You are on page 1of 646

Sayfa 1 / 646

&lot

• 55-RAHMAN SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ


• 56-VÂKIA SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 57-HADÎD SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 58-MÜCÂDELE SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 59-HAŞR SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 60-MÜMTEHİNE SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 61-SÂFF SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 62-CUM’A SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 63-MÜNÂFİKÛN SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 64-TEĞÂBÛN SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 65-TALÂK SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 66-TAHRÎM SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 68-KALEM SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 69-HÂKKA SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 70-MEARİC SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 71-NÛH SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 72-CİN SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 73-MÜZEMMİL SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 74-MÜDDESİR SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 75-KIYÂME SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 76-İNSAN SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 77-MÜRSELÂT SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 78-NEBE SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 79-NÂZİÂT SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 80-ABESE SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 81-TEKVİR SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 82-İNFİTÂR SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 83-MUTAFFİFİN SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 84-İNŞİKÂK SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 85-BÜRÛC SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 86-TÂRIK SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİR
• 87-A'LÂ SÛREİ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ
• 88-Ğâşiye Sûrei Şerif'i
• 89-Fecr Sûrei Şerif'i
• 90-Beled Sûrei Şerif'i
• 91-Şems Sûrei Şerif'i
• 92-Leyl Sûrei Şerif'i
• 93-Duhâ Sûrei Şerif'i
• 94-İnşirâh Sûrei Şerif'i
• 95-Tîn Sûrei Şerif'i

22.08.2019
Sayfa 2 / 646

• 96-Alâk Sûrei Şerif'i


• 97-Kadir Sûrei Şerif'i
• 98-Beyyine Sûrei Şerif'i
• 99-Âdiyât Sûrei Şerif'i
• 100-Zilzâl Sûrei Şerif'i
• 101-Kâria Sûrei Şerif'i
• 102-Tekâsür Sûrei Şerif'i
• 103-Asr Sûrei Şerif'i
• 104-Fil Sûrei Şerif'i
• 105-Hümeze Sûrei Şerif'i
• 106-Kureyş Sûrei Şerif'i
• 107-Mâûn Sûrei Şerif'i
• 108-Kevser Sûrei Şerif'i
• 109-Kâfirûn Sûrei Şerif'i
• 110-Nasr Sûrei Şerif'i
• 111-Tebbet Sûrei Şerif'i
• 112-İhlâs Sûrei Şerif'i
• 113-Felâk Sûrei Şerif'i
• 114-Nâs Sûrei Şerif'i
• 60. MÜMTEHİNE SURESİ 13 Ayet
• 61._SAFF_SURESİ_14_Ayet
• 62._CUMA_SURESİ_11_Ayet
• 63. MÜNAFİKUN SURESİ 11 Ayet
• 64. TEĞABUN SURESİ 18 Ayet
• 65._TALAK_SURESİ_12_Ayet
• 66. TAHRİM SURESİ 12 Ayet
• 67. MÜLK SURESİ 30 Ayet
• 68._KALEM_SURESİ_52_Ayet
• 69._HAKKA_SURESİ_52_Ayet
• 70. MEARİC SURESİ 44 Ayet
• 71._NUH_SURESİ_28_Ayet
• 72. CİN SURESİ 28 Ayet
• 73. MÜZZEMMİL SURESİ 20 Ayet
• 74. MÜDDESİR SURESİ 56 Ayet
• 75._KIYAME_SURESİ_40_Ayet
• 76. İNSAN SURESİ 31 Ayet
• 77._MÜRSELAT_SURESİ_50_Ayet
• 78._NEBE_SURESİ_40_Ayet
• 79. NAZİAT SURESİ 46 Ayet
• 80._ABESE_SURESİ_42_Ayet
• 81. TEKVİR SURESİ 29 Ayet
• 82. İNFİTAR SURESİ 19 Ayet
• 83. MUTAFFİFİN SURESİ 36 Ayet
• 84. İNŞİKAK SURESİ 25 Ayet
• 85. BURUC SÛRESİ 22 Ayet

22.08.2019
Sayfa 3 / 646

• 86._TARIK_SURESİ_17_Ayet
• 87._ALA_SURESİ_19_Ayet
• 88. ĞAŞİYE SURESİ 26 Ayet
• 89._FECR_SURESİ_30_Ayet
• 90._BELED_SURESİ_20_Ayet
• 91. ŞEMS SURESİ 15 Ayet
• 92._LEYL_SURESİ_21_Ayet
• 93._DUHA_SURESİ_11_Ayet
• 94. İNŞİRAH SURESİ 8 Ayet
• 95. TİN SURESİ 8 Ayet
• 96._ALAK_SURESİ_19_Ayet
• 97._KADR_SURESİ_5_Ayet
• 98. BEYYİNE SURESİ 8 Ayet
• 99. ZİLZAL SURESİ 8 Ayet
• 100. ADİYAT SURESİ 11 Ayet
• 101. KARİA SURESİ 11 Ayet
• 102. TEKASÜR SURESİ 8 Ayet
• 103._ASR_SURESİ_3_Ayet
• 104. HÜMEZE SURESİ 9 Ayet
• 105. FİL SURESİ 5 Ayet
• 106. KUREYŞ SURESİ 4 Ayet
• 107._MAUN_SURESİ_7_Ayet
• 108._KEVSER_SURESİ_3_Ayet
• 109. KAFİRUN SURESİ 6 Ayet
• 110._NASR_SURESİ_3_Ayet
• 111._TEBBET_SURESİ_5_Ayet
• 112. İHLAS SURESİ 4 Ayet
• 113._FELAK_SURESİ_5_Ayet
• 114._NAS_SURESİ_6_Ayet

ABESE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Abdullah bin Ümmü Mektum -r. anh- Kıssası

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme'de Necm sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Kırk iki Âyet-i
kerime, yüz otuz kelime ve beş yüz otuz üç harften müteşekkildir.

Adını Sûre-i şerif'in ilk kelimesinden almıştır. "Sefere" ve "Sâhha" diye de anılır.

Nüzul Sebebi:

22.08.2019
Sayfa 4 / 646

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Kureyş'in ileri


gelenlerinden Ebu Cehil, Utbe bin Rebîa, Ümeyye bin Halef... gibi kimselere büyük bir
gayretle İslâm'ı anlatıyor ve onları dâvet ediyordu. Çünkü onların imana gelmeleri
arzusunda idi, gönlü hep bununla doluydu. Bunlardan bir kimsenin imana gelmesi, çoğu
kimselerin müslüman olması demekti.

Bu sırada gözleri görmeyen Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh- geldi. O
andaki durumu görmediği ve bilmediği için: "Yâ Resulellah! Allah'ın sana
öğrettiklerinden bana da öğret!" dedi, onun başkalarıyla meşgul olduğunu
farkedemediği için, bunu birkaç defa tekrarladı.

Resulullah Aleyhisselâm sözünün kesilmesini, onları bırakıp da onunla meşgul olmayı


hoş karşılamıyordu. Aynı sözü tekrarlayıp durması üzerine sözünün kesilmesinden
hoşlanmadı, bu hoşnutsuzluğundan dolayı mübarek yüzünü buruşturup öbür yana
çevirdi, onunla ilgilenmeyerek konuşmasına devam etti. Yoksa bu, onu hor gördüğünden
dolayı değildi, başka bir zamanda soru sorabilirdi. Abdullah -radiyallahu anh- de bir hata
yaptığından korkarak hüzünlü bir şekilde geri döndü.

Resulullah Aleyhisselâm konuşmasını bitirip kalkacağı sırada vahiy geldi ve Abese sûre-i
şerif'inin ilgili Âyet-i kerime'leri nâzil oldu.

Resulullah Aleyhisselâm Kureyşlileri İslâm'a ısındırmak, dine celbetmek istiyordu. O anda


âmâ ile ilgi kuramadı, fakat niyeti hâlis idi. Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem-inin bu halini hoş görmedi. Onu bizzat kendisi terbiye ettiği için onu doğrulttu.

Rivayete göre, Resulullah Aleyhisselâm ömründe hiçbir zaman Abese sûre-i şerif'inin
indiği esnadaki üzüntüsü kadar üzülmemiştir.

Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in dayısının oğlu ve ilk muhacirlerden olan
Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh- ne zaman yanına gelse, Resulullah
Aleyhisselâm: "Ey Rabb'imin beni kendisi hakkında sitem ettiği kişi! Merhaba, hoş
geldin!" diyerek ona yakınlık gösterir, iltifatta bulunur, ridâsını altına yayar ve ihtiyacını
sorardı.

Hazret-i Bilal -radiyallahu anh- ile Resulullah Aleyhisselâm'a müezzinlik yapmıştır.


Resulullah Aleyhisselâm hemen her gazâya çıkışında, Medine-i münevvere'de kalanlara
namaz kıldırmakla onu vazifelendirirdi.

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i celîle, Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-ın kıssasını
anlatarak başlar.

On yedinci Âyet-i kerime'den yirmi dördüncü Âyet-i kerime'ye kadar, Allah-u Teâlâ'nın
birçok nimetlerle merzuk etmesine rağmen, insanın ne kadar nankör olduğu anlatılmakta,
bu nimetler üzerinde düşünmeyen ve şükretmeyen insanların acıklı âkıbetinden
bahsedilmektedir.

Yirmi dördüncü Âyet-i kerime'den otuz üçüncü Âyet-i kerime'ye kadar, Allah-u Teâlâ'nın
bu kâinattaki kudret ve azametinin delilleri gözler önüne serilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 5 / 646

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise nankörlerin, küfürde, isyan ve tuğyanda ileri gidenlerin
kıyamet gününde karşılaşacakları korkunç sahneler hatırlatılmaktadır.

Abdullah bin Ümmü Mektum -r. anh- Kıssası:

Allah-u Teâlâ lâtif bir şekilde sevgili Peygamber'ini ikaz etmekte, kalp kırıklığını bertaraf
etmek için Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"(Peygamber) yüzünü asıp çevirdi." (Abese: 1)

Onun o anda gelmesinden hoşlanmadı, alnını buruşturdu.

"Kendisine o âmâ geldi diye." (Abese: 2)

Âmânın sözlerini dinlemek istemedi.

"(Resul'üm!) Ne bilirsin, belki o (senden öğrendikleriyle) temizlenecekti." (Abese: 3)

Belki de onun nefsinde tamamen bir arınma meydana gelecekti, kalbi Allah'ın nuru ile
aydınlanacaktı.

"Yahut öğüt alacaktı da, bu öğüt kendisine fayda verecekti." (Abese: 4)

Allah yolundaki seyri kolaylaşacaktı, içindeki şek ve şüphelerden kurtulup sâfi bir imana
kavuşacaktı.

"Kendini sana muhtaç görmeyene gelince, işte sen ona yöneliyorsun." (Abese: 5-6)

Hidayete gelsin, doğru yolu bulsun diye.

"Oysaki sen onun (müslüman olmayıp) temizlenmemesinden sorumlu


değilsin." (Abese: 7)

Senin vazifen sadece tebliğdir, bizim işimiz de hesaba çekmektir. Dileyen iman eder,
dileyen kâfir olur. İslâm'ı kabul etmedikleri takdirde zararı kendilerinedir.

"Fakat sana koşarak gelen yok mu?" (Abese: 8)

Seni tercih ederek, sana itaat ederek sana gelenle ilgilenmiyorsun!

"Ki o, korkar durumdadır." (Abese: 9)

Günahlardan sakınır, haramlardan kaçınır, huzur-u ilâhî'de durmaktan korkar.

"Sen onunla ilgilenmiyorsun." (Abese: 10)

Halbuki asıl iltifat edilmeye lâyık olan odur.

"Hayır! Öyle yapma! Çünkü o (Kur'an) bir öğüttür." (Abese: 11)

Öğüt almayan kimse seni üzmesin.

"Dileyen ondan öğüt alır." (Abese: 12)

22.08.2019
Sayfa 6 / 646

Çünkü yararı da zararı da kendisine âittir. Öğüt alan düşünür, istifade eder, hidayet
yoluna girer, hayatını ona göre tanzim eder, dünya saâdetine ahiret selâmetine erer.
Öğüt almayan sapıklıkta kalır, dünyasını da ahiretini de harap eder.

Cebrâil Aleyhisselâm bu Âyet-i kerime'leri Resulullah Aleyhisselâm'a okuduğunda,


Allah-u Teâlâ'nın hakkında vereceği hükmü bekleyerek, mübarek yüzü kül gibi oldu. 11.
Âyet-i kerime'deki: "Hayır!" beyanını duyunca yüzü açıldı, sevindi.

Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in değerinin büyüklüğünü bildirmek üzere mütebâki Âyet-i
kerime'lerde şöyle buyurmaktadır:

"O, çok şerefli sayfalardadır." (Abese: 13)

Çünkü o beyanlar Allah kelâmıdır. Allah kelâmı ne kadar saygıdeğer ve aziz ise, onun
yazılı bulunduğu sayfalar da o nispette saygıdeğer ve azizdir.

"Yüceltilmiştir." (Abese: 14)

Değeri çok büyük olduğu için müminlerin de gereken en yüksek değeri vermesi ve el
üstünde tutmaları gerekir.

"Tertemiz kılınmıştır." (Abese: 14)

Her türlü eksiklik ve fazlalıktan, Allah kelâmı olmayan sözlerden korunmuştur. İnsanî ve
şeytanî düşünceler aslâ karışmamıştır.

"Kâtip (melek)lerin elleriyle (yazılmıştır)." (Abese: 15)

Mushaflarda yazılı olan Allah kelâmı melekler tarafından ilk önce Levh-i mahfuz'da
nurdan sayfalara nakşedilmiştir.

"Ki o kâtipler kıymetli ve güvenilirdirler." (Abese: 15)

Her türlü iyiliklerle mücehhezdirler, Allah-u Teâlâ'nın emirlerine itaatkârdırlar, hata


yapmaktan korunmuşlardır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

ABESE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Ölümden Sonra Dirilme

22.08.2019
Sayfa 7 / 646

Ölümden Sonra Dirilme:

Allah-u Teâlâ, insan yaratılışının gelişme şeklinde herkesin duyup anlayabileceği en


belirgin noktaları hatırlatarak başlangıcını ve sonunu düşündürmek üzere Âyet-i
kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör!” (Abese: 17)

Bu hitap, inkârcı ve yalanlayıcı insanlar içindir, müminler için değildir. İman nuruyla
münevver, İslâm şerefiyle müşerref olmayan insanlar, Rabb’lerine karşı nankörlük
ederler. Vücudunun başlangıcından son anına kadar nâil olduğu nimetleri unutmak,
nimeti verenden ve O’nun gücünden gafil olmak, hem de hatırlatıldığı halde nazar-ı
itibara almamak, şükredecek yerde nankörlükte ileri gitmek, böyle büyük bir bedduâya
muhatap olmaktadır.

Yaratılışının icaplarını yerine getirmiş olsaydı, elbette şükretmesi gerekirdi.

“Onu yaratan hangi şeyden yarattı?” (Abese: 18)

Ki Rabb’ine karşı büyüklük taslamaktan geri kalmıyor!

“Onu nutfeden yaratıp, merhalelerden geçirerek şekil verdi.” (Abese: 19)

Halbuki yaratıldığı aslî maddesinin kerih bir su olduğunu düşünseydi nankörlük etmezdi.
Aslı bir damla kerih su, üzerindeki maddî ve mânevî bütün nimetler ise sahibine âit.

“Sonra ona tutacağı yolu kolaylaştırdı.” (Abese: 20)

Dünyada insan için her türlü imkânları sağladı. Hayır ve şer yollarını ona gösterdi. İsterse
hayrı seçer, isterse şerre sarılır.

“Sonra onu öldürür ve kabre koyar.” (Abese: 21)

Ölüm de Allah-u Teâlâ’nın pek büyük bir nimetidir. Çünkü müminin hayat-ı ebediyeye
ulaşmasına sebeptir. Kabre koyması da ona itibar göstermesinden ileri gelmektedir.

“Daha sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir.” (Abese: 22)

Kabrinden kaldırır, yeniden hayat verir. Yaratırken ona sormadığı gibi, tekrar diriltirken de
sormayacaktır.

Onu mahşere sevkeder, muhasebesini görür, ameline göre cezasını verir.

Şu kadar var ki; insanlar Yaratan’a, nimetlerle donatana, her ihtiyacını karşılayana karşı
şükür vazifesini lâyıkıyla yerine getirmemektedirler.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Hayır! Doğrusu insan, henüz Allah’ın emrettiğini yapmadı.” (Abese: 23)

Allah-u Teâlâ’ya itaat etmesi gerekirken nankörlük yapmakta, kulluk vazifesini yerine
getirmekte ihmalkâr davranmaktadır.

22.08.2019
Sayfa 8 / 646

Halbuki Allah-u Teâlâ, onu kudretiyle nasıl yarattı, doğuşunu rahmetiyle nasıl
kolaylaştırdı, onun için geçim vasıtaları hazırladı, yaşamasını sağlayan türlü türlü
yiyeceklerini nasıl yarattı?

“İnsan, yediklerine bir baksın!” (Abese: 24)

Gerekli şartları hazırlamamış olsaydı, insanoğlu yiyeceğini elde edebilir miydi?

O gıdaların yaratılışında ne ince sanatlar var! Her bir zerresi Allah-u Teâlâ’nın azametine
ve ulûhiyetine delâlet etmektedir.

“Doğrusu biz suyu bol bol indirdik.” (Abese: 25)

Suyu yaratıp o yağmurları gökyüzünden yağdıran Allah’tır. Kurumuş toprağı bitki ve


sebzelerle canlandırır.

“Sonra toprağı iyice yardık.” (Abese: 26)

O kupkuru yeryüzü, yağmurların inmesiyle harekete geçer, sonra çatlayıp bitkiler


çıkarmaya başlar. İnsanın yaptığı sadece tohumu toprağa atmaktır. O tohumlardan çeşit
çeşit bitkileri ve meyveleri çıkaran O’dur. Bu ise apaçık bir mucizedir.

“Orada taneler (hububat) bitirdik.” (Abese: 27)

Kara topraktan buğday, arpa, pirinç... gibi tahılları bitiren O’dur.

Toprak aynı toprak, fakat taneler ve tohumlar çeşit çeşit. Su aynı su, fakat sebze ve
meyvelerin tatları değişik değişik.

Tohum ve buna benzer taneler, sert kabuklarından baş taraflarını yararak çıkarlar ve bu
sayede kendilerini kuşlardan korurlar.

“Üzümler ve yoncalar.” (Abese: 28)

Yazın yaşı, kışın kurusu yenilen üzüm de; kolay ve çabuk yetişen hayvan yemi yonca da
ilâhî kudretin tezahürlerindendir.

“Zeytinler ve hurmalar.” (Abese: 29)

Gerek zeytin ve gerekse hurma en faydalı gıdalardır. İkisinden de türlü türlü şekillerde
faydalanılır. İnsanlar asırlardır bütün şekillerinden istifade etmektedirler.

“İri ve sık ağaçlı bahçeler.” (Abese: 30)

Dalları birbirine girmiş büyük ve iri ağaçlar ihtişamlı görünümleriyle kâinatın vitrininde Ulu
Yaratıcı’nın kudretini sergilemektedirler. Bağlar bostanlar âdeta cennet-i âlâ’yı
hatırlatmaktadırlar.

“Meyveler ve çayırlar.” (Abese: 31)

Yüzlerce çeşidi olan yaş ve kuru meyveler, bir kelime ile beşeriyete takdim ediliyor.
İnsanların yemeyip hayvanların beslendiği otlaklar, meralar, her türlü bitkiler zihinlerde
canlanıyor.

“Kendinize ve hayvanlarınıza rızık olması için.” (Abese: 32)

22.08.2019
Sayfa 9 / 646

Zira sayılan bazı nimetler insanlar için yiyecek, bazıları da hayvanlar için yemdir. Sadece
insanlar değil, hayvanlar da bu gıdalarla beslenirler ve insanlar bu hayvanlardan
yararlanırlar.

Allah-u Teâlâ yeryüzünü içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış,


istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanılmak üzere
verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimettirler.

Yaratıcı, nimetlerle donatıcı yalnız O’dur.

Korkunç Gürültü:

Kıyametin kopması anında kulakların zarını parçalatacak kadar müthiş bir ses ortalığı
çınlatacak, herkes kendi derdine düşecek.

“Çarpınca kulakları sağır eden o gürültü geldiği zaman!” (Abese: 33)

Dünya hayatının sonu işte budur.

Allah-u Teâlâ’nın müminlerle kâfirlerin arasında hükmünü vereceği o çok zor günde
herkes kendi nefsini düşünür, kendi derdiyle uğraşır, meşgalesi başından aşar, kendisine
bir zarar dokunmasın diye, tanıdığı bir kimseyi görmekten sıkıldığı kadar hiçbir şeyden
sıkılmaz. Çünkü yaptığı bir haksızlık sebebiyle kendi evlât ve iyâlinin bile peşine
düşeceklerinden kaçınır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde isyânkârların o gündeki hallerinin ne kadar feci


olacağını haber vermektedir:

“Kişi o gün kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından


kaçar.” (Abese: 34-35-36)

Çünkü karşılaştığı dehşet ve gürültü çok büyüktür. Allah için sevenlerin dışında, kişilerin
yakınlarına olan derûnî ilgileri bütünüyle kopar. Korkunç dehşet, başta nesep bağı olmak
üzere bütün bağlılıkları kesip atar. Başlarına gelecek azaptan kendilerini kurtarabilmek
için bütün güçleriyle sevdiklerinden kaçmaya çalışırlar, birbirini görmek istemezler. Fakat
ne fayda!

En sıcak dostlar, en şefkatli yakınlar bile birbirinden nefret ederler, aralarındaki bütün
bağlar kopar. Yakınlarının ne kötü durumda olduklarını gördükleri hâlde birbirlerinin
hallerini soracak durumda bulunamazlar. Herkes kendi derdine düşer, başının çaresiyle
başbaşa kalır. Kendilerini her şeyden alıkoyan bir şeyle meşgul olurlar.

Günahkâr ve isyankârların bütün bu meşakkatleri henüz hesap görülmeden ve azaba


uğramadan olacaktır.

“O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır.” (Abese: 37)

Kıyamet günü hiç kimse bir başkasının durumuyla ilgilenme fırsat ve imkânı
bulamayacak, herkesin derdi başından aşkın olacaktır. Zihinler acı düşüncelerle ve
tasalarla doludur.

22.08.2019
Sayfa 10 / 646

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir defasında: “Yâ Resulellah! Ahirette çıplak
mı haşredileceğiz?” diye sormuştu. Resulullah Aleyhisselâm: “Evet!” diye cevap
verince: “Çıplak olmaktan dolayı vah başımıza gelenlere!” diye üzüntüsünü dile getirdi.

Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm bu Âyet-i kerime’yi okumuştur.

İki Zıt Zümre,


Bahtiyarlar ve Bedbahtlar:

O zor günde insanlar iki grup olurlar:

“O gün birtakım yüzler vardır parıl parıldır” (Abese: 38)

Bunlar dünyada iken nurlanmış kimselerdir. Gönüllerindeki huzur ve mutluluk yüzlerinden


okunmaktadır.

“Gülmekte ve sevinmektedirler.” (Abese: 39)

Çünkü hesaptan kurtulmuşlardır. Allah-u Teâlâ’nın engin ikramlarını gördükleri için sevinç
içindedirler. Niyetleri, samimiyetleri ve ciddiyetleri olanca güzelliğiyle ortaya çıkmıştır.
Gülmeye de sevinmeye de hak kazanmışlardır.

Bunlar bahtiyarların yüzleridir. Bedbahtlara gelince;

“O gün birtakım yüzler vardır, üzerini toz kaplamış, karanlıklar örtmüştür.” (Abese:
40-41)

Yüzlerde bu şekilde toz ile karanın bir araya gelmesi, korku ve zilletin en korkutucu ve
ürkütücü bir şekilde ortaya çıkışıdır.

Artık onlar, lâyık oldukları vahim âkıbetleri kendileri düşünsünler.

“İşte kâfirler, fâcirler bunlardır.” (Abese: 42)

Onlar hem küfürde kalarak, hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir arada
toplamışlardır. İşte bütün kâfirlerin ve fâcirlerin âkıbeti budur! Varacakları yeri
öğrenmişler, gidecekleri yer belli olmuştur. Cehennemde sürekli ve ebedî olarak
kalacaklardır. Çünkü bunların niyetleri, yaşadıkları sürece devamlı olarak küfürde ve
isyanda ısrar etmekti. Bu bakımdan azaplarının ebedî olmasıyla cezalandırıldılar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Âdiyât Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

22.08.2019
Sayfa 11 / 646

Mekke-i mükerreme döneminde Âsır sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. On bir Âyet-i
kerime, yirmi sekiz kelime ve yüz yirmi harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Nefes nefese koşan atlar" mânâsına


gelen "Âdiyât" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle Allah yolunda cihad edenlerin soluk soluğa koşan atlarına
yemin ederek başlar.

İlk beş Âyet-i kerime'de kıyameti hatırlatan bir harp sahnesi gözler önüne serilmekte;
kıvılcımlar saçan, sabahın ilk saatlerinde baskınlar yapan, orada tozu dumana katan,
düşman birliklerini çepeçevre kuşatıp onlara cepheden saldıranlar üzerine yemin edilerek
şanlı mücahitlerin Allah katındaki faziletleri belirtilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, insanoğlunun umumiyetle nankör ve menfaat düşkünü


olduğu, bu durumunun ileride kendilerine çok büyük zararlar getireceği, gün gelip
yaptıklarının hesabını vermek üzere ilâhî huzura çıkacakları beyan edilmektedir.

Cihadın Ruhu:

Allah-u Teâlâ inananları Allah yolunda cihada, kahramanlığa ve fedakârlığa teşvik ederek
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:

"Andolsun o koştukça koşanlara!" (Âdiyât: 1)

İ'lây-ı kelimetullah için, üstlerinde mücahitler olduğu halde, nefes nefese, soluk soluğa,
boyunlarını uzatarak koşan atlara!

"Andosun kıvılcımlar saçanlara!" (Âdiyât: 2)

Allah yolunda cihad eden gazilerin, nalları taşlara çarparak kıvılcımlar çıkaran atlarına!

"Andolsun sabahleyin akına çıkanlara!" (Âdiyât: 3)

Sabah erken saatlerde düşman üzerine baskın yapan akıncı mücahitlere!

"Andolsun orada tozu dumana katanlara!" (Âdiyât: 4)

Ortalığı toz-dumana katarak düşmana korku ve dehşet veren yiğit süvarilere!

"Andolsun o toz duman içinde bir topluluğun ortasına dalanlara!" (Âdiyât: 5)

Her an baskın yapmak için fırsat kollayan din düşmanlarının tertip ve düzenlerini bozmak,
saflarını darmadağın etmek için kendilerini bir anda düşman topluluklarının ortasında
bulanlara!

Bu müjde sadece Asr-ı saâdet'e münhasır olmayıp şümulü kıyamete kadar devam eder.
Bilhassa fitne ve fesadın ayyuka çıktığı âhir zamanda gelecek olan mücahitlere de
şâmildir.

22.08.2019
Sayfa 12 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Âdiyât Sûre-i Şerif'i (2)

Nankör İnsan:

Bir damla kerih sudan yaratıldığı halde Yaratan'a hasım kesilen, nâmütenâhi nimetlerle
donatıldığı halde şükretmeyip nankörlük eden, Allah'a inanmayan, olanca kibriyle
öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kimseler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde
şöyle buyurur:

"Gerçekten insan Rabb'ine karşı çok nankördür" (Âdiyât: 6)

O kadar ilâhî nimetlere nâil olduğu halde hiçbirisinin şükrünü yerine getirmez. Mazhar
olduğu bolca iyilikleri hiç hesaba katmaz. Rabb'ini unutur da, kulluk vazifelerini yapmaz.
Maruz kaldığı musibetleri ve zorlukları sık sık dile getirerek itiraz eder durur.

"Ve kendisi de buna şâhittir." (Âdiyât: 7)

Rabb'ine karşı çok nankör olduğuna insanın kendisi de şâhittir, başka bir delile ihtiyaç
yoktur, çünkü yaptıkları ayan-beyan ortadadır. Bu durumu kendi vicdanı da kabul eder ve
dile getirir.

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Müşrikler kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şâhitlik ederken..." (Tevbe: 17)

Dünya hayatında bu itirafı yaptıkları gibi, ahirette de kendi aleyhlerine şâhitlik yapacaklar,
günahlarını itiraf edeceklerdir.

Mala Aşırı Düşkünlük:

İnsan dünyanın geçici geçimliğinden ibaret olan mala muhabbetinden dolayı son derece
cimri ve haristir.

"Doğrusu o, mal sevgisine aşırı derecede düşkündür." (Âdiyât: 8)

Mala olan aşırı muhabbeti insanı öyle bir dereceye getirir ki; yanında bir vâdi dolusu altın
olsa ikincisini ister, iki vâdi dolusu altını olsa üçüncüsünü ister. Malının hakkını vermez,
hayra harcamaz, haristir, Allah yolunda infak etmez, malın şükrü olan ibadet ve taatı da
unutur. Dünya hayatının fânî nimetlerini, ahiretin baki nimetlerine tercih eder.

"O bilmez mi ki kabirlerde olanların diriltilip dışarı atılacağı zamanı?" (Âdiyât: 9)

22.08.2019
Sayfa 13 / 646

Kabirlerin açılacağı o gün için hazırlık yapmaz. Halbuki kabirden kalktığı vakit
karşılaşacağı mihnetlere karşı çareler aramak, mala muhabbetten daha evlâdır.

Bir kadın bile hamile olduğu zaman çocuğuna giyecek hazırlar. Ona: "Senin çocuğun yok
ki, bu hazırlık da ne oluyor?" denilecek olursa ne cevap verir?

"Kalplerde olanların da ortaya konulacağı zamanı (bilmez mi ki)?" (Âdiyât: 10)

Gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler, maksatlar bütünüyle ortaya serildiği vakit,
insanlar dünyada neler yaptıklarını anlayacaklardır.

Çünkü:

"Şüphesiz ki Rabb'leri o gün onların her şeyinden haberdardır." (Âdiyât: 11)

Hiçbir şey O'nun ilminin dışına çıkamaz, O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Ezelî ve ebedî
ilmi ile her şeyin içyüzünü bilir. En gizli halleri bilmek O'na mahsustur. Zâhirî ve bâtınî,
büyük ve küçük hiçbir hadise, hiçbir haber hiçbir zaman O'ndan gizli kalamaz. İyilik
yapanları mükâfatlandırır, kötülük yapanları cezalandırır.

Bu beyan, insanların uyanması için ilâhî bir tehdittir. Ahiret âleminde hesap ve azaptan
kurtulup mükâfâta erebilmek için, elde fırsat dilde ruhsat varken ibadet ve taata
yönelmeye azmetmeleri gerekmektedir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

A'LÂ SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminin ortalarında, müşriklerin inananlara işkence yapmaya


başlamaları üzerine nâzil olmuştur. On dokuz Âyet-i kerime, yetmiş iki kelime ve iki yüz
doksan bir harften müteşekkildir.

Adını ilk Âyet-i kerime’de geçen “A’lâ” kelimesinden alır. “Sebbih” diye başlayan ilk
kelimesinden dolayı “Sebbih sûresi” diye de anılır.

Resulullah Aleyhisselâm A’lâ sûre-i şerif’ini çok severdi. Vitir, Bayram ve Cuma
namazlarında ve hatta son olarak kıldırdığı akşam namazının ilk rekâtında onu
okumuştur.

Muhtevâsı:

22.08.2019
Sayfa 14 / 646

Bu mübârek Sûre-i celîle, Allah-u Teâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih ederek başlar.

Altıncı Âyet-i kerime’ye kadar Allah-u Teâlâ’nın yüceliği ve azameti misal verilerek beyan
edilmektedir.

Dokuzuncu Âyet-i kerime’ye kadar Resulullah Aleyhisselâm’ın kendisine vahyedilen


Âyet-i kerime’leri bir daha unutmaması, ezberleyip hafızasına aldığı bildirilmektedir.

On dördüncü Âyet-i kerime’ye kadar öğüt vermenin önemi, ancak Allah’tan korkanların
öğüt alacakları, bedbaht olanların kaçınacakları haber verilmektedir.

On sekizinci Âyet-i kerime’ye kadar günahlardan kaçınarak nefsini temizleyen, Rabb’inin


adını anıp O’na kulluk eden kimsenin kurtuluşa ereceği, insanoğlunun dünyayı tercih
ettiği, fakat ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğu açıklanmaktadır.

Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise; bu temel esasların daha önce indirilen mukaddes
sayfalarda ve kitaplarda da yer aldığı belirtilmektedir.

Tesbih ve Tenzih:

Allah-u Teâlâ müminlere Zât-ı akdes’ini tesbih etmelerini sarîh olarak emir buyurmaktadır:

“O çok yüce Rabb’inin ismini tesbih et!” (A’lâ: 1)

O’nu noksanlıklardan ve yaratıklara benzemek, ortak edinmek gibi kendisine lâyık


olmayan sıfatlardan uzak tut.

Allah-u Teâlâ’yı tesbih ve tenzih etmek, müslümanın dünya saâdetini ahiret selâmetini
elde etmesinin en güzel vesilesidir.

Allah-u Teâlâ’yı tesbih edip şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O’nu kemâl ve
cemâl sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı
zemimelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.

Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ’yı tesbih ve tenzih etmek
günahların bağışlanmasına vesiledir. İnsan bu sayede ruhen inşirah bulur, içi nurlanır,
ilâhî lütuflara ve mânevî yardımlara mazhar olur.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime nâzil olunca
secdelerde: “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ” denilmesini, Vâkıa sûre-i şerif’inin son Âyet-i
kerime’si nâzil olunca da rükûda: “Sübhâne Rabbiye’l-azîm”denilmesini emir
buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ve askerleri (sefer sırasında) tepeleri


tırmandıkça Tekbir getirirler, inişe geçince de Tesbih’te bulunurlardı.

Namaz dahi buna göre vâzedildi.” (Ahmed bin Hanbel)

Yamaçlarda “Allah-u Ekber“ diye tekbir getirirler, inişlerde “Sübhânellah“ diye tesbihte
bulunurlardı.

22.08.2019
Sayfa 15 / 646

Rivâyet ayrıca namazdaki tekbir ve tesbihlerin de buna benzetilerek namazda yer aldığını
belirtmektedir. Yani rükû ve secde hallerinde tesbih, rükû ve secdeden doğrulurken tekbir
getirilmektedir.

Kaza ve Kader:

Kaza ve kadere inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, fayda ve zarar,
kazanç ve ziyanların hepsinin; Allah-u Teâlâ’nın takdiriyle, tertibiyle, dilemesi ve
yaratması ile meydana geldiğine inanmak demektir.

“O Rabb ki, yaratıp düzene koymuştur.” (A’lâ: 2)

Her şeyi yaratmış ve onların yaratılışlarını bir düzen içinde yapmıştır. Kişilerin şekil ve
şemâlini, güzellik ve çirkinliğini, mutluluk ve bedbahtlığını, hidayet ve sapıklığını, rızkını,
ecelini ve diğer hususları ilim ve iradesiyle belli bir ölçü içinde düzenlemiştir.

“Her şeyi takdir edip (plânlayıp) doğru yolu göstermiştir.” (A’lâ: 3)

Kader ve takdir; bir şeyi belirli bir ölçüye göre yapmak, plânlamak, tayin etmek demektir.
Sınırlama, ölçü, miktar, emir ve hüküm mânâlarına da gelir.

İslâm dini’ne göre; Allah-u Teâlâ’nın ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak
şeylerin yerini ve zamanını, en ince teferruatına varıncaya kadar her şeyi ezelî ilmi ile
bilip takdir etmesine kader denir. Ezelde irade ve takdir buyurduğu şeyleri, zamanı
gelince Levh-i mahfuz’da yazıldığı şekilde meydana getirmesine de kaza denir.

Bunun delili yine Âyet-i kerime’lerde beyan edilmektedir:

“O Rabb’in ki, topraktan yeşillikleri çıkarmıştır.” (A’lâ: 4)

Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Allah-u Teâlâ’dır. İnsanların bu hususta
hiçbir kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiçbir
şey yapmamışlardır.

“Sonra da onu kupkuru siyah bir çöpe çevirmiştir.” (A’lâ: 5)

İşte gerçeklere kulak tıkayan kişiler de böyle çerçöp olup gideceklerdir. İşte dünyanın da
hâli budur. Başlangıçta ne kadar güzel de olsa, nihayetinde serap olacaktır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

A'LÂ SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2

22.08.2019
Sayfa 16 / 646

Ümmî Peygamber:

Resulullah Aleyhisselâm kırk yaşına ulaştığı yılda, Ramazan ayının Kadir gecesi'nde,
sabah olurken ilk defa Kur'an-ı kerim vahyedilmeye başlanmıştır. Peygamberlik müddeti
süresince zaman zaman ve çeşitli vesilerle, âyet âyet, sûre sûre nâzil olmuş ve yirmi üç
senede tamamlanmıştır.

Resulullah Aleyhisselâm gelen vahyi etrafında bulunan "Vahiy Katipleri"ne yazdırır, her
Âyet-i kerime'nin hangi sureye yazılacağını işaret buyururdu. Daha sonra tashih etmek
üzere okutur, sonra bu vahiyleri erkeklere ve kadınlara ayrı ayrı okurdu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine gelen vahyi hemen


ezberlemiş olur ve aslâ unutmazdı.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Resul'üm! Seni okutacağız da hiç unutmayacaksın!" buyurmuştur. (A'lâ: 6)

Bu beyân-ı ilâhî Resulullah Aleyhisselâm hakkında bir mucize numunesidir. Çünkü o,


hiçbir şey okumuş ve yazmış değildi. Onun kitapla, okuma yazma ile, geçmişlerin tarihini
dinlemekle meşgul olmadığı herkesce bilinmektedir.

Zira o, okumak ve yazmak için değil; okutmak ve yazdırmak için gönderilmişti. Verdiği
haberlerin, öğrettiği hakikatlerin menbaı tamamen İlâhi'dir. O menbâdan sulanan bir
şuurda dünyevî tahsil aramak, böyle bir kaynağın mevcudiyetini inkâr etmek demektir.

Okuyup yazmak için bir muallimden öğrenmek lâzımdır. O öyle bir Zât-ı âlî'dir ki, onun
böyle bir kimseye minnettarlığı, beşeri bir ilim kaynağına ihtiyacı yoktur. Muallimi ve
mürebbisi bizzat Allah-u Teâlâ'dır.

Ümmî sıfatı onun mucizesidir. Hiçbir kitap okumadığı, aslâ hiç kimseden tek harf
öğrenmediği, yazı da yazmadığı halde; geçmişin ve geleceğin ilimlerini özünde
toplamıştı. Kendisinden evvel gelip geçen peygamberlerin hallerini, kıssalarını,
mucizelerini gerçeğe uygun olarak olduğu gibi haber vermişti. Kur'an-ı kerim'i ezberinde
tutuyordu.

"Ancak Allah'ın dilediği müstesnâ." (A'lâ: 7)

Allah-u Teâlâ dilerse onu unutturabilir. Bu durum O'nun ezelî ve sınırsız iradesine
bağlıdır.

"Şüphesiz ki O, açığı da bilir, gizliyi de bilir." (A'lâ: 7)

Ezelî ve ebedî ilmi ile, zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük ve büyük, gizli ve âşikâr,
olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur. Hiçbir şey sonsuz ve sınırsız ilminden
gizlenemez. O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

"Seni en kolaya muvaffak kılacağız." (A'lâ: 8)

Her hususta en kolay yola erdireceğiz.

22.08.2019
Sayfa 17 / 646

Din Nasihattır:

Allah-u Teâlâ beşeriyeti irşad için en güzel metodlarla dâvet vazifesinin yerine
getirilmesini emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Faydalı olacaksa öğüt ver!" (A'lâ: 9)

Hidayete ermeleri için insanlara teşvikte bulun, kalplerinin içlerine ulaşacak şekilde etkili
sözlerle onlara nasihat et. Din nasihatla kâim olduğu için, az bile olsa muhakkak ki
faydası olur.

"Allah'tan korkan öğüt alacaktır." (A'lâ: 10)

Kalbinde Allah korkusu bulunan kimseler istifade ederler, bu sayede ahiret için gereken
hazırlığı yaparlar, ecel gelince de Allah-u Teâlâ'nın huzuruna takvâ ile varmaya çalışırlar.

"Bedbaht olan ise ondan kaçınacaktır." (A'lâ: 11)

Onların hidayete ermesi, hakikati bulması düşünülemez. Çünkü onlar ne işitirler ne de


anlarlar, hiçbir ikaza aldırış etmezler. Onları zorla inandırmakla yükümlü olmadığın gibi,
İslâm'ı din olarak seçmemelerinin sebebi de senden sorulmayacaktır. İman ederlerse
menfaati, etmezlerse zararı ve sorumluluğu onlara âittir.

Kelâmullah'ı dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası


dokunmaz. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hidayete erdiremez.
Bütün kalpler Allah-u Teâlâ'nın kudret elindedir, dilediğine hidayet eder.

"O kimse en büyük ateşe girer." (A'lâ: 12)

Dünya ateşleri her ne kadar çok ve büyük de olsalar, cehennem ateşine nispetle pek
küçük kalırlar. Onun sıcaklığı hiçbir şeyin sıcaklığına benzemez.

"O ateşin içinde ne ölür ne de yaşar." (A'lâ: 13)

Cehennem azaplarından birisi de ölüm azabıdır.

Ölmez ki, ölümle dünya azâbından kurtulduğu gibi kurtulsun, azabı son bulsun. O kadar
azâbın içinde hayat bulması da imkânsızdır. Böylesine bir hayatın içinde
yaşayanlara "Yaşıyorlar" denilemez.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de:

"Ölüm her yandan geldiği halde ölemez." buyuruluyor. (İbrahim: 17)

Ölüm sebepleri her taraftan kendisini kuşatır. Kıl ucuna varıncaya kadar bütün bedeni ve
organları acı duyar, fakat ölemez. Çünkü azabını çekecek ve tamamlayacaktır. Ölüp de
azaplardan kurtulamayacaktır.

Bu cezâ ölene kadar imansız yaşayan, Allah'a peygamber'e isyan eden, şirk ve küfür
üzere olan kimseler içindir.

Dünya İle Ahiret Arasında Tercih:

22.08.2019
Sayfa 18 / 646

Kendisine yapılan hatırlatmalardan ders ve öğüt olarak şirk ve küfürden, isyan ve


günahlardan temizlenen, kalbi ve diliyle Rabb'ini zikredip beş vakit namazını kılan kimse
sapıklıktan kurtulmuş, umduğuna ermiş olur.

"Temizlenen ve Rabb'inin adını anıp namaz kılan kurtulmuştur." (A'lâ: 14-15)

İmanı sayesinde küfür murdarlığından kurtulmuş, zikrullahla kalbini mâsivâ kirlerinden


arındırıp nurlandırmış, feyizli ibadetlerle Rabb'ine yaklaşmış, böylece dünya saâdetine ve
ahiret selâmetine kavuşmuş olanlara ne mutlu!

Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar ise büyük bir belâya ve huzursuzluğa
uğramışlardır.

"Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz." (A'lâ: 16)

Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve
oyalanmadan başka bir şey değildir.

"Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir." (A'lâ: 17)

Çünkü ahiret hayatı ebedîdir. Akıllı insan ebedî olanı geçici olana tercih etmez.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri bu Âyet-i kerime'yi okuyarak şöyle
buyurmuştur:

"Dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercih etmemizin sebebini bilir misiniz?
Dünya hazır önümüzde duruyor. Yiyecekleri, içecekleri, kadınları, zevk ve
güzellikleri ile hemen takdim edilip bize veriliyor. Ahiret ise önümüzde gözle
görülür durumda hazır bulunmuyor. O bakımdan biz peşin olanı aldık, sonra
verilecek olanı bırakıverdik."

Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münâfığın nifakındaki, âsinin


mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya
lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş,
basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ'ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret
yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)

Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması


gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.

Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nâil olabilirler,
yaşadıkları müddetçe bu imkânlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir
faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.

Suhuf:

İlk gelen ilâhî kitaplar, küçük toplulukların ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde
sahifelerden ibaret idi.

22.08.2019
Sayfa 19 / 646

Âdem Aleyhisselâm'a on sayfa, Şit Aleyhisselâm'a elli sayfa, İdris Aleyhisselâm'a otuz
sayfa, İbrahim Aleyhisselâm'a on sayfa indirilmişti. Bugün bu sayfalardan hiçbiri mevcut
değildir.

Suhuf adı verilen bu kitaplardaki bilgiler daha tafsilâtlı bir şekilde Kitab-ı kerim'imizde
bizlere anlatılmıştır.

"Doğrusu bu hükümler ilk sahifelerde, İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde de


vardır." (A'lâ: 18-19)

Âdem Aleyhisselâm'a verilen kitap, bazı hak kelimelerden ibaretti. İbrahim Aleyhisselâm'a
verilen kitap da bazı kelimelerden ibaretti. Âyet-i kerime'lerde beyan buyurulduğuna göre,
Musa Aleyhisselâm'ın kitabı da sayfalardan ibaretti. Muhammed Aleyhisselâm'ın kitabına
gelince, o hepsine hakim olan bir kitaptır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Alâk Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. On dokuz Âyet-i kerime, doksan iki
kelime ve iki yüz seksen harften müteşekkildir.

İkinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Kan pıhtısı" mânâsına gelen "Alâk" kelimesi bu Sûre-i
şerif'e isim olmuştur. "Oku!" mânâsına gelen "İkra'" kelimesin-den dolayı "İkra'
sûresi" diye de anılır.

Bu Sûre-i şerif'in ilk beş Âyet-i kerime'si Kur'an-ı kerim'in ilk inen Âyet-i kerime'leridir.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de Allah-u Teâlâ'nın insan üzerindeki kudretinin tezahürleri


açıklanmakta, Resulullah Aleyhisselâm'a ilk emr-i şerif'inin "Oku!" olduğu belirtilmekte;
inananlara imanlarından dolayı baskı yapan azgınların yaptıklarının yanlarına kâr
kalmayacağı haber verilmektedir.

İlk beş Âyet-i kerime'de Resulullah Aleyhisselâm'a gelen ilâhî vahyin başlangıcı mevzu
edilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 20 / 646

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; insanoğlunun biraz mal ve makam elde edince
Yaratan'ına muhtaç olmadığı zannına kapılarak taşkınlık yaptığı, azgınlıkta ileri giderek
müminleri Allah yolundan alıkoymaya çalıştığı, fakat er veya geç bu yaptığının cezâsız
kalmayacağı, müminlerin ise onların tehditlerine aldırmamalarının gerektiği beyan
edilmektedir.

İlk Vahiy:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kırk yaşına ulaştığı zaman, ilk
peygamberlik başlangıcı sâdık rüyâlar görmekle olmuştur.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e vahiy olarak ilk başlayan şey, uykuda
gördüğü sâdık rüyâlar idi." (Müslim: 160)

Sâdık rüyâ, içerisine şeytanın iğvası karışmayan doğru rüyâdır.

Her rüyâyı sanki gün ışığında görüyormuş gibi görüyor, kendisine bazı talimat veya
bilgiler veriliyordu.

Bu rüyâlar vahyin başlangıcı olup, Muhammed Aleyhisselâm'ı uyanıklık hâlinde görülecek


şeylere ve gelecek olan vahye hazırlıyordu. Nitekim daha sonraları sâdık rüyâyı, vahyin
kırk altıda bir parçası olarak vasıflandırmışlardır.

Gün gibi ortaya çıkan bu rüyâları peygamberliğin-den altı ay önce görmeye başlamıştı.
Hikmet-i İlâhî bu altı aylık süre, yirmi üç yıl süren peygamberliğinin kırk altıda biri olmuş
oluyor. Peygamberlerin rüyâsı vahiydir.

Daha sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Bu ise yalnız kaldığı zaman kalbi her türlü
dünyevî kayıtlardan uzak kalacağı içindir. Bazı zamanlar evlerden uzaklaşır, Mekke'nin
dağ aralarında vâdilerin içlerine doğru dalar giderdi. Onun bu hâlini gören
Kureyşliler: "Muhammed Rabb'ine âşık oldu." diyorlardı.

Nihayet Allah-u Teâlâ'nın Muhammed Aleyhisselâm'ı peygamber olarak göndereceği gün


gelmiş bulunuyordu. 610 yılının Ramazan ayında daha önce olduğu gibi yine, Mekke-i
mükerreme ile Mina arasında bulunan Hira'daki mağarada inzivaya çekilmişti. Kadir
gecesinde ve gece yarısından sonra idi. Ridâsına bürünüp murakabaya dalmış olduğu bir
sırada kendisine birden bire ilk açık ve bâriz vahiy geldi.

Vahiy meleği Cebrâil Aleyhisselâm görünerek: "Oku!" dedi. Resulullah Aleyhisselâm


okuma bilmediği için:

"Ben okumayı bilmem!" diye cevap verdi.

Çünkü o gerçekten ümmî idi. Bunun üzerine melek onu tutup, takatı kesilinceye kadar
sıktı ve bıraktı. Sonra yine: "Oku!" dedi, Resulullah Aleyhisselâm aynı cevabı verdi:

"Ben okumayı bilmem!" buyurdu. Melek yine kolları arasına alıp baştan ayağa takati
kesilinceye kadar sıktı ve: "Oku!" dedi. Aynı şekilde:

22.08.2019
Sayfa 21 / 646

"Ben okumayı bilmem!" diye cevap verince yine tuttu, her defasındakinden daha
kuvvetli sıktıktan sonra bıraktı ve şu meâldeki Âyet-i kerime'leri okudu:

"Yaratan Rabb'inin adıyla oku! O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb'in
nihayetsiz kerem sahibidir. O ki, kalemle (yazı yazmayı) öğretti, insana bilmediğini
O öğretti." (Alâk: 1-5)

Resulullah Aleyhisselâm da vahyolunan bu Âyet-i kerime'leri tekrarladı ve kalbine


nakşolunduğunu hissetti. Cebrâil Aleyhisselâm o sırada gözden kayboluverdi. İlk vahiy bu
suretle başlamış oldu. (Buhârî - Müslim)

Bu emir ilk inmesinde Resulullah Aleyhisselâm'ı okumazken okur yapmış, ilk


vazifesinin "Allah-u Teâlâ'yı tanıtmak ve O'nun ism-i şerif'iyle okumaya
başlamak" olduğunu belirtmiş, onu henüz tebliğ ile vazifelendirmemişti.

İslâm'ın İlk Emri; "Oku!"

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ilk ilâhî hitap şöyle gelmiştir:

"Yaratan Rabb'inin adıyla oku!" (Alâk: 1)

Sana vahyedilenleri O'nun yüce adıyla, Allah ismi ile başlayarak oku! Daha önce okuma-
yazma bilmediğin için, okumanın imkânsız olduğunu düşünme! Sana da bilmediğini
bildirir.

Resulullah Aleyhisselâm ümmî idi. Eğer okuma-yazma bilmiş olsaydı, müşrikler kuşku
duyarlardı, bu ilâhî bilgilerin kendisine âit olduğunu iddiâ ederlerdi.

"O, insanı kan pıhtısından yarattı." (Alâk: 2)

Nutfe kendi vasıfları ile birlikte bir kan pıhtısı hâlinde bulunur. Bu ise, nutfenin tekâmül
ettikten sonraki merhalesidir. Allah-u Teâlâ pıhtılaşmış kanı zikrederek, insanın ilk hâliyle
son durumu arasındaki açık farkı göstermektedir. Kan pıhtısından mükemmel bir insan
vücuda getirdi.

"Oku! Rabb'in nihayetsiz kerem sahibidir." (Alâk: 3)

Bu Âyet-i kerime'nin ikinci defa tekrar edilmesi okumanın önemine işaret etmektedir.
Öğrenme, insanı mükerrem kılan özelliklerden birisidir.

Her kerem sahibinden daha çok kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ'nın adıyla ve O'ndan
yardım dileyerek kâinatın sırlarını okuyanlar, şüphesiz ki hiç kimsenin elde edemeyeceği
bir ilme sahip olurlar.

"O ki, kalemle (yazı yazmayı) öğretti." (Alâk: 4)

Allah-u Teâlâ kalemle öğrettiği gibi, öğrettiğini okumaksızın vasıtasız da öğretir. Bu da


O'nun kudretinin tezahürlerindendir. O öğretmeseydi insanoğlu kalem de bilmezdi yazı da
bilmezdi. Her iş O'nun adıyla ve ve O'nun adına yapılır, O'nun adıyla neticelenir.

"İnsana bilmediğini O öğretti." (Alâk: 5)

22.08.2019
Sayfa 22 / 646

Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki, bu hakikatler ve bu esrâr ancak Allah-u Teâlâ'nın


öğretmesi ve göstermesi ile bilinir, O'nun duyurması ile kaimdir. Hem bildirir, hem
gösterir. İlmin kaynağı O'dur, kesbî olarak öğreten de O'dur, vehbî olarak öğreten de
O'dur. İnsanları cehâletin karanlığından ilmin aydınlığına çıkaran O'dur.

Bir insanın bütün kalbi gerçekten ihlâsla, kalb-i selim ile Allah-u Teâlâ'ya yöneldiği
zaman, O dilerse birçok esrârını ona duyurur.

Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ'dır, bu hususi bir beraberliğin ifadesidir.
Sevdiği ve seçtiği bu kullarına dilediği şekilde tecellî eder.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Alâk Sûre-i Şerif'i (2)

Ebu Cehil ve Ateşten Hendek:

Mekke döneminde iken müşriklerin şiddetli düşmanlıklarına rağmen Allah-u Teâlâ


Resulullah Aleyhisselâm'ı, kudret ve hikmetiyle halkettiği ciddî sebeplerle korumuştur.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- anlatıyor:

"Bir gün Ebu Cehil: 'Muhammed aranızda hâlâ yüzünü toprağa sürtüyor mu?' dedi. 'Evet!'
cevabını alınca:

'Lât ve Uzza'ya yemin olsun! Onu böyle yaparken görürsem, mutlaka boynuna basarım,
yahut mutlaka yüzünü toprağa gömerim.' dedi.

Az sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- namaz kılarken boynuna basmak üzere
onun yanına yaklaştı. Fakat birdenbire onu bırakıp geri döndüğünü ve elleriyle
korunduğunu gördüler. Kendisine: 'Sana ne oldu?' dediler.

'Onunla benim aramda ateşten bir hendek, korkunç bir şey ve birtakım kanatlar var!'
cevabını verdi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de:

'Eğer bana yaklaşmış olsaydı, melekler onu uzuv uzuv kapıp


parçalayacaktı!' buyurdu.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Alâk sûre-i şerif'indeki (mütebâki) âyetleri indirdi."

22.08.2019
Sayfa 23 / 646

"Gerçek şu ki insan kendini zengin (kendi kendini yeterli) gördüğü için azgınlık
eder." (Alâk: 6-7)

"Tağâ" kelimesi; sınırı aşmak, isyanda ve karşı çıkışta çok fazla ileri gitmek, haddi
tecavüz etmek mânâlarına gelir. "Tuğyan" da bu kelimeden gelmektedir.

İnsan birçok nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarına ihtiyaçtan uzak gördüğü,


kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve kabiliyet olduğunu zannettiği zaman
artık Allah-u Teâlâ'yı unutur. Dilediğini dileme ve yapabilme güç ve irâdesine sahip olan
kudretin yalnızca Allah-u Teâlâ olduğunu aklından çıkarır.

İşte bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır. Artık aklına geleni yapar, hak-hukuk,
had-hudud tanımaz olur. Rabb'ine şirk koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve
heveslerinin peşinden gitmeye başlar. İşte bu hâl "Tuğyan"dır ve bu gibi kişiler Kur'an-ı
kerim'in ifadesi ile "Tâğut"tur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Firavun'un, Nuh kavminin, Semud kavminin müşrik
elebaşı Ebu Cehil'in ve daha başka, üzerlerine ilâhi gadabın hak olduğu milletlerin ve
kişilerin isyankâr durumlarını "Tuğyan" kelimesi ile beyan buyurmaktadır.

Bunlar kendilerini dünyanın en büyüğü olarak görmüşlerdi. Her istediklerini yapabilecek


güce sahip oldukları zannına kapılmışlardı. Âyet-i kerime'de belirtildiği üzere "Tuğyan"ın
içine dalmışlardı.

Tuğyankâr insanların elebaşıları ve önde gelenleri kendi tuğyanlarını haklı göstermek


için, var güçleri ile bâtıl deliller üretirler, kendi zanlarını hüküm yerine koyarlar. Böylece
diğer insanlar da bunların koydukları zan hükümlerini kabul ederler, Allah-u Teâlâ'nın
hükmünü bırakırlar.

Hülâsa olarak haddi-hududu aşan her şey Tâğut'tur, şeytan ise bütün haddi aşanların
arkasındadır.

İlk hükümleri tebliğ eden Âdem Aleyhisselâm'dan, son ve mütekâmil hükümleri tebliğ
eden Muhammed Aleyhisselâm'a kadar İslâm dinini beşeriyete takdim eden bütün
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerine Tâğut'tan kaçınmalarını ilân
etmişlerdir.

Şüphesiz ki dönüş Rabb'inedir." (Alâk: 8)

Mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçen, dünyada devamlı kalacağını zanneden, ahirette
karşılaşacağı hesabı unutan kişi için hiçbir kurtuluş ümidi yoktur. Azgınlığının sonucunu
işte ancak o zaman görecektir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde insanın azgınlığına ve cehâletine küfrün elebaşılarından


olan Ebu Cehil örnek olarak gösterilmektedir:

"Namaz kılarken bir kulu men edeni gördün mü?" (Alâk: 9-10)

O Resulullah Aleyhisselâm'ı Rabb'ine kulluk etmekten engellemeye çalıştığı için


gerçekten çok çirkin ve iğrenç bir iş yapıyor!

"Gördün mü? Ya o kul doğru yolda ise?" (Alâk: 11)

22.08.2019
Sayfa 24 / 646

Ey kâfir! Eğer o kul Allah'ın sevip seçtiği, yolunda bulundurduğu, Hakk yoluna dâvet için
görevlendirdiği bir dâvetçi ise, bu durumda senin bu engellemenin sorumluluğunun ne
kadar büyük bir vebal, cezâsının da ne kadar ağır olduğunu hiç düşündün mü?

"Veya takvâyı emrediyorsa?" (Alâk: 12)

Eğer o mümtaz kul halka kötülüklerden sakınmayı öğütlüyorsa, insanların dünya


saâdetine ve ahiret selâmetine kavuşması için kendisini tüketircesine çalışıyorsa; bu
güzel dâvetçiye karşı çıkmanın, hafsalanın alamayacağı kadar büyük bir sapıklık
olduğunu hiç göz önüne getirdin mi? Sen onu nasıl engellemeye çalışıyorsun?

"Gördün mü? O (meneden, Peygamber'i) yalanlıyor ve (doğru yoldan) yüz


çeviriyorsa?" (Alâk: 13)

Hem yalanlıyor, hem inanmıyor, hem de muhalefet ediyor, böylece suç üstüne suç işliyor,
küfrü katmerleştikçe katmerleşiyor. Şimdiden cehennemdeki ateşini hazırlamış oluyor.

"Allah'ın daima kendini görmekte olduğunu bilmiyor mu o?" (Alâk: 14)

Allah-u Teâlâ onun yalanlamasını da karşı koymasını da, imansızlığını da bilmekte ve


yaptıklarını görmektedir. Bu beyân-ı ilâhî büyük bir tehdittir. Zâlimlere bir zamana kadar
ruhsat verecek, verilen mühlet kısa bir zaman sonra bitince iplerini çekecek ve
zulümlerinin karşılığını verecektir. Nitekim Ebu Cehil öyle olmuştur. Her zamanın
zâlimlerinin âkıbeti de böyle olacağında hiç şüphe yoktur. Çünkü o âdil-i mutlaktır.

Bu Âyet-i kerime aynı zamanda zâhirî ve bâtınî bütün ibadet vazifelerini, iman esaslarını,
kalplerin ihlâsını izah etmektedir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle
buyururlar:

"İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen O'nu görmüyorsan bile O
seni görüyor." (Müslim: 1)

Her yerde hazır, insanın her hâline nâzırdır.

Bu hâle gelen bir mümine Allah-u Teâlâ'nın her yerde mevcut olduğu hakikati zuhur eder,
müşahede mertebesine yükselir. Rubûbiyet nurları, Ehadiyet sırları tecelli eder.

"Hayır! Hayır! Eğer bundan vazgeçmezse, yemin olsun ki onu perçeminden tutup
sürükleriz. Yalancı, günahkâr perçeminden!" (Alâk: 15-16)

Sapıklığından vazgeçmezse, Hakk ve hakikati yalanlamaya, isyan ve tuğyana devam


ederse; o perçemin sahibini küçük düşürür, hor ve hakir kılar, yakıcı ve horlayıcı ateşe
sürükleriz! Onun durağı cehennemden başka bir yer değildir.

"O hemen gidip meclisini (taraftarlarını) çağırsın!" (Alâk: 17)

Deniz köpüğü ve saman alevi gibi olan bâtılın taraftarları, körü körüne peşinden gittikleri
küfür liderlerini kurtarabilirlerse kurtarsınlar! Fakat ne mümkün!

"Biz de zebânîleri çağıracağız." (Alâk: 18)

O zaman bizim taraftarlarımızın mı yoksa kendi taraftarlarının mı galip geleceğini görmüş


olur.

22.08.2019
Sayfa 25 / 646

Cehennemde son derece sert tabiatlı, güçlü-kuvvetli ve sayılamayacak miktarda


merhametsiz zebaniler bulunur, azaplara nezaret ederler.

Allah-u Teâlâ onlara ne emrederse ona koşarlar, bir göz kırpması kadar bile emr-i
ilâhîden geri durmazlar. Hiçbir emri sonraya bırakmazlar, hemen yerine getirirler.

Haşin tabiatları azabın tabiatına uygundur. Bu haşin tabiatları sebebiyle, o şiddetli ateşin
içinde azap yapmakla vazifelendirilmişlerdir. İşkence işlerini onlar tanzim etmektedirler.
Onların bir adı da "Hazene-i cehennem"dir ki, cehennem bekçileri demektir.

Zebanilerin yapıları son derece ürkütücü bir görünümde, şiddet ve kesafettedir. Gözleri
yıldırım gibi, dişleri demir gibidir, ağızlarından ateş yalınları çıkar.

Onlar sadece suçluya verilen cezâyı uygularlar. Kâfirlere karşı içlerinden merhamet
duygusu silinmiştir, hiç kimseye zerre miktarı acımazlar. Çünkü onlar gazaptan
yaratılmışlardır. İnsanoğluna nasıl yemek ve içmek sevdirilmişse, onlara da suçlulara
işkence etmek sevdirilmiştir.

Bunların başkanları da "Mâlik"dir ve "Cehennem muhafızı" olarak anılmaktadır.

"Hayır! Ona itaat etme!" (Alâk: 19)

Rabb'in ne emrediyorsa onu olduğu gibi yerine getir, itaatında sebat et, onların arzu ve
heveslerine kapılma!

"Rabb'ine secde et ve O'na yaklaş!" (Alâk: 19)

Namaz ve yakınlığa sebep olan diğer ibadetlerle Rabb'ine yakın ol!

Çünkü bir Hadis-i şerif'e göre; kulun Rabb'ine en yakın olduğu an, O'na secde hâlinde
olduğu andır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre: Resulullah Aleyhisselâm bu


Âyet-i kerime'yi okuduğu zaman tilâvet secdesi yapardı.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde İnşirâh sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Üç Âyet-i
kerime, on dört kelime ve altmış sekiz harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Zaman" mânâsına gelen "Asr" kelimesi bu Sûre-i
şerif'e isim olmuştur.

22.08.2019
Sayfa 26 / 646

Ashâb-ı kiram'dan iki kişi karşılaştıkları zaman biri diğerine Asr sûre-i şerif'ini okumadan
ve selâm vermeden ayrılmadıkları rivâyet edilmiştir. (Beyhakî)

İmâm-ı Şâfiî -rahmetullahi aleyh- şöyle buyurmuştur:

"Şâyet Kur'an'da bundan başka hiçbir sûre nâzil olmasaydı, bu pek kısa sûre bile
insanlara yeterdi. Bu sûre Kur'an'ın bütün ilimlerini içine almıştır."

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de Allah-u Teâlâ asra yemin ederek insanların hüsran içinde
bulunduklarını ve sırasıyla iman edenlerin, sâlih ameller işleyenlerin, birbirlerine hakkı ve
sabrı tavsiye edenlerin bundan müstesna olduğunu beyan etmektedir.

Hüsranda Olanlar (1)

Allah-u Teâlâ insanın en önemli sermayesi olan zaman üzerine yemin ederek bu kısa
Sûre-i şerif'e başlamaktadır:

"Asr'a yemin olsun ki!" (Asr: 1)

"Mutlak zaman" mânâsına gelen "Asr" kelimesine; ikindi vakti, ikindi namazı, yüzyıl,
Resulullah Aleyhisselâm'ın gönderildiği saâdet asrı... gibi mânâlar verilmiştir.

Belirtilen bu mânâlar içinde birçok hadiseler meydana geldiği bir gerçektir. Kâr ve
zararlar, iyilik ve kötülükler, sevinç ve üzüntüler, dostluk ve düşmanlıklar, yakınlık ve
uzaklıklar, her türlü hadiseler hep zaman içinde olmaktadır. Allah-u Teâlâ'ya göre zaman
diye bir şey yoktur. İnsanın ise ömrü ve en kıymetli sermayesidir. Ne kazanacaksa onunla
kazanacak, ne kaybedecekse onunla kaybedecektir. Bir adam düşünün, pazarda buz
satıyor: "Sermayesi eriyen bu zavallıya acıyın!" diye bağırıyor. İşte çok hızlı geçen ömür
sermayesi de tıpkı bir buz gibi eriyip gitmektedir. Zaman durmadan geçip gidiyor, ecel
yaklaşıyor, ömür eksiliyor, bir daha geri gelmiyor. İnsanoğlu onu ahiret sermayesi olarak
kullanmadığı, yanlış yere harcadığı takdirde, kârsız geçen her zaman, ömür
sermayesinden harcanan bir ziyan ve bir hüsran oluyor. Gerçek hüsran, ahirette
karşılaşılacak olan hüsrandır.

Zaman aslında en değerli bir nimettir. İnsanoğlu zamanın kadrini ve kıymetini bilemediği
ve değerlendiremediği için bastığı dalı kesmiş, kendi hüsranını kendisi istemiş,
kazanacak yerde kaybetmiş oluyor.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle
buyurmuşlardır:

"Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah'tır." (Ahmet bin Hanbel)

Yani zamanı yaratan Allah-u Teâlâ'dır.

22.08.2019
Sayfa 27 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (2)

Hüsranda Olanlar (2)

Allah-u Teâlâ, zaman üzerine yemin ettikten sonra şöyle buyurmuştur:

"İnsan gerçekten hüsran içindedir." (Asr: 2)

Allah-u Teâlâ yemin ederek insanların gerçekten hüsran içinde olduklarını beyan
buyuruyor.

"Hüsran"; zarar, ziyan, kayıp, ümit edilene erişememekten doğan üzüntü mânâlarına
gelir. Kârın zıddıdır.

İnsan Hakk'ı bırakıp bâtıla sarıldığı, ahireti bırakıp dünyaya daldığı, günah batağına
battığı müddetçe hüsranda, sapıklıkta ve küfürdedir. Bu gibi kimseler büyük bir belâya ve
huzursuzluğa uğramışlardır.

Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir hüsran sebebi olur. Ahireti
kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye
vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.

Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münâfığın nifakındaki, âsinin


mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya
lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş,
basiretlerini örtmüştür. Hüsranda olmaları sebebiyle Allah-u Teâlâ'ya kavuşmayı aslâ
akıllarına getirmezler. Ebedî ahiret yerine fânî dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı
ebedî olana tercih ederler. Böylece hüsranın tam ortasında kendilerini bulurlar, hüsran
onları her yönden kuşatır.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Ve dediler ki: Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız.
Bizi ancak zaman helâk eder." (Câsiye: 24)

İnkâr eden ve Hakk'tan yüz çeviren kimsenin dünyadaki varlığı, serveti, iyilikleri yarın
ahirette kendisine hiçbir fayda sağlamaz, onlardan istifade edemez. Karşısında inkâr
ettiği, emrine ve hükmüne karşı geldiği, düşman kesildiği Allah'ı bulur. Ne kadar büyük bir
hüsranda olduğunu, bütün sermayesini kaybettiğini ancak o zaman anlar. İşte gerçek
hüsran budur.

Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur bile
olunamayan ahiret hayatı karşılaştırılırsa, önem derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.

22.08.2019
Sayfa 28 / 646

Ömrü ne kadar uzun olursa olsun, insan öyle bir zamana ulaşır ki; rüzgârın saman
çöpünü savurup, yerinde hiçbir şey kalmadığı gibi, ölüm gelir, ahirete alıp götürür. Dünya
hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan
başka bir şey değildir. Akıllı kişinin zamanın arâyiş-i kâzibesine kapılmaması gerekir.
Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider, sonu hüsranla biter.

Serap; gündüzün ortasında, güneşin hararetindan dolayı, çöllerde uzaktan su gibi


görünen bir hayaldir. Çöl yolculuğuna çıkan bir kimse serap görmekle, içini yakmakta
olan hararetini yatıştıramadığı gibi, uzaktan var sandığı parıltı da yanına yaklaşınca yok
olur.

Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve
geçicidir. Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür.
Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık
meydana çıkar. İşte fâni dünya budur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (3)

Hüsrandan Kurtulanlar:

Hüsrandan kurtulanlara gelince;

"Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve
birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır." (Asr: 3)

Onlar gerçek imana erenlerdir. Yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını ahirette alabilmek
için sabırla ömür sürerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram
yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler. Ömür sermayesini iyiye
kullanarak kârlı çıkanlar bunlardır.

Bu gibi kimseler bol bir rızka erişirlerse şükrederler, ahiret mükâfatlarına namzet olurlar.
Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler, kısmetlerine râzı olurlar.

Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman
edip sâlih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir.

Diğer taraftan onlar aldıkları her nefeste huzuru muhafaza ederler. Zamanın kadir ve
kıymetini çok iyi takdir ederek, nefeslerin vücuda gafletle girip gafletle çıkmamasına
azami gayret sarfederler. Ömrünün içinde bulunduğu her saniyesini fırsat bilerek, bu
ruhsatı değerlendirmeye çalışırlar.

22.08.2019
Sayfa 29 / 646

Huzurla alınan her nefes, Allah-u Teâlâ'nın Hayy ism-i şerif'inin bir tecellisidir. Bir nefes
huzurla alınıp veriliyorsa, o nefes diridir. Gaflet ile çıkan nefes ise ölüdür.

1. İman Edenler:

Allah-u Teâlâ'nın varlığına birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve


peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından getirip tebliğ ettiği esas ve
hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmışlardır.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin
vasıflarını şöyle beyan buyurmaktadır:

"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye


düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar
imanlarında sâdık olanlardır." (Hucurât: 15)

Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.

Yapılan her türlü iyiliklerden, hayırlı ve yararlı işlerden, sâlih amellerden ahirette karşılık
görebilmenin şartı imandır. İman olmadan yapılan hiçbir amel ve ibadetin faydası yoktur,
geçersizdir.

Kâfirler inkârları sebebiyle amellerini boşa çıkardıkları için, dünyada yapmış oldukları
iyiliklerin ahirette karşılıklarını alamazlar. Amelleri, rüzgârın önündeki kül gibi yok olur
gider.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (4)

2. Amel-i Sâlih İşleyenler:

Allah-u Teâlâ iman edenlerden sonra "Amel-i sâlih işleyenler"in de hüsrandan


kurtulduğunu haber veriyor.

Sâlih ameller; iyi, doğru, faydalı ve sevap kazanmaya vesile olan işlerdir. Amel-i sâlih'in
sahası çok geniştir. Bunların başında farz ibadetler gelir. Namaz, oruç, zekât, temizlik,
cihad, duâ, zikrullah, Allah-u Teâlâ'nın rızâsını kazanmak için yapılan her davranış Amel-i
sâlih'in bölümlerini teşkil etmektedir. Yol üstünde duran bir taşı kaldırmak bile Amel-i
sâlih'tir, mümine sevap kazandırır.

22.08.2019
Sayfa 30 / 646

İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin geçerli olması ve sevap kazandırması için, bu ameli
işleyenlerin imanlı olması şarttır.

Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde iman ile Amel-i sâlih birlikte zikredilerek
Amel-i sâlih'in faydası ve lüzumu üzerinde ısrarla durulmuştur.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"İman edip sâlih ameller işleyen ve Rabb'lerine gönülden boyun eğenlere gelince,
işte onlar cennet halkıdırlar, onlar orada ebedî kalacaklardır." (Hûd: 23)

Hüsrandan kurtulan o müminler ki, samimiyetle iman etmişler, Allah-u Teâlâ'nın hoşnud
kalacağı sâlih ameller işlemişler, imanlarını tezyin etmişler, Hakk'a boyun bükerek huzur
bulmuşlar, huşû içinde kendilerini ibadete vermişler, o iman ile de ahirete intikal etmişler,
emsalsiz lütuflara ermişlerdir.

Zira onlar içinde ebedi kalmak üzere girdikleri cennet halkıdırlar. Dünyada iken iman nuru
ile münevver olmanın, doğru yoldan ayrılmamanın mükâfatını yaşamaktadırlar.

Mal ve mülk, servet ve evlât, gayesine uygun olarak kullanılırsa cennetin, kullanılmazsa
cehennemin kapısını açar. Bunlar dünya hayatına âit birer ziynettir, süstür. Allah katında
asıl hayırlı olan şey ise sâlih amellerdir.

İman açıkta yanan bir muma benzer, bir rüzgâr gelir onu söndürebilir. O muma bir fanus
geçirilirse söndürülemez. O şişe takvâdır, sâlih amellerdir. Takvâca hareket eden kimse
imanını kurtarmış olur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (5)

3. Hakk'ı Tavsiye Edenler:

"İman edenler"den ve "Amel-i sâlih işleyenler"den sonra "Birbirlerine Hakk'ı tavsiye


edenler" de hüsrandan kurtulmuş oluyorlar.

Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir


topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imrân: 104)

22.08.2019
Sayfa 31 / 646

Hem kendileri kurtulur, hem de başkalarının kurtuluşuna vesile olurlar. Bu ise İslâm'da
çok büyük bir vazifedir. Hayra dâvet, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. Emr-i bi'l-mâruf nehy-i
ani'l-münker, yani iyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısmıdır.

Bir mümin sadece kendisi din-i mübin'in emir ve yasaklarını yerine getirmekle, iyiyi,
doğruyu, güzeli hayatında uygulamakla kalmamalı; aynı zamanda başkalarına da yol
göstermek, Hakk'a dâvet etmek, yanlışlıklarının giderilmesine, hatalarının düzeltilmesine
çalışmak, kemâle ulaştırmak, istikamete götürmek için iyilikleri emredip, kötülüklerden
sakınmasını tavsiye etmeli, nasihatta bulunmalıdır. Eğer müslümanlarda bu şuur yoksa
hüsrandan kurtulamazlar.

Nasihat; çok şümullü, dünya ve ahiret iyiliklerini toplayıcı bir kelimedir. Nasihat dinin
direği ve temelidir.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurmaktadır:

"İyiliği emret, kötülükten vazgeçir! Bu hususta sana isabet edecek eziyete


katlan! Çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." (Lokman: 17)

Bu kolay bir vazife değildir. Bu vazifeyi yapanların başlarına birtakım musibetler ve


sıkıntılar gelmesi mümkündür. Bu sıkıntılara sabretmek lâzımdır. Bir de şu var ki, bu
vazife cesareti ve metaneti gerektiren işlerdendir. Malını ve canını o yolda fedâ edenlerin
işidir, korkak kimselerin harcı değildir. Bunun için de azimli bir şekilde çok çalışmak
gerekiyor. Her müslüman en azından bir kişiyi kurtarma çabası içinde olmalıdır. Ola ki bir
kişinin, Allah-u Teâlâ'nın lütuf hidayetine vesile olur.

Farz-ı muhâl ki bir sel gelmiş, bir insanı almış götürüyor. Bir ip atıyorsunuz, boğulmak
üzere iken onu kurtarıyorsunuz. Burada bir can kurtuluyor. Aslında pek de mühim bir iş
yapmış sayılmazsınız. Çünkü eğer kurtarmasaydınız belki de şehit olacaktı.

Dalâlet ve imansızlık girdabına kapılmış kimseleri kurtarmak bundan daha mühimdir. Onu
kurtardığınız zaman bir iman kurtulmuş, saâdet-i ebediye kazanılmış oluyor.

Şöyle düşünürsek, bir tarafta can kurtuluyor, bir tarafta iman kurtuluyor. Aradaki fark ne
kadar büyüktür! Bir kimseyi imansızlık felâketinden kurtarmak için nasıl çalışmak
gerekiyor? Bir samanlık yansa herkes söndürmeye koşuyor, gönüller yanıyor da hiç
kimsenin kılı kıpırdamıyor.

Bir ip uzatılırsa, o ipten tutunup caddeye çıktığı zaman, gerçekten büyük bir girdabın
içinde olduğunu görmüş olur. Daha evvel göremezdi, çünkü girdabın içinde idi.

Çok sabırlı çok âzimli olmak ve işin sonuna bakmak lâzımdır. Hidayet Hakk'tandır. Bütün
kalpler O'nun kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak
teşvik eder, hidayete vâsıta olur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 32 / 646

Asr Sûre-i Şerif'i (6)

4. Sabrı Tavsiye Edenler:

Birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenlerden sonra hüsrandan kurtulabilmek için dördüncü


olarak da "Sabrı tavsiye etmek" gelmektedir.

Allah yolundaki zorluklara göğüs gerebilmek, zahmet ve güçlüklere tahammül edebilmek


için bir müminin sabırlı olması, mümin kardeşine de sabrı tavsiye etmesi, sebat
göstermeyi telkin etmesi ve şevkinin artması için cesaret vermesi çok mühimdir.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyurur:

"Sonra iman edenlerden olmak, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden


olmaktır." (Beled: 17)

Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü
senâ edilmiştir. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabırdır, iman yolunun
başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Allah yolunda çekinmeden canlarını veren
muhterem şehitlerin ebedî saâdete ulaşmaları sabır sayesindedir. İmtihan sabırla verilir,
ibtilâlar sabır sayesinde küçülür.

Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Mümin
sabrı nispetinde derece alır ve terakki eder.

Zâhirî sabır kızdığı zaman, başına bir ibtilâ geldiği zaman yılmamak, yıkılmamak; Allah-u
Teâlâ'nın yasak ettiği her şeyden kaçınmak, çizdiği hududu aşmamak, günah işlememek
için sabretmektir.

Bir müminin nefsin alıştığı ve sevdiği, Allah-u Teâlâ'nın ise yasakladığı haramlardan
şiddetle kaçınması, ne ki emretti ise seve seve yapması gerekir. Çünkü haramları
yasakları yapmamakta azim ve sebat göstermedikçe, kişi takvâ derecesine erişemez.
Takvâ sabır ile kâimdir.

Bir de bâtınî sabır vardır ki; o kimse bütün iradesini Hakk'a teslim eder, reyini Allah-u
Teâlâ'ya verir. Artık onda hiçbir arzu ve istek olamaz. Allah-u Teâlâ'dan çıkacak her türlü
hükme peşin olarak râzıdır. Bunlar "Sabi makamı"nda olanlardır. Burası "Kulluk
makamı"dır. En mühim derûnî sabır burada gerekir.

Nefis ne isterse, Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile onu çoktan yok etmiştir, dizginini vurmuştur,
Hakk'a teslim olmuştur, hiçbir arzusu kalmamıştır.

Ne halka karşı bir gösteriş ne de gönüllerinde bir gurur ve iftihar duygusu beslemeyerek,
sırf Allah-u Teâlâ'nın teveccühüne nâil olmak için zahmetlere katlanıp Hakk yolunda sabır
ve sebat gösterirler. İlâhî takdire boyun bükerler. Nefislerinin hoşlanmadığı çeşitli
musibetlere sabırla karşılık verirler.

22.08.2019
Sayfa 33 / 646

Kur'an-ı kerim'de Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm'ın kıssası, sabır ve rızâyı
ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.

Netice olarak; bu dört vasıfla ziynetlenen kimseler hüsrandan kurtulmuşlardır. Böyle bir
imana erişemeyen kişiler ise hüsranın tam içindedirler.

Hiç imanı olmayanlar dünyada ve ahirette hüsrandan kurtulamayacakları gibi; bâtıla iman
etmiş olanların da amellerinin o bâtıl sebebiyle yok olacağı şüphesizdir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (7)

Asr Sûre-i Şerif'inin Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (1)

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyuruyor ki:

"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i
salih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye
edenler müstesnâ." (Asr: 1-3)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Bütün insanlar helâk


olmuşlardır." buyurmuştu. Burada da Allah-u Teâlâ yemin ederek insanların gerçekten
hüsran içinde olduklarını beyan buyuruyor. Bu bizim için ne büyük âfât! Allah'ım iyilerin
yüzü suyu hürmetine bizi bağışlasın.

Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor.

Ve fakat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar


ki:

"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri
hep ateştedir.

– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?

Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebû Dâvud)

İnsanların helâk olduğunu belirten Hadis-i şerif umuma âit, bu Hadis-i şerif ise hususa
yani Resulullah Aleyhisselâm'ın ümmetine aittir.

Yetmiş iki fırka cehenneme giriyor. Acaba biz hangi fırkadanız? Bir düşün!

22.08.2019
Sayfa 34 / 646

İşte şu bölücüler var ya, paramparça ettiler hem dini hem vatanı.

Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:

"Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar." (Yusuf: 103)

İşte bu bölücülere, her ne kadar gerçekten Hakk'ı söylesen de, hakikati ibraz etsen de, ne
Hakk'ı tanırlar, ne de hakikati kabul ederler.

Ve böylece yetmiş iki fırka cehennemlik oldu.

Şimdi bizim duracağımız bir fırka kaldı. Zâhirî, bâtınî, ledünî dediğimiz bütün bu mevzu o
bir fırkaya aittir.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"İnsanların çoğu bilmezler." (Mümin: 57)

Neyi bilemedi bunlar? Hakikati bilemedi, hakikati bilemediği için Hakk'ı bulamadı, din
kurucuları ile beraber oldu, böylece helâkına vesile oldu.

Bir tek temsil arzedelim:

Bir bölücü çıkar der ki "Fâiz helâldir!" Öteki bölücü der ki "Enflasyon nispetinde
helâldir!" Diğeri der ki "Ben fâizle kömür alırım, şunu alırım, bunu alırım!" Hiç bir bölücü
fâizi yerde bırakmıyor. Herkes kendi kitabına göre uyduruyor ve onu yiyor.

Kitabı deyince, "Onların kitabı ayrı mı?" diye soracaksınız. Evet ayrıdır.

Çünkü Cenâb-ı Hakk Müminûn Sûre-i şerif'i 53. Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler,
çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur,
yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir."

Allah-u Teâlâ onların İslâm'la hiçbir ilgilerini bırakmadı.

Ve onları bir imtihan edin. Deyin ki "Arkadaşlar! Benim şurada elli milyon, yüz milyon, beş
yüz milyon bir param var amma, fâiz olduğu için elimi sürmüyorum, ne yapayım?"

Bakın kendi dinlerine kendi kitaplarına nasıl uyduracaklar?..

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (8)

22.08.2019
Sayfa 35 / 646

Asr Sûre-i Şerif'inin


Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (2)

Bir çok defa karşılaştığımız hususlardan bir tanesini size temsil olarak arzedelim: Bir
kardeş geldi Kayseri'den, "Efendim ben beş bin Mark getirdim." dedi. "Bu parayı niçin
veriyorsunuz?" diye sorduk, "Bu paradan biraz şüpheliyim." dedi. "Kardeşim! Senin şüphe
ettiğin parayı kasaya koyamam." Beş bin Mark'ı vermek için tâ Kayseri'den gelmiş, hayır,
vallahi beş kuruş kadar gelmez bana o para, burası Allah kapısıdır. Ve kardeş o parayı
aldı gitti, kabul etmedik.

Vakıf binaları yapıyoruz. Bu yaptığımız vakıf binaları için kimseden tek kuruş istenmiş
değildir. Kimseden dilenilmez, kimse yolunmaz. Çünkü burası Allah kapısıdır. Onun
içindir ki, herkes buraya kendi evine gelir gibi gelir, yer, içer, gider. Helâli hoş olsun.
Çünkü kendi evi zaten. Bir de şu var ki, Allah-u Teâlâ bizi lütfu ile zengin kılmış, kimseye
muhtaç ettirmemiş, kimseye perva ettirmemiş. Bu vallahi sırf kendi lütfundandır,
çalışmakla değil.

Mevzumuza devam ediyoruz:

Allah-u Teâlâ Asr sûre-i şerif'inde iman edenlerin hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor.
Bunun içindir ki imanın şartlarının izahı lâzım.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar


ki: "İman iki yarımdır. Yarısı sabırda yarısı şükürdedir." (C. Sağir)

Zâhiri Sabır:

1- Kızdığın zaman sabretmek.

2- Bir ibtilâ başına geldiği zaman sabretmek.

3- Allah-u Teâlâ'nın nehyettiği her şeyden ictinab etmek, çizdiği hududu aşmamak, o
günahı işlememek için sabretmek.

Allah-u Teâlâ iman edenlerden sonra "Amel-i salih işleyenler"in de hüsrandan


kurtulduğunu haber veriyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"İman üryandır, libası takvâ, ziyneti hayâ, semeresi ilimdir." (Beyhakî)

İman açıkta yanan bir muma benzer, bir rüzgâr gelir onu söndürebilir. Hele bugünkü
muhalif rüzgârlar ne kadar şiddetli esiyor. O muma bir fanus geçirilirse söndürülemez. O
şişe takvâdır. Takvâca hareket eden imanını kurtarmış olur. Fakat takvâ bâtın ilminin
meyvesidir. Takvâ ne demektir? Zâhirde haram olan şeylerden ictinab etmek, bâtında her
şüphe edilen şeyden ictinab etmek demektir. Bunlardan ictinab etmedikçe imanını
kurtaramazsın. İmanın ziyneti hayâdır. Takvâyı da hayâ muhafaza eder.

Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

22.08.2019
Sayfa 36 / 646

"Hayâ ile iman mütelâzımdır, birbirinden ayrılmaz. Yani biri gidince öteki de
kalmaz." (C. Sağir)

Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise:

"Hayânın azlığı küfür alâmetidir." buyururlar. (Münâvî)

Demek ki biz hayâdan yoksun olmakla küfre kaydığımızı da bilmiyoruz. Bunu


bilmediğimiz için imanımızı da tehlikeye düşürüyoruz. O halde bu cehalete düşmemek ve
bunların hakikatini bilebilmek için ilme de ihtiyaç var. Bir Hadis-i şerif'te şöyle
buyuruluyor:

"Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu ise ilimdir." (C. Sağir)

İlim olmasaydı, hayâyı gidermekle imanı da giderdiğimizi bilemezdik. Körükörüne hiçbir


şey olmuyor, illâ ilim. Demek ki takvâ, hayâ ve ilim birbirini tamamlamış oluyorlar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (9)

Asr Sûre-i Şerif'inin


Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (3)

Hakk'ı bilmeye gelince;

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"İlimde derinleşmiş olanlar 'O'na inandık, hepsi Rabb'imizin katındandır.' derler.


Bunu akl-ı selim sahiplerinden başkası düşünüp anlamaz." (Âl-i imrân: 7)

"Verrâsihune fil-ilmi = İlimde derinleşmiş olanlar."

Bunun zâhirî ve bâtınî manası arzedilecek.

Baş gözü ile ne görürse, baş kulağı ile ne işitirse onu bilir. Fakat gerçekten Hakk'a teslim
olmamıştır, bir çok arzuları vardır, ilimde derinleştiği halde ilmi ile nefsini düşünür. Bunlar
halkın muallimi olup bu zâhirî mana itibariyledir.

Bâtınî manası ise:

22.08.2019
Sayfa 37 / 646

Allah-u Teâlâ kulu kendisine ne kadar yaklaştırdı ise, ona kendisini ne kadar bildirdi ise;
Hazret-i Allah'ı bilir, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu hem bilir, hem görür, kendisini
görmez.

Ve bu tecelliyat sonsuzdur.

Âyet-i kerime'de geçen "Akl-ı selim", "Ulül-elbâb" akıldır. Ulül-elbâb olan bunu anlar,
başkası anlamaz.

Allah-u Teâlâ kalbine ne döktüyse, kalp gözüne ne gösterdiyse, kalp kulağına ne


duyurduysa onu bilir, bunlarda arzu ve irade yaşamaz. Ne takdir ettiyse, nasıl hükmeder
ise o... Bunlar Hakk'a teslim olanlardır.

İkinci bir mânâ da Hakk'ı bilmek;

Her şey ceset, Allah-u Teâlâ ise ruhtur. Bunu böyle bilmek gerekir.

Ruhsuz ceset resme benzer. Bu gördüğünüz âlem resim değildir.

Cemâdat, nebâtat, hayvanat, insan... Her şey Allah-u Teâlâ'yı tesbih eder.

Hatta Allah-u Teâlâ Dâvud Aleyhisselâm'ın zikrinden ne kadar hoşlanmış ki:

"Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin!" diye emretti. (Sebe: 10)

Dâvud Aleyhisselâm zikrederken, dağlar da kuşlar da hepsi beraber zikrederdi.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ve tenzih ederler.
Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini
anlamazsınız. O halim olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44)

Zira yaratılmış olan her şey Hakk'ı bilir ve tazim eder.

İnsan zikrullah sebebiyle öyle yükselir ki, bir Hadis-i şerif'te:

"Mümin-i kâmil olan kimse, Allah katında bazı meleklerden de


efdaldir." buyurulmaktadır. (İbn-i Mâce)

Hakk ehli olanlar Hakk'ı bilir ve Hakk ile hükmeder.

Her iş ve icraatları Allah-u Teâlâ'nın hükmüne ve ahkâmına göredir, ahkâm mucibince


hareket ederler. Hakk'ı bilir, hakikatten ayrılmazlar. Zira bunlar Allah-u Teâlâ'nın has
kullarıdır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 38 / 646

Asr Sûre-i Şerif'i (10)

Asr Sûre-i Şerif'inin


Zâhiri, Bâtıni, Ledüni Mânâsı ve İzâhı (4)

Daha evvel denmişti ki "Bunlar halkın muallimi"dir. Şimdi ise Hakk'ın muallimliği ve
Hakk'ın talebelerine geçeceğiz.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)

Allah-u Teâlâ kendi talebelerine emrediyor ve Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:

"Kitab'ı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbânîler olunuz." (Âl-i imran: 79)

Rabbânî olmak demek; Rabb'e halis kul olun, Rabb'e mensup ilim erbâbı olun, kalp
kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle bakıcılar olun demektir.

Enes -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
"Şüphesiz insanlardan Allah'a yakın olanlar vardır." buyurmuştu.

Ashâb-ı kiram:

"Yâ Resulellah! Bunlar kimlerdir?" diye sordu.

Buyurdular ki:

"Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah'ın has kullarıdır." (İbn-i Mâce: 215)

Kur'an ehli ne demek? Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah


Aleyhisselâm'ın ahlâkı sorulduğu zaman "Onun ahlâkı Kur'an'dır." buyurmuştu. Kur'an
ehli olanlar da bütün ahlâkını Hazret-i Kur'an'a uydurmuşlardır.

Bâtınî Sabır:

Zâhirî sabırdan bahsetmiştik, şimdi bâtınî sabırdan bahsedeceğiz.

Bütün iradesini Hakk'a teslim eder. Reyini Allah-u Teâlâ'ya verir. Artık onda hiçbir arzu ve
istek olamaz. Hazret-i Allah'tan çıkacak her türlü hükme peşin olarak râzıdır.
Bunlar "Sabi makamı"nda olanlardır. Burası "Kulluk makamı"dır. En mühim derûnî
sabır burada gerekir. Nefis ne isterse, Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile onu çoktan yok etmiştir,
dizginini vurmuştur, Hakk'a teslim olmuştur, hiçbir arzusu kalmamıştır.

Bunlar Allah ehlidir, hıfz-u himayede ve tasarruf-u ilâhi'de bulunanlardır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

22.08.2019
Sayfa 39 / 646

"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh
ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)

Buraya ilim ve kafa işlemez. Bunun sebebini arzedelim:

Allah-u Teâlâ'nın kudsi ruh ile desteklediği kimselerden başkası, bu esrar-ı ilâhîye vâkıf
olamaz.

Zira işi gören o ruhtur, işi gören o nûrdur. Herkes kişiyi görüyor. Açık söylüyorum; işi
gören Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm'ın nûrudur.
Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Zira bunlar var olan Hazret-i Allah ile
beraberdirler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 153)

Allah-u Teâlâ ancak bu kullarla beraberdir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (11)

Şükür de "Kâlî", "Fiili" ve "Hâlî" olmak üzere üç nevidir.

Bunların izahlarını arzedelim:

1- Kâlî Şükür:

Bu şükrü yapanlar haramdan sakınanlardır.

a) "Yaratan, yoktan var eden, beden nimetleri ile donatan, bidayetten nihayete kadar en
güzel şekilde terbiye edip suret veren Hazret-i Allah'a şükürler olsun." derler.

b) "Mülkünde bulunduran, kâinatı musahhar kılan, mülkündeki nimetlerle merzuk eden,


rızıklandıran Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler olsun." derler.

c) "İman şerefi ile müşerref eden, İslâm ile mükerrem eden, iyi ve kötüyü ayırdetmek için
Kelâmullah'ı indiren, Rehber-i sâdık'ı gönderen Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler
olsun." derler.

22.08.2019
Sayfa 40 / 646

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu


şükretmezler." (Mümin: 61)

Bir düşün! Hayatın boyunca bu hususlara bir defacık tefekkür edip şükrettin mi?

2- Fiili Şükür:

Şimdi bâtınına geçiyoruz.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsi'de buyurur ki:

"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilan ederim. Kulumu bana
en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibadetleri yapmasıdır. Nafile ibadetlerle de
bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim, sevince de artık onun
duyan kulağı olurum, o benimle işitir, gören gözü olurum, o benimle görür, eli
olurum o benimle dokunur, ayağı olurum o benimle yürür. (Kalbi olurum o benimle
anlar, söyleyen dili olurum o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm, her
hangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:
1042)

Bu Hadis-i kudsi'yi herkes merak eder. Allah-u Teâlâ lütfederse bunu az kelimeyle olduğu
gibi açacağız. Buna mümasil bir çok sırları da açıp kapatacağız.

Dimağınızı daha güzel yatıştırmak için bir Hadis-i kudsi daha arzedeceğiz:

"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi
vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"

Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:

"Onlara ilk vereceğim şey, nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan
haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Müslim-Hâkim)

Yani "Onlar beni biliyor ve benden haber verirler." diye Hadis-i kudsi'de beyan buyuruyor.

İşte şimdi size Hazret-i Allah'tan haber vereceğim.

Niçin Allah-u Teâlâ o sevgili kullarına karşı gelene harp ilân ediyor? Çünkü o veli Hakk'ta
fani olmuştur, kül olmuş, esrar-ı ilâhi'de yok olmuştur. İçinde yalnız Allah-u Teâlâ'nın
mevcudiyetini görür ve bilir, kendisini görmez.

Bunun delilini mi istiyorsunuz?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:

"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)

O, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına mazhar olmuştur.

(Devam edecek)

22.08.2019
Sayfa 41 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (12)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:

"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)

O, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına mazhar olmuştur.

Allah-u Teâlâ "İçindeyim, bak beni göreceksin!" diye hitap ediyor. Amma hani o gören
gözler?

Amma Allah-u Teâlâ "Beni bilenler var." buyuruyor. Ben haber veriyorum şimdi, Âyet-i
kerime ile haber veriyorum, Hadis-i kudsi ile haber veriyorum.

O içinde olduğu için duyan kulağı, gören gözü oluyor. Onun eli ve ayağı oluyor. Kalbi
oluyor O'nunla anlıyor, söyleyen dili oluyor O'nunla söylüyor. Onun bütün sırrı ve esrarı
Allah-u Teâlâ'nın içinde oluşundadır. Amma sen baktığın zaman put göreceksin. Demek
ki boşalmamız lâzım.

Çok mühim bir Hadis-i şerif daha arzedeceğiz.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza
bir ip sarkıtmış olsanız Allah'ın üzerine düşerdi." (Tirmizî)

Demek ki Allah-u Teâlâ kime gösterirse o görüyor.

O'ndan başka hiçbir şey yok ki düşsün! Ötekiler "Ol!" ve "Öl!", işte bundan ibarettir.
Düşen O'nun üzerine düşer.

O her şeyin takdirini dürmüş, şeklini şemâlini vermiştir, ondan sonra "Böyle ol!" demiştir,
o da dilediği şekilde oluvermiştir. O görünenleri öyle murad ettiği için öyle göstermiş.
Demek ki O var, O'ndan başka bir şey yok, O'nun hükmünden başka bir şey yok.

Her şeyi O tutuyor, O yaratıyor, O öldürüyor. Fakat insan tutulanı görüyor da tutanı
görmüyor. Yani yaratılmışları görüyor da Yaratan'ı görmüyor.

Hadis-i şerif'te, yemin ediyor böyle olduğuna dair. Bu böyle midir? Bakın şimdi izah
edeceğim.

22.08.2019
Sayfa 42 / 646

Bunlar "Elhamdülillâhi Rabbil âlemin" Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhardır. (Fâtiha: 1)

Bunlar "Kul hüvallahu ehad" Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhardır. (İhlâs: 1)

Bu da ancak kendisinin de kâinatın da bir maskeden ibaret olduğunu gören ve bilene


mahsustur. Yalnız onlar gerçek mürşid-i hakiki'nin Hazret-i Allah olduğunu bilirler.

Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır.

İşte Hadis-i şerif de açıklandı size. Ve dikkat edin bütün açıklamalarım ya Âyet-i kerime
ya Hadis-i kudsi ya da Hadis-i şerif iledir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

"Öyle ilim var ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ârif-i billâh olanlar
bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar.

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir
edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir
etmemişti." (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)

Onu niçin ârif-i billâh olanlar bilir? O bildirdiği için bilir.

Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:

"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)

İşte kendisinin ve kâinatın bir maske olduğunu gören, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına
mazhardır.

Bu Âyet-i kerime şimdiye kadar çok geçti, fakat çok esrarlıdır.

(Devam edecek)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (13)

2- Fiili Şükür (3)

Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ'nın nûru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması
ile husule gelir.

22.08.2019
Sayfa 43 / 646

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne
de resul sokulabilir." (K. Hafâ)

Diğer bir hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in
göğsüne boşalttım."

Eğer bu iki Hadis-i şerif'e dikkat etseniz, bütün bu esrarı çözeceksiniz.

Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır
buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik buradan doğuyor.

Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i
ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i
mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i
tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr,
ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.

Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem
zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır.

Fakir onları tarif ederken; "Sehm-i nübüvvete vâris olanlar", "Sehm-i velâyete vâris
olanlar", "Hem sehm-i nübüvvete hem de sehm-i velâyete vâris olanlar" olarak
belirtmişizdir.

Adı üstünde vâris, çalışmakla elde edilen bir şey değil. Allah-u Teâlâ doğrudan doğruya
nûru kalbine yazmış, kudsî ruh ile desteklemiş, Resulullah Aleyhisselâm'ın emanetini ona
boşaltmış. Bütün esrar bu noktada.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Asr Sûre-i Şerif'i (14)

3. Hâlî Şükür:

Allah-u Teâlâ'yı canlarından, gözlerinden, eli ve ayağından hülâsa ihsan ettiği, ikram
ettiği her şeyden fazla severler. Zira her şeyi O'nun yarattığını ve O'nun verdiğini onlar

22.08.2019
Sayfa 44 / 646

bilir. Hepsi O'nundur ve O'ndandır. Verdiği her şeyden fazla Allah-u Teâlâ'yı severler.
O'nu görür, O'ndan olduğunu da görür. Bu hâlî şükürdür.

Onlarda irade yaşamaz. İradelerini Allah-u Teâlâ'nın iradesine bağlamışlardır. Hükme


bağlıdırlar, çıkacak ilâhi hükme göre hareket ederler.

Sabaha kadar ibadet eder eder, sabahleyin de yaptığı ibadete gözyaşı ile istiğfar eder; af
olması için, ibadet ve taatlarının kabul olunması için duâ ve niyazda bulunur. Çünkü o
Allah-u Teâlâ'yı biliyor, yapamadığını da çok iyi biliyor. Aşk ateşi ile yanar, Allah-u Teâlâ
ile beraber olmayı her şeyden fazla tercih eder.

Bir Hadis-i kudsi'de şöyle buyuruluyor:

"Kulum beni zikrettiği zaman ben onunlayım." (Buhârî)

Size bu anlatılanlar hazine-i ilâhiden alınan inci ve elmaslardır ve fakat siz bunları
anlamadığınızdan taş mesabesinde görüyorsunuz.

Allah-u Teâlâ çok geçmez büyük bir fil gönderecek. Bu ilâhi mücevherâtın saçıldığını
gördüğü zaman bu incilerden acaba nasipdar olan var mı diye parmakla araştıracak.

Fakat anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine duyuruyor.

Ve dikkat ederseniz, ben hiç ilim okumadım. Bu arzettiğimiz ilim "İlmullah"tır.

Allah-u Teâlâ bana ne öğretirse onu biliyorum, ne söyletirse onu söylüyorum. Ben bu ilmi
bilmiyordum ki, kitap da hiç okumam, kitapta da bu ilim yok. Onun için deriz ki;

"Ben bilmiyordum ki söyleyeyim, kitaplarda yok ki okuyayım."

Bunlar bana ait değil. Ben kendimi takdim ederken diyorum ki; "Değersiz bir mahlukum,
hüküm ve değer Hazret-i Allah ve Resul'e âittir."

Rabb'im ne öğrettiyse, ne döktüyse, kalbime ne yazdıysa size olduğu gibi açıyorum.

Hiç şüphe yok ki çok büyük zâtlar gelmiştir, bunları biliyorlardı, fakat onlara müsaade
etmemiş de fakire etmiş, siz de bunlardan istifade ediyorsunuz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Beled Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

22.08.2019
Sayfa 45 / 646

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Yirmi Âyet-i kerime, seksen iki kelime ve
üç yüz yirmi bir harften müteşekkildir.

İlk Âyet-i kerime'de "Emin Belde" olan "Mekke-i Mükerreme"ye yemin edildiğinden, bu
mânâya delâlet eden "Beled" adını almıştır. Diğer bir adı da "Lâ Uksimu"dur.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; yine bundan önceki bazı Sûre-i
şerif'lerde olduğu gibi, gönülden inanan müminlerin mutlu sonlarını, azgınların ise kötü
âkıbetlerini beyan etmektedir.

İlk iki Âyet-i kerime; Resulullah Aleyhisselâm orada bulunduğu için, mekânların en
şereflisi olan Mekke-i mükerreme şehrine yemin edilerek başlamaktadır.

Sonraki iki Âyet-i kerime'de babaya ve çocuğuna yemin edilerek, insanın doğumundan
ölümüne kadar zorluk içinde bir ömür süreceği belirtilmektedir.

On birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ insana maddî ve mânevî birtakım nimetler
verdiği, iyilik ve kötülük yollarını gösterdiği halde, güç ve servetlerine aldananların O'na
karşı isyan ettikleri anlatılmaktadır.

On yedinci Âyet-i kerime'ye kadar sarp geçite benzeyen iyilik yolunu geçebilmek için
yapılması gereken tavsiyeler açıklanmaktadır.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, iman ettikten sonra birbirlerine sabrı ve merhameti
tavsiye edenlerin, defterleri sağlarından verilenler olduğu; Âyet'lerini tanımayanların ise
defterleri sollarından verilenler olduğu ve cehennemin üzerlerine sımsıkı kapatılacağı,
müminle kâfirin birbirinden ayrılacağı haber verilmektedir.

Emin Belde:

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğup büyüdüğü, yaşadığı
belde olan Mekke-i mükerreme şehrinin yüceliğini ve faziletini göstermek için üzerine
yemin etmiştir:

"Bu beldeye yemin ederim ki!" (Beled: 1)

Mekke-i mükerreme Allah katında şehirlerin en şereflisi ve en muteberidir. Allah-u Teâlâ


emin bir sığınak olmak üzere Kâbe-i muazzama'yı orada kurdurdu. Orayı güvenli haram
bölge ve müslümanların kıblesi kıldı.

"Sen bu beldede oturmaktasın." (Beled: 2)

Allah-u Teâlâ bu beldenin şan ve şerefini, orada oturan âlî Peygamber'in şan ve şerefiyle
ilgili olduğunu bildirmektedir. Âlemlerin Nur'u orada doğdu. Oranın tâzimini artırdı,
şerefine şeref kattı. Kur'an-ı Azîmüşân orada indirilmeye başlandı. Nur-i Muhammedî
orada tulû etti, bütün âlemlere oradan yayıldı.

Ne garip tecellîdir ki, müşrikler bu şehrin azametini ve hürmetini artıran zâtı oradan
çıkarmak istiyorlardı.

22.08.2019
Sayfa 46 / 646

Zorluklarla Geçen Ömür:

Allah-u Teâlâ babaya ve çocuğunun üzerine yemin ederek, insanın doğumundan


ölümüne kadar yorgunluk, meşakkat ve zorluklar içinde bir ömür sürdüğünü beyan
etmektedir:

"Babaya ve (ondan meydana gelen) çocuğa yemin ederim ki!" (Beled: 3)

Allah-u Teâlâ insanları hikmeti icabı olarak bir defada değil de, nesil nesil birbirlerinden
üretmiştir. O'nun kulları üzerindeki hakkı büyük olduğu gibi, babanın da evlâdı üzerindeki
hakkı büyüktür.

"Biz insanı zorluklar içinde yarattık." (Beled: 4)

İnsan bu dünyaya eğlence ve dinlenme için gelmemiştir. Dünya mihnet, meşakkat sıkıntı
ve dert yeridir. İnsan hayatı boyunca çeşit çeşit musibetlere mübtelâ olur. Dünya insan
için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün
sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi
zaman nimetlerle, kimi zaman darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi
zaman sağlıkla imtihandan geçmektedirler. Hayat dalgalıdır. İnsan bir gün güler, üç gün
ağlar. Doğar, büyür, ihtiyarlık çağına girer, sonunda da ölür. Ruhunun bedenine girmesi
ile çıkması arasında rahat bir zaman geçirdiği az olur.

Sarp Geçit:

İnsanoğlu başıboş bırakıldığını zanneder. Malını nereden kazandığının nereye


harcadığının sorulmayacağını sanır.

Haram helâl demez, gayr-i meşru yollardan kazanç sağlar. Zulmeder, azgınlık eder,
haksız yere onun bunun malını gasbeder. Hayır ve infaka dâvet edildiğinde, o zamana
kadar verdiklerinin yeterli olduğunu iddiâ eder.

Her ne kadar malından infak etmiş bulunsa bile, görsünler ve işitsinler diye infak etmiştir.
Bu harcamayı hayırlı bir iş için değil, sadece gösteriş için yapmıştır. Bir de şu var ki israf
ettiği mal ile kibirlenir durur.

Bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:

"O, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?" (Beled: 5)

Bu kadar yorgunluk ve meşakkat içinde olmasına rağmen hiçbir ahiret hazırlığı yapmıyor.
Dünyada her istediğini yapacağını, kendisine hesap soracak bir mercinin, herhangi bir
kimsenin olacağını hiç hesaba katmıyor. Her yaptığının yanına kâr kalacağını
zannediyor.

"'Yığın yığın mal sarfedip tükettim!' diyor." (Beled: 6)

Gösteriş yapmak ve övünmek için harcamış olduğu çok malı olduğunu anlatmak istiyor.

Câhiliye devri insanları servetlerini gösteriş için, meşhur olmak için sarfederler, bunu bir
cömertlik alâmeti ve büyüklük işareti sayarak övünürlerdi.

22.08.2019
Sayfa 47 / 646

"O, hiç kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor?" (Beled: 7)

İş onun sandığı ve düşündüğü gibi değildir. Allah-u Teâlâ ondan haberdardır, onun
kazandığı malı hangi yolla kazandığını, hangi maksatla sarfettiğini, sarfedip
sarfetmediğini bilmektedir. Kıyamet gününde ona soracak ve yaptıklarının cezâsını
verecektir. Çünkü dünya bir imtihan sahnesidir, insana verilen servet denemek için
verilmiştir.

Allah-u Teâlâ öğüt ve ibret alması, şükretmesi için verdiği nimetleri ona hatırlattı:

"Biz ona iki göz vermedik mi?" (Beled: 8)

Görülmesi gereken gerçeği görsün diye. Gözünü açıp bakmış olsa hakikati görecek,
sapıklığı farkedecek ve vakit kaybetmeden bir an önce Hakk yoluna koyulacak.

"Bir dil ve iki dudak vermedik mi?" (Beled: 9)

Hayırlı ve güzel söz söylesin, içindeki düşüncelerini ifade etsin, helâl yiyip içsin diye.
İnsanoğlu sadece bunu düşünse ve şükrünü yapmış olsa, yola gelmiş ve hakikati görmüş
olur.

"Biz ona (doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?" (Beled: 10)

Ki bu nimetleri tefekkür ederek hidayet yoluna girsin, sapıklık yoluna girmekten sakınsın.
Hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, doğru ile eğriyi, hayır ile şerri, güzel ile çirkini ayırsın ve
hakikate yönelsin.

Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer, iyilik
ve kötülük yollarını göstermiş, kullarına da iyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.

Hidayet Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği
muvaffakiyettir. Hidayetin zıddı dalâlettir. Dalâlet, doğru yoldan sapmaktır. Hidayetin
neticesi iman, dalâletin neticesi imansızlıktır.

Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Bir insanda dalâlet yaratması, o
insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu şeçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini
dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda
hidayet ve iman fitrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz'î iradesini kötüye
kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:

"Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, isterse nankör
olsun." (İnsan: 3)

O ise, kendisine gösterilen hidayet yoluna giremedi. Allah-u Teâlâ'nın peygamberler


göndererek, kitaplar indirerek açıklayıp tanıttığı nurlu yolu takip edemedi.

"Fakat o, sarp gecidi geçmeye katlanamadı." (Beled: 11)

Zorluklara göğüs germek istemedi, nefsinin arzularını tercih etti, kendisini iyilik yollarına
ulaştıracak sebepleri araştırmadı.

22.08.2019
Sayfa 48 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Beled Sûre-i Şerif'i (2)

Sarp Geçit:

"Geçen aydan kaldığımız yerden devam ediyoruz."

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Sarp geçidin ne olduğunu bilir misin?" (Beled: 12)

Allah-u Teâlâ bu sarp geçidin ne olduğunu sormakla engelin büyüklüğünü ve o engeli


aşmanın güçlüğünü beyan buyurmuş oluyor.

"Köle azad etmektir." (Beled: 13)

Bakara sure-i şerif'inin 177. Âyet-i kerime'sinde de köle azad edenler övülmektedir.

Nitekim Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'in, İslâmiyet'in ilk yıllarında köle
satın alarak azad etmesi ile Allah-u Teâlâ'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın hoşnutluğunu
kazanması malumdur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; herhangi bir
kimse köle azad ettiğinde Allah-u Teâlâ'nın, o kölenin her uzvuna karşılık o kimsenin bir
uzvunu cehennemden koruyacağını beyan buyurmuştur. (Buhârî - Müslim)

Burada bir insan hürriyete kavuşturulmuş oluyor. İki türlü kölelik vardır; zâhiren kölelik,
bâtınen kölelik. Bir köleyi azad etmekle, bir insan zâhiren bağdan kurtulmuş oluyor. Fakat
nefsin köleliğinden bir kimseyi kurtarmak ise bundan çok daha mühimdir.

Cenâb-ı Hakk'ın lütuf hidayetine eren, hakikati bulan bir insanın; Hakk ve hakikatten gafil,
ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalplerini
nurlandırmaya gayret etmesi lâzımdır.

Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları bir kere taktı mı, bilse de bilmese de çeker götürür.

"Veya (kıtlık gibi) açlık duyulan bir günde yemek yedirmektir." (Beled: 14)

Böyle çetin bir açlık zamanında yemek yedirebilmek, bir can kurtarabilmek kadar büyük
bir fedâkârlıktır ve imanın bir mihenk taşı gibidir.

"Hısım sayılan bir yetime." (Beled: 15)

Çünkü yetimler şefkat ve merhamete daha çok lâyıktır. Bunda da hâliyle nesep ve din
yakınlığının tercih edilmesi gerekir.

22.08.2019
Sayfa 49 / 646

"Yahut da yere serilmiş (bitkin, kimsesiz) bir yoksula." (Beled: 16)

Miskinler, günlük yiyecekleri olmayacak kadar aşırı derecede sıkıntı içinde bulunan,
yoksul ve düşkün kimselerdir. Miskinlik, fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak
mânâsına gelir. Dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını bilmeyen onları zengin sanır. Onları


simâlarından tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler." (Bakara: 273)

Nice yoksullar vardır ki zengin görünümündedirler, muhtaç durumda olduklarını gizlerler.


Bunları tanımak müminlerin ferasetine bırakılmıştır.

İnsanla cennete varan yol üzerinde bulunan bu sarp geçit, ancak Allah-u Teâlâ'nın
bahşedeceği imanla aşılabilir. Kullarına karşı engin merhamet sahibi olan Allah-u Teâlâ
bu geçiti katetme yolunu da göstermiş oluyor.

Kişinin bu sarp geçidi geçmesi, yokuşu aşması için Allah yolunda cömertlik yapması, bu
uğurda gayret sarfetmesi; köle azad etmesi, önce akrabasından başlamak üzere kıtlık
zamanlarında yetimleri doyurması veya hiçbir azık bulamayan düşkün kimselere ihsanda
bulunması gerekmektedir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle
buyurmuşlardır:

"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer
uzaktır.

Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.

Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı
görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)

Allah-u Teâlâ daha sonra bu sarp geçidi aşmada imanın en büyük âmil olduğunu,
müminlerin birbirlerine Allah yolundaki zahmet ve güçlüklere tahammül etmeleri için sabrı
tavsiye etmelerini, mahlûkata merhamet hususunda birbirlerine tavsiyede bulunmalarını
beyan buyuruyor:

"Sonra iman edenlerden olmak; birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden,


merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden olmaktır." (Beled: 17)

Sabır mücadele ile nefsin arzu ve lezzetlerine muhalefet etmek, Hakk'ın arzu ve
isteklerini yapmakta azim ve sebat göstermek, ibtilâlar karşısında kurtuluşu Allah-u
Teâlâ'dan beklemek demektir.

İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde
sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine
ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder, onlara
yardım ederek derecelerini yükseltir. Ücret ve mükâfat alan herkesin mükâfatı sınırlı
olacağı halde, sabredenlerin ecri sınırsız ve hesapsız olur. İmanın aslı sabırdır. İmandan
sonra takip edilecek yolun başı sabırdır, iman yolunun başlangıcından itibaren sabır
imtihanı başlar. Ahlâkın da, ilmin de, amelin de başı sabırdır. Nefis terbiyesinin en mühim

22.08.2019
Sayfa 50 / 646

bir merhalesidir, insanın saâdet sırrıdır. İmtihan sabırla verilir, ibtilâlar sabır sayesinde
küçülür. Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir.
Mümin sabrı nispetinde derece alır ve terakki eder. Rızâ makamına sabırla kavuşulur,
kalp de sâfileşir.

Sabır bu derece önemli olduğu gibi, mümin kardeşlerine sabrı ve merhameti tavsiye
etmek de o kadar önemlidir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de müminlere duâlarında şöyle söylemeleri beyan


buyurulmaktadır:

"De ki: Ey Rabb'im! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en


hayırlısısın." (Müminûn: 118)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in müslümanlar arasında en çok


yerleştirmeye çalıştığı ve üzerinde durduğu yüksek ahlâkî meziyet, hiç şüphesiz ki
merhamettir.

Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"İnsanlara merhamet etmeyenlere Allah merhamet buyurmaz." (Buhârî)

Merhamet, acıyıp esirgemek demektir. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat ve merhamet


göstermek, emsallere karşı da müsamahalı davranmak dinimizin üzerinde durduğu ahlâki
faziletlerdendir.

Müslümanların herhangi bir işe başlamak istemeleri hâlinde ilk önce "Besmele-i
şerif" ile, yani Allah-u Teâlâ'nın sonsuz merhamet sahibi olduğunu
bildiren "Rahman" ve "Rahîm" ism-i şerif'leri ile başlamaları emredilmiştir. Her şey ilâhî
rahmetin bir tecellîsidir.

Bu Âyet-i kerime'lerde yapılan iyiliklerin, amel ve ibadetlerin ancak imanla birlikte


yapıldığı takdirde menfaat vereceği belirtilmektedir.

"İşte bunlar, sağ tarafta yerlerini alan sağın adamlarıdır." (Beled: 18)

Kitapları sağ tarafından verilecek olan Ashâb-ı yemin, amel-i sâlih işlemekte en ileri
giden, hem kendilerine hem de başkalarına huzur ve menfaat veren uğurlu kimselerdir.

Allah-u Teâlâ itaatkârlarla isyankârların durumlarını birlikte açıklamış, bahtiyarlarla


bedbahtların arasındaki farkı beşeriyete duyurmuştur.

"Âyetlerimizi inkâr edenler ise; işte onlar, sol tarafta yerlerini alan solun
adamlarıdır." (Beled: 19)

Kitapları sol tarafından verilecek olan uğursuz Ashâb-ı şimal ise, küfür ve isyanda en ileri
giden, hem kendilerine hem başkalarına uğursuzluk veren kimselerdir.

"Ve üzerlerine kapıları kapanmış bir ateş vardır." (Beled: 20)

Cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere sımsıkı kapatıldığı için, artık kaçıp
kurtulmaları mümkün değildir. Hiçbir baca ve delik yoktur ki, oradan kendilerini
rahatlatacak bir serinleme gelsin. O ateşin içinde sonsuza kadar azaplarla başbaşa
kalacaklardır.

22.08.2019
Sayfa 51 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Beyyine Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Medine-i münevvere döneminde nâzil olmuştur. Sekiz Âyet-i kerime, doksan dört kelime
ve üç yüz doksan dokuz harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Apaçık delil" mânâsına gelen "Beyyine" kelimesi bu
Sûre-i şerif'e isim olmuştur. Allah-u Teâlâ bu Sûre-i şerif'te hak din ile bâtıl dinleri
açıklamıştır. "Kayyime" ve "Beriyye'" gibi isimlerle de anılır.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz Übey bin Kâb -radiyallahu anh-e: "Allah: 'Lem yekünillezîne
keferû' sûresini sana okumamı emretti." buyurmuş. Bunun üzerine Übey -radiyallahu
anh-: "Allah benim ismimi andı mı?" diye sormuş. Resulullah
Aleyhisselâm: "Evet!" deyince, Âlemlerin Rabb'i katında adının anılmış olması sebebiyle
fazlasıyla duygulanmış, heyecanlanmış ve sevincinden gözlerinden yaş boşanmış,
ağlamaya başlamış. (Buhârî - Müslim)

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de Hâtemü'l-enbiyâ olan Resulullah Aleyhisselâm'ın risâleti


karşısında Ehl-i kitab'ın ve müşriklerin tutumu ve en sağlam hükümleri taşıyan bir dinin
hakiki din olduğu beyan edilmektedir.

İlk beş Âyet-i kerime'de gerek Ehl-i kitap'tan olan kâfirlerin, gerekse müşriklerin
Resulullah Aleyhisselâm'ın risâletine kadar üzerinde bulundukları durumları
hatırlatılmakta; İslâm dini'nin gelişi ile artık Ehl-i kitab'ın bu son dini kabul etmeleri
gerekirken ayrılığa düştükleri, bir kısmının kabul edip bir kısmının aynı inkârı
sürdürdükleri belirtilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, küfrü seçenlerin yaratılmışların en kötüsü, en zararlısı


oldukları; iman edip sâlih amel işleyenlerin ise yaratılmışların en iyisi, en hayırlısı
oldukları haber verilmektedir.

Ehl-i Kitab'ın Küfrü:

22.08.2019
Sayfa 52 / 646

Allah-u Teâlâ küfür içinde yaşayan milletlerin doğru yolu bulmaları için aradıkları en
büyük gerçek gözleri önünde bulunduğu halde, yine de kendi küfürlerinde ısrar ettiklerini
beyan buyurmaktadır:

"Ehl-i kitap'tan ve müşriklerden inkâr edenler, kendilerine apaçık delil gelinceye


kadar (küfürlerinden) ayrılacak değillerdi." (Beyyine: 1)

Ehl-i kitap olsun, kim olursa olsun, müslüman olmayan her insan müşriktir. Bu Âyet-i
kerime Ehl-i kitap ile müşrikleri birlikte anarak hepsinin kâfir olduklarını açıkça ifade
etmektedir. Çünkü Allah-u Teâlâ onları küfürle vasıflandırmıştır. İsimleri farklı, küfürleri
ortaktır. Küfürlerinden ayrılmazlar, şirklerini terketmezler. Onların semâvî bir kitaba bağlı
olmaları sebebiyle mümin olduklarını iddiâ eden kimse, İslâm dini'ni ve Kur'an-ı kerim'i
anlamamış olan iki yüzlü bir münâfıktır, yahudilere ve hıristiyanlara yaranmak isteyen bir
sapıktır. Bunun böyle bilinmesi lâzımdır.

"Ehl-i kitap" kendilerine kitap verilen insanlar mânâsına gelmektedir.

Kur'an-ı kerim'de "Ehl-i kitap" terimi, vahiy yoluyla nâzil olmuş Tevrat, Zebur ve İncil gibi,
kitapları bulunan yahudi ve hıristiyanları müşriklerden ayırt etmek için kullanılmıştır. Daha
çok Tevrat ve İncil'e inanan yahudi ve hıristiyan zümreler için kullanılan bir terimdir.

Yahudi ve hıristiyanlar Ehl-i kitap olarak vasıflandırılmalarına rağmen, Allah-u Teâlâ


onları Âyet-i kerime'lerinde inkârcı olarak, müşrik olarak kınamaktadır. Çünkü Ehl-i kitap
olmak bir kurtuluş değildir.

Meselâ Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde Ehl-i kitab'ı küfürlerinden dolayı şöyle ikaz
etmektedir:

"Ey ehl-i kitap! Görüp bildiğiniz halde niçin Allah'ın âyetlerini inkâr
ediyorsunuz?" (Âl-i imrân: 70)

Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ inkârcı Ehl-i kitab'ı, kendilerine has isimle anmaktadır.

Ehl-i kitab'ın şirki Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde beyan edilmiştir.

"(O apaçık delil) Allah tarafından gönderilmiş, tertemiz sayfaları okuyan bir
peygamberdir." (Beyyine: 2)

Muhammed Aleyhisselâm ümmî bir peygamberdir, mucize bir kitap getirmiştir.

Nurlu sahifeleri ezberden okur. Kur'an-ı kerim Allah-u Teâlâ'nın kitabı olması
hasebiyle "Tertemiz sayfalar" olarak anılmıştır.

"O sayfalarda en doğru hükümler vardır." (Beyyine: 3)

Allah-u Teâlâ'ya âit olan bu sahifelerin içinde gerçeği dosdoğru anlatan yazılar bulunur.

Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir
ve idare, tam tasarruf O'na âittir. O'nun verdiği hükümler belirli bir zaman ve asır ile sınırlı
değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.

"Kendilerine kitap verilenler, onlara apaçık delil geldikten sonra ayrılığa


düştüler." (Beyyine: 4)

22.08.2019
Sayfa 53 / 646

Bu Âyet-i kerime yahudi ve hıristiyanların yaptıkları işlerin son derece çirkin olduğunu ve
cinayetlerinin büyük olduğunu bildirmektedir. Gerçek ortaya çıktıktan sonra ve mazeretler
tamamen ortadan kalktıktan sonra ayrılığa düştükleri açıklanmaktadır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Beyyine Sûre-i Şerif'i (2)

Ehl-i Kitab'ın Küfrü (2)

Ehl-i kitab'ın küfrü, bile bile ve inâdî bir küfürdür. Onlardan Abdullah bin Selâm
-radiyallahu anh- gibi çok az bir grup insan iman etmişti.

"Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a has kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk
etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti." (Beyyine: 5)

Halbuki Tevrat ve İncil'de onlara sadece tek olan Allah'a ihlâsla ibadet etmeleri
emredilmişti. Fakat onlar kitaplarını tafrif edip değiştirdiler de hahamlarına rahiplerine
taptılar, Allah-u Teâlâ'nın birliğini inkâr ettiler. Ayrı bir isimde ve küfürde kaldılar.

"Bu dimdik ayakta duran bir dindir." (Beyyine: 5)

Allah-u Teâlâ'nın emir buyurduğu, hakkında delil ve burhan indirdiği, seçtiği ve hoşnut
olduğu bir tek dindir.

Allah-u Teâlâ bu din-i mübin'i hükmü ile emri ile indirdi. Bu din O'nun doğru olan yolunun
dinidir, ancak bu din ile amel edilir. Bu din ile amel eden müslümandır, bu din ile amel
etmeyenler; inkâr etmezse fâsıktır, inkâr ederse kâfirdir. Bu dini bozmaya ve yıkmaya
çalışmak, hiç şüphesiz ki kâfirin küfür alâmetlerinden birisidir.

"Şüphesiz ki Ehl-i kitap'tan olsun müşriklerden olsun inkâr edenler cehennem


ateşindedirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır." (Beyyine: 6)

Gerek Ehl-i kitap ve gerekse müşrikler ebedî olarak cehennemde kalmayı mucip olan
küfrü irtikap ettikleri için cehennemden aslâ ayrılmazlar, yanıp yakılırlar. Orası ebedî
ikâmetgahlarıdır. Küfrün neticesi işte böyle ebedî azaptan başka bir şey değildir.

"Onlar yaratıkların en şerlileridirler." (Beyyine: 6)

22.08.2019
Sayfa 54 / 646

Zira bunlar Allah-u Teâlâ'ya iftira etmişler, O'nun Peygamber'ini tasdik etmemişler,
hidayeti bırakıp dalâleti satın almışlar, nefislerini küfür ve günahla kirletmişler, bunun için
de ebedî saâdet ve selâmetlerini kaybetmişlerdir. Bunlar en kötü mahlûk, en aşağılık
olanlardır, bu ise kesin bir hükümdür.

En şerli olanın yeri de elbette cehennemdir. Allah-u Teâlâ onları yaratıkların en kötüsü
kabul ettiği halde, hayırlı olduklarını söyleyenler ne kadar câhildirler!

Ehl-i İslâm'ın İmanı:

Bedbaht kâfirlerin ve aşağılık müşriklerin derin sapıklıklarına karşılık, bahtiyar müminlere


gelince; kâfirlerin küfrü, müşriklerin şirki kendilerini esfel-i sâfilîn'e indirirken, müminlerin
imanı da onları A'lây-ı illiyyîn'e çıkaracaktır.

"İman edip sâlih amel işleyenler hiç şüphesiz ki yaratıkların en


iyileridirler." (Beyyine: 7)

Bu da kesin bir hükümdür. Çünkü onlar Allah'a ve ahiret gününe gönülden inanmış,
Peygamber'lerini tasdik etmiş, sâlih amellerle imanlarını tezyin etmiş, yaratılış gayelerini
nazara almış, hidayet yolunu takip etmiş pek güzide kullardır. İnsan isminin gerçek
mazharı bunlardır. Hadis-i şerif'e göre bazı meleklerden bile efdâldirler.

"Rabb'leri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn


cennetleridir." (Beyyine: 8)

Orada cismânî ve ruhânî nimetlere garkolacaklardır. Dünyada iken Allah-u Teâlâ'ya tam
bir teslimiyetle bağlanan, ahidlerinde duran, küfürden ve diğer günahlardan nefsini
sakındıran müminler cennetlerde bağlar ve bahçeler içinde, akan ırmakların kenarlarında
huzur ve saâdet içinde yaşarlar.

"Orada ebedî olarak kalacaklardır." (Beyyine: 8)

Müminler Rabb'lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, samimiyetle


yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde emsalsiz lütuflara nâil olacaklar,
ebedî olarak kalacaklardır.

"Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır." (Beyyine: 8 -


Mücâdele: 22 - Mâide: 119)

Bütün gönüllerin aradığı kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızâdır. O'nun rızâsı nimetlerin
en büyüklerinden birisi ve mertebelerin en yücesidir. Ulviyeti her türlü tasavvurun
fevkindedir.

"İşte bu, Rabb'inden korkanlar içindir." (Beyyine: 8)

"Haşyet"; korku manâsına gelen "Havf"dan daha şiddetli bir korku demektir. Bütün
kemâlât işte bu Haşyetullah'ın içindedir.

Azamet-i ilâhî karşısında bu haşyete sahip olanlara büyük müjdeler vardır.

22.08.2019
Sayfa 55 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BÜRÛC SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Ashâb-ı Uhdûd

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminin ortalarında, müşriklerin inananlara işkence yapmaya


başlamaları üzerine nâzil olmuştur. Yirmi iki Âyet-i kerime, yüz dokuz kelime ve dört yüz
altmış beş harften müteşekkildir.

Adını ilk Âyet-i kerime'de geçen "Bürûc" kelimesinden alır. Kendisinden


önceki "Mutaffifîn" ve "İnşikâk" sûre-i şerif'lerinin devamı gibidir.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle, içinde büyük yıldızlar ve bunların döndüğü büyük yörüngeler
bulunan göğe, vaad edilen kıyamet gününe, o günde her şeyi açıkça görecek olanlara ve
onların gözleri önünde müşâhede edilecek olan şeylere yemin ile başlar.

Dördüncü Âyet-i kerime'den on ikinci Âyet-i kerime'ye kadar; sadece iman etmelerinden
ötürü işkenceye uğrayan, ateş dolu hendeklere atılarak diri diri yakılan müminlerin
kıyamete kadar anılacak olan ibretli durumları anlatılmaktadır.

On dokuzuncu Âyet-i kerime'ye kadar; Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azameti, küfürde ısrar
edenleri yakalayışının çok çetin olacağı, bununla birlikte çok bağışlayıcı olduğu
hatırlatılmaktadır.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, inananlara müjde verilmekte, kâfirler kötü bir âkıbetle
tehdit edilmekte ve Kur'an-ı kerim'in indiği gibi korunacağı ve çok şerefli bir kitap olduğu
belirtilmektedir.

Ashâb-ı Uhdûd:

Kâfirlerden birtakım kimseler, yerde hendekler açarak içinde ateşler yaktılar. İnananları
bu ateşin karşısına diktiler. Dininden dönenleri bıraktılar, imanda ısrar edenleri yaktılar.

22.08.2019
Sayfa 56 / 646

Bu gibi hadiseler insanlık tarihi boyunca zaman zaman husule gelmiş, inananlar ölümü
bile aratan çetin imtihanlardan geçirilmişlerdir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde imanlarından dolayı müminlere hakaret eden ve


ateşte yakarak şehit eden eski bir kavmin başına gelen yangın azabını haber
vermektedir:

"Andolsun burçlar sahibi gökyüzüne!" (Bürûc: 1)

Allah-u Teâlâ hareket hâlinde iken yıldızların mesken edindiği yüksek menzilleri bulunan
göğe, şeref ve değerlerini ortaya koymak için yemin etmektedir.

Gökyüzü bu burçlarla süslenmiştir. Yüksekliklerinden dolayı saraylara benzetilmişlerdir.


Bu burçlar gezegen yıldızların menzil ve meskenleridir.

"Andolsun vaad olunan o güne!" (Bürûc: 2)

O vaad olunan ahiret günü ki, geleceğinden hiç şüphe yoktur. Dâvâların görüldüğü,
cezâların verildiği, hüküm ve hükümranlığın sadece Allah-u Teâlâ'ya âit olduğu bir
gündür. Bu dünyada zulmedenler çok iyi bilmelidirler ki, o gün çok uzak değildir.

"Andolsun şâhitlik yapana ve şâhitlik edilene!" (Bürûc: 3)

Kıyamet gününde öncekilerden ve sonrakilerden, şâhitlik edecek ve edilecek olanlar


üzerine yemin edilmiştir.

"Kahrolsun o hendeğin sahipleri!" (Bürûc: 4)

Bu korkunç katliamı gerçekleştirenler Allah-u Teâlâ'nın gadabına maruz kalmışlar,


günahları ile yakalanarak ilâhî kahra uğramışlardır. İlâhî rahmetten kovulmak suretiyle
ezilmişler, başkalarına ibret olacak şekilde cezalandırılmışlardır.

"Tutuşturulmuş o ateşin." (Bürûc: 5)

Hendek ateşle doldurulunca daha korkunç olmuştur. Kalplerdeki imanı bu şekilde


yakmaya çalışanlar başarılı olamamışlar, aksine lânetlenmişler ve adları kötüye çıkmıştır.

"Hani onlar, o ateşin başına oturmuşlardı." (Bürûc: 6)

Dinlerini terkedenleri bırakıyor, terketmeyenleri ateşe atıp yakıyorlardı.

"Müminlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı." (Bürûc: 7)

Hendeğin etrafına toplanmışlar, en ufak bir acıma ve merhamet duymaksızın müminlere


yapılan işkenceleri karşıdan zevkle seyrediyorlardı.

"O müminlere kızmalarının sebebi de sadece Azîz ve Hamîd olan Allah'a iman
etmeleri idi." (Bürûc: 8)

Onların hiçbir suçu yoktu, o müminler kendilerinden intikam alınmaya kalkışacak başka
bir şey yapmıyorlardı. Ancak Allah'a iman ediyorlar ve o iman ile gitmek istiyorlardı.

"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O'nundur. Allah her şeye şâhittir." (Bürûc:
9)

22.08.2019
Sayfa 57 / 646

Bütün hepsi de şerik ve nezirden münezzeh olan Allah-u Teâlâ'nın hâkimiyetinde


bulunmaktadırlar. Kullarının yaptıkları işlerden hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

"İnanmış erkek ve kadınlara fitne yoluyla işkence edip, sonra tevbe etmeyenlere
cehennem azabı vardır ve onlar için yangın azabı vardır." (Bürûc: 10)

İmanlarından çevirmek için onlara belâ olan ve mazlumları ateş dolu hendeklere atarak
diri diri yakan zâlimler, cehennemde görecekleri azaptan ayrı bir ateşe daha gireceklerdir.
Bu ateş hiç şüphesiz ki cehennemdeki ateşten farklı ve daha şiddetli olacaktır. Çünkü
cezâ, yapılan iş cinsinden olur.

Allah-u Teâlâ müminlere işkence eden kâfirlerin acı âkıbetlerini anlattıktan sonra,
müminleri bekleyen güzel sonucu beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur:

"İman edip de sâlih ameller işleyenlere, altlarından ırmaklar akan cennetler


vardır." (Bürûc: 11)

Cennet değil cennetler vardır. Cennet ırmaklarının vasıfları ise her türlü tasavvurun
üstündedir. Bu ırmaklar cennetin her köşesine ve her köşke uğrar, yukarı doğru da akar,
çok büyük oldukları halde, geçmek isteyenlere yol verir. Dileyenlerin peşi sıra da akar.
Dünya ırmakları gibi çukurdan, belli bir mecrâdan akmazlar.

"İşte büyük kurtuluş budur." (Bürûc: 11)

Cehennemden uzaklaşıp cennete girmekten daha büyük kurtuluş düşünülemez.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BÜRÛC SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2

Gerçek İntikam Sahibi:

Allah-u Teâlâ peygamberlerinin ve dostlarının düşmalarını nasıl cezâlandıracağını


Kelâm-ı kadîm’inde beyan buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki Rabb’inin yakalaması çok şiddetlidir.”(Bürûc: 12)

Allah-u Teâlâ daha önce bir yaratma olmadan ilk olarak yaratır. Yaratmaya ancak O
başlayabilir. Olmayanı ancak O meydana getirir. Yaratma işini bütün yönleriyle O ortaya
koyabilir.

“Bilin ki O, ilk olarak yaratır ve tekrar eder.” (Bürûc: 13)

22.08.2019
Sayfa 58 / 646

Yaratılışı bir noktadan başlatır ve bir sonuca ulaştırır. Sonra yeni baştan yaratmayla,
başka bir âlemde onu yeniden diriltip iâde eder. Bu durum netice olarak şu gerçeği ortaya
koyar:

“O çok bağışlayan, çok sevendir.” (Bürûc: 14)

Mağfireti pek çok, merhameti engin olan Allah-u Teâlâ, itaatkâr kullarını çok sever,
sevilmeye en çok lâyık olan da O’dur.

“Şerefli Arş’ın sahibidir.” (Bürûc: 15)

İnsanın akıl ve hayalinin almayacağı bir azamete sahip olan Arş-ı âzam ve diğer
yaratıklar üzerindeki hâkimiyet O’na âittir.

“Dilediğini mutlaka yapandır.” (Bürûc: 16)

Ne dilerse dilediği gibi yapar, dilediğini dilediği şekilde yaptırmaya muktedirdir.

İradesi hiç şaşmaz. Yok etmek istediklerini muhakkak yok eder, kurtuluşa erdirmek
istediklerini de kesinlikle kurtuluşa erdirir.

“Firavun ve Semud ordularının haberi sana gelmedi mi?” (Bürûc: 17-18)

Kendilerine hidayet rehberi olarak gönderilen peygamberine iman etmeyen, hükümleri ile
amel etmeyen her milletin âkıbetinin bu gibi felâket olacağı şüphesizdir.

“Hayır! O kâfirler yalanlayıp dururlar.” (Bürûc: 19)

Bu her asrın inatçı kâfirlerine şâmildir. Onlar da eskilerin inkârlarından daha beter olan bu
inkârlarında devam ederek korkunç sonlarını kendi elleriyle hazırlamaktadırlar.

“Oysa Allah, onları arkalarından kuşatmıştır.” (Bürûc: 20)

Kaçıp kurtulabilecek bir yer bulamayacaklardır.

“Hayır! O şerefli bir Kur’an’dır.” (Bürûc: 21)

Öyle kerim bir Kur’an ki, Allah-u Teâlâ’nın en son ve en büyük kitabıdır. Bir tek Âyet-i
kerime’sine bile inanmayan kimse, kendi nefsini ilâh edinmiş, arzularını hüküm yerine
koymaya çalışmış, bunun için de kâfir olmuştur. İman eden müslümandır, iman etmeyen
kâfirdir.

Öyle hakîm bir Kur’an’dır ki, Allah-u Teâlâ’nın koruması sayesinde bozulmaktan,
yanlışlıktan korunmuştur.

“Levh-i mahfuz’dadır.” (Bürûc: 22)

Onun aslı ümmü’l-kitap olan Allah’ın ilmindedir. Bunun içindir ki tahrif ve tebdilden her
bakımdan muhafaza olunmuştur.

Âlemin yaratılışından kıyamete kadar ne olup bitecekse, büyük ve küçük, gizli ve açık,
görünmeyen ve görünen, düşünülen ve hissedilen, hayat ve ölüm, olmuş ve olacak her
şey bütün genişliği ve inceliğiyle Allah-u Teâlâ’nın ilmindedir. Bütün her şeyi bildiği gibi,
hepsi de apaçık bir Kitap’ta, Levh-i mahfuz’da nakşedilmiştir.

22.08.2019
Sayfa 59 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

CİN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Hayranlık Veren Çok Hoş Kur’an

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde A’râf sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Yirmi sekiz
Âyet-i kerime, iki yüz seksen beş kelime ve sekiz yüz yetmiş harften teşekkül etmiştir.

Adını cinlerden bir topluluğun Resulullah Aleyhisselâm’dan Kur’an-ı kerim dinlediğini


bildiren birinci Âyet-i kerime’sinden alır. Birinci Âyet-i kerime’nin ilk kelimelerinden
dolayı “Kul Ûhiye İleyye” Sûre-i şerif’i de denilir.

Bu Sûre-i şerif “De ki” mânâsına gelen “Kul” emriyle başlayan beş Sûre-i şerif’in en
uzunudur.

Nüzul Sebebi:

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah


-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in risâletinden önce; cinler gökyüzüne çıkarak
meleklerden işitip duydukları haberleri kâhinlere vesvese yoluyla ilka etmekte, bu suretle
de insanlar arasında fitne ve fesat çıkarmakta idiler. Nûr-i Muhammedî tulû edip, hidayet
yolları açılmaya başlayınca cinler gökyüzünden tardolunup kovuldular. Gökyüzünden
haber almaları engellendi. Üzerlerine alevli kıvılcımlar atıldı.

Geri döndüklerinde bu durumu aralarında görüştüler. Sebebini her tarafta araştırmak


üzere doğuda batıda dolaşmaya başladılar. Bunlardan Tihâme ve Hicaz taraflarına gelen
bir grup cin, Nahle denilen mevkide Ashâb’ı ile birlikte sabah namazı kılmakta olan
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına geldiler. Kur’an sesini
duyunca: “Vallahi işte bizim semâdan tardolunmamızın sebebi budur!” dediler. Kemâl-i
edeble, huşu içinde dinlediler ve iman ettiler. Kendilerini hayran bırakan Kur’an’a
inandıklarını, artık Rabb’lerine hiçbir şeyi ortak koşmayacaklarını açıkladılar.
Gördüklerini, duyduklarını kavimlerine haber verdiler. Onlardan iman edenler olduğu gibi,
iman etmeyenler de oldu.

Muhtevâsı:

22.08.2019
Sayfa 60 / 646

Bu mübârek Sûre-i celîle’nin ilk Âyet-i kerime’sinden on beşinci Âyet-i kerime’sine kadar;
cinlerden bir topluluğun Kur’an-ı kerim âyetlerini dinledikten sonra büyük bir etki altında
kaldıklarından, kendi kavimlerine döndüklerinde bu ilâhî kitap hakkında ortaya koydukları
selis görüşlerinden söz edilmektedir.

On sekizinci Âyet-i kerime’ye kadar; gerek insanların gerekse cinlerin Allah yolunda
bulundukları, ilâhî hükümlere uydukları takdirde bol bol nimetlere erecekleri, yüz
çevirdiklerinde ise şiddetli azaplara uğrayacakları anlatılmaktadır.

Yirmi altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; Resulullah Aleyhisselâm’a karşı çıkan Mekke
müşrikleri kınanmakta, şirk ve küfürlerinin dünyadaki ve ahiretteki korkunç sonucu haber
verilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime’lerde gaybı ancak Allah-u Teâlâ’nın bildiğine ve onu dilediği
kullarına bildireceğine dâir ilâhî hüküm beşeriyete duyurulmaktadır.

Cinler:

Mevcûdatta cin adı verilen lâtif yaratıklar da vardır. İnsanlarla birlikte yeryüzünde
hayatlarını sürdürürler. Yaratılışları insanların yaratılışlarından daha öncedir. İnsanlar
topraktan yaratıldığı gibi, onlar da ateşten yaratılmışlardır.

Kur’an-ı kerim’in yirmi sekiz yerinde cinlerden söz edilmekte ve kısa bilgi verilmektedir.
Rahman sûre-i şerif’inin 15. Âyet-i kerime’sinde cinlerin yalın ateşten yaratıldığı; Kehf
sûre-i şerif’inin 50. Âyet-i kerime’sinde ise şeytanın cinlerden olduğu beyan edilmektedir.

Onların insan toplulukları, kabileleri ve cinsleri gibi muayyen toplulukları vardır. Evlenirler-
çoğalırlar, yer-içerler, genci-ihtiyarı vardır. Ancak nerede yaşadıkları bilinmemektedir.
Dünyanın dışındaki yıldızlarda yaşama kabiliyetleri de vardır. Onlar insanları görürler,
söylediklerini işitebilirler, dillerini anlayabilirler. İnsanlar ise onları göremezler.

Cinler namazda insana iktidâ ederler.

Cinlerin gıdası kemiktir, tezek de hayvanlarının yemidir.

Uzunluk-kısalık ve bir mekânda bulunmak gibi sıfatlara haizdirler. Kendilerine mahsus


ilimleri vardır. Muhtelif şekillere girme hassaları mevcuttur. Çok defa yılan suretinde
görüldükleri rivayet olunmaktadır.

Hem hidayet yoluna hem de dalâlet yoluna girmeye müsait kabiliyette yaratılmışlardır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e müteaddit defalar cin sefaret heyeti
gelmiştir. Mekke’de, Medine haricinde, Bâki’de, Hacun’da gelenler bunların arasındadır.
Bunlardan dördünde Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- bizzat bulunmuştur.

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-nın beyanına göre, ilk defakine Resulullah
Aleyhisselâm vâkıf değildi. Onları görmedi, Kur’an-ı kerim dinledikleri kendisine vahiy ile
bildirildi. Cin sûre-i şerif’i nâzil olduktan sonra, Resulullah Aleyhisselâm emr-i ilâhî ile
çıkıp cinlerle mülâki olmuştur.

Cinlerin mümin olanları müminlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber
cehennemde olacaklardır.

22.08.2019
Sayfa 61 / 646

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz insanlara peygamber olarak


gönderildiği gibi, cinlere de aynı görevle gönderilmiştir. Bundan dolayı ona “Resûlü’s-
sekaleyn” denilmiştir. İnsanlar Kur’an-ı kerim’in hükmü ile mükellef oldukları gibi, cinler
de onun ahkâmı ile mükelleftirler. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in
insanlardan olduğu gibi cinlerden dahi ashâbı vardı.

Hayranlık Veren Çok Hoş Kur’an:

Cinlerden bir topluluk Resulullah Aleyhisselâm’ın okuduğu Kur’an-ı kerim âyetlerini


dinlemişler ve gerçeği kabul ederek müslüman olmaktan kendilerini alamamışlardır.

“Resul’üm! De ki: ‘Bana cinlerden bir topluluğun Kur’an dinlediği


vahyolundu.’” (Cin: 1)

Ona bu haberlerin bildirilmesinin faydası; onun insanların ve cinlerin peygamberi


olduğunu belirtmektir. Allah-u Teâlâ görünen âlemden insanlara, görünmeyen âlemden
de cinlere birtakım vazifeler yüklemiştir.

“Onlar şöyle demişlerdir:

‘Gerçekten biz hayranlık veren çok hoş Kur’an dinledik!’” (Cin: 1)

Bu sözü memleketlerine döndükleri zaman kavimlerine karşı söylemişlerdi.

Bu Kur’an-ı kerim dinleme hadisesi Ahkâf sûre-i şerif’inin 29. ve 30. Âyet-i kerime’lerinde
de bahis mevzuu edilmektedir.

Kur’an-ı kerim’in en büyük gayesi beşeriyeti doğru yola götürmektir.

“O, hakka ve doğru yola götürüyor.” (Cin: 2)

Bizi dünya saâdetine ve ahiret selâmetine çağırıyor.

“Bundan dolayı biz de ona iman ettik.” (Cin: 2)

İlâhî bir kitap, Rabbânî bir hitap olduğunu tasdik ettik.

“Rabb’imize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” (Cin: 2)

Bugünden sonra artık içinde bulunduğumuz şirk batağına aslâ dönmeyeceğiz.

“Doğrusu Rabb’imizin şânı çok yücedir.” (Cin: 3)

Her türlü eksikliklerden uzaktır. Azamet ve ululukta eşi ve benzeri yoktur.

“O ne eş, ne de bir çocuk edinmemiştir.” (Cin: 3)

Çocuğu, babası, eşi olmaktan münezzehtir.

“Meğer aramızdaki şu beyinsiz (İblis), Allah hakkında saçma sapan şeyler


söylüyormuş.” (Cin: 4)

Çünkü İblis’ten daha beyinsiz biri yoktur. Cinlerin içinde bulunan onun gibi birçok beyinsiz
de böyle söylüyor. Onların bütün sözleri iftiradan ibarettir ve gerçeklerden uzaktır.

22.08.2019
Sayfa 62 / 646

“Biz, insanların ve cinlerin, Allah’a karşı yalan uydurabileceklerini


sanmazdık.” (Cin: 5)

Bir yaratığın Allah’a karşı bu kadar büyük bir iftirâda bulunacağını hiç düşünemedik.
Kur’an sayesinde gerçek önümüze çıkınca, ne büyük bir iftirâ attıklarını anlamış olduk.

Resulullah Aleyhisselâm’ı dinlemeye gelen cinler, kavimlerine hitaben söyledikleri sözlere


devam ediyorlar:

“Gerçekten birtakım insanlar, cinlerin birtakımına sığınırlardı da, o cinlerin kibir ve


azgınlıklarını artırırlardı.” (Cin: 6)

İnsanlar onlara sığınarak kendilerini tehlikelerden kurtulmak isterlerken, böyle yapmakla


onlara yüz verip daha çok tuzaklarına düşüyorlardı.

Cinler insanlara yine insanlar vasıtasıyla zarar veriyorlar. Onları âlet ediniyorlar, onların
sığınmasından güç alarak zararlarını artırıyorlar. İnsanlar cinlere önem vermeselerdi,
cinler onları rahatsız edemezlerdi.

Günümüzde “Ruh çağırma” adı altında insanları aldatan süflî kimseler mevcuttur. Bunlar
cinlerle irtibat kurmakta, boş ve faydasız şeylerle halkı oyalamaktadırlar.

Diyeceksiniz ki; ruh çağırma esnasında masada bazı hareketler görülüyor, sorulan
sorulara cevap veriliyor. Bu hareketleri yapan veya yaptıran cin, masadakiler tarafından
görülemediği için ruh geldi zannedilir. Onlar da kendilerini, çağırılan ruh diye tanıtırlar ve
oradakilerle alay ederler. O zavallılar da cinler tarafından alaya alındıklarını bilmezler.

Eskiden de vardı bu işler. Resulullah Aleyhisselâm’ın zuhurundan önce Arabistan’da


şâirler cinlerle temas kurup, onlardan birtakım bilgiler alırlardı. Her şâirin, zaman zaman
kendisine ilham veren hususi bir cini vardı. Cin herkes ile konuşmaz, ancak seçtiği şâirle
konuşurdu. Onu dünyada kendisinin sözcüsü olmaya zorlardı. O andan itibaren de o
adama şâir denirdi.

“Onlar da sizin sandığınız gibi, Allah’ın hiç kimseyi yeniden diriltmeyeceğini


sanmışlardı.” (Cin: 7)

İnsanların inanmayanları da sizin sandığınız gibi, öldükten sonra Allah’ın hiç kimseyi
diriltmeyeceğini sandılar ve inkâr ettiler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 63 / 646

CİN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Hidâyet Yolunu Arayanlar

Cinlerin Gökyüzünden
Haber Çalması:

Cinler Resulullah Aleyhisselâm’ın gönderilişinden önce, meleklerin verdikleri haberleri


veya konuşmalarını dinlemek ve bilgi sızdırmak için gökyüzüne çıkarlar, sızdırdıkları bu
bilgileri dostları olan kâhinlere aktarırlardı. Bu kâhinler de edindikleri bu çok az bilgilere
fesat karıştırarak insanlar arasında bozgunculuk çıkarırlardı. Hidâyet yolları açılmaya
başlayınca cinler gökyüzünden kovuldular. Gökyüzünden haber almaları engellendi.
Üzerlerine alevli kıvılcımlar atıldı.

Müslüman olan cinler kavimlerine devamla şöyle söylediler:

“Biz göğü yokladık, onu çok kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş


bulduk.” (Cin: 8)

Şimdi artık gökyüzünden haber çalamıyoruz. Kim kulak hırsızlığı yapmak isterse bir
alevle karşılaşıyor, o alevden kimse kurtulamıyor.

“Biz bundan evvel, haber işitmek için göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde
otururduk.” (Cin: 9)

Karşımıza hiçbir engel çıkmazdı. Kaptığımız o gizli gök haberleri ile halkı şaşırtırdık.

“Artık şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözetleyen bir alev bulunuyor.” (Cin: 9)

Bu alevler onlardan gök haberlerini kesmiş, göğün kapılarını onlara kapatmıştır.

“Biz bilmeyiz ki, yeryüzünde olan kimseler hakkında bir belâ mı murad edildi,
yoksa Rabb’leri onlara bir iyilik mi diledi?” (Cin: 10)

Yeryüzünde bulunan kimseler âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed


Aleyhisselâm’a iman etmediklerinden dolayı geçmiş kavimler gibi helâk mı olacaklar;
yoksa iman edip de ebedî saâdet ve selâmete mi erecekler? Orasını Allah bilir. Allah’ın
ne takdir ettiğini biz bilemeyiz!

Hidâyet Yolunu Arayanlar:

Allah-u Teâlâ’nın hidâyeti karşısında cinler kendi durumlarını ortaya koymaya çalıştılar ve
dediler ki:

“Biz cinlerin içinde sâlih müminler de vardır.” (Cin: 11)

Bu müminler iman edip hakikati bulmaya uygun ve elverişlidirler. İradelerini hidâyete


erme yönüne çevirmişlerdir.

22.08.2019
Sayfa 64 / 646

“Bundan aşağı bulunanlar da vardır.” (Cin: 11)

Onların hidâyete ermesi, hakikati bulması düşünülemez.

Ne garip tecellîdir ki cinler kısa bir süre içinde hak ve hakikatin ölçüsünü anladılar da,
günümüzdeki müslümanım diyenlerin çoğu anlayamadılar. Neticede sâlih olmayana sâlih
adını verdiler, sâlihlere değil zâlimlere uydular, Hakk’a değil bâtıla sarıldılar.

“Biz çeşit çeşit fırkalara ayrılmış topluluklardık.” (Cin: 11)

İman eden cinler bu sözleri söyleyerek kendi kavimlerinin doğru yolu bulmalarına,
hakikate ermelerine kesinlikle ihtiyaç olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı.

“Gerçekten biz anladık ki, Allah’ı yeryüzünde acze düşürmemize aslâ imkân
yok!” (Cin: 12)

Yeryüzünün neresinde bulunursak bulunalım, nereye kaçarsak kaçalım, ne yaparsak


yapalım; Allah’a karşı geldiğimiz zaman azabından kurtulmamız imkânsızdır. O’nun her
şeye gücü yeter!

“Başka yere kaçmakla da hiçbir zaman onu âciz bırakamayız.” (Cin: 12)

O’na iman ve itaat etmedikçe kendimizi O’nun kahrından kurtaramayız. O her türlü
intikama kâdirdir.

“Biz hidâyet rehberi olan Kur’an’ı dinlediğimizde, ona iman ettik.” (Cin: 13)

Ona ve onu indirene inandık. Bu hususta hiçbir tereddütümüz olmadı.

“Kim Rabb’ine iman ederse; o artık ne mükâfatın azalacağından, ne de haksızlığa


uğrayacağından korkmaz.” (Cin: 13)

Sevapların eksileceğinden ve günahların çoğaltılacağından korkmaz.

Cinlerin birtakım durumları göz önünde tutularak onları gözlerde haddinden fazla
büyütmeye kalkışmak doğru değildir. Onlara verilen güç, insanların idrakine verilen
güçten yüksek değildir.

Allah-u Teâlâ’ya gerçekten iman edenler onlardan korkmaz ve istilâlarına uğramazlar.


Kur’an-ı kerim’in nûru onları yakar.

“İçimizde kendini Allah’a vermiş müslümanlar da var, hak yolundan sapan zâlimler
de var.” (Cin: 14)

Müslüman olanlar Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne inanan, itaat eden ve İslâm dâiresine
giren kimselerdir. Zâlimler ise Hakk’tan sapan ve sapıtan kimselerdir.

“Kendini Allah’a veren müslümanlar; işte onlar hidayet yolunu arayanlardır.” (Cin:
14)

Âyet-i kerime’de geçen “Teharrev = Arayanlar” kelimesi ile ifade edilen mânâ; hidayet
yoluna erişmede, hakikati bulmada “Arama”nın çok mühim olduğuna dikkatleri
çekmektedir.

22.08.2019
Sayfa 65 / 646

“Hakikati aramak” iyiden iyiye araştırmadan sonra, bilerek ve şuurlu olarak onu
seçmektir.

Hakikati arayan bir kimse, aradığı şeyin özünü bilecek ki; bulduğu zaman:

“Aradığımı buldum.” veya: “Aradığım budur.” diyebilsin. Bulup bulmadığını anlaması için,
ne aradığını bilmesi gerekmektedir.

Ne aradığını bilmezse şekle aldanır.

“Aradığım budur!” diye bir yere saplanır ve orada kalır. Ömrünü hiçe müncer etmiş, ebedî
hayatını da öldürmüş olur.

“Kendilerine yazık eden zâlimlere gelince, işte onlar cehenneme odun


oldular.” (Cin: 15)

Ateş odunlarla alevlendiği gibi, bunlarla da alevlerini ve kıvılcımlarını durmadan artıracak,


cehennem için birer tutuşturma vasıtası olacaklardır.

Nimetlerle İmtihan:

Allah-u Teâlâ cinlerin sözlerini hikâye ettikten sonra; insanların ve cinlerin Sırat-ı
müstakîm üzerinde yaşadıkları takdirde bir imtihan olarak bol bol nimetlere ereceklerini
müjdelemektedir:

“Resul’üm! Eğer onlar yolda dosdoğru gitselerdi, bu nimet içinde kendilerini


imtihan edelim diye onlara bol bol su verirdik. ” (Cin: 16-17)

Rızıkları yerden ve gökten bol bol fezeyan edip dururdu. Ağaçları bol bol meyve verir,
ekinleri neşvünemâ bulur, kendilerine her yönden nimetler gelirdi. Ahiretleri mükemmel
olduğu gibi dünyaları da mâmur olurdu.

Bu dünya bir imtihan sahnesi olduğu için, rızkın bolluğu da genişliği de bir imtihandır.
Darlık içinde imtihan vermekle bolluk içinde imtihan vermek arasında fark vardır.

İnsanlar ve cinler doğru yolda gitselerdi, darlık içinde değil, bolluk içinde imtihan
edileceklerdi. Fakat onlar öyle yapmadılar, bol nimetler karşısında şükürlerini artıracakları
yerde isyanlarını artırdılar ve Hakk’tan yüz çevirdiler.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:

“Nerede su varsa ot da vardır, nerede ot varsa mal vardır, nerede mal varsa fitne
vardır.”

“Kim Rabb’inin zikrinden yüz çevirirse, Rabb’i onu gittikçe artan bir azaba
uğratır.” (Cin: 17)

Öyle bir azapla muazzeb olunurlar ki, o azapla hiçbir zaman rahat yüzü görmezler.
Şiddetli azapları artar durur.

Onlar iradelerini iyiye, doğruya ve güzele sarfetmedikleri için, Allah-u Teâlâ kalplerini
zikrullahtan gafil kılmış, şeytanın vesveselerine terketmiştir.

22.08.2019
Sayfa 66 / 646

Onların kalbi kalp olmaktan çıkmıştır. Vicdanları da vicdan olma hususiyetini yitirmiş,
çürümüş ve bozulmuştur. İşte şeytan, hâkimiyeti altına aldığı kimselere böyle yapar.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Bizim zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen
kimseden yüz çevir.” (Necm: 29)

Ümmet-i Muhammed’e bu bir emirdir. Zikrullahtan kaçınan kimselerden kaçınmak


lâzımdır. Onlar ezelî istidatlarını kaybetmişlerdir.

Mescidler Beytullah’tır:

İbadetlerin toplu halde edâ edilebilmesi için câmi ve mescidler yapılmıştır. Dinimiz
cemaat ruhuna büyük önem vermiştir. Cemaatte rahmet ve bereket vardır.

Allah-u Teâlâ Tevbe sûre-i şerif’inin 18. Âyet-i kerime’sinde Allah’ın mescidlerini ancak
Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselerin imar edeceğini beyan buyurmuştur.

“Mescidler şüphesiz Allah’ındır.” (Cin: 18)

Mescidler secde ile namaz ve ibadet için hususi olarak ayrılmış olan
yerlerdir. “Beytullah” yani Allah’ın evi olduğu için gereken saygı gösterilmeli ve her türlü
taşkınlıktan kaçınılmalıdır.

“O halde Allah’la birlikte başka birine duâ etmeyin.” (Cin: 18)

Yahudi ve hıristiyanlar kilise ve havralarına girdiklerinde oralarda Allah’a ortak koşarlardı.

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a ve müminlere, mescidlere girdiklerinde sadece


Allah’a ibadet etmelerini, ibadetlerinde ihlâslı olmalarını emir buyurdu.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

CİN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Gaybı Bilmek

Kul Peygamber:

22.08.2019
Sayfa 67 / 646

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini şereflendirmek, değerini daha
çok arttırmak için ism-i şerif’ini anmamış, onu kendisinin ubudiyetine izafe
etmiş, “Allah’ın kulu” diyerek kulluk sıfatı ile vasıflandırmış, kulluğunu yerine getirmek
hususunda kendine has özelliği ile beraber alçakgönüllülüğünü de beyan buyurmuştur.

“Allah’ın kulu O’na yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca, (cinler) neredeyse
çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi.” (Cin: 19)

Zira benzerini hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir duâ dinliyorlardı.

Yani değil insanlar, cinler dahi Resulullah Aleyhisselâm’a hayrandı ve can-u gönülden
bağlı idiler. O Allah-u Teâlâ’ya yöneldiği zaman rahatsız olmasın diye cinler
saygılarından, sevgilerinden ötürü üstüste yığılır gibi olurlar, aşırı kalabalıktan birbirlerinin
içine girerlerdi.

Resulullah Aleyhisselâm’ın Diliyle


Beşeriyete Öğütler:

Allah-u Teâlâ âlemlere rahmet olan Resulullah Aleyhisselâm’a şöyle emir buyurmaktadır:

“Resul’üm! De ki: Ben ancak Rabb’ime duâ ederim ve O’na hiçbirini ortak
koşmam.” (Cin: 20)

Benim durumum bu, sizin durumunuz da böyle olsun.

“De ki: ‘Şüphesiz ki ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kâdir
değilim.’” (Cin: 21)

Eğer siz benim bir zarar vermemden korkararak veya bir fayda bekleyerek etrafımda
toplanıyorsanız, haberiniz olsun ki ben size kendiliğimden bunların hiçbirini yapamam.
Onu ancak Rabb’im yapar. Bu benim elimde değil, Allah’ın elinde. Ben sizi ancak irşada
çalışıyorum.

“De ki: ‘Doğrusu hiç kimse beni Allah’tan kurtaramaz.’” (Cin: 22)

O’na isyan ettiğim takdirde hiç kimse O’nun azabından beni uzaklaştıramaz.

“Ve ben O’ndan başka sığınak da bulamam.’” (Cin: 22)

Ben böyle olduğum gibi siz de böylesiniz.

“Benim yaptığım sadece Allah katından olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğ


etmektir.” (Cin: 23)

Ben bu tebliğ vazifemi ifâ edince mesuliyetten kurtulmuş, hıfz-u himayesine nâil olmuş
olurum.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın öyle bir elçisidir ki, o
kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb’i her şeyi yapabilir. Elçisine
düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb’ini
sevmiş ve itaat etmiş olur.

22.08.2019
Sayfa 68 / 646

Bunun içindir ki elçiye isyan etmenin Allah’a isyan etmek demek olduğunu açıkça
anlatmak ve isyan edenleri de uyarmak üzere Âyet-i kerime’nin devamında şöyle
buyurulmaktadır:

“Kim Allah’a ve Peygamber’ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli


kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin: 23)

Onlar buradan kaçıp kurtulamazlar ve dışarı da çıkamazlar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın öyle bir elçisidir ki, o
kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb’i her şeyi yapabilir. Elçisine
düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb’ini
sevmiş ve itaat etmiş olur.

Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ elçiye isyan etmenin Allah-u Teâlâ’ya isyan etmek demek
olduğunu açıkça beyan etmekte ve isyan edenlerin de âkıbetlerini beşeriyete
duyurmaktadır.

Bunlara verilen dünya nimetleri kesinlikle geçicidir. Haklarında mukadder olan zaman
gelince hiç şüphesiz ki cezalarına çarptırılmış olacaklardır.

“Nihayet onlar kendilerine vaad olunan şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcısının
daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.” (Cin: 24)

Onlar mı, yoksa gönülden inanan müminler mi? Allah-u Teâlâ’nın onlara yaptıklarının
karşılığını tattırınca, kimin yardımcısı ve destekçisi daha zayıf, kimin ordusunun ve
askerinin daha az olduğunu anlayacaklardır.

“De ki: ‘Size vaad edilen (azap) yakın mıdır, yoksa Rabb’im onun için uzun bir süre
mi koyar? Ben bilemem.’” (Cin: 25)

Bu azap kesin olarak gelecektir. Vakti ne zaman? Onu ancak Allah bilir.

Gaybı Bilmek:

Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhî’yi dilediğine bildirir. Onlar bunu biliyorlar. Amma isterse
açıklarlar, isterse açıklamazlar.

Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Gaybı bilen O’dur.” (Cin: 26)

Gaybı sadece Allah bilir.

“Gizli bilgisini kimseye göstermez.” (Cin: 26)

O’nun gösterip açıklamadığı şeylerden, yaratıklarından hiç kimse tam olarak bilgi sahibi
olamaz.

“Ancak râzı olduğu elçiye gösterir.” (Cin: 27)

Ancak dilediği kuluna, gayb ilminin bazı hakikatlerinden dilediği kadarını bildirir. Onun
haricinde mahlûkun Hakk’a âit bilgisi olmaz.

22.08.2019
Sayfa 69 / 646

Allah-u Teâlâ “Nebi”ye vahiy vasıtasıyla “Veli”ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini ilka eder.
Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ona O öğretiyor.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri’nden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

“Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine
ilham olunan insanlar vardı.

Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer’dir.” (Buhârî)

İlhamdan hasıl olan ilme Ledün ilmi denir.

Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’e şâmil olduğu gibi, ümmet-i
Muhammed’in arasında da böylelerinin bulunacağına işarettir.

İşte bütün bu lütuf, fazilet ve meziyetler, Allah-u Teâlâ’nın o kimseyi o Kudsî ruh ile
desteklemesinden doğmuştur. Geldiği makama dünyada iken çıkar, peygamberler
meclisine girer.

Bu sırlara mazhar olabilmek Allah-u Teâlâ’nın bu ilmi kalpte yazması ve ikinci bir ruh ile
desteklemesiyle mümkün olur.

Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:

“Çünkü O, bunun önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.” (Cin: 27)

Allah-u Teâlâ’nın gaybı bildirdiği elçiyi koruyucu melekler her yönden kuşatır.

“Tâ ki, Rabb’lerinin gönderdiklerini gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin.” (Cin:
28)

Allah-u Teâlâ’nın ezelde bildiği şey ortaya çıkar.

“Şüphesiz ki Allah onların yanında bulunan her şeyi çepeçevre kuşatmış ve her
şeyi teker teker saymıştır.” (Cin: 28)

Onların işlerinden hiçbir şey Allah-u Teâlâ’ya gizli kalmaz. Her şeyi en ince taferruâtıyla
bilir. Gaybın anahtarları O’nun katındadır, hiçbir şey O’na gayb olmaz, hiçbir iş O’ndan
gizli kalmaz, onları ancak O bilir.

Allah-u Teâlâ bir insanla üç şekilde konuştuğunu Şûrâ sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i
kerime’sinde şu şekilde beyan buyurmaktadır:

“Allah’ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak;

Vahiy yoluyla,

Veya perde arkasından konuşur.

Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hikmet
sahibidir.” (Şûrâ: 51)

22.08.2019
Sayfa 70 / 646

Vahiy malumdur, peygamberlere verilen ilâhî kelimelerdir. Muhtelif şekilleri vardır.

Perde arkasından ise; Allah-u Teâlâ dilediği kulunun kalbine, dilediği zaman perde
arkasından nurunu akıtır, bütün hakikatleri bildirir. Dilediğine harfsiz hurufatsız ilham
eder.

Çok ince bir sır: Görünüşte o konuşuyor, fakat Allah-u Teâlâ’nın onu konuşturduğunu
kimse bilmiyor.

Cin Sûre-i Şerîf’ini Okumanın Mükâfâtı

Übeyy bin Ka’b -radiyallâhu anh-den rivâyet edildiğine göre, Cin Sûre-i şerîf’ini okumanın
fazîletine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadîs-i şerîf’lerinde
şöyle buyurmuşlardır:

“Kim Cin sûresi’ni okursa, kendisine Muhammed’in peygamberliğine inanan ve


inanmayan bütün cinlerin sayısı kadar köle azâd etmişçesine sevap
verilir.” (Zemahşerî, “el-Keşşâf”, c. 4, s. 622-633.)

Velilere Gaybın Bildirildiğini Gösteren Delil,


Cin Sûresi’nin 26. ve 27. Âyet-i Kerîme’leridir

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Hatmü’l-evliyâ’” kitabında, Cin sûre-i


şerîf’inin; “Gaybı bilen ancak O’dur, gaybına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak beğenip
seçtiği elçi bunun dışındadır.” meâlindeki 26. ve 27. Âyet-i kerîme’lerinin, Allah’ın
gaybı hiç kimseye bildirmediğini iddiâ edenlere karşı apaçık bir delil olduğunu ifâde
ederek, bu zihniyet sâhiplerine şöyle hitap etmektedir:

“Allah’ın, gönderilme ile ilgisi bulunmayan nebîlerin içinde de, vahiy yolundan
gaybı izhâr ettiği kimseler vardı. Şu hâlde buradaki gayb, O’nun katında bulunup
da, neredeyse kendisinden dahî gizlediği bir ‘Gayb’tır. Bu ise “Saat”; yâni
“Kıyâmet”tir. Halbuki O’nun, hem meleklerin yanında izhâr ettiği bir gayb, hem de
muhaddes’lerin ve velilerin yanında izhâr ettiği bir gayb daha vardır.

Bu şeyleri birbirinden ayırt edebiliyor musun? Yoksan sen hâlâ boş ve asılsız bir
iddiâ ve inkârın içinde misin? Gayb’ın ismini duymuşsun, Kur’ân’ın sunduğu bir
Âyet’i de ikide bir ona delil gösterip duruyorsun!”(Hakîm et-Tirmizî, “Hatmü’l-evliyâ”,
s. 337-338; bas.: Hakikat yay., 2002)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

CUM’A SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

22.08.2019
Sayfa 71 / 646

Çirkine Benzetilen de Çirkindir!

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on bir Âyet-i kerime, yüz
seksen kelime ve yedi yüz yetmiş harften teşekkül etmiştir.

Dokuzuncu Âyet-i kerime’de Cuma namazı için ezan okunduğunda câmiye gitmek
emredildiği için, Âyet-i kerime’de geçen “Cum’a” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmuştur.
Sadece Cuma namazının hükümleri açıklanmış olmayıp, bu isim bir alâmettir ve ahkâm
Âyet-i kerime’lerini ihtiva etmektedir.

Muhtevâsı:

Sâf sûre-i şerif’inde olduğu gibi, bu mübârek Sûre-i celîle de, göklerde ve yerdekilerin
hepsinin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğine dair beyan ile başlamakta; Allah-u Teâlâ’nın en
güzel isimleri olan “Esmâ-i hüsnâ”dan dört isim yer almaktadır.

Daha sonra Allah-u Teâlâ’nın ümmî bir topluluğun içinden peygamber göndermesinin
sebepleri ve peygamberlerin görevleri açıklanmakta; âlemlere rahmet olarak gönderilen
Muhammed Aleyhisselâm’ın bazı vasıfları açıklanmaktadır.

Ayrıca bu mübârek Sûre-i celîle’de Tevrat-ı şerif’le amel etmeyen, ilâhî emirleri
samimiyetle benimsemeyen yahudiler şiddetle kınanmakta; bu gibi kimseler, sırtında
Tevrat taşıyan ve tabii olarak onun ulvî muhtevâsından habersiz olan merkebe
benzetilmekte ve ne kadar bedbaht oldukları beşeriyetin ibret gözlerine serilmektedir.

Daha sonra yahudilerin kendilerini Allah’ın dostu olarak tanıtmaları üzerinde durularak,
iddiâlarında samimi iseler ölümü temenni etmeleri istenmektedir.

Dokuz ve onuncu Âyet-i kerime’de Cuma vakti gelince işi gücü bırakıp câmiye gitme,
namaz kılınınca tekrar işe dönme ve Allah-u Teâlâ’nın fazl-u keremine sığınarak geçim
için çalışma emredilmekte, her hâl ve ahvâlde Allah-u Teâlâ’yı zikretmenin önemi
belirtilmektedir.

Son Âyet-i kerime’de ise Resulullah Aleyhisselâm’ı minberde yalnız bırakıp alım-satıma
koşan müminler kınanmakta ve eğitilmektedir.

Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:

Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Hadîd, Haşr, Sâf ve Cum’a sûre-i
şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u
Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:

“Göklerde ve yerde olanların hepsi; mülkün sahibi, mukaddes, azîz, hakîm olan
Allah’ı tesbih ederler.” (Cum’a: 1)

22.08.2019
Sayfa 72 / 646

Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün varlıklar O’nun kudretine, azâmetine işaret ve


şehâdet eder dururlar. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.

Buradaki “Yüsebbihu” kelimesi devamlılık ifade etmektedir. Yani her an, sürekli devam
eden bir tesbihtir.

Binaenaleyh insanlar da iradelerini kullanarak Allah-u Teâlâ’yı her türlü kusur ve


eksikliklerden tenzih etmeli, O’na şirk koşmaktan şiddetle sakınmalıdırlar.

Melik: Zâtında ve sıfatında her vâsıtadan müstağnî olan; mülk ve melekûtün yegâne
sahibi, hakiki mutasarrıfı, mutlak hükümdârı O’dur.

Bir kul ne kadar güçlü hükümdar olursa olsun, mülkün gerçek sahibine muhtaçtır, mülk ve
iktidarı geçicidir.

Her şey O’nun tasarruf ve iktidarı altında O’na tâbidir. Hakimiyetini sınırlayan hiçbir şey,
yetkilerini sınırlayan hiçbir güç yoktur.

Kuddüs: Her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzehtir, her vasfında


mükemmeldir, pak ve temizdir.

O her türlü duygu ve düşüncenin tasavvur edebileceği vasıflardan pak ve yücedir. O’nun
kemâli de sınırlandırılamaz. İnsan aklının çok ötesinde kemâl sıfatları ile muttasıftır. O
hiçbir sınır ve tasavvura sığmaz, hiçbir şirk kabul etmez, mülküne kimseyi ortak kılmaz,
haksızlık yapmaz. Kararlarında herhangi bir hata ve yanılgı ihtimali imkân haricidir.

Azîz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan yegâne galip, dengi ve benzeri bulunmayacak
derecede değerli ve şerefli, güçlü ve daima üstün O’dur. Kudretine yetişilmez, kudsiyeti
sarsılmaz.

Galip gelmek, mağlup olmamak ancak O’nunla mümkündür.

Hakîm: Bütün buyrukları ve işleri hikmetli ve hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi yerli
yerinde ve en iyi şekilde yapar.

Yegâne hikmet sahibi O’dur, hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.
Yaptıklarında bir eksiklik ve kusur görülmez.

O’nun emir ve yasakları hep hikmettir, hiçbir işi hikmetsiz ve faydasız değildir.

En Büyük Nimet:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bütün beşeriyeti Hakk ve hakikatten


haberdar etmek için Allah-u Teâlâ tarafından beşeriyete en büyük bir nimettir.

Araplar câhiliye döneminde bilgisiz idiler. Onun risaletinin bereketiyle en yüksek âlimlerin
karakterlerine sahip oldular. İnsanlar arasında en derin bilgiye, en iyi kalbe, en kuvvetli
imana ulaştılar.

Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

22.08.2019
Sayfa 73 / 646

“O Allah ki okuma yazma bilmeyen ümmî bir kavmin içinden, onlara Allah’ın
âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir
peygamber göndermiştir.” (Cum’a: 2)

O Peygamber onların içinde, ölülerden hayat fışkırır gibi filiz vererek ortaya çıkmıştır.
Bâtıl inançlarından, kötü huylarından arındırmış, gönüllerini nurlandırmış,
feyizlendirmiştir.

“Halbuki onlar daha önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Cum’a: 2)

Öyle bir sapıklık içinde idiler ki, bu sapıklıklarından daha büyük bir sapıklık görmek
mümkün değildi. Daha önceleri İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine bağlı iken, daha sonra
onu değiştirip bozdular. Tevhid dinini unutup şirke düştüler.

Bir mürşide, bir yol göstericiye son derece muhtaç oldukları bir zamanda Allah-u Teâlâ
onlara Muhammed Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdi. O Peygamber-i zîşan
onlara Kur’an-ı kerim âyetlerini okudu, onları Hakk dine dâvet etti, Hakk’ı ve bâtılı öğretti,
haramı ve helâli bildirdi, onları inkâr ve günah kirlerinden temizleyip feyizlendirdi. Kısa
zamanda insanlar arasında medeni bir topluluk oldular. Âlemde emsali görülmedik
muvaffakiyetlere erdiler.

Ve kıyamete kadar da böyle devam edecektir.

Ona tâbi olup yolunda bulunanlar, Allah-u Teâlâ’nın zâtî tecellisine kavuşurlar. İzinde
ilerlemekle, bütün mertebelerin üstünde bulunan kulluk makamına ulaşırlar.

Kâffeten Linnas:

Muhammed Aleyhisselâm’ın nübüvveti yalnız Araplar’a ve sadece Ashâb-ı kiram devrine


münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve
cinleredir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Allah o Peygamber’i ümmî Araplar’dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış


bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir.” (Cum’a: 3)

Onun peygamberliği yalnız Araplar’a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete
kadar gelecek olanlara şâmildir.

Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor.

“Bu Kur’an bana, sizi ve (sizden sonra) erişip ulaşan herkesi uyarmam için
vahyolundu.” (En’âm: 19)

Kıyamete kadar gelecek bütün insanlar onun irşad sahası içindedir. Onun içindir ki; ne bir
yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır.
Çünkü onu duymayan hiçbir fert yok.

Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten bir an bile tereddüt
etmeyen Ashâb-ı güzin -radiyallahu anhüm- Hazeratı’nın yanında, daha sonraki
devirlerde de müslümanlar derin bir aşkla ona bağlanmışlar, o engin muhabbeti
gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.

22.08.2019
Sayfa 74 / 646

Muazzez ism-i şerifleri o günden bu güne milyarlarca insanların dillerini tezyin edip
durmakta, getirmiş ve neşretmiş olduğu din nezih ruhlara hakim bulunmaktadır.

Hiçbir devirde, hiçbir zaman hiçbir an ezân-ı Muhammedî semâlardan eksik olmamış ve
olmamaktadır.

Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören aşık görmeyen aşık.

Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Benden sonra bir takım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için
ehlini ve malını vermeye can atar.” (Câmiu’s-sağir)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Benden sonra hakikati anlatmak


için ümmetimin içinden kıymetli kimseler gelecek.” demek istiyorlar.

Bu Hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki; onu bütün kâinata duyurdu. İnceleyen bildi, buldu ve
iman etti, onu bulan buldu, diğerleri ise küfürde kaldı.

“Allah Lütfu Dilediğine Verir”:

Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a bağışlamış olduğu nübüvvet ve ümmetine


has olarak onu göndermiş olması, hem kendi devrindeki insanların hem de geçmiş ve
geleceğin peygamberi olması, beşeriyete lütufların en büyüğüdür.

“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır.” (Cum’a: 4)

Sevdiği ve seçtiği kullarına böyle lütuflarda bulunur.

“Kime dilerse ona verir.” (Cum’a: 4)

Bu lütuf verilme iledir, bir Allah vergisidir, hediye-i ilâhîdir. Çalışma ile elde edilmez.
Okumakla, yazmakla olacak iş değildir. Onda sebeplerin hiçbir etkisi yoktur.

“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Cum’a: 4)

Bu engin lütuf sebebiyle dilediği kimseye dilediği şey ile üstünlük vermiştir.

Tevrat-ı Şerif:

Tevrat-ı şerif, Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla İsrâiloğulları’na gönderilmiş hak bir kitaptır.

Allah-u Teâlâ’nın Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla gönderdiği Tevrat’ın, İsrâiloğulları


tarafından değişikliğe uğratıldığı ve tahrif edildiği de Kur’an-ı kerim’de açık ifadelerle
beyan edilmektedir.

Bir Âyet-i kerime’de:

“(Ey müminler!) Şimdi siz onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa


onlardan (hahamlık eden) bir zümre vardı ki, Allah’ın kelâmını (Tevrat’ı) işitirler de

22.08.2019
Sayfa 75 / 646

iyice anladıkları halde onu bile bile tahrif eder (değiştirirler)di.” buyuruluyor. (Bakara:
75)

Tevrat Musa Aleyhisselâm zamanında levhalar halinde muhafaza ediliyordu. Daha sonra
bu levhalar muhafaza edilememiş ve Yahudi âlimleri tarafından tahrifata uğramıştır. Hatta
bu tahrifat o derece ilerlemiş ki, Tevrat’ta peygamber olarak ifade edilenlere, daha
sonradan çok çirkin iftiralarda bulunulmuştur.

Tevrat’taki Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile ilgili bölümleri ise
değiştirmişler ve bu gerçekleri kibirlerine yedirememişlerdir.

Tevrat’ı kendi istekleri doğrultusundaki hükümlerle değiştirdiler. Kitapta yazılı olanlara


bağlı kalmayarak kendi hükümlerini icra ettiler. Tevrat’ta olmayan şeyleri ona kattılar,
kitabın hükümlerini yerine getirmediler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların bu hallerini, ne taşıdığını bilmeyen, sırtında


kocaman kitaplar taşıyan merkebe benzetmiştir:

“Kendilerine tevrat yükletildiği halde, onu taşımayanların (onunla amel


etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu
gibidir.” (Cum’a: 5)

Çirkine benzetilen çirkindir.

Âyet-i kerime her ne kadar Tevrat’la amel etmeyen yahudileri misal veriyorsa da, Kur’an-ı
kerim’le amel etmeyen müslümanları ve âlimleri daha çok ikaz etmektedir. Yani: “Siz de
merkep gibi olmakta yahudilerden geri değilsiniz.”mânâsına gelmektedir.

İlmiyle âmil olmayıp dünyaya meyleden âlim için bu Âyet-i kerime’de büyük bir tehdit
vardır. Bir merkeple temsil olunmaktan daha büyük rüsvaylık olamaz. Bunların durumu
hamakat bakımından merkeplerin durumundan daha kötüdür. Çünkü merkebin anlayışı
yoktur. Kendisine şuur verilmediği için mazurdur. İnsan ise sorumluluk yüklenmiştir.

“Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür!” (Cum’a: 5)

Bu gibi kimselerin merkebe benzetilişleri, insanlıktan ne kadar uzak olduğunu gösterir.


Bunu anlayacak olsalardı yüzlerinin kızarması gerekirdi.

“Allah, zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Cum’a: 5)

Allah-u Teâlâ’nın bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu
seçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu
zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fıtrîdir, yaratılışında vardır.
Dalâlet ve küfür insanın cüz’i iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız
olmuştur.

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“Allah, kâfirler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Bakara: 264)

Bütün kalpler Hazret-i Allah’ın kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet
veremez, ancak teşvik eder, hidayete vasıta olur.

İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil
olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.

22.08.2019
Sayfa 76 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

CUM’A SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Cuma Namazı

Yahudi Aklı:

Kendilerine Tevrat yükletildiği halde yahudiler onu taşımadılar. Tevrat’ın bazı âyet ve
belgelerini kendi menfaatleri doğrultusunda değiştirdiler. Böyle yaptıkları halde Allah-u
Teâlâ’ya karşı oldukça büyük iddiâlarda bulundular. O’nun katında en yüksek bir mevkiye
sahip olduklarını, dostları ve yakınları bulunduklarını söylediler.

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, yahudilere hitapta


bulunmasını, onlara meydan okumasını ve yalanlarını ortaya koymasını emir buyurmakta
ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“De ki: ‘Ey yahudiler! Bütün insanları bir yana bırakarak, yalnız kendinizin Allah’ın
dostları olduğunuzu iddiâ ediyorsanız ve bu iddiânızda samimi iseniz, ölümü
temenni ediniz.’” (Cum’a: 6)

Bir an önce ölüp, bu sıkıntılı dünyadan ahirete göçerek Allah’a kavuşmayı canınıza
minnet bilin.

İnsanın beden ve ruh yapısı, ahiretin şartlarına uygun bir vasıfta yaratılmıştır. Ebedîlik
insanın fıtratında vardır. Ölümle bu ebedî hayata kavuşulmuş olur. Ölüm mahlûkunu
Hâlik’ına ulaştıran en güzel bir vasıtadır. Çünkü onsuz ulaşılmıyor. Gerçek mânâda
Allah-u Teâlâ’nın dostluğunu ve yakınlığını kazanan bahtiyar müminler, âşık oldukları
Mahbûb’a bir an önce kavuşmayı temenni ederler. Bu onların en büyük arzusudur.

Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri:

“Ben öldüğüm zaman matem tutmayın, sevinin. Çünkü ben sevgilime


kavuşuyorum.” buyurmuşlardır.

Übâde bin Sâmit -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

“Her kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de
Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâkî olmaktan
hoşlanmaz.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2043)

22.08.2019
Sayfa 77 / 646

Yahudiler ölümü hiç istemezler. Milletler arasında böyle bir dostluk makamından en uzak
kimseler onlardır.

Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Fakat onlar elleriyle önden gönderdiklerinden (yaptıklarından) dolayı ölümü aslâ


temenni etmezler.” (Cum’a: 7)

Cehenneme girmeyi gerektiren küfür ve isyanlar sebebiyle Hakk’ın huzuruna çıkmaktan


kaçınırlar, ölümden nefret ederler.

Onlar arzularından başka hiçbir şeye samimi olarak inanmamaktadırlar. Tevrat ellerinde
olduğu halde, onu arkalarına atmışlardır.

“Allah zâlimleri çok iyi bilir.” (Cum’a: 7)

Geçmişte işledikleri nice günahları, cinayetleri ve zulümleri bildiği gibi; gelecekte


yapacakları zulümleri de bilir.

Onlar ölümden kaçsalar da, elbet bir gün ölecekler ve lâyık oldukları cezaya
çarptırılacaklardır.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde insanlar arasında uzun bir ömre en çok tutkun
olanların yahudiler olduğunu beyan buyurmaktadır:

“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı diğer insanlardan, hatta müşriklerden
de daha düşkün ve hırslı görürsün. Onlardan her biri ömrünün bin yıl olmasını
ister.” (Bakara: 96)

Oysa her şeyin bu dünyadan ibaret olduğuna inanan müşriklerin yaşamaya daha fazla
düşkün olmaları gerekirken, ehl-i kitap olan yahudilerin onlardan daha fazla düşkün
olmaları son derece dikkat çekicidir.

Nefislerine bu kadar düşkün, yaşamayı bu kadar seven kimselerin ölümü temenni


etmeleri şüphesiz ki mümkün değildir. Bunların Allah’a ve ahirete zerre kadar imanları
olsaydı, bu dünya hayatına böyle herkesten daha fazla hırsla sarılmazlardı.

Burada sadece Yahudilere değil, bu münasebetle bütün beşeriyet için pek büyük bir ders
vardır.

Âyet-i kerime gerçek müminin ahireti de ölümü de dünyadan çok sevdiğine delildir.

Mütebâki Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ bulundukları sapıklıktan dönmeleri için onları
uyarmaktadır:

“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır.” (Cum’a: 8)

Allah-u Teâlâ’nın takdir etmiş olduğu hükümden kaçınmak mümkün değildir. Kaçmakla
kurtulamayacağınız gibi, hiçbir şey sizi ölümden kurtaramayacaktır.

Ölümden kaçan kişi ömründe bereket bulamaz. Ölümden kaçmak, hiç kimseye bir fayda
sağlamaz. Korkunun ecele faydası yoktur. Her saat, her dakika, her saniye insanları
ölüme doğru çekmektedir. Gün olur ölümle karşı karşıya gelirler.

“Sonra görünmeyeni ve görüneni bilen Allah’a döndürüleceksiniz.” (Cum’a: 8)

22.08.2019
Sayfa 78 / 646

Ölüm bir yok oluş değildir, ölümden kaçış ve kurtuluş da yoktur. Gerek kendi vatanlarında
ikamet etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde
ölümün pençesinden aslâ kurtaramayacaklardır.

“O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cum’a: 8)

Kim O’na itaat üzere idiyse, onu en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Müstehak olanlara
da cezalarını verir.

Cuma Günü ve Cuma Namazı:

Cum’a sûre-i şerif’inde Cuma namazı farz kılınmış ve onunla ilgili bazı hükümler
açıklanmıştır.

“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı
zikretmeye koşun.” (Cum’a: 9)

Bu Âyet-i kerime’de Cuma ezanının okunmasıyla alış-verişin bırakılıp namaza gidilmesi


emredilmektedir. Bu namaz Cuma namazıdır. Bu güne Cuma denilmesinin sebebi,
müslümanların o gün Cuma namazı için toplanmalarındandır. Cuma namazı farz-ı
ayındır. Cuma günü ise müslümanların bayramıdır.

Cuma namazı hür erkeklere emrolunmaktadır. Kadınlara ve çocuklara emrolunmaz.


Yolcu, hasta, hasta bakıcısı ve durumu bunlarınkine benzeyen kimseler bu hususta
özürlü kabul edilirler.

Allah’ı zikretmeye koşmaktan maksat, yürürken acele etmek demek değil; meşgul olduğu
işi hemen bırakıp, vakit geçirmeksizin Cuma namazı kılmaya ve hutbe dinlemeye iştiyakla
gitmek demektir.

“Alış-verişi (işi-gücü) bırakın.” (Cum’a: 9)

Âyet-i kerime’deki yasaklama sadece alış-verişle sınırlı olmayıp, bütün meşguliyetleri


bırakmayı içine alır. Hatta kişinin eşi ile mubah olan muamelesi bile o saatte haramdır.

Bu emir Cuma namazının farz olduğuna kesin bir delildir. Zaruret olmadıkça Cuma
namazına gitmemek haramdır ve çok büyük bir günahtır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:

“Bir takım kimseler ya Cuma namazlarını terketmekten vazgeçerler veya Allah-u


Teâlâ onların kalplerini muhakkak ki mühürleyecektir. Sonra da onlar gafillerden
olurlar.” (Müslim)

Ayrıca Cuma namazının farz oluşu ile ilgili birçok Hadis-i şerif rivayet edilmiştir.

Ezcümle şöyle buyurulmaktadır:

“Ey insanlar! Şunu da muhakkak bilin ki, Allah-u Teâlâ Cuma’yı içinde
bulunduğunuz şu yılımın şu ayında, şu gününde ve makamımda kıyamet gününe
kadar farz kılmıştır.

22.08.2019
Sayfa 79 / 646

Binaenaleyh her kim benim hayatımda veya benden sonra âdil veya zâlim bir imamı
olduğu halde, Cuma namazını hafife alarak veya farziyetini inkâr ederek terk
ederse, Allah onun dağınık işlerini toplatmasın, iki yakasını bir yere getirmesin ve
işinde bereket vermesin.

Haberiniz olsun ki o kimsenin namazı yoktur. İyi biliniz ki; o kimsenin zekâtı da
yoktur. Haccı ve orucu da yoktur. İyi biliniz ki onun iyiliği de yoktur. Nihayet tevbe
edinceye kadar. Her kim tevbe ederse Allah-u Teâlâ da onun tevbesini kabul
eder.” (İbn-i Mâce)

“Her kim Cuma namazını üç kere zaruretsiz terkederse Allah-u Teâlâ onun kalbini
mühürler.” (Tirmizî)

Allah-u Teâlâ bu günü müslümanların lehine mukaddes kılmış; kardeşlik, birlik ve


beraberlik duygularının canlanmasına vesile eylemiştir.

“Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Cum’a: 9)

Çünkü ebedî hayatın menfaatleri daha büyük ve sonsuzdur. Gerçek hayatın ölümden
sonra başlayacağını bilen insanlar, ahiret tedarikinin çaresine bakmayı ihmal etmezler.

Meşru Çalışmalar:

Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve
ibtilâ yeri; ahireti ise mükâfat ve mücâzat yeri olarak yaratmıştır.

Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden


kazanması farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir.
Niyeti iyi olursa aynı zamanda sevap da kazanır.

Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Namaz kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın.” (Cum’a: 10)

Bu emir izin mânâsına gelir. Cuma ezanının duyulması ile birlikte bütün meşguliyetlerini
bırakarak mescidlere koşan müminlere, namaz bittikten sonra dağılıp tekrar işlerinin
başına dönmeleri için izin verilmektedir.

Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki dünyadan el etek çekmek esas değildir. Müslümanların


meşru surette dünyadan faydalanması gerekir.

İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve
tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.

“Allah’ın fazlından nasibinizi arayın.” (Cum’a: 10)

Çünkü rızık O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa
çıkarmaz.

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“Dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas: 77)

22.08.2019
Sayfa 80 / 646

Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı


ihmal etmemişlerdir.

Allah-u Teâlâ’yı Çok Zikretmek:

Zikrullah; dinimizin emri, imanın alâmeti, ibâdetlerin beyni, aklın nûru, kalbin cilâsı, ruhun
hayatı, gönlümüzün miracı ve her derdin ilâcıdır.

“Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Cum’a: 10)

Dünyada da ahirette de muvaffakiyetlere, saâdet ve selâmete eresiniz.

Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile kendisini zikretmeyi emretmiştir. Namaz da ilâhî bir
emirdir, zikrullah da ilâhî bir emirdir.

Her ibadetin belli bir şartı olduğu halde, zikrullah için hiçbir şart yoktur. Ayakta, oturarak,
yatarak bile zikretmek câizdir. Abdestli olmak efdal olduğu halde, abdestsiz olarak da
yapılabilir.

Kalplerin Allah-u Teâlâ’dan gafil olma tehlikesinden korunması, ancak zikrullah ile
mümkündür.

Zikrullah ibâdetlerin en kolayı ve fakat en faziletlisidir. Böylesine faziletli ve yüce olunca,


elbetteki zikredenler de insanların en yücesi olur.

Zikrullahı bırakıp da dünya hayatının geçici zevklerine aldananların, ahirette çok büyük
kayba uğrayacakları şüphesizdir.

İki Tercih Arasında:

Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm bir Cuma
günü Mescid-i nebevî’de hutbe okurken Şam’dan yiyecek yüklü bir ticaret kervanı
Medine-i münevvere’ye gelmişti. Kervanın geldiğini haber veren davul sesini duyan
cemaat sabırsızlanarak hemen huzur-u saâdetten çıktılar ve yiyecek maddesi satın
alabilmek için kafilenin yanına koştular. O yıl Medine-i münevvere’de büyük bir kıtlık
hüküm sürüyordu. Bu ayrılışlarında bir mahzur olmadığını zannetmişlerdi. Yanında
sadece on iki kişi kaldı. Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü.

Huzurda kalan on kişi Aşere-i mübeşşere idi.

Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ onları kınayarak şöyle buyurdu:

“Onlar bir ticaret veya bir oyun eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya
yönelirler ve seni ayakta bırakırlar.” (Cum’a: 11)

Fakat müslümanlar bu dersten sonra bir daha bunun benzeri bir hata işlemediler. Bu ilâhî
beyanda insanlar için nice gizli hikmetler vardır.

“De ki: Allah’ın nezdinde bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır.” (Cum’a:


11)

22.08.2019
Sayfa 81 / 646

Allah katında olan menfaat kesin ve ebedîdir. Eğlencedeki menfaat kesin değil, ticaretteki
menfaat ise ebedî değildir. Onlar dünya hayatının geçici menfaatleridir.

“Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Cum’a: 11)

Asıl rızık O’ndan istenmelidir. O nasip etmeyince, sebeplerden hiç birisinin faydası olmaz.
Ticaretlerin üstünde O’nun öyle rızık kapıları vardır ki, onlar kapanınca bütün ticaretler de
kapanır.

O’nun lütuf ve ihsanları hesapsızdır, insanlarınki ise hesap iledir. Bazı insanlar O’nun
rızkını diğer kimselere ulaştırmaya ancak vasıta olabilirler. “Filân kişi iş sağladı.” denilir.
Onların sebep olduğu rızkın yaratıcısı Rezzâk-ı kerim olan Allah-u Teâlâ olduğu içindir ki
O “Rızık verenlerin en hayırlısı”dır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Duhâ Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. On bir Âyet-i kerime, kırk kelime ve yüz
yetmiş iki harften müteşekkildir.

İlk Âyet-i kerime'de geçen ve "Kuşluk vakti" mânâsına gelen "Duhâ" kelimesi bu Sûre-i
şerif'e isim olmuştur. "Ve'd-duhâ sûresi" olarak da anılır.

Kuşluk vaktinin kıymetli olması hasebiyle nafile namazlar arasında bir de Duhâ namazı
bulunmaktadır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar
ki:

"Kim kuşluk namazı kılmaya devam ederse, günah-ı sağiresi deniz köpüğü kadar
dahi olsa mağfiret olunur." (İbn-i Mâce)

Bu namazın vakti gündüzün dörtte biri geçtikten sonra başlar, istivâ vakti, yani öğleye bir
saat kalaya kadar devam eder. Dört, sekiz veya on iki rekât olarak kılınır. Gündüz
kılındığı için dört rekâtta bir selâm verilir.

