You are on page 1of 342

Yusuf El Kardavi

Yazarın Önsözü
Fetvadaki Metodum
Kolaylaştırırlar Zorlaştırmazlar
İnsanlara Faydası Dokunmayacak Konulardan Kaçındım
Önemli Bir Mülahaza
Dinin Hayattaki Fonksiyonu
Kadın Ve Din İkinci Mülahaza
Din Alimi Ve Toplum

1. BÖLÜM KUR'AN-I KERİM HAKKINDA - KUR'AN'IN TAVSİYELERİ


Güneşin Dönmesi
Gökyüzü
Yağmur
Cehennem Nerede
Kasaba Halk
"Ey Harun'un Kız Kardeşi!"
Hükümdarlar Bir Şehre Girdiklerinde Orasını Bozarlar
Zülkarneyn Kıssasında Geçen Karabalçık
Tevbe Suresinde Besmelenin Okunmaması
Kasitun
Sahabe Mushafları
Kur'an'ın Kıraatleri Hakkında
Göklerin Ve Yerlerin Altı Günde Yaratılması

2. BÖLÜM HADİSİ ŞERİFLER HAKKINDA


Kadının Emir Konumunda Olduğu Bir Toplum
Ailesinin Üzerine Ağlamasıyla Ölünün Azap Çekmesi
Acele, Şeytandandır
Meleklerin, İnfak Edenlerle İlgili Duası
Ya Hayır Söyle Ya Sus
Sahih-İ Buhari'nin Savunması
Sinek Hadisi Çevresinde
Birtakım Hadisler Hakkında
Allah'ın En Fazla Kızdığı Helal; Talaktır

3. BÖLÜM AKİDE VE GAYB HAKKINDA


Tekfirde Aşırı Gitme Meselesi
Sebepleri Açısından İncelenmesi Gereken Bir Konu
Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmek
Belli Bir Şahısla Zümre Arasını Ayırmak Gerekir
Tekfirin Tehlikesi
Kur'an Ve Sünnete Dönmenin Gerekliliği
İnsan Ne İle İslama Girer?
Kim Tevhit Üzere Ölürse Cennet'i Hakeder
Müslümanlığı Bozan Şeyler
Büyük Günahlar İmanı Zedeler Ama Kökünden Kazımaz
Şirkin Dışında Kalan Günahlar Affedilebilir
Naslarda Ortaya Çıkan Küfrün; Büyük Ve Küçük Küfür Diye Ayrılması
İmanın Küfür, Nifak Veya Cahiliyetle Birlikte Bulunabilmesi
İtaat Hususunda Müslümanların Değişik Mertebelerde Bulunmaları
Sahibinin İzni Olmadan Mülk Arazilerde Camii Ve Mezar Yapmak
İfrat Ve Tefritçiler Arasında Konuşulan Peygamberi Mucizeler
Sahih Olan Mucizeler
KAZA Ve KADER HAKKINDA
Ruh Çağrılması Hakkında
  1) Ölülerin Ruhları
  2 ) Melekler
  3) Cinler
Allah Teala'nın Yarattığı İlk Kişi Hz. Muhammed (S.A.V) Mi?
Hz. Muhammed (Sav)'E Peygamberlik Verilmeden Önce İslamiyet Var Mıydı?
Ölümün Sırrı
Yeni Bir Eve Taşınırken Kurban Kesmek
Nazar Boncuğu, Muska, Sihîr Ve Okuma İle Tedavi
İnsanların Hızır (A.S) Hakkındaki Şüpheleri
İlahi Adalet Ve Rızıklardaki Farklılık
Yalan Vasiyet

4. BÖLÜM TEMİZLİK VE NAMAZ HAKKINDA


Namazı Terketmenin Hükmü
Abdest Dualarında Peygamber'den Nakledilen Ve Nakledilmeyenler
Çoraplar Üzerine Meshetmenîn Caiz Olması
Takva Üzerine Kurulan Mescit
Kabe'de Eda Ediyorum Diye Cemaatle Namaz Kılmayı Terketmek.
Cünüpken Gusletmenin Hikmeti
Kilisede Namaz Kılmak
Sabah Namazlarında Kunut Duasını Okumak
Namazda Fatihayı Okurken Besmelenin Açıktan Okunup Okunamayacağı
Korku Namazı
Fecir Vaktinden Önce Ezanın Okunması
Sargı Üzerine Mesh Ederek Abdest Almak
Güneş Ve Ay Tutulması Esnasında Kılınan Namazların Hikmeti
İki Namazı Birleştirerek Kılmak
Akşam Namazından Önce Kılınan İki Rekatlık Namaz
Farz Namazlarıyla Yetinmek
Namazda Huşuyu Terketmek
İçki İçen Kişinin Namaz Kılması
Hayızlı Kadının Dokunduğu Su
İmama Uyan Kışının Saffın Gerisinde Tek Başına Namaz Kılması
Müslümanların Mescitlerinde Namaz Kılmak
   Birinci Olarak; Konuda Kur'an'da Neler Var?
   İkinci Olarak;Sünnet Bu Konuda Neler Diyor?
   Üçüncü Olarak; Mescitleri Boykot Edenlerin Ve Asıl Fonksiyonunu İptal Edenlerin Şüphesi

5. BÖLÜM ZEKAT VE SADAKALAR HAKKINDA


Tüccarın Hangî Mallarına Zekat Düşer
Depolar Ve Galerilerin Zekatı Var Mı?
Zekatta Para Nisabı Nasıl Hesaplanır?
Ticaret İçin Satın Alınan Arazilerin Zekatı
Zekatın Nakli
Zekatı taksitlere bölmek caiz olur mu?
Kişinin kendi karısına, bakmakla yükümlü olduğu kimselere ve zengin kardeşlerine zekat vermesi caiz
midir?
Zekatla İlgili Ayette Geçen "Allah Yolunda" Sözünün Manası Nedir? Camilere, Ölülerin Kefenlenmesi Ve
Buna Benzer Yerler İçin Yapılan Masraflar Zekata Dahil Olur Mu?
Komünistlere Ve Fasıklara Zekat Vermenin Hükmü

6. BÖLÜM ORUÇ ve FİTRE HAKKINDA


Oruçlu Olan Kişinin Sahur Etmesi
ORUÇLU OLAN KİŞİNİN IHTILAM OLMASI Ve GUSLETMESİ
Yaşlıların Ve Hamile Kimselerin Oruç Tutmaması
Oruç Ve Fitre Hakkında
Hasta Olan Kişilerin Oruç Tutmaması
Oruçlu Olanın İğne Yaptırması Ve Fitil Alması
Namaz Kılmayanın Orucu Kabul Edilir Mı?
Ramazanda Kasten Bazı Günler Oruç Tutmamak
Günahların Oruca Etkisi
Oruçlu Olan Kişinin Mazmaza Ve İstinşak Yapması
Fecir Ezanı Okunurken Sahur Etmek
Oruçlunun Unutarak Yemesi Ve İçmesi
Orucu Bir Beldede Tutup Bayramı Diğer Bir Beldede Yapan Kişinin Fitresi
Kadının Teravih Namazı İçin Evinden Çıkması
Televizyon Ve Oruç
Teravih Namazını Aceleyle Kılmak
Ramazanda Aybaşı Erteleme Haplarını Kullanmak
Ben onsekiz yaşında bir kızım, ilk aybaşı olduğumda sızıntı şeklinde beyaz renkli bir sıvı aktı. Kıldığım
namazlarım ve oruçlarım kabul olur mu?
Oruçlu İken İğne Yaptırmak, Kulağa İlaç Koymak Ve Sürme Çekmek
Oruçlu Olan Kişinin Misvak Ve Diş Macunu Kullanması
Yolcunun Orucunu Bozmasını Caiz Kılan Mesafe
Küçük Çocuklar Ne Zaman Oruç Tutar ?
Fitre Yıldan Yıla Göre Değişir Mî ?
Kadın Ve Teravih Namazı
Ramazan Ayının Oruç Kazasını Bir Ramazan Sonraya Ertelemek
Ramazanda Tutulmayan Oruçları Şabanda Kaza Etmek
Şaban Ayında Oruç Tutmanın Müstehap Oluşu

ÇAĞDAŞ MESELELERE FETVALAR

Prof. Dr. Yusuf El Kardavi

Asrımızın alimlerinden Yusuf Kardavi, 1927'de Mısır'da dünyaya geldi. Genç yaşta İslami ilimlere
meyleden Kardavi, 10 yaşında Kur'an'ı hıfzetti.
Öğreniminin bütün aşamalarını Ezher-i Şerifte tamamlayan Kardavi, doktorasını 1973'de en iyi
derece ile vermiştir. Özellikle Fıkhu'z-Zekat isimli eseriyle ilmi vukufiyeti herkes tarafından takdir
edilen alimin, 20 kadar eseri bulunmaktadır.
Günümüz müslüman alimlerinin mutedillerinde sayılan Kardavi, eserlerinde asrın gereklerini de
-İslami Ölçüler içinde- gözönünde bulundurmaktadır. Kendisi halen Katar Üniversitesi Şeriat
Fakültesi Dekanı'dır.
Yazarımızı daha geniş olarak tanımak isteyen okuyucularımızın mutlaka "Yazarın Önsözü"
bölümünü okumalarını tavsiye ediyoruz. Bu sizlerin kitap hakkında da daha sıhhatli ve geniş bir
bilgi sahibi olmanıza yardımcı olacaktır.
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın adıyla. 1

Yazarın Önsözü
.
Hamd, sadece O'na saygı duyup ve sadece O'ndan yardım dilediğimiz, nefsimizin şerrinden ve
çirkin işler yapmaktan kendisine sığındığımız Allah'a aittir. Allah kime hidayet ederse artık kimse
onu saptıramaz ve kimi de saptınrsa onu kimse hidayete erdiremez. Allah'tan başka ilah
olmadığına, tek ve şerikinin bulunmadığına Muhammed'in de O'nun kulu ve resulü olduğuna
şahitlik ederim.
Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar.2
Ey Adem'e ve İbrahim'e bilmediklerini öğreten Allah'ım! Bize faydalı olanı öğret ve öğrettiğinle bizi
faydalandır. İlmimizi de artır.
"... Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin,
hem Ha-kim'sin
Ya Rabbi! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı, nasip et, batılı da batıl olarak göster ve
ondan kaçınmayı nasip et.
"Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalb-lerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla;
şüphesiz sen sonsuz bağışta bulunansın 3
Allah'ım, faydasız ilimden, Sen'den korkmayan kalpten, şuursuzca yapılan duadan, ve katına
yükselmiyen amelden sana sığınırım. Salat ve selam insanların en hayırlı öğretmeni, Senin
yeryüzündeki rahmetin, alemlere hidayet olan, peygamberlerin sonuncusu ve mahrukatın en
üstünü olan Abdullah oğlu Mu-hammed'in üzerine, alinin, ashabının, onun davetine çağıranların ve
kıyamet gününe kadar kendini O'na nisbet ettiği için doğru yola erenlerin üzerine olsun.
Uzun zamandan beri, insanlara fetva vermekle meşgul olmak Allah Teala'nın bana farz kıldığı bir
sorumluluk olmuştu. Ezher'in birinci sınıfında (şimdiki hazırlık sınıfı) öğrenci iken hem ders veriyor
hem de konuşmalar yapıyordum. İnsanlara hitapta bulunup ders verenlere sorular da sorulur
dolayısıyla sorulara cevap vermekten kaçmak da mümkün değildir. İşte bu benim islam fıkhına
önem vermeme ve insanların sorunlarına eğilmeme sebep oldu.
Her ne kadar Ezher'in akide, felsefe, tefsir ve hadis dallarını içeren Usulu'd-din bölümünden mezun
oldumsa da -ki fıkıh ve fıkıh usulünü içeren şeria bölümünü okumamıştım.- bu benim fıkıh, fıkıh
tarihi ve fıkıh usulünde derinlemesine bilgi sahibi olmamı engellememişti. Usulu'd-din
bölümündeki çalışmalarım fıkıh alanındaki çalışmalarıma her hangi bir engel teşkil etmemiş
aksine bu çalışmalar, çeşitli islam kültürlerinden faydalanmamı temin ettiği gibi aynı zamanda
felsefe ve tarihi kültürlerden de faydalanmamı sağlamıştı.
Her ne kadar Ebu Hanife'nin (Allah ondan razı olsun) mezhebi üzerinde formal bir fıkıh çalışması
yapmış olsam da Allah'ın bana bahşettiği nimetlerinden birisi de sırf bir alimin sözünü taklit etme,
onu savunma ve onu metod olarak edinme esaretinden kurtarmasıdır.
Bu konudaki başarım şu sebeplere dayandınlabilir.
öncelikle içinde yaşadığım İslami hareket ortamı. Bundan sonra Şehid Hasan el-Benna'nın ortaya
koyduğu ve temelde taassubdan kurtulmaya çağıran "eğitim risalesi"... Son olarak da selef
alimlerinin görüşlerini Kur'an ve Sünnet ölçüsüne vurarak onlardan bu iki esas kaynağa uyanları
tercih etmiş olmam.
Şüphe yok ki Allah'ın kitabı ve nebisinin sünneti uyulmaya en layık olandır.!
Fıkhu's sünne'nin sahibi kardeşimizin-bu kitabın- birinci bölümü de ( diğer fıkıh kitapları gibi)
taharet ve namaz konusuna değinmektedir- eseri düşüncemde ve Kur'an ve sünnetten delil
çıkarmaya yönelmek konusunda bende büyük te'sirler yapmıştır. Ben sırf bir mezhebe ait fıkıh
kitabına baş vurmaktansa Kuran ve sünnete baş vurmayı yeğlerim.
Uzun yıllar süren kapsamlı çalışmaların neticesinde anladım ki, direk kitap ve sünnete müracaat
etmek pek çok kolaylıklar ve rahatlıklar sağlamakta, zorluktan ve güçlükten uzaklaştırmaktadır.
Bunun aksine; asırlar boyunca pekçok zorlaştırıcı hükmü bünyesinde toplamış tek bir mezhebe
yönelmek ise, hükümlerde ihtiyatlı davranmak adına dini, bir manada ihtiyatlar ve yasaklar dini
haline getirmiş, kolaylık gitmiş yerine meşakkat ve zorluk gelmiştir. Oysa Allah Teala Kur'an-ı
Kerim'de dinde zorluğun olmadığını beyan ediyor:
"...dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır 4
Kaydedilmesi gereken olaylardan biri de şudur; kasabamız a-limlerine muhalefet ettiğim de ikinci
sınıfta öğrenciyim. îleri gelen alimlerden sayılan bu kimseler Safi - Allah O'ndan razı olsun-
mezhebine göre fıkıh öğrenimini şart koşarlarken onlardan bir kısmı da safi mezhebinin avamın
mezhebi olduğunu savunarak bundan vazgeçirip Hanefi mezhebine göre eğitim yapılmasını
gerekli görüyorlardı. Bununla birlikte gerçek araştırmacıların değerlendirmesi de şudur; avamın
mezhebi olmaz. Onların mezhebi kendilerine fetva verenin veya bir şey öğretenin mezhebidir.
Gerçek şu ki, safi mezhebi necaset, taharet ve buna benzer konularda en katı -veyahutta buna
yakın- mezheplerdendir. Hatta imam Gazali "ihya" kitabının taharet bölümünde sular konusunda
İmam Şafi'ye atıfta bulunarak şunları söylemiştir: " Şafi'nin su konusundaki görüşünün Malik'in
görüşüne benzemesini çok isterdim." Ardından Malik (Allah ondan razı olsun)'in su konusundaki
görüşünü doğruladığı yedi şartı sıralamıştır.
Benim için mühim olan olaylardan biri de, "Ebu suca" olmadan o dönemde benim için muracatı
kolay olabilecek yollardan yardım alarak Şeyh Seyid Sabık'ın, Fıkhu's-sünne'deki metoduna göre
fıkıh çalışmalarına başladım, ilk etapta bu, insanlar arasında şu tür söylentilere yol açtı: Bu genç
nasıl olur da büyük alimlere aykırı görüşler ifade edebilir. Güvenilir hiç bir yazılı metne
dayanmadan nasıl insanlara fetva verebilir? Daha önce hiç duymadığımız görüşleri nasıl
savunabilir?..
Bense bu tür söylentileri sebatla ve kararlılıkla karşılayıp benimle mücadele edenlere " Benimle
sizin arasında Kur'an ve Sünnet var. Ben sizi bu ikisine yönlendiriyorum." dedim. Onlara ayetlerle
ve hadislerle karşılık verince yenik ve mağlup olmuşa döndüler.
Ne gariptir ki beldemizdeki alimlerin Şafii olarak kabul ettikleri avam, bu yeni metodu kabul ettiler,
içindekilerin kendilerine büyük kolaylık sağladığım ve üzerlerinden meşakkatleri kaldırdığını
anladıklarından hoş karşıladılar.
Ben şunları söylediğimde bu onları çok sevindirmişti: Eti yenen tüm hayvanların sidiği ve dışkısı
temizdir. Buna sünnetten delil getirdim. Su temizler, tadını veya rengini veyahut da kokusunu
değiştirmedikçe hiç bir şey onu kirletmez. Buna da sahih hadislerden deliller çıkardım. Kadına
dokunmak abdesti bozmaz. Buna da Kur'an ve Sünnetle delil getirdim.
Bilindiği gibi Safi mezhebi Kadına dokunmanın ister şehvetle olsun ister olmasın abdesti
bozduğunu savunur.Kadın eşine bir şey uzattığı zaman bu tür vakalar daima meydana gelir. Ya
ona isteyerek dokunur ya da istemeyerek her hangi bir hatadan dolayı dokunabilir. Dolayısıyla bu
onun abdestini bozar. Soğuk kış günlerinde yeniden abdest almak gerektiği için karı-koca
arasında münakaşalara yol açtığına da çokça rastlanır.
Karı-koca arasında bu bir kaç defa tekrarlanırsa eşi hanımına kızar. Oysa ben onlara şunu
soluyorum: Hayır kızma! namazını kıl. İmam'ı Yusuf a göre senin abdestin vardır.
İşte tüm bunlar beni bir görüş sahibi kıldı!
Bu ister şehvetle ister şehvetsiz olsun kadına dokunmanın abdesti bozmayacağını söyleyen Ebu
Hanife'nin mezhebidir. Ondan önce de ümmetin İmamı sayılan Abdullah İbn-i Abbas savunmuştu.
İmam Malik ve İbn-i Hanbele göre de şehvetsiz dokunmak abdesti bozmaz. Pazartesi günleri
Kahire'deki Zemalik camiinde konuşmalar yapmakla görevlendirilmiştim. Her cuma namazının
arkasından haftalık bir sohbet düzenliyordum. Bu sohbetlerde yazılı olarak sorular sorulur ben de
sözlü olarak cevap verirdim.
Bu merhalede bazı islami dergilerde bir takım fetvalar yazmaya başlamıştım. Mısır Evkaf
Bakanlığı'nm çıkardığı "Minber-i İslam" da ve Ezher'deki vaaz ve irşat alimlerinin yayınladığı "Nur-
ul' İslam" dergilerinde bu fetvalar yayınlanıyordu.
Hala bu yolda daha rahat ve daha kapsamlı bir şekilde yürümekteyim. İlim arttıkça, fikir
olgunlaştıkça hadislere ve mukayeseli fıkıh kitaplarında derinlemesine bilgi sahibi olmak suretiyle
deneyimler arttıkça peş peşe kitaplar çıkardık. Önce 'İslamda Helal ve Haram' daha sonra da
'Zekat Fıkhı' kitaplarını çıkardık.
Allah'dan ümidim, henüz bir bütün olarak bir araya getiremediğim parça parça yazmış olduğum
'Fıkhı Kolaylaştırma' kitabını çıkarmayı bana nasip etmesidir.
Katar Radyosu'nun başlattığı ve ardından da Televizyonun da verdiği programda vatandaşların
sorularına ve mektuplarına cevap vermekle görevlendirildim. Bu soru ve mektuplar İslam ve
hayatla alakalı olan konulardı. Bunun için Radyoda 'Nur ve Hidayet' adıyla Televizyon'da da
Islamın Yolu' adıyla yarım saatlik haftada bir program yapılırdı.
Müminlerin gönüllerini fetheden ve önyarlığı olanları kızdıran (Allah onlara doğru yolu göstersin ve
ıslah etsin); Ka-tar'da, Körfez'de ve bütün Arap yarımadasında Katar radyosunun sesinin
ulaşabildiği her yerde hüsnü kabul gören bu programlara akıllarını ve gönülerini açan bir yığın
müslüman kıtla olmuştur. Allahu Teala'ya, sonsuz nimetlerinin gereği olarak ve rızasına uygun bir
şekilde hamd ediyorum.
Hiç şüphesiz bu programları dinleyen ve izleyenlerin bir çoklarının onlar hakkında bir şey
söylemelerinde, bu fetva ve cevapları derlemelerinde ve yayınlamalarında şaşılacak bir şey yoktur.
Hatta bazı kardeşler bunları bir yıllık haline getirip her sene bir dergide yayınlamayı söylemişlerdi.
Özellikle, bazı cevap ve reddiyeleri önemli meselelere açıklama ve tahlil olarak, şeriat
hükümlerinden alman delillerle ispatlanmış konular ve islamın ruhuna ve insanın, yaradılışın ve
hayatın felsefesiyle bağlantılı olan konular için kullanılabileceğini söylemişlerdir.
Fakat burada bu hayırlı isteğin gerçekleşememesini sağlayan bir takım engeller var. Bunlardan bir
tanesi, bu cevapların kasetlerden kağıda geçirme zorluğu.
Bu fetvalar irticali olarak yapıldı. İrticali konuşmanın aslı önceden hazırlanmış kağıtlarda dil
üslubundan farklıdır. İrticali (ani) yapılan konuşmaların basım ve yayınının yapılabilmesi için
düzeltilmeye ve tekrardan gözden geçirilmeye ihtiyacı vardır. Bu da uzun bir vakit ve çalışma
gerektirir.
Siksık tekrarlanan sorulara tekrar terkar da cevaplar verilmiş. Her ne kadar bu soruların söyleniş
tarzı, üslup ve biçimleri farklı olsa da aslında içerdikleri mana aynıdır.
Bunun için, bazı ibarelerde düzeltme yapılıp, eklemelerin ve gereksiz kelimelerin çıkarılmasıyla
birlikte fazlalık ve tekrardan uzak, daha uyumlu ve daha dikkatli söylenmiş olan cevapların
seçilmesinin daha yararlı olacağını anladım. Radyo ve Televizyon programlarından seçilmiş bu
fetvalara daha önce yayınladığım ve yayınlamadığım yazılı bulunan fetvaları da ilave ettim.
Bunlardan "İslam'ın rehberliğinde çağdaş meselelere fetvalar" adını verdiğim bu kitap ortaya çıktı.
Bu Allah'ın fazlı keremi ile insanlara sevdirdiği daha önce sözü edilen televizyon programının da
adıydı.
Bu çalışmamı birinci bölüm olarak kabul ediyorum. Allah Tea-la'dan bu kitapla müellifini,
yayıncısını, okuyucusunu ve bu konuda yardımı dokunan herkesi faydalandırmasını dilerim. 5

Fetvadaki Metodum

Fetvada izlediğim metod, bir çok kaidelere dayanır. En önemlileri şunlardır:


Tutuculuk ve taklidin olmaması;
Birinci Olarak: Mezhebi tutuculuktan, önceki alimleri ve son devir alimlerini körü körüne taklitten
kurtulmak. "Taklidi ancak tutucularla, Kur'an ve sünnetten hüküm çıkaramayacak insanlar yapar"
denir. Bense kendime her iki vasfı da yakıştırmıyorum.
Biz alimlerimize ve fakihlerimize kamil manada saygı duyuyo kayeseli fıkıh kitaplarında
derinlemesine bilgi sahibi olmak suretiyle deneyimler arttıkça peş peşe kitaplar çıkardık. Önce
'İslamda Helal ve Haram' daha sonra da 'Zekat Fıkhı' kitaplarını çıkardık.
Allah'dan ümidim, henüz bir bütün olarak bir araya getiremediğim parça parça yazmış olduğum
'Fıkhı Kolaylaştırma1 kitabını çıkarmayı bana nasip etmesidir.
Katar Radyosu'nun başlattığı ve ardından da Televizyonun da verdiği programda vatandaşların
sorularına ve mektuplarına cevap vermekle görevlendirildim. Bu soru ve mektuplar İslam ve
hayatla alakalı olan konulardı. Bunun için Radyoda 'Nur ve Hidayet' adıyla Televizyon'da da
'İslamın Yolu' adıyla yarım saatlik haftada bir program yapılırdı.
Müminlerin gönüllerini fetheden ve önyarlığı olanları kızdıran (Allah onlara doğru yolu göstersin ve
ıslah etsin); Ka-tar'da, Körfez'de ve bütün Arap yarımadasında Katar radyosunun sesinin
ulaşabildiği her yerde hüsnü kabul gören bu programlara akıllarını ve gönülerini açan bir yığın
müslüman kitla olmuştur. Allahu Teala'ya, sonsuz nimetlerinin gereği olarak ve rızasına uygun bir
şekilde hamd ediyorum.
Hiç şüphesiz bu programları dinleyen ve izleyenlerin bir çoklarının onlar hakkında bir şey
söylemelerinde, bu fetva ve cevapları derlemelerinde ve yayınlamalarında şaşılacak bir şey yoktur.
Hatta bazı kardeşler bunları bir yılhk haline getirip her sene bir dergide yayınlamayı söylemişlerdi.
Özellikle, bazı cevap ve reddiyeleri önemli meselelere açıklama ve tahlil olarak, şeriat
hükümlerinden alınan delillerle ispatlanmış konular ve islamın ruhuna ve insanın, yaradılışın ve
hayatın felsefesiyle bağlantılı olan konular için kullanılabileceğini söylemişlerdir.
Fakat burada bu hayırlı isteğin gerçekleşememesini sağlayan bir takım engeller var. Bunlardan bir
tanesi, bu cevapların kasetlerden kağıda geçirme zorluğu.
Bu fetvalar irticali olarak yapıldı. İrticali konuşmanın aslı önceden hazırlanmış kağıtlarda dil
üslubundan farklıdır. İrticali (ani) yapılan konuşmaların basım ve yayınının yapılabilmesi için
düzeltilmeye ve tekrardan gözden geçirilmeye ihtiyacı vardır. Bu da uzun bir vakit ve çalışma
gerektirir.
Sıksik tekrarlanan sorulara tekrar terkar da cevaplar verilmiş. Her ne kadar bu soruların söyleniş
tarzı, üslup ve biçimleri farklı olsa da aslında içerdikleri mana aynıdır.
Bunun için, bazı ibarelerde düzeltme yapılıp, eklemelerin ve gereksiz kelimelerin çıkarılmasıyla
birlikte fazlalık ve tekrardan uzak, daha uyumlu ve daha dikkatli söylenmiş olan cevapların
seçilmesinin daha yararlı olacağını anladım. Radyo ve Televizyon programlarmdan seçilmiş bu
fetvalara daha önce yayınladığım ve yayınlamadığım yazılı bulunan fetvaları da ilave ettim.
Bunlardan "İslam'ın rehberliğinde çağdaş meselelere fetvalar" adını verdiğim bu kitap ortaya çıktı.
Bu Allah'ın fazlı keremi ile insanlara sevdirdiği daha önce sözü edilen televizyon programının da
adıydı.
Bu çalışmamı birinci bölüm olarak kabul ediyorum. Allah Tea-la'dan bu kitapla müellifini,
yayıncısını, okuyucusunu ve bu konuda yardımı dokunan herkesi faydalandırmasını dilerim. 6

Kolaylaştırırlar Zorlaştırmazlar.

İkinci Olarak: Kolaylık ve hafiflik ruhu, zorluk ve baskıya galip gelir.


a) İslam şeriatı kolaylık ve kuldan zorluğu kaldırma temelleri üzerine kurulmuştur. İşte bu,
Kur'an'mn ve Sünnet'in çeşitli vesilelerle açıkladığı temel bir prensiptir.
Maide suresinin taharetle ilgili son ayeti ve bu ayetten ha-raketle teyemmümün hükümleşmesini
belirleyen ayeti kerimeye bir bakalım.
"Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki
şükredesi-niz. 7
Bakara suresinin son ayetlerindeki hastanın oruçtan ari tutulması ve yolcunun iftar edebilmesi
için verilen ruhsatla ilgili a-yetde ise
"Allah size kolaylık ister zorluk istemez" 8
Evlilikde mahramiyetler konusunu işleyen ve Allah Tea-la'nın hür kadınlarla evlenemeyenlere
mü'min köle kadınlarla evlenmelerine ruhsat verdiği ayetin son kısımları da şöyledir.
"İnsan zayıf olarak yaratıldığından Allah sizden yükü hafifletmek ister" 9
Ahkam ve emirlerin zikredildiği hac suresinin son ayetlerine de bakalım.
"...babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır..." 10
Dinde aşırılığı haram kılan ve güzellikleri yasaklayanları kabul etmeyen daha bir çok ayetler
mevcuttur.
Hz Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin korkutmayın."
"Siz ancak kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz yoksa zorlaştırıcı olarak değil"
"Ben müsamahalı bir dinle gönderildim."
Kullukda aşırılığa giden veya güzellikleri haram kılanlar reddedilip protesto edildiği gibi yukarıdaki
hadisler bu tür davranışlarda bulunmanın peygamberin sünnetinden ayrılmak olacağını belirtiyor.
"Sünnetimi terk eden benden değildir." Peygamber (s.a.v) hükümlerin verilmesinde aşırı gidenleri
itidale ve orta yolu takibe çağırıyor. Böylece hakta aşırı gidilmeyecektir. Bunun için Allah Resulü
bazılarına şöyle sesleniyor. "Bedeninin sende hakkı var. Ailenin sende hakkı var. Eşinin sende
hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver."
b) İçinde yaşadığımız asırda, maddiyat ruha, bencillik başkasını tercih duygularına, çıkarcılık
ahlaka nasıl baskın çıkıyor? Kötülüğe olan revaç, haktan sapma ne kadar çoğaldı? Dinine sarılan
elinde ateş tutar gibi olmuş. Her taraftan: Sağdan soldan, arkadan önden küfür dalgalarına maruz
kalıyor mü'minler! Küfür kasırgası dinin kökünü kazıma amacında. Dini, bir daha geri dönülmesi
mümkün olmayan bir noktaya getirmek istiyor.
Küfür esintilerini hareketlendiren büyük güçler var. Onlar gerek maddi ve gerekse diğer yollarla
destek veriyorlar. Bu esintiye kapılanlara şehvet yollarını kolaylaştırıyorlar. Hatta makamlar verip
dereceler elde edebileceği yolları açarak onlar sayesinde küfrün yaygınlaşmasını sağlıyorlar.
Böyle bir toplumda müslüman bir fert, kasvetli bir hayat yaşar. Hatta daima kendini savaş
ortamında hisseder. Anlaşabilecek çok az insan bulabilir.
Fetva veren kişilerin, güçleri yettiğince kolaylaştırmaları ve ruhsatı azimetten daha fazla
gözetmeleri gerekir. Sebep; dine rağbeti artırmak ve güçlü adımlarla bu yolda yürümeyi sağlamak
içindir. İmam Nevevi 'Mecmu' adlı kitabının önsözünde büyük imam -fıkıh, hadis ve takva imamı-
Süfyani Servi'nin şu hikmetli sözlerini naklediyor. "İlim güvenilir kimselerden bir ruhsattır.
Zorlamaya gelince, her ilim sahibi kişi onu kolaylaştırıp güzelleştirir."
Süfyani Servi'ye göre alim, ilminde ve dininde güvenilir olması şartıyla Allah'ın kullarına ruhsat ve
kolaylığı seçer.
Sahabe ve onları takip edenlerin metodu da; insanlara kolaylığın ve yumuşaklığın öngörülmesi
metodudur. Daha sonra devre devre gelen alimler arasında ise zorlaştırma mantığı yerleşmiş, öyle
ki bu mantık son devir alimelerinin tabiatı haline gelmiştir.
El-Hafız Ebu'1-fadl bin Tahir; 'Es-Sima 'adlı kitabında Ömer ibn-i İshak'ın şöyle dediğini rivayet
etmiştir. Peygamber (s.a.v)'in ashabından yaklaşık ikiyüzden fazlasıyla karşılaştım ve onlardan
daha ihlaslı ve daha toleranslı bir kavim görmedim.
Aynı şekilde Selef alimleri de, zorluğu kendileri uygular, insanlara gelince onlara kolaylığı ve
hafifliği gösterirlerdi.
Safi alimlerden imam Müzni hakkında şu övgü dolu sözler söylenir O, takva konusunda kendini
oldukça zorluğa koşan bir insan olduğu halde aynı konuda insanlara toleranslı tavsiyelerde
bulunurdu.
Tabiinden imam El-Celil Muhammed bin Şirin öğrencisi Avn'e şöyle demiştir." Muhammed (s.a.v)
bu ümmetin insanlarına en toleranslısı idi. Kendine ise çok zor koşan bir insandı."
Onların dönemi dine yöneliş zamanıydı. İnsanların dinden döndükleri bir çağda nasıl bunlar
meydana gelsin? Bizim insanlara soluk aldıracak ve onları bu konularda rahatlatacak tedbirleri
almaya götürecek şeylere oldukça ihtiyacımız var.
Ben, 'Usul'de zorluğun çıktığı yerlerde kolaylıklar getirmeyi tercih ettim.
Bundan, kerhen de olsa insanlara kolay gelsin diye bir takım manalar ve hükümler çıkarmak için
delilleri evirip bükmek gibi bir mana anlaşılmamalıdır.
Hayır, benim anladığım kolaylık, muhkem, sabit hükümleri ve kesin şer'i kaideleri çarpıtmak
değildir. Bilakis delillerin, hükümlerin ve islamın genel ruhu ışığında kolaylığa gitmektir.
Bundan dolayı banka ve başka yerlerden alınan faizlerin haram kılınması konusunda her hangi bir
müsamahaya gitmedim. Biliyorum ki, bunu ihmal eden herkese meydan okuyacak kesin, açık
deliller vardır.
Sigara içilmesi konusunda da -genel bir bela olmasına rağmen- herhangi bir müsamaha
göstermedim. Çünkü, şer'i hükümlerin sigara içilmesini yasakladığını biliyorum.
Bir çok konuda müsamaha gösterdim. Çünkü, haramhklarına delil olacak karineler bulamamıştım.
Talak konusunda Şeyhul' İslam İbni Teymiyye ve onun talebesinin görüşlerini seçtim. Onların
görüşlerinin islamın ruhuna ve şeriatın maksatlarına uygun olduğunu gördüm. Kur'an ve Sünnet'in
delillerini alıp araştırarak bu yolda yürümeye devam edeceğim.
Genellikle, benzer iki görüş olduğu zamanlar; biri daha kapsamlı ve diğeri daha kolay ise, ben
daha kolay olanla fetva vermeyi tercih ederim. Peygamber de iki durum arasında herhangi bir beis
olmayacaksa en kolay olanı tercih ederdi.
Daha kapsamlı olan hükme gelince; fetva veren kişi bunu kendi nefsi için tercih edebilir. Ya da
ihtiyatlı davranmaya Özen gösterenlere bununla fetva verebilir. Tabi ki, onların da aşırılığa
gitmeyeceklerinden emin olduğu müddetçe.İnsanlara günümüz diliyle hitap etmek:
Üçüncü Olarak: Şart gördüğüm bir başka konu da insanlara onların anlayacağı dilde konuşmaktır.
Özellikle zor ıstılahlardan, garip sert cümlelerden kaçınılmalı, kolaylık ve dikkat çekicilik
amaçlanmahdır.
İmam Teymiyye'den şöyle dediği nakledilmiştir: İnsanlara onların bildikleri şeylerle anlatın. Öyle
bir davette bulunun ki sizi inkar etmesinler. Siz onların Allah ve Resulünü inkar etmesini ister
misiniz?
Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik..11
Her asrın kendine has bir lisanı vardır. Bu dil o asra bir imtiyaz kazandırır ve kasdedüen
düşünceler anlatılır. Asrımızda insanlarla konuşmak isteyen bir kişinin onların dillerini anlayıp bu
dille onlara hitap etmesi gerekir.
Dille kasdedilen şey, bir toplumun düşüncelerini anlattıkları mücerret kelimeler değildir. Bundan
daha manidar şeylerdir. Düşünce özellikleriyle ve anlatıp anlayabilme metodlarıyla alakalı bir
içeriğe sahiptir.
Asrımızın dili çok şeyler istiyor. Fetva verecek kişinin bunlara riayet etmesi gerekir.
a) Akıllara hitap etmek, yoksa mübalağa yaparak insanların duygularını coşturmak değil. İslam'ın
en büyük mucizesi; Kur'an'dır. Allah insanlara O'nunla meydan okuyor, yoksa Peygamber (s.a.v)'de
görülen harkulade olaylarla meydan okumuyor. İnsanlık, İslam'a olduğu kadar, aklın ve ilmin saygı
duyduğu başka hiç bir din tanımamıştır.
b) Uslüp ve ibare seçilirken zorlukların kaldırılması. Bunun için ben kolay ve anlaşılabilir bir dil
kullandım. Bazı lafızları veya genel deyimleri niyetimi açıklamak için kullanırım. Beni izleyen ve
dinleyen herkes tek bir kültür ve fikirde olan insanlar değildirler. Profösörler, üniversite öğrencileri,
tüccarlar, işçiler vardır. Hepsinin de niyetimi anlaması gerekir. Farklı kültürlere konuşmak zor bir
iştir. Elimden geldiğince bu konuda gayret sar-fettim. Ben her işte itidali ve orta yolu takip eden bir
mü'minim. Hiç bir zaman yüksek kültür seviyesine çıkıp da kültür seviyesi düşük olanları
kaybetmek istemedim. Aynı şekilde kültür seviyesi düşük (avam) insanların seviyesine inerek
kültür seviyesi yüksek (havas) insanları da kaybetmek istemem.
Hedefim, kültürlü insanları tatmin etmek kültür seviyesi düşük olanlara ise meseleyi
kavratabilmek olmuştur. Bu benim hayatım boyunca izlediğim metotdur. Daima bu metodu takip
etmeyi yeğlerim.
c) Hükümleri, hikmet ve sebepleriyle birlikte anlatmak ve insanın genel felsefesiyle ilintilemek.
Genel bir nitelik olarak fetvalarımda ve yazılarımda kullanmayı gerekli gördüğüm metot budur.
Sebepleri ise şunlardır.
Birincisi : Kur'an'ın ve Sünnet'in metodu olması.
Kur'an hayz hakkında -Peygamber (s.a.v)'den sorulduğunda- şunları söylüyor.
"Ey Muhammedi Sana kadınların aybaşı halinden sorarlar, de ki: O bir ezadır. Aybaşı halinde iken
kadınlardan el çekin, temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın."12
Peygamber'in, (sav) görevi, ayetin başında bulunan illetin (yani "eza"nın) hükme (yani "elçekme"ye)
sebep olduğunu açıklamaktır.
Ganimetlerin paylaşılmasında ona hak kazananların; yetimler, miskinler, yolda kalmışlar olduğu
ayette belirtiliyor. Bunun hikmetini Allah Teala şöyle açıklıyor.
"...Taki içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın..13
Yani mülkiyetin, sadece zengin bir tabaka elinde dönüp durması diğer tabakaların mahrum
kalmasına sebep olur. Derken kapitalizm kendini en belirgin bir şekilde ortaya çıkarmış olur.
Kur'an'ın sebep ve hikmetleriyle yapılmasını emrettiği ibadetleri, her selim fıtrat sahibi ve rüştüne
ermiş kişi kabul eder
Namaz hakkında :
"...muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor."14
Oruç hakkında;
"...umulur ki sakınırsınız."
Zekat hakkında; al."15 "...kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak Hacc hakkında ;
"Taki kendi menfaatlerine şahit olsunlar ve belli günlerde Allah'ın adını ansınlar 16
Bunun bir örneği; oruçluyken karısını öptüğü için korkuyla yanına gelen Hz. Ömer'e söylediği
sözdür: "Ağzını ve burnunu Çalkalaman orucuna bir zarar verir mi? O da:
"Hayır! dedi.
Bütün bunlarla şunu öğretiyordu. Mahzurlu davranışlara götüren herşey mahzurlu olmayabilir.
Öpmek karı koca arasındaki cinsel ilişkinin başlangıcı olabilir ama bu durum ci-maya
dönüşmediği sürece (yalnızca öpmek olarak kaldıysa) oruca bir zarar vermez. Nasıl ki, ağza su
koymak içme işleminin başlangıcı olduğu halde içilmediği sürece bir zarar vermezse.
Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Bir kadmın üzerine onun teyzesini, halasım, kızkardeşini
veya erkek kardeşinin kızını nikahlamayın. .'Şayet böyle yaparsanız akrabalıklarınızı koparmış
olursunuz." Önce Allah Resulü (s.a.v) hükmü bildiriyor. Ardından haram kılınmasmdaki hikmetleri
sıralıyor. Hikmet; kadınlar arasındaki sürtüşmeler neticesinde Allah'ın emrettiği sıla-i rahmin
kesilmesine sebebiyet vermesidir.
Beşir bin Sa'd'ın sözü de buna benziyor. Evlatlarından bir kısmına iyilikte bulunup diğerini ihmal
etmişti. Resulullah ona şöyle dedi: Onlar sana itaat konusunda eşit değiller mi? O; evet, dedi.
Bunun üzerine Peygamber de; evlatların arasında adaletli davran, buyurdu.(Buhari ve Müslim)
Kur'an ve Sünnet'te bu gibi pekçok hükümler bulunmaktadır. Allah ve Resulü'nün sözleri, sebebi
hikmeti bilinmese dahi, onlar hayırdan başka birşey söylemeyeceklerine göre başlı başına
delildirler.
İkincisi: Çağımızda, şikayette bulunanla şikayet edilen oldukça fazladır. Artık insanlardan çoğu
hükümlerin kaynaklarını bilmeden hemen boyun eğip kabul ediyorlar. Hikmetini ve hedefini
araştırmıyorlar. Özellikle, kaynağı olmayan dualar ve ibadetler hususunda...
Asrımızın ve bu asırda yaşayan insanların özelliklerini bilmemiz gerekiyor. Şer'i hükümlerde, Allah
Teala'nın şeriatında yatan hikmetleri açıklayarak onları zorluklardan kurtarmamız gerekir. Böylece
onlar da şer'i hükümleri rıza göstererek ve gönül rahatlığıyla kabul ederler. Şüphe duyanların
şüphesi kalkarken mü'minlerin de imanı artar.
Aynı zamanda insanları tatmin etmek zorundayız. Allah Tea-la, kendisine kulluğu hakkıyla yerine
getirmeleri için, dilediği şeylerle kullarını mükellef tutabilir. Yaratıcı olan O olduğu için emir verme
yetkisi de O'na aittir. Dolayısıyla O'nun emir olarak koyduğu yasalara itaat, haber verdiklerini de
tasdik etmek gerekir. Her ne kadar hükmünün sebebi ve künhü bilinmese de evvel emirde "işittik
ve iman ettik" ardından da;
"Hepsinin Rabbimizin katından geldiğine iman ettik." demek gerekir.
Allah Teala hiç bir şeyi hikmetsiz ne emreder ne da yasaklar.
Bu, kesin ve değişmez bir hükümdür. Biz hiçbir zaman Allah'ın hikmetlerini tafsilatıyla anlatma
gücüne sahip olamayız. İnsanın yaradılışı üzerine kurulan imtihanın gereğidir bu.
"Biz insanı katışık nutfeden yaratmışızdir. Onu deneriz; bu yüzden, onun işitmesini ve görmesini
sağla-mışızdir."17

İnsanlara Faydası Dokunmayacak Konulardan Kaçındım:

Sıkıca takip ettiğim kaideler şunlardır: İnsanlara faydası dokunmayacak şeylerle kendimi meşgul
etmemek. Ancak onların faydasma olacak ve yaşadıkları hayatla bağlantısı olan konular üzerinde
durmak.
Tartışma ve çekişme oluşturmak, güzel konuşarak milleti etkilemek, veya karşıdaki insanı
imtihana tutmak, onu toplumda aciz bırakmak amacıyla ya da kimsenin hoşlanmayacağı konulara
dalmak, insanlar arasında fitne ve kin tohumları oluşturmak ve buna benzer şeyler için sorulan
sorulara ilgi göstermediğim gibi dikkatimi dahi vermem. Çünkü bu tür şeyler fayda yerine zarar
verir. Bir şeyi yapmak yerine yıkar. Toplamak yerine dağıtır.
Bazı kimseler de, içinden çıkılması zor bazı sorular sorarak çözümünü isterler. Mesela; 'Niyet etti
ama namaz kılmadı. Namaz kıldı ama niyet etmedi.' ya da 'Yalan söyleyen bir toplum Cennete
girdi. Doğru söyleyen bir toplum ise Cehennem'e girdi. ' ve buna benzer sorular. Bu tür soruları da
çöp sepetine atar gibi cevaplar veririmi Çünkü onlarla uğraşmak boş insanların yapacağı
işlerdendir.
Gaybi konularla alakalı bu tür soruların yöneltilmesi onları kesin hatlarıyla bildiren nasların
bulunmamasından kaynaklanır. Akli gücün kaldıramayacağı, kapalı dini ve akidevi bu tür sorulara
cevap verilip üzerinde olduğundan fazlaca durulması bir çok kimsenin aklının karışmasına yol
açabilir.
Bunlar, benim cevap vermekte itina göstermediğim konulardır. Cevap veriyorsam da; ya doğacak
herhangi bir şüpheyi izale etmek ya yanlış inançlara cevap vermek ya bir kaideyi hatırlatmak ya da
bu konudaki yanlış anlayışları düzeltmek içindir.
Bu konuda İmam Şihâbu'd-din el-Karrâfi şöyle söylüyor: Bir müftiye, "Allah Resulü (s.a.v) veya
rububiyetle alakalı veya din büyüklerinin dahi bilemeyeceği müteşabih ayetler, dinin ince
meseleleri hakkında sorular yöneltildiğinde, şayet soruya cevap vermek: faydasız, gereksiz ve
meşguliyetten öteye bir şey ifade etmeyecekse müftinin kesinlikle cevaplamaması ve karşı
olduğunu açıkça ifade ederek şöyle demesi gerekir; sana faydası dokunacak konularla uğraş ve
işlerinle alakalı şeyleri sorup öğren. Sorumluluğu üzerine düşmediği için, senin helakına vesile
olacak konulara dalma.
Şayet soru yöneltenin o konuda herhangi bir şüphesi varsa, aklına takılan şüpheyi gidermek
gerekir.
Şihap devamla şöyle diyor: Müftinin kendisine soru soran kişiye yazıyla değil de konuşarak
açıklaması daha güzeldir. Dil, kalemin anlatamayacağını anlatabilir. Dil canlıdır, kalem ise cansız.
İnsan Allah'ın kuludur. Allah'a en yakın kul, O'na ibadette en fazla haz duyan kişidir. Özellikle din ve
akidede."
Yöneltilen sorunun ciddiyetini hissettiğim de radyoda ve televizyonda beni dinleyenlerin kafasında
şüphe bırakmamak, meselelerin kaynağına inip bilgi edinebilmek için çoğukez soruyu yönelten
kardeşlerimizden beni yalnız başıma bırakmalarını iste-
Şu tip sorularla pek o kadar ilgilenmem; ehli beyt ve sahabe -Allah onlardan razı olsun- arasında
fazilet karşılaştırması yapmak ve aralarındaki ihtilaflardan dolayı meydana gelen olayların sebep
ve sonuçlarını araştırmak. Bunları yararsız ve faydasız konular olarak değerlendiriyorum. Onların
hepsini Allah'a emanet ediyor ve aralarında meydana gelen olaylar hakkında 'Allah Tea-la hüküm
versin' diyorum.
Raşit halife Ömer bin Abdulazize, 'Sıffın Savaşı' hakkında sorulduğunda o şu cevabı vermiştir; "O
savaş Allah'ın elimin bulaşmasına izin vermediği bir kandır. Bu meseleyi konuşarak dilimi (kanla)
lekelemek istemiyorum." (Şatibi, Muvafakat, cilt. 4, saife. 320)
Bazı kimselerin alevlendirmeğe çalıştıkları şu konular hakkında bir çok mektup aldım; Allah
katmda Ebu Bekir mi yoksa AH mi daha üstündür? Hangisi hilafete daha layıktır?
Allah Resulünün kızı Fatıma'mı yoksa O'nun eşi mü'minlerin annesi Hz. Aişe mi daha üstündür?
Mesela; Peygamberler arasında üstünlük karşılaştırmaları. Hz. İsmail ile Hz. İshak veya Hz. Musa
ve Hz. İsa gibi.
Öğrenmek için sorulmayan bu tür sorulara cevap vermemek günah olmaz. Bu tür faydasız
soruların cevaplandırılması için uğraşıp görüşlerini belirtenler yaka-paçalarını bir daha zor
kurtarabilirler.
Bu tür soruları cevaplarken hep şunu söylerim; Bunlar, -daha bizler küçük öğrencilerken-
hocalarımızın kalem tutmasını öğrenmemiz için bizden sıkça yazmamızı istedikleri konulara
benziyor. Mesela; gece ile gündüz arasındaki üstünlüklerin karşılaştırılması, yazla kış arasındaki
üstünlükler, yerle gök arasındaki üstünlüklerin karşılastmlması ve daha bunlara benzer basiret
sahibi kişiler nazarında hiç bir mana ifade etmeyen konular.
Allah ve Resulü, Beni İsrail'i çok soru sormalarından, peygamberlerine muhalefet etmelerinden, ve
gereksiz şeyler hakkında peygamberlerine sorular sorarak, faydası olmayıp sadece kendilerine
yük olacak şeylerin peşine düş düklerinden dolayı ayıplamaktadır. Allah Teala Kur'an'da, onların
gereksiz yere çok soru sormalarını ve ineği boğazlamak istemediklerinden dolayı başlarına
gelenleri anlatmaktadır.
Allah Teala'nın bu kıssaları anlatmasının tek sebebi bizim ibret ve öğüt almamız içindir.
Ben, rüya tabir etmekden daima kaçınmış imdir. Bu konuda gelen sorulanda cevaplamam.
Çok defa açık açık şunları söylerim; Benim için önemli olan, hükümlerin açıklanmasıdır, yoksa
rüyaların yorumu değil. Çünkü, hükümlerin vardığı bir nokta ve dayandığı kaynakları vardır.
Rüyalara gelince, onların herhangi bir kaide ve kuralı yoktur. Yorumu şahıslara, şartlara ve zamana
göre değişebilir.
Genellikle rüyalar için yapılan yorumlar tahmin ve zanlardan ibarettir. Bir de Allah'ın feraset sahibi
kıldığı ve olayların yorumlarını öğrettiği kimseler vardır.
"...biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz." 18
Bu konuda sorular yöneltenlere şu cevabı vermeyi yeğliyorum; Ben Hz. Yusuf değilim. Yusuf el-
Kardavi'yim. Allah, bu vasfı O'nun bir özelliği haline getirdi. Bir başkasına öğretmediklerini O'na
öğretti.
Gerçekte ben, rüya yorumlamasını da beceremediğim gibi becermek için herhangi bir gayretim de
olmadı. Şayet olsaydı vaktimin büyük çoğunluğu boşa geçerdi. Çünkü insanların rüyaları bitmek
tükenmek bilmez.Yorumuna da çok ehemmiyet verirler. Özellikle hayat ve düşünce yapılarında
önemli konuma oturttukları hıyarlarla meşgul olan kadınlar.,
Kurallara aşırı bağlananlarla, kurallardan uzakla -şanlar arasında mü'tedil bir yol takip etmek.
Takip ettiğim metodun Özelliklerinden biri de; daima orta yoldan ayrılmamak. İfrat ile tefrit
arasında mü'tedil kalmak. Gelişime uyarlamak iddiasıyla, islami hükümleri her defasında parça
parça etmeyi amaçlayanlarla, eskileri ta'zim için verilen fetvalar ve görüşlerde İsrar edenler
arasında orta bir yol takip ederim.
Gelişimin uşakları.
Hiç bir şeyin tek bir halde kalmasını ve daha önce konulduğu gibi devam etmesini istemeyenlere
gelelim; onlar dünyanın geliştiğini ve hayatın durmadan değiştiğini savunarak tezlerini kabul
ettirmeye çalışırlar. Bunlardan bir kısım edebiyatçılar dini, dili, güneşi ve ayı değiştirmeyi eğlence
addederler(î)
Faiz, önceden haramdı. Çünkü eskiden faizi alan zengin ve güçlü iken faiz veren ise yoksul ve
muhtaç insanlardı. Fakat şimdi durum bunun tam tersi faizi alan işçi veya muhtaç durumdaki
memur gelirlerinden belli bir parayı bankaya yatırıyor. Daha sonra da belli bir kar elde ediyor. Bu
karı veren banka; yani eskinin tam tersine zengin ve güçlü olan. Yatırılan mevduat oranında kar
veriyor.
Öyleyse Kur'an ve Sünnet'in büyük günahlardan kabul edip yapanları da Allah ve Resulüne savaş
açmak olarak ilan ettiği faiz hakkındaki hükmün değiştirilmesi yeniliğin bir gereğidir. Hiç bir aklın
ve delilin kabul etmediği bu düşünce, haram dairesinde olan herşeyin ve bilinen tüm günahların
işlenmesini meşru sayar.
Yenilikçilerin dayandıkları deliller sıhhatten uzak ve dalavereler üzerine kurulmuşdur. Onlar faizin
haram kılınmasının sebebini, kendi anladıkları ve tasavvur ettikleri sığ kalıplara sıkıştırma yetkisini
nereden alıyorlar?
Faizin haram kılınmasının bir çok yönleri vardır. Ekonomik, siyasi ve ahlaki yönü. Bu alanlarda
ihtisas sahibi kişiler çeşitli kitaplar, risaleler ve araştırmalar yapmışlardır. Daha fazla bilgi edinmek
isteyenlerin bu kaynaklara müracaat etmeleri yerinde olur.
Bankadan faiz alınmasını zayıfların istifadesi için yararlı olduğunu düşünmek kesinlikle akılcı bir
yaklaşım değildir.
Bankada senelerce paralarını biriktiren nice milyonerler var. Bunlar, oldukça büyük kazançlar
sağlıyorlar. Para miktarı artıp vade müddeti uzadıkça kar da artıyor.
İhtiyaç sahiplerine gelince onlar bu sömürgeci bankalardan ancak bir ekmek kırıntısı pay alıyorlar.
Faizi, istifade edilebilecek bir yol olarak düşünmek, adil bir düşünce olmaz.
Ne gariptir ki, fetva ile uğraşanlar, fıkıh adı altında bu tür kazançlara gerekçe ararlar. Aynı
zamanda 'Yeni İktisad İlmi' ve 'Yeni İktisat Mantığı' adıyla çağdaş profösörler onların ileri
sürdükleri gerekçelere gereken cevapları vermişlerdir.
Bu misalleri, kendilerini 'Gelişim Putuna' adayan uşakların verdikleri fetvalara ve Allah'ın kafi
naslannı değiştirerek içtihat yaptıklarını iddia eden ahmaklara birer örnek olsun diye verdim.
Kafi olan delillerde içtihat yapmak helal değildir. İçtihat, sadece zanni olan konularda yapılır.
Kulluğun bu şekli kayda değer olsa gerek. 'Gelişim' dediklerin de, bir konuşmasında kadınlarla
erkekler arasındaki eşitlikten bahseden bir Arap lideri şunları söylüyor: "Dikkatlerinizi bir eksikliğe
çekmek istiyorum. Ben elimden geldiğince bu eksikliğin giderilmesi için her yolu deneyeceğim.
Yani erkeklerle kadınlar arasındaki eşitliğe işaret etmek istiyorum. Okullarda, işyerlerinde, tarlada
olduğu gibi polis görevlerinde de tam bir eşitliğin olması gereklidir. Oysa kadınlar daha mirasta
bile eşit haklara sahip değiller. Erkeğe mirasta iki kadmm payı düşmekte. Bu prensip, kadına karşı
bir güç elde ettiğinde erkek için bir gerekçe oluverir. Kadın bilfiil, erkekle kadının eşit haklara sahip
olduğunu söyleyerek erkeğe müsamaha vermeyeceği bir toplumda yerini alacaktır. Daha önce kız
çocukları diri diri toprağa gömüyorlardı. Aşağılayıcı muamele yapılıyordu. Ama bugün, çalışma
meydanlarını doldurdular. Yaş bakımından en küçükleri bile eğitim görebiliyor. Bu meselenin
çözümünde içtihat yolunu takip etmemiz mantıklı değil mi? Ya da toplumun kaçınılmaz
değişimine göre şer'i hükümleri değiştirme imkanına yönelmemiz doğru olmaz mı?
Daha önce de ayetin mefhumundan içtihat yaparak ve 'islam, ümmetin maslahatına olacak
konularda imama, mubah olan ameli ibtal edebilme yetkisi verir' kaidesini itibara alarak taaddüd-ü
zevcatı kaldırmıştık. Hakimin mü'minlerin emiri olması vasfıyla, toplumun ve adalet
mekanızmasınm gelişimine ve hayat tarzına göre hükümleri geliştirmeye hakkı vardır." (Hahip
Burgiva. Bu konuşmasını 18 Mart 1974 yaptı.) Daha sonra bu konuşma İslam, amel ve içtihat
dinidir' adıyla yayınlandı. Biz de bu çarpık görüşleri 'îslami Hükümlerde İçtihat' adlı kitabımızda
cevapladık. Baskı. Daru'l Kalem Dileyen oraya müracaat edebilir.
Fetvada tutucu olanlar.
Yukarda gördüğümüz 'çağdaşların'(!) yanısıra -ki bunlar 'gelişme' diye tutturdukları yolla her şeyin
değişmesini isteyenlerdir- bir de, insanlara neredeyse herşeyi haram kılacak kişiler var. Bunların
ağızlarına ve kalemlerine dolanan hep 'haram'. Hem de kelimenin tehlikeli boyutuna bakmadan ya
da haramlılığı konusunda sağlıklı bir nasa ve hükme de dayanmadan ağızlarına geldiği gibi
söylerler.
Kadının çalışması haram, şarkı söylemek haram, musiki dinlemek haram, heykel yapmak haram,
televizyon haram, resim çizmek haram, kooperatif kurmak haram!
Hayat tümüyle haramların üstüne kurulu. Kur'an, sünnet ve selef-i salihin 'Haram' ifadesinin kesin
bir delili bulunmadan sıkça ve uluorta kullanılmasını yasaklamışlardır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"De ki: Allah'ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helal kıldığınızı görmüyor
musunuz? De ki: Size Allah mı izin verdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?" 19
"Dilleri, güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu yalan yere söyler durur" 20
"De ki: Allah'a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa erişemezler" 21
İbn-i Kayyım şöyle demiştir: "Müftünün, bu helaldir, şu haramdır, ötekisi vaciptir veya mubahtır
diyerek Allah ve Resulü adına çözüm getirmesi caiz değildir. Ancak Allah ve Resulünün o konu
hakkında helalliğine, haramlığına, vacipliğine veya mübah-lığına dair bir hükmü varsa bunları
söylemesinde herhangi bir sakınca olmaz.
Bir kişi kalkıpta taklidinde bulunduğu bir alimin kitabında yer alan hükümleri Allah ve Resulü'nü bir
kenara bırakarak delil olarak getiremez ve insanlara onlarla hüküm verme selahiyetine de sahip
değildir. Allah ve Resulünün hükmüne göre onun hiç bir ilmi yönü yoktur.
Allah bunu helal kıldı veya şunu haram kıldı diyerek, sonra da Allah Teala'nın; sen yalan söyledin
ben ne onu haram kıldım ne de diğerini helal kıldım suçlamasına maruz kalmamak için, selef
alimlerinden hiç kimse bilmediği ya da gelişi güzel hiç bir konuda yukardaki ifadeleri
kullanmamıştu".
Büreyde bin El-hasip'den gelen bir hadiste (Sahih-i Müslim'de geçiyor) Allah Resulü şöye
buyurmuştur: "Bir kaleyi çevirdiğinde senden Allah'ın ve Resulünün hükmüne göre meseleyi
çözmeni isteyeceklerdir. Eğer sen onlar hakkındaki Allah'ın hükmünü ortaya koyup,
koyamayacağını bilmiyorsan Allah ve Resulü'nün hükmünü vermek yerine kendi görüşüne ve
arkadaşlarının görüşüne göre meseleyi çöz"
İmam Malik şöyle buyurmuştur "Ne seleften ne de onlara uyanlardan bir kimse şu ifadeleri
kullanma cesaretini gösterememişlerdir 'Bu helaldir ve şu haramdır. 'Kullandıkları ifadeler sadece
şöyleydi.'Bunu yapmandan hoşlanmıyorum veya şöyle yapman güzeldir.' Helal ve haram gelince;
şayet helal ve haramlığına dair herhangi bir nas yoksa bu Allah ve Resulüne iftira demektir. Allah
Teala şöyle buyurmuştur:
"De ki Allah'ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helal kıldığınızı görmüyor
musunuz?" 22
Çünkü helal Allah ve Resulünün helal kıldığı, Haram da yine onların haram kıldığı şeylerdir."
İzahlarla ve açıklamalarla fetvanın hakkını vermek.
Sorulara cevap verirken eski ve yeni alimlerin sık sık kullandıkları; bu caizdir veya değildir, helaldir
veya haramdır, hakdır yada batıldır...metotları tercih etmem. Bu tür metotlar kestirmeye kaçmak
ve uzun ifadelerden kaçınmak için kullanılır. Oysa fetva makamında bulunan her zaman
araştırıcıdır.
İbn-i Hamdan da 'Sıfat-ı fetva, müfti ve müstefti1 adlı kitabında aynı şeyleri anlatmıştır. Mesela
bazı alimlere; şöyle yapmak caiz midir? diyi sorulduğunda, onlar da kısaca; hayır, diye cevap verip
bu haliyle fıkıh kitapları yazmışlar.
Bu tür kısa ve özlü cevaplar bazılarına göre bazı durumlarda caiz olsa da, havasın ve avamın
okuduğu herhangi bir gazetede veya dergide veyahutta kitapta yazılması caiz değildir.
Sorulara cevap verdiğim zaman, kendimi bir müfti, öğretici, düzeltici, doktor ve mürşid olarak
görüyorum.
Tabi kendimi böyle görmem, bazı soruların cevaplarını daha geniş açıklamamı, izah etmemi ve
tahlilden geçirmemi gerektiriyor. Böylece; bilmeyen öğrenir, gafil olan uyarılır, şüphelinin şüphesi
giderilir, tevbe eder, kibirlinin kibri kırılır, alimin ilmi, mü'minin de imanı artar...
Açıklamada takip ettiğim metotları belirtmekte her hangi bir sakınca yoktur. Daha önceki
sayfalarda bunların bir kısmına değinmiştim.
a) Delili verilmeyen fetvanın hiç bir anlamı kalmaz. Hatta İbn-i Teymiyye'nin dediği gibi fetvanın
delili, güzelliği ve ruhudur. Deliller getirilmedi mi bu durum, kişinin zihnini çelişkilerden kurtarmak
yerine muhalif görüşlerin kendi delillerini isbatlamak için münakaşa ortamını sağlar.
b) Delili verilmeyen bir hükmün hikmet ve illeti bir şey ifade etmez. Özellikle de yaşadığımız şu
asırda. Şer'i hüküm olmasındaki hikmet, helal veya haram kilınmasındaki sır anlatılmadan da
fetva vermek yavan aşa benzer ki, onun da ne tadı olur ne tuzu. Hikmet, ve sebebi bilinirse tad
hissedilir. Bu hususta şöyle denir; ' sebep bilinirse, hayret yok olur.'
c) Çoğu durumlarda faydasına inandığım şu metodu da kullanırım: Herhangi bir konuda islamın
bakış açısıyla diğer dinlerin veya felsefi görüşlerin bakış açılarını birbirleriyle mukayese etmek.
Şair şöyle demiştir:
Bırşeyin güzelliği zıddıyla ortaya çıkar.
Bir başka şair de:
Her şey zıddıyla ayrılır, demiş.
Mutmain bir kalp ve içtenlikle şunu söylemek isterim; İslamı enine boyuna araştıran sonra da
islarnın dışındaki diğer semavi din ve felsefi akımlardan haberdar olanlar, İslam'm, Allah'ın ebedi
metoduyla ayakta kalabileceğini aksine başka hiçbir şekilde a-yakta kalmasının mümkün
olamayacağını anlayabilirler. Noksanlıkların, heva ve heveslerin karıştığı çekişmelerin bitmediği
diğer beşeri nizam ve metodlarla Allah'ın metodu arasında mukayese yapmanın hiçbir sakıncalı
tarafı yoktur.
İnsanların Allah'ın yarattıklarını kullanarak yaptıkları hani nerede ?
Kılıç dilden keskin dense de,
Görmez mısın kılıcı
Gücü (kadar) hakir görür insanı
d) Benim planım da aynı şekildedir; yöneltilen sorulara cevap vermeden önce konuyla alakalı bir
giriş yaparım. İbn-i Kayyım; hüküm insanların alışık olmadığı türden şeyler ise öncelikle fetvayı
verecek kişinin açıklamalarına yavaş yavaş giriş yapması ve bir takdim sunması gerekir. Mesela,
konu hakkında delil getirmek ve delil sunmak gibi...
Allah Teala'nın kitabındaki metod da budur. Al-i imran suresinde Meryem kıssasını okurken rızkın
Hz. Meryem'e geldiğini nasıl görüyoruz. Zekeriya şaşırıp sorar.
"...Ey Meryem! Bu sana nereden geldi? dedi, O da: Bu Allah'ın katındandır. cevabını vermişti.
Doğrusu Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır." 23
Ayet aynı zamanda Hz. Zekeriya ve karısının kıssasına bir giriştir. Hz. Zekeriya yaşlı bir ihtiyar,
hanımı da kısır olduğu halde Allah onlara Hz. Yahya'yı vermişti.
Hz. Meryem'e gelen rızık, zamansız olsa da Zekeriya'yı Allah'dan bir rızık istemek için duaya doğru
yöneltiyordu.
Aynı şekilde Zekeriya'nın kıssası da, Hz. Mesih'i ve babasız olarak doğmasını peşinden getiriyor.
İnsanlar iki yaşlıdan olan bu çocuğun naslı doğduğunu unutmuşlardı. Oysa doğal olarak benzeri
bir doğum daha önce gerçekleşmemişti. İnsanlar babasız o-larak doğan bu çocuğun doğumunu
kabullenmiş ve kolayca doğrulamışlardı.
Allah, kulunu istediği şekilde yaratır ve dilediği gibi şekillendirir. Allah rahimdir veduttur. Kuluna
şefkatle yaklaşır ve en güzel şeyleri ona adar.
e) Fetva isteyenin mubah sandığı veya ihtiyacı olduğu veya-hutta kendisinin uğraştığı ve ilişkide
bulunduğu şey kendisine haramdır denmişse, onun her yönden haram işlemesini engellediğimize
göre alternatif olarak helal olanı göstermeliyiz.
Faiz kazancı için bankada parasını bekletmek isteyen bir kişiyi engellememiz gerekir. Çünkü Allah
Teala bunu kendisi ile peygamberine savaş açmak olduğunu söyleyerek izin vermemektedir.
Öyleyse meşru olabilecek ortak kazanç yollarını göstermemiz gerekir. Bu ortaklık, iki veya daha
fazla kişi arasında ticaret ya da her hangi bir sanat dalında bir araya gelmekle oluşur. Bazıları
malıyla bazıları bilgisiyle, bazıları da gayretiyle bu ortaklıkta yer alabilir. Kar veya zarar ne ise onu
aralarında paylaşırlar.
Kur'an'ı açarak veya kum üzerine çizgi çekerek ya da bunlara benzer şekillerle istihare yapılıp
yapılmayacağını soruyorlar. Ben bunun haram olduğunu söyledim. Onlara meşru olan istihareyi
gösterdim; iki rek'at namaz kılmak ve akabinde Resulullah'ın yaptığı ve sahabenin de uyguladığı
gibi bilinen duayı okumaktır.
Bazı kardeşlerimiz de Cum'a günü oruç tutulup tutulmayacağını soruyorlar. Bunun mekruh
olduğunu söyledim. Pazartesi ve perşembe günü tutulan oruç ile her ayın üç günü tutulan oruç
müstehaptır.
Zekatın pekçok camisi olan bir şehirde yeni bir cami inşaatı için verilip verilmeyeceğinin soranlara
ise bunun hükmünü de açıkladım. Ümmet için en önemli harcama yollarını gösterdim. Mesela;
İslam davetini yaygınlaştırmak, islami uyanışı sağlamak, yahudilerin, hiriştiyanların ve
koministlerin islami, hayattan uzaklaştırmak için hazırladıkları oyunları engellemek amacıyla
neşriyatın çıkarılmasına sarf edilebilir. 'Zekat Kitabı' nda da açıkladığımız gibi bu günümüzde
Allah yolunda yapılacak en güzel harcamadır.
Biz bir şeyin haramlığını söyleyince veya yapılmasını engelleyince onun delilini veya ondan daha
hayırlı bir şeyi getirmeyi ihmal edemeyiz.
Allah, insanların gerçekten ihtiyaç hissettikleri şeyleri haram kılmaz. Şayet zaruretten harama da
ihtiyaç hissedüiyorsa, o da helal olur. Allah güzel olan şeyleri helal, çirkin ve pis olanlan da haram
kılmıştır.
Bu nedenle yasaklanan bir haramın gerçek hayatta kesinlikle mubah bir de karşılığı bulunur.
İşte burada fetva verecek kişinin mubah olan bu şeyi göstermesi gerekir. Bunu anlamış ve nasihat
etmiş olan Allame İbn-i Kayyım şöyle demektedir: "Bunu ancak şefkatli ve nasihat-tar bir alim
getirir. Allah onun ticaretini ve ilmiyle amel etmesini sağlar. Alimler içinde onun misali, tıpkı
nasihat veren, bilgili bir doktorun durumu gibidir. Doktor hastasını ona zarar veren şeylerden
korur. Faydalı olacak şeyleri tavsiye eder. Bu, hem din hem de beden doktorunun durumudur 24
Sahih-i Müslim'de Peygamber'den şöyle bir hadis nakledilmektedir. "Şüphesiz Allah (cc)
göndermiş olduğu her peygambere ümmetlerine bildirsinler diye öğrettiği, her hayrı teşvik etmek
ve serlerden de uzaklaştırmak vazifesini yüklemiştir."
Peygamberden sonra gelen halifelerin, peygamber varisleri alimlerin yaptıkları da böyle idi. Şeyh-
ul'İslam İbn-i Teymiyye her imkan bulduğunda, fetvasında bunları araştırırdı. Onun fetvalarına
baktığınız zaman bunu açık açık görebilirsiniz.
Peygamber (s.a.v) Bilal (r.a)'a -Her ne şekilde olursa olsun faize götürecek yolları tıkamak için- İyi
kalite bir ölçek hurmayla, kötü kalite iki ölçek hurmayı değiştirmesini yasaklamıştır. Peygamber
bu bozuk malın ilk önce parakarşılığında satılmasını ardından da elindeki parayla istediği taze
hurmayı satın almasını emretmiştir. Dolayısıyla doğacak tehlikeyi engellemiş ve aynı zamanda
mubah olan yolu da göstermiştir.
f) Fetva verecek kişinin yapması gereken en Önemli şey de, kendisinden sorulan bir konuyu diğer
bir konuyla bağlantılı olarak anlatmasıdır. Böylelikle islamın adaleti daha belirginleşecek ve
şaşırtıcı güzelliği açıkça ortaya çıkacaktır. Şayet bir konu benzeri diğer konularla bağlantısız ele
alınırsa, İslam'ın adaletini ve şeriatının güzelliğini aydınlatacak bir tablo çizilemez.
Bunlara bir kaç misal zikredeyim: Kıza, babasmm mirasından erkek çocuğun payına düşenden
yarısı kadar verilir. Bu hüküm tek başına ele alındığında belki ilk etapta kız evladın muhtaç
düşürülmesi gibi bir fikir insanın kafasına takılacaktır. Ancak, ailevi yüke, erkek ve kız çocuktan
oluşan ailenin mali harcamalarına bakıldığında o zaman bu hükmün adaletli verildiği ortaya çıkar.
Çünkü, adalet her zaman paylarda eşitlik değildir. Bilakis, hakların ve görevlerin dağıtımında
denkliğin sağlanmasıdır.
Erkek, evlendiği zaman evleneceği kişiye belli bir mihir vermek zorundadır. Aynı zamanda onun
nafakasınıda yüklenir. Her ne kadar evleneceği kız mal ve servet sahibi olsa da.
Kıza gelince, o evleneceği zaman hiç bir şey vermez, sadece alır. Erkeğinin malından yararlanarak
yaşar.
Böylece, erkeğin mirasının, aile yükünü çekme sorumluluğundan dolayı azaldığım görüyoruz.
Kızın mirası ise yerinde kalır, artma ve eksilme göstermez. Kısaca şunu söyleyebiliriz; Erkekden,
yanındaki kadının ve çocukların nafakısını yerine getirmesi istenir. Kadından ise, böyle bir şey
istenmez. Öyleyse kadına miras verilmemesi gerekir diyemeyiz çünkü kadmdan her ne kadar
herhangi birisine bakması istenmemişse de o da kendine bakmak zorundadır.
İşte bu sebeplerden kadına zulüm edilmez. Kadmın payından alınan miktar bir başka kadına
verilir. O da kardeşinin hanımına. İşte Allah'ın adaleti.
Bir başka örnek: Hırsızın elinin kesilmesi. Bu cezaya mücerret bir gözle bakıldığında zor bir işmiş
gibi görünür. Halbuki is-lamm, müslümanlara güzel bir yaşantı ve evvel emirde kendilerini
geçindirebilecekleri bir hayat düzeni sigorta ettiği anlaşıldığında bunun böyle olmadığını
görecektir.
İşte bundan dolayı zekat ve beytu'l maldan sağlanan diğer gelirlerin verilmesiyle sosyal güvence
farz kılınmıştır. İslamda ilmin farz olduğunu, güzel terbiyenin vacip olduğunu anlayabilen kişi,
islamın güzel yönlerini idrak edecektir. Hırsızın eli, bazı şartlar ve ölçüler yerine gelmediği taktirde
kesinlikle kesilmez. Bunlardan bir kısmı; mesela, suçun işlendiği yolundaki şüphelerin ortadan
kalkması. Şüpheli durumlarda hadler uygulanmaya konmaz. Açlık anında çalmak, ihtiyacını
gidermek kasdiyla çalmak, sahibinin olup olmadığı şüpheli olan bir malı çalmak veya buna benzer
durumlarda hadler uygulanmaz.
Hadler de af, hüküm uygulamaya geçmediği müddetçe mümkündür. Hırsız tevbe ederse, herne
kadar hükme bağlanmış olsa da haddi uygulamaktan vaz geçmek de mümkündür.
Hırsızlık yapan bir kişinin elinin kesilmesinde şiddet unsuru göze çarpsa da, toplumun güvenliği
için hırsızlığı caydırıcı bir yöntemdir.
Hükümlere kapsamlı bir gözle bakıldığında Allah'ın şeriatının kurtarıcı tek ilaç olduğunu ve adaletli
bir ceza olarak konduğunu kavramak mümkün olur.
"...Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak... Allah şüphesiz bağışlayandır, merhametlidir" 25
g) Bazı durumlarda fetva verenin, bir takım sorulara, ehemmiyetsiz oluşundan ötürü
cevaplamaması gerekir. Kur'an hakkında yöneltilen sorular gibi; Kur'an mahluk mudur değil midir?
Günümüzde bu tür soruların hiç bir değeri yoktur. Tekrardan gündeme getirmesi gereksizdir.
İçlerinde ehl-i sünnet imamlarının önde gelenlerinden Ahmet bin Hanbel'in de bulunduğu birçok
müslüman alimin, sırf bu meseleden dolayı çektikleri büyük eza ve sıkıntılı günler geride kaldı.
Tarihe karışmış meseleleri gündeme getirmenin hiç bir manası ve faydası yoktur. Bu tür meseleler
gündeme getirilerek ümmetin fikri gücü kırılmak istenir.
Aslında Kur'an'ın eşsiz icazı hakkında sorular yöneltilmesi daha yerinde olur. Böylece O'nun Allah
katından olduğu ve Hakim, Hamit olan tarafından indirildiği anlatılarak insanlarm Kur'an
hakkındaki şüpheleri de giderilmiş olur.
Ya da öğüt almak, hatırlamak ve ibret edinmek için Kur'an kıssaları da sorulabilir.
"Doğrusu bunda, kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır."(Kaf37)
Kur'amn hükümlerinden veya teşriiden de sorulabilir. Böylece Allah'ın kulları arasına yerleştirdiği
adaleti ve rahmeti görülebilir.
"...Yakinen bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim vardır." 26
"Rahman arşı istiva etmiştir" 27
gibi ayetlerde geçen Rahmanın arşı nasıl istiva ettiği gibi konularda veya "Rabbimiz her gece
iniyor..." gibi ayetlerin içeriklerini soranlar selef, eşari ve maturidi taraftarları arasında kızgın bir
savaş ortamı oluşturma niyetinde olan kimselerdir.
Her ne kadar ben selef metoduna inansam, selefin daha sağlam, daha ilmi ve daha muhkem
olduğunu savunsam da, cüzi meselelerle islamın cephesini içerden zayıflatmak istemiyorum.
Özellikle yahudi, hiristiyan, komünist, sömürgecilerden ve mür-tedlerden oluşan islam
düşmanlarıyla çatıştığımız şu günlerde...
Müslümanlar olarak islam düşmanlarına, bir çok meselelerde zıtlıklar çıkaranlara ve biz
müslümanlara karşı birlik oluşturanlara karşı tek bir saf halinde olmamız gerekir.
Bizi birbirimize düşürmek için ellerinden geleni yapan şer güçlere karşı mücadele meydanlarını
terk etmemizin ne dinde ne siyasette ve ne de akılda yeri vardır.
Müslümanlar arasındaki bütün iç çekişmelerin, anlaşmazlıkların bugün artık ortadan kalkması
gerekir. Şayet biz dinimize sarılırsak, dünyamızın maslahatını idrak edebilirsek ve kurşunla
kaynatılmış binalar gibi tek bir saf halinde bağlanabilirsek bu anlaşmazlıklar bitecektir.
Müslümanlar arasında her ne kadar görüş ayrılıkları bulunsa da birleştiğimiz ve anlaştığımız
noktalar daha çoktur. Seyyit Reşit Rıza 'Gaidetihi ez-Zehebiyye' adlı kitabında dediği gibi ittifak
ettiğimiz konularda yardımlaşmamız ve ihtilaf ettiğimiz konularda birbirimizi mazur görmemiz
gerekir.
İhtilaf, değişik yerlerde ilmi araştırmalara ve köklü çalışmalara engel olmaz. Fakat ihtilafi
konuların yeri radyo ve televizyon değildir. Radyo ve televizyon programlarında tüm insanlara bir
anda hitap edebilirsiniz. İhtilafi konular, eski alimlerin itibar ettikleri gibi ilmi metodlarla, konuşma
edebine riayet ederek, karşılıklı tartışma adabı içerisinde hazırlanmış uzman ve kapsamlı konuları
içeren kitapların yeridir.
Bazan sorulan konuyu tamamlayıcı nitelikte başka konulara da değinmek veya cevap verirken
benzer ve zıt konulan da genel hatlarıyla beraberinde anlatmak gerekiyor. Böylece soruyu
yönelten kişinin -sormamış olsa bile- sorma gereksinimi duyabileceği diğer konular da
kendiliğinden izaha kavuşmuş olacaktır.
Mesela, Şa'ban ayının onbeşinci gecesi kılman namazlar sorulduğunda, cevap verilirken
beraberinde konu Recep ayının başlarında kılınan "Regaip namazları"na gelir. Bir konu diğer bir
konuyla bağlantılı olarak anlatılır.
Bir başkası sabah namazının ilk sünnetini sorunca, bunun açıklaması diğer namazların
sünnetleriyle bağlantılı olarak verilir. Ardından vitre geçilir, onun hükmü açıklanır ve böyle uzayıp
gider.
Cum'a namazından önce kılman iki rek'athk namaz ve nasıl kılınacağı sorulunca; onun sünnet
olmadığı sadece tahiyyet-i mescit namazı olduğu açıklanır. Hatip minbere çıksa da camiye giren
kişi tahiyyet-i mescit namazı kılabilir. Buhari'de Suleyk el-Atfani kıssası anlatılınca tahiyyet-i
mescit namazına istidradi o-larak değinilmiştir. Buradan hareketle Cum'adan sonra kılınan sünnet
namazlarının hükmü de açıklanabilir. Buhari'de geçen sahih bir hadisle bu konu da netliğe
kavuşturulmuştur.
Belki bu konu bizi başka bir örneğe çekiyor. O da, Cum'a'nın sıhhatinin yerine gelmediği niyetiyle
kılınan zühr-i ahir namazını kılanları, bu işten sakındırmak.
Anlatılan mevzularla birlikte birbiri ardınca benzer ve zıt konuların da beraberinde anlatılmasını
gerektiriyor. Tabi ki fayda mülahaza edileceği düşüncesiyle de değinilmeden geçilmiyor. Bazı
alimler bir meseleyi anlatırken benzeri konulara girmeyi kusur olarak görüyorlar. İbn Kayyım şöyle
demektedir. Kim bir meseleyi anlatırken benzeri bir diğer konulara girmeyi kusur olarak görürse
bu onların kıt anlayışlarından ve dar görüşlülüklerinden kaynaklanıyor demektir.
Resulullah (s.a.v)'e deniz suyuyla abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda O şöyle cevap
vermiştir." Onun suyu temizleyicidir. Ondan çıkan ölü hayvanda helaldir."
Resulullah deniz suyunun temizleyici olduğunu söyleyerek kendisine sorulana cevap verdiği gibi
ardından da faydası dokunacak başka bir meseleye parmak basmıştır. O da insanlara nasihat
olsun ve onların bilgisinde bulunsun diye deniz ölüsünün helal olduğunu söylemesidir. 28

Önemli Bir Mülahaza

Senelerce televizyon ve radyoda fetva programlarına devam ederken Önemli bir takım
mülahazalar gözüme çarptı. Bu programlar sırasında değişik ülkelerden ve değişik kesimlerden
çok sayıda mektup almıştım. Gençlerden, yaşlılardan tutun da kadınlara, elit tabakasına ve avam
tabakasına kadar her kesimden... 29

Dinin Hayattaki Fonksiyonu.

Önemli bir mülahaza; Toplumumuzda din gerek yönlendirme gerekse insanlara te'siri bakımından
önemini devam ettirmektedir. Din kelimesinin etkisinde onun yerine kullanılabilecek başka hiç bir
kelime yoktur. O ne hayatta ikinci sıraya itilebilir ne de insan hayatından çıkarılabilir. Kısacası din,
hayatın çevresinde döndüğü asıl eksendir.
Hayatın her kademesinde ve değişik konularla alakalı olarak aldığım mektuplar da bunu
gösteriyor.
Akaid, gaybi konular, ibadet, muamelat, toplumsal ilişkiler, Şahsi konular, ailevi meseleler,
cemaatla kılınan namazlar ve islam devleti ya da mevcut düzenlerle olan ilişkileri kapsayan ve her
alanla alakalı sorular.
Soru yöneltenler tatminkar cevaplar istiyorlar. Bunu yaparken hedef ve amaçlarının, Rablerinin
rızasını kazanmak olduğunu söylüyorlar.
Şayet toplum dini kulak ardı etseydi ya da önem vermeseydi, gönderilen mektuplar bu derece çok
ve bu derece çeşitlilik arzet-mezdi. Üstüne üstlük telefonla ve şahsi görüşmelerle yöneltilen
sorular da cabası.
Tüm bunlar bir takım gerçeklere temas etmemizi gerektiriyor.
BİRİNCİSİ: Toplumu dinden uzaklaştırmaya ve koparmaya çalışan laik yönetimler, toplumu zorla
ve cebirle yönetmeye çahşıp,onları sevmedikleri ve hoşlanmadıkları şeylere zorlayarak kendilerine
bağlamaya çalışırlar.
Laiklik, onun inanç sistemiyle düzen statüsü arasındaki farkı anlamış olan bu topluma uygun bir
sistem değildir.
İKİNCİSİ: İslamın tatbikine, akidesine, şeriatına, ibadetine ve düzenine çağıran davetçiler,
insanlığın hidayet tarihinde rol oynayabilirler. Davetçilerin bu günlerine üzülmemeleri ve
yarınlarından da ümitsiz olmamaları gerekir. Toplum için düşündükleri şeyler gerçekleşmeyebilir.
Ama yine de onların yaşadıkları topraklar islam toprağı, toplumu oluşturan fertlerin mayası ise
iman mayasıdır. Bu mayanın üzerinde her ne kadar gaflet pası veya taklit tozu birikirse de biz
onları, islamın hükmüyle ve tazeliğiyle temizler ortaya çıkarırız. Toplumun yeniden saf ve berrak
bir yapıya kavuşmasını sağlarız.
Tabii ki bu anlattıklarımız son derece üstün bir gayret ve çalışma azmi ile cihat ister.
ÜÇÜNCÜSÜ: Samimi kimseler tarafından oluşturulan aşırı yönelişler, -ki bunlara kapılanların
çoğuda samimi gençlerdir Yani insanların düşünceleriyle ilgili yönelişlerini kastediyorum. Bunlar
geniş halk kitlelerini ya dinden çıkmış ve mürted olarak görüyorlar ya da kesinlikle dine bir daha
giremeyeceklerini düşünüyorlar ki bu düşünce kesinlikle hatalıdır. Çünkü onlar tarafından mürted
sayılan halk aslında Allah'a, Kur'an'a ve Pey-gamber'e inanıyor. Dinleri hakkında sorular
yöneltiyorlar. Helala yapışıp haramlardan kendilerini korumaya çalışıyorlar.
Cehalet, cahilleştirme ve kültürel savaşın neticesinde kendilerini kurtaranı ay arak akideleri, islami
anlayışları ve ahlaki ölçülen bir karmaşanın ağına takılmıştır. Bu onları dinden çıkarmaz ve ehl-i
kıbleden uzaklaştırmaz.
Kesinlikle böyle bir toplumda kendi nefsine zulm edenler olduğu gibi iyilikte yarış edenler ve orta
yolu takip etmeye çalışanlar da vardır. 30
Kadın Ve Din İkinci Mülahaza

Kısaca söylemek gerekirse kadın, dinine erkekten daha fazla önem verir. Öyle görünüyor ki,
Allah'ın kadınlara özel olarak verdiği rahmet duyguları onların erkeklerden daha fazla dine
yakınlaşmalarım sağlamıştır.
Evli ve bekar bayanların gönderdikleri mektupların erkeklerin-kinden sayıca fazla olmasına
şaşmamak gerek. Çünkü onlar dindar olmak için azami gayret sarfederlerken bir yandan da
ahirette verecekleri hesabın Korkusunu içlerinde erkeklerden daha fazla hissetmektedirler.
Batı medeniyeti, batı fikri ve sosyal yapısı, kadını evinde dejenere etmeye ve bu sayede onu şer'i
giyimini hiçe sayarak so-yundurmaya çalışmıştır. Ne var ki bunu başaramamış, kadının dini
duygularını ve islami akidesini yok edememiştir.
İslam için gayret sarfedenlerin ve islam davetçilerinin yeterli gayret, çalışma ve
yardımlaşmalarıyla bu kültürel savaşı kazanmaları kaçınılmazdır.
Kendini süsyerek ona-buna sergileyen kadınların bugün artık hatalarını anlayarak İslam'ın edebine
tutunduklarını görmekteyiz. Hem de içte ve dışta İslama karşı çalışan güçlerin yıkıcı gayretlerine
rağmen. Onlarcası hatta yüzlercesi dinine dönüyor ve ithal fikirlere ve kültürlere başkaldırıyorlar.
Aslında bunlar şaşılacak şeyler değildir. Çünkü içinde bulundukları asrın şer'i ölçülerden sapması
sebebiyle batılı kültür anlayışına göre açık giyinen genç ve evli bayanların çoğu artık namazı,
orucu, haccı, umreyi ve islamm diğer rükunlarını yerine getirme gayreti içindedirler.
Bunun manası şudur; insanların kalplerindeki din tohumlan henüz ölmemiş. İslama duydukları bir
parça saygı ve bağlılık on-lan olgunlaştırmakta ve kalplerini alevlendikmektedir. Sonra da islamm
güzelliğiyle süslenmekte ve kendilerini islamla bezemektedirler. Allah'ın izniyle bunun semeresini
görüyorlar. Hayatların-daki lanetli prangaları kırıp hürriyete kavuşmaktalar. 31

Din Alimi Ve Toplum:

Son mülahaza; Fetva verecek kişi, islami iyi anladığında ve topluma iyi anlatıp, istenileni
verdiğinde daha başarılı olacaktır. İnsanlara babalık ruhuyla, kardeşlik ve sevgi ruhuyla muamele
etmelidir. Yoksa onlara töhmet gözüyle yanaşması yakışık almaz.
Alimin karşısında bulunan topluluğun da ya onu baba yerine ya da kardeş yerine koymaları
gerekir. Alim huzursuzluk yaratanları yakalayan bir polis değildir. Ya da ceza uygulayacak bir kişi
olarak da görülemez. Aksine alim toplumun her ferdini koruyan bir hamidir. Her ne kadar bazan
aleyhde bazan da leyhde kararlar versede.
Alimin soru soran kişiye doktor gibi yaklaşması gerekir. İnsanların alimlere güvenleri olmalı. Ona
dertlerini açtıklarında rahatlamalılar. Kalplerinde ona yer vermeliler.
Allah'a hamd olsun, bu ruh benimle radyo ve televizyon izleyicilerim arasında bağlantı cevheri
olmuştur.
Kalbimi, kulaklarımı, evimi ve kütüphanemi onlara açtım. Bütün gücümle onların problemlerini
dinliyorum. Hem de vaktimin tamamiyle dolu olmasma rağmen.
Öyle sanıyorum ki, bazı kimseler kalplerinde ve duygularında bulunanları anlatmak istiyorlar.
Taşıdıkları ağır yükten kendilerini rahatlatmak ümidindeler. Ben onlara bu fırsatı veriyorum.
Gerek kadınlardan olsun gerekse erkeklerden olsun bana gönderilen mektuplarda, açılan
telefonlarda ve yapılan ziyaretlerde önemli şahsi sırlarını açmaktadırlar.
îşte bu hiç bir maddi karşılıkla ölçülemeyecek değerdeki güvendir. Aynı zamanda karşılığı sadece
teşekkürle verilebilen bir nimettir. 32

1. BÖLÜM KUR'AN-I KERİM HAKKINDA-KUR'AN'IN TAVSİYELERİ

Soru

Isra suresinin şu ayetlerini açıklamanızı sizden rica ediyorum.


