
anılmaktadır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; doğruyu eğriden, mümini kâfirden ayırt
eden kıyametin, mutlaka gelmekte olduğunu haber vermektedir.
22.08.2019
Sayfa 412 / 646
Sûre-i şerif’in ilk yedi Âyet-i kerime’sinde rahmetinin gerçekleşeceğini gösteren şeylere
yemin edilerek, üzerine yemin edilen bu beş şeyin yüceliği belirtilmektedir.
Sekizinci Âyet-i kerime’den on altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; kıyametin cezâ ve mükâfât
günü olduğu, kararlaştırılan bir zamanda gerçekleşeceği bildirilmektedir.
On altıncı Âyet-i kerime’den yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime’ye kadar; insanlar yok
olduktan sonra onları tekrar geri çevirmeye Allah-u Teâlâ’nın muktedir olduğunu belirten
deliller ortaya konulmaktadır.
Yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime’den kırk birinci Âyet-i kerime’ye kadar; ahireti inkâr
edenlerin ahiretteki kötü âkıbetleri, orada görecekleri azapların şiddeti, karşılaştıkları pek
vahim durumlar insanların ibret nazarlarına arzedilmektedir.
Kırk birinci Âyet-i kerime’den kırk beşinci Âyet-i kerime’ye kadar; Rabb’lerinin iman eden
bahtiyar kullarına hazırladığı ihsan ve ikram müjdelenmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise; gözler önüne serilen nice hakikatleri inkâr eden
kâfirlere, sonlarının çok korkunç olacağı ihtar edilmektedir.
Âyet-i kerime’si on defa tekrar edilmektedir. Bu ilâhî beyanda, inkârcılar için çok büyük bir
tehdit vardır.
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için Sûre-i şerif’in
başında; “Mürselât”, “Âsifât”, “Nâşirât”, “Fârikât”, “Mülkiyât” adı ile beş şeye yemin
etmiştir.
Bütün bunların hepsi O’nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o
vazifeyi yapar, hepsi de O’nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira, yaratmak da
emretmek de Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime’de geçen “Gönderilenler”den murad; hayır ile müjdeci olarak peşpeşe
gönderilen melekler, “Lâ ilâhe illâllah” ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber
Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen
peygamber vekilleridir.
22.08.2019
Sayfa 413 / 646
Estikleri zaman ağaçları kökünden söken, izleri değiştiren rüzgârlar gibi, Din-i mübin’e
gönül veren mücahidler de şiddetle eserler, zararları ve zararlıları savurup atarlar. Bunlar
da gönderilenlerdir, vazifeleri de budur.
Bunlara bir nevi akıncı denir. Osmanlı ordusunun akıncı kuvvetleri vardı, gittikleri yerlerde
Din-i mübin’i neşrederlerdi. Günümüzdeki iman kurtarıcısı akıncılar da bu müjdeye, bu
tebşirâta girmektedirler.
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara
andolsun ki!” (Mürselât: 4)
“Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir
berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar.” (Rahmân: 19-20)
Burada Allah-u Teâlâ kudretini izhar ediyor. “Ol!” demekle perde husule
geliyor, “Karışma!” emrini veriyor. Tatlı ve tuzlu sular birbirine karışmıyor. Bu engeli
koyan O’dur.
Kudretini öyle bir koyuyor ki, o perde O’nun hükmü oluyor. O böyle hükmetti, o berzahı
kurdu. O berzahı aşmak mümkün değil. Hakikat bir tarafta kaldı, dalâlet bir tarafta kaldı.
Hükmünü yürüttü; berzah oldu, perde oldu. Fakat görünüşte perde. Aslında perde diye bir
şey yok, Allah-u Teâlâ’nın hükmü var.
Asıl perde O’nun emri ve hükmüdür. O’nun emri ve hükmü yürüyünce hakikat ile dalâlet
birbirine karışmıyor.
22.08.2019
Sayfa 414 / 646
Yeminlerin Nihayeti:
Nihayet bütün bu yeminlerden sonra, bu yeminlere cevap olarak yedinci Âyet-i kerime’de
şöyle buyuruluyor:
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek ve üzerine yemin
edilen şeylerin şerefini yüceltmek için beş şeye yemin etmiştir.
Ahiretteki Cezalar:
Kıyametin mutlaka kopacağını, beşer hayatının devamı için çok mühim olan beş şeye
yemin ederek bildiren Allah-u Teâlâ; daha sonra kıyamet hadisesinin dört korkunç
safhasını Âyet-i kerime’lerinde ayrı ayrı açıklayarak yalancıları uyarmakta, iman edenleri
de çok dikkatli olmaya dâvet etmektedir:
Kâinatın mevcut düzeni alt-üst olunca; kendilerine mahsus sistemi, hareket tarzı,
yörüngesi olan yıldızlar da birbirine çarpıp parçalanır, dağılıp dökülürler. O kadar çok ve o
kadar ışık saçtıkları halde mahvolur giderler. Nurlarını kaybederler, aydınlıkları kaybolur,
yerlerinden kopup yağmur taneleri gibi yeryüzüne serpilirler. O gün gökyüzü yıldız
yağdıracaktır.
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hepsini içine alacak
ölçüde olacaktır.
Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi
sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır.
22.08.2019
Sayfa 415 / 646
O günün dehşetinden gök her taraftan yarılır, o yarıklar göklerin kapıları mesabesinde
olur. İlâhî kudret bu şekilde de tecellî edecektir.
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir
arazi hâline gelir.
O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri
yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk’a yanaşmaz ve Hakk’ı kabul
etmezler.
Bu hadise her peygamberin kendi ümmeti lehinde veya aleyhinde şâhitlikte bulunmak
üzere hepsinin bir araya getirilerek ilâhî sorguya muhatap olacaklarına işarettir.
O gün vuku bulacak korkunç ve şiddetli hadiselere karşı müthiş bir şaşkınlık duyulacağını
ifade için Allah-u Teâlâ böyle bir sual sormaktadır.
Hak ile bâtılın, haklı ile haksızın ayırt edileceği o gün, akıl ve düşüncenin
kavrayamayacağı, hayâl bile edemeyeceği kadar büyük bir gündür. Gününü hiç kimse
bilip hakkıyla takdir ve tayin edemez.
Öyle bir gün ki; Allah-u Teâlâ kendi mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi
tasarrufta bulunacak, inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü,
zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri
cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
O’nun kabzından kurtulmaya hiç kimsenin gücü yetmez. O gün hüküm günüdür, özür
beyan etme günü değildir.
22.08.2019
Sayfa 416 / 646
Bu Âyet-i kerime Mürselât sûre-i şerif’inin her bir bölümünün sonunda tekrarlanan
âyetidir.
Allah-u Teâlâ bu korkutucu Âyet-i kerime’lerin Kur’an-ı kerim’de tekrar edilmesinin bir
hikmetini Âyet-i kerime’sinde şöyle bildirmektedir:
“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda tehditleri tekrar tekrar
açıkladık. Umulur ki Allah’tan korkarlar veya o, kendileri için bir hatırlatma
olur.” (Tâhâ: 113)
İlâhî İhtar:
Eskiler hakkında da sonrakiler hakkında da ilâhî takdir böyle tecellî eder. Bundan önce
hiçbir kavim bu âkıbetten kurtulamamıştır. Şimdi olduğu gibi ve ileride de bu gibi
kimselerin lâyık oldukları cezalara kavuşacakları şüphesizdir.
Onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket ahirette
gerçekleşecektir.
22.08.2019
Sayfa 417 / 646
İnsanın Aslının
Kerih Bir Su Oluşu:
İlk insan Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı
haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm’dan üreyen insanların da menşei toprak ve
sudur. Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba
sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana
geliyor.
Hakir su olan meni, erkeğin sulbünden çıkar. Yumurtacık ise kadının göğüs kemikleri
arasından çıkar. Nitekim doğum yapan kadının göğsünde süt meydana gelmesi, göğüsle
ana rahmi arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
“Sonra o suyu bir süreye kadar sağlam bir karargâh olan rahime
yerleştirdik.” (Mürselât: 21-22)
Ana rahmine “Sağlamlık” sıfatının verilmesi apaçık bir mucizedir. Çocuğun ne kadar
sağlam bir koruma içinde olduğunu bilenler bu inceliği anlayabilirler.
Cenin ana rahminin derinliklerinde, köprücük kemikleri arasında her türlü sarsıntı ve
tehlikeden korunmuş olarak karar kılar. Allah-u Teâlâ, ceninin teşekkül ettiği yeri o kadar
intizamlı düzenlemiş ki, yavrunun gelişmesi için lüzumlu olan hiçbir şeyi eksik
bırakmamıştır.
Düşünmeli ki bir nutfe ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu
değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir. Buna O’ndan
başka hiç kimse güç yetiremez.
Düşünen bir insan ilâhî sanat eserlerindeki mucizeleri hayranlıkla seyreder, eserden
Müessir’e intikâl eder.
Yeryüzü:
Âdem Aleyhisselâm’dan bu güne kadar gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan
yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini yapmaya devam edecektir.
22.08.2019
Sayfa 418 / 646
Gökyüzü de onun tavanı olarak bina edilmiş ve ona yeryüzünü muhafaza etme vazifesi
verilmiştir.
Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan
önce de yeryüzü yaygındı.
“Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için toplanma yeri yapmadık mı?” (Mürselât: 25-26)
Yeryüzü insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ölüler ise toprağın altında
kabirlerde otururlar.
Yeryüzünü enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim verip genişletmesi, orada
yaşayanlar açısından büyük bir nimettir.
Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve
şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.
Eğer yeryüzü döşenmemiş, üzerinde dağlar oturtulmamış olsaydı; görülmekte olan hayat
şartları meydana gelmeyecek, üzerinde durabilme imkânı olmayacaktı.
Tatlı Su:
Rüzgârlar bulutları O’nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O’nun tayin ettiği
zamanlarda yağmur yağdırırlar.
İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış,
onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.
Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf
olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da
bulunur, yağmur yağdığında yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.
Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken,
karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını
sürdürebilmektedirler.
22.08.2019
Sayfa 419 / 646
O’nun mülkünde yaşayan, O’nun verdiği rızık ve O’nun bahşettiği su ile beslenen insan,
nasıl olur da kendisini Rabb’inden müstağnî görür?
Cehennemin Dumanları
ve Kıvılcımları:
Allah-u Teâlâ azaba müstehak olanları tahkir etmek için cehennemin üç kola ayrılmış
bunaltıcı dumanına “Gölge” ismini vermiştir.
“Üç kola ayrılmış olan, fakat ne gölgelendiren ne de alevlerden koruyan bir gölgeye
gidin!” (Mürselât: 30-31)
Alevler yükselip de üstünden dumanlar çıktığında onun şiddet ve kuvveti üç kola ayrılır.
Bu dumanın gölgesi ne gerçek gölgeliktir, ne de kişiyi alevin kucağından korur. Bu
cehennemî bir gölgedir, kızgın ve bunaltıcı bir gölgedir. Nefesleri keser, insanı ateşle
dağlar. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hayırlıdır. Bir gölge ki ateşin alazlamasından,
alevlerinden korumuyor. Azap üstüne azap veriyor.
İşte münkirler böyle şehvetlere, gafletlere dalmış, heva ve heveslere uymuş, haramlara
yönelmiş, ahiret âlemini hiç hesaba katmamış oldukları için can yakıcı azaplara giriftar
olmuşlardır.
“O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir.” (Mürselât: 32)
Kıvılcımları ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu kim bilir nasıl olur?
Çokluk ve çabuklukta sarı develere benzeyen saray gibi büyük kıvılcımların, bir de
yukarıya doğru fırlayıp da tekrar cehennemliklerin üzerine şiddetle düşmesi, şüphesiz ki
azap üzerine azap verir.
Saray gibi, deve gibi kıvılcımlar atan, alev alev yükselen cehennem, hazır vaziyette
sahiplerini beklemektedir.
22.08.2019
Sayfa 420 / 646
Mahşerdeki Suskunluk:
Mahşer yerinin özelliklerinden birisi de, çeşit çeşit sahnelerle karşılaşılmış olmasıdır.
Şöyle ki;
Kimisinde her insan kendisini kınayacak, kimisinde suçlar başkalarına atılacak, bazı
sahnelerde kullar sorguya çekilecek, bazı zamanlar hiçbir şey sorulmayacak, kimi zaman
da tek kelime konuşmaya müsaade edilmeyecektir.
Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez.
Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.
Sükuta mecbur olurlar. Çünkü kendilerine verilen fırsatları kaçırmanın üzüntüsü ile yanar
kavrulurlar. Kaçış yolları yok, kendilerine yardımcı olabilecek hiçbir kimse yok, mazeret
öne sürüp kurtulabilme ümitleri yok, başlarının derdini düşünmekten başka çareleri de
yok...
O gün hiç kimseye: “Günahkâr sen misin? Yoksa başkası mı?” gibi sorular sorulmaz.
Şahsının tanınması, suçlu olup olmadığının anlaşılması için, şuradan buradan sorularak
araştırmaya ihtiyaç yoktur, simâları hallerini göstermeye yeterlidir. Zaten korku içinde
olacakları için, kendilerini belli edeceklerdir.
Dünyada bir çok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki hakettiği halde mükâfat
alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı
hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı
verilir. Zâlimler beraat ederken mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına
yükletildiği de görülmektedir.
“(Kurtulmanız için) bir hileniz varsa, gösterin bana hilenizi!” (Mürselât: 39)
22.08.2019
Sayfa 421 / 646
Cennette gece ve gündüz yoktur, hep aydınlıktır. Sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte
bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar soğuktur. Devamlı
gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgâr eser.
Halbuki kâfirler cehennemde pis kokulu, çok sıcak kara duman gölgesinde
bulunmaktadırlar.
Allah-u Teâlâ farzları yerine getirip haramları terkeden, kulluk vazifelerini yerine
getirmekte bir an tereddüt göstermeyen müttaki kullarına cennette hakiki gölgelikler, tatlı
pınarlar, canlarının çektiği çeşit çeşit enfes meyveler hazırlamıştır.
Bakış zevki ayrı, faydalanma zevki ayrı... Ancak cennetteki gölge böyle olabilir.
İnsana huzur veren gölgelerde, ağaçlar altından akan pınarlar başında ve arzu ettikleri
meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.
Böylece o güzel yurtta karar kılarlar. Bu kadar muhteşem zevk ve sefa ile kalmazlar, bu
gibi görülen ve işitilen ulvî hizmetlerin yanında, onlara ikram olsun diye taraf-ı ilâhî’den
bizzat taltif olunurlar:
Bunun için ne bir sınır var, ne de bir sıkıntı. Daha önce işlemiş olduğunuz güzel işlerinizin
karşılığı işte budur!
Yalancıların ve güneş gibi ortada olan hakikatleri yalanlayıcıların o gün ne bir dostları ne
de bir yardımcıları bulunacak, her türlü felâketler onları bekleyecektir.
22.08.2019
Sayfa 422 / 646
Onlar bu cezâyı kendileri istemişler, yaptıkları kötü işlerle ve art niyetlerle Allah-u
Teâlâ’nın gadabını üzerlerine çekmişlerdir.
Her türlü ısrarlı uyarmalara rağmen hiç kulak vermezler, hak ve hakikat karşısında
büyüklenmelerinde ısrar ederler.
Gerçeği en güzel bir şekilde kesin delillerle bildiren ve apaçık bir mucize olan Kur’an’a
inanmayınca, hangi kitaba inanacaklar?
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olan ilk Sûre-i şerif’lerdendir. Ancak hepsi bir
defada inmeyip, 20. Âyet-i kerime daha sonraları inmiştir. Yirmi Âyet-i kerime, iki yüz
seksen beş kelime ve sekiz yüz otuz sekiz harften müteşekkildir.
Muhtevâsı:
22.08.2019
Sayfa 423 / 646
Bu mübârek Sûre-i celîle Resulullah -salallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her şeyden
ilgisini keserek Allah-u Teâlâ’ya yönelişini, O’na itaatini, gece ibadetini, Kur’an-ı kerim
âyetlerini okuyuşunu ele almaktadır.
Sûre-i şerif Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a olan en güzel hitabı ile
başladıktan sonra; geceleri Teheccüd namazı kılmasını, Kur’an-ı kerim’i tertil üzere
okumasını, büyük sorumluluk için kendisini hazırlamasını emir buyurduğunu beyan
etmektedir.
Her hususta Rabb’ine ilticâ etmesini, her türlü tedbiri aldıktan sonra yardımı O’ndan
dilemesini, müşriklerin eziyetlerine karşı sabretmesini tavsiye ettiğini açıklamaktadır.
Ağır Söz:
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini büyük emaneti taşımak için
hazırlamıştı. İslâmiyet’in doğuşunun ilk yıllarında o seçkin Peygamber’i tanıtmak ve
gizlilikten açığa çıkarmak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:
Kalkılacak miktar gecenin yarısıdır. O zaman içinde kalk, namaza niyaza devam et!
Yarısında ibadet etmek, çoğunda ibadet etmek gibidir.
Harflerin dahi anlaşılır şekilde okunması emredilmektedir. Öyle ki onu dinleyen, bütün
kelimelerini tek tek anladığı gibi mânâ ve hakikatlerini düşünebilsin.
22.08.2019
Sayfa 424 / 646
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kur’an-ı kerim’i harf harf, yani ağır ağır
okur ve harfleri iyice çıkarırdı. Her rahmet âyetini okuduğunda durur ve onu isterdi. Her
azap âyetini okudukça da durur ve ondan Allah-u Teâlâ’ya sığınırdı.
Dayanılması ve uygulaması çok zor olan büyük bir kelâmı üzerine indirip tatbikini ve
uygulamasını sana emredeceğiz. Sana yüklediğimiz ağır sözü taşıyabilmen için sende
tahammül gücü gelişsin.
Teheccüd Namazı:
Bundan sonra, Allah-u Teâlâ geceyi ibadetle geçirmenin faziletini beyan ve teşvik etmek
üzere şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki gece kalkıp ibadet etmek daha tesirli ve o zaman okumak daha
elverişlidir.” (Müzzemmil: 6)
Çünkü geceleri sesler sakinleşir, hareketler kesilir, gürültüler yatışır. Kalp huzuru ancak
bu anlarda temin edilir.
Âyet-i kerime’lerde geçen gece kalkma emri Teheccüd namazı içindir. Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e farz, ümmet-i muhteremesine ise nafile olarak
emredilmiştir.
Gece ibadete kalkmak müminin ihlâsındandır. Çünkü gece yapılan ibadet gösterişten
uzaktır.
Gecenin sükûneti içinde kılanan Teheccüd namazı bir mümin için mutlaka lüzumludur.
Velev ki bir koyun sağacak kadar olsun. Bu namaz ibadetlerin en efdali ve en meşakkatli
olanıdır. Çünkü gece uyku ve dinlenme için yaratılmıştır. Gece ibadete kalkmak nefse
daha ağır ve zor gelir. Amellerin en efdali ise en güç olanıdır.
“Resul’üm! Gecenin bir kısmında uyanıp, sırf sana mahsus fazla bir ibadet olmak
üzere Kur’an ile gece namazı kıl.” buyuruyor. (İsrâ: 79)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- gece namazlarında iki ayağı şişinceye kadar
ayakta dururdu. Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir gün kendisine:
“İşte bu gufrân-ı ilâhî’ye karşı şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhârî)
Teheccüd namazı çok faziletlidir. Hadis-i şerif’lere göre, farzlardan sonra en kıymetli
namazdır.
22.08.2019
Sayfa 425 / 646
Sâlih kulların âdetidir. İnsanı Allah’a yaklaştırır. Günahlara kefarettir, günah işlemekten
alıkoymaya sebeptir. Bedenî ve ruhî hastalıklara şifâdır.
Allah-u Teâlâ Secde sûre-i şerif’inin 16 ve 17. Âyet-i kerime’lerinde, Furkân sûre-i
şerif’inin 64. Âyet-i kerime’sinde Teheccüd’e kalkanları medh-ü senâ etmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir erkek, gecenin bir vaktinde karısını uyandırır da her ikisi namaz kılarsa, çok
zikreden erkekler ve kadınlar arasına yazılırlar.” (Ebu Dâvud)
Bu namazı kılanlar, hamama girip yıkanmış gibi olurlar. Tesbih namazı kılanlar ise,
hamamda yıkanıp keselenenlere benzerler. Şu kadar var ki, yapılan bütün işler ilâhî
ahkâm dâiresinde olmalıdır.
Zikrullah Emri:
Gündüzün meşguliyeti anlatıldıktan sonra Allah-u Teâlâ Zikrullah’ı emir buyurmuş, dünya
işleriyle meşgul olurken Zât-ı akdes’inin hiçbir hâl ve ahvâlde unutulmamasını Âyet-i
kerime’sinde beyan etmiştir:
“Rabb’inin adını zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel.” (Müzzemmil: 8)
Dünya işlerinden ihtiyacın kadarını yapıp, meşguliyetlerini bitirince kendini her şeyden
çekerek Rabb’ine teveccüh et, samimi bir şekilde O’na ibadet için vakit ayır. Dünya
alâkaları gönlünü aslâ meşgul etmesin. Her an O’nu zikretmeye devam ederek kalbini
nurlandır. İhlâs ve sadâkatle yolunda bulun. O’nunla olmaya bak!
Allah-u Teâlâ’yı tesbih edip şanına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O’nu kemâl ve
cemâl sıfatları ile vasıflandıran bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı
zemîmelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.
Uzlet; halkla ilişiği kesip Hakk’la olmak, huzur içinde ibadet, tezekkür ve esrâr-ı ilâhî’yi
tefekkür için tenhayı seçmek demektir.
Uzlet; farz ve fazilet olarak ikiye ayrılmıştır. Farz olan uzlet, şerden ve şerli kimselerden;
fazilet olan uzlet ise, lüzumsuz ve faydasız işlerle bunları âdet hâline getirmiş
kimselerden uzak durmaktır. Halktan uzak olan Hakk’a yakın olur.
22.08.2019
Sayfa 426 / 646
Mülkü olan bütün bu gökleri, yeri ve bunların arasındaki her şeyi Allah-u Teâlâ bir düzen
üzere, bir irâde ile ve sadece “Ol!” demekle icad etmiştir. Her oluş bir yaratıcıya
muhtaçtır ve Allah-u Teâlâ böyle bir yaratıcıdır.
İlâh ancak O’dur. O’ndan başka ne bir ilâh, ne de bir Rabb vardır. Ulûhiyet ve ubûdiyet
yalnız O’na mahsustur. Gönül verilecek ve ibadet edilecek yegâne varlık O’dur.
İşlerini doğunun ve batının sahibine havale et, sadece O’na güven. Hiç şüphesiz ki her
hususta O’nun irâde ve gücü geçerlidir. O’nun hükmüne uymayan her fikir ve düşünce
bâtıldır, geçersizdir.
Onları kendine muhatap alma, yaptıkları işlerde onlara uyma. Onların er veya geç lâyık
oldukları cezâlara uğrayacaklarında hiç şüphe yoktur. Bu senin hakkında ilâhî bir
imtihandır, mükâfat vesilesidir.
Bunlara verilen dünya nimetlerinin kesinlikle geçici olduğuna dair Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
22.08.2019
Sayfa 427 / 646
Mühletin Sonu:
İnkârcı sapıklara tanınan süre dolunca Allah-u Teâlâ iplerini çeker, onları vâdolundukları
azaplarla başbaşa bırakır.
“Boğaza takılıp kalan bir yiyecek ve acıklı bir azap var.” (Müzzemmil: 13)
Bu cehennem yiyecekleri irin, zehirli ve dikenli bir bitki olan dari’ ve zakkumdur. Bunlar
boğaza girdiği zaman ne yutulur, ne de çıkarılır.
Çeşit çeşit cezalar olduğu gibi, ceza verilenler de sınıf sınıftır. Her suç için ayrı cezalar
vardır. Bir kısmının yiyeceği zakkum olurken bir kısmınınki dari’ olur. Bunları yemek kabil
olmadığı için açlıkları devam eder durur.
“O gün yer ve dağlar sarsılır, dağlar dağılmış kum yığınına döner.” (Müzzemmil: 14)
Rüzgârların estirdiği toz gibi olur, kendilerinden bir eser bile kalmaz, hiçbir iz
kalmamacasına kaybolup gider. Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki; yeryüzü
bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi hâline gelir. Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı
görülür, yüksek ve alçak hiçbir şey kalmaz. Dünya böyle olunca, insanların ne hâle
geleceği düşünülmelidir. Artık kurtulma diye bir şey tasavvur edilemez, âfetler peşi peşine
gelmiş çatmıştır.
Geçmişten İbret:
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a hararetle karşı çıkan Mekke müşriklerine zorba
Firavun’u misal göstererek Âyet-i kerime’sinde onlara şöyle hitap etmiştir:
“Firavun o peygambere karşı gelmişti de, onu çok ağır bir yakalayışla yakalayıp
cezalandırmıştık.” (Müzzemmil: 16)
22.08.2019
Sayfa 428 / 646
Sûr’un Zelzelesi:
Allah-u Teâlâ müşriklere hitap ederek, Firavun ve hânedânı ilâhî intikamdan nasıl
kurtulamamışsa, onların da aslâ kurtulamayacaklarını açıklamaktadır:
“Eğer inkar ederseniz çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan o günden nasıl
korunacaksınız?” (Müzzemmil: 17)
Öyle korkulu bir gün ki, gençleri bir anda ihtiyarlatmaya yetip artmaktadır. Yeni doğmuş
çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirir.
Kıyamet kopmadan önce onu yalanlayıp inkâr edenler bulunursa da, gerçekleşmeye
başlayınca artık onu tasdik etmeye mecbur kalırlar. İnanmadıkları o müthiş hadiseyi
ayan-beyan görünce şaşkına dönerler, artık yalanlamanın hiçbir yararı olmayacağını
anlarlar.
Böyle canlı bir hadiseye o gün için yaşamakta olan insanlar, bir kaç saniye de olsa şahit
olacaklar. Kalpleri yerinden oynayacak, akılları başlarından gidecek, emzikli her dişi
varlık dehşet ve korku içerisinde emzirdiği yavrusunu unutacak, memesini yavrusunun
ağzından çekip çıkaracak.
“Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın
çocuğunu düşürür.” (Hacc: 2)
Hiç şüphesiz ki bu hâl sıkıntıların en şiddetli anıdır. En iyisini Allah-u Teâlâ’nın bildiği
üzüntü ve korku onları kaplar.
Kıyamet ve Gökyüzü:
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.
Dağlar kum yığınına dönmekle, çocuklar ak saçlı ihtiyar hâline gelmekle kalmaz; gökler
bütün azametine rağmen gücünü, kuvvetini, nizam ve intizamını, özelliğini kaybeder.
Çalkalana çalkalana yarılıp, parça parça olur.
Zira Allah-u Teâlâ verdiği sözden dönmez. İlâhî emir ve hüküm böylece gerçekleşir, ilâhî
kudret bu şekilde tecellî eder.
22.08.2019
Sayfa 429 / 646
Kıyamete kadar sayılsa dünyanın nizamı ve insan neslinin devamı için Allah-u Teâlâ’nın
insanlara bahşetmiş olduğu lütufları ve hikmetleri dile getirilemez. Bu nimetlerin adedi ve
sonu yoktur. Bu ilâhî hakikatlerin sonunu ve sayısını O’ndan başka hiç kimse bilemez.
Basireti bozuk olmayan, akl-ı selim sahibi, özü sağlam kimseler ancak öğüt ve ibret
alırlar.
“Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (Müzzemmil: 19 - İnsan: 29)
İman, itaat ve güzel amellerle Rabb’ine emniyetler içinde ermeye ve yaklaşmaya çalışır.
Her kim Rabb’ine doğru varmak, O’nun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, O’na
götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.
Herkes iradesini sarfettiği yöne muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette
hâline uygun bir yol tutar.
Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nail oldukları gibi, dalâlet yollarına
gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.
“Resul’üm! Şüphesiz Rabb’in biliyor ki sen, gecenin üçte ikisinden biraz eksik ve
yarısında ve üçte birinde kalkıyorsun.” (Müzzemmil: 20)
Kimi zaman böyle kimi zaman öyle kalkıyorsunuz. Hiçbirinizin bu kalkışta farklı bir
maksadı yoktur. Şu kadar var ki, ağır geleceği için siz gece kalkma emrini tam olarak
yerine getirmeye güç yetiremezsiniz.
22.08.2019
Sayfa 430 / 646
Bazen gece ve gündüz eşit olur, bazen gündüz fazla gece eksik, bazen de gece fazla
gündüz eksik olur. Gecenin de gündüzün de gerçek miktarını O bilir.
“O, sizin bunu sayamayacağınızı (vakti tam hesap edemeyeceğinizi) bildi de sizi
affetti.” (Müzzemmil: 20)
Geceleyin kalkıp belirli vakitlerde teheccüd namazı kılmayı size farz kılmadı, af ve keremi
ile tecellî ederek size kolaylık gösterdi. O sizi sıkıntıya sokmak istemez.
Geceleri kolayınıza gelen miktarda teheccüd kılın, Kur’an-ı kerim âyetleri okuyun,
kendinizi sıkıntıya düşürmeyin. Siz bu hususta muhayyersiniz.
Kur’an-ı kerim okumayı kendisine ders edinen kimse devam üzere okursa, az bile
okumuş olsa, üzerine tereddüp eden vazifesini yapmış olur. Çünkü Âyet-i kerime’de
geçen “Kolaylık” tâbiri, gayet sühulete işaret ettiği gibi, güçlüğü kaldırmaya da işarettir.
Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Kur’an’ı okuyunuz. Çünkü Allah Kur’an’ı kavrayarak ezberlemiş bir kalbe azap
vermez.” (Câmiu’s-sağîr: 1340)
22.08.2019
Sayfa 431 / 646
Ticaret yapmak, helâl rızık kazanmak üzere başka memleketlere yapacakları yolculuk
zahmetine katlanacaklar.
Allah-u Teâlâ’nın dinini yüceltmek ve yaymak için O’nun yolunda cihad edecekler. Hâliyle
bahsi geçen gece ibadetini kolaylıkla yerine getiremeyecekler.
Bu ifade Allah-u Teâlâ’nın lütfundan kazanç elde etmek ve ticaret yapmak için yolculuğa
çıkanlarla, Allah yolunda çarpışacak mücahitlerin yan yana zikredilmiş olmalarında,
bunların ikisinin de mükâfatta birbirine yakın olmalarına işaret vardır.
Kolayınıza gelen miktarda Kur’an-ı kerim âyetleri okuyun. Geceleri müsait olduğunuz
şekilde gece ibadetine koyulun. Kendinizi zora koşmayın.
Karz-ı Hasen:
Allah-u Teâlâ gece namazını çoğaltmanın ve farz olan beş vakit namazı kılmanın başka
başka ibadetler olduğunu belirtmek için şöyle buyurmaktadır:
Zekât ibadeti Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde namaz ibadeti ile birlikte
emredilmiştir. Namaz emredilip de hemen akabinde zekâtın emredilmediği yer pek yok
gibidir. Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz
İslâm’ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise İslâm’ın köprüsüdür. Bu
köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesi, Kur’an-ı
kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak
vasıflandırılmaktadır:
Ahirette sevabını almak üzere, ödünç verir gibi hayır yolunda harcamalar yapın. Allah-u
Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmak için hayrat ve hasenatta bulunun, fakirlere sadaka
verin, yoksulları araştırın, zaruri ihtiyaçlarını görün.
Önceden kendiniz için takdim ettiğiniz her şey, o gün yine size takdim edilecektir.
Dünyada iken sakladığınız şeylerin en hayırlısı bunlardır.
Allah-u Teâlâ ihtiyaçtan münezzeh olduğu halde “Borç istemek” Zât-ı akdes’ine izâfe
edilmiştir. Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için,
sarfettikleri şeylerin Zât-ı akdes’ine verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.
22.08.2019
Sayfa 432 / 646
“Kendiniz için önden ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu hem de daha üstün
ve mükâfâtça daha büyük olmak üzere bulursunuz.” (Müzzemmil: 20)
İnfakın karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli
verilmesi, riyâ karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi,
verilirken başa kakılmaması şarttır.
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun
karşılığını kat kat iâde edeceğini vâdetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine
saâdet ve selamet verir. Ahirette ise mükâfât olarak birçok sevaplar ihsan buyurur.
Çünkü insanlar bu hususta kusur etmiş olabilirler. Allah-u Teâlâ’ya yönelmeleri, niyetlerini
düzeltmeleri, tevbe ve istiğfarda bulunmaları için müracaat kapısı her zaman için açıktır.
Çünkü O kullarının tevbe ve istiğfârından çok hoşlanır, onlara azap etmek istemez,
rahmeti gadabından önce gelir.
Medine-i münevvere döneminde Tevbe Sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Üç Âyet-i
kerime, on yedi kelime ve doksan yedi harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime'de geçen ve "Yardım" mânâsına gelen "Nasr" kelimesi bu Sûre-i şerif'e
isim olmuştur. "İzâ câe" ve Beşâret" Sûre-i şerif'i de denilir. Ayrıca Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz'in vazifesinin sona ermekte olduğunu ve vefatının yaklaştığını
dolaylı şekilde haber verdiği için "Vedâlaşma" mânâsına gelen "Tevdi'" Sûre-i şerif'i
olarak da anılır.
Kur'an-ı kerim'in son inen Sûre-i şerif'idir. Bundan sonra bazı Âyet-i kerime'ler nâzil
olmakla beraber, bundan sonra tam olarak bir Sûre-i şerif inmemiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar
ki:
"İzâ câe nasrullahi ve'l-feth sûresi Kur'an'ın dörtte birine denktir." (Tirmizî)
22.08.2019
Sayfa 433 / 646
Muhtevâsı:
'Allah'a hamdederek O'nu tesbih eylerim. Allah'tan mağfiret diler ve O'na tevbe
ederim.'
Şöyle buyurdu:
'Rabb'im bana ümmetim hakkında bir alâmet göreceğimi haber vermişti. O alâmeti
gördüğüm zaman kendisine çok çok tesbih ve hamd ile istiğfarda bulunacaktım.
İşte o alâmeti gördüm.'
Bu mübarek Sûre-i şerif'te Resulullah Aleyhisselâm'ın vefat haberi vardır. Bu Sûre-i şerif
nâzil olduğunda Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e:
"Bu sûre nâzil olduktan sonra Resulullah Aleyhisselâm ahiret için o kadar çok
meşgul oldu ki, daha önce böylesi görülmemişti." (Nesâî)
22.08.2019
Sayfa 434 / 646
Hicretin sekizinci yılında Mekke-i mükerreme'nin fethi ile İslâm buraya da hâkim oldu.
Dokuzuncu yılda Tâifliler müslümanlığı kabul edince, bütün Hicaz İslâm sınırları içine
girdi, İslâm'ın nuru Şam'a kadar ulaştı. Hudeybiye barışından itibaren Medine-i
münevvere'ye kabile temsilcileri gelmeye başlamıştı. Mekke-i mükerreme'nin fethinden
sonra bu heyetler çoğaldı.
Önceleri İslâm dinini yaymak için etrafa muallimler göndermek gerekiyordu. Hicretin
dokuzuncu yılında yapılan Tebük seferinden sonra Arap kabileleri ister istemez İslâm'a
boyun eğdiler. Müslümanlık Arap yarımadasının her tarafına süratle yayıldı. Hicretin
dokuzuncu ve onuncu yılları "Müslümanlığın yayılma yılları" oldu. Halk uzak-yakın
yarımadanın her tarafından, fevc fevc, dalga dalga Medine-i münevvere'ye akıyor, İslâm
dini'ne girmede birbirleriyle yarış ediyordu. Artık Arabistan'da müslümanlara karşı
duracak hiçbir kuvvet kalmamıştı. Şirkin beli kırıldı, putperestliğin tırnakları söküldü. İki yıl
içinde şurada burada yaşayan musevîlerden, hıristiyanlardan başka bütün yarımadaya
yalnız İslâm dini hâkim oldu. Artık İslâm'a karşı çıkacak hiçbir güç kalmamıştı. Bu parlak
muvaffakiyet, Hazret-i Allah'ın yardımının bir eseriydi.
Nasrullah ve Fetih:
Âyet-i kerime'de geçen "Fetih"ten maksat Mekke-i mükerreme'nin fethidir. Çünkü Arap
yarımadasındaki kabileler: "Eğer o kendi kavmine üstün gelirse peygamberdir." diyerek
İslâm'a girmek için Mekke'nin fethini gözlüyorlardı.
Allah-u Teâlâ ona bu büyük zaferi, fetihlerin fethini nasip edince insanlar alay alay, bölük
bölük, kabile kabile Allah-u Teâlâ'nın dinine girdiler. İnsanların birer ikişer İslâm'a
girdikleri günler artık geride kaldı.
Düşmanlarına karşı sana büyük bir muzafferiyet verdiği için Rabb'ine hamd ve senâda
bulun, şükranlarını takdim et. Ayrıca O'nu şânına layık olmayan vasıflardan tenzih et,
kemâl ve cemâl sıfatları ile tavsif et! İbadet ve taatların, hamd ve övgülerin devamlı olsun.
22.08.2019
Sayfa 435 / 646
Allah-u Teâlâ'yı hamd ile tesbih etmek, müslümanın dünya saâdeti ahiret selâmeti elde
etmesinin de vesilesidir. İnsan bu sayede ruhen inşirah bulur, içi nurlanır, ilâhî lütuflara ve
yardımlara mazhar olur.
Affı çok boldur, affı sever, af dileyeni affı ile kuşatır, günahları çokça bağışlar. Engin
merhameti ile günahlardan pişmanlık duyanları affeder. Her türlü cezayı verebilecek
sonsuz bir kudrete sahip olmasına rağmen, çok çok merhametli, çok bağışlayıcıdır. Deniz
köpüğü kadar da olsa bütün günahlarını örter, izlerini tamamen yok eder, Kirâmen kâtibîn
meleklerinin kayıtlarını sildirir. Kıyamet günü bu günahlardan dolayı hesap sormaz,
mahçup olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.
Tesbih emriyle beraber istiğfar emrinin de verilmesi ümmet-i muhteremesine lütuf olması
içindir.
Temmuz 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31
İlk Âyet-i kerime'de geçen ve: "İnsanlar" mânâsına gelen "Nâs" kelimesi bu
Sûre-i şerif'e isim olmuştur.
22.08.2019
Sayfa 436 / 646
"Felâk" Sûre-i şerif'i ile ilgili Hadis-i şerif'ler bu Sûre-i şerif ile de ilgilidir.
Muhtevâsı:
İstiâze:
Her şeyin Rabb'i, her şeyin meliki ve her şeyin ilâhı olan Allah-u Teâlâ'ya
sığınarak O'na tam bir itimat bağlamak ve güvenmek, metanet bulmak imanın
esası, kalbin kuvveti, ruhun rahatıdır. Amellerin efdali, hallerin en şereflisidir.
İstiâze gönüllere itminan bahşeder.
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü
darlıktan ve çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
Her işte Hakk'a sığınmak iman icabıdır. O'na sığınan kişi; annesinden başka
hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini bilen çocuk gibidir. Her
hâlinde, Mevlâ'sına yönelir ve sığınır.
22.08.2019
Sayfa 437 / 646
Allah-u Teâlâ insanların Rabb'idir. Rabb; terbiye eden, ıslâh eden, yetiştiren
mânâsına geldiği gibi, sahip mânâsına da gelir. Bu kelime O'ndan başka hiç
kimse hakkında kullanılmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ varlık âlemini yoktan
vârederek yaratmış, nâmütenâhi nimetlerle donatmış, yarattıklarını bir nizam
içinde olgunlaştırmış, terbiyeden geçirmiş, her ihtiyacını temin etmiştir. Öyle
bir Rabb ki; faydalarına olan şeyleri bol bol vermekte, zararlarına olan şeyleri
kendilerinden uzaklaştırmaktadır.
Eylül 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 33
İstiâze (2)
O öyle bir Rabb ki; mülk ve melekûtün yegâne sahibidir, hakiki mutasarrıfıdır,
mutlak hükümdârıdır. Bir kul ne kadar güçlü hükümdar olursa olsun, mülkün
gerçek sahibine muhtaçtır, mülk ve iktidarı geçicidir.
Her şey O'nun tasarruf ve iktidarı altında O'na tâbidir. Hâkimiyetini sınırlayan
hiçbir şey yoktur.
22.08.2019
Sayfa 438 / 646
O öyle bir İlâh ki; rubûbiyet, ulûhiyet ve mâbudiyet ancak O'na mahsustur.
Tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mâbud tanınacak başka hiçbir
mâbud yoktur, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah vardır. Başkasının
mâbud olmaya, ibadet ve kulluk edilmeye hakkı yoktur, bu hak ancak
O'nundur.
Müslümanın ilk görevi, O'nun kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, tek ve
ortaksız Allah olduğunu bilmesidir.
Bir insanın O'na sığınması demek, o ulûhiyet sahibi Mâbud-u kerim'in kulluk
kapısından içeri girmesi demektir.
"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen
Allah'a sığın!" (Fussilet: 36 - A'râf: 200)
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın
etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş
bulunmamaktadır.
22.08.2019
Sayfa 439 / 646
Ekim 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 35
İstiâze (3)
Şeytan insana iğvâ verdikten sonra gider, kalpte kuruntusu kalır. Onun o
iğvâsı insanı oyalar durur.
"Şeytan insanoğlunun kalbine nüfuz etmek için istilâ eder. Lâkin kâlp
Cenâb-ı Allah'ı zikredince ümitsiz olarak geri çekilir. Unutursa istilâ
eder." (Nevâdirü'l-usûl)
22.08.2019
Sayfa 440 / 646
Buyurdu ki:
Mekke-i mükerreme’de nâzil olmuştur. Kırk altı Âyet-i kerime, yüz doksan yedi kelime ve
yedi yüz elli üç harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime’de ruhları söküp alan melekler hakkında geçen “Nâziât” kelimesi bu
Sûre-i şerif’e isim olmuştur.
Muhtevâsı:
22.08.2019
Sayfa 441 / 646
Bu mübarek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; “Nebe” Sûre-i şerif’inde olduğu gibi
kıyamet gününün ve yeniden dirilişin mutlaka gerçekleşeceğini ispat etmektedir.
İlk Âyet-i kerime’lerde kâfirlerin ruhlarını şiddetle çıkaran, müminlerin ruhlarını ise
suhûletle, yavaşça çeken, kâinatın nizamını idare eden itaatkâr melekler adıyla yemin
edilmeketedir. Daha sonra öldükten sonraki dirilmeyi inkâr edenlerin sapık fikirleri ve o
korkunç gündeki hâl ve ahvallerinin tasviri yapılmaktadır.
On beşinci Âyet-i kerime’den yirmi yedinci Âyet-i kerime’ye kadar Musa Aleyhisselâm’ın
kıssası misal verilmekte, Firavun’un şahsında zâlimlerin âkıbetleri bir ibret numunesi
olarak gelecek nesillere duyurulmaktadır.
Yirmi yedinci Âyet-i kerime’den otuz dördüncü Âyet-i kerime’ye kadar Allah-u Teâlâ’nın
kudret ve azametinin delilleri beliğ bir şekilde gözler önüne serilmektedir.
Otuz dördüncü Âyet-i kerime’den kırk ikinci Âyet-i kerime’ye kadar, en büyük felâket olan
kıyametin kopması ile birlikte, insanın neyin peşinde koştuğunu anlayacağı, ne uğurda
çalıştığının ortaya çıkacağı; dünya hayatını ahirete tercih eden bedbahtların son
duraklarının cehennem olacağı, nefsini süflî arzularından alıkoyan müminlerin son
duraklarının da cennet olacağı belirtilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise, müşriklerin kıyametin kopması ile ilgili sordukları soruya
cevap verilmekte, sapıklıklarında direten inkârcıların o an geldiğinde bir kuşluk vakti
kadar bile olmayan dünya hayatını ahirete tercih etmelerinin başlarına getirdiği felâketi
behemehâl anlayacakları hatırlatılmaktadır.
Kur’an-ı kerim’de şerefli olan bazı mahlûkatın üzerine yemin etmek âdet-i ilâhî’dendir.
Allah-u Teâlâ bu Sûre-i şerif’te bazı melek grupları üzerine yemin ederken can alan
melekleri de katmıştır.
Ölüm meleği ve yardımcıları kâfirlerin ölümleri anında canlarını boğarcasına, son derece
şiddetli ve çetin bir şekilde, parmak uçları ve tırnak altları gibi, damar ve sinir gibi
vücudun tâ derinliklerinden söke söke, çeke çeke, kabaca alırlar. Sonra onlara cehennem
kokusunu teneffüs ettirirler. Cehennemdeki yerini görmeden hiçbir kâfirin canı
çıkmayacaktır.
Diğer bir tarifi; çok dalı ve budağı olan kızgın bir şişin yaş yün çuvalından çıkarıldığı gibi,
kâfirin vücudunun her tarafından çekip çıkarırlar. O anda nasıl kötü bir koku çıkarır ve içi
nasıl olur?
Üçüncü bir tarif; demircinin kızgın demiri dövdüğü gibi, dövüle dövüle ruhu çıkarılır.
Suya düşeni suyun boğduğu gibi, küfre düşenin de küfrün neticesi olan azabı çekmesi
tabiidir.
Müminlere gelince;
22.08.2019
Sayfa 442 / 646
Rabb’lerinin kendilerine havale edilen emirlerini infaz etmek için birbirleriyle âdata
yarışırlar.
İşlerin onlara isnâd edilmesi mecâzidir, çünkü onlar işlerin yönetilmesinin sebeplerinden
biridirler.
Bunların üzerine yemin edilerek öldükten sonra dirilme hadisesinin kesin olarak meydana
geleceği haber verilmiştir.
Kıyametin Kopması:
Ruhlar âleminden yeryüzüne inecek insan ruhu kalmadığı zaman dünya hayatı sona erer
ve Allah-u Teâlâ’nın emriyle İsrafil Aleyhisselâm ilk üfürmeyi yapar. Bu üfürme göklerde
ve yerdeki canlıların öleceği, meleklerin de cinlerin de insanların da hayattan mahrum
kalacağı üfürmedir.
Bir göz kırpması ile her şey olur biter. Her şeyi sarsıp titreten ilk üfürmeyi ikinci üfürme
takip eder.
Her şeyi şiddetle sarsıp titreten ilk üfürme karşısında herkes fevkalâde bir korku içinde
kalır.
Böyle canlı bir hadiseye o gün için yaşamakta olan insanlar, bir kaç saniye de olsa şâhit
olacaklar. Kalpleri yerinden oynayacak, akılları başlarından gidecek, emzikli her dişi
varlık dehşet ve korku içerisinde emzirdiği yavrusunu unutacak, memesini yavrusunun
ağzından çekip çıkaracak.
22.08.2019
Sayfa 443 / 646
Öyle korkulu bir gün ki, gençleri bir anda ihtiyarlatmaya yetip artmaktadır. Yeni doğmuş
çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirir.
Gördükleri şeylerin korkusundan dolayı irkilir, titrer ve ürperirler. Kalpler büyük bir sıkıntı
ve şaşkınlık içinde olur.
Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere daha dünyada iken: “Siz öldükten sonra
dirileceksiniz!” denildiği zaman, onu tuhaf karşılayarak:
Bu inkârlarından sonra güya delile dayanarak bir netice çıkarma tarzında alay ediyorlar.
“Dediler ki: Eğer öyle ise bu, çok ziyanlı bir dönüştür.” (Nâziât: 12)
Zira o denildiği gibi ise, biz ona iman etmemiş, orası için hazırlanmamış olduğumuz için
bize pek zararı dokunan bir dönüş olacaktır.
Bu üfürme ile yaratılışın başından sonuna kadar gelip geçen herkes hayata döndürülür.
Kabirlerde bulunanların hepsi, haşrolunacakları yere doğru koşarlar. O gün toplanma ve
sevk günüdür.
22.08.2019
Sayfa 444 / 646
Âyet-i kerime'de:
"Musa süreyi doldurunca âilesiyle birlikte yola çıktı." buyuruluyor. (Kasas: 29)
Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine sığınarak günlerce yol aldılar. Gittikleri yol, kendilerini
Tûr Dağı'nın sağına düşen batı tarafına kadar götürmüştü. Bu sırada Musa Aleyhisselâm
uzakta Tuvâ vâdisinde, yerle gök arasında yükselen bir ateş yalını gördü. Isınmak için
ateş getirebileceğini, ya da orada bir kimse görürse bir haber alabileceğini düşündü.
Zaman ve mekândan münezzeh olan Allah-u Teâlâ tarafından kendisine nidâ olundu.
İlâhlık dâvâsında bulunmaya cüret etmek suretiyle haddi aşmış ve büyük bir zulüm
işlemiştir.
Allah-u Teâlâ bu azgın adama karşı ilâhî dâvetin etkili olabilmesi için Musa
Aleyhisselâm'a neler söyleyeceklerini sınırlandırmış, sözlerinin muhtevâsını belirlemiştir.
"Rabb'ine giden yolu sana göstereyim de, O'na karşı saygı duyup
korkasın!" (Nâziât: 19)
Söze inanmadığı gibi, o büyük mucizeyi gördüğü halde, onu da reddetti. Âlemlerin
Rabb'ini ve emrini tanımak istemedi.
22.08.2019
Sayfa 445 / 646
Allah'a yüz tutacak, gerçeği arayacak yerde; ardını dönerek helâke doğru tersine gitti.
Kendinden başka herhangi bir ilâhı kendinden aşağıda sayarak, kendinin âlemlerin
Rabb'i olduğunu iddiâ etmek derecesinde alenen allahlık dâvâsında, cüret ve
küstahlığında bulundu.
Tefekküre Dâvet:
"Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?" (Nâziât: 27)
Gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri, görünen ve görünmeyen bütün varlıkları, güneşi, ayı,
gezegenleri, melekleri... Bütün bunların hepsini "Ol!" emri ile yaratan Allah-u Teâlâ için;
insanları tekrar canlandırıp yaratmak, bütün bu varlıkları yaratmaktan elbette daha güç ve
çetin değildir.
İnsan dünyada bir zerrecik mesabesinde olduğu gibi, dünyada da âlemlerin içinde bir
zerre mesabesindedir.
Zorluk ve kolaylık insanlara göredir. "Pek kolaydır" demek beşerin anlayışına göre
demektir.
Gökleri sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu öyle
bir yapıdır ki, gökteki cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler, hepsi de
birbirleriyle ahenkli bir durumdadırlar.