Nüzul Sebebi:

22.08.2019
Sayfa 82 / 646

İslâmiyet'in ilk yıllarında Cebrâil Aleyhisselâm'ın inmesi bir süre gecikmişti. Bunu üzerine
müşrikler: "Rabb'i Muhammed'e darıldı ve onu terketti!" gibi alaylı sözler söyleyerek
birtakım sataşmalarda bulundular. Bunu üzerine Duhâ sûre-i şerif'i nâzil oldu, Resulullah
Aleyhisselâm ve Ashâb'ı ferahladılar.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından, Resulullah Aleyhisselâm'ın Allah


katındaki yüceliğini beşeriyete ilân etmektedir.

İlk üç Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ kuşluk vaktine ve durgunlaştığı zaman geceye
yemin ederek Resulullah Aleyhisselâm'ı, müşriklerin iddiâ ettikleri gibi terketmediğini,
kendisine darılmadığını bildirmektedir.

Mütabâki Âyet-i kerime'lerde; Sevgili Peygamber'inin üzüntü ve endişesini gidermek için


iltifat etmekte, kendisi için çok büyük ikramlar hazırladığını beyan buyurmakta ve ona
bazı tavsiyelerde bulunmaktadır.

Rabbânî İltifat:

Kur'an-ı kerim'de kıymetli olan bazı mahlûkatın üzerine yemin etmek âdet-i ilâhî'dendir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini müşriklerin istihzalarına karşı
tesellî etmek için bu Sûre-i şerif'te de beyanlarına yeminle başlamıştır:

"Kuşluk vaktine andolsun!" (Duhâ: 1)

Güneşin yükselmekte olduğu bu vakit pek kıymetli olduğu için Allah-u Teâlâ kuşluk
vaktine yemin ediyor.

Bu saatlerde dünyada hayat yeniden başlar, kâinat güneşin aydınlığıyla ve hararetiyle


dolup taşar.

Allah-u Teâlâ gündüzü maişet zamanı, geceyi de istirahat zamanı olarak tayin etmiştir.

"Durgunlaştığı zaman geceye andolsun!" (Duhâ: 2)

Işığı karanlığa giydirip örttürdükten sonra, bir de çevirip karanlığı ışığa giydirir. Gecede
bütün mahlûkat sükuna erer, her biri kendi yerine ve barınağına sığınıp girer.

Bu Âyet-i kerime'de öyle bir sır var ki; herkes uyuyup kâinat uykuya daldığında, sen
yalnız Rabb'ine yönel, teheccüd ve tesbih namazı ile, zikir ve fikirle meşgul ol, gecenin
derinliğinde Hazret-i Allah ile beraber ol.

"Rabb'in seni bırakmadı ve darılmadı." (Duhâ: 3)

Rabb'inden hiçbir zaman ümidini kesme. Seni seçtiğinden beri terketmedi, sevdiğinden
beri darılmadı. Kalben münşerih ve müsterih ol, bütün işlerinde Rabb'ine tevekkül et, hiç
kimseden korkma!

22.08.2019
Sayfa 83 / 646

Bırakmak iki şekilde olur: Birisi lütuf eseri, birisi kahretmek için. Allah-u Teâlâ lütuf eseri
bıraktığını belirtmek için, Âyet-i kerime'sinde ayrıca darılmadığını da beyan
buyurmaktadır.

Hiç şüphesiz ki vahyin gecikmesi, tekâmül ve uygun olan yolun kendisine gösterilmesi
içindi. Nübüvvetten önce de Resul'ünü kimseye muhtaç etmeyen Allah-u Teâlâ,
nübüvvetten sonra yüz üstü bırakması aslâ düşünülemez.

"Andolsun ki senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)

İşte bu hayat-ı hakikinin semeresidir. Nefsin ölümünden sonra yepyeni bir hayat başlar.

Bu tebliğ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i için olduğu gibi ümmet-i
muhteremesine de bir tebliğdir. İnsanlar hayâlâta dalmak için değil, hakikati bulmak ve
ahireti kazanmak için gönderilmişlerdir.

Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve
oyalanmadan başka bir şey değildir. Dünyayı âhirete tercih etmek; kâfirin küfründeki,
münâfığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Hakk ve
hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa
uğramışlardır.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:

"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister." (Enfâl:
67)

Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nâil olabilirler,
yaşadıkları müddetçe bu imkânlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir
faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.

Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması


gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.

"Sana Rabb'in, sen râzı oluncaya kadar verecek." (Duhâ: 5)

Sana öyle lütuflarda bulunacak, ikram ve ihsanından öyle verecek, öyle verecek ki, huzur
ve ebediyet âleminde hoşnut olacaksın.

Bu öyle bir verilmedir ki; lütuf üzerine lütuftur, rızâ ve hoşnut olma makamıdır, ona âit
övülen bir makamdır.

Bu ilâhî tebşir Ümmet-i Muhammed'e en büyük hediyedir ve bu nimet-i ilâhî, bu ikram-ı


ilâhî, o âlicenâb Peygamber'in yüzü suyu hürmetinedir.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz en büyük şefâat makamı
olan Makam-ı Mahmud'a erdirilmiştir.

Amr bin Âs -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm bir
defasında İbrahim Aleyhisselâm'ın ve İsa Aleyhisselâm'ın ümmetleri hakkındaki Âyet-i
kerime'leri okumuş, akabinde ellerini kaldırarak:

"Ey Allah'ım! Ümmetim!.. Ümmetim!.." diye duâ etmiş ve ağlamış.

22.08.2019
Sayfa 84 / 646

Bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ: "Yâ Cibril! Muhammed'e git, ona niye
ağladığını sor. Rabb'in onun niye ağladığını biliyor ya!" buyurmuş.

Cebrâil Aleyhisselâm da gelerek sormuş. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-


Efendimiz kendisinin ne söylediğini ona haber vermiş. Halbuki Allah-u Teâlâ onun ne
söyleyeceğini pekâlâ bilir.

Nihayet Allah-u Teâlâ: "Yâ Cibrîl! Git Muhammed'e şunu söyle: Biz seni ümmetin
hakkında râzı edeceğiz ve seni üzmeyeceğiz." buyurmuş. (Müslim: 202)

O öyle bir makamdır ki, Allah-u Teâlâ yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir. Hiç kimsenin
şefâat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecek ve şefaatı kabul
olunacak peygamber yalnız Muhammed Aleyhisselâm'dır.

Şefâat sayesinde kıyametin sıkıntısı ve şiddeti ümmetine dokunmayacaktır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Duhâ Sûre-i Şerif'i (2)

Mânevi Destek:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın bizzat himayesinde


büyümüştü. Hıfz-u himâyesi onu çepeçevre kuşatmıştı. Çeşitli vasıtalar kullanarak
başlangıçtan itibaren onu ilâhî bir gözetim altında tutmuştu. Âyet-i kerime'lerinde onu
nasıl desteklediğini, nasıl barındırdığını, onu kudret eli içinde yaşattığını, onun bizzat
muallimi olduğunu bize duyuruyor ve şöyle buyuruyor:

"O seni yetim bulup da barındırmadı mı?" (Duhâ: 6)

Seni terketmek ve sana darılmak bahis mevzuu değildir. O sana yetim doğduğun günden
beri lütufta bulunmaktadır.

"Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi?" (Duhâ: 7)

O seni peygamberlik alâmetlerinden ve ilâhî hükümlerden habersiz bulmuş; verdiği vahiy,


indirdiği kitap ile bilmediklerini bildirerek doğru yolu göstermiştir.

"Seni fakir bulup zengin etmedi mi?" (Duhâ: 8)

Fakir ve yetim iken dünya refahına eriştirdi. Ticaret yollarını senin için kolaylaştırmak
suretiyle, insanlara muhtaç olmaktan kurtardı.

22.08.2019
Sayfa 85 / 646

Allah-u Teâlâ onu göz alıcı mucizelerle, kesin delillerle desteklemiş, halkettiği yüce
sebepler ve azim hikmetlerle onu korumuştur.

Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Resul'üm! Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde, gözetimimiz


altındasın." (Tûr: 48)

Bir kimsenin bir malı ne kadar kıymetli olursa, onu o derece muhafaza etmeye çalıştığı
gibi; Allah-u Teâlâ'nın yarattığı mahlûkâtın içinde en kıymetlisi o olduğu için, onu bizzat
hıfz-u himâyesinde ve tasarruf-u ilâhîsinde bulunduruyor. O'nun bütün sevgilileri böyledir.
O ise sevgililer sevgilisidir.

Merhamet Duyguları:

Arzedilen bu lütufları Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a bahşettikten sonra, fakir ve


yetim olanlara şefkatle nazar etmesini, merhamet duygularını onlara duyurmasını emir
buyuruyor:

"Sakın yetime kahretme!" (Duhâ: 9)

Sen yetim iken Rabb'in seni barındırdığı gibi, sen de yetimlere güzel davran. Sen
yetimlerin efendisi ve önderisin.

Bu emir hem ona hem de ümmet-i muhteremesinedir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Ben ve yetimin işlerini üzerine alan kimse, cennette şöylece beraber


olacağız." buyurdular ve şehâdet parmağı ile orta parmağını işaret ederek aralarını
ayırdılar. (Buhârî)

Yetimlere karşı yapılacak en hayırlı şey, onların ıslâhını düşünmek, tâlim ve terbiyelerine
bakmak, ilim ve irfanla terbiye etmek, malları varsa korumak, her türlü maddî ve mânevî
ihtiyaçlarını, üzüntülerini gidermeye çalışmak gibi her türlü iyiliklerdir.

"Bir şey isteyeni reddetme!" (Duhâ: 10)

Allah-u Teâlâ ihtiyacını arzedip de istekte bulunan kimsenin hoşnut edilmeyerek


reddedilmesini ve boş çevrilmesini yasaklamaktadır.

Muhtaç olan, dilenen kimse değildir. İhtiyaç içerisinde olduğu halde, kimseden bir şey
istemeyen, istemekten sıkılan kimsedir.

Dilencinin ısrarla istemesi hoş karşılanmamıştır. Çünkü ısrarla istemede, kendini fazla
acındırma, dilenmeyi alışkanlık hâline getirme ve karşıdakini huzursuz etme gibi
mahzurlar vardır. İslâm dini dilenciliği hoş görmediği gibi, ihtiyacından dolayı istemek
zorunda kalan fakir ve yoksulları eli boş çevirmeyi de tasvip etmemiştir.

İhtiyacını arzeden bir kimseye bir şey verilmesi muvafık görülürse verilmeli; verilmediği
takdirde yumuşak bir dille, nezaketle davranmalı, hakaretle ve azarlayarak kovmamalıdır.

22.08.2019
Sayfa 86 / 646

İhtiyacından dolayı isteyeni reddetmeyip bir şey vermek, bir emr-i ilâhîyi yerine getirmek
olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir fazilettir. Rızâ-i ilâhî'yi kazanmaya vesile olur.

Öyle kimseler vardır ki işsizdir, ihtiyaç içindedir. Kimisi de çalışır amma kazancı ile
geçimini sağlayamaz. Sadaka vermek için işte bu gibi kimseleri aramak, görüp gözetmek
gerekir.

"Ve Rabb'inin nimetini anlat!" (Duhâ: 11)

Rabb'in sana hidayet yolunu gösterdiği ve o yolun rehberliğini yaptırdığı gibi, sen de
insanlara doğru yolu göster. Bütün nimet, ihsan ve ikramların âlemlerin Rabb'ine âit
olduğunu düşünerek, O'nu hatırla ve O'na rağbet et.

Allah-u Teâlâ'nın kullarına olan nimetleri o kadar çoktur ki, saymak mümkün değildir.
Değil nimetlerini, bir nimetinin binde birini dahi insanın aklı almaz.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Allah'ın nimetlerini birer birer saymaya kalksanız, icmâlen bile


sayamazsınız." (İbrâhim: 34)

En büyük nimet olan İslâm'ın insanlara en güzel yollarla tebliğ edilmesi gerekir. Bu
vazife "Rabb'inin nimetini anlat"mak olur.

En kıymetli çalışma Hakk yolda çalışıp, halkı İslâm'ın sulh ve selâmetine dâvet etmek
gayesi ile gayret etmektir. En kötü insanken, hidayet erişiverince bir anda en iyi insan
olur, bu nimetten o da müstefid olur.

Bir kimsenin kurtuluşuna vesile olabilmek büyük bir menfaati muciptir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillâhirrahmânirrahîm
"Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla.
Âlemlerin Rabb'i Olan Allah'a Hamdolsun.
O, Rahman ve Rahîm'dir.
Din Gününün Sahibidir.
(Ey Rabb'imiz!) Ancak Sana Kulluk Eder ve Yalnız Senden
Yardım Dileriz.
Bize Doğru Yolu Göster.
Kendilerine Lütuf ve İkramda Bulunduğun Kimselerin Yoluna
Eriştir. Gazaba Uğramış ve Sapmış Olanların Yoluna Değil!"
(Fâtiha: 1-7)

22.08.2019
Sayfa 87 / 646

"Nefsimi Kudret Elinde Tutan Allah'a Yemin Ederim ki, Allah


Fâtiha'nın Bir Mislini Ne Tevrat'ta, Ne de İncil'de, Ne Zebur'da,
Ne de Furkân'da İndirmemiştir. O (Namazlarda) Tekrarla
Okunan Yedi Âyet ve Bana İhsan Edilen Kur'an-ı
Azîm'dir." (Tirmizî)

FÂTİHA SÛRE-İ ŞERİF'İ

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- buyurur ki:

Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in


yanında bulunduğu bir sırada, yukarıda kapı sesine benzer bir ses
işitti. Başını göğe doğru kaldırdı ve:

"İşte gökten bir kapı açıldı. Bu güne kadar böyle bir kapı asla
açılmamıştı." dedi.

Gökten bir melek indi. Cebrâil Aleyhisselâm sözlerine devam etti:

"İşte arza bir melek indi, şimdiye kadar bu melek hiç


inmemişti."

Melek selâm verdi ve Resulullah Aleyhisselâm'a:


"Sana verilen iki nuru müjdeliyorum. Bu iki nur senden önce,
başka hiçbir peygambere verilmemişti. Birisi Fâtiha sûresi,
diğeri de Bakara sûre'sinin son âyetleri (Âmenerrasûlü).
Onlardan okuduğun her harf karşılığında sana büyük sevap
verilecektir." dedi. (Müslim: 806)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminin ilk yıllarında tamamı bir defada nâzil olmuştur. Yedi Âyet-i
kerime, yirmi beş kelime ve yüz on üç harften müteşekkildir.

Bu Sûre-i şerif'in bir çok isimleri vardır.

Kur'an-ı kerim'in ilk Sûre-i şerif'i ve bir bakıma hülâsası olduğu, namazda Rabb'i ile kulu
arasında ilâhî bir şifre olduğu için "Açan", "Açış yapan" mânâsına "Fâtiha" adını
almıştır.

22.08.2019
Sayfa 88 / 646

İlk Âyet-i kerime'si "Hamd" ile başladığı için "Hamd sûre-i şerif'i" de denilmiştir. Halk
dilinde "Elham" olarak anılmaktadır.

Kur'an-ı kerim'in özü olduğu için "Kitab'ın anası" mânâsında "Ümmü'l-kitab" adını alır.

"İki defa inen, daima tekrarlanan yedi âyet" mânâsında "Seb'u'l-mesâni" denilir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Resul'üm! Andolsun ki biz sana daima tekrarlanan yedi âyeti ve büyük Kur'an'ı
verdik." (Hicr: 87)

Ayrıca: "Tam ve mükemmel" mânâsına gelen "Sûretü'l-Vâfiye", "Yeterli" mânâsına


gelen "Sûretü'l-Kâfiye", insanlara şifâ verdiği için "Sûretü'ş-Şâfiye", Kur'an-ı kerim'in
temeli olduğu için "Esâsü'l-Kur'an", her namazda okunduğu için "Sûretü's-Salât", özlü
duâları içine aldığı için "Sûretü'd-Duâ" ve şükrün gereğini ifade etiği için "Sûretü'ş-
Şükr" olarak da anılmaktadır.

Ebu Saîd bin Muallâ -radiyallahu anh- buyurur ki:

"Mescidde namaz kılıyordum. Beni Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- çağırdı.


Namazı bozup gidemedim. Sonra yanına vararak: 'Namazda olduğum için geç kaldım yâ
Resulellah!' dedim.

Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:

"Allah Kur'an-ı kerim'de:

'Ey iman edenler! Allah ve Resul'ü size hayat verecek bir şey için sizi çağırdığında
hemen icabet edin!' (Enfâl: 24)

Buyurmadı mı?' diye ikaz etti.

Sonra bana: 'Ey Said! Ben mescidden çıkmadan sana bir sûre öğreteceğim ki, o
Kur'an'ın en büyük sûresidir.' buyurdu. Sonra elimi tuttu. Mescidden çıkmak istediği
sırada: 'Yâ Resulellah! Hani bana büyük bir sûre öğretecektiniz?' dedim.

Buyurdu ki:

"O sûre 'Elhamdü Lillâhi Rabbi'l-âlemin' sûresidir. Seb'u'l-mesâni yani mükerreren


nâzil olmuş yedi âyet ve bana verilmiş olan Kur'an-ı azim'dir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:
1672)

Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah Fâtiha'nın bir mislini ne
Tevrat'ta, ne de İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkân'da indirmemiştir. O
(namazlarda) tekrarla okunan yedi âyet ve bana ihsan edilen Kur'an-ı
azîm'dir." (Tirmizî)

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- buyurur ki:

22.08.2019
Sayfa 89 / 646

Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanında bulunduğu bir


sırada, yukarıda kapı sesine benzer bir ses işitti. Başını göğe doğru kaldırdı ve:

"İşte gökten bir kapı açıldı. Bu güne kadar böyle bir kapı asla açılmamıştı." dedi.

Gökten bir melek indi. Cebrâil Aleyhisselâm sözlerine devam etti:

"İşte arza bir melek indi, şimdiye kadar bu melek hiç inmemişti."

Melek selâm verdi ve Resulullah Aleyhisselâm'a: "Sana verilen iki nuru müjdeliyorum.
Bu iki nur senden önce, başka hiçbir peygambere verilmemişti. Birisi Fâtiha sûresi,
diğeri de Bakara sûre'sinin son âyetleri (Âmenerrasûlü). Onlardan okuduğun her
harf karşılığında sana büyük sevap verilecektir." dedi. (Müslim: 806)

Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:

"Fâtiha'yı okumayanın namazı olmaz." buyurmuşlardır. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 422)

Bunun içindir ki namazların her rekâtında okunur.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyete göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem-, Âzîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ'dan şu Kudsî Hadis-i şerif'i nakletmişlerdir:

"Fâtiha'yı kendimle kulum arasında ikiye böldüm. Yarısı benim, yarısı da


kulumundur. Kulumun istediği hakkıdır, kendisine verilecektir."

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunu şöyle beyan ediyor:

"Bir kul: 'Elhamdü lil-lâhi Rabb'i-âlemin' dediği zaman Allah-u Teâlâ: 'Kulum bana
hamdetti.' buyurur.

Kul: 'Er-rahmâni'r-rahim' dediği zaman Allah-u Teâlâ: 'Kulum beni umumi ve hususi
mânâda olan merhametle andı, beni övdü, senâ etti.' buyurur.

Kul: 'Mâliki yevmiddîn' dediği zaman Allah-u Teâlâ: 'Kulum beni tâzim etti, saygı
gösterdi, beni büyük tanıdı.' buyurur.

Kul: 'İyyake na'büdü ve iyyâke nestaîn' deyince Allah-u Teâlâ: 'Bu benimle kulum
arasındadır. (ibadet kuluma, yardım da bana âittir). Kulumun isteği verilecektir.'
buyurur.

Kul: 'İhdina's-sırâta'l-müstakîm, sıratallezîne en amte aleyhim, ğayri'l-mağdûbi


aleyhim veled-dâlliyn.' dediği zaman Allah-u Teâlâ: 'Bu dilek kula âittir, ona isteği
verilecektir.' buyurur." (Ahmed bin Hanbel - Müslim: 395)

Enes -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

22.08.2019
Sayfa 90 / 646

"Uyku için yatağa yatarken evvelâ Fâtiha, ikinci olarak İhlâs sûresini okuduğun
halde ölümden başka her şeyden emîn olursun." (Câmiu's-sağîr)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Fâtiha Sûre-i şerif'i ile ilgili olarak
Hazret-i Cabir -radiyallahu anh-e şöyle buyurdular:

"Dikkat et! Sana Kur'an'da nazil olan en büyük sûreyi bildiriyorum. O Fâtiha
sûresidir. Zira onda her derde karşı bir şifa vardır." (Ramuz'ul-ehadis: 6167)

22.08.2019
Sayfa 91 / 646

Muhtevâsı:

Bu Sûre-i celîle Kur'an-ı kerim'in mukaddimesi mesabesinde olup mânâ itibarı ile Kur'an-ı
kerim'e denk bir sûre olarak kabul edilir.

İnsanlara dünya saâdetlerini ahiret selâmetlerini kazandırmak, hidayet yollarını


göstermek için gönderilmiş olan Kur'an-ı Azîmüşân'ın gayesini, ihtiva ettiği esasları öz
olarak içine almıştır.

Allah-u Teâlâ'nın her türlü hamd ve senâya, övgüye ve tâzime lâyık olduğu, vahdaniyeti,
azameti, O'ndan başka sığınılacak, kulluk edilecek mâbûd-u bil-hak olmadığı, her türlü
destek ve yardımın yalnızca O'ndan geldiği, hidayete ermek de, hidayetten sapmak da
O'nun kudret elinde olduğu beyan buyurulmaktadır.

Eûzü Besmele:

Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim okumak isteyen kimseye, ilk önce şeytanın şerrinden Zât-ı
akdes'ine sığınmasını emretmektedir:

"Kur'an okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın." (Nahl: 98)

Bu sığınma da:

22.08.2019
Sayfa 92 / 646

"Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım!" demektir.

Kur'an-ı kerim tilâvetinden faydalanmak isteyenler "Besmele"den önce bu "İstiâze"yi


okumak suretiyle bu tavsiye emrini yerine getirmektedirler.

Allah ile kulları arasındaki derûnî münasebeti ifade eden ve her hayrın anahtarı, İslâm'ın
bir sembolü olan Besmele-i şerife'ye gelince;

"Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla." beyanının Kur'an-ı kerim'den bir Âyet-i kerime
olup olmaması ihtilâflıdır.

Şöyle ki;

Neml sûre-i şerif'inin 30. Âyet-i kerime'sinde geçen "Besmele"nin Âyet-i kerime olduğu
kesindir. Tevbe sûre-i şerif'inin başında bulunmaması istisnâ edilirse, Sûre-i şerif'lerin
başlarındaki 113 Besmele'nin her birinin müstakil birer Âyet-i kerime olup olmadığında
ihtilâf vardı.

İmam-ı Şâfi -r. aleyh- her birinin başında bulunduğu Sûre-i şerif'ten bir Âyet-i kerime
olduğunu söylemiş, böyle olunca da Fâtiha sûre-i şerif'inin başındaki Besmele'yi birinci
Âyet-i kerime olarak kabul etmiştir.

İmam-ı Âzam -r. aleyh- ise her birinin müstakil bir Âyet-i kerime olduğunu, fakat başında
bulunduğu Sûre-i şerif'in bir cüz'ü olmadığını, sadece Sûre-i şerif'lerin arasını ayırmak ve
teberrük olunması için nâzil olduğunu söylemiştir.

Besmele-i şerif'in hülâsa olarak mânâsı:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile, O'nun izni ve emri ile, O'nun rızâsı için
yapıyorum. Her türlü yardım, kuvvet ve kudret O'ndandır. O yardım etmezse, bu
kuvvet ve kudreti vermezse hiçbir şey yapamam, hiçbir işte muvaffak
olamam." diyerek acziyetini ortaya koymak ve her işi Yaratıcı'ya havale etmektedir.

"Allah" Lâfza-i Celâl'i:

"Allah"; Lâfza-i celîl'i Zât-ı akdes'inden başka hiçbir ilâh bulunmayan Vâcibü'l-vücud'un
zât ismi olup, ulûhiyete âit sıfatların hepsini kendisinde toplamıştır. İsimler içinde en
büyüğü en mübârek olanıdır. Bu bir İsm-i âzâm'dır.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır.

"Hiç sen Allah'ın ismini taşıyan başka birini bilir misin?" (Meryem: 65)

"Allah" İsm-i şerif'i başka dillere çevrilemez. Farsça'da "Hüdâ", Türkçe'de "Tanrı",
İngilizce'de "God"; Allah İsm-i şerif'inin karşılığı değil, "İlâh"ın karşılığıdır, hepsi de
umumî mânâ ifade ederler.

"Allah" İsm-i şerif'i herhangi bir kelimeden türetilmiş veya başka bir dilden Arapça'ya
nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren has bir isim olarak kullanılmıştır. Allah-u
Teâlâ'nın Zât-ı akdes'i bütün isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi, "Allah" İsm-i
şerif'i de öyledir.

Dikkat edilirse "Allah" İsm-i celâl'inin her harfinde O vardır. Şöyle ki;

22.08.2019
Sayfa 93 / 646

Baştaki elif kaldrırılırsa "Lillâh" olur, "Allah için" demektir. Birinci lâm
kaldırılırsa "Lehu" olur, "O'nun için" demektir. İkinci lâm kaldırıldığı zaman "Hû" kalır, o
da Allah-u Teâlâ'ya râcidir.

Bu İsm-i şerif ulûhiyet vasfından değil, ulûhiyet mâbudiyet vasfı ondan alınmıştır.

Allah-u Teâlâ, ibadet edilen zât olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibadet
edilendir. O'nun ilâhlığı, tapılmayı ve kulluk edilmeye lâyık olması kendiliğindendir.

Bir insan puta tapar, ateşe güneşe, veya sevdiği bazı şeylere tapar. Taptığı zaman onlar
ilâh olurlar. Bunlardan vazgeçilip cayıldığı zaman onlar ilâhlık özelliklerini kaybederler.
Halbuki insanlar Allah-u Teâlâ'yı ister Mâbud tanısın, ister tanımasınlar, O bizzat
Mâbud'dur. O'na herkes ibadet ve kulluk borçludur.

Hamd ve Senâ:

"Hamîd" Allah-u Teâlâ'nın bir İsm-i şerif'idir. "Ancak kendisine hamd ve senâ edilen, her
türlü medih ve övgüye lâyık olan." demektir. "Hamd" ise, övülmeye lâyık olan zâtın
kemâlinin açıkça ortaya konulmasıdır. Bütün hamd ve senâlarla, şükürlerle, medihlerle
kendisine tâzim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet O'dur. Çünkü hamd ve senâyı
icabettiren bütün kemâlât ancak O'nda mevcuttur. En güzel övgüler ancak O'na yaraşır,
O her övgüye lâyıktır.

"Âlemlerin Rabb'i olan Allah'a hamdolsun" (Fâtiha: 1)

Âyet-i kerime, hamdin Allah-u Teâlâ'ya mahsus olduğunu bildirmekle beraber; işaret ettiği
mânâ itibarı ile: "Âlemlerin Rabb'i Allah'a hamdediniz." demektir. Hamd Allah-u
Teâlâ'nın emri, insanın ise kulluk vazifesidir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:

"Elhamdülillah de!" (Neml: 59)

Bütün âlemleri yaratmış, hiçbir karşılık beklemeden bol bol nimetler vermiştir. Ruh O'nun,
beden O'nun, mülk O'nun, nimet O'nun, lütuf O'nun... O her nimetin kaynağıdır.

"Hamd", nimetler karşısında O'nu senâ etmektir. Bu da ancak nimeti bilmekle olur. O'nun
nimetlerini saymak ise imkânsızdır. Bu hakikat bilinip itiraf edilince, her türlü methü
senânın Allah-u Teâlâ'ya mahsus olduğu ve O'nun hakkı olduğu kendiliğinden anlaşılmış
olur.

İnsan "Elhamdülillah" dediği zaman hamdin Allah'a âit olduğunu dil ile ikrar ve itiraf
ederken; kalbi ile de hamde lâyık olan Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetini, azametini, O'ndan
başka ibâdete lâyık Mâbud-u bil-hak olmadığını, yaratan, yaşatan, öldüren yalnız O
olduğunu tasdik etmelidir. Diğer taraftan rızâsını umarak, ancak O'na yönelerek, emir ve
yasaklarına tam bir teslimiyetle kulluk vazifelerine devam etmelidir.

İnsan ne kadar hamd ve senâ etmeye çalışsa bile gerçek mânâda senâ edemeyeceği
açık bir gerçektir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyurmuşlardır:

22.08.2019
Sayfa 94 / 646

"Ben seni lâyık olduğun gibi senâ edemem. Sen kendini nasıl senâ ettiysen
öylesin." (Müslim)

"Rabb" terbiye eden, ıslâh eden, yetiştiren mânâsına geldiği gibi; sahip mânâsına da
gelir.

Bu kelime Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hakkında kullanılmaz. Çünkü bu kelime
varlık âlemini yoktan vârederek yaratan, yarattıklarını bir nizam içinde olgunlaştıran,
terbiyeden geçiren, her ihtiyacı temin eden, dilediği her şeyi kendi iradesi ile dilediği
şekilde yapabilecek kuvvet ve kudrete sahip olan Allah-u Teâlâ'ya işaret eder.

İnsanların yegâne mürebbisi O'dur. Bir şeyi veya bir insanı başlangıcında ele alarak,
derece derece yetiştiren, terbiye eden O'dur. Zâhirleri nimet ile, bâtınları rahmet ile
terbiye eder. İnsan bu terbiyeden en büyük nasibini almıştır. Bu bakımdan insanoğlu
Yaratıcı'sına, nimetlerle donatıcısına hamdetmek, O'nu en güzel övgülerle övmek
zorundadır.

Bütün âlemleri yaratan, terbiye eden, her şeye şekil veren Allah'tır. Topraktan yaratıyor,
toprağın üzerinde gezdiriyor, topraktan rızıklandırıyor. Bütün nimetlerini ve ziynetlerini
tepsisinin üzerinde gezdiriyor.

Nitekim O'nun bir ism-i şerifi de "Vehhâb"dır. Hesaba gelmeyen her türlü nimetlerini,
hiçbir karşılık beklemeden gayb hazinesinden daima ihsanda bulunuyor.

Gecesi, gündüzü, ayı, güneşi, insanı, hayvanı, cemâdâtı, nebâtâtı, mevcûdâtı... Hepsi o
tepsinin üzerinde.

Biz o sahnede imtihandayız.

"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı
yaratandır." (Mülk: 2)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere bizi denemek için gönderdi. Fakat sen
tepside kaldın, nimetlere daldın. Yaratan'ı bilmeye ve bulmaya çalışmadın.

Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:

"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden
başkasına ibadet ediliyor. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına
şükrediliyor." (Taberânî)

Bu başkasından murad şeytandır.

Nankör insan sahnede olduğunu unuttu. Yaratan'ını gerçekten bilemedi ve bulamadı.


Hazret-i Allah'ın yarattığı mülkün içinde Hazret-i Allah'ı arıyor. Bu bir cehalet değil midir?

Kimi "Göklerdedir." diyor. Kimisi ise "Arşurahman'dadır." diyor. Yani O'nun yarattığı
tepside "Yaratan"ı arıyor.

Sen O'nu nasıl bilebilirsin? O'nu bilmen için O'nu bileni bulman lâzımdır. O'nu bileni
bulmadıkça Hakk'ı nasıl bilirsin, Hakk'a nasıl varırsın?

"Âlemler"e gelince;

22.08.2019
Sayfa 95 / 646

Âlemlerden murad; mevcûdiyeti düşünülebilen, Yaratıcı'nın varlığına delil teşkil eden,


Allah-u Teâlâ'nın dışındaki canlı ve cansız, maddî ve mânevî, gözle görülen ve
görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün varlıklardır. O bütün mevcudâtı yaratan ve
terbiye eden Rabbü'l-âlemîn'dir, onların tasarruf ve hâkimiyeti kendi idaresinde
bulunmakta olup, göklerin ve yerin sırlarını sadece O bilir.

Kur'an-ı kerim'de yetmiş üç yerde "Âlemîn" kelimesi geçmekte olup, bunların kırk
ikisinde "Rabbü'l-âlemîn" terkibiyle anılarak Allah-u Teâlâ'nın bütün varlıkların ilâhı
olduğu beyan edilmektedir.

Enbiyâ sûre-i şerif'inin 107. Âyet-i kerime'sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'in "Âlemlere rahmet" olduğu haber verilmektedir.

"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)

Nasıl ki Allah-u Teâlâ Arş'tan bütün insanlara vücud ve hayat veriyorsa, mânevî hayat da
yalnız ve yalnız "Rahmeten Lil-âlemin" olan, Allah-u Teâlâ'nın Resul-i Ekrem'i
Muhammed Aleyhisselâm'dan gelir. Yani bir kimseye mânen ne verilmişse Allah-u
Teâlâ'nın Nûr'u olan Resulullah Aleyhisselâm vasıtasıyla verilmiştir. O mânevî hayat
kaynağından hayat suyu gelmedikçe kişide hayat olamaz.

"Rahman" ve "Rahîm":

En güzel isimler Allah-u Teâlâ'nındır, o en güzel isimlerle O'na kulluk yapmak ve duâ
etmek gerekiyor.

"O Rahman ve Rahîm'dir." (Fâtiha: 2)

"Rahman"; rahmet kelimesinden türemiş olup son derece merhametli demektir. Allah-u
Teâlâ'nın sıfat ismidir, rahmeti ezelden ebede sonsuzdur. O'nun bütün âlemleri, canlı
cansız bütün varlıkları yaratması, canlılara rızık vermesi, her şeyi yerli yerinde nizama
koyması, sonsuz rahmetinin bir neticesidir. Hatta bu rahmet o kadar umumî ve
şümullüdür ki, hak edip etmemesine, lâyık olup olmamasına bakmaz; mümin-kâfir, mûtî-
âsî, âlim-câhil, çalışkan-tembel, haklı-haksız... ayırmadan rahmetini herkese her mahlûka
şâmil kılmıştır.

"Rahîm" de aynı şekilde sıfat ismi olup; inanıp sâlih amel işleyenleri, verdiği nimetleri
iyiye kullananları ahirette daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran
demektir.

Dünyada inananı-inanmayanı, çalışanı-çalışmayanı ayırdetmeden bütün mahlûkatına


sayısız dünyevî nimetler bahşedip, onları korurken; âhirette de inananı, çalışanı ayırıp
onları cennet ve Cemâlullah ile mükâfatlandırması, işte bu "Rahîm" sıfatının bir
neticesidir.

Din Gününün Sahibi:

Allah-u Teâlâ mülk ve melekûtun yegâne sahibi, mutlak hükümdârı olduğu gibi, O'nun
mutlak hâkimiyet ve hükümranlığı ahirette de devam eder.

"O din gününün sâhibidir." (Fâtiha: 3)

22.08.2019
Sayfa 96 / 646

"Din günü" her yapılanın karşılığının verileceği son gün demektir. O gün, kendi
mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacak, tasarrufuna ortak
olacak hiç kimse bulunmayacaktır. O vâdolunan gün mutlaka gelecek ve insanlar Allah-u
Teâlâ'nın huzurunda hesaba çekilecekler, iyi ve kötü ne yapmışlarsa karşılığını mutlaka
göreceklerdir.

"Bugün mülk kimindir? Tek ve kahhar olan Allah'ındır!" (Mümin: 16)

Soruyu soran da O, cevap veren de O...

Bir ortağı olmak şöyle dursun, her şey O'nun kahrına mahkûmdur. O gün bütün yetkiler
O'nun elindedir.

Öyle bir hesap günü ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü,
zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracaktır. İyileri mükâfatlandırıp, kötüleri
cezalandıracak, dilediğini bağışlayacaktır.

O gün hüküm günüdür, özür beyan etme günü değildir.

"O gün gerçek hükümranlık Rahman olan Allah'ındır." (Furkân: 26)

Dünyada geçici olarak emaneten mülk ve saltanat sahibi olanların hükümleri; ölümleri ile
ellerinden alınır, yaptıklarının iyi ve kötü hesabı kalır. O gün O'ndan başka hiç kimse mülk
sahibi değildir, dünyadaki gibi mülkleri de yoktur.

O gün tek hâkim O'dur. Hükmünde O'na hiç kimse, hiçbir şekilde ortak olamaz. Affetmek
veya cezalandırmak bütünüyle O'nun kudret elindedir. Cezâlandırmak istediği bir kişiyi,
kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin cezâ
verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine
yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezâsından fazlasına çarptırılmaz. Hiç
kimseye zulmetmemesi O'nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye güç
getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.

Kulluğun Özü:

Mümin duâ ederken âlemlerin Rabb'i olan Allah'a gönülden yönelerek ve bağlanarak duâ
eder.

"(Ey Rabb'imiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." (Fâtiha:
4)

İbadet; tevâzu göstermek, itaat etmek, boyun eğmek, sımsıkı yapışmak, sarılmak, hiçbir
surette bırakmamak mânâsına gelir. İbadet bir kulun kendisini Rabb'ine bağlaması,
zikriyle fikriyle O'nda bulunması, O'nda yaşaması, kulluğunun gerektirdiği bütün
vazifelerini yapması demektir. Kulluk en geniş mânâsı ile Allah-u Teâlâ'nın her takdirine
rızâ göstermek ve teslim olmaktır.

Kulluk yüce bir makamdır. Kul o makamda huzurda bulunmanın saâdetine nâil olur.

Muaz bin Cebel -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz elinden tutarak: "Ey Muâz! Cidden seni seviyorum. Her namazın
ardından:

22.08.2019
Sayfa 97 / 646

'Ey Allah'm! Seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzel bir şekilde ibadet etmek
için bana yardım eyle!' diye söyleyegeldiğin duâyı bırakmamanı tavsiye
ederim." buyurdu. (Müslim)

İbadette asıl gaye Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'dir. Yardım dileme ise O'na
tevessül etmektir. Allah-u Teâlâ yalnız kendisine ihlâsla ibadet etmemizi ve her işte yalnız
kendisinden yardım dilememizi emir buyurmaktadır.

Kul: "Yalnız sana ibadet ederiz!" demekle şirkten uzaklaşmakta, "Yalnız senden
yardım dileriz!" demekle de her türlü güç ve kuvvetten ayrılarak her işini Allah-u
Teâlâ'ya dayandırmaktadır. Zira insan O'nun yardımı olmazsa, ne kulluk görevini yapabilir
ne de diğer işlerini... Her iş ancak O'nun yardımı ile neticelenir.

Bu Âyet-i kerime kul ile Hâlik'ı arasındadır. Kul doğrudan doğruya Hâlik'ına münacaatta
bulunmaktadır.

Sırât-ı Müstakîm:

Allah-u Teâlâ kendi zâtını bilmek ve doğru yolu bulmak için lütuf ve keremi ile kullarında
muvaffakiyet halkeder. O kime hidayeti nasip ederse, yardım ederse, doğru yolu bulmuş
olur. Hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, doğru ile eğriyi, hayır ile şerri, güzel ile çirkini ayırır ve
hakikate yönelir. Kimi de sapıklığı ile başbaşa bırakırsa, yardım etmezse, doğru yolu
bulamaz.

Bunun içindir ki hayatın her safhasında dergâh-ı ulûhiyetten bu yardımı, bu muvaffakiyeti


dilemek lâzımdır.

"Bize doğru yolu göster!" (Fâtiha: 5)

"Hiçbir eğriliği bulunmayan yol" mânâsına gelen "Sırât-ı müstakim"; Allah yoludur,
İslâm'dır. Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olmak için müşâhade ile neticelenen bir mücâhede yolu
bulmak ve o yola ulaşmak demektir. Bunun için de Allah-u Teâlâ'dan yardım isterken
Sırât-ı müstakîm'i göstermesi ve buldurması istenmelidir.

Sırât-ı müstakîm'e muvaffak olan bir kimse; Allah-u Teâlâ'nın kendilerine nimetler ihsan
ettiği peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin, sâlihlerin yoluna muvaffak olur.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:

"İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar
sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'âm: 153)

Kul Allah'tan gayrı her şeyden yüz çevirmedikçe "Sırat-ı müstakîm"e ulaşamaz.

Bir kul gece ve gündüz, her an ve her durumda Allah-u Teâlâ'nın kendisini Sırat-ı
müstakîm'de sâbit kılmasına muhtaçtır. Bu ihtiyacı her an çoğalmakta ve devam
etmektedir. Bunun içindir ki her namazda ve hususiyetle diğer feyizli zamanlarda bu
ihtiyaç: "Bizi doğru yola ulaştır!" diye Allah-u Teâlâ'ya arzedilmektedir. Yolun en
büyüğü ve en güzeli, Allah-u Teâlâ'nın yardımının yoluna, insanı cennet-i âlâ'ya
götürecek ve onun yüksek derecelerine ulaştıracak yola girmektir. Hiç şüphesiz ki doğru
yolu bulmak, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine ermenin kesin bir teminatıdır.

22.08.2019
Sayfa 98 / 646

Nimet Verilenlerin Yolu:

Kulun Allah-u Teâlâ'dan isteyebileceği en büyük yardım, nimetler verdiği sevgili kullarının
yürüdüğü yola kavuşmaktır. İnsanlar, kendilerini Hakk'a kılavuzlayacak, hakikate
yöneltecek, himmet ve gayretlerini artıracak bu Allah dostlarına muhtaçtırlar.

"Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna eriştir." (Fâtiha: 6)

Bu yol Allah-u Teâlâ'nın bizzat desteklediği, kendilerine nimetler ihsan ve ikram ettiği,
dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştırdığı Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın,
Evliyâullah Hazerâtı'nın ve sâir müminlerin yoludur.

Allah-u Teâlâ onları derece derece hidayet, iman ve yakîn, ilim ve irfan, itaat ve teslimiyet
nimetleriyle nimetlendirmiş, her türlü gösterişten uzak olan hakikat nuruyla
nurlandırmıştır.

Yusuf Aleyhisselâm bir peygamber olduğu halde:

"Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat!" (Yusuf: 101)

Diye duâ etmiş ve bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten de Allah-u Teâlâ'ya
gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.

"Hamd olsun Allah'a, selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına." (Neml: 59)

Gazaba Uğrayanların ve Sapanların Yolu:

Sırât-ı müstakim'e ulaştırması için Allah-u Teâlâ'ya niyazda bulunmak gerektiği gibi,
dalâlet yollarına sapmamak için de duâ ve tazarruda bulunmak gerekmektedir.

"Gazaba uğramış ve sapmış olanların yoluna değil!" (Fâtiha: 7)

Adiyy İbn-u Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"(Fâtiha'da geçen) 'Elmağdûb aleyhim = Allah'ın gazabına uğrayanlar' yahudilerdir,


'Eddâllîn = Sapıtanlar'da hıristiyanlardır." (Tirmizî)

Gazaba uğrayanlar ve lânetlenenler ehl-i kitap olan yahudilerdir, sapıklığa düşenler de


yine ehl-i kitaptan olan hıristiyanlardır. Onlar Hakk'ı önce tanıdılar sonra terkettiler,
Allah-u Teâlâ'ya lâyık olmayan sıfatlar yakıştırdılar, küfür ve sapıklıklarında inat ettiler.
Kendilerine verilen sayısız nimetleri unuttular. İlmi de ameli de yitirdiler. Hakk yolunda
olduklarını zannettikleri halde, aslâ o yolda olamadılar. Şeytanı dost edindiler, hevâ ve
heveslerini ilâh edindiler. Ahireti unutup dünyaya daldılar. Bile bile Allah-u Teâlâ'nın hak
dininden çıktılar. Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu ve onlara gazab etti.

Gazaba uğrayanlar ve sapıklığa düşenler onlar olduğu gibi, geçmiş devirlerde yaşamış
olan ve onlar gibi gazaba uğrayan ve sapıklığa düşen kavimler de hiç şüphesiz ki bu
hükmün içindedirler.

22.08.2019
Sayfa 99 / 646

Bunların korkunç âkıbetlerinden ders almasını bilen müminler, aynı duruma düşmemek
için bu Âyet-i kerime'de öğretildiği şekilde Rabb'lerine yönelirler ve son nefeslerine kadar
bu naz ve niyazlarına devam ederler.

Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'de yahudilerin gazaba uğrama durumları ifade
edilmiştir:

"Üzerlerine zillet ve meskenet, horluk ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'ın


gazabına uğradılar. Öyle oldu; çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar, haksız
yere peygamberlerini öldürüyorlardı. İsyana daldıkları, haddi aşıp aşırı gittikleri için
bunu hak ettiler." (Bakara: 61)

Nankörlükleri, peygamberlerini öldürdükleri, isyana daldıkları, mütecaviz oldukları beyan


edilmektedir.

"Onlar (yahudiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, zillet altında kalmaya


mahkûmdurlar. Meğer ki Allah'ın ahdine ve insanların ahdine sığınmış olsunlar.
Onlar Allah'tan bir gazaba uğramışlardır ve üzerlerine miskinlik (damgası)
vurulmuştur." (Âl-i imrân: 112)

"Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar! Allah'ın, kullarından dilediğine lütfundan


(kitap) indirmesine hased ederek Allah'ın indirdiğini inkâr ettiler ve bu sebeple
gazap üstüne gazaba uğradılar." (Bakara: 90)

Onların küfre sapmalarının sebebi kıskançlık ve büyüklük taslamak olduğuna göre, hor
ve hakir kılınmakla onlara karşılık verilmiş oldu.

"Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi?
Onlar Allah'ın lânetlediği, gazap ettiği, içlerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı
kimselerle Tağut'a tapanlardır. İşte onlar mevki bakımından daha kötü olanlar ve
doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır." (Mâide: 60)

"Allah'ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi? Onlar ne
sizdendir, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücâdele: 14)

Hıristiyanların sapıtmaları; kitaplarını tahrif ederek, Hazret-i İsa'ya ulûhiyet isnad etmeleri,
Hazret-i Allah'ın tek'lik sıfatında sapmışlığa giderek üçlemeleri gibi sebeplerle haktan
ayrılarak sapıtmışlardır.

"'Allah, Meryemoğlu Mesih'tir.' diyenler gerçekten kâfir olmuşlardır." (Mâide: 72)

"Andolsun ki: 'Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.' diyenler kâfir olmuşlardır." (Mâide:


73)

"De ki: Ey kâfirler!

Ben sizin taptıklarınıza tapmam.

Benim taptığıma da siz tapmazsınız.

Ben de sizin taptığınıza aslâ tapacak değilim.

Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz.

Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kâfirûn: 1-6)

22.08.2019
Sayfa 100 / 646

Fâtiha Sûre-i şerif'inin arkasından: "Duâmızı kabul buyur!" mânâsına


gelen "Âmin" sözünü söylemek Sünnet-i seniye'dir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen Hadis-i şerif'lerinde Resulullah


-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

"İmam namazda Fâtiha'nın bitiminde âmin deyince, siz de âmin deyiniz. Zira her
kimin âmin demesi meleklerin âmin demesine denk gelirse geçmiş günahları
bağışlanır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 435)

Mârifetullah:

Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'de gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde
yarattığını beyan buyurduğu halde, insanlar O'nu hâlâ yarattığı mülkünün içinde arıyor ve
zannediyorlar. Bu zanla hakikat hiçbir zaman anlaşılamaz.

Arşurahman, diğer bütün cisimleri kuşatan bir cisimdir. O ise Arşurahman'ı da


kuşatmıştır.

"Allah herşeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisa: 126)

Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından dolayı nereye baksan yanız O'nu
göreceksin. Herkes O'nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki bütün
mekânlar O'nda mekândır, O'nun mekânı yoktur.

Furkân sûre-i şerif'inde şöyle buyurulmaktadır:

"Rahman'dır." (Furkân: 59)

O'nun rahmeti bütün varlıkları kaplamıştır. Varlık ve hayat O'nun rahmetinin eseridir.
Bütün kâinata Allah'ın arşından hayat ve vücud dağılmaktadır.

O "Rahman"dır, bütün âlemleri rahmeti ile kuşatmıştır.

Bunu da bilebilmen için hiç olduğunu ve bir maskeden ibaret olduğunu görmen lâzımdır.
Ancak o zaman husule gelir.

Zira Âyet-i kerime'sinde:

"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." buyuruyor. (Nisâ: 126)

Sen ise onu da bilmiyorsun ve görmüyorsun.

"Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür. Üstelik iyice yolunu
şaşırmıştır." (İsrâ: 72)

Bu dünyada Allah-u Teâlâ'nın âyet ve beyyinâtına karşı kör olan, hakikati göremeyen,
hak rehbere uymayan kimseler âhirette de kördürler.

"Allah-u nûrus-semâvâti vel-ard" Âyet-i kerime'sinin sırrına ve esrarına mazhar olman


için halkı Hakk'a götüreni bulman lâzımdır. Çünkü onu Hazret-i Allah tayin etmiştir.

22.08.2019
Sayfa 101 / 646

Âyet-i kerime'sinde:

"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da var ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile
hüküm verirler." (A'râf: 181)

Hakk'a vardığın zaman, gerçeği öğrendiğinde, yalnız "O" olduğunu hem göreceksin hem
de bileceksin.

Meğer hep O imiş, âlem bir tepsi imiş.

Allah-u Teâlâ Arş'tan bütün insanlara vücud ve hayat veriyor, mânevî hayat da yalnız ve
yalnız "Rahmeten lil-âlemin" olan, Allah-u Teâlâ'nın Resul-i Ekrem'i Muhammed
Aleyhisselâm'dan gelir. O hayat kaynağıdır. Her şeyin özü ve evvelidir. O sebebi
mevcûdattır. O olmasaydı felekler yaratılmayacaktı. Hidayet rehberidir. Mânevi hayat
odur. Onsuz mânevi hayat olmaz. Yani bir kimseye mânen ne verilmişse Allah-u
Teâlâ'nın nuru olan Resulullah Aleyhisselâm vasıtasıyla verilmiştir. O mânevî hayat
kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede hayat olamaz.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Hamd, âlemlerin Rabb'i Allah'a mahsustur." (Fâtiha: 1)

O, bütün âlemlerin Rabb'idir. Âlemleri yoktan yarattığı için O'na "Rabbü'l-


âlemîn" denilmiştir. Topraktan yaratıyor, toprağın üzerinde gezdiriyor, topraktan
rızıklandırıyor. Bütün nimetlerini ve ziynetlerini tepsisinin üzerinde gezdiriyor. İçte O.

Bu âlemleri O yoktan var etti ve şekil verdi. Âlemlerin Rabb'i yalnız O'dur. Dilediği anda
yaratır, dilediği anda yok eder. Yok iken yaratıyor, var iken yok ediyor.

Hücreleri yaratıp öldürdüğü gibi, kâinatı da yaratıp öldürüyor. Hücrelerini an be an


öldürüp dirilttiğinden hiç kimsenin haberi yok, bütün kâinat da böyledir.

Dilediği zaman yaratıyor, dilediği zaman öldürüyor. Dirilten de O, öldüren de O. Bu


tecelliyâttan âlemlerin hiç haberi olmaz. İnsanoğlu zannediyor ki kendisi var, O'na
bakmaya çalışıyor. Ne kadar ters bir durum!

Halbuki gerek insan gerek kâinât yalnız bir perdeden ibarettir. Perdeyi kaldır O var.
Perdeye "Ol!" diyor, perde oluyor. Yaratan O'dur. Yani O içte, sen dışta... Sen dıştasın,
içtekini aramaya, perdede O'nu görmeye çalışıyorsun. Bu mümkün değildir. Sen bir
perdeden ibaretsin, kâinât da bir perdedir. Perdeyi kaldır O var.

Sen âlemlerin içinde bulunduğun halde bu sözü söylersen, sözden ibaret kalır.

"Erden Hakk'a varmak gerek,

Varanları bulmak gerek."

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Sâdıklarla beraber olunuz." buyuruyor. (Tevbe: 119)

Dünyaya geliş sebebin budur. Nasibin varsa Hakk'ı bulursun. Bulamadın, bil ki zannında
kaldın.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

22.08.2019
Sayfa 102 / 646

"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye
yarattım." buyuruyor. (Zâriyat: 56)

O'nu bilmek, O'nu bulmak; O'nu bilerek ihlâs ile ibadet etmekle kaimdir.

Zira dikkat et! Hem "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemin" diyorsun, bütün âlemleri yarattığını
söylüyorsun; fakat söylediğinin mânâsını aslında sen de bilmiyorsun. O'nu bilmediğin için,
yarattığı mülkünün içinde Yaratan'ı arıyorsun.

O'nun İsm-i şerif'lerinden birisi de "Kayyum"dur. Her şeye hâkim olan, bütün varlıkları
ayakta tutan, her şeye belirli bir zamana kadar ayakta durması için sebepler ihsan
buyuran O'dur. Her şey Hakk ile kaimdir.

İnsan "Rabbü'l-âlemîn" diyor amma ne söylediğini bilmiyor. O "Rabb"dır, âlemleri O


yaratmıştır. Âlemler Allah değildir. O ayrı, O ayrıdır. Âlemler "Ol!" demekten ibarettir,
Rabbü'l-âlemin "Ol!" diyor oluveriyor. Zerre de böyledir, kürre de böyledir. Her
şey "Ol!" demekle olmuştur. Fakat Allah-u Teâlâ'nın ayrı, âlemlerin ayrı olduğunu kimse
bilmiyor.

Binaenaleyh hem O'dur, hem O'ndandır. Her zerrede O'nun varlığı mevcuttur. Her şey
ceset, O ise ruhtur. Nasıl ki sende bir ceset var. Allah-u Teâlâ'nın emri ile, ruhu ile
duruyorsun. Kâinat da böyledir. Ruhsuz cesedin ne hükmü olabilir?

En ince sırlardan birisi; Allah-u Teâlâ'yı görmek, kabuk mesabesindeki kâinatı O'ndan
ayrı görmektir. Ruh ile cesedin, yani öz ile kabuğun irtibatı, Hâlik ile mahlûkun irtibatı
demektir.

"Elhamdü lillâhi Rabb'il-âlemîn" O âlemlerin Rab'bidir. "Ey bütün bu âlemleri yoktan


var eden, nimetlere gark eden!" dediğin zaman, sen şimdi âlemlerin içinde kaldın, O
ayrıldı. O ayrı, sen ayrı, âlemler ayrı.

"Yaratıcı yalnız sensin, kâinatı da böyle yarattın. Bu mahlûkatın içinde ben de


varım." diyorsun.

Bu hakikat karşısında hakikat ehlininin durumuna gelince;

Onlar içindekini görür. Kabuğu ayrı, özü ayrı olduğunu görür. Kâinatın özü ile cesedin
ayrı olduğunu görür.

Onlar "Elhamdü Lillâhi Rabbi'l-âlemîn" dedikleri zaman, kendilerinden zerre kalmaz.


Niçin kalmaz? "Rabbü'l-âlemîn"i gördüğü için, her şeyin O'ndan olduğunu bildiği için
kalmaz. Çünkü her şey O'nun "Ol!" emrine tâbidir, o kadar.

"Rabbü'l-âlemîn"i gördükleri zaman O husule geliyor.

Bir kar tanesi denize düştüğü zaman eriyip hiç olduğu gibi, onlar da Allah-u Teâlâ'nın
tecellî etmesiyle hiç olurlar. O'ndan başka ilâh yok zaten.

Kendileri mahvoldukları için "Rabbü'l-âlemîn" deyince âlemleri yaratanı görür, kendisini


görmez, âlemleri de görmez.

O'nu bulanlar Hakka'l-yakîn olanlardır. Allah-u Teâlâ bunları kendisi için yaratmıştır.
Bunları Allah-u Teâlâ sevmiş, seçmiş, huzuruna almış. Onlar her şeyden fazla Allah'ı
sever ve tercih ederler, Allah da onları sever. Allah'a varmış, varlığını ifnâ etmiştir. Ledünî
ilme vâkıf olmuşlardır. Yani Hakk'a vâsıl olmuş, Hakk'ta fânî olmuşlardır. Onlar Hakk'ı

22.08.2019
Sayfa 103 / 646

sever, Hakk'tan gayrısından yüz çevirirler. Hep Hakk ile olmak ister, yaratılmışlara hiçbir
zaman meyletmek istemezler. Yaratılmışlarla meşgul değiller, onları sevmezler.

Yaratan'ı görüyor, yaratılmışları biliyor. Allah-u Teâlâ onları yalnız kendisi için yaratmıştır.
Bu yüzden başka bir şeyle uğraşmalarını istemez.

O, âlemleri yaratanı görüyor. Âlemleri görmek bile istemiyor. Çünkü zaten âlemleri
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurundan yaratmış, nuru da kendinden
yaratmış. Ne büyük yaratıcı! Yaratanı gördüğü için yaratılana hiç kıymet vermez. Nazarı
itibara almaz. Yaratan'ı görüyor, Yaratan'la meşgul, Yaratan'ın huzurunda.

Onlar Hakk'ı sever, Hakk'a iletir ve Hakk ile hüküm verirler.

Siz bu hakikati anlamıyorsunuz, anlasanız bile zâhirini anlıyorsunuz. Fakat tatbikata


geçtiği zaman okuyamazsınız, ancak tariflerini okursunuz. Biz Cenâb-ı Hakk'ın izniyle
bunun kendisini okuruz.

O'nun varlığını kendimde hissetiğim, kendimi kaldırdığım zaman O çıkıyor.

Ben bildim, buldum... Ben yokum, hükümsüzüm. Ben zerre bir hakîrim. O da O'nun. Ben
yokum O var. Kâinat da bilsin böyle olduğunu, kâinat da bulsun O olduğunu.

Benim hamdim O'na mahsus. O yarattı, O donattı. O bildiriyor, O gösteriyor. O yaratıyor,


O yaşatıyor, aynı zamanda O yönetiyor.

"Elhamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn" O öyle bir Allah ki, âlemlerin yaratıcısı ve mürebbisidir.
Âlemler maske gibi hükümsüzdür. Çünkü "Ol!" emriyle oluyor, "Öl!" emriyle ölüyor.

Allah-u Teâlâ bu Ãyet-i kerime'nin sırrına kimi mazhar ederse, o bilir ve görür. Kişi Allah-u
Teâlâ'nın boyası ile boyandığı zaman husule gelir.

En ince sır ilmi, sırların sırlarının özü bu üç noktadadır, mârifetullah ilminin hülâsasıdır.
Bu noktayı kavradığınız zaman ilimlerin anahtarını kavramış olacaksınız.

Allah-u Teâlâ İhlâs sûre-i şerif'inde:

"De ki: O Allah birdir, Allah Samed'dir." buyuruyor. (İhlâs: 1-2)

O birdir, O yaratıyor, yarattıkları O'nun içindedir. Siz Hazret-i Allah'a dıştan bakıyorsunuz,
ehl-i hakikat ise O'na içten bakıyor. Onlar derler ki "Her şeyi O kuşattı, ben
içindeyim." Onlar "Ehad" deyince O'ndan başkasını görmezler.

Farz-ı muhal ki bir bardak var. Bu bardak hükümsüzdür, sahibi içine ne koyarsa, konulan
şeyin hükmü olur. O "Samed" dir, her şey O'na muhtaçtır. Çünkü O yaratıyor, O yarattığı
için her şey O'na muhtaç.

O sana hayat veriyor, O'nunla kaimsin. Sen ise hâlâ O'nu mülkün içinde zannediyorsun.

Bazı Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ'nın her şeyi yarattığı, bazı Âyet-i kerime'lerde her
şeyi kuşattığı, bazı Âyet-i kerime'lerde ise kâinatı donattığı, her şeyin O'na muhtaç olduğu
beyan buyuruluyor.

Her görünen şey O'na perdedir.

22.08.2019
Sayfa 104 / 646

O Zâhir'dir. Zâhir O amma kimse O'nu görmüyor da perdeyi görüyor. Onu O yaratıyor,
her şey O'nunla kaimdir. Sen de O'nunla kaimsin, yarattığı perde de O'nunla kaimdir.
İnsanoğlu bunu bilmiyor.

NAMAZDA ZÂHİRÎ ve BÂTINÎ HUŞU


Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Resul'üm! Kitap'tan sana vahyedileni oku ve namaz kıl! Şüphesiz ki namaz insanı
her türlü hayâsızlıktan ve fenâlıktan alıkoyar. Zikrullah elbette en büyük (İbadet)tir.
Allah yaptıklarınızı bilir." (Ankebût: 45)

Müminlerin her türlü kötülüklerden ve yasaklardan kaçınması icab ederken, nice namaz
kılan kimselerin kendilerini haramdan ve yasaklardan kurtaramadıkları görülmektedir.

Halbuki Hazret-i Allah; "Şüphesiz ki namaz insanı her türlü hayâsızlıktan ve


fenâlıktan alıkoyar." buyuruyordu.

Bunun da sebebi namazda huzur ve huşuya dikkat edilmemesinden ileri gelmektedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Huşu ile namaz kılan müminler ahiret azabından kurtuldular." buyuruyor. (Müminûn:
1-2)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde:

"Namazında huşu olmayan kimsenin namazı kabule lâyık olamaz, vaad olunan
faydası da beklenemez." buyurmuşlardır. (Münâvî)

Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:

"Namazında sesini yükseltme, sesini o kadar da kısma, ikisi arasında bir yol
tut." (İsrâ: 110)

Bu gibi kimseler ancak emri yerine getirerek farzı edâ etmiş ve namazı terkedenler için
tayin olunan şer'i cezadan kendini kurtarmış olur.

Namazda huzur ve huşu şarttır. Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"Benim zikrim için namaz kıl!" buyuruyor. (Tâhâ: 14)

Bu Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki namaz kılmaktan maksat Allah-u Teâlâ'yı anmaktır.


Namazı boyunca gaflette olan bir kimse, Allah'ı anmak için namaz kılanlardan olmamış
olur.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde de:

"Gâfillerden olma." buyuruyor. (Â'raf: 205)

22.08.2019
Sayfa 105 / 646

Namaz gafletle kılınırsa o namaz sahibini fuhşiyattan, münkerden alıkoymaz, Hazret-i


Allah'tan uzaklaştırır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle


buyururlar:

"Bir kimsenin kıldığı namazı kendisini kötülüklerden alıkoymazsa, o kimseye


Cenâb-ı Allah'ın rahmetinden uzaklaşmadan başka bir fayda vermez." (Ahmed bin
Hanbel)

"Sâlih amelden ayrılmayan kimsenin iki rekât namazı, iyi ile kötü ameli karışık
kimselerin bin rekât namazından efdâldir." (Münâvî)

Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise:

"Nice namaz kılan var ki namazından sadece yorgunluk elde eder." buyuruyorlar.
(Nesai)

Namazda huşu; hem zâhirî hem bâtınî olmak üzere iki kısımdır:

Bâtınî Huşu:

• Namaz kılmaya başlayan bir kimse iftitah tekbirinden başlayıp selâm verinceye kadar,
kendisinin Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda bulunduğunu bilmelidir.

• O'nun heybet ve azameti karşısında kendisinin ne derece hakir, fakir olduğunu,


merhamete ve mağfirete muhtaç, günahkâr bir kul olduğunu tefekkür etmelidir.

• İbadetler arasında Cenâb-ı Hakk'ın en çok sevdiği olan namaz sayesinde söz ve
hareketleriyle af ve mağfiret talep edip O'nun lütuf ve ihsanını kazandıracak bir makamda
bulunduğunu korku ve haşyetle düşünmelidir.

• Bu şekilde kılınan namazımız melâike-i kiram'ın muhtelif şekillerdeki ibadetlerini içinde


topladığı için, diğer ibadetlerin en faziletlisi, af ve mağfiret sebeplerinin en mükemmelidir.

Meleklerin bir kısmı ayakta bir kısmı oturarak, bir kısmı rükû ve secde ile meşguldürler.
Diğer bazısı da "Allah-u Ekber", "Elhamdülillâh", "Subhanallah" gibi tekbir, tahmid ve
tesbih ile emrolunmuşlardır. Namaz kılan müslümanlar da, bu faziletlerin hepsinden kısmî
de olsa feyz almaktadırlar.

Zâhirî Huşu:

• Bir insan namaza başlar başlamaz tam bir sükûnetle, etrafına bakmadan, azalarını
lüzumsuz hareketlerden koruyarak, Allah-u Teâlâ'nın huzurunda bulunup dilinden
dökülen kelimelerin mânâsını düşünmelidir.

Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Namaz içinde oraya buraya bakmak, kişinin namazından çaldığı


hırsızlamadır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 420)

"Kişi, namazından ne kadar anlarsa, o derece namaz kılmış sayılır." buyurmuşlardır.

• "Allah-u Ekber" deyince, Allah-u Teâlâ'nın herşeyden büyük olduğunu düşünmelidir.

22.08.2019
Sayfa 106 / 646

• Sübhaneke Allahümme ve bihamdik: Ey Allah'ım! Sana hamd ederek, her türlü


noksanlardan tenzih ederim.

• Vetebâre kesmük: Senin ism-i şerif'inin hayır ve bereketleri cem ettiğini bilirim.

• Veteâlâ ceddük: Senin azamet ve şanını itiraf ederim.

• Velâ ilâhe ğayrûk: Senden başka bir mabud olmadığını dil ile ikrar, kalp ile tasdik
ederim.

• Euzü billâhi mineşşeytanirracîm: Merhamet dergâhından kovulmuş şeytanın hile ve


desiselerinden Cenâb-ı Hakk'a sığınırım.

• Bismillâhi: Cenâb-ı Allah'ın ism-i şerif'i dilimde ve kalbimde bulunduğu halde namaza
başlıyorum.

• Errahman: Öyle bir Allah ki dünyada merhameti herkese şâmil.

• Errahim: Ahirette ise itaatkâr kullarına cennet ve cemâlini ihsan buyurucudur.

• Elhamdü'lillâhi: Hamd ve sena bütün övgüler Allah-u Zülcelâl Hazretleri'ne mahsustur.

• Rabbil âlemin: Bütün âlemlerin yaratıcısı, rızıklandırıcısı, mürebbisidir.

• Errahmânirrahim: O Rahman ve Rahim'dir.

• Mâlik-i yevmiddin: Kıyamet gününün sahibi ve melikidir. Herkesin gözü onun lütuf ve
keremindedir.

• İyyâke na'büdü: Allah'ım yalnız sana ibadet eder,

• Ve iyyâke nestaiyn: Yalnız senden yardım bekleriz.

• İhdinâ: Bizlere hidayet eyle.

• Sırâtalmüstakim: Cennete uzanan doğru bir yolu.

• Sıratalleziyne en'amte aleyhim: Nimetlerine nâil olan nebilerin ve velilerin süluk


ettikleri şeriat ve tarikat-ı mutahharayı,

• Ğayril mâğdûbi aleyhim veleddalliyn: Gazabı haketmiş olanların ve doğru yoldan


sapan yahudi ve hıristiyanların yolunu değil.

• Namaz kılan kimse bu şekilde Fâtiha sûre-i şerifi'ni okuduktan sonra istediği bir sûre
daha okur. Cenâb-ı Hakk'ı tâzim makamında rükûya eğilir, kendini küçültür.

• Rükûda "Sübhâne rabbiyel aziym" diyerek, büyüklük zâtına mahsus olan Hazret-i
Allah'ı bütün noksanlardan tenzih eyler.

• "Semiallahu limen hamideh" diyerek rükûdan kalkar. "Allah-u Teâlâ kendisine hamd
edenin hamdini işitir ve kabul buyurur." demektir.

• Rükûdan kalktığında da "Rabbenâ lekel hamd" der. "Ey Rabb'imiz. Hamd ancak sana
mahsustur." mânâsına gelir.

• Sonra secdeye varır.

22.08.2019
Sayfa 107 / 646

Bilindiği gibi kulların fiillerinin, iş ve davranışlarının içinde en çok kabule lâyık olan şey
mahviyettir. Yani bir insan kendini hakir, sağir, naçiz bir mahlûk olduğunu ve her nesi
varsa Cenâb-ı Allah'ın mal ve mülkü bulunduğunu bilmektir.

Secdeye varmak, yerlere kapanmak, toprakla bir olmak ise fiili olarak mahviyeti temsil
etmekte olduğu gibi dil ile de "Sübhâne rabbiyel a'lâ" yı okur. "Kuvvet, kudret, beden,
mal ve mülk bakımından herkesten üstün olan Hazret-i Allah'ı bütün noksanlardan tenzih
ederim." demektir.

• İkinci secdeyi de yaptıktan sonra ikinci rekâta kalkar. Aynı minval üzere onu da kılar ve
teşehhüd için oturur.

• Ettahiyyatü lillahi: Hamd ve sena gibi dil ile söylenerek yapılan kavli ibadetler Allah'a
mahsustur.

• Vessalâvâtü: Salâvât gibi fiili ibadetler Allah'a mahsustur.

• Vettayyibat: Mâli ibadetlerin dahi hepsi O'na ait olduğunu itiraf eyler.

• Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Miraç gecesinde huzuru Rabb'ül


izzet'e varınca ve bu üç kelime-i tayyibe ile hamd ve sena vazifesini yerine getirince,
Allah-u Teâlâ da üç kelime ile mukabelede bulundu.

• "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü." yani "Dünya


ve ahiret azabından emniyetle beraber, Cenâb-ı Allah'ın rahmet ve âtıfeti, hayır ve
bereketi senin üzerine olsun." demektir.

• Ondan sonra tekrar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz, Allah-u Teâlâ'nın


selâmına cevaben "Esselâmu aleyna ve alâ ibâdillahissalihiyn." yani "Cenâb-ı Hakk'ın
rahmeti ve inayeti bizim ve bütün enbiyanın, evliyânın üzerine olsun." tabiriyle meramını
arzetmiştir.

• Mübarek Miraç gecesinde meydana gelen bu ahvâle vakıf olan Cebrâil Aleyhisselâm
da "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve
rasûlühu" yani "Cenâb-ı Allah'ın birliğine ve Muhammed Aleyhisselâm'ın Allah'ın kulu ve
Resul'ü olduğuna şehâdet eylerim." buyurmuştur.

• Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın isminin anıldığı zaman salât-u selâm


gönderilmesinin lüzumu aşikâr olduğundan, "Ettahiyyatü"nün sonunda salât-u selâm
getirilir...

• Allahümme salli alâ Muhammed: Yâ Rabb'i, rahmetini Muhammed Aleyhisselâm


üzerine indir.

• Ve alâ âli Muhammed: Hem de Muhammed Aleyhisselâm'ın bütün akraba ve taallükâtı


ile itaatkâr ümmeti üzerine indir.

• Kema salleyte alâ İbrahime ve alâ âli İbrahim, inneke hamidün mecid: Nasıl ki
İbrahim Aleyhisselâm ile onun âile efradına nâzil buyurmuşsan. Şüphesiz ki sen Hamid
ve Mecid'sin" demelidir.

• Bundan sonra "Rabbenâ..." gibi meşhur duâlardan okumalıdır. Sonra da namaza


mahsus olan mukaddes ilâhi huzurdan çıkarak dünya âlemine dahil olacağı için; eğer
imam ise hazır bulunan cemaata ve meleklere, tek başına kılıyorsa sağındaki ve

22.08.2019
Sayfa 108 / 646

solundaki meleklere hitaben "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah" diyerek namaz


vazifesini bitirmiş olur.

• Ettahiyyatü'yü okurken namazı kılan kişi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-


Efendimiz'in Allah-u Teâlâ'ya arz etmiş olduğu kelime-i tayyibeleri kendisi tarafından
takdim etmelidir. Bir hikaye olarak okumamalıdır.

• Namazın başından sonuna kadar huzur ve huşuyu muhafaza etmek evliyâullahın


büyüklerinin güçlükle muktedir olabileceği meselelerden olduğu için, diğer insanlar için
ise kolay olmadığı açıktır.

Şu kadar var ki namazın hangi rüknünde olursa olsun namaz kılan için o nispette kabul
ümidi şüphesizdir. Bu bakımdan huzur ve huşu için mümkün olduğu kadar çalışıp gayret
göstermelidir.

Namaz kılarken:

"Namaza başladığında son namazını kılar gibi kıl!" (Ahmed bin Hanbel)

Hadis-i şerif'ini de gönülden uzak tutmamak gerekir.

Cenâb-ı Hakk ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretleri Tevhide inanan müslümanları muvaffak


buyursun. Memur bulundukları namazlarını kemâl-i huzur ve huşu ile edâ etmekle
kalplerini pür-nûr eylesin, amin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Fecr Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminin ilk yıllarında nâzil olmuştur. Otuz Âyet-i kerime, yüz otuz
dokuz kelime ve beş yüz doksan yedi harften müteşekkildir.

İlk Âyet-i kerime "Şafak vakti, tan yerinin ağarması" mânâsına gelen "Fecr"e yemin
edilerek başladığı için "Fecr" adını almıştır.

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; bundan önceki bazı Sûre-i şerif'lerde
olduğu gibi azgınların kötü âkıbetlerini, ahiretin korkunç azaplarını, gönülden inanan
müminlerin dünya hayatlarının ne kadar güzel sonuçlandığını beyan etmektedir.

22.08.2019
Sayfa 109 / 646

İlk Âyet-i kerime'ler fecir vaktine, on geceye, çift ve tek olana ve her şeyi örten geceye
yemin edilerek başlamaktadır.

Beşinci Âyet-i kerime'de akıl sahipleri için bunlardan daha etkili bir yemin olamayacağı
belirtilmektedir.

On beşinci Âyet-i kerime'ye kadar Âd, Semûd ve Firavun kavimlerinin inananlara yaptığı
zulümler sebebiyle helâk edildikleri anlatılmaktadır.

Yirmi birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ'nın engin nimetleri karşısında
insanoğlunun ne kadar nankör olduğu, mal ve mülke karşı düşkünlüğü ve cimriliği beyan
edilmektedir.

Yirmi yedinci Âyet-i kerime'ye kadar yeryüzünün birbiri ardınca sarsılıp dağılacağı,
kıyamet gününde cehennemin bütün dehşetiyle ortaya çıkacağı, azgın kâfirlerin pişman
olacakları, fakat bu pişmanlıkların hiçbir faydası olmayacağı açıklanmaktadır.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; imanın kemâline eren müminlerin en güzel bir âkıbete
kavuşacakları ve cennete girecekleri, gıpta edilecek bir şekilde gözler önüne
serilmektedir.

Önemli Hâdiseler:

Allah-u Teâlâ her asrın kâfirlerine, inkâr ettikleri şeyin gerçek olduğunu belirtmek için dört
hususa yemin etmiştir.

Buyurur ki: "Andolsun fecre!" (Fecr: 1)

Sabahın aydınlığı gecenin karanlığını yok eder, gündüz ortaya çıkar. İnsanlar ve diğer
canlılar rızık aramak üzere yeryüzüne dağılıp yayılırlar. İşte bu durum, tekrar dirilmek
üzere insanların kabirlerinden kalkmalarına benzer.

"On geceye yemin olsun ki!" (Fecr: 2)

Bu geceler Zilhicce ayının ilk on günüdür. Bu günler; zikir, tekbir ve hacc günleridir,
müminlerin gönüllerinin nurlandığı gecelerdir.

Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:

"Allah'ın kendisine ibadet edilmekten en çok hoşlandığı günler Zilhicce'nin ilk on


günüdür. Bu on günün her gününde tutulan oruç, bir yıllık oruca ve her ibadetle
geçirilen gecesi, Kadir gecesine denktir." (Tirmizî)

Zilhicce'nin yedinci gecesi Terviye, sekizinci gecesi Arefe, dokuzuncu gecesi


de Bayram gecesidir.

"Her şeyin hem çiftine hem tekine!" (Fecr: 3)

Çünkü, her şey mutlaka ya çifttir, ya da tektir.

"Her şeyi karanlığı ile örttüğü dem geceye!" (Fecr: 4)

22.08.2019
Sayfa 110 / 646

Gece, kâinatı örtüp, gündüzü perdeleyen perde gibidir ve hayret vericidir. Kısalır, uzanır,
bazen karanlığa gömülür, bazen de yıldızlar ile donanır. Gidip gelmesi ile hayatta bir
düzen meydana getirir. Çalışılır, istirahat edilir, hayat çarkı döner durur.

"Bunlarda elbette akıl sahibi için birer yemin değeri vardır, değil mi?" (Fecr: 5)

Elbette vardır! Allah-u Teâlâ'nın bu yeminleri, insanların dikkatlerini toplamak ve


uyandırmak içindir. Akıl sahibi için bunlara yemin kâfidir. Şu bir gerçektir ki, kâfirlere
mutlaka azap edilecektir.

Helâk Edilen Kavimler:

Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış birtakım kavimlerin küfür ve tuğyanları sebebiyle nasıl bir
cezâya ve helâke uğramış olduklarını beyan buyurmakta ve beşeriyete duyurmaktadır:

"Görmez misin Rabb'in nasıl yaptı Âd'e?" (Fecr: 6)

Âd kavmi kendi devrinde benzersiz bir millet idi. Dünyada o güne kadar misli görülmemiş
bir ihtişama sahiptiler. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan üstünü yoktu. Her biri
uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü kuvvetli idiler. Dağlar içinde ilk defa bina yapmaya
başlayan kavimdirler. Dağları yontarak kaleler, saraylar yapıyorlardı.

"Sütunlar sahibi İrem'e? Ki, o şehirler içinde benzeri yaratılmamıştı." (Fecr: 7-8)

Memleketleri büyük bir alanı kaplıyordu. Dünyada temelli kalacakmış gibi sağlam yapılar
yaparlar, her yüksek yere alâmetler dikerlerdi. Yaygın rızık kaynakları vardı. Arazileri
münbit, otlu ve sulu idi. Bu verimli topraklar üzerinde bereketli bağları, göz alıcı bahçeleri,
evcil hayvanları, akar suları, yer altında da su depoları vardı. Bol nimetlere rızıklara
garkolmuşlar, büyük bir hâkimiyet kurmuşlardı. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine verdiği
imkânlarla müreffeh bir hayata sahip bulunuyorlardı.

Hud Aleyhisselâm'ın yıllar yılı yaptığı uyarılara bütünüyle kulak tıkadılar. Allah-u Teâlâ'nın
kendilerine verdiği fırsatları kullanamadılar. Sonunda da Allah-u Teâlâ onlardan ruhsatı
aldı. Kasırga şeklindeki şiddetli bir rüzgârla onları helâk etti. Sanki başka memleketlerde
helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarıdan hiçbir iz ve işaret kalmadı.

"Vâdide kayaları oyan Semud kavmine (neler yaptı)." (Fecr: 9)

Allah-u Teâlâ Semud kavmine de Âd kavmine verdiği gibi bol nimetler, maddî imkânlar
vermişti. Kendilerinden önce gelen Âd kavmine halef oldular, beldelerini imar ettiler.
Vâdilkurâ havalisi bir medeniyet mamuresi hâlinde idi.

Âd kavmi yüksek sütunlu binalar yapmakla tanınıp, Kur'an-ı kerim'de "Sütunlar


sahibi" olarak anıldığı gibi; Semud kavmi de dağlarda kayaları oyup evler yapmakla
tanınmışlar ve "Vâdide kayalar oyanlar" diye anılmaktadır.

Onlar da tıpkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçenlerin başına gelenlerden ders ve
ibret almamışlar, isyan etmişler, fısk-u fücura dalmışlardı. Kendilerini kurtuluşa dâvet
eden Sâlih Aleyhisselâm'ın dâvetini yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler. Pek az
kimsenin dışında çoğunluğu onu yalanladılar.

22.08.2019
Sayfa 111 / 646

Şirretlikleri son haddine varınca, Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Gece yarısı ile
sabah arasındaki süre içinde yıldırım çarpmış gibi bir gürültü koptu. Gökten üzerlerine bir
sayha, altlarından da şiddetli bir sarsıntı geldi.

Her şey bir anda olup bitti. Allah-u Teâlâ onlara yapacağını yaptı, defterlerini dürdü,
yaptıkları kendilerine çok pahalıya maloldu.

Âd ve Semud kavimlerinin durumları gözler önüne serildikten sonra mütebâki Âyet-i


kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Kazıklar sahibi Firavun'a neler yaptı?" (Fecr: 10)

Onu da nasıl müthiş bir azaba uğrattı. Kendisini de, kendisine tâbi olanları da sular içinde
helâk ederek cezalarına kavuşturdu. Firavun'un şevket ve saltanatı kendisini aslâ
kurtaramadı. Kendi kendisini bile kurtaramadı.

"Zira onların hepsi memleketlerinde azgınlık ettiler." (Fecr: 11)

Kendilerinden daha büyük hiç kimsenin olmadığını sandılar, her devirdeki azgınların
sandığı gibi.

Her biri kuvvetlerine, makam ve mevkilerine aldanmış, arzu ve heveslerine uymuş,


bulundukları memleketlerde hak ve adalet sınırlarını aşıp Hakk'ın ve halkın haklarını
çiğnemede ileri gitmişlerdi.

"Bulundukları yerlerde bozgunculuğu çoğalttılar." (Fecr: 12)

Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle çok fesat çıkarmışlardı. Fakat Allah-u
Teâlâ fırsat veriyor, ruhsat vermiyor.

"Bundan dolayı Rabb'in de azap kırbacını çarpıverdi." (Fecr: 13)

Hepsini de daha dünyada iken felâketlere uğrattı. Ahiretteki azapları ise her türlü
tasavvurun üstündedir.

"Çünkü Rabb'in her an gözetlemededir." (Fecr: 14)

İsyânkârları cezâlandırır, hiç kimse O'nun gözetlemesinden uzak kalamaz, hiçbir kimse
O'nun kudret pençesinden yakasını kurtaramaz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Fecr Sûre-i Şerif'i (2)

22.08.2019
Sayfa 112 / 646

Servet ve İmtihan:

Allah-u Teâlâ malı ve zenginliği sevdiğine de verir, sevmediğine de verir. Dilediğine


servet verir, dilediğine de vermez.

Kullarını nimet ve ikramla dener, mal ile, mevki ile tecrübe eder. Gerek rızık bolluğu,
gerekse darlığı kul için imtihandır. Kulun Allah katındaki değeri dünya malı ile ölçülemez.
Dünya malından herhangi bir şeyin verilmesi veya verilmemesi bir cezâ değildir. Geniş
rızıklı olmak üstün olmayı, rızkın darlığı da Allah-u Teâlâ'nın o kimseyi hakir kıldığını
göstermez. Her iki halde de netice Allah-u Teâlâ'ya itaat noktasında düğümlenir. Mühim
olan bu imtihanın neticesidir. Servet sahibi olunca zenginlik sebebiyle şükür mü edecek,
yoksa nankörlük mü edecek? Fakir düşünce, fakirliğinden dolayı sabır mı edecek, yoksa
isyan mı edecek?

İtaatkâr mümin imtihanda olduğunu bilir, darda da olsa bolda da olsa daima Hakk'a
yönelir, O'nun lütuf ve merhametine güvenir.

Kâfire göre değer ve değersizlik, dünyada mal ve mülkün çokluğu ve azlığına göredir.

Bu hususta Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"İnsana gelince; Rabb'i kendisini imtihan edip de ikramda bulunur ve ona bol nimet
verirse: 'Rabb'im bana ikram etti.' der." (Fecr: 15)

"Rabb'im bana ikram etti." demesi şükür için değil, kibirlenmek ve övünmek içindir. İhanet
ettiğini söylemesi ise sabırsızlığını ve şuursuzluğunu göstermektedir.

"Amma onu imtihan edip rızkını daraltırsa: 'Rabb'im bana ihanet etti.' der." (Fecr:
16)

Biçare insan! Nâil olduğu nimetlerin ilâhî bir lütuf olduğunu ve bu nimetlere şükretmesinin
gerektiğini düşünmez. Rızık darlığını kendisine bir hakaret sayar, yüzünü ekşitir.
Rabb'inin lütuf buyurmuş olduğu diğer namütenahi nimetleri dikkate almaz.

Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin bu çarpık fikirlerini reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır:

"Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz." (Fecr: 17)

Onlar bundan daha kötüsünü yapmaktadırlar. Allah-u Teâlâ onlara birçok mal ikram ettiği
halde; onlar yetime değer vermemekte, haksız yere malını elinden almaktadırlar.

"Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz." (Fecr: 18)

Kendileri yedirmedikleri gibi, başkalarını da buna teşvik etmemektedirler. Şayet bir


kimseye ikramda bulunsalar bile nam yapmak için ikramda bulunurlar.

"Size kalan mirası (hak gözetmeden) yiyorsunuz." (Fecr: 19)

Miras malı helâl olmakla beraber; bunlar nereden geldiğini düşünmeksizin, haram helâl
olduğuna bakmaksızın, yetimlerin, çocukların, kadınların ve diğer mirasçıların haklarını
gözetmeksizin, hırsla mirasın hepsine konmak veya kendi hissesinin fevkinde bir hisse
almak isterler.

Kimileri de eline geçen mirası meşru bir şekilde harcamayıp, lüks ve israf, zevk ve
eğlence yolunda yiyip bitirirler.

22.08.2019
Sayfa 113 / 646

"Malı da pek çok seviyorsunuz." (Fecr: 20)

Helâl veya harama aldırmadan, câiz olup olmadığına bakmadan mal toplamaya büyük bir
temâyül göstermektedirler. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt
etmemektedirler. Ne kadar mal sahibi olsalar da gözleri doymuyor. Hayra sarfedilmeyip
yığılan mallar, mirasyedilerin ellerinde sefahat yollarında yenilip bitiriliyor, kendilerine ise
vebalinden başka bir şey kalmıyor.

Daha doğrusu onlar dünya hayatının fânî nimetlerini, ahiretin baki nimetlerine tercih
ediyorlar.

Kıyametten Sonra Mahşer:

Kıyamet koptuğunda yeryüzü peşpeşe sallanacak ve sarsılacak. Üzerindeki bütün yapılar


yıkılıp yok olacak.

"Hayır!.. Hayır!.. Yer bütünüyle sallanıp, paramparça edildiği zaman." (Fecr: 21)

Yerin paramparça edilmesi, silinip çöl gibi düzlenmesi demektir. Yer yerinden oynar,
enine boyuna sarsıntıya tutulur, yüksek dağlar yıkılır gider.

Allah-u Teâlâ her türlü beşeri sıfatlardan münezzehtir. Mahşer günü mahlûkat arasında
kesin hüküm vermek için:

"Rabb'in gelip, melekler de saf saf dizildiği zaman." (Fecr: 22)

Yedi göğün melekleri insan ve cinlerin etrafını çepeçevre kuşatırlar, içiçe yedi saf hâlinde
halkalar meydana getirirler. Hepsi de edep, saygı ve rahmet makamında kemâl-i tâzimle
ilâhî emri beklerler.

Mahşer yerinin güçlüklerinden birisi de, cehennemin mahşer yerine getirilmiş olmasıdır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"O gün cehennem de getirilir." (Fecr: 23)

Daha önce gözlerden gizli olan cehennem, suçlular görsün diye ortaya çıkarılır.

Cehennemin getirilmesi ve benzeri safhaların birbirini takip etmesi, hep vazifeli melekler
tarafından yerine getirilir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"O gün cehennem getirilir. Öyle ki onun yetmiş bin yuları ve her yular ile birlikte
yetmiş bin melek vardır ki, onu çekip getirirler." (Müslim: 2842)

Cehennem mahşer alanına doğru sürüklenip çekilirken öyle uğultulu ve öyle korkunç
sesler çıkarır ki, uzak mesafelerden bile onun köpürüp yükselen uğultusu işitilir. Bu
korkunç sesleri işitenler akılları gideren büyük bir korku içinde kalırlar, endişelerinden ne
yapacaklarını bilemezler. Cehennemlikler varacakları yeri bizzat görürler.

"İnsan hatırlar, fakat artık hatırlamanın kendisine ne faydası var?" (Fecr: 23)

22.08.2019
Sayfa 114 / 646

O gün insanın aklı başına gelecek, dünyada iken anlamadığı hakikati o gün anlayacak,
tutmak istemediği öğütleri o gün tutmak isteyecek, üzülecek, utanacak, fakat bu ona
hiçbir fayda sağlamayacak. Çünkü hatırlama dönemi artık geçmiştir.

Günahkârlar cehenneme, müminler de cennete yakın olarak toplanırlar.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:

"O gün cennet, takvâ sahiplerine yaklaştırılır. Cehennem de azgınlara


gösterilir." (Şuarâ: 90-91)

Daha oraya gitmeden önce harareti karşılarında görünmeye başlar, cehennemliklerin


kalplerini büyük bir endişe sarar. O sıkıntı karşısında hiçbiri ayak üzerinde duramaz.

"'Ah ne olurdu, keşke bu hayatım için önceden bir şey yapmış olsaydım!'
der." (Fecr: 24)

Dünyada iken cehâlet karanlıkları, dalâlet girdapları içinde kalan kâfir, müşrik, münâfık,
fâsık, fâcir ve zâlim kimseler; hasret ve pişmanlıklar, teessür ve teessüfler içinde feryat
ederler. Eline geçen fırsatları kaçırmış, sermayesini tüketmiş, huzur-u ilâhiye müflis
olarak eli boş gelmiş olmanın verdiği mahçubiyetle ileri-geri konuşurlar. Nedamet çok,
fakat hiç faydası yok. Çünkü orası pişmanlık yeri değildir.

Peygamber yolunu terkedip başkaca yollar edinen kimselerin hâli işte budur!

"O gün hiç kimse Allah'ın azap ettiği gibi azap edemez." (Fecr: 25)

O şiddetli azabı bizzat O uygulayacaktır. Dünyada hiç kimseye edilmediği ve hiç kimsenin
edemeyeceği kadar büyük azaplar kâfirlerin başına gelecektir.

"O'nun vurduğu bağ gibi de kimse bağ vuramaz." (Fecr: 26)

Çünkü emir ve hüküm O'nundur, yetki tamamen O'na âittir. Hiçbir kimse hiçbir kimseye
O'nun azabı gibi azap edemez. Hiçbir kimsenin bir suçluyu öyle şiddetli bir surette
yakalamaya gücü yetmez.

İşte küfür ve nifakın neticesi budur.

Nefs-i Mutmainne:

Müminin ruhu saflaşıp şirkten, şüpheden, tereddütten, isyan ve hatadan temizlenip


arındığı zaman itminana kavuşur, inşirah bulur, yatışır, sabitleşir, olgunlaşır, oturaklaşır,
huzur bulur, Hakk'ta karar kılar.

Nitekim Allah-u Teâlâ bu dereceye yükselmiş nefse:

"Ey mutmainne olan nefis!" kelâmı ile hitap etmiştir. (Fecr: 27)

İtminan, yerleşip sabitleşme demektir. Hiçbir şek ve şüphe bulunmayacak şekilde Allah-u
Teâlâ'ya yakînen inanma şekline ermektir. Her türlü korku ve hüzünden sarsılmayacak
şekilde emniyet elde etmektir.

22.08.2019
Sayfa 115 / 646

Bu kalp huzuru ancak ve ancak zikrullahla husule gelir. Zikrullah Allah sevgisini tahrik
ederek sonsuz bir şevk verir, zikrullahla kalpler arınır ve sükûn bulur:

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Çok iyi bilin ki kalpler ancak zikrullahla itminana kavuşur, huzur bulur." (Ra'd: 28)

Çünkü akıl kuvveti her neyi tasavvur edip düşünse, onun üstünde başka bir şeyin
tasavvuruna intikal eder. Sebep ve neticeler silsilesinde her şeyden daha üstün olanına
geçer. Bu ilerleme ile bütün ihtiyaçların kesilip sona erdiği öyle bir an gelir ki, Hakk'ta
karar kılar. O noktada ihtiyaç durduğu için akıl da durur ve O'nunla yatışır. Azamet-i ilâhî
karşısında her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bildiği zaman, artık O'ndan başkasına
geçmesi imkânsızdır. O'nun fevkinde bir şey talebine imkân olmadığından, kalpler
zikrullahla mutmain olur, sükûna erer.

Bu mertebe, saâdet ve bahtiyarlık mertebesidir. Bu makama gelindiği zaman, nefis artık


teslim bayrağını çeker.

Nefsi terbiye ederek mutmainne derecesine kavuşturması için Allah-u Teâlâ'ya niyazda
bulunmalıdır.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle


buyurmuşlardır:

"Allah'ım! Senden itminana kavuşmuş bir nefs-i mutmainne dilerim ki, sana
kavuşmaya iman etsin, takdirine râzı olsun, verdiklerine kanaat etsin." (Taberânî)

Nefs-i mutmainne'de nefis ruha teslim olur, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerine rızâ gösterir.

Allah-u Teâlâ o nefsi daha dünyada iken cennetle müjdeliyor.

"Dön Rabb'ine! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak." (Fecr: 28)

Öyle bir halde dön ki, sen Rabb'inden hoşnut, Rabb'in de senden hoşnut.

Allah-u Teâlâ'nın bütün imtihan ve ibtilâlarına sadâkat göstermiş, gelmiş ve gelecek her
şeye râzı olmuş, bütün gayret ve arzusu Mevlâ'nın hoşnutluğunu kazanmak olan nefsin
hâline "Nefs-i Râziye" denir.

Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu nefis ise "Nefs-i Mardiyye" adını almıştır. Râzı olunmuş
nefis demektir.

"Gir sâlih kullarımın içine!" (Fecr: 29)

Çünkü sen de onlar gibi sâlih ameller işlemiştin ve sâlih bir mümin olmuştun. Sizin için
hiçbir korku ve üzüntü yoktur.

İşte gerçek saâdet ve selâmet bundan ibarettir. Allah-u Teâlâ'nın has kullarının
zümresine katılmak mânevî bir bahtiyarlık vesilesidir.

"Gir cennetime!" (Fecr: 30)

Bu hitap ona hem vefat ânında hem de kıyamet gününde söylenir.

22.08.2019
Sayfa 116 / 646

Çünkü onlar kâfirler için hazırlanan cehennemden kendilerini korumak için, dünyada iken
gerekli tedbirleri almışlardı. Şirk ve isyandan, küfür ve tuğyandan kaçınarak İslâm
şerefiyle müşerref, iman nuru ile münevver olmuşlardı.

Rivâyete göre bu Âyet-i kerime'ler nâzil olduğunda Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-:

"Yâ Resulallah! Bu ne kadar güzeldir!" demekten kendini alamadı.

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Bilmiş ol ki melek sana onu ölümün sırasında söyleyecektir." buyurdu. (Ebu


Nuaym, Hilye)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Fil Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Beş Âyet-i kerime, yirmi kelime ve doksan
altı harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime'de Mekke-i mükerreme üzerine sevkedilen filler mevzu edildiğinden
dolayı "Fil" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de Ebrehe'nin ve askerlerinin tuzaklarını Allah-u Teâlâ'nın nasıl


boşa çıkardığı ve onların üzerine gönderdiği sürü sürü Ebabil kuşlarının attığı taşlarla
nasıl helâk ettiği beyan edilmektedir.

Fil Kıssası:

Araplar'ın takvim başı olarak kullandıkları "Fil hadisesi", Muhammed Aleyhisselâm'ın


doğumundan elli iki gün önce olmuştur.

Yemen'e hâkim olan Habeş valisi dudağı yarık Ebrehe el-Eşrem, mutaassıp bir
hıristiyandı. Bu dini yaymak ve Arapları Kâbe-i muazzama ziyaretinden vazgeçirmek için
San'a şehrinde mermerlerle, parlak mücevherlerle süslü muhteşem bir kilise yaptırmış ve
orasını Araplar için hacc yeri olarak ilân etmişti. Böylece bütün Araplar'ı Kâbe yerine bu

22.08.2019
Sayfa 117 / 646

kiliseyi tavaf etmeye zorlamak ve Sana'yı hem dini hem de ticari bir merkez hâline
getirmek istiyordu. Fakat buna muvaffak olamadı. Çünkü Araplar bu kiliseye hiç iltifat
etmedikleri gibi, hakaretler ettiler, gizlice adam salarak içini pislikle kirlettiler.

Bu saygısızlığa sinirlenen Ebrehe bunun üzerine, Kâbe-i muazzama'yı hıristiyanlığın


yayılmasına engel teşkil ettiği sonucuna varararak ortadan kaldırmaya, yerle bir etmeye
karar verdi. Hazırladığı büyük bir ordu ile Mekke-i mükerreme üzerine yürüdü. Ordunun
önünde Mahmud adlı büyük bir fil, birkaç tane de eğitilmiş fil bulunuyordu. Haberi alan
Araplar yer yer karşı durmak istedilerse de dayanamadılar.

Ebrehe Mekke yakınlarında karargâh kurup, Kureyşliler'in mallarını yağma ettirdi. Yağma
edilen mallar arasında Resulullah Aleyhisselâm'ın dedesi Abdülmuttalib'in iki yüz devesi
de bulunuyordu. Mekke'nin lideri durumunda bulunan Abdülmuttalip, Ebrehe ile
görüşerek gasbedilen malların geri verilmesini söyledi. Kâbe-i muazzama'nın yıkılmaması
için ricâda bulunmak yerine, sadece develerini istemesi Ebrehe'nin pek tuhafına gitti.

"Ben Kâbe'yi yıkmaya gelmişken, sen develerinin derdindesin!" dedi.

O ise şöyle cevap verdi:

"Ben ancak develerin sahibiyim, Kâbe'nin elbet bir sahibi var, onu O korur."

Bunun üzerine Ebrehe develeri geri verdi. Abdülmuttalip dönüşte Kâbe-i muazzama'ya
gidip, onu koruması için duâ ettikten sonra halka şehri terketmelerini ve dağlara
çekilmelerini emretti...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Fil Sûre-i Şerif'i (2)

Fil Kıssası (2)

Ertesi gün Ebrehe Kâbe-i muazzama'yı yıkmak için ordusunu ve filini, gösterdiği yöne
tevcih etti.

Ancak önde yürüttüğü büyük fil, olduğu yere çöküp hareket etmedi. Ucu kancalı sopalarla
ne kadar vurdularsa da bir türlü yerinden kımıldatamadılar. Ne kadar zorladılarsa da
başaramadılar. Büyük bir gürz ile başına vurdular yine kalkmadı. Güneye, kuzeye ve
doğuya doğru çevrilince gidiyor, Mekke-i mükerreme'ye doğru çevrilince çöküyordu.

Nitekim Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kasvâ adlı devesi Mekke-i
mükerreme yakınlarında çökünce:

"Kasvâ'ya, file mâni olan mâni oldu." buyurmuşlardı.

22.08.2019
Sayfa 118 / 646

Sonra Allah-u Teâlâ'nın ezeli iradesi gerçekleşti, tam Mekke-i mükerreme'ye girmek
üzere bulundukları bir sırada üzerlerine deniz tarafından kırlangıca benzer bölük bölük
kuşlar sevketti.

Ebâbil adındaki irili ufaklı, hortumlu ve peçeli, siyah, yeşil, beyaz renklerdeki bu kuşlar,
biri gagasında ikisi ayakları arasında olmak üzere üçer taş taşıyordu. Sürüler hâlinde
Ebrehe'nin ordusunu yukarıdan kuşatıp attıkları taşlarla ölüm yağmuruna tuttular.

Bu taşlar kime isabet ediyorsa, vücudu hemen çürümeye başlıyordu. Çok geçmeden
altmış bin kişilik ordu delik-deşik olup mahvoldu. Aynı âkıbete uğrayan Ebrehe canını zor
kurtarıp Yemen'e döndü ise de, parça parça olan etleri çürüyerek feci şekilde öldü.

Mekke-i mükerreme'den Yemen'e kadar bütün yollar, ilâhî azaptan kaçmaya çalışan
Habeşliler'in cesetleriyle doldu.

Allah-u Teâlâ çabalarını boşa çıkardı, yaratıkların en zayıfı ile onları kahr-ü perişân etti,
köklerini kazıdı, onların bu kıssasını ibret almak isteyenler için kıyamet gününe kadar bir
ibret vesilesi kıldı.

Mekkeliler ölenlerin üzerindekilerden ve yanlarında getirdikleri şeylerden pek çok mal


elde ettiler.

Bu hadiseden sonra diğer Arap kabileleri Kureyş'e saygı duymaya, ve


onlara: "Ehlullah" demeye, Allah'ın himayesinde olduklarını söylemeye başladılar.

Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde Ebrehe ve ordusunun başına gelenleri Fîl sûre-i
şerif'inde şöyle haber vermektedir:

"Resul'üm! Görmedin mi Allah (Kâbe'yi yıkmaya gelen) fil sahiplerine ne


yaptı?" (Fîl: 1)

Bu haber sana ulaştı değil mi?

Âyet-i kerime'de Ebrehe'nin ordusuna "Fil arkadaşları" mãnâsına gelen "Ashâbü'l-


fîl" denilmesi, Kâbe-i muazzama'yı yıkmaya cüret edenlerin hayvandan daha aşağı birer
ahmak olduklarına işaret eder. Çünkü onlar Beytullah'ı yıkmak isterlerken, fil o yöne
gitmekte direnmiştir.

Resulullah Aleyhisselâm bu Sûre-i şerif'i okuduğu zaman, hadiseyi görenlerin bir kısmı
hâlâ hayattaydı.

"Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?" (Fîl: 2)

Tabiatıyla bu bir ilâhî cezadır ki, haddi aşan bir kavmi yok etmiş, düzenlerini boşa
çıkarmış, tuzaklarını başlarına geçirmiş, insanların emniyet yeri olan Beyt-i atik'i
tahriplerinden korumuştur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 119 / 646

Fil Sûre-i Şerif'i (3)

Fil Kıssası (3)

Allah-u Teâlâ, Fil Sûre-i şerif'inin 3. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Üzerlerine sürü sürü Ebâbil kuşları gönderdi." (Fîl: 3)

Hakk'ın ilâhî kudretinin bir tecellîsi olarak, birbirlerini takip eden topluluklar
hâlinde, karabulut gibi üzerlerine geldiler ve her yönden onları kuşattılar.

"O kuşlar onlara ateşte pişirilmiş (sert) taşlar atıyorlardı." (Fîl: 4)

O sert taşlar vücutlarını kurşun gibi deliyor, telef ediyordu. Sanki başlarına gökten
belâ yağmuru yağıyordu.

"Sonunda onları yenilmiş ekin gibi paramparça yaptı." (Fîl: 5)

Karşılarında açıkça direnecek bir kuvvet görmeyen, fillerine ve çokluklarına


güvenerek istedikleri gibi Kâbe-i muazzama'yı yıkacaklarını zanneden istilacı bir
orduyu, Allah-u Teâlâ böyle bir âfet ile böceklerin yediği ekinler gibi, ansızın yerlere
serip mahv-ü perişan ediverdi. Herbiri ezilmiş saman çöpüne döndüler. Bunu böyle
yapan Allah-u Teâlâ'nın, dilediği zaman onların benzerlerine de buna benzer belâlar
ve azaplar verebileceğinden, düşmanlarından intikam alacağından hiç şüphe
edilmemesi gerekir.

Bu kuşlar daha önce hiç görülmedikleri gibi, daha sonra da hiç görülmemişlerdir.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Hiç şüphesiz ki Allah, hâinlerin tuzağını başarıya erdirmez." (Yusuf: 52)

Allah-u Teâlâ onlara bu cezayı vermekle kalmamış, İranlılar'ı onlara musallat


kılmıştır.

Bu kıssa ile önce Mekke'li müşrikler uyarılmakta, sonra da kıyamete kadar Hakk'a
ve hakikate saldıranların âkıbetlerinin de buna benzer olacağı, böyle bir cezâya
çarptırılabilecekleri ihtar edilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 120 / 646

Bazı âlim geçinen câhiller: "Ebrehe'nin ordusunu helâk eden Siccil'in (sert taşların)
veba mikropları" olduğunu söylemektedirler.

Küfre şirin görünmek için, bu Sûre-i şerif'te geçen sert taşlara veba mikrobu deyip,
Âyet-i kerime'nin asli mânâsını değiştirmişler, kendi zanlarını ortaya koymuşlar ve
küfürlerini izhar etmişlerdir.

İlâhî hüküm budur. Bir Âyet-i kerime'yi değil, bir tek harfi dahi inkâr eden kâfir olur.

Eğer murad-ı ilâhî Ebrehe ordusunu bu gibi hastalıklarla yok etmeye yönelik
bulunsaydı, Kur'an-ı kerim'de buna uygun bir anlatım tarzına yer verilir, ne uçan
kuşlardan, ne de taşıdıklarından söz edilirdi.

Halbuki Ebâbil kuşlarının attığı taşlar o insanların vücudunda derin yaralar açmış
ve Allah-u Teâlâ'nın lütfuyla Ebrehe'nin ordusu yerle bir olmuştur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Felâk Sûre-i Şerif'i (1)

Ekim 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Beş Âyet-i kerime, yirmi


kelime ve kırk yedi harften müteşekkildir.

İlk Âyet-i kerime'de geçen ve: "Ağaran sabah" mânâsına


gelen "Felâk" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.

22.08.2019
Sayfa 121 / 646

"Nâs" Sûre-i şerif'i ile


birlikte "Muavvizeteyn" adıyla; "İhlâs" ve "Nâs" Sûre-i şerif'leri ile de
birlikte de "Muavvizât" adıyla anılır.

"Muavviz", sığındırıcı demektir. Bu Sûre-i şerif'lerin başında insanların,


cinlerin ve bütün mahlûkâtın şerlerinden Allah-u Teâlâ'ya sığınmak
emrolunduğu için onlara bu isim verilmiştir.

Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah


-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle
buyurmuştur:

"Bana öyle bir takım âyetler indirildi ki, benzerleri aslâ görülmüş
değildir. Bunlar Muavvizeteyn'dir." (Müslim: 814)

Ebu Saîd el-Hudrî -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre şöyle


söylemiştir:

"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- cinlerden ve insanın göz


değmesinden çeşitli duâlar okuyarak Allah'a sığınırdı. Muavvizeteyn
(Felâk ve Nâs sûreleri) nâzil olunca bu iki sûreyi esas aldı, diğerlerini
terketti." (Tirmizi: 2059)

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- her gece yatağına girdiğinde


iki avucunu birleştirip sonra onlara üfler, daha sonra avuçlarının
içlerine doğru 'Kul hüvallahu ehad', 'Kul eûzü birabbi'l-felâk', 'Kul
eûzü birabbi'n-nâs' sûrelerini okur, meshederdi. Şöyle ki, avuçlarını
önce başına, sonra yüzüne, sonra da vücudunun ön kısmına, daha
sonra da vücudunun erişebileceği yerlere sürerdi ve bunu üç kere
tekrar ederdi." (Buhârî - Müslim)

Bir başka rivayette ise Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz şöyle
buyururlar:

"Resulullah Aleyhisselâm her hastalığında bu sûreleri okuyup aynı


şekilde eliyle vücudunu meshetmek itiyadında idi. Son hastalığına
tutulduğunda ben de kendisine aynı şekilde nefes etmeye ve mübarek
eline üfleyip kendi eliyle vücudunu meshetmeye başladım." (Buhârî.
Tecrîd-i sarîh: 1664)

22.08.2019
Sayfa 122 / 646

Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den gelen bir rivâyette Resulullah


Aleyhisselâm'ın kendisine şöyle buyurduğu beyan edilmiştir:

"Ey Ukbe! Sen mümkün oldukça Felâk sûresini oku! Zira Allah'a bu
sûreden daha sevimli gelen ve daha beliğ olan hiçbir sûre
okuyamazsın." (Müsned)

Yine aynı zât Resulullah Aleyhisselâm'ın her namazın arkasından


Muavvizeteyn'i okumasını kendisine emrettiğini söylemiştir. (Ebu Dâvud)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Felâk Sûre-i Şerif'i (2)

Kasım 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31

Muhtevâsı:

Bu Sûre-i celîle'de insanlara yaratıkların şerrinden, karardığı zaman gecenin


şerrinden, büyücülerin ve hasetçilerin şerrinden Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u
himâyesine sığınmaları emredilmektedir.

Resulullah Aleyhisselâm'a Sihir Yapılması:

Yahudi kabileleri Medine'den sürüldükten sonra şehirde kalan yahudilerin


bazıları, müslüman olduğunu söylediği halde münâfıklıktan ayrılmayan yahudi

22.08.2019
Sayfa 123 / 646

Lebid bin A'sam'ın yanına vardılar. Resulullah Aleyhisselâm'a sihir yapılması


için kendisine üç altın verdiler.

Lebid önce Resulullah Aleyhisselâm'ın tarağı ile, başından taranmış saçlarını


elde etmeye girişti. Kısa zamanda elde ettiği tarak dişleri ile, saç ve sakal
tarantılarını bir takım düğümlerle düğümledi ve üfledi. Sonra onları erkek cinsi
hurmanın kurumuş çiçek kapçığının içine koydu, götürüp bir kuyunun içindeki
basamak taşının altına yerleştirdi.

Bu sihir üzerine Resulullah Aleyhisselâm'ın sağlığı bozulmaya başladı.


Yapmadığı bir işi yapmış gibi sanıyordu, gözlerinin feri azaldı. Rahatsızlığı
günlerce sürdü.

Lebid ve avânesi bu durumu öğrendiler. İçlerinden birisi: "Eğer Muhammed


gerçekten bir peygamberse, bu iş kendisine Allah tarafından haber verilir. Aksi
takdirde bu sihir sebebiyle aklı başından gider, böylece de kavmimiz
umduklarına ermiş olurlar." dedi.

Allah-u Teâlâ yapılan sihri Resul'üne gösterdi. Resulullah Aleyhisselâm


Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e buyurdu ki:

"Yâ Âişe! Allah bana şifamı bildirdi. İki melek gelip biri başucumda,
diğeri ayak ucumda durdu. Birbirleriyle şöyle konuşuyorlardı:

– Bu zâtın hastalığı nedir?

– Sihirlenmiştir.

– Kim sihir yaptı?

– A'sam oğlu Lebid.

– Ne ile yaptı?

– Tarak, saç, sakal tarantısı, erkek hurma çiçeği ile.

– Nerede yapıldı?

– Zervan kuyusunda."

Resulullah Aleyhisselâm oraya doğru gitti, sonra geldi ve: "Büyü yapılan
hurmanın uçları şeytanın başı gibidir." buyurdu.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz: "Yâ Resulellah! Onu çıkardınız


mı?" diye sordu.

Şöyle cevap verdi:

"Hayır çıkarmadım. Çünkü Allah bana şifa verdi. İnsanların görüp de


nasıl yapıldığını öğreneceklerinden endişe ettim ve kuyuyu
kapattırdım." (Buhârî. Tecrîd-i sarih: 1352)

22.08.2019
Sayfa 124 / 646

Cebrâil Aleyhisselâm gelerek Muavvizeteyn'i okumasını söyledi. Resulullah


Aleyhisselâm her iki Âyet-i kerime'yi okuyuşunda bir düğüm çözüldü. Son
Âyet-i kerime'ye gelindiğinde düğümler tamamen çözülmüş oldu, Resulullah
Aleyhisselâm da sihirin tesirinden kurtulduğunu hissetti.

Sihir peygamberlerin ne peygamberlik sıfatlarına, ne de peygamberlik


vazifelerine tesir edemez. Birer insan olmaları itibariyle hastalanmaları nasıl
tabii bir şey ise, sihrin de kısa bir müddet için vücutlarında az çok bir sarsıntı,
bir tutukluk ve bir durgunluk meydana getirebileceği tabii bir şeydir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Felâk Sûre-i Şerif'i (3)

Aralık 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

Sihir Nedir?

Sihir; sebebi gizli olan ve aslına uymayan, gözbağcılık, düzenbazlık gibi


şeylere denir.

Aslı ve gerçeği olmayan zihnî hayallemeler, hokkabazların el çabukluğu ile


gözlerden kaçırmak suretiyle yaptıkları şeyler sihrin bir çeşididir.

Allah-u Teâlâ bu çeşit sihir ve sihirbazlar hakkında Âyet-i kerime'lerinde şöyle


buyurmuştur:

"Halkın gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir


yaptılar." (A'râf: 116)

"Değnekleri ve ipleri sihirleri yüzünden sanki yürüyormuş gibi geldi.


Bunun için Musa, içinde bir korku hissetti." (Tâhâ: 66-67)

Bir sihir çeşidi de, herhangi bir suretle yaklaşıp şeytanın yardımını sağlamaya
çalışmaktır.

22.08.2019
Sayfa 125 / 646

Allah-u Teâlâ bu hususta da Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:

"Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar her


günahkâr yalancıya inerler.

Bunlar şeytanlara kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır." (Şuarâ:


221-223)

Sihrin bu çeşidi hayırlı ve mümin olan cinlerle, kâfir ve şeytan olan cinlerden
yardım görmek biçimindedir.

Sihrin Hükmü:

İslâmiyet sihri inkâr etmemiş, ancak Tevhid itikadına zarar verdiği, İslâm
ahlâk ve prensiplerini bozduğu, kötüye kullanıldığı için kesinlikle haram
kılmıştır. Bir müslümanın bunlarla meşgul olması katiyetle doğru değildir, bu
gibi şeyler küfür basamaklarıdır.

Allah-u Teâlâ sihri öğrenenler hakkında Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:

"Büyücüler kendilerine zarar verip menfaat vermeyecek şeyleri


öğreniyorlardı." (Bakara: 102)

Sihir ve büyücülüğün kaynağı şeytanlar olduğu için bu şeytani işler insanlara


ahiret değerlerini kaybettiren küfür vasıtalarıdır. Sihir, fal, cinlerle iştigal
etmek haramdır.

Dinlerinde, ahiretlerinde kendilerine zarar verecek, buna karşılık kesinlikle bu


zarara denk düşecek hiçbir faydası olmayan şeyleri öğreniyorlardı. Bu ise sihir
öğrenmenin safi zarar olduğuna delâlet etmektedir.

Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:

"Nerede olursa olsun, sihirbaz aslâ iflâh olmaz." (Tâhâ: 69)

Aslâ muvaffakiyete nâil olamaz, istediğini elde edemez. Çünkü o yalancı ve


saptırıcıdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sihri: "Helâk edici yedi


büyük günah"tan biri saymıştır.

Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyurmuştur:

22.08.2019
Sayfa 126 / 646

"Her kim arrâfe, sihirbaza veya falcıya gidip bir şey sorar ve onun
dediğini tasdik ederse, Muhammed'e indirileni inkâr etmiş
olur." (Bezzâr)

"Muhabbet, vesaire için efsun yapmak, iplik okumak veya muska


yazmak suretiyle sihir yapmak şirktir." (Ebu Dâvud)

"Kim bir arrâfe gider, ona bir şey sorarsa kırk gece namazı kabul
olmaz!" (Müslim)

Karı-koca arasındaki aile bağlarını koparmaktan başlayarak, insanlar arasında


fesatlık çıkaran sihirbazlar, Asr-ı saadet'te Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz'e de sihir yapmaya cüret etmişlerdi.

Sihir, büyü yapanlar küfre geçmiş, şeytanın arkadaşı olmuştur. Rahmân'a kul
değil, şeytanın uşağı olmuştur.

Sihir yapan da yaptıran da küfre girer ve bu gibi kimseler İslâm dairesinden


çıkar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Felâk Sûre-i Şerif'i (4)

Ocak 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 35

İstiâze (1)

İstiâze; sığınma, korunma, talep etme mânâlarına gelir. Nefisten, şeytandan,


şeytanlaşmış insanlardan, kötülük ve şerlerden, haramlardan, günahlardan,
belâdan, cezadan, cehennemden... Hazret-i Allah, hıfz-u himayesine
sığınanları, engin rahmetine merhametine güvenenleri, O'na yönelenleri, O'na
dayananları, yolunda olanları sever. Kapısına gelenleri boş çevirmez,
kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine alır, muhafaza eder.

22.08.2019
Sayfa 127 / 646

İstiâze; Allah-u Teâlâ'ya yaklaşanların vasıtası, O'ndan korkanların sarıldığı ip,


suçluların barınacakları çare, musibete uğrayanların merciidir. İstiâze, düşman
sıldırısa karşı sağlam bir kaleye sığınmak gibidir. Kalp ve ruhu şeytanın
istilâsından kurtarmaya ve Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesi altına girmeye
vesiledir.

İstiâze "Firâr-ı ilâllah" makamıdır. Şirkten Tevhid'e, küfürden imana,


zulümden adalete, nifaktan sadakate, riyâdan ihlâsa, kibirden tevâzuya,
cimrilikten cömertliğe, israftan kanaate, adâvetten muhabbete, tefrikadan
ittifaka, kötülükten iyiliğe, günahtan sevaba... kaçıp sığınmaktır.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"Allah'a sığın!.." buyuruyor. (Mümin: 56)

Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak


yegâne mâbud O'dur. Sığınanları, sığındıkları şeyden ancak O korur.

"Resul'üm! De ki: Ağaran sabahın Rabb'ine sığınırım!" (Felâk: 1)

Gecenin karanlığından sonra sabahın aydınlığının yeryüzüne yayılması,


gecenin âfetinden çıkılarak gündüzün âfiyetine erilmesi de ilâhî
nimetlerdendir.

Allah-u Teâlâ gecenin karanlığını kaldıran sabahın seher vakitlerinde


günahlarından pişmanlık duyarak tevbe ve istiğfar edenleri Âyet-i
kerime'lerinde övmektedir.

Günün sabahı aynı zamanda Mahşer gününü hatırlatır. Çünkü uykuya dalan ve
ölülere benzeyen halk, sabah olunca uyandığı gibi; gün gelecek kabirlerinden
kalkarak mahşer meydanındaki yerlerini almış olacacaklar.

Karanlıktan sonra aydınlığın gelmesi ayrıca; acılı günlerden sonra tatlı


günlerin, üzüntüden sonra sevincin, zorluktan sonra kolaylığın, darlıktan sonra
bolluğun, ibtilâdan sonra ferahlığın gelmesini müjdeler.

İnsan her zaman için şerlerden, kötülüklerden Allah-u Teâlâ'ya gönülden


sığınarak muvaffakiyet dilemelidir.

Bu noktada bâtınî sığınmayı arzedelim:

Allah-u Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki, onlar O'nun hıfz-u himâyesinde ve
tasarruf-u ilâhîsindedir. Onlar Rabbü'l-âlemîn'e sığınmışlardır, onlar
mahfuzdurlar ve Hakk iledirler.

22.08.2019
Sayfa 128 / 646

Allah-u Teâlâ'ya gerçek sığınma nasıl olur? Farz-ı muhal ki bir insan bir
tulumun içine girdi, her tarafı kapatıldı, tulumda nefes alıp veriyor. Bu sığınma
da aynı bunun gibidir. O Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesine girmiştir, O'nunla
nefeslerini almaktadır. Bu, bilinmeyen bir mevzudur. Oraya hiçbir şey
giremez.

O kişi, o anda kabre girmiş gibidir, dış âlemle her türlü ilgisi kesilir. O'na
sığındığı zaman O'nunla hemhâl olur, O'nunla nefes alır ve O'nun ilhamı ile
konuşur. O anda ne hitap edeceğini, kalbine neyi ilham edeceğini, ne
duyurmak istediğini, nasıl bir şey akıtacağını, ne nur vereceğini ancak O bilir.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın hususiyetine aldığı has kullarıdır. Ona bir ilham verir,
o ilham kitap yazar...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Felâk Sûre-i Şerif'i (5)

Şubat 208
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 28-29

İstiâze (2)

"Yaratıkların şerrinden." (Felâk: 2)

Başta insanlar ve cinler olmak üzere, zarar verebilecek durumda olan ne ki


varsa onların şer ve belâlarından kişiyi ancak Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesi
kurtarır. Hiç kimse O'nun irâdesine karşı gelemez, hiç kimse O'nun
kudretinden kurtulamaz. Sevdiklerine ulaştırmak istediği rahmetini önleyecek
bir kuvvet olmadığı gibi, gadabından kurtaracak bir kuvvet de yoktur.

22.08.2019
Sayfa 129 / 646

"Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden." (Felâk: 3)

Yeryüzüne karanlık çöktüğünde, ortalığı korku kaplar, karanlıktan


yararlanarak kötü kişiler kötü icraatlarını yapabilmek için fırsat bulurlar, suçlar
çoğu zaman gece karanlığında işlenir, ahlâksızlıklar yayılır, hırsızlıklar ve
düşmanlıklar çoğalır, bir tehlike ile karşılaşıldığı zaman yardım imkânı az olur.

Bu sebepledir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bazı Hadis-i


şerif'lerinde; güneş battıktan sonra şeytanların her tarafa yayılacağını,
kapıların kilitlenmesini, ateşin söndürülmesini, bir çöple bile olsa kapların
üzerlerinin örtülmesini, dağarcıkların ağızlarının bağlanmasını, çocukların
içeriye alınmasını, hayvanların kapatılmasını, gece evlerden dışarıya çıkmanın
azaltılmasını emir buyurmuşlardır.

Karanlığın çökmesi; zulüm ve cehalet karanlığını, karanlık fikirleri, insanın iç


âlemini karartan öfke, kin, kibir, şehvet, düşmanlık, haset, kıskançlık gibi kötü
huyları da içine alır.

"Düğümleri üfürüp büyü yapan büyücülerin şerrinden." (Felâk: 4)

Bir kimseye büyü yapıp etki altına alabilmak için şeytandan ve yıldızlardan
yardım istenir de yapılır. Onun içindir ki sihir yapmak küfürdür.

Şu kadar var ki Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere:

"Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezler." (Bakara:


102)

Müessir olan her şeye tesir etme hususiyeti veren Allah-u Teâlâ'dır. O büyü
sebebiyle zuhura gelen zararlar yine O'nun dilemesi ve yaratması ile olur. Bu
imtihan dünyasında bu gibi bir takım haller cereyan etmektedir.

İslâmiyet sihri inkâr etmemiş, ancak Tevhid inancına zarar verdiği, İslâm
ahlâk ve prensiplerini bozduğu, kötüye kullanıldığı için kesinlikle haram
kılmıştır. Bir müslümanın bunlarla meşgul olması katiyetle doğru değildir, bu
gibi şeyler küfür basamaklarıdır.

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Nerede olursa olsun, sihirbaz aslâ iflâh olmaz." (Tâ-hâ: 69)

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 130 / 646

"Her kim arrâfe, sihirbaza veya falcıya gidip bir şey sorar ve onun
dediğini tasdik ederse, Muhammed'e indirileni inkâr etmiş
olur." (Bezzâr)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sihri; "Helâk edici yedi


büyük günah"tan biri saymıştır.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Büyücüler kendilerine zarar verip menfaat vermeyecek şeyleri


öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar, sihri satın alan kimse için ahirette
hiçbir nasip olmayacağını biliyorlardı. Ne fena bir şey karşılığında
nefislerini sattılar! Keşke bilmiş olsalardı!

Eğer onlar iman edip Allah'tan korksalardı, Allah katında kendilerine


verilecek sevap daha hayırlı olurdu. Keşke bilmiş olsalardı!" (Bakara:
102-103)

Fahreddin Râzi Hazretleri Tefsir-i Kebir'inde sihrin sekiz çeşidini saymıştır.

Bu husustaki bilgilerin özeti şöyledir:

1."Gildânî sihri" Semâvî kuvvetlerle yeryüzüne ait kuvvetlerin karışımı yoluyla


meydana getirildiği söylenen ve tılsım adı verilen şeylerdir. Eski bir kavim olan
Kildânîlerin tılsım adı verilen bazı acaip şeyler yaptıkları bilinmektedir.

2. Evham sahiplerinin ve kuvvetli kişilerin sihirleridir. Riyazet, uzlet, rukye,


muska... ve benzeri bazı yollara başvurarak, ruh ilminin bazı garip olayları ile
uğraşırlar. Manyetizma, hipnotizma, fakirizm ve diğerleri böyledir.

Sihrin en aldatıcı ve en tehlikelisi de budur.

3. Cinlerden yardım görme yoluyla yapılan sihirdir, cincilik dedikleri şey


budur.

Bugünün ispirtizmacıları bu cinlerden sayılabilir.

Bu üç kısım sihir, sihrin en meşhurlarıdır.

4. Göz yanıltmak ve el çabukluğu denilen sihirler. Bunlara sihirden daha çok


hokkabazlık adı verilir. Bunun esası duyuları aldatmadır. Bu tıpkı gemide ve

22.08.2019
Sayfa 131 / 646

trende giderken sahili hareket ediyor gibi görmeye benzer. Buna "Göz
bağcılık" da denir.

5. Âletlerden istifade ederek acaip şeyler göstermek suretiyle ortaya konan


sihirdir ki, Firavun'un sihirbazları böyle yapmışlardır.

Günümüzde sinemalar bunun en canlı misâlidir. Bunların halk üzerindeki


hayalî olan etkileri bir sihir tesirinden daha az değildir.

6. Cisimlerin ve bir takım kimyevî maddelerin, ilâçların kimyevî özelliklerinden


yararlanılarak yapılan sihirlerdir.

7. Kalbini çelme suretiyle yapılan sihirdir. Sihirbaz şarlatanlık yaparak bir ümit
veya korku altında karşıdakinin kalbini çeler, kendine bağımlı kılar, duygu ve
düşüncelerine etki ederek telkin altına alır ve yapacağını yapar.

Bu gibi kimseler "İsm-i Âzam duâsını bilirim." der, "Cin çağırırım." der,
icabında hünerden, sanattan, paradan, kudretten, nüfuzdan, kerametten,
ticaretten ve menfaatten bahseder, karşısındakini dolandırır.

Telkin yoluyla kalpleri çelmenin kötü işleri yürütmede, sırları gizlemede çok
büyük tesiri vardır. En âdisinden en maharetlisine kadar çeşitli dolandırıcılıklar
hep buna bağlıdır.

8. Koğuculuk, fitnecilik gibi el altından yürütülen gizli fitne, akla hayale


gelmeyen bozgunculuk, vasıtalı veya doğrudan tahrikler ve aldatmalar ile
yapılan sihirdir ki, halk arasında en çok ve en yaygın kısmı da budur.

Bu sekiz sınıf sihir iki esasta toplanır.

Birincisi sırf yalan, dolan ve sadece saçmalama olan söz ve davranışlarla etki
yapan sihir,

Diğeri ise az çok bir gerçeğin suistimal edilmesiyle ortaya konan sihirdir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Felâk Sûre-i Şerif'i (6)

22.08.2019
Sayfa 132 / 646

Mart 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31

İstiâze (3)

"Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden." (Felâk: 5)

Haset, Allah-u Teâlâ'nın bir kuluna ihsan ettiği nimetlere karşı kıskançlık
duymak, o nimetin onda bulunmasından hoşlanmamak, ondan alınmasını ve
kendisine verilmesini istemektir.

Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği kimselere haset mi


ediyorlar?" (Nisâ: 54)

Allah-u Teâlâ şeytanın şerrinden korunmamızı emir buyurduğu gibi, haset


edenin şerrinden de sakınmamızı tavsiye buyurmaktadır.

Enes -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi


ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Birbirlerinize buğzetmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt


çevirmeyin (birbirinizle alâkayı kesmeyin). Kardeş olun ey Allah'ın
kulları!

Bir müslümanın din kardeşini üç günden fazla terk etmesi (küs


durması) helâl değildir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1992 - Müslim: 2559)

Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir, dilediğini dilediğinden alır. O'nun bir
kuluna lütuf buyurduğu herhangi bir nimeti kıskanmak, ilâhî taksime itiraz
etmek demektir. Buğz sevginin zıddıdır.

Haset eden kişi içindeki kıskançlığı dışa vurmadığı müddetçe, haset ettiği
kimseye onun hiçbir zararı olmaz. Aksine içi içini yemesi sebebiyle onun
kendine zararı vardır. Hasedini dışa vurduğu zaman onun şerrinden sığınmak
için Allah-u Teâlâ'ya tevekkül etmek ve O'nun izni olmadan hiç kimsenin zarar
veremeyeceğine inanmak gerekir. Bir de şu var ki; hased edenin yaptığına
sabretmek, kalbi fazla meşgul etmemek ve onun seviyesine inmemek de
ahlâki bir davranıştır.

Haset gökte İblis, yerde Kabil tarafından Allah-u Teâlâ'ya karşı işlenen ilk
günahtır.

22.08.2019
Sayfa 133 / 646

Gıpta ise güzel bir huydur. Bir kimsede bulunan güzel huyların kendisinde de
bulunmasını istemek demektir. Mümin diğer mümin kardeşine gıpta eder,
onun bir lütufla karşılaşmasından dolayı mutluluk duyar. Münâfık ise haset
eder kıskanır. Nitekim gerek müşrikler ve gerekse yahudiler de Resulullah
Aleyhisselâm'ı kıskanmışlardı.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Felâk Sûre-i Şerif'i (7)

Nisan 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 35

İstiâze (4)

Allah-u Teâlâ'ya sığınmak kulluğun en mühim hususiyetlerindendir.

Her türlü tehlike ve felâketten, emniyet ve eman veren O'dur. Her şey, her an
O'na yönelip sığınmaya muhtaçtır.

İnsan daima O'na sığınmalı, O'na yönelmeli, O'nu görmeli, O'ndan bilmelidir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Allah'a kaçınız!" buyuruyor. (Zâriyat: 50)

O'nun Zât-ı ulûhiyetine ilticâ edin, her işinizde O'na itimat ve teslimiyette
bulunun.

Bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:

"Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları


izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola
iletir." (Mâide: 16)

Allah-u Teâlâ'nın ism-i şerif'lerinden birisi de "Mümin"dir.

22.08.2019
Sayfa 134 / 646

İmanı ihsan buyuran, emniyet bahşeden, kendisine iltica edip sığınanları


hususi himayesine alıp muhafaza eden ve huzura erdiren demektir. Emniyet
ve eman kaynağı O'dur, her şey her an O'na yönelmeye, O'na dayanmaya,
O'na sığınmaya muhtaçtır. Her şeyin sahibi O'dur

Âyet-i kerime'de:

"O'ndan başka bir sığınılacak da bulamazsın." buyruluyor. (Kehf: 27)

Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah dostları


bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Hazret-i Allah'a tevekkül
etmişler, huzuru O'na sığınmakta bulmuşlardır.

Abdullah bin Abbas -radiyallahü anhümâ-dan:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hasan ve Hüseyin'in


üzerine şu duâyı okur ve onlara "Ceddiniz İbrahim de bu duâyı oğulları
İsmâil ve İshak'ın üzerine okurdu." buyururdu:

(Eûzü bikelimâtillâhit-tâmmeti min külli şeytânin ve hammetin ve min külli


aynin lâmmetin)

"Allah'ım! Bütün insanların, cinlerin, şeytanların ve zararlı şeylerin ve


kem gözlerin şerrinden şifâ veren kelimelerine sığınırım." (Buharî.
Tecrid-i Sârih: 1384)"

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif'lerinde


nefisten, şeytandan ve insan şeytanlarından Allah'a sığınmışlar ve bunu
tavsiye buyurmuşlardır.

Bazı duâlarında, cinlerden, sihir ve büyüden, nazardan Hazret-i Allah'a


sığınmışlardır.

Yine âhir zaman fitnelerinden, Deccal'den, münafıklıktan, insanı fesada


düşüren her türlü fitnelerden, kabir azabından, cehennem azabından,
hıyanetten, açlıktan, acizlik, korkaklık, tembellik gibi birçok hususta Hazret-i
Allah'a sığınmışlardır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hazret-i Allah'a sığınması


Ümmet-i muhteremesine bir numune-i imtisaldir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 135 / 646

Felâk Sûre-i Şerif'i (8)

Mayıs 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 35

İstiâze (5)

Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın
etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş
bulunmamaktadır.

Şeytanın iğvâ ve saptırmalarından, vesvese ve desiselerinden Allah-u Teâlâ'ya


sığınmak da bir emr-i İlâhi'dir:

"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen
Allah'a sığın!" (Fussilet: 36)

Allah-u Teâlâ'nın nimetinin büyüklüğünü ve cezasının şiddetini düşün, yardım


ve korunmasına ilticâ et, istiâzede bulunmak suretiyle himayesine girmeye
çalış.

"Çünkü O işiten ve bilendir." (Fussilet: 36)

Sığınmanı işitir, niyetini bilir. Lütfunun bir tecellisi olarak seni himayesine alır
ve bu dileğini kabul eder.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde tekrar tekrar duâ edip yalvaran kişinin
söyleyeceği lâfızlarla şeytanın iğvalarından, hile ve desiselerinden kendisine
sığınmayı emir buyurmuştur:

"De ki: Rabb'im! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Rabb'im!


Yanımda bulunmalarından da sana sığınırım." (Müminûn: 97-98)

Her insan daha hayatta iken noksanlıklarını gidermeye çalışmalı, her zaman
için şeytanın şerrinden Allah-u Teâlâ'ya sığınarak muvaffakiyet dilemelidir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den; Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh-


Resulullah Aleyhisselâm'a;

"Yâ Resulellah! Bana sabah ve akşama eriştiğimde söyleyeceğim


bir kaç kelime emir buyur." dedi.

Resulullah Aleyhisselâm:

22.08.2019
Sayfa 136 / 646

"Ey Allah'ım! Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve âşikârı bilen! Ey her


şeyin Rabb'i ve Melik'i! Şehâdet ederim ki senden başka Mabûd-u bil-
hakk yoktur. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve şirkinden
sana sığınırım."

De ve bunları sabaha çıktığında, akşama eriştiğinde ve yatağa


girdiğinde söyle." (Ebu Dâvud)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir duâlarında nefisten


Allah'a sığınmışlar, bize onun ne büyük bir tehlike, ne kadar korkunç bir
düşman olduğuna işaret buyurmuşlardır:

"Ey Allah'ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma


ve bana verdiğin iyi şeyleri geri alma." (Bezzâr)

"Allah'ım! Sadece senin rahmetini umarım. Gözümü açıp kapatıncaya


kadar beni nefsime bırakma. Bütün işlerimi yoluna koy. Senden başka
hiçbir ilâh yoktur." (Ebu Dâvud)

"Beni nefsime bırakma. Eğer sen beni nefsime bırakırsan, nefsim


beni kötülüğe yaklaştırır ve iyilikten uzaklaştırır."

Binaenaleyh, nefisten ve şeytandan Cenâb-ı Hakk'a çok sığınmak lâzım...

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sır kâtibi olan Huzeyfe


-radiyallahu anh- buyururlar ki:

"Öyle zamanlar gelecek ki, o zaman sadece boğulmak üzere olan


birinin yaptığı gibi duâ edenler kurtulacak." (Ebu Nuaym. Hilye)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Felâk Sûre-i Şerif'i (9)

Haziran 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 35

22.08.2019
Sayfa 137 / 646

İstiâze (6)

Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- her gece yatağına girdiğinde


iki avucunu birleştirip sonra onlara üfler, daha sonra avuçlarının
içlerine doğru "Kulhüvallahu ehad", "Kul euzü birabbil-felâk", "Kul
euzü birabbin-nas" sûrelerini okur, meshederdi.

Şöyle ki, avuçlarını önce başına, sonra yüzüne, sonra da vücudunun


ön kısmına, daha sonra da vücudunun erişebileceği yerlere sürerdi ve
bunu üç kere tekrar ederdi." (Buhâri - Müslim)

Bir başka rivayette ise Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar
ki:

"Resulullah Aleyhisselâm her hastalığında bu sûreleri okuyup aynı


şekilde eliyle vücudunu meshetmek itiyadında idi.

Son hastalığına tutulduğunda ben de kendisine aynı şekilde nefes


etmeye ve mübarek eline üfleyip kendi eliyle vücudunu meshetmeye
başladım." (Buhâri. Tecrîd-i sârih: 1664)

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah


-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her zaman şöyle duâ ederlerdi:

"Ey Allah'ım! Cimrilikten, tembellikten, sefalet ve bunaklık ile geçen


uzun ömürden, kabir azabından, Deccal'in fitnesinden, yaşayışta ve
ölümdeki diğer fitnelerden sana sığınırım."(Buhârî)

Bu Hadis-i şerif'in mânâsı:

"Allah'ım! Nefsime fırsat verme! Bu düşmanlarıma karşı beni muhafaza buyur!


Bunların her biri benim zararıma çalışabilir. Bunların şerrinden sana sığınırım."
demektir.

Burada nefse, şeytana, şeytanlaşmış insanlara, Deccal'e, kötü huylara fırsat


vermemesi için Allah-u Teâlâ'ya sığınma vardır. Onun Allah-u Teâlâ'ya
sığınması, ümmet-i muhteremesine bir numune-i imtisaldir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Hakk'ın Kelâm-ı


kadim'inde talim buyurdukları istiâzeler ile Hazret-i Allah'a sığınırlar ve duâ
ederlerdi:

"Allah bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur, O'na tevekkül ederim, O
büyük arşın sahibidir." (Tevbe: 129)

22.08.2019
Sayfa 138 / 646

"İşte benim Rabb'im olan Allah budur. Ben ancak O'na güvenirim ve
yalnız O'na yönelirim." (Şûrâ: 10)

"Ey Rabb'im! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en


hayırlısısın." (Müminûn: 118)

"Ey Rabb'im! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Ey Rabb'im!


yanımda bulunmalarından da sana sığınırım." (Müminun: 97-98)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Ğâşiye Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. On dokuz Âyet-i kerime, doksan iki
kelime ve üç yüz seksen bir harften müteşekkildir.

Adını ilk Âyet-i kerime'de geçen ve: "Ansızın gelip insanı saran üzücü ya da sevindirici
hâdise." mânâsına gelen "Ğâşiye" kelimesinden alır.

Resulullah Aleyhisselâm Cuma ve Bayram namazlarında "Ğâşiye" sûre-i şerif'ini


okuduğu rivâyet edilmiştir.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle, ahirette müminlerin ve kâfirlerin yollarının ayrılacağını, sonra


da hakettikleri yerlere gideceklerini beyan etmektedir.

Sekizinci Âyet-i kerime'ye kadar kıyamet gününün korkunç durumları, cehennem


sakinlerinin başına gelecek dehşet verici sıkıntılar ve azaplar anlatılmaktadır.

On yedinci Âyet-i kerime'ye kadar cennet sakinlerinin karşılaşacakları sonsuz mutluluklar


haber verilmektedir.

Yirmi birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametinin bazı belgeleri
gözler önüne serilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 139 / 646

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; hidayete dâvetin önemi açıklanmakta, Resulullah


Aleyhisselâm'ın dâvetine sırt çevirenler taraf-ı ilâhîden tehdit edilmektedir.

Kıyamet Haberi ve Cehennemlikler:

Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlûkatı geçici bir zaman için
yaratmıştır. Yarattıklarını dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey
kıyametin kopmasıyla bir gün yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret
hayatı başlayacaktır.

"Her şeyi sarıp kaplayacak olan o felâketin haberi sana geldi mi?" (Ğâşiye: 1)

Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan "Ahiret inancı"nın bir bölümüdür. Ahiret
hayatı kıyametle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete,
cehennemliklerin cehenneme girmeleri ve ebedî bir hayatın başlaması safhaları takip
eder.

"Birtakım yüzler o gün zillete bürünmüştür." (Ğâşiye: 2)

Bunlar kâfirlerin, münâfıkların yüzleridir. Gerçekten de azgınlıklarının eseri olarak gerek


vücutlarını, gerekse yüzlerini siyahlık, gözlerini çirkinlik kaplar. Üzüntü ve sıkıntıları son
dereceye varır.

"Çalışmış fakat boşuna yorulmuştur." (Ğâşiye: 3)

Dünyada iken Allah için yaptıkları hiçbir iş olmadı. Sadece geçici bir dünya için, şeytan
yolunda çalıştılar, nefislerinin arzusu için yoruldular, fakat ahiret hayatları için hiçbir
sermaye elde edemediler. Tek kelime ile boşuna zahmet çektiler.

Bunun neticesi olarak da:

"Kızışmış ateşe girerler." (Ğâşiye: 4)

Şimdi de Allah'tan tarafa olmamanın, bâtıl dinlere uymanın, bozuk fikirler peşinde
koşmanın cezâsını çekiyorlar. Tutuşturulmuş şiddetli ateş onları her taraftan kuşatmıştır.
Yedikleri ateş, içtikleri ateş, giydikleri ateş, yatacak yerleri ateştir. Ateş orada ıstırap
kaynağı olarak her yerdedir.

Onlara ayrıca, tahammül edilmeyecek derecede kaynar ve fokurdayan bir çeşmeden


içirilir.

"Kızgın bir kaynaktan içirilirler." (Ğâşiye: 5)

Bu sular karınlarındaki bağırsakları paramparça eder. Bütün bu cezâlara Hakk'tan yüz


çevirmeleri ve inkârları sebep olmuştur. Ne kadar yardım isterlerse istesinler, kendilerine
yardım edilmez. Yardım edilmiş olsa bile, kendilerine öyle bir su verilir ki, içmek isteyip de
ağızlarına doğru yaklaştırmış olsalar, hararetinin şiddetinden yüzleri kavrulur, yüzlerinin
derileri soyulur.

"Zehirli ve dikenli bir bitkiden başka yiyecekleri yoktur." (Ğâşiye: 6)

Zakkumdan başka cehennemde bir de Dari' vardır ki, hiçbir hayvanın ağızını uzatıp
yaklaşamadığı, yere yapışık dikenli bir bitkidir.

22.08.2019
Sayfa 140 / 646

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde onun sibir
otundan daha acı, leşten daha pis kokulu, ateşten de daha hararetli olduğunu beyan
buyurmuşlardır.

"O ne besler, ne de açlığı giderir." (Ğâşiye: 7)

Bu ateşten bitkiler onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için
yetişir ve çoğalırlar.

Çeşit çeşit cezâlar olduğu gibi, cezâ verilenler de sınıf sınıftır. Her suç için ayrı ayrı
cezâlar vardır. Bir kısmının yiyeceği "Zakkum" olurken bir kısmının ki "Dari'" olur. Bunları
yemek kabil olmadığı için açlıkları devam eder durur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Ğâşiye Sûre-i Şerif'i (2)

Kıyamet Gününde Cennetlikler:

Müminlerin dünyada iken Allah-u Teâlâ'dan ve kıyamet gününün dehşetinden


korkmalarına mukabil, Allah-u Teâlâ onları o günün şerrinden ve sıkıntılarından
koruyacaktır. Cehennemdekiler dehşet ve azap içinde boğuşurlarken cennettekiler
emniyet içinde istirahat etmektedirler.

Yüzlerinde sevinç ve mutluluk parıldar, olanca güzelliği ile nurları yüzlerine vurur.

"O gün birtakım yüzler de vardır ki; nimet içinde mutludurlar." (Ğâşiye: 8)

İlâhî iltifata nâil olmanın verdiği huzur yüzlerinde tezahur etmektedir. Orada ölümden,
cennetten çıkarılmaktan, her türlü üzüntü, korku, yorgunluk, zahmet ve diğer
musibetlerden emindirler.

"Çalışmalarından ötürü hoşnutturlar." (Ğâşiye: 9)

Yaptıklarının karşılığını ve Allah-u Teâlâ'nın kendilerinden râzı olduğunu görünce son


derece memnun ve mutlu olurlar. Çektikleri bütün meşakkatleri ve sıkıntıları bütünüyle
unuturlar. Her şeyi diledikleri gibi bulurlar ve her dileklerinin yerine getirildiğini görürler.

"Onlar yüksek bir cennettedirler." (Ğâşiye: 10)

Vücutlarını da gönüllerini de kaplayan huzur ve huşu ile o yüksek derecelerdeki yerlerini


alırlar.

22.08.2019
Sayfa 141 / 646

"Orada hoşa gitmeyen boş bir söz dahi işitmezler." (Ğâşiye: 11)

Hikmetle konuşurlar, tatlı sözlerle sohbet ederler. Birbirilerinden boş sözler, dedikodular,
gevezelikler, lâubâlilikler duymazlar. Aralarında çekişme ve sürtüşme olmaz. Bu bile başlı
başına bir nimettir. Dünyada iken insanların lüzumsuz yere yaptıkları münakaşalar, sen-
ben kavgaları gözönüne getirildiğinde bu nimet daha iyi anlaşılır.

"Orada akıcı bir kaynak vardır." (Ğâşiye: 12)

Tadı gibi rengi de güzeldir, hiçbir zaman kesilmez. Çok nefis ve lezzetlidir. Başağrısı
yapmaz, şuuru zedelemez, aklı gidermez. Tatlı bir rehavet ve uzun süre neşe verir.

Orada hiç kimse susuzluk görmez ve hiç susamaz. İçmek isteyen zevk için içer. Ayrıca
onları seyrederek de zevk alırlar. Bu kaynakların akışlarını seyretmek bile insana ayrı bir
huzur verir.

"Orada yükseltilmiş tahtlar vardır." (Ğâşiye: 13)

Huzur ve emniyet içinde oturacakları ve uzanıp uyuyacakları yüksekçe öyle tahtlar


hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Oturdukları yerden diledikleri yere
diledikleri şekilde bakabilirler.

"Önlerine konulmuş kadehler vardır." (Ğâşiye: 14)

İçmelerine hazırlanmış olarak sürekli önlerinde bulunur, isteme ihtiyacı bile hissetmezler.
Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. Ruhen ve cismen
nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.

"Sıra sıra dizilmiş yastıklar." (Ğâşiye: 15)

Nefis tahtların ve koltukların yanısıra ayrıca kişilerin üzerine oturup koltuğunda


dayanacakları döşekler, yastıklar ve halılar da mevcuttur. Nerede oturmak isterse, birinin
üzerine oturur, diğerine yaslanır.

"Serilmiş yumuşak tüylü nefis halılar." (Ğâşiye: 16)

Yerlere serilmiş ince tüylü, ince püsküllü yumuşacık halılar, güzelliğin ve zerafetin bütün
inceliklerini taşırlar. Cennette ne bir toz ne de bir kir olmadığı için üzerlerinde tozdan ve
kirden eser bulunmaz.

Allah-u Teâlâ bunları herkesten gizlemiştir. Değil hepsini, bir tanesini bile bilen yoktur,
yalnız kendisi bilir.

Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:

"Sâlih kullarım için cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve
hiçbir beşerin gönlünden bile geçirmediği nimetler hazırladım." (Buhârî. Tecrîd-i
sarîh: 1720)

Tefekkür:

Allah-u Teâlâ kullarına, yüce kudretine delâlet eden yaratıklarına ibretle bakmalarını
emrederek şöyle buyurur:

22.08.2019
Sayfa 142 / 646

"Develere bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmış?" (Ğâşiye: 17)

Bir çok hayvanın yaratılışına benzemeyen ne ilgi çekici yaratılışı var. İri cüsseli ve son
derece güçlü kuvvetli olmasına rağmen, ağır yükleri taşımak için yumuşak başlıdır. Eti
yenir, sütü içilir, yününden yararlanılır. Küçük bir çocuk bile olsa, yularından çeken
herkese itaat edecek bir yaratılışa sahiptir. Başka hayvanların yetinmediği çok az bir
yemle yetinerek ağır yüklerle uzun yolculuklara ve günlerce susuzluğa dayanır. Kolayca
beslenir, hiçbir külfeti bulunmaz. Çölde bir defa yürüdüğü yolu ve yönü unutmaz. Devenin
dışında bu özelliklere sahip başka bir hayvan yoktur.

"Göğün nasıl yükseltildiğine (bakmıyorlar mı?)" (Ğâşiye: 18)

Gökleri sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu öyle
bir yapıdır ki, gökteki cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler, hepsi de
birbirleriyle ahenkli bir durumdadırlar.

"Dağların nasıl dikildiğine?" (Ğaşiye: 19)

Yeryüzünde sarsılmayacak bir şekilde sağlam ve sâbit olarak nasıl duruyorlar?

Dağların yaratılması, insan hayatına sayısız nimetleri de beraberinde getirmiştir. Üstünde


yetişen bitki çeşitlerinin zenginliği, havasının temizliği, insan sağlığı için çok lüzumlu olan
oksijeni yayması, kirli havayı temizlemesi, her mevsimde değişen görüntüsü ayrı bir
özellik arzetmektedir.

Bütün bunlar kör bir tesadüfün eseri olamaz. İlâhî kudret olmasa kuru toprakta otlar biter
miydi, aynı sudan değişik hayatlar meydana gelir miydi?

"Yeryüzünün nasıl yayıldığına?" (Ğâşiye: 20)

Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan
önce de yeryüzü yaygındı. Âdem Aleyhisselâm'dan bugüne kadar gelip geçmiş bütün
canlılara döşeklik yapan yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini
yapmaya devam edecektir.

Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve
şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.

İmanı olanlar gökleri ve yeri, onlardaki en ince yaratılış sırlarını tefekkür ederek, işaret
ettikleri ilâhî hikmetleri anlayarak, ona göre güzel güzel ameller yapmaya gayret ederler,
imanlarına iman katarlar.

Her Fırsatta Öğüt:

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a hararetle karşı çıkan Mekke müşriklerine öğüt ve
nasihatte bulunmasını emir buyurmuştur:

"Öğüt ver, hatırlat! Çünkü sen ancak öğüt vericisin." (Ğâşiye: 21)

Senin vazifen ancak bir tebliğdir. Sen hakikatleri onlara duyurmaya ve hatırlatmaya
memursun. Kötü âkıbetlerini haber verip korkutmak ve uyarmak üzere gönderilmiş bir
peygambersin.

22.08.2019
Sayfa 143 / 646

"Onların üzerinde zorlayıcı değilsin." (Ğâşiye: 22)

Sen tebliğ ettiğin şeyleri onlara zorla kabul ettirmekle yükümlü değilsin. Tebliğ ve ikaz
vazifeni hakkıyla yerine getirdikten sonra artık müsterih ol, onların kabul etmemelerinden
dolayı üzülme. Vazifene sabırla ve azimle devam et.

"Ancak kim yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azap ile
cezâlandırır." (Ğâşiye: 23-24)

Ki en büyük azap cehennem azabıdır. Çünkü küfrün cezâsı bütün cezâların üstündedir.
Bununla beraber böyle bir kâfir daha dünyada iken de nice azaplara maruz kalabilir. O
ise, ahiret azabına nispetle küçük kalır.

"Doğrusu onların dönüşü bizedir." (Ğâşiye: 25)

Onların, hükmünü her şeye geçiren ve intikam almaya gücü yeten Allah'tan başka
dönecekleri kimse yoktur.

"Sonra onların hesabını görmek de bize âittir." (Ğâşiye: 26)

Ne kadar yüz çevirseler, ne kadar kaçmaya çalışsalar, en sonunda huzur-u ilâhî'ye


varacaklardır. Dolayısıyla o en büyük azaptan kurtulmalarına imkân ve ihtimal yoktur.

Hiçbir kimsenin hiçbir hâli O'na gizli değildir. Tasdik edeni de, tekzip edeni de, münâfık
olanı da, muvafık olanı da en iyi şekilde bilir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Tamamı Medine döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celile; yirmidokuz Âyet-i
kerime, beşyüzkırkdört kelime ve bindörtyüzyetmişdört harften müteşekkildir.

Adını 25. Âyet-i kerime’de geçen ve “Demir” mânâsına gelen “Hadîd” kelimesinden alır.
Tesbihle başladıkları için “Müsebbihât” denilen beş sûre-i şerif’in ilkidir.

Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle
söylemiştir:

22.08.2019
Sayfa 144 / 646

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı


(Hadîd, Haşr, Saf, Cumâ ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha
faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizi)

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i şerif; Allah-u Teâlâ’nın bazı sıfatlarını, ilim ve kudretinin delillerini,
iman etmenin önemini, infakta bulunmanın lüzumunu, müminlerle münafıkların ahiretteki
durumları bakımından karşılaştırılmasını, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret
olduğunu anlatıp açıklamaktadır.

Son bölümünde demirin bir nimet olarak yaratıldığından söz edilir.

Hadîd Sûre-i şerif’inden itibaren beşi tesbihle başlayan on sûre, Medine döneminde nâzil
olan son sûrelerdir. Daha önce nâzil olan sûreleri tamamlayıcı durumdaki bu sûreler,
iman ve ahlâkla ilgili son öğütleri ihtivâ etmektedirler.

Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:

Yaratılan ne ki varsa hepsi; Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, kudret ve azâmetine


işarette ve şehâdette bulunur dururlar.

“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Hadîd: 1)

Göklerde ve yerde, canlı ve cansız her şey, yokluktan varlık âlemine çıkarıldıktan beri
bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has
olmamış, geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir.

“O Aziz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Hadîd: 1)

Yani Aziz ve Hakîm ancak O’dur. O çok güçlüdür, kuvvet sahibidir, üstündür. Hiç kimse
O’nun emirlerine karşı koyamaz. O’na karşı çıkan, O’ndan kaçıp kurtulamaz.

Hiçbir şey O’nu engelleyemez, her şey O’nun tasarrufundadır. O’nun yaptığı her şeyde
bir hikmet vardır. Yaratmakta, emir ve hükümlerinde hikmeti sonsuzdur.

Mâlik-ül Mülk:

Mülk O’nundur. Mülkünün hem sahibi, hem hükümdarıdır.

“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur.” (Hadîd: 2)

Göklerde ve yerde bulunan melekler, insanlar, cinler ne varsa hepsi O’nun mülküdür,
yarattığı ve yönettiği varlıklardır.

Bütün hepsi de şerik ve nezirden münezzeh olan Allah-u Teâlâ'nın hâkimiyetinde


bulunmaktadırlar.

22.08.2019
Sayfa 145 / 646

Bu nihayetsiz mülke ve saltanata bir baksana! Kâinatta her gün, her gece, her saat ve
her anda neler yapılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar, ne imhâlar oluyor? Ne kudretler açığa
çıkarılıyor, ne hikmetler ortaya konuyor ve uygulanıyor?

Böyle bir saltanatın sahibi olan Allah nelere kâdir olmaz?

O'nun mülkünde ancak O'nun emirleri ve kudreti hüküm sürer. Takdirine ve tedbirine
kimse karşı gelemez. Hükümlerinin tersine hareket etmek isteyenler, elbette cezaya
müstehak olurlar.

"Diriltir ve öldürür." (Hadid: 2- Bakara: 258- Âl-i imran: 156- A'raf: 158- Tevbe: 116-
Yunus: 56- Müminun: 80- Mümin: 68)

Hayat da ölüm de Allah-u Teâlâ'nın göklerde ve yeryüzündeki mutlak hakimiyetinin


tezahürlerinden başka bir şey değildir.

Dünyada dirileri öldürür, ahirette ise haşrı ve neşri gerçekleştirmek için ölülere hayat
verir.

"O her şeye kâdirdir." (Hadid: 2 - Mâide: 120) (Bakınız. Âl-i imran: 189 - Mâide: 17)

O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır. Dilediğini yapmakta
hiç kimse O'na mâni olamaz.

O her şeye karşı kâdirdir, hiçbir şey O'na kâdir değildir. O'nun kudreti hiçbir şekilde kayıt
ve tahdide uymaz. Dilediği şeyi yaratır ve o yarattığı şeyde dilediği kadar kudret ve şeref
de yaratır. O'ndan başka her şey, yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün kâinâtıyla
âlemin bütün sistemleri âcizdir. Onları her an yaşatmakta ve yok etmekte ve hepsinin
üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır.

Zâhir de O, Bâtın da O:

O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir.
Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“O hem Evvel’dir, hem Âhir’dir, hem Zâhir’dir, hem Bâtın’dır.” (Hadîd: 3)

O Evvel’dir, ezelîdir. O’ndan evvel hiçbir şey yok idi. Vücud O, mevcud O. O’ndan başka
bir mevcut yok, mevcûdatı O yarattı. Bunun içindir ki O “Rabbül-âlemin.” oldu.

Zât-ı akdes’i için aslâ başlangıç tasavvur olunamaz. O’nun varlığı Zât-ı akdes’inin
gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O’ndandır.

O Âhir’dir, ebedidir, sona ermekten münezzehtir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi


nihayeti de yoktur. O’ndan başka mevcut olmadığı için Âhir de O’dur.

Hâlık’ın işine mahlûkun aklı da ermez, ilmi de yetmez.

“Allah herşeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)

22.08.2019
Sayfa 146 / 646

O öyle bir Allah, öyle bir Allah, öyle bir Allah ki, yalnız kendi kendisini bilir ve kendisini
metheder.

Bütün yaratıklar takke mesabesindedir. Takke kişiyi ne anlar?

Yalnız şu kadar var ki kendisini bildirdiği kadarını kul bilir, duyurduğu kadarını duyurur.

Niçin bunu böyle yaptı? Bilenlere sorulsun diye yaptı.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:

“Bunu bir bilene sor! (Sana gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır).” buyuruyor.
(Furkan: 59)

Rabbim bunu bana biiznillâh-i Teâlâ gösterir, ben bunu bile bile konuşurum. Amma siz
duyuyorsunuz. Bilerek söylendiği için size tesir ediyor.

O Zâhir’dir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O’nun Zâhir ismi-i şerif’i ile ortaya
çıkmışlardır. Her yarattığı şeyde ulûhiyet sırları ve hikmetleri vardır.

Görünüşte o şey var, fakat aslında O var. Elbiseyi geçir sen varsın, kaldır O var. Yarın
öldüğün zaman yine O var. Ruhunu çektiği zaman hani sendin? O zaman saman çöpü
senden hayırlı olacak. Çünkü ruh çıkınca sen kokacaksın, saman çöpü ise kokmayacak.

Amma elbiseyi çıkarabilen kişi, nefsini öldürdüğü için, şimdi de O’nun olduğunu görüyor.
Varlığını yok edebilen şimdiden görüyor. Sen ise öldükten sonra anlayacaksın.

Sen buna şaşma! Senin ilmin kavramıyor diye çizmeden yukarıya çıkma, hududunu da
aşma. Sen bunun böyle olduğunu öğreneceksin amma, öldükten sonra öğreneceksin.
Bunu bilen, ölmeden evvel öğrenmiş, böyle olduğunu bilmiş.

Her şeyi “Ol!” emriyle var ediyor. Zâhir olanlar O’nun “Ol!” emrinden ibarettir. Gökler ve
yer de, insanlar da, hayvanlar da, nebatat ve cemâdat da böyledir, O'nun “Ol!” emriyle
zuhura gelmiştir. Hepsini O var ediyor. Mukadderâtını, şeklini, şemalini, her şeyini
o “Ol!” emrinin içinde dürüyor, “Ol!” diyor ve oluveriyor. “Öl!” diyor ölüyor.

Ve o olanların içinde O var.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve


Kayyum’dur.” (Bakara: 255 - Âl-i imran: 2)

O öyle bir Allah ki, Allah’tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcud vardır. Her şeye
hayat veren O’dur, her şey O’nunla kâimdir.

Yaratılanları “Ol!” emriyle yarattı, herşey O’nun varlığı ile kâimdir. Her görünen şey
maskedir, insan da böyledir, kâinat da böyledir.

Ota bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş meydana çıkarmış, insana
bir şekil vermiş meydana çıkarmış, kâinata bir şekil vermiş meydana çıkarmış. Şimdi her
meydana çıkan O'nunla çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. Hani sen vardın?
Yani sen O'nunla kaimsin. Fakat zavallı insan “Ben!” dedi, putuna tapındı. Ben putuna
tapındı gitti. Kâinat da böyledir. Yani bir otla, bir çiçekle, bir insanla, bir kâinat Allah-u
Teâlâ'nın yanında değişmez.

22.08.2019
Sayfa 147 / 646

O Bâtın’dır. Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur ve gizlidir. O’ndan başka bir mevcut
yok. Var olanlar vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre
bakıyor. “Ol!” buyuruyor, herşey oluveriyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir
perdeden ibarettir. O ise her şeyden her şeye yakındır.

“O her şeyi bilendir.” (Hadîd: 3)

O’nun bilmediği, bilemeyeceği hiçbir şey düşünülemez. O’nun ilmine göre gizli de âşikâr
da birdir. Bilgisinde artma eksilme olmaz.

Göklerin ve Yerin Yaratılışı:

Kur’an-ı kerim’de göklerin ve yerin yaratılması ile ilgili pek çok Âyet-i kerime’ler
mevcuttur.

Göklerin ve yerin yaratılmasının mânâsı, bu muazzam kâinatın ve mahlûkatın yoktan var


edilişi demektir.

Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana,
mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir
olur.

Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, "Ol!" demekle oluvermekten ibaret
olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire,
olgunlaştıra olgunlaştıra yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu
yoğun ve geniş yerleri bir anda da yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü
ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hadîd: 4) (Bakınız; A’raf: 54 - Yunus: 3
- Hud: 7 - Furkan: 59 - Secde: 4 - Kaf: 38)

Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan
bütün yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına
şâhid olamazdı. Diriden ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat
ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile
doğmazdı. Atalarımız yaratılırsa biz olmazdık, biz olursak onlar olmazdı veya hepimiz
olur ata evlât olmazdık. Şu halde birçok yaratılışları da içine alan dereceleme ile
yaratmada Allah-u Teâlâ'nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.

Günlerden maksat, yirmidört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak O'nun
bildiği merhaleler ve devrelerdir.

Çünkü gün, güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çıkan bir durumdur. Gökler yaratılmadan
önce ise gündüz ve gece yoktu.

Arş-ı Rahman:

Allah-u Teâlâ’nın gökleri ve yeri altı günde yarattığını beyan eden Âyet-i kerime’nin
devamında şöyle buyurulmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 148 / 646

“Sonra Arş’ı istivâ etti.” (Hadîd: 4 - A’raf: 54 - Yunus: 3 - Ra’d: 2 - Secde: 4)

Arş'ın tahsisi mahlûkatın en büyüğü olmasındandır. Kâinat Arş ile son bulmakta ve
Allah-u Teâlâ mekândan münezzeh olarak O'nun da ötesinde ve aslında her yerde
bulunmaktadır.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Rahman Arş'ı istivâ etti." (Tâhâ: 5)

Bu istivâ; keyfiyetsiz, teşbihsiz, temsilsiz bir istivâdır. Kâinat yaratıldıktan sonra Allah-u
Teâlâ onu yönetmekte ve onunla ilgili bütün düzenlemeleri yapmaktadır.

Arş, diğer cisimleri kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden dolayı veya hükümdarın tahtına
benzetildiğinden dolayı bu isim verilmiştir.

Kur'an-ı kerim'de Arş'ın Allah-u Teâlâ'ya nisbet edildiği onsekiz kadar Âyet-i kerime
mevcuttur ve yedi gökten ayrı bir âlem olarak ele alınmıştır.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"De ki: Yedi göklerin Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?" (Müminun: 86)

Kimdir tertemiz meleklerin taşıdığı yüce Arş'ı yaratan?

Allah-u Teâlâ Arş'ı ihtiyaç için değil, azametini ve kudretini göstermek için yaratmıştır.

"Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıkları


noksan sıfatlardan münezzehtir." (Zuhruf: 82) (Bakınız. Enbiyâ: 22)

Çünkü böyle bir Rububiyet, bütün yaratılmışların tesbihini gerektirir.

Bazı Âyet-i kerime'lerde Arş'ın büyük, değerli ve şerefli oluşundan bahsedilmektedir:

"O, çok bağışlayan, çok sevendir, şerefli Arş'ın sahibidir." (Bürûc: 14-15)

Arş ve diğer yaratıklar üzerindeki hakimiyet O'na aittir.

Arş-ı âzam, Allah-u Teâlâ'nın yarattığı cisimlerin en büyüğüdür. Kürsî'yi de kaplamıştır.

Bir kısım melekler de Arş-ı âzam'ın çevresini sarmış olup tavaf ederler, Allah-u Teâlâ'yı
övgü ve tesbih ile anarlar.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Melekleri görürsün ki Rabblerini hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını


kuşatmışlardır." (Zümer: 75)

Allah-u Teâlâ'yı lâyık olmadık sıfatlardan tenzih ve meth-ü senâ ile meşgul olurlar.

Allah-u Teâlâ’nın “Arş’ı istivâ etmesi” hususuna gelince;

“İstivâ etti” demek “Oturdu”, “Hükmetti” demektir. “Arş-ı Rahman”dan bütün


yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam ediyor.

22.08.2019
Sayfa 149 / 646

Yerden göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O'nun hüküm ve
idaresinin altında, andan âna, halden hâle, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve
yokoluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.

O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve
cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem
yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.

Bu Âyet-i kerime, olduğu gibi Vahdet-i vücud'u tarif ettiği gibi, bütün yaratıklarını nereden
ve nasıl yönettiğini bildiriyor.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Yaratan Bilmez Olur mu Hiç?

Sınırsız İlim:

En gizli halleri bilmek Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Her şeyin içyüzünü bilen ve her
şeyden haberdar olan O'dur.

Öyle haberdardır ki:

"O yere gireni de, yerden çıkanı da, gökten ineni de, göğe yükseleni de
bilir." (Hadid: 4)

Bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ'nın sınırsız ilmini, her şeyi en ince teferruatıyla bildiğini
ortaya koymaktadır.

"Yere giren";

Yeryüzünün her bölgesine, yerin derinliklerine doğru inen yağmur tanesi, yağmurun her
damlası; saçılan tohum, toprağın sakladığı bitki; rahimlere akıtılan nutfe; toprağa
gömülen cesetler...

Neler yağıyor? Neler ekiliyor? Neler gömülüyor? Neler saklanıyor?

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane,
yaş ve kuru her şey Allah'ın ilmindedir." (En'am: 59)

22.08.2019
Sayfa 150 / 646

"Yere giren" ifadesi aynı zamanda sâlikin kalbine vârid olan Mârifetullah'a işaret
etmektedir.

"Yerden çıkan";

Yere saçılan tohumlardan hasıl olan bitkiler, sayıları, şekil ve keyfiyetleri; yerin
diplerinden gelen su, fışkıran kaynaklar; alevlenip püsküren volkanlar...

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Şimdi bana ekmekte olduğunuz tohum işini haber verin! Onu yerden siz mi
bitiriyorsunuz, yoksa biz mi?" (Vâkıa: 63-64)

"Yerden çıkan" ifadesi, kalbî mükâşefeye işarettir.

"Gökten inen";

Yağmurlar ve kar... Rızıklar ve bereket... Yıldırımlar ve şimşek... Melekler... Emir ve


nehiyler... Yeryüzüne neler neler iniyor.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"İçmekte olduğunuz suyu da haber verin bana! Onu buluttan indiren siz misiniz,
yoksa biz miyiz?" (Vâkıa: 68-69)

"Gökten inen" tabiri, esmâ ve sıfat-ı ilâhiyeden gönüle doğan ledün ilmine işarettir.

"Göğe yükselen";

Buharlar... Ruhlar... Melekler... Samimi duâlar, salih âmeller...

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Güzel söz O'na yükselir, onu da salih âmel yükseltir." (Fatır: 10)

"Göğe yükselen" kelimesi de Kelime-i tevhid'e işaret etmektedir.

"Yerde ve gökte eğer Allah'tan başka ilâh bulunmuş olsaydı, ikisi de bozulup
giderdi." (Enbiya: 22)

Âyet-i kerime'sinden anlaşılacağı gibi, varlıklar ister yıldızlar gibi yüksekte, ister hayvanlar
ve bitkiler gibi yeryüzünde bulunsun, binlerce seneden beri değişmez ve sarsılmaz bir
kaide ve hikmet üzere devam edegelmesi, Cenâb-ı Hakk'tan başka bir ilâh
bulunmadığına kati surette delâlet eder.

Murakaba-i Maiyyet:

Allah-u Teâlâ her yerde hazır ve kişinin her haline nâzırdır.

"Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir." (Hadid: 4)

Allah-u Teâlâ'nın içinde olduğunu bilen, nereye gitse O'nunladır. Allah-u Teâlâ içinde, o
kişiyi O yürütüyor. Ona O gösteriyor, ona O bildiriyor. O ise bir ten elbisesinden ibaret
oluyor. Yani sen O'nunla değilsin, O seninle. Sen O'nunla görüyorsun, O'nunla

22.08.2019
Sayfa 151 / 646

söylüyorsun, O'nunla tutuyorsun, O'nunla yürüyorsun, amma farkında değilsin. Gafletin


ve cehâletin sebebiyle, O'nu içinde göremediğin için, O'nunla olduğunu da bilmiyorsun.
İçindeki, varlığını senden çektiği zaman oluyorsun bir leş. Hadi bunları yap! Şimdi
öğrendin mi O'nunla olduğunu?

Bu Âyet-i kerime “Maiyyet” murakabasına işaret etmektedir. Sâlik bu murakabada ikinci


kapıdan içeriye alınır. “Ehadiyet” murakabasında marifet çiçekleriydi, burada marifet
fidanları olur. Allah-u Teâlâ’nın her yerde varlığını, kendisinin her an kontrol altında
bulundurulduğunu hissetmeye başlar.

“Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Hadid: 4)

Denizin dibinde konuşuyorsun, telsizle üstteki duyuyor. Havada konuşuyorsun yine öyle.
Hiçbir ses, hiçbir kelime, hiçbir iyi ve kötü iş asla kaybolmuyor, bir taraftan zapta geçiyor.

Yaratıcı ve Yönetici:

Allah-u Teâlâ mülkünün hem yaratıcısı, hem de yöneticisidir, dilediği gibi tasarruf eder.

“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur.” (Hadid-5 ve 2 - Zümer: 44)


(Bakınız. Bürûc: 9)

Bütün hepsi de şerik ve nezirden münezzeh olan Allah-u Teâlâ’nın hâkimiyetinde


bulunmaktadır.

“Bütün işler ancak Allah’a döndürülür.” (Hadid: 5 - Âl-i imran: 109)

Çünkü ilk ve son O’dur, mutlak tasarruf sahibi de O’dur. Dönüş, kıyamet gününde
O’nadır. Yarattıkları arasında dilediği gibi hüküm verecek, herkes yaptığının karşılığını
görecektir.

Gece ve Gündüz:

Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı
andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.

“Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar.” (Hadid: 6) (Bakınız. Hacc: 61 -


Fâtır: 13 - Lokman: 29)

Günün aydınlığı yavaş yavaş azalmaya başladığında, gecenin karanlığı artmaya başlar,
sonunda da tamamen karanlık bastırır. Gecenin sonuna doğru ise, ufukta önce hafif bir
aydınlık meydana gelir, ortalık yavaş yavaş aydınlanmaya başlar.

Bu durum zamanın akışını, ömürlerin geçişini gösterdiği gibi; bütün değişikliklerin O’nun
hükmüyle cereyan ettiğini de ispat etmektedir.

“Ve O, göğüslerin özünü bilendir.” (Hadid: 6)

En gizli fikirleri, niyetleri, her türlü duyguları O bilir.

22.08.2019
Sayfa 152 / 646

Allah’a ve Resul’üne iman:

Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmeyi imanın iki rüknünden biri yapmış,
“Lâilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirmiş, ona inanmayan
kişinin müslüman sayılmayacağını belirtmiştir.

Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’ine ve Resul-i Ekrem (s.a.v)’ine en mükemmel şekilde


iman etmeyi ve bu iman üzerinde devam edip sabit kalmayı emir buyurmaktadır:

“Allah’a ve Peygamber’ine iman edin.” (Hadid: 7)

Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile müslümanları Allah’a ve Resul’üne gönülden iman
etmeye, hakiki imanı kalplerine yerleştirmeye çağırmaktadır.

Sarf İçin Yetki:

Mülkün asıl sahibi olan Allah-u Teâlâ, insanları yeryüzüne halife tayin etmiş ve onlara
nimetlerini lütfetmiştir. Mal ve mülkün nesilden nesile kuşaktan kuşağa miras yolu ile
geçtiği, herkesin bunlara vekil olarak bir süre sahip olduğu malumdur. Öyleyse mülk
sahibinin, kendilerine verdiği şeylerden bir kısmını infak etmesi gerekmektedir.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Sizden önce geçenlerin ardından Allah'ın size infak için yetki verdiği şeylerden
sarfedin." (Hadid: 7)

İnfak edenler kendiliklerinden infak etmiyorlar, tasarrufları hususunda Allah-u Teâlâ'nın


yeryüzünde halife kıldığı şeylerden infak ediyorlar. Onlar gerçekte O'nundur, çünkü onları
O yaratmıştır. Hakimiyet O'nun olduğu gibi, mülkiyet de O'nundur.

Bu Âyet-i kerime kişinin mal ve mülküne daha sonra başkalarının halef olacağına işaret
etmektedir. O elindekilerine nasıl başkalarından miras olarak sahip olduysa, başkaları da
kendisinden miras olarak alacaklardır.

Şu kadar var ki sağlık hayatında Allah yolunda O'nun rızâsı mucibince sarfiyatta
bulunursa, ahiret hayatında mükâfatını bulur. Eğer böyle yapmazsa, malının hakkını
vermezse cezasını bulacağı şüphesizdir.

Vârisleri de o malı Yaratan'a itaat yolunda kullanırlarsa hem ölen hem kalan için iyiliğe
vesiledir. Yaratan'a isyan yolunda kullanırlarsa, o da onların bu isyanlarını desteklemiş,
günah yüklenmeleri hususunda vârislerine yardımcı olmuş olur.

“İçinizden iman edip de infak eden kimselere büyük mükâfat vardır.” (Hadid: 7)

İlâhî emre uydukları için Allah-u Teâlâ’nın vaadine ereceklerdir. Bu mükâfat hem dünyaya
hem de ahirete şâmildir.

Âyet-i kerime’de bir müslümanın cihad için malını sarfetmesi, imanın bir gereği, ihlâsının
alâmeti olarak gösterilmiştir.

Peygamber Dâveti:

22.08.2019
Sayfa 153 / 646

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin dâvetine uymayıp Zât-ı
kibriyâ'sına iman etmeyenleri kınamakta ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Peygamber sizi Rabbinize iman etmeye çağırdığı halde ne diye Allah'a iman
etmiyorsunuz?" (Hadid: 8)

Halbuki o sizin aranızda bulunmakta ve doğrudan doğruya ilâhî vahyi beyan etmektedir.
İslâm'ın gerçek bir din olduğuna dair delil ve belgeleri açık açık ortaya koyuyor, sizi en
kuvvetli hüccetlerle irşad etmeye çalışıyor, dünya saâdetine ahiret saâdetine ermenizi
istiyor.

Hâl böyle iken niçin iman etmiyorsunuz?

"Oysa O, sizden kesin söz almıştı. Eğer mümin iseniz!" (Hadid: 8)

Allah-u Teâlâ âlem-i ervahta kullarından ahd ve misak almıştı. "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?" sualine "Evet, sen bizim Rabbimizsin!" diye itirafta bulunmuş, kesin söz
vermiştiniz.

Daha ne duruyorsunuz? Verdiğiniz sözü gerçekleştirmek için ne diye iman etmiyorsunuz?

Allah-u Teâlâ iman etmeyenleri tevbih ettikten sonra, iman edenleri küfür karanlığından
iman aydınlığına çıkaracağını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:

"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren


O'dur." (Hadid: 9)

Şu halde size düşen o apaçık âyetlere sımsıkı sarılarak yola koyulmak ve o yolda sebat
etmektir.

“Doğrusu Allah size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Hadid: 9)

Zira doğru yolu bulmanız için size iman kabiliyeti vermiş, kitaplar indirmiş, peygamberler
göndermiş, sizi imana dâvet etmiştir.

Gerçek Vâris:

Allah-u Teâlâ müminlerin kurtuluşa ererek cennet-i âlâ'ya girmelerini sağlayacak olan
sadaka ve infaka riayet etmeyen ümmetin halini hayret ifadesi ile şöyle ferman
buyurmaktadır:

"Ey müminler! Size ne oluyor ki, Allah yolunda infakta bulunmuyor, mallarınızı
sarfetmiyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası zaten Allah'ındır." (Hadid: 10)

Servet sahiplerinin Allah yolunda infak hususunda gevşek davranmaları cidden üzüntü
vericidir.

Mülkün gerçek sahibi Allah-u Teâlâ'dır, mal ve mülk O'nundur. İnsanlar O'nun mülkünde
O'nun verdiği güç ve kudretle, akıl ve idrakle hayatlarını idame ettirmektedirler.
Binaenaleyh O'nun yolunda infakta bulunmaları gerekir. Uğrunda infak edilen zat,
göklerin ve yerin sahibi olan Allah'tır.

Âyet-i kerime'de:

22.08.2019
Sayfa 154 / 646

"Onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin." buyurulmaktadır. (Nur: 33)

O'na inanan ve tevekkül eden kimse infak eder, mali sıkıntıya düşme korkusu ile Allah
yolunda sarfetmekten kaçınmaz. Bilir ki o sarfettiğini Allah-u Teâlâ tekrar yerine
koyacaktır.

Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine daha iyisini verir." (Sebe: 39)

Nice kimseler helâl-haram demeden birçok servet yığmışlardır, sonra da onları


mirasçılarına terkederek gitmişlerdir. Onlar da onu har vurup harman savurmuşlardır.

Nice müminler de vardır ki kazanç sağlarken helâli gözetmiş, haramdan sakınmış,


zekâtını vermiş, Allah yolunda sarfetmiştir. Ahirete göç ederken de evlât ve ıyalini Allah-u
Teâlâ'ya emanet ederek ardında bırakmıştır.

"Babaları salih bir kimse idi." (Kehf: 82)

Âyet-i kerimesi mucibince çok geçmeden Allah-u Teâlâ geride kalanlara mal ve itibar
bahşetmiştir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Cennette Dereceler

İnfak:

Allah-u Teâlâ infak etmeyenleri kınadıktan sonra Mekke’nin fethinden önce infak etmenin,
fetihten sonra yapılacak infaktan hayırlı olduğunu şöyle beyan buyuruyor:

“İçinizden fetihten önce infak edenler ve savaşan kimseler, daha sonra infak eden
ve savaşanlarla bir değildir.” (Hadid: 10)

Elbette öncekilerin dereceleri daha yüksektir. Çünkü Fetih’ten önce müslümanlar büyük
bir darlık içinde idiler, sayıları azdı. Fetihten önceki infak ve cihatta daha büyük fedakârlık
bulunduğu için mükâfat da pek fazladır. Fetih’ten sonra Allah-u Teâlâ İslâm’ı güçlendirdi,
insanlar bölük bölük İslâm’a girdiler.

22.08.2019
Sayfa 155 / 646

“Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha üstündür.” (Hadid:


10)

Her iki kısım da mükâfatı haketmiştir ve fakat birinin mertebesi diğerinden üstündür.
Çünkü onlar en nazik durumlarda Allah yolunda canlarını bile tehlikeye attılar, mallarını
çekinmeden sarfettiler.

“Allah hepsine de en güzel olanı (cenneti) vâdetmiştir.” (Hadid: 10)

Her ne kadar dereceleri farklı bile olsa, hepsi de en güzel olanı seçmişlerdir. Farklılığa
rağmen hepsine de güzel mükâfat verilecektir.

“Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Hadid: 10)

Açığını da gizlisini de bilir ve ona göre size karşılığını verir.

Karz-ı Hasen:

Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u
Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak
vasıflandırmaktadır:

“Kim Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat
kat artırır.” (Hadid: 11)

“Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.

İnfakın Karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli
verilmesi, riyâ karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi,
verilirken başa kakılmaması şarttır.

Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.

Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun
karşılığını kat kat iâde edeceğini vadetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine
saâdet ve selâmet verir. Ahirette ise mükâfat olarak birçok sevaplar ihsan buyurur, ecrini
kat kat artırır.

“Ayrıca ona cömertçe verilecek bir mükâfat da vardır.” (Hadid: 11)

Allah-u Teâlâ’nın cömertçe vereceği mükâfatın büyüklüğü bizim tasavvurumuzun


haricindedir. Bu gibi kimseler cennetlere ve ilâhi tecellilere ereceklerdir.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu Âyet-i kerime nâzil
olunca Ensar’dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh- “Yâ Resulellah! Allah gerçekten
bizden borç mu istiyor?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca “Yâ Resulellah! Elini
bana göster.” dedi ve Resulullah Aleyhisselâm’ın elinden tutarak “Bahçemi Rabbime
borç olarak veriyorum.” buyurdu.

Bahçesinde altıyüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, âile fertleri de orada kalıyorlardı.
Yanlarına gelerek “Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabbime
borç verdim.” dedi. Âilesi ise sevincini belirterek “Çok kârlı bir alış-veriş
yapmışsın!” cevabını verdi ve vakit kaybetmeden başka bir yere taşındı.

22.08.2019
Sayfa 156 / 646

Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

“Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için
sarkıtmış bulunuyor.” (İbn-i Kesir)

Müminlerin Nuru:

Müminlere ahirette amellerine göre nur verilecek, yüzleri de gece karanlığındaki ayın
parlaklığı gibi parlayacaktır. Bu nur dünyada kazanılır, dünyadan ahirete intikal eder.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde itaatkâr müminlerden ve nurlarından haber vererek


şöyle buyurmuştur:

“O günde erkek müminlerle kadın müminleri önlerinden ve sağlarından nurlarını


koşarken görürsün.” (Hadid: 12)

Bu nur sadece müminlere mahsustur. Kâfirler dünyada iken nasıl ki karanlıklar içinde
yaşamışlarsa, orada da karanlıklar içinde kalacaklardır.

Müminler mahşer meydanından cennete doğru giderlerken, sırat üzerinden geçerlerken,


nurları da onlarla beraber koşacaktır.

Onlara şöyle denilir:

“Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler


sizindir.” (Hadid: 12)

Cennetle müjdelenen bir insan için artık hiçbir endişe kalmaz. Bu ne büyük bir saâdettir.

“İşte büyük kurtuluş budur!” (Hadid: 12)

Cennete girmekten daha büyük kurtuluş olabilir mi?

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece namazlarının sonunda yaptığı


duâlarının bir bölümünde şöyle münacaatta bulunurlardı:

“Ey Allah’ım! Kalbime bir nur ver, kabrime bir nur ver, önüme bir nur arkama bir
nur ver, üstüme bir nur altıma bir nur ver, kulağıma bir nur gözüme bir nur ver,
saçıma bir nur ver, derime bir nur ver, etime bir nur kanıma bir nur ver, beynime bir
nur kemiklerime bir nur ver!

Ey Allah’ım! Nûrumu büyült, bana bir nur ver, benim için bir nur yarat!” (Tirmizi)

Münafıkların Nursuzluğu:

Allah-u Teâlâ kıyamet günü müminlerin durumunu açıkladıktan sonra, münâfıkların


durumunu açıklayarak şöyle buyurdu:

“O gün ki, erkek münâfıklarla kadın münâfıklar, iman edenlere: ‘Bize bakınız,
nurunuzdan alalım!’ diyeceklerdir.” (Hadid: 13)

22.08.2019
Sayfa 157 / 646

Müminler nurlar içinde muradlarına ererken, münâfıklar karanlıklar içinde kalacaklardır.

Müminlerden merhamet isteğinde bulunmalarının hiçbir faydasını göremeyecekler,


hasretler ve pişmanlıklar içinde terkedileceklerdir. Çünkü onlar bu merhamete lâyık
değillerdir. Onlar karanlık dünyaların adamıdırlar.

“Onlara: ‘Dönün ardınıza da bir nur arayın!’ denilir.” (Hadid: 13)

Siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeye sebep arardınız. Şimdi dönebilirseniz
dönün dünyaya da bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak yoktur.

Müminler onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk’a dâvet edip,
dalâletten kurtarmak istedikleri halde; onlar müminlerin inançlarıyla, ibadetleriyle hep alay
etmişler, alaya eğlenceye almışlardı, şimdi ise alay etme sırası müminlere geldi.

“Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapalı bir sur
çekilir.” (Hadid: 13)

Kıyamet gününde müminlerle münâfıkların arasını ayırmak için bir sur konulur. Müminler
oraya varınca kapısından girerler, kapı kapanır ve münâfıklar surun arkasında karanlık ve
azap içinde kalırlar. Öyle ki onlar kapının öte tarafına aslâ geçemezler. Kapının içi cennet
tarafına baktığı için rahmettir, dışı ise cehennem tarafına baktığından dolayı azaptır.

“Münâfıklar müminlere: ‘Biz sizinle beraber değil miydik?’ diye seslenirler.” (Hadid:
14)

Biz de kelime-i şehadet getirmemiş miydik? Sizin gibi camiye gitmiyor muyduk, namaz
kılmıyor muyduk, oruç tutmuyor muyduk? O halde aramızdaki bu fark nereden geliyor?

“Müminler de derler ki: ‘Evet amma, siz kendinizi aldattınız.’” (Hadid: 14)

Müslüman gibi göründüğünüz halde münafıklık yaptınız. İslâm ile küfür arasında
bocalayıp durdunuz. Gerçekten iman etmediniz, İslâm’a hiçbir zaman gönülden
bağlanmadınız. Nurdan tiksindiniz, zulmeti tercih ettiniz. Sonunda da sapıklıkta kaldınız.
Kendi elinizle kendinizi ateşe attınız, helâk oldunuz.

“Bize pusu kurdunuz.” (Hadid: 14)

“Biz de müslümanız.” diyerek bu perde altında icraatınızı yaptınız. Hep müminlerin


zararını istediniz durdunuz.

“Şüpheye düştünüz.” (Hadid: 14)

Allah-u Teâlâ’nın dilediği şekilde bir türlü inanamadınız, ilâhi hükümleri hep hafife aldınız,
kendi arzu ve heveslerinize göre hareket ettiniz. Bunun içindir ki hiçbir zaman müminlerle
beraber olmadınız.

“Kuruntu sizi aldattı.” (Hadid: 14)

Bu münafıklık sayesinde kârlı çıkacağınızı, isteklerinize ereceğinizi zannettiniz.

“O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip
çattı.’” (Hadid: 14)

22.08.2019
Sayfa 158 / 646

“Allah Ğafur’dur, Rahim’dir. diyerek, şeytanın iğvâsına kapıldınız ve bu sapıklığınız bir


ömür boyu sürdü, bu halde iken de ölüm size yetişti, tepetakla yuvarlandınız,
cehennemin dibini buldunuz.

“Bugün artık sizden de inkâr edenlerden de fidye kabul edilmez.” (Hadid: 15)

Sizin gibi gizlice değil, açıkça inkâr edenler de cehennem odunu olacaklardır. Orada
kâfirlerle beraber olacaksınız. Kurtuluşu hiçbir zaman ümit etmeyin. Kendinizi kurtarmak
için ne kadar kurtuluş bedeli verecek olsanız kabul edilmez.

“Varacağınız yer ateştir!” (Hadid: 15)

Zorunlu olarak oraya varacaksınız ve hiç çıkmamak üzere oraya döküleceksiniz.

“O sizin yardımcınızdır.” (Hadid: 15)

Dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı dost ve yardımcı edinmediniz. Şimdi artık yardımcınız
cehennemdir. İşte size lâyık olan en uygun cezâ!

“O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hadid: 15)

Küfür ve nifakın cezası işte böyle müebbettir.

İntibaha Dâvet:

Allah-u Teâlâ gaflet içinde yaşayan müminleri Âyet-i kerime’sinde uyanmaya dâvet
ediyor. Zikrullah ile ve Kur’an-ı kerim ile kalplerinde Allah korkusunun tecelli etmesini
tavsiye ediyor.

“İman edenlerin zikrullah için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ
gelmedi mi?” (Hadid: 16)

Müminlerin, kalplerini Allah’ın zikrine vermeleri ilâhi bir emirdir. Kalplerin Allah’tan gafil
olma tehlikesinden korunması ancak zikrullah ile mümkündür. Zikrullah, kalplerin
yumuşaması için bir sebeptir.

Allah-u Teâlâ’nın bu azarlamasında bir sevgi ve teşvik gizlidir. Merhametlilerin en


merhametlisi olan Allah-u Teâlâ kullarını tatlı bir korkutma ile uyarmaktadır.

“Ve O’ndan inen gerçek için.” (Hadid: 16)

Çünkü Kur’an-ı kerim hem bir zikir bir hatırlatma, hem de bir öğüttür. Gerçek bir müminin,
onun emir ve yasaklarına riayet etmesi, ilâhi hükümlere göre hayatını düzenlemesi
gerekir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında müminlerin, kendilerinden önce Kitab’ı


yüklenmiş bulunan yahudi ve hıristiyanlar gibi olmamalarını, onlara benzemelerini
yasaklamaktadır:

“Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar.” (Hadid: 16)

Çünkü onlar aradan geçen uzun zamanda ellerinde bulunan Allah’ın Kitab’ını değiştirdiler
ve onu az bir dünyalık karşılığında sattılar. Hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka

22.08.2019
Sayfa 159 / 646

rabler edindiler. Hak ve hakikatı bırakıp bâtıla yöneldiler, sıradan insanların peşlerine
takıldılar.

“Onların üzerlerinden uzun zamanlar geçti ve kalpleri katılaştı.” (Hadid: 16)

Onlarla peygamberleri arasında zaman geçti, ardı arkası kesilmeyen arzular peşine
düştüler. Kendilerine katılık ve duygusuzluk hâkim oldu. Tevrat ve İncil’i okuyup
dinlediklerinde hâsıl olan haşyetullah kayboldu. Kalpleri taş gibi, hatta daha da katılaştı.

Artık onların kalpleri hiçbir öğüdü kabul etmez ve hiçbir tehdit sebebiyle de kalpleri
yumuşamaz.

“Zaten onlardan birçoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.” (Hadid: 16)

Dinlerinin sınırını aşmış, kitaplarındaki ilâhî hükümleri terketmişlerdir.

Müminler Mekke döneminde daha gayretli ve daha bağlı idiler. Medine-i münevvere’ye
hicret ettiklerinde bolluk ve rahata kavuştular. Bunun üzerine kalbî hassasiyetlerini biraz
kaybettiler. Bunun üzerine bu Âyet-i kerime indi ve Allah-u Teâlâ tarafından azarlandılar.

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- der ki:

“Allah-u Teâlâ müminlerin kalplerinde bir ağırlık görerek Kur’an’ın inişinin


onüçüncü senesine girerken bizi azarladı.”

Bu Âyet-i kerime Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in huzurunda okunmuştu. Yemame
halkından bir grup da orada bulunuyordu, alabildiğine ağladılar.

Onlara bakıp şöyle buyurdu:

“Kalplerimiz katılaşıncaya kadar işte bizler de böyleydik.”

Kalplerin Canlanması:

Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir
mucizedir ve bu mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.

“İyi bilin ki Allah ölümünden sonra yeryüzünü diriltiyor.” (Hadid: 17)

Çoraklaşıp kuruyan toprağı, yağmurla canlandırıyor.

Hiç şüphe yok ki kuru toprağı su ile dirilten Allah-u Teâlâ, mânevi hayattan mahrum kalan
kimselerin ölü kalplerini de Zikrullah ve Kelâmullah vasıtası ile diriltiyor.

“Aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.” (Hadid: 17)

Zamanın uzaması ile kalp katılığına düşmemek için Zikrullah’a ve Kelâmullah’a sımsıkı
sarılırsınız.

22.08.2019
Sayfa 160 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4


Ahirete Göre Dünya

Sadaka:

Allah-u Teâlâ sadaka veren erkek ve kadınların nâil olacakları sevapları Âyet-i
kerime’sinde haber vermektedir:

“Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah’a güzel bir ödünç
takdiminde bulunanlara, verdikleri kat kat artırılır.” (Hadid: 18)

Onlar Allah-u Teâlâ’nın rızasını gözeterek sırf onu elde etmek için samimi bir niyetle
infakta bulunurlar, hiç kimseden de herhangi bir karşılık beklemezler.

Önceden kendileri için takdim ettikleri her şey, o gün yine kendilerine takdim edilecektir.
Dünyada iken sakladıkları şeylerin en hayırlısı bunlardır.

Allah-u Teâlâ ihtiyaçtan münezzeh olduğu halde “Borç istemek” zâtına izafe edilmiştir. Bu
sadece sadakayı teşvik içindir.

Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir bayram günü cemaate vaaz ve nasihatte bulunmuş, daha sonra kadınların
yanına giderek onlara da vaaz ve nasihatta bulunarak:

“Tasadduk ediniz! Zira çoğunuz cehennem odunu olacaksınız!” buyurdu.

Bunun üzerine kadınlardan kara yağız güzeli biri kalkarak:

“Niçin yâ Resulellah?” diye sordu.

Resulullah Aleyhisselâm şöyle cevap verdi:

“Çünkü sizler hâlinizden çok şikayet eder, kocalarınızın nimetine karşı küfranda
bulunursunuz.”

Râvi der ki:

“Derken kadınlar kendi ziynetlerinden tasadduk etmeye başladılar. Bilâl’in elbisesi


içine küpe ve yüzüklerini atıyorlardı.” (Müslim: 885)

22.08.2019
Sayfa 161 / 646

Öyle ki büyük bir miktar toplandı. Resulullah Aleyhisselâm onları fakir müslümanlara
dağıttı.

Bu Hadis-i şerif’te kadınların sadaka vermeye daha muhtaç olduklarına işaret vardır.

Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:

“Hem onlara çömertçe verilecek bir mükâfat da vardır.” (Hadid: 18)

Ki o da hiç şüphesiz ki cennettir, cennetin nimetleridir.

İnananların Derecesi, Yalanlayanların Derekesi:

Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a gönülden iman eden kismeler, Allah


katında “Sıddıklar” ve “Şehitler” derecesindedirler.

“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar Rabb’leri katında sıddıklar ve


şehitlerdir.” (Hadid: 19)

Sıddıklar, Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı tasdik etmede ve bu tasdiklerinde


sâdık kalmada en ileri gidenlerdir. Öyle ki sadâketlerini söz ve davranışları ile de ispat
ederler.

Şehitler ise, Allah yolunda çekinmeden canlarını fedâ eden mücahidlerdir. Şehitlerin
cennetlik oldukları müjdelenmiştir.

“Onların mükâfatları ve nurları vardır.” (Hadid: 19)

Mükâfat nurla beraber olduğu zaman tamam olur. Bu onlara düşen bir paydır ve dünyada
iken kendilerine verilmiştir. Ahirete göçtükleri zaman ellerinde hazır bulurlar, önlerinde ve
sağlarında koşar durur.

“Kâfir olup da, âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar da cehennem


halkıdırlar.” (Hadid: 19)

Onlar inanma ve nurlanma saâdetinden mahrum oldukları için bu derekeye düşmüşlerdir.


Kâfir oldukları için de hiç çıkmamak üzere cehennemde kalacaklardır.

Ahirete Göre Dünya:

Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve
geçicidir.

Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret
terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana
çıkar.

“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür.” (Hadid: 20)

Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların


kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların

22.08.2019
Sayfa 162 / 646

oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç
edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.

Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.

“Aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden
ibarettir.” (Hadid: 20)

Bu dünya hayatı, “Ben filânın oğluyum!.. Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve
kibirlenmedir.

Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti
kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye
vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.

Dünyaya aldananlara, dünyanın kazandırdığı işte budur.

“Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.” (Hadid: 20)

Yağmur sonrası biten bitkiler, nasıl ki ekincilerin hoşlarına gidiyorsa; kâfirler de dünya
hayıtını geçici güzelliklerinden o derece hoşlanırlar, gel-geç sevdalara oldukça
düşkündürler.

“Ki, sonra kurur sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.” (Hadid: 20)

İşte dünya hayatı da böyledir. İnsan gençlik döneminde canlı olur, sonra orta yaşlılığa
geçer, kuvvetten düşmeye başlar, daha sonra yaşlanır, hareketleri tamamen azalır,
sararıp solar.

“İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise,
Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.” (Hadid: 20)

Dünya hayatına düşkünlüğün neticesi acı bir azaptır. Ahireti dünyaya tercih edenler ise
büyük bir mağfirete kavuşacaklar, bunun da üstünde Allah-u Teâlâ’nın rızâsına
ereceklerdir. Bu öyle bir hoşnutluk ki, değeri hiçbir şeyle ölçülemez.

“Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid:
20)

Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan
ibarettir.

Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de
meyilleri ve gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.

İlâhî Dâvet:

Allah-u Teâlâ kullarını cennetlere kavuşmaları için çalışmaya teşvik etmektedir.

“Ey insanlar! Rabb’iniz tarafından bağışlanmaya; Allah’a ve peygamberlerine


inananlar için hazırlanmış, genişliği yerle göğün genişliği kadar olan cennete
koşun!” (Hadid: 21)

22.08.2019
Sayfa 163 / 646

Bu beyan-ı ilâhî cennetin büyüklüğünü zihinlere yerleştirmek için verilen bir temsildir.
Çünkü insanların gözünde yer ve gökten daha geniş bir şey olmadığından, Allah-u Teâlâ
o büyüklüğü kullarına tarif etmek için yerle göğün genişliği ile teşbih buyurmuştur.
Binaenaleyh yeri ve göğü yaratan Allah-u Teâlâ onların genişliğinde veya daha geniş
cennetleri yaratmaya elbette kâdirdir.

Cennet ve cehennem hâlen mevcuttur. Bulundukları yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir.
Cehennem kâfirler için hazırlandığı gibi, cennet de müminler için hazırlanmıştır.

Rum kralı Herakl’in elçisi “Sen genişliği yer ve gökler kadar olan bir cennete çağırıyorsun.
O halde cehennem nerede?” diye Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e
sorduğunda şöyle buyurmuşlar:

“Sübhânellah!.. Gündüz olduğu zaman gece nerede olur?”

Cennet son derece büyüktür. Milyonlarca insanları ilelebed barındırıp, huzur ve sükuna,
rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek
imkânsızdır.

Böylesine geniş ve ferah cennete ve mağfirete nail olmak; hiç şüphesiz ki Allah’a ve
Peygamber’ine dosdoğru iman etmek, sevapları ve dereceleri elde etmeye vesile olan
itaatları işlemek, haramları terketmekle olur.

“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Hadid: 21)

Öyle bir ikram, öyle bir ihsandır ki; hiçbir kimse kendi gayreti ile hak kazanamaz. Bu
karşılıksız lütuf olmadıkça hiçbir kimse aslâ cennete giremez.

“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadid: 21)

Büyük lütuf sahibi oluşu sebebiyledir ki, mümin kullarına bu ulvî makamları
bahşedecektir.

Kaza ve Kader:

Kaza ve kadere inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, fayda ve zarar,
kazanç ve ziyanların hepsinin; Allah-u Teâlâ’nın takdiri ile, tertibiyle, dilemesi ve
yaratması ile meydana geldiğine inanmak demektir.

Kader ve takdir; bir şeyi belirli bir ölçüye göre yapmak, plânlamak, tayin etmek demektir.
Sınırlama, ölçü, miktar, emir ve hüküm mânâlarına da gelir.