"Bilmediğin bir şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu
olur. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ne de boyca dağlara
ulaşabilirsin." 33
Cevâp

Bu iki ayet Allah Teala'nın isra suresinde kullarına yaptığı hikmetli tav siy derindendir.
"Bilmediğin bir şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu
olur. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ne de boyca dağlara
ulaşabilirsin."
Birinci ayette Kur'an-ı Kerim, müslümandaki akli ve ameli sıfatları eğitmeye çalışıyor. İki tür akıl
vardır.
1- Yalancı (Hurafi) akıl; o, şüphelerin, zanların ve varsayımların peşine takılır. Her söyleneni dinler
her bağırıp çağırana boyun eğer. Bu aklı İslam reddeder.
2- Diğer akıl o, delillere göre hareket eder, akli konularda mantıklı davranır, tecrübelerin ve
gözlemlerin arkasından yürür, Allah'ın kendisine verdiği; kulak, göz ve kalp organlarını kullanır. İşte
bu aklı, islam onaylar ve kabul eder. Çünkü bu üç unsur marifete götüren vasıtalardır. Allah Teala
da şöyle buyurmaktadır.
"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size
kulak, göz ve kalp vermiştir" 34
Bu nedenle insanın işitme organını kullanması gerekir. Çünkü onun sayesinde rivayetler yoluyla
insanlardan gelen bilgileri edinebilir.
Görme organını da kullanması gerekir. Çünkü onun sayesinde tecrübe ve mülahaza (gözlem)lar
elde edilir. Kainatın ilim sarayı tecrübelerin ve gözlemlerin üzerine kurulmuştur.
İnsanın kalp yani akıl organını kullanması gerekir. Çünkü onunla olayların gidişatlarından neticeler
çıkarabilir.
Bu organlar, insanın dünyevi ve şer'i işlerini, Allah'ın mahrukatım, emir ve nehiylerini
gözetleyebileceği pencereler gibidirler.
Öyleyse onları dumura uğratmak, çalışmaz hale getirmek, zanların, varsayımların ve şüphelerin
peşine sürüklemek doğru olmaz. Bu konuyla alakalı olarak bir çok ayetler bulunmaktadır.
"Dinlemez misiniz?" "Görmez misiniz?" ya da "Ak-letmez misiniz?"
Mü'min bir kişiyle kafir arasındaki fark nedir?" diye soracak olursak; kafir, kendine bağışlanan
hidayet ve marifet organlarını dumura uğratır. Neticede bu organlar asıl vazifelerini yerine
getiremezler.
"Onların kalpleri vardır onunla anlayamazlar. Gözleri vardır onunla göremezler. Kulakları vardır
onunla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta onlardan daha aşağıdırlar. İşte onlar gafillerin
ta kendileridir." 35
Ayet insanı işitme, görme ve anlama (akıl) organlarım ihmal etmemesi için uyarıyor. İnsana hitap
ederek şöyle buyuruyor.
"Bilmediğin bir şeyin ardına düşme"
Yani emin olmadığın bir şeyin peşine düşme. Zanların, varsayımların ve yalanların ardına takılma.
Kulağım, gözünü ve kalbini (aklını) kullan..
Çünkü Allah Teala bu organlardan seni mes'ul tutacaktır.
"Doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur" 36
Birinci ayetin manası kısaca budur. İkinci ayetin manasına gelecek olursak.
"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme çünkü sen ne yeryüzünü delebilir ne de boyca dağlara
ulaşabilirsin." 37
"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme."
Gururla, kibirle ve büyüklenerek, tuhaf tuhaf yürüme. Bu mü'min bir insana yakışmaz. Rahmanın
kulu böyle yürümez. Allah Teala Rahmanın kulunu ayette şöyle vasıflandırmıştır.
"Rahmanın kulları yeryüzünde mütevazı yürürler" 38
Niçin gururlu yüyürsün?
Yeryüzünü delmen mümkün mü?
Ayaklarım ne kadar yere vursan da bu mümkün değildir.
Boynunu ne kadar uzatsan da boyca dağlara uzanman imkansızdır.
Öyleyse tevazu ve vakur bir edayla yürü, yumuşak ve sakin yürü.
Yeryüzünde tevazuyla yürü
Yeraltında niceleri senden daha üstündüler
M akan, mevki ve izzet sahibi olsan da
Niceleri gitti senden daha izzetli... (Şiir)
İnsandan istenen yeryüzünde tevazuyla yürümesidir. İster yaya yürüsün ister başka bir şekilde.
Bazı insanlar arabalarına bindiklerinde yeryüzünü kendi hakimiyetlerine alacaklarmış gibi bir hava
içerisine girerler. Çünkü onlar gösterişli ve lüks arabalarına bindiklerinde ne geçiş üstünlüğüne ne
de trafik kurallarına riayet ederler. Sanki yolda karşılaştıkları herşeyi kırıp geçirecekmişcesine,
sanki kanatsız kuşlar gibi uçacakmışcasına.
Bunları yapanlar yeryüzünde kibirli yürüyenlerdir. Tevazuyla yürümesini beceremezler. Yollarda
meydana gelen trafik kazalarının çoğunluğu da ne yazık ki yeryüzünde büyüklenerek yürüyen
dikkatsiz sürücüler tarafından yapılmaktadır.
Kur'an'ın edebiyle bezenen bir müslüman, yol adabına riayet eder. Yeryüzünde yürürken tevazuyu
elden bırakmaz. Gururlanarak, kibirlenerek yürümez. Çünkü Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır." Kim kendi kendine büyüklenir ve kibirle yürürse Allah'ı ona kızmış olarak
karşısında bulur." (Ahmet b. Hanbel, Buhari, Heysemi, Münziri)
Bu ayet de Lokman (a.s)'ın oğluna yaptığı vasiyetler meya-mnda gelmiştir.
"İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yüreme; Allah, kendini beğenip
övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez" 39

Güneşin Dönmesi

Soru

Bir çok bilim adamı yeryüzünün döndüğünü, güneşin ise sabit olarak kaldığını savunmaktadır.
Oysa Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Allah'ın geceyi gündüze ve gündüzü geceye kattığını, herbiri bir süreye kadar hareket edecek olan
güneşi ve ay'ı buyruk altında tuttuğunu; Allah'ın yaptıklarınızdan haberdar olduğunu bilmez
misiniz" 40
Bu nasıl olabilir? Bilim adamlarının görü- süyle Kur'an'ın görüşü arasında nasıl bir uyum
sağlayabiliriz? 41

Cevap

Günümüzde ve daha önceki asırlarda yaşayan bazı bilim adamları şunu savunuyorlardı; Yerküresi
hareket halinde güneş ise sabittir. Tabiki güneşin sabit durması fikri Kur'an'nın zahiri manasına
ters düşer.
"Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu, güçlü ve alim olan Allah'ın kanunudur" 42
"Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ay'ı yaratan O'dur. Herbiri yörüngede yürür." 43
Güneşin hareket ve dolaşması gibi diğer gezegenlerin hareket ve dolaşması da Kur'an-ı Kerim'de
bahsedilmiştir. Ancak eski astronomi derslerinde okutulan bu teorilerin hatalı olduğu anlaşıldı.
Şimdi güneşin döndüğünü kabullenen başka bir teori ortaya atıldı. Teorisyenler yerkürenin
döndüğü gibi güneşin de göndüğünü yalnız güneşin kendi ekseni etrafında döndüğünü
söylüyorlar. Böylece eski astronomi uzmanlarının dediği gibi sabit olmadığı da ortaya çıkmış oldu.
Kur'an-ı Kerimle ilmi teoriler arasında herhangi bir zıtlık göremiyoruz. Bazıları yerkürenin hareket
halinde olduğunu soy -lemenin Kur'an'la uyuşmadığını düşünüyorlar. Kur'an dağlardan
bahsederken, onların sallanmaması için yeryüzüne bir çivi gibi çakıldığını anlatmaktadır. Buradan
hareketle şunu söylüyorlar: "Hareket, sarsıntı yapar." Aslında bu doğru bir görüş değildir. Çünkü
sarsıntı ayrı bir şey hareket ayrı bir şeydir. Birbirleriyle herhangi bir bağlantıları yoktur.
Allah Teala yeryüzüne dağları çakmıştır. Böylece ne sarsıntı ne de bir oynama meydana gelir.
Dengesini bu dağlar sayesinde sağlar. Bu, içinde yük bulunmayan ve denizde seyr halindeki bir
geminin durumuna benzer. Dalgalar boş gemiyle adeta oynarlar. Onu bir sağa bir sola sallarlar.
Gemiye ağır şeyler yüklendiğinde ise herhangi bir sarsıntının olmadığı görülecektir. Hareket
halinde olduğu halde dengesini koruyacaktır. Sarsılmaması için gemiye ağır şeyler koymak
gerektiğini söylemek, hareket halinde olduğu halde gemiyi sabit kılar demek değildir.
Allah Teala da yeryüzüne sarsılmaması için dağlar dikmiştir.
Dolayısıyla dağların varlığı yerkürenin hareketine engel teşkil etmez. Kainatın tümüyle hareket
ettiği ve belli bir eksende döndüğü bilinen bir gerçektir. İlmin tesbit ettikleri Kur'an'la kesinlikle
çelişmemektedir. 44

Gökyüzü

Soru

Bilim adamları gökyüzünün, en son mavi renginin oluştuğu, bir takım renklerin neticesinde
meydana geldiğini savunmaktadırlar. Biz de şimdi bu mavi rengi seyrediyoruz. Allah Teala ise
Kur'an'da şöyle buyuruyor.
"Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine bakmazlar mı?" 45
Bunun yorumunu yapar mısınız? 46

Cevap

Gerçekte soruyu yönelten kardeşin delil olarak getirdiği ayet, bilim adamlarının gökyüzü
renklerinin tahliline dair söyledikleriyle çelişmemektedir. Ne bu ayette ne de başka bir ayette bilim
adamlarının bu konudaki görüşlerine zıt düşecek bir şey vardır. Müslüman olarak bizlerin, tecrübe
ve gözlemlere dayalı ilme saygı göstermemiz gerekir. Çünkü bu konular, ilmin alanıdır. İslam,
bilmin söylediklerini onaylar. Hatta bizleri ilme çağırıp onunla yarışmamızı emreder. Ne yazık ki
batının, ilminden önce yaşantı modelini almışız. Oysa ilmin vatanı olmaz, cinsiyeti ve dini olmaz.
Tecrübelere dayalı ilim nerede bulunursa alınır. Onu müslüman da ayakta tutabilir kafir de. Çünkü
tecrübelere ve gözlemlere dayanır. Doğru gözlemlerin ve gerçek tecrübelerin tesbit ettiklerine
bizlerin de inanması gerekir. Işığın analizi, gökyüzünün renkleri, ışığın kırılması, tecrübelerin ve
gözlemlerin ortaya koyduğu ilmi veriler hakkında bilim adamlarının bir görüşü varsa bizim onlara
saygı göstermemiz gerekir. Dinimizin ilmi realitelerle çeliştiğini düşünemeyiz. Aksine dinimiz, bir
çok konuda bugünkü ilmin bulunduğu noktalan katbe kat geçmiştir. Birçok ilmi gerçekleri
göstermiş, bunlar sayesinde asrımızın ilim adamlarının getirdikleri ilmi verileri geride bırakmıştır.
Bunların tafsilatına inmek için kitabımız müsait değil. Her müslümanın, ne bir ayette ne de bir
islami hükümde gerçek tecrübelere dayalı olarak getirilen ilmi realitelere aykırı ve zıt düşebilecek
herhangi bir ayetin olmadığına gönülden inanması gerekir. 47

Yağmur

Soru

Bilim adamları yağmurun deniz buharından kaynaklandığını savunurlar. Kur'an ise şöyle der:
"Biz gökten pak, temizleyici su indirdik" 48 Burada bir çelişki yok mu ? 49

Cevap;

Hayır, herhangi bir çelişki söz konusu değil. Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:
"Allah gökten su indirdi." 50
"Biz gökten pak, temizleyici su indirdik."
Yağmur gökten iner. Gerek şimdiki gerekse önceki müfessirlerin görüşleri de bu minvaldedir.
Müfessirler 'Gökyüzü(sema)'nü, üst taraf olarak izah etmişlerdir. 'Sema' kelimesi sadece yüksek
gök manasına gelmez. Sema kelimesi Arapçada "Kişinin başının hemen üstünden başlayan
boşluk" manasına gelmektedir. Bazan tavan ve gölgeliklere de gök denildiği vakidir. Şu ayette
'sema' kelimesi tavan manasına kullanılmıştır.
"Allah'ın peygambere dünya ve ahirette yardım etmeyeceğini sanan kimse, tavana (semaya)
bağladığı bir ipe kendini asıp, sonra da kessin bir düşünsün bakalım, bu hilesi kendisini
öfkelendiren şeye engel olabilir mi?" 51
Ayette geçen 'Sema' kelimesi tavan manasına kullanılmıştır. Allahu Teala'nın "Semadan" yani
yükseklerden indiririz ifadesine gelince; bu doğrudur. Yağmurun gökten inmesi çok açık bir
gerçek. Allah Teala yağmurla yüklü bulutları belli bir yere kadar sürükler sonra da bulutları yağmur
olarak yeryüzüne indirir. Deniz suları tekrar buharlaşarak gökyüzüne kalkar ve yağmur olarak
yeryüzüne iner. Soruyu yönelten kardeşimiz, yerkürenin dörtte üçünün sularla kaplı olduğunu
biliyordur sanırım. Okyanuslarla ve denizlerle kaplı bu kısımlar güneş ışınlarının sıcaklığıyla
buharlaşırlar. Buhar bizim gözümüzle görebilceğimiz bir şeydir. Onu ateşin üzerinde kaynamakta
olan bir kazanda görebileceğimiz gibi deniz suyunun buharlaşmasında da görebiliriz. Buharlaşma,
hissettiğimiz rutubetin izleridir. Bütün bunlar, güneş ışınlarının etkisi ile yükselen buharın
neticesidir. Su dolu bulutlar acaba nereye gidiyorlar? Buharlar soğuk hava kütlelerine varıncaya
kadar yükselirler ya da dağların eteklerine çekilirler. Soğuk hava tabakasıyla karşılaştıklarında su
olarak tekrar yeryüzüne inerler. Allah Teala bu suları yer altı kaynaklarına akıtır daha sonra da
buralardan nehirler ve göller olarak dışarıya çıkarır. Yağmurun aslı yerküredir. Yeryüzünde akan
nehirlerin ve kaynak olarak çıkan suların aslı ise yerkürenin altıdır. Allah Teala yeryüzünü yaratınca
onun için gerekli olan su kaynaklarını da yaratmıştır. Bu gerçek, 'Naziat' suresinde açıkça
bildirilmiştir. Allah Teala şöyle buyuruyor.
"Ardından yeryüzünü düzenlemiştir. Suyunu ondan çı- karmış ve otlak yer meydana gelmiştir." 52
Su gökyüzünden indirildiği halde nasıl olurda yeyüzünden çıkarıldığını söyleyebilir dersen çünkü
suyun aslı yerden çıkmaktadır derim.
En eski devirlerden beri Araplar ve müslümanlar da bunu böyle biliyorlardı. Şair de bulutu
anlatırken şunları söylüyor.
Deniz sularıyla kaydılar
Sonra yükseldiler vınlayarak,
Ta kî her yer yeşilliğe bürününceye dek.
Bir başka şair de yağmura övgüyle şunları söylemekte. Deniz gibidir, bulutlar onu yağdırır,
Denizden ayrı şey değil
Çünkü denizin kendisindendir.
Onlar bunu anlamış ve söylemişlerdi. Doğruluğunu da iyi bir şekilde araştırmışlardı. Peki
seleflerimiz inkar etmediği halde ilim ve aydınlık çağı olarak bilinen günümüzde, biz bu gerçeği
nasıl inkar edebiliriz?
Allah Teala'nın üstün ve semavi niteliklerle yarattığı şeyler için, yaratmak manasına gelecek
şekilde "Allah onu indirdi" ifadesini de kullanabiliriz. Kur'an-ı Kerim de aynı şeyleri söylemektedir
"Sizin için davarlardan sekiz çift indirdi" 53
Burada geçen 'İndirme' yaratmanın karşılığı olarak kullanılmıştır. Yoksa hiç gökten davar indirilir
mi?
"Bir de demiri indirdik. Onda hem çetin bir sertlik ve hem de insanlar için menfaatler vardır" 54
Allah Teaİa demiri gökten mi indirdi yoksa, onu yerin derinliklerinden mi çıkarıyor? Buradaki
indirmekten kasıt Allah Teala'nın yaratmasıdır. Hem de ulvi ve semavi bir şekille. İşte kasdedilen
mana budur.
Soruyu yönelten kardeş, bu konuda, kesinlikle ilimle din arasında herhangi bir çelişki ve zıtlık
olmadığına kalben inanmalıdır. Maalesef din ilmine mensup olan bazı kimseler bu gerçeği inkar
ederek şöyle demektedirler; su bulutlardan gelmiyor. Bulutlar sadece süzgeç görevini yapıyorlar.
Aslında su gökyüzünden iniyor.
Tabii ki onların bu görüşleri doğru değildir. Bilimle çelişen iddialarda bulunmaları yanlıştır. Aynı
zamanda 'Bilimle Kur'an arasında çelişki vardır' demek de doğru olmaz. Biraz önce de
açıkladığımız gibi Kur'an-ı Kerim gayet açık ifade etmiştir.
"Suyunu ve otlağını ondan (yerden) çıkarmıştır." 55

Cehennem Nerede

Soru

Allah Teala şöyle buyurmaktadır.


"Rabbinizin mağfiretine, ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış, eni gökler ve yer
kadar olan cennete koşun."
Cennetin eni, gökler ve yer kadar ise cehennem nerede? 56

Cevap
Gerçekte, bir parçasında yaşadığımız bu kainat, aslında yerküre ve gökyüzünden ibaret değildir.
Şuana kadar gökyüzünün ne kadar bir alana sahip olduğunu öğrenebilmiş değiliz. Bildiğimiz
göklerinde üstünde Allah'ın, akıllarımızın eremediği ve bilgimizin ulaşamadığı alanlarda mülkü
vardır. Bundan dolayı müslümanlar, Peygamber (s.a.v)'in öğrettiği gibi ruku'dan kalktıktan sonra
şöyle derler. "Rabbimiz! yer ve gök dolusu kadar ondan sonra da dilediğin şey doluşunca hamdler
Sana olsun." (Bu duayı Müslim, Ebu Sa'd ve İbn Evfanın hadisinden rivayet etmiştir) Çağdaş ilmin,
gökler hakkında anlattıkları şeylerin bir kısmı bunlardır. Bizlerle uzaktaki bazı yıldızların
aralarındaki mesafe, milyonlarca ışık yılıyla ölçülebilmektedir. Bir milyon ya da bin milyon ışık
yıllarıyla ölçülebilen meçhul uzaklıklar bugün artık bilinir olmuş. Cennetin eni gök ve yerküresi
kadar derken bu cehennem için hiç bir yerin kalmadığı anlamına gelmez. Aksine geniş ve uçsuz
bucaksız Allah'ın mülkünde cennet için de başka şeyler için de yer vardır. Bu tür sorular klasik ve
sık sık tekrarlana gelen sorulardır. Sahabeye de sorulduğu gibi onlardan önce de Ehl-i Ki-tap'tan
bazıları Peygamber (s.a.v)'e sordular; cehennem nerede? Peygamber (s.a.v) de şu cevabı
vermişti; gece geldiğinde gündüz nereye gider? Bezzar'ın merfu olarak Ebu Hureyre'den rivayet
ettiği bir hadisde şöyle geçiyor "Adamın biri Peygamber (s.a.v)'e yukarıdaki soruyu yöneltince
Peygember (s.a.v) de şu cevabı verir, "gece her yeri kapladığında gündüz nereye gider?" Adam
şöyle der; gece Allah'ın dilediği yere gider. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) şu cevabı verir;
öyleyse cehennem de Allah Azze ve Celle'nin dilediği yerdedir. "İbni Kesir tefsirinde bu hadisle a-
lakalı olarak şöyle geçiyor; Hadis iki manaya gelmektedir. Birincisi; buradan anlaşılıyor ki, gündüz
geldiğinde bizim geceyi görmememiz herne kadar bilmesek de gecenin herhangi bir yerde
olmamasını gerektirmez. Aynı şekilde cehennem de Allah'ın dilediği yerdedir. En doğru olan da
budur.
İkincisi; şayet gündüz dünyanın bu yüzünü kapatıyorsa gece de diğer yüzündedir. Demek ki
cennet, yerkürenin altından gökyüzünün fevkine doğru uzanan alay-ı illiyinde ise cehennem de
esfel-i safilindedir. Cennetin genişliğinin gökyüzü ile yerküre kadar olması cehennemin varlığıyla
bir çelişki oluşturmamaktadır. Ama en doğrusunu Allah Teala bilir. 57

Kasaba Halkı

Soru

Şu ayeti izah etmenizi rica ediyorum.


"Yok ettiğimiz kasaba halkının, tekrar (hayata) dönmeleri imkansızdır." 58
Bu kasaba halkı kimlerdir? Niçin helak edildiler? Yaşadıkları yer neresidir? 59

Cevap

Ayette bahsi geçen kasaba ile belli bir kasaba kasdedilmiyor. Kasdedilen herhangi bir kasabadır.
Ayet, Allah Teala'nm helak ettiği kasaba halkının hesabı dürüldükten sonra tekrar dünyaya
dönmelerinin imkansızlığını vurguluyor. Bunun bir manası da şudur; dünyada çekilen azaplar
insanı ahirette çekilecek azaptan kesinlikle kurtaramaz.
"Rablerinin ve O'nun peygamberlerinin buyruğundan çıkan nice kasabalar halkını Biz, çetin bir
azaba çekmiş, onları, görülmedik bir azaba uğratmışızdır. Onlar, işlerinin karşılığını tattılar;
işlerinin sonu hüsran oldu. Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Ey İnanmış olan akıl sahipleri!
Allah'tan sakının; Allah size Kur'an'ı indirmiştir." 60
Dünyada azabın çekilmesi ahiret hesabından kurtarmaz. Allah Teala'nın önceki toplumlardan
bahsetmesinden sonra geri dönüşün kesinlikle mümkün olamayacağım belirtmesinin sırrı budur.
"Allah'ın azabı ile helak olan bir topluluk artık ikinci defa yeni bir hayat süremez" ve bunlar hesab
vermek, yaptıklarının karşılığını görmek için kesinlikle Allah'a döndürüleceklerdir. 61
Soruyu yönelten arkadaşında dediği gibi bu kasaba belli bilinen bir kasaba değildir. 62

"Ey Harun'un Kız Kardeşi!"

Soru
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"...Ey Harun'nun kız kardeşi! Baban kötü bir kimse değildi, annen de iffetsiz değildi..." 63 Ayette
geçen Harun kimdir? Bu Harun Musa (a.s)'mn kardeşi Harun mu? Şayet öyleyse bu mümkün
olabilir mi? Çünkü aralarında yüzlerce sene var. Yoksa başka bir Harun'dan mı bahsediliyor? 64

Cevap;

Ayette geçen Harun'la Hz. Musa'nın kardeşi kasdedilebilir. Çünkü buradaki kardeşlik gerçek kan
bağına dayanan bir kardeşlik değildir. Hz. Musa'nın kardeşi Harun'la Hz. Meryem arasında
yüzlerce sene var. Bu kardeşlik sadece mecazi manada bir kardeşliktir. Şöyle ki; Hz. Meryem
Harun'un kız kardeşidir. Çünkü ikisi de aynı nesilden ve aynı zürriyettendir. Mesela buna benzer
olarak Temimiler de aynı ifadeleri kullanırlardı; Ey Temimin kardeşi! Kureyşliler için de; "Ey
Kureyşin kardeşi!" denirdi. Ayetteki "Ey Harun'un kız kardeşi!" demekten maksat; Ey bu salih
Peygamber (Harun)'in neslinden olan kadın! bunu nasıl yaparsın? Hatta Hz. Meryem, mabede
hizmet etmekle görevli Hz. Harun'un neslinden ve zürriyetinden olmasa da ma'betteki
hizmetlerinden ve kendini orada ibadet etmeye adadığından dolayı Hz. Harun'a nisbet edilmesi
mümkündür. O zaman da "Ey Harun'un kız kardeşi!" ifadesi; "Ey Allah'a itaatiyle, ibadetleriyle ve
takvasıyla Harun'a benzeyen kadın!" manasına gelir.
Ayette geçen 'Harun' Hz. Meryem devrinde yaşayan salih bir kimse de olabilir. Dolayısıyla Hz.
Meryem kendisine bu adamı örnek olarak almış, züht, takva ve ibadette ona benzemeye çalıştığı
için bu ifade kullanılmış olabilir. Bundan dolayı ona nisbet edilerek şöyle denildi; Ey şu salih adamı
örnek alıp ona benzemeye çalışan kadın! Baban kötü bir kimse değildi, annen de iffetsiz değildi,
öyleyse bu çocuk sana nereden geldi?
Ahmet b. Hanbel, Müslim, Tirmizi, Nesai ve diğer hadis alimleri Muğire b. Şu'be'nin şöyle
söylediğini rivayet ederler. Allah Resulü (s.a.v) beni, Necranlılara gönderdi. Onlar o zaman hiris-
tiyandılar. Bana itirazda bulunarak dediler ki; Kur'an'da Ha-run'nun kızkardeşi ifadesi geçiyor.
Musa, İsa'dan yüzyıllar önce yaşadı. Harun'nun Meryem'le kardeş olması nasıl mümkün olabilir?
Ben de dönünce meseleyi Hz. Peygamber (s.a.v)'e açtım. O (s.a.v) şöyle buyurdular; onlara daha
önce yaşayan kavimlerin salih insanların ve peygamberlerin isimlerini çocuklarına isim o-larak
verdiklerini söyleseydin ya! diye buyurdular. Peygamber (s.a.v)'in yaptığı bu açıklamadan, ayette
bahsedilen Harun'un Necran halkının anladığı Hz. Musa'm kardeşi olmadığı anlaşılıyor. Ayetteki
Harun ile Hz. Meryem zamanında yaşamış Harun kasdedilmemektedir. Demek ki, Hz. Meryem'in
kavmi kendilerinden önce yaşamış salih kimselerin ve peygamberlerin adlarını alarak
kullanıyorlardı. 65

Hükümdarlar Bir Şehre Girdiklerinde Orasını Bozarlar

Soru

Sizden şu ayetin izahını yapmanızı rica ediyorum. "


...Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar, onurlu kimselerim aşağılık
yaparlar. İste böyle yaparlar." 66

Cevap

Bazı kimseler bu ayeti yanlış anlamaktalar. Yani, hangi hükümdar olursa olsun bir memlekete,
hatta kendi memleketi olsa dahi girdiğinde orasını bozacağını ve onurlu kimselerini aşağılık
yapacağım düşünürler. İşte bu hatadır. Çünkü ayette kasdedilen mana bu değildir.
Yukarıdaki ayet, Sebe Melikesi Belkısla alakalıdır. Bu bahis bilindiği gibi Nemi suresinde geçiyor.
Hudhud gelip de Hz. Süleyman'a Belkıs ve kavminin durumundan
"Ora halkına hükmeden, herşeyden kendisine bolca verüen ve büyük bir tahta sahip olan bir kadın
buldum. " 67 diye haber verince Hz. Süleyman Belkıs'a;
"Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla teslim olarak gelin" 68 ifadeleriyle başlayan bir mektup
gönderir. Sebe melikesi Belkıs halkının ileri gelenlerini toplayıp onlarla istişarede bulunur ve
onlara şöyle söyler:
"Siz benim yanımda bulunmadıkça, bir iş hakkında kesin bir hüküm vermem." 69
Onlar da cevaben ; slâlı
"Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, e-mir senindir, sen emretmene bak, dediler. O da:
"Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar, onurlu kimseleri aşağılık
yaparlar. İşte böyle yaparlar." 70
Bu cümleleri Kur'an, sebe melikesinin ağzından anlatıyor. Belkıs, kavmine yabancı ve zorba
fatihlerin girdikleri herhangi bir ülkeyi ne hale getireceklerini anlatır. Galip gelen hükümdarlar
girdikleri memleketi perişan ederler. İleri gelen halkını da ayaklar altına alıp zelil duruma
düşürürler.
Gerçekte bu anlatılanlar, sömürgecilerin her ülkede yaptıklarının bir özetidir: Girdikleri ülkeyi
bozmak, halkını zelil bir hale getirmek vb. Sömürgeciler devamlı olarak aynı politikaları uygularlar.
Ayetin manası "Hangi hükümdar olursa olsun, girdiği memleketi perişan eder" değildir. Belkısm
kendisi de hükümdardı. Ayet-i Kerime'deki hükümdardan maksat dünyalık bir kazanç uğruna bir
yere girip de orasını perişan eden hükümdarlardır.
Hükümdar şerri de yayabilir, hayrı da. Hükümdarlık iyi ve selim insanların elinde olursa, hayır ve
ıslah vasıtası olur. Yok eğer şer ve zorba güçlerin elinde ise o zaman da kötülük ve fesat vasıtası
olarak kullanılır. Kur'an salih hükümdarlardan bahsettiği gibi zorba ve zalim hükümdarlardan da
bahsetmiştir.
Mesela; 'Talut'
" Peygamberleri onlara; Allah şüphesiz, Talut'u hükümdar olarak gönderdi, dedi. Biz hükümdarlığa
ondan layık iken ve ona malca da bir bolluk verilmemişken bize hükümdar olmağa o nasıl layık
olabilir? dediler. Doğrusu Allah size onu seçti, ilimde ve vücutça gücünü artırdı, dedi. Allah
hükümdarlığı dilediğine verir. Allah herşeyi kaplar ve bilir." 71
'Hz. Davut'
"Onları Allah'ın izniyle bozguna uğrattılar; Davut Calut'u öldürdü. Allah Davut'a hükümranlık ve
hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti." 72
'Hz. Süleyman' dua ederken Allah'a şöyle yalvarıyordu. "Süleyman; Rabbim! Beni bağışla, bana
benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver."
'Hz. Yusuf
"Rabbim! Bana hükümranlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin." 73
'Zülkarneyn'
"Doğrusu biz onu yeryüzüne yerleştirmiş ve her şeyin yolunu ona öğretmiştik" 74
Doğu ve batı yakasını fetheden bu hükümdardır. Bir de set yapımına girişti.
"Dedi ki: "Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet daha hayırlıdır. Siz bana, sadece kuvvet
yönünden destek olun da, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım." 75
Şeddin yapımını tamamladığında da şöyle dedi:
"Zülkarneyn; işte bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin ta'yin ettiği zaman gelince o, bunu yerle bir
e-der." 76
Bazan hükümdar veya devlet başkanı salih bir kişi olabilir. Bir hadise göre salih bir devlet başkanı
insanların en faziletlisi sayılır. "Adil bir imamın (devlet başkanı) bir günlük görevi altmış senelik
ibadetinden hayırlıdır." (Taberani sahih senetle İbni Abbas'- tan rivayet etmi§tir) Çünkü adil bir
imam, hükümdar veya devlet başkanı maslahata uygun hükümler verir, sıkıntıları giderir ve zulme
engel olur. Bu işlerin sevabı altmış senede elde edilmez.
Bunlara karşılık olarak Kur'an'da zalim hükümdarların bahsi de geçmektedir. 'Nemrut' gibi.
"Allah kendisine hükümranlık verdi diye ibrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi?
ibrahim; Rabbim dirilten ve öldürendir, demişti. Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi. İbrahim;
şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene, dedi. İnkar e-den apışıp kaldı.
Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez." 77
Haddi aşan Firavun'dan bahsedilir Kur'an'da:
"Sizin en yüce rabbiniz benim dedi. " (Naziat.24)
"Fravun; Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum..." (Kasas 38)
Onun bu kadar azgınlığa sapmasının sebebi elindeki saltanattan, ve hükümranlıktan
kaynaklanıyordu.
"Fir'avn milletine şöyle seslendi; Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve şu sarayımın altından akan
nehir benim değil mi? Görmüyor musunuz?" (ZuhrufSl)
Fır'avn misali Allah Teala'nın Kehf suresinde bahsettiği hükümdar da insanların mallarını haksız
yere gasbediyordu.
"Peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı." 78
İşte bu hükümdarların hepsi Kur'an'da yerilmişlerdir.
Haddi zatında hükümdarlık ve hükümranlık kötü bir şey değildir. Salih bir kişinin elinde bulunursa
hak yolda kullanılabilir. Peygamber (s.a.v) de mal hakkında şöyle buyurmaktadır" Temiz bir mal
salih bir kimse için ne güzeldir." (Ahmet b. Hanbel) Aynı şekilde biz de diyebiliriz ki; güzel bir
hükümranlık salih bir kimse için ne kadar da güzeldir.
Hükümranlık şer güçlerin elinde bulunduğu sürece şer olur. Çünkü onlar bu nimeti şer ve
bozgunculuk amacı uğruna kullanacaklardır.
Böylece sualde geçen ayetin manası da güzel bir şekilde açıklanmış oldu sanırım. Yine en
doğrusunu Allah Teala bilir. 79

Zülkarneyn Kıssasında Geçen Karabalçık

Soru

Allah Teala Zülkarney'ni anlatırken şunları söylüyor


"Sonunda güneşin battığı yere ulaşınca onu, karabalçıklı bir suda batıyor gördü. Orada bir millete
rastladı. Zülkarneyn! onlara azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin, dedik
Güneşin battığı yerde beliren bu kara çamur neyin nesidir ? Zulkarneyn'in karşılaştığı millet
kimdir? 80

Cevap

Kur'an-ı Kerim'in Kehf Suresi'nde Zülkarneyn kıssası geçmektedir. Kur'an-ı Kerim Zülkarneyn'in kim
olduğundan bahsetmiyor. Daha doğrusu onun hakkındaki kıssanın tafsilatına girmemiş; doğu ve
batıdan nereleri fethetti? Gittiği kavimler kimlerdi? Bunlar hakkında herhangi bir açıklayıcı
malumat bulunmamaktadır. Herhalde Allah Teala'nın en güzelini bildiği hikmetler olsa gerek.
İster Kehf suresinde olsun ister diğer surelerde olsun bahisleri geçen kıssalardan maksat; tarih
belirtip tarihi olayların içeriğini anlatmak değildir. Sadece ibret alınması için anlatılırlar. Allah Teala
da şöyle buyurmaktadır.
"Onların kıssalarında akıl sahipleri için bir ibret vardır." 81
İşte Zülkarneyn. O'nun kıssasında da ibretler var; salih bir hükümdar, Allah Teala kendisine
yeryüzünde mülk ve saltanat bağışlamış ve her şey için gerekli vasıtaları emrine amade kılmıştır.
Buna rağmen yine de isyan etmemiş. Doğu ve batıya kadar açılmış. Fetihler gerçekleştirmiş.
İnsanlar kendisine boyun eğmişler. Ülkeleri ve halklarını kendisine boyun eğdirtmiş. Yinede haktan
adaletten şaşmamış ve Allah'ın koyduğu sınıra hep riayet etmiştir. Kavmine şöyle demişti:
"Zülkarneyn dedi ki; kim zulmederse muhakkak ona azap edeceğiz. Sonra Rabbine döndürülür de
Allah onu görülmedik bir azapla cezalandırır 82
Peki bu kavim kim? Kur'an onların kimler olduğundan hiç bir şekilde bahsetmiyor. Şayet onları
bilmekte herhangi bir dini veya dünyevi fayda olsaydı muhakkak Kur'an bahseder ve bizler de
öğrenir bilgi sahibi olurduk.
Güneşin nereden battığını da bilmiyoruz. Kur'an bildirmiyor. Bildiğimiz tek şey; Zülkarneyn doğuya
doğru gittiğinde -ki doğunun en ücra yerlerine kadar varmıştı-güneşin kara bir çamur içinde
battığını görüyor. Şayet biz de deniz kenarında güneşin batışı sırasında onu izleyecek olursak,
onun denize doğru battığını görebiliriz. Aslında bu gerçek değildir. Güneş bir yerde batarken diğer
bir yerde doğar.
Öyleyse ayette kasdedilen;
"..karabalçiklı bir suda batıyor gördü" 83 mana kişinin görüş ve bakışına göre güneşin siyah
çamura battığı izlenimini vermesidir.
Belkide Zülkarneyn, çamurlu sularla bulanık olarak denize karışan bir nehre, (mesela Nil nehrinin
coşkulu bir şekilde bulanık halde denize karıştığı yer gibi) bir kıyıya gelmiş olabilir. Orada güneşin
batışını izleyen bir kişi onun sanki karabalçık içine battığını görecektir ya da güneşin battığı yer
çamurlu bir suda olabilir. Kur'an-ı Kerim bunu kesin hatlarıyla belirtmemiş. Maksat, doğuya gittiği
gibi onun, batının en ücra köşelerine kadar gittiğini belirtmektir. Ye'cüc ve Me'cüc kavmine kadar
gitmişti. Yine de adaletten, Rabbine olan imanından ayrılmadı. Allah'ın kendisine verdiği nimetleri
hatırlayıp şükür etti. Demir piklerden şeddini yaptı. Sonra da şöyle dedi.
"Zülkarneyn dedi ki; bu sed, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi geldiği zaman onu dümdüz
yapacaktır. Rabbimizin vaadi haktır." 84
Zülkarneyn kıssasından maksat ibretler almaktır. Salih bir hükümdar. Allah ona hükümranlık ve
mal-mülk vermiş. Yine de isyan edip aşırı gitmemiş, haktan ayrılmamıştır.
Tafsilatlara gelince Kur'an onlar hakkında hiç bir şey anlatmıyor. Zaten tafsilatta da herhangi bir
fayda sağlanabileceğini sanmıyorum. Fayda olsaydı Kur'an da bahsederdi.
Kur'an'm ve Allah Resulü (s.a.v)nün anlattıklarını almak ve onlar üzerinde yoğunlaşmak bizim için
en faydalı olacak şeydir. 85

Tevbe Suresinde Besmelenin Okunmaması

Soru

Tevbe suresi niçin besmelesiz nazil olmuştur? 86

Cevap;

Bu konu hakkında alimlerin çeşitli görüşleri vardır. Bunlar içerisinde benim tercih ettiğim İmam Ali
b. Ebu Talip (r.a)'in görüşüdür. O, bu konuda şunları söylemiştir. Bismillahirrahmanirrahim'de bir
eman vardır. Tevbe suresi ise emanı kaldırmak için indirilmiştir. (İbnu Cevzi 'Zadül Mesir')
Gerçekte bu sure müslümanlarla müşrikler arasında yapılan antlaşmaları iptal etmeyi ve onlarla
bütün bağlan kesmeyi genel hatlarıyla ilan ediyor. Ancak belli bir vakte kadar tayin edilmiş
antlaşmalarla sahipleri tarafından bozulmamış antlaşmalar geçerli kalacaktı. Müslümanlara karşı
başkalarıyla güç birliği oluştururlarsa kendilerine eman verilmeyecekti. Putperestler müslümanları
işkence kırbaçları altında inletmekteydiler. Sapık Yahudiler, müslümanlara karşı hıyanet
etmişlerdi. Sözlerine ve antlaşmalarına uymuyorlardı. Hiç bir kanun ve nizam tanımıyorlardı.
Onları hizaya getirecek bir ahenk kuralı da bulunmuyordu.
Bu durumda islamın onlarla olan hesabını kesmesi gerekiyordu. Sonuçta; Allah ve Resulü'nün bu
insanlardan uzak olduğunu ilan eden "Tevbe Suresi" nazil oldu.
"Bu, Allah ve Resulünden, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerle ilişkilerin kesildiğini bildiren
bir ihtardır."
Rahman ve rahim sıfatıyla besmelenin sure başında bulunması, sanki yukarıda bahsi geçen
insanlara bir tür eman verilmiş gibi oluyordu. Oysa 'Tevbe Suresi'nde herhangi bir eman söz
konusu değildir. Hatta:
"Artık müşrikîeri nerede bulursanız öldürün; onları yakalayıp esir edin, hapsedin ve onların geçit
yerlerini tutun." (2) ifadeleri yer almaktadır.
"Müşrikler sizinle toptan harp ettikleri gibi, siz de onlarla toptan harb edin." (3)
Bu müşriklerle sadece silahla mücadele etmek demektir. Evet sadece savaş. Ne bir marhamet ne
de bir eman verilebilir. Yine de en doğruyu bilen Allah Teala'dır. 87

Kasitun

Soru

Şu ayeti izah etmenizi sizden rica ediyorum.


"Zulmedenlere gelince, onlar Cehennem'e odun olmuşlardır. doğru yolda gitselerdi, elbette biz
onların hepsine bol bol su
(nzık) verirdik" 88

Cevap
Bu ayet, cin suresinde geçmektedir. Cinler Peygamber (sav)'den bir şey duyduklarında hemen onu
kavimlerine söylerlerdi:
"...dediler ki, biz çok hoş bir Kur'an dinledik. Hidayete erdiriyor, biz de ona iman ettik. Bundan
böyle Rabbimize asla hiç kimseyi ortak koşmayacağız." 89
"Gerçekten bizim içimizde müslümanlar da var, bizden daha zalimler de. Müslüman olanlar
hidayeti arayanlardır. Zulmedenlere gelince, onlar Cehennem'e o-dun olmuşlardır." 90
Kasitun; zalim, zorba. Yani adaletten sapan kişi manalarına gelir. 'Kasit' ile 'muksit' arasında fark
vardır. 'Kasit' 'Muksit' değildir. Çünkü 'Muksit' adaletli, manasına gelir.
Allah Teala muksitleri sever.
'Muksit' kelimesi 'Aksat' kelimesinden türemiştir.
'Kasıt' da 'Kast' kelimesinden türemiştir.
Muksit'in türediği kelimede bulunan 'Aksat'm başındaki hemze iki mana arasında çok büyük fark
meydana getirir. Şu halde 'Aksata' kelimesinin manası 'Adalet' iken 'Kast' kelimesinin manası '
Zulm' dür.
Öyleyse 'Kasitun'; zulmedenler, kendilerine zulmedenler, Allah'a inanmayıp teslim olmayanlar
manasına gelir. İşte bu türden olanlar cehenneme odun olmuşlardır. Şayet iman edip teslim
olsalardı ve Allah'tan korkup da O'nun yolunda gitselerdi, hayatlarıyla alakalı işler ve geçim yolları
kolaylaşacak üzerlerine göklerden, Allah'ın bereketi yağacaktı. Bu manaya binaen Allah Teala
şöyle buyurmaktadır:
"Eğer doğru yolda gitselerdi elbette biz onların hepsine bol su (nzık) verirdik." 91
Yine bu anlamda Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Eğer kasabaların halkı inanmış ve Bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin
bolluklarını verirdik." 92
Doğru yolda olmak ve Allah'tan gereği gibi korkmak, bolluk ve rızk, dünyada ve ahirette elde
edeceğimiz hayrın sebepleridir.
"... Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden
rı-zık verir." 93
Doğru yolda olmak, iman, Allah'ın metoduna göre hareket ve O'nun koyduğu sınırları aşmamak
dünya ve ahirette elde edilebilecek her iyiliğin sebebidir. 94

Sahabe Mushafları

Soru

'Es-Sıddık Ebu Bekir' adlı eserin 312.cı sayfasında şu ayetle karşılaştım. "Hafizu ala's-salavati ve's-
salati'l-vusta ve salaîi'l asri ' (Farz namazlarının vakit ve erkanına riayet ederek devam edin.
Bilhassa orta namazına dikkat edin ve ikindi namazına önem verin) Ayet-i Kerime'nin bu haliyle
okunuşu, Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve Hz. Ümmü Seleme'nin mushaflarında yer aldığım
söylemektedirler. Konu hakkında sizin görüşleriniz nelerdir? Oysa bizlerdeki mushaflarda 've
salati'l-asri ' ilavesi bulunmamaktadır. 95

Cevap

Bazı sahabelerin kendilerine has mushafları bulunmaktadır. Bu tefsMede bir takım izahlar, notlar
ve bunlara benzer açıklayıcı ve izah tarzından eklemeler vardır. Soruyu yönelten kardeşimizin,
şuandaki mushafa nisbetle, Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve Hz. Ümmü Seleme'ye ait olduğunu söylediği
bu fazlalıklar tefsirden başka şeyler değildir. Peygamber (s.a.v)'den rivayetlerin çoğunda 'Orta
Namaz'ın 'ikindi namazı' olduğu yönünde açıklamalar mevcuttur. Bu ayetle ilgili olarak nakledilen
en doğru görüş budur.
Sahabe devrinden bu yana alimler ve mezhep imamları' Salat-ı vusta' hakkında ihtilaf etmişlerdir.
Bazıları, sabah namazı bazıları, öğlen namazı ve bazıları da ikindi namazı olduğunu
söylemişlerdir.
Hadislerden çıkan sahih görüş ise 'ikindi namazı' olması yönündedir.
Öyle gözüküyor ki, Hz. Aişe (r.anh) kendi mushafına bir ilavede bulunmuş. O dönemlerde kitaplara
yapılan açıklamaları belirleyecek ya da açıklamaları ayetlerden ayıracak parentez açma, renkli
kalemler kullanma gibisinden metodlar bilinmiyordu. Bazı rivayetlerde ves'salatül vusta salatül
asr cümleleri arasında İkinci bir "vav" bulunmamaktadır. "Vav"m bulunduğu rivayetler içinde
alimler bu "vav"ın atfı mevsuf olmadığım aksine atfı evsaf olduğunu söylemişlerdir.
Öyleyse ayetteki fazlalık bir nevi açıklama olarak kabul edilmelidir. Yoksa Allah Teala'nın
ayetlerinden değildir. Bu nedenle Hz. Osman'ın mushafına bu fazlalık konmamıştır ki, asıl mushaf
da budur. Çünkü bu mushafta Cebrail'in Peygamber (s.a.v)'e yaptığı son arzda, O'nun Peygamber
(s.a.v)'e okuduğu ve sahabe yoluyla tevatüren gelen ayetler yer almaktadır. Çeşitli açıklamalar ve
haşiyelere gelince onları Hz. Osman bu mushafa koymamıştır. Sahabe, tabiin ve onlardan sonra
gelenler de elimizdeki bu mushaf üzerinde karar kılmışlar ve icmaya varmışlardır.
Bundan dolayı kurra imamlardan, sahabeden, tabiinden, onlardan sonra gelen islam alimlerinden,
kıraat-ı sebadan ve kıraat-ı aşereden hiç kimse Hz. Aişe ve diğerlerinin kıraat şekilleriyle
okumamışlardır.
Bize göre hüccet teşkil edecek mushaf, Hz. Osman'mn mushafıdır. Çeşitli zamanlarda islam
alimleri bu mushafta icma etmişler, kendilerinden sonraki asırlara onu nakletmişler, halef seleften
yine bu mushafı almış ve yine bu mushaf, dinde zaruri olarak bilinmesi gerekenler arasında yer
almıştır.
Şu anda elimizde bulunan mushafın dışında kalanlara gelince, onlar izahtan sayılırlar. Mesela ibni
Mesut'un kıraati gibi "Fesı-yamu selaseti eyyamin mütetabiat" Burada geçen 'Mütetabiat'
kelimesini alimler bir nevi izah olarak kabul ederler. İbn-i Mesut Peygamber (s.a.v)'den yemin
keffareti için üç gün tutulan orucun üstü üste olacağım duyduğunda hemen ayete bu izahı
ekleyiverdi. Şayet İbn-i Mesut bizim asrımızda yaşamış olsaydı herhalde izahı için ya parantez
açar ya renkli bir kalem kullanır ya da ayrı bir haşiyede zikrederdi.
Ancak o devirde yukarıda bahsettiğimiz yöntemler bilinmiyordu. Aynı zamanda bu ek ilaveler
yapılınca onlar hangisinin izah ve hangisinin asıl metin olduğunu da çıkartabiliyorladı. Bundan
dolayı islam alimleri bu tür izahları Allah'ın ayetlerinden saymamışlardır. Asıl olan mushaf şuanda
elimizde bulunan hiçbir tahrifata uğramamış ve hakkında da hiç bir şüphenin yer almadığı
mushaftır. Ehli sünnet alimleri bu mushafın sureleri, ayetleri ve harfleri, aynı zamanda tecvidi ve
tilaveti üzerinde ittifak etmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim'in korunduğu gibi korunabilecek hiç bir kitap yoktur. Allah'ın korumasını üstlendiği
tek kitap; Kur'an-ı Kerimdir.
"Doğrusu bu Kur'an'ı biz indirdik ve O'nun koruyucusu BİZİZ." 96

Kur'an'ın Kıraatleri Hakkında

Soru

Bir mescitte namazı beklerken, Kur'an'ı okumak istedim. Elime mushafı aldım ve tesadüfen 'Rum
Suresi'ni açtım. Şu ayetlere gelinceye kadar okumaya başladım.
"Sîzi güçsüz olarak yaratan, güçsüzlükten sonra kuvvetli kılan, sonra da kuvvetliliğin ardından
güçsüz ve ihtiyar yapan Allah'tır. O dilediğini yaratır; bilendir. Kadir olandır." 97
Yukarıda geçen ayette Da'fin kelimesini okuduğum bu mus-hafda Du'fin olarak geçtiğini görünce
çok şaşırdım. Bu şekildeki okunuş bizim şimdiye kadar öğrendiklerimize, 'Ezher' de onaylanan
Mısır baskılı mushaflara da aykırıydı. Birden bire içimde bu mushafın yanlış basılmış olabileceği
düşüncesi doğdu. Aynı zamanda Mushaf Hindistan'da basılmış olup Ezher gibi dini bir kuruluşun
onayından da geçmemişti.
Bu sebeple sizin konu hakkındaki görüşlerinize iltica etme sorumluluğunu duydum. Belki konuyla
ilgili herhangi bir açıklamanız ya da burada okuduğumuz kıraatin dışında başka kıraatlar olabilir.
Açıklamalarınızı ve izahlarınızı bekliyorum. 98

Cevap

Öncelikle Allah'ın kitabına karşı gösterdiğiniz gayretten dolayı teşekkürlerimi belirtmek isterim.
İkinci olarak da, şüphe karşısında onu gidermek için soru yöneltmenizi memnuniyetle
karşılıyorum. Aslında bu, her müslümanın üzerine gerekli bir sorumluluktur. Bilmediğin bir şeyi ya
da hükme varamadığın konuyu araştırmak veya bilen birilerine sormak cehalet hastalığının en
etkili şifa iksiridir.
Soru sahibi kardeşimiz emin olsun ki, korku ve dehşete kapılmasına vesile olan şey ne baskı ne
dil ve ne de herhangi bir din hatasından kaynaklanan bir konudur. Ayette üç defa bahsedilen ' Darf
kelimesini hem fethalı olarak hem de zammeli olarak okumak doğrudur. Kurray-ı seb'adan beşi, bu
kelimeyi zammeli 'Du'f şekliyle okumuşlardır. Asım ve Hamza ise fethalı olarak okumuştur. Ferra,
zammeli okuyuşun Kureş lehçesinden kaynaklandığını, fethalı olarak okuyunca da, Temim
lehçesinden kaynaklandığını belirtmiştir. (Tefsir-i Kurtuhi c. 14 s. 46,47)
Bilindiği gibi arap şarkında meşhur ve yaygın olan kıraat, Asım kıraati ve Hafs'ın rivayetidir.
Şuanda elimizde mevcut mus-haflar da bu kıraatlara göre basılmışlardır. Bildiğim kadarıyla bu
kıraat, Hindistan ve Pakistan'da da yaygın bir şeklide kullanılmaktadır. Bu durumda Hindistanda
basılan mushaflarda, fethalı olarak 'Da'fin' şeklinde yazılı olması gerekir. Çünkü Asım'ın kıraatine
göre fethalı okunması gerekiyor. Buralarda ve Hindis-tandaki müslümanlardan bir çoğu, Asım'ın
kıraati ve onun talebesi Hasf in rivayetini tercih etmişlerdir. O halde Hindistan baskısı olduğunu
ifade ettiğiniz mushafda bahsedilen kelime nasıl olmuş ta, zammeli 'Du'fin' şeklinde yazılmış olur?
Ebu Amr ed-Dani'nin 'el-Kıraatüs-seb', İbn el-Cezeri'nin 'en-Neşr fi'1-kıraati'l-aşr' adlı eserlerini ve
benzeri kitapları inceleyenler, Hindistan baskılı mushafla elimizdeki mushaflara nisbe-tle görülen
farklılığın sırrını anlayacaklardır.
Rivayet edildiğine göre Hafs'ın bu ayette geçen mezkur kelimeyi 'Du'fin' şeklinde okuduğu
bilinmektedir. Çünkü İbn Ö-mer'den rivayet edilen merfu bir hadise göre ayet-i kerime zammeli
şekilde okunmuştur. Hafs'ın bu konuda şunları söylediği rivayet edilir. Kur'an-ı Kerim kıraatinde, bu
harflerin dışında Asım'a hiç bir şekilde muhalefet etmedim
İbn Cezeri de şunları söylemektedir. Hafs'ın hem fethah olarak hem de zammeli olarak okuduğu
rivayetleri doğrudur. Hafız Ebu Amr ed-Dani'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir Hafs'ın zammeli ve
fethah rivayetini benimsiyorum. Böyle yapmakla hem Asım'ın kıraatine hem de Hafs'ın tercihine
tabi olmuş oluyorum. Her iki şekilde de okuyorum ve her iki şekilde okunmasını da kabul ederim.
Demek ki, Hindistan baskılı mushaf bu haliyle Asım kıraatine muhalifse de Hafs'ın kıraatinin
dışına çıkmamışlar. Hintli kardeşlerimizden zammeli okuyuşu tercih edenler, belki Kureyş lehçesi
en üstün bir lehçe olduğu düşüncesiyle bu şekilde okumayı tercih etmişlerdir. Ahmet b. Hanbel,
Ebu Davut ve Tirmi-zi'nin, Atiyye el Avfi'den merfu olarak rivayet ettikleri hadiste de mezkur kelime
zammeli olarak okunmuştur. Atiyye el-Avfi bu konuda şunları söylemektedir. Ben İbn Ömer'e 'Da'f
kelimesini fethah olarak okudum İbn Ömer de zammeli olarak okudu ve dedi ki; ben bu ayette
geçen (Da'f) kelimesini Peygamber (s.a.v)'in huzurunda fethah okuduğumda, benim seni
düzelttiğim gibi O da benim okuyuşumu düzelt.
Herne kadar Tirmizi hasen olduğunu söylese de bu hadisin senedi zayıftır. Çünkü Atiyye el-Avfi
zayıf bir ravi olarak bilinir. (Ahmet b. Hanbel'in Müsned'ine bak. Hadis no; 5227 c. 7 s. W) Her İki
oku-nuş şekli de tevatür derecesine varan senetlerle sabittir. İkisinden birine hiç bir şekilde itiraz
edilemez.
Allah'a hamd olsun, harf ve kelimelerin yazılışı, okunuşu ve noktalama metodu, med ve kasrının
yazılışları konusunda Kur'an-ı Kerim kadar üzerinde titizlik gösterilen başka hiç bir ki-
tap mevcut değildir. Diğer kutsal kitaplara gösterilen titizlik ve özen, Kur'an-ı Kerim'e gösterilen
titizliğin yüzde biri kadar dahi olamaz.
"Doğrusu Kur'an'ı Biz indirdik, onun koruyucusu elbette Biziz." 99

Göklerin Ve Yerlerin Altı Günde Yaratılması

Soru

Allah Teala kitabında şöyle buyurmaktadır:


"Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükmedendir" 100
Yerleri ve gökleri altı günde yaratmanın manası nedir?
Bir tefsirde konuyla alakalı olarak şunları okudum; noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala
yerleri ve gökleri altı günde yarattı; yani altı devreden yarattı, denilmektedir. Oysa biz altı günde mi
yarattı yoksa altı senede mi yarattı bilemiyoruz. Konuya açıklık getirmenizi rica ediyorum. 101

Cevap
Hiç şüphe yok ki ayette geçen günler ile bizim bildiğimiz günler aynı değildir. Bizim günlerimiz
yirmi dört saatten ve göklerle yerlerin yaratılmasının neticesinde gece ve gündüzün meydana
gelmesiyle beraber ortaya çıktı. Yerkürenin ve gökyüzünün yaratılmasında bu günler esas olarak
alınamazlar.
'Fussüet1 suresinde Allah Teala, bu altı günde yaradılışın nasıl meydana geldiğini açıklamıştır.
Tüm noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Ey Muhammed!! de ki; siz yeri iki günde yaradanı mı inkar ediyor ve O'na ortak koşuyorsunuz?"
102
Belki bu günlerden kasıt altı zaman olabilir. Bu zamanların uzunluğunu da ancak Allah Teala
bilebilir. Altı günden kasıt güneşin devrine bağlı günlerin dışında olan bilemediğimiz altı
astronomik devre veya mahrukatın üstünden geçmiş olan altı çağda olması mümkündür. Bütün
bunların olması muhtemeldir. Çünkü sözlük anlamı bu manalara ihtimal verebiliyor. Aynı zamanda
din, bu ihtimallere karşı değildir. Arap dilinde bir gün, kendisinde meydana gelen olaylarla bir
önceki olaydan ayrılan zamana denir. Günlerimiz güneşin doğuşu ve batışıyla sınırlanıp
birbirinden ayırt edilmektedir. Arap günleri içinde meydana gelen savaşlar ile diğerlerinden ayrı bir
özelliğe sahip olmuşlardır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"...Rabbinin yıl gibidir." 103
katında bir gün,
saydıklarınızdan bin
Allah Teala kıyameti anlatırken de şunları söylemektedir.
"Melekler ve Cebrail, miktarı eliibin sene olan günde yükselirler." 104
Allah Teala, bir anda yaratmaya gücü yettiği halde niçin gökleri ve yerleri altı günde yaratmıştır?
O'nun emri Kaf ile Nun arasındadır.
"Bir şeyin olmasını emrettiğimiz zaman sözümüz sadece 'Ol' dememizdir ve hemen olur" 105
Yine de Allah daha iyi bilir. Belki de altı günde yaratmasının hikmeti; kullarının bu yaratmadan,
aceleciliği terkedip ağırbaşlılıkla hareket etme dersini çıkarmalarını istemesi olabilir. Bundan
dolayı yavaş davranmanın Rahman'dan, aceleci davranmanın ise şeytandan olduğu söylenmiştir.
106

2. BÖLÜM HADİSİ ŞERİFLER HAKKINDA

Kadının Emir Konumunda Olduğu Bir Toplum

Soru

"Kadının emir konumunda olduğu bir toplum felah bulmaz" Bir kısım kadın hakları savunucuları,
bu hadisin "Dininizin yarısını Humeyra'dan alın" hadisiyle çelişki oluşturduğunu savunuyorlar. Bu
ne derece doğru bir görüştür? 107

Cevap

Cehalet, büyük bir musibettir. Hele bir de hevayla karışık bir cehalet oldumu işte o zaman daha
büyük bir felaket patlak verir.
"Allah'tan bîr yol gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim vardır?" 108
Bu nedenle sahih olan bir hadisin reddedilmesini, buna karşın islam alimleri nazarında kıymetsiz
bir hadisin sahih sayılmasını o kadar garip ve tuhaf karşılamıyoruz. Çünkü cehalet artmıştır.
Birinci hadis sahih bir hadistir ve Ebu Bekir (ra)'dan rivayet edilmiştir. O şöyle söylemiştir:
"Rasulullah (sav)'e Farisilerin başına bir kadının kıral olarak geçtiği haber verilince şöyle buyurdu:
"Kadının emir konumunda olduğu bir toplum felah bulmaz."
Bu hadisi Ahmet b. Hanbel, Nesai ve Tirmizi rivayet etmişlerdir. Her asırda yaşayan islam alimleri
de mezkur hadisi gayet hüsnü niyetle kabul etmişlerdir. Bu hadisin ışığı altında hükümlerini
vermişlerdir; 'Kadın, erkekler üzerinde velayet hakkına sahip olmaz.'
İkinci hadise gelecek olursak "Dininizin yarısını Humeyra (Hz. Aişe)'dan alın" bununla ilgili olarak
Hafız İbn Hacer şöyle der; "Rivayetin senedini bilmiyorum. İbn Esir'in 'Nihaye' si dışında başka bir
hadis kitabında göremedim. İbn Esir, hadisin ravisinin kim olduğunu da belirtmemiş. Hafız
İmadüddin İbn Kesir Yukarıdaki hadis hakkında Müzi ve Zehebi'ye sorulduğunda, onlar böyle bir
hadisi bilmediklerini söylemişlerdir,"
Senet ve ravileri bakımından hadise bakarsak durum yukarda-ki gibi olur.
Metin ve içeriği bakımından yaşlaşırsak, aklın bu hadisi inkar ettiğini tarihi olayların da reddettiğini
görebiliriz.
a) Peygamber (s.a.v) dinin yarısını nasıl sadece Humeyra (Hz.Aişe)'den almamızı emretsin?
Çoğunlukta olan diğer sahabelerden ne alacağız? Hem Humeyra'dan dinin hangi yarısını alıp
hangi yarısı almayacağız?
b) Humeyra kelimesi peygamber (s.a.v)'in özel konuşmalarında hanımları için kullandığı
nazlandırma ve sevme kastıyla "Hamra" kelimesinin ism-i tasgiridir. Ancak böyle bir kelimeyi
ümmetine karşı irşat ve talim makamında kullanmış olması mümkün değildir.
Gerçekler gösteriyor ki, İslam alimleri dinin ne yarısını ne dörtte birini ne de onda birini Hz
Aişe'den almış değildir. Bu, rivayet yönünden de böyledir. Dirayet yönünden de.
Raviler yönünden hadise bakacak olursak; kadınlı erkekli binlerce sahabinin, Resullah (s.a.vj'm
söz, fiil, hüküm ve takrir açısından aydınlatıcı hidayetini tebliğ etmeye katıldıklarını görmekteyiz ki
Hz. Aişe de bunlardan biridir. Onun rivayet ettiği hadislerin sayısı, Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği
hadislere ulaşamaz.
Dirayet, fıkıh ve fetva yönünden hadise bakacak olursak, Hz. Aişe'nin tek başına dinin yarısını
temsil etmesini ne din ne de tarihi olaylar kabul eder. Hz. Aişe dinin yarısı olursa Ebubekir, Ömer,
Ali, İbn Mes'ud, Ubey b. Kab, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve bu tabakadan olan diğerleriyle
abadile-i erbaa olan İbn Ömer, İbn Abbas, İbn Zübeyr ve diğer sahabilerin dindeki payları ne
olacaktır?
Sahabelerin faziletlerinden bahseden hadisler konusunda işi ciddi tutmalı ve ince eleyip sık
dokumalıdır. Hadis alimleri ilk uydurulan hadislerin, şahısların faziletlerinden bahseden, özellikle
aşırı yandaşları ve aynı zamanda müfrit karşıtları bulunan sahabelerin faziletinden bahseden
hadisler olduğunu hükme bağlamışlardır. Hz. Aişe de bunlardan biridir.
Nur suresinde, ve ayrıca sahih ve hasen hadislerde Hz. Aişe'nin faziletinden bahsedilmektedir. Bu
nedenle onun hakkında aşırı ve mübalağalı şekilde bahsedilen başka rivayetlere gerek kalmıyor.
Zaten akıl ve gerçek tarihi vakıalar da bu aşırı ve mübalağalı rivayetleri kabul etmiyor. İbn Cevzi
'El-Mevzuat' kitabının mukaddimesinde şunları söylüyor. "Akla aykırı gelen ve usulle çelişen,
nakillere zıt düşen tüm hadislerin zayıf olduğunu bil" diyen bir kişi ne kadar da güzel söylemiştir.
109

Ailesinin Üzerine Ağlamasıyla Ölünün Azap Çekmesi

Soru

Bazı hadis kitaplarında Peygamber (s.a.v)'e nisbet edilen şöyle bir rivayet geçmektedir. "Ölü,
ailesinin üzerine, ağlama-sıyla azap çeker" Oysa Kur'an'in bildirdiğine göre kimse kimsenin
günahını yüklenmez ve insan başkasının günahından ötürü sorumlu olmaz.
"...kimse başkasının yükünü taşımaz..." 110
Bu ayet yukardaki hadisle nasıl uyuşabilir? Hadis sahih mi değil mi? Şayet sahihse manası
nasıldır ve biz yukardaki hadisle Kur'an'daki ayet arasında nasıl bir bağ kurabiliriz? 111

Cevap

Yukarda bahsettiğiniz hadis kesinlikle sahihtir ve şahinliği üzerinde de ittifak edilmiştir. Buharı ve
Müslim bu hadisi İbn Ömer'den şu ifadeleriyle nakletmişlerdir. "Hz. Ömer vurulduğunda kızı Hafsa
ona ağlamıştı. Bunun üzerine Ömer kendine gelince şunları söyledi; yavaş ol ey kızım! Peygamber
(s.a.v)'in" Ölü, ailesinin üzerine ağlamasıyla azap çeker " dediğini bilmiyor musun?
Bir rivayette de şöyle geçmektedir; Hz. Ömer vurulduğunda baygınlık geçirmişti. Bunun üzerine
kendisine feryatlar edilmiş o da uyanınca; siz Peygamber (s.a.v)'in "Ölü yaşayanların kendisine
ağlamasıyla azap çeker." dediğini biliyor musunuz, demişti.
Her ikisi de Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir. Aynı zamanda Hz. Ömer'den şöyle bir rivayette
gelmiştir. Üzerine ağlandığı müddetçe ölü kabrinde azap çeker.
Buharı, Ahmet b. Hanbel ve Tirmizi: Muğire'den şu ifadelerle rivayet etmişlerdir. Kim Ölünün
üzerine feryadı figan ederse onun feryadıyla ölü azap çeker.
Aslında burada önemli olan hadisin bir çok sahabeden sahih senetlerle gelmiş olmasıdır. Hatta,
Suyuti bu konudaki hadisler mutevatirdir. Sıhhati üzerinde ileri geri konuşmanın bir anlamı yoktur,
demiştir.
Şimdi manasına ve Kur'anla arasındaki uyuma gelelim. Eskiden beri bir çok alim bunun üzerinde
durmuş ve bir çok te'viller yapmışlardır. Hafız İbn Hacer 'Fethu'l Bari1 adlı kitabında bu tevilleri
nakletmiştir. Ben en önemli ve en kuvvetlilerini aktaracağım. Sıralamada ise Hafız'm sıralamasına
bağlı kalmayacağım.
1) Hadisteki azapla kasdedilen onun sözlük manasıdır. Yani; mutlak elem çekmektir. Bununla
uhrevi bir azap kastedilme-miştir. Ölü, ailesinin kendisi üzerine sızlanıp ağlamalarım duyunca acı
çeker. Bilindiği gibi ölü kabirde ailesinden, yakınlarından ve onların yaptıklarından tamamen
habersiz değildir, Onlar ne yaparlarsa yapılanları Ölü de görebilir. Taberi sahih senetle Ebu
Hureyre'den şöyle rivayet etmiştir Kulların yaptıkları amelleri onların yakınlarından olan ölülere arz
edilir. Bu hadis hakkında ileri geri konuşmak uygun kaçmaz. Çünkü Nu'man bin Berşir'den
Buhari'nin, Sahihi'nde rivayet etmiş olduğu merfu hadis de bu hadis için delildir. Hâkim de bu
hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
Hafız şöyle der: "Bu, mutekaddim alimlerden olan Ebu Cafer et-Taberi'nin tercihidir. İbn Murabıt,
îyaz ve kendisine tabi olanlar da bunu tercih etmişlerdir. İbn-i Teymiyye ve muteahhirinden olan bir
cemaat de aynı görüştedirler. Bahsi geçen hadisin sahih olduğuna delil olarak da Kayle "binti
Mahreme'nin rivayet ettiği hadisi getirmişler Kayle şöyle der; Ey Allah'ın Resulü! onu ben
doğurdum. Rebze gününde seninle birlikte savaştı. Sonra da hummaya yakalanarak öldü. Ben de
devamlı ağlamaya başladım. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v) de şöyle buyurdular; sizden biri
dünyadayken küçük arkadaşıyla (çocuğuyla) iyi bir şekilde geçinip de onun ölümü halinde 'Biz
Allah'dan geldik ve yine O'na döneceğiz' derse mağlup mu olur? Muhammed'in nefsi Kudret elinde
olana yemin olsun ki, sizden biriniz ağlarsanız küçük arkadaşı (Ölmüş olan oğlu) da ağlar. Ey
Allah'ın kulları! ölülerinizi azaplandırmaym! İşte bu hadis de sahih olan hadisler arasındadır. Ebu
Hayseme, İbn Ebu Şeybe, Taberani ve diğer hadis alimleri rivayet etmişlerdir. Ebu Davut ve Tirmizi
hadisin bir bölümünü rivayet etmişler.
İbn Muratıp şöyle der: "Kayle'nin rivayet ettiği hadis bu mesele için bir nastır. Ondan kesinlikle
ayrılamaz."
2)Hadiste geçen 'Azab'ın manası meleklerin ölüyü, ailesinin kendisine yaptığından dolayı
kınaması anlamındadır. Ahmet b. Hanbel merfu olarak Ebu Musa'dan rivayet etmiştir. Ölü,
yaşayanların kendisi üzerine ağlamasıyla azap çeker. Feryatlar edip, ağlayıp çağıran kişi şöyle
derse; O benim kolum kanadım! O benim yardımcım! O benim şuyum buyum... Ölüye yaka paça
çekilerek şöyle denir; sen onun kolu kanadı mısın? Sen onun yardımcısı mısm?
İbn Mace şu ifadelerle rivayet etmiştir. Ölü, her yönden güzel gösterilince bunun üzerine şöyle
denir; sen böyle böyle misin?
' Tirmizi de şöyle demiştir: "Hiç bir ölü yoktur ki, ona ağıt yakan "O benim (güvendiğim) dağım! O
benim dayanağım! gibi sözler söylediğinde de iki melek, sarsarlar ve; sen misin bu anlatılan,
derler."
Buhari'nin Nu'man bin Beşir'in hadisinden 'Megazi' adlı kitabında naklettiği rivayet de yukarıda
bahsettiğimiz hadisin sa-hihliği konusunda bir delil niteliğindedir. Nu'man bin Beşir şöyle der;
Abdullah İbn Revaha bayılınca kız kardeşi ağlayıp sızlanmaya başlayarak şöyle diyordu; benim
(güvendiğim) dağım! söylem böylem. Abdullah b. Revaha da ayılınca; benim için ne söylediysen
melekler de bana; sen misin bu anlatılanlar diye çıkıştılar buyurmuştur.
3) Buharinin tercih edip de kesin olarak hükmünü koyduğu görüşü şudur; Hadiste kastedilen
ağlamaktan maksat; her ağlamak değil de sadece üzerine ağıt yakılanlar feryadı figan edilenlerdir.
Ölüden maksat ise; her ölen kişi değildir. Hadiste kastedilmek istenen ölü, hayatta iken aynı
şeyleri kendileri de yapanlardır. Bu davranışlarıyla ailelerine kötü bir örnek oluyorlardı. Onlar
hayatta iken bu tür şeyler yapmayı adet edinmişlerdi. Yakm akrabaları aynı şeyi yaptıklarında
onları engellemek için herhangi bir çaba sarf etmiyorlardı.
Buhari konuyla alakalı olarak bir çok deliller ileri sürmüştür. Bunlardan bazıları şunlardır.
"Ey iman edenler! Kendinizi ve aile efradınızı öyle bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlarla
taşlardır."
"Hepiniz çobansınız. Herkes kendi güttüğünden sorumludur."
"Hiç bir ademoğlu zulüm ile öldürülemez. (Ancak öldürülenin) kanından bir pay Adem'in ilk
oğlunun üzerine yazılır. Çünkü o öldürme eylemini ilk olarak başlatan önderidir." (Buhari ve
Müslim, İbn Ömer'den rivayet etmişlerdir)
Tüm bunların gereği olarak; Ölü, sağlığında aile efradını terbiye hususunda kusurlu davrandığı için
kendisi de azap çeker. Daha doğrusu bunun sıkıntı ve ızdırabmı kabirde hisseder. Oysa insan nasıl
kendisini ateşten koruyorsa aile efradını da ateşten korumalıdır. Hakikatte ölü, aile efradının
suçundan değil de kendi ihmalkarlık suçundan ötürü azaba nail olur.
Bu görüşümüzü te'yid olarak; cahiliye dönemindeki araplar, ölümlerinden sonra üzerlerine ağıt
yakılması, ağlanıp sızlanması için vasiyette bulunurlardı. Bakın Tarefe ne diyor?
Ey Ma'bed'in kızı! Ben ölürsem,
Ağlayın layıkıyla,
Yaka-paça yırtın ben Ölünce geride. (Şiir)
Bir de şu var; yaka-paça yırtılmadan üzüntülü ağlamalara gelince bunlarda herhangi bir sakınca
yoktur.
Ebu Mes'ud el-Ensari ve Kurza b. Ka'b'ın şöyle dedikleri rivayet edilmiştir. Musibet anında yaka-
paça yırtmadan ağlamaya dair bize ruhsat verildi. Bu hadisi İbn Şiybe, Taberani rivayet etmiş,
Hakim de sahih olduğunu söylemiştir.
Hafız İbn Hacer de şöyle demektedir Bütün bu söylenenleri bir noktada toplayabiliriz. Ölü üzerine
ağlamak, ölüden ölüye değişik durumlar arzeder. Mesela şöyle söylenebilir; Ölümü halinde
halkının kendisi için ağıt dökmelerini isteyen kişi, azap görür. Bir kişi aile halkının ağıt yaktığını
bilir de onları bu adetten bile bile engellemezse, yaptıklarına razı olmuş demektir. Ama
yaptıklarına razı değil de ailesini engellemede ihmalkar dav-ranmışsa, kınanır. Bütün bunlardan
uzak olup, aile halkını ağıt yakmaktan engellemiş, ama aile halkı onun nasıhatlarına aykırı
davranarak ölümünden sonra da kendisine ağıt yakarlarsa ailesinin bu günahından ötürü sadece
incinir. Doğruyu en iyi bilen Allah Teala'dir. (Fethu'lBari c. 3 s. 393-397 baskı Mustafa Balebi)
Allame Münavi'nin bu konuyla alakalı olarak 'Feyz 'adlı kitabında şöyle bir yorumu bulunmaktadır.
Hadisi şerifte geçen ölüden kasıt, ölmek üzere olan bir kişidir. Ölmek üzere olan bir kişinin azap
görmesi ise şöyle olur; tam ölüm döşeğinde iken etrafında bağırıp çağıran insanlar onu büyük bir
sıkıntıya düşürürler. Can çekişmesi zorlanır. Böylece büyük bir azap çeker.
Iraki de konuyla alakalı olarak şunları söylüyor Şöyle demek daha uygundur; ağlama seslerini
duymak azabın ta kendisidir. Mesela biz nasıl ki çocuklarımız ağladıklarında ızdırap duyup acı
çekiyorsak Ölü de aynı şekildedir. Şu halde hadisi şerifi hiç bir tahsise gitmeden zahir anlamında
ele almak durumundayız. Kirmani de bu görüşü doğrulamaktadır.
'Azap' kelimesi sözlük anlamı bakımından kullanılmıştır. Ancak hadiste geçen 'ölü1 ölüm anında
bulunan bir kişi olarak izah edilmiştir.
Böylece anlıyoruz ki; hadis aslında bireysel sorumluluk ilkesini benimsemede Kur'anla çelişmiyor.
Şahinliğine ve sabitliğine dil uzatılamaz. Hele de bir çok şekilde doğru olarak yorumlanma imkanı
varken.
Allame Münavi şöyle der: "Bazı kendi dallarında otoriter ilim adamları şöyle demektedirler; "Hiç
kimse başkasının günahından mesul tutulmaz" ayetini ilk duyduğunda söz konusu hadisi şerifin
ravilerinin yanlış rivayet ettiklerini söyleyerek yerinde dona kalan kişi, buraya kadar anlattığımız
gerçeklerin ışığında hata etmiş olduğunu anlayacaktır. (Feyzu'l Kadir c. 2 s. 397)
Bu konuyla alakalı olarak şunu da kaydetmek de fayda vardır: Hz. Aişe (r.anh) de, soruyu yönelten
kardeşimizin zannettiği gibi hadisi Kur'an'mn ifadelerine aykırı bulmuş ve rivayet edenleri
azarlamıştır. İbn Ömer'den rivayet eden raviyi de yanılgı ve unutkanlıkla itham etmiştir. Bu
anlamda hiç bir hadis duymadığını yalnız Müslimde de geçen şu hadisi bildiğini söylemişti; Allah
Resulü (s.a.v) şöyle buyurdu: "Ölü, kendi günahından ötürü azap çeker. Ehli ise onun üstüne ağlar."
Hz. Aişe'nin bir başka rivayeti de şöyledir: "Resulullah (s.a.v) ehlinin üzerine ağladığı ölmüş bir
yahudi kadının cenazesinin yanından geçerken şunları söyler: "(Aile efradı) onun üzerine ağlıyor
ama o ise kabrinde azap içinde." (Buhari)
Bir başka rivayet de ise; (Yine Hz. Aişe'den); "Allah Teala aile halkı ağladığı için kafirin azabını
artırır. " Hz Aişe; sizin için Kur'an yeterlidir. Hiç bir kimse bir başkasının günahından sorumlu
değildir, der. (Buhari)
Hafız İbn Hacer şöyle der; Hz. Aişe'ye ait olan ve ondan rivayet edilen yorumların hepsi birbiriyle
çelişkilidir. Bu da gösteriyor ki; Hz. Aişe konuyla ilgili hadisi, bir başka hadisle reddetmemiştir.
Aksine o, hadisin Kur'an'la çeliştiği hissine kapılmıştır. Hz. Aişe'nin son rivayeti, ölünün kendi aile
halkının ağlaması nedeniyle daha fazla azap göreceğini isbatlamaktadır. Azap görmekte olan bir
ölünün azabının, ağlama nedeniyle artması ile, başka bir suçu ve günahı olmasa da ağlamaktan
ötürü ağlama nedeniyle azap görmesi arasında ne gibi bir fark vardır? Şayet hadisi zahiri
manasında alacak olursak o zaman Kur'an'la çelişir.
Bundan dolayı alimler Hz Aişe'nin bu konudaki tutumlarını benimsememişlerdir. Muhakkak ki,
Allah Resulün'den başka hiç kimse hatalardan korunmuş değildir.
Kurtubi de konuyla alakalı olarak şöyle der. Hz Aişe'nin bu hadisi inkar etmesi ve ravisini de
unutkanlıkla itham etmiş olması ya da hadisin bir kısmını duyup bir kısmını duymadığını
söylemesi olur şey değildir. Çünkü aynı manada bir çok rivayetler bulunmaktadır ve aynı zamanda
hepsi de güvenilirdir. Hadisin doğru yorumlanabilme imkanı varken kalkıp da karşı çıkmanın hiç
bir manası yoktur. (Feyzu'l Kadir c. 2 saife. 397)
İbni Teymiyye şöyle demektedir Mü'minlerin annesi Hz. Aişe'nin buna benzer bir çok görüşleri
vardır. Bir tür yorum ve içtihat ile hadisleri reddetmiş, manalarının batıl olduğunu söylemiştir. Oysa
durum hiç de böyle değildir. 112

Acele, Şeytandandır.

Soru

Çeşitli münasebetlerden dolayı dillerde dolasan birbiriyle Çelişkili iki söz var.
Birincisi; "Acele, şetandandır"
İkincsi; "İyiliğin en hayırlısı, acele etmektir "
Bu ikisi, hadis mi değil mi? Şayet hadis ise, aralarında nasıl bir bağlantı kuracağız? Eğer hadis
değillerse hangisi doğru, hangisi yanlış? 113

Cevap

Birinci söz, Allah Resulü bir hadiszinde: "Dikkatli olmak, Allah Teala'dan, acelecilik ise
şeytandandır" (Bu hadisi Tirmizi Sehl b. Sadi Saidi'den merfu olarak rivayet etmiştir. Tirmizi
hadisin hasen olduğunu söylemiş. İbn Ebu Şeybe, Ebu Ya'li, İbn Mu-niy, Haris b. Ebu Usame
müsnetlerinde Hz. Enes'ten şu lafızlarla rivayet etmişlerdir. "Teenni Allah'tandır." Beyhaki de
rivayet etmiş. Munziri 'Terğib' adlı kitabında şunları söylemiştir. Bu hadisin ravileri sahihtir."
Yavaşlığın övülmesi, aceleciliğin yerilmesi insanın fıtratında olan bir şeydir. Önceki ve şimdiki
bütün alimler de bu yönde icma etmişlerdir. Hatta bazı meselelerde şöyle denmektedir. Yavaş
hareket eden kişi ümit ettiğine ulaşır. Yavaş davranmakta selamet vardır. Acelecilikte ise
pişmanlık.
Şair Markeş der ki;
Ey Arkadaşlar! Acele etmeyin,
Yavaş olun.
Doğrusu kurtuluş, acele etmemeye bağlıdır. (Şiir)
Bir başka şair de;
Ağır ağır davranan amacına ulaşır
Acele davranan hataya arkadaş olur. (Şiir)
Amr bin As şöyle demiştir; Kişi acelecilikle, pişmanlık mey-vaları toplar
Acelecilik şeytandandır. Çünkü şeytan İbn Kayyım'ın da dediği gibi insanı kolayca hataya kaydırır.
Aceleci davrananı kızdırır. Sebattan, ağırbaşlılıktan ve yumuşaklılıktan uzaklaştırır. Bir şeyin yerli
yerine konmasına engel olur. Kötülükleri kendine çeker. İyiliklerin elde edilmesine set olur.
Acelecilik, tefrit ve bir şeye vaktinden önce davranma hastalığından türemiş bir çocuktur.
Bir hadiste şöyle geçmektedir: "Aceleci davranmadığı sürece
kulun duası kabul edilir." (Ebu Hureyre'den Buharı ve Müslim rivayet etmişlerdir)
"İyiliğin en hayırlısı acil yapılandır" sözüne gelince 'Keşful Hafa' adlı kitabında Acluni bu hadisin
olmadığını ama aynı manada Abbas (r.a)'tan rivayet edilen şöyle bir hadisin var olduğunu
söylemiştir İyi bir iş acele edilmeden tamamlanamaz. Acele edildîmi hayırlı sonuca varılır. Dillerde
yaygın ve meşhur olan şöyle bir söz de vardır " Beklemek ölümden daha beterdir"
Şu da var ki, "Ma'ruf (iyi) bir iş acele edilmeden tamamlanamaz." cümlesinde ki Ma'ruf kelimesi
'Bir' kelimesinden daha kapsamlı manaya sahiptir. 'Maruf kelimesi tüm ameli salih olan
davranışları kapsamına alır. Kişiyi Allah'a yaklaştıran ya da onunla menfaat duyduğu her şey
'Ma'ruf tur.
İyilik ve salih ameller için acele etmek övülmüş işlerdendir.
Kur'an ve sünnet de insanları daima buna teşvik etmektedir. Kur'an-ı Kerim'de bundan övgüyle
bahsedilmektedir.
"... işte onlar iyi işlerde yarış ederler. O uğurda ileri geçerler." 114
"...İyiliklere koşarlar. İşte onlar salihlerdendir." 115
"Rabbinizin mağfiretine koşuşun" 116
"İyiliğin en hayırlısı acele etmektir" sözü manası itibarıyla sahih olduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla "Acelecilik şeytandandır" hadisiyle çelişmiyor. Çünkü akıl, iki görüş arasında zıtlıkların
olduğuna hüküm verebilmesi için o iki görüş arasında her yönde çelişkilerin bulunması gerekir.
Daha doğrusu hiç bir şekilde bir araya gelmeleri mümkün olmamalıdır. İki sözü belli bir hal ve
pozisyonla kayıtlandırmak mümkün oluyorsa o zaman zıtlık olamaz.
Muhakkik alimler ancak şu şartlar dahilinde ağır davranmanın övülebileceğini, aceleciliğin ise
verilebileceğini savunmuşlardır.
1- Yapılması istenen şey, Allah'a itaat için olduğu açıkça bilinir olmalıdır. Şayet böyle olursa o
zaman Allah'ın emrettiği gibi hayırda öne geçmek ve hayırda yarışmak için acele etmek daha iyi
olur. Sa'd b. Ebu Vakkas Peygamber (s.a.v)'den şu hadisi rivayet etmiştir Herşeyde yavaş
davranmak daha hayırlıdır. Ancak ahiret işlerinde değil
Salih kimselerden biri tuvalette hacetini gidermekte olan kölesine seslenerek falanca kişiye
sadaka verilmesini emretti.
Orada bulunanlardan biri de şöyle dedi; Kölenin tuvaletten çıkmasını bekleyemez miydin? Bunun
üzerine salih kişi şu cevabı verir; sadaka vermek içimden geldi. Derhal verilmesini istedim. Çünkü
nefsimin, bu niyeti değiştirmeyeceğinden emin değilim!
Hz Ali (r.a) Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir Ya Ali! üç şeyi geciktirme ; vakti
gelince namazı, hazır olunca cenazeyi ve dengini bulunca bekar kadını evlendirmeyi. Tirmizi
rivayet etmiş ve hadisin hasen aynı zamanda garip olduğunu söylemiştir. İmam Ahmet b. Hanbel
'Müsnet'inde rivayet etmiş. Şeyh Şakir senedinin sahih olduğunu söylemiş. Ira-ki de hasen bir
hadistir demiştir. (Diraye c, 2 s. 63 Feyzul Kadir c. 3 s.31)
Bundan dolayı İbn Derid ile Askeri bu hadisle alakalı olarak şöyle bir kıssa anlatırlar. Bir gün
yanında Ahnef b. Kays bulunurken Muaviye "Ağır ve temkinli davranmaya denk hiç bir faziletin
bulunmadığını söyledi" Ahnef ise üç şeyin müstesna olduğunu ekledi; ölmeden Önce aceleyle
salih ameller yapmak, ölü varsa onu hemen defnetmek ve bekarlar dengini bulunca hemen
evlendirmek. Orada bulunanlardan biri "Senin bu söylediklerine bizim herhangi bir ihtiyacımız
yoktur." deyince Ahnef "Neden miş o?" diye karşılık verdi. O kişi "Senin bu söylediklerinle ilgili bir
hadis zaten var" dedi ve Peygamber (s.a.v)'in konuyla alakalı hadisini zikretti. (Feyzu'l Kadir)
îmam Gazali, Hatem-i Esam'ın şöyle dediğini rivayet eder. Şu beş şey dışında acele etmek
şeytandandır. Zaten bu beş şey de Peygamber (s.a.v)'in sünnetindendir. Yemek yedirmek. Ölüyü
kefenleyip hazır hale getirmek. Bekarları evlendirmek. Borcu Ödemek ve günahlardan tevbe
etmek.
Ebu Ayna'ya şöyle dediler: "Acele davranma, çünkü acelecilik şeytandandır. O da şöyle
cevaplamış; şayet dediğin gibi olsaydı Hz. Musa (a.s) "Sen razı olasın diye acele ettim Rabbim!"
demezdi.
2) Ağır davranmak, yapılacak işin üzerinde durulmayacak, araştırılmayacak ve açığa
çıkarılmayacaksa iyi olur. Ama istenen ve yapılacak iş açığa çıkarıldıktan, üzerinde durulup gerekli
olan çalışmalar yapıldıktan sonra tekrar ağır davranmanın bir anlamı olmaz. Çünkü bu durumda
ağır davranmanın fazileti rezil bir konuma düşecektir. Bir şeyin sınırı aşılırsa o şey tam tersine
döner. Bunun için şöyle denir Ahmaklar gibi acele etme korkaklar gibi de geç davranma. Şair
şöyle demiştir.
Eğer varsa bir görüşün, İzzette olsun yanında. e yaramaz görüşün, tereddüt edersen ondaKur'an-ı
Kerim şöyle buyurmaktadır.
"...iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever."
117
3-) İstenen şeyin kaçmasından korkulmamalıdır. Şayet belli zaman aralıkları içerisinde yapılması
gereken bir iş varsa o zaman yavaş ve ağır davranmanın hiç gereği yoktur. Aksi halde zaman
geçer ve kişi fırsatı kaçırınca parmaklarını ısırmaya başlar. Bu konuyla alakalı olarak şairin biri
şöyle demektedir.
Fırsatı değerlendir Eğer değerlendirmezsen onu Fırsat sana keder olur. 118

Meleklerin, İnfak Edenlerle İlgili Duası

Soru

Bir hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur. "Güneşin doğmadığı hiç bir gün yok ki, o günde
iki melek şöyle seslenmesinler; Allah'ım! infak edenin malını yeniden doldur. Cimrilik edenin
malım ise telef et! "
Oysa hayatta hep bunların tersini yaşıyoruz. Malını infak edip sadaka dağıtanlar geçim sıkıntısı
çekiyorlar. Cimriler ise hiç bir infakta bulunmadıkları halde mali durumları oldukça iyi. Şimdi bu
hadis sahih mi değil mi? Sahihse infakta bulunanın malının yeri nasıl dolduruluyor? Cimrinin malı
ise nasıl telef oluyor? 119

Cevap

Yukarıda bahsedilen hadis sahihtir. Ebu Hureyre (r.a)'den Buharı ve Müslim rivayet etmiştir. Ebu
Hureyre Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini söylemiştir Kulun sabahladığı hiç bir gün yoktur ki o
günde iki melek inip biri; Allah'ım! İnfak edenin malının yerini doldur. Diğeri de; Allah'ım! cimrilik
edenin malını telef et, diye buyurmasın.
Aynı anlamda daha bir çok hadis vardır. Hepsi de yukarıdaki hadisi te'yit niteliğindedir. Bunlardan
bir tanesi de Müslim ve Tirmizi'nin Ebu Umame'den rivayet ettikleri hadistir. Peygamber (s.a.v)
şöyle buyurmuşlardır. "Ey Ademoğlu! Maimın fazlasını dağıtırsan bu senin için daha hayırlıdır. Yok
eğer cimrilik edip tutarsan bu da senin için daha kötüdür."
Kişiyi infaka çağırıp ve cimriliğin sebeplerini yenmeye teşvik eden Allah Teala'nın kitabından daha
doğru ne olabilir?
"Şeytan sizi fakirlikle korkutarak cimriliği ve hayasızlığı emreder. Allah ise kendisinden mağfiret ve
bol nimet vadeder. Allah'ın lütfü boldur. O her şeyi bilir." 120
"...sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O daha hayırlısını koyar, çünkü O, rızık verenlerin en
hayırlısıdır" 121
îbn Kesir bu ayetin tefsirinde şunları söylemiştir. Allah'ın size emrettiklerinden ve mubah
kıldıklarından herne sarfederse-niz Allah Teala dünyada karşılığını ona bedel bir şeyle verir ahi-
rette ise sevap ve mükafat olarak verir. Hadislerde bu konuda aynı şeyleri söylemektedir. Kutsi bir
hadiste Allah Teala şöyle buyurmaktadır. "Sen harcarsan Ben de senin için harcarım" (Yani sen
Benim yolumda mal harcarsan Ben de sana misliyle veririm)
Soruyu yönelten kardeşimiz 'Malın yerine konması' ve 'telef edilmesi' sözlerini sadece mali
konulardan ibaret olduğunu telakki ettiği için meseleyi biraz karıştırmıştır. Oysa mesele
kardeşimizin anladığından daha geniş ve daha kapsamlıdır. Bir malın yerine getirilmesi, Allah
Teala'nın infak eden kuluna karşılığını vermesi demektir. Allah'ın vereceği mükafat maldan daha
güzel ve daha şereflidir. Hatta bazan 'malın yerine konması'ailenin sıhhatli olması, evlatların salih
olması, bedenin afiyette olması, az şeylerde bereketin olmasıyla da sağlanabilir. Bazan da manevi
şeyler olabilir. Mesela, hakkı bulmak, başarıya ulaşmak, göğsün genişlemesi, kalpte huzurun
bulunması, kişinin sevgisinin halkın gönlüne yerleşmesi, Allah'a imanın ve Allah'ın taktirine razı
olmanın tadına varmak da 'Malın yerine konması' demektir. Bunların yanında Allah'ın salih
kullarına ahirette hazırladığı ve hiç bir gözün göremediği ve hiç bir kulağın duymadığı şeyler de
yine kulun dünyada harcamış olduklarına karşılık malının yerine konması olarak da adlandırılabilir.
"Yaptıklarına karşılık onlar için saklanan müjdeyi kimse bilmez" 122
Doğrusu Allah'ın onun yolunda infak edenlere mükafatı dünya hayatına sığdınlamayacak kadar
büyüktür.
"Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır" 123
Allah'ın mükafatı maddi rızıklarla telakki edilemeyecek kadar geniştir. İrfan ehli olanlar manevi
rızıklarm gözlerin gördüğü dünya azıklarından daha hoş ve daha enfes olduğunu bilirler. Allah ve
Resulünün eşyalar hakkındaki taktirlerindeki, değerlendirme ve ölçümleri dünya ehlinin ölçüm ve
değerlendirmelerine benzemez. İşte şu ayetleri oku.
"De ki, bunlar Allah'ın bol nimeti ve rahmetiyledir. Buna sevinsinler. O. onların topladıklarından
daha hayırlıdır" 124
"Kendilerini sınamak için bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme. Rabbinin rızkı
daha iyi ve daha devamlıdır." 125
"Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ama baki kalacak yararlı işler, sevap olarak da, amel
olarak da, Rabbinin katında daha hayırlıdır" 126
"Ahiret kazancını isteyenin kazancını artırırız; dünya kazınanı isteyene de ondan veririz; ama
ahirette bir payı bulunmaz." (Şura 20}
Bir de şu hadisleri oku:
"Sabah namazının iki rek'atı dünya ve içindekilerinden dahahayırlıdır." (Müslim Hz, Aişe'den rivayet
etmiştir.)
Allah yolunda akşam sabah gidip gelmek dünya ve içindekilerinden daha hayırlıdır. Sizden
birinizin kırbacı kadar cennetten bir yer, dünya ve içindekilerinden daha hayırlıdır." (Buharı ve
Müslim
Hz. Enes'den rivayet etmişlerdir.)
Öyleyse meleklerin yaptıkları duaların manası da böylece açıklığa kavuşmuş oldu. Allah'ım! infak
edenin malının yerini doldur. Cimrilik edenin malım ise telef et.
Telef etme Allah Teala'nın cimri olan kişilere verdiği cezadır. Bu telef sadece dünya malları için
geçerli değildir. Yani dünya mallarının telef olması anlamına gelmez. Aynı zamanda bazan
bedenin hastalıklı olması, bazan evlatların hayırsız çıkması ve bazan da kişinin insanlarla olan
ilişkilerinin bozuk olması manalarına da gelebilir. Malın telef edilmesi manevi şeyler için de telakki
edilebilir mesela; kalbin her daim şüphede bulunması, devamlı olarak sıkıntı duyması, elinin
altında yeterince mal ve mülk olduğu halde onlardan istediği gibi faydalanamaması ya da devamlı
ızdıraplı bir hayat yaşaması olarak da değerlendirilebilir. Bunlara ilaveten bir de Allah'ın bu tür
kimseler için ahirette hazırladığı cezalar da işin cabası
"Ahiret azabı ise daha çetindir. Allah'a karşı onları koruyan da yoktur." 127
Meleklerin yaptıkları duayla Kur'an-ı Kerim arasında bir mu-tabıklığın olduğunu görebiliriz
"Elinde bulunandan verenin, Allah'a karşı gelmekten sakınanın, en güzel söz olan Allah'ın birliğini
doğrulayanın işlerini kolaylaştırırız. Ama cimrilik eden, kendini Allah'tan müstağni sayan, en güzel
sözü yalanlayan kimsenin güçlüğe uğramasını kolaylaştırırız." 128
Ayeti kerimede geçen kişinin kolay yola hazırlanması, 'Allah'ım! infak edenin malının yerini doldur.'
sözünün karşılığına denktir. Şiddetli yola hazırlanması ise 'Allah'ım! cimrilik edenin malını da telef
et' sözünün karşılığına denktir. Dolayısıyla mesele, 'Malın yerinin doldurulması' ve 'telef
edilmesi'ifadeleri, 'dünya mallarıyla yerinin doldurulması' ve yine 'dünya mallarıyla telef edilmesi'
ifadelerinden daha geniş ve daha kapsamlıdır. 129

Ya Hayır Söyle Ya Sus

Soru

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Ya hayır söyle ya sus" O zaman bu hadis ışığı altında çok
konuşmak haram oluyur, değil mi? 130

Cevap

Dilin afetleriyle alakalı olarak Peygamber (s.a.v)'den bir çok rivayetler mevcuttur. Bunlardan bir iki
tanesi de şunlardır.
"Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır konuşsun
ya da sussun" (Buharı ve Müslim Ebu Hureyre ve Ebu Şerih'den rivayet etmişlerdir.)
"Allah hayır söyleyip de zengin olanla susup da selamet bulana rahmet etsin" (İbn Mübarek 'Züht'
adlı kitabında rivayet etmiş ve daha bir kaç yoldan rivayet edilmiştir.) Çok konuşmak bazan insanı,
içinden çıkılmaz durumlara sürükler. Dilin afetleri vardır. İmam Gazali dilin tam yirmi afetini sayar;
yalancılık, gıybet, kovuculuk, yalancı şahitlik, yalan yere yemin, insanların namusları hakkında
konuşmak, malayani şeylerden konuşmak, başkalarını alaya almak ve aşağılamak.
Hatta Şeyh Abdulgani Nablusi dilin afetlerini yetmiş ikiye ka-"ar çıkartmıştır. Bu konunun
açıklamaları oldukça uzun.
Bir kişi çok konuştuğu zaman hataya düşmesi, dilini onun bunun namusuna uzatmaya gıybetle
insanların etini yemeye yakalanması kaçınılmaz olur. Bundan dolayı susmak selamet vesiledir. Bu
demek değildir ki kişi duyduklarını hiç konuşmadan tutacak ve hiç kımıldamadan duracaktır.
Hayır, sadece konuşunca hayır konuyacak yani Allah'ın razı olacağı şeyleri konuşacaktır.
Bilindiği gibi eskilerden beri insanların dilinde hep şu söz dolaşır; "Söz gümüş ise, sükut altındır."
Şair şöyle der; Dilini koru ey insan!
O yılandır sokmasın. Niceleri var mezarda, Onlar dilinin kurbanıdır. Nice kahramanlar, Dilden
sakınırlardı.
Sadece ahirette değil dünyada da insan dilinin hatasından dolayı ortaya çıkacak neticeleri
görebiliyor. Çok konuşması sebebiyle zararlara, musibetlere duçar kalıyor. O halde dilin
hatalarından sakınmak gerekir. İşte bu sebeple şöyle söylemiş şair;
Genç dilinin sürçmesiyle ölür.
Yoksa ayak sürçmesinden değil.
Dil sürçmesi kelle alır,
Ayak sürçmesiyle yaralanan
Bir müddet sonra iyileşir.
Bu konu hakkında yine şöyle bir söz vardır. "Sen sözünün sa^ hibisin. Ama onu ağzından
çıkardıktan sonra o senin sahibin olur" Öyleyse insanın gevezelik etmemesi gerekir.
Çok konuşan insanlar genelde hata yapar, onun bunun diline düşerler. Bu nedenle Allah'ın
murakabesi üzerinde olan ve O'dan korkan bir mü'mine gereken, sözünü bilerek konuşması,
konuştuğunun lehine mi aleyhine mi olacağının hesabım yapmasıdır. Çünkü ilahi kalem insanın
ağzından çıkan her sözü kayda alır ve onu bir kitaba işler.
"And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biz biliriz; Biz ona şah
damarından daha yakınız. Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır
birer gözcü olarak söylediği her sözü zaptederler. 131
Konuştuğu sözlerin amelleri gibi yazıldığını, onlardan hesaba çekileceğini bilen bir insan az
konuşur. Yalnızca kendisini ilgilendiren şeylerden bahseder. İşte bu da selamettir.
Öyleyse ya hayır söyle ki, kazanasın ya da sus ki, selamet bulasın. 132