"Onun boyunu O yükseltti, sonra onu bir düzene koydu." (Nâziât: 28)
22.08.2019
Sayfa 446 / 646
Dengesini koyup denkleştirdi, düzene koyup düzeltti, onu karanlık gecelerde yıldızlarla
müzeyyen kıldı.
Yarattığı her şeyin kendisine has bir güzelliği vardır. Her şey kendi yaratılış tarzı ile
mütenâsiptir.
Bütün bu düzenlemelere bakılınca görülür ki, hepsi de O'nun emrine uyarak ayakta
durmaktadırlar. Yaratan, yaşatan ve yöneten O'dur. O "Mâlikü'l-Mülk" tür, mülkün
yegâne sahibidir.
Güneş battıktan sonra gece gelir ve güneşin doğması ile de gün başlar.
Daha sonra Allah-u Teâlâ yeryüzünün düzenlenmesinden söz ederek şöyle buyurdu:
Üzerinde yaşama ve yerleşme imkânı olacak şekilde yayıp serdi. Yeterince gıda
maddeleri yetiştirecek özellikte donattı.
Dünya, güneş sistemi içindeki durumu itibariyle benzeri olmayan bir gezegendir ve hayat
şartları bir çok bakımından üzerinde toplanmış bulunmaktadır.
Hiçbir şey gayesiz maksatsız yaratılmamış, Allah-u Teâlâ'nın kemâlât ve hikmeti her
yerde müşahede edilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 447 / 646
Kıyamet:
Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlûkatı geçici bir zaman için
yaratmıştır. Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır. Yarattıklarını
dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün
yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret hayatı başlayacaktır.
“Her şeyi altüst eden o en büyük felâket geldiği zaman.” (Nâziât: 34)
Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan “Ahiret inancı”nın bir bölümüdür. Ahiret
hayatı kıyametle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete,
cehennemliklerin cehenneme girmeleri ve ebedî bir hayatın başlaması safhaları takip
eder.
İnsan başıboş olarak gâye ve maksatsız yaratılmamıştır. Öyle olsaydı mükellef olmaz,
yaptığı şeylerden mesul tutulmaz, ceza veya mükafat görmezdi.
O korkunç günde insan iyilik ve kötülük olarak ne yapmışsa onları tek tek hatırlar ve
karşılığını amel defterinde noksansız ve yazılı olarak görür.
“Kim ki azgınlık edip haddi aşmış, dünya hayatını âhirete tercih etmişse, muhakkak
ki o alevli ateş onun varacağı yerin tâ kendisidir.” (Nâziât: 37-38-39)
Onun cehennemden başka barınağı yoktur. Günahkârlar gün gelip çıkacaklar amma,
imansızlar ebedî olarak orada kalacaklardır. Yiyeceği zakkum, içeceği kaynar sudur.
Hesap ve cezâ gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb’inin rahmetine
ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi
olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
22.08.2019
Sayfa 448 / 646
“Rabb’inin makamı”; âlemlerin Rabb’i olan Allah-u Teâlâ’nın her şey üzerindeki hakimiyeti
ve insanların bütün hallerini görüp gözetmesi demektir.
Korkudan maksat yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve şirkten, isyan ve nankörlükten
sakınıp; iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermektir.
Allah’tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni
arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve
takvâ sahibi olur.
Şeddâd bin Evs -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
Nefsine uyup günahlarda ısrar ettiği halde, Allah-u Teâlâ’nın kendisini affedip cennete
koyacağını temenni eder durur.
Daima korku ve ümit arasında bulunmak çok faydalıdır. Korku gafletten uyandırır,
kötülüklerden uzaklaştırır. Ümit ise insana mânevi destek verir.
Allah’tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni
arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve
takvâ sahibi olur.
Akıllı ona derim ki hep ağlar, hep O’nun için ağlar. Hep korkar yalnız O’ndan korkar. Hep
sığınır, yalnız O’na sığınır. Hep diler, yalnız O’ndan diler. O’nunla olmak hayattır, O’ndan
ayrılmak vefattır.
Kıyametin Zamanı:
Kıyamet saati Allah-u Teâlâ’nın kendi ilminde kalmasını istediği, bunun için de
yarattıklarından hiç kimseyi ona muttali kılmadığı bir gaybtır.
22.08.2019
Sayfa 449 / 646
İnsanlar dünyaya ve dünyanın imarına kendilerini kaptırmış oldukları bir halde, hiç
umulmadık bir anda geliverecektir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Andolsun ki kıyamet kopacaktır. O kadar ki, alıcı ile satıcı aralarındaki elbiseyi
açacaklar, amma alım-satım henüz tamamlanmadan ansızın kıyamet kopacak, açık
kalan elbiseyi katlayıp dürmek mümkün olmayacaktır.
Yemin ederim ki elbette kıyamet kopacaktır. Öyle ki, sağmal devesinin sütünü
sağıp gelen kişiye ondan içmek nasip olmadan ansızın kopacaktır.
Hiç şüphe yok ki, kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ki, kişi havuzunu sıvayıp
onaracak, amma kıyamet ansızın kopacak da havuzun suyunu kullanmak mümkün
olmayacaktır.
Kıyamet Allâmü’l-ğuyûb olan Allah-u Teâlâ’nın kendi Zât-ı akdes’ine tahsis ettiği gayb
işlerindendir.
İnsanların çoğu bunun bilgisinin Allah katında olduğunu bilmedikleri gibi, kıyametin
kopma zamanının gizli tutulmasındaki sırrı da bilmemektedirler.
“Sende ona âit bilgi yoktur ki anlatasın. Onun bilgisi Rabb’ine âittir.” (Nâziât: 43-44)
“Sen ancak ondan korkacak olan kimselere o tehlikeyi haber verensin.” (Nâziât: 45)
“Onlar o kıyameti gördükleri gün, sanki dünyada bir akşamdan veya kuşluk
vaktinden fazla kalmamış gibi olurlar.” (Nâziât: 46)
22.08.2019
Sayfa 450 / 646
Mekke-i mükerreme'de nâzil olmuştur. Kırk Âyet-i kerime, yüz yetmiş üç kelime ve dokuz
yüz yetmiş harften müteşekkildir.
Kıyamet ve öldükten sonra dirilme hakkında önemli haberler verildiği için bu mübarek
Sûre-i celîle'ye "Nebe sûresi" adı verilir. Adını, ikinci Âyet-i kerime'de geçen "Büyük
haber" deyiminden alır. "Amme sûresi" adlarıyla da anılmaktadır.
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; "Mürselât" Sûre-i şerif'inde olduğu gibi
kıyametin kopacağını, yeniden dirilişin mutlaka gerçekleşeceğini ve ahiret hayatının
başlayacağını haber vermektedir. Bu husus Sûre-i şerif'in ilk beş Âyet-i kerime'sinde bir
tehdit olarak ortaya konulmakta, bu en mühim haber karşısında insanların "Tasdik
edenler" ve "Yalanlayanlar" olarak iki kısma ayrıldığı belirtilmektedir.
On yedinci Âyet-i kerime'den yirmi birinci Âyet-i kerime'ye kadar; ahiretin bir hüküm
verme günü olduğu, kıyametin kopması ile meydana gelecek hadiselerin bazıları
anlatılmaktadır.
Yirmi birinci Âyet-i kerime'den otuz birinci Âyet-i kerime'ye kadar; cehennemin tuzak
kurmuş olarak hazır beklediği, müşriklerin karşılaşacakları alçaltıcı azaplar ihtar
edilmektedir.
Otuz birinci Âyet-i kerime'den otuz sekizinci Âyet-i kerime'ye kadar; takvâ sahibi bahtiyar
kullarına Allah-u Teâlâ'nın hazırladığı nimetler müjdelenmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, kıyamet gününün dehşeti, o gün karşılaşılacak belâ ve
sıkıntılar tasvir edilmekte, o günün uzak olmadığı hatırlatılmaktadır.
"Büyük Haber":
Allah-u Teâlâ kıyamet gününün gerçekleşmesini inkâr eden, inkârlarını dışa vurmak için
alay yollu soru sormak cüretini gösteren kıt akıllı müşriklerin başlarına gelecek felâketleri
haber vererek Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
22.08.2019
Sayfa 451 / 646
Fakat iş işten geçmiş olacak, inkârlarına karşılık neyi bulacaklarını orada görecekler.
Allah-u Teâlâ gerek öldükten sonra dirilme hususunda, gerekse yeryüzünde ve bitkilerde,
dağlarda ve vâdilerde, güneş ve yıldızlarda, gece ve gündüzde, bulutlarda ve
yağmurlarda ululuk ve azametine işaret eden bir kısım delilleri Âyet-i kerime'lerinde
beyan buyurmaktadır:
Eğer yeryüzü döşenmemiş, üzerinde dağlar oturtulmamış olsaydı; görülmekte olan hayat
şartları meydana gelmeyecek, üzerinde durabilme imkânı olmayacaktı.
Ki çoğalma işi düzgün olsun ve belli bir süreye kadar hayat devam etsin.
Elbise, giyeni örttüğü gibi, gecenin karanlığı da sizi örter. Geceleri rahata dalar,
vücudunuzu dinlendirmiş olursunuz.
İnsanlar gündüz olunca uykudan uyanırlar, yeniden hayata kavuşmuş gibi olurlar.
Geçimlerini temin etmeye çalışırlar.
Allah-u Teâlâ'nın güneşi yegâne enerji kaynağı olarak yaratması sebebiyledir ki, bütün
yeryüzündekiler için parlar ve onları ısıtır.
22.08.2019
Sayfa 452 / 646
Buğday ve arpa gibi gıda maddelerini, ağaç ve meyve gibi bitkileri insanların istifadelerine
sunmak için bitirdik.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde hüküm günü olan kıyametten haber vererek, bu günün
belirlenmiş olduğunu, bu sürenin artıp eksilmeyeceğini, o gün geldiği zaman kâinatın
düzeninin alt-üst olacağını, insanların mahşer yerinde toplanacaklarını beyan
buyurmaktadır:
Bu hitap bütün insanlaradır. Herkes amelinin karşılığını almak için grup grup, zümre
zümre gelirler. Haklarında verilecek hükmü gözetlemekten başka yapacak bir çareleri
yoktur. Herkes lâyık oldukları âkıbete erer.
Meleklerin inmesi için yol ve geçit haline gelir. Parçalanıp dağılan göklerin çevresinde
sayısı belirsiz melekler bulunacak, Allah-u Teâlâ'nın emriyle görev yapacaklardır.
22.08.2019
Sayfa 453 / 646
Bakan onu bir şey zanneder, halbuki o bir şey değildir, bir serap gibidir. Su gibi görünen
bir hayal olur. Daha sonra her şey tamamen silinir gider, ne göze görünür ne de izi kalır.
"Cehennem, yalnız azgınları bekleyen yerdir. Dönecekleri yer orasıdır." (Nebe: 21-
22)
Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer,
ne de biter.
"Kaynar su" mânâsına gelen "Hamîm" kelimesi, sıcaklığın son noktasına varmış olan
sıcak şeydir. "Ğassak" ise, cehennemliklerin vücutlarından dökülen irinleri, yaralarından
akan cerahatları ve terleri demektir. Öyle pis öyle mülevves kokar ki yanına yaklaşılmaz.
Onlar bundan başka bir su bularak onunla hararetlerini teskin edemezler.
Çünkü ahiret gününü inkâr edip, asla böyle bir gün olmayacağını söylemenin ve bir ömür
bu iddiada ısrar etmenin tam karşılığı; o günün o şiddetli azabını göstermek ve
tattırmaktır. Küfür en büyük isyan olduğundan, onun cezası da en büyük azap olan
cehennem azabıdır.
22.08.2019
Sayfa 454 / 646
Onların yapmış oldukları işler, söyledikleri sözler de dahil olmak üzere her şeyi Allah-u
Teâlâ zaptetmiş ve muhafaza altına almıştı.
"Oysa biz her şeyi bir kitapta yazıp saymıştık." (Nebe: 29)
"Azabı tadın! Biz sizin azabınıza ancak azap katarız." (Nebe: 30)
Cehennemlikler hakkında bu Âyet-i kerime'den daha ağır bir Âyet-i kerime nazil
olmamıştır. Çünkü onlara sürekli olarak azap artırılacak, bir azap türüne karşı yardım
istedikçe kendilerine daha şiddetli bir azap ile karşılık verilecektir.
İnsanların bağ ve bahçelerde oturmaktan, pınar başlarında gezmekten lezzet alması tabii
bir haldir.
Kulların Allah-u Teâlâ üzerinde alacak bir hakkının olması söz konusu olmadığına göre,
cennet nimetleri sırf lütuf ve bağıştan başka bir şey değildir. Arzuladıkları her şey Allah-u
Teâlâ tarafından kendilerine bir ikram olarak verilecektir.
Vasıfları bu olan, hikmeti gereğince her bir varlığa cömertçe iyilik ve ihsanda bulunandır.
"O gün (O izin vermeden) O'na hitapta bulunmaya aslâ muktedir olamazlar." (Nebe:
37)
22.08.2019
Sayfa 455 / 646
İlâhî Divan:
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ insanlar arasında hüküm verdiği kıyamet
gününün dehşetinden ve o gün karşılaşılacak belâ ve sıkıntılardan haber vermek
suretiyle şöyle buyurmaktadır:
"O gün ruh (Cebrâil) ve melekler saf saf olup dizilirler." (Nebe: 38)
Yedi göğün melekleri insan ve cinleri çepeçevre kuşatırlar, içiçe yedi saf halinde halkalar
meydana getirirler. Hepsi de edep, saygı ve rahmet makamında kemâl-i tâzimle ilâhî emri
beklerler.
Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez.
Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.
Allah-u Teâlâ'ya yakın kullar bu şekilde şefaat edeceklerdir. O'na yakın makamlar elde
etmiş olanların, O'nun huzurunda doğrudan başka bir şey söyleme ihtimalleri zaten
düşünülemez.
"Biz sizi pek yakında gelecek bir azap ile uyardık." (Nebe: 40)
Hayırlı amellerine göre mükâfata erer, şerli amellerinden dolayı da cezaya çarptırılır. O
gün kendi amelinden başka hiçbir şeyi göremez.
"O gün kâfir: 'Ah ne olurdu, ben de toprak olaydım!' der." (Nebe: 40)
22.08.2019
Sayfa 456 / 646
“Nûh” sûre-i şerif’inde Mekke-i mükerreme döneminde inen diğer Sûre-i şerif’ler gibi,
inanç esasları temellendirilmektedir.
Muhtevâsı:
Hülâsa olarak bu mübârek Sûre-i celîle’de Hazret-i Nuh peygamberin, inatçı kavmi ile
arasında geçen hadiselerden söz edilmektedir.
Birinci Âyet-i kerime’de; Allah-u Teâlâ’nın Nuh Aleyhisselâm’a peygamberlik vererek onu
insanları uyarmakla vazifeli kıldığı haber verilmektedir.
Beşinci Âyet-i kerime’ye kadar dâvetinin mahiyeti, kavmini doğru yolu bulmaları ve isyanı
terketmeleri için yaptığı tevsiyeler anlatılmaktadır.
Yirmi beşinci Âyet-i kerime’ye kadar Nuh Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ’ya, küfürden bir
türlü vaz geçmeyen kavmi hakkında selis bir üslupla arz-u hâlde bulunduğu
belirtilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde Nuh Aleyhisselâm’ın bütün öğüt ve irşadı karşısında kılları
kıpırdamayan kavmini Allah-u Teâlâ’ya havale ettiği, onlara bedduâ yaptığı beyan
edilerek Sûre-i şerif son bulmaktadır.
İlk Resul:
Hazret-i İdris Aleyhisselâm göğe yükseldikten sonra, insanlar başlarında bulunan kötü
yöneticilerin de etkileri ile doğru yoldan ayrıldılar ve putlara tapmaya başladılar. Allah-u
Teâlâ onları başlarına gelecek azapla korkutmak, merhameti ile müjdelemek; tevbeye,
Hakk’a yönelmeye, bir olan Allah’a ibadet etmeye dâvet etmek üzere, Nuh Aleyhisselâm’ı
peygamber olarak gönderdi.
Aldığı bu ilâhî görev üzerine Allah-u Teâlâ’nın varlığını ve birliğini, ululuk ve azametini,
emir ve yasaklarını onlara bütün gayretiyle duyurmaya çalıştı.
“Kendilerine yakıcı bir azap gelmezden önce kavmini uyar diye Nuh’u kendi
kavmine gönderdik.” (Nûh: 1)
22.08.2019
Sayfa 457 / 646
Nuh Aleyhisselâm Kur’an-ı kerim’de kırk üç yerde anılmış olup, kıssası; A’râf, Hûd,
Müminûn, Şuarâ ve Kamer sûre-i şerif’lerinde, hususiyetle bu sûre-i şerif’te tafsilâtlı
olarak anlatılmıştır.
Hakk’ı bırakıp putlara ve bâtıla yönelen, küfür ve sapıklığa dalan bir topluluğa, Allah-u
Teâlâ’nın ilâhî hükmü tebliğ üzere gönderdiği ilk resuldür. Ulü’l-azm peygamberlerin de
ilki sayılır.
Nuh Aleyhisselâm uzun bir ömür sürmüş olup, peygamberlerden en çok cihad yapanı,
ezâ ve cefâlara en çok tahammül edenidir. Hayatını Allah yolunu göstermeye ve
tanıtmaya vakfetmiş bulunuyordu. Mübarek ism-i şerif’leri Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de
anıldığı gibi; Kur’an-ı kerim’de de saygı ile anılmış, ibretli kıssası anlatılmış, böylece
kıyamete kadar hayırla anılması sağlanmıştır.
“Sonra gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.” buyuruluyor. (Sâffât: 78)
Nuh Kavmi:
Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi Allah’a şirk koşarak putlara tapan ilk kavimdir. Putperestliğe
iyice sarılıp Tevhid inancını kaybetmekle kalmamışlar, her türlü ahlâksızlığı yapmaya
başlamışlar; fuhşu, içki içmeyi meşrulaştırmışlar, küfür ve azgınlıkta, zulüm ve isyanda
çok ileri gitmişler, eğlence ve sefahata dalarak Allah-u Teâlâ’ya itaattan yüz çevirmişlerdi.
Fakat en büyük suçları Allah’a şirk koşmaları idi.
“Dedi ki: ‘Ey kavmim! Şüphesiz ki ben size gönderilen apaçık bir uyarıcıyım.’” (Nûh:
2)
Daha sonra, kendisiyle aynı dili konuşan, bu sebeple aralarında bir kavmiyet meydana
gelmiş olan kimseleri tevhide, Allah’ı bilip O’na ibadet etmeye, azabından sakındırmaya,
rahmetini müjdelemeye çağırdı.
22.08.2019
Sayfa 458 / 646
Çünkü kulluk sizin yaratılış gayenizdir. Kul olduğunuz ancak O’na ibadet etmekle ortaya
çıkar.
Bana yapılan itaat Allah’a itaattir, bana itaatsizlik ise Allah’a itaatsizliktir.
“Ki, Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar geciktirsin
(cezalandırmadan yaşatsın).” (Nûh: 4)
Ecel gelmeden önce bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da
meydan bulabilesiniz.
Küfürde İnat:
Son derece haddi aşmış olan halkı Nuh Aleyhisselâm önce tek tek, gizliden gizliye
dâvete başladı. İnatta ileri gitmiş bu insanları gece gündüz durup dinlenmeden dâvet etti,
geceyi gündüze kattı. İkaz ve irşaddan bir an geri kalmadı. Fakat onlar kabule
yanaşmadılar.
Sonra onları açıktan açığa dâvet etmeye başladı, bir araya getirdi, topluca dâvet etti.
Bütün tebliğ metodlarını denedi.
Nuh Aleyhisselâm’ın kavminin küfürde uzun zaman inat ve ısrar etmeleri üzerine Allah-u
Teâlâ onları bir dönemde kıtlıkla mübtelâ kıldı. Çok sıkıntılar çektiler, malları hayvanları
helâk oldu, kadınları kısırlaştı.
Kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmasına rağmen; tıkanmış kulaklarına söz
girmedi, kör gözleri hakikati görmedi, kilitli gönülleri açılmadı, donmuş akılları gerçeği
idrak etmedi, hiçbir nasihat fayda vermedi, verilen öğütler inatlarını artırdı. Allah’ı
hatırlatma ise sapıklık ve fesatlarını şiddetlendirdi, sövdüler saydılar. İyiliğe kötülükle,
şefkate şiddetle karşılık verdiler.
22.08.2019
Sayfa 459 / 646
Her türlü ezâ ve cefâyı revâ gördüler. Bayılıncaya kadar boğazını sıktılar, kanı akıncaya
kadar dövdüler. O ise hem yüzündeki kanlarını siliyor, hem de:
“Allah’ım! Kavmimi bağışla, zira onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” diye duâ ediyordu.
Müşrik kavmi inanmamakta direndikçe direndiler, hatta şiddetle karşı çıktılar. Engel olmak
için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kendilerini sapıklıktan kurtarmaya çalışan
peygamberlerini sapıklıkla suçladılar, hakaret ettiler, alay ettiler. Kibirlendikçe
kibirleniyorlar, yaptıkları kötülüklerle böbürleniyorlardı. Kavmin ileri gelen elebaşları; mal
ve mülkleriyle, makam ve mertebeleriyle peşlerinden gidenleri aldatıyorladı. Putlarına
sarıldıkça sarılıyorlar, diktikleri putların etrafına insanları toplayarak Hakk’tan
saptırıyorlardı.
Nuh Aleyhisselâm’ın karısı da onlarla işbirliği yapıyor, bir kişi iman edecek olsa, hemen
gidip onlara haber veriyordu.
Arz-ı Hâl:
Nuh Aleyhisselâm azminin son noktasına kadar, bütün gücünü harcayıp uzun uzadıya
mücadeleden sonra çaresiz kalınca Allah-u Teâlâ’ya arz-ı hâlde bulundu:
“Nuh dedi ki: Ey Rabb’im! Doğrusu ben kavmimi gece gündüz dâvet ettim.” (Nûh:
5)
Senin emrine uymak ve rızânı kazanmak için hiç ara vermeden, gece demeden, gündüz
demeden, gevşeklik göstermeden kavmimi iman ve itaata çağırdım.
22.08.2019
Sayfa 460 / 646
“Doğrusu ben, senin onları bağışlaman için ne kadar dâvet ettiysem, parmaklarını
kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe
kibirlendiler.” (Nûh: 7)
Dâvetimi duymamak için kulaklarını kapattılar. Beni görmemek için, elbiseleri ile başlarını
ve yüzlerini örttüler. Pişmanlık duyup tevbeye yanaşmadılar. Büyük bir kibirlilikle iman
etmeye yönelmediler.
Onları tekrar tekrar, çeşitli şekillerde, farklı üsluplarla dâvet ederek ıslâha çalıştım. Sana
iman etmeleri için her yolu denedim.
“Dedim ki:
Tevbe edenlerin tevbesini, şirk ve küfür hususundaki günahları, ne kadar çok olursa
olsun kabul eder.
“Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin.” (Nûh: 11)
Tefekkür:
Nuh Aleyhisselâm, kavmine istiğfarın faydasını açıkladıktan sonra, imana gelmeleri için
dikkatlerini Allah-u Teâlâ’nın kudretine çekti. İnsanın yaratılışını, göklerin düzenini, ayın
ışık alışını, güneşin ışık dağıtışını, yağmurun yağmasını, toprağın yetiştiriciliğini tefekkür
etmeye ve bunlardan ibret alıp inanmaya çağırdı:
22.08.2019
Sayfa 461 / 646
Bunları yapan o güzel yaratıcı, ululama ve saygıya lâyık değil midir? O insanları başka bir
şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut elem verici azaplara düşüremez mi?
“Allah’ın, göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz?” (Nûh: 15)
Öyle hârikulâde bir surette vücuda getirmiştir ki, hiçbirinde bir eksiklik ve düzensizlik
bulunmaz.
“Onların içinde ay’ı bir nur yapmış, güneşin de ışık saçmasını sağlamıştır.” (Nûh:
16)
“Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi tekrar çıkaracaktır.” (Nûh: 18)
Yeryüzünde yolculuk yaparken ve bir yerinden diğer yerine taşınırken geniş yollara
giresiniz diye böyle yarattı.
Sapık müşrikler azgınlıkta son sınıra varmışlardı. Nuh Aleyhisselâm’ın sık sık haber
vermiş olduğu ilâhî azaba da inanmıyorlardı.
Nuh Aleyhisselâm, kavminin hidayeti için bütün gücünü sarefettikten sonra, artık
ıslahlarından tamamıyla ümidini kesti. Bütün kapılar yüzüne karşı kapandı. Bu kadar
uyarı ve tavsiyelerine rağmen müspet bir netice elde edememişti. Son olarak da
yalancılıkla suçlamalarına büsbütün içerleyerek yapılacak başka bir şeyin kalmadığını
anlayınca, Allah-u Teâlâ’ya sığınmaya, hâlini arzetmeye ve duâya başladı:
İnsanların dine girmelerine engel olmak, dinden soğutarak uzaklaştırmak için ellerinden
gelen dolapları çevirdiler. Kendilerinin hak üzere olduklarını göstermek için akıl almaz
hilelere başvurdular.
22.08.2019
Sayfa 462 / 646
‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın! Hele Vedd, Suva’, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putlarından
asla vazgeçmeyin!’” (Nûh: 23)
O reis geçinen zındıklar, bu putlara halkı taptırmak suretiyle birçok insanı sapıklığa
sürüklediler.
Nuh Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’ya hâlini arzetme işini duâ ile bitirdi:
“Ey Rabb’im! Sen bu zâlimlerin ancak sapıklık ve taşkınlıklarını artır.” (Nûh: 24)
Öyle bir hüküm ver ki Hakikat’in izleyicileri kurtulsun, sapıklığın ve sahtelerin izleyicileri
bütünüyle yeryüzünden silinsin.
Daha sonra da hakikati kabul etme eğilimleri körelmiş, hidayetten hisseleri olmayan,
kurtulmaya müstehak bulunmayan kavmine bedduâ etti:
“Dedi ki:
“Eğer sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve sadece ahlâksız ve çok nankör
evlât doğurup yetiştirirler.” (Nûh: 27)
Her kim olursa olsun, benim soyumdan da olsa, hepsinin de soylarını perişan eyle!
Nuh Aleyhisselâm bu helâk duâsının yanısıra kendisi için, ana-babası ve inananlar için
duâya başladı:
“Ey Rabb’im! Beni, ana-babamı, inanmış olarak evime girenleri, inanan erkek ve
kadınları bağışla!” (Nûh: 28)
Allah-u Teâlâ sevgili peygamberinin duâsına icabet buyurdu. İradelerini dalâlet yoluna
sarfetmeleri sebebiyle Nuh kavminin üzerine ilâhî hüküm indi. Onları tufanla helâk
edeceğini, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakmayacağını haber verdi.
Artık Nuh kavminin hidayete gelme imkânı tamamen ortadan kalkmıştı. Hiçbirinde iman
ve ıslah kabiliyeti, Allah’a yönelme istek ve arzusu yoktu. Aralarında kötülükten başka bir
şey kalmamıştı. Neyin mümkün, neyin imkânsız olduğunu en iyi bilen Hâlik-ı Zülcelâl
22.08.2019
Sayfa 463 / 646
Hazretleri, kendilerine verilen mühletin sınırına kadar gelen bu kavme azabını müstehak
kıldı. Nuh Aleyhisselâm’a da, kavmine inen azabı gördüğünde şefkate gelebilir diye,
yaptığı duâdan geri dönmemesini emir buyurdu.
22.08.2019
Sayfa 464 / 646
Tamamı Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olan bu mübarek sûre-i celîle; yetmiş sekiz
Âyet-i kerime, üç yüz elli bir kelime, bin altı yüz otuz altı harften teşekkül etmiştir.
Esmâ-i hüsnâ'dan olan "Rahman" ism-i şerif'i ile başladığı için "Rahman" kelimesi bu
sûre-i şerif'e isim olmuştur. Bu isim, sûre-i şerif'in muhtevâsı ile de alâkalıdır. Zira sûre-i
şerif'in içerisinde, baştan sona kadar Allah-u Teâlâ'nın engin rahmeti ve rahmet-i ilâhî'nin
görüntüleri anılmıştır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Her şeyin bir gelini (süsü) vardır. Kur'an'ın gelini de Rahman sûresi'dir." (Beyhakî)
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün ashâb'ının yanlarına çıktı ve onlara
Rahman sûresi'ni başından sonuna kadar okudu. Hepsi de sükût ettiler, ortalığı bir
sessizlik kapladı.
"Ben bu sûreyi cinlere de okudum, onlar sizden daha güzel karşılık verdiler.
22.08.2019
Sayfa 465 / 646
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı bir gün kendi aralarında, Kureyşliler'in hiçbir
zaman Kur'an-ı kerim'i dinlememiş olduklarını ve dolayısıyla bir defa bile olsa onlara
Kur'an-ı kerim'i açıktan dinletecek olan şahsın kim olacağı hususunda konuşuyorlardı.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-: "Bu işi ben yaparım." deyince,
arkadaşları: "Sana eziyet etmelerinden endişe ediyoruz. Bu işi yapacak öyle bir
kimse olmalı ki, kabilesi güçlü kuvvetli olsun. Zira Kureyşliler kendisine bir zarar
vermeye kalkıştıklarında kabilesi onu savunmuş olur." dediler.
Abdullah -radiyallahu anh- ise: "Siz bana bu işi yapmam için izin verin, beni Rabb'im
korur." dedi.
Ertesi sabah Harem-i şerif'e gitti. Kureyşliler'in ileri gelenleri sohbet ediyorlardı. Hiç
kimseden çekinmeyerek Makam-ı İbrahim'de Rahman sûre-i şerif'ini yüksek sesle
okumaya başladı. Müşrikler önce onun ne okuduğunu anlayamadılar ve fakat bu
okunanların Resulullah Aleyhisselâm'a inen Âyet-i kerime'ler olduğunu farkedince, hemen
üzerine saldırdılar. Yüzüne gözüne vurmaya başladılar. Fakat Abdullah -radiyallahu anh-
buna rağmen gücü yettiğince okumaya devam etti. Sonunda da oldukça hırpalanmış bir
halde arkadaşlarının yanına döndü. Onu bu halde görünce:
Fakat arkadaşları ona: "Bu kadar yeter. Onlar dinlemek istemedikleri halde sen
onlara dinlettin." dediler.
Muhtevâsı:
Bu mübarek sûre-i şerif; Allah-u Teâlâ'nın kulları hakkında hem dünyaya hem de ahirete
âit enfüsî ve âfâki nice nice nimetler ihsan buyurmuş olduğunu bildiriyor. Bu nimetlerin
kadrini ve kıymetini bilip, bu nimetleri bahşeden Hâlik-ı kerim'e ibadet ve taatta
bulunmanın lüzumuna işaret ediyor.
Bu sûre-i şerif, insanlarla birlikte irade sahibi bir diğer varlık olan cinlere de hitap eden tek
sûredir.
Kâinat nizamının adalet üzere inşa edildiği, Allah-u Teâlâ'nın izniyle devam ettiği ve O'na
tâbi olduğu, bu hususta hiç kimsenin müdahalesinin bahis mevzuu olmadığı; güneş, ay
ve yıldızlar, ağaçlar dahil her şeyin belli bir hesaba göre düzenlendiği belirtilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 466 / 646
Otuz bir yerde aynı Âyet-i kerime tekrarlanmakta; Allah-u Teâlâ'nın uçsuz bucaksız
nimetlerini takdir edemeyip, onları yalanlamaya, inkâr ederek nankörlükte bulunmaya
cüret edenlerin ne kadar câhilce hareket ettiklerini gözler önüne sermektedir.
İnsanlara ve cinlere hitap edilerek, kâinattaki her şeyin fâni olduğu, ancak Allah-u
Teâlâ'nın zâtının bundan müstesnâ bulunduğu gerçeği beşeriyete duyurulmaktadır.
Gerek insanlara gerekse cinlere Allah-u Teâlâ'nın yakında hesap soracağı, hiç kimsenin
bu muhasebeden kaçamayacağı ve kurtulamayacağı, suçluların kıyamet günündeki kötü
âkıbetleri bildirilmektedir.
Ahiret gününde kimseden niçin günah işlediğinin sorulmayacağı, zira her şeyin yazılıp
tespit edildiğinin ortaya konulacağı haber verilmektedir.
Daha sonra takvâ sahiplerine verilen nimet sahnesi geniş bir şekilde gözler önüne
serilmekte, cennetteki yüksek nimetlerden misaller verilmektedir.
Bu mübarek sûre-i şerif, kullarına verdiği engin nimet ve ikramdan dolayı Allah-u Teâlâ'ya
tâzim ve övgü ile sona ermektedir.
Rahman ve İnsan:
Allah-u Teâlâ, yarattıklarına olan engin rahmetini ve lütfunu haber vererek şöyle
buyurmaktadır:
Kâinat bütünüyle "Rahman" ism-i şerif'inden tecellî eden, rahmeti şümulüne girmiştir.
O'nun rahmetinin eserleri zâhirdir, apaçık görülmektedir. En kâmil mânâda, rahmet ancak
O'na mahsustur.
"Rahman" ism-i şerif'i Allah-u Teâlâ'nın bütün sıfatlarını içine almakta, böylece her türlü
nimetler de O'na nispet edilmektedir.
"Rahman" olan Allah-u Teâlâ, insanlara rahmeti-nin bir diğer tecellisi olarak Kur'an-ı
kerim'i indirip öğretme lütfunda bulunmuştur.
Çünkü Kur'an-ı kerim rütbe itibariyle Allah-u Teâlâ'nın vahyinin en büyüğü, mevki
itibariyle en üst derecede olanıdır. Semâvî kitapların zirvesidir. Dünyevî ve uhrevî
saâdetin vesilesidir.
22.08.2019
Sayfa 467 / 646
Kur'an-ı kerim'de her şeye dair ilim indirilmiş ise de, insanların ilimleri onun tamamını
kavrayacak durumda değildir.
Kur'an-ı kerim öğretiminin en mühim nimet olduğu ifade edildikten sonra, kime ve nasıl
öğretildiği hususunu beyan etmek için şöyle buyuruluyor:
Allah-u Teâlâ dünya ve ahireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratmıştır.
Çünkü Allah-u Teâlâ'yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
İnsan kâinatın hülâsası; arzın ve melekûtun, ceberut ve lâhutun özü ve mânâsıdır. Zira
mufassal olarak yaratılmış ne ki varsa, hülâsa olarak insanda mevcuttur.
Beyan, insanın içindeki duyguları ifade etmesi, açığa çıkarmasıdır. İlmin elde edilmesi ve
Kur'an-ı kerim öğretimi nimeti de bununla meydana gelir.
Güneş ve Ay:
Gündüzün alâmeti olan güneş ile gecenin alâmeti olan ay hesap vasıtalarıdır, zamanın
hesabı onların hareketleriyle bilinir. İnsanlar günlerin sayısını, haftaları, ayları,
mevsimlerin vaktini, meyvelerin bitkilerin olgunlaşma zamanlarını bunlarla tespit
edebilmektedirler.
22.08.2019
Sayfa 468 / 646
Dünyaya olan uzaklığı 149,5 milyon km. olup, ışığı 8 dakika 20 saniyede dünyaya ulaşır.
Ay ise dünyaya ortalama 384 bin km.'dir. Bu uzaklık dünyaya en yakın olduğu zaman 350
bin km. ve dünyadan en uzak olduğu zaman da 409 bin km. olmak üzere yılın muhtelif
günlerinde değişiklik gösterir.
Dünyadan elli defa küçük olan ay, saatte 3600 km. hızla yol almaktadır. Dünya güneşin
etrafında dönerken, ay da onu takip eder, dünyanın etrafında dönerken kendi etrafında
da 29 günde döner ve dünyaya hep aynı yüzünü gösterir.
Ay kendisi ısı ve ışık kaynağı değildir, ancak güneşten aldığı ışıkla ısınır. Ay yüzeyinin
atmosferi olmaması ve yüzeyinin de iyi bir yansıtıcı olmaması dolayısıyle; güneşten aldığı
ısının yüzde 93'ünü yutar, geriye kalan yüzde 7'sini yansıtır.
"İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (En'am: 96)
Eğer güneş olmasaydı, dünya karanlık olurdu. Bu karanlık dünyada insanlar birbirleriyle
anlaşamaz, işlerini göremezlerdi. Aynı zamanda hayati ihtiyaçları için çalışmazlardı.
Güneş ışığı olmasa gözlerden istifade edilmez, renkler görülmezdi.
Bir düşün! Allah-u Teâlâ geceyi istirahat zamanı, gündüzü de maişet zamanı olarak tayin
etti.
Güneşi her gün doğudan doğduruyor, tâ batıya kadar hiçbir boşluk bırakmadan ısısını ve
ışınlarını her yere ve her canlıya ulaştırıyor. Güneşin bu nimetlerinden doğu ile batı
arasında hiçbir yer ve hiçbir canlı mahrum bırakılmıyor, her şey ölçülü olarak istifade
ediyor.
Bir bak! Mevsimlerin meydana gelmesi için güneşin eksenini nasıl eğik tuttu?
Kış mevsiminde ağaç ve bitkilerdeki ısı azalır, bu suretle ağaç ve bitkilerin tomurcukları
husule gelir. Hava sıcaklığının düşmesiyle bulutlar ve yağmur meydana gelir.
İlkbaharda tomurcuklar harekete geçer. İzn-i ilâhî ile bitkiler doğar, ağaçlar çiçek açar.
22.08.2019
Sayfa 469 / 646
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın Ulûhiyet'ini ve Samediyet'ini açıkça gözler önüne serer.
Her şey, her an O'na muhtaçtır, O'nun hayat vermesiyle hayat bulmakta, varlıklarını
devam ettirmektedirler.
Işık ve Nur:
Güneş, dünyanın da dahil olduğu güneş sisteminin merkezi, aynı zamanda dünyaya en
yakın olan yıldızdır. Büyük görünmesinin sebebi de bu yakınlığıdır. Güneş dünyaya ısı,
ışık, dolayısıyle hayat veren kaynaktır. Güneş olmasaydı, dünyada hayat olmayacaktı.
Ay ise dünyanın tek uydusudur. Dünya güneşin çevresinde nasıl dönerse, o da dünyanın
çevresinde döner. Bu şekilde aynı zamanda dünya ile beraber güneşin de çevresinde
dönmüş olur. Ayın dünya etrafındaki hareketi bir yörünge üzerindedir. Bu yörünge
dünyanın, güneş etrafındaki yörüngesi gibi, bir elips biçimindedir.
Allah-u Teâlâ güneşin ve ayın; kudretinin kemâline, saltanatının büyüklüğüne işaret eden
alâmetler olduğunu Âyet–i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Gökte burçlar yaratan, orada ışık saçan güneşi ve nurlu ay'ı vâreden Allah,
yüceler yücesidir." (Furkan: 61)
Güneş bu burçlarda gezinir, dünyaya ışık saçar. Geceleri yeryüzünü aydınlatan parlak ay
da bu burçlarda yer almaktadır.
Kaynağı kendinden değil de başka bir cisimden alıp yansıttığı için aya nûr denilmiştir.
Allah-u Teâlâ güneşten çıkan şualara "Işık", ayın şualarına da "Nur" adını vermiştir.
Ayın nuru, güneşin ışığının bir yansımasıdır. Güneşin ışığı aslından, ayın nûru ise
güneştendir.
Allah-u Teâlâ'nın güneşi yegâne enerji kaynağı olarak yaratması sebebiyledir ki, bütün
yeryüzündekiler için parlar ve onları ısıtır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde güneş üzerine, onun sürekli aydınlığına ve ardından
gelen aya yemin etmiştir.
22.08.2019
Sayfa 470 / 646
Güneşten dünyaya doğru yayılan bir çok faydalar bulunabilmekle beraber, bunlar içinde
en belli olan ısı ve ışıktır.
"Andolsun toplu hale geldiği (dolunay olduğu) zaman aya!" (İnşikak: 18)
Ayın gerek kamerî ayın ilk yarısında, gerekse sonunda güneşin batmasına tâbi
olarak "Bedir" ve "Hilâl" şeklinde görünmesi güneş sisteminin emsalsiz bir düzene ve
şaşmayan hesaba göre hareket ettiğinin başlıca delillerinden biridir.
Öyle harikulâde bir surette vücuda getirmiştir ki, hiç birinde bir eksiklik ve düzensizlik
bulunmaz.
"Onların içinde ay'ı bir nur yapmış, güneşin de ışık saçmasını sağlamıştır." (Nuh:
16)
Ay batıdan doğuya doğru dünyanın çevresinde döner. Bundan dolayı da durumu sürekli
olarak değişir. İlk göründüğünde küçüktür. Sonra nûru ve kitlesi artar ve nihayet dolunay
halinde tamamlanır. Daha sonra tekrar küçülmeye başlar ve ayın sonunda ilk haline
döner.
"Ay için de konak yerleri tayin etmişizdir. Nihayet o eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur
da geri döner." (Yâsin: 39)
Ay, güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp gitmez. O bir gezegendir, her gün bir konak yerine
gelir, her konağa göre bir şekilde görünür.
"Güneş de kendi yörüngesinde akıp gider. İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen
Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38)
Sadece güneş değil, bütün yıldız ve gezegenler bir yöne doğru akıp gitmektedirler.
22.08.2019
Sayfa 471 / 646
Çünkü bu ışık saçan yıldızlardan her birisinin kendi için tayin edilmiş bir alanı vardır.
Güneşin aydınlatma zamanı gündüzdür, ayın aydınlatma zamanı ise gecedir.
Vazifeleri o kadar güzel ve düzenli bir şekilde dağıtılmıştır ki, biri diğerine çarpmaz.
Bu gerçek, gözlere çarpıp durmaktadır. Güneş ile ayın doğuşu ve batışı hergün
tekrarlandığı için, alışkanlık icabı insanlar tesirini hissedememektedirler.
Tafsilâtlı olarak bildirir. Anlamaya kabiliyetli olan kimseler bu deliller üzerinde dikkatlice
düşünecek olurlarsa, onlardan istifade edebilirler.
Yakînen bilesiniz ki, bir gün olup o yıldızlar gibi sizin de eceliniz gelecek, bugünkü
hareketiniz sona erecek, yaptıklarınızın cezasını çekmek üzere ister istemez Rabb'inizin
huzuruna çıkarılacaksınız.
Ay, güneş ve diğer gezegenler, Allah-u Teâlâ'nın ezelî ilminde belli olan bir zamana
kadar dönmeye devam edeceklerdir.
"Güneşi ve ay'ı musahhar kılmıştır. Bunların her biri, muayyen bir vakte kadar akıp
gitmektedir." (Ra'd: 2 - Lokman: 29 - Fâtır: 13 - Zümer: 5)
Gökyüzündeki cisimlerden her biri, kendine mahsus bir program ve düzen içinde kendi
yörüngesinde, yolunu şaşırmadan belli bir hedefe doğru yol alıp gidiyor.
"Âdetleri üzere seyreden güneşi ve ay'ı size musahhar kılmıştır." (İbrahim: 33)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün güneşin battığı bir sırada
Ebu Zerr -radiyallahu anh-e "Güneş nereye gider bilir misin?' diye sordu.
22.08.2019
Sayfa 472 / 646
"Güneş gider, arşın altında secde eder ve tekrar doğmak için izin ister, izin verilir.
Bir gün gelip secde edip izin ister, fakat secdesi kabul edilmeyip izin verilmez. Ona
'Geldiğin yere git, battığın yerden doğ!' denilir. O da battığı yerden doğar." (Buhârî.
Tecrîd-i sarîh: 1321)
Bitkiler ve Ağaçlar:
Varlıklar yokluktan varlık âlemine çıktıklarından beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ'yı
tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih
etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir.
Bir kısmı kendi iradesiyle Allah-u Teâlâ'yı tesbih ve tenzih etmek suretiyle ibadet eder, bir
kısmı ise yaratıldığı gayeye bağlı kalıp lisan-ı hal ile Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksan
sıfatlardan tenzih eder.
Yaratılışları itibariyle Allah-u Teâlâ'nın iradesi ne ise ona tâbi olarak boyun eğerler. Onları
böyle muhtelif şekillerde ve hassalarda olarak dünya sahasına gelmeleri, ilâhî iradeye
bağlanmalarının bir neticesidir.
Allah-u Teâlâ'nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir
mucizedir ve bu mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.
"Yeryüzüne hiç bakmazlar mı? Biz orada her güzel çiftten nice bitkiler
bitirmişizdir." (Şuarâ: 7)
Bitkiler dişi ve erkek olmak üzere çift yaratılmışlardır. Dişileri ilkaha muhtaçtır. Aynı
hayvanlarda olduğu gibi bitkilerde de birleşme vardır. Bu dişilik ve erkeklik bazen ayrı
bazen de bir bitkide olmakta, aşılama işi böcek ve rüzgârla sağlanmaktadır. Bu ise her
cins bitkinin aslının korunması ve yaratılmasının tamamlanması içindir.
"Görmediler mi, Allah yaratmaya nasıl başlıyor? Sonra onu nasıl iâde
ediyor?" (Ankebut: 19)
Meyveler bir süre yaşar, sonra yok olurlar. Allah-u Teâlâ onları mevsimi gelince tekrar
canlandırır. Diğer canlı varlıklar da böyledir.
22.08.2019
Sayfa 473 / 646
Bazı bitkiler hücrelerini çoğaltarak büyür, olgunlaşınca tohum vererek kendine benzeyen
yeni bir bitki meydana getirir.
Bitki mi yaptı bunu? Hayır! Ona o emri vermiş, o da o emir üzerine hayatını idame
ettiriyor.
"Tohum ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. Ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü
çıkarır.
Böyle bütün tabiatlar üzerinde hâkim olur, yaratıcı ve yoktan var edicidir.
Bazı çiçekli bitkilerde ise erkek ve dişi üreme nüveleri vardır. Çiçekler bitkinin üreme
organlarıdır, üreme çiçek vasıtası ile olur.
Her ne kadar insanların bir kısmı farkına varamasalar bile, yeryüzündeki bütün bitkilerin
kendine göre bir faydası vardır. Bütün o hassaları koyan kudret O'dur.
"Şüphesiz ki bunlarda (kudretimize) birer nişâne vardır. Yine de onların çoğu iman
etmezler." (Şuarâ: 8)
Kış mevsimine doğru bitkilerden çoğunun kuruyup çöp haline gelmesi, onların kendilerine
mahsus ölümleridir. Geriye ya tohumları ya da kökleri kalır. Bütün bir kış toprak altında bir
bakıma kabir safhası geçirirler. Bahar gelip hava, su, toprak ısınınca ve yağmurlar
yağmaya başlayınca yepyeni bir hayat başlar.
22.08.2019
Sayfa 474 / 646
"Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok
taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler." (Yâsin: 33)
Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını
bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.
"Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları yarattık, içinden
pınarlar fışkırttık." (Yâsin: 34)
Toprak aynı toprak, su aynı su, hava aynı hava, iklim aynı iklim olduğu halde; bütün
meyvelerin renkleri ayrı, tadları farklı, gıdaları ve vitaminleri değişik değişiktir.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın onlara rahmetinden başka bir şey değildir.
Bunun içindir ki bu nimetleri kendilerine ihsan buyuran Hâlik-ı kerim'e arz-ı şükranda
bulunmaları gerekir.
Renkleri, tatları ve şekilleri farklı bütün sınıfları yaratan Allah-u Teâlâ noksan sıfatlardan
münezzehtir.
Gökyüzü:
Âyet-i kerime'de uçsuz bucaksız gökyüzüne işaret edilmekte, kâinatın azamet ve güzelliği
karşısında insanlar uyarılarak düşünmeye dâvet olunmaktadır:
Göğün bina edilmesi, düzenlenip dengede tutulması, hem bir plânın hem de bir
plânlayıcının varlığını ve azametini göstermektedir.
Allah-u Teâlâ göğü sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak
yaratmıştır. Bu öyle bir yapıdır ki, cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler,
hepsi de birbirleriyle ahenkli durumdadır.
22.08.2019
Sayfa 475 / 646
Bu Âyet-i kerime'de gök cisimleri arasında itme ve çekme kuvvetleri bulunduğu, göklere
denge kanunu konulduğu belirtilmektedir.
Yer ile gök arasını ayırdıktan sonra bütün kâinatın mizanını da O koydu.
Güneş kendi mihverinde döner, ay kendi mihverinde yüzer, yıldızların her birisi
kendilerine tahsis edilen yollarla yürürler. Bunların hepsi bir ölçü, mizan ve intizam
dairesindedir.
Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur, tesadüf diye hiçbir şey yoktur.
Allah-u Teâlâ göklerin ve yerin yaratıcısının Zât-ı Akdes'i olduğunu, kendisinden başka
ilâh bulunmadığını bir Âyet-i kerime'sinde ferman buyurmaktadır:
Gökleri ve yeri yaratan ve onların işlerini idare eden kimdir? Hayatınızı idame ettiren
şeyleri, rızıklarınızı size kim sağlıyor?
Göklerin ve yerin bir Rabb'inin olduğu ve her şeyin O'nun hükümranlığı altında
bulunduğu, O'nun emriyle hareket ettikleri ve musahhar kılındıkları gayet açıktır. O'ndan
başka Rabbül-âlemin yoktur.
Vasıfları bu olan, hikmeti gereğince her bir varlığa cömertçe iyilik ve ihsanda bulunandır.
"Allah ile beraber başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış ve tardedilmiş olarak
kalırsın." (İsrâ: 22)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tebliğ vazifesini yaptığı ilk yıllarda
Mekke-i mükerreme ve çevresindeki müşriklere "Göklerin ve yerin yaratıcısı kimdir?" diye
sorulduğunda "Allah!"derlerdi. Buna rağmen Allah-u Teâlâ'dan istenecek şeyleri
putlardan, yıldızlardan ve bazı canlı yaratıklardan isterlerdi. Bunun içindir ki onlara hem
putperest, hem de müşrik denilmiştir.
"Andolsun ki onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette: 'Onları güçlü
olan ve her şeyi bilen Allah yarattı.' derler." (Zuhruf: 9)
22.08.2019
Sayfa 476 / 646
Bunu itiraf ettikleri halde, cehalet ve beyinsizlikleri yüzünden, O'nunla birlikte başkasına
ibadet ettiler.
"De ki: Siz onu bırakıp da kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı
edindiniz?" (Ra'd: 16)
Size fayda vermek şöyle dursun, onlar kendi kendilerine de fayda ve zarar veremezler.
Ancak ve ancak, âlemlerin Rabb'i olan Allah izin verir, takdir ederse fayda hasıl olur ve
zarar önlenir.