İslâm dini’ne göre; Allah-u Teâlâ’nın ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak
şeylerin yerini ve zamanını, en ince teferruatına varıncaya kadar her şeyi ezelî ilmi ile
bilip takdir etmesine kader denir.

Allah-u Teâlâ’nın ezelde irade ve takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince Levh-i
mahfuz’da yazıldığı şekilde meydana getirmesine de kaza denir.

Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlukat hakkındaki takdirini Âyet-i


kerime’lerinde haber vermektedir:

22.08.2019
Sayfa 164 / 646

“Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu
yaratmadan evvel, bir Kitap’ta yazılmış olmasın.” (Hadid: 22)

Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ’nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî
ilminde yazılmış bir takdiridir.

Kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz’da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt,
üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır,
üzerindeki yazıyı silemezler.

“Şüphesiz ki bu Allah’a göre kolaydır.” (Hadid: 22)

Yarattığı mahlukatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O’na güç değildir.

Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket etmelidir. İbtilâlara karşı
kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerekse tatlı
hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası vardır.

Bu husus şöyle beyan buyurulmuştur:

“Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah’ın size verdikleri ile sevinip


şımarmamanız içindir.” (Hadid: 23)

Üzüntüden maksat ümitsizliğe düşüren üzüntüdür, sevinçten maksat da şımarıklığa ve


taşkınlığa iten sevinçtir. Burada her ikisi de yerilmektedir.

Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak üzüntü duysalar
da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kendilerini kaptırmazlar.
Hepsinin Hakk’tan indiğini ve nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde
de gönlünü Allah-u Teâlâ’nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:

“Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam, olmayan bir iş için
‘Keşke olsaydı!’ dememden bana daha sevimli gelir.”

Her nimet ve musibetin kader neticesini bilen bir kimse, kaybettiğine fazla üzülmez, elde
ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların pek yakında yok olmasını takdir edebilir.
Elden çıkan düşünmekle geri gelmez, elde edilen de sevinmekle devam etmez.

“Allah kendisini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadid: 23)

Çünkü dünyadaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse bununla başkalarına karşı
övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.

Kendini beğenip nefsine güvenen kimse Rabbine ihtiyaç hissetmez. Allah-u Teâlâ da onu
kendi haline bırakır. Daha o zaman imtihanı kaybetmiş olur.

Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni
olan Allah-u Teâlâ Hazretlerine yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü
Âlâ’dan istemelidir.

Hayır ancak Allah-u Teâlâ’nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de ancak O bilir. Biz iyilikleri
O’ndan isteyeceğiz. Her şey O’nun takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.

22.08.2019
Sayfa 165 / 646

Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet ışıklar yanınca
bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın başından, herkesi hayretler içinde
bırakan bir çok hadiseler geçer. Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz.
Olmadığına göre telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.

Kul bütün iyiliklerini Hakk’tan bilecek, kötülüklerini ise kendi nefsinden. Kula düşen budur.

İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ’ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma
gücünü ortaya koymaktır.

Bir mühim husus da şudur ki; enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram hazeratının şefaatlarını
temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ’dan
niyaz etmek de O’na olan merbudiyete, O’nun takdirine teslimiyete mâni değildir.

Cimrilik:

Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli
yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzümsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak
derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyuruyor.
(A’raf: 31) (Bakınız: En’am: 141)

İsraf kelimesi; aşırı derecede cimriliği ve aşırı derecede harcama yapmayı, yemede ve
içmede helâl sınırından haram sınırına geçmeyi ihtiva etmektedir. Allah-u Teâlâ helâl ve
haram kıldığı hususlarda haddi aşanları sevmez.

“Onlar cimrilik ederler, insanlara da cimriliği emrederler.” (Hadid: 24)

Kendi mallarından hiç kimseye yardımda bulunmadıkları gibi, başkalarına da bu hususta


engel olurlar.

“Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah zengindir, hamda lâyıktır.” (Hadid: 24)

Kişilerin yüz çevirmeleri ile O’na zarar vermediği gibi, zarar onların kendilerine âittir,
ihtiyaç da kendilerinindir.

Fayda ve zarar vermek sadece Allah-u Teâlâ’nın yed-i kudretindedir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 166 / 646

HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-5


ADALET

Peygamberler Ve Açık Deliller:

Allah-u Teâlâ kullarını en doğru yola yönlendirmeleri için zaman zaman peygamberler
göndermiştir:

“Andolsun ki biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik.” (Hadîd: 25)

Her birini göz kamaştırıcı mucizelerle, mağlup edilemeyen kesin delillerle desteklemiş,
beşeriyetin hakiki rehberleri yapmıştır. Hepsi de aynı yolun yolcularıdırlar.

“Ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü


indirdik.” (Hadîd: 25)

Haysiyetli yaşamanın yolu adaletin ayakta tutulmasına bağlıdır.

Evde, sokakta, çarşıda, pazarda, mahkemede... kısacası her yerde, adalet söz ve
hareketlerimizin temeli olmalıdır. Baba çocuklarına, âmir memuruna, muallim talebesine,
esnaf müşterisine karşı adaletli davranmalı, kimse kimsenin hakkına tecavüz etmemelidir.

Adalet kelimesi Kur’an-ı kerim’de ve Hadis-i şerif’lerde; eşitlik, denklik, düzen, dürüstlük,
tarafsızlık, gerçeğe uygun olarak hükmetme, hak sahibine hakkını verme, meydana gelen
haksızlığı düzeltme, haksızlık yapanı cezalandırma, haksızlığa uğrayanların yanında
olma, doğru yolu izleme, iyiliğe iyilikle karşılık verme, zarar vermeyene zarar vermeme,
görevini yerine getirme ve hakkını alma, her işi ehline verme, borcunu verme, alacağını
isteme... gibi mânâlarda kullanılmıştır.

Adalet fert ve toplum hayatında en önemli huzur ve emniyet kaynağıdır. Devletlerin ve


hükümetlerin temel direğidir.

Allah-u Teâlâ’nın gerek peygamberlerini göndermesi, gerekse kitabı ve mizanı indirmesi,


insanların adaleti ayakta tutması, adaletle ömür sürdürmeleri içindir.

Demirin Musahhar Kılınması:

Demir, Allah-u Teâlâ’nın insanlığın istifâdesine sunduğu nimetlerden birisidir.

“Biz demiri de indirdik. Onda çetin bir sertlik ve insanlar için faydalar
vardır.” (Hadîd: 25)

Demirin indirilmesi, yaratılması mânâsında kullanılmıştır. Allah-u Teâlâ demiri bol bol
yaratmış, varlığını haber vermiş, kullanılmasını öğretmiştir. İğneden ipliğe kadar hiç bir
sanat yoktur ki, onda demirin hizmet ve katkısı bulunmasın. Bugünkü medeniyet demir
üzerine kurulmuştur. Demirin insanlığa hizmeti, altından çok daha fazladır.

Demirde çetin bir sertliğin olması, onunla harp silâhları yapılmaktadır.

22.08.2019
Sayfa 167 / 646

“Bu, Allah’ın, dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri meydana


çıkarması içindir.” (Hadîd: 25)

Tâ ki İslâm bahadırları, o demirden yapılmış silâhlarla Allah’ın dinini yüceltmek için cihad
etsinler. Böylece kimin Allah’ın dinine ve peygamberlerine yardım edeceği bilinmiş olsun.

“Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir.” (Hadîd: 25)

Hiç kimsenin yandımına muhtaç değildir. Yok etmek istediğini yok edecek güce ve
azamete sahiptir.

Doğru Yolda Olanlar, Doğru Yoldan Çıkanlar:

İbrahim Aleyhisselâm’dan sonra gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı hep onun


soyundan gelmiştir. Şu kadar var ki peygamber torunu olmak veya o soydan gelmek,
ancak iman ve amel-i sâlih ile birleşince bir mânâ taşır. Bunun içindir ki, İbrahim
Aleyhisselâm’ın ve dolayısıyle oğulları İsmail Aleyhisselâm ve İshak Aleyhisselâm’ın
soyundan gelenin içlerinde mümin olanlar bulunmakla beraber, kendilerine yazık eden
sapıklar da olmuştur.

“Andolsun ki Nuh’u ve İbrahim’i biz gönderdik. Peygamberliği de kitabı da onların


soyuna verdik.

Soylarından gelenlerin kimi doğru yoldadır, içlerinden bir çoğu da yoldan


çıkmışlardır.” (Hadîd: 26)

Kendilerine kitap verilen peygamberlerin hepsi Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim


Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.

Bu iki büyük peygamberin soyundan bazı sâlih kişiler gelmekle beraber, soylarının çoğu
kendi kabiliyetlerini suistimal ederek sapıklığa düşmüşlerdir.

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Kendisine ve İshak’a da bereketler verdik.

Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendisine açıktan açığa
zulmedenler de olacak.” (Saffat:113)

Herkes kendi amelinden mesuldür, fâsık kimsenin mesuliyeti kendisine âittir. Babası
buna sebebiyet vermemişse, bundan mesul olmaz. Ancak sâlih evlâda sahip olmak için
elden geldiği kadar çalışmalı ve bunun için Allah-u Teâlâ’ya niyaz etmelidir.

İsa Aleyhisselâm’ın Dâveti:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın


gönderildiklerini, onların zürriyetlerinin de nübüvvete nâil olduklarını, daha sonra da diğer
peygamberlerin ve İsa Aleyhisselâm’ın gönderilmiş olduklarını beyan buyurmaktadır:

“Andolsun ki biz Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği ve Kitab’ı da onların


soyuna verdik.” (Hadîd: 26)

22.08.2019
Sayfa 168 / 646

Kendilerine kitap verilen peygamberlerin hepsi Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim


Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.

“Onlardan kimi doğru yoldadır, içlerinden bir çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadîd:
26)

Bu iki büyük peygamberin soyundan bazı sâlih kişiler gelmekle beraber, soylarının çoğu
kendi kabiliyetlerini suistimal ederek sapıklığa düşmüşlerdir.

Her asırda Hakk dine uyanlar, hidayet yolunu kabul edenler azınlıkta kalmış; bâtıla
uyanlar, dalâleti seçenler ise çoğunluk olmuştur.

“Sonra onların izleri üzerinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik.” (Hadîd: 27)

Musa Aleyhisselâm’dan sonraki İsrâiloğulları peygamberleri de bunlara dahildir.

“Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik ve ona İncil’i verdik.” (Hadîd: 27)

Allah-u Teâlâ ona, içinde Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine dair müjde bulunan
İncil’i indirmiştir.

“Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk.” (Hadîd: 27)

İsa Aleyhisselâm çok yumuşak kalpli ve merhametli olduğu için, onu takip edenler de
aynı şekilde mahlûkata karşı yumuşak ve merhametli davranıyorlardı. Birbirlerini
sevmeleri dolayısıyle, bu onlara Allah-u Teâlâ tarafından bir övgüdür.

“Türettikleri ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Ancak Allah’ın rızâsını


kazanmak için kendileri türettiler, amma buna da gereği gibi riâyet
etmediler.” (Hadîd: 27)

Allah-u Teâlâ’nın dininde O’nun emretmediği ruhbanlığı ortaya attılar ve ona göre
yaşamaya kendilerini zorladılar. Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak uğruna nefislerine
vacip kıldıkları şeyin hakkını da veremediler, hiç birisi verdikleri sözün icabına uymadılar,
böylece dalâlete düştüler.

“Biz de onlardan iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik.” (Hadîd: 27)

İsa Aleyhisselâm’ın haber verdiği Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini tasdik eden sâlih
kimseleri kat kat sevaplara kavuşturduk.

“İçlerinden çoğu da yoldan çıkmış fâsıktırlar.” (Hadîd: 27)

Hıristiyanlardan çoğu da itaat sınırından çıkmışlar, son peygamber Muhammed


Aleyhisselâm’ın risaletini inkâr etmişlerdir.

“Onların izleri üzerine arkalarından Meryem oğlu İsa’yı, ondan önce gelmiş bulunan
Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik.” (Mâide: 46)

Aslında İncil, daha önce gelmiş bulunan Tevrat’ı tasdik edici olarak gelmiş ve bazı küçük
değişikliklerin dışında kalan hususlarda Tevrat’ın getirdiği ahkâma dayanmıştır.

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

22.08.2019
Sayfa 169 / 646

“Ve ona, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önündeki Tevrat’ı tasdik eden İncil’i
sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik.” (Mâide: 46)

İncil Tevrat’ı doğrulayıcıdır, onunla çelişen bir kitap olarak indirilmemiştir. Allah-u Teâlâ
İncil’i yol gösterici, nurlandırıcı ve öğüt olarak göndermiştir.

Fakat yahudiler inanmadılar, bu dâveti kabul etmediler. İsa Aleyhisselâm’ın karşısında,


aslından çıkardıkları Tevrat’ı savunmaya kalktılar.

İsrailoğulları İsa Aleyhisselâm’ı müşkül durumda bırakmak için, peygamber olduğuna dair
mucize istediler. Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’ın risalet ve nübüvvetini
tasdik ve teyid etmek için ona parlak ve üstün mucizeler ihsan buyurmuştur.

İmanın İki Rüknü:

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem’i olan Muhammed Aleyhisselâm’a imanı, Tevhid’in iki
rüknundan biri yapmıştır. Adını adı ile beraber almış, onun hoşnutluğunu kendi
hoşnutluğu ile bir tutmuştur. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra“Muhammedün
Resulullah” ünvanını getirmiş; ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını, iman
etmemiş olacağını belirtmiştir. Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah
Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez.

Nitekim diğer din sahipleri de Allah’a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm’a iman


etmedikleri için küfürda kalmış oluyorlar.

“Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince
iman etmiş olur.

“Ey inananlar! Allah’tan korkun ve Peygamber’ine inanın ki; size rahmetini iki kat
versin.” (Hadîd: 28)

Birisi önceki peygamberlere imanın mükâfâtı, birisi de Muhammed Aleyhisselâm’a imanın


mükâfâtıdır.

“Işığında yürüyeceğiniz bir nur ihsan etsin.” (Hadîd: 28)

Hak ile bâtılı ayıracak, basiret sahibi yapacak, körlükten ve cehaletten kurtaracak bir
hidayet versin.

Bu nur ledünnî bir lütuftur, cennet-i âlâ’ya varıncaya kadar müminlerin üzerinde
yürüdükleri aydınlık yoldur.

Ahiretteki nur ise 12. Âyet-i kerime’de belirtilen nurdur. O gün mümin erkeklerle mümin
kadınların nurları önlerinde ve arkalarında koşacaktır.

“Ve sizi bağışlasın.” (Hadîd: 28)

Önceden işlediğiniz günahlarınızı ve inkânlarınızı affetsin ve rahmetiyle gizlesin.

“Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Hadîd: 28)

22.08.2019
Sayfa 170 / 646

Allah-u Teâlâ merhametlilerin en merhametlisidir. O aslâ kullarına zulmetmez, lütuf


rahmetine dâvet eder. Ancak küfründe kalanlar, kendisi kendisinin hükmünü vermiş,
kendi kendisine zulmetmiş olur.

Lütuf Allah’ın Elindedir:

Kitap ehlinden olan yahudiler Allah-u Teâlâ’nın lütfunun Musa Aleyhisselâm’a has
olduğunu, ona verilenlerin benzerinin başkasına verilmediği görüşündedirler. Yine ilâhî
lütfun kavim olarak sadece kendilerini kuşattığını ve kendilerinin bir benzerinin hiçbir
ümmete verilmediğini sanarlar.

Kitap ehlinden olan hıristiyanlar da Allah-u Teâlâ’nın lütfunun İsa Aleyhisselâm’a


münhasır olduğunu, ona verilenin benzerinin Muhammed Aleyhisselâm’a verilmediğini,
yine kavim olarak ilâhî lütfun kendilerinden başka hiç bir ümmete verilmediğini
düşünürler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde lütuf ve keremin kudret elinde olduğunu, onu dilediği
kuluna vereceğini beyan buyurmaktadır:

“Böylece kitap ehli bilsin ki, Allah’ın lütfundan hiç bir şey elde edemezler.” (Hadîd:
29)

Müslüman olmayan ehl-i kitap çok iyi bilsin ki, belirtilen bu lütuflardan hiçbirini elde
edemezler, etmeleri de mümkün değildir. Çünkü bu lütuflara ermek için Muhammed
Aleyhisselâm’a inanmaları şarttır.

“Lütuf ancak Allah’ın elindedir.” (Hadîd: 29)

O azamet sahibi olduğu için, onun lütufları da büyüktür.

“Onu ancak dilediği kimselere verir.” (Hadîd: 29)

Dilediğine dilediğini verme hakkına sahiptir. Dilediği olur, dilemediği olmaz.

“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadîd: 29)

Hiç kimse O’nun kadrini hakkıyla takdir edemez.

Ebu Musa el-Eş’arî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Müslümanların, yahudilerin ve hıristiyanların misali, bir takım insanları ücretle


çalıştıran bir adamın misali gibidir. O adam bir takım gündelikçi tuttu, onlar yarı
güne kadar çalıştıktan sonra;

‘Biz işi bırakıyoruz, ücret de istemeyiz.’ dediler.

İşveren onlara;

‘Gününüzü tamamlayın, ücretinizi alın’ diye ısrar etmişse de bırakıp gittiler. O da


başka işçiler tuttu.

22.08.2019
Sayfa 171 / 646

Onlara;

‘Kalan yarım günü çalışın, eskilere vereceğim tam gündeliği size vereceğim.’ dedi.

İkinciler ikindiye kadar çalıştılar, sonra onlar da işi terk ettiler.

“Biz iş yapmayacağız, ücret de istemeyiz.’ dediler.

İş sahibi;

‘Az vakit kaldı, çalışınız ücretinizi alınız.’ demişse de dinlemediler. Adam başka
işçiler tutarak;

‘Günün kalanını çalışın, eskilerin ücretini de siz alın.’ dedi.

Onlar güneş batıncaya kadar çalışıp tam yevmiye aldılar.

İşte bu yahudilerin, hıristiyanların ve (İslâm) nurunu kabul edenlerin


misalidir.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1029)

Bu Hadis-i şerif’te ehl-i kitabın daha uzun ömürlü, daha çok çalışıp daha az ücretli
olduğuna, bu ümmetin ise daha kısa ömürlü fakat daha çok kazançlı olduğuna, ayrıca
verilen mükâfatın hak etmeye göre olmadığına işaret vardır. Allah-u Teâlâ dilediğine
dilediğini verir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HÂKKA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


ÇARPACAK OLAN FELÂKET

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Kalem sûre-i şerif’i gibi, Mekke-i mükerreme döneminin başlarında ilk nâzil olan Sûre-i
şerif’lerin arasındadır. Elli iki Âyet-i kerime, dört yüz seksen kelime ve bin elli altı harften
müteşekkildir.

İsmini ilk Âyet-i kerime’deki “Hâkka” kelimesinden alır. “Hak, hukuk, her şeyin ortaya
çıkacağı gün, meydana gelmesi gerekli olan saat.” mânâsına gelen bu kelime, önceden
haber verilen bir musibetin başa gelmesiyle ilgili olarak kullanılır. Kıyamet gününde

22.08.2019
Sayfa 172 / 646

“Haşir”, “Mizan”, “Muhasebe”, “Sırat”, “Cennet” ve ”Cehennem” gibi Allah-u Teâlâ’nın


önceden haber verdiği durumlar gerçekleşip, bütün yapılanlar karşılığını bulacağı için
“Kıyamet günü”ne bu isim verilmiştir.

Ayrıca Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı’na inanmayan geçmiş milletlerin helâk


oluşunu anlatmak için de kullanılır. Nitekim görüldüğü üzere “Hâkka”nın mânâsını
açıklayan Âyet-i kerime’nin ardından Âd ve Semûd kavimlerinin helâkine dâir haberler yer
almaktadır.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle ahiret âlemi hakkında insanları uyararak onları imana ve tedbirli
olmaya yöneltmektedir.

İki bölümden meydana gelmiş olup, otuz yedinci Âyet-i kerime’ye kadar; Âd, Semûd,
Firavun ve Lût kavimlerinin “Hâkka”ya uğradıkları, Peygamberler’i yalanlamaları
sebebiyle helâk edildikleri haber verilmektedir.

Sûr’a üfürüldüğü zaman dünyanın harap olması, dağların darmadağın edilmesi, göklerin
yarılması gibi korkunç durumların meydana gelmesi gözler önüne serilmektedir.

Kâfirlerin çekecekleri asıl cezanın ahirette olacağı, en büyük azaplarla karşılaşacakları


açıklanmaktadır.

Arşını sekiz meleğin taşıdığı Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde herkesin hesaba
çekileceği o müthiş günde; mümine kitabının sağ tarafından verileceği, kâfire ise sol
tarafından verileceği, kendisine zillet ve horluk isabet ettirileceği, ne kadar zavallı
olacakları, âciz ve yardımcısız kalacakları anlatılmaktadır.

Hesabını verenlerin cennet-i âlâ’da sonsuz nimetlerle bahtiyar olacakları; Allah’a


inanmayan ve yoksullara yardım etmeyenlerin zincirlere vurulacakları, müşfik bir dostları
bulunmadığı için de hiç kimseden hiçbir yardım göremeyecekleri bildirilmektedir.

İkinci bölüm ise; otuz sekizinci Âyet-i kerime’den Sûre-i şerif’in sonuna kadar, Kur’an-ı
kerim’e yapılan iftirâlara cevap mahiyetindedir.

Görülen ve görülmeyen ilâhî kuvvetlere yemin edilmekte; Kur’an-ı kerim’in sıradan bir söz
olmadığı, âlemlerin Rabb’inden gelen bir vahiy olduğu, ona bilmeden “Şâir sözü” veya
“Sihirbaz sözü” demenin yanlışlığı ortaya konulmaktadır.

Kur’an-ı kerim’in takvâ sahipleri için bir öğüt, kâfirler için bir iç yarası olduğu belirtildikten
sonra onun şiir, kehânet, zan ve tahmin cinsinden bir bilgi olmayıp saf bir hakikat olduğu
ifâde edilmektedir.

Allah-u Teâlâ’nın ism-i şerif’ini tenzih ve tesbih etmeyi, O’nu saygı ile anmayı emreden
Âyet-i kerime ile sona ermektedir.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:

“Müslüman olmadan önce Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet ve kötülük etmek


niyetiyle evden çıkmıştım. Harem-i şerif’e vardığımda baktım ki o benden önce

22.08.2019
Sayfa 173 / 646

gelmiş namaz kılıyordu. Usulca gittim ve arkasına dikildim. Hâkka sûresi’ni


okumaya başladı. Kur’an’ın selis üslûbuna hayran kaldım. Kendi kendime
Kureyş’in dediği gibi: ‘Olsa olsa bu adam bir şâirdir!’ diye düşündüm.

Tam o sırada: ‘O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 41) âyetini
okudu.

Bu defa içimden: ‘Şâir değilse kâhindir!’ diye geçirdim.

Hemen: ‘O bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!’ (Hâkka: 42)


âyetini, ardından da sûreyi sonuna kadar okudu.

Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı, işte o günden sonra İslâm sevgisi
gönlümde yer etmeye başladı.” (Ahmed bin Hanbel)

Gerekli Olan Gün:

Kıyamet günü kesinlikle gerçekleşecektir. Hakk’a ve hakikate uyanların hayırla, Hakk ve


hakikatten yüz çevirenlerin de şerle karşılık görmesi mutlaka meydana gelecektir.

“Gerçekleşecek olan. Nedir o ‘Gerçekleşecek olan?’ Gerçekleşecek olanın ne


olduğunu sen bilir misin?” (Hâkka: 1-2-3)

Her bir iyilik ve kötülüğe, doğruluk ve eğriliğe ceza ve mükâfatın hak olduğu zaman
kıyamet günüdür. Bütün yapılanların içyüzü o gün ortaya çıkar.

Bu soru hadisenin büyüklüğünü ve korkunçluğunu göstermek için yeterlidir. Kıyametin


şiddet ve dehşetinin azametini, yaratıklardan hiç kimsenin zekâsı ve kavrayışı aslâ
tahmin ve takdir edemez. Haber vermekle bilinemez, hiçbir tasavvura sığmaz. Ancak
fiilen gerçekleştiği zaman görülür ve anlaşılır.

İman esaslarından olduğu için bütünüyle inanmak gerekmektedir. Kıt akıllı, kısır
düşünceli kimseler, kıyameti tasdik etmezler, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederler,
yalan-yanlış fikirlerinde ısrar edip dururlar.

Çarpacak Olan Felâket:

Allah-u Teâlâ Mekke kâfirlerine, onların şahsında bütün beşeriyete hatırlatmak ve onları
korkurtmak için, kıyameti yalanlayanların başlarına gelen felâketleri anlatarak Âyet-i
kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Semud ve Âd kavimleri başlarına çarpacak olan felâketi yalanlamışlardı.” (Hâkka:


4)

Yalanladılar da ne oldu?

“Bu yüzden Semud kavmi tâğıye (pek korkunç bir ses) ile helâk edildiler.” (Hâkka:
5)

Yapmış oldukları inkâr ve yalanlamalar, azgınlık ve şirretlikler bardağı taşırınca, ilâhî


azabın inmesi mukadder oldu. Böylece de bu azabın açık bir hedefi hâline geldiler.

22.08.2019
Sayfa 174 / 646

Artık tartışma bitmiş, ceza zamanı gelmişti. Allah-u Teâlâ kasırga şeklinde bir rüzgar
halketti.

“Âd kavmi de uğultulu, önünde durulmaz bir rüzgarla yok edildiler.” (Hâkka: 6)

Öyle ki bu şiddetli rüzgâr çadır ve buna benzer eşyaları birer çekirge gibi gök ile yer
arasında uçuruyordu. Rüzgârın bu dehşetini gören halk, bunun bir azap olduğunu
anladılar. Dışarıda durabilmek imkânını göremeyince sağlam diye bildikleri evlerine ve
dağları yontarak yaptıkları meskenlerine kapandılar.

Bu fırtınalı rüzgârın girmediği ve harap etmediği yer yoktu. Dev ağaçları köklerinden
söküp deviriyor, evlerin kapılarını ve pencerelerini uçuruyor, içindekileri önüne katıp
savuruyor, herşeyi darmadağın ediyordu.

“Allah onu yedi gece sekiz gün ardarda onların üzerine musallat etti.” (Hâkka: 7)

Korkunç bir ses çıkararak vadiyi kaplayıp gelen bu şiddetli rüzgâr Âd kavmi üzerine hiç
durmaksızın esmiş, sekiz gün sonra onlardan ölmedik tek fert bırakmamıştır.

Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Âd kavminin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine kasıp kavuran
rüzgârı göndermiştik.” (Zâriyât: 41)

Bu fırtınalı kısır rüzgâr estikçe esiyor, yağmur yerine felâket ve ölüm getiriyor, herşeyi
toza çeviriyordu.

“Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.” (Zâriyât: 42)

Allah-u Teâlâ “Kahhar” sıfatı ile tecellî edince, azabı ve hükmü inince; ne kaba kuvvetin
bir yararı olur, ne de tedbirin bir yararı olur.

“O kavmi oracıkta içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş halde
görürsün.” (Hâkka: 7)

Hiçbirinin gıkı çıkmadı, herbiri parça parça yerlere serildi!

“Şimdi onlardan hiç geri kalan görüyor musun?” (Hâkka: 8)

Âd kavmi sanki başka memleketlerde helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de


yurtlarından hiç bir iz ve işaret kalmadı. Geride sadece taş toprak yığınları, yıkık
meskenleri, kırık dökük sütunları, yüzükoyun devrilmiş putları kaldı.

“Firavun, ondan öncekiler ve altüst olmuş şehirlerde oturanlar da hep günah


işlediler.” (Hâkka: 9)

Sonunda da belâlarını buldular!

“Böylece Rabb’lerinin peygamberlerine isyan ettiler.” (Hâkka: 10)

Kendilerine gönderilen peygamberlerine itaat etmedikleri gibi, muhalefette bulunmaktan


bir an bile uzak kalmadılar.

“O da onları şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakalayıverdi.” (Hâkka: 10)

22.08.2019
Sayfa 175 / 646

Çünkü onlar Hakk ve hakikate isyan etmekle en büyük suçu işlemişlerdi. Cezalarını da
böylece görmüş oldular.

Gönülden İnananların Kurtuluşu:

Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış kâfir kavimlerin hazin âkıbetlerini hülâsa olarak
açıkladıktan sonra inananları kurtardığını beyan ederek, yaşamakta olan müminlere
büyük bir ümit ve güven vermektedir:

“Su iyice kabarıp taştığı vakit, şüphesiz ki yüzüp giden gemide sizi biz
taşıdık.” (Hâkka: 11)

Gemileri taşımak üzere Allah-u Teâlâ’nın denizi insanların emrine vermiş olması da
O’nun yaratıcı kudretinin, ilâhî azametinin bir delilidir, ayrıca bir ibret numunesidir.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:

“Onların zürriyetlerini (soylarını) dopdolu bir gemide taşımış olmamız da onlar için
büyük bir ibrettir.” (Yâsin: 41)

Allah-u Teâlâ’nın Nuh Aleyhisselâm ile birlikte ona inananları kurtardığı ve Âdem
Aleyhisselâm’ın soyundan bu inanmış olanlardan başka kimsenin yeryüzünde kalmadığı
Nuh Aleyhisselâm’ın gemisi de bu gemilerin ilkidir.

Allah-u Teâlâ bu gemide Âdem Aleyhisselâm’ın zürriyetini yani Nuh Aleyhisselâm ile
ashâbını taşımıştır. Âdem Aleyhisselâm’ın onların dışındaki bütün nesli helâk olmuştur.
Nitekim kıyamete kadar bütün insanlık bu nesilden gelmektedir. Şu anda yeryüzünde
bulunan insanların esası gemide babalarının sulbünde mevcut olduğu için Allah-u Teâlâ:
“Zürriyetlerini gemide taşıdık.” buyuruyor.

Allah-u Teâlâ atalarını kurtarmış olmasına rağmen, onların sulplerinden gelen nesillerin
birçoğu şükretmesini bilmemişler, ders almamışlardır.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın
diye.” (Hâkka: 12)

Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır,
kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır.
Duyan kalp, işiten kulaktır. Öyle kimseler de vardır ki dinler, dinlediklerini aklında tutar,
gönlüne sindirir. Ondan ders ve ibret alır, istikamet üzerinde bulunur.

Dünyada gelip geçen her hadisede birçok hikmetler olduğu gibi, bu hadiselerde, sonra
gelen nesiller için birçok dersler ve ibretler vardır.

Şu halde Hakk’a gönül veren bir müslümanın bu ibretli hadiselerden ders alarak nefsini
tezkiye, ruhunu tâlim ve terbiye etmeye çalışması, yolunu ve yönünü doğrultması
lâzımdır.

22.08.2019
Sayfa 176 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HÂKKA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


KIYAMET SAHNELERİ

Kıyamet Sahneleri:

Allah-u Teâlâ kıyamet koptuğu zaman dağların o muhteşem cesametleri ile beraber
köklerinden sökülüp yürütüleceğini, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılacağını Âyet-i
kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:

“Sûr’a ilk nefha üflendiği, yer ve dağlar kaldırılıp birbirine şiddetle çarpılarak
darmadağın edildiği zaman; işte o gün olacak olur, kıyamet kopar.” (Hâkka: 13-14-
15)

O sarp kayalar, o ulu dağlar sertliklerine rağmen, ufalanır ufalanır, yumuşak kum yığını
haline gelirler. Ağırlıklarını kaybedip yerlerinden sökülerek yürütülürler, hiçbir iz
kalmamacasına kaybolup giderler.

Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.

“Gök de yarılır ve artık o gün düzeni bozulur.” (Hâkka: 16)

Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi
sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır. Gücünü, kuvvetini, özelliğini kaybeder,
çalkalana çalkalana yarılır.

O gün gök açılır ve kapı kapı olur, meleklerin inmesi için yol ve geçit hâline gelir.
Parçalanıp dağılan göklerin çevresinde sayısı belirsiz melekler bulunacak, Allah-u
Teâlâ’nın emriyle görev yapacaklardır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Melekler de (göğün) etrafındadır. O gün Rabb’inin arşını, onlardan başka sekiz


melek yüklenir.” (Hâkka: 17)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bugün için Arş’ı taşıyan meleklerin sayısının dört
olduğunu, kıyamet günü olunca Allah-u Teâlâ’nın onların yanına dört melek daha verip
onları destekleyeceğini, böylece sayılarını sekize yükselteceğini beyan buyurmuştur.

Câbir -radiyallahu anh- der ki:

22.08.2019
Sayfa 177 / 646

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana şöyle söyledi;

‘Arş’ı kaldıran meleklerden bir melekle ilgili size bilgi vermem için bana izin verildi:
İki kulak yumuşağıyla boyun arasındaki mesafe yediyüz yıldır.’” (Ebu Dâvud.
Sünnet: 18)

Amel Defterlerinin Dağıtılması:

Mahşer yerinde dünyada iken Kirâmen Kâtibîn meleklerinin yazdıkları amel defterleri
sualden önce herkese dağıtılır.

İyilik olsun, kötülük olsun, amellerin karşılığı verilecektir. İyilik yapmış olan kimse
mükâfatını tam alır, kötülük yapmış olan da cezasını eksiksiz alır.

O gün muhasebe günü olduğu için kâr ve zarar o günde meydana çıkar. Zarar edenler
zarar ettiklerini bilirler, lâkin bu kendilerine hiçbir fayda sağlamaz.

Her türlü itiraz, mazeret beyan etme, özür dileme kapıları kapanır. Şüpheler kalkar,
ihtilâflar giderilir, hiç kimseye haksızlık edilmez. Allah-u Teâlâ suçsuz insana ceza
vermez, iyilik yapanları da mükâfatsız bırakmaz.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“O gün siz huzura arzolunursunuz ve hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.” (Hâkka: 18)

Doğru yolu seçenlerin amel defterleri sağ ellerine verilir, yanlış yolu ve bâtılı tercih
edenlerin ise sol ellerine verilir veya arkalarından verilir. Sağ taraf veya sağ el, ferahlık ve
uğurun, feyiz ve bereketin; sol taraf veya sol el, sıkıntı ve uğursuzluğun sembolüdür.

Kıyamet gününde ise sağ tabiri, kurtuluş ve bahtiyarlığın; sol tabiri ise felâket ve
bedbahtlığın delili sayılır.

Allah-u Teâlâ’ya gönül vermiş hakiki müminler dünyada iken; öldükten sonra dirilmeye,
oradaki hesap, azap ve mükâfata inanırlardı. Mahşerde onların amel defterleri sağ
ellerine verilince, hiç şaşırmadan, gönül huzuru ile kendilerinin kurtulanlar safından
olduğunu anlarlar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Kitabı sağ eline verilen kimse: ‘Alın kitabımı okuyun! Ben zaten hesabıma
kavuşacağımı sezmiştim!’ der.” (Hâkka: 19-20)

Gerçekten de o, bu günü ile karşılaşacağını kesinlikle biliyordu. Bunun için de imanına


iman kattı. Rabb’inin râzı olacağı, hoşnut kalacağı işlerde yarışırcasına gayret gösterdi.
İbadet ve taatlarını ihlâs ve sabırla yerine getirdi. Mevlâ’sına sığındı, duâ ve tazarruda,
naz ve niyazda bulundu. Günahlarının acısını içinde duyarak tevbe ve istiğfar etti. Nefsini
kötülüklerden, şeytanın iğvalarından uzak tuttu.

Sözünde, sohbetinde hep bunu dile getiriyordu. Şimdi ise duyduğu, bildiği, yaşadığı bu
hakikatlerle karşı karşıya gelmiş durumda. İmanını gözüyle görüyor. Bahtiyarlığın
şâhikasına yükselmiş, saâdetten uçuyor. Bu mutluluğunu yakınlarına da duyurmak istiyor,
ki nâil olduğu nimete onlar da sevinsinler.

22.08.2019
Sayfa 178 / 646

Onların hâl ve şanları bizim her türlü takdirimizin fevkinde güzeldir. Uğur ve bereketleri
gerçekten de gıpta edilecek bir durumdur. Nâil olacakları nimetlerden dünyada haber
vermek mümkün değildir.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Kimlerin amel defterleri sağından verilirse, işte onlar kitaplarını okurlar ve en


küçük bir haksızlığa uğratılmazlar.” (İsrâ: 71)

Bunlara “Sağcılar” mânâsına gelen “Ashâb-ı yemin” denilir. Cennete girmeyi hak eden
ve hesapları kolayca görülecek olanlar bunlardır, sevinçleri sonsuzdur. Bu onların,
cennete girme ve onun nimetlerinden faydalanma hususunda şereflerinin yüceliğini ifâde
eder.

Amel defterini soldan veya arkadan alanlara da “Ashâb-ı şimâl” denilir. Çetin bir hesap
görecek ve cehenneme gidecek olanlar bunlardır.

Bunlar hayatın yalnız dünya hayatı olduğunu zan ve iddia ediyorlardı. “Doğarız, yaşarız,
yok olur gideriz.” diyorlardı. Yiyorlar, içiyorlar, eğleniyorlar, günlerini gün etmeye
çalışıyorlardı. Ölümden sonra diriliş, oradaki hesaba çekiliş akıllarından bile geçmiyordu.
Ne bir hazırlıkları, ne bir sermayeleri vardı. İmansızlıkları sebebiyle Allah-u Teâlâ onların
bütün iyiliklerini boşa çıkarmıştır.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Kitabı sol eline verilmiş olanlara gelince, o da der ki:

‘Kitabım keşke bana verilmeseydi!’” (Hâkka: 25)

Defterinin sol ele verilmesi, nereye gideceğine ve nasıl bir cezaya çarptırılacağına
işarettir. Bunu görünce açıkça rezil olmuş, artık cezadan kurtulamayacağı açıkça belli
olmuş, durumu herkes tarafından öğrenilmiş, pişmanlığı da son haddini bulmuştur.

O sıkıntının verdiği temenni ile:

“Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!” der. (Hâkka: 26)

Orada göreceği azaba göre, ölüm acısı çok çok hafif olduğundan, ölüp de bir daha
dirilmeyi ister:

“Ah! Keşke bu iş son bulmuş olsaydı!” (Hâkka: 27)

Halbuki dünyada iken ölümden daha çok hiçbir şeyden nefret etmezlerdi.

Sözlerine devam eder:

“Malım bana hiçbir fayda vermedi.” (Hâkka: 28)

Büyük bir hırsla topladığı malı-mülkü hiçbir yarar, hiçbir hayır sağlamadı.

“Saltanatım benden ayrılıp gitti.” (Hâkka: 29)

Ömür sermayesini mal toplama, mülk edinme yolunda harcamıştı. Sahip olduğu makam
ve mevki ile gururlanıyor ve bundan büyük bir haz duyuyordu. Şimdi ise ne mal-mülk
kaldı, ne de makam-mevki kaldı. Sadece hesabını yanlış tutmanın cezası kaldı.

22.08.2019
Sayfa 179 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HÂKKA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Şerefli Bir Peygamber

İşte Karşılarında Cehennem:

Kâfirler için en acı gün gelmiş çatmış bulunuyor. Herkes kendi şerrine, günahına ve
sapıklığına uygun bir sıra içinde bulunur.

Cehennemin her kapısında son derece sert tabiatlı, güçlü kuvvetli ve sayılamayacak
kadar çok miktarda merhametsiz zebâniler bulunur. Taraf-ı ilâhîden zebânilere
emrolunur:

“Tutun onu! Hemen bağlayın!” (Hâkka: 30)

Ellerini ensesine bağlayın ki rezil rüsvay olsun!

“Sonra atın onu cehenneme!” (Hâkka: 31)

Sıcağında yansın. Çünkü o oraya müstehak olmuştu, onun son durağı cehennemdir.

“Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!” (Hâkka: 32)

Allah-u Teâlâ: “Tutun onu!” buyurduğu zaman yetmiş bin melek birden onun üzerine
yüklenir, her biri boynuna zinciri geçirmek için çalışır.

Bu arşın meleklerin arşınıyladır.

“Çünkü o ulu Allah’a iman etmezdi.” (Hâkka: 33)

İmansızlık iliklerine işlemişti. Değil iman etmek, Yaratıcı’sının adını bile duymak
istemezdi.

“Yoksulu doyurmayı teşvik etmezdi.” (Hâkka: 34)

Kendisi fakir-fukarayı gözetmediği gibi, başkalarını da teşvikte bulunmazdı, başkalarının


onlara yemek vermesinden hoşlanmazdı.

“Bugün onun için candan bir dost yoktur.” (Hâkka: 35)

22.08.2019
Sayfa 180 / 646

Ne bir acıyanı bulunur, ne de elinden tutanı bulunur. Cehennem ile kendisi arasında
hiçbir engel kalmaz.

“Ancak günahkârların yediği, kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.” (Hâkka: 36-
37)

Sadece kanlı irinle de kalmayacak, her türlü mülevves şeyleri yemek zorunda
kalacaklardır.

Şerefli Bir Peygamber:

Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur’an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi
söylemişlerdi.

Şayet o, Kur’an-ı kerim’e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu
muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.

Kur’an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin
Rabb’inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm’a izafe edilmiştir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur’an elbette


şerefli bir peygamberin sözüdür.” (Hâkka: 38-39-40)

Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler
üzerine yemin edilmektedir.

Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor.
Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin “Dikkat edin!” mânâsına
geliyor. Gerçekten onu seven şereflidir, amma onu sevmeyen şerefsizdir. Çünkü ona o
şeref ve izzet Hakk’tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu
sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?

Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla,
şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, din kurucu bölücülerle,
türemelerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de
kahreder. Kahrından ötürü de ona çok şiddetli bir azap ile azap eder.

“O bir şâir sözü değildir.” (Hâkka: 41)

Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin, hükümlerine kulak verin. O ne şiirdir ne de nesirdir.
Hiçbir şiirin ve nesirin Kur’an-ı kerim’deki fesâhat ve belâğata erişmesi mümkün değildir.

“Ne de az inanıyorsunuz!” (Hâkka: 41)

İlâhî beyanlarını tasdik etmiyorsunuz, böylece de iman şerefinden mahrum oluyorsunuz..

“Bir kâhin sözü de değildir.” (Hâkka: 42)

Kâhinlerin sözleri tutarsızdır, gerçekten uzaktır, zandan ibarettir.

“Ne de az düşünüyorsunuz!” (Hâkka: 42)

Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.

22.08.2019
Sayfa 181 / 646

Allah-u Teâlâ burada ona şâir ve kâhin diyenlere cevap veriyor ve onu lütfuyla yâd
ediyor.

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şâir ve kâhin olmadığını,
bizzat Zât-ı akdes’i tarafından indirilen Kur’an-ı kerim’i neşretmek için, emirlerini tebliğ
etmek için seçtiği, sevdiği bir peygamber olduğunu beyan buyuruyor.

“Kur’an âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.” (Hâkka: 43)

Muhammed Aleyhisselâm onu olduğu gibi bildirmekle vazifeli ve çok şerefli bir
peygamberdir. İşte Kur’an-ı kerim’in hakikati budur.

Bu sözleri kendinden uydurup katsaydı, Allah-u Teâlâ onu muhakkak yok edeceğini
beyan ediyor.

“Eğer o Peygamber, bize karşı bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı; elbette
biz onu kuvvetle yakalardık, sonra da kalp damarını koparırdık.” (Hâkka: 44-45-46)

O vakit ona değer vermek şöyle dursun, onu hemen helâk ederdik.

“Sizden hiç kimse onu koruyamazdı.” (Hâkka: 47)

Böyle bir durumda hiçbiriniz onunla bizim aramıza giremez, azabımı ondan savamazdı.
Fakat o böyle bir şeyi hayalinden bile geçirmedi, ilâhî hükmü olduğu gibi tebliğ etti.
Doğruluk ve güvenirliliği gün gibi ortadadır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e verilen mucizelerin en büyüğü ve


devamlı olanı Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı
saâdet’ten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile
değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir.

“Doğrusu o (Kur’an) takvâ sahipleri için bir öğüttür.” (Hakkâ: 48)

Kur’an-ı kerim’den faydalanabilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Her şeyden önce
Hazret-i Allah’tan korkan, Âyet-i kerime’ler okunduğu zaman imanları artan müminler
ondan faydalanırlar. Onun hidayeti ile yollarını bulurlar, dünyâ saâdetine âhiret
selâmetine ererler.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Kur’an-ı kerim’in hakkı bâtıldan, doğruyu
eğriden, hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz olduğunu beyan buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki bu Kur’an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür.” (Târık: 13)

Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nûru ile aydınlanmaktır.

Allah’tan korkmayanlara gelince, onların kalpleri katılaşmış, kararmış, o nûru göremez


olmuş, gaflet içinde kalmışlardır.

“Bununla beraber biz biliyoruz ki, içinizde onu yalanlayanlar vardır.” (Hâkka: 49)

Kur’an-ı kerim’in Allah kelâmı olduğunu bildiği halde; işine gelmediği, menfaatine ters
düştüğü için bazı hükümlerini inkâr ve iptal etmeye kalkışmaktadırlar. Değil bir hükmünü,
bir harfini bile inkâr eden dinden çıkar.

22.08.2019
Sayfa 182 / 646

Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenler işte bunlardır.

“Muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür (bir iç yarasıdır).” (Hâkka: 50)

Kur’an nûrunun etrafa yayıldığını, beşeriyetin nurlanmaya başladığını gördükçe içleri


yandığı gibi; âhirette Kur’an nûruyla münevver olanların aldıkları mükâfâtı görünce, ebedi
bir pişmanlık içinde kalırlar.

“Ve kesinlikle o, şüphe olmayan bir gerçektir.” (Hâkka: 51)

Yalanlayanların yalanlamalarına, hükümlerini çürütmeye çalışmalarına rağmen hakk’al-


yâkin bir kitaptır. Kendisinde aslâ kuşku ve tereddüt bulunmayan doğru ve gerçek
haberdir.

“Öyleyse yüce Rabb’inin adını tesbih et!” (Hâkka: 52)

O’nu şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih et.

Hâkka Sûresi’nin, "Kur’ân’ın Bir Şâir ve Kâhin Sözü Olmadığını" Beyân Eden Âyet-i
Kerîme’leri, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-i Çok Etkilemişti:

Hâkka sûre-i şerîf’inin 40. 41. ve 42. Âyet-i kerîme’leri, müslüman olmadan önce Hazret-i
Ömer -radiyallâhu anh-in kalbinde derin izler açmış; gönlünde İslâm’a karşı çok büyük bir
meyil ve hayranlık uyandırmıştı.

Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- bu ânı şöyle anlatır:

"Müslüman olmadan önce, Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet ve kötülük etmek


niyetiyle evden çıkmıştım. Harem-i şerîf’e vardığımda, baktım ki o benden önce
gelmiş namaz kılıyordu. Usulca gittim ve arkasına dikildim. Hâkka sûresi’ni
okumaya başladı. Kur’ân’ın etkileyici üslûbuna hayran kaldım. Kendi kendime
Kureyş’in dediği gibi; ‘Bu adam olsa olsa bir şâirdir!’ diye düşündüm.

Tam o sırada; ‘O bir şâir sözü değildir! Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 41)


Âyet’ini okudu.

Bu defâ içimden; ‘Şâir değilse kâhindir!’ diye geçirdim.

Hemen; ‘O bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!’ (Hâkka: 42)


Âyet’ini, ardından da sûreyi sonuna kadar okudu.

Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı; işte o günden sonra İslâm sevgisi
gönlümde yer etmeye başladı." (Ahmed bin Hanbel, Müsned.)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

22.08.2019
Sayfa 183 / 646

Yahudi Tıyneti

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Medine döneminde Uhud savaşından sonra Hicret’in 4. yılında nâzil olan bu mübârek
sûre-i celîle; yirmidört Âyet-i kerime, dörtyüzkırkbeş kelime, bindokuzyüzonüç harften
teşekkül etmiştir.

Adını 2. Âyet-i kerime’deki “İlk sürgün” mânâsına gelen “Li evveli’l-haşr” ifadesinden alır.
Âyet-i kerime’lerin muhtevâsından anlaşıldığına göre burada sözü edilen “Haşr”, mahşer
günündeki toplanmayı ifade etmeyip; Benî Nadîr adındaki yahudi kabilesinin Medine-i
münevverede’ki yurtlarından çıkarılıp sürgüne gönderilmesi ile ilgilidir. Bundan dolayı bu
Sûre-i şerif’e: “Benî Nadîr sûresi” de denmiştir.

Tesbihle başladığı için “Müsebbihât” denilen beş Sûre-i şerif’in ikincisidir.

Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle
söylemiştir:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı


(Hadîd, Haşr, Sâf, Cumâ ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha
faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizî)

Ma’kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kim sabaha erdiğinde üç defa: ‘Euzü billâhissemîil-alîmi mineşşeytanirracim’


diyerek Haşir sûresinin son üç âyetini okursa, Allah buna karşılık akşama kadar
yetmiş bin melek vazifelendirir. Eğer o gün ölecek olursa şehid olarak vefat eder.
Bu âyetleri gece okursa aynı mertebe kendisine verilir.” (Tirmizî)

Nüzûl Sebebi:

Sûre-i şerif’in nüzûl sebebi, Nadîr oğulları kabilesinin daha önce Resulullah
Aleyhisselâm’la yapmış oldukları tarafsızlık antlaşmasını bozmalarıdır.

Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine-i münevvere’ye iki saat
uzaklıkta bulunuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli
antlaşmalar yapmıştı. Yahudilerin mal ve can emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların
da maddî yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.

Şu kadar var ki; müslümanların Bedir’de elde ettikleri zafere sevindiklerini gören ve
Tevrat’ta: “Sancağı yere düşmeyecek olan muzaffer peygamber” diye anılan âhir zaman
nebisinin bu peygamber olduğunu söyleyen iki yüzlü yahudiler, Uhud savaşının
müslümanlar aleyhine sonuçlanması üzerine tavırlarını tamamen değiştirdiler. Reci’ ve
Bi’r-i maûne fâciaları üzerine de müslümanların nüfuzunun iyice sarsıldığını sandılar.

Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- tarafından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetinin bir
kısmı andlaşma gereği Nadir oğulları tarafından ödenmesi gerekiyordu. Resulullah
Aleyhisselâm yanına Ashâb-ı kiram’dan on kişi aldı ve Nadir oğullarının bulunduğu

22.08.2019
Sayfa 184 / 646

mahalleye giderek hisselerine düşen diyeti vermelerini istedi. Aynı zamanda yaptıkları
antlaşmaya ne derece sâdık olduklarını öğrenmek istiyordu. Yahudiler önce bu teklifi iyi
karşıladılar, fakat sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın ayaklarına kadar gelmesini fırsat
bilerek suikast yapmayı plânladılar.

Sellâm bin Mişkem onları ikaz etti. “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Böyle bir işe yeltenecek
olursanız, bu durum ona bildirilir. Aranızdaki ahdi bozmuş, kendinize yazık etmiş
olursunuz.” dedi. Fakat sözünü dinleyen olmadı.

Resulullah Aleyhisselâm’ı bir evin gölgeliğinde oturttuktan sonra damdan başına taş
yuvarlayarak öldüreceklerdi. Cebrâil Aleyhisselâm gelerek durumu bildirdi. Resulullah
Aleyhisselâm hemen bulunduğu yerden kalkarak Ashâb’ı ile beraber oradan uzaklaştı.
Yahudiler suçüstü yakalanmış oldular. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye döndükten
sonra Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh-i göndererek on gün içinde orayı
terketmeleri haberini iletti. Aksi halde kendileri ile savaş yapılacaktı.

Bu karar Allah-u Teâlâ’nın şu Âyet-i kerime’sindeki hükmüne uygun düşüyordu:

“Bir kavmin (antlaşmayı bozmak hususunda) ihanet etmesinden çekinirsen, onların


yaptığı gibi sen de antlaşmayı onlara at. (Antlaşmayı bozduğunu bildir.)

Çünkü Allah hâinleri sevmez.” (Enfâl: 58)

Onların sürgün edilecekleri zaten Tevrat’ta da yazılı bulunuyordu. Allah-u Teâlâ suçlarına
göre bu şekilde cezalandırmaya hükmetmişti.

Muhtevâsı:

Bu mübârek sûre-i şerif üç bölüme ayrılır. 10. Âyet-i kerime’ye kadar göklerde ve yerdeki
bütün varlıkların Allah-u Teâlâ’nın azamet ve yüceliğini bildiren beyanla başlar.

Savaş yapmadan elde edilen başarının sırf Allah-u Teâlâ’nın izni ve yardımı ile meydana
geldiğini belirten 2. Âyet-i kerime’nin sonunda bu hadiseden herkesin ders almasının
gerektiğine işaret edilir.

3. Âyet-i kerime’de yeminini bozmuş bir topluluk için sürgünün en hafif ceza olduğu,
aslında bu gibi kimselerin dünyada da ahirette de ağır cezaları haketmiş olduğu açıklanır.

7-8. Âyet-i kerime’ler gayr-i müslimlerden alınan fey’in taksim esaslarını belirler.

9. Âyet-i kerime’de Medine-i münevvereli Ensâr’ın Mekke-i mükerremeli Muhâcir


kardeşlerine karşı beslediği kardeşlik duyguları anlatılır.

10. Âyet-i kerime’de müminlerin birbirine karşı yüreklerinde kin tutamayacakları bildirilir.

İkinci bölümde 17. Âyet-i kerime’ye kadarki kısımda münâfıklarla yahudilerin sürgünden
önceki ilişkilerinden bahseder; birbirine karşı nasıl yalan söylediklerini, sözlerinden nasıl
döndüklerini ve birbirlerinin aleyhinde nasıl çalıştıklarını gözler önüne serer.

Üçüncü bölüm Allah-u Teâlâ’dan korkmayı ve ahiret hazırlığı yapmayı öğütleyen Âyet-i
kerime ile başlar. Bütün kötülüklerin Allah’ı ve ahiret gününü unutmaktan ileri geldiğine
işaret edilir. Cehennemliklerle cennetliklerin eşit olmadığı, esas kurtulanların cennet ehli
olduğu belirtilir.

22.08.2019
Sayfa 185 / 646

21. Âyet-i kerime’de Kur’an-ı kerim’in bir dağa indirilmiş olsaydı dağı parça parça edeceği
ifade edildikten sonra, son üç Âyet-i kerime’de Tevhid inancının özü açıklanır.

Göklerde ve yerdeki her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğini bildiren Âyet-i kerime ile
başlayan Sûre-i şerif, yine göklerde ve yerdeki her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbihe devam
etmekte olduğunu haber veren Âyet-i kerime ile son bulur.

Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:

Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Haşr sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i
kerime’sinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği
haber verilmektedir:

“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Haşr: 1)

Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün mahlûkat Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine,


kudret ve azâmetine, şeref ve izzetine şehâdette bulunur dururlar. O’nu övgü ile tesbih
etmeyen hiçbir şey yoktur.

“O Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Haşr: 1)

Dilediğine izzet verir, dilediğini zelil eder. Hakk’tan yana olanları zafere eriştirir. Mülkünde
güçlüdür, O’na karşı gelmek isteyenler sonunda mağlup ve perişan olurlar.

Bununla beraber O Hakîm’dir, tedbir ve takdirinde nice hikmetler vardır, yaptığını


hikmetle yapar. Her şeyde O’nun hikmet ve izzeti tecelli eder durur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Yahudilerin İlk Sürgünü

Benî Nadîr Savaşı:

Allah-u Teâlâ’nın inananlara her zaman ve mekânda yardım etmesi, kâfirleri ve


münâfıkları er veya geç alaşağı etmesi, O’nun izzetinin tezâhürlerindendir. Aynı zamanda
O’nun hikmetinin de bir tecellîsidir.

Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

22.08.2019
Sayfa 186 / 646

“Ehl-i kitap’tan kâfir olanları, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur.” (Haşr: 2)

Allah-u Teâlâ onların Peygamber şehri Medine-i münevvere’den çıkarılma hadisesini


bizzat kendi üzerine almıştır. Kudretini perdelemeksizin doğrudan doğruya Zât-ı
akdes’inin yaptığını akıl sahiplerine duyurmaktadır.

Yahudilerin toplu halde Arap yarımadası’ndan çıkarıldıkları ilk sürgün budur. Çünkü
bundan önce böyle bir zillete düşmemişlerdi.

Medine-i münevvere’den ayrılan yahudilerin bir kısmı Şam’a, bir kısmı Filistin’e göç
ettiler. İleri gelen reislerinin bir kısmı ise Hayber’e sığındılar ve burada yaptıkları
faaliyetlerle Hendek savaşını hazırladılar.

“Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız.” (Haşr: 2)

Oldukça güçlü, kuvvetli ve iyi savaşçı olmaları, kalelerinin sağlam, sayı ve kuvvetlerinin
çok olması sebebiyle, bu şekilde zillet ve horluk içinde yurtlarından çıkacaklarını
beklemiyordunuz.

Size ve sizin zannınıza kalsaydı çıkmayacaklardı. O halde onları siz çıkarmadınız, Allah
çıkardı. Fâil-i mutlak O’dur.

“Onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı.” (Haşr: 2)

Allah-u Teâlâ’nın azabından ve intikamından kendilerini korumak için o sığındıkları


muhkem kalelerin ve kuvvetlerin kâfi geleceğini zannediyorlar ve sırf onlara
güveniyorlardı. Bu sebeple de kendilerine taarruz etmek isteyecek kimselere aldırış
etmiyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın izzet ve azametine karşı gelmenin mümkün olmayacağını
tasavvur bile etmiyorlardı. Kendilerine verilen bu geçici kuvvet ve ruhsat, onlara Hakk’ın
yüce kudretini unutturmuştu.

“Fakat Allah onlara beklemedikleri bir yönden geldi.” (Haşr: 2)

Mülkün sahibi olan Allah dilediği anda dilediği yerden gelir, gücünü ve kudretini
beşeriyete gösterir. Mukavemet etmek, karşı koymak aslâ mümkün değildir.

“Yüreklerine korku düşürdü.” (Haşr: 2)

Son derece korktular. Tekbir seslerini duydukça yürekleri ağızlarına geldi. Tedbirleri
onlara hiçbir fayda vermedi. Akıllarına gelmeyen belâ ve musibet başlarına geldi.
Sonunda da Resulullah Aleyhisselâm’ın vereceği hükmü kabul etttiler.

Öyle ki:

“Evlerini hem kendi elleriyle hem de müminlerin elleriyle tahrip ediyorlardı.” (Haşr:
2)

Müslümanlar onları kuşatıp kalelerini yıkmaya başlayınca, onlar da müslümanlara engel


olabilmek için kendi evlerindeki taş ve tuğlaları kırmaya başladılar. Daha sonra yurtlarını
terkedeceklerini anlayınca, müslümanlara sağlam bir şey bırakmamak ve çıkıp
giderlerken götürebilmek için kendi elleriyle evlerinin kapı ve pencerelerini söktüler,
kereste ve eşyalarını tarumar ettiler. Çivileri bile söküp develere yüklediler ve çekip
gittiler.

22.08.2019
Sayfa 187 / 646

Kur’an-ı kerim geçmişi de geleceği de kuşattığı için, geçmişi anlatırken, çoğu zaman
gelecekten haber verir.

Nitekim adı geçen yahudilerin torunları 1967 harbinden sonra yerleştiği Sinâ’yı Mısır’la
yaptığı anlaşma gereğince boşaltırken, orada kurdukları inşaatları dinamit ve
buldozerlerle kendi elleriyle tahrip etmişlerdir.

“Ey basiret sahipleri! İbret alın!” (Haşr: 2)

Küfrün, nifakın, zulmün ve Allah-u Teâlâ’ya karşı gelip de yalnız sebeplere bağlanmanın
sonucundaki acı durumu ve iman ile mücâdelenin şerefini göz önüne getirin, O’ndan
başka bir şeye itimat etmeyin.

“Şayet Allah onlar hakkında sürülmeyi yazmamış olsaydı, elbette onları dünyada
başka şekilde cezalandıracaktı.” (Haşr: 3)

Öldürülme ve esaret gibi daha acı bir azaba mübtelâ kılardı ki, ona göre bu sürgün
felâketi azap değil bir lütuf sayılmaktadır.

Aslında onlar böyle bir azabı hak etmişlerdi. Fakat Allah-u Teâlâ onlara dünyada bu
sürgünü takdir buyurmuş olduğu için kendilerine bir azap vermedi.

“Ahirette de onlar için ateş azabı vardır.” (Haşr: 3)

Dünya azabından kurtulsalar bile ahiret azabından kurtulamazlar.

Uhud savaşından sonra müslümanların itibarı nisbeten sarsılmıştı. Nadîr oğullarının


Medine-i münevvere’den çıkarılması ile o civardaki müşrikler arasında Resulullah
Aleyhisselâm’ın nüfuzu kuvvetlenmiş oldu.

Allah-u Teâlâ o bir kısım yahudilerin yurtlarından sürülüp perişan bir halde etrafa
dağılmalarının sebebini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Bu, onların Allah’a ve Resul’üne karşı çıkmalarından ötürüdür.” (Haşr: 4)

Allah-u Teâlâ’nın dinini inkâr ettiler, O’nun yüce Peygamber’ini şiddetle yalanladılar.

Âyet-i kerime’de açıkça görülüyor ki; Peygamber’e yapılan düşmanlık, Allah-u Teâlâ’ya
yapılan düşmanlık gibi telâkki edilmektedir. Nitekim Peygamber’e yapılan itaat de Allah-u
Teâlâ’ya yapılan itaat gibi kabul edilir. Bu husustaki Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler sarih
ve kesindir.

“Kim Allah’a karşı gelirse, bilsin ki Allah’ın cezalandırması çetindir.” (Haşr: 4)

Kendisine karşı savaş açanlara dünyada da ahirette de dilediği şiddetli cezaları verir.
Dünyada vermezse ahirette verir. Dünyadaki azap geçse de ahiretteki azap geçmez.

Fâsıkların Rezil Oluşu:

Hicretin dördüncü yılı, Rebiülevvel ayı idi. Resulullah Aleyhisselâm mescidde imam
olarak Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-i vekil olarak bırakıp Nadir oğulları

22.08.2019
Sayfa 188 / 646

yurduna doğru hareket etti. Müslümanlar Medine’ye iki mil mesafede bulunan yerleşim
merkezine yürüyerek gittiler. Resulullah Aleyhisselâm merkep üzerinde idi. Sancağı
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- taşıyordu. İkindi namazlarını Nadir oğullarının bağ ve
bahçeleri arasında kıldılar. Daha sonra Nadir oğulları yurdu çepeçevre kuşatıldı.
Yahudiler bir yıllık yiyecek depo ettikleri için kalelerinin sağlamlığına güveniyorlardı.

Yatsı olunca Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ile Hazret-i Ebu Bekir
-radiyallahu anh-i ordugâhta görevlendirerek üzerinde zırhı olduğu halde on sahabisi ile
Medine’ye hâne-i saâdetlerine döndü. Mücahidler o gece orada sabahladılar ve tekbir
getirdiler. Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- sabah ezanını okudu. Resulullah Aleyhisselâm
sahabileri ile erkenden gelip müslümanlara sabah namazı kıldırdı.

Resulullah Aleyhisselâm yahudilere: “Medine’yi terkedip gidiniz!” diyerek son bir


teklifte bulundu. Fakat onlar bu teklife yanaşmadılar. “Ölüm bize senin teklif ettiğin
şeyden daha kolaydır.” dediler.

Artık onlarla çarpışmaktan başka yol kalmamıştı. Mücahidler ok ve taş yağmuru ile tazyik
edip sıkıştırdılar. Kuşatma onbeş-yirmi gün sürdü.

Yahudiler kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından, kuşatmanın bir hayli güç
olacağı muhakkaktı. Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın izniyle bir plân tatbik etti.
En yakın yahudi ev ve kalelerini yıktırma, hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi.
Böylece hem kalplerine korku ve dehşet salmak, hem de kaleden dışarı çıkıp çarpışmaya
zorlamak istiyordu.

Mücahidler evleri yıkmaya ve hurma ağaçlarını kesmeye başlayınca Nadir oğulları: “Yâ
Muhammed! Sen bizi yeryüzünde fesat çıkarmaktan men ediyorsun. Şimdi bu hurma
ağaçlarını kesmek ve yakmak da ne oluyor?” diyerek bağrıştılar.

Hurma ağaçlarından bilhassa halkın meyvesini yemediği ağaçlar yakılmış ve kesilmişti.


Yahudi kadınları Acve diye anılan iyi cins hurma ağaçlarının kesilmesine dayanamıyorlar,
feryad edip yakalarını yırtıyorlardı.

Bu bağrışmalar bir kısım müslümanları da tereddüde sevketti.

Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ müslümanların hurma
ağaçlarını yakma ve kesme hadiselerinin hepsinin kendi emir ve iradesiyle olduğunu
beyan buyurdu:

“Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz ve gövdeleri üzerinde dimdik bırakmanız


Allah’ın izniyle idi. Bir de yoldan çıkan fâsıkları rezil etmek içindi.” (Haşr: 5)

Böyle bir tatbikat, savaşlarda uygulanan baskı türlerinden birisidir. Nadir oğulları o
bölgeden sürülmek istemiyordu. Dolayısıyla bir kısım hurma ağaçlarının kesilip yakılması,
onların yer ve yurtlarına bağlı kalmalarını sağlayan bağlarının kopmasına yardımcı bir
savaş unsurudur.

Şayet savaşın kazanılması için tahribatın yapılması zorunlu ise yapmak caizdir.

Bu Âyet-i kerime ayrıca yahudileri kuşatma esnasında askeri harekâtı engelleyen bazı
hurma ağaçlarının kesilmesine ve yakılmasına işaret etmektedir. Harekâta engel olmayan
ağaçlara ise dokunulmamıştır.

22.08.2019
Sayfa 189 / 646

Nadir oğulları, münafıklardan da, Kureyza oğulları yahudilerinden de bekledikleri yardımı


göremeyince korkuya kapıldılar ve teslim olmaya mecbur oldular.

Resulullah Aleyhisselâm istekleri üzerine onlara eman verdi, hiçbirinin canına


dokunmadı. Silahlarından başka olan mallarından develerine yükleyebildikleri kadar eşya
alarak çıkıp gitmelerine müsaade etti.

Nadir oğulları müslümanların yıkmadığı evlerini de kendi elleri ile yıktılar, müslümanlar
oturmasınlar diye evlerinin direklerini devirdiler, tavanlarını göçürdüler, oturamaz hale
getirdiler.

Sürüldüklerine üzülmediklerini göstermek için kadınlar en kıymetli elbiselerini giyinmişler,


altın ve gümüş ziynetlerini takınmışlardı. Defler ve düdükler çalarak büyük bir gösteri ile
çekip gittiler. Bu cezayı yaptıkları entrikalara göre hafif bulmuşlar, cana minnet bilmişlerdi.

Fey’ ve Ganimet:

Yahudiler Medine-i münevvere’yi terkederken de geride birçok hurmalıklar, ekinler,


akarlar, davar, sığır ve at gibi birçok hayvanlar bıraktılar. Ayrıca arkalarında elli adet zırh,
elli adet miğfer ve üçyüz kırk kadar kılıç kaldı.

Bütün bu mallar devlet malı olarak doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm’a


mahsustu. Çünkü çarpışmasız, at ve deve koşturulmaksızın elde edilmişlerdi. Bu mallara
Fey’ denilmiştir. Fey’, kâfirlerin mallarından ganimet ve haraç kabilinden müslümanların
ellerine geçen şeylerdir. Beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlerine uygun
olan yönlere sarf edilir.

Fey’ ve ganimete âit hükümler değişiktir. Ganimete âit hüküm Enfâl sûre-i şerif’inin 41.
Âyet-i kerime’sinde açıklanmıştır.

Ashâb-ı kiram bu malların Bedir’de olduğu gibi Enfâl sûre-i şerif’inde bulunan Âyet-i
kerime’lerin hükmü gereğince beşe bölünerek kalanın taksim edileceğini sanmışlardı.

Bu hususta nazil olan Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

“Allah’ın onların mallarından Peygamber’ine Fey’ olarak verdiği şeyler için siz ne
bir at, ne de bir deve sürdünüz.” (Haşr: 6)

Kendiniz de bu savaşta hiç yorulmadınız.

“Fakat Allah, Peygamber’ini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah her şeye
kâdirdir.” (Haşr: 6)

Bazen açık vasıta ve âletlerle yapar, bazen de sırf izzetiyle hiç umulmayacak başarılar
bahşederek yapar. Yahudilerin basit bir kuşatma ile korkarak çıkıp gitmek üzere
anlaşmaları da böyle olmuş, Allah-u Teâlâ da bu malları Peygamber’ine Fey’ olarak ihsan
buyurmuştur.

İşte bundan dolayı o da bu mallarda istediği gibi tasarrufta bulundu. Âile halkının bir
senelik nafakasını ayırdıktan sonra, kalanını Muhâcirler arasında taksim etti. Çünkü
Medine-i münevvere’nin yerlileri olan Ensâr, Muhâcirler’in geçimliklerini üzerlerine
almışlar, onları kendi mallarına ortak etmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm bu icraatı ile
Ensâr-ı kiram’ın bu yükünü hafifletmiş oldu.

22.08.2019
Sayfa 190 / 646

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Fey’ mallarının harcama yerlerini ve şekillerini şu


şekilde beyan buyurmaktadır:

“Allah’ın fethedilen memleketler halkının mallarından Peygamber’ine Fey’ olarak


verdikleri; Allah’ın, Peygamber’in, akrabalığı olanların, yetimlerin, yoksulların ve
yolda kalanlarındır.” (Haşr: 7)

Fey’ bütünüyle Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine verilir. O ise dilediği şekilde, dilediği
yere harcamakta serbesttir. Allah yolunda ve kendi ihtiyacı uğrunda harcayabildiği gibi,
yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara dağıtabilir.

Ganimetten bu sayılanlara verilmesinin sebep ve hikmeti ise şöyle beyan buyurulmuştur:

“Tâ ki içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın!” (Haşr: 7)

Fakirlerin elinde ondan bir şey bulunmazken, sadece zenginleriniz arasında dönüp
durmasın, fakirler ondan mahrum kalmasın.

Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ fâizi ve karaborsacılığı haram kılmıştır. Asıl maksat; her
hak sahibine hakkını vermek, muhtaç olanların ihtiyaçlarını gidermektir.

Herkesin canı istediği gibi her işe karışıp huzursuzluk çıkarmaması için de şöyle
buyuruluyor:

“Peygamber size ne verdiyse onu alınız, neyi yasak ettiyse ondan sakınınız.” (Haşr:
7)

Aksi halde kişi Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmemekle isyan
etmiş ve küfre girmiş olur.

Bu Âyet-i kerime her ne kadar Fey’ malları hakkında nazil olmuşsa da hükmü umumidir,
Resulullah Aleyhisselâm’ın emrettiği ve yasakladığı her şey hakkında geçerlidir. Bu
hüküm kıyamete kadar devam eder.

“Ve Allah’tan korkun! Çünkü Allah’ın cezalandırması çetindir.” (Haşr: 7)

Azab edince çok şiddetli azab eder.

Allah-u Teâlâ genel olarak Fey’in harcama yerlerini beyan buyurup bu hususta
açıklamalarda bulunduktan sonra şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın verdiği bu ganimet malları; bilhassa yurtlarından ve mallarından edilmiş


olan, Allah’ın lütfunu ve rızasını dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamber’ine yardım
eden muhâcir fakirlerindir.” (Haşr: 8)

Mekke kâfirlerinin tazyiki üzerine Mekke’den Medine’ye hicrete mecbur edilerek hicret
ettiler. Dinlerini koruma pahasına evlerini, barklarını, mal ve mülklerini bırakıp çıktılar.
Önceleri fakir değilken, sonraları fakirliğe maruz kaldılar. Rızâ-i Bâri uğrunda fedakârlığın
en büyüğünü, sadâkatin en üstününü, teslimiyetin en güzelini gösterip kendilerini her
şeyiyle o yola adadılar.

“Onlar sâdıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 8)

22.08.2019
Sayfa 191 / 646

Bunlar sâdıklardır. Sözlerini fiilleriyle ispat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi
olan, özü sözü doğru, vefâkâr insanlardır. İmanlarını, sadakatlerini fiilen ispat etmişlerdir.

Tek suçları “Rabb’imiz Allah’tır.” demeleri idi. Kavim ve kabilelerine karşı hiçbir
kötülükleri, hiçbir garazları, tek ve şeriki olmayan Allah’a kulluk etmekten başka hiçbir
günahları yoktu.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Özde Kardeşlik

Ensâr:

Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Muhâcirler’i yurtlarında barındırmak suretiyle onlara büyük


yardımda bulunan Evs ve Hazreç kabileleri’ne mensup Medine’li müslümanlara
“Yardımcılar” mânâsına gelen “Ensâr” adı verilmiştir.

Ensâr öyle coşkulu bir şekilde müslüman oldular ki, İslâm’ın doğru ve nurlu yolunu görür
görmez, gönülleri ve bünyeleri ile birlikte büyük bir teslimiyet dairesine girdiler. Allah
adına birbirini sevmeye, Allah rızâsı yolunda birbirlerinin haklarını gözetmeye, takvâ ve
iyilik üzerinde yardımlaşmaya başladılar. Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Mekke’li
müslümanları Medine’ye dâvet ettiler. Geldiklerinde de tam bir kardeş muamelesi
yaptılar, kendi evlerinde barındırdılar, onlara eşit haklar tanıdılar, evlerine mallarına ortak
yaptılar. İki hanımı olanlar, iddetinin bitmesinden sonra onunla evlenmeyi dileyecek
olurlarsa, hanımlarından birini onun için boşama teklifini dahi yaptılar.

Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.

Enes bin Malik -radiyallahu anh-e: “Siz öteden beri bu isimle mi anılırdınız, yoksa size bu
ismi Allah mı koydu?” diye sorulduğu zaman “Evet, bu ismi bize Allah koydu.” cevabını
vermiştir. (Buhârî)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Muhâcirler’den evvel Medine’yi yurt ve iman evi edinmiş olan Ensâr, kendilerine
hicret edip gelenleri severler.” (Haşr: 9)

Başta Peygamber olmak üzere hicret eden o sâdıkları din kardeşleri bilerek dostluklarını
gösterirler.

22.08.2019
Sayfa 192 / 646

“Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir kaygı hissetmezler.” (Haşr: 9)

Muhâcirler’e verilen şeylere kendileri sahip olamadıklarından dolayı kalplerinde ona dâir
bir ihtiyaç meyli duymazlar. Bu gibi şeylere gözleri takılıp kalmaz. Son derece ihtiyaç ve
yoksulluk içinde olsalar da, malın başkalarına verilmesini tercih ederler. Onların bu
tercihleri mala ihtiyaçları olmadığından değildir. Aksine bu tercihleri ihtiyaçları olmasına
rağmendir.

“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, Muhâcir kardeşlerini tercih ederler.” (Haşr:
9)

Başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutarlar. Kendileri aynı şeye muhtaç
olmaları halinde, muhtaç olan başkalarının ihtiyaçlarını karşılamakla işe başlarlar.

Tevbe sûre-i şerif’inin 100. Âyet-i kerime’sinde ise İslâm’da birinci dereceyi kazanan
Muhâcirler ve Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah-u Teâlâ’nın râzı
olduğu, onların da Allah-u Teâlâ’dan hoşnud olduğu, Allah-u Teâlâ’nın onlar için içinde
ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladığı, bunun da büyük bir
bahtiyarlık olduğunu beyan buyurulmaktadır.

Nefsin cimriliğinden korunmak şüphesiz ki ilâhî bir lütuftur.

“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa
erenlerdir.” (Haşr: 9 - Teğâbün: 16)

Cömertlik insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise; cimrilik de onun zıddına o kadar
kötü bir huydur ve nefsin yakalandığı tedâvisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Allah-u
Teâlâ’nın lütfu erişip de nefsin cimriliğinden kurtulanlar ise; dünyada huzurlu bir hayat
yaşadıkları gibi, ahiretin zorlukları karşısında da güven içinde olurlar.

Tâbiin-i Kiram:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i görmek saâdetine eremeyip Ashâb-ı


kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nı gören ve onların sohbetinde bulunan
müslümanlara “Tâbiîn” denilir. Bu isim onlara Allah-u Teâlâ tarafından verilmiş olup,
büyük bir şereftir.

Bu bahtiyar zümreye işaret eden Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Ey Rabb’imiz! Bizi ve iman ile bizden
evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde müminlere karşı bir kin
bırakma.

Şüphesiz ki sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin.” (Haşr: 10)

Âyet-i kerime’de anılan müslümanlar, Ashâb-ı kiram’dan sonra kıyamete kadar gelmiş ve
gelecek olan müslümanlardır.

Ashâb-ı kiram, Tâbiîn ve geçmiş din kardeşlerini hayır duâ ile anmak her müslümanın
vazifesidir.

22.08.2019
Sayfa 193 / 646

Bütün Ashâb-ı kiram’a karşı hürmet ve muhabbette bulunmanın vâcip olduğuna dâir bu
Âyet-i kerime delildir. Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek
aslâ câiz değildir.

NİFAK VE KÜFÜR

Münâfıkların Kâfirlerle İşbirliği:

11. Âyet-i kerime’den itibaren Haşr sûre-i şerif’inin inmesine esas sebep olan hadise
açıklanmakta ve bu hadiseye katılan iç düşmanı münâfıkların içyüzleri gözler önüne
serilmektedir.

Şöyle ki;

Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine’ye iki saat uzaklıkta
bulunuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli antlaşmalar
yapmıştı. Yahudilerin mal ve can emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların da maddî
yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.

Buna rağmen Uhud hadisesinden beri o civarda bulunan yahudiler tavırlarını tamamen
değiştirmişlerdi. Reci’ ve Bi’r-i maûne faciaları üzerine de müslümanların nüfuzunun iyice
sarsıldığını sandılar.

Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- tarafından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetinin bir
kısmı antlaşma gereği Nadir oğulları tarafından ödenmesi gerekiyordu. Resulullah
Aleyhisselâm yanına Ashâb-ı kiram’dan on kişi aldı ve Nadir oğulları’nın bulunduğu
mahalleye giderek hisselerine düşen diyeti vermelerini istedi. Aynı zamanda yaptıkları
antlaşmaya ne derece sadık olduklarını öğrenmek istiyordu. Yahudiler önce bu teklifi iyi
karşıladılar, fakat sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın ayaklarına kadar gelmesini fırsat
bilerek suikast yapmayı plânladılar.

Sellâm bin Mişkem onları ikaz etti. “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Böyle bir işe yeltenecek
olursanız, bu durum ona bildirilir. Aranızdaki ahdi bozmuş, kendinize yazık etmiş
olursunuz.” dedi. Fakat sözünü dinleyen olmadı.

Resulullah Aleyhisselâm’ı bir evin gölgeliğinde oturttuktan sonra damdan başına taş
yuvarlayarak öldüreceklerdi. Cebrail Aleyhisselâm gelerek durumu bildirdi. Resulullah
Aleyhisselâm hemen bulunduğu yerden kalkarak Ashâb’ı ile beraber oradan uzaklaştı.
Yahudiler suçüstü yakalanmış oldular. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye döndükten
sonra Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh-i göndererek on gün içinde orayı
terketmeleri haberini iletti. Aksi halde kendileri ile savaş yapılacaktı.

Bu karar Allah-u Teâlâ’nın şu hükmüne uygun düşüyordu:

“Bir kavmin (antlaşmayı bozmak hususunda) ihanet etmesinden çekinirsen, onların


yaptığı gibi sen de antlaşmayı onlara at. (Antlaşmayı bozduğunu bildir.)

Çünkü Allah hâinleri sevmez.” (Enfâl: 58)

Onların sürgün edilecekleri zaten Tevrat’ta da yazılı bulunuyordu. Allah-u Teâlâ suçlarına
göre bu şekilde cezalandırmaya hükmetmişti.

Nadir oğulları hemen yol hazırlığına başladılar, yol azıklarını hazırladılar.

22.08.2019
Sayfa 194 / 646

Fakat baş münâfık Abdullah bin Übeyy yahudilere haber salarak kendilerine destek
vâdetti, yerlerinden ayrılmamalarını, Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelmelerini istedi.
Onlar da buna güvenerek kalelerine kapandılar. Resulullah Aleyhisselâm’a da haber
gönderdiler ve: “Biz yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz, elinden geleni geri koyma!” dediler.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

“Resul’üm! Münâfıkların ehl-i kitap’tan inkâr eden dostlarına: ‘Eğer siz


yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye
asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz.’ dediklerini
görmedin mi?” (Haşr: 11)

Münâfıklar içten kâfir oldukları için, küfürde ve nankörlükte kardeşlikleri olan o kâfirlere
sözde destek vermeye çalışıyorlardı. Onları çıkartmamak için her türlü itaatsizliği ve
isyanı göze alacaklarını, şayet çıkmalarına mani olamazlarsa kendilerinin de yurtlarını ve
mallarını bırakıp onlarla beraber gideceklerini, gitmelerine mâni olacak olan kimseleri
aslâ dinlemeyeceklerini söylüyorlardı. Savaşta düşmanlarına karşı onlardan tarafa
olacaklarına ve savaşacaklarına yemin ederek söz veriyorlardı.

Halbuki onlar bu sözleri söylerken, bu sözlerini yerine getirmemek niyetiyle verdiklerinden


dolayı yalancıdırlar.

“Allah onların yalancı olduklarına şâhitlik eder.” (Haşr: 11)

Onlar yeminlerinde durmayacaklar ve dediklerinin hiçbirini yapmayacaklardır.

Bundan sonra Allah-u Teâlâ münâfıkların durumunu daha geniş anlatarak şöyle buyurdu:

“Andolsun eğer onlar çıkarılsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Savaşa tutuşmuş


olsalar onlara yardım etmezler, yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra
kendilerine de yardım edilmez.” (Haşr: 12)

Şayet münâfıklar yahudilere yardımcı olacak olurlarsa, münâfıklar kesinlikle bozguna


uğrayıp kaçacaklardır. Ne onlara yardım ederler, ne de onlarla birlikte savaşırlar.

Gerçekten de böyle oldu. Ne onlarla beraber çıktılar, ne de savaştılar.

“Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü


onlar anlamayan bir topluluktur.” (Haşr: 13)

Münâfıklar Allah’tan korktuklarından daha çok müslümanlardan korkuyorlardı. Gizli ve


açıkta olanı bilen, her şeyi gören ve azabı şiddetli olan Allah-u Teâlâ’dan sakınmıyorlar,
azabından korkmuyorlar ve gizli gizli münâfıklık ediyorlardı.

Allah-u Teâlâ yahudilerin ve münâfıkların aşırı telaştan dolayı korkak olduklarını,


müslümanlarla savaşamayacaklarını, ancak kalelerinde korunmuş olduklarında
savaşabileceklerini haber verdi.

“Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu


halde savaşamazlar.” (Haşr: 14)

22.08.2019
Sayfa 195 / 646

O halde bir savaş olduğunda onlardan korkmamak, bu şekildeki zaaflarını bilip ona göre
savaşmak gerekir.

“Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir.” (Haşr: 14)

Birbirleriyle çarpıştıkları zaman yiğitlik gösterirler. Müminlerin karşısına çıkacak olurlarsa


yiğitlik gösteremezler.

Bir araya toplandıkları zaman, yiğitlik ve kahramanlık taslayarak lâf ederler, tehdit
savururlar. Fakat siperler arkasından meydana çıkamazlar.

Diğer taraftan da, dahili durumları çok perişandır, birbirleriyle boğuşur dururlar.

“Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)

Oysa ki onlar son derece ihtilaf içindedirler. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile
hareket edemezler. Her biri başka arzu peşindedir. Böyle bir ordu dışarıdan ne kadar
toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, gerçekte o bir ordu değildir, bir kül yığını gibi hafif
rüzgârla savrulacak kuru bir kalabalıktan ibarettir.

“Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.” (Haşr: 14)

Bu tefrika ve dağınıklık, Allah-u Teâlâ’nın emrini düşünebilecekleri bir akılları olmadığı


içindir.

“(Bu yahudilerin durumu) kendilerinden az önce geçmiş ve işlerinin cezasını tatmış


olanların durumu gibidir.

Onlara elem verici bir azap vardır.” (Haşr: 15)

Sürgün olma ve zillete düşme hadisesinde Nadir oğulları’nın durumu, Bedir savaşında
esir düşen Mekke kâfirlerinin durumu gibidir. Bunlar da onların âkıbetlerine
uğrayacaklardır. Bununla birlikte ahirette de onlara cehennem azabı vardır.

“Münâfıkların durumu şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana ‘İnkâr et!’ der.
İnkâr edince de ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’
der.” (Haşr: 16)

Münâfıklar, şeytanın insanlara yaptığını yahudilere yapmaktadırlar. “Müslümanlara karşı


savaşın, biz sizin arkanızdayız!” diyorlar, iş başa düşünce de sırt çeviriyorlar.

“İkisinin de âkıbeti cehennemdir. Her ikisi de içinde ebedî kalacaklardır.

İşte zâlimlerin cezası budur.” (Haşr: 17)

Küfür ve nifak içinde yaşamak suretiyle nefislerine zulmetmiş olanlar, sonunda böyle
şiddetli ve ebedî bir azaba uğrayacaklardır.

Ölüm İçin Hazırlık:

Allah-u Teâlâ münâfıklar ve yahudiler gibi olmaktan sakındırmak için Âyet-i kerime’sinde
müminlere öğüt vermektedir:

22.08.2019
Sayfa 196 / 646

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarın için ne hazırladığına


baksın.” (Haşr: 18)

Dünya hayatı bugündür ve insanlar yarın Hakk’ın huzurunda hesaba çekileceklerdir.


Kalanla giden arasında bir gün fark vardır. İşte geldik işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz, yarın
alttayız. Bugün yataktayız, yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız.
Vaktimiz gelince hep gideceğiz de sıra bekliyoruz. Çünkü her gelecek yakındır.

Orada “Eyvah!” demememiz için dünyaya niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, niçin
yaratıldığımızı ve ne yapmamızın gerektiğini şimdiden düşünmeliyiz. Kazanabilirsek
ebedî bir hayat kazanılmış olacak.

Kabir için hazırlanmak lâzımdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Üç şey ölünün ardından kabre kadar gider. Ehl-ü ıyâli, malı ve ameli.

İkisi geri döner, birisi kalır. Dönenler ehl-ü ıyâlî ve malı, kalan da amelidir.” (Buhârî)

Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde
değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen sahibimiz gönderirken bize sormadığı
gibi, alacağı zaman da soracak değil.

Farz-ı muhal ki denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş, fakat onlar tutulduğunu
bilmiyorlar, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda
bile değil. Halbuki biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de
faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkum. İşte insanların durumları da böyledir.

“Allah’tan korkun. Çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr: 18)

Yani Allah’tan korkun da kötülük yapmayın, fenâlıklardan sakınmamazlık etmeyin. O


yapacağınız şeylere göre sizi hesaba çekecek, ona göre ceza veya mükâfat verecektir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4


O ÖYLE BİR ALLAH’TIR Kİ!

22.08.2019
Sayfa 197 / 646

Allah’ın Kendilerine Kendilerini


Unutturduğu Kimseler:

Allah-u Teâlâ kendisini unutanlara, zikirden ve fikirden gâfil olanlara fâsık ismini vermiş
ve müminlere hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:

“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu


kimseler gibi olmayın.” (Haşr: 19)

Allah-u Teâlâ’yı unutmak demek, insanın kendi kendisini unutması demektir.

Musa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’ya hitaben:

“Yâ Rabb’i! Ben istiyorum ki kullarından kimi sevdiğini bileyim de, ben de onu
seveyim.” dedi.

Allah-u Teâlâ buyurdu ki:

“Beni çok zikreden kulumu gördüğün zaman bil ki ben onu severim. Beni
zikretmeyeni de gördüğün zaman anla ki, ben ona buğzederim.” (Tirmizî)

Bir müslümanın Allah yolunda yürüyebilmesi için, sahib-i hakiki olan Allah-u Teâlâ’yı
hiçbir zaman unutmaması gerekir.

“Onlar yoldan çıkmış fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)

Münâfıklar ilâhî hukuku unuttular, Allah-u Teâlâ’yı takdir edemediler. Allah-u Teâlâ da
onları kendi kendilerini unutan kimseler kıldı. Böylece onlar kendilerine menfaat verecek,
dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştıracak olan şeylere kulak vermediler.

Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında bir Âyet-i kerime’sinde:

“Onlar Allah’ı pek az zikrederler.” buyurmuştur. (Nisâ: 142)

Allah-u Teâlâ:

“Onlar Allah’ı unuttu, Allah da onları unuttu.” (Tevbe: 67)

Âyet-i kerime’si ile münâfıklar Allah’ın zikrinden gâfil oldukları için, onları lütuf ve
rahmetinden mahrum bırakacağını beyan buyurmaktadır.

Müminler bunlara benzememelidirler.

Ateş Suya Giremez:

İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık
delillerle ayırt edilir hâldedir. İman nuru ile münevver olan müminler, iman yolunu
seçtikleri için cennette karar kılarlar. Küfür karanlığında kalan kâfirlerin karargâhları ise
cehennemdir. Bu iki sınıf daha dünyada iken yollarını seçmişler, birbirlerinden
ayrılmışlardır. Dünyada aslâ birleşemedikleri gibi, ahirette de ebedî olarak birleşemezler.
Bahtiyarlarla bedbahtların aralarında hiçbir surette beraberlik tasavvur olunamaz.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 198 / 646

“Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz.” (Haşr: 20)

Cehennemlikler Allah’ı unutup da cehennem ateşinde ebedî kalmayı hakedenlerdir.


Dünyada da ahirette de en aşağılık kimselerdir. Allah’tan korkup, emir ve yasaklara
uyanlar ise cennete müstehaktırlar.

“Cennet ehli olanlar, kurtulanların tâ kendileridir.” (Haşr: 20)

Onlar dünyada da ahirette de iyilik ve güzelliklere nâil olmuşlardır. En büyük tehlikelerden


kurtulmuşlar ve en büyük murada ermişlerdir. Bu fazilet onlara yeter!

Hazret-i Kur’an’ın Azameti:

Kur’an-ı kerim öyle büyük bir mucizedir ki, onun benzerini meydana getirmek insan
gücünün ötesindedir.

Kur’an-ı kerim’in harflerinin hakiki mânâlarını Allah-u Teâlâ eğer açığa vurmuş olsaydı,
yedi kat gökler ve yer hatta Arş dahi bu tecellîye dayanamazdı.

Bunun içindir ki Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhakkak ki onun
Allah’ın korkusundan baş eğdiğini ve parça parça olduğunu görürdün.” (Haşr: 21)

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kelâmına bir mahlûk tâkat getiremez, hakikatini bilemez,
aslına vâkıf olamaz. Onu yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ bilir ve dilediğine dilediği kadar
bildirir. Çünkü o Allah kelâmıdır, kul ise mahlûkudur. Değil kulun tâkat getirmesi; ne yer,
ne gök, ne Arş hiçbir şeyin ona tâkat getirmesi mümkün değildir.

İnsanların bundan daha çok etkilenmesi gerekirken, çok zâlim ve çok câhil insanlar
Allah-u Teâlâ’ya saygı duymuyorlar, saâdet ve selâmet yollarını aramayı düşünmüyorlar.

“Biz bu temsilleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr: 21)

Gerek bu Âyet-i kerime’deki ve bu sûre-i şerif’teki misallerin, gerek Kur’an-ı kerim’deki


diğer temsillerin; ibret alınması için daima hatırda tutulması gerekir.

Nitekim Ahzâb sûre-i şerif’inin 72. Âyet-i kerime’si de buna benzer bir temsildir.

Allah-u Teâlâ beşeriyete hitap ederek şöyle buyurmaktadır:

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik de onlar bunu yüklenmekten


çekindiler, endişeye düştüler. İnsan ise o emaneti yüklendi. Çünkü insan çok zâlim
ve çok câhildir.” (Ahzâb: 72)

Çünkü emanete sahip çıkmamış, hakkını gözetmemiştir.

O Öyle Bir Allah’tır ki!:

Allah-u Teâlâ ulûhiyetini ve vahdâniyetini, ilim ve rahmetiyle şânını ve yüceliğini, bazı


isim ve sıfatlarıyla anlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 199 / 646

“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Haşr: 22)

Mevcûd-u hakiki O’dur, O’ndan başka ulûhiyete müstehak kimse yoktur. Kullarının
ibadetlerine mâbud O’dur, O’ndan başka mâbud yoktur.

“Görülmeyeni de bilir, görüleni de bilir.” (Haşr: 22)

Kâinatın bilgisi O’ndadır. Ne yeryüzünde ne gökyüzünde, ne büyük ne küçük hiçbir şey


O’nun için gizli ve saklı değildir. Geçmişte ne olduysa, halde ne oluyorsa, gelecekte ne
olacaksa hepsini en ince teferruâtıyla bilir. O’nun ezelî ve ebedî ilminden hiçbir zerre bile
uzak değildir.

Gayb: Mutlak ve izâfi olmak üzere iki mânâda kullanılır. Hiçbir mahlûkun ulaşamadığı
gayb, mutlak gaybtır. İzâfi gayb ise, bazı yaratıklar için bilinmesi mümkün olmayan
gaybtır.

“O Rahman’dır, Rahim’dir.” (Haşr: 22)

Rahman: Dünyada kendisine inananı-inanmayanı, itaat edeni-etmeyeni ayırdetmeden


bütün mahlûkatına sayısız nimetler bahşeder, onları esirger.

Rahim: Çok merhamet eder, inanıp sâlih ameller işleyenleri, verdiği nimetleri iyiye
kullananları ahirette daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırır.

Dünya va ahiretin Rahman ve Rahim’i O’dur, bu iki isim ancak O’na layıktır.

“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Haşr: 23)

Bu pek mühim bir hakikat olduğu için tekrar beyan buyurulmuştur.

“Melik’tir, Kuddüs’tür, Selâm’dır, Mümin’dir, Müheymin’dir, Azîz’dir, Cebbâr’dır,


Mütekebbir’dir.” (Haşr: 23)

Melik: Zâtında ve sıfatında her vasıtadan müstağnidir. Mülk ve melekûtun yegâne sahibi,
hakiki mutasarrıfı, mutlak hükümdarı O’dur.

Bir kul ne kadar güçlü bir hükümdar olursa olsun, mülkün gerçek sahibine muhtaçtır, mülk
ve iktidarı geçicidir.

Her şey O’nun tasarruf ve iktidarı altında O’na tâbidir. Hâkimiyetini sınırlayan hiçbir şey
yoktur.

Kuddüs: Her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzehtir, her vasfında


mükemmeldir, pak ve temizdir.

O her türlü duygu ve düşüncenin tasavvur edebileceği vasıflardan pak ve yücedir. O’nun
kemâli de sınırlandırılamaz. İnsan aklının çok ötesinde kemâl sıfatları ile muttasıftır.

Selâm: Yarattıklarına zulmetmekten müberrâdır, onları tehlikelerden selâmete çıkarır,


bahtiyar kullarına selâm eder.

İslâm olan ve imanını kemâlleştiren bir mümin, selâm sıfatının tecellîsine mazhar olur,
müslümanlar onun dilinden ve elinden selâmette kalırlar ve o kimse selim bir kalp ile
Hakk’a kavuşma nimetine erer.

22.08.2019
Sayfa 200 / 646

İnananlar Rabb’lerinin hıfz-u himayesi altında emniyet ve huzur içindedirler.

Her selâmetin kaynağı O olduğu gibi, selâmet arayanları selâmete erdirecek olan da
O’dur.

Mümin: İman ihsan buyurur, emniyet bahşeder, kendisine iltica edip sığınanları hususi
himayesine alıp muhafaza eder ve huzura erdirir.

Her türlü tehlike ve felâketten emniyet ve eman veren O’dur. Her şey her an O’na yönelip
sığınmaya muhtaçtır.

Mümin kullarının kendisine iman edişlerini tasdik eder.

Bu isimde insan Allah-u Teâlâ’nın ulvî sıfatlarından birisi ile vasıflanıyor. Bu iman sıfatı ile
en yüce makam olan Mele-i âlâ’ya yükseliyor.

Müheymin: Yarattığı bütün varlıkları görüp gözetir, murakaba eder, sevk ve idare eder,
korur. Mutlak hükümran O’dur.

Azîz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan yegâne galip, dengi ve benzeri bulunmayacak
derecede değerli ve şerefli, güçlü ve daima üstün O’dur.

Galip gelmek, mağlup olmamak ancak O’nunla mümkündür.

Cebbâr: Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyar, dilediğini dilediği şekilde
yaptırmaya muktedirdir, varlığı çok yücedir.

Hiçbir güç ve kudret O’na muhalefet edemez, hükmünü dilediği şekilde yürütür.

Mütekebbir: Azamet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü
gösterir.

Büyüklük, yücelik, kibriya sıfatlarının yegâne sahibi O’dur.

“Allah müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Haşr: 23)

O şirk koşulan şeyler Hakk’tan çok uzaktır. Allah-u Teâlâ ortaklardan ve benzerlerden
münezzeh ve mukaddestir.

“O öyle Allah’tır ki; Hâlik’tır, Bârî’dir, Musavvir’dir.” (Haşr: 24)

Hâlik: Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eder, yaratır ve tedbirini görüp
ihtiyaçlarını yerleştirir.

Bârî: Her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icad ile numunesiz olarak yoktan yaratır.

Musavvir: Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenleyip en güzel bir
biçimde tertip eder, güzelliğinin kemâlini gösterir.

Allah-u Teâlâ’nın sıfat ve isimleri bundan ibaret değildir:

“En güzel isimler O’nundur.” (Haşr: 24)

22.08.2019
Sayfa 201 / 646

En yüce mânâlara delâlet eden en güzel isimler hep O’nundur. O isimlerin her biri gayet
güzel mânâlara ve yüksek sıfatlara delâlet eder. O isimlerin eseri mahlûkat üzerinde
zuhur eder. Güzellik bunların zâtında mevcuttur.

“Göklerde ve yerde olanlar O’nu tenzih ve tesbih etmektedirler.” (Haşr: 24)

Tesbih: Allah-u Teâlâ’yı yüceliğine layık olmayan her türlü noksanlıklardan, gerek itikat,
gerek söz, gerek kalp ile tenzih etmek ve uzak tutmaktır. O, dünyada da ahirette de en
güzel övgülere ve kemâl sıfatlarına lâyıktır.

Göklerde ve yerde bulunan, ister görünmeyecek derecede ehemmiyetsiz olsun, ister


görünen varlıklar olsun, canlı ve cansız her şey Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği gibi,
yaratılan her varlık, Yaratıcı’nın yüceliğinin son derecesindeki sıfatlarla vasıflanmış olan
varlığına delâlet etmektedir.

“O Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr: 24)

Mutlak galip O’dur.

Bütün buyrukları ve işleri hikmetlidir, hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi yerli yerinde ve
en iyi şekilde yapar. Hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.

Ma’kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kim sabaha erdiğinde üç defa ‘Euzü billâhissemîil-alîmi mineşşeytanirracim’


diyerek Haşr sûre-i şerif’inin son üç âyetini okursa, Allah buna karşılık akşama
kadar yetmiş bin melek vazifelendirir. Eğer o gün ölecek olursa şehid olarak vefat
eder. Bu âyetleri gece okursa aynı mertebe kendisine verilir.” (Tirmizî)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Hümeze Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde İnşirâh sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Dokuz
Âyet-i kerime, otuz kelime ve yüz otuz harften müteşekkildir. "Kıyâmet" sûre-i şerif'inden
sonra, "Mürselât" sûre-i şerif'inden önce nãzil olmuştur.

Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Başkalarının arkasından çekiştirmeyi huy edinen


kimse" mânâsına gelen "Hümeze" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.

22.08.2019
Sayfa 202 / 646

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de insanları arkadan çekiştiren, kaş-göz işaretiyle alay edip
küçük düşürmeye çalışan, koğuculuk yapan kimseler kınanmakta; altın ve gümüş
biriktirmeyi, mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçip ölümü ve ahireti unutan, dünyada
devamlı kalacağını zanneden bir takım kimselerin, Hakk'a yönelmedikleri takdirde acıklı
bir azaba uğrayacakları beyan edilmektedir.

Büyük Aldanış:

Allah-u Teâlâ dargınlığa kırgınlığa sebep olacak sözleri birbirine taşımayı, küçük
düşürücü, güldürücü hareketlerle insanların ayıplarını, noksanlarını ortaya koymayı ve
rencide etmeyi şiddetle yasaklamaktadır.

"Arkadan çekiştirip yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı âdet edinen herkesin vay
hâline!" (Hümeze: 1)

"Hümeze" ve "Lümeze"; insanları arkadan çekiştiren, kişilerin şahsiyet ve haysiyetlerini


yaralayan kimselere denir.

Bu huyları üzerinde bulunduranlar kendilerini beğendikleri için başkalarını küçümserler,


hoşlarına gitmeyecek kötü lâkaplar takarlar, söze yalan katarak ve arada söz taşıyarak
insanların arasını açarak koğuculuk yaparlar, herkesin ayıbını, kusurunu ve eksikliklerini
araştırırlar, el-kol, kaş-göz işaretleriyle alay edip eğlenceye alırlar, iğneleyici ve taşlayıcı
sözler söyleyerek gönül endişesi yaparlar, kişilerin hareketlerini ve sözlerini taklit ederek
güldürmeye çalışırlar. Nefsi ve şeytanı tarafından kandırıldığı için alışkanlık hâline
getirdikleri bu işin, düşüklüğün ta kendisi olduğunu da bilmezler.

İşte bu gibi gibi kimselerin vay hâline!

"O ki, mal toplamış ve onu tekrar tekrar saymıştır." (Hümeze: 2)

Servet hırsına kapılarak malını yığar ve onu defalarca sayar durur, saydıkça zevk alır,
Allah-u Teâlâ'nın o maldaki hakkını vermez, hayra sarfetmez, ölüm ve ahiret hiç aklına
gelmez. Zenginliğiyle şımarır. Gün gelip dünyadan ayrılacağını, bilcümle malının bu
dünyada kalacağını hiç düşünmez. Malına son derece güvenir, bir takım hülyalara dalar,
büyük emeller taşır. O fâni serveti sayesinde büyük bir mevki sahibi olduğunu zanneder,
küstahlaştıkça küstahlaşır.

"O, malının kendisini ebedi kılacağını zanneder." (Hümeze: 3)

Gün gelip öleceğini, bu dünyadan ayrılacağını, bütün mal ve mülkünü bırakıp gideceğini,
toplayıp yığdığı servetinin kendisine büyük bir vebal olacağını, belki de en sevmediği
kimselere kalacağını hiç aklına hayâline getirmez. Hatta ve hatta malının kendisini
hayatta bırakacağını sanır. Sanki ebedîlik için söz almış gibi bütün hayalleri hülyaları hep
bu noktadadır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 203 / 646

Hümeze Sûre-i Şerif'i (2)

Tutuşturulmuş Ateş:

Büyük bir aldanış içine giren, hak-hukuk tanımayan bu zavallı bedbahtların korkunç
âkıbetine gelince;

"Hayır! Andolsun ki o, Hutame'ye atılacaktır." (Hümeze: 4)

Cehennemin bir ismi olan "Hutame", yaptıklarına uygun olarak "Hümeze" ve "Lümeze"ye
verilecek cezâdır.

Cehenneme bu ismin verilmesi, içine atılan her şeyi ezdiği, kırıp ufaladığı, yakıp bitirdiği
içindir. Oraya atılanları artık hiç kimse kurtaramaz.

"Resul'üm! Hutame'nin ne olduğunu sen bilir misin?" (Hümeze: 5)

Bu soru bu cehennem ateşinin ne derece ürpertici olduğunu, hafsalanın alamayacağı


kadar korkunç olduğunu, diğer ateşlere hiç benzemediğini göstermektedir.

"O, Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir." (Hümeze: 6)

Ebedî olarak sönmek bilmez.

Kur'an-ı kerim'de sadece bu Âyet-i kerime'de cehennem ateşine "Allah'ın ateşi" denilmiş,
ateş Allah-u Teâlâ'ya nispet edilmiştir. Bu ilâhî beyandan, haram-helâl demeden mal-
mülk toplayanlara, servetinin çokluğu ile kibirlenenlere Allah-u Teâlâ'nın ne kadar gadap
ettiği anlaşılmaktadır.

"Öyle bir ateş ki, tırmanıp kalplerin üstüne çıkar." (Hümeze: 7)

Tutuşturulmuş korkunç ateş, karşılaştığı her şeyi yakıp tahrip eder ve kâfirlerin
yüreklerinin içinden sarıp yakalar, cesetlerinden başka gönüllerine kadar çıkar, iç
kısımlara kadar nüfuz eder, canlarını yakar. O ateş öyle kahredici bir ateştir!

"O, onların üzerine kapatılacaktır." (Hümeze: 8)

Cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere kâfirlerin üzerine ebedî olarak kapatılır ve
kilitlenir. Açık bir delik bile kalmaz. Artık sonsuza kadar kalacakları kesin olarak belli
olduğu için, çıkıp kurtulma ümitlerini de yitirirler, ister istemez kaderlerine râzı olurlar,
azapları ile başbaşa kalırlar.

"(Onlar) uzatılmış direklere bağlı olarak." (Hümeze: 9)

22.08.2019
Sayfa 204 / 646

Kâfirler tıpkı ahıra konup direklere bağlanan ve üzerlerine ahırın kapısı sürgülenen
hayvanlar gibi, uzatılmış direkler arasında bağlı olarak çepeçevre azaplar içinde kalırlar.
Onlara her türlü rahatlık ve istirahat, iyilik ve güzellik ebediyyen haram olur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (1)


Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Temmuz 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Dört Âyet-i kerime, on beş kelime ve kırk
yedi harften müteşekkildir.

Bu Sûre-i şerif'in bir çok isimleri vardır.

Beyan ettiği gerçekleri benimseyip inanan kimse dininde ihlâs sahibi olduğu, bu inançla
ölen kimseyi de cehennemden halâs ettiği için "Sûre-i ihlâs" denmiştir.

Sûre-i tevhid: Allah-u Teâlâ'nın varlığını, birliğini, eşi benzeri, ortağı olmadığını beyan
eder.

Sûre-i tecrid: Allah-u Teâlâ'yı Zât-ı Ecell-ü Â'lâ'sına yakışmayan bütün noksan
sıfatlardan ayırıp, kemal sıfatları ile vasıflandırır.

Sûre-i mârifet: Mârifetullah bu Sûre-i şerif'in mânâsına tamamıyla vâkıf olmakla


tamamlanır.

Sûre-i velâyet: Bu Sûre-i şerif'i kemâl-i edeble okuyan, tebliğ ettiği mânâlara nüfuz eden
kimse Allah-u Teâlâ'nın sevgisini ve dostluğunu kazanır, velâyet makamına yükseltilir.

Sûre-i nûr: İnsanların gönüllerini nurlandırır.

Sûre-i muhzar: Bu Sûre-i şerif okunduğunda işitmek için melâike-i kiram hazır olur,
kemâl-î edeple dinlerler.

Sûre-i esas: Bu Sûre-i şerif'in mânâsı dinin esasını teşkil eder. Göklerle yer bu Sûre-i
şerif'in esası üzerine kurulmuştur.

Sûre-i necat: Okuyanın dünyada şirk ve küfürden, ahirette cehennemden kurtulmasına


sebep olur.

22.08.2019
Sayfa 205 / 646

Sûre-i samed: Bu Sûre-i şerif Allah-u Teâlâ'nın mutlak ganî olduğunu; her şeyin ve
herkesin O'na muhtaç olduğunu, O'nun ise hiç kimseye muhtaç olmadığını anlatır.

Sûre-i berâet: Bu Sûre-i şerif'i okuyan bir zât için Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz:

"Gerçekten bu adam şirkten uzaklaştı." buyurmuşlardır.

"İhlâs" ve "Kâfirûn" Sûre-i şerif'leri "İki ihlâs" mânâsına


gelen "İhlâseyn" adıyla; "Felâk" ve "Nâs" Sûre-i şerif'leri ile birlikte
de "Muavvizât" adıyla anılır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her gün sabah namazının sünnetini
edâ ederlerken "Kâfirûn" ve "İhlâs" Sûre-i şerif'lerini okurlardı.

İhlâs Sûre-i şerif'i "Tevhid akidesi"nin özünü ihtiva etmesi ve İslâm'da ayrı bir önemi
olması sebebiyledir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif'lerinde:

"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki İhlâs sûresi Kur'an'ın üçte
birine denktir." buyurmuşlardır. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1771)

Enes -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-


Efendimiz:

"Yâ Resulellah! Ben İhlâs sûresini seviyorum." diyen bir zâta şöyle buyurmuştur:

"Onu sevmen seni cennete sokacaktır." (Tirmizî: 2903)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (2)


TEVHİD AKİDESİ'NİN ÖZÜ

Ağustos 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Allah Bir Tektir:

"De ki: O Allah bir tektir." (İhlâs: 1)

22.08.2019
Sayfa 206 / 646

"Bir tek" mânâsına gelen "Ehad" lâfzı, Zât-ı ilâhî'ye âit has bir sıfat olup, başka hiç
kimse hakkında kullanılmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ zâtında birdir ve her cihetten tektir.
Hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık da kendisine benzemez. Zâtında, sıfatlarında,
işlerinde, isimlerinde, asla misli ve benzeri yoktur. Birliğinin, tekliğinin delilleri yarattığı
varlıklarda apaçık görülür.

Sıfatlarında birdir, hiçbir sıfatının benzeri başkasında yoktur. Mahlûkatta, bilhassa


insanlarda O'nun sıfatlarının benzeri değil nişâneleri vardır. O nişânelerden Allah-u
Teâlâ'nın ilâhî sıfatları sezilir ve iman edilir.

Varlığının başlangıcı yoktur, nihayete ermez.

Fiillerinde birdir; yaratmakta, yarattıklarını idâre etmekte yardımcıya ihtiyacı yoktur.

İsimlerinde birdir; Esmâ-i hüsnâ'sında hiçbir isimde hakiki mânâsıyla benzeri yoktur.
Yegâne ve benzersizdir. Bu ise Tevhid'in kati ifâdesidir.

Allah-u Teâlâ eksiksiz olan "Seyyid"dir, şerefi en üstün olan "Şerif"tir, azameti en yüce
olan "Azîm"dir, hilmi en mükemmel olan "Halîm"dir, ilmi geçmişi ve geleceği içine
alan "Âlim"dir, hikmeti en yüce olan "Hakîm"dir. Her türlü şeref ve yücelikte
mükemmelin kendisidir. O'ndan başkası için bu sıfatlar kullanılmaz.

Ulûhiyet ve ubûdiyet yalnız O'na mahsustur. Varlığına şâhit yine kendi varlığıdır. Her
varlık O'nun kudretinin eseridir. Var olan ne ki varsa O'nunla var olmuştur.

Allah-u Teâlâ "Vâhid" sıfatı ile de muttasıftır. İlâhlıkta tektir, O'ndan başka hiçbir ilâh
yoktur.

Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır." (Bakara: 163)

Fakat insanların kendi uydurdukları bâtıl ilâh çoktur. Bunun içindir ki bir mümin "Lâ ilâhe
illâllah" dediği zaman; onların hak olmadıklarını, ancak hak mâbud olarak Allah'ın var
olduğunu ispat ve tasdik etmiş olmaktadır.

Müminin ilk görevi, O'nun kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, tek ve ortaksız Allah
olduğunu bilmesi; O'nun Zât-ı akdes'ini zihinlerde tasavvur edilen, vehimlerde hayal
edilen her şeyden tecrîd etmesi, uzak tutmasıdır.

Gerek yahudiler ve gerekse hıristiyanlar aslında "Tevhid ehli" oldukları halde, Allah-u
Teâlâ'yı şânına lâyık olmayan noksan sıfatlardan, eksikliklerden uzak tutmadıkları
için "Tenzih ehli" olamamışlardır. Kur'an-ı kerim Allah-u Teâlâ'yı bir bilmenin bu bakımdan
yeterli olmadığını göstermek için O'nun eşi ve benzeri olmadığını, birliğinin her yönüyle
Zât-ı akdes'ine mahsus bir birlik olduğunu ortaya koymuş, Allah-u Teâlâ'nın birliği
inancına, O'nun eşsiz yüceliği demek olan "Tenzih" vasfını eklemiştir.

Resulullah Aleyhisselâm'ın İslâm'a dâvet ettiği Arap müşrikleri de Allah'ın varlığına


inanıyorlardı, fakat putları O'na ortak koşarak inanıyorlardı. Bu ise makbul bir iman
değildir. Tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mabud tanınacak başka hiçbir
mâbud yoktur, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah vardır.

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurur: "Yoksa onların Allah'tan başka
bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden uzaktır." (Tûr: 43)

22.08.2019
Sayfa 207 / 646

Allah-u Teâlâ müşriklerin söylediklerinden, iftiralarından ve şirk koşmalarından kerîm


zâtını tenzih etmektedir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (3)


Her Şey Allah'a Muhtaçtır

Eylül 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Her Şey Allah'a Muhtaçtır:

Allah-u Teâlâ tek olduğu gibi hiçbir şeye de muhtaç değildir.

"Allah Samed'dir, her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir." (İhlâs: 2)

Yarattıkları ise O'nunla kâim olduğu için, yaratılan ne ki varsa her şey O'na muhtaçtır. Her
şey O'nun "Ol!" emriyle, O'nun yaratmasıyla meydana gelmiştir. Yaratılanların O'na
muhtaç olması, yaratılma ile sona ermez. "Öl!" emri gelinceye kadar her zerre O'nun
varlığı ile hayattadır, O'na muhtaçtır. Bir atom tanesi de böyledir, kâinat da böyledir, insan
da böyledir.

İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti,
yoksa ihtiyacı için değil. O "Samed"dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O'na
muhtaçtır. O "Meliklerin meliki"dir. Her şey ancak O'nun izni ve irâdesi ile hükme
bağlanır.

Herkesin ihtiyacını O karşılar. İhtiyaçları karşılayıp gidermenin tek kaynağı O'dur.


Hacetlerin bitirilmesi için tek müracaat edilecek O'dur. İlâçlarda şifâyı, tedavide devâyı
yaratan O'dur. O hiçbir kimseye hiçbir zaman aslâ muhtaç değildir. İhtiyaçtan
münezzehtir. Rızıklandırır, rızka muhtaç değildir.

"Ehadiyet" sıfatı ile muttasıf olan Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatın her ihtiyaç ve
isteklerinde başvurulan yegâne mercidir. Sığınılacak yegâne dayanak O'dur. Duâ etmez,
kendisine duâ edilir.

O öyle bir Allah ki;

22.08.2019
Sayfa 208 / 646

İnsanı yoktan var etti, sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler verdi, onu kendi
mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.

Bütün istek ve ihtiyaçları O verir. İhtiyaçlar yalnız ve yalnız O'ndan talep olunur. Dilekleri
yalnız ve yalnız O yerine getirir.

Dilekler çoğaldıkça ihsan ve keremi de çoğalıyor. Hâcetler arttıkça in'âm ve ikramı da


artıyor. İyilik ve güzellikleri bitmez tükenmez.

Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir." (İbrahim: 34)

Sıkıntılı ve darlıklı günlerde kendisine başvurulan kapı O'nun kapısıdır. Her şeyden ve
herkesten müstağni olan, her şeyin ve herkesin kendisine muhtaç olduğu zât O'dur.
Cömertliği, lütufkârlığı son haddine ulaşmış olan ilâh O'dur. O'nun izni ve emri olmadan
hiçbir iş hükme bağlanmaz.

Farz-ı muhal ki bir meyve olgunlaşabilmesi için toprağa, suya, havaya ve güneşe
muhtaçtır.

Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak da
O'na muhtaç, su da O'na muhtaç.

Bir meyve tekâmül edebilmesi için havaya ve güneşe muhtaçtır. Hava da O'nun emrinde,
güneş de O'nun emrinde.

Hadis-i şerif'te beyan buyurulduğu üzere; "Güneş her gün doğudan batıya gider,
Arşurrahman'ın altında secdesini yapar ve tekrar doğması için izin ister." (Buhârî.
Tecrîd-i sarîh: 1321)

Her şey O'na muhtaç olduğu gibi, güneş de O'na muhtaç. Her şey O'nun yed-i kudretinde
ve O'nun emrindedir...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (4)


Her Şey Allah'a Muhtaçtır (2)

Ekim 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

22.08.2019
Sayfa 209 / 646

Hülâsa olarak; cemâdatı, nebâtatı, hayvanatı, insanları, melekleri hep O yaratıyor, hepsi
de O'na muhtaç. O yaratıyor, O tekâmül ettiriyor, O öldürüyor... Hep O...

Bir meyveyi düşünün. Bütün insanlar, cinler bir araya gelseler; bir elma, bir nar, bir
portakal, veyahut bir buğday, bir arpa tanesi yaratabilirler mi? Hayır! İşte Hazret-i Allah
budur.

Hadi sen de bir tanesini yap! Fakat yapamazsın. Çünkü insan âcizdir, mahlûktur. Bakınız
daha bir tek meyvenin karşısında kâinat acze düşüyor. Bir tek arpanın karşısında kâinat
bakar, fakat kör bakar. Yaratıcısını onda görmez.

Mevye dalına güvenir, dal ise ağacına, ağaç ise köküne, kök ise toprağa güvenir. Meyve
olması için de ayrıca suya, havaya, güneşe, aya... ihtiyaç vardır. Dalı kessen meyve yok
olur, kökünü çıkarsan ağaç yok olur.

Aslında her şey Hakk'a muhtaçtır.

Meselâ toprağı ele alalım. İnsanı ondan yarattı, yiyeceğini de ondan yarattı. Kokuları ayrı,
renkleri ayrı, tadları ayrı ayrı olan bütün bitkiler toprakta bitiyor.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok
taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler." (Yâsin: 33)

Toprakta ne var? Hiçbir şey yok. Ne varsa yalnız O'nun emrinde, O'nun hükmünde,
O'nun takdirinde var.

"İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38)

Kör bir tabiatın eseri değildir.

Bitkilerde yarattığı berekete bir bak! Toprağa yüzlerce buğday tanesi atıyorsunuz,
topraktan binlerce alıyorsunuz. Öğüttüğünüz zaman un oluyor. Unlar yoğurulduğu ve
pişirildiği zaman ekmek oluyor. O buğdayda ne var ki, sana gıda veriyor. Alçı veya çiriş
aynı una benziyor, fakat yutsan mideni dondurur. Birine başka hassa vermiş, diğerine
başka hassa vermiş. Yani hepsinde O'nun "Ol!" emri var.

"'Ol!' dediği gün her şey oluverir." (En'âm: 73)

Onlara; "Öyle ol!" buyurmuş, öyle oluyorlar.

Her şey O'nun emri ile olur. Görünen de görünmeyen de bütün her şey böyledir. Neye ve
kime hangi hassayı koymuşsa, onda o mevcuttur. Bu hassaların hiçbirinden haberimiz
yok.

"Samed" ism-i şerif'i doğrudan doğruya "Ehad" ism-i şerif'nin bir açıklamasıdır.
O'nun "Samed" olması, mâbud olarak da tek olduğunu gösterir.

Kendisinin herkesten müstağni olduğunu, buna karşı bütün yaratıkların kendisine muhtaç
olup huzurunda boyun eğdiğini haber vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 210 / 646

"Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise her şeyden müstağnidir, her hamde
lâyıktır." (Fâtır: 15)

Bu hitap Allah-u Teâlâ'nın engin nimetlerini kendilerine hatırlatmak için bütün insanlığa
yapılmıştır.

Allah-u Teâlâ zâtında Gani olup, hiç kimsenin şükrüne ve ibadetine ihtiyacı yoktur. İhtiyaç
mahlûkun şanıdır, bütün insanlar her türlü hallerinde O'nun ihsan ve nimetlerine
muhtaçtır.

Allah-u Teâlâ zâtında Mahmud'dur, kullarının hamd ve senâsına ihtiyacı yoktur. O zaten
kendisine hamd edilmiş olandır. Fakat vermiş olduğu nimetler karşılığında kullarının
hamdetmeleri vâciptir.

O'nun ne derece lütuf, inayet ve merhamet sahibi olduğunu idrak etmek için insanların bu
hakikati bilmeleri gerekir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (5)


Lem Yelid Velem Yûled

Kasım 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

"Lem Yelid Velem Yûled":

"Doğurmamış, doğurulmamıştır." (İhlâs: 3)

Kendisi başkasını doğurmamış, başkasından da doğmamıştır. Çünkü doğan her şey


sonradan olmadır ve cisimdir. O ise "Ezelî" ve "Ebedî"dir. Başlangıcı olmayan ilk, sonu
olmayan sondur. Ezelde de ebedde de hep birdir. Zira doğma ve doğurma yarattıklarına
âittir. Eğer sonradan meydana gelmiş olsaydı, kendisini var eden bir yaratıcıya muhtaç
olurdu. O Allah ki vardır, müstakil var olan O'dur, varlıkları yaratan O'dur. O'ndan başka
müstakil ne vücud vardır, ne de mevcud. O, her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.

O öyle bir Allah ki "Doğurmamış, doğurulmamıştır." Âyet-i kerime'de şöyle


buyuruluyor:

"Doğrusu Rabb'imizin şânı çok yücedir." (Cin: 3)

22.08.2019
Sayfa 211 / 646

Her türlü eksikliklerden uzaktır. Azamet ve ululukta eşi ve benzeri yoktur.

"O ne eş, ne de bir çocuk edinmemiştir." (Cin: 3)

Çocuğu, babası, eşi olmaktan münezzehtir.

Yahudiler: "Üzeyr Allah'ın oğludur." dediler, hıristiyanlar da: "İsa Allah'ın


oğludur." dediler. Arap müşrikleri ise: "Melekler Allah'ın
kızlarıdır." diyerek "Ehadiyet" akidesini bozdular ve "Tevhid inancı"na aykırı bir yol
tuttular.

Bu iftiralardan dolayı Allah-u Teâlâ'nın ilâhî gadabına mâruz kalmışlardır:

"Onlar o Rahman olan Allah'a bir evlât isnad ettiler diye, bu sözlerinden dolayı
neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti. Oysa
Rahman olan Allah'a çocuk isnad etmek asla yakışmaz."(Meryem: 90-91-92)

Müslümanlar ise "Lem yelid velem yûled" itikadı ile bu bozuk inançlardan tamamen
kurtulmuşlardır.

Dengi ve Benzeri Yoktur:

Allah-u Teâlâ ilâhî sıfatlarının hepsinin neticesini beyan etmek üzere şöyle
buyurmaktadır:

"Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir." (İhlâs: 4)

O Allah ki, ortağı ve benzeri olmayan bir Allah'tır. Hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık
da kendisine benzemez ve benzetilemez. Zerreden kürreye kadar ne varsa O'nun varlığı
ile var olmuştur.

Bu Âyet-i kerime hem birinci Âyet-i kerime'nin açıklaması, hem de bütünüyle İhlâs sûre-i
şerif'inin bir hülâsasıdır.

Hiçbir dengi ve benzeri olmamak yalnızca O'na mahsustur. Sonradan olan, varlığının
başlangıcı olmayana denk olamaz. Denk sanılanların da yaratıcısı O'dur. O'na bir şeyin
eş olması mümkün değildir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:

"Allah onların vasıflandırdıkları şeylerden münezzehtir." (Sâffât: 159)

Allah-u Teâlâ ezelî ve ebedîdir. Zâtının evveli ve âhiri, dengi ve benzeri olmadığı gibi;
sıfatlarının da öncesi ve sonrası yoktur. O'nun zâtı yarattığı varlıklara benzemediği gibi,
sıfatları da mahlûkatın vasıflarına benzemez. Her cihetten tektir.

O'nun "Bir" ve "Samed" olması; doğurmadığını, doğurulmadığını, dengi ve benzerinin


olmadığını göstermektedir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de:

"O'nun benzeri bir şey yoktur." buyuruluyor. (Şûrâ: 11)

22.08.2019
Sayfa 212 / 646

O'nun yaptığı gibisini yapacak da yoktur.

İşte Hazret-i Allah budur!

Bütün insanların O'nu bu sıfatları ile tanıması ve inanması gerekir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (6)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI

Aralık 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Kişilerin en kolay okuyacağı sûre İhlâs-ı şerif'tir. Halbuki o en zor okunan bir Sûre-i
şerif'tir.

"De ki: O Allah Ehad'dır." (İhlâs: 1)

Bu Âyet-i kerime'de insanların üç sınıfına ve bu sınıfların mertebelerine işaret edilmiştir.

Şöyle ki:

"Hüve"; "İşte O!" demektir. O ise hitap eden ile hitap edilen arasında malum olan şeydir.
Bu "Hassü'l-has" olanların mertebesidir. Çünkü ârifler mârifetullah için delile muhtaç
olmadıklarından, onlar için işâret kâfidir.

Daha sonra "Has" insanların mertebesine işaret için "Allah" Lâfza-i celâl'i
zikrolunmuştur. Zira onlar Allah-u Teâlâ'yı delillerle ispat etmeye çalışırlar. Yarattığı
mahlûkatın yaratılışlarındaki ince sanattan Hâlik-ı Azimüşân'ın varlığına intikal ederler.

"Avam" halkın mertebesine işaret için de "Ehad" lâfzı gelmiştir. Çünkü onların anlayış
kabiliyetleri diğerleri gibi olmadığından, şirke düşmemek için, Allah-u Teâlâ'nın
vahdaniyetini, birliğini ifade eden "Ehad" lâfzı zikredilmiştir.

Hükümlerinde birdir, hakimiyet O'nun şânıdır.

"Hassü'l-has" olanların anlayışı son derece derûnîdir.

22.08.2019
Sayfa 213 / 646

"De ki: Allah Ehad'dır."

"Ehad" deyince; Allah-u Teâlâ müstakil bir vücuttur, O'ndan başka hiçbir mevcut yoktur.
Var olan yalnız O'dur, Ehad yalnız O'dur, başka Ehad yok!

Fakir: "Kul hüvallahü Ehad" dediğim zaman O'nu zikrediyorum, ismini zikretmiyorum.
Ehad dediğim zaman Ehad'ı görmem lâzım.

Nitekim Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri:

"Ben Allah'ı gördüm, başka bir şey görmedim." buyurmuştur.

O Ehad'ı görmüş, başka bir şey görmemiş.

Ne kendini görür, ne de yaratılmışları görür. Kendisi çıktı aradan. Yoksa kendisi var iken
görebilir mi? Göremez. Zira aslı zaten bir damla kerih su. O kerih suyu Allah-u Teâlâ bir
maske haline getirmiş. O'nu görür, O'ndan görür, başka bir şey görmez. Kendisini bir
maskeden ibaret olarak gördüğü gibi, kâinatın da bir maskeden ibaret olduğunu o zaman
görür. En mühimi ise, o zaman Yaratan ile yaratılmış olanların ayrı olduğu görülür. Çünkü
yaratılanlar bir "Kün feyekün"den ibarettir. "Ol!" der, hemen oluverir.

"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece: 'Ol!' demekten ibarettir. O da hemen
oluverir." (Yâsin: 82)

Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk
âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa
burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.

"Her şeyin melekûtu (tasarrufu) elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz


Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Yâsin: 83)

Göklerin ve yerin hükümranlığı kudret elinde bulunan, yaratmak da emretmek de yalnız


kendisinin olan, kıyamet gününde kullarının kendisine
döneceği, "Hayy" ve "Kayyûm" olan Allah-u Teâlâ'yı tenzih ve takdis ederiz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (7)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (2)

Ocak 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

22.08.2019
Sayfa 214 / 646

Yaratılan Her Şey, O'nunla Kâimdir:

İhlâs Sûre-i şerif'inin mazharı olan bir kimse; Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'ı görür,
Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'ı bilir. Çünkü kendisi bir maske olduğu için Hazret-i Allah'ı
bilemez. Maske de hükümsüz. Çünkü Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'ı görüyor, Hazret-i
Allah ile Hazret-i Allah'ı biliyor, Hazret-i Allah ile söylüyor. Hazret-i Allah ile hemhâl
oluyor, O'nunla görüşüyor, O'nun ile nefes alıyor. Kendisinin de kâinatın da maske
olduğunu görüyor.

Siz bu hâle şaşmayın, bu böyledir. Fakat bu bir tecelliyât-ı ilâhî'dir.

"Allahü's-samed"; Allah "Samed"dir, her şey O'na muhtaçtır, çünkü O yaratıyor.


Yaratmasaydı hiçbir şey olmazdı. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir.

"Ehad" O, yarattığı her şey O'na muhtaç. Bunun hakikati bilinmediği için kelimeden
ibaret kalıyor. Kelime biliniyor, O bilinmiyor. Hem söylüyorsun, hem kendin varsın, o
zaman O'nu söylememiş oluyorsun. Var olan yalnız O'dur, Ehad yalnız O'dur, başka
Ehad yok. Bütün varlıklara "Ol!" demekle bir sûret bir şekil vermiş, var etmiştir. Yer
görülüyor, gök görülüyor, insan görülüyor. Murad ettiği gibi tecelli etmiş, bir suretle
görülüyor. Amma O'ndan başka Ehad yok.

Bunu kavrarsanız ilmin özünü kavramış olursunuz.

Olanlar da O'nunla var olmuştur. Her yaratılan şey Allah ile kâim olduğu için O'na
muhtaçtırlar. Allah ayrı, yaratılanlar ayrı. Çünkü O'na muhtaç, O'nunla kâim olduğu için
O'na muhtaç. Farz-ı muhal ki nefesini kesse yoksun. Kâinat da böyledir.

O birdir, her şey O'nun "Ol!" emriyle, O'nun yaratmasıyla meydana gelmiştir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur." (Bakara: 255 - Âl-i imrân:
2)

O öyle bir Allah ki, Allah'tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcut vardır. Her şeye
hayat veren O'dur, her şey O'nunla kâimdir.

Âyet-i kerime'de geçen "Hû" maskedir, amma kâinatın maskesidir. Var olan O'dur.
Herkes maskeyi görüyor, O'nu görmüyor. Her görünen şey O'na perdedir. "Lâ" dediğin
zaman, o "Lâ"lar yok olduğu zaman O'ndan başkası kalmaz.

"Lâ ilâhe"; O'ndan başka ilâh yoktur, ilâh ancak O'dur. Bu yarattıkları Allah değildir,
hepsi de "Lâ"dan ibarettir. Çünkü "Lâ" dediğin zaman "Onlar Allah değil" diyorsun. Bu
maske de "Lâ"dan ve "Ol!" emrinden ibarettir. Her yarattığı şeye sadece "Ol!" diyor, o
da dilediği şekilde oluveriyor. Ne dilemişse o oluyor. Her zerrede ulûhiyet sırları
mevcuttur. Her şey O değil, fakat hiçbir şey de O'ndan ayrı değil.

Ulûhiyet ve ubûdiyet yalnız O'na mahsustur. Her cihetten tektir. Varlığının başlangıcı
yoktur. Varlığı daimîdir, nihayete ermez. Varlığına şahit yine kendi varlığıdır. Her varlık
O'nun kudretinin eseridir. Var olan ne ki varsa O'nunla var olmuştur.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 215 / 646

"Hiçbir göz O'na erişemez, ihata ve idrak edemez. Fakat O bütün gözleri ihata
eder." (En'âm: 103)

Kâinatın bir maske olduğunu bu Âyet-i kerime ile izâh ve ispat ediyorum. Bilen ve
anlayan için bu ilâhî beyan kâfidir...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (8)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (3)

Şubat 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Yaratılan Her Şey, O'nunla Kâimdir (2)

O'ndan başka bir şey yok zaten, ötesi hep maske. İnsan bir maske olduğu için, bir elbise
olduğu için O'nu idrak edemez. Yüz tane, bin tane elbisen olsa seni bilebilir mi? Bilemez,
çünkü elbisedir. İnsan da böyledir, kâinat da böyledir. Bu maske bütün mevcûdâtı içine
alıyor. Var olan O'dur. Herkes maskeyi görüyor, O'nu görmüyor. Allah-u Teâlâ kendi zâtı
ile hayattadır, yarattıkları ise O'nun hayat vermesi ile yaşamaktadırlar.

Şimdi "Hû"nun maske olduğunu kavrayabildiniz mi? Şu kadar var ki maske olduğunu yüz
defa da kavrasanız sözle kavrarsınız, Allah-u Teâlâ göstermedikçe hakikatini
bilemezsiniz.

Maske Hazret-i Allah'ı bilemez, fakat Allah-u Teâlâ'yı, maskeden daha yakın olduğunu
görür.

Bir temsil verelim:

Bir insanla giydiği elbisenin arası ne ise, Hazret-i Allah ile vücud elbisesinin arası öyledir.

Bir elbisenin giyindiği kişiyi tanıyamadığı gibi, bir bedenin de yaratanını tanıması mümkün
değildir. Çünkü elbisedir. Kişinin düşüncesini elbise ne bilir? Allah-u Teâlâ'nın o kişi
hakkındaki hükmünü de maske hiç bilmez! Maske çünkü. Fakat insanoğlu vücudunu bir
şey zannediyor, Hakk'ı bilmediği için kendisini görüyor.

"O Hayy ve Kayyum'dur. (Ezelî ve ebedî hayat ile bâkidir. Zât ve kemâl sıfatları ile
her şeye hâkim olup, bütün varlıklar O'nunla kâimdir)." (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)

22.08.2019
Sayfa 216 / 646

Allah-u Teâlâ kendi zâtı ile hayattadır, yarattıkları ise O'nun hayat vermesi ile, O'nun
kudreti ile yaşamaktadırlar. Her şeye belirli bir zamana kadar ayakta durmak için sebepler
ihsan buyurmuştur.

"Hayy" ve "Kayyum" ancak O'dur. Ancak O var, O yaratıyor, her şey O'nunla kâimdir.

İnsanların akılları ve ilimleri bu noktayı kavrayamadığı için yeri görür, göğü görür, amma
Hakk'ı göremez. Görmesi de mümkün değildir. Tutulanlar görülüyor da, tutan görülmüyor.

Şimdi burada maske kalkıyor. Maske de yok, O var. Yalnız O var ve her şey O'nun varlığı
ile kâimdir. Her görünen şey maskedir, insan da böyledir, kâinat da böyledir.

Maskeyi kaldıran Zât-ı kibriyâ; "Var olan her şeyi ben yaratıyorum, benim kudretimle
her şey ayakta duruyor, her şey benimle kâimdir." diyor.

Arş da böyle, kürsü de böyle, yer ve gök de böyle, insan ve hayvan da böyle. Her şey
O'nunla kâim.

İnsan Allah-u Teâlâ ile kâim olduğu halde bunu bilmiyor. O varlığını çektiği zaman leş
oluyor. Hani sen vardın? Sen de böylesin, bütün varlıklar da böyledir.

Bu noktayı da kavradığınız zaman gizli ilmin uçlarını tutmuş olacaksınız.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (9)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (4)

Mart 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Vücut O, Mevcut O:

Hiçbir şey kendiliğinden olmuyor, her şeyi yaratan O'dur.

"Allah her şeyin yaratıcısıdır." (Ra'd: 16 - Zümer: 62)

O yarattığı için her şey O'na muhtaçtır.

22.08.2019
Sayfa 217 / 646

Allah-u Teâlâ Vetekaddes Hazretleri vardır ve birdir. O "Ehad"dır. O'ndan


başka bir mevcut yoktur. Her şey O'na muhtaçtır.

"De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed'dir." (İhlâs: 1-2)

O birdir, her şey O'nun yaratması ile meydana gelmiştir. Yaratan, yaşatan,
yöneten O'dur. Vücut O, mevcut O.

Her şey bir perdeden ibarettir. Her şeyin içinde O var. Yalnız kişinin içinde
değil, her şeyin içinde O var.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)

Buyurduğu halde, sen içinde Cenâb-ı Rabbül-âlemin'i mi gördün, yoksa


kendini mi gördün? Bir düşün, aklını ve ilmini bir yokla, hakikatta âlim misin,
câhil misin? Bak da kararını ver.

Sen bir maskeden ibaretsin. O maske seni sen olarak gösteriyor. Halbuki
maskenin altında, içinde yine O var.

Çünkü Âyet-i kerime'sinde:

"Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz." buyuruyor. (Vâkıa:
85)

İşte bu hâli söylerken yaşamak lâzımdır.

Bu gerçeğe nâil olanlar Mukarrebler ve Sıddıklar'dır.

O; O'nu görüyor, kendisinin de bir maskeden ibaret olduğunu, o maskenin de


bir paçavradan ibaret olduğunu görüyor.

O'nun yanında maskenin, paçavranın ne hükmü var? O'nu görenlerin gerçeği


budur.

Amma sen O'nu görmediğin için, kendini gördüğün için, âlim ve allâme
sandın, câhil olduğunu da bilemedin.

Aslında her şey O'dur, ötesi perdedir. Sen de bir perde, yer de bir perde, gök
de bir perde, kâinat da bir perde, Arş da bir perde. Yani her şekil bir perdeden
ibarettir.

Fakir, Hazret-i Allah'ı o lütufla tecelli ettiği zaman görüyorum. Kendimi de bir
perde olarak, bir maske olarak görüyorum.

Bazı tecelliyatlar olur, kendimi zerre olarak yani Âyân-ı sâbite olarak görürüm.
Ubudiyetimi zerre olarak yaparım.

Şu halde hep O.

22.08.2019
Sayfa 218 / 646

Zerreyi de O halketti, kürreyi de O halketti, seni de, kâinâtı da O halketti.


O'ndan başka bir mevcut yok zaten. Var olan O...

Vücut O, mevcut O.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (10)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (5)

Nisan 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Her Şey O'na Perde:

"Allahüs-samed" Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhar olanlar robot olduğunu


bilir. Allah-u Teâlâ'ya o nispette muhtaç olduğunu ve O'nun lütfu ile idare
edildiğini yalnız onlar bilir, başka kimse bilmez. Çünkü bu Âyet-i kerime'nin
sırrına mazhar değil. Bu bilgi yalnız onlara mahsustur.

Bu esrar-ı ilâhî tecellî ettiği zaman, âyân-ı sâbite bütün âyân-ı sâbitelerin
Allah-u Teâlâ'ya ne kadar muhtaç olduğunu, her şeyin Hakk ile kâim olduğunu
görür.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Âlemlerin Rabb'i olan Allah'a hamdolsun." (Fâtiha: 2)

O, "Rabbül-âlemin"dir. Âlemleri O yaratıyor. İçte O. İnsanoğlu zannediyor ki


kendisi var, O'na bakmaya çalışıyor. Ne kadar ters bir durum!

Halbuki gerek insan gerek kâinât yalnız bir perdeden ibarettir. Perdeyi kaldır
O var. Perdeye "Ol!" diyor, perde oluyor. Yaratan O'dur. Yani O içte, sen
dışta... Sen dıştasın, içtekini aramaya, perdede O'nu görmeye çalışıyorsun. Bu

22.08.2019
Sayfa 219 / 646

mümkün değildir. Sen bir perdeden ibaretsin, kâinât da bir perdedir. Perdeyi
kaldır O var.

Âyet-i kerime'yi tekrar arz edelim:

"De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed'dir." (İhlâs: 1-2)

O birdir, O yaratıyor, yarattıkları O'nun içindedir. Siz Hazret-i Allah'a dıştan


bakıyorsunuz, ehl-i hakikat ise O'na içten bakıyor. Onlar derler ki "Her şeyi O
kuşattı, ben içindeyim." Onlar "Ehad"deyince O'ndan başkasını görmezler.

Farz-ı muhal ki bir bardak var. Bu bardak hükümsüzdür, sahibi içine ne


koyarsa, konulan şeyin hükmü olur. O "Samed"dir, her şey O'na muhtaçtır.
Çünkü O yaratıyor, O yarattığı için her şey O'na muhtaç.

O sana hayat veriyor, O'nunla kâimsin. Sen ise hâlâ O'nu mülkün içinde
zannediyorsun.

Bazı Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ'nın her şeyi yarattığı, bazı Âyet-i
kerime'lerde her şeyi kuşattığı, bazı Âyet-i kerime'lerde ise kâinatı donattığı,
her şeyin O'na muhtaç olduğu beyan buyuruluyor.

Her görünen şey O'na perdedir.

O Zâhir'dir. Zâhir O amma kimse O'nu görmüyor da perdeyi görüyor. Onu O


yaratıyor, her şey O'nunla kâimdir. Sen de O'nunla kâimsin, yarattığı perde de
O'nunla kâimdir. İnsanoğlu bunu bilmiyor.

Olanlar O'nunla var olmuştur. Her yaratılan şey Allah ile kâim olduğu için O'na
muhtaçtırlar. Allah ayrı, yaratılanlar ayrı. Çünkü O'na muhtaçtır, O'nunla kâim
olduğu için O'na muhtaçtır. Farz-ı muhal ki bir anda nefesini kesse yoksun.
Kâinat da böyledir.

Yaratılan her şey bir perdeden, bir maskeden ibarettir. Kâinat perdesini O
yarattı. Fakat o perdeyi ve perdenin üstündekilerini öyle güzel yaratmış ki;
zerrede de kürrede de kudretini ve âsârını, emsâlsiz iradesini ve gücünü
göstermiş, hepsine başlı başına bir hâkimiyet vermiş. Fakat ikram ve ihsan
edilen bu nimetleri insanoğlu hep kendisine mâlediyor. "Ben de
Allah'ım!" diyebilecek kadar ileri gidiyor.

İşte; "Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona


sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân:
43)

Âyet-i kerime'sine burada tutuluyor. O nimetlerin birer ihsan-ı ilâhî olduğunu


göremiyor. "Bunların hepsi bende var!" diyor ve nefsini ilâh ediniyor, bu
noktada şirk koşmuş oluyor, müşrik oluyor.

22.08.2019
Sayfa 220 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (11)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (6)

Mayıs 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

"Ol!" Diyor, Oluyor; "Öl!" Diyor, Ölüyor:

Her zerrede O'nun ulûhiyet sırları var. O zerreyi de O yarattı. O zerrenin içinde O'nun
varlığı var. O zerre de O'nunla kâim. Kül de böyle, cüz de böyle. Zerre de böyle, kâinat
da böyle...

Allah-u Teâlâ ayrıdır, yaratılanlar ayrıdır. Yaratılanlar "Ol!" demekten ibarettir,


hükümsüzdür.

O nasıl murad ettiyse öyle olur, "Ol!" dediği zaman bütün varlıklar öylece oluverir. Ona
göre ona cisim verir, ona göre suret ve sıfat verir, ona göre cüz'i irade verir, ona göre
şekil verir, o şekille beraber bir anda husule gelir, dilediği gibi tecellî eder. Yer görülüyor,
gök görülüyor, insan görülüyor. Fakat hâşâ o görünenler Allah değildir, "Ol!" demekle
husule gelen varlıklardır ve o varlıklar O'nun varlığı ile kâimdir. Amma hiçbiri Allah
değildir.

Vücud O, mevcud O... O'ndan başka ne vücud ne de mevcud var. Bütün mevcûdat,
vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. O'ndan başka müstakil bir vücud da yoktur.
Amma sen yaratılmışlarda kaldın. Hakk'ı bilemedin, bildiğini sandın.

Halbuki vücud elbisesini çıkarırsan O var. Vücud elbisesini giydiğin zaman sen varsın. O
halde O'nu nasıl göreceksin?

Farz-ı muhal ki bütün kâinat bir tepsi, üzerinde de birçok nimetler var. Sen ise
görebildiğin kadar tepsiyi görebiliyorsun. Kâinat tepsisinin üzerindeki nimetleri de
görüyorsun. Fakat o nimetleri yaratanı, o tepsiyi tutanı görmüyorsun. "Lâ"da,
yaratılmışlarda kaldın.

Çünkü O "Ehad" buyuruyor. O'ndan başka hiçbir mevcut yok.

O birdir. Her şeyi O yarattı ve her şey O'na muhtaçtır. Zira O yaratıyor, O yaşatıyor, O
öldürüyor ve yine O diriltiyor. Amma sen O'nu göremedin.

22.08.2019
Sayfa 221 / 646

"Kulhüvallâhü Ehad" diyorsun, fakat isimde kaldın, kelâmda kaldın, amma O'nu
göremedin.

Allah-u Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün âlemleri çepeçevre çevirmiştir. Sen "Lâ"da
kaldın, yeri göğü gördün.

Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Allah göklerin ve yerin nûrudur." buyuruyor. (Nûr: 35)

Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Amma sen yeri gördün, göğü
gördün. O'nun nuru olduğunu göremedin...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (12)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (7)

Haziran 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

"Ol!" Diyor, Oluyor; "Öl!" Diyor, Ölüyor (2)

Mevzuya geçen aydan kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurur:

"O zâhirdir." (Hadîd: 3)

O ki: "Ben zâhirim." buyuruyor.

Böyle buyurmasına rağmen O'nu gördün mü? Göremedin.

22.08.2019
Sayfa 222 / 646

Fakat gösterdiği ve bildirdiği kimseler bunun böyle olduğunu biliyor. O'ndan


başka bir mevcud olmadığını da görüyor. Sen bunları nereden görüp
bileceksin?

Çünkü senin içinde nefsin var, mâsivâ putları var. Sen bu hakikati nasıl
bileceksin?

En ince sırlardan birisi; Allah-u Teâlâ'yı ayrı görmek, kabuk mesabesindeki


kâinatı O'ndan ayrı görmektir.

Ruh ile cesedin, yani öz ile kabuğun irtibatı, Hâlik ile mahlûkun irtibatı
demektir. O yaratıcıdır, yarattıkları O'na muhtaçtır. Bu iki noktayı çok iyi
ayırmak lâzımdır.

"Hassü'l-hâs" olanlar içindekini görür. Kabuğun ayrı, özün ayrı olduğunu


görür. Kâinatın özü ile cesedin ayrı olduğunu görür.

Bütün varlıklar, O'nun yarattığı varlıklardır ve o varlıklar O'nun varlığı ile


kâimdir. Amma hiçbiri Allah değildir. Olanlar "Ol!" diyor oluyor, "Öl!" diyor
ölüyor, hiçbir şey kalmıyor. Yine O var.

Fakir, kitaplarda bunu izah etmiştik. Bunlar perdeden ibarettir. Perdeyi kaldır
O'nu görürsün. "Ol" dedi oldu, "Öl" dedi öldü. İşte Hazret-i Allah budur.

Âyet-i kerime'sinde:

"Dirilten de O'dur, öldüren de O'dur." buyurmaktadır. (Mü'minûn: 80)

Hazret-i Allah hükmünü koyuyor, oluyorsun sen ben... Hükmünü çekince


ölüyorsun, oluyorsun bir hiç... Şu kabirde yatanların hepsi "Ben biliyorum,
ben yapıyorum!.." derlerdi, amma Yaratan hükmünü çekince hepsini yerlere
serdi. Demek ki hiçbir hükmü yokmuş.

O öyle bir Allah ki, fakir daha evvel şöyle demiştik:

"Allah'ım! Sen öyle bir Allah'sın ki yalnız kendi kendini bilir ve kendi
kendini methedersin.

Hakir bir zerre olduğum için hayatım müddetince seni bir defacık
anamadığımı ve tapamadığımı biliyorum."

Allah'ım! Sen öyle bir Allah'sın ki yalnız kendi kendini bilirsin.

Bir adamla bir maskeyi karşılaştırdığında, maske adama benzer mi?


Benzemez. Peki kâinat ile Hazret-i Allah denk olur mu? Olmaz. Hâşâ maske
Hazret-i Allah'a benzer mi? İşte ilmin özü budur. Bundan daha derin ilim
yoktur. Gizlinin de gizlisi bir ilimdir.

Bu ilim Allah-u Teâlâ'ya âittir, ilm-i billâh'tır ve en son ilimdir. Bütün


çıplaklığıyla size anlatılıyor, amma anlamak mümkün değildir.

22.08.2019
Sayfa 223 / 646

Siz bunun ismini duyuyorsunuz, anlar gibi görünüyorsunuz, amma


anlamıyorsunuz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (13)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (8)

Temmuz 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Vâhidiyet ve Samediyet:

"Birlik" mânâsına gelen "Ehadiyet"; Allah-u Teâlâ'nın her bir şeyde


kendisine âit olan sıfatıdır. Her şeyde birliğinin tecellisi görülür.

"Samediyet" ise; Allah-u Teâlâ'nın hiçbir kimseye, hiçbir şeye, hiçbir şekilde
muhtaç olmadığı gibi, herkesin her ihtiyacını gidermekle hazinesinden hiçbir
şeyin eksilmemesi demektir. Mutlak mâlik ve mutlak müstakil O'dur.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde buyururlar ki:

"De ki; O Allah bir tektir." (İhlâs: 1)

Allah'tan başka hiçbir mevcut yok.

"Allah Samed'dir." (İhlâs: 2)

Her şey O'na muhtaç.

Her şey O'nun yaratması ile meydana geldi, O'na muhtaç. Fakat şüphesiz ki
bu bilgi ancak duyurduğu kimselere aittir. İnsan "Kul hüvellahü
Ehad" deyince Hazret-i Allah'ı birliyor, kendisini de Hazret-i Allah'tan ayrı
olarak tutuyor. Bu bilgiyi yalnız ve yalnız O'nun öğrettiği kimse bilir,
anlatılmakla bilinmez. Fakat sizlerin yetişmesi için zan ile de, ilmen de olsa

22.08.2019
Sayfa 224 / 646

bunlar söylenip açılıyor. Bunlar ancak Allah-u Teâlâ'nın öğretmesi ve


göstermesi ile bilinir. "Kul hüvellahü Ehad" deyince; Yaratan O, hepsi
içindedir, halk kendisini dışarıda sanıyor, Hazret-i Allah'ı bilmeye, bulmaya,
ölçmeye çalışıyor. Zaten sen yaratılmışsın, içeridesin.

Bu noktayı bir kavrarsanız bu ilmin özünü kavramış olursunuz.

Âyet-i kerime'de:

"O herşeyi çepeçevre kuşatandır." buyuruyor. (Nisâ: 126)

Her tarafı çepeçevre çevirmiştir. Ondan başka vücud yok. Ondan başka
mevcut yok. "Ol!" diyor görünüyorsun, "Öl!" diyor ölüyorsun. Yine O, yine O,
yine O.

Daha hayatta iken kimisi oluyor, kimisi ölüyor. Kâinat da böyle. İşte Hazret-i
Allah budur. Fakat mahlûkun aklı Halik'a yetmez. Hazret-i Allah olduran ve
öldürendir.

Âyet-i kerime'de:

"O her an yeni bir iştedir." buyuruluyor. (Rahman: 29)

Yaratan her şeyi bilir. Yaratılan ise Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği kadarını bilir.

Her şey O'nunla kâim olduğu için O'na muhtaç. Her şey O'na muhtaç. Çünkü
O:

"Doğurmamış, doğurulmamıştır." (İhlâs: 3)

Kendisi başkasını doğurmamış, başkasından da doğmamıştır. Ezelî ve


ebedîdir. Ezelde de ebedde de hep birdir.

Çocuğu, babası, eşi olmaktan münezzehtir.

Allah-u Teâlâ İhlâs Sûre-i şerif'inin sonunda, ilâhî sıfatlarının hepsinin


neticesini beyan buyurmuştur:

"Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir." (İhlâs: 4)

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de:

"O'nun benzeri bir şey yoktur." buyuruluyor. (Şûrâ: 11)

O'nun yaptığı gibisini yapacak da yoktur...

22.08.2019
Sayfa 225 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (14)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (9)

Ağustos 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Vâhidiyet ve Samediyet (2)

Allah-u Teâlâ ezelî ve ebedîdir. Zâtının evveli ve âhiri, dengi ve benzeri


olmadığı gibi; sıfatlarının da öncesi ve sonrası yoktur.

Ne zâtında ne sıfatında hiçbir benzeri, hiçbir eşi ve ortağı olamaz. Ezelde


olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır. İşte bu "Ehadiyet"idir. O şimdi
ezelde olduğu gibidir. Öyle "Ehad" ve öyle "Samed"dir. Her şeyin bir eşi
veya benzeri olabilir. Hiçbir dengi ve benzeri olmamak yalnızca O'na
mahsustur.

O'ndan başka müstakil bir vücud ve mevcud yoktur. Ezelde olmayınca,


sonradan olması da muhaldir. Çünkü sonradan olanlar mahlûk olacağı için
zaten O'na denk ve eşit olması mümkün değildir. Sonradan yaratılanlarda ne
kadar üstünlük ve kemâliyet farz edilirse edilsin, yine de mahlûktur. Bundan
dolayı bütün kâinat, gökler ve yer, âfâk ve enfüs, ruh ve cisim, mekân ve
zaman, Kürsü ve Arş, dünya ve ahiret hepsi birden O'na muhtaçtır. Bütün
bunlar yok iken O var idi ve hepsini O yarattı. Yarattıktan sonra yönetti,
geliştirdi ve daima kendilerine kendilerinden daha yakın ve onlarla beraber
oldu.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:

"Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir." (Hadîd: 4)

Her yerde hazır, insanın her hâline nazırdır.

22.08.2019
Sayfa 226 / 646

Allah-u Teâlâ kendisinin hakkı olan ulûhiyetini kimseye vermez, kimseyle


paylaşmaz. Şirk iddiâları her ne yolla olursa olsun bâtıldır.

Şirk koşanlar cansız bir şeye Allah'tan başka hiç kimsenin can
veremeyeceğine inandıkları halde şirklerine devam etmekle apaçık bir sapıklık
içinde olduklarını göstermektedirler. Şayet onlar bütün bunları düşünüp
kavrayacak olsalardı, Hakk'tan yüz çevirmezler, hakikata sarılırlar, dünya
saâdetine ahiret selâmetine kavuşmuş olurlardı.

"Yerde ve gökte eğer Allah'tan başka ilâh bulunmuş olsaydı, ikisi de


bozulup giderdi." (Enbiyâ: 22)

Âyet-i kerime'den anlaşıldığı üzere, varlıkların ister yıldızlar gibi yüksekte,


ister hayvanlar gibi, bitkiler gibi yeryüzünde bulunsun; binlerce seneden beri
değişmez ve sarsılmaz bir kaide ve hikmet üzere devam edegelmesi Cenâb-ı
Hakk'tan başka bir ilâh bulunmadığına kati surette delâlet etmektedir.

Diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyuruluyor:

"De ki: Eğer onların dedikleri gibi, Allah ile beraber başka ilâhlar da
bulunsaydı, o takdirde bu ilâhlar Arş'ın sahibine ulaşmak için yol
ararlardı." (İsrâ: 42)

Arş'ın sahibi ve mâliki Allah-u Teâlâ'dır. Durum dedikleri gibi olsaydı, onlar
tuttukları bu yol ile olanca kuvvetleriyle Arş'ın sahibi olan Allah-u Teâlâ'ya
yakınlaşmanın çarelerini ararlardı.

"Allah evlât edinmemiştir. O'nunla beraber hiçbir ilâh yoktur. Eğer


olsaydı, her ilâh kendi yarattığını alır gider ve biri ötekine üstün
gelmeye çalışırdı." (Mü'minûn: 91)

Halbuki bu varlık âleminin son derece mükemmel bir şekilde düzenli olduğu
görülmektedir.

"Allah onların vasıflandırdıkları şeylerden münezzehtir." (Mü'minûn:


91)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (15)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (10)

22.08.2019
Sayfa 227 / 646

Eylül 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Vâhidiyet ve Samediyet (3)

O, bir ve tek ilâhtır. Her şeyin mülkü ve tasarrufu O'nun elindedir.

"Onların söylediklerinden O münezzehtir, yücedir ve uludur." (İsrâ:


43)

Allah-u Teâlâ ikileşmesi veya yok olması veya değişmesi imkân ve ihtimali
olmayan "Bir"dir, hep "Bir"dir. O'na ikinci olacak bir başka bir yoktur.
O'ndan başka bir ilâh olmadığı gibi, O'ndan başka bir mevcut da yoktur. Bütün
yarattıkları "Lâ"dan ibarettir.

Yani "Bir"den olanı değil de, "Bir"i öğrenmemiz icâbediyor. Senindir


zannettiğin vücudun dahi yine O'nundur.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Oysa bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur." (Mâide: 73)

Başka hiç kimse ulûhiyet sıfatına haiz değildir. Bütün mükevvenâtın Hâlik'ı
ancak O'dur.

"Allah sadece bir tek ilâhtır." (Nisâ: 171)

Hiçbir şekilde ortaklığı kabul etmez, ulûhiyette tektir. Kendisine aslâ yokluk
ârız olmayan Zât-ı kibriyâ O'dur. Hakiki varlık O'nun varlığıdır. O'nun varlığı
bütün varlıkların hakikatidir. Yaratılmış olan varlıklar birbirlerine denk
olabilirler, birbirleriyle birleşir, birbirlerinden ayrılabilirler.

"Allah bir misal verir: Bir adamın huysuz ve birbiriyle ortak birkaç
efendisi var. Bir diğer adamın da bir tek efendisi var. Bu ikisinin
durumu bir olur mu?" (Zümer: 29)

Elbette olamazlar.

Bir tek efendinin kölesi, samimiyetle yalnız ona hizmet eder. Gücü ve yönelişi
bir noktada toplanır, yolu belirli olur. Efendisinden iyilikten başka bir şey
görmez. Onun sayesinde rahat bir hayat yaşar.

Birbiriyle anlaşamayan efendilere ait bir köle ise huzursuzdur, onların hangi
birine hizmet edecektir? Onların her birisi bu kölenin kendisine ait olduğunu

22.08.2019
Sayfa 228 / 646

ileri sürer ve onu değişik işlerde çalıştırırlar. Köle kimin dediğini yapacağını
şaşırır. Hangisini râzı edeceğini bilemez, hiçbir zaman kararı olmaz, vicdanen
rahat yüzü görmez.

İşte bunun gibi muvahhid bir müminle, içi dışı putlarla dolu bir müşrik bir
olmaz.

"Hamd Allah'a mahsustur." (Zümer: 29)

Misal son derece açık ve parlak olunca, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'yi hamd
ile sona erdirmiştir.

"Fakat onların çoğu bilmezler." (Zümer: 29)

Yine böyle iken Allah'a şirk koşarlar ve müşrik olarak yaşarlar.

Bütün gökleri ve yerleriyle kâinat, dünya ve ahiret hep O'nun mülküdür.


O'nun Ehadiyet'i ve Samediyet'i ile ayakta durmakta, O'nun hükmüne ve
fermanına mahkûm bulunmaktadır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde insanların her türlü şirkten uzak


bulunmalarını, saf ve doğru tevhid istikametinde olmalarını emir ve ferman
buyurmaktadır:

"O'na ortak koşmadan, Allah'ın hanifleri (birleyenleri) olun." (Hacc:


31)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (16)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (11)

Ekim 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

İlm-i Billâh:

22.08.2019
Sayfa 229 / 646

Hazret-i Kur'an'ın en ince noktası "Âyet-ül kürsî" ile "İhlâs-ı şerif"tir.

Bu sırrı bilebilmek için Allah-u Teâlâ'yı görmek şarttır. O'nu görmeyen kimse
ne bilir, ne de hafsalası alır. Duysa da yine bilmez. Ne ilmi yeter, ne de aklı
yeter.

Çünkü aklın da ilmin de "Ulül-elbâb"a dayanan bir husustur. "Ulül-


elbâb" Allah-u Teâlâ'nın duyurması ve göstermesi ile husule gelen akıldır. Bu
noktaya gelen kimsenin aklı da ilmi de durur. Bu sahaya hiçbir ilim giremez.

Şu kadar var ki Evliyâullah'tan bazı zevât-ı kiram bu hususa işaret etmişlerdir.

Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Feth'ür-


Rabbânî" adlı eserinde şöyle buyurmuştur:

"O öyle bir kuldur ki, Hakk'a vâsıl olmuş, O'nu görmüş ve mâsivâ
denen Hakk'ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir." (60. Meclis)

Onlar bu hususu görerek ve bilerek konuşuyorlar. Allah-u Teâlâ'yı gören,


gösterdiği kadar bilir, başkasına şâmil değildir.

Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli hakkında bin küsur
sene önce "Hatm'ül-Evliyâ" ismiyle müstakil bir eser yazmış ve onun Allah-u
Teâlâ'nın hususi himayesinde olacağını, O'nu göreceğini ve O'nunla
konuşacağını açıklamıştır.

Eserin Yirmi Birinci Bölüm'ünde şöyle buyurmaktadır:

"Sonra başka bir mertebeye yükselir, o da Heybet ve Üns'tür. Heybet


O'nun celâlindendir, Üns ise O'nun cemâlindendir. O'nun celâline
baktığında korkar ve toplanır. Şayet onu bu şekilde bırakırsa bütün
işlerinde âciz olur, atılmış bir elbise gibi olur veya ruhsuz bir vücut
olur. O'nun cemâline baktığında bütün damarları sevinçten dolup
taşar. Şayet onu bu şekilde bırakırsa nefsi coşar ve sınırı aşar. Heybet
onun şiârı, Üns ise onun elbisesi olur. Böylece kalbi dosdoğru olur ve
nefsi sevinir. Sonra onu başka bir mertebeye yükseltir. O mertebe
'İnfirad billâh' yani 'Allah ile kalma'dır."

Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdirü'l-Usûl" adlı eserinde


ise velâyet mertebelerinin en üst derecesine vâris olan Hâtem-i veli'nin
vasıflarını bir bir beyan ederek şöyle buyurmaktadır:

"Ehlullah'ın bir kısmı en yüksek velâyet derecesine sahip olur. Bu


kimse, Allah-u Teâlâ'nın, kendisini velâyeti için seçip kullandığı bir
kuldur.

22.08.2019
Sayfa 230 / 646

O Allah-u Teâlâ'nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket eder,


O'nunla konuşur, O'nunla görür, O'nunla tutar, O'nunla
anlar." (Nevâdirül-Usûl, cilt:1, sh: 339)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (17)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (12)

Kasım 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

İlm-i Billâh (2)

İlmin sonu Hazret-i Allah'a dayanır. Bu ilme "İlm-i billâh" denildiği gibi, "Ledünî ilim" de
denilir.

Bu ilme mazhar olan Hakk'ı görür, Hakk'tan görür. Ve fakat Allah-u Teâlâ'nın
tecelliyâtının sonu yoktur.

"Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna
yedi deniz daha eklense, yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez. Şüphe yok ki Allah
Azîz'dir, hikmet sahibidir." (Lokman: 27)

Kelimât-ı ilâhiye'nin sonu yoktur. Çünkü O'nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz,
iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.

Hakk'ı gören ise Cenâb-ı Vâcib'ül-Vücud Hazretleri'nden başka hiçbir şey görmez. Yani
Allah-u Teâlâ'yı gören, O'ndan başka bir şey görmez ve görmek de istemez. Zira her
şey "Lâ"dan ibarettir. "Lâ mevcûde illâllâh" tevhidinin sırrına vâkıf ettirdiği kimseler
hem görür, hem söyler, hem de o hâl ile yaşarlar. Her hâl ve kâllerinde hikmet-i ilâhî
mevcuttur. Birer numunedirler, birer Hakk adamı, Hakk dostudurlar. Onlar O'nun
himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesindedirler. O'nun gözetimi altında iş ve icraat yaparlar.

22.08.2019
Sayfa 231 / 646

İmâm-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki: "Ayrıca Allah-u Teâlâ ile
karşılaşmanın, O'nun cemâl-i bâkemâline bakmanın ve O'na mânen yakınlaşmanın
ne demek olduğunu da anlar." (İhyâ-u Ulûmid-din)

Çok iyi anlar. Çünkü Allah-u Teâlâ öyle buyuruyor. Öyle tecelli ediyor, öyle husule
getiriyor ki, oradan anlıyor. Bu, mahlûkun Hâlik'ına yaklaşması değildir. Hakk'ın
mahlûkuna tecelliyatıdır. Hâlik tecelli edecek ki, o vâkıf olacak. Mahlûkun yeri değil orası.
Oysa O'na her şey kolay.

İlimlerin Özü:

Bu hakikatler kemiğin iliği mesabesindedir. Hakikatin özüdür, sözü değildir. Kemiğe kadar
herkes iner, iliğe inemez. Kemik ayrı şey ilik ayrı şey.

İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektubat" adlı eserinde Hâtem-i veli'ye
verilen ilim hakkında buyurur ki:

"Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da mârifeti ötesindedir. Hatta


onların ilimleri, bu ilimlere nispetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi o kabuğun
özüdür." (317. Mektup)

Allah-u Teâlâ'nın göstermesi ile fakir bunu gözü ile görür, görür de öyle söyler. Hiçbir
ilmim olmadığına göre, eğer Allah-u Teâlâ öğretmese bunu bilmek mümkün değildir. O
bana bu ilimleri satır satır, nokta nokta öğretir ve gösterir.

Evliyâullah'ın "Has ilmullah" diye tarif buyurduğu ilim işte budur. Zât'ına mahsus bir
ilimdir. Bu ilim bugün indi. Hakk'al-yakîn ilmin özü de budur. Görünen ve bilinen bir ilim
değildir. Diğer ilimler bunun yanında sözüdür. Oraya inemediği için sözde kalmış. Yani
kemikte kalmış, iliğe inememiş.

Buradan da anlaşılıyor ki ilmin özü Hâtem-i veli'ye verilmiş. Öz nedir? Hazret-i Allah. O
özü biliyor, diğeri kabuğu biliyor. Öz ayrı, kabuk ayrıdır.

"Biz ona tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulan ilim işte budur, Allah-u Teâlâ ancak dilediği kadar
duyuruyor.

Nitekim Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsü'l-


Hikem" adlı eserinde şöyle buyurmuşlardır:

"Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin


sonuncusuna verilmiştir." (sh: 43)

22.08.2019
Sayfa 232 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (18)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (13)

Aralık 2015
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

"Mârifetullah"taki Sır:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:

"De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed'dir. Her şey O'na muhtaç, O
hiçbir şeye muhtaç değildir." (İhlâs: 1-2)

Vücut O, mevcut O... O'ndan başka ne vücut var, ne de mevcut var.

Bütün mevcûdat vücut nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir, "Ol!" emriyle


olmaktadır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Bizim emrimiz ancak bir göz açıp kapanana kadar bir tek
andır." (Kamer: 50)

Bir şeye ancak bir kere emreder. Az da, çok da O'nun kudreti yönünden birdir.

Allah-u Teâlâ ona bir şekil, bir suret veriyor, hayat veriyor, bütün
mukadderatını içine dürüyor ve onunla "Ol!" diyor, oluveriyor. Ömrü, icraatı,
ölümü-kalımı, geçmişi, geleceği, her şeyi içinde olmak üzere "Ol!" emriyle
husule geliyor. "Ol!" emrinin içinde kendi varlığı ile görülüyor.

Çünkü O "Hayy" ve "Kayyum"dur. O yaratıyor, yaratılanlar O'nunla kâim.


Hem O yaratıyor, hem O'nunla kâim. Varlığını çektiği anda, var gibi görünen
şey bir anda yok olur. Çünkü O'nunla var idi.

Sen ise yaratılmışlarda kaldın, Hakk'ı bilemedin, bildiğini sandın.

22.08.2019
Sayfa 233 / 646

O "Ehad"dır. Hem Ehad diyorsun, hem de sen varsın O yok. Ehad diyorsun
amma senden başkası yok. İşte insanların Allah-u Teâlâ ile durumu budur.
Mârifetullah ilmi ile diğer ilimleri buradan ayırın.

O "Ehad"dır, her şey O'na muhtaçtır.

Şu muhtaçlık durumunu sizin anlayacağınız şekilde bir temsille şöyle


anlatalım:

Bir buğday tanesinin kabuğu o taneye ne kadar muhtaç ise, Allah-u Teâlâ'nın
yarattığı ve bir kabuktan ibaret olan âlemler de Allah-u Teâlâ'ya muhtaçtır.
Çünkü vücud O, mevcud O.

Onun içindir ki:

"Doğurmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri


değildir." (İhlâs: 3-4)

Kabuğu Allah'tan gayrı sanma. "Ol!" demekle o kabuk olmuştur. Kabuk


görülüyor, O görülmüyor.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"İyi bil ki O her şeyi çepeçevre kuşatandır." (Fussilet: 54)

Her şey O'nunla var.

Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Efendimiz:

"Ben Allah'ımı gördüm, başka bir şey görmedim." buyurmuştur.

O, Hakk'ı ve hakikati gördü. O'nun nuru ile O'nu görüyor ve biliyor, O'nunla
O'nu görmek demek; içinde O, nurunu da O akıtıyor. O nurla O'nu görebiliyor.
Başka türlü göremez.

Sen "Rabb'ül-âlemîn" olan Allah-u Teâlâ'yı mı gördün, yoksa kabuktan


ibaret olan yaratıklarda mı kaldın?

Bir düşün, aklını ve ilmini bir yokla!

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:

"Rahman olan Allah Kur'an'ı öğretti, insanı yarattı, ona beyanı


(açıklamayı) öğretti." (Rahman: 1-4)

Açıklamayı O öğretti. Bu açıklamalarından nasibini aldın mı?

Bu açıklamalar ilme göredir...

22.08.2019
Sayfa 234 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (19)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (14)

Ocak 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

"Mârifetullah"taki Sır (2)

Zâhirî ilim, tarikat ilmi, hakikat ilmi, mârifet ilmi, ulül-elbâb'ın ilmi olduğu gibi,
bir de kendi katından verilen bir ilim vardır.

Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri, daha önce de arz


ettiğimiz beyanlarında şöyle buyurmaktadır:

"Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da mârifeti


ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nispetle kabuk kalır. Bu
mârifet dahi o kabuğun özüdür." (317. Mektup)

İşte o ilim bu ilimdir.

Âyet-i kerime'de Hızır Aleyhisselâm hakkında:

"Tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)

Buyurulan ilimdir. Mârifetullah ehli "Ulül-elbâb" olmasına rağmen, bu onun


özüdür.

Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-


Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm'a hitaben:

'Yâ İsâ! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar
sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah'a hamd ve şükrederler.
Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah'tan ecir
beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.' buyurdu.

22.08.2019
Sayfa 235 / 646

İsâ Aleyhisselâm:

'Yâ Rabb'i! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl


sadır olabilir?' diye sordu.

Cenâb-ı Hakk:

'Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.' buyurdu." (Ahmed bin


Hanbel)

İşte mârifetullahtaki sır budur. Allah-u Teâlâ onlara kendi ilminden ve


hilminden ihsan eder.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde bu ilmi


tarif ediyor ve şöyle buyuruyor:

"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif
billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil
olan kimseler anlamazlar.

Binâenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri


sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah
onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti."(Erbaîn)

Cevherleri onlara Allah-u Teâlâ verir. Yüzüne yüzü ile yönelmesiyle, kalbine
nurunu akıtmasıyla dilediği kadar ilmullahtan ilim verir.

Bu ilim has bir ilimdir. O'nun duyurduğundan başka bu ilmi kimse bilmez.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde


buyururlar ki:

"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın
kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl
gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur."(Tirmizi)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Faydalı ilim" olarak


vasıflandırdığı ilim mârifetullah ilmidir. Bu ilme "İlmullah" da denilir.
İnsanları bu gayeye ulaştıranlar marifetullah ehlidir. Bu gaye Hakk'a
ulaşmaktır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 236 / 646

İhlâs Sûre-i Şerif'i (20)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (15)

Şubat 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

"İçinizde... Görmüyor musunuz?"


(Zâriyât: 21)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"İçinizde!.. Görmüyor musunuz?" buyuruyor. (Zâriyât: 21)

O'ndan başka mevcud yok. Ötesi hep kabuktan ibarettir.

Bir ağaç var, dışı kabukla örtülmüş. Ona kabuk mu diyorlar, yoksa ağaç mı
diyorlar? Tabi ki ağaç diyorlar. O kabuk da ağaçtandır. Üzerindeki âsâr olsun,
üzerindeki hâreler olsun hep ağaçtandır.

Sen de bir kabuksun, kâinat da bir kabuktur. İçinde O var. Fakat insanoğlu o
kabuğu görüyor da içindekini görmüyor. Yani perdeyi görüyor da tutanı
görmüyor. Halbuki Âyet-i kerime'sinde"İçindeyim!" buyuruyor. Senin de
içinde, kâinatın da içinde. Fakat sen görmüyorsun. Çünkü ilmin de, aklın da o
noktada değil. Hiç şüphesiz ki içinde olduğunu gören de var bilen de var.

Mârifetullah ehli Allah-u Teâlâ'nın öğrettiğini bilir. O öğrettiği için ve herkese


ayrı ayrı tecelli ettiği için o bilgi kimsede bulunmaz.

Her şeyi O'nun yarattığını ve her şeyin O'nunla kâim olduğunu ancak hakikat
ehli bilir ve görür. Amma sizin bildiğiniz göz ile değil de, O'nun gösterdiği göz
ile hem görülür, hem bilinir. Yoksa bir beşer gözü ile değildir.

İnsan Allah-u Teâlâ'nın yarattığı ve donattığı bütün âlemlerin "Lâ"dan ibaret


olduğunu görmedikçe hiçbir zaman "İlâh"ı, yani Allah-u Teâlâ'yı göremez ve
lâyık-ı veçhile bilemez. Bilgileri zandan ibarettir, bu böyledir.

"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)

Bu bir Allah kelâmı değil midir?

22.08.2019
Sayfa 237 / 646

Sen bu hakikati anlamıyorsun diye bu Âyet-i kerime'yi beyan etmeyelim mi?


Senin gözün körse güneşin suçu nedir? Hakikat budur, ilâhî hüküm böyledir.

Bu hitâb-ı ilâhî yalnız insana değil, zerreden kürreye kadar yarattığı ve


donattığı bütün âlemlere O'nun hitâb-ı ilâhî'sidir.

Gerçek Mürşid-i kâmil O'nu gördüğü zaman, kâinatın bir maske olduğunu
görür. Maskeyi de görür, maskeyi kaldıranı da görür.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i


şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer
siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah'ın üzerine düşerdi." (Tirmizî)

Demek ki Allah-u Teâlâ kime gösterirse o görüyor.

O'ndan başka hiçbir şey yok ki düşsün! Ötekiler "Ol!" ve "Öl!", işte bundan
ibarettir. Düşen O'nun üzerine düşer.

O her şeyin takdirini dürmüş, şeklini şemâlini vermiştir, ondan sonra "Böyle
ol!" demiştir, o da dilediği şekilde oluvermiştir. O görünenleri öyle murad
ettiği için öyle göstermiş. Demek ki O var, O'ndan başka bir şey yok, O'nun
hükmünden başka bir şey yok.

Her şeyi O tutuyor, O yaratıyor, O öldürüyor. Fakat insan tutulanı görüyor da


tutanı görmüyor. Yani yaratılmışları görüyor da Yaratan'ı görmüyor...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (21)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (16)

Mart 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

22.08.2019
Sayfa 238 / 646

"İçinizde...
Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21) (2)

Fakir der ki:

"Siz Allah-u Teâlâ'nın tuttuğu şeyi görürsünüz, Elhamdülillâh biz tutanı görürüz.
Yaratan'ı gördüğüm için, bu yaratılanların bir perdeden ibaret olduğunu
görüyorum."

Bu beyanlar duyanlar içindir, işitenler için değil. Kime ne duyurdu ise o anlar. İyi bilin ki,
bunların hepsi Allah-u Teâlâ'nın göstermesiyle, bildirmesiyle, Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz'in nur ışığı ile görerek ve bilerek söyleniyor.

Sakın bu ilme dalmayın. İlminiz ve aklınız yetmez. Yetmediğine göre inkâr yollarına
kalkışmayın. Evliyâullah'ın beyanlarını inceleyin, onlara itimat edin ve kurtulun. Bütün
delilleri önünüze sürüyorum, oku ve geç, anlamaya kalkışma.

Bu sırlar niçin anlaşılmıyor?

Bu hususta bir Âyet-i kerime arz edelim:

"Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah'tır. Allah'ın fermanı bunların
arasından iner ki, böylece Allah'ın her şeye kâdir olduğunu ve her şeyi ilmiyle
kuşattığını bilesiniz." (Talâk: 12)

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:

"Eğer bu Âyet-i kerime'nin size tefsirini yapacak olsam, beni mutlaka taş
yağmuruna tutarsınız."

Size bu anlatılanlar sanmayın ki bilinmiyor. Allah-u Teâlâ fakire öyle bir üslup vermiş ki,
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri'nin buyurduğu mevzuları açıyoruz da kimse
farkında değil. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri yerleştirdiğimiz için, o söylediğimiz söz
kayboluyor.

Kişi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'i görüyor, o mevzuyu unutuyor. Sizin anlayacağınız
şekilde açıldığı için şaşkınlık yapmıyor. Yoksa kapalı tuttuğumuz yerler çok azdır.

Her Şeyi Kuşatan O'dur:

Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri
ile, kimini kabuk ile...

22.08.2019
Sayfa 239 / 646

Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yer de böyledir, gök de böyledir.
Arşurahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. Allah-u Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün
âlemleri çepeçevre çevirmiştir.

İşte bunun ispatı:

"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisâ: 126)

Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından nereye baksan yalnız O'nu
göreceksin.

Herkes O'nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki bütün mekânlar O'nda
mekândır, O'nun mekânı yoktur.

İyi bil ki O'nu gören, O'ndan gören, bütün âlemlerin bir kabuk, bir perde, bir maskeden
ibaret olduğunu görür ve bilir...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (22)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (17)

Nisan 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31

Her Şeyi Kuşatan O'dur (2)

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî


oradadır." (Bakara: 115)

Çünkü:

"Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nûr: 35)

22.08.2019
Sayfa 240 / 646

O'ndan başka ne vücud var, ne de mevcud var. Gösterdikleri bunu görüyor,


böyle olduğunu da biliyor. Amma sen "Lâ"da kaldın, yeri göğü gördün, orada
kaldın. O'nun nuru olduğunu göremedin ve bilemedin. Aslı O'dur, perdede
başkası görülür. Mevcûdat O'nun nurundan birer nurdur.

Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Hem görüyor, hem


biliyor. Amma sen hem görmüyorsun, hem bilmiyorsun.

Bunu neden kavrayamıyorsunuz?

İlminiz ilmel-yakîn, aklınız da akl-ı meaş olduğu için kavrayamıyorsunuz.

Bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına nerede mazhar olunur?

Kişi Allah-u Teâlâ'nın içinde olduğunu gördüğü zaman,

Kendisinin bir maskeden, bir paçavradan ibaret olduğunu anladığı zaman,

Mükevvenâtı kendi nurundan yarattığını ve donattığını gördüğü zaman, bu


Âyet-i kerime'nin sırrına ve tecelliyâtına mazhar olur.

Çünkü nurundan "Nur"unu yarattı, o "Nur" ile mükevvenâtı donattı. Bütün bu


sır bunun içindedir. Hep nur... Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da
nur.

Ancak bu tecelliyata kimi mazhar ederse, O'nu hem görür, hem de bilir.
Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk'ı görüyor, Hakk'tan görüyor.

O'nun göstermesiyle, O'nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kat'î


surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyat verilmemiştir.

Eğer bu noktayı bir kavrayabilirsen, göklerin ve yerin nur olduğunu gözünle


göremesen de, inanmakla kurtulmuş olursun.

Vaktaki içinde O olduğunu gördüğün zaman, kendinin bir maskeden, bir


örtüden, bir paçavradan ibaret olduğunu gördüğün zaman; bir de bakarsın ki,
meğer nurundan "Nur"unu yaratmış, o "Nur" ile mükevvenâtı donatmış.

Yani bu mükevvenâtın malzemesi nur.

Nitekim Âyet-i kerime'sinde:

"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruyor.


(Enbiyâ: 107)

Bu "Nur"un sayesinde âlemlere rahmet ve hayat veriyor. Âlemlerin hayat


bulması o nur sayesindedir. Çünkü onu âlemlere rahmet için yaratmıştır. O bir
hayat kaynağıdır, hayatı ondan fışkırttı. Hem"Rahmeten lil-âlemîn"dir, hem
de "Ebul-ervah"tır.

22.08.2019
Sayfa 241 / 646

O "Rahmeten lil-âlemîn" olduğu için âlemdeki her zerre nasibini ondan


alıyor. Ay da, güneş de, yer de, gök de, her şey o nurdan alıyor. Nereye
baksan o nur. Ona verildiğinden ötürü kâinat ona muhtaçtır.

Görebilenin onu bu çizgide görmesi lâzımdır, fakat bu çizgide kaç kişi


görebiliyor?..

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (23)


İHLÂS SÛRE-İ ŞERİF'İNİN BÂTINÎ MANÂSI (18)

Mayıs 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

Her Şeyi Kuşatan O'dur (3)

Anne karnındaki çocuğu üç ayrı zarla kapladığı gibi bütün âlemleri de


rahmetiyle kaplamıştır. O Kâdir-i mutlak her şeyi kaplamıştır.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Sizi analarınızın karnında üç ayrı karanlık içinde yaratılıştan


yaratılışa geçirerek yaratır." (Zümer: 6)

Allah-u Teâlâ bebeği ısı, ışık ve sudan muhafaza etmek için üç ayrı zarla
kaplıyor, böylece onu orada yaşatıyor. Zaman geldiğinde de oradan alıp
imtihan sahnesi olan dünyaya çıkarıyor, çeşitli rızıklarla merzuk edip
yaşatıyor. Bir taraftan da imtihana tâbi tutuyor ve oradan da tekrar âlemi
berzaha sokuyor.

Senin bu işlerde bir dahlin var mı? Yok. O halde sen çık aradan, kalsın
Yaradan.

Görüyorsun ki O hep hükmünü yürütüyor.

22.08.2019
Sayfa 242 / 646

Ve size bu noktada bir kıyas vereceğiz.

Musa Aleyhisselâm kavmine hitapda bulunurken kendisine "İnsanların en âlimi


kimdir?" diye sorulduğunda "En âlim benim" dedi. "Allah-u Teâlâ
bilir" demediği için Allah-u Teâlâ onun bu sözünden hoşlanmadı, hakikati
öğrensin diye Hızır Aleyhisselâm'a gönderdi. (Buhârî) Ve fakat Seyyid-i Kâinat
Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise:

"Fakirliğim ile övünürüm." buyurdu. (K. Hafâ)

"Ben fakirim, hiçbir şeye malik değilim. Ruhum, bedenim, ilmim, malım, ihsan
ettiği, ikram ettiği herşey Sahib'ime aittir. Her şeyi O verdi, ben hiçbir şeye
malik değilim."

Bu incelikleri tefekkür eden, ancak buradaki inceliği kavradığı kadarını anlar,


iyi bilin ki ötesi kalır.

Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır." (Yusuf: 76)

Çünkü kime ne verdiyse o vardır.

Ve yine Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"De ki: Rabb'imin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da
ilâve getirsek dahi, Rabb'imin sözleri bitmeden önce denizler
tükenir." (Kehf: 109)

Azamet-i ilâhi'yi hiçbir mahlûk kavrayamaz.

Farz-ı muhal ki Allah-u Teâlâ'nın insanlara bahşettiği ilim, bütün denizlerin


yanında bir damla mesabesindedir. Fakat o damla da O'nundur. Senin neyin
var ki "Ben!" dedin ve "Benim!" dedin, "Ben biliyorum!" dedin, fakat bununla
gizli şirke girdiğini görmedin.

Hakikatin sırrı; ancak sana ait hiçbir şey olmadığını gördüğünde, hepsi O'nun
olduğunu bildiğinde husule gelir, o tecelliyâta ancak o zaman mazhar olunur.

"Sözler ve Notlar" isimli kitaplarımızın "İkinci Cilt"inde şöyle


geçer: "Vücud O, mevcud O... Elbiseyi giydiğin zaman sen varsın, elbiseyi
kaldırdığında O var." Sen de böylesin, kâinat da böyledir. Fakat insan elbiseyi
soyunamadığı için kendisini gördü, Yaratan'ını göremediği için "Ben!" dedi.

Sen zannediyorsun ki sen sensin. Nefis putuna dayanarak "Ben!" diyorsun. Ve


fakat vücud elbisesini ifnâ edebilen, yalnız O olduğunu görür ve bilir.

Kişi de böyledir, kâinat da böyledir.

22.08.2019
Sayfa 243 / 646

İhlâs sûre-i şerif'inde "Ehadiyet" murakabasına işaret vardır. Bu


murakabada gönül yolculuğunun ilk safhası başlar. Hazret-i Allah'a inanmış ve
muhabbetini kazanmış olarak, İhlâs-ı şerif kapısından içeriye alınır, perde
kapanır, orası bir gönül bahçesidir. Orada dikilen ve feyz-i ilâhî ile nur
damlaları ile sulanan mârifet çiçeklerinin kokusunu almaya, birçok gizli
tecellileri gönülde seyretmeye başlar ve tefekküre dalar.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Tefekkür gibi bir ibadet olamaz." buyururlar. (Münâvî)

Tabi ki bu iç âlemin tefekkürüdür, hususa aittir.

Orada o ekilen çiçeklerin kokusunu aldıkça, onu ekeni tefekkür eder ve


Hazret-i Allah'ı yavaş yavaş gönülde arar. Ve böylece murakabanın birincisini
bitirmiş olur. Hakk'a giden yolculuk başladı artık.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (24)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN İLİMDE MUVAFFAK KILDIĞI
HAS KULLARI

Haziran 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

Hidayet Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile
kullarında halkettiği muvaffakiyettir. İman nûrunu ihsan ettiği, kalbine akıttığı
kulunu, mârifetullah nûru ile kudsî ruh ile destekler.

Bunlar vâris-i enbiya oldukları içindir ki, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin
tecelliyatına mazhar olmuşlardır. Yani bildirdiği kadar bilir, gösterdiği kadar
görür. Hakk'ta fani olduğu zaman bunlar husule gelir.

Cenâb-ı Hakk'ı görür kendisini görmez, zira âyân-ı sâbite ile Hakk'ı tespih
eder, O'nunla ibadet eder.

22.08.2019
Sayfa 244 / 646

Azamet-i ilâhî'nin karşısında bir zerre olarak Allah-u Teâlâ'ya ibadet, taat ve
secdesini yapar.

"Kulhüvallahü Ehad" dediği zaman Azamet-i ilâhî'yi görür.

"Allahüssamed" yarattığı varlıkların O'na muhtaç olduğunu bilir.

Bu esrar-ı ilâhiye ne zaman tecelli eder ki âyân-ı sâbite bütün âyân-ı


sâbitelerin Hazret-i Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu görür? Ve herşeyin
Hakk ile kâim olduğunu gördüğü zaman Âyet'ül-kürsi'nin sırrına mazhar olur.

Fâtiha-i şerif'te "Elhamdülillâhi Rabbil-âlemin" derken bu sırra mazhardır.


Bu ise ancak Hazret-i Allah'ın boyası ile boyandığı zaman husule gelir.

"Allah'ın boyası ile boyanın! Allah'ın boyasından daha güzel boyası


olan kimdir?" (Bakara: 138)

Bir zerre olarak Hakk ile Hakk'ı tespih eder. Ruh Cenâb-ı Hakk'ın lütuf
tecelliyatıyla nûrlanır, nefsi ruha tâbidir. O da nûrlanmış olur, dolayısıyla
vücududa nûrlanır. Bunların hepsi husule geldiği zaman "Sirâcen
münîrâ" olur. Her tecelliyat-ı ilâhi ile "Nûrun alâ nûr" olur. O artık Hakk
iledir. En hoşlandığı şey Hazret-i Allah'ın hükmü olur. Onlarda arzu yaşamaz.
Hayat ve vefat arasında hiç fark olmaz. Çıkacak hükm-ü ilâhî'ye peşinen
teslim olmuşlardır. Bu onlara ihsan edilen lütuflardır. Hazret-i Allah'a râm
olmuştur. Bütün iradesini Hazret-i Allah'a teslim etmiştir.

Allah içinde olduğu zaman vücut elbisesi de O'nun nurundan nur olur. Vücut
elbisesi nur olursa kefeni de nur olur. Kefeni nur olursa kabri de nur olur. O
ne ölür, ne çürür. Çalışan bunun için çalışmalı.

Fakat tabi bunlar anlaşılmıyor diye okunmuyor.

"De ki: O Allah bir tektir." (İhlâs: 1)

Sen "Ehad" olan Allah-u Teâlâ'yı mı gördün, yoksa kabuk mesabesinde olan
ve O'na muhtaç olanlarında mı kaldın?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"O hem Evvel'dir, hem Âhir'dir, hem Zâhir'dir, hem Bâtın'dır. O her
şeyi bilendir." buyuruyor. (Hadîd: 3)

22.08.2019
Sayfa 245 / 646

Bu Âyet-i kerime'yi okuyabilen bir kimse, hem "O" olduğunu, hem her
şeyin "O'ndan" olduğunu ilmel-yakîn de olsa, gayet rahat bilmiş olur.

Allah-u Teâlâ "Evvel"dir, ezelîdir. O'ndan evvel hiçbir şey yok idi. Zât-ı
Akdes'i için asla başlangıç tasavvur olunamaz. O'nun varlığı Zât-ı Akdes'inin
gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O'ndandır.

"Âhir"dir; ebedîdir, sona ermekten münezzehtir. Varlığının başlangıcı


olmadığı gibi, nihayeti de yoktur.

"Zâhir"dir; zerreden kürreye kadar ne ki varsa O'nun "Zâhir" ism-i şerifi ile
zâhir olmuşlardır. Her görünen varlık O'nun kudretinin eseridir. Canlı ve cansız
bütün mevcûdat O'nun varlığı ile kâimdir. "Ol!" diyor oluyorlar, "Öl!" dediği
zaman her şey yok oluyor.

"Bâtın"dır; uluhiyet sırları her zerrede mevcuttur. Varlık da vücud nûrunun


zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (25)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN İLİMDE MUVAFFAK KILDIĞI
HAS KULLARI (2)

Temmuz 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

"Kün feyekûn", "Ol!" buyuruyor, her şey oluyor. O'nunla oluyor. Hepsi bir
cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir.

Bunu bilmek ancak Allah-u Teâlâ'nın duyurduklarına mahsustur. En üstün ilim


sahiplerine verilmiştir. En bilgili âlim bile Cenâb-ı Hakk duyurmazsa kendi
zannını söyler. Zan ise hükümsüzdür, kalp para geçmez paradır. Bu mevzu
ilmel yakîn'de, aynel yakîn'de olanların işi değildir. Kör gözün işi de değildir.
Ancak Hazret-i Allah'ı görüp kendisini görmeyenin işidir. "Ulül-elbâb"ın işidir.

22.08.2019
Sayfa 246 / 646

Allah-u Teâlâ dilediği kulunun ruhâniyetinden lâtîfeler halkeder. Ne kadar


halkettiğini O bilir ve o lâtîfeleri çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu
gizli bir ilimdir. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın ruhâniyetle desteklediği kullardır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları


kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)

İşte bu kullardır ki Hazret-i Allah'ı görür, bilir. Zira Hazret-i Allah kâinâtı bir
noktada toplar. O nokta ise "İnsan-ı kâmil"dir.

İnsan-ı kâmil olanlar gerçek âlimlerdir, hiç kimseden bir şey sormadıkları
halde Hakk'tan ilim alanlardır.

"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah


olur." (Bakara: 282)

Muallimin Allah olursa, hem kendisini bildirir, hem de yarattıklarının esrarını


bildirir.

Daha doğrusu bunun sırrını ancak Allah-u Teâlâ'nın talebeleri bilir. O'nun
öğretmesi, O'nun göstermesi, O'nun bildirmesiyle kâimdir. Kendinin âlim
olduğunu zannettiğin için, bu ilimden haberdar olmadığını sana bildirmem için,
bu ilimlerde câhil olduğunu göstermem için önünüze seriyorum.

Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Kim ki ben âlimim derse bilin ki o câhildir." buyurmuşlardır. (Münâvî)

Aynaya bak, kendini gör, sonra da vicdanına dön, kararını ver. Sakın ve sakın
tenkide kalkma, cehaletini ileriye sürme.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle


buyurmuşlardır:

"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın
kulları üzerine hüccetidir.

Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için
faydalı olan da budur." (Tirmizî)

Sen bu faydalı ilimden nasibini almamışsan, ilmin zandan ibaretse, gözün


körse güneşin suçu nedir?

22.08.2019
Sayfa 247 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (26)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN İLİMDE MUVAFFAK KILDIĞI
HAS KULLARI (3)

Kasım 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O
size furkan (iyi ile kötüyü ayırt edecek bir mârifet bir nur) verir.
Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf
sahibidir." (Enfâl: 29)

Allah-u Teâlâ'nın nur verdiği kimseler Hakk'tan korkar, halktan korkmaz.


Hakk'tan korktuğu için, bütün hayatını takvâ üzerinde, O'nun rızâsını
kazanmak için yürütür. Öğretmek için bir hoca talebesini karşısına aldığı gibi,
Allah-u Teâlâ da kendi talebesini karşısına alır, anlayacağı şekilde ona bir bir
hakikatleri duyurur, bildirir ve gösterir.

"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın


huzurundadırlar." (Kamer: 55)

Âyet-i kerime'si de bunu gösteriyor. Muktedir olan Allah-u Teâlâ onu huzuruna
alıyor ve ona bir bir öğretiyor. Âlem olanın âlemi başkadır. O Allah-u Teâlâ'yı
birlerken "Kulhüvellâhu Ehad" dediği zaman Allah'tan başka bir mevcut
olmadığını hem görür, hem bilir. Zira O'ndan başka bir mevcut yok zaten.
Âlem-i billah olduğu için her zerrede ulûhiyet sırlarının mevcut olduğunu bilir.
Bu sırlardan haberi olmayanın onlardan hiç haberi olmaz.

"Bir elçi gönderdi, kendisiyle kendisine."

Fâil-i mutlak o insanı nasıl murad ederse öyle yöneltir. Yani o insan fâil-i
mutlak'ın fiillerini icra eder. Hadd-i zatında kendisine kendisinden daha
yakındır.

22.08.2019
Sayfa 248 / 646

"Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz." (Vâkıa: 85)

Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Fâil-i mutlak O'dur. O nasıl murad ederse öyle
olur ve öyle tecelli eder. Bu tecelli Hass-ül has'a aittir. Fenâfillah'a çıkanların
işidir. Daha doğrusu vazifedar olanların işidir.

"Allah'ın boyası ile boyanın! Allah'ın boyasından daha güzel boyası


olan kimdir?" (Bakara: 138)

Bu Âyet-i kerime de insan-ı kâmil'e aittir.

Allah-u Teâlâ'nın ahkâmı ile ahkâmlanmış olduğu için, daha doğrusu Hazret-i
Allah'ta yok olduğu için, o mânevi elbise kendisine giydirildiği için o boya ile
boyanmış oluyor...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (27)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN İLİMDE MUVAFFAK KILDIĞI
HAS KULLARI (4)

Aralık 2016
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah -sallallahu aleyhi ve


sellem- Efendimiz'in ahlâkı sorulduğunda:

"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı


Kur'an'dı." buyurdular. (Müslim)

Yani Kur'an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki Resulullah Aleyhisselâm'ın


yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur'an'dır.

Onlar "Elhamdülillâhi Rabbil-âlemin" dedikleri zaman âlemlerin Rabb'ini


düşünür ve yalnız âlemde O'nu görürler.

22.08.2019
Sayfa 249 / 646

Gerçek vâris-i Nebî onlardır. İlimleri sadır ilmidir, vehbîdir. Bu ilim onlara
Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'dan gelir. Onların işi Hakk iledir,
Hakk'ı düşünürler, Hakk ile meşgul olurlar. Halk ile hiçbir icraatları ve
menfaatleri olmaz, halktan hiçbir şey beklemezler. Âlem-i billâh olanlar "Lâ
ilâhe illâllah" diyorlar. Onlar bunu görerek ve bilerek söylerler. İşte gerçek
mutasavvıf bunlardır.

Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz buyururlar ki:

"Cenâb-ı Hakk'ın gayrısı bir matlup ve sûfi lisanında bir put kalpte
mevcut bulundukça 'Lâ ilâhe illâllah' demek zordur, mânen kabule
şâyan ve vuslata vesile olacağı şüphelidir."

Allah-u Teâlâ'nın ihsanından gafil olan ve unutan, nefsine tutunan, kendisini


putlaştırmış olur. Neden? Allah-u Teâlâ'nın ihsanını kendi nefsine malettiği
için.

İnsan bir tek kıla sahip değil, onu da Allah-u Teâlâ yarattı. Fakat insan her
sahada "Ben, ben, ben..." diyor, bunlar bir puttur. Oysa ki Hazret-i Allah
Âyet-i kerime'sinde:

"Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir." buyuruyor. (Hadîd: 4)

Değersiz bir mahlûkum. Kendim bir maske, nefsim ise değersiz bir mahlûktur.
Yaratan, yaşatan Hâlik-ı Azîmüşşan'dır. Mârifetullah ehli bunu Allah-u
Teâlâ'nın fazlından ötürü gördü, bildi.

"Bu Allah'ın fazl-u ikrâmıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (28)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN İLİMDE MUVAFFAK KILDIĞI
HAS KULLARI (5)

Şubat 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 27

22.08.2019
Sayfa 250 / 646

Âyân-ı Sâbite:

Âyân-ı sâbite ile nasıl yetiştirdi? Bunun misalini verelim:

Tarikât-ı âliye'ye yeni intisap etmiştim, üç-dört günlük idim. Çarşıdan


geliyordum, önümde dört parmak kadar bir tümsek var. Geçmek için ayağımı
attığımda, bütün âlem o anda bir kabir kadar oldu. Ben de o kabrin içinde
bulunuyorum. Güçlükle yukarıya doğru baktım, bir delik görünüyor ve Halil
Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri o deliğin üzerinde duruyor. Yani bütün
kâinatın içinde bir zerre olduğumu, âyân-ı sâbite ile görmüş oldum. Zamanın
Kutb-u âzâm'ı Efendi Hazretleri olduğunu anladım.