Sahih-İ Buhari'nin Savunması

Soru

'El-Arabi' gazetesinin 11 Şevval 1375 (Şubat 1966) seksen-yedinci sayısının 'Sorun söyleyelim'
kösesinde Sayın Abdulvaris Kebir'in, 'Cabirü asarati'l-Kiram' takma adını kullanan Iraklı bir
müslüman araştırmacının sahabeleri ve Buhariyi müdafa eden bir yazısına reddiyesini
yayınlamıştı. Bu reddiyede şunlara yer verilmiş:"... Ben Ebu Hureyre'nin ve diğer sahabelerin,
Buhari'nin ve diğer sahih kitap sahiplerinin hadis uydurduklarını iddia etmiyorum. Akla ve mantığa
uygun olmadığı için bir hadisin zayıf ve uydurma da olduğunu söylemiyorum. Aksine bu konuda
Hem de eski ve yeni bir çok alimden rivayet edilen pekçok görüş vardır. İmam İbn Teymiyye,
Kastelani, Zehebi, Beyhaki, Taberani Da-rektuni, Heysemi, Suyuti ve Askalani gibi.
Mevzu hadislerden bahsetmek için şu sütunlar yeterli değildir. Bununla birlikte ey Cabiri asarati'l
Kiram! senin meydan okuyuşuna da cevap vereceğim. Şimdi sana soruyorum Peygamber (s.a.v)
nasıl olurda ' Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır '
'Ashabımın ihtilafında rahmet vardır.' diyebilir? Oysa Allah Teala muhkem kitabında şunları
söylemektedir.
"Dini ikame edin, ayrılığa düşmeyin." 133
"Toptan Allah'ın ipine sımsıkı sardın ayrılığa düşmeyin" 134
"Allah'ın kitabında ayrılığa düşenler şüphesiz derin bir çıkmazdadırlar." 135
Aklım almıyor benim 'Doyuruncaya kadar (müslüman) kardeşine ekmek veren kamncaya kadar su
içiren kişiyi Allah Teala cehennem azabından yedi hendek uzaklaştırır ki her hendek arasında
beşyüz senelik bir yürüyüş vardır.' Peki her gün karınlarını doyuruncaya kadar ekmek veren ve
kamncaya kadar da su veren kişilerin mükafatı ne kadar olacak?
'Dünya ahiret ehline haramdır. Ahirette dünya ehline haramdır,' bir Peygamberin böyle söylemesi
nasıl düşünülebilir? Allah Teala mukem kitabında şunları söylemektedir
"Allah'ın sana verdiği mal ve ahiret yurdunu iste.'Dünyadan da nasibini unutma." 136
"De ki Allah'ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rıziklan kim haram etmiş." 137
Resulullah (s.a.v) nasıl şöyle diyebilir? Taun, kardeşiniz cinlerin yarasıdır.' 'Sizin düşmanlarınız
cinlerdir' 'Salih kimselerin iyilikleri mukarreb(Melekler ve Enbiya)'lar için günah ve kötülüktür. '
'Kendinize güvercin edinin. Çünkü onlar, çocuklarınızdan leri uzaklaştırırlar.'
'Sürekli kabak y ey in. Çünkü kabak, beyni güçlendirir. Sürekli mercimek yeyin. Çünkü mercimek,
yetmiş peygamberin diliyle kutsanmıştır.'
'Sofralarınızı bakla ile süsleyin. Çünkü bakla, şeytanı kovar.' Peygamberin böyle şeyler
söyleyebileceğine aklınız kesiyor mu?
Sadece bunlar değil Cabir bey! Sahih-i Buhari ve diğer sahih kitaplarda bunlardan daha acı ve
daha dehşetlileri var. Hem de Allah'ın kullarına emrettiklerine ve Kitab'ında bulunanlara aykırılık
teşkil ediyorlar.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Sana hayızdan sorarlar. De ki; o bir ezadır. Hayızlı iken hanımlarınızdan uzak durun.
Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın," 138
Hayızlı iken bir kişinin hanımına yaklaşmaması kesin bir emir olarak Kur'an'da belirtilmiştir. Fakat
Buhari ve onun gibi daha bir çokları -Allah onlara mağfiret etsin- Hz. Aişe'ye nisbetle şu hadisi
rivayet ediyorlar. Hz. Aişe şöyle buyuruyor. 'Peygamber bana peştamalimi giymemi emreder sonra
da hayızlı olduğum halde benimle oynaşırdı.'
Bu hadisin bir benzeri de, peygamberin hanımlarından birisi olan Meymune'ye nisbet edilmektedir.
insanların bu tür hadislerden anladıkları tek şey; Allah Resulü hayızlı dönemlerinde hanımlarıyla
cinsi münasebette bulunuyordu. Hem de Allah Teala'nın emrine aykırı olarak.
Sen buna razı olur musun? ya da herhangi bir müslüman razı olur mu? Bu tür çirkin hareketlerin
bir Peygamber'den çıkması beklenir mi? Hele hele de Peygamberlerin efendisinden.
Bir de şunu dinle Cabir Bey! Allah Teala Maide ve Nisa surelerinde geçen cenabetlikten
temizlenme ile ilgili ayette şunları söylemekte;
"Veya kadınlara dokunmuş s anız bu halde su bulamamış s anız, temiz bir toprakla teyemmüm
edin." 139
Buhari ise şöyle diyor; Bir adam Hz. Ömer'e gelip şöyle dedi; ben cünup oldum ve (temizlenmek
için) su bulamadım. Hz. Ömer de şöyle cevap verir; öyleyse namaz kılma!
Ocağın üçüncü taşı, bu da Zeyt b. Enes'ten rivayet edilen ve sahih senetlerle 'Buhari ve Müslim'de'
geçen bir hadisle tamamlanmaktadır. Bu hadisi Ihkam' adlı kitabında İbn Hazm da sahih olarak
belirtmiş ve aynı zamanda Tahavi 'Müşkil'il Asar' adlı kitabında aynı hadisi rivayet etmiştir. Hadisi
Zeyd b. Enes şöyle rivayet etmektedir. "Ramazanda dolu yağdı. Ebu Talha da dedi ki; bana bu
doludan biraz ver. Ve oruçlu olduğu halde doludan yemeye başladı'. Ben de dedim ki; sen oruçlu
olduğun halde doluyu yiyorsun. O da, dolu gökten yağar ve bizim içimizi temizler. Dolu ne
yiyecektir ne de içecek. Sadece berekettir, dedi. Ben de Allah Resulü (s.a.v)'nün yanına vardım ve
bu durumu kendisine bildirdim Allah Resulü (s.a.v) de şöyle buyurdular; onu amcandan al!
Cabir Bey! şayet bu hadis sahihse Öyleyse ramazanda dolu yemek orucu bozmaz. Bu tür
rivayetler Buhari, Müslim ve diğer sahih olarak bilinen hadis kitaplarında yer alsa bile hiç bir
müslüman kalkıp da bunların doğru olduğunu söyleyemez!
Bu nedenle bizler, tefsir ve hadis kitaplarını bu gibi safsatalardan temizlemek istiyoruz.
Tüm bunlardan sonra meydan okumaya devam ediyor musunuz? Herne durumda olursa olsun
ben mücadele eldivenini giymeye hazırım. (11 Şevval 1385 hicri)
Buhari'ye saldırmak için ortamlar hazırlamak amacıyla bir kaç tane mevzu veya icma ile asılsız
oldukları ısbatlanmış hadisler nakletmiştir. Oysa bu hadisleri nakletmesine gerek bile yoktu.
Ayrıca ömürlerini sünnet-i nebeviyye yolunda harcamış, hadisleri bozguncuların elinden korumaya
kendilerini adamış ve batıl zihniyetli kimselerin elinden hadisleri korumak için günlerini vermiş
olan alimlerin gayretli çalışmalarından da sitayişle bahsetmiştir. Abdullah b. Mubarek'e; "Bu
hadisler mevzu hadislerdir denildiğinde" şu cevabı vermiş "Mütehassıs alimler de zaten bunun
için varlar." Abdullah b. Mübarek gerçekten doğru söylemiş. Alimler bu hadisler için yaşamışlardı.
Onlar öldüler. Hamd olsun Allah dinini korudu ve va'dini yerine getirdi.
"Bu Kur'an'ı Biz indirdik ve yine onu koruyacak da Biziz" 140
Hiç şüphesiz Kur'an'ı korumak, onu açıklayan ve şerh eden şeyleri korumakla olur. İşte bu da,
Allah Teala'nın kendisine şu ayetlerle hitapta bulunduğu sünnetlerdir.
"Biz sana zikri indirdik ki, insanlara kendilerine neyin indirildiğini açıklayasın." 141
Gazetede makalesi yayınlanan üstadın 'Mercimek yiyin. Çünkü mercimek yetmiş peygamberin
diliyle kutsanmıştır' gibisinden batıl olduğu aşikar olan bir takım uydurma sözleri bir araya getirip
söylemesi ciddiyetle bağdaşmaz. Tartışmanın yapıldığı konunun aslı, tefsir ve hadis kitaplarını
onların içinde bulunan şaibelerden ve israiliyat türü safsatalardan temizlemek-miş güya.
Bu gibi yerlerde bu tür sözlerin ve konuşmaların söylenmesi okuyucuların zihinlerinde bir takım
şüphelerin oluşmasına ortam hazırlayacaktır; hadis kitaplarında batıl rivayetler bulunmuş ya da
batıl rivayetlere güvenmişler ya da hadis alimleri batıl hadislerin dereceleri hakkında susup hiç bir
açıklama yapmamışlar hissini verecektir. Bu da gösteriyor ki, bu tür saldırıların gerisinde yatan
niyet, islam dini, onun kaynakları ve imamları hakkında şüphe uyandırmak. Ellerine geçen her
fırsatta islamı sarsmak ve baltalamaktır.
Bundan daha da garibi, yazar batıl oldukları şüphe götürmeyen hadisleri sıralamış. Sonra da tek
bir sözle şöyle diyebilmiş; 'Sadece bu kadar değil, Sahih-i Buhari'de ve diğer sahih kitaplarında
bunlardan daha müthiş ve daha acısı var. Hem de Allah'ın emrettiklerine ve Kitab'mda
indirdiklerine aykırı oldukları halde.'
Hay Allah! Sahih-i Buharı ve diğer hadis kitapları bu adamın anlattığı uydurma ve batıl hadislerden
daha müthiş ve daha mı acı gerçekten? Allah'a yemin olsun ki, şayet söyledikleri doğru olsa, sayın
yazarımız asrımızda bu gerçeği ortaya çıkaran en büyük bir kişi unvanım kazanmış olurdu. Hem
de asırlardır islam Ümmetinin gözünden kaçan gerçekleri açığa çıkarmış olarak. Hatta ilk dönem
alimlerinin başaramadığını bir çok alimi geride bırakarak günümüzde ortaya çıkmış bir alim
olurdu.
Buhari'nin rivayet ettiği hadisler bu yazarın nazarında yalan ve batıl hadislerden daha kötü bir
konumda.
Deve doğum sancısı çekiyor da hiç bir şey doğuramıyor. Ne bir fare ne de bir kurbağa. Yazar
Buhari'nin rivayet ettiği iki hadisten bahsediyor. Bu iki hadisin de Allah'ın kitabına aykırılık teşkil
ettiğini iddia ediyor. Öyleyse biz de onun bu hatalı iddialarını münakaşa etmek için birazcık konu
üzerinde duralım;
Birinci Hadis:
Buharı Hz. Aişe'den bu hadisi 'Hayz Bölümü'nde rivayet ediyor. Hz. Aişe şöyle buyurmaktadır.
Peygamber (s.a.v) bana peştemalimi giymemi emrederdi. Sonra da hayızlı olduğum halde
benimle oynaşırdı. Yazar şöyle söylüyor; bu türden hadisleri Hz. Meymune'ye de nisbet etmişler.
Hz. Meymune de Peygamber (s.a.v)'in hanımlarından biri. Yazar hadisi, ayete aykırı görüyor.
"Sana hayizdan sorarlar. De ki, o bir ezadır. Hayızlı iken kadın- larımzdan uzak durun. Temizlenene
kadar onlara yaklaşmayın" 142
Asrın allemesi üstadımızın ayetle hadis arasındaki çelişkileri göstermesi gerekirdi. Bu da ancak
ayette geçen ' i'tizal' kelimesi ile hadisde rivayet edilen 'mübaşere' kelimesinden nelerin
kastedildiğini açıklamakla mümkündür. Böylece okurlar da gerçekten bir zıtlığın var olup
olmadığını anlamış olacaklardır.
Öyle gözüküyor ki, yazar hadiste geçen 'Mübaşere' kelimesini 'cima' manasında almış. Evet bazan
bu manaya da gelir. "Artık onlara yaklaşabilirsiniz" ayeti kerimesinde 'mübaşere' kelimesi 'cima'
manasına gelir. Aynı zamanda ayetteki 'i'tizal (uzak durmak)' kelimesini de kendini tam manasıyla
kadından uzak tutmak ya da onunla aynı yatakta yatmamak ve bedenini ondan uzak tutmak
olarak algılamış olabilir.
Her iki anlayış da sakıncalı ve hatalıdır.
'Mübaşere' kelimesini 'Cima etmek' olarak izah etmek, hadisin lafzını inkara yeltenmeye götürür.
Çünkü Hz. Aişe (r.a) şöyle buyurmuştur. "Peygamber {s.a.v) bana peştemalimi giymemi
emrederdi. Sonra da benimle mübaşerede (oynaşma) bulunurdu." Peygamber (s.a.v)'in izar
(peştemal) giymesini emretmesi onunla (mübaşerede) oynaşmada bulunması içindir.
Bu gerçek Müslim'de Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadisi de doğruluyor. "Peygamber (s.a.v)
hayızlı olduğum halde benimle yatıyordu. Benimle onun arasında bir elbise vardı."
Bu yazar bey, biraz durup düşün s ey di ve islamın en yakın kaynaklarına müracaat etseydi.
Mesela, sözlük, tefsir, garip hadisler ve onların şerhleri gibi kaynaklara o zaman onu
heyecanlandırıp yerinden hoplatmaya vesile olan 'mübaşere1 kelimesinin manasını da anlamış
olurdu. Kamus (Arapça sözlük)'da şöyle denmektedir. Başere el-mer'ete... kadınla cima etti (yani
cinsi münasebete girdi) ya da her ikisi (erkek ve kadın) bir elbise içinde birbirlerine yaklaştılar
manasına gelir. Şayet yazar bey, kamusda kelimelerin bulunması metodunu bilmiyorsa o zaman
Mısır Dil Komitesi'nin en son çıkardığı mu'cemlerden birini alma gücüne sahiptir herhalde. Bu
sözlükte 'El-mu'cem El-vasit' bahis konusu kelimeyi şu şekilde tarif ediyor; Başere zevcehu,
mubaşereten, ve bişaren. Kadına dokundu. Bir birlerine dokundular. İlişki kurdular, öpüştüler.
'Mübaşere' kelimesi Kur'an'da ise cima 'ilişki kurmak1, öpmek ve temasta bulunmak anlamında
kullanılmıştır. Cima manasında sadece bir ayette geçmektedir. Sünnet-i nebeviyye, karine ve siyak
kelimenin bu manada kullanıldığını gösteriyor. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
11 .artık onlara yaklaşabilirsiniz. Allah'ın sizin için taktir ettiğini dileyin. Tan yerinde beyaz iplik
siyah iplikten sizce ayrılıncaya dek, yiyin için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescitlerde
itikafa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın..." 143
Mescitlerde i'tikaf sırasında nehyedilen 'mübaşere' öpmek, dokunmak ve buna benzer şeylerdir.
Çünkü bunlar mescidlerde i'tikaf esnasında olabilecek şeylerdir.
Ramazan gecesi yapılması emredilen 'mübaşere1 ise cima 'cinsi münasebet' manasında
kullanılmıştır. Çünkü siyak 'Allah'ın sizin için taktir ettiğini dileyin' buna delildir. Kurtubi ve diğer
müfessirler 'Artık onlarla cinsi münasebet kurabilirsiniz' ayetinde geçen mübaşere kelimesinin
cimadan kinaye (mecaz) olarak kullanıldığını söylemiştir. Mübaşere kelimesinin kullanılmasından
maksat, eşlerin tenlerinin birbirlerine değmesinden ötürüdür.
Böylece mübaşere kelimesinin, cima olarak kullanılmasının gerçek manada değil de mecazi
olduğunu anladık. Mecaz hiç bir zaman hakiki manayı ortadan kaldıramaz. Aksine hakiki mana
zıddına bir delil bulunmadıkça asıldır.
Öyleyse Hz. Aişe'den rivayet edilen hadiste geçen 'mübaşere' kelimesini cima olarak algılamak
büyük bir hatadır. Şayet yazar bey hadiste geçen mübaşere kelimesini hatalı olarak anla-mamışsa
demek ki, ayette geçen 'hayızlı iken hanımlarınızdan uzak durun' i'tizal (uzak durmak) kelimesini
yanlış anladığından dolayı, yukardaki saçma iddialarda bulunmuştur.
Yazar beyin en büyük yanılgısı da şudur, içindeki gizli niyetlerden ötürü nasları anlamada zan ve
hırsa kapılmakta acele etmektedir. Sonra da bu anlayışına dayanarak bir takım sonuçlar çıkarıp
bu sonuçlarla insanları zorlamaya, dinlerini ve peygamberlerinin sünnetini terkettirmeye
çalışmaktadır.
Ayeti Kerime'de annelerin kastedildiğini anlaması için yazarın, kaynaklara müracaat etmeye, ilim
ehline sormaya ve kendi görüşlerine göre söz söylemekte aceleci davranmamaya özen
göstermesi gerekirdi. Ebu Bekir (r.a) şöyle buyurmaktadır. Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim
birşey söylersem hangi gökyüzü beni altına alır ve hangi yeryüzü beni üzerinde taşır.
Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır. Kim ki, Kur'an hakkında bilmediği birşey söyler ve kendi
kafasına göre görüşler ileri sürerse cehennemdeki yerini hazırlasın. (Tirmizi, Nesai ve Ebu Davut)
Ayetlerden kastedilen manayı hadisler açıklamıştır. Bazı a-yetlerin manasını da karineler, çeşitli
bilgiler ve sebeplerler (nüzul sebepleri) ortaya çıkarmıştır. Sahabe, ayetlerin manalarını çok daha
iyi biliyordu. Bu manaları onlardan tabiin aldı. Dolayısıyla onların ilmine başvurmak ve bu gibi
konlarda onlardan istifade etmek gerekir.
Oysa bilgiçlik taslayıp, kaynaklar ortada iken onları kullanmamak ve Kur'an'a saldırıp delilsiz
uydurmalarla onlar hakkında söz söylemek ne ilmin ne de dinin kabul ettiği bir metoddur. Ha-dis-i
şerifte şöyle geçmektedir. Kim Allah'ın kitabı hakkında kendi görüşüne göre konuşursa isabetli de
olsa hata etmiştir.
İbn Kesir şöyle der Çünkü bu tür konularda konuşmak insanı bilmediği konularda konuşmaya ve
emredildiğinin dışında aksi yollara sürüklenmeye sevk eder. Doğru bir hüküm verse de hatalıdır.
Çünkü yapılan iş yerinde bir iş değildir. Bu durum, bilmediği halde insanlara hüküm veren kişinin
durumuna benzer. Doğruya isabet etse de Allah'ın kitabı hakkında kendi nefsine göre konuşan kişi
cehennemliktir. Çünkü o, hatalı hüküm verenden daha az bir suç işlememiştir. (İbn Kesir'in
mukaddimesinden)
Kur'an'dan sonra ikinci büyük kaynak hükmünde olan Sahih-i Buhari'nin hatalı olduğunu
söylemeye, her asırdaki islam alimlerine dil uzatmaya ve onların yanlışlarını aramaya yeltenen bir
insanın islami kaynaklara dönmesi ve onlardan faydalanması gerekir.
Allah Resulü (s.a.v) ilmiyle, ameliyle ve takririyle Kur'an'm açıklayıcı sidir. Çünkü Allah Teala şöyle
buyurmaktadır
"Sana hayizdan sorarlar de ki, o bir ezadır. Hayizlı iken hanımlarınızdan uzak durun." 144
Ayette geçen-i'tizal (uzaklaşmak) kelimesi bir çok manalara gelir. Kadının yatağından mutlak
surette uzaklaşmak, yahudilerin yaptıkları gibi evlerini terketmek vb. Bazan da bedenin kadından
uzak tutulması anlamına gelir. Ya da ezaya vesile olan, bu nedenle uzaklaşma emrinin geldiği
'erkeklik organı'nı kadından uzak tutmak anlamına da gelir. Bedenin belli noktalarını
uzaklaştırmak. Mesela, göbekle diz kapağı arasını. İşte burada kastedilen manayı sünnet bize
açıklıyor. Hem kavli olarak hemde fiili olarak "Biz sana zikri indirdik ki, insanlara kendilerine neyin
indirildiğini açıklayasın"
Allah'a hamd olsun Peygamber (s.a.v) insanlardan gizli olarak hiç bir şey yapmamıştır. Hatta
O'nun özel ve genel bütün hayatı ümmetin malı olmuştur. Gece ne yaptığım, gündüz nelerle
meşgul olduğunu, gizli açık nelerle uğraştığını, hanımları da dahil bütün sahabeler kendilerinden
sonra gelecek nesle aktarmışlardır. Çünkü sünnet onlar için teşridir. Sünnette onlar için güzel
örnekler vardır.
İşte bu davranışlarından birisi de Peygamber (s.a.v)'in aybaşı hallerindeyken hammlarıyla olan
ilişkisidir. Aybaşı haliyle ilgili ayet-i kerimeyi Allah Resulü'nün fiil ve sözleri tefsir etmektedir. Yoksa
ayette kastedilen i'tizal (uzaklaşma) hanımları hayızlı iken onlardan uzaklaşan ve aynı evde
oturmayan yahudilerin uzaklaşması gibi değildir. Senelerce ensar da aynı şeyi yahudi-lerden
etkilendikleri için uygulaya gelmişlerdi. Bu konuda neyin haram ve neyin helal olduğunu
Peygamber (s.a.v)'e sorduklarında yukarıda bahsini yaptığımız ayet inmiştir. Peygamber (s.a.v) de
bu ayeti hem sözüyle hem de fiiliyle açıklamıştır.
Mü'minlerin anneleri, O'nun her davranış ve ilişkisinde izlediği doğru yolu müslümanlara tebliğ
etmek, Resulullah (s.a.v)'ın sünneti dışında kalan aşırılıkları ve hataları düzeltmek ve gerekli
bilgileri vermek hususunda çok büyük gayretler sarf etmişlerdir.
İbn Abbas'ın cariyesi Bedret bir rivayetinde şöyle demektedir. Meymune b. Haris ile Hafsa -ki onlar
Re sulu İlah'm pak hanımları, mü'minlerin anneleridir- beni İbn Abbas (r.a)'ın hanımına gönderdiler.
Onlar arasında kadınlardan taraf bir akrabalık vardı. Oraya gittiğim de İbn Abbas ile hanımının
larmm ayrı ayrı yerlerde olduğunu gördüm. Ben bunu ondargın olmalarına yordum, oysa sebebini
sorunca bana şöyle cevap verdi; ben hayıziı olduğumda yatağımız ayrılır. Döndüğümde durumu
Peygamber'in hanımlarına haber verdim. Beni İbn Abbas'a göndererek dediler ki; git ona söyle;
Peygamberin zevcesi diyor ki; Ey İbn Abbas! sen Resulullah'ın sünnetinden yüz mü çeviriyorsun?
Resulullah hanımları hayıziı iken de onlarla beraber aynı yatakta yatardı. Aralarında diz boyunu
aşmayan bir elbise- den başka bir şey yoktu. (İbn Arabi 'Akam-ı Kur'ari c 1 s. 163)
Resulullah (sav)'in, hanımları hayıziı olduklarında, peştemal giymeyi emretmesi, ashabını buna
zorlaması anlamına gelmez. Doğrusu O (sav) bu hareketiyle, eza veren yerler (cinsel organ) hariç
bütün bedenden istifade etmenin mübahlığım gösteriyordu. Bütün bunlar böyle günlerde tedbir ve
ihtiyat olsun diye peştemal sarınmanın müstehap olduğunu gösterir. Müslim'de Hz. Enes'den bir
rivayet var. Yahudiler, hanımları hayıziı iken onlarla hiç birşey yemezler ve aynı evde bile
oturmazlardı. Sahabe Peygamber (s.a.v)'e bu konu hakkında sorular yöneltince şu ayetler indi.
"Sana hayizdan sorarlar de ki, o bir ezadır. Hayıziı iken hanımlarınızdan uzak durun. Temizlenene
kadar onlara yaklaşmayın." Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır "(Hayıziı iken) cinsel temas
hariç her şeyi yapın" Bu haber yahudilerin kulağma gittiğinde Bu adam (Muhammed) bize
muhalefet etmediği hiç bir şey bırakmadı demeye başladılar.
Useyd b. Hudeyr ile Abbad b. Bişr Allah Resulüne gelip dediler ki; Ey Allah'ın Resulü! Yahudiler
böyle böyle diyorlar. Onlara muhalefet olsun diye hanımlarımızla ilişki kuramazmıyız? Peygamber
(s.a.v)'in yüzünün rengi değişti. Kurtubi ve diğer bazı ulema şöyle demektedir. Yahudiler ve
mecusiler hayıziı kadından sakmırlardı. Hiristiyanlar da hanımları hayıziı iken cinsi münasebette
bulunurlardı. Allah Teala ise bu ikisi arasında orta yolu emretti. (Kurtubi tefsiri c. 3 s. 8)
Ayetlerin nebevi tefsiri ve onların işlevsel tatbikinin gayesi,ifrat ve tefritçiler arasında islamı orta
bir yola oturtmaktır. Tüm bunlardan sonra bir müslüman kalkıp da Kur'an-ı Kerimle Hz. Aişe ve Hz.
Meymune tarafından rivayet edilen ve Buhari'de geçen hadis arasında herhangi bir zıtlığın
olduğunu söylemesi doğru olur mu? ya da bu hadisin Allah Teala'nın kitabında bulunan hükümlere
ters düşen hadislerin Sahih-i Buhari'de bulunduğunu söylemek mümkün müdür? veyahutta sıhhati
üzerinde ittifak edilmiş bu hadisin iftira ve münker olduğuna hüküm vermek akla mantığa sığar
mı?
Ne garip! haksız yere fetva makamına oturan yazar bey, Bu-hari'nin ve diğer hadis imamlarının
'Allah Resulü böyle dedi, deyiveren herkese, ha öyle mi sen doğru söyledin.' deyipte sevinçle her
önlerine gelen kişiden hadis aldıklarını zannediyor olsa gerek.
Hayır, bu kadar basit değil sayın fetvacı bey! Onlar bir hadisin kaynağını ve aslını bilmeden kabul
etmezlerdi. Bu sayade bu dini diğer dinlerden farklı ve eşsiz kılan isnat metodunu ortaya koydular.
İbn Şirin şöyle demektedir; "Bu (hadis) ilmi dinin kendisidir. Dininizi kimden aldığınıza bakınız."
Bir başkası da şöyle buyurmuştur; Gece karanlığa konuşur gibi isnatsız ilim arama.
Kıssa ve ibretlerle dolu bir tefsiri okuduğunda imam Safi şunları söylemiştir. Ey kendini ilme
nisbet eden adam! Keşke yazdıklarının bir mesnedi olsaydı.
Zikredilen her isnadı da kabul etmezlerdi. Hatta her senet ravisini tahlil süzgecinden geçirirler ve
çeşitli araştırmalar yaparlardı. Mesela onun zekası hakkında, dini yaşantısı hakkında, ahlaki
konumu hakkında, mensup olduğu hocaları ve yetiştirdiği talebeleri hakkında tafsilatlı
araştırmalara girerlerdi.
Bunlarda şüpheli gördüklerine itimat etmez ve onların rivayetlerini zikretmezlerdi. Doğruluğuna,
hıfzına, adaletine ve zabtına dair delil olanların verdikleri rivayetleri alırlardı. İşte bu geniş ve
kapsamlı araştırmanın semeresi olarak ortaya iki yeni ilim çıktı; hadis ravileri ilmi ile, cerh ve ta'dil
ilmi.
Hadis alimleri Resulullah'tan kendi kulağıyla hadis duymuş olanlardan hadis almak için ufuktan
ufuğa mesafeler katediyor-lardı. Said b. Müseyyeb şöyle demektedir Biz bir hadis almak için gece
gündüz yol katederdik.
Adamın biri Şa'bi'den bir şey sordu. Şa'bi de fetvasını verdikten sonra şöyle dedi Biz herne kadar
bir hadis almak için Kufe'den Medine'ye kadar yürümüş olsak da sen onu hiç bir karşılık
ödemeden al.
Buna örnek olarak yazar beyin reddettiği, iftira ve münker bir hadis olarak gösterdiği Hz. Aişe'den
rivayet edilen hadisi gösterebiliriz. Hadis ilminden azıcık anlayan bir kimse nazarında bu hadisin
senedinin güneş ışığı gibi parıl parıl parladığı görülecektir. Buhari'ye bu hadisi, şeyhi Kubeysa b.
Ukba Suf-yan'dan o, Mansur, İbrahim'den o da Esved'den, Esved de Aişe'den rivayet etmiştir. Bu
hadisin senedinde geçen ravilerin hepsi de Kufelidir. Halef selef yoluyla hadisi birbirlerinden
işitfhişlerdir. Hepsi de Abdullah b. Mesud'un kurduğu Küfe medresesinin güzide talebeleridir ve
hepside dalında; hadis, fıkıh, a-kaid gibi ilimlerde otorite sahibi kimselerdir. Esvet, Alkame,
İbrahim, Hamnıad b. Süleyman, Süfyan-ı Servi, Ebu Hanife En-Nu'man ve islamın diğer önder
sayılacak şahsiyetleri bu medresede yetişmiştir.
Hz. Aişe'den rivayet edilen hadisin ravileri; Süfyan-ı Servi, Mansur b. Mu'temer, İbrahim Nehai,
Esvet en-Nehai. Hepsi de ilmin görkemli dağları, rivayet denizi, din imamlarının önderi konumunda
şahsiyetler. Onların emanet ve ilminden bir parça dahi şüphe duyulamaz.
Sayın yazar bey ise asrımızın gerilerinden ani bir çıkışla bu alimleri emanete hiyanetle, sapıklıkla
ve dini tahrif etmekle suçluyor. Onların münker ve iftira hadisler rivayet ederek Resulullah'a
yalancılık isnat ettiklerini savunuyor. (Allah'ım bu ne büyük bir iftira!)
Aynı zamanda Buhari bu hadisi sadece yukarıda sıraladığımız senetle ve yolla rivayet etmiyor.
Aksine hadis Hz. Aişe'den birden fazla yolla rivayet ediliyor.
Bu hadis sadece Peygamber (s.a.v)'in hanımlarından Hz. Aişe tarafından da rivayet edilmemiştir.
Buhari Hz. Meymune'-den de rivayet etmiştir. Hz. Aişe ve Meymune'den rivayet edilen mezkur
hadisi sadece Buhari de rivayet etmemiş. Tüm hadis kitapları, sıhhati üzerinde icma olduğundan
ve hüsn-ü kabulle karşılandığından mütekaddim ve müteahhir alimler tarafından rivayet edilmiştir.
Ömrüme yemin olsun, şayet -zikrettiğimiz senet- Hz. Aişe'-nin rivayet ettiği hadis Yazar beyin iddia
ettiği gibi münker ve iftira olsaydı hâşâ o zaman bu din batıl olurdu. Sünnet-i seniyye şüpheli
duruma düşerdi. Ümmetin şanlı tarihi yalan-dolandan ibaret olurdu. Tarih mirasına hurafe
karışırdı. Dinin önder alimleri de din ve toplum tarihinin yakından tanıdığı sahtekarlar olurlardı.
Yazar bey makalesinin baş tarafında ne Ebu Hureyre'yi ne de Buhariy'i hadis uydurmakla itham
etmediğini iddia ediyor. Halbu ki, onlarla birlikte diğer islam alimlerini de suçluyor ki onlar çağların
en hayırlısı olan asr-ı saadeti izleyen çağlarda yaşamışlardır. Tüm islam önderlerini cehaletle,
gafletle ve bağnazlıkla suçluyor. Oysa onların rivyet ettikleri hadisler asırladır hüsn-ü kabulle
karşılanmış ve ravileri övülmüştür. Dinde imamet vasfına haiz olmuşlardır. Ta ki, 'El-Arabi'
dergisinin fetvacısı çıkıp, bu erdemli insanları, ağıza almaktan esef duyduğumuz şekillerle
nitelendirinceye kadar.
Ebu Yusuf a şöyle soruldu; Selif-i salihine söven bir adamın şahitliğini kabul eder misiniz? O da
şöyle cevap verdi; ben komşusuna söven bir kimsenin şahitliğini kabul etmem nasıl olurda bu
ümmetin en hayırlılarına söven bir insanın şahitliğini kabul edeyim?
Öyleyse ben de şöyle derim; ümmetin dinine yeni yeni kaideler ve kurallar getirip sosyalistlerin,
oryantalistlerin ve laiklerin ağzım sulandırmak için ümmete söven bir insanın şahitliği nasıl kabul
edilsin? Yarabbi içimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizleri helak etme.
Yazar beyin, Bahuri ve onun sahihine dil uzatmak için dayanak olarak getirdiği ikinci hadise
geçelim. Yazar bey şöyle diyor:
Cenabetlikten temizlenmekle ilgili ayetlerde Allah Teala Nisa ve Maide surelerinde şöyle
buyurmaktadır, "...kadınlara yaklaşmışsamz ve su bulamamışsanız, temiz bir toprakla teyemmüm
edin." Buhari ise şöyle rivayet ediyor Bir adam Hz. Ömer gelir ve şöyle der; Ya Ömer! Ben cünup
oldum ve su bulamadım. Ömer de; öyleyse namaz kılma, der. Şayet bu yazar bozuntusu ilme ve
gazetenin yayın yaptığı insanların akıllarına birazcık saygı duysaydı bu tür iddialara da cür'et
edemeyecekti. Bu lafızla hadisi, Buhari sahihinde rivayet etmemiştir. Hem de yazar bey
(utanmadan da) Buhari şöyle diyor, diyebiliyor. Böyle söylemekle anılan hadisin Buhari'de
bulunduğunu vurgulamaya çalışıyor. Gerçeğe karşı bundan daha büyük bir yalan ve bundan daha
büyük bir uydurma olamazdı.
Bütün bunlardan sonra, bilgiçlik iddiasındaki yazarı kendi haline bırakıyor ve cevabı hadisten
almaya çalışıyoruz. Bu hadisi ilim, fazilet ve dini yaşantı bakımından Buhari'den geri kalmayan
Müslim de rivayet etmiştir.
Yazar beyin içine düştüğü en büyük hata; işi aceleye getirerek düşüncesizce beİli bir noktada
çakılıp kalmasıdır. 'Kadınlara yaklaşmayınız' ayet-i kerimesini, cünüplükten temizlenme hükmü
için bir nass olarak telakki etmiştir. Ona göre Buhari, bu hükme aykırı olabilecek bir hadis rivayet
etmişse, o hadis münker ve uydurmadır.
Yazar bey şayet gerçeği ortaya çıkarma uğraşındaysa, biraz hadisin üzerinde durup onunla ilgili
araştırma yapsaydı 'Mii-başere' ve 'Lems' kelimesinin cima manasında olmadığını aksinegerçek
manasında değil de kinaye ve mecaz yoluyla cimaya delalet ettiğini anlayabilirdi. Sahabe ve
ondan sonra gelenler (Tabiin) bu konuda ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas ayette geçen 'Lems'
kelimesini 'Cima' olarak almıştır. Ebu Hanife de aynı şekilde kullanmıştır. Hz. Ömer, oğlu Abdullah
ve İbn Mesud kadına dokunmanın abdesti bozacağım söylemişler. İbn Kesir şöyle der: Bu, Şafii ve
arkadaşlarının, Malik'in ve Ahmet b. Hanbel'in meşhur görüşleridir. Mülamese kelimesini değişik
anlamlarda telakki eden her iki grubun da kendilerine göre bazı delilleri vardır. Fakat burası,
onların delillerini anlatmanın yeri değildir. Ama önemli olan şudur; bahsi geçen ayet, cünuplukla
ilgili hüküm için bir nass değildir. Lakin ne söylediğini bilmeyen yazar bey, bir takım evhamlara
kapılmıştır.
Hz Ömer'in cünüp olup da su bulamayana söyledeği sözü ise, onun bir içtihadıdır. İçtihadında
hata etmiştir. Hatta hata ettiği için de sadece bir ecir alır. Hz. Ömer ma'sum değil ya. İçtihat
konusunda hata yapan ilk kişi Hz. Ömer de değil, aynı zamanda bu, onun ilk hatası da değil. İbn
Hazm Hz Ömer'in hata ettiği veya varit olan bir hadisi unuttuğu ve bu sebeple başka sahabile-rin
kendisine hatırlatmada bulundukları bazı hükümler saymıştır.
Buhari ve Müslim'in sahihlerinde Hz. Ömer'in bir görüşünü -ki hatalı olsa da- kayıtlamayıp bizlere
asr-ı saadet döneminde is-lami içtihada dair sahih bir örneği alim dürüstlüğüyle nakletmeleri
kusur mudur?
Allah'a yemin olsun ki bu, Buhari ve Müslim için övünülecek güzel bir şeydir. Yoksa ayıplanacak ve
yerilecek bir şey değildir. Buhteri ne güzel söylemiş.
Gösterdiğim güzelliklerim,
benim kusurumsa eğer,
Söyle bana (be adam!)
nasıl özür dileyem... (Şiir)
Burada yazar beyin bir kusuruna değinmeden geçemeyeceğim. Makalesinin girişinde şöyle diyor.
Sadece akıl vemantıkla uyuşmadığı için, şu hadis zayıftır bu hadis uydurmadır demeyeceğim
aksine bu konuda eski ve yeni bir çok fıkıh aliminin görüşleri mevcuttur; İbn Teymiyye, Kestalani,
Zehebi, Beyhaki, Taberani, Darektuni, Heysemi, Iraki, Suyuti, Askalani ve diğerleri.
Sonra da yazar bey ittifakla kabul edilmiş bir hadise dil uzatıyor. Oysa bahsini ettiği alimlerden hiç
biri bu hadisin varlığı hakkında tek söz dahi söylememişlerdir. Öyle sanıyorum ki, yazar bey
yukarıda isimlerini verdiği ve sıraladığı alimlerden hiç birinin tek bir eserini bile okumamış.
Buhari'ye yaptığı eleştiride, iftira ve münker dediği ve yine Buhari'nin rivayet ettiği hadisle alakalı
olarak yukarıda isimlerini verdiği alimlerden hiç birinin bu konudaki görüşlerine müracaat
etmemiş.
Yazar münkeri iftiradan daha kötü saymış. Oysa ne lügat ne de ıstılah bakımından durum böyledir.
Uydurma hadisten daha kötüsü yoktur.
Ebu Talha hadisine ve onun ramazanda oruçlu iken dolu tanesi yemesine gelince ne Buhari ne
Müslim ve ne de başka hadis alimi böyle birşey rivayet etmemiştir. Bundan dolayı biz de cevap
verme gereği görmüyoruz. Bu rivayetin Ebu Talha'ya dayandırılan kısmı senet bakımından sahihtir.
Ama hüccet olamaz. Çünkü bu, diğer sahabelerin muhalefet ettikleri halde bir sahabenin yapmış
olduğu bir içtihattır. Böyle bir içtihat da nazar-ı itibara alınmaz. Zaten bu görüş daha beşikteyken
ölmüştür. O zamandan günümüze kadar böyle bir içtihadı kimse dayanak olarak edinmemiştir.
Hadisin Peygamber (s.a.v)'e dayandırılan kısmı hadis alimlerinin de söyledikleri gibi sahih değildir.
Şayet yazar bey elindeki kaleme gerekli ehemmiyeti verseydi ve insanların akıllarına saygı
gösterseydi bu hadisi zikretme teşebbüsünde bulunmayacaktı. Çünkü kendisiyle 'Cabirü asara-
ti'1-Kiram' lakabını kullanan Iraklı kardeşimizin arasında meydana gelen tartışmanın sebebi,
Buhari ve Müslim ile diğer sahih hadis kitaplarıdır. Burada bu hadisin gündeme getirilmesindeki
gaye; iddia ve dil uzatma, boş şeylerle uğraşma, sadece basit ve zayıf akıllılarla geri zekalıların
nazarında geçerli olan bir aldatmaca ve düzenbazlıktır. 145

Sonuç Olarak

Peygamber (s.a.v)'in sünnetine yapılan bu tür saldırılar yeni değil. Bunların gerisinde onları
besleyen ve destekleyen müesseseler ve kuruluşlar var. Müsteşrikler, komünistler ve laikler bu tür
savaşları daima alevlendirmekte ateşin altına ha-bire odun atmaktalar. Bu işi yapanların sahnede
gözükmelerine gerek yoktur. Onların gözükmeleri kalpleri ateşlendirir, üzerlerindeki şüpheleri
alevlendirirler.
Onlara aldanan, başkalarını da aldatan çömezleri, bu işleri çekip çevirmek için yeterlidir.
Misyonerlik, müsteşriktik ve kızıl dinsizlik hareketlerinin alevlendirdiği ve kendi bünyesine çektiği
ne kadar çok insan varmış meğer. Onların cazibesine kendini kaptıranlar bilmeden dinin ipini
elleriyle koparmaktalar. Hatta yaptıklarıyla övünüp sanki çok güzel bir şey yapıyorlarmış gibi de
seviniyorlar. Dinlerini azıcık bir menfaat karşılığına satan bu bedbahtlar karınlarına sadece
cehennem ateşi doldururlar.
Dikkat edin! Bu tür saldırılar, bizim hakka olan bağlılığımızı güçlendirir. Ayaklarımızı dinde sabit
kılar. Onsuz Kur'an'm anlaşılmadığı, dinin ilkelerinin ve sınırlarının onsuz tesbit ve tayin
edilemediği Allah Resulünün sünnetine olan bağlılığımız kat-be kat artar.
Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurur. Kendisine tutunduğunuz müddetçe benden sonra dalalete
düşmeyeceğiniz iki şeyi sizlere bırakıyorum; Allah'ın Kitab'ı ve benim Sünnet'im
Gerçekten üzüldüğümüz nokta şurasıdır; Peygamber (s.a.v)'-in sünnetine yapılan bu Çirkin saldırı,
müslüman bir devlet olan Kuveyt gibi bir arap devletinde yarı-resmi bir gazetede yayınlanıyor.
Ümidimiz odur ki, sorumlular hayretlere ve sıkıntılara sebep olan bu önemli mesele üzerinde
dururlar ve bir çözüm getirirler. Biz sadece Allah'tan yardım diler ve O'na sığınırız. Her niyetin
gerisinde O vardır. Allah bize yeter O, ne güzel vekildir. 146

Sinek Hadisi Çevresinde

Soru

Peygamber (s.a.v) söyle buyuruyor, "Sizden birinin çanağına sinek düşünce onu kaba daldırsın.
Çünkü (sineğin) bir kanadında zehir diğer kanadında da şifa (panzehir) vardır." Sizin bu hadis
hakkındaki görüşünüzü alacaktım.
Bu hadis ittifakla kabul edilen sahih bir hadis midir? Hadisi inkar edenin veya peygamber (s.a.v)
tarafından söylenip söylenmediği hakkında şüpheye düşenin durumu ne olur ? Onu inkar etmek
kişiyi dinden çıkarır mı? Günümüzde bazı doktorlar bu hadisin içeriğini doğrulayanları maskaraya
alacak kadar hadisin sıhhati konusunda etrafı tozu dumana katıyorlar. Bunu da şunun için
yaptıklarını söylüyorlar; Koruyucu ve tedavi tıp ilmine göre sinek, kendisinde bulunan zararlı
mikroplardan dolayı hastalıkları yayan etkenlerden biridir, sineğin tedavi için kullanıldığı
bilinmediği halde nasıl olurda hadiste "Bir kanadında zehir diğer kanadında da şifa (panzehir)
vardır." diyebilir?
Bu konuya açıklık getirmenizi rica ediyorum. Yukardaki hadis etrafında oldukça çok tartışmalar
çıkıyor. Hatta dinsizlerden bazıları dine dil uzatmak ve dindarları alaya almak için bu hadisi
dayanak olarak kullanıyorlar. 147

Cevap

Sorunun cevabına gelelim. Soru bir takım açıklamaların yapılmasını gerekli kılıyor. Özellikle de
aşağıdaki noktaların açıklanması gerekmektedir. 148

Birincisi

Yukarda bahsedilen hadisi İmam Buhari sahihinde rivayet etmiştir ve aynı zamanda sahih bir
hadistir. Hadis ıstılahında bilindiği gibi 'müttefekun aleyh' değildir. Çünkü hadis alimlerine göre
'müttefekun aleyh1 Buhari ve Müslim'in Sahihi'nde geçen ve her ikisinin de ittifak ettikleri
hadislere denir. Allah ikisine de rahmet etsin. Hadisi sadece Buhari rivayet etmiştir. Müslim ise
kendi Sahihi'nde bu hadisten bahsetmemiştir.
Bilindiği gibi; Buhari'nin sahihinde geçen hadisler çeşitli asırlarda cumhur-u ulema tarafından
hüsn-ü kabulle karşılanmış hadislerdir. Özellikle de derin ilim sahibi fıkıhçılar ve hadis alimlerinin
devrinde hiç bir itiraz ve tenkide maruz kalmamıştır.
Eski alimlerden birinin çıkıp da bu hadis için bir takım şüpheler olduğunu söylediğini
hatırlamıyorum. Aynı zamanda metin ve senedinin de sakat olduğunu söyleyen olmamıştır. 149

İkincisi

Bu hadisin din usulüyle herhangi bir alakası yoktur. Mesela, ilahiyat, nübüvvet ya da dinin açık-gizli
toplumsal ve kişisel vecibeleri, helal ve haram konuları, aile, toplum, devletle alakalı teşri konular,
islamın kendine özgü ahlak prensiplerini açıklayıcı herhangi bir hüküm içermiyor.
Bir müslüman ömrünü bu hadisi duymadan ve okumadan yaşasa, bu onun dinine herhangi bir
zarar getirmez. Akidesine, inancına ve yaşantısına herhangi bir etkisi olmaz.
Hadis etrafında şüphelerin oluşturulması bizi pek o kadar etkilemiyor. Zaten hadisi Buhari'nin
SahüYinden çıkarsanız da bu, Allah'ın dinine herhangi bir zarar da verecek değildir.
Hadis-i şerife ilişkin ortaya atılan şüpheleri İslamın tümüne dil uzatmak için vesile edinmek
mümkün değildir. İslam dini bu tür boş şüphelerle kendine dil uzatılamayacak kadar güçlü ve
sağlam bir dindir. 150

Üçüncüsü

Her ne kadar bu hadis, hadis alimleri tarafından sahih olsa da ehat hadistir. Kesinlik ifade eden
mütevatir derecesinde değildir.
Ehat hadislerin Buhari ve Müslim veya ikisinden biri tarafından rivayet edilmesi durumunda kesin
bir bilgi mi ifade ederler, yoksa sadece kuvvetli bir zan mı veya bazı özel şartlarda bilgi mi ifade
ederler? İşte alimler bu konularda ihtilafa düşmüşlerdir.
Aslında şöyle demek yeterlidir; kim ehad hadisleri inkar ederse, kimin içinde Peygamber (s.a.v)
tarafından rivayet edildiği hakkında şüphe oluşursa bu sebeple dinden çıkmaz. Çünkü, yakin
derecesine ulaşan hadisleri inkar eden dinden çıkar. Bunda şüphe yok, ihtilaf da yok. Kati
derecesinde olan hadisleri islam alimleri 'Zaruret-i Diniyye' diye isimlendirmişlerdir.
Ancak bu hadis etrafında oluşturulan şüphe bulutlarıyla dine dil uzatmak, onu alaya almak gibi
birşey amaçlanıyorsa işte bu insanı dinden çıkarır. Böyle yapmak açıkça küfürdür. 151

Dördüncüsü

Hadisin içeriğine, modern tıp ve bilimle olan ilişkisi bir bilim adamı ve tıp otoritesince savunulmuş
aynı zamanda batılı bilim adamlarının araştırma ve bilimsel çalışmalarına delil teşkil etmiştir.
Bazen bu bilimsel araştırmalar çeşitli münasebetlerle İslami mecmualarda yayınlanmıştır.
Bu mevzuyla alakalı olarak bilimsel, tıbbi bir reddiyeyi burada nakletmek yeterlidir sanırım. Bu
reddiye miladi 1397 ve hicri1977 senesinde Mısır'da çıkan 'Tevhit1 dergisinde yayınlanmıştır.
Reddiye, İskenderiye Üniversitesi Ortopedi ve Travmatoloji uzmanı Prof. Dr. Emin Rıza tarafından
bir başka tıp doktorunun anılan hadisin etrafında halkı şüpheye düşürmesine karşılık ka-lame
alınmıştır.
Doktor Emin Rıza reddiyesinde şunları söylüyor;
18/3/1977 cuma günü çıkan bir gazetede, meslektaşlarımdan biri sinek hadisinin senedini değil
de metnini akli ve ilmi tahlil esasına göre reddetmiştir. Bu gazetenin başlattığı tartışmayı
neticelendirmek için değerli meslektaşıma aşağıdaki konular çevresinde itirazlarımı sunuyorum.
a ) Sırf günümüz bilmine uygun olmadığı için bu hadisi veya herhangi bir hadisi reddetmek doğru
olmaz. Bilim, devamlı değişmekte ve ilerlemektedir. Hatta bazen önce söylediğinin aksini dahi
söyleyebilmektedir. Bugün ilmi nazariyenin doğru olarak değerlendirdiği bir şey belli bir zaman
sonra hatta çok kısa 'zamanda hatalı olduğu ortaya çıkabiliyor. Durum böyleyken, nasıl olurda
kalkıp hadisi ilmi nazariyeler ışığında değerlendirerek hatalıdır diye biliriz. Bu ilmi nazariyeler belli
bir müddet sonra belki de şimdi sizin reddettiğinizi doğrulayacak ve kabul edecektir.
b ) Bu hadisi veya herhangi bir hadisi kendi mantığıyla çelişiyor diye reddetmek doğru bir şey
değildir. Bu çelişkiye sebep olan kusur, hadiste değil kişinin kendi aklında aranmalıdır. Çağdaş
bilime önem veren herkes kendi aklına da büyük bir şekilde saygı duyar. Akla önem veren kişi
bilgiyle cahaleti kıyaslar. İlim, bilinmeyeni elde etmek için, asırlar boyunca insanların karşılıklı
yardımlaşmaları sonucu elde edilen tüm bilgi birikimlerinden oluşur. Cehalet ise, bizim
bilmediğimiz şeylerdir. Daha doğrusu ilmin çerçevesi içerisine girmeyen şeylere denir. Gerçeği
söylemek gerekirse bugün ilmin hala tamamlanmadığını ve cehaletin de sınır tanımadığını
görmekteyiz. Buna delil ise, cehaletin sonuna ulaşılamadığı halde yapılan ilmi araştırmaların ve
keşiflerin günbe gün ilerleme sidir. Akıllı ve insaflı bir alim ilmin geniş ve kapsamlı olduğunu,
cehaletin ise daha kapsamlı ve daha geniş olduğunu anlar. Bundan dolayı sahip olduğumuz ilmin
bizi, nefislerimizle aldatmaması gerekir. İlmimizin, bizi içinde yüzdüğümüz cehalete karşı kör
etmemesi gerekir. Şayet kalkar da 'Bugünkü ilim herşeydir ve ulaşması gereken en son noktaya
ulaşmıştır' dersek; bu bizi nefsimizin oyununa getirir, ilerlememize engel olur, düşüncelerimizde
bir takım kargaşaların ortaya çıkmasına sebep olur. Bütün bunlar eşyalar hakkındaki yargılarımızı
bozar. Gözlerimiz önünde duran hakkı görmemize engel olur. Hakkı hatalı olarak görmeye ve
hatayı da hakmış gibi telakki etmeye götürür. Sonuçta da aklımızla çatışan neticelerle
karışalaşınz. Şayet akıllarımızı fıtrata uygun çalıştırarak, tevazu ve duyarlılığı elden bırakmassak
cehaletle karşılaşacağımıza ilmin berraklığıyla karşılaşacak ve onunla nurlanacağız.
c ) 'Tıpta hastalıkların sinekle tedavisini sağlayacak hiç bir hüküm bulunmamaktadır' demek
doğru değildir. Ben de bir çok eski kaynaklar var. Bu kaynaklarda, sinekler kullanılmak suretiyle
çeşitli hastalıkların iyileştirilmesine dair reçeteler mevcut. Sülfat terkibinin bulunduğu yıllarda
yaşayan cerrahların tümü, çeşitli kırıkların, müzmin yaraların sinekle tedavi edildiğini görmüşlerdir.
Zaten o yıllarda sinekler bu hastalıklar için özel o-larak yetiştiriliyorlardı. Bu durum, mikrop
öldürücü bakteriyofaj virüslerin keşfedilmesi ile de geçerliliğini bir kat daha artırmıştır. İlacın keşfi
yapılırken sineğin, aynı anda hastalık etmeni olan mikroplarla bu mikroplara karşı savaş açan
bakteriyofajları taşıdığı esasından hareket edilmiştir. Buradan hareketle bu gün artık çıbanların ve
kemik iltihaplarının, sinekle tedavisinin yapılmaması, bu tedavi metodunun başarısız olmasından
kaynaklanmamaktadır. Bu tedavi metodunun uygulanmayışı, bilim adamlarını dikkatlarini
fazlasıyla üzerine çeken sülfat bileşimlerinin keşfedilmiş olmasındandır. Bu konuda geniş
açıklamaları arkadaşım Ebü'l Fütuh Mustafa İd'in, nezaretim altında hazırladığı ve yedi sene önce
İskenderiye üniversitesine sunduğu 'Kemik
İltihabları' konulu Doktora Tezi'nin tarih bölümünde yer almaktadır.
d ) Bu hadis sineğin kanadında zehir bulunduğunu haber vermesi sebebiyle gaybı bildirmektedir.
Çağdaş bilim bu gerçeği ancak ve ancak son asırlarda ortaya çıkarabilmiştir. Daha önceleri bilim
adamları sineğin kanadında herhangi bir zararlı maddenin varlığını bilemediklerinden ötürü
yalanlayabiliyorlardı. Fakat daha sonra gerçek ortaya çıkınca yani mikropların keşfi ile beraber
eski inkarcı tutumlarını bırakıp hadisi doğruladılar.
e ) Sinekler hakkında ele almamız gereken şey taşıdığı mik-roplarsa, bu konu hakkında bilmemiz
gereken şu noktalar vardır.
1 ) Sineklerin taşıdıkları tüm mikropların zararlı mirkoplar veya hastalık olduğunu söylemek doğru
değildir.
2 ) Bir ya da iki sineğin taşıdığı mikrop sayısının, bu mikroplara kapılan kişinin hastalanmasına
yeterli olacağı sözü doğru değildir.
3 ) İnsan vücudunu, tüm mikroplardan temizlenebileceğim söylemek de doğru değildir.
Şayet bu mümkün olsa büyük zararlar ortaya çıkar. Çünkü insan vücudu, zararlı mikroplardan belli
oranlarda aldığında bu mikroplar yavaş yavaş vücuda bağışıklık kazandıracaktır.
f ) Bu hadis, sineğin taşıdığı zehire karşılık panzeri de taşıdığını haber verdiği için gaybi bir haber
niteliğindedir. Çağdaş bilimin verilerine göre, mikrobik bakteri ve virüsler, birbirlerine karşı
amansız bir çarpışma içerisindedirler. Sadece mikroskop altında görülmesi mümkün olabilen bu
varlıklar zehirli maddelerle -ki bu zehirli maddeleri ilaç yapımı için kullanmak mümkündür-
birbirlerini öldürmektedirler. Penisilin ve Kloramisetin gibi antibiyotikler bu zehirli maddelerden
üretilmiştir.
g ) Mikrop bilimi hakkında çağdaş bilimin ve bizlerin bilmediği, keşfedemediği bir çok şeyler var.
Tüm bu meselelerin ilerde açıklığa kavuşturulması mümkün olacaktır. Bu nedenle hadis ilmine
dayanmadan, yukarıda bahsi geçen hadisin sahih olmadığı hususunda kesin bir yargıya varmadan
önce azıcık da olsa düşünmek gerekir.
h ) Bu hadis, hiç kimseyi sinek avlamaya ve sineği zorla tutup kaba batırmaya teşvik edip
çağırmamaktadır. Hiç kimseyi kaplarının ağzını açık halde bırakmaya ve evlerinin ve caddelerinin
temizliği hususunda ihmalkar davranmaya çağırmamaktadır.
ı ) Kabına sinek düşen kişi, bundan tiksinti duyup elini yemeğe uzatamayabilir. Çünkü Allah Teala
hiç kimseyi kaldıramayacağı bir şeyden sorumlu tutmaz.
i ) Bu hadis, hiç bir doktoru ve halkın sağlığıyla ilgilenen hiç bir görevliyi kendi barınaklarında
sineğe karşı savaş açmaktan, onu yok etmekten men etmez. Din alimlerinden hiç kimsenin, sırf
bu etkilerinden dolayı insanlara sinek yetiştirmelerini tavsiye etmeleri ya da sineklerle yapılacak
mücadelede ilgisiz kalmalarını tavsiye etmeleri düşünülemez. Kim böyle yapar ya da yapılmasının
gereğine inanırsa büyük bir hataya düşmüş demektir.
Prof. Dr. Emin Rıza'mn ilim ve çağdaş tıp diliyle yaptığı açıklamaları yeterlidir. Allah onu hayırlara
ulaştırsın. 152

Birtakım Hadisler Hakkında

Soru
.
Dillerde dolaşan şu hadislerin ne kadar sıhhatli olduğunu açıklamanızı sizden rica ediyoruz.
1 ) "Mü'min bir delikten iki defa ısırtlmaz"
2 ) "Yerlere ve göklere sığmadım ama mü'min kulumun kalbine sığdım"
3 ) "Temenni ve ümitle iman olmaz ancak kalpte hissedilenle ve yaşamakla olur."
4 ) "Haberi duymak onu görmek gibi değildir"
5 ) "Biz küçük cihattan döndük büyük cihada geldik: O da; nefisle cihattır."
6) "Mü'min mü'minin aynasıdır."
7 ) "Allah'a gerçek manada tevekkül eîseydiniz; sabahleyin aç karnına yola çıkıp, akşamleyin tok
karnına geri dönen, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de nzıklandırtrdı." 153

Cevap

1) Mü'min bir delikten iki defa ısırılmaz" Bu hadis sahih, merfu ve müttefekurt aleyh (Buharı ve
Müslim tarafından rivayet edil-mişftir, Ahmet b. Hanbel ve İbn Mace İbn Ömer'den rivayet ederken,
Buhari, Müslim ve Ebu Davut ise Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.
2) "Yerlere ve göklere sığmadım ama mü'min kulumun kalbine sığdım" Gazali "İhya* da şu
ifadelerle rivayet etmiştir: Allah Tea-la şöyle buyurmaktadır "Ne göklere, ne de yerlere sığdım.
Sakin ve yumuşak huylu mü'min kulumun kalbine sığdım" İhyada'ki hadislerin tahricini yapan
Hafız Iraki de şöyle söylüyor; ben hadisin aslını görmedim. Suyuti de 'dürer' adlı kitabında
Zerkeşiye muvafakat ederek İraki'nin görüşünü savunmuştur. İbni Mace de aynı görüştedir.
İbn Teymiyye ise şöyle demektedir. Bu hadis İsrailiyyat kaynaklarında mevcuttur. Peygamber
(s.a.v)'den rivayet edildiğine dair bilinen bir senedi yoktur. Sahavi 'el-Makasid el-Hasene' adlı
kitabında şöyle demektedir. İbn Teymiyye'nin bu sözü söylemekle, Ahmet b. Hanbel'in züht
konusunda Vehb b. Müneb-bih'den yaptığı israiliyyat nakillerine sanki işaret etmektedir. Vehb b.
Münebbih şöyle demektedir: Allah Teala gökleri cezefile açtı. O da arşa baktı ve şöyle dedi;
Allah'ım seni noksan sıfatlardan münezzeh tutarım. Sen ne kadar büyüksün ya Rabbi! Allah Teala
da ona şöyle dedi; Gökler ve yerler Beni sığdırmaya dar gedi Ben de mütevazi mü'min kulumun
kalbine sığdım,
Zerkeşi ise bu hadisin dinsizler tarafından uydurulduğunu söylemiştir.
Hadisin batıl olduğu ortaya çıktığına göre te'vilini yapmaya da gerek yoktur. Çünkü te'vil, var olan
bir şey için yapılır. Bu hadis ise varlığı olmayan bir uydurmadır)
Alimlerin kalkıp da bu hadis için 'İşte bunun manası; Mü'min kulumun kalbi, bana olan iman,
muhabbet ve marifeti kapsamıştır, diye te'vile kaçmaları kesinlikle kabul edilebilir bir şey değidir.
Özellikle de tahrifatçılar bu hadisi ele alarak hiristiyan-ların söylediklerini de aşan küfürlerine
dayanak olarak tutuyorlarsa.
3) "Temenni ve ümitle iman olmaz ancak kalpte olanı yaşamakla olur." Bunu kütüb-ü sttte ve
meşhur müsnet kitaplarından hiç biri rivayet etmemişlerdir. Sadece ibn Neccar 'Firdevs' adlı148
kitabında rivayet etmiştir. Alai ise şöyle demektedir. Münker bir hadis, sadece Abdusselam ibn
Salihulabd rivayet etmiştir. Ne-sei de şöyle demektedir Metruk bir hadistir. İbn Adiy Zayıf olduğu
üzerinde ittifak etmiştir. Hadisin manası, Hasan-ı Bas-ri'den sağlam bir senetle rivayet edilmiştir.
Doğru olan da budur.
4) "Haberi duymak onu görmek gibi değildir." Bu hadis sahih ve merfu bir hadistir. Sahabeden üç
kişi rivayet etmiştir: Hz. Enes, Hz. Ebu Hureyre ve İbn Abbas. Şu lafızlarla rivayet etmişlerdir.
Heberi duymak onu müşahede etmek gibi değildir. Taberani "Evsat" adlı kitabında Hz. Enes'ten
rivayet etmiştir. El-Hatip Ebu Hureyre'den rivayet etmiş. Suyuti 'Camiu's Sağir' adlı kitabında bu
hadisin hasen bir hadis olduğuna işaret etmiştir. Camiu's Sağir'in sarihi Münavi de şöyle demiştir
Hadis, Suyuti'nin dediği gibi veya ondan daha üstündür. Haysemi; Hadisin ravileri sahihtir demiş.
İbn Muniy ve Askeri de bu hadisi rivayet etmişler; hikmetli ve özlü sözlerden olduğunu
söylemişlerdir. Zerkeşi Sarihlerin bir çoğu bunun hadis olmadığım düşünmüşler. Halbuki hasen bir
hadistir. Ahmet b. Han-bel, İbn Hibban ve Hakim rivayet etmişlerdir. Taberani de bu hadisi rivayet
etmiştir. Zerkeşi başka bir yerde de şöyle demektedir: Hakini ve ibn Hibban bu hadisi rivayet
etmişlerdir. Senedi ise sahihtir.
İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadise gelince, Ahmet b. Hanbel, Hakim ve Taberani 'Esvet' adlı
kitabında rivayet etmişlerdir. Heysemi ravilerinin güvenilir olduğunu söylemiştir. İbn Hibban da
bunu doğrulamış. İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadisin tamamı şöyledir: "Allah Teala Musa'nın
kavminin buzağı hakkında yaptıklarını kendisine haber verdi. Fakat Musa onları görmeden elinde
bulunan levhaları atmadı. Onların gerçekten buzağıya taptıklarını gözleriyle görünce elindeki
levhaları attı ve levhalar da kırıldı."
5) "Biz küçük cihattan döndük büyük cihada geldik: O da; nefis ile cihattır"
Hafız Iraki İhya'daki hadisleri tahricinde şunları söylüyor Beyhaki bu hadisi zayıf bir senetle
Cabir'den rivayet etmiştir. Hatip tarihinde Cabir'den şu ifadelerle rivayet etmiştir: Peygamber
(s.a.v) bir savaştan geldiğinde şöyle dedi; Hayırlı bir şekilde geldiniz, sizler (şimdi) küçük cihattan
büyük cihada geldiniz, (Oradakiler); büyük cihat nedir? dediklerinde Allah Resulü şöyle cevapladı;
o, kulun nefsiyle mücadelesidir.
Hafız İbn Hacer 'Tesdidu'1-Kavs1 adlı kitabında der ki; bu hadis dillerde meşhurdur. Oysa o,
İbrahim b. İyle'nin sözüdür." (Keşful Hafa ve el-Bas s. 364-365)
6) Mü'min mü'minin aynasıdır." Taberani 'Evset1 adlı kitabında, Ziya da 'muhtar ' adlı kitabında
Enes'den Munavi'nin de dediği gibi sahih senetle şu ifadelerle rivayet etmişlerdir Mü'min mü'minin
aynasıdır. Aynı şekilde Ahmet b. Hanbel, Ebu Davut Ebu Hureyre'den rivayet etmişler. Onlara göre
hadisin tamamı şu şekildedir. Mü'min mü'minin kardeşidir. Mü'min karde- sinin kazancı için
yeterlidir. Ardı sıra onu kuşatır, (kardeşini yokluğunda dilini gıybet etmekten sakındırır) Hadisin
senedi hasen-dir. Munavi'nin 'Camiü' Sağır' adlı kitabı için yazdığı 'Teysir' adlı şerhinde de
yukarıdaki ibareler kullanılmıştır.
"Mü'min mü'minin aynasıdır' sözünün manası; yani onlar birbirlerine nasihat ederler. Hiçbir
saptırmaya uğratmadan ayıplarını ayna gibi kendisine gösterir.
7) Allah'a gerçek manada tevekkül etseydiniz, sabahleyin açkarnına yolaçıkıp, akşamleyin tok
karnına geri dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rıziklandırırdı.
Hadis sahihtir. Ahmet b. Hanbel, Tirmizi, Nesei, İbn Mace ve Hakim Ömer b. Hattap'tan rivayet
etmişlerdir. Tirmizi hadisin hasen olduğunu söylemiştir.
Hakim şöyle der; Hadis sahihtir. Zehibi de aynı görüştedir.
Şeyh Şakir de Hadisin senedi sahihtir. Münavi de hadisin sahih olduğunu 'Camiü' Sahih' şerhinde
doğrulamıştır.
Hadiste, tevekkül ve halktan soyutlanma iddiasıyla tembelHğe ve yan gelip yatmaya delalet eden
herhangi bir şey yoktur. Çünkü bazı mutasavvıflar bu iddiayı savunuyorlar. Aksine hadiste gerçek
manada tevekküle işaretler vardır. Sebeplere tutunmayı gerekli kılıyor. Çünkü kuşlar belli bir gayret
ve çalışmadan sonra kendileri için hazırlanan rızka varabiliyorlar. Bu sebeple İmam Ahmet b.
Hanbel şöyle demektedir Bu hadiste çalışmanın terkedilmesiyle alakalı herhangi bir şey yoktur.
Aksine rızkın aranmasını ve istenmesini göstermektedir. 154

Allah'ın En Fazla Kızdığı Helal; Talaktır

Soru

Günümüz yazarları talakla ilgili konuşmalarında ve islamın talak konusundaki tutumundan


bahsederlerken hep şu meşhur hadisi gündeme getiriyorlar. "Allah'ın en fazla kızdığı helal; ta-
lak(boşama)'tır." Hadis ilmiyle uğraşan bazı alimlerin kitaplarında okuduğuma göre onlar bu
hadisin zayıf olduğuna dair görüşler ifade etmişlerdir.
İslamın, boşanmadan nefret ettirdiğine yönelik elinizde başka dayanaklar var mıdır? Sizin de bazı
yazılarınızda bu hadisi delil getirdiğiniz oluyor. 155

Cevap

Kardeşimizi telaşlandıran konu bir kaç noktayı içermektedir.


1 ) Hadisin subut ve delalet yönünden tashihi
2 ) Kitap ve sünnetten başka delillerle talakın nefret ettirildiğine dair delilleri açıklamak.
3) Bu hadisi doğrulayan diğer şer'i kaidelerin açıklanması. 156

Birincisi;

"Allah'ın en fazla kızdığı helal; talak(boşanma)'tır"


Bu hadisi Ebu Davut, İbn Mace ve Hakim, Muharip b. Des-sar'ın Hz. Ömer'den merfu olarak yaptığı,
nakilden rivayet etmişlerdir.
Ebu Davut ve Beyhaki İbn Ömer'i zikretmeden mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Ebu Hatem ve
Darekutni 'İlel' adlı kitaplarında, Beyhaki de 'Mürsel' adlı kitabında bu hadisi tercih etmişlerdir.
İbn Cevzi 'el-îlel el-Metenahiye' adh eserinde İbn Mace is-nadiyla rivayet etmiştir. Hadiste geçen
ravilerden Ubeydullah İbn. Velid el-Vassi sebebiyle de hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.
Hafız İbn Hacer 'Telhis1 adlı kitabında şöyle der; Hadisi tek başına rivayet etmemiştir. Ma'ruf ibn
Vasıl da kendisine tabi olmuştur. Ancak Muhammed bin. Halid el-Vehbi, hadisi Peygam-ber'e
ulaştırmada münferit kalmıştır.
Acuri, Ebu Davut'un Muhammed b. Halit'in sakıncalı biri olmadığını söylemiştir. Bu kişiyi İbn
Hibban da güvenilir raviler arasında zikretmiştir. Darektuni de şöyle der; Muhammet İbn Halit
güvenilir bir kimsedir.
Hakim bu hadisi Muhammet bin Osman b. Ebu Şeybe'den şu lafızlarla rivayet etmiştir. "Allah,
talaktan daha fazla kendisini kızdıracak hiç birşeyi helal kırmamıştır." sonra da şöyle demiştir.
Hadisin senedi sahihtir. Buna Zehebi de katılmaktadır.
İbn Türkmani de şöyle demektedir: Bu da hadisin mevsul oluşunu tercih etmemizi gerektiriyor.
Çünkü mevsul olunca ravi sayısı da artar. Hadis bir kaç yerden rivayet edilmiştir. Suyuti 'Camiu's
Sağır' adlı kitabında hadisin sahih olduğuna işaret etmiştir. Münavi 'Feyz' adlı kitabında İbn
Mace'nin bahsettiklerine itiraz etmiştir.
Her ne kadar hadis, sıhhat derecesin de olmasa da hasen derecesindedir.
Bazıları hadisi mana yönünden zayıf görürler. "Nasıl olur da Allah tarafından kızıldığı halde helal
olabilir ? Bu bir çelişkidir ve hadisin zayıf olduğunu gösterir." derler.
Bazıları da yukardaki görüşe karşılık şöyle demişlerdir Hadis, helalin yapılımasma göre sevilenle
kızılan diye ikiye ayrıldığına delildir. Dolayısıyla her helalin sevilemeyeceğini göstermektedir,
Hattabi 'Mealimi Sünen' adlı kitabında şöyle der; Hadiste kızılan şey, talağa sebeb olan etkendir.
Bu da; geçimsizlik ve boşanmaya neden olan uyumsuzluktur yoksa talakın bizzatihi kendisi
değildir.
O zaman şöyle denebilir. Talak zati itibarıyla helaldir. Talakta kızılan şey ise; boşanmaya sebep
olan etkenlerdir. 157

İkincisi

Kur'an-ı Kerim, eşi tarafından sevilmeyen bir kadının bırakılmamasını ister. Ona sabır
gösterilmesini ve ailenin devamının sağlanmasına teşvik eder. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"...Onlarla güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin, hoşlanmadığınız bir şeyi
Allah çok hayırlı kılmış olabilir" 158
Uyumlu ve itaatkar zevcelere gelince, boşanmak suretiyle onlara eza vermek ve onları terketmek
suretiyle yalnızlığa itmek hiç güzel bir davranış değildir. Hem de hiç bir gerekçe olmadan ve hele
hele de çocukları varken ve aşın hiç bir davranışda bulunmamışken.
Allah Teala kocalarıyla geçinemeyen ve onlarla uyum sağlayamayan kadınlar hakkında şunları
söylemektedir
"Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, en
sonunda dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol a-ramaym. Doğrusu Allah Yücedir, Büyüktür."
159
Şeyhü'l İslam İbn Teymiyye şöyle demektedir.
Talakta asıl olan, korkutmaktır. Ancak ihtiyaç kadarına müsaade edilmiştir. Cabir b. Abdullah
Peygaber (s.a.v)'den şöyle rivayet etmiştir. "İblis, tahtını deniz üstüne kurar ve çetelerini sağa sola
gönderir. Onlar içerisinden iblise en yakın olan içlerinden en büyük fitneci olandır. Şeytan gelir ve
şöyle der; eşiyle hanımının arasını ayırana kadar onlarla birlikte oldum. İblis de; seni seni der ve
onu yanma alır."
Allah Teala sihri yererken şöyle buyurmakatadır;
"...Halbu ki bu ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. " 160
Sünen'de Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. Zorunluluk olmadıkça herhangi bir
kadın kocasından boşanmak isterse ona cennetin kokusu haram olur. "
Bundan dolayı talak, ancak ayrı ayrı üç defa meydana gelirse boşanma gerçekleşebilir. Üçüncü
talaktan sonra kadın erkeğe (yani eşine) haram olur. Taki o kadın bir başkasıyla ni-kahlanıncaya
kadar.
"Boşanma ihtiyaca binaen mubah kılındığına göre ve ihtiyaçta bir defa da gerçekleşeceğinden bir
talakın üstüne ekleme yapılması tehlikeyi doğurur." (Mecmuu Feteva, Şeyh İbn Teymiyye c. 33 s.
81) 161

Üçüncüsü

Hadisin, şer'i usul ve kaideler yönünden ele alınması;


1) Hanefilerden olan hidaye sahibinin de dediği gibi talak; dini ve dünyevi pekçok faydalar vermek
üzerine kurulmuş olan nikahı bozar. (Reddü' Muhtar, c. 2 s. 572)
2) Hanbelilerden olan 'Müğni' sahibinin de naklettiği gibi talak, eşlere zarar verir. Her ikisi için
doğacak maslahatları ortadan kaldırır. İhtiyaç olmadan yapıldığında tıpkı malı heba etmek gibi
haram olmaktadır. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur. Zarar vermek caiz olmadığı gibi, zarara
katlanmak da caiz değildir.
3 ) Hanefilerin son imamlarından İbn Abidin'in de dediği gibi talak, sebepsiz yere vukubulursa asla
caiz değildir. Kurtuluş için buna gerek de yoktur. Çünkü boşanma ahmaklık ve kıt görüşlülüktür.
Nimete karşı nankörlük etmek demektir. Kadına, çocuklarına ve ailesine tam bir eziyet
çektirmektir. Şer'an mubah kılıcı bir özür olmadan yapılan talak, mahzurlu olmakta devam eder.
Bundan dolayı Allah Teaîa şöyle buyurmaktadır:
"Eğer size itaat ederlerse, aleyhlerinde yol aramayın." 162
Yani boşanmak gibi bir yola başvurmayın. (Reddu'l Muhtar)
Bütün bunlardan anlaşılan şudur; bahsedilen hadis kendisiyle delil çıkarmaya uygundur.
Kur'an'dan ve sünnetten çıkarılan deliler de bunu gösteriyor. Şer'i kaideler ve usuller de
görüşümüzü destekliyor. Yine En doğruyu bilen Allah Teala'dır. 163

3. BOLUM AKİDE VE GAYB HAKKINDA

Tekfirde Aşırı Gitme Meselesi

Soru

Aşağıda sizlere sunacağım iki mektup aldım. Mektuplardan birinde giriş kısmından sonra şöyle
deniyor.
Bazı gazetelerin yayınladığı ve dillerde dolaşan yeni dini mesele çerçevesinde yazılan yazıları
okumuşsunuzdur. Bu mesele kendilerine Tekfir Cemaati' veya 'Kehf Cemaati' veyahut ta 'Hicret
Cemaati' diye isimlendiren grubun ortaya attığı bir meseledir.
Bu mesele, genel bir eğilimi temsil etmektedir. Bu eğilimi 'Tekfirde Aşırılık' diye özetleyebiliriz. Her
ne kadar bu eğilime mensup olanlar, gruplarına göre tekfir sebep ve gerekçeleri konularında
değişik fikirlerde olsalar sonunda hepside aynı nokta da birleşiyorlar; Tekfirde Aşırılık' noktasında.
Onlardan bir kısmı; büyük günah işleyenleri daha önce haricilerin yaptığı gibi kafir olarak
damgalıyorlar.
Bir kısmı; biz büyük günah işleyenleri tekfir etmiyoruz. Aksine büyük günah işlemekte ısrar
edenleri tekfir ediyoruz, diyorlar.
Bir kısmı da; İslama mensup olduğunu ve müslüman olduğunu söyleyen insanların ekseriyeti,
müslüman değillerdir, diyorlar.
Belki okumuşsunuzdur onların kendi görüşlerine dair getirdikteri ve ileri sürdükleri bir takım
delilleri de var. Bazı gazetelerde, birkaç alim onların bu delillerine reddiye mahiyetinde cevaplar
verdiler.
Inşaallah ben; durum bazılarının düşündüğü gibi basit değildir dersem, mübalağa etmiş olmam.
Aslında durum gayet tehlikeli bir safhada. Oturumlarda, toplantılarda, forum ve buna benzer
yerlerde gençleri oldukça meşgul etmektedir. Konuyla alakalı gerçek bir hükmün doğru ve
tafsilatlı bir şekilde anlatılmasını istiyorlar.
Biz sizin ilmi kapasitenize, dini yaşantınıza, anlayışınıza, hakka ihlasla bağlı oluşunuza, taasup
sahibi olmadığınıza ve birilerini memnun edeceğim diye hakkı gizlemediğinize güveniyoruz.
Dolayısıyla sizden deliller ve şer'i naslar çerçevesinde bu tür eğilimlere karşı islamın tavrının ne
olduğunu açıklamanızı rica ediyoruz. Her ne kadar başka meşguliyetleriniz olsa da önem ve
ehemmiyetine binaen bu konu üzerinde duracağınıza ümit ediyoruz. Bize göre bu konu diğer
konulardan Önce ele alınması gerekli mühim bir konudur. Sizden bu konu ile ilgli açıklamalarınızı
bekliyoruz.
İkinci Mektup:
Başka bir müslüman genç gurubu göndermiş. Bu gençler San'a'dan. Yani Kuzey Yemen'den
gönderiyorlar mektuplarını. Diyorlar ki;
İslamın rükünlarına sarılmış olsun veya olmasın, Yemen ve diğer yerlerde yaşayan insanların
hepsinin kafir ve mürted olduğuna inanan insanlar hakkındaki görüşünüz nedir? içinde yaşadıkları
ülkenin 'Daru'l Harp' veya 'Daru'l Ridde' olduğunu, bu gibi yerlerde cuma ve cemaatle kılınan diğer
namazların kafir ve mürdet kimselerin ardında kılındığı için sahih olmadığına inananlar hakkında
ne dersiniz? Onlar böyle bir toplumda 'Emri bil ma'-rufve nehyi anil münker'yapmanın vacip
olmadığına inanıyorlar.
Onlar 'emri bil maruf ve nehyi anil münkerin 'islam toplumunda' yapılabileceğini savunuyorlar.
Böyle bir inanç doğru mudur? Kitap ve sünnette, selef-i salihin
itikadında ve ümmet imamlarının temasında bu konu hakkında deliller var mıdır? Yoksa bu inanç
hiç bir dayanağı olmayan fasit bir görüş müdür? 164

Cevap

Kahire ve San'a'daki genç kardeşlerime bana olan güvenlerinden dolayı teşekkür ederim. Allah
Teala'dan beni, onların hakkımdaki hüsn-ü zanlarına göre kılmasını ve onlarca bilinmeyen
günahlarımı affetmesini diliyorum ve hemen diyorum ki;
Bana sorulan ve benzeri bir çok kimselerin zihinlerini meşgul eden konunun ehemmiyetini taktir
ediyorum.
Bazı iyi niyetli genç kardeşlerle yaptığım sohbetler sonucunda bu meselenin düşüncelerde
oldukça büyük te'sirler bıraktığını anladım. Bir çok arap ülkesinde bu tür problemlere rastladım.
Bazılarının delil olarak ortaya sürdüğü şeylerin şüphelerden ibaret olduğunu işittim ve bazılarının
da konuyla alakalı olarak yazılarını okudum. Ancak ben, bu konuda onların delillerini tam olarak
fikri yönden izah edici yazılı bir metin okumak istiyordum. Böylece müslüman bir fıkıhcı olarak
onların tutundukları ve savundukları görüşlere sözlü olarak değil de yazılı olarak rahatlıkla cevap
verebilirdim.
İstediğim bu yazılı dokümanlar gerçekleşmedi diye, detaylarına inmeksizin tekfir ve aşırılık
düşüncelerini ilke olarak eleştirmeyecek değiliz.
Meselenin kökü, hariciler zamanından beri islam fikir tarihinin derinliklerine kadar uzanır. Belki de
bu mesele müslümanları meşgul eden meseleydi. Yüzyıllarca fikri ve ameli te'sirleri oldu.
Sonraları İslam fikri kendini bundan kurtarmış ve ehli sünnet vel cemaatin fikirsel oluşumu
üzerine kendini yerleştirmiştir.
Senelerden beri 'Tekfir konusu' ile alakalı olarak bir kitap hazırlamaya çalışıyorum. Kitabı, bir çok
kimselerin ısrarlarına rağmen ve bu kitaba gerçekten ihtiyaç hissetmeme rağmen henüz
tamamlayabilmiş değilim. Ancak bir taraftan meşguliyetlerin çokluğu, diğer taraftan konunun
iyiden iyiye araştırılmasına gösterdiğim titizlik, üçüncü olarak da kendilerini 'tekfir cemaati' diye
isimlendirenlerin eğilimlerini öğrenme konusundaki azami gayret benim bugüne kadar bu kitabı
çıkarmamı hep geciktirdi.
Allah Teala'dan kendisinin rızasına uygun bir şekilde kitabımızı tamamlamak için yardım ve
tevfikiyle destekmesini ümit ediyorum. Tabi ki tüm bunlar, konu hakkında hiç bir şey
söylemeyeceğiz anlamına gelmez, Yağmur sırılsıklam etmese de yine de ıslatır. 165

Sebepleri Açısından İncelenmesi Gereken Bir Konu

Burada ilk önce söylemem gereken şudur;


Tekfirde aşırılık meselesi, tedavisinin basiretli bir şekilde bulunabilmesi için sebepleri ve etkenleri
açısından araştırılması gereken bir konudur.
Bu meselenin çözümünde baskı, şiddet ve idam metodlarının kullanılmasına inananlar (mevcut
düzen); kesinlikle iki konuda hataya düşerler: 166

Birincisi

Düşünce, yine düşünce ile durulur. Düşüncenin çözümüne yönelik şiddete baş vurmak sadece
onun daha da yayılmasını ve taraftarlarının inançlarında daha ısrarlı olmalarını sağlar. Bu konuda
çözüm, ikna, açıklama ve zihinlerdeki şüphelerin giderilmesidir. 167

İkincisi

Bu tekfirciler genelde dindar, ihlaslı, namazım kılan, orucunu tutan, gayretli insanlardır.
Toplumdaki fikri irtidat, sosyal düzensizlikler, siyasal baskılar ve ahlaki yönden toplumun bir
çöküntüye sürüklenmesi karşısında onlar da sarsıntı geçirmişlerdir.
Bunlar toplumu düzeltmek isteyen, onların hidayetine gayret sarfeden insanlardır. Her ne kadar
metodta hata yapmış ve hatalı bir yola saplanmış olsalar da.
O halde bu insanların iyi niyetli girişimlerini taktir etmemiz gerekir yoksa onları; toplumu yakıp
yıkmaya ve harabeye çevirmeye çalışan pençeli arslanlar şeklinde tasavvur etmemiz gerekir.
Meseleyi inceyen bir kimse bu olgunun şu noktalarda belirginleştiğini görecektir,
1) İslam toplumunda açıktan küfür ve dinden dönmelerin yaygınlaşması, kafir ve mürtedlerin
kendi batıl davaları ile müs-lünıanlara galebe çalma gayretleri küfürlerini topluma yaymak için
basın-yaym organlarını kullanmaları ve onları, sapıklık ve dalaletlerinden geri çevirecek her hangi
bir engel ile karşılaşmıyor oluşları.
2) Bu hakiki kafirler hakkında birtakım alimler vurdum duymaz bir tavır takınmaktalar. Haddi
zatında islam onlardan uzak olduğu halde bu kişiler, onları da müslümanlar zümresinde
görebilmekteler.
3) Kur'an ve sünnete bağlı islam davetcüerine ve islam fikrinin bayraktarlığını yapan insanlara
zulüm yapılması davet çalışmalarında ve kişisel hayatlarında baskı altında tutulmaları neticede;
gün ışığından herkese açık bir diyalogtan kopuk, yer altmda ve dış dünya ile alakası kesik olarak
çalışan, sapık ve çarpık akımların doğmasına neden oldu.
4) Bu gayretli gençlerin fıkıh ve fıkıh usulü bilgilerinden nasipleri oldukça az, islami ilimler ve dille
alakalı konuların içeriğine tam manasıyla varamadıkları anlaşılıyor. Öyle görünüyor ki nas-ların
bazılarını alıp bazılarını almamaktalar veya müteşabih olanlan alıp, muhkem olanları unutuyorlar.
Ya da bir takım nasları sathi ve genel hatlarıyla alırlarken külli kaidelerin varlığından habersizler.
Ya da ehliyetli olmadığı halde tehlikeli bir konuda fetva verecek bir kimse için gerekli olan ve
yukarda belirttiğimiz türden yaptıkları bir çok yanlışlıklar da bu gençlerimizin basit bir konuma
düşmelerine vesile olmaktadır.
İslam hukukuna ve şeriatine derinlemesine vakıf olmadan sadece ihlaslı olmak yetmiyor. Yoksa
daha önce haricilerin düşdü-ğü çukura onlar da düşeceklerdir. Hariciler akide ve ibadet konularına
sımsıkı tutundukları halde İmam Ahmet b. Hanbel'in de dediği gibi onları bu yönden kötüleyen
hadisler mevcuttur.
Bundan dolayı selef alimleri, ibadet ve cihattan önce ilim öğrenilmesini tavsiye etmişler ki
böylelikle bilmeden Allah'ın dininden çıkılmasın.
Hasan-ı Basri şöyle buyurmaktadır. İlimsiz amel yapan, yoldan çıkmış kimseye benzer. İlimsiz
amel edenin yol açtığı fesad, iyilik olarak yaptıklarından daha fazladır, ilme sarılın ki ibadete zarar
gelmesin. İbadete sarılın ki ilme zarar gelmesin. Bir topluluk ilmi terkederek ibadete sarıldı,
sonunda ümmet-i Mu-hammed'e kılıç çekti. Şayet ilim öğrenselerdi ilim, kendilerine böyle
yaptırmazdı. 168

Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmek

Burada belirtilmesi gereken bir konu da küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle
damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslami bir görüntü
oluşturanlardan el çekmeliyiz. Bu gibi kimseler islam örfüne göre 'münafık'tırlar. Dilleriyle iman
ettik derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları söylediklerini tastık etmez. Zahiri görünüşlerine
bakılarak onlara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Ahirette ise içlerindeki küfür
sebebiyle es-fel-i safiline yuvarlanırlar.
Aşağıda özellikleriruA'ereceğirniz sınıfları açıkça küfürle nite-liyebiliriz. /
1) İslam inancına, şeriatine ve islami değer yargılarına ters düştüğü halde, felsefe ve hayat nizamı
olarak kominizmde ısrar eden; dinlerin, tamemen afyon olduğuna inanan ve özellikle de is-
lamiyete karşı kin ve düşmanlık bayrağını açan kimseler.
2) Allah'ın şeriatini açık açık kabul etmediklerini söyleyen ve devletin dinden ayrı olması
gerektiğine inanan laikler. Onlar Allah'ın hükmüne ve şeriatine çağrıldıkları zaman ondan kaçar ve
geri dururlar. Bundan daha kötüsü, Allah'ın şeriatine inanan ve İslama dönüş yapan insanlara karşı
savaş ilan ederler.
3) Açıktan islamdan uzaklaşan Dürzi, Nusayri, İsmaili ve bunlara benzer diğer batini fırkalar. İmam
Gazali ve diğer bazı islam alimleri onlar hakkında görüşlerini şu şekilde açıklamışlardır. Dış
görünüşleri inkarcı ve reddedici, içleri ise kesinlikle küfür. Şeyh İmam İbn Teymiyye'de şöyle
demektedir Onlar yahudi ve hri s uyanlardan daha kafirdirler. Bu, onların kat'i olan islam
hükümlerini ve dinde zaruri olarak bilinmesi gerekenleri inkar etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Asrımızda bunlara benzer olarak, kendi başlarına yeni bir din modeli geliştiren Bahailer ve
Peygamber (s.a.v)'den sonra kendilerine peygamberliğin geldiğini iddia eden Kadiyaniler vardır.
169

Belli Bir Şahısla Zümre Arasını Ayırmak Gerekir.

Burada değinmemiz gereken diğer bir konu da; muhakkik alimlerin belirttiği gibi; tekfir
meselesinde belli bir şahısla zümre arasını ayırma konusudur.
Bunun manası şudur; Mesela, komünistler kafirdir, şer'i hükmü benimsemeyen laikler kafirdir veya
işte şuna buna çağıran veya şöyle şöyle yapanlar da kafirdir diyebiliyoruz. Bu, bir zümreyle alakalı
olan hükümlerdir. Bir kişi ile alakalı olduğunda yani kendisini komünist veya laik görüyorsa, onun
konumunu suallerle ve tartışmalarla iyiden iyiye araştırmak gerekir. Ta ki hakkında bir delil elde
edinceye, şüpheleri ve onun için ileri sürülebilecek mazeretleri ortadan kalkıncaya kadar.
Bu konuda Şeyhu'l İslam imam İbn Teymiyye şöyle demektedir;
Bazan söylenen söz küfür olabilir. Ve söyleyen de rahat bir şekilde tekfir edilebilir, 'şunu söyleyen
kafirdir' denebilir. Ancak bu tür sözleri belli bir şahıs söylediğinde hemen ona küfür hükmünü
veremeyiz. Şayet aleyhine bir hüküm varsa kafir hükmünü verebiliriz.
İlahi tehtidlerle alakalı naslarda da durum yukarıdaki gibidir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın
aleve atılacaklardır" 170
İbn Teymiyye devamla şöyle demektedir Bu ve buna benzer tehtid ayetleri haktır. Ancak belli
kişilere karşı bu tehdit ayetleri delil olarak getirilemez. Ehl-i Kıbleden olan bir kişinin cehennemlik
olduğuna hüküm edemeyiz. Olabilir ki şartlardan birini yitirmiş ya da tehdide maruz olabilicek bir
engelden dolayı tehditin kapsamına girmeyebilir. Belki yetim malım yemenin haram olduğu
kendisine bildirilmemiştir. Belki de yedikten sonra tevbe etmiş olabilir. Belki de yaptığı bazı iyilikler
onun günahlarını örtebilir. Geçirdiği musibetler kendisine keffaret olabilir.
Olabilir ki yetim malım yemenin yanlış olduğu kendisine bildirilmiş fakat hükmü söylenmemiştir
veyahutta yetim malım yemenin haram olduğunu anlayamamış da olabilir. Allah Teala'mn mazur
gördüğü bir takım sebeplere maruz kalması da mümkündür. Ehl-i sünnet imamlarının mezhepleri;
belli bir şahısla bir zümre arasındaki farkları anlatan detaylı bilgiler vermiştir.
(Risalelerden)
Bu ihtiyat küfür davranışı sergileyenler hakkında gerekli olduğuna göre nasıl olur da bir müslüman
'Lailahe illallah Mu-hammed'in Resulullah' diyen insanları -iyiliklerinin yanısıra kötülük te yapsalar-
küfürle damgalamaya cür'et edebilir ?
Kelime-i şahadeti getirmek, kişilerin canlarını mallarını ve -kanlarını masum kılar. Onların hesapları
Allah'a kalmıştır. Biz zahire göre hüküm veririz. Batını ise Allah bilir.
Sahih ve mütevatir olan bir hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. Ben insanlar 'Lailahe
illallah' deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. 'lailahe illallah' dediklerinde -haklı
sebepler hariç- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Hesapları da Allah'a kalmıştır." 171

Tekfirin Tehlikesi

Burada şunu kural olarak belirtmek gerekir; Herhangi bir kişiye küfür damgasını vurmak son
derece tehlikeli sonuçlar doğuracağından ötürü ciddi bir sorumluluk oluşturur. Bu tehlikenin
bazıları şunlardır.
1)Kafir olduğuna hüküm verilen bir insanın müslüman hanımının kendisiyle beraber kalması helal
olmaz. Ayrılmaları gerekir. Çünkü müslüman bir kadın kesin icmaya göre kafir bir kimseyle evli
kalamaz.
2) Kafirliğine hüküm verilen bir kişinin çocuklarının, kendi terbiyesi ve bakımı altında kalması caiz
değildir. Çünkü kafir bir insana güvenilmez. Küfrüyle çocukları da etkilemesi söz konusudur.
Özellikle de çocuklar henüz büyüme ve olgunlaşma devre-sindelerken. Bu durumdaki çocukların
bakımı, tümüyle İslam toplumunun boynuna emanettir.
3) Kafirliğine hüküm verilen bir kimse İslam toplumundan yardım ve destek görme hakkını
kaybeder. Çünkü o, küfrünü açıkça ilan ederek islam dışına çıkmış, kanı helal olacak bir şekilde
mürted olmuştur. Bu tür kimselerle ilişkilerin kesilmesi, aklını başına toplayacak ve rüşdünü tekrar
kazanacağı ana kadar kendisine sosyal bir ambargonun uygulamansı gerekir.
4) îslam mahkemesi önünde mürtedlere uygulanan hükümler uygulanır. İnfaz uygulanmadan
önce tevbe etmesi ve zihnindeki şüphelerin giderilmesi istenir.
5) Öldüğünde müslümanlara ugulanan (cenaze) hükmü ona uygulanmaz. Ne yıkanır ne de namazı
kılınır. Müslümanların kabirlerine de defnedilemez. Malına mirasçı olunamaz. Aynı zamanda
mirasçısı öldüğünde mirastan hak da alamaz.
6) Kafir hali üzerine öldüğünde Allah'ın rahmetinden kovulmaya ve O'nun la'netine maruz kalır.
Yukarda saydığımız tehlikeli sonuçlar, bîr insanı küfürle damgalamaya yeltenenlerin bu adımı
atmadan önce, defalarca düşünmesini ve meselenin üzerinde durmasını gerekli kılar. 172

Kur'an Ve Sünnete Dönmenin Gerekliliği

Tüm bunlardan sonra Kur'an ve sünnete müracaat etmek gerektiğini de anlamış oluyoruz. Böylece
Kur'an ve sünnet ışığı altında yukarda açıkladığımız tehlikeli konularda müracaat etmemiz gerekli
olan şer'i kaide ve kuralları da öğrenmiş olacağız.
Bizim, Allah'ın kitabının ve Peygamberinin sünnetinin korunmuş ve sabit olduğuna itikadımız
tamdır. Bu iki kaynakta geçen naslar, hüccet ve tartışılmaz dayanaktır.
Alimlerin görüşlerini delil olarak getirecek olursak, bu görüşler tek başlarına hüccet olabilir diye
telakki edilmemelidir. Yalnız, onların nasları bizden daha iyi anladıklarından ve bu hususta onlara
güvenimizden ötürü sözlerini dayanak olarak getirinekleyiz. Bu arada şu esasın üzerinde de
durarak belirtelim ki; şahabıIcr ve iyilik üzere olanların izinden gidenler bu ümmet içinde en doğru
yolu, en şaşmaz rotayı bulmuş, en sağlam anlayışa sahip, islam espirisini enginliğiyle birlikte
kavramış ve titizlikle bu espiriye uymuş olanlardır. Onların doğru yolu gösteren tavsiylerine
rastlayınca mümkünü yok artık o tavsiyelerin dışına çıkamayız. Onlardan sonra artık bidatlerin
peşi sıra mı gideceğiz? Hayır.., Resulullah (s.a.v)'ın tanıklığıyla onlar, nesiller içinde en hayırlı olan
bir nesildir. 173

İnsan Ne İle İslama Girer?