Nasıl ki putlar kendi kendilerine tesir etmek gücünden mahrum ve yoksun iseler, Azamet-i
ilâhî karşısında bütün varlıklar aynı durumdadırlar.
Her şeyin yaratıcısı olduğunu ister istemez kabul ederlerken, ulûhiyete gelince nasıl
O'ndan dönüp şirke sapıyorlar?
De ki: 'Hamd Allah'a mahsustur.' Onların çoğu aklını kullanmazlar." (Ankebut: 63)
Zira Allah-u Teâlâ'nın, yaratan ve rızık veren olduğunu söylüyorlar da, başkasına ibadet
ediyorlar.
"De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir?" (Ra'd: 16)
Burada körden maksat, kalp gözü kör olan kâfirdir. Görenden maksat; Hakk ile hakikati
görüp kabul eden, Allah-u Teâlâ'nın ulûhiyetini tasdik eden muvahhid mümindir.
Küfür ve şirk kat kat karanlıktır. Önü de karanlık sonu da karanlıktır. Delili ve isnadı
yoktur. Mârifetullah ise nûrdur, aydınlıktır. İnsanlar o nûr ile Allah-u Teâlâ'yı bilirler ve
bulurlar.
Böyle bir şey imkân dahilinde midir ki, sapıklıklarının mazereti budur denilebilsin?
Durum böyle değildir. Hiçbir şey O'na benzemez. O'nun dengi, veziri, yardımcısı yoktur.
O bütün bunlardan münezzehtir.
O'ndan başka yaratıcı yoktur, yaratmada hiç bir ortağı da yoktur. Şey denilebilen ne
varsa hepsini yaratan O'dur.
22.08.2019
Sayfa 477 / 646
Ölçü ve Tartı:
Allah-u Teâlâ insanların mallarını korumalarını, haklarını meşru yollardan elde etmeleri
için tartı ve ölçü tanzim edilmesini, hile yapılmamasını emir buyurmuştur. Ölçü ve tartıyı
tam tutmak, doğru terazi ile tartmak farzdır.
Alırken fazla almak, satarken ölçü ve tartıda eksik ölçüp tartmak haram kazanç
yollarındandır ve bir nevi hırsızlıktır.
Ticari hayatta aynı zamanda kul hakkı da bahis mevzuudur. Bu ise şirkten sonra
günahların en ağırı, ödenmediği takdirde affedilmeyenidir.
Bu Âyet-i kerime ölçü ve tartıda haksızlıktan kaçınmaya işaret olabileceği gibi, kıyamet
günü kendisi ile terazisinin hafif gelmeyeceği şeylerle uğraşmaya da işaret vardır.
Yeryüzü:
Yerin bu şekilde aşağıya kurulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir. Ki,
orada yerleşip Allah-u Teâlâ'nın orada yarattıklarından faydalansınlar.
Kâinat içinde her mahlûk için elverişli şartları sağlayan ve onu yaratan Allah-u Teâlâ'dır.
Âdem Aleyhisselâm'dan bu güne kadar gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan
yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini yapmaya devam edecektir.
Yeryüzünde bir çok değişikler olmakta, kevnî mucizeler gözler önünde parlayıp
durmaktadır:
"Bizim yeryüzüne gelip, onun uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi?" (Ra'd: 41)
22.08.2019
Sayfa 478 / 646
Ayaklarının altına serdiğimiz yeri aynı durumda bırakıyor muyuz? Üzerinde yaşadıkları,
etrafından kudretimizle sarıp daraltmıyor muyuz? Çeşitli yeryüzü hadiseleri ile onu
aşındırıp parçalamıyor muyuz?
Gökyüzü de onun tavanı olarak bina edilmiş ve onu yeryüzünü muhafaza etme vazifesi
verilmiştir.
Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan
önce de yeryüzü yaygındı.
"Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için toplanma yeri yapmadık mı?" (Mürselât: 25-26)
Yeryüzü insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ölüler ise toprağın altında
kabirlerde otururlar.
Her türlü nimetlerle donattık, döşek gibi altınıza serdik ki, bir zamana kadar durup
dünyadan nasiplerinizi alasınız.
Her türlü nimetlerle döşenmiş olduğu gibi, ileride daha güzel nimetlerle bezeyecek kuvvet
ve kudret de mevcuttur.
Yeryüzünü enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim verip genişletmesi, orada
yaşayanlar açısından büyük bir nimettir.
"Yine orada miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyler bitirdik." (Hicr: 19)
Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve
şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.
Dünya kendi mihveri etrafında döner. Dönüş hızı ekvatorda 27 km. kutuplarda 10 km.
kadardır. Bir dönüşü 23 saat 56 dakika 4.095 saniyede tamamlar. Buna "Gün" denir.
Günde 40 bin km.lik yol alır.
22.08.2019
Sayfa 479 / 646
Dünya güneşin etrafında döner. Dönüş hızı saatte 110 bin km.dir. Bir devrini 365 gün 6
saat 9 dakika 5 saniyede tamamlar. Buna "Yıl" denir. Dünya güneşin etrafında dönerken
tam yuvarlak değil de elips biçiminde bir yörünge takip eder. Bunun sonucu olarak
yeryüzünün muhtelif noktalarında gece ile gündüz uzunluğu değişir ve mevsimler
meydana gelir.
Dünya ayrıca bütün güneş sistemiyle birlikte de hareket eder. Güneş sistemi diğer
yıldızların da hareketine uyarak gitmektedir. Bu hareketin hızı ise saatte 72 bin km.dir.
Âyet-i kerime'de:
"Kesin olarak inananlar için yeryüzünde açık deliller vardır." buyuruluyor. (Zâriyat:
20)
Meselâ dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ve güneşin çevresinde belli bir
mesafede elips çizerek hareketini sürdürmesi gece ile gündüzü ve mevsimleri meydana
getirmektedir. Kendi mihveri etrafında bir dönüşünü 24 saatte değil de, daha az veya
daha fazla bir zamanda tamamlasaydı, gece ve gündüz durumları bu günkü gibi düzenli
ve dengeli olmazdı. Güneşin etrafında elips değil de tam bir daire çizseydi mevsimler
meydana gelmezdi.
Bütün bunlar bir tesadüf olmayıp kadir-i mutlak olan Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nin akıllara
hayranlık ve durgunluk veren kudretinin eseridir.
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın. Allah'ın yaratmaya nasıl başladığına bir bakın!
İşte Allah, ahiret hayatını da (aynı şekilde) yaratacaktır. Gerçekten Allah'ın herşeye
gücü yeter." (Ankebut: 20)
Allah-u Teâlâ dünyayı içindekilerle beraber insanların istifadesine sunmuş, bir vakte
kadar insanoğluna karargâh kılmış, yeryüzünün ıslahından sonra üzerinde azgınlığa
sapmamalarını emir buyurmuştur:
Bitki Örtüsü:
Allah-u Teâlâ insanlar için hazırlayıp ihsan buyurduğu ve sayılamayacak kadar çok ve
çeşitli nimetlerini Âyet-i kerime'lerinde beyan etmektedir.
Cinsleri ve şekilleri ayrı ayrı olan meyvelerin yanı sıra, duruşlarının güzellekleri de bir
başkadır.
O bitkiler sinirlere ve ruhlara neşe ve canlılık verir. Bütün bunlar, yeryüzünün insanlar için
hazırlanmış olduğunun tecellîleri arasındadır.
22.08.2019
Sayfa 480 / 646
Durum böyle olduğuna göre, o halde size bunları yaratana, bunları verene şükretmek
düşer.
Bu Âyet-i kerime'nin otuz bir yerde tekrarlanması, ilâhî nimetleri hatırlatmak, ihsan ve
ikramları itiraf içindir.
İnsanın Yaratılışı:
Âl-i imrân sûre-i şerif'inin 59. Âyet-i kerime'sinde Âdem Aleyhisselâm'ın vücud buluşunun
ana maddesinin toprak oluşu;
Secde sûre-i şerif'inin 7. Âyet-i kerime'sinde bu toprağın su ile hamur edilip çamur haline
getirilişi;
Sâffât sûre-i şerif'inin 11. Âyet-i kerime'sinde çamurun istenilen şekli almaya elverişli ve
hazır duruma gelmesi;
Rahman sûre-i şerif'inin 13. Âyet-i kerime'sinde ise çamurun iyice ıslah edilmesi ve âdeta
saksı gibi merhalelerden geçirilerek pişmesi belirtilmektedir.
"Allah insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir balçıktan yarattı." (Rahman: 14)
Şu halde insanların asıl yaratılışlarını düşünerek Allah-u Teâlâ'ya imanla beraber çok
şükretmeleri gerekmektedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm'ı merhalelerden geçirerek yarattığı gibi,
onun nesli olan insanları da yedi safhadan geçirdikten sonra, ululuk şanı ile gittikçe
mükemmelleştirerek insan durumuna getirmiştir.
Nitekim Müminun sûre-i şerif'inde insanın bu yedi devresi ve bir durumdan diğerine
geçirilmek suretiyle yaratıldığı unsurlar beyan buyurulmaktadır:
1. Toprak ve Su:
Bütün canlıların menşei toprak ve sudur. Âyet-i kerime'de geçen "Sülâle" hülâsa
demektir. Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı hülâsa, her türlü topraktan süzülmüştür.
2. Nutfe:
22.08.2019
Sayfa 481 / 646
"Sonra onu sağlam bir karargâh olan rahimde nutfe haline getirdik." (Müminun: 13)
Ana rahminin derinliklerinde, köprücük kemikleri arasında her türlü sarsıntı ve tehlikeden
korunmuş olarak karar kılar.
İlk insan Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı
haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm'dan üreyen insanların da menşei toprak ve
sudur. Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba
sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana
geliyor.
"Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık." (İnsan: 2)
İnsan kendi kendine var olmuş ve kemale ermiş bir varlık olmadığı gibi, bir anda
yaratılıvermiş basit bir yaratık da değildir.
Nutfe kendi vasıfları ile birlikte bir kan pıhtısı halinde bulunur. Bu ise, nutfenin tekâmül
ettikten sonraki merhalesidir.
Allah-u Teâlâ'nın pıhtılaşmış kanı zikrederek, insanın ilk haliyle son durumu arasındaki
açık farkı göstermektedir.
"O Allah ki, sizi topraktan yarattı. Sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından meydana
getirdi." (Mümin: 67)
Burada çocuğun ana rahminde geçirdiği devrelere işaret edilmektedir. Aleka, spermanın
yumurtacıkla buluşmasından sonra "Cenin"e âit ilk merhaledir.
Önceleri görünürde şekilsiz olan cenin iki ayda iki santimetre olur, şekillenmiş et parçası
halini alır.
Etrafını kuşatan kandan kendisi için gerekli olan suyu, madeni tuzları, vitaminleri,
şekerleri, karbonhidratları ve yağları emer, gerekli gıdasını alır.
Bu arada hücreler bölünerek çoğalırlar, organlar gelişmeye başlar. Bir süre sonra
milyonlarca hücre meydana gelir. Bu yeni hücre toplulukları da diğerlerinden ayrı
hususiyetler taşırlar. Bir kısmı kemik hücreleri, bir kısmı kas, bir kısmı deri, bir kısmı sinir
hücreleridir. Her hücre kendi çalışma sahasını bilir, hiç birisi yerlerini şaşırmaz. Bir tek
organın içerisinde bir çok hücre çeşitleri rol oynar.
22.08.2019
Sayfa 482 / 646
Bunca farklı hücreleri ihtiva eden ilk hücre bölünmesi ve çoğalması nasıl mümkün oluyor?
Bir tek hücre bunca farklı hüviyete sahip hücreleri nasıl üstünde taşıyor? Nasıl oldu da
tek hücreden meydana gelen diğer hücreler, kemik, kıkırdak, göz, kulak gibi yerlerde
vazife aldılar? İnsanın gören gözü, işiten kulağı, koku alan burnu, konuşan dili oldular?
5. Kemikler:
Ceninde et hücrelerinden önce kemik hücreleri teşekkül eder. Önce kemikten daha şeffaf
olan kıkırdak hasıl olur. Üçüncü ayda şakak ve burun kemikleri belirmeye başlar.
İnsan iskeletinde irili ufaklı 206 kemik bulunur. Bu kemikler birbirlerine mafsallarla bağlı
olup, hareketlerini kaslar temin eder.
Biçimlerine göre uzun ve kısa, yassı ve düzensiz kemikler olmak üzere dörde ayrılır.
Bulundukları yere göre; baş, gövde, üstyan, altyan kemikleri diye isim alırlar. 206 kemiğin
29'u başta, 51'i gövdede, 64'ü üstyanda, 62'si altyanda bulunur.
İskelet parça parça kemiklerden teşekkül ettiği için, böylelikle her parça kolaylıkla ve
rahatça hareket etme imkânı bulur.
"Kemiklere bak! Onları nasıl biraraya getirip yerli yerine koyuyor ve sonra da
onlara et giydiriyoruz." (Bakara: 259)
O kemikler nelerden ve nerelerden çıkıp gelerek düzenine giriyor, etler nasıl meydana
geliyor, kemikleri kim sarıyor?
Ne lâtif hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarıya
çıkınca sertleştiği gibi; kemikler de rahimde iken yumuşak, çocuk doğduktan sonra
katılaşacak bir halde yaratılmıştır.
6. Et:
El, ayak, kafa, kol gibi dış organlarının yanı sıra, birbiri içine geçmiş vücud mekanizması
ortaya çıkar. Hepsi de aynı hücreden meydana geldiği halde ilâhi kudret eliyle;
Kas sistemi,
Solunum sistemi,
Dolaşım sistemi,
Sindirim sistemi,
22.08.2019
Sayfa 483 / 646
Beyin,
Kalp,
Mide,
Akciğer,
Karaciğer,
"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" (İnfitar: 6)
Rabb'inin ihsanına isyanla, sana olan merhametine taşkınlıkla nasıl karşılık verdin?
"O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde
seni terkip etti." (İnfitar: 7-8)
Allah-u Teâlâ insanı her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir
şekilde yaratmıştır. Hangi uzuv nereye yarayacaksa ona uygun biçimde düzgün yapmış,
herbirini bir çok faydalar sağlayacak şekilde düzenlemiştir. Onun yaratıcı gücü bütün
uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
7. Ruh:
"Daha sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşâ ettik." (Müminun: 14)
Bu merhalede yavruya ruh verilmektedir. Cansız iken canlı oldu. Uzuvlarından her biri
son derece güzel ve hikmetli bir şekilde yerli yerine kondu. Ondaki bu güzellikleri kimse
anlatamaz.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O'dur. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk
numunesi O'nundur.
Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmekle hayat vermiş ve büyük bir şeref
bahşetmiştir. Böylece insanda hayat fiilen başlamış oldu.
Cinlerin Yaratılışı:
22.08.2019
Sayfa 484 / 646
Mevcûdatta cin adı verilen lâtif yaratıklar da vardır. İnsanlarla birlikte yeryüzünde
hayatlarını sürdürürler. Yaratılışları insanların yaratılışlarından daha evveldir. İnsanlar
topraktan yaratıldığı gibi, onlar da ateşten yaratılmışlardır.
Âyet-i kerime'de:
Şeytan da cinlerdendir.
Onların insan toplulukları, kabileleri ve cinsleri gibi muayyen toplulukları vardır. Evlenirler-
çoğalırlar, yer-içerler, genci-ihtiyarı vardır. Ancak nerede yaşadıkları bilinmemektedir.
Dünyanın dışındaki yıldızlarda yaşama kabiliyetleri de vardır. Onlar insanları görürler,
söylediklerini işitebilirler, dillerini anlayabilirler. İnsanlar ise onları göremezler.
Hem hidayet yoluna hem de dalâlet yoluna girmeye müsait kabiliyette yaratılmışlardır.
Cinlerin mümin olanları müminlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber
cehennemde olacaklardır.
Allah-u Teâlâ sadece insanların ve cinlerin yaratıcısı olmakla kalmayıp; bütün varlık
yönlerinin, görünen ve görünmeyen bütün nimetlerin ve bütün tekâmül mertebelerinin
hepsinin sahibidir.
Mülkü olan bütün bu gökleri, yeri ve bunlardaki her şeyi Allah-u Teâlâ bir düzen üzere bir
irade ile ve sadece "Ol!" demekle icad etmiştir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve
Allah-u Teâlâ böyle bir yaratıcıdır.
Dünyanın küre şeklinde yuvarlak olması nedeniyle; güneş yarı bir kürede doğarken, diğer
yarı kürede batar. Bu şekilde düşünülürse yeryüzünün iki doğusu ve iki batısı olmuş olur.
Bir kimse üzerine güneş batarken, bir başkası üzerine doğmaktadır. Bir tek anda bile
doğuş ve batış olabilmektedir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ burada doğuların da batıların da
Rabb'i olduğunu bildirmektedir.
22.08.2019
Sayfa 485 / 646
Allah-u Teâlâ yarattığı şeyleri muhtelif şekillerde yaratmasındaki ilâhî kudretine dikkatleri
çekerek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İki deniz bir değildir. Birinin suyu pek tatlı ve serinleticidir, içimi de kolaydır.
Diğeri ise tuzlu ve acıdır." (Fâtır: 12)
Suyun türlü türlü yaratılışında bir çok hikmetler vardır. Kaynak ve kuyu gibi toprak altı
suları ile, nehir ve göl gibi yer üstü suları tatlı ve serinleticidir. İnsanlar ihtiyaçlarına göre
bu sulardan içerler ve tat alırlar.
Su hayatın kaynağıdır, hayat için lüzumlu olan maddelerden birisidir. Âyet-i kerime'lerde
canlı olan her şeyin sudan yaratıldığı beyan buyurulmaktadır. Bitki ve hayvan gibi bütün
hayat şekillerinde de su mevcut olup, su olmayınca hayatlarını devam ettiremezler.
Deniz ve okyanuslardaki sular ise alabildiğine acıdır. Acılığı ve aşırı tuzluluğundan dolayı
içenin boğazını yaktığı gibi içini de yakar kavurur.
Suyu tuzlu ve tatlı olan iki deniz, yani acı ve tatlı sular birbirine eşit olmadığı gibi bu Âyet-i
kerime'de mümin ile kâfirin veya İslâm diyarı ile küfür diyarının da temsil yolu ile farkına
işaret vardır.
Mümin iman nûru ile münevver, diğeri ise küfür zulmeti ile karanlıktır. Birisi imanı
sebebiyle Hakk katında makbul, diğeri küfrü sebebiyle merduttur. İman her bakımdan
menfaat olduğu gibi küfür ise her bakımdan mazarrattır.
Tuzlu denizde de tatlı balık oluyor, tatlı sularda da oluyor. Her biri farklı cinslerde ve
şekillerdedir. Tatları da değişiktir.
Salıverilen ikri denizin, aralarına konulan bir perde ile birbirlerine karışmalarının önlenmiş
olduğunu Âyet-i kerime'lerinde beyan etmektedir:
"Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar." (Rahman: 19)
Onlar birbirine komşudurlar, satıhları birbirine değer, görünüşte aralarında fark yoktur.
22.08.2019
Sayfa 486 / 646
"Fakat aralarında bir berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar." (Rahman:
20)
Nitekim son asırlarda Batılı deniz araştırmacısı Kaptan Kusto, Cebelitârık boğazında
araştırmalarını sürdürürken, Akdeniz ile Atlas okyonusunun birbirine karışmadığını; bu iki
denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan harika bir su engeli bulunduğunu
tespit etmiştir.
Berzah; iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Allah-u Teâlâ hakikati de
salmıştır, dalâleti de salmıştır. Fakat aralarında mürşid-i kâmil vardır birbirine
karışmazlar.
Burada Allah-u Teâlâ kudretini izhar ediyor. "Ol!" demekle perde husule
geliyor, "Karışma!" emrini veriyor. Tatlı ve tuzlu sular birbirine karışmıyor. Bu engeli
koyan O'dur.
Âyet-i kerime'sinde:
"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara
yemin olsun ki!" buyuruyor. (Mürselât: 4)
Kudretini öyle bir koyuyor ki, o perde O'nun hükmü oluyor. O böyle hükmetti, o berzahı
kurdu. O berzahı aşmak mümkün değildir. Hakikat bir tarafta kaldı, dalâlet bir tarafta
kaldı. Hükmünü yürüttü, berzah oldu, perde oldu. Fakat görünüşte perde. Aslında perde
diye bir şey yok, Allah-u Teâlâ'nın hükmü var.
"Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi
salıverip, aralarına da karışmalarına engel olan bir perde koyan Allah'tır." (Furkân:
53)
Allah-u Teâlâ o arşa emanetleri indiriyor, sonra o Mânevî arş'tan dilediğine taksim ediyor.
O tatlı denizden murad; susuz olanları sular, onların gönüllerini yıkar, nasibini verir,
mutmain eder, yol aldırır. Bunlar hakiki mutasavvıflardır.
Diğeri ise tuzlu ve acıdır. Onlarınkisi fayda vermez. O berzahın ötesinde kalanlar dalâlet
ehlidirler. Onlarda su var gibi görünür. Fakat ne susuzluğunu giderir, ne de suya kandırır.
Asıl perde O'nun emri ve hükmüdür. O'nun emri ve hükmü yürüyünce hakikat ile dalâlet
birbirine karışmıyor.
Bu iki denizin faydalarını, alınacak ibretleri nasıl inkâr edersiniz? Bunları bir kere olsun
düşünmez misiniz?
22.08.2019
Sayfa 487 / 646
Hakikatın suyu O'ndan gelir. Buna feyz-i ilâhi denir. Bu feyz-i ilâhi Allah-u Teâlâ'dan
Resulullah Aleyhisselâm'a gelir. Ondan da zamanın mürşid-i kâmiline gelir. Ezelden kimi
nasipdar ettiyse o sudan ancak ve ancak o alır. Diğer mürşidlere de verirse oradan verir.
Vermezse, var gibi görünür, aslında yoktur.
Alanlar ondan alır, başka yerden alması mümkün değildir. Niyet-i halisa ile teveccüh
edenler nasiplerini alırlar, niyet-i halisa ile teveccüh etmeyenler hiçbir şey alamazlar.
O ilim-irfan kaynağından mürşid-i kâmil'in deryasına geldiği için, mürşid-i kâmil o ilme
sahiptir.
"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in
göğsüne boşalttım." buyuruyorlar.
O kadar çok Ashab-ı kiram varken, hepsi de değerli iken, onun kalbine boşalttı.
Demek ki kıyamete kadar yalnız bir göğüsten bir göğüse boşaltılacak ve bu boşaltılan ilim
bu ilimdir. Bu bir esrar odasıdır.
"Hakk'tan gelir onun sözü" Ancak o sudan sulanan hayat buluyor. Çünkü o su Hakk'tan
geliyor. Diğer sularda hayat yok vefat var.
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh
ile desteklemiştir." buyuruyor. (Mücâdele: 22)
"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr
verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu
hiç?" (En'am: 122)
Kime hidayet verirse, hidayetiyle beraber imanını kemalleştirirse, ona bir nûr verir. O artık
hakikat yoluna geçer, dalâletten ayrılır. O artık dalâlet ehliyle hiçbir olur mu?
22.08.2019
Sayfa 488 / 646
İnci ve Mercan:
O iki kıymetli cevher, her ne kadar acı denizden çıkmakta ise de, tatlı denizlerden de
çıkarılmaktadır.
Allah-u Teâlâ topraktan hububat ve güzel kokulu bitkiler çıkardığı gibi; sudan da insanlar
için inci ve mercan çıkarmaktadır.
Bu cevherler süs eşyası olarak kullanıldığı gibi, aynı zamanda ticaret nimetlerindendir.
Nimetlerinin inceliklerini kullarına hatırlatan Allah-u Teâlâ sayıya ve hesaba gelmeyen
nimetlerini tamamlayarak mükemmellik noktasına ulaştığını göstermektedir.
İnci; kabuklu deniz hayvanlarının içinden çıkan, sedef renginde sert taneciktir. Süs olarak
kullanılır. Bazı memleketlerden geçen nehirlerdeki midyelerden de inci elde edilir.
Allah-u Teâlâ denizlerdeki ilâhî nimetin insan hayatına giren bir bölümünü insanlara
hatırlatmaktadır.
Denizlerin bir şekilde birer mücevher merkezi, nimetler menbaı olmaları ve insanların
bunları süs olarak kullanmaları, hep birer nimettir. Bu nimetleri hangi akıl inkâr edebilir?
Büyüklükleri itibariyle dağları andıran gemileri Allah-u Teâlâ insana musahhar kılmıştır.
Bu sayede denizde istedikleri yere gidebilmekte, diledikleri gibi tasarruf edebilmektedirler.
"Denizde koca dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nundur." (Rahman: 24)
Dağlar kadar gemilerin, demirden yapılmış uçakların ve diğer çeşit çeşit nakil
vasıtalarının hepsi de ilâhî birer kudret eseridir. İnsanların bunlardan diledikleri gibi
istifade etmeleri, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi ile mümkün
olabilmektedir. Bundan dolayıdır ki insanlar ne kadar arz-ı şükranda bulunsalar yine de
kulluk vazifelerini bihakkın yerine getirmiş olamazlar.
Kur'an-ı kerim'in nâzil olduğu devirde gemiler dağları andıran büyüklükte değildi. Son
asırlarda inşâ edilen gemilerin dağlar gibi olması, Kur'an-ı kerim'in bir mucizesidir.
Allah-u Teâlâ suda gemileri kaldıracak bir güç yaratmış olmasaydı, hiç şüphesiz ki
gemiler denizin kabaran dalgalarını yararak akıp gidemezlerdi.
22.08.2019
Sayfa 489 / 646
"O'nun izniyle denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi, nehirleri de size
musahhar kıldı." (İbrahim: 32)
Gemileri insanlar yaptığı halde Allah-u Teâlâ insanlara musahhar kıldığını beyan
buyurmaktadır. Çünkü gemilerin yapımına imkân veren sert ağaçları, demiri ve diğer
malzemeleri O yaratmış, gemiyi nasıl inşa edeceklerini onlara ilham etmiş, suyu geminin
akmasına uygun düşen akıcı özelliğe sahip kılmıştır. Bütün bunları O yarattığı için, bütün
bunların yöneticisi O olduğu için, gemileri Zât-ı akdes'ine nispet etmiştir.
İçinde ağır yükler, yüzlerce insanlar olduğu halde batmayan gemiler, görenler için pek
büyük bir ibret manzarası teşkil etmektedirler.
Denizleri yaratan O'dur. Denizlere yoğunluk, derinlik ve genişlik gibi hassaları O vermiştir.
Denizin üzerinde gemileri yüzdüren, rüzgârı gönderen O'dur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Zât-ı akdes'inden başka bütün varlıkların yokluğa
maruz bulunduklarını bildirmektedir.
Hiçbir mahlûk dünyada ebedî surette yaşayacak değildir. İnsanlar da cinler de tamamen
öleceklerdir. Buradaki ölüp gitme, tamamen yok olup gitme değildir. Herşeyin aslına
dönmesidir. Daha sonra ilâhî bir kuvvetle yeniden hayata kavuşup, ahiret âlemine
sevkedileceklerdir.
Zât-ı akdes'i ezelî ve ebedîdir. O'ndan önce hiçbir şey yok idi, O'ndan gayri kalacak da
yoktur. Varlığı daimidir, nihayete ermez.
Bu iki Âyet-i kerime, tasavvufta "Bekâbillâh" makamını ifade eder. Bir velinin en son
çıkarıldığı "Sıddıkiyet" makamıdır. Mârifetullah'ın bu noktasına çıkan, bu tecelliyâta
mazhar olur. Bu tecelliyâta mazhar olan kimsenin aklı da kendisi de kül haline gelir,
varlığa ait hiçbir şeyi kalmaz. Allah-u Teâlâ'nın bir kimseyi "Ulül'el-bâb"a çıkarması,
O'nun bildirmesi ve göstermesi ile kâimdir. Bu, ilimle ibadetle olacak bir şey değildir.
Burada artık mahlûkun hükmü yoktur. Var olan Hazret-i Allah husule gelir. Vücud O,
mevcud O... Bu mevzu "Bütün mevcûdâtın O'nun vücud nûrunun zerrelerinin zuhur
mahalli olduğunu" bilenin ve görenin bilebileceği bir esrar-ı ilâhîdir, başkası bunu bilemez.
Halbuki gören için O var, başka bir şey yok. O "Var" dedi göründüler, "Yok" dediği
zaman hiçbir şey yok. Yine O'ndan başka hiçbir şey yok.
22.08.2019
Sayfa 490 / 646
O'nun nuru ile O baktırırsa, O gösterirse; O'nun varlığı, mevcûdâtın da yokluğu görülmüş
olur.
Kelime-i tevhid'in öz mânâsı da şudur: O'nu gördükten sonra, zaten başka bir şey
olmadığını kişi gözü ile görür.
İnsan hep "Ben, ben, ben!..." der, varlık toplar; ehl-i hakikat da varlık dağıtmaya başlar,
dağıta dağıta, en son o bir zerreyi de dağıtır, o bir zerre de ondan giderse, işte bu
arzettiğimiz Âyet-i kerime tecelli eder.
Bu hale gelmek için, bu noktaya ermek için her velinin Allah-u Teâlâ'ya karşı bir niyazı ve
münacâtı vardır.
Düşünülürse; hayat da, vefat da insan için büyük bir nimettir. Hayattan istifade edenler
dünyalarını da ahiretlerini de kazanmış olurlar. Vefat ile de, müminler dünyanın fânî
varlığından kurtularak ahirette ebedî bir saâdete ve selâmete kavuşmuş olurlar. Bu büyük
bir nimet değil midir? Bu nimet nasıl inkâr edilebilir?
Allah öyle bir Allah ki; itaat edeni-etmeyeni, sevdiğini-sevmediğini ayırdetmeden bütün
mahlûkatına sayısız nimetler bahşetmektedir. Sayılması imkânsız olan çeşit çeşit
nimetler veriyor, kendi mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.
Bütün istek ve ihtiyaçları o verir, ihtiyaçlar yalnız ve yalnız O'ndan talep olunur.
Gerek sonradan meydana gelmeleri ve gerekse aynı hal üzere kalmaları ve diğer halleri
itibariyle muhtaç oldukları her dileği, daima O'ndan ister dururlar.
O her an yeni bir işte, yeni bir tecellîdedir. O'nun tecellîlerinin ne sonu ne de sınırı vardır.
Kimine çeşitli ibtilâlar verir, kiminin sıkıntılarını kaldırır, kimini yükseltir, kimini alçaltır.
Kimini aziz eder, kimini zelil ve hakir yapar. Bazılarına zenginlik verir, bazılarını fakir kılar.
22.08.2019
Sayfa 491 / 646
Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. Ölüyü diriden, diriyi de ölüden çıkarır. Zira O,
her an yeni bir iş ve tecellîdedir.
Kerîm olan, Rahîm olan Allah-u Azîmüşân'ın hangi lütuf ve ihsanı inkâr edilebilir?
Mahkeme-i Kübrâ:
Mahşer yerinde insanlar amel defterlerinde belirtilen sevap ve günahları ölçtürmek için
Mizan başına geleceklerdir.
İlâhi mahkeme kurulduğunda yürekler çarpar, akıllar şaşkına döner. Herkes sadece
kendisinin hesaba çekileceğini zanneder.
"Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız." (Rahman: 31)
Bu ilâhi bir tehdittir. O'nun bir meşguliyeti olup, O bu meşguliyeti bitirdikten sonra hesaba
başlayacak değildir. Hiçbir şey O'nu bu işten alıkoymayacaktır. İnsanlarla cinlerin
hesabını görecek, geriye bir şey bırakmayıp hükmünü verecektir. O gün perdeler
kaldırılacak, her şeyin iç yüzü açığa çıkacaktır.
Âyet-i kerime'de geçen "Sekalân" iki ağırlık mânâsına gelmekte olup, insanlar ve cinler
kastedilmektedir. Zira onlardan herbiri değer ve mânâ bakımından ayrı ayrı ağırlıklar
arzetmektedir. Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'e: "Resûlüs-sekaleyn" denilmiştir.
Yarın böyle hesap gelip çatacakken; gerek bugün içinde bulunduğunuz hayat nimetlerine
ve gerek yarının ceza ve mükâfatlarına nasıl nankörlük hissedersiniz?
İlâhi Tehdit:
"Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp geçmeye gücünüz
yetiyorsa hemen geçin.
Amma geçemezsiniz, ancak bir sultan (Allah'ın verdiği bir güç) ile
çıkabilirsiniz." (Rahman: 33)
Allah-u Teâlâ tarafından bahşedilecek bir kuvvet veya bir emir olmadıkça çıkamazsınız,
kaçamazsınız. Zaten öyle bir kuvvetiniz de yoktur.
Cin ve insan, kendilerine "Sekalân" ismi verilecek kadar bir itibara sahip olmakla
beraber, bütün şu yer ve gök kuvvetlerinin üstüne çıkacak derecede bir kuvvet ve
saltanatı elde etmiş değillerdir.
22.08.2019
Sayfa 492 / 646
O'nun hüküm ve saltanatının hududundan çıkmak imkânı olmadığı halde, O'na karşı
nankörlük etmeye nasıl cesaret edersiniz?
"Üzerinize dumansız bir ateş ve bunaltıcı bir duman gönderilir de artık birbirinizi
kurtaramaz ve yardımlaşamazsınız." (Rahman: 35)
Bu iki şey hem yakar, hem de boğar. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın sorgusundan cinler
de insanlar da aslâ kaçıp kurtulamazlar.
İsyan edenle itaat edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir nimettir. Bu büyük
nimet de hiçbir zaman inkâr edilemez.
Kıyamet ve Ahiret:
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.
Gök yarılıp parça parça olduğunda, açılmış gül gibi kıpkırmızı olur ve eritilmiş zeytinyağı
gibi mâyi bir hale gelir, bakıldığında ateşle tutuşmuş gibi görünür.
"Gök yarılıp da erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül gibi olduğu zaman." (Rahman: 37)
O büyük felâket günü gökyüzüne bakıldığı zaman, gökyüzü ateşle tutuşturulmuş gibi
görünecektir.
Allah-u Teâlâ kıyamet ahvâlinden haber vermekle kullarını intibâha dâvet etmektedir.
Kıyametin korkunç safhalarını haber vererek terbiye için hatırlatmada bulunmak dahi ilâhî
lütuflardandır. Bu lütuflara nankörlük değil şükretmek gerekir.
O gün hiç kimseye: "Günahkâr sen misin? Yoksa başkası mı?" gibi sorular sorulmaz.
Şahsının tanınması, suçlu olup olmadığının anlaşılması için, şuradan buradan sorularak
araştırmaya ihtiyaç yoktur, simâları hallerini göstermeye kâfidir. Zaten korku içinde
olacakları için, kendilerini belli edeceklerdir.
22.08.2019
Sayfa 493 / 646
Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez.
Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.
O gün gelmeden önce dünyada iken Hakk'a yönelip, kulluğunuzu yaparak O'na yönelmeli
değil misiniz?
Suçlu Simâlar:
İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem Aleyhisse-lâm'dan, kıyamet gününün son anında
doğan çocuğa kadar gelip geçen bütün insanlar ve cinler, tekrar dirilip kabirlerinden
kalkarlar, mahşer yerine sevkolunup Allah-u Teâlâ'nın huzur-u izzetinde toplanırlar.
O gün suçlular için çok sıkıcı bir gündür. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler
açılmış, gizli kalan hakikatler zuhur etmiş, bütün açıklığı ile ortaya dökülmüş, bütün
anlaşmazlıklar çözümlenip karara bağlanmıştır.
Müminler sevinç ve ferahlıkla tanındığı gibi, onlar da siyah yüzleri ve patlak gözleriyle
tanınırlar.
Zebâniler onları ayaklarından tutup yüze doğru bükerler ve sımsıkı bağlarlar. Tortop bir
kütük gibi olurlar, hakaret ve tehditlerle, dağları bir anda toz edebilecek güçteki darbelerle
ateşe sürülürler.
Hâl böyleyken, bu başa gelecek durumları inkâr etmeye hiç kimsenin salâhiyeti olamaz.
Sizin varlığını yalanlamakta olduğunuz cehennem işte karşınızda duruyor ve siz onu
ayan-beyan görüyorsunuz.
"Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar." (Rahman: 44)
"Hamîm" kaynar su; "Ân" ise son derece kızgın, ileri derecedeki hararetinden dolayı
tahammül edilemeyecek noktaya gelmiş olan su demektir.
22.08.2019
Sayfa 494 / 646
Kimi zaman cehennemde azap edilecek, kimi zaman da onlara kaynar su içirilecektir. Bu
su bağırsakları paramparça eden, eritilmiş bakır gibidir. Kendilerini ayrıca yakar yandırır.
Hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gidip gelirler. İlelebed
bu şekilde azap üstüne azap görür dururlar.
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb'inin rahmetine
ümit bağladığı kadar azabından da o nispette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi
olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahman: 46)
Makamın Allah-u Teâlâ'ya izafe edilmesi, hükümranlığın yalnız O'na mahsus olmasından
dolayıdır.
"Rabb'inin makamı"; âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'nın her şey üzerindeki hakimiyeti
ve insanların bütün hallerini görüp gözetmesi demektir.
Korkudan maksat yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve şirkten, isyan ve nankörlükten
sakınıp; iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermektir.
Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Hazretleri bir gün düşünceye dalmış; kıyamet, mizan,
cennet, cehennem, meleklerin dizilmeleri, göklerin katlanışı, dağların serpilip dağılışı,
güneşin dürülmesi ve yıldızların parçalanışı hakkında fikir yürütmüş ve:
"Arzu ederdim ki, ben şu yeşilliklerden bir yeşillik olsaydım, hayvanlar gelip beni
yeselerdi ve ben yaratılmamış olsaydım." demişti.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ'nın huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet
verileceğine dair Âyet-i kerime nâzil oldu.
Ki birisi cismânî cennet diğeri ruhânî cennet. Birisi dünyada iken gönül cennetine
girmektir, ahirette ise dilediği lütfunu onlara bahşeder. Onlar dünyada iken bu cennete
girmişlerdir, bu halleri böylece ahirete intikal eder.
22.08.2019
Sayfa 495 / 646
Mukarreb kullarını cennete değil cennetlere mazhar edecek olan bir Hâlik-ı kerim'in
nimetleri nasıl inkâr edilebilir?
Böyle bir kimseyle, cehennemde ateş ile kaynar su arasında gidip gelenin durumu
arasındaki fark ne kadar da büyüktür!
Yüce Vasıflar:
Daha sonra Allah-u Teâlâ mukarreblere bahşedeceği iki cennetin vasıflarını Âyet-i
kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
Bu ağaçların güzel, yemyeşil dalları, zarif yaprakları vardır. Bu dallar en iyi cinsten olgun
meyvelerle yüklüdür. Gölgeleri de pek lâtiftir, manzarası bakanları usandırmaz.
Allah-u Teâlâ itaatkâr kullarını cennetlerde her türlü nimetlere nâil buyuracaktır. Bunları
inkâr etmek kimin haddinedir?
Bu iki pınar tatlı ve güzel su akıtırlar. Birine "Tesnim", diğerine "Selsebil" denilir.
Fevkalâde lezzetlidirler.
Bunlar öyle ulvî nimetlerdir ki, bunlardan ancak inkârcılar mahrum kalacaktır.
Yaşı da vardır, kurusu da, istenilen meyve istenildiği zaman ve mekânda mevcuttur.
Getirmek, götürmek, ağacından toplamak zahmetleri yoktur. Hiçbir gözün görmediği,
hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin aklından bile geçmeyen meyvelerden çift çift
vardır. Dünya nimetlerine hiç benzemezler. Sadece isim benzerliği vardır. Dünyada
tanınan meyveler olduğu gbi, tanınmayan meyveler de vardır.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine
aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri
üstüne yığılmıştır.
22.08.2019
Sayfa 496 / 646
Yatakların örtüleri bu kadar güzel olursa yüzlerinin güzelliğini Allah-u Teâlâ bilir.
"O cennetlerde bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş eşler vardır." (Rahman: 56)
Kadının en mühim hususiyeti onun hayası ve iffeti olduğu içindir ki; Allah-u Teâlâ cennet
nimetlerinden bahsederken, kadının güzelliğinden önce hayasını ve iffetini anmıştır.
Bilâkis onlar bakiredirler. Bu kadınlar, daha önce içinde hiç hayvan otlamamış koruluklar
gibidirler.
Bu kadınlar dünya kadınlarıdırlar. Dünyada iken ister evli ister bakire olsunlar, ikinci
yaratılıştan sonra bunlarla hiç kimse ilişki kurmamıştır.
Allah-u Teâlâ'nın bu hususta vermiş olduğu söz kesindir ve katidir, nasıl olur da bunlar
inkâr edilebilir?
Saflık bakımından yakut, beyazlık bakımından da mercan gibidirler. Kırmızı ile beyaz
birbirine karıştığından insanlar için pek makbul bir renkte olacakları beyan buyurulmuştur.
22.08.2019
Sayfa 497 / 646
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bu Âyet-i kerime'yi okuyarak: "Biliyor musunuz Rabb'iniz ne
buyuruyor?" diye sormuş, oradakiler de: "Allah ve Resul'ü en iyisini bilir!" diye cevap
vermişlerdi.
"Allah: 'Benim kendisine Tevhid nimeti olarak verdiğim kimsenin mükâfatı ancak
cennettir.' buyuruyor." diye karşılık vermiştir. (Nevâdirül-usül)
"İhsan, Allah'a sanki O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen
O'nu görmüyorsan da O seni görüyor." (Müslim: 1)
Bu Hadis-i şerif, müşâhede makamından murakabaya iniştir. Zâhirî ve bâtınî bütün ibadet
vazifelerini, iman esaslarını, kalplerin ihlâsını izah etmektedir.
Mukarrebler için tahsis edilen iki cennetten sonra Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde amel
defterleri sağlarından verilen ve "Ashâb-ı yemin" adı verilen müminler için de iki cennet
olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır." (Rahman: 62)
Allah-u Teâlâ o iki cenneti sonraki iki cennetten derece ve mertebe itibarıyla üstün
kılmıştır. Hadis-i şerif'te geçtiği üzere mukarreblerin oradaki eşyaları altından olduğu gibi,
bu iki cennette bulunanların eşyaları da gümüştendir.
Daha önce geçen iki cennetin, bu iki cennetten daha şerefli olduğuna çeşitli yönlerden
işaretler bulunmaktadır. Cennetlerin vasıfları karşılaştırıldığı zaman bu durum açıkça
görülür.
Yüce Vasıflar:
22.08.2019
Sayfa 498 / 646
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı yemin'e bahşedeceği iki cennetin vasıflarını da mütebâki Âyet-i
kerime'lerde beyan buyurmaktadır.
O iki cennet:
Bütün bu cennetler birer nimettir, bunları inkâr etmek akıl kârı değildir.
Cennette her şey daima mamur ve ebedî olduğu için, oranın sefâsı dünyanın sefâsına
kıyas kabul etmez.
Hayat menbaı olan bu çeşmeler de ilâhî nimetlerdendir. Bunlar da elbette inkâr edilemez.
Mukarreblerin iki cennetinde ise, her çeşit meyveden çift çift olduğu anlatılmaktadır.
Bütün bunlar atiyye-i Sübhâniye'dir, bunları da inkâra hiç kimsenin salâhiyeti yoktur.
Onlarda kin, haset, kıskançlık gibi kötü huylardan hiçbiri yoktur. Aynı zamanda eşlerinin
memnun olacağı güzellikteki simalara sahip olacaklardır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
Mukarreblerin iki cennetinde ise kadınlar yakut ve mercana benzetilmiştir. Çünkü her
güzel, yakut ve mercan kadar güzel değildir.
22.08.2019
Sayfa 499 / 646
"Çadırlar içinde örtülü (gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş) huriler vardır." (Rahman:
72)
Cennet her ne kadar sorumluluk yeri değilse de, onlar mahremleri dışında kimseye
gözükmezler. Çünkü gizli şeyler kabilindendirler.
"Bir mümin için cennette içi boş bir tek inciden altmış mil uzunluğunda bir çadır
vardır. Mümin için orada âileler vardır. Onları dolaşır, fakat onlar birbirini
görmezler." (Müslim: 2838)
"Bunlara onlardan önce ne bir insan ne de bir cin dokunmamıştır." (Rahman: 74)
Şüphesiz ki bütün bu nimetler, burada belirtilen vasıflardan çok daha üstün ve yücedirler.
Bunların yeşil olmalarının sebebi, yeşilin gözleri ve ruhu dinlendirici bir özellikte
olmasındandır.
Azamet, ululuk, yücelik, kibriyâ... gibi büyüklük nişânesi olan ne kadar kemâlât varsa
hepsi O'na mahsustur. Her türlü övgü ve tâzim ancak O'na yaraşır.
Mahlûkat üzerindeki sayıya gelmeyen, ölçüye sığmayan nimetler ancak O'nun ikramı,
O'nun ihsanıdır.
Allah-u Teâlâ isyan edilmeye değil, ululanmaya; ikram sahibi kabul edilerek ibadet
edilmeye; inkâr edilmeye değil, şükredilmeye; unutulmaya değil zikredilmeye lâyıktır.
22.08.2019
Sayfa 500 / 646
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- namazdan çıktığı zaman üç defa istiğfar eder ve
şöyle buyururdu:
"Ey Allah'ım! Sen Selâm'sın, selâmet de senden gelir. Sen mübareksin ey celâl ve
ikram sahibi!" (Müslim)
Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübarek Sûre-i celîle; on dört Âyet-i kerime, iki yüz
yirmi bir kelime ve dokuz yüz harften teşekkül etmiştir.
Dördüncü Âyet-i kerime’de Allah yolunda birbirine kurşunla kenetlenmiş bir duvar
(Bünyan-ı mersûs) gibi düşman karşısında saf bağlayarak çarpışan mücahidlerden söz
edildiği için, Âyet-i kerime’de geçen ve bu mânâya gelen “Sâff” kelimesi bu Sûre-i şerif’e
isim olmuştur. Bu sûre-i şerif’e ayrıca “İsa Aleyhisselâm sûresi” ve “Havariyyûn sûresi”
isimleri de verilmiştir.
Muhtevâsı:
Daha sonra müminlerin İslâm’a ihlâsla bağlanmaları teşvik edilmekte, İslâm dinini
yüceltmek ve kuvvetlendirmek için Allah yolunda canlarını fedâ etmelerinin lüzumu
belirtilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 501 / 646
İslâm’a dâvet edildiği halde Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimsenin
olamayacağı, Allah’ın bu gibi kimseleri hidayete erdirmeyeceği beyan edilmektedir.
Yine Sâff Sûre-i şerif’inde müminleri can yakıcı azaptan kurtaracak olan en mühim
amelin, Allah katında en kârlı ticaretin imanda sebat ve Allah yolunda can ve mal ile
cihad etmek olduğu gösterilmektedir. Bunun ahiretteki mükâfâtının azaptan kurtuluş,
günahların bağışlanması ve cennetin ebedî nimetlerine kavuşmak olduğu gibi; dünyadaki
mükâfâtının ise Allah’tan bir yardım ve yakın bir fetih olduğu haber verilmektedir.
Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Hadîd, Haşr ve Sâff sûre-i
şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u
Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
Varlıklar yokluktan varlık âlemine çıktıklarından beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ’yı
tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih
etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir. Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün
mahlûkat Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine, kudret ve azametine, şeref ve izzetine
işaret ve şehâdette bulunur dururlar. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.
Niçin tesbih ederler? Kürsü’de Allah-u Teâlâ olduğu için! O yaratıyor, her yaratılan
O’nunla kâimdir, Kürsü’de O var. Onlar kürsüdekini görüyor, biliyor, tesbih ediyorlar.
Dilediğine izzet verir, dilediğini zelil eder. Hakk’tan yana olanları zafere eriştirir. Mülkünde
güçlüdür, O’na karşı gelmek isteyenler sonunda mağlup ve perişan olurlar.
En Faziletli Cihad:
22.08.2019
Sayfa 502 / 646
Kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten men etmeye önce kendi
nefislerinden başlamalılar. En faziletli cihad işte budur.
Kişi kendisinin Allah yolunda mücadele ettiğini zanneder, beşeriyeti irşada kalkar ve fakat
kendi nefsi onu işgal etmiştir de bilmez.
“Ey zâhid!... Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen fethedildiğini
bilmiyorsun. Evvelâ kendi içine dön. İçindeki düşmanını öğren. Evini ve odalarını
işgaliyetten kurtar.”
Öğüt verme durumunda olan bir kimsenin, söylediklerinden önce kendisi tarafından
yaşamasının sözden daha çok tesirli olduğu bir gerçektir.
Bildiğiyle amel etmeyen, sözleriyle icraatları birbirini tutmayan bu gibi kimseler hakkında
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
Bu gibi kimseler bilmediği halde bilmiş gibi görünmenin, Allah katında büyük günah
olduğunu da bilmezler.
Allah katında en makbul ilim, amel edilen ilimdir. Amelsiz ilim vebalden ibarettir. Yalnız
öğrenmekle iktifa edenler âlim değil, ilmin kabıdır.
Üsâme -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar
ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi döner. Cehennem halkı onun yanına
toplanır da: ‘Ey filân! Bu ne hâl? Sen bize iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya
çalışmaz mıydın?’ derler. O da: ‘İyiliği emrederdim de kendim yapmazdım,
kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim yapardım.’ cevabını
verir.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1351)
Onun bu durumu, etrafına ışık verip kendisini yakan muma benzer. İslâm’ı hayatında
yaşamıyor, başkasına yaşamasını söylüyor. Onun içindir ki sözleri hiç tesir etmiyor.
Kendisi yaşamış olsa, söz bile söylemeden, onun hâli numune olur. İnsanlar onun
hâlinden istifade ederler, yollarını doğrulturlar.
Yaşamayıp sadece konuştuğu zaman birisi onun durumuna bakar, “Bunun hareketleri
zaten eğri, sözünden ne hayır gelir?” der, yol arayan insanı dahi yoldan çıkarmış olur.
22.08.2019
Sayfa 503 / 646
Henüz âkıbetini görmeyen ve kaderin sırrını bilmeyen insan için, böyle bir iddiâ ile
böbürlenmesi çok tehlikeli bir sonuçtur, cehalet ile düşüştür.
Cihaddan maksat, hak din olan İslâm’ın yüceltilmesi, cihanın her köşesine yayılmasıdır.
Bu gaye için bütün müslümanların bütün güçleri ile, canla başla, malla, kalemle
çalışmaları, bütün imkânlarını seferber etmeleri farzdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müminleri cihada teşvik ederek şöyle buyuruyor:
“Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları
sever.” (Sâff: 4)
Dininin yüceltilmesi için Allah-u Teâlâ’nın düşmanları ile savaşanlardan râzı olur ve onları
över.