Yetişme şekli zerreden başladı. Onun için bize her şey kolay geliyor. Çünkü
hükümsüz ve değersiz olduğumu gözümle görüyorum, söz itibariyle
söylemiyorum. Niçin? Çünkü ben O'nu görüyorum.

Meselâ biz "Lâ ilâhe illâllah" dediğimiz zaman şu âlemleri vallâhi bir çarşafı
atar gibi atabiliriz. Çünkü yalnız O'nu görüyorum. Örtüyü görmüyorum. Bütün
âlemler bir örtüden ibarettir.

Allah-u Teâlâ İhlâs Sûre-i şerif'inde:

"Kul hüvallahu Ehad" buyuruyor.

O "Ehad"dır, O'ndan başka hiçbir mevcut yok.

"Allahüs-Samed." O "Ehad" olduğuna göre, bütün yarattıkları O'na


muhtaçtır. Olanlar "Ol!" diyor oluyor. "Öl!" diyor ölüyor.

Bunu gördüğüm zaman göre göre söylüyorum.

Bu noktada mühim bir sır daha söyleyeceğim:

"Lâ ilâhe illâllah"; yaratılmışlar "Lâ"dan ibarettir, "İlâh" değildir. O'ndan


başka "Ehad" yok, olanlar O'nunla var olmuştur.

"Muhammedün Resulullah" Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu yarattı, o


nurdan kâinatı donattı. Siz Tevhid getirdiğinizi zannediyorsunuz.
Fakir "Muhammedün Resulullah" deyince kâinatı görmüyorum, o nurla
kâinatı görüyorum.

Cenâb-ı Hakk'ın göstermesiyle bunlar göre göre söyleniyor.

Bu nasıl oluyor?

22.08.2019
Sayfa 251 / 646

Allah-u Teâlâ ezelî takdirde nuru vermiş, kaseti de dürmüş, robota koymuş.
Zamanı gelince o kaset çalışıyor.

O kadar büyük insanlar yetişmiş ki, geçmişte yaşamış Zevât-ı kiram, o ezelî
takdir kasetini görmüşler ve üzerine eğilmişler.

Yani; "Bunu verdi, bunu verdi, bunu verdi." demeleri, ezelî takdirdeki
kaseti görmeleri sebebiyledir. Hâtem-i veli'ye, Allah-u Teâlâ'nın neler
vereceğini oradan almışlar ve anlamışlar.

Onlar takdir kasetini gördüler. Ona duyurduğunu zamanı gelince O konuşacak.


O konuşmayacak, dürdüğü kaset konuşacak.

Onlar bin sene öncesinden görmüşler, şimdikiler bugünü görmüyorlar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (29)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN İLİMDE MUVAFFAK KILDIĞI
HAS KULLARI (6)

Mart 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

Hem O'dur, Hem O'ndandır (1)

Yeryüzünde Allah-u Teâlâ'nın çeşmeleri vardır. Her nasiplinin nasibi, ezeli


takdir ve taksimât nispetinde o çeşmenin yanında durur. Çeşme O'nun...
Çeşme dahi o deryâdan bir şey alamaz. Bin sene dursa, su gelmedikçe
akıtamaz.

Allah-u Teâlâ'nın hoparlörleri de vardır, tecelli eder söyletir. Yerinde binlerce


sene dursa bir hoparlör kendiliğinden konuşabilir mi? Ancak Allah-u Teâlâ'nın
tecelli edip konuşturduğu kimseler hoparlörlük vazifesini görür. Ne akıtmış, ne
söyletmiş ise...

22.08.2019
Sayfa 252 / 646

Böyle olmasına rağmen bir kimse Allah-u Teâlâ'nın bu tecelliyatını kendine


mâlederse, "Ben çeşmeyim" veya "Ben hoparlörüm" derse; veyahut ki hiç
tecelli etmediği halde tecelli etmiş gibi, kendisinde varmış gibi göstermeye
çalışırsa, bu sırları benimserse, o dalâlettedir. Hem kendisini hem etrafını
zehirlemiş olur.

Bu gibi esrâr-ı ilâhiye ne zaman tecelli eder?

Bir insan pislik yuvarlayan Cubullâ adlı pislik böceğinin pisliği yuvarladığı gibi,
kendisine ait tüm varlığının pislik şeklinde yuvarlandığını gözü ile görmedikçe
hiçbir zaman bu hâl husule gelmez. Ve o kimse Vahdet-i vücud'dan
bahsetmeye de sahib-i selâhiyet değildir.

Bunun da sırrı şudur:

Asliyetinin bir damla pislik olduğunu insan kendisi göremez. Onu göstermek
için başka göz lâzım. O göz de Hazret-i Allah'ın lütuf nurudur. O nur ışığı ile
ona kendi asliyetini gösterir. O zaman o göz onun değildir. Fakat bu sırlara
gözü ile görebilecek kadar vâkıf olanlar dünya yüzünde nâdir kimselerdir.

Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri;

"Her şey O'dur."

İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise:

"Her şey O'ndandır." buyurmuşlar.

Tecelliyâtları ayrı ayrı olduğu için, bu iki zât-ı muhteremin ayrı beyanlarda
bulunmaları ile İslâm'da büyük bir çelişme husule gelmiştir. Ve bu çelişme
günümüze kadar devam etmiştir.

Her iki söz de doğru. Fakir her ikisinin beyanlarını bir cümlede birleştiriyoruz
ve diyoruz ki:

"Her şeyi Hazret-i Allah var etti, her şey O'nun varlığı ile kâimdir."

Böylece bu ihtilâfı ortadan kaldırıyoruz, Elhamdülillâh.

Birincisi; İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri'nin beyanı, ikincisi;


Muhyiddin İbn-ül Arabi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin beyanı...

Binaenaleyh; hem O'dur, hem O'ndandır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 253 / 646

İhlâs Sûre-i Şerif'i (30)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN İLİMDE MUVAFFAK KILDIĞI
HAS KULLARI (7)

Nisan 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

Hem O'dur, Hem O'ndandır (2)

"Evet hem O'dur, hem O'ndandır."

Her zerrede O'nun varlığı mevcuttur.

Her şey ceset, O ise ruhtur. Ruhsuz cesedin ne hükmü olabilir?

Âyet-i kerime'de:

"Allah göklerin ve yerin nurudur." buyuruluyor. (Nûr: 35)

Olanlar O'nun nurundan oldu.

O'nsuz hiçbir zerre yok. Fakat O görülmüyor da perde olan ceset görülüyor.
Halbuki aslında her şey ölüdür.

Mesela Âdem Aleyhisselâm'a ruh verilmeden evvel çamur halinde idi.

Ruh O'nun emri, O'nun varlığıdır. Verdiği zaman dirildi ve hareket etmeye
başladı.

Âyet-i kerime'de:

"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruluyor. (Sad: 72)

Yani sen Allah-u Teâlâ ile kâimsin. Her şey perdedir, aslı O; her şey maskedir,
gerçek O.

İnsanoğlu ruh verildiği zaman her şeyi yapıyor. O'nun varlığı ile hareket
ediyor. Allah-u Teâlâ ruhu çektiği zaman hiçbir şey kalmıyor. Demek ki var
olan O imiş.

O'nu bilmek ise mânevî tahsillerle mümkün olur.

22.08.2019
Sayfa 254 / 646

Zâhirde ilk, orta, yüksek tahsiller olduğu gibi, mânevî ilimler ve mânevî
tahsiller de mevcuttur.

Bu mânevî tahsil üç merhaledir:

1-İlmel-yakin, "Bilmek"tir.

2-Aynel-yakin, "Bulmak"tır.

3-Hakkâl-yakin ise "Olmak"tır.

İlmel-yakin mertebesinde olanlar; "Zâhid"ler,

Aynel-yakin mertebesinde olanlar; "Arif"ler,

Hakkâl-yakin mertebesine ulaşanlar da; "Vâkıf"lardır.

Bir ilim diğerine erişemediği için hakikat da anlaşılamıyor. Merhaleler arasında


çok farklar vardır.

Bu mevzu "İlmel-yakîn"de ve "Aynel-yakîn"de olan kişinin işi değildir.

Kör gözün işi de değildir. Ancak Allah-u Teâlâ'yı görüp kendisini görmeyenin
işidir.

Göz üç türlüdür:

1-Kör göz: Tabiat karanlığına düşmüştür, ondan başka hiçbir şey görmez.

2-Şaşı göz: Hem kendisine, hem de Yaratan'ına bakar. Yani biri iki görür.

3-Görür göz: Allah-u Teâlâ'nın nuru ile bakar. Her şeyin O'nunla kâim
olduğunu görür ve bilir. Kendisini görmez.

Çözülmeyen ve bilinmeyen Vahdet-i vücud'un sırrı budur. Hakkal-yakin'e vasıl


olanların bilebileceği bir mevzudur. Bilinmeyerek münakaşa edilmiştir. Yapan
O'dur, perdede başkası görülür...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 255 / 646

İhlâs Sûre-i Şerif'i (32)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN İLİMDE MUVAFFAK KILDIĞI
HAS KULLARI (9)

Haziran 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31

Yarattığı Her Şey, O'nu Tespih Eder:

Halbuki bütün yarattıkları O'nu biliyor, tanıyor ve Yaratan'ını tespih ediyor.

"Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar Allah'ı tespih ve


tenzih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tespih etmesin.
Fakat siz onların tespihlerini anlamazsınız. O halim olandır, çok
bağışlayandır." (İsrâ: 44)

Bu Âyet-i kerime'den de anlaşılıyor ki yerde olsun, gökte olsun,


Arşurahman'da olsun, yarattığı her şey O'nu tespih ediyor.

Varlıklar, akıl sahibi olanlar ve akıldan mahrum olanlar olmak üzere ikiye
ayrılır. Akıl taşıyan varlıklar söz ve dil ile, akıldan mahrum bulunan şeyler de
rivayete nazaran yalnız hâl lisanıyla Hakk Teâlâ Hazretleri'nin vahdâniyet ve
samedâniyetini, her türlü kusur ve noksandan münezzeh oluşunu ikrar ve
itiraf etmektedir.

Zira yoktan meydana gelen bir âlemin mâhir bir sanatkâra ve büyük bir
yaratıcıya, vahdâniyet ve samedâniyet gibi kemâl sıfatlarını kendinde toplamış
ibâdet ve tâzime lâyık bir zâta her cihetten ihtiyacı kati delillerle sâbit ve
apaşikârdır.

"Yerde ve gökte eğer Allah'tan başka ilâh bulunmuş olsaydı, ikisi de


bozulup giderdi." (Enbiyâ: 22)

Yani Allah-u Teâlâ "Ehad" olduğunu birçok Âyet-i kerime'si ile bize bildiriyor
ve duyuruyor.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 256 / 646

"Göklerde ve yerde olanların hepsi; mülkün sahibi, mukaddes, aziz,


hakim olan Allah'ı tespih ederler." (Cum'a: 1)

Bütün varlıklar O'nu bilip tespih ederken nankör insan O'nu bilemedi,
bulamadı ve bir de apaçık hasım kesildi.

Halbuki sen Allah ile kâimsin ve fakat hâlâ bunun böyle olduğunu idrak
edemiyorsun. Ne zaman idrak edeceksin? Kuvvet ve kudret sahibi varlığını
senden çekince mi anlayacaksın?

Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. O herşeyi çepeçevre kuşatmıştır.


Herşey herşeyi kuşatmıştır, O ise herşeyi kuşatmıştır.

"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisâ: 126)

Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından dolayı nereye baksan yalnız
O'nu göreceksin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (33)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN İLİMDE MUVAFFAK KILDIĞI
HAS KULLARI (10)

Temmuz 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

Mârifet ve Nur:

Ve bunlar her ne kadar okunsa dahi Allah-u Teâlâ hakikati duyurmadıkça


bilinmesi mümkün değildir. Çünkü anlatılan şeylerle irfan husule gelmez.

Anlayamayacağınız halde bunlar size niçin anlatılıyor?

22.08.2019
Sayfa 257 / 646

Allah-u Teâlâ Furkân Sûre-i şerif'inin 59. Âyet-i kerime'sinin nihayetinde şöyle
buyuruyor:

"Bunu bir bilene sor! (Bunun gerçekten böyle olduğunu


anlatacaktır.)" (Furkân: 59)

Yani bu inceliklere vâkıf olanlar vardır.

Böyle bir kimseye de uy ve yolundan git.

Bu Âyet-i kerime, Vahdet-i vücud'u doğrudan doğruya hem beyan ediyor hem
de açıklıyor.

Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhiyi dilediğine bildiriyor ve bildirdiğini de beyan


ediyor. Yani onlar bunu biliyorlar.

Amma isterse açıklarlar, isterse açıklamazlar.

Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez." (Cin: 26)

"Ancak râzı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına


gözetleyiciler (koruyucular) koyar." (Cin: 27)

Ancak dilediği kuluna, dilediği kadarını bildirir. Onun haricinde mahlûkun


Hakk'a ait bilgisi olmaz.

"Ki onların böylece Rabb'lerinin kendilerine verdiği emirleri


duyurduklarını bilsin.

Ve Allah onların yanında bulunan her şeyi çepeçevre kuşatmış ve her


şeyi bir bir saymıştır (kaydetmiştir.)" (Cin: 28)

Allah-u Teâlâ "Nebi"ye vahiy vasıtasıyla "Veli"ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini
ilka eder. Muallimi Hazret-i Allah olduğu için ona O öğretiyor.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde


buyururlar ki:

"Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ tarafından


kendilerine ilham olunan insanlar vardı. Eğer ümmetim içinde de
böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer'dir." (Buhârî)

İlhamdan hasıl olan ilme Ledün ilmi denir.

Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e şamil olduğu gibi, ümmet-i


Muhammed'in arasında kıyamete kadar böyleleri daima bulunacaktır.

İşte bütün bu lütuf, fazilet ve meziyetler, Allah-u Teâlâ'nın o kimseyi o kudsi


ruh ile desteklemesinden doğmuştur. Geldiği makama dünyada iken çıkar,
peygamberler meclisine girer.

22.08.2019
Sayfa 258 / 646

"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları


kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)

Bu lütuflar hep oradan geliyor.

Bu sırlara mazhar olabilmek için Hazret-i Allah'ın bu ilmi, görüldüğü gibi


kalpte yazması ve ikinci bir ruh ile desteklemesiyle mümkün olur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (34)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN İLİMDE MUVAFFAK KILDIĞI
HAS KULLARI (11)

Ağustos 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

Mârifet ve Nur (2)

Âyet-i kerime'de:

"Allah'tan korkar takvâ sahibi olursanız, mualliminiz Allah


olur." buyuruluyor. (Bakara: 282)

Zira Allah-u Teâlâ bunların kalbine nûru akıtmış, kalbine ilmi yazmış, kendi
lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.

Burada görülüyor ki, Hazret-i Allah bizzat bunlarla ilgileniyor, bilmediklerini


öğretiyor.

Bunun içindir ki bunların muallimi Hazret-i Allah'tır.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

22.08.2019
Sayfa 259 / 646

"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O
size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir mârifet bir nûr verir." (Enfâl: 29)

İşte hep bu iki şey:

"Bir mârifet, bir nûr..."

Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır.

Ve fakat zulmâniyeti Nûr'a tercih edenler zulmâniyette kaldılar, nûrdan


mahrum oldular. Böylece de halkı şaşırtıyorlar. Bu ise Allah-u Teâlâ'nın
indinde çok büyük mesuliyettir.

Bu gibi esrar-ı ilâhi'den bahsedenlere hiç hayret etmeyin. Zira bunlar Allah
ehlidir ve muallimleri de Hazret-i Allah'tır.

Bu gibi esrarı anlamaya da çalışmayın. Çünkü Akl-ı meaş ile, Akl-ı mead ile,
Akl-ı nûrâni ile, ilmel-yakîn ile çözülecek bir esrar değildir. Bunları Allah-u
Teâlâ ancak Ebrar kullarına, yani duyan kulağa, gören göze ihsan eder. Bu
Ulül-elbâb aklın, Hakkal-yakin ilmin işidir. Bu hakikat öğretilen ve verilen
ilimle bilinir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle


buyururlar:

"Öyle ilim vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif
billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil
olan kimseler anlamazlar.

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri


sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi
verirken tahkir etmemişti." (Erbaîn)

Allah-u Teâlâ kimsenin bilemeyeceğini açıklıyor ve ilmin yalnız onlara mahsus


olduğunu ifade ediyor. Çünkü yalnız onlar bu esrarı biliyor.

"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir


kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi
sandınız?"

Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:

"Onlara ilk vereceğim şey, nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman


ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber
verirler." (Hâkim)

Bu Hadis-i şerif'lerden görülüyor ki Allah-u Teâlâ bu hakikati ancak dilediğine


bildiriyor. Bu esrarını yalnız onlara duyurmuş ve yalnız onların bilebileceğini
buyurmuştur...

22.08.2019
Sayfa 260 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (35)


ALLAH-U TEÂLÂ'NIN İLİMDE MUVAFFAK KILDIĞI
HAS KULLARI (12)

Eylül 2017
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 29

Mârifet ve Nur (3)

Hülâsa olarak arz edelim:

Kim bilir? Bunlar bilir. Nasıl bilir? O bildirdiği için bilir. Ve bilen de bile bile
konuşuyor. Demek ki bildirdiği kimseler var ve size bildiriyor. Bildirdiği
kimselerin olduğunu bildirmek için bunlar size söyleniyor.

Bunu ancak bildirdiği kimse bilir. Bildirdiği kimsenin dışında isterse âlim olsun,
hacı, hoca olsun hiç kimse bilemez.

Furkân Sûre-i şerif'inin 59. Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ bu hakikati


bilenlerin olduğunu haber veriyor. Ve ben de size bildiriyorum. Demek ki
bildirdiği kimseler bildirilen her şeyi biliyormuş.

Bilenler bunun böyle olduğunu bilir.

Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de:

"İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden


haber verirler." buyuruyor. (Hâkim)

İşte haber veriyorum.

Kişinin bu esrara vâkıf olması için;

"Men ârefe"nin sırrına vâkıf olması lâzımdır. Gerçekten hükümsüz, değersiz


olduğunu görmedikçe, bilmedikçe, bu sır tecelli etmez. Yani ifnâ olmadıkça,
hüküm ve hikmet yalnız Hazret-i Allah ile olduğunu görmedikçe ve bilmedikçe
bu esrâr-ı ilâhiyi bilmek ve çözmek mümkün değildir.

22.08.2019
Sayfa 261 / 646

Yani O'nu bilen kendisinin hükümsüz, değersiz bir mahlûk olduğunu bilir.

İkincisi; "El fakru fahrî"nin sırrına vâkıf olmak da şarttır. Bu gibi kimseler
hiçbir şeye sahip ve malik olmadığını gözü ile görür, hükümsüz olduğunu
bilirler ve ilân ederler.

Herkes nefsiyle iftihar ederken, bunlar yalnız ve yalnız Hazret-i Allah ile iftihar
ederler. Çünkü O'ndan başka bir vücud ve mevcud olmadığını yalnız bunlar
bilirler.

Herkes nefsiyle "Ben, ben, ben!" diyor, ama bunlar ise hep "Allah, Allah,
Allah" diyor ve Hazret-i Allah ile övünüyorlar.

Zira onlar Hazret-i Allah'ı biliyorlar ve O'ndan başka bir mevcut olmadığını
görüyorlar.

"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)

Âyet-i kerime'sinin sırrına da bunlar mazhardır.

Gerek içinde gerekse bütün kâinâtta yalnız O olduğunu biliyor.

Ve bunlar:

"Ben ben değilim, bir benliğim var benden içeri" diyenlerdir.

Bunlar benliğinden geçmiş, benliğini ifna etmişlerdir. Çünkü Var'ı görüyor.


İçinde de O, kâinâtın içinde de O.

Her şey bir perdeden ibarettir. Her şeyin içinde O var. Yalnız kişinin içinde
değil, her şeyin içinde O var.

Amma kendisini bilmeyen, yaratılış gayesini göremeyen Hazret-i Allah'ı nasıl


bilebilir, nasıl bulabilir?

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İNFİTÂR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

Sûre-i Şerif'in
Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde, Nâziât sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. On dokuz
Âyet-i kerime, seksen kelime ve üç yüz yirmi yedi harften müteşekkildir.

22.08.2019
Sayfa 262 / 646

Adını ilk Âyet-i kerime'de geçen ve "Yarılmak" mânâsına gelen "İnfitâr" kelimesinden
alır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in cemaatle kılınan namazlarda


okunmasını tavsiye ettiği sûre-i şerif'ler arasında yer almaktadır.

Muaz bin Cebel -radiyallahu anh-in kıldırdığı bir yatsı namazını çok uzatması üzerine ona
şöyle buyurmuştur:

"Fitne koparmayı mı arzu ediyorsun ey Muâz? 'Sebbihi'sme Rabbike'l-a'lâ', 'Ve'd-


duhâ', 'İze's-semâün-fetarat' sûreleri neyine yetmiyor?" (Nesâî)

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de, "Tekvîr" Sûre-i şerif'inde olduğu gibi kıyamet gününün bazı
korkunç safhaları anlatılmaktadır.

Altıncı Âyet-i kerime'ye kadar kıyametin bazı hadiseleri tasvir edilerek göğün yarılacağı,
yıldızların saçılacağı, aralarındaki engeller kaldırılarak deniz sularının birbirine karışacağı
ve kabirlerin içinin dışına çıkarılacağı beyan edilmektedir.

Dokuzuncu Âyet-i kerime'ye kadar insanın Rabb'ini inkâr etmesi ve ilâhî nimetlere karşı
nankörlüğü selis bir üslupla kınanmaktadır.

On yedinci Âyet-i kerime'ye kadar, kâfirlerin dini yalanlamaları mevzu edilirken, yazıcı
meleklerin kişinin yaptığı iyilik ve kötülüklerin hepsini bir bir yazdığı, iyilerin cennete,
kötülerin cehenneme girecekleri haber verilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, hesap gününün şiddeti gözler önüne serilmekte ve hiç
kimsenin hiçbir şeye sahip olmadığı o cezâ gününde, yalnızca ilâhî hükmün geçerli
olacağı beşeriyete ilân edilmektedir.

Kıyametin Bazı
Safhaları:

İsrâfil Aleyhisselâm'ın Sur'a üfürmesi ile kıyamet kopar, böylece ilâhî emir ve hüküm
gerçekleşmiş olur.

Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.

"Gök yarıldığı zaman." (İnfitâr: 1)

Gücünü, kuvvetini, özelliğini kaybeder, çalkalana çalkalana yarılır.

"Yıldızlar saçıldığı zaman." (İnfitâr: 2)

Nurlarını kaybederler, aydınlıkları yok olur, yerlerinden kopup yağmur taneleri gibi
yeryüzüne serpilirler.

22.08.2019
Sayfa 263 / 646

Dağlar parçalanıp yeryüzü dümdüz olunca, denizler her yeri kaplar, acısı tatlısı birbirine
karışır, birleşip tek bir deniz olur.

"Denizler birbirine karıştığı zaman." (İnfitâr: 3)

Çok geçmeden sular zelzelelerle kaynar, denizler ateş hâline gelir.

"Kabirlerin içi dışına çıktığı zaman." (İnfitâr: 4)

Kabirler açılır, ölen insanlar nerede ve ne durumda olurlarsa olsunlar; mükâfat ve


mücazatlarını görmek üzere, önceden yaratıldıkları gibi, pek kolaylıkla yeniden vücut
bulup kabirlerinden kalkarlar. Hiç şüphesiz ki bu da kıyametin ikinci safhasıdır.

"Herkes, yapıp gönderdiklerini ve yapmayıp geride bıraktıklarını bilecektir." (İnfitâr:


5)

Dünyada iyilik olsun, kötülük olsun kendi işlemiş olduğu amelini bildiği gibi, numune olup
da kendisinden sonra gelenlerin işlemelerine sebep olduğu iyilik ve kötülükleri de bilecek;
iyi ve kötü bütün amellerini en ince teferruatı ile beraber defterinde görecektir.

Şüphesiz ki bu hadise insan hafsalasının çok çok üstündedir.

"O günde ki, bütün gizli sırlar meydana çıkarılır." (Târık: 9)

Âyet-i kerime'si ile haber verildiği gibi, gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler,
maksatlar bir bir ortaya serilir.

Engin Kerem Sahibi


Bir Allah:

Allah-u Teâlâ kıyamet ahvâlini hatırlattıktan sonra gâfil ve câhil insana hitap ederek şöyle
buyurdu:

"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" (İnfitâr: 6)

Rabb'inin ihsanına isyanla, sana olan merhametine taşkınlıkla nasıl karşılık verdin?
O'nun engin ihsan ve ikramları karşısında isyan yakışır mı? Halbuki bu yaptıklarının
ileride ortaya serileceğini ve hesaba çekileceğini biliyorsun!

"O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde
seni terkip etti." (İnfitâr: 7-8)

Allah-u Teâlâ insanı her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir
ölçüde yaratmıştır. Hangi uzuv nereye yarayacaksa ona uygun biçimde düzgün yapmış,
her birini bir çok faydalar sağlayacak şekilde düzenlemiştir.

Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O'dur.

Her güzelliğin, her tekâmülün ilk numunesi O'nundur.

Onun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.

22.08.2019
Sayfa 264 / 646

İnsanın her yaratılan şeyde Allah-u Teâlâ'nın eserlerini görmeye çalışması gerekir. Bu
tefekkürler sayesinde iman tekâmül etmiş olur. İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının
uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın şeklinin, diğer canlılara nispetle en güzel
şekil olduğunu anlar. Bedenin iç ve dış yapısına bakılırsa akıllara durgunluk verecek
inceliklerle karşılaşmamak imkânsızdır.

Gözünün birini büyük birini küçük yaratmadı. Farz-ı muhal ki; gözünü ayağının altına
koysaydı, ayağını başının üzerine koysaydı, ellerini hiç takmasaydı, nefes borularını,
yemek borularını vermeseydi; bunları sana kim verebilir, kim takabilirdi?

İnsanın bütün uzuvlarında harikulâde ince sanatlar vardır. Fakat hiç şüphesiz ki Allah-u
Teâlâ'nın insana en büyük lütfu, ruh vermesidir. Beden o ruh sayesinde ayakta durur.
Kâinatın güzelliklerini, Yaratıcı'nın kemâlini idrak eder.

Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ ona: "Ey insan!" diye hitapta bulunmuştur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İNFİTÂR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2

Kirâmen Kâtibin:

“Şerefli Kâtipler” mânâsına gelen “Kirâmen Kâtibîn” melekleri her insanın sağında ve
solunda bulunur. Sağındaki sevapları, bütün iyiliklerini; solundaki ise günahları, bütün
kötülüklerini kayıt ve tespit eder. İnsanların ağızlarından çıkan her sözü, işledikleri iyi ve
kötü, büyük küçük her şeyi amel defterlerine yazarlar. Mânen çok hassas kamera ile
bütün hâl ve hareketlerinin, konuşmalarının fotoğraflarını ve filmini çekerler. Bu onun
bütün hayatının filmidir.

“Hayır, hayır! Doğrusu siz, dini yalanlıyorsunuz.” (İnfitâr: 9)

Onun içindir ki gururlanıp aldanıyorsunuz.

Seni bir nutfeden yarattığı halde, sana ölçülü bir biçim verdiği halde, bütün bu ihsanlara
karşı O’na isyan etmekle cezânı hak etmiş olmuyor musun?

Bu sahnede öyle bir durum var ki, kişinin her sözü, her kelimesi, her görüntüsü zapt
ediliyor. İnsan ölürken son anda bu filmi seyredecek, gideceği yeri görecek de gidecek.
Ya saâdet-i ebediye veya felâket-i ebediye ile karşılaşacak.

“Oysa üzerinizde gözetleyici (melek)ler vardır.” (İnfitâr: 10)

22.08.2019
Sayfa 265 / 646

İnsana eşlik eden ve gözetleyen o melekler, yaptığınız amelleri kayda geçirerek kıyamet
gününe kadar muhafaza edeceklerdir. İğne ucu kadar küçük bile olsa hiçbir şey
kaybolmayacak ve bir gün gelecek her yaptığınızdan hesaba çekileceksiniz.

“Çok şerefli kâtipler.” (İnfitâr: 11)

Öyle kâtipler ki; Allah katındaki mertebeleri çok yüksektir, çok saygıdeğerdirler,
görevlerinde en ufak bir kusurları olmaz.

“Ne yaptıklarınızı bilirler.” (İnfitâr: 12)

Bile bile amel defterlerine yazarlar. Hiçbir şey unutulmaz, hiçbir şey noksan bırakılmaz.
Bu melekler insandan hiç ayrılmazlar.

Kişi, her ne kadar isyan ederse etsin, yaptığı hiçbir zerre amel yoktur ki bilinmemiş ve
görülmemiş olsun. Son nefesini vermeden önce bütün yaptıklarını görür. Gideceği yeri de
o anda görür. İyilerden ise bir an evvel gitmeyi arzu eder, kötülerden ise gitmeyi aslâ
istemez.

Bu yazılan defterler, kıyamet günü sahiplerine teslim edilir, hesap da bu defterlere göre
olur. Bu melekler ayrıca hesap sırasında yapılan işlere de şâhitlik ederler.

Din Gününün Sahibi:

Allah-u Teâlâ Fâtiha sûre-i şerifi’nin 4. Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’ini:

“Din gününün sahibi” olarak vasıflandırmaktadır.

Öyle bir gün ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü,
zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri
cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“İyiler nimet içindedirler.” (İnfitâr: 13)

İmanlarında sadakat gösteren sâlih müminlerin hesabı gayet kolay geçecek,


kötülüklerinden geçilecek, yaptıkları iyiliklere bol bol mükâfatlar verilecek, cennette de
ebedî kalacaklardır.

“Kötüler de cehennemdedirler.” (İnfitâr: 14)

Kâfir, müşrik ve münâfıkların yaptıkları iyilikler boşa çıkarılmış, âhiret mükâfatlarından


mahrum bırakılmışlardır. Kıyamette yakıcı ateş içinde ebedî kalacaklardır. Bu onlar için
belirlenmiş kesin bir âkıbettir.

“Din günü oraya girerler.” (İnfitâr: 15)

Ateşin önlerinde yanmakta olduğunu ve içine muhakkak düşeceklerini gördüklerinde,


artık kaçıp kurtulacakları bir yer bulunmaz. Ne kadar yardım isterlerse istesinler,
kendilerine yardım edilmez. Halbuki o felâket başlarına gelmeden önce, yaptıklarının
yanlarına kâr kalacağını sanıyorlardı.

22.08.2019
Sayfa 266 / 646

“Onlar, oradan bir daha da ayrılamazlar.” (İnfitâr: 16)

Kaçıp kurtulmaları mümkün değildir. Azapları da bir an bile hafifletilmez. Küfür en büyük
isyan olduğundan, onun cezası da en büyük azap olan cehennem azabıdır.

“Din gününün ne olduğunu bilir misin?” (İnfitâr: 17)

İnsan olarak dünyaya gelen herkesin bu günü bilmesi ve ona göre hayatını düzenlemesi
gerekir.

“Nedir acaba o din günü?” (İnfitâr: 18)

Soruyu soran da O, cevap veren de O...

“O gün kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı gündür.” (İnfitâr: 19)

“Din günü” her yapılanın karşılığının verileceği son gün demektir. O gün, kendi
mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacak, tasarrufuna ortak
olacak hiç kimse bulunmayacaktır.

O gün, hüküm günüdür; özür beyan etme günü değildir.

“O gün, emir yalnız Allah’a âittir.” (İnfitâr: 19)

Ne emir buyurursa o olacaktır.

O gün, tek hâkim O’dur. Hükmünde O’na hiç kimse, hiçbir şekilde ortak olamaz. Affetmek
veya cezalandırmak bütünüyle O’nun yed-i kudretindedir. Cezalandırmak istediği bir
kişiyi, kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin
ceza verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah, bir kimsenin hesap
defterine yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezâsından fazlasına çarptırılmaz.
Hiç kimseye zulmetmemesi O’nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye
güç getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.

Dünyada bir çok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki, hakettiği halde mükâfat
alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı
hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı
verilir. Zâlimler beraat ederken, mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına
yükletildiği de görülmektedir.

Mahkeme-i kübrâ’da ise bu gibi adaletsizlikler olmayacak, herkes yaptığının karşılığını


tam olarak alacaktır. Kâfirler azaplandırılırken, inananlar mükâfatlandırılacaktır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İNSAN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

22.08.2019
Sayfa 267 / 646

Kâfur Karışımlı Cennet Şarabı


Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Medine-i münevvere'de; Rahman sûre-i şerif'inden sonra, Talâk sûre-i şerif'inden önce
nâzil olmuştur. Otuz bir Âyet-i kerime, iki yüz kırk kelime ve bin elli dört harften
müteşekkildir.

Adını, insanın yaratılmadan önceki hiçliğini ifâde eden birinci Âyet-i


kerime'deki "İnsan" kelimesinden alır. "Dehr", "Hel Etâ", "Ebrâr", "Emşâc" adlarıyla
da anılmaktadır.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından öldükten sonra dirilmenin kesin


olduğunu beyan ederek, bir önceki Kıyâme sûre-i şerif'inin tamamlayıcısı olmuştur.

Sûre-i şerif'in ilk iki Âyet-i kerime'sinde insanın anılmaya değer bir şey olmadığı, çok uzun
bir zaman geçmesinden sonra katışık bir meni damlasından yaratıldığı, yaratılışının
gayesinin ise imtihan olduğu bildirilmektedir.

Üçünücü Âyet-i kerime'de insana verilen kabiliyetler sayesinde hidayet yolunu bulma
imkânına kavuşturulduğu açıklanmakta, şükredici veya nankör olmasının kendisine
kaldığı belirtilmektedir.

Yirmi üçüncü Âyet-i kerime'ye kadar; kâfirlerin cehennemde karşılaşacakları azap


şekillerinden misaller verilmekte, akabinde cennete girmeye müstehak olan
ve "Ebrâr" diye vasıflandırılan müminler için hazırlanan güzellikler gözler önüne
serilmektedir.

Yirmi yedinci Âyet-i kerime'ye kadar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e
hitap edilmekte; tebliğ vazifesini yaparken sabırlı olması ve muhalefet edenlere itaat
etmemesi, sabah akşam Rabb'inin İsm-i celâl'ini zikretmesi, geceleri uzun uzadıya tesbih
etmesi emredilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde; âkıbetlerini düşünmeyerek dünya hayatının geçici


güzelliklerine kendilerini aşırı kaptıranlar kınanmakta, dileyen kimsenin Allah'a giden yolu
bulabileceği, Allah-u Teâlâ'nın dilediği kimselere rahmetiyle muamele edeceği, zâlimler
için de elem verici bir azap hazırlandığı bildirilmektedir.

İnsanın Yaratılış Merhaleleri:

Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılış safhasından insan hâline gelmesine kadar uzun bir
zaman geçmiştir.

İnsan anılmaya değer hiçbir şey değilken, zayıf ve güçsüz bir varlık olduğu halde; Allah-u
Teâlâ bu değersiz damlayı geliştiriyor, iskeleti kuruyor, ruhunu nefhediyor ve insan olarak
yeryüzüne gönderiyor.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

22.08.2019
Sayfa 268 / 646

"İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş
midir?" (İnsan: 1)

Âdem Aleyhisselâm çamur hâlinde yoğurulup hazır duruma getirildikten sonra, ruh
üfürülmeden, şekillendirildiği hâl üzere bir süre bekletilmiş, ruhunun üflenmesine uygun
bir kıvama getirilmiştir.

Kâinat ve yeryüzündeki canlılar Âdem Aleyhisselâm'dan çok önce yaratıldıkları için, o


dönemde ismi, cismi ve nişanı yoktu.

İnsana gelince;

Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah-u
Teâlâ'dan başkasının bilemeyeceği kerîh bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti, ki o
zaman yeryüzünde ismi esamesi yoktu. Ne gibi bir isim alacağı, niçin yaratılmış olduğu
bilinmiyordu. Sonra Allah-u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi. Daha önce tanınmayan bir
şey iken, tanınmaya ve anılmaya değer bir varlık oldu. Yaratılışındaki gaye ortaya çıktı.

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah


-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; "Âdem Aleyhisselâm'ın
çamur halinden başlayarak her yaratılış merhalesinde kırk yıl kaldığı" beyan
buyurulmaktadır.

Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine sahip iken, insan şeklini alıncaya kadar
aradan uzun zamanlar geçmesinde, topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir
çiğnemlik ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışın her safhasında, hiç
şüphesiz ki O'nun kudretinin yüceliğini gösteren birçok hikmetler ve ibret verici incelikler
vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur.

İlk insan Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı
haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm'dan üreyen insanların da menşei toprak ve
sudur.

Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba


sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana
geliyor.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık." (İnsan: 2)

İnsan kendi kendine var olmuş ve kemale ermiş bir varlık olmadığı gibi, bir anda
yaratılıvermiş basit bir yaratık da değildir.

Zamanın başlangıcından bu yana devir devir, merhale merhale yaratılagelmiş, adı sanı
geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir
takım vasıflar ilâve olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana getirilmiş bir nutfeden
yaratılmıştır.

Böyle yaratmasının hikmetini de şu şekilde açıklıyor:

"Onu imtihan edelim diye öyle yarattık." (İnsan: 2)

Bu dünyada insanın değeri budur, bir imtihan gayesi ile burada bulunmaktadır. Yani
insanı öyle yaratıp işi bitti diye başıboş bırakıvermek için değil, bir takım emanet ve

22.08.2019
Sayfa 269 / 646

yükümlülüklerle sorumlu tutup kendisine vazifeler yükleterek imtihana çekmek için


yaratmıştır.

Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihanın süresidir. Bu
imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil
ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız
olduğu ilân edilecektir.

Verilen emirleri, yapılan uyarıları dinleyip önünü ardını görerek hidayet yoluna gitmesi için
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'nin devamında:

"Onu işitici ve görücü kıldık." buyuruyor. (İnsan: 2)

Kur'an-ı kerim'deki ve kâinattaki âyet ve delilleri işitecek, görecek, kalp gözüyle bilip ona
göre şuurlu bir şekilde vazifesini yapacak bir yaratık hâline gelmiştir.

İlâhî nimetler kulun üzerinde açıkca görülmektedir. Ki bu nimetleri tefekkür ederek hidayet
yoluna girsin, sapıklık yoluna girmekten sakınsın.

Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Biz ona hidayet yolunu gösterdik." (İnsan: 3)

Peygamberler gönderdik, kitaplar indirdik. İyiliği kötülüğü, doğruyu yanlışı, güzeli çirkini
açıkladık. Artık tercih ve sorumluluk tamamen kendisine âittir.

"İster şükredici olsun, isterse nankör olsun." (İnsan: 3)

Bu durumda hiçbir insanın mazeret ileri sürmesine hakkı kalmamıştır. İsteyen nimetlerin
kıymetini bilir ve şükreder, hakikati anlar, mümin olur, nurlu yolu takip eder. İsteyen
nankörlük eder ve bedbaht bir kâfir olur. Sonra da lâyık olduğu cezâya en ağır bir şekilde
çarptırılır. Kendisine gösterilen hidayet yoluna girmemenin vebâli kendisine çok pahalıya
mâlolur.

"Doğrusu biz kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş
hazırladık." (İnsan: 4)

Görülüyor ki iyiler nimet içinde olduğu gibi, kötüler ise büyük bir azaptadır. Onlar için öyle
şiddetli bir azab vardır ki, kimisi zincirlere vurulur, kimisi demir halkalarla bağlanır, alevli
ateşin içinde kavrulup dururlar.

Kâfur Karışımlı
Cennet Şarabı:

"Kâfur"; beyaz ve hoş bir renkte, güzel kokulu, serinletme, tabii olarak kalbi
kuvvetlendirme özelliği bulunan bir maddedir.

"Ebrâr" adı verilen itaatkâr müminler orada cennet kâfuru ile karıştırılmış içkiyi
kâselerden içerler.

Âyet-i kerime'de:

"Ebrâr (iyiler), kâfur katılmış dolu bir kâseden içerler." buyuruluyor. (İnsan: 5)

22.08.2019
Sayfa 270 / 646

Güzellikleri göz kamaştıran o nâzenin kâseleri, hiç durmadan dolu dolu akan ve sonsuz
hayat kaynağı olan serin bir pınardan doldururlar.

"Bu öyle bir pınardır ki, ondan Allah'ın kulları içer." (İnsan: 6)

Onu içmekle tarifi mümkün olmayan bir haz duyarlar.

Kâfur kokulu cennet şarabından içenlere birinci Âyet-i kerime'de "Ebrâr", ikinci Âyet-i
kerime'de ise "Allah'ın kulları" tabiri kullanılmıştır.

"Ebrâr"; iyilik yapıp ihsanda bulunan, Allah-u Teâlâ'nın hakkını edâ edip sözünü yerine
getiren kimse mânâlarına gelir.

Onlar bu yüksek ikramlara bu vasıflarından dolayı nâil olmuşlardır.

"Allah'ın kulları" tabiri ile de Allah-u Teâlâ onları kendisine izafe etmiş, şereflerini
artırmıştır.

"İstedikleri yere onu kolayca akıtırlar." (İnsan: 6)

Nereye isterlerse pınarın suyu sühuletle o tarafa gider, kuvvetle fışkırarak akar.

Onlar da diledikleri gibi kana kana içerler ve lezzet alırlar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İNSAN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Hakiki Kulların Vasıfları
Allah-u Teâlâ bu büyük nimeti hak edenlerin üstün vasıflarını açıklamak üzere Âyet-i
kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“O kullar adakları yerine getirirler.” (İnsan: 7)

Halbuki Allah-u Teâlâ nezrettikleri o adakları onlara emretmemişti. Amma onlar, değil
O’nun emrettiği ibadetleri yerine getirmekte gevşek davranmak, daha da fazlasını
kendilerine vâcip kılarlar ve bu sözlerini severek yerine getirirler.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Yaptığınız her harcamayı ve dadığınız her adağı şüphesiz ki Allah bilir.” (Bakara:
270)

Herkesin niyetini ve yaptıklarını çok iyi bilir, ona göre karşılığını verir.

22.08.2019
Sayfa 271 / 646

Onlar o kimselerdir ki;

“Ve kötülüğü yaygın olan bir günden korkarlar.” (İnsan: 7)

Kıyametin ahvâlini, cehennemin korkunç azaplarını düşünürler. Bu azabın kendilerine de


dokunacağından endişe ederler. O korkuyu içlerinde derinden hissederek İslâm’ın emir
ve yasaklarına karşı gelmekten nefislerini sakındırmaya çalışırlar.

“Kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan: 8)

Kendisi muhtaç oldukları, ihtiyaç duydukları hâlde; kazanma gücü olmayan fakire, babası
olmayan yetime, esir düşmüş kimseye şevkle yemek yedirler. İşte İslâm ahlâk budur.

Derler ki:

“Biz sizi ancak Allah rızâsı için yediriyoruz.” (İnsan: 9)

Maksadımız Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu elde etmektir.

“Sizlerden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan: 9)

Sizden bir mükâfât beklemediğimiz gibi, halkın yanında bize teşekkür etmenizi de
istemiyoruz, övgü de beklemiyoruz.

“Biz sert ve belâlı bir günde Rabb’imizden korkarız.” (İnsan: 10)

Biz bu yaptıklarımızı, Rabb’imizin bizi o günün dehşetinden korumasını umarak yaparız.

Bu sözleri yüzlerine karşı açıkça dil ile söylemeseler bile, kalben böyle düşünmektedirler.

Hakk’ın rızâsından gayrı hiçbir karşılık beklemedikleri içindir ki, O’nun katında övülmeye
lâyık görülmüşlerdir:

“Allah onları o günün kötülüğünden korumuştur.” (İnsan: 11)

“Onlara bir parlaklık ve sevinç verir.” (İnsan: 11)

Amel ve ibadetlerinin kendilerini kavuşturduğu karşılığı ve Allah-u Teâlâ’nın kendilerinden


râzı olduğunu görünce son derece memnun ve mutlu olurlar. Cennetin göz ve gönül
dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. iİâhi nimetlere garkolurlar. Ruhen ve cismen
nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.

Cennet Sakinlerine Verilecek Nimetler:

Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını
Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan
alıkoyan müminlere cennette ikram ve ihsan edilecek nimetler sonsuzdur. Bunların
vasıflarını bütünüyle anlamamız veya kavramamız imkânsızdır.

Ateşten kendilerine elbise biçilmiş olan cehennemliklerin elbiselerine karşılık,


cennetliklere de son derece kıymetli ve değerli elbiseler giydirilir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

22.08.2019
Sayfa 272 / 646

“Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri lütfeder.” buyuruyor. (İnsan: 12)

Onlar din-i mübin’in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet mukabilinde sabır
ve sebatlarına mükâfat olarak şimdi bu lütuflara nâil olmuş oluyorlar.

Elbiseleri ipekten olduğu gibi yatakları ve perdeleri de ipektendir.

Altın, gümüş ve sırf ipekten dokunmuş elbise ile ziynetlenmenin haram olması dâr-ı teklif
olan dünyaya mahsustur. Ahiret dâr-ı teklif olmadığı için orada bunlar en güzeli ile
müminlerin istifadesine arzedileceklerdir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle


buyururlar:

“Altın ve gümüş kaptan su içmeyin! Dibâ ve ipeği de giymeyin! Çünkü bunlar


dünyada onların; ahirette, kıyamet gününde ise sizindir.” (Müslim: 2067)

Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak
Allah-u Teâlâ bilir.

“Orada koltuklara yaslanırlar.” (İnsan: 13)

Oturdukları yerden diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler.

“Ne yakıcı sıcak görülür orada, ne de dondurucu soğuk.” (İnsan: 13)

Cennetin sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar
sıcak, ne de üşütecek kadar serindir. Ne rahatsız edici hararet, ne de eziyet verici soğuk.
Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgar eser.

Halbuki kafirler cehennemde pis kokulu, çok sıcak kara duman gölgesinde
bulunmaktadırlar.

“Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış, meyveleri de aşağıya eğdirildikçe


eğdirilmiştir.” (İnsan: 14)

Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir. Çünkü
orası çalışma, yorulma ve yıpranma yeri değildir. Dinlenme ve eğlenme yeridir.

Cennette meyveli-meyvesiz ağaçlar, asmalar, palmiyeler, her mevsim yetişen ve yeme


yasağı bulunmayan en güzel meyveler bulunur.

Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Cennette öyle bir ağaç vardır ki, idmana çekilmiş süratli bir ata binen kişi, yüz
sene gider de onun gölgesini bitiremez.” (Müslim: 2828)

Bu ağacın Tûba ağacı olduğu söylenir.

Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar. Cennette acıkmak,
yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyvelerle rızıklanmaları sırf lezzet almak,
zevkyâb olmak içindir.

22.08.2019
Sayfa 273 / 646

Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine
aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri
üstüne yığılmıştır.

Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez.


Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve
zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği
kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.

Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru
sarkıverir.

“Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kâseler dolaştırılır.” (İnsan: 15)

Hizmetçiler kendilerine gümüş kaplarda getirilen gümüş kâselerle içecekler sunarlar.

“Billurları gümüş gibi parlaktır.” (İnsan: 16)

Gümüş beyazlığı ile billur berraklığı, gören gözlere neşe saçar.

“Onları türlü türlü biçimlere koymuşlardır.” (İnsan: 16)

Bu şeffaf kapların ne kulpu vardır ne de ağzı. Dışından içi görünecek şeffaflıktadır,


dünyada eşi ve benzeri bulunmaz. Çevirmeye ihtiyaç duyulmadan her tarafından
kolaylıkla içilebilir. Azlığı ve çokluğu, içecek kimsenin arzusuna göre, sahibini kana kana
kandıracak ölçüde ayarlanmıştır. Bu durum daha çok lezzet verici ve iştah açıcıdır.

“Onlara orada bir kâseden içirilir ki, karışımında zencefil vardır.” (İnsan: 17)

“Kâfur” karışımı şaraptan içen “Ebrâr” kullar hakkında “İçerler” tabiri kullanılırken
burada “İçirilir” tabiri geçmektedir. Şüphesiz ki bu daha yüksek bir makamdır.

Bu şaraplar hiçbir zaman kurumayan coşkun bir pınardan alınmaktadır.

Zencefil hoş kokulu bir baharattır. Bazı içeceklere katılınca hoş bir lezzet ve koku
meydana getirir. İştah açıcı özelliği vardır. Mideyi bozmaz, ekşimeye sebep olmaz,
sindirime kolaylık verir. Fakat cennetteki zencefil ise apayrı bir nefasettedir, dünyadaki ile
kıyas bile edilmez.

İşte “Ebrâr” adı verilen “Allah’ın kulları”, bazen kâfur kokusu ile karışık cennet
şarabından doldura doldura içtikleri gibi; kimi zaman da kendilerine muayyen bir ölçü
dahilinde zencefil karıştırılmış cennet şarabı içirilir.

“O pınara Selsebil adı verilir.” (İnsan: 18)

“Selsebil” tatlı su demektir. Tatlılığından ve berraklığından dolayı boğazdan sühuletle,


kolaylıkla geçer. İçenlerin arzularına uygun bir şekilde, gözlere sürur veren ahenkli bir
akışla akar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 274 / 646

İNSAN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Cennet Sakinlerine
Verilecek Nimetler
Cennette ayrıca Vildan ve Gılman isminde, daima körpe ve zarif kalan erkek hizmetçiler
vardır. Allah-u Teâlâ onları hurilerden ayrı olarak cennet halkına hizmet etmeleri için
yaratmıştır.

“Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır.” (İnsan: 19 - Vâkıa: 17)

Bu kâseler dolusu cennet şaraplarını dolaştıranlar, Allah-u Teâlâ’nın müminlere hizmet


için yarattığı ay yüzlü gençlerdir.

“Sen onları gördüğün zaman, saçılmış birer inci sanırsın.” (İnsan: 19)

Bunlar düzenli bir şekilde çalıştıkları için dizilen inciler gibi bir görünümdedirler.
Hizmetlerinde aslâ kusur etmezler. Güzel yüzlü tatlı sözlüdürler. Ne yaşlanırlar ne de
tazelik ve zerafetlerini kaybederler, hep aynı hâl üzere kalırlar.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Kendilerine âit hizmetçiler sedefteki inciler gibi fırıl fırıl etrafında dönerler.” (Tûr:
24)

Gerek güzellikleri, gerekse elbiselerinin güzelliği ile sanki dizilmiş, saf ve düzgün inciler
gibidirler.

Bu Âyet-i kerime okunduğunda huzurda bulunan bir zât: “Yâ Resulellah! Hizmetçiler
böyle olursa, bunların efendileri nasıl olur?” diye sorunca Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz:

“Efendilerinin hizmetçiler üzerine olan üstünlüğü, ayın ondördünde diğer yıldızlar


üzerine üstünlüğü gibidir.” buyurmuşlardır.

Cennet son derece büyüktür. Milyarlarca insanı ilelebed barındırıp, huzur ve sükûna,
rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek
imkânsızdır.

“Orada her nereye baksan, bir nimet ve pek büyük bir saltanat görürsün.” (İnsan:
20)

Cennet, nimet yurdudur. Göz nereye baksa nimete bakar. Herkes kendilerine verilen
nimetleri seyreder. Hiç kimse hiçbir şeye hasret kalmaz.

Cennetliklerin elbiseleri ve ziynetleri cennetteki diğer zevklere uygun olarak en yüksek


kemaline ulaşmıştır.

22.08.2019
Sayfa 275 / 646

“Üzerlerinde sündüs ve istebraktan yeşil elbiseler vardır.” (İnsan: 21)

Allah-u Teâlâ onların her çeşitten birçok elbiseleri olduğuna, fakat bunların üstünde ipek
elbiseler bulunduğuna ve böylece ipek elbiselerin hepsinden üstün olduğuna dikkat
çekmek için “Onların üzerinde” mânâsına gelen “Âliyehüm” buyurmuştur.

Cennetin güzelliğini insanlara bildirmek ancak bu kadar olur.

“Sündüs” gayet ince ve zarif ipek; “İstebrak” ise kalın veya sırmalı ipek, parlak atlas
mânâlarına gelmektedir.

Yeşil, gözleri en çok dinlendiren ve gözleri en iyi okşayan renklerdir.

Örtünme, ahiret hayatında da bahis mevzuudur.

Onlar Din-i mübin’in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet karşılığında sabır
ve sebatlarına mükâfat olarak şimdi bu lütuflara nâil olmuş oluyorlar.

Cennete girmekle kalmazlar, derecelere yükselirler. Bâtınlarındaki iman nuruna mükâfat


olarak zahirlerini de tarifi mümkün olmayan ziynetlerle tezyin ederler. Oysaki birçokları
dünyada iken bu gibi süslerden yoksundular.

Cennette köşklerin, tahtların, halıların, ipekli elbiselerin yanında cennet sakinleri ziynet
olarak; altın, inci ve gümüşten bilezikler, yüzükler de takınırlar.

“Gümüş bilezikler takınmışlardır.” (İnsan: 21)

Altın ve gümüşle ziynetlenmek dünyada hanımlara mahsus ise de, ahiret dâr-ı teklif
olmadığından erkekler de takınabilecekler. Cennetlikler hiçbir şeye hasret kalmazlar.

Onlar isteklerine göre bazen sadece altın, bazen sadece gümüş, bazen de inci takınırlar.
Birisinin bileğinde hepsinin bulunması da mümkündür.

Altının parlaklığına karşılık gümüşün rengindeki beyazlık karışınca apayrı bir güzellik
vereceği şüphesizdir. Şu da unutulmamalıdır ki, bu altın ve gümüş, o âleme mahsus altın
ve gümüştür. Bizim basit zihin ve idrakimize anlatılabilmesi için bu şekilde misal
verilmiştir.

“Rabb’leri onlara tertemiz bir içki içirir.” (İnsan: 21)

Bu doğrudan doğruya alemlerin Rabb’i tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak
bir şekilde saf, tertemiz bir içkidir. Bu Cemâlullah’a kavuşma neşesidir.

Ve onlara ikram ve ihsan olarak şöyle denilir:

“Bu sizin için bir mükâfattır, çalışmalarınız mükâfâta lâyık görülmüştür.” (İnsan: 22)

Dünyadaki çalışmalarınız boşa gitmedi, kıymeti takdir edildi. Her hususta tebrike
şâyânsınız.

Allah-u Teâlâ’nın
En Büyük Kitabı:

22.08.2019
Sayfa 276 / 646

Allah-u Teâlâ’nın en son ve en büyük kitabı Kur’an-ı kerim’dir. Kullarını cehalet ve dalâlet
karanlığından kurtarmak için Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile Hazret-i Muhammed
Aleyhisselâm’a peygamberlik müddeti esnasında zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, ilâhî
bir nûr, ilâhî bir düstur olarak indirmiştir.

“Resul’üm! Kur’an’ı sana biz, evet biz indirdik.” (İnsan: 23)

Muhammed Aleyhisselâm’dan bize kadar tevatür yoluyla, hiç kimsenin itiraz


edemeyeceği bir kesinlikle ulaştırılmıştır. Bütün insanlığa gönderildiği için, hiç
bozulmadan muhafaza edileceği de garanti altına alınmıştır.

Bedevî bir muhitte, tahsil görmeden yetişen ve okuyup yazması da olmayan ümmî
peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın en büyük mucizesi Kur’an-ı kerim’in Asr-ı
saâdet’ten zamanımıza kadar hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile
değişmemiştir. Kıyamete kadar da aslâ değişmeyecektir.

Kur’an-ı kerim bir vahy-i ilâhîdir, Allah-u Teâlâ onu büyük bir hikmet ve maslahata göre
indirmiştir.

“Öyleyse Rabb’inin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra yahut hiçbir


nanköre itaat etme!” (İnsan: 24)

Sana indirilen hükümlerden seni vazgeçirmeye çalışırlarsa kâfirlere ve münâfıklara itaat


etme, Rabb’inden sana indirileni tebliğ et!

“Sabah akşam Rabb’inin ismini zikret!” (İnsan: 25)

Her an O’nu zikretmeye devam ederek kalbini nurlandır.

“Gecenin bir kısmında O’na secde et ve O’nu geceleri uzun uzun tesbih et!” (İnsan:
26)

Gece karanlığında insanlar uyurken Rabb’ine münâcaata dalıp namaz kıl, geceyi çokça
ibadetle geçir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İNSAN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4


Zühd
Zühd; dünya sevgisini kalpten çıkarmak, dünyaya karşı duyulan her rağbeti gönülden
söküp atmak, nefsin arzularını gemlemek demektir.

22.08.2019
Sayfa 277 / 646

Allah-u Teâlâ dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu
haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten
sakındırmıştır:

“Doğrusu onlar çabuk geçeni (dünyayı) seviyorlar da, önlerindeki o çetin günü
(ahireti) bırakıyorlar.” (İnsan: 27)

İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile
değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.

Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve
hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar, büyük bir belâya ve huzursuzluğa
uğramışlardır.

Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi, insanların


kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların
oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp ahiret âlemine göç
edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.

Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın cazip güzelliklerinin,
gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti
unutturmaması gerekir.

Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması


gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.

Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin


mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya
lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş,
basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret
yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.

Dünyaya rağbet eden, onu sevendir. Dünyalık edinmek ve sürekli olarak daha fazlasını
istemek, dünyaya rağbet etmenin alâmetidir.

Sahl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir zât Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimize gelerek:

“Yâ Resulellah! Bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım takdirde Allah da, kul da beni
sevsin.” demişti.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:

“Dünya muhabbetini kalbinden çıkar ki Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisi olasın. İnsanların


ellerindekilere göz dikme ki, insanlar da seni sevsin.” (İbn-i Mâce: 4102)

Görüldüğü üzere zühd, Allah-u Teâlâ’nın sevgisine sebep kılınmıştır.

İlâhî Kudret:

Allah-u Teâlâ insan vücudunu birer tel mesabesinde olan sinirlerle bağlamıştır. Bu
sinirlerin köklerinin başı beyin, dallarının sonu ise cilttir.

22.08.2019
Sayfa 278 / 646

Her yarattığını “Ol!” emri ile yaratan Yaratıcı, bütün vücudu kaplayan sinirlere öyle bir
düzen vermiştir ki, akıllar hayranlıklarını gizleyemezler.

Sinirler aracılığı ile beyin, diğer uzuvlara his ve hareket vermektedir.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onları biz yarattık, mafsallarını biz pekiştirdik.” (İnsan: 28)

Eklemlerini sinir ve damarlarla iyice bağladık ki güçlü kuvvetli olsunlar.

“Dilediğimiz zaman yerlerine başka benzerlerini getiririz.” (İnsan: 28)

Bütün bunlar ilâhî kudrete nazaran pek kolay şeylerdir.

Beyinden iç organlara inen hareket sinirleri, başlangıç noktalarından uzak oldukları için
Allah-u Teâlâ onları çok sağlam yapmıştır, tedbirini açıkça göstermiştir.

Hâlik-ı zülcelâl’in bu fiillerinde de çok ibretler vardır.

Bütün bunlar O’nun kudretinin kemâlini gösterip, insanoğluna olan büyük nimetine şahitlik
etmektedirler. Bu şekilde bir arada bulunan ince sanatları seyreden basiret sahibi bir
kimse, Yapıcı ve Yaratıcı’sını bilmiş olur, her halinde O’na yönelir.

Bu işlerin hepsini tam tamına ve zamanında yerine getirmeyi, hiçbir şey yok iken onları
yoktan var eden Yaratan’dan başka kim yapabilir?

Kıyamete kadar sayılsa dünyanın nizamı ve insan neslinin devamı için Allah-u Teâlâ’nın
insanlara bahşetmiş olduğu lütufları ve hikmetleri dile getirilemez. Bu nimetlerin adedi ve
sonu yoktur. Bu ilâhî hakikatlerin sonunu ve sayısını O’ndan başka hiç kimse bilemez.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki bu bir öğüttür.” (İnsan: 29 - Müzzemmil: 19)

Basireti bozuk olmayan, akl-ı selim sahibi, özü sağlam kimseler ancak öğüt ve ibret
alırlar.

“Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (İnsan: 29 - Müzzemmil: 19)

İman, itaat ve güzel amellerle Rabb’ine emniyetler içinde ermeye ve yaklaşmaya çalışır.

Her kim Rabb’ine doğru varmak, O’nun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, O’na
götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.

Herkes iradesini sarfettiği yöne muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette
hâline uygun bir yol tutar.

Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nâil oldukları gibi, dalâlet yollarına
gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.

Allah-u Teâlâ her istediğini dilediği gibi yapar.

“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan: 30)

Olanı, olacağı ve olmalyacağı, olursa ne şekilde olacağı en iyi bilen O’dur.

22.08.2019
Sayfa 279 / 646

O’nun iradesinin önüne geçecek, değiştirmeye zorlayacak bir irade düşünülemez.


Hükmünü kimse bozamaz. Olmasını dilediği şey olur, O dilemezse hiçbir şey olmaz.

“Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan: 30)

Bütün bu lütuflar hep O’nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç şüphesiz ki bu lütuflara
mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.

“Dilediğini rahmetinin içine sokar.” (İnsan: 31 - Şûrâ: 8)

Kime iyilik dilerse, onu ebedî saâdetine koyar, hikmet yalnız O’nundur. Fakat kalbinde
hayır görmediği kimselere nurunu ihsan etmez.

“Zâlimler için elem verici bir azap hazırlamıştır.” (İnsan: 31)

Bütün yaptıkları işler hiçe müncer olacak, cezâlarını korkunç bir şekilde çekeceklerdir. O
azap ise cehennemin pek şiddetli ve ebedî olan azabından ibarettir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İNŞİKÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde, İnfitâr sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Yirmi beş
Âyet-i kerime, yüz yedi kelime ve dört yüz otuz harften müteşekkildir.

Adını ilk Âyet-i kerime’de geçen ve “Yarılmak, parçalanmak” mânâsına


gelen “İnşikâk” kelimesinden alır.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle’de, “İnfitâr” Sûre-i şerif’inde olduğu gibi kıyamet gününün bazı
korkunç safhaları anlatılmaktadır.

Altıncı Âyet-i kerime’ye kadar kıyametin bazı hâdiseleri tasvir edilerek, göğün parçalara
ayrılacağı, yerin dümdüz hâle getirileceği ve içindekileri dışarıya atacağı beyan
edilmektedir.

On altıncı Âyet-i kerime’ye kadar insanın Rabb’ine kavuşacağı, dünya hayatında iken
yaptığı iyi ve kötü amellerin kaydedildiği defteri sağ elinden verilenlerin hesaplarının kolay
olacağı, sevinçlerin en yükseği ile yakınlarının yanına dönecekleri; defterleri arka
taraflarından verilenlerin ise, cehenneme atılacakları haber verilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 280 / 646

Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise, akşamın alaca karanlığına, geceye ve aya yemin
edilerek insanların hâlden hâle geçecekleri, Kur’an-ı kerim okunduğu zaman secde
etmeyip onu yalanlayanların elem verici bir azaba sürüklenecekleri, inananlar için ise
ebedî bir mükâfat bulunduğu açıklanmaktadır.

Kıyametin Bazı Safhaları:

Kıyametin kopma hâdisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.

“Gök yarıldığı, Rabb’ini dinleyip O’na yaraşır şekilde boyun eğdiği zaman.” (İnşikâk:
1-2)

Gökler nizam ve intizamını kaybetme emrine tam bir teslimiyet gösterir.

Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi
sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır.

Dünya aslında sayılı günden ibarettir. Onun içindir ki mukadder olan zamanı gelince,
dünya hayatı son bulacaktır.

Kıyamet koptuğunda yeryüzü de peşpeşe sallanacak ve sarsılacak, üzerindeki bütün


yapılar yıkılıp yok olacaktır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Yer uzatılıp düzlendiği, içinde bulunanları dışarı atıp boşaldığı, Rabb’ini dinleyip
O’na yaraşır şekilde boyun eğdiği zaman.” (İnşikâk: 3-4-5)

Böylece ilâhi emir ve hüküm gerçekleşmiş olur. Gökyüzü Rabb’ine boyun eğdiği gibi,
yeryüzü de O’na boyun büker ve tam bir teslimiyet gösterir.

Yerin paramparça edilmesi, silinip düzlenmesi demektir. Yer yerinden oynar, enine
boyuna sarsıntıya tutulur, yüksek dağlar yıkılır gider. Hayal etmenin bile ürperti vereceği
sıkıntılı ve korkulu durumlarla karşı karşıya kalınır.

Allah-u Teâlâ bu noktada insanı bu hayattaki yorgunluk ve çabalarının, didinmelerinin


karşılığını alacağını bildirmek üzere şöyle buyurmaktadır:

“Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabb’ine doğru çaba göstermektesin ve sonunda O’na
varacaksın.” (İnşikâk: 6)

Ey insanoğlu! Görüyorsun ki zaman uçup gitmektedir. Geldin gitmek için. İşte geldin işte
gidiyorsun. Bugün varsın yarın yoksun. Bugün üsttesin yarın alttasın. Bugün yataktasın
yarın topraktasın. Ölüme doğru hızla yol alıyorsun. Gün gelecek bu can çıkacak, huzur-u
ilâhîye çıkacaksın. Yaptığın iyilik ve kötülüklerle karşı karşıya geleceksin. Sonra da
çalışmalarının karşılığını mutlaka elde edeceksin. Bu gerçeği dâima göz önünde
bulundur, ne yapacaksan şimdiden ona göre yap!

Hesabı Kolay Görülenler:

22.08.2019
Sayfa 281 / 646

Mizanın tehlikesinden ancak dünyada nefsini hesaba çeken; duygu ve düşüncelerini, söz
ve davranışlarını, amellerini ahkâm terazisi ile tartan kimselerle, tevbeleri kabul edilenler
kurtulurlar.

Amelleri tartılacak olanlar, iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmış olan kimselerdir. Yani hem
sevap hem de günah işlemiş olanların amelleri tartılacaktır.

Amel defterlerinin dağıtımında, defterini sağ eline alanlar, kolay bir hesap ile
kurtulacaklardır.

“Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür.” (İnşikâk: 7-8)

Bu gibi kimselerin amelleri Allah-u Teâlâ’ya arzolunur. İbadetlerine sevap verilir. Eğer
günahı varsa günahından geçilir, affolunur, aslâ şiddet olmaz. Yaptıklarının bütün
incelikleri sorulmaz, herhangi bir mazeret istenmez. “Bunu niçin yaptın?” dahi denilmez,
herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmaz, aleyhine delil getirilmez. Çünkü yaptığı şeylerden
bütün incelikleriyle hesaba çekilecek kimse azaba uğrayacaktır. Görülüyor ki hesabı ince
elekten geçirilenler cezâya çarptırılırlar.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kıyamet günü inceden inceye hesaba çekilen azaba uğratılır.” buyurmuşlardır.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bu söz üzerine:

“Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ:

‘Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür.’ buyurmuyor
mu?” diye sorduğunda:

“O hesap değildir, sadece bir arz edilmekten ibarettir. Yoksa kimin hesabı inceden
inceye tetkik edilirse azaba uğrar.” cevabını verdiler. (Buhârî)

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:

“Resulellah Aleyhisselâm’ı dinledim, namazlarının bazısında:

‘Allah’ım! Beni kolay bir hesapla muhasebe et!’ diyordu.

Namazı bitirince: ‘Yâ Resulellah! Kolay hesap nedir?’ diye sordum.

‘Kitabına bakılıp geçiştirilivermesidir.’ buyurdu.” (Ahmet bin Hanbel)

İşte insanın karşılaşacağı kolay hesap budur. Sonra kurtulur.

“Ve sevinçli olarak âilesine döner.” (İnşikâk: 9)

Akrabalarının, dostlarının ve kendisi gibi azaptan kurtulanların yanlarına gelir.


Müjdeleşirler, tebrikleşirler, sevinçleri ışıl ışıl yüzlerinde parlamaktadır.

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (Müminûn:
102)

22.08.2019
Sayfa 282 / 646

Hiç isyan etmeyen sıddıklar ile şehitler, mizan ve hesap görmeden cennete gireceklerdir.

Amel Defterleri
Arkasından Verilenler:

Amel defterini soldan veya arkadan alanlara “Ashâb-ı şimâl” denilir. Çetin bir hesap
görecek ve cehenneme gidecek olanlar bunlardır.

Bunlar hayatın yalnız dünya hayatı olduğunu zan ve iddiâ ediyorlardı.

“Doğarız, yaşarız, yok olur gideriz.” diyorlardı.

Yiyorlar, içiyorlar, eğleniyorlar, günlerini gün etmeye çalışıyorlardı. Ölümden sonra diriliş,
oradaki hesaba çekiliş akıllarından bile geçmiyordu. Ne bir hazırlıkları ne bir sermayeleri
vardı. İmansızlıkları sebebiyle Allah-u Teâlâ onların bütün iyiliklerini boşa çıkarmıştır.

“Amel defteri kendisine arkasından verilen kimse: ‘Mahvoldum!’ diye


bağırır.” (İnşikâk: 10-11)

Hem de nasıl bir mahvoluş! Önü belli sonu belli. Kaçış imkânı, kurtuluş çaresi yok.

Karşısında cehennem var.

Defterinin arkasından ele verilmesi, nereye gideceğine ve nasıl bir cezâya


çarptırılacağına işarettir. Bunu görünce açıkca rezil olmuş, artık cezâdan
kurtulamayacağı açıkca belli olmuş, durumu herkes tarafından öğrenilmiş, pişmanlığı da
son haddini bulmuştur.

“Ve o alevli ateşe girecektir!” (İnşikâk: 12)

Kendilerine ve yakınlarına uğursuzluğu dokunan bu gibi kimselerin hâl ve ahvâlleri ne


kadar korkunçtur.

Ömür sermayesini mal toplama, mülk edinme yolunda harcamıştı. Sahip olduğu makam
ve mevki ile gururlanıyor ve bundan büyük bir haz duyuyordu. Şimdi ise ne mal-mülk
kaldı, ne de makam-mevki kaldı. Sadece hesabını yanlış tutmanın cezası kaldı.

“Çünkü o dünyada, âilesi arasında iken pek şımarıktı.” (İnşikâk: 13)

Âkıbetini hiç düşünmez, ahiret aklına gelmez, fâni varlıklara mağrur, nefsani zevklere
düşkün, şehvetperest, rahat ve refah içinde, keyfi yerinde idi. Bu zenginlik hâlinin devam
edeceğini sanıyordu. Ahireti için hiçbir hazırlık yapmıyordu.

“Çünkü o bir daha dirilip Rabb’ine dönmeyeceğini sanmıştı.” (İnşikâk: 14)

Onun içindir ki hiçbir kayıt altına girmek istemiyor, sınır tanımıyor, yasak bilmiyor,
sorumluluk altına girmiyordu.

“Amma Rabb’i onu görüyordu.” (İnşikâk: 15)

O’ndan hiçbir şey gizli kalmaz, bütün yaptıklarından haberdardır.

22.08.2019
Sayfa 283 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İNŞİKÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2

Hâlden Hâle Geçiş:

Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı
andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.

"Yemin ederim şafak vaktine!" (İnşikâk: 16)

Şafak, akşam güneş battıktan sonra ufukta görünen kırmızılığın adıdır.

"Yemin ederim geceye ve derleyip topladığı şeylere!" (İnşikâk: 17)

Gecede bütün mahlûkat sükuna erer, her biri kendi yerine ve barınağına sığınıp girer.

"Yemin ederim ki, toplu hale geldiği (dolunay olduğu) zaman aya!" (İnşikâk: 18)

Ayın gerek kamerî ayın ilk yarısında, gerekse sonunda güneşin batmasına tâbi
olarak "Bedir" ve "Hilâl" şeklinde görünmesi güneş sisteminin emsalsiz bir düzene ve
şaşmayan hesaba göre hareket ettiğinin başlıca delillerinden biridir.

Bu yeminlerden sonra Allah-u Teâlâ insanların çeşitli hayat safhaları geçireceklerini


beyan buyurmaktadır:

"Ki, şüphesiz siz tabakadan tabakaya (hâlden hâle) geçeceksiniz." (İnşikâk: 19)

Nesilden nesile çeşitli hayat safhaları geçireceksiniz ve değişiklere uğrayacaksınız.

Birçok Âyet-i kerime'lerde bu safhaların belli başlıları olan çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık
çağlarına temas edilmektedir.

"Böyleyken onlara ne oluyor da iman etmiyorlar?" (İnşikâk: 20)

Kıyamet günü halleri belirtildiği gibi olacağına göre, iman etmeyi destekleyen birçok
şeyler olmasına rağmen, iman etmeyi kibirlerine yediremiyorlar.

"Onlar, kendilerine Kur'an okununca secde de etmezler." (İnşikâk: 21)

Resulullah Aleyhisselâm bir gün Alâk sûre-i şerif'inin: "Secde et ve yaklaş!" Âyet-i
kerime'sini okuduktan sonra secde etmiş, Ashâb-ı kiram da secde etmişlerdi. Bu durumu
gören müşrikler, el çırpıp ıslık çalmışlar, akabinde bu Âyet-i kerime nâzil olmuştur.

22.08.2019
Sayfa 284 / 646

"Hayır! O kâfirler yalanlıyorlar." (İnşikâk: 22)

Bu kadar açık delilleri görmemezlikten geldiler, yine de inkârlarına devam ettiler.

"Halbuki Allah, onların gizlediklerini çok iyi bilir." (İnşikâk: 23)

Kalplerinde gizledikleri nifakı, küfrü ve düşmanlığı çok iyi bilir ve ona göre ceza verir.

"Resul'üm! Onlara acı azabı müjdele." (İnşikâk: 24)

Aslında müjde, sevinçli bir haberi bildirmektedir. Burada ise acıklı bir azap haberini
bildirmek için kullanılmıştır. Uyarma yerine müjdenin kullanılması, kâfirlerle alaydır.

Çünkü o gün özür beyan etmenin hiçbir faydası yoktur.

Allah-u Teâlâ kâfirlerin âkıbetini anlattıktan sonra, iman edenlere verilen nimetleri beyan
etmek üzere şöyle buyurdu:

"İman edip sâlih amel işleyenler başkadır. Onlar için bitip tükenmeyen bir mükâfat
vardır." (İnşikâk: 25 - Tîn: 6)

Öyle bir mükâfat ki, onların hakettiklerinden az olmayacak ve sonu gelmeyecektir.

İmanın ve güzel amellerin karşılığı olarak cennetlere nâil olacaklardır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İnşirâh Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde, Duhâ sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Âdeta onun
tamamlayıcısı gibidir. Sekiz Âyet-i kerime, yirmi dokuz kelime ve yüz üç harften
müteşekkildir.

İlk Âyet-i kerime'de geçen "İnşirah" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur. "Şerh
sûresi" olarak da anılır.

Bu Sûre-i şerif indiği zaman Resulullah aleyhisselâm Ashâb-ı kiram'ına: "Size müjde
veriyorum! Bir zorluk iki kolaylığa aslâ üstün gelemez!" buyurarak, İslâm'ın izzet ve şeref
bulacağına, küfür güçlerinin yaptıkları saldırıların etkisini kaybedeceğine işaret
buyurmuştur. (Hâkim)

22.08.2019
Sayfa 285 / 646

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; ilk yıllarda karşılaştığı sıkıntılar


sebebiyle Resulullah Aleyhisselâm teselli edilmektedir.

İlk üç Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ'nın göğsünü açtığı belirtilerek, üzerinden kendisine
sıkıntı veren ağır yükün kaldırılacağı beyan edilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; Sevgili Peygamber'inin şeref ve şânının yüceltildiği, her
güçlükten sonra bir kolaylığın bulunduğu haber verilmekte, boş kaldığı zamanlarda çaba
sarfetmesi ve Rabb'ine yönelmesi emredilmektedir.

Şânı Yüce Peygamber:

Allah-u Teâlâ kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ı azîz kılmış, üstün bir şeref ile
müşerref eylemiş, kullarının hidayete ulaşmalarına sebep yapmış, kendi katındaki şeref
ve faziletinin hududunun olmadığını, mertebe ve kemâlinin her an yükselmekte olduğunu
beşeriyete duyurmuştur.

Nimetlerini sayma makamında buyurur ki:

"Biz senin göğsünü açmadık mı?" (İnşirâh: 1)

Bu dâveti en güzel bir şekilde yapabilmen ve rahatlaman için gönlüne metanet ve ferahlık
verdik, kalbine iç huzuru, sekinet ve yüksek irade bahşettik.

Burada Resulullah Aleyhisselâm'ın göğsünün açılıp genişlemesinin velâyetin nurları ile,


ledünî ilimleri ve ilâhî hikmetleri, Rabbânî marifetleri, Rahmânî hakikatleri elde etmek
suretiyle gerçekleştiğine işaret olunmaktadır.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:

"Allah kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar." (En'âm: 125)

Allah-u Teâlâ'nın "Göğüs genişliği" vermesi, sevdiği seçtiği kullarına bahşetmiş olduğu
nimetlerindendir. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu
nimetten en büyük payı almıştır. Çünkü o, göğüs genişliğini hem maddeten hem de
mânen elde etmiştir.

Rabb'i onu Miraç gecesinde huzuruna almak için üzerinde bulunan bütün beşeri hallerini
aldı. Nurlandı, yıkandı, hazırlandı. Böylece Huzur-u izzet'e alınacak hazır bir duruma
geldi.

Allah-u Teâlâ dilediği bir kulunun kalbine de inşirah vererek onu hayra rağbet ettirir.

"Üzerinden yükünü atmadık mı?" (İnşirâh: 2)

O yüke karşı göğsünü açarak üzerinden kaldırmadık mı? Bu ilâhî görevi yerine
getirmenin zorluklarını hafifletmedik mi?

"Ki, o yük ağırlığından dolayı belini bükmüştü." (İnşirâh: 3)

22.08.2019
Sayfa 286 / 646

Çünkü insanlara ve cinlere peygamber gönderilmişti. Onların imansızlıkta direnmeleri, her


fırsatta muhalefet etmeleri ona ağır gelmişti.

Kur'an-ı azîmüşân dağlara indirilseydi, gerçekten bu yükü çekemeyecekti. Dağların dahi


çekemediği bu yük onun sırtında idi ve bu mânevî yükün altında inliyordu. Rabb'isi onun
bu sıkıntısını hafifletmek için yükünü kaldırdı, böylece sıkıntıları hafifledi. Bu sıkıntıyı
yalnız yüklenen ve çeken bilir.

Allah-u Teâlâ onu her hususta destekledi. Ona öyle âyet ve alâmetler gösterdi ki, bu
mânevî destekle bütün o zorlukları aştı. Putlarına sımsıkı ve aşırı bağlı bulunan
müşriklerin karşı çıkmalarına ve saldırılarına cesaretle göğüs gerdi, bu hususta en küçük
bir endişe taşımadı. Allah-u Teâlâ'nın lütfu olmasaydı, onun bu yükün altından kalkması
mümkün değildi.

Allah-u Teâlâ göğsünü açtığı gibi, getirdiği hükümleri de kolay kılmıştır. Bu dinde hiçbir
zorluk, güçlük ve ısrar yoktur.

"Senin şânını yükseltmedik mi?" (İnşirâh: 4)

Beşer bu ilâhî beyan karşısında âciz düşer, idrakten mahrumdur, onu bilmesi mümkün
değildir.

Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Cebrâil bana geldi ve dedi ki: 'Benim de Rabb'im senin de Rabb'in: 'Bilir misin
senin şânını nasıl yükselttim?' diye soruyor. 'Allah-u Teâlâ en iyi bilir!' dedim.

Buyurdu ki:

'Ben anıldıkça sen de benimle beraber anılacaksın!'" (Ebu Nuaym)

Allah-u Teâlâ onu dost edindi. Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde adını adı ile
andı. Onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tuttu. Ona imanı, Tevhid'in iki
rüknünden biri yaptı. "Lâ ilâhe illâllah"tan sonra"Muhammedün Resulullah" ünvânını
getirdi. Ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını belirtti.

"Zâtıma mirât edindim zâtını


Bile yazdım adım ile adını."

Allah-u Teâlâ ile birlikte anılmak şerefi her üstünlüğün, her yüksekliğin üstündedir. Bunun
ötesinde bir makam düşünülemez.

Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılmış itaat, ona gösterilen sevgiyi kendi Zât-ı
akdes'ine gösterilen sevgi olarak kabul etmiştir.

Allah-u Teâlâ ona salâvât getirmiş, melekleri salâvât getirmişler, müminlere de salâvât
getirmelerini emir buyurmuştur.

Onu adıyla değil, hep güzel lâkaplarla anmıştır.

Senenin on iki ayının hiçbir günü ve günün yirmi dört saatinin hiçbir anı yoktur ki
Resulullah Aleyhisselâm anılmasın. O zaman ve mekânın efendisidir.

22.08.2019
Sayfa 287 / 646

Memleketlerdeki namaz saatlerinin değişik olması sebebiyle yeryüzünde Ezan-ı


Muhammedî okunmayan bir an yoktur. Müslümanlar dünyanın her yerinde aynı ezanı
okuyor. Allah-u Teâlâ İsm-i celâl'i ile beraber onun ism-i şerifini de âlemlere duyuruyor ve
onu yâdediyor.

Namazlarda her teşehhüdde Resulullah Aleyhisselâm'a salâvât-ı şerif'e getirilir. Her


Cuma günü hutbelerde anılır.

Mübarek ism-i şerifi bütün dillerde, sevgisi bütün gönüllerdedir. Bu ne büyük şân ve
şereftir!

Bütün bunlar onun şân ve şerefini yüceltmek içindir. Bütün mükevvenâtı yaratan, âlemleri
donatan Allah-u Teâlâ kulunun şânını yükseltirse, ona kim erişebilir, onu kim bilebilir, kim
methedebilir? Bu şeref yalnız ona mahsustur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İnşirâh Sûre-i Şerif'i (2)

Her Güçlüğün Ardından Kolaylık:

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ikram ve ihsan buyurduğu
mütebâki nimetler hakkında şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz ki her güçlükle beraber bir kolaylık vardır." (İnşirâh: 5)

Sana yapacağımızı yaptık, vereceğimizi verdik, artık önünde hiçbir engel bulunmuyor.

Güçlükten sonra kolaylık birbirine birleşik gibidir. Sabahı bayram olan gece ne kadar
güzeldir!

"Evet her güçlükle beraber bir kolaylık vardır." (İnşirâh: 6)

Bu mânâ pekiştirilmek için burada tekrar edilmekte, güçlüğün ardından kolaylığın ne


kadar hızlı bir zamanda gelceğine işaret edilmektedir. Şu kadar var ki, bu kolaylığın
gelmesi bazı hikmetlere bağlı olarak gecikebilir. Eninde sonunda bütün işler Allah-u
Teâlâ'ya âittir.

"Zorluk" mânâsına gelen "Usr" kelimesi mârife (belirli) olarak geçtiğinden dolayı sadece
bir zorluk mânâsı verir. "Kolaylık" mânâsına gelen "Yüsr" kelimesi ise nekre (belirsiz)
olarak geçtiğinden ötürü birden fazla kolaylığı ifade eder. Şu bir gerçektir ki, Allah-u Teâlâ

22.08.2019
Sayfa 288 / 646

bir kapı kapatınca iki kapı açmaktadır. Bir zorluğa karşı ahiret sevabı gibi başka bir
kolaylık daha getirilmek suretiyle iki kolaylık husule gelmektedir.

Âyet-i kerime'lerden anlaşılıyor ki; müminler Allah yolunda birçok güçlüklerle


karşılaşacaklar, ibtilâ ve imtihanlardan geçecekler ve fakat Allah-u Teâlâ bütün bu
sıkıntıların, bu imtihan ve ibtilâların hemen akabinde kolaylığını halk edecek, buzlar
eriyecek, bu imtihan ve ibtilâlara sabredenleri büyük tebşirata nâil edecektir.
Sabredenlere büyük müjdeler vardır.

"İşlerinden boşaldığın vakit, tekrar çalış ve yorul." (İnşirâh: 7)

Her zorluğu kolaylık takip edeceği için gerek nübüvvet vazifesi ile, gerekse hususi işlerle
meşgul olduktan sonra, yine zahmeti tercih edip bütün gücünle Rabb'ine yönel, O'nun
zikriyle, fikriyle meşgul ol. İbadet ve taatına devam et, farz bittiyse nafileye geç, sakın
vakitlerini boşa geçirme.

Çünkü insanoğluna ancak çalıştığının karşılığı verilecektir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de:

"İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." buyuruluyor. (Necm: 39)

Çünkü bu dünya hayatı hayâlattır. Bu çok kısa bir ömür içinde ebedî bir ahiret hayatının
saâdetini kazanış veya kaybediş noktasındayız. Bir iş bitirildiği zaman, peşinden başka
bir işe sarılmalıdır.

Halk arasında: "Bugünün işini yarına bırakma.!" derler. Hayır, öyle değil. Yarının işini
bugünden plânla!

"Ve Rabb'ine rağbet et!" (İnşirâh: 8)

Allah-u Teâlâ gerek Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ve gerekse onun
ümmetine; yoktan vâreden, bunca nimetlere gark eden ve bütün kâinatı musahhar eden
Hâlik-ı zülcelâl'e zikirle fikirle meşgul olarak rağbet etmelerini emir buyuruyor.

"Biz sadece Allah'a rağbet edip gönül bağlayanlardanız." (Tevbe: 59)

Âyet-i kerime'si de Resulullah Aleyhisselâm'la beraber müminlerden bu ilâhî emr-i şerif'e


icâbet edenlerin de bulunduğunu beyan etmektedir.

Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır.

"Rabb'lerine gönülden boyun eğenler." de onlardır. (Hûd: 23)

Saâdet-i ebediyeyi bağışlayacak olan O'dur. O'ndan başka rağbet edilecek hiçbir şey
yoktur. O engin kerem sahibidir. Yegâne hacet kapısı O'nun kapısıdır. Bütün ihtiyaçlar
O'na arzolunur, bütün istek ve ihtiyaçları O verir. Dilekleri yalnız ve yalnız O yerine getirir.
Dilekler çoğaldıkça ihsan ve keremi de çoğalır. Hacetler arttıkça in'âm ve ikramı da artar.

"Hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum. Hüküm ve değer sahibime âittir." sözü Rabb'ime
olan rağbetin ifadesidir.

22.08.2019
Sayfa 289 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kadir Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde, Abese sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur.

Beş Âyet-i kerime, otuz kelime ve yüz on iki harften müteşekkildir.

Adını Sûre-i şerif'te üç defa tekrar edilen ve fazileti sebebiyle "Leyletü'l-kadr" olarak
vasıflandırılan geceden almıştır. "İnnâ enzelnâ" sûre-i şerif'i olarak da anılmaktadır.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de Kur'an-ı kerim'in Kadir gecesi'nde indirildiği, bu sebeple bu


gecenin, içinde Kadir gecesi bulunmayan bin aydan hayırlı olduğu bildirilmektedir.

Bu gecede başta Cebrâil Aleyhisselâm olmak üzere vazifeli meleklerin emirle yeryüzüne
inecekleri ve bu gecenin tan yeri ağarıncaya kadar esenlik olduğu müjdelenmektedir.

Kadir Gecesi:

Şaban-ı şerif ayının on beşinci Berat gecesinde, Levh-i mahfûz'dan topluca dünya
semâsına indirilen Kur'an-ı kerim, bu gece âyetler hâlinde yeryüzüne indirilmeye
başlanmıştır.

Nitekim Allah-u Teâlâ Duhân sûre-i şerif'inde buyurur ki:

"Hâ. Mîm. Apaçık Kitab'a andolsun ki! Gerçekten biz onu mübarek bir gecede
indirdik. Biz uyarıcılarız. O gecede her hikmetli iş, katımızdan bir emir olmak üzere
ayrılır." (Duhân: 1-5)

Kadir gecesi öyle muazzam ve mübârek bir gecedir ki, hakikatini anlamak beşer idrâkinin
çok üstündedir.

Allah-u Teâlâ bu geceye çok değer vermiş ve Kadir sûre-i şerif'ini indirerek şöyle
buyurmuştur:

"Şüphesiz ki biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesi'nde indirdik." (Kadir: 1)

22.08.2019
Sayfa 290 / 646

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kırk yaşına ulaştığı yılda, Ramazan
ayının Kadir gecesi sabah olurken ilk defa Kur'an-ı kerim vahyedilmeye başlamıştır.
Peygamberlik müddeti süresince zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, âyet âyet, sûre sûre
nâzil olmuş ve yirmi üç senede tamamlanmıştır.

"Resul'üm! Kadir gecesi'nin ne olduğunu sen bilir misin?" (Kadir: 2)

Sen onun hakikatini bilemezsin. Çünkü onun kadir ve kıymetini bilmek ancak Allah'a
mahsustur.

Allah-u Teâlâ bu gecenin fazilet ve meziyetini kullarının anlayışları dahilinde haber


vermiş; bin aydan daha hayırlı olduğunu, bu gecede meleklerin her bir iş için indiklerini ve
tan yeri ağarıncaya kadar güvenlik olduğunu beyan etmiştir.

"Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır." (Kadir: 3)

İçinde Kadir gecesi olmayan bin aydan.

O gece amel ve ibadet ile ulaşılacak olan ecir ve sevap, onsuz bin ay çalışma ile
kazanılacak olan ecir ve sevaptan daha üstündür. Hâliyle bu gecede yapılan işler, diğer
gecelerde yapılan işlere nispetle bin kat daha hayırlı olur. Bin ay, seksen üç sene dört
aya muadildir.

Bir de şu husus var ki buradaki sayı tayin, tahdit ve tahsis mânâsına değildir. Kur'an-ı
kerim'deki bu gibi ifadeler çokluğa işaret etmektedir. Bu pek feyizli gece, beşer
hayatındaki binlerce yıldan hayırlıdır. Ne kadar hayırlı olduğunu ancak O bilir. Beşerin ilmi
ve aklı onu tespit etmeye, künhüne vâtıf omaya yeterli değildir.

"Melekler ve Ruh (Cebrâil) o gecede Rabb'lerinin izniyle her bir iş için


inerler" (Kadir: 4)

Yani Cebrâil Aleyhisselâm içlerinde olduğu halde melekler inerler demektir.

Melâike-i kiram izin alarak bu gecenin hürmetine rahmet ve bereketle yücelerin


yücesindeki kendi âlemlerinden perdeypey yeryüzüne inerler, gökyüzü dar gelecek
şekilde birbirini sıkıştırırlar. Onun için bu geceye "Tazyik gecesi" de denilmiştir. Beşer
ufukları mânevî nurlar içinde kalır. Müminleri ziyâret ederler, ibâdetlerini temâşâ ederler.
Kâfirler hariç, rastladıkları herbir mümine, selâmet müjdesi olan bir selâmla selâm
verirler. Ümmet-i Muhammed için sabaha kadar af ve mağfiret dilerler. Kendileri de ibadet
ederler. Çünkü onların yeryüzüne inip ibadet etmeleri onlar için, müslümanların senede
bir Kâbe-i muazzama'ya gidip Hacc yapmaları gibidir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 291 / 646

Kadir Sûre-i Şerif'i (2)

Kadir Gecesi (2)

"Kadir Gecesi" ile ilgili konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"O gece, tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmdır, esenliktir." (Kadir: 5)

Hem meleklerin inişi, hem de bu esenlik, güvenlik ve barış gün doğuncaya kadar devam
eder. Böyle bir gecenin sabahının da esenlik olacağı şüphesizdir.

Bu gecenin bu kadar kıymetli olması ise, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-


Efendimiz'in, ümmet-i muhteremesi hakkındaki aşırı şefkatinden ve merhametinden ileri
gelmektedir.

Şöyle ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz geçmiş ümmetlerin


ömürlerinin çok uzun olduğunu, o uzun ömür içinde çok ibâdet yaptıklarını, fazla sevap
kazandıklarını; kendi ümmetinin ise az ömürlü olduğunu, bu kısa ömür içinde
sevaplarının onlarınki kadar fazla olamayacağını düşünür ve çok üzülürdü. Allah-u Teâlâ
onun mükedder olmasına râzı olmadı. Gönlüne ferahlık vermek için Cebrâil
Aleyhisselâm'ı göndererek Kadir sûre-i şerif'ini indirdi ve bu bir gecenin bin aydan daha
hayırlı olduğunu müjdeledi. Böylece bu ümmetin ömrü mânen uzatılmış oldu. Çünkü
böyle bir gecede yapacakları ibadete, bin gecede yapılmış ibadet gibi sevap verilecektir.

Diğer mübârek gecelerin günü belli olduğu halde Kadir gecesi'nin zamanını Allah-u Teâlâ
senenin bütün günlerinde gizlemiştir. Tâ ki; bu kadar kıymetli bir gecenin feyzinden,
fazilet ve ulviyetinden mahrum olmamak için, müslümanlar her geceyi ganimet bilip
ibâdetle ihyâ etmeye çalışsınlar. Nitekim Cuma günündeki icabet saatini, duânın
kabulüne sebep olan İsm-i âzam'ını ve rızâsının hangi taatlerde olduğunu işte bu sebeple
hep gizlemiştir.

Ramazan ayının içinde, tek günlerinde ve bilhassa son on günde olabileceğine dâir
rivâyetler vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Şu gecede
arayalım mı?" diye soranlara: "O gecede de arayın!" buyurmuş, bu suretle gecelerin
ihyâ edilmesini teşvik etmiştir.

Ramazan-ı şerif'in son on gününe girildiğinde dünyevî işlerden uzaklaşıp itikâfa çekilir,
geceleri daha çok ibadet ve tefekkürle geçirdiği gibi, âilesini de uyanık tutardı.

Zahirî ehli bu geceyi bir gecede arar. Tarikat ehli bir ayda, Hakikat ehli ise senede arar.
Hakikat ehlinin işi zaten Hakk iledir. Lütf-u ilâhî ne zaman tecellî ederse Kadir gecesi o
olmuş olur. Bunu bilmediği için senede arar.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri:

"Kim bütün seneyi ihyâ ederse Kadir gecesi'ne de erer." buyurmuşlardır. (Müslim:
762)

22.08.2019
Sayfa 292 / 646

Biz hayatta Kadir gecesi'ni aradığımızı bilmeyiz. Çünkü arasak da, bulsak da;
mutâdımızdan fazlasını yapmayız ki!.. Her zamanki mutâdımız ne ise onu yaparız.

Bir müslüman mutâd olarak her gece, bilhassa Ramazan-ı şerif gecelerinde Tesbih
namazı kılmaya gayret etmeli. Geceleri uyandığı zaman az veya çok teheccüd namazı
kılmalı. Okuyabildiği kadar Kur'an-ı kerim okumalı. Az veya çok Salât-ü selâm getirmeli.
Amma az, amma çok zikrullahla, tefekkürle meşgul olmalı. Geçmişte yaptığı günahları bir
daha yapmamaya karar vererek istiğfar getirmelidir. Kişi bunları âdet hâline getirdiği
zaman, şu veya bu gece diye bir gece aramasına lüzum kalmıyor. Allah için hareket
ettiğinden dolayı, tâkati nisbetinde kulluğunu göstermeye çalışıyor.

Sen O'nun rızâ kapısında dur, rızası için çalış. O murad ederse umulmayan bir gecede
sana lütfu ile tecelli eder, lütuf kapısını aralar, o geceye tesâdüf ettirir. Senin vazifen
O'nun hoşnutluk kapısını gözlemek.

Meselâ bir ahbâbımız var. Bize bir haber gönderse ve: "Ben filân filan günler arasında
filân yerden geçeceğim, o mıntıkada size rastlarsam birkaç milyon lira yardım
edebileceğim!" dese, acaba o tarif ettiği yerden beş dakika olsun ayrılır mıyız? Belki bu
beş dakika zarfında geçiverir diye, elimizden gelse yatağımızı da oraya getiririz değil mi?
Halbuki o nâil olacağımız şey, değersiz ve geçici bir dünyalıktır. Hayat-ı ebediyeyi
kazanmak, Mevlâ'mızın sonsuz lütuf rahmetine nâil olmak için kapısında beklememiz,
O'na gönülden boyun büküp yalvarmamız, el açıp duâ etmemiz gerekmez mi?

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz: "Yâ Resulellah! Kadir gecesi'ne rastlarsam
nasıl duâ edeyim?" diye sorduğu zaman, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:

"Allah'ım! Şüphesiz ki sen çok affedicisin, affı seversin, beni affet." diye duâ
etmesini tavsiye buyurmuşlardır. (Tirmizî - İbn-i Mâce)

Bu gece icabet vakitlerinden birisi olduğu için, bu mübarek gecede duâ etmek Sünnet-i
seniye'dir.

Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:

"Kim ki fâziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk'tan umarak Kadir gecesi'ni


ihyâ ederse, geçmiş günahları bağışlanır." (Buhârî)

O Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ki, bizim için bu kadar yıpranmış
ve Kadir gecesi gibi bir geceyi bize temin edivermiş. Biz ise onun yolunda yürümez,
Sünnet-i seniye'sine ittibâ etmezsek, canımızı malımızı yolunda fedâ etmeye hazır
olmazsak, ümmeti olduğumuzu iddiâ edebilir miyiz? Bunlar gönülle olur, icraatla olur, lâfla
hiç olmaz...

Değerli insanlar Allah-u Teâlâ'nın değer verdiği şeylere değer verdikleri için değer
bulmuşlardır. Değerli olana değer vermeyenler değerden mahrum olurlar.

Beyt:

"Ey hoca!

Kadir gecesi'nin bize niçin bir takım alâmetlerinden bahsediyorsun?

Eğer sen zamanın kadir ve kıymetini bilirsen her gece kadir gecesi'dir."

22.08.2019
Sayfa 293 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kâfirûn Sûre-i Şerif'i (1)


Sûre-i Şerif'in Takdimi

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde Mâûn Sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur.

Altı Âyet-i kerime, yirmi altı kelime ve doksan dört harften müteşekkildir.

İlk Âyet-i kerime kâfirlere hitapla başladığı için "Kâfirûn" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim
olmuştur.

Ayrıca; "Şirk ve nifâktan uzaklaştıran" mânâsında "Mukaşkışe" ismi de verilir.

"Münâbeze" adıyla da anıldığı gibi, diğer taraftan "İhlâs" ve "Kâfirûn" Sûre-i


şerif'leri "İki ihlâs" mânâsına gelen "İhlâseyn" şeklinde de anılmaktadır.

Bu Sûre-i şerif Resulullah Aleyhisselâm'ın namazlarda sıkça okuduğu Sûre-i şerif'ler


arasında yer almaktadır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- sabah namazının iki rekât sünnetinde


'Kâfirûn' ile 'İhlâs' sûrelerini okudu." (Müslim: 726)

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- de Resulullah Aleyhisselâm'ın akşam namazının


farzından sonraki iki rekâtta bu iki Sûre-i şerif'i okuduğunu söylemiştir. (İbn-i Mâce: 1166)

Resulullah Aleyhisselâm Ashâb-ı kiram'dan bir zâta da yatağına girerken bu Sûre-i şerif'i
okumasını öğütlemiştir. (Tirmizî)

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de putlara ve putperestlere aslâ iltifat edilmemesi, hiçbir surette
tâviz verilmemesi gerektiği ihtar edilmekte; İslâm'ın Tevhid inancı açık olarak beşeriyete
duyurulmaktadır.

"Sizin dininiz size benim dinim bana!" buyurularak, "Tevhid" ile "Şirk" arasındaki her
türlü yakınlık, araya berzah konularak kestirip atılmış, küfrün tek millet olduğu ortaya
konulmuştur.

22.08.2019
Sayfa 294 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kâfirûn Sûre-i Şerif'i (2)


Nüzul Sebebi

Nüzul Sebebi:

Bir defasında da Kureyş'in ileri gelenleri heyet olarak bizzat Resulullah Aleyhisselâm'a
gelerek kendisiyle bir uzlaşma ve anlaşma yollarını aradılar, daha önceki tekliflerini
tekrarladılar.

Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:

"Ben sizin dediğiniz gibi hasta falan değilim, sizden mal-mülk de istemiyorum,
mevki ve makama kavuşmak için başkanlık da istemiyorum.

Gerçek şu ki; beni Rabb'im peygamber olarak göndermiştir, bana bir kitap
indirmiştir. O'nun emirlerini size tebliğ ediyorum. Getirdiğim şeyi kabul ederseniz,
dünyada da ahirette de mutlu olacaksınız. Yok eğer reddederseniz Allah aramızda
hükmedinceye kadar sabredip bekleyeceğim."

Gelenler birçok tehditler savurdular:

"Biz senin bunları yapmana daha fazla müsaade etmeyeceğiz. Ya sen bizim işimizi
bitirirsin ya biz senin işini!" dediler.

Resulullah Aleyhisselâm'ın dâvetine Kureyş müşrikleri şiddetle muhalefet etmekle


beraber, uzlaşma çareleri aramaktan da geri kalmıyorlardı.

Yine bir defasında ileri gelenlerinden bazıları gelerek:

"İster misin bir yıl biz sana uyalım, sen de bir yıl süreyle bizim dinimize tâbi ol. Böylece
aramızdaki ihtilâf ortadan kalmış olur." dediler.

Son derece cehâletle yapılan bu teklife Resulullah Aleyhisselâm:

"Başkasını Allah'a ortak koşmaktan yine Allah'a sığınırım." cevabını verdi.

Bunun üzerine müşriklerin bu heveslerini ve ümitlerini kesmek, iki hasım zümre, yani
müminlerle putperestlerin arasındaki çekişmeyi gidermek, bu sapık fikrin ne o zaman ne
de gelecekte uygulanmasının mümkün olmayacağını beşeriyete duyurmak için Allah-u

22.08.2019
Sayfa 295 / 646

Teâlâ Kâfirûn Sûre-i şerif'ini indirdi. Onların dinlerinden bütünüyle uzak durmasını emir
buyurdu.

Resulullah Aleyhisselâm sabahleyin Mescid-i haram'a gitti. Kureyş'in ileri gelenlerinden


bir heyet vardı. Başlarına dikilerek bu Sûre-i şerif'i okudu, onlar da ümitlerini kestiler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kâfirûn Sûre-i Şerif'i (3)


Kâfirler (1)

Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, O'nun yüce peygamberi Hazret-i Muhammed


Aleyhisselâm'a inanmayan ve dinden olduğu kesin olan bir hükmü inkâr eden
kimseye "Kâfir" denir. Aynı mânâda "Münkir" kelimesi de kullanılır.

Küfür; "Gizlemek, örtmek" mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak
suretiyle örtmek veya nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.

Kur'an-ı kerim'de müstakil olarak kâfirler için "Kâfirûn" Sûre-i celîlesi olduğu gibi, ayrıca
birçok Âyet-i kerime'lerde kâfirlerin durumu geniş ve açık olarak belirtilmiştir.

"Resul'üm! De ki: Ey kâfirler!" (Kâfirûn: 1)

Bu emri veren Allah-u Teâlâ'dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz olmasına rağmen, aslında muhatap bütün müminlerdir.
Çünkü müminlerin kâfirlere bu şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu
düstur geçerlidir.

"Ey kâfirler!" hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan'daki kâfir ve müşrik Araplar değil;
Muhammed Aleyhisselâm'ın risaletini reddeden bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer
kâfirlerdir.

"Ey kâfirler!" diye hitap etmek, bu gibi kimselere: "Ey düşmanlar!", "Ey İslâm'a
muhalefet edenler!" diye hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde
kişilerin vasıf ve sıfatları hedef alınmakta, "Kâfir" sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i
kerime'nin şümulünde bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar küfür karanlığında kalanlar hep
bu sıfattadırlar. Düşmanlığı bırakarak iman edenler ise, artık bu:

22.08.2019
Sayfa 296 / 646

"Ey kâfirler!" hitabının muhatabı olmaktan kurtulurlar, "Ey müminler!" hitabının


şerefiyle müşerref olurlar.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir
dost gibi oluvermiştir." (Fussilet: 34)

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz azılı bir kâfir iken, iman nuru ile münevver
olduktan sonra İslâm'ın en ön safında yerini aldı. Onun gibi daha niceleri de aynı şerefe,
saâdet ve selâmete erdiler.

Ebu Cehil ve onun gibi olanlar ise küfürlerinde direterek, inkârlarını artırdıkça
artırarak: "Ey kâfirler!" hitabının muhatabı olmaktan kurtulamadılar. Kıyamete kadar
kâfir olarak anılacakları gibi, ahirette de kâfirlerle bir ve beraber olacaklar, hak ettikleri
cehennemde ebedi olarak kalmaktan kurtulamayacaklardır.

Onlara kendi memleketlerinde, ruhsat ve fırsat ellerinde olduğu halde böyle küçültücü,
tahkir edici bir hitapla seslenilmesi gösteriyor ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz onlardan korunmuştur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kâfirûn Sûre-i Şerif'i (4)


Kâfirler (2)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kâfirlere şöyle hitap ile memur
olmuştu:

"Ben sizin taptıklarınıza tapmam!" (Kâfirûn: 2)

İlâh yerine koyup durduğunuz ve benim de tapmamı istediğiniz o şeylere ben ibadet
etmem. Benim ibadetim sizin ibadetinizden ayrıdır. Sizin şirkinize iştirak edecek değilim.

Allah-u Teâlâ'nın birliğine iman etmeyince O'na ibadet edilmez.

O'na kulluk eden, O'ndan başka ilâh tanımaz. Allah-u Teâlâ'yı iki veya üç, ya da pek çok
ilâhtan birisi kabul etmek, ibadette O'na başkalarını ortak koşmak şirktir, küfürdür.

"Benim taptığıma da siz tapmazsınız." (Kâfirûn: 3)

22.08.2019
Sayfa 297 / 646

O Allah ki, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Zâtında, sıfatlarında, ulûhiyetinde
ortağı yoktur. O âlemlerin Rabb'i olan Allah'tır. Bu dine girmeyen kimse ne iddiâ ederse
etsin, ne yaparsa yapsın, Allah'a ibadet eden bir kul olamaz.

"Ben de sizin taptığınıza aslâ tapacak değilim." (Kâfirûn: 4)

Ne şimdi taparım, ne de gelecekte taparım.

Çünkü O'ndan başkası aslâ ulûhiyet, mâbudiyet sıfatına hâiz değildir.

"Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz." (Kâfirûn: 5)

Ey küfürde direnen kâfirler! Ben yalnız Allah-u Teâlâ'ya hulûs-u kalp ile ibadet
etmekteyim. Sizin ibadetleriniz ise şirk ile karışıktır.

"Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kâfirûn: 6)

Sizin şirkiniz size, benim Tevhid'im bana!

Bu ifade kâfirlere hoş görünmek için değil, küfürleri devam ettiği müddetçe onlardan
kesinlikle ilişkiyi kesmeyi ilân etmek içindir.

Kâfirlerin dinleri kendi aralarında ne kadar farklı olursa olsun, hepsi de tek bir millettir ve
son durakları da esfel-i sâfilin'dir.

Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar cehenneme gireceklerdir. O ne kötü bir karargâhtır!" (İbrahim: 29)

Onların inkârlarından dolayı müminlere bir vebal yoktur. Onlar göz göre sapıklığı
seçmişlerdir. Müminlere düşen, dinlerini en güzel şekilde yaşamak ve sırat-ı müstakim
üzerinde sabit kalmaktır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


“HULUK-U AZÎM”

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

22.08.2019
Sayfa 298 / 646

Mekke-i mükerreme döneminin başlarında ilk nâzil olan Sûre-i şerif'lerin arasındadır. Elli
iki Âyet-i kerime, üç yüz kelime ve bin dört yüz elli altı harften müteşekkildir.

İsmini ilk Âyet-i kerime'deki “Kalem” kelimesinden alır. “Nûn” ve “Nûn ve'l-kalem” sûre-i
şerif’i adı da verilir. İniş sırası bakımından başında “Hurûf-u mukattaa”nın geçtiği Sûre-i
şerif'lerin ilkidir.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle üç bölümde ele alınabilir. İlk yedi Âyet-i kerime'nin başında
kaleme ve yazıya yemin edilmektedir.

Daha sonra Asr-ı saâdet'te Resulullah Aleyhisselâm'ı aşağılamak ve gözden düşürmek


isteyen müşriklerin iftiralarına cevap verilmekte; o yüce Peygamber'in cinlenmiş olmadığı
ve yüksek bir ahlâka sahip bulunduğu belirtilmekte, nübüvvetinin ispatı bahis mevzuu
edilmektedir.

Sûre-i şerif'in ikinci bölümü, kırk sekizinci Âyet-i kerime'ye kadar devam etmekte; hakikati
yalanlama, başkalarını çekiştirme, kusur araştırma, insanlar arasında söz götürüp
getirme, iyiliğin amansız düşmanı olma, saldırganlık, günahkârlık, kabalık ve haşinlik...
gibi ahlâkî bozukluklar beyan edilmektedir. İnsan şahsiyetini hedef alan bu davranışların
ortaya konulması ile; bir taraftan bunları yapanlar kınanmakta, diğer taraftan da müminler
bu kötü huylardan uzak durmaları hususunda uyarılmaktadır.

Bu bölümde ayrıca, kendilerine verilen nimetlere nankörlük etmeleri yüzünden bu


nimetlerden mahrum bırakılan kişilerle ilgili kıssa anlatılmaktadır.

Daha sonra kâfirlere ardarda yöneltilen çarpıcı sorular sorularak, onların üstünlük
iddiâları reddedilmekte ve tuttukları yolun hiçbir temelinin olmadığı açıklanmakta; ahirette
kendilerini bekleyen korkunç âkıbet hatırlatılarak, kıyamet sahnelerinden biri gözler
önüne serilmektedir.

Son bölümde ise; Resulullah Aleyhisselâm'ın mâruz kaldığı sıkıntılar karşısında


sabretmesi istenmekte, Yunus Aleyhisselâm'ın kıssasına yer verilerek yaşadığı tecrübe
numune olarak verilmekte, bu şekilde hem kendisi hem de ona inananlanlar tesellî
edilmektedir.

Kalem sûre-i şerif'i Kur’an-ı kerim'in insanlar için bir uyarı olduğunu ifade eden Âyet-i
kerime ile sona ermektedir.

Huluk-u Azîm:

İlâhî kudret, ahlâkî olgunluk bakımından Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi
bir beşer yaratmış değildir.

Allah-u Teâlâ ona iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin hepsini ihsan ve ikram etmiştir.

Âyet-i kerime'sinde onu ve yüksek ahlâkını överek şöyle buyurmuştur:

“Nûn.” (Kalem: 1)

22.08.2019
Sayfa 299 / 646

O Sebeb-i mevcûdât'tır. Kâinatın özü ve hülâsasıdır. Kâinatın nokta-i menbâı, medih ve


iftiharıdır. Bu Âyet-i kerime hiç kimse tarafından açılmış değildir. Nûn; bir ismin rumuzu
olduğu ifade edilmekle birlikte, bazı Sûre-i şerif'lerin başlarındaki diğer harfler gibi o da
müteşâbihtir. Gerçekten müteşabih Âyet-i kerime'lere mahlûkun ilmi ve aklı yetmez.
Fakat “Nun” çok mühimdir. Her şeyin bir özü ve hülâsası olduğu gibi, o da mükevvenâtın
özü ve hülâsasıdır.

Diğer Âyet-i kerime'lere bakıp mânâsını takip ederseniz, bu Âyet-i kerime'lerin “Nûn”un
üzerinde cereyan ettiğini göreceksiniz.

“Kaleme ve onunla yazılanlara andolsun!” (Kalem: 1)

Allah-u Teâlâ insanın kavrayamayacağı, anlatmakla bitirilemeyecek kadar çok olan


faydasından dolayı kalem üzerine ve yazılanlara yemin etmektedir. Burada ilmin Allah
katındaki değerine işaret olduğu gibi, ilmin yazıya dökülmesinin önemine de işaret vardır.
İlimlerin ve bilgilerin ayakta durması kalem sayesinde olur.

Bir Âyet-i kerime'de de:

“O ki kalemle (yazı yazmayı) öğretti.” buyuruluyor. (Alâk: 4)

Allah-u Teâlâ kalemle yani bir vasıta ile öğrettiği gibi, her ne kadar okuma-yazma
bilmeyen bir ümmî de olsa, vasıtasız olarak da ona öğretir. İnsanlara bilmedikleri ilim ve
bilgileri O öğretmiştir.

Yeminin cevabı olarak Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap
ediyor ve şöyle buyuruyor:

“Resul'üm!

Andolsun ki sen Rabb'inin nimetine uğramış bir kimsesin ve mecnun (deli)


değilsin.” (Kalem: 2)

Nurundan o nuru yarattı ve mükevvenâtı o nur ile donattı. Bu en büyük bir nimet değil
midir? Bu nimetin yüzüsuyu hürmetine bütün kâinat hayat buluyor. Hayat bulduğu için
medar-ı iftiharı oluyor. Çünkü kâinat onunla hayat buldu. Allah-u Teâlâ'ya şükrettiğimiz
gibi ona da Sebeb-i mevcûdât olduğu için her an müteşekkiriz. Dikkat ederseniz Âyet-i
kerime'ler birbirini kilitledi.

Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i hakkında kâfirler, zâlimler,
nankörler birçok iftiralar attılarsa da bizzat onu yaratan Allah-u Teâlâ bu iddiâları reddetti
ve Resul'ünü tesellî etti.

“Senin için tükenmeyen bir mükâfât var.” (Kalem: 3)

Allah-u Teâlâ onu öyle sonsuz bir ihsan ve ikrama mazhar etmiş ki, bu “Tükenmeyen
mükâfât”a mahlûkun aklı ermez.

Öyle bir mükâfat ki aslâ sonu gelmeyen kesintisiz bir mükâfât, hiç kimsenin minnetini
çekmeden sırf Allah-u Teâlâ'nın lütfu ve yardımı olan bir mükâfât...

“Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin.” (Kalem: 4)

22.08.2019
Sayfa 300 / 646

Allah-u Teâlâ nankörlerin inkârını reddettikten sonra onu bizzat kendisi meth-ü senâ
ediyor ve büyük bir ahlâk sahibi olduğunu beyan buyuruyor. Onu delilikle itham edenlere
bizzat kendisi cevap veriyor.

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği yüceliği başka hiç
kimseye vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini
ferman buyurmuştur. Onu başka bir tarifle anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam
mânâsıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmıştır.

Kur’an-ı kerim'in mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem-in “Huluk-u azîm” tabiriyle bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur.

Geçmişin ve geleceğin bütün ahlâk güzelliklerinin hepsini istisnasız üzerinde toplamıştır.

Bu Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ihsan-ı ilâhî'dir. Yalnız ona bahşetmiştir.

Kendisinden evvel gelen peygamber kardeşlerinin dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi
değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir.

Hadis-i şerif'lerinde:

“Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” buyurmaktadırlar.


(Ahmed bin Hanbel)

Diğer peygamberlerin mümeyyiz vasfı hâline gelen fazilet ve meziyetlerin hepsi birden
onda toplanmış, diğer fazilet ve meziyetler ise hepsinin üstüne çıkmıştır.

Allah-u Teâlâ diğer peygamberlere lütfettiği, ikram ve ihsan ettiği bütün fazilet ve
meziyetlerin hepsini birden ona bahşetmiş, ona olan ihsanı da hepsinden üstün kılmıştır.

Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği ihsan nedir?

Bütün peygamberler onun nurunu taşıyorlardı. Onun zuhuru ile nur nura kavuştu. Nur
nurun üzerinde. O nur ona bahşettiği ihsan-ı ilâhî'dir. Bu ihsan hepsinin üstünde bir
lütuftur. “Nûrun alâ nûr” olmuş oluyor.

Bir insanda bir veya bir kaç haslet en güzel şekliyle bulunabilir, fakat hepsi birden
bulunmaz. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de ise insanlarda
bulunabilecek istisnasız bütün güzel huylar, fazilet ve keremler kemâl derecesinde
bulunmaktadır.

Bu güzellikler kendisi ile başkaları arasında taksim edilmiş de değildir. Böyle olmuş
olsaydı, bir kısmı kendisinde kalır, diğerleri başkalarına verilirdi. Halbuki güzellikler
bütünüyle kendisinde mevcuttur. Hiç kimsede onun güzel hasletlerinin benzeri ve dengi
yoktur.

Bir insan gayret ederek iyi huylara sahip olabilir. Onun terbiyesi ise fıtrîdir, doğrudan
doğruya Allah vergisidir.

Hem Allah vergisidir, hem de bizzat mürebbisi de Allah-u Teâlâ'dır.

Bir Hadis-i şerif'lerinde de:

“Beni Rabb'im terbiye etti, edebimi ne güzel eyledi.” buyurmuşlardır. (Câmiü's-sağîr)

22.08.2019
Sayfa 301 / 646

O, insan hayatının her safhası için ve her sınıftan insan için; imanda, ibadette, ahlâkta
müstesnâ bir numunedir.

Allah-u Teâlâ'nın hangi emrini tebliğ etmişse, yahut kendisi ne emretmişse; onun en
güzelini harfiyyen önce kendisi uygulardı.

İnsanlara güzel ahlâkı emretti, kendisi ise bütün güzel huylarla mücessem ve muhteşem
bir şekilde fazilet numunesi oldu. Hayatı, Kur’an-ı kerim'in canlı bir levhası, tatbikî bir
tefsiriydi. Onun ahlâkı Kur’an ahlâkı idi.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-


Efendimiz'in ahlâkı sorulduğunda:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an'dı.” buyurdular. (Müslim)

Yani Kur’an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir.

Bütün iş ve icraatlarda, ibadet ve taatlerde numune olarak insanlara o yeter.

Onu kimseler tarif edemedi.

“Gel ey Hakkı! Unut halkı, Habib-i Hakk'tan al hulku

Ki Hakk'tan hüsn-i hulk almıştı meccan ol kerem kânı.”

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine vaadde bulunurken, onun
düşmanlarına da tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır.

“Hanginizin aklından zoru olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da


görecekler.” (Kalem: 5-6)

İslâmiyet her tarafa yayılacak, kemâle erecek; onu söndürmek isteyenlerin kendileri ise
sönecekler, kahrolup gidecekler.

“Doğrusu senin Rabb'in, yolundan sapanları çok iyi bilir. Hidayete erip doğru yolda
olanları da çok iyi bilir.” (Kalem: 7)

Allah-u Teâlâ hidayet bulanın ve aklı başında olanın kendi Peygamber'i olduğuna,
yolundan sapanın ve akılsız kimselerin de onlar olduğuna dâir şâhitlik etmektedir.

Küfür ve Kâfirler Aslâ Hoşgörülemez:

Kureyş'in ileri gelenleri Muhammed Aleyhisselâm'a gelerek kendi putlarına saygı


göstermesi hâlinde, onlar da onun Rabb'ine karşı saygılı olabileceklerini söyleyerek
uzlaşma taraftarı olduklarını belirtmek istiyorlardı.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'lerde ise İslâm'la ve İman'la bağdaşmayan hiçbir
teklife iltifat edilmemesi beyan buyuruldu:

“(Hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar senin yumuşak ve müsamahalı


davranmanı isterler ki, kendileri de sana yumuşak davransınlar.” (Kalem: 8-9)

22.08.2019
Sayfa 302 / 646

Âyet-i kerime'de geçen “Müdâhene”, lüzumsuz yere yumuşak davranmak demektir.

Allah-u Teâlâ onu istikamet üzerinde sabit kıldığı için müşriklere meyletmesi kesinlikle
imkânsızdı.

Resulullah Aleyhisselâm hiç kimseden çekinmeden, hiçbir kınayıcının kınamasından


korkmadan; müşriklerin kötülüklerini ortaya döken Âyet-i kerime'leri yüzlerine
çarparcasına okuyordu.

Allah-u Teâlâ hak ve hakikati yalanlayanlara itaat etmesini Resulullah Aleyhisselâm'a


kesinlikle yasakladığı gibi, ayrıca her türlü güzel huylardan mahrum olan sapıklara itaat
etmesini de yasaklamıştır.

Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:

“Resul'üm! Sakın itaat (ve iltifat) etme alabildiğine yemin eden aşağılığa!” (Kalem:
10)

Eğriye doğruya yemin edip duran âdî kâfire boyun eğme! O ki yaptığı yeminleri maske
yapıp, nefsânî arzularını elde etmeye çalışır.

“Daima kusur arayıp kınayana, söz götürüp getirene.” (Kalem: 11)

Onu bunu ayıplar, arkasından çekiştirir, ara bozmak için sürekli lâf taşır, ikiyüzlüdür.

“İyiliği engelleyen, haddi aşan, günahkâra.” (Kalem: 12)

İnsanları imandan ve taatten men eder, zulüm yapar, günahlara dalmaktan çekinmez.

“Kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra soysuzlukla damgalanmış kimselerden


hiçbirine.” (Kalem: 13)

Yaratılışı kaba, kalbi katı, aslı belli değil nesli belli değil, şerefsizlik onun şiârı olmuş.

“Çok mal ve oğulları vardır diye (sakın itaat ve iltifat etme!)” (Kalem: 14)

Mal ve servetleriyle, oğullarının çokluğu ile gururlanıp böbürlenir. Bu gibi kimseler hiçbir
zaman dost edinilmeye lâyık değildir. Görünüşteki iyi hâllerine hiçbir zaman itibar
edilmez. Onların aslı ve asaleti işte budur.

“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘Eskilerin masallarıdır!’ der.” (Kalem: 15)

Allah-u Teâlâ'nın indirdiği ilâhî beyanlara: “Eskilerin masalları” deyip geçer. Eski
kitaplardan alıp yazdırdığı evhamına kapılır. Allah kelâmı ile geçmişlerin hurafelerini
ayıramayacak derecede bir sapıklığa düşer.

“Biz yakında onun burnuna damga vurup işaretleyeceğiz.” (Kalem: 16)

Öyle zelil bir hâle getireceğiz ki, bu zilletini herkes görüp anlayacak.

Müşriklerin önde gelenleri, bu ve benzeri Âyet-i kerime'lerde sıralanan kötülüklerin


hepsini veya bir kısmını kendisinde apaçık görüyor ve tedirgin oluyordu.

Nitekim müşrik elebaşlarından Velid bin Muğire, anasının kendisini gayr-i meşru olarak
doğurduğunu Kalem sûre-i şerif'inin 13. Âyet-i kerime'si ininceye kadar bilmiyordu.

22.08.2019
Sayfa 303 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


BAHÇE SAHİPLERİNİN HİKÂYESİ

Bahçe Sahiplerinin Hikâyesi:

Geçmişte yaşamış ümmetlerden birinde, rivayete göre Yemen’in San’a şehri yakınlarında
ehl-i kitaptan sâlih bir zât yaşıyordu. Öyle bir bahçesi vardı ki, her türlü meyve
yetişiyordu.

Dindar, muttaki, aynı zamanda çok cömert olan bu zât; hasat zamanı gelince, ilân vermek
suretiyle fakirleri ve düşkünleri çağırır, bahçeden onlara bolca pay verir, onlara ikramda
bulunurdu. Ayrıca devşirme mevsiminde dalda ve başakta kalanları, yere dökülenleri
yoksullara bırakmayı âdet edinmişti.

Bu şekilde nezih bir hayat yaşayan, halkın sevgi ve saygısını kazanan bu sâlih zât gün
geldi vefat etti. Yerine çocukları vâris olup bahçe ile ilgilenmeye başladılar.

Devşirme mevsimi geldiğinde babalarına muhalif harekette bulundular. Aç gözlülük


ederek dediler ki:

“Mal az âile fertlerimiz çok... Eğer babamızın yaptığı gibi biz de bu mahsulâttan fakirlere
bir şeyler bırakırsak ihtiyaç içinde kalırız, onların bu bahçede hakları yoktur.”

Aralarında istişare yapıp, hiçbir fakire herhangi bir şey vermemeyi kararlaştırdılar. Şu
kadar var ki içlerinden bir kardeşleri bu fikre karşı çıktı. Bu davranışlarının doğru
olmadığını, babalarının yolunu takip etmek gerektiğini onlara hatırlattı, öğütler verdi, fakat
öğütlerine kulak asmadılar. O bir kişi, diğerleri ise çoğunlukta idi.

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Kalem sûre-i şerif’inin 17-35. Âyet-i kerime’lerinde
bahçe sahiplerinin ahvâlini bir vesile-i intibah olmak üzere hikâye buyurmaktadır:

“Biz vaktiyle bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi, bunlara da belâ


verdik.” (Kalem: 17)

Bu Âyet-i kerime, Allah-u Teâlâ’nın Muhammed Aleyhisselâm’ı kendilerine bir rahmet


olmak üzere gönderdiği Kureyşliler’in, onu reddedip karşı koymaları üzerine belâlara
musibetlere uğratıldıklarını beyan buyurmaktadır.

22.08.2019
Sayfa 304 / 646

Bahçenin yeni sahipleri sabah erkenden meyveleri devşirmeye gideceklerdi. Miskinlere


haber vermeyecekler ve onlara hiçbir pay ayırmayacaklardı. Bu kararlarını yemin ile de
teyit ettiler.

“Hani o bahçe sahipleri, sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin


etmişlerdi.” (Kalem: 17)

Bu işten son derece emin idiler. Kendilerine o kadar güveniyorlardı ki, bu işi karara
bağlarken: “‘İnşallah... Allah izin verirse... Sağ salim sabaha çıkarsak... Bir âfete
uğramazsak...” gibi bir sakınma kaydı koymamışlar, yoksulları haklarından mahrum
bırakmaya güç yetireceklerini sanmışlardı.

“Bir istisna da yapmıyorlardı.” (Kalem: 18)

Böyle olunca da Allah-u Teâlâ onları istek ve arzularının tersiyle cezalandırdı. Yemin
ettikleri iş, kararlaştırdıkları gibi lehlerine değil, akıl ve hayallerine gelmeyecek bir şekilde
aleyhlerine tecellî etmişti.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Fakat onlar daha uykudayken Rabb’inin katından gönderilen kuşatıcı bir afet
bahçeyi sarıverdi de, bahçe kapkara kesildi.” (Kalem: 19-20)

Miskinlerin payı hususunda cimrilik etmenin, nimetle şımarmanın cezası olarak; kendi
paylarına düşecek olan mahsuller yok olduğu gibi, muhtaçlara verilmesi gereken paylar
da yok oldu, kendilerine hiçbir şey kalmadı. Şükrü edâ olunmayan nimet, her zaman için
zevâle mahkûmdur.

Allah-u Teâlâ onların bu kötü niyetlerinin neticesi olarak, haberleri olmaksızın geceleyin
bahçenin harap olduğunu beyandan sonra, sabahın erken saatlerinde kalkan bahçe
sahiplerinin ahvâlini beyan etmek üzere şöyle buyuruyor:

“Sabah olurken: ‘Madem devşireceksiniz, hadi erkenden mahsulünüzün başına


gidin!’ diye birbirine seslendiler.” (Kalem: 21-22)

Yoksulların farkına varmasından korktukları için, gizlice konuşarak bahçeye doğru yola
çıktılar. Keyifli keyifli birbirlerini teşvik ediyorlardı.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Derken: ‘Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanımıza sokulmasın!’ diye fısıldaşa
fısıldaşa yola koyuldular.” (Kalem: 23-24)

Halbuki düşünmeleri gerekirdi ki o bahçe, onu kendilerine veren, onlar uyurken onu
gözetecek olan Allah-u Teâlâ’nın mülküdür, onca fakir fukaranın da hukuku vardır.

“Yoksullara yardım etmeye güçleri yettiği halde, böyle konuşarak erkenden


gittiler.” (Kalem: 25)

Sabahleyin bahçelerine geldiklerinde bir de ne görsünler! Ne bir ağaç, ne de bir meyve


var! Oranın kendi bahçeleri olduğuna inanamadılar, yolu şaşırdıklarını sandılar.

“Fakat bahçeyi gördüklerinde: ‘Herhalde biz yolumuzu şaşırmış olmalıyız!’


dediler.” (Kalem: 26)

22.08.2019
Sayfa 305 / 646

Hepsi birlikte dikkatlice baktılar. Tekrar baktılar. Nihayet oranın gerçekten kendi bahçeleri
olduğunu, yanlış yere gelmediklerini, kendi kötü niyetleri yüzünden böyle bir felâkete
uğradıklarını anladılar.

Dediler ki:

“Yok yok, doğrusu biz mahrum bırakılmışız.” (Kalem: 27)

Allah-u Teâlâ’nın kendilerini cezalandırdığının farkına vardılar. İş işten geçtikten sonra


hayıflanmaya başladılar. Olup bitenlerden, elden kaçan fırsatlardan dolayı büyük bir
pişmanlık duydular.

Onlar fakirleri mahrum bırakmak istemişlerdi, fakat kendileri Allah-u Teâlâ tarafından
mahrum bırakılmışlardı.

“İnsaflıları şöyle dedi:

‘Ben size demedim mi? Rabbinizi tesbih etmeniz gerekmez miydi?” (Kalem: 28)

Bu kardeşleri evvelce de onlara öğüt vermiş, uyarılarda bulunmuştu. Fakat aldırış


etmemişler, kulak asmamışlar, kendi fikirlerinde ısrar etmişlerdi.

Eğer içlerinde aklı eren bir fert bulunmasaydı, o ümitsizlik içinde kıvranıp duracaklardı.

Bir musibet bin nasihattan iyidir. Önce dinlemedikleri nasihatı, bu defa uğradıkları felâket
içinde dinlediler ve kusurlarını itiraf ederek dediler ki:

“Rabb’imizi tesbih ederiz. Doğrusu biz zalimlermişiz.” (Kalem: 29)

İlk şaşkınlık hali geçer geçmez biri diğerini itham etmeye: “Bu felâkete sebep sensin!.. Bu
hileyi bize sen öğrettin!.. Tasadduk edersek fakir düşeriz diyerek bizi korkuttun!..” gibi
sözlerle suçu birbirine atmaya başladılar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Dönüp kabahati birbirine yüklemeye başladılar.” (Kalem: 30)

Ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Emr-i ilâhîye muhalefet etmeleri,


fakirlerin haklarını vermekten kaçınmaları sebebiyle ellerindeki nimetlerin zevâli ile
cezalandırılacaklarını düşündükçe deli divane oluyorlardı.

Tekrar be tekrar hatalarını itiraf etmekten kendilerini alamıyorlar, pişmanlıklarına


pişmanlık katıyorlardı.

“Şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz.” (Kalem: 31)

Hepsi de gerçekten tevbekâr oldular. Tevbe etmekle kalmadılar, dağılıp gidivermediler:

“Belki Rabb’imiz bize bunun yerine daha iyisini verir.” (Kalem: 32)

Diyerek, Rabb’lerine samimiyetle yöneldiler, dergâh-ı ulûhiyete el açtılar. Bunu bile yeterli
görmeyerek, bütün rağbetlerini sırf O’na çevirdiklerini, gayelerinin O’nun rızasına ulaşmak
olduğunu beyan ederek en sonunda şöyle dediler:

“Biz sadece Rabb’imize rağbet edip gönül bağlayanlardanız.” (Kalem: 32)

22.08.2019
Sayfa 306 / 646

Bu bahçe sahiplerinin hikâyesinden, mal ve evladı Allah-u Teâlâ’nın insana imtihan için
verdiği, eğer O’nun rızasına uygun olarak sarfederse faydasını, kötülük yolunda
sarfederse zararını göreceği, yaptığından pişmanlık duyup da tevbe ederse tevbesinin
kabul olunacağı anlaşılmış oluyor.

Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bu kıssanın ardından şöyle buyuruyor:

“İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke
bilselerdi!” (Kalem: 33)

Bu azap mala değil canadır, geçici değil süreklidir, içine düşen kurtulmaz. O bir kere başa
geldikten sonra uyanmanın hiç faydası olmaz.

İnsanlar bunu bilmiş olsalardı günahlarından vazgeçerlerdi. Bilmedikleri için isyanlarında


ısrar etmektedirler.

Bağlara, bahçelere ve diğer emvale âfetlerin inmesi, nimet sahiplerinin şükrünü yerine
getirmemeleri sebebiyledir.

Dünyada iken insanın başına gelen bu gibi belâ ve ibtilâlar, anlamak kabiliyetinde olanları
uyandırır, Hakk’a teslim ettirir, daha büyük tehlikelerden korunmasına ve daha büyük
iyiliklere ulaşmasına sebep olur. Kişinin bilemeyeceği birçok hikmetler mevcuttur.

Bu hitap kıyamete kadar gelecek insanların hepsine şâmildir. Allah-u Teâlâ insanları
insafa ve ibret almaya dâvet etmektedir.

Küfür Aynı Küfür:

Allah-u Teâlâ bahçe sahiplerinin hikâyesini beyandan sonra, ahiret yurdunu gözetip
Allah’tan korkanlara lütfedeceği bitmez tükenmez nimetleri müjdelemektedir:

“Şu da muhakkak ki, takva sahipleri için Rabb’leri katında Naîm cennetleri
vardır.” (Kalem: 34)

Her türlü korku ve endişeden, belâ ve musibetlerden uzak bir şekilde bağlara, bahçelere,
bostanlara nâil ve dahil olacaklardır.

Müşriklerin ileri gelenleri dünyada kendi kısmetlerinin bolluğunu, müslümanların ise


geçim darlığı çektiklerini görüyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın müslümanlara ahiret ile ilgili
vaadlerini duyduklarında: “Öldükten sonra her şey biter. Eğer Muhammed’in ve
beraberindekilerin zannettikleri gibi ölümden sonra gerçekten diriltilecek olursak, o zaman
bizim de onların da durumlarımız dünyadaki gibidir. Bizden üstün olmaları mümkün
değildir. Orada da biz yine refah içinde olacağız.” dediler.

Allah-u Teâlâ onların bu sapık fikirlerini reddetmek ve kınamak için şöyle buyurdu:

“Teslimiyet gösterenleri biz suçlular gibi tutar mıyız hiç?” (Kalem: 35)

Elbette ki suç işleyenin âkıbeti azap, itaatkârların karşılığı da Nâim cennetidir.

Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime’lerinde Mekke müşriklerine hitap ederek, kıyamete
kadar gelecek bu tıynetteki kişileri uyarmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 307 / 646

“Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?” (Kalem: 36)

Sizi bu pek yanlış fikir ve kanaatlere sevk eden nedir? Nasıl oluyor da kâfirleri hoş gören
bir hüküm veriyorsunuz? Hiç akıllı bir kimse böyle yapar mı?

“Yoksa size mahsus bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz?” (Kalem: 37)

Size âit olmak üzere böyle ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki emirlere dayanarak
mı böyle hükmediyorsunuz?

Her şeyin nefsinizin hevâ ve hevesine, süfli arzusuna göre olacağını o kitaptan mı
okuyup inceliyorsunuz?

“O kitapta: ‘Beğendiğiniz her şey sizindir.’ diye mi yazılı?” (Kalem: 38)

“Her yaptığınız yanınıza kâr kalır, sizin her yaptığınız icraat, her söylediğiniz söz
doğrudur.” diye yalnız size âit bir delil mi var?

“Yoksa: ‘Ne hükmederseniz mutlaka sizindir!’ diye sizin lehinize olarak


tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?” (Kalem:
39)

Halbuki ellerinde hiçbir delil, hiçbir istinat yok. Hevâ ve heveslerine göre konuşuyorlar.
Kendi kendilerine hüküm ve hakikati değiştirmeye kalkıyorlar.

“Sor bakalım onlara, hangisi bunu üzerine alıyor?” (Kalem: 40)

İçlerinden hangisi böyle bir şeyi garanti edebilir?

“Yoksa onların ortakları mı var? Sözlerinde doğru iseler, hadi ortaklarını da


getirsinler!” (Kalem: 41)

Bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, Allah-u Teâlâ’nın bir hükmünü değiştiremezler.
Hepsi de Hakk’ın karşısında kahrolmaya mahkumdurlar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


ÜCRET İSTEMEYEN PEYGAMBER

22.08.2019
Sayfa 308 / 646

Secdeye Dâvet:

Kıyamet gününün ilk başlangıcında Allah-u Teâlâ’ya ibadet edenlerin kim olduğu ve O’nu
inkâr edenlerin kim olduğu, bütün işlerin hakikatleri ve asılları ayan-beyan ortaya
çıkacaktır. Hakikatin üzerinden perde kalkar. O gün gam, keder, sıkıntı ve şiddet
günüdür. Zorluklar kat kat artar. O gün korkular ve büyük işler birbirine karışır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“O gün baldırlar açılır ve secdeye dâvet edilirler, fakat güç getiremezler.” (Kalem:
42)

Ahirette müminler ilâhî dâvete gönül verip secdeye kapanırken, mütekebbirler


sırtlarındaki günah yükünün ağırlığı ile secde imkânı bulamazlar.

Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te beyan
buyurulduğuna göre; mümin erkekler ve kadınlar Allah-u Teâlâ’ya secde ederler, riyâ ve
gösteriş olarak secde edenler ise geri kalırlar. Onlar secde etmeye çalışırlar, fakat sırtları
tek bir saç haline gelir, secde edemezler. (Buhârî-Müslim)

O günün şiddetinden hayretler ve dehşetler içinde ne yapacaklarını bilemezler. Bir


faydası olmadığı halde secdeye kapanmak için can atarlar, fakat güçleri yetmez. Ne
başlarını kaldırabilirler, ne de bellerini eğebilirler. Dehşet ve şiddetten sinirleri tutulmuş
gibi olur. Değil secde etmeye, işarete bile güçleri yetmemektedir. Onlar bu şereften ebedî
olarak mahrumdurlar. Bu mahrumiyetleri, hasret ve pişmanlıklarını kat kat artırır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür. Halbuki onlar sapasağlam iken de
secde etmeye davet ediliyorlardı.” (Kalem: 43)

Dünyada sağlıkları yerindeyken, elleri ayakları tutarken; secdeye, ibadete davet


edildikleri halde iltifat etmemişler, icabetten kaçınmışlardı. Güçleri yetmesine rağmen,
gönül hoşluğu ile secdeye yanaşmamışlardı. O vakit başlarında bu dertleri de yoktu.

Onların bu secdeye dâvet edilmeleri yükümlülük için, kulluk için değil; kınamak, başa
vurmak ve utandırmak içindir.

Kâfirlere Verilen Mühlet:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde zulüm ve isyanlarına rağmen kullarına belirli bir
zamana kadar ruhsat verdiğini, süre dolunca da bu ruhsatı ellerinden alacağını haber
vererek şöyle buyurur:

“Bu sözü yalan sayanlarla beni başbaşa bırak.” (Kalem: 44)

Yaptıklarından etkilenme, söylediklerine karşı kalbini meşgul etme, onları bana havale et,
ben onlara neler yapılması gerektiğini bilirim.

“Biz onları bilmeyecekleri bir cihetten derece derece azaba


yaklaştırıyoruz.” (Kalem: 44)

22.08.2019
Sayfa 309 / 646

Azapları ertelemek, ömürleri uzatmak, genişlik bolluk vermek, darlığa düşürmemek... gibi
mühletler şeref ve üstünlük alâmeti değildir. Görünüşte nimet, gerçekte ise azaptır. Onlar
farkına varmadan Allah-u Teâlâ azaplarını artırmayı murad etmektedir.

“Ben onlara mühlet veriyorum.” (Kalem: 45)

Günahları artsın diye onlara süre tanır. Onlar da iyi bir iş yaptıklarını zannederler.

“Şüphe yok ki, benim tuzağım metindir.” (Kalem: 45)

Onun tuzağına kimse engel olamaz. Tam sırası gelince bir anda iplerini çekiverir.

Ücret İstemeyen Peygamber:

Resulullah Aleyhisselâm, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getirirken, ilâhî
hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın tebliği karşısında hiçbir ücret istemediğini çok
iyi bildiği halde, bu hususu duyurmak ve insanları ikaz etmek için şöyle buyurmaktadır.

“Resul’üm! Yoksa sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden ağır bir
borç altında mı kalıyorlar?” (Kalem: 46 - Tûr: 40)

Böyle zannediyorlarsa bu zanları yanlıştır. Böyle bir talepte bulunmaktan elbette ki


müteâlidir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, iman etmedikleri için müşrikleri kınamaktadır. Yoksa
Resulullah Aleyhisselâm onlardan hiçbir ücret istememekte, hiçbir menfaat
beklememektedir. Sahibi onu dünyada da ahirette de rızıklandırır, büyük mükâfatlara nâil
buyurur. Rezzâk-ı âlem O’dur.

Resulullah Aleyhisselâm hiçbir zaman halktan en küçük bir menfaat beklemiş değildir.
İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin
de gidişatı böyledir.

Bir peygamber olarak insanların kurtuluşundan başka hiçbir şey istememektedir. Onların
ıslah olması en büyük ücrettir.

Ancak Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak için, din-i İslâm’ın izzeti ve ehl-i imanın
kuvveti için, malını infak etmek isteyen kimse de men olunmamıştır. Böylece kıyamete
kadar her devirdeki müslümanlara güzel bir numune, şaşmaz bir ölçü bırakılmıştır.

“Yoksa gayb (bilgisi) onların yanında da onlar mı yazıyorlar?” (Kalem: 47)

Bunun için mi inkâr etmekte ısrar ediyorlar, akla ve Kitab’a uymaz hükümler veriyorlar,
ilâhî hükmün başlarına ineceği ilâhî azap gününden çekinmiyorlar?

Yunus Aleyhisselâm:

22.08.2019
Sayfa 310 / 646

Allah-u Teâlâ Yunus Aleyhisselâm’ın başından geçenleri Muhammed Aleyhisselâm’a


hatırlatmış; mücadelesinde sabırlı olmasını, yalanlayanların eziyetlerine katlanmasını,
yılmamasını, azmi elden bırakmamasını tavsiye etmiştir.

Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“Resul’üm! Sen Rabb’inin hükmünü sabırla bekle!” (Kalem: 48)

İlâhî emirleri halka duyurmaya azimle devam et. Sana olan yardımını er veya geç
gönderecek, ilâhî hükmü ortaya çıkaracak, seni muhaliflerine karşı muzaffer kılacaktır.

“O, balığın arkadaşı Yunus gibi olma!” (Kalem: 48)

Rabb’inin kesin emrini gözet, sabırla işin sonuna bak!

“Hani o dertli dertli Rabb’ine niyaz etmişti.” (Kalem: 48)

Balığın karnında karanlıklar içinde olduğu halde naz ile niyaz etmekten uzak durmadı.

Zor şartlar altında kalınsa bile bu şekilde davranılmaması gerekiyordu. Yunus


Aleyhisselâm’ın zellesinin sebebi bu idi.

Fakat onun samimi itirafı, aczini ortaya koyuşu, azamet-i ilâhî karşısında boyun büküşü
kurtuluşuna vesile oldu.

“Şayet Rabb’inden ona bir lütuf nimeti erişmemiş olsaydı, kınanmış olarak sahile
atılacaktı.” (Kalem: 49)

Fakat Allah-u Teâlâ ona büyük bir lütufta bulundu, tevbe etmeye muvaffak kıldı,
kınanmaksızın dışarıya çıkardı.

Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın
karnında kalacaktı.” (Sâffât: 143-144)

Zühd ve takvâsı, zikir ve tesbihi kendisi için büyük bir nimet ve rahmet olmuştu. Yoksa
kıyametten evvel berhayat olarak bir daha dünya yüzüne gelemeyecekti. Bu balığın karnı
kıyamete kadar ona mezar olabilirdi.

O tesbihi o tehlili de ona ilham eden Allah-u Teâlâ idi.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu duâ gelip arşı kuşattığında
melekler:

“Ey Rabbimiz! Biz uzak bir yerden zayıf bir ses işitiyoruz.” dediler.

Allah-u Teâlâ:

“Siz bu sesin sahibini tanıyor musunuz?” diye sordu.

“Ey Rabbimiz! O kimdir?” dediler.

“Kulum Yunus’tur!” buyurdu.

22.08.2019
Sayfa 311 / 646

Melekler: “Her gün ve her gece salih amellerin, icabet buyurulan duâların kendisinden
yükseldiği kulun Yunus mu?” dediler.

“Evet!” buyurdu.

“Ey Rabbimiz! Bollukta yaptıklarından dolayı ona rahmet edip onu bu musibetten
kurtarmayacak mısın?” diye sordular.

Allah-u Teâlâ:

“Evet kurtaracağım!” buyurdu ve Yunus Aleyhisselâm’ı artık dışarıya çıkarması için


balığa emretti. (İbn-i Kesir)

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu üzüntüden kurtardık.” (Enbiyâ: 88)

Allah-u Teâlâ bir süre dinlenip eski sıhhat ve âfiyetine yeniden kavuşan Yunus
peygamberine, kavminin yanına gidip tevbelerinin kabul edildiğini kendilerine haber
vermesini emrederek onu sayıları yüz bin kadar olan halkının üzerine tekrar irşad için
gönderdi.

Âyet-i kerime’de:

“Fakat Rabb’i onu seçti ve onu sâlihlerden kıldı.” buyuruluyor. (Kalem: 50)

Onu arıttı, kınanmış olmaktan korudu, yeni baştan vahyine nâil etti.

Kâfirlerin Peygamber’e Hâince Bakışları:

Mekke kâfirleri Resulullah Aleyhisselâm’ın dâvetini şiddetle reddediyorlardı. O kadar


kızgın idilerdi ki, Kur’an dinlemeye hiç tahammül edemiyorlardı. Kin ve nefretleri
gözlerinden okunuyordu.

“O kâfirler Zikr’i işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi.” (Kalem:


51)

Azılı düşmanlıklarından ve kıskançlıklarından dolayı, kem gözlerinin kötülükleriyle


ellerinden gelse seni yok edeceklerdi.

“Ve: ‘O bir delidir!’ diyorlardı.” (Kalem: 51)

İnsanları ondan uzaklaştırmak maksadıyla böyle söylüyorlardı, yoksa onun akıllı


olduğunu onlar da çok iyi biliyorlardı.

Allah-u Teâlâ onlara cevap olarak şöyle buyurdu:

“Halbuki o Kur’an âlemler için bir öğüttür.” (Kalem: 52)

Bütün insanlar ve cinler için hidayet kaynağıdır.

22.08.2019
Sayfa 312 / 646

Kalem sûre-i şerif’inin bu son iki Âyet-i kerime’sinde “Nazar değmesi”nin hak olduğuna
dâir delil vardır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in odasında yüzünde sarılık eseri bulunan
bir kız çocuğu gören Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Bu kızcağızı okutunuz. Buna nazar değmiştir.” buyurdular. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:
1933)

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz şöyle buyuruyorlar:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- göz değmesine karşı okunmasını bana


emretti.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1932)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kâria Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i Mükerreme döneminde Kureyş sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. On bir
Âyet-i kerime, yirmi sekiz kelime ve yüz yirmi harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Çarpacak olan felâket" mânâsına


gelen "Kâria" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur. Bu kelime aynı zamanda kıyamet
gününün isimlerinden birisi olarak kabul edilir.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle, kıyamet gününün dehşetten yürekleri yerinden oynatan Âyet-i
kerime'lerle başlar.

İlk beş Âyet-i kerime'de kıyametin korkunç safhasında insanın ve dağların durumu
anlatılmaktadır.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, ahiret gününde tartıları ağır gelen bahtiyar müminlerin
mutlu bir hayata erecekleri; tartıları hafif gelenlerin de kızgın bir ateş uçurumuna
atılacakları haber verilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 313 / 646

Çarpacak Olan Felâket:

Kur'an-ı kerim'de kıyametin kopma hadisesi, sergileyeceği görüntülere ve taşıyacağı


özelliğe göre "Kıyamet", "Saat", "Zilzâl"... gibi isimlerle anlatılmıştır. "Çarpacak olan
felâket" mânâsına gelen "Kâria" da bu cümledendir.

"Çarpacak olan felâket! Nedir o çarpacak olan felâket? O çarpacak olan felâketin
ne olduğunu bilir misin?" (Kâria: 1-2-3)

Kıyametin korkunç ve tüyler ürpertici bir şiddetle ses çıkartıp, gök gürlemesinden daha
kuvvetli bir gürültü ve yıldırım hızından da daha hızlı bir şekilde ansızın kopacağı tasvir
edilirken "Kâria" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin üç defa açıkça tekrarlanması, o
korkutmayı desteklemek, dehşetini pekiştirmek içindir.

İnsanların başına, tarifi mümkün olmayacak kadar korkunç bir felâket inmiş olacak. O
felâketin korkunçluğu hayal bile edilemez, ayne'l-yakîn görülmedikçe şiddet ve dehşetinin
büyüklüğünü hiçbir akıl kavrayamaz.

"O gün insanlar ateşe çarpıp dökülen pervaneler gibi olur." (Kâria: 4)

Dehşet içinde bocalayan insanlar o günde ne tarafa gideceklerini bilemeyip, görülmedik


sıkıntılarla şaşkın bir hâlde birbirine karışırlar, pervane diye bilinen küçük kelebekler gibi
her biri bir tarafa gider gelirler.

Kıyametin kopması anında kulakların zarını parçalayacak kadar müthiş bir ses ortalığı
çınlatır, herkes kendi derdine düşer. Dünya hayatının sonu işte budur!

"Dağlar atılmış renkli yün gibi olur." (Kâria: 5)

Yeryüzüne çakılmış gibi görünmelerine rağmen, rüzgâra tutulan yün teli gibi uçuşurlar.
Bulutlar gibi oraya buraya hareket ederler. Bulundukları yerlerden başka yerlere intikal
ederler, sonra da serap olurlar.

Bakan onu bir şey zanneder, halbuki o bir şey değildir, bir serap gibidir. Su gibi görünen
bir hayal olur. Daha sonra her şey tamamen silinir gider, ne göze görünür ne de izi kalır.

Dağlar böyle olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.

O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri
yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk'a yanaşmaz ve Hakk'ı kabul
etmezler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kâria Sûre-i Şerif'i (2)

22.08.2019
Sayfa 314 / 646

Tartıları Ağır Gelenler:

Allah-u Teâlâ'nın kudretinin, adaletinin bir büyük tecellîsi olmak üzere, o gün insanların
amelleri tartılırken, dereceleri ve mahiyetleri umuma karşı meydana çıkarılırken; imanı ve
sâlih amelleri sebebiyle tartıları ağır gelenler, gazab-ı ilâhîye uğramayacaklar, her türlü
korku ve azaplardan emin olacaklar, nâmütenahi sevaplara nâil olacaklar.

"Tartıları ağır gelen kimse hoş bir hayat içinde olacaktır." (Kâria: 6-7)

Ki, bu çok büyük bir mutluluk alâmetidir.

Tartılan ameller her ne kadar cisim değilse de, Allah-u Teâlâ onları cisim hâline getirir.
İyilikler nurânî, kötülükler zulmânî birer cisim suretinde tartılırlar. Hak ağırdır, bâtıl ise
hafiftir.

İmanlarının sadakat ve kemâlinden, amellerinin güzellik ve cemâlinden, ihlâs ve


samimiyetlerinden dolayı müminlerin tartıları ağır gelmiş, neticeler belli olmuş, umuma
ilân edilmiş, cennete girecekleri kesinleşmiş, gözler parıl parıl parlıyor.

Tartıları Hafif Gelenler:

Kötülerin hesaba çekilmeleri çok zor olacaktır.

Ulvi hayata yönelmeyip sufli bir hayat süren, dâvete kulak asmayan, emir-yasak
dinlemeyen kimselerin yaptığı yanına kâr kalmayacak, herkes amelinin cezasını görecek
ve hak yerini bulacaktır.

"Tartıları hafif gelenler ise, onların anası (varacakları yer) Hâviye'dir." (Kâria: 8-9)

Cennet nasıl ki sâlih amelleri ağır gelenlerin ana yurdu ve ana kucağı ise, cehennem de
kötülükleri ağır gelenlerin ana kucağı mesabesindedir.

Bir çocuk anasının kucağına sığınıp korunduğu gibi, suçlular için de ahirette
cehennemden başka bir kucak olmayacaktır. Anne çocuğuna kucak açtığı gibi,
cehennem de onlara kucak açacaktır.

Tepetakla, kafa üstü cehennem uçurumuna düşüp yuvarlanırlar. Sığınıp barınacakları en


şefkatli anası Hâviye'den ibarettir. Orada: "Anacığım anacığım!" der durururlar.

"Hâviye'nin ne olduğunu sen bilir misin? O kızgın bir ateştir!" (Kâria: 10-11)

Ateş zaten kızgın demek olduğu halde "Nâr" denildikten sonra Allah-u Teâlâ'nın bir de
kızgın mânâsına gelen "Hâviye" kelimesi ile vasıflandırması "Hâviye"nin çok şiddetli
olduğuna o hararetin cehennemin diğer tabakalarında bulunmaz bir derecede yakıcı
olduğuna işaret etmektedir.

Yüzleri dağlayan, ciltleri kavuran kızgınlıkta öyle bir ateş ki, bilinen sıcaklık sınırını
aşmıştır. Diğer ateşler onun yanında pek hafif kalır.

22.08.2019
Sayfa 315 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kevser Sûre-i Şerif'i (1)


Sûre-i Şerif'in Takdimi

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde Âdiyât Sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Üç Âyet-i
kerime, on kelime ve kırk iki harften müteşekkildir. Kur'an-ı kerim'in en kısa Sûre-i
şerif'idir.

Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve: "Çok hayır, feyiz ve bereket" mânâsına
gelen "Kevser" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur. İkinci Âyet-i kerime'de kurban
kesmeden söz edildiği için "Sûre-i Nahr" adıyla da anılmıştır.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine
çok hayır ve bereketler verdiğini duyurmakta, onun da namaz kılıp kurban kesmesini emir
buyurmakta, düşmanlarının rezil olacaklarını müjdelemektedir.

"Kevser'i bahşeden kerim Rabb'ine o nispette şükretmek üzere ihlâslı olarak


kullukla meşgul ol, sadece O'na yönel! Kâfir ve münafıkların sözlerine aldırış etme!
Namaz kılmakla beraber Rabb'inin adına kurban da kes! Sana kin bağlayanların
sonunun ne olacağını biz daha iyi biliriz." buyurmaktadır.

Nüzul Sebebi:

Âs bin Vâil, Kureyş kabilesi'nin Sehm kolunun reisi olup meşhur sahabî Amr bin Âs
-radiyallahu anh-in babasıdır. Güçsüz ve kimsesizlere yaptığı zulümlerle tanınmıştır.

Malını satmak için Mekke'ye gelenlerden satın aldığı malın bedelini ödemezdi. Onun bu
gibi haksızlıkları İslâm'ın gelişinden sonra da müslümanlara karşı devam etmiştir.

Habbab bin Eret -radiyallahu anh- kendi eliyle yaptığı kılıçlardan birkaçını ona satmış,
parasını alamamıştı. Borcunu ödemek için Resulullah Aleyhisselâm'a dil uzatmasını şart
koşmuş, o da: "Senin ölüp tekrar dirildiğini görmedikçe bu işi yapmam!" diye cevap
verince Âs: "O halde ödeşmemiz ahirete kalsın. O gün benim malım ve evlâdım olacak, o
zaman öderim." diyerek alay etmişti.

Kur'an-ı kerim'de "Ebter" diye vasıflandırılan da odur.

22.08.2019
Sayfa 316 / 646

Müşrikler Resulullah Aleyhisselâm'ın Kalb-i Nebevî'lerini rencide edecek sözler


söylemekten çekinmezlerdi.

Oğlu Kasım vefat ettiğinde Âs bin Vâil: "Bırakın şu nesli kesilmişi! Artık ölümünden sonra
adını anan bulunmayacak." demişti. Bunun üzerine hakkında Kevser Sûre-i şerif'i nâzil
olmuş, Allah-u Teâlâ yüce Peygamber'ini tesellî etmiştir.

Dine karşı direniş ve tepkilerini ömür boyu sürdüren Âs, merkebi ile Tâif'e giderken
ayağının ayasına diken battı. Dikeni bulamadılar. Bacağı devenin boynu gibi şişti,
yerinden kıpırdayamaz hâle geldi. Hicretten birkaç ay önce iniltiler içinde kıvrana kıvrana
ve bağıra bağıra ölüp gitti.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kevser Sûre-i Şerif'i (2)


Kevser

Kevser:

Allah-u Teâlâ, Resulullah Aleyhisselâm'ın şerefinin yüceliğini beşeriyete göstermek ve


kıyamete kadar anılmak üzere şöyle buyurdu:

"Resul'üm! Gerçekten biz sana kevseri (tükenmeyen pek çok nimeti)


vermişizdir." (Kevser: 1)

Âyet-i kerime'de geçen "Kevser", muhtelif mânâlara gelmektedir.

Şöyle ki;

Enes -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir:

"Birgün Resulullah Aleyhisselâm aramızda iken hafif bir uykuya daldı, sonra
tebessüm ederek başını kaldırdı.

Biz: 'Yâ Resulellah! Seni güldüren nedir?' dedik.

'Az önce bana bir sûre indirildi.' buyurdu ve daha sonra Besmele çekip Kevser
sûresini okudu.

'Kevser nedir biliyor musunuz?' diye sordu.

Biz: 'Allah ve Resul'ü bilir!' dedik.

22.08.2019
Sayfa 317 / 646

Bunun üzerine buyurdu ki:

'O bir nehirdir, Rabb'im onu bana vâdetmiştir. Onda çok hayırlar vardır.

O bir havuzdur ki, kıyamet günü ümmetim ondan su almaya gelecektir.


Çevresindeki kaplar gökteki yıldızlar kadar çoktur. Ona gelenlerden bir kul şüphe
edilerek çıkarılıp atılır.

Ben müdahale edip:

'Ey Rabb'im! O benim ümmetimdendir!' derim.

Bunun üzerine: 'Bunlar senden sonra neler işleyip ortaya çıkardıklarını


bilmiyorsun!' buyurur.'" (Buhârî - Müslim)

Havz-ı Kevser Allah-u Teâlâ'nın Resulullah Aleyhisselâm'a bahşettiği hayırlardan sadece


bir tanesidir. Ona tükenmeyen pek çok nimet, ayrıca pek çok hayırlı şeyler verilmiştir.

Bunlar; Nübüvvet, Kitap, Hikmet, Şefaat, Makam-ı mahmûd... Hâiz olduğu pek çok
faziletler, Nesl-i mübâreke'lerinin yani Ehl-i beyt'in çokluğu, Ümmet-i muhtereme'sinin
çokluğu, duâlarının makbul olması... gibi sahası pek geniş olan mânevî lütuflardır.

Kevser ise hepsini içine alır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; vefatlarından beş gün evvel, öğleye
doğru kendilerinde biraz iyilik hissederek mescide gitti. Ashâb-ı kiram'ına namaz
kıldırdıktan sonra, minberde oturup Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra hutbe irad etti.

Hutbesinin bir kısmında şöyle buyurmuşlardı:

"Ey insanlar!

Dünyada hiçbir peygamber yoktur ki, ümmeti içinde daimî olarak yaşayabilmiş
olsun. Benden evvelki peygamberlerden biri ebedî olarak yaşadı mı? Biliniz ki, ben
de Rabb'ime kavuşacağım. Muhakkak ki siz de Allah'ınıza kavuşacaksınız. Dünyada
hiç kimse kalmaz. Her şey Allah'ın iradesine bağlıdır. Allah'ın takdir buyurduğu
zaman, ne öne alınır, ne de o zamandan kaçılır! Sizinle buluşacağımız yer, "Kevser
Havzı" kenarıdır. Her kim havuz kenarında benimle buluşmak isterse, elini ve dilini
günahlardan sakınsın.

Ey insanlar! Allah, kullarından birini dünya hayatıyla ahiret hayatını seçmekte


serbest bıraktı. Fakat bu kul, ahiret hayatını tercih etti."

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kevser Sûre-i Şerif'i (3)

22.08.2019
Sayfa 318 / 646

Namaz ve Kurban

Şükür Nişanesi, Namaz ve Kurban:

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'dan kendisine bahşedilen hayırlar, tükenmeyen


nimetler karşılığında, şükür nişânesi olarak namaz ve kurban ibadetlerini yerine
getirmesini istemekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Öyleyse Rabb'in için namaz kıl, kurban kes!" (Kevser: 2)

Sana Kevser'i bahşeden kerim Rabb'ine o nispette şükretmek üzere ihlâslı olarak kullukla
meşgul ol, sadece O'na yönel! Müşriklerin sözlerine aldırış etme! Namaz kılmakla
beraber Rabb'inin adına kurban da kes!

Sana kin bağlayanların sonunun ne olacağını biz daha iyi biliriz.

Müşrikler ıslık çalıp el çırparak ibadet ediyorlar ve putlara kurban kesiyorlardı.

Bunun için Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a sırf Zât-ı akdes'i için namaz kılmasını
ve kurban kesmesini emir buyurdu.

Her ikisinin de şöhret için değil, Allah için halis niyetle yapılması gerekmektedir.

Allah için kılınmayan namaz, namaz olmayacağı gibi; Allah için kesilmeyen kurban da
kurban olmaz.

Namaz şükrün bütün kısımlarını içine alan bir ibadettir, dinin direğidir.

Kurban ise, Allah-u Teâlâ'nın teşrî buyurduğu dinin nişanelerinden, yani belirgin
işaretlerindendir.

Asıl Soyu Kesikler:

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini teselli etmek üzere beşeriyete
şöyle ferman buyurmaktadır:

"Doğrusu adı sanı ortadan kalkacak olan, sana kin tutan dil uzatan
kimsedir." (Kevser: 3)

Habib'im! Hakkında söyledikleri aşağılayıcı sözler için üzülme, söylediklerine lâyık olanlar
kendileridir, sen değil!

O iğrenç sözleri söyleyenlerin, ona karşı çıkarak yolunu kestiklerini zannedenlerin, onu
sevmeyenlerin gerçekten de zürriyetleri kesilmiş, defterleri dürülmüştür. Şimdi kim anıyor
onları? Bugün dünyanın hiçbir yerinde isim olarak Ebu Cehil, Ebu Leheb kullanılmaz.
Tarihen sabittir ki asıl ebter İslâm düşmanları olmuştur. Soyu kesik olan, köksüz olan
küfür ve şirktir.

Fakat Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nam ve şânı, eşsiz hatırası
bâki kalmıştır. Allah-u Teâlâ onu müminlerin babası yapmıştır. Nesl-i pâki, sülâle-i tâhiresi

22.08.2019
Sayfa 319 / 646

ise kerimesi Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz ile devam ettiği gibi, mânevî
evlâdı mesabesinde olan ümmet-i muhteremesi Asr-ı saâdet'ten bugüne kadar asırlar
boyu fevkalâde büyük sayılara ulaşmıştır. Kıyamete kadar da sürüp gidecek, getirdiği din
ebediyen pâyidâr olacaktır. Yolunda ve izinde olanlar ahirette anlatılmayacak kadar
büyük bir mükâfâtlara ereceklerdir.

Bu hitap bütün Ümmet-i Muhammed'e şâmildir. Allah'a dâvet edenin aslâ soyu kesik
olmaz. Allah-u Teâlâ dilediğini saâdete erdirir, dilediğini dalâlette bırakır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KIYÂME SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Kıyâmet
Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde Kâria Sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Kırk Âyet-i
kerime, yüz doksan üç kelime ve altı yüz elli iki harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime’de geçen ve ölümden sonra dirilmeyi ifade eden “Kıyâme” kelimesi
bu Sûre-i şerif’e isim olmaktadır. “Lâ Uksimu” sûre-i şerif’i de denir.

Muhtevâsı:

Kıyâme sûre-i şerif’inde İslâm dininin ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret gibi iman esasları
üzerinde durulmuş, Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametinden söz edilerek bu hususta
mühim bilgiler verilmiştir.

Konusu ölümün ardından dirilme olan bu mübârek Sûre-i celîle’nin muhtevâsı dört
bölümdür.

Kıyamet gününe ve kendini alabildiğine kınayan nefse yemin edilerek başlamaktadır.

On altıncı Âyet-i kerime’ye kadar, kemiklerin toplanmayacağını sanan kâfirlere karşı


Allah-u Teâlâ’nın parmak uçlarını bile bir araya getirmeye muktedir olduğu belirtilmekte
ve o gün kâinatta meydana gelecek değişiklerle, insanların şaşkınlıklarına temas
edilmektedir.

Yirminci Âyet-i kerime’ye kadar Resulullah Aleyhisselâm’ın kendisine vahiy geldikten


sonra onu nasıl okuyacağı anlatılmaktadır.

22.08.2019
Sayfa 320 / 646

Otuz birinci Âyet-i kerime’ye kadar insanların dünya hayatının geçiçi zevklerine kapılıp,
ebedî ahiret hayatı için hazırlığı terketmeleri kınandıktan sonra; o gün inananların
yüzlerinin ışıl ışıl parlayacağı ve Rabb’lerine bakacakları, inanmayanların ise yüzlerinin
asık olacağı, bel kemiklerini kıracak bir musibete uğrayacaklarını sezecekleri
belirtilmektedir.

Kalan bölümde ise azaba uğrayacak kimselerin, Resulullah Aleyhisselâm’ın getirdiklerini


yalanlama, namaz kılmama, çalımlı çalımlı yürüyerek taraftarlarının yanına gitme gibi
uğursuzlukları beyan edilmektedir.

Daha sonra ise insanın başıboş bırakılmayacağı ve yaratılışındaki safhalar anlatılmakta,


Allah-u Teâlâ’nın yaratıcı kudreti gözler önüne serilmektedir.

Kıyâmet:

Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan “Ahiret inancı”nın bir bölümüdür. Ahiret
hayatı kıyâmetle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete,
cehennemliklerin cehenneme girmeleri ve ebedî bir hayatın başlaması safhaları takip
eder.

“Kıyâmet” kelimesi “Kıyam”dan türemiş olup; dikilmek, ayağa kalkmak, ayaklanmak


mânâlarına gelir ve Kur’an-ı kerim’de yetmiş yerde geçmektedir.

Dini bir tabir olarak kıyâmet ise; içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yer
aldığı kâinatın parçalanıp dağılması, daha sonra insanların hesap vermek üzere Allah-u
Teâlâ’nın huzur-u izzetinde, mahiyetini bilemediğimiz bir biçimde kıyam etmesidir.

“Kıyâmet gününe andolsun!” (Kıyâme: 1)

Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlûkatı geçici bir zaman için
yaratmıştır. Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır. Yarattıklarını
dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün
yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret hayatı başlayacaktır.

Kıyâmet günü üzerine yemin edilmiş olması, bu hadisenin muhakkak gerçekleşeceğini


göstermektedir.

Nefs-i Levvâme:

İnsânî ruh, emmâre iken işlediği günahlardan ve kötülüklerden pişmanlık duyar ve


kendisini kınamaya başlarsa, onun bu hâline “Nefs-i levvâme” denir.

Bu makama yükselen sâlikin artık kalbindeki yedi perdeden birisi kalkmıştır. İbadetlerini
yapar, yasaklardan kaçınmaya, emr-i ilâhîyi yerine getirmeye çalışır. Buna rağmen yine
günah işler, fakat hemen arkasından da pişman olup tevbe eder.

Nefs-i levvâme’de bulunan bir kimse takvâ ehlinden sayılır. Bu makamın en yüksek
derecesi ihlâstır. Ancak amellerinde ihlâs da olsa, sâlik yine de tehlikeden kurtulmuş
değildir.

Buna rağmen Allah katında kudsiyet ifâde eden bir makamdır.

22.08.2019
Sayfa 321 / 646

Nitekim Âyet-i kerime’de:

“Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki!” buyuruluyor. (Kıyâme: 2)

Bu kınama övünülecek bir hususiyettir.

Nefs-i emmâre’nin bir kısım sıfatları hâlâ mevcut olmasına rağmen hakkı hak, bâtılı bâtıl
olarak görür ve bilir. Şeriat ameli ve muhabbeti eksilmez. Kötü hallerinden dolayı üzülür.
Fakat o kötü sıfatlardan kurtulması gücünün dışındadır.

Eğer tevbe ederse, Allah-u Teâlâ’nın onların günah ve kusurlarını bağışlayacağı,


tevbelerini kabul buyuracağı umulur.

Nefs-i levvâme’de bulunan müminde gizli bir riyâ ve kendini beğenme hastalığı vardır. İyi
amellerini halkın bilmesini ister. Övülmekten memnun olur. Başkalarına üstün gelip ezme
arzusu duyar. Bu kötü huyundan hoşlanmamasına rağmen, kalbinden de söküp atamaz.

Kâfir ise işine devam eder. Ne kendisini hesaba çeker, ne de nefsini kınar. Fakat bu gibi
kimseler ahirette kendilerini çok çok kınayacaklar, işledikleri günahlara pek çok pişman
olacaklar, fakat hiç de faydası olmayacak.

İlâhî Kudret:

Rivayete göre Adiyy bin Rebîa ismindeki bir müşrik Resulullah Aleyhisselâm’a:

“Ey Muhammed! Bana kıyamet gününü haber ver. O ne zaman ve nasıl olacak?” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm kıyamet hakkında ona bilgi verdi. Bu sefer: “Eğer o günü
gözümle görsem yine de doğrulamam ve sana inanmam. Allah çürüyüp ufalandıktan
sonra bu kemikleri toplayacak mı?” karşılığını verdi.

Bunun üzerine Âyet-i kerime’ler indi, Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

“İnsan, kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor?” (Kıyâme: 3)

O kemikler nelerden ve nerelerden çıkıp gelerek düzenine giriyor, etler nasıl meydana
geliyor, kemikleri kim sarıyor?

İnsan iskeletinde irili ufaklı 206 kemik bulunur. Bu kemikler birbirlerine mafsallarla bağlı
olup, hareketlerini kaslar temin eder.

Biçimlerine göre uzun ve kısa, yassı ve düzensiz kemikler olmak üzere dörde ayrılır.
Bulundukları yere göre; baş, gövde, üstyan, altyan kemikleri diye isim alırlar.

İskelet parça parça kemiklerden teşekkül ettiği için, böylelikle her parça kolaylıkla ve
rahatça hareket etme imkânı bulur.

Ne lâtif hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarıya
çıkınca sertleştiği gibi; kemikler de rahimde iken yumuşak, çocuk doğduktan sonra
katılaşacak bir halde yaratılmıştır.

“Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski hâline getirmeye
kâdiriz.” (Kıyame: 4)

22.08.2019
Sayfa 322 / 646

Parmak uçlarında yaratılış bakımından ince bir sanat bulunduğu için Allah-u Teâlâ onları
anmıştır. Çünkü bir insanın parmaklarının derisi son derece ince çizgilerle kaplıdır.

Bu çizgilerden bazısı kavis, bazıları düz ya da daire şeklindedir. Bu ince çizgiler o şekilde
yaratılmıştır ki, yeryüzündeki diğer herhangi bir şahsın parmak çizgileri bu çizgilere
benzemez.

Parmak ucundaki hassasiyete bir bakın ki, kör onunla görüyor. Bir parmak izi, diğer hiç
bir insanın parmak izine uymuyor.

Her insanın farklı simâlarda olmasının yanısıra, parmak uçlarındaki desenlerin de


birbirine benzememesi, Âdem Aleyhisselâm zamanından bu yana yaratılan milyarlarca
insanın simâsını ve parmak izlerini ezelî ilminde muhafaza eden Zât-ı kibriyâ’nın
mevcudiyetine ve ulûhiyetine delildir.

Küfürde İnat, Kötülükte Israr:

Kıyamet, dünyayı ve geçici dünya hayatını arzu edenlerin isteklerine muhaliftir. Bunun
içindir ki çekinmeden onu inkâra cüret ederler.

Şehvetlerinden, lezzetlerden ayrılmamayı, ileride onlara devam etmeyi, ahlâki ve dini


herhangi bir engel olmadan kötülükleri ve günahkârlığı sürdürmeyi isterler. Bu hallerinden
dolayı hiçbir üzüntü duymazlar. Tevbekâr olmak istemezler, hallerini ıslaha çalışmazlar.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Fakat insan, ileriye doğru devamlı suç işlemek (ömrünü günahla geçirmek)
ister.” (Kıyâme: 5)

Gelecek zamanlarda da o bundan vazgeçmek istemez, ahirete bir türlü inanmaz.

“‘Kıyamet günü ne zamanmış?’ diye sorar.” (Kıyâme: 6)

Sınırlı bir ömürde yapacağı kötülüklere sınır tanımamak için öldükten sonra dirilmeyi inkâr
eder.

“Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman!” (Kıyâme: 7-9)

Gözler o günde görecekleri şiddet ve dehşetten dolayı şimşeğe tutulmuş gibi bir hâle
gelir. Âlem alt-üst olur, ay ve güneş birbirine katılır, ışıkları söner simsiyah kesilir.

Kaçış Nereye?

İnkârcılar kıyamet gününde bu dehşetli hallerle yüz yüze gelince, ümitsizlik ve


şaşkınlıklarından kaçacak yer ararlar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İşte o gün insan: ‘Kaçacak yer neresi?’ der.” (Kıyâme: 10)

Bu sorusu ile sanki kurtuluş ümidi aramaktadır.

22.08.2019
Sayfa 323 / 646

Mahşerin mehabeti karşısında ve dehşeti içinde, cehenneme sevkedileceklerini anlamış


olacakları için böyle bir temennide bulunurlar.

Halbuki ne koruyacak bir kimse, ne de sığınılacak bir yer vardır.

“Hayır hayır!.. Sığınılacak bir yer yoktur!” (Kıyâme: 11)

O gün her kim olursa olsun, sığınma yerleri Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetidir. O’ndan
kaçmak isteyenler de o gün O’ndan başka sığınacak bir sığınak bulamazlar.

“O gün varıp durulacak yer, ancak Rabb’inin huzurudur.” (Kıyâme: 12)

İnsan için artık çare aramakta fayda yoktur, zira zamanı geçmiştir.

“O gün insana, yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey haber verilir.” (Kıyâme:
13)

İşlemiş olduğu iyilikler ve kötülükler, yapması gerekirken yapmadıkları şeyler, yapmaması


gerekirken yaptıkları şeyler bir bir haber verilecektir.

“İnsan artık kendi kendisinin şahitidir.” (Kıyâme: 14)

Bir başkasının haber vermesine ihtiyaç yoktur.

“İsterse günahlarını örtmek için özürlerini sayıp döksün.” (Kıyâme: 15)

O büyük mahkemede kâfir, fâsık, fâcir kimseler bazı mazeretler sayıp dökseler de,
yaptıklarını gayet iyi bilirler. İşte o vakit gözleri tam açılır. O gün kendi amellerinden
başka hiçbir şeyi göremezler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KIYÂME SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Rüyetullah
Ağır Söz:

Müslim’in rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm ilâhî vahyi tebliğ ettiği zaman, Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz herhangi birşey kaçırmamak için çok defa dilini
dudaklarını harekete getirirdi. Vahiy kendisine şiddet verirdi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ
şu Âyet-i kerime’leri indirdi:

“Resul’üm! Onu hemen ezberlemek için acele ederek dilini kıpırdatma.” (Kıyâme:
16)

22.08.2019
Sayfa 324 / 646

Vahyolunacak âyetler hafızanda tekerrür edecek ve kalbini nurlandıracaktır.

“Şüphesiz ki onu (ezberinde) toplamak ve okutmak bize âittir.” (Kıyâme: 17)

Onu sana indiren okutacaktır. Öyle ki onun mânâlarından hiçbir şey sana gizli kalmaz.

“O halde biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy.” (Kıyâme: 18)

Ardınca yavaş yavaş oku. Kalbinde tespit ettiğimiz zaman da onu uygula, gereğince amel
et.

“Sonra onu açıklamak bize âittir.” (Kıyâme: 19)

Anlamakta zorluk çektiğin mânâ ve hükümleri, ihtiyaç duyuldukça biz sana açıklarız.

Bundan sonra artık Cebrâil Aleyhisselâm geldiği zaman sükut eder, o gidince Allah-u
Teâlâ’nın vaad buyurduğu şekilde okurdu. (Müslim: 448)

Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:

“Resul’üm! Sana onun vahyi bitmeden, Kur’an’ı okumakta acele etme!” (Tâhâ: 114)

Hepsi de kalbini olduğu gibi tenvir ve tezyin edecektir.

“Seni en kolaya muvaffak kılacağız.” (A’lâ: 8)

Her hususta en kolay yola erdireceğiz.

Çarçabuk Geçen Dünya:

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a hitap ettikten sonra, tekrar kıyameti


yalanlayanlara dönerek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:

“Hayır, hayır! Siz çarçabuk geçen dünyayı seviyorsunuz.” (Kıyâmet: 20)

Hep bu geçici dünyanın zevk ve lezzetleri için çalışmak gerektiğini sanıyorsunuz, daha
hayırlı ve devamlı olan ahiret için hiçbir hazırlıkta bulunmuyorsunuz.

“Ve ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyâme: 21)

O âlemdeki mükâfat ve mücâzâtı hiç düşünmüyorsunuz.

Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret
hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî
hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır.

Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması


gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.

Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve
hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa
uğramışlardır.

22.08.2019
Sayfa 325 / 646

İnsan dünyada yüzyıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile
değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.

Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin


mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya
lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş,
basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret
yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.

Diğer taraftan hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb’inin
rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve
heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere de çok büyük müjdeler vardır.

Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın câzip güzelliklerinin,
gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti
unutturmaması gerekir.

Rüyetullah:

Müminler cennette bütün nimetlerin üstünde, mekândan münezzeh olarak Allah-u


Teâlâ’yı zaman zaman görmek saadetine nâil olacaklardır.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlar:

“Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, vech-i İlâhi’ye sabah ve akşam


nazar ederler.” (Tirmizî: 2556)

Daha sonra şu Âyet-i kerime’leri okumuşlardır:

“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb’lerine bakarlar.” (Kıyâme: 22-23)

Allah-u Teâlâ kendi cemâlini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında, görmeye
liyâkat halkeder. Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u
Teâlâ’yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar.
O’na bakmaya devam ettikleri sürece hiçbir şeye iltifat etmezler. Cennet bu nimetin
yanında bütün şaşası ile sönük kalır.

Cerir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabb’inizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu


görme hususunda üstüste sıkışıp birbirinizin üzerine yığılmayacaksınız.” (Müslim:
633)

Süheyb -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:

“Cennetlikler cennete girdiği zaman Allah Tebâreke ve Teâlâ: ‘Bir şey istiyorsanız
söyleyin, onu da vereyim!’ buyurur. Onlar da: ‘Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin
mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı?’
derler.

22.08.2019
Sayfa 326 / 646

Bunun üzerine Allah hicabı kaldırır, artık onlara Rabb’lerine -azze ve celle-
bakmaktan daha sevimli bir şey verilmiş olmayacaktır.” (Müslim: 181)

Kadın erkek herkes her Cuma günü Allah-u Teâlâ’nın dâveti üzerine O’nun yüce
ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi net olarak
görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile
sevinçle karşılar.

Said bin Müseyyeb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Said -radiyallahu anh-,
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- ile karşılaştıklarında:

“Allah’tan, cennet çarşısında bizi bir araya getirmesini dilerim.” dedi.

Bunun üzerine Said -radiyallahu anh-:

“Cennette çarşı var mıdır?” diye sordu.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-:

“Evet vardır.” dedi ve sözlerine devam etti:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana bildirdi ki, cennetlikler cennete girdikleri
vakit orada amellerin çokluğu nisbetinde yerleşeceklerdir. Sonra dünya günlerinden bir
Cuma günü kadar bir müsaade verilecek, onlar da Rabb’lerini ziyaret edeceklerdir.

Rabb’in arşı onlara görünecek ve Rabb kendilerine cennet bahçelerinden bir bahçede
tecellî edecektir.

Onlar için nurdan minberler, inciden minberler, yakuttan minberler, zebercetten minberler,
altından minberler ve gümüşten minberler kurulacaktır.

Onların en aşağı mertebede olanları -ki içlerinde hiç bir aşağılık kişi yoktur- misk ve kafur
tepesinin üzerinde oturacaklar ve minber sahiplerini, kendilerinden daha üstün oturma
yerlerinde olduklarını sanmayacaklardır.”

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:

“Yâ Resulellah! Rabb’imizi görecek miyiz?” dedim.

Şöyle buyurdu:

“Evet göreceksiniz. Siz güneşin ve dolunay gecesi ayın görünmesinden şüphe


eder misiniz?”

Biz de: “Hayır!” diye cevap verdik.

Buyurdu ki:

“Böylece Rabb’inizin görünmesinde de şüphe etmeyeceksiniz.

Allah’ın o mecliste kendisiyle karşılıklı konuşmadığı hiçbir kişi kalmayacaktır. Hatta


onlardan birine:

‘Ey filân oğlu filân! Şöyle ve şöyle dediğin günü hatırlıyor musun?’ buyuracak. Ve
ona dünyadaki vefasızlıklarından bir kısmını hatırlatacaktır.

22.08.2019
Sayfa 327 / 646

O da:

‘Ey Rabb’im! Beni bağışlamadın mı?’ diyecek. Allah: ‘Evet bağışladım. İşte sen
benim bağışlamamın genişliği sayesinde şu makama ermiş bulunuyorsun.’

Onlar bu durum üzere iken üstlerinden bir bulut kendilerini kaplayacak ve


üzerlerine bir güzel koku yağdıracaktır. Ki onlar o zamana kadar onun kokusuna
benzer hiç bir koku almamışlardı.

Sonra Rabb’imiz: ‘Sizin için hazırladığım büyük bağışa kalkın ve canınızın çektiğini
alın!’ buyuracak. Bunun üzerine meleklerle çevrili ve içinde gözlerin bir benzerini
görmediği, kulakların işitmediği ve gönüllerden geçmeyen şeyler bulunan bir
çarşıya geleceğiz. Canımızın istediği şey bize taşınacaktır.

Orada satmak ve satın almak yoktur. İşte o çarşıda cennetlikler birbirleriyle


karşılaşacaklardır.

Resulullah Aleyhisselâm şöyle devam etti:

“Yüksek mevki sahibi olan kişi gelip kendisinden aşağı olan kişiyle buluşacak
-esasen içlerinde aşağılık kişi yoktur- ve onun üzerinde gördüğü elbise, bunun
gözünü kamaştıracaktır. Ancak son cümlesi bitmeden, kendi üzerindeki elbisenin,
onun sırtında bulunandan daha iyi olduğunu hayal edecektir. Çünkü cennette hiç
kimsenin üzülmesi diye bir şey yoktur.

Sonra köşklerimize meskenlerimize dağılacağız. Eşlerimiz bizleri: ‘Merhaba, hoş


geldin! Bizden ayrıldığın zamanki güzelliğinden daha üstün bir güzelliğe sahip
olarak geldin!’ diyerek karşılayacaklar.

O da şöyle mukabelede bulunacak:

“Biz bugün Cebbar olan Rabb’imizin meclisinde bulunduk. Elbette bu döndüğümüz


şekilde dönecektik.” (Tirmizî: 2673)

Bedbahtlar:

O gün ışıl ışıl parlayan ve Rabb’lerine bakan yüzlerin mukabili olarak nice yüzler de,
dünyada nursuz oldukları gibi orada da çirkinleşecek ve kararacaktır.

“Nice yüzler de vardır ki o gün asıktır.” (Kıyâme: 24)

Üzüntü ve sıkıntısından ekşir, kararır, üzerinde hiçbir sevinç eseri yoktur. İçlerini istilâ
eden şirk ve küfür karanlığı yüzlerine vurmuştur.

“Bel kemiklerini kıracak bir musibete uğratılacağını sezer.” (Kıyâme: 25)

Büyük bir azapla karşılaşacaklarını kesin olarak anlarlar, başlarına bellerini kıracak
korkunç bir musibetin gelmesini beklerler.

Can Çekişme Sahnesi:

22.08.2019
Sayfa 328 / 646

Allah kullarının nazarlarını eninde sonunda canlarının çıkacağı ana ve o anda meydana
gelecek olan korkulu dakikalara çevirmeleri için uyarı mahiyetinde Âyet-i kerime’lerinde
şöyle buyurmaktadır:

“Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır.” (Kıyâme: 26)

Dünya hayatının sonu ve ahiret merhalelerinin ilk kapısı olan ölüm ve can çekişme hâli
beyan edilerek, ahireti bırakıp da dünyaya bel bağlayanların belini kıran o büyük belânın
ahirete de kalmayıp, dünyada iken başladığı gözler önüne seriliyor.

Ölüm işaretleri gelmiş çatmış. Yakınları etrafını sarmışlar. Bir şeyler yapabilmek için
başında dönüp duruyorlar.

Çare aramak için çırpınan aile efradı tarafından:

“Kim afsun yapar, bunu kim tedavi eder acaba? denir.” (Kıyâme: 27)

Kimi hekim çağırır, kimi üfürükçüden meded umar. İnanan da inanmayan da son bir
teselli olmak üzere ona başvurur.

“Ve kendisi de bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar.” (Kıyâme: 28)

İşler sarpa sarmış, can boğaza dayanmış, nefesi tıkanmış, ayrılık vakti gelmiş. Sevgili
dünyasına “Elveda!” diye diye vedâ ediyor. Dünyasından ayrılma sıkıntısı ile ölüm
sıkıntıları birleşmiş, el ayak karışmış.

“Ve bacak bacağa dolaşır.” (Kıyâme: 29)

Artık onun işi bâki olan Allah’a kalmıştır.

“İşte o gün sevk Rabb’inedir.” (Kıyâme: 30)

Hesabı görülmek, cezası verilmek üzere, itile kakıla, hakaretlerle âlemlerin Rabb’inin
huzuruna götürülür.

Ahireti bırakıp da dünyayı sevenlerin dünyada varacakları kötü son işte budur.

Ebu Cehil:

Elinden ve dilinden müslümanların en çok çektiği putperestlerden biri olan Ebu Cehil,
Mekke’nin o gün için en bilgili ve ileri gelenlerinden idi. Velid bin Muğire’nin de yeğeni idi.

Asıl adı Amr bin Hişam iken, Allah’a ve Peygamber’ine karşı küfründe her geçen gün
biraz daha inatlaştığı için, Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine “Cehâletin
babası” mânâsına gelen Ebu Cehil adı verilmiştir.

İslâm dâvetine başından beri karşı çıkmış ve müslümanlar aleyhinde hazırlanan bütün
komplolarda başrolü oynamıştı.

Ticari nüfuz ve servetinden güç alan Ebu Cehil, hayatı boyunca İslâmiyet’in yayılmasını
engellemeye çalıştı, müslüman olanları da dinlerinden vazgeçirmeye gayret etti.

22.08.2019
Sayfa 329 / 646

Hicretten birkaç yıl önce Mahzumoğulları kabilesinin reisliğine getirilen Ebu Cehil,
Resulullah Aleyhisselâm’a ve müslümanlara her fırsatta sözlü ve fiili saldırıda
bulunmuştu.

Müslümanlara karşı başlatılan boykotla onların Ebu Tâlib mahallesinde üç yıl boyunca
muhasara altında tutulmasına öncülük etmiş, dışarıdan yapılmak istenen yardımlara da
engel olmuştu.

Bir ömür cehâlette kalan Ebu Cehil, müşriklerin muharebe ihtiyaçlarının büyük bir kısmını
bizzat karşıladığı Bedir savaşı’nda cezasını bulmuş, katledilen diğer müşriklerle beraber
Bedir’deki kör kuyulardan birine atılmıştır.

Resulullah Aleyhisselâm’ın: “Bu ümmetin firavunu” olarak vasıflandırdığı Ebu Cehil


hakkında pek çok Âyet-i kerime nâzil olmuştur.

Ezcümle şöyle buyurulmaktadır:

“İşte o tasdik etmemiş, namaz da kılmamıştı.” (Kıyâme: 31)

Allah için hiçbir iş yapmadı, hiçbir iyilikte bulunmadı.

“Aksine yalanlamış ve arkasını dönmüştü.” (Kıyâme: 32)

Peygamber Aleyhisselâm’a indirilenleri bütünüyle inkâr etti. Hiçbir kulluk görevini yerine
getirmedi.

“Sonra da salına salına yürüyerek taraftarlarının yanına gitmişti.” (Kıyâme: 33)

İçini dışını büyük bir kibir ve gurur kaplamıştı, Hakk ve hakikate yönelecek cinsten bir
kimse değildi.

“Gerektir o belâ sana gerek!

Evet! Gerektir o belâ sana gerek!” (Kıyâme: 34-35)

Sen ancak cehennemin kızgın ateşine lâyıksın!

Bu Âyet-i kerime’ler onun gibi İslâm düşmanlarını da kapsamaktadır.

Annesi Esma binti Muharribe -radiyallahu anhâ- müslümanlıkla şereflenmiş, Mekke’nin


fethinden sonra müslüman olan oğlu İkrime -radiyallahu anh- ise meşhur bir vali ve
kumandan olarak İslâm’a hizmet etmiştir.

Sorumluluk:

İnsanı yaratan Allah-u Teâlâ ona bir takım mükellefiyetler yüklemiş, önüne emir ve
yasaklar koymuş, bir zaman sonra da kendisinden hesap soracağını bildirmiştir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyâme: 36)

22.08.2019
Sayfa 330 / 646

İnsanların çoğunun anlayışı böyledir. İlâhî emir ve yasakların yükümlülüğü altına girmek
istememektedirler.

Halbuki kâinatta hiçbir şey boş, mânâsız, hikmetsiz ve gayesiz yaratılmamıştır. İnsan
nasıl başıboş bırakılabilir?

Allah-u Teâlâ uyulması için koyduğu hükümleri çiğneyenlere, yasakları işleyenlere


dünyada bir takım cezalar uygulanmasını emretmektedir.

Yasaklanmış olan fiilleri yapmak haramdır, yapana ceza tereddüp eder.

“O, akıtılan meniden bir nutfe değil miydi?” (Kıyâme: 37)

İnsan sulplerden rahimlere akıtılan değersiz suyun güçsüz ve kerih bir damlası idi.

“Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu insan biçimine koyup şekil
vermiştir.” (Kıyâme: 38)

O bir damla çirkin sudan mükemmel bir insan vücuda getirdi.

“Ondan erkek ve dişi iki eş yaratmıştır.” (Kıyâme: 39)

Allah-u Teâlâ kudreti ile bu insandan erkek ve dişi olarak iki sınıf insan yarattı. Çünkü
insan nesli bu iki türden çoğalacaktır.

“Bunları yapan Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? (Elbet yeter).” (Kıyâme:
40)

Allah-u Teâlâ insanları tekrar dirilteceğini haber verdiğine göre, öldükten sonra dirilme
muhakkak vuku bulacaktır.

İnsanları hesaba çekeceğini de bildirmiştir, şu halde hesap verme de kesindir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kureyş Sûre-i Şerif'i (1)


Mekke-i Mükerreme Sakinleri

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Dört Âyet-i kerime, on yedi kelime ve
yetmiş üç harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime'de geçen "Kureyş" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.

22.08.2019
Sayfa 331 / 646

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de Allah-u Teâlâ'nın Mekke-i mükerreme halkına verdiği


güvenlik ve refah gibi büyük bazı nimetlerden söz edilmekte, bu nimetlerinden dolayı
Beytullah'ın Rabb'ine ibadet etmelerinin lüzumu üzerinde durulmaktadır.

Mekke-i Mükerreme Sakinleri:

Allah-u Teâlâ Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın Mekke-i mükerreme'yi emniyetli kılmasına


dâir yapmış olduğu duâsını kabul buyurmuş, o beldeyi emniyetli kılmış, bütün zâlimlerin
zulmünden korumuştu.

Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Ve bu güvenilir şehre andolsun ki!" (Tîn: 3)

Emniyet, insan hayatının en önemli şartlarından olduğu için "Şehirlerin anası" üzerine
yemin edilmiştir.

Onlar putlara taptıkları, çevredeki Araplar birbirleriyle çarpışıp durdukları halde, harem
bölgede Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile emniyet ve sükûnet içinde yaşıyorlardı.

Allah-u Teâlâ o bölgeyi asırlar boyunca bütün karışıklıklardan, yağma ve talandan


korumuştu. Herkes emniyeti o mübarek Beyt'in çevresinde bulabiliyordu.

Mekke-i mükerreme ziraate elverişli olmayan, ekin ve bitki bitirmeyen kurak bir vâdide
kurulmuştu. İbrahim Aleyhisselâm'ın yaptığı duânın bereketiyle her şeyin ürünü,
ihtiyaçları olan gıda maddeleri, Allah katından bir rızık olarak her taraftan kendilerine
geliyordu. Güneydeki Yemen'den kuzeydeki Şam'a kadar uzanan iki büyük kervan yolu
onların yakınından geçiyordu. Allah-u Teâlâ onların basiretlerini açtı. Geçimlerini ve
maişetlerini kazanmanın yollarını aradılar ve ticaret yolculuklarına çıkmaya başladılar.
Komşu memleketlerle ticari anlaşmalar yaptılar.

"Kureyş kabilesi alıştırıldığı (uzlaşması ve anlaşması sağlandığı) için." (Kureyş: 1)

Hem Kureyş'in kendi içindeki emniyet ve kaynaşma, hem de komşu memleketlerin halkı
ile aralarındaki dostluk, Allah-u Teâlâ'nın kolaylaştırmasından ileri geliyordu.

"Kış ve yaz seyahatlerinde alıştırıldıkları için." (Kureyş: 2)

Böylece onlar yaz mevsiminde serin bölgeler olan Şam ve İran taraflarına, kış
mevsiminde ise sıcak olan Yemen ve Habeşistan taraflarına doğru ticaret kervanları
çıkarırlardı. Bazıları da yazlık olarak Tâif'e göçerler, kışın geri dönerlerdi.

Bu yolculuklarında onlar huzur ve güven içinde olurlardı. Hiç kimse onlara kötülük
yapmaz, onlara ses çıkarmaya cesaret edemezdi.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 332 / 646

Kureyş Sûre-i Şerif'i (2)


Mekke-i Mükerreme Sakinleri (2)

Mekke-i Mükerreme Sakinleri (2)

Taşıdıkları; "Kâbetullah'ın Hizmetçileri" ünvanından dolayı hiç kimse onlara


dokunamazdı. Geçtikleri yerlerin halkı: "Bunlar Allah'ın evinin komşuları, Harem'in
sakinleridir, bunlar Allah dostlarıdır, bunlara eziyet ve zulüm etmeyin!"derlerdi.

Bir Kureyşli yalnız olarak yolculuk yaparken saldırıya uğrasa: "Ben Allah'ın
haremindenim!" dediği zaman kendisine hiç kimse bir şey yapamazdı. Büyük bir
saygınlıkları vardı. Hatta onlara doğru gidenler ve onlarla birlikte yolculuk yapanlar da
onlar sayesinde emniyet içinde olurlardı.

Bu yolculuklar Allah-u Teâlâ'nın onlara lütfettiği en açık nimetlerdendi. Onların rızıklarını


genişletti. Emniyet yollarını onlara döşedi. Halk arasında itibarlı kıldı.

Halbuki o dönemlerde Arabistan yarımadasının diğer bölgelerinde emniyet diye bir şey
yoktu. Baskın ve kaçırma hadiseleri yaygındı. İnsanlar gece rahat uyuyamazlardı. Her an
bir saldırıya uğrama tehlikesi ile karşı karşıya idiler. Hiç kimse kendi kabilesinin dışına
çıkmaya kolay kolay cesaret edemezdi. Çünkü ya birileri tarafından öldürülür veya
yakalanarak köleleştirilirlerdi. Kervanların yol üzerinde her an önleri kesilebilir, malları her
an yağmalanabilirdi.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken (öldürülürken, ya da esir edilirken)


bizim Mekke'yi güven verici bir harem yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût: 67)

Bununla beraber Mekke-i mükerreme'deki Kureyş kabilesi emniyet içinde idiler. Kâbe-i
muazzama'nın kudsiyeti sayesinde büyük ve küçük kafilelerle her yerde serbestçe
dolaşabilirlerdi. Bu yüzden kendilerine geniş rızık kapıları açılmıştı. Gidip gelirken kazanç
temin ederlerdi. Yaz ve kış aylarında yapılan ticarî seyahatlere alışmışlar ve âdeta
gelenek hâline getirmişlerdi.

Allah-u Teâlâ onlara verdiği nimetleri hatırlatarak şöyle buyurmaktadır:

"Öyleyse bu beytin (Kâbe'nin) Rabb'ine kulluk etsinler." (Kureyş: 3)

Diğer nimetlerinden dolayı ibadet etmiyorlarsa da, hiç olmazsa bu kolaylık, güvenlik ve
refah nimetinden dolayı yalnızca Beyt'in sahibi'ne, eşi ve benzeri olmayan Allah'a ibadet
etsinler.

22.08.2019
Sayfa 333 / 646

"O ki, kendilerini açken doyurmuş, korku içindeyken her türlü korkudan emin
kılmıştır." (Kureyş: 4)

Hem onları doyurdu, hem de düşmanlarının korkusunu gönüllerinden kaldırarak


emniyetler içinde yaşattı.

Allah-u Teâlâ Mekke sâkinlerine bütün bu nimetlerin yanında bir de son


peygamber "Muhammed Aleyhisselâm"ı bu belde halkından seçip göndermiş, "Kitab-ı
kerim"ini de bu beldede indirmiştir.

Onların çoğu câhil oldukları için, bu nimetin kadrini anlayamadılar. Korkunun nereden,
emniyetin nereden geleceğini bilemediler. Çünkü imandan mahrum idiler. Bununla
beraber Allah-u Teâlâ'nın hidayetine tâbi olur olmaz, çok kısa bir zamanda yeryüzünün
doğusunu ve batısını hakimiyetleri altına aldılar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

- Kur'an-ı Kerim Tefsiri -

Leyl Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Yirmi bir Âyet-i kerime, yetmiş bir kelime
ve üç yüz on harften müteşekkildir.

İlk Âyet-i kerime'de geçen ve "Gece" mânâsına gelen "Leyl" kelimesi bu Sûre-i şerif'e
isim olmuştur. "Ve'l-leyli izâ yağşâ sûresi" olarak da anılır.