Birinci Kaide; insan şahadet getirmek suretiyle İslam'a girer. 'Lailahe illallah Muhammedun
Resulullah' Kim diliyle şahadeti getirirse İslama girmiş olur ve kalbiyle inanmamış olsa da ona is-
lamın hükümleri uygulanır. Çünkü biz zahire göre hüküm veririz. Gizli olanları ise Allah'a tevdi
ediyor ve buna delil olarak şunları gösteriyoruz:
1) Peygamber (s.a.v) şahadet getiren kişinin müslümanlığmı kabul ederdi. Namaz kılıncaya veya
bir yıl geçtikten sonra zekatını verip vermeyeceğine veyahutta Ramazan geldiğinde orucunu
tutacak mı tutmayacak mı diye beklemezdi...Yok müslüman olacak kişi islamın farz olarak
belirlediği hükümleri yerine getirsin de sonra onun müslüman olduğuna hüküm vereyim, diye bir
düşünceye kapılmamıştı. İslama inanması ve açıktan inkar etmemesi müslümanliğı için yeterliydi.
2) Buhari ve diğer hadis kitaplarında Usame b. Zeyd (r.a)'dan rivayet edilen bir hadis vardır; Usame
b. Zeyd 'Lailahe illallah' dediği halde bir adama kılıç çekerek öldürmüş de Peygamberimiz
kendisini kınamıştı. Peygamber (s.a.v) sordu; 'Lailahe illallah' dedikten sonra mı öldürdün? Usame
de; kılıçtan çekindiği için böyle söyledi, diye cevap verince Peygamber; sen onun kalbini yarıp
baktın mı? Bazı rivayetlerde; kıyamet gününde 'lailahe illallah' ile birlikte halin nice olur? demiştir.
3) Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadis şöyledir İnsanlar 'Lailahe illallah' deyinceye kadar onlarla
savaşmam emredildi. 'Lailahe illallah' dediklerinde haklı sebepler hariç kanlarını ve mallarını
benden korumuş olurlar. Onların hesabı da Allah'a
kalmıştır. (Buharı ve Müslim)
Müslim'in rivayetinde şöyle geçmektedir ...taki 'Lailahe illallah' deyip de bana ve benim
getirdiklerime inanıncaya kadar.
Buhari'nin Enes'ten merfu olarak rivayetinde de 'Lailehe illallah Muhammedun Resulullah'
deyinceye kadar ifadesi vardır.
Hadiste geçen İnsanlar' dan kasıt, alimlerin dediği ve Enes'in bu hadisin izahında vurguladığı gibi,
müşrik araplardır. Çünkü ehl-i kitaptan canları ve mallarına karşılık cizye alınıyordu ki bu da
Kur'an'la sabit bir nasdır.
Delilimiz: Müşrik Araplar 'Lailahe illallah1 dediklerinde kanlarının ve mallarının korunmasıyla
birlikte İslama giriyorlardı. Çünkü kanın ve malın korunması, ya müslüman olmakla ya
antlaşmayla ya da ehl-i zimmet hükmüne girmekle olurdu. Ama bur-da müşrik araplar için ne
antlaşma ne de ehl-i zimmet hükmü vardır. Sadece müslüman olmaları söz konusudur aksi halde
kanlarını ve mallarını korumanın başka yolu yoktu.
Bu hadis, bir çok sahabenin benzer ifadelerle rivayet ettikleri sahih bir hadistir. Bundan dolayı
Hafız Suyuti 'Camius-Sağir' adlı kitabında bu hadisin mütevatir olduğunu söylemiştir. 'Camius-
Sağir'in sarihi Munavi de; "Bu hadis mütevatirdir, çünkü onbeş sahabi tarafından rivayet
edilmiştir", der.
Kendi zamanının büyük hadis imamlarından biri olan Süfyan b. Uyeyne'nin şöyle dediği rivayet
edilir. Bu namaz, oruç ve zekatın farz kılınmasından önce hicretten evvel İslamm ilk devirlerinde
böyleydi.
Allame ibn Recep Hanbeli (Hanbeli imamlarından) 'Camiu'l Ulum ve'l Hikem1 adlı kitabında
Sufyan b. Uyeyne'nin sözü üzerine şöyle demiştir. Bu, zayıf bir görüştür. Süfyan'nın böyle bir
söz söyleyip söylemediği ise tartışılabilir. Bu hadisin ravileri Medine'de ResulluUah (s.a.v)'ın
sohbetinde bulunmuşlar ve bir kısmı da daha sonradan müslüman olmuşlardır. Sonra 'Kanlarını
ve mallarını benden korurlar' sözü, Peygamber (s.a.v)'in kıtal (savaş)le emroiunduğuna delalet
etmektedir. Oysa bunların tümü Peygamberin Medine'ye hicretinden sonra meydana gelmiştir.
Açık bir şekilde bilinmektedir ki; Peygamber (s.a.v) kendisine gelip de İslama girmek isteyen
kişilerden sadece şahadet getirmelerini isterdi. Bununla onlar kanlarını ve mallarım korurlar ve
müslüman olurlardı. Usame b. Zeyd kılıcım çekerken 'Lailehe illallah ' diyen bir kişiyi
öldürdüğünde Peygamber (s.a.v) onu; şiddetle azarlamıştı. Peygamber (s.a.v) kendisine gelip de
müslüman olmak isteyen bir kişiye, namaz kılmasını, zekat vermesini şart olarak koşmazdı.
Aksine bir kavim, zekat vermemek şartıyla müslümanlığı kabul edilmişti.
İmam Ahmet b. Hanbel'in müsnedinde Cabir (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilir. Sakife kabilesi
Peygamber (s.a.v)'den kendilerine (müslüman olmalarına karşılık) zekat ve cihat sorumluluğunun
yüklenmemesini şart koştular. Peygamber (s.a.v) de şöyle dedi; onlar (ilerde) zekat da verecekler
cihad da edecekler.
Müsnette, Nasr b. Asım El-leysi'.den rivayet edildiğine göre; Sakife kabilesinden biri Peygamber
(s.a.v)'e geldi ve şöyle dedi; iki rek'at namazın dışında namaz kılmamak suretiyle müslüman
oluyorum. Kendisinden müslümanlığı kabul edilmişti.
İbn Recep şöyle der; Ahmet b. Hanbel bu hadisten hareketle fasit bir şarta bağlı olsa da kişinin
müslümanlığı kabul edilir. Sonra bu şartla müslüman olan kişi, mükellefiyetlerin tümüyle yükümlü
olur. Bu görüşte olanlar Hakim b. Huzzam'ın şu sözünü ileri sürerler. Eğilmeksizin ayakta durarak
secde etmek şartını koşarak Resulullah'a biat ettim.
Bu nakillerde bizi ilgilendiren iki şey var.
Birincisi
İslam'a girmek için şehadet kelimesi yeterlidir. Bazı hadislerde görülen ve yalnızca "Lailahe
illallah" şeklinde geçen şehadet ise rivayetlerde rastladığımız normal bir kısaltmadır. Bununla
kastedilen -kendilerine islam daveti yapılan müşrik ara-plarında çok iyi bildiği gibi- şehadet
kelimesinin tamamıdır. Zaten bu davet, onu getiren Muhammedun Resulullah (sav)'e iman
etmeden gerçekleşmez.
Bu nedenle bazı selef alimleri; İslam bir kelimedir. Yani; ke-lime-i şahadettir, demişlerdir.
Namaz, oruç ve islamın farz kıldığı diğer ibadet ve şer'i hükümler, müslüman olunduktan sonra
yapılması istenen şeylerdir. Çünkü onlar sadece, müslüman olan bir kimsenin yapmasıyla sahih
olurlar. Kafirin ne namazı ne orucu ve ne de haccı olur. Kafir, kendisinden bu ibadetlerin kabul
şartım (ki o da; müslüman olmaktır. )kaybetmiştir.
ikincisi
İbni Receb'in zikrettiği ve Ahmet b. Hanbel'in 'Müsned'inde yer alan geniş manalı hadislere
gelince, Peygamber (s.a.v) bu hadislerle birtakım konuları, özellikle İslam'a yeni girenleri
ilgilendiren bazı konuları çözüme bağlıyordu. Bazılarından kabul etmediği şartları bazılarından
kabul ediyordu. Beşir b. Husa-siye'den şöyle rivayet edilmiştir Beşir zekat vermeden ve cihat
etmeden Peygamber (s.a.v)'e biat etmek istedi ama Peygamber elini çekti ve şöyle dedi; Ya Beşir!
Ne cihat var ne de zekat öyleyse cennete ne ile gireceksin?
Fakat Peygamber (s.a.v) aynı şartları Sakife kabilesinden kabul etmişti. Belki de onlar ileri
sürdükleri şartlar üzerinde devamlı kalmayacaklardı, müslüman olduklarında ve daha iyi
yaşamaya azmettiklerinde diğer müslümanlar gibi oruçlarını tutacaklardı. Bundan dolayı olsa
gerek ki Peygamber (s.a.v) onlar hakkında şöyle söylemişti. "Onlar oruç da tutacaklar cihad da
edecekler." 174

Kim Tevhit Üzere Ölürse Cennet'i Hakeder.

İkinci kaide; Kim 'lailahe illallah' diyerek ölürse Allah katında iki şeyi hakeder.
Birincisi; Cehennemde ebediyen kalmaktan kurtuluş; kalbinde hardal tanesi kadar iman oldukça,
günahları sebebi ile cehenneme girse de -ki bu günahlar zina gibi Allah hakkına veya hırsızlık gibi
kul hakkına taalluk eden bir mesele de olabilir- günahları miktarınca cehennemde kaldıktan sonra
tekrar çıkacaktır.
İkincisi; Geç olsa da cennete girecektir; Tevbe etmediği ve hiç bir şeyin günahlarına keffaret
olmadığı için cehenneme girmesi sebebiyle cennete ilk girenlerle beraber giremese de sonuçta
cennete girmeyi hak edecektir.
Buna delil olarak Buhari Müslim ve diğer hadis kitaplarında geçen sahih hadisleri gösterebiliriz.
Ubade b. Sâmit Peygamber (s.a.v)'in şöye dediğini rivayet etmiştir. Kim, Allah'dan başka ilah
olmadığına, eşi ve benzeri bulunmadığına, Muhammedin onun kulu ve Rasulü olduğuna, İsa'nın da
Allah'ın kulu ve Rasulü olduğuna ve Meryem'e ilka eylediği kelimesi olduğuna ve kendisinden bir
ruh olduğuna, cennetin ve cehennemin gerçek olduğuna şehadet ederse, Allah da onu -amellerine
bakmak suretiyle- cennetine kor.
Ebuzer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu; hiç bir kul yok ki, lailahe
illallah deyip bu hal üzere öldükten sonra cennete girmesin.
"Allah feala, kendi rızasını gözeterek 'Lailahe illallah' diyen bir kimseye cehennem ateşini haram
kılmıştır." Yani; asr-ı saadet döneminde bu kelimeyi sırf canlarının ve mallarının korunması için
söyleyen münafıklar gibi değil tabii.
Enes (r.a) Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. 'Lailahe illallah' diyen cehennemden
çıkar. Kalbinde bir hardal tanesi kadar iman bulunsa da.
Tüm bu hadisler Buhari ve Müslim'de geçmektedir.
Buhari ve Müslim'de geçen bir de şu hadis vardır. Ebuzer (r.a) Peygamber (s.a)'in şöyle değini
rivayet etmiştir." Cibril Peygamber (s.a.v)'e geldi ve şöyle dedi; ümmetini müjdele; ümmetinden
kim Allah'a şirk koşmadan ölürse cennete girecektir. Ben de şöyle dedim; peki ya zina ya da
hırsızlık etsede mi? o da; (evet) zina ve hırsızlık etse de, buyurdu.
Sahih-i Müslim'de geçen ve Ubade'den rivayet edilmiş bir hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmaktalar. "Allah'tan başka ilah bulunmadığına, Muhammed'in de gerçekten Allah elçisi
olduğuna şehadet eden kimse üzerine Allah, cehennemi haram kılar."
Bunlar benzer daha bir çok hadis mevcuttur. Hepside kelime-i şahadet söylendiğinde cennete
girilip cehennemden çıkılacağma delil olan hadislerdir.
Cennete girilmesinden kasıt; hak edilen azabın cehennemde çekilmesinden sonra neticede
cennete dönülmesidir.
Ateşten kurtulmaktan kasıt ise; ebedi cehennemde kalmaktan kurtulmaktır. Bunu söylemekteki
amacımız, bahsettiğimiz hadislerle, bazı günahları işleyen kimselere cenneti haram kılan ve
cehennemi de zorunlu durak kılan hadisler arasında ortak olabilecek bir noktayı yakalamaktır.
Nasları da bir birleriyle çeliştirmek uygun olmaz. 175

Müslümanlığı Bozan Şeyler

Üçüncü kaide; İnsan, şehadet kelimesini getirerek İslama girdikten sonra, müslümanhğının gereği
olarak islamm hükümlerine boyun eğmek mecburiyetindedir. Bu boyun eğiş, islamın adil ve kutsal
bir din olduğuna, ona karşı boyun büküp teslim olmanın gerektiğine, şartlarına göre amel etmenin
zorunlu oluşuna iman etmeyi icab ettirir. Yani bir insan müslüman olduktan sonra, kitap ve
sünnetin sarih naslarına göre hareket etmekle yükümlü olur.
Bu hükümleri kabul edip etmeme, benimseyip benimsememe hürriyetine sahip değildir. O rıza
gösteren her müslümanın yaptığı gibi islamın hükümlerine boyun eğer, helali helal bilir haramı
haram, kendisine gerekli olan hükümlerin vacip, bazı hükümlerin de müstehap kılındığına inanarak
dinini yaşar.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu
seçmek yaraşmaz." 176
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve peygambere çağrıldıkları vakit; "İşittik, itaat ettik"
demek, ancak mü'minlerin sözüdür." 177
"Hayır; Rabb'ine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin
verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış oimazlar
Mühim olan şunu bilmektir; İslam'ın; farzlar, haramlar ve cezalarla ilgili hükümleriyle bunların
dışında kalan şeriat hükümleri, kati ve kesin şekliyle belirlenmiş hükümlerdir. Bu hükümlerde
herhangi bir şüphe duyulması söz konusu değildir. Hepsi Allah'ın dininden ve koyduğu şeriatinin
çerçev es indendirler. İslam alimleri bu hükümleri fıkıh diliyle şu şekilde izah etmişlerdir; "İslam-
da bilinmesi zaruri olan şeyIer."(Eo»rî<-»i'-' £Tı
İslamın hükümlerini, avamda, havas da böyle biliyor. Varlıklarını isbatlamak için deliller getirmeye
veya tartışmalar düzenlemeye gerek yok. Bu konuda; namaz ve zekat gibi İslam'ın şartlarından
olan farz ibadetleri, adam Öldürmek, zina etmek, faiz yemek ve şarap içmek gibi büyük günahları,
son olarak ta evlilik, boşanma, miras, hadler ve kısas vb. kati hükümleri misal olarak verebiliriz.
Zaruret-i diniyyeden olan hükümleri inkar edenler ya da onları hafife alıp alay edenler kesinlikle
kafir olurlar. Onlara mürtet damgası vurulur. Bu hükümler açık ayetlerle ve sarih hadislerle tesbit
edilmiş ve bildirilmiş hükümlerdir. Çeşitli asırlarda yaşayan islam uleması bu hükümler üzerinde
icma etmişlerdir. Kim bunlardan birini yalanlarsa Kur'an ve Sünnet'i yalanlamış demektir. Bu da
küfürdür.
Bunlardan ancak islamla yeni tanışıp da islamın hükümlerinin neler olduğunu bilmeyen, islamın
kaynaklarından uzakta bir yerde yaşamış olanlar, istisna tutulabilirler. Onlar zarureti diniyyeden
birini inkar ettiklerinde durumları kendileri için bir mazeret teşkil edebilir. Ama bu Allah'ın dinini
öğreninceye kadar geçerlidir. Öğrendikten sonra da diğer müslümanlar için geçerli olan hükümler
bu tür kimseler için de geçerli olur. 178

Büyük Günahlar İmanı Zedeler Ama Kökünden Kazımaz.

Dördüncü Kaide; Büyük günah işleyen kişi, onlardan tevbe etmezse ve yapmakta da ısrar etse bu,
onun imanım zedeler ve var
olan imanının da yavaş yavaş eksilmesine yol açar. Ancak imanı kökünden kazımaz. Tamamıyla
dinden çıkmasına yol açmaz. Buna delil olarak şunları gösterebiliriz.
1) Büyük günahlar, imanı kökünden kazımış olsaydı, günahı işleyenler mutlak kafir olurlardı.
Ma'siyet ve dinden dönme tek bir şey olurdu. Asi olanda mürted olur ve ona, mürtede uygulanan
cezalar uygulanırdı. O zaman da zina, hırsızlık, yol kesicilik, içki içmek ve haksız yere adam
öldürmek gibi cezaların islami hükümlerde ayrı ayrı belirtilmesine gerek kalmazdı. Oysa bunların
hepsi de naslarla ve icma ile farz olan hükümlerdir.
2) Kur'an-ı Kerim, Kasas suresinde katil aleyhine ve öldürülenin lehine olacak hükümler
koymuştur.
"Ey İman edenler! (kasten) öldürülmüşler için kısas size farz kılındı. Hür ile hür, köle ile köle, kadın
ile kadın kısas olunur. Öldürülmüş olanın kardeşlerinden katilin lehine olarak bir şey bağışlanırsa
da kısas düşürülse, Ölünün velisi, hakkından ziyade olmayarak diyet almalıdır" 179
3) Kur'an-ı Kerim, birbiriyle savaşan iki gruptan her ikisinin de mü'min olmakta devam edeceklerini
bildiriyor.
"Eğer mü'minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine
saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını
adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever. Şüphesiz mü'minler
birbiri ile kardeştirler; öyleyse dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah'tan sakının ki size
acısın." (i)
Ayet aralarında sav aşmal arıyla birlikte dini kardeşliklerin ve imanın onlar için geçerliliğini
korumuş olduğunu vurgulamaktadır. Sahih bir hadiste Peygamber (s.a.v) de şöyle buyuruyor.
"Benden sonra birbirlerinizi vuran kafirler olmayın."
"İki müslüman birbirlerine kılıç çekerek karşı karşıya geldiklerinde ölen de öldürülen de
cehennemdedir."
Buhari, günah işleyen kimsenin kafir olmayacağını bu hadislerden hareketle savunmuştur. Çünkü
Peygamber (s.a.v) onları herne kadar cehennem ateşiyle korkutmuşsa da aynı zamanda
müslüman olduklarım da söylemiştir.
Tabi ki hadiste geçen savaşmadan maksat, caiz görülebilecek şer'i bir gerekçenin olmaması
dahilinde yapılan savaşmadır.
4) Hatip b. Ebu Belta, bugünkü deyimiyle vatan hainliği denebilecek büyük bir günah işlemişti.
Peygamber (s.a.v)'in haberlerini ve askerlerinin harekatını, Peygamberimizce gizli tutulması için
son derece titiz davranılmasma rağmen Mekke'nin fethinden az bir zaman önce Kureyş' e
ulaştırmak, bildirmek istemişti. Hz. Ömer (r.a) "Ey Allah'ın Resulü!, bu adam münafıklık etmiştir.
Bırakın da boynunu vurayım." demişti. Peygamber (s.a.v), Bedir savaşına katılmış olması
nedeniyle öldürülmesine razı olmamış ve yaptığı bu işi, kendisini dinden çıkarıcı bir iş olarak
değerlendirmemişti. Peygamber (s.a.v)'in bu yargısını teyit mahiyetinde şu ayetler nazil olmuştu.
180
"Ey İnananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size gelen
gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar, Rabbiniz olan Allah'a
inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyor. Eğer sizler Benim yolumda
savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız onlara nasıl sevgi görterirsiniz? Ben, sizin
gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz
doğru yoldan sapmıştır." 181
Allah Teaîa bu ayette, konuştuğu kimselere mü'min unvanım kullanarak hitap ediyor. Ve kendi
düşmanlarıyla onların düşmanlarını bir görüyor. Buna rağmen siz onlara sevgi besliyorsunuz.
5) Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.a)'ye atılan iftira konusunda indirilen ayetler de bu kabildendir.
İftira atanlardan biri de, Bedir savaşına katılmış Musattah b. Usase'dir. Hz. Ebubekir ona bir daha
mali destekte bulunmamaya yemin etmişti. Allah Teala konuyla alakalı olarak şu ayetleri indirdi.
"içinizde lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere,
vermemek için yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz
mısınız? Allah bağışlayandır, merhametli olandır." 182
Şöyle denilebilir; Musattah ve diğer iftira edenler tevbe etmiştir. Ancak Allah Teala İbn
Teymiyye'nin de dediği gibi, kendilerine iyilik edilip affedilmeleri için tevbe edilmesini şart
koşmamış tır.
6) Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen ve Buhari'de geçen bir rivayete göre sahabilerden biri
devamlı içki içerdi. Peygamber (s.a.v) de içki uygulamasını emretmişti. Bazıları ağızlarında şöyle
birşeyler gevelemeye başlamışlar; Allah seni rezil rusvay etsin. Peygamber (s.a.v) de; böyle
söylemeyin. Ona karşı şeytana yardım etmeyin. Buhari'de geçen bir başka rivayet şöyledir.
"Kardeşinize karşı şeytana yardım etmeyin." Ebu Da-vut'un süneninde bu konuyla alakalı olarak bir
fazlalık vardır." Peygamber (s.a.v) orada bulunanlara şöyle demiştir; Bilakis deyin ki; Allah'ım onu
bağışla ona merhamet et."
İşte bu, kötülüklerin başı olan içkiyi içen bir kimseye karşı gösterilen Muhammed'i bir tavır ve
müsamaha ölçüsüdür. Peygamber (s.a.v) içkiyi içene cezasının uygulanmasına razı ama ona
la'net edilmesine ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmasına asla razı değil. Aksine Müslümanlar
arasında onu da kardeş olarak görüyor. Böylece açıkça horlayıp sövmelerini şeytanın içeri girmesi
için kalbinde gedik açmalarını yasaklamıştı. Dolayısıyla bu haldeki bir kimseye mağfiret ve rahmet
duası yapılmasını, onun kardeş ve dost olarak görülmesini, hidayetine çalışmasını emrediyor.
Böylece belki kendini düzeltir de aşırılıklarından vaz geçer.
7) Yine Buhari'de Ömer b. Hattab'tan rivayet edilen bir hadis şu şekildedir. "Peygamber (s.a.v)
devrinde adı Abdullah olduğu halde 'Eşek' diye çağrılan bir adam vardı. İçki içtiğinden Peygamber
(s.a.v) ona had cezası tatbik edilmesini emretmişti. Onun kavminden bazıları; Allah'ım ona la'net
et! Ne kadar da çok içiyor, demişlerdi. Bunlara cevaben Peygamber (s.a.v) de şöyle karşılık verdi:
Lanet etmeyin. Allah'a yemin olsun onun Allah ve Resulünü sevmediğini bilmiyorum. Bazı
rivayetlerde de şöyle geçmektedir." Onun Allah ve Resulünü sevdiğini biliyorum." Bazılarında ise"
Bildiğim tek şey var ki; o, Allah ve Resulünü seviyor."
İbn Hacer 'Fethu'l Bari' adlı eserinde, İbn Abdilberra'dan naklen, o sahabinin sırf içki içmekten
ötürü elli kez had cezasına çarptırıldığını söylemekledir. Peygamber (sav) de la'netlenmesi-ni
yasaklamış ve onun Allah ve Resulünü sevdiğini söylemiştir.
Hafız b. Hacer 'Fethu'l Bari1 adlı eserinde hadisden çıkarılacak faydalı sonuçları şu şekilde
sıralıyor.
a) Bu hadiste, büyük günah işleyen bir kimsenin kafir olduğunu iddia edenlere reddiye vardır.
Çünkü hadis günah işleyenlerin lanetlenmesini nehyedip böylelerine dua edilmesini emrediyor.
b) Hadisten anlaşıldığına göre bir kişi, Allah Teala'nın kendisine nehyettiklerini işlediği halde Allah
ve Resulü'nün sevgisini, işlediği çirkin ameliyle yanyana bulundurmasında herhangi bir çelişki
olmayacağını. Çünkü Peygamber (s.a.v) bahsedilen hadiste kişinin, bu günahkarlığıyla birlikte
Allah ve Resulullah'ı sevdiğini haber vermiştir.
c) Her defasında günah işlense de Allah'ı ve Peygamber sevgisi silinmez.
d) Bir hadiste "Kişi içki içerken mü'min olarak içmez" diye buyurmakta ise de burada naklettiğimiz
hadisten anlaşıldığına göre, imanın içki içenden uzaklaşması, tamamen uzaklaşması manasına
değildir. Aksine bu, imanın kemal derecesini kaybetmesi demektir.
8) Herne kadar zina ve hırsızlık etse de 'lailahe illallah' diyen bir kimseye cenneti layık gören
hadisleri bildirmiştik.
9) Peygamber (s.a.v)'den gelen sahih rivayetlere göre, ümmetinden büyük günahları işleyenlere
şefaat edecektir. Bu da iki hükme delalet ediyor.
Birincisi; Büyük günah işlemek, Peygamberin ümmetinin dairesinden çıkmaya sebeb teşkil etmez.
ikincisi; Allah Teala büyük günah işleyenlere ya cehennemden affetmek suretiyle ya da cehennem
de belli bir süre bıraktıktan sonra oradan kurtarmak suretiyle merhamet edecektir. 183

Şirkin Dışında Kalan Günahlar Affedilebilir.

Beşinci Kaide; Bu kaide de bir önceki kaideyi teyid niteliğindedir. Affedilmeyecek tek günah, Allah
Teala'ya şirk koşul-masıdır. Bunun dışında kalan günahlar affedilebilir. İster büyük günah olsun
ister küçük hepsi de Allah Teala'nın iradesi altındadır. Dilerse affeder dilerse cezalandırır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır;
"Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki (günahları) dilediğini bağışlar. Allah'a
şirk koşan kişi, derin bir sapıklığa sapmış olur184
Ayette geçen şirkten kasıt, büyük şirktir. Büyük şirk de; Allah Teala ile beraber başka ilahlar
edinmektir. Şirk kelimesi mutlak olarak kullanıldığında bu mana anlaşılır. Büyük küfür de böyledir.
Yani Allah'ı reddetmek ve inkar anlamındaki küfrü kastediyorum.
Hafız ibn Hacer şöyle der; Mesela, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğini inkar eden kişi, Allah
Teala ile beraber başka ilahlar edinmese bile yine de kafir olur. Onun için mağfiret olunmaz.
Küfrün ve şirkin dışında kalan diğer günahlara gelince, onlar ilahi iradeye bağlıdır. Dilediğini
bağışlar dilediğini de cezalandırır.
İmam İbn Teymiyye şöyle demektedir. Tevr^e etmiş olana, ceza verilmesi caiz olmaz. Tevbe
ettikten sonra kişinin daha önceden şirk koşmuş olmasıyla diğer günahları işlemiş olması fark
etmez. Allah Teala bir ayette şöyle buyurmaktadır. "Ey Muhammed! de ki; Ey kendilerine karşı aşırı
giden kullarım! Allah'ınrahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini
bağışlar. Çünkü O bağışlayandır, merhametlidir." Ayette geçen anlam umumi ve mutlaklık
taşımaktadır. Çünkü ayette, tevbe eden kastedilmiştir. Diğer tarafda ise özelleştirme ve bir
şarta bağlama vardır. (Mecmu Feteva Şeyh el-İsiam İbn Teymiyye c. 7 s. 484-485)
Bir çok sahih hadis, şirkin dışında kalan günahların bağışlanmasının ilahi iradeye bağlı olduğunu
göstermektedir.
Buhari'de geçen ve Ubade b. Samid tarafından rivayet edilen hadiste Peygamber (s.a.v)
çevresinde halka oluşturmuş olan sahabelere şöyle buyurmuştur. Bana, Allah'a hiç bir şeyi şirk
koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, evlatlarınızı diri diri gömmemek, kendi yanınızda
uydurduğunuz şeylerle başkalarına iftira etmemek ve maruf (iyi işler) de İsyan etmemek üzere
biat ediniz. Kim bunlara riayet ederse onun mükafatı Allah'a aittir. Bu günahlardan birini işleyen
olur da dünyadayken cezalandırılırsa, o ceza kendisi için keffaret olur. Kim de bu günahlardan
birini yapar ve Allah onu Örterse onun durumu Allah'a kalır. Dilerse affeder, dilerse cezalandırır.
Bu hadis, biat edilmek için sayılan günahlardan birinin işlenmesi durumunda işleyen kişinin
islamdan çıkmayacağını açıkça göstermektedir. Aksine bildirilen günahlardan birini işleyip de
Allah Teala tarafından dünyada cezalandırıldığı taktirde bu onun için keffaret olacaktır. Dünya da
cezası verilmediği taktirde o kişinin durumu ilahi iradeye bırakılır. Dilerse affeder dilerse
cezalandırır.
Aileme Mazeri şöyle demektedir Usame'nin rivayet ettiği hadiste, büyük günahları işleyenleri tekfir
eden haricilere ve fasık bir kimse öldüğünde azap çekmesinin vacip olduğunu iddia eden
mutezilelere reddiye vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v) bu günahların ilahi irade altında olduğunu
haber vermiş; 'Öldüklerinde kesinlikle azap göreceklerdir' diye herhangi bir şey söylememişlerdir.
Tayyibi de şöyle demiştir:
"Bu hadiste, hakkında çok açık bir delil olmadıkça bir insanın cehennemlik olduğunu söylemenin
mahsurlu olduğuna işaret var." (Fethul Bari) 185

Naslarda Ortaya Çıkan Küfrün; Büyük Ve Küçük Küfür Diye Ayrılması

Altıncı Kaide; Kur'an ve Sünnet'te geçen küfürden kasıt; büyük küfürdür. Büyük küfür, dünya
hükümlerine göre dinden çıkarırken ahiret hükümlerine göre ise ebedi cehennemlik kılar.
Kur'an ve sünnet'te geçen küçük küfür İse, onu işleyen kişiyi cehennemde ebedi bırakmaz, sadece
cehennem ateşiyle azap-landırmaya müstehak kılar ve kişiyi dinden çıkarmaz ama yapanı fasıklık
ve günahkarlıkla damgalar.
Birinci anlamda kullanılan küfür, Hz. Muhammed (s.a.v)'in getirdiği hükümlerin veya dinde
inanılması zaruri olan hükümlerin bazılarını inkar etmektir.
İkinci anlamda kullanılan küfür ise, Allah Teala'nın emrine aykırı davranan veya nehyettiklerini
yapan kişileri kapsar. Bu konuyla alakalı olarak bir çok hadis rivayet edilmiştir. Mesela, "Kim
Allah'ın dışındaki şeyler adına yemin ederse (Allah'ı) inkar etmiş olur. "Bir rivayette 'şirk koşmuş
olur" diye geçiyor." Müslümana sövmek fasıklık onanla savaşmak ise küfürdür."
"Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın."
"Sakın babalarınızdan yüz çevirmeyin kim babasından yüz çevirirse (nimete) küfretmiş olur."
"Kim (müslüman) kardeşine 'Ey Kafir!' derse, onu tekfir edişi kendisine döner."
O zaman biz de şöyle diyebiliriz; yukarıdaki naslarda ve benzeri diğer naslarda bahsedilen küfür,
insanı dinden çıkaran küfürler değillerdir. Bunu isbatlayacak başka deliller de vardır.
Bazan sahabenin birbiriyle savaştıkları da olurdu ama onlar hiç bir zaman birbirlerini kafirlikle
itham etmediler.
Nakledilen kesin rivayetlere bakılırsa Hz. Ali bin Ebu Talip, Cemel ve Sıffin savaşlarında kendisiyle
savaşanları tekfir etmemiş, sadece onları asilikle nitelemiştir. Bir sahih hadiste anlatıldığına göre
Peygamber (s.a.v) Ammar'a şöyle demiştir Seni asi bir topluluk öldürecek. Sahih bir hadiste
Peygamber (s.a.v) Hariciler hakkında şöyle buyurmuşlardır. "İki gruptan hakka en yakın olan,
onları öldürecektir." Hz. Ali (r.a) ve beraberindekiler onlarla savaşmışlardı.
Aynı şekilde Kur'an da savaşan iki topluluğun mü'min olabi- \ leceğini vurgulamıştır.
"Mü'minlerden iki grup savaşırlarsa ara- x larını düzeltin."
"Mü'minler ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin."
Bunlara misal olacak hadisler de verebiliriz. Kim Allah'ın dışındaki şeylere yemin ederse (Allah'ı)
inkar etmiştir veya (O'na) şirk koşmuştur.
Bir müneccime veya kahine gelip de onun söylediklerini doğrulayan ve ona inanan kimse Allah'ın
Muhammed'e indirdiklerini inkar etmiş olur.
Bu gibi hadisleri islam alimleri esas olarak alıp bu davranışta bulunan kimseleri kafir diye ve islam
dininden çıkar diye nitele-memişlerdir.
Bazan insanlar Allah'ın dışındaki şeyleri kullanarak yemin ederler. Müneccim ve kahinlerin
söylediklerini doğrularlar. İlim ve din adamlarının söylediklerini inkar edip sapkınlığa düşerler.
Ama hiç kimse onların dinden dönmüş olduklarına bundan dolayı kendileriyle müslüman
hanımlarının ayrılması gerektiğine hüküm vermedikleri gibi onların ölümü halinde de namazlarının
kılınmayacak ma ya da müslümanların kabirlerine defnedilemeyecekle-rine ilişkin herhangi bir
emir de vermemişlerdir. Merfu bir hadisteşöyle geçmektedir. "Bu ümmet hiç bir zaman delalet
üzerine icma etmez. "
Bundan dolayı İbn Kayyım, işlenen bazı günahları küfür olarak nitelendiren hadisleri sıraladıktan
sonra şöyle söylemiştir.
Bu hadislerdeki kasıt şudur; bütün günahlar küçük küfür , türündendir. Bu da ibadetleri yapmak
anlamına gelen şükrün zıddıdır. Yapılan iş ya şükürdür ya küfürdür ya da bunların dışında üçüncü
bir şeydir. (Medaricü's-Salikin c. I s. 355)
Birinci anlamdaki küfrün (yani büyük küfrün) karşıtı imandır. Buna göre kişiye 'Mü'mindir 'veya'
Kafirdir' denilebilir. Allah Tea-la da şöyle buyuruyor. "Onlardan kimi iman etti kimi inkar etti." 186
"Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlerin dostları ise
ta-ğutlardır. Onları, aydınlıklardan karanlıklara çıkarır." 187
"İman ettikten sonra inkar eden bir kavme Allah nasıl hidayet etsin" 188
(~ İkinci manadaki küfre -yani küçük küfür- gelince, onun karşılığı da şükürdür. İnsan ya nimete
şükreder, ya da nankörlük eder. Allah Teala insanı nitelerken şunları söylemektedir. "Şüphesiz ona
yol gösterdik. Buna, kimi şükreder kimi de nankörlük." 189
"Şükreden ancak kendisi için şükreder. Nankörlük eden de bilsin ki, rabbi müstağnidir. Kerem
sahibidir."
Bu vesileyle Hafız İbn Hacer, Kurtubi'nin "Şeriat koyucunun diline göre küfür, zaruret-i diniyyeden
bilinen şeyleri inkar etmektir" sözlerini nakleder ve sonra da şöyle der; şeriatta küfür,nimeti inkar
etmek, şükür etmemek ve verilen nimetin hakkını yerine getirmemek demektir. Bu hususta Sahih-i
Buhari'nin 'İman Kitabı'mn 'Kocaya nankörlük ve 'Küfür fiilini işlediği halde kafir olmama'
bölümlerinde, büyük günah işleyenleri kafir sayan Haricilerin fikrini çürütücü hadisler mevcuttur.
"Küfür işlediği halde kafir olmama" ibaresi İbn Abbas ve tabiinden bazıları şu ayetin tefsiri
mahiyetinde rivayet edilmiştir. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta
kendileridir."
Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır. Bu taksimat selef alimleri
tarafından yapılmış ve günümüze kadar gelmiştir.
Aynı taksimat şirk, fısk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir. Yani şirk, fısk, zulüm ve nifak da
aralarında büyük ve küçük diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennem de ebedi kalmayı
gerektirirken küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez.
Buhari Sahihinde 'Zulm işlediği halde zalim olmama' başlığı altında bu konuya değinmiş ve delil
olarak da İbn Mesut'un şu rivayetini nakletmiştir.
"İşte güven onlaradır. İnanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlarındır. Onlar doğru yoldadırlar." 190
Sahabe şöyle sormuş; Ey Allah'ın Resulü! Hangimiz nefsine zulmetmez ki? Peygamber (s.a.v) de;
sizin dediğiniz gibi değil. 'İmanlarına zulüm karıştırmayanlar' demek 'şirk karıştırmayanlar'
demektir. Sizler Allah'ın "Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür" ayetini duymadınız mı? diye
buyurmuştur.
Hadis, Buhari'nin kasteddiği şekilde delildir. Sahabe 'Zulüm' kelimesinden hertürlü isyan manasını
anlamıştı. Peygamber (s.a.v) bunu reddetmemiş ve yalnız, en büyük zulüm türünün 'Şirk'
olduğunu sahabeye izah etmişti. Bu da zulmün çeşitlere ayrıldığını göstermektedir. 191

İmanın Küfür, Nifak Veya Cahiliyetle Birlikte Bulunabilmesi.

Yedinci Kaide; İmanla beraber, küfrün veya cahiliyetin veya-hutta nifakın bir ya da bir kaç şubesi
bulunabilir.
Bu hakikat önceki ve şimdiki bir çok alim tarafından anlaşılmamıştır. Onlar bir kimsenin ya
mü'min ya da kafir olabileceğini, ikisi arasında olamayacağını tasuvvur ederlerdi. Şöyle söyleyen
kişi de bu görüşe oldukça yakındır. Ya tam bir müslüman ya da tam bir cahil, bu ikisinden sonra
üçüncüsü asla olamaz.
 İnsanlardan birçoğunun yöntemi budur. Vasat noktalara bakmadan gözlerini hep uç noktalara
çevirirler. Onlara göre bir şey ya beyazdır ya da siyah. Beyazla siyahın karışımıyla bir üçüncü
rengin olabileceğini hiç düşünmezler.
o Ne gariptir, bazan öyle insanlara veya topluluklara rastlarız ki bunlar, imanın kamil manada
bulunmadığı, imanlarıyla beraber nifak ve küfür alametleri taşıyan bir toplumla ve ferdle
karşılaştıklarında onlar hakkında hemen 'Küfür' ya da 'En büyük münafık' hükmünü vermeye
yeltenirler. Bu gibi kimseler imanın, küfür ve nifakla bir arada bulunamayacağına inanırlar. İslamın
ve cahiliyenin bir arada bulunamaz iki zıt etkenler olduğunu düşünürler.
Aslında bu mutlak iman ve mutlak küfür için düşünülecek olursa doğrudur. Aynı şey islamla,
cahiliye ve nifak arasında da geçerlidir.
Ama hiçbir kasıt olmaksızın; yalm imana, küfrün veya yalın imana, nifakın ya da yalın bir İslama
cahiliyyenin karışmasını incelediğimizde bunların bazen bir arada olabileceğini görürüz. Nitekim
hadisler ve selef alimlerinin görüşleri buna delildir.
Sahih-i Buhari'de geçen bir hadiste Peygamber (s.a.v) Ebu-zer'e (r.a) şöyle buyurmuştur. Sen,
içinde cahiliye (kırıntıları) olan birisisin. Ebuzer (r.a); "Mücahit, doğru sözlü, güvenilir ve İslama ilk
girenlerden olmasına rağmen yine de onun hakkında Peygamber (s.a.v) böyle söyleyebiliyor.
Yine Buhari'de geçen bir hadisde: "Kim cihat etmeden veya cihat etmeyi içinden geçirmeden
ölürse o cahiliyenin bir çeşidi üzerine ölmüş olur" buyruluyor.
Ebu Davut Huzeyfe b.Yemani'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Kalpler dört çeşittir; perdeli olan
kalp, bu tür kalp kafirlerin kalbidir. Üzeri yosunlaşmış kalp. Bu da münafığın kalbidir. Bir de
herşeyden mücerret bir kalp vardır ki o da, mü'minin kalbidir. Bir kalp de var ki onun için de hem
iman hem de nifak var. Bu kalpteki iman bir ağaç gibidir. O ağacı temiz ve berrak sular besler. Bu
kalpteki nifak ise, bir yaraya benzer ki bu yarayı da kan ve irin besler. İşte iman ve nifaktan hangisi
bu kalpte fazla bulunursa o galip gelir.
İbn Teymiyye şöyle buyurmaktadır. Huzeyfe'nin bu sözleri Allah Teala'nın şu ayetine delalet
etmektedir. "O gün onlar, imandan çok küfre yakındılar." Zaten o günden önce onlarda mağlup
durumda olan bir münafıklık vardı ama Uhud Günü geldiğinde nifakları galip geldi ve onları küfre
daha da yaklaştırdı.
Abdullah İbn el-Mübarek'in Hz. Ali'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle Duyurulmaktadır. İman,
kalpte bir beyaz nokta olarak belirir. Kul imanını artırdıkça o beyazlık da artar. Sonunda iman
kemale erince beyazlık da tüm kalbi kaplar.
Nifak ise kalpte siyah bir nokta olarak belirir. Kul nifak (işlediği) sürece kalpteki siyahlığı da artar.
Sonunda kulun nifakı kemale erince kalbide bir siyahlık bürür. Allah'a yemin olsun ki, şayet
mü'minin kalbini yarabilsenbeyazlığı görebilirsiniz.
Şayet kafirin kalbini yarmanız mümkün olsa onun da kalbinde siyahlığı görmeniz mümkündür.
İbn Mes'ut şöyle der. Suyun baklayı yeşerttiği gibi zenginlik de nifakı yeşertir.
İmam İbn Teymiyye de şöyle buyurmaktadır. Bu tür sözler (İbn Me'ud'un dediği) selef alimlerinin
sözlerinde çokça geçer. Onlar kalbin içinde hem imanın hem de nifakın bulunabileceğini
açıklıyorlar.
Kitap ve Sünnet de aynı şeyleri söylüyor. Peygamber (s.a.v) İman ve nifakın şubelerinden
bahsetmiş ardından da şöyle buyurmuştur. Münafıklık şubelerinden birisi kendisinde bulunan kişi,
onu terkedinceye kadar bu münafıklık kendisiyle birlikte olur. Münafıklık şubesi çoğu defa iman
şubesiyle birlikte bulunur.
Bu nedenle Peygamber (s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır. Kalbin de zerre miktarı iman
bulunan kişi (sonunda) cehennem ateşinden çıkar. Kalbinde bir parça da olsa iman bulunan
kişinin ebedi cehennem ateşinde kalmayacağı bilinmektedir. Kalbinde çokça nifak bulunan kişi de
belli bîr miktar azap çektikten sonra, o da cehennem azabından kurtulur.
Buna göre Allah Teala, bedevi araplar hakkında şöyle buyurmaktadır. "Bedeviler dediler ki, biz
iman ettik. De ki, siz iman etmediniz. Ancak 'biz müslüman olduk' deyin. Kalbinize iman henüz
yerleşmemiştir." Allah Teala imanın, onların kalbine girmediğini belirtiyor. Böyle olmasına rağmen
bu hal, iman şubelerinden birinin onların kalbine girmesine engel teşkil etmeyecektir. Nitekim
zinakar ve hırsızın, kendi nefsi için isteğini din kardeşi için istemeyen, komşuları tarafından
kötülük yapmasından korkulan kişiler mü'min olamazlar ama onların kalplerine iman giremez diye
de bir kaide kesinlikle yoktur. Bazı vecibeleri terkettikleri için Kur'an ve hadisler bir çok insanların
imandan yoksun olduğunu haber vermektedir. (Kitab-ı İman el-Kebir Mecmuu Feteva'dan, İbn
Teymiyye. c. 7 s. 303-305)
Başka bir yerde konuyla alakalı olarak İbn Teymiyye şunları söylemiştir. Maksat şudur;
mü'minlerin en hayırlısı, cennetin en yüksek derecesinde bulunandır. Münafıklar ise cehennemin
en alt tabakasında bulunurlar. Heme kadar dünyada zahiren müslüman olarak görünmüş ve
müslümanlara uygulanan hükümler uygulanmış olsa da. İman ve nifak bulunan bir kimseye
'Müslü-mandır' denebilir. Çünkü böyle bir kimse salt münafık değildir. Nifak kişide daha galebe
çalarsa mü'min ismini almaya layık olmaz. Aksine böyle birine münafık demek daha uygun olur.
Beyaz ve siyah bulunup da siyahlık daha baskın çıkmışsa o kimse için siyah olduğunu söylemek
beyaz olduğunu söylemekten daha doğrudur. Çünkü AUah Teala da öyle buyurmaktadır. "O gün
onlar, imandan çok küfre daha yakındılar." Şayet imanı daha baskın çıkmış olsa da nifak alameti
taşıdığından dolayı, onu cehennem azabıyla ikaz etmek gerekir yoksa cennet va'dedilen
mü'minlerin sınıfına sokmak değil. Herne kadar belli bir azap çekip de imanı nedeniyle cennete
girecek olsa da.
Ehli heva olan, Hariceler, Mu'tezileler, Cehmiyye ve Mürcie şo ekolüne bağlı olanlar şöyle
diyorlardı. Kulda hem iman hem de nifak bir arada bulunamaz. Hatta onlardan bir kısmı
bulunamayacağına dair icma etmişler. Tabi ki, bu konuda hataya düşmüş ve Kitap, Sünnet ve
sahabenin yapıp da onlardan gelen nakillere ve tabiinin sözlerine aykırı hareket etmişlerdir. Bu
görüşler akla ve mantığa da aykırıdır.
Hatta Harici ve Mutezileler bu fasit görüş üzerinde durarak şöyle demişler. Bir kimsede, sevabı
hak edecek taat ile azabı hak edecek ma'siyet bir arada bulunamaz. Bir kişi hem övülüp hem
yerilemez. Hem sevilip hem nefret edilemez. Hem cenneti hak etmesi hem de cehennemi hak
etmesi düşünülemez. Bundan dolayı günahkar birinin cehennemden kurtulabileceğini kabul
etmemişler. Ve de cehennem ateşinden kurtarmak için kesinlikle herhangi bir kimseye şefaat
edilemeyeceğini savunmuşlardır.
Aşırı Mürcteler hakkında şöyle bir şey anlatılır. Mürcieler,Haricilerin ve Mutezilelerin ileri sürdükleri
yaklaşıma muvafıktırlar. Ayrıca onlar; "Büyük günah işleyenler bile cennete girer cehenneme değil"
görüşündedirler.
Ehl-i sünnet ve'l cemaat, sahabe, tabiin, diğer hadis ve fıkıh alimlerinin görüşlerine gelince, onlar
şunu savunuyorlar. Azabını çekeceği günahları bulunan bir kişinin kendisini cennete götürecek
iyilikleri de bulunabilir. Ma'siyet içinde bulunanlar itaatkar da olabilirler. Bu ittifakla böyledir.
Yukarıdaki sapık gruplar, böyle bir kişinin statüsü hakkında değil de, mü'min veya münafık olarak
adlandırılmasında anlaşmazlığa düşmüşlerdir.
Mür'cie, hem iyilikleri hem de günahları olan kimseler için "Onlar iman-ı kamil insanlardır" der.
Ehl-i Sünnet ve'l cemaat imamları ise 'Hayır onlar eksik imanlı kimselerdir' der. Şayet eksik imanlı
olmasalardı cezaya müste-hak olmazlardı. İcmaya göre onlar eksik itaat ve takva sahibi kimseler
gibidirler. Böylelerine 'Mü'min' denebilir mi?
Bu konuda iki görüş vardır. Tabiki tafsilata inmek gerekir.
Böyle birisi köle ise, keffaret amacıyla azad edilecek olsa mü'min muamelesi görür. Çeşitli
ayetlerin başında bulunan 'Ey iman edenler' hitabının kapsamına da girer.
Ama uhrevi meselelere gelince, aynı kişi, cennetle va'dedilen mü'minlerden değildir. Gerçi
cehennemde ebedi kalmasına mani bir imanı vardır. Bu imanı sebebiyle belli bir miktar
cehennemde azabını çeker, sonra tekrar cennete girer. Bundan dolayı şöyle söylenmiştir îmanıyla
mü'min, günahı ile fasıktır, ya da eksik imanlıdır.
Ehl-i sünnet imamlarından bazılarıyla Mu'tezileden olanlar, imanıyla birlikte nifak taşıyan birine
mü'min dememişlerdir. Onlara göre; fasık ismi, Allah Teala'nın şu ayeti nedeniyle mü'min ismiyle
taban tabana zıttır." Hiç inanan (mü'min) bir kimse fasık gibi olur mu?"
Öyleyse diyebiliriz ki, bir insanın kalbinde imanla birlikte küfür de bulunabilir.
Peygamber (s.a.v), günah işleyeni günahıyla birlikte kalbinde }° zerre kadar imanla ebedi
cehennemlik olmayacağını vurguladığı halde yapılan bir çok günahı da küfür diye nitelediği rivayet
edilmiştir. Bunlara örnek olarak: "Müslümana sövmek fısk, onu öldürmek ise küfürdür." Ayrıca:
"Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler gibi olmayan" hadislerini verebiliriz.
Bu Resulullah (sav)'den gelmiş sahih bir rivayettir. O veda haccında, münadilerin bunu bütün
insanlara duyurmalarını istemişti. Hadiste haksız yere birbirinin boynunu vuranlar "kafirler" olarak
isimlendirilmiştir. Dolayısıyla bu fiilin kendisi "küfür" olmuş oluyor.
Bu noktada, şu ayetlere dikkat edelim; "Mü'minlerden iki taife birbiri ile savaşıyorsa, aralarını
bulun." (Hucurat suresi, ayetin tamamı daha önce geçmişti.) Ayette zikri geçen insanlar, tamamen
imandan çıkmamışlardır, bununla beraber içlerinde küfürden bir parça vardır. Bu durum bazı
sahabelerin sözlerinde de yerini bulmuştur. "Küfrün biri bu vasfı kazanmış olur." gibi.
Dikkat edilirse yukarıdaki rivayette "kardeşine" şeklinde ifade edilmiştir. Aynı zamanda "ikisinden
biri bu vasfı kazanır" demiştir. Eğer yapılan bu iş kişiyi islamdan tamamen çıkarıyor olsaydı
"kardeşinize" denmezdi, çünkü küfürden bahsedilmektedir. 192

İtaat Hususunda Müslümanların Değişik Mertebelerde Bulunmaları

Sekizinci Kaide:
Bu kaide de bundan önceki yedinci kaideyi doğruluyor. İnsanların mertebeleri, Allah'ın emirlerini
yerine getirme ve O'nun yasaklarından kaçınma konusunda farklılıklar gösterir.
Bu itibarla Allah'a olan iman ve yakınlık dereceleri de farklılık arzeder. Kitap ve sünnet de bunu
belirtiyor. Buradan hareketle, Selef alimleri, imanın artıp eksilebileceğini tesbip etmişlerdir.
Tüm insanları melekler mertebesinde görmek büyük bir hatadır. Onların yaratıldığı ve onları
toprağa bağımlı kılan yaradılış unsurlarını unutmak da büyük bir hatadır.
Bu gerçeği -yani, Allah Teala'ya iman ve itaat konusunda insanların farklı mertebelerde
bulunmaları gerçeğini- Resulullah (s.a.v.)'ın belirttiği gibi Kur'an tesbit etmiş ve belirlemiştir.
Allah Teala Fatır suresinde şöyle buyurmuştur.
"Sonra bu kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras bırakmışızdır. Onlardan kimi kendilerine
yazık eder, kimi orta davramr, kimi de, Allah'ın izniyle, iyiliklere koşar. İşte büyük lütuf budur." 193
Allah Teala'nın kendilerine kitabı miras bıraktığı ve kullarının arasından seçtiği toplum üç sınıfa
ayrılır.
1) Kendilerine zulüm edenler; İbn-i Kesir'in dediği gibi, ya kendilerine yüklenen ibadetlerde aşırı
giderler ya da haram işlerler.
2) Mutedil olanlar; iktisatlı davranıp buna göre hareket edenlerdir. Bu gibi kimseler de ibadetlerini
yerine getirirler, haramları yapmaktan sakınırlar. Zaman zaman bazı müstehapları terkettik-leri
gibi mekruhları da yaparlar.
3) Hayırda yarışanlar. Bunlar ibadetleri yerine getirdikleri gibi müstehapları da yapmakta titiz
davranırlar ve mekruhlardan uzak bir hayat yaşarlar. Bazı mubahları da terkettikleri olur. (İbni
Kesir)
İşte kiminde yalpalar bulunan, kiminde eksiklikler olan, ve kiminde de kendine zulüm yapma
karakteri bulunan tüm insanlar, Allah'ın seçtiği kulların içerisinde yer alırlar.
Bu üç tabaka, bir takım mertebelere ayrılırlar ya da daha önce bahsi geçen üç sımfa ayrılır.
Meşhur cibril hadisi bu üç sınıf insanın bulundukları mertebeleri bildirmiştir; "İslam", "İman",
"İhsan".
Allah Teala içlerinde kendi nefislerine zulüm edenler olduğu halde, onların cennet erilinden
olduğunu haber vermiştir.
İbni Abbas yukardaki kendilerine miras bırakılan insanlardan bahseden ayeti tefsirinde şunları
söylüyor; "Kendilerine zulm edenler bağışlanır, orta yolu takip edenlerin hesabı kolay olur, bu
ikisinde önde, hayırda başta bulunanlar ise bir hesap vermeden cennete girer. (El-Masdaru's-
sabık)
Kendilerine zulm eden kimselerin yaptıkları haramlardan maksat, büyük günahların dışında kalan
küçük günahlar değildir. Tev-be edenlerden kasıt tüm günahlarından tevbe edenler de değildir.
Gerek haramları işleyenler ve gerekse günahlarından tevbe edenler İbn-i Teymiyye'nin dediği gibi,
orta yolu takip edenlerle hayırda yarışanların sınıfına girerler. "Adem oğlundan günahsız tek kimse
yoktur. Ama günahından tövbe eden herkes orta yolu takip edenlerin ve hayırda yarışanların
yanında yer alırlar."
Her kim de büyük günahlardan kaçınırsa, bu onun kötülüklerine keffaret olur. Allah Teala da bunu
şöyle ifade etmiş;
"Size yasak edilen günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz" 194
Kendilerine zulüm eden insanların bulunması muhakkaktır. Bu gibi kimseler, hatalarını
temizleyecek bir azaptan sonra da olsa cennete gireceklerdir. (İbn Teymiye, Fetevâ)
Öyleyse, her ne kadar bir müslüman orta yolu da takip etse,kendine zulüm de etse, küfürden
nefret edip fısk ve isyandan uzak durması gerekir. Çevresindeki insanların üzerine akın akın gittiği
ahlaksızlıklara rıza göstermesi mümkün değildir. İmanın en alt derecesi, müslümanın kalbiyle
yapılan ahlaksızlıklara karşı buğz duymasıdır. Yani, ondan nefret eder, yapıldığı için kendisini üzer
ve onlara kin duyar. Buna karşılık imanın en üst mertebesi ise, gücü yettiği kadarıyla yapılan
kötülüklere ve ahlaksızlıklara diliyle müda- hale etmesidir.
Bu konuda dillerde dolaşan şu sahih hadisi nakledebiliriz "Sizden kim kötülük gördüğünde, onu
eliyle düzeltsin buna gücü yetmiyorsa diliyle, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz etsin. Bu da
imanın en zayıf olanıdır." Açıkladığımız mefhuma göre, kalp ile yapılan buğz, imanın en zayıf
olanıdır. Bunun manası şudur. Bir kimse, bu zayıf iman derecesini koruyamadığı takdirde
kendisinde iman yok demektir. Bu konu, Ibn-i Mes'ud'un Peygamber (s.a.v)'den rivayet ettiği ve
Müslim'in sahihinde geçen bir hadiste de aynen şöyle geçiyor. "Allah'ın benden önce gönderdiği
bütün peygamberlerin, çevrelerinde ümmetleri içinden seçtikleri sahabileri ve havarileri vardı.
Bunlar peygamberlerinin sünnetine sarılırlar ve emirlerini yerine getirirlerdi. Bu kişilerden sonra
durum değişir. İnsanlar, onların yapamadıkları şeyleri onlara isnad ederler ve onların istemedikleri
şeyleri yapmaya-başlarlar. Kim, bunlarla eliyle cihat ederse o mü'mindir. Kim, diliyle cihad ederse
o, mü'mindir. Kim de, kalbiyle cihat edese o da mü'mindir. Bunun dışında kalanların hiç birinde
hardal tanesi kadar iman yoktur."
İşte ayet-i kerime bu tür zalim ve fasıklarla kalbiyle mücadele etmeyenlerin yani onların yaptıkları
işleri, zulümleri ve fıskları kınamayanların kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunamayacağını
haykırıyor. Bir başka ibareyle söylemek gerekirse, böyle kimselerde imanın zerresi dahi yok
demektir.
Diğer taraftan, hadiste bu anlatılan vasıftaki mücadele şekilleri, müslümanın kalbine ve
duygularına yöneliktir. Nefsine hükmeden bir kimse yapılan kötülüklere razı mı olur yoksa
açıkçakızgınlığını mı gösterir? Eğer bu çirkinlikleri işleyenlere karşı kalbinde bir rızalık
gösteriyorsa, bunu, onun fıs kından, zulmünden veya Allah'ın şeriatının dışına çıktığı için mi
gösteriyor yoksa rızalık göstermesinin altmda yatan başka sebepler mi var? Mesela, maslahat
gereği ya da aralarında her hangi bir yakınlaşmayı sağlamak ve buna benzer şeyler için. Şayet
müslüman bir insana yaklaşacak veya uzaklaşacaksa bunun sınırını islami ölçülere göre
belirlemelidir. Ayrılığı da İslama göre olmalı yakınlığı da. 195

Son Soz

Bahsettiğimiz kaidelerin ve kesin delillerin ışığı altında yaptığımız açıklamalardan sonra, her akıl
sahibi kimse tekfirde aşırı giden kardeşlerimizin içine düştükleri bu büyük hatanın ve tehlikenin
sınırlarını anlamış olsa gerek. Bu kardeşlerimiz, kendi görüş açılarına aykırı düşen şer'i nas ve
delillerden yüz çevirerek te'vil yaparken keyfi uygulamalara yönelerek, delil olmayacak
hükümlerden kendilerine delil çıkararak, önceki ve şimdiki alimlerin ve imamların görüşlerine
uymayarak ve kendilerinin imamlık ve mutlak içtihat derecesine geldiklerini iddia ederek toplumu
ya da fertleri bir çırpıda küfürle itham edebiliyorlar. Halbuki kendileri tüm ümmete, selefe ve
halefe muhaliftirler. Allah korusun, bu gerçekten çok tehlikeli bir durumdur. Bu meselenin tek
sebebi vardır o da; Allah'ı tanımamak, insanları tanımamak ve nefsi tanımamaktır. Nefsini tanıyan
insana Allah rahmet etsin. Bir sahih hadis ise şöyledir: "Aşırılıktan kendinizi koruyun! Sizden
önceki aşırılığa kaçanlar da helak edildiler."
"Aşırı olanlar helak oldular" Peygamber (s.a.v) bunu üç kez tekrarlayarak söylemiştir. Tüm bunlarla
birlikte ben, bu kardeşlerimizin içine düşmüş oldukları duruma düşmek istemem. Müslümanı
tekfir edeni kafir sayan hadisler olsa da ben bu aşırı giden kardeşlerimizin insanları tekfir ettikleri
gibi onları tekfir etme cür'etini gösteremem. Çünkü bu hadisler, müslümanı tevil-siz bir şekilde
tekfir eden kimseler hakkındadır. Reddedildiği halde onlar müslümanları kafir sayabilmek için bir
takım tevillereyöneliyorlar. Bundan dolayı, her ne kadar haklarında zemm edici sahih hadisler
varsa da, islam alimleri haricilerin tekfir edilmesi hususunda görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir.
Mü'minlerin emiri Ali bin Ebu Talib'in haricileri tekfir etmediği ve onmlarla yapılan savaşta kılıcı ilk
çekenin de Hz. Ali olmadığı kesindir. Kendisine "Hariciler kafir midir?" diye sorulduğunda, o da
"onlar küfürden kaçmışlardır." diye cevap vermiştir.
Bu nedenle, aşırı gitmelerine ve düşüncelerinde doğru bir istikametten ayrılmalarına rağmen, yine
de onlara kardeşlerim demekte ısrar ediyorum. Şayet onlar, tarafsız bir gözle ve insafla, hakkı
istemekte ihlaslı davranarak, tutuculuktan uzak, arkadaşlarının ayıplamalarından korkmadan ya
da bağlı oldukları yerlerin tehditlerine kulak asmadan yazdıklarımı okurlarsa tekfir konusundaki
fikirlerinden vaz geçeceklerine yakinen inanıyo-
Ben şuna inanıyorum; bu aşırı cemaatler içerisinde ihlaslı, Allah rızasından başka bir şey
istemeyen, ahirete talip olan, is-lamin nusreti için çalışan gençler var. Ne var ki bu gençler, asıl
islam kültürünü ve geniş islam fıkhını kendilerine siper edinme-dikleriden, bu tür aşın uç fikirler,
her şeyden uzak boş kalplere yerleşip kendilerine bir yer yapmışlardır.
Şunu da belirteyim ki, bu gençlerden birçoğu, tehditlere aldırmadan, hakka boyun eğmişler.
Eziyetlere uğradıklarında da sabretmişler ve birbirlerine sabrı tavsiye etmişlerdir.
Biliyorum ki, bu mesele islami hareket meydanının boş kalmasından kaynaklanıyor. Bu fikre sahip
aşırı uçlar, karanlık mahzenlerde hareketlerini yürütüp bu mahzenlere sığınmak zorunda kalıyorlar.
Ne zaman ki; İslam davetinin güneşi doğar, aydınlığı ufku kaplar ve hiçbir korku duymaksızın
sesini yükseltirse, o zaman bu mahzenlerde gizlenen aşırı uçlar da kendiliğinden normale
dönerler.
Allah izin verirse bu konuya ilerde tekrar değineceğiz. 196

Sahibinin İzni Olmadan Mülk Arazilerde Camii Ve Mezar Yapmak

Soru

7 Mart 1974 miladi, 13 safer 1394 tarihli, Mısır'ın "El-Ahbar" gazetesinin beşinci saifesi, birinci
sütununda şu haber yayınlanmıştır.
Dimyat'a bağlı köylerin birinde, bir şeyhin cenazesinde meydana gelen garip bir olay.
Dün, Dimyat'ın Nasiriyye köyünde garip bir olay meydana geldi. Ebu'l Firağ adıyla bilinen Şeyh
Muhammet Cemel'in vasiyetini köylüler kabul etmediler. Şeyh öldükten sonra, köyün
mezarlığından yaklaşık üç kilometre uzaklıkta ki bir yere gömülmesini vasiyet etmişti. Fakat köy
halkı cenazeyi gömmeye götürdüklerinde birden na'şla birlikte cenazeyi taşıyanların bir buğday
tarlasına doğru döndürüldüğünü görürler.
Köy halkı bu durumu jandarmaya haber vermiş. Fareskur merkez komutam ile beraber bir asker
birliği cenazenin bulunduğu yere gelip kaldırmaya çahşmışlarsa da nafile başaramamışlar.
Neticede köy halkı, şeyhi bulunduğu yere defnetmek zorunda kalmışlar.
Anlatılanlara göre bu şeyh, 90 yaşına ulaşmış. Asıl köyü olan Sohaca'ya bağlı Tahta köyünden
buraya yerleşmiş ve yaklaşık otuz seneden bu yana da Nasari köyünde ikamet etmekteymiş.
Bu haber burada sona eriyor.
Sizden, islami hükümlere göre açıklayıcı ve yazılı bir fetva vermenizi rica ediyorum. Cenazeyi
gömen kişilerin telef ettikleri arazinin durumu ne olacaktır? Na'şı taşıyanların, yaptıkları bu
davranış sebebiyle durumları ve haklarındaki hüküm nedir? Ölen kişinin veya onu defnedenlerin
malı olmadığı bir arazide inşa edilen mezarın durumu ne olacaktır? Arazi sahibinden izin almadan
yapılan camilerin islamdaki hükmü nedir? Arazi sahibi isterse yapılan bu mezarı kaldırma hakkına
sahip midir?
Allah'a inanan kalplerin tatmin olması ve hiç kimsenin hakkının kaybolmaması için fetvanızı yazılı
olarak vermenizi rica ediyorum.
Allah sizi muvaffak kılsın ve adımlarınızı doğru atmayı nasip eylesin. 197

Cevap

Köylüler, şeyh'in yaşadığı yerden üç kilometre uzakta bir yere gömülmesi vasiyyetini kabul
etmemekle isabetli bir davranışta bulunmuşlardır. Çünkü bu vasiyet geçersizdir ve uygulanması
da caiz değildir. Aynı zamanda içeriği, Kitap ve sünnetin içeriğine aykırıdır.
Birincisi; Şeyh, kendi mülkiyetinde olmayan, ölülerin bulunmadığı ve cenaze defnedilmesi ne
vakfedilmeyen bir araziye gömülmesini istemiştir. Aksine bu arazi başkalarının mülkiyetinde
bulunup ziraat için kullanıma ayrılmıştır. Şayet bu şeyhin birazcık ilmi olsaydı başkasının mülküne
haksızca tecavüzü içeren bu vasiyeti vermeyecekti.
ikincisi; Bu vasiyet, diğer müslümanların mezarlarından ayrılıp tek başına müstakil bir alana
gömülmesini içeriyor. Şeyh, insanlardan uzak bir alana gömülmesini özellikle istemiş. Oysa ölüm
diğer insanlarla ölen kişiyi aynı statüye getirir. O halde buölünün, diğer ölülerden ayrılması niye?
Bu tür ayrıcalıkların, ne sahabe tarafından ne de tabiin tarafından yapıldığı bilinmiyor. Onlar da
diğer müslümanlarla birlikte defnedilmişlerdi. Kabirlerin ayrılması fikri, daha sonra gelenlerden
bidat ehli tarafından bilinmeye ve uygulanmaya başlamıştır.
Üçüncüsü; Şeyh, insanlardan uzak bir alana taşıma sorumluluğunu köy halkına yüklemiştir. Oysa
gereksiz yere böyle bir meşakkati insanlara yükleme hakkına sahip değildir.
Naş hakkında anlatılan ve onu taşıyanların istemedikleri bir yöne sürüklenmesi konusundaki
hikayeye gelince, bu tür hikayeler halk dilinde adettir ve dilden dile dolaşır durur. Bir şeyh
öldüğünde, şayet bir de onun salihliğine ve velayetine inandıkları bir şeyhse artık bu anlatılan
hikayeyi onun, salih evliyaullahtan birisi olduğuna dair bir delil olarak kabul ederler.
Ölüler hakkında bu tür hükümleri nereden çıkarıyorlar anlamıyorum. Kitap ve sünnette bu tür bir
hüküm de varit olmamıştır. Ne sahabeden ne de tabiinden hiç birinin na'şının uçtuğuna veya
taşıyıcılarının istemedikleri bir yere doğru onları sürüklediğine dair her hangi bir olay tesbit
edilememiştir. Her halde hiç kimse kalkıpta zamanımızın şeyhlerinin sahabe ve tabiinden daha
faziletli olduğunu savunacak değildir.
Bu olayın gerisinde şu etmenlerin yattığını düşünüyorum.
1) Bu olay, naşı taşıyanların tümü ve ekseriyetinin ölüye olan bağlılık ve güvenlerinden dolayı ona
bir üstünlük ve insanlar arasında onu revaçta tutmak amacıyla kasten uydurulmuş olabilir.
Kendileri de onun müritleri oldukları için, çeşitli çıkarlar ve menfaatler sağlama düşüncesini
taşıyabilirler.
2) Bu olay, şeyhin müritleri tarafından kasten de yapılmamış olabilir. İlhami bir olaydan
kaynaklanan bir etkiden dolayı yapmış da olabilirler. Araştırmacılar, ilhamın insan üzerindeki
te'sirlerini kabul ederler. Bazen bu tesir organik bir takım değişiklikler meydana getirir ki, bu
değişikliklerin sebebi, sadece inançtan ve olayı öyle imiş gibi algılamalarından kaynaklanır.
Jandarmaların gelipaynı davranışı sergilemelerinde de şaşılacak bir şey yoktur. Olayın etkisinde
kalmış olabilirler. Ne de olsa onlarda toplumun bir parçası.
3) İnsanları boş işlerle meşgul edip saptırmak isteyen azgın şeytanlar ve cinlerin de yapmış
olması uzak bir ihtimal değildir. Şeyh-u'l İslam İbn-i Teymiyye bu gibi olaylar hakkında bir çok
misaller vermiştir.
Garip olan şu ki, bu tür hikayeleri ve masalları; daima belli ortamlarda özellikle köylerde ve
kasabalarda duyuyoruz. Şayet bu doğru değilse, bir Suudi Arabistanda veya Katar gibi bir ülkede
niçin bu tür hikayelere rastlanamıyor. Halbuki ben Katar'da yaklaşık on sene kadar kaldım.
Arazisinin, mezarlık haline getirilmesi sebebiyle belli bir zarara uğrayan toprak sahibi, buna sebep
olanlardan ve ayrıca bu harekete izin veren jandarmalardan sebebiyle de yönetimden, telef edilen
buğday miktarının iade edilmesini talep etme hakkına sahiptir. Bununla beraber, şer'i olarak sahip
olduğu bir araziye yapılan gasp ve tecavüzün tesirinin giderilmesini de isteme hakkına sahiptir.
Kur'an'dan bir çok ayetle, sahih hadislerle, şer'i hükümlerle ve mezhep imamlarının ittifakıyla
tesbit edilen is-lamın kesin kaidesi şudur; "başkasına zarar verilemeyeceği gibi zarara katlanmak
da caiz değildir."
İster müslüman olsun ister zimmi, islam topraklarında yaşayan vatandaşlara hak etmedikleri
halde zarar vermek caiz değildir. Şayet böyle bir şey meydana gelmişse, "Verilen zarar
giderilmelidir" kuralı gereğince imkan dahilinde bu zararın giderilmesi ve telafi edilmesi gerekir.
Arazi sahibinin zararını gidermek, bir başka zararı ortaya çıkartacaktır. Bu da; kabrin kaldırılması
ve ölüye eziyet verilmesidir, denemez. Fıkıh alimleri, "zarar başka bir zararla giderilemez"
hükmünü tesbip etmişlerdir. Biz de şunu deriz; Fakihler, aynı zamanda "büyük bir zararı gidermek
için küçük zarara katlanılır, aynı şekilde, umumi bir zararı gidermek için hususi zarara katlanılır."
hükmünü de belirlemişlerdir. Burada, canlıya verilen zarar ölüye verilen zarardan daha az önemli
bir zarardır. Fıkıh alimleri bundan daha basit şeyler için dahi ölünün kabrinin açılmasını caiz
görmüşlerdir. Özellikle de, kendi hakkı olmadığı halde haksız yere mülk edindiği bir arazide
gömülmeyi vasiyet ettiği için bu zarara sebebiyet veren ölü olduğundan onun kabrinin
açılmasında ise her hangi bir sakınca olmasa gerek. Şu da bir gerçek ki; bu tür mezarlar bu haliyle
kaldıkları müddetçe muhtemel umumi bir zarara yol açarlar. İnsanlar onun kutsallığına inanırlar.
Kerametleri olduğu, toplumun avam kesimine yayılır. Dolayısıyla, kültürsüz ve aldanmış insanların
onu ziyaretine kabrine ellerini yüzlerini sürüp mum dikmelerine, onun adına kurban kesmelerine
sebebiyet verecek etkenleri ortaya çıkarır. Oysa Peygamber (s.a.v) bu tür davranışları yapanları
lanetlemiş ve yapılan hareketi de şirkin bir çeşidi olarak ifade etmiştir.
Allah'ın rızası dışında yapılan bu mezarın daha yapıldığı ilk günden itibaren kaldırılması meşru bir
iş olurdu. Çünkü bu mezarı bulunduğu yerden başka bir yere kaldırmak Allah ve Resulünün yolunu
anlayanlar üzerine vaciptir.
Kur'an'ı Kerim'in de belirttiği "Mescit-i Dırar" kıssası hakkında anlatılanlar bizlere yeter de artar
bile.
Soruda belirtildiğine göre, köyden yaklaşık üç kilometre uzak bir mesafede ihtiyaç olmadan ve
sahibinin rızası dışında haksız olarak kabir üzerinde yapılan bir mescitte namaz kılmaya gelince.
Burada namaz kılmak iki yönden haramdır.
Birincisi; Fıkıh alimleri, gasıbın gasp alışkanlığını engellemek için gasp edilen bir arazide namaz
kılmayı ya mekruh ya da haram saymışlar. Hatta bazı fıkıhçılar -Hanbeli ve zahirilere göre- bu tür
arazilerde namaz kılmanın namazı bozacağını söylemişlerdir. Onlar, yapılması yasaklanmış bir
hareketin namazı geçersiz ve batıl kılacağını söylemişlerdir. Çünkü hadis-i şerif bu konu hakkında
şunu söylemektedir; "Bizim emrimiz olmayan bir işi yapan kişiden yaptığı bu iş reddedilir." Yani,
kendisinden kabul ediimez.
İkincsi; Sahih nebevi hadisler, kabirler üzerine mescitlerin yapılmasını yasaklamıştır. Bu hadisler;
Peygamberlerinin kabirlerini mescitler edinen Yahudiler ve Hır i stiy anlara la'net etmiştir.
Yaptıkları bu fiillerinden onları sakındırmıştır.
Muhakkak alimler şunu tesbit etmişlerdir; Cami veya mezardan hangisi diğerinden sonra
yapılmışsa sonra yapılanın ortadan kaldırılması gerekir. Mesela, önce cami yapılıp ardından kabir
yapılmışsa kabir yıkılır. Şayet bunun tersi olmuşsa Allah'ın rızası üzerine kurulmamış olan camii
yıkılır. Bu ikinci durumda bulunan bir mescidin her hangi bir saygınlığı yoktur. Çünkü bu
konumdaki bir mescidin durumu, Allah Teala'mn Kur'an'ında anlattığı mescidi dırann konumudur.
"Zarar vermek, inkar etmek, mü'minlerin arasını ayırmak, AHaha ve Peygamberlerine karşı
savaşanlara daha önceden gözcülük yapmak üzere bir mescit kurup; Biz sadece iyilik yapmak
istedik, diye yemin edenlerin yalancı olduklarına şüphesiz ki Allah şahitlik eder. Ey Muhammedi O
mescide hiç girme! İlk günden beri Allah'a karşı gelmekten sakınmak için yapılan mescitte
bulunman daha uygundur. Orada arınmak isteyen insanlar vardır. Allah arınmak isteyenleri sever.
Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkıla- cak
bir uçurumun kenarına kurup onunla beraber kendisi de cehennem ateşine giden kimse mi? Allah
zalimler topluluğunu doğru yola iletmez" 198
Münafıklardan dırar mescidini inşa edenler, Tebük gazvesine hazırlıklarda bulunan Allah Resulüne
geldiler ve şöyle dediler; Ey Allah'ın Resulü! hastalar, ihtiyaç sahipleri ve soğuk kış günlerinde
camiye gidemeyenler için bir mescit bina ettik. Oraya gelip bize namaz kıldırmanı arzuluyoruz.
Buna karşılık Allah Resulü şu cevabı verdi; Şu anda savaş hazırlıkları içerisindeyim. Allah izin
verirse savaştan dönebilirsem mescidinize gelip size namaz kıldıracağım. Allah Resulü Tebük ile
Medine arasında bir yerde konakladığında vahiy münafıkların yaptığı mescit hakkında haber verdi.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) ashabdan iki kişi çağırdı ve onlara şöyle dedi; "Gidin zalimlerin
yaptığı bu mescidi yıkın ve ateşe verin." Onlar da Allah Resulünün buyruğu gereğince, mescidi
ateşe verdiler. Çıktıktan sonra işi sağlama bağlamak için bir daha girip kalan yerleri de ateşe
verdiler. Münafıklar ise, çil yavrusu gibi kaçışmaya başlamışlardı. Ardından, ilgili ayetler indirildi.
Muhakkik İbn-i Kayyım anlatılan bu kıssadan iki önemli dersin göz Önünde bulundurulması
gerektiğini söylemiştir.
Birincsi: Allah ve Resulüne isyan-olan bir yerin yakılması veya yıkılmasının meşru bir davranış
olması. Aynı şekilde Allah Resulü de, içinde namaz kılındığı ve Allah'ın ismi zikredildiği halde
mescid-i dırar'ın yakılıp yıkılmasını emretmişti. Bu mescidin yapılış gayesi, zarar vermek,
müslümanların arasını açmak, onların yaptıkları hareket ve davranışlarını gözetlemekti. Allah ve
Resulüne savaş açan münafıkların sığınak yeri haline gelmişti. Bu konumdaki her mescidin,
yıkmak ve yakmakla veya şeklini değiştirmekle de olsa, yapılış amacının dışına çıkarılması islam
önderleri veya devlet başkanı tarafından görevine sor. verilmesi gerekir.
Mescid-i dırar'ın durumu bundan ibaret olunca, taraftarlarınca Allah'tan başka ilahlar edinmeye
çağıran mekanları, günah yuvalarını, dağıtmak, yerle bir etmek ve yakmak mescidi dırardan daha
önemli ve daha gereklidir. Ömer bin Hattap içerisinde içki satılan bir köyü tamamen yakıp yıkmış,
Ruveyşed-i sakafi adı verilen bir dükkanı yakmış ve ona 'ruveyşed-i fuveysık' adını vermiştir.
İkincisi: İyilik ve ibadet amacının dışında vakıflar kurmak doğru olmaz.
İbn-i Kayyım bu konuda da şunları söylemiştir; "Buna göre kabir üzerine yapılmış olan bir mescit
yıkılmalıdır. Aynı zamanda camiye defnedilen bir ölü de derhal ordan çıkarılıp ve başka bir yere
kaldırılmalıdır. İmam Ahmet ve diğer fıkıhçılardan gelen delillere göre islam dininde, cami ile
kabrin bir arada bulunmasına yönelik icma yapılamaz. Bunlardan hangisi önce yapılmış ise diğeri
önce yapılanın yanma inşa edilemez. Önce yapılan yerinde bırakılır. İkisinin bir arada bulunması
caiz değildir.
Bu tür vakıflar ne caizdir ne de islamı fıkıh ölçülerine göre geçerlidir. Yanında kabir bulunan bir
camide namaz kılmak caiz değildir. Çünkü Allah Resulü bunu yasaklamıştır. Aynı zamanda
kabirleri mescitler edinenleri veya orada mumlar yakanları lanet-lemistir. Allah Teala'nın kulu
Muhammed'e gönderdiği asıl islam, çizgilerini belirttiğimiz islamdır. Ama şimdi o islam insanlar
arasında garip bir duruma düşmüştür. (Zadü'l Mead cilt; 3 Saife 35, 36 Baskı; Sünnet-i
Mahmudiye).
Sırf sevap kazanacaklarını umarak cahilce, her hangi bir kabir yanma yaptırdıkları mescitler
hakkında hüküm bu iken, sahibinin hiç bir rızası ve onayı olmadan, mülkiyeti dışındaki bir araziye
defnedilen bir ölünün durumu ne olabilir?
Hak, kendisine uyulmaya daha layıktır. Hakka dönmek ise, batılda sallanıp durmaktan daha iyidir.
Başarı sadece Allah'tandır. 199

İfrat Ve Tefritçiler Arasında Konuşulan Peygamberi Mucizeler

Soru

Bir mecliste, peygammer (s.a.v)'in doğum günü münasebetiyle O'nun doğumundan önce
meydana gelen harikulade olaylardan bahsediyorduk. Zaten bu tür hikayeler, her Rebiü'l-evvel ayı
geldiğinde okunan tüm "mevlit" kitaplarında mevcuttur.
Ancak orada hazır bulunanlardan biri bu harikulade olayları inkar etti. Hatta bununla da
yetinmeyip, dillerde dolaşan, bir takım kitaplarda yer alan Peygamber (s.a.v)'e ait hissi görülen
mucizelerin tümünü de inkar etti. Mesela, Hicret sırasında gizlendikleri mağaranın önüne
güvercinin gelip yumurtlamasını, ardından Örümceğin ağ kurmasını, örümceğin peygamber
(sav)'le konuşmasını ve hutbe okurken dayandığı ağacın inlemesini ayrıca bunlara benzer diğer
bilinen tüm harikulade olayları inkar etti.
Bu kardeşin delili de; Peygamber (s.a.v)'e tek bir mucize gelmiştir ve O bununla tüm dünyaya
meydan okumuştur. Bu mucize de Kur'an'ın kendisidir. Kur'an, daha önceki Peygamberlerin
mucizelerinden ayrı, akli bir mucizedir.
Sizden kesin delillerle bu konudaki görüşlerinizi açıklamanızı istirham ediyorum. Bu açık delillerle,
helak olacaklar gerçeği gördükten sonra helak olsunlar, yaşayanlar da gerçekle tanışarak
yaşasınlar. Allah Teala sizi islam ve müslümanlar için yaşatsın. 200

Cevap

Bu soruyu yönelten kardeşimizin, toplantıda hazır bulunanlardan birinin söyledikleri hakkındaki


iddiaların bir kısmı doğru bir kısmı ise yanlıştır, daha doğrusu batıldır. İnsanların dillerinde dolaşan
ve Peygamber (s.a.v)'e isnat edilen mucizelerden tümü doğru ve sahih değildir. Aynı zamanda bu,
hepsi yanlış ve batıl demek de değildir. Bu konuda doğruluk ve batıllık, salt görüşe, hevaya ve
duygulara değil, ancak senetlere dayanır.
İnsanlar, "Muhammedi maddi mucizeler" konusunda üç sınıfa ayrılır.
Birinci Sınıf: Bu tür insanlar, delillerde mübalağa ederler. Kitaplarda yazanlar onlar için yeterli
kaynakdır. Bu kitaplar, ilk devir alimlerine mi, yoksa son devir alimlerine mi aittir? Rivayetleri doğru
olarak veriyorlar mı vermiyorlar mı? Usule uygun mudur değil midir? Muhakkik alimler nazarında
kabul görmüş müdür, görmemiş midir? Bu sınıftaki insanlar için bu gibi konular pek o kadar önem
arzetmez.
Onlar için Önemli olan; yazarı bilinmese de, anlatılanların bir kitapta geçmesi ya da peygamberi
medh edici kasidelerde bulunmasıdır. Her yıl rebiü'l-evvel ayında okudukları kıssaların bu
kitaplarda yer alması yeterlidir. Bu bir avam akılcılığıdır, tartışmanın gereği bile yok. Kitaplarında
yalan yanlış, makbul görülebilecek reddedİlebilecek mevzular bulunabilir.
Din kültürümüz, gerçek nakillere ve açık akli delillere aykırı, garip meseleleri araştırarak kitaplarına
toplayan müellifler sayesinde büyük bir felekate maruz kalmıştır. Bazı yazarlar, şer'i hükümlerin
helal ve haram yönünden düzenlemediği esaslar üzerinden hareket ederek, bu tür konularla ilgili
rivayetlerin doğruluğunu araştırmadan kitaplarına yerleştiriverirler. Aksine helal ve haram
konusunda bir şey rivayet edecekleri zaman rivayetlerin sahihliğine, ravilerin durumlarına ve
senetlerin güvenilirliğine sıkıca bağlı kalırlar, diğer taraftan faziletlere, tergip, terhip ve bu kabilden
mucizevi meselelerin anlatımına gelince bu konuları oldukça gevşek tutarlar.
Bazı müellifler de; rivayetleri -falan falandan ve filan filandan-rivayet etmiştir diyerek, senetleri
belirtmeye büyük özen gösterirler. Ne var ki; bunlar da, senetlerin öneminden bahsetmezler;
Doğru mu, yanlış mı? Ravilerin değeri nedir? güvenilir mi, zayıf yönleri var mı veya cerh edilmişler
mi? yalancılar mı, reddedilmişler mi? gibisinden şeylere önem vermezler. Onlar için senetleri
belirtmek, kendilerini sorumluluktan ve yükten kurtarmış olmak için yeterlidir.
Bunun yanında, ilk asırlarda yaşayan alimlere göre senetlerden bahsetmek yeterli ve uygun
görülüyordu, ancak son asırlarda özellikle de bizim asrımızda, senetleri belirtmek pek birşey ifade
etmiyor artık, insanlar senetlere bakmaksızın, kitaplardan nakledilmesini yeterli görüyorlar.
İşte asrımızdaki müelliflerin ve kitapların çoğunun durumu budur. Onlar Taberi tarihinden, İbn-i
Sa'd'ın tabakatından veya diğerlerinden nakiller yaptıklarmda hep aynı tavrı gösterirler.
İkinci Sınıf: Bu sınıfda bulunan insanlar da, mucizeleri ve evrende meydana gelen harkulade
olayları reddetme konusunda oldukça aşındırlar. Dayandıkları delilleri ise; Hz. Muhammed'in en
büyük mu'cizesi Kur'an'ı Kerimdir. Kur'an'la şu tehtitleri yapmıştır; onun bir mislini getirsinler,
Kur'an'a benzer bir sure getirsinler veya ona benzer bir kitap getirsinler. İşte bu sebeple Kur'an bir
mucizedir.
Müşrikler Peygamber'den, kendisini doğrulamak için bir takım mucizeler istediklerinde onların bu
isteklerini kesin bir dille reddeden şu ayetler indi.
"Şöyle söylediler; Bize yerden kaynaklar fışkırtma-dıkça sana inanmayacağız. Veya hurmalıkların,
bağların olup, aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahud da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça
parça düşürmeli, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Ya-hutta altından bir evin olmalı
ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığında asla
inanmayız." De ki: Rabbimi tenzih ederim ben sadece beşer bir elçiyim." 201
Müşriklerin hemen oracıkta yalanlayacakları birtakım harikulade olayların gösterilmesini
yasaklayan ayet ise şöyledir.
"Bizi mucize göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semut
milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa Biz
mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz." 202
Bir başka surede, Kur'an Hz. Muhammed için yeterli bir mucize olduğu gerekçesiyle müşriklerin
başka mucize istekleri reddedilmiştir.
"Kendilerine okunan bir Kitab'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda inanan topluluk
için rahmet ve ibret vardır." 203
İlahi hikmet, Hz. Muhammed'in mucizesini akli ve edebi bir mucize olarak kabul etmeyi gerekli
görüyor. Yoksa maddi ve hissi mucizeler olarak değerlendirilmesini istemiyor. Bu, çocukluk
devresini aşan beşeriyete daha layıktır. Son ve ebedi risaletin ruhuna daha uygundur. Hissi
mucizeler gelip geçicidir ama akli mucizeler devamlı varlığını korur.
Buhari'nin sahihinde bulunan bir hadis bu görüşümüzü doğru -luyor.
"Bütün peygamberlere, insanların iman edebileceği türden mucizeler verilmiştir. Bana verilen ise
Allah'ın, bana gönderdiği vahiydir. Umuyorum ki kıyamet gününde, ümmeti ençok olan peygamber
ben olurum."
Bana öyle geliyor ki; bu sınıftaki insanları bu konuma getiren iki temel sebep vardır.
Birinci Sebep; Günümüzdeki insanların, her olayın arkasında sebeplerin varlığı ile ilgilenen
bilimlerle uğraşıyor olmalarıdır. Bu ilim dalları sebeplerin müsebbipler üzerinde te'sir bırakmasına
dayanır. Sebeplerin hiç bir zaman değişiklik göstermeyen akli bir gereklilik olarak algılarlar.
Mesela, ateşin daima yakıcı olması. Bıçağın, daima kesiciiik özelliğinde olması. Cansız varlıkların,
hiç bir zaman hareket etmelerinin mümkün olmaması, Ölünün kesinlikle bir daha dirilemez ve
hayat bulamaz olması vb.
ikinci Sebep; Birinci sınıfta bulunan insanlar, harikulade olayları hak ve batıl ile isbata
kalktıklarında Allah'ın bu alem için koyduğu kanunları hiçe sayacak derecede, ifrata kaçarlar.
Böyle olunca da çoğu kez, bir aşırılık kendi benzeri bir aşırılıkla mücadeleye girişir.
Burada, harikulade olayları isbatta mübalağa edenlerle, onları inkarda aşın gidenler arasında orta
bir yol gözüküyor. O da; benim tercih eltiğim ve ılımlı baktığım görüştür. 204

Bu Görüşün Özeti

1) Kıır'an'ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v)'e gönderilmiş olan en büyük mucizedir. Peygamber
(s.a.v) bu kitapla özelde Araplara genelde de tüm insanlara meydan okumuştur. Kur'an'ı Kerim
sayesinde, O'nun peygamberliği ayrıcalık kazanmıştır. Onun peygamberliğinin doğruluğuna delil,
rivayetindeki mevzunun bizzatihi içeriğinde yatıyor. Getirdiği mucizevi kitap, doğru yola
erdirmesiyle, içerdiği ilimleriyle, lafzı ve manevi icazıyla ve gaybi bilgileri kapsamasıyla O'nun
risaletini doğrula- maktadır.
2) Doğrusu Allah Teala, kevni ve hissi mucizelerle, peygamberlerin sonuncusu olan Hz.
Peygamber (s.a.v)'e ikramda bulunmuştur.Fakat bunların maksadı meydan okumaktan ziyade;
peygamberliğinin ve getirdiklerinin doğruluğuna delil olmasıydı.
Zaten Kur'an, Allah Teala'dan peygambere bir ikram ve rahmetti. O'nun risaletini doğrulamak,
onunla birlikte inanlara da yardımcı olmak içindi. Bu mucizeler, kafirlerin isteklerine cevaplar
olsun diye meydana gelmemişti. Tersine Allah Teala'dan Peygamberine ve onunla birlikte
inananlara bir rahmet ve bir ikram olsun diye indirilmişti. Buna misal olarak Kur'an'da açıkça
bildirilen (İsra) süresindeki miraç hadisesini verebiliriz. Ayrıca, Bedir Gazvesinde meleklerin,
mü'minlere yardım ve destek için yeryüzüne inmeleri, Bedir'de mü'minlerin susuzluğunu gidermek
ve ayaklarım sabit kılmak amacıyla, yağmur yağması birbirlerine yakın oldukları halde müşriklere
bir damla yağmur düşmemesi, Hicret zamanında, Hz. Peygamberi ve arkadaşını mağarada
koruması, hatta müşrikler mağaranın önüne geldiklerinde şayet onlardan biri eğilip de kapının
eşiğinde bakmış olsaydı onları far-kedebilecekti Daha buna benzer nice hadisler Kur'an'ı Kerim
tarafından onaylanmış ve isbatlanmıştır.
Yine benzer bir vaka da, Hendek gazvesinde, çok az bir yiyecekle bütün sahabelerin doyması
gösterilebilir. Aynı şey Tebük'-te de yaşanmıştır.
3) Biz bu tür harikulade olayları, Kur'an ve sünnet ışığı altında onaylıyoruz. Bunların dışında kalan
ve çoğu uydurma kitapların şişirdikleri nakillere pek iltifat etmiyor ve güvenmiyoruz. 205

Sahih Olan Mucizeler

a ) Sahabelerden bir grup, Peygamber (s.a.v)'in hutbe verdiği ilk devirlerde, minberde hutbesini
tamamlayıp ayrıldıktan sonra, üzerine çıktığı hurma kütüğünün, dişi devenin yavrusuna inlediği
gibi inlediğini duyardı da gidip eliyle onu sıvazlayarak iniltisini keserdi, diye rivayette
bulunmuşlardır.
Allame Taceddin Sıbki şunları söylemiştir; "Hurma kütüğünün inlemesi hadisesi mütevatir
derecesindedir. Sayıları ona kadar varan bir sahabe topluluğu tarafından rivayet edilmiştir.
Kesinlikle sahih yollardan rivayet edilmiştir."
Kadı İyaz da 'Şifa' adlı kitabında bu hadisin mütevatir derecede olduğunu söylemiştir.
b ) Buhari, Müslim ve diğer hadis alimlerinin bir çok sahabeden rivayet ettiklerine göre; Hudeybiye,
Tebük ve diğer bazı gazvelerde Peygamber (s.a.v) alışılmışın dışında parmaklarından sular
fışkırtmıştır.
Buhari ve Müslim, Hz. Enes'den rivayet etmişlerdir. "Peygamber (s.a.v) Zerva'da bulunurken içinde
su bulunan bir bardak getirilmesini istemiş. Su bardağını avcuna koyduğunda parmaklarından
sular fışkırmaya başlamış ve tüm sahabeler de bu sudan abdest almışlar."
Buhari, Bera bin Azip'ten naklettiğine göre; Hudeybiye gazvesinde peygamberimizin çevresinde
yaklaşık 1400 sahabe vardı. Bunlar, Hudeybiye'de bulunan su kuyusunu tamamen çekip
bitirmişlerdi. İçinde bir damla bile su kalmamıştı. Durum Hz. Peygamber (s.a.v)'e ulaşınca,
kuyunun yanına gelmiş ve onun yanı başına oturmuştu. Ardından, içinde su bulunan bir kap istedi.
Ve o kabın içindeki su ile abdest alıp mazmaza yaptıktan sonra dua edip elindeki suyu da kuyuya
boşalttı. Daha sonra Bera şöyle devam ediyor "Birazcık bekledik fazla bir zaman geçmeden
istediğimiz kadar su alıp hem kendi susuzluğumuzu hem de develerimizin susuzluğunu giderdik."
Peygamber (s.a.v)'in parmaklarının arasından su çıkardığına dair bir çok hadis bulunmaktadır.
Gelen bu hadislerin tümü de sahih senetlerle rivayet edilmiştir.
c) Hadis kitaplarının içerdiklerine göre, Allah Teala Peygamber (s.a.v)'in dualarına daima icabet
etmiştir. Mesela; Yağmurun yağdırılması için yaptığı dua, Bedir savaşmda yardım için yaptığı dua,
İbni Abbas'ın dinde fakih kılınması için yaptığı dua, Hz. Enes'in çocuklarının çok olması ve
ömrünün uzun olması için yaptığı dua ve kendisine eziyet verenler için yaptığı duaları örnek olarak
gösterebiliriz.
4) Ama insanlar arasında her ne kadar dilden dile dolaşsa da, sahih olmayan harikulade olaylara
ve mucizelere gelince onları ne onaylıyoruz ne de belli bir kıymette tutuyoruz.
Halkın arasında dolaşan bir rivayete göre, Medine'den hicret sırasında Peygamber (s.a.v)
arkadaşıyla mağarada gizlenirken iki kuş gelip hemen oracıkta yumurtlamışlar ardından bir ağaç
bitivermiş dallanıp budaklanmış mağaranın ağzını kapatmış gibi rivayetlere kesinlikle
inanmıyoruz. Çünkü bu konuda ne bir sahih hadis ne de bir hasen hadis ve ne de bir zayıf hadis
rivayet edilmiş değildir.
Örümceğin mağara girişinde ağ yapmasına gelince, bu konuda hasen hadisler bulunduğu gibi
zayıf hadisler de bulunmaktadır. Kur'arfin zahirine bakılırsa, Hicret zamanında Allah Teala
görünmeyen askerleriyle Peygamberi'ni desteklemiştir.
"Allah da ona güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş." 206
Örümcek ve güvercinin görünen askerler olduğu aşikardır. Görünmeyen ve hissedilmeyen
askerlere yardım etmesi, ilahi gücün büyüklüğü karşısında beşerin acizliğini gösteren en büyük bir
delildir. Bu tür harikulade olayların insanlar arasında meşhur olmasının sebebleri, son devir
alimlerinin yaptıkları methiyelerden kaynaklanmıştır. Özellikle "Kaside-i Bürde" sahibi Busu-ri'nin
yaptığı gibi.
Busuri şöyle diyor.
Sanıyorlardı ki onlar, ne örümcek ne de güvercin,
Alemlerin en hayırlısının önüne ne ağ germiş ne yumurta bırakmış,
Allah korumuşsa O'nu,
Ne gerek kalmış zırhlı duvarlara ne de yüksek burçlara.
İşte, bizim Peygamber (s.a.v)'e nisbet edilen harikulade olaylar karşısındaki tavrımız ve
konumumuz burada özetlediğimiz gibidir.
Başarı ancak Allah'tandır. 207