Allah yolunda elbirlik olarak savaşan müslümanların durumu; en küçük bir gedik ve açık
bulunmayan, parçaları birbirine kenetlenmiş yekpâre duvarın durumuna benzer.
Böyle bir kuvvete asırlar boyunca en büyük kuvvetler bile karşı koyamamış, İslâm’ın
yayılışına engel olamamışlardır.
Daha sonra gelen Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’ın kavminden bir
kısmının isyan ederek onunla beraber cihada atılmaktan kaçındıklarını ve
peygamberlerine birçok gönül endişesi yaptıklarını beyan buyurmaktadır:
“Bir zamanlar Musa kavmine: ‘Ey kavmim! Beni niçin incitiyorsunuz? Halbuki
benim, Allah’ın size gönderdiği bir peygamber olduğumu biliyorsunuz!’
demişti.” (Sâff: 5)
Allah-u Teâlâ onlara bu dünya hayatında geçimlik vermişti. Bu bolluk ve nimet içinde
yaşadılar. Buna aldanarak bu durumun devam edeceğini sandılar. Kalpleri katılaştı,
yükleri ağırlaştı, hesapları zorlaştı. İradelerini azgınlık ve sapıklığa sarfettikleri için de
cezâları cehennem oldu.
22.08.2019
Sayfa 504 / 646
Görülüyor ki başta peygamberler olmak üzere hidayet dâvetçilerine yapılan eziyet kişiyi
küfre götürmekte, kalplerin hidayetten kaymasına sebep olmaktadır. Peygamber
vârislerine yapılan eziyet de peygamberlere yapılan eziyet hükmündedir.
İsa Aleyhisselâm’ın
Büyük Müjdesi:
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere Ulül-azm bir peygamber olan Hazret-i İsa
Aleyhisselâm, göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle
söylemişti:
“Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik edip
doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir Peygamber’i
müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.” (Sâff: 6)
İsa Aleyhisselâm’ın Tevrat’ı tasdik etmesi, haber verme itibariyledir. Zira Tevrat’ta hem
İsa Aleyhisselâm’a hem de son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’a dair haberler
vardı. Bu sebepledir ki İsa Aleyhisselâm, Ahmed Aleyhisselâm’ın gelmesinin yakın
olduğunu müjdelemek suretiyle bu husustaki haberlerin doğru olduğunu ispatlamıştır.
Ahmed; Allah-u Teâlâ’nın en çok methini yapan kişi mânâsına geldiği gibi, en çok
methedilen veya kullar arasından en çok övülen kişi mânâsına da gelir.
Ne gariptir ki; böyle söylediği halde, İsrâiloğulları’nın çoğu onu dinlemediği gibi,
hıristiyanlardan birçoğu da bu hakikati gizlediler, tevil ve tahrif ettiler.
22.08.2019
Sayfa 505 / 646
Gerek yahudiler gerek hıristiyanlar Hazret-i Allah’a iman ederek değil de kendi arzularına
uyarak bu peygamberin kendi nesillerinden gönderilmesini bekliyorlardı.
İşte ırkçılığın insanlara bu kadar zararı ve tahribatı oluyor, ebedî azaba maruz bırakıyor.
Bu inkâr ırkçılıklarından ötürüdür. Gerek yahudi gerekse hıristiyanlardan ancak iman
edenler kurtulmuştur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer bu
ümmetten bir yahudi veya hıristiyan beni işitir de sonra benimle gönderilene iman
etmeden ölürse, mutlaka cehennemlik olur.” (Müslim: 153)
İslâm’a Dâvet:
“Çağırmak” mânâsına gelen “Dâvet” kelimesi, terim olarak hususiyetle “İslâm dinine
ve İslâm dininin esaslarının uygulanmasına çağrı” mânâsına gelmektedir.
22.08.2019
Sayfa 506 / 646
“İslâm’a dâvet edilirken Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim
olabilir?” (Saff: 7)
Gerçekte İslâm’a dâvet eden bizzat Allah-u Teâlâ’dır, bütün peygamberlerini bu vazife ile
göndermiştir. Bu dâvete uyanlar dünya saâdetine ve ahiret selâmetine ermişler;
uymayanlar ve uymadıkları gibi başkalarını da uymaktan alıkoyanlar ise büyük bir zulüm
işlemişler, hidayetten büsbütün mahrum olmuşlardır.
İradelerini hayra sarfedenler kıyamete kadar bulunacağı gibi, şerre sarfedenler de eksik
olmayacaktır.
İslâm’ın İzzeti:
İslâm dini kıyamete kadar payidar olacaktır, Allah-u Teâlâ dinine yardımını değişik
biçimlerde, değişik tezahürlerle sürdürecektir:
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile
gönderen O’dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar!” (Saff: 9 - Tevbe: 33) (Bakınız,
Fetih: 28)
İslâm dininin diğer dinlerden üstün olması sadece Asr-ı saâdet’e mahsus olmayıp,
kıyamete kadar bu hüküm bâkidir.
İslâm dini nazil olduğu zaman nasıl taptaze idiyse, kıyamete kadar da bu tazeliğini ve
ciddiliğini koruyacaktır. O Allah’ın dinidir ve dimdik ayakta kalacaktır, nihayetinde zaferi er
veya geç İslâm’a bahşedecektir.
22.08.2019
Sayfa 507 / 646
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar gelecek olan müminlere hitap ederek, onları dünya ve
ahiretteki en kârlı kazanca dâvet etmektedir.
Buyurur ki:
“Ey iman edenler! Elem verici can yakıcı bir azaptan sizi kurtaracak bir ticaret
yolunu göstereyim mi size?” (Saff: 10)
Bu soru teşvik için sorulmuştur. Bundan sonra Allah-u Teâlâ şöyle buyurarak bu ticareti
açıklamıştır:
Osman bin Ma’zun -radiyallahu anh-ın: “Yâ Resulellah! Allah katında hangi ticaretin daha
sevimli olduğunu bilmek isterdim, ki o ticareti yapayım.” demesi üzerine bu Âyet-i
kerime’ler nâzil olmuştur.
Ticaret; kişinin kazanç arzusu ile malını, emeğini, her türlü kabiliyetini ortaya koyarak kâr
elde etmesidir. Bu bakımdan iman ve Allah yolunda cihad etmek, ticarete benzetilmiştir.
İnanan, malı ve canı ile cihad eden kimse; elem verici azaptan kurtulmak için, Allah
katındaki büyük mükâfatı elde etmek için, sözde kalmamış, yapabileceğini yapmıştır.
Maddi kazancını Allah yolunda sarfettiği için manevî kazanca dönüştürmüştür.
Bu çok kârlı ticaretin ilk uygulayıcıları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtıdır.
Onlar sadece iman etmekle kalmadılar, o imanın gereği olarak canlarıyla mallarıyla Allah
ve Resul’ünün yolunda cihad ettiler.
Bu ticaret öyle büyük bir kazanç yoludur ki, artık ondan öte bir kazanç düşünülemez.
Dünya ticareti ile kıyas bile edilemez.
Yaptığı ticaretten çok çok kâr eden bir kimse, etrafındaki insanlar tarafından parmakla
gösterilir, herkes kendisine imrenir. Tasavvur edin ki günleri sayılı olan dünya hayatına
karşılık ebedi ahiret hayatını kazanan kimsenin kârı ne ile kıyaslanabilir?
Allah-u Teâlâ onlara ahirette lütfedeceği ecir ve sevabı beyan buyurduktan sonra, bu
dünyada da büyük lütuflara ve fetihlere mazhar olacaklarını haber vermiştir:
“Bundan başka, seveceğiniz bir şey daha var. Allah’tan bir yardım ve yakın bir
fetih.
22.08.2019
Sayfa 508 / 646
Müminler asırlar boyunca bu müjdelere ermek için bütün gayret ve himmetlerini Allah
yoluna sarfetmişlerdir.
İsa Aleyhisselâm’ın oniki kadar Havârî denilen seçkin talebeleri ve yakın arkadaşları
vardı. Havârî, samimi dost ve yardımcı mânâsına gelmektedir. Bunlar Resulullah
Aleyhisselâm’ın ashabı gibi, İsa Aleyhisselâm’a, o hayatta iken iman eden ve sadâkat
gösteren hâlis müminlerdir.
Allah-u Teâlâ onları Kur’an-ı kerim’inde anmış ve gelecek nesillere övgü ile duyurmuştur.
Allah-u Teâlâ’nın dinine hizmet ederek, O’nun nurunu âfâka neşretmeye çalışın.
Bir kulun Rabb’ine yardımcı olduğu bir mevkiden daha yüce bir mevki ve makam
düşünülebilir mi?
İnananlar bu emr-i şerif mucibince O’nun dinine yardımcı olmuşlar, O’nun dinine hizmet
ederek Kelime-i tevhid’i âfâka neşretmeye çalışmışlardır.
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım
eder.” (Muhammed: 7)
Havârîler daha önceleri makam sahibi, soylu ve zengin kimselerdi. İsa Aleyhisselâm’a
tâbi olduktan sonra, onun uyarması üzerine kendi kazandıkları rızıklarıyla geçinmeye
başlamışlardır.
22.08.2019
Sayfa 509 / 646
İsa Aleyhisselâm göğe çekildikten sonra, vasiyetini muhafaza edip talimini yapanlar
bunlar olmuş, çoğu da zamanla birer birer şehit edilmişlerdir.
Allah-u Teâlâ havârîlerin İsa Aleyhisselâm’a iman ve yardım ettiklerini haber verdikten
sonra İsrâiloğullarının iki kısım olduklarını beyan etmiştir:
“İsrâiloğullarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti.” (Saff: 14)
İman ile küfür ayrıldı, hak ile bâtıl mücâdeleye başladı, sonunda da hakkın taraftarları
Allah’ın izniyle galip geldiler.
Nitekim Resulullah Aleyhisselâm’a muhalefet eden müşrikler de kısa bir zaman içinde
makhur ve mağlup oldular. İslâm mücâhidleri birer İslâm havârîsi olarak din-i mübin’i
dünyanın şarkına ve garbına neşrettiler.
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. On beş Âyet-i kerime, elli dört kelime ve
iki yüz kırk altı harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime'de geçen ve "Güneş" mânâsına gelen "Şems" kelimesi bu Sûre-i şerif'e
isim olmuştur.
Ebu Büreyde -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm yatsı
namazında Şems sûre-i şerif'iyle benzeri uzunlukta olan sûre-i şerif'leri okurdu.
Muhtevâsı:
On birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametine delâlet eden
sekiz delil üzerine yemin edilerek; kendini küfür ve nifaktan, günahlardan arındıranların
kurtulacağı, nefsini kirletip örtenlerin ise ziyana uğrayacağı beyan edilmektedir.
22.08.2019
Sayfa 510 / 646
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, Sâlih Aleyhisselâm'ın kavmi olan Semud'un âkıbeti bir
ibret numunesi olarak gözler önüne serilmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde güneş üzerine, onun sürekli aydınlığına ve ardından
gelen aya yemin ederek, dikkatleri kudretinin kemâline, saltanatının büyüklüğüne
çevirmektedir:
Güneşten dünyaya doğru yayılan birçok faydalar bulunabilmekle beraber, bunların içinde
en belli olan ısı ve ışıktır.
Güneş, dünyanın da dahil olduğu güneş sisteminin merkezi, aynı zamanda dünyaya en
yakın olan yıldızdır. Büyük görünmesinin sebebi de bu yakınlığıdır. Güneş dünyaya hayat
veren kaynaktır. Güneş olmasaydı, dünyada hayat olmayacaktı.
Ay ise dünyanın tek uydusudur. Dünya güneşin çevresinde nasıl dönerse, o da dünyanın
çevresinde döner. Bu şekilde aynı zamanda dünya ile beraber güneşin de çevresinde
dönmüş olur.
Ayın nuru, güneşin ışığının bir yansımasıdır. Güneşin ışığı aslından, ayın nuru ise
güneştendir.
Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı
andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.
Bu güneş ışığının tam bir yayılma ile diğer bir durumuna yemindir.
Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı ilk saatlerdir. Gitme vakti de, yok olmaya yüz
tuttuğu, sabaha yöneldiği son saatlerdir ki sabahın müjdesidir.
Allah-u Teâlâ gecenin karanlığını gündüzün ışığıyla, gündüzün ışığını gecenin karanlığı
ile giderir. Her biri diğerini durmadan ve gecikmeden kovalar. Biri gider gitmez diğeri, o
gittiğinde ise öbürü hemen gelir. Işığı karanlığa giydirip örttürdükten sonra, bir de çevirip
karanlığı ışığa giydirir.
Bu durum zamanın akışını, ömürlerin geçişini gösterdiği gibi; bütün değişikliklerin O'nun
hükmüyle cereyan ettiğini de ispat etmektedir.
22.08.2019
Sayfa 511 / 646
Dağları, ovaları, dereleri ve denizleri gibi girinti ve çıkıntıları ile kutuplarının basıklığı
yuvarlaklığına engel olmaz. Üstünde bir portakal pürüzleri derecesinde kalır.
Göğün bina edilmesi, düzenlenip dengede tutulması, yeryüzünün insanlar için döşenip
hazırlanması, hem bir plânın hem de bir plânlayıcının varlığını ve azametini
göstermektedir.
İçindekilerle birlikte bütün kâinatı "Ol!" emr-i şerif'i ile yaratan, kudret, azamet ve ululuk
sahibi Hazret-i Allah'tır.
Nefsin Islahı:
Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ arzettiğimiz Âyet-i kerime'lerinde göğe ve ondaki âlemlere;
yere ve onu yuvarlayıp döşeyen Zât-ı akdes'ine yemin etmektedir. 7. ve 8. Âyet-i
kerime'lerinde ise canlıların en seçkini olan insana ve insan nefsini mükemmeliklere
ulaşmaya hazır biçimde ve muntazam bir şekilde yaratan Zât-ı akdes'ine yemin ediyor.
Yaratan O, yaşatan O, donatan O...
İnsanı en güzel şekil ve surette yaratmış, onu zâhirî ve bâtınî nimetlerle ve kuvvetlerle
bezemiş, birçok kabiliyetler bahşetmiştir.
Allah-u Teâlâ bu ilhamı, yaratılışında ona koymuş, iyilik ve kötülüklerin kendisine ilham
edildiğini bildirmiştir. Burada ilham alan nefse dikkat çekilmektedir. Yaratılışı tam ve
düzgün bir hâle getirilmekle beraber, ayrıca kendisini helâk edecek kötülükleri işlemeye
ve cennete götürecek iyilikleri yapmaya muktedir bir hâle getirilmiştir. Dizginleri kendi
elindedir. İsterse kendisini saâdet yoluna yöneltir, isterse felâkete doğru sevkeder.
Bu Âyet-i kerime'de "Nefs-i mülhime"ye işaret vardır. Allah-u Teâlâ'nın ona isyan ve
itaatini vasıtasız olarak ilham etmesinden dolayı bu dereceye "Mülhime" ismi verilmiştir.
"Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ
yollarını ilham etmiştir." (Muhammed: 17)
22.08.2019
Sayfa 512 / 646
Hakk'a yönelen bir insan, iradesini "Nefsini ıslah etme" yönünde kullanırsa;
"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Allah'ın dinine) yardım eder (sarılırsanız) Allah da
sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar." (Muhammed: 7)
Nitekim Zeyd bin Erkam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarının bir noktasında şöyle niyaz ederlerdi:
"Ey Allah'ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen
varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin." (Müslim: 2722)
Meselâ; bir toprakta maden var. İnceden inceye uğraşarak o madeni topraktan ayırmak
lâzımdır. Toprağın çok, madenin az olduğu düşünülerek ayırma işi bırakılırsa, o çok
kıymetli maden topraktan ayrılmaz.
İşte bunun gibi, Allah-u Teâlâ bir insana mânevî bir cevher koymuşsa, o cevheri
meydana çıkarmak gerekir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi
tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
Allah-u Teâlâ azmi nispetinde kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır,
önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel bırakmaz.
Ebedî saâdet ve selâmete ermiştir. Umduğuna nâil, korktuğundan emin olmuştur. Allah-u
Teâlâ onu Hakk yolunda yürümeye muvaffak kılmıştır.
Kalp temiz olursa kişiyi ibâdet ve taata sevkeder. Hasta insan, güzel yemeklerin lezzetini
anlayamadığı gibi, mâsivâ batağına düşmüş bir kalp de ibâdet ve taatın lezzetini
anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.
22.08.2019
Sayfa 513 / 646
Buradaki temizlenmekten maksat, ahlâk-ı zemime adı verilen "Şehvet, gadap, kin, kibir,
riyâ, hased..." gibi kötü huylardan temizlenmektir. Yoksa zâhiri temizlik ya da "Oruç
tuttum temizlendim." gibi basit bir mânâ çıkarılmamalıdır.
Ebu Zerr-i Gıfâri radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı
cihaddır." (Câmiu's-sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma
hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması, sonunda faydası kendisine âit olan bir
vazifedir. Allah-u Teâlâ hiç kimseyi zorla kötülüğe sevketmez. Eğer kötülükte ısrar ederse
onu bu temizlikten mahrum eder.
Kendisini hidayetten mahrum bırakarak büyük bir tehlikenin tam ortasına atmıştır.
Mertebesini düşürmüş, yönünü karıştırmış, her türlü sapıklıklarla gönlünü bulandırmış,
ilâhî rahmetten bütünüyle mahrum olmuş, ahiretini harap etmiş, daha dünyada iken
cehennemlikler zümresine katılmış, böylece de en büyük zarar ve ziyanı haketmiştır.
Küfürde ısrar edenleri Allah-u Teâlâ takva ve tezkiyeden mahrum eder, onu nefsine
bırakır, böylece göz göre göre küfür yollarında ömrünü tüketmiş olur.
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile
arkadaş olan kimse aslâ mükerrem olamaz. Süfli arzular peşinde oldukları için suretâ
insandır, icraatları hep hayvânîdir.
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve
fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp
tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini,
nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
Nefsin meşru olmayan arzularına uymamak farzdır. Çünkü nefis daima kötülüğe
meyillidir.
22.08.2019
Sayfa 514 / 646
Nefis öyle bir mahlûktur ki, hem zâlimdir, hem kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye
bu kâfiri müslüman etmektir.
Kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten men etmeye önce kendi
nefislerinden başlamalı; başkalarından önce kendilerini düzeltmeye çalışmalıdırlar. En
üstün cihad budur. İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir.
Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın bir insana yapacağı en büyük
düşmanlık onu öldürmesidir. Bu ise şehitliğine vesile olduğu için, onu en yüksek
mertebeye erdirir. Nefsin elinde mânevî hayatı ölürse ebedî hayatı mahvolur.
Allah'tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni
arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve
takvâ sahibi olur.
Semud kavmi tıpkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçen toplulukların başına
gelenlerden ders ve ibret almamışlar, dilleriyle de gönülleriyle de isyan etmişler, fısk-u
fücura dalmışlardı.
İşi büsbütün azıtıp putlara tapmaya, son derece zulüm ve haksızlık yapmaya başlayınca;
Allah-u Teâlâ onları ıslah etmesi, doğru yolu göstermesi, tevhid inancını öğretmesi için
kendi içlerinden Sâlih Aleyhisselâm'ı peygamber olarak vazifelendirdi. Onları her ne
kadar insafa dâvet edip, düzelmeleri için çalışıp, kurtuluş ve saâdet yolunu gösterdi ise
de; inatla putlarına tapmaktan, sapıklık ve azgınlıklarına devam etmekten ayrılmadılar.
Arka arkaya itham ve iftiralara başladılar.
Semud kavmi peygamberlerini hem âciz bırakmak, hem de yalancı durumuna düşürmek
için mucize olacak vasıfta bir deve meydana getirirse kendisini tasdik edip inanacaklarını
söylediler. Bunun üzerine, büyükçe bir kayanın içinden, içtiği sudan çok fazla süt veren
mucize bir dişi deve çıkıverdi. Ne var ki inkârcı kavim sözlerinde durmadılar. Çoğunluk
yine de kâfirliklerinde ısrar ettiler. Hatta ileri gelen şirretleri mucize deveyi öldürmeye
karar verdiler.
22.08.2019
Sayfa 515 / 646
"Onların en azgını deveyi kesmek için ayaklanınca, Allah'ın Resul'ü (Sâlih) onlara:
'Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dikkat edin!' dedi." (Şems: 12-13)
Bu mucize deveye tâzim ve teşrif için Allah-u Teâlâ'ya nispet olunarak "Allah'ın
devesi" denilmiştir. Bu tâbir elbette düşündürücüdür. Çünkü o vasıtasız olarak doğrudan
doğruya Allah tarafından yaratılmıştı ve Allah-u Teâlâ'nın yüce kudrretine delâlet
etmekteydi. Allah-u Teâlâ, Sâlih kulunun nübüvvetini ve doğruluğunu ayan beyan
meydana koymuştu.
Allah-u Teâlâ'nın azap vâdeden sözünün tecellî vakti gelmiş bulunuyordu. Yapılacak
hiçbir şey kalmamıştı. Her geçen gün isyan ve tuğyanlarını artıran, kendilerini doğruya ve
iyiye dâvet edenlere baş düşman kesilen bu kavmin, artık yeryüzünden silinme saati
gelmişti. Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Bu azap ile sadece kendileri değil, bütün
Semud kavmi toptan helâk oldu.
"Rabb'leri de günahları sebebiyle onların üzerine katmerli azap indirdi ve yerle bir
etti." (Şems: 14)
Küfürden kurtulamayınca, o küfür onları yedi bitirdi; şirkten sıyrılamayınca, o şirk onları
aldı götürdü.
Allah-u Teâlâ'nın iktidarı her şeyin üstündedir. Mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi
tek başına tedbir ve idare eder.
Yaptığı savaşı kazanan bir hükümdar, her ne kadar düşmanını kırıp geçirse de, yine de
düşmanının toparlanıp karşı taarruza geçeceği hakkındaki korkusu kesilmez, daima
endişe üzerinde bulunur. Halbuki Allah-u Teâlâ isyan eden kavmi helâk eder, o işin
âkıbetinden ise aslâ endişesi olmaz.
Yapacağı bir işin varacağı neticeden korkmayan bir kimse, eğer kırıp geçirmek isterse,
son derece kırar geçirir. Dolayısıyla Kahhâr olan Allah-u Teâlâ'nın kırıp geçirmesi de
böyle olmuştur.
Allah-u Teâlâ hükmünde hikmet sahibidir. Her iş ve icraatı plânlı ve programlıdır. Her şeyi
ezelî takdir plânına göre yürütmektedir. Hiçbir güç ve kudret O'na muhalefet edemez,
hükmünü dilediği şekilde yürütür. Her hükmü âdil ve dengelidir, hiçbir hükmünde hiçbir
surette haksızlık ve adaletsizlik bulunmaz. Yanlış bir fiil veya hükmün, O'ndan sâdır
olması mümkün değildir.
22.08.2019
Sayfa 516 / 646
O'nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir. Bütün kuvvetler
O'nundur, dilediği şeyi dilediği anda yaratır. Yarattığı şeyde dilerse dilediği kadar kuvvet
ve kudret de yaratır. Dilerse güçsüzleri güçlü, zayıfları kuvvetli, âcizleri kudretli kılar.
Neticesi nedamet doğuracak bir emir O'ndan tecellî etmez. Bunun içindir ki, indirdiği ve
indireceği hiçbir emir ve hükmünün neticesinden korkmaz, endişe etmez. İşin başı O'nun
katında nasıl kesinlikle biliniyorsa, sonu da kesinlikle bilinmektedir.
Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on iki Âyet-i kerime,
iki yüz kırk yedi kelime ve bin altmış harften teşekkül etmiştir.
İsmini birinci Âyet-i kerime’den almıştır. İlâhî hükümleri konu alan Sûre-i şerif’lerdendir.
Bundan önceki “Talâk sûre-i şerif’i”nde mümine hanımların boşanması ile ilgili hükümler
yer aldığı gibi; “Tahrîm sûre-i şerif’i”nde de Resulullah Aleyhisselâm’ın nezih hanımları ile
ilgili hükümler bulunmaktadır.
Muhtevâsı:
Başkalarını memnun etmek için helâl olan bir şeyi haram imiş gibi göstermenin doğru
olmadığı belirtilmektedir.
Yapılması meşru olan bir şey terkedilip yapılan yeminde durulmadığı zaman kefaret
verilmesi gerektiği açıklanmaktadır.
22.08.2019
Sayfa 517 / 646
Âile sırrının gizli kalması hususunda çok dikkatli olmak gerektiği üzerinde durulmakta ve
bir ahlâkî özellik olarak tanıtılmaktadır.
Allah-u Teâlâ’nın nuru, âlemlerin gurur ve surûru olan Muhammed Aleyhisselâm’ın Allah
katındaki en yüksek mertebesi en beliğ bir şekilde inanmış gönüllere zerkedilmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm pâk zevcelerini boşasa da, onlardan daha hayırlı zevcelere nâil
olacağı müjdelenmektedir.
Müminlerin hem kendilerini hem de âile halkını pek şiddetli cehennem ateşinden
korumaları emredilmekte, bu mesuliyetin çok ağır olduğu ihsas ettirilmektedir.
Kâfir ve münafıklar ahiret gününde her ne kadar yaptıkları azgınlıklar için özür beyan
etseler de hiçbir zaman kabul edilmeyeceği, cezalarını mutlaka çekecekleri ihtar
edilmektedir.
Allah-u Teâlâ’nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve ona gönülden inanan,
yolunda ve izinde yürüyen müminleri kıyamet gününde rüsvay etmeyeceğini,
utandırmayacağını, nurlara gark edeceğini haber vermektedir.
Her türlü şartlarda kâfirlerle ve münafıklarla cihad edilmesi, onlara sert davranılması,
böylece küfrün ve nifakın önüne geçilmesi emredilmektedir.
Tahrîm sûre-i şerif’inin sonunda iki misal getirilmekte; Nuh Aleyhisselâm ile Lut
Aleyhisselâm’ın eşlerinin kocalarına ihanet ettikleri ve en kötü âkıbete uğradıkları,
Firavun’un Allah’a gönülden iman eden karısı Hazret-i Âsiye’nin imanındaki sadakati ile
iffet numunesi Hazret-i Meryem’in Allah katındaki ulviyeti beyan buyurulmakta, böylece
âile yapısında kadının yerinin ne kadar önemli olduğu vurgulanmaktadır.
Resulullah Aleyhisselâm
ve Muhtereme Hanımları:
Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Resulullah Aleyhisselâm hiç iltifat etmiyor,
sade ve mütevâzi yaşayışına devam ediyordu.
22.08.2019
Sayfa 518 / 646
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in bildirdiğine göre, Ezvâc-ı tâhirat iki gruba
ayrılmıştı.
Grupların birinde; Hazret-i Âişe, Hazret-i Hafsa, Hazret-i Safiye, Hazret-i Sevde
-radiyallahu anhünne- bulunuyordu.
Diğer grubu ise; Hazret-i Ümmü Habibe, Hazret-i Ümmü Seleme, Hazret-i Zeyneb,
Hazret-i Meymune ve Hazret-i Cüveyriye -radiyallahu anhünne- teşkil ediyordu.
Resulullah Aleyhisselâm günlerini Ezvâc-ı tâhirat arasında taksim ederdi. Hazret-i Hafsa
-radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in günü geldiğinde, anne ve babasını ziyaret için Resulullah
Aleyhisselâm’dan izin istemiş ve gitmişti.
Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz dönüp onu kendi odasında görünce
fevkalâde gücenerek bir kıskançlık duydu. “Ben yok iken onu odama alıp, onunla birlikte
mi oldun? Bunu sadece beni hakir gördüğün için yaptığın kanaatindeyim.” dedi.
“Mâriye’yi kendime haram kıldım, fakat sakın bundan hiç kimseye söz
etme!” buyurdu.
Fakat Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz daha sonra Hazret-i Âişe -radiyallahu
anhâ- Vâlidemiz ile kendi arasındaki duvara vurarak Resulullah Aleyhisselâm’ın sırrını
ona duyurdu. Çünkü birbirleriyle çok sıkı-fıkı idiler. Bundan sonra diğer hanımları da
durumdan haberdar oldu.
Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok kızdı, onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin
etti ve “Meşrebe” diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.
“Ey Peygamber! Eşlerinin hoşnutluğunu gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi
niçin kendine haram ediyorsun?” (Tahrîm: 1)
Bu hitap, kınama için değildir. Zira Resulullah Aleyhisselâm’ın helâl olan şeyi nefsine
haram kılması, evlâyı terk kabilindendir. Yoksa Allah-u Teâlâ’nın helâl kıldığı bir şeyi
hakikatte haram kılmak değildir.
Sana merhamet buyurarak bundan dolayı seni sorumlu tutmamıştır, hakkında rahmet-i
Sübhânî’ye tecellî edecektir.
22.08.2019
Sayfa 519 / 646
Onun için kendi arzunuza göre değil, O’nun emirlerine göre hareket ediniz.
Daha sonra Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm ile Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ-
Vâlidemiz’le arasında geçen hadiseyi açıklamak üzere şöyle buyurdu:
Bu, Hazret-i Mâriye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’i kendisine haram kılması sırrıdır.
Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- bu sırrı Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-ya açınca,
Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile onun bu sırrı yaydığını Resul-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem-ine bildirdi.
“Peygamber bunu ona haber verince eşi: ‘Bunu sana kim haber verdi?’
dedi.” (Tahrîm: 3)
“‘Her şeyi bilen ve haberdar olan Allah haber verdi.’ dedi.” (Tahrîm: 3)
O kadının sıradan bir insanın hanımı olmayıp, kendisinin hassas bir mevkide olduğu yüce
bir zâtın hanımı olması sebebiyle, Allah-u Teâlâ kıyamete kadar okunacak olan Kur’an-ı
kerim’de bu hadiseyi anmıştır.
Bu ilâhî beyandan sonra Allah-u Teâlâ Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- ve Hazret-i Hafsa
-radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e hitaben Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
22.08.2019
Sayfa 520 / 646
Maksat yalnız iki hanımın değil, Ezvâc-ı tâhirat iki grup halinde toplandıkları için, iki
grubun hepsinin de kalplerine tembihte bulunmaktır.
“Şayet onun aleyhinde birbirinize arka çıkarsanız, hiç şüphesiz ki Allah onun
Mevlâ’sıdır.” (Tahrîm: 4)
Resulullah Aleyhisselâm’a karşı birlik olup cephe kurmak sadece kendilerine zarar verir.
Çünkü her şeyden önce onun sahibi ve yardımcısı Allah-u Teâlâ’dır. Hem de Ruh’ul-emin
olan ve ona vahiy getiren Cebrâil Aleyhisselâm da onun yardımcısıdır. O iki hanımın
babaları Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den her
biri, müminlerin iyi olan her ferdi onun yardımcısıdır.
“Cebrâil de, müminlerin sâlih olanları da, bunun ardından bütün melekler de ona
yardımcıdırlar.” (Tahrîm: 4)
“Bütün melekler” ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında
emir beklediği ifadesi çıkıyor.
Bütün mânevî ve maddî kuvvetlerin desteğine, sevgi ve yardımına kavuşan bir zâta karşı
çıkmanın nasıl bir felâkete yol açacağını düşünerek, böyle bir durumdan bütün
müminlerin erkek ve kadınları korunup sakınmalıdırlar.
Daha sonra Allah-u Teâlâ Ezvâc-ı tâhirat’ı korkutmak için şöyle buyurdu:
“Eğer o sizi boşarsa, Rabb’i ona sizden daha iyi, kendini Allah’a veren, inanan,
gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler
verir.” (Tahrîm: 5)
22.08.2019
Sayfa 521 / 646
İlk vasıf; şirkten uzak olarak, Allah-u Teâlâ’nın birliğini ve Resulullah Aleyhisselâm’ın
hakikatini kabul edip, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emirlerine boyun
eğmek, teslim olmak.
İkincisi; diliyle de söylediği gibi, kalbiyle de tasdik ederek içi dışı müslüman olmak.
Dördüncüsü; en küçük bile olsa, kusur ve günahlardan dâima tevbe edip sakınmak.
Altıncısı; dünya hayatını bir yolculuk bilip, geçim hususunda bir yolcu gibi olduğuna
kanaat ederek oruç ve riyazeti ahlâk edinip, Allah-u Teâlâ’nın mükâfat ve cezasını
düşünmek.
Resulullah Aleyhisselâm “Meşrebe” diye anılan çardakta bir ay kadar yalnız başına kaldı,
sabah ve akşam yemeğini yalnız başına yedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- izin alarak Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna girdi.
Beline bir ihram bağlayıp hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerine uzanmış olduğunu
gördü, selâm verdi. Vücudundaki hasır izlerini görünce dayanamadı, ağlamaya başladı.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Yâ Ömer! Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına râzı değil misin?”
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: “Râzıyım!” diye cevap verdi. Daha sonra hanımlarını
boşayıp boşamadığını sordu.
Bu cevap karşısında: “Allahu Ekber!” demekten kendini alamadı ve: “Bütün Ashâb
üzüntü içindeler, gidip de kendilerine durumu haber vereyim mi?” dedi. Resulullah
Aleyhisselâm:
22.08.2019
Sayfa 522 / 646
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- huzur-u nebevî’den ayrılarak Mescid’in kapısına geldi ve
yüksek sesle:
Bu hadiseye “Tahyir” adı verilir. Bir erkeğin hanımını boşanma veya yanında kalma
hususunda karar vermede serbest bırakması demektir.
Bu duruma göre Resulullah Aleyhisselâm hanımlarını dünya ziyneti ile Allah ve Resul’ünü
tercih etmekte serbest bırakmaya memur edilmiş bulunuyordu.
“Yâ Âişe! Sana bir şey soracağım, cevap vermekte acele etme, anne-babana sor,
sonra karar ver.” buyurdu ve nâzil olan Âyet-i kerime’leri okudu. O ise derhal cevap
verdi. “Yâ Resulellah! Ben bu hususta anneme babama hiç danışır mıyım? Elbette
Allah’ı, Allah’ın Resul’ünü ve ahireti tercih ederim.” dedi. Diğer Ezvâc-ı tâhirat da aynı
şekilde Allah ve Resul’ünü, dünya ziynetine tercih ettiler. Böylece sadâkatlerini ispat
etmiş oldular.
30. ve 31. Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ Ezvâc-ı tâhirat’a bizzat hitap ederek onlara
ikazlarda bulundu.
Onlar Allah ve Resul’ünü seçtikleri için, Allah-u Teâlâ da onlara böyle ikram ve lütufta
bulunmuş, Resulullah Aleyhisselâm da vefatına kadar sadece bu hanımlarla evli kalmış,
vefatından sonra da onlar müminlerin anneleri olarak kalmışlardı.
Onun ümmetinin nikâhlayabileceği azami hanım sayısı dört olduğu gibi, Resulullah
Aleyhisselâm’ın aynı anda nikâhı altında tutabileceği hanım sayısı da dokuzdur.
Bu, hem onların şereflerini muhafaza etmek, hem de yaptıkları tercihlerine ve rızâlarına
bir mükâfat olmak üzere verilmiş bir hükümdür.
22.08.2019
Sayfa 523 / 646
Büyük Sorumluluk:
İslâm’da kişinin çocuk sahibi olması, büyük sorumluluk gerektiren bir durumdur. Nitekim
ana-baba ile çocuk arasındaki münasebet hem ahlâkî hem de hukukî yönden belli
esaslara bağlanmıştır. Durum böyle olunca çocuğun varlığı ciddiye alınmalı, iyi bir insan
ve samimi bir müslüman olarak yetişmesi için her türlü gayret ve fedakârlık
gösterilmelidir. Çocuğun dünya saâdetini ahiret selâmetini gözetmek, onu dünyaya
getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir husustur. İslâmiyet bu hususta
birinci derecede babayı sorumlu tutar.
İşte bunun içindir ki çocuğumuz daha doğarken İslâm terbiyesini uygulamaya başlamak
gerekmektedir.
“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten
koruyun.” (Tahrîm: 6)
İnsan bu ilâhî emir ile mükellef olduğu gibi, evlâd-u ıyâlini bu emre tâbi tutmakla
mükelleftir. Aksi halde mesuldür.
Bu ise ancak ilâhî emirleri bizzat yapmakla, yasaklardan öncelikle kendisi sakınmakla ve
böylece âilesine güzel numune olmakla mümkündür.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
22.08.2019
Sayfa 524 / 646
Âyet-i kerime’sinde belirtilen imanlı gençlerden olması için ana-babanın bütün imkânlarını
kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun dünya saâdeti ve ahiret selâmetini hedef
alan böyle bir terbiye, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından ana-
babanın çocuğuna bırakacağı “En güzel miras” olarak vasıflandırılmıştır.
Saîd bin Âs -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Hiçbir baba evlâdına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras
bırakamaz.” (Tirmizî: 1953)
Bir baba için en önemli vazife, çocuklarının terbiyesini hakkıyla yerine getirmektir.
Çocuk eğitmek zor ve sabır gerektiren bir iştir. Çocukların üzerine titremek gerekiyor. Güç
bir vazife olmakla birlikte, her müslüman çocuklarını koruyup kollamak mecburiyetindedir.
Zebaniler:
Allah-u Teâlâ onlara ne emrederse ona koşarlar, bir göz kırpması kadar bile emr-i
ilâhiden geri durmazlar. Hiç bir emri sonraya bırakmazlar, hemen ifaya çalışırlar.
“Onun başında pek haşin, pek şiddetli, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere baş
kaldırmayan, emredildikleri şeyi yapan melekler vardır.” (Tahrîm: 6)
Haşin tabiatları azabın tabiatına uygundur. Bu haşin tabiatları sebebiyle, o şiddetli ateşin
içinde azap yapmakla vazifelendirilmişlerdir. İşkence işlerini onlar tanzim etmektedirler.
Onların bir adı da “Hazene-i cehennem”dir ki, cehennem bekçileri demektir.
Mümin sûre-i şerif’inin 47. ve 48. Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurulduğu üzere;
cehennemlikler birbirlerine yaptıkları çağrının bir sonuç vermemesi üzerine bir fayda
göremeyeceklerini anlayınca cehennem bekçilerine yönelirler. Dünya günü ile bir gün bile
olsa azaplarının hafifletilmesi için Rabb’lerine talepte bulunuvermelerini onlardan isterler.
Fakat zebaniler onların bu isteklerini kınayarak ve azarlayarak reddederler.
Zebanilerin yapıları son derece ürkütücü bir görünümde, şiddet ve kesafettedir. Gözleri
yıldırım gibi, dişleri demir gibidir, ağızlarından ateş yalınları çıkar.
Onlar sadece suçluya verilen cezayı uygularlar. Kâfirlere karşı içlerinden merhamet
duygusu silinmiştir, hiç kimseye zerre miktarı acımazlar. Çünkü onlar gazaptan
yaratılmışlardır. İnsanoğluna nasıl yemek ve içmek sevdirilmişse, onlara da suçlulara
işkence etmek sevdirilmiştir.
22.08.2019
Sayfa 525 / 646
Allah-u Teâlâ imansız olarak ömür tüketip küfür üzere ölenlere ahirette söylenecek sözleri
Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir.
“Ey kâfirler! Bugün özür dilemeyin. Çünkü siz ancak yaptıklarınızın cezasını
çekeceksiniz.” (Tahrîm: 7)
Çünkü bugün özür beyan etmenin hiçbir faydası yoktur. Bugün özür dilenecek gün
değildir, azgınlıklarınızın cezasının verileceği gündür. Allah size zulmetmedi, siz kendi
ellerinizle kendinizi ateşe attınız.
Tevbeye Dâvet:
Allah-u Teâlâ elde fırsat dilde ruhsat varken, ecel kapıyı çalmadan evvel kullarını tevbe
ve istiğfara dâvet etmektedir:
“Ey inananlar! Yürekten samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabb’iniz
sizin kötülüklerinizi örter.” (Tahrîm: 8)
Allah-u Teâlâ Afüvv’dür, affı çok boldur, günahları çokça bağışlar. Engin merhameti ile
yaptığı hatalardan pişmanlık duyanların, günahlardan vazgeçip samimiyetle Hakk’a
dönenlerin, lütuf ve keremiyle tevbelerini kabul eder. Dilediğinin büyük olsun küçük olsun
günahlarını bağışlar. Günahların izlerini tamamen yok eder, Kirâmen kâtibîn meleklerinin
kayıtlarını sildirir. Kıyamet günü bu günahlardan dolayı hesap sormaz, mahçup
olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.
Günahlar ne kadar büyük olsalar dahi, O’nun bağışlamasının daha büyük olduğu
bilinmelidir.
22.08.2019
Sayfa 526 / 646
Zira Allah-u Teâlâ’nın vaad-i Sübhânî’si vardır. Günahları olsa bile onları örtecek ve
affedecek, yüzlerini aslâ kara çıkarmayacak. Çünkü onlar o nurlu Peygamber’e uymuşlar
ve o nur izinde yürümüşlerdir.
Gece ceryanlar kesildiği zaman insan karanlıkta kalıyor, gideceği yeri de bilemiyor
bulamıyor. Mahşer karanlığını bir tasavvur buyurun. Ancak nur ihsan ettiği kimse, o nur
ışığı ile önünü görür, yolunu bulur, gideceği yere gider. Nuru olmayanlar nereye gidecek?
“Ey Rabb’imiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Şüphesiz ki sen her şeye
kâdirsin.” (Tahrîm: 8)
“Allah’ım! Kalbimde bir nur kıl, gözümde bir nur kıl, kulağımda bir nur kıl, sağımda
bir nur, solumda bir nur, üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur, arkamda
bir nur kıl. Beni nur eyle!” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 2146)
Cihadın Ruhu:
Allah-u Teâlâ İslâm’ın en azılı düşmanı olan kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad etmeyi
müminlere emir buyurmuştur:
Gerek alenen cephe alan kâfirlerin ve gerekse gizlice cephe alan münafıkların İslâm’ı
tehdit bakımından farkları yoktur. Her iki zümre de müslümanları parçalayıp yıkmak
hususunda aynı derecede tehlike arzetmektedirler.
Münâfıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki
kötü niyetleri teşhir etmek, ikiyüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
Bu her iki cepheye karşı katı muamele et, şiddet göster, sert sözler söyle. Aslâ yumuşak
davranma ki azimleri kırılsın, alçaldıkça alçalsınlar.
22.08.2019
Sayfa 527 / 646
Öyle uğursuz bir gidiş ki, bunun ötesinde bir kötü gidiş olamaz.
Nuh Aleyhisselâm’ın karısı ile Lut Aleyhisselâm’ın karısı, hakkında hüküm geçmiş olan
nasipsizlerden idiler. Her ikisi de sâlih kocalarını değil, kâfirler tarafını tutmuşlardı.
“Allah, inkâr edenlere Nuh’un karısı ile Lut’un karısını misal gösterir. Bu ikisi,
kullarımızdan iki sâlih kulun nikahı altında iken onlara hâinlik ettiler.” (Tahrîm: 10)
Gece gündüz o iki peygamberin yanında onlarla birlikte yiyip içtikleri, en ileri derecede
onlarla beraber bulundukları halde küfür ve nifakta ihanet ettiler. İman hususunda onlara
uygun bir tavır takınmadılar.
Halbuki her ikisi de büyük bir nimet içindeydiler. Allah-u Teâlâ’nın iki sevgili kulu ve
peygamberinin zevcesi olmuşlardı. Fakat bu ihanetleri ile bu nimeti ellerinden
kaçırmışlardı.
Gerçi Lut Aleyhisselâm’ın karısı, kavmi gibi o fuhşiyatı bizzat işlemiş değildi, fakat Lut
Aleyhisselâm’a gelen misafirleri kavmine haber vermekle ihanet ettiği için, bağlı kaldığı
cânilerle birlikte helâk olup gitmiştir. Çünkü küfre rıza küfür, masiyete rızâ masiyettir.
“O iki kadına: ‘Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” (Tahrîm: 10)
Nuh Aleyhisselâm’ın karısı da bu aziz peygamberin getirdiği dini kabul etmemiş, din
düşmanları ile işbirliği yapmıştı. Neticede de boğulanlarla beraber o da boğulmuştu.
Ahirette ise Allah dostlarının yakınları olmayan diğer kâfirlerle beraber cehenneme
girecektir.
Hazret-i Meryem:
“Irzını korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir.” (Tahrîm: 12)
Hazret-i Meryem Kur’an-ı kerim’de kendi adı ile yedi defa zikredilmiş, başka hiçbir kadın
ismen anılmamıştır. Allah-u Teâlâ ona verilen dünya ve ahiret kerametini ve onun bütün
âlemlerin kadınları üzerindeki seçkinliğini misal göstermiştir.
22.08.2019
Sayfa 528 / 646
Hazret-i Meryem onlara inanmış olduğu gibi, bu şekilde İsa Aleyhisselâm’a hamile
kalarak Allah-u Teâlâ’nın dilediğini yaratıcı olduğunu anlatan mucizelerle ilgili vahiy
haberlerini doğru çıkarmıştı.
Taate devam edenler arasında olduğu gibi, itaat eden sâlih kişilerin neslindendir.
Hem kendi zamanlarının hem de kendilerinden sonraki zamanların insanlarına büyük bir
ibrettirler.
Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on iki Âyet-i kerime,
iki yüz kırk dokuz kelime ve bin altmış harften teşekkül etmiştir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- bu Sûre-i şerif’e: “Küçük Nisâ sûresi” demiştir.
Muhtevâsı:
Bu mübarek Sûre-i şerif’te başlangıçta “Boşanma hükümleri” ele alınmakta, evlilik hayatı
çekilmez bir hâl aldığında müminlere yolların en güzeline girmelerini, meşru bir şekilde
boşama yapmalarını emretmektedir.
22.08.2019
Sayfa 529 / 646
10. ve 11. âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ’nın müminlere bir zikir olan Kur’an-ı kerim’i
indirdiği, şerefli bir Peygamber gönderdiği; bu yüce Peygamber’in müminleri
karanlıklardan aydınlığa çıkardığı, Allah’ın açıklayıcı âyetlerini onlara okuduğunu,
inananların altlarından ırmaklar akan cennetlere girecekleri haber verilmektedir.
Ve son olarak da 12. Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azameti en geniş
mânâsı ile beşeriyete duyurulmaktadır.
Talâk:
“Bağı çözmek ve serbest bırakmak” mânâsına gelen talâk; “Nikâh ile sabit olan evlilik
bağının kaldırılması” demektir.
Talâkın meşru oluşu Kur’an-ı kerim, Sünnet-i seniye ve İcmâ ile sabittir.
Allah-u Teâlâ bu sûre-i şerif’te, Bakara sûre-i şerif’inde açıklanmamış bazı haller ile ilgili
âileyi ilgilendiren, boşanmanın dışındaki bazı hallere âit hükümleri açıklamaktadır.
Allah-u Teâlâ ümmetini hayra götüren, hidayete erdiren seçkin Peygamber’ine tâzim ve
aynı zamanda ümmet-i muhteremesini uyandırmak ve öğretmek için hitap ederek şöyle
buyurur:
Burada önce Resulullah Aleyhisselâm’a nidâ ile başlaması, beyan edilecek boşama
tarzının onun şeriatına âit Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen yeni bir hüküm olması
hasebiyle duyurma ve tenbih ifade etmekte, aynı zamanda konunun önemini daha da
artırmaktadır.
Talâk Allah-u Teâlâ’nın buğz ve adâvetini mucip bir helâl olmakla birlikte, talâkın câiz
olması Allah-u Teâlâ’nın bir rahmeti olmaktadır. Zaruri bir ihtiyacı gidermek için meşru
kılınmıştır. İhtiyaç olmadığı takdirde mekruhtur.
Geçici bir öfkeden veya esiri olduğu bir arzudan dolayı hemen talâka sarılmak doğru
değildir. Bütün bunlar İslâm’ın âdâb ve esaslarını çiğnemektir ve günahtır.
Mahmud bin Lebid -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
22.08.2019
Sayfa 530 / 646
Derken birisi kalkıp: ‘Yâ Resulellah! Onu öldüreyim mi?’ dedi.” (Nesâî. Talâk 6)
Bir kimse Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- ya gelerek “Ben karımı yüz talâkla
boşadım, bana bir şey gerekir mi?” diye sorduğunda şu cevabı verdi:
“Kadın senden üç talâkla boşanmıştır. Geri kalan doksan yedisi ile Allah’ın âyetiyle
alay etmiş olursun.” (Muvatta. Talâk 2)
Allah-u Teâlâ talâkı üç kıldığı için, Abdullah -radiyallahu anh- üçten fazla boşamayı
ciddiyetsizlik, dinin ahkâmı ile alay etmek olarak vasıflandırmıştır.
Boşamayı belirten sarih lâfız kocanın dilinden dökülecek olursa, bundan sorumlu tutulur.
“Boşamaya niyet etmemiştim.”, “Şaka yapıyordum.”, “Laf olsun diye söylemiştim.” gibi
mazeretler ileri sürmesi fayda vermez.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
Âdet günlerinde kadın boşamak haram olduğu gibi, temiz halde iken mukarenette
bulunduktan sonra boşamak da mekruhtur.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
22.08.2019
Sayfa 531 / 646
“Ona emret de karısına dönsün. Sonra onu temizlenip başka bir hayız görünceye
kadar terk etsin. Kadın temizlendiği vakit ya ona mukarenette bulunmadan boşasın,
yahut nikâhında tutsun. Çünkü kadınların kendisi için boşanmasını emrettiği iddet
budur.” (Müslim: 1471)
Âyet-i kerime bu müddetin nazarı dikkate alınmasını, rast gele boşama yapılmamasını
emretmiş olmaktadır.
Evlilik iddet süresinin bitimiyle sona erdiği için, boşama zamanını iyi belirleyip iddet
günlerini tesbit etmek lâzımdır.
Kocasından ayrılan bir kadın iddetini kocasının evinde beklemelidir. İddet süresi
içerisinde koca üzerinde mesken hakkı vardır. Kocanın onu çıkarmaya hakkı yoktur.
Kadının da çıkması câiz değildir.
Kocası izin vermiş olsa bile bir zaruret olmadıkça çıkmaları haramdır, çıkarsa günah
işlemiş olur. Bu yasak soyu ve kadını korumak içindir.
Çıkıp giderlerse iddet hakkından kurtulmuş olmazlarsa da, ev nafaka hakları düşer.
Kötü bir fiilde bulunurlarsa, o zaman kocasının evinde durması zor olduğundan
çıkarılması câizdir.