Resulullah Aleyhisselâm'ın öğle ve ikindi namazlarında Leyl sûre-i şerif'ini okuduğu


mervidir.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; insanın bu dünyadaki gayret, çaba ve


mücadelesinden, sonunda da ya cennete ya da cehenneme gideceğinden mevzu
etmektedir.

Beşinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ'nın bütün heybetiyle gelen ve ortalığı
karanlığı ile örten geceye, güneşin doğuşuyla canlıları hayata sevkeden gündüze, erkek
ve dişi olmak üzere çiftleri yaratan Zât-ı akdes'ine yemin ederek; insanların çalışmasının
ve kazanç yollarının çeşit çeşit olduğunu haber verdiği beyan buyurulmaktadır.

22.08.2019
Sayfa 334 / 646

On birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah için infakta bulunan ve en güzel Kelime-i tevhid'i
tasdik eden kimsenin Hakk yolunda başarılı kılınacağı; cimrilik yaparak kendisini her türlü
ihtiyaçtan uzak sayan ve o en güzeli yalanlayan kimsenin de yoluna engel konulacağını
açıklamaktadır.

On yedinci Âyet-i kerime'ye kadar kişilerin helâl demeden haram demeden biriktirdikleri
servetlerine aldandıkları, bu servetin kıyamet gününde kendilerine hiçbir fayda
sağlamayacağı, gösterilen doğru yolda yürümeyenlerin cehenneme namzet olacakları
belirtilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, nefsini temizlemek ve Allah-u Teâlâ'nın azabından


korunmak için servetini iyilik yollarında harcayan gerçek müminlerin de cennet-i âlâ'ya
namzet olacakları müjdelenmektedir.

İlâhî Azametin Delilleri:

Leyl sûre-i şerif'indeki yemin ifadeleri, üzerine yemin edilenlerin yaratılışındaki mucizevî
durumu, onları yaratan Yaratıcı'nın azamet ve ululuğunu gözler önüne sermektedir:

"Kararıp ortalığı bürüdüğü zaman geceye andolsun!" (Leyl: 1)

Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı
andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.

Elbise, giyeni örttüğü gibi, gecenin karanlığı da insanları örter. Uyku sayesinde gündüz
yaptıkları işlerin yorgunluğundan kurtulurlar.

"Açılıp ağardığı zaman gündüze andolsun!" (Leyl: 2)

Allah-u Teâlâ gecenin karanlığını gündüzün ışığıyla, gündüzün ışığını gecenin karanlığı
ile giderir. Her biri diğerini durmadan ve gecikmeden kovalar.

İnsanlar gündüz olunca uykudan uyanırlar, yeniden hayata kavuşmuş gibi olurlar.
Geçimlerini temin etmeye çalışırlar.

"Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun ki!" (Leyl: 3)

Allah-u Teâlâ eşsiz ve hikmet sahibi bir yaratıcı olduğuna dikkat çekmek için erkek ve dişi
cinslerini yarattığına dair Zât'ına yemin etmektedir. Çünkü erkek ve dişi arasındaki bir
farklılığın tesadüf eseri meydana geleceği düşünülemez. Menideki asli unsurlar da
dengelidir. Aynı unsurlardan bazen erkek bazen dişi çocuk yaratmak ancak ilâhî kudretin
eşsiz bir eseridir.

"Ey insanlar! Doğrusu sizin çalışmalarınız çeşit çeşittir." (Leyl: 4)

İnsanların tabiatları farklı farklıdır. Kimisi hayır işler, kimisi şer işler. İçlerinde takva sahibi
olanlar da vardır, bedbaht olanlar da vardır, itaat edenler de vardır.

Çalışmaları ve işleri bölüm bölümdür, hedef ve gayeleri değişiktir, takip ettikleri yol netice
itibari ile farklıdır, değer verdikleri şeyler ayrıdır, birbirini tutmaz.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 335 / 646

"De ki: Herkes kendi yaratılışına (mizaç ve karakterine) göre hareket eder.

Rabb'iniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir." (İsrâ: 84)

Hidayet yolunu takip edenleri hiç şüphesiz ki sevaplara ve mükâfatlara erdirecektir. Şu


ölümlü dünyada ömür süren insanların her birinin takip ettiği bir yol ve yine her birinin ayrı
bir başarısı vardır. İşler ve ameller her ne kadar farklılık arzetse de iman nokta-i
nazarında birleşmek gerekmektedir.

Yolu Kolaylaştırılanlar:

İman-küfür, itaat-isyan, hayır-şer... Bunların her biri insanın kabiliyetine göre Allah-u
Teâlâ'dan istediği şeylerdir. Ne diledi ise o verilmiş ve verildiği şeyin yolu kendisine
kolaylaştırılmıştır.

"Kim ki verir, (masiyetten sakınır) Allah'tan korkarsa..." (Leyl: 5)

Malının üzerindeki hakları infak suretiyle hayır yollarına sarfederse, verilmesi gereken
yerde verirse, Allah-u Teâlâ'dan korkup kötülüklerden, günahlardan sakınırsa...

"Ve o en güzeli (Kelime-i tevhid'i) tasdik ederse..." (Leyl: 6)

"Allah'tan başka ilâh yoktur!" deyip, dünyada ve ahirette buna göre karşılık alacağını
gönülden doğrularsa...

"Biz de ona kolay olanı hazırlarız, (hayra karşı tatlı bir arzu veririz)..." (Leyl: 7)

Yaptıkları iyiliklerin, hayır ve hasenatın, ileride artırılarak daha güzeliyle karşılığının, daha
fazlasıyla mükâfatının verileceği; sonunda da en güzel bir âkıbete erdirileceği, dünyadan
imanlı göçerek ahirette cennete ve Cemâlullah'a kavuşturulacağı müjdelenmiş oluyor.

Allah için veren, Allah'tan korkan ve o en güzeli tasdik eden kimse, Allah-u Teâlâ'nın
tevfik ve inayetine müstehak olmuş olur, mükâfatını en güzel bir şekilde ve kat kat alır.
Allah-u Teâlâ, onu en kolay olana muvaffak kılar, kolay yolları gösterir, doğru yola iletir.
Bunun içindir ki; kolaylıkla neticeye varır, iyiliği itiyat hâline getirdiği için nefsin vereceği
ağırlık ortadan kalkar, adımını kolay atar, yolunda kolay yürür, her işinde muvaffak olur.
Dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Leyl Sûre-i Şerif'i (2)

22.08.2019
Sayfa 336 / 646

Yolu Zorlaştırılanlar:

Öte yandan malı ile mağrur olup cimrilik eden, biriktirmiş ve yığmış olduğu servetine
aldanan, Rabb'inden müstağni olup hidayetinden uzaklaşan, dinini yalanlayan kimselere
gelince, Allah-u Teâlâ onlar hakkında mütebâki Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:

"Fakat kim de cimrilik edip inâyet-i ilâhîden kendisini müstağni görürse..." (Leyl: 8)

Malı üzerinde cimrilik ederse, iyilik yollarında sarfetmezse, verilmesi gereken lüzumlu
yere vermezse, bir tek nefes alırken bile Rabb'ine muhtaç olduğu halde O'na ihtiyaç
hissetmezse, O'na isyan etmekten sakınmazsa...

"O en güzel kelimeyi tekzip eder, yalanlarsa..." (Leyl: 9)

Allah-u Teâlâ'nın varlığını ve birliğini inkâr ederse, iyiden ve iyilikten yana ne varsa
arkaya atarsa, şeytanın ve nefsinin kulu olursa...

"Biz de ona en güç olanı kolaylaştırırız, (hayra karşı bir isteksizlik veririz)." (Leyl:
10)

Allah-u Teâlâ ona kötülük yolunu kolaylaştırır, onu her türlü kolaylıktan mahrum eder.
Attığı her adım onu Allah yolundan uzaklaştırır. O artık sapıklık yolunda ilerler durur.
Geleceğini hiç hesaba katmaz, ahiret nimetlerine ihtiyaç duymaz olur. Alçaldıkça alçalır,
battıkça batar, düştükçe düşer, tâ ki hayvanlar seviyesine kadar iner, hatta daha da
aşağılara yuvarlanır.

"Çukura yuvarlandığı zaman malı ona hiçbir fayda sağlamaz." (Leyl: 11)

Dünyada cimrilik ederek malını hayır yollarında sarfetmeyip vârislerine terkeden kimsenin
malı, cehenneme yuvarlandığı zaman kendisine hiç fayda vermez, çekeceği azaptan onu
aslâ kurtaramaz.

Kişi baktığı zaman kendisini bu hakikat aynasında görebilir.

Kullarının hep iyiliğini isteyen Allah-u Teâlâ, hiç kimseye cebren aslâ kötülük yaptırmaz.
Herkese arzusu verilmiş ve herkes onları yapmaya koyulmuşlardır. Binâenaleyh bir
kulun: "Salâhımı isterse salâh olurum, etmezse olmam!"diyerek kaçamak yollar aramaya,
yaptığı-yapacağı bütün kötü işlere bunu perde yapmaya hakkı yoktur. Kendi kendisini
kandırmaktan başka bir şey yapmış olmaz. Şeytan işini kadere havale etti kâfir oldu,
Âdem Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'ya sığındı, O da onu affetti.

Kula düşen şudur: Allah-u Teâlâ'ya muhtaç olduğunu bilecek, O'ndan isteyecek, O'na
sığınacak, O'na yalvaracak, O'na boyun bükecek, gözyaşı dökecek. O'nu bilecek başka
bir şey bilmeyecek.

Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz masum oldukları halde ibadet ettiler. Aşere-i


Mübeşşere -radiyallahu anhüm- Hazeratı cennetle müjdelenmelerine rağmen ibadetten
bir an bile geri kalmadılar.

22.08.2019
Sayfa 337 / 646

Allah-u Teâlâ mahlûkatın en ekmeli ve eşrefi olan insanı, en güzel iş ve hareket yapma
istidâdı üzerinde halketmiştir. Böyle iken Hakk ve hakikati bırakıp gayrıya çalışması bâtıl
değil midir?

Buhârî'nin rivayet ettiği bir Hadîs-i şerif'te Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz
buyuruyorlar ki:

"Bakî-i Gargad mezarlığında bir cenazede bulunuyorduk. Resulullah -sallallahu aleyhi ve


sellem- yanımıza gelip oturdu. Biz de etrafına oturduk. Elinde bir asâ vardı. Başını eğdi
ve asâsıyla yere vurmaya başladı.

Sonra buyurdu ki:

"Sizden hiçbiriniz müstesnâ olmamak üzere hepinizin cennetteki yeri de


cehennemdeki yeri de yazılmıştır. Şakî veya saîd olacağı tespit olunmuştur."

Bunun üzerine Ashâb-ı kiram'dan bir zât sordu:

"Öyle ise yâ Resulellah, amel ve ibadeti bırakıp Allah-u Teâlâ'nın takdirine itimad edemez
miyiz? Zira bizden saâdet ehli olanları, ilâhî takdir saâdet ehlinin ameline sevkeder, kişi
cennete girer. Yine bizden şekâvet ehli olanları, ilâhî takdir şekâvet ehlinin ameline
sevkeder, kişi cehenneme girer."

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cevâben:

"Güzel ameller yapmaya devam edin. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa, o iş


kendisine kolaylaştırılmıştır. Saâdet ehli olan saâdet amelleri yapar. Şekâvet ehli
olan ise şekâvet amelleri yapar." buyurdu ve Leyl sûre-i şerif'inin ilgili Âyet-i
kerîme'lerini okudu.

Doğru Yolu Göstermek


Allah-u Teâlâ'ya Âittir:

Allah-u Teâlâ insanları yaratmış ve onlara iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, Hakk'ı bâtıldan
ayırabilecek fıtri bir kabiliyet ve istidat vermiş ve onlara peygamberleri ve kitapları
vasıtasıyla hayır ve şer yolunu bildirmiştir.

"Doğru yola iletmek sadece bizim işimizdir." (Leyl: 12)

Bunun içindir ki insanların kendilerine bir lütuf olarak gösterilmiş olan hiyadet yolunu takip
ederek ebedî hayatlarını kazanmak için çalışmaları gerekir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Yolun doğrusunu göstermek Allaha âittir. Yolun eğri olanı da vardır." (Nahl: 9)

Allah-u Teâlâ insanı yaratmış, ona cüz'i bir irade vererek bu imtihan sahnesine
koymuştur. Kendisine varan yolu da peygamberler göndererek, kitaplar salarak,
zihinlerine doğruyu ve eğriyi ilham ederek göstermiştir. O'nun hidayeti olmayınca insanlar
kendiliğinden doğru yolu bulamazlar.

"Şüphesiz son da ilk de (ahiret de dünya da) bizimdir." (Leyl: 13)

22.08.2019
Sayfa 338 / 646

Dünya da ahiret de Allah'a âittir. Her ikisi de O'nun mülküdür, O'nun kudret ve tasarrufu
altındadır. Ne ahirette ne de dünyada O'nun hüküm ve iradesinin dışında geçerli olacak
bir başvuru yeri yoktur.

Asıl hidayet O'nun hidayetidir, O nasıl dilerse öyle olur.

"Ben, sizi alevler saçan bir ateşe karşı uyardım." (Leyl: 14)

Hidayet yoluna gitmekle ele geçecek fayda ve kâr, dalâlet yoluna gitmekle karşılaşılacak
zarar kulların kendilerine âittir.

"O ateşe, ancak yalanlayıp yüz çeviren bedbaht kimse girer." (Leyl: 15-16)

Küfür ve isyanda ileri gidip tevbe etmeyerek ölen bedbahtlar, alev saçan o ateşte
yanarlar. Hiçbir kâfir istisnâ tutulmaz.

"Temizlenip arınmak üzere malını hayra veren kimse ise ondan uzak tutulur." (Leyl:
17-18)

Allah-u Teâlâ'yı yalanlayıp inkâr eden, İslâm'ı kabullenmeyen, bir an olsun Hakk'a
yönelmeyen kimselerin yanında; takvâda ileri bir merhaleye varan, küfür ve şirkten
sakınıp, onları hatırına bile getirmeyen, nefsini arıtmak için malını hayır yollarında
harcayan itaatkâr müminler ise bu ateşten uzak kalacaklardır. Allah-u Teâlâ dünyada ve
ahirette bunlara, râzı ve hoşnut olacakları kadar lütufta bulunacaktır.

Onlar mallarını Rabb'lerine taat uğrunda infak ederler, verdikleri ile hem kendilerini, hem
mallarını temizlemek için gönüllü olarak verirler. Yalnız ve yalnız Hakk'ın rızâsını
gözetirler.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ziyâdesiyle cömert idi. Mal varlığının hemen hepsini
Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda harcamaktan çekinmedi. Bu
sebeple hakkında bu Âyet-i kerime'ler nâzil oldu

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Ebu Bekir'in bağışladığı mal kadar, başka bir mal bana yaramamıştır."

Bu sözleri duyan Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, gözleri yaşararak şöyle dedi:

"Ey Allah'ın elçisi! Malımı ve canımı uğrunda fedâ edecek senden daha iyisi mi
var!"

Müslüman olduğu gün Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in kırk bin dinar parası vardı.
Bu servetin hepsini Resulullah Alayhisselâm'ın üstlendiği İslâm dâvâsı uğruna harcadı.
Hicret ettiği gün elinde beş bin dinardan başka para kalmamıştı.

"Onda hiç kimseye verilecek bir minnet borcu yoktur." (Leyl: 19)

Yaptığı her bir iyiliği, herhangi bir kimseden bir karşılık görmek için yapmaz.

"(Verdiğini) yüce Rabb'inin hoşnutluğunu kazanmak için verir." (Leyl: 20)

Onun bir tek düşüncesi vardır:

22.08.2019
Sayfa 339 / 646

"Acaba Rabb'im benden râzı olur mu? Günahlarımı bağışlar da, beni cenenneminden
kurtarır mı, cemâl-i bâkemâli ile müşerref eyler mi?"

"Yakında kendisi de (Allah'ın vereceği nimetle) hoşnut olacaktır." (Leyl: 21)

Hiç kimseye borçlu ve minnetli değildir ki, verirken ona karşılık olarak versin.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in fakir, miskin, köle ve câriyeleri azat etmek için mal
sarfettiğini gören babası Ebu Kühafe: "Oğlum!" dedi, "Görüyorum ki zayıf olanları
kurtarıyorsun. Eğer genç ve sağlam olanlar için aynı malı sarfetmiş olsan, onlar senin için
bir güç olur."

Hazret-i Ebu Bekr -radiyallahu anh- ise:

"Babacığım! Ben Allah'ın hoşnutluğunu bekliyorum." cevabını verdi.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Allah'ın hoşnut olması ise hepsinden büyüktür." (Tevbe: 72)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Mâûn Sûre-i Şerif'i (1)


Dini Yalanlayanlar

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Yedi Âyet-i kerime, yirmi beş kelime ve
yüz on beş harften müteşekkildir.

Son Âyet-i kerime'deki "Mâûn" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de ahiret gününü yalanlayan, kendi menfaatlerinden başka bir
şey düşünmeyen müşrikler; yaptığı işlerle Allah-u Teâlâ'nın rızâsını gözetmeyen, gösteriş
için ibadet yapan iki yüzlü münâfıklar mevzu edilmektedir.

Dini Yalanlayanlar:

22.08.2019
Sayfa 340 / 646

Allah-u Teâlâ dini yalanlayan, ahiret gününü tasdik etmeyen kimselerin imansızlığını da
bilmekte, yaptıkları işleri de görmektedir. Büyük bir tehdit olarak bu Sûre-i şerif'te şöyle
buyurmaktadır:

"Resul'üm! Dini yalanlayanı gördün mü?" (Mâûn: 1)

Düşünün bu gibi bir kimsenin hâlini ve âkıbetini!

Mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçen, dünyada devamlı kalacağını zanneden, ahirette
karşılaşacağı hesabı unutan kişi için hiçbir kurtuluş ümidi yoktur. Azgınlığının sonucunu
işte ancak o zaman görecektir.

Bu gibi kimselerin içyüzlerini tanımak gerekir ki, kişiler onlardan uzaklaşabilsinler.

Ahireti inkâr ettiği için o öyle bir kimsedir ki;

"Yetimi itip kakan odur." (Mâûn: 2)

Hayatta baba himayesinden ana şefkatinden mahrum kalmış yetimin hakkını yemek için,
onu şiddetle iter ve kakar. Zenginse malını vermez, fakirse ona sadaka vermez, yardım
için gelirse merhamet etmez, hatta yanından kovar.

Eğer o ahiretteki cezâ ve mükâfata inansaydı böyle yapmazdı.

"Yoksulu doyurmaya teşvik etmez." (Mâûn: 3

Yoksulların ihtiyaçlarını kendisi sağlamadığı gibi, başkalarını da teşvik etmekten uzak


durur. Başkalarını bu işe teşvik etmezse, kendisi nasıl yapsın? Çünkü cimrilik hastalığı
içine işlemiştir.

Ahireti inkâr eden kimseler başkalarına en küçük bir fedâkarlıkta bulunamayacak kadar
bencildirler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Mâûn Sûre-i Şerif'i (2)


Gösteriş İçin Namaz Kılanlar!

Gösteriş İçin Namaz Kılanlar!

Kur'an-ı kerim'de ve Hadis-i şerif'lerde dinin direği olan namaza dâir pek çok emir ve
tavsiyeler vardır. Namaz kılanların Allah-u Teâlâ'nın pek büyük lütuflarına ereceklerine

22.08.2019
Sayfa 341 / 646

dâir müjdeler olduğu gibi, kılmayanlar veya gösteriş için namaz kılanlar hakkında da pek
elim azaba uğrayacaklarına dâir ihtarlar vardır.

"Yazıklar olsun o namaz kılanların hâline!" (Mâûn: 4)

Bu gibi kimselerin kıldıkları namaz sevap kazandıracak yerde, ağır bir biçimde
cezalandırmayı gerektiren bir günah hâlini alır. Hiçbir faydasını görmedikleri gibi ilâhî
azaba da düçar olurlar. İhlâslılar zümresinin az oluş sebebi de budur.

Namaz kılıyor amma, Allah-u Teâlâ onun namaz kılmasından hoşlanmıyor. Bu neye
benzer? Hiç hoşlanmadığınız bir kimsenin evinize misafir gelmesine benzer. Allah-u
Teâlâ bu gibi kimselerin değil namazından, hiçbir ibadetinden, hiçbir iyiliğinden
hoşlanmaz.

Davud Aleyhisselâm'a ise şöyle vahyetmişti:

"Zâlimlere söyle beni zikretmesinler. Çünkü ben, beni zikredenleri zikrederim.


Onları zikretmem ise, onlara lânet etmem şeklindedir." (Deylemî)

Bu husus sadece zikrullahla ilgili değildir. Namaz da böyledir, Hacc da böyledir, oruç da,
zekât da, diğer ibadetler de böyledir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Bir kimsenin kıldığı namazı kendisini kötülüklerden alıkoymazsa o kimseye


Cenâb-ı Allah'ın rahmetinden uzaklaşmadan başka bir fayda vermez." (Ahmed bin
Hanbel)

Namaz gafletle kılıınsa, o namaz sahibini kötülüklerden alıkoymazsa Allah-u Teâlâ'dan


uzaklaştırır.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de şöyle buyururlar:

"Bir ameli yerine getirmek için göstereceğiniz ihtimamdan ziyade amelin kabul
edilmesi için ihtimam ediniz."

Bunun içindir ki ibadetlerin kabulü için, "Uydum kalabalığa" kabilinden değil de, son
derece ihlâs ve samimiyet gereklidir.

Allah-u Teâlâ: "Yazıklar olsun o namaz kılanların hâline!" buyurduktan sonra mütebâki
Âyet-i kerime'lerde bunun sebebini şöyle açıklıyor:

"Ki onlar kıldıkları namazlarından gafildirler." (Mâûn: 5)

Namazlarının Allah-u Teâlâ'yı anmakla en ufak bir ilgisi yoktur. Bir defacık olsun azamet-i
ilâhîyi kalplerinde hissetmezler. Namaz boyunca ne okuduklarının şuurunda olmazlar,
huzur ve huşû içinde kılmaya önem vermezler, eğilip kalkarlar. Vaktine dikkat etmezler.
Namazı bir kulluk borcu olarak ciddiye almazlar, eğlence kabilinden suretâ kılarlar.

Kılmadıkları zaman bundan dolayı gelecek olan azaptan korkmazlar. Kılarlarsa sevap
beklemezler...

22.08.2019
Sayfa 342 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Mâûn Sûre-i Şerif'i (3)


Gösteriş İçin Namaz Kılanlar! (2)

Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'sinde namaza üşenerek kalkanlar hakkında şöyle beyan
buyurmaktadır:

"Onlar namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar." (Nisâ: 142)

Namazdan hoşlanmadıkları için, üzerlerinde bir ağırlık varmış gibi kalkarlar. Zira onların
namaz kılmaya niyetleri yoktur. Sevap ummadıkları gibi, azaptan da korkmazlar. Kalpleri
bozuk, niyetleri kötüdür.

"İnsanlara gösteriş yaparlar." (Nisâ: 142)

Kıldıkları namazlarıyla riyâkârlık yapmaktan çekinmezler, herkesin görmesini ve


duymasını isterler.

Bu gibi kimselere:

"Beş vakit namazını kılıyor! İbadet vazifelerini yapıyor." denilemez.

Başkaları ile birlikte bulundukları zaman kılarlar, kendi başlarına kaldıkları zaman
kılmazlar. Kılarken de belirlenen vakit içinde kılmayıp, tamamen vaktin dışına çıkarırlar.
Çoğunlukla o namazın vakti çıkmak üzere iken, son vakitte çabuk çabuk kılarlar.
Formalite gereği namazı çabucak yerine getirirler. Meselâ ikindi namazını son vakte
kadar geciktirirler. Halbuki bu vakit namaz kılınması mekruh olan vakittir. Sonra kalkarlar,
kargaların yiyecek gagaladığı gibi namazı gagalarlar. Namazı sadece bir şekil olarak kılar
ve kurtulurlar. Namaz vaktinin gelip geçtiğini bile hissetmezler.

Hastalıklar ibadetlerin yapılmasını güçleştirdiği gibi, kalbin mânen hasta olması da


ibadetleri güçleştirir. Bu güçlük nefs-i emmâreden hasıl olmaktadır.

Âyet-i kerime'lerde:

"Rabb'lerine kavuşacak ve O'na döneceklerini umanlar ve huşû duyanlardan


başkasına namaz elbette ağır gelir." buyuruluyor. (Bakara: 45-46)

Namazı emredildiği şekilde, rükünlerini ve şartlarını gözeterek kılmaya aldırmazlar. Rüku


ve secdeleri doğru dürüst yapmazlar, tâdil-i erkân'a riâyet etmezler. Kılıp kılmamayı
önemsemezler, namaza ilgi duymazlar. Bazen kılar bazen kılmazlar, terk etmekten dolayı
üzülmezler.

22.08.2019
Sayfa 343 / 646

Halbuki namazı terketmek küfür alâmetlerindendir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"İnsan ile küfür arasında yalnız namazı terketmek vardır." (Müslim)

Bir insan namaz kılmadığı zaman, kendisi ile küfür arasında bir engel kalmaz. Namaz ise
insanı küfre düşmekten korur.

Namazı bırakanlar için azap vâdedildiği gibi, onların iyi kimseler olmadıkları da bir Âyet-i
kerime'de beyan buyurulmaktadır:

"Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar,
şehvetlerine uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezalarını çekeceklerdir." (Meryem:
59)

Onlar gerek dünyada ve gerekse ahirette bu yaptıklarının cezâsı ile karşılaşacaklardır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Mâûn Sûre-i Şerif'i (4)


Küfrün Bir Şubesi Olan; Riyâ

Küfrün Bir Şubesi Olan; Riyâ:

Allah-u Teâlâ "Kıldıkları namazlarında gafil olanlar"ı beyan ettikten sonra, bu gibi
kimselerin riyâkâr olduklarını da açıklıyor ve buyuruyor ki:

"Onlar gösteriş yaparlar." (Mâûn: 6)

Riyâ; insanın kendisini başkalarına üstün göstermek, onların kalplerinde yer etmek,
hürmet ve tâzim beklemektir. Bu gibi kimseler yaptıkları iyilikleri kendisini övsünler,
parmakla göstersinler, "Ne kadar sâlih insan!" desinler diye yaparlar. Namazı insanlar
görsün diye hususiyetle herkesin görebileceği bir yerde lâubâli bir tavırla kılarlar, aslâ
Allah için kılmazlar.

İbadet ettiklerini zannettikleri için, Allah-u Teâlâ'nın yanında kendilerinin çok makbul
olduğu zannındadırlar.

İnsanlardan çekindikleri için kılarlar. Farzları yerine getiriyormuş gibi görünürler.


Kalplerinde olmayan şeyi başkalarına karşı göstermek isterler.

22.08.2019
Sayfa 344 / 646

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:

"İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az zikrederler." (Nisâ: 142)

Hiçbir iyi işi hâlis niyetle yapmazlar. Her yaptıkları iş başkalarına gösteriş içindir.
Yaptığının karşılığını bu dünyada görmekten başka bir şey düşünmezler. Namazı
gösteriş için kılarlar.

Topluluk varken itina ile namaz kılan, yalnız başına kalınca terkeden kişi münâfık ve
mürâidir. Bu ise nifakın en tehlikelisidir.

Riyâ katiyetle haram olduğu içindir ki riyâkârlar azaba müstehak olurlar. Riyâkâr insan
kendisine fayda verecek iyilikler yaptığını zanneder, fakat ahirete göçtüğünde hiçbir
iyiliğin karşılığını göremez.

Tenhada bulunduğunda yapamadığı farzları halkın göreceği yerde yapmak riyâdır ve


riyânın en fenâsıdır.

Riyâdan kıçınmak çok zordur. Çünkü riyâ, siyah karıncanın karanlık gecede siyah taş
üzerinde yürümesinden daha gizlidir.

Şu kadar var ki farz olan ibadetleri aşikâr olarak yerine getirilmesinden dolayı kişi riyâkâr
sayılmaz.

Amel iki türlüdür: Bir amel var, bir de amel-i sâlih var. Kişi amel işliyor amma, sâlih
olmadığı için, yani yaptığı ameli ihlâsla, sırf Allah için yapmadığı için makbul değildir. Riyâ
karışan ameller, âfet isabet edip de harap olan bahçeye benzer.

Amel ve ibadetleri ihlâsla yapmak farz olduğu gibi, ihlâsı terketmek de haramdır.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabb'ine kullukta
hiç ortak koşmasın!" buyuruyor. (Kehf: 110)

Her kim bu yüce makamı elde etmeyi arzu ediyorsa, Allah-u Teâlâ'ya takdim edebilecek
amelleri işlesin. Kulluğuna, riyâkârların yaptığı gibi ne açık ne de kapalı hiçbir şirk
karıştırmasın.

Bu beyanlarımız bir aynadır, herkes kendisini bu aynada görsün ve kendisini ona göre
ayarlasın!

Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ "Afüvv"dür; günahları çokça bağışlayandır, engin


merhameti ile günahlarından pişmanlık duyanları affeder. "Tevvâb"dır; tevbe kapısını
daima açık tutmaktadır, günahtan dönenlerin tevbelerini kabul eder. "Ğafûr"dur; mağfireti
bol olandır, rahmeti gadabını geçmiştir. "Ğaffâr"dır; merhameti engin olandır, uçsuz
bucaksız rahmetiyle kullarının günahlarını tekrar tekrar affedip bağışlar. Bunun içindir ki
kendisini bu durumda gören bir insanın bir an önce tevbe etmesi, müminlerin yoluna
koyulması, istenildiği şekilde kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalışması gerekir.
Zararın neresinden dönülürse kârdır.

22.08.2019
Sayfa 345 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Mâûn Sûre-i Şerif'i (5)


İslâm'ın Köprüsü Zekât

İslâm'ın Köprüsü Zekât:

Allah-u Teâlâ; "Kıldıkları namazlarında gafil olanların riyâkâr oldukları"nı beyan


ettikten sonra, bu gibi kimselerin, insanların iyiliğine olan bütün hayırlara engel olduklarını
da açıklıyor ve şöyle buyururyor:

"Zekâtı da menederler." (Mâûn: 7)

İhlâsla ibadet etmedikleri gibi, insanlara iyilik de etmezler. Kendileri zekât vermedikleri
gibi, başkalarının vermesine de mâni olurlar. Çok cimri oldukları için en ufak bir yardımı
dahi insanlardan esirgerler. Halktan birine yararı olacak bir şeyi ödünç bile vermezler.

Âyet-i kerime'de geçen "Mâûn"un mânâsı; en üstün derecesi zekât, en aşağısı da kişinin
konu-komşusuna ödünç olarak verdiği şeylerdir.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:

"Biz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanında tencere, kova gibi eşyaları
âriyeten (ödünç olarak) vermeyi (Mâûn sûresinde geçen) yardım yani 'Mâûn'
sayardık." (Ebu Dâvud: 1657)

Zekât İslâm'ın köprüsüdür, bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez. Bunlar namaz da


kılsalar, oruç da tutsalar vay hallerine!

Allah-u Teâlâ zekât verecek kadar zengin olan müslümanların mallarının belli bir miktarını
fakirlere tahsis etmiştir. Bunun içindir ki zekât verilmeyen malda fakirlerin hakkı vardır. Bu
hakkı sahibine veren kimse Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirip borcundan kurtulmuş
olur. Üzerine zekât farz olan kimse ise zekâtını vermezse, fakirlerin malını gasp etmiş
olur.

İslâm'da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükünlerden birisi namaz, diğeri ise
zekâttır.

Zekât ibadeti bir çok Âyet-i kerime'lerde namazla birlikte emredilmiştir:

"Namazı kılın, zekâtı verin." (Ahzâb: 33)

22.08.2019
Sayfa 346 / 646

Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz
İslâm'ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise "İslâm'ın köprüsüdür." Bu
köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.

Namaz gibi zekâtın da çok yerde emrolunması, zekâtın önemini gösterdiği gibi, bu kadar
emirlerden sonra yapılmamasının ise Allah-u Teâlâ'nın gazabına sebep olacağı aşikârdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde, zekâtı İslâm'ın
beş temel esasından birisi saymıştır.

Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:

"İslâmiyet'inizin kemâli zekât vermenize bağlıdır." (Münâvî)

Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, âhirette ise azaptan kurtulmuş olunur.

Zekât malı temizlediği için bu ismi almıştır. Kuyudan su çektikçe yerine su geldiği,
budanan bağların daha çok üzüm verdiği gibi, zekât da malı hem temizler hem de
bereketlendirir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlardan mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında
artmaz.

Fakat Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince, o böyle değildir. O zekâtı
veren kimseler (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır." (Rum: 39)

İyiliklerinin karşılığı kat kat verilecek kimseler bunlardır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEARİC SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Yükselme Derecelerinin Sahibi Allah’tır

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme dönemde nâzil olmuştur. Kırk dört Âyet-i kerime, iki yüz yirmi dört
kelime ve dokuz yüz yirmi dokuz harften müteşekkildir.

22.08.2019
Sayfa 347 / 646

Üçüncü Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ’nın yükselme dereceleri sahibi olduğu


anlatılmakta ve aynı zamanda bu mânâya işaret eden “Meâric” kelimesi bu Sûre-i şerif’e
isim olmaktadır. “Seele” ve “Mevâki” sûre-i şerif’i adı da verilir.

Bu Sûre-i şerif “Kıyamet” ve “Cehennem”in diğer vasıflarını açıklama hususunda “Hâkka”


sûre-i şerif’inin tamamlayıcısı gibidir.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle’de kıyametin zuhuru, kıyamet gününün dehşet verici korkunç
durumları anlatılmaktadır.

Cehennem azabının safhaları gözler önüne serilmektedir.

Kâfirlerin karşılaşacakları cezaların şiddeti bahis mevzuu edilmekte, nasıl kötü bir âkıbete
uğrayacakları haber verilmekte, ölmeden önce dönüş yapmaları istenerek insanlar
uyarılmaktadır.

İnsanın yaratılışı tasvir edilmektedir.

Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanan müminlerin yüksek vasıfları ve lâyık oldukları şekilde
cennette ağırlanacakları açıklanmaktadar

Ve Meâric sûre-i şerif’i öldükten sonra dirilme ve hesabın hiç şüphe götürmeyen bir
gerçek olduğuna dâir âlemlerin Rabb’ine yemin edilerek sona erer.

Şüphesiz Olan Azap:

Resulullah Aleyhisselâm’a en çok ezâ ve cefâ eden Kureyş’in seçme cânilerinden birisi
de Nadr bin Hâris idi. Çok zeki ve fesat bir adamdı. Resulullah Aleyhisselâm’a daima
hakaret eder, Kur’an-ı kerim’le rekabete kalkışırdı.

Müşrikler ellerinden geleni yapmalarına rağmen müslümanlığın yayılmasını


engelleyemeyince Nadr bin Hâris Kureyşliler’e şunları söyledi:

“Bu adama karşı çıkma usulünüzle neticeye varamazsınız. O şimdiye kadar sizin
aranızda yaşadı. Ahlâken en iyi olanınızdı. En doğru, en dürüst ve güvenilir bir kişi olarak
temayüz etti. Siz tutmuşsunuz, onun bir kâhin, sihirbaz, şâir ve mecnun olduğunu
söylüyorsunuz. Buna kim inanır? Halk, bir kâhin nasıl konuşur bilmiyor mu? Bir şairle bir
mecnunun halini ayırt edemezler mi? Bu ithamlarınızın hiçbiri ile halkın dikkatini ondan
çeviremezsiniz.”

Daha sonra halkın dikkatlerini Kur’an-ı kerim’den ayırmak için acem hikâyeleri anlatmanın
bir çare olacağını onlara tavsiye etti.

Kendisi de ticaret maksadı ile Rum ve İran beldelerine gider, oralarda hikâye ve masal
öğrenir, gelip Mekke halkına anlatırdı. Resulullah Aleyhisselâm bir topluluktan kalktığı
zaman hemen hikâye anlatmaya başlar ve: “Allah için söyleyin, benim mi yoksa
Muhammed’in mi hikâyeleri daha güzel?” derdi.

22.08.2019
Sayfa 348 / 646

Bu maksatla şarkıcı kızlar da getirmişti. Bir kimsenin Resulullah Aleyhisselâm’ın etkisi


altına girdiğini işittiği zaman şarkıcı kızı ona musallat ederdi. “Onu yedir içir, şarkılarınla
kendine öyle bağla ki, oradan kopup seninle hemhâl olsun.” derdi.

Nadr bin Hâris bu sözü söylediği zaman Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:

“Yazıklar olsun sana! Bu Allah kelâmıdır.” buyurmuştu.

Asırlar geçti, onlar gibi düşünen niceleri aynı şeyleri geveleyip durdular, fakat onlar da
Kur’an-ı kerim’in bir benzerini getiremediler. Benzerini söylemek ellerinden gelseydi,
kesinlikle geri durmazlardı.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“İsteyen birisi inecek azabı istedi.” (Meâric: 2)

“Eğer bu Kur’an gerçekten Allah kelâmı ise, bizim bunu inkâr etmemize bir ceza olmak
üzere Allah ya başımıza taş yağdırsın veya bize başka türlü elem verici bir azap
göndersin.” diyerek küfür ve inkârında ısrarlı ve iddiâlı olduğunu göstermek istedi.

“O, kâfirler içindir ve ona engel olacak hiç kimse yoktur.” (Meâric: 2)

İster istesinler ister istemesinler, o azap mutlaka onlara gelir.

Kur’an-ı kerim’de Nadr bin Hâris hakkında nâzil olan on kadar Âyet-i kerime daha vardır.

Nadr, kendisi istediği ve hakettiği bu azabı Bedir’de bulmuştur. Allah-u Teâlâ müminlere
onu yakalama fırsatı verip de esirler arasına düştüğünde, Resulullah Aleyhisselâm elleri
bağlı olarak kendi önünde boynunun vurulmasını emir buyurdu.

“(O azap) yükselme derecelerinin sahibi Allah’tandır.” (Meâric: 3)

Âyet-i kerime’de geçen “Meâric”, amellerin ve zikirlerin bulunduğu ruhi ve mânevî


makamlar, çıkılacak dereceler mânâsına geldiği gibi; seyr-ü sülûk yolunda müminlerin
yükseldikleri mertebeler, Allah-u Teâlâ’nın cennette dostlarına ikram ve ihsan ettiği
dereceler mânâsına da gelmektedir. Çünkü O’nun lütuflarının birçok dereceleri vardır.

“Melekler ve ruh (Cebrâil) oraya miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde
yükselip çıkarlar.” (Meâric: 4)

O ulvî ve kudsî makamda ilâhî tecellilere ve Rabbânî emirlere mazhar olurlar. İlâhî
emirler ile âlemin düzeni gerçekleşir, kâinatın tedbiri hasıl olur.

Onların gidip gelmesi ve inip çıkması insanlarınkine hiç benzemez. Allah-u Teâlâ dilediği
zaman dilediği şekilde onları dolaştırır.

O’nun katındaki bir tek gün elli bin seneye eşit olduğuna göre, Nadir bin Hâris gibi
kâfirlerin uzak gördükleri kıyamet gününün azabının çok yakın olduğu anlaşılır.

“Resul’üm! Şimdi sen güzelce sabret!” (Meâric: 5)

Kavminin seni reddetmelerine ve yalanlamalarına üzülme. O kâfirlere karşı Rabb’in sana


yardım edecektir.

22.08.2019
Sayfa 349 / 646

“Doğrusu onlar o azabı uzak görüyorlar.” (Meâric: 6)

Böyle bir azabın imkânsız olduğunu vehmediyorlar.

“Biz ise onu yakın görüyoruz.” (Meâric: 7)

Çekecekleri azabın emri verilmiştir, eninde sonunda başlarına gelecektir. Çünkü her
gelmekte olan şey yakındır.

Kıyamet ve Gökyüzü:

Mukadder olan zamanı gelince dünya hayatı son bulacaktır.

Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.

“O gün gök erimiş bakır gibi olur.” (Meâric: 8)

O günün dehşetinden gök çalkalana çalkalana her taraftan yarılır. Parça parça
olduğunda, açılmış gül gibi kıpkırmızı olur ve eritilmiş zeytinyağı gibi mâyi bir hâle gelir,
bakıldığında ateşle tutuşmuş gibi görünür. Gücünü, kuvvetini, özelliğini kaybeder.
Böylece ilâhi emir ve hüküm gerçekleşmiş olur.

Kıyamet ve Dağlar:

Dünya nizamının alt-üst olacağı o büyük hadise vuku bulduğunda, dağlar o muhteşem
cesametleri ve ağırlıkları ile beraber köklerinden sökülür yerlerinden kopar, havaya
kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılır, yükseklikleri
düzlüğe dönüşür.

“Dağlar da atılmış pamuğa benzer.” (Meâric: 9)

Yeryüzüne çakılmış gibi görünmelerine rağmen, rüzgâra tutulan yün teli gibi uçuşurlar.
Bulutlar gibi oraya buraya hareket ederler. İlâhî rahmet yetişmeyecek olursa vay o
insanların haline!

Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir
arazi haline gelir. Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı görülür, yüksek ve alçak hiçbir şey
kalmaz.

Dağlar böyle olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.

O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri
yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk’a yanaşmaz ve Hakk’ı kabul
etmezler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 350 / 646

MEARİC SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Müminlerin Vasıfları

Ne Mümkün?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kıyamet gününü inkâr edenlerin o gündeki hallerinin
ne kadar feci olacağını haber vermektedir:

“Hiçbir dost diğer bir dostunu soramaz.” (Meâric: 10)

Onlar birbirini tanırlar, sonra en sıcak dostlar, en şefkatli yakınlar bile birbirinden nefret
ederler, aralarındaki bütün bağlar kopar. Yakınlarının ne kötü durumda olduklarını
gördükleri hâlde birbirlerinin hallerini soracak durumda bulunamazlar. Herkes kendi
derdine düşer, başının çaresiyle başbaşa kalır.

“Yalnız birbirine gösterilirler.” (Meâric: 11)

Korkunç dehşet, başta nesep bağı olmak üzere bütün bağlılıkları kesip atar. Kendilerini
her şeyden alıkoyan bir şeyle meşgul olurlar.

Başlarına gelecek azaptan kendilerini kurtarabilmek için insanlar arasında en çok değer
verdikleri, en sevimli ve en kıymetli kimseleri fidye olarak vermeyi candan arzularlar.
Sonra ellerinden gelse yeryüzündeki bütün insanları fidye olarak vermek isterler.

“Suçlu kişi o günün azabından kurtulmak için;

Oğullarını,

Karısını,

Kardeşini,

Kendisini barındırmış olan sülâlesini,

Yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak


ister.” (Meâric: 11-12-13-14)

Tek düşündüğü şey kendi canının kurtulması.

“Fakat ne mümkün!” (Meâric: 15)

Zira her şey zamanında olacaktı. Zamanı geçtikten sonra kurtuluş çaresi aramanın hiç
faydası yoktur. Kâfirin azaptan kurtulması hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır.

22.08.2019
Sayfa 351 / 646

Cehennem ateşi daima alevlenici, vücudun etlerini ve derilerini söküp alıcıdır.

“O cehennem alevlenen bir ateştir.” (Meâric: 15)

Lezzâ: “Köpürüp dalga dalga, boy boy yükselen halis ateş” demektir. Bedenin iç
organlarını söküp koparır, derileri kavurup soyar.

“Deriyi kavurup soyar.” (Meâric: 16)

Deri bedenin en hassas kısmı ve ateşten en çok etkilenen bölümüdür. Derinin devamlı
yanması sebebiyle zamanla fazla bir acı hissedilmez olur. Allah-u Teâlâ’nın yanan deriyi
piştikçe değiştirmesiyle azaba duyarlılığı devam eder. Böylece azap devamlı yenilenir.

Cismi etkileyen acının, ruhu da etkileyeceği şüphesizdir.

Bu Âyet-i kerime haşr-ı cismani’ye de işaret eder.

Cehennemin Çağrısı:

Allah-u Teâlâ kullarının dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşmaları için kitaplar
salmış, peygamberler göndermiş, onları hidayete dâvet etmiştir. Bu dâvete icabet edenler
ebedî saâdete ermişler, kaçınanlar ebedî felâkete maruz kalmışlardır.

İlâhî dâvete icabet etmemenin cezâsı olarak cehennem onları alabildiğine kendisine
dâvet edecektir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“(Cehennem) yüz çevirip geri döneni, mal toplayıp yığan kimseyi (kendine)
çağırır.” (Meâric: 17-18)

Helâl yollardan mal toplamak servet elde etmek her ne kadar meşru ise de; cimrilik
yaparak servetinin zekâtını vermemek, ömrünü mal toplamakla geçirip ibadet vazifelerini
ihmal etmek, onu biriktirmeye düşkün olup hayır hasenat yollarında harcamamak, nâil
olunan nimetlerin şükrünü yerine getirmemek... cehennemin dâvetine sebep olabilir.

Allah-u Teâlâ’nın çizmiş olduğu hudutlar çerçevesinde kazanç sağlamakla beraber;


servetinin şer’an sarfetmesi hakkını veren, gereken yere sarfeden, fisebilillâh infak eden
kimse cehennemin dâvetine maruz kalmayacağı gibi, kazandığı serveti cehenneme
perde olup sahibinin kurtulmasına sebep olacaktır.

Nitekim Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Sadaka veriniz! Zira sadaka sizi cehennem ateşinden kurtarır.” (Camiu’s-sağîr)

Hırs ve Cimrilik:

Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli
yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzümsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak
derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.

22.08.2019
Sayfa 352 / 646

Allah-u Teâlâ insanın yaratılışında bulunan dünya malına şiddetli hırsından ve kötü
huylarından haber vererek Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“İnsan gerçekten pek hırslı yaratılmıştır.” (Meâric: 19)

Hırsına çok düşkündür. Bu hırs ömrü boyunca, geceli gündüzlü onun içini kemirir durur.

“Başına bir felâket gelince sızlanır, feryat eder.” (Meâric: 20)

Kendisine bir musibet dokunursa fazla teessür gösterir, sabrı azdır. İçini dışını ümitsizlik
kaplar, bir çıkış yolu olabileceğini göz önüne getiremez. Bu durum nicelerini intihara
kadar götürür.

“Bir iyilik dokunduğunda ise cimri kesilir, onu herkesten meneder.” (Meâric: 21)

Bir servete sahip olursa elinde tutar, hiçbir mâli fedâkârlıkta bulunmaz, Allah yolunda
sarfetmez. Onu kendi kazancının mahsulü olduğunu zanneder.

Cimrilik, nefsin yakalandığı tedavisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Cömertlik, insanlarda
ne kadar büyük bir meziyet ise, cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Cimrilikten sakının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiş, onları birbirinin
kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevketmiştir.” (Müslim: 2577)

Müminlerin Vasıfları:

Bu hırstan istisna edilen müminlerin vasıflarına gelince;

“Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.” (Meâric: 22)

Onlar hırs gibi cimrilik gibi kötü huylardan uzaktırlar.

“Onlar ki namazlarına devam ederler.” (Meâric: 23)

Allah-u Teâlâ’nın emir buyurduğu, Resulullah Aleyhisselâm’ın öğrettiği şekilde


namazlarını hiç terk etmeksizin kılarlar. Hiçbir meşguliyet kendilerini namazdan
alıkoymaz.

“Onların mallarında isteyenin ve mahrum olanın (iffetinden ve utancından dolayı


istemeyenin) belli bir hakkı vardır.” (Meâric: 24-25)

Muhtaç olan, dilenen kimse değildir. İhtiyaç içerisinde olduğu halde, kimseden bir şey
istemeyen, istemekten sıkılan kimsedir.

İhtiyacından dolayı isteyeni reddetmeyip bir şey vermek, bir emr-i ilâhî’yi yerine getirmek
olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir fazilettir. Rızâ-i ilâhî’yi kazanmaya vesile olur.

“Onlar ki ceza gününü tasdik ederler.” (Meâric: 26)

Dolayısıyla iyi ameller yaparak o güne hazırlanırlar.

“Onlar ki Rabb’lerinin azabından korkarlar.” (Meâric: 27)

22.08.2019
Sayfa 353 / 646

“Çünkü Rabb’lerinin azabından emin olunmaz.” (Meâric: 28)

Bunun içindir ki korku ile ümit arasında bulunurlar.

“Onlar ki, eşleri ve câriyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar.” (Meâric:
29-30)

Bu iffetli müminler zinâ ve fuhuştan, çıplaklıktan uzaktırlar. Helâl olanla yetinirler.

“Doğrusu bunlar kınanamazlar.” (Meâric: 30)

Onlardan meşru şekilde istifade edebilirler.

“Bu sınırı aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.” (Meâric: 31)

Her kim kendisi için verilen böyle bir müsaadenin haricine çıkmak isterse, yasak sahalara
geçmiş ve böylece de günah işlemiş olur.

“O müminler ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.” (Meâric: 32)

Kendilerine bir şey emanet bırakıldığında ona hıyanet etmezler. Kendileri için birer
emanet mesabesinde olan hayatlarını, güç ve kuvvetlerini kötüye kullanmazlar.

“Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.” (Meâric: 32)

Allah-u Teâlâ’ya ve kullarına vermiş oldukları akit ve sözleşmelere uyarak onları


bozmaktan sakınırlar.

“Onlar ki şâhitliklerini yerine getirirler.” (Meâric: 33)

Gördüklerini gizlemezler, bildiklerini saklamazlar, şâhitliklerini adâletle yaparlar.

“O müminler ki, namazlarına riâyet ederler.” (Meâric: 34)

Vakitlerine, rükünlerine ve âdâbına uyarak, güçlerinin yettiği en iyi şekilde kılarlar.

“İşte onlar cennetlerde ikram olunacaklardır.” (Meâric: 35)

Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insanların hayal bile edemediği nice maddî ve
mânevî nimetlere, lezzetlere, meserretlere nâil olacaklardır.

Cennete Müminler Girer:

Müşrikler gürûhu Resulullah Aleyhisselâm’ın etrafında bölük bölük toplanıyor, sözlerini


dinliyor, onunla ve Ashâb’ı ile alay ederek: “Eğer Muhammed’in dediği gibi şunlar
cennete girerlerse, biz onlardan daha önce gireriz.” diyorlardı.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruldu:

“Resul’üm! O kâfirlere ne oluyor ki sağdan ve soldan, ayrı ayrı gruplar hâlinde


boyunlarını uzatarak sana doğru koşuyorlar.” (Meâric: 36-37)

Maksatları alay etmekti. Hiçbirinin niyeti doğru yolu aramak ve bulmak değildi.

22.08.2019
Sayfa 354 / 646

“Onlardan her biri Naîm cennetine sokulacağını mı umuyor?” (Meâric: 38)

Hak dâveti duymaya bile tahammül edemeyen ve o nuru karartmaya çalışan kişiler, nasıl
olur da cennete girmeyi ümit ederler?

Fâil-i Mutlak:

Allah-u Teâlâ gerçekleşmesini inkâr ettikleri ahiret gününü onlara tasdik ettirmek üzere ilk
yaratılışı delil getirerek şöyle buyurur:

“Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık.” (Meâric: 39)

İlk başta benzersiz olarak yaratmaya kâdir olan, öldükten sonra yeniden yaratmaya da
gücü yeter.

İnsanın yaratılışı gözler önünde her an tekrarlanan bir mucizedir. Atılan ve dökülen bir
nutfe, kısa bir zaman sonra işiten ve gören bir insan oluveriyor. Eti ve kemiği ile, sinirleri
ve damarları ile, huyları ve karakterleri ile bu insan nerede gizli idi? Doğacak çocuğun kız
mı erkek mi olacağına Allah’tan başkası mı karar veriyor?

Hiçbir şey değilken insanı bir damla kerih sudan yarattı, ona hayat verdi. O’nun verdiği
hayat ile yaşıyor. Hayatı çektiği zaman yok olur, ruhu da gider, vücudu da gider. Ruhu
çektiği zaman toprakta çürüyor. Çünkü vücut zaten bir elbiseden ibarettir. Elbiseyi
gösteren de O, insanı tutan da O, yok eden de O. Her an tutuyor. Bir an bıraksa o anda
mahvolur. İnsan hep O’nunla kâim de bilmiyor.

Ehadiyet’inin delilleri yarattığı varlıklarda apaçık görülür. Şerik ve nazirden münezzehtir.

Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Doğuların ve batıların Rabb’ine yemin ederim ki biz muktediriz.” (Meâric: 40)

Burada Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı akdes’ine yemin etmektedir.

“Onların yerine kendilerinden daha iyilerini getirmeye.” (Meâric: 41)

Biz ne zaman istersek sizi yok eder, yerinize sizden daha iyilerini getiririz.

“Hiç kimse de önümüze geçemez.” (Meâric: 41)

Biz söylediklerimizi yapmaktan âciz değiliz.

“Resul’üm! Bırak onları! Tehdit edildikleri günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar,


oynayadursunlar.” (Meâric: 42)

Sen, sana emrolunanla meşgul ol, tebliğine devam et. Muhalefet edenler lâyık oldukları
cezâlara çarptırılacaklardır.

Kabirlerden Kalkış:

22.08.2019
Sayfa 355 / 646

Allah-u Teâlâ kâfirlerin hesap yerine hızla gitmelerini, dünyada iken belirli günlerde
putlarına doğru hızlı adımlarla koşmalarına ve çevresinde toplanmalarına benzeterek
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“O gün onlar sanki dikili taşlara koşuyorlarmış gibi, gözleri dönmüş, yüzleri zillet
bürümüş olarak kabirlerinden çabuk çabuk çıkarlar.

İşte bu, onlara vâdolunan gündür.” (Meâric: 43-44)

Bu benzetme ile cehalet ve dalâletleri ortaya konulmuş, ne kadar kıt akıllı oldukları
belirtilmiş oluyor. Çünkü onlar bir olan Allah’a ibadeti bırakmışlar, ibadete lâyık olmayan
şeylere tapınmış durmuşlardır.

O zorlu günde insanlar kendilerini mahşer yerine çağıran Allah’ın dâvetçisine icabet
ederler. Nereye emrolunmuşlarsa, sağa sola sapmadan oraya doğru hızla giderler.

Allah korkusu gönülleri sarar, sesler kısılır. Ayak sesleri ve fısıltılar dışında hiçbir ses
duyulmaz.

Utanç ve şaşkınlık bütün benliklerini bürür. Yönelip gidecekleri belli bir yönü olmayan
çekirgeler gibi yayılırlar. Bununla beraber hiç gecikmeden dâvetçiye doğru koşarlar.

Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin âkıbetleri işte böyle acıklı bir felâkettir.
Cehennemin kendileri için hazırlandığını görünce bürünecekleri hâl ve ahvâl hiçbir kelime
ile ifade edilemez.

Gözleri yuvasından fırlamış, bir daha kapanmayacak şekilde açılmış, korku ve


heyecandan gözlerini sağa sola çeviremiyorlar, hiç kimse diğerine bakamıyor, hiçbir şey
düşünemiyorlar.

Nasıl baksınlar ki o gün felaket ve musibet günüdür, dalgınlık günüdür. İnkâr edenler ve
hazırlıksız olanlar için korku günüdür.

Cehennemin
Kâfirleri ve Münâfıkları
Kendine Çağırıp Yutması

İbn-i Abbâs -radiyallâhu anhümâ- Meâric sûre-i şerîf’inin on yedinci Âyet-i kerime’sinde,
cehennemin sıfatı hakkında beyan buyurulan; “Yüz çevirip geri döneni
çağırır!” hükmünü tefsîr ederek şöyle buyurmuştur:

“Cehennem, münâfıklarla kâfirleri açık bir dille ve kendi adlarıyla çağırarak; “Bana
gel ey kâfir!.. Bana gel ey münâfık!..” der. Böyle dedikten sonra da, kuşun tâneyi
yuttuğu gibi hemen onları yakalayıp yutar.” (Taberî, “Tefsîr”, c.6, s.2618)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 356 / 646

MUTAFFİFİN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Otuz altı Âyet-i kerime, yüz altmış dokuz
kelime ve yedi yüz otuz harften müteşekkildir.

Adını ilk Âyet-i kerime'de geçen "Mutaffifîn" kelimesinden alır.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de, umumiyetle insanların zihinlerine ahiret düşüncesinin


yerleştirilmesi mevzu edilmektedir.

Yedinci Âyet-i kerime'ye kadar ölçü ve tartıda hile yapanların ne büyük bir suç işledikleri
anlatılmakta, bunları yapanların kötü âkıbetleri beyan edilmektedir.

On sekizinci Âyet-i kerime'ye kadar kötülerin amel defterlerinin durumu ve ahirette


karşılaşacakları cezâlar gözler önüne serilmektedir.

Yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime'ye kadar, iyilerin amel defterlerinin durumu ve ahirette
kendilerini bekleyen mükâfatlar tasvir edilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, bugün inananları hor ve hakir görenlerin yarın da
ahirette hor ve hakir görülecekleri, müminlerin onların bu hazin âkıbetlerini gördükçe
gülecekleri beşeriyete ilân edilmektedir.

Ölçü ve Tartıda Hile Yapanlar:

İslâm dininde ölçü ve tartıyı tam tutmak farzdır, doğru terazi ile tutmak ilâhî bir emirdir.

Aldatma, haksızlık, yalan gibi kötü davranışlar yasaklanmış ve böylece alış-verişin dinî ve
ahlâkî temelleri ortaya konulmuştur.

Ticaretin temeli doğruluk ve iyiliktir. Alıcı ve satıcının gönül rızâları, fiyat hususunda insaf
ve itidalden ayrılmamaları, karaborsacılık yapılmaması, haram ve helâl hudutlarına riâyet
olunması; fâizcilikten, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, aldatmaktan, yalan söylemekten,
yemin etmekten, haddinden fazla pahalıya satmaktan kaçınılması... gibi kaideler, ticaret
hayatının mühim şartlarındandır.

Allah-u Teâlâ'nın helâl kıldığı meşru kâr, az da olsa çok da olsa elbette daha hayırlı ve
feyizlidir.

Ticari hayatta, aynı zamanda kul hakkı da bahis mevzuudur. Bu ise şirkten sonra
günahların en ağırı, ödenmediği taktirde affedilmeyenidir.

Helâl kazanç temin etmek için çalışıp kazanmak farz olduğu gibi, alışverişle uğraşan her
müslümanın ticâri muamelelerle alâkalı lüzumlu bilgileri de öğrenmesi farzdır.

22.08.2019
Sayfa 357 / 646

Allah-u Teâlâ ölçü ve tartıda hile yapanların ahirette şiddetli azap göreceklerini Âyet-i
kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:

"Ölçü ve tartıda hile yapanların vay hâline!" (Mutaffifîn: 1)

Yazıklar olsun onlara, defalarca yazıklar olsun! Allah'ın rahmetinden uzak olsunlar!

"Onlar, insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar." (Mutaffifîn:
2)

Alırken daha çok kendi menfatlerini düşünürler, hile yaparak malı fazlasıyla alırlar.

"Kendileri, onlara bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik


yaparlar." (Mutaffifîn: 3)

Alıcı oldukları zaman tam aldıkları gibi, satıcı olduklarında ise noksanına vererek, haksız
kazanç elde ederler.

Fazla kâr elde etmek için alırken fazla almak, satarken ölçü ve tartıda eksik ölçüp
tartmak, haram kazanç yollarındandır ve bir nevi hırsızlıktır.

"Onlar, büyük bir günde tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" (Mutaffifîn: 1-5)

Yaptıklarından dolayı insanların hesaba çekileceği o "Büyük gün"ün ve o gündeki


korkuların büyüklüğünü ve dehşetini tasavvur etmek mümkün değildir. Onlar, orada
hardal tanesi, hatta zerre kadar olan şeylerden bile hesaba çekileceklerdir.

"O gün insanlar, âlemlerin Rabb'inin huzurunda divan dururlar." (Mutaffifîn: 6)

O gün suçlular için çok sıkıcı ve sıkıntılı bir gündür. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan
gözler açılmış, gizli kalan hakikatler zuhur etmiş, bütün açıklığı ile ortaya dökülmüş, bütün
anlaşmazlıklar çözümlenip karara bağlanmıştır.

Hiçbir kimsenin kaçacak bir yeri yoktur ve hiçbir fert unutulmaz.

Öyle bir gün ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü,
zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri
cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.

Kötülerin Amel Defterleri:

Amel defterlerinin önemini ifade etmek üzere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle
buyurmaktadır:

"Gerçek şu ki, kötülük yapanların yazısı Siccîn'dedir." (Mutaffifîn: 7)

Aşağıların aşağısında, kötülerin amel divanında kayıtlıdır. Yaptıkları kötülüklerin cezâsı


olarak buna müstehak olmuşlardır.

"Siccîn'in ne olduğunu bilir misin?" (Mutaffifîn: 8)

22.08.2019
Sayfa 358 / 646

Siccîn'in ne olduğunu bir kimsenin tam kavraması mümkün değildir. Şu kadar var ki; bu
kitabı görenler, onda hiçbir hayır olmadığını, sahibinin de büyük bir felâkete uğrayacağını
anlarlar.

"O, amellerin sayılıp yazıldığı bir kitaptır." (Mutaffifîn: 9)

Hiçbir şey unutulmaz, hiçbir şey noksan bırakılmaz.

"O gün yalanlayanların vay hâline!" (Mutaffifîn: 10)

Onlar ne korkunç azaplara maruz kalacaklardır.

"Onlar, din gününü yalanlarlar." (Mutaffifîn: 11)

İmansızlıklarından ve yaptıkları kötülüklerden dolayı hiçbir ceza görmeyeceklerini


sanırlar.

"Onu ancak haddi aşan (hükümleri çiğneyen) ve günaha dalan kimseler


yalanlar." (Mutaffifîn: 12)

Şehvetlerine ve keyiflerine düşkün olmalarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak


hoşlarına gitmez.

"Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: 'Eskilerin masalları!' der." (Mutaffifîn: 13)

Böyle câhilce bir iddiâya cüret gösterir. Çünkü o, nefsini ilâh edinmiştir ve dizginleri de
şeytanın elindedir.

"Hayır! Onların kazanmakta oldukları kötülükler kalplerini paslandırıp


körletmiştir." (Mutaffifîn: 14)

Yaptıkları isyan ve azgınlıklar, aynayı kaplayan pas gibi kalplerini karartmıştır.

Nitekim bu hususta Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i
şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Kul bir hata işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer tevbe ve istiğfar
edip vazgeçerse kalbi cilâlanır. Şayet günahı artırırsa siyah nokta da artar ve bütün
kalbi kaplar.

İşte bu Âyet'teki paslanma budur." (Tirmizî)

Günah sebebiyle kalplerin üzerine bir perde çekilir. Günahlarda ısrar edildikçe bu perde
kalınlaşır ve kalbin her tarafını kaplar, kalp giderek hassasiyetini kaybeder; iyiyi-kötüyü,
doğruyu-yanlışı ayırdedemez hale gelir.

Cehennemlikler için en acı şey cennet saâdetinden ve Allah-u Teâlâ'yı görmekten


mahrum kalmaktır.

"Hayır! Muhakkak ki onlar, o gün Rabb'lerini görmekten mahrum


kalacaklardır." (Mutaffifîn:15)

Dünyada marifetullahtan mahrum kaldıkları gibi, ahirette de Cemâlullah'tan mahrum


olmakla da kalmazlar, cehennem azabı ile cezalandırılırlar.

22.08.2019
Sayfa 359 / 646

Allah-u Teâlâ onları cemâlinden mahrum bıraktığı gibi, onlarla lütufla konuşmayacak,
rahmet nazarı ile bakmayacak, hiçbir şekilde iltifat etmeyecek. Onların rahmet-i ilâhiden
payları ve kısmetleri yoktur.

"Sonra onlar, muhakkak cehenneme gireceklerdir." (Mutaffifîn: 16)

O ateşe girmekle kalmayıp, onun elem verici azabını tadacaklardır. Artık kurtuluş
bulmalarına imkân ve ihtimal kalmaz.

"Sonra da onlara: 'İşte yalanlayıp durduğunuz şey budur!' denilecektir." (Mutaffifîn:


17)

Siz dünyada bu azabı yalanlıyor ve onun meydana gelmesini inkâr ediyordunuz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MUTAFFİFİN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2

İyilerin Amel Defterleri:

Dereceler katetmiş sâlih müminlerin amel defterlerine gelince;

"Şüphesiz ki, iyilerin yazısı İlliyyîn'dedir." (Mütaffifîn: 18)

Onların iyi amellerinin kayda geçirildiği sayfalar, en şerefli makamda, en yüce divanda
kayıtlıdır.

"İlliyyîn'in ne olduğunu bilir misin?" (Mütaffifîn: 19)

Siccîn'in ne olduğunu bir kimsenin tam kavraması mümkün olmadığı gibi, İlliyyîn'in ne
olduğunu da bir kimsenin tam kavraması mümkün değildir. Şu kadar var ki, bu kitabı
görenler onda çok büyük bir hayır olduğunu, sahibinin büyük bir saâdete ereceğini
anlarlar.

"O, amellerin sayılıp yazıldığı bir kitaptır." (Mütaffifîn: 20)

Tescil edilmiştir, apaçıktır ve nettir.

"Mukarrebler (Allah'a yakın olanlar) ona şâhit olurlar." (Mütaffifîn: 21)

Mukarreb melekler onu müşâhede ederler ve koruma altında tutarlar.

22.08.2019
Sayfa 360 / 646

"Şüphesiz ki iyiler nimet cennetindedirler." (Mutaffifîn: 22)

Cennetlerdeki nimetler, orada bulunan herkesi doyasıya ihata eden nimetlerdir. Her şey
Allah-u Teâlâ'nın kudret eliyle hazırlanmıştır. Bunların vasıflarını bütünüyle anlamamız
veya kavramamız imkânsızdır. Allah-u Teâlâ kullarının anlamalarına kolaylık sağlamak
için o nimetleri dünya nimetlerinin isimlerini anarak haber vermektedir.

"Koltuklar üzerinde etrafı seyrederler." (Mutaffifîn: 23)

Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak
Allah-u Teâlâ bilir.

Diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler. Taraf-ı ilâhîden kendilerine ikram ve ihsan
olunan güzelliklere zevkle baktıkları gibi, oturdukları yerden kâfirlerin nasıl azap ve
işkence gördüklerini de seyrederler. Çünkü o azaplardan kurtulduklarını görmek,
sevinçlerini daha da artırır.

"Yüzlerinde nimetin ve mutluluğun sevincini görürsün." (Mutaffifîn: 24)

Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. Ruhen ve cismen
nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.

Tesnim Karışımlı Cennet Şarabı:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde "Ebrâr" adı verilen müminlere bahşedilecek ikram ve
ihsanları arzederken şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerine ağzı kapalı, mühürlü, saf bir içki içirilir. Sonunda misk kokusu
bırakır." (Mutaffifîn: 25-26)

Onun içine hiçbir şey karışmamıştır, tortusu yoktur. Allah-u Teâlâ onlara o içkiyi öyle
güzelleştirmiştir ki, sonunda misk gibi olur. Mühürlü olması, içecek olanların şerefini
artırmak içindir. Bu mühürleri ancak kendileri açabileceklerdir. Bu ise ona ihtimam
gösterildiğini belirtir.

Çünkü onlar, dünyada iken Allah-u Teâlâ'yı tercih ettiler, yalnız O'na ihtimam gösterdiler.
Allah-u Teâlâ da bunu bildiği için bu ikramı yalnız onlara yapıyor.

Böyle pek nefis bir nimete nâil olanlara elbette imrenmek gerekir.

"Yarışanlar bunun için yarışsınlar, imrenenler buna imrensinler." (Mutaffifîn: 26)

Asıl imrenmenin dünyada iken olması gerekir. Ebrâr'ın Allah-u Teâlâ'ya ve Resul-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem-ine bağlılığına imren ki, bu lütuf ve ihsana nâil ve mazhar
olasın.

Âyet-i kerime'de geçen saf içkinin bir vasfı da:

"Onun karışımı Tesnîm'dendir." (Mutaffifîn: 27)

"Tesnîm"; cennet içkilerinin en güzeli, en üstünü ve en değerlisidir. Cennetin gayet


yüksek yerlerinden geldiği için Tesnîm denilmiştir.

22.08.2019
Sayfa 361 / 646

"Ebrâr" olanlara o saf içkiden içirileceği zaman, içine Tesnîm'den de bir miktar karıştırılır.
Katık olarak verilir. Bu da onlar için büyük bir lütuftur.

Tesnîm'i katıksız olarak içmek Allah-u Teâlâ'ya yaklaştırılmış olan "Mukarreb"lere


mahsustur.

Mukarrebler ve Tesnîm:

Cennet şaraplarının en güzeli ve değerlisi olan Tesnîm'den "Mukarreb"ler saf olarak


aynen içerler.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Bu öyle bir pınardır ki, ondan sadece Allah'a yakın olan Mukarrebler
içer." (Mutaffifîn: 28)

Çünkü onlar dünyada iken saftı, temizdi ve güzeldi. Çünkü onlar güzel ile idiler,
kalplerinde yalnız O'nun muhabbetini yaşatırlardı.

Bu mânevî kurbiyete mazhar olamayanlar o pek güzide pınarın suyundan içmek şerefine
nâil olamazlar.

Tesnîm adı verilen bu pınar 25. Âyet-i kerime'de geçen "Ağzı mühürlü saf içki"den
daha üstün ve daha güzeldir.

Bu doğrudan doğruya âlemlerin Rabb'i tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak
bir şekilde saf, tertemiz bir içkidir. Bu Cemâlullah'a kavuşma neşesidir.

Dünyada iken Allah-u Teâlâ'yı tercih edip, yalnız O'na rağbet edip, O'nunla beraber
olmak istedikleri gibi; Allah-u Teâlâ da şimdi onları tercih etmiş, onlarla beraber olmak
istiyor.

Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurur:

"Muhakkak ki Ebrâr'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim


onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."

Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var?

Çünkü o, dünyada iken başka yerlerden lezzet alıyordu. Bunlar ise yalnız Allah-u
Teâlâ'dan lezzet alanlardır.

Onlar nasıl ki has olarak Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a yönelmişlerse,


Allah-u Teâlâ da en hasını onlara bahşeder. Bu onlara bir ikram-ı ilâhîdir.

"Siz saf ve temiz bir kalp ile beni seçmiştiniz, ben de en saf ve en temizini size
ikram ediyorum."

Mukarrebler Huzur-u İlâhî'de bütün mertebelerin ilerisinde bulunan öncülerdir.

Tesnîm onların şarabıdır. Onlar Tesnîm ile kanar, onunla lezzet alırlar.

22.08.2019
Sayfa 362 / 646

Tesnîm, cennet pınarlarının en üstünü olduğu gibi, Mukarrebler de cennetliklerin en


üstünüdür.

Ruhânî cennette Tesnîm, mârifetullah ve O'nun Cemâl-i bâkemâli'ne nazar lezzetidir.


Mukarrebler Tesnîm'den başkasını içmezler, yani ancak Allah-u Teâlâ ile meşgul olurlar.

Gülme Sırası Kimde?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Birbirine hasım iki zümre." (Hacc: 19)

Buyurarak inananlarla inanmayanları ayırmıştır.

Âdem Aleyhisselâm'dan beri gelip geçen bütün insanlar iki zümreye ayrılmışlar; Hakk'tan
yana olanlar Hakk'ı hakikati savunmuşlar, bâtıldan yana olanlar Hakk'ı ve hakikati
reddedip küfrü savunmuşlardır.

İnananlar, onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk'a dâvet edip
sapıklıktan kurtarmak, hidayetlerine vesile olmak istedikleri halde; onlar, inananların
inançlarıyla, ibadetleriyle, örtüleriyle hep alay etmişler, eğlenceye almışlardı.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Suçlular, inananlara gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman birbirlerine göz


kırparlardı." (Mutaffifîn: 29-30)

Kaş ve göz işaretleriyle müminleri birbirlerine göstermek isterlerdi.

"Kendi taraftarlarının yanına döndükleri zaman da inananlarla alay etmenin zevkini


tadarlardı." (Mutaffifîn: 31)

Müminlerle alay etmiş olmaları hoşlarına gider, onlara karşı yaptıkları maskaralıkları
anlatarak zevklenirlerdi.

"İnananları gördüklerinde: 'Bunlar sapık insanlar!' derlerdi." (Mutaffifîn: 32)

Hakaret kastıyla onları sapıklıkla suçlarlardı.

"Oysa kendileri, inananlara gözcü olarak gönderilmemişlerdi." (Mutaffifîn: 33)

Aksine kendi nefislerini düzeltmekle emrolunmuşlardı.

Ahirette ise durum tam tersine dönecek, gülme sırası müminlere gelecek.

"İşte bugün de inananlar kâfirlere gülerler." (Mutaffifîn: 34)

Çünkü kâfirler ahirette çok gülünç durumlara düşecekler, onları görenler gülmekten
kendilerini alamayacaklar.

Şöyle ki;

22.08.2019
Sayfa 363 / 646

Cehennem kapıları açılır, cehennemliklere: "Çıkın!" denilir. Kapıların açıldığını görünce


çıkmak için kapılara hücum ederler. Kapılara geldiklerinde kapılar yüzlerine kapatılır.
Koltuklarına oturmuş bir halde onları seyreden müminler ise onlara gülerler.

"Tahtlar üzerinde kâfirlerin yaptıkları şeylerin karşılığının nasıl verildiğini


seyrederler." (Mutaffifîn: 35-36)

Allah-u Teâlâ'nın intikamının azametini gözleriyle bizzat görürler.

Müminler kâfirlerin azaplarını gördükçe câhil ve gururlu kimselerin gülüşü gibi değil de;
muvaffak olmuş, büyük zahmetlere katlandıktan sonra kurtuluşa ermiş insanın gülüşü ile
gülerler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜCÂDELE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


“Allah’ım! Şikâyetim Ancak Sanadır!”

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Tamamı Medine döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celile; yirmiiki Âyet-i kerime,
dörtyüzdoksanüç kelime ve binyediyüzdoksaniki harften müteşekkildir.

Bir âile meselesi hakkındaki mücâdele hadisesini bildirdiği için


kendisine “Mücâdele” sûre-i şerif’i adı verilmiştir. “Kad semia” sûre-i şerif’i adı da verilir.

Muhtevâsı:

Mücâdele sûre-i şerif’inde müslümanlara bazı çözüm yolları gösterilmekte, karı-koca


arasındaki ülfetin üzerinde durulmakta, karı-kocanın “Zıhar” sebebiyle ayrılmalarının
hükmü açıklanmakta, Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelenlerin dünyada ve
ahirette ağır cezalara çarptırılacakları beyan edilmektedir.

Daha sonra Tenâcî’den, yani iki veya daha çok kimse arasında yapılan gizli
konuşmalardan Allah-u Teâlâ’nın haberdar olduğu; münafıkların yaptıkları gizli plânların
müslümanlara hiçbir zarar veremeyeceği, tevekkül edip Hakk yolunda sabırla
yürümelerinin gerektiği anlatılmaktadır.

Resulullah Aleyhisselâm’la hususi görüşmek isteyenlerin uyacakları kâide ve kurallar


belirtilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 364 / 646

Bu mübarek sûre-i celîle münafıklardan etraflıca bahsetmekte, yahudilerle samimi dostluk


kurdukları haber verilmekte, müslümanların İslâm düşmanları ile dostluk kurmalarının
büyük bir suç olduğu belirtilmekte, onlara meyledenlerin korkunç âkıbetleri ihtar
edilmekte, imanın aslı ve dinin en sağlam kulpu olan: “Allah için sevme ve Allah için
buğzetme”nin hakikati açıklanmaktadır.

Sûre-i şerif’in sonunda “Kudsî ruh” ile desteklenen sâlih kullar ve cennetteki dereceleri
haber verilmekte, onların Allah’ın hizbi (partisi) olduğu, kurtuluşa erecek olanların da
onlar olduğu beşeriyete duyurulmaktadır.

Zıhar Sebebiyle Ayrılma:

Zıhar “İki şey arasında benzerlik meydana getirmek.” demektir. Terim olarak Zıhar
ise; bir kimsenin, karısının tamamını veya yüz, göz, baş, sırt... gibi bir uzvunu, kendisine
ebediyyen haram olan bir kadının, tamamına bakması haram olan bir uzvuna
benzetmesine denir.

Meselâ: “Sen bana anamın sırtı gibisin” veya “Senin yüzün bana kız kardeşimin yüzü
gibidir.” demesi bir Zıhar’dır.

Bu yemine Zıhar isminin verilmesi, sırt mânâsına gelen “Zahr” kelimesi çok kullanıldığı
içindir.

Zıhar Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye ile sabittir.

Câhiliye devrinde bir kimse karısına: “Sen bana anamın sırtı gibisin.” dediği zaman, artık
karısı ona haram olur, bu söz boşama sayılırdı, onu bir daha alamazdı.

İslâm’da ilk Zıhar’ı yapan Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh-in kardeşi Evs bin Sâmit
-radiyallahu anh-dir. Kendisi ihtiyarlamış ve hırçın bir yapıya sahip olmuştu. Kızdığı
zaman aklı gider gelirdi. Amcasının kızı Havle bint-i Sa’lebe -radiyallahu anhâ- ile evli
bulunuyordu.

Bir gün hanımından bir istekte bulundu, isteği yerine getirilmeyince de öfkelendi ve:

“Sen bana anamın sırtı gibisin!” deyiverdi. (Ebu Dâvud)

Evs -radiyallahu anh- çok geçmeden söylediğine pişman oldu. Fakat Havle -radiyallahu
anhâ- “Nefsimi kudret elinde tutan Rabb’ime yemin ederim ki, sen bu sözü
söyledikten sonra, Allah ve Resul’ü hüküm verinceye kadar yanıma gelemezsin. Git
Resulullah Aleyhisselâm’a danış!” dedi. Evs -radiyallahu anh- “Ben utanırım
soramam!” karşılığını verince Havle -radiyallahu anhâ- “Ben gider sorarım!” dedi ve
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in hanesinde bulunduğu sırada Resulullah
Aleyhisselâm’ın huzuruna vardı.

“Yâ Resulellah! Evs benimle evlendiğinde gençtim, çekici idim. Ancak yaşım
ilerleyip bir çok çocuğum olunca Evs beni anası gibi kıldı ve kimsesiz bırakıverdi.
Eğer bana bir çare bulup onunla geçinmemi temin edersen bunu beyan
buyur!” diye istekte bulundu.

Resulullah Aleyhisselâm:

22.08.2019
Sayfa 365 / 646

“Ben şimdiye kadar bu hususta herhangi bir şeyle emrolunmadım. Senin ona
haram kılındığını görüyorum.” buyurdu.

Havle -radiyallahu anhâ- “Öyle söyleme Yâ Resulellah! Vallâhi o, boşama sözünü hiç
anmadı!” dedi.

Fakat Resulullah Aleyhisselâm:

“Senin ona haram kılındığını görüyorum.” şeklindeki sözünü tekrarladı. Kadın devamlı
surette kendi sözlerini tekrarlıyor:

“Kurbanın olayım nazar buyur Yâ Resulellah!” diyordu.

Nihayet Resulullah Aleyhisselâm:

“Sen şimdi evine dön! İnşaallah bir şey emrolunursa onu sana bildiririm.” buyurdu.

Havle -radiyallahu anhâ- bu defa şikâyetini Allah-u Teâlâ’ya arzetmeye başladı.

Ellerini açtı, şöyle duâ ediyordu:

“Ey Allah’ım! Halimin perişanlığını, üzüntü ve tasalarımı, bu ayrılmanın üzerimdeki


zahmet ve meşakkatini sana şikâyet ediyorum.

Körpe çocuklarım var. Onları ona bıraksam zâyi olacaklar, yanıma alsam aç
kalacaklar.

Allah’ım! Şikâyetlerim ancak sanadır!”

Hem duâ ediyor, hem ağlıyordu. O sırada Resulullah Aleyhisselâm’ı vahiy hali bürüdü.
Vahyin şiddeti geçtikten sonra gülümseyerek doğruldu ve:

“Müjde yâ Havle! Allah-u Teâlâ ikiniz hakkında vahiy indirdi.” buyurdu ve bu hususta
nâzil olan Âyet-i kerime’leri okudu.

“Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü


Allah işitmiştir.” (Mücâdele: 1)

Kadının sözlerini Allah-u Teâlâ’nın işitmesi, duâsını kabul etmesi demektir.

“Allah sizin konuşmanızı işitir.” (Mücâdele: 1)

Her hâl ve hareketinizden haberdardır.

“Muhakkak ki Allah işitendir, görendir.” (Mücâdele: 1)

Sıkıntı içinde, darda olanların şikâyetlerini, ağlamalarını işitir; üzüntü ve tasalarını görür,
her derdin dermanı O’dur.

Daha sonra Allah-u Teâlâ “Zıhar”ın hükmünü şöylece beyan etmiştir:

“İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları, ancak
kendilerini doğuran kadınlardır.” (Mücâdele: 2)

Bu şekilde bir tesbit yapılmakla, zıhar yapan kocanın, karısı ile nikâhının sona ermesi
şeklindeki düşünce ortadan kaldırılmıştır.

22.08.2019
Sayfa 366 / 646

“Şüphesiz ki onlar çirkin ve yalan bir lâf söylüyorlar.” (Mücâdele: 2)

Yalandır, çünkü hanımları, anaları değildir. Bununla beraber çirkin bir sözdür, çünkü zıhar
kendisine nikâhı haram olan yakınının bir uzvunu diline dolamak demektir.

Ayrıca Allah’ın helâl kıldığını haram kılmak gibi küstahlıkla Allah-u Teâlâ’nın haklarına
tecavüzdür.

Fakat söylenince de bir hükmü olması gerekir.

“Bununla beraber şüphesiz ki Allah çok affeden, çok bağışlayandır.” (Mücâdele: 2)

Bu suç aslında ağır bir cezâyı gerektirmektedir. Fakat Allah-u Teâlâ merhametlilerin en
merhametlisi olduğu için, böyle bir hüküm koymakla bu suçun cezâsını çok hafif olarak
beyan etmiştir.

Daha sonra Allah-u Teâlâ bu çirkin sözün kefaret yolunu açıklamak üzere şöyle buyurdu:

“Hanımları hakkında zıhar yapıp da sonra söylediklerinden dönenler, birbirleriyle


temas etmeden önce bir köle azad etmelidirler.” (Mücâdele: 3)

O çirkin sözü söylemek kadının şerefine halel getirdiği içindir ki, cezâ olarak bir köle
hürriyetine kavuşturulmalıdır.

“Size böylece öğüt verilmektedir.” (Mücâdele: 3)

Öyleyse sizin için koymuş olduğu hükümlere uymaya devam edin, şer’î hudutlara
riâyetten ayrılmayın.

“Allah işlediklerinizden haberdar olandır.” (Mücâdele: 3)

Şu halde sizin için koymuş olduğu hükümlere uymaya devam edin, size gösterdiği
hudutları aşmayın.

“Kim de (buna imkân) bulamazsa, temas etmezden önce birbiri peşinden iki ay
oruç tutmalıdır.” (Mücâdele: 4)

Bu iki ay içerisinde bir gün dahi tutmasa, peşpeşe tutma durumu bozulmuş olur ve
yeniden başlaması gerekir.

“Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur.” (Mücâdele: 4)

Bunu hanımına temas etmeden önce ödemesi gerekir. Fakat eğer yedirme esnasında
cimâda bulunacak olursa, ödemiş olduklarını yeniden tekrarlamaz.

“Bu, Allah’a ve O’nun Resul’üne iman etmenizden dolayıdır.” (Mücâdele: 4)

Allah-u Teâlâ bu ilâhî hükmü bunun için koymuştur. Resulullah Aleyhisselâm’ın yüzü
suyu hürmetine ümmet-i muhteremesine sağlanan kolaylıklardır.

“Bunlar Allah’ın hudutlarıdır.” (Mücâdele: 4)

22.08.2019
Sayfa 367 / 646

Allah-u Teâlâ’nın hududu; O’nun tahdit ve takdir ettiği hükümler, insanların onları
geçmesi câiz olmayan hususlar demektir. Haram kıldığı, yasakladığı
şeylere “Hududullah” denir.

“Kâfirler için acı bir azap vardır.” (Mücâdele: 4)

Bu azabın kâfirlere verileceğinin ifade edilmesi, müminleri itaate teşvik mânâsına


gelmektedir.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:

“Hamd olsun o Allah’a ki, O’nun işitmesi bütün sesleri kapsar. Tartışıp hâlini
arzeden kadın, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e gelip konuştu, ben de evin
bir köşesinde bulunuyordum. Kadının söylediklerini duyuyordum. Bunun üzerine
ilgili âyet indi.” (Buhârî)

Zıhar hakkındaki Âyet-i kerime’lerin inmesi üzerine Resulullah Aleyhisselâm Evs bin
Sâmit -radiyallahu anh-e haber saldı. Gelince onunla konuştular:

“– Yâ Evs! Zıhar hükmünden kurtulman için bir köle azad etmen gerekiyor.

– Yâ Resulellah! Köle azad etmeye gücüm yetmez ki!

– Öyleyse devamlı olarak iki ay oruç tutacaksın.

– Günde iki defa yemezsem, gözümün ışığı eksiliyor.

– O halde altmış fakiri doyurmalısın.

– Ona da gücüm yetmez. Meğer ki bana yardım etmiş olasın.”

Resulullah Aleyhisselâm Evs -radiyallahu anh-e onbeş ölçek zâhire bağışladı. O da


onunla altmış fakiri doyurdu.

Resulullah Aleyhisselâm daha sonra Havle -radiyallahu anhâ-ya: “Kocan çok


yaşlanmıştır. Onun hakkında Allah’tan kork! Ona karşı hayırlı olmanı, iyi
davranmanı tavsiye ederim.” buyurdu. Havle -radiyallahu anhâ- da: “Öyle
yapacağım.” diyerek söz verdi.

Zıhar’ın rüknü: Zıhara delâlet eden sözdür. Bu ise kocanın hanımına: “Sen bana anamın
sırtı gibisin.” sözüdür.

Zıhar’ın şartları: Akıllı, büluğa ermiş ve müslüman olan her koca zıhar yapabilir.

Zıhar’ın hükümleri: Kefaret vermeden önce mukarenet haramdır. Zıhar yapan koca
kefaret vermeden önce hanımı ile mukarenette bulunsa, irtikap ettiği bu günahtan dolayı
Allah-u Teâlâ’dan affını diler. Kefaret verinceye kadar da hanımından tekrar istifade
edemez.

Zıhar kefareti: Bu kefaretin meşru oluşu Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye ile sabittir.

22.08.2019
Sayfa 368 / 646

Mücâdele sûre-i şerif’inin 3. ve 4. Âyet-i kerime’lerinde görüldüğü üzere; birbiri peşinden


iki ay oruç tutulur. Oruç tutmaya gücü yetmeyenler sabahlı akşamlı altmış fakiri
doyururlar. Altmış fakire birer fitre miktarı para vermesi de yeterli olur.

Kefaretin sahih olması için niyet şarttır. Çünkü kefaret, zekât gibi temizlenmesi vâcip olan
mâli bir haktır, ameller niyetlerle sahih olur.

Bu kefaret ölümle, boşama ile veya herhangi bir şeyle düşmez.

Zıhar’da hâkim tarafından ayırma, sadece koca kefaret vermekten kaçındığı zaman
olmaktadır.

Havle bint-i Sâlebe -radiyallahu anhâ-Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in


ahirete intikalinden sonra bir müddet daha yaşamış ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm-
Hazerâtından çok büyük sevgi, saygı ve hürmet görmüştür.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-Efendimiz bazı kişilerle bir toplantıya giderken yolda
Havle bint-i Sâlebe -radiyallahu anhâ- ile karşılaştı. Bu mübarek hanımın bir derdi vardı,
onu Halife’ye anlatmak istedi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-yanındaki arkadaşlarını
bırakıp kadına döndü ve başını eğip onu dakikalarca dinledi. Ayrılınca Ashâb’dan biri
ona:

“Yâ Emirel-müminîn! Bu yaşlı kadından dolayı Kureyşli zâtları hayli


beklettin.” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ona:

“Yazıklar olsun sana! Bu kadının kim olduğunu biliyor musun?” dedi.

O da: “Hayır bilmiyorum!” diye cevap verdi

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- onu şöyle tanıttı:

“Bu, Havle bint-i Sâlebe’dir. Vallâhî eğer o, geceye kadar ayrılmayıp anlatmak
istediğini anlatmaya devam etseydi, ayrılmayıp onu dinlerdim. Ancak namaz vakti
gelince ayrılıp namaz kılar; tekrar onu dinlemeye yönelirdim.” (İbn-i Kesir)

Diğer bir rivayete göre Havle bint-i Sâlebe -radiyallahu anhâ- yolun üzerinde Hazret-i
Ömer -radiyallahu anh-i durdurup ona şu öğüdü vermiştir:

“Yâ Ömer! Önceleri sen ‘Ömercik’ olarak çağırılırdın. Sonra sana ‘Ömer!’ diye
seslenildi. Sonra: ‘Müminlerin emiri’ ünvanını aldın, bu sıfatla çağırılmaya başladın.
Artık Allah’tan kork yâ Ömer! Çünkü gerçekten ölüme kesinlikle inanan kimse fevt
olmaktan korkar. Hesaba inanan kimse azaptan korkar.”

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 369 / 646

MÜCÂDELE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


İman Mutlak İtaati Gerektirir

Alçaltılanlar:

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine


saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve
rüsvay ereceğini haber vermektedir:

“Allah’a, Peygamber’ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin


alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır.” (Mücâdele: 5)

Kendilerinden önce Allah’a ve Peygamber’lere muhalefet ettikleri için zillete düşürülüp


alçaltılan kâfir ve münâfıkların yardımsız bırakıldıkları gibi, Muhammed Aleyhisselâm’a
muhalefet edenler de yardımsız bırakılıp alçaltılacaklardır.

“Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir.” (Mücâdele: 5)

Bu “Âyetler”, Resulullah Aleyhisselâm’ın doğruluğuna delâlet ettiği gibi, doğru yolu


göstermekte, Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelmenin acı sonucunu
açıklamaktadır.

“Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücâdele: 5)

O alçalma ne kötü bir şeydir ki cehennemde azapları hiç de hafifletilmeyecektir. Kimisi


yılan gibi sürüne sürüne, kimisi zincirlere vurulup bağlanarak, kimisi çeşit çeşit azaplarla
azap göreceklerdir.

Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Onlar bilmezler ki, kim Allah ve Resul’üne karşı koyarsa, onun için içinde ebedî
kalacağı cehennem ateşi vardır.

Bu ise büyük bir rezilliktir.” (Tevbe: 63)

Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır ne de azaplarında bir gevşeme ve
hafifleme bahis mevzuudur.

“Kim Allah’a ve Peygamber’ine karşı koyarsa, bilsin ki Allah’ın cezâsı çok


şiddetlidir.” (Enfâl: 13)

Bu korkunç azap, onların Allah ve Resul’ünün emirlerine muhalefet ve isyan etmeleri


sebebiyle başlarına gelmektedir.

22.08.2019
Sayfa 370 / 646

“Kim Allah’a ve Peygamber’ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli


kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin: 23)

Resulullah Aleyhisselâm’a düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat
eden de Rabb’ini sevmiş ve itaat etmiş olur. Bundan dolayı da Resulullah Aleyhisselâm’a
isyan etmenin Allah-u Teâlâ’ya isyan etmek demek olduğu anlaşılmış oluyor.

Ahiretteki Durum:

Allah-u Teâlâ emr-i ilâhî’ye muhalefet edenlerin sonsuz rüsvaylıklarının zamanını beyan
etmek üzere şöyle buyurmaktadır:

“O gün Allah onların hepsini huzurunda topladığı gün, yaptıklarını kendilerine


haber verecektir.” (Mücâdele: 6)

Öyle bir gün ki, Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kıyamet kopuncaya kadar gelmiş geçmiş
bütün insanlar ilâhî huzurda toplanacaklar ve Allah-u Teâlâ inkârcıları rezil ve rüsvay
edecek, kendilerini mahçubiyet içinde bırakacaktır. Hatta öyle ki, onlar herkesin gözü
önünde rezil olmaktansa, bir an önce cehenneme götürülmeyi bile temenni edeceklerdir.

“Allah onları bir bir saymıştır.” (Mücâdele: 6)

Kişilerin yaptığı bütün işler; saat ve dakikası, mekânı ve en ince teferruatı ile birlikte bir bir
kayda geçmiş, hiç birini gözden kaçırmamıştır. Çünkü O’na hiçbir şey gizli değildir.

“Onlar ise unutmuşlardır.” (Mücâdele: 6)

Onlar karşılarına böyle vahim bir durumun çıkacağını hiç ummuyorlardı ve


aldırmıyorlardı, çünkü böyle bir şeyin olacağına inançları yoktu.

“Allah her şeye şâhittir.” (Mücâdele: 6)

Uzak yakın her şeye şâhittir, her şeye her zerreye yakınlığı birdir. Görmedikçe kullarının
bilemeyecekleri hadiselerin iç yüzünü de dış yüzünü de bilir. Kıyamet gününde herkese
yaptıkların bildirecek; iiyilik yapanları mükâfâtladıracak, kötülük yapanları
cezâlandıracaktır.

Gaybların Yegâne Bilicisi:

Allah-u Teâlâ bütün mükevvenâtta olup bitenlerden, her ahvâl ve esrardan haberdar
bulunduğunu ve herkesin dünyada neler yapmış olduklarını ahirette kendilerine haber
vereceğini beyan buyurmaktadır:

“Göklerde olanları da yerde olanları da Allah’ın bildiğini görmüyor


musun?” (Mücâdele: 7)

O’na ne sır gizli kalır, ne de aşikâr yapılan iş. O’nun ezelî ve ebedî ilmi her şeyi
kuşatmıştır. Hiçbir şey O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden hariç bulunamaz. En gizli halleri
bilmek ancak O’na mahsustur.

22.08.2019
Sayfa 371 / 646

Fâil-i mutlak’ın fiillerini aynel-yakîn gören bir kimse, O’nun göklerde ve yerde olanları
bildiğini bilir.

“Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur.” (Mücâdele: 7)

Allah-u Teâlâ aralarında konuştukları şeyi bilmesi bakımından, o üç kişinin arasında


dördüncüsü olmaktadır.

“Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur.” (Mücâdele: 7)

Onların neleri fısıldaştıklarını bilir ve içinde bulundukları durum asla O’na gizli kalmaz.
Hallerine muttali olur, konuşmalarını, fısıltılarını işitir.

Onlar her nerede olurlarsa olsunlar ve her nerede konuşurlarsa konuşsunlar farkı yoktur.

“Bundan az da olsalar, bundan çok da olsalar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar,


O mutlaka onlarla beraberdir.” (Mücâdele: 7)

Burada Allah-u Teâlâ’dan hiç bir şeyin gizlenemeyeceği ve kimsenin O’ndan


kaçamayacağı ihsas ettirilmektedir.

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadîd: 4)

Denizin dibinde konuşuyorsun, telsizle üstteki duyuyor. Havada konuşuyorsun yine öyle.
Hiçbir ses, hiçbir kelime, hiçbir iyi ve kötü iş asla kaybolmuyor, bir taraftan zapta geçiyor.

Allah-u Teâlâ onların durumlarını bilip duymasına rağmen, vazifeli melekleri de gizlice
yapılan konuşmaları kaydederler.

“Sonra kıyamet günü onların yaptıklarını haber verecektir.” (Mücâdele: 7)

Hiç bir kimsenin bir diyeceği kalmaz, söyleyecek hiç bir şey bulamazlar.

Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ’nın sınırsız ilminden söz ederek başladığı gibi, yine ezelî
ilminden söz ederek nihayete ermektedir:

“Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.” (Mücâdele: 7)

Artık insanlar bu hakikati düşünerek hareketlerini ona göre tanzim etmelidirler.

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Bilmezler mi ki Allah, onların sırlarını da gizli konuşmalarını da bilir.

Ve Allah, gaybları çok iyi bilendir.” (Tevbe: 78)

Münafıklar:

Allah-u Teâlâ münafıkların durumlarını haber vermek üzere Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz’e hitap ederek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 372 / 646

“Gizli fısıldaşmaları yasak edildikten sonra kendilerine yasaklanan şeye dönenleri


ve aralarında günahı, düşmanlığı ve Peygamber’e isyanı gizlice fısıldaşanları
görmedin mi?” (Mücadele: 8)

Çünkü bunlar bu halleri ile dine zarar vermektedirler, yeryüzünde fesat çıkarmak
istemektedirler. Durumları gerçekten hayret vericidir.

“Onlar sana geldikleri zaman, seni Allah’ın selâmlamadığı bir şekilde


selâmlarlar.” (Mücadele: 8)

Onlar sözü değiştirirler ve selâm veriyorlarmış gibi intibâ verirlerdi.

“İçlerinden de: ‘Bu söylediğimiz şeyler yüzünden Allah’ın gazap etmesi gerekmez
mi?’ derler.” (Mücadele: 8)

Onların bu selâmları selâm değil, ölüm temennisi idi. Böyle olduğu halde, Allah-u
Teâlâ’nın kendilerini cezâlandırmadığını alaylı bir şekilde diillerine dolarlardı.

Allah-u Teâlâ onların bu sözlerine cevap olarak şöyle buyurdu:

“Cehennem onlara yeter!” (Mücadele: 8)

İntikam almak için ahiretteki cehennem azabı her azaptan daha beterdir.

“Oraya gireceklerdir.” (Mücadele: 8)

Ve orada sonsuz olarak kalacaklardır.

“Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Mücadele: 8)

Dönüp varılacak yerlerin en fenâsıdır.

Bu ihtar-ı ilâhî, onların bu dünyada ceza görmeyeceği mânâsına değildir, lâkin ahiretteki
cehennem azabı her azaptan da beter olup, hepsinin yerine yetecek derecededir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müslümanların gizli konuşmalarında hususiyetle


Resulullah Aleyhisselâm’a isyan mahiyetinde şeyler konuşmalarını yasaklamıştır:

“Ey iman edenler! Aranızda gizli fısıldaştığınız zaman günahı, düşmanlığı ve


Peygamber’e isyanı fısıldaşmayın.” (Mücâdele: 9)

Münafıkların ve yahudilerin yaptığı gibi aranızda günah ve düşmanlık hususlarında


fısıldaşmayın. Sakın ola ki Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine aykırı hususları ihtiva eden
sözler konuşmayın.

“İyiliği ve takvâyı fısıldaşın.” (Mücâdele: 9)

Nasıl iyilik yapacağınızı, takvâya nasıl ereceğinizi arıştırın.

“Huzurunda toplanacağınız Allah’tan korkun.” (Mücâdele: 9)

Düşünün ki yarın ahirette mahşere sevkedileceksiniz ve yaptıklarınızdan hesaba


çekileceksiniz.

“Gizli fısıldaşmalar ancak şeytandandır.” (Mücâdele: 10)

22.08.2019
Sayfa 373 / 646

Çünkü şeytan vesvese verir, o sözleri güzelleştirir ve onları gayr-i meşru konuşmaya
teşvik eder.

“Bunu iman edenleri üzmek için yapar.” (Mücâdele: 10)

Müminlerin azmini gevşetir, gönüllerini bulandırmaya çalışır.

“Oysa şeytan, Allah’ın izni olmadıkça müminlere hiçbir zarar veremez.” (Mücâdele:
10)

Onlara musallat olamaz. Ne onları susturacak bir delili, ne de fiilî olarak kullanacak bir
gücü vardır. İmanlarını değiştirme imkânına sahip değildir.

“Müminler Allah’a tevekkül etsinler.” (Mücâdele: 10)

Çünkü onların gerçek mevlâsıdır, münafıkların kötülük ve fenâlıklarından, zararlarından


koruyacaktır. Sapıklığı tercih edenlerin dışında şeytan hiç kimseyi etkileyemez.

Toplantı Yerlerinde Edepler:

Kur’an-ı kerim’de müminlerin toplantı yerlerinde birbirlerine yer göstermeleri ve


dağılmaları istendiğinde de hemen dağılmaları teşvik ve tavsiye edilmektedir:

“Ey iman edenler! Size meclislerde: ‘Yer açın!’ denilince yer açın ki, Allah da size
genişlik versin.” (Mücâdele: 11)

Genişlik açanlara Allah-u Teâlâ’nın vermiş olduğu bu genişlik vaadi, insanların genişliğe
talip oldukları rızık genişliğinden kalp genişliğine varıncaya kadar her hususu kapsayan
mutlak bir genişlik vaadidir.

Bir toplantıda cemaat biraz sıkıştıkları takdirde gelenlere yer verme imkânı varken yer
açmamak doğru bir davranış değildir. Aksini yapmak ise din kardeşleri arasında sevgi ve
saygıyı artırır. Birbirleri ile kaynaşıp bütünleşmelerini sağlar.

“Size: ‘Kalkın!’ denilince de kalkın.” (Mücâdele: 11)

Çünkü kalkmayı gerektirecek bir zorunluluk vardır, bunu size emreden kimseye taat
ediniz.

Hakiki Âlimler:

Din-i İslâm’a nur saçan, ümmet-i Muhammed’e yol gösteren ve bu uğurda her türlü
ibtilâlara ve belâlara imanlarıyla göğüs geren hakiki âlimlerin, İslâm dininde çok mühim
evkileri vardır. Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “İlim sahipleri... Kendilerine ilim
verilenler...” diye bahsederek onları övmüş, ilmi ve ilim ehlini müteaddit defalar
zikretmiş, fazilet ve meziyetlerini beyan buyurmuştur.

Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Allah içinizden iman edenleri yüceltir. Bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları
ise kat kat derecelerle yükseltir.” (Mücâdele: 11)

22.08.2019
Sayfa 374 / 646

Bu yükselme; dünyada hayırla anılmaları, ahirette ise cennetlerdeki derecelerinin


yüksekliğidir.

Allah-u Teâlâ ilmi aziz kılmıştır. İlim dinin hayatıdır. İslâm’ın canlılığıdır. Dinin esasları
olan ilâhi hükümler ilimle içiçedir. Şuurlu bir şekilde ibadet yapabilmek için, ilim amelden
önce gelir. Amelin kabule şâyan olması ise fıkhın bilinmesine bağlıdır.

Allah-u Teâlâ’nın veli kullarına gösterilmesi gereken sevgi ve saygının, hakiki ulemâya da
gösterilmesi gerekmektedir.

İlmiyle âmil olan âlimlere daima hüsn-ü zan beslemelidir. Onlar halk arasında ahkâmı
ilgilendiren muamelâtın ilmini hakkıyla bilenlerdir. Halka hakikati öğretirler, şeriat
ahkâmını tâlim ederler, bid’atlardan sakındırırlar. İlâhi hükümleri tahriften, cahillerin
te’villerinden korurlar. Bunu da ancak hakiki âlimler yapar. Çünkü yol birdir, onlar da
şeriatın zâhirine vâristirler.

“Allah işlediklerinizden haberdar olandır.” (Mücâdele: 11)

Büyük ve küçük hiçbir hadise, hiçbir haber hiçbir zaman O’ndan gizli kalmaz.

Kimlerin yükselmeye hak kazandıklarını, kimlerin de kazanmadıklarını bilir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜCÂDELE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Rabbânî İhtar

Peygamber Saygısı:

Resulullah Aleyhisselâm’ı ziyarete gelenler uzun süre oturup konuşmak, bazıları da


yalnız başlarına konuşmak istiyorlardı. Bazıları kendilerini göstermek için lüzumlu
lüzumsuz bir şeyler arzetmeye çalışıyor, bu hal gittikçe artıyordu. Huzurlarında gerekli
gereksiz konuşanlar da vardı. Bu durum âlicenap Peygamber’i üzmeye başladı. Fakat
kimseye bir şey demiyordu.

Onun bulunduğu meclis, ilâhi vahyin indiği çok mübarek bir meclisti. O yüce makamda
ciddiyetin muhafaza edilmesi, edebli olunması, lüzumsuz meşgul edilmemesi lâzımdı.

22.08.2019
Sayfa 375 / 646

Allah-u Teâlâ hem Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin üzüntü ve sıkıntısını
gidermek, yükünü hafifletmek, hem de müminlerin daha dikkatli ve ölçülü olmalarını
sağlamak için Âyet-i kerime’sini indirdi:

“Ey iman edenler! Peygamber’e hususi bir şey arzedip konuşmak istediğiniz zaman
bu konuşmanızdan önce fakirlere sadaka veriniz.” (Mücâdele: 12)

Bu emirde Resulullah Aleyhisselâm’ın âlî makamına bir saygı, fakirler için ise faydalar
vardır. Ayrıca mümin ile münâfık, dünyayı seven ile ahireti seven ayırt edilmektedir.

“Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir.” (Mücâdele: 12)

Böyle yapmakla ilâhî emir yerine getirilmiş olur.

“Şayet sadaka verecek bir şey bulamazsanız üzülmeyiniz. Şüphesiz ki Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (Mücâdele: 12)

Ancak gücü yeteni bununla mükellef kılmıştır, sadaka veremeyecek olanlara da azab
etmez.

Bu Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm ile müşerref olmak, bu şeref ve saâdete nail
olmak için Allah-u Teâlâ'ya şükran ifadesi olarak fakirlere tasadduk etmeyi emrediyor.

Çünkü Hazret-i Allah'ın nûru ile müşerref oluyorsun, onunla nûrlanmış oluyorsun. Derdini
arzediyor, derman buluyorsun. Bunun için şükran olarak fakirlere sadaka ver ki Allah-u
Teâlâ sana yollarını açsın.

Yine bu Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm'a saygı gösterilmesini, soru sormada ileri
gidilmemesini, diğer ziyaretçilere de fırsat verilmesini müslümanlara bildirmiş oldu. Ayrıca
Resulullah Aleyhisselâm'la yerli-yersiz görüşüp konuşmak isteyen ve onu rahatsız eden
kişilerin ziyareti de bir sisteme bağlandı.

Sadaka verecek durumda olanların ziyaretten önce bir sadaka vermesi emredildi.
Verecek durumda olmayanlar hakkında Allah-u Teâlâ'nın çok bağışlayıcı ve çok
merhametli olduğu hatırlatıldı.

Böylece konuşma ihtiyacı olan konuştu. Sık sık gelenler ara sıra gelmeye başladı ve
ziyaretçiler seyreldi. Durum normale döndü.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz bile Resulullah Aleyhisselâm'la görüşebilmek


istediği zaman bir kaç dirhem sadaka vermiştir.

Bir sonraki Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Hususi konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz da mı bunu yerine


getirmediniz?” (Mücâdele: 13)

Fakirliğe düşmekten mi çekindiniz?

“Fakat Allah sizi affetti.” (Mücâdele: 13)

Kusurunuzu bağışlayıp, yükünüzü hafifletti. Yine sadaka vermeksizin Resulullah


Aleyhisselâm’dan istekte bulunmanıza müsaade etti.

“Şu halde namazı kılın, zekâtı verin.” (Mücâdele: 13)

22.08.2019
Sayfa 376 / 646

Bu iki ilâhî emir, gevşek tutulmaması gereken şartlardır.

“Allah’a ve Peygamber’ine itaat edin.” (Mücâdele: 13)

İşte sizin kurtuluşunuz ancak bu hükümlere riâyet etmekle mümkündür.

“Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mücâdele: 13)

Gerek açıkta gerek gizlide, gerek sevap gerek günah, gerek yapma gerek terketme gibi
hususların hepsini bilir ve ona göre karşılığını verir.

Bu Âyet-i kerime’de hem bir müjde hem de bir tehdit vardır.

Düşmanla Dostluk Kuran Münafıklar:

Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği kimselere yardakçılık yapan ve aslında ne müminlerden ne


de o kimselerden olmayan münafıkların yalan yere yemin edip kendilerini müslüman
göstermek istedikleri diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle haber verilmektedir:

“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?” (Mücâdele: 14)

İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.

“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücâdele: 14)

Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip
gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.

“Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (Mücâdele: 14)

Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.

“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne
kötüdür!” (Mücâdele: 15)

Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.

Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları
Allah yolundan çevirmeleridir.

İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah’ın yolundan alıkoydular.” (Mücâdele: 16)

“Biz de müslümanız!” diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer
taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm’ı seçmesine engel olmaya
çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin
doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.

“Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücâdele: 16)

Allah’ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap
verilecektir.

22.08.2019
Sayfa 377 / 646

“Onların malları da çocukları da Allah’a karşı kendilerine bir fayda vermez. Onlar
cehennem ehlidirler. Orada ebedî kalacaklardır.” (Mücâdele: 17)

Ateşe tepetakla atıldıkları zaman hakikati anlayacaklar, fakat bu anlamaları onlara hiçbir
fayda sağlamayacaktır. Artık oradan bir daha çıkmamak üzere cehennem sakini
olacaklardır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜCÂDELE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4


Kudsî Ruh ve Rûhâniyet

Gerçeklerin Meydana Çıkması:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, mahşere toptan sevkedilecek olan münâfıkların yalan
yere yemin ederek kâfir olmadıklarını iddiâ edeceklerini haber vermektedir:

“Allah o gün onların hepsini yeniden diriltecek, onlar da dünyada iken (mümin
olduklarına dair) size yemin ettikleri gibi O’na yemin edeceklerdir.” (Mücâdele: 18)

Dünyada iken yalan yere yemin etmeye alışmış olan bu yol kesiciler, ahirette de yalan
yeminleriyle kendilerini kurtaracaklarını zannederler.

Onların yeminleri:

“Rabb’imiz Allah’a yemin olsun ki biz müşriklerden değildik.” (En’âm: 23)

Âyet-i kerime’si ile bildirilen yemindir.

Burada müslüman gibi görünüyor, kendilerini müslüman olarak tanıtmaya çalışıyorlar,


böylece halkı kandırıyorlardı. Hakk’ı kandırmak ne mümkün?

“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar.” (Mücâdele:


18)

Hak ve hakikati izlemezler, sırf nefislerinin zan ve tahminine uyarlar. Görüş ve


düşüncelerini yalnızca zanna ve tahmine dayandırırlar. Hakikati kendi vehimleri gibi
zannederler.

22.08.2019
Sayfa 378 / 646

“İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.” (Mücâdele: 18)

Yalan söylemede son derece ileri gitmişlerdir. Bu onların ayrılmaz bir vasfıdır. Gizli ve
açık herşeyi bilen Hakk’ın huzurunda bile yalan söylemeye cesaret ederler.

“Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur.” (Mücâdele:
19)

O kerim Zât’ı ne kalpleri ile ne de dilleri ile zikretmekten, O’nun ilâhî hükümlerine riâyet
etmekten onları gâfil bulundurmuştur. Şeytan boyunduruğu altına aldığı kimseleri işte
böyle yapar.

“Ülâike Hizbüşşeytan”

İmandan mahrum olan kişilerin bütün eğilimleri şeytanlıkta olduğu için, önlerine şeytanlar
düşer, başlarına şeytanlar geçer ve artık onları diledikleri yerlere sevkederler.

“Onlar şeytanın hizbi (partisi)dirler.” (Mücâdele: 19)

Askeri, taraftarı ve yardımcısıdırlar. Günah, isyan ve düşmanlık hususunda


birleşmişlerdir.

“İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytanın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 19)

Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişler, dünya saâdetinden ahiret selâmetinden
mahrum kalmışlardır.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“O kendi hizbini (partisini) çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” (Fâtır:
6)

Şeytan güçlü kuvvetli bir düşmandır, insanları cehenneme çağıran simsar ve tellaldır.
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması
yakışmaz. İman sahibi olanlar hiçbir zaman şeytanı dost edinmez, kendi isteğiyle bile bile
onun vesveselerine tâbi olmazlar.

Aşağıların En Aşağısı:

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’i ile Resulullah Aleyhisselâm’ı bir tutmuş,
ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan muhalefet gibi saymıştır.

Buyurur ki:

“Allah’a ve Peygamber’e muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler


arasındadırlar.” (Mücâdele: 20)

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e


saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve
rüsvay edeceğini haber veriyor. Onlardan daha aşağılık kimseyi görmek mümkün
değildir.

22.08.2019
Sayfa 379 / 646

Bu aşağılık ve bedbahtlık hem dünyada hem de ahirettedir, en büyük mahrumluk bunlar


içindir.

İlâhî Ferman:

Allah-u Teâlâ ezelî ilmi ile hükmünü vemiş ve ilâhî fermanını beşeriyete şöyle
duyurmuştur:

“Allah: ‘Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!’ diye yazmıştır.” (Mücâdele:


21)

Kuvvet ve kudret O’nundur, ululuk ve azamet O’nundur, kahır ve galebe O’nundur. Zafer
ve muvaffakiyet er veya geç Hakk tarafında tecellî edecektir. Bu hüküm kesin ve
gerçektir, bunda aslâ şüphe yoktur, çünkü O öyle hükmetmiştir.

“Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir.” (Mücâdele: 21)

O galip olduğu gibi, O’nun yolunda olanlar da daima galip ve muzafferdirler.

İmanın En Bâriz Alâmeti:

Allah-u Teâlâ’ya ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine gerçek mânâda gönül
verenlerin, onlara düşman olanlarla sevgi bağını kurduğunun görülmeyeceği Âyet-i
kerime’de beyan buyurululmaktadır:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya
akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi
beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)

Bu vasıflar gerçek müminlere âittir.

Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a düşmanlık etmek, küfrün ve şirkin en


şiddetlisidir. Küfre ve kâfirlere muhabbet ise iman ile bir arada bulunmaz. Kim Allah’ı ve
O’nun Peygamber’ini severse, onların düşmanlarına düşman olur.

Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde tutulması, her türlü muhabbete
tercih edilmesi gerekir.

Kudsî Ruh ve Rûhâniyet:

Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruhla desteklediği kimseler Âyet-i kerime’de şu şekilde beşeriyete
tanıtılmaktadır:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh
ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)

Kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nur sayesinde hakikati ona bildirmiş
oluyor.

22.08.2019
Sayfa 380 / 646

Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın
desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile
desteklemiştir.

İşi gören Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm’ın
nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti
vardır, Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka kimsede
yoktur.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Biz onu kudsî ruhla destekledik.” (Bakara: 87)

Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram’dan Hassan bin Sâbit
-radiyallahu anh- hakkında:

“Allah’ım! Onu kudsî ruhla destekle!” diye duâ buyurmuştur. (Buhârî)

Kudsî ruhla desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.

O yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı bilir, onlar namına


hareket eder, onlar namına irşad eder.

Bu bilinmeyen bir ilimdir. Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu rûhâniyetle destekler, bu


rûhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır.

Onların ahiretteki mükâfatlarına gelince:

“Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî


kalacaklardır.” (Mücâdele: 22)

Cennetlerdeki sonsuz ulvî hayatı bütün ihtişamı ile yaşamaya başlayacaklar.

“Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Mücâdele: 22)

Çünkü onlara verdiği bu büyük nimet, tasavvurlarının da fevkinde tecellî etmiştir. Allah-u
Teâlâ’nın rızâsı nimetlerin en büyüklerinden birisi ve mertebelerin en yücesidir.

“Ülâike Hizbullah”:

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde kendi dinini, kendi partisini, kendi dosdoğru yolunu ilân
etmiş, kurtuluşun ancak ve ancak burada olduğunu ferman buyurmuştur:

“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın
hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 22)

Onlar sevdikleri her şeyi elde eden, her korkudan yana emniyet içerisinde olan
kimselerdir.

Âyet-i kerime’de geçen “Ülâike Hizbullah” Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah


Aleyhisselâm’ın hizbi yani partisidir. Bu parti 1400 sene evvel kurulmuş olup; Allah

22.08.2019
Sayfa 381 / 646

yolunda olanların, sırat-ı müstakim üzere gidenlerin, ilâhi hükümlere göre hayatını
düzenleyenlerin, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve nehiylerine
gönülden teslim olanların, fîsebîlillâh malı ve canı ile cihad edenlerin, din-i İslâm’a yardım
edenlerin yoludur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜDDESİR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Velid bin Muğire

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde, “Müzzemmil” sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur.

Elli altı Âyet-i kerime, iki yüz elli beş kelime ve bin on harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime’de ilâhî bir iltifat olarak Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’e: “Müddessir!” diye hitap edildiği için, bu kelime bu Sûre-i şerif’e isim
olmaktadır.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle Resulullah Aleyhisselâm’a tebliğ vazifesini büyük bir azimle
yerine getirmesini, müşrikleri uyarmasını ve sabırlı olmasını emrederek başlamaktadır.

Sekizinci Âyet-i kerime’den itibaren üç Âyet-i kerime’de müşrikler tehdit edilmekte,


imansızlıklarının karşılığı olarak kıyamet günü başlarına gelecek büyük tehlike haber
verilmektedir.

Yirmi altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; Velid bin Muğire adlı bedbaht bir kâfirin iman
etmemekle kalmadığı, kavmini de inkârda bırakmak için var gücü ile çalıştığı, bunun için
de cehenneme müstehak olduğu anlatılmaktadır.

Kırk sekizinci Âyet-i kerime’ye kadar; kâfirler için hazırlanmış olan cehennemin, insanı
titretip dehşete düşüren korkunç azaplarından, büyük bir belâ olduğundan, onun sert
bekçilerinden mevzu edilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 382 / 646

Elli üçüncü Âyet-i kerime’ye kadar; kâfirlerin ahiret hayatındaki sefil durumları ve
perişanlıkları güzel bir benzetme ile gözler önüne serilmektedir.

Son olarak da müşriklerin imandan yüz çevirmelerinin sebebi açıklanmakta, Kur’an-ı


kerim’in herkes için bir öğüt olduğu beyan edilmektedir.

Önce Nebi Sonra Resul:

Resulullah Aleyhisselâm’a ilk vahyin gelişinden sonra uzun bir müddet Cebrâil
Aleyhisselâm ikinci bir vahiy getirmedi. Bu devreye “Fetret-i vahy” denir. Bu ara
uzadıkça Resulullah Aleyhisselâm’ın üzüntüsü artmaya başladı. Allah-u Teâlâ’nın vahyini
yeniden müşahede edebilmenin hasretiyle kendisinden öyle geçiyordu ki; bazen Sebir
dağına, bazen de ilk vahyin geldiği Hira dağı tepelerine çıkıp geziyordu. Büyük bir
teessür ve ümitsizlik içinde oralarda ölmeyi istedikçe Cebrâil Aleyhisselâm görünüp:

“Yâ Muhammed! Sen Allah’ın Peygamber’isin!”

Der, üzüntüsünü yatıştırırdı. Aradan biraz zaman geçince tekrar aynı hâl olurdu. Onun bu
hâli, vahiy gelmeden önce Hira mağarası’ndaki hâline benziyordu.

Nihayet beklenen zaman geldi, Fetret-i vahy bitti. Resulullah Aleyhisselâm Bathâ denilen
bir yerde bulunduğu sırada Cebrâil Aleyhisselâm kendisine Allah-u Teâlâ’nın onu
yaratmış olduğu aslî suretinde görünmüştür. Onun altı yüz kanadı vardı ve yaratılışının
büyüklüğü ufku kaplamıştı.

Aslî suretinde ikinci defa görmesi ise gökte, Sidre-i müntehâ’da olmuştur. Resulullah
Aleyhisselâm’dan başka hiçbir peygamber Cebrâil Aleyhisselâm’ı hakiki şeklinde
görmemiştir.

Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm vahiylerin


arasının kesildiği devreden bahsederken şöyle buyurmuşlardı:

“Bir defasında yolda gidiyordum. Birden bire gökyüzünden bir ses işittim. Başımı
kaldırınca ne göreyim! Hira’da bana gelen melek, gök ile yer arasında bir kürsü
üzerinde oturup duruyor. Pek korktum. Eve gidip: ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’
dedim, beni bir örtüye sardılar.

O sırada Allah-u Teâlâ bana şu âyetleri indirdi:

‘Ey bürünüp sarınan! Kalk da (insanları) uyar. Sadece Rabb’ini büyük tanı. Elbiseni
temiz tut. Kötü şeylerden uzak dur!’ (Müddessir: 1-5)

Bundan sonra vahiyler arka arkaya gelmeye başladı.” (Müslim: 161)

Ve bir daha da kesilmeden devam etti.

Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a örtüye bürünmesiyle ilgili sıfat


olan “Müddessir” gibi lâtif bir üslup ile hitap etmesi; incelik, zerafet, sevgi ve şefkate
delâlet etmektedir.

Bu Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’a peygamberlik vazifesini yerine getirmesi


ve halkı uyarması için verilen ilk emirdi.

22.08.2019
Sayfa 383 / 646

Uyarma emrinin arkasından Allah-u Teâlâ’yı yüceltme emrinin gelmesi; O’nu en büyük
tanımadan, O’nu yüceltmeden uyarma vazifesinin yapılamayacağına işaret etmektedir.

Elbisesini temiz tutmakla emrolunmasında; içi temizlemekten, dışı temizlemeye geçiş


vardır. Çünkü içini temizleyen kişi, pisliklerden kaçınır. Din temizlik üzerine kurulmuştur.

Kötü şeylerden uzak durmakla emrolunması, müşriklerin taptıkları şeylerden uzak


durmasına, onlara hiçbir şekilde meyletmemesine işarettir.

Resulullah Aleyhisselâm kırk yaşlarında iken “Oku!” emr-i şerifi nâzil


olduğunda “Nebi” olmuş, henüz başkalarına dini tebliğ ile görevlendirilmemişti.

Bir müddet aradan sonra vahyin yeniden başlamasıyla inen Müddessir sûre-i şerif’inin
Âyet-i kerime’leri ile risalet geldi ve “Resullük” devri başladı. Ümmetine Beşîr ve Nezîr,
müjdeleyici ve korkutucu oldu. Bu yeni dini bütün insanlığa tebliğ etmekle görevlendirildi,
geçmiş şeriatlerin hükümleri yürürlükten kaldırıldı.

Mütebaki Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.” (Müddessir: 6)

Cömert ol, ihsanda bulun, fakat bunları yaparken Rabb’inin rızâsı için yap. Yaptığına
karşılık olarak dünyevî menfaat sağlamaya kalkma.

Senin yaptığın bu vazife çok ulvîdir, fakat: “Ben büyük bir iş yapıyorum!” düşüncesine
sakın kapılma.

“Rabb’in için sabret.” (Müddessir: 7)

Bu vazifeyi yaparken her ne kadar sıkıntılarla karşılaşacaksan da, O’nun hükmü için bu
eziyetlere katlan. Emir ve yasaklarına itaatte sebat et.

Kabirlerden Kalkış:

Kıyamet gününün şiddeti kâfirler ve münâfıklar için olacaktır. Dünyadaki serkeşliklerinin


ve azgınlıklarının cezasını fazlasıyla görecekler, çok büyük zorluklarla karşılaşacaklardır.

Yüzleri kararacak, gözleri göğerecek, herkesin gözü önünde rezil ve rüsvay olacaklar,
kendi dertleriyle başbaşa kalacaklar, başkalarının hallerini sormaya mecalleri
bulunmayacaktır.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Sur’a üfürüldüğü vakit, işte o gün çetin bir gündür. Hele kâfirler için hiç de kolay
olmayan zorlu bir gündür.” (Müddessir: 8-10)

Kur’an-ı kerim’de Kıyamet hadisesinden söz edilirken üfürülecek âlete on kadar


yerde “Sûr” adı verilmekte, burada ise bu alete “Nâkur” denilmektedir. Çok korkunç bir
ses çıkardığı için ona “Nâkur” adı verilmiştir.

O günün şiddetinden; mihnet ve meşakkatinden kalpleri korkuyla dolar. Geçmiş günleri,


kaçırılan fırsatları, değerlendirilemeyen imkânları hatırladıkça içten içe kavrulurlar.

22.08.2019
Sayfa 384 / 646

“Kolay olmayan.” beyanında, o günün müminler için kolay olacağına işaret vardı.

Velid bin Muğire:

İslâm’ın büyük kumandanı Halid bin Velid -radiyallahu anh-in babası Velid bin Muğire,
müşriklerin akıl hocalarından ve ileri gelen söz sahiplerindendi. Bunun içindir
ki, “Biricik” ve “Kureyş’in gülü” diye lâkaplanmıştı. Allah-u Teâlâ ona dünya nimeti olarak
bol mal ve çocuk vermiş, onu rızka boğmuştu. Mekke ve Tâif’te deve sürüleri, kısrakları,
geniş miktarda bağ ve bahçeleri, köle ve câriyeleri bulunuyordu. Tâif’te bir bahçesi vardı
ki yaz-kış meyvesi hiç eksilmezdi. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’nın nimetlerine nankörlük
etti.

Resulullah Aleyhisselâm onun müslüman olmasını çok arzulardı. Bir defasında


Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına geldi, oturup öğütlerini dinledi, kalbinde İslâmiyet’e
karşı bir meyil uyandı, neredeyse müslüman olacaktı. Ne var ki, müşriklerden bir adam
onu azarlayıp: “Atalarının dinini terk mi ediyorsun? Kendi dinine dön, onda sebat
et!” dedi. Velid: “Allah’ın azabından korktuğum için ona uydum.” diyerek kendisini mazur
göstermeye çalıştı.

Velid, İslâm’a karşı her türlü kötülüğü düşünüp tatbik sahasına koymaya çalışırdı. Daha
çok zekâ ve kabiliyetiyle, evlât ve servetiyle övünür: “Ben bir oğlu birim, Araplar içinde bir
benzerim yoktur.” deyip dururdu. Bütün kin ve kıskançlığı ile Resulullah Aleyhisselâm’ın
karşısına çıkar, onun peygamberliğe lâyık olmadığını iddiâ ederdi. Zaman zaman
hırçınlaşıp saldırıya geçmeyi plânlar ve bu yüzden geceleri uykusu kaçardı.

Kureyş’in ileri gelenleri Resulullah Aleyhisselâm’ı susturamayıp, onu susturacak ve


dâvetinin nurunu söndürecek çareleri bulmakta zorluk çekince Velid’e başvurdular.
Çünkü hangi hususta olursa olsun, onun görüşü tercih edilirdi. O da uzun boylu
düşündükten sonra: “O bir sihirbazdır. Baksanıza kişiyi, âilesinden, çocuğundan ve
sevdiklerinden nasıl ayırıyor?” diyerek sihirbaz lâkabını takmalarını, kölelerine ve
çocuklarına ona bu şekilde seslenmelerini emretmelerini tavsiye etti.
Herkes: “Muhammed sihirbazdır.” demeye başladılar. Resulullah Aleyhisselâm bu
duruma çok üzüldü.

Allah-u Teâlâ bu bedbaht ve mağrur kâfirin cezasını yakında bizzat vereceğini beyan
ederek Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini teselli etmiş, kıyamete kadar gelen
inkârcılara ibret olacak olan kıssasını anlatmak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle
buyurmuştur:

“Resul’üm! Tek olarak yarattığım, kendisine bol bol servet ve göz önünde duran
oğullar verdiğim, nimetleri yaydıkça yaydığım o adamla beni başbaşa
bırak!” (Müddessir: 11-14)

Çünkü ben intikam almakta ona yetirim. Onun cezasını bana havale et.

“Üstelik o bunu daha da artırmamı umuyor.” (Müddessir: 15)

Verdiğim nimetlere şükürle karşılık vereceği yerde nankörlükle karşılık veriyor.

“Hayır! Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı alabildiğine inatçı kesildi.” (Müddessir: 16)

Muhalefet ederek karşı çıktı, Allah’ın âyetlerini inkâr ederek nönkörlük etti.

22.08.2019
Sayfa 385 / 646

“Ben onu dik bir yokuşa süreceğim.” (Müddessir: 17)

Onu çıkılması zor bir yokuşa sürdüreceğim, güç yetirilemeyen zor bir azaba
çarptıracağım.

Allah-u Teâlâ zorba kâfirin inadının mahiyetini açıklamak üzere şöyle buyurur:

“Çünkü o düşündü taşındı, ölçüp biçti.” (Müddessir: 18)

Allah’ın âyetlerini küçüksemek ve iptal etmek için ne söyleyeceğini düşündü, kendi


kendine lâflar hazırladı.

“Kahrolası! Nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası! Nasıl da ölçtü biçti!” (Müddessir: 19-
20)

Allah onu rezil etsin! Hakikate karşı çıkmaya ne kadar da hırslı!

“Sonra baktı.” (Müddessir: 21)

Etrafındakilere bir bakındı. Onları memnun edecek, kendisine bağlayacak bir isnatta
bulunmak istedi.

“Sonra suratını astı, kaşlarını çattı.” (Müddessir: 22)

Söylediklerinden sıkılarak kaşlarının adaleleri kasıldı, yüzünü ekşitti. Hakikat, karşısında


güneş gibi parlıyordu. Kendi sözlerine kendisi kanmıyordu ki, başkası kansın.

“Sonra da arkasını döndü ve büyüklük tasladı.” (Müddessir: 23)

Bulunduğu mevkiden dolayı kibirlendi. İmana arkasını, küfre yüzünü döndürdü. Hakk ve
hakikati kabul etmeyi bir türlü kibrine yediremedi.

Her şeyi bilen bir kişi edâsıyla:

“Dedi ki: Bu, sadece nakledilen bir sihirdir.” (Müddessir: 24)

Bu sözleri sihirbazlardan naklediyor, insanları bunlarla etkileyip kandırıyor.

“Bu, insan sözünden başka bir şey değildir.” (Müddessir: 25)

Hiçbir zaman Allah kelâmı olamaz.

İşte inatçı kâfirlerin Kur’an-ı kerim ve Peygamber hakkında söyledikleri nihayet budur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde cehennemin “Sakar” ismindeki tabakasının çok


şiddetli olduğunu ve inatçı kâfirleri o tabakaya atacağını beyan buyuruyor:

“Onu Sakar’a sokacağım!

Sakar’ın ne olduğunu sen bilir misin?” (Müddessir: 26-27)

“Sakar”ın anlatmak istediği şeyi aklınla kavrayaman mümkün değildir.

“Sakar” Kur’an-ı kerim’de dört Âyet-i kerime’de cehennem kelimesi yerine


kullanılmıştır. “Yaktığı şeyi tüketircesine tahrip etmekle birlikte, sönmeyip yakmaya
devam eden ve insanın derilerini kavuran.” mânâsına gelir.

22.08.2019
Sayfa 386 / 646

“O Sakar (insan vücudundan geriye bir şey) ne bırakır, ne de (eski hâline getirip
tekrar azap etmekten) vazgeçer.” (Müddessir: 28)

Yakıp durduğu kimseleri artık terk de etmez. Mukadder olan azabı görmeleri için
yakalarını tutar, mutlaka yakar.

“Durmadan deriler kavurur.” (Müddessir: 29)

Yanan etlerin, damarların, sinirlerin, derilerin yerine yenisi yaratılır. Yeniden


yaratıldığında öncekinden daha şiddetli bir şekilde tekrar yakılır. Tekrar aynı azabı
görürler.

Yanan vücutlardan çıkan kokular o derece tahammül edilemez bir hâl alır ki, birbirlerini
karşılıklı olarak lânetlerler.

Ebediyen bu böyle devam eder.

Lânetli Velid’in ayağında basit bir yara çıktı, tedavisi mümkün olmayacak şekilde
müzminleşti. Yıllarca acısını çekip başka şeylerle ilgilenemedi. Hicretten üç ay sonra da
bu yaradan ölerek, kıyamete kadar gelecek olan o tıynettekilere bir ibret numunesi oldu.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜDDESİR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


En Büyük Belâ Nedir?

Cehennem Bekçileri:

Cehennemin üzerinde sevk ve idarecilikle görevli melekler hakkında Allah-u Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:

“Üzerinde on dokuz (muhafız melek) vardır.” (Müddessir: 30)

Bunlar zebânilerin öncüleri ve korucularıdırlar. Bunlara “Hazene-i cehennem” de


denilmektedir. Cehenneme nezaret ederler, cehennemi beklemekle vazifelidirler.

Bu Âyet-i kerime nâzil olduğu zaman Ebu Cehil maskaralığa kalkmış ve


Kureyşliler’e: “Hay analarınız ağlasın! İçinizden on kişi bir araya gelip de onlardan birinin
üstesinden gelemeyecek kadar âciz mi?” demişti. İçlerinden güçlü kuvvetli bir adam ileri
atıldı ve: “Ben on yedisini tek başıma hallederim, geriye kalan ikisini de artık siz
hallediverin!” diyerek Ebu Cehil’in maskaralığına ortak oldu.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime’leri indirdi:

22.08.2019
Sayfa 387 / 646

“Biz cehennemin bekçilerini hep meleklerden yaptık.” (Müddessir: 31)

Çünkü onlar yaratıkların en güçlüleri, işkence açısından da en şiddetlileridirler.

Ağızlarından ateş yalımları çıkar. Gözleri çakan şimşek gibi, dişleri demir gibidir.
Herbirinin iki omuz arası, bir yıllık yürüme mesafesi kadardır. Onlardan şefkat ve
merhamet duygusu kaldırılmıştır. Herbiri yetmiş bin kişiyi avucuna alır ve cehennemde
istediği yere fırlatır.

“Onların sayılarını da inkârcılar için sadece bir fitne kıldık.” (Müddessir: 31)

Kâfirler bu sayıdaki hikmeti anlayamazlar. Bu sayıyı az görerek alay ederler. Bu kadarcık


meleğin çok büyük yığınların işlerini üstlenmelerini yadırgarlar.

“Ki, ehl-i kitap kesin bilgi edinsin.” (Müddessir: 31)

Çünkü onların kitaplarında o meleklerin on dokuz olduğu bildirilmişti.

“İman edenlerin de imanı artsın.” (Müddessir: 31)

Ehl-i kitabın hak ve hakikati teslim ve tasdik ettiklerini görünce imanları güçlensin.
İmanlarına iman eklensin.

“Hem kendilerine kitap verilenler, hem de müminler şüpheye


düşmesinler.” (Müddessir: 31)

Bu husustaki inançları son derece yakîn mertebesinde bulunsun.

“Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler: ‘Bu misalle Allah neyi kastetmiştir?’


desinler.” (Müddessir: 31)

Aslında maksatları tamamen inkâr etmektir. Bu şekilde düşünüp konuşmaları büyük bir
fitnedir.

“İşte Allah dilediğini böyle şaşırtır, dilediğini doğru yola eriştirir.” (Müddessir: 31)

Nitekim Hakk’ı kabul edenler, hakikate uyanlar böyle bir hidayete erişmişler, uymayanlar
ise sapıklıkta kalmışlardır.

“Rabb’inin ordularını ancak kendisi bilir.” (Müddessir: 31)

İşte o muammanın asıl sırrı ve faydası o hakikate kayıtsız şartsız bir imanla iman etmeyi
sağlamaktır.

“Bu ise, insanlık için ancak bir öğüttür.” (Müddessir: 31)

Aklını güzelce kullanan insan bu gibi ilâhî beyanlardan büyük bir intibah dersi alır, yoluna
koyulur.

Allah-u Teâlâ bunu hafife alanları redderek, bu korkutmayı desteklemek maksadıyla


Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

“Hayır! Aya andolsun ki!“ (Müddessir: 32)

22.08.2019
Sayfa 388 / 646

Ay geceleri yeryüzünü aydınlatmakta, Yaratıcı’nın kudret ve azametini gözler önüne


sermektedir.

“Dönüp gitmekte olan geceye andolsun ki!“ (Müddessir: 33)

Gece olunca bütün mahlûkatın sükuna ermesi, sessizliğe bürünmesi, görebilenler için
büyük bir mucizedir.

“Ağarmakta olan sabaha andolsun ki!“ (Müddessir: 34)

Her gün tekrarlanan bu mucizeyi insanlardan kaç kişi görebiliyor?

“O (Sakar) en büyük belâlardan biridir.” (Müddessir: 35)

Nasıl ki ay olsun, gece olsun, gündüz olsun, Yaratıcı’nın büyüklüğünün birer işaretleri ise;
benzeri bulunmayan büyük musibetlerden olan cehennem de, O’nun azametini gösteren
delillerden birisidir.

“İnsanlık için bir uyarıcıdır.” (Müddessir: 36)

Artık beşeriyet, o pek müthiş ceza sahasını düşünerek titremeli, imana yönelmeli, güzel
amellere sahip bulunmalıdır.

“İçinizden ileri gitmek ve geri kalmak isteyen kimseler için.” (Müddessir: 37)

Uyarıları kabul etmek ve hakkı bulmak, yahut uyarıları reddetmek isteyen kimseler için bir
uyarıcıdır.

İnsanın Rehin Oluşu:

Allah-u Teâlâ insanları imtihan sahnesi olan bu dünyaya göndermiş, hayırlı olan ve
olmayan işleri yapmalarında onları serbest bırakmıştır. Şu kadar var ki herkes kendine
karşı yaptıklarından sorumludur.

“Herkes kazandığına karşılık bir rehindir.” (Müddessir: 38)

Ahirette herkes kendi kazancına göre karşılık görür. Borca bağlı rehin gibi, günahkâr olan
kimse de günahına bağlı kalır. Bir borçlu borcunu ödeyerek verdiği rehini kurtaracağı gibi,
Allah-u Teâlâ’ya olan borçlarını ödeyip O’nun hoşnutluğunu kazananlar da o sayede
bağlarını çözmüş, kendilerini azabın pençesinden kurtarmış, cennet ve Cemâlullah’a
kavuşmuş olurlar. Şerli işler yapanlar rehine olarak kalmakta devam ederler.
Üzerlerindeki borçları ve cezaları ödemedikçe bırakılmazlar. Gadabını kazananlar ise
rehine olmakta devam eder. Cezasını da tam olarak çeker.

“Ancak defterleri sağdan verilenler böyle değildir.” (Müddessir: 39)

Amel defteri sağ eline verilenler artık rehin değildirler. İmanları ve Rabb’lerine itaatları
sayesinde bağları çözülür ve azaptan kurtulurlar.

“Onlar cennetlerdedirler.” (Müddessir: 40)

Müminlerden herbiri o cennetlerden birisine girme mutluluğuna ermiş olur.

22.08.2019
Sayfa 389 / 646

Acıklı İtiraf:

Defterleri sağlarından verilen ve cennete girmeye hak kazanan bahtiyar müminler:

“Suçlulardan (uzaktan uzağa) sorarlar:” (Müddessir: 40-41)

Müminlerin bu sorusu cehennem sakinlerini kınamak ve azaplarına azap katmak içindir.

“Sizi Sakar’a (alevli cehenneme) sokan nedir?” (Müddessir: 42)

Onlar da şöyle cevap verirler:

“Biz namazımızı kılmıyorduk, yoksulu doyurmuyorduk, bâtıla dalanlarla birlikte biz


de dalıyorduk, ceza gününü yalanlıyorduk. Ölüm bize bu haldeyken gelip
çattı.” (Müddessir: 43-44-45-46-47)

Namazı kılmamanın ve zekâtı vermemenin, bâtıla dalanların peşine takılıp bâtılı irtikap
etmenin, kıyameti yalanlamanın cehenneme düşmeye sebep olacağı buradan anlaşılmış
oluyor.

Bu gibi kimseler fakire yemek vermez, karnını doyurmak çaresini aramazlardı. Yani
Allah-u Teâlâ’nın emrini tanımaz, kullarına acımazlardı. Fakat ahiret âlemine geçince ne
kadar yanlış düşüncelerde ve yollarda bulunmuş olduklarını anlayacaklar.

Namazı ve zekâtı terketmenin, Allah-u Teâlâ’nın emrini tanımayıp kullarına acımamanın,


bâtıla dalanların peşine takılıp bâtıl olup çıkmanın acı neticesini böylece itiraf etmiş
olacaklar. Fakat ne çare!

“Şefaat edeceklerin şefaati onlara bir fayda vermez.” (Müddessir: 48)

Zira onlar imansız gitmişlerdir. Şefaat ancak şefaate ehil olanlara fayda sağlar. İnkâr ile
gitmiş olanlara o gün hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermez.

“Öyleyken bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar? Sanki onlar aslandan


ürküp kaçan yabânî merkepler gibidirler.” (Müddessir: 49-50-51)

İşte Allah-u Teâlâ’nın âyetleri ile verilen öğütlerden kaçan, onu dinlemek istemeyen bu
vurdumduymazlar öyle kaçmaktadırlar. Onların merkeplere benzetilmesi aynı zamanda
aptallıklarına işarettir.

“Hayır! Onlardan her biri, önüne açılıvermiş sahifeler verilmesini


istiyor.” (Müddessir: 52)

Onlar kibirlerinden dolayı bu uyarı ile yetinmezler, kendilerine kitap indirilmesini isterler.

“Hayır! Aslında onlar ahiretten korkmuyorlar.” (Müddessir: 53)

Kalpleri kararmış, gözleri kör, kulakları sağır kesilmiştir.

“Hayır! Şüphesiz ki o bir öğüttür.” (Müddessir: 54)

Kendi iyiliklerini istedikleri takdirde, öğüt almaları için yeterlidir.

22.08.2019
Sayfa 390 / 646

“Dileyen ondan öğüt alır.” (Müddessir: 55)

O öğüt sebebiyle dünya saâdetine ahiret selâmetine erer.

“Bununla beraber Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar.” (Müddessir: 56)

Binaenaleyh hiçbir insan kendi varlığına güvenip durmamalı, Allah-u Teâlâ’ya sığınarak
muvaffakiyete erişmesi için niyazda bulunmalıdır.

O, kendisinden korkulmaya daha lâyıktır, mağfiret sahibi de O’dur.” (Müddessir: 56)

Onun için her hikmetin başı Allah korkusudur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜMTEHİNE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Allah ve İslâm Düşmanlarını Sırdaş ve Dost Edinenler!

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Ahzâb sûre-i şerif’inden sonra Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i
celîle; on üç Âyet-i kerime, üç yüz kırk sekiz kelime, bin beş yüz on harften teşekkül
etmiştir.

Kadınların imtihan edilmeleri ile ilgili hüküm dolayısıyle bu Sûre-i şerif’e: “İmtihan olunan
kadın” mânâsına gelen “Mümtehine” adı verilmiştir, fıkhî hükümler mevcuttur. “Mevedded
sûresi” denildiği de rivâyet olunmuştur.

Nüzûl Sebebi:

Resulullah Aleyhisselâm Mekke’nin fethi için hazırlıklara başladığında bir sabah


namazından sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i yanına çağırdı, onun reyini
sordu. Sonra Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in reyini aldı ve hemen hazırlıklara başladı.
Bütün hazırlıklar gayet gizli idi. Mekke’nin bütün yolları bağlanmış, bu vazife Huzâa
kabilesi’ne bırakılmıştı.

Resulullah Aleyhisselâm kendini Necid tarafında meşgul göstermek, dikkatleri başka


tarafa çekmek için Ramazan ayının başında Ebu Katâde -radiyallahu anh-i askeri bir
birlik ile Suriye yolu üzerindeki Îdâm vâdisi taraflarına gönderdi.

22.08.2019
Sayfa 391 / 646

Hedef resmen ilân edilmemekle birlikte Medine’de topyekün sefer hazırlığı görünümünde
fetih hazırlığı sürdürülmekteydi. Harp malzemeleri temin ediliyor, develere denkler
yükleniyor, atlar eğerleniyordu.

Bu kadar gizliliğin yanında Ashâb-ı kiram’dan Hâtıb bin Ebî Belteâ -radiyallahu anh-
durumdan Kureyş’i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak bir kadınla gizlice
Mekke’ye göndermişti. Resulullah Aleyhisselâm ilâhî vahiy ile bunu öğrendi. Hazret-i Ali
-radiyallahu anh- iki arkadaşını derhal kadının arkasından gönderdi. Kadına yetişip: “Şu
mektubu çıkarsana!” dediler. Kadın önce itiraz etti. Fakat: “Mektubu çıkar, yoksa elbiseni
soyup arayacağız!” deyince, kurtuluş çaresi kalmadığını anladı ve saçlarının örgüsü
arasından mektubu çıkarıp verdi.

Mektupta şöyle yazıyordu:

“Ey Kureyş! Resulullah size karşı büyük bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç
olan bu ordu, sel gibi akacaktır.

Allah’a yemin ederim ki, Resulullah üzerinize yalnız başına da gelse, Allah onu size galib
kılacak ve vaadini yerine getirecektir.

Bir an evvel başınızın çaresine bakın!”

Herkes şaşırıp kaldı. Çünkü Hâtıb -radiyallahu anh- gibi bir zâttan hiç kimse böyle bir şey
beklemiyordu.

Resulullah Aleyhisselâm bir heyet önünde Hâtıb -radiyallahu anh-i sorguya çekti.

“Ey Hâtıb! Bu ne iş, niçin bunu yaptın?” diye sordu.

Hâtıb -radiyallahu anh- kendisini şöyle müdafaa etti:

“Yâ Resulellah! Hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş’e antlaşarak bağlı
bir kimseyim. Fakat hiç bir zaman onlardan olmadım. Yanımızdaki muhâcir kardeşlerimin,
Mekke’de âilesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benim ise böyle bir himayecim
yok. Kureyş’in ileri gelenlerini bir minnet altında bırakarak âilemi korumak istemiştim.

Ben bu işi dinimden dönmek için yapmadım. Müslüman olduktan sonra katiyyen küfre
râzı olmam.”

Resulullah Aleyhisselâm: “Hâtıb kendisini yaman müdafaa etti.” buyurdu. Daha sonra
Ashâb’ına dönerek:

“O size doğru söyledi. Bunun hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz!” dedi.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ise dayanamayıp:

“Yâ Resulellah! Bırak da şu münâfığın boynunu vurayım!” diyerek çıkışınca:

“Yâ Ömer! Hâtıb Bedir savaşı’nda bulunmuş bir kişidir. Ne bilirsin, belki de Allah-u
Teâlâ Bedir mücahidlerine: ‘Bundan böyle istediğinizi yapın, ben sizi bağışladım.’
demiş olabilir.” buyurdu.

Bunun üzerine ilgili Âyet-i kerime’ler nâzil oldu.

22.08.2019
Sayfa 392 / 646

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle’de; imanın en sağlam kulpu olan “Allah için sevme ve Allah için
buğz” fikrini gönüllere yerleştirme gayesi vardır.

İlk Âyet-i kerime’ler Ashâb-ı kiram’dan Hâtıb bin Ebî Belteâ -radiyallahu anh-ı kınamak
için indirilmiştir. Yapılan bu yanlışlık hakkında Allah-u Teâlâ müminleri uyarmış; durum ve
şartlar ne olursa olsun müminlerin İslâm düşmanlarını aslâ dost ve sırdaş edinmemelerini
emir buyurmuş ve bunun sebeplerini açıklamıştır. İman ve küfür mücadelesi kıyamete
kadar devam edecek, bu hükümler müslümanlara ışık tutacaktır.

Allah-u Teâlâ, Allah düşmanlarına dost olmanın hükmünü açıklamış; İbrahim


Aleyhisselâm’ın ve onunla beraber olanların kıssasını misal olarak vermiş, müminlerin
onlardan uzak olduklarını bu şekilde beşeriyete duyurmuştur.

Allah düşmanlarını dost edinmemekle birlikte; İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık tavrı


içinde olmayan ve müslümanlara eziyet etmeyen kâfirlere bir iyilik yapmakta bir mahzur
bulunmadığı, Allah-u Teâlâ’nın adaletli olanları sevdiği belirtilmiştir.

Yine aynı Sûre-i şerif’te müminlere eziyet edip, onlarla savaşanların hükmünden mevzu
edilmiş, onlarla dost edinmeyi yasakladığı açıklanmıştır.

On ve on birinci Âyet-i kerime’lerde müslüman bir kadına, müşrik bir erkeğin haram
olduğu; müslüman bir erkeğe de müşrik bir kadını nikâhında bulundurmasının haram
olduğu bir hüküm olarak beyan edilmektedir.

On ikinci Âyet-i kerime’de iman eden kadınların İslâm yurdunda Resulullah


Aleyhisselâm’a biat etmelerinin hükmü ve biatın şartları mevzu edilmektedir.

Son olarak da müminlerin , Allah’ın gadap ettiği bir topluluğu dost edinmemeleri çok
mühim olduğu için bir tekrar olarak emredilmektedir.

Allah ve İslâm Düşmanlarını Sırdaş ve Dost Edinenler:

Allah-u Teâlâ Hâtıb -radiyallahu anh-in bu tutum ve davranışı sebebiyle indirdiği Âyet-i
kerime’sinde onu ve müminleri şöyle uyarmıştır:

“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost


edinmeyin.” (Mümtehine: 1)

Çünkü imanın alâmetlerinden birisi de, Allah düşmanlarına karşı dostluk ve sevgi
göstermek değil, onlardan nefret etmektir.

Kendilerine düşmanlık yapılmak ve onlarla savaşmak meşru kılınmıştır.

“Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi


gösteriyorsunuz.” (Mümtehine: 1)

Onlar Allah-u Teâlâ’yı da, O’nun peygamberini de ve o Peygamber’e indirilen kitabı da


inkâr ederek küfür içinde yaşamaktadırlar.

Onlar size karşı en çetin düşmanlığı yaptıkları halde onlara sevgi ve muhabbet gösteriyor
ve dost oluyorsunuz.

22.08.2019
Sayfa 393 / 646

“Oysa onlar Rabb’iniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i ve sizi


yurdunuzdan çıkarıyorlar.” (Mümtehine: 1)

Onlar küfürleriyle ne Allah-u Teâlâ’nın ne de kullarının haklarını tanımıyor, onlardan


tiksindiklerinden dolayı aralarından çıkarıyorlardı. Böylece inananları Mekke’den
Medine’ye hicret etmeye mecbur ettiler.

“Eğer sizler benim yolumda savaşmak ve hoşnudluğumu kazanmak için


çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?” (Mümtehine: 1)

Şayet sizler benim sizden râzı olmamın yollarını arayarak, benim yolumda cihad eden
kimseler olarak çıktı iseniz, onları asla dost edinmeyiniz. Üstelik onlar sizleri, size olan kin
ve nefretlerinden, dininize karşı olan öfkeden dolayı yurtlarınızdan çıkartmış,
mallarınızdan mülklerinizden etmişlerdi.

“Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim.” (Mümtehine: 1)

Ben gizlilikleri, kalplerde olanları, açığa çıkarılanları bildiğim halde, sizin gizlediklerinize
Resul’ümü muttali kıldığım halde sizler böyle mi yapıyorsunuz?

“İçinizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.” (Mümtehine: 1)

İnanmış olarak Allah yolunda giderken, şeytan yoluna sapmış, böylece cezayı hak etmiş
ve kendisini felâkete atmış olur.

Bundan sonra Allah-u Teâlâ müslümanlara karşı kâfirlerin kalplerinde bulunan şiddetli
düşmanlığı onlara haber vermek üzere şöyle buyurdu:

“Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilirler.” (Mümtehine: 2)

Size karşı üstünlük sağlarlar da sizi hakimiyetleri altına alırlarsa, sizin onlara yaptığınız
gibi dostluk etmezler, katıksız bir şekilde size düşmanca davranırlar. Kalplerinde size
karşı olan o şiddetli düşmanlığı açığa vururlar.

“Size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar.” (Mümtehine: 2)

Esir almak, işkence yapmak ve öldürmek suretiyle size elleriyle; sövmek saymak, hakaret
etmek suretiyle de dilleriyle kötülükler yaparlar. Size eziyet verecek hiç bir işi yapmaktan
geri kalmazlar.

“Zaten kâfir olmanızı istemektedirler.” (Mümtehine: 2)

Düşman için en önemli şey, düşmanının en değerli olan şeyine saldırmaktır.

Ebedî hayatın anahtarı olan iman nimetini kaybetmek kadar büyük musibet tasavvur
edilemez. Kâfirlere mahkum olanların ise, eninde sonunda musibete düşme tehlikesi her
zaman için mevcuttur.

Durum böyle olduğuna göre bu gibi kimselere sevgi ve dostluk göstermek büyük bir
hatadır.

Hâtıb -radiyallahu anh-in dediği gibi, içlerinde bulunan bazı akraba ve çocukları sebebiyle
o düşmanlara sır verenlere gelince, bu husus şöyle ifade edilmektedir:

22.08.2019
Sayfa 394 / 646

“Kıyamet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler.” (Mümtehine: 3)

Onları korumak kastı ile düşmanlarına yakınlaştığınız akrabalarınızın ve çocuklarınızın


size faydası olmayacaktır. Onlar sizi yaptığınız günahın cezasından kurtaramazlar.

“O gün Allah onlarla aranızı ayırır.” (Mümtehine: 3)

Orada birbirinizden uzak düşmüş olacaksınız. Müminin mercii cennet, kâfirin mercii
cehennem olur.

“Allah yaptıklarınızı görendir.” (Mümtehine: 3)

Ona göre mükâfat veya ceza verir, yoksa akrabalarınıza veya çocuklarınıza göre değil.

Artık bunu düşünerek kâfirlere temayülden, dostluk ve hoşgörüden ictinâb ediniz.

Gelecek Nesillere İbret:

Müslümanların ilk atası, Hanif dini’nin ilk sahibi olan İbrahim Aleyhisselâm; yalnız inançta
değil, hayatlarının her safhasında müminler için bir numune-i imtisaldir.

İbrahim Aleyhisselâm’ın Kur’an-ı kerim’de geçen kıssanın mühim safhaları inananlara


ilham kaynağı olmakta ve birçok müşkülleri halletmektedir.

Allah-u Teâlâ müminlere hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir misal
vardır.” (Mümtehine: 4)

Onun güzel kıssası, kıyamete kadar her devirde yaşayan mümin ve muvahhidler için bir
ışıktır. Şirk ve küfürden uzak kalmak için sevgi ve düşmanlığın sırf Allah için olmasının
gerektiğine dair canlı bir misal verilmektedir.

Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın ve beraberinde


bulunanların, müşrik olan kavimlerinden uzaklaşarak bütün ilişkilerini kestiklerini haber
veriyor:

“Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi:

Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz de
bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve
öfke belirmiştir.” (Mümtehine: 4)

Kâfirlere karşı düşmanlıklarını açıktan ve yüksek sesle ilân etmişler; yalnız ve yalnız
Allah’a iman etmedikçe, O’na kulluk edip şirkten uzaklaşmadıkça, taptıkları putları ve
heykelleri reddetmedikçe aralarında sönmeyecek bir öfke ateşi belireceğini, her türlü
dostluk ve yakınlık ilişkilerinin kesileceğini kesin olarak ortaya koydular.

İbrahim Aleyhisselâm’ın ve onunla beraber olanların Âyet-i kerime’de beyan olunan


duâları kıyamete kadar darda kalacak müminlerin de duâsıdır.

“Ey Rabb’imiz! Sana dayandık, sana yöneldik, dönüş sanadır.” (Mümtehine: 4)

22.08.2019
Sayfa 395 / 646

Her işimizde sana itimat ederek senden başarı dileklerinde bulunduk, sana yönelip
günahlarımızdan tevbe ettik. Ahiret âleminde dönüp varacağımız yer senin âlî huzurun
olacaktır.

“Ey Rabb’imiz! Bizi inkâr edenlerle imtihan etme!” (Mümtehine: 5)

İslâm düşmanlarını üzerimize musallat etme. Dinimizi ve ırzımızı ayaklar altına


almalarına fırsat verme.

Bizi ellerine düşürüp sıkıntı ve azaba mâruz bırakma.

“Bizi bağışla.” (Mümtehine: 5)

Bilerek ve bilmeyerek işlediğimiz günahlarımızı af ediver, başkalarına gösterme.

“Ey Rabb’imiz! Yegâne gâlip, hüküm ve hikmet sahibi ancak sensin!” (Mümtehine:
5)

Sana sığınan küçük düşmez, senden yardım dileyen mahrum kalmaz. Her hükmün
yerindedir, her hikmetin güzeldir.

Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın ve onunla beraber olanların kimler için numune-i
imtisal ve ibret olduklarını teşvik için tekrar Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:

“Andolsun ki sizlerden Allah’ı ve ahiret gününü umanlar için onlarda güzel bir
örnek vardır.” (Mümtehine: 6)

İbrahim Aleyhisselâm ve onunla birlikte küfre bayrak açan müminler kıyamete kadar
hayırla anılacaklar, Allah’a ve ahiret gününe inanan müminler onların güzel hatıralarından
ibret alacaklardır.

“Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah ganidir, övgüye lâyık olan yalnız
O’dur.” (Mümtehine: 6)

Çünkü Allah-u Teâlâ’dan ve kıyamet gününün azabından korkmayan bir kimse onlara
uymadığı için gereken faydayı da elde edemez.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜMTEHİNE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Nifakı Bırakmaları İçin Münâfıklara Öğüt Vermek

22.08.2019
Sayfa 396 / 646

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz münâfıkların çevirdikleri bütün


entrikaların farkında idi. Fakat bütün bunlara rağmen, rahmet peygamberi oluşu
sebebiyle, hâl ve hareketlerine çeki düzen vermeleri için onlara her fırsatta nasihatte
bulunuyordu.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben
şöyle buyurur:

“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerindekini bilir. Sen onlara aldırma. Onlara
öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle!” (Nisâ: 63)

Gerçekleri en etkileyici bir üslûp ile ulaştırmaya çalış, tâ ki gafletten uyansınlar, azab-ı
ilâhî’den korksunlar, şikak ve nifaktan, fitne ve fesattan vazgeçsinler, dünya saâdetine
ahiret selâmetine kavuşsunlar.

Allah-u Teâlâ münâfıkları tevbeye dâvet ediyor, içinde bulundukları bataktan kurtarmak
istiyor.

Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde kâfirlere düşmanlık beslemeyi ve onlarla


ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmayı şiddetle emrettikten sonra şöyle buyurmaktadır:

“Umulur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasına bir sevgi koyar.” (Mümtehine: 7)

Aranızda dostluğun meydana gelişi, onları iman etmeye muvaffak kılmasıyla ve dinde
size uymaları sûretiyle olur.

Nitekim Mekke fethedilince, yirmi senedir düşmanlığın her türlüsünü yapmaya çalışanlar
bile hayretler içinde seve seve İslâm’a girmek için can atmışlar, Ashâb-ı kiram ile
aralarında büyük bir muhabbet ve tesanüt tecellî etmiştir.

“Allah kâdirdir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine: 7)

Rızâ-i Bâri’si uğrunda çekilen zahmetleri boşa çıkarmaz.

Allah-u Teâlâ’nın rahmet ve mağfiret kapısı her zaman için açıktır. Günahlarından
pişmanlık duyan, inkârından ve kötülüklerden vazgeçen ve yaptıklarından tevbe etmek
isteyen kim olursa olsun Allah-u Teâlâ bu kapıyı açık bırakmaktadır.

Zimmîler:

İslâm ülkesinde oturan ve İslâm hükümetinin vatandaşlığını kabul eden gayr-i müslimlere
“Ehl-i zimmet” adı verilir. Zimmet altına giren erkeğe Zimmî, kadına ise Zimmiye denir.
Zimmet anlaşması yapmakla bunlar müslümanların zimmetine girmiş, birtakım haklara
sahip olmuş olurlar. Zimmet akdinin hükmü kısaca; malın, canın ve namusun
korunmasından ibarettir.

Zimmet, devamlı bir eman olduğu için, bunu kabul eden bir gayr-i müslim, aksine hareket
etmedikçe, devamlı olarak müslümanların ahid ve emanında bulunur.

22.08.2019
Sayfa 397 / 646

Zimmet ehlinden birini öldüren şahıs, müslüman öldüren şahsa tatbik edilen cezaya
çarptırılır.

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kendileri ile andlaşma yapılmış olan bir zimmîyi öldüren bir kişi, kokusu kırk yıllık
mesafeden duyulan cennetin kokusunu duyamayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:
1309)

Bu hususta başka birçok Hadis-i şerif’ler de mevcuttur.

Bunların inanç hürriyetleri ve dini vecibeleri yerine getirebilmeleri tam mânâsıyla korunma
ve garanti altındadır. Öyle ki ibadethanelerine karışılmaz, ancak yeni ibadethâne
yapmalarına müsaade edilmez. Bu da İslâm’ın dinde zor kullanmayı kabul etmeyişinin bir
ifadesidir. Bir zimmî kendisine baskı yapılmaksızın İslâmiyet’i kabul ederse, bu takdirde
müslümanların hukukuna tabî olur.

Zimmîler ahidlerini bozarlarsa kendilerine harbî muamelesi yapılır ve harbedilir.

Allah-u Teâlâ, kâfirlerden kendilerine iyilik yapılması ve haklarında adaletin gözetilmesi


câiz olanları bahis mevzuu etmekte ve durumu sınırlandırarak şöyle buyurmaktadır:

“Allah din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere


iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasak kılmaz.” (Mümtehine: 8)

Bu Âyet-i kerime zimmîleri içine almaktadır. Mânâsı: “Hangi milletten ve dinden


olurlarsa olsunlar, size dininiz hakkında sataşmayanlara iyilik ve adaletle muâmele
etmekten nehyedilmiş değilsiniz.” demektir.

Çünkü o artık sana sığınmış, senin zimmetin altına girmiş, kendi dinini yaşıyor, bırak
yaşasın.

Müslüman olmayanlara zekât vermek câiz değildir. Fakat onlara sadaka vererek
yardımda bulunulmasında mahzur yoktur, insana bir sorumluluk yüklemez.

“Şüphesiz ki Allah adaletli olanları sever.” (Mümtehine: 8)

İnsanların hayır olarak verdiklerinin menfaati kendilerine âittir. Karşılığında sevaba nâil
olacaklardır.

“Allah sizi, ancak din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve


çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar.” (Mümtehine: 9)

Çünkü onlar zâhiren de bâtınen de düşmandırlar. Onlara gösterilecek bir dostluk, kişinin
onlardan olduğunun apaçık alâmetidir.

“Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mümtehine: 9)

Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz edenler ve neticede


kendilerine zulmetmiş olanlardır.

Fatih Sultan Mehmed Hazretleri; müslümanların himayesine sığınmış oldukları için


İslâm’ın kâfire verdiği ruhsatı kabul etmiş, bu ruhsat dairesinde zimmîlere geniş haklar
vermişti.

22.08.2019
Sayfa 398 / 646

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara: 256)

Bu delil gereğince, İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hiçbir kimse İslâm dinine
girmek için zorlanılmaz. Herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir.

Amma görülüyor ki günümüzde bazı münâfıklar iman ile küfrü ayıramamışlar; Allah-u
Teâlâ’nın açık ve kesin emirleri olduğu küfrü hoş görmüşler ve onlarla dostluk
kurmuşlardır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:

“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve
kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)

Allah-u Teâlâ müminlere izzet, kâfir ve münâfıklara zillet verdiğini buyuruyor. Fatih Sultan
Mehmed Hazretleri İslâm’ın azametini, şecaât ve şevketini küffara göstermek için ve
Allah için fütûhat yaptı. Bunlar ise kâfire peşkeş çektiler, onlarla kucak kucağa girdiler.

İslâm’ın zimmîlere olan bu şekildeki müsamahası ile onları dost edinmek tamamen ayrı
şeylerdir. Bunlar ise Allah-u Teâlâ’nın ehl-i kitap hakkındaki Kur’an-ı kerim’inde koymuş
olduğu esaslardan habersiz; Allah’tan, Resul’ünden ve müslümanlardan başka hiç
kimseye gösterilmemesi gereken dostluğu onlara gösterdiler. İslâm dâvetinin özünde
olan müsamaha çağrısını, Kur’an-ı kerim’in ısrarla sakındırmaya çalıştığı dostluk
mânâsına geldiğini zannettiler.

Zimmîlere güzel muâmele ve nikâhın cevazı, onlarla dostluk kurma mânâsına gelmez.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilâfeti yıllarında Basra vâlisi Ebu Musa el-Eş’arî
-radiyallahu anh- bazı mühim hususları görüşmek üzere Medine-i münevvere’ye gelmişti.
Bir ara kayıtların nasıl tutulduğu, işlerin nasıl düzenlendiği mevzu edilirken dedi ki:

“Yâ Emirel-müminin! Hıristiyan bir kâtibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir
biçimde tutuyor.”

O anda halifenin rengi birden değişiverdi. Şöyle konuştular:

- Allah cezanı versin! Hakk’a yönelen bir müslüman kâtip edinseydin ya! Allah’ın şu
buyruğunu işitmedin mi? “Ey inananlar! Yahudileri ve hıristiyanları dost
edinmeyin!” (Mâide: 51)

- Onun dini ona, kâtipliği bana.

- Allah’ın aşağıladığına ikram etme, Allah’ın hor gördüğünü azîz ve şerefli kılma, Allah’ın
uzaklaştırdığını yaklaştırma.

- Ne yapalım! Basra’nın yazı işleri ancak onunla yoluna giriyor.

- Farzedelim ki hıristiyan kâtip öldü, o zaman ne yapacaksın?” (Mefâtihül-gayb)

22.08.2019
Sayfa 399 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜMTEHİNE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Kadınların İmtihanı

Resulullah Aleyhisselâm Hudeybiye muahedesi’nin şartlarına son derece saygı gösterdi.


Hudeybiye’den Medine’ye dönüldükten sonra, bazı Mekke’li kadınlar İslâm dinine girerek
Medine’ye gelmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm bu kadınları Kureyşliler’e teslim etmedi.
Çünkü muahedenin geri çevrilmesini mecbur ettiği madde, yalnız müslüman olan erkekler
içindi. Kadınlar buna dahil değildi. Aynı zamanda Kur’an-ı kerim de bu gibi müslüman
kadınların, müşriklere iadesini menetmiş bulunuyordu:

“Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman onları imtihan
edin.” (Mümtehine: 10)

Sizin zanlarınızın imanlarında samimi olduklarına dair ağır basacak şekilde emareleri
tetkik suretiyle onları sınayınız.

Onların imtihan edilmeleri, Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın
kulu ve Resul’ü olduğuna dair şehâdet etmeleri şeklinde oluyordu.

“Allah onların imanlarını daha iyi bilir.” (Mümtehine: 10)

Siz onların hallerini tetkik etseniz dahi, durumu gerçek şekliyle bilemezsiniz.

“Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri
döndürmeyin.” (Mümtehine: 10)

Bu hususta sizin için kesin bir bilgi mümkün olmasa da, mümkün olabilen bazı soru ve
cevaplarla bir tecrübe, yemin ve diğer hususlar gibi delillerden hareket ederek hüküm
çıkarmak suretiyle en yakın zan kadar bir kanaat meydana gelirse, onları kâfir kocalarına
geri vermeyin.

“Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar.” (Mümtehine: 10)

Mümin kadın müşrike helâl olmaz, mümin erkeğin de müşrik kadınla evlenmesi helâl
değildir.

“Onların bu kadınlara verdikleri mehirleri iâde edin.” (Mümtehine: 10)

Hem eşini kaybedip, hem de maddi zarara uğramasın.

“Bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size


bir günah yoktur.” (Mümtehine: 10)

22.08.2019
Sayfa 400 / 646

Çünkü İslâm’a girmiş olmalarıyla kâfir kocalarından ayrılık ve haramlık meydana


gelmiştir.

“Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın.” (Mümtehine: 10)

Yani dâr-ı harpten hicret etmeyip küfür üzere kalan kadınlarla aranızda evlilik alâkası
kalmasın.

Nitekim Ashâb-ı kiram arasında eşleri müşrik olanlar vardı, hemen boşadılar.

“Onlara verdiğiniz mehri isteyin. Kâfir erkekler de hicret eden mümin kadınlara
verdikleri mehirleri istesinler.” (Mümtehine: 10)

Yani sizler şayet giderlerse, kâfirlere giden eski hanımlarınıza vaktiyle vermiş olduğunuz
mehirlerinizi isteyiniz.

Kâfirler de İslâmiyet’i kabul edip hicret eden eski hanımlarına vermiş oldukları mehirleri
müslümanlardan isteyebilirler.

“Allah’ın hükmü budur.” (Mümtehine: 10)

Ona riâyet lâzımdır.

“Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Mümtehine: 10)

Kullarına uygun olanı çok iyi bilendir ve bu husustaki hükümlerini koymakta Hakîm
olandır.

Şayet müminler kâfir hanımlarından ayrılmaları durumunda verdiklerini geri alamazlarsa


bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:

“Eğer eşlerinizden biri kâfirlere katılır ve onlar da mehrinizi geri vermezlerse, siz
onlardan bir ganimet elde ettiğinizde, eşleri gitmiş olanlara mehirlerinin karşılığını
verin.” (Mümtehine: 11)

Müminler “Allah’ın verdiği hükme râzıyız.” dediler ve durumu müşriklere bildirdiler, fakat
müşrikler Mekke’de kalan müşrik kadınların mehirlerini müslümanlara iâde etmeyi kabul
etmediler.

Bu Âyet-i kerime’nin hükmüne göre;

Kâfir bir kadının kocası müslüman olursa, aralarındaki nikâh hükümsüz olur, biri diğerine
haram sayılır.

Müslümanlarla sulh muâhedesi yapan taraftan bir kadın müslüman olursa, o kadın
kocasından aldığı mehiri geri verir. Bu mehir beytül-mâl’den alınıp verilir.

İslâmiyet’i seçen bir kadın artık müslüman bir erkekle mehir karşılığında evlenebilir.

Kadın müslüman olup da müslüman bir erkekle evlendikten sonra kaçıp kendi yurduna
giderse, o kadının kavmiyle yapılan savaşta elde edilen ganimetten o erkeğe, karısına
verdiği mehir ödenir.

22.08.2019
Sayfa 401 / 646

“İnandığınız Allah’tan korkun!” (Mümtehine: 11)

O’nun emir ve yasaklarına aykırı davranmayın. Ancak O’ndan korkun ve O’nun yardımı
ile korunun.

Biat:

Mekke-i mükerreme fethedildiğinde namazdan sonra Resulullah Aleyhisselâm Safâ


tepesine çıktı. Burada kendi istekleriyle İslâm’a giren Mekkeliler’in ayrı ayrı biatlarını
kabul etti.

Mekke halkı ferç ferç müslüman olmaya başladılar. Bir gün önce İslâm’a düşman olanlar,
Muhammed Aleyhisselâm’ın yüksek ahlâkını ve insanlık duygusunu görünce, hiçbir
zorlama görmeden içten gelen bir teslimiyetle İslâm’ı kabul ettiler.

Bu fetih, hakikaten bir Feth-i mübin oldu.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın babası Ebu Kuhafe, çok yaşlı idi, gözlerinin feri
kalmamış, yolunu göremiyordu. Oğlu, ihtiyar babasının elinden tutarak huzura getirdi.

Resulullah Aleyhisselâm:

“Yaşlı babanı buraya kadar yormayıp evinde bıraksaydın, biz onun ayağına
giderdik!” deyip iltifatta bulundu.

Onu önüne oturttu. Mübarek ellerini göğsüne koyup sığadıktan sonra müslüman olmasını
tavsiye etti, o da derhal müslüman oldu ve oğlunun saâdetine saâdet kattı.

Erkeklerden sonra kadınlar da biat merasimine katıldılar.

Erkekler “İslâm ve cihad” üzerine biat etmişler, kadınlardan da “Allah’a ortak


koşmamak, hırsızlık etmemek, zina yapmamak, çocuklarını öldürmemek, asî
olmamak” üzere biat alınmıştı.

Bu biat müslümanların bozmaması gereken bir takım hususlara bir numunedir. Çünkü
biat, Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne verilmiş bir ahiddir.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

“Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip;

Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları,

Hırsızlık yapmamaları,

Zina etmemeleri,

Çocuklarını öldürmemeleri,

Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri (başkalarının doğurduğu
veya başka erkekten gayr-i meşru kazandıkları bir çocuğu kocalarına nisbet
etmemeleri),

22.08.2019
Sayfa 402 / 646

İyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse onların biatlarını
al.” (Mümtehine: 12)

Âyet-i kerime’de sayılan hususların kadınlar hakkında hususiyetle belirtilmesi, bunların


kadınlar arasında çok görülmesinden dolayıdır.

Yasak olan bu altı husus, İslâm’da yasak olan şeylerin esaslılarıdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in eli kesinlikle nâmahrem olan hiçbir
kadının eline dokunmamıştır.

Esmâ binti Seken -radiyallahu anhâ- der ki:

“Ben biat eden kadınlar arasında idim. ‘Yâ Resulellah! Elini uzat da sana biat
edeyim!’ dedim. Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm: ‘Ben kadınlarla musafaha
yapmam. Allah’ın onları yükümlü tuttuğu şeylerden ben de yükümlü
tutarım.’ buyurdu.”

Resulullah Aleyhisselâm kadınların biatı esnanında mübârek eline bir bez parçası
koyardı, bazen de bir kaba su koyup elini o suya sokardı, sonra da kadınlar ellerini bu
suya daldırırlardı.

“Ve onlar için Allah’tan mağfiret dile.” (Mümtehine: 12)

Senin duân onlar için sekinettir.

“Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir.” (Mümtehine: 12)

Biatlarına sâdık kalırlarsa, geçmiş günahları ne kadar çok olursa olsun, onları bağışlar,
rahmetiyle tecellî eder.

İslâm’a Göre Dost ve Düşman:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde inananlara şu gerçeği ferman buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost
edinmeyin!” (Mümtehine: 13)

Onların dostluklarına tutunmayın, hiçbir şeylerine heves edip yönelmeyin. Allah-u


Teâlâ’nın emir ve hükmü: “Onları dost edinmeyin.”dir.

İnsanların birbirlerine tabiatlarının sirayeti, bazı hastalıkların sirayeti gibidir. Bilhassa


küfür ve nifak hastalıkları derhal sirayet eder, çünkü insanın tabiatı daima isyana
meyillidir.

Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün
müslümanlaradır.

Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.

Kâfirler öldükten sonra dirilmeye inanmadıkları için, kabirlerde yatan akrabaları ve


dostları ile birleşip buluşmaktan ümitlerini kesmişlerdir. Ahireti hesaplarından çıkardıkları

22.08.2019
Sayfa 403 / 646

için, hep mutsuzluk içindedirler, ölülerinin tekrar yeni bir hayata erdirileceklerine kani
değildirler.

Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:

“Kâfirlerin kabirde bulunan kimselerden ümitlerini kestikleri gibi, onlar da ahiretten


ümitlerini kesmişlerdir.” (Mümtehine: 13)

Hesap korkusu olmayınca da iblis gibi fırsat buldukça her fenalığı yaparlar, kendilerine
yardaklık edenleri de ümitsizliğe düşürerek cehenneme sürüklerler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜNÂFİKÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


“Direk Olmuş Keresteler!”

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on bir Âyet-i kerime,
yüz seksen kelime ve dokuz yüz yetmiş altı harften teşekkül etmiştir.

İsmini birinci Âyet-i kerime’den almıştır. Bu isim bir alâmettir ve münâfıklar hakkında
hükümleri ihtivâ etmektedir.

Muhtevâsı:

Cum’a sûre-i şerif’inde hakiki müminlerin güzel vasıfları anlatıldığı gibi; bu sûre-i celîle’de
ise İslâm’ın ve müslümanların iç düşmanları olan münâfıkların en kötü vasıfları ortaya
konulmaktadır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cuma namazında Cum’a sûre-i şerif’ini
okur ve onunla müminleri teşvik ederdi. İkinci rekâtta ise Münâfikûn sûre-i şerif’ini okur,
bu şekilde münâfıkları kınardı.

Bu sûre-i şerif; özü sözüne sözü özüne uymayan, iki yüzlü, dıştan mümin geçinip içinden
inanmayan, İslâm’ı içten yıkmaya yönelen kâfirlerin iç yüzlerini ortaya dökerek onları halk
arasında rezil etmiştir.

Bu sûre-i şerif’te baş münâfık Abdullah bin Ubeyy bin Selül başta olmak üzere
münâfıkların ahlâkları, huyları, hile ve desiseleri, bayağılıkları, korkaklıkları, kalplerinin

22.08.2019
Sayfa 404 / 646

körelmiş olması hülâsa olarak anlatılmaktadır. Çünkü onların tehlikeleri daha büyük ve
verdikleri zarar daha çoktur.

Münâfıklar dış görünüşleri ile müslüman, iç yapıları itibariyle kâfir idiler.

Allah’a yemin etmek suretiyle renklerini gizlemeye çalışırlardı.

Gerek inananları, gerekse İslâmiyet’e ısınanları Allah yolundan çevirebilmek için


ellerinden gelen gayreti gösterirlerdi.

Münâfıklar din ve Allah düşmanıdırlar. Düşmanların en tehlikelisidirler. Onlara hiçbir


zaman itimat edilmez. Fırsat buldukları zaman yapamayacakları kötülük yoktur.

Bu mübarek sûre-i şerif’te ayrıca müminler uyarılmakta; münâfıklar gibi Allah-u Teâlâ’ya
ibadet ve taati bırakıp dünya eğlencesi ile meşgul olmaktan sakındırılmaktadırlar.

En Şerli İnsanlar:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münâfıkların yalan yere iman iddiâsında


bulunduklarını ve yalan yere yemin etmekten sıkılmadıklarını, imandan sonra küfre
saptıklarını, kalplerini mühürlediğini, onların sapık olduklarını, küfürde devam ettikçe
tevbelerinin kabul edilmeyeceğini beyan buyurmaktadır:

“Münâfıklar sana geldikleri zaman: ‘Senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederiz!’
derler.” (Münâfikûn: 1)

Baş münâfık Abdullan bir Ubeyy İslâm’a açıktan cephe aldığı takdirde, bunda başarılı
olamayacağını ve kendisine çok pahalıya mâlolacağını bildiği için, müslüman olmuş gibi
göründü. Böylece İslâm’ı içten çökertebilmenin plânlarını yapmaya başladı.

Huzura çıktıkları zaman ezilirler büzülürler, Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamber


olduğuna dair şehâdette bulunurlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söyleyerek
riyâkârlık yaparlardı. Gerçekte şehâdetlerinde samimi değillerdi, göz göre göre yalan
söylüyorlardı.

Allah-u Teâlâ onların tasdik etmek için değil, şehâdet getirerek müslümanları aldatmak
için geldiklerini beşeriyete duyurdu.

“Allah, senin gerçekten O’nun elçisi olduğunu çok iyi bilir.” (Münâfikûn: 1)

Çünkü seni gönderen O’dur, sen bütün insanları sapıklıktan kurtarmaya çalışan bir
uyarıcısın.

“Ve Allah, o münâfıkların yalancı olduklarına da şâhitlik ediyor.” (Münâfikûn: 1)

Münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğini gerçek bir imanla kabul


etmiyorlardı. Diliyle bir şey söyleyip de onun aksine inanan bir kimse yalancıdır. Bir insan
inanmadığı bir şeye inandığını söylediği zaman, hiç şüphesiz ki yalancı olmuş olur.

Nifâk İslâm’a bir kapıdan girip öteki kapıdan çıkmaktır. Dil ile imanı açıklamak, kalpte ise
küfrü gizlemektir.

22.08.2019
Sayfa 405 / 646

İşte günümüzdeki münâfıklar da böyledir. Halkı yolabilmek, soyabilmek, kendilerine


çekebilmek için İslâm gibi görünüyorlar. Yoluyorlar, soyuyorlar, sonra da kendi arzularına
göre hareket ediyorlar.

Münâfıkların yalancı olmalarının sebebi şu şekilde izah ediliyor:

“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar.” (Münâfikûn: 2)

İnandıklarına dair yaptıkları yemin, yalan yemindir. Yalan yeminin arkasına sığınarak
nifaklarının açığa çıkmasını önleyeceklerini ve kötülüklerini rahatça sürdüreceklerini
sanıyorlardı.

“Allah’ın yoluna engel oldular.” (Münâfikûn: 2)

O yalan yeminleri kalkan yaparak hem kendilerini hem de başkalarını Allah yolundan
uzaklaştırdılar. İnsanları şaşırtıp Allah yolundan alıkoymak için ellerinden geleni yaptılar.

Bu iki yüzlüler İslâm’ın ön safında görünürler, sonuçta küfre hizmet ederler. İşte
münâfıklar bu derece aşağılıktırlar.

“Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar!” (Münâfikûn: 2)

Yalanla dolanla, sahtekârlıkla hilekârlıkla Allah yolundan yüz çevirmelerinden daha büyük
sapıklık olabilir mi?

Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikûn: 3)

Münâfıkça hareketleri, kendilerinin imandan mahrum olduklarını açıkça ortaya koydu.


İnandıklarını söylemelerine rağmen sapıklık yolunda ısrar etmişlerdir.

“Bunun üzerine Allah, onların kalplerini mühürledi.” (Münâfikûn: 3)

Artık onlardan iyilik ve güzellik beklenemez. Gözleri kör, kulakları sağır, basiretleri bağlı,
hidayetten mahrum bir şekilde ömür tüketecekler. Onların Hakk’a vâsıl olmaları
beklenemez.

“Onlar anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikûn: 3)

Bunun sebebi ise imandan küfre dönmeleri, sapıklığı hidayete tercih etmeleri, âdetâ
küfürde alışkanlık kazanmalarıdır. Bunun içindir ki iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini inceden
inceye ayıramazlar.

O zamanki münafıklar da böyleydi, bugünkü münafıklar da böyledir.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:

“Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!” buyuruyor. (Bakara: 118)

O bakımdan onların yaptıklarının aynısını bunlar da yapıyorlar.

“Direk Olmuş Keresteler!”:

22.08.2019
Sayfa 406 / 646

Allah-u Teâlâ münâfıkların yalancı olduklarını, yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah
yolundan saptırdıklarını, yaptıklarının çok kötü olduğunu, önce iman edip sonra inkâr
ettiklerini, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiğini inananlara duyurduktan sonra şöyle
buyuruyor:

“Sen o münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider.” (Münâfikûn: 4)

Cüsseleri gösterişli olduğu için dıştan bakınca imreneceğin tutar.

“Söylerlerse dediklerine kulak verirsin.” (Münâfikûn: 4)

Sözlerinin akıcılığı ve edebî konuşmalarından dolayı güzel lâflar ederler. Konuşmaya


başladıkları zaman orada bulunanların dinleyesi gelir.

“Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikûn: 4)

“Haşebe” kalın kereste demektir. İmandan ve iz’andan, ilim ve irfandan mahrum


oldukları için duvara dayandırılmış kütüklere benzetilmişlerdir.

Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi gereken sözler kulaklarına girmez.

Öyle cansız ve yüreksizdirler ki;

“Her gürültüyü, korkularından kendi aleyhlerine sanırlar.” (Münâfikûn: 4)

Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde zannederek ürkerler. Sertçe bir öksürükten


şüphelenirler. Çünkü içleri kurtlu hâindirler. Hâinler ise içyüzleri açığa çıkar endişesiyle
korku ve kuşku içindedirler. Yalan söylemeye de alışkın oldukları için, lehlerinde
söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerine mânâ çıkarırlar.

“Onlar düşmandırlar.” (Münâfikûn: 4)

Onlar her ne kadar müslüman görünseler de, hem İslâm’a hem de müminlere
düşmandırlar. O bakımdan düşmanların en tehlikelisidirler.

“Onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın!” (Münâfikûn: 4)

Sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.

“Allah kahretsin onları!” (Münâfikûn: 4)

Onlar böyle bir bedduâya müstehaktırlar. Onlar cezalandırılmaktan aslâ


kurtulmayacaklardır.

Sen onları dost edinirsen, sen de bu kahra uğrarsın.

“Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikûn: 4)

Delillerin açıklığına rağmen akılları nasıl sapıyor? Nurdan karanlığa nasıl da


döndürülüyorlar?

Artık o kalplere ne hidayet ulaşır, ne de nur. Dolayısıyla ne yaptıklarını, kimin peşinde


gittiklerini inceden inceye bilecek anlayış kabiliyetleri kalmamıştır.

22.08.2019
Sayfa 407 / 646

O günden bugüne kadar münafıklar her devirde fitnelerini sürdürüyorlar. Çünkü herkes
yapacağını yapacak ve karşılığını alacak.

İslâm onlara gerçekten düşmandır, onlar da İslâm’a ve müslümanlara düşmandırlar.

Her ne kadar “Onlar da inanıyorlar.” diye gösterilse de İslâm’a tâbi olmadıkça, İlâhî
emirlere ve hükümlere riâyet etmedikçe hiçbir zaman inanmış olamazlar. Günümüzdeki
bölücü münâfıklar da böyledir.

Bunların İslâm dinine ve müslümanlara olan zararı ve tahribatı kâfirlerden daha büyük ve
daha beterdir. Çünkü kâfirin küfrü açıktır, insan ona göre tedbirini alabilir. Bunların küfrü
ise maskenin altında olduğu için, hakikat ile dalâleti fark edemeyenler onları müslüman
zannederek aldanır, küfür batağına düşer ve dinden imandan soyulurlar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜNÂFİKÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


İliklere İşleyen Nifak

Nifakta Direnenler:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münâfıkların ne kadar kibirli olduklarını, kendilerini


Resulullah Aleyhisselâm’ın haklarında yapacağı mağfiret isteğinden ihtiyaçsız görmekte
olduğunu bildirmektedir:

“Onlara: ‘Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!’ denildiği zaman, başlarını
çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (Münâfikûn:
5)

Münafıkların Resulullah Aleyhisselâm’a karşı olan tavırları onların imansız olduklarını


göstermektedir. Resulullah Aleyhisselâm’dan af dilemedikleri gibi, kibirlendikçe
kibirleniyorlar, üstünlük taslıyorlar.

Allah-u Teâlâ onlar için af dilemenin, onlara istiğfar etmenin hiçbir fayda vermeyeceğini
açıklamaktadır. Çünkü onlar nifakta direnmektedirler.

“Onlara (Allah’tan) mağfiret dilesen de dilemesen de onlar için birdir.” (Münâfikûn:


6)

22.08.2019
Sayfa 408 / 646

Çünkü onların böyle bir dertleri ve endişeleri yoktur. Bunun sebebi ise inkârcı oluşları,
itaattan çıkmış olmalarıdır. Onlar bir daha imana gelmezler.

“Allah onları asla bağışlamayacaktır.” (Münâfikûn: 6)

Çünkü münafıklar iradelerini şerre sarfederek küfürde karar kıldılar.

“Çünkü Allah fâsıklar toluluğunu doğru yola iletmez.” (Münâfikûn: 6)

Onlar hidayetten ebedi olarak mahrum kalmışlardır.

Beyinsizler:

Münâfıklar hicret eden Muhâcir’lerin rızıklarının kendi ellerinde olduğunu, iâşeleri temin
edilmediği takdirde Peygamber Aleyhisselâm’ı bırakarak başlarının derdine düşeceklerini
zannediyorlardı.

Yaratıklarını ilâhî hazinesinden rızıklandıran Allah-u Teâlâ münâfıkların hile ve


entrikalarına rağmen, müslümanların muvaffak olacağını haber vermiş ve Âyet-i
kerime’sinde şöyle buyurmuştur:

“Onlar: ‘Allah’ın Peygamber’inin yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki dağılıp


gitsinler!’ diyenlerdir.” (Münâfikûn: 7)

Bu sözlerinden bile ne derece densiz ve cibilliyetsiz kimseler oldukları anlaşılmaktadır.


Onlar üstünlüğü mal varlığında, mevki ve makamda aramaktadırlar.

“Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır.” (Münâfikûn: 7)

Bilemediler ki rızık O’nun kudret elindedir, hiç kimse kullarına lütfetmesine engel olamaz.

“Fakat münâfıklar bu gerçeği anlamazlar.” (Münâfikûn: 7)

Anlamalarına da imkân ve ihtimâl yoktur. Çünkü onlar iman nurunu görememişler,


İslâm’ın ulviyetine erememişler, saâdet ve selâmet dâiresine girememişlerdir.

İliklere İşleyen Nifak:

Müreysî savaşının zaferle sonuçlanması sonrasında İslâm ordusu henüz oradan


ayrılmamışken, bir müslümanla bir münâfık su yüzünden tartıştılar. Tartışma daha sonra
kavgaya dönüştü. Bu hadiseyi İslâm aleyhine değerlendirmeyi ve elde edilen fırsatı
kaçırmamayı düşünen münâfık Abdullah hemen koştu, Medineliler’i Resulullah
Aleyhisselâm’ın aleyhine kışkırtmaya başladı. Çekinmeden: “Muhâcirler şehrimizde iyice
çoğaldılar. Köpeği besleyip semirtirsen, çok sürmez seni parçalayıp yer. Bilesiniz ki
vallâhi Medine’ye dönersek, en üstün olan en alçak olanı mutlaka oradan
çıkaracaktır.” gibi lâflar etti.

Durum derhâl Resulullah Aleyhisselâm’a bildirildi. Abdullah bin Ubeyy ise çevirdiği
entrikanın Peygamber tarafından duyulduğunu öğrenince alelacele gelip, o gibi sözler
sarfetmediğine dâir yemin etti. Resulullah Aleyhisselâm bu hadiseyi büyütmeden derhal
Medine-i münevvere’ye dönmeye karar verdi.

22.08.2019
Sayfa 409 / 646

Çok geçmeden Âyet-i kerime nâzil oldu, münâfıkların yalancı oldukları açıklandı.

“Derler ki: Andolsun, eğer Medine’ye dönersek en üstün olan en zelil olanı oradan
mutlaka çıkaracaktır.” (Münâfikûn: 8)

“Üstün olan” ile kendisini, “Zelil olan” ile de Resulullah Aleyhisselâm’ı ve müminleri
kastediyordu.

Bu sözü ile içindeki kin ve düşmanlığını açıkça ortaya koymuş oluyordu.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında:

“İzzet Allah’ındır, Allah’ın Peygamber’inindir ve bütün müminlerindir.” buyurarak


münâfıkların bu çirkin sözlerini reddetti. (Münâfikûn: 8)

Üstünlük Allah’a, sonra da Allah’ın üstün tutup desteklediği Resul’üne ve müminlere âittir.
Resulullah Aleyhisselâm’a izzet asaleten verilmiştir. Ümmetine ise ona tâbi oldukları için,
yolunda bulundukları için verilmiştir.

Münâfıkların izzet ve şereften bir payları yoktur. Zerre kadar şerefleri olsaydı küfür ve
nifaka tenezzül etmezlerdi.

“Fakat münâfıklar bilmezler.” (Münâfikûn: 8)

Bilmelerine de imkân ve ihtimâl yoktur. Çünkü onlar son derece câhil ve ahmak, son
derece kibirli ve gururludurlar. Gerçeklerden bîhaberdirler.

Zikrullah Emri:

Zikrullah; dinimizin emri, imanın alâmeti, ibâdetlerin beyni, aklın nuru, kalbin cilâsı, ruhun
hayatı, gönlümüzün miracı ve her derdin ilâcıdır.

Allah-u Teâlâ mümin kullarına zâtını çokça zikretmelerini bildirerek, mal ve evlâtlara
aldanma hususunda münâfıklara benzemekten onları sakındırmaktadır:

“Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlatlarınız sizi zikrullahtan


alıkoymasın.” (Münâfikûn: 9)

Bu Âyet-i kerime umuma, yani bütün iman edenlere şâmildir.

Zikrullah ilâhî bir emir gereğidir. Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini
kazanırlar.

Zikrullah hayata hayat katar, kabre aydınlık, ahirete azık hazırlar.

“Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münâfikûn: 9)

Zikrullahı bırakıp da dünya hayatının geçici zevklerine aldananların, ahirette çok büyük
kayba uğrayacakları şüphesizdir.

Şurası unutulmamalıdır ki, ahiret kazancı ve ahiret zenginliği dünyadan çok daha
hayırlıdır. Dünya kazançlarının faydaları ömürle sona erer. Dünyada kazanıp ahirette iflâs
etmek akıl kârı değildir.

22.08.2019
Sayfa 410 / 646

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle


buyurmuşlardır:

“Rabb’ini zikredenlerle etmeyenlerin misali, diri ve ölü gibidir.” (Buhârî)

Zikrullah ile mânevî gıdasını alan ruhlar dirilir, alamayan ruhlar ölür. Zikrullah, ruhun
hayatı için, balığın suya duyduğu ihtiyaç gibidir.

Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında ise Âyet-i kerime’sinde:

“Onlar Allah’ı pek az zikrederler.” buyurmuştur. (Nisâ: 142)

Ölüm Gelmeden Önce:

Allah-u Teâlâ müminlere nâil oldukları rızıklardan infakta bulunmalarını, ölüm zamanı
geldiğinde pişmanlık duymanın hiçbir yarar sağlamayacağını Âyet-i kerime’sinde ferman
buyurmaktadır:

“Herhangi birinize ölüm gelip de: ‘Ey Rabb’im! Beni yakın bir süreye kadar
geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!’ demesinden önce, size verdiğimiz
rızıktan infak edin!” (Münâfikûn: 10)

Allah-u Teâlâ geçici olarak tasarrufumuza bıraktığı az miktardaki malı, o korkunç gün
gelmeden önce, O’nun rızası mucibince infak etmemizi istemektedir.

Kullarının elindeki mal ve mülkün kaynağını onlara hatırlatarak, bunların ilâhi birer lütuf
olduğunu anlamaları ve gerektiği şekilde Allah yolunda fedâkârlık etmekten
çekinmemeleri için: “Size verdiğimiz rızıktan” buyurmuştur. Rızkı veren O’dur, infak
emrini veren de O’dur.

Allah-u Teâlâ infak emriyle, infak eden kişinin nefsini temizleyip terbiye ve tezkiye
etmektedir. Kalplerin temizlenmesi, mal ve mülk sevgisinden uzaklaşması için en iyi
ilâçtır.

Bugün elde fırsat dilde ruhsat varken malını istediği gibi harcayabilen insan, yarın öyle bir
gün gelecek ki, istese bile infakta bulunamayacak. Çünkü o gün alım-satım, değiş-tokuş
günü değil; yargılama günü, ceza ve mükâfat verme günüdür.

Adiyy bin Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden hiç bir kimse yoktur ki, Allah onunla konuşmasın. Hem aralarında
tercüman da bulunmayacaktır.

Sağ tarafına bakacak, ahirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecek.

Sol tarafına bakacak, gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecek.

Önüne bakacak, yüzünün karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecek.

Binaenaleyh yarım hurma ile bile olsa cehennemden korunun!” (Müslim: 1016)

22.08.2019
Sayfa 411 / 646

Her ihmalkâr, ölüm zamanı geldiğinde pişman olur ve verilen müddetin çok kısa zaman
da olsa uzatılmasını ister, kaçırmış olduğu fırsatların farkına varır, mahrum olarak
gittiğine hasret çeker, fakat heyhat ki iş işten geçmiştir.

Eceli gelmeden herkes başının çaresine bakmalı ki, iş işten geçtikten sonra çare
aramaya muhtaç olmasın. Zira ecel geldiğinde tehiri mümkün değildir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Allah, süresi gelip eceli yettiği zaman hiçbir canı aslâ geri bırakmaz.” (Münâfikûn:
11)

Hiçbir şey tesadüf değildir. Her biri mutlaka ilm-i ilâhîde takdir edilmiş ve levh-i mahfuzda
yazılmış olarak meydana gelir. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’ya göre çok kolaydır. O’na
göre öldükten sonra diriltmek de kolaydır.

Eceli geldikten sonra hiç kimseye mühlet vermez. Geri bıraktığı takdirde daha önceki
durumundan daha kötüsüne dönecek olanı da bilir, sözünde samimi olanı da bilir.

“Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Münâfikûn: 11)

Kimin sözünde ve isteğinde samimi olduğunu, geri döndürüldüğünde bulunduğu


durumdan daha kötü bir duruma düşüp düşmeyeceğini en iyi bilen ve haberdar olan
O’dur.

Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce
ahiret tedarikine bakmak gerekiyor.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜRSELÂT SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Peşpeşe Gönderilen Peygamber Vekilleri
Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme’de “Hümeze” sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Elli Âyet-i
kerime, yüz seksen kelime ve sekiz yüz on altı harften müteşekkildir.

Adını, birinci Âyet-i kerime’de geçen “Mürselât” kelimesinden alır. “Urf” adlarıyla da
anılmaktadır.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; doğruyu eğriden, mümini kâfirden ayırt
eden kıyametin, mutlaka gelmekte olduğunu haber vermektedir.

22.08.2019
Sayfa 412 / 646

Sûre-i şerif’in ilk yedi Âyet-i kerime’sinde rahmetinin gerçekleşeceğini gösteren şeylere
yemin edilerek, üzerine yemin edilen bu beş şeyin yüceliği belirtilmektedir.

Sekizinci Âyet-i kerime’den on altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; kıyametin cezâ ve mükâfât
günü olduğu, kararlaştırılan bir zamanda gerçekleşeceği bildirilmektedir.

On altıncı Âyet-i kerime’den yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime’ye kadar; insanlar yok
olduktan sonra onları tekrar geri çevirmeye Allah-u Teâlâ’nın muktedir olduğunu belirten
deliller ortaya konulmaktadır.

Yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime’den kırk birinci Âyet-i kerime’ye kadar; ahireti inkâr
edenlerin ahiretteki kötü âkıbetleri, orada görecekleri azapların şiddeti, karşılaştıkları pek
vahim durumlar insanların ibret nazarlarına arzedilmektedir.

Kırk birinci Âyet-i kerime’den kırk beşinci Âyet-i kerime’ye kadar; Rabb’lerinin iman eden
bahtiyar kullarına hazırladığı ihsan ve ikram müjdelenmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise; gözler önüne serilen nice hakikatleri inkâr eden
kâfirlere, sonlarının çok korkunç olacağı ihtar edilmektedir.

Mürselât sûre-i şerif”inde:

“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!”

Âyet-i kerime’si on defa tekrar edilmektedir. Bu ilâhî beyanda, inkârcılar için çok büyük bir
tehdit vardır.

Peşpeşe Gönderilen Peygamber Vekilleri:

Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için Sûre-i şerif’in
başında; “Mürselât”, “Âsifât”, “Nâşirât”, “Fârikât”, “Mülkiyât” adı ile beş şeye yemin
etmiştir.

“Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!” (Mürselât: 1)

Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan


buyurmaktadır.

Bütün bunların hepsi O’nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o
vazifeyi yapar, hepsi de O’nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira, yaratmak da
emretmek de Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.

Âyet-i kerime’de geçen “Gönderilenler”den murad; hayır ile müjdeci olarak peşpeşe
gönderilen melekler, “Lâ ilâhe illâllah” ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber
Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen
peygamber vekilleridir.

Onların vekillerinden murad ise, kibâr-ı evliyâullah’tan olan Mürşid-i kâmil’lerdir;


başkasına şâmil değildir.

Yani bunları O gönderiyor, Allah-u Teâlâ’nın izniyle hakiki cihadı bu gönderilenler


yapıyor.

22.08.2019
Sayfa 413 / 646

“Estikçe eserek, (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!” (Mürselât: 2)

Estikleri zaman ağaçları kökünden söken, izleri değiştiren rüzgârlar gibi, Din-i mübin’e
gönül veren mücahidler de şiddetle eserler, zararları ve zararlıları savurup atarlar. Bunlar
da gönderilenlerdir, vazifeleri de budur.

Bunlara bir nevi akıncı denir. Osmanlı ordusunun akıncı kuvvetleri vardı, gittikleri yerlerde
Din-i mübin’i neşrederlerdi. Günümüzdeki iman kurtarıcısı akıncılar da bu müjdeye, bu
tebşirâta girmektedirler.

“(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!” (Mürselât: 3)

Hakikat Cenâb-ı Hakk’ı tarif eder, ulvî gerçekleri beyan eder.

Hakikat tohumlarını yayanlar, hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmezler. Vazifelerini


bihakkın yürütmek isterler. Hakikati tebliğ ederler. Hakikati duyurmaya, nûr-î ilâhî’yi
ulaştırmaya çalışırlar; halkı Hakk’a götürürler ve her şeyden temizlerler. İnsanları irşad
etmek için uğraşırlar. Hakikati yaydıkça yayarlar ve iman kurtarırlar.

“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara
andolsun ki!” (Mürselât: 4)

Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların


vekilleri de bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir
berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar.” (Rahmân: 19-20)

Bu karışmamanın bâtınî mânâsı; Allah-u Teâlâ hakikati de salmıştır, dalâleti de salmıştır.


Fakat aralarında mürşid-i kâmil vardır, birbirine karışmazlar.

Burada Allah-u Teâlâ kudretini izhar ediyor. “Ol!” demekle perde husule
geliyor, “Karışma!” emrini veriyor. Tatlı ve tuzlu sular birbirine karışmıyor. Bu engeli
koyan O’dur.

Kudretini öyle bir koyuyor ki, o perde O’nun hükmü oluyor. O böyle hükmetti, o berzahı
kurdu. O berzahı aşmak mümkün değil. Hakikat bir tarafta kaldı, dalâlet bir tarafta kaldı.
Hükmünü yürüttü; berzah oldu, perde oldu. Fakat görünüşte perde. Aslında perde diye bir
şey yok, Allah-u Teâlâ’nın hükmü var.

Asıl perde O’nun emri ve hükmüdür. O’nun emri ve hükmü yürüyünce hakikat ile dalâlet
birbirine karışmıyor.

“(Kalplerde) Allah’ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 5)

22.08.2019
Sayfa 414 / 646

İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.

“Gerek (Allah’a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için


olsun.” (Mürselât: 6)

Allah-u Teâlâ’ya yönelenleri arındırmak için, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için


öğüt telkin ederler. Her fesatçının amansız düşmanıdırlar.

Bütün yalancıların, fesatçı ve ifsatçıların hiç çekinmeden üzerlerine giderler. Ümmet-i


Muhammed’i fesat ve ifsattan kurtarmak için, dolayısıyla imanlarını kurtarmak için
hakikati bütün açıklığı ile tebliğ ederler.

Bütün gaye ve maksatları Nûr-i Muhammedî’nin yayılması, insanların Allah ve


Resul’ünde birleşmesidir.

Yeminlerin Nihayeti:

Nihayet bütün bu yeminlerden sonra, bu yeminlere cevap olarak yedinci Âyet-i kerime’de
şöyle buyuruluyor:

“Bilin ki size vaad olunan şeyler mutlaka olacaktır.” (Mürselât: 7)

Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek ve üzerine yemin
edilen şeylerin şerefini yüceltmek için beş şeye yemin etmiştir.

Kıyamet günü kesinlikle gerçekleşecektir. Hakk’a ve hakikate uyanların hayırla, Hakk ve


hakikatten yüz çevirenlerin de şerle karşılık görmesi mutlaka meydana gelecektir.

Ahiretteki Cezalar:

Kıyametin mutlaka kopacağını, beşer hayatının devamı için çok mühim olan beş şeye
yemin ederek bildiren Allah-u Teâlâ; daha sonra kıyamet hadisesinin dört korkunç
safhasını Âyet-i kerime’lerinde ayrı ayrı açıklayarak yalancıları uyarmakta, iman edenleri
de çok dikkatli olmaya dâvet etmektedir:

“Yıldızların ışığı söndürüldüğü zaman.” (Mürselât: 8)

Kâinatın mevcut düzeni alt-üst olunca; kendilerine mahsus sistemi, hareket tarzı,
yörüngesi olan yıldızlar da birbirine çarpıp parçalanır, dağılıp dökülürler. O kadar çok ve o
kadar ışık saçtıkları halde mahvolur giderler. Nurlarını kaybederler, aydınlıkları kaybolur,
yerlerinden kopup yağmur taneleri gibi yeryüzüne serpilirler. O gün gökyüzü yıldız
yağdıracaktır.

Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hepsini içine alacak
ölçüde olacaktır.

“Gök yarıldığı zaman.” (Mürselât: 9) (Bakınız; İnşikâk: 1)

Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi
sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır.

22.08.2019
Sayfa 415 / 646

O günün dehşetinden gök her taraftan yarılır, o yarıklar göklerin kapıları mesabesinde
olur. İlâhî kudret bu şekilde de tecellî edecektir.

Allah-u Teâlâ kıyamet koptuğu zaman dağların da köklerinden sökülüp yürütüleceğini,


yüksekliklerinin düzlüğe dönüşeceğini, hepsinin de havada uçuşan zerrecikler hâline
geleceğini beyan buyurmaktadır:

“Dağlar ufalanıp savrulduğu zaman.” (Mürselât: 10)

O muhteşem cesâmetleri ve ağırlıkları ile beraber yerlerinden kopar, havaya kalkar,


ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılırlar. Kendilerinden bir
eser bile kalmaz, hiçbir iz kalmamacasına kaybolup giderler.

Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir
arazi hâline gelir.

Dağlar böyle olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.

O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri
yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk’a yanaşmaz ve Hakk’ı kabul
etmezler.

“Peygamberlerin belirli vakti geldiği zaman!” (Mürselât: 11)

Bu hadise her peygamberin kendi ümmeti lehinde veya aleyhinde şâhitlikte bulunmak
üzere hepsinin bir araya getirilerek ilâhî sorguya muhatap olacaklarına işarettir.

“Hangi güne ertelenmiştir?” (Mürselât: 12)

Peygamberleri yalanlayanlara azap edilmesi, iman edenlerin yüceltilmesi, amellerin


arzedilmesi ve hesap günü gibi halkı iman etmeye çağırdıkları şeylerin ortaya çıkması
hangi güne ertelendi?

“Hüküm gününe! (Mürselât: 13)

O gün vuku bulacak korkunç ve şiddetli hadiselere karşı müthiş bir şaşkınlık duyulacağını
ifade için Allah-u Teâlâ böyle bir sual sormaktadır.

“Hüküm gününün ne olduğunu bilir misin?” (Mürselât: 14)

Hak ile bâtılın, haklı ile haksızın ayırt edileceği o gün, akıl ve düşüncenin
kavrayamayacağı, hayâl bile edemeyeceği kadar büyük bir gündür. Gününü hiç kimse
bilip hakkıyla takdir ve tayin edemez.

Öyle bir gün ki; Allah-u Teâlâ kendi mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi
tasarrufta bulunacak, inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü,
zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri
cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.

O’nun kabzından kurtulmaya hiç kimsenin gücü yetmez. O gün hüküm günüdür, özür
beyan etme günü değildir.

“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 15)

22.08.2019
Sayfa 416 / 646

Bu Âyet-i kerime Mürselât sûre-i şerif’inin her bir bölümünün sonunda tekrarlanan
âyetidir.

Allah-u Teâlâ bu korkutucu Âyet-i kerime’lerin Kur’an-ı kerim’de tekrar edilmesinin bir
hikmetini Âyet-i kerime’sinde şöyle bildirmektedir:

“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda tehditleri tekrar tekrar
açıkladık. Umulur ki Allah’tan korkarlar veya o, kendileri için bir hatırlatma
olur.” (Tâhâ: 113)

İlâhî İhtar:

Allah-u Teâlâ yalanlayanları o gün meydana gelecek hadiselerin korkunçluk ve dehşetiyle


ihtar ettikten sonra, tekrar onları intikamı ile korkutmakta ve Âyet-i kerime’lerinde şöyle
buyurmaktadır:

“Biz öncekileri helâk etmedik mi?” (Mürselât: 16)

Uyarıcıları yalanlayanları daha dünyadalarken nice felâketlere uğratmadık mı?

“Sonra geridekileri de onların arkasına takacağız.” (Mürselât: 17)

Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerinden sonra


türeyen, küfürde ve yalanlamada öncekilerin yolunu tutanlardır. Bu Âyet-i kerime bu
ümmetten yalanlayıcılara bir tehdittir.

“İşte biz günahkârları böyle yaparız!” buyuruyor. (Mürselât: 18)

Eskiler hakkında da sonrakiler hakkında da ilâhî takdir böyle tecellî eder. Bundan önce
hiçbir kavim bu âkıbetten kurtulamamıştır. Şimdi olduğu gibi ve ileride de bu gibi
kimselerin lâyık oldukları cezalara kavuşacakları şüphesizdir.

“O gün, (hakikatleri) yalanyanların vay haline!” (Mürselât: 19)

Onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket ahirette
gerçekleşecektir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜRSELÂT SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Bir Damla Kerih Su

22.08.2019
Sayfa 417 / 646

İnsanın Aslının
Kerih Bir Su Oluşu:

İlk insan Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı
haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm’dan üreyen insanların da menşei toprak ve
sudur. Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba
sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana
geliyor.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?” (Mürselât: 20)

Hakir su olan meni, erkeğin sulbünden çıkar. Yumurtacık ise kadının göğüs kemikleri
arasından çıkar. Nitekim doğum yapan kadının göğsünde süt meydana gelmesi, göğüsle
ana rahmi arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

“Sonra o suyu bir süreye kadar sağlam bir karargâh olan rahime
yerleştirdik.” (Mürselât: 21-22)

Ana rahmine “Sağlamlık” sıfatının verilmesi apaçık bir mucizedir. Çocuğun ne kadar
sağlam bir koruma içinde olduğunu bilenler bu inceliği anlayabilirler.

Cenin ana rahminin derinliklerinde, köprücük kemikleri arasında her türlü sarsıntı ve
tehlikeden korunmuş olarak karar kılar. Allah-u Teâlâ, ceninin teşekkül ettiği yeri o kadar
intizamlı düzenlemiş ki, yavrunun gelişmesi için lüzumlu olan hiçbir şeyi eksik
bırakmamıştır.

“Biz buna güç yetirmişizdir.” (Mürselât: 23)

Düşünmeli ki bir nutfe ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu
değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir. Buna O’ndan
başka hiç kimse güç yetiremez.

“Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz!” (Mürselât: 23)

Düşünen bir insan ilâhî sanat eserlerindeki mucizeleri hayranlıkla seyreder, eserden
Müessir’e intikâl eder.

“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 24)

Yazıklar olsun gerçeklere karşı kulaklarını tıkayan nankörlere!

Yeryüzü:

Âdem Aleyhisselâm’dan bu güne kadar gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan
yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini yapmaya devam edecektir.

Yeryüzünde birçok değişikler olmakta, kevnî mucizeler gözler önünde parlayıp


durmaktadır.

22.08.2019
Sayfa 418 / 646

Gökyüzü de onun tavanı olarak bina edilmiş ve ona yeryüzünü muhafaza etme vazifesi
verilmiştir.

Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan
önce de yeryüzü yaygındı.

“Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için toplanma yeri yapmadık mı?” (Mürselât: 25-26)

Yeryüzü insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ölüler ise toprağın altında
kabirlerde otururlar.

Yeryüzünü enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim verip genişletmesi, orada
yaşayanlar açısından büyük bir nimettir.

Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve
şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.

“Yeryüzünde haşmetli dağlar meydana getirdik.” (Mürselât: 27)

Eğer yeryüzü döşenmemiş, üzerinde dağlar oturtulmamış olsaydı; görülmekte olan hayat
şartları meydana gelmeyecek, üzerinde durabilme imkânı olmayacaktı.

Bunların hepsi de bir takdir ve tedbire delâlet etmektedir.

“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 28)

Elbette ki onlar kahr-ı ilâhîye müstehak olmuşlardır.

Tatlı Su:

Suyu güneş harareti vasıtasıyla buharlaştırıp bulutlaştıran ve yağmur hâlinde indiren,


bütün canlıların hayatının devamını sağlayan ve buna muktedir olan sadece Allah-u
Teâlâ’dır. Buhar şeklinde saf ve berrak olarak denizlerden yükseltip bulutlarda toplar,
sonra da onu yağmur şeklinde indirir. Bu fizikî ve kimyevî hadiseler kendiliğinden değil,
ilâhî bir plân dahilinde cereyan etmektedir.

Rüzgârlar bulutları O’nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O’nun tayin ettiği
zamanlarda yağmur yağdırırlar.

İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış,
onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.

Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf
olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da
bulunur, yağmur yağdığında yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.

Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken,
karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını
sürdürebilmektedirler.

“Size tatlı sular içirdik.” (Mürselât: 27)

Tatlı suları bulutlardan O indirmiş, pınarlardan kuyulardan O çıkarmıştır.

22.08.2019
Sayfa 419 / 646

Allah-u Teâlâ bu şartları hazırlamasaydı, dünyada yaşamak mümkün olmayacaktı.

O’nun mülkünde yaşayan, O’nun verdiği rızık ve O’nun bahşettiği su ile beslenen insan,
nasıl olur da kendisini Rabb’inden müstağnî görür?

“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 28)

Karşılaşacakları cezalara şimdiden hazır olsunlar!

Cehennemin Dumanları

ve Kıvılcımları:

Allah-u Teâlâ azaba müstehak olanları tahkir etmek için cehennemin üç kola ayrılmış
bunaltıcı dumanına “Gölge” ismini vermiştir.

Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“Üç kola ayrılmış olan, fakat ne gölgelendiren ne de alevlerden koruyan bir gölgeye
gidin!” (Mürselât: 30-31)

Alevler yükselip de üstünden dumanlar çıktığında onun şiddet ve kuvveti üç kola ayrılır.
Bu dumanın gölgesi ne gerçek gölgeliktir, ne de kişiyi alevin kucağından korur. Bu
cehennemî bir gölgedir, kızgın ve bunaltıcı bir gölgedir. Nefesleri keser, insanı ateşle
dağlar. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hayırlıdır. Bir gölge ki ateşin alazlamasından,
alevlerinden korumuyor. Azap üstüne azap veriyor.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Onların üstlerinde (gölgeler gibi üstüste gelmiş) ateşten tabakalar, altlarında da


ateşten tabakalar var.” (Zümer: 16)

Nasıl ki cennetin dereceleri varsa, cehennemin de tabakaları ve dereceleri vardır. Âsiler


ateş tabakaları arasında kalırlar, ateşle her tarafları kaplanır.

İşte münkirler böyle şehvetlere, gafletlere dalmış, heva ve heveslere uymuş, haramlara
yönelmiş, ahiret âlemini hiç hesaba katmamış oldukları için can yakıcı azaplara giriftar
olmuşlardır.

“O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir.” (Mürselât: 32)

Kıvılcımları ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu kim bilir nasıl olur?

“Sanki o kıvılcımlar sarı sarı develer gibidir.” (Mürselât: 33)

Çokluk ve çabuklukta sarı develere benzeyen saray gibi büyük kıvılcımların, bir de
yukarıya doğru fırlayıp da tekrar cehennemliklerin üzerine şiddetle düşmesi, şüphesiz ki
azap üzerine azap verir.

Saray gibi, deve gibi kıvılcımlar atan, alev alev yükselen cehennem, hazır vaziyette
sahiplerini beklemektedir.

“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 34)

22.08.2019
Sayfa 420 / 646

Hiçbir azap hiçbir şekilde kendilerinden bertaraf edilmeyecektir.

Mahşerdeki Suskunluk:

Mahşer yerinin özelliklerinden birisi de, çeşit çeşit sahnelerle karşılaşılmış olmasıdır.

Şöyle ki;

Kimisinde her insan kendisini kınayacak, kimisinde suçlar başkalarına atılacak, bazı
sahnelerde kullar sorguya çekilecek, bazı zamanlar hiçbir şey sorulmayacak, kimi zaman
da tek kelime konuşmaya müsaade edilmeyecektir.

“Bu, onların konuşamayacakları gündür.” (Mürselât: 35)

Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez.
Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.

Sükuta mecbur olurlar. Çünkü kendilerine verilen fırsatları kaçırmanın üzüntüsü ile yanar
kavrulurlar. Kaçış yolları yok, kendilerine yardımcı olabilecek hiçbir kimse yok, mazeret
öne sürüp kurtulabilme ümitleri yok, başlarının derdini düşünmekten başka çareleri de
yok...

“Kendilerine izin de verilmez ki mazeretlerini beyan etsinler.” (Mürselât: 36)

O gün hiç kimseye: “Günahkâr sen misin? Yoksa başkası mı?” gibi sorular sorulmaz.
Şahsının tanınması, suçlu olup olmadığının anlaşılması için, şuradan buradan sorularak
araştırmaya ihtiyaç yoktur, simâları hallerini göstermeye yeterlidir. Zaten korku içinde
olacakları için, kendilerini belli edeceklerdir.

“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 37)

Cezaya ve azaba ne kadar lâyık oldukları artık ortaya çıkmış olur.

“İşte hüküm günü budur. Sizi de sizden öncekileri de bir araya


toplamışızdır.” (Mürselât: 38)

O gün hüküm günüdür, özür beyan etme günü değildir.

Dünyada bir çok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki hakettiği halde mükâfat
alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı
hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı
verilir. Zâlimler beraat ederken mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına
yükletildiği de görülmektedir.

Mahkeme-i kübrâ’da ise bu gibi adaletsizlikler olmayacak, herkes yaptığının karşılığını


tam olarak alacaktır. Kâfirler azaplandırılırken, inananlar mükâfatlandırılacaktır.

“(Kurtulmanız için) bir hileniz varsa, gösterin bana hilenizi!” (Mürselât: 39)

O’nun kabzından kurtulmaya hiç kimsenin gücü yetmez.

“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 40)

22.08.2019
Sayfa 421 / 646

Onlar o gönülleri parçalayan günde en büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalacaklardır.

Cennette Koyu Gölgelikler:

Cennette gece ve gündüz yoktur, hep aydınlıktır. Sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte
bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar soğuktur. Devamlı
gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgâr eser.

Halbuki kâfirler cehennemde pis kokulu, çok sıcak kara duman gölgesinde
bulunmaktadırlar.

Allah-u Teâlâ farzları yerine getirip haramları terkeden, kulluk vazifelerini yerine
getirmekte bir an tereddüt göstermeyen müttaki kullarına cennette hakiki gölgelikler, tatlı
pınarlar, canlarının çektiği çeşit çeşit enfes meyveler hazırlamıştır.

“Muttakiler ise gölgeler altında ve pınar başlarındadırlar.” (Mürselât: 41)

Bakış zevki ayrı, faydalanma zevki ayrı... Ancak cennetteki gölge böyle olabilir.

İnsana huzur veren gölgelerde, ağaçlar altından akan pınarlar başında ve arzu ettikleri
meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.

“Canlarının çektiği meyveler arasındadırlar.” (Mürselât: 42)

Böylece o güzel yurtta karar kılarlar. Bu kadar muhteşem zevk ve sefa ile kalmazlar, bu
gibi görülen ve işitilen ulvî hizmetlerin yanında, onlara ikram olsun diye taraf-ı ilâhî’den
bizzat taltif olunurlar:

“Yaptıklarınıza karşılık olarak âfiyetle yiyin için!” (Mürselât: 43)

Bunun için ne bir sınır var, ne de bir sıkıntı. Daha önce işlemiş olduğunuz güzel işlerinizin
karşılığı işte budur!

“İşte biz iyilik yapan muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.” (Mürselât: 44)

Rabb’inizin hoşnutluğunu kazanacak işler işleyiniz ki, bu mükâfatlara eresiniz.

“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 45)

Yalancıların ve güneş gibi ortada olan hakikatleri yalanlayıcıların o gün ne bir dostları ne
de bir yardımcıları bulunacak, her türlü felâketler onları bekleyecektir.

Mümin ve müttaki olanlara cennet-i âlâ’da seslenilirken, bunlara dünyada şöyle


sesleniliyor:

“Yiyiniz, faydalanınız biraz!” (Mürselât: 46)

Eceliniz gelinceye kadar dünyanın geçici zevklerinden faydalının. Hiç şüphesiz ki


tattığınız tadacağınız lezzetler bununla sınırlı olacak, cehenneme girdiğiniz zaman bu
lezzetlerin kokusunu bile duyamayacaksınız, ayrıca cehenneme de odun olacaksınız,
azap üstüne azap çekeceksiniz!

“Gerçek şu ki sizler suçlusunuz!” (Mürselât: 46)

22.08.2019
Sayfa 422 / 646

Bu suçlarınız sizi küfre sokmuş, cennetin ebedî zevklerinden mahrum bırakmıştır.

“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 47)

Onlar bu cezâyı kendileri istemişler, yaptıkları kötü işlerle ve art niyetlerle Allah-u
Teâlâ’nın gadabını üzerlerine çekmişlerdir.

“Onlara: ‘Rüku edin!’ denildiği zaman rükû etmezler.” (Mürselât: 48)

Her türlü ısrarlı uyarmalara rağmen hiç kulak vermezler, hak ve hakikat karşısında
büyüklenmelerinde ısrar ederler.

“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 49)

Artık onlar hiçbir kurtuluş çaresi bulamayacaklardır.

“Artık onlar bundan sonra hangi söze inanacaklar?” (Mürselât: 50)

Gerçeği en güzel bir şekilde kesin delillerle bildiren ve apaçık bir mucize olan Kur’an’a
inanmayınca, hangi kitaba inanacaklar?

Kullarını dünya sâdetine ahiret selâmetine erdirmek için peygamberlerini gönderen,


kitaplarını indiren Allah-u Azîmüşân’ın şânı ne yücedir!

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜZEMMİL SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Teheccüd Namazı

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olan ilk Sûre-i şerif’lerdendir. Ancak hepsi bir
defada inmeyip, 20. Âyet-i kerime daha sonraları inmiştir. Yirmi Âyet-i kerime, iki yüz
seksen beş kelime ve sekiz yüz otuz sekiz harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime’de Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-


Efendimiz’e: “Örtüsüne bürünen!” diye hitap edildiği için, bu mânâya
gelen “Müzzemmil” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmaktadır. “Müzzemmil” bu sebeple
de onun isimlerinden bir isim olmuştur.

Muhtevâsı:

22.08.2019
Sayfa 423 / 646

Bu mübârek Sûre-i celîle Resulullah -salallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her şeyden
ilgisini keserek Allah-u Teâlâ’ya yönelişini, O’na itaatini, gece ibadetini, Kur’an-ı kerim
âyetlerini okuyuşunu ele almaktadır.

Sûre-i şerif Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a olan en güzel hitabı ile
başladıktan sonra; geceleri Teheccüd namazı kılmasını, Kur’an-ı kerim’i tertil üzere
okumasını, büyük sorumluluk için kendisini hazırlamasını emir buyurduğunu beyan
etmektedir.

Her hususta Rabb’ine ilticâ etmesini, her türlü tedbiri aldıktan sonra yardımı O’ndan
dilemesini, müşriklerin eziyetlerine karşı sabretmesini tavsiye ettiğini açıklamaktadır.

Resulullah Aleyhisselâm’a karşı çıkanlar ikaz ve tehdit edilmekte, iman ve itaat


etmedikleri takdirde kıyamet gününde şiddetli azap görecekleri hatırlatılmaktadır.

Ağır Söz:

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini büyük emaneti taşımak için
hazırlamıştı. İslâmiyet’in doğuşunun ilk yıllarında o seçkin Peygamber’i tanıtmak ve
gizlilikten açığa çıkarmak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:

“Ey örtüsüne bürünen (Resul’üm)!” (Müzzemmil: 1)

Artık istirahat zamanı geçmiş, bu ağır yükü yüklenme zamanı gelmiştir.

“Gecenin bir kısmı hariç olmak üzere kalk!” (Müzzemmil: 2)

Gecenin o derin saatlerinde Rabb’ine ibadet et ki, ilâhî vazifeye hazırlanasın.

“Gecenin yarısında.” (Müzzemmil: 3)

Kalkılacak miktar gecenin yarısıdır. O zaman içinde kalk, namaza niyaza devam et!
Yarısında ibadet etmek, çoğunda ibadet etmek gibidir.

“Yahut ondan biraz eksilt.” (Müzzemmil: 3)

Yarısından az kalk. Bu eksiltme gecenin üçte birinden fazla olmasın.

“Veyahut üzerine biraz artır.” (Müzzemmil: 4)

Yarısından fazla uyanık bulun ki, bu da üçte ikisi kadar olabilir.

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini bu hususta serbest


bırakmıştır. Gecenin yarısı tercih edilmiş, bunun biraz azı veya çoğu hususu ona
bırakılmıştır.

“Kur’an’ı ağır ağır, tane tane, tertil üzere oku!” (Müzzemmil: 4)

Harflerin dahi anlaşılır şekilde okunması emredilmektedir. Öyle ki onu dinleyen, bütün
kelimelerini tek tek anladığı gibi mânâ ve hakikatlerini düşünebilsin.

Tertil’den maksat, Kur’an-ı kerim’i okurken kalbin huzur içinde olmasıdır.

22.08.2019
Sayfa 424 / 646

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kur’an-ı kerim’i harf harf, yani ağır ağır
okur ve harfleri iyice çıkarırdı. Her rahmet âyetini okuduğunda durur ve onu isterdi. Her
azap âyetini okudukça da durur ve ondan Allah-u Teâlâ’ya sığınırdı.

“Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz.” (Müzzemmil: 5)

Dayanılması ve uygulaması çok zor olan büyük bir kelâmı üzerine indirip tatbikini ve
uygulamasını sana emredeceğiz. Sana yüklediğimiz ağır sözü taşıyabilmen için sende
tahammül gücü gelişsin.

Teheccüd Namazı:

Bundan sonra, Allah-u Teâlâ geceyi ibadetle geçirmenin faziletini beyan ve teşvik etmek
üzere şöyle buyurdu:

“Şüphesiz ki gece kalkıp ibadet etmek daha tesirli ve o zaman okumak daha
elverişlidir.” (Müzzemmil: 6)

Çünkü geceleri sesler sakinleşir, hareketler kesilir, gürültüler yatışır. Kalp huzuru ancak
bu anlarda temin edilir.

Âyet-i kerime’lerde geçen gece kalkma emri Teheccüd namazı içindir. Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e farz, ümmet-i muhteremesine ise nafile olarak
emredilmiştir.

Gece ibadete kalkmak müminin ihlâsındandır. Çünkü gece yapılan ibadet gösterişten
uzaktır.

“Çünkü gündüz, seni uzun uzun alıkoyacak işler vardır.” (Müzzemmil: 7)

Dolayısıyla ibadet için boş vakit bulamazsın.

Gecenin sükûneti içinde kılanan Teheccüd namazı bir mümin için mutlaka lüzumludur.
Velev ki bir koyun sağacak kadar olsun. Bu namaz ibadetlerin en efdali ve en meşakkatli
olanıdır. Çünkü gece uyku ve dinlenme için yaratılmıştır. Gece ibadete kalkmak nefse
daha ağır ve zor gelir. Amellerin en efdali ise en güç olanıdır.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde

“Resul’üm! Gecenin bir kısmında uyanıp, sırf sana mahsus fazla bir ibadet olmak
üzere Kur’an ile gece namazı kıl.” buyuruyor. (İsrâ: 79)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- gece namazlarında iki ayağı şişinceye kadar
ayakta dururdu. Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir gün kendisine:

“Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etmişken, niçin bu kadar


zahmet çekiyorsun?” deyince şöyle buyurdu:

“İşte bu gufrân-ı ilâhî’ye karşı şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhârî)

Teheccüd namazı çok faziletlidir. Hadis-i şerif’lere göre, farzlardan sonra en kıymetli
namazdır.

22.08.2019
Sayfa 425 / 646

Sâlih kulların âdetidir. İnsanı Allah’a yaklaştırır. Günahlara kefarettir, günah işlemekten
alıkoymaya sebeptir. Bedenî ve ruhî hastalıklara şifâdır.

Allah-u Teâlâ Secde sûre-i şerif’inin 16 ve 17. Âyet-i kerime’lerinde, Furkân sûre-i
şerif’inin 64. Âyet-i kerime’sinde Teheccüd’e kalkanları medh-ü senâ etmektedir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Bir erkek, gecenin bir vaktinde karısını uyandırır da her ikisi namaz kılarsa, çok
zikreden erkekler ve kadınlar arasına yazılırlar.” (Ebu Dâvud)

Bu namazı kılanlar, hamama girip yıkanmış gibi olurlar. Tesbih namazı kılanlar ise,
hamamda yıkanıp keselenenlere benzerler. Şu kadar var ki, yapılan bütün işler ilâhî
ahkâm dâiresinde olmalıdır.

“Git kalp kapısında dur ki, o saray güzeli,


Ya seher vakti gelir, ya da gece yarısı.”

Zikrullah Emri:

Gündüzün meşguliyeti anlatıldıktan sonra Allah-u Teâlâ Zikrullah’ı emir buyurmuş, dünya
işleriyle meşgul olurken Zât-ı akdes’inin hiçbir hâl ve ahvâlde unutulmamasını Âyet-i
kerime’sinde beyan etmiştir:

“Rabb’inin adını zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel.” (Müzzemmil: 8)

Dünya işlerinden ihtiyacın kadarını yapıp, meşguliyetlerini bitirince kendini her şeyden
çekerek Rabb’ine teveccüh et, samimi bir şekilde O’na ibadet için vakit ayır. Dünya
alâkaları gönlünü aslâ meşgul etmesin. Her an O’nu zikretmeye devam ederek kalbini
nurlandır. İhlâs ve sadâkatle yolunda bulun. O’nunla olmaya bak!

Allah-u Teâlâ’yı tesbih edip şanına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O’nu kemâl ve
cemâl sıfatları ile vasıflandıran bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı
zemîmelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.

Bu Âyet-i kerime’de Usûl-i aşere’den Uzlet’e işaret vardır.

Uzlet; halkla ilişiği kesip Hakk’la olmak, huzur içinde ibadet, tezekkür ve esrâr-ı ilâhî’yi
tefekkür için tenhayı seçmek demektir.

Uzlet; farz ve fazilet olarak ikiye ayrılmıştır. Farz olan uzlet, şerden ve şerli kimselerden;
fazilet olan uzlet ise, lüzumsuz ve faydasız işlerle bunları âdet hâline getirmiş
kimselerden uzak durmaktır. Halktan uzak olan Hakk’a yakın olur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 426 / 646

MÜZEMMİL SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


İlâhî Azamet

Allah-u Teâlâ Zikrullah’ı ve Zât-ı akdes’ine yönelmeyi emretmesinin sebebini beyan


ederek mütebâki Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurmaktadır:

“O doğunun da batının da Rabb’idir.” (Müzzemmil: 9)

Mülkü olan bütün bu gökleri, yeri ve bunların arasındaki her şeyi Allah-u Teâlâ bir düzen
üzere, bir irâde ile ve sadece “Ol!” demekle icad etmiştir. Her oluş bir yaratıcıya
muhtaçtır ve Allah-u Teâlâ böyle bir yaratıcıdır.

“O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Müzzemmil: 9)

İlâh ancak O’dur. O’ndan başka ne bir ilâh, ne de bir Rabb vardır. Ulûhiyet ve ubûdiyet
yalnız O’na mahsustur. Gönül verilecek ve ibadet edilecek yegâne varlık O’dur.

“Öyleyse yalnız O’nu vekil tut (O’nun himayesine sığın).” (Müzzemmil: 9)

İşlerini doğunun ve batının sahibine havale et, sadece O’na güven. Hiç şüphesiz ki her
hususta O’nun irâde ve gücü geçerlidir. O’nun hükmüne uymayan her fikir ve düşünce
bâtıldır, geçersizdir.

“Resul’üm! Onların söylediklerine sabret!” (Müzzemmil: 10)

Çünkü Rabb’in o beyinsizlere karşı senin yardımcındır.

“Ve güzelce onlardan ayrıl.” (Müzzemmil: 10)

Onları kendine muhatap alma, yaptıkları işlerde onlara uyma. Onların er veya geç lâyık
oldukları cezâlara uğrayacaklarında hiç şüphe yoktur. Bu senin hakkında ilâhî bir
imtihandır, mükâfat vesilesidir.

Bunlara verilen dünya nimetlerinin kesinlikle geçici olduğuna dair Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Nimet içinde olan o yalanlayıcıları bana bırak!” (Müzzemmil: 11)

Ben onların haklarından gelirim, lâyık oldukları cezalara kavuştururum.

“Ve onlara biraz mühlet ver.” (Müzzemmil: 11)

Haklarında belirlenmiş olan zaman gelince hiç şüphesiz ki cezalarına çarptırılmış


olacaklardır.

22.08.2019
Sayfa 427 / 646

Mühletin Sonu:

İnkârcı sapıklara tanınan süre dolunca Allah-u Teâlâ iplerini çeker, onları vâdolundukları
azaplarla başbaşa bırakır.

“Yanımızda onlar için ağır boyunduruklar ve cehennem var.” (Müzzemmil: 12)

Onlardan intikam almak için hazırlanmış, kendilerine ağırlık veren zincirler ve


boyunduruklar da bulunmaktadır. Bu boyunduruklar onların kaçma tehlikesi olduğu için
değil, azap üstüne azap tattırmak içindir. İnsanı sıkacak, üzecek, bunaltacak ne varsa
hepsi orada vardır. Azapların her türlüsünü çekmek zorunda kalırlar.

“Boğaza takılıp kalan bir yiyecek ve acıklı bir azap var.” (Müzzemmil: 13)

Bu cehennem yiyecekleri irin, zehirli ve dikenli bir bitki olan dari’ ve zakkumdur. Bunlar
boğaza girdiği zaman ne yutulur, ne de çıkarılır.

Çeşit çeşit cezalar olduğu gibi, ceza verilenler de sınıf sınıftır. Her suç için ayrı cezalar
vardır. Bir kısmının yiyeceği zakkum olurken bir kısmınınki dari’ olur. Bunları yemek kabil
olmadığı için açlıkları devam eder durur.

Bu Âyet-i kerime’yi okuduğu zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in


haykırdığı rivâyet edilmiştir.

Bu hadiselerin ne zaman olacağına gelince:

“O gün yer ve dağlar sarsılır, dağlar dağılmış kum yığınına döner.” (Müzzemmil: 14)

Rüzgârların estirdiği toz gibi olur, kendilerinden bir eser bile kalmaz, hiçbir iz
kalmamacasına kaybolup gider. Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki; yeryüzü
bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi hâline gelir. Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı
görülür, yüksek ve alçak hiçbir şey kalmaz. Dünya böyle olunca, insanların ne hâle
geleceği düşünülmelidir. Artık kurtulma diye bir şey tasavvur edilemez, âfetler peşi peşine
gelmiş çatmıştır.

İlâhî rahmet yetişmeyecek olursa vay o insanların haline!

Geçmişten İbret:

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a hararetle karşı çıkan Mekke müşriklerine zorba
Firavun’u misal göstererek Âyet-i kerime’sinde onlara şöyle hitap etmiştir:

“Doğrusu biz Firavun’a bir peygamber gönderdiğimiz gibi, size de hakkınızda


şâhitlik edecek bir peygamber gönderdik.” (Müzzemmil: 15)

Kendisine karşı yaptıklarınıza, inkârlarınıza, yalanlamalarınıza kıyamet günü şâhitlik


edecektir. Nitekim daha önce de azgın Firavun’a ve kavmine de Musa Aleyhisselâm’ı
göndermişti.

“Firavun o peygambere karşı gelmişti de, onu çok ağır bir yakalayışla yakalayıp
cezalandırmıştık.” (Müzzemmil: 16)

22.08.2019
Sayfa 428 / 646

O da kavmi de denizin dalgaları arasında kahrolup gittiler. Bundan ibret almayacak


mısınız? Onların başına gelen âkıbetin sizin başınıza da geleceğini düşünemiyor
musunuz?

Sûr’un Zelzelesi:

Allah-u Teâlâ müşriklere hitap ederek, Firavun ve hânedânı ilâhî intikamdan nasıl
kurtulamamışsa, onların da aslâ kurtulamayacaklarını açıklamaktadır:

“Eğer inkar ederseniz çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan o günden nasıl
korunacaksınız?” (Müzzemmil: 17)

Öyle korkulu bir gün ki, gençleri bir anda ihtiyarlatmaya yetip artmaktadır. Yeni doğmuş
çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirir.

Allah-u Teâlâ’nın vahdaniyetini, Peygamberi’nin risaletini tasdik etmeyenler için


gerçekten de zor bir gündür.

Kıyamet kopmadan önce onu yalanlayıp inkâr edenler bulunursa da, gerçekleşmeye
başlayınca artık onu tasdik etmeye mecbur kalırlar. İnanmadıkları o müthiş hadiseyi
ayan-beyan görünce şaşkına dönerler, artık yalanlamanın hiçbir yararı olmayacağını
anlarlar.

Böyle canlı bir hadiseye o gün için yaşamakta olan insanlar, bir kaç saniye de olsa şahit
olacaklar. Kalpleri yerinden oynayacak, akılları başlarından gidecek, emzikli her dişi
varlık dehşet ve korku içerisinde emzirdiği yavrusunu unutacak, memesini yavrusunun
ağzından çekip çıkaracak.

Nitekim bir diğer Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın
çocuğunu düşürür.” (Hacc: 2)

Hiç şüphesiz ki bu hâl sıkıntıların en şiddetli anıdır. En iyisini Allah-u Teâlâ’nın bildiği
üzüntü ve korku onları kaplar.

Kıyamet ve Gökyüzü:

Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.

“O günün şiddetinden gök yarılır.” (Müzzemmil: 18)

Dağlar kum yığınına dönmekle, çocuklar ak saçlı ihtiyar hâline gelmekle kalmaz; gökler
bütün azametine rağmen gücünü, kuvvetini, nizam ve intizamını, özelliğini kaybeder.
Çalkalana çalkalana yarılıp, parça parça olur.

“Allah’ın vaadi mutlaka yerine gelir.” (Müzzemmil: 18)

Zira Allah-u Teâlâ verdiği sözden dönmez. İlâhî emir ve hüküm böylece gerçekleşir, ilâhî
kudret bu şekilde tecellî eder.

22.08.2019
Sayfa 429 / 646

Kıyamete kadar sayılsa dünyanın nizamı ve insan neslinin devamı için Allah-u Teâlâ’nın
insanlara bahşetmiş olduğu lütufları ve hikmetleri dile getirilemez. Bu nimetlerin adedi ve
sonu yoktur. Bu ilâhî hakikatlerin sonunu ve sayısını O’ndan başka hiç kimse bilemez.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki bu bir öğüttür.” (Müzzemmil: 19 - İnsan: 29)

Basireti bozuk olmayan, akl-ı selim sahibi, özü sağlam kimseler ancak öğüt ve ibret
alırlar.

“Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (Müzzemmil: 19 - İnsan: 29)

İman, itaat ve güzel amellerle Rabb’ine emniyetler içinde ermeye ve yaklaşmaya çalışır.

Her kim Rabb’ine doğru varmak, O’nun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, O’na
götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.

Herkes iradesini sarfettiği yöne muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette
hâline uygun bir yol tutar.

Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nail oldukları gibi, dalâlet yollarına
gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÜZEMMİL SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Dinde Kolaylık

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resulullah Aleyhisselâm’ın ve Ashâb-ı kiram’dan bir


zümrenin geceleri kalkarak bir müddet gece ibadeti ile meşgul olduklarını beyan
buyurmuştur:

“Resul’üm! Şüphesiz Rabb’in biliyor ki sen, gecenin üçte ikisinden biraz eksik ve
yarısında ve üçte birinde kalkıyorsun.” (Müzzemmil: 20)

Kimi zaman böyle kimi zaman öyle kalkıyorsunuz. Hiçbirinizin bu kalkışta farklı bir
maksadı yoktur. Şu kadar var ki, ağır geleceği için siz gece kalkma emrini tam olarak
yerine getirmeye güç yetiremezsiniz.

“Seninle beraber olanlardan bir tâife de kalkıyorlar.” (Müzzemmil: 20)

22.08.2019
Sayfa 430 / 646

Ashâb-ı kirâm -radiyallahu anhüm- Hazerâtından bir kısım müminler de sevgili


peygamberlerine uyarak gönülden gelen bir istekle böyle yaparlar, büyük meşakkatlere
katlanarak kalkarlardı. İçlerinde gecenin ne kadar zamanında namaz kıldığını, sabaha ne
kadar kaldığını bilmeyerek, ihtiyaten bütün geceyi ayakta geçirenler, hatta ayakları
şişenler bile vardı.

“Geceyi ve gündüzü (onun vakitlerini) Allah takdir eder.” (Müzzemmil: 20)

Bazen gece ve gündüz eşit olur, bazen gündüz fazla gece eksik, bazen de gece fazla
gündüz eksik olur. Gecenin de gündüzün de gerçek miktarını O bilir.

“O, sizin bunu sayamayacağınızı (vakti tam hesap edemeyeceğinizi) bildi de sizi
affetti.” (Müzzemmil: 20)

Geceleyin kalkıp belirli vakitlerde teheccüd namazı kılmayı size farz kılmadı, af ve keremi
ile tecellî ederek size kolaylık gösterdi. O sizi sıkıntıya sokmak istemez.

Sûre-i şerif’in 2. ve 3. Âyet-i kerime’lerinde gecenin çoğunun veya yarısının, ya da


yarısına yakın bir bölümünün ibadetle geçirilmesi emredilmişti. Fakat bu hesaplama
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına biraz ağır geliyordu. Aynı zamanda
müminlerin İslâmiyet’i yayma vazifeleri de ortaya çıkmıştı. Murad-ı ilâhî böyle tecellî etti,
Allah-u Teâlâ yüklerini hafifleterek farziyetini düşürdü.

Başlangıçta bu emr-i şerif’in muhatabı Resulullah Aleyhisselâm idi. Fakat zamanla


Ashâb-ı kiram’dan bazıları sevap kazanmak için coşkuyla ona uyarak teheccüd
namazına önem vermeye başladılar.

Allah-u Teâlâ bu zor ibadetin ağırlığını kaldırıp kolaylaştırdı ve şu emri verdi:

“Artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun!” (Müzzemmil: 20)

Geceleri kolayınıza gelen miktarda teheccüd kılın, Kur’an-ı kerim âyetleri okuyun,
kendinizi sıkıntıya düşürmeyin. Siz bu hususta muhayyersiniz.

Kur’an-ı kerim okumayı kendisine ders edinen kimse devam üzere okursa, az bile
okumuş olsa, üzerine tereddüp eden vazifesini yapmış olur. Çünkü Âyet-i kerime’de
geçen “Kolaylık” tâbiri, gayet sühulete işaret ettiği gibi, güçlüğü kaldırmaya da işarettir.

Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Kur’an’ı okuyunuz. Çünkü Allah Kur’an’ı kavrayarak ezberlemiş bir kalbe azap
vermez.” (Câmiu’s-sağîr: 1340)

Allah-u Teâlâ bu ümmetten gece ibadetini terketmeyi gerektiren mazeret sahiplerinin


bulunacağını ezelî ilmi ile bilmiş, üç grubun bunu yerine getirmelerinin mümkün
olmadığını bildirmiş, bu hafifletmenin hikmetini şöyle açıklamıştır:

“Allah bildi ki içinizden hastalar olacaktır.” (Müzzemmil: 20)

Vücut düzenleri bozulduğu için, gece kalkıp tehecüd namazı kılamayacaklarıdır.

“Diğerleri Allah’ın lütfunu arayarak yeryüzünde seyahat edecekler.” (Müzzemmil:


20)

22.08.2019
Sayfa 431 / 646

Ticaret yapmak, helâl rızık kazanmak üzere başka memleketlere yapacakları yolculuk
zahmetine katlanacaklar.

“Diğer bir kısmı da Allah yolunda savaşacaklar.” (Müzzemmil: 20)

Allah-u Teâlâ’nın dinini yüceltmek ve yaymak için O’nun yolunda cihad edecekler. Hâliyle
bahsi geçen gece ibadetini kolaylıkla yerine getiremeyecekler.

Bu ifade Allah-u Teâlâ’nın lütfundan kazanç elde etmek ve ticaret yapmak için yolculuğa
çıkanlarla, Allah yolunda çarpışacak mücahitlerin yan yana zikredilmiş olmalarında,
bunların ikisinin de mükâfatta birbirine yakın olmalarına işaret vardır.

Kolaylığın; hastalar, yolcular ve mücahidlerin durumu göz önüne alınarak sadece bu üç


gruba tanınmasında, bu durumda olmayanların gece ibadeti için gayret sarfatmelerinin
lüzumuna işaret vardır. Teheccüd namazının farziyeti düşmüşse de mendup oluşu devam
etmektedir.

“O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun!” (Müzzemmil: 20)

Kolayınıza gelen miktarda Kur’an-ı kerim âyetleri okuyun. Geceleri müsait olduğunuz
şekilde gece ibadetine koyulun. Kendinizi zora koşmayın.

Karz-ı Hasen:

Allah-u Teâlâ gece namazını çoğaltmanın ve farz olan beş vakit namazı kılmanın başka
başka ibadetler olduğunu belirtmek için şöyle buyurmaktadır:

“Namazı kılın, zekâtı verin.” (Müzzemmil: 20)

Zekât ibadeti Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde namaz ibadeti ile birlikte
emredilmiştir. Namaz emredilip de hemen akabinde zekâtın emredilmediği yer pek yok
gibidir. Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz
İslâm’ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise İslâm’ın köprüsüdür. Bu
köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.

Zekâtın dışında bir de nafile olarak verilen sadakalar vardır.

Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesi, Kur’an-ı
kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak
vasıflandırılmaktadır:

“Allah’a güzel ödünç takdiminde bulunun.” (Müzzemmil: 20)

Ahirette sevabını almak üzere, ödünç verir gibi hayır yolunda harcamalar yapın. Allah-u
Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmak için hayrat ve hasenatta bulunun, fakirlere sadaka
verin, yoksulları araştırın, zaruri ihtiyaçlarını görün.

Önceden kendiniz için takdim ettiğiniz her şey, o gün yine size takdim edilecektir.
Dünyada iken sakladığınız şeylerin en hayırlısı bunlardır.

Allah-u Teâlâ ihtiyaçtan münezzeh olduğu halde “Borç istemek” Zât-ı akdes’ine izâfe
edilmiştir. Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için,
sarfettikleri şeylerin Zât-ı akdes’ine verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.

22.08.2019
Sayfa 432 / 646

“Kendiniz için önden ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu hem de daha üstün
ve mükâfâtça daha büyük olmak üzere bulursunuz.” (Müzzemmil: 20)

İnfakın karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli
verilmesi, riyâ karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi,
verilirken başa kakılmaması şarttır.

Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.

Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun
karşılığını kat kat iâde edeceğini vâdetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine
saâdet ve selamet verir. Ahirette ise mükâfât olarak birçok sevaplar ihsan buyurur.

“Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı ve merhamet


edicidir.” (Müzzemmil: 20)

Çünkü insanlar bu hususta kusur etmiş olabilirler. Allah-u Teâlâ’ya yönelmeleri, niyetlerini
düzeltmeleri, tevbe ve istiğfarda bulunmaları için müracaat kapısı her zaman için açıktır.
Çünkü O kullarının tevbe ve istiğfârından çok hoşlanır, onlara azap etmek istemez,
rahmeti gadabından önce gelir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Nasr Sûre-i Şerif'i (1)


Sûre-i Şerif'in Muhtevası

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Medine-i münevvere döneminde Tevbe Sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Üç Âyet-i
kerime, on yedi kelime ve doksan yedi harften müteşekkildir.

İlk Âyet-i kerime'de geçen ve "Yardım" mânâsına gelen "Nasr" kelimesi bu Sûre-i şerif'e
isim olmuştur. "İzâ câe" ve Beşâret" Sûre-i şerif'i de denilir. Ayrıca Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz'in vazifesinin sona ermekte olduğunu ve vefatının yaklaştığını
dolaylı şekilde haber verdiği için "Vedâlaşma" mânâsına gelen "Tevdi'" Sûre-i şerif'i
olarak da anılır.

Kur'an-ı kerim'in son inen Sûre-i şerif'idir. Bundan sonra bazı Âyet-i kerime'ler nâzil
olmakla beraber, bundan sonra tam olarak bir Sûre-i şerif inmemiştir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar
ki:

"İzâ câe nasrullahi ve'l-feth sûresi Kur'an'ın dörtte birine denktir." (Tirmizî)

22.08.2019
Sayfa 433 / 646

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i celîle'de Resulullah Aleyhisselâm'a ve Ashâb-ı kiram'ına ilâhî


yardımın geleceği, dinlerinin muzaffer kılınacağı, yakın gelecekte Feth-i mübin'in
gerçekleşeceği, insanların gruplar hâlinde gelip müslüman olacakları müjdelenmekte; bu
müjde gerçekleşince de hamdetmeleri, Allah-u Teâlâ'yı tesbih ve tenzih ile meşgul
olmaları emredilmektedir.

Resulullah Aleyhisselâm Nasr Sûre-i şerif'inin inişinden beri ecelinin yaklaştığını


hissetmiş bulunuyordu.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- vefatından önce;

'Allah'a hamdederek O'nu tesbih eylerim. Allah'tan mağfiret diler ve O'na tevbe
ederim.'

Sözlerini çok söylüyordu.

Ben: 'Yâ Resulellah! Görüyorum ki bu duâyı çok yapıyorsun!' dedim.

Şöyle buyurdu:

'Rabb'im bana ümmetim hakkında bir alâmet göreceğimi haber vermişti. O alâmeti
gördüğüm zaman kendisine çok çok tesbih ve hamd ile istiğfarda bulunacaktım.
İşte o alâmeti gördüm.'

Daha sonra da Nasr Sûresi'ni okudu."

Bu mübarek Sûre-i şerif'te Resulullah Aleyhisselâm'ın vefat haberi vardır. Bu Sûre-i şerif
nâzil olduğunda Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e:

"Ecelimin geldiğini görüyorum." buyurmuştur. (İbn-i Mâce)

Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz der ki:

"Resulullah Aleyhisselâm'ın mübarek ağzı her zaman: 'Sübhânellâhi ve bi hamdihi'


kelimelerini tekrar ederdi. Bir gün: 'Yâ Resulellah! Bu kelimeleri niçin bu kadar çok
zikrediyorsunuz?' diye sordum. 'Bana böyle emredildi!' buyurdu ve bu sûreyi
okudu."

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- der ki:

"Bu sûre nâzil olduktan sonra Resulullah Aleyhisselâm ahiret için o kadar çok
meşgul oldu ki, daha önce böylesi görülmemişti." (Nesâî)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 434 / 646

Nasr Sûre-i Şerif'i (2)


Arabistan'da Müslümanlığın Yayılışı

Arabistan'da Müslümanlığın Yayılışı:

Hicretin sekizinci yılında Mekke-i mükerreme'nin fethi ile İslâm buraya da hâkim oldu.
Dokuzuncu yılda Tâifliler müslümanlığı kabul edince, bütün Hicaz İslâm sınırları içine
girdi, İslâm'ın nuru Şam'a kadar ulaştı. Hudeybiye barışından itibaren Medine-i
münevvere'ye kabile temsilcileri gelmeye başlamıştı. Mekke-i mükerreme'nin fethinden
sonra bu heyetler çoğaldı.

Önceleri İslâm dinini yaymak için etrafa muallimler göndermek gerekiyordu. Hicretin
dokuzuncu yılında yapılan Tebük seferinden sonra Arap kabileleri ister istemez İslâm'a
boyun eğdiler. Müslümanlık Arap yarımadasının her tarafına süratle yayıldı. Hicretin
dokuzuncu ve onuncu yılları "Müslümanlığın yayılma yılları" oldu. Halk uzak-yakın
yarımadanın her tarafından, fevc fevc, dalga dalga Medine-i münevvere'ye akıyor, İslâm
dini'ne girmede birbirleriyle yarış ediyordu. Artık Arabistan'da müslümanlara karşı
duracak hiçbir kuvvet kalmamıştı. Şirkin beli kırıldı, putperestliğin tırnakları söküldü. İki yıl
içinde şurada burada yaşayan musevîlerden, hıristiyanlardan başka bütün yarımadaya
yalnız İslâm dini hâkim oldu. Artık İslâm'a karşı çıkacak hiçbir güç kalmamıştı. Bu parlak
muvaffakiyet, Hazret-i Allah'ın yardımının bir eseriydi.

Nasrullah ve Fetih:

Allah-u Teâlâ Mekke-i mükerreme'nin fethedileceğini bir peygamberlik mucizesi olarak


Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine müjdelermiş ve şöyle buyurmuştur:

"Resul'üm! Allah'ın yardımı ve fetih (zafer günü) geldiğinde." (Nasr: 1)

Âyet-i kerime'de geçen "Fetih"ten maksat Mekke-i mükerreme'nin fethidir. Çünkü Arap
yarımadasındaki kabileler: "Eğer o kendi kavmine üstün gelirse peygamberdir." diyerek
İslâm'a girmek için Mekke'nin fethini gözlüyorlardı.

"Ve insanların akın akın, dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini


gördüğünde." (Nasr: 2)

Allah-u Teâlâ ona bu büyük zaferi, fetihlerin fethini nasip edince insanlar alay alay, bölük
bölük, kabile kabile Allah-u Teâlâ'nın dinine girdiler. İnsanların birer ikişer İslâm'a
girdikleri günler artık geride kaldı.

"Rabb'ini hamdederek O'nu tesbih et." (Nasr: 3)

Düşmanlarına karşı sana büyük bir muzafferiyet verdiği için Rabb'ine hamd ve senâda
bulun, şükranlarını takdim et. Ayrıca O'nu şânına layık olmayan vasıflardan tenzih et,
kemâl ve cemâl sıfatları ile tavsif et! İbadet ve taatların, hamd ve övgülerin devamlı olsun.

22.08.2019
Sayfa 435 / 646

Allah-u Teâlâ'yı hamd ile tesbih etmek, müslümanın dünya saâdeti ahiret selâmeti elde
etmesinin de vesilesidir. İnsan bu sayede ruhen inşirah bulur, içi nurlanır, ilâhî lütuflara ve
yardımlara mazhar olur.

"Ve O'ndan mağfiret dile. O tevbeleri daima kabul edendir." (Nasr: 3)

Affı çok boldur, affı sever, af dileyeni affı ile kuşatır, günahları çokça bağışlar. Engin
merhameti ile günahlardan pişmanlık duyanları affeder. Her türlü cezayı verebilecek
sonsuz bir kudrete sahip olmasına rağmen, çok çok merhametli, çok bağışlayıcıdır. Deniz
köpüğü kadar da olsa bütün günahlarını örter, izlerini tamamen yok eder, Kirâmen kâtibîn
meleklerinin kayıtlarını sildirir. Kıyamet günü bu günahlardan dolayı hesap sormaz,
mahçup olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.

Resulullah Aleyhisselâm'ın birçok Âyet-i kerime'lerde geçtiği üzere, daha önceden de


tesbih ve hamd ile emrolunduğu ve bundan dolayı fetihten önce dahi tesbih ve hamd
etmekte olduğu mâlumdur. Şu muhakkaktır ki Allah-u Teâlâ'nın celâl ve ikram tecelliyâtı
hiçbir an kesilmediği için, Allah-u Teâlâ'yı her zaman tesbih ve hamdetmek bir vazifedir.

Tesbih emriyle beraber istiğfar emrinin de verilmesi ümmet-i muhteremesine lütuf olması
içindir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Nâs Sûre-i Şerif'i (1)

Temmuz 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 31

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Altı Âyet-i kerime, yirmi


kelime ve yetmiş harften müteşekkildir.

İlk Âyet-i kerime'de geçen ve: "İnsanlar" mânâsına gelen "Nâs" kelimesi bu
Sûre-i şerif'e isim olmuştur.

22.08.2019
Sayfa 436 / 646

"Felâk" Sûre-i şerif'i ile


birlikte "Muavvizeteyn" adıyla; "İhlâs" ve "Felâk" Sûre-i şerif'leri ile
birlikte de "Muavvizât" adıyla anılır.

Gerek "Felâk" Sûre-i şerif'inde ve gerekse bu Sûre-i şerif'in başında


insanların, cinlerin ve bütün mahlûkâtın şerlerinden Allah-u Teâlâ'ya sığınmak
emrolunduğu için onlara "Muavvizeteyn" ismi verilmiştir.

"Felâk" Sûre-i şerif'i ile ilgili Hadis-i şerif'ler bu Sûre-i şerif ile de ilgilidir.

Muhtevâsı:

Bu Sûre-i celîle'de de "Felâk" Sûre-i celîle'sinde olduğu gibi istiâze


emredilmiş; gerek cinlerden ve gerekse insanlardan olup insanların kalplerine
vesvese veren sinsi şeytandan Allah'a sağınmanın önemi belirtilmiştir.

İstiâze:

Her şeyin Rabb'i, her şeyin meliki ve her şeyin ilâhı olan Allah-u Teâlâ'ya
sığınarak O'na tam bir itimat bağlamak ve güvenmek, metanet bulmak imanın
esası, kalbin kuvveti, ruhun rahatıdır. Amellerin efdali, hallerin en şereflisidir.
İstiâze gönüllere itminan bahşeder.

Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah kuluna kâfi değil mi?" (Zümer: 36)

Elbette kâfidir! Çünkü O'na gönülden sığınmak, helâk edici noktalardan


kurtuluşa sebeptir.

Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü
darlıktan ve çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.

Her işte Hakk'a sığınmak iman icabıdır. O'na sığınan kişi; annesinden başka
hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini bilen çocuk gibidir. Her
hâlinde, Mevlâ'sına yönelir ve sığınır.

"Resul'üm! De ki: Sığınırım insanların Rabb'ine!" (Nâs: 1)

22.08.2019
Sayfa 437 / 646

Allah-u Teâlâ insanların Rabb'idir. Rabb; terbiye eden, ıslâh eden, yetiştiren
mânâsına geldiği gibi, sahip mânâsına da gelir. Bu kelime O'ndan başka hiç
kimse hakkında kullanılmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ varlık âlemini yoktan
vârederek yaratmış, nâmütenâhi nimetlerle donatmış, yarattıklarını bir nizam
içinde olgunlaştırmış, terbiyeden geçirmiş, her ihtiyacını temin etmiştir. Öyle
bir Rabb ki; faydalarına olan şeyleri bol bol vermekte, zararlarına olan şeyleri
kendilerinden uzaklaştırmaktadır.

Bir insanın O'na sığınması demek, o en güzel mürebbinin terbiyesine girmesi


demektir...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Nâs Sûre-i Şerif'i (2)

Eylül 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 33

İstiâze (2)

"İnsanların melikine." (Nâs: 2)

O öyle bir Rabb ki; mülk ve melekûtün yegâne sahibidir, hakiki mutasarrıfıdır,
mutlak hükümdârıdır. Bir kul ne kadar güçlü hükümdar olursa olsun, mülkün
gerçek sahibine muhtaçtır, mülk ve iktidarı geçicidir.

Her şey O'nun tasarruf ve iktidarı altında O'na tâbidir. Hâkimiyetini sınırlayan
hiçbir şey yoktur.

Kullarının elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun


mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem de hükümdarıdır. Mülkünü ve mülkünde
olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare etmekte, yarattığı her şeyi ezelî
takdir plânına göre yürütmektedir.

Bir insanın O'na sığınması demek, o iktidar sahibi hükümdarın kurtuluş


kalesine girmesi demektir.

22.08.2019
Sayfa 438 / 646

"İnsanların İlâh'ına." (Nâs: 3)

O öyle bir İlâh ki; rubûbiyet, ulûhiyet ve mâbudiyet ancak O'na mahsustur.
Tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mâbud tanınacak başka hiçbir
mâbud yoktur, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah vardır. Başkasının
mâbud olmaya, ibadet ve kulluk edilmeye hakkı yoktur, bu hak ancak
O'nundur.

Müslümanın ilk görevi, O'nun kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, tek ve
ortaksız Allah olduğunu bilmesidir.

Bir insanın O'na sığınması demek, o ulûhiyet sahibi Mâbud-u kerim'in kulluk
kapısından içeri girmesi demektir.

"O sinsi vesvesecinin (şeytanın) şerrinden." (Nâs: 4)

Şeytandan istiâze; kalp ve ruhu şeytanın istilâsından kurtarmaya ve Allah-u


Teâlâ'nın hıfz-u himâyesi altına girmeye vesiledir.

Şeytanın kişiyi fitneye düşürmek ve saptırmak için iğvâlarından ve


saptırmalarından, vesvese ve desiselerinden Allah-u Teâlâ'ya sığınmak ilâhî
bir emirdir.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen
Allah'a sığın!" (Fussilet: 36 - A'râf: 200)

Allah-u Teâlâ'nın nimetinin büyüklüğünü ve cezâsının şiddetini düşün, yardım


ve korunmasına ilticâ et, istiâzede bulunmak suretiyle himayesine girmeye
çalış.

Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın
etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş
bulunmamaktadır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 439 / 646

Nâs Sûre-i Şerif'i (3)

Ekim 2018
Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s. 35

İstiâze (3)

"O ki, insanların göğüslerine hep vesvese verir." (Nâs: 5)

Şeytan insana iğvâ verdikten sonra gider, kalpte kuruntusu kalır. Onun o
iğvâsı insanı oyalar durur.

Şeytanın iğvâsından ve vesvesesinden korunmak için zikrullah en büyük


kalkandır.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah'ı


zikrederler. Bir de bakarsın ki onlar gerçeği görüp
bilmişlerdir bile." (A'râf: 201)

Kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini


görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Böylece Allah-u Teâlâ tarafından
kendisine ihsan edilen basiretleri daha da artmış olur.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde


buyururlar ki:

"Şeytan insanoğlunun kalbine nüfuz etmek için istilâ eder. Lâkin kâlp
Cenâb-ı Allah'ı zikredince ümitsiz olarak geri çekilir. Unutursa istilâ
eder." (Nevâdirü'l-usûl)

Zikrullah şeytanı uzaklaştırır, Allah-u Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazandırır.


Kişinin ebedî hayatına kastetmiş olan şeytanın vesveselerinden kurtulmak ne
büyük bir başarıdır!

"Gerek insanlardan olsun, gerek cinlerden olsun." (Nâs: 6)

22.08.2019
Sayfa 440 / 646

Cinler yarıtılışları itibarı ile insanların bir çoğunu aldatmaya, azdırmaya ve


yoldan çıkarmaya meyillidirler. Cin şeytanları insanları yoldan çıkarmak için
her hâl ve ahvâlde kötülüğü telkin ederler. Böyle olduğu gibi, şeytanın safında
yer almış ve şeytanlaşmış insanlar da vardır.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Onlar şeytan taraftarıdırlar." (Mücâdele: 19)

Askeri ve yardımcısıdırlar. Günah, isyan, tuğyan ve düşmanlık hususunda


birleşmişlerdir. Çünkü onlar şeytanın hizbine iltihak etmişler, dünya
saâdetinden ahiret selâmetinden mahrum kalmışlardır.

Şeytana ve şeytanlaşmış kişilere uyanları doğru yoldan saptıracakları ve


cehenneme sürükleyecekleri kesin bir âkıbettir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:

"Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?" diye sordu. O


ise: "İnsanın da şeytanları var mıdır?" dedi.

Buyurdu ki:

"Evet! Hem de onlar cin şeytanlarından daha şerlidir." (Ahmed bin


Hanbel)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NÂZİÂT SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Kıyametin Kopması

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme’de nâzil olmuştur. Kırk altı Âyet-i kerime, yüz doksan yedi kelime ve
yedi yüz elli üç harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime’de ruhları söküp alan melekler hakkında geçen “Nâziât” kelimesi bu
Sûre-i şerif’e isim olmuştur.

Muhtevâsı:

22.08.2019
Sayfa 441 / 646

Bu mübarek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; “Nebe” Sûre-i şerif’inde olduğu gibi
kıyamet gününün ve yeniden dirilişin mutlaka gerçekleşeceğini ispat etmektedir.

İlk Âyet-i kerime’lerde kâfirlerin ruhlarını şiddetle çıkaran, müminlerin ruhlarını ise
suhûletle, yavaşça çeken, kâinatın nizamını idare eden itaatkâr melekler adıyla yemin
edilmeketedir. Daha sonra öldükten sonraki dirilmeyi inkâr edenlerin sapık fikirleri ve o
korkunç gündeki hâl ve ahvallerinin tasviri yapılmaktadır.

On beşinci Âyet-i kerime’den yirmi yedinci Âyet-i kerime’ye kadar Musa Aleyhisselâm’ın
kıssası misal verilmekte, Firavun’un şahsında zâlimlerin âkıbetleri bir ibret numunesi
olarak gelecek nesillere duyurulmaktadır.

Yirmi yedinci Âyet-i kerime’den otuz dördüncü Âyet-i kerime’ye kadar Allah-u Teâlâ’nın
kudret ve azametinin delilleri beliğ bir şekilde gözler önüne serilmektedir.

Otuz dördüncü Âyet-i kerime’den kırk ikinci Âyet-i kerime’ye kadar, en büyük felâket olan
kıyametin kopması ile birlikte, insanın neyin peşinde koştuğunu anlayacağı, ne uğurda
çalıştığının ortaya çıkacağı; dünya hayatını ahirete tercih eden bedbahtların son
duraklarının cehennem olacağı, nefsini süflî arzularından alıkoyan müminlerin son
duraklarının da cennet olacağı belirtilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise, müşriklerin kıyametin kopması ile ilgili sordukları soruya
cevap verilmekte, sapıklıklarında direten inkârcıların o an geldiğinde bir kuşluk vakti
kadar bile olmayan dünya hayatını ahirete tercih etmelerinin başlarına getirdiği felâketi
behemehâl anlayacakları hatırlatılmaktadır.

Melekler Üzerine Yemin:

Kur’an-ı kerim’de şerefli olan bazı mahlûkatın üzerine yemin etmek âdet-i ilâhî’dendir.

Allah-u Teâlâ bu Sûre-i şerif’te bazı melek grupları üzerine yemin ederken can alan
melekleri de katmıştır.

“Andolsun (canları boğarcasına) söküp çıkaranlara!” (Nâziât: 1)

Ölüm meleği ve yardımcıları kâfirlerin ölümleri anında canlarını boğarcasına, son derece
şiddetli ve çetin bir şekilde, parmak uçları ve tırnak altları gibi, damar ve sinir gibi
vücudun tâ derinliklerinden söke söke, çeke çeke, kabaca alırlar. Sonra onlara cehennem
kokusunu teneffüs ettirirler. Cehennemdeki yerini görmeden hiçbir kâfirin canı
çıkmayacaktır.

Diğer bir tarifi; çok dalı ve budağı olan kızgın bir şişin yaş yün çuvalından çıkarıldığı gibi,
kâfirin vücudunun her tarafından çekip çıkarırlar. O anda nasıl kötü bir koku çıkarır ve içi
nasıl olur?

Üçüncü bir tarif; demircinin kızgın demiri dövdüğü gibi, dövüle dövüle ruhu çıkarılır.

Suya düşeni suyun boğduğu gibi, küfre düşenin de küfrün neticesi olan azabı çekmesi
tabiidir.

Müminlere gelince;

“Andolsun yavaşça çekenlere!” (Nâziât: 2)

22.08.2019
Sayfa 442 / 646

Müminlerin canlarını ise şefkat ve merhametle, sühulet ve yumuşaklıkla, rahatça ve


usulca, sanki çözülmesi kolay bir düğümü çözer gibi kolayca alırlar. Cennetteki varacağı
yer kendisine gösterilmeden hiçbir mümin ruhunu teslim etmeyecektir.

“Andolsun yüzüp yüzüp gidenlere!” (Nâziât: 3)

Müminlerin canlarını aldıktan sonra, onlarla birlikte fezâda yüzüp giderler.

“Andolsun yarıştıkça yarışanlara!” (Nâziât: 4)

Müminlerin ruhlarını cennete, kâfirlerin ruhlarını da cehenneme koşup götürürler.

“Böylelikle işleri idare edenlere andolsun! (Nâziât: 5)

Rabb’lerinin kendilerine havale edilen emirlerini infaz etmek için birbirleriyle âdata
yarışırlar.

İşlerin onlara isnâd edilmesi mecâzidir, çünkü onlar işlerin yönetilmesinin sebeplerinden
biridirler.

Bunların üzerine yemin edilerek öldükten sonra dirilme hadisesinin kesin olarak meydana
geleceği haber verilmiştir.

Kıyametin Kopması:

Ruhlar âleminden yeryüzüne inecek insan ruhu kalmadığı zaman dünya hayatı sona erer
ve Allah-u Teâlâ’nın emriyle İsrafil Aleyhisselâm ilk üfürmeyi yapar. Bu üfürme göklerde
ve yerdeki canlıların öleceği, meleklerin de cinlerin de insanların da hayattan mahrum
kalacağı üfürmedir.

Bir göz kırpması ile her şey olur biter. Her şeyi sarsıp titreten ilk üfürmeyi ikinci üfürme
takip eder.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“O gün o sarsıntı sarsar.” (Nâziât: 6)

Her şeyi şiddetle sarsıp titreten ilk üfürme karşısında herkes fevkalâde bir korku içinde
kalır.

Böyle canlı bir hadiseye o gün için yaşamakta olan insanlar, bir kaç saniye de olsa şâhit
olacaklar. Kalpleri yerinden oynayacak, akılları başlarından gidecek, emzikli her dişi
varlık dehşet ve korku içerisinde emzirdiği yavrusunu unutacak, memesini yavrusunun
ağzından çekip çıkaracak.

“Peşinden bir diğeri gelir.” (Nâziât: 7)

Bu üfürme, diriliş ve kabirlerden kalkış üfürmesidir. Birinci üfürüş yaratıkları öldürecek,


ikinci üfürüş ise onları tekrar diriltecektir.

“O gün kalpler korkudan titrer.” (Nâziât: 8)

22.08.2019
Sayfa 443 / 646

Öyle korkulu bir gün ki, gençleri bir anda ihtiyarlatmaya yetip artmaktadır. Yeni doğmuş
çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirir.

“Gözler zilletle alçalır.” (Nâziât: 9)

Gördükleri şeylerin korkusundan dolayı irkilir, titrer ve ürperirler. Kalpler büyük bir sıkıntı
ve şaşkınlık içinde olur.

Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere daha dünyada iken: “Siz öldükten sonra
dirileceksiniz!” denildiği zaman, onu tuhaf karşılayarak:

“Diyorlar ki: Öldükten sonra biz dünyadaki ilk hâlimize mi


döndürüleceğiz?” (Nâziât: 10)

Ölmeden önce olduğumuz gibi, tekrar diriler hâline mi geleceğiz?

“Ufalanmış kemikler hâline geldiğimiz zaman mı?” (Nâziât: 11)

Bu inkârlarından sonra güya delile dayanarak bir netice çıkarma tarzında alay ediyorlar.

“Dediler ki: Eğer öyle ise bu, çok ziyanlı bir dönüştür.” (Nâziât: 12)

Zira o denildiği gibi ise, biz ona iman etmemiş, orası için hazırlanmamış olduğumuz için
bize pek zararı dokunan bir dönüş olacaktır.

Allah-u Teâlâ onları reddederek buyurur ki:

“Doğrusu o, ancak bir tek haykırıştır.” (Nâziât: 13)

Bu üfürme ile yaratılışın başından sonuna kadar gelip geçen herkes hayata döndürülür.
Kabirlerde bulunanların hepsi, haşrolunacakları yere doğru koşarlar. O gün toplanma ve
sevk günüdür.

“Bir de görürsün ki onlar (diri olarak) yerin yüzündedirler.” (Nâziât: 14)

Hepsi de yeniden hayata ermiş, mahşer sahasında toplanmış bulunacaklardır. Şüphesiz


ki bu hadise insan hafsalasının çok çok üstündedir. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr
edenlerin âkıbetleri işte böyle acıklı bir felâkettir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NÂZİÂT SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Tefekküre Dâvet

22.08.2019
Sayfa 444 / 646

Musa Aleyhisselâm'a Tûr Dağı'ndaki İlk Tecellî:

Musa Aleyhisselâm Medyen'de hizmet süresini tamamlamış, Mısır'a doğru hareket


etmişti.

Âyet-i kerime'de:

"Musa süreyi doldurunca âilesiyle birlikte yola çıktı." buyuruluyor. (Kasas: 29)

Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine sığınarak günlerce yol aldılar. Gittikleri yol, kendilerini
Tûr Dağı'nın sağına düşen batı tarafına kadar götürmüştü. Bu sırada Musa Aleyhisselâm
uzakta Tuvâ vâdisinde, yerle gök arasında yükselen bir ateş yalını gördü. Isınmak için
ateş getirebileceğini, ya da orada bir kimse görürse bir haber alabileceğini düşündü.

Zaman ve mekândan münezzeh olan Allah-u Teâlâ tarafından kendisine nidâ olundu.

Âyet-i kerime'lerde de şöyle buyuruluyor:

"Resul'üm! Musa'nın haberi sana geldi mi?" (Nâziât: 15)

Bu hitâb-ı ilâhî anlatılacak sözü dikkatlice dinlemeye teşvik etmektedir.

"Hani Rabb'i ona Mukaddes Tuvâ vâdisinde seslenmişti." (Nâziât: 16)

İlâhî bir iltifat olarak ona kelâmını işittirmiş, risaletle müjdelemişti.

Ona şöyle buyurdu:

"Firavun'a git, doğrusu o azmıştır." (Nâziât: 17)

İlâhlık dâvâsında bulunmaya cüret etmek suretiyle haddi aşmış ve büyük bir zulüm
işlemiştir.

Allah-u Teâlâ bu azgın adama karşı ilâhî dâvetin etkili olabilmesi için Musa
Aleyhisselâm'a neler söyleyeceklerini sınırlandırmış, sözlerinin muhtevâsını belirlemiştir.

"De ki: Tertemiz olmayı ister misiniz?" (Nâziât: 18)

Küfür murdarlığından temizlenmeye gönlün var mı?

"Rabb'ine giden yolu sana göstereyim de, O'na karşı saygı duyup
korkasın!" (Nâziât: 19)

Zira korku, ancak O'nu tanıdıktan sonra olur.

"Ve ona en büyük mucizeyi gösterdi." (Nâziât: 20)

Firavun sözlü delili dinlemeyince, ona bu fiilî delili göstermiş oldu.

"Fakat o yalanladı ve isyan etti." (Nâziât: 21)

Söze inanmadığı gibi, o büyük mucizeyi gördüğü halde, onu da reddetti. Âlemlerin
Rabb'ini ve emrini tanımak istemedi.

22.08.2019
Sayfa 445 / 646

"Sonra arkasını dönüp koştu." (Nâziât: 22)

Allah'a yüz tutacak, gerçeği arayacak yerde; ardını dönerek helâke doğru tersine gitti.

"Derhal (adamlarını) topladı ve bağırdı." (Nâziât: 23)

Etrafına önce sihirbazları sonra da askerlerini topladı.

"'Ben sizin en yüce Rabb'inizim!' dedi." (Nâziât: 24)

Kendinden başka herhangi bir ilâhı kendinden aşağıda sayarak, kendinin âlemlerin
Rabb'i olduğunu iddiâ etmek derecesinde alenen allahlık dâvâsında, cüret ve
küstahlığında bulundu.

"Allah da onu dünya ve ahiret azabı ile yakalayıverdi." (Nâziât: 25)

İsrâiloğulları'nın gözleri önünde hepsi de Kızıldeniz'de boğuldular. Onlardan hiç kimse


kurtulamadı.

Biçilmiş ekin gibi olmuşlardır.

"Şüphesiz ki bunda korkan kimse için ibret vardır." (Nâziât: 26)

Resul'üm! Sana karşı gelenlerin âkıbeti de böyle olacaktır.

Tefekküre Dâvet:

Allah-u Teâlâ kudretinin eserlerine ve azametinin alâmetlerine dikkatleri çekmek için


Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?" (Nâziât: 27)

Gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri, görünen ve görünmeyen bütün varlıkları, güneşi, ayı,
gezegenleri, melekleri... Bütün bunların hepsini "Ol!" emri ile yaratan Allah-u Teâlâ için;
insanları tekrar canlandırıp yaratmak, bütün bu varlıkları yaratmaktan elbette daha güç ve
çetin değildir.

İnsan dünyada bir zerrecik mesabesinde olduğu gibi, dünyada da âlemlerin içinde bir
zerre mesabesindedir.

Büyüklüğüne rağmen bu göğü yükselten Zât-ı kibriyâ'ya insanları yaratmak ve öldükten


sonra diriltmek son derece kolay bir şeydir.

Zorluk ve kolaylık insanlara göredir. "Pek kolaydır" demek beşerin anlayışına göre
demektir.

"Onu Allah bina etti." (Nâziât: 27)

Gökleri sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu öyle
bir yapıdır ki, gökteki cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler, hepsi de
birbirleriyle ahenkli bir durumdadırlar.

"Onun boyunu O yükseltti, sonra onu bir düzene koydu." (Nâziât: 28)

22.08.2019
Sayfa 446 / 646

Dengesini koyup denkleştirdi, düzene koyup düzeltti, onu karanlık gecelerde yıldızlarla
müzeyyen kıldı.

Yarattığı her şeyin kendisine has bir güzelliği vardır. Her şey kendi yaratılış tarzı ile
mütenâsiptir.

Bütün bu düzenlemelere bakılınca görülür ki, hepsi de O'nun emrine uyarak ayakta
durmaktadırlar. Yaratan, yaşatan ve yöneten O'dur. O "Mâlikü'l-Mülk" tür, mülkün
yegâne sahibidir.

"Gecesini kararttı, gündüzünü aydınlık yaptı." (Nâziât: 29)

Güneş battıktan sonra gece gelir ve güneşin doğması ile de gün başlar.

Daha sonra Allah-u Teâlâ yeryüzünün düzenlenmesinden söz ederek şöyle buyurdu:

"Bundan sonra da yeryüzünü döşedi." (Nâziât: 30)

Üzerinde yaşama ve yerleşme imkânı olacak şekilde yayıp serdi. Yeterince gıda
maddeleri yetiştirecek özellikte donattı.

"Ondan suyunu ve otlağını çıkardı." (Nâziât: 31)

Kaynaklarını fışkırttı, nehirlerini akıttı ve her sahasında insanların ve hayvanların


yaşamalarını sağlayacak olan bitki ve yeşillikler bitirdi.

Su da yaratılmıştır. Çünkü su insanlar, hayvanlar ve bitkiler için zaruri bir ihtiyaçtır.

"Dağları dikti." (Nâziât: 32)

Ki yeryüzü istikrar bulsun, üzerindekileri sabit tutup sarsmasın.

Dağlar aynı zamanda dünyamıza ayrı bir görünüm vermektedir.

"Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması için." (Nâziât: 33)

Dünya, güneş sistemi içindeki durumu itibariyle benzeri olmayan bir gezegendir ve hayat
şartları bir çok bakımından üzerinde toplanmış bulunmaktadır.

Hiçbir şey gayesiz maksatsız yaratılmamış, Allah-u Teâlâ'nın kemâlât ve hikmeti her
yerde müşahede edilmektedir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 447 / 646

NÂZİÂT SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Kıyametin Zamanı

Kıyamet:

Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlûkatı geçici bir zaman için
yaratmıştır. Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır. Yarattıklarını
dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün
yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret hayatı başlayacaktır.

“Her şeyi altüst eden o en büyük felâket geldiği zaman.” (Nâziât: 34)

Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan “Ahiret inancı”nın bir bölümüdür. Ahiret
hayatı kıyametle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete,
cehennemliklerin cehenneme girmeleri ve ebedî bir hayatın başlaması safhaları takip
eder.

İnsan başıboş olarak gâye ve maksatsız yaratılmamıştır. Öyle olsaydı mükellef olmaz,
yaptığı şeylerden mesul tutulmaz, ceza veya mükafat görmezdi.

“O gün insan neyin peşinden koşmuş olduğunu, ne uğurda çalıştığını


anlar.” (Nâziat: 35)

O korkunç günde insan iyilik ve kötülük olarak ne yapmışsa onları tek tek hatırlar ve
karşılığını amel defterinde noksansız ve yazılı olarak görür.

“Cehennem her bakanın göreceği şekilde gösterilir.” (Nâziat: 36)

İşittikten sonra azgınlar cehennemi gözleriyle de ayan beyan görürler. Kendilerini


yaratan, nimetlerle donatan Rabb’lerine ibadet ve taat etmeye tenezzül etmeyen
suçluların zelil kılınmış, aşağılanmış olarak cehenneme girmeleri müstehak olmuştur. Bu
onlar için en âdil cezadır.

“Kim ki azgınlık edip haddi aşmış, dünya hayatını âhirete tercih etmişse, muhakkak
ki o alevli ateş onun varacağı yerin tâ kendisidir.” (Nâziât: 37-38-39)

Onun cehennemden başka barınağı yoktur. Günahkârlar gün gelip çıkacaklar amma,
imansızlar ebedî olarak orada kalacaklardır. Yiyeceği zakkum, içeceği kaynar sudur.

Gönülde Allah Korkusu:

Hesap ve cezâ gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb’inin rahmetine
ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi
olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

22.08.2019
Sayfa 448 / 646

“Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan


kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır.” (Nâziât: 40-41)

“Rabb’inin makamı”; âlemlerin Rabb’i olan Allah-u Teâlâ’nın her şey üzerindeki hakimiyeti
ve insanların bütün hallerini görüp gözetmesi demektir.

Korkudan maksat yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve şirkten, isyan ve nankörlükten
sakınıp; iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermektir.

Allah’tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni
arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve
takvâ sahibi olur.

Şeddâd bin Evs -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Akıllı kimse, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır.

Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan temennide bulunan


kimsedir.” (Tirmizî: 2461)

Nefsine uyup günahlarda ısrar ettiği halde, Allah-u Teâlâ’nın kendisini affedip cennete
koyacağını temenni eder durur.

Daima korku ve ümit arasında bulunmak çok faydalıdır. Korku gafletten uyandırır,
kötülüklerden uzaklaştırır. Ümit ise insana mânevi destek verir.

Allah’tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni
arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve
takvâ sahibi olur.

Bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“Rabb’lerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.” (A’râf: 154)

Akıllı ona derim ki hep ağlar, hep O’nun için ağlar. Hep korkar yalnız O’ndan korkar. Hep
sığınır, yalnız O’na sığınır. Hep diler, yalnız O’ndan diler. O’nunla olmak hayattır, O’ndan
ayrılmak vefattır.

Kıyametin Zamanı:

Mekkeli müşrikler her ne zaman kıyametin korkunçluğunu, onda olan-biten şeyleri,


neticesinde olacak hesap ve cezayı duyarlarsa, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’e gelerek tekrar tekrar kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar:

“Eğer sen Peygamber isen bize zamanını haber ver!” derlerdi.

“Sana kıyamet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar.” (Nâziât: 42)

Kıyamet saati Allah-u Teâlâ’nın kendi ilminde kalmasını istediği, bunun için de
yarattıklarından hiç kimseyi ona muttali kılmadığı bir gaybtır.

22.08.2019
Sayfa 449 / 646

İnsanlar dünyaya ve dünyanın imarına kendilerini kaptırmış oldukları bir halde, hiç
umulmadık bir anda geliverecektir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Andolsun ki kıyamet kopacaktır. O kadar ki, alıcı ile satıcı aralarındaki elbiseyi
açacaklar, amma alım-satım henüz tamamlanmadan ansızın kıyamet kopacak, açık
kalan elbiseyi katlayıp dürmek mümkün olmayacaktır.

Yemin ederim ki elbette kıyamet kopacaktır. Öyle ki, sağmal devesinin sütünü
sağıp gelen kişiye ondan içmek nasip olmadan ansızın kopacaktır.

Hiç şüphe yok ki, kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ki, kişi havuzunu sıvayıp
onaracak, amma kıyamet ansızın kopacak da havuzun suyunu kullanmak mümkün
olmayacaktır.

Kıyamet elbette kopacaktır. O kadar ki yemek yemeğe başlayan kişi lokmasını


ağzına götürecek, derken ansızın kıyamet kopacak, o lokmayı yemek nasip
olmayacaktır.” (Buhârî - Müslim)

Kıyamet Allâmü’l-ğuyûb olan Allah-u Teâlâ’nın kendi Zât-ı akdes’ine tahsis ettiği gayb
işlerindendir.

İnsanların çoğu bunun bilgisinin Allah katında olduğunu bilmedikleri gibi, kıyametin
kopma zamanının gizli tutulmasındaki sırrı da bilmemektedirler.

“Sende ona âit bilgi yoktur ki anlatasın. Onun bilgisi Rabb’ine âittir.” (Nâziât: 43-44)

Onun vaktini bütün incelikleriyle kesin olarak ancak O bilir.

“Sen ancak ondan korkacak olan kimselere o tehlikeyi haber verensin.” (Nâziât: 45)

Senin vazifen budur. Uyarmak sadece onlara tesir eder.

“Onlar o kıyameti gördükleri gün, sanki dünyada bir akşamdan veya kuşluk
vaktinden fazla kalmamış gibi olurlar.” (Nâziât: 46)

Kıyamet gününde dirilip kıyam edenler, o günün şiddet ve dehşeti, sonsuzluk ve


sınırsızlığı karşısında ömürlerinin bir akşam veya bir kuşluk vakti gibi çabuk geçtiğini
anlayacaklar ve kaçırdıkları fırsatlar için derin bir pişmanlık duyacaklardır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NEBE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Büyük Haber

22.08.2019
Sayfa 450 / 646

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme'de nâzil olmuştur. Kırk Âyet-i kerime, yüz yetmiş üç kelime ve dokuz
yüz yetmiş harften müteşekkildir.

Kıyamet ve öldükten sonra dirilme hakkında önemli haberler verildiği için bu mübarek
Sûre-i celîle'ye "Nebe sûresi" adı verilir. Adını, ikinci Âyet-i kerime'de geçen "Büyük
haber" deyiminden alır. "Amme sûresi" adlarıyla da anılmaktadır.

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; "Mürselât" Sûre-i şerif'inde olduğu gibi
kıyametin kopacağını, yeniden dirilişin mutlaka gerçekleşeceğini ve ahiret hayatının
başlayacağını haber vermektedir. Bu husus Sûre-i şerif'in ilk beş Âyet-i kerime'sinde bir
tehdit olarak ortaya konulmakta, bu en mühim haber karşısında insanların "Tasdik
edenler" ve "Yalanlayanlar" olarak iki kısma ayrıldığı belirtilmektedir.

Altıncı Âyet-i kerime'den on yedinci Âyet-i kerime'ye kadar; kıyametin kopacağına ve


yeniden dirilişe işaret eden belgeler gözler önüne serilmektedir.

On yedinci Âyet-i kerime'den yirmi birinci Âyet-i kerime'ye kadar; ahiretin bir hüküm
verme günü olduğu, kıyametin kopması ile meydana gelecek hadiselerin bazıları
anlatılmaktadır.

Yirmi birinci Âyet-i kerime'den otuz birinci Âyet-i kerime'ye kadar; cehennemin tuzak
kurmuş olarak hazır beklediği, müşriklerin karşılaşacakları alçaltıcı azaplar ihtar
edilmektedir.

Otuz birinci Âyet-i kerime'den otuz sekizinci Âyet-i kerime'ye kadar; takvâ sahibi bahtiyar
kullarına Allah-u Teâlâ'nın hazırladığı nimetler müjdelenmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, kıyamet gününün dehşeti, o gün karşılaşılacak belâ ve
sıkıntılar tasvir edilmekte, o günün uzak olmadığı hatırlatılmaktadır.

"Büyük Haber":

Allah-u Teâlâ kıyamet gününün gerçekleşmesini inkâr eden, inkârlarını dışa vurmak için
alay yollu soru sormak cüretini gösteren kıt akıllı müşriklerin başlarına gelecek felâketleri
haber vererek Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Onlar birbirlerine hangi şeyden soruyorlar?" (Nebe: 1)

Kıyametin durumunu mu sorup duruyorlar?

"O büyük haberden mi?" (Nebe: 2)

Onu size bildireyim mi? O çok korkunç bir haberdir.

"Ki onlar, bunun üzerinde anlaşmazlığa düşüyorlar." (Nebe: 3)

İnanan gönülden inanıyor, inanmayan her fırsatta inkârını ortaya koyuyor.

22.08.2019
Sayfa 451 / 646

"Hayır! İleride bilecekler." (Nebe: 4)

Gerçek ortaya çıkacak, o büyük haberin doğru olduğunu anlayacaklar.

"Hayır hayır! Onlar ileride bilecekler." (Nebe: 5)

Fakat iş işten geçmiş olacak, inkârlarına karşılık neyi bulacaklarını orada görecekler.

İlâhî Azametin Dokuz Delili:

Allah-u Teâlâ gerek öldükten sonra dirilme hususunda, gerekse yeryüzünde ve bitkilerde,
dağlarda ve vâdilerde, güneş ve yıldızlarda, gece ve gündüzde, bulutlarda ve
yağmurlarda ululuk ve azametine işaret eden bir kısım delilleri Âyet-i kerime'lerinde
beyan buyurmaktadır:

"Biz yeryüzünü bir döşek yapmadık mı?" (Nebe: 6)

İnsanlar hep bu döşekte doğmuşlar ve bu döşekte hayatlarını sürdürmektedirler.

"Dağları da birer kazık yapmadık mı?" (Nebe: 7)

Eğer yeryüzü döşenmemiş, üzerinde dağlar oturtulmamış olsaydı; görülmekte olan hayat
şartları meydana gelmeyecek, üzerinde durabilme imkânı olmayacaktı.

"Sizi çift çift yarattık." (Nebe: 8)

Ki çoğalma işi düzgün olsun ve belli bir süreye kadar hayat devam etsin.

"Uykunuzu bir dinlenme yaptık." (Nebe: 9)

Uyku sayesinde rahatlar, gündüz yaptığınız işlerin yorgunluğundan kurtulursunuz.

"Geceyi bir bürgü yaptık." (Nebe: 10)

Elbise, giyeni örttüğü gibi, gecenin karanlığı da sizi örter. Geceleri rahata dalar,
vücudunuzu dinlendirmiş olursunuz.

"Gündüzü ise geçiminize elverişli kıldık." (Nebe: 11)

İnsanlar gündüz olunca uykudan uyanırlar, yeniden hayata kavuşmuş gibi olurlar.
Geçimlerini temin etmeye çalışırlar.

Bunların hepsi Allah-u Teâlâ tarafından insana tahsis edilmiştir.

"Üstünüzde yedi sağlam gök bina ettik." (Nebe: 12)

İnsanların yaptıkları binalar gibi zamanla yıpranmazlar. Binlerce asırlardan beri


bozulmaktan korunmuşlardır. Sayısız yıldızlar dolaşıyor, her biri kendi yolunu takip
ediyor, buna rağmen birbirleriyle çarpışmıyorlar.

"(Göğe) ışık saçan bir kandil astık." (Nebe: 13)

Allah-u Teâlâ'nın güneşi yegâne enerji kaynağı olarak yaratması sebebiyledir ki, bütün
yeryüzündekiler için parlar ve onları ısıtır.

22.08.2019
Sayfa 452 / 646

"Sıkışan bulutlardan şarıl şarıl su indirdik." (Nebe: 14)

Ne zaman, nereye, ne kadar ve ne şekilde yağdıracağını tam olarak O bilir.

"Ki o su ile taneler ve bitkiler çıkaralım." (Nebe: 15)

Buğday ve arpa gibi gıda maddelerini, ağaç ve meyve gibi bitkileri insanların istifadelerine
sunmak için bitirdik.

"Ve dalları birbirine geçmiş bahçeler." (Nebe: 16)

Âfâkı kaplayan, gözlerimize çarpıp duran bu derece muazzam güzellikler, kudret-i


ilâhî'nin azametine işaret ve şehâdet etmektedirler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NEBE SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


İlâhî Divan

Ayırt Etme Günü:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde hüküm günü olan kıyametten haber vererek, bu günün
belirlenmiş olduğunu, bu sürenin artıp eksilmeyeceğini, o gün geldiği zaman kâinatın
düzeninin alt-üst olacağını, insanların mahşer yerinde toplanacaklarını beyan
buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki o hüküm günü belirlenmiş bir zamandır." (Nebe: 17)

Mahlûkatı bir araya toplayacak, sonra aralarını ayıracak, anlaşmazlık çıkardıkları


hususlarda nihaî hükmü verecektir.

"Sur'a üfürüldüğü gün hepiniz bölük bölük gelirsiniz." (Nebe: 18)

Bu hitap bütün insanlaradır. Herkes amelinin karşılığını almak için grup grup, zümre
zümre gelirler. Haklarında verilecek hükmü gözetlemekten başka yapacak bir çareleri
yoktur. Herkes lâyık oldukları âkıbete erer.

"O gün gökyüzü açılır ve kapı kapı olur." (Nebe: 19)

Meleklerin inmesi için yol ve geçit haline gelir. Parçalanıp dağılan göklerin çevresinde
sayısı belirsiz melekler bulunacak, Allah-u Teâlâ'nın emriyle görev yapacaklardır.

22.08.2019
Sayfa 453 / 646

"Dağlar yürütülür, bir serap olur." (Nebe: 20)

Bakan onu bir şey zanneder, halbuki o bir şey değildir, bir serap gibidir. Su gibi görünen
bir hayal olur. Daha sonra her şey tamamen silinir gider, ne göze görünür ne de izi kalır.

Kâfirler İçin Acı Son:

Allah-u Teâlâ kâfirler ve mücrimler için cehennemdeki alçaltıcı azapları açıklamakta,


onlar için hazırlamış olduğu yiyecekleri ve içecekleri Âyet-i kerime'lerinde beyan
etmektedir:

"Cehennem, yalnız azgınları bekleyen yerdir. Dönecekleri yer orasıdır." (Nebe: 21-
22)

Cennet hizmetçileri cennetlikleri bekledikleri gibi, cehennem bekçileri de cehennemlikleri


beklerler.

Cennetlikler cennette nasıl ki ebedîleşirlerse, cehennemliklerden küfür ve nifak üzere


ölen azgınların cezası da öylece sonsuza kadar uzanıp gidecektir.

"Onlar orada sonsuz çağlar boyunca kalacaklardır." (Nebe: 23)

Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer,
ne de biter.

Cehennem sakinlerine, azabın hararetinden ciğerleri yandıkça; kendilerine kaynar suyun


yanında, kan ve irin içirilir. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.

"Orada ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tatmazlar." (Nebe: 24)

Gönüllerini ferahlatacak, içlerini serinletecek bir şey bulamayacakları gibi, beslenecekleri


rahat bir içecek de bulamayacaklar.

"Yalnız kaynar su ve irin içerler." (Nebe: 25)

"Kaynar su" mânâsına gelen "Hamîm" kelimesi, sıcaklığın son noktasına varmış olan
sıcak şeydir. "Ğassak" ise, cehennemliklerin vücutlarından dökülen irinleri, yaralarından
akan cerahatları ve terleri demektir. Öyle pis öyle mülevves kokar ki yanına yaklaşılmaz.
Onlar bundan başka bir su bularak onunla hararetlerini teskin edemezler.

"Yaptıklarına uygun bir karşılık olarak." (Nebe: 26)

Çünkü ahiret gününü inkâr edip, asla böyle bir gün olmayacağını söylemenin ve bir ömür
bu iddiada ısrar etmenin tam karşılığı; o günün o şiddetli azabını göstermek ve
tattırmaktır. Küfür en büyük isyan olduğundan, onun cezası da en büyük azap olan
cehennem azabıdır.

"Çünkü onlar hesaba çekileceklerini beklemiyorlardı." (Nebe: 27)

Öldükten sonra dirilmeye inanmıyorlardı ki, hesaba çekilmeyi umsunlar.

"Âyetlerimizi de tamamen yalan sayıyorlardı." (Nebe: 28)

22.08.2019
Sayfa 454 / 646

Onların yapmış oldukları işler, söyledikleri sözler de dahil olmak üzere her şeyi Allah-u
Teâlâ zaptetmiş ve muhafaza altına almıştı.

"Oysa biz her şeyi bir kitapta yazıp saymıştık." (Nebe: 29)

Hâl böyle olunca onlara şöyle denilecektir:

"Azabı tadın! Biz sizin azabınıza ancak azap katarız." (Nebe: 30)

Cehennemlikler hakkında bu Âyet-i kerime'den daha ağır bir Âyet-i kerime nazil
olmamıştır. Çünkü onlara sürekli olarak azap artırılacak, bir azap türüne karşı yardım
istedikçe kendilerine daha şiddetli bir azap ile karşılık verilecektir.

Müttakiler İçin Mutlu Son:

Allah-u Teâlâ kâfirlerin ve günahkârların cehennemdeki alçaltıcı azaplarını anlattıktan


sonra, Âyet-i kerime'lerinde müttakiler için hazırlamış olduğu çeşitli nimetleri ve saâdetleri
şöyle beyan buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki müttakiler için kurtulma yeri vardır." (Nebe: 31)

Nimetlere garkolmakla kalmazlar, büyük bir azaptan da korunmuş olurlar.

"Bahçeler ve bağlar." (Nebe: 32)

O bahçelerde meyveli-meyvesiz ağaçlar, asmalar, her mevsim yetişen ve yeme yasağı


bulunmayan en güzel meyveler bulunur.

"Göğüsleri tomurcuklanmış ve hepsi bir yaşta nâzeninler vardır." (Nebe: 33)

Aynı yaşta aynı gençliktedirler.

"Ve dolu dolu kadehler vardır." (Nebe: 34)

İnsanların bağ ve bahçelerde oturmaktan, pınar başlarında gezmekten lezzet alması tabii
bir haldir.

"Orada ne boş bir lâf işitirler, ne de bir yalan." (Nebe: 35)

Cennetteki her söz eksiklikten uzaktır.

"Rabb'inden bir karşılık, yeterli bir bağış olarak." (Nebe: 36)

Kulların Allah-u Teâlâ üzerinde alacak bir hakkının olması söz konusu olmadığına göre,
cennet nimetleri sırf lütuf ve bağıştan başka bir şey değildir. Arzuladıkları her şey Allah-u
Teâlâ tarafından kendilerine bir ikram olarak verilecektir.

"O, göklerin yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir. O Rahman'dır." (Nebe:


37)

Vasıfları bu olan, hikmeti gereğince her bir varlığa cömertçe iyilik ve ihsanda bulunandır.

"O gün (O izin vermeden) O'na hitapta bulunmaya aslâ muktedir olamazlar." (Nebe:
37)

22.08.2019
Sayfa 455 / 646

Azabına karşı hiç kimse O'nun izni olmadan şefaat edemez.

İlâhî Divan:

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ insanlar arasında hüküm verdiği kıyamet
gününün dehşetinden ve o gün karşılaşılacak belâ ve sıkıntılardan haber vermek
suretiyle şöyle buyurmaktadır:

"O gün ruh (Cebrâil) ve melekler saf saf olup dizilirler." (Nebe: 38)

Yedi göğün melekleri insan ve cinleri çepeçevre kuşatırlar, içiçe yedi saf halinde halkalar
meydana getirirler. Hepsi de edep, saygı ve rahmet makamında kemâl-i tâzimle ilâhî emri
beklerler.

"Rahman'ın izin verdiklerinden başka hiç kimse konuşamaz." (Nebe: 38)

Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez.
Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.

"Konuşanlar da ancak doğruyu söylerler." (Nebe: 38)

Allah-u Teâlâ'ya yakın kullar bu şekilde şefaat edeceklerdir. O'na yakın makamlar elde
etmiş olanların, O'nun huzurunda doğrudan başka bir şey söyleme ihtimalleri zaten
düşünülemez.

"İşte bu hak olan gündür." (Nebe: 39)

Gerçekleşmesi kesin ve mutlaktır.

"Artık dileyen Rabb'ine varan bir yol tutar." (Nebe: 39)

Allah yoluna koyularak, o sayede mânen kurbiyete nâil olur.

"Biz sizi pek yakında gelecek bir azap ile uyardık." (Nebe: 40)

Gelecekteki her şey, bir gün olup gelecektir.

"Kişi o gün kendi elleriyle işlediklerine bakar." (Nebe: 40)

Hayırlı amellerine göre mükâfata erer, şerli amellerinden dolayı da cezaya çarptırılır. O
gün kendi amelinden başka hiçbir şeyi göremez.

"O gün kâfir: 'Ah ne olurdu, ben de toprak olaydım!' der." (Nebe: 40)

Bu durum, Allah-u Teâlâ'nın azabını gözüyle gördüğü gündür. Karşılaştığı manzaranın


şiddetinden ötürü böyle söyler. Cansız bir varlık olmasını veya mükellef olmayan bir
hayvan olarak yaratılmış olmasını arzu eder, fakat bu arzu ve temenninin hiçbir hükmü
yoktur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 456 / 646

NÛH SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


İliklere İşleyen Küfür

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde müşriklerin Resulullah Aleyhisselâm’a karşı muhalefetleri


şiddetlendiği sıralarda nâzil olmuştur. Yirmi sekiz Âyet-i kerime, iki yüz yirmi bir kelime ve
yedi yüz elli harften teşekkül etmiştir.

“Nûh” ism-i şerifi, hem bu Sûre-i şerif’in ismi hem de muhtevâsıdır.

“Nûh” sûre-i şerif’inde Mekke-i mükerreme döneminde inen diğer Sûre-i şerif’ler gibi,
inanç esasları temellendirilmektedir.

Muhtevâsı:

Hülâsa olarak bu mübârek Sûre-i celîle’de Hazret-i Nuh peygamberin, inatçı kavmi ile
arasında geçen hadiselerden söz edilmektedir.

Birinci Âyet-i kerime’de; Allah-u Teâlâ’nın Nuh Aleyhisselâm’a peygamberlik vererek onu
insanları uyarmakla vazifeli kıldığı haber verilmektedir.

Beşinci Âyet-i kerime’ye kadar dâvetinin mahiyeti, kavmini doğru yolu bulmaları ve isyanı
terketmeleri için yaptığı tevsiyeler anlatılmaktadır.

Yirmi beşinci Âyet-i kerime’ye kadar Nuh Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ’ya, küfürden bir
türlü vaz geçmeyen kavmi hakkında selis bir üslupla arz-u hâlde bulunduğu
belirtilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime’lerde Nuh Aleyhisselâm’ın bütün öğüt ve irşadı karşısında kılları
kıpırdamayan kavmini Allah-u Teâlâ’ya havale ettiği, onlara bedduâ yaptığı beyan
edilerek Sûre-i şerif son bulmaktadır.

İlk Resul:

Hazret-i İdris Aleyhisselâm göğe yükseldikten sonra, insanlar başlarında bulunan kötü
yöneticilerin de etkileri ile doğru yoldan ayrıldılar ve putlara tapmaya başladılar. Allah-u
Teâlâ onları başlarına gelecek azapla korkutmak, merhameti ile müjdelemek; tevbeye,
Hakk’a yönelmeye, bir olan Allah’a ibadet etmeye dâvet etmek üzere, Nuh Aleyhisselâm’ı
peygamber olarak gönderdi.

Aldığı bu ilâhî görev üzerine Allah-u Teâlâ’nın varlığını ve birliğini, ululuk ve azametini,
emir ve yasaklarını onlara bütün gayretiyle duyurmaya çalıştı.

“Kendilerine yakıcı bir azap gelmezden önce kavmini uyar diye Nuh’u kendi
kavmine gönderdik.” (Nûh: 1)

22.08.2019
Sayfa 457 / 646

Bu azap dünyada tufan, ahirette cehennem azabıdır.

Nuh Aleyhisselâm Kur’an-ı kerim’de kırk üç yerde anılmış olup, kıssası; A’râf, Hûd,
Müminûn, Şuarâ ve Kamer sûre-i şerif’lerinde, hususiyetle bu sûre-i şerif’te tafsilâtlı
olarak anlatılmıştır.

Hakk’ı bırakıp putlara ve bâtıla yönelen, küfür ve sapıklığa dalan bir topluluğa, Allah-u
Teâlâ’nın ilâhî hükmü tebliğ üzere gönderdiği ilk resuldür. Ulü’l-azm peygamberlerin de
ilki sayılır.

Nuh Aleyhisselâm uzun bir ömür sürmüş olup, peygamberlerden en çok cihad yapanı,
ezâ ve cefâlara en çok tahammül edenidir. Hayatını Allah yolunu göstermeye ve
tanıtmaya vakfetmiş bulunuyordu. Mübarek ism-i şerif’leri Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de
anıldığı gibi; Kur’an-ı kerim’de de saygı ile anılmış, ibretli kıssası anlatılmış, böylece
kıyamete kadar hayırla anılması sağlanmıştır.

Bir Âyet-i kerime’de:

“Sonra gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.” buyuruluyor. (Sâffât: 78)

Çağlar boyunca beşeriyetin daima meth-ü senâsına mazhar bulunmaktadır.

Nuh Kavmi:

Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi Allah’a şirk koşarak putlara tapan ilk kavimdir. Putperestliğe
iyice sarılıp Tevhid inancını kaybetmekle kalmamışlar, her türlü ahlâksızlığı yapmaya
başlamışlar; fuhşu, içki içmeyi meşrulaştırmışlar, küfür ve azgınlıkta, zulüm ve isyanda
çok ileri gitmişler, eğlence ve sefahata dalarak Allah-u Teâlâ’ya itaattan yüz çevirmişlerdi.
Fakat en büyük suçları Allah’a şirk koşmaları idi.

“Vedd”, “Suvâ”, “Yegûs”, “Yeûk” ve “Nesr” adlarında putları vardı. Bu putlar


aralarında daha önceleri yaşamış sâlih kişilerin isimleri idi. Onları anmak ve sâlih
amellerini hatırlamak, hatıralarını yaşatmak için heykellerini yapmışlardı. Zanlarına göre
onları unutmayacaklar, kendilerine numune edineceklerdi. Fakat zaman geçip de bu
husustaki bilgileri unutulunca, nesiller sonra bu heykelleri putlaştırarak tapmaya
başladılar. Bundan dolayıdır ki, maksat ne olursa olsun heykelcilik İslâm’da haram
kılınmıştır.

Nuh Aleyhisselâm’ın Dâveti:

Beşeriyetin ikinci babası sayılan bu muhterem peygamber, nübüvvet verilmesinden


hemen sonra, önce kendisinin uyarıcı bir elçi olduğunu ilân etti:

“Dedi ki: ‘Ey kavmim! Şüphesiz ki ben size gönderilen apaçık bir uyarıcıyım.’” (Nûh:
2)

Daha sonra, kendisiyle aynı dili konuşan, bu sebeple aralarında bir kavmiyet meydana
gelmiş olan kimseleri tevhide, Allah’ı bilip O’na ibadet etmeye, azabından sakındırmaya,
rahmetini müjdelemeye çağırdı.

Onlara dedi ki:

22.08.2019
Sayfa 458 / 646

“Allah’a kulluk edin!” (Nûh: 3)

Çünkü kulluk sizin yaratılış gayenizdir. Kul olduğunuz ancak O’na ibadet etmekle ortaya
çıkar.

“O’ndan korkun ve bana da itaat edin!” (Nûh: 3)

Bana yapılan itaat Allah’a itaattir, bana itaatsizlik ise Allah’a itaatsizliktir.

“Ki, Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar geciktirsin
(cezalandırmadan yaşatsın).” (Nûh: 4)

Ecel gelmeden önce bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da
meydan bulabilesiniz.

“Bilinmeli ki, Allah’ın belirttiği süre gelince artık o ertelenmez. Keşke


bilseniz!” (Nûh: 4)

Bunu bilseydiniz, iman etmeye koşardınız. Bu durumunuzu sürdürdüğünüz takdirde


dünyada ve ahirette size acıklı bir azap geleceği şüphesizdir.

Küfürde İnat:

Son derece haddi aşmış olan halkı Nuh Aleyhisselâm önce tek tek, gizliden gizliye
dâvete başladı. İnatta ileri gitmiş bu insanları gece gündüz durup dinlenmeden dâvet etti,
geceyi gündüze kattı. İkaz ve irşaddan bir an geri kalmadı. Fakat onlar kabule
yanaşmadılar.

Bu kadri yüce peygamberi dinlememek için parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, elbiselerini


başlarına örtüyorlar, onu katlanılmaz bir kişi olarak görüyorlardı.

Sonra onları açıktan açığa dâvet etmeye başladı, bir araya getirdi, topluca dâvet etti.
Bütün tebliğ metodlarını denedi.

Allah-u Teâlâ’nın varlığına birliğine inandıkları takdirde geçmiş bütün kusur ve


günahlarının bağışlanacağını söyledi. Allah-u Teâlâ’nın engin rahmetinden, azabının
şiddetinden bahsetti. Bazen ümit verip müjdeledi, bazen tehdit edip korkuttu. Böyle
gittikleri takdirde başlarına gelecek olan şiddetli azabı kendilerine haber veriyordu. Fakat
bir türlü söz dinletemedi.

Nuh kavmi akıllarını iyiye kullanmadılar. Ne söylemişse itiraz ettiler, anladılarsa da


anlamamazlıktan geldiler, Nuh dediler peygamber demediler.

Nuh Aleyhisselâm’ın kavminin küfürde uzun zaman inat ve ısrar etmeleri üzerine Allah-u
Teâlâ onları bir dönemde kıtlıkla mübtelâ kıldı. Çok sıkıntılar çektiler, malları hayvanları
helâk oldu, kadınları kısırlaştı.

Kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmasına rağmen; tıkanmış kulaklarına söz
girmedi, kör gözleri hakikati görmedi, kilitli gönülleri açılmadı, donmuş akılları gerçeği
idrak etmedi, hiçbir nasihat fayda vermedi, verilen öğütler inatlarını artırdı. Allah’ı
hatırlatma ise sapıklık ve fesatlarını şiddetlendirdi, sövdüler saydılar. İyiliğe kötülükle,
şefkate şiddetle karşılık verdiler.

22.08.2019
Sayfa 459 / 646

Her türlü ezâ ve cefâyı revâ gördüler. Bayılıncaya kadar boğazını sıktılar, kanı akıncaya
kadar dövdüler. O ise hem yüzündeki kanlarını siliyor, hem de:

“Allah’ım! Kavmimi bağışla, zira onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” diye duâ ediyordu.

Son olarak da öldürme tehdidinde bulundular, fakat susturamadılar.

Müşrik kavmi inanmamakta direndikçe direndiler, hatta şiddetle karşı çıktılar. Engel olmak
için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kendilerini sapıklıktan kurtarmaya çalışan
peygamberlerini sapıklıkla suçladılar, hakaret ettiler, alay ettiler. Kibirlendikçe
kibirleniyorlar, yaptıkları kötülüklerle böbürleniyorlardı. Kavmin ileri gelen elebaşları; mal
ve mülkleriyle, makam ve mertebeleriyle peşlerinden gidenleri aldatıyorladı. Putlarına
sarıldıkça sarılıyorlar, diktikleri putların etrafına insanları toplayarak Hakk’tan
saptırıyorlardı.

Nuh Aleyhisselâm’ın karısı da onlarla işbirliği yapıyor, bir kişi iman edecek olsa, hemen
gidip onlara haber veriyordu.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NÛH SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Kendi Düşen Ağlamaz

Arz-ı Hâl:

Nuh Aleyhisselâm azminin son noktasına kadar, bütün gücünü harcayıp uzun uzadıya
mücadeleden sonra çaresiz kalınca Allah-u Teâlâ’ya arz-ı hâlde bulundu:

“Nuh dedi ki: Ey Rabb’im! Doğrusu ben kavmimi gece gündüz dâvet ettim.” (Nûh:
5)

Senin emrine uymak ve rızânı kazanmak için hiç ara vermeden, gece demeden, gündüz
demeden, gevşeklik göstermeden kavmimi iman ve itaata çağırdım.

“Fakat benim dâvetim onların ancak kaçmalarını artırdı.” (Nûh: 6)

Benim kendilerini kurtuluşa çağırmam, onların Hakk’tan kaçıp uzaklaşmalarını ve yüz


çevirmelerini artırmaktan başka bir şey yapmadı.

22.08.2019
Sayfa 460 / 646

“Doğrusu ben, senin onları bağışlaman için ne kadar dâvet ettiysem, parmaklarını
kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe
kibirlendiler.” (Nûh: 7)

Dâvetimi duymamak için kulaklarını kapattılar. Beni görmemek için, elbiseleri ile başlarını
ve yüzlerini örttüler. Pişmanlık duyup tevbeye yanaşmadılar. Büyük bir kibirlilikle iman
etmeye yönelmediler.

“Sonra ben onları açıkça çağırdım.” (Nûh: 8)

Korkup çekinmeden, alenen Hakk’a dâvet ve dini hükümleri tebliğ ettim.

“Üstelik onlarla hem açıktan açığa, hem de gizliden gizliye görüşmeler de


yaptım.” (Nûh: 9)

Onları tekrar tekrar, çeşitli şekillerde, farklı üsluplarla dâvet ederek ıslâha çalıştım. Sana
iman etmeleri için her yolu denedim.

“Dedim ki:

‘Rabb’inizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır.’” (Nûh: 10)

Tevbe edenlerin tevbesini, şirk ve küfür hususundaki günahları, ne kadar çok olursa
olsun kabul eder.

“Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin.” (Nûh: 11)

Eğer siz O’ndan bağış isterseniz, o da size bolca yağmur yağdırır.

“Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın.” (Nûh: 12)

Sizi büyük servetlere, bir nice evlât ve ahfâda nâil eder.

“Size bahçeler ihsan etsin.” (Nûh: 12)

Size gölgeli ve meyveli ağaçları olan geniş bahçeler verir.

“Sizin için ırmaklar akıtsın.” (Nûh: 12)

O sebeple mahsullerinizi çoğaltır, ihtiyaçlarınızı giderir, refah içinde yaşarsınız.

“Size ne oluyor ki Allah’a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?” (Nûh: 13)

Kudret ve azametinden korkmuyor, makamı karşısında titremiyor, O’ndan sakınmak


suretiyle sevabını ummuyorsunuz.

Tefekkür:

Nuh Aleyhisselâm, kavmine istiğfarın faydasını açıkladıktan sonra, imana gelmeleri için
dikkatlerini Allah-u Teâlâ’nın kudretine çekti. İnsanın yaratılışını, göklerin düzenini, ayın
ışık alışını, güneşin ışık dağıtışını, yağmurun yağmasını, toprağın yetiştiriciliğini tefekkür
etmeye ve bunlardan ibret alıp inanmaya çağırdı:

“Allah sizi merhalelerden geçirerek yaratmıştır.” (Nûh: 14)

22.08.2019
Sayfa 461 / 646

Bunları yapan o güzel yaratıcı, ululama ve saygıya lâyık değil midir? O insanları başka bir
şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut elem verici azaplara düşüremez mi?

“Allah’ın, göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz?” (Nûh: 15)

Öyle hârikulâde bir surette vücuda getirmiştir ki, hiçbirinde bir eksiklik ve düzensizlik
bulunmaz.

“Onların içinde ay’ı bir nur yapmış, güneşin de ışık saçmasını sağlamıştır.” (Nûh:
16)

Ay ile geceleri yeryüzü aydınlanmakta, güneş ile de gecelerin karanlıkları kaybolmakta ve


ziyalar içinde kalmaktadır.

“Allah sizi yerden bitki bitirir gibi bitirmiştir.” (Nûh: 17)

Başlangıçta Âdem Aleyhisselâm’ı da topraktan yaratmak suretiyle yerden bitirmişti.

“Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi tekrar çıkaracaktır.” (Nûh: 18)

Hepinizi de mahşere sevkedip toplayacak, böylece dostlarını mükâfatlandıracak, Allah


düşmanlarını ise cezalandıracaktır.

“Allah, geniş yollar edinip dolaşabilesiniz diye, yeryüzünü sizin için


yaymıştır.” (Nûh: 19-20)

Yeryüzünde yolculuk yaparken ve bir yerinden diğer yerine taşınırken geniş yollara
giresiniz diye böyle yarattı.

Kendi Düşen Ağlamaz:

Sapık müşrikler azgınlıkta son sınıra varmışlardı. Nuh Aleyhisselâm’ın sık sık haber
vermiş olduğu ilâhî azaba da inanmıyorlardı.

Nuh Aleyhisselâm, kavminin hidayeti için bütün gücünü sarefettikten sonra, artık
ıslahlarından tamamıyla ümidini kesti. Bütün kapılar yüzüne karşı kapandı. Bu kadar
uyarı ve tavsiyelerine rağmen müspet bir netice elde edememişti. Son olarak da
yalancılıkla suçlamalarına büsbütün içerleyerek yapılacak başka bir şeyin kalmadığını
anlayınca, Allah-u Teâlâ’ya sığınmaya, hâlini arzetmeye ve duâya başladı:

“Ey Rabb’im! Doğrusu onlar bana karşı geldiler.” (Nûh: 21)

İman, ibadet, itaat ve istiğfar hususlarındaki emirlerimi dinlemediler.

“Malı ve çocuğu kendisine zarardan başka bir şey artırmayan kimseye


uydular.” (Nûh: 21)

Kendilerini mallarının servetlerinin azdırdığı, evlât çokluğunun şımarttığı reislerine


uymaya devam ettiler. Böylece dünya saâdetini, ahiret selâmetini kaybettiler.

“Birbirinden büyük hileler ve düzenler kurdular.” (Nûh: 22)

İnsanların dine girmelerine engel olmak, dinden soğutarak uzaklaştırmak için ellerinden
gelen dolapları çevirdiler. Kendilerinin hak üzere olduklarını göstermek için akıl almaz
hilelere başvurdular.

22.08.2019
Sayfa 462 / 646

“Ve dediler ki:

‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın! Hele Vedd, Suva’, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putlarından
asla vazgeçmeyin!’” (Nûh: 23)

Siz ve sizden önceki atalarınızın tapageldikleri ilâhlarınızı bırakmayın.

Çünkü bunlar, tapmakta olduğunuz diğer ilâhlarınızın liderleridirler.

“Böylece birçoklarını saptırdılar.” (Nûh: 24)

O reis geçinen zındıklar, bu putlara halkı taptırmak suretiyle birçok insanı sapıklığa
sürüklediler.

Nuh Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’ya hâlini arzetme işini duâ ile bitirdi:

“Ey Rabb’im! Sen bu zâlimlerin ancak sapıklık ve taşkınlıklarını artır.” (Nûh: 24)

Sen o zâlimlerin sapıklıklarını artır ki, cezâları da artsın.

Öyle bir hüküm ver ki Hakikat’in izleyicileri kurtulsun, sapıklığın ve sahtelerin izleyicileri
bütünüyle yeryüzünden silinsin.

Daha sonra da hakikati kabul etme eğilimleri körelmiş, hidayetten hisseleri olmayan,
kurtulmaya müstehak bulunmayan kavmine bedduâ etti:

“Dedi ki:

‘Ey Rabb’im! Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!’” (Nûh: 25)

Köklerini kazı, hepsini helâk et, lâyık oldukları cezâlara kavuştur!

“Eğer sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve sadece ahlâksız ve çok nankör
evlât doğurup yetiştirirler.” (Nûh: 27)

Kendilerini imandan mahrum bıraktıkları gibi, başkalarını da sapıklığa düşürürler.

“Zâlimlerin helâkından başka birşeyini de artırma!” (Nûh: 28)

Her kim olursa olsun, benim soyumdan da olsa, hepsinin de soylarını perişan eyle!

Nuh Aleyhisselâm bu helâk duâsının yanısıra kendisi için, ana-babası ve inananlar için
duâya başladı:

“Ey Rabb’im! Beni, ana-babamı, inanmış olarak evime girenleri, inanan erkek ve
kadınları bağışla!” (Nûh: 28)

Allah-u Teâlâ sevgili peygamberinin duâsına icabet buyurdu. İradelerini dalâlet yoluna
sarfetmeleri sebebiyle Nuh kavminin üzerine ilâhî hüküm indi. Onları tufanla helâk
edeceğini, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakmayacağını haber verdi.

Artık Nuh kavminin hidayete gelme imkânı tamamen ortadan kalkmıştı. Hiçbirinde iman
ve ıslah kabiliyeti, Allah’a yönelme istek ve arzusu yoktu. Aralarında kötülükten başka bir
şey kalmamıştı. Neyin mümkün, neyin imkânsız olduğunu en iyi bilen Hâlik-ı Zülcelâl

22.08.2019
Sayfa 463 / 646

Hazretleri, kendilerine verilen mühletin sınırına kadar gelen bu kavme azabını müstehak
kıldı. Nuh Aleyhisselâm’a da, kavmine inen azabı gördüğünde şefkate gelebilir diye,
yaptığı duâdan geri dönmemesini emir buyurdu.

Çünkü onların boğulmalarına hükmetmiş ve hükmünü yürütme vakti-saati yaklaşmış, ilâhî


azabın inmesi kaçınılmaz olmuştu. Artık bu hükmü geri almanın imkânı kalmadı. Bu
husustaki yazının mürekkebi kurudu.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Rahman Olan Allah.


Kur'an'ı Öğretti.
İnsanı Yarattı.

Ona Beyanı (Açıklamayı) Öğretti.


Güneş de Ay da Bir Hesap İle (Yürümekte)dir.
Bitkiler ve Ağaçlar (Allah'a) Secde Ederler.
Gökyüzünü Allah Yükseltti ve Mizanı O Koydu.

Sakın Tartıda Haksızlık Etmeyin.


Tartıyı Doğru Yapın, Terazide Eksiklik Yapmayın.
Yeryüzünü Canlılar İçin O Hazırladı.

Orada Meyveler, Salkım Salkım Hurmalar Vardır.


Yapraklı Taneler ve Hoş Kokulu Bitkiler Vardır.
Öyleyken Rabb'inizin Hangi Nimetlerini Yalanlıyorsunuz?"
(Rahman: 1-13)

"ARÛSÜ'L-KUR'AN" (KUR'AN'IN GELİNİ)

RAHMAN SÛRE-İ ŞERİF'İNİN


TEFSİRİ

22.08.2019
Sayfa 464 / 646

Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i


şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
şöyle buyurmuşlardır:
"Her şeyin bir gelini (süsü) vardır. Kur'an'ın gelini de Rahman
sûresi'dir." (Beyhakî)

Hazret-i Câbir -radiyallahu anh- der ki: "Resulullah -sallallahu


aleyhi ve sellem- bir gün ashâb'ının yanlarına çıktı ve onlara
Rahman sûresi'ni başından sonuna kadar okudu. Hepsi de sükût
ettiler, ortalığı bir sessizlik kapladı. Bunun üzerine Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Ben bu sûreyi cinlere de okudum, onlar sizden daha güzel
karşılık verdiler. Şöyle ki: 'Öyleyken Rabb'inizin hangi
nimetini yalanlıyorsunuz?' Âyet'ini her okuyuşumda onlar:
'Ey Rabb'imiz! Biz senin nimetlerinden hiçbirini
yalanlamıyoruz. Bütün hamdler sanadır.' diyorlardı." (Tirmizî:
3287)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Tamamı Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olan bu mübarek sûre-i celîle; yetmiş sekiz
Âyet-i kerime, üç yüz elli bir kelime, bin altı yüz otuz altı harften teşekkül etmiştir.

Esmâ-i hüsnâ'dan olan "Rahman" ism-i şerif'i ile başladığı için "Rahman" kelimesi bu
sûre-i şerif'e isim olmuştur. Bu isim, sûre-i şerif'in muhtevâsı ile de alâkalıdır. Zira sûre-i
şerif'in içerisinde, baştan sona kadar Allah-u Teâlâ'nın engin rahmeti ve rahmet-i ilâhî'nin
görüntüleri anılmıştır.

Bu sûre-i şerif'e ayrıca "Kur'an'ın gelini" mânâsına gelen "Arûsü'l-Kur'an" ismi de


verilmiştir.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Her şeyin bir gelini (süsü) vardır. Kur'an'ın gelini de Rahman sûresi'dir." (Beyhakî)

Hazret-i Câbir -radiyallahu anh- der ki:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün ashâb'ının yanlarına çıktı ve onlara
Rahman sûresi'ni başından sonuna kadar okudu. Hepsi de sükût ettiler, ortalığı bir
sessizlik kapladı.

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:

"Ben bu sûreyi cinlere de okudum, onlar sizden daha güzel karşılık verdiler.

Şöyle ki: 'Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?' Âyet'ini her


okuyuşumda onlar: 'Ey Rabb'imiz! Biz senin nimetlerinden hiçbirini
yalanlamıyoruz. Bütün hamdler sanadır.' diyorlardı." (Tirmizî: 3287)

22.08.2019
Sayfa 465 / 646

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı bir gün kendi aralarında, Kureyşliler'in hiçbir
zaman Kur'an-ı kerim'i dinlememiş olduklarını ve dolayısıyla bir defa bile olsa onlara
Kur'an-ı kerim'i açıktan dinletecek olan şahsın kim olacağı hususunda konuşuyorlardı.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-: "Bu işi ben yaparım." deyince,
arkadaşları: "Sana eziyet etmelerinden endişe ediyoruz. Bu işi yapacak öyle bir
kimse olmalı ki, kabilesi güçlü kuvvetli olsun. Zira Kureyşliler kendisine bir zarar
vermeye kalkıştıklarında kabilesi onu savunmuş olur." dediler.

Abdullah -radiyallahu anh- ise: "Siz bana bu işi yapmam için izin verin, beni Rabb'im
korur." dedi.

Ertesi sabah Harem-i şerif'e gitti. Kureyşliler'in ileri gelenleri sohbet ediyorlardı. Hiç
kimseden çekinmeyerek Makam-ı İbrahim'de Rahman sûre-i şerif'ini yüksek sesle
okumaya başladı. Müşrikler önce onun ne okuduğunu anlayamadılar ve fakat bu
okunanların Resulullah Aleyhisselâm'a inen Âyet-i kerime'ler olduğunu farkedince, hemen
üzerine saldırdılar. Yüzüne gözüne vurmaya başladılar. Fakat Abdullah -radiyallahu anh-
buna rağmen gücü yettiğince okumaya devam etti. Sonunda da oldukça hırpalanmış bir
halde arkadaşlarının yanına döndü. Onu bu halde görünce:

"İşte biz de bundan korkuyorduk." dediler.

O ise şöyle karşılık verdi:

"Allah düşmanlarını karşımda bugünkü kadar zavallı görmedim. Eğer isterseniz


yarın yine gidebilirim."

Fakat arkadaşları ona: "Bu kadar yeter. Onlar dinlemek istemedikleri halde sen
onlara dinlettin." dediler.

Muhtevâsı:

Bu mübarek sûre-i şerif; Allah-u Teâlâ'nın kulları hakkında hem dünyaya hem de ahirete
âit enfüsî ve âfâki nice nice nimetler ihsan buyurmuş olduğunu bildiriyor. Bu nimetlerin
kadrini ve kıymetini bilip, bu nimetleri bahşeden Hâlik-ı kerim'e ibadet ve taatta
bulunmanın lüzumuna işaret ediyor.

Bu sûre-i şerif, insanlarla birlikte irade sahibi bir diğer varlık olan cinlere de hitap eden tek
sûredir.

Nimetlerin en büyüğü olan Kur'an-ı kerim'den söze başlayarak, insanlara bahşedilen


nimetler, anlama ve anlatma kabiliyeti mevzu edilmektedir.

Kâinat nizamının adalet üzere inşa edildiği, Allah-u Teâlâ'nın izniyle devam ettiği ve O'na
tâbi olduğu, bu hususta hiç kimsenin müdahalesinin bahis mevzuu olmadığı; güneş, ay
ve yıldızlar, ağaçlar dahil her şeyin belli bir hesaba göre düzenlendiği belirtilmektedir.

İnsanlarla cinlerin yaratılışından, denizlerin özelliklerinden ve faydalarından, denizlerin


dalgalarını yararak hareket eden büyük gemilerin insanların emrine verilmesinde Allah-u
Teâlâ'nın kudretini gösteren apaçık deliller olduğundan bahsedilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 466 / 646

Otuz bir yerde aynı Âyet-i kerime tekrarlanmakta; Allah-u Teâlâ'nın uçsuz bucaksız
nimetlerini takdir edemeyip, onları yalanlamaya, inkâr ederek nankörlükte bulunmaya
cüret edenlerin ne kadar câhilce hareket ettiklerini gözler önüne sermektedir.

İnsanlara ve cinlere hitap edilerek, kâinattaki her şeyin fâni olduğu, ancak Allah-u
Teâlâ'nın zâtının bundan müstesnâ bulunduğu gerçeği beşeriyete duyurulmaktadır.

Gerek insanlara gerekse cinlere Allah-u Teâlâ'nın yakında hesap soracağı, hiç kimsenin
bu muhasebeden kaçamayacağı ve kurtulamayacağı, suçluların kıyamet günündeki kötü
âkıbetleri bildirilmektedir.

İnsanlara ve cinlere verilecek olan mükâfattan bahsedilmekte, bu mükâfâtın kendilerine


dünyada Allah korkusu içinde ömür sürdükleri için verileceği hatırlatılmaktadır.

Kıyametin korkunç halleri açıklanmakta, suçlu bedbahtların durumu ve o zor günde


karşılaşacakları korku ve sıkıntılar anlatılmaktadır.

Ahiret gününde kimseden niçin günah işlediğinin sorulmayacağı, zira her şeyin yazılıp
tespit edildiğinin ortaya konulacağı haber verilmektedir.

Cehennemliklerin uğratılacakları azap safhaların-dan birisinden söz edilmekte, böylece


inkârcılar tehdit edilmektedir.

Daha sonra takvâ sahiplerine verilen nimet sahnesi geniş bir şekilde gözler önüne
serilmekte, cennetteki yüksek nimetlerden misaller verilmektedir.

Bu mübarek sûre-i şerif, kullarına verdiği engin nimet ve ikramdan dolayı Allah-u Teâlâ'ya
tâzim ve övgü ile sona ermektedir.

Rahman ve İnsan:

Allah-u Teâlâ, yarattıklarına olan engin rahmetini ve lütfunu haber vererek şöyle
buyurmaktadır:

"Rahman olan Allah." (Rahman: 1)

Kâinat bütünüyle "Rahman" ism-i şerif'inden tecellî eden, rahmeti şümulüne girmiştir.
O'nun rahmetinin eserleri zâhirdir, apaçık görülmektedir. En kâmil mânâda, rahmet ancak
O'na mahsustur.

"Rahman" ism-i şerif'i Allah-u Teâlâ'nın bütün sıfatlarını içine almakta, böylece her türlü
nimetler de O'na nispet edilmektedir.

"Kur'an'ı öğretti." (Rahman: 2)

"Rahman" olan Allah-u Teâlâ, insanlara rahmeti-nin bir diğer tecellisi olarak Kur'an-ı
kerim'i indirip öğretme lütfunda bulunmuştur.

Çünkü Kur'an-ı kerim rütbe itibariyle Allah-u Teâlâ'nın vahyinin en büyüğü, mevki
itibariyle en üst derecede olanıdır. Semâvî kitapların zirvesidir. Dünyevî ve uhrevî
saâdetin vesilesidir.

22.08.2019
Sayfa 467 / 646

Kur'an-ı kerim'in öğretilmesi, onun okunmasının yerine getirilmesidir. Bu da insanlara


onun telâffuzunun kolaylaştırılması ile mümkündür.

Rivayete göre müşrikler:

"Ona bir insan öğretiyor." demişlerdi. (Nahl: 103)

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onları reddederek:

"Rahman olan Allah Kur'an'ı öğretti." buyurdu. (Rahman: 1-2)

Kur'an-ı kerim'de her şeye dair ilim indirilmiş ise de, insanların ilimleri onun tamamını
kavrayacak durumda değildir.

Kur'an-ı kerim öğretiminin en mühim nimet olduğu ifade edildikten sonra, kime ve nasıl
öğretildiği hususunu beyan etmek için şöyle buyuruluyor:

"İnsanı yarattı." (Rahman: 3)

Allah-u Teâlâ dünya ve ahireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratmıştır.
Çünkü Allah-u Teâlâ'yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.

İnsan kâinatın hülâsası; arzın ve melekûtun, ceberut ve lâhutun özü ve mânâsıdır. Zira
mufassal olarak yaratılmış ne ki varsa, hülâsa olarak insanda mevcuttur.

"Ona beyanı (açıklamayı) öğretti." (Rahman: 4)

Beyan, insanın içindeki duyguları ifade etmesi, açığa çıkarmasıdır. İlmin elde edilmesi ve
Kur'an-ı kerim öğretimi nimeti de bununla meydana gelir.

Âdem Aleyhisselâm yaratıldıktan sonra, kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi


sayesinde meleklerin bilmediklerini bilmiştir. Peygamberlerin tebliğ yapabilmeleri, kitaplar
getirmeleri, ümmetlerinin de onlardan istifade edebilmeleri hep beyan sayesinde
olmuştur.

Güneş ve Ay:

Güneş ve ay, bir tür hesabın işaretidirler.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Güneşi ve ay'ı da hesap için bir ölçü kılmıştır." (En'am: 96)

Gündüzün alâmeti olan güneş ile gecenin alâmeti olan ay hesap vasıtalarıdır, zamanın
hesabı onların hareketleriyle bilinir. İnsanlar günlerin sayısını, haftaları, ayları,
mevsimlerin vaktini, meyvelerin bitkilerin olgunlaşma zamanlarını bunlarla tespit
edebilmektedirler.

Canlılar güneşin yeryüzünden belli mesafede tutulması sebebiyle varlıklarını


sürdürebilmektedirler. Eğer güneş ölçüsüz hareket etseydi, yeryüzüne az da olsa
yaklaşsa veya uzaklaşsa idi, hayatın idamesine imkân olmazdı.

"Güneş de ay da bir hesap ile (yürümekte)dir." (Rahman: 5)

22.08.2019
Sayfa 468 / 646

Gökyüzündeki milyarlarca yıldızdan bir tanesi de güneştir. Büyüklüğü ve kitlesi diğer


yıldızlardan küçük olduğu halde, diğer yıldızlara göre dünyaya yakın olmasından dolayı
görünüşü daha büyük ve parlak gözükmektedir.

Dünyaya olan uzaklığı 149,5 milyon km. olup, ışığı 8 dakika 20 saniyede dünyaya ulaşır.

Ay ise dünyaya ortalama 384 bin km.'dir. Bu uzaklık dünyaya en yakın olduğu zaman 350
bin km. ve dünyadan en uzak olduğu zaman da 409 bin km. olmak üzere yılın muhtelif
günlerinde değişiklik gösterir.

Dünyadan elli defa küçük olan ay, saatte 3600 km. hızla yol almaktadır. Dünya güneşin
etrafında dönerken, ay da onu takip eder, dünyanın etrafında dönerken kendi etrafında
da 29 günde döner ve dünyaya hep aynı yüzünü gösterir.

Ay kendisi ısı ve ışık kaynağı değildir, ancak güneşten aldığı ışıkla ısınır. Ay yüzeyinin
atmosferi olmaması ve yüzeyinin de iyi bir yansıtıcı olmaması dolayısıyle; güneşten aldığı
ısının yüzde 93'ünü yutar, geriye kalan yüzde 7'sini yansıtır.

"İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (En'am: 96)

Bu nizam ve intizam olmamış olsaydı, yeryüzünde bu tarz bir hayat görülmezdi.

Güneşin doğuşundaki ve batışındaki sonsuz hikmetleri bir düşün!

Eğer güneş olmasaydı, dünya karanlık olurdu. Bu karanlık dünyada insanlar birbirleriyle
anlaşamaz, işlerini göremezlerdi. Aynı zamanda hayati ihtiyaçları için çalışmazlardı.
Güneş ışığı olmasa gözlerden istifade edilmez, renkler görülmezdi.

Güneşin hareketi olmasaydı, devamlı gündüz olacağından insanlar durup dinlenmez,


gündüzden faydalanmak için devamlı çalışırlardı.

Geceleyin çalışmaya mecbur olduğumuz zamanlarda ay ışığından faydalanırız. Ayın ışığı


mutedildir. İnsanların geceleyin rahatça çalışmaları ve yorgun düşmemeleri için ısısı ve
ışığı azdır.

Bir düşün! Allah-u Teâlâ geceyi istirahat zamanı, gündüzü de maişet zamanı olarak tayin
etti.

Güneşi her gün doğudan doğduruyor, tâ batıya kadar hiçbir boşluk bırakmadan ısısını ve
ışınlarını her yere ve her canlıya ulaştırıyor. Güneşin bu nimetlerinden doğu ile batı
arasında hiçbir yer ve hiçbir canlı mahrum bırakılmıyor, her şey ölçülü olarak istifade
ediyor.

Bir bak! Mevsimlerin meydana gelmesi için güneşin eksenini nasıl eğik tuttu?

Mevsimler sayesinde insanlar, hayvanlar ve bitkiler muhtaç oldukları yaşama zeminini


bulurlar.

Kış mevsiminde ağaç ve bitkilerdeki ısı azalır, bu suretle ağaç ve bitkilerin tomurcukları
husule gelir. Hava sıcaklığının düşmesiyle bulutlar ve yağmur meydana gelir.

İlkbaharda tomurcuklar harekete geçer. İzn-i ilâhî ile bitkiler doğar, ağaçlar çiçek açar.

Yazın havalar ısınır, meyveler olgunlaşır, hasat yapılır.

22.08.2019
Sayfa 469 / 646

Sonbaharda hava ılır, geceler uzamaya başlar.

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın Ulûhiyet'ini ve Samediyet'ini açıkça gözler önüne serer.
Her şey, her an O'na muhtaçtır, O'nun hayat vermesiyle hayat bulmakta, varlıklarını
devam ettirmektedirler.

Işık ve Nur:

Güneş, dünyanın da dahil olduğu güneş sisteminin merkezi, aynı zamanda dünyaya en
yakın olan yıldızdır. Büyük görünmesinin sebebi de bu yakınlığıdır. Güneş dünyaya ısı,
ışık, dolayısıyle hayat veren kaynaktır. Güneş olmasaydı, dünyada hayat olmayacaktı.

Güneş kendi sistemindeki gezegenlerin merkezidir. Bu gezegenler güneş etrafında


yörünge çizerler. Bu gezegenleri ayakta tutan da güneştir.

Güneşle, güneşin etrafındaki yörüngelerin üzerinde dolaşan gezegenler ve bu


gezegenlere bağlı uyduların hep birlikte meydana getirdiği uyarlı ve hareketli topluluğa
güneş sistemi adı verilmektedir.

Ay ise dünyanın tek uydusudur. Dünya güneşin çevresinde nasıl dönerse, o da dünyanın
çevresinde döner. Bu şekilde aynı zamanda dünya ile beraber güneşin de çevresinde
dönmüş olur. Ayın dünya etrafındaki hareketi bir yörünge üzerindedir. Bu yörünge
dünyanın, güneş etrafındaki yörüngesi gibi, bir elips biçimindedir.

Allah-u Teâlâ güneşin ve ayın; kudretinin kemâline, saltanatının büyüklüğüne işaret eden
alâmetler olduğunu Âyet–i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:

"Gökte burçlar yaratan, orada ışık saçan güneşi ve nurlu ay'ı vâreden Allah,
yüceler yücesidir." (Furkan: 61)

Güneş bu burçlarda gezinir, dünyaya ışık saçar. Geceleri yeryüzünü aydınlatan parlak ay
da bu burçlarda yer almaktadır.

Kaynağı kendinden değil de başka bir cisimden alıp yansıttığı için aya nûr denilmiştir.

"Güneşi ışık, ayı nûr yapan O'dur." (Yunus: 5)

Allah-u Teâlâ güneşten çıkan şualara "Işık", ayın şualarına da "Nur" adını vermiştir.

Ayın nuru, güneşin ışığının bir yansımasıdır. Güneşin ışığı aslından, ayın nûru ise
güneştendir.

"(Göğe) ışık saçan bir kandil astık." (Nebe: 13)

Allah-u Teâlâ'nın güneşi yegâne enerji kaynağı olarak yaratması sebebiyledir ki, bütün
yeryüzündekiler için parlar ve onları ısıtır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde güneş üzerine, onun sürekli aydınlığına ve ardından
gelen aya yemin etmiştir.

"Andolsun güneşe ve aydınlığına, ardından gelmekte olan aya!" (Şems: 1-2)

22.08.2019
Sayfa 470 / 646

Güneşten dünyaya doğru yayılan bir çok faydalar bulunabilmekle beraber, bunlar içinde
en belli olan ısı ve ışıktır.

"Andolsun toplu hale geldiği (dolunay olduğu) zaman aya!" (İnşikak: 18)

Ayın gerek kamerî ayın ilk yarısında, gerekse sonunda güneşin batmasına tâbi
olarak "Bedir" ve "Hilâl" şeklinde görünmesi güneş sisteminin emsalsiz bir düzene ve
şaşmayan hesaba göre hareket ettiğinin başlıca delillerinden biridir.

Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor.

"Görmez misiniz, Allah yedi göğü birbiriyle ahenkdar olarak nasıl


yaratmıştır?" (Nuh: 15)

Öyle harikulâde bir surette vücuda getirmiştir ki, hiç birinde bir eksiklik ve düzensizlik
bulunmaz.

"Onların içinde ay'ı bir nur yapmış, güneşin de ışık saçmasını sağlamıştır." (Nuh:
16)

Ay ile geceleri yeryüzü aydınlanmakta, güneş ile de gecelerin karanlıkları kaybolmakta ve


ziyalar içinde kalmaktadır.

"Yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için aya konak yerleri düzenleyen


O'dur." (Yunus: 5)

Ay batıdan doğuya doğru dünyanın çevresinde döner. Bundan dolayı da durumu sürekli
olarak değişir. İlk göründüğünde küçüktür. Sonra nûru ve kitlesi artar ve nihayet dolunay
halinde tamamlanır. Daha sonra tekrar küçülmeye başlar ve ayın sonunda ilk haline
döner.

Güneş ve Ay İçin Yörünge:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Ay için de konak yerleri tayin etmişizdir. Nihayet o eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur
da geri döner." (Yâsin: 39)

Ay, güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp gitmez. O bir gezegendir, her gün bir konak yerine
gelir, her konağa göre bir şekilde görünür.

"Güneş de kendi yörüngesinde akıp gider. İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen
Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38)

Kör bir tabiatın eseri değildir.

Sadece güneş değil, bütün yıldız ve gezegenler bir yöne doğru akıp gitmektedirler.

Bu takdir o kadar güzel ve bu vazife dağılımı o kadar yerindedir ki:

"Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir." (Yâsin: 40)

22.08.2019
Sayfa 471 / 646

Çünkü bu ışık saçan yıldızlardan her birisinin kendi için tayin edilmiş bir alanı vardır.
Güneşin aydınlatma zamanı gündüzdür, ayın aydınlatma zamanı ise gecedir.

"Her birisi bir yörüngede yüzerler." (Yâsin: 40 - Enbiyâ: 33)

Vazifeleri o kadar güzel ve düzenli bir şekilde dağıtılmıştır ki, biri diğerine çarpmaz.

"Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır." (Yunus: 5)

Hiçbir şey boş yere yaratılmış değildir.

"Biz göğü, yeryüzünü ve ikisinin arasında bulunanları bâtıl olarak


yaratmadık." (Sa'd: 27)

Bu gerçek, gözlere çarpıp durmaktadır. Güneş ile ayın doğuşu ve batışı hergün
tekrarlandığı için, alışkanlık icabı insanlar tesirini hissedememektedirler.

"O, bilen insanlar için âyetlerini birer birer açıklar." (Yunus: 5)

Tafsilâtlı olarak bildirir. Anlamaya kabiliyetli olan kimseler bu deliller üzerinde dikkatlice
düşünecek olurlarsa, onlardan istifade edebilirler.

"Âyetlerini birer birer açıklar. Tâ ki, Rabb'inize kavuşacağınıza kesin bilgi


edinesiniz." (Ra'd: 2)

Yakînen bilesiniz ki, bir gün olup o yıldızlar gibi sizin de eceliniz gelecek, bugünkü
hareketiniz sona erecek, yaptıklarınızın cezasını çekmek üzere ister istemez Rabb'inizin
huzuruna çıkarılacaksınız.

Belirli Bir Vakte Kadar:

Ay, güneş ve diğer gezegenler, Allah-u Teâlâ'nın ezelî ilminde belli olan bir zamana
kadar dönmeye devam edeceklerdir.

"Güneşi ve ay'ı musahhar kılmıştır. Bunların her biri, muayyen bir vakte kadar akıp
gitmektedir." (Ra'd: 2 - Lokman: 29 - Fâtır: 13 - Zümer: 5)

Gökyüzündeki cisimlerden her biri, kendine mahsus bir program ve düzen içinde kendi
yörüngesinde, yolunu şaşırmadan belli bir hedefe doğru yol alıp gidiyor.

"Âdetleri üzere seyreden güneşi ve ay'ı size musahhar kılmıştır." (İbrahim: 33)

Herbirinin belli olan eceli gelince o hareket duracaktır.

"İşte Rabb'iniz olan Allah budur. Hükümranlık O'nundur." (Fâtır: 13)

Bütün mükevvenat O'nun hakimiyeti ve mülkiyeti altında bulunmaktadır.

"Dikkat et! O Aziz'dir, çok bağışlayandır." (Zümer: 5)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün güneşin battığı bir sırada
Ebu Zerr -radiyallahu anh-e "Güneş nereye gider bilir misin?' diye sordu.

"Allah ve Resul'ü bilir." demesi üzerine şöyle buyurdu:

22.08.2019
Sayfa 472 / 646

"Güneş gider, arşın altında secde eder ve tekrar doğmak için izin ister, izin verilir.
Bir gün gelip secde edip izin ister, fakat secdesi kabul edilmeyip izin verilmez. Ona
'Geldiğin yere git, battığın yerden doğ!' denilir. O da battığı yerden doğar." (Buhârî.
Tecrîd-i sarîh: 1321)

Bu hadise kıyametin kopmasının bir bakıma başlangıcı olacaktır.

Bitkiler ve Ağaçlar:

Varlıklar yokluktan varlık âlemine çıktıklarından beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ'yı
tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih
etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir.

Bütün mahlûkat Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetine, kudret ve azametine delâlet ve


şehâdette bulunur dururlar.

Bir kısmı kendi iradesiyle Allah-u Teâlâ'yı tesbih ve tenzih etmek suretiyle ibadet eder, bir
kısmı ise yaratıldığı gayeye bağlı kalıp lisan-ı hal ile Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksan
sıfatlardan tenzih eder.

"Bitkiler ve ağaçlar secde ederler." (Rahman: 6)

Yaratılışları itibariyle Allah-u Teâlâ'nın iradesi ne ise ona tâbi olarak boyun eğerler. Onları
böyle muhtelif şekillerde ve hassalarda olarak dünya sahasına gelmeleri, ilâhî iradeye
bağlanmalarının bir neticesidir.

Rahmet-i İlâhînin Eserleri, Bitkiler:

Allah-u Teâlâ'nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir
mucizedir ve bu mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Yeryüzüne hiç bakmazlar mı? Biz orada her güzel çiftten nice bitkiler
bitirmişizdir." (Şuarâ: 7)

Bitkiler dişi ve erkek olmak üzere çift yaratılmışlardır. Dişileri ilkaha muhtaçtır. Aynı
hayvanlarda olduğu gibi bitkilerde de birleşme vardır. Bu dişilik ve erkeklik bazen ayrı
bazen de bir bitkide olmakta, aşılama işi böcek ve rüzgârla sağlanmaktadır. Bu ise her
cins bitkinin aslının korunması ve yaratılmasının tamamlanması içindir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Görmediler mi, Allah yaratmaya nasıl başlıyor? Sonra onu nasıl iâde
ediyor?" (Ankebut: 19)

Meyveler bir süre yaşar, sonra yok olurlar. Allah-u Teâlâ onları mevsimi gelince tekrar
canlandırır. Diğer canlı varlıklar da böyledir.

"Şüphesiz ki bu Allah'a göre pek kolaydır." (Ankebut: 19)

22.08.2019
Sayfa 473 / 646

Bazı bitkiler hücrelerini çoğaltarak büyür, olgunlaşınca tohum vererek kendine benzeyen
yeni bir bitki meydana getirir.

Bitki mi yaptı bunu? Hayır! Ona o emri vermiş, o da o emir üzerine hayatını idame
ettiriyor.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Tohum ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. Ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü
çıkarır.

İşte Allah budur!" (En'am: 95)

Böyle bütün tabiatlar üzerinde hâkim olur, yaratıcı ve yoktan var edicidir.

"O halde nasıl çevriliyorsunuz?" (En'am: 95)

O'ndan başkalarına merbudiyet isnad ederek tapınıyorsunuz.

Bazı çiçekli bitkilerde ise erkek ve dişi üreme nüveleri vardır. Çiçekler bitkinin üreme
organlarıdır, üreme çiçek vasıtası ile olur.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Bütün meyvelerden yeryüzünde ikişer çiftler yaratan O'dur." (Ra'd: 3)

Her ne kadar insanların bir kısmı farkına varamasalar bile, yeryüzündeki bütün bitkilerin
kendine göre bir faydası vardır. Bütün o hassaları koyan kudret O'dur.

Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:

"Şüphesiz ki bunlarda (kudretimize) birer nişâne vardır. Yine de onların çoğu iman
etmezler." (Şuarâ: 8)

Allah-u Teâlâ'nın ezeli ilminde onların çoğunun bu mucizelerden ibret almayacakları ve


iman etmeyecekleri malumdur. Bu apaçık delillere rağmen onların çoğu inkârlarına
devam edeceklerdir.

"Şüphesiz ki Rabb'in Azîz'dir, engin merhamet sahibidir." (Şuarâ: 9)

İnsanları aciz bırakan delil ve alâmetleri göstermeye kadîr ve güçlüdür. Kâfirlerden


intikam alışında Azîz'dir.

Kendisine isyan edenlere ceza vermeyi çabuklaştırmayan, erteleyip mühlet tanıyan ve


yaratıklarına merhametli olan Rahîm'dir.

Kış mevsimine doğru bitkilerden çoğunun kuruyup çöp haline gelmesi, onların kendilerine
mahsus ölümleridir. Geriye ya tohumları ya da kökleri kalır. Bütün bir kış toprak altında bir
bakıma kabir safhası geçirirler. Bahar gelip hava, su, toprak ısınınca ve yağmurlar
yağmaya başlayınca yepyeni bir hayat başlar.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

22.08.2019
Sayfa 474 / 646

"Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok
taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler." (Yâsin: 33)

Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını
bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.

Allah-u Teâlâ ekinleri yaratmakla mahlukatına olan lütfunu belirttikten sonra,


meyvelerden ve onların çeşitlerinden söz etmektedir:

"Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları yarattık, içinden
pınarlar fışkırttık." (Yâsin: 34)

Toprağın mahsulünden yemek için o pınarlara ihtiyaç vardır.

Toprak aynı toprak, su aynı su, hava aynı hava, iklim aynı iklim olduğu halde; bütün
meyvelerin renkleri ayrı, tadları farklı, gıdaları ve vitaminleri değişik değişiktir.

"Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler.

Hâlâ şükretmiyorlar mı?" (Yâsin: 35)

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın onlara rahmetinden başka bir şey değildir.

O bağlara bakmaları, sulamaları ve çapa gibi işlerinde çalışmaları gerekirse de, o


mahsuller onların yapısı değil, ilâhi birer lütuf eseridir.

Bunun içindir ki bu nimetleri kendilerine ihsan buyuran Hâlik-ı kerim'e arz-ı şükranda
bulunmaları gerekir.

"Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri şeylerden bütün


çiftleri yaratan Allah'ın şanı ne yücedir." (Yâsin: 36)

Renkleri, tatları ve şekilleri farklı bütün sınıfları yaratan Allah-u Teâlâ noksan sıfatlardan
münezzehtir.

Gökyüzü:

Âyet-i kerime'de uçsuz bucaksız gökyüzüne işaret edilmekte, kâinatın azamet ve güzelliği
karşısında insanlar uyarılarak düşünmeye dâvet olunmaktadır:

"Gökyüzünü Allah yükseltti." (Rahman: 7)

Göğün bina edilmesi, düzenlenip dengede tutulması, hem bir plânın hem de bir
plânlayıcının varlığını ve azametini göstermektedir.

Allah-u Teâlâ göğü sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak
yaratmıştır. Bu öyle bir yapıdır ki, cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler,
hepsi de birbirleriyle ahenkli durumdadır.

"Ve mizanı (ölçüyü) O koydu." (Rahman: 7)

Nitekim yaratıldığı günden bu yana, kâinatın ayakta durması, bu gerçeğe şâhitlik


etmektedir.

22.08.2019
Sayfa 475 / 646

Bu Âyet-i kerime'de gök cisimleri arasında itme ve çekme kuvvetleri bulunduğu, göklere
denge kanunu konulduğu belirtilmektedir.

Yer ile gök arasını ayırdıktan sonra bütün kâinatın mizanını da O koydu.

Güneş kendi mihverinde döner, ay kendi mihverinde yüzer, yıldızların her birisi
kendilerine tahsis edilen yollarla yürürler. Bunların hepsi bir ölçü, mizan ve intizam
dairesindedir.

Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur, tesadüf diye hiçbir şey yoktur.

Allah-u Teâlâ göklerin ve yerin yaratıcısının Zât-ı Akdes'i olduğunu, kendisinden başka
ilâh bulunmadığını bir Âyet-i kerime'sinde ferman buyurmaktadır:

"De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" (Ra'd: 16)

Gökleri ve yeri yaratan ve onların işlerini idare eden kimdir? Hayatınızı idame ettiren
şeyleri, rızıklarınızı size kim sağlıyor?

Böyle bir soruya verilebilecek tek cevap:

"De ki Allah'tır!" (Ra'd: 16)

Göklerin ve yerin bir Rabb'inin olduğu ve her şeyin O'nun hükümranlığı altında
bulunduğu, O'nun emriyle hareket ettikleri ve musahhar kılındıkları gayet açıktır. O'ndan
başka Rabbül-âlemin yoktur.

Hep O, hep O'ndan.

"O, göklerin yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir. O Rahman'dır." (Nebe:


37)

Vasıfları bu olan, hikmeti gereğince her bir varlığa cömertçe iyilik ve ihsanda bulunandır.

"Eğer inanıyorsanız O, göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabb'idir." (Duhan:


7)

İnsanların O'nu bırakarak tapındıkları şeyler aslâ ilâh olamazlar.

"Allah ile beraber başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış ve tardedilmiş olarak
kalırsın." (İsrâ: 22)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tebliğ vazifesini yaptığı ilk yıllarda
Mekke-i mükerreme ve çevresindeki müşriklere "Göklerin ve yerin yaratıcısı kimdir?" diye
sorulduğunda "Allah!"derlerdi. Buna rağmen Allah-u Teâlâ'dan istenecek şeyleri
putlardan, yıldızlardan ve bazı canlı yaratıklardan isterlerdi. Bunun içindir ki onlara hem
putperest, hem de müşrik denilmiştir.

Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Andolsun ki onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette: 'Onları güçlü
olan ve her şeyi bilen Allah yarattı.' derler." (Zuhruf: 9)

22.08.2019
Sayfa 476 / 646

Bunu itiraf ettikleri halde, cehalet ve beyinsizlikleri yüzünden, O'nunla birlikte başkasına
ibadet ettiler.

"De ki: Siz onu bırakıp da kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı
edindiniz?" (Ra'd: 16)

Size fayda vermek şöyle dursun, onlar kendi kendilerine de fayda ve zarar veremezler.

Ancak ve ancak, âlemlerin Rabb'i olan Allah izin verir, takdir ederse fayda hasıl olur ve
zarar önlenir.

Nasıl ki putlar kendi kendilerine tesir etmek gücünden mahrum ve yoksun iseler, Azamet-i
ilâhî karşısında bütün varlıklar aynı durumdadırlar.

"Andolsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay'ı musahhar kılan


kimdir?' diye sorsan, 'Allah'tır!' derler.

O halde nasıl çevrilip döndürülüyorlar?" (Ankebut: 61)

Her şeyin yaratıcısı olduğunu ister istemez kabul ederlerken, ulûhiyete gelince nasıl
O'ndan dönüp şirke sapıyorlar?

"Andolsun ki onlara: 'Gökten su indirip de onunla ölümünden sonra yeryüzünü


dirilten kimdir?' diye sorsan, şüphesiz ki: 'Allah!' diyecekler.

De ki: 'Hamd Allah'a mahsustur.' Onların çoğu aklını kullanmazlar." (Ankebut: 63)

Zira Allah-u Teâlâ'nın, yaratan ve rızık veren olduğunu söylüyorlar da, başkasına ibadet
ediyorlar.

"De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir?" (Ra'd: 16)

Burada körden maksat, kalp gözü kör olan kâfirdir. Görenden maksat; Hakk ile hakikati
görüp kabul eden, Allah-u Teâlâ'nın ulûhiyetini tasdik eden muvahhid mümindir.

Küfür ve şirk kat kat karanlıktır. Önü de karanlık sonu da karanlıktır. Delili ve isnadı
yoktur. Mârifetullah ise nûrdur, aydınlıktır. İnsanlar o nûr ile Allah-u Teâlâ'yı bilirler ve
bulurlar.

"Yoksa Allah'a, O'nun gibi yaratan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi


benzettiler?" (Ra'd: 16)

Böyle bir şey imkân dahilinde midir ki, sapıklıklarının mazereti budur denilebilsin?

Durum böyle değildir. Hiçbir şey O'na benzemez. O'nun dengi, veziri, yardımcısı yoktur.
O bütün bunlardan münezzehtir.

"De ki: Allah'tır her şeyi yaratan." (Ra'd: 16)

O'ndan başka yaratıcı yoktur, yaratmada hiç bir ortağı da yoktur. Şey denilebilen ne
varsa hepsini yaratan O'dur.

"O Vâhid'dir, Kahhar'dır." (Ra'd: 16)

22.08.2019
Sayfa 477 / 646

Yaratıcılıkta, ulûhiyette, rubûbiyette eşi ve benzeri olmayan, bütün yaratılmışları hükmü


altına alan ve onların mukadderatlarını kudretiyle elinde tutan bir Rab'dir.

O ki, zâlimlerin zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.

Ölçü ve Tartı:

Allah-u Teâlâ insanların mallarını korumalarını, haklarını meşru yollardan elde etmeleri
için tartı ve ölçü tanzim edilmesini, hile yapılmamasını emir buyurmuştur. Ölçü ve tartıyı
tam tutmak, doğru terazi ile tartmak farzdır.

"Sakın tartıda haksızlık etmeyin." (Rahman: 8)

Allah-u Teâlâ ölçüyü; insanların ölçüsüzlük yapmamaları, adaleti çiğneyip haddi


aşmamaları için koymuştur.

Alırken fazla almak, satarken ölçü ve tartıda eksik ölçüp tartmak haram kazanç
yollarındandır ve bir nevi hırsızlıktır.

Ticari hayatta aynı zamanda kul hakkı da bahis mevzuudur. Bu ise şirkten sonra
günahların en ağırı, ödenmediği takdirde affedilmeyenidir.

"Tartıyı doğru yapın, terazide eksiklik yapmayın." (Rahman: 9)

Çünkü kâinatın nizam ve intizamı, adalet ve dengeye dayanır.

Bu Âyet-i kerime ölçü ve tartıda haksızlıktan kaçınmaya işaret olabileceği gibi, kıyamet
günü kendisi ile terazisinin hafif gelmeyeceği şeylerle uğraşmaya da işaret vardır.

Yeryüzü:

Yeryüzünün canlıların yaşamasına uygun bir şekilde düzenlenmesi ve döşenmsi, güzel


güzel bitkilerin yetişmesi, hiç şüphesiz ki ilâhî bir plâna göre olmaktadır.

"Yeryüzünü canlılar için o hazırladı." (Rahman: 10)

Yerin bu şekilde aşağıya kurulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir. Ki,
orada yerleşip Allah-u Teâlâ'nın orada yarattıklarından faydalansınlar.

Kâinat içinde her mahlûk için elverişli şartları sağlayan ve onu yaratan Allah-u Teâlâ'dır.

Âdem Aleyhisselâm'dan bu güne kadar gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan
yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini yapmaya devam edecektir.

Yeryüzünde bir çok değişikler olmakta, kevnî mucizeler gözler önünde parlayıp
durmaktadır:

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Bizim yeryüzüne gelip, onun uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi?" (Ra'd: 41)

22.08.2019
Sayfa 478 / 646

Ayaklarının altına serdiğimiz yeri aynı durumda bırakıyor muyuz? Üzerinde yaşadıkları,
etrafından kudretimizle sarıp daraltmıyor muyuz? Çeşitli yeryüzü hadiseleri ile onu
aşındırıp parçalamıyor muyuz?

Gökyüzü de onun tavanı olarak bina edilmiş ve onu yeryüzünü muhafaza etme vazifesi
verilmiştir.

Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:

"Yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?" (Ğâşiye: 20)

Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan
önce de yeryüzü yaygındı.

"Biz yeryüzünü bir döşek yapmadık mı?" (Nebe: 6)

İnsanlar hep bu döşekte doğmuşlar ve bu döşekte hayatlarını sürdürmektedirler.

"Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için toplanma yeri yapmadık mı?" (Mürselât: 25-26)

Yeryüzü insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ölüler ise toprağın altında
kabirlerde otururlar.

"Yeri de döşedik. Biz ne güzel döşeyiciyiz." (Zâriyat: 48)

Her türlü nimetlerle donattık, döşek gibi altınıza serdik ki, bir zamana kadar durup
dünyadan nasiplerinizi alasınız.

Her türlü nimetlerle döşenmiş olduğu gibi, ileride daha güzel nimetlerle bezeyecek kuvvet
ve kudret de mevcuttur.

"Yeri geniş yapan O'dur." (Ra'd: 3)

Yeryüzünü enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim verip genişletmesi, orada
yaşayanlar açısından büyük bir nimettir.

"Yeri döşeyip yaydık." (Hicr: 19)

Onun üzerinde insanın yaşayabilmesi için gereği kadarıyla genişlettik.

"Yine orada miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyler bitirdik." (Hicr: 19)

Bu ölçüde ne fazlalık ne de eksiklik mevzubahistir. Hiçbir bitki çeşidi diğer çeşitlere


karışmaz.

Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve
şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.

Dünya kendi mihveri etrafında döner. Dönüş hızı ekvatorda 27 km. kutuplarda 10 km.
kadardır. Bir dönüşü 23 saat 56 dakika 4.095 saniyede tamamlar. Buna "Gün" denir.
Günde 40 bin km.lik yol alır.

22.08.2019
Sayfa 479 / 646

Dünya güneşin etrafında döner. Dönüş hızı saatte 110 bin km.dir. Bir devrini 365 gün 6
saat 9 dakika 5 saniyede tamamlar. Buna "Yıl" denir. Dünya güneşin etrafında dönerken
tam yuvarlak değil de elips biçiminde bir yörünge takip eder. Bunun sonucu olarak
yeryüzünün muhtelif noktalarında gece ile gündüz uzunluğu değişir ve mevsimler
meydana gelir.

Dünya ayrıca bütün güneş sistemiyle birlikte de hareket eder. Güneş sistemi diğer
yıldızların da hareketine uyarak gitmektedir. Bu hareketin hızı ise saatte 72 bin km.dir.

Âyet-i kerime'de:

"Kesin olarak inananlar için yeryüzünde açık deliller vardır." buyuruluyor. (Zâriyat:
20)

Meselâ dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ve güneşin çevresinde belli bir
mesafede elips çizerek hareketini sürdürmesi gece ile gündüzü ve mevsimleri meydana
getirmektedir. Kendi mihveri etrafında bir dönüşünü 24 saatte değil de, daha az veya
daha fazla bir zamanda tamamlasaydı, gece ve gündüz durumları bu günkü gibi düzenli
ve dengeli olmazdı. Güneşin etrafında elips değil de tam bir daire çizseydi mevsimler
meydana gelmezdi.

Bütün bunlar bir tesadüf olmayıp kadir-i mutlak olan Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nin akıllara
hayranlık ve durgunluk veren kudretinin eseridir.

"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın. Allah'ın yaratmaya nasıl başladığına bir bakın!
İşte Allah, ahiret hayatını da (aynı şekilde) yaratacaktır. Gerçekten Allah'ın herşeye
gücü yeter." (Ankebut: 20)

Allah-u Teâlâ dünyayı içindekilerle beraber insanların istifadesine sunmuş, bir vakte
kadar insanoğluna karargâh kılmış, yeryüzünün ıslahından sonra üzerinde azgınlığa
sapmamalarını emir buyurmuştur:

"Islah olmuşken yeryüzünde fesad çıkarmayın." (A'raf: 56)

İnsanlar Allah-u Teâlâ'nın kurduğu düzeni ve dengeyi bozmaya kalkarlarsa,


yaptıklarından sorumlu olmuş olurlar.

Bitki Örtüsü:

Allah-u Teâlâ insanlar için hazırlayıp ihsan buyurduğu ve sayılamayacak kadar çok ve
çeşitli nimetlerini Âyet-i kerime'lerinde beyan etmektedir.

"Orada meyveler, salkım salkım hurmalar vardır." (Rahman: 11)

Cinsleri ve şekilleri ayrı ayrı olan meyvelerin yanı sıra, duruşlarının güzellekleri de bir
başkadır.

"Yapraklı taneler ve hoş kabuklu bitkiler vardır." (Rahman: 12)

O bitkiler sinirlere ve ruhlara neşe ve canlılık verir. Bütün bunlar, yeryüzünün insanlar için
hazırlanmış olduğunun tecellîleri arasındadır.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 13)

22.08.2019
Sayfa 480 / 646

Durum böyle olduğuna göre, o halde size bunları yaratana, bunları verene şükretmek
düşer.

Bu Âyet-i kerime'nin otuz bir yerde tekrarlanması, ilâhî nimetleri hatırlatmak, ihsan ve
ikramları itiraf içindir.

İnsanın Yaratılışı:

Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak muhtelif Âyet-i kerime'lerde değişik terimlerle


ifade edilmektedir.

Âl-i imrân sûre-i şerif'inin 59. Âyet-i kerime'sinde Âdem Aleyhisselâm'ın vücud buluşunun
ana maddesinin toprak oluşu;

Secde sûre-i şerif'inin 7. Âyet-i kerime'sinde bu toprağın su ile hamur edilip çamur haline
getirilişi;

Müminûn sûre-i şerif'inin 12. Âyet-i kerime'sinde çamurun süzülerek özleştirilmesi;

Sâffât sûre-i şerif'inin 11. Âyet-i kerime'sinde çamurun istenilen şekli almaya elverişli ve
hazır duruma gelmesi;

Hicr sûre-i şerif'inin 26. Âyet-i kerime'sinde çamurun şekillendirilerek kurutulması ve


havanın tesiri ile renginin değişik olması;

Rahman sûre-i şerif'inin 13. Âyet-i kerime'sinde ise çamurun iyice ıslah edilmesi ve âdeta
saksı gibi merhalelerden geçirilerek pişmesi belirtilmektedir.

"Allah insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir balçıktan yarattı." (Rahman: 14)

Bunlar yaratılış merhaleleridir ve ilâhî kudretin tecellîsiyle şekillendirilmiştir.

Şu halde insanların asıl yaratılışlarını düşünerek Allah-u Teâlâ'ya imanla beraber çok
şükretmeleri gerekmektedir.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm'ı merhalelerden geçirerek yarattığı gibi,
onun nesli olan insanları da yedi safhadan geçirdikten sonra, ululuk şanı ile gittikçe
mükemmelleştirerek insan durumuna getirmiştir.

Nitekim Müminun sûre-i şerif'inde insanın bu yedi devresi ve bir durumdan diğerine
geçirilmek suretiyle yaratıldığı unsurlar beyan buyurulmaktadır:

1. Toprak ve Su:

"Andolsun ki biz insanı süzme çamurdan yarattık." (Müminun: 12)

Bütün canlıların menşei toprak ve sudur. Âyet-i kerime'de geçen "Sülâle" hülâsa
demektir. Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı hülâsa, her türlü topraktan süzülmüştür.

2. Nutfe:

22.08.2019
Sayfa 481 / 646

"Sonra onu sağlam bir karargâh olan rahimde nutfe haline getirdik." (Müminun: 13)

Ana rahminin derinliklerinde, köprücük kemikleri arasında her türlü sarsıntı ve tehlikeden
korunmuş olarak karar kılar.

İlk insan Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı
haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm'dan üreyen insanların da menşei toprak ve
sudur. Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba
sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana
geliyor.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık." (İnsan: 2)

İnsan kendi kendine var olmuş ve kemale ermiş bir varlık olmadığı gibi, bir anda
yaratılıvermiş basit bir yaratık da değildir.

3. Aleka (Kan pıhtısı):

"Sonra o nutfeyi aleka, yani kan pıhtısına çevirdik." (Müminun: 14)

Nutfe kendi vasıfları ile birlikte bir kan pıhtısı halinde bulunur. Bu ise, nutfenin tekâmül
ettikten sonraki merhalesidir.

Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:

"O, insanı kan pıhtısından yarattı." (Alâk: 2)

Allah-u Teâlâ'nın pıhtılaşmış kanı zikrederek, insanın ilk haliyle son durumu arasındaki
açık farkı göstermektedir.

"O Allah ki, sizi topraktan yarattı. Sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından meydana
getirdi." (Mümin: 67)

Burada çocuğun ana rahminde geçirdiği devrelere işaret edilmektedir. Aleka, spermanın
yumurtacıkla buluşmasından sonra "Cenin"e âit ilk merhaledir.

4. Mudğa (Bir çiğnemlik et):

"Derken alekayı da mudğa yani bir çiğnemlik et yaptık." (Müminun: 14)

Önceleri görünürde şekilsiz olan cenin iki ayda iki santimetre olur, şekillenmiş et parçası
halini alır.

Etrafını kuşatan kandan kendisi için gerekli olan suyu, madeni tuzları, vitaminleri,
şekerleri, karbonhidratları ve yağları emer, gerekli gıdasını alır.

Bu arada hücreler bölünerek çoğalırlar, organlar gelişmeye başlar. Bir süre sonra
milyonlarca hücre meydana gelir. Bu yeni hücre toplulukları da diğerlerinden ayrı
hususiyetler taşırlar. Bir kısmı kemik hücreleri, bir kısmı kas, bir kısmı deri, bir kısmı sinir
hücreleridir. Her hücre kendi çalışma sahasını bilir, hiç birisi yerlerini şaşırmaz. Bir tek
organın içerisinde bir çok hücre çeşitleri rol oynar.

22.08.2019
Sayfa 482 / 646

Bunca farklı hücreleri ihtiva eden ilk hücre bölünmesi ve çoğalması nasıl mümkün oluyor?
Bir tek hücre bunca farklı hüviyete sahip hücreleri nasıl üstünde taşıyor? Nasıl oldu da
tek hücreden meydana gelen diğer hücreler, kemik, kıkırdak, göz, kulak gibi yerlerde
vazife aldılar? İnsanın gören gözü, işiten kulağı, koku alan burnu, konuşan dili oldular?

5. Kemikler:

"O mudğayı da kemikler haline çevirdik." (Müminun: 14)

Ceninde et hücrelerinden önce kemik hücreleri teşekkül eder. Önce kemikten daha şeffaf
olan kıkırdak hasıl olur. Üçüncü ayda şakak ve burun kemikleri belirmeye başlar.

İnsan iskeletinde irili ufaklı 206 kemik bulunur. Bu kemikler birbirlerine mafsallarla bağlı
olup, hareketlerini kaslar temin eder.

Biçimlerine göre uzun ve kısa, yassı ve düzensiz kemikler olmak üzere dörde ayrılır.
Bulundukları yere göre; baş, gövde, üstyan, altyan kemikleri diye isim alırlar. 206 kemiğin
29'u başta, 51'i gövdede, 64'ü üstyanda, 62'si altyanda bulunur.

İskelet parça parça kemiklerden teşekkül ettiği için, böylelikle her parça kolaylıkla ve
rahatça hareket etme imkânı bulur.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Kemiklere bak! Onları nasıl biraraya getirip yerli yerine koyuyor ve sonra da
onlara et giydiriyoruz." (Bakara: 259)

O kemikler nelerden ve nerelerden çıkıp gelerek düzenine giriyor, etler nasıl meydana
geliyor, kemikleri kim sarıyor?

"İnsan, kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor?" (Kıyamet: 3)

Ne lâtif hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarıya
çıkınca sertleştiği gibi; kemikler de rahimde iken yumuşak, çocuk doğduktan sonra
katılaşacak bir halde yaratılmıştır.

6. Et:

"O kemiklere de et giydirdik." (Müminun: 14)

Yavrunun iskeleti bütünüyle belirdikten sonra et hücrelerinin teşekkülü başlar.

El, ayak, kafa, kol gibi dış organlarının yanı sıra, birbiri içine geçmiş vücud mekanizması
ortaya çıkar. Hepsi de aynı hücreden meydana geldiği halde ilâhi kudret eliyle;

Kas sistemi,

Solunum sistemi,

Dolaşım sistemi,

Sindirim sistemi,

Salgı ve boşaltım sistemleri bir bir teşekkül eder.

22.08.2019
Sayfa 483 / 646

Beyin,

Kalp,

Mide,

Akciğer,

Karaciğer,

Böbrek... gibi en hassas organlar husule gelir.

Deri bütün vücudu kaplar.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" (İnfitar: 6)

Rabb'inin ihsanına isyanla, sana olan merhametine taşkınlıkla nasıl karşılık verdin?

"O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde
seni terkip etti." (İnfitar: 7-8)

Allah-u Teâlâ insanı her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir
şekilde yaratmıştır. Hangi uzuv nereye yarayacaksa ona uygun biçimde düzgün yapmış,
herbirini bir çok faydalar sağlayacak şekilde düzenlemiştir. Onun yaratıcı gücü bütün
uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.

İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın


şeklinin, diğer canlılara nispetle en güzel şekil olduğunu anlar.

7. Ruh:

"Daha sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşâ ettik." (Müminun: 14)

Bu merhalede yavruya ruh verilmektedir. Cansız iken canlı oldu. Uzuvlarından her biri
son derece güzel ve hikmetli bir şekilde yerli yerine kondu. Ondaki bu güzellikleri kimse
anlatamaz.

"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir." (Müminun: 14)

Bu beyan, Allah-u Teâlâ'nın yaratıcılığındaki mutlak güzelliği ifade etmektedir. Yarattığı


her bir şeyde güzellik ve eşsiz sağlamlık tecelli etmektedir.

Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O'dur. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk
numunesi O'nundur.

"İçine ruhundan üfürdü." (Secde: 9)

Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmekle hayat vermiş ve büyük bir şeref
bahşetmiştir. Böylece insanda hayat fiilen başlamış oldu.

Cinlerin Yaratılışı:

22.08.2019
Sayfa 484 / 646

Mevcûdatta cin adı verilen lâtif yaratıklar da vardır. İnsanlarla birlikte yeryüzünde
hayatlarını sürdürürler. Yaratılışları insanların yaratılışlarından daha evveldir. İnsanlar
topraktan yaratıldığı gibi, onlar da ateşten yaratılmışlardır.

Âyet-i kerime'de:

"Cinleri de yalın bir ateşten yaratmıştır." buyuruluyor. (Rahman: 15)

Şeytan da cinlerdendir.

"O cinlerden idi." (Kehf: 50)

Onların insan toplulukları, kabileleri ve cinsleri gibi muayyen toplulukları vardır. Evlenirler-
çoğalırlar, yer-içerler, genci-ihtiyarı vardır. Ancak nerede yaşadıkları bilinmemektedir.
Dünyanın dışındaki yıldızlarda yaşama kabiliyetleri de vardır. Onlar insanları görürler,
söylediklerini işitebilirler, dillerini anlayabilirler. İnsanlar ise onları göremezler.

Cinler namazda insana iktidâ ederler.

Cinlerin gıdası kemiktir, tezek de hayvanlarının yemidir.

Uzunluk-kısalık ve bir mekânda bulunmak gibi sıfatlara haizdirler. Kendilerine mahsus


ilimleri vardır. Muhtelif şekillere girme hassaları mevcuttur. Çok defa yılan suretinde
görüldükleri rivayet olunmaktadır.

Hem hidayet yoluna hem de dalâlet yoluna girmeye müsait kabiliyette yaratılmışlardır.

Cinlerin mümin olanları müminlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber
cehennemde olacaklardır.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 16)

Siz bu nimetleri hiç görmüyor musunuz? Kendi varlığınızı inkâr mı ediyorsunuz?

İki Doğu ve İki Batı:

Allah-u Teâlâ sadece insanların ve cinlerin yaratıcısı olmakla kalmayıp; bütün varlık
yönlerinin, görünen ve görünmeyen bütün nimetlerin ve bütün tekâmül mertebelerinin
hepsinin sahibidir.

"O iki doğunun ve iki batının Rabb'i'dir." (Rahman: 17)

Mülkü olan bütün bu gökleri, yeri ve bunlardaki her şeyi Allah-u Teâlâ bir düzen üzere bir
irade ile ve sadece "Ol!" demekle icad etmiştir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve
Allah-u Teâlâ böyle bir yaratıcıdır.

Dünyanın küre şeklinde yuvarlak olması nedeniyle; güneş yarı bir kürede doğarken, diğer
yarı kürede batar. Bu şekilde düşünülürse yeryüzünün iki doğusu ve iki batısı olmuş olur.
Bir kimse üzerine güneş batarken, bir başkası üzerine doğmaktadır. Bir tek anda bile
doğuş ve batış olabilmektedir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ burada doğuların da batıların da
Rabb'i olduğunu bildirmektedir.

Nitekim diğer bir âyet-i kerime'de şöyle buyurul-maktadır:

22.08.2019
Sayfa 485 / 646

"Doğuların ve batıların Rabb'ine yemin ederim ki biz muktediriz." (Meâric: 40)

Burada Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı akdes'ine yemin etmektedir.

Nereye bakılırsa bakılsın, orada O'nun Rubûbiyet'i hâkimdir.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 18)

Bunların faydaları nasıl inkâr edilebilir?

Maddî ve Mânevî Berzah:

Allah-u Teâlâ'ın kâinattaki hârikulâdeliklerinin sınırına pâyan yoktur. Yarattıklarının


seyrine güzelliğine doyulmaz, hakikatine erilmez. Âlemdeki akıllara durgunluk veren
şeyler, hep O'nun kudretinin eseridir.

Allah-u Teâlâ yarattığı şeyleri muhtelif şekillerde yaratmasındaki ilâhî kudretine dikkatleri
çekerek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"İki deniz bir değildir. Birinin suyu pek tatlı ve serinleticidir, içimi de kolaydır.
Diğeri ise tuzlu ve acıdır." (Fâtır: 12)

Suyun türlü türlü yaratılışında bir çok hikmetler vardır. Kaynak ve kuyu gibi toprak altı
suları ile, nehir ve göl gibi yer üstü suları tatlı ve serinleticidir. İnsanlar ihtiyaçlarına göre
bu sulardan içerler ve tat alırlar.

Su hayatın kaynağıdır, hayat için lüzumlu olan maddelerden birisidir. Âyet-i kerime'lerde
canlı olan her şeyin sudan yaratıldığı beyan buyurulmaktadır. Bitki ve hayvan gibi bütün
hayat şekillerinde de su mevcut olup, su olmayınca hayatlarını devam ettiremezler.

Deniz ve okyanuslardaki sular ise alabildiğine acıdır. Acılığı ve aşırı tuzluluğundan dolayı
içenin boğazını yaktığı gibi içini de yakar kavurur.

Suyu tuzlu ve tatlı olan iki deniz, yani acı ve tatlı sular birbirine eşit olmadığı gibi bu Âyet-i
kerime'de mümin ile kâfirin veya İslâm diyarı ile küfür diyarının da temsil yolu ile farkına
işaret vardır.

Mümin iman nûru ile münevver, diğeri ise küfür zulmeti ile karanlıktır. Birisi imanı
sebebiyle Hakk katında makbul, diğeri küfrü sebebiyle merduttur. İman her bakımdan
menfaat olduğu gibi küfür ise her bakımdan mazarrattır.

"Böyle iken her birinden taze balık yersiniz." (Fâtır: 12)

Tuzlu denizde de tatlı balık oluyor, tatlı sularda da oluyor. Her biri farklı cinslerde ve
şekillerdedir. Tatları da değişiktir.

Salıverilen ikri denizin, aralarına konulan bir perde ile birbirlerine karışmalarının önlenmiş
olduğunu Âyet-i kerime'lerinde beyan etmektedir:

"Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar." (Rahman: 19)

Onlar birbirine komşudurlar, satıhları birbirine değer, görünüşte aralarında fark yoktur.

22.08.2019
Sayfa 486 / 646

"Fakat aralarında bir berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar." (Rahman:
20)

Birbirleriyle karşılaştıkları halde, karışarak taşkınlık etmezler. Görünüşte aralarında bir


ayrılık yoktur. Böylelikle birinin ötekini bozması önlenmiştir. Bu durum karada ve denizde
pek çok yerde görülmektedir.

Nitekim son asırlarda Batılı deniz araştırmacısı Kaptan Kusto, Cebelitârık boğazında
araştırmalarını sürdürürken, Akdeniz ile Atlas okyonusunun birbirine karışmadığını; bu iki
denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan harika bir su engeli bulunduğunu
tespit etmiştir.

Allah-u Teâlâ'nın azametinin aklî delillerinden olan zâhirdeki bu mânânın yanısıra, bu


karışmamanın bâtınî mânâsı da şudur:

Berzah; iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Allah-u Teâlâ hakikati de
salmıştır, dalâleti de salmıştır. Fakat aralarında mürşid-i kâmil vardır birbirine
karışmazlar.

Burada Allah-u Teâlâ kudretini izhar ediyor. "Ol!" demekle perde husule
geliyor, "Karışma!" emrini veriyor. Tatlı ve tuzlu sular birbirine karışmıyor. Bu engeli
koyan O'dur.

Âyet-i kerime'sinde:

"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara
yemin olsun ki!" buyuruyor. (Mürselât: 4)

Kudretini öyle bir koyuyor ki, o perde O'nun hükmü oluyor. O böyle hükmetti, o berzahı
kurdu. O berzahı aşmak mümkün değildir. Hakikat bir tarafta kaldı, dalâlet bir tarafta
kaldı. Hükmünü yürüttü, berzah oldu, perde oldu. Fakat görünüşte perde. Aslında perde
diye bir şey yok, Allah-u Teâlâ'nın hükmü var.

Diğer Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi
salıverip, aralarına da karışmalarına engel olan bir perde koyan Allah'tır." (Furkân:
53)

Allah-u Teâlâ o arşa emanetleri indiriyor, sonra o Mânevî arş'tan dilediğine taksim ediyor.

O tatlı denizden murad; susuz olanları sular, onların gönüllerini yıkar, nasibini verir,
mutmain eder, yol aldırır. Bunlar hakiki mutasavvıflardır.

Diğeri ise tuzlu ve acıdır. Onlarınkisi fayda vermez. O berzahın ötesinde kalanlar dalâlet
ehlidirler. Onlarda su var gibi görünür. Fakat ne susuzluğunu giderir, ne de suya kandırır.

Asıl perde O'nun emri ve hükmüdür. O'nun emri ve hükmü yürüyünce hakikat ile dalâlet
birbirine karışmıyor.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 21)

Bu iki denizin faydalarını, alınacak ibretleri nasıl inkâr edersiniz? Bunları bir kere olsun
düşünmez misiniz?

22.08.2019
Sayfa 487 / 646

Hakikatın suyu O'ndan gelir. Buna feyz-i ilâhi denir. Bu feyz-i ilâhi Allah-u Teâlâ'dan
Resulullah Aleyhisselâm'a gelir. Ondan da zamanın mürşid-i kâmiline gelir. Ezelden kimi
nasipdar ettiyse o sudan ancak ve ancak o alır. Diğer mürşidlere de verirse oradan verir.
Vermezse, var gibi görünür, aslında yoktur.

Alanlar ondan alır, başka yerden alması mümkün değildir. Niyet-i halisa ile teveccüh
edenler nasiplerini alırlar, niyet-i halisa ile teveccüh etmeyenler hiçbir şey alamazlar.

Sebeb-i mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den başka kaynak yoktur. O


ilim-irfan kaynağıdır. Hayat-ı hakiki oradan gelir. Ne kadar gelirse insanda o kadar
bulunur. Gelmezse hiç bulunmaz.

O ilim-irfan kaynağından mürşid-i kâmil'in deryasına geldiği için, mürşid-i kâmil o ilme
sahiptir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in
göğsüne boşalttım." buyuruyorlar.

Bu boşaltma kıyamete kadar devam eder, amma yalnız vekiline gider.

O kadar çok Ashab-ı kiram varken, hepsi de değerli iken, onun kalbine boşalttı.

Demek ki kıyamete kadar yalnız bir göğüsten bir göğüse boşaltılacak ve bu boşaltılan ilim
bu ilimdir. Bu bir esrar odasıdır.

"Hakk'tır onun özü." İşte Yâsin-i şerif'in sırrı burada gizlidir.

"Hakk'tan gelir onun sözü" Ancak o sudan sulanan hayat buluyor. Çünkü o su Hakk'tan
geliyor. Diğer sularda hayat yok vefat var.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh
ile desteklemiştir." buyuruyor. (Mücâdele: 22)

Bunların hepsi O'nun verdiği nûrdan ötürüdür. İş gören o ruhtur, o nûrdur.

"Allah kime nûr vermemişse onun nûru yoktur." (Nûr: 40)

Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah'tır.

Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr
verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu
hiç?" (En'am: 122)

Allah-u Teâlâ'nın hidayet vermediği kimse devamlı karanlıklar içindedir.

Kime hidayet verirse, hidayetiyle beraber imanını kemalleştirirse, ona bir nûr verir. O artık
hakikat yoluna geçer, dalâletten ayrılır. O artık dalâlet ehliyle hiçbir olur mu?

22.08.2019
Sayfa 488 / 646

İnci ve Mercan:

O iki kıymetli cevher, her ne kadar acı denizden çıkmakta ise de, tatlı denizlerden de
çıkarılmaktadır.

Allah-u Teâlâ topraktan hububat ve güzel kokulu bitkiler çıkardığı gibi; sudan da insanlar
için inci ve mercan çıkarmaktadır.

"Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar." (Rahman: 22)

Bu cevherler süs eşyası olarak kullanıldığı gibi, aynı zamanda ticaret nimetlerindendir.
Nimetlerinin inceliklerini kullarına hatırlatan Allah-u Teâlâ sayıya ve hesaba gelmeyen
nimetlerini tamamlayarak mükemmellik noktasına ulaştığını göstermektedir.

İnci; kabuklu deniz hayvanlarının içinden çıkan, sedef renginde sert taneciktir. Süs olarak
kullanılır. Bazı memleketlerden geçen nehirlerdeki midyelerden de inci elde edilir.

Mercan ise küçük incilerdir, daha çok sıcak denizlerde bulunur.

Allah-u Teâlâ denizlerdeki ilâhî nimetin insan hayatına giren bir bölümünü insanlara
hatırlatmaktadır.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 23)

Denizlerin bir şekilde birer mücevher merkezi, nimetler menbaı olmaları ve insanların
bunları süs olarak kullanmaları, hep birer nimettir. Bu nimetleri hangi akıl inkâr edebilir?

Dağ Gibi Gemiler:

Büyüklükleri itibariyle dağları andıran gemileri Allah-u Teâlâ insana musahhar kılmıştır.
Bu sayede denizde istedikleri yere gidebilmekte, diledikleri gibi tasarruf edebilmektedirler.

"Denizde koca dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nundur." (Rahman: 24)

Dağlar kadar gemilerin, demirden yapılmış uçakların ve diğer çeşit çeşit nakil
vasıtalarının hepsi de ilâhî birer kudret eseridir. İnsanların bunlardan diledikleri gibi
istifade etmeleri, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi ile mümkün
olabilmektedir. Bundan dolayıdır ki insanlar ne kadar arz-ı şükranda bulunsalar yine de
kulluk vazifelerini bihakkın yerine getirmiş olamazlar.

Kur'an-ı kerim'in nâzil olduğu devirde gemiler dağları andıran büyüklükte değildi. Son
asırlarda inşâ edilen gemilerin dağlar gibi olması, Kur'an-ı kerim'in bir mucizesidir.

Denizin sırtında gemilerini dolaştırma gücünü insanoğluna veren Allah-u Teâlâ;


doğrulukla kullanıp kullanmadıklarını, O'nun ve O'ndan olduğunu bilip bilmediklerini hiç
şüphesiz ki soracaktır.

Allah-u Teâlâ suda gemileri kaldıracak bir güç yaratmış olmasaydı, hiç şüphesiz ki
gemiler denizin kabaran dalgalarını yararak akıp gidemezlerdi.

Nitekim diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

22.08.2019
Sayfa 489 / 646

"O'nun izniyle denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi, nehirleri de size
musahhar kıldı." (İbrahim: 32)

Gemileri insanlar yaptığı halde Allah-u Teâlâ insanlara musahhar kıldığını beyan
buyurmaktadır. Çünkü gemilerin yapımına imkân veren sert ağaçları, demiri ve diğer
malzemeleri O yaratmış, gemiyi nasıl inşa edeceklerini onlara ilham etmiş, suyu geminin
akmasına uygun düşen akıcı özelliğe sahip kılmıştır. Bütün bunları O yarattığı için, bütün
bunların yöneticisi O olduğu için, gemileri Zât-ı akdes'ine nispet etmiştir.

İçinde ağır yükler, yüzlerce insanlar olduğu halde batmayan gemiler, görenler için pek
büyük bir ibret manzarası teşkil etmektedirler.

Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi ile yüzmektedirler.

"Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun (varlığının)


delillerindendir." (Şûrâ: 32)

Denizleri yaratan O'dur. Denizlere yoğunluk, derinlik ve genişlik gibi hassaları O vermiştir.
Denizin üzerinde gemileri yüzdüren, rüzgârı gönderen O'dur.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 25)

Bu nimetler o derece gözler önündedir ki, inkâr edilmesi mümkün değildir.

Herşey Fânî, Allah Bâki:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Zât-ı akdes'inden başka bütün varlıkların yokluğa
maruz bulunduklarını bildirmektedir.

"Yeryüzünde bulunan herşey fenâ bulacaktır." (Rahman: 26)

Hiçbir mahlûk dünyada ebedî surette yaşayacak değildir. İnsanlar da cinler de tamamen
öleceklerdir. Buradaki ölüp gitme, tamamen yok olup gitme değildir. Herşeyin aslına
dönmesidir. Daha sonra ilâhî bir kuvvetle yeniden hayata kavuşup, ahiret âlemine
sevkedileceklerdir.

"Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin veçhi (Zâtı) bâki


kalacaktır." (Rahman: 27)

Zât-ı akdes'i ezelî ve ebedîdir. O'ndan önce hiçbir şey yok idi, O'ndan gayri kalacak da
yoktur. Varlığı daimidir, nihayete ermez.

Bu iki Âyet-i kerime, tasavvufta "Bekâbillâh" makamını ifade eder. Bir velinin en son
çıkarıldığı "Sıddıkiyet" makamıdır. Mârifetullah'ın bu noktasına çıkan, bu tecelliyâta
mazhar olur. Bu tecelliyâta mazhar olan kimsenin aklı da kendisi de kül haline gelir,
varlığa ait hiçbir şeyi kalmaz. Allah-u Teâlâ'nın bir kimseyi "Ulül'el-bâb"a çıkarması,
O'nun bildirmesi ve göstermesi ile kâimdir. Bu, ilimle ibadetle olacak bir şey değildir.
Burada artık mahlûkun hükmü yoktur. Var olan Hazret-i Allah husule gelir. Vücud O,
mevcud O... Bu mevzu "Bütün mevcûdâtın O'nun vücud nûrunun zerrelerinin zuhur
mahalli olduğunu" bilenin ve görenin bilebileceği bir esrar-ı ilâhîdir, başkası bunu bilemez.

Halbuki gören için O var, başka bir şey yok. O "Var" dedi göründüler, "Yok" dediği
zaman hiçbir şey yok. Yine O'ndan başka hiçbir şey yok.

22.08.2019
Sayfa 490 / 646

Bu mevzu beşer gözü ile görülüp beşer aklı ile bilinmez.

O'nun nuru ile O baktırırsa, O gösterirse; O'nun varlığı, mevcûdâtın da yokluğu görülmüş
olur.

Kelime-i tevhid'in öz mânâsı da şudur: O'nu gördükten sonra, zaten başka bir şey
olmadığını kişi gözü ile görür.

Bu âlemin hakikatine bakacak olursan, bir gölgeden ibaret olduğunu anlarsın.

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"O'nun zâtından başka her şey helâk olucudur." (Kasas: 88)

İnsan hep "Ben, ben, ben!..." der, varlık toplar; ehl-i hakikat da varlık dağıtmaya başlar,
dağıta dağıta, en son o bir zerreyi de dağıtır, o bir zerre de ondan giderse, işte bu
arzettiğimiz Âyet-i kerime tecelli eder.

Bu hale gelmek için, bu noktaya ermek için her velinin Allah-u Teâlâ'ya karşı bir niyazı ve
münacâtı vardır.

Bu varlıkları dilediği zaman yok edecek.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 28)

Düşünülürse; hayat da, vefat da insan için büyük bir nimettir. Hayattan istifade edenler
dünyalarını da ahiretlerini de kazanmış olurlar. Vefat ile de, müminler dünyanın fânî
varlığından kurtularak ahirette ebedî bir saâdete ve selâmete kavuşmuş olurlar. Bu büyük
bir nimet değil midir? Bu nimet nasıl inkâr edilebilir?

Her An Yeni Bir Tecelliyât:

Allah öyle bir Allah ki; itaat edeni-etmeyeni, sevdiğini-sevmediğini ayırdetmeden bütün
mahlûkatına sayısız nimetler bahşetmektedir. Sayılması imkânsız olan çeşit çeşit
nimetler veriyor, kendi mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.
Bütün istek ve ihtiyaçları o verir, ihtiyaçlar yalnız ve yalnız O'ndan talep olunur.

"Göklerde ve yerde bulunanlar O'ndan isterler." (Rahman: 29)

Gerek sonradan meydana gelmeleri ve gerekse aynı hal üzere kalmaları ve diğer halleri
itibariyle muhtaç oldukları her dileği, daima O'ndan ister dururlar.

"O her an yeni bir iştedir." (Rahman: 29)

O'nun tecellîyatları her an tekerrür ediyor da kimse görmüyor.

Dilediği zaman yaratıyor, dilediği zaman öldürüyor. Dirilten de O, öldüren de O. Bu


tecellîyattan âlemlerin hiç haberi olmaz.

O her an yeni bir işte, yeni bir tecellîdedir. O'nun tecellîlerinin ne sonu ne de sınırı vardır.

Kimine çeşitli ibtilâlar verir, kiminin sıkıntılarını kaldırır, kimini yükseltir, kimini alçaltır.
Kimini aziz eder, kimini zelil ve hakir yapar. Bazılarına zenginlik verir, bazılarını fakir kılar.

22.08.2019
Sayfa 491 / 646

Rızıkları dilediği şekilde genişleten ve daraltan O'dur.

Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. Ölüyü diriden, diriyi de ölüden çıkarır. Zira O,
her an yeni bir iş ve tecellîdedir.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 30)

Kerîm olan, Rahîm olan Allah-u Azîmüşân'ın hangi lütuf ve ihsanı inkâr edilebilir?

Mahkeme-i Kübrâ:

Mahşer yerinde insanlar amel defterlerinde belirtilen sevap ve günahları ölçtürmek için
Mizan başına geleceklerdir.

İlâhi mahkeme kurulduğunda yürekler çarpar, akıllar şaşkına döner. Herkes sadece
kendisinin hesaba çekileceğini zanneder.

"Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız." (Rahman: 31)

Bu ilâhi bir tehdittir. O'nun bir meşguliyeti olup, O bu meşguliyeti bitirdikten sonra hesaba
başlayacak değildir. Hiçbir şey O'nu bu işten alıkoymayacaktır. İnsanlarla cinlerin
hesabını görecek, geriye bir şey bırakmayıp hükmünü verecektir. O gün perdeler
kaldırılacak, her şeyin iç yüzü açığa çıkacaktır.

Âyet-i kerime'de geçen "Sekalân" iki ağırlık mânâsına gelmekte olup, insanlar ve cinler
kastedilmektedir. Zira onlardan herbiri değer ve mânâ bakımından ayrı ayrı ağırlıklar
arzetmektedir. Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'e: "Resûlüs-sekaleyn" denilmiştir.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 32)

Yarın böyle hesap gelip çatacakken; gerek bugün içinde bulunduğunuz hayat nimetlerine
ve gerek yarının ceza ve mükâfatlarına nasıl nankörlük hissedersiniz?