KAZA Ve KADER HAKKINDA

Soru

Dünyada insanın başına gelecek tüm olaylar daha önceden yazılmışmıdır; Ölümü, rızkı, başarısı,
başarısızlığı, mutlu veya mutsuz, olması, itaatkar olması ya da isyankar olması gibi. Şayet kişinin
cennetlik ve cehennemlik olmasına daha önceden karar verilmişse çalışmanın ne anlamı var?
Çalışmak ve gayret göstermek veya ticaretle uğraşmak veyahutta rızk peşinde koşmak, rızkın
bollaşmasını sağlar mı? Yoksa insanın rızkı ezelden mi tayin edilip miktarı belirlenmiştir?
Çalışmak ve gayret göstermek veya ticaretle uğraşmak yahutta rızk peşinde koşmak, rızkın
bollaşmasını sağlar mı? Yoksa insanın rızkı ezelden mi tayin edilip miktarı belirlenmiştir?
Çalışalım mı, yoksa tembel tembel oturalım mı? 208

Cevap

Bu soru bilinen modası geçmiş klasik sorulardandır. Demek ki zaman geçtikçe insanın bir daha
hatırına gelecek ve dillerde dolaşacakmış.
Aslında bu konu karşısında şaşkınlığa ve hayretlere düşmeye hiç de gerek yoktur. Çünkü İslam
dini bunun cevabını yeterli bir şekilde vermiştir.
a) Evrende bulunan her şey daha önceden kaydedilmiştir. Bu, dinde bilinen ve şüphe götürmeyen
bir gerçektir. Her ne kadar biz nasıl kaydedildiğini bilmiyorsak da. Bildiğimiz tek şey şudur; Allah
Teala dünyayı yeriyle, göğüyle, canlısıyla cansızıyla, kendi katında bir taktir üzere yarattı. Her şeyi
ilmiyle kuşattı. Her şeye bir sayı verdi. Bu uçsuz bucaksız kainatta olacak her şeyi, kendi ilmine ve
iradesine uygun olarak meydana getirdi.
"...yerde ve gökte hiç bir zerre Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü veya daha büyüğü
şüphesiz, apaçık bir kitap'tadır." 209
"...karada ve denizde olanı O bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu-ki
apaçık Kitap'tadır- ancak O bilir." 210
"Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce O, Ki-
tap'da bulunmasın." 211
b) Meydana gelmeden önce olayları ve tüm varlıkların hareket mekanizmasını kapsayıcı ince
hesaplamalar kısacası kader, gayret göstermeye ve sebeplere tutunmaya engel değildir.
Allah Teala sebepleri yazdığı gibi müsebbipleri de yazmıştır, neticeleri taktir ettiği gibi
mukaddimeleri de taktir etmiştir. Öğrencinin elde edebileceği başarıyı, vesileler sayesinde
neticeye ulaşabileceği şekliyle yazmıştır. Yani başarıya vesileleriyle birlikte; ciddiyetle, hırsla,
intibahla, uyanık ve meseleleri dikkatle izlemesiyle ve sebeplere tutunması ile birlikte
ulaşabileceğini onun kader tahtasına ezelde taktir etmiştir.
Sebeplere tutunmak kadere aykırı değildir aksine kaderin ken-disindendir.
Bundan dolayı Peygamberimize (sav); hastalıkların tedavisinde sebeplere ve ilaçlara tutunmanın
Allah'ın taktirini geri çevirip çevirmeyeceği sorulduğunda O buna çok nefis ve açıklayıcı bir cevap
vermiştir. "Sepeplere tutunmak Allah'ın kaderinden- (Ahmet, İbn-i Mace ve Tirmizi rivayet
etmişlerdir).
Şam'da veba hastalığı yayılınca Hz. Ömer sahabeyle görüştükten sonra, Şam'a girmemeye ve
beraberindekilerle geri dönmeye karar verdiler. Bunun üzerine Hz. Ömer'e soruldu; Allah'ın
kaderinden mi kaçıyorsun Ey Mü'minlerin Emiri! O da; "Evet, Allah'ın kaderinden yine Allah'ın
kaderine kaçıyorum. İki vadi düşün, bunlardan biri verimli, diğeri kurak. Verimli arazide davarlarını
otlatsan bu Allah'ın kaderiyle değil midir? Ya da kurak bir vadide otlatsan bu da Allah'ın
kaderinden değil midir? "
c) Kader, gaybi ve görünmeyen örtülü bir meseledir. Biz bir şey olup bitmeden onun taktir edilip
edilmediğini bilemeyiz. Ancak olay meydana gelmeden önce, gerek dini gerek dünyevi
mashalatımızı korumak amacıyla meşru olan her yolu araştırmamız gerekir.
Gayp bir kitaptır,onu gözden saklayansa Allah.İnsana ise gayptan bilgi yok.Başına gelenden
başkabirbiri peşi sıra. (Şiir)
Allah Teala gerek şeriatında gerekse kainat düzeninde bize sebeplere tutunmayı vacib kılmıştır.
Aynı şekilde Allah Resulü'de -ki insanlar içinde Allah'a, O'nun kaza ve kaderine en fazla inanan
O'dur- koruyucu bir takım önlemler almıştır, ordular hazırlamış, keşif ve gözlemciler göndermiş,
zırh giymiş, başına miğfer geçirmiş, geçit yollarına okçular yerleştirmiş, Medine çevresine
hendekler kazdırmış, Habeşistana hicret edilmesine izin verdiği gibi kendisi de bizzat Medine'ye
hicret etmiş, hicreti sırasında önlemler almış, aynı zamanda bineceği hayvanları ve kendisine
yolda arkadaşlık yapacak kılavuzunu önceden hazırlamış, Medine'ye giderken yolunu değiştirmiş,
bir mağarada saklanmış, yeme ve içme için kendisine gerekli şeylerin çarelerini aramış, kendi
ailesinin bir yıllık ihtiyaçlarını depolamiş, kendisine gökten rızık yağmasını beklememiştir.
Kendisine "Devemi bağlayayım mı yoksa öylece bırakıp tevekkül mü edeyim?" diye soran bir kişiye
şu cevabı vermiştir; "Önce bağla sonra tevekkül et" (İbn-i Habban, Amr bin Damari'den sahih bir
senetle rivayet etmiştir. İbn-i Hazime ve Taberani başka bir lafızla rivayet etmişlerdir). Bir başka
hadiste de şöyle buyurmuştur. "Aslandan kaçar gibi cüzzamlıdan kaç".
Sahabi "Hastalıklı olan develeri sağlıklı develerin arasına karıştırmasın ki, hastalıktan
korunulabilsin."
d) Kadere iman etmek, sevdiklerimizi elde etmek ve sevmediklerimizden kaçınmak için yaptığımız
çalışmalara, gayretlere ve uğraşlara aykırı değildir. Tembel ve miskin insanlar bütün hatalarını,
aldıkları sorumlulukların başarısızlığını kaderin üstüne yükleyemezler. Bu, kendini kurtarmaya
çalışmak ve sorumluluktan kaçmak demektir. Allah Muhammed İKBAL'a rahmet etsin. O ne güzel
söylemiş; "Zayıf bir müslüman, Allah'ın kaza ve kaderini kendi sorumlulukları için bir vesile edinir.
Güçlü bir müslüman ise, Allah'ın reddedilemez, kazası ve başa çıkılamaz, kaderi olduğuna inarur."
Aynı şekilde ilk müslümanlar da buna inanırlardı.
îslamın fetih savaşlarının birinde Muğire bin Şube bir Rum komutanının karargahına geldi.
Komutan ona; Siz kimsiniz? deyince, Muğire şu cevabı verdi. "Biz Allah'ın kaderiyiz. Bizi size
imtihan (bela) kıldı. Bulutlarda dahi olsanız oralara da geliriz ya da Allah sizi oradan bize indirir."
İnsanın takati ve gücü tükenmediği müddetçe Allah'ın kaderini özür olarak gösterip de onun
arkasına sığmamaz. Gerçekten takati kesilince ancak; 'bu kaderdir' diyebilir.
Adamın biri Peygamber (s.a.v)'in önünde bir başkasını mağlup etmiş de mağlup olan şöyle demiş;
Hasbiyallah (yani, işimiz Allah'a kaldı demek istiyor) Bunun üzerine AUah Resulü kızmıştı. Bu
cümlenin zahirinde iman belirtisi olsa da içeriğinde bir acizliğin olduğunu Allah Resulü sezmiş ve
o şahsa şunları söylemişti; "Muhakkak Allah acze düşmeyi hoş karşılamaz. Halbuki sen aklını ve
kabiliyetlerini kullanarak galip gelmeye çalışmalısın. Eğer elinden geleni yaptığın halde hala
başaramaz-san o zaman "Hasbiyallah" (Allah bana yeter) dersin.
e) İnsan elindeki tüm imkanları kullandıktan ve Allah'ın hükmünün gelmesini gözetmeye
başladıktan sonra, kaza ve kadere imanın semeresi; ümitsizlik anında dayanıklılık, savaş
meydanında azimet, tehlike anında cesaret, beklenmedik olaylar karşısında sabır, dünyevi
nimetlerin başkalarının eline geçtiğini gördüğü anda helal kazançla yetinme şuurunu bağış
lamasıdır.
Böyle bir kimse savaş anında şunları söyleyecektir; Allah'ın taktirinin dışmda hiç bir şey bize
ilişemez.
"De ki; evleriniz de de olsaydınız haklarında ölüm yazılı olan kimseler yine devrilecekleri yere
gelirlerdi" 212
Bir musibetle karşılaştığında; "Allah taktir eder ve Allah dilediğini yapar" diyecektir.
Zalim sultan karşısına geldiğinde ise: Sen ne ecelimi takdir edebilir, ne de rızkımı engelleyebilirsin"
diyecektir.
Eğer, kader meselesi bütün yönleriyle ve gerçek boyutlarıyla anlaşılırsa, bu tembel ümmetten
çalışkan, gayretli ve tarihi seyrini kendi eline alabilecek bir toplumun çıkmaması mümkün değildir.
213

Ruh Çağrılması Hakkında

Bizim şehrimizde bu günlerde bir takım insanlar gayptan haber almak, doktorların tedavisini
yapamadıkları hastalıkların tedavisini yapmak ve insanların karşılaşıp da bir türlü çözemedik-leri
problemlerin çözmek amacıyla ruh çağırma işleriyle meşgul olmaktalar. Zamanlarını bu tür
uğraşlarla geçirmekteler. Hatta bir çok öğrenciler ve aynı zamanda öğretmenler dahi ruh çağırma
seanslarına katılmaktalar.
Bu tür bidatleri halkımızın arasında revaçta tutan, çağdaş ve maharetli basımmızdır. Bu basın, bir
yardımcı ve bir sihirbaz, sayesinde çekirdekten kubbe, pireden deve yapabilme gücüne sahiptir.
Halkın kafasını kalbini ve zihnini meşgul eden boş saçma şeylerle uğraşırlarken halkı da saçma
sapan şeylere sürüklüyorlar. Gerçek su ki; insanlar dine yöneliyorlar ve duydukları, gördükleri,
okudukları bu meseleler hakkında alimlerden açıklayıcı bilgiler istiyorlar.
Bazan sepetleri bazan kalemleri oynatan, kağıtlar üzerinde bozan isabetli ve bazan da yalan
yanlış bir şeyler çizen bu gizli güç nedir? Bunlar, ölülerin ruhları mı yoksa herhangi bir ifritin ruhu
mu ya da bir sihirbaz işi mi? Ölmüş olan insanların ruhlarını tekrardan berzah aleminden çağırmak
mümkün olabilir mi?
Onlara gayptan haber sormak doğru mudur? Ya da onların gayptan verdiği haberleri bizlerin
doğrulaması caiz midir? Gaybı bilmesi mümkün müdür?
Bizlerin, hastalıklar hakkında ruhlara baş vurmamız veya tedavisini bilmediğimiz, hastalıkları
onlardan öğrenmemizin herhangi bir sakıncası var mıdır? Şer'i delillerin ışığı altında kesin ve
aydınlatıcı bilgiler vermenizi temenni ediyorum. 214

Cevap

Hiç şüphesiz insanlar bu mesele karşısında hayretler içerisindeler. Ruh çağrılması ve meydana
gelen bir takım insan üstü olaylarla alakalı olarak farklı haberler ve yorumlar duymak-taiar. Onlar
şaşkınlık verici bu meseleden dini, sahih, açık ve aynı zamanda hakkı yerli yerinde anlatabilen
gerçek görüşler ışığında çıkmak istiyorlar.
Gerçekten şunu söylemek zorundayız; ruh çağırma seanslarında bir çoklarının da, kağıt üzerindeki
kalemleri harekete geçerek bazen doğru bazen yanlış şeyler yazdıklarını gözleriyle gördüklerini
söylemeleri doğrudur. Bu meseleyi inkar edip kabul etmemek, onu gözleriyle gören insanların
nazarında problemlerden kaçmak demektir.
Biz, müslüman olarak evrende gözle görünmeyen ve duygularımızla hissedilemeyen bir takım gizli
güçlerin varlığına inanıyoruz. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: 215

1) Ölülerin Ruhları

Bizim inancımıza göre, insanların ruhları onların ölümlerinden sonra da canlı kalırlar. Cesedin
bozulmasıyla bozulmazlar. Amellerine göre ya nimet içindedirler ya da azap çekiyorlardır. Kur'an'ın
şehitler hakkındaki ifadeleri aynen şöyledir.
"Allah yolunda öldürülenleri öîü saymayın, bilakisRabbleri katında diridirler. Allah'ın bol nimetinden
onlara verdiği şeylere sevinç içinde rızıklanırlar." 216
Bu anlatılanlar onların ruhlarına nisbetle doğrudur. Ama cesetlerine gelince, cesetler çürüyüp
gider.
Müslim'in Enes'ten rivayet ettiğine göre; Peygamber (s.a.v) ölünün, gömüldükten sonra dönüp
gidenlerin ayak seslerini duyduklarını haber vermiştir.
Peygamber (s.a.v) ümmetine, kabirlerden geçerken kabir ehline şöyle selam vermelerini
söylemiştir:
"Ey mü'min kavimlerin yurdu Allah'ın selamı üzerinize olsun. Siz, gelip geçtiniz. Biz de sizin
peşinizden geleceğiz." (Müslim,
Hz. Aişe'den rivayet etmiştir.)
Bu şekilde bir hitap ancak, işiten ve anlayabilenlere yapılır. Böyle olmasaydı Hz. Peygamberin
seslenmesinin bir anlamı da olmazdı. İbn-i Kayyım 'Ruh' adlı kitabında, selefin bu konuda ittifak
ettiklerini ve onlardan gelen tevatür derecesindeki bir çok rivayete göre; "ölüler, kendilerini ziyarete
gelenleri bilirler, onları tanırlar ve hatta buna sevinirler" dediklerini, belirtmiştir.
Bu, ruhun başlı başına bir varlık olduğu görüşüne göre böyledir. Ehl-i sünnet usulünün gereği de
budur. Kur'an, sünnet, sahabe sözleri, akıl ve fıtrata uyumlu deliller de bunun böyle olduğunu
ortaya koymuştur. İbn-i Kayyım -Allah ona rahmet etsin- bu konuda yüzden fazla delil getirmiş.
Allah Teala ruha; Rabbine dönmesini, cennete girmesini ve insanlar arasına karışmasını
söylemişti. Ruhun göğe doğru çıktığına, gökten yere indiğine, gök kapılarının kendisine açıldığına,
secdede bulunup konuştuğuna dair bir çok sarih naslar vardır. 217

2 ) Melekler

Onlar duygularla hissedilemeyen nurdan yaratılmış varlıklardır. Değişik vazifeleri vardır. Mesela,
insanları korumak, onların yaptıkları amelleri yazmak ve canlarını almak gibi.
"Üzerinde gözetici olmayan kimse yoktur." 218
"Ardında ve önünde insan oğlunu takip edenler vardır. Aliah'ın emriyle onu gözetirler." 219
"Oysa yaptıklarınızı bilen değerli yazıcılar sizi gözetmektedirler." 220
"Ey Muhammedi De ki; Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak. Sonra Rabbinize
döndürüleceksiniz." 221
"Melekler onların canını temizlenmiş olarak alırken..." 222
"...onlara melekler ölümleri anında; Korkmayıniz, üzülmeyiniz, size söz verilen cennete sevinin. "
223
Melekler, Allah'a itaat için yaratılmışlardır ve fıtratlarında Allah'a itaat etmek vardır. Onları, Allah'ı
zikirden alıkoyup şehvete düşürecek fıtri bir özellikleri yoktur.
"Gece gündüz, bıkmadan teşbih ederler." 224
"Allah'ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyrulanlan yerine getiren pek
haşin meleklerdir." 225

3) Cinler

Onlar da başka bir ruhani varlıklardır. Aynı zamanda insanlar gibi Allah'ın emrine muhatap
kılınmışlardır. Cinlerin varlığı nedeniyle Allah Teala Kur'an'da iki fırkaya hitap eder.
"Ey İnsanlar ve Cinler! Üzerinize dumansız alev ve ateşsiz bir duman gönderilir de
kurtulamazsınız." 226
Kur'an'da bir sure tamamen cinlerden bahseder. Bu surede cinlerin kendilerinden, insanlarla olan
ilişkilerinden ve müslüman olanlarıyla fasık olanlarından bahsedilir.
"İçimizde kendini Allah'a vermiş olanlar da, yazık edenler de vardır. Kendini AIlah\a veren kimseler,
işte onlar doğru yolu arayanlar, ona layık olanlardır." 227
Cinlerden kafir olanlar, bizzatihi şeytanlardır. Onlar, İblis'in zürriyetinden ve ordusuna
mensupturlar. Allah Teala onlar hakkında şunları söylemektedir;
"O ve yandaşları sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler." 228
Tüm bu açıklamalardan sonra, kağıt üzerinde kalem oynatıp yerli yersiz bir şeyler karalayan ruhlar,
yukarıda açıkladığımız üç grubun hangisine girer acaba?
'Onlar daha dün beraber birlikte bulunduğumuz ölülerin ruhlarıdır.' diyemeyiz. Çünkü bu tür
davetlere gelen ruhlar, kendilerini ilgilendirmeyen konulara karışmakta, bilmedikleri konularda
görüşler belirtmekte, bazan yalan söylerken Allah'ın bilgisi dahilinde bulunan gayba dair bilgiler
vermekteler. Oysa biz, ölü ruhlarının boş işlerle uğraşabileceklerini pek sanmıyoruz. Çünkü onlar,
ya kabirlerinde azap çekiyorlar ya da cennet bahçelerinin birinde rızıklanıyorlar. Ne gariptir ki, bir
kafir veya facirin ruhundan azap çektiğine dair herhangi birşey duymamı sızdır. Oysa Allah Teala
onların ölümden hemen sonra azaba duçar kalacaklarını bildiriyor.
"...bu zalimleri can çekişirlerken melekler ellerini uzatmış; Canlarınızı verin, bugün Allah'a karşı
haksız söylediklerinizden, O'nun ayetlerine büyüklük taslamanızdan ötürü alçaltıcı bir azapla
cezalandırılacaksınız, derken bir görsen" 229
"Melekler inkar edenlerin, yüzlerine ve sırtlarına vurarak; "yakıcı azabı tadın, bu, kendi ellerinizle
yaptı ğınızın karşılığıdır" 230
"onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün; Firavun'nun adamlarını azabın en
ağırına sokun, denir." 231
"Kişinin canı boğaza dayanınca ve siz o zaman, bakıp kalırken, biz o kişiye sizden daha yakınızdır.
Ama görmezsiniz. Siz dirilip yaptıklarınıza karşılık görmeyecekseniz ve eğer bu sözünüzde
samimi iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize! Eğer ölen o kişi, gözdelerden ise,
rahatlık, hoşluk ve nimet cenneti onundur. Eğer defteri sağdan verilenlerden ise, ey sağcılardan
olan kişi, sana selam olsun! Eğer, sapık yalancılardan ise, ona kaynar sudan konukluk sunulur.
Cehenneme sokulur. Doğrusu kesin gerçek budur." 232
İşte ölümün ardından ruhların konumu. Kur'an'ın açıklamasına göre; sapık ve yalancı ruhlar,
cehennemin kaynar sularından içecekler ve onun azabına duçar kalacaklardır.
Şimdi kafir ve mülhit olan bir ruh, kabirde kendisine hazırlanan şartlardan kurtularak kendisinden
cevaplar isteyen kişilerin sorularına cevap vermek için herhangi bir yere gidebilir mi?
Buhari ve Müslim'de geçen bir hadise göre Allah Resulü (s.a.v) Bedir'de öldürülen müşriklerin bir
kuyuya atılmalarını emreder. Sonra kuyunun başına gelip adlarıyla onlara şöyle seslenir; "Ey Falan
oğlu falanca! Ey filan oğlu filanca! Rabbinizin va-dettiğini hak olarak buldunuz mu? Ben Rabbimin
bana vadet-tiklerini hak olarak buldum. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle der; Ey Allah'ın Resulü! leş
haline gelmiş bu topluma mı hitap ediyorsun? Allah Resulü (s.a.v) de şöyle cevap verir; Beni hak
ile gönderene yemin olsun ki, siz benim onlara söylediklerimi daha iyi duyacak değilsiniz. Onlar
sadece cevap veremiyorlar."
Kuyuya atılan cesetlerin ruhları, insanoğlu içerisinde en ileri duyarlılığa sahip oldukları halde bir
peygambere cevap veremiyorlar da nasıl olur diğer sıradan insanlara cevap verirler? Bir kısım
kimseler, ruh çağırmanın caiz olduğuna dair şu ayetleri getirirler.
"Eğer Kur'an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut ölüler konuşturulmuş
olsaydı..." 233
Doğrusu yukardaki ayette, ölülerin Kur'anla konuş malarının mümkün olmayacağına dair açık bir
delil vardır. Bu ayetin nüzul sebebi; Mekke müşrikleri, Kur'an ile dağların Mekke'den
uzaklaştırılmasını ve etraflarının genişletilmesini istemişlerdi. Bu sayede genişleyen yerlerde
bahçeler kurabileceklerdi. Genişletilecek alanlarda da Kur'an'ın yardımı sayesinde, yerden pınarlar,
nehirler çıkartılmasını istiyorlardı. Kur'an'ı ölülerine okuyarak onlarla konuşmak ve ölülerden
Peygamber (s.a.v)'in doğruluğu hakkında bilgi almak istiyorlardı. Allah Teala şu ayetleri indirdi.
"Eğer Kur'an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı
Bilindiği gibi, ayetin başında gelen 'Lev' takısı kendisinden sonra gelen cevabıyla birlikte
imkansızlık belirtir.
Çağrılan ve geldikleri söylenen gizli güçler ölüler olmadığına göre melekler olmadığına da
inancımız vardır. Daha önce de belirttiğimiz bu gizli güçler yalan söyleyebiliyorlar, birbirinden
çelişik haberler verebildikleri gibi gayba dair nakillerde de bulunuyorlar. Onların aynı zamanda
insan isimlerine benzer isimler kullandıkları iddia ediliyor. Melekler ise böyle şeyler yapmazlar.
Onlar Allaha devamlı ibadette bulunan değerli varlıklardır.
"Allahtan önce söz söylemezler; ancak O'nun emri üzerine iş işlerler." 234
Artık geriye cinlerle şeytanlar kaldı. İslam inancı böyle bir yapıya münasiptir. Cinier ve şeytanlar
gerçekten vardırlar. Varlıkları da sabittir. Her insanın beraberinde bir meleği bulunduğu gibi bir de
şeytanı vardır. Bir hadiste şöyle geçmektedir. "Şeytanı olmayan hiç kimse yoktur." (Müslim)
Kur'an'ı Kerim ise şöyle buyurur..
"Yanındaki şeytan; Rabbimiz! Ben onu azdırmadım, fakat kendisi derin bir sapıklıktaydı, der." 235
Bu konuyla alakalı, bizim düşüncelerimizi doğrular mahiyette, güzel bir gelişmede "ruh pramitleri
cemiyeti" sekreteri Prof. Hasan Abdulvahhab beyin istifası ile ortaya çıkmıştır. Kendisi ruhlarla
yaptığı çalışmalarını bırakıp tövbe ettiğini belirtiyor. 23 Ramzan 1379 senesinde '"El-Cumhuriyye"
gazetesinde yayınladığı sütunlarda şunları söylüyordu. "Ramazan ayında Allah Teaia üzerime
çekilmiş olan sapıklık perdesini kaldırdı. Sonunda kesin olarak şunu anladım; Gerçekte insanlar,
ruh çağırma seanslarında çağırdıkları ruhların kendi akraba ve yakın dostları olduklarını iddia
ediyorlarsa da aslında onlar cinlerden ve şeytanlardan başka varlıklar değildirler. İnsanların
kafalarını karıştırıyorlar. Şu anda ben hayatımın bu iğrenç dönemine veda ediyorum.
Müslümanlığımı tekrardan tazeleyip imana yeniden dönüş yapıyorum. Gazetede beraber
çalıştığımız arkadaşlara da 'Allaha ısmarladık' diyorum. Bu arkadaşlara karşı gönlümde daima
merhamet, dostluk ve acemi hislerimi taşıyacağım. Onların basiretlerini nurl andırma sı, bozuk
inançların sürüklediği bataklıklardan kurtarması için Allah Teala'ya bütün gücümle
yalvarmaktayım."
Sonra ruh niçin çağrılır? Çağırmaktaki amaç nedir? Onlardan gaybi bir takım şeyler sorarak
gayptan bilgiler almak mı amaçlanıyor?
Cinlerin, meleklerin ve diğer varlıkların mutlak gayptan haber verebileceklerini iddia edenlere
aşağıdaki ayetlere bakıvermele-rini tavsiye ederiz.
"Sonunda yere yıkılınca anlaşıldı ki, cinler gaybi bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde
kalmazlardı." 236
"Yeryüzünde olanlara kötülük mü murat edildi yahut Rabbleri bir iyilik mi dilemiştir, doğrusu biz
bilemeyiz." 237
"De ki: Göklerde ve yerde, Allah'tan başka kimse gaybi bilmez." 238
"Gaybın anahtarı O'nun katındadir, onları ancak O bilir." 239
Allah Teala Peygamberinin dilinden ise şunları söylüyor.
"Eğer ben gaybı bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi..." 240
Ruh çağırma islamm kendisine karşı harp ilan ettiği kehanet kabilinden bir şey midir? Allah Resulü
(s.a.v) şöyle buyuruyor. "Bir müneccime veya kahine gelip de ona soru soran ve sonra da onun
söylediklerini tastik eden kişi Muhammed (s.a.v)'e inen şeyi inkar etmiştir." (Ahmet ve Hakim)
"Kahinlik yapan ya da kahine gidip ona baş vuran kişi bizden değildir." (Tçberani, Bezzar)
Günümüzde yaşayan bu tür safsatalar, eski kahinliklerin biçim değiştirmiş yeni görüntüsünden
başka bir şey değildir.
Şeytan ve cinlerin vermiş oldukları haberler de gayp haberleri değildir. Sadece, bazıların bilip de
bazıların bilmedikleri nisbi verilerden ibarettir. Bu tür haberleri insanlarla beraber bulunan cinler ve
insler de bilir. Onların verdikleri haberlerin, büyük bir kısmı yalan olup çok azı doğrudur.
Alışkanlığın getirmiş olduğu bir gerçek olsa gerek, insan oğlu söylenen doksan dokuz yalanı
unutur, bir doğruyu hep hatırda tutar. Belki de bu doğru tesadüfi.
Ruhun çağrılmasından kasıt denildiği gibi psikolojik bir tedavi midir acaba?
Bu soruyu Ruh cemiyetinin eski sekreteri olan Abdulvehhab'a soruyoruz.
Profesör bize şu cevapları veriyor.
Ruh pramitleri cemiyetinin zaman zaman yayınladıkları psikolojik tedavi saçmalığına gelecek
olursak, onlar kuru bir vehimden öteye gitmez. Ben yaklaşık ömrümün yarısını bunlarla geçirdim.
Bu güne kadar benimle birlikte gelen ve hiç bir zamanda ayrılmayan hastalığa o günlerde daha
fazla mübtelaydım. Ruh Cemiyeti'nin kurucusu ve Psikoloji Bürosu'nun sahibi olarak, ilk önce
kendimi tedavi etmem gerekirdi. Üzülerek belirteyim ki; kendim için hiç bir şey yapamadım." İslam
Peygamberi tıbbi korunma ve tedavi için sebeplere bel bağlamıştır. Buhari'de geçen bir hadiste
Allah Resulü şöyle buyuruyor. "Şifa ancak üç şeyde vardır; bal içmekte, hacamatçının bıçak
vurmasında ve ateşle dağlamakta." Allah Resulü hastalığın şifasını o devrin insanlarının bildikleri
alışılmış bir takım kalıplar içerisine hasretmiştir. O da hacamat yaptırırdı. Hacamat yapmaları için
başkalarına da emrederdi. Hatta bazı sahabeler hastalandıklarında onlara doktor göndermişdir.
İnsanların içinde herhangi bir gizli sır var olduğu zannıyla boyunlarına astıkları muska ve
boncuklara savaş açmıştı.
Allah Resulü bu konuda şunları söylüyor. "Muska asan kişinin muradmı Allah tamamlamasın. Kim,
nazar boncuğu takarsa, Allah onu sağlam bırakmasın." (Ahmet, Hakim, Taberani, Ukbe bin
Amur'dan)
"Kim ki boynuna muska asarsa Allah'a şirk koşmuş demektir." (Ahmet, Hakim)
Peki bu ruh çağırma olgusunun arkasında yatan sır nedir? Bu zamanda insanların bu tür şeylerle
vakitlerini geçirmeleri, kafalarını meşgul etmeleri, inançlarını sarsmaları, kendilerini ciddi işlerden
engellemelerinden başka birşey değil. Oysa çevremizdeki hayat, boş ve basit değil. Bir takım
araştırmacılar, ruh çağırma olgusunun arkasında Siyonizm parmağının olduğunu ve onların bu
sayede, dünyada planladıkları amaçlara ve hedeflere ulaşma isteklerinin yattığım söylemişlerdir.
Belki Batı, aşın maddeciliği hafifletmek aynı zamanda kendilerini eğlendirmek amacıyla bu tür
şeylerle uğraşabilir. Çünkü onlar boğazlarına kadar maddenin pis bataklığına saplanmışlar. Atomu
parçaladıktan ve uzaya kadar çıktıktan sonra boş oyunlarla kendisini avunduran batıyı
kınayanlayız.
Yalnız kaçırdığımız imkanları yakalamak kervana ulaşmak hatta geçmek için tırnaklarımızla
kayaları kazmaya çalışan bizlere gelince, nasıl olurda bu tür safsata ve boş uğraşlarla kendimizi
meşgul edebiliriz? Oysa bizim dinimizin kendine özgü bir ru-haniyeti, inancımızın bir felsefesi ve
bir imanı verimliliğimiz var ki, bu da zevklerimizi gidermeye, vicdanı ve fıtri duygularımızı tatmin
etmeye, basiretimizi nurlandırmaya, yaratılışın, hayatın ve insanın hakikatini açıklamaya yeterlidir.
Bu şer olgunun yararlı bir tek yönü olabilir o da; hislerin algılayamadıklarını inkar eden, maddenin
gerisinde yatan gerçekleri kabul etmeyen, mikroskobun görüş sahası ve labaratuann bilgi
sahasında bulunmayanları reddeden, ruha, cine ve meleklere hiç bir itikatları olmayan dinsiz
maddeperestlerin çenelerini kapa-masıdır. Acaba onlar maddi ölçülerle bahsedilen gizli güçleri
bizlere açıklayabilirler mi? Hayır. Onlar bu durumla karşı karşıya kaldıklarında ya susarak ya
büyüklenerek ya da inkar ederek kaçamak yollar aramaya başlarlar. Mü'minlere gelince onlar,
alemde görünen, görünmeyen, gizli açık ne varsa Kur'an'm kendilerine haber verdiği hiç bir şeye
kalp gözlerini kapamazlar.
"Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur'an şerefli bir elçinin getirdiği
sözdür." 241

Allah Teala'nın Yarattığı İlk Kişi Hz. Muhammed (S.A.V) Mi?

Soru

Peygamber (s.a.v)'in yaratılan ilk kişi olduğu doğru mudur? O, nurdan mı yaratılmıştır? Kitap ve
sünnetten delillerle bu konuyu açıklamanızı rica ediyorum. 242

Cevap

Yaratılan ilk kişi hakkında gelen hadislerin, alimlerin tesbit ettiklerine göre sahih olmadıkları
bilinen bir gerçektir. Bu hadisleri incelediğimizde birbirleriyle çeliştiklerini görebiliriz. Bir hadiste
şöyle geçiyor "Allah'ın yarattığı ilk şey kalemdir." Bir başka hadis "Allah'ın yarattığı ilk şey; akıldır."
Toplum arasında yaygın olan ve bilinen mevlit kıssalarında da şöyle geçmektedir; Allah Teala
kendi nurundan bir parça aldı ve ona şöyle dedi; Ey Nurum! Muhammed ol. Böylece Allah'ın ilk
yarattığı kişi Muhammet (s.a.v) oldu. Daha sonra aynı şekilde gökler ve yerler de yaratılmıştır.
Yine bu kıssalarda geçen yaygın bir söyleniş de şudur; "Salat ve selam senin üzerine olsun Ey
Allah'ın yarattığı ilk kişi." Hatta halkın bunu sanki ezandan bir parçaymış gibi ezanın sonuna
ekleyerek söyledikleri duyulmuştur.
Gerçekte Allah Teala'nın yarattığı ilk kişinin Peygamber (s.a.v) olduğu kesinlik kazanmamıştır.
Şayet kesinlik kazanmış olsa bile bu, onun üstünlük ve Allah katındaki şerefini daha da artıracak
değildir. Allah Teala onu Kur'an'mda överken gerçek fazilet temellerine dayanarak övmüştür. Bu
konuda Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Muhakkak sen büyük bir ahlak sahibisin." 243
Bizim Peygamberimiz (s.a.v) Hz. Muhammed'tir, Kureyşlidir, Haşimilerdendir, dedesi
Abdulmuttalip, babası Abdullah'dır. Annesi Amine'dir. O da diğer insanların doğduğu gibi doğmuş
diğer insanların yetiştirildiği gibi yetiştirilmiştir. Kendisinden önceki nebiler ve resuller nasıl
gönderilmişse o da aynı seçilmiştir.
"Ey Muhammedi Şüphesiz, sen de öleceksin onlar da ölecekler." 244
Diğer peygamberler kıyamet gününde nasıl sorumlu tutula-caklarsa O da diğerleri gibi sorumlu
tutulacaklardır.
"Allah Peygamberleri topladığı gün; Size ne cevap verildi? der. Onlar; Bizim bir bildiğimiz yoktur,
doğrusu görülmeyenleri bilen ancak sensin, derler." 245
Kur'anı Kerim'in bir çok yerinde Hz. Muhammed (s.a.v)'in insan olduğunu te'yit eden ayetler vardır.
Birçok surelerde Allah Teala bu gerçeği insanlara bildirmesi için Peygamber (s.a.v)'ine
emretmiştir.
"De ki; Ben de sizin gibi bir insanım; ancak bana vahyolunuyor. " 246
De ki; Fesuphanallah! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?" 247
O (s.a.v) da diğer insanlar gibidir. Tek özelliği risalet ve va-hİy almış olmasıdır.
Peygamber (s.a.v) kendisinin de kul ve beşer olduğunu vurgulamıştır. Diğer dinlere mensup daha
önceki insanların peygamberlerini taktis ve övgüde izledikleri aşırı tutumlarından ümmetini
uyararak aynı şeylerden sakındırmıştır. "Hıristiyanlarm Meryem oğlu İsa'yı aşırı övdükleri gibi siz
de beni aşırı övmeyin. Çünkü ben, Allah'ın kulu ve elçisiyim." (Buhari)
Peygamber (s.a.v) de diğer insanlar gibi bir beşer olduğuna göre onun, ne nurdan ve ne de değerli
bir madenden yaratılması söz konusu değildir. O da insandan çıkan ince bir sıvıdan yaratılmıştır.
İşte Peygamber (s.a.v)'in yaratılış yönü bu şekildedir.
Risalet yönünü ele alacak olursak; kendisine verilen risalet Allah Teala'dan bir nurdur. Kur'an-ı
Kerim bunu şu şekilde açıklıyor.
"Ey Peygamber! biz seni şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah'ın izniyle O'na çağıran nurlandıran bir ışık
olarak göndermişizdir." 248
Allah Teala ehli kitaba ise şöyle sesleniyor.
"Size Allah'dan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir" 249
Ayette geçen nur, Allah Resulü'dür. Aynı zamanda Peygam-ber'e indirilen bu Kur'an da bir nurdur.
"Öyleyse Allah'a Peygamberine ve indirdiğimiz nur'a, Kur'an'a inanın..." 250
"Ey İnsanlar! Rabbinizden size açık bir delil geldi, size apaçık bir nur, Kur'an indirdik." 251
Allah Teala Peygamberinin görevlerini şöyle belirlemiştir.
"Bu, Allah'ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için, sana indirdiğimiz kitaptır." 252
Allah Resulünün duası şu şekildedir; "Ey Allah'ım! Kalbime nur, kulağıma nur, gözlenme nur,
saçıma nur, kemiklerime nur, sağıma ve soluma nur ver. Önümde nur ve arkamda nur kıl" (Buharı
ve Müslim)
O; nur peygamberidir, hidayet elçisidir. Allah Teala bize Peygamberinin sünnetine uymak suretiyle
ümmetinden olmayı nasip etsin. (Amin) 253

Hz. Muhammed (Sav)'E Peygamberlik Verilmeden Önce İslamiyet Var Mıydı?

Soru

Peygamberimi! e (s.a.v) peygamberlik verilmeden önce islamiyet var mıydı? Şu ayeî-i kerimenin
manası nedir?
"İbrahim yahudi de Hıristiyan da değildi, ama doğruya yönelen bir müslimdi;puta tapanlardan
değildi." 254
Ayette bahsedilen islam, bizim bildiğimiz islamiyet midir yoksa ondan farklı bir şey mi? 255

Cevap

İslamiyet, niyet ve kalbim Allah Teala'ya teslim etmektir. Yani, dini sadece Allah'a has kılarak O'na
ibadet etmektir.
Yukarda geçen ayetin manası şudur; Allah Teala tüm peygamberlerini islamla gönderdi. Onlara
kitaplar indirdi. İslam, Allah'ı birlemek, ibadeti sadece O'na has kılmaktır. İşte bu, bütün
peygamberlerin dinidir. Bir başkasınm dini değil. Dünyada yaşayan diğer dinler ise islam
ölçülerinin dışındadır. Onlar semavi değildirler. O dinler için Allah ne bir peygamber ne de her
hangi bir kitap göndermemiştir.
Tüm Peygamberlere gönderilen din, Islamdır. Bu nedenle Allah Teala Peygamberine hitapla şöyle
buyuruyor.
"Ey MuhammeD! Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; Benden başka ilah yoktur, bana
kulluk edin, diye vahyetmişizdir" 256
Demek ki her peygamber şu davetin aslına uygun olarak gelmiş; Allah'a ibadet, tağutlardan
sakınmak,
Doğrusu Allah katında din; İslam'dır" 257
Allah katında İslam'dan başka din yoktur.
"Kim islamiyetten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O, ahirette de
kaybedenlerdendir." 258
Nuh (a.s)'un da kavmine şöyle dediğini görüyoruz.
"Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah'a aittir.
Müslümanlardan olmakla emrolundum." 259
Hz. İbrahim;
"Rabbi Ona; teslim ol, buyurduğunda; Alemlerin Rabbine teslim oldum, demişti. İbrahim bunu
oğullarına vasiyet etti. Yakup da; Oğullarım! Allah dini size, seçti, siz de ancak O'na teslim olmuş
olarak can verin, dedi." 260
Hz. Musa kavmine şöyle sesleniyor
"Musa; Ey Milletim! Allah'a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O'na güvenin, dedi." 261
Hz. isa'ya inanan Havariler de şöyle söylemişlerdi.
"...Biz Allah'ın yardımcılarıyız; Allah'a inandık, O'na teslim olduğumuza şahit ol." 262
Fravun'un sihirbazları iman ettikten sonra.
"Rabbimiz! Bize sabır ver ve canımızı müslim olarak al." 263 (O demişlerdi.
Hz. Süleyman Sebe Melikesi Belkıs'a bir mektup gönderdiğinde besmeleden sonra şöyle diyordu.
"Sakın bana karşı başkaldırmayın ve teslim olarak gelin." 264
İslam tüm peygamberlerin dinidir. Aynı zamanda tüm peygamberler, içinde yaşadıkları toplumu
İslama davet etmişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.v), bu dini tamamlamak ve kamil bir şekle
ulaştırmak için gönderildi. Allah Resulü bu gerçeği şu şekilde izah ediyor. "Ben, güzel ahlakı
tamamlamak için gönderildim." (Ahmet, Buharı ve Hakim) Hz. Muhammed (s.a.v), daha önce
gönderilen dinleri tamamlamak ve onları ekmel bir şekle sokmak, önceki peygamberlere verilen
kitapları doğrulamak amacıyla gönderilmiştir.
İslam, tüm peygamberlerin dinidir, ibrahim (a. s) hakkında onun yahudi veya hiristiyan olduğunu
söylemek ne kadar garip bir şey değil mi?
"İbrahim, yahudi de, hıristiyan da değildi. Ama doğruya yönelen bir müslimdi; Puta tapanlardan
değildi." 265
O, hanif dinine mensuptu. Dolayısıyla İbrahim (a.s) bizim müslüman olarak isimlendirebileceğimiz
bir peygamberdir. O, her hangi bir dine mensup olamaz. Bu nedenle Allah Teala dinimize İslamdan
başka bir ad verilmesini istememiştir. Bu din semavidir. Allah Teala onu kullarına hidayet olsun
diye indirmiş, peygamberlerini de bu dinle göndermiştir. Hıristiyanların kendi dinlerini 'Mesihlik'
diye isimlendirdikleri gibi müslümanlar da kendi dinleri olan islamı 'Muhammedilik Dini' diye
isimlendiremezler.
İslam, bütün peygamberlerin ortak olduğu genel bir din statüsündedir.
"Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Ey Muhammed! Sana vahyettik;
İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da buyurdu ki; Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin." 266
Demek ki İslam, tüm peygamberlerin kendisiyle gönderildiği faziletlerin, ahlak prensiplerinin ve
inançların toplandığı bir merkez konumundadır. Aynı zamanda da bütün peygamberlerin neh-
yedildiği yasakların daha doğrusu haramların ortak bir merkezidir.
Ayrıca peygamberlere gönderilen dinlerin şer'i hükümlerinde bir öncekinin bir sonrakine göre
farklılık arzeden yönleri vardır. Bu şer'i hükümler asırların, zamanların, ortamların ve toplumların
değişmesiyle değişiklik göstermişler.
"Her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık" 267
Bu sebeple bir peygamberin şeriatında haram olan bir şey diğer bir peygamberin şeriatında helal
olabiliyordu. Örnek olarak Hz. İsa'yı verebiliriz. Kur'an Hz. İsa hakkında şöyle diyor.
"Benden önce gelen Tevrat'ı tastik etmekle beraber size yasak edilenlerin bir kısmını helal kılmak
üzere, Rabbmizden size bir ayet getirdim. 268
İslam şeriatı Önceki dinlerin şeriatlarını neshetmiştir. Onlardan geriye yararlı yönleri kalmış, eksik
ve hurafe yönlerini de yine Peygamber (s.a.v)'le son şeklini alan dinimiz düzeltmiştir. Sonuç
olarak, İslam dini tüm zaman ve mekanlarda geçerliliğini koruyabilecek genel ve ebedi bir şeriat
getirmiştir. 269

Ölümün Sırrı
Soru

Ölümdeki hikmeti ve insanın niçin Öldüğünü açıklamanızı rica ediyorum. Bir arap gazetesinde
ninesini ve yakın arkadaşını kaybetmiş bir yazarın makalesini okudum. Bu yazar, hayatta belli bir
devre kalındıktan ve onun tüm imkanlarından yararlanıldıktan sonra insanın Ölmesini
kabullenemiyor. Ölümün gerisinde her hangi bir hikmetin olduğunu da düşünmüyor. Ecelleri
geldiğinde ölüme razı olup, onun Allah Teala'nın bir sünneti olduğunu kabul eden avam
tabakasından insanlara karşı bütün gücüyle saldırıyor. Bu tür inançların saçmalıktan ibaret
felsefeler olduğunu ileri sürüyor. 270

Cevap

Bu konuda saçmalıyan biri varsa o da; ahmak ve mağrur olan bu yazarın ta kendisidir. Sözünü
ettiğiniz yazarın bu şekilde düşünmesi, küçük olaylar karşısında dayanıksızlığını ve karakterinin
zayıflığım gösterir. Daha büyük olaylar karşısında nasıl dirençli olabilir? Sathi düşünceli bir insan.
Olayların yüzeyine bakıp karar veren bir tip. İçeriğe önem vermiyor, meselelerin künhüne inemiyor.
Ne hayat ne felsefe ne de din.hakkında her hangi bir bilgisi yok.
Şayet hayatın mantığını kavramış olsaydı avam tabakasındaki insanların inandıklarına o da
inanacak, hayatın kazandırdığı tecrübeyle ölümün, hayatın kaçınılmaz bir gereği olduğunu o da
anlamış olacaktı. Nasıl ki bahçivan ağacın diğer kısımlarının yaşaması için bazı dalları budayıp
kesiyorsa ölüm de buna benzer şekilde toplumun diğer fertlerinin yaşabilmesi için bir kısım
insanları alıp götürüyor. Bu, hayatın bir kanunudur. Şayet bu kanun olmasaydı analar en değerli
evlatlarını ve ciğerparelerini toplumun yaşaması ve ayakta kalması için savaş meydanlarına sürüp
ölmelerine, şehit düşmelerine razı olmazlardı. Onların ölümleri sayesinde toplumun geri kalan
fertleri yaşama imkanı kazanır, aynı zamanda toplumun değer ölçüleri canlarını feda eden
civanmertlerin sayesinde yaşayabilir.
Şayet yazar, dinin mantığını anlamış olsaydı, ölüm gerisinde mükellefiik sırrının yattığını anlardı.
İnsanın ölüm nedeniyle geçici dünyadan, ebedi olan dünyaya hazırlık yapması gerektiğini
kavrayabilirdi.
"Amel bakımından hanginiz daha üstünsünüz, diye, sizi denemek için hayatı ve ölümü yaratan
odur. 271
Şayet dinin mantığını kavramış olsaydı ölümün bir takım cahil ve sapık insanların anladığı gibi,
yok olmaktan ibaret olmadığını bilebilirdi. Ölüm, bir halden diğer bir hale, bir tavırdan başka bir
tavra, bir alemden başka bir aleme geçmek demektir. Bu konuda Ömer bin Abdulaziz şöyle
buyurur.
"Siz ebed için yaratıldınız. Bir alemden diğer bir aleme geçiyorsunuz, o kadar."
Şair de §öyle demiştir;
Ölüm fani bir menzilden, ebedi bir menzile, yapılan bir göçtür, (Şiir)
Eğer yazar birazcık olsun felsefe mantığını bir kenara birak-saydı, önemli statüye sahip ölümün
hikmetini kendine defalarca sorardı, ölümde yatan sırrı, gün ışığından daha açık bir şekilde
önünde bulurdu, insanların üzerine ölüm yazılmasaydı dünyanın durumu ne olurdu? Neslin devam
ettiğini varsayalım aradan bir müddet geçince kabarık bir nüfus patlaması meydana gelecektir.
Ölüm olmadan binlerce hatta milyonlarca senenin geçtiğini bir düşünün o zaman durum ne
olacak?
Ben şöyle düşünüyorum; durum yukarıda anlattığımız gibi olsa her halde ülkenin ileri gelenleri bir
araya gelip diğer insanların yaşaması ve hayatlarını devam ettirebilmeleri için içlerinden bazılarım
öldürmeleri gerektiğini söyleyeceklerdi. Peki öldürülmesi gereken insanların seçimi ve
belirlenmesi nasıl yapılacak? Her aile kendi içlerinden bir kaç kişi vermek zorunda mı kalacak?
Yoksa seçim yapılacak aileye mensup almayan biri mi istenen sayıdaki kişileri seçip ayıracak?
Eğer böyle değilse bu seçim kur'a ile mi yapılacak? Yaratılış gereği olarak insan, ölümü
kabullenmediğine göre bu seçim işi nasıl gerçekleştirilebilecek?
Dolayısıyla ecel insanı bu tür zorluklardan kurtarır ve rahatlatır. Bu da insanlar için en hayırlı
olanıdır. Çünkü ölüm, hayatm devamı için zorunludur.
Ahlak ve felsefe uzmanı Ahmet bin Muhammed Miskeveyh 'Tehzib-i Ahlak' adlı kitabında ölümün
hikmetlerine binaen şunları söylemiş.
"Bizden önce yaşamış atalarımız ölmeseydi biz var olmayacaktık. İnsanlar Ölmeseydi bizden
önceki nesiller baki kalırdı. İnsanda fıtri olarak bulunan üreme olmasaydı her doğan baki
kalacaktı. Dolayısıyla yeryüzü kendilerini taşımaya muktedir olmayacaktı. Bu konuyu
söyleyeceğim şu sözlerden anlamayabilirsin; Dörtyüz sene önce dünyaya gelmiş ve hala
günümüze kadar yaşamakta olan bir insan düşün, kendisi tanınan kimselerden, Ali bin Eb-i Talip
gibi tanınan evlatları olsun, peşi sıra hiç bir evladı ölmeden üreye üreye günümüze kadar
varlıklarını devam ettirsinler. Bu ailenin o günden bu güne kadar nüfusu ne kadar olacak? Şayet
sayacak olsan on milyondan fazla olduğunu göreceksin. Ama kendilerine ölüm taktir edildiğine
göre kimi ölecek kimi öldürülecek geri kalanları bir hesaplamaya tabi tutacak olsan kalanların
ikiyüz binin biraz üstünde olduğunu görebilirsin. Şayet dünyanın doğusuna ve batısına insanlar
hiç ölmeden dağılmış olsalardı onları hesaplamak ve sayılarını taktir etmek kesinlikle mümkün
olamayacaktı. Yeryüzünün kapladığı alanı hesaplamaya kalksan ne kadar mahdut sınırlara sahip
olduğunu görebilirsin. İnsanlar hiç ölmeden dünyada ebedi kalsalar yan yana gelerek dizilmiş
olmaları halinde bile yeryüzüne sığmalarım sağlayamayacaktır. Ne hareket alanı ne çalışma alanı
ve ne de gezme alanı kalır. Bütün bu söylediklerimiz dünyanın kısacık bir zamanı için geçerli olan
bir durumdur. Peki zaman uzasa da insanlar hiç ölmeden diri kalsalar ne olur? Hayatta ebedi
kalmayı isteyen, ölümü hoş karşılamayan, ölümsüzlüğün de mümkün olabileceğini düşünüp buna
bel bağlayan insanın bu düşüncesi onun cahilliğinden ve ahmaklığından kaynaklanmaktadır.
Halbuki ilahi adalet ile meydana gelen sonsuz hikmet işlerin en doğrusudur. Ölümden kaçmanın
hiç bir çaresi yoktur. Ölüm ardında hiç bir başka gayenin amaçlanmadığı var oluşun bir
neticesidir. Ölümden korkan; yaratıcı ve hikmet sahibi olan yüce varlığın adaletinden korkuyor
demektir. Hatta, O'nun cömertlik ve kereminden korkuyor demektir.
Tüm yönleriyle gün ışığı gibi açığa çıkmıştır ki, insanların çoğu tarafından zannedildiği gibi ölüm,
çirkin bir şey değildir. Ölümden korkan kişi ya ölümün ne olduğundan habersiz ya da kendinden
habersizdir. Daha önceki söylediklerimize bakılırsa, şunu açıkça görebiliriz; ölümün aslı ruhla
bedenin birbirinden ayrılmalarıdır. Bu ayrılış gerçekleşirken ruhun yapısı bozulmaz. Sadece
bedenle ruhun terkibi bozulur o kadar, insanm aslı olan ruh, varlığını insanın bedeni hayatta iken
koruduğu gibi, bedenin yok olup gitmesinden sonra da aynı şekilde varlığını korur." (Tehzib-i Ahlak
Ahmet
bin Muhammet Miskeveyh 215, 216)
Bu soruda bahsi geçen yazarın ölüm hakkındaki bazı düşüncelerini, Miskeveyh ölümün sırları
hakkındaki bahsinde dile getirmistir. Konuyla alakalı olarak Miskeveyh kitabında daha tafsilatlı
bilgiler anlatmıştır dileyen bu konuyu oradan araştırıp öğrene- bilir.
Gazetelerde yazarlık yapıp ta kendi görüşlerini belirten yazarların çoğunun ne yazdıkları konuda
okumuşlukları vardır ne de o konuda her hangi bir bilgi sahibidirler. Kör kimselerin çizdiği yollara
sapanlar muhakkak yollarını kaybeder.
Nineleri öldü diye yaka paçasını yırtıp da ortalığı velveleye veren insanların kendilerini veya
evlatlarını Allah yolunda ya da şerefleri uğruna savaş alanlarına göndermeleri beklenebilir mi?
Onlar Allah yolunda kurban vermenin sadece aptalların bir felsefesi olduğuna inandıkları
müddetçe hiç bir zaman ne Allah adına ne de şerefleri uğruna canlarını veremezler. 272

Yeni Bir Eve Taşınırken Kurban Kesmek

Soru

Bazı insanlar yeni bir eve taşındıklarında kurban kesmeleri gerektiğine inanırlar. Şayet böyle
yapmazlarsa bunun yerine o eve cinlerin musallat olacağına ve eve taşınan kişiye de eziyet
edece- ğine inanırlar. Bu doğru mudur? 273

Cevap

Gerçekte, bir çok insanın bu alemdeki gözle görülmeyen varlıklar hakkındaki düşünceleri çok
çeşitlilik arzeder. Bazıları cinlerin varlığı hakkında aşın giderken bazıları da yokluğu hakkında aşırı
giderler.
Cinlerin varlıklarına inanmayan ve kabul etmeyenlerin bu tavırları, sadece ve sadece hissedilebilir,
gözle görünür şeylere inanmalarından kaynaklanmaktadır. İşte bu, aşırılıktır.
Yukarıdakilerin tersine bir de cinlerin varlığında aşırı gidenler var ki bunlar da büyük ve küçük her
şeyde cinlerin varlığına inanırlar. Onların kafalarındaki cin anlayışına göre her yerde hatta kapı
eşiklerinde, gece karanlığında, gündüz akla gelebilecek her köşe başında cin var. Hatta onlara
göre cinler sanki bu aleme hükmeden varlıklardır.
İşte bu da, bir aşırılıktır. Hem de islamla çelişmektedir.
İslam, vasat bir dindir ve cin konusunu kendine has bir şekilde açıklamıştır. Onların yaşadıkları
alemlerden bilgiler vermiştir.
Cinlerin mescitlere geldiği ve çağrıldığı konusunda tevatür derecesinde haberler vardır. Bu
haberler günümüze kadar halk arasında yayılmış, kuşaklar boyunca da intikal etmiştir. Ruh
çağırdığını söyleyenlerin hepsinin, artık ruh değil de cinleri çağırdıkları ortaya çıkmıştır. Cin vardır.
Varlığında şüphe yoktur.
Cinlerin bu dünyaya hükmedip, her şeyi kendi etkileri altında bulundurmaları hatta, yeni bir eve
göçerken kurban kesilmediği taktirde cinlerin oraya musallat olup ev sahibinin hayatını kendisine
zehir edeceği inancına gelecek olursak, bu konuda ne bir vahiy gelmiştir ne de dini bir doğruluk
yanı vardır. Bu tür konular gaybla alakalıdır. Dolayısıyla onlar hakkında hüküm vermek ve bilgi ileri
sürmek doğru olmaz. Bu konularda Peygamber (s.a.v)'den gelen haberlere dayanarak konuşmak
gerekir. Ondan varit olmayan haberlerin aslı astarı kesinlikle olmaz.
Buradan hareketle, yeni taşınan bir kişinin kurban kesmesi hakkındaki sözüne gelince, bunun hiç
bir dayanağı yoktur. İslamda kurbanın kesileceği yerler bellidir. Mesela, kurban bayramlarında, haç
menasıkı sırasında yapılan cezaların karşılığı, akika gibi belli münasebetler için kesilir. 274

Nazar Boncuğu, Muska, Sihîr Ve Okuma İle Tedavi

Soru

Ben şu anda yirmi yedi yaşında bir gencim. Bir genç kızla evlendim. Evliliğimizin üzerinden
yaklaşık bir sene kadar geçti. Çok mutluyduk. Birden bire hanımımda garip birtakım haller
görünmeye başladı. Bu olaydan sonra, evimizin sakin ve durgun genel havası, kasırgalara ve
fırtınalara dönüştü. Evimizin havası gereksiz tartışmalar ve konuşmalarla dolmaya başlamıştı.
Ben de düşündükçe düşünüyordum. Fakat düşünmek pek fayda sağlamıyordu. Belli bir sıkıntı
devresinden sonra, akrabalarım ve yakınlarım bana bazı tavsiyelerde bulundular. Arız olan bu
hastalığı bir şeyhe göstermem hususunda bana çevremden baskılar yapıldı. Şeyhe gittiğimiz de
benim hanıma şunları söyledi; "Senin başına bir cin musallat olmuş. On gün boyunca üzerine bu
verdiğim şeyler okunacaktır. Bu zaman tamamlandıktan sonra, boynuna asmak için bir muska
hazırlayacağım." Bundan sonra şeyh hemen işe koyuldu. Kararlaştırdığı zaman geçti ama benim
hanımda iyileşme belirtileri görülmedi. Aksine daha önce nasıl idiyse öyle kalmıştı. Bu konudaki
görüşlerinizi öğrenmek isterim. Bu yapılanların dinde aslı astarı var mı? Yoksa bunlar hile,
düzenbazlık ve sahtekarlık işleri mi? 275

Cevap

Bir çok hadis, müslümanlara bu tür işlerle uğraşmayı yasaklamıştır. Bu gibi işlere, tedavi amacıyla
güvenilmesini şiddetle nehyetmiştir. İslam onları 'muska' diye isimlendirir. İnsanlar hazırladıkları
muskaları hastalıkları gidermek, göz değmesinden korumak ve buna benzer şeyler için
çocuklarının boyunlarına asarlar. Peygamber (s.a.v) bunu, şu şekilde belirtmiştir. "Üfleme, muska
ve Üvle şirktir." (Ahmet, Ebu Davut, Beyhaki, Hakim)
Hadiste geçen rukye (üfleme); anlaşılmaz şeyleri kişinin üzerine okumaktır. Bu şekilde yapılan
rukye, yasaklanmıştır. Yapılması caiz olan rukye ise; Hz. Peygamber (sav)'den rivayet edilen
dualarla yapılandır. Mesela; "Ey insanların Rabbi olan Allah'ım zorlukları gider. Sen şifa verensin
şifa ver. Senden başka şifa veren yoktur. Hiç bir hastalık bırakmayacak gibi şifa ver." (Ahmet,
Buhari)
Alimler rukye (üfleme)'nin üç şart dahilinde caiz olabileceğini söylemişlerdir.
1) Allah Teaia'nın isimlerinin söylenmesi
2) Manasının anlaşılır olması ve okunan şeylerin arapça olması.
3) Şifanın, bu okunan şeyden değilde Allah'dan geleceği i-nancıyla okunması.
İnsanın şifa amacıyla astığı veya taktığı herşey islam tarafından yasaklanmıştır.
On kişiden oluşan bir heyet biat etmek üzere Allah Resulünün yanına gelmişti. Allah Resulü
dokuzuyla biatlaşmış onuncu kişiye gelince elini çekmişti. Sebebi sorulunca da onun elinde
nazarlık olduğunu söylemişti. Bunun üzerine o kişi, nazarlığı alarak parçalamış ve sonra da Allah
Resulü ile biat-laşmıştır. Bunun üzerine Allah Resulü "kim muska (nazarlık) takarsa şirk
koşmuştur" diye buyurmuştur. Hadis muskayı asıp da kalbini ona bağlayanları kastetmektedir.
İmam Ahmet bin Hanbel Imran bin Husayn'den şu şekilde rivayette bulunmuştur; "Peygamber
(s.a.v) bir adamın kolunda altından bir bilezik görünce onun ne olduğunu sordu. Adam da;
omuzundaki bir hastalıktan dolayı taktığını söyleyince Allah Resulü şu cevabı verdi; ama bu, senin
hastalığını daha fazlalaştırır. Çıkar onu, şayet bu senin üzerinde iken ölecek olursan ebediyyen
felah bulamazsın."
Tüm bunlardan dolayı gerek sahabe gerekse tabiin muskayı şiddetle yasaklamış ve protesto
etmiştir. Hatta Huzeyfe, bir adamın üzerinde bu muskadan görünce ona Allah Teala'nın şu ayetini
okumuştu.
"Onlar müşrik olmadan Allah'a iman etmezler" 276
Said bin Cabir şöyle demiştir "Kim bir kimsenin boynundan muskayı çıkarıp da atarsa köle azat
etmiş gibidir" Tabiinin ileri gelenlerinden İbrahim Nehai'de "Sahabeler ister Kur'an ayetlerinden
olsun ister başka şeylerden olsun muska takmayı hoş karşılamazlardı." demiştir. Yani, Kur'an
ayetlerini muska olarak takanları sahabeler hoş karşılamazdı. Bazı alimler bu tür muskalara
ruhsat verirken bazıları da yasaklamıştır. Tercih edilen ise; Muskanın bütün türlerinin yasak
sayılmasıdır. Çünkü itibar edilen deliller bunu gösteriyor.
1) Yasaklayıcı olarak gelen hadislerin tümü, genel bir yasak-layıcılık özelliğine sahiptir. Muskaların
bir türünü yasaklayıp da diğer bir türünü caiz görmemiştir. Mesela, Allah Resulü (s.a.v) muska
takan adama kızdığında onda Kur'an ayetlerinin yazılı olup olmadığını sormamıştır. Muskayı
muska oluşundan dolayı yasaklamıştır.
2) Günahlara sebep olacak yolları engellemek: Bugün Kur'an ayetleri yazılı muska takan bir kimse
yarın başka şey yazılı muskalar takmaya başlar. Bunu gören bir kimse onun, Kur'an muskası mı
yoksa başka bir muska mı olduğunu nereden bilecek.
3) Zira Kur'an ayetli muskaları taşımak Kur'an'ın değerini düşürür. Çünkü kişi ister istemez necis
yerlere girecek, cünüp olacağı günler olacaktır. Kadınlar ise ay başı geçirecekleri için onların da
üzerlerinde taşımaları pek uygun olmayacaktır.
Gerçek şu ki, muska takmak kesinlikle yasaklanmıştır. Allah Resulü, muska taşıyanlara bedduada
bulunarak şöyle demiştir "Muska taşıyanın Allah muradını tamam etmesin. Kim de nazar boncuğu
takarsa Allah huzurlu bir şekilde yaşatmasın"
İslamın prensibi budur. Bu soruyu yönelten kardeşimizin, hemen hanımını alıp bir doktora
götürmesi gerekir. Hanımını götüreceği doktor ya kardeşimizin hamını tedavi edecek ya da onu,
bu alanda kendisinden daha uzman birine gönderecektir. Göründüğüne göre hanımı psikolojik bir
hastalığa yakalanmış. Belki de sara hastalığına. Bu hastalığı onu tedavi edebilecek bir doktora
göstermek gerekir. Alah Resulü (s.a.v) buyuruyor ki, "Ey Allah'ın kulları! tedavi olunuz. Allah
tedavisi olmayan hiç bir hastalık koymamıştır."(Ahmet, Sünen sahibi, İbni Mace ve Tirmi, Tirmizi
bu hadisin sahih ve hasen olduğunu söylemiştir.)
Sahihi Buhari'de Peygamber (s.a.v)'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir. "Şifa üç şeydedir; bal
içmekte, hacamat yaptırmakta ve ateşle (yarayı) dağlattırmaktadır." Yoksa şifa ne muskada ne
okuyup üflemekte ve ne de bunlara benzer diğer şeylerdedir. Peygamber (s.a.v) hastalıkların
tedavisini tabii tedavi şekilleriyle birlikte söylemiştir. Bunların hepsi de tıbbın genel tedavi
yöntemlerini içerir. Tıpta tedavi, tıp ilaçlarını enjektörle ve ağız yoluyla alarak, cerrahi tedavilerde
ameliyata başvurarak ve günümüzdeki gibi fizik tedaviye başvurularak şifa elde edilinebi-liyor.
Tüm bu tedavi metodları, islamın kabul ettiği ve Peygamber (s.a.v)'in meşru olarak benimsediği
gerçeklerdir. Allah Resulü kendisi de tedavi olmuş, hacamat yaptırmış, sahabelere doktor
göndermiştir. Aynı zamanda sahabelerine ve ümmetine de tedavi olmalarını emretmiştir. Bizim
için en faydalı olanı da; Allah Resulünün sünnetine uymak ve bu tür meselelerde sebeplere
tutunmaktır. Yukarıdaki soruyu yönelten kardeşimizin de dediği gibi bunlar sahtekarlık işlerinden
başka birşey değildir.
Allah'tan tek dileğimiz, bizi kendi rızasına ulaşmakta muvaffak kılmasıdır. İşlerimizde bizleri
başarılı kılmasıdır. Dinde bizi fakih kılsın ki, bu sayede dosdoğru olan yolu ve sırat-ı müstakimi
bulabilelim. Doğrusu Allah herşeyi işitendir, bize yakındır. 277

İnsanların Hızır (A.S) Hakkındaki Şüpheleri

Soru

Hızır kimdir? Nebi mi yoksa veli mi? İçinde salih insanların da bulunduğu bir çok kimse Hızır'ın
günümüze kadar yaşadığını söylemekteler. Bazı salih insanlar onunla görüşmüş ve hatta onunla
sohbet dahi etmişler. Şayet yasıyorsa nerede yaşıyor? Niçin ortaya çıkıp da özellikle bu
zamandaki insanlara ilmiyle yardım- larda bulunmuyor? Sizden tatminkar açıklamalar vermenizi
rica ediyorum. 278

Cevap

Hızır, Allah Teala'nın Kehf suresinde anlattığı gibi salih bir insandır. Hz. Musa, onunla dostluk
kurmuş ve ondan ilim öğrenmiştir.
Hızır, Hz. Musa ile dostluk kurarken, O'na bir takım zorluklara karşı sabretmesi gerektiğini şart
koşunca Hz. Musa bunu kabul etmişti. Bunun üzerine Hızır
"...bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin? dedi." 279
Yine de bir süre beraber arkadaşlık etmişlerdir.
Hızır, Allah'ın kendisine katından rahmet ve İlm-İ ledün verdiği bir kimsedir. Hz. Musa ile birlikte
yola çıktılar. Bir gemiye bindiklerinde Hz. Musa, Hızır'ın gemiyi deldiğini görmüş ve şöyle demişti.
"Sen gemide bulunanları batırmak için mi deldin?"
Musa (a.s) Hızır'ın davranışlarını gayet tuhaf karşılayınca o da yaptığı işlerin sebeplerini
açıklamıştı.
et,
"Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayana-madığın işlerin iç yüzleri budur." 280 Yani
bunları, Allah'ın emirleri doğrultusunda yaptım.
Bazı insanların Hızır hakkındaki sözlerine gelince onlar; Hızırın, Hz. Musa ve Hz. İsa döneminden
Hz. Muhammed (sav) kadar yaşamış olduğunu, günümüzde de hala yaşadığını ve kıyamete kadar
da yaşayacağını söyler dururlar. Onun falan kimseyle karşılaştığım, falancaya hırka giydirdiğini ve
falancalara da söz verdiğine dair çeşitli hikayeler, masallar ve rivayetler anlatırlar. Hatta Allah
Teala'nm Hızır'ı yeryüzüne yetkili bir kişi o-larak indirdiğine dair uydurma efsaneler dahi anlatırlar.
Onların iddia ettikleri gibi Hızır'ın yaşayıp yaşamadığına dair kesin deliller mevcut değildir. Hatta
yaşamadığına dair rivayetler vardır. Hızır (a.s)'ın yaşamadığına dair Kur'an'dan, sünnet'ten, mantıki
delillerden, ve muhakkik alimlerin icmalarından deliller vardır.
İbn-i Kayyım'ın "Menar munif fi hadis-i sahih ve zaif' adlı kitabında bu konuyla ilgili paragrafları
nakletmekle yetineceğim.
İbn-i Kayyım kitabında dinde asla kabul görmeyen mevzu hadislerin tesbit edilmesine dair
kuralları sıralamıştır. Bu kurallar ve kaidelerden bir tanesi şöyledir. "Hızır (a.s) hakkında ve onun
yaşadığına dair rivayet edilen bütün hadisler yalandır. Hayatta olduğuna dair tek bir hadis bile
mevcut değil. Bu uydurma rivayetlerden bazıları şunlardır: Allah Resulü mescitte iken bir takım
sesler duyuldu. Bunun üzerine sahabeler sesin geldiği tarafa kalkıp baktıklarında Hızır'la
karşılaştılar."
Başka bir hadis "Hızır ve İlyas her sene bir araya gelip buluşurlar." Ve yine bir hadis daha "Cibril,
Mikaiİ ve Hızır Arafat'ta buluşurlar."
İbrahim Harbi'ye, Hızır'ın hayatta olup olmadığım sorduklarında, O şöyle cevap vermişti. "Bu tür
şeyleri insanlar arasına şeytandan başka kimse atmaz." İmam Buhari'ye de Hızır ve İlyas'm
yaşayıp yaşamadıkları sorulunca O da şu cevabı vermişti. "Bu nasıl olur? Allah Resulü şöyle
demektedir: "Yüzsene içinde bugün yer yüzünde bulunan hiçbir kimse kalmayacak." (Buharı ve
Müslim) Buhari ve İbrahim Harbi dışında daha bir çok alim bu mesele hakkında yöneltilen
sorulara Kur'an'ı Kerim'den şu ayetlerle cevap vermişlerdir.
"Ey Muhammed! Senden önce hiç kimseyi Ölümsüz kılmadık. Sen öleceksin de onlar baki mi
kalacaklar?" 281
Şey hu'1 islam İbn-i Teymiyye'ye bu konu sorulduğunda şu cevabı vermiştir. "Şayet Hızır yaşamış
olsaydı Peygamber (s.a.v)'in yanına gelir onunla birlikte cihat eder ve ondan ilim öğrenirdi. Bedir
gününde Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardı "Yarabbi eğer Sen bu (Mücahitler) grubunu helak
edersen artık yeryüzünde sana ibadet eden kalmaz." Bu kimseler yaklaşık üç yüz on üç kişiydi.
İsimleriyle ve babalarıyla ve hatta kabileleriyle tanınmaktaydılar. Peki Hızır nerede?
Kuran, Sünnet ve muhakkik alimlerin görüşleri; Hızır (a.s.)'m hayatta olmadığını gösteriyor.
Kur'an şöyle diyor: "Ey Muhammedi Senden önce hiç kimseyi ölümsüz kılmadık. Sen öleceksin de
onlar baki mi kalacaklar."
Eğer Hızır (a.s) bir beşerse, ebedi olması imkansızdır. Çünkü Kur'an ve Sünnet beşerin ebedi
kalmasını kabul etmiyor. Şayet Hızır yaşıyor olsaydı Peygamber (s.a.v)'in yanına gelmesi ve
O'nunla birlikte olması beklenirdi. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur "Şayet Musa yaşamış
olsaydı bana tabi olmaktan başka bir şey yapamazdı." (Ahmet bin Hanbel, Cabir b. Abdui- lah'dan
rivayet etmiştir.) Şayet Hızır (a.s) bir peygamberse Hz. Musa'dan daha faziletli olamaz, yok eğer
veli ise o zaman da Hz. Ebu Bekir'den daha faziletli olması beklenemez.
Peki iddiada bulunanların söyledikleri gibi, Hızır (a.s)'m uzun asırlar boyunca dağlarda, çöllerde ve
kurak arazilerde yaşamasının sırrı ne olabilir? Bunun gerisinde ne akli ne de dini hiç bir fayda
yoktur. İnsanlar daima garip, tuhaf, hikayelere ve masallara meyilli varlıklardır. Kendi zihni
tasavvurlarından çıkardıklarına dini içerik kazandırırlar. Tabi bu tür hikaye ve masallar basit
insanlar nazarında oldukça ilgi ve alaka görür. Sonra da bunların dinden olduğunu savunmaya
başlarlar. Oysa bu tür uyduruk rivayetlerin ve hikayelerin dinde hiç bir yeri yoktur. Hz. Hızır
hakkında anlatılan hikayeler mesnetsiz ve asılsız, uydurma hikayelerden ibarettir.
Hızır nebi midir, veli midir? Sorusuna yanıt verecek olursak, Alimler bu meselede ihtilaf
etmişlerdir. Ama en belirgin görüş onun nebi olması tarafmdadır. Kehf süresindeki ayet de onun
nebi olduğuna delildir.
"Ben bunları kendiliğimden yapmadım" , ....
Bu ayetler onun peygamber olduğuna delildir. Çünkü O bunları kendiliğinden değil de Allah'ın emri
doğrultusunda yapmış. Yani Allah kendisine vahyetmiştir. En tercihe şayan görüş, O'nun nebi
olması yönündedir. 282

İlahi Adalet Ve Rızıklardaki Farklılık

Soru

Birkaç gündür beni rahatsız eden bir problemi size arzetmek istiyorum. Şeytan içime bir vesvese
soktu. Düşüncelerimde ilahi adelet hakkında bir takım şüphelerin oluştuğu değişik şekiller
meydana gelmeye başladı. Kendi kendime soruyorum; neden Allah Teala bazı insanları zengin
bazılarını fakir yaratmış? Beni ilahi adalet hakkında şaşırtan bu sorular şaşkınlığa ve dalalete
sürükledi. Namazı bıraktım. Sonunda kendime geldim fakat, bu sefer de içimde bir sıkıntı var.
Daha önceden düşüncemin ve vesveselerin bıraktığı şüphe ve üzüntüleri hala hissetmekteyim.
Tekrardan Önceki kuvvetli inancıma kavuşmak ve lanet şeytanın sarsıntılarından kendimi
kurtarmak için ne yapabilirim? 283

Cevap

Mü'min bir insan zaman zaman vesveselere maruz kalabilir. İçinde bir takım anlaşılmaz sesler
duyabilir. Ancak gerçek iman ve yakin sahibi bir kimseyse ve aynı zamanda Allah Teala'ya samimi
bir bağlılığı varsa bu vesveselerden kendini kurtaracak, anlaşılmaz sesleri bir kenara atacaktır. Bu
onu, iman ve gerçek akide nurunu görmeye iletecektir.
Soruyu yönelten gence vesveseler musallat olunca o bunları iki büyük hataya bina etmiş. 284

Birincisi;

Maddi zenginliğin herşey olduğuna inanması veya onu, hayatta ulaşılması gereken en büyük şey
olarak algılaması. Ona göre ilahi adalet insanlar arasında eşit dağıtımla meydana gelir. Yani hem
zenginlikte eşitliğin sağlanması hem de fakirlikte. Hem malda hem de servette. İşte bu birinci
hatadır.
Önce kardeşimizin şunu bilmesi gerekir; mal, hayatta her şey demek değildir. Hayır. Nice zenginler
var zekadan yoksun, niceleri hikmetten, niceleri sıhhatten ve niceleri de ailevi huzurdan yoksun.
Bazıları çocuklarından çekiyor. Çocukları var fakat hayırlı evlat değil. Bazıları da var hanımlarından
çeker. Varlık sahibiler ama nice şeylerden yoksun halde.
Milyarlık zengin de fakir bir insanın yediği gibi yemeğini iştahla yer, Ayrıcalığı, parasının çok
olmasıdır. Bazan doktorlar onlara da yağlı, şekerli veya bunlara benzer vücuda aşırı alındığında
zarar verebilecek şeyleri yasaklarlar. O zaman sahip olduğu hazine dolusu paralarla ne
yapabilirler? Tabiki tümünü sıhhatleri için harcarlar.
Varsın- sıhhatli olsunlar karınlarını doyurduklarından fazlasına sahip olabilirler mi? Karın ve mide
bir karışa bir karış veya daha küçük birşeydir. Düşün insan som altından hazinelere sahip olsa
onları yiyebilir mi? Ya da onlardan bir parçasını bile yanında kabre götürebilir mi? Hayır. Mal, insan
için bir vasıtadır.
Başkasına göre daha fazla mala sahip olan kişi aynı zamanda fazla sorumluluk altma girmiş
demektir. Dolayısıyla onun kıyametteki hesabı daha çetin olur.
"AHah'a temiz bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün..." 285
"O gün insan, dört şeyin hesabını vermeden bir adım dahi ileriye gidemez. Ömrünü nerede
tükettiğinden, gençliğini nerede çürüttüğünden, malını nedereden kazandığından ve nereye sar-
fettiğinden, ilmi ile ne gibi ameller işlediğinden sorulur."
Muaz b. Cebelden sahih bir senetle rivayet etmiştir)
Mala sahip olmak herşey demek değildir.
İnsan malın dışında daha başka şeylere de sahip olabilir. Bunlar maldan daha değerli ve daha
önemlidir. Aceleci ve unutkan insan, Allah Teala'nın kendisine ikramda bulunduğu nimetleri
düşünmez. İnsan bunları saymaya kalksa beceremez. Bir gözün nimeti saymakla bitmez. Şayet
sana şöyle dense; şu milyarları al ama gözünü ver, razı olur musun? /
Duyma, koklama, tat alma ve insanın vücudunda bulunan diğer organlar, üstüne üstlük zeka
mantık, hayat olaylarını yo-rumlayabilme onları ölçüp değerlendirebilme kabiliyeti. Hepsi ayrı bir
nimet.
İnsan sadece bedeninde bulunan nimetleri ve kabiliyetleri saymaya çalışsa binlerce, milyonlarca
olduğunu görecektir.
Gerçek, bu nimetlerin saymakla bitmeyeceğidir. İbrahim suresinde şöyle buyruluyor: "Eğer Allah'ın
nimetini saymaya kalkişsanız, siz onları sayamazsınız." (ibrahim, 34)
İnsan her şeye maddi cihetten yanaştığı taktirde, çok büyük yanılgılara, hatalara düşmesi
kaçınılmaz olur. Vesveselerle ve içine düşen kuruntu cinsinden sıkıntılarla boğuşmak zorunda
kalır.
Sonra bu kardeşimiz hikmetin, insanlar arasında eşitliği sağlamak manasına geldiğine mi
inanıyor? Yani hikmet, insanların eşit olmaları mıdır?
Allah'a yemin olsun ki hikmet bu değildir.
Her şeyde bir zıtlığın bulunmasında hikmet, imtihanın gerçekleşmesi içindir. Şükredenle
nankörlük edeni birbirinden ayırmak, sabredenle etmeyeni ayırmak ve ameli salih işleyenlerle
işlemeyenleri birbirlerinden ayırmak içindir.
İnsanın nefsini eritip kül eden pota işte budur. İşte hayat; cihat ve mücadele meydanı.
Allah dileseydi insanları yemeye, içmeye ihtiyaç duymayan bir şekilden yaratabilirdi. Ama Allah
Teala öyle yapmadı, insanlara bir takım duygular ve güdüler verdi. Dolayısıyla bu güdüler,
insanların yemeye, içmeye, çoğalmaya ve bir araya gelip kaynaşmaya şevketti. İnsanı bir şekil
üzere yaratan Allah'ı eksik sıfatlardan tenzih ederim. Şayet insanlar, tek düze yaratılmış olsalardı,
hayatın hiç bir tadı kalmazdı. Hiç bir hikmet aranmazdı.
Sabrı tanımak için sabredilecek şeyleri bilmek gerekir. İhsanı bilmek için ise ihsanda bulunulacak
yerleri bilmekle olur.
İşte, insani faziletlerin tadına varmak, hayatta farklılıkların ve çelişkilerin olmasıyla mümkündür.
Şayet her gün gündüzü yaşasak, insanın dinlendiği gece hiçbir kıymete haiz olmazdı. Oysa Allah
Teala geceyi bir örtü kılmıştır. Aydınlığa da ihtiyaç var karanlığa da, geceye de gündüze de. 286

İkincisi
Soruyu soran bu kardeş, ilahi hikmetin ve adaletin hatalı olduğunu tasavvur ediyor. O ilahi adalet
ve hikmeti, kıt aklına göre düşünüyor.
Peki bizler insan olarak Allah Teala'nm hikmetinin mefhumunu bir takım kalıplar içerine alabilir
miyiz ya da O'nun hikmeti bizim arzularımıza göre yönlenebilir mi?
"Şayet hak onların arzularına uymuş olsaydı, gök ve yer bir de onların içindekiler fesada uğrar
bozulurlar di," 287
Herkes, Allah'ın hikmetinin kendi arzularına uygun olmasını düşünür. Şayet böyle olmuş olsaydı o
zaman da hayatın seyri tersine dönerdi.
Mesela, yeni evlenen bir genç gerdeğe girdiği ilk gece şöyle yalvaracaktı; Ya Rabbİ! Ne olur bu
gece uzun sürsün!
Buna karşılık çığlıkları basan bir hasta da; Ya Rabbi! Ne olur bir an önce gündüz gelsin! Peki Allah
Teala hangisinin duasını kabul etsin? Allah ne gece gerdeğe giren gencin arzusuna göre ne de
hastalıktan feryatları basan kişinin arzusuna göre hareket eder. Onun kendine göre prensipleri
vardır. Bazan bu prensiplerinde yatan hikmetleri anlayabiliriz bazan da anlamayabiliriz.
Allah'ın nice gizli sırları vardır ki,
Nice zeka sahibi kimseler dahi,
O'nun bu gizli sırrına akıl erdiremez. (Şiir)
Bu gence bir misal vermek isterim;
Anlatıldığına göre adamın biri oğluyla birlikte bir hurma bahçesinin altında oturuyorlardı. Çocuk
babasıyla tartışmak istemiş ve bunun üzerine babasına şöyle demişti; Babacığım! Şu
karşımızdaki uyumsuzluklara bir bakıver! Senin bana bahsettiğin hikmetler nerede göremiyorum?
Oysa Allah'ın Hikmet ve bilgi sahibi olduğundan bahsediyorsun. Şu küçücük bitkiye bak kendisi
ufacık olduğu halde kocaman bir karpuz çıkarabiliyor. Bir de şu hurma kütüğüne bak! Onun
meyvası ise küçük mü küçük. İkisi arasında hiç mi hiç uygunluk göremiyorum. Oysa buradaki
hurma ağacının meyvası karpuz kadar, karpuz bitkisinin meyvası ise hurma ağacının bitkisi kadar
olmalıydı aslında Akla en uygun olan da budur, deyince babası da şu karşılığı vermişti; Bak oğlum!
Belki bunda Allah'ın bir hikmeti var da biz bilemiyoruz.
Sonra çocuk biraz dinlenmek için sırtı üzerine uzandı, babası da aynı şekilde onun yanına
uzanınca o sırada ağaçtan bir hurma, çocuğun yüzüne düşer. Çocuk acısından kıvranırken babası
sorar; Ne oldu oğlum? Çocuk; Ağaçtan bir hurma yüzüme düştü. Babası: "Allah'a hamdet. Ağaçtan
düşen hurma değil de karpuz olsaydı ne yapardın?"
İşte bu hikaye Allah Teala'nın hikmetlerini açıklayan çok güzel bir misaldir. însan gerçekten Allah
Teala'nın hikmetini anlamak için çok zayıf ve çok aciz bir varlıktır. O'nun hikmetini kavramaya
gücü ve takati yetmez. İnsana düşen sadece meleklerin dediği gibi şöyle demesidir.
"Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem
de Hakimsin." 288
Ya da gece gündüz, her anıyla oturmasıyla kalkmasıyla, yat-masıyla Allah'ın adını ananların
dediklerini demekten başka bir seçeneği olmamalıdır.
"Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni Her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Bizi
cehennem azabından koru." 289
Kendisinde şüphelerin oluştuğu bu genç kardeşimizin yapması gereken de; Allah'a istiğfarda
bulunması, günahlarından tevbe etmesi, imanını tazeleyip namazına geri dönmesidir. İlim ve din
ehliyle birlikte olup onların emirlerine uysun ki Allah da onun dualarını kabul etsin ve salın
gençlerden kılsın. Gerçek başarıya erdiren Allah'dır. 290

Yalan Vasiyet

Soru

Bir yerde şöyle bir şeye rastladım. Bunu görünce çok şaşırdım. Bu kağıtta yazan şeyleri
açıklamanızı sizden rica ediyorum. Doğru olup olmadığını da bilmiyorum. Kağıt bir hayır sabi
tarafından imzalanmış bir vasiyetten ibaret. Vasiyet sahibi Vasiyetine "Peygamberin hareminin
anahtarını taşıyan Şeyh Ahmet'ten, yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm
müslümanlara bir vasiyelimdir." diye başlamış. Şeyh, bu vasiyetnamede müslümanlara bir çok
vasiyetlerde bulunmuş vasiyetinin sonunda da şunları söylemiştir." Bombaydaki bir şahıs, bu
vasiyetten otuz adet dağıtmış da Allah ona misli misli paralar ihsan etmiştir. Bir şahıs da bu
vasiyeti yalanlamış da Allah onun elinden evladını almış. Kim bu vasiyetimi dağıtıp elden ele
vermezse kendisine Allah çeşitli musibetler verecektir." Sizin bu konu hakkındaki görüşlerinizi
almak istiyorum. Gerçekten böyle bir şey olabilir mi? 291

Cevap

Bir çok kimse bu vasiyet hakkında sorular yöneltiyor. Bu vasiyet bugünlerde, yeni ortaya çıkmış bir
vasiyet değildir. Bu vasiyeti yaklaşık on beş sene öncesinde görmüştüm. Medine ve Hicaz'da bir
çok insana bu şahsın kendisi ve vazifesi hakkında sorular sormuştuk. Ama hakkında ne bir ize ne
de bir habere rastladık. Kimse bu şeyhi tanımıyor. Kimse de ne Medine'de ne de Hicaz da görmüş.
Ama islam ülkelerinin bir çoğunda bu tür haberler oldukça yaygın. Vasiyetin içeriği o kadar da
itibara alınacak ve Öneme haiz bir şey değil. Bu vasiyetin bir kısmında geçen ve şeyhin rüyasında
gördüğünü iddia ettiği şeylerin doğruluğuna -Onun rüyasına gerek olmadan- bizde inanıyoruz.
Mesela, şeyh rüyada Peygamber (s.a.v) görmüş ve kendisine kıyametin kaşla göz arasında
kopacağına dair bilgiler vermiş. Kur'an zaten bu gerçeği haber veriyor.
"... belki de (kıyametin) zamanı yakındır." 292
Peygamber (s.a.v) de işaret parmağıyla orta parmağını göstererek şöyle buyurmaktadır. "Ben,
Kıyamete şu iki parmağın bir birine yakın olduğu kadar yakın bir devrede gönderildim." (Buhari
ve Müslim, Enes ve Sehl b. Sa'd'dan rivayet edilmiştir.)
Vasiyetin bir kısmı da kadınların açık-saçık sokaklara çıkmasından, insanların dinden
çıkacaklarından bahsediyor. Bu tür haberleri bir başkasının yeni bir şeyden haber veriyormuş gibi
anlatmasına ihtiyacımız yoktur.Allah'ın kitabı ve Resulü (s.a.v)'nün sünneti bizim için yeter de
artar bile. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Bugün size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için
islamiyeti beğendim." 293
Allah Teala dini tamamlayıp da bizim için nimetini tam anlamıyla yerine getirdikten sonra bir
müslümanm kalkıp da bilinmeyen tanınmayan bir insanın vasiyetlerine ihtiyaç duyması demek,
dinin bütünlüğünde, tamamlanıp tamamlanmadığında şüpheye düşmesi demektir. Dinimiz
bütünlenmiş ve ekmel bir hale getirilmiştir. Daha hiç bir vasiyete ve tavsiyeye ihtiyacı yoktur. Oysa
bu, vasiyetname gerçekliğinin yalan ve uydurma olduğu aşikardır. Vasiyetnamenin sahibi
insanlara tehditler savuruyor. Kim onu çevresindekilere dağıtmazsa musibetlere uğrayacağı,
zulümler görüp başlarına felaketlerin geleceğini ve çocuklarının öleceğini savunuyor. Bırakın
vasiyeti, ne Allah'ın kitabı ne de Resulullah (s.a.v)'in sünneti hakkında dahi, hiç kimse böyle bir şey
söyleyemez. Allah'ın kitabını okuyan onu yazsın ve dağıtsın veya Resulullah'ın hadislerini okuyan
onu sazsın ve dağıtsın, diye herhangi bir emir vaki olmadığı halde bu tür bir vasiyet hakkında nasıl
olurda böyle şeyler söylenebilir? Bu vasiyet sahibinin kalkıp da, işte falanca vasiyetimi dağıttı da
şu kadar karşılığını gördü, falanca da dağıtmadı diye şöyle şöyle musibetlere maruz kaldı demesi
akla mantığa aykırı, sapıkça ve adice birşeydir. Bu, müslümanları dinden uzaklaştırmak, Allah'ın
kainat için koyduğu nizama aykırı davranmak demektir. Rızkın kendine has bir takım yöntemleri
kural ve kaideleri vardır ve bu yöntemlere göre elde edilir, kazanılır. Bir müslümanın bu tür
hurafelere inanması ve güvenmesi onun aklını ve fikrini saptırır. Biz müslümanları, uyduruklarla
yalan ve dolan vasiyetlerle oyalanmaktan, bu vasiyetleri yayanların Peygamber (s.a.v)'in şefaatine
uğrayacağını iddia etmekten tenzih ederiz. Kesin hadislerde belirtildiğine göre, Peygamber
(s.a.v)'in şefaatine büyük günah işlemeyenler nail olacaklardır. Allah Resulü şöyle buyurmuştur."
Kıyamet gününde benim şefatime nail olacakların en mutlusu, kalbinden gelerek, LAİLAHE
İLLALLAH diyenleridr." (Buhari)
Allah, müslümanları dini konularda anlayış sahibi kılsın. Onları bu tür yanlış, şüpheli ve batıl
şeyleri tasdik etmekten korusun. 294
 

4. BOLUM TEMİZLİK VE NAMAZ HAKKINDA

Namazı Terketmenin Hükmü


Soru

Adamın biri müslüman olduğunu söylüyor fakat ne oruç tutuyor ne de namaz kılıyor. Bu kişiye
selam vemek, ölünce cenaze namazım kılmak gerekir mi? Benzer bir soru da Davha'dan gelmişti.
O da namaz kılmayanın hükmünün ne olacağım soruyordu. 295