Allah-u Teâlâ, yolunda gidenlerin kurtuluşu için emir ve yasaklarla bir takım sınırlar
çizmiştir. O sınırları geçtikleri zaman hak yoldan çıkarlar ve karanlıklara saparlar. Bu ise
nefislere karşı en büyük zulümdür ve bu yüzden cehennem azabını hak etmiş olurlar.
22.08.2019
Sayfa 532 / 646
Eğer o kimse Allah-u Teâlâ’nın Kitab-ı kerim’inde gösterdiği yola uyarak karısına böyle bir
mühlet tanırsa, Allah-u Teâlâ onun arzu ettiğini irade buyurur.
“Sen bilmezsin, belki de Allah bunun ardından bir durum peyda ediverir.” (Talâk: 1)
İddet süresi boyunca boşanan kadının, kocasının evinde kalmasının hikmeti; kocasının
onu boşamaktan dolayı pişmanlık duyması, Allah-u Teâlâ’nın onun kalbinde ona dönmek
arzusunu halketmesi dolayısıyladır. Şüphesiz ki kalpler Allah-u Teâlâ’nın iki parmağı
arasındadır, onları dilediği tarafa çevirir.
Onun içindir ki herhangi bir sebeple karısını boşayacak olan kimse öfkeyle her şeyi kesip
atıvermemeli, ilerisini de hesaba katmalı, Allah-u Teâlâ’nın bu emir ve nehiylerle tayin
ettiği hududu aşmamalı, önce iddetini gözeterek temiz bir halde talâk vermeli ve iddeti
saymalıdır. Şayet ayrılmak gerekirse bununla hem maksat hasıl olur, hem de bir
tecrübeye imkân bırakarak düşünüp uyanmaya ve pişmanlık duyulursa geri dönmeye
fırsat tanınmış olur.
Öyleyse en iyisi işi Allah-u Teâlâ’ya havale etmek, O’na bağlanmak, O’nun takvâsını
gözetmektir.
Âyet-i kerime üç talâkın bir çırpıda verilmesinin mekruh olduğuna işaret etmektedir.
Çünkü üç talâktan sonra dönmek mümkün değildir. Üç talâk vermek şeytana yardım, öyle
yapmamak ise ona karşı çıkmaktır.
Nitekim Câbir -radiyallahu anh- den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Şeytan tahtını deniz üzerine koyar. Sonra çetelerini gönderir. Şeytanın katında ona
derece itibariyle en yakın olanı, en büyük fitne çıkaranıdır.
Bunlardan birisi gelerek ‘Şöyle şöyle yaptım!’ der. Buna karşılık şeytan ‘Sen bir şey
yapmamışsın.’ der. Sonra bir başkası gelip ‘Onu karısıyla birbirinden ayırmadan
bırakmadım.’ der. Şeytan onu kendisine yaklaştırır ve ‘Sen en iyisin!’ karşılığını
verir.” (Müslim: 2813)
İddet süresi sona doğru yaklaşınca, daha önce belirtilen müddet miktarı içerisinde yani
iddeti son bulmadan önce koca boşandığı karısını geri alabilme ve talâktan dönebilme
yetkisine sahiptir.
Bu şart geri dönüşün sonu, ayrılığın başlangıcı olan zamanı göstermek içindir.
Binaenaleyh iddet müddeti içinde kocanın her zaman dönme hakkı vardır. Fakat iddet
22.08.2019
Sayfa 533 / 646
bitince tercih hakkı ortadan kalkar, ayrılık gerekir. Kadının izniyle nikâh tazelenmedikçe
birleşme mümkün olmaz.
Şüpheyi ortadan kaldırmak için, karı-koca ayrılsalar da geri kalsalar da şahitlerin şehâdeti
gerekir. Herkes boşanma haberini duyabilir, fakat tekrar birleşme haberini duyamaz.
Şahit tutma emri teşvik içindir. İhtilâfa kapı açılmaması için hikmetli bir tavsiyedir.
Çünkü şahitlik edilmesini Allah-u Teâlâ buyurmaktadır. Şahitlere düşen de hiç bir şeyi
gizlemeyerek, sırf Allah rızâsı için şehâdet etmektir. Şahit, şahitliğini gizlerse hıyanet
etmiş olur.
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın emridir, her müminin bu emirlere boyun eğmesi lazımdır.
Çünkü bunlara riâyet edip faydalanacak olanlar, Allah’a ve âhiret gününe imanı olan
kimselerdir.
Tevekkül makamına yükselen takvâ ehli, dünya maîşetlerini şu Âyet-i kerime’lerde ifade
edilen gayb hazinesinden temin ederler:
22.08.2019
Sayfa 534 / 646
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan
kurtarır.” (Talâk: 2)
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile
yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
Boşayan da boşanan da Allah’tan korktuğu takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve
ummadığı yerden nasibini verir.
Sebeplere dayanma sınırlı, Allah’a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere
dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’ya güvenmekledir. Şu kadar var ki
sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhidir.
Bu durumda neticeye kolayca varılır, işler kolayca hâl imkânı bulur ve kişi kolaylıklar
içinde ömrünü huzurlu olarak devam ettirir.
Tevekkül edenin muradı, Allah-u Teâlâ’nın irade ve rızâsına teslim olmaktan ibaret
olursa, Allah-u Teâlâ onun mükâfâtını büyütür.
Hiçbir güç ve kuvvet Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmesine mâni olamaz. Hükmünü
istediği gibi yürütür.
Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Hiçbir şey tesadüf ve başıboş
değildir.
Kocası ölen hamile kadınların iddetleri ise, kocanın ölümünden bir saat sonra dahi
gerçekleşse, doğumla sona erer.
Bunlar ister boşanmış, ister kocası ölmüş kadınlar olsun durum aynıdır.
Kocası öldükten on beş gün sonra doğum yapan Sübey’a el-Eslemiyye -radiyallahu
anhâ-ya, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bekleme süresinin
tamamlandığını bildirmiştir. (Buhârî-Müslim)
“Kocası yatakta, henüz defnedilmemiş iken doğum yapsa da bir kadının evlenmesi
helâldir.” demiştir. (Muvatta. Talâk, 84)
22.08.2019
Sayfa 535 / 646
Âdetten Kesilenlerle
Hiç Âdet Görmeyenlerin İddeti:
Kocası ölen hamile kadınların iddetleri ise, kocanın ölümünden bir saat sonra dahi
gerçekleşse, doğumla sona erer.
Bunlar ister boşanmış, ister kocası ölmüş kadınlar olsun durum aynıdır.
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah onun her işinde bir kolaylık verir.” (Talâk: 4)
Takvâ sebebiyle ona işini kolaylaştırır, düğümlerini tek tek çözer, hiçbir işinde zorluk
bırakmaz, hayırlı ve yararlı işler yapmada muvaffak kılar, isyanlardan ve kötülüklerden
korur.
İşinde kolaylık her insanın arzu ettiği bir şeydir. Bu ise Allah-u Teâlâ’nın bir kuluna büyük
bir ihsanıdır. Bu gibi kimseler kolayca neticeye varırlar, tam bir kolaylık içinde hayatlarını
sürdürürler.
Allah-u Teâlâ bu ilâhî hükümleri, insanların uymaları ve amel etmeleri için indirmiştir.
Verilen bu emir âlemlerin Rabb’ine âit olduğu için çok ciddidir ve dikkate şayandır.
Takvâsı sebebiyle ondan râzı olduğu için günahlarını siler, yaptıkları iyiliklerin karşılığını
da kat kat artırarak verir.
“Ric’î” ve “Bâin” talâkla boşanıp da, iddet bekleyen kadının barınması ve nafakası kocaya
aittir. Ayrıca “Ric’î” ve “Bâin” talâkla da olsa boşanan hamile kadının da barınma ve
nafakası kocaya âittir.
22.08.2019
Sayfa 536 / 646
Bu emirler sağ kalanlaradır. Kocası vefat eden kadının iddetinde ikamet yeri ve nafaka
talebinde bulunmaya hakkı yoktur. Vârisler arasında bulunduğu için, terikeden hissesi ne
ise onu alır.
Hamile kadınların doğum yapmaları ister yakın ister uzak olsun, çocuklarını doğuruncaya
ve başkaları ile evlenmeleri helâl oluncaya kadar nafakaları kocalarına aittir.
Çocuk dünyaya gelince ona baktırmak vazifesi esas itibariyle babaya aittir. Emzirecek süt
anayı baba tutar, masraflarını baba verir. Ananın da çocuğu kendi kucağında bulundurup
ona fiilen bakma hakkı vardır.
Çocuğun hakkı da ilk önce ana sütünü emmektir. Onun için boşanmış olan ana, çocuğa
bakma hakkını kullanıp da babanın hesabına olarak ücretle o çocuğu emzirecek olursa,
babanın o çocuğu ondan almayıp süt emzirme ve bakım ücretini vermesi gerekir. Yok
eğer babası hesabına değil de ana kendi hesabına emzirecek olursa, o zaman babanın
çocuğun anasına ücret vermesi gerekmez. Yalnız baba emzirme ücretinin dışında giyim
ve diğer masrafları verir ve bütün bunların kendi aralarında kararlaştırılması gerekir.
“Anlaşmakta güçlük çekerseniz, bu takdirde çocuğu baba hesabına bir başka kadın
emzirecektir.” (Talâk: 6)
Baba diğer bir süt anası bulup emzirtecek ve ona gereken ücreti vermeye mecbur
olacaktır. Bu takdirde ise, ana çocuğuna analık etmemiş, Allah-u Teâlâ’nın kendisine
verdiği sütü yavrusundan esirgemiş olacaktır.
22.08.2019
Sayfa 537 / 646
İddet bekleyen kadına verilecek nafaka kocanın gücüne göre ayarlanır. Koca eğer zengin
ise zenginliğine uygun bir nafaka, fakir ise gücünün yetebileceği bir nafaka vermelidir.
“Hali vakti geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı dar olan fakir de,
nafakayı Allah’ın kendisine verdiğinden versin. Allah bir kimseyi ancak ona verdiği
şeyle mükellef tutar.” (Talâk: 7)
Her hususta böyle olduğu gibi infak teklifleri de böyledir. Zengin zenginliğine göre, fakir
de fakirliğine göre sorumlu olur.
“Allah bir güçlükten sonra ergeç bir kolaylık ihsan edecektir.” (Talâk: 7)
Binaenaleyh fakirler ve fakir âileleri bulabildiklerinle kanaat ederek sabretmeli, ilerisi için
Allah-u Teâlâ’dan ümidini kesmemelidir.
Kocaların boşanan kadınlara güçleri yettiği ölçüde, ayrılığın verdiği yalnızlık yarasını
sarmaları için mal vermeleri gerekir. Bu, Allah-u Teâlâ’nın emrine uyan müminlerin
üzerine bir borçtur.
Bu mal gerdeğe girmiş olanlar için iddet nafakası, girmemiş olanlar için de bağıştır.
Bunun geleneklere uygun olanı da kocanın gücüne göre, kadının durumuna uygun
olmasıdır.
22.08.2019
Sayfa 538 / 646
“Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba
uğratmışızdır.” (Talâk: 8)
Onların isyanları sebebiyle yaşadıkları memleketler harap olmuş; isyankârlar son derece
şiddetli cezâlara çarptırılmışlar, emniyet, huzur ve güvenden mahrum olarak
yaşamışlardır. Bununla iş bitmiş olmayacak, dünyadaki âcil azap yanlarına kâr
kalmayacak; ölür ölmez kabir azabının ara vermeyen cefâsı ile karşılaşacaklar, ahirette
de tepetakla cehenneme yuvarlanarak tasavvura sığmayan ve misli görülmemiş bir
belâya uğrayacaklardır.
Dünyada iken canla-başla çalışıp fayda bekledikleri çalışmalarından fayda değil, büyük
zarar görecekler.
“Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah’tan korkun!” (Talâk: 10)
Gönül Islâhı:
22.08.2019
Sayfa 539 / 646
Allah-u Teâlâ müminlere uyarıda bulunduktan sonra, onlara olan büyük nimetini
hatırlatıyor ve şöyle buyuruyor:
Bu indirilen zikir Muhammed Aleyhisselâm’dır. Onun şahsiyeti baştan başa bir zikirdir, bir
uyarıdır. Onun gönderilmesiyle bu zikir gözle görülen mücessem bir şahıs hâle gelmiş,
böylece o yüce Peygamber Kur’an-ı kerim’in canlı bir tercümanı olmuştur.
“İman edip sâlih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size
Allah’ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir.” (Talâk: 11)
Bütün kâinat cehâlet, dalâlet ve vahşet içinde yüzerken Allah-u Teâlâ, o an ve zamana
göre hakikati indirmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından
çıkmasına vesile olmuştur.
“Kim Allah’a iman eder ve sâlih amel işlerse, Allah onu altlarında ırmaklar akan
cennetlere sokar.” (Talâk: 11)
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını
Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk
vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevazu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı
olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.
Allah-u Teâlâ’nın onlara verdiği rızık ne kadar güzel ve ne kadar boldur! Gözlerin
bakmakla doyamayacağı, baktıkça lezzet alacağı, gizlenmiş öyle nimetler vardır ki, onları
ancak Allah-u Teâlâ bilir.
Yaratan Allah-u Teâlâ olduğu gibi yaşatan da, donatan da O’dur. O yaratıyor, O
yönetiyor. Mülk O’nundur, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O’nundur.
22.08.2019
Sayfa 540 / 646
Yerden göklere, göklerden Arş’a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O’nun hüküm ve
idaresi altında, andan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok
oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve
cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem
yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
“Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah’tır.” (Talâk: 12)
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyurur
ki:
“Kim ki (başkasına âit) araziden bir karış toprağa tecavüz edip zulmederse, yedi kat
arzdan bir halka onun boynuna geçirilir.” (Buhârî -Müslim)
Yer katları göklerin aksine birbirinden ayrı değildir, birbirlerininin üstünde yedi tabakadır.
O’nun bir İsm-i şerif’i de “Vâlî”dir. O öyle bir Vâlî-i âzam’dır ki, mülkünü ve mülkünde olup
biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder. Azâmet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde,
her hadisede büyüklüğünü gösterir.
“Allah’ın fermanı bunların arasından iner ki, böylece Allah’ın her şeye kâdir
olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talâk: 12)
Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri
ile, kimini kabuk ile...
Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yer de böyledir, gök de böyledir.
Arşırahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. Allah-u Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün
âlemleri çepeçevre çevirmiştir.
Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından nereye baksan yalnız O’nu
göreceksin.
Herkes O’nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki bütün mekânlar O’nda
mekândır, O’nun mekânı yoktur.
22.08.2019
Sayfa 541 / 646
İyi bil ki O’nu gören, O’ndan gören, bütün âlemlerin bir kabuk, bir perde, bir maskeden
ibaret olduğunu görür ve bilir.
“Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır.” (Bakara: 115)
Çünkü:
O’ndan başka ne vücud var, ne de mevcud var. Gösterdikleri bunu görüyor, böyle
olduğunu da biliyor. Amma kişiler “Lâ”da kaldılar, yeri göğü gördüler, orada kaldılar.
O’nun nuru olduğunu göremediler ve bilemediler. Aslı O’dur, perdede başkası görülür.
Mevcûdat O’nun nurundan birer nurdur.
Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Hem görüyor, hem biliyor. Amma
başkaları hem görmüyor, hem bilmiyor.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- Hazretleri Talâk sûre-i şerif’inin 12. Âyet-i
kerime’si hakkında buyurur ki:
“Eğer bu Âyet-i kerime’nin size tefsirini yapacak olsam, beni mutlaka taş
yağmuruna tutarsınız.”
Bu anlatılanlar sanmayın ki bilinmiyor. Allah-u Teâlâ fakire öyle bir üslup vermiş ki, İbn-i
Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri’nin buyurduğu mevzuları açıyoruz da kimse farkında
değil. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri yerleştirdiğimiz için, o söylediğimiz söz
kayboluyor. Kişi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’i görüyor, o mevzuyu unutuyor. Kişilerin
anlayacağı şekilde açıldığı için şaşkınlık yapmıyor. Yoksa kapalı tuttuğumuz yerler çok
azdır.
Çünkü nurundan “Nur”unu yarattı, o “Nur” ile mükevvenâtı donattı. Bütün bu sır bunun
içindedir. Hep nur... Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da nur.
Ancak bu tecelliyâta kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de bilir. Çünkü o kendisini
görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kati surette buraya
erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyât verilmemiştir.
22.08.2019
Sayfa 542 / 646
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle, içinde parlak yıldızlar bulunan göğe yemin ederek başlar.
Beşinci Âyet-i kerime'ye kadar ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen
parlak yıldızları tanıttıktan sonra, her canlının üzerinde bir koruyucu, bir gözetleyici
bulunduğunu beyan etmektedir.
On birinci Âyet-i kerime'ye kadar insan kendi yaratılışındaki ilâhî kudreti düşünmeye
dâvet edilmekte, Allah-u Teâlâ'nın ölümden sonra insanları tekrar diriltmeye kâdir olduğu,
ahiret gününde bütün sırların ortaya çıkarılacağı, o günde hiçbir surette kaçış imkânı
olmadığı açıklanmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; gökyüzüne ve yere yemin edilerek, Kur'an-ı kerim'in
hakkı bâtıldan ayıran bir kitap olduğu insanlık âlemine duyurulmakta, plân çeviren kâfirler
tehdit edilmektedir.
Necm-i Sâkıb:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde göğe ve gökte yaratmış olduğu parlak yıldızlar üzerine
yemin ediyor ve şöyle buyuruyor:
22.08.2019
Sayfa 543 / 646
Necm-i sâkıb; ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza
denir.
Âyet-i kerime'si mucibince, yıldızda bir hidayet ve yol gösterme mânâsı olduğuna
göre "Târık" mânevî şeyler için de kullanılır.
Yani:
"Göğe ve karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için yıldız gibi maddemizi delip gönüllerimize
işleyen nura yemin olsun!"
"Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde bir koruyucu, bir gözetleyici bulunmasın." (Târık:
4)
Asıl yüce makamından ayrılıp ten kafesine inen ve tekrar yüksek burçlara yükselmeye
kabiliyetli bulunan ruhânî lâtifeler, ancak peşpeşe yapılacak murakabalarla yükselebilir.
Murakabalardan geçtikçe iman tekâmül eder. İnsan tekâmül edemediği için Allah-u
Teâlâ'nın kendisini görüp gözettiğini bilememektedir.
Allah-u Teâlâ insana bizzat kendi varlığını tefekkür etmeye dâvet ediyor. Nasıl meydana
geldiğinizi bir düşünün! Hiç yok iken sizi bu hâle getiren kimdir? Onu yaratan neden
yaratmıştır?
Allah-u Teâlâ insanları hikmeti icabı olarak bir defada değil de, nesil nesil birbirlerinden
üretmiştir. Kadın ve erkeği yaratıp, onların kalplerine sevgi ve muhabbeti yerleştirdi. Öyle
ki, cinsi cazibe sebebiyle sabredemez oldular. Yaratılışlarında mevcut olan şehvet
duygusu, onları birleşmeye zorladı. Bu suretle, babanın sulbünde toplanan meni, ana
rahmine kendi özelliği içinde ilkah olundu.
İnsandaki ruh-i hayvânî, gıda olarak o bitkiyi yer. Bir müddet erkeğin sulbünde üreme
nüvesi hâlinde kalır. Daha sonra nutfe olarak ana rahmine geçer.
"O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar." (Târık: 7)
Meni, bir çeşit sıvı ile nutfe yani sperma hayvancıklarının karışımından meydana gelir.
Erkeğin sulbünden çıkar. Yumurtacık ise, kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.
22.08.2019
Sayfa 544 / 646
Nitekim doğum yapan kadının göğsünde süt meydana gelmesi, göğüsle ana rahmi
arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Çünkü insanı numunesiz olarak hiç yoktan yaratmaya muktedir olan Allah, ölümden
sonra tekrar diriltmeye elbette muktedirdir.
Perde kalktığı zaman gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler, maksatlar ortaya
serilir. O büyük mahkemede kâfir, fâsık, fâcir kimseler bazı mazeretler sayıp dökseler de,
yaptıklarını gayet iyi bilecekler. İşte o vakit gözleri tam açılır.
Kaçış yolları yok, kendilerine yardımcı olabilecek, destekte bulunacak kimse yok, mazeret
öne sürüp kurtulabilme ümitleri yok... Başlarının derdini düşünmekten başka çareleri de
yok. Artık azaptan başka bir şeyle karşılaşmayacaklarını, kendilerini kurtaracak bir
yardımcının bulunmadığını anlamış olurlar.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde göğe ve yere, onlardaki iki hadiseye yemin etmektedir:
Gökteki nizamlı ve intizamlı hareket, muallâ manzaralar, yerdeki faydalı yarılma, sürülme
ve açılma; hem Sâni-i zülcelâl'in kudret ve azametini tezahür ettirmekte, hem de her
hadisede O'nun düzenlemesi ile ilgili bir plânın mevcudiyetini ortaya koymaktadır.
Allah-u Teâlâ bu yeminden sonra Kur'an-ı kerim'in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden,
hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz, hakikat ile dalâlet arasında kesin bir berzah
olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki bu Kur'an, (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür." (Târık: 13)
22.08.2019
Sayfa 545 / 646
O'nun hükmü, kitap O'nun kitabıdır. O'nun hükmünü kim bozabilir? O'nun hükmünden kim
kurtulabilir?
Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nuru ile aydınlanmaktır.
Gönüllerde saygı duyulan ciddi bir Kitap'tır. Hakikatin tâ kendisidir. Sapıklar onunla
yolunu bulur, onunla dirilir.
"Onlar (onu iptal etmek için) bir tuzak kuruyorlar." (Târık: 15)
Nâzil olduğu günden bugüne kadar asırlardır bu sapıklığı gerçekleştirmek isteyenler aslâ
emellerine erememişler, kıyamete kadar da eremeyecekleri açık bir gerçektir.
Onlara fırsat ve mühlet veririm, bu fırsatla aldanırlar. Hilelerine devam ederken ansızın
yakalarım ve cezâlarını veririm.
"Hele sen o inkârcılara mühlet ver, (onları biraz kendi hâllerine bırak!)." (Târık: 17)
Başlarına azabın hemen gelmesini isteme. Süreleri dolunca, başlarına nasıl bir felâket
geleceğini ve ne gibi ağır bir cezâya çarptırılacaklarını çok geçmeden göreceksin.
Ahiretteki cezâları ise hiç şüphesiz daha ağırdır.
Nisan 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Beş Âyet-i kerime, on yedi kelime ve
yetmiş yedi harften müteşekkildir.
22.08.2019
Sayfa 546 / 646
İlk Âyet-i kerime'de Ebu Leheb'in iki elinin kuruyup helâk olduğu mevzu edilmiş
ve "Tebbet" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur. "Leheb" Sûre-i şerif'i,
ayrıca "Lif" mânâsına gelen "Mesed" Sûre-i şerif'i olarak da anılır.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle'de İslâm'ın azılı düşmanlarından olan Ebu Leheb'in kahroluşu,
karısı ile kendisini ahirette karşılaşacakları azap beşeriyete bir ibret dersi olarak
anlatılmaktadır.
Açıktan Dâvet:
Âyet-i kerime'si nâzil olunca, bir süre hastalanmış gibi evinde bulundu. Hatta halaları
kendisini hasta zannederek sağlığını sormaya bile gelmişlerdi. Çünkü kavmini ve
hısımlarını çok iyi tanıyordu.
Nihayet onları evinde yemeğe dâvet ederek bu vesile ile tebliğini duyurmaya karar verdi.
Amcaları Ebu Tâlib, Abbas, Hamza, Ebu Leheb ve Abdülmuttalip âilesi hep geldiler. Kırk
kişi kadar varlardı. Yediler içtiler. Yemeğin sonunda Resulullah Aleyhisselâm söz aldı.
Allah-u Teâlâ'nın kendisini "Peygamberlik"le vazifelendirdiğini ve bu tebliğin ne olduğunu
söyler söylemez; Ebu Leheb küstahça sözler söyleyerek, konuşmasına imkân vermedi ve
dağıldılar. Bu durum Resulullah Aleyhisselâm'ın çok ağırına gitti. Daha ilk dâvette amcası
karşısına dikilmişti. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm gelerek kendisini tesellî etti ve
cesaret verdi.
Birkaç gün sonra aynı kişileri çağırarak ikinci bir ziyafet verdi. Yemekten sonra şu sözleri
söyledi:
"Ey Abdülmuttalip oğulları! Ben size dünyanıza da ahiretinize de kefil olacak hayırlı
bir din getirdim. Allah bana, sizi o dine dâvet etmemi emir buyurdu. Bu işimde
hanginiz bana yardım edecek?"
Kimseden bir ses çıkmadı. Tam dağılmak üzere iken Hazret-i Ali -radiyallahu anh- çocuk
hâliyle: "Yâ Resulellah! Ben sana yardımcı olurum!.." dedi. Onun bu durumuna
gülüştüler ve çıkıp gittiler. Hiç icâbet eden olmadı.
Bundan sonra Resulullah Aleyhisselâm dâvetini daha da genişletti. Her fırsatta halk
topluluklarına hitap ediyordu...
22.08.2019
Sayfa 547 / 646
Mayıs 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
Arabistan'da bir gelenek vardı. Bir tehlike sezildiği veya belirdiği zaman, bir kişi sabahın
erken saatlerinde bir dağa veya yüksek bir yere çıkıp herkesi çağırmaya başlardı. Bu
canhıraş sesi duyan herkes etrafında toplanır ve durumu öğrenirdi.
Bu âdet üzerine Resulullah Aleyhisselâm bir sabah Safâ tepesine çıkarak avazı çıktığı
kadar:
"Ben size: 'Şu dağın arkasında bir düşman ordusu var, üzerinize saldırma hazırlığı
yapıyor!' desem, bana inanır mısınız?"
Hepsi birden: "Evet inanırız, çünkü biz senin şimdiye kadar hiç yalan söylediğini
duymadık." dediler.
"O halde ben size önünüzde şiddetli bir azap günü bulunduğunu, Allah'a
inanmayanların o büyük azaba uğrayacaklarını haber veriyorum!"
"Ey Kureyş! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz, uykudan uyanır gibi de
dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allah'ın divanına varmanız, dünyadaki her
hareketinizin hesabını vermeniz muhakkaktır. Neticede iyiliklerinizin mükâfatını,
22.08.2019
Sayfa 548 / 646
Resulullah Aleyhisselâm'ın ilk açıktan dâvetine karşı çıkan olmamakla birlikte inanan da
görülmedi. Daha kimse ağzını açmadan Ebu Leheb ortaya atıldı. Ağzını bozarak: "Elin
kurusun senin! Bizi bunun için mi çağırdın?" dedi ve oradakileri dağıttı.
Kalb-i nebevîlerini rencide edince Allah-u Teâlâ Tebbet sûre-i şerif'ini indirerek Habib-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini tesellî etti ve buyurdu ki:
Ebu Cehil ve benzeri azgın kâfirlerin küfür ve taşkınlıkları Kur'an-ı kerim'de beyan edilmiş
olmakla birlikte, hiçbirinin adı anılmadığı halde, Ebu Leheb'in ismine hususiyetle yer
verilmesinde büyük hikmetler vardır...
Haziran 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
Ebu Leheb, Resulullah Aleyhisselâm'ın amcası olması sebebiyle hususi bir şerefe sahip
bulunuyordu. O ise bunu takdir edemedi. Yeğenine yardımcı olacak yerde engel olmaya
çalıştı, küfrün öncülerinden oldu.
Asıl adı Abdüluzzâ idi. Yanaklarının pek kırmızı olmasından dolayı ateşe benzetilerek
Ebu Leheb denilmiş ve bu künye ile meşhur olmuştur. Ebu Leheb "Alev babası" demektir.
O itibarla Resulullah Aleyhisselâm'a ve İslâm'a düşman oldukları için kendi kendilerini
cehenneme atmış olan kâfirlerin hepsinin temsilcisi olması sebebiyle, onun mahvolması,
hepsinin mahvolmasına misal yapılmıştır.
22.08.2019
Sayfa 549 / 646
Ebu Leheb mala çok düşkün olduğu gibi, çok cimri bir adamdı. Servetine çok
güveniyordu.
"Eğer yeğenimin dedikleri doğru ise, çoluk-çocuğumu ve malımı fidye olarak verip
kendimi azaptan kurtarırım." diyordu.
Fakat malı da fayda vermedi kazancı da. Çünkü iki eli kurumuş ve helâk olmuştu.
Öyle bir ateş ki, dünyada eşi ve benzeri görülmemiş. Sadece cisimleri değil, ruhları sarıp
gönüllere nüfuz eden, gürül gürül yanan son derece şiddetli ateş!
"Odun taşıyıcısı olarak karısı da, boynunda liften bükülmüş bir ip olduğu halde
(oraya girecektir)." (Tebbet: 4-5)
Ebu Leheb'in yalnız kendisi değil, karısı Ümmü Cemil de ateşe yaslanacaktır.
Kâfirler cehennem odunu olduğundan, küfre hizmet etmek, cehenneme odun taşımak
mânâsına gelmektedir.
Öyle ki; geçeceği yol üzerine geceleyin dikenli otları yayarak ona eziyet etmek isterdi.
Onun için bu tabirle kınanmıştır. İçinde bulunduğu azap artsın diye, cehennemde odun
taşıyıp kocasının üzerine atacak, ayrıca boynuna ateşten bir zincir geçirilecektir.
Allah-u Teâlâ'nın bu açık ve kesin beyanı on beş sene kadar sonra Kur'an-ı kerim'in
haber verdiği şekilde aynen gerçekleşti.
Bedir savaşına Kureyş'in bütün ileri gelenleri gittiği halde, o hastalığı yüzünden
gidememişti. Kendi yerine Âs bin Hişam'ı gönderdi. Müşriklerin bozguna uğradığını
öğrendikten yedi gün sonra elleri kurumuş olarak evinde ölmüş, üç gün kimsenin haberi
olmamıştı.
Nihayet utandıkları için çocukları Sudanlılar'dan birkaç kişiyi ücret karşılığı tutarak
gömdürmek zorunda kaldılar.
22.08.2019
Sayfa 550 / 646
“Müsebbihat (5)”
Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübarek Sûre-i celîle; on sekiz Âyet-i
kerime, iki yüz kırk bir kelime ve bin yetmiş harften meydana gelmiştir.
İsmi 9. Âyet-i kerime’den alınmıştır. Dünyada iken kimlerin aldandığı, kimlerin de aldattığı
ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı kıyamet günü ortaya çıkarılacağı anlatıldığı
için “Sûre-i Teğâbün” denilmiştir.
Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle
söylemiştir:
Muhtevası:
Hadîd, Haşr, Saff, Cum’a sûre-i şerif’inde olduğu gibi, bu mübârek Sûre-i celîle de,
göklerde ve yerdekilerin hepsinin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğine dair beyan ile
başlamaktadır.
İlk dört Âyet-i kerime’de bütün insanlara hitap etmekte; Allah-u Teâlâ’nın azamet ve
yüceliğinin, kuvvet ve kudretinin tezahürleri anlatılmakta, inanan müminlerin ve
inanmayan kâfirlerin durumları belirtilmektedir.
Akabinde hitap kâfirlere çevrilmekte; onuncu Âyet-i kerime’ye kadar geçmiş kavimlerin
azaplarından bahsedilmekte ve başlarına gelen felâketlerin Hakk’ı yalanlayıp
peygamberlere muhalefet etmek olduğu açıklanarak inkârcılar uyarılmaktadır.
Daha sonra da Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek bazı öğüt ve ikazlarda
bulunmaktadır.
Şöyle ki;
Kâinatın ve insanın başına gelen her musibet O’nun emri ve izniyle olmaktadır. Müminler
her türlü zor şartlarda bile olsa sebat göstermelidirler.
Müminlerin malları, eşleri ve çocukları birer imtihan sebebidir. Bunun içindir ki Allah-u
Teâlâ’ya gönülden sığınmaları, güçleri yettiği nisbette Allah korkusu içinde ömürlerini
geçirmeye gayret göstermeleri gerekmektedir.
22.08.2019
Sayfa 551 / 646
Ayrıca müminler mal fitnesinden korunabilmek için sevdiği mallarından Allah yolunda sarf
etmelidirler.
Müsebbihat adı verilen Hadîd, Haşr, Sâf ve Cum’a sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde
dolduğu gibi; Teğâbün sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’sinde de yerdeki ve gökteki, canlı
ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
O ulu Yaratıcı’yı Zât’ına lâyık olmayan şeylerden, her türlü kusur ve noksanlıklardan,
beşeri sıfatlardan sürekli olarak tenzih ve takdis ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen
hiçbir şey yoktur. O’ndan başka bir yaratıcı yok ki hamd ve senâya müstehak olsun.
Her şeye sahip olmak ancak Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. İnsanların bir şeye sahip
olmaları ise hakiki değil, geçicidir. O vermeseydi, hiç kimse bir şeye sahip olamazdı.
Dilediğine dilediğini verir, dilediği anda da ellerinden alır.
Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Bütün kuvvetler O’nundur,
dilediği şeyi yaratır, yarattığı şeyde dilerse dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır.
Dilerse güçsüzleri güçlü, zayıfları kuvvetli, âcizleri kudretli kılar.
Bugün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük gâlibiyetlere erdirmeye,
zengin veya güçlü zannedilenleri zelil ve perişan etmeye kâdirdir. Dilemediği hiç bir şey
de olmaz. Kâdir ve muktedir ancak O’dur. O’nun her şeye gücü yeter.
O’nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir, her şeyi kuşatmıştır.
Kudretinin delillerini kâinatın her zerresinde görmemek mümkün değildir.
Bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol!” der, o da derhal oluverir.
22.08.2019
Sayfa 552 / 646
Hâlık-ı Azîm:
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren,
her şeyi tam kemaliyle takdir ve icad ederek yaratan ancak Allah-u Teâlâ’dır.
Bir şeyi yapmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye
muhtaç değildir. Her şeyin ilk numunesini meydana çıkaran O’dur. Kâinatı ve içindeki her
şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini yaratan O’dur.
Ezelde Allah-u Teâlâ vardı, kendisiyle beraber başka bir şey yoktu. Sonra varlığını ve
kemâlini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanı yaratmayı irade buyurdu, dilediği şekil ve
nizam üzerine yarattı.
Siz hiç bir şey değilken, şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı
takdir ve icad ettik.
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi “Ahsen-i takvim” olan
insan şekline koyduk.
İnsan fıtratı, yaratıcıya iman etmeyi gerektirdiği halde, küfre de imana da kabiliyetlidir.
Bazıları yaratılış gereğinin aksi olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazıları
da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur.
Âyet-i kerime’de görülüyor ki; insanlar iki kısma ayrılmışlardır ve imanla küfür dışında
üçüncü bir yol yoktur.
Hidayete hak kazananı da görür, dalâleti hak edeni de görür. Herkesin yaptığına en
mükemmel şekliyle karşılık verecektir.
Zât-ı akdes’inin vasfı olan “Hakk”ın mânâsını göstermiş, mahlukat arasında bir intizam
ifade eden üstün bir hikmetle her şeyi yaratmıştır.
“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık.” (Hicr: 85)
Hepsi de adalet ve hak ile ayaktadırlar, hiç bir şey abes olarak yaratılmamıştır. Bu âlemin
idaresi sağlam ve saşmaz ölçülere göre yürür. Bu ölçüler sayesinde birbirleriyle
çatışmazlar ve dağılmazlar.
Allah-u Teâlâ yarattığı herşeyi hak ile yarattığı gibi; insanı da, her uzvu yerli yerince ve en
mükemmel bir tarzda, en güzel bir şekilde yaratmıştır. O’nun yaratıcı gücü bütün
uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
22.08.2019
Sayfa 553 / 646
Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmüş ve en güzel bir şekilde insan varlığını
meydana getirmiştir.
Uzuvları ile, şekil ve şemâli ile her yarattığını öyle nimetlerle öylesine donatmıştır ki, her
yaratık kendisinin müstakil bir vücut olduğunu sanır. Oysa her yarattığı O’nunladır ve
O’nunla kâimdir.
Geliş Allah’tan olduğu gibi gidiş de Allah’adır. O herkese yaptığının karşılığını eksiksiz
verecektir. İyiler büyük bir mükâfâta erecekler, kötüler ise en ağır cezalara katlanmak
zorunda bırakılacaklardır.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O’dur. O’nun sonsuz ve
sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük büyük, gizli âşikâr, olmuş ve olacak her şeyi
en iyi bilen, hiçbir şey sonsuz ve sınırsız ilminden gizlenmeyen Zât-ı kibriyâ O’dur.
İster ulvî âlem olan göklerde, ister süflî âlem olan yerde olanları en ince teferruâtı ile bilir.
Çünkü O yaratmıştır. Yaratan yarattığını bilmez mi?
Bir insanın yüz sene ömrü olsa, en son nefesinde söyleyeceği sözden, yapacağı işten,
son lokmasına kadar yiyeceğinden, içecek suyundan haberi vardır. Yalnız insan değil,
yarattığı bütün varlıklar zerreden kürreye kadar böyledir. Bu hükmü O tayin ve takdir ettiği
için her şeyi biliyor. Bu bilgi O’na mahsustur.
Onun içindir ki insan bâtıl düşüncelerinden, münâfıkça kuruntulardan, kötü işlerden son
derece kaçınmalı; kâinatın bütün sırlarını bilen Allah-u Teâlâ’nın ilminin ve kudretinin
azametini tefekkür ederek rızâ-i Bârî’sine uymayan şeylerden çekinmeli, O’na karşı
takvâlı olmalıdır.
22.08.2019
Sayfa 554 / 646
“Daha önce inkâr edip de, yaptıklarının cezâsını tadanların haberi size gelmedi
mi?” (Teğâbûn: 5)
Âd ve Semûd kavmi gibi geçmiş zamanlarda yaşayan zorba kavimler, inkârlarından ötürü
dünyada iken hor ve hakir edici azaplara çarptırıldılar. Bunlar size haber verilmişken,
sizler niçin ibret almıyorsunuz da küfürde ısrar ediyorsunuz?
Dünyada çektikleri cezâ yaptıkları suçlarının tam karşılığı değildir. O dayanılmaz azap
ahirette mutlaka başlarına gelecek, bu azap dünyadaki azaba eklenecektir.
Güzel huyları ile, dürüst yaşayışları ile numune olmuşlardı. Allah yolunda olduklarını
gösteren apaçık mucizeler göstermişler, parlak deliller getirmişlerdi.
Fakat bir çokları bu gerçeklere gözü yumuk baktılar, kendi felsefelerini yürüttüler,
inanmayı ve uymayı bir türlü kibirlerine yediremediler. Kendilerini dünya saâdetine ahiret
selâmetine ulaştıracak bu güzide zevât-ı kirâm’la alay etmeye cüret ettiler.
“Onlar ise: ‘Bizi bir beşer mi doğru yola götürecekmiş?’ dediler.” (Teğâbûn: 6)
Kendileri gibi birer insan olan bu yüce şahsiyetlerin, insanlar arasında yaşayarak
insanlara rehberlik yapacaklarını uzak bir ihtimal gördüler. Sapıklığa yönelten önderlerin
peşine takıldılar da, hidayete çağıran nurlu rehberleri tanımadılar.
22.08.2019
Sayfa 555 / 646
Gözleriyle gördükleri halde gerçekleri kabul etmediler, böylece şirki ve küfrü imana tercih
ettiler. Allah-u Teâlâ onları kendi hallerine bıraktı, sapıklığa düşmekten onları korumadı.
İman ve itaatlarına ihtiyacı olmadığını duyurdu, hepsini de yeryüzünden silip bir anda
köklerini kesti. Onlara muhtaç olsa idi böyle yapmazdı.
Aldanma Günü:
Küfür “Örtmek” mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak suretiyle örtmek
veya nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.
Halbuki ellerinde bu hususta hiçbir delil yoktur. Ölümden sonra başka bir hayatın
olmayacağına dâir bir delil bulmak mümkün değildir. Günlük hayatta gözler önünde akıp
giden hadiseler, öldükten sonra yeni bir hayatın başlayacağını göstermektedir. Buna
rağmen aklı kıt kâfirler çok iddiâlı bir şekilde zanları ile böyle bir hayatın olmadığını
söylerler, küfürlerinde ısrar ederek inatlaşırlar.
İnanan, imanını yaşayan kimseler kârlı çıkıp ebedî saâdete erecekler; inanmayı
reddederek imansız yaşayanlar ise belâlarını bulup, sonsuz felâketlere uğrayacaklardır.
Ölüm nasıl ki hiç kimsenin şüphe etmediği biçimde gerçekse, ölümden sonraki hayat da
öyledir. İnkâr edenlerin inkârına itibar edilmez.
Hiçbir şey yanınıza kâr kalmaz. Geleceğinizi düşünün de, ona göre kendinizi hazırlayın.
Çünkü yeniden diriltmek, ilk yaratmadan daha kolaydır. Kâinat gibi bir nizamı ve içinde
insanı yaratan Allah-u Teâlâ’ya, insanları yeniden diriltip hesaba çekmek elbette zor
değildir.
22.08.2019
Sayfa 556 / 646
Allah-u Teâlâ’ya iman etmek, bu imanı tebliğ eden Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayı
gerekli kılar; her ikisine iman etmek ise indirdiği Kitab’a, dolayısıyla Din-i İslâm’a iman
etmeyi gerektirir. İşte imanın özü budur.
Büyük ve küçük, iyi ve kötü hepsini bilir. Sırası gelince bir bir size haber verir.
Yaptıklarınızdan gizli saklı kalan hiçbir şey yoktur. O bakımdan imanınız gerçek ve her
şüpheden uzak olsun.
O gün kimin aldanıp kimin aldanmadığı ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür.
Onun içindir ki bu güne “Aldanma günü” mânâsına gelen “Yevmüt-
teğâbûn” denilmiştir.
“Kıyamet günü için sizi topladığı zaman, işte o gün kimin aldandığının ortaya
çıktığı gündür.” (Teğâbûn: 9)
Kıyamet günü toplanma günüdür. Allah-u Teâlâ hesap ve ceza için insanları mahşer
meydanında toplayacaktır.
O gün kimin kazanıp kimin kaybettiği, kandırılanın kim, aklını kullananın kim olduğu,
kimin hakkının kime geçtiği, kimin hakkından mahrum olduğu anlaşılacaktır.
Yine o gün, ömür sermayesini yanlış işlere yatırarak iflâs edenlerle; kârlı işlere yatırarak
ebedî saâdet ve selâmetini kazananlar ortaya çıkacaktır.
“O gün bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün görülecek bir
gündür.” (Hûd: 103)
Herkes amelinin karşılığını almak için grup grup, zümre zümre gelirler. Haklarında
verilecek hükmü gözetlemekten başka yapacak bir çareleri yoktur. Herkes lâyık oldukları
âkıbete erer.
“Kim Allah’a iman etmiş ve sâlih amel işlemişse, Allah onun günahlarını
örter.” (Teğâbûn: 9)
Dünyada yaptıkları hataları hiçbir zaman yüzlerine vurmaz, onları hiçbir zaman
utandırmaz. Engin merhameti ile günahların izlerini tamamen yok eder, Kirâmen kâtibîn
meleklerine kayıtlarını sildirir, kıyamet günü bu günahlarından dolayı hesap sormaz,
mahçup olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.
22.08.2019
Sayfa 557 / 646
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını
Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk
vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevâzu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı
olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.
Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları
nisbetinde cezalarını çektikten sonra imanları sebebiyle cennete gireceklerdir. En son
müslüman da cehennemden çıktıktan sonra, cehennem kapıları bir daha açılmamak
üzere ebediyen kâfirlerin üzerine kapanır.
Buna mukabil cennetlikler de cennetlerde sonsuz bir hayatı bütün ihtişamı ile yaşamaya
başlarlar.
Kâfirler ise Hakk’tan yüz çevirmişler, şeytanın adımlarına uyarak bâtıl yollarda ömür
tüketmişler, dünyayı kazanayım derken ahiretlerini fedâ etmişler, cennetten
Cemâlullah’tan mahrum kaldıkları gibi cehenneme müstehak olmuşlar, büyük bir aldanış
içine girmişlerdir.
Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer,
ne de biter. Onlar için cennet yolu kapanmıştır.
Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır, ne de azaplarında bir gevşeme ve
hafifleme bahis mevzuudur. Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun
hafifletilmez.
Kâfirler müminleri Allah yolundan ayırmaya çalışırken, müminler de onları imana dâvet
edip, onların iyiliklerini istiyorlardı. Orada ise kimlerin kimleri aldatmak istemiş oldukları,
kimlerin kâr etmiş veya zarara düşmüş oldukları belli olacaktır.
22.08.2019
Sayfa 558 / 646
Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet
ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat
hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana
yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ’nın iznini
beklemektedir.
Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve
benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.
Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ’nın
izni ve iradesi iledir.
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve
musibetler kendi günahları sebebiyledir.
22.08.2019
Sayfa 559 / 646
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı,
her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da
kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret
olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.
“Kim de Allah’a inanırsa ona hidayet eder, gönlünü doğruya yöneltir.” (Teğâbûn:
11)
O iman sebebiyle kalbine büyük bir inşirah verir, doğruyu düşündürür. O kimse ölünceye
kadar Hakk yolda sabır ve sebat eder. Başına gelecek olanın mutlaka geleceğini,
gelmeyecek olanın da ona isabet etmeyeceğini bilir. Hakk’ın takdirine râzı, hükmüne
gönülden teslim olur.
Kimin gerçekten iman ettiğini, kimin imanında ne kadar samimi olduğunu bilir. Hiçbir şey
O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli kalmaz. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılacak itaatle birlikte emretmiş; ona yapılan itaati
kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saymıştır.
Kişi ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmiş olur. Ona itaat etmeyen ise
Allah-u Teâlâ’ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur. Bu hakikati böyle bilmek
lâzımdır. Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve
gereğidir.
“Eğer yüz çevirecek olursanız biliniz ki, Resul’ümüze düşen apaçık bir
tebliğdir.” (Teğâbûn: 12)
Yüz çevirirseniz, siz ancak kendi kendinize yüz çevirmiş olursunuz. Ne Allah-u Teâlâ’ya
ne de Resulullah Aleyhisselâm’a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Bu din, dimdik ayakta
duran bir dindir.
O risaletini tebliğ etmiş ve ilâhî emaneti yerine getirmiştir. Sizin kabulünüzden dolayı
onun bir menfaati yoktur, yüz çevirmenizin de ona bir zararı olmaz.
Tevhid:
22.08.2019
Sayfa 560 / 646
Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksan sıfatlardan tesbih etmenin, tehlil ve tekbir getirmenin çok
büyük önemi vardır.
“Allah öyle bir Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Teğâbûn: 13)
Tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mabud tanınacak başka hiçbir mabud
yoktur, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah vardır.
Uluhiyet ve ubudiyet yalnız O’na mahsustur. Kulluk edilmeye lâyık olan sadece O’dur ve
sadece O’na kulluk edilmesi gerekir.
Her cihetten tektir. Varlığına şahid yine kendi varlığıdır. Her varlık O’nun kudretinin
eseridir. Var olan ne ki varsa O’nunla var olmuştur.
İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti,
yoksa ihtiyacı için değil. O Samed’dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O’na
muhtaçtır.
Allah-u Teâlâ şerefi en üstün olan Şerif’tir, azameti en yüce olan Azîm’dir, hilmi en
mükemmel olan Halîm’dir, ilmi en mükemmel olan Âlim’dir. Her türlü şeref ve yücelikte
mükemmelin kendisidir. O’ndan başkası için bu sıfatlar kullanılmaz.
Her hususta ve her şeye karşı O’na tevekkül olunur. O her şey üzerine ve her şeye karşı
vekildir.
Dini hayata, hayır ve infaka, ahlâk ve fazilete karşı olan her davranış bu Âyet-i kerime’nin
şümulüne girmektedir.
22.08.2019
Sayfa 561 / 646
Eş ve çocukları baştacı edip bütün mesaisini onlara ayıran, helâl ve haram sınırlarını
gözetmeden onların rahatı için gecesini gündüzüne katıp uğraşırken ibadet ve taatı
terkeden, yapması gereken infak ve hayırları yapmayan, böylece Hakk’tan uzaklaşan
kimseler için mal ve evlat birer fitnedir. Kalbi dünya ile meşgul ettikleri için onlara fitne
denmiştir.
Avf bin Mâlik el-Eşcâî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in de katıldığı bir savaşa gitmek isterken eşi ve çocukları sızlanıp kendilerini
acındırarak onu alıkoymuşlardı. O ise bu davranışının yanlış ve hatalı olduğuna kanaat
getirerek derin bir pişmanlık duymuş ve Allah-u Teâlâ’ya yönelerek tevbe ve istiğfarda
bulunmuştu.
“Şüphesiz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise
Allah’ın yanındadır.” (Teğâbûn: 15) (Bakınız: Enfâl: 28)
Bu imtihan Allah-u Teâlâ’ya itaat edenle isyan edenin bilinmesi için yapılır.
Kul bu nimetin hakkını ödeyerek şükür mü edecektir, yoksa öfkelenip âsi mi olacaktır?
İmtihan sadece sıkıntı ve mahrumiyetle olmaz. Bazen bolluk ve genişlikle de olur. Mal ve
evlât da bu bolluk ve genişliğin bir ifadesidir.
İşin hakikati şu ki, Allah-u Teâlâ kullarını imtihana tutmaya muhtaç değildir. Ezeli ilmi ile
geçmişi de geleceği de bilir. Fakat kullarının iş ve icraatlarını ortaya koymak ve
kendilerine de göstermek için, hikmetinin iktizası olarak imtihan sahnesinde
bulundurmaktadır.
Mal ve mülk, evlât ve iyâl her ne kadar dünyanın ziyneti, hayatın intizamı için gerekli ise
de; ana ve babasına meşru durumlarda itaat etmeyen evlattan, kocasına itaat etmeyen
kadından daha ziyade insan için düşman olamaz.
Çünkü itaatsiz evlât insanın gönlünü daima rencide eder, işini sekteye uğratır, huzurunu
bozar. İtaatsiz ve ahlâksız bir kadın da böyledir. Dünyaca zararları yanında âhiretçe de
zararları olacağında şüphe yoktur.
Karz-ı Hasen:
22.08.2019
Sayfa 562 / 646
Allah yolunda infakta bulunmak, kişinin imanının sadâkatına delildir, O’na yönelmenin
belirtisidir. Hazinelerine hazinedar bulunmayan, vergi ve ihsanlarının muhasibi
bulunmayan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize
olarak mallarınızdan infak edin.” (Teğâbûn: 16)
Rızâ-i Bâri için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük ecirler vererek onu büyültür. İnfak
edenler aslında doğrudan doğruya kendileri için infak etmekte, kendileri için hayır
hazırlığında bulunmaktadırlar.