İlâhi Tehdit:

Allah-u Teâlâ insanların ve cinlerin, isterlerse göklerin ve yerin çevresinden kaçıp


kurtulma çareleri arayabileceklerini meydan okuyarak beyan buyurmaktadır:

"Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp geçmeye gücünüz
yetiyorsa hemen geçin.

Amma geçemezsiniz, ancak bir sultan (Allah'ın verdiği bir güç) ile
çıkabilirsiniz." (Rahman: 33)

Allah-u Teâlâ tarafından bahşedilecek bir kuvvet veya bir emir olmadıkça çıkamazsınız,
kaçamazsınız. Zaten öyle bir kuvvetiniz de yoktur.

Cin ve insan, kendilerine "Sekalân" ismi verilecek kadar bir itibara sahip olmakla
beraber, bütün şu yer ve gök kuvvetlerinin üstüne çıkacak derecede bir kuvvet ve
saltanatı elde etmiş değillerdir.

22.08.2019
Sayfa 492 / 646

Nerede bulunurlarsa bulunsunlar, ilâhî mahkeme-den kurtulamazlar. Allah-u Teâlâ'nın


emrinden ve hükmünden kaçamazlar.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 34)

O'nun hüküm ve saltanatının hududundan çıkmak imkânı olmadığı halde, O'na karşı
nankörlük etmeye nasıl cesaret edersiniz?

İlâhî tehdit devam ediyor ve Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Üzerinize dumansız bir ateş ve bunaltıcı bir duman gönderilir de artık birbirinizi
kurtaramaz ve yardımlaşamazsınız." (Rahman: 35)

Bu iki şey hem yakar, hem de boğar. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın sorgusundan cinler
de insanlar da aslâ kaçıp kurtulamazlar.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 36)

İsyan edenle itaat edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir nimettir. Bu büyük
nimet de hiçbir zaman inkâr edilemez.

Kıyamet ve Ahiret:

Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini
içine alacak ölçüde olacaktır.

Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da herşeyi kendi


sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır.

Gök yarılıp parça parça olduğunda, açılmış gül gibi kıpkırmızı olur ve eritilmiş zeytinyağı
gibi mâyi bir hale gelir, bakıldığında ateşle tutuşmuş gibi görünür.

"Gök yarılıp da erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül gibi olduğu zaman." (Rahman: 37)

O büyük felâket günü gökyüzüne bakıldığı zaman, gökyüzü ateşle tutuşturulmuş gibi
görünecektir.

Allah-u Teâlâ kıyamet ahvâlinden haber vermekle kullarını intibâha dâvet etmektedir.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 38)

Kıyametin korkunç safhalarını haber vererek terbiye için hatırlatmada bulunmak dahi ilâhî
lütuflardandır. Bu lütuflara nankörlük değil şükretmek gerekir.

"İşte o gün ne insana ne de cine günahı sorulmaz." (Rahman: 39)

O gün hiç kimseye: "Günahkâr sen misin? Yoksa başkası mı?" gibi sorular sorulmaz.
Şahsının tanınması, suçlu olup olmadığının anlaşılması için, şuradan buradan sorularak
araştırmaya ihtiyaç yoktur, simâları hallerini göstermeye kâfidir. Zaten korku içinde
olacakları için, kendilerini belli edeceklerdir.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

22.08.2019
Sayfa 493 / 646

"Kendilerine izin de verilmez ki mazeretlerini beyan etsinler." (Mürselât: 36)

Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez.
Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 40)

O gün gelmeden önce dünyada iken Hakk'a yönelip, kulluğunuzu yaparak O'na yönelmeli
değil misiniz?

Suçlu Simâlar:

İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem Aleyhisse-lâm'dan, kıyamet gününün son anında
doğan çocuğa kadar gelip geçen bütün insanlar ve cinler, tekrar dirilip kabirlerinden
kalkarlar, mahşer yerine sevkolunup Allah-u Teâlâ'nın huzur-u izzetinde toplanırlar.

O gün suçlular için çok sıkıcı bir gündür. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler
açılmış, gizli kalan hakikatler zuhur etmiş, bütün açıklığı ile ortaya dökülmüş, bütün
anlaşmazlıklar çözümlenip karara bağlanmıştır.

Hiçbir kimsenin kaçacak bir yeri yoktur ve hiçbir fert unutulmaz.

"Suçlular simâlarından tanınırlar." (Rahman: 41)

Müminler sevinç ve ferahlıkla tanındığı gibi, onlar da siyah yüzleri ve patlak gözleriyle
tanınırlar.

Gerçekten de azgınlıklarının eseri olarak yüzlerini siyahlık, gözlerini çirkinlik kaplar.


Üzüntü ve sıkıntıları son dereceye varır.

"Alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar." (Rahman: 41)

Zebâniler onları ayaklarından tutup yüze doğru bükerler ve sımsıkı bağlarlar. Tortop bir
kütük gibi olurlar, hakaret ve tehditlerle, dağları bir anda toz edebilecek güçteki darbelerle
ateşe sürülürler.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 42)

Hâl böyleyken, bu başa gelecek durumları inkâr etmeye hiç kimsenin salâhiyeti olamaz.

Bir azarlama, suçlama ve hakaret olarak onlara şöyle denilecektir:

"İşte bu suçluların yalanladığı cehennemdir!" (Rahman: 43)

Sizin varlığını yalanlamakta olduğunuz cehennem işte karşınızda duruyor ve siz onu
ayan-beyan görüyorsunuz.

"Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar." (Rahman: 44)

"Hamîm" kaynar su; "Ân" ise son derece kızgın, ileri derecedeki hararetinden dolayı
tahammül edilemeyecek noktaya gelmiş olan su demektir.

22.08.2019
Sayfa 494 / 646

Kimi zaman cehennemde azap edilecek, kimi zaman da onlara kaynar su içirilecektir. Bu
su bağırsakları paramparça eden, eritilmiş bakır gibidir. Kendilerini ayrıca yakar yandırır.
Hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gidip gelirler. İlelebed
bu şekilde azap üstüne azap görür dururlar.

Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya


sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır." (Mümin: 71-72)

Önce Hamîm'e sürüklenirler, sonra Cahîm'e atılırlar.

Suçluların cezâlandırılması ve muttaki müminlerin nimete kavuşturulması, Allah-u


Teâlâ'nın adaletinin ve merhametinin eseri olduğu gibi; onları azabı ile uyarması da
işledikleri günahlardan ve şirkten alıkoyacak unsurlardır.

Bunun içindir ki insanlara minnet ederek şöyle buyurmaktadır:

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 45)

Mukarreblerin İki Cenneti:

Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb'inin rahmetine
ümit bağladığı kadar azabından da o nispette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi
olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.

"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahman: 46)

Makamın Allah-u Teâlâ'ya izafe edilmesi, hükümranlığın yalnız O'na mahsus olmasından
dolayıdır.

"Rabb'inin makamı"; âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'nın her şey üzerindeki hakimiyeti
ve insanların bütün hallerini görüp gözetmesi demektir.

Korkudan maksat yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve şirkten, isyan ve nankörlükten
sakınıp; iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermektir.

Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Hazretleri bir gün düşünceye dalmış; kıyamet, mizan,
cennet, cehennem, meleklerin dizilmeleri, göklerin katlanışı, dağların serpilip dağılışı,
güneşin dürülmesi ve yıldızların parçalanışı hakkında fikir yürütmüş ve:

"Arzu ederdim ki, ben şu yeşilliklerden bir yeşillik olsaydım, hayvanlar gelip beni
yeselerdi ve ben yaratılmamış olsaydım." demişti.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ'nın huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet
verileceğine dair Âyet-i kerime nâzil oldu.

Ki birisi cismânî cennet diğeri ruhânî cennet. Birisi dünyada iken gönül cennetine
girmektir, ahirette ise dilediği lütfunu onlara bahşeder. Onlar dünyada iken bu cennete
girmişlerdir, bu halleri böylece ahirete intikal eder.

Ve bu iki cennet "Mukarrebler"e mahsustur.

22.08.2019
Sayfa 495 / 646

Mukarrebler Huzur-u İlâhî'de bütün mertebelerin ilerisinde bulunan öncülerdir.

Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar, orada da öncüdürler. Onlar Allah'a en


çok yaklaştırılmış olanlardır ve naîm cennetindedirler." (Vâkıa: 10-11-12)

Çünkü dünyada da Hazret-i Allah iledirler, orada da Hazret-i Allah iledirler.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 47)

Mukarreb kullarını cennete değil cennetlere mazhar edecek olan bir Hâlik-ı kerim'in
nimetleri nasıl inkâr edilebilir?

Böyle bir kimseyle, cehennemde ateş ile kaynar su arasında gidip gelenin durumu
arasındaki fark ne kadar da büyüktür!

Yüce Vasıflar:

Daha sonra Allah-u Teâlâ mukarreblere bahşedeceği iki cennetin vasıflarını Âyet-i
kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:

"İkisi de çeşit çeşit ağaçlarla doludur.?" (Rahman: 48)

Bu ağaçların güzel, yemyeşil dalları, zarif yaprakları vardır. Bu dallar en iyi cinsten olgun
meyvelerle yüklüdür. Gölgeleri de pek lâtiftir, manzarası bakanları usandırmaz.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 49)

Allah-u Teâlâ itaatkâr kullarını cennetlerde her türlü nimetlere nâil buyuracaktır. Bunları
inkâr etmek kimin haddinedir?

"İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır." (Rahman: 50)

Bu iki pınar tatlı ve güzel su akıtırlar. Birine "Tesnim", diğerine "Selsebil" denilir.
Fevkalâde lezzetlidirler.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 51)

Bunlar öyle ulvî nimetlerdir ki, bunlardan ancak inkârcılar mahrum kalacaktır.

"İkisinde de her türlü meyveden çift çift bulunur." (Rahman: 52)

Yaşı da vardır, kurusu da, istenilen meyve istenildiği zaman ve mekânda mevcuttur.
Getirmek, götürmek, ağacından toplamak zahmetleri yoktur. Hiçbir gözün görmediği,
hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin aklından bile geçmeyen meyvelerden çift çift
vardır. Dünya nimetlerine hiç benzemezler. Sadece isim benzerliği vardır. Dünyada
tanınan meyveler olduğu gbi, tanınmayan meyveler de vardır.

Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine
aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri
üstüne yığılmıştır.

22.08.2019
Sayfa 496 / 646

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 53)

Bu lezzetli nimetlerin hangi birini inkâr edebilirsiniz?

"Orada örtüleri kalın, parlak atlastan yataklara yaslanırlar." (Rahman: 54)

Yatakların örtüleri bu kadar güzel olursa yüzlerinin güzelliğini Allah-u Teâlâ bilir.

"İki cennetin meyvelerini kolayca toplarlar." (Rahman: 54)

Oturan da ayakta duran da ve yatan da uzanıp alabilir. Onlar dünya meyvelerine


benzemez.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 55)

Böyle bir nimet sahibine nasıl nankörlük edilir?

"O cennetlerde bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş eşler vardır." (Rahman: 56)

Tatlı bakışlarını yalnız eşlerine dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar,


hatırlarından bile geçirmezler. Ayrıca bakanın bakışlarını da kendilerine çekerler.

Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.

Kadının en mühim hususiyeti onun hayası ve iffeti olduğu içindir ki; Allah-u Teâlâ cennet
nimetlerinden bahsederken, kadının güzelliğinden önce hayasını ve iffetini anmıştır.

"Bu kocalarından önce, kendilerine ne insan ne cin dokunmamıştır." (Rahman: 56)

Bilâkis onlar bakiredirler. Bu kadınlar, daha önce içinde hiç hayvan otlamamış koruluklar
gibidirler.

Bu kadınlar dünya kadınlarıdırlar. Dünyada iken ister evli ister bakire olsunlar, ikinci
yaratılıştan sonra bunlarla hiç kimse ilişki kurmamıştır.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 57)

Allah-u Teâlâ'nın bu hususta vermiş olduğu söz kesindir ve katidir, nasıl olur da bunlar
inkâr edilebilir?

"Onlar yâkut ve mercan gibidirler." (Rahman: 58)

Saflık bakımından yakut, beyazlık bakımından da mercan gibidirler. Kırmızı ile beyaz
birbirine karıştığından insanlar için pek makbul bir renkte olacakları beyan buyurulmuştur.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 59)

Bu pek güzide hanımlar ne büyük birer nimettir. Bunları da mı inkâr edeceksiniz?

"İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?" (Rahman: 60)

Dünyada iyilik ve güzellikte bulunan müminler, ahirette iyilik ve güzellikle


mükâfatlandırılırlar.

Güzelliğin karşılığı güzellik, güzel iş yapanın sevabı güzel sevaptır.

22.08.2019
Sayfa 497 / 646

Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bu Âyet-i kerime'yi okuyarak: "Biliyor musunuz Rabb'iniz ne
buyuruyor?" diye sormuş, oradakiler de: "Allah ve Resul'ü en iyisini bilir!" diye cevap
vermişlerdi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

"Allah: 'Benim kendisine Tevhid nimeti olarak verdiğim kimsenin mükâfatı ancak
cennettir.' buyuruyor." diye karşılık vermiştir. (Nevâdirül-usül)

Nitekim bu Âyet-i kerime yüksek bir mertebe olan "İhsan"ı göstermektedir.

Cebrâil Aleyhisselam Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e: "İhsan


nedir?" diye sorduğu zaman şöyle cevap vermiştir:

"İhsan, Allah'a sanki O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen
O'nu görmüyorsan da O seni görüyor." (Müslim: 1)

Bu Hadis-i şerif, müşâhede makamından murakabaya iniştir. Zâhirî ve bâtınî bütün ibadet
vazifelerini, iman esaslarını, kalplerin ihlâsını izah etmektedir.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 61)

Bu ilâhî lütuflardan bîhaber yaşamak kulluğun şânına yakışır mı?

Ashâb-ı Yemin İçin de İki Cennet:

Mukarrebler için tahsis edilen iki cennetten sonra Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde amel
defterleri sağlarından verilen ve "Ashâb-ı yemin" adı verilen müminler için de iki cennet
olduğunu beyan buyurmaktadır:

"Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır." (Rahman: 62)

Allah-u Teâlâ o iki cenneti sonraki iki cennetten derece ve mertebe itibarıyla üstün
kılmıştır. Hadis-i şerif'te geçtiği üzere mukarreblerin oradaki eşyaları altından olduğu gibi,
bu iki cennette bulunanların eşyaları da gümüştendir.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Bunlar Ashâb-ı yemin (sağın adamları) içindir." (Vâkıa: 38)

Daha önce geçen iki cennetin, bu iki cennetten daha şerefli olduğuna çeşitli yönlerden
işaretler bulunmaktadır. Cennetlerin vasıfları karşılaştırıldığı zaman bu durum açıkça
görülür.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 63)

Bunları da inkâr etmek cehâlet ve nankörlük değil midir?

Yüce Vasıflar:

22.08.2019
Sayfa 498 / 646

Allah-u Teâlâ Ashâb-ı yemin'e bahşedeceği iki cennetin vasıflarını da mütebâki Âyet-i
kerime'lerde beyan buyurmaktadır.

O iki cennet:

"Koyu yeşildirler." (Rahman: 64)

Yeşilliklerinin ileri derecede olmasından dolayı siyahı andırırlar. Bakanların gönüllerine


ferahlık verirler. Yeşillik arttıkça siyaha çalar.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 65)

Bütün bu cennetler birer nimettir, bunları inkâr etmek akıl kârı değildir.

"O ikisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır." (Rahman: 66)

Fışkırır, püskürür dururlar hiç kesilmezler. Seyredenler mesrur olur.

Cennette her şey daima mamur ve ebedî olduğu için, oranın sefâsı dünyanın sefâsına
kıyas kabul etmez.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 67)

Hayat menbaı olan bu çeşmeler de ilâhî nimetlerdendir. Bunlar da elbette inkâr edilemez.

"İçlerinde çeşitli meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır." (Rahman: 68)

Hurma ve nar da meyve olduğu halde, "Çeşitli meyveler"den sonra ayrıca


zikredilmişlerdir. Bu ise diğer meyvelerden daha üstün olduklarını göstermektedir.

Mukarreblerin iki cennetinde ise, her çeşit meyveden çift çift olduğu anlatılmaktadır.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 69)

Bütün bunlar atiyye-i Sübhâniye'dir, bunları da inkâra hiç kimsenin salâhiyeti yoktur.

"İçlerinde güzel huylu güzel yüzlü kadınlar vardır." (Rahman: 70)

Onlarda kin, haset, kıskançlık gibi kötü huylardan hiçbiri yoktur. Aynı zamanda eşlerinin
memnun olacağı güzellikteki simalara sahip olacaklardır.

Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Cennet ehlinden bir kadın, yeryüzündeki insanlara görünecek olsa, dünya ve


içindekileri, yerle gök arasını aydınlatır, yerle gök arasını güzel koku ile doldururdu.

Onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır." (Tirmizî: 2525)

Mukarreblerin iki cennetinde ise kadınlar yakut ve mercana benzetilmiştir. Çünkü her
güzel, yakut ve mercan kadar güzel değildir.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 71)

Bunları inkâr edenler kendi cehâletlerini teşhir etmiş olurlar.

22.08.2019
Sayfa 499 / 646

"Çadırlar içinde örtülü (gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş) huriler vardır." (Rahman:
72)

Meyil ve muhabbetleri, kime bağışlanmışlarsa sadece onlaradır.

Cennet her ne kadar sorumluluk yeri değilse de, onlar mahremleri dışında kimseye
gözükmezler. Çünkü gizli şeyler kabilindendirler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle


buyururlar:

"Bir mümin için cennette içi boş bir tek inciden altmış mil uzunluğunda bir çadır
vardır. Mümin için orada âileler vardır. Onları dolaşır, fakat onlar birbirini
görmezler." (Müslim: 2838)

Hurilerin güzellikleri yanında huyları da güzeldir. İffet ve hayâ numunesidirler.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 73)

Elbette ki bunları inkâr etmek akıl kârı değil, sapıklığın tâ kendisidir.

"Bunlara onlardan önce ne bir insan ne de bir cin dokunmamıştır." (Rahman: 74)

İffet ve temizlik hususunda buradaki hurilerle o iki cennetteki huriler birbirine


benzemektedirler.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 75)

Bu kadar ulvî nimetlerden hangi birisi inkâra cür'et edilebilir?

"Yeşil yastıklara ve harikulade işlemeli yataklara yaslanırlar." (Rahman: 76)

Şüphesiz ki bütün bu nimetler, burada belirtilen vasıflardan çok daha üstün ve yücedirler.

Bunların yeşil olmalarının sebebi, yeşilin gözleri ve ruhu dinlendirici bir özellikte
olmasındandır.

"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 77)

Bütün bu nâmütenâhî nimetler birer ihsân-ı ilâhîdirler Müminler bu nimetlere nâil


olacaklardır. Bunları inkâr edenler ise imansızlıklarının cezâsına kavuşacaklar, bu
nimetlerden ebediyyen mahrum kalacaklardır.

"Azamet ve ikram sahibi Rabb'inin adı ne yücedir!" (Rahman: 78)

Her türlü büyüklüğün ve her türlü fazl-u keremin sahibi O'dur.

Azamet, ululuk, yücelik, kibriyâ... gibi büyüklük nişânesi olan ne kadar kemâlât varsa
hepsi O'na mahsustur. Her türlü övgü ve tâzim ancak O'na yaraşır.

Mahlûkat üzerindeki sayıya gelmeyen, ölçüye sığmayan nimetler ancak O'nun ikramı,
O'nun ihsanıdır.

Allah-u Teâlâ isyan edilmeye değil, ululanmaya; ikram sahibi kabul edilerek ibadet
edilmeye; inkâr edilmeye değil, şükredilmeye; unutulmaya değil zikredilmeye lâyıktır.

22.08.2019
Sayfa 500 / 646

Allah-u Teâlâ Zât-ı akdes'ini celâl ve ikram sıfatları ile vasıflandırmıştır.

Sevban -radiyallahu anh- der ki:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- namazdan çıktığı zaman üç defa istiğfar eder ve
şöyle buyururdu:

"Ey Allah'ım! Sen Selâm'sın, selâmet de senden gelir. Sen mübareksin ey celâl ve
ikram sahibi!" (Müslim)

Rahman sûre-i şerif'i, Kur'an-ı kerim'i öğreten Rahman ismiyle


başlamış, "Celâl" ve "İkram" sahibi Allah'ın isminin çok mübarek olduğu belirtilerek sona
ermiştir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

SÂFF SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


En Faziletli Cihad

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübarek Sûre-i celîle; on dört Âyet-i kerime, iki yüz
yirmi bir kelime ve dokuz yüz harften teşekkül etmiştir.

Dördüncü Âyet-i kerime’de Allah yolunda birbirine kurşunla kenetlenmiş bir duvar
(Bünyan-ı mersûs) gibi düşman karşısında saf bağlayarak çarpışan mücahidlerden söz
edildiği için, Âyet-i kerime’de geçen ve bu mânâya gelen “Sâff” kelimesi bu Sûre-i şerif’e
isim olmuştur. Bu sûre-i şerif’e ayrıca “İsa Aleyhisselâm sûresi” ve “Havariyyûn sûresi”
isimleri de verilmiştir.

Görüleceği üzere Sâff sûre-i şerif’inde bazı fıkhî hükümler mevcuttur.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle, göklerde ve yerdekilerin hepsinin Allah-u Teâlâ’yı tesbih


ettiğine dair beyan ile başlamaktadır.

Daha sonra müminlerin İslâm’a ihlâsla bağlanmaları teşvik edilmekte, İslâm dinini
yüceltmek ve kuvvetlendirmek için Allah yolunda canlarını fedâ etmelerinin lüzumu
belirtilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 501 / 646

Ayrıca bu mübarek Sûre-i celîle’de gönüllerine iman yerleşmemiş müslümanlara,


inanmadıkları halde inandıklarını iddiâ eden münâfıklara ve imanlarında samimi olan
gerçek müminlere hitap edilmektedir.

Hâtem-i enbiyâ olan Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğinin İsa Aleyhisselâm


tarafından müjdelendiği açıklanmaktadır.

İslâm’a dâvet edildiği halde Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimsenin
olamayacağı, Allah’ın bu gibi kimseleri hidayete erdirmeyeceği beyan edilmektedir.

Yahudilerin, hıristiyanların ve onların işbirlikçileri olan münâfıkların, Allah-u Teâlâ’nın


nurunu söndürmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar yine de bu ilâhî nurun
yayılmaya devam edeceğini; müşrikler istemese bile din-i İslâm’ın diğer dinlere galip
geleceğini müjdelemektedir.

Yine Sâff Sûre-i şerif’inde müminleri can yakıcı azaptan kurtaracak olan en mühim
amelin, Allah katında en kârlı ticaretin imanda sebat ve Allah yolunda can ve mal ile
cihad etmek olduğu gösterilmektedir. Bunun ahiretteki mükâfâtının azaptan kurtuluş,
günahların bağışlanması ve cennetin ebedî nimetlerine kavuşmak olduğu gibi; dünyadaki
mükâfâtının ise Allah’tan bir yardım ve yakın bir fetih olduğu haber verilmektedir.

Sûre-i şerif’in sonunda ise; müminlere Allah’ın yardımcıları olmaları emredilmekte,


Havariler’in kâfirlere karşı peygamberlerine yardım ederek nasıl “Ensârullah” oldukları
misal olarak beşeriyete sunulmaktadır.

Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:

Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Hadîd, Haşr ve Sâff sûre-i
şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u
Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:

“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Sâff: 1)

Varlıklar yokluktan varlık âlemine çıktıklarından beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ’yı
tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih
etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir. Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün
mahlûkat Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine, kudret ve azametine, şeref ve izzetine
işaret ve şehâdette bulunur dururlar. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.

Niçin tesbih ederler? Kürsü’de Allah-u Teâlâ olduğu için! O yaratıyor, her yaratılan
O’nunla kâimdir, Kürsü’de O var. Onlar kürsüdekini görüyor, biliyor, tesbih ediyorlar.

“O Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Sâff: 1)

Dilediğine izzet verir, dilediğini zelil eder. Hakk’tan yana olanları zafere eriştirir. Mülkünde
güçlüdür, O’na karşı gelmek isteyenler sonunda mağlup ve perişan olurlar.

Bununla beraber O Hakîm’dir, tedbir ve takdirinde nice hikmetler vardır, yaptığını


hikmetle yapar. Her şeyde O’nun hikmet ve izzeti tecellî eder durur.

En Faziletli Cihad:

22.08.2019
Sayfa 502 / 646

Kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten men etmeye önce kendi
nefislerinden başlamalılar. En faziletli cihad işte budur.

Kişi kendisinin Allah yolunda mücadele ettiğini zanneder, beşeriyeti irşada kalkar ve fakat
kendi nefsi onu işgal etmiştir de bilmez.

Fakir der ki:

“Ey zâhid!... Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen fethedildiğini
bilmiyorsun. Evvelâ kendi içine dön. İçindeki düşmanını öğren. Evini ve odalarını
işgaliyetten kurtar.”

Hakiki imana sahip olabilmek için nefisle mücadele etmek gerekir.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:

“İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?” buyuruyor. (Bakara: 44)

Öğüt verme durumunda olan bir kimsenin, söylediklerinden önce kendisi tarafından
yaşamasının sözden daha çok tesirli olduğu bir gerçektir.

Bildiğiyle amel etmeyen, sözleriyle icraatları birbirini tutmayan bu gibi kimseler hakkında
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:

“Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? “ (Sâff: 2)

Yapmayacağınız bir iyiliği niçin “Yaparız!” diyorsunuz?

“Yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir gazaba sebep


olur.” (Sâff: 3)

Bu gibi kimseler bilmediği halde bilmiş gibi görünmenin, Allah katında büyük günah
olduğunu da bilmezler.

Allah katında en makbul ilim, amel edilen ilimdir. Amelsiz ilim vebalden ibarettir. Yalnız
öğrenmekle iktifa edenler âlim değil, ilmin kabıdır.

Üsâme -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar
ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi döner. Cehennem halkı onun yanına
toplanır da: ‘Ey filân! Bu ne hâl? Sen bize iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya
çalışmaz mıydın?’ derler. O da: ‘İyiliği emrederdim de kendim yapmazdım,
kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim yapardım.’ cevabını
verir.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1351)

Onun bu durumu, etrafına ışık verip kendisini yakan muma benzer. İslâm’ı hayatında
yaşamıyor, başkasına yaşamasını söylüyor. Onun içindir ki sözleri hiç tesir etmiyor.
Kendisi yaşamış olsa, söz bile söylemeden, onun hâli numune olur. İnsanlar onun
hâlinden istifade ederler, yollarını doğrulturlar.

Yaşamayıp sadece konuştuğu zaman birisi onun durumuna bakar, “Bunun hareketleri
zaten eğri, sözünden ne hayır gelir?” der, yol arayan insanı dahi yoldan çıkarmış olur.

22.08.2019
Sayfa 503 / 646

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde insanların kendilerini temize çıkarmalarını


yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Kendinizi beğenip temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi


bilir.” (Necm: 32)

İyiler de kötüler de gün gelecek Hakk’ın huzurunda seçileceklerdir.

Henüz âkıbetini görmeyen ve kaderin sırrını bilmeyen insan için, böyle bir iddiâ ile
böbürlenmesi çok tehlikeli bir sonuçtur, cehalet ile düşüştür.

Allah Yolunda Cihad:

Cihaddan maksat, hak din olan İslâm’ın yüceltilmesi, cihanın her köşesine yayılmasıdır.
Bu gaye için bütün müslümanların bütün güçleri ile, canla başla, malla, kalemle
çalışmaları, bütün imkânlarını seferber etmeleri farzdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müminleri cihada teşvik ederek şöyle buyuruyor:

“Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları
sever.” (Sâff: 4)

Dininin yüceltilmesi için Allah-u Teâlâ’nın düşmanları ile savaşanlardan râzı olur ve onları
över.

Allah yolunda elbirlik olarak savaşan müslümanların durumu; en küçük bir gedik ve açık
bulunmayan, parçaları birbirine kenetlenmiş yekpâre duvarın durumuna benzer.

Böyle bir kuvvete asırlar boyunca en büyük kuvvetler bile karşı koyamamış, İslâm’ın
yayılışına engel olamamışlardır.

Daha sonra gelen Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’ın kavminden bir
kısmının isyan ederek onunla beraber cihada atılmaktan kaçındıklarını ve
peygamberlerine birçok gönül endişesi yaptıklarını beyan buyurmaktadır:

“Bir zamanlar Musa kavmine: ‘Ey kavmim! Beni niçin incitiyorsunuz? Halbuki
benim, Allah’ın size gönderdiği bir peygamber olduğumu biliyorsunuz!’
demişti.” (Sâff: 5)

Risaletimde doğru söylediğimi bildiğiniz hâlde nasıl olur da emirlerime muhalefet


edersiniz?

“Onlar yoldan sapınca, Allah da onların kalplerini saptırmıştı.” (Sâff: 5)

Allah-u Teâlâ onlara bu dünya hayatında geçimlik vermişti. Bu bolluk ve nimet içinde
yaşadılar. Buna aldanarak bu durumun devam edeceğini sandılar. Kalpleri katılaştı,
yükleri ağırlaştı, hesapları zorlaştı. İradelerini azgınlık ve sapıklığa sarfettikleri için de
cezâları cehennem oldu.

Bu Âyet-i kerime’de yahudilerin peygamberlere isyan ederek karşı koymalarının öteden


beri sürüp gelen âdetleri olduğuna işaret edilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 504 / 646

“Allah fâsıklar gürûhunu doğru yola iletip hidayete erdirmez.” (Sâff: 5)

Görülüyor ki başta peygamberler olmak üzere hidayet dâvetçilerine yapılan eziyet kişiyi
küfre götürmekte, kalplerin hidayetten kaymasına sebep olmaktadır. Peygamber
vârislerine yapılan eziyet de peygamberlere yapılan eziyet hükmündedir.

İsa Aleyhisselâm’ın

Büyük Müjdesi:

Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere Ulül-azm bir peygamber olan Hazret-i İsa
Aleyhisselâm, göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle
söylemişti:

“Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik edip
doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir Peygamber’i
müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.” (Sâff: 6)

Görülüyor ki Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin geleceğini


bütün peygamberlerine ismiyle ve cismiyle tanıtmış ve bildirmiştir.

İsrailoğulları peygamberlerinin sonuncusu olan İsa Aleyhisselâm; kendi zamanına kadar


gelen dini hayatı tazelemiş, kendisinden sonra gelecek olan Ahmed-i Muhtar’ı açıkça
ismiyle duyurmuş, fikir ve kanaatleri son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’a
meylettirmiştir.

İsa Aleyhisselâm’ın Tevrat’ı tasdik etmesi, haber verme itibariyledir. Zira Tevrat’ta hem
İsa Aleyhisselâm’a hem de son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’a dair haberler
vardı. Bu sebepledir ki İsa Aleyhisselâm, Ahmed Aleyhisselâm’ın gelmesinin yakın
olduğunu müjdelemek suretiyle bu husustaki haberlerin doğru olduğunu ispatlamıştır.

Ahmed; Allah-u Teâlâ’nın en çok methini yapan kişi mânâsına geldiği gibi, en çok
methedilen veya kullar arasından en çok övülen kişi mânâsına da gelir.

Tevrat’ta İsa Aleyhisselâm’ın gönderilmesine dair verilen müjde, onun gelişiyle


gerçekleşmiş oldu. Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine dair Tevrat’ın verdiği müjdeyi
İsa Aleyhisselâm tasdik ederek onun geleceğini müjdelemiş ve onun öncüsü olduğunu
belirtmişti. Bu, İsa Aleyhisselâm’ın peygamberlik vazifelerinden birisi idi.

Ne gariptir ki; böyle söylediği halde, İsrâiloğulları’nın çoğu onu dinlemediği gibi,
hıristiyanlardan birçoğu da bu hakikati gizlediler, tevil ve tahrif ettiler.

Yahudiler bir peygamberin geleceğini beklemekteydiler. Bu peygamberin kendilerinden


olmasını istiyorlardı. Hıristiyan rahiplerinin birçoğu da yeni gelecek peygamberi
beklemekteydiler.

Kendi kitaplarında müjdelenen peygamber, İsmail Aleyhisselâm’ın soyundan geliverince;


çeşitli hilelerle, ithamlarla, düşmanlıklarla muhalefet ettiler.

Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:

“Müjdelenen peygamber onlara delillerle mucizelerle gelince: ‘Bu apaçık bir


sihirdir.’ dediler.” (Sâff: 6)

22.08.2019
Sayfa 505 / 646

Gerek yahudiler gerek hıristiyanlar Hazret-i Allah’a iman ederek değil de kendi arzularına
uyarak bu peygamberin kendi nesillerinden gönderilmesini bekliyorlardı.

Vaktaki İsmail Aleyhisselâm’ın neslinden gönderildi. Onun apaçık bir peygamber


olduğunu hakkıyla bildikleri halde yüz çevirdiler ve inkâra kalktılar.

İşte ırkçılığın insanlara bu kadar zararı ve tahribatı oluyor, ebedî azaba maruz bırakıyor.
Bu inkâr ırkçılıklarından ötürüdür. Gerek yahudi gerekse hıristiyanlardan ancak iman
edenler kurtulmuştur.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer bu
ümmetten bir yahudi veya hıristiyan beni işitir de sonra benimle gönderilene iman
etmeden ölürse, mutlaka cehennemlik olur.” (Müslim: 153)

Bu Hadis-i şerif, Resulullah Aleyhisselâm’ın gönderilmesiyle bütün dinlerin neshedildiğine


delildir. Hadis-i şerif’in hükmü yalnız Resulullah Aleyhisselâm’ın zamanında yaşayanlar
için geçerli olmayıp, kıyamete kadar her devir insanlarına şâmildir. Çünkü ikinci bir
peygamber gelmeyecek, başka bir kitap inmeyecek.

İsa Aleyhisselâm Resulullah Aleyhisselâm’ın geleceğini haber verdiği gibi, Resulullah


Aleyhisselâm da İsa Aleyhisselâm’ın tekrar gökten inip geleceğini ne gibi işler yapacağını
da bir bir müjdelemiş, ümmetine ona uymasını emretmiştir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

SÂFF SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


ÇOK KÂRLI BİR TİCARET

İslâm’a Dâvet:

“Çağırmak” mânâsına gelen “Dâvet” kelimesi, terim olarak hususiyetle “İslâm dinine
ve İslâm dininin esaslarının uygulanmasına çağrı” mânâsına gelmektedir.

“Dâvet” mefhumu Kur’an-ı kerim’de muhtelif Âyet-i kerime’lerde değişik ifadelerle


belirtilmektedir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

22.08.2019
Sayfa 506 / 646

“İslâm’a dâvet edilirken Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim
olabilir?” (Saff: 7)

Böyle birisinden daha zâlim hiç kimse elbette ki olamaz.

Gerçekte İslâm’a dâvet eden bizzat Allah-u Teâlâ’dır, bütün peygamberlerini bu vazife ile
göndermiştir. Bu dâvete uyanlar dünya saâdetine ve ahiret selâmetine ermişler;
uymayanlar ve uymadıkları gibi başkalarını da uymaktan alıkoyanlar ise büyük bir zulüm
işlemişler, hidayetten büsbütün mahrum olmuşlardır.

“Allah zâlimler güruhunu hidayete erdirmez.” (Saff: 7)

Çünkü onlar şeytanın dâvetine uymuşlar, iradelerini iyiliğe ve güzelliğe yöneltmemişler,


sapıklık yolunu tercih etmişlerdir.

İradelerini hayra sarfedenler kıyamete kadar bulunacağı gibi, şerre sarfedenler de eksik
olmayacaktır.

İslâm’ın İzzeti:

İslâm dini kıyamete kadar payidar olacaktır, Allah-u Teâlâ dinine yardımını değişik
biçimlerde, değişik tezahürlerle sürdürecektir:

“Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler.” (Saff: 8)

Bütün gaye ve gayretleri, bütün çabaları O’nun ilâhî nurunu söndürmektir.

“Halbuki kâfirler istemese de, Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff: 8)

O zaman tamamladığı gibi bugün de nurunu tamamlayacak ve onu kıyamete kadar


muhafaza edecek, pâyidar kılacaktır. Bu nur kıyamete kadar aslâ söndürülemeyecektir.

“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile
gönderen O’dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar!” (Saff: 9 - Tevbe: 33) (Bakınız,
Fetih: 28)

Yahudiler ve hıristiyanlar bu gelecek peygamberin kendi içlerinden gelmesini ve arzu


ettikleri biçim ve şekilde olmasını istemişlerdi. Fakat bu istekleri Allah-u Teâlâ’nın katında
hükümsüzdür. Ancak Allah-u Teâlâ hükmünü yürütür. Peygamber’ini hidayet ve hak ile
gönderen Hazret-i Allah’tır. Binaenaleyh her türlü bâtıl fikir hükümsüzdür.

İslâm dininin diğer dinlerden üstün olması sadece Asr-ı saâdet’e mahsus olmayıp,
kıyamete kadar bu hüküm bâkidir.

Hâlen de hak dini bütün dinlere üstündür ve bütün dinlere hâkimdir.

İslâm dini nazil olduğu zaman nasıl taptaze idiyse, kıyamete kadar da bu tazeliğini ve
ciddiliğini koruyacaktır. O Allah’ın dinidir ve dimdik ayakta kalacaktır, nihayetinde zaferi er
veya geç İslâm’a bahşedecektir.

Çok Kârlı Bir Ticaret:

22.08.2019
Sayfa 507 / 646

Allah-u Teâlâ kıyamete kadar gelecek olan müminlere hitap ederek, onları dünya ve
ahiretteki en kârlı kazanca dâvet etmektedir.

Buyurur ki:

“Ey iman edenler! Elem verici can yakıcı bir azaptan sizi kurtaracak bir ticaret
yolunu göstereyim mi size?” (Saff: 10)

Bu soru teşvik için sorulmuştur. Bundan sonra Allah-u Teâlâ şöyle buyurarak bu ticareti
açıklamıştır:

“Allah’a ve Resul’üne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla


cihad edersiniz.

Eğer bilirseniz bu sizin için çok daha hayırlıdır.” (Saff: 11)

Osman bin Ma’zun -radiyallahu anh-ın: “Yâ Resulellah! Allah katında hangi ticaretin daha
sevimli olduğunu bilmek isterdim, ki o ticareti yapayım.” demesi üzerine bu Âyet-i
kerime’ler nâzil olmuştur.

Ticaret; kişinin kazanç arzusu ile malını, emeğini, her türlü kabiliyetini ortaya koyarak kâr
elde etmesidir. Bu bakımdan iman ve Allah yolunda cihad etmek, ticarete benzetilmiştir.
İnanan, malı ve canı ile cihad eden kimse; elem verici azaptan kurtulmak için, Allah
katındaki büyük mükâfatı elde etmek için, sözde kalmamış, yapabileceğini yapmıştır.
Maddi kazancını Allah yolunda sarfettiği için manevî kazanca dönüştürmüştür.

Bu çok kârlı ticaretin ilk uygulayıcıları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtıdır.
Onlar sadece iman etmekle kalmadılar, o imanın gereği olarak canlarıyla mallarıyla Allah
ve Resul’ünün yolunda cihad ettiler.

Bu ticaretin asıl kârı ahirette görülecektir.

“İşte bu takdirde Allah günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan


cennetlere, Adn cennetlerindeki hoş ve güzel meskenlere yerleştirir.

İşte bu pek büyük bir kurtuluştur.” (Saff: 12)

Bu ticaret öyle büyük bir kazanç yoludur ki, artık ondan öte bir kazanç düşünülemez.
Dünya ticareti ile kıyas bile edilemez.

Yaptığı ticaretten çok çok kâr eden bir kimse, etrafındaki insanlar tarafından parmakla
gösterilir, herkes kendisine imrenir. Tasavvur edin ki günleri sayılı olan dünya hayatına
karşılık ebedi ahiret hayatını kazanan kimsenin kârı ne ile kıyaslanabilir?

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“O halde yaptığınız bu hayırlı alış-verişten dolayı sevinin!” (Tevbe: 111)

Allah-u Teâlâ onlara ahirette lütfedeceği ecir ve sevabı beyan buyurduktan sonra, bu
dünyada da büyük lütuflara ve fetihlere mazhar olacaklarını haber vermiştir:

“Bundan başka, seveceğiniz bir şey daha var. Allah’tan bir yardım ve yakın bir
fetih.

Müminleri müjdele!” (Saff: 13)

22.08.2019
Sayfa 508 / 646

Ki bu da küffar beldelerini fethederek İslâm dairesine ilhak etmeleridir.

İşte bunlar ahiret nimetleri ile birleşen dünya nimetleridir.

Müminler asırlar boyunca bu müjdelere ermek için bütün gayret ve himmetlerini Allah
yoluna sarfetmişlerdir.

İsa Aleyhisselâm ve Ona Tâbi Olanlar:

İsa Aleyhisselâm’ın oniki kadar Havârî denilen seçkin talebeleri ve yakın arkadaşları
vardı. Havârî, samimi dost ve yardımcı mânâsına gelmektedir. Bunlar Resulullah
Aleyhisselâm’ın ashabı gibi, İsa Aleyhisselâm’a, o hayatta iken iman eden ve sadâkat
gösteren hâlis müminlerdir.

İsrâiloğulları inanmadıkları gibi küfürlerinde inatlaşmaya başlamışlardı. Havâriler ise


imanlarını cesaretle açığa vurmuşlar, İsa Aleyhisselâm’ın safında yerlerini almışlardı.

Allah-u Teâlâ onları Kur’an-ı kerim’inde anmış ve gelecek nesillere övgü ile duyurmuştur.

Allah-u Teâlâ Ümmet-i Muhammed’e hitap buyurarak, havârîleri bu fazilet ve


meziyetlerinden dolayı onlara misal olarak göstermektedir:

“Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun!” (Saff: 14)

Allah-u Teâlâ’nın dinine hizmet ederek, O’nun nurunu âfâka neşretmeye çalışın.

Bir kulun Rabb’ine yardımcı olduğu bir mevkiden daha yüce bir mevki ve makam
düşünülebilir mi?

İnananlar bu emr-i şerif mucibince O’nun dinine yardımcı olmuşlar, O’nun dinine hizmet
ederek Kelime-i tevhid’i âfâka neşretmeye çalışmışlardır.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım
eder.” (Muhammed: 7)

Bu ilâhî fermâna uyanlar dünya saâdetine ahiret selâmetine erdiler.

“Nitekim Meryemoğlu İsa Havârîler’e: ‘Allah’a giden yolda benim yardımcılarım


kimlerdir?’ demişti.” (Saff: 14)

Benimle beraber O’na kavuşmak isteyecek yardımcılarım kimlerdir?

“Havârîler de: ‘Biziz Allah’ın yardımcıları!’ demişlerdi.” (Saff: 14)

Siz de ey müminler! İsa’nın havârileri gibi Allah’ın yardımcıları olunuz, Peygamber’inizin


dâvetini kabul ederek Allah’a tam bir iman ile yardım ediniz!

Havârîler daha önceleri makam sahibi, soylu ve zengin kimselerdi. İsa Aleyhisselâm’a
tâbi olduktan sonra, onun uyarması üzerine kendi kazandıkları rızıklarıyla geçinmeye
başlamışlardır.

22.08.2019
Sayfa 509 / 646

İsa Aleyhisselâm göğe çekildikten sonra, vasiyetini muhafaza edip talimini yapanlar
bunlar olmuş, çoğu da zamanla birer birer şehit edilmişlerdir.

Allah-u Teâlâ havârîlerin İsa Aleyhisselâm’a iman ve yardım ettiklerini haber verdikten
sonra İsrâiloğullarının iki kısım olduklarını beyan etmiştir:

“İsrâiloğullarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti.” (Saff: 14)

İman ile küfür ayrıldı, hak ile bâtıl mücâdeleye başladı, sonunda da hakkın taraftarları
Allah’ın izniyle galip geldiler.

“Biz de iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün


geldiler.” (Saff: 14)

Nitekim Resulullah Aleyhisselâm’a muhalefet eden müşrikler de kısa bir zaman içinde
makhur ve mağlup oldular. İslâm mücâhidleri birer İslâm havârîsi olarak din-i mübin’i
dünyanın şarkına ve garbına neşrettiler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Şems Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. On beş Âyet-i kerime, elli dört kelime ve
iki yüz kırk altı harften müteşekkildir.

İlk Âyet-i kerime'de geçen ve "Güneş" mânâsına gelen "Şems" kelimesi bu Sûre-i şerif'e
isim olmuştur.

Ebu Büreyde -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm yatsı
namazında Şems sûre-i şerif'iyle benzeri uzunlukta olan sûre-i şerif'leri okurdu.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından iki bölüme ayrılır.

On birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametine delâlet eden
sekiz delil üzerine yemin edilerek; kendini küfür ve nifaktan, günahlardan arındıranların
kurtulacağı, nefsini kirletip örtenlerin ise ziyana uğrayacağı beyan edilmektedir.

22.08.2019
Sayfa 510 / 646

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, Sâlih Aleyhisselâm'ın kavmi olan Semud'un âkıbeti bir
ibret numunesi olarak gözler önüne serilmektedir.

İlâhî Azametin Sekiz Delili:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde güneş üzerine, onun sürekli aydınlığına ve ardından
gelen aya yemin ederek, dikkatleri kudretinin kemâline, saltanatının büyüklüğüne
çevirmektedir:

"Andolsun güneşe ve aydınlığına!" (Şems: 1)

Güneşten dünyaya doğru yayılan birçok faydalar bulunabilmekle beraber, bunların içinde
en belli olan ısı ve ışıktır.

Güneş, dünyanın da dahil olduğu güneş sisteminin merkezi, aynı zamanda dünyaya en
yakın olan yıldızdır. Büyük görünmesinin sebebi de bu yakınlığıdır. Güneş dünyaya hayat
veren kaynaktır. Güneş olmasaydı, dünyada hayat olmayacaktı.

"Andolsun ardından gelmekte olan aya!" (Şems: 2)

Ay ise dünyanın tek uydusudur. Dünya güneşin çevresinde nasıl dönerse, o da dünyanın
çevresinde döner. Bu şekilde aynı zamanda dünya ile beraber güneşin de çevresinde
dönmüş olur.

Ayın nuru, güneşin ışığının bir yansımasıdır. Güneşin ışığı aslından, ayın nuru ise
güneştendir.

Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı
andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.

Seneler de ya "Şemsî", ya da "Kamerî" olurlar.

"Güneşi ortaya çıkaran gündüze andolsun!" (Şems: 3)

Bu güneş ışığının tam bir yayılma ile diğer bir durumuna yemindir.

"Onu örten geceye andolsun!" (Şems: 4)

Bu da gecenin güneşi ve bütün ufukları sarıp kaplayarak ışığı tamamen örtmeye


başladığı hâlindeki koyu karanlık zamana yemindir.

Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı ilk saatlerdir. Gitme vakti de, yok olmaya yüz
tuttuğu, sabaha yöneldiği son saatlerdir ki sabahın müjdesidir.

Allah-u Teâlâ gecenin karanlığını gündüzün ışığıyla, gündüzün ışığını gecenin karanlığı
ile giderir. Her biri diğerini durmadan ve gecikmeden kovalar. Biri gider gitmez diğeri, o
gittiğinde ise öbürü hemen gelir. Işığı karanlığa giydirip örttürdükten sonra, bir de çevirip
karanlığı ışığa giydirir.

Bu durum zamanın akışını, ömürlerin geçişini gösterdiği gibi; bütün değişikliklerin O'nun
hükmüyle cereyan ettiğini de ispat etmektedir.

"Gökyüzüne ve onu bina edene andolsun ki!" (Şems: 5)

22.08.2019
Sayfa 511 / 646

Göklerin yaratılmasının mânâsı, bu muazzam kâinatın ve mahlûkatın yoktan var edilişi


demektir. Allah-u Teâlâ'nın yaratışında öyle yüksek bir sanat vardır ki, her noktası O'nun
emsalsiz irade ve gücünü göstermektedir.

"Yere ve onu döşeyene andolsun ki!" (Şems: 6)

Dağları, ovaları, dereleri ve denizleri gibi girinti ve çıkıntıları ile kutuplarının basıklığı
yuvarlaklığına engel olmaz. Üstünde bir portakal pürüzleri derecesinde kalır.

Göğün bina edilmesi, düzenlenip dengede tutulması, yeryüzünün insanlar için döşenip
hazırlanması, hem bir plânın hem de bir plânlayıcının varlığını ve azametini
göstermektedir.

İçindekilerle birlikte bütün kâinatı "Ol!" emr-i şerif'i ile yaratan, kudret, azamet ve ululuk
sahibi Hazret-i Allah'tır.

Yaratan şüphesiz ki yönetme yetkisine de sahiptir. Gökleri, yeri ve onlardakileri yaşatan


ve yöneten O'dur.

Allah-u Teâlâ ne ki yaratmışsa, yarattığı şeylerde büyük hikmetler ve yüksek gayeler


vardır.

Nefsin Islahı:

Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ arzettiğimiz Âyet-i kerime'lerinde göğe ve ondaki âlemlere;
yere ve onu yuvarlayıp döşeyen Zât-ı akdes'ine yemin etmektedir. 7. ve 8. Âyet-i
kerime'lerinde ise canlıların en seçkini olan insana ve insan nefsini mükemmeliklere
ulaşmaya hazır biçimde ve muntazam bir şekilde yaratan Zât-ı akdes'ine yemin ediyor.
Yaratan O, yaşatan O, donatan O...

"Her bir nefse ve onu düzenleyene andolsun ki!" (Şems: 7)

İnsanı en güzel şekil ve surette yaratmış, onu zâhirî ve bâtınî nimetlerle ve kuvvetlerle
bezemiş, birçok kabiliyetler bahşetmiştir.

"Sonra da ona isyanını ve itaatını ilham edene andolsun ki!" (Şems: 8)

Allah-u Teâlâ bu ilhamı, yaratılışında ona koymuş, iyilik ve kötülüklerin kendisine ilham
edildiğini bildirmiştir. Burada ilham alan nefse dikkat çekilmektedir. Yaratılışı tam ve
düzgün bir hâle getirilmekle beraber, ayrıca kendisini helâk edecek kötülükleri işlemeye
ve cennete götürecek iyilikleri yapmaya muktedir bir hâle getirilmiştir. Dizginleri kendi
elindedir. İsterse kendisini saâdet yoluna yöneltir, isterse felâkete doğru sevkeder.

Bu Âyet-i kerime'de "Nefs-i mülhime"ye işaret vardır. Allah-u Teâlâ'nın ona isyan ve
itaatini vasıtasız olarak ilham etmesinden dolayı bu dereceye "Mülhime" ismi verilmiştir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:

"Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ
yollarını ilham etmiştir." (Muhammed: 17)

Kim ki bu büyük ikramı kendisindeki kabiliyetleri geliştirme yolunda, nefsini arıtıp


temizlemede kullanırsa kurtuluşa erer.

22.08.2019
Sayfa 512 / 646

Hakk'a yönelen bir insan, iradesini "Nefsini ıslah etme" yönünde kullanırsa;

"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Allah'ın dinine) yardım eder (sarılırsanız) Allah da
sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar." (Muhammed: 7)

Âyet-i kerime'si mucibince Allah-u Teâlâ'nın yardımına erer.

Nitekim Zeyd bin Erkam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarının bir noktasında şöyle niyaz ederlerdi:

"Ey Allah'ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen
varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin." (Müslim: 2722)

Şu halde vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır.

Meselâ; bir toprakta maden var. İnceden inceye uğraşarak o madeni topraktan ayırmak
lâzımdır. Toprağın çok, madenin az olduğu düşünülerek ayırma işi bırakılırsa, o çok
kıymetli maden topraktan ayrılmaz.

İşte bunun gibi, Allah-u Teâlâ bir insana mânevî bir cevher koymuşsa, o cevheri
meydana çıkarmak gerekir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi
tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Şems Sûre-i Şerif'i (2)

Nefsin Islahı (2):

Allah-u Teâlâ azmi nispetinde kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır,
önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel bırakmaz.

"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur." (Şems: 9)

Ebedî saâdet ve selâmete ermiştir. Umduğuna nâil, korktuğundan emin olmuştur. Allah-u
Teâlâ onu Hakk yolunda yürümeye muvaffak kılmıştır.

Kalp temiz olursa kişiyi ibâdet ve taata sevkeder. Hasta insan, güzel yemeklerin lezzetini
anlayamadığı gibi, mâsivâ batağına düşmüş bir kalp de ibâdet ve taatın lezzetini
anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 513 / 646

"Onları hidayete erdirecek ve hallerini düzeltecektir." (Muhammed: 5)

Buradaki temizlenmekten maksat, ahlâk-ı zemime adı verilen "Şehvet, gadap, kin, kibir,
riyâ, hased..." gibi kötü huylardan temizlenmektir. Yoksa zâhiri temizlik ya da "Oruç
tuttum temizlendim." gibi basit bir mânâ çıkarılmamalıdır.

Vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır. Nefsini günahlardan


temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa
ermişlerdir.

Ebu Zerr-i Gıfâri radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı
cihaddır." (Câmiu's-sağîr: 1247)

Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma
hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması, sonunda faydası kendisine âit olan bir
vazifedir. Allah-u Teâlâ hiç kimseyi zorla kötülüğe sevketmez. Eğer kötülükte ısrar ederse
onu bu temizlikten mahrum eder.

"Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." (Şems: 10)

Kendisini hidayetten mahrum bırakarak büyük bir tehlikenin tam ortasına atmıştır.
Mertebesini düşürmüş, yönünü karıştırmış, her türlü sapıklıklarla gönlünü bulandırmış,
ilâhî rahmetten bütünüyle mahrum olmuş, ahiretini harap etmiş, daha dünyada iken
cehennemlikler zümresine katılmış, böylece de en büyük zarar ve ziyanı haketmiştır.

Küfürde ısrar edenleri Allah-u Teâlâ takva ve tezkiyeden mahrum eder, onu nefsine
bırakır, böylece göz göre göre küfür yollarında ömrünü tüketmiş olur.

Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile
arkadaş olan kimse aslâ mükerrem olamaz. Süfli arzular peşinde oldukları için suretâ
insandır, icraatları hep hayvânîdir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile


örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)

Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve
fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.

Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp
tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.

Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini,
nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.

Nefsin meşru olmayan arzularına uymamak farzdır. Çünkü nefis daima kötülüğe
meyillidir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 514 / 646

"Rabb'imin merhameti olmadıkça, nefis olanca şiddetiyle kötülüğü


emreder." (Yusuf: 53)

Nefis öyle bir mahlûktur ki, hem zâlimdir, hem kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye
bu kâfiri müslüman etmektir.

Kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten men etmeye önce kendi
nefislerinden başlamalı; başkalarından önce kendilerini düzeltmeye çalışmalıdırlar. En
üstün cihad budur. İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir.
Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın bir insana yapacağı en büyük
düşmanlık onu öldürmesidir. Bu ise şehitliğine vesile olduğu için, onu en yüksek
mertebeye erdirir. Nefsin elinde mânevî hayatı ölürse ebedî hayatı mahvolur.

Nefsin arzu ve heveslerine uymayanlar hakkında da Kur'an-ı kerim'de müjdeler vardır:

"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan


kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır." (Nâziât: 40-41)

Allah'tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni
arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve
takvâ sahibi olur.

Semud Kavminin Helâkı:

Semud kavmi tıpkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçen toplulukların başına
gelenlerden ders ve ibret almamışlar, dilleriyle de gönülleriyle de isyan etmişler, fısk-u
fücura dalmışlardı.

İşi büsbütün azıtıp putlara tapmaya, son derece zulüm ve haksızlık yapmaya başlayınca;
Allah-u Teâlâ onları ıslah etmesi, doğru yolu göstermesi, tevhid inancını öğretmesi için
kendi içlerinden Sâlih Aleyhisselâm'ı peygamber olarak vazifelendirdi. Onları her ne
kadar insafa dâvet edip, düzelmeleri için çalışıp, kurtuluş ve saâdet yolunu gösterdi ise
de; inatla putlarına tapmaktan, sapıklık ve azgınlıklarına devam etmekten ayrılmadılar.
Arka arkaya itham ve iftiralara başladılar.

"Semud kavmi azgınlığı yüzünden (Allah'ın Resul'ünü) yalanladı." (Şems: 11)

Peygamberlerinin getirdiği gerçekleri reddettiler. Yalanlamak sanki fıtratlarında gizliydi.


Hiçbir hakikat, hiçbir güzellik ve iyilik kabul etmiyorlardı. Onları yalanlamaya sevkeden
şey azgınlık ve taşkınlarıydı.

Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'na ve onların vekilleri olan dâvetçilere


yapılan yalanlamalar, itiraz ve ithamlar hep aynı olmuş, her devirde aynı şekilde yalanla
karşılık görmüşlerdir.

Semud kavmi peygamberlerini hem âciz bırakmak, hem de yalancı durumuna düşürmek
için mucize olacak vasıfta bir deve meydana getirirse kendisini tasdik edip inanacaklarını
söylediler. Bunun üzerine, büyükçe bir kayanın içinden, içtiği sudan çok fazla süt veren
mucize bir dişi deve çıkıverdi. Ne var ki inkârcı kavim sözlerinde durmadılar. Çoğunluk
yine de kâfirliklerinde ısrar ettiler. Hatta ileri gelen şirretleri mucize deveyi öldürmeye
karar verdiler.

22.08.2019
Sayfa 515 / 646

"Onların en azgını deveyi kesmek için ayaklanınca, Allah'ın Resul'ü (Sâlih) onlara:
'Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dikkat edin!' dedi." (Şems: 12-13)

Su içme nöbetini engellemekten sakınmalarını her fırsatta tembih etti.

Bu mucize deveye tâzim ve teşrif için Allah-u Teâlâ'ya nispet olunarak "Allah'ın
devesi" denilmiştir. Bu tâbir elbette düşündürücüdür. Çünkü o vasıtasız olarak doğrudan
doğruya Allah tarafından yaratılmıştı ve Allah-u Teâlâ'nın yüce kudrretine delâlet
etmekteydi. Allah-u Teâlâ, Sâlih kulunun nübüvvetini ve doğruluğunu ayan beyan
meydana koymuştu.

"Onu yalanladılar ve deveyi kestiler." (Şems: 14)

Allah-u Teâlâ'nın azap vâdeden sözünün tecellî vakti gelmiş bulunuyordu. Yapılacak
hiçbir şey kalmamıştı. Her geçen gün isyan ve tuğyanlarını artıran, kendilerini doğruya ve
iyiye dâvet edenlere baş düşman kesilen bu kavmin, artık yeryüzünden silinme saati
gelmişti. Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Bu azap ile sadece kendileri değil, bütün
Semud kavmi toptan helâk oldu.

"Rabb'leri de günahları sebebiyle onların üzerine katmerli azap indirdi ve yerle bir
etti." (Şems: 14)

Küfürden kurtulamayınca, o küfür onları yedi bitirdi; şirkten sıyrılamayınca, o şirk onları
aldı götürdü.

"Bu işin âkıbetinden O'nun korkusu yoktur." (Şems: 15)

Semud kavmi bu âkıbete müstehak olmuşlardı. Başlarına gelen bu felâket bihakkın


olmuştu.

Allah-u Teâlâ'nın iktidarı her şeyin üstündedir. Mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi
tek başına tedbir ve idare eder.

Dünyadaki hükümdarlar gibi, icraata geçmeden evvel neticesinin ne olacağını, işin


nereye varacağını düşünmekten müberrâdır, karşı konulacağını düşünmekten de
münezzehtir.

Yaptığı savaşı kazanan bir hükümdar, her ne kadar düşmanını kırıp geçirse de, yine de
düşmanının toparlanıp karşı taarruza geçeceği hakkındaki korkusu kesilmez, daima
endişe üzerinde bulunur. Halbuki Allah-u Teâlâ isyan eden kavmi helâk eder, o işin
âkıbetinden ise aslâ endişesi olmaz.

Yapacağı bir işin varacağı neticeden korkmayan bir kimse, eğer kırıp geçirmek isterse,
son derece kırar geçirir. Dolayısıyla Kahhâr olan Allah-u Teâlâ'nın kırıp geçirmesi de
böyle olmuştur.

Nitekim Âyet-i kerime'de:

"Hepsini kırdık geçirdik." buyuruluyor. (Furkân: 39)

Allah-u Teâlâ hükmünde hikmet sahibidir. Her iş ve icraatı plânlı ve programlıdır. Her şeyi
ezelî takdir plânına göre yürütmektedir. Hiçbir güç ve kudret O'na muhalefet edemez,
hükmünü dilediği şekilde yürütür. Her hükmü âdil ve dengelidir, hiçbir hükmünde hiçbir
surette haksızlık ve adaletsizlik bulunmaz. Yanlış bir fiil veya hükmün, O'ndan sâdır
olması mümkün değildir.

22.08.2019
Sayfa 516 / 646

O'nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir. Bütün kuvvetler
O'nundur, dilediği şeyi dilediği anda yaratır. Yarattığı şeyde dilerse dilediği kadar kuvvet
ve kudret de yaratır. Dilerse güçsüzleri güçlü, zayıfları kuvvetli, âcizleri kudretli kılar.

Hiçbir şey O'na güç ve ağır gelmez. Zorlanmaktan, yorgunluk ve durgunluktan,


usanmaktan münezzehtir. Hiç kimsenin yardımına muhtaç değildir.

Neticesi nedamet doğuracak bir emir O'ndan tecellî etmez. Bunun içindir ki, indirdiği ve
indireceği hiçbir emir ve hükmünün neticesinden korkmaz, endişe etmez. İşin başı O'nun
katında nasıl kesinlikle biliniyorsa, sonu da kesinlikle bilinmektedir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TAHRÎM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


“EZVÂC-I TÂHİRÂT”

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on iki Âyet-i kerime,
iki yüz kırk yedi kelime ve bin altmış harften teşekkül etmiştir.

İsmini birinci Âyet-i kerime’den almıştır. İlâhî hükümleri konu alan Sûre-i şerif’lerdendir.

Bundan önceki “Talâk sûre-i şerif’i”nde mümine hanımların boşanması ile ilgili hükümler
yer aldığı gibi; “Tahrîm sûre-i şerif’i”nde de Resulullah Aleyhisselâm’ın nezih hanımları ile
ilgili hükümler bulunmaktadır.

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i şerif’te Resulullah Aleyhisselâm’ın hanımları ile arasında geçen


birçok mühim hadiseye işaret edilmekte, onların Allah katındaki ulvî makamları, yüce
mevkileri anılmakta ve bir numune-i imtisal olarak beşeriyete duyurulmakta, “Peygamber
hanımları”nda bulunacak vasıflar öz bir şekilde ifade edilmektedir.

Başkalarını memnun etmek için helâl olan bir şeyi haram imiş gibi göstermenin doğru
olmadığı belirtilmektedir.

Yapılması meşru olan bir şey terkedilip yapılan yeminde durulmadığı zaman kefaret
verilmesi gerektiği açıklanmaktadır.

22.08.2019
Sayfa 517 / 646

Âile sırrının gizli kalması hususunda çok dikkatli olmak gerektiği üzerinde durulmakta ve
bir ahlâkî özellik olarak tanıtılmaktadır.

Allah-u Teâlâ’nın nuru, âlemlerin gurur ve surûru olan Muhammed Aleyhisselâm’ın Allah
katındaki en yüksek mertebesi en beliğ bir şekilde inanmış gönüllere zerkedilmektedir.

Resulullah Aleyhisselâm pâk zevcelerini boşasa da, onlardan daha hayırlı zevcelere nâil
olacağı müjdelenmektedir.

Müminlerin hem kendilerini hem de âile halkını pek şiddetli cehennem ateşinden
korumaları emredilmekte, bu mesuliyetin çok ağır olduğu ihsas ettirilmektedir.

Kâfir ve münafıklar ahiret gününde her ne kadar yaptıkları azgınlıklar için özür beyan
etseler de hiçbir zaman kabul edilmeyeceği, cezalarını mutlaka çekecekleri ihtar
edilmektedir.

Müminlere merhamet kanatları açılmakta, nefislerine uyarak yaptıkları günahlardan,


bilerek veya bilmeyerek işledikleri kusurlardan dolayı, acısını duyarak tevbe etmeleri
istenmektedir.

Allah-u Teâlâ’nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve ona gönülden inanan,
yolunda ve izinde yürüyen müminleri kıyamet gününde rüsvay etmeyeceğini,
utandırmayacağını, nurlara gark edeceğini haber vermektedir.

Her türlü şartlarda kâfirlerle ve münafıklarla cihad edilmesi, onlara sert davranılması,
böylece küfrün ve nifakın önüne geçilmesi emredilmektedir.

Tahrîm sûre-i şerif’inin sonunda iki misal getirilmekte; Nuh Aleyhisselâm ile Lut
Aleyhisselâm’ın eşlerinin kocalarına ihanet ettikleri ve en kötü âkıbete uğradıkları,
Firavun’un Allah’a gönülden iman eden karısı Hazret-i Âsiye’nin imanındaki sadakati ile
iffet numunesi Hazret-i Meryem’in Allah katındaki ulviyeti beyan buyurulmakta, böylece
âile yapısında kadının yerinin ne kadar önemli olduğu vurgulanmaktadır.

Resulullah Aleyhisselâm

ve Muhtereme Hanımları:

Hicret’in dokuzuncu yılında İslâmiyet artık maddî ve mânevî kuvvet bulmuş,


müslümanların eline birçok maddî imkânlar geçmiş, durumları oldukça düzelmişti.

Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Resulullah Aleyhisselâm hiç iltifat etmiyor,
sade ve mütevâzi yaşayışına devam ediyordu.

Fakat Ümmehât-ı müminîn -radiyallahu anhünne- Hazerâtı, kadınlığın fıtratında bulunan


ziynet ve dünya malına karşı meyil sebebiyle yiyecek ve giyecek hususunda Resulullah
Aleyhisselâm’dan bazı isteklerde bulundular. “Bizler de başka kadınların istedikleri
ziynetlerden isteriz.” dediler. Her biri birtakım şeyler istiyordu. Onların bu teklifleri,
uygunsuz tutum ve davranışları kalbinin kırılmasına sebep olmuştu. Çünkü kendisi sade
yaşadığı gibi, onların da sade bir hayat sürmelerini arzu ediyordu.

22.08.2019
Sayfa 518 / 646

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in bildirdiğine göre, Ezvâc-ı tâhirat iki gruba
ayrılmıştı.

Grupların birinde; Hazret-i Âişe, Hazret-i Hafsa, Hazret-i Safiye, Hazret-i Sevde
-radiyallahu anhünne- bulunuyordu.

Diğer grubu ise; Hazret-i Ümmü Habibe, Hazret-i Ümmü Seleme, Hazret-i Zeyneb,
Hazret-i Meymune ve Hazret-i Cüveyriye -radiyallahu anhünne- teşkil ediyordu.

Resulullah Aleyhisselâm günlerini Ezvâc-ı tâhirat arasında taksim ederdi. Hazret-i Hafsa
-radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in günü geldiğinde, anne ve babasını ziyaret için Resulullah
Aleyhisselâm’dan izin istemiş ve gitmişti.

Bu arada Resulullah Aleyhisselâm, câriyesi Hazret-i Mâriye -radiyallahu anhâ-


Vâlidemiz’e haber gönderip yanına getirtti ve onunla beraber oldu.

Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz dönüp onu kendi odasında görünce
fevkalâde gücenerek bir kıskançlık duydu. “Ben yok iken onu odama alıp, onunla birlikte
mi oldun? Bunu sadece beni hakir gördüğün için yaptığın kanaatindeyim.” dedi.

Resulullah Aleyhisselâm bunun üzerine gönlünü almak için:

“Mâriye’yi kendime haram kıldım, fakat sakın bundan hiç kimseye söz
etme!” buyurdu.

Fakat Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz daha sonra Hazret-i Âişe -radiyallahu
anhâ- Vâlidemiz ile kendi arasındaki duvara vurarak Resulullah Aleyhisselâm’ın sırrını
ona duyurdu. Çünkü birbirleriyle çok sıkı-fıkı idiler. Bundan sonra diğer hanımları da
durumdan haberdar oldu.

Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok kızdı, onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin
etti ve “Meşrebe” diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

“Ey Peygamber! Eşlerinin hoşnutluğunu gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi
niçin kendine haram ediyorsun?” (Tahrîm: 1)

Bu hitap, kınama için değildir. Zira Resulullah Aleyhisselâm’ın helâl olan şeyi nefsine
haram kılması, evlâyı terk kabilindendir. Yoksa Allah-u Teâlâ’nın helâl kıldığı bir şeyi
hakikatte haram kılmak değildir.

“Allah çok bağışlayan, merhamet edendir.” (Tahrîm: 1)

Sana merhamet buyurarak bundan dolayı seni sorumlu tutmamıştır, hakkında rahmet-i
Sübhânî’ye tecellî edecektir.

“Allah yeminlerinizi çözmeyi meşru kılmıştır.” (Tahrîm: 2)

Yemin kefareti vermek suretiyle o terkedilen şey yine ifâ edilebilir.

22.08.2019
Sayfa 519 / 646

“Allah sizin Mevlâ’nızdır.” (Tahrîm: 2)

Onun için kendi arzunuza göre değil, O’nun emirlerine göre hareket ediniz.

“O ilim ve hikmet sahibidir.” (Tahrîm: 2)

Binaenaleyh, size verdiği emirleri ve hükümleri de sizin ihtiyaç ve menfaatlerinizi bilerek


ilim ve hikmetiyle vermiştir. Onun bütün emirleri baştan sona hikmete dayalıdır.

Daha sonra Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm ile Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ-
Vâlidemiz’le arasında geçen hadiseyi açıklamak üzere şöyle buyurdu:

“Hani Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti.” (Tahrîm: 3)

Bu, Hazret-i Mâriye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’i kendisine haram kılması sırrıdır.

“Fakat eşi o sözü başkasına haber verdi. Allah da bunu Peygamber’e


açıkladı.” (Tahrîm: 3)

Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- bu sırrı Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-ya açınca,
Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile onun bu sırrı yaydığını Resul-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem-ine bildirdi.

“Bir kısmını bildirmiş bir kısmından da vazgeçmişti.” (Tahrîm: 3)

Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ-ya sitem ederek yaydığı bu


sırrın bir kısmını ona bildirdi. Lütufta bulunarak bütün yaptıklarını kendisine bildirmedi,
yüzüne vurarak utandırmak istemedi.

“Peygamber bunu ona haber verince eşi: ‘Bunu sana kim haber verdi?’
dedi.” (Tahrîm: 3)

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-nın haber verip vermediğini öğrenmek istedi.

Buna karşılık Resulullah Aleyhisselâm da:

“‘Her şeyi bilen ve haberdar olan Allah haber verdi.’ dedi.” (Tahrîm: 3)

Resulullah Aleyhisselâm bu kadar söylemekle yetindi ve yine onların hoşnutluklarını


düşündü. Bu sebeple onlarda gördüğü bazı dilekleri ve birbirlerine arka çıkmaları
karşısında da başka bir şey yapmayıp sırf bir ibret dersi olmak üzere, bir ay müddetle
onları kendi hallerine bırakarak bir yeminle yakın alâkadan mahrum etti. Büyük bir irfan
sahibi olan Ezvâc-ı tâhirat’ın daha fazla ıslah olmaları için bu şekilde acı bir dersin olması
gerekiyordu.

O kadının sıradan bir insanın hanımı olmayıp, kendisinin hassas bir mevkide olduğu yüce
bir zâtın hanımı olması sebebiyle, Allah-u Teâlâ kıyamete kadar okunacak olan Kur’an-ı
kerim’de bu hadiseyi anmıştır.

Bu ilâhî beyandan sonra Allah-u Teâlâ Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- ve Hazret-i Hafsa
-radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e hitaben Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:

“Eğer tevbe ederseniz, kaymış olan kalpleriniz düzelmiş olur.” (Tahrîm: 4)

22.08.2019
Sayfa 520 / 646

Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet yapmış olmakla, kalb-i nebevî’lerini rencide etmişlerdi.


Binaenaleyh bu halden dolayı kalpleri kaymıştı, düzelmesi için tevbe etmeleri
gerekiyordu.

Maksat yalnız iki hanımın değil, Ezvâc-ı tâhirat iki grup halinde toplandıkları için, iki
grubun hepsinin de kalplerine tembihte bulunmaktır.

“Şayet onun aleyhinde birbirinize arka çıkarsanız, hiç şüphesiz ki Allah onun
Mevlâ’sıdır.” (Tahrîm: 4)

Resulullah Aleyhisselâm’a karşı birlik olup cephe kurmak sadece kendilerine zarar verir.
Çünkü her şeyden önce onun sahibi ve yardımcısı Allah-u Teâlâ’dır. Hem de Ruh’ul-emin
olan ve ona vahiy getiren Cebrâil Aleyhisselâm da onun yardımcısıdır. O iki hanımın
babaları Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den her
biri, müminlerin iyi olan her ferdi onun yardımcısıdır.

Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm’ın şânını yüceltmek ve Allah katındaki makamını


açıklamak için tek olarak andığı gibi; sâlih müminleri şereflendirmek ve sâlih olmanın
faziletini yüceltmek için de onları meleklerden önce zikretti.

“Cebrâil de, müminlerin sâlih olanları da, bunun ardından bütün melekler de ona
yardımcıdırlar.” (Tahrîm: 4)

Allah-u Teâlâ’nın, Cebrâil Aleyhisselâm’ın ve sâlih müminlerin muhabbetle


yardımlarından sonra, bütün melekler de onun yardımcısıdır.

Onu bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrâil Aleyhisselâm ve mukarreb meleklerle


koruyacağını, sâlih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.

“Bütün melekler” ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında
emir beklediği ifadesi çıkıyor.

Bütün mânevî ve maddî kuvvetlerin desteğine, sevgi ve yardımına kavuşan bir zâta karşı
çıkmanın nasıl bir felâkete yol açacağını düşünerek, böyle bir durumdan bütün
müminlerin erkek ve kadınları korunup sakınmalıdırlar.

Daha sonra Allah-u Teâlâ Ezvâc-ı tâhirat’ı korkutmak için şöyle buyurdu:

“Eğer o sizi boşarsa, Rabb’i ona sizden daha iyi, kendini Allah’a veren, inanan,
gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler
verir.” (Tahrîm: 5)

Bu hitâb-ı ilâhî hanımlarının hepsinedir.

Onlar “Müminlerin anneleri” ünvanına sahiptirler. Resulullah Aleyhisselâm’ın sevgili ve


itaatli hanımları olmaları sebebiyle yeryüzünde onların dengi olabilecek, onlardan daha
hayırlı kadınların olabileceği düşünülemez. Eğer eziyet ve isyan ederler de, Resulullah
Aleyhisselâm onları boşayacak olursa; o zaman bu hususiyetleri kalmaz ve onların yerine
gelecek, her hususta itaat edecek, onun rızâsını ve sevgisini kazanacak olan hanımlar,
onlardan daha hayırlı olmuş olurlar.

Âyet-i kerime’de: “Peygamber hanımları”nda bulunacak vasıflar öz bir şekilde ifade


edilmiştir.

22.08.2019
Sayfa 521 / 646

İlk vasıf; şirkten uzak olarak, Allah-u Teâlâ’nın birliğini ve Resulullah Aleyhisselâm’ın
hakikatini kabul edip, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emirlerine boyun
eğmek, teslim olmak.

İkincisi; diliyle de söylediği gibi, kalbiyle de tasdik ederek içi dışı müslüman olmak.

Üçüncüsü; cân-u gönülden itaat etmek.

Dördüncüsü; en küçük bile olsa, kusur ve günahlardan dâima tevbe edip sakınmak.

Beşincisi; gerek farz gerekse nâfile ibadetlere devam etmek.

Altıncısı; dünya hayatını bir yolculuk bilip, geçim hususunda bir yolcu gibi olduğuna
kanaat ederek oruç ve riyazeti ahlâk edinip, Allah-u Teâlâ’nın mükâfat ve cezasını
düşünmek.

Resulullah Aleyhisselâm “Meşrebe” diye anılan çardakta bir ay kadar yalnız başına kaldı,
sabah ve akşam yemeğini yalnız başına yedi.

Bu durumu öğrenen Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı telâşa kapıldılar,


Resulullah Aleyhisselâm’ın hanımlarını boşadığını sandılar. İçlerinden bazıları Mescid’de
mahzun mahzun oturuyor, küçük çakıl taşlarıyla oynayarak içlerindeki sıkıntıyı açığa
vuruyorlardı, bazıları da ağlıyordu.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- izin alarak Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna girdi.
Beline bir ihram bağlayıp hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerine uzanmış olduğunu
gördü, selâm verdi. Vücudundaki hasır izlerini görünce dayanamadı, ağlamaya başladı.

Resulullah Aleyhisselâm:

“Niye ağlıyorsun yâ Ömer!” diye sorduğunda:

“Yâ Resulellah! Ne diye ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ve


sefâsını sürerken, siz Allah katında en seçkin kul olduğunuz halde böyle bir hayat
sürüyorsunuz!” dedi.

Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:

“Yâ Ömer! Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına râzı değil misin?”

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: “Râzıyım!” diye cevap verdi. Daha sonra hanımlarını
boşayıp boşamadığını sordu.

“Hayır boşamadım.” buyurdu.

Bu cevap karşısında: “Allahu Ekber!” demekten kendini alamadı ve: “Bütün Ashâb
üzüntü içindeler, gidip de kendilerine durumu haber vereyim mi?” dedi. Resulullah
Aleyhisselâm:

“Olur!” buyurdu ve mübarek simâsından üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet


yüzü gülmeye başladı.

22.08.2019
Sayfa 522 / 646

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- huzur-u nebevî’den ayrılarak Mescid’in kapısına geldi ve
yüksek sesle:

“Resulullah Aleyhisselâm hanımlarını boşamamıştır!” diye bağırdı.

Bir ay dolunca Resulullah Aleyhisselâm inzivadan çıkarak hanımları ile görüşmeye


başladı.

Bu sırada Ahzâb sûre-i şerif’indeki ilgili Âyet-i kerime’ler nâzil oldu:

“Ey Peygamber! Hanımlarına söyle: Eğer dünya hayatını ve onun ziynetini


istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim de sizi güzellikle
salıvereyim.” (Ahzâb: 28)

“Eğer Allah’ı, Peygamber’ini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden


güzel davranan hanımlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb: 29)

Bu hadiseye “Tahyir” adı verilir. Bir erkeğin hanımını boşanma veya yanında kalma
hususunda karar vermede serbest bırakması demektir.

Bu duruma göre Resulullah Aleyhisselâm hanımlarını dünya ziyneti ile Allah ve Resul’ünü
tercih etmekte serbest bırakmaya memur edilmiş bulunuyordu.

İlk olarak meseleyi Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e açtı.

“Yâ Âişe! Sana bir şey soracağım, cevap vermekte acele etme, anne-babana sor,
sonra karar ver.” buyurdu ve nâzil olan Âyet-i kerime’leri okudu. O ise derhal cevap
verdi. “Yâ Resulellah! Ben bu hususta anneme babama hiç danışır mıyım? Elbette
Allah’ı, Allah’ın Resul’ünü ve ahireti tercih ederim.” dedi. Diğer Ezvâc-ı tâhirat da aynı
şekilde Allah ve Resul’ünü, dünya ziynetine tercih ettiler. Böylece sadâkatlerini ispat
etmiş oldular.

30. ve 31. Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ Ezvâc-ı tâhirat’a bizzat hitap ederek onlara
ikazlarda bulundu.

Onlar Allah ve Resul’ünü seçtikleri için, Allah-u Teâlâ da onlara böyle ikram ve lütufta
bulunmuş, Resulullah Aleyhisselâm da vefatına kadar sadece bu hanımlarla evli kalmış,
vefatından sonra da onlar müminlerin anneleri olarak kalmışlardı.

Onun ümmetinin nikâhlayabileceği azami hanım sayısı dört olduğu gibi, Resulullah
Aleyhisselâm’ın aynı anda nikâhı altında tutabileceği hanım sayısı da dokuzdur.

Bu, hem onların şereflerini muhafaza etmek, hem de yaptıkları tercihlerine ve rızâlarına
bir mükâfat olmak üzere verilmiş bir hükümdür.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 523 / 646

TAHRÎM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


ÇOCUK TERBİYESİ

Büyük Sorumluluk:

İslâm’da kişinin çocuk sahibi olması, büyük sorumluluk gerektiren bir durumdur. Nitekim
ana-baba ile çocuk arasındaki münasebet hem ahlâkî hem de hukukî yönden belli
esaslara bağlanmıştır. Durum böyle olunca çocuğun varlığı ciddiye alınmalı, iyi bir insan
ve samimi bir müslüman olarak yetişmesi için her türlü gayret ve fedakârlık
gösterilmelidir. Çocuğun dünya saâdetini ahiret selâmetini gözetmek, onu dünyaya
getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir husustur. İslâmiyet bu hususta
birinci derecede babayı sorumlu tutar.

İşte bunun içindir ki çocuğumuz daha doğarken İslâm terbiyesini uygulamaya başlamak
gerekmektedir.

Çocukların ahkâma uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhî bir emirdir:

“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten
koruyun.” (Tahrîm: 6)

Ateşin taşla tutuşturulması, hararetinin fazlalığındandır.

İnsan bu ilâhî emir ile mükellef olduğu gibi, evlâd-u ıyâlini bu emre tâbi tutmakla
mükelleftir. Aksi halde mesuldür.

Bu ise ancak ilâhî emirleri bizzat yapmakla, yasaklardan öncelikle kendisi sakınmakla ve
böylece âilesine güzel numune olmakla mümkündür.

Âile efrâdının cehennem ateşine sürüklenmelerine sebep olacak fitne ve isyandan


koruyarak Allah-u Teâlâ’nın emirlerine itaat yoluna götürür. Çünkü âile reisi kendisinden
sorumlu olduğu gibi âilesinden ve çocuklarından da sorumludur.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Erkek âile fertlerinin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan


sorumludur.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 487 - Müslim: 1829)

Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır.


Anne de bu sorumluluğa ortaktır, âilenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakımı ve
yetiştirilmesi onun sorumluluk dâiresine girmektedir.

22.08.2019
Sayfa 524 / 646

Çocuğun en mükemmel bir şekilde yetişmesi ve:

“Onlar Rabb’lerine inanmış gençlerdi.” (Kehf: 13)

Âyet-i kerime’sinde belirtilen imanlı gençlerden olması için ana-babanın bütün imkânlarını
kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun dünya saâdeti ve ahiret selâmetini hedef
alan böyle bir terbiye, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından ana-
babanın çocuğuna bırakacağı “En güzel miras” olarak vasıflandırılmıştır.

Saîd bin Âs -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Hiçbir baba evlâdına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras
bırakamaz.” (Tirmizî: 1953)

Bir baba için en önemli vazife, çocuklarının terbiyesini hakkıyla yerine getirmektir.

Çocuk eğitmek zor ve sabır gerektiren bir iştir. Çocukların üzerine titremek gerekiyor. Güç
bir vazife olmakla birlikte, her müslüman çocuklarını koruyup kollamak mecburiyetindedir.

Zebaniler:

Cehennemde son derece sert tabiatlı, güçlü-kuvvetli ve sayılamayacak miktarda


merhametsiz zebaniler bulunur, azaplara nezaret ederler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Biz de zebânileri çağıracağız!” buyuruyor. (Alâk: 18)

Allah-u Teâlâ onlara ne emrederse ona koşarlar, bir göz kırpması kadar bile emr-i
ilâhiden geri durmazlar. Hiç bir emri sonraya bırakmazlar, hemen ifaya çalışırlar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Onun başında pek haşin, pek şiddetli, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere baş
kaldırmayan, emredildikleri şeyi yapan melekler vardır.” (Tahrîm: 6)

Haşin tabiatları azabın tabiatına uygundur. Bu haşin tabiatları sebebiyle, o şiddetli ateşin
içinde azap yapmakla vazifelendirilmişlerdir. İşkence işlerini onlar tanzim etmektedirler.
Onların bir adı da “Hazene-i cehennem”dir ki, cehennem bekçileri demektir.

Mümin sûre-i şerif’inin 47. ve 48. Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurulduğu üzere;
cehennemlikler birbirlerine yaptıkları çağrının bir sonuç vermemesi üzerine bir fayda
göremeyeceklerini anlayınca cehennem bekçilerine yönelirler. Dünya günü ile bir gün bile
olsa azaplarının hafifletilmesi için Rabb’lerine talepte bulunuvermelerini onlardan isterler.
Fakat zebaniler onların bu isteklerini kınayarak ve azarlayarak reddederler.

Zebanilerin yapıları son derece ürkütücü bir görünümde, şiddet ve kesafettedir. Gözleri
yıldırım gibi, dişleri demir gibidir, ağızlarından ateş yalınları çıkar.

Onlar sadece suçluya verilen cezayı uygularlar. Kâfirlere karşı içlerinden merhamet
duygusu silinmiştir, hiç kimseye zerre miktarı acımazlar. Çünkü onlar gazaptan
yaratılmışlardır. İnsanoğluna nasıl yemek ve içmek sevdirilmişse, onlara da suçlulara
işkence etmek sevdirilmiştir.

22.08.2019
Sayfa 525 / 646

Cehenneme nezaret eden, cehennemi beklemekle vazifeli melekler de vardır. Bunlar


zebanilerin öncüleridir. Bunların başkanları da “Mâlik”dir ve “Cehennem muhafızı” olarak
anılmaktadır.

Allah-u Teâlâ imansız olarak ömür tüketip küfür üzere ölenlere ahirette söylenecek sözleri
Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir.

Cehenneme atılacakları gün onlara şöyle denilir:

“Ey kâfirler! Bugün özür dilemeyin. Çünkü siz ancak yaptıklarınızın cezasını
çekeceksiniz.” (Tahrîm: 7)

Çünkü bugün özür beyan etmenin hiçbir faydası yoktur. Bugün özür dilenecek gün
değildir, azgınlıklarınızın cezasının verileceği gündür. Allah size zulmetmedi, siz kendi
ellerinizle kendinizi ateşe attınız.

Tevbeye Dâvet:

Allah-u Teâlâ elde fırsat dilde ruhsat varken, ecel kapıyı çalmadan evvel kullarını tevbe
ve istiğfara dâvet etmektedir:

“Ey inananlar! Yürekten samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabb’iniz
sizin kötülüklerinizi örter.” (Tahrîm: 8)

Allah-u Teâlâ samimiyetle tevbe edenlerin tevbelerini kabul buyuracağını vaad


etmektedir. Tevbeleri kabul buyurmak ilâhî bir lütuftur. Kötülüklerden vazgeçen, bir daha
o hudutları aşmamaya azmeden ve tevbe etmek isteyen insanlara karşı tevbe kapısını
açık bırakmaktadır.

Allah-u Teâlâ Afüvv’dür, affı çok boldur, günahları çokça bağışlar. Engin merhameti ile
yaptığı hatalardan pişmanlık duyanların, günahlardan vazgeçip samimiyetle Hakk’a
dönenlerin, lütuf ve keremiyle tevbelerini kabul eder. Dilediğinin büyük olsun küçük olsun
günahlarını bağışlar. Günahların izlerini tamamen yok eder, Kirâmen kâtibîn meleklerinin
kayıtlarını sildirir. Kıyamet günü bu günahlardan dolayı hesap sormaz, mahçup
olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.

Günahlar ne kadar büyük olsalar dahi, O’nun bağışlamasının daha büyük olduğu
bilinmelidir.

İtaatkârlara Yapılan En Büyük İhsan:

Allah-u Teâlâ kıyamet gününde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ve


beraberindeki müminlere ikram ve ihsanların en büyüğünü yaparak taltif eder, onları
mahçup edip rüsvaylığa sürüklemez.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“O gün Allah Peygamber’ini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay


etmeyecek, utandırmayacak.” (Tahrîm: 8)

22.08.2019
Sayfa 526 / 646

Zira Allah-u Teâlâ’nın vaad-i Sübhânî’si vardır. Günahları olsa bile onları örtecek ve
affedecek, yüzlerini aslâ kara çıkarmayacak. Çünkü onlar o nurlu Peygamber’e uymuşlar
ve o nur izinde yürümüşlerdir.

“Nurları önlerinde ve sağlarında koşup parlayacak.” (Tahrîm: 8)

O nur onları cennete götüren yollarını aydınlatacak.

Gece ceryanlar kesildiği zaman insan karanlıkta kalıyor, gideceği yeri de bilemiyor
bulamıyor. Mahşer karanlığını bir tasavvur buyurun. Ancak nur ihsan ettiği kimse, o nur
ışığı ile önünü görür, yolunu bulur, gideceği yere gider. Nuru olmayanlar nereye gidecek?

Onları Peygamber’ine bağlayarak herkesin başının derdine düşüp perişan olduğu o


günde bu şerefe erdirmesi, gerçekten de son derece imrendirici bir lütuftur.

Kendilerinden başka kimselerin yürekler acısı durumlarını görünce şöyle derler:

“Ey Rabb’imiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Şüphesiz ki sen her şeye
kâdirsin.” (Tahrîm: 8)

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- buyurur ki:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in duâlarından birisi de şu idi:

“Allah’ım! Kalbimde bir nur kıl, gözümde bir nur kıl, kulağımda bir nur kıl, sağımda
bir nur, solumda bir nur, üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur, arkamda
bir nur kıl. Beni nur eyle!” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 2146)

Cihadın Ruhu:

Allah-u Teâlâ İslâm’ın en azılı düşmanı olan kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad etmeyi
müminlere emir buyurmuştur:

“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et!” (Tahrîm: 9 - Tevbe: 73)

Bu Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; “Cihad etmek” kelimesi “Savaşmak” kelimesinden


daha geniş muhtevalı ve daha şümullüdür. Zira münâfıklar gizli kâfir oldukları için diğer
açık kâfirler gibi savaş şeklinde bir cihad bahis mevzuu değildir.

Gerek alenen cephe alan kâfirlerin ve gerekse gizlice cephe alan münafıkların İslâm’ı
tehdit bakımından farkları yoktur. Her iki zümre de müslümanları parçalayıp yıkmak
hususunda aynı derecede tehlike arzetmektedirler.

Münâfıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki
kötü niyetleri teşhir etmek, ikiyüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.

Cehennemden korunabilmek için cihad zaruridir.

“Onlara karşı sert davran!” (Tahrîm: 9 - Tevbe: 73)

Bu her iki cepheye karşı katı muamele et, şiddet göster, sert sözler söyle. Aslâ yumuşak
davranma ki azimleri kırılsın, alçaldıkça alçalsınlar.

22.08.2019
Sayfa 527 / 646

“Onların varacağı yer cehennemdir.” (Tahrîm: 9 - Tevbe: 73)

Orası onların son duraklarıdır, orada sonsuz olarak kalacaklardır.

“O gidilecek yer ne kötüdür!” (Tahrîm: 9 - Tevbe: 73)

Öyle uğursuz bir gidiş ki, bunun ötesinde bir kötü gidiş olamaz.

İki Kâfire kadın:

Nuh Aleyhisselâm’ın karısı ile Lut Aleyhisselâm’ın karısı, hakkında hüküm geçmiş olan
nasipsizlerden idiler. Her ikisi de sâlih kocalarını değil, kâfirler tarafını tutmuşlardı.

Âyet- i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Allah, inkâr edenlere Nuh’un karısı ile Lut’un karısını misal gösterir. Bu ikisi,
kullarımızdan iki sâlih kulun nikahı altında iken onlara hâinlik ettiler.” (Tahrîm: 10)

Gece gündüz o iki peygamberin yanında onlarla birlikte yiyip içtikleri, en ileri derecede
onlarla beraber bulundukları halde küfür ve nifakta ihanet ettiler. İman hususunda onlara
uygun bir tavır takınmadılar.

Halbuki her ikisi de büyük bir nimet içindeydiler. Allah-u Teâlâ’nın iki sevgili kulu ve
peygamberinin zevcesi olmuşlardı. Fakat bu ihanetleri ile bu nimeti ellerinden
kaçırmışlardı.

“Kocaları da Allah’tan gelen azabı onlardan savamadı.” (Tahrîm: 10)

İlâhî azaba karşı o kadınlara herhangi bir faydası olmadı.

Gerçi Lut Aleyhisselâm’ın karısı, kavmi gibi o fuhşiyatı bizzat işlemiş değildi, fakat Lut
Aleyhisselâm’a gelen misafirleri kavmine haber vermekle ihanet ettiği için, bağlı kaldığı
cânilerle birlikte helâk olup gitmiştir. Çünkü küfre rıza küfür, masiyete rızâ masiyettir.

“O iki kadına: ‘Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” (Tahrîm: 10)

Nuh Aleyhisselâm’ın karısı da bu aziz peygamberin getirdiği dini kabul etmemiş, din
düşmanları ile işbirliği yapmıştı. Neticede de boğulanlarla beraber o da boğulmuştu.
Ahirette ise Allah dostlarının yakınları olmayan diğer kâfirlerle beraber cehenneme
girecektir.

Hazret-i Meryem:

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Irzını korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir.” (Tahrîm: 12)

Hazret-i Meryem Kur’an-ı kerim’de kendi adı ile yedi defa zikredilmiş, başka hiçbir kadın
ismen anılmamıştır. Allah-u Teâlâ ona verilen dünya ve ahiret kerametini ve onun bütün
âlemlerin kadınları üzerindeki seçkinliğini misal göstermiştir.

22.08.2019
Sayfa 528 / 646

“Biz ona ruhumuzdan üflemiştik.” (Tahrîm: 12)

Üflemek, Kuddüs olan Allah-u Teâlâ’nın emriyle Ruh’ul-kudüs’tendir. Ona İsa


Aleyhisselâm Cebrâil Aleyhisselâm’dan bir kelime üfürülür gibi, Allah tarafından
üfürülmüştür. Allah-u Teâlâ onu şereflendirmek için ruhu zâtına izafe etmiştir.

“Rabb’inin sözlerini ve kitaplarını tasdik etmişti.” (Tahrîm: 12)

Hazret-i Meryem onlara inanmış olduğu gibi, bu şekilde İsa Aleyhisselâm’a hamile
kalarak Allah-u Teâlâ’nın dilediğini yaratıcı olduğunu anlatan mucizelerle ilgili vahiy
haberlerini doğru çıkarmıştı.

“O bize gönülden itaat edenlerdendi.” (Tahrîm: 12)

Taate devam edenler arasında olduğu gibi, itaat eden sâlih kişilerin neslindendir.

Hem kendi zamanlarının hem de kendilerinden sonraki zamanların insanlarına büyük bir
ibrettirler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TALÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


“BOŞANMA HÜKÜMLERİ”

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on iki Âyet-i kerime,
iki yüz kırk dokuz kelime ve bin altmış harften teşekkül etmiştir.

Boşanma hukukunu konu edinmesi sebebiyle ismi “Talâk” olmuştur.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- bu Sûre-i şerif’e: “Küçük Nisâ sûresi” demiştir.

Muhtevâsından bu Sûre-i şerif’in Bakara sûre-i şerif’indeki boşanma hükümlerinden


sonra nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Böylece İslâm’daki âile hukuku kemâle erdirilmiştir.

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i şerif’te başlangıçta “Boşanma hükümleri” ele alınmakta, evlilik hayatı
çekilmez bir hâl aldığında müminlere yolların en güzeline girmelerini, meşru bir şekilde
boşama yapmalarını emretmektedir.

22.08.2019
Sayfa 529 / 646

İlk üç Âyet-i kerime’de boşanmaya ve iddete dâir hükümler açıklanmakta; 4. ve 5. Âyet-i


kerime’lerde kadınların iddet süresi belirlenmekte; 6. ve 7. Âyet-i kerime’lerde ise iddet
bekleyen kadınların mesken ve nafakalarının karşılanması hakkındaki hükümler ele
alınmaktadır.

Bu ilâhî hükümler açıklanırkan müminlerin Allah’tan korkmaları teşvik edilmiş, eşlerden


birinin diğerine zulmetmemesi istenmiştir.

8. ve 9. Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin emirlerini


dinlemeyenlerin âkıbetlerinin çok acıklı bir azap olacağı hatırlatılmış, bu hususta geçmiş
ümmetlerden misal verilmiştir.

10. ve 11. âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ’nın müminlere bir zikir olan Kur’an-ı kerim’i
indirdiği, şerefli bir Peygamber gönderdiği; bu yüce Peygamber’in müminleri
karanlıklardan aydınlığa çıkardığı, Allah’ın açıklayıcı âyetlerini onlara okuduğunu,
inananların altlarından ırmaklar akan cennetlere girecekleri haber verilmektedir.

Ve son olarak da 12. Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azameti en geniş
mânâsı ile beşeriyete duyurulmaktadır.

Talâk:

“Bağı çözmek ve serbest bırakmak” mânâsına gelen talâk; “Nikâh ile sabit olan evlilik
bağının kaldırılması” demektir.

Talâkın meşru oluşu Kur’an-ı kerim, Sünnet-i seniye ve İcmâ ile sabittir.

Allah-u Teâlâ bu sûre-i şerif’te, Bakara sûre-i şerif’inde açıklanmamış bazı haller ile ilgili
âileyi ilgilendiren, boşanmanın dışındaki bazı hallere âit hükümleri açıklamaktadır.

Allah-u Teâlâ ümmetini hayra götüren, hidayete erdiren seçkin Peygamber’ine tâzim ve
aynı zamanda ümmet-i muhteremesini uyandırmak ve öğretmek için hitap ederek şöyle
buyurur:

“Ey peygamber! Kadınları boşadığınız zaman, onları iddetleri içinde (iddetlerini


gözeterek) boşayın.” (Talâk: 1)

Burada önce Resulullah Aleyhisselâm’a nidâ ile başlaması, beyan edilecek boşama
tarzının onun şeriatına âit Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen yeni bir hüküm olması
hasebiyle duyurma ve tenbih ifade etmekte, aynı zamanda konunun önemini daha da
artırmaktadır.

Talâk Allah-u Teâlâ’nın buğz ve adâvetini mucip bir helâl olmakla birlikte, talâkın câiz
olması Allah-u Teâlâ’nın bir rahmeti olmaktadır. Zaruri bir ihtiyacı gidermek için meşru
kılınmıştır. İhtiyaç olmadığı takdirde mekruhtur.

Geçici bir öfkeden veya esiri olduğu bir arzudan dolayı hemen talâka sarılmak doğru
değildir. Bütün bunlar İslâm’ın âdâb ve esaslarını çiğnemektir ve günahtır.

Mahmud bin Lebid -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

22.08.2019
Sayfa 530 / 646

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir kimse gelerek hanımını üç talâkla


birden boşadığını haber verdi.

Resulullah Aleyhisselâm gadaplı bir şekilde kalkarak:

“Daha ben aranızda iken Allah’ın kitabıyla mı oynanıyor?” buyurdu.

Derken birisi kalkıp: ‘Yâ Resulellah! Onu öldüreyim mi?’ dedi.” (Nesâî. Talâk 6)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu ifadesi meselenin dinen ne


kadar kötü olduğunu göstermektedir.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- böyle yapanları kamçı ile cezalandırırdı.

Bir kimse Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- ya gelerek “Ben karımı yüz talâkla
boşadım, bana bir şey gerekir mi?” diye sorduğunda şu cevabı verdi:

“Kadın senden üç talâkla boşanmıştır. Geri kalan doksan yedisi ile Allah’ın âyetiyle
alay etmiş olursun.” (Muvatta. Talâk 2)

Allah-u Teâlâ talâkı üç kıldığı için, Abdullah -radiyallahu anh- üçten fazla boşamayı
ciddiyetsizlik, dinin ahkâmı ile alay etmek olarak vasıflandırmıştır.

Boşamayı belirten sarih lâfız kocanın dilinden dökülecek olursa, bundan sorumlu tutulur.
“Boşamaya niyet etmemiştim.”, “Şaka yapıyordum.”, “Laf olsun diye söylemiştim.” gibi
mazeretler ileri sürmesi fayda vermez.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Üç şey vardır ki bunların ciddisi ciddi, şakası da ciddidir:

Nikâh, boşanma ve ric’at (bir adamın boşamış olduğu karısına tekrar


dönmesi).” (Ebu Dâvud-Tirmizî)

Ay halindeyken kadın boşanmayacağı gibi, kendisine mukarenette bulunduğu temizlik


halinde de boşanmaz. Bir müslüman, karısından ayrılmayı arzu ederse, ayrılacağı
zamanı seçmesi lâzımdır. Kadın ay halinden temizlendikten sonra, onunla hiç
mukarenette bulunmadan boşanmalıdır.

En güzel ve sünnet olan şekil budur.

Bu ise iddetin en kısa zamanda başlaması, mukarenet sonucu gebelik meydana


gelmemesi ve kocasının tam bir idrak ve düşünüş halinde ve aklını kullanarak boşaması
içindir. Kadının hayız anında boşanması yasaklanmıştır ki, iddet zamanı uzayıp da kadın
zarar görmesin.

Âdet günlerinde kadın boşamak haram olduğu gibi, temiz halde iken mukarenette
bulunduktan sonra boşamak da mekruhtur.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

22.08.2019
Sayfa 531 / 646

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanında karımı hayız halinde boşadım.


Bunun üzerine babam Ömer -radiyallahu anh- durumu Resulullah Aleyhisselâm’a
anlatmış da şöyle buyurmuştur:

“Ona emret de karısına dönsün. Sonra onu temizlenip başka bir hayız görünceye
kadar terk etsin. Kadın temizlendiği vakit ya ona mukarenette bulunmadan boşasın,
yahut nikâhında tutsun. Çünkü kadınların kendisi için boşanmasını emrettiği iddet
budur.” (Müslim: 1471)

Âyet-i kerime bu müddetin nazarı dikkate alınmasını, rast gele boşama yapılmamasını
emretmiş olmaktadır.

“Ve iddeti sayın.” (Talâk: 1)

Evlilik iddet süresinin bitimiyle sona erdiği için, boşama zamanını iyi belirleyip iddet
günlerini tesbit etmek lâzımdır.

“Rabb’iniz olan Allah’tan korkun.” (Talâk: 1)

O’nun emir ve nehiylerine aykırı hareket etmekten, hükümlerine uymamaktan sakının.


Gerek boşamada gerekse iddette kadınları zarara sokmaya kalkışmayın.

“Onları evlerinden çıkarmayın.” (Talâk: 1)

Kocasından ayrılan bir kadın iddetini kocasının evinde beklemelidir. İddet süresi
içerisinde koca üzerinde mesken hakkı vardır. Kocanın onu çıkarmaya hakkı yoktur.
Kadının da çıkması câiz değildir.

“Kendileri de çıkmasınlar.” (Talâk: 1)

Kocası izin vermiş olsa bile bir zaruret olmadıkça çıkmaları haramdır, çıkarsa günah
işlemiş olur. Bu yasak soyu ve kadını korumak içindir.

“Apaçık bir hayâsızlık yapmaları hali müstesna.” (Talâk: 1)

Geçimsizlik, serkeşlik ve dikbaşlılık yapıp da ihtiyaçları yok iken çıkıp gitmeleridir ki bu


durumda fâhiş bir terbiyesizlik yapmış olurlar.

Çıkıp giderlerse iddet hakkından kurtulmuş olmazlarsa da, ev nafaka hakları düşer.

Kötü bir fiilde bulunurlarsa, o zaman kocasının evinde durması zor olduğundan
çıkarılması câizdir.

“Bu hükümler Allah’ın hudududur.” (Talâk: 1)

Kendilerine muhalefet edilmemesi icabeden ilâhî hükümlerdir. Bu hükümlere uymak ve


haddi aşmaktan korkmak gerekir.

“Kim Allah’ın hududlarını aşarsa, kendine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)

Allah-u Teâlâ, yolunda gidenlerin kurtuluşu için emir ve yasaklarla bir takım sınırlar
çizmiştir. O sınırları geçtikleri zaman hak yoldan çıkarlar ve karanlıklara saparlar. Bu ise
nefislere karşı en büyük zulümdür ve bu yüzden cehennem azabını hak etmiş olurlar.

22.08.2019
Sayfa 532 / 646

İnsanlar Allah-u Teâlâ’nın hükümlerindeki hikmetleri gereğince bilemezler. O sayılacak


iddet içinde Allah-u Teâlâ kişinin kalbinden karısına karşı nefreti çıkarabileceğini, tekrar
karısı ile beraber yaşamayı arzu edebileceğini düşünemezler.

Eğer o kimse Allah-u Teâlâ’nın Kitab-ı kerim’inde gösterdiği yola uyarak karısına böyle bir
mühlet tanırsa, Allah-u Teâlâ onun arzu ettiğini irade buyurur.

Nitekim Âyet-i kerime’nin sonunda şöyle buyuruluyor:

“Sen bilmezsin, belki de Allah bunun ardından bir durum peyda ediverir.” (Talâk: 1)

İddet süresi boyunca boşanan kadının, kocasının evinde kalmasının hikmeti; kocasının
onu boşamaktan dolayı pişmanlık duyması, Allah-u Teâlâ’nın onun kalbinde ona dönmek
arzusunu halketmesi dolayısıyladır. Şüphesiz ki kalpler Allah-u Teâlâ’nın iki parmağı
arasındadır, onları dilediği tarafa çevirir.

Onun içindir ki herhangi bir sebeple karısını boşayacak olan kimse öfkeyle her şeyi kesip
atıvermemeli, ilerisini de hesaba katmalı, Allah-u Teâlâ’nın bu emir ve nehiylerle tayin
ettiği hududu aşmamalı, önce iddetini gözeterek temiz bir halde talâk vermeli ve iddeti
saymalıdır. Şayet ayrılmak gerekirse bununla hem maksat hasıl olur, hem de bir
tecrübeye imkân bırakarak düşünüp uyanmaya ve pişmanlık duyulursa geri dönmeye
fırsat tanınmış olur.

Öyleyse en iyisi işi Allah-u Teâlâ’ya havale etmek, O’na bağlanmak, O’nun takvâsını
gözetmektir.

Âyet-i kerime üç talâkın bir çırpıda verilmesinin mekruh olduğuna işaret etmektedir.
Çünkü üç talâktan sonra dönmek mümkün değildir. Üç talâk vermek şeytana yardım, öyle
yapmamak ise ona karşı çıkmaktır.

Nitekim Câbir -radiyallahu anh- den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Şeytan tahtını deniz üzerine koyar. Sonra çetelerini gönderir. Şeytanın katında ona
derece itibariyle en yakın olanı, en büyük fitne çıkaranıdır.

Bunlardan birisi gelerek ‘Şöyle şöyle yaptım!’ der. Buna karşılık şeytan ‘Sen bir şey
yapmamışsın.’ der. Sonra bir başkası gelip ‘Onu karısıyla birbirinden ayırmadan
bırakmadım.’ der. Şeytan onu kendisine yaklaştırır ve ‘Sen en iyisin!’ karşılığını
verir.” (Müslim: 2813)

İddet süresi sona doğru yaklaşınca, daha önce belirtilen müddet miktarı içerisinde yani
iddeti son bulmadan önce koca boşandığı karısını geri alabilme ve talâktan dönebilme
yetkisine sahiptir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İddet sürelerini doldurduklarında, onları güzellikle tutun.” (Talâk: 2)

Bu şart geri dönüşün sonu, ayrılığın başlangıcı olan zamanı göstermek içindir.
Binaenaleyh iddet müddeti içinde kocanın her zaman dönme hakkı vardır. Fakat iddet

22.08.2019
Sayfa 533 / 646

bitince tercih hakkı ortadan kalkar, ayrılık gerekir. Kadının izniyle nikâh tazelenmedikçe
birleşme mümkün olmaz.

“Veya onlardan güzellikle ayrılın.” (Talâk: 2)

Tutmayı ya da salıvermeyi tercih etseniz de bunları iyilikle yapmalısınız. Ayrılacaksanız


güzellikle ayrılın. İddetini lüzumsuz yere, sırf ona eziyet vermek için uzatmayın. Gücünüz
yetiyorsa, boşanma nedeniyle ona bir şeyler verin.

“İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun.” (Talâk: 2)

Şüpheyi ortadan kaldırmak için, karı-koca ayrılsalar da geri kalsalar da şahitlerin şehâdeti
gerekir. Herkes boşanma haberini duyabilir, fakat tekrar birleşme haberini duyamaz.

Şahit tutma emri teşvik içindir. İhtilâfa kapı açılmaması için hikmetli bir tavsiyedir.

“Şahitliği Allah için yapın.” (Talâk: 2)

Çünkü şahitlik edilmesini Allah-u Teâlâ buyurmaktadır. Şahitlere düşen de hiç bir şeyi
gizlemeyerek, sırf Allah rızâsı için şehâdet etmektir. Şahit, şahitliğini gizlerse hıyanet
etmiş olur.

İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın emridir, her müminin bu emirlere boyun eğmesi lazımdır.

“İşte bu, Allah’a ve âhiret gününe inananlara verilen öğüttür.” (Talâk: 2)

Çünkü bunlara riâyet edip faydalanacak olanlar, Allah’a ve âhiret gününe imanı olan
kimselerdir.

İman kabiliyeti kalmamış, gönülleri kararmış ve mühürlenmiş olanlar ne Allah’tan korkar,


ne âhireti sayar, ne de nasihat dinlerler, onlar kendi nefislerinin hevâsına dalarlar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TALÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Tevekkül

Tevekkül makamına yükselen takvâ ehli, dünya maîşetlerini şu Âyet-i kerime’lerde ifade
edilen gayb hazinesinden temin ederler:

22.08.2019
Sayfa 534 / 646

“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan
kurtarır.” (Talâk: 2)

Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile
yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.

“Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir.” (Talâk: 3)

Boşayan da boşanan da Allah’tan korktuğu takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve
ummadığı yerden nasibini verir.

“Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter.” (Talâk: 3)

Sebeplere dayanma sınırlı, Allah’a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere
dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’ya güvenmekledir. Şu kadar var ki
sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhidir.

Bu durumda neticeye kolayca varılır, işler kolayca hâl imkânı bulur ve kişi kolaylıklar
içinde ömrünü huzurlu olarak devam ettirir.

Tevekkül edenin muradı, Allah-u Teâlâ’nın irade ve rızâsına teslim olmaktan ibaret
olursa, Allah-u Teâlâ onun mükâfâtını büyütür.

“Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir.” (Talâk: 3)

Hiçbir güç ve kuvvet Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmesine mâni olamaz. Hükmünü
istediği gibi yürütür.

“Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir.” (Talâk: 3)

Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Hiçbir şey tesadüf ve başıboş
değildir.

Hamile Kadınların İddeti:

Kocası ölen hamile kadınların iddetleri ise, kocanın ölümünden bir saat sonra dahi
gerçekleşse, doğumla sona erer.

Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Hamile olanların bekleme süresi ise yüklerini bırakmalarına (doğum yapmalarına)


kadardır.” (Talâk: 4)

Bunlar ister boşanmış, ister kocası ölmüş kadınlar olsun durum aynıdır.

Kocası öldükten on beş gün sonra doğum yapan Sübey’a el-Eslemiyye -radiyallahu
anhâ-ya, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bekleme süresinin
tamamlandığını bildirmiştir. (Buhârî-Müslim)

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de:

“Kocası yatakta, henüz defnedilmemiş iken doğum yapsa da bir kadının evlenmesi
helâldir.” demiştir. (Muvatta. Talâk, 84)

22.08.2019
Sayfa 535 / 646

Âdetten Kesilenlerle
Hiç Âdet Görmeyenlerin İddeti:

Allah-u Teâlâ küçüklük ve yaşlılığından dolayı hayız görmeyen boşanmış kadının


hükmünü açıklamak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdetini görmemiş


bulunanlar (ın iddet)inde eğer tereddüt ederseniz, onların iddeti üç aydır.” (Talâk: 4)

“Âdetten kesilenler” ve “Hiç âdet görmemiş olanlar” üç ay bir müddetle bekleyince,


kendilerini boşamış olan kocaları ile irtibatlarını tamamen kesmiş olurlar ve başkaları ile
evlenebilirler. “Âdet görenler”in iddetleri ise tam üç hayız görmekle sona ermiş olur.

Kocası ölen hamile kadınların iddetleri ise, kocanın ölümünden bir saat sonra dahi
gerçekleşse, doğumla sona erer.

“Hamile kadınların bekleme süresi ise yüklerini bırakmalarına (doğum yapmalarına)


kadardır.” (Talâk: 4)

Bunlar ister boşanmış, ister kocası ölmüş kadınlar olsun durum aynıdır.

“Kim Allah’tan korkarsa, Allah onun her işinde bir kolaylık verir.” (Talâk: 4)

Takvâ sebebiyle ona işini kolaylaştırır, düğümlerini tek tek çözer, hiçbir işinde zorluk
bırakmaz, hayırlı ve yararlı işler yapmada muvaffak kılar, isyanlardan ve kötülüklerden
korur.

İşinde kolaylık her insanın arzu ettiği bir şeydir. Bu ise Allah-u Teâlâ’nın bir kuluna büyük
bir ihsanıdır. Bu gibi kimseler kolayca neticeye varırlar, tam bir kolaylık içinde hayatlarını
sürdürürler.

“İşte bu, Allah’ın size indirdiği emridir.” (Talâk: 5)

Allah-u Teâlâ bu ilâhî hükümleri, insanların uymaları ve amel etmeleri için indirmiştir.
Verilen bu emir âlemlerin Rabb’ine âit olduğu için çok ciddidir ve dikkate şayandır.

“Kim Allah’tan korkarsa, Allah onun kusurlarını örter ve mükâfâtını


büyütür.” (Talâk: 5)

Takvâsı sebebiyle ondan râzı olduğu için günahlarını siler, yaptıkları iyiliklerin karşılığını
da kat kat artırarak verir.

Bu umumi bir hüküm ve vaaddir.

Boşanan ve İddet Bekleyen


Kadının Nafakası:

“Ric’î” ve “Bâin” talâkla boşanıp da, iddet bekleyen kadının barınması ve nafakası kocaya
aittir. Ayrıca “Ric’î” ve “Bâin” talâkla da olsa boşanan hamile kadının da barınma ve
nafakası kocaya âittir.

22.08.2019
Sayfa 536 / 646

6. Âyet-i kerime’de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:

“Boşadığınız o kadınları (iddetleri müddetince) gücünüz ölçüsünde oturduğunuz


yerin bir bölümünde oturtun.” (Talâk: 6)

Burada emir buyurulan husus, kendi bulundukları meskenlere benzer meskenlerde


oturtulmalarıdır. Daha aşağı ve güçlerinin yetebildiğinden daha düşük bir yerde
oturtulmamalıdırlar. Kadının kocasına gücünün yetmeyeceği bir ev teklif etmeye de hakkı
yoktur.

Bu emirler sağ kalanlaradır. Kocası vefat eden kadının iddetinde ikamet yeri ve nafaka
talebinde bulunmaya hakkı yoktur. Vârisler arasında bulunduğu için, terikeden hissesi ne
ise onu alır.

“Onları sıkıştırıp evden çıkarmaya zorlamak için kendilerine zarar vermeye


kalkışmayın.” (Talâk: 6)

Meskeninden çıkmak zorunda bırakmak ve nafakadan vazgeçirmeye mecbur edecek


şekilde sıkıştırmak, onu dara koymak demektir.

“Eğer onlar hamile iseler, çocuklarını doğuruncaya kadar nafakalarını


verin.” (Talâk: 6)

Hamile kadınların doğum yapmaları ister yakın ister uzak olsun, çocuklarını doğuruncaya
ve başkaları ile evlenmeleri helâl oluncaya kadar nafakaları kocalarına aittir.

“Sonra doğan çocuğu sizin faidenize emzirirlerse, emzirme ücretlerini


verin.” (Talâk: 6)

Çocuk dünyaya gelince ona baktırmak vazifesi esas itibariyle babaya aittir. Emzirecek süt
anayı baba tutar, masraflarını baba verir. Ananın da çocuğu kendi kucağında bulundurup
ona fiilen bakma hakkı vardır.

Çocuğun hakkı da ilk önce ana sütünü emmektir. Onun için boşanmış olan ana, çocuğa
bakma hakkını kullanıp da babanın hesabına olarak ücretle o çocuğu emzirecek olursa,
babanın o çocuğu ondan almayıp süt emzirme ve bakım ücretini vermesi gerekir. Yok
eğer babası hesabına değil de ana kendi hesabına emzirecek olursa, o zaman babanın
çocuğun anasına ücret vermesi gerekmez. Yalnız baba emzirme ücretinin dışında giyim
ve diğer masrafları verir ve bütün bunların kendi aralarında kararlaştırılması gerekir.

Onun için buyuruluyor ki:

“Aranızda bu hususta güzelce müşavere (istişare) edin.” (Talâk: 6)

Gereken ücreti ve çocuğun nafakasını kararlaştırın, boşanıp ayrıldık diye birbirinize


zorluk çıkarmayın.

“Anlaşmakta güçlük çekerseniz, bu takdirde çocuğu baba hesabına bir başka kadın
emzirecektir.” (Talâk: 6)

Baba diğer bir süt anası bulup emzirtecek ve ona gereken ücreti vermeye mecbur
olacaktır. Bu takdirde ise, ana çocuğuna analık etmemiş, Allah-u Teâlâ’nın kendisine
verdiği sütü yavrusundan esirgemiş olacaktır.

22.08.2019
Sayfa 537 / 646

İddet bekleyen kadına verilecek nafaka kocanın gücüne göre ayarlanır. Koca eğer zengin
ise zenginliğine uygun bir nafaka, fakir ise gücünün yetebileceği bir nafaka vermelidir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Hali vakti geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı dar olan fakir de,
nafakayı Allah’ın kendisine verdiğinden versin. Allah bir kimseyi ancak ona verdiği
şeyle mükellef tutar.” (Talâk: 7)

Her hususta böyle olduğu gibi infak teklifleri de böyledir. Zengin zenginliğine göre, fakir
de fakirliğine göre sorumlu olur.

“Allah bir güçlükten sonra ergeç bir kolaylık ihsan edecektir.” (Talâk: 7)

Binaenaleyh fakirler ve fakir âileleri bulabildiklerinle kanaat ederek sabretmeli, ilerisi için
Allah-u Teâlâ’dan ümidini kesmemelidir.

Kocaların boşanan kadınlara güçleri yettiği ölçüde, ayrılığın verdiği yalnızlık yarasını
sarmaları için mal vermeleri gerekir. Bu, Allah-u Teâlâ’nın emrine uyan müminlerin
üzerine bir borçtur.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Boşanan kadınların da meşru bir şekilde faydalanmaları haklarıdır. Bunun yerine


getirilmesi, Allah’tan korkanlara bir vazifedir.” (Bakara: 241)

Bu mal gerdeğe girmiş olanlar için iddet nafakası, girmemiş olanlar için de bağıştır.
Bunun geleneklere uygun olanı da kocanın gücüne göre, kadının durumuna uygun
olmasıdır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TALÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Gönül Islahı

İsyan Cezasız Kalmaz:

22.08.2019
Sayfa 538 / 646

Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerine muhalefet eden, Peygamber’ini yalanlayan, indirdiği


ilâhî hükümlerden başka yollara giden sapıkları Âyet-i kerime’lerinde tehdit ediyor,
geçmiş ümmetlerin başlarına gelen çok şiddetli felâketleri haber veriyor ve müslümanları
uyandırarak şöyle buyuruyor:

“Nice memleketler vardır ki, Rabb’lerinin ve peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp


azmıştır.” (Talâk: 8)

Allah-u Teâlâ’nın dininden uzaklaşan ve peygamberleri reddeden kimselerin er veya geç


ilâhî azaba uğramaları her zaman ve mekânda tekrarlanan şaşmaz bir kanundur.

“Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba
uğratmışızdır.” (Talâk: 8)

Onların isyanları sebebiyle yaşadıkları memleketler harap olmuş; isyankârlar son derece
şiddetli cezâlara çarptırılmışlar, emniyet, huzur ve güvenden mahrum olarak
yaşamışlardır. Bununla iş bitmiş olmayacak, dünyadaki âcil azap yanlarına kâr
kalmayacak; ölür ölmez kabir azabının ara vermeyen cefâsı ile karşılaşacaklar, ahirette
de tepetakla cehenneme yuvarlanarak tasavvura sığmayan ve misli görülmemiş bir
belâya uğrayacaklardır.

“Böylece onlar kendi yaptıklarının cezasını çektiler.” (Talâk: 9)

Pişmanlığın hiçbir fayda vermediği bir zamanda pişmanlık duydular.

“İşlerinin sonucu da tam bir hüsran oldu.” (Talâk: 9)

Ömür sermayesini iyiye ve güzele, ahireti kazanmaya sarfetmedikleri için boşa


harcamışlar; ticaretleri de zarar etmiş, tam bir müflis durumunu düşmüşlerdir.

Dünyada iken canla-başla çalışıp fayda bekledikleri çalışmalarından fayda değil, büyük
zarar görecekler.

“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır.” (Talâk: 10)

Onlar bu pek müthiş azaba müstehak olmuşlardır. Dünyada çarptırıldıkları musibetler,


günahlarına kefaret olmaz, ahirette de can yakıcı azaplara uğrarlar. İşte Hakk’tan
sapmanın, hakikatten uzaklaşmanın vebâli bu kadar ağırdır.

Allah-u Teâlâ isyanların cezasız kalmayacağını anlattıktan sonra, isyankârların başına


gelen dünyevî ve uhrevî azapların, müminlerin de başına gelmemesi için onlara uyarıda
bulunmaktadır:

“Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah’tan korkun!” (Talâk: 10)

Felâkete uğrayan geçmiş ümmetlerin âkıbetlerini düşünün, akıllarınızı kullanın, Allah


yolundan ayrılmayın, O’nun suçüstü yakalamasından ve intikam almasından sakının.
Aksi takdirde onlara isabet eden musibetler size de bu isabet eder.

Gönül Islâhı:

22.08.2019
Sayfa 539 / 646

Allah-u Teâlâ müminlere uyarıda bulunduktan sonra, onlara olan büyük nimetini
hatırlatıyor ve şöyle buyuruyor:

“Allah size bir zikir indirmiştir.” (Talâk: 10)

Bu indirilen zikir Muhammed Aleyhisselâm’dır. Onun şahsiyeti baştan başa bir zikirdir, bir
uyarıdır. Onun gönderilmesiyle bu zikir gözle görülen mücessem bir şahıs hâle gelmiş,
böylece o yüce Peygamber Kur’an-ı kerim’in canlı bir tercümanı olmuştur.

Nitekim Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:

“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dır.” buyurmuşlardır.


(Müslim)

Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a indirilen gerçeklere iman edenlerin hâl ve


ahvâllerini bizzat kendisinin düzelteceğini, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını,
gönüllerini ıslâh edeceğini; ruh ile beden, madde ile mânâ, dünya ile ahiret arasında
kopmaz bağlar kuracağını beyan buyurmaktadır:

“İman edip sâlih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size
Allah’ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir.” (Talâk: 11)

Bütün kâinat cehâlet, dalâlet ve vahşet içinde yüzerken Allah-u Teâlâ, o an ve zamana
göre hakikati indirmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından
çıkmasına vesile olmuştur.

Kur’an-ı kerim’in indirilmesi ve Muhammed Aleyhisselâm’ın gönderilmesi ile, hak ve


hakikate tâbi olanlar; zulmetten nura, şirk ve küfürden imana, bâtıldan hakka, gafletten
uyanıklığa, cehâletten ilim ve irfana nâil olmuşlar, ebedî saâdete erişmişlerdir.

“Kim Allah’a iman eder ve sâlih amel işlerse, Allah onu altlarında ırmaklar akan
cennetlere sokar.” (Talâk: 11)

Bir daha da oradan çıkarmaz.

“Orada ebedî kalırlar.” (Talâk: 11)

Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını
Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk
vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevazu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı
olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.

“Allah ona gerçekten güzel bir rızık vermiştir.” (Talâk: 11)

Allah-u Teâlâ’nın onlara verdiği rızık ne kadar güzel ve ne kadar boldur! Gözlerin
bakmakla doyamayacağı, baktıkça lezzet alacağı, gizlenmiş öyle nimetler vardır ki, onları
ancak Allah-u Teâlâ bilir.

Azâmet-i İlâhî Saltanat ve İktidarların Üstündedir:

Yaratan Allah-u Teâlâ olduğu gibi yaşatan da, donatan da O’dur. O yaratıyor, O
yönetiyor. Mülk O’nundur, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O’nundur.

22.08.2019
Sayfa 540 / 646

Arş-ı Rahman’dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam etmektedir.

Yerden göklere, göklerden Arş’a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O’nun hüküm ve
idaresi altında, andan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok
oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.

O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve
cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem
yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.

Arş’ından arzına varıncaya kadar mahlûkatın bütün işlerini hikmet ve maslahatının


gerektiği şekilde bizzat kendisi yönetir ve yönlendirir. Hiç kimse O’nun hiçbir tedbirine
engel olamaz. Hükümranlığı kayıtsız şartsızdır ve devamlıdır.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah’tır.” (Talâk: 12)

Bu ise O’nun mülkünün genişliğini göstermektedir. Mülkünün genişliği karşısında bütün


bu yeryüzü ve bir o kadarı çok basit kalır.

Birçok gök yaratıldığı gibi birçok da arz yaratılmıştır.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyurur
ki:

“Kim ki (başkasına âit) araziden bir karış toprağa tecavüz edip zulmederse, yedi kat
arzdan bir halka onun boynuna geçirilir.” (Buhârî -Müslim)

Yer katları göklerin aksine birbirinden ayrı değildir, birbirlerininin üstünde yedi tabakadır.

O’nun bir İsm-i şerif’i de “Vâlî”dir. O öyle bir Vâlî-i âzam’dır ki, mülkünü ve mülkünde olup
biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder. Azâmet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde,
her hadisede büyüklüğünü gösterir.

“Allah’ın fermanı bunların arasından iner ki, böylece Allah’ın her şeye kâdir
olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talâk: 12)

Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri
ile, kimini kabuk ile...

Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yer de böyledir, gök de böyledir.
Arşırahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. Allah-u Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün
âlemleri çepeçevre çevirmiştir.

İşte bunun ispatı:

“Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)

Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından nereye baksan yalnız O’nu
göreceksin.

Herkes O’nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki bütün mekânlar O’nda
mekândır, O’nun mekânı yoktur.

22.08.2019
Sayfa 541 / 646

İyi bil ki O’nu gören, O’ndan gören, bütün âlemlerin bir kabuk, bir perde, bir maskeden
ibaret olduğunu görür ve bilir.

“Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır.” (Bakara: 115)

Çünkü:

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nûr: 35)

O’ndan başka ne vücud var, ne de mevcud var. Gösterdikleri bunu görüyor, böyle
olduğunu da biliyor. Amma kişiler “Lâ”da kaldılar, yeri göğü gördüler, orada kaldılar.
O’nun nuru olduğunu göremediler ve bilemediler. Aslı O’dur, perdede başkası görülür.
Mevcûdat O’nun nurundan birer nurdur.

Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Hem görüyor, hem biliyor. Amma
başkaları hem görmüyor, hem bilmiyor.

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- Hazretleri Talâk sûre-i şerif’inin 12. Âyet-i
kerime’si hakkında buyurur ki:

“Eğer bu Âyet-i kerime’nin size tefsirini yapacak olsam, beni mutlaka taş
yağmuruna tutarsınız.”

Bu anlatılanlar sanmayın ki bilinmiyor. Allah-u Teâlâ fakire öyle bir üslup vermiş ki, İbn-i
Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri’nin buyurduğu mevzuları açıyoruz da kimse farkında
değil. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri yerleştirdiğimiz için, o söylediğimiz söz
kayboluyor. Kişi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’i görüyor, o mevzuyu unutuyor. Kişilerin
anlayacağı şekilde açıldığı için şaşkınlık yapmıyor. Yoksa kapalı tuttuğumuz yerler çok
azdır.

Kişiler bunu neden kavrayamıyorlar?

İlimleri ilmel-yakîn, akılları da akl-ı meaş olduğu için kavrayamıyorlar.

Bu Âyet-i kerime’nin tecelliyâtına nerede mazhar olunur?

Kişi Allah-u Teâlâ’nın içinde olduğunu gördüğü zaman,

Kendisinin bir maskeden, bir paçavradan ibaret olduğunu anladığı zaman,

Mükevvenâtı kendi nurundan yarattığını ve donattığını gördüğü zaman, bu Âyet-i


kerime’nin sırrına ve tecelliyâtına mazhar olur.

Çünkü nurundan “Nur”unu yarattı, o “Nur” ile mükevvenâtı donattı. Bütün bu sır bunun
içindedir. Hep nur... Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da nur.

Ancak bu tecelliyâta kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de bilir. Çünkü o kendisini
görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.

O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kati surette buraya
erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyât verilmemiştir.

Eğer bu noktayı bir kavrayabilirseniz, göklerin ve yerin nur olduğunu gözünle


göremeseniz de, inanmakla kurtulmuş olursunuz.

22.08.2019
Sayfa 542 / 646

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TÂRIK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminin ortalarında, müşriklerin inananlara işkence yapmaya


başlamaları üzerine nâzil olmuştur. On yedi Âyet-i kerime, yetmiş iki kelime ve iki yüz
doksan bir harften müteşekkildir.

Adını ilk Âyet-i kerime'de geçen "Târık" kelimesinden alır.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle, içinde parlak yıldızlar bulunan göğe yemin ederek başlar.

Beşinci Âyet-i kerime'ye kadar ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen
parlak yıldızları tanıttıktan sonra, her canlının üzerinde bir koruyucu, bir gözetleyici
bulunduğunu beyan etmektedir.

On birinci Âyet-i kerime'ye kadar insan kendi yaratılışındaki ilâhî kudreti düşünmeye
dâvet edilmekte, Allah-u Teâlâ'nın ölümden sonra insanları tekrar diriltmeye kâdir olduğu,
ahiret gününde bütün sırların ortaya çıkarılacağı, o günde hiçbir surette kaçış imkânı
olmadığı açıklanmaktadır.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; gökyüzüne ve yere yemin edilerek, Kur'an-ı kerim'in
hakkı bâtıldan ayıran bir kitap olduğu insanlık âlemine duyurulmakta, plân çeviren kâfirler
tehdit edilmektedir.

Necm-i Sâkıb:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde göğe ve gökte yaratmış olduğu parlak yıldızlar üzerine
yemin ediyor ve şöyle buyuruyor:

"Andolsun göğe ve Târık'a!" (Târık: 1)

Onların mahiyetini O'ndan başka kimse bilemez.

"Târık'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?" (Târık: 2)

Hiç şüphesiz ki o, Allah-u Teâlâ'nın bildirmesiyle bilinebilir.

22.08.2019
Sayfa 543 / 646

"O, karanlığı delen yıldızdır." (Târık: 3)

Necm-i sâkıb; ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza
denir.

Böyle olmakla beraber:

"Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." (Nahl: 16)

Âyet-i kerime'si mucibince, yıldızda bir hidayet ve yol gösterme mânâsı olduğuna
göre "Târık" mânevî şeyler için de kullanılır.

Yani:

"Göğe ve karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için yıldız gibi maddemizi delip gönüllerimize
işleyen nura yemin olsun!"

"Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde bir koruyucu, bir gözetleyici bulunmasın." (Târık:
4)

O, bunların hepsini aynı seviyede işitir, görür ve bilir.

Asıl yüce makamından ayrılıp ten kafesine inen ve tekrar yüksek burçlara yükselmeye
kabiliyetli bulunan ruhânî lâtifeler, ancak peşpeşe yapılacak murakabalarla yükselebilir.
Murakabalardan geçtikçe iman tekâmül eder. İnsan tekâmül edemediği için Allah-u
Teâlâ'nın kendisini görüp gözettiğini bilememektedir.

Bütün hareketleriniz Allah-u Teâlâ'nın kontrolü altındadır. Yaptıklarınızdan, sözlerinizden


ve niyetlerinizden hiçbiri O'ndan gizli kalmaz.

"İnsan neden yaratıldığına bir baksın!" (Târık: 5)

Allah-u Teâlâ insana bizzat kendi varlığını tefekkür etmeye dâvet ediyor. Nasıl meydana
geldiğinizi bir düşünün! Hiç yok iken sizi bu hâle getiren kimdir? Onu yaratan neden
yaratmıştır?

Allah-u Teâlâ insanları hikmeti icabı olarak bir defada değil de, nesil nesil birbirlerinden
üretmiştir. Kadın ve erkeği yaratıp, onların kalplerine sevgi ve muhabbeti yerleştirdi. Öyle
ki, cinsi cazibe sebebiyle sabredemez oldular. Yaratılışlarında mevcut olan şehvet
duygusu, onları birleşmeye zorladı. Bu suretle, babanın sulbünde toplanan meni, ana
rahmine kendi özelliği içinde ilkah olundu.

İnsandaki ruh-i hayvânî, gıda olarak o bitkiyi yer. Bir müddet erkeğin sulbünde üreme
nüvesi hâlinde kalır. Daha sonra nutfe olarak ana rahmine geçer.

"Atılıp dökülen bir sudan yaratıldı." (Târık: 6)

Burada "Atılıp dökülen su" ile, erkekten hızla çıkan ve rahme


dökülen "Meni" kastedilmiştir.

"O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar." (Târık: 7)

Meni, bir çeşit sıvı ile nutfe yani sperma hayvancıklarının karışımından meydana gelir.
Erkeğin sulbünden çıkar. Yumurtacık ise, kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.

22.08.2019
Sayfa 544 / 646

Nitekim doğum yapan kadının göğsünde süt meydana gelmesi, göğüsle ana rahmi
arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

"Allah'ın onu yeniden döndürmeye elbette gücü yeter!" (Târık: 8)

Çünkü insanı numunesiz olarak hiç yoktan yaratmaya muktedir olan Allah, ölümden
sonra tekrar diriltmeye elbette muktedirdir.

"O günde ki, bütün gizli sırlar meydana çıkarılır." (Târık: 9)

Perde kalktığı zaman gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler, maksatlar ortaya
serilir. O büyük mahkemede kâfir, fâsık, fâcir kimseler bazı mazeretler sayıp dökseler de,
yaptıklarını gayet iyi bilecekler. İşte o vakit gözleri tam açılır.

"İnsanın o gün gücü kuvveti de, yardımcısı da yoktur." (Târık: 10)

Kaçış yolları yok, kendilerine yardımcı olabilecek, destekte bulunacak kimse yok, mazeret
öne sürüp kurtulabilme ümitleri yok... Başlarının derdini düşünmekten başka çareleri de
yok. Artık azaptan başka bir şeyle karşılaşmayacaklarını, kendilerini kurtaracak bir
yardımcının bulunmadığını anlamış olurlar.

Ayırt Edici Kesin Söz:

Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde göğe ve yere, onlardaki iki hadiseye yemin etmektedir:

"Dönüp dolaşan göğe andolsun ki!" (Târık: 11)

Sınırı bizce bilinmeyen gökteki cisimler hareket halindedirler.

"Reci" kelimesi dönmek ve döndürülmek mânâsına geldiği gibi "Yağmur" mânâsına da


gelir. Allah-u Teâlâ denizden milyonlarca ton suları yükseltip havanın içine çekmekte,
onları gökyüzünde tutmakta ve sistemli bir şekilde kuru bölgelere yağmur şeklinde
döndürmektedir.

"Ve yarılan yere andolsun ki!" (Târık: 12)

O yerden bitki, ağaç ve çiçekler çıkar.

Gökteki nizamlı ve intizamlı hareket, muallâ manzaralar, yerdeki faydalı yarılma, sürülme
ve açılma; hem Sâni-i zülcelâl'in kudret ve azametini tezahür ettirmekte, hem de her
hadisede O'nun düzenlemesi ile ilgili bir plânın mevcudiyetini ortaya koymaktadır.

Allah-u Teâlâ bu yeminden sonra Kur'an-ı kerim'in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden,
hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz, hakikat ile dalâlet arasında kesin bir berzah
olduğunu beyan buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki bu Kur'an, (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür." (Târık: 13)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e verilen mucizelerin en büyüğü ve


devamlı olanı Kur'an-ı kerim'dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı
saâdet'ten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile
değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir. Çünkü Allah kelâmıdır. Söz O'nun sözü, hüküm

22.08.2019
Sayfa 545 / 646

O'nun hükmü, kitap O'nun kitabıdır. O'nun hükmünü kim bozabilir? O'nun hükmünden kim
kurtulabilir?

Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nuru ile aydınlanmaktır.

"O aslâ bir eğlence değildir." (Târık: 14)

Gönüllerde saygı duyulan ciddi bir Kitap'tır. Hakikatin tâ kendisidir. Sapıklar onunla
yolunu bulur, onunla dirilir.

"Onlar (onu iptal etmek için) bir tuzak kuruyorlar." (Târık: 15)

Onun nurunu söndürmek, hükümlerini geçersiz saymak istiyorlar.

Nâzil olduğu günden bugüne kadar asırlardır bu sapıklığı gerçekleştirmek isteyenler aslâ
emellerine erememişler, kıyamete kadar da eremeyecekleri açık bir gerçektir.

"Ben de bir tuzak kurmaktayım. (Hilelerine karşılık vereceğim.)" (Târık: 16)

Onlara fırsat ve mühlet veririm, bu fırsatla aldanırlar. Hilelerine devam ederken ansızın
yakalarım ve cezâlarını veririm.

"Hele sen o inkârcılara mühlet ver, (onları biraz kendi hâllerine bırak!)." (Târık: 17)

Başlarına azabın hemen gelmesini isteme. Süreleri dolunca, başlarına nasıl bir felâket
geleceğini ve ne gibi ağır bir cezâya çarptırılacaklarını çok geçmeden göreceksin.
Ahiretteki cezâları ise hiç şüphesiz daha ağırdır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Tebbet Sûre-i Şerif'i (1)


Sûre-i Şerif'in Takdimi

Nisan 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Beş Âyet-i kerime, on yedi kelime ve
yetmiş yedi harften müteşekkildir.

22.08.2019
Sayfa 546 / 646

İlk Âyet-i kerime'de Ebu Leheb'in iki elinin kuruyup helâk olduğu mevzu edilmiş
ve "Tebbet" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur. "Leheb" Sûre-i şerif'i,
ayrıca "Lif" mânâsına gelen "Mesed" Sûre-i şerif'i olarak da anılır.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de İslâm'ın azılı düşmanlarından olan Ebu Leheb'in kahroluşu,
karısı ile kendisini ahirette karşılaşacakları azap beşeriyete bir ibret dersi olarak
anlatılmaktadır.

Açıktan Dâvet:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Önce yakın akrabalarını uyar!" (Şuarâ: 214)

Âyet-i kerime'si nâzil olunca, bir süre hastalanmış gibi evinde bulundu. Hatta halaları
kendisini hasta zannederek sağlığını sormaya bile gelmişlerdi. Çünkü kavmini ve
hısımlarını çok iyi tanıyordu.

Nihayet onları evinde yemeğe dâvet ederek bu vesile ile tebliğini duyurmaya karar verdi.
Amcaları Ebu Tâlib, Abbas, Hamza, Ebu Leheb ve Abdülmuttalip âilesi hep geldiler. Kırk
kişi kadar varlardı. Yediler içtiler. Yemeğin sonunda Resulullah Aleyhisselâm söz aldı.
Allah-u Teâlâ'nın kendisini "Peygamberlik"le vazifelendirdiğini ve bu tebliğin ne olduğunu
söyler söylemez; Ebu Leheb küstahça sözler söyleyerek, konuşmasına imkân vermedi ve
dağıldılar. Bu durum Resulullah Aleyhisselâm'ın çok ağırına gitti. Daha ilk dâvette amcası
karşısına dikilmişti. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm gelerek kendisini tesellî etti ve
cesaret verdi.

Birkaç gün sonra aynı kişileri çağırarak ikinci bir ziyafet verdi. Yemekten sonra şu sözleri
söyledi:

"Ey Abdülmuttalip oğulları! Ben size dünyanıza da ahiretinize de kefil olacak hayırlı
bir din getirdim. Allah bana, sizi o dine dâvet etmemi emir buyurdu. Bu işimde
hanginiz bana yardım edecek?"

Kimseden bir ses çıkmadı. Tam dağılmak üzere iken Hazret-i Ali -radiyallahu anh- çocuk
hâliyle: "Yâ Resulellah! Ben sana yardımcı olurum!.." dedi. Onun bu durumuna
gülüştüler ve çıkıp gittiler. Hiç icâbet eden olmadı.

Bundan sonra Resulullah Aleyhisselâm dâvetini daha da genişletti. Her fırsatta halk
topluluklarına hitap ediyordu...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 547 / 646

Tebbet Sûre-i Şerif'i (2)


Açıktan Dâvet (2)

Mayıs 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Arabistan'da bir gelenek vardı. Bir tehlike sezildiği veya belirdiği zaman, bir kişi sabahın
erken saatlerinde bir dağa veya yüksek bir yere çıkıp herkesi çağırmaya başlardı. Bu
canhıraş sesi duyan herkes etrafında toplanır ve durumu öğrenirdi.

Bu âdet üzerine Resulullah Aleyhisselâm bir sabah Safâ tepesine çıkarak avazı çıktığı
kadar:

"Ey ahalî! Geliniz!" diye seslenmeye başladı.

Bu sesi işitenler birbirlerine: "Bu seslenen kimdir?" diye sordular. Yine


birbirlerine: "Muhammed'dir!" diye cevap vererek, Ebu Leheb de beraber olarak hepsi
gelip çevresinde toplandılar. Kimi bizzat gelmişti, gelemeyenler de bu toplantının
mâhiyetini anlamak için adam göndermişti.

Kureyş kabileleri içinde Resulullah Aleyhisselâm'la akraba olmayan bir kabile


bulunmadığından; herkes toplandıktan sonra:

"Ey Abdülmuttalip oğulları! Ey Abdi menaf oğulları! Ey Zühre oğulları!.." diyerek


bütün Kureyş oymaklarını hususi surette ve bilinen adlarıyla birer birer anarak çağırdı.

Onlara şu soruyu yöneltti:

"Ben size: 'Şu dağın arkasında bir düşman ordusu var, üzerinize saldırma hazırlığı
yapıyor!' desem, bana inanır mısınız?"

Hepsi birden: "Evet inanırız, çünkü biz senin şimdiye kadar hiç yalan söylediğini
duymadık." dediler.

Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:

"O halde ben size önünüzde şiddetli bir azap günü bulunduğunu, Allah'a
inanmayanların o büyük azaba uğrayacaklarını haber veriyorum!"

"Size karşı benim durumum, gördüğü düşmanın tehlikesinden korkarak, hemen


âilesine haber vermeye koşan bir adamın durumu gibidir."

"Ey Kureyş! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz, uykudan uyanır gibi de
dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allah'ın divanına varmanız, dünyadaki her
hareketinizin hesabını vermeniz muhakkaktır. Neticede iyiliklerinizin mükâfatını,

22.08.2019
Sayfa 548 / 646

kötülüklerinizin de cezasını göreceksiniz. İşte o mükâfat ebedî cennettir, mücâzat


da daimi cehennemdir." (Tecrîd-i sarîh, IX. 246)

Elleri Kuruyan Adam:

Resulullah Aleyhisselâm'ın ilk açıktan dâvetine karşı çıkan olmamakla birlikte inanan da
görülmedi. Daha kimse ağzını açmadan Ebu Leheb ortaya atıldı. Ağzını bozarak: "Elin
kurusun senin! Bizi bunun için mi çağırdın?" dedi ve oradakileri dağıttı.

Kalb-i nebevîlerini rencide edince Allah-u Teâlâ Tebbet sûre-i şerif'ini indirerek Habib-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini tesellî etti ve buyurdu ki:

"Ebu Leheb'in elleri kurusun! Zaten kurudu, mahvoldu." (Tebbet: 1)

Ebu Cehil ve benzeri azgın kâfirlerin küfür ve taşkınlıkları Kur'an-ı kerim'de beyan edilmiş
olmakla birlikte, hiçbirinin adı anılmadığı halde, Ebu Leheb'in ismine hususiyetle yer
verilmesinde büyük hikmetler vardır...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Tebbet Sûre-i Şerif'i (3)


Elleri Kuruyan Adam (2)

Haziran 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Ebu Leheb, Resulullah Aleyhisselâm'ın amcası olması sebebiyle hususi bir şerefe sahip
bulunuyordu. O ise bunu takdir edemedi. Yeğenine yardımcı olacak yerde engel olmaya
çalıştı, küfrün öncülerinden oldu.

Asıl adı Abdüluzzâ idi. Yanaklarının pek kırmızı olmasından dolayı ateşe benzetilerek
Ebu Leheb denilmiş ve bu künye ile meşhur olmuştur. Ebu Leheb "Alev babası" demektir.
O itibarla Resulullah Aleyhisselâm'a ve İslâm'a düşman oldukları için kendi kendilerini
cehenneme atmış olan kâfirlerin hepsinin temsilcisi olması sebebiyle, onun mahvolması,
hepsinin mahvolmasına misal yapılmıştır.

"Ne malı ne de kazandıkları onu kurtaramadı." (Tebbet: 2)

22.08.2019
Sayfa 549 / 646

Ebu Leheb mala çok düşkün olduğu gibi, çok cimri bir adamdı. Servetine çok
güveniyordu.

"Eğer yeğenimin dedikleri doğru ise, çoluk-çocuğumu ve malımı fidye olarak verip
kendimi azaptan kurtarırım." diyordu.

Fakat malı da fayda vermedi kazancı da. Çünkü iki eli kurumuş ve helâk olmuştu.

"O alev alev yükselen bir ateşe girecektir." (Tebbet: 3)

Öyle bir ateş ki, dünyada eşi ve benzeri görülmemiş. Sadece cisimleri değil, ruhları sarıp
gönüllere nüfuz eden, gürül gürül yanan son derece şiddetli ateş!

"Odun taşıyıcısı olarak karısı da, boynunda liften bükülmüş bir ip olduğu halde
(oraya girecektir)." (Tebbet: 4-5)

Ebu Leheb'in yalnız kendisi değil, karısı Ümmü Cemil de ateşe yaslanacaktır.

Kâfirler cehennem odunu olduğundan, küfre hizmet etmek, cehenneme odun taşımak
mânâsına gelmektedir.

Ümmü Cemil de kocası gibi Resulullah Aleyhisselâm'a düşmanlıkta ileri gitmişti.

Öyle ki; geçeceği yol üzerine geceleyin dikenli otları yayarak ona eziyet etmek isterdi.
Onun için bu tabirle kınanmıştır. İçinde bulunduğu azap artsın diye, cehennemde odun
taşıyıp kocasının üzerine atacak, ayrıca boynuna ateşten bir zincir geçirilecektir.

Allah-u Teâlâ'nın bu açık ve kesin beyanı on beş sene kadar sonra Kur'an-ı kerim'in
haber verdiği şekilde aynen gerçekleşti.

Bedir savaşına Kureyş'in bütün ileri gelenleri gittiği halde, o hastalığı yüzünden
gidememişti. Kendi yerine Âs bin Hişam'ı gönderdi. Müşriklerin bozguna uğradığını
öğrendikten yedi gün sonra elleri kurumuş olarak evinde ölmüş, üç gün kimsenin haberi
olmamıştı.

Bulaşıcı hastalığının korkusundan ve iğrenç kokusu yüzünden habis cesedine günlerce


kimse yaklaşamadı.

Nihayet utandıkları için çocukları Sudanlılar'dan birkaç kişiyi ücret karşılığı tutarak
gömdürmek zorunda kaldılar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TEĞÂBÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

22.08.2019
Sayfa 550 / 646

“Müsebbihat (5)”

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübarek Sûre-i celîle; on sekiz Âyet-i
kerime, iki yüz kırk bir kelime ve bin yetmiş harften meydana gelmiştir.

İsmi 9. Âyet-i kerime’den alınmıştır. Dünyada iken kimlerin aldandığı, kimlerin de aldattığı
ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı kıyamet günü ortaya çıkarılacağı anlatıldığı
için “Sûre-i Teğâbün” denilmiştir.

Tesbihle başladıkları için “Müsebbihât” denilen beş sûre-i şerif’in sonuncusudur.

Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle
söylemiştir:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı


(Hadîd, Haşr, Saf, Cum’a ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha
faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizî)

Muhtevası:

Hadîd, Haşr, Saff, Cum’a sûre-i şerif’inde olduğu gibi, bu mübârek Sûre-i celîle de,
göklerde ve yerdekilerin hepsinin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğine dair beyan ile
başlamaktadır.

İlk dört Âyet-i kerime’de bütün insanlara hitap etmekte; Allah-u Teâlâ’nın azamet ve
yüceliğinin, kuvvet ve kudretinin tezahürleri anlatılmakta, inanan müminlerin ve
inanmayan kâfirlerin durumları belirtilmektedir.

Akabinde hitap kâfirlere çevrilmekte; onuncu Âyet-i kerime’ye kadar geçmiş kavimlerin
azaplarından bahsedilmekte ve başlarına gelen felâketlerin Hakk’ı yalanlayıp
peygamberlere muhalefet etmek olduğu açıklanarak inkârcılar uyarılmaktadır.

Daha sonra da Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek bazı öğüt ve ikazlarda
bulunmaktadır.

Şöyle ki;

Kâinatın ve insanın başına gelen her musibet O’nun emri ve izniyle olmaktadır. Müminler
her türlü zor şartlarda bile olsa sebat göstermelidirler.

İman edildikten sonra Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat edilmesi


zaruridir. İtaatten yüz çeviren kimseler, başlarına gelebilecek her türlü zararı kabullenmiş
demektir.

Müminlerin malları, eşleri ve çocukları birer imtihan sebebidir. Bunun içindir ki Allah-u
Teâlâ’ya gönülden sığınmaları, güçleri yettiği nisbette Allah korkusu içinde ömürlerini
geçirmeye gayret göstermeleri gerekmektedir.

22.08.2019
Sayfa 551 / 646

Ayrıca müminler mal fitnesinden korunabilmek için sevdiği mallarından Allah yolunda sarf
etmelidirler.

Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:

Müsebbihat adı verilen Hadîd, Haşr, Sâf ve Cum’a sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde
dolduğu gibi; Teğâbün sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’sinde de yerdeki ve gökteki, canlı
ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:

“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ı tesbih ederler.” (Teğabün: 1)

O ulu Yaratıcı’yı Zât’ına lâyık olmayan şeylerden, her türlü kusur ve noksanlıklardan,
beşeri sıfatlardan sürekli olarak tenzih ve takdis ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen
hiçbir şey yoktur. O’ndan başka bir yaratıcı yok ki hamd ve senâya müstehak olsun.

“Mülk O’nundur.” (Teğabün: 1)

O’ndan başkasının değildir. Çünkü hepsini de yaratan, yaşatan ve nimetlerle donatan,


tutan ve koruyan O’dur. Kullarının elindeki de O’nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi
de O’nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem de hükümdarıdır, mülkünde dilediği gibi
tasarruf eder. Dengi ve benzeri, eşi, ortağı ve yardımcısı yoktur.

Her şeye sahip olmak ancak Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. İnsanların bir şeye sahip
olmaları ise hakiki değil, geçicidir. O vermeseydi, hiç kimse bir şeye sahip olamazdı.
Dilediğine dilediğini verir, dilediği anda da ellerinden alır.

Göklerin ve yerin anahtarları O’nun kudret elindedir. Yaratmak da emretmek de yalnız


O’na mahsustur.

“Hamd O’na mahsustur.” (Teğabün: 1)

Dünyada da ahirette de hamd sadece O’nadır. Bütün hamd ve senâlarla, şükürlerle,


medihlerle kendisine tâzim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet O’dur. Çünkü hamd ve
senâyı icabettiren bütün kemâlât ancak O’nda mevcuttur. En güzel övgüler ancak O’na
yaraşır, O her övgüye lâyıktır.

“O her şeye kâdirdir.” (Teğabün: 1)

Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Bütün kuvvetler O’nundur,
dilediği şeyi yaratır, yarattığı şeyde dilerse dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır.
Dilerse güçsüzleri güçlü, zayıfları kuvvetli, âcizleri kudretli kılar.

Bugün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük gâlibiyetlere erdirmeye,
zengin veya güçlü zannedilenleri zelil ve perişan etmeye kâdirdir. Dilemediği hiç bir şey
de olmaz. Kâdir ve muktedir ancak O’dur. O’nun her şeye gücü yeter.

O’nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir, her şeyi kuşatmıştır.
Kudretinin delillerini kâinatın her zerresinde görmemek mümkün değildir.

Bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol!” der, o da derhal oluverir.

22.08.2019
Sayfa 552 / 646

Hâlık-ı Azîm:

Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren,
her şeyi tam kemaliyle takdir ve icad ederek yaratan ancak Allah-u Teâlâ’dır.

Bir şeyi yapmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye
muhtaç değildir. Her şeyin ilk numunesini meydana çıkaran O’dur. Kâinatı ve içindeki her
şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini yaratan O’dur.

Ezelde Allah-u Teâlâ vardı, kendisiyle beraber başka bir şey yoktu. Sonra varlığını ve
kemâlini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanı yaratmayı irade buyurdu, dilediği şekil ve
nizam üzerine yarattı.

“Sizi yaratan O’dur.” (Teğabün: 2)

Siz hiç bir şey değilken, şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı
takdir ve icad ettik.

Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi “Ahsen-i takvim” olan
insan şekline koyduk.

“Böyle iken kiminiz kâfir kiminiz de mümindir.” (Teğabün: 2)

İnsan fıtratı, yaratıcıya iman etmeyi gerektirdiği halde, küfre de imana da kabiliyetlidir.
Bazıları yaratılış gereğinin aksi olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazıları
da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur.

Âyet-i kerime’de görülüyor ki; insanlar iki kısma ayrılmışlardır ve imanla küfür dışında
üçüncü bir yol yoktur.

“Allah her ne yaparsanız görür.” (Teğabün: 2)

Hidayete hak kazananı da görür, dalâleti hak edeni de görür. Herkesin yaptığına en
mükemmel şekliyle karşılık verecektir.

“Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı.” (Teğâbün: 3 - Nahl: 3)

Zât-ı akdes’inin vasfı olan “Hakk”ın mânâsını göstermiş, mahlukat arasında bir intizam
ifade eden üstün bir hikmetle her şeyi yaratmıştır.

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık.” (Hicr: 85)

Hepsi de adalet ve hak ile ayaktadırlar, hiç bir şey abes olarak yaratılmamıştır. Bu âlemin
idaresi sağlam ve saşmaz ölçülere göre yürür. Bu ölçüler sayesinde birbirleriyle
çatışmazlar ve dağılmazlar.

Allah-u Teâlâ yarattığı herşeyi hak ile yarattığı gibi; insanı da, her uzvu yerli yerince ve en
mükemmel bir tarzda, en güzel bir şekilde yaratmıştır. O’nun yaratıcı gücü bütün
uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.

İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın


şeklinin, diğer canlılara nisbetle en güzel bir şekil olduğunu anlar.

22.08.2019
Sayfa 553 / 646

“Size suret verip, suretlerinizi de en güzel bir şekilde yapmıştır.” (Teğabün: 3)

Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmüş ve en güzel bir şekilde insan varlığını
meydana getirmiştir.

Uzuvları ile, şekil ve şemâli ile her yarattığını öyle nimetlerle öylesine donatmıştır ki, her
yaratık kendisinin müstakil bir vücut olduğunu sanır. Oysa her yarattığı O’nunladır ve
O’nunla kâimdir.

“Dönüş O’nadır.” (Teğâbün: 3)

Geliş Allah’tan olduğu gibi gidiş de Allah’adır. O herkese yaptığının karşılığını eksiksiz
verecektir. İyiler büyük bir mükâfâta erecekler, kötüler ise en ağır cezalara katlanmak
zorunda bırakılacaklardır.

Allah-u Teâlâ’nın Ezelî İlmi:

Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O’dur. O’nun sonsuz ve
sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

“Göklerde ve yerde olanları bilir.” (Teğâbün: 4)

Zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük büyük, gizli âşikâr, olmuş ve olacak her şeyi
en iyi bilen, hiçbir şey sonsuz ve sınırsız ilminden gizlenmeyen Zât-ı kibriyâ O’dur.

İster ulvî âlem olan göklerde, ister süflî âlem olan yerde olanları en ince teferruâtı ile bilir.
Çünkü O yaratmıştır. Yaratan yarattığını bilmez mi?

“Gizlediklerinizi de açığa çıkardıklarınızı da bilir.” (Teğâbün: 4)

Bir insanın yüz sene ömrü olsa, en son nefesinde söyleyeceği sözden, yapacağı işten,
son lokmasına kadar yiyeceğinden, içecek suyundan haberi vardır. Yalnız insan değil,
yarattığı bütün varlıklar zerreden kürreye kadar böyledir. Bu hükmü O tayin ve takdir ettiği
için her şeyi biliyor. Bu bilgi O’na mahsustur.

“Allah göğüslerin özünü bilendir.” (Teğâbün: 4)

Onun içindir ki insan bâtıl düşüncelerinden, münâfıkça kuruntulardan, kötü işlerden son
derece kaçınmalı; kâinatın bütün sırlarını bilen Allah-u Teâlâ’nın ilminin ve kudretinin
azametini tefekkür ederek rızâ-i Bârî’sine uymayan şeylerden çekinmeli, O’na karşı
takvâlı olmalıdır.

Aynı zamanda nimetlerini yerinde sarfetmeli, hamdini ve şükrünü yerine getirmeli,


huzuruna yüz akı ile gitmeli, küfür ve nifak, isyan ve tuğyan ile yüz karası içinde gidip
ilâhî azaba atılmamalıdır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 554 / 646

TEĞÂBÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


“Aldanma Günü(5)”

Geçmişten İbret Almak:

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de muhtelif Âyet-i kerime’lerde geçmişte yaşamış


milletlerden ve onların başlarına gelen azaplardan haber vererek; bu felâketin sebebinin
hak ve hakikati yalanlayıp, Peygamber Aleyhimüsselâm Hazeratı’na muhalefet etmek
olduğunu beyan etmektedir.

Ezcümle buyurur ki:

“Daha önce inkâr edip de, yaptıklarının cezâsını tadanların haberi size gelmedi
mi?” (Teğâbûn: 5)

Âd ve Semûd kavmi gibi geçmiş zamanlarda yaşayan zorba kavimler, inkârlarından ötürü
dünyada iken hor ve hakir edici azaplara çarptırıldılar. Bunlar size haber verilmişken,
sizler niçin ibret almıyorsunuz da küfürde ısrar ediyorsunuz?

Onlar yalnız bu dünyada tattıkları o alçaltıcı azapla kalmadılar:

“Onlar için elem verici bir azap da vardır.” (Teğâbûn: 5)

Dünyada çektikleri cezâ yaptıkları suçlarının tam karşılığı değildir. O dayanılmaz azap
ahirette mutlaka başlarına gelecek, bu azap dünyadaki azaba eklenecektir.

“O azabın sebebi şudur: Onlara peygamberleri apaçık delillerle


gelmişlerdi.” (Teğâbûn: 6)

Güzel huyları ile, dürüst yaşayışları ile numune olmuşlardı. Allah yolunda olduklarını
gösteren apaçık mucizeler göstermişler, parlak deliller getirmişlerdi.

Fakat bir çokları bu gerçeklere gözü yumuk baktılar, kendi felsefelerini yürüttüler,
inanmayı ve uymayı bir türlü kibirlerine yediremediler. Kendilerini dünya saâdetine ahiret
selâmetine ulaştıracak bu güzide zevât-ı kirâm’la alay etmeye cüret ettiler.

“Onlar ise: ‘Bizi bir beşer mi doğru yola götürecekmiş?’ dediler.” (Teğâbûn: 6)

Kendileri gibi birer insan olan bu yüce şahsiyetlerin, insanlar arasında yaşayarak
insanlara rehberlik yapacaklarını uzak bir ihtimal gördüler. Sapıklığa yönelten önderlerin
peşine takıldılar da, hidayete çağıran nurlu rehberleri tanımadılar.

“Ve inkâr edip yüz çevirdiler.” (Teğâbûn: 6)

22.08.2019
Sayfa 555 / 646

Gözleriyle gördükleri halde gerçekleri kabul etmediler, böylece şirki ve küfrü imana tercih
ettiler. Allah-u Teâlâ onları kendi hallerine bıraktı, sapıklığa düşmekten onları korumadı.

“Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi.” (Teğâbûn: 6)

İman ve itaatlarına ihtiyacı olmadığını duyurdu, hepsini de yeryüzünden silip bir anda
köklerini kesti. Onlara muhtaç olsa idi böyle yapmazdı.

“Allah zengindir, hamde lâyıktır.” (Teğâbûn: 6)

Mülk O’nundur, hükümranlık O’na mahsustur. Eğer onlar inanmazlarsa O’nun


hükümranlığı yıkılmaz. Bitmez tükenmez zenginliklere sahiptir. Hiçbir şekilde hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur, hiç kimsenin övgüsüne de muhtaç değildir. Herkes her nefeste O’na
muhtaçtır. En güzel övgüler ancak O’na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.

Aldanma Günü:

Küfür “Örtmek” mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak suretiyle örtmek
veya nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerinde kâfirlerin kıyametin


kopacağına, insanların ceza ve mükâfat görmeleri için tekrar diriltileceklerine aslâ
inanmadıklarını haber vermektedir:

“Kâfirler öldükten sonra aslâ diriltilmeyeceklerini iddia ettiler.” (Teğâbûn: 7)

Halbuki ellerinde bu hususta hiçbir delil yoktur. Ölümden sonra başka bir hayatın
olmayacağına dâir bir delil bulmak mümkün değildir. Günlük hayatta gözler önünde akıp
giden hadiseler, öldükten sonra yeni bir hayatın başlayacağını göstermektedir. Buna
rağmen aklı kıt kâfirler çok iddiâlı bir şekilde zanları ile böyle bir hayatın olmadığını
söylerler, küfürlerinde ısrar ederek inatlaşırlar.

Şehvetlerine ve keyiflerine düşkün olduklarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak


hoşlarına gitmez.

“De ki: Hayır! Rabb’ime yemin ederim ki mutlaka diriltileceksiniz.” (Teğâbûn: 7)

İnanan, imanını yaşayan kimseler kârlı çıkıp ebedî saâdete erecekler; inanmayı
reddederek imansız yaşayanlar ise belâlarını bulup, sonsuz felâketlere uğrayacaklardır.
Ölüm nasıl ki hiç kimsenin şüphe etmediği biçimde gerçekse, ölümden sonraki hayat da
öyledir. İnkâr edenlerin inkârına itibar edilmez.

“Sonra da yaptıklarınız hiç şüphe yok ki size haber verilecektir.” (Teğâbûn: 7)

Hiçbir şey yanınıza kâr kalmaz. Geleceğinizi düşünün de, ona göre kendinizi hazırlayın.

“Bu, Allah’a göre pek kolaydır.” (Teğâbûn: 7)

Çünkü yeniden diriltmek, ilk yaratmadan daha kolaydır. Kâinat gibi bir nizamı ve içinde
insanı yaratan Allah-u Teâlâ’ya, insanları yeniden diriltip hesaba çekmek elbette zor
değildir.

22.08.2019
Sayfa 556 / 646

Allah-u Teâlâ yalanlayıcı ve inkârcı milletlerin durumlarını açıkladıktan sonra beşeriyete


hitap ederek onları gerçek kurtuluşa çağırmaktadır:

“Allah’a Peygamber’ine ve indirdiğimiz o nura (Kur’an’a) inanın.” (Teğâbûn: 8)

Allah-u Teâlâ’ya iman etmek, bu imanı tebliğ eden Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayı
gerekli kılar; her ikisine iman etmek ise indirdiği Kitab’a, dolayısıyla Din-i İslâm’a iman
etmeyi gerektirir. İşte imanın özü budur.

“Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Teğâbûn: 8)

Büyük ve küçük, iyi ve kötü hepsini bilir. Sırası gelince bir bir size haber verir.
Yaptıklarınızdan gizli saklı kalan hiçbir şey yoktur. O bakımdan imanınız gerçek ve her
şüpheden uzak olsun.

O gün kimin aldanıp kimin aldanmadığı ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür.
Onun içindir ki bu güne “Aldanma günü” mânâsına gelen “Yevmüt-
teğâbûn” denilmiştir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Kıyamet günü için sizi topladığı zaman, işte o gün kimin aldandığının ortaya
çıktığı gündür.” (Teğâbûn: 9)

Kıyamet günü toplanma günüdür. Allah-u Teâlâ hesap ve ceza için insanları mahşer
meydanında toplayacaktır.

O gün kimin kazanıp kimin kaybettiği, kandırılanın kim, aklını kullananın kim olduğu,
kimin hakkının kime geçtiği, kimin hakkından mahrum olduğu anlaşılacaktır.

Yine o gün, ömür sermayesini yanlış işlere yatırarak iflâs edenlerle; kârlı işlere yatırarak
ebedî saâdet ve selâmetini kazananlar ortaya çıkacaktır.

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“O gün bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün görülecek bir
gündür.” (Hûd: 103)

Herkes amelinin karşılığını almak için grup grup, zümre zümre gelirler. Haklarında
verilecek hükmü gözetlemekten başka yapacak bir çareleri yoktur. Herkes lâyık oldukları
âkıbete erer.

Müminler gönüllerini Hakk’a bağlamışlar, O’nun hoşnutluğunu kazanmak için çalışmışlar,


ölünceye kadar Hakk yolunda sabır ve sebat etmişler, böylece de en büyük ticarette en
büyük kârı, en büyük başarıyı elde etmişlerdir.

“Kim Allah’a iman etmiş ve sâlih amel işlemişse, Allah onun günahlarını
örter.” (Teğâbûn: 9)

Dünyada yaptıkları hataları hiçbir zaman yüzlerine vurmaz, onları hiçbir zaman
utandırmaz. Engin merhameti ile günahların izlerini tamamen yok eder, Kirâmen kâtibîn
meleklerine kayıtlarını sildirir, kıyamet günü bu günahlarından dolayı hesap sormaz,
mahçup olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.

22.08.2019
Sayfa 557 / 646

Ve onu altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar.” (Teğâbûn: 9)

Kur’an-ı kerim’de cennetlerden söz edilirken altlarından ırmaklar aktığından haber


verilmektedir. Bu ırmaklar cennetin her köşesine ve her köşke uğrar. Müminler cennette
bağlar ve bahçeler içinde, akan ırmakların kenarlarında refah ve saâdet içinde yaşarlar.

“Orada ebedî kalırlar.” (Teğâbûn: 9)

Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını
Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk
vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevâzu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı
olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.

Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları
nisbetinde cezalarını çektikten sonra imanları sebebiyle cennete gireceklerdir. En son
müslüman da cehennemden çıktıktan sonra, cehennem kapıları bir daha açılmamak
üzere ebediyen kâfirlerin üzerine kapanır.

Buna mukabil cennetlikler de cennetlerde sonsuz bir hayatı bütün ihtişamı ile yaşamaya
başlarlar.

“İşte en büyük kurtuluş budur.” (Teğâbûn: 9)

Korkulacak şeylerin hepsinden de emniyette olmak, umduğu şeylerin hepsine birden


kavuşmak, hiç şüphesiz ki büyük bir bahtiyarlıktır. Bundan daha büyük mutluluk olamaz.

Kâfirler ise Hakk’tan yüz çevirmişler, şeytanın adımlarına uyarak bâtıl yollarda ömür
tüketmişler, dünyayı kazanayım derken ahiretlerini fedâ etmişler, cennetten
Cemâlullah’tan mahrum kaldıkları gibi cehenneme müstehak olmuşlar, büyük bir aldanış
içine girmişlerdir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar ateş ehlidirler ve


orada ebedî kalacaklardır.” (Teğâbûn: 10)

Cennetlikler cennette nasıl ki ebedileşirlerse, cehennemliklerden küfür ve nifak üzere


ölen azgınların cezası da öylece sonsuza kadar uzanıp gidecektir.

Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer,
ne de biter. Onlar için cennet yolu kapanmıştır.

Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır, ne de azaplarında bir gevşeme ve
hafifleme bahis mevzuudur. Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun
hafifletilmez.

Böyle ebedî bir azap ancak kâfirlere mahsustur.

“Ne kötü gidilecek yerdir orası!” (Teğâbûn: 10)

Kâfirler müminleri Allah yolundan ayırmaya çalışırken, müminler de onları imana dâvet
edip, onların iyiliklerini istiyorlardı. Orada ise kimlerin kimleri aldatmak istemiş oldukları,
kimlerin kâr etmiş veya zarara düşmüş oldukları belli olacaktır.

22.08.2019
Sayfa 558 / 646

Hakk’tan yüz çevirenler ne kadar aldanmış olduklarını anlayacaklar, fakat bu anlayış


kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TEĞÂBÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


PEYGAMBER’E İTAAT ALLAH’A İTAAT GİBİDİR

İlâhî İzin Olmayınca:

Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet
ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat
hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.

Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-ı himaye etmeyi dilemişse:

“Allah’ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez.” (Teğâbûn: 11)

Âyet-i kerime’si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.

Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana
yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.

Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ’nın iznini
beklemektedir.

Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve
benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.

Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ’nın
izni ve iradesi iledir.

“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz


yüzündendir.” (Şûrâ: 30)

Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve
musibetler kendi günahları sebebiyledir.

22.08.2019
Sayfa 559 / 646

Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı,
her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da
kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.

Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret
olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.

“Kim de Allah’a inanırsa ona hidayet eder, gönlünü doğruya yöneltir.” (Teğâbûn:
11)

O iman sebebiyle kalbine büyük bir inşirah verir, doğruyu düşündürür. O kimse ölünceye
kadar Hakk yolda sabır ve sebat eder. Başına gelecek olanın mutlaka geleceğini,
gelmeyecek olanın da ona isabet etmeyeceğini bilir. Hakk’ın takdirine râzı, hükmüne
gönülden teslim olur.

“Allah her şeyi bilendir.” (Teğâbûn: 11)

Kimin gerçekten iman ettiğini, kimin imanında ne kadar samimi olduğunu bilir. Hiçbir şey
O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli kalmaz. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

Allah’a ve Peygamber’e itaat:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resulullah Aleyhisselâm’a mutlak itaat edilmesini


emrederek:

“Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin.” buyuruyor. (Teğâbûn: 12)

Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılacak itaatle birlikte emretmiş; ona yapılan itaati
kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saymıştır.

Kişi ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmiş olur. Ona itaat etmeyen ise
Allah-u Teâlâ’ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur. Bu hakikati böyle bilmek
lâzımdır. Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve
gereğidir.

“Eğer yüz çevirecek olursanız biliniz ki, Resul’ümüze düşen apaçık bir
tebliğdir.” (Teğâbûn: 12)

Yüz çevirirseniz, siz ancak kendi kendinize yüz çevirmiş olursunuz. Ne Allah-u Teâlâ’ya
ne de Resulullah Aleyhisselâm’a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Bu din, dimdik ayakta
duran bir dindir.

O risaletini tebliğ etmiş ve ilâhî emaneti yerine getirmiştir. Sizin kabulünüzden dolayı
onun bir menfaati yoktur, yüz çevirmenizin de ona bir zararı olmaz.

Görülüyor ki bu durum doğrudan doğruya iman ile alâkalıdır. Resulullah Aleyhisselâm’a


tâbi olanlar gerçek iman ehlidirler. Amma Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmüne râzı
olmayanlar imandan mahrumdurlar.

Tevhid:

22.08.2019
Sayfa 560 / 646

Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksan sıfatlardan tesbih etmenin, tehlil ve tekbir getirmenin çok
büyük önemi vardır.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah öyle bir Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Teğâbûn: 13)

Tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mabud tanınacak başka hiçbir mabud
yoktur, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah vardır.

Uluhiyet ve ubudiyet yalnız O’na mahsustur. Kulluk edilmeye lâyık olan sadece O’dur ve
sadece O’na kulluk edilmesi gerekir.

Her cihetten tektir. Varlığına şahid yine kendi varlığıdır. Her varlık O’nun kudretinin
eseridir. Var olan ne ki varsa O’nunla var olmuştur.

İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti,
yoksa ihtiyacı için değil. O Samed’dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O’na
muhtaçtır.

Allah-u Teâlâ şerefi en üstün olan Şerif’tir, azameti en yüce olan Azîm’dir, hilmi en
mükemmel olan Halîm’dir, ilmi en mükemmel olan Âlim’dir. Her türlü şeref ve yücelikte
mükemmelin kendisidir. O’ndan başkası için bu sıfatlar kullanılmaz.

“Müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Teğâbûn: 13)

Her hususta ve her şeye karşı O’na tevekkül olunur. O her şey üzerine ve her şeye karşı
vekildir.

Mal ve Evlatla İmtihan:

Mekkeli bazı müslümanların hicretine, Medineli bazı müslümanların cihada çıkmasına


engel olan eş ve çocukların bu davranışları üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde
şöyle buyurdu:

“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır.


Onlardan sakının!” (Teğâbûn: 14)

Dini hayata, hayır ve infaka, ahlâk ve fazilete karşı olan her davranış bu Âyet-i kerime’nin
şümulüne girmektedir.

Kimi eşler vardır ki kocalarının, kimi çocuklar da vardır ki babalarının düşmanıdırlar. Bu


düşmanlık onları sâlih amellerden alıkoymak mânâsınadır. İbâdet ve taatten meşgul
ederler. Haram kazanca ve günah olan işlere sevk ederek büyük mesuliyetlere maruz
bırakabilirler.

Onların sebebiyle gelmesi düşünülen dünyevî ve uhrevî zarar ve ziyanlardan kaçınmalı,


dikkatli ve tedbirli olmalıdır. Bununla beraber sakınacağız diye bunaltıp sıkmamalı,
ahkâm ölçüleri dahilindeki kusurlarını bağışlamalıdır.

Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 561 / 646

“Affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz, şüphe yok ki Allah çok


bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Teğâbûn: 14)

Eş ve çocukları baştacı edip bütün mesaisini onlara ayıran, helâl ve haram sınırlarını
gözetmeden onların rahatı için gecesini gündüzüne katıp uğraşırken ibadet ve taatı
terkeden, yapması gereken infak ve hayırları yapmayan, böylece Hakk’tan uzaklaşan
kimseler için mal ve evlat birer fitnedir. Kalbi dünya ile meşgul ettikleri için onlara fitne
denmiştir.

Avf bin Mâlik el-Eşcâî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in de katıldığı bir savaşa gitmek isterken eşi ve çocukları sızlanıp kendilerini
acındırarak onu alıkoymuşlardı. O ise bu davranışının yanlış ve hatalı olduğuna kanaat
getirerek derin bir pişmanlık duymuş ve Allah-u Teâlâ’ya yönelerek tevbe ve istiğfarda
bulunmuştu.

Bu sebeple inen Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

“Şüphesiz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise
Allah’ın yanındadır.” (Teğâbûn: 15) (Bakınız: Enfâl: 28)

Bu imtihan Allah-u Teâlâ’ya itaat edenle isyan edenin bilinmesi için yapılır.

Kul bu nimetin hakkını ödeyerek şükür mü edecektir, yoksa öfkelenip âsi mi olacaktır?
İmtihan sadece sıkıntı ve mahrumiyetle olmaz. Bazen bolluk ve genişlikle de olur. Mal ve
evlât da bu bolluk ve genişliğin bir ifadesidir.

İşin hakikati şu ki, Allah-u Teâlâ kullarını imtihana tutmaya muhtaç değildir. Ezeli ilmi ile
geçmişi de geleceği de bilir. Fakat kullarının iş ve icraatlarını ortaya koymak ve
kendilerine de göstermek için, hikmetinin iktizası olarak imtihan sahnesinde
bulundurmaktadır.

Mal ve mülk, evlât ve iyâl her ne kadar dünyanın ziyneti, hayatın intizamı için gerekli ise
de; ana ve babasına meşru durumlarda itaat etmeyen evlattan, kocasına itaat etmeyen
kadından daha ziyade insan için düşman olamaz.

Çünkü itaatsiz evlât insanın gönlünü daima rencide eder, işini sekteye uğratır, huzurunu
bozar. İtaatsiz ve ahlâksız bir kadın da böyledir. Dünyaca zararları yanında âhiretçe de
zararları olacağında şüphe yoktur.

Şu kadar var ki hepsinin böyle olmadığı da bir gerçektir.

Karz-ı Hasen:

İman, ibadet ve infak... Birbirine zincirleme bağlı üç temel prensiptir.

Birincisi; Küfür ve nifaktan kurtarır, saâdet kapılarını açar.

İkincisi; Hakk’a yaklaştırır ve insanı, şükreden bahtiyarlar mertebesine çıkarır.

Üçüncü ise; İlâhî rahmete erdirir, Hakk’ın sevgisine vesiledir.

22.08.2019
Sayfa 562 / 646

Allah yolunda infakta bulunmak, kişinin imanının sadâkatına delildir, O’na yönelmenin
belirtisidir. Hazinelerine hazinedar bulunmayan, vergi ve ihsanlarının muhasibi
bulunmayan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize
olarak mallarınızdan infak edin.” (Teğâbûn: 16)

Rızâ-i Bâri için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük ecirler vererek onu büyültür. İnfak
edenler aslında doğrudan doğruya kendileri için infak etmekte, kendileri için hayır
hazırlığında bulunmaktadırlar.

Nefsin cimriliğinden korunmak da şüphesiz ki ilâhi bir lütuftur.

Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:

“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa
erenlerdir.” (Teğâbûn: 16 - Haşr: 9)

Bu korunmak ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın korumasına sığınmakla olur. Bu gibi


kimseler insanlar arasında teveccühe erecekleri gibi, Allah katında da büyük ecirlere nâil
olacaklardır. Allah-u Teâlâ yaptıkları az amellerine karşılık onlara ebedi sevaplar ihsan
eder.

Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u
Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak
vasıflandırmaktadır. “Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.

Mal ve mülkün hakiki sahibi Allah-u Teâlâ’dır, insanlar ancak O’nun malını tasarrufta
vekildirler. Kim O’nun koyduğu şartlara uygun şekilde, rızasını kazanmak için farz olan
zekâttan başka tamamen kendi isteğine bağlı olarak malını hayır yolunda infak ederse;
günahlarını kapatır, yok eder, günahlardan dolayı mesul tutmaz.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor: “Eğer Allah’a güzel bir ödünç takdiminde
bulunursanız, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah şükrün
karşılığını verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.”(Teğâbûn: 17)

Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.

Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri
şeylerin zâtına verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.

O’nun yolunda, rızâsı uğrunda infak edilen şeyler, kasa ve keselerde para saklamaktan,
hatta meşru ticaretten ve kazançtan daha kârlıdır. O’nun dini gönüllerde yer tutsun diye,
imkânı olanların servetinin bir bölümünü ayırması, zenginler zengini olan Allah-u Teâlâ’ya
takdim edilen en güzel bir ödünçtür. O ise bu borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten
Rızâ-î Bârî için vermişse, daha da fazlasını ödeyeceğine dair söz vermiştir.

İnfakın karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli
verilmesi, riya karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi,
verilirken başa kakılmaması şarttır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

22.08.2019
Sayfa 563 / 646

“Allah gece yarısı yahut gecenin son üçte birinde dünya semasına nüzul ederek:
‘Bana kim duâ eder ki ona icabet edeyim veya kim benden bir şey diler ki ona
vereyim.’ buyurur. Sonra: ‘Yoksul olmayan ve zulmetmeyen Allah’a kim ödünç
verecek?’ buyurur.” (Müslim)

Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun
karşılığını kat kat iâde edeceğini vâdetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine
saâdet ve selâmet verir. Âhirette ise mükâfat olarak bir çok sevaplar ihsan buyurur, ecrini
kat kat katlandırır.

“Görüleni görülmeyeni bilendir.” (Teğâbûn: 18)

Hiçbir gizli O’na gizli kalmaz. Açık yapılanları da bilir, gizli yapılanları da bilir. Olanları da
bilir, olacak olanları da bilir.

“Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Teğâbûn: 18)

Her şey O’nun hükmüne bağlıdır. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Her şeyi hikmetiyle
idare eder.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TEĞÂBÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


PEYGAMBER’E İTAAT ALLAH’A İTAAT GİBİDİR

İlâhî İzin Olmayınca:

Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet
ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat
hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.

Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-ı himaye etmeyi dilemişse:

“Allah’ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez.” (Teğâbûn: 11)

Âyet-i kerime’si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.

Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana
yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.

22.08.2019
Sayfa 564 / 646

Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ’nın iznini
beklemektedir.

Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve
benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.

Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ’nın
izni ve iradesi iledir.

“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz


yüzündendir.” (Şûrâ: 30)

Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve
musibetler kendi günahları sebebiyledir.

Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı,
her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da
kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.

Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret
olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.

“Kim de Allah’a inanırsa ona hidayet eder, gönlünü doğruya yöneltir.” (Teğâbûn:
11)

O iman sebebiyle kalbine büyük bir inşirah verir, doğruyu düşündürür. O kimse ölünceye
kadar Hakk yolda sabır ve sebat eder. Başına gelecek olanın mutlaka geleceğini,
gelmeyecek olanın da ona isabet etmeyeceğini bilir. Hakk’ın takdirine râzı, hükmüne
gönülden teslim olur.

“Allah her şeyi bilendir.” (Teğâbûn: 11)

Kimin gerçekten iman ettiğini, kimin imanında ne kadar samimi olduğunu bilir. Hiçbir şey
O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli kalmaz. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

Allah’a ve Peygamber’e itaat:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resulullah Aleyhisselâm’a mutlak itaat edilmesini


emrederek:

“Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin.” buyuruyor. (Teğâbûn: 12)

Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılacak itaatle birlikte emretmiş; ona yapılan itaati
kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saymıştır.

Kişi ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmiş olur. Ona itaat etmeyen ise
Allah-u Teâlâ’ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur. Bu hakikati böyle bilmek
lâzımdır. Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve
gereğidir.

“Eğer yüz çevirecek olursanız biliniz ki, Resul’ümüze düşen apaçık bir
tebliğdir.” (Teğâbûn: 12)

22.08.2019
Sayfa 565 / 646

Yüz çevirirseniz, siz ancak kendi kendinize yüz çevirmiş olursunuz. Ne Allah-u Teâlâ’ya
ne de Resulullah Aleyhisselâm’a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Bu din, dimdik ayakta
duran bir dindir.

O risaletini tebliğ etmiş ve ilâhî emaneti yerine getirmiştir. Sizin kabulünüzden dolayı
onun bir menfaati yoktur, yüz çevirmenizin de ona bir zararı olmaz.

Görülüyor ki bu durum doğrudan doğruya iman ile alâkalıdır. Resulullah Aleyhisselâm’a


tâbi olanlar gerçek iman ehlidirler. Amma Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmüne râzı
olmayanlar imandan mahrumdurlar.

Tevhid:

Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksan sıfatlardan tesbih etmenin, tehlil ve tekbir getirmenin çok
büyük önemi vardır.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah öyle bir Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Teğâbûn: 13)

Tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mabud tanınacak başka hiçbir mabud
yoktur, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah vardır.

Uluhiyet ve ubudiyet yalnız O’na mahsustur. Kulluk edilmeye lâyık olan sadece O’dur ve
sadece O’na kulluk edilmesi gerekir.

Her cihetten tektir. Varlığına şahid yine kendi varlığıdır. Her varlık O’nun kudretinin
eseridir. Var olan ne ki varsa O’nunla var olmuştur.

İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti,
yoksa ihtiyacı için değil. O Samed’dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O’na
muhtaçtır.

Allah-u Teâlâ şerefi en üstün olan Şerif’tir, azameti en yüce olan Azîm’dir, hilmi en
mükemmel olan Halîm’dir, ilmi en mükemmel olan Âlim’dir. Her türlü şeref ve yücelikte
mükemmelin kendisidir. O’ndan başkası için bu sıfatlar kullanılmaz.

“Müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Teğâbûn: 13)

Her hususta ve her şeye karşı O’na tevekkül olunur. O her şey üzerine ve her şeye karşı
vekildir.

Mal ve Evlatla İmtihan:

Mekkeli bazı müslümanların hicretine, Medineli bazı müslümanların cihada çıkmasına


engel olan eş ve çocukların bu davranışları üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde
şöyle buyurdu:

“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır.


Onlardan sakının!” (Teğâbûn: 14)

22.08.2019
Sayfa 566 / 646

Dini hayata, hayır ve infaka, ahlâk ve fazilete karşı olan her davranış bu Âyet-i kerime’nin
şümulüne girmektedir.

Kimi eşler vardır ki kocalarının, kimi çocuklar da vardır ki babalarının düşmanıdırlar. Bu


düşmanlık onları sâlih amellerden alıkoymak mânâsınadır. İbâdet ve taatten meşgul
ederler. Haram kazanca ve günah olan işlere sevk ederek büyük mesuliyetlere maruz
bırakabilirler.

Onların sebebiyle gelmesi düşünülen dünyevî ve uhrevî zarar ve ziyanlardan kaçınmalı,


dikkatli ve tedbirli olmalıdır. Bununla beraber sakınacağız diye bunaltıp sıkmamalı,
ahkâm ölçüleri dahilindeki kusurlarını bağışlamalıdır.

Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:

“Affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz, şüphe yok ki Allah çok


bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Teğâbûn: 14)

Eş ve çocukları baştacı edip bütün mesaisini onlara ayıran, helâl ve haram sınırlarını
gözetmeden onların rahatı için gecesini gündüzüne katıp uğraşırken ibadet ve taatı
terkeden, yapması gereken infak ve hayırları yapmayan, böylece Hakk’tan uzaklaşan
kimseler için mal ve evlat birer fitnedir. Kalbi dünya ile meşgul ettikleri için onlara fitne
denmiştir.

Avf bin Mâlik el-Eşcâî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in de katıldığı bir savaşa gitmek isterken eşi ve çocukları sızlanıp kendilerini
acındırarak onu alıkoymuşlardı. O ise bu davranışının yanlış ve hatalı olduğuna kanaat
getirerek derin bir pişmanlık duymuş ve Allah-u Teâlâ’ya yönelerek tevbe ve istiğfarda
bulunmuştu.

Bu sebeple inen Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

“Şüphesiz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise
Allah’ın yanındadır.” (Teğâbûn: 15) (Bakınız: Enfâl: 28)

Bu imtihan Allah-u Teâlâ’ya itaat edenle isyan edenin bilinmesi için yapılır.

Kul bu nimetin hakkını ödeyerek şükür mü edecektir, yoksa öfkelenip âsi mi olacaktır?
İmtihan sadece sıkıntı ve mahrumiyetle olmaz. Bazen bolluk ve genişlikle de olur. Mal ve
evlât da bu bolluk ve genişliğin bir ifadesidir.

İşin hakikati şu ki, Allah-u Teâlâ kullarını imtihana tutmaya muhtaç değildir. Ezeli ilmi ile
geçmişi de geleceği de bilir. Fakat kullarının iş ve icraatlarını ortaya koymak ve
kendilerine de göstermek için, hikmetinin iktizası olarak imtihan sahnesinde
bulundurmaktadır.

Mal ve mülk, evlât ve iyâl her ne kadar dünyanın ziyneti, hayatın intizamı için gerekli ise
de; ana ve babasına meşru durumlarda itaat etmeyen evlattan, kocasına itaat etmeyen
kadından daha ziyade insan için düşman olamaz.

Çünkü itaatsiz evlât insanın gönlünü daima rencide eder, işini sekteye uğratır, huzurunu
bozar. İtaatsiz ve ahlâksız bir kadın da böyledir. Dünyaca zararları yanında âhiretçe de
zararları olacağında şüphe yoktur.

Şu kadar var ki hepsinin böyle olmadığı da bir gerçektir.

22.08.2019
Sayfa 567 / 646

Karz-ı Hasen:

İman, ibadet ve infak... Birbirine zincirleme bağlı üç temel prensiptir.

Birincisi; Küfür ve nifaktan kurtarır, saâdet kapılarını açar.

İkincisi; Hakk’a yaklaştırır ve insanı, şükreden bahtiyarlar mertebesine çıkarır.

Üçüncü ise; İlâhî rahmete erdirir, Hakk’ın sevgisine vesiledir.

Allah yolunda infakta bulunmak, kişinin imanının sadâkatına delildir, O’na yönelmenin
belirtisidir. Hazinelerine hazinedar bulunmayan, vergi ve ihsanlarının muhasibi
bulunmayan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize
olarak mallarınızdan infak edin.” (Teğâbûn: 16)

Rızâ-i Bâri için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük ecirler vererek onu büyültür. İnfak
edenler aslında doğrudan doğruya kendileri için infak etmekte, kendileri için hayır
hazırlığında bulunmaktadırlar.

Nefsin cimriliğinden korunmak da şüphesiz ki ilâhi bir lütuftur.

Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:

“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa
erenlerdir.” (Teğâbûn: 16 - Haşr: 9)

Bu korunmak ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın korumasına sığınmakla olur. Bu gibi


kimseler insanlar arasında teveccühe erecekleri gibi, Allah katında da büyük ecirlere nâil
olacaklardır. Allah-u Teâlâ yaptıkları az amellerine karşılık onlara ebedi sevaplar ihsan
eder.

Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u
Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak
vasıflandırmaktadır. “Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.

Mal ve mülkün hakiki sahibi Allah-u Teâlâ’dır, insanlar ancak O’nun malını tasarrufta
vekildirler. Kim O’nun koyduğu şartlara uygun şekilde, rızasını kazanmak için farz olan
zekâttan başka tamamen kendi isteğine bağlı olarak malını hayır yolunda infak ederse;
günahlarını kapatır, yok eder, günahlardan dolayı mesul tutmaz.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor: “Eğer Allah’a güzel bir ödünç takdiminde
bulunursanız, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah şükrün
karşılığını verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.”(Teğâbûn: 17)

Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.

Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri
şeylerin zâtına verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.

22.08.2019
Sayfa 568 / 646

O’nun yolunda, rızâsı uğrunda infak edilen şeyler, kasa ve keselerde para saklamaktan,
hatta meşru ticaretten ve kazançtan daha kârlıdır. O’nun dini gönüllerde yer tutsun diye,
imkânı olanların servetinin bir bölümünü ayırması, zenginler zengini olan Allah-u Teâlâ’ya
takdim edilen en güzel bir ödünçtür. O ise bu borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten
Rızâ-î Bârî için vermişse, daha da fazlasını ödeyeceğine dair söz vermiştir.

İnfakın karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli
verilmesi, riya karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi,
verilirken başa kakılmaması şarttır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Allah gece yarısı yahut gecenin son üçte birinde dünya semasına nüzul ederek:
‘Bana kim duâ eder ki ona icabet edeyim veya kim benden bir şey diler ki ona
vereyim.’ buyurur. Sonra: ‘Yoksul olmayan ve zulmetmeyen Allah’a kim ödünç
verecek?’ buyurur.” (Müslim)

Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun
karşılığını kat kat iâde edeceğini vâdetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine
saâdet ve selâmet verir. Âhirette ise mükâfat olarak bir çok sevaplar ihsan buyurur, ecrini
kat kat katlandırır.

“Görüleni görülmeyeni bilendir.” (Teğâbûn: 18)

Hiçbir gizli O’na gizli kalmaz. Açık yapılanları da bilir, gizli yapılanları da bilir. Olanları da
bilir, olacak olanları da bilir.

“Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Teğâbûn: 18)

Her şey O’nun hükmüne bağlıdır. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Her şeyi hikmetiyle
idare eder.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Tekâsür Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde Kevser sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Sekiz
Âyet-i kerime, otuz altı kelime ve yüz elli iki harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime'de "Çoklukla övünenler" mevzu edildiği için, bu mânâyı ifade
eden "Tekâsür" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.

22.08.2019
Sayfa 569 / 646

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de mal ve itibar bakımından övünmenin insanı Hakk'tan


uzaklaştırdığı, bu durumda âkıbetlerinin cehennem olacağı, Allah-u Teâlâ'nın ahirette
nimetlerden mutlaka hesaba çekeceği beyan edilmektedir.

Çoklukla Övünenler (1)

Rivayete göre iki kabile mal ve adam çokluğu ile birbirine karşı övünmüşler, daha sonra
mezarların başına gidip: "Bizim şu kadar ölmüş büyüklerimiz vardır!" diyerek oradaki
ölülerinin çokluğuyla da övünmeye başlamışlardı.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurdu:

"Çoklukla övünmek sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret


ettiniz." (Tekâsür: 1-2)

Tekâsür; çokluk kuruntusu, gurur ve iddiâsı demektir ki, dünya ehlinin çoğunlukla
aldandığı bir noktadır.

İnsanların hayatın aldatıcı şeyleri ile meşgul olmaları, dünya malını biriktirmeye olan
düşkünlükleri; kendilerini kulluk vazifelerini yapmaktan alıkoymuş, dünya saâdetine ahiret
selâmetine vesile olacak ibadetlerden mahrum bırakmıştır. Hayırlı işlerle uğraşacakları
yerde bunlarla meşgul oldular, canları çıkıncaya kadar böyle devam ettiler. Dünyanın
geçici güzelliğine aldanıp ahirete yönelmediler. Sonuçta hepsi de kabir ehlinden oldular.

Dünya hırsı, mal ve evlât çokluğu ile övünme ahirette hiçbir işe yaramayacak, o korkulu
günde ameller tartılırken ağır basmayacak, cehennemle yüz yüze bırakacaktır.

Ölüm gelip kabre girdiklerinde, gaflet içinde ne kadar kör ve sağır olarak yaşadıklarını
anlayacaklardır.

Allah-u Teâlâ Hakk yoldan sapan, mal ve evlât yarışına girip kuruntu, gurur ve itibar
peşinde koşan kimselerin, ileride ister-istemez gerçeği bileceklerini haber veriyor:

"Hayır! Yakında bileceksiniz!" (Tekâsür: 3)

Ahiret azabını görünce çok pişman olacaksınız, amma bu pişmanlığınız size hiçbir fayda
sağlamayacak.

"Hayır, hayır!.. Yakında bileceksiniz!" (Tekâsür: 4)

Dünya malına hırslı olanlar, ölüm gelip kabre girdiklerinde, gafletten uyanıp ömürleri
boyunca çoğaltmak için oyalandıkları fânî varlıklardan ayrıldıklarını ve yalnızca vebâlini
yüklendiklerini görecekler, ne kadar hatalar içinde yaşadıklarına vâkıf olacaklar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 570 / 646

Tekâsür Sûre-i Şerif'i (2)

Çoklukla Övünenler (2)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Hayır! Eğer ilme'l-yakîn (kesin bir bilgi) ile bilseydiniz!" (Tekâsür: 5)

Mal ve evlât çokluğu ile birbirinize karşı övünmezdiniz, dünyanın meşru olmayan süsü ve
lüksü ile oyalanmazdınız, kendiniz için daha hayırlı işlere yönelirdiniz, ahiretinizi garanti
altına almak için var gücünüzle çalışırdınız. Son durağınız cehennem değil, cennet ve
Cemâlullah olurdu.

"Andolsun ki alevlenmiş ateşi (cehennemi) mutlaka göreceksiniz." (Tekâsür: 6)

Şimdi görmüyorsunuz amma, ileride göreceğiniz ve oraya hor-hakir olarak gireceğiniz


kesindir. Cehennemi ayan-beyan görmeyen hiç kimse kalmayacaktır.

"Andolsun ki yine onu ayne'l-yakîn (bizzat baş gözü) ile göreceksiniz!" (Tekâsür: 7)

Bizzat görmek ancak oraya girmekle olur. Ateş onları her taraftan kuşatınca akılları
başlarına gelir. Gayet hakir ve perişan bir halde, alabildiğine küçülmüş olarak cezâlarını
çekmeye başlarlar. Tekrar dünyaya geri dönmek için yol ararlar, fakat ne mümkün?

Dünyada iken çalıştılar, yoruldular, fakat hiçbir şey elde edemediler.

Nimetlerin Hesabı:

Allah-u Teâlâ bir imtihan yurdu olan dünyada, kullarına tanımış olduğu çeşitli imkânların
hesabını soracaktır. Hâkimler hâkiminin böyle bir muhasebeye tâbi tutması, adalet-i
ilâhînin tecellîsi içindir.

"Nihayet o gün dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba


çekileceksiniz." (Tekâsür: 8)

O gün hak edilen cezânın verileceği gündür. O gün adalet günüdür. Varsa, hiçbir
kimsenin sevabı azaltılmaz, hak ettiği azabı da çoğaltılmaz. Kimseye en ufak bir şekilde
zulmedilmez.