Cevap

Bir kurumun bir kişiye belirli sorumlulukları yerine getirmesi için bir takım vazifeler verdiğini, bu
kişinin de hasta olmadığı ve çalışma gücü yerinde olduğu halde bir gün veya bir kaç saat işi
terkettiğini düşünelim, böyle bir kişinin durumu ne olur?
Adamın çalıştığı kurumun oluşturduğu bir komisyon meseleyi ele alır, bazıları bu memurun asli
görevini ihmal ettiğini,ceza olarak da görevden atılması gerektiğini ileri sürerken komisyonda
bulunan diğer üyeler de, görevi hafife aldığını göz önünde bulundurarak başka şekilde
cezalandırılmasını isteyebilirler.
Bu misal, islam alimlerinin, ibadetleri terkeden ve özellikle farz namazları terkedenlere karşı
tutumlarını en açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Bazı alimler, bir müslümamn hatta hayattaki bir insanın ilk görevinin Allah'a ibadet olduğunu
savunuyorlar. İbadetleri ter-ketmesi asli görevlerini terketmesi anlamına gelir. Dolayısıyla böyle bir
kişinin müslüman ismi almaya ve islam sancağı altında bulunmaya hakkı yoktur. Sahih hadislerin
birinde şöyle geçmektedir." Kişi ile küfür arasında namazı terketmek vardır.-" (Müslim, Ebu Davut,
Tirmizi, İbni Mace, Ahmet bin Hanbel)
Artık bugün bizimle onlar arasındaki ahit, namazdır, kim namazı terk ederse küfre girmiştir."
(Ahmet b. Hanbel)
Bazı alimlere göre de, islamın farizalarını hafife almayan, inkar etmeyen, kusurlu davrandığını
kabul edip pişmanlık duyan, tövbe etmeyi arzulayan kimseler halâ, islam çizgisindedir ve
müslümanlara uygulanan hükümler onlara da uygulanır.
Böylece namazı terkedenler iki sınıfa ayrılmış oluyorlar.
Bir grup varki, bunlar farzları hafife alırlar, alay ederler ve inkar ederler işte bu sınıftan insanlar,
ittifakla kafirdirler, mürted-dirler.
Namazın farz olması, bu dinde zaruri olarak bilinmesi gereken hükümler arasındadır, bunları inkar
eden ya da hafife alan kişi Allah ve Resulünü yalanlamış olur. Bu kişinin kalbinde hardal tanesi
kadar bile iman yok demektir. O artık; Allah Teala'nın özelliklerini belirttiği şu kafirler gibi olmuştur.
" Namaza çağrıldığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar. Bu, onların akletmeyen bir topluluk
olmasındandır." 296
Biz, namazı ve ibadetleri gericilik olarak görüp onları alaya alanların konumlarının ne olacağını bu
ayetten anlayabiliyoruz.
Ama namazı tembellikten, dünya meşgalesinden, arzu ve isteklerinin kendisini yönlendirmesinden
ya da şeytanın vesveselerine kapılmaktan dolayı kılmayanlara gelince alimler bu konuda çeşitli
fikirler ileri sürmüşlerdir; Kafir mi yoksa fasık mı? Şayet fasık konumunda iseler öldürülmeyi mi
yoksa dayak ve hapsi mi hakederler?
İmam Azam Ebu Hanife şöyle demiştir; Bu kişi namazı ter-kettiği için fasıktır. Ona, her hangi bir
tarafından kan çıkıncaya kadar dayakla, ta'zir cezası verilmelidir. Tekrardan namaza başlayıncaya
kadar da hapsedilmelidir. Ramazan orucunu terke-denin durumu da aynı şekildedir.
İmam Malik ve Safî de şöyle demişlerdir; O kişi fasıktır ama kafir değildir. Bununla beraber sadece
vurmak ve hapsetmek yeterli değildir, namaz kılmamakta diretirse öldürülmesi gerekir.
İmam Ahmet b. Hanbel de şu görüştedir: -Tabi ondan rivayet edilen en meşhur görüşe göre-
"Namazı kılmayan kişi kafirdir dinden kesinlikle çıkmıştır. Böyle bir kimsenin cezası sadece
ölümdür. Öldürülmeden önce tekrar dine dönmesi ve tevbe etmesi istenir, şayet kabul ederse ne
ala aksi taktirde boynu vurulur." 297
Gerçekte Kitap ve sünnetten çıkan deliller, Ahmet b. Hanbel, İshak b. Raheveyh ve bu görüşte olan
diğer alimleri doğrulamaktadır. Kur'an, namaz kılmamanın küfrün özelliklerinden olduğunu
vurguluyor.
"Onlara 'Rüku1 edin denildiğinde rukua varmazlar."
"O gün işin dehşetinden baldırlar açılır, gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür. Secdeye
çağrıIırlar ama buna güçleri yetmez. Oysa, kendileri sapa sağlam oldukları zaman secdeye
çağrılmışlardı." 298
Namaz kılmayanlar Kur'an nazarında canları ve malları emniyet altında olan insanlar sınıfından
değildirler. Müslümanların kardeşleri konumunda olmaya da hak kazanamazlar. Ancak tevbe edip
namaz kılan kişilerin canlarına ve mallarına dokunulmaz. Allah Teala müslümanlarla savaşan
müşrikler hakkında şunları söylemiştir.
"Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse yollarını serbest bırakın." 299
"Eğer tevbe eder, namaz kılar ve sizin din kardeşiniz olurlar. Bilen kimseler için lerimizi uzun
uzadiya açıklıyoruz." 300
Kur'an başka bir tasvirinde bizlere cehennem azabı içinde yanan mücrim kafirlerden bahsederken,
olayı bütün boyutlarıyla gözlerimizin önüne seriyor. Amel defterleri sağ tarafından verilenler
kafirlere sorarlar." Sizi bu yakıcı azaba sürükleyen nedir? " Yani bu yakıcı cehennem azabına sizi
sokmaya sebep olan şey nedir?
zekat verirlerse, ayet-
"Onlar da derler ki, biz namaz kılanlardan değildik. Düşkün kimseyi doyurmuyorduk. Batıla
dalanlarla biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Ölüm bize o haldeyken geldi." 301
Onların kafirlik ve münkirliklerinin en belirgin alameti, namaz kılmayanlardan olmalarıdır. Sünnete
müracaat ettiğimiz de nebevi hadislerin namazı terkedenlere 'kafir' dediğini göreceğiz. Ca-bir'den
rivayet edildiğine göre Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur
"Kişiyle küfür arasında namazı terketmek vardır." (Müslim). Büreyde'den rivayet edilen bir hadis;
"Bizlerle onlar arasındaki ahit, namazdır. Kim namazı terke-derse kafir olur."(Wesei, Hafiz-ı haki).
Muaz bin Cebel Peygamber (s.a.v)'den şu hadisi rivayet etmiştir.
"Namaz, kasten terkedilemez. Kim namazı kasten terke-derse, Allah'ın zimmetinden çıkar."
(Taberani).
Abdullah b. Ömer günlerden bir gün Peygamber (s.a.v)'in namazdan bahsederken şöyle dediğini
rivayet etmiştir. "Kim namazını devamlı kılarsa, bu namaz kendisi için, kıyamet gününde nur olur,
delil olur ve kurtuluş olur. Kimde namazında devamlı olmazsa onun ne nuru ne dini ve ne de
kurtuluşu olur. Kıyamet gününde Kanınla, Fravunla, Haman'la ve Ubey bin Halefle olur." (Ahmet bin
Hanbel, Haysemi bu hadisin ravilerinin güvenilir olduğunu söylemiştir.)
İbni Kayyım (Allah Ona rahmet etsin) şöyle söylemiştir. Kimin sahip olduğu saltanat onu namaz
kılmaktan engellerse, kıyamette Fravun'la haşrolunur. Kiminde malı namaz kılmasına engel olursa
Kanınla birlikte haşrolunur. Kiminde sahip olduğu makam onu namaz kılmaktan engellerse
Hamanla birlikte haşrolunur. Kimin de ticareti namazına engel olursa O da Ubey bin Halefle
haşrolunur.
Namazı terkedenler bu azılı kafirlerle birlikte olacaklarına göre, hayatı boyunca ne bir rüku ve ne
de bir secde yapmayanların durumu ne olur acaba?
Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kim, ikindi namazını terkederse, yaptığı amelleri boşa
gider." Bir namazı terkedenin durumu buysa bütün namazları terkedenin durumu nedir sizce?
Ebu Hureyre, Peygamber (s.a.v)'in cemaatle namaz kılmak-,tan geri duranların evlerini yakmaya
niyetlendiğini rivayet etmiştir. Peki ya hiç namaz kılmayanlar ne duruma düşerdi?
Kur'an münafıklardan bahsederken onların namaza tembelce ve uyuşuk uyuşuk kalktıklarını haber
verir. Peki ya bu durumda, ne uyuşuk, ne de zinde hiçbir şekilde namaza gitmeyenin durumu nice
olur?
Namazı terkeden kişi hakkında gereken açıklamaları bizlere veren Kur'an ve Hadis delilleri
bunlardır.
Bundan dolayıdır ki, namazı kasden terkeden kişiye kafir demeleri veya onun dinden çıkmış
olduğunu söylemeleri sahabe arasında bir görüş ayrılığına sebep olmamıştı.
Tirmizi, Abdullah b. Şukayk El-Ukayli'den şöyle dediğini rivayet etmiştir Allah Resulünün
ashabından hiç kimse namaz dışında terkedilen her hangi bir ameli küfür diye nitelememiştir. Bu
sahabenin ibaresinden anlaşıldığına göre demek ki, tüm sahabeler-bu konuda müttefiktirler.
Sadece onlardan birine bu görüş isnat edilmeyip tüm sahabeler için geçerlidir.
İlim erbabının, sahabeden nakil yapan alimlerin, tabiinlerin ve hadiscilerin görüşleri de bu
minvaldedir.
Hz. Ali (r.a) da şöyle buyurmuştur. "Kim, namaz kılmazsa kafirdir."
İbn-i Abbas (r.a): "Kim namazı terkederse, kafir olur." İbn-i Mesud (r.a): "Namazı terkeden kişinin
dini olmaz."
Cabir b. Abdullah (r.a): "Kim namazı terkederse kafir olmuştur."
Ebu Derda (r.a): "Namazı olmayanın imanı da olmaz, abdesti olmayanın namazı da olmaz."
Muhammed b. Mervezi kitabının 'Namaz1 bölümünde İbni Ru-veyha'dan şöyle bir haber
duyduğunu nakleder Peygamber (s.a.v)"den rivayet edilen; "Namaz kılmayan kafirdir" sözü
doğrudur. Aynı şekilde, hiç bir özrü olmadan vakti çıkıncaya kadar bekleyip de namaz kılmayan
kafirdir rivayeti de doğrudur.
Eyyup Sahtiyani'den şöyle dediği rivayet edilmiştir Namazı terkeden kafirdir. Bunda hiç bir ihtilafa
gerek yoktur.
Hafız munziri de bu eserleri ve görüşleri naklettikten sonra şöyle der Sahabelerden bir kısmı ve
ondan sonra gelen tabiinler, vakti çıkıncaya kadar bekleyip namazını kasten kılmayanın kafir
olduğunu söylemişlerdir. Bu sahabeler ve tabiinler şunlardı; Ömer b. Hattap, Abdullah b. Mesut,
Abdullah b. Abbas, Muaz b. Cebel, Cabir b. Abdullah ve Ebu Derda (Allah hepsinden razı olsun)
Sahabelerin dışında; Ahmet b. Hanbel, İshak b. Raheveyh, Abdullah b. Mübaret, Nehai, Hakem b.
Uteybe, Eyyup Sahtiyani, Ebu Davut, Ebu Bekir b. Ebu Şeybe, Züheyr b. Harb ve diğerleri
(Allah hepsine rahmet etsin) (Terğip ve Terkip cilt, 1. Namaz bölümü)
Hafız Munziri'nin bir kısım sahabe ve alimlerden yaptığı nakillere bakılırsa onlar, namazı vakti
geçinceye kadar bekleyip özürsüz olarak kılmayanlar hakkında "kafir olurlar" dediklerine göre,
ömrü boyunca Allah için hiç başı secdeye değmemişler için nederlerdi?
İşte namazı terkeden hakkında verilen hükmün durumu. Namazı inkar ederek ya da farziyetini
inkar ederek kılmayan bir kimse kafirdir. Hafife almayıp inkar etmediği halde kılmayanlar da
hadislerin zahirinden, sahabenin ve ondan sonra gelen alimlerin verdikleri fetvalardan
anlaşıldığma göre ya kafir olurlar ya da Allah'dan misli misli uzak fasık insanlar konumuna
düşerler.
Böyle bir kimse hakkında kafir denmekten korkulduğu için en hafif görüş olarak fasık hükmü
verilmiştir. Hiç şüphe yok ki, bir günah diğer bir günaha kapı aralar. Dolayısıyla küçük günahları
işleyenler büyük günahlara sürüklenirler, büyük günahları işleyenler de küfre sürüklenirler. Bu
nedenle kendini müslüman diye isimlendiren herkesin nefsine dönmesi, Rabbine yeniden tevbe
etmesi, imanım yenilemesi ve namaza sarılması gerekir. Namazında devamlı olup da dinini tam
manasıyla yaşayan mütedeyyin insanların namaz kılmayanlara gerekli nasihatları yapmaları, şayet
namaz kılmamak da ısrar ederlerse ilişkilerini kesmeleri gerekir.
İmam İbni Teymiyye namaz kılmayan hakkında şunları söylemiştir. Namaz kılmayan bir kimseye
selam vermek ve davetine icabet etmek doğru olmaz.
Müslüman bir babanın kızını namaz kılmayan bir kişiyle evlendirmesi caiz değildir. Çünkü
gerçekte o, müslüman değildir. Müslüman bir kadınla evlenmeye layık olmadığı gibi aynı zamanda
hanımı ve hanımının doğuracağı çocuklar hususunda böyle bir kimseye güvenilmez. Her hangi bir
kuruluş sahibinin namaz kılmayan bir insana iş vermesi de doğru değildir. Çünkü bu vesileyle
Allah'a olan isyankarlığı, kazanmış olduğu nzıkla bir kat daha artmış olacak ve isyankarlığına
devam edecektir. Allah'ın yarattığı ve düzenli olarak kulları arasında dağıttığı hak ve hukuku zayi
edenlerden kul hakkını korumaları beklenemez. Onjar kul haklarını daha fazla zayi ederler.
Demek ki, dinin direği olarak kabul edilen namaz farizasından tüm toplum sorumludur. Allah hiç
bir özür kabul etmiyor. Ancak aklını ve şuurunu yitirmiş olanlar ondan istisna tutuluyor. Diğer
hastalıklara gelince ne kötürüm olmak ne felçli olmak ne de ağır yaralı olmak namazı terketmek
için mazeret olamaz.
İslam fıkhı, hasta olan bir kimseye şunları söylüyor, "Nasıl istersen öyle temizlen, nasıl istersen
öyle namaz kıl ama namazı terketme. İster su ile temizlen ister su bulamazsan teyemmüm yap
ama namazını kıl. Ayakta kılamıyorsan oturarak kıl, buna da gücün yetmiyorsa yan tarafına
yatarak kıl, buna da gücün yetmiyorsa, sırtüstü yatarak kıl, şayet buna da gücün yetmiyorsa ya
başmla işaret ederek ya da kaşınla ima ederek kıl." Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a karşı gelmekten gücünüz yettiği kadar sakınınız." 302
Toplum namaz farizasının eda edilmesinden sorumlu olduğuna göre güç sahipleri kendi velayeti
altında bulunan mesela, baba oğlunun, koca eşinin namazından sorumludur.
"Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana
rızık veren Biziz. Sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanındır." 303
Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuştur. "Yedi yaşında iken çocuklarınıza namazı emredin, on
yaşma geldiklerinde kılmazlarsa dövün." (Ahmet b. Hanbel, Ebu Davut, Hakim)
Allah Teala şöyle buyurmuştur.
"Ey İnaiiinajr! kendimi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun; onun yakıtı, insanlar ve
taşlardır." 304
Şayet koca hanımını seviyor ve ona gereken ilgiyi gösteriyorsa, o"ba çoluk çocuğunu seviyorsa
onları cehennem ateşinden korusuu Odlara Allah'a itaat etmeyi ve ilk olarak da namaz kılmayı
emreiMn.
Kardeşimizin namaz k* ^nyan hakkında sorduğu sorunun cevap verilmedik şu yönü kaldı;
Namaz kılmayan bir kimsenin öldükten sonra cenaze namazı kılınır mı kılınmaz mı?
Bu sorunun cevabı, namaz kılmayanın kafirliğine ve fışkına karar verenlerin görüşlerine göre
değişir.
Fasık olduğunu söylemekle yetinenlere göre; Böyle bir kimsenin cenaze namazı kılınır ve
müslümanların mezarlığına da def-nedilebilir. Şayet müslüman olarak ölmüşse durumu Allah'a
kalmıştır.
Namaz kılmayan bir kimsenin kafir olduğunu söyleyenlere gelince; Namazı terkedenlerin namazı
kılınmadığı gibi aynı zamanda müslümanların kabirlerine defnedilmez.
Burada faydasına inandığım bir konuya dikkatinizi çekmek isterim; Ahmet b. Hanbel'in sahih olan
görüşüne göre namaz kılmayan bir kimse devlet başkanı veya devletin kadısı tarafından önce
namaz kılmaya davet edilir buna rağmen yine de namaz kılmamakta ısrarlı davranırsa o zaman
kafir olduğuna hükmedilir. Ama davet edildiği şeylere icabet ederse kesinlikle küfrüne
hükmedilemez. Bundan sonra artık onun durumu Allah'a kalır.
Tüm saydıklarımız sadece namaz kılmayan bir kişi hakkındadır. Buna bir de oruç ve diğer farzları
terkedenler eklenirse, fasıklık hükmünü verenlere göre fışkı daha da sabitleşir. Kafirlik hükmünü
verenlere göre de küfrü sabitleşir.
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: "İslamın temeli ve dinin esası üçtür; islam bu temeller
üzerine bina edilmiştir. Kim bunlardan birini terkederse kafir olur ve kanı helaldir;
Allah'dan başka ilah olmadığına şahadet etmek, farz namazlar, ramazan orucu."
Bu ve benzeri hadisler, kalbinde zerre kadar iman bulunanlara korkutucu ve uyarıcı olarak yeter de
artar bile. Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir. 305

Abdest Dualarında Peygamber'den Nakledilen Ve Nakledilmeyenler

Soru

Bazı kimselerin abdest alırken bir takım dualar okuduklarım işitiriz. Bu duaların hükmü nedir? Ya
da duasız alınan abdestin hükmü nedir? 306

Cevap

Bazı müslümanlar bu tür duaların farz olduğunu düşünürler. Onlara göre sanki duasız abdest
olmaz. Ben de bununla ilgili olarak bir takım kimselere sorular yönelttim; Niçin namaz
kılmıyorsunuz? diye. Bana verdikleri cevap şu oldu; Abdest almayı bilmiyorum. Bu duruma
gerçekten çok şaşırdım ve şöyle sordum; Burada elini, yüzünü yıkamayı bilmeyen ve başını mesh-
edemeyen, ayaklarını yıkamayı bilmeyen kimse var mı? Orada bulunan arkadaş da bana şu cevabı
verdi; ben bunları biliyorum fakat abdest için okuyacağım duaları bilmiyorum. Tabii arkadaş bu
duaların abdest için gerekli olduğunu düşünerek bu cevabı veriyor.
Gerçek ise şudur; Peygamber (s.a.v) abdest sırasında sadece şunu söylemiştir. "Ey Allah'ım
günahlarımı bağışla, evimi benim için genişlet ve rızkımı da bana bereketli kıl! "
Bazı kimseler Peygamber (s.a.v)'in bu duayı abdest aldığı sırada söylediğini bazıları da abdestin
akabinde söylediğini savunurlar. Peygamber (s.a.v) abdesti tamamladıktan sonra ise kelime-i
şahadet getirirdi.
Abdest alırken bu ve benzeri duaları okumak sünnettir yoksa genel olarak abdest alırken farz ve
vacip olan dualar yoktur. Bir takım kişilerin abdest alırken okudukları dualar ne vaciptir ne de
sünnet. Çünkü bu tür dualar ne Peygamber (s.a.v)'den ne de sahabeden naklen gelmiş değildir.
Mesela abdestin başında; Elhamdu lillahi ellezi ceala'1-mae duhuran, ve'1-islamu nuran.
Ağza ve buruna su alırken; Allahumme erihni bi raihatıl cen-neh
Yüzü yıkarken; Allahumme beyyıd li vechi yevme tabyadda vucuhun ve tasvadde vucuh.
Sağ elini yıkarken; Allahumme A'tini kitabi bi yeminiy
Başını meshederken; Allahumme harrim şa'ri ve beşerati alen-nar.
Bu ve benzeri dualar, Kur'an'dan iktibas olup Peygamber (s.a.v)'den okunmasına dair herhangi bir
şekilde rivayet edilmemiş dualardır. Bir hadiste şöyle geçmektedir. "İşlerin sonradan icat
edilenlerinden sakının, her bidat dalalettir." (Ebu Davut, Tirmiz bu hadisin hasen olduğunu
söylemiştir). Bizler İçin en hayırlı olan, dini konularda fıkhın ölçülerine göre hareket etmemizdir.
Sünnetleri aşıp da bidatlere sapmayalım. Dinin iki önemli aslı vardır:
1) Sadece Allah'a ibadet etmek. İşte bu, tevhittir.
2) Allah'a şer'i ölçüler çerçevesinde ibadet etmek. Yoksa bi-datlara ve arzulara göre değil.
Başarı ancak Allah'dandır. 307

Çoraplar Üzerine Meshetmenîn Caiz Olması

Soru

Namaz için abdest alırken çoraplar üzerine meshetmek caiz midir? 308

Cevap

Abdestliyken yani ayakları yıkadıktan sonra çorapları giyip üzerine meshetmek caizdir. Çorapları
ayağında iken abdesti bozulan bir kimse tekrar abdest aldığında çoraplar üzerine mesh edebilir.
Şayet mukim ise bu çorapla yirmi dört saat kalabilir. Yok eğer yolcu ise bu müddet üç güne kadar
çıkar.
Bu, insanlara kolaylık sağlar özellikle de soğuk kış günlerinde. Mesela, soğuk kış günlerinde
çorabını çıkarmaktan çekinip de ayaklarını soğuk su ile yıkamaktan korkanlar için büyük bir
kolaylık. İslam kolaylık dinidir zorluk değil.
Konuyla alakalı olarak bir çok sahabenin görüşleri vardır. Tümü de çoraplar üzerine meshi caiz
görmektedirler. Bazı fıkıh alimleri bu konuda çok sert şartlar koşmuşlardır. Mesela; Giydiği
çoraplarla yürüyebilme İmkanına sahip olması (çarşıda-pazarda), üç parmak kadar yırtığının
bulunmaması ve bunun gibi daha bir çok şeyler. Gerçekte onların ileri sürdükleri şartların hiç biri
sünnet de geçmemektedir. Dini hükümler kolaylık üzerine kurulmuştur. Sahabeler çoraplar üzerine
meshetmeye cevaz verdiklerine göre müslümanların da bu ruhsata uymaları caizdir. Bugün bir
çok insan ağır geldiği için namazlarını terkediyor. Bazan bağlı elbiselerini bile çıkarmaya
üşeniyorlar. Gerçi, iradesi zayıf olan ve güçlü bir imam bulunmayan ayakkabılarını ve çoraplarını
çıkarıp yıkamaya da üşenir ya.
Ben onlara; "Daha önceden abdestli isen yani ayaklarını yıkamış isen çorapların, üzerine de
meshedebilirsin" dediğim de bu onlara çok kolay geldi. Çağımızdaki bir çok kimsede bunları
denedim, te'sirini ve etkisini hatta faydalı olduğunu gördüm.
Müslüman bir alimin yapması gereken; insanlara yapabilecekleri şeyleri göstermektir. Alimin çağa
ayak uydurabilmesi gerekir. İşte gerçek islami metod da budur. Dinde geniş imkanların tanındığı
konularda kolaylıkları göstermek. Ben iki sebepten ötürü bu metodu tercih ediyorum;
BİRİNCİSİ; Kolaylık, bu dinin ruhudur. Şeriatın ruhunda kolaylık vardır. Allah Teala taharetle ilgili
ayetin sonunu şu şekilde bağlamıştır
"Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki
şükredesi-niz." 309
Oruçla ilgili ayetin sonunu da şu şekilde bağlamıştır;
"Allah sizin için kolaylık ister zorluk istemez" 310
İKİNCİSİ; Fitnenin çoğaldığı bir asırda insanlar dinlerini kor ateş tutar gibi tutacaklardır. Bize
düşen görev ise; bu insanları dindar kılmaktır yoksa dinden nefret ettirmek değil. Zorluk her
zaman için nefret ettirir kolaylık ise, daima insanı dine yaklaştırır. İnsanları dinden nefret ettiren
bir kişi Allah huzurunda büyük bir sorumluluk altına girer.
İşte bu nedenle tüm müslümanlara diyeceğim şudur; İslam gerçekte kolay bir dindir. Hiç bir zor
tarafı yoktur. Allah bu insanlardan zorluğu kaldırmıştır. Allah'ın yüklediği biç bir mükellefiyet
kesinlikle zor değildir.
Soruyu yönelten değerli kardeşimize kısaca şunu söylemek isterim; Şayet daha önceden abdest
alırken ayağını yıkayıp da çorabını öyle giymişsen bu çorap üzerine mesh yapabilirsin. Daha sonra
abdestin bozulduğunda onu yenilerken tekrar meshedebilirsin. Mukim isen çorapla meshin
müddeti yirmidört saattir. Yok eğer yolcu isen üç gün üç gecedir. Bu Aîlah Teala'mn insanlara
kolaylık olsun diye tanıdığı bir ruhsattır. Allah diledikten sonra bu konuda kullara hiç bir sıkıntı
gelmez. 311

Takva Üzerine Kurulan Mescit

Soru

Allah Teala muhkem kitabında şöyle buyurmaktadır:


"Ey Muhammedi o mescide hiç girme! ilk günden beri Allah'a karşı gelmekten sakınmak için
kurulan mescitte bulunman daha uygundur" 312
İlk günden beri Allah'a karşı gelmekten sakınmak için kurulan mescitten kasıt nedir? 313

Cevap

Bu mescitten kasıt, Allah Resulü (s.a.v)'in Medine'ye hicretinde yaptırdığı Küba Mescidi olmalıdır.
Peygamberimiz Medine'ye hicret ederken Küba'da konaklar ve burada bir mescid inşa eder.
İslam'da ilk kurulan mescit budur. Peygamber (sav)'in Medine'de kendi eliyle kurduğu mescide
gelince o da, ilk günden itibaren takva üzerine kurulmuştur. Bu iki mescid hakkında sahih hadisler
varit olmuştur. Ayette kasdedilen mescit, Küba Mescidi olduğunu söyleyen rivayet ve görüşler
olduğu gibi Medine Mescidi olduğunu söyleyen rivayet ve görüşler de vardır. Bu iki rivayet ve
görüşler arasında her hangi bir çelişki de yok. Her iki mescit de ilk günden itibaren takva üzerine
kurulmuşlardır. İkisi de İslam'da mübarek sayılan değerli mescitlerdir.
Peygamber mescidi müslümanlarrn ikinci haremidir.
Küba Mescidi hakkında ise Allah Resulü (s.a.v) şöyle söylemiştir. Küba Mescidi'nde namaz umre
yapmak gibidir. Daha önce verdiğimiz ayet, 'Dırar Mescidi' hakkında indirilmişti. Dırar mescidi,
Küba Mescidi'nin itibarını düşürmek için, fitne ve fesat yuvası olsun diye, mü'minler arasında
tefrika çıkarmak amacıyla bina edilmişti. Bu nedenle Allah Teala Peygamberinin bu mescitte
bulunmasını ve namaz kıldırmasını istemiyor.
"O mescide hiç girme..."
İşte bu kesin bildirge, münafıkların oyunlarını ve tuzaklarını başlarına geçiriyordu. Allah Teala
Peygamberinden, daha ilk günden itibaren takva üzerine kurulmuş kendi yaptığı mescitte Küba
mescidinde bulunmasını ve namaz kıldırmasını emrediyor. Çünkü Onun burada bulunması diğer
tarafta bulunmasmdan daha iyidir. 314

Kabe'de Eda Ediyorum Diye Cemaatle Namaz Kılmayı Terketmek.

Soru

Valayet iddiasında bulunup şeyh geçinen bir zatla karşılandım. Bu zat, namaza pek o kadar önem
vermiyor. Kendisine "Niçin namaz kılmıyorsun?" diye sorulunca, "Ben, farz namazları kılacak bir
mevkide değilim" diye cevap veriyor. Bir arkadasdan duydum, arkadaşın bir yakını Mekke'de
namaz kılarken bu şeyhi yanı başında görünce şeyhe soruyor "Seni buraya kim getirdi? "O da"
Senden ricam bu sırrımı kimseye söylememen" diyor. Sizden bu konudaki görüşünüzü rica
ediyorum. Bir kişi cinleri hizmetinde kullanarak onlardan kendilerini bir yerden bir yere
götürmesini istemekle götürebilir mi? 315

Cevap

Biz, deccalların batıl görüşlerini cevaplamak gereği görmüyoruz. Noksanlardan münezzeh olan
Allah Teala vahyin sona erdiğini bildirirken şunları bildiriyor.
"Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak size İslam'ı
beğendim. 316
Dinin bütünü, şer'i hükümlerinin bütünüdür. Nimetin tamamlanması ise, bu nimetlerden kendisine
pay düşen kimselerin mutluluğa kavuşması demektir. Kendisinin, namazı eda edebilecek bir
konumda olmadığını iddia eden bu deyyuz herif, Allah'ın dostlarından sayılamaz. Çünkü hiç bir
Allah dostu, Rabbinin belirlediği şer'i sınırları aşamaz. Velayetin şartı; Mevlasına tam manasıyla
itaat üzerinde bulunmak demektir. Kendini evliya zümresinden görüyor olduğu halde nasıl olurda
namazı terkeder? Allah Teala cennet ehli ile cehennem ehli arasındaki konuşmaları anlatırken
gerekli hükümleri vermiştir.' Kimse kalkıp bu gibi deyyuzlarm ardından gidemez.
"Suçlulara; Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir? diye sorarlar. Onlar derler ki; Namaz kılanlardan
değildik. Düşkün kimseyi doyurmuyorduk." 317;
İman kalpte bulunur, İslamiyet ise aleni yaşanır. Müslüman da, müslümanlığını insanlara açık açık
gösteren bir kimsedir; Bu vesileyle insanlar müslümamn, farzları yerine getirdiğine, haramlardan
kaçındığına tanıklık ederler. Müslüman, insanların kendisine tanıklık etmesi için, cemaata gelir,
namazlarını cemaatle kılar. Böylece kendi hakkında düşünülecek şüpheleri ortadan kaldırır. İmam
Ahmet b. Hanbel, sihhatli ve özürsüz her insanın cemaatle namaz kılmasının farz olduğunu
söylemiştir. Diğer mezhep imamları ise, ya farzı kifaye ya da sünneti müekkede olduğunu
vurgulamışlardır.
Şeyhin Mekke'de namaz kıldığını söyleyen kişiyi doğru söylüyor kabul etsek de islam, insanlar
hakkında bir yargıya varacağımız zaman onların islami hükümlere, Allah ve Resulüne ne derece
bağlı bulunduklarını göz önünde bulundurmamızı farz kılıyor. Bu konuyla alakalı olarak İmam Safi
(f.a) şöyle söylemektedir: Havada uçan, suda yürüyen bir insan gördüğünüz de onun doğruluğuna
hemen hüküm vermeyin. Önce böyle bir kimseyi, Allah Azze ve Celle'nin ölçülerine vurun.
Dini hükümlere tam anlamıyla uydukları için Allah Teala ilk müslümanlara olan nimetini
tamamlamıştır. Çünkü onlar, insanlar içerisinden çıkarılan en hayırlı bir topluluk olmakla birlikte
insanlara iyilikleri emrediyor, kötülüklerden sakındırıyor, namazları adaplarıyla kılıyorlar ve
dünyaya yön verip halkları idareleri altına alıyorlardı.
Bu gibi deccal şeyhler, kendilerini insanlar içerisinden çıkarılan en hayırlı insanlar olarak
gördükleri halde ortamı anarşi meydanlarına çevirirler. Toplumu yalan dolanla kırar geçirirler.
Farzları ve vacipleri altüst ederler. Vacipleri terkeden bir toplum ise asla ulvi makamlara eremez.
İbni Sayyad da bu deccallerden biriydi. Peygamber (s.a.v)'in döneminde Medine'de yaşıyordu.
Peygamber (s.a.v)'in yoluna çıkar göğsünü şişirirdi, öyle ki bedeni tüm yolu kaplayacak bir
duruma kadar geliyordu. Ama Allah Resulü ona yaklaştığında her şey dağılıyor yol açılıyordu. Sizin
bu deccal hakkındaki görüşünüz nedir? O da mı veli olduğunu İddia ederek, gövdesini şişirip
peygamberin yolunu kapatmak istiyor?
Vücut şişirmek ve tayy-ı mekan gibi halleri Allah'ın ilmine havale etmek gerekir. Bu tür konuların
Allah'ın rızasına uygun olduğunu gösterecek hiç bir delil görememekteyiz. İbni Sayyad'ın
durumundan da anlaşıldığı gibi bu tür harikulade olaylar Allah'ın düşmanlarında da görülebilir.
Allah Teala üz. Ebu Bekir'in, Hz. Ömer'in, Hz. Osman'ın, Hz. Ali'nin, diğer önde gelen sahabelerin ve
evliyaların önde gelenlerinin velayetlerine, cismani harikalardan öte kerametler ihsan etmiştir.
Onlarda bu tür haller meydana geldiğinde bu hal, onlarla Rabbi arasında meydana gelen bir
sırdan ibarettir. Diğerlerinden tamamen ayrı bir durumdur. Cisimlerin uzamasını ve bir anda
mesafelerce uzaklığı katetmeyi, bazı insanlar inkar ederken bir kısmı 'da bunun sırrına sebepler
arar dururlar. Ancak hiç bir alim Allah'ın seçkin dostlarına bu gibi hallerin Allah tarafından ihsan
edilen bir velilik eseri- olduğunu söylememiştir.
Cinlerin hizmet yaptığı kimseleri, bir anda bir yerden uzak bir mesafeye taşıması olayına gelecek
olursak, bu Süleyman (a.s)'a nasip olmuş özel bir durumdur. O Rabb'ine şöyle duada bulunmuştu.
"Süleyman; Rabb'im! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık
ver." 318
Allah Subhanehu ve Teala da O'nun bu duasına icabet etmişti. Hz. Süleyman (s.a)'dan sonra hiç
kimse aynı şeye layık olmamıştır.
İneğe tapan Hintliler, kendilerini yeme-içmeden keserek, şehvetlerden uzak durarak, bedenlerine
acı ve ızdırap çektirmek suretiyle gerçekten harikulade bir takım hallere girebiliyorlar. Şimdi
bunlara Allah'ın sevgili velilerinden diyebilir miyiz?
Biz insanların, aldatmalara kapılmamalarını tavsiye ediyoruz. Bunlar istidraç 319 suretiyle insanlar
arasında fitneye sebep olmaktadırlar. Dolayısıyla insanların Allah'ın emirlerini yerine getirmelerine
engel oluyorlar. İşte bu, en büyük bir beladır. Seyyidi-miz Allah Resulü ve sahabeler evliya olarak
bizlere yeter de artar bile. Onlar, birer hidayet rehberidirler. Sende onların yollarına uy! Hamd
alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. 320

Cünüpken Gusletmenin Hikmeti

Soru

Cinsel ili§kiye girdikten sonra güslün farziyeîi hakkında arkadaşlarımdan biriyle münakaşa ettim.
Hanımıyla cinsel ilişkiye girdikten sonra, bedenini yıkamanın hikmetini kavrayamadığını ve bu gibi
hallerde sadece tenasül uzvunu yıkamakla iktifa ettiğini söyleyince hayrete düştüm. Bu konuda
onu ikna etmeye çalıştım ama o ikna olmadı. Sizin bir açıklama yapmanızı rica f ediyorum. 321

Cevap

Cinsel ilişkiden sonra gusletmek farzdır. Bu, Kitap, sünnet ve icma ile de sabit olmuştur.
Kitap'tan deliller:
"...eğer cünüpseniz yıkanıp temizlenin..." 322
"Ey İnsanlar! Sarhoşken, ne dedeğinizi bilene kadar, cünüpken, -yolcu olanlar müstesna-
gusledene kadar namaza yaklaşmayın. 323
Bu konuda sünnetten de bir çok deliller vardır ki, şahinliği üzerinde ittifak edilmiştir.
Tüm mezhepler ve her asırdaki müslüman alimler, cinsel ilişkiden sonra güslün farziyeti üzerinde
icma etmişlerdir. Bu hüküm, İslam dininde bilinmesi zaruri olan hükümlerdendir. Kim inkar ederse
dinden çıkar. Müslüman olarak adlandırılamaz. Ancak yeni İslama girmiş olanlar ve islamın
hükümlerinden habersiz olup çok uzakta yaşayan insanların inkar etmesi bu hükmün dışındadır.
Cinsel ilişki sırasında vücudunun ufak bir kısmı kirlendiği halde tüm bedenin yıkanmasında ne gibi
hikmetlerin olabileceğine gelecek olursak, bunu şu bir kaç misalle açıklamak gerekir;
Doktor hastayı muayene ettikten sonra ona ilaç tavsiye eder ve der ki; bundan yemeklerden önce
bir kaşık, şundan yemeklerden sonra iki kaşık ve şundan da belli saatlerde birer ikişer tane
atacaksın. Kalkıpta hasta doktara 'bu iliçtan niçin bir kaşık da diğerinden iki kaşık içiyorum?'
gibisinden hikmetini sorması acaba ne derece doğru olabilir? Şayet doktor verdiği ilaçların
hikmetinden bahsetse, hastanın anlayış ve kapasitesi bu hikmetleri ne kadar anlayabilir? Ya da
doktor ilaçların bileşimlerini ve hastalığa uygun olup olmadığını anlatması hastanın herhangi bir
işine yarar mı?
İşte bir formül; aralarında temizlik ve guslünde bulunduğu ibadetlerin sırlarını öğrenmen
isteyenlere sunuyorum. İbadet, imam Gazali'nin de dediği gibi insanın kalbine devadır. Kalbi
Allah'a olan isyan, gurur ve gaflet hastalığından temizler, tedavi eder. Bu ruhi ilaçların sırlarını
Allah Teala'mn bilmesi muhakkak ki daha yerindedir. Bizler sadece Allah Teala'mn sunduğu
ilaçlardan faydalanırız. Mü'min bir kişinin de Allah Teala'mn bizlere sunduğu ilaçlardan mutlaka
bir fayda ve yarar olacağını düşünmesi bilmesi yeterlidir.
"...Allah düzeltenden bozanı ayırtetmesini bilendir," 324
" Yaratan bilmez olur mu? O, Latiftir, haberdardır." 325
Sırrım bilmeden yaptığımız daha nice ibadetler var ki zaman tekerleği döndükçe Allah'ın emir ve
yas aklar ındaki esrar perdeleri de birer birer ortaya çıkmış olacak.
Dinin aslı, ister bilsin ister bilmesin insanın, Allah'ın emir ve yasaklarına tam anlamıyla boyun
eğmesi ve nimetlerine karşı şükretmesidir. Kul kuldur, Rabb ise Rabbdır. Rabb emreder, kul ise
Rabbin emrini dinler ve ona itaat eder. İnsan Allah'ın emirlerine sadece aklının ikna olduğu
konularda itaat ediyorsa bu insan Allah'a değil de kendi aklına itaat ediyor demektir. O zaman
gitsin de aklına iman eden insanlar bulsun bakalım.
Tüm anlattıklarımızın yanında şunu söyleyebiliriz; cinsel ilişkiden sonra temizlenmek (gusul) bir
takım hikmetlere şamildir. Bunu her insaflı, düşünceli ve kültürlü insan bilir.
İbni Kayyımın, şeriat koyucunun sidikle meniyi ayırmasını ve sidikten dolayı guslü gerekli
görmediği halde meni aktıktan sonra gerekli görmesini tuhaf karşılayanlara karşı vermiş olduğu
cevabı gerçekten benim çok hoşuma gitti.
"İşte burada şeriatın büyüklüğü, insanlara olan rahmeti, hikmeti ve maslahatı gözler önüne çıkmış
oluyor. Meni, tüm bedenden süzülerek gelir. Bu nedenle Allah Teala meniye 'Sülale' adını vermiştir
yani bedenden akan sıvı manasınadır. Meninin çıkmasıyla bütün vücut bir etkileşim içerisine girer
oysa sidiğin akmasıyla böyle bir durum vaki olmaz. Aynı şekilde meniden sonra tüm vücudun
yıkanması hem beden hem kalp ve hem de ruh için çok faydalıdır. Beden, gusül sayesinde
korunur. Mesela meninin çıkmasıyla gevşeyen vücut, gusul ile birlikte tekrar aynı zindeliğine
kavuşur. Bu durum hislerle anlaşılabilir.
Cenabetlik de aynı şekilde vücutta bir ağırlık ve bir tembellik yapar. Gusul ise vücuda bir hafiflik ve
zindelik kazandırır. Bu sebeple Ebuzer Gıfari gusul aldıktan sonra şöyle demiştir. "Sanki
üzerimden bir yük attım."
Kısaca şunu söyleyebiliriz; her akıl sahibi ve düşünceli kişi, güslün faydalarını anlayabilir.
Cenabetlikten temizlenmenin, vücut ve kalp için gerekli olan tüm faydaları sağladığını bilir. İhtisas
sahibi doktorlar, cinsel ilişkiden sonra akan meniden dolayı yapılan guslün bir çok faydaları
olduğunu vücudun tekrar eski zindeliğine kavuştuğunu belirtmişlerdir. Beden ve ruh için gerekli
manevi faydaları sağladığını hastalıklardan vücudu emin kıldığını söylemişlerdir. Aynı zamanda
gusul yapmanın güzel bir davranış olduğunu akıl ve fıtrat da kabul eder, demişlerdir. Şunu da
söylemek gerekir; şeriat koyucu sidik aktıktan sonra da gusül almayı gerekli kılsaydı o zaman bu,
insanlara çok ağır ve zor gelecekti. Oysa bu durum Allah'ın hikmetine, merhametine ve ihsanına
aykırıdır. "
Gusletmek, bevletmek gibi çımanın tekrar tekrar meydana gelmemesinden dolayı öyle
katlanılmayacak bir mesele değildir. Güya gusletmek bir takım insanların cinsel isteklerini devamlı
yapmaya engel teşkil ediyormuş. Oysa cinsel temasda aşırılığa kaçmak hiç bir şüphe
götürmeyecek zararlar doğurur.
Mümin bir insan sadece şehveti için yaşamaz. Her şeyden önce Allah'ın kendisine bildirdiği
buyruklar doğrultusunda yaşaması gerektiğini bilir. Her işte muhakkak Allah'ın hakkını ilgilendiren
taraflar vardır. Cinsel ilişkiyi yerine getirmek suretiyle, kişi hem kendisinin hakkını hem de eşinin
hakkını yerine getirmiş olur. Geriye kalan gusul de Allah'ın hakkıdır. Bu minvalden hareketle
temizliğin, kaçınılması mümkün olmayan tabii sebeplere bağlanması Allah Teala'nın
hikmetlerindendir. Mesela, tuvalette iken ön ve arkadan pisliklerin çıkması ve cima anında çıkan
pislikler gibi. Dolayısıyla tekerrür eden bu pislikler insanı temizliğe sevk eder.
Sözümü Maide Suresi'nde Allah Teala'nm temizlikle ilgili aye-tiyle noktalamak istiyorum
" ...Allah sizi zorlamak istemez. Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki
şükredesiniz" 326

Kilisede Namaz Kılmak

Soru

Diyelim ki; Avrupa ülkelerinde bulunurken namazını kiliseden başka bir yerde kılma imkanı
bulamayan bir
müslümamn kilisedeki namazı caiz midir? 327

Cevap

Peygamber (s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır; "Bana daha önce hiç kimseye
verilmeyen beş şey verildi. Sonra dört şeyi zikretti ve beşincisinde de şunları söyledi; Yeryüzü
bana mescit ve temiz kılındı. Ümmetimden her kime namaz nerede ulaşırsa orada namaz kılsın."
(Cabir'den rivayet edilmiş, Buhari ve Müslim) Demekki Peygamber (s.a.v) yeryüzünü bir mescit
olarak kabul etmiştir. Onu müslümanların secde edebilecekleri ve namazlarını kılabilecekleri bir
yer olarak görmüştür. Kilisede de namaz kılmak caizdir. Ama bu gibi yerlerden korku şüphesiyle
uzak durmak daha evladır. Şayet namazını kiliseden başka eda edebilecek bir yer bulamadığı
taktirde namazını orada kılabilir. Tüm yeryüzü Allah'a aittir ve tüm yeryüzü müslümanlar için birer
mescittir.
Hz. Ömer'e kilisede namaz kılınması söylendiğinde neredeyse namaz kılacaktı. Namazı kılmadı.
Kılmamasının sebebini de şu şekilde açıkladı Hayır, ben burada namaz kılmayacağım. Şayet
kılarsam benden sonra gelen müslümanlar, Ömer burda namaz kıldı diyerek burasını mescide
çevirebilirler. Hz. Ömer'in orada namaz kılmamasımn sebebi kilise olduğu için değildir tabi,
sadece ilerde orasının bir mescid haline getirilmesinden duyduğu endişeden dolayıdır.
En doğruyu bilen Allah Teala'dır. 328

Sabah Namazlarında Kunut Duasını Okumak

Soru

Sabah namazı kılarken bir kişinin kunut duasını unutarak okumamasının hükmü nedir? Aleyhinde
olabilecek şeyler nelerdir? 329

Cevap

Sabah namazında kunut duasının okunması meselesi fıkıh alimlerince ihtilaflı olan konulardandır.
Bir kısmı kunut duasının sünnet olduğunu ve bir kısmı da sünnet olmadığını savunur. Peygamber
(s.a.v)'in sabah namazlarında kunut duası okuduğuna dair bir çok rivayetler vardır. Ancak rivayet
edilen bazı hadisler, müşrikler müslümanlara eziyet ettiklerinde onlara beddua etmek ve onların
eziyetlerine maruz kalan güçsüz müslümanlara dua etmek için .Peygamber (s.a.v)'in sabah
namazında kunut okuduğunu belirtmektedirler. Yani müslümanların başlarına herhangi bir felaket
geldiğinde kıraatin sesli okunduğu namazlarda kunut duaları okumaları, başlarındaki felaketi
bertaraf etmesi, sıkıntıları hafifletmesi darlıktan genişliğe çıkarması için yalvarıp yakarmaları
sünnet ve meşrudur.
Bu nedenle Peygamber (s.a.v) aynı şeyleri yapmıştır. İrnam Şafii sabah namazlarında devamlı
Kunut okumanın sünnet olduğu görüşündedir. Bu gibi hususlar kesin hüküm ifade etmezler. Bir
kimse Kunut'u terkedecek olsa da günahkar olmaz. Nakledildiğine göre İmam Şafii, Bağdat'a
gittiğinde Bağdat'ın imamı Ebu Hanife'nin hatırasına hürmeten sabah namazında Kunut
okumamıştı. Bu da, Kunut hükmü hakkında genişlik ve kolaylık olduğunu gösterir. 330

Namazda Fatihayı Okurken Besmelenin Açıktan Okunup Okunamayacağı Üzerindeki İhtilaf

Soru

Ben şuanda bir mescitte imamlık görevini yapmaktayım ve şafii mezhebindenim. Mezhebimin
gereği olarak, kıraatin sesli okunduğu namazlarda besmeleyi sesli okuyorum. Aynı şekilde
mezhebim gereği sabah namazının ikinci rek'atından sonra kunut duasını okuyorum. Benim
arkamda namaz kılanların çoğunluğu Hanbeli oldukları için doğal olarak bu şekilde namaz
kıldırmamamı yadırgıyorlar ve itiraz ediyorlar.
Mescitte namaz kılanların çoğunluk oluşturması sebebiyle mezhebimi terkedip başka bir
mezhebe geçmem caiz olur mu? Ya da ben onların imamları olduğum için onların mı bana
uymaları gerekir? 331

Cevap

Burada konuyla alakalı delillerin anlatılmasını gereksiz görüyorum. Soruda değindiğiniz konularda
Hanbeli mezhebinin görüşlerini tercih ettiğimi belirterek derim ki; bu gibi içtihadi meselelerde
şiddetli tartışmalara girmek gereksizdir. Çünkü mesele ih-tilafidir, caizlik ve efdaliyetlik esasına
dayanır. Dolayısıyla bu gibi konularda her kesin kendine göre delilleri vardır.
İmam Şafi'den (r.a) Bağdat'ı ziyaret ettiği zaman, o beldenin imamı Ebu Hanife (r.a) ve talebelerine
hürmeten, sabah namazlarında konut duası okumayı bıraktığı rivayet edilmiştir. Bu; büyük zatların
-ölüye dahi- ne kadar saygılı olduklarının bir göstergesidir, aynı zamanda bu davranış, muhaliflerin
birbirlerinin görüşlerine ne kadar müsemahalı baktıklarının bir göstergesi olmuştur.
Yalnızca kendi mezhebinin görüşlerine taassub derecesinde bağlı olanlara gelince; onların bu
taassubları, gerçek ilim ehlinin davranışı olmaktan gayet uzaktır. Bu tür davranışlar ve hareketler
cahil, bilgisiz ve edepsiz insanların davranış biçimi olmaktan Öteye gitmez. Büyük alimlerin,
muhaliflerinin görüşlerine saygı göstermeyenleri ayıplamaları ve onları yargılamaları -özellikle de
Hanbeli mezhebine mensup olanların- şaşılacak bir konu olmasa gerekir.
Hanbeli mezhebinden olan Allame İbni Cevzi 'Sırrı Masun' adlı kitabında şunları söylemiştir îlme
mensup olan bir cemaat gördüm ki bunlar avamın yaptığı türden davranışlar yapıyorlardı. Bir
hanbeli, Safi mescidinde namaz kıldığında, şafiiler ona taassupla bakıyorlar. Bir safi de hanbeli
mescidin de namaz kılarken besmeleyi açıktan açığa okuduğunda hanbeliler taassupcu bir
davranış sergilerlerdi. Bu mesele içtihadı bir meseledir. Bu tür konularda taassupculuk yapmak,
ilmin yasakladığı nefsani güdülerden kaynaklanır.
Allame İbn-i Cevzi 'Gayetü'l-Münteha' adlı eserin şerhinde de şunları söylemektedir İçtihadı
meseleleri inkar edip kabul etmeyenler müçtehitlerin konumlarını bilmeyen ve onların bir meseleyi
aydınlatmak için ne kadar gayret sarfettiklerinden ve uykusuz geçirdikleri vakitlerinden habersiz
olanlardır. Hiç şüphesiz, onlar isabetli görüşler veya hatalı görüşler de belirtmiş olsalar ecirlerini
alacaklardır. Onlara uyanlar ise kurtulanlardan olacaklardır. Çünkü Allah Teala, onlarm vermiş
oldukları her hükmü, kendileri için meşru bir hüküm kılmış ve asli bir hüküm haline getirmiştir.
Mesela, leşi zaruri ihtiyaç sahibine helal kıldığı gibi aç olmayıp ihtiyacı olmayanlara ise helal
kılmamıştır. Bu iki hüküm her iki durumdaki insan için geçerli ve icma ile de sabit bir hüküm haline
gelmiştir. Hangi hüküm müçtehidin zannma galip gelirse onu, Allah Teala müçtehide ve onu takip
edenlere meşru kılmıştır. İbn-i Teymiyye'nin 'Fetavayı Mısrıyye'de şöyle dediği rivayet e-dilir. Birliğe
riayet etmek de haktır. Gerekli bir maslahat icabı, bazan besmele açıktan okunabilir. Bazan da
insanların kalplerini birbirine ısındırmak için efdal olan şeyler terkedilir. Mesela, Peygamber (s.a.v)
insanların nefretlerini celbetmemek için Kabe'yi yıktırıp İbrahim (a.s)'ın yapüği yere kadar
geterdikten sonra tekrar bina ettirme fikrinden vazgeçmiştir. Ahmet b. Hanbel ve aynı görüşte
olanların çokları, besmele ve vitir namazının yatsıyla birlikte kılınması meselesinde, maslahat
gereği olarak efdal olanı bırakıp caiz olanı tercih etmişlerdir. Amaçları da halkm arasında uyumu
sağlamak, sünneti ta'rif etmek veya buna benzer sebeplere riayet etmektir. Allah doğruyu bilendir.
Pegamber (s.a.v)'in Kabe'yi yıkmaktan vazgeçtiğine şu hadis-i şerif delalet etmektedir.
Peygamber (s.a.v) Hz. Aişe'ye demiştir; "Şayet senin kavmin cahiliye devrine yakın olmasaydı,
Kabe'yi (yıktırır) İbrahim'in temeli üzerinden (tekrar) inşa ederdim." (Buharı)
İbn-i Kayyım 'Zadü'l Mead' adlı eserinde kunuttan bahsederken şunları söylüyor; Felaketler veya
sair zamanlarda kunut duasmı okumayı mutlak surette inkar edip onu bidat sayanlar ile felaket
veya sair zamanlarda kunut duasını okumayı müstehap gören iki gurup vardır. İbn Kayyım ise
hadislerin de ışığı altında, kunut duasının felaketler sırasında okunması görüşündedir. Hadis
alimlerinin görüşleri bu doğrultudadır. Peygamber (s.a.v) ne zaman okumuşsa onlar da
okumuşlar Peygamber (s.a.v) ne zaman terketmişse onlar da terketmişler. Daha doğrusu, hem
yapmakta hem de terketmekte Peygamber (s.a.v)'e uymuşlar ve şöyle demişlerdir. Kunut duasını
okumak da sünnet, terketmek de. Buna rağmen hiç bir zaman kunut dualarını devamlı surette
okuyanları 'Niye okuyorsunuz?1 diye suçlamamı şiardır. Devamlı okumanın bidat olduğunu
söylememişlerdir. Devamlı okumayanların ise sünnete muhalif olduklarını iddia etmemişlerdir.
Aksine kim kunut duasını okursa güzel bir davranış yapmış olur kim de terkederse yine güzel bir
davranış yapmış olur.
Rükûdan kalkerken doğrulmak, namazın bir rüknüdür. Namazın bu rüknü, dua ve övgü mahallidir.
Peygamber (s.a.v) namazın bu bölümünde hem dua hem de senayı birlikte yapmıştır. Kunut ise,
hem duadır hem de övgü. Bu duayı burada okumak daha uygundur. İmamın cemaate bildirmek
için bazen kunutu sesli okumasında her hangi bir mahsur yoktur. Hz. Ömer de namaza giriş
duasını cemaate bildirmek için sesli okumuştur. İbni Abbas caneze namazında cemaate sünnet
olduğunu bildirmek için fatihayı sesli okumuştur. Aynı şekilde imamın fatihadan sonra amin
demesi de sünnettir.
Dolayısıyla bu, mubah olan bir ihtilaftır. Kunutu okuyan da terkeden de kınanamaz. Namazda
ellerin kaldırılıp kaldırılmaması, teşehhüt, ezan, kamet, hacc-i ifrat, temettü ve kıran da yukarıdaki
kunut misali ihtilaflı olan meselelerdendir. Amacımız sadece Allah Resulünün yolunda yürümektir.
Yönelişimiz O'nadır. Bizim amacımız bu kitapta caiz olanla olmayanı birbirinden ayırtetnıek
değildir. Sadece Peygamberin yolunu bulmak ve bu yolda yürümektir. Çünkü O, doğru yol
bakımından en ekmel en faziletli bir insandır. Biz de kalkıp 'Peygamber (s.a.v) sabah namazında
kunut duasını devamlı okumazdı veya besmeleyi cehri olarak söylemezdi ' dersek bu, sabah
namazında devamlı kunut duasını veya besmeleyi cehri olarak okumanın mekruh olduğunu ya da
bid'at olduğunu söylemek değildir. Lakin Allah Resulü'nün yolu en ekmel en üstün bir yoldur.
(Zadü'l-Mead cilt 1 saife 144)
Burada şunu da belirtmekte yarar var; bir kişi, imamın arkasında ona uyduğu müddetçe imamın
yaptığı bir şey kendi mezhebine göre namazı veya abdesti bozuyorsa imamın mezhebine göre
yaptığı amel caiz olduktan sonra onun ardında namaz kılmasında herhangi bir mahsur yoktur.
Şeyhül İslam İmam İbni Teymiyye şöyle söylemektedir:
"Müslümanlar, birbirlerinin ardında namaz kılmalarının caiz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Sahabe, tabiin ve tebei tabiinde aynı davranışı sergilemiştir. Yani bir birleri ardında namaz
kılmışlardır. Bunu inkar eden kişi bidat ehli, sapık, kitaba, sünnete ve icma-i ümmete muhalif
demektir.
Sahabeden, tabiinden ve tebei tabiinden besmeleyi okuyanlar da vardı okumayanlar da. Ama
buna rağmen yine de onlar biribir-leri ardında namaz kılarlardı. Aynı şekilde, Ebu Hanife ve
arkadaşları ile şafii ve arkadaşları ne sesli ne de cehri besmeleyi çekmeyen Maliki mezhebine
mensup Medine ehlinin arkasında namaz kılardı. Mesela İmam Ebu Yusuf hacamat yaptırmış
olan Maliki Harun Reşit'in arkasında namaz kılmıştır. İmam Malik hacamat yaptırmanın abdesti
bozmadığına fetva vermişti. Bu nedenle İmam Ebu Yusuf hacamat yaptırmış olan Harun Reşit'in
ardında namaz kılmış ve namazını da tekrar iade etmemiştir.
Ahmet b. Hanbel, hacamat yaptırdıktan ve burnundan kan akdıktan sonra abdest alırdı.
Kendisinden 'kan aktığı halde ab-dest almayan bir imamın arkasında namaz kılınır mı?1
denildiğinde şu cevabı vermiştir; Said b. Müseyyeb ve İmam Malik'in arkasında namaz kılmaz
mısınız? Bu meselede iki durum söz konusudur.
1) imama uyan kişi imamda kendisinin namazını bozacak bir şey görüp de namazını kılmaya
devam ederse, bu namazı selef alimlerinin, dört mezheb imamının ve diğer alimlerin ittifakına
göre geçerlidir. Bu mesele de hiç bir ihtilaf söz konusu değildir.
2) İmama uyan kişi, imamın bir kadına şehvetle dokunduğunu veya kendi zekerini ellediğini veya
hacamat yaptırdığını veya kustuğunu veya kendi mezhebine göre abdesti bozacak bir dav-ranışda
bulunduğunu kesin olarak bildiği bir durumda ne olur? İşte asıl ihtilaf burada ortaya çıkıyor. Bu
durumda imama uyan kişinin namazı sahih olur. Alimlerin çoğunluğunun görüşü de bu
doğrultudadır. İmam Şafii ve Ebu Hanife'den nakledilen görüş- ler aynı şekildedir. İmam Ahmet b.
Hanbel de aynı görüştedir. Doğru olan da budur. "
Bu açıklamalardan sonra, sorunun sahibi imam kardeşimize şunları söyleyebiliriz; "Arkanda
namaz kılan insanların çoğunun Hanbeli olması sebebi ile besmeleyi açıktan okumayı bir kunut
duası yapmayı bırakman seni mezhebinden çıkarmaz. Böyle yapmanda bir günah yoktur."
Hanbeli mezhebine mensup olan cemaate de şunları söyle mek isterim; Bu iki konuda veya başka
konularda size muhalif olan bir imama uymanızda her hangi bir mahzur yoktur.
Hanbeli İmamlardan özellikle İbni Cevzi, İbni Teymiyye ve İbni Kayyım gibi akla ve sadra şifa
olabilecek bilgiler nakledilmiştir. Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. 332

Korku Namazı

Korku namazı ve kılınışı hakkında aydınlatıcı bilgiler vermenizi rica ediyorum. 333

Cevap

Korku namazı Kur'an'ı Kerim'in iki yerinde geçmektedir.


"Namazlara ve orta namazlara devam edin; gönülden boyun eğerek Allah için namaza durun. Eğer
kor-karsanız, yaya yahut binekte iken kılın, güvene erişince, bilmediklerinizi öğrettiği gibi Allah'ı
anın." 334
Namazlara erkanıyla, rukularıyla, secdeleriyle, kıblesiyle, şartlarıyla ve tüm nitelikleriyle birlikte
devam etmek farzdır. Ancak korku namazlarında farz değildir. Korkunun şiddetlendiği zamanlarda
namazların erkanlarını tam manasıyla yerine getirmek farz değildir. Mesela savaş durumunda,
düşmanların müslü-manlara saldıracakları anlarda, müslümanlar saf bağlamış düşmana karşı
savaşırlarken ya da savaşın kızıştığı anlarda ya da diller tutulup da kılıçların konuştuğu anlarda
müslümanlar namaz kılma yükümlülüğünden kurtulurlar mı? hayır kurtulamazlar. Namaz borcu
hiç bir zaman onların boynundan düşmez. Yapabilecekleri kılabilecekleri şekillerde namazlarını
kılmaya çalışırlar. İster yürüyerek ister binek sırtında, nasıl olursa olsun.
"Eğer korkarsanız, yaya yahut binekte iken kılın."
Yani nasıl kılabiliyorsanız imkanınız hangi ölçülerde kılmaya el veriyorsa o şekilde kılınız. Şayet
düşmanla karşı karşıya çarpışıyorsanız ima ile yani başınızla işaret ederek yahut kaşlarınızı
hareket ettirerek kılınız. Şayet gücünüz namazın fiil ve sözlerini dilinizle yapmaya yetiyorsa o
şekilde yapın. Onu da yapamıyorsanız kalbinizle kılmaya çalışın ama hiç bir zaman namazlarınızı
terketmeyin. Bazı namazları birleştirerek de kılabilirsiniz. Mesela, Öğlenle ikindiyi, akşamla yatsıyı
öne (takdim) veya geriye (tehir) almak suretiyle kılabilirsiniz. Fakat iki namazdan fazlasını bir
arada kılmak ve öğle ile ikindi, akşam ile yatsı dışındaki namazları cem etmek caiz değildir. Bu
anlattıklarımızın hepsi de korkunun şiddetlendiği anlar için geçerlidir.
Burada diğer bir namaz türü daha var ki, bu da korkunun daha az olduğu zamanlarda, cemaatle
namaz kılmaya, müslümanların birliğine ve namazın cemaatle kılınmasının önemine ehemmiyet
verdikleri için savaş meydanındaki cemaatin bir tek imamın arkasında namaz kılmalarıdır. Bu,
nisa suresinde şu şekilde geçmektedir.
"Ey Muhammedi Sen içlerinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle beraber
namaza dursun ve silahlarını da alsınlar; secdeyi yaptıktan sonra arkanıza geçsinler; kılmayan
öbür kısmı gelsin, seninle beraber kılsınlar, tedbirli olsunlar, silahlarını alsınlar. Kafirler, size
ansızın bir baskın vermek için, silah ve eşyanızdan ayrılmış bulunmanızı dilerler. Yağmurdan zarar
görecekseniz veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanıza engel yoktur, fakat dikkatli olun. Allah
kafirlere şüphesiz ağır bir azap hazırlamıştır." 335
Kur'an'ı Kerim korku namazının ne şekilde kılınacağını açıklamış oldu; cemaatle namaz kılmaya
verilen önemden ötürü bir cemaat imamla birlikte namaz kılacak, diğerleri de düşmanı kollayacak.
İmam namazın yarısını tamamlayınca beraber kıldığı cemaat diğerleriyle yer değiştirecekler ve
(imam) bir rek'at da onlarla birlikte kılacak. Sonra da kendi başlarına namazın diğer kalan kısmını
tamamlayacaklar. Burada asıl önemli olan şey; savaş anında da olsa müslümanların namazlarını
cemaatle kılmaya Önem verdiklerini göstermek ve namazı terketmemeleri gerektiğini belirtmektir.
Çünkü namaz, engellenebilecek bir ibadet değildir.
Aslında namaz, savaş ve korku anındaki kişilere cesaret ve güç verir. Onların azmini artırır. Bu
moral ve cesaret sayesinde düşman karşısında korkusuzca savaşabilir. Hiç bir sarsıntı ve
duraksama göstermez. Yüce dağlar gibi düşmanın karşısında dimdik durur.
İşte korku namazı. Buradan önemli iki ibret verici konu çıkarabiliriz.
Birincisi;
Hangi durumda olursa olsun namazın kılınmasına verilen aşın hırs ve önem.
İkincisi;
Cemaatle namaz kılmaya verilen önem ve müslümanların birliğine göseterilen ehemmiyet. İslam,
savaş durumunda savaşçıların iki gruba ayrılıp bir kısmının imamla namaza durmalarını bir
kısmının da savaş alanında düşmanı kollayıp onlarla göğüs göğüse çarpışmayı mubah
görmüştür. Tüm bunlar tek bir imamın arkasında cemaatle namaz kılmak ve aynı zamanda
islamm şiarı haline gelen 'Cemaat1 anlayışını yerleştirebilmek içindir.
Ruk'u edenlerle birlikte siz de ruk'u edin.' 336

Fecir Vaktinden Önce Ezanın Okunması

Soru

Fecr-i Sadık girmeden bir veya yarım saat önce müezzinin ezan okurken 'Essalatü hayrun
minennevm (Namaz uykudan hayırlıdır)' ibaresini söylemesi caiz midir? Aynı zamanda ezan
okunur okunmaz sabah namazının sünnetini kılmak ve ardından da farzını eda etmek caiz olur
mu? 337

Cevap

Ezanda asıl olan bir vaktin girdiğini bildirmektir. Müezzinin ezan okuyabilmesi için ilk önce bu
vaktin girmesi gerekir. Yani vaktinden önce ezan okumak caiz değildir. Çünkü vaktinden önce
okunursa asıl maksadının dışına çıkarılmış olur. Yalnız sabah ezanı bu hükümden istisna
tutulmuştur. Sabah namazında vakit girmeden önce ezan okunması caizdir. Hz. Bilal de aynı
şekilde yapmıştır. Bu konuda Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: Bilal geceleyin ezan
okuyor. (Oruç için sahura kalktığınız zaman) ibn-i Ümmü Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyiniz,
içiniz." Dolayısıyla Allah Resulü onlara, Bilal ezan okuyunca yemeyi içmeyi mubah görmüş taki
İbn-i Ümmü Mektum ezan okuyuncaya kadar. İbn-i Mektum fecr-i sadıkm girmesinden sonra ezan
okuyordu. Bu hadis, Buhari ve Müslim'de geçmektedir. Fecir, haddi zatmda uyku zamanına denk
gelir. Bu vakitte ise insanlar uykudadır. Onları vaktinden önce uyarmak gerekir ki sanurlarını
yapsınlar veya uykularından uyanıp namazlarına hazırlansınlar. Ama diğer namazların ezan
vakitleri sabah namazının vaktine benzemez. Sair zamanlarda insanlar zaten uyanıktırlar.
Vaktinden önce sabah ezan okunmaz ama bunu adet haline getirmiş müezzinler varsa yani ezan
okuduğunda köy veya mahalle halkı müezzinin ezanı vaktinden önce okuduğunu anlayabiliyor-
larsa dolayısıyla ona göre hazırlıklarını yaparlar. Lakin müezzin ezanı vaktinde okumayı adet
edinen biriyse ahali ezanın vaktinde okunduğunu anlar ve hemen abdestini alır ilk önce sünnetini
sonra da farzını eda eder. Nitekim Hz. Bilal de sabah namazını vaktinden önce okuyor İbn-i Ümmü
Mektum ise vaktinde okuyordu. Ahali, Bilal'ın sesini duyduğunda ezanın vaktinden önce
okunduğunu İbn-i Ümmü Mektum'un sesini duyduklarında vaktinde okunduğunu anlıyordu.
Dolayısıyla vaktinde okunan bir ezandan sonra namazın ilk önce sünneıini sonra da farzını eda
etmek helaldir. Ama sahih vaktin girmesinden önce namazın sünnet ve farzının kılınması ise caiz
olmaz.
Fecir vaktinin girmesinden önce birinci ezanda sünnet olan; 'Essalatü hayrun minennevm'
dememektir. Çünkü bu ibare birinci ezanı ikici ezandan ayırır. Şayet insanlar ezan okuyan kişinin
sesinden ezanı vaktinden önce okuduğunu anlayabiliyorlarsa veya vaktinde okuduğunu bildikleri
bir imam ise o zaman ' Essalatü hayrun minennevm ' demek meşru olur. Bu şartlar dahilinde
alimler, birinci ezanın vaktinden önce okunmasını caiz görmüşlerdir. Allah en doğruyu bilendir.
338

Sargı Üzerine Mesh Ederek Abdest Almak

Soru

Yaralı parmağının üzerinde sargı bulunan bir kimse sargıyı açtığı taktirde parmağındaki yaranın
azacağı korkusuyla açmadan üzerine abdest alması caiz midir? 339

Cevap

Şayet bu sargı tibbi bir maksatla konmuş ise bunun fıkıh isti-lahındaki karşılığı 'Cebire'dir. Kırık
veya yara üzerine konulan sargı üzerine meshederek abdest almak caizdir. Bazı alimler sargınm
yara temiz iken sarılmasını şart koşarlarken bazıları da bu şartı getirmiyorlar. Aslında böyle bir
konuda kolaylığın sağlanması gerekir. Sargı sarılacağı zaman uzvun daha önceden temizlenmesi
gibi şartlara gerek kalmamalı. Sadece sarılan kısmın meshedilmesi yeterli görülmelidir. Allah
kullarına şefkatli ve merhametlidir. 340

Güneş Ve Ay Tutulması Esnasında Kılınan Namazların Hikmeti

Soru

Eski bir inanç olarak, güneş ve ay tutulmasının Allah Tea-la'nın insanlara, küfür ve isyanlarından
dolayı bir gazabı olarak değerlendirilirdi. Oysa bugün ilerleyen ilim sayesinde güneş ve ay
tutulmasının tabi birer doğal olaylar olduğu ortaya çıktı. Bunlar da med-cezir olayları gibi doğal ve
tabii olaylardır.
Benim sormak istediğim; islam'ın güneş ve ay tutulması sırasında meşru kılmış olduğu namazın
hikmeti hakkındadır, islam düşmanları bunu İslama saldırmak için kullanıyorlar. Bu namazın halk
arasında yaygın olan bazı eski hurafelere dayanılarak meşru kılınmış olduğunu iddia ediyorlar.
Şayet bu namaz kılındığı taktirde gökyüzünün insanlara olan gazabının kalkacağına inanıyorlardı.
Bununla birlikte Astronomi bilginleri güneş ve ayın ne zaman tutulacağını? nerelerin bundan
etkileneceğini ve tutulma süresini önceden bilmektedirler.
Bu konuyu yayınlayabilmek için yazılı olarak cevaplamanızı rica ediyorum. Öyle ki, aklında şüphe
bulunan ikna olabilsin başkasını şüpheye düşüren ise susturulabilsin. 341

Cevap

Güneş ve ay tutulması sırasında kılınan namaz hakkında Kur'an'ı Kerim'de her hangi bir ayet
bulunmamaktadır. Ancak Allah Resulü (s.a.v)'nün bu konuda sözleri ve fiili sünnetleri mevcuttur.
Böyle bir olay hicretin onuncu senesinde meydana gelmiş ve Allah Resulü (s.a.v) ashabıyla birlikte
namaz kılmış ve namazları güneş tekrar açılıncaya kadar da sürmüştür. Sahih riva- yellerin hiç
birinde bu namazın Allah'ın insanlara olan gazabını kaldırmak için kılındığına dair bir ibare
geçmemektedir. Hele insanlar bölük bölük Allah'ın dinine girdikten ve İslamiyet arap
yarımadasının her köşe bucağına yayıldıktan sonra Allah'ın ga- zabınm insanlara gelmesi nasıl
düşünülebilir? Şayet güneş tutulması Allah'ın gazabının bir neticesi olsa idi bu olayın Mekke
döneminde olması beklenirdi. Peygamber ve onun sahabeleri Mekke'de türlü türlü azap ve
işkenlere maruz kalıyorlardı, haksız yere mallarından mülklerinden, evlerinden barklarından
ediliyorlardı da onlar sadece 'Bizim Rabbimiz Allahtır' demekle yetiniyorlardı.
Asrı Saadet döneminde yaşayan insanlar, güneş ve ay tutulmasını, yeryüzünde Ölen büyük bir
insanın hüznünü tabiatın paylaşması olarat niteliyorlardı. Garip bir tesadüf olarak güneş tutulması
Peygamber (s.a.v)'in Maria'dan olan oğlu İbrahim'in vefatı sırasında meydana gelmiş ve bunun
Üzerine insanlar şöyle demişlerdi; Güneş İbrahim'in ölümünden yani ona hüzünlendiği için tutuldu.
Ama Allah Resulü bu batıl ve saçma söz karşısında susamazdı ve susmadı da. Her ne kadar bu
olayda kendisinin mucizelerine mucize ekleniyor görünse de yine de susmadı. Çünkü Allah teala
batılı yenmek için peşinden daima hakkı getirir. İmam Ahmet ve Taberani, Semure bin Cündüp'ten
rivayet ettiklerine göre, Peygamber (s.a.v) güneş tutulduğu gün hutbede şunları söylemişti.
İnsanlar güneşin ve ayın tutulmasını yıldızların bulundukları yerden kaymalarını, yeryüzünde ölen
büyük bir insanın kaybından dolayı meydana geldiğini iddia ediyorlar. Onlar yalan söylüyorlar.
Onlar Allah'ın birer ayetleridir ve kulların onlardan İbret alması gerekir. (Mecmau'z-Zevaid, cilt, 2,
Saife 210)
Buhari, Muğire b. Şube'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir; "İbrahim vefat ettiği gün güneş tutulması
meydana geldi. Bunun üzerine şöyle dediler; İbrahim'in ölümünden dolayı güneş tutuldu. Derhal
Allah Resulü de şu cevabı verdi; "Güneş ve ay Allah'ın birer ayetleridir. Hiç kimsenin ölümünden
veya doğumundan dolayı tutulmazlar. Siz onları tutulduğu an gördüğünüzde Allah'a dua edin ve
tekrar açılıncaya kadar namaz kılın."
Buharinin Hz. Ebubekir'den merfu olarak rivayet etmiş olduğu hadislerde de şöyle geçmektedir.
"Hiç kimsenin ölümünden dolayı güneş ve ay tutulmaz, dedikten sonra şöyle demiştir; yalnız Allah
Teala bunlarla kullarını korkutur." Ancak Buhari, rivayet ettiği bu ziyadelik hakkında şunları
söylemiştir. Hadis imamlarından bir çoğu, daha güvenilir ve ravi sayısı daha fazla olan ra-vilerin
ihtilaf ettikleri bu tür rivayetleri kabul etmemişlerdir. Hadislerde rivayet edilen fazlalıkları şaz
olarak nitelemişler ve sahih hadislerden çıkarmışlardır.
İnsanları şüpheye düşürenler; Allah bunlarla kullarını korkutuyor veya Güneş ve ay tekrar
açılıncaya kadar Allah'a duada bulunup namaz kılın gibi sözleri alarak şöyle söylemişler; Niçin
Allah kullarını korkutuyor? Niçin duada bulunulup namaz kılınıyor? halbu ki bunlar birer tabiat
olaylarıdır.
Evet, bunlar gerçekte birer tabiat olaylarıdır. Yerleri, zamanları ve kaideleri ne bir an ileri alınabilir
ne de bir an geri bırakılabilirler. Allah'ın kanunlarına uygun olarak meydana gelir ler. Tabiat olayları
hiç bir zaman ilahi iradenin ve kudretin dışında vuku bulamaz. Kainatta meydana gelen bütün
olaylar ve hadiseler, Allah Teala'nm iradesi ve kudreti altında gerçekleşir. Kainatta meydana gelen
bu tür olaylar kalplerin Allah'ın büyüklüğünü, kudretini ve hakimiyetinin kapsayıcılığım anlaması
gerekir. Dolayısıyla kalpler O'nun büyüklüğüne boyun eğmeli, diller dua etmeli, boyunlar tevazuyla
eğilmeli ve alınlar secdeden kalkmamalıdır.
Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen bir çok hadislerde bir müslümanm tabiat olaylarını gördüğü
zaman ne tür dualar okuyacağı rivayat edilmiştir.
a) Sabahlarken veya akşamlarken söylenecek dualar.
Tirmizi Ebu Hureyre'nin Pegamber (s.a.v)'den şunları rivayet ettiğini bildirmiştir; Peygamber
ashabına sabahladıkları zaman söyle demelerini öğretmiştir;
"Allahumme bike ve esbahna bike emseyna ve nehya ve bike nemutu ve ileyke'n-nuşuru."
(Yani, Ey Allah'ım! Seninle sabahladık ve Seninle akşamlarız, Seninle yaşarız ve Seninle ölürüz.)
Akşamladıklarında ise şu duada bulunmalarını onlara öğretmiştir;
"Allahumme bike emsayne ve bike asbahne" (Ey Allah'ım seninle akşamladım ve seninle
sabahlarım) (Tirmizi bu hadisin sahih ve hasen olduğunu söylemiştir,)
Müslim, İbn-i Mesut'tan rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir; Allah Resulü (s.a.v) akşam olunca
şöyle söylerdi:
"Emseyna ve emsal mülkü lillah, lailahe illallahu vahdehu vela şerike leh, lehul mulku ve lehül
hamd ve huve ala külli şey'in kadir.
Rabbi es'eluke hayrun ma fi hazihil leyleti ve hayrun ma badehu. Euzu bike min şerri hazihil leyleti
ve §erri ma badehu. Rabbi Euzu bike minel keşli ve suil kibri, Rabbi euzu bike min azabin fin nari
ve azabin fil kabri
(Biz ve mülk Allah İçin akşamladık. Hamd Allah'a aittir. Bir olan Allah'tan başka ilah yoktur ve
O'nun şeriki de bulunmaz. Mülk ve sonsuz övgüler ancak O'-nadır. O; her şeye kadirdir. Ya Rabbi!
gecede bulunanlardan ve sonrasından hayrı nasip et. Gecenin içinde ve sonrasında bulunan
serden Sana sığınırım. Rabbim! Tembellikten ve çirkin kibirden Sana sığınırım. Rabbim!
Cehennemdeki azaptan ve kabirdeki azaptan yine Sana sığınırım.)
Sabah olunca da şunları söylerdi;
"Asbahna ve asbaha mülkü lillah."
(Biz ve Allah'ın mülkü sabahladık)
b) Rüzgar estiğinde ve bulutlar göründüğünde söylenecek dualar.
Müslim'de geçen bir hadisde Hz. Aişe (r.anha) şöyle buyurmuşlardır: Peygamber (s.a.v) rüzgar
estiğinde şöyle söylerdi;
"Allahumme eseluke hayrahe ve hayre ma fiha ve hayre ma erselle bihi ve euzu bike min şerriha
ve şerri ma fiha ve şerri ma erselle bihi."
(Ey Allah'ım! rüzgarın, onun içinde bulunanlarının ve onunla birlikte gönderdiğin şeyin hayırlısını
bize nasip et. Rüzgarın şerrinden, içinde bulundurduğu serden ve onunla gönderdiğin serden Sana
sığınırım.)
Yine Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir; Peygamber (s.a.v) bir bulut gördüğünde namazda olsa bile
yaptığı işi bırakır ve şöyle
söylerdi;
"Alahumme inni euzu bike min şerriha." (Allah'ım! Onda bulunan serden Sana sığınırım)
Şayet yağmur yağarsa; "Allahumme sayyiben hanien."
(Allah'ım sağnak ve bereketli olsun) (Ebu Davut, Nesei, İbni Mace ve Ebu Avane de bu hadisi
rivayet etmişlerdir)
c) Hilal göründüğünde okunacak dualar;
İbn-i Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir;
"Allah'u Ekber, Allahumme ehellehu aleyna bil emni vel iy-mani, ves-Selameti vel-hlami vet-tevfiygi
Uma îuhibbuhu ve tarda"
(Allahu Ekber, Allah'ım bu ayı güvenlik ve emin bir şekilde üzerimizden geçir, selamet ve ıslah
içinde ü-zerimizden geçir, sevdiğin ve razı olduğun işleri başarmış olarak Üzerimizden geçir.)
(Darimi, Tirmizi Talha'dan daha kısa bir şekilde ve İbni Mace rivayet etmiştir.)
Ayrıca yatarken, uyanırken, yemek yerken veya bir şey içerken, doyma anında yıkanırken, elbise
giyerken, bir bineğe binerken, yolculuğa çıkarken veya yolculuktan dönerken ve daha buna benzer
şeyler için yapılan dualar vardır ki bunlar için müstakil bir eser yazılmıştır. (Mesela, 'Amelül-yevm
vel-Leyl' Nesei ve İbn-i Sena'ya ait. 'Ezkar' Neveviye ait. Elkelim vet-Tayyib İbn-i Teymiyye'ye ait. El-
vabil El-Sayyib, İbn-i Kayyım'a ait. Tuhfetu zakirin Şevkaniye ait. Daha buna benzer bir çok eser
vardır)
Bu dua ve zikirlerin maksadı şudur; Kişinin kalbinin her zaman Allah Teala ile irtibatlı olmasını
sağlamak. Karşılaştığı her yeni olayı açık kalple duyarlılıkla ve canlı bir şuurla karşılamasını
sağlamaktır. Daha doğrusu her zaman tekrarlanan sabahlama ve akşamlamanın da hadiselerle ve
her an tekrarlanabilen yeme ve içme olaylarını bilinçli bir şekilde yapmasını sağmaktır.
Mü'min bir insan etrafında meydana gelen olayları diğer insanlardan farklı bir gözle görür. Normal
insanlar bu tür olayları sadece baş gözüyle görür. Bu olaylar bir kaç kez tekrarlandığı zaman artık
onlara karşı bir ülfet yani alışkanlık duyarlar ve hiç bir duyarlılıkları da kalmaz. Mü'min bir insana
gelince o, meydana gelen her olayı kalp gözüyle ve basiretiyle görür. Olayların gerisinde ilahi bir
sanatın varlığından haberdardır. Onları çekip çeviren ilahi bir gözün varlığının bilincindedir. Hamd
ve teşbih eder. Allahu ekber, Lailahe illallah der. Duada bulunur. Tavazu ile Rabbin büyüklüğü
karşısında başı eğilir.
Abdullah İbn-i Zübeyr şöyle rivayet etmiştir; "Peygamber (s.a.v) gök gürlemesini duyduğunda
konuşmasını kesti ve şöyle dedi;
"Subhanellezi yusebbihur-Ra'du bi hamdihi ve'l Melaiketu bin Hafiyyetihi."
(Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ı gök gürlemesi hamd ile ve Melekler de onun
korkusundan teşbih ederler.)
Bir mü'minin alışılagelen günlük olaylar karşısındaki tutumu bu olmalıyken ancak bir kaç senede
bir meydana gelen güneş ve ay tutulması karşısındaki tutumu ne olmalıdır dersiniz?
Mü'min bir insan olaylar karşısında ya da Allah'ın ayetleri karşısında diğer basit ve gaflet
çukurunda bulunan insanların düştükleri gaflet ve dalalet içinde bulunamaz. Her gün ve her ay
meydana gelen olaylar için dua ve niyazda bulunmak yeterlidir. Yalnız güneş ve ay tutulması gibi
çok ender rastlanan olaylar için dua ve niyazdan daha fazla birşeyler yapmak gerekir ki işte o da;
namazdır. Sonra kalbi diri olan insanlar her zaman Allah'dan gelebilecek felaketler karşısında
korku içerisindedirler. Gördükleri ve karşılaştıkları her olayın arkasında insanların bilmedikleri
ancak Allah Teala'nın bilebildiği bir olay olabileceği düşüncesini taşırlar. Allah'ın irade ve kudretine
güç yetirilemez. Süphan olan Allah bir şeyin olmasını diledimi; ol der ve o şey de hemen oluverir.
İmam İbn-i Dakiki el'İd şöyle demiştir; Belki bazı kimseler Astronomi uzmanlarının söyledikleri
hesaplarla 'Güneş ve ay tutulmasıyla Allah Teala insanları korkutuyor' hadisinin çeliştiğini
düşünebilirler. Bu tür düşünceler yersizdir. Çünkü Allah Teala bazı fiilleri bizim alışageldiğimiz
tabiat olaylarına bağladığı gibi bazılarım da bağlamayabilir. O'nun kudreti her sebebe hakimdir.
Olaylar arasında gördüğümüz sebeplerle sonuçlar arasında bağlantıları kesebilir. Bu gerçek
ortaya çıktığına göre Allah'a inanan insanlar, O'nun doğal olaylar karşısında genel kudretine i-
nandıkları için, Harikulade olaylar karşısında da korkuya kapılırlar. Yalnız bunların hiç biri
alışılagelen bazı olayların meydana gelmesine de engel değildir. Allah istedimi harkulade olaylar
da yaratma gücüne sahiptir. (Hafız İbn-i Hacer, Ftthü'l Bari)
Güneş ve ay tutulması mü'min bir insanı kedisine yöneltir. Onlara kıyamet saatini ve bir gün bu
dünyanın yok olup gideceğini hatırlatır. Yakini bir vahiy yoluyla sabit olmuştur ki; Bu alemin bir gün
bağları çözülecek düzeni bozulacaktır. Gökyüzü parça parça olacak, yıldızlar uçuşacak, güneş
dürülecek, dağlar yürütülecek, yeryüzü sallanacak ve içindekilerini dışarıya atacak, her şey
değişecek, yer başka bir yere gök de başka bir göğe çevrilecektir. İnsanlar, güçlü olan bir Allah'ın
huzuruna çıkarılacaklardır.
Güneş ve ayda alemdeki diğer şeyler gibi ebedi değillerdir. Onlar da Allah Teala'nın dediği gibi belli
bir vakte kadar yörüngelerinde döner dururlar. Evet, belli bir vakte kadar ki, bu vakti ancak Allah
Teala bilir. Mü'min bir insan bunların farkında ve şuurundadır, gafil olamaz. Bir olay karşısında -
güneş ve ay tutulması gibi- hemen kalbi yarını hatırlar, gelecekte kendisini ne- le-rin beklediğini
düşünür. Özellikle de şu ayetleri hatırladığında.
"...kıyamet saatinin kopuşu bir göz kırpması kadar veya daha çabuk bir zaman içerisinde olur. "
342
Belki de bunun sırrı, sahabenin güneş tutulması hakkında rivayet ettikleri hadislerde gizlidir.
Peygamber (s.a.v), kendisinin bildirdiği kıyamet saatinin belirtileri, alametleri ve şartları henüz
gözükmediği halde sanki kıyamet kopmuş gibi korkarak ayağa kalkmıştır. Bazı alimler bu
rivayetten kuşku duymuşlar. Ama peygamber (s.a.v)'in bu davranışını, ümmetine her halükarda
kıyamet saatim akıllarında bulundurmak düşüncesiyle yaptığına yormak da mümkündür. Özellikle
de gün be gün kıyametin belirtileri göründüğü şu zamanımızdaki insanlara hatırlatmak amacı da
güdülmüş olabilir.
Güneş tutulması Hz. Osman zamanında da meydana gelmiştir. Bunun üzerini Hz. Osman
insanlara namaz kıldırmış sonra da dönüp evine gitmiştir. Abdullah b. Mes'ut Hz.
Aişe'ninhücresine bir kaç sahabeyle birlikte gelip oturmuş ve şöyle demiştir. Güneş ve Ay
tutulması esnasında Allah Resulü (s.a.v) namaz kılmamızı emrederdi. Ay ve güneş tutulması
isabet ettiğinde korku içinde namaza koşun. Şayet bunların tutulmasıyla kendisinden çekindiğiniz
şey (Kıyamet) gelmişse hiç değilse siz gaflette olmadığınız bir zamanda gelmiş olur. Şayet
korktuğunuz şey değilse siz bundan hayır elde etmiş olursunuz
ve sevap kazanırsınız. (Ahmet b. Hanbel, Ebu Ya'H, Taberani)
Tüm bunlardan sonra İslamın ay ve güneş tutulması sırasında namaz kılmayı ve dua okumayı
meşru sayması Allah'ın insanlara verdiği bir gazabın neticesi olduğunu ve namazın da bu gazabın
kaldırılmasını sağlayan bir etmen olduğunu çıkarmak gerekmez. Belki bazı alimler ay ve güneş
tutulmasını bu şekilde yorumlamış olabilirler ancak bu onların zamanlarında ulaşabildikleri ilmi
seviyeden kaynaklanmaktadır.Yalnız şu varki, alimlerin anlayışları ve olayları yorumlayışları
-özellikle de bu gibi meselelerde- dinde delil teşkil etmez. Din Allah'ın kitabından Resulünün
bildirdiklerinden ibarettir. Bunların dışında kalanlar ise Kİtab'a ve sünnet'e uyuyorsa alınır
uymuyorsa terkedilir.
Tabiat olaylarına ve riyazata vakıf olamamış onları idrak edememiş alimlerin karşısında Gazali
gibi bir dahiyi görmekteyiz. Gazali, bu kısır görüşlü insanların hatalarını ortaya çıkarmakta ve
gayet açık. bilgiler vermektedir. Gazali, TE1-Mungız mine'd-Dalal' adlı ecrinde felsefecilerden ve
onların ilim nevilerinden -ki matematik de bu ilimlerdendir- ve bu ilimlerin insanın kişilik ve fikir
düşüncelerinde meydana getirdiği etmenlerden, te'sirleden bahsederken şunları söylemektedir;
İkinci afet, islam dininde samimi fakat cahil insanlardan kaynaklanmıştır. Bu gibi kimseler islam
dinine en büyük iyiliği bütün felsefi ilimleri inkar etmekle yapabileceklerini düşünürler. Felsefenin
bütün ilimlerini inkar edip kendilerinin de bu konuları bilemeyeceklerini iddia etmişlerdir. Hatta
felsefecilerin ay ve güneş tutulması hakkındaki görüşlerini de reddetmişlerdir. Onların bu
konudaki görüşlerini dine aykırı olarak telakki etmişlerdir. Bu cahil insanların iddiaları kesin ve
açık delillerle hareket edenlerin kulağına geldiğinde şüpheye kapılmazlar. Ama islamın cehalet ve
bilgisizlik üzerine kurulduğunu düşünürler. Dolayısıyla felsefeye olan sevgileri artar İslama karşı
da daima nefretle bakarlar. Bu ilimleri İnkar etmekle İslama yardım ettiklerini sananlar büyük bir
cinayet işlemişlerdir, islam dini olumlu ya da olumsuz bu ilimlere saldırmamıştır. Bu ilimlerin hiç
birinde İslama saldırı bulunmaz. Peygamber (s.a.v) hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar; Güneş ve
ay Allah'ın iki ayetidir. Ne bir kimsenin ölümü ne de bir kimsenin dünyaya gelmesinden dolayı
tutulmazlar. Ay ve güneşin tutulduğunu gördüğünüzde hemen korkuyla Allah'a dua edip namaz
kılın. Bu hadiste güneş ve aym hareket ettiklerini bir araya geldiklerini ve belli noktalarda birbirinin
karşısına düştüklerinden haber veren astronomi ilmini inkar eden her hangi bir şey
bulunmamaktadır.
Ancak, peygamber (sav)'in yukardaki hadisin devamı olarak söylediği iddia edilen şu söze gelince:
"Allah bir şeye tecelli ederse o şey Allah'a boyun eğer. Sahih kaynaklarda bu tür bir rivayete
rastlanmamıştır."
Şayet zayıf hadislerden deliller çıkarılacak olsaydı, Tabera-ni'nin ' El-Kebir ' adlı kitabında
Semure'den rivayet ettiği şu hadisi de söylemek gerekirdi." Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştu;
Güneş ve ay hiç bir kimsenin ölümü ve sizin bahsettiğiniz şey için tutulmaz. Ancak bunlar Allah'ın
ayetlerindendir." Beyhaki'nin de dediği gibi bu hadiste zayıf bir ravi vardır. Dolayısıyla itimat
edilmez. Zayıf da olsa bu sözler, önceki dönemlerde yaşamış müslü- manların fikirlerini dile
getirmektedir, bu sebeple, bu tür rivayetler kaydedilmişlerdir.
Burada Önemli olan nokta; Resulullah (sav)'den, ay ve güneş tutulmasının, Allah'ın koyduğu
kanunlar çerçevesinde, tabii olarak meydana geliyor olması dışında bir şeyin rivayet edilmediğidir.
Tevfik Allah'tandır. 343

İki Namazı Birleştirerek Kılmak

Soru

Her hangi bir sebepten dolayı Öğlenden akşama kadar devam eden bir toplantı veya oturumdan
dolayı öğlen namazıyla ikindi namazını bir arada kılmak caiz midir? 344

Cevap

Hanbeli mezhebine mensup fıkıhcılar, öğlen namazı ile ikindi namazının, akşam namazıyla da
yatsı namazının her hangi bir özür gerekçesiyle birleştirilmesine cevaz vermişlerdir. Aslında bu
büyük bir kolaylıktır. Peygamber (s.a.v)'in herhangi bir özür -mesela, yolculuk ve şiddetli bir
yağmur- olmadan iki namazı ce-mettiği görülmüştür. İbn-i Abbas'a bunun sebebi sorulduğunda;
Ümmetine bir zorluk olmaması için, diye cevap vermiştir. (Bu hadis
Sahihi Müslim'de geçmektedir)
Tüm namazları vaktinde kılmak zor olduğunda iki namazı bir arada cem ederek kılmak
mümkündür. Ancak kişi bunu her iki günde bir ya da sık sık çıktığı bir takım iş münasebetleri
sebebiyle devamlı yaparak alışkanlık haline getirmemelidir.
Namazları cemetmek çok nadir olması halinde caiz olur. İnsanların karşılaşmış oldukları
zorlukları kaldırmak amacını taşır.
Mesela, trafik polisinin nöbeti akşam namazından başlayıp yatsının sonuna kadar devam
edecekse, o zaman bu polis ister cem-i takdim ister cem-i te'hir yapsın iki namazını birleştirerek
kılabilir.
Aynı durum doktorun gireceği acil bir ameliyat için de geçerlidir. O da ister cem-i takdim ve ister
cem-i te'hir yaparak namazını kılabilir. Tüm bunlar islamın müslümanlara kolaylık olsun ve
onlardan zorluklan kaldırsın diye koymuş olduğu şer'i hükümlerdir. Her hangi bir sebeple
toplantıya veya oturuma katılmaya gelince, bunun namaz için bir özür oluşturacağını
görmüyorum. İnsanlar bu tür yerlerde namaz için fırsat bulabilirler. İster kadın olsun ister erkek
hiç kimsenin namazı hafife almaya hakkı yoktur. Hafif görmek namaz ve namazın eda edilmesiyle
alakalı olan şeyler için caiz ve geçerli değildir. Aksine namaz kılan kimselerin kendilerini diğer
insanlara güzel bir örnek olarak göstermeleri gerekir. Böylece insanlar namazı öğrenebilirler.
Çünkü namaz, Allah Teala'nın açıktan açığa yapılmasını istediği bir şiardır. Aynı zamanda namaza
gereken ta'zimi de gösterilmelidir.
"...kişinin Allah'ın nişanelerine hürmet göstermesi, kalplerin Allah'a karşı gelmekten
sakınmasındandır." 345
Bir çok islam ülkesinde ihtifaller ve törenler Allah'ın hukukunu gözetmeksizin, namazlarını
vaktinde eda etmeye büyük bir Özen gösteren mü'minlerin vicdanları göz önününe alınmadan
namaz vakitlerini çiğneyici bir tarzda hazırlanmaktadır.
Bu ihtifallere katılan müslümanlar şayet tek vücut halinde namazlarını kılmak için kalksalar, o
zaman ihtifallerden sorumlu olanlar düzenleme yaparken namaz vakitlerini de hesaba
katacaklardır.
Tüm bunlara rağmen yine de insan namazları vaktinde kılma zorluğu çekiyorsa dediğimiz gibi iki
namazını birleştirerek kılabilir. 346

Akşam Namazından Önce Kılınan İki Rekatlık Namaz

Soru

Bir takım insanların akşam ezanını müteakip farzını kılmadan önce iki rek'at namaz kılıyorlar. Bu
iki rekat namazın hükmü nedir? Tahiyyat-ı mescit namazı mı yoksa akşam namazının sünneti mi?
347