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa
erenlerdir.” (Teğâbûn: 16 - Haşr: 9)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u
Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak
vasıflandırmaktadır. “Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.
Mal ve mülkün hakiki sahibi Allah-u Teâlâ’dır, insanlar ancak O’nun malını tasarrufta
vekildirler. Kim O’nun koyduğu şartlara uygun şekilde, rızasını kazanmak için farz olan
zekâttan başka tamamen kendi isteğine bağlı olarak malını hayır yolunda infak ederse;
günahlarını kapatır, yok eder, günahlardan dolayı mesul tutmaz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor: “Eğer Allah’a güzel bir ödünç takdiminde
bulunursanız, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah şükrün
karşılığını verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.”(Teğâbûn: 17)
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri
şeylerin zâtına verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.
O’nun yolunda, rızâsı uğrunda infak edilen şeyler, kasa ve keselerde para saklamaktan,
hatta meşru ticaretten ve kazançtan daha kârlıdır. O’nun dini gönüllerde yer tutsun diye,
imkânı olanların servetinin bir bölümünü ayırması, zenginler zengini olan Allah-u Teâlâ’ya
takdim edilen en güzel bir ödünçtür. O ise bu borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten
Rızâ-î Bârî için vermişse, daha da fazlasını ödeyeceğine dair söz vermiştir.
İnfakın karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli
verilmesi, riya karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi,
verilirken başa kakılmaması şarttır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
22.08.2019
Sayfa 563 / 646
“Allah gece yarısı yahut gecenin son üçte birinde dünya semasına nüzul ederek:
‘Bana kim duâ eder ki ona icabet edeyim veya kim benden bir şey diler ki ona
vereyim.’ buyurur. Sonra: ‘Yoksul olmayan ve zulmetmeyen Allah’a kim ödünç
verecek?’ buyurur.” (Müslim)
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun
karşılığını kat kat iâde edeceğini vâdetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine
saâdet ve selâmet verir. Âhirette ise mükâfat olarak bir çok sevaplar ihsan buyurur, ecrini
kat kat katlandırır.
Hiçbir gizli O’na gizli kalmaz. Açık yapılanları da bilir, gizli yapılanları da bilir. Olanları da
bilir, olacak olanları da bilir.
Her şey O’nun hükmüne bağlıdır. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Her şeyi hikmetiyle
idare eder.
Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet
ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat
hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana
yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
22.08.2019
Sayfa 564 / 646
Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ’nın iznini
beklemektedir.
Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve
benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.
Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ’nın
izni ve iradesi iledir.
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve
musibetler kendi günahları sebebiyledir.
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı,
her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da
kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret
olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.
“Kim de Allah’a inanırsa ona hidayet eder, gönlünü doğruya yöneltir.” (Teğâbûn:
11)
O iman sebebiyle kalbine büyük bir inşirah verir, doğruyu düşündürür. O kimse ölünceye
kadar Hakk yolda sabır ve sebat eder. Başına gelecek olanın mutlaka geleceğini,
gelmeyecek olanın da ona isabet etmeyeceğini bilir. Hakk’ın takdirine râzı, hükmüne
gönülden teslim olur.
Kimin gerçekten iman ettiğini, kimin imanında ne kadar samimi olduğunu bilir. Hiçbir şey
O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli kalmaz. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılacak itaatle birlikte emretmiş; ona yapılan itaati
kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saymıştır.
Kişi ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmiş olur. Ona itaat etmeyen ise
Allah-u Teâlâ’ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur. Bu hakikati böyle bilmek
lâzımdır. Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve
gereğidir.
“Eğer yüz çevirecek olursanız biliniz ki, Resul’ümüze düşen apaçık bir
tebliğdir.” (Teğâbûn: 12)
22.08.2019
Sayfa 565 / 646
Yüz çevirirseniz, siz ancak kendi kendinize yüz çevirmiş olursunuz. Ne Allah-u Teâlâ’ya
ne de Resulullah Aleyhisselâm’a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Bu din, dimdik ayakta
duran bir dindir.
O risaletini tebliğ etmiş ve ilâhî emaneti yerine getirmiştir. Sizin kabulünüzden dolayı
onun bir menfaati yoktur, yüz çevirmenizin de ona bir zararı olmaz.
Tevhid:
Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksan sıfatlardan tesbih etmenin, tehlil ve tekbir getirmenin çok
büyük önemi vardır.
“Allah öyle bir Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Teğâbûn: 13)
Tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mabud tanınacak başka hiçbir mabud
yoktur, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah vardır.
Uluhiyet ve ubudiyet yalnız O’na mahsustur. Kulluk edilmeye lâyık olan sadece O’dur ve
sadece O’na kulluk edilmesi gerekir.
Her cihetten tektir. Varlığına şahid yine kendi varlığıdır. Her varlık O’nun kudretinin
eseridir. Var olan ne ki varsa O’nunla var olmuştur.
İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti,
yoksa ihtiyacı için değil. O Samed’dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O’na
muhtaçtır.
Allah-u Teâlâ şerefi en üstün olan Şerif’tir, azameti en yüce olan Azîm’dir, hilmi en
mükemmel olan Halîm’dir, ilmi en mükemmel olan Âlim’dir. Her türlü şeref ve yücelikte
mükemmelin kendisidir. O’ndan başkası için bu sıfatlar kullanılmaz.
Her hususta ve her şeye karşı O’na tevekkül olunur. O her şey üzerine ve her şeye karşı
vekildir.
22.08.2019
Sayfa 566 / 646
Dini hayata, hayır ve infaka, ahlâk ve fazilete karşı olan her davranış bu Âyet-i kerime’nin
şümulüne girmektedir.
Eş ve çocukları baştacı edip bütün mesaisini onlara ayıran, helâl ve haram sınırlarını
gözetmeden onların rahatı için gecesini gündüzüne katıp uğraşırken ibadet ve taatı
terkeden, yapması gereken infak ve hayırları yapmayan, böylece Hakk’tan uzaklaşan
kimseler için mal ve evlat birer fitnedir. Kalbi dünya ile meşgul ettikleri için onlara fitne
denmiştir.
Avf bin Mâlik el-Eşcâî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in de katıldığı bir savaşa gitmek isterken eşi ve çocukları sızlanıp kendilerini
acındırarak onu alıkoymuşlardı. O ise bu davranışının yanlış ve hatalı olduğuna kanaat
getirerek derin bir pişmanlık duymuş ve Allah-u Teâlâ’ya yönelerek tevbe ve istiğfarda
bulunmuştu.
“Şüphesiz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise
Allah’ın yanındadır.” (Teğâbûn: 15) (Bakınız: Enfâl: 28)
Bu imtihan Allah-u Teâlâ’ya itaat edenle isyan edenin bilinmesi için yapılır.
Kul bu nimetin hakkını ödeyerek şükür mü edecektir, yoksa öfkelenip âsi mi olacaktır?
İmtihan sadece sıkıntı ve mahrumiyetle olmaz. Bazen bolluk ve genişlikle de olur. Mal ve
evlât da bu bolluk ve genişliğin bir ifadesidir.
İşin hakikati şu ki, Allah-u Teâlâ kullarını imtihana tutmaya muhtaç değildir. Ezeli ilmi ile
geçmişi de geleceği de bilir. Fakat kullarının iş ve icraatlarını ortaya koymak ve
kendilerine de göstermek için, hikmetinin iktizası olarak imtihan sahnesinde
bulundurmaktadır.
Mal ve mülk, evlât ve iyâl her ne kadar dünyanın ziyneti, hayatın intizamı için gerekli ise
de; ana ve babasına meşru durumlarda itaat etmeyen evlattan, kocasına itaat etmeyen
kadından daha ziyade insan için düşman olamaz.
Çünkü itaatsiz evlât insanın gönlünü daima rencide eder, işini sekteye uğratır, huzurunu
bozar. İtaatsiz ve ahlâksız bir kadın da böyledir. Dünyaca zararları yanında âhiretçe de
zararları olacağında şüphe yoktur.
22.08.2019
Sayfa 567 / 646
Karz-ı Hasen:
Allah yolunda infakta bulunmak, kişinin imanının sadâkatına delildir, O’na yönelmenin
belirtisidir. Hazinelerine hazinedar bulunmayan, vergi ve ihsanlarının muhasibi
bulunmayan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize
olarak mallarınızdan infak edin.” (Teğâbûn: 16)
Rızâ-i Bâri için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük ecirler vererek onu büyültür. İnfak
edenler aslında doğrudan doğruya kendileri için infak etmekte, kendileri için hayır
hazırlığında bulunmaktadırlar.
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa
erenlerdir.” (Teğâbûn: 16 - Haşr: 9)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u
Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak
vasıflandırmaktadır. “Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.
Mal ve mülkün hakiki sahibi Allah-u Teâlâ’dır, insanlar ancak O’nun malını tasarrufta
vekildirler. Kim O’nun koyduğu şartlara uygun şekilde, rızasını kazanmak için farz olan
zekâttan başka tamamen kendi isteğine bağlı olarak malını hayır yolunda infak ederse;
günahlarını kapatır, yok eder, günahlardan dolayı mesul tutmaz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor: “Eğer Allah’a güzel bir ödünç takdiminde
bulunursanız, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah şükrün
karşılığını verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.”(Teğâbûn: 17)
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri
şeylerin zâtına verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.
22.08.2019
Sayfa 568 / 646
O’nun yolunda, rızâsı uğrunda infak edilen şeyler, kasa ve keselerde para saklamaktan,
hatta meşru ticaretten ve kazançtan daha kârlıdır. O’nun dini gönüllerde yer tutsun diye,
imkânı olanların servetinin bir bölümünü ayırması, zenginler zengini olan Allah-u Teâlâ’ya
takdim edilen en güzel bir ödünçtür. O ise bu borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten
Rızâ-î Bârî için vermişse, daha da fazlasını ödeyeceğine dair söz vermiştir.
İnfakın karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli
verilmesi, riya karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi,
verilirken başa kakılmaması şarttır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah gece yarısı yahut gecenin son üçte birinde dünya semasına nüzul ederek:
‘Bana kim duâ eder ki ona icabet edeyim veya kim benden bir şey diler ki ona
vereyim.’ buyurur. Sonra: ‘Yoksul olmayan ve zulmetmeyen Allah’a kim ödünç
verecek?’ buyurur.” (Müslim)
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun
karşılığını kat kat iâde edeceğini vâdetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine
saâdet ve selâmet verir. Âhirette ise mükâfat olarak bir çok sevaplar ihsan buyurur, ecrini
kat kat katlandırır.
Hiçbir gizli O’na gizli kalmaz. Açık yapılanları da bilir, gizli yapılanları da bilir. Olanları da
bilir, olacak olanları da bilir.
Her şey O’nun hükmüne bağlıdır. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Her şeyi hikmetiyle
idare eder.
Mekke-i mükerreme döneminde Kevser sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Sekiz
Âyet-i kerime, otuz altı kelime ve yüz elli iki harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime'de "Çoklukla övünenler" mevzu edildiği için, bu mânâyı ifade
eden "Tekâsür" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.
22.08.2019
Sayfa 569 / 646
Muhtevâsı:
Rivayete göre iki kabile mal ve adam çokluğu ile birbirine karşı övünmüşler, daha sonra
mezarların başına gidip: "Bizim şu kadar ölmüş büyüklerimiz vardır!" diyerek oradaki
ölülerinin çokluğuyla da övünmeye başlamışlardı.
Tekâsür; çokluk kuruntusu, gurur ve iddiâsı demektir ki, dünya ehlinin çoğunlukla
aldandığı bir noktadır.
İnsanların hayatın aldatıcı şeyleri ile meşgul olmaları, dünya malını biriktirmeye olan
düşkünlükleri; kendilerini kulluk vazifelerini yapmaktan alıkoymuş, dünya saâdetine ahiret
selâmetine vesile olacak ibadetlerden mahrum bırakmıştır. Hayırlı işlerle uğraşacakları
yerde bunlarla meşgul oldular, canları çıkıncaya kadar böyle devam ettiler. Dünyanın
geçici güzelliğine aldanıp ahirete yönelmediler. Sonuçta hepsi de kabir ehlinden oldular.
Dünya hırsı, mal ve evlât çokluğu ile övünme ahirette hiçbir işe yaramayacak, o korkulu
günde ameller tartılırken ağır basmayacak, cehennemle yüz yüze bırakacaktır.
Ölüm gelip kabre girdiklerinde, gaflet içinde ne kadar kör ve sağır olarak yaşadıklarını
anlayacaklardır.
Allah-u Teâlâ Hakk yoldan sapan, mal ve evlât yarışına girip kuruntu, gurur ve itibar
peşinde koşan kimselerin, ileride ister-istemez gerçeği bileceklerini haber veriyor:
Ahiret azabını görünce çok pişman olacaksınız, amma bu pişmanlığınız size hiçbir fayda
sağlamayacak.
Dünya malına hırslı olanlar, ölüm gelip kabre girdiklerinde, gafletten uyanıp ömürleri
boyunca çoğaltmak için oyalandıkları fânî varlıklardan ayrıldıklarını ve yalnızca vebâlini
yüklendiklerini görecekler, ne kadar hatalar içinde yaşadıklarına vâkıf olacaklar.
22.08.2019
Sayfa 570 / 646
Mal ve evlât çokluğu ile birbirinize karşı övünmezdiniz, dünyanın meşru olmayan süsü ve
lüksü ile oyalanmazdınız, kendiniz için daha hayırlı işlere yönelirdiniz, ahiretinizi garanti
altına almak için var gücünüzle çalışırdınız. Son durağınız cehennem değil, cennet ve
Cemâlullah olurdu.
"Andolsun ki yine onu ayne'l-yakîn (bizzat baş gözü) ile göreceksiniz!" (Tekâsür: 7)
Bizzat görmek ancak oraya girmekle olur. Ateş onları her taraftan kuşatınca akılları
başlarına gelir. Gayet hakir ve perişan bir halde, alabildiğine küçülmüş olarak cezâlarını
çekmeye başlarlar. Tekrar dünyaya geri dönmek için yol ararlar, fakat ne mümkün?
Nimetlerin Hesabı:
Allah-u Teâlâ bir imtihan yurdu olan dünyada, kullarına tanımış olduğu çeşitli imkânların
hesabını soracaktır. Hâkimler hâkiminin böyle bir muhasebeye tâbi tutması, adalet-i
ilâhînin tecellîsi içindir.
O gün hak edilen cezânın verileceği gündür. O gün adalet günüdür. Varsa, hiçbir
kimsenin sevabı azaltılmaz, hak ettiği azabı da çoğaltılmaz. Kimseye en ufak bir şekilde
zulmedilmez.
Büyük nimetlerden suâl olunacağı gibi, en küçük nimetlerden dahi suâl olunacaktır.
Emniyet ve asayişten, sıhhat ve âfiyetten, mevki ve servetten, ikbal ve itibardan, yenilip
tüketilen, içilen, giyilip eskitilen şeylerden, koyu gölgeden, soğuk bir sudan muhasebeye
tutulacaklardır. O nimetleri nereden alıp nereye harcadıkları, helâlinden kazanıp
22.08.2019
Sayfa 571 / 646
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki arkadaşı ile Ebu Eyyûb el-Ensârî
-radiyallahu anh-in evine gitmişlerdi. Onlara hem tazesinden hem de kurusundan hurma
ikram etti. Ayrıca bir oğlak keserek pişirdi ve önlerine koydu.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Ekmek, et, kuru ve olgun
hurma!.." diyerek mübarek gözleri yaşardı, daha sonra şöyle buyurdu:
"Nefsim kudret elinde bulunan Zât'a yemin ederim ki, işte bu kendisinden sorguya
çekileceğiniz nimetlerdir." (İbn-i Hibban)
"Sizden her kim kendi evinde ve yurdunda emniyetle, vücudu âfiyetle olarak
sabaha çıkarsa ve yanında günlük yiyeceği bulunursa, sanki dünya bütünüyle ona
ayrılıp verilmiş gibi olur." (Tirmizî: 2449)
Denizden büyük nimetlerin içinde yaşıyoruz. Her nimet O'nun, her lütuf O'ndan. İnsan
üzerinde öyle nimetler var ki; O bize ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep
etmemiştir. Sadece Zât-ı akdes'ini tanımamızı ve kulluk yapmamızı istemiştir.
Mekke-i mükerreme döneminin ilk yıllarında nâzil olmuştur. Yirmi dokuz Âyet-i kerime,
yüz dört kelime ve beş yüz otuz harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime’de güneşin bir şeye sarılarak karanlık bir halde kalmış gibi olacağını
bildirdiği için bu ismi almıştır. “Küvvirat” diye de anılır.
“Kim kıyamet gününü gözleriyle bakıp görmek istiyorsa; Tekvîr, İnfitâr ve İnşikâk
sûrelerini okusun.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Tefsir: 18)
Çünkü bu ve benzeri Âyet-i kerime’ler, kıyametin akılları baştan alacak hallerini ve orada
meydana gelecek olan sıkıntıları veciz bir şekilde açıklamaktadır.
22.08.2019
Sayfa 572 / 646
Muhtevâsı:
Şüphe yok ki, sonradan yaratılan her şeyin bir sonu, bir ölümü vardır, her şey er veya geç
zevâl bulacaktır. Dünyanın da bir ölümü vardır. Allah-u Teâlâ dünyanın ömrünü sona
erdirmeyi murad ettiğinde, İsrâfil Aleyhisselâm’a Sûr’a üfürmesini emreder.
Onun Sûr’a üfürmesi ile kıyamet kopar. Sûr’a üfürüldüğünde kâinat bütünüyle altüst olur,
tamamen düzeni bozulur, takdir edilen eceline doğru gider, gizli olan her şey açığa çıkar.
Güneşin ışığı ve ateşi söndürülerek gözle görünmez bir hâle gelir, kendi merkezinden
çıkar, kat kat parçalanıp dürülür.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
Kâinatın mevcut düzeni altüst olunca; kendilerine mahsus sistemi, hareket tarzı,
yörüngesi olan yıldızlar da birbirine çarpıp parçalanır, dağılıp dökülürler.
O gün gökyüzü yıldız yağdırır, nurlarını kaybederler. O kadar çok olup, o kadar da ışık
saçtıkları halde mahvolur giderler.
Bulundukları yerlerden başka yerlere intikal ederler, sonra da serap olurlar. O ulu dağlar,
o muhteşem cesametleri ve ağırlıkları ile beraber ufalanır ufalanır, yumuşak kum yığını
hâline gelirler. Ağırlıklarını kaybedip, yerlerinden sökülerek yürütülürler. Dağlar böyle
olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.
Develer o devirde Araplar’ın en kıymetli varlıklarıydı. Onun için develere çok iyi
bakarlardı. Develerine ilgisiz kalmak zorunda olmaları demek; o gün çok büyük bir âfetle
karşı karşıya kalmaları demektir. Öyle ki en kıymetli varlıklarıyla bile ilgilenmeyecekler,
kıyılmaz mallarını bile terkedeceklerdir. Başlarına gelen felâket, en çok sevdikleri şeyleri
görmemezlikten gelmeye götürecek onları.
22.08.2019
Sayfa 573 / 646
Yırtıcı, vahşi ve ürkek hayvanlar o günün şiddetinden dolayı korkuya kapılıp, şaşkın bir
halde yuvalarından çıkıp, gruplar halinde bir araya toplanırlar. Şaşkın bir halde bakışıp
dururlar.
Dağlar parçalanıp yeryüzü dümdüz olunca, denizler her yeri kaplar, acısı tatlısı birbirine
karışır, birleşip tek bir deniz olur.
Sûr’a ikinci defa üfürülünce de ruhlar cesetlerine dönerek diriliş meydana gelir.
Allah-u Teâlâ bu üfürmeyi ruhların tekrar cisimlerine dönüp yerleşmesine bir sebep
yapacaktır.
“Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü
sorulduğu zaman.” (Tekvîr: 8-9)
Cinayetin sebebi doğrudan doğruya onu işleyene sorulmayıp da dâvâcısı olan suçsuz
çocuğa sorulması, kâtilin Hakk’ın huzurunda hiçbir savunma yapamayacak şekilde öfke
ve cezâyı hak etmesindendir.
Herkesin ölünce kapatılan amel defteri, sualden önce dağıtılır ve açılır. Bu ikinci hayat,
öldükten sonra sorguya çekilmek içindir.
Her insan, kendine verilen bir kabiliyet ile amel defterlerinde yazılı olanları tamamen
okuyup anlayacak, hiçbirini inkâr edemeyecektir.
Bütün perdeler ortadan kalkacak, gerçek bütün açıklığı ile görülecek. Allah-u Teâlâ’nın
gadap tecellileri de rahmet tecellileri de tezahür edecek.
22.08.2019
Sayfa 574 / 646
Cennet ise Allah-u Teâlâ’nın mümin kullarına, bir imtihan sahnesi olan dünyada
samimiyetle inanıp sâlih ameller yapmaları, haram ve günahlardan sakınmaları
karşılığında vaadettiği zevk ve sefâ yeridir, mükâfat yeridir. Müminler, o günün
dehşetinden korkuya kapılmamaları için cenneti görecekler, bu güzel nimete
kavuşacaklarına sevineceklerdir.
Dünyada ne yapmış, o gün için ne hazırlamış olduğunu kesin bir bilgiyle bilip anlayacak;
iyi ve kötü bütün amellerini en ince teferruatı ile beraber defterinde görecektir.
Kur'an-ı kerim'de Allah-u Teâlâ'nın bir veya birkaç şey üzerine yemin ederek söze
başlaması, o beyan edilecek sözün çok mühim olduğunu; eğer bir hadise ise, o hadisenin
mutlaka gerçekleşeceğini göstermektedir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bu Sûre-i celile'de de dört önemli şey üzerine yemin ederek şöyle
buyurmuştur:
Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı ilk saatlerdir. Gitme vakti de yok olmaya yüz
tuttuğu, sabaha yöneldiği son saatlerdir ki sabahın müjdecisidir.
Allah-u Teâlâ gecenin karanlığını gündüzün ışığıyla, gündüzün ışığını gecenin karanlığı
ile giderir. Her biri diğerini durmadan ve gecikmeden kovalar. Biri gider gitmez diğeri, o
22.08.2019
Sayfa 575 / 646
gittiğinde ise öbürü hemen gelir. Işığı karanlığa giydirip örttürdükten sonra, bir de çevirip
karanlığı ışığa giydirir.
Bu Âyet-i kerime yeminlerin cevabıdır. Burada "Resul" kelimesi ile kastedilen Cebrâil
Aleyhisselâm'dır. Kur'an-ı kerim'in Cebrâil Aleyhisselâm'a nispet edilmesi, Allah katından
onun getirmiş olmasından dolayıdır.
Kur'an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz, âlemlerin
Rabb'inden indirildiği hâlde, bu Âyet-i kerime'lerde Muhammed Aleyhisselâm'a izafe
edilmiştir.
Allah-u Teâlâ vahyi getiren Cebrâil Aleyhisselâm'ı övüyor ve mütebâki Âyet-i kerime'lerde
vasıflarını şöyle beyan buyuruyor:
Aldığı emri yerine getirmede hiç şüphesiz ki büyük bir kuvveti vardır. Derecesi ve makamı
yücedir, şeref ve itibarı yüksektir.
Üstün bir mevkisi vardır, Mele-i â'lâ'da kendisine son derece itaat ve itimat edilen
mukarreb bir melektir. Aldığı vahyi güvenirlilik içinde Peygamber'e nakleder.
Cebrâil Aleyhisselâm kendisine Allah-u Teâlâ'nın onu yaratmış olduğu aslî suretinde
görünmüştür. Onun altı yüz kanadı vardı ve yaratılışının büyüklüğü ufku kaplamıştı.
Aslî suretinde ikinci defa görmesi ise gökte, Sidre-i müntehâ'da olmuştur. Resulullah
Aleyhisselâm'dan başka hiçbir peygamber Cebrâil Aleyhisselâm'ı hakiki şeklinde
görmemiştir.
"O (peygamber), gayb haberlerini vermede aslâ cimri değildir." (Tekvîr: 24)
Haber verdiği vahiy ve diğer gayb ile ilgili gizli bilgileri bildirmekte cimri davranmaz,
haberleri gizleyip saklamaz. Haber verdiği her şeyde güvenilir olup, kendi zannına göre
konuşmakla suçlanamaz.
22.08.2019
Sayfa 576 / 646
Zira müşrikler, onu keyfine göre konuşmakla suçluyorlardı, bu zamandaki müşrikler gibi.
Onun gaybdan haber vermesi, kimsenin bilmediği şeyleri bilmesi şaşılacak bir şey
değildir. Onu, o yüksek fıtrat ve ahlâkta yaratan Allah-u Teâlâ'nın gayb ilmiyle onu
şereflendirmesi de çok görülecek bir şey değildir.
Âlemlerin Rabb'i olan Allah tarafından beşeriyetin saâdet ve selâmeti için indirilmiştir.
Tam bir teslimiyetle, İslâm'ın sulh ve selâmetine niçin girmiyorsunuz? İslâm bir bütün
olduğu halde, işinize gelene inanıyor, işinize gelmeyene, bilhassa içyüzünüzü ortaya
koyan hükümlere inanmıyorsunuz?
Kur'an-ı kerim'in indirilmesinden asıl gaye, doğru yolda gitmek isteyenlere o yolu
anlatmaktır. Doğru gitmek istemeyen kimseler ise bu hatırlatmadan hoşlanmaz, ondan
istifade etmezler. Allah-u Teâlâ'nın hükümleri onları körlükten, sağırlıktan uyandırmaz.
Uyandırsa da, onlar eğrilikten hoşlandıkları için, sapıklık yolunda gitmek isterler.
Allah-u Teâlâ onu hasta gönüllere bir şifâ, bir hidayet rehberi ve bir rahmet olarak
göndermiştir. Yaştan, kurudan her ne varsa hepsi onda mevcuttur. Hiçbir şey eksik
bırakılmamıştır.
Kullarının en küçük ihtiyaçlarını bile öyle dikkate alır ki, ihtiyaçlarının nasıl karşılandığının
farkında bile olmazlar.
22.08.2019
Sayfa 577 / 646
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Sekiz Âyet-i kerime, otuz dört kelime ve
yüz beş harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime'de geçen ve "İncir" mânâsına gelen "Tîn" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim
olmuştur.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından en güzel bir biçimde yaratılan insanı ele
almakta; yaratılış gayesini unutanları, Yaratan'ını inkâr edenleri Allah-u Teâlâ'nın
aşağıların aşağısına indireceği beyan edilmektedir.
İlk dört Âyet-i kerime'de incir, zeytin, Sinâ dağı ve Mekke-i mükerreme üzerine yemin
edilerek; insanın Ahsen-i takvîm olarak yaratıldığı bildirilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; en güzel yaratıldığı halde inkâra saplanan, dini
yalanlayan kişilerin esfel-i sâfilîne indirilecekleri; bir müminin de güzel amelleri
karşılığında cennetlere nâil olacağı; Allah-u Teâlâ'nın hüküm verenlerin en güzeli olduğu
haber verilmektedir.
Mükerrem İnsan:
Yedi yüz elliden fazla çeşidi olan incir, Kur'an-ı kerim'de zikredilen mübarek
meyvelerdendir.
İncir çekirdeği çok küçüktür, fakat incir çekirdeğinde incir ağacı gizlemiştir. Bu öyle bir
sırdır ki, gerçek mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Bilinen kadarıyla anlatılmaya kalkılsa
yine çok uzun sürer.
Allah-u Teâlâ kan ve gübre arasından sütü çıkardığı gibi, su ile taş arasından da saf, tatlı
ve faydalı olan zeytin yağını çıkarmıştır. Bütün bunların hepsi insanların faydalanmaları
ve o yüce Yaratıcı'ya şükret-meleri içindir. Düşünen akıllar için bunlarda ne büyük ibretler
ve hikmetler vardır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Zeytin yağını yiyiniz ve kullanınız. Çünkü bu yağ mübarektir." (İbn-i Mâce: 3320)
Nûr sûre-i şerif'inin 35. Âyet-i kerime'sinde mübarek, yani bereketli bir ağaç olduğu
belirtilmiştir.
22.08.2019
Sayfa 578 / 646
Gerek incir ve gerekse zeytin, meyvelerin en faydalılarıdır. Her ikisi de insan hayatı için
hem bir gıda, hem bir şifâ deposu, hem de mühim bir ticaret metaıdır, diğer meyvelere
göre faydaları pek çoktur.
"Tûr-i sinâ", Musa Aleyhisselâm'ın Allah-u Teâlâ ile konuşma şerefine erdiği güzel bir
dağdır.
Beled sûre-i şerif'inın 1. Âyet-i kerime'sinde de bu mübarek dağa yemin edilmekte, En'âm
sûre-i şerif'inin 92. Âyet-i kerime'sinde "Şehirlerin anası" olduğu belirtilmekte, yine bazı
Âyet-i kerime'lerde bu mübarek şehre işaret edilmektedir.
Allah-u Teâlâ bu beş yeminden sonra, insanı en güzel bir biçimde yarattığını beyan
etmesi; bu hususa çok büyük nazar edilmesi gerektiği, Yaratıcı'nın güzelliğini, kuvvet ve
kudretini insanın işitmesi ve görmesi içindir.
Hâlik-ı kerîm'in yarattığı en değerli varlık insandır. Göklerde ve yerde bulunan her şey
insan için yaratılmıştır.
Bu Âyet-i kerime'yi daha güzel anlayabilmek için Hazret-i Ali -kerremallahu veche-
Efendimiz'in şu beyanını okumak lâzımdır. Amma kâğıt üzerinde değil, ruhta okumak ve
bunun böyle olduğunu bilmek lâzımdır.
Buyururlar ki:
22.08.2019
Sayfa 579 / 646
Hazret insandaki bütün sırları açıyor. Bu böyledir. Bu beyanı okuyabilmek insana yeter.
İnsan niçin mükerremdir? Allah-u Teâlâ yarattığı için, içini ve dışını donattığı için, içinde O
olduğu için mükerremdir. Binaenaleyh bu mükerrem olan insanın her organı da
mükerremdir, kişiye âit değildir.
İnsanı öyle mükerrem yaratmıştır ki, kendi nurundan nur vermiş, kendi ruhundan ruh
vermiş. O nur ile her şeyi biliyor, o ruh ile her şeyi görüyor.
Allah-u Teâlâ insanı öyle nimetlerle süsledi ki, bunu ancak kendisi bilir ve dilediğine
bildirir.
"Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir." (Lokman: 20)
İnsanın ruhu ilâhi nefhanın tezahürü, bedeni ise Allah-u Teâlâ'nın kudretinin surette
tecellî eden eseridir.
Allah-u Teâlâ dünya mülkünde ona halifelik gibi üstün meziyet vermiştir. Ona lutfettiği
yüksek kabiliyetler sayesinde, bütün varlıklar arasında en mümtaz yerini almıştır. Kâinatta
ne ki yarattıysa bir insanda mevcuttur. İnsanı bir takvim hâline koymuştur.
Yeryüzündeki bütün varlıklardan üstün olma şerefini insana Allah-u Teâlâ vermiştir. Bu
ancak O'nun tarafından verilen nimet ve ikramdır.
Mühim olan ise, insanın Allah-u Teâlâ tarafından verilen fazilet ve meziyetini koruması,
Rabb'inin kendisine bir lütuf olarak bağışladığı eşsiz emsalsiz nimetlerine karşı O'na
nankörlük etmemesi; bedeninin, organlarının, akıl ve zekâsının hikmet ve değerini bilip,
her birini en güzel bir şekilde kullanmaya ihtimam göstermesidir.
22.08.2019
Sayfa 580 / 646
İnsanın en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen Âyet-i kerime'nin muhatabı Muhammed
Aleyhisselâm'dır. İnsan-ı kâmil, hulâsa-i insan odur.
İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların olduğu gibi bütün
yaratılmışların en mükerremidir. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden
insanoğlu da istifade ediyor.
Esfel-i Sâfilîn:
Tîn sûre-i şerif'i aynadır. Arzettiğimiz mükerremlik aynanın ön tarafıdır. Arka tarafı ise
insanın esfel-i sâfilîne, ayağıların aşağısına düşmesidir.
Yaratan, âzâlarla donatan, en güzel nimetlerle merzuk eden Yaratıcı'yı inkâr edip hasım
kesilenlerin, hayvanlardan elli derece daha fazla aşağı dereceye düşecekleri ve kendi
elleriyle cehenneme yuvarlanacakları muhakkaktır. Onların cehennemden kurtulmaları
veya azaplarının hafifletilmesi diye bir şey düşünülemez. Kaçacak bir yerleri yoktur ve
hiçbir fert unutulmaz.
Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, Hâlik-ı kerîm'in varlığını gösteren eserleri görmemek
için gözlerini kapayan, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmekten kaçınan münkir
kimselerdir. Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır. Küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır.
Artık o kalplere ne nur girebilir ne de iman.
Allah-u Teâlâ'dan ve O'nun yüce dininden yüz çevirip küfre kayanlar, Hakk'ı bırakıp bâtıla
sarıldıkça sarılanlar, ilâhî dâvete kulaklarını tıkayanlar, hakikatlere gözü yumuk bakanlar,
fıtratllarındaki iyilik ve güzellikleri yitirdikleri için aldandıkça aldanırlar, saptıkça saparlar.
Her çirkinden daha çok çirkinleştirilirler. Sâfilinden daha çok sefil, her âdiden daha âdi,
her murdardan daha iğrenç olurlar.
22.08.2019
Sayfa 581 / 646
Dinden imandan uzaklaştığı zaman, hiçbir mahlûk o kişiden daha aşağıya düşmez. Onun
yaptığını hiçbir hayvan yapmaz.
A'lâ'y-ı İlliyyîn:
Allah-u Teâlâ kâfirlerin âkıbetini anlattıktan sonra, iman edenlere verilen nimetleri beyan
etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
Onlar Rabb'lerinin hoşnutluğunu kazanmak için, O'nun râzı olduğu şeyleri yaparlar,
ibadet ve taatlarını hakkıyla yerine getirilirler. Böylece "Ahsen-i takvîm" üzerinde
ömürlerini sürdürürler. Bu gerçek müminler diğerleri gibi aşağıların aşağısına
indirilmezler, o derekeye sevkedilmezler, bilâkis yükseklerin yükseğine çıkırılırlar. Gıpta
edilecek bir âkıbete ererler.
"Onlar için bitip tükenmeyen bir mükâfat vardır." (Tîn: 6 - İnşikâk: 25)
Dünyada da güzelliklerle iyiliklerle karşılaşırlar, ahirette de büyük ücretler alırlar. Öyle bir
mükâfat ki, hakettiklerinden az olmaz ve sonu gelmez. İmanın ve güzel amellerin karşılığı
olarak cennetlere nâil olurlar.
Hüküm Allah'ındır:
Şu husus kesin bir hükümdür ki; Allah-u Teâlâ itaatkârları sevaplar vererek
mükâfatlandırır, yüz çevirenleri de azaplara çarptırarak cezâlandırır.
Ey insan!
Dine olan ihtiyaç o derece gözler önündedir ki, inkâr edilmesi mümkün değildir. Bu
hakikat böyle iken, bunları sana inkâr ettiren nedir? Dinden imandan bîhaber yaşamak
kulluğun şânına yakışır mı?
Yarın hesap gelip çatacakken; gerek bugün içinde bulunduğunuz hayat nimetlerine ve
gerekse yarının cezâ ve mükâfatlarına nasıl nankörlük edersiniz?
Kerîm olan, Rahîm olan Allah-u Azîmüşân'ın hüküm ve saltanatının hududundan çıkmak
imkânı olmadığı halde, O'na karşı nankörlük etmeye nasıl cesaret edersiniz?
O gün gelmeden önce dünyada iken Hakk'a yönelip kulluğunuzu yaparak O'na yönelmeli
değil misiniz?
Allah-u Teâlâ'nın dininden söz edebilmek için ancak O'nun indirdikleriyle hükmetmek
gerekir. Çünkü O'nun hükümranlığının tecellîsi budur.
22.08.2019
Sayfa 582 / 646
Mülk O'nundur, O'ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmeye hakkı ve
salâhiyeti yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez. Verdiği kararı hiç kimse bozamaz.
Emir, yasak, tedbir ve idare, tam tasarruf yalnız O'na âittir.
Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'nun verdiği hükümler
belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek bir araya gelseler, bir Âyet-i kerime'yi
inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlûkun hükmü yoktur, O'nun hükmü esastır.
Söz O'nun sözü, hüküm O'nun hükmü, kitap O'nun kitabı, mülk O'nun mülküdür. O'nun
sözlerini değiştirecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.
Tamamı Mekke döneminde nâzil olan bu mübarek sûre-i celile; doksanaltı Âyet-i kerime,
üçyüz doksansekiz kelime, binyediyüzüç harften teşekkül etmiştir.
İlk Âyet-i kerime’sinde geçen ve: “Büyük hadise” yani “Kıyamet” mânâsına
gelen “Vâkıa” kelimesi, bu sûre-i şerif’e isim olmaktadır.
“Vâkıa”, hem bu sûre-i şerif’in adı, hem de konusudur. Kıyametin birgün gelip mutlaka
kopacağını haber vererek başlamakta ve ahiret hayatından sahneler gözönüne
sermektedir.
“Vâkıa” ile “Rahman” sûre-i şerifleri arasında büyük bir ilgi vardır. İkisinde de cennet ve
cehennem sakinleri hakkında bilgi verilmektedir. Her ikisi de aynı hususları ele aldığı için
tek bir sûre gibidirler. Birinin sonunun diğerinin başı ile ilişkisi olması dolayısıyla benzer
muhtevalara sahiptirler.
Fazileti:
22.08.2019
Sayfa 583 / 646
Şöyle ki:
-Şikâyetin nedendir?
-Gürahlarımdan.
-Rabbimin rahmetini.
“Her gece Vâkıa suresini okuyan kimseye aslâ fakirlik gelmez.” (İbn-i Asâkir)
Muhtavâsı:
Bu mübârek sûre-i şerif kıyamete dâir açıklamalarla, her türlü şüpheyi ortadan kaldıracak
ifadelerle başlamakta; yerin sarsıldıkça sarsılacağını, dağların darmadağın olup un ufak
olacağını beyan etmektedir.
22.08.2019
Sayfa 584 / 646
“Ashab-ı şimal” adı verilen kâfirlerin ise ne kadar bahtsız oldukları, cehennemde
görecekleri azap çeşitleri korkunç bir şekilde beyan edilmekte, dünyadaki durumlarının
çirkinliği ortaya konulmakta, yalanlamalarının kendilerini ne kadar alçalttığı
açıklanmaktadır.
Öldükten sonra dirilme, mahşere sevk edilme ve hesaba çekilme ile ilgili deliller
sıralanmakta; Allah-u Teâlâ’nın azamet ve kudreti bütün açıklığı ile zihinlere
yerleştirilmektedir.
Yıldızların yerlerine yemin edilerek kerim olan bu Kur’an’ın, âlemlerin Rabbi tarafından
indirildiği, koruma altında olan bir Kitap’ta yazılı olduğu, ancak temizlenmiş ve arınmış
olanların ona el sürebileceği, böyle bir yeminin büyük bir yemin olduğu hatırlatılmaktadır.
Nihayet insanları ölüm esnâsındaki bir sahne ile uyarmakta, can çekişen kişinin durumu;
mukarreblerin ve sâlihlerin ahiretteki güzel âkibetleri ile kâfirlerin kötü âkibetleri tasvir
edilerek sona ermektedir.
Kıyamet Hadisesi:
“Vâkıa”; kıyametin isimlerinden bir isimdir. Kıyametin vukuu, yani gerçekleşmesi kesin
bir vâkıa olduğu, gelecekte muhakkak surette meydana geleceği için bu isim verilmiştir.
Zira Allah-u Teâlâ’ya göre, meydana gelmesi kesin olan bir hadise, gelmiş gibi kabul
edilir.
Kıyametin kopması, sûra üfürüldüğü zaman olacaktır. İşte bu esnâda hayal bile
edilemeyecek, kelimelerle anlatılamayacak, çok korkunç ve dehşet verici şeyler olacaktır.
Allah-u Teâlâ kıyametin gerçekleşmesini dilediğinde, onu önleyecek hiç bir engel
olmadığı gibi; onun meydana gelişini yalanlayan, bugünkü yalancılar gibi bir tek yalancı
bulunmaz. Azabı açık açık görecekleri için artık inkâr edemezler ve çaresizce
doğrulamaya mecbur olurlar.
Dünyada iken iman etmeyi kibirlerine yediremeyen, ilâhî buyruklara iltifat etmeyen,
ölümden sonra dirilmeyi red ve inkâr eden kimseleri aşağıların aşağısına, esfel-i sâfilin’e
düşürür. İsterse onlar kendilerini şerefli ve seçkin kişiler sansınlar.
İman şerefiyle müşerref olan, kulluğun gereğini yerine getiren bahtiyar müminleri ise
yücelerin yücesine, a’lâ-i illiyyîne yükseltir.
Şakîleri cehennemin dibine savurup atmak suretiyle alçaltır, said olanları da cennetlerinin
yüksek derecelerine kavuşturur. Herkes lâyık olduğu dereceyi bulur.
22.08.2019
Sayfa 585 / 646
Bazılarını düşürür alçaltır, bazılarını kaldırır yükseltir. Çünkü görülüyor ki devletleri yıkan
ihtilâl gibi büyük hadiseler; nice kimseleri aşağıya düşürmekte, nicelerini de yükseklere
kaldırmaktadır.
Kıyamet koptuğu an yer dehşetle sarsılıp yerinden oynar, mevcut düzen alt-üst olur.
Zelzele belirli bir bölgeyi değil, bütün yeryüzünü kaplar.
Hayal etmenin bile ürperti vereceği sıkıntılı ve korkulu durumlarla karşı karşıya kalınır.
Kıyametin numunesi zelzelelerdir. İnsanoğlu zelzeleye karşı koyacak güce sahip değildir,
insan böyle bir zamanda aczini idrak eder. Zelzele hiç bir zaman “Ben geliyorum!” demez,
bir anda ortalığı harabeye çevirir. Gelmesi ile gitmesi bir olur.
Zelzeleler kıyametin açık bir delilidir, bize büyük kıyameti haber vermektedir.
Dünya nizamının alt-üst olacağı o büyük hadise vuku bulduğunda, dağlar o muhteşem
cesametleri ve ağırlıkları ile beraber yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça
ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılır.
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir
arazi haline gelir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor: “Yerlerini dümdüz, bomboş
bırakacaktır.” (Tâhâ: 106)
Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı görülür, yüksek ve alçak hiç bir şey kalmaz.
İnsan Sınıfları:
22.08.2019
Sayfa 586 / 646
Dünya nizamı alt-üst olduğu, o büyük kıyamet hadisesi gerçekleştiği ve bunun neticesi
olarak da ahiret hayatına geçildiği zaman, insanlar umumi mânâda üç sınıfa ayrılırlar:
Bu ayırımı bizzat Allah-u Teâlâ yapmaktadır. İnsanlar ilâhî huzurda mertebe mertebe
ayrılacaklar, üç sınıfa bölünecekler, iki sınıf cennette bir sınıf cehennemde olacaktır. İlk
insandan itibaren kıyamet gününe kadar bütün insanlık bu üç sınıf içinde yerini alacaktır.
Bunlar öyle mesut, öyle bahtiyar insanlardır ki; amel defterleri kendilerine sağlarından
verilir ve sağlarından alınır, Arş’ın sağında yerlerini alırlar. Bu yüksek şeref sahipleri
bütünüyle cennet ehlidirler.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın sonsuz ihsan ve ikramına nâil olmuş, lütuf birlik ve beraberliğine
dâhil olmuş, rızâ ve hoşnutluğunu kazanmış, böylece cennetin yolunu tutmuşlar,
Cemâlullah’a vâsıl olmuşlardır.
Bunlar ise öyle bedbaht, öyle uğursuz kişilerdir ki; amel defterleri kendilerine sollarından
verilir ve sollarından alınır, Arş’ın solunda yerlerini alırlar. Uğursuzlukları hem kendilerine
hem de yakınlarına dokunan bu hayırsız, bereketsiz kişiler cehenneme sürüklenirler. Son
derece perişan bir hâldedirler.
Bunlar yaratan ve yaşatana, engin nimetleriyle donatana tâbi olmayıp isyan etmişler;
Hâlik-ı kerim’e hasım kesilmişler, O’nun ilâhî emir ve hükümlerini dinlemeyip alaya
almışlar, böylece de cehennemdeki kötü akıbete müstehak olmuşlardır. Yaptıkları bütün
iş ve icraatları noksansız olarak orada bulurlar.
Âyet-i kerime’de geçen “Sâbikûn” kelimesinin türemiş olduğu “Sebk” kelimesinin mânâsı:
“Yürüyüşte öne geçmek” demektir.
Bunlar öne geçip Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde yarışanlardır. O’nun hoşnutluğunu
elde etmeye çalışırlar. Bunlar kitapları sağ tarafından verilmiş olan müminlerden daha
hususi, daha değerli ve daha üstün olup, onların önderleridir. Bütün mânevî makam ve
mertebelerin ilerisinde bulunurlar. Peygamberler, sıddıklar, şehitler bunların arasında yer
alırlar. Sayıları çok azdır.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın zâtına çektiği, hıfz-u himâyesine, tasarruf-u ilâhîsine aldığı,
sevip beğendiği, hem nuru ile hem de Kudsî ruh’la desteklediği, Sıddıkiyet makamına
çıkardığı has ve hususi kullarıdır.
“Sâbikûn”un erişecekleri dereceler, hâl ve şanlar insan aklinin idrâkinin üstünde olduğuna
işaret için “Sâbikûn”dan “Sabikûn”la haber verilmiş, “Sâbikûn sâbikûndur.” buyurulmuştur.
Bu ise: “Onların ahirette görecekleri nimetlerden bu dünyada haber vermek mümkün
değildir.” demektir.
22.08.2019
Sayfa 587 / 646
“Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır.” (Fâtır: 32)
İşte asıl peygamber vârisi olanlar, Allah-u Teâlâ’nın övgüsüne ermiş olanlar bunlardır.
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın hem nurunu, hem de vekâletini yani emanet-i ilâhîyi
taşırlar.
Bu büyük ikram ve ihsana ancak O’nun dilemesi ile ulaşılır. Onların hâl ve şanları her
türlü takdirin üstünde güzeldir. Uğur ve bereketleri her bakımdan gıpta edilecek bir
durumdur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki kadar aydın,
onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız
gibidir.” (Buhârî. Tecrid-i sarih: 1343)
Sehl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivâyet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın şefaat izni verdiği kimselerdir. Bu ise derece derecedir. Onlara
bahşedilen bu şefaat sayesinde, en son neferini toplayıp cennete koymadıkça kendisi
girmeyecektir.
Nimet kelimesinden daha geniş bir muhtevaya sahip bulunan Naîm, insana mutluluk
veren maddî ve mânevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre “Cennâtün-naîm”,
mutluluklarla dolu cennetler demektir.
Bir delikanlı bir kıza âşık olmuş. Fakat o çok sevdiği kızı çok güzel bir bahçenin köşküne
kapatmışlar, o genci de bahçede bırakmışlar. O bahçe ona zindan gibi gelmez mi?
Çünkü onun gayesi bahçe değil.
Allah-u Teâlâ’ya âşik olan kimseler de cennete o nazarla bakarlar. Çünkü gayeleri
cennet-i âlâ degil, Cemâlullah’tır.
22.08.2019
Sayfa 588 / 646
Binaenaleyh onlar cennetlerin en âlisindedir. Onlar hem orada her an Allah-u Teâlâ
iledirler, O’na nazar ederler, O’nunla mülâkat yaparlar; hem de Allah-u Teâlâ onları orada
en güzel bir şekilde yaşatır.
Onlar dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı tercih ettiği için, Allah-u Teâlâ da onları tercih etmiş,
onları huzuruna almış, mülâkatına kabul buyurmuş.
Onlar en güzel ameli yaptığı için, en güzel nimetler yine onlarındır. Onlar pek büyük ve
yüksek cennetlerde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, maddî ve mânevî nimetlerle
huzur ve lezzet içindedirler.
Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzü halkına vereceği bütün nimetleri onların
yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ
vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer veya tehir eder.
Musa Aleyhisselâm’a denizi yol yapan Hazret-i Allah, bu sevgili kulları da cehennemin
üstüne yol yapar.
Evvelkiler ve Sonrakiler:
Önceki ümmetlerin içinde “Sâbikûn” yani öncülerin çok olması, bütün nebi ve resulleri
içine alması sebebiyledir. Çünkü Âdem Aleyhisselâm’dan Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimizin zaman-ı saâdetlerine gelinceye kadar yüzyirmidört bin peygamber
gelip geçmiştir.
22.08.2019
Sayfa 589 / 646
Diğer iki cennet de, kitapları sağlarından verilen Ashab-ı yemin’e verilecektir.
Onların eşyaları da gümüştendir.” (Feth’ül-bâri)
Geçmiş ümmetlere çok sayıda peygamber gönderildiği için onların içinde “Sâbikûn” yani
öncüler çoktur. Bununla beraber ümmet-i Muhammed içinde “Öncüler”e uyanlar, geçmiş
ümmetlerin öncülerine uyanlardan daha çok olacaktır. Zira onlar cennetliklerin yarısından
çoğunu teşkil edeceklerdir.
Çünkü onlar:
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Bizler en son gelenleriz. Fakat kıyamet gününde en başa geçenler de biz olacağız.
Şu kadar var ki her ümmete kitap bizden önce verilmiş, bize onlardan sonra
verilmiştir.” buyurmuşlardır. (Müslim: 855)
Onların bütün ümmetlerden hayırlı olmaları, tâbi oldukları âlicenap Peygamber’in Allah
katındaki faziletinden dolayıdır.
Cennette Kavuşacakları
Göz Kamaştırıcı Nimetler:
“İleri geçenler” için neler hazırlandığını bildirmek, onlara verilen ruhânî ve cismânî
nimetleri açıklamak ve zihinlerde hayâl ettirmek için şöyle buyuruluyor:
Allah-u Teâlâ kullarının anlamalarına kolaylık sağlamak için o nimetleri dünya nimetlerinin
isimlerini vererek anıyor. Yoksa bunların vasıflarını bütünüyle anlamak ve kavramak
imkânsızdır. Huzur ve emniyet içinde oturacakları, altın ile dokunmuş, inci ve yakut
kakmalı öyle tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
22.08.2019
Sayfa 590 / 646
Diledikleri gibi otururlar, diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler. O tahtlar üzerinde
kurulurlar, birbirlerine kemâl-i hürmetle nazar ederler, birbirleriyle karşılıklı olarak sohbet
ve muhabbet ederler. Nâil oldukları nimetin huzuruna ermiş bir şekilde gayet rahattırlar,
aslâ sıkıntıları olmaz.