Büyük nimetlerden suâl olunacağı gibi, en küçük nimetlerden dahi suâl olunacaktır.
Emniyet ve asayişten, sıhhat ve âfiyetten, mevki ve servetten, ikbal ve itibardan, yenilip
tüketilen, içilen, giyilip eskitilen şeylerden, koyu gölgeden, soğuk bir sudan muhasebeye
tutulacaklardır. O nimetleri nereden alıp nereye harcadıkları, helâlinden kazanıp

22.08.2019
Sayfa 571 / 646

helâlinden mi harcadıkları, haramdan kazanıp haram mı harcadıkları, şükrünü yapıp


yapmadıkları bir bir sorulacaktır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki arkadaşı ile Ebu Eyyûb el-Ensârî
-radiyallahu anh-in evine gitmişlerdi. Onlara hem tazesinden hem de kurusundan hurma
ikram etti. Ayrıca bir oğlak keserek pişirdi ve önlerine koydu.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Ekmek, et, kuru ve olgun
hurma!.." diyerek mübarek gözleri yaşardı, daha sonra şöyle buyurdu:

"Nefsim kudret elinde bulunan Zât'a yemin ederim ki, işte bu kendisinden sorguya
çekileceğiniz nimetlerdir." (İbn-i Hibban)

Bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Sizden her kim kendi evinde ve yurdunda emniyetle, vücudu âfiyetle olarak
sabaha çıkarsa ve yanında günlük yiyeceği bulunursa, sanki dünya bütünüyle ona
ayrılıp verilmiş gibi olur." (Tirmizî: 2449)

Denizden büyük nimetlerin içinde yaşıyoruz. Her nimet O'nun, her lütuf O'ndan. İnsan
üzerinde öyle nimetler var ki; O bize ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep
etmemiştir. Sadece Zât-ı akdes'ini tanımamızı ve kulluk yapmamızı istemiştir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TEKVİR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Kıyametin Bazı Safhaları

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminin ilk yıllarında nâzil olmuştur. Yirmi dokuz Âyet-i kerime,
yüz dört kelime ve beş yüz otuz harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime’de güneşin bir şeye sarılarak karanlık bir halde kalmış gibi olacağını
bildirdiği için bu ismi almıştır. “Küvvirat” diye de anılır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Kim kıyamet gününü gözleriyle bakıp görmek istiyorsa; Tekvîr, İnfitâr ve İnşikâk
sûrelerini okusun.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Tefsir: 18)

Çünkü bu ve benzeri Âyet-i kerime’ler, kıyametin akılları baştan alacak hallerini ve orada
meydana gelecek olan sıkıntıları veciz bir şekilde açıklamaktadır.

22.08.2019
Sayfa 572 / 646

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i celîle’de özellikle “Kıyamet” ve “Risalet” konuları açıklanmaktadır.

On beşinci Âyet-i kerime’ye kadar kıyametin kopmasıyla birlikte müthiş hadiselerin


gerçekleşeceği bir bir açıklanmaktadır.

Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliği delilleriyle


ispat edilmekte, müşriklerin Kur’an-ı kerim hakkındaki inkârcı tavırları kınanmaktadır.

Kıyametin Bazı Safhaları:

Şüphe yok ki, sonradan yaratılan her şeyin bir sonu, bir ölümü vardır, her şey er veya geç
zevâl bulacaktır. Dünyanın da bir ölümü vardır. Allah-u Teâlâ dünyanın ömrünü sona
erdirmeyi murad ettiğinde, İsrâfil Aleyhisselâm’a Sûr’a üfürmesini emreder.

Onun Sûr’a üfürmesi ile kıyamet kopar. Sûr’a üfürüldüğünde kâinat bütünüyle altüst olur,
tamamen düzeni bozulur, takdir edilen eceline doğru gider, gizli olan her şey açığa çıkar.

“Güneş katlanıp dürüldüğü zaman.” (Tekvîr: 1)

Güneşin ışığı ve ateşi söndürülerek gözle görünmez bir hâle gelir, kendi merkezinden
çıkar, kat kat parçalanıp dürülür.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Güneş ile ay kıyamet gününde kararıp, sarık sarılırcasına dürülürler.” (Buhârî,


Bed’i-halk: 4)

Kâinatın mevcut düzeni altüst olunca; kendilerine mahsus sistemi, hareket tarzı,
yörüngesi olan yıldızlar da birbirine çarpıp parçalanır, dağılıp dökülürler.

“Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman.” (Tekvîr: 2)

O gün gökyüzü yıldız yağdırır, nurlarını kaybederler. O kadar çok olup, o kadar da ışık
saçtıkları halde mahvolur giderler.

“Dağlar yürütüldüğü zaman!” (Tekvîr: 3)

Bulundukları yerlerden başka yerlere intikal ederler, sonra da serap olurlar. O ulu dağlar,
o muhteşem cesametleri ve ağırlıkları ile beraber ufalanır ufalanır, yumuşak kum yığını
hâline gelirler. Ağırlıklarını kaybedip, yerlerinden sökülerek yürütülürler. Dağlar böyle
olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.

“Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman.” (Tekvîr: 4)

Develer o devirde Araplar’ın en kıymetli varlıklarıydı. Onun için develere çok iyi
bakarlardı. Develerine ilgisiz kalmak zorunda olmaları demek; o gün çok büyük bir âfetle
karşı karşıya kalmaları demektir. Öyle ki en kıymetli varlıklarıyla bile ilgilenmeyecekler,
kıyılmaz mallarını bile terkedeceklerdir. Başlarına gelen felâket, en çok sevdikleri şeyleri
görmemezlikten gelmeye götürecek onları.

22.08.2019
Sayfa 573 / 646

“Vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman.” (Tekvîr: 5)

Yırtıcı, vahşi ve ürkek hayvanlar o günün şiddetinden dolayı korkuya kapılıp, şaşkın bir
halde yuvalarından çıkıp, gruplar halinde bir araya toplanırlar. Şaşkın bir halde bakışıp
dururlar.

Hayvanlar böyle olursa ya insanlar nasıl olur?

“Denizler kaynatıldığı zaman.” (Tekvîr: 6)

Dağlar parçalanıp yeryüzü dümdüz olunca, denizler her yeri kaplar, acısı tatlısı birbirine
karışır, birleşip tek bir deniz olur.

Çok geçmeden sular zelzelelerle kaynar, denizler ateş hâline gelir.

Sûr’a ikinci defa üfürülünce de ruhlar cesetlerine dönerek diriliş meydana gelir.

“Ruhlar bedenlerle birleştirildiği zaman.” (Tekvîr: 7)

Allah-u Teâlâ bu üfürmeyi ruhların tekrar cisimlerine dönüp yerleşmesine bir sebep
yapacaktır.

“Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü
sorulduğu zaman.” (Tekvîr: 8-9)

Cinayetin sebebi doğrudan doğruya onu işleyene sorulmayıp da dâvâcısı olan suçsuz
çocuğa sorulması, kâtilin Hakk’ın huzurunda hiçbir savunma yapamayacak şekilde öfke
ve cezâyı hak etmesindendir.

Herkesin ölünce kapatılan amel defteri, sualden önce dağıtılır ve açılır. Bu ikinci hayat,
öldükten sonra sorguya çekilmek içindir.

“Amel defterleri açıldığı zaman!” (Tekvîr: 10)

O gün insanın bütün amelleri bütünüyle ortaya dökülür.

Her insan, kendine verilen bir kabiliyet ile amel defterlerinde yazılı olanları tamamen
okuyup anlayacak, hiçbirini inkâr edemeyecektir.

“Gök, yerinden koparıldığı zaman.” (Tekvîr: 11)

Bütün perdeler ortadan kalkacak, gerçek bütün açıklığı ile görülecek. Allah-u Teâlâ’nın
gadap tecellileri de rahmet tecellileri de tezahür edecek.

“Cehennem alevlendirildiği zaman.” (Tekvîr: 12)

Cehennem; dünya hayatında ömrünü inkârlarla, isyanlarla, günahlar ve sapıklıklarla


geçirenler için hazırlanmış korkunç bir azap yeridir. Kâfirlerin yakılması için şiddetli bir
şekilde tutuşturulacak, alevleri ve harareti artırılacak, ateşi gittikçe gürleşecek ve
çılgınlaşacaktır.

“Cennet yaklaştırıldığı zaman.” (Tekvîr: 13)

22.08.2019
Sayfa 574 / 646

Cennet ise Allah-u Teâlâ’nın mümin kullarına, bir imtihan sahnesi olan dünyada
samimiyetle inanıp sâlih ameller yapmaları, haram ve günahlardan sakınmaları
karşılığında vaadettiği zevk ve sefâ yeridir, mükâfat yeridir. Müminler, o günün
dehşetinden korkuya kapılmamaları için cenneti görecekler, bu güzel nimete
kavuşacaklarına sevineceklerdir.

“Kişi, önceden ne hazırladığını bilecektir.” (Tekvîr: 14)

Dünyada ne yapmış, o gün için ne hazırlamış olduğunu kesin bir bilgiyle bilip anlayacak;
iyi ve kötü bütün amellerini en ince teferruatı ile beraber defterinde görecektir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TEKVİR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Çok Şerefli Bir Elçi'nin Sözü:

Kur'an-ı kerim'de Allah-u Teâlâ'nın bir veya birkaç şey üzerine yemin ederek söze
başlaması, o beyan edilecek sözün çok mühim olduğunu; eğer bir hadise ise, o hadisenin
mutlaka gerçekleşeceğini göstermektedir.

Nitekim Allah-u Teâlâ bu Sûre-i celile'de de dört önemli şey üzerine yemin ederek şöyle
buyurmuştur:

"Hayır! (Gündüz) kaybolan yıldızlara andolsun!" (Tekvîr: 15)

Öyle yıldızlar ki akıp giderek gündüzleri gözlerden gizlenirler.

"(Gece) ortaya çıkıp gözükenlere andolsun!" (Tekvîr: 16)

Geceleri geri dönerek gözlere ve gönüllere ferahlık verirler.

"Kararmaya yüz tuttuğu zaman geceye andolsun!" (Tekvîr: 17)

Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı ilk saatlerdir. Gitme vakti de yok olmaya yüz
tuttuğu, sabaha yöneldiği son saatlerdir ki sabahın müjdecisidir.

"Ağarmaya başladığında sabaha andolsun!" (Tekvîr: 18)

Allah-u Teâlâ gecenin karanlığını gündüzün ışığıyla, gündüzün ışığını gecenin karanlığı
ile giderir. Her biri diğerini durmadan ve gecikmeden kovalar. Biri gider gitmez diğeri, o

22.08.2019
Sayfa 575 / 646

gittiğinde ise öbürü hemen gelir. Işığı karanlığa giydirip örttürdükten sonra, bir de çevirip
karanlığı ışığa giydirir.

"Şüphesiz ki bu (Kur'an), çok şerefli bir elçinin sözüdür." (Tekvîr: 19)

Bu Âyet-i kerime yeminlerin cevabıdır. Burada "Resul" kelimesi ile kastedilen Cebrâil
Aleyhisselâm'dır. Kur'an-ı kerim'in Cebrâil Aleyhisselâm'a nispet edilmesi, Allah katından
onun getirmiş olmasından dolayıdır.

Allah-u Teâlâ Hâkka sûre-i şerif'inde ise şöyle buyurmaktadır:

"Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, (Kur'an) elbette


şerefli bir elçinin sözüdür." (Hâkka: 38-39-40)

Kur'an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz, âlemlerin
Rabb'inden indirildiği hâlde, bu Âyet-i kerime'lerde Muhammed Aleyhisselâm'a izafe
edilmiştir.

Allah-u Teâlâ vahyi getiren Cebrâil Aleyhisselâm'ı övüyor ve mütebâki Âyet-i kerime'lerde
vasıflarını şöyle beyan buyuruyor:

"O elçi güçlüdür, Arş'ın sahibi katında itibarlıdır." (Tekvîr: 20)

Aldığı emri yerine getirmede hiç şüphesiz ki büyük bir kuvveti vardır. Derecesi ve makamı
yücedir, şeref ve itibarı yüksektir.

"Orada kendisine uyulandır, güvenilen bir elçidir. " (Tekvîr: 21)

Üstün bir mevkisi vardır, Mele-i â'lâ'da kendisine son derece itaat ve itimat edilen
mukarreb bir melektir. Aldığı vahyi güvenirlilik içinde Peygamber'e nakleder.

"Arkadaşınız aslâ deli değildir." (Tekvîr: 22)

Yıllarca bir şehirde beraber yaşadığınız, sohbet ettiğiniz, fikirlerine danıştığınız


Muhammed Aleyhisselâm, sizin iftira ve iddiâ ettiğiniz gibi cinlenmiş bir kimse değildir.

"Andolsun ki; onu apaçık ufukta görmüştür." (Tekvîr: 23)

Cebrâil Aleyhisselâm kendisine Allah-u Teâlâ'nın onu yaratmış olduğu aslî suretinde
görünmüştür. Onun altı yüz kanadı vardı ve yaratılışının büyüklüğü ufku kaplamıştı.

Aslî suretinde ikinci defa görmesi ise gökte, Sidre-i müntehâ'da olmuştur. Resulullah
Aleyhisselâm'dan başka hiçbir peygamber Cebrâil Aleyhisselâm'ı hakiki şeklinde
görmemiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ilâhî ahkâma, peygamber


kıssalarına, milletlerin tarihine, mebde ve meâda, geçmişe ve geleceğe dâir verdiği
haberler her bakımdan hakikata mutabıktır.

"O (peygamber), gayb haberlerini vermede aslâ cimri değildir." (Tekvîr: 24)

Haber verdiği vahiy ve diğer gayb ile ilgili gizli bilgileri bildirmekte cimri davranmaz,
haberleri gizleyip saklamaz. Haber verdiği her şeyde güvenilir olup, kendi zannına göre
konuşmakla suçlanamaz.

22.08.2019
Sayfa 576 / 646

Zira müşrikler, onu keyfine göre konuşmakla suçluyorlardı, bu zamandaki müşrikler gibi.

Onun gaybdan haber vermesi, kimsenin bilmediği şeyleri bilmesi şaşılacak bir şey
değildir. Onu, o yüksek fıtrat ve ahlâkta yaratan Allah-u Teâlâ'nın gayb ilmiyle onu
şereflendirmesi de çok görülecek bir şey değildir.

"Bu Kur'an, kovulmuş şeytanın sözü değildir." (Tekvîr: 25)

Âlemlerin Rabb'i olan Allah tarafından beşeriyetin saâdet ve selâmeti için indirilmiştir.

"O halde nereye gidiyorsunuz?" (Tekvîr: 26)

Bu hakikatlere karşı doğru yolu bırakıp da hangi görüş ve düşüncelere kapılıyorsunuz?

Tam bir teslimiyetle, İslâm'ın sulh ve selâmetine niçin girmiyorsunuz? İslâm bir bütün
olduğu halde, işinize gelene inanıyor, işinize gelmeyene, bilhassa içyüzünüzü ortaya
koyan hükümlere inanmıyorsunuz?

"O, âlemler için bir öğüttür." (Tekvîr: 27)

Bütün beşeriyete, saâdet ve selâmet yolunu gösteren bir hidayet rehberidir.

Kur'an-ı kerim'in indirilmesinden asıl gaye, doğru yolda gitmek isteyenlere o yolu
anlatmaktır. Doğru gitmek istemeyen kimseler ise bu hatırlatmadan hoşlanmaz, ondan
istifade etmezler. Allah-u Teâlâ'nın hükümleri onları körlükten, sağırlıktan uyandırmaz.
Uyandırsa da, onlar eğrilikten hoşlandıkları için, sapıklık yolunda gitmek isterler.

"İçinizden dosdoğru bir yola gitmek isteyenler için." (Tekvîr: 28)

Çünkü hatırlatmalardan, ikaz ve irşaddan faydalanacak olanlar ancak onlardır.

Kur'an-ı kerim'i dikkatle inceleyenler, insanların kazanabileceği bütün şan ve şerefi,


dünya ve ahirete âit bütün selâmet ve saâdeti bulacaklarına aslâ şüphe etmezler.

Allah-u Teâlâ onu hasta gönüllere bir şifâ, bir hidayet rehberi ve bir rahmet olarak
göndermiştir. Yaştan, kurudan her ne varsa hepsi onda mevcuttur. Hiçbir şey eksik
bırakılmamıştır.

"Âlemlerin Rabb'i olan Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz." (Tekvîr: 29)

Sizin isteğiniz Allah'ın isteği olmadan gerçekleşemez.

Kullarının en küçük ihtiyaçlarını bile öyle dikkate alır ki, ihtiyaçlarının nasıl karşılandığının
farkında bile olmazlar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Tîn Sûre-i Şerif'i (1)

22.08.2019
Sayfa 577 / 646

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. Sekiz Âyet-i kerime, otuz dört kelime ve
yüz beş harften müteşekkildir.

İlk Âyet-i kerime'de geçen ve "İncir" mânâsına gelen "Tîn" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim
olmuştur.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından en güzel bir biçimde yaratılan insanı ele
almakta; yaratılış gayesini unutanları, Yaratan'ını inkâr edenleri Allah-u Teâlâ'nın
aşağıların aşağısına indireceği beyan edilmektedir.

İlk dört Âyet-i kerime'de incir, zeytin, Sinâ dağı ve Mekke-i mükerreme üzerine yemin
edilerek; insanın Ahsen-i takvîm olarak yaratıldığı bildirilmektedir.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise; en güzel yaratıldığı halde inkâra saplanan, dini
yalanlayan kişilerin esfel-i sâfilîne indirilecekleri; bir müminin de güzel amelleri
karşılığında cennetlere nâil olacağı; Allah-u Teâlâ'nın hüküm verenlerin en güzeli olduğu
haber verilmektedir.

Mükerrem İnsan:

Tîn sûre-i şerif'i incir ve zeytine yemin edilerek başlamaktadır.

"İncire andolsun ki!" (Tîn: 1)

Yedi yüz elliden fazla çeşidi olan incir, Kur'an-ı kerim'de zikredilen mübarek
meyvelerdendir.

İncir çekirdeği çok küçüktür, fakat incir çekirdeğinde incir ağacı gizlemiştir. Bu öyle bir
sırdır ki, gerçek mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Bilinen kadarıyla anlatılmaya kalkılsa
yine çok uzun sürer.

"Zeytine andolsun ki!" (Tîn: 1)

Allah-u Teâlâ kan ve gübre arasından sütü çıkardığı gibi, su ile taş arasından da saf, tatlı
ve faydalı olan zeytin yağını çıkarmıştır. Bütün bunların hepsi insanların faydalanmaları
ve o yüce Yaratıcı'ya şükret-meleri içindir. Düşünen akıllar için bunlarda ne büyük ibretler
ve hikmetler vardır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Zeytin yağını yiyiniz ve kullanınız. Çünkü bu yağ mübarektir." (İbn-i Mâce: 3320)

Nûr sûre-i şerif'inin 35. Âyet-i kerime'sinde mübarek, yani bereketli bir ağaç olduğu
belirtilmiştir.

22.08.2019
Sayfa 578 / 646

Gerek incir ve gerekse zeytin, meyvelerin en faydalılarıdır. Her ikisi de insan hayatı için
hem bir gıda, hem bir şifâ deposu, hem de mühim bir ticaret metaıdır, diğer meyvelere
göre faydaları pek çoktur.

"Sina dağına andolsun ki!" (Tîn: 2)

"Tûr-i sinâ", Musa Aleyhisselâm'ın Allah-u Teâlâ ile konuşma şerefine erdiği güzel bir
dağdır.

Tûr sûre-i şerif'inın 1. Âyet-i kerime'sinde de bu mübarek dağa yemin edilmekte,


Müminûn sûre-i şerif'inin 20. Âyet-i kerime'sinde bu dağda yetişen zeytinden
bahsedilmekte, yine bazı Âyet-i kerime'lerde bu dağa işaret edilmektedir.

"Bu güvenilir şehre andolsun ki!" (Tîn: 3)

Bu "Emin Belde", Muhammed Aleyhisselâm'ın doğup büyüdüğü, yaşadığı ve peygamber


olarak gönderildiği Mekke-i mükerreme şehridir. Allah katında şehirlerin en şereflisi ve en
muteberidir. Allah-u Teâlâ emin bir sığınak olmak üzere Kâbe-i muazzama'yı orada
kurdurdu. Orayı güvenli haram bölge ve müslümanların kıblesi kıldı. Emniyet, hayatın en
önemli şartlarından birisidir.

Beled sûre-i şerif'inın 1. Âyet-i kerime'sinde de bu mübarek dağa yemin edilmekte, En'âm
sûre-i şerif'inin 92. Âyet-i kerime'sinde "Şehirlerin anası" olduğu belirtilmekte, yine bazı
Âyet-i kerime'lerde bu mübarek şehre işaret edilmektedir.

Nübüvvet nurunun aydınlattığı bu gibi mübarek yerlere yemin edilmesinin mânâsı;


mukaddes yerlerin şeref ve kudsiyetini, Peygamber Aleyhimüsselâm ve Evliyâullah
Hazerâtı'nın oturduğu bu beldelerdeki hayır ve bereketin tasavvurun hâricinde bir lütuf
olduğunu gözler önüne sermektedir.

Allah-u Teâlâ daha sonra da bu yeminlere cevap olarak şöyle buyurmuştur:

"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tîn: 4)

Allah-u Teâlâ bu beş yeminden sonra, insanı en güzel bir biçimde yarattığını beyan
etmesi; bu hususa çok büyük nazar edilmesi gerektiği, Yaratıcı'nın güzelliğini, kuvvet ve
kudretini insanın işitmesi ve görmesi içindir.

Âyet-i kerime'de geçen "Takvim" kelimesi; kıymet biçmek, kıymetlendirmek mânâlarına


gelir. "Ahsen-i takvim" ise, büyük bir biçimlendirmenin en güzeli demek olur. Bu da,
maddî ve mânevî her türlü güzelliği içine alır. Allah-u Teâlâ bedenlerin ve uzuvların
yaratılışındaki hikmetlerden, faydalardan, ziynet ve meziyetlerden hiçbir kusur ve
noksanlık bırakmayıp, hepsini de en mükemmel şekilde yapmıştır.

Hâlik-ı kerîm'in yarattığı en değerli varlık insandır. Göklerde ve yerde bulunan her şey
insan için yaratılmıştır.

Bu Âyet-i kerime'yi daha güzel anlayabilmek için Hazret-i Ali -kerremallahu veche-
Efendimiz'in şu beyanını okumak lâzımdır. Amma kâğıt üzerinde değil, ruhta okumak ve
bunun böyle olduğunu bilmek lâzımdır.

Buyururlar ki:

"Devân sendedir bilmezsin,

22.08.2019
Sayfa 579 / 646

Derdin de sendendir görmezsin,

Sen kendini küçücük bir cirim zannedersin,

Halbuki bütün âlemler sende dürülmüştür (de bilmezsin)."

Hazret insandaki bütün sırları açıyor. Bu böyledir. Bu beyanı okuyabilmek insana yeter.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde de:

"Andolsun ki biz Âdemoğulları'nı üstün bir izzet ve şerefe mazhar


kıldık." buyuruyor. (İsrâ: 70)

İnsan niçin mükerremdir? Allah-u Teâlâ yarattığı için, içini ve dışını donattığı için, içinde O
olduğu için mükerremdir. Binaenaleyh bu mükerrem olan insanın her organı da
mükerremdir, kişiye âit değildir.

İnsanı öyle mükerrem yaratmıştır ki, kendi nurundan nur vermiş, kendi ruhundan ruh
vermiş. O nur ile her şeyi biliyor, o ruh ile her şeyi görüyor.

Allah-u Teâlâ insanı öyle nimetlerle süsledi ki, bunu ancak kendisi bilir ve dilediğine
bildirir.

Bu zâhirde mükerremliktir. Zâhirde mükerremlik olduğu gibi, bâtında da mükerremlik


vardır.

Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurmaktadır:

"Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir." (Lokman: 20)

Gerek bedenî ve organları bakımından, gerekse mânevî bakımdan insan en güzel


biçimde yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ'nın verdiği bu kıymet, onun fevkalâde cismânî
yapısında, eşi ve benzeri bulunmayan aklî durumunda ve ruhî bünyesinde apaçık
görülmektedir.

İnsanın ruhu ilâhi nefhanın tezahürü, bedeni ise Allah-u Teâlâ'nın kudretinin surette
tecellî eden eseridir.

Allah-u Teâlâ dünya mülkünde ona halifelik gibi üstün meziyet vermiştir. Ona lutfettiği
yüksek kabiliyetler sayesinde, bütün varlıklar arasında en mümtaz yerini almıştır. Kâinatta
ne ki yarattıysa bir insanda mevcuttur. İnsanı bir takvim hâline koymuştur.

Yeryüzündeki bütün varlıklardan üstün olma şerefini insana Allah-u Teâlâ vermiştir. Bu
ancak O'nun tarafından verilen nimet ve ikramdır.

Mühim olan ise, insanın Allah-u Teâlâ tarafından verilen fazilet ve meziyetini koruması,
Rabb'inin kendisine bir lütuf olarak bağışladığı eşsiz emsalsiz nimetlerine karşı O'na
nankörlük etmemesi; bedeninin, organlarının, akıl ve zekâsının hikmet ve değerini bilip,
her birini en güzel bir şekilde kullanmaya ihtimam göstermesidir.

Bu noktada mühim bir hususu arzedelim:

22.08.2019
Sayfa 580 / 646

İnsanın en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen Âyet-i kerime'nin muhatabı Muhammed
Aleyhisselâm'dır. İnsan-ı kâmil, hulâsa-i insan odur.

"Asluhu nur cismuhu âdem,

Velekad kerremnâ benî âdem."

Aslı nurdur, görünüşü beşerdir.

İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların olduğu gibi bütün
yaratılmışların en mükerremidir. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden
insanoğlu da istifade ediyor.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Tîn Sûre-i Şerif'i (2)

Esfel-i Sâfilîn:

Tîn sûre-i şerif'i aynadır. Arzettiğimiz mükerremlik aynanın ön tarafıdır. Arka tarafı ise
insanın esfel-i sâfilîne, ayağıların aşağısına düşmesidir.

"Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik." (Tîn: 5)

Yaratan, âzâlarla donatan, en güzel nimetlerle merzuk eden Yaratıcı'yı inkâr edip hasım
kesilenlerin, hayvanlardan elli derece daha fazla aşağı dereceye düşecekleri ve kendi
elleriyle cehenneme yuvarlanacakları muhakkaktır. Onların cehennemden kurtulmaları
veya azaplarının hafifletilmesi diye bir şey düşünülemez. Kaçacak bir yerleri yoktur ve
hiçbir fert unutulmaz.

Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, Hâlik-ı kerîm'in varlığını gösteren eserleri görmemek
için gözlerini kapayan, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmekten kaçınan münkir
kimselerdir. Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır. Küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır.
Artık o kalplere ne nur girebilir ne de iman.

Allah-u Teâlâ'dan ve O'nun yüce dininden yüz çevirip küfre kayanlar, Hakk'ı bırakıp bâtıla
sarıldıkça sarılanlar, ilâhî dâvete kulaklarını tıkayanlar, hakikatlere gözü yumuk bakanlar,
fıtratllarındaki iyilik ve güzellikleri yitirdikleri için aldandıkça aldanırlar, saptıkça saparlar.
Her çirkinden daha çok çirkinleştirilirler. Sâfilinden daha çok sefil, her âdiden daha âdi,
her murdardan daha iğrenç olurlar.

22.08.2019
Sayfa 581 / 646

Dinden imandan uzaklaştığı zaman, hiçbir mahlûk o kişiden daha aşağıya düşmez. Onun
yaptığını hiçbir hayvan yapmaz.

A'lâ'y-ı İlliyyîn:

Allah-u Teâlâ kâfirlerin âkıbetini anlattıktan sonra, iman edenlere verilen nimetleri beyan
etmek üzere şöyle buyurmaktadır:

"İman edip sâlih amel işleyenler başkadır." (Tîn: 6 - İnşikâk: 25)

Onlar Rabb'lerinin hoşnutluğunu kazanmak için, O'nun râzı olduğu şeyleri yaparlar,
ibadet ve taatlarını hakkıyla yerine getirilirler. Böylece "Ahsen-i takvîm" üzerinde
ömürlerini sürdürürler. Bu gerçek müminler diğerleri gibi aşağıların aşağısına
indirilmezler, o derekeye sevkedilmezler, bilâkis yükseklerin yükseğine çıkırılırlar. Gıpta
edilecek bir âkıbete ererler.

"Onlar için bitip tükenmeyen bir mükâfat vardır." (Tîn: 6 - İnşikâk: 25)

Dünyada da güzelliklerle iyiliklerle karşılaşırlar, ahirette de büyük ücretler alırlar. Öyle bir
mükâfat ki, hakettiklerinden az olmaz ve sonu gelmez. İmanın ve güzel amellerin karşılığı
olarak cennetlere nâil olurlar.

Hüküm Allah'ındır:

Şu husus kesin bir hükümdür ki; Allah-u Teâlâ itaatkârları sevaplar vererek
mükâfatlandırır, yüz çevirenleri de azaplara çarptırarak cezâlandırır.

Ey insan!

"Artık bunlardan sonra hangi şey sana dini yalanlatabilir?" (Tîn: 7)

Dine olan ihtiyaç o derece gözler önündedir ki, inkâr edilmesi mümkün değildir. Bu
hakikat böyle iken, bunları sana inkâr ettiren nedir? Dinden imandan bîhaber yaşamak
kulluğun şânına yakışır mı?

Yarın hesap gelip çatacakken; gerek bugün içinde bulunduğunuz hayat nimetlerine ve
gerekse yarının cezâ ve mükâfatlarına nasıl nankörlük edersiniz?

Kerîm olan, Rahîm olan Allah-u Azîmüşân'ın hüküm ve saltanatının hududundan çıkmak
imkânı olmadığı halde, O'na karşı nankörlük etmeye nasıl cesaret edersiniz?

O gün gelmeden önce dünyada iken Hakk'a yönelip kulluğunuzu yaparak O'na yönelmeli
değil misiniz?

"Allah hüküm verenlerin en güzel hüküm vereni değil midir?" (Tîn: 8)

Allah-u Teâlâ'nın dininden söz edebilmek için ancak O'nun indirdikleriyle hükmetmek
gerekir. Çünkü O'nun hükümranlığının tecellîsi budur.

22.08.2019
Sayfa 582 / 646

Mülk O'nundur, O'ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmeye hakkı ve
salâhiyeti yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez. Verdiği kararı hiç kimse bozamaz.
Emir, yasak, tedbir ve idare, tam tasarruf yalnız O'na âittir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyuruyor:

"Hüküm yücelerin yücesi Allah'ındır." (Mümin: 12)

Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'nun verdiği hükümler
belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.

Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek bir araya gelseler, bir Âyet-i kerime'yi
inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlûkun hükmü yoktur, O'nun hükmü esastır.

Söz O'nun sözü, hüküm O'nun hükmü, kitap O'nun kitabı, mülk O'nun mülküdür. O'nun
sözlerini değiştirecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Tamamı Mekke döneminde nâzil olan bu mübarek sûre-i celile; doksanaltı Âyet-i kerime,
üçyüz doksansekiz kelime, binyediyüzüç harften teşekkül etmiştir.

İlk Âyet-i kerime’sinde geçen ve: “Büyük hadise” yani “Kıyamet” mânâsına
gelen “Vâkıa” kelimesi, bu sûre-i şerif’e isim olmaktadır.

“Vâkıa”, hem bu sûre-i şerif’in adı, hem de konusudur. Kıyametin birgün gelip mutlaka
kopacağını haber vererek başlamakta ve ahiret hayatından sahneler gözönüne
sermektedir.

“Vâkıa” ile “Rahman” sûre-i şerifleri arasında büyük bir ilgi vardır. İkisinde de cennet ve
cehennem sakinleri hakkında bilgi verilmektedir. Her ikisi de aynı hususları ele aldığı için
tek bir sûre gibidirler. Birinin sonunun diğerinin başı ile ilişkisi olması dolayısıyla benzer
muhtevalara sahiptirler.

Fazileti:

Vâkıa sûre-i şerif’inin faziletine dair bazı Hadis-i şerif’ler nakledilmiştir.

22.08.2019
Sayfa 583 / 646

Şöyle ki:

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah


-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Vâkıa sûresi zenginlik sûresidir. Onu hem okuyunuz, hem de çocuklarınıza


öğretiniz.” (Deylemî)

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- ölümle sonuçlanan hastalığa yakalanmıştı,


yatağında yatıyordu. Hazret-i Osman -radiyallahu anh- ziyaretine geldiğinde aralarında
şöyle bir konuşma geçti:

-Şikâyetin nedendir?

-Gürahlarımdan.

-Canın neyi arzuluyor?

-Rabbimin rahmetini.

-Senin için bir doktor getirteyim mi?

-Beni doktor hastalandırdı.

-Sana bir bağış verilmesini emredeyim mi?

-Benim bağışa ihtiyacım yok.

-Senden sonra kızlarının olur.

-Kızlarımın fakirliğe düşeceğinden mi korkuyorsun? Ben kızlarıma emrettim, onlar her


gece Vâkıa sûresini okurlar.

Cünkü ben Resulullah Alayhisselâm’ın şöyle buyurduğunu işittim:

“Her gece Vâkıa suresini okuyan kimseye aslâ fakirlik gelmez.” (İbn-i Asâkir)

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- validemiz:

“Sizden kimse Vâkıa sûresini okumaktan âciz olmasın.” buyurmuşlardır.

Muhtavâsı:

Bu mübârek sûre-i şerif kıyamete dâir açıklamalarla, her türlü şüpheyi ortadan kaldıracak
ifadelerle başlamakta; yerin sarsıldıkça sarsılacağını, dağların darmadağın olup un ufak
olacağını beyan etmektedir.

Daha sonra hesap gününde insanların üç sınıfa ayrılacağını ve herbirinin âkibetlerini;


karşılaşacakları nimetleri ve azapları bildirmektedir.

“Mukarreb”lerin büyük bir kısmının geçmişte yaşamış ümmetlerden, bir kısmının da


sonrakilerden olduğu; mukarreblerin cennetlerinin vasıfları anlatılmaktadır.

22.08.2019
Sayfa 584 / 646

“Ashab-ı yemin” adı verilen müminlerin birçoğunun önceki ümmetlerden, birçoğunun da


sonrakilerden olduğu; cennette kavuşacakları nimetler gözler önüne serilmektedir.

“Ashab-ı şimal” adı verilen kâfirlerin ise ne kadar bahtsız oldukları, cehennemde
görecekleri azap çeşitleri korkunç bir şekilde beyan edilmekte, dünyadaki durumlarının
çirkinliği ortaya konulmakta, yalanlamalarının kendilerini ne kadar alçalttığı
açıklanmaktadır.

Öldükten sonra dirilme, mahşere sevk edilme ve hesaba çekilme ile ilgili deliller
sıralanmakta; Allah-u Teâlâ’nın azamet ve kudreti bütün açıklığı ile zihinlere
yerleştirilmektedir.

Yıldızların yerlerine yemin edilerek kerim olan bu Kur’an’ın, âlemlerin Rabbi tarafından
indirildiği, koruma altında olan bir Kitap’ta yazılı olduğu, ancak temizlenmiş ve arınmış
olanların ona el sürebileceği, böyle bir yeminin büyük bir yemin olduğu hatırlatılmaktadır.

Nihayet insanları ölüm esnâsındaki bir sahne ile uyarmakta, can çekişen kişinin durumu;
mukarreblerin ve sâlihlerin ahiretteki güzel âkibetleri ile kâfirlerin kötü âkibetleri tasvir
edilerek sona ermektedir.

Kıyamet Hadisesi:

“Vâkıa”; kıyametin isimlerinden bir isimdir. Kıyametin vukuu, yani gerçekleşmesi kesin
bir vâkıa olduğu, gelecekte muhakkak surette meydana geleceği için bu isim verilmiştir.
Zira Allah-u Teâlâ’ya göre, meydana gelmesi kesin olan bir hadise, gelmiş gibi kabul
edilir.

“Kıyamet koptuğu zaman!” (Vâkıa: 1)

Kıyametin kopması, sûra üfürüldüğü zaman olacaktır. İşte bu esnâda hayal bile
edilemeyecek, kelimelerle anlatılamayacak, çok korkunç ve dehşet verici şeyler olacaktır.

“Onu yalanlayacak hiç kimse olmaz.” (Vâkıa: 2)

Allah-u Teâlâ kıyametin gerçekleşmesini dilediğinde, onu önleyecek hiç bir engel
olmadığı gibi; onun meydana gelişini yalanlayan, bugünkü yalancılar gibi bir tek yalancı
bulunmaz. Azabı açık açık görecekleri için artık inkâr edemezler ve çaresizce
doğrulamaya mecbur olurlar.

“O alçaltıcı, yükselticidir.” (Vâkıa: 3)

Dünyada iken iman etmeyi kibirlerine yediremeyen, ilâhî buyruklara iltifat etmeyen,
ölümden sonra dirilmeyi red ve inkâr eden kimseleri aşağıların aşağısına, esfel-i sâfilin’e
düşürür. İsterse onlar kendilerini şerefli ve seçkin kişiler sansınlar.

İman şerefiyle müşerref olan, kulluğun gereğini yerine getiren bahtiyar müminleri ise
yücelerin yücesine, a’lâ-i illiyyîne yükseltir.

Şakîleri cehennemin dibine savurup atmak suretiyle alçaltır, said olanları da cennetlerinin
yüksek derecelerine kavuşturur. Herkes lâyık olduğu dereceyi bulur.

22.08.2019
Sayfa 585 / 646

Bazılarını düşürür alçaltır, bazılarını kaldırır yükseltir. Çünkü görülüyor ki devletleri yıkan
ihtilâl gibi büyük hadiseler; nice kimseleri aşağıya düşürmekte, nicelerini de yükseklere
kaldırmaktadır.

“Yer şiddetle sarsıldığı zaman.” (Vâkıa: 4)

Kıyamet koptuğu an yer dehşetle sarsılıp yerinden oynar, mevcut düzen alt-üst olur.
Zelzele belirli bir bölgeyi değil, bütün yeryüzünü kaplar.

Hayal etmenin bile ürperti vereceği sıkıntılı ve korkulu durumlarla karşı karşıya kalınır.

Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Kıyamet saatinin zelzelesi, şüphesiz ki çok büyük bir şeydir.” (Hacc: 1)

Kıyametin numunesi zelzelelerdir. İnsanoğlu zelzeleye karşı koyacak güce sahip değildir,
insan böyle bir zamanda aczini idrak eder. Zelzele hiç bir zaman “Ben geliyorum!” demez,
bir anda ortalığı harabeye çevirir. Gelmesi ile gitmesi bir olur.

Zelzeleler kıyametin açık bir delilidir, bize büyük kıyameti haber vermektedir.

“Dağlar parçalanıp da toz duman haline geldiği zaman.” (Vâkıa: 5-6)

Dünya nizamının alt-üst olacağı o büyük hadise vuku bulduğunda, dağlar o muhteşem
cesametleri ve ağırlıkları ile beraber yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça
ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılır.

Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir
arazi haline gelir.

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor: “Yerlerini dümdüz, bomboş
bırakacaktır.” (Tâhâ: 106)

Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı görülür, yüksek ve alçak hiç bir şey kalmaz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2

İnsan Sınıfları:

22.08.2019
Sayfa 586 / 646

Dünya nizamı alt-üst olduğu, o büyük kıyamet hadisesi gerçekleştiği ve bunun neticesi
olarak da ahiret hayatına geçildiği zaman, insanlar umumi mânâda üç sınıfa ayrılırlar:

“Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman!” (Vâkıa: 7)

Bu ayırımı bizzat Allah-u Teâlâ yapmaktadır. İnsanlar ilâhî huzurda mertebe mertebe
ayrılacaklar, üç sınıfa bölünecekler, iki sınıf cennette bir sınıf cehennemde olacaktır. İlk
insandan itibaren kıyamet gününe kadar bütün insanlık bu üç sınıf içinde yerini alacaktır.

Daha sonra Allah-u Teâlâ bu üç sınıfı açıklayarak şöyle buyurmaktadır:

“Sağın adamları, ne uğurludurlar onlar!” (Vâkıa: 8)

Bunlar öyle mesut, öyle bahtiyar insanlardır ki; amel defterleri kendilerine sağlarından
verilir ve sağlarından alınır, Arş’ın sağında yerlerini alırlar. Bu yüksek şeref sahipleri
bütünüyle cennet ehlidirler.

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın sonsuz ihsan ve ikramına nâil olmuş, lütuf birlik ve beraberliğine
dâhil olmuş, rızâ ve hoşnutluğunu kazanmış, böylece cennetin yolunu tutmuşlar,
Cemâlullah’a vâsıl olmuşlardır.

“Solun adamları, ne uğursuzdurlar onlar!” (Vâkıa: 9)

Bunlar ise öyle bedbaht, öyle uğursuz kişilerdir ki; amel defterleri kendilerine sollarından
verilir ve sollarından alınır, Arş’ın solunda yerlerini alırlar. Uğursuzlukları hem kendilerine
hem de yakınlarına dokunan bu hayırsız, bereketsiz kişiler cehenneme sürüklenirler. Son
derece perişan bir hâldedirler.

Bunlar yaratan ve yaşatana, engin nimetleriyle donatana tâbi olmayıp isyan etmişler;
Hâlik-ı kerim’e hasım kesilmişler, O’nun ilâhî emir ve hükümlerini dinlemeyip alaya
almışlar, böylece de cehennemdeki kötü akıbete müstehak olmuşlardır. Yaptıkları bütün
iş ve icraatları noksansız olarak orada bulurlar.

Bunların hepsinin önünde olmak üzere:

“Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar!” (Vâkıa: 10)

Âyet-i kerime’de geçen “Sâbikûn” kelimesinin türemiş olduğu “Sebk” kelimesinin mânâsı:
“Yürüyüşte öne geçmek” demektir.

Bunlar öne geçip Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde yarışanlardır. O’nun hoşnutluğunu
elde etmeye çalışırlar. Bunlar kitapları sağ tarafından verilmiş olan müminlerden daha
hususi, daha değerli ve daha üstün olup, onların önderleridir. Bütün mânevî makam ve
mertebelerin ilerisinde bulunurlar. Peygamberler, sıddıklar, şehitler bunların arasında yer
alırlar. Sayıları çok azdır.

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın zâtına çektiği, hıfz-u himâyesine, tasarruf-u ilâhîsine aldığı,
sevip beğendiği, hem nuru ile hem de Kudsî ruh’la desteklediği, Sıddıkiyet makamına
çıkardığı has ve hususi kullarıdır.

“Sâbikûn”un erişecekleri dereceler, hâl ve şanlar insan aklinin idrâkinin üstünde olduğuna
işaret için “Sâbikûn”dan “Sabikûn”la haber verilmiş, “Sâbikûn sâbikûndur.” buyurulmuştur.
Bu ise: “Onların ahirette görecekleri nimetlerden bu dünyada haber vermek mümkün
değildir.” demektir.

22.08.2019
Sayfa 587 / 646

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır.” (Fâtır: 32)

İşte asıl peygamber vârisi olanlar, Allah-u Teâlâ’nın övgüsüne ermiş olanlar bunlardır.
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın hem nurunu, hem de vekâletini yani emanet-i ilâhîyi
taşırlar.

“İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir.” (Fâtır: 32)

Bu büyük ikram ve ihsana ancak O’nun dilemesi ile ulaşılır. Onların hâl ve şanları her
türlü takdirin üstünde güzeldir. Uğur ve bereketleri her bakımdan gıpta edilecek bir
durumdur.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki kadar aydın,
onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız
gibidir.” (Buhârî. Tecrid-i sarih: 1343)

Sehl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivâyet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:

“Muhakkak ki ümmetimden, cennete yetmişbin veya yediyüzbin kişi girecek. Öyle


ki sonrakiler girmeden öndekiler girmeyecektir. (Saf hâlinde girecekler.) Yüzleri
ayin ondördü gibi olacaktır.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1344)

Bunlar Nur’unun nuru, kehribarın tozu, Resulullah Aleyhisselâm’ın vekilleridir.

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın şefaat izni verdiği kimselerdir. Bu ise derece derecedir. Onlara
bahşedilen bu şefaat sayesinde, en son neferini toplayıp cennete koymadıkça kendisi
girmeyecektir.

Daha sonra Allah-u Teâlâ şöyle buyurarak onları övmüştür:

“İşte onlar mukarreblerdir (Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır).” (Vâkıa: 11)

Bunlar “Mukarrebûn” ünvanını almışlardır, mânevî kurbiyete nâil ve dahil olmuşlardır.


Sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetindedirler.
Dünyada O’nunla oldukları gibi, ahirette de O’nunladırlar.

“Naîm cennetindedirler.” (Vâkıa: 12)

Nimet kelimesinden daha geniş bir muhtevaya sahip bulunan Naîm, insana mutluluk
veren maddî ve mânevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre “Cennâtün-naîm”,
mutluluklarla dolu cennetler demektir.

Bir delikanlı bir kıza âşık olmuş. Fakat o çok sevdiği kızı çok güzel bir bahçenin köşküne
kapatmışlar, o genci de bahçede bırakmışlar. O bahçe ona zindan gibi gelmez mi?
Çünkü onun gayesi bahçe değil.

Allah-u Teâlâ’ya âşik olan kimseler de cennete o nazarla bakarlar. Çünkü gayeleri
cennet-i âlâ degil, Cemâlullah’tır.

22.08.2019
Sayfa 588 / 646

Binaenaleyh onlar cennetlerin en âlisindedir. Onlar hem orada her an Allah-u Teâlâ
iledirler, O’na nazar ederler, O’nunla mülâkat yaparlar; hem de Allah-u Teâlâ onları orada
en güzel bir şekilde yaşatır.

Onlar dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı tercih ettiği için, Allah-u Teâlâ da onları tercih etmiş,
onları huzuruna almış, mülâkatına kabul buyurmuş.

Onlar en güzel ameli yaptığı için, en güzel nimetler yine onlarındır. Onlar pek büyük ve
yüksek cennetlerde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, maddî ve mânevî nimetlerle
huzur ve lezzet içindedirler.

Bunlar nâdir olarak gelenlerdir, yüz senede bir gelirler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Her asırda benim ümmetimden ‘Sâbikûn=önde gelenler’ vardır ki bunlara büdelâ


ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki ilâhî inâyet ve merhamet o kadar
boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için geleceği tasavvur
olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (Nevâdirül-usûl)

Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzü halkına vereceği bütün nimetleri onların
yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ
vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer veya tehir eder.

Dünyada olduğu gibi mahşerde de, sıratta da böyledir.

Musa Aleyhisselâm’a denizi yol yapan Hazret-i Allah, bu sevgili kulları da cehennemin
üstüne yol yapar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3

Evvelkiler ve Sonrakiler:

“Onların büyük bir kısmı eski ümmetlerdendir.” (Vâkıa: 13)

Önceki ümmetlerin içinde “Sâbikûn” yani öncülerin çok olması, bütün nebi ve resulleri
içine alması sebebiyledir. Çünkü Âdem Aleyhisselâm’dan Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimizin zaman-ı saâdetlerine gelinceye kadar yüzyirmidört bin peygamber
gelip geçmiştir.

22.08.2019
Sayfa 589 / 646

Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:

“İki cennet Allah-u Teâlâ’ya çok yaklaştırılmış olan mukarreblere (öncülere)


verilecektir. Onların oradaki eşyaları altından olacaktır.

Diğer iki cennet de, kitapları sağlarından verilen Ashab-ı yemin’e verilecektir.
Onların eşyaları da gümüştendir.” (Feth’ül-bâri)

Azlık ve çokluk sayıya göredir, onların hepsi de cennette olacaklardır.

“Onların bir kısmı da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 14)

Geçmiş ümmetlere çok sayıda peygamber gönderildiği için onların içinde “Sâbikûn” yani
öncüler çoktur. Bununla beraber ümmet-i Muhammed içinde “Öncüler”e uyanlar, geçmiş
ümmetlerin öncülerine uyanlardan daha çok olacaktır. Zira onlar cennetliklerin yarısından
çoğunu teşkil edeceklerdir.

Çünkü onlar:

“Siz beşeriyet için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” (Âl-i imran: 110)

Âyet-i kerime’sindeki şerefe mazhar olmuşlardır.

Onların bu fazileti Hakk katında malumdur ve Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Onlara bu


lütfu bahşederek bütün ümmetlerden üstün kılmıştır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Bizler en son gelenleriz. Fakat kıyamet gününde en başa geçenler de biz olacağız.
Şu kadar var ki her ümmete kitap bizden önce verilmiş, bize onlardan sonra
verilmiştir.” buyurmuşlardır. (Müslim: 855)

Onların bütün ümmetlerden hayırlı olmaları, tâbi oldukları âlicenap Peygamber’in Allah
katındaki faziletinden dolayıdır.

Ashab-ı yemin’in de fazileti “Sâbikûn”a uymalarından ileri gelmektedir.

Cennette Kavuşacakları
Göz Kamaştırıcı Nimetler:

“İleri geçenler” için neler hazırlandığını bildirmek, onlara verilen ruhânî ve cismânî
nimetleri açıklamak ve zihinlerde hayâl ettirmek için şöyle buyuruluyor:

“Altın ve mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler.” (Vâkıa: 15)

Allah-u Teâlâ kullarının anlamalarına kolaylık sağlamak için o nimetleri dünya nimetlerinin
isimlerini vererek anıyor. Yoksa bunların vasıflarını bütünüyle anlamak ve kavramak
imkânsızdır. Huzur ve emniyet içinde oturacakları, altın ile dokunmuş, inci ve yakut
kakmalı öyle tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.

“Onların üzerine karşılıklı olarak yaslanırlar.” (Vâkıa: 16)

22.08.2019
Sayfa 590 / 646

Diledikleri gibi otururlar, diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler. O tahtlar üzerinde
kurulurlar, birbirlerine kemâl-i hürmetle nazar ederler, birbirleriyle karşılıklı olarak sohbet
ve muhabbet ederler. Nâil oldukları nimetin huzuruna ermiş bir şekilde gayet rahattırlar,
aslâ sıkıntıları olmaz.

Sonra gelen Âyet-i kerime’lerde Mukarrebler’in Allah-u Teâlâ’nın sonsuz ihsan ve


ikramlarına nâil olacakları temsillerle beyan buyurulmaktadır:

“Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır.” (Vâkıa: 17)

Vildan ve Gılman ismi verilen, sonsuzluğa ermiş genç delikanlılar hizmetlerinde bir an
bile olsun aslâ kusur etmezler. Saygılı ve naziktirler. Güler yüzlü ve tatlı sözlüdürler. Hep
aynı hâlde kalırlar, büyüyerek vasıfları değişmez. Her zaman gençliğin tazelik ve
zindeliğinde bulunurlar, hiç yaşlanmazlar.

“Akıp giden şarap kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.” (Vâkıa:


18)

Bitip tükenmelerinden ve boşalmalarından yana endişeleri olmayacak şekilde akıp duran


ırmaklar cennet şarapları ile doludur.

Hizmetçi Vildan’lar kulpsuz, yuvarlak ve büyük büyük kadehlerle; kulplu, parlak, şeffaf
ibrik ve sürahilerle pınarlardan akan şarap dolu kâselerle dolaşırlar.

“Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.” (Vâkıa: 19)

Baş ağrısı yapmaz, şuuru zedelemez, baş döndüren tadına rağmen aklı gidermez,
hâlsizlik doğurmaz, lezzetleri kesilmez, ne kadar içilirse içilsin hiçbir zaman bitip
tükenmez, alabildiğine zevk ve neşe verir.

“Beğendikleri meyveler.” (Vâkıa: 20)

O hizmetçiler yanlarında envâi çeşit meyvelerle dolaşarak onlara takdim ederler. O


meyvelerin hepsi de güzel ve lezzetli olmasına rağmen; içlerinden en iyisini, bunca çeşit
arasından en üstününü, canlarının çektiğini seçerler.

Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Naîm cennetlerinde türlü meyveler kendilerine ikram edilmektedir.” (Saffat: 42-43)

Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez.


Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve
zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği
kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.

Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyve yemeleri, sırf lezzet
almak, zevkyab olmak içindir.

“Canlarının çektiği kuş etleri.” (Vâkıa: 21)

Şüphesiz ki cennetin kuşları da dünyadakilerden çok farklıdır. Etlerinin posası yoktur. Her
biri ilâhî kudret eliyle yaratıldığından dolayı son derece nefis ve lezzetlidir. Canları nasıl
çekerse, ister kızartılmış, ister pişirilmiş olarak yerler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-e:

22.08.2019
Sayfa 591 / 646

“Sen cennette iken canın kuş arzu edecek, o da senin önüne kızarmış olarak
düşüverecektir.” buyurmuşlardır.

Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:

“Cennet kuşları melez deve gibi cennet ağaçları arasında yayılırlar.” buyurduğunda
Ebu Bekir -radiyallahu anh-: “Yâ Resulellah! Demek ki bunlar çok değerli kuşlardır!” dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Onun yenilişi kendinden de güzeldir.” buyurdu ve bu sözünü üç kere tekrarladıktan


sonra:

“Doğrusu ben senin de o kuşlardan yiyecek kimselerden olmanı ümit


ederim.” buyurdu. (Ahmed bin Hanbel)

Meyve ve et, dünya hayatında insanın dengeli beslenmesi için son derece lüzumludur.
Ahiretteki meyve ve et ise dünyadakilerden çok farklıdır, sırf zevk ve lezzet almaları için,
canlarının çektiği anda onlara bu gibi çeşitli nimetler bahşedilir.

“Onlar için ceylan gözlü huriler vardır.” (Vâkıa: 22)

Hurilerin vasıfları anlatılmakla tükenmez. Allah-u Teâlâ’nın Cemal ve Lâtif sıfatlarının


tecellileriyle vücut bulmuşlardır. Tarifi mümkün olmayan şekil ve endama, çarpıcı zerafete
sahiptirler.

Hurilerin güzellikleri yanında huyları da güzeldir. İffet ve hayâ numunesidirler. Daha önce
bir insan dokunmadığı gibi cin de dokunmamıştır.

“Gün görmemiş inciler gibi.” (Vâkıa: 23)

Hiç kimsenin elleyip dokunmadığı, bakıp yıpratmadığı korunmuş incilerdir.

Meyil ve muhabbetleri, kime bağışlanmışlarsa sadece onlaradır. Başkaları onlara şehevî


bir ilgi duymadığı gibi, onlar da eşlerinden başkalarına karşı böyle bir duygu beslemezler.

Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.

“İşledikleri amellerine karşılık olarak.” (Vâkıa: 24)

Cennete girmek, Allah-u Teâlâ’nın bir ikram ve ihsanıdır. İnsanın yapmış olduğu ameller
ise, cennette derecelerin yükselmesine sebep olur. İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.

“Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar.” (Vâkıa: 25)

Cennetin mükemmelliklerinden birisi de, onların yakışık almayan her türlü sözden uzak
olmalarıdır. Selim sözler konuşulur. Birbirlerinden ancak esenlik ihtiva eden sözler
işitirler. Lâubalilik, boş söz, kötü söz duymazlar. İşittikleri sözlerden onlara bir günah da
gelmez.

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“Orada hoşa gitmeyen boş bir söz dahi işitmezler.” (Ğaşiye: 11)

Bu bile başlı başına, cennet nimetlerinden bir nimettir.

22.08.2019
Sayfa 592 / 646

“Sadece selâma karşılık selâm sözü işitirler.” (Vâkıa: 26)

Kendi aralarında selâmı yayarlar ve ardı ardına selâmlaşırlar. Selâm bu dünyada nasıl
alınıp veriliyorsa, ahirette de öyle olacaktır.

Bu Âyet-i kerime’de onların bu cennette sadece Allah-u Teâlâ ile birlikte olacaklarına ve
Allah-u Teâlâ’nın kendilerine her türlü eksikliklerden uzak olan “Selâm” ism-i şerifi ile
tecelli edeceğine de işaret vardır.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onların orada birbirlerine dilekleri ‘Selâm’dır.” (İbrahim: 23)

Mutlu Sağcıların Cenneti:

Allah-u Teâlâ gözde olan öncülerin âkıbetini beyan ettikten sonra, amel defterleri
sağlarından verilen ve “Ashâb-ı yemin” adı verilen müminlerin durumunu açıklamak üzere
şöyle buyurdu:

“Defterleri sağdan verilenler, ne mutlu o sağcılara!” (Vâkıa: 27)

Sağcılar, Sûre-i şerif’in başında “Ashâb-ı meymene” adı ile kısaca işaret edilen mutlu
kimselerdir. Bunlar verdikleri sözü yerine getirmişler, yeminlerine sâdık ve bağlı
kalmışlardır.

“Onlar dikensiz kirazlar.” (Vâkıa: 28)

Allah-u Teâlâ tarafından “Ashâb-ı yemin” adı verilen müminler cennette dikensiz kiraz
ağaçlarının altında bulunurlar. Öyle ağaçlar ki, âdeta gövdesine ağır gelecek şekilde bol
bol meyvesi olacaktır.

“Salkımları sarkmış muz ağaçları.” (Vâkıa: 29)

Muz ağacının büyük yaprakları ve serin gölgesi olur, meyvesi boldur, tıklım tıklım dizili,
aşağıdan yukarıya doğru istiflidir. Meyvesinin kabuğu bile olmaz, her tarafı zahmetsizce
yenir.

O ağaçlar ve onların meyveleri dünyadaki meyvelerin adı ile anılmakla birlikte, mahiyetleri
ve lezzetleri itibariyle dünya ağaçlarının ve meyvelerinin çok çok üstündedirler. Onları ne
bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir beşerin hayaline gelmiştir. Duyduğumuz,
okuduğumuz, hatta aklımızdan geçenlerin de fevkinde güzelliktedirler. Dünyadakilere hiç
benzemezler, sadece isim benzerliği vardır. Beklenilmeyen anlarda peşi peşine takdim
edilir, her defasında yeni bir şekil arzeder.

Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Kendilerine ne zaman onlardan bir meyve rızık olarak yedirilirse, her defasında;

‘Bu bizim daha önce dünyada iken yediğimiz şeydir!’ derler.” (Bakara: 25)

Allah-u Teâlâ’nın kendilerini dünyada ve ahirette rızıklandırmış olduğu şeyleri bir şükran
vesilesi olarak ihtiramla anarlar.

22.08.2019
Sayfa 593 / 646

Bunlar kendilerine, dünyadakilerine benzer meyveler şeklinde sunulur ki yabancılık


çekmesinler. İlk anda onları tanırlar ve hemen yemeye başlarlar. Çünkü gönül alışık
olduğu şeye çok daha eğilimli olur. Fakat tadıp yediklerinde bunların, dünyadakilerden
tamamen farklı ve görülmedik şeyler olduklarını, sadece cins ve şekil bakımından
dünyadakilere benzediklerini; tat, hacim ve nefaset bakımından benzerlerini aslâ
görmedikleri şeyler olduklarını hemen kavrarlar.

“Bunlar söylediklerinin benzerleri olarak sunulmuştur.” (Bakara: 25)

İşte bahtiyarlık budur. Gerçek hayat budur. Bu nimetlerin ne sonu ne de bitimi vardır.
Sermedî ve ebedi olarak devam eder.

“Uzamış gölgeler altındadırlar.” (Vâkıa: 30)

İnsana huzur veren ve her tarafa uzanan gölgelerde, ağaçlar altından çağlayarak akan
pınarlar başında ve arzu ettikleri her türlü meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile
vakitlerini geçirirler.

Gölgenin insan hayatında çok mühim bir yeri vardır, bir insan gölgede istirahat etmek ve
rahat bulmak için oturur.

“Çağlayarak akan sular kenarlarındadırlar.” (Vâkıa: 31)

Öyle bir su ki, belli bir yatağı ve arkı olmaksızın hiç durmaksızın akar. Öyle bir su ki, hiç
azalmaz, tükenmez ve kesilmez, istenilen yerde akar. Herkes bu sudan zahmet
çekmeden kolaylıkla istifade eder.

“Bol meyveler arasında.” (Vâkıa: 32)

Çeşitleri ve cinsleri ile o kadar bol meyve vardır ki, mevsimlik olmaksızın istenilen her
zamanda ve anda her meyve bulunur. Diledikleri meyvelerden yerler, zevkyâb olurlar.

“Bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen.” (Vâkıa: 33)

Bir meyve koparılıp toplandığında, mutlaka yerine başkası gelir, kesintiye uğramaz.
Herhangi bir kimse almak istediğinde ona engel olunmaz, hiç kimseye yasaklanmaz,
kurumak çürümek gibi şeyler de olmaz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4

22.08.2019
Sayfa 594 / 646

Mutlu Sağcıların Cenneti (Devam):

“Ve yüksek döşekler üzerindedirler.” (Vâkıa: 34)

Bu döşeklerin değeri oldukça yüksektir, mânevî yüksekliği ise beşer aklının çok çok
üstündedir. Rahatlatıcıdır, dinlendiricidir. Üzerinde yatmak istendiğinde alçalır, sonra
yükselir.

“Biz onları (cennete giren kadınları) yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır.” (Vâkıa:
35)

Dünyaya gelip giden, imanı ile sâlih amelleri ile cennete ulaşan kadınları Allah-u Teâlâ
orada yeniden yaratır gibi bambaşka bir güzellikte ve en mükemmel bir surette
yaratacaktır. İhtiyar olan gençleşecek, çirkin olan güzelleşecektir. Kadınlığın en olgun
çağında olacaklardır.

Onlar cennet hurilerinden daha üstün ve daha câzibelidirler. Birbirleriyle en güzel şekilde
uyuşurlar.

“Böylece onları hep bakire kızlar yapmışızdır.” (Vâkıa: 36)

Hepsi bakiredirler, bakirelikleri hiç gitmez. Kocaları onlara her geldiklerinde daima bakire
olarak bulacaklardır. Kadınlar için bu durum, iki taraf için de sevgiye vesile olduğu için,
Allah-u Teâlâ onları bekaretle vasıflandırmıştır.

“Eşlerine düşkündürler.” (Vâkıa: 37)

Kocalarına gönülden bağlı ve tutkundurlar, onları çok severler, tatlı bakışlarını yalnız
onlara dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, böyle birşeyi hatırlarından bile
geçirmezler. Kadınlık görevlerini kemaliyle yerine getirirler.

“Hepsi bir yaşta nâzeninlerdir.” (Vâkıa: 37)

Büyük küçük bütün cennet halkı otuzüç yaşında olacaktır. Kadınların ise onaltı yaşında
olacakları rivayet edilmektedir.

“Bütün bunlar Ashâb-ı yemin (sağcılar) içindir.” (Vâkıa: 38)

Allah-u Teâlâ onları sağcılara takdim edecek, onlarla ebedî olarak beraber olacaklardır.

İnsanın fıtratı icabı bu gibi kadınlarla beraber olmak dünyada iken gönlünün arzuladığı bir
emeldir. Ahirette ise takvâ sahiplerine ancak Allah-u Teâlâ’nın bileceği bir düzende bu
kadınlar ihsan edilecektir.

O sağcılar ki;

“Onların birçoğu önceki ümmetlerdendir.” (Vâkıa: 39)

Sayı bakımından geçmiş ümmetlerde bulunan “Öncüler”den çokturlar. Onlar da birer


topluluk teşkil edeceklerdir.

“Birçoğu da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 40)

22.08.2019
Sayfa 595 / 646

Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmeti arasında Ashâb-ı yemin’den olmak şerefine erenler


pek çok bulunmaktadır.

Vâkıa sûre-i şerif’inin 13. ve 14. Âyet-i kerime’leri nâzil olduğunda Ashâb-ı kiram’ın
gücüne gitmişti. Daha sonra 39. ve 40. Âyet-i kerime’ler nâzil oldu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Ben her halde ümit ederim ki, siz cennet ehlinin üçte biri, belki de yarısı
olursunuz. Kalan ikinci yarısını da onlarla paylaşırsınız.” buyurdu. (Ahmed bin
Hanbel)

Böylece Ashâb-ı kiram’ın, cennette Ümmet-i Muhammed’in az olacağına dair endişeleri


giderilmiş oldu.

Bedbaht Solcuların Âkıbeti:

Ahirette amel defterleri sol tarafından verilen ve “Ashâb-ı şimal” adı ile tanınan solcular;
kaypak ruhlu, uğursuz, mutsuz, yalancı kimselerdir.

Allah-u Teâlâ bu bedbahtların pek feci ve müthiş âkıbetlerini ve bunun sebeplerini Âyet-i
kerime’lerinde şöyle tasvir etmektedir:

“Amel defterleri soldan verilenler! Onlar ne uğursuzdurlar!” (Vâkıa: 41)

Öldükten sonra dirilmeye inanmazlar veya bu hususta devamlı şüphe içindedirler. Onun
içindir ki, hem Allah’tan korkmazlar, hem de içten bir sorumluluk duymazlar.

“İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.” (Vâkıa: 42)

Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgar, suları ise çok sıcak
kaynar bir sudur. O su, sıcaklığın en ileri derecesindedir ve onların etlerini eritir, iliklerine
ve ciğerlerine işler. Bir kere yutunca bağırsaklarını döker.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)

Hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gidip gelirler. İlelebed
bu şekilde azap üstüne azap görür dururlar.

“Onlar kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.” (Vâkıa: 43)

Böyle bir gölgeden hiçbir hayır beklenemez. Öyle bir gölge ki, göz gözü görmez hâle
getirir. Onlar, öyle bunaltır ki nefeslerini keser. Azap üstüne azap verir. Alevli ateş bu
gölgeden çok daha hafif kalır.

“Ki ne serindir, ne de hoş!” (Vâkıa: 44)

O dumanın gölgesi hiçbir gölgeye benzemez.

22.08.2019
Sayfa 596 / 646

Bu ifade bedbaht solcuları hafife alma ve alay etme mânâsı taşımaktadır. Çünkü ateş
yakıcıdır, gölge ise insanı sıcaktan korur. Onlar hiçbir zaman serinletici gölgelere lâyık
değildirler.

Şımarık Sapıklar:

Allah-u Teâlâ daha sonra gelen Âyet-i kerime’lerde bu sapıkların bu acı azabı hak
etmelerinin sebebini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:

“Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı.” (Vâkıa: 45)

Bu durum onların kötülüklerden uzak durmalarını engelledi, böylece arzularına uydular.


Helâl dururken harama yöneldiler. Şehvetlerinin peşine düştüler, günahlardan lezzet
aldılar. Hakk ve hakikat önlerinde güneş gibi parlarken, onlar gözü yumuk baktılar ve
körlüğü tercih ettiler. Nimet deryası içinde yaşadıkları halde Yaratan’ı tanımadılar, Ulu
Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmediler. Şükredecekleri yerde nankörlük ettiler.

“Büyük günah işlemekte direnir dururlardı.” (Vâkıa: 46)

Günah üstüne günah işlediler. Tevbe etmeyi, Hakk’a yönelmeyi içlerinden dahi
geçirmediler.

“Ve diyorlardı ki:

‘Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar


dirileceğiz?’” (Vâkıa: 47)

Yoktan var eden Yaratıcı’nın, öldükten sonra kendilerini tekrar diriltebileceğini beyinsiz
kafaları bir türlü almıyordu.

“Önce gelip geçmiş atalarımız da mı?” (Vâkıa: 48)

Son derece azgın ve inatçı olmaları yüzünden, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal
görüyorlardı.

Mahşer:

İsrafil Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ’nın emri ile ikinci defa Sur’a üfürmesi sonucunda,
evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden kalkarlar ve mahşer
yerine sevkolunurlar.

“De ki:

Hem öncekiler, hem de sonrakiler, bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka
toplanacaklardır.” (Vâkıa: 49-50)

Bu vakit belirli bir vakittir. Ne öne alınır, ne de sona bırakılır. Ne artırılır, ne de eksiltilir. O
gün, bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür. Allah-u Teâlâ onu, ancak sayılı bir
müddet için ertelemektedir.

22.08.2019
Sayfa 597 / 646

Zakkum:

Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin
dibinde yetişir ve ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan
yemek zorunda bırakılacaklardır.

Amel defterleri sol yanlarından verilecek olan uğursuz bedbahtların cehennemde ilk
olarak zakkumdan yiyeceklerini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde haber veriyor:

“Sonra siz ey sapıklar, yalancılar!” (Vâkıa: 51)

Hidayetten uzak düşenler! Öldükten sonra dirilişi inkâr edenler!

“Doğrusu siz zakkum ağacından yiyeceksiniz.” (Vâkıa: 52)

Cehennemin dibinden çıkan bu ağaçlar, onları beslemek için değil, azap vermek ve
azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar. Manzarası çok çirkin, tadı çok acı, kokusu
çok iğrençtir.

“Karınlarınızı onunla dolduracaksınız.” (Vâkıa: 53)

Cehennemlikler takatlerinin de üstünde bir açlığa mübtelâ olup, başka yiyecek


bulamayınca; ister istemez, bu ağaçtan bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar.
Fakat açlığa hiç faydası olmaz, çünkü çok yerlerse, o nisbette açlık hissederler.

“Üzerine de kaynar su içeceksiniz.” (Vâkıa: 54)

Bu kaynar suyu içmekle susuzlukları gitmez, hararetlerine hararet katar, acı üstüne acı
verir.

“Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.” (Vâkıa: 55)

Allah-u Teâlâ onlara öyle bir susuzluk verir ki; o kaynar suyu, susamış develerin içtiği gibi
içerler. Bir türlü kanmazlar, içtikçe de azapları artar.

“Ceza gününde işte onlar böyle ağırlanacaklardır.” (Vâkıa: 56)

Cehennemliklerin azaplarına, bir alay ifadesi olarak “Ağırlama” denmiştir.

Cehennem misafirlerine ilk geldiklerinde ilk defa böyle şeyler takdim edilince, daha sonra
kendileri için hazırlanmış olan şiddetli azabın nasıl olacağı düşünülmelidir. Onlar ancak
böyle bir ziyafete lâyık bulunmuşlardır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 598 / 646

VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-5

HALLÂK-I AZİM

İnsanın Yaratılışı:

Herşeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, yaratan ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını
yerleştiren Allah-u Teâlâ'dır. Hiçbir güç ve kuvvet O'na muhalefet edemez, hükmünü
dilediği gibi yürütür.

İnkârcıları susturmak ve beşeriyete gerçeği duyurmak için Âyet-i kerime'lerinde şöyle


buyurmaktadır:

"Ey inkâr edenler! Sizi biz yarattık." (Vâkıa: 57)

İlk başta benzersiz olarak yaratmaya kâdir olanın, öldükten sonra yeniden yaratmaya da
gücü yeter.

"Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz?" (Vâkıa: 57)

İnanmanız gerekmez mi? İnanmakla birlikte itaat etmeniz ve yolunda bulunmanız


gerekmez mi?

Nice insanlar her ne kadar Allah-u Teâlâ'nın yaratıcılığını tasdik ediyorlarsa da, takip
ettikleri yol bu tasdiklerine aykırı düşmektedir. Bunun içindir ki gerçekleri yalanlamış
olmaktadırlar.

Allah-u Teâlâ bu hususu daha açık ifade etmek için de şöyle buyurmaktadır:

"Gördünüz mü (rahimlere) akıttığınız meniyi?" (Vâkıa: 58)

Ona ibret nazarı ile baktınız mı? Bana haber veriniz!

"Onu (siz mi düzgün bir insan suretine getirip) yaratıyorsunuz, yoksa yaratanlar biz
miyiz?" (Vâkıa: 59)

Elbette bunun aksini iddiâ edemezsiniz.

İnsanın yaratılışı gözler önünde her an tekrarlanan bir mucizedir. Atılan ve dökülen bir
nutfe, kısa bir zaman sonra işiten ve gören bir insan oluveriyor. Eti ve kemiği ile, sinirleri
ve damarları ile, huyları ve karakterleri ile bu insan nerede gizli idi? Doğacak çocuğun kız
mı erkek mi olacağına Allah'tan başkası mı karar veriyor?

Bu yaratma tecellisinde karı-kocanın rolü, sadece birleşmekten ibarettir. Bundan sonra


erkeğin de kadının da işi biter. İlâhî irade safha safha ortaya çıkmaya başlar.

Erkek cinsiyet hücresine nutfe yani sperma, kadının cinsiyet hücresine de yumurta denir.

Sperma, meninin içindeki tohumun ismidir. Erkeğin yumurtalıklarında yaratılır.

22.08.2019
Sayfa 599 / 646

Birleşme sırasında normal olarak ikiyüz-üçyüz milyon kadar sperma çıkar ve rahme iner.
Aşılamak için yaklaşık sekiz saat kadar yumurta hücresi arar. Milyonlarca spermadan 15-
18 santimetre arası mesafeyi ancak ikibin veya ikibinbeşyüz kadarı kateder. İçlerinden de
sadece bir tanesi ve en güçlü olanı rahim yolundaki yumurtayı bulur ve yumurtanın
yaptığı hafif bir çıkıntıyı delerek içeri girer. İki hücre böylece birleşerek bir tek hücre
meydana gelir.

Yumurta, spermaya kıyasla daha büyüktür ve çekicilik kabiliyeti vardır. Sperma ise son
derece hareketlidir, dakikada 2-3 milimetre mesafe alabilir.

Bu kadar küçük canlıların bu kadar büyük işler başarması, hiç şüphesiz ki azâmet-i
ilâhî'yi gösteren şaşırtıcı bir tablodur.

Yumurta aşılandıktan sonra onu dış çevresinden koruyucu bir duvar kuşatır, diğerlerinin
girmesini önler. Öyle ki, bundan sonra gelebilecek bütün spermalar kafaları ile bu duvara
çarptıkları halde, bu duvarı delmek imkânı bulamazlar. Böylelikle geri kalan spermalar
ölürler.

Aşılanan bu hücre hemen onbeş dakika sonra, canlıyı meydana getirmek için ikiye,
dörde, sekize... bölünmeye ve üremeye başlar. Her hücre ardı ardına devamlı olarak
bölünür ve çoğalır. Bu bölünme esnasında yumurta rahim kanalında yoluna devam eder.
Daha sonra rahim yolu kaslarının kasılmasıyla altı veya yedi gün içinde rahme ulaşır. Bu
süre içinde hücre bölünmesi zirveye ulaşmış olur. Yaklaşık elli bölünme meydana gelir.

Yumurta rahime ulaştığında, tıkalı olan rahim cidarının önünde durur. Aradan fazla bir
zaman geçmeden, rahim cidarının açılması için uğraşır. Bu iş gerçekleştiği zaman rahim
cidarına gömülür, arkasından da açmış olduğu kapı kapanıverir.

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın “Kün!” emri ile, tedbiri ile ve takdiri ile olmaktadır.

Hücrelerin içinde bulunan ve gen dediğimiz, mikroskopla bile zor görülebilen varlıklar,
gelecek olan insanın karakter ve kabiliyetlerini, bütün hususiyetlerini üzerlerinde
taşımaktadırlar.

Erkek veya dişi olacağı, güzelliği, çirkinliği, boyunun kısalığı veya uzunluğu, aklî ve ruhî
yapısı, duygu ve emelleri, kabiliyet ve anormallikleri... Hepsi bu bir zerrede gizli
bulunuyor.

Yeryüzüne gelmiş ve geçmiş iki insanı asla birbirine benzetmeyen hususiyetler güçsüz
bir cisimcikte mevcut. Bir zerre nerede, bir insan nerede?

O zerrenin içerisine bütün mukadderâtını da koymuş. Sonra o kerih suyu dilediği şekilde
şekillendirmiş ve şekilden şekile koymuş.

Belirli Bir Ölüm:

Ölüm, bu fâni âlemdeki hayat yolculuğunun sona ermesi ile bekâ âleminde geçirilecek
ebedî hayatın başlangıç noktasıdır. Her doğan ölür, her gelen gider.

Dünyanın yıkılışı büyük kıyamet, insanın ölümü ise küçük kıyamettir.

Allah-u Teâlâ'nın sonsuz hikmetlerini ihtiva eden iradesinin gerektirdiğine göre, insanların
her birine belli bir ecel tayin ve taksim etmiştir.

22.08.2019
Sayfa 600 / 646

Âyet-i kerime'sinde buyuruyor:

"Aranızda ölümü takdir eden biziz." (Vâkıa: 60)

İnsanların doğumu gibi ölümü de O'nun kudret elindedir ve bilgisi dahilindedir.

İnsanların hayat süreleri değişik değişiktir. Kimi uzun kimi kısadır. Büyük küçük, genç
ihtiyar hiç kimse belirlenmiş olan vakti gelmeden ölmez. Vakti gelince de bir dakika tehir
olmaz.

Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce
âhiret tedarikine bakmak gerekiyor.

Ölüm, dar ve sıkıntılı bir evden, çok geniş ve o nisbette ferah bir eve taşınmaktır. Ebedî
yaşamanın sırrı ve habercisidir. Ölüm eskiyen bedenin atılması ve ruhun yeni bir bedene
bürünmesi demektir.

Her kim olursa olsun insanoğlundan hiçbir ferde Allah-u Teâlâ bu dünyada ebedi kalmayı
nasip etmemiştir.

"Ve biz önüne geçilebileceklerden değiliz." (Vâkıa: 60)

Bize kimse üstün gelemez, her dilediğimizi istediğimiz gibi yaparız. Biz hiçbir kimseye
karşı mağlup ve âciz değiliz. Kudret ve kuvvette bizi hiç kimse geçemez.

"Sizi ortadan kaldırıp da sizin yerinize benzerlerinizi getirmeye ve sizi


bilmeyeceğiniz bir biçimde yaratmaya da gücümüz yeter." (Vâkıa: 61)

Sizin benzerlerinizi yaratmaya da, size benzemeyenleri yaratmaya da kâdiriz.

Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyurmaktadır:

"Dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir nesil getirir. Bu Allah'a göre güç
değildir." (Fâtır: 16-17)

Bu O'nun için zor olmadığı gibi, imkânsız da değildir. Dilerse yeryüzündeki bütün
insanları yok eder, siler, süpürür de, hiç görülmedik bambaşka yeni bir mahlûk,
tanımadığımız bir âlem yaratır.

O'nun bu azameti, insanların O'na olan ihtiyacının ve O'nun da ihtiyaçsızlığının bir


tecellisidir.

"Her halde ilk yaratılışınızı bilirsiniz, (fakat tekrar yaratılacağınızı) düşünmeli değil
misiniz?" (Vâkıa: 62)

Bütün bunları yapmaya muktedir olanın, ölüleri de diriltmeye muktedir olduğunu


düşünmek gerekmez mi?

Ekinler:

İnsan hayatı için gerekli hususlardan birisi de rızıktır. Rızkın esası ise ekip biçmek olduğu
için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:

22.08.2019
Sayfa 601 / 646

"Şimdi bana ekmekte olduğunuz (tohum işini) haber verin!" (Vâkıa: 63)

Bir tek daneden ne kadar çeşit daneler, başaklar meydana geliyor. Onları bitirmek ancak
Allah-u Teâlâ'nın yaratıcı kudretinin bir tecellisidir. Yerden bitkiler çıkararak ölümünden
sonra toprağı diriltir, kokuşmaya müsait olan çamurdaki tohumdan yemyeşil bitkiler
çıkarır.

"Onu yerden siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler biz miyiz?" (Vâkıa: 64)

Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Hazret-i Allah'tır. İnsanların bu hususta
hiçbir kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiçbir
şey yapmamışlardır.

O dileseydi, bitki mahsulünü vermeden sararıp solar ve saman yığını haline gelirdi.

"Eğer isteseydik onu (o ekini tohumsuz) bir ot kırıntısı yapardık da siz


şaşakalırdınız." (Vâkıa: 65)

Harcadıkları emeklere, yaptıkları masraflara pişman olurlardı. Fakat Allah-u Teâlâ lütf-u
kereminden insanlara mahsuller vermektedir.

"(O zaman şöyle derdiniz): Doğrusu biz çok zarara uğratıldık." (Vâkıa: 66)

“Çünkü ekinimiz yok oldu, ektiğimiz tohumda ziyan ettik.” derdiniz.

"Hatta umduğumuzdan mahrum kaldık." (Vâkıa: 67)

Malımızı yitirdiğimiz gibi, elimize bir kâr da geçmedi. Biz ne kadar nasipsizmişiz!

Sular:

Su, her canlının hayat kaynağıdır. İnsanlar içmek, ekin ve hayvanlarını sulamak için ona
son derece muhtaçtırlar.

"İçmekte olduğunuz suyu da söyleyin bana!" (Vâkıa: 68)

Allah-u Teâlâ bu beyan-ı ilâhî'si ile mahlûkâtı üzerindeki Ulûhiyet ve Samediyet'ini


göstermekte, su gibi bir tek sebep altında çeşitli görüntülerle kudretinin azametini
hatırlatmaktadır.

"Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa indirenler biz miyiz?" (Vâkıa: 69)

Suyu güneş harareti vasıtasıyla buharlaştırıp bulutlaştıran ve yağmur halinde indiren,


bütün canlıların hayatının devamını sağlayan ve buna muktedir olan sadece Allah-u
Teâlâ'dır. Buhar şeklinde saf ve berrak olarak denizlerden yükseltip bulutlarda toplar,
sonra da onu yağmur şeklinde indirir. Bu fiziki ve kimyevi hadiseler kendiliğinden değil,
ilâhî bir plân dahilinde cereyan etmektedir.

Rüzgârlar bulutları O'nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O'nun tayin ettiği
zamanlarda yağmur yağdırırlar.

İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış,
onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.

22.08.2019
Sayfa 602 / 646

"Eğer dileseydik, onu (içilmeyecek) tuzlu bir su yapardık. Hâlâ şükretmez


misiniz?" (Vâkıa: 70)

Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf
olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da
bulunur, yağmur yağdığında yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.

Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken,
karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını
sürdürebilmektedirler.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Size tatlı sular içirdik." (Mürselât: 27)

Tatlı suları bulutlardan O indirmiş, pınarlardan kuyulardan O çıkarmıştır.

Allah-u Teâlâ bu şartları hazırlamasaydı, dünyada yaşamak mümkün olmayacaktı.

O'nun mülkünde yaşayan, O'nun verdiği rızık ve O'nun bahşettiği su ile beslenen insan,
nasıl olur da kendisini Rabbinden müstağnî görür?

Ateş:

Ateş, ısıtma ve aydınlatmayı sağlayan ilâhî bir nimet, aynı zamanda Allah-u Teâlâ'nın
fâil-i mutlak olduğunu belgeleyen bir delildir.

"Söyleyin şimdi bana, çakmakta olduğunuz ateşi!" (Vâkıa: 71)

Yanan ağacın asıl maddesi ve bu maddenin yanmaya elverişli duruma gelmesi, Allah-u
Teâlâ'nın değişmez kanunlarından ve hikmetlerinden biridir.

"Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan?" (Vâkıa: 72)

Allah-u Teâlâ cisimleri bu özelliği ile yaratmamış olsaydı, hiçbir şekilde ateş meydana
çıkmaz, elektrik üretimi kabil olmazdı.

Ne günümüzde yaşayan insanların elektrik lâmbası yanar, ne de o çağlarda yaşayanların


çakmağı çakardı.

"Biz onu bir ibret ve çöl yolcuları için bir fayda yaptık." (Vâkıa: 73)

Geçim sebeplerini ateşe bağlı kılmıştır. Ateş sayesinde yemekler pişer, ısınma sağlanır,
birçok madenler eritilerek muhtelif eşyalar yapılır. Ateşin ne büyük bir nimet olduğu
düşünülecek olursa, onu Allah-u Teâlâ'nın yarattığı apaçık görülmüş olur. Fakat ateş
alışılan bir şey haline geldiği için, insanların gözünde basit bir şeymiş gibi telâkki
edilmektedir.

Fakat şuurlu insanlar bu ilâhî nimetin kıymetini her an için takdir ettikleri gibi, ahiret
ateşini hatırlatan bir ibret olarak görürler.

22.08.2019
Sayfa 603 / 646

Tesbihât:

Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ'yı tesbih etmek günahların
bağışlanmasına vesiledir.

Âyet-i kerime'lerde tesbih, sarih olarak emredilmektedir:

"Çok büyük olan Rabbinin ismini tesbih et." (Vâkıa: 74)

Tesbih; kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan,
beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemâl sıfatlarıyla O'nu övüp tâzimde bulunmasıdır.

İnsanlar, melekler, cinler, bitkiler ve cansızlar, havada kanat çırpan kuşlar O'nu tesbih
etmektedirler.

Bütün yaratıklar, hareketleri ve durmaları ile Allah-u Teâla'nın varlığına, birliğine, eksiklik
şüphesinden münezzeh oluşuna fiilen delâlet edip durmaktadırlar. Hepsi O'ndan dilek
diler, hepsi O'nu kendine göre takdis eder.

Allah-u Teâlâ'yı tesbih edip şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O'nu kemâl ve
cemal sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı
zemimelerden, hayvânî sıfatlardan temizler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-6

Şerefli Bir Kur’an:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, hareket halinde iken yıldızların mesken edindiği
yüksek menzilleri bulunan göğe, şeref ve değerlerini ortaya koymak için yemin
etmektedir.

“Hayır! Yıldızların yerleri üzerine andolsun ki!” (Vâkıa: 75)

Kur’an-ı kerim’in verdiği bu bilgi, yıldızların yerlerinin büyüklüğünü göstermektedir.

Milyonlarca yıldız ve gezegen arasında çıplak gözle görülebilenler olduğu gibi,


teleskoplarla da görülemeyenler vardır. Hatta görmek şöyle dursun, gerekli âletlerin
farkına varması mümkün olmayanları dahi bulunmaktadır.

22.08.2019
Sayfa 604 / 646

Halbuki ışığın saniyedeki hızı üçyüz bin kilometredir ve ışık dünyanın çevresini bir saniye
zarfında 7.5 defa dönebilecek bir hıza sahiptir.

“Bu, eğer bilirseniz, gerçekten büyük bir yemindir.” (Vâkıa: 76)

Şayet siz bu yeminin ne kadar büyük olduğunu bilmiş olsaydınız, hakkında yemin edilen
şeyi de gerektiği gibi tâzim ederdiniz.

“Muhakkak ki o, elbette çok şerefli bir Kur’an’dır.” (Vâkıa: 77)

Hoşnud olunmuş olan bu yüce Kitab-ı kerim’in ismi bizzat Allah-u Teâlâ tarafından
verilmiştir. İlimlerin özü ve kaynağıdır. İyilikler ve bereketler menbaıdır. Allah katındaki
değeri tasavvur bile edilemez.

“Koruma altında olan bir kitaptadır.” (Vâkıa: 78)

Onun âyetleri Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesindedir, bâtıl hiçbir surette ona ulaşamaz.

Bu ilâhî hitap, Kur’an-ı kerim’in kıyamete kadar baki ve daim olacağına en büyük delildir.
Bindörtyüz yıldan bu yana bir benzeri ortaya konmamıştır, kıyamete kadar da beşer
bundan âciz kalacak, hiç kimse lâfzını ve hükmünü değiştiremeyecektir.

“Temizlenmiş olanlardan başkası ona el süremez.” (Vâkıa: 79)

Mushaf-ı şerif’in kendisine abdestsiz dokunulamadığı gibi, ahlâk-ı zemimeden, hayvani


sıfatlardan arınmamış, hürmet ve tazîm nuru ile parlamamış olan kalbler de Allah
kelâmının hakikatını anlayamaz, hakiki mânâsına da nüfuz edemez.

Çünkü o;

“Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.” (Vâkıa: 80)

Gerçek bu olunca, O’nun Kitab-ı kerim’ini küçümsemek, değil bir Âyet-i kerime’sini, bir tek
harfini bile kabul etmemek, kişiyi küfre ve nankürlüğe götürür.

Âhirete Göçerken:

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in şan ve şerefini yücelttikten sonra ilâhi hükümleri
umursamayanları, emir ve yasaklara uymayı kibirlerine yediremeyenleri, bunca nimetlere
karşılık nankörlük edenleri uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?” (Vâkıa: 81)

Onu hafife alan, leke sürmeye cesaret eden siz misiniz? Temizlenmeden onu kirletmeye
mi kalkışıyorsunuz?

“Rızkınıza karşılık şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?” (Vâkıa: 82)

Bütün bu rızıkları size hiçbir karşılık beklemeden veren Zât-ı kibriya’ya karşı yalanlamayı
şükür yerine mi koyuyorsunuz? Sizin bu inkârınızdan dolayı kârınız ne olacak?

“Can boğaza dayandığında, siz (o can çekişen kimseye) bakar durursunuz.” (Vâkıa:
83-84)

22.08.2019
Sayfa 605 / 646

Etrafındakiler onun ölüm sarhoşluğunu görürler, kurtaracak hiç bir şey yapamazlar, âcizlik
ve çaresizlik içinde kara kara bakar dururlar. Ortada sadece cesedi görürler, perde
arkasında nelerin olup bittiğini bilmezler.

“Biz ona sizden yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)

Onun o anda çektiği sıkıntıyı O bilir. Dilerse ruhunu pek kolay alır, dilerse güçlük
çektirerek alır. İnsanlar bunların hiç birini idrak edemezler. Onun başına gelen azabın bir
zerresine bile mâni olamazlar.

Bu Âyet-i kerime doğrudan doğruya Vahdet-i Vücud’a işaret etmektedir.

Allah-u Teâlâ her şeyden her şeye yakın olduğunu, her zerrede ulûhiyet sırlarının mevcut
olduğunu beyan ediyor. Zerreyi de O halketti, insanı da O halketti, kâinatı da O halketti.
O’ndan başka hiç mevcut yok zaten.

Zira vücut O, mevcut O... Mevcudatın; vücut nurunun zerrelerinin zuhur mahalli olduğunu,
O’ndan başka ne vücud ne de mevcut olmadığını, “İman-ı kâmil sahibi olan
mârifetullah ehli”nden başkası bilemez. Bu bilgi ancak onlara mahsustur.

Çıkmak Üzere Olan Can:

Ecel gelip can boğaza dayanınca, onu artık geri çevirmek mümkün değildir. İnsan isterse
de istemese de, bir gün ahirete intikal edecektir.

“Eğer siz hesap ve ceza görmeyecekseniz, iddianızda doğru sözlü iseniz, o çıkmak
üzere olan canı geri çevirsenize!...” (Vâkıa: 86-87)

Bunu yapamadıklarına göre, ki yapamazlar, ne kadar yalancı ve âciz oldukları teşhir


edilmiş oluyor.

Üç Sınıf İnsan:

Ölmek üzere olan “Hâlet-i nezi”deki insanlar üç sınıfa ayrılır:

a- Mukarrebler:

Bunlar Hakk katında yakınlık kazanmış, mânevî olgunluğa erişmiş olan sabikun, yani
öncülerdir.

Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Ölen kişi Allah’a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti
var.” (Vâkıa: 88-89)

Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun
kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif’ler
vardır.

O kişiye Âyet-i kerime’deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak ister, Allah-u
Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar.

Bu gibi kimseler taraf-ı ilâhiden şu hitapla taltif edilirler:

22.08.2019
Sayfa 606 / 646

“Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabbine. Gir
salih kullarımın içine, gir cennetime!” (Fecr: 27-28-29-30)

Bu hitap ona hem vefat anında hem de kıyamet gününde söylenir.

Mutmain nefis; Hakk’ta karar kılmış, yakîn serinliğinin yatıştırmış olduğu nefistir.

Allah’ımızdan bizleri de o mübarek kulları ile beraber haşretmesini, onların maiyetlerinde


bulundurmasını niyaz eyleriz.

“Ey Rabbimiz! Ruhumuzu iyilerle beraber al!” (Âl-i imran: 193)

b- Ashâb-ı Yemin:

Bunlar amel defterleri sağlarından verilen müminlerdir. Ruhları alınırken bunlar da bir
sıkıntı görmezler.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Eğer sağcılardan ise; ‘Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!’ denir.” (Vâkıa: 90-91)

Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemâl-i meserretle alır ve rahatlar,
dostluğun ünsiyetini hisseder.

Onların bir mükafatı da meleklerin iltifatlarıdır.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da doğru yolda sebat edenlerin üzerine melekler
iner ve derler ki:

(Ölümden) korkmayın, (dünyada bıraktıklarınızdan dolayı da) tasalanmayın, vaad


olunduğunuz cennetle sevinin!” (Fussilet: 30)

“Biz dünyada da ahirette de sizin dostlarınızız.

Çok bağışlayıcı, çok rahmet edici Allah’ın bir fazl-u keremi olarak canlarınız neyi
isterse hepsi sizindir, ne isterseniz hepsi sizin!” (Fussilet: 31-32)

Melekler böylece onların bu yeni hayata intibakları sırasında onlara yardımcı olurlar.
Kabirdeki yalnızlıklarında, Sur’a üfürülüş esnasındaki durumlarda kendilerini teselli
edeceklerini, Allah-u Teâlâ’nın kendileri için her türlü üzüntü ve kederden yana emniyet
altında olmayı takdir buyurduğunu müjdelerler.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onlar meleklerin ‘Selâm sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık
cennete girin!’ diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.” (Nahl: 32)

Onlar ki, şirkten, şüpheden, her türlü kötülüklerden arınmışlar ve böyle bir takdir ve
övgüye layık olmuşlardır.

c- İnkârcı Sapıklar:

22.08.2019
Sayfa 607 / 646

Yüce Allah’a inanmayan, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ve bunun neticesi olarak
amel defterleri sollarından verilecek olan kâfirlerin âkıbetleri hakkında da Âyet-i
kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Amma yalanlayıcı sapıklardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet ve
cehenneme atılma vardır.” (Vâkıa: 92-93-94)

İlk geldiklerinde onlara çekilecek ziyafet, aşırı sıcaklığından karınları eritecek olan kaynar
sudur. Ne fena bir ziyafettir o kaynar su!

Onlar Allah-u Teâlâ’ya ulaşmaktan nefret ederler. Halbuki Allah-u Teâlâ onlarla
buluşmaktan daha çok nefret etmektedir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah aslâ
affetmeyecektir.” (Muhammed: 34)

Zira küfrün affı yoktur. Ancak dünyada iman etmekle affolunur.

“Melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiç bir sevinç haberi yoktur ve
‘(size sevinmek) yasaktır yasak!’ derler.” (Furkan: 22)

Allah-u Teâlâ onlara her türlü sevinçli haberi haram kılmıştır. Müjde ancak müminlerin
hakkıdır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Nefislerine zulmederlerken meleklerin canlarını aldığı kimseler (ölümü görünce)


teslim olurlar.

‘Biz hiç bir kötülük yapmıyorduk!’ derler.

Melekler de onlara ‘Hayır! Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.’ diye
cevap verirler.” (Nahl: 28)

Onlar kendilerini iman şerefinden mahrum bırakarak, göz göre göre felâkete
sürüklemişlerdir.

Onların canları cehenneme, öldükleri andan itibaren girecek, kabirlerinde cehennemin


sıcak yeli kendilerini kuşatacak, kasıp kavuracaktır.

Melekler canlarını şiddetle ve zor kullanarak, vura vura çıkartmaya çalışacaklar:

“Fakat melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları


nasıl olacak?” (Muhammed: 27)

Azapları gecikse gecikse, ömürleri sona erene kadar gecikebilir.

Onlar bu âkıbeti kendileri istemişlerdi, kendi elleriyle seçmişlerdi.

“Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah’ı kızdıracak şeylerin ardınca gittiler ve O’nu râzı
edecek şeylerden hoşlanmadılar.

Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 28)

22.08.2019
Sayfa 608 / 646

Kâfirin ölüm zamanı geldiğinde melekler kendilerine azabı, cezayı, zincir ve halkaları,
cehennemi ve kaynar suları, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ’nın öfkesini
müjdelerler.

“Bu zâlimler ölüm dalgaları içinde can çekişirken, melekler de ellerini uzatmış
‘Haydi canlarınızı teslim edin! Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve
Allah’ın âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bu gün siz horlayıcı, alçaltıcı
azapla cezalandırılacaksınız!’ derken bir görsen!” (En’am: 93)

Kendi ruhlarını çıkarmaya güçleri olmadığı halde, meleklerin bu emirleri azaplarını,


hasretlerini artırmak, onları tâciz etmek içindir.

Azap melekleri ise ruhlarının cesetlerinden çıkması için yüzlerine ve kıçlarına şiddetle
vururlar.

“Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak ve ‘Haydi, yangın azabını


tadın!’ diyerek canlarını alırken onları bir görsen!” (Enfâl: 50)

O kâfir kimsenin bedeninden ruhu kabzolunurken onun gerçekte ne acılar çektiğini ve ne


hasretler içinde gittiğini dışarıdakilerin müşahede etmesi mümkün değildir.

Âyet-i kerime’de “O anda onları bir görsen?” buyurulmasında büyük ibretler vardır.

Bu ayrılık anında, dünyadan kopmadan ve uzaklaşmadan dolayı öyle bir acı duyar, öyle
bir ızdırap çeker ki, yanar da yanar. Bu yanmadan dolayı her türlü nurdan mahrum olarak
önünde azaba, ardında lânet olarak o âleme sevkedilir. Yeniden dirilişinde de, mahşer
yerinde haşroluşunda da bu minval üzere acılar sürer gider.

“Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 95)

İnkârı mümkün değildir, gerçeğin tâ kendisidir.

Âyet-i kerime’de geçen “Hakk’al yakîn” bilgi derecelerinin üçüncü merhalesidir.

“İlmel-yakîn” İlim yolu ile bilgi edinmek; “Aynel-yakîn” gözle görünmek suretiyle anlamak;
“Hakkal-yakîn” ise öğrenmek istenilen şeyin içinde bulunup yaşamak suretiyle kesin
bilgiye sahip olmaktadır.

Daha doğrusu, Ilmel-yakîn “Bilmek”, Aynel-yakin “Bulmak”, Hakkal’yakin ise


“Bulmaktadır”

Tesbih:

Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmek günahların
bağışlanmasına vesiledir.

Âyet-i kerime’lerde tesbih, sarih olarak emredilmektedir:

“Çok büyük olan Rabbinin ismini tesbih et.” (Vâkıa: 96)

Tesbih; kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksanlıklardan,
beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemal sıfatlarıyla O’nu övüp tâzimde bulunmasıdır.

22.08.2019
Sayfa 609 / 646

Allah-u Teâlâ’yı tesbih edip şanına layık olmayan vasıflardan tenzih eden, O’nu kemal ve
cemal sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlak-ı
zemimelerden, hayvanî sıfatlardan temizler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

"Ey İnsan! Hikmet Dolu Kur'an Hakkı İçin Ey Resul'üm!


Muhakkak ki Sen Gönderilmiş Peygamberlerdensin." (Yâsin:
1-3)

"Şüphesiz ki Her Şeyin Bir Kalbi Vardır. Kur'an'ın Kalbi İse


Yâsin'dir.
Allah Bu Sûreyi, Kur'an'ın Tamamını On Defa Okumak Kadar
(Sevaplı ve Feyizli) Kılmıştır." (Hadis-i Şerif)

"Yâsin-i Şerif'i Her Gece Okumaya Devam Eden Kimse


Vefat Ederken Şehid Olarak Vefat Eder." (Hadis-i Şerif)

KUR'AN-I KERİM'İN KALBİ OLAN


YÂSİN SÛRE-İ ŞERİF'İNİN TEFSİRİ
VE ESRARI

Yâsin sûre-i şerif'i iman esaslarının ana prensiplerini,


nübüvvet, dâvet şekli, geçmiş ümmetlerin durumları, tevhidin
ispatı, kıyamet alâmetleri, haşir ve tekrar dirilme gibi mühim
meseleleri anlatıp açıklamaktadır. Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz'in peygamberliğinin önemine ve
sıhhatine yemin edilerek, onun dosdoğru bir yol üzerinde
bulunduğu belirtilerek başlamakta; altı asra yakın bir zaman

22.08.2019
Sayfa 610 / 646

ataları uyarılmayan putperest bir kavme uyarıcı gönderildiği


beyan edilmekte; azgınlık ve sapıklıkta devam eden,
yalanladıkça yalanlayan Kureyş kâfirlerinin üzerlerine ilâhî
azap ve intikamın hak olduğu anlatılmaktadır. İsâ
Aleyhisselâm'ın elçilerinden üç dâvetçinin Antakya halkına
uyarıcı olarak gönderilmeleri ve yalanlanmaları mevzu
edilerek; Mekkeli müşriklerle, her asırda yaşayan inkârcılar
uyarılmaktadır.

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Muhtevâsından Mekke döneminin ortalarında veya sonlarına doğru nâzil olduğu anlaşılan
bu mübarek sûre-i celile; seksen üç Âyet-i kerime, yedi yüz yirmi yedi kelime ve üç bin
harften müteşekkildir.

"Yâsin" kelimesi ile başladığı için kendisine bu isim verilmiş olup, bu iki harf aynı
zamanda anahtar durumundadır.

Okuyanların kalplerini nûrlandırdığı için kendisine "Kalb'ül-Kur'an" adı verilmiştir.

Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Şüphesiz ki her şeyin bir kalbi vardır. Kur'an'ın kalbi ise Yâsin'dir. Allah bu sûreyi,
Kur'an'ın tamamını on defa okumak kadar (sevaplı ve feyizli) kılmıştır." (Tirmizî.
Fezâil-i Kur'an: 2889)

Her şeyin kalbi o şeyin özüdür ve aslını teşkil eder. Onun dışındakiler ise ya bunun bir
takım başlangıçlarıdır veya tamamlayıcı unsurları arasında yer alır.

Birçok yanlış inançları bertaraf etmekte; gaflette kalmış bir nice insanları ikaz ederek,
haklarındaki ilâhi hükmü bildirmektedir.

Ma'kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Kur'an'ın kalbi Yâsin sûresi'dir. Bir kimse Allah'ın rızasını ve ahiret yurdunu
dileyerek onu okursa, Allah onun günahlarını bağışlar." (Ahmed bin Hanbel)

Diğer Hadis-i şerif'lerde de şöyle buyurulmaktadır:

"Her gece Yâsin-i şerif'i okuyan mümin-i kâmilin küçük günahları bağışlanır." (C.
Sağir)

"Yâsin-i şerif'i her gece okumaya devam eden kimse vefat ederken şehid olarak
vefat eder." (Münâvî)

Ali Râmitenî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

"Bir iş üzerinde üç kalp birleştiği zaman kulun muradı hasıl olur.

22.08.2019
Sayfa 611 / 646

Mü'minin kalbi, Kur'an'ın kalbi, gecenin kalbi."

Hazret; burada gece kılınan teheccüd namazında, Yâsin Sûre-i şerif'inin okunmasına
işaret buyuruyorlar.

Muhtevası:

Yâsin sûre-i şerif'i iman esaslarının ana prensiplerini, nübüvvet, dâvet şekli, geçmiş
ümmetlerin durumları, tevhidin ispatı, kıyamet alâmetleri, haşir ve tekrar dirilme gibi
mühim meseleleri anlatıp açıklamaktadır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in peygamberliğinin önemine ve


sıhhatine yemin edilerek, onun dosdoğru bir yol üzerinde bulunduğu belirtilerek
başlamakta; altı asra yakın bir zaman ataları uyarılmayan putperest bir kavme uyarıcı
gönderildiği beyan edilmekte; azgınlık ve sapıklıkta devam eden, yalanladıkça yalanlayan
Kureyş kâfirlerinin üzerlerine ilâhî azap ve intikamın hak olduğu anlatılmaktadır.

İsâ Aleyhisselâm'ın elçilerinden üç dâvetçinin Antakya halkına uyarıcı olarak


gönderilmeleri ve yalanlanmaları mevzu edilerek; Mekkeli müşriklerle, her asırda yaşayan
inkârcılar uyarılmaktadır.

Yine bu Sûre-i şerif'te öldükten sonra dirilip insanların hesap ve ceza gününde
kalkacaklarına delâlet eden delillere yer verilmektedir. Kıyamet ve onun korkunç halleri,
Sûr'a üfürüldüğünde insanların kabirlerinden kalkacağı, o korkunç günde müminlerle
suçluların birbirlerinden ayırt edileceği, neticede bahtiyarların Naîm cennetlerinde,
bedbahtların da cehennemin alt tabakalarında yerlerini alacakları haber verilmektedir.

Muhteşem kâinatta Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetini ve kudretini gösteren deliller


sıralanmakta, bu hususta müminler aydınlatılmaktadır.

İnsan-ı Kâmil:

"Ey insan!" (Yâsin: 1)

Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm'dır. İnsan-ı kâmil, hulâsa-i insan odur.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri ona kendi lütf-u kereminden "Yâsin! = Ey insan!" buyurdu.

"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin: 4)

Aslında bu hitab-ı ilâhiye'ye mazhar olan ve Âyet-i kerime mucibince en güzel bir biçimde
yaratıldığı belirtilen insan da yine odur.

"Asluhu nûr cismuhu âdem,

Velekad kerremnâ benî âdem."

Aslı nûrdur, görünüşü beşerdir. Öyle bir benî âdem ki;

"Andolsun ki biz Âdemoğulları'nı üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." (İsrâ: 70)

22.08.2019
Sayfa 612 / 646

Âyet-i kerime'sindeki mükerrem insan hitabının mazharı da yine odur. İnsan bütün
yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların en mükerremidir. Onun yüzü suyu
hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri sevdiği, seçtiği Peygamber kullarına ayrı bir lütufla tecelli
etmiştir. O lütuf Muhammed Aleyhisselâm'ın nûru idi. Geldikleri zaman o nûr ile geldiler.
Tâ Âdem Aleyhisselâm'dan beri o nûr onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında
parlıyordu. Nihayet Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e kadar geldi. Zaten onun
nûru idi. Nûr nûra kavuştu. Daha sonra o nûr:

"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)

Hadis-i şerif'i mucibince vekillerine sirayet etmeye başladı.

Vekillere sirayet ediliş şekli bir Hadis-i şerif'te beyan buyuruluyor:

"Cenâb-ı Allah benim göğsüme ne boşalttı ise olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne
boşalttım." (Risâle-i Es'adiyye. 6. Fasıl)

Bu boşaltma kıyamete kadar devam eder. Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'ın nûru


her zaman mevcut. Her an tepemizde. Amma hani hidâyet! Hani hidâyete erenler!
Halbuki onun nûru her an üzerimizde. O gitmiş gibi görünüyor amma vekilinin üzerindeki
nûr, onun nûrudur.

Hani gören, hani bilen, hani bulan?

Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu nûr sahibi vekillere öyle büyük lütuflarda
bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara herşeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en
yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nûrlarıyla nûrlandırmıştır.

Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hem sehm-i nübüvvetine hem
de sehm-i velâyetine vâris olanlardır. Yoksa zâhiri ulemaya âit değildir.

Binaenaleyh iş gören onun nûrudur, o nûrdur.

Resulullah Aleyhisselâm'ın tam vârisleri bir evlât derecesinde olup, zâhirî nesep itibarı ile
ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır.

Onlar esrar odasının has erleridir.

Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in yoluna girip, Selman-ı Fârisî -radiyallahu anh-
Hazretleri üzerinden gelen yine onun ıyâlidir.

Bir Hadis-i şerif'te:

"Selman bizdendir ve Ehl-i beyt'tendir." buyurulmaktadır. (Taberânî)

Mânen öyle yakınlık var ki, en yakından da yakındır ve kıyamete kadar bu ıyâl devam
eder.

Onun ıyâli olunca hıfz-u himaye ve tasarruf-u ilâhiye de ona göre olur. Onun için işler
kendiliğinden oluyor.

22.08.2019
Sayfa 613 / 646

Kur'an-ı Kerim Üzerine Yemin:

Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u
Teâlâ, Kur'an-ı kerim üzerine yemin ederek onun doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir
yolu gösterdiğini; bu nûrlu yolda gönül huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan
buyuruyor:

"Hikmet dolu Kur'an hakkı için ey Resul'üm!" (Yâsin: 2)

Pek muhkem olan Kur'an-ı kerim, hiç şüphesiz ki her hikmetin menbaı ve her öğüdün
kaynağıdır. "Hakîm" olan Allah-u Teâlâ'nın kelâmı olduğundan dolayı, o da "Hakîm"
yani hikmeti sonsuz olmakla vasıflandırılmıştır.

"Muhakkak ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin." (Yâsin: 3)

Bütün inkârcıların, inatçıların inat ve küfürlerine rağmen, sen şüphesiz peygamberlik


vazifesi ile gönderilmiş ve dinlenilmediği takdirde hesabının sorulması kesinleşmiş elçileri
olan hak peygamberlerdensin.

"Doğru bir yol üzerindesin." (Yâsin: 4)

Risaletin özü istikamettir. Risalet kılıç gibi keskindir. Kendisinde doğru yoldan herhangi
bir sapma, eğrilik ve bozukluk aslâ bulunmaz. Hak ve hakikati bütün açıklığı ile ortaya
koyar.

Kur'an-ı kerim bu doğru yolun tek kılavuzudur.

"Üstün ve çok merhametli olan Allah'ın indirdiği (Kur'an yolu üzerindesin)." (Yâsin:
5)

Senin vasıtanla bütün beşeriyete böyle bir hidâyet rehberi verilmiştir.

"Azîz", kitab'ın ifadelerindeki fesahat ile inat sahibi kimselerin galip gelen; "Rahim" ise,
kitab'ın mânâlarındaki inceliklerle doğruluk sahibi olanların anlayışlarını üzerine çeken
demektir.

Azîz ve Rahîm olan Allah-u Teâlâ'nın emirlerine kimse karşı koyamayacağı gibi, hiçbir
kimse O'ndan kaçıp kurtulamaz. Engin merhametinden ötürü kullarının hidâyete ermeleri,
dünya saâdetine ve âhiret selâmetine ermeleri için kitaplar salmış, peygamberler
göndermiştir.

Bu Âyet-i kerime'nin muhatabı bizzat Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-


Efendimiz olduğu gibi onun vekiline de şâmildir. Niçin? Onun vekâletini taşıdığı için, onun
nûruna mazhar olduğu için, onun yolunda yürüdüğü için.

Babaları Uyarılmayan Arap Kavmi:

Musa Aleyhisselâm'dan önce uzun yıllar İsrâiloğulları'na nasıl ki uyarıcı peygamber


gönderilmemişse, Mekkeliler'e de veya Arap yarımadasında yaşayan Araplar'a da altı
asra yakın bir süre içerisinde peygamber gönderilmemiştir. İsa Aleyhisselâm'dan sonra

22.08.2019
Sayfa 614 / 646

fetret dönemi başlamış, cahil Araplar Tevhid inancından iyice uzaklaşıp putperestliği
benimsemişler, Kâbe-i muazzama'yı puthane yapacak kadar ileri gitmişlerdir.

İşte ataları asırlarca uyarılmayan Araplar koyu karanlık bir cehâlet içinde bocalarken
Allah-u Teâlâ hem onlara hem de bütün milletlere rahmet olarak Muhammed
Aleyhisselâm'ı uyarıcı peygamber olarak göndermiştir.

"Ataları uyarılmadığı için gaflet içerisinde kalmış bir kavmi uyarman içindir." (Yâsin:
6)

Doğru yolun ne olduğundan, neticenin nereye varacağından haberleri yoktur.

Sadece onlardan söz edilmesi, diğerlerinin uyarılmayacağı mânâsına gelmez.

Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlardan teşekkül eden ehl-i kitaba seslenerek,


kendilerine Muhammed Aleyhisselâm'ı peygamber olarak gönderdiğini haber veriyor,
dâvette bir nezaket olmak üzere iltifat yoluyla bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Ey ehl-i kitap! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği, bir boşluk meydana geldiği
sırada size PEYGAMBER'imiz gelmiştir. Gerçekleri size açıklıyor ki, 'Bize bir
müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.' demeyesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi.

Allah'ın her şeye gücü yeter." (Mâide: 19)

Allah-u Teâlâ onu dinlerin değiştirildiği, Hakk ve hakikatten uzaklaşıldığı, yolların çıkmaza
girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde gönderdi.

Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür. Bir Hadis-i şerif'te şöyle


buyuruluyor:

"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi
olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime
iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim)

KÜFRE MEYLEDENLER,
HİDÂYETE YÖNELENLER
Çoğu İnsanlar Küfre Meyyal:

Allah-u Teâlâ müşriklerin inkâr ve yalanlamada ısrar etmeleri sebebiyle azaba müstehak
olduklarını açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki onların çoğunun üzerine söz hak olmuştur." (Yâsin: 7)

Bu azap sözünün hak oluşu, bir zorlama sonucu değil; aksine kendi tercihleriyle küfürde
direnmeleri, öğüt ve uyarılardan etkilenmemeleri sebebiyle gerçekleşmiştir.

"Artık onlar iman etmezler." (Yâsin: 7)

22.08.2019
Sayfa 615 / 646

Onlar selim fıtratlarını kaybetmişler, iradelerini kötüye kullanmışlar, haklarında kesin


hüküm verilmiştir. Artık onlar imana gelmeyeceklerdir. Çünkü Allah-u Teâlâ onların küfür
üzere öleceklerini bilmektedir. O'nun ilmi kesinlikle yanılmaz ve tespitinde hata olmaz.

"Gerçekten biz onların boyunlarına demir halkalar geçirdik." (Yâsin: 8)

İradelerini aslâ imana sarfetmediklerinden dolayı, taata ve boyun eğmeye sebep olan
boyunlarına demir halkalar geçirilmiştir.

"O halkalar çenelerine kadar dayanmıştır." (Yâsin: 8)

O kadar ki, boyunlarına kelepçe takılanlar, başlarını hareket ettiremedikleri gibi, sağa
sola bakacak halleri de kalmamıştır. İmana itibar ve iltifat etmediklerinden dolayı bu
cezaya maruz kalmışlardır.

"Onun için kafaları yukarı kalkıktır." (Yâsin: 8)

Hakikati görmek için etraflarına bakamazlar. Ne kadar delil getirilirse getirilsin hakikati
göremezler ve apaçık delilleri bile kabul etmezler.

"Biz onların önlerine bir sed, arkalarına bir sed çektik." (Yâsin: 9)

Allah-u Teâlâ bu seddi onlarla iman ve İslâm arasına koymuştur. Onlar bu bakımdan
hiçbir şekilde iman ve İslâm'a yol bulamazlar.

Onlar öyle koyu bir taassuba kapılmışlardır ki, geçmişlerinden ders almadıkları gibi,
geleceklerini dahi hiç düşünmezler. Doğru yolu bulmak, hakikati görmek kabiliyetinden
mahrumdurlar.

"Gözlerini de bir perdeyle örtüverdik, artık görmezler." (Yâsin: 9)

Kendileri ile hidâyet yolunun arası kapanmıştır. Onlar kalp gözleri köreltilmiş kimselerdir.
Şayet selim bir fıtrata sahip olsalardı, bu hakikatleri görebilirlerdi.

"Onları uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler." (Yâsin: 10)

Çünkü uyarma, ölü kalpleri diriltmez. İnanmak istemeyen bir kalbe, ikaz fayda vermez.
Allah-u Teâlâ onlar hakkında dalâlet hükmünü vurmuştur. Küfürlerinde ısrar ederek
sapıklık içinde ölür giderler, lâyık oldukları cezâlara kavuşurlar.

Şu halde kendini yorma, iman etmedikleri için üzülme. İmansızlıklarının zararı iman
etmeyenlere âittir.

Onları uyarmakla uyarmamak arasında fark yoktur. Çünkü onlar bu öğütlerden faydalanıp
da imana gelmezler.

Bu Âyet-i kerime'lerin benzeri bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:

"Kâfirlere gelince, onları ikaz etsen de etmesen de birdir, onlar iman


etmezler." (Bakara: 6)

22.08.2019
Sayfa 616 / 646

Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, Hâlik-ı kerim'in varlığını gösteren eserleri görmemek
için gözlerini kapayan, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmekten kaçınan münkir
kimselerdir.

Kesin olarak iman etmeyecek kimseyi uyarmanın faydası, ileride delil ile susturulmaları
içindir.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları çağırsanız da,
sussanız da sizin için birdir." (A'râf: 193)

Onların hali tıpkı Hud Aleyhisselâm'ın kavmi gibidir.

Onlar:

"Sen bize öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir." demişlerdi.
(Şuarâ: 136)

Kıyamet gününde onlara şöyle denilir:

"Girin oraya! İster dayanın ister dayanmayın, sizin için birdir." (Tûr: 16)

Allah-u Teâlâ onların şöyle diyeceklerini beyan buyuruyor:

"Şimdi artık sızlansak da sabretsek de birdir, kaçıp sığınacak bir yerimiz


yoktur." (İbrahim: 21)

Artık iş bitmiş, iş işten geçmiştir.

Uyarılara Kulak Verenler:

Allah-u Teâlâ uyarının fayda sağlamadığı kimseleri beyan ettikten sonra, uyarılara kulak
veren ve etkilenen bahtiyar müminleri belirterek şöyle buyurmuştur:

"Sen ancak o kimseyi uyarabilirsin ki, Zikr'e uyar." (Yâsin: 11)

Kur'an-ı kerim'in bütün hükümlerine iman ederek ve gönülden tasdik ederek boyun eğer,
şeytanın peşinden gitmekte direnmeyip öğüt ve nasihate kulak verir.

"Ve görmediği halde Rahman'dan korkar." (Yâsin: 11)

Kendisini görmediği halde haşyetullahtan titrer. Rabb'inin rahmet ve merhametinin ne


kadar geniş olduğunu bilmekle birlikte, kendisine lütfettiği maddi ve mânevi nimetleri
elinden almasından korktuğu için O'ndan çekinir. Rahman'dır diye rahmetine güvenip
aldanmaz. Ümit ile korku arasında bulunur.

Allah'tan başka hiç kimsenin görmediği durumlarda Allah-u Teâlâ'nın kendisini gördüğünü
bilerek her türlü kötülüklerden nefsini uzak tutar. Yalnız görünürde değil, O'ndan başka
kimsenin bilemeyeceği kalbinin iç yüzünden korku duyar.

İlâhî hükümlere uymak ve Rahman olan Allah'tan korkmak yolun başıdır. Hikmetin başı
ise Allah korkusudur.

22.08.2019
Sayfa 617 / 646

Sözden anlayıp, şirk ve nifaktan uzaklaşan kimse müjdeyi haketmiştir:

"İşte böylesini bir mâğfiret ve güzel bir mükâfat ile müjdele!" (Yâsin: 11)

İnsanoğlu uyarıdan faydalanınca, hiçbir günah bırakmayıp örten engin bir mağfirete ve
hiçbir eksikliği olmayan mükâfata lâyık olur.

Bu şerefli mükâfat cennettir ve Allah-u Teâlâ'nın mümin kulları için hazırladığı nimetlerdir.
Bu ise Allah'tan korkmanın ve ilâhi hükümlere uymanın karşılığıdır.

Bir kalbe haşyetullah girdiği zaman, ilâhi hükümlerle amel etmek kolaylaşır. Allah-u
Teâlâ'nın gösterdiği yolda engelsiz olarak rahatlıkla yürünür.

Peygamberlik yalnız korkutmak için değil, aynı zamanda böyle büyük müjde ile
müjdeleme hikmeti içindir.

Bu korkutma ve müjdelemenin asıl sır ve hikmeti ise müteâkib Âyet-i kerime'de şöyle
beyan buyurulmaktadır:

"Hiç şüphesiz ki ölüleri ancak ve ancak biz diriltiriz." (Yâsin: 12)

İşte o zaman müjdelenen insanlara olan ikram, uyarıldıkları halde inkâr ve inatlarında
direnenlere karşı intikam bütünüyle ortaya çıkar.

Bu beyan-ı ilâhî'de aynı zamanda Allah-u Teâlâ'nın, kalpleri dalâletle sönmüş bulunan
kâfirlerden dilediğini dirilterek hidâyet edeceğine işaret vardır.

"İşlediklerini ve eserlerini (geride bıraktıklarını) biz yazarız." (Yâsin: 12)

Geriye bıraktıkları faydalı ve zararlı eserlerini; gerek okuttukları ilimler, yazdıkları kitaplar,
yaptıkları vakıflar... gibi hayır hasenatlarını ve gerekse zulüm ve düşmanlık kanunlarını
tesis etmelerini, şer ve kötülüklerinin bütün izlerini tamamen tespit ederiz. Onların adına
hesaplarına geçiririz.

"Zaten biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i mahfuz'da) saymışızdır." (Yâsin: 12)

Bütün hadiseler O'nun ezelî ilmince belli olduğu için, daha olmadan önce Levh-i
mahfuz'da bütün sayısıyla zaptedilmiş olmakla beraber, olduktan sonra da bütün izleriyle
yazılır ve insanlar bu şekilde yaptıklarından sorumlu tutulur.

"Korunan Levha" mânâsına gelen Levh-i mahfuz, Kur'an-ı kerim'in yirmi iki Âyet-i
kerime'sinde geçmektedir.

İsim olarak, ya varlık âleminde meydana gelecek her şeyin yazılı bulunduğu bir Levha'yı,
veya "Ümmül-Kitap" denilen "Ana Kitab"ı ifade etmektedir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i mahfuz'da)
bulunmasın." (Neml: 75)

Allah-u Teâlâ'nın ilmi, olmuş ve olacak her şeyi tespit edip "Ana kitap" olan "Levh-i
mahfuz"da yazmıştır. Vakti saati gelince yazıldığı gibi meydana gelir.

22.08.2019
Sayfa 618 / 646

HABÎB-İ NECCÂR KISSASI


Gönderilenler:

Kur'an-ı kerim'de muhtelif vesilelerle kıssalara yer verilmektedir. Bu kıssaların gaye ve


hedefi insanları imana yöneltmek, inanan insanların imanlarını kuvvetlendirmektir.

Bu Sûre-i şerif'te geçen kıssada kendilerini Hakk'a dâvet için gönderilmiş olan elçileri
Antakya halkının nasıl reddettikleri ve o elçilerin de kendilerini nasıl savunmuş oldukları
anlatılmaktadır:

"Onlara o memleket halkını (Antakyalılar'ı) misal getir. Hani oraya elçiler


gelmişlerdi." (Yâsin: 13)

Bu kıssa, gerek üzerlerine azap sözü hak olanları korkutmak ve gerekse uyarılara kulak
verenleri müjdelemek hususunda Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'e ve onun güzide ümmetine vâdedilmiş olan tebşirlerin mühim bir numunesini
vermektedir.

İslâm daima galiptir, mağlup edilemez. Allah-u Teâlâ inananların her zaman için
yanındadır. Dinine yardım edenlere yardım eder, lütfu ile destekler.

İsa Aleyhisselâm hayatta iken dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere
dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid'e dâvet etmek için Havârîler'inden iki
kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.

Allah-u Teâlâ bu hadiseyi şöyle haber veriyor:

"O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." (Yâsin: 14)

Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk'a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmedden reddettiler.
Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.

"Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik." (Yâsin: 14)

Bu üçüncü zât da o halkı aynı surette Tevhid'e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde
ve tasdikte bulundu.

Bu üç zât Antakya halkına:

"Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi." (Yâsin: 14)

Dikkat edilirse onları görünüşte İsa Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah "Biz
gönderdik." buyuruyor. "Biz gönderdik." buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından
gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.

Binaenaleyh, bu gönderilenler Allah-u Teâlâ'nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş


olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.

Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye
çekileceği şüphesizdir.

22.08.2019
Sayfa 619 / 646

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar
ki:

"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)

Onların vekillerinden murad, kibar-ı evliyâullah'tan olan mürşid-i kâmillerdir. Başkasına


şâmil değildir.

Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet


ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a dâvet ederler.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)

Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha
büyük şeref tasavvur edilemez.

Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, onu dilediği vazifede memur kılar. Her birisini ayrı
vazifelerle, ayrı bilgilerle, ayrı tecelliyatlarla ayrı ayrı göndermiştir. Birine verdiğini diğerine
vermemiştir.

Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği
ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.

Tebliğ ve İtirazlar:

Antakya halkı da bir topluluğa her elçi gelişte tekrarlanan itirazlar gibi, gelen elçilere aynı
şekilde karşı koydular.

"Dediler ki: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz." (Yâsin: 15)

Fazla ne meziyetiniz olabilir ki, öyle bir dâvâda bulunuyorsunuz? Sizde, iddia ettiğiniz
elçilik vasfı yoktur.

"Rahman herhangi bir şey indirmedi." (Yâsin: 15)

Size boyun eğmemiz neden gerekli olsun?

"Siz sadece yalan söylüyorsunuz!" (Yâsin: 15)

Bu yalanlama, Allah dâvetçilerini yalanlayan her topluluğun benzer durumudur.

O mübarek elçiler Allah-u Teâlâ'nın bilgisini delil getirdiler.

"Dediler ki: Rabb'imiz biliyor ki gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz." (Yâsin: 16)

Eğer O'na karşı yalan söyleyen kimseler olsaydık, o bizi kahreder, bizden şiddetle intikam
alırdı. Fakat O, bize yardımcı olacak ve size karşı bizi muzaffer kılacaktır.

"Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir." (Yâsin: 17)

22.08.2019
Sayfa 620 / 646

Eğer siz itaat ederseniz, dünyada da ahirette de bahtiyar olursunuz. Dâvetimize icâbet
etmezseniz, bundan dolayı ne kadar aldanış içerisinde olduğunuzu ileride bileceksiniz.
İster kabul edin ister reddedin.

Şehir halkı güneş gibi parlak delilleri kaba sözlerle çürütmeye yeltendiler.

"Dediler ki: Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık." (Yâsin: 18)

Çünkü onlar şehvet ve arzularına uygun olan şeyleri temenni ediyorlar, o arzulara
uymayan her şeyi uğursuz sayıyorlardı. Oysa ki uğursuzluk iliklerine kadar yuvalanmış
bulunuyordu da bunu bir türlü anlayamıyorlardı.

"Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azap
dokunur." (Yâsin: 18)

Bâtıla sapanlar hak söze karşı çıkarak işi kavga ve gürültüye dökmüşlerdi. Allah yoluna
dâvet edenlere karşı zâlimlerin her zaman ve mekânda takındıkları tavır budur.

"Dediler ki: Uğursuzluğunuz sizin kendinizdendir." (Yâsin: 19)

Başınıza gelen ve gelecek belâlar, sizin çirkin işlerinizin birer neticesidir, şirk ve
küfrünüzün birer cezasıdır. Uğursuzluğunuzun sebebi biz değil sizsiniz.

Şu halde herkes uğur yahut uğursuzluğunu kendisi meydana getirir.

"Size nasihat ediliyorsa, bu uğursuzluk mudur?" (Yâsin: 19)

Biz size nasihatta bulunup Allah'ın birliğine çağırdığımız için mi bu sözlerle tehdit
ediyorsunuz? Bu mudur sizi kurtarmaya çalışmamızın karşılığı?

"Hayır! Siz aşırı giden bir kavimsiniz." (Yâsin: 19)

Hidâyetten değil dalâletten hoşlanıyorsunuz. İyiliğinizi değil kötülüğünüzü istiyorsunuz.


Hakkı değil bâtılı tercih ediyorsunuz. Ulvi hayattan değil süflî hayattan zevk alıyorsunuz.

Habib-i Neccâr:

Antakya halkı dâvetçileri reddettikleri gibi, öldürmek için söz birliği ettiler. Bunun üzerine
şehrin öte başından Habib-i Neccar adında inanmış bir kimse alelacele imanını açığa
vurdu. Hak ve hakikati ortaya çıkarmak için çaba sarfetti.

"Şehrin en uzak semtinden bir adam koşarak geldi." (Yâsin: 20)

Öyle anlaşılıyor ki açık açık tebliğ yapılmış, elçilerin tebliğleri ve onlara karşı yapılan
muamele şehrin her tarafından işitilmişti. Bunun neticesi olarak da bu iman fedâisi büyük
mücahid, iman şerefiyle müşerref olmuştu. İmanın hakikatini kalbinde hissedince, artık
susmaya, eninde sonunda utanmaya tahammülü kalmamıştı. Duracak zaman olmadığını
anladı, bu hakikati etrafa duyurmak için koştu. İman edenlere numune olmak üzere bütün
gayretiyle sahaya atıldı. Halkı bu gelen elçilere uymaya teşvik etti, onlara öğütlerde
bulundu.

"Dedi ki: Ey kavmim! Gönderilmiş bulunan bu elçilere uyunuz." (Yâsin: 20)

22.08.2019
Sayfa 621 / 646

Tebliğleri muvacehesinde Allah'ın birliğini tasdik ederek, O'na ibadet ve taatta bulunun.
Putlara tapmaktan vazgeçin.

"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz." (Yâsin: 21)

İmanınızın karşılığında sizden hiçbir ücret istemeyen, mal talep etmeyen, dünya ile ilgili
bir menfaat beklemeyen, baş olmak ve başka gaye peşinde koşmayan bu kimselere tâbi
olun.

Böyle bir dâveti yapan kişiler elbette ki doğrudurlar, sözlerinde samimidirler.

Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah yoluna dâvet


vazifesini yerine getiren iman kahramanları, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir
ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemişlerdir.

Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici
şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.

Nefsinde gizliden gizliye karşılık alma isteğinin bulunup bulunmadığına dikkat eden kimse
çok azdır ve bunun uygulamasını yapan da çok nâdirdir. Ancak sıddîk olanlar bu gibi
durumlara dikkat edebilirler.

"Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)

Din ve dünya hayrına ermişlerdir. Onlara uyan hidâyete erer.

Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Günümüzdeki bölücüler dini dünyaya âlet ederek halkı kaz
gibi soyuyorlar. Topluluk içinde utandıracak senet imza ettiriyorlar, evini, arabasını,
parasını, elinde avucunda ne varsa alıyorlar. Bunu her bölücü yapıyor, çünkü hepsi eğri
yoldadır.

Habib-i Neccar daha sonra iman edişinin sebeplerinden bahsetmeye başladı:

"Ben, beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?" (Yâsin: 22)

O elçiler bizi yaratana kulluk etmeye ve yalnız O'nu mabud tanımaya dâvet ediyorlar.
Bunun doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim gibi düşünüyorum. Ben beni yaratana kulluk
etmeyi vazifem bilirim. Çünkü O benim yaratıcımdır. O halde siz, sizi yaratan Rabb'inize
ne diye inanıp ibadet etmeyesiniz?

"Siz de O'na döndürüleceksiniz." (Yâsin: 22)

Yaptıklarınızdan dolayı hesaba tutulacaksınız. O'ndan yüz çevirdiğiniz halde nasıl iyilik
bekleyebilirsiniz?

"Ben, O'ndan başka ilâhlar edinir miyim hiç?" (Yâsin: 23)

Elbette edinmem.

"Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilerse, o putların şefaatı bana
hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar." (Yâsin: 23)

Bunu hiç düşünmez misiniz? Ne kadar da kıt akıllısınız!

22.08.2019
Sayfa 622 / 646

"O takdirde ben de gerçekten apaçık bir sapıklık içinde olurum." (Yâsin: 24)

Yaratan'a ortak koşmak, hiç şüphe yok ki en büyük sapıklıktır.

Habib-i Neccar gerek kavmine gerekse geleceğin insanları da dahil olmak üzere duyuru
kabiliyeti olan herkese hitap ederek şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki ben sizin de Rabb'iniz olan Allah'a inandım. O halde beni


dinleyin." (Yâsin: 25)

Nitekim onun dünyadaki sözleri insanlar için bir öğüt ve ibret olmak üzere anlatılmıştır.

O, bu sözleri söyleyince halk üzerine hücum etti. Onu taşa tuttular, ayaklarının altına alıp
çiğnediler. O ise: "Allah'ım! Kavmimi hidâyete erdir." diye duâ ede ede can verdi.

Bunun üzerine taraf-ı ilâhiden kendisine:

"'Cennete gir!' denildi." (Yâsin: 26)

Allah-u Teâlâ şehâdetinin hemen ardından onu cennetle müjdeledi. Melekler onu
karşılamak için dizildiler ve: "Firdevs cenneti seni beklemektedir." diye haber verdiler.

O ise oradaki fevkalâde mükâfatı görünce, kavminin de bu hali bilmesini temenni etti ve
şöyle söyledi:

"Keşke kavmim, Rabb'imin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını


bilseydi!" (Yâsin: 26-27)

Kendisinin erdiği bahtiyarlığı bilseler de küfürlerine tevbe edip iman ve ibadet yolunu
tutsalar.

O gerçekten kavminin hidâyet bulmasını şiddetle arzu etmekteydi.

Allah-u Teâlâ elçileri yalanlayan, dostunu öldüren o kavme gazap etti. Cebrâil
Aleyhisselâm'ın bir sayhası helâk olmalarına yetti.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Biz ondan sonra kavminin üzerine, onları helâk etmek için herhangi bir ordu
indirmedik ve zaten indirecek de değildik." (Yâsin: 28)

Onları helâk etmek için meleklerden ordular göndermeye gerek duymamış, iş daha basit
biçimde tamamlanmıştı.

"Sadece bir tek çığlık oldu, o anda hemen sönüverdiler." (Yâsin: 29)

Ateşin sönmesi gibi söndüler, hissetmeyen ve hareket etmeyen ölüler oldular, bir anda
yerle bir edildiler.

YALANLAYICILAR VE FECİ SONLARI

22.08.2019
Sayfa 623 / 646

Ey Hasret!:

Allah-u Teâlâ insanları uyarmak, beşeriyeti nurlandırmak için ilk peygamber Hazret-i
Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren asırlar boyunca gönderdiği elçileri yalanlayanları Âyet-i
kerime'lerinde haber vermekte, gelecek nesillerin ibret ve ders almaları için öğütlerde
bulunmaktadır:

"Ne yazık şu kullara!" (Yâsin: 30)

Hasret, pişmanlığın ileri derecesidir. Bu gibi kimseler gerçekten hasret çekmeye ve


hasret çekenlerin hasretine lâyık kimselerdir.

Onların kendi nefislerine yapmış oldukları zulüm o kadar büyüktür ki, kendilerine kurtuluş
imkânı verildiği halde ondan yüz çevirirler. Gözlerinin önünde geçmişte helâk olan inkârcı
kavimlerin kıssaları okunup durduğu halde düşünüp ibret almazlar, yanlış yollardan
dönmezler. Zaman zaman uyarıcılar göndererek rahmet kapılarını kendilerine açtığı
halde Rabb'lerine yönelmezler. O büyük fırsatları kaçırarak, dünya saâdetinden ahiret
selâmetinden mahrum olurlar.

Her zamanda ve her mekânda inatçı münkirlerin, hakikatleri yalanlayıcıların âdeti


böyledir.

"Kendilerine hangi peygamber gelse, onu hemen alaya alırlardı." (Yâsin: 30)

Hakk tarafından gönderildiğini kabul etmiyorlar, onunla gönderilmiş olan hakikatleri inkâr
ediyorlar, yola gelmek nedir bilmiyorlardı.

Zamanımızın beyinsizlerinin Rabbânî dâvet karşısındaki tutumları, ilâhì hükümlere gözü


yumuk bakmaları, güneş gibi parlak hakikatler karşısında put kesilmeleri de aynı hasrete
şayandır.

"Görmüyorlar mı ki, kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik." (Yâsin: 31)

Elçileri yalanlayanların daha önce nasıl helâk edildiklerinden ibret almıyorlar mı?

"Onlar artık kendilerine dönemezler." (Yâsin: 31)

Helâk olup gidenler tekrar dünyaya döndürülmüyorlarsa, bu onların zamanı gelince


hesaba çekilmekten kurtulmuş olmaları demek değildir. Onlar ahiret azabından yakalarını
hiçbir zaman kurtaramayacaklardır.

Helâk olmuş bu kimselerin bir daha geri dönmeyecek şekilde yok olup gittikleri gibi, aynı
şekilde bunlar da yok olacaklar ve bir daha geri dönemeyeceklerdir.

Bu ilâhî beyan, her asırda ortaya çıkan zındık tenâsühçülerin ruhların dönüp durdukları
görüşünü gayet açık bir şekilde reddetmektedir.

"Onların hepsi elbette huzurumuza getirileceklerdir." (Yâsin: 32)

Geçmiş ve gelecek bütün milletler, hesap ve ceza için kıyamet günü hâkimler hâkiminin
huzuruna toplanıp sevk edileceklerdir. Bu hesap sonucunda müminler ilâhî iltifatlara
mazhar olurlarken, kâfir ve münafıklar horlanacaklar, hasretler içinde kalacaklardır.

Bugün pişmanlık duymayan kullar için orası pişmanlık duyulacak yerdir.

22.08.2019
Sayfa 624 / 646

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki Rabb'in, onların her birinin amellerinin karşılığını tam olarak


verecektir." (Hûd: 111)

Müminlere tasdiklerinin mükâfatı olarak cennetleri ihsan buyuracak, inkârcıları da


tekziblerinin cezâsı olarak cehennem ateşlerine atacaktır.

ALLAH-U TEÂLÂ'NIN MEVCÛDİYETİNE


VE VAHDÂNİYETİNE İŞARET EDEN DELİLLER
Allah-u Teâlâ daha önceki Âyet-i kerime'lerinde Antakya halkının kıssasını ve elçileri
yalanlamaları sebebiyle onları "Sayha" ile yok ettiğini açıkladıktan sonra mevcûdiyetini,
vahdâniyetini ve azametini gösteren parlak delilleri insanların intibah nazarlarına
arzetmektedir.

Ölü Toprak:

Kış mevsimine doğru bitkilerden çoğunun kuruyup çöp haline gelmesi, onların kendilerine
mahsus ölümleridir. Geriye ya tohumları ya da kökleri kalır. Bütün bir kış toprak altında bir
bakıma kabir safhası geçirirler. Bahar gelip hava, su, toprak ısınınca ve yağmurlar
yağmaya başlayınca yepyeni bir hayat başlar.

"Ölü toprak da onlar için bir âyet (delil)dir." (Yâsin: 33)

Üzerinde hiçbir bitki bulunmayan kupkuru toprağın dirilmesi yaratıcının varlığına,


kudretinin büyüklüğüne ve ölüleri diriltmesine bir delil teşkil etmektedir. Eğer tabiata
kalsaydı, o ölü toprakta bir ot bile yetişmezdi.

"Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok taneler çıkardık." (Yâsin: 33)

Toprağın ölmesi, kuruyup çoraklaşmasıdır. Diriltilmesi ise yağmurla olur. Allah-u Teâlâ
yağmuru indirdiğinde toprak harekete geçer ve her çeşitten bitkiler verir. Bu öylesine bir
mucizedir ki, hiçbir zaman hedefinden şaşmaz, devr-i daim yaparak hizmetini sürdürür.

Bu kadar cesîm nimetleri görüp de yaratıcısını tanımamak, onlardan istifade edip de


şükretmemek akıllı bir insanın yapacağı iş değildir.Ó

"İşte onlar bunlardan yerler." (Yâsin: 33)

Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını
bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.

Meyveler:

22.08.2019
Sayfa 625 / 646

Allah-u Teâlâ ekinleri yaratmakla mahlûkatına olan lütfunu belirttikten sonra,


meyvelerden ve onların çeşitlerinden söz etmektedir:

"Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları yarattık" (Yâsin: 34)

Bunlar bitkiler âleminin en mükemmel şekli ve insan zevklerinin en tatlı kaynaklarıdır.


Dünyanın her tarafına serpilmiş meyvelerden herkes istifade etmektedir.

"İçinden pınarlar fışkırttık." (Yâsin: 34)

Toprağın mahsulünden yemek için o pınarlara ihtiyaç vardır.

Toprak aynı toprak, su aynı su, hava aynı hava, iklim aynı iklim olduğu halde; bütün
meyvelerin renkleri ayrı, tadları farklı, gıdaları ve vitaminleri değişik değişiktir.

"Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler." (Yâsin:


35)

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın onlara rahmetinden başka bir şey değildir.

O bağlara bakmaları, sulamaları ve çapa gibi işlerinde çalışmaları gerekirse de, o


mahsuller onların yapısı değil, ilâhi birer lütuf eseridir. İnsanlara çalışma gücünü, icat ve
keşif kabiliyetini de yine O vermiştir.

Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ:

"Hâlâ şükretmiyorlar mı?" buyurdu. (Yâsin: 35)

Şirk ve nankörlükten vazgeçip bu nimetleri kendilerine ihsan ve ikram buyuran Hâlik-ı


kerim'e arz-ı şükranda bulunmayacaklar mı?

Şükür ya dil ile, ya kalp ile, ya da uzuvlarla olur.

Dil ile şükür; nimetin Allah-u Teâlâ'dan olduğunu kabul ve yaratıklara bağlamayı terk
etmektir. İnsan bu hususta ne kendine, ne gücüne, kuvvet ve kazancına isnat
etmemelidir. Çünkü bunların hepsi sebep ve vasıtadırlar. Onu taksim eden, gönderen,
sebepleri yaratan Allah-u Teâlâ'dır. Var eden O, veren O, nasip eden O, şükre en lâyık
olan O'dur.

Kalp ile şükür; nimetlerin tamamının başkasından değil, ancak Allah-u Teâlâ'dan
olduğuna sağlam bir itikatla bağlanmaktır. Bu suretle dil ile şükür kalpteki şükrün
tercümanı olur.

Uzuvlarla şükür; bütün uzuvları Allah-u Teâlâ'ya ibadetle hareket ettirip kullanmaktır.
Hakk'tan yüz çevirme sapıklığı bulunan herhangi bir hususta yaratıklardan hiçbirine
uymamak gerekir.

Çift Yaratılanlar:

Bütün yaratıklar çift çifttir. Gece ve gündüz, kara ve deniz, karanlık ve aydınlık, sıcak ve
soğuk, acı ve tatlı, ölüm ve hayat... gibi. Hayvanlar ve bitkiler de böyledir.

22.08.2019
Sayfa 626 / 646

"Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri şeylerden bütün


çiftleri yaratan Allah'ın şânı ne yücedir! (Yâsin: 36)

İnsanları erkek ve dişi olarak yaratması O'nun rahmetindendir. Bu lütuf devam edip
gitmekte olup kıyamete kadar da devam edecektir.

Bunlardan başka Allah-u Teâlâ'nın insanları muttali kılmadığı daha nice çiftler vardır. Ki
onları ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanın hatırına gelmiştir.

Mükevvenât öyle hassas ve dengeli bir şekilde yaratılmıştır ki, akıl sahibi hiçbir insan
bunların bir tesadüf sonucu meydana geldiğini söyleyemez.

Gece ve Gündüz:

Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanının yaratıldığı
andan bu güne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam
edecektir.

Gece ve gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneşin
çevresinde dönmesiyle meydana gelmektedir.

Dünya güneşe karşı kendi etrafında dönerken, onun her bir noktası güneşe karşı
dönüşünü yapar. Bu nokta gündüz olur. Nihayet o nokta güneşi görmez olunca, oradan
gündüz soyulup çıkartılır, orayı karanlıklar kaplar. Bu hadise her bir nokta üzerinde
düzenli bir şekilde ardı ardına sürüp gider.

"Gece onlar için bir delildir." (Yâsin: 37)

Bir kimse sadece gece üzerinde dikkatlice düşünse, bu muhteşem nizamın ardındaki
Azamet-i İlâhî'yi görecektir.

"Biz geceden gündüzü sıyırıp çekeriz de, onlar birden karanlıkta


kalıverirler." (Yâsin: 37)

Dünya kendi etrafında güneşe karşı dönmeseydi, gece ve gündüz olmazdı. Kendi
etrafında şimdikinden daha hızlı dönmüş olsaydı her şey yıkılır gider, darmadağın olurdu.
Eğer kendi çevresinde şimdikinden daha ağır dönmüş olsaydı, sıcaktan ve soğuktan
bütün insanlar ölürdü. Kendi etrafında deveranı olmasaydı, bütün denizlerin suları
boşalırdı.

Güneş:

Güneş ve ay da, diğer yıldızlar da Allah-u Teâlâ'nın kudretinin kemâline, saltanatının


büyüklüğüne işaret eden alâmetlerdendir.

Gökyüzündeki cisimlerden her biri, kendine mahsus bir program ve düzen içinde kendi
yörüngesinde, yolunu şaşırmadan belli bir hedefe doğru yol alıp gitmektedirler.

"Güneş de kendine mahsus yörüngesinde yürüyüp gitmektedir." (Yâsin: 38)

22.08.2019
Sayfa 627 / 646

Duracağı ve varacağı zamana, yani kıyamete kadar bu yörüngeden çıkmaz ve sapma


yapmaz.

Gökyüzündeki milyarlarca yıldızdan bir tanesi de güneştir. Büyüklüğü ve kitlesi diğer


yıldızlardan küçük olduğu halde, diğer yıldızlara göre dünyaya yakın olmasından dolayı
görünüşü daha büyük ve parlak gözükmektedir.

Dünyaya olan uzaklığı 149,5 milyon km. olup, ışığı 8 dakika 20 saniyede dünyaya ulaşır.

"İşte bu Azîz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38 - En'âm: 96)

Bu nizam ve intizam olmamış olsaydı, yüryüzünde bu tarz bir hayat görülmezdi.

Eğer güneş olmasaydı, dünya karanlık olurdu. Bu karanlık dünyada insanlar birbirleriyle
anlaşamaz, işlerini göremezlerdi. Aynı zamanda hayati ihtiyaçları için çalışmazlardı.
Güneş ışığı olmasa gözlerden istifade edilmez, renkler görülmezdi.

Güneşin hareketi olmasaydı, devamlı gündüz olacağından insanlar durup dinlenemez,


gündüzden faydalanmak için devamlı çalışırlardı.

Allah-u Teâlâ geceyi istirahat zamanı, gündüzü de maişet zamanı olarak tayin etti.

Güneşi her gün doğudan doğduruyor, tâ batıya kadar hiçbir boşluk bırakmadan ısısını ve
ışınlarını her yere ve her canlıya ulaştırıyor. Güneşin bu nimetlerinden doğu ile batı
arasında hiçbir yer ve hiçbir canlı mahrum bırakılmıyor, her şey ölçülü olarak istifade
ediyor.

Mevsimlerin meydana gelmesi için güneşin eksenini eğik tutmuştur.

Mevsimler sayesinde insanlar, hayvanlar ve bitkiler muhtaç oldukları yaşama zeminini


bulurlar.

Kış mevsiminde ağaç ve bitkilerdeki ısı azalır, bu suretle ağaç ve bitkilerin tomurcukları
husûle gelir. Hava sıcaklığının düşmesiyle bulutlar ve yağmur meydana gelir.

İlkbaharda tomurcuklar harekete geçer. İzn-i ilâhî ile bitkiler doğar, ağaçlar çiçek açar.

Yazın havalar ısınır, meyveler olgunlaşır, hasat yapılır.

Sonbaharda hava ılır, geceler uzamaya başlar.

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın Ulûhiyet'ini ve Samediyet'ini açıkça gözler önüne serer.
Her şey, her an O'na muhtaçtır, O'nun hayat vermesiyle hayat bulmakta, varlıklarını
devam ettirmektedirler.

Ay:

Allah-u Teâlâ Yunus sûre-i şerif'inin 5. Âyet-i kerime'sinde güneşten çıkan şualara "Işık",
ayın şualarına da "Nur", adını vermiştir.

Güneşin ışığı aslından, ayın nuru ise güneştendir.

22.08.2019
Sayfa 628 / 646

Ay batıdan doğuya doğru dünyanın çevresinde döner. Bundan dolayı da durumu sürekli
olarak değişir. İlk göründüğünde küçüktür. Sonra nuru ve kitlesi artar ve nihayet dolunay
halinde tamamlanır. Daha sonra tekrar küçülmeye başlar ve ay'ın sonunda ilk haline
döner.

"Ay için de konak yerleri tayin etmişizdir. Nihayet o eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur
da geri döner." (Yâsin: 39)

Ay, güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp gitmez. O bir gezegendir, her gün bir konak yerine
gelir, her konağa göre bir şekilde görünür.

Ayın dünyaya uzaklığı ortalama 384 bin km'dir. Bu uzaklık dünyaya en yakın olduğu
zaman 350 bin km. ve dünyadan en uzak olduğu zaman da 409 bin km. olmak üzere yılın
muhtelif günlerinde değişiklik gösterir.

Dünyadan elli defa küçük olan ay, saatte 3600 km. hızla yol almaktadır. Dünya güneşin
etrafında dönerken, ay da onu takip eder, dünyanın etrafında dönerken kendi etrafında
da 29 günde döner ve dünyaya hep aynı yüzünü gösterir.

Ay kendisi ısı ve ışık kaynağı değildir, ancak güneşten aldığı ışıkla ısınır. Ay yüzeyinin
atmosferi olmaması ve yüzeyinin de iyi bir yansıtıcı olmaması dolayısıyla; güneşten aldığı
ısının yüzde 93'ünü yutar, geriye kalan yüzde 7'sini yansıtır.

Geceleyin çalışmaya mecbur olduğumuz zamanlarda ay ışığından faydalanırız. Ayın ışığı


mutedildir. İnsanların geceleyin rahatça çalışmaları ve yorgun düşmemeleri için ısısı ve
ışığı azdır.

Sadece güneş değil, bütün yıldız ve gezegenler bir yöne doğru akıp gitmektedirler.

Bu takdir o kadar güzel ve bu vazife dağılımı o kadar yerindedir ki:

"Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir." (Yâsin: 40)

Çünkü bu ışık saçan yıldızlardan her birisinin kendisi için tayin edilmiş bir alanı vardır.
Güneşin aydınlatma zamanı gündüzdür, ayın aydınlatma zamanı ise gecedir.

"Her birisi bir yörüngede yüzerler." (Yâsin: 40 - Enbiyâ: 33)

Vazifeleri o kadar güzel ve düzenli bir şekilde dağıtılmıştır ki, biri diğerine çarpmaz.

Dolu Gemiler:

Allah-u Teâlâ kulları hakkında diğer bir nimetini, vesile-i intibah olmak üzere şöyle beyan
buyurmaktadır:

"Onların zürriyetlerini (soylarını) dopdolu bir gemide taşımış olmamız da onlar için
büyük bir âyet (ibret)tir." (Yâsin: 41)

Allah-u Teâlâ'nın Nuh Aleyhisselâm ile birlikte ona inananları kurtardığı ve bu inanmış
olanlardan başka Âdem Aleyhisselâm'ın soyundan hiç kimsenin yeryüzünde kalmadığı
Nuh Aleyhisselâm'ın gemisi de bu gemilerin ilkidir.

22.08.2019
Sayfa 629 / 646

Allah-u Teâlâ bu gemide Âdem Aleyhisselâm'ın zürriyetini yani Nuh Aleyhisselâm ile
ashabını taşımıştır. Âdem Aleyhisselâm'ın onların dışındaki bütün nesli helâk olmuştur.
Nitekim kıyamete kadar bütün insanlık bu nesilden gelmektedir. Şu anda yeryüzünde
bulunan insanların esası gemide babalarının sülbünde mevcut olduğu için Allah-u Teâlâ
"Zürriyetlerini gemide taşıdık." buyuruyor.

Allah-u Teâlâ atalarını kurtarmış olmasına rağmen, onların sülplerinden gelen nesillerin
bir çoğu şükretmesini bilmemişler, ders almamışlardır.

Daha sonra Allah-u Teâlâ o geminin benzerini insanlara vermiş, bu bilgiyi Nuh
Aleyhisselâm vasıtasıyla bahşetmiştir.

İçinde ağır yükler, yüzlerce insanlar olduğu halde batmayan gemiler, görenler için pek
büyük bir ibret manzarası teşkil etmektedir.

Allah-u Teâlâ suda gemileri kaldıracak bir güç yaratmış olmasaydı, hiç şüphesiz ki
gemiler denizin kabaran dalgalarını yararak akıp gidemezlerdi.

Büyüklükleri itibariyle dağları andıran gemileri Allah-u Teâlâ insana musahhar kılmıştır.
Bu sayede denizde istedikleri yere gidebilmekte, diledikleri gibi tasarruf edebilmektedirler.

"Kendileri için bunun gibi daha nice binecek şeyler yarattık." (Yâsin: 42)

Gemiler Allah-u Teâlâ'nın öğretmesiyle yapıldığı için "Biz yarattık" buyurulmaktadır.

Bu Âyet-i kerime karada ve havada taşımacılığı temin eden otomobillere, tren ve uçaklara
da şâmildir. Çünkü bunların asli maddelerini yaratan, bunlara o hareket ve sürati veren
Allah-u Teâlâ'dır.

"Dilersek onları suda boğarız." (Yâsin: 43)

Dilerse rüzgârları fırtınalar haline getirir de o gemileri batırır, parçalar. İçindekileri de,
işlemiş oldukları günahlardan dolayı boğar.

"Ne kendilerine bir yardımcı bulunur, ne de kurtarılırlar." (Yâsin: 43)

Nitekim zaman zaman bu şekilde ölümler vuku buluyor. Gemiler batıyor, uçaklar düşüyor,
ecelleri gelenler ölüp gidiyorlar. İmdatlarına koşacak bir kimse bulunmuyor.

"Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet ile ve bir süreye kadar geçinmeleri müstesnâ.
(Yâsin: 44)

Onları bizden başka hiç kimse kurtaramaz. Biz onları ecelleri gelinceye kadar, dünyadan
faydalandırırız.

Yine zaman zaman görülüyor ki bazı gemiler batıyor, uçaklar düşüyor. Fakat içindekiler
kısmen veya tamamen ölmeyip hayatta kalıyorlar. Bütün bunlar birer takdir-i ilâhi eseridir.

Küfürde Israr Edenler:

Aklı başında olan, gözü görüp kulağı işiten kimselerin kabul etmek zorunda kalacağı
bütün bu delillere rağmen; inkârcılara bunların hiçbirinin tesir etmediğini, ilâhî dâvete
uymaktan kaçındıklarını beyan etmek üzere Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

22.08.2019
Sayfa 630 / 646

"Onlara: 'Yapmakta olduğunuz ve yapıp arkada bıraktığınız işler hakkında Allah'tan


korkun, umulur ki size merhamet olunur!' denildiği zaman (yüz çevirirler)." (Yâsin:
45)

İnkârlarında ısrar eden müşriklere Allah-u Teâlâ'nın gazabından sakınmaları, geçmiş


ümmetlerin peygamberlerini yalanlamaları yüzünden başlarına gelen azaptan ibret
almaları, daha sonra gelecek olan ahiret azabından korunmaları, bu suretle merhamet
olunacakları hatırlatılınca daha fazla büyüklük taslarlar.

"Onlara Rabb'lerinin âyetlerinden bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz
çevirirler." (Yâsin: 46)

O âyeti görmezler, kabul etmezler, ondan faydalanmazlar. Kur'an-ı Azimüşan'ın gönüller


açan ulvî beyanlarını olduğu gibi kabul edip, İslâm şerefiyle müşerref olmak istemezler.

Yüzlerine karşı Allah'ın âyetleri okunduğunda yüz çevirmek onların her devirde
sergiledikleri davranıştır.

Asr-ı saâdet münâfıkları gibi, zamanımızda da Allah'ın âyetlerini inkâr eden, Ahkâm-ı
ilâhî'den yüz çeviren, müslümanların inançlarını bozmaya çalışan müfsitler yok değildir.

"Onlara: 'Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfedin!' denildiğinde,


kâfirler müminlere: 'Allah'ın, dileseydi doyuracağı kimseleri biz mi doyuralım? Siz
gerçekten sapıtmış kimselersiniz.' derler." (Yâsin: 47)

Allah'ın âyetlerine sırt çevirip, içinde bulundukları dalâlet girdabı için mazeretler ileri
sürdükleri yetmiyormuş gibi, iyilikten kaçmak ve kendi cimriliklerini göstermemek için bir
bahane arıyorlar. Onlar kendi cimriliklerini göstermemek için bu gibi ifadeler
kullanıyorlardı. Nitekim her asırda yaşayan cimriler de böyle söylemektedirler.

Akılları çalışmayan bu beyinsizler rızık hazinelerinin, Yaratıcı'nın yedi kudretinde


olduğunu ve O'nun; zenginin merhamet edip etmeyeceğini, fakirin de sabredip
etmeyeceğini imtihan etmek maksadıyla insanlardan bazılarını zengin, bazılarını fakir
kıldığını bilmezler.

Allah-u Teâlâ fakirlere dünyalık vermemiş, zengine ise fakire zekât vermesini emretmiştir.
Bütün bunlar imtihan içindir. O dilediğini yapar, O'nun hiçbir hükmüne hiç kimsenin itiraz
etmeye salâhiyeti yoktur.

Bundan sonra Allah-u Teâlâ inatçı kâfirlerin yalanlama, inat ve inkârlarından dolayı,
azabın kendilerine gelmesini uzak görerek, alay ve eğlence yollu, başlarına azabın
hemen gelmesini istediklerini haber vererek şöyle buyuruyor:

"Diyorlar ki:

Eğer doğru söylüyorsanız, vâdettiğiniz kıyamet günü ne zaman?" (Yâsin: 48 -


Enbiya: 38 - Sebe: 29 - Mülk: 25)

Gerçekte onlar kıyametin gelişini imkânsız sanıyorlardı. Halbuki onun geleceği


muhakkaktır ve herhangi bir kimse istemediği için geri kalmaz, herhangi bir kimsenin
istemesiyle de vaktinden önce gelmez.

22.08.2019
Sayfa 631 / 646

Allah-u Teâlâ o günü daha önce hükmettiği belirli bir zaman için ertelemektedir. Bu süre
ne artar ne de eksilir.

Bu hususta diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"De ki:

Size vâdolunan bir gün vardır ki, siz ondan ne bir saat geri kalırsınız, ne de ileri
geçebilirsiniz." (Sebe: 30)

Kıyamet, insanların ecelleri gibidir. İnsanın eceli geldiğinde, bir göz açıp kapatıncaya
kadar ileri veya geri alınmadığı gibi, kıyamet zamanı geldiğinde de bir saniye olsun ileri
veya geri alınmaz.

Dünyanın sayılı müddeti son bulup ömrü tamam oluncaya kadar ahiret tehir olunacak ve
o sayılı hesabın bittiği dakikada kıyamet kopacaktır.

"Onların beklediği tek bir sestir." (Yâsin: 49)

İkinci bir sese ihtiyaç duyulmaz. Bu ses, herkesin ölümü için olan sura ilk üfürüştür.

"Birbirleriyle çekişip dururken ansızın onları yakalayıverir." (Yâsin: 49)

O anda onlar işlerinde güçlerinde, pazarlarında, alış-verişlerinde, oyunlarında


eğlencelerinde gaflet içinde iken, her canlı bulunduğu yerde ölür. Ne malları ne canları
hakkında bir vasiyette ve tavsiyede bulunmaya fırsat bulamazlar.

"İşte o anda onlar ne bir tavsiyede bulunabilirler, ne de âilelerinin yanına


dönebilirler." (Yâsin: 50)

Eğer evleri ve memleketleri haricinde bulunmuş iseler, âileleriyle dünyada bir daha
görüşmeye muvaffak olamazlar. Kim nerede ise orada kalır.

Birinci sur ile kıyametin kopmasından, Hayy ve Kayyum olan Allah-u Teâlâ'nın tek
kalmasından sonra, vakti zamanı gelince; Allah-u Teâlâ İsrâfil Aleyhisselâm'ı tekrar
diriltecek ve ikinci defa Sur'a üfürmesini emir buyuracaktır. "Nefha-i kıyam" da denilen
bu üfürme ile evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden
kalkacaklar ve hesaplarını vermek üzere ilâhi huzura sevkolunacaklardır. Buna "Ba's-ü
ba'del-mevt" yani "Öldükten sonra tekrar dirilme" denir.

Sur'un ikinci defa üfürülmesi ile insanlar yeniden hayata ererek kabirlerinden kalkarlar.

"Sur'a üflenince, kabirlerinden kalkıp Rabb'lerine doğru akın ederler." (Yâsin: 51)

Kâfir ve münâfık olanların akılları karıştığı için öldüklerini değil de yatmakta olduklarını
zannederler. Yalanladıkları şeyi ayan-beyan görünce;

"Derler ki: Eyvah bize, yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?" (Yâsin: 52)

Onlar kabir azabının kendilerine dokunduğunun farkında bile olmazlar. Çünkü kabir
azabı, daha sonraki şiddetli azaplara göre uyku gibidir.

Şaşkınlıkları nispeten geçip de kendilerine gelince şöyle derler:

22.08.2019
Sayfa 632 / 646

"Rahman olan Allah'ın vâdettiği işte budur. Demek peygamberler doğru


söylemiş!" (Yâsin: 52)

Yazıklar olsun bize ki, Hak ve hakikati bize tebliğ eden elçileri yalanlamıştık. Şimdi de
böyle bir felâketle karşı karşıya bulunmaktayız.

Kıyametin kopması, canlıların ölmesi, kabirlerden kalkış, mahşere sevkediliş safhaları


hep bir plân dahilinde gerçekleşecektir.

"Sadece tek bir sayha olur, sonra hepsi birden toplanıp huzurumuza
getirilirler." (Yâsin: 53)

Bir tek ses ile hepsi birden ölecekleri gibi, bir tek ses ile de bir an bile durmaksızın hepsi
birden hayata kavuşacaklar ve sorguya çekilmek üzere ilâhi huzurda hazır olurlar.

O gün tek hâkim O'dur. Hükmünde O'na hiç kimse, hiçbir şekilde ortak olamaz. Affetmek
veya cezalandırmak bütünüyle O'nun yed-i kudretindedir. Cezalandırmak istediği bir
kişiyi, kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin
ceza verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine
yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezasından fazlasına çarptırılmaz. Hiç
kimseye zulmetmemesi O'nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye güç
getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.

"O gün hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz ve ancak yaptığınızın karşılığını
görürsünüz." (Yâsin: 54)

Zulmü hem zâtına hem de insanlar arasında haram kılmıştır. Şu kadar var ki insanlar
hem birbirlerine hem de kendi nefislerine zulmederler.

Dünyada birçok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki hakettiği halde mükâfat
alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı
hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı
verilir. Zâlimler beraat ederken mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına
yükletildiği de görülmektedir.

Mahkeme-i kübrâ'da ise bu gibi adaletsizlikler olmayacak, herkes yaptığının karşılığını


tam olarak alacaktır. Kâfirler azaplandırılırken, inananlar mükâfatlandırılacaktır.

Ehl-i Cennet:

Allah-u Teâlâ cennet sakinlerinin nâil olacakları nimetlerden Âyet-i kerime'lerinde şöyle
haber vermektedir:

"O gün cennetlikler bir zevk ve eğlence ile meşguldürler." (Yâsin: 55)

Orada üzüntü, sıkıntı, ümitsizlik, güvensizlik diye bir şey yoktur. Oraya girenler bir
eğlence havası içinde mest olurlar.

Âyet-i kerime'de geçen "Şuğul", akla gelebilecek şeyleri düşünmekten alıkoyan


nimetlerdir. Cennet nimetleri ile meşgul olup zevk ve safa sürerken üzülmemeleri için
cehennemde bulunan yakınlarını hatırlamazlar.

"Onlar ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır." (Yâsin: 56)

22.08.2019
Sayfa 633 / 646

Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle
olacaktır. Gözlerin görmediği kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmediği güzellikler
arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle
beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı
sohbet ederler.

"Orada onlar için her çeşit meyveler vardır." (Yâsin: 57)

Onların meyvelerle merzuk olmaları, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.

Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine
aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri
üstüne yığılmıştır.

Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez.


Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve
zahmeti olmaz.

Bunlar kendilerine, dünyadakilerine benzer meyveler şeklinde sunulur ki yabancılık


çekmesinler. İlk anda onları tanırlar ve hemen yemeye başlarlar. Çünkü gönül alışık
olduğu şeye çok daha eğilimli olur. Fakat tadıp yediklerinde bunların, dünyadakilerden
tamamen farklı ve görülmedik şeyler olduklarını, sadece cins ve şekil bakımından
dünyadakilere benzediklerinin; tat, hacim ve nefaset bakımından benzerlerini asla
görmedikleri şeyler olduklarını hemen kavrarlar.

Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru
sarkıverir.

Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir.

"Bütün arzuları yerine getirilir." (Yâsin: 57)

Şimdi bütün bu arzular nedir biliyor musunuz? Şimdi bir insan elbise giyiyor. Çok güzel
bir elbise daha üstüne giyiyor, bir elbise daha üstüne giyiyor. Buradaki arzu mahbubun
nurunun yüklenmesidir. Yüklendikçe yüklenir, yüklendikçe yüklenir. O artık kendini
kaybedecek durumda bir manevi zevk hayatı içindedir. Hayat buna derler yani. Buna
hayat-ı hakiki derler. Bu ancak orada olur. Dünyada olmaz. Dünyadaki hayat sunidir.
Demek ki insana ne yükleniyormuş? Mahbuba ne yükleniyormuş? Nur yükleniyor,
"Nûrun alâ nur" oluyor. Onun içinde kalıyor. Onun için çalışan orası için çalışsın.

Dünya bir hayaldir. Kazanma yeridir. İmtihandır, sahnedir ama yaşamak isteyen orası için
çalışsın. Fakat bu da zâhirî, onun bâtınîsi, Hakk ile olmak. Çünkü onun bütün
güzelliklerini O yarattı. Sen O'nunla olduğun zaman hepsi senin. Ama O'nsuz hayat vefat.

Allah'tan Selâm:

Oranın hayatı, safası da var, cefası da var. Oradaki hâl, ilâhi nur, feyiz insana indikçe
mest olur. Zevkten mest haline gelir. Bu mestlik içinde sarhoşken selâm gelir.

"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsin: 58)

Artık "Nur üstüne nur" buna denir. Şimdi nur nurdan geliyor.

22.08.2019
Sayfa 634 / 646

"Nur üstüne nurdur." (Nûr: 35)

Nur üstüne nur, buna derler.

Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ'nın selâm ve esenlik
nuru altında hayat sürmek, müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.

Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar.

Bu zevkli hayatın üstünde bir de mânevî izzet ve ikrama mazhar olurlar.

Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhî'sini şân-ı ulûhiyetine lâyık bir veçhile
göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini
artırmış olacaktır.

Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nur
parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rabb'leri onlara üstlerinden nazar
etmekte ve:

"Ey cennetlikler! Selâm üzerinize olsun!" buyurmaktadır.

İşte:

"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsin: 58)

Âyet-i kerime'si bunu belirtmektedir.

Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O'na bakarlar ve baktıkları süre
içinde diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Bu hal araya perde girinceye
kadar devam eder ve Rabb'lerinin nuru onların ve yerlerin üzerinde kalır." (İbn-i
Mâce. Mukaddime: 13)

Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ'nın selâm ve esenlik
nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.

Yolların Ayrılışı:

Mahkeme-i kübrâ'da ilâhî adaletin hükmü tamamen icra edildikten sonra Hakk Celle ve
Alâ Hazretleri:

"Ey günahkârlar! Bugün şöyle ayrılın!" buyurur. (Yâsin: 59)

Kâfirler müminlerden ayrılırlar. Onların artık müminlerle bulunmaya salahiyetleri yoktur.


Her suçlu günahkâr inkârcı ister istemez bu buyruğa uyar.

Herkesin hesapları görülüp amellerinin neticesi olarak gidecekleri yerler belli olunca,
insanlar fırka fırka ayrılır. Herkes kendi emsaliyle bir fırka, diğeri de ayrı bir fırka olur. Zira
müminin mercii cennet, kâfirin mercii cehennemdir.

22.08.2019
Sayfa 635 / 646

Ve cehenneme sevkiyat başlar. İşte bu an pişmanlıkların, korkuların, feryat ve figanların


ayyuka çıktığı andır. Şefaat için yalvarışların yapılacağı an bu andır.

İnsan hayatta arzu ettiği her şeye kavuşamaz. Onu muvaffak ettirmeyen Hazret-i Allah'tır.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyorlar ki:

"Cehennem ehlinin dünyada iken en müreffeh yaşayanı, en çok zevk ve safâ süreni
kıyamet günü getirilir, cehenneme bir kere daldırılıp çıkarılır ve 'Sen dünyada iken
hiç zevk ve safâ sürdün mü?' diye sorulur. 'Hayır! Vallahi görmedim yâ Rabb'i!' der.

Sonra cennet ehlinden dünyada en çok sıkıntı çeken bir mümin getirilir, cennete
sokup çıkarılır. 'Sen dünyada iken hiç cefâ gördün mü?' diye sorulur. O da 'Hayır!'
der, 'Vallahi hiç cefâ görmedim.'" (Müslim)

Halbuki bütün hayatı cefâdan cefâya, ibtilâdan ibtilâya geçmişti. Fakat bir anın safâsı,
bütün hayatın cefâsını unutturmuş. Bir anın cefâsı da bütün anın safâsını unutturmuş.

Bu bakımdan mümin daima ibtilâlarla meşguldur, arzusuna nâil olamaz. Nâil ettirdiğine
şükür, diğerlerine sabretmek lâzım.

İlâhî İhtar:

Allah-u Teâlâ, şeytanın insanlığın babası Âdem Aleyhisselâm'a olan düşmanlığını, onu
yasak meyveden yedirerek nasıl aldattığını, yalan yere yemin ederek ve hile ile Rabb'ine
karşı nasıl muhalefet ettirdiğini, neticede cennetten çıkarılmaya sebep olduğunu,
Âdemoğulları'na kıyamete kadar süren bir harp ilân ettiğini, Kur'an-ı kerim'inde açıkça
haber vermiştir.

Kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından


korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:

"Ey Âdemoğulları! Ben size: 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir
düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim
mi?" (Yâsin: 60-61)

Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.

Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından
emin olunmaz.

Binaenaleyh bu ilâhî emre uyarak, şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmak, aldatmak
istediği hudutlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek gerekiyor.

Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.

Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması
yakışmaz.

"Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır." (Yâsin: 62)

Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri


her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.

22.08.2019
Sayfa 636 / 646

Şeytan sizden pek çok cemaatleri saptırmasına rağmen nasıl olur da ona tapar ve emrine
boyun eğersiniz. Bu cemaatler onun saptırması sonucu doğru yoldan ayrılmışlardır.

"Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?" (Yâsin: 62)

Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!

Daha sonra Allah-u Teâlâ onları bekleyen azabı kendilerine müjdeledi:

"İşte bu size vaad edilen cehennemdir." (Yâsin: 63)

Elçilerin sizleri sakındırdığı, sizlerin ise yalanlayıp durduğunuz cehennem budur.

"İnkârınızdan dolayı bugün girin oraya!" (Yâsin: 64)

İnkârda ısrarınızdan dolayı, onun pek acıklı ve yakıcı azabını tadın, o ebedi azaba
yaslanarak yanıp yakılın.

Organların Şâhitliği:

Cehennem meskunları, dünyada yaptıkları imansızlıkları ve mâsiyetleri inkâr edeceklerse


de, hiç ummadıkları bir durumla karşılaşacaklar. Melekler tarafından tutulan amel
defterlerinden başka, inkâra kalkışanların bütün organları yaptıklarına bir bir şâhitlik
edecekler.

"O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da
yaptıklarına şâhitlik eder." (Yâsin: 65)

Onlar o müthiş azap merkezlerini görünce titreyecekler, o şaşkınlık içinde dünyada


yapmış oldukları çirkin işleri inkâr etmek isteyecekler. Heyhat ki buna imkân olmayacak.
Diller bağlanmış eller konuşuyor, neler yaptığını haber veriyor, ayaklar şahitlik ediyor. Bu
sahne gerçekten de çok korkunçtur. Hiç görmedikleri beklemedikleri ve alışık olmadıkları
bir durumdur. Tasavvur etmek bile kalpleri yerinden oynatır. Böylece bizzat kendi
organları kendilerini rezil eder.

Yapılan bir işi doğrudan doğruya el yapar. Ayak ise o işin yapıldığı yerde ve esnada hazır
bulunur. Hazır bulunmanın gördüğü şeyi anlatmasına şahitlik denir. O işi yapanın o işi
yaptığına dair konuşması ise kendi aleyhinde beyanda bulunmasıdır.

Bu hususta diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şâhitlik
edeceklerdir." (Nûr: 24)

İnsanlar aynı ruh ve aynı beden ile dirileceklerdir. Bu dünyada iken nasıl bir bedene sahip
iseler, en küçük teferruatına varıncaya kadar orada da aynı bedene sahip olacaklardır.
Çünkü yaptıkları günahları olduğu gibi aktarabilmeleri için aynı uzuvların olması gerektiği
açık bir gerçektir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Sonunda oraya varınca kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların


aleyhinde şâhitlik ederler." (Fussilet: 20)

22.08.2019
Sayfa 637 / 646

İnsanın sadece organları değil, her şey yaptıklarına şâhitlik edecektir.

Bu Âyet-i kerimeler organ nakline, vasiyetine cevaz verenlere ilâhi bir ihtardır. Zira her
organ orada şahitlik edecektir.

Bu durumda dünyada organı alınan insanın organı kendisinde mi yoksa, o organı


taşıyanda mı şehadet edecek? Kaldı ki o organ da sana ait değildir ki, kimin malını kime
veriyorsun? Binaenaleyh organ naklinin caiz olmadığının delillerinden biri de bu Âyet-i
kerime'dir.

İlâhî İrade:

Allah-u Teâlâ kudretinin kemalini ve insanlar üzerindeki tasarrufunun pek geniş olduğunu
bildirmek için şöyle buyurmaktadır:

"Dileseydik gözlerini silme kör ederdik de yol bulmaya çalışırlardı. Fakat nasıl
görebilirlerdi ki?" (Yâsin: 66)

Elbette göremezler. Halbuki insanlar Yaratıcı'nın kudret eserlerini görüyorlar, yollarını


takip edebiliyorlar. Binaenaleyh bunun şükrünü yerine getirmeleri gerekmez mi?

"Dileseydik oldukları yerde onların şekillerini değiştirirdik. Ne ileri gitmeye ne de


geri dönmeye güçleri yetmezdi." (Yâsin: 67)

Siz O'nun iradesi karşısında âcizsiniz. Halbuki O'nun belli bir süre için verdiği güç ve
kuvvet sebebiyle kendinizde bir varlık görüp şımarıyorsunuz. Sizden bu ruhsat
alındığında, hiçbir şey olmadığınızı anlarsınız.

Şu halde böyle irâde buyurulmuyorsa, yapılmayacağından değil, cezâları ahirette


verileceği içindir.

"Biz kime uzun ömür verirsek, onun yaratılışını başaşağı çeviririz." (Yâsin: 68)

Gençliğinin aksine olarak günden güne kuvvetten düşürüp zayıflığını artırır, ölüme doğru
yürütürüz.

Bünyesi zayıflar, şekli ve sureti değişir, zihin kabiliyeti yavaş yavaş gerilemeye yüz tutar.
Yaşlılığın yıpranmışlığını durdurmak mümkün değildir.

"Hâlâ akıllarını kullanmıyorlar mı?" (Yâsin: 68)

Ne kadar yanlış düşünce! Ne büyük gaflet!

Muhammed Aleyhisselâm

ve Kur'an-ı Kerim:

Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in risâletini inkâr edenleri
reddetmek üzere buyurur ki:

22.08.2019
Sayfa 638 / 646

"Biz ona (Peygamber'e) şiir öğretmedik." (Yâsin: 69)

Kur'an-ı kerim'in ne söz olarak ne de mânâ olarak şiir olmadığı açıktır. O Hakk ve hakikat
yolunu gösteren hüküm ve hikmetlerle dolu kesin iman rehberidir.

Şiir ise zorlanarak yazılmış, mesnetsiz, hayallere ve evhamlara dayalı yaldızlı ifadelerdir.

Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm'a geçmişlerin ve geleceklerin ilmini öğretmiş,


fakat şiir öğretmemiştir. Onun tebliğ ettiği Kur'an-ı kerim âyetleri şiir kabilinden değildir.

"Zaten ona gerekmezdi de." (Yâsin: 69)

Ne peygamberlik makamına şâirlik yaraşır, ne de Kur'an-ı kerim'e şiir demek.

Şiir en yüksek üsluba eriştiğinde vecd ve şevkin bir ifadesidir. Peygamberlik ise özünde
bulunan hak ve hidâyetle ilâhî vahyin tecellisidir.

"Bu ancak bir zikirdir ve apaçık bir Kur'an'dır." (Yâsin: 69)

Vazifesi itibariyle öğüttür, okunması itibariyle Kur'an'dır. Onu başka bir söze veya şiire
benzetmek ve kıyas etmek mümkün değildir.

"Tâ ki diri olan kimseyi uyarasın." (Yâsin: 70)

Çünkü uyarmak ancak kalbi diri, basireti açık olanlara fayda verir. İşte hakiki müminler
onlardır.

"Ve verilen söz de kâfirlerin aleyhine gerçekleşsin." (Yâsin: 70)

Çünkü şüphe ortadan kalkınca geriye sadece inat ve ısrar etmek kalır. Bu sebeple söz
onların aleyhine tecelli ettiği gibi, azabı hakettiklerini de tescil eder. Allah-u Teâlâ
önündeki açık delile rağmen küfründe ısrar edenden başkasını cezaya uğratmaz.

Uyarılara kulak verenler diridirler. Dinlemeyenler ölüdürler, kendilerine söylenenleri


anlamazlar.

Eserde Müessir'i Görebilmek:

Bütün mahlûkat Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetine, kudret ve azametine delâlet ve


şehâdette bulunur dururlar.

Hayvanların yaratılışları ilâhî kudretin birer tezahürü ve tecellisidir. Her birisi birer ibret
dersidirler.

Delillerinin çokluğuna ve açıklığına rağmen, bunlara gözü yumuk bakmak, hiç şüphesiz ki
büyük bir sapıklıktır.

Vasıtasız, numunesiz ve modelsiz yaratılan hayvanlardan her biri, insanlardan yana pek
büyük menfaatleri beraberinde taşımaktadırlar.

"Onlar görmediler mi ki, biz kudretimizin eseri olmak üzere kendilerine nice
hayvanlar yarattık. Onlar da bunlara sahip olmaktadırlar." (Yâsin: 71)

22.08.2019
Sayfa 639 / 646

Mülk sahibinin malında dilediği şekilde tasarruf ettiği gibi, o hayvanlar da istedikleri gibi
tasarruf ederler.

"O hayvanları kendilerine boyun eğdirdik." (Yâsin: 72)

Bu sebepledir ki oldukça güçlü ve kuvvetli olmalarına rağmen binmek, yük taşımak,


diledikleri yere götürmek ve kesmek gibi kendilerinden istenen hiçbir hususta onlara karşı
gelemezler. Hiç birisi bundan kaçınmamaktadırlar. Bütün hayvanlar vahşi olsalardı,
insanlar onlardan bu derece istifade edemezlerdi.

Bu apaçık bir nimettir.

"Kimine binerler, kiminin de etinden yerler." (Yâsin: 72)

Hayvanlardan her birinin insan hayatına, beslenmesine, sağlığına ve iktisadi hayatına


sağladığı faydalar sayılamayacak kadar çoktur.

Allah-u Teâlâ bu lütuf ve ihsanları hatırlatarak insanları şükretmeye dâvet ediyor:

"O hayvanlarda kendileri için daha nice faydalar ve içecekler vardır." (Yâsin: 73)

Onlarda binmekten ve yemekten başka süt, yağ, iç yağı, yün, deri gibi bazı menfaatler de
vardır. Tezyinat ve süslemeye varıncaya kadar en zaruri ihtiyaçların giderilmesinde,
beşer hayatının devam etmesinde mühim bir yer tutarlar. Yedikleri bitkileri süt haline
getirmeleri bile kudretinin büyüklüğünü gösteren apaçık bir delildir.

"Hâlâ şükretmezler mi?" (Yâsin: 73)

Allah-u Teâlâ onların kendisine şükretmesine vesile olsun diye nimetlerini sere serpe
yaymış, onlar ise bu nimetleri nankörlüğe vasıta kılmışlardır.

"Onlar kendilerine yardım edilir ümidiyle Allah'tan başka ilâhlar edindiler." (Yâsin:
74)

Şirk çeşit çeşittir. Zaman ve mekânın değişmesiyle şirkin mahiyeti de değişir.


Günümüzde nice insanlar putlara tapmadıkları halde, Tevhid akidesine de
bağlanmamışlar, şirkten tamamen kurtulamamışlardır.

Nitekim bu hususta bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)

Bu gibi kimselerin şirki; Allah-u Teâlâ'nın kuvvet ve kudretinden başka kuvvetlerin


varlığına inanmaları, O'ndan başka şeylere itimat etmeleri şeklinde tezahür etmektedir.

Büsbütün inkâr etmeseler de, açık veya gizli bir şirk karıştırmadan, halis tevhid ile
inanmazlar. Dünya nimetlerine taparcasına düşkünlük gösterirler.

Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin bu yaptıklarının bâtıl olduğunu beyan ettikten sonra şöyle
buyurmaktadır:

"Oysa onlara yardım etmeye güçleri yetmez." (Yâsin: 75)

Çünkü onlar güçsüz, kuvvetsiz, zelil ve hakir nesnelerdir.

22.08.2019
Sayfa 640 / 646

"Aksine kendileri o ilâhlar için yardıma hazır askerlerdir." (Yâsin: 75)

Kendilerine tapan kimseler onlara yardımda bulunuyorlar, savunmaya çalışıyorlar,


propaganda yoluyla halkı onlara inanmaya davet ediyorlar, onların aleyhinde bulunanlara
düşman kesiliyorlar. Şayet bağlıları böyle çalışmasalar hiç kimse bu sahte ilâhların
peşinden gitmez.

"Sözleri seni üzmesin." (Yâsin: 76)

Rabb'ine gönülden inanan, güvenen ve sığınan bir mümin, böylelerini bir varlık olarak
karşısında görmez bile. Bu kadar akılsız, basiretsiz, köksüz ve ruhsuz kişilerin ne
kıymetleri olabilir?

"Şüphesiz ki biz, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliriz." (Yâsin: 76)

İçlerinde ne gibi düşmanlıklar, bâtıl düşünceler beslediklerini; dilleriyle neler


söylediklerini, İslâm'a karşı ne gibi melânetler yapmak istediklerini bütünüyle biliriz ve
onları buna göre cezalandırırız.

Kendi Yaratılışını Unutan İnsan:

Allah-u Teâlâ zât-ı ulûhiyetine kulluk yapmanın gereğini, ehadiyetini belirten âfâkî delilleri
zikrettikten sonra, enfûsî delilleri beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:

"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmüyor mu?" (Yâsin: 77)

Topraktan yaratılan Âdem Aleyhisselâm'ın zürriyeti de toprağın hülâsası olan nutfeden


yaratılmaya devam etmiştir.

Düşünmeli ki bir nutfe (sperma) ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir
şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir! Böyle
bir yapıyı tanzim eden büyük kudret karşışında, düşünen insan iki büklüm olur.

Fakat insan aslını unutuyor da yaratıcısına karşı açık bir düşman oluyor. O'na karşı şirk
koşmaya, mantık yürütmeye kalkışıyor.

"Böyle iken nasıl oluyor da apaçık bir hasım kesiliyor?" (Yâsin: 77)

Halbuki insan Yaratan'a karşı çıkmak için değil, O'na tapınmak ve kulluk yapmak için
yaratılmıştır.

Câhil ve gâfil her insanın durumu budur.

"Kendi yaratılışını unutur da: 'Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?' diyerek
bize misal vermeye kalkışır." (Yâsin: 78)

Harikulâde yaratılışını ve harikulâde bir şekilde ilk yaratılışını unutur. Allah-u Teâlâ'nın
cesetleri ve çürümüş kemikleri yeniden yaratmasını uzak bir ihtimal görerek inkâr eder.
Kendisini yoktan vârettiğini düşünmez. Düşünseydi bu sapıklığa düşmezdi.

Zorluk ve kolaylık insanlara göredir. "Pek kolaydır." demek beşerin anlayışına göre
demektir.

22.08.2019
Sayfa 641 / 646

Dilerse yeryüzündeki bütün insanları yok eder, siler süpürür de, hiç görülmedik
bambaşka yeni bir mahlûk, tanımadığımız bir âlem yaratır.

O'nun bu azameti, insanların O'na olan ihtiyacının ve O'nun da ihtiyaçsızlığının bir


tecellisidir.

Dağılmış, ufalanmış kemikleri bir araya getirerek, sonra da üzerlerini etle kaplamak; o
kemikleri yoktan vâretmekten daha güç değildir.

Nitekim Allah-u Teâlâ: "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diyen bir müşriğe karşı
Âyet-i kerime'sinde şu cevabı vermiştir:

"De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecek." (Yâsin: 79)

Mükevvenatı yaratan ilâhi kudret, elbette insanları ikinci defa yaratabilir. İlkin yaratmaya
gücü yeten, yeniden yaratmaya da kâdirdir. Onun için daha büyük, daha küçük, daha zor,
daha kolay diye bir şey düşünülemez.

"O her türlü yaratmayı hakkıyla bilir." (Yâsin: 79)

Cesetler yok olduktan sonra onları diriltmek O'na güç gelmez, hiçbir şey O'na gizli
kalmaz.

Öldükten sonra dirilmenin misalleri âlemde ne kadar çoktur. Kurumuş otlar ilkbaharda
nasıl canlanıyor? Kış uykusuna yatan bazı hayvanlar yaz gelince nasıl hareketleniyor?

Bu hususu biraz daha açıklığa kavuşturmak için mütebâki Âyet-i kerime'de insanın
nutfeden yaratılmasından daha harikulâde bir hadiseyi anlatmaktadır:

"O ki, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkardı. Siz de ondan ateş yakıyorsunuz." (Yâsin:
80)

Bu öyle benzersiz bir hârikulâdeliktir ki, yeşil bir şeyden ateş çıkmaktadır. Su ateşi
söndürdüğü halde, ateş su ihtiva eden yeşil şeyden çıkıyor.

Zıtları bir araya getiren Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile ağaçtaki odun ve kömürün
yanıcılığını değil, sürtme ve temasla yeşil ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı
haber vermektedir. Bu ise şimdi bildiğimiz bir elektrik hadisesidir. Âyet-i kerime aynı
zamanda elektriğe işaret etmektedir.

Ağaç anılırken yeşil sıfatına yer verilmesi, yeryüzünü kaplayan bitki tabakasının
durmadan yakıcı madde olan oksijen neşrettiğini, yanmanın oksijenle
gerçekleşebileceğini belirtmektedir.

"Kün Feyekün":

Allah-u Teâlâ insanları kıyamet günü tekrar dirilteceğini, bunun ise Zât-ı akdes'ine son
derece kolay olduğunu haber vermektedir:

22.08.2019
Sayfa 642 / 646

"Gökleri ve yeri yaratan, kendileri gibisini yaratmaya kâdir değil midir? Elbette
kâdirdir." (Yâsin: 81)

İlkin yaratmaya kadir olduğu gibi, daha sonra da tekrar yaratmaya da kâdirdir. Öldükten
sonra diriltme de tıpkı ilk yaratma gibidir.

"O her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir." (Yâsin: 81)

İçindekilerle birlikte bütün kâinata "Ol!" emr-i şerifi ile yaratan, kudret, azamet ve ululuk
sahibi Allah-u Teâlâ, bir şeyin var olması için bir tek emir verir. Bu emrin tekrarına ihtiyaç
yoktur. "Ol!" dediği şey kaçınılmaz olarak o anda var olur.

"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece: 'Ol!' demekten ibarettir. O da hemen
oluverir." (Yâsin: 82)

Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk
âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa
burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.

Bu hususta diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"'Ol!' dediği gün her şey oluverir." (En'âm: 73)

Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye
muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz, benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en
güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O'dur.

İnsanların yaptığı, sadece O'nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların sırlarını


keşfetmekten ibarettir.

"Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi bir tek andır." (Kamer: 50)

Bir kere bir şeyi buyurduğu zaman o, göz açıp yumma süresi gibi kısa bir zamanda
oluverir.

Her şeye sahip olmak Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. İnsanların bir şeye sahip olmaları
hakiki değil, geçicidir.

Göklerin ve yerin anahtarları O'nun yed-i kudretindedir. Yaratmak da emretmek de yalnız


O'na mahsustur.

"Her şeyin melekûtu (tasarrufu) elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz


Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Yâsin: 83)

Göklerin ve yerin hükümranlığı kudret elinde bulunan, yaratmak da emretmek de yalnız


kendisinin olan, kıyamet gününde kullarının kendisine döneceği, Hayy ve Kayyûm olan
Allah-u Teâlâ'yı tenzih ve takdis ederiz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019
Sayfa 643 / 646

Zilzâl Sûre-i Şerif'i (1)

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Medine-i münevvere döneminde nâzil olmuştur. Sekiz Âyet-i kerime, Otuz beş kelime ve
Yüz kırk dokuz harften müteşekkildir.

Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Zelzele" mânâsına gelen "Zilzâl" kelimesi bu Sûre-i
şerif'e isim olmuştur.

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivâyet edildiğine göre, bir kimse Resulullah
Aleyhisselâm'a gelerek: "Bana özlü bir sûre öğret!" dedi. Bunun üzerine Resulullah
Aleyhisselâm da ona Zilzâl sûresini öğretti.

O kimse dedi ki: "Seni Hakk din ile gönderen Zât'a yemin ederim ki, buradaki ameller
bana yeter! Buna aslâ başka amel ilâve etmeyeceğim!"

O kimse ayrılır ayrılmaz Resulullah Aleyhisselâm:

"Adamcağız kurtuldu!" buyurdu ve bu sözü iki defa tekrar etti. (Ebû Dâvud)

Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:

"İzâ zülzilet sûresi Kur'an'ın dörtte birine denktir." (Tirmizî)

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle'de insanın ölümünden sonra dirilişi ve amel defterlerinin


kendisine gösterileceği beyan edilmektedir.

İlk beş Âyet-i kerime'de yeniden dirilişin nasıl gerçekleşeceği, o gün yeryüzünün ölüleri
dışarıya atacağı, üzerinde ne iyilik ve kötülük olarak yapılmışsa bir bir anlatacağı
anlatılmaktadır.

Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, ahiret gününde insanların gruplar hâlinde hesaba
çekileceği, en küçük bile olsa işlenen her iyilik ve kötülüğün mutlaka karşılığı görüleceği
belirtilmektedir.

Sur'un Zelzelesi:

Kıyametin kopması insanın hayal bile edemeyeceği kadar şiddetli olacaktır.

Kıyametin numunesi zelzelelerdir. İnsanoğlu zelzeleye karşı koyacak güce sahip değildir,
insan böyle bir zamanda aczini idrâk eder. Zelzele hiç bir zaman: "Ben
geliyorum!" demez, bir anda ortalığı harabeye çevirir. Gelmesi ile gitmesi bir olur.

Zelzeleler kıyametin açık bir delilidir, bize büyük kıyameti haber vermektedir. İnsanlar bir
gün ansızın böyle tasavvurların üstünde korkunç bir âfete uğrayacaklardır.

22.08.2019
Sayfa 644 / 646

"Yer müthiş bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman!" (Zilzal: 1)

Âyet-i kerime'si ile haber verildiği üzere, yer korkunç gürültülerle ardarda ve devamlı bir
şekilde sallanır. Bir kısmı değil, yeryüzü bütün olarak sallanacaktır.

Her şeyi şiddetle sarsıp titreten ilk üfürme karşısında herkes fevkalâde bir korku içinde
kalır.

Böyle canlı bir hadiseye o gün için yaşamakta olan insanlar, birkaç saniye de olsa şâhit
olacaklar. Kalpleri yerinden oynayacak, akılları başlarından gidecek, emzikli her dişi
varlık dehşet ve korku içerisinde emzirdiği yavrusunu unutacak, memesini yavrusunun
ağzından çekip çıkaracak.

Allah-u Teâlâ onun gerçekleşmesini murad ettiğinde, önleyecek hiçbir engel olmadığı
gibi; onun meydana gelişini yalanlayan, bugünkü yalancılar gibi bir tek yalancı bulunmaz.
Azabı açık açık görecekleri için inanırlar.

"Yer bütün ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman." (Zilzâl: 2)

Uzun süredir bağrında taşıdığı cesetleri, hazineleri, defineleri ve madenleri açığa çıkarır,
tamamen boşalır, hiçbir şey gizli kalmaz.

"İnsanın: 'Buna ne oluyor?' dediği zaman." (Zilzâl: 3)

Kıyameti, ahireti inkâr eden insan; imkânsız zannettiği hadiseyi görüverince hayretler
içinde kalır. O gün akıl erdiremediği, hesaba katmadığı o korkunç durum karşısında
geçirdiği şaşkınlıktan dolayı böyle söylemek zorunda kalır. Bilmiyor ki kıyamet kopmuştur.

"İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir." (Zilzâl: 4)

O topraktan seni yaratıyor, yiyeceğini çıkarıyor ve seni tekrar toprağa yutturuyor. Seni
toprakta yürütüyordu, yediriyordu, toprak bu sefer de seni yiyor, eritiyor.

"Çünkü Rabb"in ona konuşmasını emretmiştir." (Zilzâl: 5)

Allah-u Teâlâ'nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün
hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.

O bütün bu kötülükleri; içki içtiğini, zina yaptığını, hırsızlık yaptığını kimsenin bilmediğini
zanneder. Oysa ondan iman alınır, İslâm'dan çıkarılıp atılır. Sıfatı değiştirilip hayvan
sıfatına çevirilir, domuz, tilki, köpek... gibi Allah-u Teâlâ dilediği her türlü sıfata koyar. O
zanneder ki bu işleri kimse bilmez. Bu işleri yaparken Allah-u Teâlâ'nın da onun kalbini
mühürlediğini kimse bilmez.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz Ashâb'ına: "Yeryüzünün haberlerinin ne olduğunu bilir
misiniz?" diye sordu. "Allah ve Resulü daha iyi bilir." dediler.

Bunun üzerine buyurdu ki:

"Yeryüzünün haber vermesi, her erkek ve kadının neler işlediğini haber verip
şâhitlik etmesidir. 'Şu şu günlerde şunu şunu işlediniz!' demesidir." (Tirmizî.
Kıyâmet, 7)

22.08.2019
Sayfa 645 / 646

Hani sen onu toprak olarak görüyordun, ölü zannediyordun? Sen kendin ölü olduğun için
öyle zannediyordun. Demek ki yer, yer değilmiş, nur imiş. Amma onu öyle göstermiş. Sen
ölüsün ki yer olarak görüyorsun. Ruhu ölenler zaten bilmez, ruhu tekâmül edemeyenler
zaten görmez.

Onun aslı nurdu, her şeyden haberdar olduğu gibi, sana o gün bütün yaptığın işleri bir bir
haber verecek.

Toprağın her işi emirle yaptığını ancak diri olanlar görürler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Zilzâl Sûre-i Şerif'i (2)

İlâhî Divan:

Kıyamet koptuktan sonra insanlar mahşerde toplanırlar ve amel defterlerinde belirtilen


sevap ve günahları ölçtürmek için mizana gelirler. Mizan; amellerin tartılması, iyilerinin
kötülerinin belirlenmesi için Allah-u Teâlâ'nın mahşer meydanında ortaya koyacağı
terazidir. Orada her şeyin kıymeti, her işin değeri, her sevabın ağırlığı ve her günahın
derecesi ölçülür. Her şahıs kendi sevap ve günahının miktarına, mahiyetine vâkıf olur.

"O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhi
divana) çıkarlar." (Zilzâl: 6)

Herkes ameline göre bölük bölük olur. İman ehli ayrı gruplar, küfür ehli ayrı gruplar
hâlinde sevkedilirler, muhasebeye tabi tutulurlar.

Kimisi yüz aklığıyla kimisi yüz karasıyla, kimisi binitli, kimisi yaya, kimisi sevinç, kimisi
korku ve dehşet içinde, kimisi mesud, kimisi bedbaht...

Mizan gözle görülen iki gözlü bir terazi olup, bir zerre ile ağır basacak kadar hassastır.
Sevapların konacağı sağ kefe pırıl pırıl ve nurludur. Günahların konacağı sol kefe
karanlıktır.

Müminin terazi kefesinde öncelikle imanının ağırlığı olacak, bunun yanı sıra sâlih ameller
de ağırlık yapacaktır. Kâfirlerin hiçbir iyiliği kötülük kefesini kaldırmayacaktır. Çünkü küfür,
kötülük kefesini ağır bastıracak kadar büyük bir kötülüktür.

Allah-u Teâlâ'nın adaleti tecellî edecek, ihsan ve ikram ettiği nimetlerin hesabını
zerresine varıncaya kadar soracak, herkes bu ilâhî adaletin icabı olarak ya mükâfat veya
mücâzat görecektir.

22.08.2019
Sayfa 646 / 646

"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür." (Zilzâl: 7)

Orada herkes yaptığı büyük ve küçük her türlü iyiliğin karşılığını kat kat görecektir.

Zerre kadar bile olsa gerek her küçük iyiliğin, gerekse her küçük kötülüğün bir ağırlığı ve
değeri vardır. Onun içindir ki insan küçük büyük demeyip hiçbir iyiliği terketmemeli, küçük
ve büyük her kötülükten şiddetle kaçırmalıdır.

"Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 8)

Yaptığı zerre kadar bir şeyden bile soracak. Kişi inkâra kalktığında ise ağzına mühür
vuracak, bütün organları yaptığına bir bir şâhitlik edecekler. Aynı zamanda Kirâmen
kâtibin melekleri ağızdan çıkan her sözü, işlenen iyi ve kötü her ameli yazıyorlar, her
yapılanın fotoğrafı çekiliyor. Bu yazılan defterler canlı kanlı çıkarak konuşacaklar, kıyamet
gününde sahiplerine teslim edilecekler.

Bir mümin bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görecektir. Kötülük yapmışsa ondan da
haberdar edilecektir. İyilikleri kötülüklerinden çok ise ilâhî bir lütuf olarak o kötülükleri affa
uğrayabilir veya onun cezâsını dünyada iken görmüş bulunur.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- bir defasında Resulullah Aleyhisselâm'la yemek
yiyorlardı. O esnâda bu Âyet-i kerime nâzil oldu. Yemekten hemen el çekti ve: "Yâ
Resulallah! Ben, benden sâdır olan zerre kadar kötülüğün de karşılığını görecek
miyim?" diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:

"Ey Ebu Bekir! Dünyada hoşunuza gitmeyen hadiselerle karşı karşıya


geliyorsunuz. Onlar senden sâdır olan küçük kötülüklere cezâdır. Sizin zerre kadar
iyiliğiniz ahirete saklanır." (Taberânî)

Bir kafir ise iyilik yaparsa, o iyiliği iman dahilinde olmadığı için Allah katında makbul
değildir, ona ahirette hiçbir mükâfat verilmeyecektir. Kendisini hiçbir zaman azaptan
kurtaramaz. O iyiliğin mükâfatını dünyada görmüş olur. Kâfir olduğu halde ahirete giden
her kişi ebedî olarak cehennem azabına uğrayıp duracaktır.

Allah-u Teâlâ'nın her şeyi bildiğini, her şeyi gördüğünü, O'nunla olduğunu, O'nunla kâim
olduğunu, O'nunla var olduğunu, O'nun her şeyden haberdar olduğunu o zaman herkes
anlayacak ve fakat o zamanki anlayış hiçbir fayda vermeyecek.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

22.08.2019

You might also like