Cevap

Akşam namazının farzından önce kılman müekket sünnet yoktur. Sünnet-i Müekket olanlar İbn-i
Ömer ve diğer sahabelerin Peygamber (s.a.v)'den rivayet ettikleri on rekattır; Sabah namazından
Önce İki rek'at, Öğlen namazından önce ve sonra iki rek'at, akşam namazından sonra iki rek'at ve
yatsı namazından sonra iki rek'attır. (Buhari ve Müslim bu konuda ittifak etmişlerdir)
Peygamberimiz (s.a.v) beraberinde vitir namazı da olmak üzere bu namazları devamlı olarak
kıldıkları için bu namazlar sünnet-i müekkededir. Bazı hadislerde Peygamber (s.a.v)'in öğleden
önce dört rek'at namaz kıldığı rivayet edilmiştir. Müslüman olan bir kimsenin sünnetleri devamlı
olarak kılması ve terketmemesi gerekir. Çünkü bu namazlar farz namazlarının tamamlayıcısı
olarak sayılırlar. Sünnet namazları farz namazlarda meydana gelen eksiklikleri tamamlamak ve
kıyamet gününde Allah'ın huzurunda farzlardaki eksiklikler için bir gerekçe olarak kullanılabilir.
Peygamber (s.a.v)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir. Her iki ezan arasında namaz vardır. (Ahmet
b. H&nbet, Buharı ve Müslim) İki ezandan kasıt; ezanla kamet arası.
Öyleyse ezandan sonra kametten önce iki rek'at namazın kılınması meşrudur ve müstehaptır. Bazı
kimselerin akşamdan önce iki rek'at namaz kılmalarında ise her hangi bir mahsur yoktur. Şayet
imam ezandan sonra hiç ara vermeden direkt olarak namaza geçerse akşam namazının farzı,
tahıyyat-ı mescit namazının yerine geçer.
Tahiyyat-ı mescit namazı müslümanlardan istenmemiştir. Ancak bir kişi mescide girdiğinde şayet
kametten önce vakit bu-labiliyorsa iki rek'at namaz kılabilir. Yani mescitte oturmanın yerine bu
namazı kılar. Mescide girdiğinde imamın namaz kıldırdığını görmüş ise o da imamla birlikte
namaza durmalıdır. İşte o zaman kıldığı bu farz namazı tahıyyet-i mescit namazınm yerine geçer.
Soruda geçen bu iki rek'atlı namaz mescide ilk girip namaza duran kişi için tahiyyet-i mescit
namazı hükmünde olur. Ama mescitte belli bir süre oturduktan sonra namaza kalkan kişi için ise
nafile hükmünde olur.
İmamın her zaman bu iki rek'atlık namazı kılmaya kendini zorlamaması gerekir. Zaman zaman
terkedip zaman zaman da kılması daha uygundur. İnsanların, müstehap olan namazları sünnet-i
müekkede imiş gibi kabul etmelerinden korkulduğu için devamlı olarak kılmaları meşru değildir.
Özellikle de cemaatin kendisine uyduğu imamlar için bu hüküm geçerledir.
Muhakkik alimler, imamın müstehap namazları sık sık ter-ketmesi gerektiğini söylemişlerdir.
Çünkü cemaat zamanla bu namazları vacipmiş gibi algılayabilir. Hatta bazı muhakkik alimler bu
amaçla müekket sünnetlerin terkedilmesini de caiz görmüşlerdir. İmam Malik cuma günleri sabah
namazlarının sünnetinde secde suresinin zaman zaman terkedilmesini söylemiştir (secde suresi
Peygamberimiz (s.a.v)'den rivayet edilmiş bir sünnettir.) Böylece insanlar bu sünneti vacip
mahiyetinde anlamayacaklardır.
Bazı bölgelerde insanların; Cuma günü sabah namazlarında secde suresini okumayı farz olarak
telakki ettiklerini gözlemledim
Hatta bir takım kimseler bu konu hakkında şunları söylüyorlar; Cuma günü sabah namazında üç
secdeli bir rek'at namaz vardır. Cuma günü secde ayetinden dolayı tilavet secdesinin mutlak
surette yapılmasını şart koşarlar, bu secdesiz kılınacak namazın geçersiz olacağı
görüşündedirler.
Bu nedenle İmam Malik ve diğer imamlar, cemaate namaz kıldıran imamın bazı müstehapları
bazen terketmelerinin müste-hap olacağını söylemişlerdir. Böylece insanlar gerçek hükümleri
bilmiş olacaklardır. Aynı zamanda farz niyetinde görmemeleri için bazı sünnet-i müekkedelerin de
terkedilmesi gerektiğini hatta bunun da mütehap olduğunu söylemişlerdir.
Namaz kılan cemaatin çoğu iş meşgalelerinden dolayı akşam namazının farzından önce iki rek'at
namaz kılmayı istemedikleri taktirde imam cemaate aykırı hareket edemez. Şayet çoğunluk
tersine kılmak isterse yine imam onların isteklerine göre hareket etmek zorundadır. Çünkü
azınlığın çoğunluğa uyması gereklidir. Muhaliflerle istekliler arasında meydana gelen bu tür
çekişmelerin mescitlerde adet halini alabilecek bir davranış olarak yapılmaması gerekir. Çünkü
mescit bu tür çekişmelerin yeri değildir. Camiler, insanların birbirleriyle tanışması, kalplerin
birbirlerine ısındırılması ve insanların birbirlerine sevdirilmesi için inşa edilmiş yerlerdir. İşte
İslam'ın cemaatle namaz kılmayı meşru kılmasının en büyük sebeplerinden biri de budur. 348

Farz Namazlarıyla Yetinmek

Soru

Sünnetleri kılmadan sadece farz namazlarıyla yetinsek bu caiz olur mu? 349

Cevap

Beş vakit namaz tüm müslümanlara farzdır. Ancak burada bir de Peygamber (s.a.v)'in devamlı
olarak yaptığı sünnetler var ki bunlara sünnet-i müekkede denir. Tüm müslümanların bu sünnetleri
tertipli olarak kılmaları meşru kılınmıştır.
Müslümanların şu sayacağımız sebeplerden ötürü sünnetlere büyük ihtimam göstermeleri
gerekir.
a) Bu sebeplerden bir tanesi de şudur; sünnetler kişiyi Allah'a yaklaştırır. Allah nazarında onun
manevi azıklarını daha da artırır. İnsan bankalarda yatan malını ve servetini çoğaltmayı düşünür
de niçin Allah katında değer ifade edecek olan iyiliklerini artırmayı düşünmez? Aslında bu insana
fayda verecek tek kalıcı şeydir.
" ...Allah'a temiz bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün..."
350
Kudsi bir hadiste şöyle denilmektedir. Kulum bana, farz ibadetleri yaparak yakınlaştığı gibi, hiçbir
şeyle yaklaşamaz. Eğer nafile ibadetleride yapıyorsa yakınlaşmaya devam eder. Neticede benim
sevgimi kazanır. Ben bir kulu sevince de artık onun işitenkulağı, gören gözü, tutan eli olurum.
(Buhari)
b) Diğer bir yönden, kişinin sünnetlerden yüz çevirmesiyle Allah Resulü (s.a.v)'nün sevgisinden
yüz çevirme şüphesi doğar. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Ey insanlar! And olsun ki sizin için Allah'a ve ahi-ret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok
anan kimseler için Allah Resulü ne güzel örnektir." 351
Allah Resulü (s.a.v)'nü seven kişi O'na tabii olur ve onun sünnetini yaşatmaya çalışır. Madem ki O
(s.a.v) sünnetlere devam etmiş bizim de devam etmemiz ve yaşatmamız gerekir.
c) Burada şunu da belirtmekte yarar var; sünnetler, eksiklik ve kusur bulunan farz namazlarının
yerine geçebilir. Bütün farz namazları huşuyla, adap ve erkanlarına uyarak eda edebileceğini kim
iddia edebilir? Olabilir ki, zihni başka bir yere takılır, kalbi başka şeylerle meşgul olur, vücudu
namaza tam manasıyla adapte olmaz. Belki de namazları rükünleriyle eda edemeyebilir.
Kıyamet gününde insanın hesaba çekileceği ilk şey namazdır. İlk önce farz namazlarına bakılır.
Şayet farz namazlarını tam eda etmişse bırakılır yoksa sünnetlere bakılır onda da eksiklikler varsa
bu sefer nafile namazlara bakılır. Farz namazlarından eksik olanlar bu sünnet ve nafile
namazlarıyla tamamlanır. Öyleyse nafile namazlarını kılmak, farzlardaki eksiklikleri ve
noksanlıkları gidermeye yardımcıdır.
Şunu da belirtelim ki, bir müslüman rükünlerini adaplarını ve şartlarını tam manasıyla yerine
getirdiği müddetçe farz namazlarıyla yetinmesinde her hangi bir kusur ve günah olmaz.
Peygamber (s.a.v); sadece farz namazlara ne bir ekleme, ne de bir noksanlık yapmaksızın
kılacağım söyleyen adam için, "Eğer sözünde durursa, felah bulur" veya "Eğer söylediklerini
yaparsa cennete girer" demiştir. Bir başka rivayette ise şöyle buyurmuştur: "Cennet ehlinden
birine bakmaktan hoşlanan kişi bu adama baksın." 352

Namazda Huşuyu Terketmek

Soru

Namazda huşu içinde olmanın hükmü nedir? Namaz hususuzkıîınsa bozulur mu? 353

Cevap

Namazda huşunun bulunmaması değişik şekillerde ortaya Çıkar:


Huşunun olmaması, bazen namaz kılan kimsenin, namazda çeşitli hareketler yapmasıyla;
vücudunu kaşımasıyla,saatine bakmasıyla, etrafına bakışlarıyla, takkesiyle veya sarığıyla oyna-
masıyla yani sanki namazda değilmiş gibi davranmasıyla anlaşılabilir. Bu durumu pek çok
insanda görebiliriz. Bu ve benzeri pekçok hareketler, abes şeylerdir ve namazı bozarlar. Gönlünü
ve fikrini Allah'a yönelten, namaza gerekli değeri veren ve namazın kıymetini hisseden bir
müslümandan bu tür davranışlar yapması düşünülemez.
Ancak; huşunun olmaması, bir anlık küçük bir hareket, akıldan geçen bazı şeyler veya kalbini tam
anlamıyla namaza adepte edememek şeklinde ortaya çıkıyorsa bu namazı bozmaz fakat namazın
ruhundan uzaklaştırır. Gerçekte namazın ruhu ancak huşu ile yakalanır. Allah Teala şöyle
buyurmuştur:
"Mü'minler saadete ermişlerdir. Onlar namazlarında huşu içerisindedirler. 354
Huşu iki türlüdür; Kalp hususu ve organların hususu,
Kalp hususu; Allah'ın gözetiminin üzerinde olduğunu ve azametini kalbinde hissetmek. Kur'an'm
manalarını düşünmek, namaz içinde okuduğu bir takım duaların manalarını düşünmek; tekbirin
manası, teşbihin manası, "semiallahu limen hamide" duasının manası gibi. Bu duaları aklına
getirecek ve okuduğu a-yetlerin manalarını bilecektir. İşte o zaman Allah Teala'nin huzurunda
olduğunun farkına varır. Bu namaz, kişiyi laubalilikten ve boş hareketlerden engeller. Selef
alimlerinden Hatem-i Esama'ya sorulmuş; Namazını nasıl eda ediyorsun O da şu karşılığı vermiş;
"Gerçek şekliyle tekbiri alırım, usulüne uygun olarak ayetleri okurum, huşu ile rukuya giderim,
tevazu ile secdeye kapanırım, cenneti sağımda cehennemi de solumdaymış gibi hissederim, sırat
köprüsünü ayaklarımın altında, Ka'be'yi karşımda ölüm meleğini kafamın üzerinde düşünürüm,
günahlarımın beni çepe çevre sardığını, Allah Teala'nm gözetiminin üzerimde olduğunu
düşünürüm. Kıldığım namazın son namaz olduğunu kabul eder elimden geldiğince ihlaslı olmaya
çalışırım. En sonunda da selam verir namazımı tamamlarım. Artık bundan sonra Allah Teala
namazımı kabul mu eder yoksa; "Şu namaz kılanın namazını yüzüne vurun" mu der bilemiyorum."
Dünyanın bütün problemlerini kafasında tutup, kendini bu şeylerle meşgul ederek namaza durmak
bir müslümana yakışmaz.
Tüm bunlara rağmen yine de müslümanın elinde olmayarak kafasına ve aklına takılan bir takım
şeyler olabilir. Bu tür şüpheleri aklından uzaklaştırmaya ve kendisini huşuya hazırlayan bir yerde
durmaya çalışmalıdır. Duaların manalarını düşünmeli,mümkün olduğu kadar fikrini tek bir yere
adapte etmelidir. Bunların dışındaki şeyler için ise Allah'dan bağışlanma diler. İşte Kalp hususu
budur.
Organların hususuna gelince; bunlar da kalp hususunu tamamlar. Kalpteki huşuyu ortaya çıkarır.
Bir hadisi şerifte şöyle geçmektedir. "Eğer bunun kalbi huşulu olursa organları da huşulu
Olur." (Tirmizi)
Namazda organların huşu içerisinde olmasından maksat; tilki gibi sağı solu gözlememek,
çocuklar gibi laubali hareketlerde bulunmamak ve huşuya halel getirecek hareketler işlememektir.
Laubali hareketler namazın ruhunu altüst eder. Allah'ın karşısında tevazu ile durmak gerekir. İşte
namaz esnasında istenenler bunlardan ibarettir. 355

İçki İçen Kişinin Namaz Kılması

Soru

İçki içtiği halde namaz kılan bir insan hakkındaki görüşünüz nedir? 356

Cevap

Bu, gerçekten çok üzücü bir durum. Allah Teala'nın meşru kıldığı gerçek namaz insanı
hayasızlıklardan ve fenalıklardan alıkor. Allah Teala Resulü (s.a.v)'e şöyle hitabeder.
"... namaz kıl; muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıklardan alıkor; Allah'ı anmak ne büyük bir
şeydir! Allah yaptıklarınızı bilir" 357
İçki, hiç şüphesiz en büyük hayasızlıklardan biridir. Çünkü içinde akla, sıhhate, mala ve şahsiyete
zarar veren etmenler bulunmaktadır. Bunun da üstünde topluma ve aileye büyük zararları
dokunur.
İnsan bir de zayıf imanlı, ahiret inancı kısır ve dini anlayışı düşük ise şeytanın iğvasına kapılır ve
içki içer. Bunlarla beraber içki, cumhur fukuha nazarında pistir, necistir. İçkiden kaynaklanan
sarhoşluk ise, kişiyi namaz kılmaktan alıkor. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! sarhoşken ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın" 358
Sarhoşluktan uyandıktan sonra, elbisesi veya vücudu üzerinde bulunan içki izlerini siler de abdest
alıp namaz kılarsa dileriz ki, haddi zatında namazı kabul edilsin. Belki onun kıldığı namazı bir gün
bu kötülüklerden ve fenalıklardan kendisini engelleyecektir.
Namaz kişiye farz olan bir yükümlülüktür. İçki ise işlenen günahların en büyüklerindendir. Birincisi,
salih bir amel iken ikincisi kötü ve çirkin bir ameldir.
Allah suphanehu ve Teala, insanı yaptığı kötü ve güzel amellerle hesaba çekecektir. Her ameli,
zerre miktarınca noksanlığın bulunmadığı tartılarla ölçülür.
Yaptığı iyilikleri kendisi için lehte ve kötülükleri ise aleyhte olarak kullanılır.
"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür" 359
İçki içen birisine içki içtiği için namazını terketmelisin diyemeyiz. İçki içtiği halde namaz kılan bir
kişinin bu işi terketmesi ve tüm kötülüklerden uzak durması ümidi daha fazladır.
Şayet şöyle bir soru sorsan; İçki içtiği halde namaz kılmayan bir insan mı yoksa içki içtiği halde
namaz kılan bir insan mı daha üstündür? Ben de bu soruya şu cevabı veririm; Tabiki içki içtiği
halde namaz kılan insan diğerinden daha hayırlıdır. Çünkü böyle bir kimsenin iyiliklerde bulunması
umulabilir. Her ne kadar gerçek namazı kılmaktan ve Allah'ın vasıflarını bildirdiği müminler gibi
namazında olmaktan uzak kalsa da.
"Namazlarına riayet ederler" 360
Dilini Allah'ın zikriyle süsleyip geceye erişen kişi ile, kötülüklerin anası olan içkiden ağzı kokmuş
bir vaziyette sızan kişi arasında büyük fark vardır. Bu ikinci kişi aklını ve şuurunu kaybeder.
Oysa bu ikisi arasında binlerce derece fark vardır. 361

Hayızlı Kadının Dokunduğu Su

Soru

Hayızh kadının dokunduğu su ile abdest almak caiz midir? 362

Cevap

Şunu bilmek gerekir ki, hayızh kadının bedeni, dokunduğu her şeyi şüpheli duruma düşüren maddi
bir necaset (kir) taşımaz. Hayır. Burada Necaset "hükmi"dir. İslam fıkhı; hayızdan temizlenmenin,
büyük bir temizleyici olan "Gusül" ile gerçekleşeceğini hükme bağlamıştır. Hayızh kadının
vücuduna, eline, ağzına ve tüljrüğüne gelince; Bunlar necis ve pisletici özellikte değildir. Eski
kadınlar bu tür zanlara kapılırlardı. Hatta Peygamber (s.a.v) Hz. Aişe'den seccadeyi vermesini
istediğinde Hz. Aişe hayızh olduğunu söylemiş bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v) de; "Senin
hayzın elinde değil ya!" (Buhari) Bunun manası; hayızh olan bir kadmın elinin necis olmadığı
anlamındadır. Elini suya değdirse de su pislenmez. Hayızh kadının dokunduğu su temizdir.
Cenabetli olan kişi de aynı şekildedir. Cenabetlinin de vücudu necasetli değildir. Ebu Hureyre
cenabetli olanların necis olabileceğini düşünmüş ve Peygamber (s.a.v)'le karşılaştığında hemen
O'ndan uzaklaşmıştır. Peygamber (s.a.v) bunun sebebini
sorduğunda şöyle cevap vermiştir; O zaman cünüptüm. Allah Resulü (s.a.v)'de; "Suphanallah,
mü'min necis olmaz ki" diye buyurmuşlardır. (Buhari ve Müslim) Buradan hareketle diyebiliriz ki;
hayızh ve cünüplü olan kişinin necasetliği hükmidir, cismi değil. 363

İmama Uyan Kışının Saffın Gerisinde Tek Başına Namaz Kılması

Soru

Aşağıda size soracağım soru hakkında arkadaşlarla aramızda bir takım tartışmalar geçti.
İmama uyduğu halde safın gerisinde bir veya bir kaç rek'at namaz kılabilir mi? Bu soruyu
delilleriyle birlikte açıklamanızı temenni ediyorum. 364

Cevap

Ahmet b. Hanbel ve İbni Mace Ali b. Şeyban'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir. Peygamber (s.a.v)
safm gerisinde namaz kılan bir adam gördü. Adam namazını tamamlayıp da bitirinceye kadar
yanında durdu ve bitirdikten sonra ona şöyle buyurdu; Namaza yeniden dur. Çünkü, safın
gerisinde tek basma namaz olmaz.
Ahmet b. Hanbel, Ebu Davut, Tirmizi ve İbni Mace Vabise b. Ma'bet'ten şöyle bir hadis rivayet
etmişlerdir. "Peygamber (sav) safm gerisinde tek basma namaz kılan bir adam gördü ve ona
tekrar namazmı iade etmesini emretti."
Ahmet b. Hanbel'in rivayetinde ise şöyle geçmektedir; "Peygamber (s.a.v)'e safın gerisinde tek
başına namaz kılan bir insanın namazı sorulduğunda Peygamber (s.a.v) tekrar iade etmesi
gerektiğini söylemiştir."
Her iki hadisi de bir grup hadis alimi doğrulamıştır. İbn-i Tey-miyye aynı şeyi söylemiştir. Selef
alimlerinden bir grup bu hadisleri, safın gerisinde namaz kılan bir kişinin namazının sahih
olmayacağına dair delil olarak getirmişler. Nehai, Hasan b. Salih, İshak, Hammat, İbni Ebi Leyla ile
Veki de bu görüşü savunmuşlardır. İmam Ahmet b. Hanbel'in mezhebi de aynı doğrultudadır.
Diğer üç mezhep imamları şunları söylemişlerdir; Safın gerisinde tek başına namaz kılanların
namazı kerahetle kabul edilir.
Ama hadislerin zahirine bakılırsa Ahmet b. Hanbel'in görüşü daha doğru ve isabetlidir. İslamın
cemaatle namaz kılmayı hükme bağlamasının hikmeti, fertler arasında yakınlık kurmak, bağlan
güçlendirme ve yardımlaşma duygularını artırmaktır. Dolayısıyla islam, cemaatleşmeyi sever
ayrılıkları ise nefretle karşılar. Birliği sever münferit kalmayı ise kınar. Düzeni sever düzensizliği ise
çirkin karşılar. Cemaatle namaz kılmak, mü'min-leri yukardaki düzenli hayat içinde tutmayı
amaçlayan bir vesiledir.
Bu vesile ile Peygamberimiz (s.a.v) iftitah tekbiri almadan önce yüzünü cemaate döner ve şöyle
derdi; Hizaya gelin ve normal durun! Saflarınızı düz tutun çünkü safların düz tutulması namazın
tamamlanmasındandır. (Buharı ve Müslim)
Birbirinizden ayrı durmaym aksi taktirde kalpleriniz de birbirinden ayrılır. (Ahmet, Ebu Davut ve
Nesei)
"Ya saflarınızı düz tutacaksınız ya da Allah Teala yüzlerinizin arasına İhtilaf sokacaktır." (Tirmizi,
Ebu Davud, Nesei)
Bu hadisler gösteriyor ki; Namazda cemaat olmak, İslamın düzen, itidal, birlik ve beraberlik
ilkesiyle sosyal prensiplerini pratiğe döken güçlü bir alandır. Cemaat, İslam toplumunun üzerine
kurulduğu fikir ve manaları yansıtan bir ayna mesabesindedir.
Tüm bunlardan sonra, islam'ın safda iken tek başına namaz kılmayı kabul etmemesinde
yadırganacak ve tuhaf karşılanacak bir şey olamaz. Münferit olarak namaz kılmak, cemaatten
ayrılmanın en büyük göstergesidir. Çünkü din bizlere şöyle demektedir. Koyunun kurdu olduğu gibi
insanın kurdu da şeytandır. Kurt kenarda ve uzakta kalan koyunu yer. (Ahmet b. Hanbet Muaz'dan
(ra) rivayet etmiştir)
Allah'ın eli cemaatin üzerindedir, cemaatten ayrılan ateşe düşer (Tirmizi, Tabarani, İbn-iMace)
Bu açıklamalarımızın tümü özürsüz olarak safın gerisinde namaz kılan kişiler hakkındadır. Şayet
belli bir takım özürden dolayı cemaate gelir de safların dolu olduğunu görürse araya sıkışacaktır.
Araya sıkışma imkanı da yoksa geride namaz kılmak, kuvvetli olan görüşe göre kabul edilir. Bazı
alimler, cemaatin dışında kalan bir kişinin saftan bir adam çekmesini aynı zamanda çekilen
kişinin de zorluk çıkarmadan ona yardımcı olmasını müstehap görmüşlerdir.
Bazı alimler de bunu (yani saftan bir kişinin geriye doğru çekilmesini) mekruh görmüşler. Onlara
göre saftan adam çeken kişi ona zülm etmiş olur.
En doğruyu bilen Allah Teala'dır. 365

Müslümanların Mescitlerinde Namaz Kılmak

Soru

Daha Önce size hem kendi adıma hem de dini gayretleri ile bilinen bir grup genç kardeşlerimiz
adına bir mektup göndermiştim. Bu gençler farklı ülkelerden olmalarına rağmen birbirlerine islam
akidesiyle bağlı samimi ve gayretli kişilerdir.
Sizden cevaplamanızı istediğimiz bu soru, arkadaşlarımızdan bazılarının fikirlerini altüst etmekte
bazıları da kendi görüşlerinin doğruluğunu savunmaları hasebiyle birliğimiz parçalanmaktadır.
Daha önceki mektubumda da belirttiğim gibi; Sorum son derece önemli olan bir meseleyi
içermektedir o da; müslü anların mescitlerinde namaz kılmak. Mescitlerde namaz kılmaya karşı
çıkan aşırı taraflar, mümkün mertebe mescitlerden uzak durmaya çalışıyorlar. Evde kılmakla iktifa
ediyorlar. Her ne kadar günümüz camileri islami bir kimlikle ortaya çıkmış da olsalar onlardan
uzak kalmayı tüm müesseseleriyle cahili bir ortama sahip olan toplumla alakayı kesişin bir
parçası olarak değerlendiriyorlar.
Bu genç kardeşlerimiz, savundukları fikirlerini 'Fizilal-i Kur'an' in 'Yunus' suresi 87.cı ayetinin
tefsirine dayandırıyorlar. Allah Teala şöyle buyurmaktadır. "Musa ve kardeşine; Mısır'da milletinize
evler hazırlayın; evlerinizi namazgah edinin, namaz kılın, diye vahyettik, İnananlara müjde et." Bu
ayeti kerime Fizilal'de Şöyle yorumlanmıştır. Allah Teala bu tecrübeyi mü'min topluluklara
getirmesinin sebebi onda uyulması gereken Örneklerin buiunmasından dolayıdır. Böylece mü'min
topluluklar da bu tecrübeden kendilerine bir örnek çıkaracaklardı. Bu tecrübe sadece
İsrailoğullanna has bir şey değildir. O, imani ve halis bir tecrübeden ibarettir. Mü'min bir insan
günü gelince cahili bir toplumdan tard edildiğini görecektir. Fitne yayılmış, tağutlar zorbalıklarını
ellerinden geldikçe kullanıyorlar ve insanlar fesat çukurlarında. Ortam pis pis kokmaya başlamış.
Fravun döneminde durum bundan ibaretti. Dolayısıyla Allah Teala inanan insanlara bir kaç yol
gösteriyor;
1) Kokuşmuş, fesat çukurunda yüzen cahili toplumdan, onları pislikleriyle başbaşa bırakarak
ayrılmak. Temiz ve hayırlı olan mü'min toplumun ise, Allah'ın vadi gelip de kendini aratıncaya
kadar, düzenli ve sistemli bir yapı oluşturuncaya kadar cahili kesimden uzak bir köşede yaşamak.
2) Cahiliyetin inşa ettirdiği ma'betlerden uzak kalmak ve kişiye cahili toplumdan uzak bir hayat
yaşattığım hissettirecek olan evlerini mescitler edinmek, ibadetlerini gerçek boyutlarıyla
yapabilmek için evinde Rabbine ibadette bulunması, temiz bir atmosferde kendini ibadetlerle
düzenlemek ve tertipli bir yaşantıya alıştırmak.
Bu ibarelerden esinlenen kardeşlerimiz, diğer müslümanların ibadetlerini yaptıkları yerlerden ayrı
olarak evlerini mescit edinmişlerdir.
Şimdi de bütün arkadaşlar meseleyi sizin çözümünüze bırak maya razı oldu. Burada hiç bir alimin
görüşünü kabul etmiyorlar. Sizin vereceğiniz fetvayı kabul edeceklerini söylediler. Aramızda
çekiştiğimiz bu mesele hakkında sıkıntımızı gidermeniz ve yolumuzu aydınlatacak şekilde cevap
vermeniz için şer'i olarak size bağlandık. Bu aşırı fikirli genç kardeşlerimiz sizin fikirlerinize
ilminize ve ihlasınıza güvendikleri için vereceğiniz hükme de razı oldular. Cevabınızı ateşten bir
kor üzerindeymişiz gibi bekliyoruz. Allah muvaffakiyetler versin. 366

Cevap

Kıymetli kardeşim, öncelikle Allah'ın selamı ve bereketi üzerinize olsun.


Bu meseleyi sizin sağlam fıtratınıza, daha önceki ilmi çalışmalarınıza bırakmıştım. Yani, başınızda
bulunan ilim adamlarına sorabileceğiniz düşüncesiyle sorunuza cevap vermekte tereddüt
göstermiştim. Ancak soruyu bir daha tekrarladığınızda, Peygamber (s.a.v)'in kendisinden
sorulduğu halde, ilmi gizleyenlerin cehennem ateşiyle gemleneceği tehdidinin kapsamına
girmekten korktum. "Kim kendisinden birşey sorulurda onu (bildiği halde) gizlerse, kıyamet
gününde ateşten bir gemle gemlenir." (Ahmet b.
Hanbel, Ashab-ı Sünen ve Hakim)
Aynı zamanda sorularınıza cevap vermediğim için, ömrümü tükettiğim ve gençliğimi harcadığım
islami hareket üzerinden dahili fırtınaların eseceğini, fikirlerimin, delillerden uzak şüpheli sözlere
saplanarak hastalara şifa olmayan ve doğru yolu göstermeyen bir yöne kayacağından
endişelendim. Bu nedenle Allah'a güvendim sana ve beraberinde bulunan arkadaşlarına şu
satırları yazmayı uygun gördüm. Dilerim Allah'ın rızasına uygun olur. Hak uyulmaya daha layıktır.
367

Bu Mevzu Hakkındaki Gerçekler

Konuyu detaylı olarak anlatmadan önce, onun hakkında sağlam delilleriniz bulunsun diye size
bazı gerçeklerden bahsetmek istiyorum. 368

Birincisi:

Allah Resulü (s.a.v)'nün dışında hiç kimsenin sözü delil olarak kabul edilemez. O (s.a.v) kendi
hevasma göre konuşmayan Allan Teala'nın yanılgı üzerinde durdurmadığı masum ve günahlardan
engellenmiş bir kişidir. Onun dışındaki bir takım insanların bazı sözleri alınır ve bazıları da
terkedilir. Bu, şüphe götürmeyen bir gerçektir. 369

İkincisi:

Her mümin hakkı bulmaya çalışır ve marifet yolunda olanca imkanını harcar. Dolayısıyla çalışması
ve gayreti ölçüsünde ecrini alır. Sonuçta hatalı da olsa hatasının büyüklüğü hatasının
affedilmesine engel teşkil edemez. Allah Teala şöyle buyurmuştur.
"...içinizden kasdederek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir sorumluluk yoktur. Allah
bağışlar ve merhamet eder." 370

Üçüncüsü;

Müçtehit olan bir kişi hata veya yanılgıya düştüğünde kendisi için her hangi bir tehlike olmaz.
Ancak hatası ve yanılgısı ortaya çıktıktan sonra onun bu hatasma uyanlar tehlikeye düşerler. İşte
bu nedenle alimin yanılgısından uzak durmakla emrolun-muşuzdur. Hz. Ömer (r.a) şöyle
söylemiştir: "Üç şey dini mahveder. Alimin yanılgısı, münafıkların Kur'an hakkında çekişmeleri,
İslam önderlerinin sapıtması." Selman-ı Farisi de şöyle demiştir Şu üç şey üzerinde nasıl hala
diretirsiniz; alimin hatası, münafıkların Kur'an hakkında çekişmeleri ve boyunlarınızı kesen dünya,
Alimin hatasına gelince; O hatasından dönebilir. Bu durumda size "falancanın yaptığı gibi
yapıyoruz" diyerek dininizi onun eski hatasına göre düzenemeyin. Alim bir hata yaparsa siz ondan
elinizi çekmeyin aksi halde ona karşı şeytana yardımcı olmuş olursunuz.
Muaz (ra) arkadaşlarına şöyle bir tavsiyede bulundu; Bidat-lardan sakının. Tüm bidatler sapıklıktır.
Hikmet sahibi insanların yaptıkları hatalardan sizleri sakındırırım. Çünkü şeytan bazan hikmet
sahibi olan kişilerin ağzıylada konuşabilir. Münafıklar da bazan doğruyu söylerler. Bunun üzerine
yanında bulunan arkadaşları şöyle dediler; Allah sana rahmet etsin Ya Muaz! sen ne dediğini
biliyor musun? Hiç hikmet sahibi kimseler dalalet konuşurlar mı? Münafıklar ise doğruyu söylerler
mi? Bunun üzerine; kesinlikle söylerler, diye cevap verdi. Devamla şöyle buyurdu; Hikmet sahibi
kimselerin anlaşılmaz sözlerinden sakının. Ancak bu sizi ondan yüz çevirmeye götürmesin.
Olabilir ki bu kişi hatasından döner ve hakkı işitince hakta karar kılar. Çünkü hak olan sözde nur
vardır. (Ebu Davut)
Bir rivayette de Zühri şöyle demiştir; Şüpheli sözler, anlaşılmaz sözlerin yeridir. Bir rivayetinde
Zuheyri bunu şu sözleriyle açıklamıştır; Eğer hikmet sahibi bir kişinin söylediklerine karşılık sen
de; bu söylediklerinle ne demek istedin? diye bir soru yöneltiyorsan işte bu gibi sözler şüpheli
sözlerdir. 'Hikmet sahibi kimselerin hataları' hakkında yaptığı bir açıklamada da şunları söylüyor;
Hayrete düştüğün ve inkar edebileceğin sözlere karşılık ne kasdedildiğini soruyorsan bu hikmet
sahibi kişi hata yapmış demektir.
Muaz b. Cebel(ra)'in yukarıdaki sözleri bizleri gerçekten hakkı bulmakta yönlendiren üstün
niteliklere sahiptir. Muaz (ra), hadis-i şerifin de bildirdiği gibi helal ve haramları en iyi bilen
sahabelerdendi. O, alim bir insanın zaman zaman hata yapabileceğini açıklamış bizim de alimin
hatasından sakınmamız gerektiğini belirtmiştir. Alimin hatası ortaya çıktıktan sonra, bu hata
ondan uzaklaşmaya ve el ayak çekmeye sebebiyet vermemelidir. İbni Abbas(ra)'tan rivayet
edildiğine göre o şöyle demiştir; "Alimin yaptığı hataya uyanlara yazıklar olsun. Niçin diye
sorulduğunda şu cevabı vermiştir; Alim olan bir insan kendi görüşüne göre bir şey söyler. Daha
sonra Allah Resulü (s.a.v)'nün sözünü bu alimden daha iyi anlayan biri çıkar hata yapan alim
hatalı görüşünden döndüğü halde kendisine tabi olanlar onun bu hatasına tabi olmaya devam
ederler.371

Dördüncüsü;

Muhakkak biz tartışma yaptığımız konulan öncelikle Allah ve Resulüne götürmekle


emrolunmuşuzdur. Allah Teala da bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Eğer bir şeyde çekişirseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız- onu Allah'a ve Resulüne
götürün. Bu, hayırlı ve netice itibarıyla en güzeldir." 372
Yani kitap ve sünnete müracaat etmek gerektiğini bildiriyor. Kur'an ve sünnet bize bu meselede
neler söylüyor ona bir bakalım; 373

Birinci Olarak; Konuda Kur'an'da Neler Var?

A) Allah Teala 'Nur' suresinde mescitleri ve mescitlere devam edenleri şu sözleriyle Övmektedir
"Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinden adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah
akşam O'nu teşbih ederler. Bunları ne ticaret ve ne de alış veriş Allah'ı anmaktan, namaz
kılmaktan, zekat vermekten alıkoyar. Bunlar, gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar."
374
Mescit ehli hakkında Allah Teala bu kadar övgüler yaptıktan sonra artık kimseye söz söyleme
hakkı düşmez.
B) 'Tevbe' suresinde ise yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın mescitlerini sadece, Allah'a ve ahiret gününe inanan, namaz kılan zekat veren ve ancak
Allah'tan korkan kimseler imar eder. İşte onlar doğru yolda bulunanlardan olabilirler" 375
Burada mescitleri imar etmek ve onarmaktan kasıt, düşünüldüğü gibi mescitlerin yapılması veya
restore edilmesi anlamında değildir. Burada imar etmekten kasıt; Namaz kılmak, dua etmek ve
islamin şiarını hakkıyla yerine getirmektir. İbni Kesir tefsirinde de dediği gibi, Allah Teala
mescitleri imar edenlerin iman sahibi kişiler olduklarına tanıklık etmektedir. Buna delil olarak
Ahmet b. Hanbel'in Ebu Said Hudri'den rivayet ettiği hadisi gösterebiliriz. Allah Resulü (s.a.v)
şöyle buyurmuştur:
"Mescitlere devamlı şekilde gitmeyi alışkanlık haline getirmiş olan birini gördüğünüz de o kişinin
imanlı olduğuna şahitlik edin. Allah Teala da şöyle buyurmaktadır. "Allah'ın mescitlerini sadece,
Allah'a ve ahiret gününe inanan, namaz kılan, zekat veren ve ancak Allah'tan korkan kimseler imar
eder."
C) 'Bakara' Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın mescitlerinde O'nun isminin anılmasını yasak eden ve oraların yıkılmasına çalışan
kimseden daha zalim kim vardır?.." 376
İşte bu ayet, mescitleri Allah'ın adını zikredenlerin üzerine yıkanlara ve oraları harabeye çevirenlere
karşı yapılan şiddetli bir tehdit niteliği taşımaktadır.
D) Dahası, Kur'an-ı Kerim, semavi dinlere mensup olanların mabetlere karşı hürmet beslemelerini
vurgulamıştır. Cihatla ilgili indirilen ayetlerin başlangıcında Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Allah insanların bir kısmını diğerleriyle sâvma-saydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde
Allah'ın adı çokça anılan camiler yıkılıp giderdi." 377
Bazı müfessirler "İçinde Allah'ın adı çok anılan camiler" sözünü tefsir ederken şöyle demişlerdir;
bu mescitlerden kasıt, camiler, havralar ve kiliselerdir, demişler.
İslam, ibadet hürriyetinin sağlanması ve böyle mekanlara saldırıların kaldırılması için savaşmayı
meşru kıldığı halde, minarelerinde ezanların okunduğu içinde namazların kılındığı müslü-manların
mescitlerine yönelen saldırıların engellenmesi için savaşmayı nasıl meşru saymasın? 378

İkinci Olarak;Sünnet Bu Konuda Neler Diyor?

Buraya kadar Kur'an-ı Kerim'in mescitler hakkında söylediği önemli bilgileri söyledik. Bu bilgiler
aslında yeter de artar bile. Geriye sünnetten çıkaracağımız deliller kalıyor. Sünnet, Kur'an-ın sözlü
ve ameli bir açıklamasıdır.
1) "Mescide gitmeyi alışkanlık haline getirmiş bir adam gördüğünüzde, onun mü'min olduğuna
şahitlik edin." hadisini daha önce de zikretmiştik.
2) Bu görüşümüzü, Bezzar ve Abd b. Hamid'in Hz. Enes(ra)'-ten merfu olarak rivayet ettikleri şu
hadis de doğruluyor, "^es-cidi imar edenler, Allah ehli (kimseler)dir."
3) Ahmet b. Hanbel Muaz b. Cebel(ra)'den şöyle rivayet etmiştir; "Koyunun kurdu olduğu gibi
insanın kurdu da şeytandır. Kurt kenarda ve uzakta duran koyunları kapar. Siz de ayrılık çıkart-
mayın. Cemaate, topluma ve mescide sarılın."
4) Abdurrezzak Amr bin Meymune el-Evdi'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir; Ben Muhammed
(s.a.v)'in ashabının şöyle dediklerini işittim; Mescitler Allah'ın yeryüzündeki evleridir. Buraları
ziyaret edenlere Allah'ın ikram da bulunması O'nun üzerine bir haktır."
5) Ebu Davut, Tirmizi, İbni Mace ve Hakim şu hadisi rivayet etmişlerdir; Karanlıkta mescitlere
gidenlere kıyamet gününde tam bir nur verileceğini müjdele.
6) Buhari, Müslim ve Ahmet b. Hanbel Ebu Hureyre'(ra)den şu hadisi rivayet etmişlerdir.: "Her kim
mescide sabah akşam gider gelirse, sabah ve akşam gidip geldikçe Allah onun için cennet bir
konak hazırlar."
7) İbn-i Abbas (r.a) şöyle demiştir; Kim ezanın sesini işitir de mescide gelip orada namaz
kılmazsa namazı kabul olmaz. Allah ve Rusulüne isyan etmiş olur.
8) Müslim Sahihi'nde İbn-i Mesud(ra)'un şöyle dediğini rivayet etmiştir. Yarın Allah'la müslüman
olarak karşılaşmak isteyen kişi namazlarını mescitlerde kılmaya devam etsin. Allah hidayet
yollarını sizin Peygamberiniz (s.a.v)'e açıklamıştır. Camilerde namaz kılmak da bu hidayet
yollarındandır. Şayet namazlarını evlerinde kılarak ayrılık çıkaranlar gibi siz de namazlarınızı
evlerinizde kılarsanız Peygamberinizin sünnetini terketmiş olursunuz. Güzel bir şekilde temizlenip
de mescitlere yönelen hiç kimse yok ki, attığı her adım için Allah ona bir sevap yazmasın ve her
adımı için bir derece yükseltmesin ve her adım için bir günahım silmesin. Bize göre, cemaatten
ayrı kalanlar nifakı herkesçe bilinen kişilerdir. Hasta ve zayıf olan bir kişi safta yerini alıncaya
kadar birinin yardımıyla cemaate gelebilir. 379

Üçüncü Olarak; Mescitleri Boykot Edenlerin Ve Asıl Fonksiyonunu İptal Edenlerin Şüphesi

Mescitlerin ve mescitlerde cemaatle namaz kılmanın öneminden bahseden ayetler ve hadislerin


bir kısmını belirtmiştik. Bu ayet ve hadisler, kesin ve genel bir mana ile açık ve muhkem nassları
ifade ederler. Mescitlerde namaz kılmamak, müslümanların oluşturdukları cemaatlardan
uzaklaşmak için bu ayet ve hadisleri tevil edemeyiz. Muhkem ayet ve hadisleri bırakıp da
müteşabih nasslara nasıl saplanıp kalabiliriz? Açık ve kesin delilleri bırakıp da müteşabih
nasslara yönelmek İmam Şatibi'nin de 'Muvafakat' ve 'İ'tisam' adlı kitabında açıkladığı gibi inhiraf
sebeplerinin temel etmenlerini oluşturacaktır.
Yunus suresinde Hz. Musa hakkında anlatılan kıssada bu müteşabih olan ay etler indendir.
"Musa ve kardeşine: Mısırda milletinize evler hazırlayın, evlerinizi namazgah edinin, namaz kılın,
diye vahyettik" 380
Fizilal-i Kuran adlı eserde bu ayetin tefsiri için yapılan yorum; Müslümanların, mescitlerden
uzaklaşıp evlerini mescitler edinerek burada kendilerine dönük bir hayat yaşamalıdırlar. Musa ve
Harun'un cahili bir toplumun inşa ettikleri ma'betlerden uzak kendi evlerini ma'bet edinerek
gerçekleştirdikleri boykot gibi boykotlar düzenleyerek kendilerine has evlerinde bir hayat
sürmeleri gerekmektedir.
Ayet hakkında bu tür neticeler çıkarıp yorumlar yapmak, açıkça hatalıdır, ilmi ve dürüst bir eleştiri
karşısında bu tür bir yorum tutunamaz. Yapılan yorumun bir kaç noktadan hatalı olduğunu
söyleyebiliriz.
1) Ayetin tefsiri bu şekilde yapılamaz. Ne eksik ne de fazla sadece bir görüşten ibarettir. Ayetin bu
şekilde yorumlandığı ne Peygamber (s.a.v)'den ne sahabeden ve ne de tabiinden rivayet
edilmiştir.
Tabiinin önde gelenlerinin bu ayet hakkında söylediklerine örnek olarak İbni Kesir'in İbrahim
Nehai'den rivayet ettiği şu rivayeti gösterebiliriz, "...evlerinizi namazgah edinin..." İbrahim Nehai bu
ayetin tefsiri hakkıda şunları söylemiştir; Hz. Musa, Hz. Harun ve beraberlerinde bulunanlar
çevrelerindeki kafirlerin yapacakları kötülüklerden korktukları için namazlarını evlerinde kılmakla
emrolundular. Mücahit, Ebu Malik, Rebia bin Enes, Dahhak, Abdurrahman bin Zeyt b. Eşlem ve
Abdurrahman'ın babası Eşlem de aynı görüşü paylaşmışlardır. İbn-i Kesir İbn-i Abbas(ra)'tan bu
görüşümüzü doğrulayacak rivayetlerde bulunmuştur.
Fahrur-Razi ise şöyle demektedir Müfessirler bu vakıanın keyfiyeti hakkında üç illet saymışlardır.
381

Birincisi;

Musa (a.s) ve beraberinde bulunanlar evvel emirde, evlerinde namaz kılmakla emroiunmuşlardır.
Çünkü dı-şarda kafirlerin tehlikesi vardı. Onlara gözükmemek ve dinlerinden olmamak için dışarı
çıkmıyorlardı. Mekke'de ilk dönemlerde müslüman olanların durumu da aynı şekilde idi. 382

İkincisi;

Bu konu hakkında şöyle bir rivayet de vardır; Allah Teala Hz. Musa'yı kavmine gönderince Firavun
İsrail-oğullarımn yaptıkları mescitlerin yıkılmasını ve onların mescitlerigitmelerinin engellenmesini
emretti. Bunun üzerine Allah Teala da Musa (a. s) ve beraberindekilere evlerinde namaz
kılmalarını evlerini Firavun korkusundan dolayı mescitler edinmelerini emretti. 383

Üçüncüsü;
Allah Teala Hz. Musa'yı kavmine gönderdiğinde Firavun Hz. Musa'ya karşı büyük bir düşmanlık
gösterdi. Bunun üzerine Allah Teala da Hz. Musa'ya, Hz. Harun'a ve beraberindekilere onların
düşmanlıklarına rağmen evlerini mescit edinmelerini emretmişti. Allah Teala onları düşmanların
serlerine karşı korumayı sorumluluk olarak almıştı. "...Mısır'da milletinize evler hazırlayın,
evlerinizi namazgah kılın..." Bu ayette geçen evlerden kasıt mescitlerdir. Aynı şekilde Allah Teala
buyurmuştur.
"Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah
akşam O'nu teşbih ederler." 384
Tüm bu deliller ışığında anılan ayetin, mescitlerin boykot edilmesine yönelik en ufak ber delil teşkil
etmesi düşünülemez.
2) Ayrıca, Said b. Cübeyr (ra) gibi bazı müfessirler ayette geçen evlerin normal evler anlamına
geldiğini ve "namazgah edinin" evlerinizi birbirinizin evlerine karşı duracak şekilde inşa edin
anlamına geldiğini söylemiştir. Razi de şunu söylemiştir Bundan kasıt, bir cem'iyyet meydana
getirmek, insanların birbirleriyle olan dayanışmalarını sağlamaktır. 'Menar' tefsirinin sahibi de
şunları söylemektedir; Evlerin birbirlerine yönelik olarak yapılmasinın«âikmeti; Hz. Musa ve Hz.
Harun'u üstlerine yüklenecek olan tebliğe hazır hale getirmek ve Firavunun tehditlerine karşılık
onları kurtarmayı sağlamaktı. Sonuç olarak bu ayetin içeriği söylenen iddialar için delil
olamayacağını anlamış olduk.
3) Yukarıda verilen ihtimalleri göz önünde bulundurduğumuzda anılan ayetin, aşırılık yanlısı
kardeşlerimizin görüşlerine delil olarak getirilmesi imkanı da ortadan kalkmış olacaktır. Öyleyse
bu sorun ortadan kalktığına göre bu konuyla alakalı bir başka meseleyi açıklamak istiyorum. O da;
bizden önceki milletlerin şeriatlarında bulunan hükümlerle deliller getirmek. İşi çekişme noktasına
kadar getirmiş olan genç kardeşlerimizin dayanak olarak ileri sürdükleri bu ayetin yorumunu
doğru saysak acaba doğru bir iş yapmış olur muyuz olmazmıyız?
Fıkıh usulcüleri, bizden önceki milletler için geçerli olan şeriatların bizim için geçerli olup
olmayacağı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazıları tamamen reddetmişler bazıları da
o milletlerin şeriatlerinde bulunanların bizim şeriatımızda neshedilmemesi şartıyla kabul
edilebileceğini savunmuşlardır.
Allah Teala ayeti kerime de şöyle buyurmuştur
"...Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet; gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların
heveslerine uyma! Her biriniz için bir yol ve yöntem kıldık." 385
Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuşlardır: "Şayet Musa yaşasaydı bana uymaktan başka bir şey
yapması kendisine helal olmazdı."
Burada şunu diyebiliriz; şeriatımız bizleri, mescitlerde cemaat halinde namaz kılmaya davet
etmektedir. Mescitlerde cemaat halinde kılınan namazı tek başına evde kılman namazdan yir-
mibeş veya yirmi yedi derece daha faziletli saymıştır. Aynı zamanda Ahmet b. Hanbel gibi bazı
imamlar cemaatla namazın farzı ayın olduğunu söylemişlerdir. Bu konu içinde bir çok deliller
getirmişlerdir.
a) Peygamber (s.a.v) cemaatle namaz kılmaktan geri durdukları için bir takım kimselerin evlerini
başlarına yıkmaya kasdet-miştir.
b) Âmâ olan İbni Mektum (ra) evinde namaz kılmak için Peygamberimiz (s.a.v)'den izin
istediğinde Peygamberimiz (s.a.v) şu cevabı vermiştir; ezanı işitmiyor musun? O da; Evet
işitiyorum. Bunun üzerine Allah Resulü; Senin için her hangi bi ruhsat göremiyorum, karşılığını
vermiştir. (Müslim)
c) İbni Mesut ve İbni Abbas'tan gelen rivayetlerden daha önce bahsetmiştik.
İbni Teymiyye de bu konuda şunları söylemişlerdir. Kişi başkasının arazisinden geçmeden
mescide gitme yolu bulamıyorsa geçsin. Her ne kadar bu yolu kullanarak gitmek kötü bir davranış
olsa da yine de mescide gitmeyi terketmesin.
Ehli Sünnet imamlarından, cemaatle namazı farzı ayn kabul etmeyip de farzı kifaye kabul edenler
oldukça azınlıktadırlar.
Tüm bu açıklamalardan ve sahih hadislerden sonra Hz. Musa (a.s)'nın şeriatıyla amel etme
imkanlarını doğuran te'viüerle hareket etmemiz doğru olur mu? 386

Dördüncüsü;
Dahası var kardeşim! Bizim Peygamberimiz (s.a.v) Ka'be'nin çevresinde 366 tane put olduğu
halde namaz kılıyordu. Ebu Cehil Peygamberin burada namaz kılmasını engellemeye çalışırken
Peygamber efendimiz onu yanından kovmuş ve tehdit etmişti Ben en büyük aşiretin mensubu
olduğum halde sen mi beni tehdit ediyorsun? Bu konuyla alakalı olarak şu ayetler indirilmiştir
"Sen, namaz kılan kulu bundan men edeni gördün mü?" 387
Sen bundan daha açık ve daha sağlam deliller gördün mü? Peygamber (s.a.v) çevresinde putlar
bulunduğu halde Ka'be'de namazını kılıyor. Çünkü O; kendisini Allah'ın mescid-i haramında namaz
kılmaktan mahrum etmek istemiyordu. Öyleyse bizler nasıl olurda İslamın mescitlerini boykot
etmeye yelteniriz? 388

Beşincisi;

Burada bir şeye daha değinmek istiyorum. Bu-hari sahihinde 'Bey'a da namaz' adı ile bir bab
açmıştır. Bey'a hi-ristiyanlarm kilisesi ve keşişlerin kulübesi manasına gelir. Bu babta Hz. Ömer
(r.a)'den bir rivayet nakledilmiştir Bizler resimlerden dolayı sizin kilisenize girmeyiz İbni Abbas
(ra), içinde resimlerin ve heykellerin bulunmadığı kiliselerde namaz kılardı.
Hz. Ömer (r.a) Kudusü feth ettiği zaman kilisede namaz kılmak istemedi. Çünkü o; kendisinden
sonra gelen insanların 'Hz. Ömer (ra) kilisede namaz kıldı' diyerek bunu normal bir iş haline
getirmelerinden korkmuştur. Bütün bunlardan sonra bir müslü-man nasıl olurda mescitte namaz
kılmanın meşruiyeti hakkında şüphe duyabilir? 389

Sonuç Olarak

Kardeşim! Bu meseleyi yerli yerince açıkladığımı zannediyorum. Şayet bu kesin ve açık delilleri
yeterli olmasa bile tek başına fıtrat, bazı kardeşlerimizin giriştikleri aşırılıklara karşı gelmek için
yeterlidir.
Mescitlere devam edenler, gittikçe azalan hayırlı insanların en sonuncularıdır ve davetcilerin tek
dayanaklarıdır. Diğerlerine nisbetle bu insanlar islam da'vetine daha da çabuk uyarlar. Hadiste de
belirtildiği gibi namaz dinin en son tutanağıdır: "İslamın düğümlerini birer birer çözeceksiniz. İlk
çözülecek düğüm; islamın hükümleri sonuncusu da; namazdır."
Son olarak; Biliyorum ki sen, bu konunun, çok geniş bir mevzunun bir parçası olduğunu biliyorsun.
Bu bizim, islam ülkelerinde yaşıyan insanlar hakkında vereceğimiz hükümle alakalıdır. "Bu
insanlar cahil kafirler mi yoksa farklı mertebelerde bulunan müsiümanlar mıdır." Onlardan bir
kısmı kendilerine zulüm ederler, bir kısmı orta yolu takip ederler ve bir kısmı da hayırda
birbirleriyle yarışırlar. Müslümanları kafir sayanlar onların mescitlerinde namaz kılmayı caiz
görmez. Onları kafir değil de, "isyankar ve doğru yoldan sapmış müslümanlar" olarak kabul
edenlere (ehli sünnetin görüşü de bu şekildedir) göre ise mescidlerde namaz kılmak en faziletli
amellerdendir. İmamın salih mi yoksa fa-cir mi olduğunu da araştırmak gerekmez. Yine de
herşeyin en iyisini Allah bilir. 390

5. BOLUM ZEKAT VE SADAKALAR HAKKINDA

Tüccarın Hangî Mallarına Zekat Düşer

Soru

Anamal, ticaret mallarında ve diğer eşyalarda değişik şekiller almaktadır; Bir kısmı menkul
(Taşınabilir) mallardır; Taşıtlar, traktörler, değişik türlerine göre ayrılan aletler, yiyecek-giyecek
eşyaları ve buna benzer şeyler.
Bunlardan bir kısmı sabit mallardır; bürolar, iş alanında kullanılan araçlar, yazı ve hesap
makinalan, çeşitli satış aletleri, değerleri büyük meblağlara varan ticaret eşyaları.
Bu mallardan bazıları ise akardır; işyerleri, mağazalar ve çorak araziler gibi.
Bazıları borçtur; Bu borçlar belli bir derecede bulunmazlar. Bir kısmı ancak seneler sonra tahsil
edileceklerdir. Bazılarının da ne zaman ödeneceği bilinir. Diğer bazıları da ölü borçları dîye
bilinirler. Bir de ticari acentalıklarda satışa sunulan ticari mallar vardır.
Tüm bu malların zekatları naşı verilecek. Anlattığımız mallardan bir kısmının zekatları fıkıh
kitaplarında detaylarıyla geçmektedir. Peki ya diğerleri, özellikle de ölü borçlarının zekatları.
Bazı şirket ve mal sahipleri, islamın üzerlerine yüklemiş olduğu sorumluluğu gereği gibi yerine
getirebilmek için, mallarının zekatlarını vermek istiyorlar. Ben şahsen, fıkıh kitaplarına yönelerek
sağlıklı bilgiler çıkarabileceğimi sanmıyorum.
Açıkçası sizden, hem beni hem de diğer müslümanları faydalandıracak bir açıklama bekliyorum.
391

Cevap

1) Sorunuzun birinci bölümüne yani; otomobil, traktör, çeşitli araç gereçler, ticari eşyalar vb
taşınabilir malların tümü, fıkıh alimlerinin 'Uruz-u ticaret' diye isimlendirdikleri konunun kapsamına
girmektedir. Fikıhcılar bu terimle; satışı yapılabilen malları kasdetmişlerdir. Bu tür mallar satış için
bulundurulduğu müddetçe zekat verilmesi gereken ticari mallar kapsamına girer.
2) Soruyu yönelten kardeşimizin ikinci bölümde bahsettiği; Bürolar, iş için kullanılan araçlar, yazı
ve hesap makinaları gibi benzeri eşyalar ticaret eşyaları kapsamına girmez. Çünkü bu mallar satış
için bulundurulmamaktadır. Aksine bu mallar kullanım için ayrılmışlardır. Bu tür mallar hakkında
fıkıh alimleri şunları tesbit etmişlerdir. îçine ticaret eşyası konulan kablar, ticaret için gerekli olan
iş dolapları, tartılar ve araç gereçler yerlerinde kaldıkları için kullanılması gerekli olan şahsi
eşyalardan sayılırlar. Bazı fıkıhçılar bu konuda tafsilata girerek şunları söylemişlerdir; İçine ticaret
mallarının konulduğu kaplar, buğday üreticisinin kullandığı çuval, torba veya koku şişeleri, at
satıcısının kullandığı gem ve eyer türü şeylerin satışı ile ticaret mallarının satışı gerçekleştirilmek
isteniyorsa bunlar da ticaret mallarından sayılırlar. Yok eğer kastedilmeyİpde tüccarın başka
şeylere kullanmak için yanında bıraktığı türden eşyalardan ise bunlar satılan ticaret eşyalarından
sayılmazlar. Bu tür eşyalara, vergi ve ticari ıstılahta, 'Usulü Sabite' mallar (yani, sabit mallar) adı
verilir.
3) Ticaret merkezlen, mağazalar ve arsalar gibi akarlara gelince; yöneltilen soruda asıl maksat
nedir? bilmiyorum. Bu mallanticari kazançlar gibi mi kullanacak? Yani arsayı alıp bina yaptıktan
sonra para kazanmak için bu binayı satacak mı? Şayet böyle bir şey kasdediliyorsa o zaman
değerinin yüzde % 2.5 oranında zekatım vermesi gerekir.
Ya da bir ticaret merkezi veya iş merkezi satın alıp da burasını kiraya vererek belli bir kar
kazanmayı amaçlıyorsa o zaman da tarım arazileri için verilen zekata kıyas edilerek bu mallardan
da zekat verilir.
Ancak bu akar malların kirasının kaçta kaçının zekat olarak verilmesi gerekir? Nakillerin zekatı
gibi kırkta birini mi zekat olarak verecek? Ya da aletle sulanan tarım arazisinin zekatı gibi yirmi de
birini mi? Yoksa amortisman ve masraflarından arta kalan geriye kalan safi gelirin onda birini mi
verecektir?
Bunların hepsi de ihtimallidir. Her halde en uygunu ortada bulunanı olsa gerek. Her ne kadar kırkta
bir oranı uygulamak insanlara ve onların örfüne kolay gelse de yirmi de birlik oranı uygulamak
daha güzeldir ve uygun olan da budur.
Ayrıca her müslüman ferdin, kiraya verdiği ev, işyeri ve tice-ret merkezlerinden gelen gelirleri
aradan bir yıl geçmesini beklemeden hemen zakatlandırmalıdır. Ayetlerin umumi manaları ve
mutlak ifadelerinden bunlar anlaşılmaktadır.
"..devşirildiği ve biçildiği gün de haklarını verin." 392
4) Alacaklara gelince; bunlardan bir kısmı tahsil edilmesi umulan alacaklardır. Bu türden alacaklar
kişinin elinde olan nakit paralar hükmündedir. Alacaklı olan kişinin bu alacakları zekat-landırması
gerekir. Çünkü zekat, tam mülkün bir bölümüdür. Alacaklı kişi bu alacağına tam malik olduğuna
göre her sene bu alacağını zekatlandırması gerekir.
Bir de tekrardan elde edilmesi ümitsiz olan alacaklar vardır. Borçlu olan kişinin iflas etmiş olması
borcun ödenmesini zorlaştırmış ve hatta ümitsizleştirmiştir. Ya da borçlu olan kişi borç aldığını
inkar ederek ödememekte. Şayet borç veren kişinin de elinde bunu isbatlayacak her hangi bir
belge ve buna benzer birşey yoksa o zaman bu alacak ölü alacaklardan sayılır. Bu tür alacaklar
için zekat gerekmez. Fakih alimler bu alacaklara 'Dimar' alacaklar adını vermişler. Yani, bir daha
geri dönülmesi veya ödenmesi beklenmeyen alacaklar. Alacaklının buna sahip olması tam
değildir. Bu maldan ne bil fiil çalıştırarak ne de potansiyel olarak artış beklenemez. Şayet alacaklı
bu mala tekrardan sahip olma imkanı bulursa o zaman da malının sadece bir senelik zekatını
vermek zorundadır. (Aradan kaç yıl geçmiş olursa olsun)
5) Ticari temsilciliklere (acenteler) bırakılan mallara gelince, temsilciliklere bırakılan bu mallar
emanet ve vedia hükmündedir. Şayet temsilciliğin bu mallarda kullanma hakkı olmadığı gibi
kaybolduğu taktirde de tazminat ödemeyecekse o zaman bu mallar için zekat gerekmez. Şayet
temsilci bu mallarda istediği gibi tasarruf hakkına sahipse ve kaybolup her hangi bir şeye maruz
kaldığında da tazminat ödemesi gerekiyorsa, bu demektir ki malın değeri kadar mal sahibine
borçludur. Kuvvetli olan görüşe göre, borçlu olduğu miktarca zekat vermez. Çünkü bu miktara,
hakikatte sahip değildir. Zekat, tam olarak sahip olunan mallardan verilir. 393

Depolar Ve Galerilerin Zekatı Var Mı?

Soru

Ticaret mallarının ithalat ve ihracatıyla uğraşan bir tüccar, ticari mallarım koymak için bir depo ve
sergilemek için de bir galeri yaptırmış. Ticari işinin gelişip de kar elde edebilmesi için yaptırdığı bu
tür yerler için zekat vermesi gerekiyor mu? vemesi
gerekiyorsa bunun miktarı ne kadardır? 394

Cevap

Zekat, fıkıh alimlerinin belirttiği gibi ticaret mallarından verilir. Yani, satış için bulundurulan menkul
mallardan.
Gayri menkul mallara gelince, bunlar, satış değil de ticari işin yürütülmesi amacıyla kullanılıyorsa
onlar için her hangi bir zekat gerekmez. Bütün fıkıh alimleri bu hükümlerde icma etmişlerdir.
Mesela, ticaret mallarının içerisine konuldukları mallar zekata tabi değillerdir. Çünkü bu mallar
satış için hazırlanmış ya da satışa sunulmuş mallardan değildir. Şayet bir satış yerinde masalar,
tartılar, raflar ve bunlara benzer şeyler varsa bunları zekatını vereceğimiz ana malların hesabmı
yaparken hesaba dahil etmeyiz.
Ticaret mallarından zekatını verebileceğimiz malları kısaca şu şekilde sıralayabiliriz.
Ticarette kullanılan akar mallardan, satış için sunulan ticari eşyalardan, tahsili umulur borçlardan.
Satışa sunulmayan sabit malların ise zekatı verilmez.
Buradan hareketle; zekatlandırılacak mallarda esas satışa sunulup sunulmamasıdır. Ticaret
mallarını kendisinde muhafaza eden kaplar ve bunlara benzer şeyler satışa sunulup da kar elde
etmek için kullanılmıyorsa zekat gerekmez. Ama muhafaza ettikleri ticaret mallarıyla birlikte
satışa sunulup da kar elde etmek düşünülüyorsa bunlar için de zekat gerekir.
Depo ve galerilere gelince, daha önce de açıkladığımız gibi bunlardan zekat verilmez. 395

Soru

Bir kişi, ticaret amacıyla bir takım akarlar inşa ettiğinde Yani inşaatı tamamlandığında satmayı
düşünüyor. Ancak, bir kaç sene geçtiği halde satılmazsa tüccar satmaktan vaz geçip de bu
akarım bir iş merkezine çevirebilir mi?
Eğer bu caiz ise birinci ve ikinci döneme göre zekatın hükmü ne olacaktır? 396

Cevap

Birinci döneme gelecek olursak -yani satış amacıyla binaları yapması dönemine- Bu dönemde
malın zekatlandırılması ticaret mallannın zekatlandınlması gibi olur. Binaya belli bir değer taktir
edilir ve değerin %2,5'u zekat olarak verilir.
Ama niyeti değişir de yaptığı binayı kiraya vermeye kalkarsa, başka bir hüküm meydana çıkar.
Binanın kıymeti esas alınarak değil de binanın getireceği kar göz önüne alınarak zekatı çıkarılır ve
verilir. Yani bizim tercihimize göre gelirin yirmi de biri yaygın görüşe göre ise kırkta biri verilir ki bu
görüş daha kolay ve daha hafiftir.
Niyet değiştirmek yasak değildir. Aksine kişi istediği an fikrini değiştirip istediği şekilde hareket
etme hürriyetine sahiptir. 397

Zekatta Para Nisabı Nasıl Hesaplanır?

Soru

Bazı ticaret adamları devletten sembolik sayılabilecek ücretlerle elli yıllığına veya daha fazlası için
arsa kiralıyorlar. Bu arsalara ise ya depolar ya da galeriler in§a ediyorlar. Bunları da kendi ticari
amaçları için kullanır hale getiriyorlar. Belli bir müddet geçtikten sonra üzerine inşa ettikleri bu
arsaların devlete döneceğini bildikleri için tekrardan kiralamaktadırlar. Bu gibi yerlerin zekatı nasıl
verilecektir? 398

Cevap

Bu tür arsaların zekatı olmaz. Çünkü burası tüccar olan kişinin mülkünde değildir ve aynı
zamanda (her ne kadar cüz'i bir miktar da olsa) kira karşılığında kullanma imkanına kavuşabiliyor.
Bilindiği gibi zekat, mülkün bir bölümüdür. Ama bu yerlerde sergilediği ya da depo olarak inşa
ettirdiği yerlerde koruduğu mallar için zekat gerekir. Tabii ki şer'i şartlar dahilinde. 399

Cevap

Günümüzde kağıt paraların, gümüşle değil de altınla hesaplanması daha uygundur.


Peygamberimiz (s.a.v) zekat nisabını altın ve gümüşle ölçerken, bu konuda iki nisap miktarının
bulunmasını kastedmemiştir. Nisap sadece birdir. İki cins madenle ölçülür. Nisabın fıkıh
istılahındaki manası şudur; zenginliğin en alt sınırıdır.
İslamda zekat fakirlere vermeleri için zenginlerin üzerine farz kılınmıştır. Peki zengin kimdir? ya da
bir kişiyi ne zaman zengin olmuş sayabiliriz? İslam şeriatı zenginin alametini belirlemiştir o da;
nisaba sahip olmasıdır.
Malların değişmesiyle nisap ölçüsüde değişir. Paralar iki şeyle ölçülür.
Altınla. Altının nisabı yirmi miskaldir.
Gümüşle. Gümüşün nisabı da ikiyüz dirhemdir.
Peygamber (s.a.v) niçin nisabı, altın ve gümüşle ölçmüştür.
Çünkü asrı saadet döneminde araplar iki tür para kullanıyorlardı, iran'dan gelen gümüş dirhem ve
Bizans'tan gelen altın dinar. Arapların basıpta kullandıkları kendilerine özgü paraları yoktu.
Bundan dolayı Peygamber (s.a.v) zenginlik ölçüsünü yirmi dinar altın ve ikiyüz dirhem gümüş
olarak belirlemiştir. O dönemde bir altın dinar, on gümüş dirheme eşit sayılıyordu. Ama zaman
geçtikçe gümüş fiyatlarında da düşmeler göründü. Raşit halifeler döneminde bir dinar on iki
dirheme bozduruluyordu. Daha sonra yirmi beş dirheme, yirmi dirheme ve otuz dirheme kadar
bozdurulur oldu. son asırlara gelindiğinde gümüş, altın karşısında en düşük değerler edinmiştir.
Dolayısıyla altın nisabıyla gümüş nisabı arasında büyük farklılıklar meydana geldi. Bundan dolayı
nisap miktarı diyelim ki suudi riyaline göre elli riyal ise altınla ölçtüğünüzde nisap miktarı
binbeşyüz veya daha fazla tutuyor. Altını bırakıpta diğerini nisap miktarı olarak almak doğru
olmaz.
Yirmi miskal altın 85 gramdır. Buna göre elimizde bulunan para miktarı nisap miktarına ulaşıp
ulaşmadığını öğrenmek için kuyumcudan 85 gram altının ne kadar yaptığını öğrenerek zekat
miktarının ne olacağını öğrenebiliriz. Öğrendiğimiz bu miktar şer'i nisap ve zenginliğin en alt sınırı
ve zekat miktarı olacaktır.
Gümüş nisabına göre ise oldukça azdır. İtibara almaya bile gelmez. Çünkü elli riyale sahip olan
kişi gerçekte zengin sayılmaz.
Gerçekte insanın gönlü, zekat nisabı olarak altını almaya daha yatkın geliyor. Bu nisap miktarı
diğer şer'i nisaplara, beş deveye, kırk koyuna ya da otuz sığıra gümüşten daha yakındır.
Kısaca özetlersek; Bir kişinin zekat verip vermemesi gerektiğini bilmek istediğimizde durumana
bakarız. Eğer yanında 85 gram altın veya buna eş değerde nakit para varsa bu paranın % 2,5
oranında zekatım verir. 400

Ticaret İçin Satın Alınan Arazilerin Zekatı

Soru

Bir zamanlar bir kaç parça arsa satın almıştım. Bunların zekatlarını öğrenmek istiyorum. Şayet
zekata tabi iseler aldığım değer üzerinden mi zekatlarını vereceğim yoksa değerini Ölçtürmek zor
olduğu halde her yıl ulaştığı yeni değere göre mi zekatını vereceğim? 401

Cevap

Satın alınan arsalar iki çeşittir.


1) Tekrar satıpta kar elde etmek amacıyla alınan arsalar. Bu ticaret sayılır. Kar sağlamak amacıyla
alınan arsalar ticaret malları cinsine dahildir. Aynı zamanda her sene ne kadar miktara ulaştığını
hesaplamak gerekir ki hesaplanan bu miktardan %2,5 oranında zekatı verilsin. Satış için alınan bu
araziler için verilecek zekat miktarı budur ve ulemanın cumhuru da bu görüştedir. Sadece maliki
imamlar bu görüşe muhalifdirler. Onlar şöyle demektedirler; bu tür arsalar ancak satıldıkları anda
zekatlan-dırılabilirler. Alınan fiyatın % 2,5 oranında zekatı verilir. Alimlerin cumhuruna göre ise bu
arsalar maldır ve her biri için zekat vardır. Bu görüş daha doğrudur.
Bazı durumlarda İmam Malik'in görüşü de tercih edilebilir. Mesela, işlerin kesat dönemlerinde.
Yani, adam bir kaç parça arsa alır ancak aldığı arsalar ucuzlar. Satmak istese de aldığı fia-ta alıcı
bulamaz. Çok ucuz bir fiata satmak zorunda kaldığı zaman da İmam Malik'in görüşüne göre fetva
verilebilir. Ancak kişi, bu yıl bin liraya aldığı bir araziyi bir yıl sonra ellibin liraya satabi-liyorsa bu
resmen ticaret sayılır. Dolayısıyla arsa sahibinin arsası her yıl uzmanlar tarafından belli bir fiat
biçilir ve bu fiat üzerinden zekatı verilir.
2) Satış amacıyla değilde üzerine bina yapmak için satın alınan arsalara gelince bunlar için zekat
vermek gerekmez. Ama arsa üzerine bina yapılıp da akar olarak kiraya verilirse bu akarlar için
aldığı kira bedeli kadar zekat vermesi gerekir. 402

Soru

Benim birinden yakyaşık olarak üçyüz dinar kadar alacağım var. Parayı verdiğim arkadaş
öğrenciydi fakat şimdi mezun oldu. işsiz. Çalışmak için kendisine iş bulamadı. Bende bu üçyüz
dinarı zekat olarak arkadaşa verdim. Bu caiz olur mu? başkasında borç olarak bulunduğu halde o
paradan zekat çıkarıp vermekle yükümlü müyüm? 403

Cevap

Şayet borç yaşayan bir borçsa; yani borçlu olan kişi borcunu inkar etmeyip de verecekse, borcun
zekatlandırılması gerekir. Çünkü bu borç sahibinin (alacaklının) mülkündedir. Ölü borçlardan
değildir. Alacaklının mülkünde olan bu tür borçların zekatını her yıl vermek gereklidir.
Bazı fıkıh alimleri bu tür borçların zekatlarının geri alınacağı güne kadar ertelenmesi gerektiğini
savunurlar. Bazıları ise, hemen zekatlandırılması gerektiği görüşündedirler. Cumhur ulema ise,
senesi doldukça zekatlandırılmaları gerektiğini savunurlar.
Şayet borç, ölü borçlardan; yani tahsilinden ümit kesilen borçlardan ise, zekat vermek gerekmez
şayet tahsil edilebilir-lerse bir senelik zekatının verilmesi gerekir. Bazı alimler de bu tür borçların
hemen zekatlandırılmamasını üzerinden bir yıl geçtikten sonra zekatlandırılmaları gerektiğini
söylemişlerdir.
Soruyu yönelten kardeş, kendisine borçlu olan kişinin iş bulduğu taktirde borcunu ödeyeceğini
umuyor. Dolayısıya bu borç yaşayan yani tahsili ümit edilen borçlardandır ve zekatı farzdır.
Soruyu soran kardeş, borcu ailesinden uzak geçim kaynaklarından kopuk bir hayat yaşayan
öğrenciye vermiş. Verdiği zekat sahihtir. Çünkü bu durumdaki bir öğrenci ya fakirdir ya miskindir
ya malı olmayan yolda kalmış ya da borçlu statüsünde bir insandır.
Mezun olduktan sonra da eğer iş bulamamışsa zekat vermek caizdir. Çünkü alman diplama kişiyi
zengin yapmaz. Açlığını kesmez. Zekatı ancak mal-mülk ve kazanç sahibi zenginlere vermek
haramdır. Oysa bu öğrenci her ikisinden de mahrumdur. Bu kişi bir iş bulup da yetirince para
kazanana kadar zekat alma hakkına sahiptir.
Aynı zamanda borcun böylelerinden alınmayıp zekattan sayılması da caizdir. Bazı fıkıh alimlerinin
görüşü de bu minval üzeredir. En doğruyu bilen Allah Teala'dır. 404

Zekatın Nakli

Soru

Zekat verecek kişi zekatım, başka bir şehre görderebilir mi? 405

Cevap

Zekatta asıl olan - fıtır zekatı ise- oturduğu şehirdeki muhtaç insanlara vermesidir. Maldan verilen
zekat ise kişinin malını bulunduğu beldedeki insanlara vermesi gereklidir. Ancak bir takım
sebeplerden ötürü mü s lü manlar in asıl kaideden dışarı çıkması caizdir. Mesela, körfez
ülkelerinde çalışan bir filistinli kendi vatanında çadırlarda yaşayan muhtaç akrabalarına zekat
yardımı yapabilir. Malının zekatını onlara göndermek daha iyi ve daha evladır.
Zekatın oturduğu şehrin dışına veya malının bulunduğu şehrin dışına gönderilmesi, yukarıdaki
sebep ve gerekçeler ışığı altında caiz olur. Zekatını hak eden kimselere vermesi için bir vekil tayin
etmesi de caiz olur. Bulunduğu şehirde zekata muhtaç olanlara vermesinde de herhangi bir
sakınca yoktur. Zaten asıl olan da budur. 406
Soru

Zekatı taksitlere bölmek caiz olur mu? 407

Cevap

Zekatın ödenmesi vacip olduğunda hemen Ödenmesi ve ertelenmemesi gerekir. İslam hayırda
yarışılmasını emrediyor. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:"Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın" 408
Bir başka ayette de şöyle buyurulmuştur:
"Rabbinizin mağfiretine koşun" 409
Kişi ne kadar yaşayacağını garantileyemez. Yarın ne kadar kazanacağım yarından sonra neye
uğrayacağnı bilemez. Genel hatlarıyla farz olan hükümleri ertelemek haramdır. Fakir ve muhtaç
olanların hak ettikleri zekatı ertelemek haramdır. Böylece müslüman bir kişinin üzerine zekat
vermek vacip olduğu an zekatını vermek zorundadır erteleyemez. Zekat zamanı gelmeden önce
zekatını vermesine gelince bu da, muhtaç bir insanın ihtiyacı olması gibi şer'i bir mazeret ortaya
çıktığı taktirde o zaman vucubundan önce zekatı taksitlere bölmek caiz olur. 410

Soru

Kişinin kendi karısına, bakmakla yükümlü olduğu kimselere ve zengin kardeşlerine zekat
vermesi caiz midir? 411

Cevap

Alimlerin icmasına göre kişinin kendi hanımına zekat vermesi caiz değildir. Çünkü kişinin kendi
hanımı kendisinin bir parçası sayılır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var
etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir." 412
Ayette de belirtildiği bigi kişinin hanımı kendisinden bir parçadır. Kocasının evi hanımının da evidir.
Bu konuda da Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları, iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti sayın;
Rabbi-niz olan Allah'tan sakının; onları apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana evlerinden
çıkarmayın. " 413
Erkeğin malı kadının da malıdır. Şayet kişi zekatını hanımına verirse sanki kendine vermiş gibi
olur. Kişinin kendine zekatmı vermesi caiz midir? Bundan dolayı islam alimleri kişinin kendi
hanımına zekat veremeyeceği hususunda görüş birliğine varmışlardır. Aynı şekilde evladına
vermesi de caiz olmaz. Çünkü onlarda kendisinden bir parça sayılırlar. Hadisi şerif de bunu te'yitle
şöyle demektedir. Evlatlarınız sizin kazançlarınızdır. Aynı şekilde kişinin zekatım kendi anne
babasına da vermesi caiz değildir. İbni Teymiyye, şayet anne baba kendi nafakasını temin etme
kudretinde değilse evladın anne ve babasma zekatını vermesini caiz görmüştür. Yoksul olan
kardeşlere gelince alimler bu konuda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Şayet kişinin kardeşi fakir ve
kendisi de ona bakmakla yükümlü olduğu halde kardeşine zekat vermesi caiz midir değil midir?
İşte alimler bu konuda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu konuda tercihe şayan görüş kişinin fakir ve
muhtaç durumdaki kardeşine zekat vermesidir. Nasların umumiliği bunu gösteriyor. Kişinin
hanımını, çocuklarını ve anne-babasını bu umumi hükmün dışında tuttuğumuza göre kardeşler bu
hükmün içinde kalacaklardır. Kardeş kardeşe her ne kadar bakmakla yükümlü olsa da kendi
zekatından vermesi caizdir. Diğer akrabalara gelince mesela; hala, teyze, dayı kızı teyze kızı ve
diğerleri gibi. bunlara da zekat vermekte her hangi bir sakınca yoktur. Alimler bunda ittifak
etmişlerdir.
Zengin kardeşlere gelince; bunlara kesinlikle zekat vekmek caiz değildir. İster kardeş olsun ister
olmasın değişmez. Zengin olduğu sürece zekat düşmez. Allah Resulü (s.a.v) şöyle
buyurmuşlardır "Zengine ve gücü kuvveti yerinde olan kimselere zekat düşmez" Peygamber
(s.a.v) zekatın zenginlerden alınıp fakirlere verileceğini söylemiştir. Zekatını zengine vermek,
şeriatın elde etmek istediği maksada uygun değildir. 414

Zekatla İlgili Ayette Geçen "Allah Yolunda" Sözünün Manası Nedir? Camilere, Ölülerin
Kefenlenmesi Ve Buna Benzer Yerler İçin Yapılan Masraflar Zekata Dahil Olur Mu?

Soru

Günümüz alimlerinden bazıları, bir ferdin veya kuruluşun yaptığı hayır yerlerine yapılan masrafların
zekata dahil olabileceğine dair cevaz vermişlerdir. Mesela, camiler, hastaneler, okul ve buna
benzer yerler gibi ya da ölülerin kefen masraflarının karşılanması, yetimlerin eğitim ve öğretimi
için yapılan harcamaların zekata dahil olduklarını söylemişlerdir.
Bu alimlerin delilleri de şudur; tüm bunların ayette geçen 'Allah yolunda' ifadelerinin kapsamına
girdiğini söylemişlerdir. Zekatın nerelere verileceğini belirleyen ayeti kerimeyi delil o/o» rak
getirmektedirler. "Zekatlar; Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan
memurlara, kalpleri müslümanlara ısındınlacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda
olanların ve yolda kalanların uğrunda sarfedilir. Allah bilendir, hakimdir." (Tevbe 60) Eski alimlerin
meşhur görüşlerinden bildiğimiz kadarıyla 'Allah yoluna' sözünün manası, O'nun yolunda cihat ve
kafirlerle savaş olarak geçmektedir.
Siz 'Allah yolunda' sözünün bütün hayır işlerin kapsamına girdiğini mi yoksa 'cihat' ve 'kafirlerle
savaş' manasına geldiğini mi savunuyorsunuz?
Zekat kitabınızda bu konuyla alakalı olarak tercih ettiğiniz görüş hangisidir? Hangi işler 'Allah
yolunda' sözünün kapsamına girer hangileri girmez? 415

Cevap

Kitabımda 'Allah yolunda1 yapılan harcamalar hakkında uzun uzadıya açıklamalar yapıp bu
konuda mezhep imamlarının görüşlerini, alimlerini tefsirlerinde geçen açıklamalarına yer verdim.
Şüphesiz, bu alimlerden bir çoğu 'Allah Yolunda' ifadesini genel lügati manasına göre; -Yani,
Allah'ın rızası kapsamına giren her şey- izah etmişlerdir. Bu açıklamaya göre ayetin içerisine tüm
hayır işleri girmektedir.
Geniş ve tafsilatlı bilgi edinmek isteyenlerin 'Fıkhu'z-Zekat' kitabına müracaat edip delilleriye
birlikte okuması gerekir. İnşaallah burada da yeterince bilgi vermenin herhangi bir sakıncası
olmadığını düşünüyorum.
Bunun üzerine şunu söylemek isterim; fakirlere yiyecek tedarik etmek, sığınacakları mekanlar
temin etmek, eğitim ve Öğretim imkanları sağlamak ve ilaç yardımı vb. imkanları sağlamak için
kurulmuş olan vakıflara ve kuruluşlara 'Allah Yolunda' ayetinin kapsamına girdiği için değil de
fakirlerin temsilcileri oldukları için zekat vermek caizdir. Bu kurumlara zekat vermek tıpkı fakirlere
zekat vermek gibidir. Mesela yetimin velisine zekat veren tıpkı yetime vermiş olması gibi.
Bunların dışında kalan yerlere gelince; ben 'Allah yolunda' sözünün kapsamım, zekatın verileceği
yerler diye genişletenlerin görüşlerine katılmıyor ve tercih etmiyorum. Aksine benim tercihim
şudur; Allah'ın yolunun genel manası burada kasdedilen manada değildir. Çünkü bu söz bu haliyle
bir çok yönleri içermektedir. Belli şahıslar bir tarafa, belli sınıfları içermeye bile hasredilemez. Bu
da zekatın sekiz sınıfa sığdırılmasına ters düşmektedir. Aynı şekilde 'Allah yolunda' sözü
umumiyetiyle fakirleri, miskinleri ve diğer yedi sınıfı kapsamaktadır. Çünkü bunlara vermek de
iyilik ve Allah'a itaati ifade eder. Öyleyse 'Allah yolunda' zekat vermekle diğer yedi sınıfa zekat
vermek arasında ne gibi bir fark vardır?
Allah Teala'mn beliğ ve muciz ifadeleri faydasız tekrarlardan münezzehtir. Dolayısıyla 'Allah
Yolunda' sözüyle diğer yedi sınıf arasındaki farkı bildiren özel bir mananın olması gerekir. Bu özel
mana mütekaddim fakihlerin ve müfessirlerin verdiği anlamdır. Yani 'Allah yolunda' sözünü 'cihat'
anlamında algılamalarıdır. Bu konuda İbni Esir şöyle demiştir: "Allah Yoluna' sözü 'cihat' an-
lamuıda çokça kullanıldığı için neredeyse sadece bu anlama hasredilmiştir."
İbni Esir'in Taberani'den rivayeti de bu görüşü doğrulamaktadır Sahabeler bir gün Allah Resulü
(s.a.v) ile beraberlerken, güçlü kuvvetli bir genç gördüler ve bunun üzerine şöyle dediler; "Keşke
gençliğini ve gücünü Allah yolunda harcasa." Onlar 'Allah Yolunda' sözüyle cihadı ve İslama
yardımı kasdetmişler-dir.
Peygamber ve sahabeden gelen bir çok rivayetler "Allah Yolunda" sözünün 'Cihat' anlamında
kullanıldığını göstermektedir. Mesela, Hz. Ömer: "At üzerinde Allah yolunda hamle yaptım" derken
cihadı kasdetmiştir. Buhari ve Müslim'de geçen bir hadis de şöyledir: "Allah yolunda sabah ve
akşam bir yere gidip gelmek dünya ve içindekilerinden hayırlıdır."
Tüm bu karineler zekat ayetinde geçen 'Allah Yolunda' kelimesinden kasdedilenin cihat olduğunu
tercih etmek için yeterlidir.Cumhur ulema da aynı görüştedir. Ayette geçen 'Allah Yolunda'
kelimesinden asıl luğat manası kasdedÜmemiştİr. "Beş sınıf dışında herhangi bir zengine zekat
vermek haramdır." Hadisi şerif de bizim görüşümüzü te'yid etmektedir. Bu beş kişi arasında Allah
yolunda savaşa çıkan gaziler de sayılmıştır. Prof. Muhammed Ebu Zehra da, İkinci İslami
Araştırmalar Kongre-si'nde sunduğu 'Zekat' adlı inceleme yazısında bu görüşü tercih etmiştir.
Bundan dolayı ben, 'Allah Yolunda' kelimesine, tüm maslahatları kapsaması yönüyle geniş bir
mana yüklemek istemiyorum. Aynı zamanda sözün içerdiği manayı daraltma taraftarı da değilim.
Sırf 'Cihat' manası yüklemek gibi.
Cihat kalemle ve dille de yapılabilir. Fikir, eğitim, sosyal, iktisadi ve siyasi açıdan cihat yapılabilir.
Tüm bunlar cihattan sayılır. Maddi ve bedeni yardıma muhtaçtır.
Önemli olan bu cihat çeşitlerinin 'Allah Yolunda' ve İslam'ın zaferi adına yapılmasıdır.
İlayı kelimetullah adına yapılan, hangi cihat olursa olsun hepsi de ' Allah Yolunda' dır.
Allah'ın dinine, yoluna ve şeriatine yardım, bazen savaşla gerçekleşir. Ama bazı asırlarda da -bizim
asrımızda olduğu gibi-psikolojik, fikri ve nefsi cihat, maddi ve askeri cihattan daha etkili tesirler
bırakabilir. Dört mezhep imamlarından bir çokları zekatın bir bölümünün gazilere, bir bölümünün
sınırda nöbet tutan askerlere ayrılmasını, bir bölümünün de at, silah ve diğer savaş aletlerinin
temini için verilmesini söylemişlerdir. Biz de bunlara ek olarak; asrımızda kalemleriyle, dilleriyle ve
yaşantılarıyla cihat edenlere zekat verilebilir, diyoruz. Bu insanlar kalemlerini, dillerini ve
gayretlerini, islam akidesinin ve şeriatinin savunulmasına hasretmişlerdir.
Cihat kelimesinin manasında geniş bir anlam bütünlüğü vardır derken delil olarak da şunları
gösteriyoruz.
l)İslaoı yolunda cihad sadece savaş metoduyla gerçekleşmez. Bu konuda Allah Resulü (s.a.v)
şöyle sorulur. "Hangi cihat daha faziletlidir?" Peygamberimiz de; "Sultanın karşısında hakkı
konuşmak", diye buyurmuştur.
Müslim sahihinde İbni Mesut(ra)'tan Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Allah'ın
benden önce gönderdiği bütün peygamberlerin çevrelerinde, ümmetleri içinden seçtikleri
sahabileri ve havarileri vardı. Bunlar peygamberlerinin sünnetlerine sarılırlar ve emirlerini yerine
getirirlerdi. Bu kişilerden sonra durum değişir, insanlar onların yapmadıkları şeyleri onlara isnad
ederler ve onların istemedikleri şeyleri yapmaya başlarlar. Kim onlara karşı eliyle cihat ederse
mü'mindir, kim diliyle cihat ederse mü'mindir, kim kalbiyle cihat ederse mü'mindir. Artık bunun da
ötesinde bulunan kişilerde hardal tanesi kadar iman bulunmaz.
Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihat
edin." (Ahmet;Nesei, Beyha-ki
2) Bahsettiğimiz cihat çeşitleri ve îslatni etkinlikler her ne kadar naslarla ifade edilen cihat
manasının kapsamına girmese de kıyaslarla bunlara hamletmek mümkündür. Çünkü her ikisi de
is-lamm zaferini ve savunulmasını amaçlayan, düşmanlara karşı ıs-lamı savunan, İlayi
kelimetullahı yeryüzünde yükseltmeye çalışan bir nitelik arzetmektedir.":
Kıyasa baktığımız da zekatın bir çok bölümüne girebileceğini görebiliriz. Bu konuda her hangi bir
mezhep veya görüş bulamıyoruz ancak bazı vesilelerle bu görüşü de savunmuşlardır. Böylece
'Allah Yolunda' manasında biraz olsun genişletme yaparken cumhur ulemanın görüşüne uymuş
oluyoruz. .
Buruda ayrıca şuna dikkat çekmek isterim; bazı işler ve faaliyetler her hangi bir şehirde, her hangi
bir zamanda ve her hangi bir durumda cihat sayılırken diğer bir yerde ve zamanda cihat
sayılmayabilir.
Normal şartlar dahilinde (mecburi bir gereksinme yokken) okul yapmak, güzel bir iş ve gayret
sayılırken cihat olarak değerlendirilemez. Şayet iîim ve irfan yuvaları koministlerin, laiklerin veya
Masonların elinde bulunuyorsa o zaman okul yapmak en büyük cihatlardan sayılabilir. Bu tür
okullar sayesinde, müs-lümanların tahrip edilen fikri ve ahlaki yapıları korunacak, laik ve gayri
İslami düşünceler arındırılmış olacaktır.:
-Yıkıcı ve zararlı faaliyetlerde bulunan kütüphanelere karşı islami içerikli kütüphaneler açmak
büyük cihattan sayılabilir. Müslümanların sağlık problemlerinin halli ve onları saptırıcı misyoner
kuruluşlardan kurtarmak için hastaneler inşa etmek de ba-zan cihat sayılır. Tabiki fikri ve kültürel
amaçlı kuruluşlar daha önemli ve daha tesirlidir.
İslam topraklarını kafirlerin yönetiminden kurtarmak "Allah yolunda" sayılan cihatlardandır.
Hİç şüphesiz çağımızda cihat anlamını ifade eden en önemli faaliyetlerden biri de, istila edilmiş
ve üzerlerinde Allah'ın hükmünün dışında hakimiyetler kurulmuş olan islam topraklarını kafirlerin
yönetiminden kurtarmaktır. Bu ister Yahudi olsun, ister Hıristiyan olsun, ister Mecusi, ister laklir ve
demokratlar veya Allahsız kitapsız olsun değişmez. Küfür tek millettir.
Kapitalizm, sosyalizm, doğulu ve batılı, kitaplı kitapsız kim olursa olsun islam ülkelerinden bir
parçayı istila ettiklerinde or-tayaca çıkacak savaşta hepsi aynı konumdadır. Bu görevi de istila
edilmiş topraklara en yakın kişiler üstlenir. Eğer yakında bulunan müslümaniarın sayıları yetersiz
kalıyorsa artık tüm dünya müslümanlarının üzerine sorumluluk binmiş olur.
Bu gün olduğu kadar hiç bir asırda müslümanlar kafirlerin yönetiminde bu kadar ezilmemişlerdir.
Bunların başında da Flis-tinliler geliyor. Aynı zamanda 'Keşmir' ki burası da kafir Hindistan
yönetiminin altındadır. 'Eritre' Hiristiyan yönetimi altında ezilmekte. Diğer islam memleketleri de
aynı konumdadır. Mesela; Buhara, Semerkand ve Taşkent gibi Buralar da dinsiz laik ve kominist
yönetimlerin etki ve yönetimi dahilindedir.
Bu toprakların kafirlerin çizmeleri altından kurtarılmaları her müslümanın üzerine farzdır. Aynı
zamanda bu kafirlere karşı kutsal savaşın (Cihat) ilan edilmesi bir islam farizasıdır.
İslam topraklarını, kafirlerin yönetiminden ve azgınlıklarından kurtarmak amacıyla bir savaş
başlatılırsa bu savaş hiç şüphesiz 'Allah Yolunda' olmuş demektir. Dolayısıyla buralara gerek
maddi açıdan gerek manevi açıdan her türlü yardımın yapılması zaruridir. Böylece zekatın
tahsiline göre az ya da çok veya ihtiyaç kadarıyla bir kısım zekatın bu topraklarda savaşan ve
mücadele eden müslüman kardeşlere gönderilmesi gerekir. Buralara
gönderilecek zekat hesaplanırken birinci planda, kişinin ne kadar zekat vermekle mükellef olduğu,
ikinci planda cihadın zekata ne kadar ihtiyaç duyduğu, üçüncü planda da zekata muhtaç diğer
sınıfların azlık ve çokluğu göz önünde tutulmalıdır. Bu problemi de şayet varsa ehi hal ve akd
çözecektir. (Yani, islam uleması)
Islami hükümlerin tekrar geçerli hale getirilmesi yolunda yapılan gayretler de "Allah yolunda"dır.
Allame Reşit Rıza'nın belirttiği gibi, günümüzde zekat verilmesi gereken önemli yerler vardır. Reşit
Rıza (Allah ona rahmet etsin) din alimlerinden bir cemiyet kurulmasını ve zekatın onlar tarfından
düzenlenmesini ve yine onlar tarafından gerekli alanlara harcanmasını teklif etmiştir. Zekatın
harcanması gereken yerler her şeyden önce bu cemiyetle alakalı olan maslahat sahalarıdır. Reşit
Rıza bu konuda şunları söylemiştir; Bir cemiyetin zekatı tanzim ederken riayet etmesi gereken şey
şudur; zekatın bir kısmmı Allah yolunda, islami hükümlerin getirilmesi gayretinde bulunan yerlere
harcanması gerekir. İşte bu, kafirlerin saldırılarından islami korumak için en önemli bir konum
arzeder. Aynı zamanda kılıçla (bugünkü tabirle; savaşla) savunmanın olmadığı alanlarda islami
hükümlerin kalemle ve dille savunulmasının yapıldığı alanlara harcanmalıdır.
Çağımızda İslami cihadın değişik halleri
Asrımızdaki 'Allah Yolunda' sayılan islami cihat örneklerinden ve şekillerinden bahsetmek uygun
olsa gerek.
Bu örnekleri vermeden önce burada ehemmiyete sahip bir hakikatten bahsetmek istiyorum. Bu
hakikat şudur; islamın ilk dönemlerinde ordunun silah ve mühimmat bakımından donatılıp teçhiz
edilmesi işi genel bütçeden sağlanıyordu. Yoksa zekat mallarından çıkarılıp verilmezdi. Ordunun
silah ve masrafları, savaşlarda elde edilen ganimetlerle islam devletinde zımmiler-den alınan
haraçlarla karşılanırdı. Zekat gelirleri de gönüllü mücahitlerin ihtiyaçlarına ve benzeri yerlere
harcanırdı.
Günümüzde savunma bütçeleri hazırlanırken aynı şeyler yapılmaktadır. Savunma harcamaları
genel bütçenin üzerindedir. Çünkü savnuma ihtiyacı, zekat miktarının karşılayamayacağı
miktarlara ulaşmaktadır. Zekat gelirleri savunma harcamaları için kullanılsa ne zekat miktarı buna
yeter ne de savunmanın masrafı karşılanabilir.
Bu nedenle günümüzde zekat gelirlerinin eğitim ve öğretim amacı güden alanlara harcanması
daha uygundur.
Bu yüzyılda islam risaletinin ihtiyaç hissettiği bir çok çalışma alanları gösterebiliriz. Bu alanlar
cihat faaliyeti göstermeye daha layıktır.
İslam ülkelerinde uyanışa vesile olacak islam merkezlerinin kurulması, müslüman gençleri İslama
teşvik edecek ve gerçek İslama yönelimlerini sağlayacaktır. Aynı zamanda bu tür kuruluşlar
gençlerin dinsizliğe kaymalarını Önleyecek ve bozuk fikirlere çarpık ahlak anlayışlarına
kapılmalarına engel olacaktır. Tüm bunlar da İslamın zaferi, şeriatın hakimiyeti ve islam
düşmanlarına karşı yapılan direnişlerden sayılır. Hepsi de 'Allah Yoluna' dahildir.
Yıkıcı ve saptırıcı yayınlara karşılık, ilay-i kelimetullahı yükseltmek, hakkı ısrarla anlatmak,
iftiracıların İslama karşı uydurdukları yalan iftiralarına cevaplar vermek, sapkınların ortaya attıkları
şüpheli durumlardan halkı haberdar etmek, dini insanlara gerçek boyutlarıyla tebliğ etmek gibi
amaçlarla gazete çıkarmak, 'Allah Yolunda' cihattır.
İslam'ı güzel anlatan veya ondan kesitler sunan, islamın cevherini ortaya çıkaran eğitimindeki
üstün niteliklerinden bahseden, dinin hakikatlerini ortaya koyan ve aynı zamanda islam
düşmanlarının İslama karşı besledikleri düşmanlıkları gün yüzüne çıkaran yayınlar yapıp her alana
dağıtmak 'Allah Yolunda1 cihattır.
İhlaslı, emin ve dürüst insanların, yukarıda saydığımız alanlarda gayretle ve şevkle çalışmaları,
dine hizmet için bir takım planlar hazırlamaları, islamın nurunu ufuklara kadar çıkarmaları ve
pusuda bekleyen islam düşmanlarının planlarını boşa çıkarmaları, gaflette olan İslam ümmetini
ikaz etmek için gayret ve çalışmaları, din için islam düşmanlarına karşı koymaları 'Allah Yolunda'
cihattır.
İçeriden murtedlerin yardım etmek suretiyle destekledikleri dişdaki islam düşmanlarının
saldırılarına ve komplalarma maruz kalan islam da'vetcilerine yardım etmek ve onlara destek
vermek 'Allah Yolunda' cihattır.
Bu saydığımız alanlarda zekatların harcanması, müsltimanın zekatmı vermesi hatta zekatından
da fazlasını vermesi gerekir. Çünkü asrımızda îslamın, (Allah'tan gayrı) tek yardımcıları İslam
davetçileridir. 416