Vildan ve Gılman ismi verilen, sonsuzluğa ermiş genç delikanlılar hizmetlerinde bir an
bile olsun aslâ kusur etmezler. Saygılı ve naziktirler. Güler yüzlü ve tatlı sözlüdürler. Hep
aynı hâlde kalırlar, büyüyerek vasıfları değişmez. Her zaman gençliğin tazelik ve
zindeliğinde bulunurlar, hiç yaşlanmazlar.
Hizmetçi Vildan’lar kulpsuz, yuvarlak ve büyük büyük kadehlerle; kulplu, parlak, şeffaf
ibrik ve sürahilerle pınarlardan akan şarap dolu kâselerle dolaşırlar.
Baş ağrısı yapmaz, şuuru zedelemez, baş döndüren tadına rağmen aklı gidermez,
hâlsizlik doğurmaz, lezzetleri kesilmez, ne kadar içilirse içilsin hiçbir zaman bitip
tükenmez, alabildiğine zevk ve neşe verir.
Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyve yemeleri, sırf lezzet
almak, zevkyab olmak içindir.
Şüphesiz ki cennetin kuşları da dünyadakilerden çok farklıdır. Etlerinin posası yoktur. Her
biri ilâhî kudret eliyle yaratıldığından dolayı son derece nefis ve lezzetlidir. Canları nasıl
çekerse, ister kızartılmış, ister pişirilmiş olarak yerler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-e:
22.08.2019
Sayfa 591 / 646
“Sen cennette iken canın kuş arzu edecek, o da senin önüne kızarmış olarak
düşüverecektir.” buyurmuşlardır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:
“Cennet kuşları melez deve gibi cennet ağaçları arasında yayılırlar.” buyurduğunda
Ebu Bekir -radiyallahu anh-: “Yâ Resulellah! Demek ki bunlar çok değerli kuşlardır!” dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
Meyve ve et, dünya hayatında insanın dengeli beslenmesi için son derece lüzumludur.
Ahiretteki meyve ve et ise dünyadakilerden çok farklıdır, sırf zevk ve lezzet almaları için,
canlarının çektiği anda onlara bu gibi çeşitli nimetler bahşedilir.
Hurilerin güzellikleri yanında huyları da güzeldir. İffet ve hayâ numunesidirler. Daha önce
bir insan dokunmadığı gibi cin de dokunmamıştır.
Cennete girmek, Allah-u Teâlâ’nın bir ikram ve ihsanıdır. İnsanın yapmış olduğu ameller
ise, cennette derecelerin yükselmesine sebep olur. İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.
Cennetin mükemmelliklerinden birisi de, onların yakışık almayan her türlü sözden uzak
olmalarıdır. Selim sözler konuşulur. Birbirlerinden ancak esenlik ihtiva eden sözler
işitirler. Lâubalilik, boş söz, kötü söz duymazlar. İşittikleri sözlerden onlara bir günah da
gelmez.
“Orada hoşa gitmeyen boş bir söz dahi işitmezler.” (Ğaşiye: 11)
22.08.2019
Sayfa 592 / 646
Kendi aralarında selâmı yayarlar ve ardı ardına selâmlaşırlar. Selâm bu dünyada nasıl
alınıp veriliyorsa, ahirette de öyle olacaktır.
Bu Âyet-i kerime’de onların bu cennette sadece Allah-u Teâlâ ile birlikte olacaklarına ve
Allah-u Teâlâ’nın kendilerine her türlü eksikliklerden uzak olan “Selâm” ism-i şerifi ile
tecelli edeceğine de işaret vardır.
Allah-u Teâlâ gözde olan öncülerin âkıbetini beyan ettikten sonra, amel defterleri
sağlarından verilen ve “Ashâb-ı yemin” adı verilen müminlerin durumunu açıklamak üzere
şöyle buyurdu:
Sağcılar, Sûre-i şerif’in başında “Ashâb-ı meymene” adı ile kısaca işaret edilen mutlu
kimselerdir. Bunlar verdikleri sözü yerine getirmişler, yeminlerine sâdık ve bağlı
kalmışlardır.
Allah-u Teâlâ tarafından “Ashâb-ı yemin” adı verilen müminler cennette dikensiz kiraz
ağaçlarının altında bulunurlar. Öyle ağaçlar ki, âdeta gövdesine ağır gelecek şekilde bol
bol meyvesi olacaktır.
Muz ağacının büyük yaprakları ve serin gölgesi olur, meyvesi boldur, tıklım tıklım dizili,
aşağıdan yukarıya doğru istiflidir. Meyvesinin kabuğu bile olmaz, her tarafı zahmetsizce
yenir.
O ağaçlar ve onların meyveleri dünyadaki meyvelerin adı ile anılmakla birlikte, mahiyetleri
ve lezzetleri itibariyle dünya ağaçlarının ve meyvelerinin çok çok üstündedirler. Onları ne
bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir beşerin hayaline gelmiştir. Duyduğumuz,
okuduğumuz, hatta aklımızdan geçenlerin de fevkinde güzelliktedirler. Dünyadakilere hiç
benzemezler, sadece isim benzerliği vardır. Beklenilmeyen anlarda peşi peşine takdim
edilir, her defasında yeni bir şekil arzeder.
“Kendilerine ne zaman onlardan bir meyve rızık olarak yedirilirse, her defasında;
‘Bu bizim daha önce dünyada iken yediğimiz şeydir!’ derler.” (Bakara: 25)
Allah-u Teâlâ’nın kendilerini dünyada ve ahirette rızıklandırmış olduğu şeyleri bir şükran
vesilesi olarak ihtiramla anarlar.
22.08.2019
Sayfa 593 / 646
İşte bahtiyarlık budur. Gerçek hayat budur. Bu nimetlerin ne sonu ne de bitimi vardır.
Sermedî ve ebedi olarak devam eder.
İnsana huzur veren ve her tarafa uzanan gölgelerde, ağaçlar altından çağlayarak akan
pınarlar başında ve arzu ettikleri her türlü meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile
vakitlerini geçirirler.
Gölgenin insan hayatında çok mühim bir yeri vardır, bir insan gölgede istirahat etmek ve
rahat bulmak için oturur.
Öyle bir su ki, belli bir yatağı ve arkı olmaksızın hiç durmaksızın akar. Öyle bir su ki, hiç
azalmaz, tükenmez ve kesilmez, istenilen yerde akar. Herkes bu sudan zahmet
çekmeden kolaylıkla istifade eder.
Çeşitleri ve cinsleri ile o kadar bol meyve vardır ki, mevsimlik olmaksızın istenilen her
zamanda ve anda her meyve bulunur. Diledikleri meyvelerden yerler, zevkyâb olurlar.
Bir meyve koparılıp toplandığında, mutlaka yerine başkası gelir, kesintiye uğramaz.
Herhangi bir kimse almak istediğinde ona engel olunmaz, hiç kimseye yasaklanmaz,
kurumak çürümek gibi şeyler de olmaz.
22.08.2019
Sayfa 594 / 646
Bu döşeklerin değeri oldukça yüksektir, mânevî yüksekliği ise beşer aklının çok çok
üstündedir. Rahatlatıcıdır, dinlendiricidir. Üzerinde yatmak istendiğinde alçalır, sonra
yükselir.
“Biz onları (cennete giren kadınları) yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır.” (Vâkıa:
35)
Dünyaya gelip giden, imanı ile sâlih amelleri ile cennete ulaşan kadınları Allah-u Teâlâ
orada yeniden yaratır gibi bambaşka bir güzellikte ve en mükemmel bir surette
yaratacaktır. İhtiyar olan gençleşecek, çirkin olan güzelleşecektir. Kadınlığın en olgun
çağında olacaklardır.
Onlar cennet hurilerinden daha üstün ve daha câzibelidirler. Birbirleriyle en güzel şekilde
uyuşurlar.
Hepsi bakiredirler, bakirelikleri hiç gitmez. Kocaları onlara her geldiklerinde daima bakire
olarak bulacaklardır. Kadınlar için bu durum, iki taraf için de sevgiye vesile olduğu için,
Allah-u Teâlâ onları bekaretle vasıflandırmıştır.
Kocalarına gönülden bağlı ve tutkundurlar, onları çok severler, tatlı bakışlarını yalnız
onlara dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, böyle birşeyi hatırlarından bile
geçirmezler. Kadınlık görevlerini kemaliyle yerine getirirler.
Büyük küçük bütün cennet halkı otuzüç yaşında olacaktır. Kadınların ise onaltı yaşında
olacakları rivayet edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onları sağcılara takdim edecek, onlarla ebedî olarak beraber olacaklardır.
İnsanın fıtratı icabı bu gibi kadınlarla beraber olmak dünyada iken gönlünün arzuladığı bir
emeldir. Ahirette ise takvâ sahiplerine ancak Allah-u Teâlâ’nın bileceği bir düzende bu
kadınlar ihsan edilecektir.
O sağcılar ki;
22.08.2019
Sayfa 595 / 646
Vâkıa sûre-i şerif’inin 13. ve 14. Âyet-i kerime’leri nâzil olduğunda Ashâb-ı kiram’ın
gücüne gitmişti. Daha sonra 39. ve 40. Âyet-i kerime’ler nâzil oldu.
“Ben her halde ümit ederim ki, siz cennet ehlinin üçte biri, belki de yarısı
olursunuz. Kalan ikinci yarısını da onlarla paylaşırsınız.” buyurdu. (Ahmed bin
Hanbel)
Ahirette amel defterleri sol tarafından verilen ve “Ashâb-ı şimal” adı ile tanınan solcular;
kaypak ruhlu, uğursuz, mutsuz, yalancı kimselerdir.
Allah-u Teâlâ bu bedbahtların pek feci ve müthiş âkıbetlerini ve bunun sebeplerini Âyet-i
kerime’lerinde şöyle tasvir etmektedir:
Öldükten sonra dirilmeye inanmazlar veya bu hususta devamlı şüphe içindedirler. Onun
içindir ki, hem Allah’tan korkmazlar, hem de içten bir sorumluluk duymazlar.
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgar, suları ise çok sıcak
kaynar bir sudur. O su, sıcaklığın en ileri derecesindedir ve onların etlerini eritir, iliklerine
ve ciğerlerine işler. Bir kere yutunca bağırsaklarını döker.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gidip gelirler. İlelebed
bu şekilde azap üstüne azap görür dururlar.
Böyle bir gölgeden hiçbir hayır beklenemez. Öyle bir gölge ki, göz gözü görmez hâle
getirir. Onlar, öyle bunaltır ki nefeslerini keser. Azap üstüne azap verir. Alevli ateş bu
gölgeden çok daha hafif kalır.
22.08.2019
Sayfa 596 / 646
Bu ifade bedbaht solcuları hafife alma ve alay etme mânâsı taşımaktadır. Çünkü ateş
yakıcıdır, gölge ise insanı sıcaktan korur. Onlar hiçbir zaman serinletici gölgelere lâyık
değildirler.
Şımarık Sapıklar:
Allah-u Teâlâ daha sonra gelen Âyet-i kerime’lerde bu sapıkların bu acı azabı hak
etmelerinin sebebini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı.” (Vâkıa: 45)
Günah üstüne günah işlediler. Tevbe etmeyi, Hakk’a yönelmeyi içlerinden dahi
geçirmediler.
Yoktan var eden Yaratıcı’nın, öldükten sonra kendilerini tekrar diriltebileceğini beyinsiz
kafaları bir türlü almıyordu.
Son derece azgın ve inatçı olmaları yüzünden, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal
görüyorlardı.
Mahşer:
İsrafil Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ’nın emri ile ikinci defa Sur’a üfürmesi sonucunda,
evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden kalkarlar ve mahşer
yerine sevkolunurlar.
“De ki:
Hem öncekiler, hem de sonrakiler, bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka
toplanacaklardır.” (Vâkıa: 49-50)
Bu vakit belirli bir vakittir. Ne öne alınır, ne de sona bırakılır. Ne artırılır, ne de eksiltilir. O
gün, bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür. Allah-u Teâlâ onu, ancak sayılı bir
müddet için ertelemektedir.
22.08.2019
Sayfa 597 / 646
Zakkum:
Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin
dibinde yetişir ve ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan
yemek zorunda bırakılacaklardır.
Amel defterleri sol yanlarından verilecek olan uğursuz bedbahtların cehennemde ilk
olarak zakkumdan yiyeceklerini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde haber veriyor:
Cehennemin dibinden çıkan bu ağaçlar, onları beslemek için değil, azap vermek ve
azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar. Manzarası çok çirkin, tadı çok acı, kokusu
çok iğrençtir.
Bu kaynar suyu içmekle susuzlukları gitmez, hararetlerine hararet katar, acı üstüne acı
verir.
Allah-u Teâlâ onlara öyle bir susuzluk verir ki; o kaynar suyu, susamış develerin içtiği gibi
içerler. Bir türlü kanmazlar, içtikçe de azapları artar.
Cehennem misafirlerine ilk geldiklerinde ilk defa böyle şeyler takdim edilince, daha sonra
kendileri için hazırlanmış olan şiddetli azabın nasıl olacağı düşünülmelidir. Onlar ancak
böyle bir ziyafete lâyık bulunmuşlardır.
22.08.2019
Sayfa 598 / 646
HALLÂK-I AZİM
İnsanın Yaratılışı:
Herşeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, yaratan ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını
yerleştiren Allah-u Teâlâ'dır. Hiçbir güç ve kuvvet O'na muhalefet edemez, hükmünü
dilediği gibi yürütür.
İlk başta benzersiz olarak yaratmaya kâdir olanın, öldükten sonra yeniden yaratmaya da
gücü yeter.
Nice insanlar her ne kadar Allah-u Teâlâ'nın yaratıcılığını tasdik ediyorlarsa da, takip
ettikleri yol bu tasdiklerine aykırı düşmektedir. Bunun içindir ki gerçekleri yalanlamış
olmaktadırlar.
Allah-u Teâlâ bu hususu daha açık ifade etmek için de şöyle buyurmaktadır:
"Onu (siz mi düzgün bir insan suretine getirip) yaratıyorsunuz, yoksa yaratanlar biz
miyiz?" (Vâkıa: 59)
İnsanın yaratılışı gözler önünde her an tekrarlanan bir mucizedir. Atılan ve dökülen bir
nutfe, kısa bir zaman sonra işiten ve gören bir insan oluveriyor. Eti ve kemiği ile, sinirleri
ve damarları ile, huyları ve karakterleri ile bu insan nerede gizli idi? Doğacak çocuğun kız
mı erkek mi olacağına Allah'tan başkası mı karar veriyor?
Erkek cinsiyet hücresine nutfe yani sperma, kadının cinsiyet hücresine de yumurta denir.
22.08.2019
Sayfa 599 / 646
Birleşme sırasında normal olarak ikiyüz-üçyüz milyon kadar sperma çıkar ve rahme iner.
Aşılamak için yaklaşık sekiz saat kadar yumurta hücresi arar. Milyonlarca spermadan 15-
18 santimetre arası mesafeyi ancak ikibin veya ikibinbeşyüz kadarı kateder. İçlerinden de
sadece bir tanesi ve en güçlü olanı rahim yolundaki yumurtayı bulur ve yumurtanın
yaptığı hafif bir çıkıntıyı delerek içeri girer. İki hücre böylece birleşerek bir tek hücre
meydana gelir.
Yumurta, spermaya kıyasla daha büyüktür ve çekicilik kabiliyeti vardır. Sperma ise son
derece hareketlidir, dakikada 2-3 milimetre mesafe alabilir.
Bu kadar küçük canlıların bu kadar büyük işler başarması, hiç şüphesiz ki azâmet-i
ilâhî'yi gösteren şaşırtıcı bir tablodur.
Yumurta aşılandıktan sonra onu dış çevresinden koruyucu bir duvar kuşatır, diğerlerinin
girmesini önler. Öyle ki, bundan sonra gelebilecek bütün spermalar kafaları ile bu duvara
çarptıkları halde, bu duvarı delmek imkânı bulamazlar. Böylelikle geri kalan spermalar
ölürler.
Aşılanan bu hücre hemen onbeş dakika sonra, canlıyı meydana getirmek için ikiye,
dörde, sekize... bölünmeye ve üremeye başlar. Her hücre ardı ardına devamlı olarak
bölünür ve çoğalır. Bu bölünme esnasında yumurta rahim kanalında yoluna devam eder.
Daha sonra rahim yolu kaslarının kasılmasıyla altı veya yedi gün içinde rahme ulaşır. Bu
süre içinde hücre bölünmesi zirveye ulaşmış olur. Yaklaşık elli bölünme meydana gelir.
Yumurta rahime ulaştığında, tıkalı olan rahim cidarının önünde durur. Aradan fazla bir
zaman geçmeden, rahim cidarının açılması için uğraşır. Bu iş gerçekleştiği zaman rahim
cidarına gömülür, arkasından da açmış olduğu kapı kapanıverir.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın “Kün!” emri ile, tedbiri ile ve takdiri ile olmaktadır.
Hücrelerin içinde bulunan ve gen dediğimiz, mikroskopla bile zor görülebilen varlıklar,
gelecek olan insanın karakter ve kabiliyetlerini, bütün hususiyetlerini üzerlerinde
taşımaktadırlar.
Erkek veya dişi olacağı, güzelliği, çirkinliği, boyunun kısalığı veya uzunluğu, aklî ve ruhî
yapısı, duygu ve emelleri, kabiliyet ve anormallikleri... Hepsi bu bir zerrede gizli
bulunuyor.
Yeryüzüne gelmiş ve geçmiş iki insanı asla birbirine benzetmeyen hususiyetler güçsüz
bir cisimcikte mevcut. Bir zerre nerede, bir insan nerede?
O zerrenin içerisine bütün mukadderâtını da koymuş. Sonra o kerih suyu dilediği şekilde
şekillendirmiş ve şekilden şekile koymuş.
Ölüm, bu fâni âlemdeki hayat yolculuğunun sona ermesi ile bekâ âleminde geçirilecek
ebedî hayatın başlangıç noktasıdır. Her doğan ölür, her gelen gider.
Allah-u Teâlâ'nın sonsuz hikmetlerini ihtiva eden iradesinin gerektirdiğine göre, insanların
her birine belli bir ecel tayin ve taksim etmiştir.
22.08.2019
Sayfa 600 / 646
İnsanların hayat süreleri değişik değişiktir. Kimi uzun kimi kısadır. Büyük küçük, genç
ihtiyar hiç kimse belirlenmiş olan vakti gelmeden ölmez. Vakti gelince de bir dakika tehir
olmaz.
Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce
âhiret tedarikine bakmak gerekiyor.
Ölüm, dar ve sıkıntılı bir evden, çok geniş ve o nisbette ferah bir eve taşınmaktır. Ebedî
yaşamanın sırrı ve habercisidir. Ölüm eskiyen bedenin atılması ve ruhun yeni bir bedene
bürünmesi demektir.
Her kim olursa olsun insanoğlundan hiçbir ferde Allah-u Teâlâ bu dünyada ebedi kalmayı
nasip etmemiştir.
Bize kimse üstün gelemez, her dilediğimizi istediğimiz gibi yaparız. Biz hiçbir kimseye
karşı mağlup ve âciz değiliz. Kudret ve kuvvette bizi hiç kimse geçemez.
"Dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir nesil getirir. Bu Allah'a göre güç
değildir." (Fâtır: 16-17)
Bu O'nun için zor olmadığı gibi, imkânsız da değildir. Dilerse yeryüzündeki bütün
insanları yok eder, siler, süpürür de, hiç görülmedik bambaşka yeni bir mahlûk,
tanımadığımız bir âlem yaratır.
"Her halde ilk yaratılışınızı bilirsiniz, (fakat tekrar yaratılacağınızı) düşünmeli değil
misiniz?" (Vâkıa: 62)
Ekinler:
İnsan hayatı için gerekli hususlardan birisi de rızıktır. Rızkın esası ise ekip biçmek olduğu
için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
22.08.2019
Sayfa 601 / 646
"Şimdi bana ekmekte olduğunuz (tohum işini) haber verin!" (Vâkıa: 63)
Bir tek daneden ne kadar çeşit daneler, başaklar meydana geliyor. Onları bitirmek ancak
Allah-u Teâlâ'nın yaratıcı kudretinin bir tecellisidir. Yerden bitkiler çıkararak ölümünden
sonra toprağı diriltir, kokuşmaya müsait olan çamurdaki tohumdan yemyeşil bitkiler
çıkarır.
"Onu yerden siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler biz miyiz?" (Vâkıa: 64)
Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Hazret-i Allah'tır. İnsanların bu hususta
hiçbir kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiçbir
şey yapmamışlardır.
O dileseydi, bitki mahsulünü vermeden sararıp solar ve saman yığını haline gelirdi.
Harcadıkları emeklere, yaptıkları masraflara pişman olurlardı. Fakat Allah-u Teâlâ lütf-u
kereminden insanlara mahsuller vermektedir.
"(O zaman şöyle derdiniz): Doğrusu biz çok zarara uğratıldık." (Vâkıa: 66)
Malımızı yitirdiğimiz gibi, elimize bir kâr da geçmedi. Biz ne kadar nasipsizmişiz!
Sular:
Su, her canlının hayat kaynağıdır. İnsanlar içmek, ekin ve hayvanlarını sulamak için ona
son derece muhtaçtırlar.
"Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa indirenler biz miyiz?" (Vâkıa: 69)
Rüzgârlar bulutları O'nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O'nun tayin ettiği
zamanlarda yağmur yağdırırlar.
İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış,
onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.
22.08.2019
Sayfa 602 / 646
Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf
olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da
bulunur, yağmur yağdığında yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.
Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken,
karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını
sürdürebilmektedirler.
O'nun mülkünde yaşayan, O'nun verdiği rızık ve O'nun bahşettiği su ile beslenen insan,
nasıl olur da kendisini Rabbinden müstağnî görür?
Ateş:
Ateş, ısıtma ve aydınlatmayı sağlayan ilâhî bir nimet, aynı zamanda Allah-u Teâlâ'nın
fâil-i mutlak olduğunu belgeleyen bir delildir.
Yanan ağacın asıl maddesi ve bu maddenin yanmaya elverişli duruma gelmesi, Allah-u
Teâlâ'nın değişmez kanunlarından ve hikmetlerinden biridir.
"Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan?" (Vâkıa: 72)
Allah-u Teâlâ cisimleri bu özelliği ile yaratmamış olsaydı, hiçbir şekilde ateş meydana
çıkmaz, elektrik üretimi kabil olmazdı.
"Biz onu bir ibret ve çöl yolcuları için bir fayda yaptık." (Vâkıa: 73)
Geçim sebeplerini ateşe bağlı kılmıştır. Ateş sayesinde yemekler pişer, ısınma sağlanır,
birçok madenler eritilerek muhtelif eşyalar yapılır. Ateşin ne büyük bir nimet olduğu
düşünülecek olursa, onu Allah-u Teâlâ'nın yarattığı apaçık görülmüş olur. Fakat ateş
alışılan bir şey haline geldiği için, insanların gözünde basit bir şeymiş gibi telâkki
edilmektedir.
Fakat şuurlu insanlar bu ilâhî nimetin kıymetini her an için takdir ettikleri gibi, ahiret
ateşini hatırlatan bir ibret olarak görürler.
22.08.2019
Sayfa 603 / 646
Tesbihât:
Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ'yı tesbih etmek günahların
bağışlanmasına vesiledir.
Tesbih; kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan,
beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemâl sıfatlarıyla O'nu övüp tâzimde bulunmasıdır.
İnsanlar, melekler, cinler, bitkiler ve cansızlar, havada kanat çırpan kuşlar O'nu tesbih
etmektedirler.
Bütün yaratıklar, hareketleri ve durmaları ile Allah-u Teâla'nın varlığına, birliğine, eksiklik
şüphesinden münezzeh oluşuna fiilen delâlet edip durmaktadırlar. Hepsi O'ndan dilek
diler, hepsi O'nu kendine göre takdis eder.
Allah-u Teâlâ'yı tesbih edip şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O'nu kemâl ve
cemal sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı
zemimelerden, hayvânî sıfatlardan temizler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, hareket halinde iken yıldızların mesken edindiği
yüksek menzilleri bulunan göğe, şeref ve değerlerini ortaya koymak için yemin
etmektedir.
22.08.2019
Sayfa 604 / 646
Halbuki ışığın saniyedeki hızı üçyüz bin kilometredir ve ışık dünyanın çevresini bir saniye
zarfında 7.5 defa dönebilecek bir hıza sahiptir.
Şayet siz bu yeminin ne kadar büyük olduğunu bilmiş olsaydınız, hakkında yemin edilen
şeyi de gerektiği gibi tâzim ederdiniz.
Hoşnud olunmuş olan bu yüce Kitab-ı kerim’in ismi bizzat Allah-u Teâlâ tarafından
verilmiştir. İlimlerin özü ve kaynağıdır. İyilikler ve bereketler menbaıdır. Allah katındaki
değeri tasavvur bile edilemez.
Onun âyetleri Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesindedir, bâtıl hiçbir surette ona ulaşamaz.
Bu ilâhî hitap, Kur’an-ı kerim’in kıyamete kadar baki ve daim olacağına en büyük delildir.
Bindörtyüz yıldan bu yana bir benzeri ortaya konmamıştır, kıyamete kadar da beşer
bundan âciz kalacak, hiç kimse lâfzını ve hükmünü değiştiremeyecektir.
Çünkü o;
Gerçek bu olunca, O’nun Kitab-ı kerim’ini küçümsemek, değil bir Âyet-i kerime’sini, bir tek
harfini bile kabul etmemek, kişiyi küfre ve nankürlüğe götürür.
Âhirete Göçerken:
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in şan ve şerefini yücelttikten sonra ilâhi hükümleri
umursamayanları, emir ve yasaklara uymayı kibirlerine yediremeyenleri, bunca nimetlere
karşılık nankörlük edenleri uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:
Onu hafife alan, leke sürmeye cesaret eden siz misiniz? Temizlenmeden onu kirletmeye
mi kalkışıyorsunuz?
Bütün bu rızıkları size hiçbir karşılık beklemeden veren Zât-ı kibriya’ya karşı yalanlamayı
şükür yerine mi koyuyorsunuz? Sizin bu inkârınızdan dolayı kârınız ne olacak?
“Can boğaza dayandığında, siz (o can çekişen kimseye) bakar durursunuz.” (Vâkıa:
83-84)
22.08.2019
Sayfa 605 / 646
Etrafındakiler onun ölüm sarhoşluğunu görürler, kurtaracak hiç bir şey yapamazlar, âcizlik
ve çaresizlik içinde kara kara bakar dururlar. Ortada sadece cesedi görürler, perde
arkasında nelerin olup bittiğini bilmezler.
Onun o anda çektiği sıkıntıyı O bilir. Dilerse ruhunu pek kolay alır, dilerse güçlük
çektirerek alır. İnsanlar bunların hiç birini idrak edemezler. Onun başına gelen azabın bir
zerresine bile mâni olamazlar.
Allah-u Teâlâ her şeyden her şeye yakın olduğunu, her zerrede ulûhiyet sırlarının mevcut
olduğunu beyan ediyor. Zerreyi de O halketti, insanı da O halketti, kâinatı da O halketti.
O’ndan başka hiç mevcut yok zaten.
Zira vücut O, mevcut O... Mevcudatın; vücut nurunun zerrelerinin zuhur mahalli olduğunu,
O’ndan başka ne vücud ne de mevcut olmadığını, “İman-ı kâmil sahibi olan
mârifetullah ehli”nden başkası bilemez. Bu bilgi ancak onlara mahsustur.
Ecel gelip can boğaza dayanınca, onu artık geri çevirmek mümkün değildir. İnsan isterse
de istemese de, bir gün ahirete intikal edecektir.
“Eğer siz hesap ve ceza görmeyecekseniz, iddianızda doğru sözlü iseniz, o çıkmak
üzere olan canı geri çevirsenize!...” (Vâkıa: 86-87)
Üç Sınıf İnsan:
a- Mukarrebler:
Bunlar Hakk katında yakınlık kazanmış, mânevî olgunluğa erişmiş olan sabikun, yani
öncülerdir.
“Ölen kişi Allah’a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti
var.” (Vâkıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun
kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif’ler
vardır.
O kişiye Âyet-i kerime’deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak ister, Allah-u
Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar.
22.08.2019
Sayfa 606 / 646
“Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabbine. Gir
salih kullarımın içine, gir cennetime!” (Fecr: 27-28-29-30)
Mutmain nefis; Hakk’ta karar kılmış, yakîn serinliğinin yatıştırmış olduğu nefistir.
b- Ashâb-ı Yemin:
Bunlar amel defterleri sağlarından verilen müminlerdir. Ruhları alınırken bunlar da bir
sıkıntı görmezler.
“Eğer sağcılardan ise; ‘Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!’ denir.” (Vâkıa: 90-91)
Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemâl-i meserretle alır ve rahatlar,
dostluğun ünsiyetini hisseder.
“Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da doğru yolda sebat edenlerin üzerine melekler
iner ve derler ki:
Çok bağışlayıcı, çok rahmet edici Allah’ın bir fazl-u keremi olarak canlarınız neyi
isterse hepsi sizindir, ne isterseniz hepsi sizin!” (Fussilet: 31-32)
Melekler böylece onların bu yeni hayata intibakları sırasında onlara yardımcı olurlar.
Kabirdeki yalnızlıklarında, Sur’a üfürülüş esnasındaki durumlarda kendilerini teselli
edeceklerini, Allah-u Teâlâ’nın kendileri için her türlü üzüntü ve kederden yana emniyet
altında olmayı takdir buyurduğunu müjdelerler.
“Onlar meleklerin ‘Selâm sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık
cennete girin!’ diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.” (Nahl: 32)
Onlar ki, şirkten, şüpheden, her türlü kötülüklerden arınmışlar ve böyle bir takdir ve
övgüye layık olmuşlardır.
c- İnkârcı Sapıklar:
22.08.2019
Sayfa 607 / 646
Yüce Allah’a inanmayan, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ve bunun neticesi olarak
amel defterleri sollarından verilecek olan kâfirlerin âkıbetleri hakkında da Âyet-i
kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Amma yalanlayıcı sapıklardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet ve
cehenneme atılma vardır.” (Vâkıa: 92-93-94)
İlk geldiklerinde onlara çekilecek ziyafet, aşırı sıcaklığından karınları eritecek olan kaynar
sudur. Ne fena bir ziyafettir o kaynar su!
Onlar Allah-u Teâlâ’ya ulaşmaktan nefret ederler. Halbuki Allah-u Teâlâ onlarla
buluşmaktan daha çok nefret etmektedir.
“İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah aslâ
affetmeyecektir.” (Muhammed: 34)
“Melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiç bir sevinç haberi yoktur ve
‘(size sevinmek) yasaktır yasak!’ derler.” (Furkan: 22)
Allah-u Teâlâ onlara her türlü sevinçli haberi haram kılmıştır. Müjde ancak müminlerin
hakkıdır.
Melekler de onlara ‘Hayır! Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.’ diye
cevap verirler.” (Nahl: 28)
Onlar kendilerini iman şerefinden mahrum bırakarak, göz göre göre felâkete
sürüklemişlerdir.
“Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah’ı kızdıracak şeylerin ardınca gittiler ve O’nu râzı
edecek şeylerden hoşlanmadılar.
22.08.2019
Sayfa 608 / 646
Kâfirin ölüm zamanı geldiğinde melekler kendilerine azabı, cezayı, zincir ve halkaları,
cehennemi ve kaynar suları, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ’nın öfkesini
müjdelerler.
“Bu zâlimler ölüm dalgaları içinde can çekişirken, melekler de ellerini uzatmış
‘Haydi canlarınızı teslim edin! Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve
Allah’ın âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bu gün siz horlayıcı, alçaltıcı
azapla cezalandırılacaksınız!’ derken bir görsen!” (En’am: 93)
Azap melekleri ise ruhlarının cesetlerinden çıkması için yüzlerine ve kıçlarına şiddetle
vururlar.
Âyet-i kerime’de “O anda onları bir görsen?” buyurulmasında büyük ibretler vardır.
Bu ayrılık anında, dünyadan kopmadan ve uzaklaşmadan dolayı öyle bir acı duyar, öyle
bir ızdırap çeker ki, yanar da yanar. Bu yanmadan dolayı her türlü nurdan mahrum olarak
önünde azaba, ardında lânet olarak o âleme sevkedilir. Yeniden dirilişinde de, mahşer
yerinde haşroluşunda da bu minval üzere acılar sürer gider.
“İlmel-yakîn” İlim yolu ile bilgi edinmek; “Aynel-yakîn” gözle görünmek suretiyle anlamak;
“Hakkal-yakîn” ise öğrenmek istenilen şeyin içinde bulunup yaşamak suretiyle kesin
bilgiye sahip olmaktadır.
Tesbih:
Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmek günahların
bağışlanmasına vesiledir.
Tesbih; kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksanlıklardan,
beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemal sıfatlarıyla O’nu övüp tâzimde bulunmasıdır.
22.08.2019
Sayfa 609 / 646
Allah-u Teâlâ’yı tesbih edip şanına layık olmayan vasıflardan tenzih eden, O’nu kemal ve
cemal sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlak-ı
zemimelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.
22.08.2019
Sayfa 610 / 646
Muhtevâsından Mekke döneminin ortalarında veya sonlarına doğru nâzil olduğu anlaşılan
bu mübarek sûre-i celile; seksen üç Âyet-i kerime, yedi yüz yirmi yedi kelime ve üç bin
harften müteşekkildir.
"Yâsin" kelimesi ile başladığı için kendisine bu isim verilmiş olup, bu iki harf aynı
zamanda anahtar durumundadır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz ki her şeyin bir kalbi vardır. Kur'an'ın kalbi ise Yâsin'dir. Allah bu sûreyi,
Kur'an'ın tamamını on defa okumak kadar (sevaplı ve feyizli) kılmıştır." (Tirmizî.
Fezâil-i Kur'an: 2889)
Her şeyin kalbi o şeyin özüdür ve aslını teşkil eder. Onun dışındakiler ise ya bunun bir
takım başlangıçlarıdır veya tamamlayıcı unsurları arasında yer alır.
Birçok yanlış inançları bertaraf etmekte; gaflette kalmış bir nice insanları ikaz ederek,
haklarındaki ilâhi hükmü bildirmektedir.
Ma'kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Kur'an'ın kalbi Yâsin sûresi'dir. Bir kimse Allah'ın rızasını ve ahiret yurdunu
dileyerek onu okursa, Allah onun günahlarını bağışlar." (Ahmed bin Hanbel)
"Her gece Yâsin-i şerif'i okuyan mümin-i kâmilin küçük günahları bağışlanır." (C.
Sağir)
"Yâsin-i şerif'i her gece okumaya devam eden kimse vefat ederken şehid olarak
vefat eder." (Münâvî)
22.08.2019
Sayfa 611 / 646
Hazret; burada gece kılınan teheccüd namazında, Yâsin Sûre-i şerif'inin okunmasına
işaret buyuruyorlar.
Muhtevası:
Yâsin sûre-i şerif'i iman esaslarının ana prensiplerini, nübüvvet, dâvet şekli, geçmiş
ümmetlerin durumları, tevhidin ispatı, kıyamet alâmetleri, haşir ve tekrar dirilme gibi
mühim meseleleri anlatıp açıklamaktadır.
Yine bu Sûre-i şerif'te öldükten sonra dirilip insanların hesap ve ceza gününde
kalkacaklarına delâlet eden delillere yer verilmektedir. Kıyamet ve onun korkunç halleri,
Sûr'a üfürüldüğünde insanların kabirlerinden kalkacağı, o korkunç günde müminlerle
suçluların birbirlerinden ayırt edileceği, neticede bahtiyarların Naîm cennetlerinde,
bedbahtların da cehennemin alt tabakalarında yerlerini alacakları haber verilmektedir.
İnsan-ı Kâmil:
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri ona kendi lütf-u kereminden "Yâsin! = Ey insan!" buyurdu.
Aslında bu hitab-ı ilâhiye'ye mazhar olan ve Âyet-i kerime mucibince en güzel bir biçimde
yaratıldığı belirtilen insan da yine odur.
"Andolsun ki biz Âdemoğulları'nı üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." (İsrâ: 70)
22.08.2019
Sayfa 612 / 646
Âyet-i kerime'sindeki mükerrem insan hitabının mazharı da yine odur. İnsan bütün
yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların en mükerremidir. Onun yüzü suyu
hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri sevdiği, seçtiği Peygamber kullarına ayrı bir lütufla tecelli
etmiştir. O lütuf Muhammed Aleyhisselâm'ın nûru idi. Geldikleri zaman o nûr ile geldiler.
Tâ Âdem Aleyhisselâm'dan beri o nûr onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında
parlıyordu. Nihayet Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e kadar geldi. Zaten onun
nûru idi. Nûr nûra kavuştu. Daha sonra o nûr:
"Cenâb-ı Allah benim göğsüme ne boşalttı ise olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne
boşalttım." (Risâle-i Es'adiyye. 6. Fasıl)
Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu nûr sahibi vekillere öyle büyük lütuflarda
bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara herşeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en
yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nûrlarıyla nûrlandırmıştır.
Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hem sehm-i nübüvvetine hem
de sehm-i velâyetine vâris olanlardır. Yoksa zâhiri ulemaya âit değildir.
Resulullah Aleyhisselâm'ın tam vârisleri bir evlât derecesinde olup, zâhirî nesep itibarı ile
ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in yoluna girip, Selman-ı Fârisî -radiyallahu anh-
Hazretleri üzerinden gelen yine onun ıyâlidir.
Mânen öyle yakınlık var ki, en yakından da yakındır ve kıyamete kadar bu ıyâl devam
eder.
Onun ıyâli olunca hıfz-u himaye ve tasarruf-u ilâhiye de ona göre olur. Onun için işler
kendiliğinden oluyor.
22.08.2019
Sayfa 613 / 646
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u
Teâlâ, Kur'an-ı kerim üzerine yemin ederek onun doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir
yolu gösterdiğini; bu nûrlu yolda gönül huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan
buyuruyor:
Pek muhkem olan Kur'an-ı kerim, hiç şüphesiz ki her hikmetin menbaı ve her öğüdün
kaynağıdır. "Hakîm" olan Allah-u Teâlâ'nın kelâmı olduğundan dolayı, o da "Hakîm"
yani hikmeti sonsuz olmakla vasıflandırılmıştır.
Risaletin özü istikamettir. Risalet kılıç gibi keskindir. Kendisinde doğru yoldan herhangi
bir sapma, eğrilik ve bozukluk aslâ bulunmaz. Hak ve hakikati bütün açıklığı ile ortaya
koyar.
"Üstün ve çok merhametli olan Allah'ın indirdiği (Kur'an yolu üzerindesin)." (Yâsin:
5)
"Azîz", kitab'ın ifadelerindeki fesahat ile inat sahibi kimselerin galip gelen; "Rahim" ise,
kitab'ın mânâlarındaki inceliklerle doğruluk sahibi olanların anlayışlarını üzerine çeken
demektir.
Azîz ve Rahîm olan Allah-u Teâlâ'nın emirlerine kimse karşı koyamayacağı gibi, hiçbir
kimse O'ndan kaçıp kurtulamaz. Engin merhametinden ötürü kullarının hidâyete ermeleri,
dünya saâdetine ve âhiret selâmetine ermeleri için kitaplar salmış, peygamberler
göndermiştir.
22.08.2019
Sayfa 614 / 646
fetret dönemi başlamış, cahil Araplar Tevhid inancından iyice uzaklaşıp putperestliği
benimsemişler, Kâbe-i muazzama'yı puthane yapacak kadar ileri gitmişlerdir.
İşte ataları asırlarca uyarılmayan Araplar koyu karanlık bir cehâlet içinde bocalarken
Allah-u Teâlâ hem onlara hem de bütün milletlere rahmet olarak Muhammed
Aleyhisselâm'ı uyarıcı peygamber olarak göndermiştir.
"Ataları uyarılmadığı için gaflet içerisinde kalmış bir kavmi uyarman içindir." (Yâsin:
6)
"Ey ehl-i kitap! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği, bir boşluk meydana geldiği
sırada size PEYGAMBER'imiz gelmiştir. Gerçekleri size açıklıyor ki, 'Bize bir
müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.' demeyesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi.
Allah-u Teâlâ onu dinlerin değiştirildiği, Hakk ve hakikatten uzaklaşıldığı, yolların çıkmaza
girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde gönderdi.
"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi
olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime
iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim)
KÜFRE MEYLEDENLER,
HİDÂYETE YÖNELENLER
Çoğu İnsanlar Küfre Meyyal:
Allah-u Teâlâ müşriklerin inkâr ve yalanlamada ısrar etmeleri sebebiyle azaba müstehak
olduklarını açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:
Bu azap sözünün hak oluşu, bir zorlama sonucu değil; aksine kendi tercihleriyle küfürde
direnmeleri, öğüt ve uyarılardan etkilenmemeleri sebebiyle gerçekleşmiştir.
22.08.2019
Sayfa 615 / 646
İradelerini aslâ imana sarfetmediklerinden dolayı, taata ve boyun eğmeye sebep olan
boyunlarına demir halkalar geçirilmiştir.
O kadar ki, boyunlarına kelepçe takılanlar, başlarını hareket ettiremedikleri gibi, sağa
sola bakacak halleri de kalmamıştır. İmana itibar ve iltifat etmediklerinden dolayı bu
cezaya maruz kalmışlardır.
Hakikati görmek için etraflarına bakamazlar. Ne kadar delil getirilirse getirilsin hakikati
göremezler ve apaçık delilleri bile kabul etmezler.
"Biz onların önlerine bir sed, arkalarına bir sed çektik." (Yâsin: 9)
Allah-u Teâlâ bu seddi onlarla iman ve İslâm arasına koymuştur. Onlar bu bakımdan
hiçbir şekilde iman ve İslâm'a yol bulamazlar.
Onlar öyle koyu bir taassuba kapılmışlardır ki, geçmişlerinden ders almadıkları gibi,
geleceklerini dahi hiç düşünmezler. Doğru yolu bulmak, hakikati görmek kabiliyetinden
mahrumdurlar.
Kendileri ile hidâyet yolunun arası kapanmıştır. Onlar kalp gözleri köreltilmiş kimselerdir.
Şayet selim bir fıtrata sahip olsalardı, bu hakikatleri görebilirlerdi.
Çünkü uyarma, ölü kalpleri diriltmez. İnanmak istemeyen bir kalbe, ikaz fayda vermez.
Allah-u Teâlâ onlar hakkında dalâlet hükmünü vurmuştur. Küfürlerinde ısrar ederek
sapıklık içinde ölür giderler, lâyık oldukları cezâlara kavuşurlar.
Şu halde kendini yorma, iman etmedikleri için üzülme. İmansızlıklarının zararı iman
etmeyenlere âittir.
Onları uyarmakla uyarmamak arasında fark yoktur. Çünkü onlar bu öğütlerden faydalanıp
da imana gelmezler.
22.08.2019
Sayfa 616 / 646
Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, Hâlik-ı kerim'in varlığını gösteren eserleri görmemek
için gözlerini kapayan, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmekten kaçınan münkir
kimselerdir.
Kesin olarak iman etmeyecek kimseyi uyarmanın faydası, ileride delil ile susturulmaları
içindir.
"Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları çağırsanız da,
sussanız da sizin için birdir." (A'râf: 193)
Onlar:
"Sen bize öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir." demişlerdi.
(Şuarâ: 136)
"Girin oraya! İster dayanın ister dayanmayın, sizin için birdir." (Tûr: 16)
Allah-u Teâlâ uyarının fayda sağlamadığı kimseleri beyan ettikten sonra, uyarılara kulak
veren ve etkilenen bahtiyar müminleri belirterek şöyle buyurmuştur:
Kur'an-ı kerim'in bütün hükümlerine iman ederek ve gönülden tasdik ederek boyun eğer,
şeytanın peşinden gitmekte direnmeyip öğüt ve nasihate kulak verir.
Allah'tan başka hiç kimsenin görmediği durumlarda Allah-u Teâlâ'nın kendisini gördüğünü
bilerek her türlü kötülüklerden nefsini uzak tutar. Yalnız görünürde değil, O'ndan başka
kimsenin bilemeyeceği kalbinin iç yüzünden korku duyar.
İlâhî hükümlere uymak ve Rahman olan Allah'tan korkmak yolun başıdır. Hikmetin başı
ise Allah korkusudur.
22.08.2019
Sayfa 617 / 646
"İşte böylesini bir mâğfiret ve güzel bir mükâfat ile müjdele!" (Yâsin: 11)
İnsanoğlu uyarıdan faydalanınca, hiçbir günah bırakmayıp örten engin bir mağfirete ve
hiçbir eksikliği olmayan mükâfata lâyık olur.
Bu şerefli mükâfat cennettir ve Allah-u Teâlâ'nın mümin kulları için hazırladığı nimetlerdir.
Bu ise Allah'tan korkmanın ve ilâhi hükümlere uymanın karşılığıdır.
Bir kalbe haşyetullah girdiği zaman, ilâhi hükümlerle amel etmek kolaylaşır. Allah-u
Teâlâ'nın gösterdiği yolda engelsiz olarak rahatlıkla yürünür.
Peygamberlik yalnız korkutmak için değil, aynı zamanda böyle büyük müjde ile
müjdeleme hikmeti içindir.
Bu korkutma ve müjdelemenin asıl sır ve hikmeti ise müteâkib Âyet-i kerime'de şöyle
beyan buyurulmaktadır:
İşte o zaman müjdelenen insanlara olan ikram, uyarıldıkları halde inkâr ve inatlarında
direnenlere karşı intikam bütünüyle ortaya çıkar.
Bu beyan-ı ilâhî'de aynı zamanda Allah-u Teâlâ'nın, kalpleri dalâletle sönmüş bulunan
kâfirlerden dilediğini dirilterek hidâyet edeceğine işaret vardır.
Geriye bıraktıkları faydalı ve zararlı eserlerini; gerek okuttukları ilimler, yazdıkları kitaplar,
yaptıkları vakıflar... gibi hayır hasenatlarını ve gerekse zulüm ve düşmanlık kanunlarını
tesis etmelerini, şer ve kötülüklerinin bütün izlerini tamamen tespit ederiz. Onların adına
hesaplarına geçiririz.
"Zaten biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i mahfuz'da) saymışızdır." (Yâsin: 12)
Bütün hadiseler O'nun ezelî ilmince belli olduğu için, daha olmadan önce Levh-i
mahfuz'da bütün sayısıyla zaptedilmiş olmakla beraber, olduktan sonra da bütün izleriyle
yazılır ve insanlar bu şekilde yaptıklarından sorumlu tutulur.
"Korunan Levha" mânâsına gelen Levh-i mahfuz, Kur'an-ı kerim'in yirmi iki Âyet-i
kerime'sinde geçmektedir.
İsim olarak, ya varlık âleminde meydana gelecek her şeyin yazılı bulunduğu bir Levha'yı,
veya "Ümmül-Kitap" denilen "Ana Kitab"ı ifade etmektedir.
"Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i mahfuz'da)
bulunmasın." (Neml: 75)
Allah-u Teâlâ'nın ilmi, olmuş ve olacak her şeyi tespit edip "Ana kitap" olan "Levh-i
mahfuz"da yazmıştır. Vakti saati gelince yazıldığı gibi meydana gelir.
22.08.2019
Sayfa 618 / 646
Bu Sûre-i şerif'te geçen kıssada kendilerini Hakk'a dâvet için gönderilmiş olan elçileri
Antakya halkının nasıl reddettikleri ve o elçilerin de kendilerini nasıl savunmuş oldukları
anlatılmaktadır:
Bu kıssa, gerek üzerlerine azap sözü hak olanları korkutmak ve gerekse uyarılara kulak
verenleri müjdelemek hususunda Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'e ve onun güzide ümmetine vâdedilmiş olan tebşirlerin mühim bir numunesini
vermektedir.
İslâm daima galiptir, mağlup edilemez. Allah-u Teâlâ inananların her zaman için
yanındadır. Dinine yardım edenlere yardım eder, lütfu ile destekler.
İsa Aleyhisselâm hayatta iken dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere
dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid'e dâvet etmek için Havârîler'inden iki
kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
"O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk'a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmedden reddettiler.
Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.
"Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik." (Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da o halkı aynı surette Tevhid'e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde
ve tasdikte bulundu.
Dikkat edilirse onları görünüşte İsa Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah "Biz
gönderdik." buyuruyor. "Biz gönderdik." buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından
gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye
çekileceği şüphesizdir.
22.08.2019
Sayfa 619 / 646
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar
ki:
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha
büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, onu dilediği vazifede memur kılar. Her birisini ayrı
vazifelerle, ayrı bilgilerle, ayrı tecelliyatlarla ayrı ayrı göndermiştir. Birine verdiğini diğerine
vermemiştir.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği
ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Tebliğ ve İtirazlar:
Antakya halkı da bir topluluğa her elçi gelişte tekrarlanan itirazlar gibi, gelen elçilere aynı
şekilde karşı koydular.
"Dediler ki: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz." (Yâsin: 15)
Fazla ne meziyetiniz olabilir ki, öyle bir dâvâda bulunuyorsunuz? Sizde, iddia ettiğiniz
elçilik vasfı yoktur.
"Dediler ki: Rabb'imiz biliyor ki gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz." (Yâsin: 16)
Eğer O'na karşı yalan söyleyen kimseler olsaydık, o bizi kahreder, bizden şiddetle intikam
alırdı. Fakat O, bize yardımcı olacak ve size karşı bizi muzaffer kılacaktır.
22.08.2019
Sayfa 620 / 646
Eğer siz itaat ederseniz, dünyada da ahirette de bahtiyar olursunuz. Dâvetimize icâbet
etmezseniz, bundan dolayı ne kadar aldanış içerisinde olduğunuzu ileride bileceksiniz.
İster kabul edin ister reddedin.
Şehir halkı güneş gibi parlak delilleri kaba sözlerle çürütmeye yeltendiler.
"Dediler ki: Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık." (Yâsin: 18)
Çünkü onlar şehvet ve arzularına uygun olan şeyleri temenni ediyorlar, o arzulara
uymayan her şeyi uğursuz sayıyorlardı. Oysa ki uğursuzluk iliklerine kadar yuvalanmış
bulunuyordu da bunu bir türlü anlayamıyorlardı.
"Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azap
dokunur." (Yâsin: 18)
Bâtıla sapanlar hak söze karşı çıkarak işi kavga ve gürültüye dökmüşlerdi. Allah yoluna
dâvet edenlere karşı zâlimlerin her zaman ve mekânda takındıkları tavır budur.
Başınıza gelen ve gelecek belâlar, sizin çirkin işlerinizin birer neticesidir, şirk ve
küfrünüzün birer cezasıdır. Uğursuzluğunuzun sebebi biz değil sizsiniz.
Biz size nasihatta bulunup Allah'ın birliğine çağırdığımız için mi bu sözlerle tehdit
ediyorsunuz? Bu mudur sizi kurtarmaya çalışmamızın karşılığı?
Habib-i Neccâr:
Antakya halkı dâvetçileri reddettikleri gibi, öldürmek için söz birliği ettiler. Bunun üzerine
şehrin öte başından Habib-i Neccar adında inanmış bir kimse alelacele imanını açığa
vurdu. Hak ve hakikati ortaya çıkarmak için çaba sarfetti.
Öyle anlaşılıyor ki açık açık tebliğ yapılmış, elçilerin tebliğleri ve onlara karşı yapılan
muamele şehrin her tarafından işitilmişti. Bunun neticesi olarak da bu iman fedâisi büyük
mücahid, iman şerefiyle müşerref olmuştu. İmanın hakikatini kalbinde hissedince, artık
susmaya, eninde sonunda utanmaya tahammülü kalmamıştı. Duracak zaman olmadığını
anladı, bu hakikati etrafa duyurmak için koştu. İman edenlere numune olmak üzere bütün
gayretiyle sahaya atıldı. Halkı bu gelen elçilere uymaya teşvik etti, onlara öğütlerde
bulundu.
22.08.2019
Sayfa 621 / 646
Tebliğleri muvacehesinde Allah'ın birliğini tasdik ederek, O'na ibadet ve taatta bulunun.
Putlara tapmaktan vazgeçin.
İmanınızın karşılığında sizden hiçbir ücret istemeyen, mal talep etmeyen, dünya ile ilgili
bir menfaat beklemeyen, baş olmak ve başka gaye peşinde koşmayan bu kimselere tâbi
olun.
Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici
şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.
Nefsinde gizliden gizliye karşılık alma isteğinin bulunup bulunmadığına dikkat eden kimse
çok azdır ve bunun uygulamasını yapan da çok nâdirdir. Ancak sıddîk olanlar bu gibi
durumlara dikkat edebilirler.
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Günümüzdeki bölücüler dini dünyaya âlet ederek halkı kaz
gibi soyuyorlar. Topluluk içinde utandıracak senet imza ettiriyorlar, evini, arabasını,
parasını, elinde avucunda ne varsa alıyorlar. Bunu her bölücü yapıyor, çünkü hepsi eğri
yoldadır.
O elçiler bizi yaratana kulluk etmeye ve yalnız O'nu mabud tanımaya dâvet ediyorlar.
Bunun doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim gibi düşünüyorum. Ben beni yaratana kulluk
etmeyi vazifem bilirim. Çünkü O benim yaratıcımdır. O halde siz, sizi yaratan Rabb'inize
ne diye inanıp ibadet etmeyesiniz?
Yaptıklarınızdan dolayı hesaba tutulacaksınız. O'ndan yüz çevirdiğiniz halde nasıl iyilik
bekleyebilirsiniz?
Elbette edinmem.
"Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilerse, o putların şefaatı bana
hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar." (Yâsin: 23)
22.08.2019
Sayfa 622 / 646
"O takdirde ben de gerçekten apaçık bir sapıklık içinde olurum." (Yâsin: 24)
Habib-i Neccar gerek kavmine gerekse geleceğin insanları da dahil olmak üzere duyuru
kabiliyeti olan herkese hitap ederek şöyle buyurdu:
Nitekim onun dünyadaki sözleri insanlar için bir öğüt ve ibret olmak üzere anlatılmıştır.
O, bu sözleri söyleyince halk üzerine hücum etti. Onu taşa tuttular, ayaklarının altına alıp
çiğnediler. O ise: "Allah'ım! Kavmimi hidâyete erdir." diye duâ ede ede can verdi.
Allah-u Teâlâ şehâdetinin hemen ardından onu cennetle müjdeledi. Melekler onu
karşılamak için dizildiler ve: "Firdevs cenneti seni beklemektedir." diye haber verdiler.
O ise oradaki fevkalâde mükâfatı görünce, kavminin de bu hali bilmesini temenni etti ve
şöyle söyledi:
Kendisinin erdiği bahtiyarlığı bilseler de küfürlerine tevbe edip iman ve ibadet yolunu
tutsalar.
Allah-u Teâlâ elçileri yalanlayan, dostunu öldüren o kavme gazap etti. Cebrâil
Aleyhisselâm'ın bir sayhası helâk olmalarına yetti.
"Biz ondan sonra kavminin üzerine, onları helâk etmek için herhangi bir ordu
indirmedik ve zaten indirecek de değildik." (Yâsin: 28)
Onları helâk etmek için meleklerden ordular göndermeye gerek duymamış, iş daha basit
biçimde tamamlanmıştı.
"Sadece bir tek çığlık oldu, o anda hemen sönüverdiler." (Yâsin: 29)
Ateşin sönmesi gibi söndüler, hissetmeyen ve hareket etmeyen ölüler oldular, bir anda
yerle bir edildiler.
22.08.2019
Sayfa 623 / 646
Ey Hasret!:
Allah-u Teâlâ insanları uyarmak, beşeriyeti nurlandırmak için ilk peygamber Hazret-i
Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren asırlar boyunca gönderdiği elçileri yalanlayanları Âyet-i
kerime'lerinde haber vermekte, gelecek nesillerin ibret ve ders almaları için öğütlerde
bulunmaktadır:
Onların kendi nefislerine yapmış oldukları zulüm o kadar büyüktür ki, kendilerine kurtuluş
imkânı verildiği halde ondan yüz çevirirler. Gözlerinin önünde geçmişte helâk olan inkârcı
kavimlerin kıssaları okunup durduğu halde düşünüp ibret almazlar, yanlış yollardan
dönmezler. Zaman zaman uyarıcılar göndererek rahmet kapılarını kendilerine açtığı
halde Rabb'lerine yönelmezler. O büyük fırsatları kaçırarak, dünya saâdetinden ahiret
selâmetinden mahrum olurlar.
"Kendilerine hangi peygamber gelse, onu hemen alaya alırlardı." (Yâsin: 30)
Hakk tarafından gönderildiğini kabul etmiyorlar, onunla gönderilmiş olan hakikatleri inkâr
ediyorlar, yola gelmek nedir bilmiyorlardı.
"Görmüyorlar mı ki, kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik." (Yâsin: 31)
Elçileri yalanlayanların daha önce nasıl helâk edildiklerinden ibret almıyorlar mı?
Helâk olmuş bu kimselerin bir daha geri dönmeyecek şekilde yok olup gittikleri gibi, aynı
şekilde bunlar da yok olacaklar ve bir daha geri dönemeyeceklerdir.
Bu ilâhî beyan, her asırda ortaya çıkan zındık tenâsühçülerin ruhların dönüp durdukları
görüşünü gayet açık bir şekilde reddetmektedir.
Geçmiş ve gelecek bütün milletler, hesap ve ceza için kıyamet günü hâkimler hâkiminin
huzuruna toplanıp sevk edileceklerdir. Bu hesap sonucunda müminler ilâhî iltifatlara
mazhar olurlarken, kâfir ve münafıklar horlanacaklar, hasretler içinde kalacaklardır.
22.08.2019
Sayfa 624 / 646
Ölü Toprak:
Kış mevsimine doğru bitkilerden çoğunun kuruyup çöp haline gelmesi, onların kendilerine
mahsus ölümleridir. Geriye ya tohumları ya da kökleri kalır. Bütün bir kış toprak altında bir
bakıma kabir safhası geçirirler. Bahar gelip hava, su, toprak ısınınca ve yağmurlar
yağmaya başlayınca yepyeni bir hayat başlar.
"Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok taneler çıkardık." (Yâsin: 33)
Toprağın ölmesi, kuruyup çoraklaşmasıdır. Diriltilmesi ise yağmurla olur. Allah-u Teâlâ
yağmuru indirdiğinde toprak harekete geçer ve her çeşitten bitkiler verir. Bu öylesine bir
mucizedir ki, hiçbir zaman hedefinden şaşmaz, devr-i daim yaparak hizmetini sürdürür.
Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını
bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.
Meyveler:
22.08.2019
Sayfa 625 / 646
"Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları yarattık" (Yâsin: 34)
Toprak aynı toprak, su aynı su, hava aynı hava, iklim aynı iklim olduğu halde; bütün
meyvelerin renkleri ayrı, tadları farklı, gıdaları ve vitaminleri değişik değişiktir.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın onlara rahmetinden başka bir şey değildir.
Dil ile şükür; nimetin Allah-u Teâlâ'dan olduğunu kabul ve yaratıklara bağlamayı terk
etmektir. İnsan bu hususta ne kendine, ne gücüne, kuvvet ve kazancına isnat
etmemelidir. Çünkü bunların hepsi sebep ve vasıtadırlar. Onu taksim eden, gönderen,
sebepleri yaratan Allah-u Teâlâ'dır. Var eden O, veren O, nasip eden O, şükre en lâyık
olan O'dur.
Kalp ile şükür; nimetlerin tamamının başkasından değil, ancak Allah-u Teâlâ'dan
olduğuna sağlam bir itikatla bağlanmaktır. Bu suretle dil ile şükür kalpteki şükrün
tercümanı olur.
Uzuvlarla şükür; bütün uzuvları Allah-u Teâlâ'ya ibadetle hareket ettirip kullanmaktır.
Hakk'tan yüz çevirme sapıklığı bulunan herhangi bir hususta yaratıklardan hiçbirine
uymamak gerekir.
Çift Yaratılanlar:
Bütün yaratıklar çift çifttir. Gece ve gündüz, kara ve deniz, karanlık ve aydınlık, sıcak ve
soğuk, acı ve tatlı, ölüm ve hayat... gibi. Hayvanlar ve bitkiler de böyledir.
22.08.2019
Sayfa 626 / 646
İnsanları erkek ve dişi olarak yaratması O'nun rahmetindendir. Bu lütuf devam edip
gitmekte olup kıyamete kadar da devam edecektir.
Bunlardan başka Allah-u Teâlâ'nın insanları muttali kılmadığı daha nice çiftler vardır. Ki
onları ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanın hatırına gelmiştir.
Mükevvenât öyle hassas ve dengeli bir şekilde yaratılmıştır ki, akıl sahibi hiçbir insan
bunların bir tesadüf sonucu meydana geldiğini söyleyemez.
Gece ve Gündüz:
Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanının yaratıldığı
andan bu güne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam
edecektir.
Gece ve gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneşin
çevresinde dönmesiyle meydana gelmektedir.
Dünya güneşe karşı kendi etrafında dönerken, onun her bir noktası güneşe karşı
dönüşünü yapar. Bu nokta gündüz olur. Nihayet o nokta güneşi görmez olunca, oradan
gündüz soyulup çıkartılır, orayı karanlıklar kaplar. Bu hadise her bir nokta üzerinde
düzenli bir şekilde ardı ardına sürüp gider.
Bir kimse sadece gece üzerinde dikkatlice düşünse, bu muhteşem nizamın ardındaki
Azamet-i İlâhî'yi görecektir.
Dünya kendi etrafında güneşe karşı dönmeseydi, gece ve gündüz olmazdı. Kendi
etrafında şimdikinden daha hızlı dönmüş olsaydı her şey yıkılır gider, darmadağın olurdu.
Eğer kendi çevresinde şimdikinden daha ağır dönmüş olsaydı, sıcaktan ve soğuktan
bütün insanlar ölürdü. Kendi etrafında deveranı olmasaydı, bütün denizlerin suları
boşalırdı.
Güneş:
Gökyüzündeki cisimlerden her biri, kendine mahsus bir program ve düzen içinde kendi
yörüngesinde, yolunu şaşırmadan belli bir hedefe doğru yol alıp gitmektedirler.
22.08.2019
Sayfa 627 / 646
Dünyaya olan uzaklığı 149,5 milyon km. olup, ışığı 8 dakika 20 saniyede dünyaya ulaşır.
"İşte bu Azîz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38 - En'âm: 96)
Eğer güneş olmasaydı, dünya karanlık olurdu. Bu karanlık dünyada insanlar birbirleriyle
anlaşamaz, işlerini göremezlerdi. Aynı zamanda hayati ihtiyaçları için çalışmazlardı.
Güneş ışığı olmasa gözlerden istifade edilmez, renkler görülmezdi.
Allah-u Teâlâ geceyi istirahat zamanı, gündüzü de maişet zamanı olarak tayin etti.
Güneşi her gün doğudan doğduruyor, tâ batıya kadar hiçbir boşluk bırakmadan ısısını ve
ışınlarını her yere ve her canlıya ulaştırıyor. Güneşin bu nimetlerinden doğu ile batı
arasında hiçbir yer ve hiçbir canlı mahrum bırakılmıyor, her şey ölçülü olarak istifade
ediyor.
Kış mevsiminde ağaç ve bitkilerdeki ısı azalır, bu suretle ağaç ve bitkilerin tomurcukları
husûle gelir. Hava sıcaklığının düşmesiyle bulutlar ve yağmur meydana gelir.
İlkbaharda tomurcuklar harekete geçer. İzn-i ilâhî ile bitkiler doğar, ağaçlar çiçek açar.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın Ulûhiyet'ini ve Samediyet'ini açıkça gözler önüne serer.
Her şey, her an O'na muhtaçtır, O'nun hayat vermesiyle hayat bulmakta, varlıklarını
devam ettirmektedirler.
Ay:
Allah-u Teâlâ Yunus sûre-i şerif'inin 5. Âyet-i kerime'sinde güneşten çıkan şualara "Işık",
ayın şualarına da "Nur", adını vermiştir.
22.08.2019
Sayfa 628 / 646
Ay batıdan doğuya doğru dünyanın çevresinde döner. Bundan dolayı da durumu sürekli
olarak değişir. İlk göründüğünde küçüktür. Sonra nuru ve kitlesi artar ve nihayet dolunay
halinde tamamlanır. Daha sonra tekrar küçülmeye başlar ve ay'ın sonunda ilk haline
döner.
"Ay için de konak yerleri tayin etmişizdir. Nihayet o eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur
da geri döner." (Yâsin: 39)
Ay, güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp gitmez. O bir gezegendir, her gün bir konak yerine
gelir, her konağa göre bir şekilde görünür.
Ayın dünyaya uzaklığı ortalama 384 bin km'dir. Bu uzaklık dünyaya en yakın olduğu
zaman 350 bin km. ve dünyadan en uzak olduğu zaman da 409 bin km. olmak üzere yılın
muhtelif günlerinde değişiklik gösterir.
Dünyadan elli defa küçük olan ay, saatte 3600 km. hızla yol almaktadır. Dünya güneşin
etrafında dönerken, ay da onu takip eder, dünyanın etrafında dönerken kendi etrafında
da 29 günde döner ve dünyaya hep aynı yüzünü gösterir.
Ay kendisi ısı ve ışık kaynağı değildir, ancak güneşten aldığı ışıkla ısınır. Ay yüzeyinin
atmosferi olmaması ve yüzeyinin de iyi bir yansıtıcı olmaması dolayısıyla; güneşten aldığı
ısının yüzde 93'ünü yutar, geriye kalan yüzde 7'sini yansıtır.
Sadece güneş değil, bütün yıldız ve gezegenler bir yöne doğru akıp gitmektedirler.
Çünkü bu ışık saçan yıldızlardan her birisinin kendisi için tayin edilmiş bir alanı vardır.
Güneşin aydınlatma zamanı gündüzdür, ayın aydınlatma zamanı ise gecedir.
Vazifeleri o kadar güzel ve düzenli bir şekilde dağıtılmıştır ki, biri diğerine çarpmaz.
Dolu Gemiler:
Allah-u Teâlâ kulları hakkında diğer bir nimetini, vesile-i intibah olmak üzere şöyle beyan
buyurmaktadır:
"Onların zürriyetlerini (soylarını) dopdolu bir gemide taşımış olmamız da onlar için
büyük bir âyet (ibret)tir." (Yâsin: 41)
Allah-u Teâlâ'nın Nuh Aleyhisselâm ile birlikte ona inananları kurtardığı ve bu inanmış
olanlardan başka Âdem Aleyhisselâm'ın soyundan hiç kimsenin yeryüzünde kalmadığı
Nuh Aleyhisselâm'ın gemisi de bu gemilerin ilkidir.
22.08.2019
Sayfa 629 / 646
Allah-u Teâlâ bu gemide Âdem Aleyhisselâm'ın zürriyetini yani Nuh Aleyhisselâm ile
ashabını taşımıştır. Âdem Aleyhisselâm'ın onların dışındaki bütün nesli helâk olmuştur.
Nitekim kıyamete kadar bütün insanlık bu nesilden gelmektedir. Şu anda yeryüzünde
bulunan insanların esası gemide babalarının sülbünde mevcut olduğu için Allah-u Teâlâ
"Zürriyetlerini gemide taşıdık." buyuruyor.
Allah-u Teâlâ atalarını kurtarmış olmasına rağmen, onların sülplerinden gelen nesillerin
bir çoğu şükretmesini bilmemişler, ders almamışlardır.
Daha sonra Allah-u Teâlâ o geminin benzerini insanlara vermiş, bu bilgiyi Nuh
Aleyhisselâm vasıtasıyla bahşetmiştir.
İçinde ağır yükler, yüzlerce insanlar olduğu halde batmayan gemiler, görenler için pek
büyük bir ibret manzarası teşkil etmektedir.
Allah-u Teâlâ suda gemileri kaldıracak bir güç yaratmış olmasaydı, hiç şüphesiz ki
gemiler denizin kabaran dalgalarını yararak akıp gidemezlerdi.
Büyüklükleri itibariyle dağları andıran gemileri Allah-u Teâlâ insana musahhar kılmıştır.
Bu sayede denizde istedikleri yere gidebilmekte, diledikleri gibi tasarruf edebilmektedirler.
"Kendileri için bunun gibi daha nice binecek şeyler yarattık." (Yâsin: 42)
Bu Âyet-i kerime karada ve havada taşımacılığı temin eden otomobillere, tren ve uçaklara
da şâmildir. Çünkü bunların asli maddelerini yaratan, bunlara o hareket ve sürati veren
Allah-u Teâlâ'dır.
Dilerse rüzgârları fırtınalar haline getirir de o gemileri batırır, parçalar. İçindekileri de,
işlemiş oldukları günahlardan dolayı boğar.
Nitekim zaman zaman bu şekilde ölümler vuku buluyor. Gemiler batıyor, uçaklar düşüyor,
ecelleri gelenler ölüp gidiyorlar. İmdatlarına koşacak bir kimse bulunmuyor.
"Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet ile ve bir süreye kadar geçinmeleri müstesnâ.
(Yâsin: 44)
Onları bizden başka hiç kimse kurtaramaz. Biz onları ecelleri gelinceye kadar, dünyadan
faydalandırırız.
Yine zaman zaman görülüyor ki bazı gemiler batıyor, uçaklar düşüyor. Fakat içindekiler
kısmen veya tamamen ölmeyip hayatta kalıyorlar. Bütün bunlar birer takdir-i ilâhi eseridir.
Aklı başında olan, gözü görüp kulağı işiten kimselerin kabul etmek zorunda kalacağı
bütün bu delillere rağmen; inkârcılara bunların hiçbirinin tesir etmediğini, ilâhî dâvete
uymaktan kaçındıklarını beyan etmek üzere Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
22.08.2019
Sayfa 630 / 646
"Onlara Rabb'lerinin âyetlerinden bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz
çevirirler." (Yâsin: 46)
Yüzlerine karşı Allah'ın âyetleri okunduğunda yüz çevirmek onların her devirde
sergiledikleri davranıştır.
Asr-ı saâdet münâfıkları gibi, zamanımızda da Allah'ın âyetlerini inkâr eden, Ahkâm-ı
ilâhî'den yüz çeviren, müslümanların inançlarını bozmaya çalışan müfsitler yok değildir.
Allah'ın âyetlerine sırt çevirip, içinde bulundukları dalâlet girdabı için mazeretler ileri
sürdükleri yetmiyormuş gibi, iyilikten kaçmak ve kendi cimriliklerini göstermemek için bir
bahane arıyorlar. Onlar kendi cimriliklerini göstermemek için bu gibi ifadeler
kullanıyorlardı. Nitekim her asırda yaşayan cimriler de böyle söylemektedirler.
Allah-u Teâlâ fakirlere dünyalık vermemiş, zengine ise fakire zekât vermesini emretmiştir.
Bütün bunlar imtihan içindir. O dilediğini yapar, O'nun hiçbir hükmüne hiç kimsenin itiraz
etmeye salâhiyeti yoktur.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ inatçı kâfirlerin yalanlama, inat ve inkârlarından dolayı,
azabın kendilerine gelmesini uzak görerek, alay ve eğlence yollu, başlarına azabın
hemen gelmesini istediklerini haber vererek şöyle buyuruyor:
"Diyorlar ki:
22.08.2019
Sayfa 631 / 646
Allah-u Teâlâ o günü daha önce hükmettiği belirli bir zaman için ertelemektedir. Bu süre
ne artar ne de eksilir.
"De ki:
Size vâdolunan bir gün vardır ki, siz ondan ne bir saat geri kalırsınız, ne de ileri
geçebilirsiniz." (Sebe: 30)
Kıyamet, insanların ecelleri gibidir. İnsanın eceli geldiğinde, bir göz açıp kapatıncaya
kadar ileri veya geri alınmadığı gibi, kıyamet zamanı geldiğinde de bir saniye olsun ileri
veya geri alınmaz.
Dünyanın sayılı müddeti son bulup ömrü tamam oluncaya kadar ahiret tehir olunacak ve
o sayılı hesabın bittiği dakikada kıyamet kopacaktır.
İkinci bir sese ihtiyaç duyulmaz. Bu ses, herkesin ölümü için olan sura ilk üfürüştür.
Eğer evleri ve memleketleri haricinde bulunmuş iseler, âileleriyle dünyada bir daha
görüşmeye muvaffak olamazlar. Kim nerede ise orada kalır.
Birinci sur ile kıyametin kopmasından, Hayy ve Kayyum olan Allah-u Teâlâ'nın tek
kalmasından sonra, vakti zamanı gelince; Allah-u Teâlâ İsrâfil Aleyhisselâm'ı tekrar
diriltecek ve ikinci defa Sur'a üfürmesini emir buyuracaktır. "Nefha-i kıyam" da denilen
bu üfürme ile evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden
kalkacaklar ve hesaplarını vermek üzere ilâhi huzura sevkolunacaklardır. Buna "Ba's-ü
ba'del-mevt" yani "Öldükten sonra tekrar dirilme" denir.
Sur'un ikinci defa üfürülmesi ile insanlar yeniden hayata ererek kabirlerinden kalkarlar.
"Sur'a üflenince, kabirlerinden kalkıp Rabb'lerine doğru akın ederler." (Yâsin: 51)
Kâfir ve münâfık olanların akılları karıştığı için öldüklerini değil de yatmakta olduklarını
zannederler. Yalanladıkları şeyi ayan-beyan görünce;
"Derler ki: Eyvah bize, yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?" (Yâsin: 52)
Onlar kabir azabının kendilerine dokunduğunun farkında bile olmazlar. Çünkü kabir
azabı, daha sonraki şiddetli azaplara göre uyku gibidir.
22.08.2019
Sayfa 632 / 646
Yazıklar olsun bize ki, Hak ve hakikati bize tebliğ eden elçileri yalanlamıştık. Şimdi de
böyle bir felâketle karşı karşıya bulunmaktayız.
"Sadece tek bir sayha olur, sonra hepsi birden toplanıp huzurumuza
getirilirler." (Yâsin: 53)
Bir tek ses ile hepsi birden ölecekleri gibi, bir tek ses ile de bir an bile durmaksızın hepsi
birden hayata kavuşacaklar ve sorguya çekilmek üzere ilâhi huzurda hazır olurlar.
O gün tek hâkim O'dur. Hükmünde O'na hiç kimse, hiçbir şekilde ortak olamaz. Affetmek
veya cezalandırmak bütünüyle O'nun yed-i kudretindedir. Cezalandırmak istediği bir
kişiyi, kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin
ceza verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine
yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezasından fazlasına çarptırılmaz. Hiç
kimseye zulmetmemesi O'nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye güç
getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.
"O gün hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz ve ancak yaptığınızın karşılığını
görürsünüz." (Yâsin: 54)
Zulmü hem zâtına hem de insanlar arasında haram kılmıştır. Şu kadar var ki insanlar
hem birbirlerine hem de kendi nefislerine zulmederler.
Dünyada birçok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki hakettiği halde mükâfat
alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı
hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı
verilir. Zâlimler beraat ederken mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına
yükletildiği de görülmektedir.
Ehl-i Cennet:
Allah-u Teâlâ cennet sakinlerinin nâil olacakları nimetlerden Âyet-i kerime'lerinde şöyle
haber vermektedir:
"O gün cennetlikler bir zevk ve eğlence ile meşguldürler." (Yâsin: 55)
Orada üzüntü, sıkıntı, ümitsizlik, güvensizlik diye bir şey yoktur. Oraya girenler bir
eğlence havası içinde mest olurlar.
22.08.2019
Sayfa 633 / 646
Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle
olacaktır. Gözlerin görmediği kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmediği güzellikler
arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle
beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı
sohbet ederler.
Onların meyvelerle merzuk olmaları, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine
aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri
üstüne yığılmıştır.
Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru
sarkıverir.
Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir.
Şimdi bütün bu arzular nedir biliyor musunuz? Şimdi bir insan elbise giyiyor. Çok güzel
bir elbise daha üstüne giyiyor, bir elbise daha üstüne giyiyor. Buradaki arzu mahbubun
nurunun yüklenmesidir. Yüklendikçe yüklenir, yüklendikçe yüklenir. O artık kendini
kaybedecek durumda bir manevi zevk hayatı içindedir. Hayat buna derler yani. Buna
hayat-ı hakiki derler. Bu ancak orada olur. Dünyada olmaz. Dünyadaki hayat sunidir.
Demek ki insana ne yükleniyormuş? Mahbuba ne yükleniyormuş? Nur yükleniyor,
"Nûrun alâ nur" oluyor. Onun içinde kalıyor. Onun için çalışan orası için çalışsın.
Dünya bir hayaldir. Kazanma yeridir. İmtihandır, sahnedir ama yaşamak isteyen orası için
çalışsın. Fakat bu da zâhirî, onun bâtınîsi, Hakk ile olmak. Çünkü onun bütün
güzelliklerini O yarattı. Sen O'nunla olduğun zaman hepsi senin. Ama O'nsuz hayat vefat.
Allah'tan Selâm:
Oranın hayatı, safası da var, cefası da var. Oradaki hâl, ilâhi nur, feyiz insana indikçe
mest olur. Zevkten mest haline gelir. Bu mestlik içinde sarhoşken selâm gelir.
"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsin: 58)
Artık "Nur üstüne nur" buna denir. Şimdi nur nurdan geliyor.
22.08.2019
Sayfa 634 / 646
Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ'nın selâm ve esenlik
nuru altında hayat sürmek, müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.
Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhî'sini şân-ı ulûhiyetine lâyık bir veçhile
göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini
artırmış olacaktır.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nur
parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rabb'leri onlara üstlerinden nazar
etmekte ve:
İşte:
"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsin: 58)
Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O'na bakarlar ve baktıkları süre
içinde diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Bu hal araya perde girinceye
kadar devam eder ve Rabb'lerinin nuru onların ve yerlerin üzerinde kalır." (İbn-i
Mâce. Mukaddime: 13)
Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ'nın selâm ve esenlik
nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.
Yolların Ayrılışı:
Mahkeme-i kübrâ'da ilâhî adaletin hükmü tamamen icra edildikten sonra Hakk Celle ve
Alâ Hazretleri:
Herkesin hesapları görülüp amellerinin neticesi olarak gidecekleri yerler belli olunca,
insanlar fırka fırka ayrılır. Herkes kendi emsaliyle bir fırka, diğeri de ayrı bir fırka olur. Zira
müminin mercii cennet, kâfirin mercii cehennemdir.
22.08.2019
Sayfa 635 / 646
İnsan hayatta arzu ettiği her şeye kavuşamaz. Onu muvaffak ettirmeyen Hazret-i Allah'tır.
"Cehennem ehlinin dünyada iken en müreffeh yaşayanı, en çok zevk ve safâ süreni
kıyamet günü getirilir, cehenneme bir kere daldırılıp çıkarılır ve 'Sen dünyada iken
hiç zevk ve safâ sürdün mü?' diye sorulur. 'Hayır! Vallahi görmedim yâ Rabb'i!' der.
Sonra cennet ehlinden dünyada en çok sıkıntı çeken bir mümin getirilir, cennete
sokup çıkarılır. 'Sen dünyada iken hiç cefâ gördün mü?' diye sorulur. O da 'Hayır!'
der, 'Vallahi hiç cefâ görmedim.'" (Müslim)
Halbuki bütün hayatı cefâdan cefâya, ibtilâdan ibtilâya geçmişti. Fakat bir anın safâsı,
bütün hayatın cefâsını unutturmuş. Bir anın cefâsı da bütün anın safâsını unutturmuş.
Bu bakımdan mümin daima ibtilâlarla meşguldur, arzusuna nâil olamaz. Nâil ettirdiğine
şükür, diğerlerine sabretmek lâzım.
İlâhî İhtar:
Allah-u Teâlâ, şeytanın insanlığın babası Âdem Aleyhisselâm'a olan düşmanlığını, onu
yasak meyveden yedirerek nasıl aldattığını, yalan yere yemin ederek ve hile ile Rabb'ine
karşı nasıl muhalefet ettirdiğini, neticede cennetten çıkarılmaya sebep olduğunu,
Âdemoğulları'na kıyamete kadar süren bir harp ilân ettiğini, Kur'an-ı kerim'inde açıkça
haber vermiştir.
"Ey Âdemoğulları! Ben size: 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir
düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim
mi?" (Yâsin: 60-61)
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından
emin olunmaz.
Binaenaleyh bu ilâhî emre uyarak, şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmak, aldatmak
istediği hudutlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek gerekiyor.
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması
yakışmaz.
22.08.2019
Sayfa 636 / 646
Şeytan sizden pek çok cemaatleri saptırmasına rağmen nasıl olur da ona tapar ve emrine
boyun eğersiniz. Bu cemaatler onun saptırması sonucu doğru yoldan ayrılmışlardır.
İnkârda ısrarınızdan dolayı, onun pek acıklı ve yakıcı azabını tadın, o ebedi azaba
yaslanarak yanıp yakılın.
Organların Şâhitliği:
"O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da
yaptıklarına şâhitlik eder." (Yâsin: 65)
Yapılan bir işi doğrudan doğruya el yapar. Ayak ise o işin yapıldığı yerde ve esnada hazır
bulunur. Hazır bulunmanın gördüğü şeyi anlatmasına şahitlik denir. O işi yapanın o işi
yaptığına dair konuşması ise kendi aleyhinde beyanda bulunmasıdır.
"O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şâhitlik
edeceklerdir." (Nûr: 24)
İnsanlar aynı ruh ve aynı beden ile dirileceklerdir. Bu dünyada iken nasıl bir bedene sahip
iseler, en küçük teferruatına varıncaya kadar orada da aynı bedene sahip olacaklardır.
Çünkü yaptıkları günahları olduğu gibi aktarabilmeleri için aynı uzuvların olması gerektiği
açık bir gerçektir.
22.08.2019
Sayfa 637 / 646
Bu Âyet-i kerimeler organ nakline, vasiyetine cevaz verenlere ilâhi bir ihtardır. Zira her
organ orada şahitlik edecektir.
İlâhî İrade:
Allah-u Teâlâ kudretinin kemalini ve insanlar üzerindeki tasarrufunun pek geniş olduğunu
bildirmek için şöyle buyurmaktadır:
"Dileseydik gözlerini silme kör ederdik de yol bulmaya çalışırlardı. Fakat nasıl
görebilirlerdi ki?" (Yâsin: 66)
Siz O'nun iradesi karşısında âcizsiniz. Halbuki O'nun belli bir süre için verdiği güç ve
kuvvet sebebiyle kendinizde bir varlık görüp şımarıyorsunuz. Sizden bu ruhsat
alındığında, hiçbir şey olmadığınızı anlarsınız.
"Biz kime uzun ömür verirsek, onun yaratılışını başaşağı çeviririz." (Yâsin: 68)
Gençliğinin aksine olarak günden güne kuvvetten düşürüp zayıflığını artırır, ölüme doğru
yürütürüz.
Bünyesi zayıflar, şekli ve sureti değişir, zihin kabiliyeti yavaş yavaş gerilemeye yüz tutar.
Yaşlılığın yıpranmışlığını durdurmak mümkün değildir.
Muhammed Aleyhisselâm
ve Kur'an-ı Kerim:
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in risâletini inkâr edenleri
reddetmek üzere buyurur ki:
22.08.2019
Sayfa 638 / 646
Kur'an-ı kerim'in ne söz olarak ne de mânâ olarak şiir olmadığı açıktır. O Hakk ve hakikat
yolunu gösteren hüküm ve hikmetlerle dolu kesin iman rehberidir.
Şiir ise zorlanarak yazılmış, mesnetsiz, hayallere ve evhamlara dayalı yaldızlı ifadelerdir.
Şiir en yüksek üsluba eriştiğinde vecd ve şevkin bir ifadesidir. Peygamberlik ise özünde
bulunan hak ve hidâyetle ilâhî vahyin tecellisidir.
Vazifesi itibariyle öğüttür, okunması itibariyle Kur'an'dır. Onu başka bir söze veya şiire
benzetmek ve kıyas etmek mümkün değildir.
Çünkü uyarmak ancak kalbi diri, basireti açık olanlara fayda verir. İşte hakiki müminler
onlardır.
Çünkü şüphe ortadan kalkınca geriye sadece inat ve ısrar etmek kalır. Bu sebeple söz
onların aleyhine tecelli ettiği gibi, azabı hakettiklerini de tescil eder. Allah-u Teâlâ
önündeki açık delile rağmen küfründe ısrar edenden başkasını cezaya uğratmaz.
Hayvanların yaratılışları ilâhî kudretin birer tezahürü ve tecellisidir. Her birisi birer ibret
dersidirler.
Delillerinin çokluğuna ve açıklığına rağmen, bunlara gözü yumuk bakmak, hiç şüphesiz ki
büyük bir sapıklıktır.
Vasıtasız, numunesiz ve modelsiz yaratılan hayvanlardan her biri, insanlardan yana pek
büyük menfaatleri beraberinde taşımaktadırlar.
"Onlar görmediler mi ki, biz kudretimizin eseri olmak üzere kendilerine nice
hayvanlar yarattık. Onlar da bunlara sahip olmaktadırlar." (Yâsin: 71)
22.08.2019
Sayfa 639 / 646
Mülk sahibinin malında dilediği şekilde tasarruf ettiği gibi, o hayvanlar da istedikleri gibi
tasarruf ederler.
"O hayvanlarda kendileri için daha nice faydalar ve içecekler vardır." (Yâsin: 73)
Onlarda binmekten ve yemekten başka süt, yağ, iç yağı, yün, deri gibi bazı menfaatler de
vardır. Tezyinat ve süslemeye varıncaya kadar en zaruri ihtiyaçların giderilmesinde,
beşer hayatının devam etmesinde mühim bir yer tutarlar. Yedikleri bitkileri süt haline
getirmeleri bile kudretinin büyüklüğünü gösteren apaçık bir delildir.
Allah-u Teâlâ onların kendisine şükretmesine vesile olsun diye nimetlerini sere serpe
yaymış, onlar ise bu nimetleri nankörlüğe vasıta kılmışlardır.
"Onlar kendilerine yardım edilir ümidiyle Allah'tan başka ilâhlar edindiler." (Yâsin:
74)
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Büsbütün inkâr etmeseler de, açık veya gizli bir şirk karıştırmadan, halis tevhid ile
inanmazlar. Dünya nimetlerine taparcasına düşkünlük gösterirler.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin bu yaptıklarının bâtıl olduğunu beyan ettikten sonra şöyle
buyurmaktadır:
22.08.2019
Sayfa 640 / 646
Rabb'ine gönülden inanan, güvenen ve sığınan bir mümin, böylelerini bir varlık olarak
karşısında görmez bile. Bu kadar akılsız, basiretsiz, köksüz ve ruhsuz kişilerin ne
kıymetleri olabilir?
Allah-u Teâlâ zât-ı ulûhiyetine kulluk yapmanın gereğini, ehadiyetini belirten âfâkî delilleri
zikrettikten sonra, enfûsî delilleri beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmüyor mu?" (Yâsin: 77)
Düşünmeli ki bir nutfe (sperma) ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir
şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir! Böyle
bir yapıyı tanzim eden büyük kudret karşışında, düşünen insan iki büklüm olur.
Fakat insan aslını unutuyor da yaratıcısına karşı açık bir düşman oluyor. O'na karşı şirk
koşmaya, mantık yürütmeye kalkışıyor.
"Böyle iken nasıl oluyor da apaçık bir hasım kesiliyor?" (Yâsin: 77)
Halbuki insan Yaratan'a karşı çıkmak için değil, O'na tapınmak ve kulluk yapmak için
yaratılmıştır.
"Kendi yaratılışını unutur da: 'Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?' diyerek
bize misal vermeye kalkışır." (Yâsin: 78)
Harikulâde yaratılışını ve harikulâde bir şekilde ilk yaratılışını unutur. Allah-u Teâlâ'nın
cesetleri ve çürümüş kemikleri yeniden yaratmasını uzak bir ihtimal görerek inkâr eder.
Kendisini yoktan vârettiğini düşünmez. Düşünseydi bu sapıklığa düşmezdi.
Zorluk ve kolaylık insanlara göredir. "Pek kolaydır." demek beşerin anlayışına göre
demektir.
22.08.2019
Sayfa 641 / 646
Dilerse yeryüzündeki bütün insanları yok eder, siler süpürür de, hiç görülmedik
bambaşka yeni bir mahlûk, tanımadığımız bir âlem yaratır.
Dağılmış, ufalanmış kemikleri bir araya getirerek, sonra da üzerlerini etle kaplamak; o
kemikleri yoktan vâretmekten daha güç değildir.
Nitekim Allah-u Teâlâ: "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diyen bir müşriğe karşı
Âyet-i kerime'sinde şu cevabı vermiştir:
Mükevvenatı yaratan ilâhi kudret, elbette insanları ikinci defa yaratabilir. İlkin yaratmaya
gücü yeten, yeniden yaratmaya da kâdirdir. Onun için daha büyük, daha küçük, daha zor,
daha kolay diye bir şey düşünülemez.
Cesetler yok olduktan sonra onları diriltmek O'na güç gelmez, hiçbir şey O'na gizli
kalmaz.
Öldükten sonra dirilmenin misalleri âlemde ne kadar çoktur. Kurumuş otlar ilkbaharda
nasıl canlanıyor? Kış uykusuna yatan bazı hayvanlar yaz gelince nasıl hareketleniyor?
Bu hususu biraz daha açıklığa kavuşturmak için mütebâki Âyet-i kerime'de insanın
nutfeden yaratılmasından daha harikulâde bir hadiseyi anlatmaktadır:
"O ki, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkardı. Siz de ondan ateş yakıyorsunuz." (Yâsin:
80)
Bu öyle benzersiz bir hârikulâdeliktir ki, yeşil bir şeyden ateş çıkmaktadır. Su ateşi
söndürdüğü halde, ateş su ihtiva eden yeşil şeyden çıkıyor.
Zıtları bir araya getiren Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile ağaçtaki odun ve kömürün
yanıcılığını değil, sürtme ve temasla yeşil ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı
haber vermektedir. Bu ise şimdi bildiğimiz bir elektrik hadisesidir. Âyet-i kerime aynı
zamanda elektriğe işaret etmektedir.
Ağaç anılırken yeşil sıfatına yer verilmesi, yeryüzünü kaplayan bitki tabakasının
durmadan yakıcı madde olan oksijen neşrettiğini, yanmanın oksijenle
gerçekleşebileceğini belirtmektedir.
"Kün Feyekün":
Allah-u Teâlâ insanları kıyamet günü tekrar dirilteceğini, bunun ise Zât-ı akdes'ine son
derece kolay olduğunu haber vermektedir:
22.08.2019
Sayfa 642 / 646
"Gökleri ve yeri yaratan, kendileri gibisini yaratmaya kâdir değil midir? Elbette
kâdirdir." (Yâsin: 81)
İlkin yaratmaya kadir olduğu gibi, daha sonra da tekrar yaratmaya da kâdirdir. Öldükten
sonra diriltme de tıpkı ilk yaratma gibidir.
İçindekilerle birlikte bütün kâinata "Ol!" emr-i şerifi ile yaratan, kudret, azamet ve ululuk
sahibi Allah-u Teâlâ, bir şeyin var olması için bir tek emir verir. Bu emrin tekrarına ihtiyaç
yoktur. "Ol!" dediği şey kaçınılmaz olarak o anda var olur.
"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece: 'Ol!' demekten ibarettir. O da hemen
oluverir." (Yâsin: 82)
Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk
âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa
burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye
muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz, benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en
güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O'dur.
"Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi bir tek andır." (Kamer: 50)
Bir kere bir şeyi buyurduğu zaman o, göz açıp yumma süresi gibi kısa bir zamanda
oluverir.
Her şeye sahip olmak Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. İnsanların bir şeye sahip olmaları
hakiki değil, geçicidir.
22.08.2019
Sayfa 643 / 646
Medine-i münevvere döneminde nâzil olmuştur. Sekiz Âyet-i kerime, Otuz beş kelime ve
Yüz kırk dokuz harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Zelzele" mânâsına gelen "Zilzâl" kelimesi bu Sûre-i
şerif'e isim olmuştur.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivâyet edildiğine göre, bir kimse Resulullah
Aleyhisselâm'a gelerek: "Bana özlü bir sûre öğret!" dedi. Bunun üzerine Resulullah
Aleyhisselâm da ona Zilzâl sûresini öğretti.
O kimse dedi ki: "Seni Hakk din ile gönderen Zât'a yemin ederim ki, buradaki ameller
bana yeter! Buna aslâ başka amel ilâve etmeyeceğim!"
"Adamcağız kurtuldu!" buyurdu ve bu sözü iki defa tekrar etti. (Ebû Dâvud)
Muhtevâsı:
İlk beş Âyet-i kerime'de yeniden dirilişin nasıl gerçekleşeceği, o gün yeryüzünün ölüleri
dışarıya atacağı, üzerinde ne iyilik ve kötülük olarak yapılmışsa bir bir anlatacağı
anlatılmaktadır.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, ahiret gününde insanların gruplar hâlinde hesaba
çekileceği, en küçük bile olsa işlenen her iyilik ve kötülüğün mutlaka karşılığı görüleceği
belirtilmektedir.
Sur'un Zelzelesi:
Kıyametin numunesi zelzelelerdir. İnsanoğlu zelzeleye karşı koyacak güce sahip değildir,
insan böyle bir zamanda aczini idrâk eder. Zelzele hiç bir zaman: "Ben
geliyorum!" demez, bir anda ortalığı harabeye çevirir. Gelmesi ile gitmesi bir olur.
Zelzeleler kıyametin açık bir delilidir, bize büyük kıyameti haber vermektedir. İnsanlar bir
gün ansızın böyle tasavvurların üstünde korkunç bir âfete uğrayacaklardır.
22.08.2019
Sayfa 644 / 646
Âyet-i kerime'si ile haber verildiği üzere, yer korkunç gürültülerle ardarda ve devamlı bir
şekilde sallanır. Bir kısmı değil, yeryüzü bütün olarak sallanacaktır.
Her şeyi şiddetle sarsıp titreten ilk üfürme karşısında herkes fevkalâde bir korku içinde
kalır.
Böyle canlı bir hadiseye o gün için yaşamakta olan insanlar, birkaç saniye de olsa şâhit
olacaklar. Kalpleri yerinden oynayacak, akılları başlarından gidecek, emzikli her dişi
varlık dehşet ve korku içerisinde emzirdiği yavrusunu unutacak, memesini yavrusunun
ağzından çekip çıkaracak.
Allah-u Teâlâ onun gerçekleşmesini murad ettiğinde, önleyecek hiçbir engel olmadığı
gibi; onun meydana gelişini yalanlayan, bugünkü yalancılar gibi bir tek yalancı bulunmaz.
Azabı açık açık görecekleri için inanırlar.
Uzun süredir bağrında taşıdığı cesetleri, hazineleri, defineleri ve madenleri açığa çıkarır,
tamamen boşalır, hiçbir şey gizli kalmaz.
Kıyameti, ahireti inkâr eden insan; imkânsız zannettiği hadiseyi görüverince hayretler
içinde kalır. O gün akıl erdiremediği, hesaba katmadığı o korkunç durum karşısında
geçirdiği şaşkınlıktan dolayı böyle söylemek zorunda kalır. Bilmiyor ki kıyamet kopmuştur.
O topraktan seni yaratıyor, yiyeceğini çıkarıyor ve seni tekrar toprağa yutturuyor. Seni
toprakta yürütüyordu, yediriyordu, toprak bu sefer de seni yiyor, eritiyor.
Allah-u Teâlâ'nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün
hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.
O bütün bu kötülükleri; içki içtiğini, zina yaptığını, hırsızlık yaptığını kimsenin bilmediğini
zanneder. Oysa ondan iman alınır, İslâm'dan çıkarılıp atılır. Sıfatı değiştirilip hayvan
sıfatına çevirilir, domuz, tilki, köpek... gibi Allah-u Teâlâ dilediği her türlü sıfata koyar. O
zanneder ki bu işleri kimse bilmez. Bu işleri yaparken Allah-u Teâlâ'nın da onun kalbini
mühürlediğini kimse bilmez.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz Ashâb'ına: "Yeryüzünün haberlerinin ne olduğunu bilir
misiniz?" diye sordu. "Allah ve Resulü daha iyi bilir." dediler.
"Yeryüzünün haber vermesi, her erkek ve kadının neler işlediğini haber verip
şâhitlik etmesidir. 'Şu şu günlerde şunu şunu işlediniz!' demesidir." (Tirmizî.
Kıyâmet, 7)
22.08.2019
Sayfa 645 / 646
Hani sen onu toprak olarak görüyordun, ölü zannediyordun? Sen kendin ölü olduğun için
öyle zannediyordun. Demek ki yer, yer değilmiş, nur imiş. Amma onu öyle göstermiş. Sen
ölüsün ki yer olarak görüyorsun. Ruhu ölenler zaten bilmez, ruhu tekâmül edemeyenler
zaten görmez.
Onun aslı nurdu, her şeyden haberdar olduğu gibi, sana o gün bütün yaptığın işleri bir bir
haber verecek.
İlâhî Divan:
"O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhi
divana) çıkarlar." (Zilzâl: 6)
Herkes ameline göre bölük bölük olur. İman ehli ayrı gruplar, küfür ehli ayrı gruplar
hâlinde sevkedilirler, muhasebeye tabi tutulurlar.
Kimisi yüz aklığıyla kimisi yüz karasıyla, kimisi binitli, kimisi yaya, kimisi sevinç, kimisi
korku ve dehşet içinde, kimisi mesud, kimisi bedbaht...
Mizan gözle görülen iki gözlü bir terazi olup, bir zerre ile ağır basacak kadar hassastır.
Sevapların konacağı sağ kefe pırıl pırıl ve nurludur. Günahların konacağı sol kefe
karanlıktır.
Müminin terazi kefesinde öncelikle imanının ağırlığı olacak, bunun yanı sıra sâlih ameller
de ağırlık yapacaktır. Kâfirlerin hiçbir iyiliği kötülük kefesini kaldırmayacaktır. Çünkü küfür,
kötülük kefesini ağır bastıracak kadar büyük bir kötülüktür.
Allah-u Teâlâ'nın adaleti tecellî edecek, ihsan ve ikram ettiği nimetlerin hesabını
zerresine varıncaya kadar soracak, herkes bu ilâhî adaletin icabı olarak ya mükâfat veya
mücâzat görecektir.
22.08.2019
Sayfa 646 / 646
Orada herkes yaptığı büyük ve küçük her türlü iyiliğin karşılığını kat kat görecektir.
Zerre kadar bile olsa gerek her küçük iyiliğin, gerekse her küçük kötülüğün bir ağırlığı ve
değeri vardır. Onun içindir ki insan küçük büyük demeyip hiçbir iyiliği terketmemeli, küçük
ve büyük her kötülükten şiddetle kaçırmalıdır.
Yaptığı zerre kadar bir şeyden bile soracak. Kişi inkâra kalktığında ise ağzına mühür
vuracak, bütün organları yaptığına bir bir şâhitlik edecekler. Aynı zamanda Kirâmen
kâtibin melekleri ağızdan çıkan her sözü, işlenen iyi ve kötü her ameli yazıyorlar, her
yapılanın fotoğrafı çekiliyor. Bu yazılan defterler canlı kanlı çıkarak konuşacaklar, kıyamet
gününde sahiplerine teslim edilecekler.
Bir mümin bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görecektir. Kötülük yapmışsa ondan da
haberdar edilecektir. İyilikleri kötülüklerinden çok ise ilâhî bir lütuf olarak o kötülükleri affa
uğrayabilir veya onun cezâsını dünyada iken görmüş bulunur.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- bir defasında Resulullah Aleyhisselâm'la yemek
yiyorlardı. O esnâda bu Âyet-i kerime nâzil oldu. Yemekten hemen el çekti ve: "Yâ
Resulallah! Ben, benden sâdır olan zerre kadar kötülüğün de karşılığını görecek
miyim?" diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
Bir kafir ise iyilik yaparsa, o iyiliği iman dahilinde olmadığı için Allah katında makbul
değildir, ona ahirette hiçbir mükâfat verilmeyecektir. Kendisini hiçbir zaman azaptan
kurtaramaz. O iyiliğin mükâfatını dünyada görmüş olur. Kâfir olduğu halde ahirete giden
her kişi ebedî olarak cehennem azabına uğrayıp duracaktır.
Allah-u Teâlâ'nın her şeyi bildiğini, her şeyi gördüğünü, O'nunla olduğunu, O'nunla kâim
olduğunu, O'nunla var olduğunu, O'nun her şeyden haberdar olduğunu o zaman herkes
anlayacak ve fakat o zamanki anlayış hiçbir fayda vermeyecek.
22.08.2019