Komünistlere Ve Fasıklara Zekat Vermenin Hükmü

Soru

Dini inanışlarına bakılmadan insanlara iyilik edilmesi gerektiği düşüncesiyle, fakir oldukları için
Allah'ı inkar eden kimselere mesela; komünist gibilerine zekat vermek caiz midir? Yoksa zekat
vermek onları, inkarlarına teşvik mi sayılır?
Şayet komünistler ve dinsizlere zekat vermek caiz değilse, Allah'ın emir ve yasaklarını yerine
getirmeyip nefislerinin arzularına kapılarak bîr takım haramları işyelen -içki içimek, zina etmek
gibi- kimselere zekat vermek caiz midir? Çünkü bunlar dış görünüşleri itibarıyla müslümandırlar.
Yoksa onlara da yardım edip zekat vermek Allah'a karşı olan isyanlarına yardımcı olmak demek
midir?
Sizden doyurucu cevaplar bekliyoruz. 417

Cevap

Allah'ı, kitaplarını, peygamberlerini, ahiret gününü inkar edenler mesela komünistler gibi ki onlar
komünizme ve Marksın nazariyelerine aşırı bir şekilde bağlıdırlar. Marks maddenin ötesinde
bulunan her şeyi inkar eder, gaybi hiç bir şeye inanmaz; uluhiyet-miş, vahiymiş, risaletmiş, bunların
tümünü inkar ederler. Hatta marksist felsefe dinin afyon olduğunu ve toplumları uyuşturduğunu
savunur, Peygamberliği ise salt bir maddi cihetten yorumlarlar. İşte bunlara zekat vermek caiz
olmaz. Çünkü onlar islam şeriatinin nazarında korunmaları, sahiplenilmeleri ve gözetilmeleri caiz
olmayan mürted kimselerdir. Bu tür kimseler inançlarmın konumu bakımından, islam
düşüncesinin, islam davetcilerinin ve islam uygulayıcılarının düşmanıdırlar. Müslümanlara
saplamak gayesiyle ellerine hançer temin edecek zekatı vermek kesinlikle düşünülemez. Ama
komünistlerin küçük çocukları veya fikirlerine inanmayan hanımları varsa bunlara zekat vermekte
her hangi bir mahsur yoktur.
Bu tür kafirler, İslama savaş açar ve islam ümmetine düşmanlık beslerler. Ne zekat ne de başka
bir şey vermek caiz değildir. Çünkü onlar zekatla müslümanlara karşı bir güç unsuru
oluşturabilirler. Bu söylediklerimiz alimlerin ittifakıyla da kabul edilmiştir. İcmanın dayandığı ayet
de şudur.
"Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza
yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder; kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerdir." 418
Ancak müslümanların koruması altında yaşayan zimmilerin durumu farklıdır. Bazı fıkıh alimleri,
zimmilerden fakir olanlara zekat verilebileceğini savunmuşlardır. Bazıları da, kalplerinin İslama
ısındırılmasi için zekat verilebileceğini söylemişlerdir. Ama cumhur ulema bu görüşe karşıdır.
Çünkü onlardan ne birşey alınır ne de bir şey verilir görüşündedirler. Cumhur ulema şöyle demiştir;
zekatın dışındaki diğer gelirlerden verilebilir. Bireyler kendi sadakalarını onlara verebilirler.
Zimmilere iyilik ve ihsanda bulunulmaktan men edilmemişizdir. Buna şu ayetten delil getirebiliriz.
"Sarfettiğiniz her hayır sizin içindir."
Fasıklara gelince, cumhur ulema onlara zekat verilmesini caiz görmüşlerdir. Ama asıl islami
kimliklerini korumaları şartıyla. Bunuda belki durumlarım düzeltebilecekleri ya da insanlıklarına
duyulan saygı nedeniyle söylemişlerdir. Çünkü onlardan almak ve onlara vermek caizdir. Bu
durum hadisin umumi kapsamına girmektedir. "Zekat müslümanların zenginlerinden alınıp
fakirlerine verilir." (El-Bahr'z-Zahhar cilt; 2 saife; 186) Fasiğl fışkına VeAllah'a ma'siyete
götürecekse zekat vermek caiz olmaz. Mesela aldığı zekat parasını içkiye ya da haram olan başka
yollara vermesi mümkündür. Çünkü Allah'ın malıyla Allah'a isyana götürecek sebeplere yardım
edilemez. Zekat verecek kişi fasığa vereceği zekatın masiyet yolunda kullanılmayacağını kesin
olarak bilmesi halinde zekat vermesinde bir beis olmaz. Bu hususta Maliki imamlar şöyle
demişlerdir; Şayet fasığa verilen zekatın Allah'a isyana götürecek yerlerde harcanacağı kesin
olarak bilinirse zekat verilmez. Ama tersi olursa verilebilir.
Zeydiyye mezhebine göre; fasık zengin gibidir. Ona zekat verilmez. Verildiği taktirde de kabul
edilmez. Ama zekat toplama memurluğu yapıyorsa ya da kalplerinin İslama ısmdırılması
düşüncesi ağır basarsa verilebilir. (Şerh'u-l'Ekber)
İmam İbn-i Teymiyye'ye bidat ehline veya namaz kılmayana zekat verilip verilmeyeceği hakkında
sorulduğunda o şu cevabı vermişti. însanın, zekata layık olacak fakirlerin, düşkünlerin, borçluların,
dinden olup olmadıklarını, islam şeriatine uyup uymadıklarını araştırıp öğrenmesi gerekir. Bidat
ehlinden ise veya günahkar olduğunu ilan eden biriyse çeşitli şekillerde cezalandırılması (boykot
etmek gibi) ve tövbe etmesini istemek gerekir. Zekat vererek isyankarlığına nasıl yardımcı olunur?
(Mecmu-u Feteva cilt. 25 saife. 87)
Namazı terkeden hakkında da şunları söylemiştir Namaz kılmayana namaz kılmasını emretmek
gerekir. Şayet söylenir de; tamam namaz kılacağım derse zekat verilir. Aksi taktirde verilmez.
'İhtiyarat' adlı kitapta İbni Teymiyye şunları söylemiştir. Zekatın Allah'a itaata götürmeyecek kişiye
verilmesi caiz olmaz. Allah Teala zekatı kendine itaate götürsün diye fakir ve borçlulara ya da
mücahitlere ve zekat memurlarına verilmesini farz koşmuştur. Yoksa ihtiyaç sahibi namaz
kılmayanlara, tövbe edip namaz kılıncaya kadar hiç bir şey verilmez.
Prof. Dr. M. Ebu Zehra zekatın, tevbe edinceye kadar fasıklara verilmemesi konusunda İmam İbni
Teymiyye'ye muhaliftir. Bu konuda şu üç delili getiriyor.
1) Fakirlere ve düşkünlere zekat verilmesini emreden ayetlere baktığımız da ayetlerin umumi
manasında, itaat edenle isyan eden arasında her hangi bir ayırıma gidilmiyor. Bu umumi manayı
daraltan kimse olmamış. Müslümanların dışındakilere onların kalplerini İslama ısındırmak için
zekat vermek caiz olduğuna göre kalplerini İslama ısındırmak için isyankar insanlara da zekat
verilebilir.
2) Muhtaç olan bir insana zekat vermemek demek ona hayat hakkı tanımamaktır. Daha doğrusu
isyankarlığı sebebiyle açlığa terkederek hakkında ölüm hükmü vermektir. Bu, onun öldürülmesini
mubah görüyoruz manasına gelir. Çünkü silahla öldürmekle acılığa terkederek öldürmek arasında
her hangi bir fark yoktur. Aksine ikincisi daha acı ve daha şiddetlidir.
Hariciler dışında kimse böyle bir hüküm veremez. Allah'a hamd olsun İbni Teymiyye onlardan biri
değil.
Ebu Zehra isyankar olanların zekattan mahrum bırakılmasının onları itaata götürmeyeceğini
aksine yaptıkları kötülüklerde daha ısrarlı olmalarına vesile olacağını vurgulamaktadır. Hatta
psikoloji ilmi, suçların genelde toplumdan tecrit olmuş ve toplum tarafından nefretle karşılanan
insanlar tarafından işlendiğini kanıtlamıştır, diyor.
3) Peygamber (s.a.v) kritik zamanlarda müşriklere yardımcı olmuştur. Hudeybiye antlaşmasının
akabinde Kureyş'e kıtlık inince Peygamber (s.a.v) fakirlerin ihtiyacını gidermesi için buğday alsın
diye Ebu Süfyan'a beşyüz dinar göndermişti. İhtiyaç sahibi müşriklere iyilik yapmak caiz olduğuna
göre bir insan isyankarlığı sebebiyle tövbe edinceye kadar açlığa terkedilmesi islam mantığına
uyar mı?
Bu delillerden sonra Ebu Zehra şunları söylemiştir. Her ne kadar aşırı takvasından dolayı bu
görüşü tercih etmiş olsa da biz yukarıda açıkladığımız sebeplerden ötürü İbni Teymiyye'ye
muhalifiz. (Bu metin Prof Ebu Zehra'nın islami araştırmalar kuruluna sunduğu çalışmasından
kısaltılarak alınmıştır)
Ebu Zehra'nın delilleri bir kaç yönden tartışılabilir.
1)Birinci delilinde herhangi bir daraltmanın bulunmadığım ifade ediyor. Halbuki ayetin umumiliğini
tahsislendirenler vardır. Genel kurallar, isyankar olan kimselerin protesto edilmelerini gerektiren ve
masiyet işlemelerine yardım edilmesini engelleyen kurallardır. Alimlerden birçokları şunu
söylemişlerdir; Sefih şeylerle veya masiyet için borçlanmış olanlara zekat verilmez. Buna rağmen
zekatla ilgili ayette geçen 'Borçlular' kelimesi de miskinler ve düşkünler kelimesi gibi umumilik
ifade etmektedir. Ebu Zehra ise bu tür borçlulara zekatın verilmeyeceği görüşündedir. Hadisi şerif
de bu görüşe uygundur "Yalnızca mü'min kimselerle dostluk yap. Yemeğini de Allah'tan korkanlar
yesin." (Ahmet b. Hanbel, Ebu Davut, Tirmiz, İbn-i Mace ve Hakim)
2) İkinci delil hakkında da bir takım tartışmalar yapılabilir. Muhtaç olan asi kimselere zekatın
verilmemesinde yatan mana, zaruri ihtiyacı doğması ve bu ihtiyacını karşılamayıp ölüme
terkedilmesi manasında değildir. Çünkü bu durumdaki bir insanı gerek zekat malıyla gerek başka
şeylerle kurtarmak caiz hatta vacip olur. Şunu da belirtmek gerekir ki, açlıktan ölmeyi tevbe
etmeye tercih eden bir kimse sadece asi değil aynı zamanda Allah ve Resulünün koyduğu
sınırlara meydan okuyan münkirdir.
3) Üçüncü delil de tartışma götürür. Fasık gibi, kafire de zekat dışı mallarla yardım eli uzatmak
yasak değildir. Özellikle de akraba ve yakın komşu oldumu.
Burada üzerinde ittifak edilmesi gereken bir takım husular var sanıyorum.
a) Zekat dışındaki mallardan asi olanlara yardım yapma hususunda ruhsat vardır.
b) Onların kalplerini İslama ısındırmak için zekat vermek ya-saklanamaz.
c) Sıkıntı ve açlık çeken bir kişiye bu sıkıntı ve açlıktan ölmeyecek kadar zekat yardımı yapılması
yasaklanmamıştır.
d) Ailesi olup da geçim sıkıntısından muzdarip olanlara da zekat verilmesinde hiç bir engel yoktur.
Çünkü hiç kimse bir başkasının günahından sorumlu değildir.
e) Şayet zekat verilirse masiyetini sürdüreceğinden emin olunan bir asiye zekat verilmesini Ebu
Zehra dahil hiç bir islam alimi caiz görmemiştir.
Geriye hilaf olarak; ailesi olmayan ve hiç bir ölüm tehlikesi geçirmeyen gönlünü İslama ısındırmak
amacının da dışında başka herhangi bir amaçla zekat verilen isyankar kalıyor. Benim acizane
görüşüm şudur; islamın asliyetine bağlı olduğu halde dini emirleri yerine getirmeyenler -bana göre
bunlara zekat verilebilir- ile, haramı helal sayıp dini hafife alanlar arasında bir ayırım yapmak
zorundayız. Aslmda ikinci kişinin islamdan hiç bir payı kalmamıştır ve sadece adı müslümandır
Ben Prof. Dr. Ebu Zehra'nın da bu tür insanları birinci türden insanların kapsamında
değerlendireceğini ve her ikisini de aynı konumda göreceğini sanmıyorum.
Neticede her şeyi en iyi bilen Allah Teala'dır. 419

6. BOLUM ORUÇ ve FİTRE HAKKINDA

Oruçlu Olan Kişinin Sahur Etmesi

Soru

Sahur hakkında bize bilgi verir misiniz? Sahur, orucun sıhhati (geçerliliği) için şart mıdır? Yoksa
yapılıp yapılmamasında herhangi bir mahzur yok mudur? 420

Cevap

Sahur orucun sıhhatinin şartı değildir. Sadece sünnettir. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edildiğine
göre Peygamberimiz hem sahur yapmış hem de yapılmasını emretmiştir. "Sahur ediniz. Çünkü
sahurda bereket vardır." (Muttafikun aleyh Enes(ra)'den rivayet edilmiştir.) Sahura kalkmak ve onu
gece yarısına doğru ertelemek sünnettir. Sahura kalkmak müslümam oruca karşı güçlendirir.
Orucun meşakkatini onun üzerinden atar ve bir hafifleme sağlar. Açlık ve susama müddetini
kısaltır. Bu din kolaylıkla gelmiştir ve kullara hep kolay olan şeyleri yükler. Onları kolaylığa teşvik
eder. Bu nedenle iftarı çabucak yapmak ve sahuru da gece yarışma doğru ertelemek daha iyidir.
Oruç tutan bir müslümanm sahura kalkması sünnettir. İster bir parça ekmek yesin ister bir hurma
Peygamber (s.a.v)'in sünnetine uygun salih bir amel yapsm yeter.
Ayrıca sahurda ruhi bir fayda da vardır. Fecirden önce uyanmak ve ayağa kalmak. Allah Teala'mn
kullarına tecelli ettiği bir vakitte hazır bulunmak. Bu vakitte kalkıp da dua edenlerin duasına icabet
edilir. Mağfiret isteyenlerin günahları affedilir. Ameli salih işleyenlerin amelleri kabul edilir. Kur'an
ve zikirlerle bu vakti geçirenle horul horul uyuyan arasında dağlar kadar fark vardır. 421

ORUÇLU OLAN KİŞİNİN IHTILAM OLMASI Ve GUSLETMESİ

Soru

Ramazan gecesinde uyurken ihtilam olsam ve sonra da cena-betlikten temizlenmek için gusul
etsem bu gusul benim orucumu bozar mı bozmaz mı? 422

Cevap

Soruyu yönelten kardeşimiz ihtilamın orucunu bozup bozmayacağını soruyor. Bu konu bazılarının
kafasını karıştırıyor. Öyleyse ben de cevap vereyim.
İhtilam olmak orucu bozmaz. İhtilam, insanın kasıtsız olarak yaptığı bir şeydir. İhtilamda meninin
akması oruca mani değildir Dolayısıyla cünupluktan kurtulmak içinde banyo yapmak orucu
bozmaz. Çünkü banyo yapmak (yani gusletmek) sari tarafından emredilmiştir. Müslümanların
cünup olduklarında temizlenmeleri (banyo yapmaları) farz olan bir sorumluluktur. Banyo yaparken
kulağına veya mazmaza yaparken elinde olmayarak ağzına su sızsa dahi bu, orucunu bozmaz.
Çünkü bu affedilen hatalardandır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Kalbinizden kastederek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size herhangi bir günah yoktur."
423
Peygamber (s.a.v) de şöyle buyuruyor. "Şüphesiz Allah, ümmetimden hata ve unutma (nedeniyle
işledikleri günah)larını affetmîştir." (Sahih bir senetle Tabarani İbn Ömer'den rivayet etmiştir.
Suyuti 'Eşbah' adlı kitabında rivayet etmiş. Suyuti 'Kebir' de İbn Abbas(ra)'tan rivayet etmiş. Hakim
de İbn Abbas(ra)'tan rivayet etmiş ve şöyle demiştir. Hadis sahihtir. İbn Mace İbn Abbas(ra)'tan ve
Ebuzer(ra)'den rivayet etmiş. Bu hadis Neve-vi'nin kırk hadisinde de bulunmaktadır) 424

Yaşlıların Ve Hamile Kimselerin Oruç Tutmaması

Soru

Yaşı bir hayli ilerlemiş yaşlı kimselerin ramazan ayında oruç tutmamaları caiz midir? Tutmadıkları
taktirde ne yapmaları gerekir? Hamile kadın karnındaki ceninin ölümünden korkarak orucunu
terketse herhangi bir şey olur mu? Şayet tutmasa ne yapması gerekir? Ramazan ayında esans
kullanmak caiz midir? 425

Cevap

Sualin birinci kısmım ele alalım; oruç sebebiyle yıpranacak ya da aşırı bir zorluğa maruz
kalacaksa kadın-erkek farketmez yaşhnm bu durumda orucunu terketmesınde herhangi bir
mahsur olmaz. Hastalıklarının iyileşmesi umulmayan hastaların durumu da aynı şekildedir.
Müzmin bir hasta yani doktorlarca iyileşmesi mümkün olmayan hastaların oruçlarını tutmamaları
da caizdir. Oruçlarını tutmadıkları taktirde her gün için bir yoksul doyuracak miktarda fidye
vermeleri gerekir. Bu Allah Teala'dan bir ruhsattır ve kolaylıktır.
"Allah size kolaylık diler zorluk dilemez." 426

Oruç Ve Fitre Hakkında

"(Allah) Dinde üzerinize bir zorluk kilmamıştır" 427


İbn Abbas (r.a)'dan rivayetle şöyle buyurulmaktadır: "Yaşlı olan kişiye ruhsat vardır. Her gün için
bir yoksulu doyurur. Kaza etmesi gerekmez." (Daruktuni ve Hakim rivayet ettikten sonra sahih
olduğunu söylemişlerdir.) Buhari de buna yakın manada bir şey rivayet etmiştir. Yaşlı bir kimse ve
benzerleri için şu ayet indirilmiştir.
"Oruca dayanamayanlar, bir düşkünü doyuracak kadar fidye verirler. Kim isteyerek bir hayır
yaparsa o kendisi için daha iyidir." 428
Bu demektir ki, kim yoksul olan kimselere daha fazla ikramda bulunursa daha iyi ve Allah katında
kendisi için daha kalıcı olur. Yaşlı bir kimse, dermanı kesilmiş bir kadın, hastalığının i-yileşmesi
pek mümkün görünmeyen hasta ve bunlara benzer kişiler oruç tutmazlarsa her gün için bir yaşlıyı
doyuracak kadar sadaka (fidye) bağışında bulunurlar.
Sualin ikinci kısmına gelecek olursak; hamile bir kadın karnındaki ceninin ölüm tehlikesinden
korkarsa orucunu tutmaması doğru olur mu? Evet olur. Tutmaması daha uygundur. Hatta bu
korku daha da fazlalaşırsa yani doktorluğuna ve aynı zamanda dini yaşantısına güvenilen
doktorlar tarafından çocuğun ölebileceği doğrulanmışsa o zaman kadının oruç tutmaması
vaciptir.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Çocuklarınızı öldürmeyiniz" 429
Çünkü ana karnındaki çocuk da dokunulmazlığı olan bir candır. Ne kadının ne de kocanın ona
karşı tecavüzkar veya ihmalkar davranarak Ölümüne sebebiyet vermeye haklan olamaz. Allah
Teala kullarının işini asla sarpa sardırmaz. İbn Abbas (ra) şöyle buyurmuştur.
"Oruca dayanamayanlar, bir düşkünü doyuracak kadar fidye verir." ayet-i kerimesi, gebe kadınlarla
emzikli kadınlar hakkında nazil olmuştur.
Gebe kadın ile emzikli kadın, oruç tuttuklarında kendi bedenlerine zarar geleceğinden korkarlarsa
alimlerin çoğunluğuna göre oruç tutmazlar. Sadece ileride güne gün kaza ederler. Çünkü bu
durumdaki kadınlar, hasta mesabe sindedirler.
Gebe kadın, oruç tutunca rahmindeki cenin için, emzikli kadın da emzirdiği çocuk için korkarlarsa
alimler, bu durumdaki kadınların oruç tutmamalarının caiz olduğu hususunda icma ettikten sonra
başka bir konuda ihtilaf etmişlerdir: Bu kadınlar oruç tutmadıkları taktirde bir günün orucu için
sadece bir düşkünü doyurmaları mı gerekir? Alimler işte bu noktada görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. İbni Ömer ve İbn Abbas (r.a) bu durumdaki kadının oruç tutmadığında düşkünü
doyurmasını caiz görmüşlerdir. Birçok kimselerse kaza etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Bazı
alimlerse hem kaza etmesi hem de düşkünü doyurması gerektiğini söylemişlerdir. Kanaatimce;
bu durumdaki kadınların gebelik ve emziklik durumları peşpeşe devam ederse, kaza etmeksizin
sadece düşkünü doyurmaları caiz olacaktır. Zira onlar bir sene gebe, doğumdan sonra da bir sene
emzikli, bundan sonraki sene içinde de gebe olurlarsa kaza etme fırsatını bulamayacaklardır.
Gebelik ve emziklilik süreleri peşpeşe devam etmekte, dolayısıyla tutamadıkları oruçları kaza
etme fırsatını bulamamaktadırlar. Tutamadıkları her günü kaza etmekle onları yükümlü kılarsak
bu demektir ki, bu haldeki kadınlar peşpeşe birkaç sene oruç tutacaklardır. Bu da çok zor
olacaktır. Zira Allah Teala, kullarına zorluk çıkarmak istemez.
Sualin üçüncü kısmma gelecek olursak; ramazan ayında esans kullanmak caizdir. Hiç bir alim
çıkıp da ramazanda esans kullanmanın haram olduğunu söylememiştir. Esansın orucu
bozacağına dair herhangi bir şey yoktur. Allah en iyi bilendir. 430

Hasta Olan Kişilerin Oruç Tutmaması

Soru

Bir çok defa ameliyat oldum. Doktor bana oruç tutmamı yasaklamıştı. Ben ameliyattan sonra iki
yıl oruç tuttum. Tabiki bu oruç bana çok meşakkatli geldi. Oruç tutmasam da yerine sadaka
versem olur mu? Ramazanda oruç tutmama karşılık olarak yoksullara ve düşkünlere bir miktar
para vermem uygun olur mu? 431

Cevap

Alimler, hasta kişinin oruç tutmamasının mubah olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Allah Teala
şöyle buyurmaktadır.
"Ramazan ayı ki onda Kur'an, insanlara yol göstererek -yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı
belgeler olarak- indirildi. Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan
tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez." 432
Nasla ve icma ile hasta olan kişinin oruç tutmaması caiz olmuştur. Lakin oruç tutmamayı mubah
kılan hastalık hangisidir? Sorusuna cevaben, oruçlu iken artacak veya iyileşmesi gecikecek olan
bir hastalıktır. Ya da sahibini büyük bir meşakkate sokacak durumda olan bir hastalıktır, öyle ki bu
kişi, rızkını ve geçimini temin edemez ve işini yapamaz hale gelir. İşte bu derecede hasta bulunan
bir kişinin oruç tutmaması caiz olur. İmam Ahmet b. Hambel'e sormuşlar; Hasta ne zaman
orucunu açar? O da şu karşılığı vermiştir: Oruç tutmaya gücü yetmediği zaman orucunu açar,
demiştir. Mesela sıtma hastalığını buna örnek olarak verebilir miyiz diye sorulduğunda 'Sıtmadan
daha şiddetli bir hastalık var mı ki?' diye cevap vermiştir. Hastalıklar çeşitlidir. Bazı hastalıkları
oruç etkilemez. Diş ağrısı, pamaktaki yara, küçük çıbanlar v.s. gibi bazı hastalıkları ise oruç tedavi
eder. Aşırı yemekten Ötürü meydana gelen bir çok mide hastalıkları, ishal vs. gibi. Bu gibi,
hastalıklardan dolayı oruç tutmamak ya da tutulan orucu bozmak caiz değildir. Zira bu durumdaki
kimselere oruç tutmak, zarar değil aksine fayda verir. Oruç tutmamayı mubah kılan, artmasından
veya iyileşmesinin gecikmesinden korkulan hastalıklardır. Oruç tuttuğu taktirde hastalanmaktan
korkan sağlıklı kimse de, hastalığının artmasından korkan hasta gibidir ve oruç tutmaması
mubahtır. Bu da iki şeyle bilinir:
a) Ya kişisel tecrübeyle bilinir:
b) Ya da kendisine her yönüyle güvendiği bir doktorun söylemesiyle bilinir. Doktor kendisine oruç
tuttuğu taktirde hastalığının artacağını haber verdiği taktirde oruç tutmayabilir. Ya da orucunu
tutmuşsa doktorun tavsiyesi doğrultusunda orucunu bozabilir. Hastaya oruç tutmamak mubah
olduğu bilindikten sonra kalkar da oruç tutarsa kendisine zararlı olan bir şeyi yaptığından dolayı
mekruh bir fiil işlemiş olur. Çünkü o, bu davranışıyla Rabbinin kendisine verdiği ruhsatı ve tanıdığı
kolaylığı elden bırakmış olur. Her ne kadar bu halde tuttuğu oruç sahih olarak kabul edilse de.
Oruç tutmasının zararlı olacağını bildiği halde tutmakta ısrarlı davranırsa haram işlemiş olur. Allah
Teala'nın onun kendisine azap çektirerek yapacağı ibadete ihtiyacı yoktur. Allah Teala şöyle
buyurmaktadır.
"...nefislerinizi mahvetmeyin. Şüphesiz Allah size merhamet eder.' 433
Sorunun cevaplandırılmadık bir tek şu yönü kaldı; hasta iken tutmadığı oruçlarının yerine sadaka
vermesi caiz olur mu? Buna karşılık biz de deriz ki; Hastalık iki kısma ayrılır;
1) İyileşip de şifa bulması mümkün olan hastalık. Bu tür hastalıklar için ne fidye vermek ne de
sadaka vermek caiz değidir. Sadece kaza etmek gerekir. Allah Teala bu konuda şöyle
buyurmaktadır.
"...hasta ve yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun." 434
Bir ay oruç tutmamışsa bir ay kaza edecek yok bir gün oruç tutmamışsa o zaman da bir günün
kazasını yapacaktır. Kaç gün tutmamışsa, Allah kendisine sıhhat ve kaza etme fırsatı verdiği
zaman o kadar gün kaza edecektir. Geçici olan hastalıkların hükmü bulur.
2) Müzmin yani iyileşme ümidi olmayan hastalara gelince; bunun hükmü yaşlı erkeklerle aciz ve
kötürüm kadınların durumu gibidir. Bu tür hastalıklar ya tecrübelerle ya da kendisine her yönüyle
güvenilen doktorların teşhisiyle bilinir. Bu durumdaki kişilerinde fidye vermesi yani her gün için bir
yoksulu doyurması gerekir. Bazı imamlara göre mesela İmam Hanefi'ye göre verecekleri yiyecek
maddelerinin bedellerini, uygun gördükleri zayıf, yoksul ve muhtaçlara verebilirler. 435

Soru

Oruçlu Olanın İğne Yaptırması Ve Fitil Alması

Damardan ve adeleden iğne vurdurmak, makata fitil koymak, yaraya merhem sürmek orucu bozar
mı? 436

Cevap

Basit anlamıyla herkes orucun ne demek olduğunu bilmektedir. Oruç, yemeden, içmeden ve cinsi
münasebetten uzak kalmak demektir. Bu, Kur'anın belirlediği bir yasak ve sınırlamadır. Müslüman
olan herkes de bu yasakları bilir. Nübüvvet zamanındaki bedevi araplar da bu yasakların
mahiyetini gayet iyi biliyorlardı. Mantıki tanımlamalara gerek duymadan yeme ve içmenin neyi
ifade ettiğini biliyorlardı. Aynı şekilde orucun ilk hikmetinin ne olduğunu bilmeyen de yoktur.
Orucun hikmeti, bedeni şehvetleri terkederek rızay-ı ilahiye nail olmak amacıyla Allah'a olan
kulluğu izhar etmektir. Nitekim kudsi hadiste şöyle Duyurulmaktadır. "Adem oğlunun bütün
amelleri kendisinedir. Yalnız oruç, bundan müstesnadır. O benim içindir. Onun karşılığını ben
vereceğim. (Çünkü kulum) benim için yemesini, içmesini ve şehvetim terketmektedir." (Buhari)
Bu durum aydınlandıktan sonra anlıyoruz ki, iğne yaptırmak ya da makattan fitil almak ne kelime
manası itibarıyla ne de isti-lahi manası itibarıyla yeme ve içme gibi değildir. Bunlar şeriat
koyucunun orucu farz kılma amacına aykırı düşmemektedir. Dolayısıyla bu gibi şeyler orucu
bozmaz. Allah'ın zorluk koşmadığı bir işte bizim zorluk koşmamız uygun olmaz. Allah Teala oruç
hakkında şunları söylemektedir.
"Allah size kolaylık diler güçlük dilemez." 437
İbn Hazm şöyle buyurmaktadır: İğne yaptırmak, enfiye çekmek, kulağa, buruna ve sidik deliğine
ilaç damlatmak, kasıtlı olmamak şartıyla su boğaza ulaşsa bile mazmaza ve istinşak yapmak,
geceden veya gündüz gözüne sürme çekmek veya ilaç koymak, değirmendeki un tozlarının,
elenen unun, kınanın, kokunun veya herhangi bir şeyin tozunun boğaza uçması, karşı konulmasına
rağmen sineğin boğaza kaçması orucu bozmaz. Bu söylediklerine delil olarak îbn Hazm şunları
söylemektedir. Allah Teala oruçlu iken bizleri yemekten, içmekten, kasıtlı olarak kusmaktan ve
bazı masiyetleri işlemekten men etmiştir. Bizler yeme ve içmenin, mak'attan, sidik deliğinden,
kulaktan, gözden, burundan, karında veya baştan çıkan yaradan yapıldığını görmedik. Oruçlu iken
yeme ve içme dışında mideye indirilmesi haram olmayan bir şeyi mideye indirmekten de men
edilmiş değiliz."
İbn Teymiyye sürme, iğne, sidik deliğinden ilaç damlatma, cerrahi yollarla karma ilaç ulaştırma
hakkında şunları söylemektedir. "Kuvvetli olan görüşe göre bunlardan biriyle oruç bozulmaz.
Çünkü oruç, havas ve avam tarafından bilinmesi gerekli olan islam dininin esaslarından biridir.
Eğer bu saydığımız şeyler oruçlu olana haram olsaydı, diğer hükümleri müslümanlara açıkladıkları
gibi sahabeler bunu da bilecek ve tebliğ edeceklerdi. Alimler bu hususta sahih olsun, zayıf olsun
hiçbir hadis nakletmediklerine göre demek ki Allah Resulü (s.a.v) bununla ilgili herhangi birşey
söylememiştir." Yine de en doğruyu bilen Allah Teala'dır. 438

Namaz Kılmayanın Orucu Kabul Edilir Mı?

Soru

Namaz kılmayan bir kimsenin orucu kabul edilir mi? Yoksa i-badetler birbirlerine mi bağlı? Yani
biri terkedildiğinde diğeri dekabul edilmez mi? 439

Cevap

Müslüman, tüm ibadetleri yapmakla yükümlü olan bir kimsedir; namaz kılar, zekat verir, ramazan
orucunu tutar, imkan bulduğunda haccını yerine getirir. Bunlardan birini özürsüz olarak
terkedenler hakkında islam alimleri çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları, bunlardan birini
terkedenin kafir olduğu görüşünde bazıları namazı terkedenin ve zekat verilmesine engel olanın
kafir olacağı görüşünde, bazıları sadece namazı terkedenin kafir olacağı görüşündedirler. Çünkü
namazın Allah indinde özel bir konumu vardır. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır "Kulla küfür
arasında namazı terketmek vardır." (Müslim)
Namazını kasten terkedenin kafir olduğunu söyleyenler, böyle bir kimsenin orucunun kabul
edileceğini de zannetmezler. Çünkü kafirin yapacağı ibadetler asla kabul edilmez.
İslam alimlerinden bazıları böyle kimselerin, Allah ve Resulünü ve Resulün getirdiklerini inkar
etmeksizin tastık ettikleri müddetçe iman ve islam üzerine kalacaklarını söylemektedirler. Bu
guruptaki alimler bu tür insanların sadece fasık olduğunu söylemekle yetinmişlerdir.
Allah daha iyi bilir ama bana göre bu görüş sözlerin en doğrusu ve hakka daha yakın olanıdır.
Buna göre inkar ve alay etme olmaksızın bazı farzları heva ve tembelliği nedeniyle yerine
getirmeyenler, bir kısmını yerine getirip bir kısmını getirmeyenler, iman ve islam bakımından
noksandırlar. Terke devam ettikleri sürece imanlarından korkulur. Ama güzelce işledikleri
amellerinin karşılığı Allah katında zayi olmaz. Bilakis bu amellerin karşılığı Allah katında
övülmüştür. Yaptığı iyiliğin sevabı, yaptığı fenalığın da vebali amel defterine yazılacaktır.
"İşledikleri ameller küçük büyük hepsi (levh-i mahfuzda) yazılıdır. " 440
"Kim zerre miktarı hayır işlerse, onun mükafatını görecek. Kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse,
o-nun cezasını görecek- tir." 441

Ramazanda Kasten Bazı Günler Oruç Tutmamak

Soru

Ramazan ayında bazı günler oruç tutup da bazı günler kasten oruç tutmamanın hükmü nedir?
Onun oruç tuttuğu günler sayılır mı sayılmaz mı? 442

Cevap

Bu soruda bir önceki soruya benziyor. Buna vereceğimiz cevap şudur, herşeyin hesabı ayrıdır.
Mesele, tuttuğu günlerin oruçları hesaba katılır mı katılmaz mı meselesi değildir. Mesele, bozduğu
günlerin yerine bedel verilebilir mi verilemez mi meselesidir. Ramazanda tutulmayan bir gün diğer
ramazandan bir günle telafi edilebilir. Her ramazan ayı hiç şüphesiz oruç vecibeleriyle dopdoludur.
Bu nedenle Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir. Kim ramazanda bir gün oruç tutmazsa dünya
günlerinden bir günle onun yerini dolduramaz. (Bu lafızlarla Tirmizi rivayet etmiştir. Ebu Davut,
Nesei, İbn Mace, İbn Mazime, Beyhaki Ebu Hureyre(ra)'den rivayet etmişlerdir. Kavilerden biri
hakkında şüphe vardır)
Rivayet edildiğine göre ramazanda adamın biri oruç tutmadı bunun üzerine Ebu Hureyre (ra)
şunları söyledi: "Bir yıl oruç tut-sada bu günler ramazanda tutmadığı günlerin yerine geçemez." ibn
Mesut(ra)'tan şöyle dediği rivayet edilir. "Hiç bir ruhsata dayanmadan ramazanda bir gün oruç
tutmayan kişi sair zaman-
larda bir yıl boyunca oruç tutsa da tuttuğu bu oruçlar ramazan orucunda tutmadığı günün yerini
karşılamaz." Ebu Bekir (r.a)'den de buna benzer bir şey rivayet edilmiştir. "Müslüman bir kimse dini
hususunda Allah'tan korksun. Ramazan orucunu tutmaya hırs göstersin. Şehvetini yenmeye
çalışsın. Şehvetine boyun eğen kişi hiç bir meydanda galip olarak çıkamaz." 443

Günahların Oruca Etkisi

Soru

Ramazanda oruçlu olduğu halde gıybet edenin, yalan söyleyenin veya şehvetle kadınlara bakanın
durumu nedir? Böyle bir kimsenin orucu kabul olur mu olmaz mı? 444

Cevap

Faydalı ve makbul olan bir oruç, nefisleri terbiye eden oruçtur. İnsanı hayra sevkeder. Allah
Teala'nm ayetinde bahsettiği takvayı artırır.
"Ey inananlar! Oruç sizlerden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah'a karşı gelmekten sakıııasınız diye,
size sayılı günlerde farz kılındı." 445
Oruçlu olan kişinin orucuyla çelişecek söz ve fiillerden kendini sakındırması gerekir. Çünkü onun
orucu sadece yeme içme ve haram olan şeylerden uzaklaşmak değildir. Bir hadiste şöyle
geçmektedir. "Oruç kalkandır. Sizden biriniz oruçlu olduğu günde hanımına yaklaşmasın, cehalet
fiilini işlemesin. Biri kendisine söver veya vurursa; Ben oruçluyum, desin." (Bu hadisi Nesei,
İbnMace ve Hakim rivayet etmiştir) Bir başka hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur. "Kim
yalan söylemeyi ve yalanla iş yapmayı terketmezse Allah'ın onun yeme ve içmeyi terketmesine
herhangi bir İhtiyacı yoktur." (Buharı, Ahmet ve Sünen sahipleri rivayet etmiştir).
İbn Arabi şöyle demiştir. Bu hadisin gereği olarak bu şekilde oruç tutana sevap verilmez. Bunun
manası şudur; tuttukları oruçtan elde edecekleri sevap, terazinin diğer kefesinde bulunan
yalancılığın günahıyla denge sağlamayacaktır.
İbn Hazm şöyle demiştir. Bu tür şeyler yeme ve içmenin orucu bozduğu gibi orucu bozar. Bazı
sahabe ve tabiinden de bu anlamda rivayetler nakledilmiştir.
Bizler İbn Hazm'ın bu görüşüne katılmasak da günahların orucun semeresini zayi edeceğini ve
şer'i maksatını bozacağını biliyoruz. Bu nedenle bu ümmetin selef alimleri oruçlu iken boş
söylememeye, haramlar işlememeye çok büyük önem vermişler. Hz. Ömer (r.a) şöyle
buyurmuştur. "Oruç sadece yeme ve içmekten kesilmek değildir. Aynı zamanda yalan
söylememek, batıl şeylerle uğraşmamak ve boş sözler sarfetmemektir." Hz. Ali (r.a)'den aynı
şeyler rivayet edilmiştir... Cabir'in şöyle dediği rivayet edilir. "Oruç tuttuğunda kulağın, gözün ve
ağzın yalancılıktan sakınsın, günahlardan uzak kalsın. Hizmetçine eziyet etme. Oruçlu günlerinde
üzerinde bir vakar ve sekinet olsun. Oruçlu olduğun günle olmadığın gün aynı olmasın." Ebu Zerr
(r.a) Talik b. Gays'a şöyle demiştir. "Oruçlu iken kendini gücün yettiğince (kötülüklerden) sakındır.
Bunun üzerine Talik, oruçlu olduğu günlerde evine kapanır sadece namaz vakitlerinde mescide
gitmek üzere evinden ayrılırdı." Ebu Hureyre(ra) ve arkadaşları oruç tuttuklarında mescide oturur
şöyle derlerdi: "Orucumuz temiz kaldı." Meymune b. Mehran (ra)'ın şöyle dediği rivayet edilir.
"Orucun en basiti yeme ve içmeden kesilerek tutulan oruçtur."
Her ne olursa olsun tutulan orucun Allah katında sevabı ve eseri olur. Gıybet, yalancılık ve buna
benzer şeylerinde cezası olur.
"Allah katında her şey bir ölçü iledir" 446
Her yapılan işin bir hesabı ve bir ölçüsü vardır.
"Rabbim hata etmez ve unutmaz" 447
Ahiretteki ilahi hesap hakkında bahseden nebevi hadisi düşündüğünde bu ve daha Önce geçen iki
sualin cevabını çıkartabilirsin. İmam Ahmet ve Tirmizi Hz. Aişe (r.anh)'den rivayet etmişlerdir.
Peygamber (s.a.v)'in ashabından biri Peygamber (s.a.v)'in yanına oturdu ve şöyle sordu. "Ey
Allah'ın Resulü! Benim iki kölem var. Beni yalanlıyor ve bana karşı geliyorlar. Ben de onları dövüyor
ve onlara sövüyorum. (Kıyamette) ben onlarla ne yapacağım?" Allah Resulü (s.a.v) de şöyle
buyurdu. "Sana yaptıkları ihanet, isyan ve yalanlamaları ile senin onlara yaptığın işkenceler
hesaplanacak. Eğer onlara verdiğin cezalar, işledikleri suçlardan az ise bu, senin lehine bir fazlalık
olur. Eğer onlara verdiğin cezalar, işledikleri suçlar kadarsa, bu senin için yeterli olur. (Ne lehinde
ne de aleyhinde olur.) Eğer onlara verdiğin cezalar, işledikleri suçlardan fazlaysa, sen de kalan
fazlalık, misillemeyle alınıp onlara verilir." Bunun üzerine adam Peygamber (s.a.v)'in yanında
ağlamaya ve feryat etmeye başladı. Peygamber (s.a.v): "Ne oluyor buna da Allah'ın kitabını
okumuyor?" "Biz kıyamet gününde adalet terazileri kuracağız. Artık hiç kimse en ufak bir zulme
uğramayacaktır. Yapılan amel, bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, onu getirir tartıya koyarız.
Hesabı görenler olarak da biz yeteriz." (Enbiya 47)
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v)'in yanındaki sahabi şöyle dedi. "Ey Allah'ın Resulü! en iyisi bu
kölelerden ayrılmaktır. Seni şahit gösteriyorum ki onların ikisi de artık hürdürler." 448

Oruçlu Olan Kişinin Mazmaza Ve İstinşak Yapması

Soru

Yaşadığım yerde abdest sırasında yapılan mazmaza (ağza su vermek) ve istinşak (burna su
vermek) in orucun sıhhatini etkilediğini savunanlar var. Bu görüsün doğruluk derecesi nedir? 449

Cevap

Abdest sırasında yapılan mazmaza ve istinşak Ebu Hanife, İmam Malik ve İmam Şafi'nin dedikleri
gibi abdestin sünnelerin-dendir. Ya da onları, abdestin farzlarından olan yüz yıkamanın bir parçası
olarak kabul eden Ahmet b. Hanbei'in dediği gibi abdestin farzlarındandır. İster abdestin
farzlarından ister sünnetlerinden olsun ne oruçlu iken ne de sair zamanlar da abdest alırken
kesinlikle terkedilemezler.
Oruçlu durumlarda müslümanm yapması gereken tek şey mazmaza ve istinşakta aşırıya
kaçmamaktır. Sair zamanlarda ise ramazanın tersine mazmaza ve istinşakta mübalağa yapabilir.
Bir hadiste şöyle geçmektedir. "İstinşak yaptığında mübalağalı yap. Yalnız oruçlu halinde değil."
(Şefi, Ahmet b. Hanbel ve Beyhaki rivayet etmişlerdir.)
Oruçlu olan kişi abdest sırasında mazmaza ve istinşak yaparken kasti olmadan su boğazına
kaçabilir. Bu durumdaki bir kişinin orucu sahihtir. Bu şuna benzer, yolda tozların ağza burna
kaçması veya sineğin boğaza kaçması gibidir. Tüm bunlar affedilir hatalardandır. Her ne kadar
islam alimleri ihtilaf etmişlerse de.
Aynı zamanda abdestin dışında yapılan mazmaza da oni'-un sıhhatini etkilemez. Yalnız ağza
alınan suyun mideye kaçmaması gerekir. En doğruyu bilen Allah Teala'dır. 450

Fecir Ezanı Okunurken Sahur Etmek

Soru

Zorlayıcı bir nedenden dolayı insan sahur vaktini geciktirse mesela, uyuya kalmak sebebiyle,veya
yemeye devam ederken fecir ezanını işitince hemen yemesini kesmesi gerekir mi? Yoksa ezan
bitinceye kadar yemeye devam etmesi caiz midir? 451

Cevap

Kişi, takvime göre ezanın vaktinde okunduğuna kanaat getir-dimi ezanı duyar duymaz yeme ve
içmesini bırakması gerekir. Hatta ezan sırasında ağzında ve bir yemek parçası olsa dahi hemen
onu tükürmesi gerekir. Ama ezanın zamanından önce okunduğundan eminse ya da en azından bu
konuda herhangi bir şüphe duyuyorsa (zamanından önce okunup okunmadığı konusunda) fecrin
doğduğundan emin oluncaya kadar yeme ve içmeye hakkı vardır.
Bu gün fecir vakitlerini belirlemek artık çok kolaydır. Her evde mevcut olan bir takvim ve saat
vasıtasıyla kolayca zamanı tesbit etmek mümkündür.
Adamın biri İbn Abbas (r.a)'a şöyle dedi; Ben sahur ettim ama (sahur vaktinin dolup
dolmadığından) şüphe edince imsak ettim. İbn Abbas(ra) da şu cevabı verdi. Şüphede olduğun
zaman yeme ve içmeye devam et. Taki şüphen gidinceye kadar.
İmam Ahmet b. Hanbel şöyle demiştir. Kişi fecir vakti (girip girmediği)nden şüpheye kapılırsa
fecrin doğduğundan emin oluncaya kadar yemeye devam etsin.
Nevevi de der ki Şafii imamlar, fecrin doğmasmda şüpheye kapılanların yemeye devam
etmelerinin caiz olduğu yönünde ittifak etmişlerdir. Buna delil olarak şunu getirmişlerdir; Allah
Teala oruç gecesinde fecir tam ortaya çıkıncaya kadar yeme ve içmeyi mubah kılmıştır. Allah
Teala şöyle buyurmaktadır.
" ...artık onlara yaklaşabilirsiniz. Allah'ın sizin için taktir ettiğini dileyin. Tan yerinde, beyaz iplik
siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar, yiyin için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın." 452
Ayetten de anlıyoruz ki, fecir vaktinden önce oruca başlamak ne Kitap'ta ne de sünnet'te
geçmemektedir. Bu, dinde bir aşırılıktır. Sünnette geçen, sahuru geciktirme müstehaplılığına da
aykırıdır. 453

Oruçlunun Unutarak Yemesi Ve İçmesi

Soru

Çoğukez insan ramazanın baslarında ramazanda olduğunu u-nutuveriyor. Bazan bir bardak su ya
da başka bir şeyi unutarak ağzına götürebiliriyor. Sonra oruçlu olduğunu hatırlıyor. Bazan
unutarak yiyip içebiliyor. Bu durumda o günkü orucunu tamamlaması gerekir mi? 454

Cevap

Buhari ve Müslim'de Ebu Hureyre(ra)'den rivyet edilen bir hadis vardır. "Kim unutarak yer ve içerse
orucunu tamamlasın. Çünkü Allah onu yedirmiş ve içirmiştir." Daruktuni'nin sahih isnatla rivayet
ettiği hadisinde de şöyle geçmektedir. "Çünkü o, Allah'ın (kuluna) ikram ettiği bir rızıktır." Bundan
dolayı orucunu kaza etmez. İbn Huzeyme, ibn Hibban, İbn Hakim ve Darukut-ni'nin bir başka
rivayeti de şöyledir. "Kim ramazanda unutarak orucunu bozarsa ne kaza yapar ne de (onun için)
keffaret gerekir." (Hafız İbn Hacer de bu hadisin senedinin sahih olduğunu söylemiştir.)
Bu hadislerden anlaşılıyor ki, unutarak yemek veya içmek kesinlikle orucun sıhhatine mani
değildir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma" 455
Sahih-i Buhari'de geçen bir hadise göre bu dua kabul edilmiştir.
Başka bir hadiste de şöyle geçmektedir. Unutma, yanılma ve zorlanma sonucu yaptıkları işlerden
ötürü Allah Teala bu ümmeti hesaba çekmeyecektir.
Öyleyse unutarak yiyip-içen kişinin o günkü orucunu tamamlaması gerekir. Orucunu bozması caiz
değildir. 456

Orucu Bir Beldede Tutup Bayramı Diğer Bir Beldede Yapan Kişinin Fitresi

Soru

Ramazan orucunun üçte birini bir beldede ve diğer bölümünü de başka bir beldede geçirmeye
karar verip de orada bayram yapsa fıtır sadakasını bu iki beldeden hangisinde vermesi gerekir?
457

Cevap

Müslüman, bayramın ilk gecesine kavuştuğu beldede fıtır sadakasını verecektir. Çünkü bu sadaka
oruç nedeniyle değil de fıtrat (yaradılış) nedeniyle verilmektedir. Bu nedenle bu sadakaya 'Fıtır
Sadakası' denmiştir. Bu nedenle adamın biri, ramazanın son günü güneş batmadan vefat ederse
fıtır sadakası ödemesi vacip olmaz. O güne kadar olan ramazanın diğer günlerinde oruç tutmuş
olsa bile fıtır sadakası ödemesi vacip olmaz. Ramazanın son günü, güneş battıktan sonra bir
çocuk doğarsa, onun için fıtır sadakası ödemek vacip olur. Bu hüküm icma ile sabittir. Bu sadaka
bayramla ve bayram sevincini etrafa yaymakla alakalıdır. Bayram sevincini fakirleri ve düşkünleri
kapsayacak şekilde etrafa yaymak gerekir. Bu manada bir hadis şöyledir. "Bu günde onları
zenginleştirin." 458

Kadının Teravih Namazı İçin Evinden Çıkması

Soru

Bazı kadınlar teravih namazlarını devamlı camide kılarlar. Bir kısım kadınlar kocalarının izni
olmaksızın namaza gitmek üzere evlerinden çıkarlar. Mescitlerde konuşma sesleri duyulur. Bu
kadınların namazlarının hükmü nedir? Teravih namazı onlara vacip midir? 459

Cevap

Teravih namazı ne erkeklere ne de kadınlara vaciptir. Sünnettir. Allah katında büyük bir sevabı ve
özel bir yeri vardır. Buhari ve Müslim Ebu Hureyre(ra)'den Peygamber (sav)'in şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir. "Kim iman ettiği için ve karşılığım Allah'tan bekleyerek ramazanı ikame ederse
geçmiş günahlarını (Allah Teala) affeder. îman ettiği için ve karşılığım da Allah'tan bekleyerek
huşu ve itminan içinde teravih namazını kılan kimse sabah namazımda vaktinde kıldımı ramazan
gecelerini tam anlamıyla ifa etmiş ve layıkıyla yerine getirmiş olur."
Bu, tüm erkek ve kadınlar için böyledir. Ancak kadının evde namaz kılması, vaaz-u nasihat
dinlemek ya da ilmi sohbetlere iştirak etmek veya Kur'an-ı Kerim dinlemek amacı dışında sadece
namaz kılmak için camiye gitmesinden daha üstündür.
Ancak yukarda saydığımız sebeplerden dolayı camiye gitmesi de daha üstün ve daha evla
olanıdır. Özellikle de günümüzdeki erkekler kadınlara gerekli dini bilgileri verememektedirler.
Vermek isteseler bile vaaz-u nasihat ve yeterli kültürel birikimi aktarabilecek kapasiteleri yoktur.
Geriye bir tek mescitler kalıyor. Öyleyse bu bilgileri edine bilmesi için kadına fırsat tanınması ve
Allah'ın eviyle onun arasına herhangi bir engel konulmaması gerekir. Özellikle kadınlar, tek
başlarına evlerinde kaldıklarında teravih namazlarını kılmalarına yardımcı olacak gerekli güç ve
kudreti kendilerinde bulamayacaklardır.
Şu da var ki; kadının evden çıkması -camiye de olsa- kocasının izni dahilinde olması gerekir.
Çünkü koca evin yöneticisi konumundadır. Aileden sorumludur. Erkek kadının, farzları ter-
ketmesini emretmediği sürece kadının erkeğine itaat etmesi vaciptir.
Kadın camiye gitmek istedikten sonra, itibar edilebilecek bir engel olmadığı sürece erkeğin kadına
camiyi yasaklama hakkı yoktur. Müslim Peygamber (s.a.v)'den şöyle bir hadis rivayet etmiştir.
"Allah'ın cariye kullarını mescide gitmekten yasaklamayınız."
Şer'i engeller şunlar olabilir; erkeğin hasta olması. Bu haldeyken hanımına ihtiyacı olması ve
yardımına muhtaç kalması. Ya da evde küçük çocukların bulunması. Onları terkettiğinde sağa
sola zarar vermelerinden korkulması. İşte bu ve buna benzer mantıklı özürler geçerli engel
sayılabilirler.
Kadının beraberinde getirdiği çocukları gürültü yapıyorlarsa ve çok ağlamaları sebebiyle namaz
kılanların kafalarını karıştırıyor-larsa beraberlerinde getirmeleri uygun olmaz. Çocukları
beraberlerinde getirmek günlük farz namazlarında vakit kısa olduğu için caiz olsa da teravih
namazlarında vaktin uzun olması ve bu uzun vakitte çocukların anneleriyle birlikte durmaya
sabredememeleri, onların camiye getirilmelerine engeldir.
Kadınlar camilerde konuşmalarına gelecek olursak; onların konuşmaları erkekierin konuşmaları
gibidir. Gereksiz yere seslerini yükseltmeleri caiz olmaz. Özellikle dünya işleri hakkında
konuşuyorlarsa. Mescitler bu tür konuların yeri değildir. Onlar ibadet ve ilim için inşa edilmiş ve
oluşturulmuşlardır.
Dini yaşantıya önem veren bir müslüman kadının da Allah'ın evinde susması ve sesini
yükseltmemesi gerekir. Çünkü bu, namaz kılanların ve ilmi çalışma yapanların kafalarını karıştırır.
Şayet konuşması gerekiyorsa gücü yettiğince alçak bir sesle anlatsın. Konuşmasında, giyiminde,
kuşamında ve yürümesinde va-karlılığını mümkün mertebe elden bırakmasın.
Burada insaflıca bir söz söylemek istiyorum; bazı erkekler kadınlara karşı oldukça baskı
uygulamaya kalkıyorlar. Hiçbir şekilde kadınların camilere gidebileceği fikrini kabullenmiyorlar.
Hem de camilerde kadınlarla erkekleri ayıran tahta perdeler bulunduğu halde. Halbuki bu tür
perdeler ne Peygamber (s.a.v) ne de sahabe devrinde vardı. Bu tahta perdeler kadının imamın
hareketlerini görmesine engel olur. Ses aracılığıyla imamın hareketlerinden haberdar olurlar. Bazı
erkeklerin camide konuşup sohbet etme hakkını kendilerine tanımalarında şaşılacak bir şey yok.
Dini bir konuda da olsa kadınların birbirinin kulağına birşeyler fısıldamasına müsamaha
göstermezler. Bu da bağnazlık, insafsızlık ve hadisçe de kınanan aşırı kıskançlıktan
kaynaklanmaktadır. Allah ve Resulünün kızdığı kıskançlık, ortada hiç bir gerekçe yokken yapılan
kıskançlıktır.
Çağdaş hayat, kadına kapılarını açtı. Onu evinden alıp okullara, üniversitelere ve çarşı-pazarlara
çıkardı. Mekanların ve makamların en hayırlısı olan camilere gitmekten mahrum kaldılar. Gayet
rahatlıkla şunları sesleniyorum; hayırlı şeyleri görsün, vaaz ve nasihat dinlesin, dini konularda
bilgilensin diye kadına da camilerde yer verin. Örtünme kurallarına riayet ettikten sonra mescide
gidip gelirken günaha girmeyecek ve kişiyi şüpheye düşürmeyecek şekilde tenezzühte bulunup
gezinmeleri ve ferahlanmalarında bir sakınca yoktur. 460

Televizyon Ve Oruç

Soru

Ramazanda oruçlu bir kimsenin televizyon seyretmesi hakkında islamın görüşü nedir? 461

Cevap

Televizyon bir araçtır. Hem hayır hem de şer çin kullanılabilir. Araçların niyetlere göre maksatları
vardır. Televizyonla radyo aynı mesabededir. Yayınladıkları programlarda iyi olanlar da vardır kötü
olanlar da ister oruçlu olsun ister olmasın. Müslüman olan bir kimsenin iyi olan programlardan
yararlanması ve kötü olanlardan da kaçınması gerekir. Ama oruçlu iken müslümanın daha ihtiyatlı
davranması gerekir. İhtiyat orucunun sahih kalmasını sağlar. Alacağı mükafatı zayi etmez, Allah'ın
kendisi için vereceği sevaptan mahrum kalmaz.
Televizyon seyretmenin ne kesinlikle helal olduğunu ne de kesin olarak haram olduğunu
söyleyebilirim. Bu seyredilen şeylere göre değişir. Şayet yayınlanan program iyi ise
seyredilmesinde herhangi bir mahsur yoktur. Yok eğer kötü ise -çıplak kadınların dans etmesi
gibi,- seyredilmesi de haramdır. Kötü programların seyredilmemesine ramazanda daha bir özen
gösterilmelidir.
Haramlık derecesine varmasa bile bazı programları seyretmek mekruhtur. Allah'ı anmaktan alı
koyan her program daha doğrusu her şey haramdır.
Televizyon seyretmek, radyo dinlemek ve buna benzer şeyler, Allah'ın kullarına yüklediği namaz
gibi sorumluluklardan alı koymaya götürüyorsa seyredilmesi, dinlenmesi veya her ne şeyse ona
devam edilmesi haramdır. Hangi şey olursa olsun namazdan alı koyuyorsa haramdır. Noksan
sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala içki ve kumarın haramlilık gerekçelerini şu şekilde
açıklamaktadır:
"Şeytan, şarap ve kumar (yolu) ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi462
Program yapımcıları özellikle ramazan aylarında halka yapacakları yayınları hazırlarlarken
Allah'tan korkmalıdırlar. İnsanların Allah'a itaatini sağlayacak yayınları yapmaları ve dini
vecibelerle alakalı hayra yönelik programları çoğaltmaları gerekir. Böylece kendilerini ve
seyredenleri günaha sürüklememiş olurlar. Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır.
"Ki, kıyamet günü hem kendi veballerini tam olarak yüklensinler, hem de bilgisizce saptırdıkları
kimselerin veballerinden bir kısmını. Bak ne kötü şey yükleniyorlar!" 463

Teravih Namazını Aceleyle Kılmak

Soru
Teravih namazını süratli kılmanın hükmü nedir? 464

Cevap

Buhari ve Müslim'de Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Kim iman ettiği için ve
sevabını Allah'dan bekleyerek ramazanı ikame ederse Allah onun geçmiş günahlarını affeder."
Allah Teala ramazanda gündüzün oruçlu olmayı, resulünün diliyle de geceyi kıyamla (teravih
namazıyla) geçirmeyi açıklamıştır. Bu kıyamı (namazı) günahların ve hataların affedilmesine
sebep kılmıştır. Kendisiyle günahların affedildiği ve manevi kirleri temizleyen kıyamı (teravih
namazı) nı, şartlarıyla, rükunlarıyla, adaplarıyla ve hadleriyle tam olarak yerine getirilmelidir.
Bilindiği gibi namazda itminanı sağlamak fatihayı okumak, rüku ve secde gibi namazın
rukunlarındandır. Peygamber (s.a.v) namaz kılan bir takım kimselerin itminanı hakkıyla yerine
getirmedikleri için onları esefle karşılamış ve şu cevabı vermiştir. "Dön ve tekrar namazını kıl.
Çünkü sen namaz kılmadın." Sonra da ona makbul olan namazın ne şekilde kılınacağını
öğretmişti. "Öyle bir rüku yap ki rukuyu tam yaptığına emin olasın. Rukudan kalktığında ayakta
tüm azaların itminan buluncaya kadar bekle. Öyle bir secde yap ki, secde yaptığına gönülden
emin olasın.
Secdeler arasında oturduğunda kamil manada oturduğundan emin
Oluncaya kadar bekle." (Buhari, Müslim ve Ashab-ı sünen Ebu Hureyre (ra)'den rivayet etmişlerdir)
Namazın tüm rukunlarında itminan kaçınılmaz bir şarttır. Şart olan İtminanın sınırı konusunda
alimler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları itminan en azının bir teşbih miktarı beklemekle
gerçekleşeceğini, sözgelimi; Subhane Rabbiye'l ala, diyecek kadar bazıları da mesela Şeyh'ul
İslam İbn Teymiyye gibileri, rüku ve secdede itminanın miktarını üç teşbihe kadar beklenmesini
şart koşmuşlardır. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen hadisler de teşbihin üç defa olduğunu
belirtmektedir. Bu en azıdır. Öyleyse üç teşbih miktarı beklemek gereklidir. Allah Teala şöyle
buyurmaktadır.
"Mü'minler saadete ermişlerdir. Onlar namazda huşu içindedirler." 465
Huşu iki çeşittir;
1) Bedeni Huşu
2) Kalbi Huşu
1) Bedeni Huşu: Bedenin itminan içinde olmasıdır. Boş şeylerle uğraşmaması ve tilki gibi kafası
sağı solu gözetleme-mesidir. Rüku ve secdelerini horuzun taneleri toplaması gibi hızlı hızlı
yapmamasıdır. Namazı, Allah'ın meşru kıldığı şekilde şartlarına, erkanlarına ve hudutlarına riayet
ederek eda etmektir.
Öyleyse bedeni huşu da gereklidir, kalp hususu da.
2) Kalbi Huşu: Namaz kılan kimsenin Allah Teala'mn azametini kalbinde hissetmesi demektir. Bu
da, okuduğu ayetlerin manalarını düşünmekle, ahireti hatırlamakla, kendisinin Allah Azze ve Celle
huzurunda olduğunu hatırından çıkarmamakla olur. Bir hadis-i kudside Allah Teala şöyle
buyurmaktadır. "Namazı benimle kulum aramda yan yarıya böldüm. Kul 'Elhamdu lillahi rabbil
alemin' deyince Allah Teala da: Kulum bana hamdetti, der. Kul 'Er-Rahmanirrahim' deyin Allah
Teala: Kulum beni övdü, der. Kul 'Maliki yevmiddin' deyince Allah Teala: Kulum benim şerefli
söyledi, der. Kul 'İyyake na'budu ve iyyake rrestain' diyence Allah Teala: Bu, benimle kulum
arasındadır. Kul İhdinas- sıratel müstakim' deyince de Allah Teala: Bu, kulum içindir. İstediği şey
kulumun olsun (ona istediği şey verilecektir) der. (Müslim)
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala kulundan uzakta değildir. Her daim onun dualarına
icabet eder. Bu nedenle kulun da Allah Azze ve Celle'yle mülakatta olduğunu düşünmesi, namazın
her hareketinde O'nun önünde bulunduğunu kalbine getirmesi gerekir. Hem de her vakit
namazında ve her rukun da. Bir an Önce bitirmek ve ondan kurtulmak düşüncesiyle alelacele
kılınan, sırtındaki yükü bir kenara alıp atarcasına kılman namaz istenen namaz değildir. Ramazan
ayında bir çokları, yatsı namazıyla birlikte belli bir zaman içerisinde otuz üç rekatı çabucak
kılıverirler. Ne rukuyu ne secdeyi ve ne de huşuyu yerine getirirler. Bu, hadiste geçen şu duruma
benzemektedir. "(Namaz) siyah ve karanlık olarak göğe yükselirken sahibine de şöyle der; sen
beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin. İtminanlı ve huşulu namaz ak ve aydınlık bir şekilde
göğe çıkarken sahibine de şöyle seslenir. "Beni koruduğun gibi Allah da seni korusun."
Namazlarını kalbi ve bedeni huşudan yoksun kılan veya kıldıranlara tavsiyem şudur; teravih
namazlarını hususuz yirmi rek'at kılmaktansa sekiz rek'at huşulu kılmak daha hayırlıdır. Namazda
önemli olan, çokluk değildir önemli olan, keyfiyetidir. Namazın kendisi önemlidir. Namaz huşulu
mu kılınmış yoksa bir an evvel geçiştirmek için mi kılınmıştır önemli olan budur.
Allah Azze ve Celle'nin bizi huşulu mü'minlerden kılmasını diliyoruz. 466

Ramazanda Aybaşı Erteleme Haplarını Kullanmak

Soru

Bilindiği gibi ramazan orucunun her gününde bereket ve hayır vardır. Bu ayın ne orucundan ne de
namazından mahrum olmak istemiyoruz. Şu halde bazı kimseler tarafından denendiğini ve
herhangi bir zararının olmadığım bildiğimiz aybaşı erteleme hapları kullanmamız caiz olur mu?
467

Cevap

İslam alimleri, ramazanda aybaşı halinde olan bir kadının oruç tutmaması hususunda ittifak
etmişlerdir. Bu devrede oruç tutamaz. Kazasını yapması gerekir. Bu, Allah Teala'dan müslüman
hayızlı kadınlara bir kolaylık ve bir rahatlıktır. Şöyie ki kadının vücudu yorgun düşer sinirleri
gerginleşir. Bu nedenle orucunu bozması mubah değil vaciptir. Oruç tuttuğunda ne bu
kendisinden kabul edilir ne de sevapça karşılığını görebilir. Tutmadığı günler karşıhğınca kaza
etmesi gereklidir. Müslüman kadınların anneleri Peygamber (s.a.v)'in hanımları ve sahabi
kadınlardan bu güne kadar tüm müslüman kadınlar aynı şeyi uygulaya gelmişlerdir. Şu halde
aybaşı hali ramazana denk gelen bir kadının orucunu tutmamasında herhangi bir sakınca yoktur.
Ramazan çıktıktan sonra da tutamadığı oruçlarını kaza edecektir. Hz Aişe (r.anha)'nin şöyle dediği
rivayet edilir. "Biz oruçları kaza etmekle emrolunduk yoksa namazları kaza etmekle değil." (Buharı)
Şahsen ben işlerin tabi ve fıtrata uygun halde yürümesi taraftarıyım. Hayz tabi ve fitri bir iş olduğu
müddetçe Allah Teala'nm yarattığı tabi özelliği üzerine kalacaktır. Ama burada bir takım haplar ve
ilaçlar söz konusu. Hem de bazı kadınlar kullanmış ve tedavisini olmuş. Bu haplar da hamileliği
engelleyici haplar gibi aybaşını geciktiriyor. Bazı kadınlar ramazan oruçlarını bozmamak için bu
haplar sayesinde adet günlerini ertelemek niyetindeler. Zarar vermeyeceğinden kesinlikle emin
olunduktan sonra kullanılmasında herhangi bir mahsur yoktur. Bu, istişare heyetinin ve ilim
otoriterlerinin görüşüdür. Alman ilaçlarm kişiye zararı dokunmayacağı kesinleşince haplar
kullanılabilir ve adetin ertelenmesiyle oruç tutulabilir. Tuttuğu oruçta inşaallah kabuldür. 468

Soru

Geçen sene ramazan ayında adet olmam sebebiyle altı gün oruç tutamadım. Kazasını yapmak
istedim ve şaban ayının yirmisinde tutamadığım oruçlarımın kazasını yapmaya başladım. İki
gün tuttum çevremdekiler bana; şaban ayında orucun kazasını yapmak caiz değildir, dediler.
Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? 469

Cevap

Müslüman erkek ve kadının, tutamadığı oruçlarının kazasını istedikleri ay içerisinde yapabilirler,


hatta şaban ayında da. Hz Aişe (r.anha), bazı kaza oruçlarını şaban ayına erteler ve ramazan
girmeden şaban ayında onları kaza ederdi. Soruyu yönelten müslüman bacımız orucunu tuttuğu
günlerden yana kalbi müsterih olsun. Bu ayda tuttuğu oruçları kabuldür. Mükafatı vardır. Allah
Teala takva sahibi insanların yaptıklarını kabul eder. 470

Soru

Ben onsekiz yaşında bir kızım, ilk aybaşı olduğumda sızıntı şeklinde beyaz renkli bir sıvı aktı.
Kıldığım namazlarım ve oruçlarım kabul olur mu? 471
Cevap

Bahsettiğiniz bu tür şeyler tabi olan ifrazattandırlar. Oruç tutmamayı ve namaz kılmamayı gerekli
kılan şey, kırmızı renkli sıvının akmasıdır. Hayız kanı ise bilindiği gibi kırmızıdır. Şayet kırmızı renkli
bir akıntı mevcut değilse o zaman bunlar birtakım ifrazatlardır. Böyle bir durumda kadınların
orucunu tutması, namazını kılması ve diğer ibadetleri yapması gereklidir. Allah Teala yapacağı
ibadetleri kendisinden kabul edecektir. 472

Oruçlu İken İğne Yaptırmak, Kulağa İlaç Koymak Ve Sürme Çekmek

Soru

Hasta bir kimsenin ramazan ayında iğne yaptırması doğru olur mu? Ya da oruçlu olduğu halde
hasta bir kişinin sancılanan kulağına ilaç damlatması doğru olur mu? Veya oruçJu bir kadının
sabahleyin gözüne sürme çekmesi doğru olur mu? 473

Cevap

Ramazan ayında iğne vurdurulup vurdurulmayacağım Öğrenmek isteyenlere şunu söylemek


istiyoruz. îğne iki çeşittir bunlardan bir kısmı ya damardan ve adaleden ya da cilt altından alınır.
Bunlar hakkında herhangi bir ihtilafa gitmeye gerek yoktur. Ne mideye ulaşırlar ne de besleyici
özelliği vardır. Bu nedenle oruçlu kimsenin orucunu da bozmazlar. Bu türden iğneler hakkında
konuşmayı gereksiz buluyorum.
Bir de gilikoz iğnesi gibi mideye giden iğneler vardır. Bunlar gıda olarak direk mideye giderler.
Kana karışırlar. Bu tür iğneler hakkında çağımız alimleri arasında ihtilaf söz konusudur. Çünkü
selef alimleri bu tür iğne ve ilaç çeşitlerini bilmiyorlardı. Peygamber (s.a.v)'den herhangi bir şey
varid olmamış, sahabenin de bu konuda bir görüşü mevcut değildir. O devirlerde bu türden hiç bir
şey yoktu. Bu nedenle çağımızın alimleri bu konuda değişik görüşlere sahiptirler. Bazıları serum
ve mideye ulaşan benzeri iğne çeşitlerinin orucu bozucu nitelik oluşturduğunu söylemektedirler.
Çünkü serum ve benzeri ilaçlar direkt kana karışıp bir gıda olarak vücudun en ücra köşelerine
kadar ulaşmaktadır.
Ben de bu son görüşü tercih ederek, müslümanın ramazan ayında bu tür serum gibi ilaçları
yaptırmamasının ihtiyat açısından daha hayırlı olacağı kanaatindeyim. Şayet vurdurula-caksa
güneş battıktan sonra vurdursun. Hasta olan kişiye Allah Teala oruç tutmamasını mubah kılmıştır.
Her ne kadar serum ve benzeri ilaçlar bir fiil gıda verici özellikte değilseler de yemek yiyen ve su
içen gibi doyup kanamamaktaysa da en azından normal bir oruçlunun çekmekte olduğu
yorgunluğu ve halsizliği ortadan kaldırıcı özellikleri vardır. Allah Teala oruçlu kimsenin açlık ve
susuzluk çekmesini istemiştir. Bu sayede Allah'ın nimetinin kadrini anlayacak, hayatta kalmak için
ızdırap çekenlerin, açlık çekenlerin ve şiddetli geçim sıkıntısında olanların halini hissedebilecektir.
Oruçlu bir kimsenin serum ve benzeri ilaçları vurdu-rabileceğine kapı aralarsak korkarız ki, varlıklı
müslümanlar, orucun ve açlığın elemini hissetmemek için bir nevi kuvvet ve zindelik kazanmak
gayesiyle ramazanda gündüzleyin serum vurdurma yoluna gideceklerdir. Öyleyse en uygun olanı;
oruçlu kimsenin serum vurdurma işini iftardan sonraya bırakmasıdır.
Bu anlattıklarımız birinci bölümün cevaplarıydı.
İkinci ve üçüncü bölümde geçen; kulağa ağrı nedeniyle ilaç damlatmak ve ramazanda gündüz
göze sürme çekmek, konularına gelecek olursak şunları söyleyebiliriz:
Bunların bazıları vücudun içine gitmektelerse de tabi bir yoldan gitmemektedirler. Bunlar gıda
özelliğine de sahip değildirler. Bu tür şeyleri kullananlar herhangi bir şekilde kendilerinde
rahatlama hissetmezler. Önceki ve şimdiki alimlerden bazıları, ruhsat verme yönünde, bazıları ise,
şiddetle karşı çıkılması yönünde hareket ettikleri için aralarında ihtilaflar vardır. Bazı alimler
bunların orucu bozacağını savunmaktadırlar. Onların tabi bir menfezden vücuda girmediğini
söyleyenler de orucu bozmayacağı görüşün- dedirler. Gerçekte ben ise orucu bozmayacağı
görüşünü benimsemekteyim. Yani göze ve kulağa ilaç koymanın, damla damlatmanın, sürme
çekmenin, merhem ve fitil kullanmanın orucu bozmayacağı görüşünde olanlardan yanayım. Ben
bu yönde fetva veriyorum. 'Fetava' adlı eserinde İbn Teymiyye de aynı görüşü benimsediğini
belirtmektedir. İbn Teymiyye bu konuda alimlerin görüşlerini ve aralarındaki çekişmelerden
bahsettikten sonra şunları söylüyor. "En sahih olan görüşe göre bu tür ilaçlar orucu bozmaz. Oruç,
avam ve havasın bilmesi gereken bir ibadet şeklidir. Şayet onları kullanmak Allah Teala ve
Resulünün kullanılmasını haram kıldıkları veya orucu ifsat edecek şeyler arasında olsaydı
muhakkak Allah Resulünün açıklaması gerekirdi. Şayet sahabe bu tür ilaçların orucu bozduğunu
bilseydi kesinlikle ümmete kullanılmasının haram olduğunu söylerdi. İslam alimlerinden hiç kimse
onlar hakkında ne bir sahih hadis ne bir zayıf hadis rivayet etmişlerdir. Hiç bir şey rivayet
etmedikleri kesindir. Sürme hakkında rivayet edilen hadis de zayıftır. Yahya b. Muayn sürme ile ile
ilgili hadisin münkir bir hadis olduğunu söylemiştir.
Şeyh'ul İslam İbn Teymiyye'nin bu fetvası başlıca iki temele dayanmaktadır.
BİRİNCİSİ: Genel olarak bilinen ve toplum tarafından bilinmesi gereken hükümlerin Allah Resulü
(s.a.v)'nün açıklaması gerekir. Çünkü O (s.a.v) insanlara kendilerine neyin gönderildiğini
açıklamak için gönderilmiştir.
"Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Zikri (Kur'an) indirdik" 474
Böylelikle ümmetin Peygamberden sonra kendilerine bildirilenleri yapmaları gerekir.
İKİNCİSİ: Sürme çekme ve kulağa ilaç damlatma insanların eski devirlerden beri yapageldikleri
alışkanlıklardandır. Bunlar halk arasında bilinen şeylerdir. Bunların durumu da tıpkı boy ab-desti
almak, yağ sürünmek, buhur ve esans koklamak gibidir. Eğer bu saydıklarımız orucu bozacak
olsalardı muhakkak Peygamber (s.a.v) açıklardı. Açıklamadığına göre demek ki sürme çekmek ve
kulağa ilaç damlatmak da, koku sürünmek, buhur ve esans koklamak gibidir. İbn Teymiyye şöyle
demektedir. «Buhur buruna çekilir ve burundan geçerek beyine kadar ulaşır. Katı cisim haline
gelirler. Yağ da tendeki deliklerden içeriye sızar ve vücudu kuvvetlendirir. Güzel koku da bünyeyi
kuvvetlendirir. Oruçlu olan kişi bunlardan herhangi bir şekilde yasaklanmamıştır. Öyleyse oruçlu
olan kişi buhur koklayabilir, yağ sürebilir. Sürme de çekebilir.» İbn Teymiyye'nin fetvasında
söylediklerinin özeti şudur: sürme asla gıda sağlamaz. Hiç kimsenin çektiği sürme midesini
gitmez. Ne burnundan çektiği buhur ne de başka bir yerine sürdüğü sürme midesine ulaşmaz.
İğne de aynı. O da insana herhangi bir gıda sağlamaz. Aksine bedendeki şeyler bunlar sayesinde
dışarı atılmaktadır. Tıpkı enfiye koklayıp vücudundakilerini dışarı çıkaranların durumuna
benzemektedir. Bu açıklamalar gerçekten fevkalade. Bizim tercih ettiğimiz ve fetva verdiğimiz
görüşler de aynı doğrultudadır.
Tevfik Allah'tandır. 475

Oruçlu Olan Kişinin Misvak Ve Diş Macunu Kullanması

Soru

Oruçlu olan kişinin misvak kullanmasının, Özellikle de diş macunu kullanmasının hükmü nedir?
476

Cevap

Ramazanda oruçlunun öğleden önce misvak kullanması müstehaptır. Öğleden sonra kullanılması
hususunda ise alimler arasında ihtilaf söz konusudur. Bu konudaki delil Peygamber (s.a.v)'in şu
hadisidir. "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk
kokusundan daha
hayırlıdır." (Buharı Ebu Hureyre (ra)'den rivayet etmiştir) Öğleden sonra
misvak kullanılmasını mekruh görenler, Allah katında sevimli ve makbul olan bu misk kokusunu
oruçlunun ağzından gidermesinin iyi birşey olmayacağı veya mekruh olacağı kanısındadırlar.
Oruçlu bu kokuyu ağzında olduğu gibi bırakmalıdır. Onu gidermek için herhangi bir şey
kullanmamalıdır. Bu koku, şehidin yaralandığı an vücudundan akan kan gibidir. Peygamber (s.a.v)
şehitler hakkında şunları söylemektedir. "(Şehitleri) kanlarıyla ve elbiseleriyle defnedin. Onlar
kıyamet gününde Allah'ın huzuruna geldiklerinde üzerlerindeki şeyin rengi kan, kokusu da misk
kokusu olacaktır." Bu nedenle şehit kanıyla ve elbisesiyle olduğu gibi defnedilmektedir. Ne yıkanır
ne de üzerindeki kanlar giderilir. Bunu da oruç meselesiyle kıyas edebilirsiniz. Aslında sahih olan
şehit meselesini oruçla kıy aslanı amaktır. Çünkü şehidin özel bir yeri vardır. Sahabelerden gelen
rivayete göre Peygamberimiz oruçlu iken çoğu kez misvak kullanırmış. Oruçlu günlerde misvak
kullanmak müstehaptır. İster günün başlangıcında olsun ister sonunda. Oruca başlamadan önce
ve başladıktan sonra da misvak kullanmak müstehaptır. Bu Peygamber (s.a.v)'in tavsiye ettiği bir
sünnettir. "Misvak ağzı temizleyici Rabbi de razı edicidir." (Nesei, İbn Huzeyme, İbn Habban.)
Oruçlu günle diğer günler
arasında herhangi bir fark yoktur. Her iki zaman içerisinde de yukarıdaki hadis geçerlidir.
Diş fırçalamaya gelecek olursak; macun kullanırken mideye kaçmamasına çok dikkat göstermek
gerekir. Mideye giden şey ekseri alimlerin görüşüne göre orucu bozucudur. Bu nedenle en uygun
olanı müslümanm bundan sakınmasıdır. Diş fırçalamayı iftardan sonraya bırakması daha
uygundur. İlla da fırçalaması gerekiyorsa ihtiyatlı davranması ve midesine kaçmamasına dikkat
etmesi gerekir. Korunduğu halde kaçarsa da Allah onu kendisinden affeder.
"İçinizden kastederek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir sorumluluk yoktur" 477
Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmaktadır. "Yanılarak, unutarak ve zorlanarak yaptıkları işlerden
doğan sorumluluklar ümmetimden kalkmıştır."
Yine de Allah herşeyi daha iyi bilendir. 478

Yolcunun Orucunu Bozmasını Caiz Kılan Mesafe

Soru

Yolcunun yola çıktığı taktirde orucunu bozmasını caiz kılan mesafe ne kadardır. Bu mesafe 81
kilometre midir ? Yolculuğu sırasında herhangi bir zorlukla karşılaşmadığı sürece orucunu
bozmaması caiz midir? 479

Cevap

Yolcu olan kişi Kur'an'ın ifadesinden hareketle orucunu bozabilir.


"İçinizde hasta olan veya yolculukta bulunan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde oruç
tutar." 480
Mesafe konusunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Yalnız soruda geçen mesafenin 80 kilometreden
fazla olduğu hususunda alimlerin ittifak ettiklerine inanıyorum. Namazı kısaltmayı ve orucu
tutmamayı gerektiren bu mesafeler bütün fıkihcılara göre 84 kilometredir. Tüm bu ölçümler
yaklaşık olarak ölçülmüştür. Mesafenin miktarı ne metre cinsinden ne de kilometre cinsenden bir
ölçüyle, Peygamber (sav) ve sahabe tarafından rivayet edilmemiştir. Şu halde seferi sayılabilmek
için 84 kilometre yeterli olacaktır. Bazı alimler yolcu statüsünde olmak için hiç bir mesafeyi şart
koşmuyorlar. Gerek lügat olarak gerekse ıstılah olarak her sefere yolculuk denir bu nedenle
namazları kısaltmak caizdir. Aynı şekilde orucunu tutmaması da caizdir. Bu hükmü Kur'an ve
sünnet belirlemiştir. Yolcu hükmündeki kişi kendisine tanınan ruhsatı kullanıp kullanmamasında
muhayyerdir. Sahabe Peygamber (s.a.v)le yolculuğa çıktıklarında bazısı oruç tutar bazısı da
tutmazdı. Oruç tutanlar tutmayanları ayıplamaz tutmayanlar da tutanları ayıplamazdı. Yolculuk
sırasında oruç tutmak kendisine ağır gelen yolcuların tutmakta ısrarlı davranmaları mekruhtur.
Hatta bazan haram bile olur. Tuttuğu oruçtan ötürü sıkıntı çeken bir adamın üzerine kurulmuş
gölgelik altında yattığını görünce Allah Resulü şöyle dedi: "Yolculuk esnasında oruç tutmak hayır
değirdir." (Buhari) Yolculuk sırasındaki oruçtan sıkıntı duyan kişinin durumu bundan ibarettir. Eğer
oruç kendisine herhangi bir sıkıntı vermiyorsa o zaman tutup tutmamakta muhayyerdir. İster tutar
isterse tutmaz. Peki tutmak mı yoksa tutmamak mı daha iyidir?
Alimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi tutmanın daha iyi olduğunu savunmuş kimisi de
tutmamanın daha İyİ olduğunu savunmuştur. Ömer b. Abdulaziz şöyle demiştir. "Hangisi daha
kolayına geliyorsa o daha efdal ve daha iyidir." Sair zamanlarda oruçlu olmayanların yanında oruç
tutmak istemedikleri için bazıları ramazan ayında yolculuk anında da olsa oruç tutmayı yeğlerler.
Biz de bu gibi kimselere; orucunu tut, demekten başka bir şey diyemeyiz. Bazıları da ihtiyaçlarını
kolayca yerine getirebilmek amacıyla oruç tutmamayı yeğler. Allah'ın kendisine meşru kıldığı ve
mubah saydığı şekilde kazasını yaparlar. Biz de böyleleri için; tamam oruç tutmayabilirsin. Ama
her gün için sair zamanlarda kazasını da yerine getir, deriz. Yolculuk esnasında kolaya gelen şeyi
yapmak en tercih edilen ve en iyi olanıdır. Ebu Davut, Hamza ibn Amir el-Eslemi (ra)'den onun
şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Ben dedim ki Ey Allah'ın Resulü, ben binek sahibiyim. Bineğimle
uğraşır ve sırtına binerek sefere çıkarım. Seferde olduğum zamanlarda ramazan ayına denk
geldiğim oluyor.Kendimi güçlü hissediyorum.
Ben gencim. Ey Allah'ın Resulü yolculuktayken oruç tutmayı, orucu tutmayarak üzerimde borç
olarak kalmasından daha kolay görüyorum. (Yolculuk sırasında) oruç tutayım mı yoksa
tutmayayım mı? Allah Resulü (s.a.v) de şu cevabı verir; nasıl istersen öyle yap ya Hamza."
Nesei'nin rivayetinde de şöyle geçmektedir. "Hamza (ra) Allah Resulüne şöyle dedi: "Yolculukta
kendimi oruç tutacak güçte hissediyorum. (Tutsam) herhangi bir sorumluluğu olur mu?" Allah
Resulü (s.a.v) de şöyle söyledi: "Bu Allah'ın sana tanıdığı bir ruhsattır." Allah Teala'nın yolcu olan
kimse hakkındaki hükmü budur. Bu ruhsattan yararlanmak için yolculuk esnasında meşakkatin
artması gibi herhangi bir şart ve zaruret yoktur. Aksine yolculuğun kendisi oruç tutmamayı mubah
kılar. Allah Teala yolculuk esnasında oruç tutmama ruhsatını meşakkatin gerçekleşmesi şartına
bağlamamıştır. Şayet meşakkat şart koşmuş olunsaydı insanlar daha da ihtilafa düşerlerdi. İşi
sıkı tutanlar en şiddetli meşakkatlere katlanmak zorunda kalacaklardı. Bununla birlikte şunu da
söyleyeceklerdi. "Bu bir meşakket değildir" böylece kendilerini halden düşüreceklerdi. Allah Teala
kulunun meşakkatlere sürüklenmesini istemez. Ruhsat veren Allah en küçük sıkıntıyı bile
meşakkat saymaktadır.
Bu nedenle Allah Teala orucu tutmamanın hükmünü yolculuğa ama sadece yolculuğa bağlamıştır.
Uçakla, trenle veya gemiyle seyahat eden bir insan da oruç tutmayabilir. Burada tek sorun
tutmadığı oruçları günü gününe tutmasıdır. Oruç tutma yükümlülüğü sonsuza dek üzerinden
kalkmamaktadır. Sadece geçici bir süre için üzerinden kalkar. O da kaza edeceği güne kadar.
Yolculuk sırasında zorluk çekmese bile oruç tutmamakta muhayyerdir. Yolculuk tecrübesi olanlar
yolculuğun sıkıntılı olduğunu bilirler. îster hayvan sırtında yolculuk yapsın ister uçakla hiç
farketmez. İnsanın devamlı kaldığı yerden, alesinden ayrılması ruhi açıdan doğal bir durumda
bulunmadığını ve yaşamının düzen içinde olmadiğini hissettirir. Bedenî sebepler bir yana, sırf bu
ruhi sebeplerden ötürü Allah Teala oruç tutmamayı meşru kılmıştır. Bunların da ötesinde daha
başka bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz sebepler de vardır. Bizim naslara göre hareket
etmememiz ve demogoji yapmamız Allah'ın kullarına tanıdığı ruhsatı heder eder, zayi eder. "Allah
sizin için kolaylık diler zorluk dilemez."
Herşeyi en iyi bilen Allah Teala'dır. 481

Küçük Çocuklar Ne Zaman Oruç Tutar ?

Soru

Kız ve erkek çocuklar ne zaman oruç tutarlar? Oruç tutmamın şer'i olarak belli bir yaşı var mıdır?
482

Cevap

Peygamber (s.a.v)'den şöyle rivayet edilmiştir. "Üç kişiden kalem kaldırılır. Büyüyünceye kadar
küçük çocuklardan. Uyanın -caya kadar uykuda olanlardan ve kendine gelinceye kadar mecnun
(aklını yitirmiş)olanlardan." (Ahmet b. Hanbel, Ebu Davut, Nesei, İbn Mace, Hakim Hz.
Aişe(ranha)'den sahih bir senetle rivayet etmiştir. Ahmet b. Hanbel, Ebu Davut, Hakim Hz. Ömer
ve Hz. Ali'(ra)den değişik lafızlarla rivayet etmişlerdir.) Kalemin kaldırılmasından maksat;
sorumluluğun kaldırılması yani hiç bir şeyden sorumlu tutulmamalarıdır. Ancak şu varki
beşeriyetin tabiatına uygun bir din olarak islam, küçük çocukların bu ibadetlere ve taatlere
başlatılmalarını ister. Namazla ilgili hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Çocuklarınız
yedi yaşına vardıklarında namaz kılma emrini verin, on yaşına bastıklarında (kılmazlarsa) onları
dövün." (Ahmet b. Hanbel, Ebu Davut, Hakim, Abdullah b. Amr b. As(ra)'tan rivayet etmişlerdir.)
Oruç da namaz gibi, farz olan ibadetlerdendir. Çocukların da farz olan bu oruç ibadetine devam
etmeleri uygun olur. Ancak hangi yaştan itibaren bu ibadeti yapmaya başlamaları gerekir. Yedi
yaşında iken eda etmeleri zaruretten değildir. Çünkü orucu yerine getirmek namazdan daha
meşakkatlidir. Bu gibi durumlarda çocuğun bedensel durumunu göz Önünde bulundurmak
gerekir. Baba veya çocukla ilgilenen kişi onun orucu tutmaya gücü yetebileceğini görünce
tutmasını emredebilir. Ramazan ayının belli günlerinde birer tane ya da bir ramazan boyunca bir
iki tane oruç tutmaya teşvik edilir. Diğer sene geldiğinde üçgün oruç tutar bir dahaki seneye bir
hafta iki hafta derken buluğ çağma varınca tüm oruçları tutmaya hazır hale gelir. İşte bu, islamın
eğitim metodudur. Çocuk ilk doğduğu günden itibaren islamın edebiyle, fariza-larıyla eğitilir.
Böylece bu ibadetlere alışması sağlanır. Şair şöyle demektedir.
Edep terbiye küçüklükte fayda sağlar,
Yaşlanınca terbiyeden hiç fayda olmaz.
Dallan düzeltirsen doğrulur,
Lakin odun olan ağacı düzeltemezsin. (Şiir)
Babalara ve velilere düşen en büyük görev, kız ve erkek çocuklarını namaza ve oruca alıştırmaktır.
Namaz yedi yaşından itibaren verilir. On yaşına basmca dövülür. Oruç da çocuğun gücü yettiği
devirden itibaren alıştırılır. Yedi yaşından sonra sekiz veya daha büyük yaşlarda da olabilir
çocuğun oruç tutmaya gücü yettiği an babanın ona oruç tutmayı emretmesi gerekir. 483

Fitre Yıldan Yıla Göre Değişir Mî ?

Soru

Fitre yıldan yıla değişir mi? 484

Cevap

Fitre yıldan yıla değişmez. Çünkü o, şer'i ölçüye göre tesbit edilmiştir. Bu miktar da Peygamber
(s.a.v)'in belirlediği sa' (ölçek) tir. Bunda görülen hikmet iki şeye dayanmaktadır.
BİRİNCİSİ: Paranın Arapların nazarında özel bir yeri vardı. Yani değerliydi.İstenildiğinde
bulunmuyordu. Özellikle de bedevi arapların gözünde. Onlardan birine:
Şunu dirhem veya dinar olarak öde, denildiğinde hemen yanında bulunmaya bilirdi. Bedevi
araplarda en çok bulunan şey yaygın olan tüketim maddeleri olan hurma, arpa, kuru üzüm ve
bunlara benzer şeylerdi.
Peygamber (s.a.v)'in fıtır sadakası miktarını ölçek olarak tutmasının sebebi budur.
İKİNCİSİ: Paranın alım gücü zamanla değişmektedir. Bazı zamanlar riyalin değerinin düştüğünü ve
alım gücünün azaldığını görmekteyiz. Bazan da piyasadaki alım gücü oldukça yükselmektedir.
Fıtır sadakası para olarak ölçüldüğünde bu değer bazan yükselecek bazan da düşecektir. Belli bir
konumda asla kalmayacaktır. Bu nedenle Peygamber (s.a.v) fıtrr sadakasını değişmeyen ve
alçalıp yükselmeyen bir ölçekle belirlemiştir ki bu da sa'ydır. Sa'y, ailenin bir günlük yiyeceği
miktardır.
Peygamber (s.a.v) fıtır sadakasını belirlerken kendi devrinde yaygın olan gıda maddeleri ile bunu
belirlemiştir. Bu gıda maddeleri belli şeylerle sınırlı değildir. Bu nedenle alimler, buğday olsun,
pirinç olsun veya darı olsun beldedeki çoğunlukla tüketilen gıda maddesinin fıtır sadakası olarak
verilmesinin caiz olacağını söylemişlerdir.
Bir say yaklaşık olarak 2 kilograma denk gelir. Hanefi mezha-bine göre gıda maddesinin değerini
para olarak da vermek mümkündür.
Fıtır sadakasını verecek kişi maddi durumu müsait olduktan sonra sa'y'm değerini artırması daha
efdaldir. Çünkü bu günlerde yemek sadece pirinçle olmaz. Bunun yanında et, tavuk, sebze, meyva
ve buna benzer şeylerin de olması gerekir.
Allah en iyisini bilendir. 485

Kadın Ve Teravih Namazı

Soru

Kadının teravih namazını evde kılması mı yoksa mescitte kılması mı daha efdaldir? 486

Cevap
Teravih namazını hem kadının hem de erkeğin evde veya mescitte eda etmeleri caizdir. Ama
genel olarak kadının evde kılması daha efdaldir.
Bunun yanında kadın mescide gittiğinde ders ve sohbetlerden istifade edecekse namazım
mescitte kılması kendisi için daha i-yidir. Çünkü ilmi ve dini öğrenmek kadın üzerine farzdır.
Gerçekte günümüz kadınları faydalı dini eğitimlerden, rabbinin hakikatini keşfedebilecek, taatinin,
ibadetinin vecibelerinin neler olduğunu bilecek, onu Rabbani metoda göre harekete geçirebilecek
ilmi çalışmalardan yoksun olduğunu görüyorum. Aym şekilde bu gerçeklerden kocaları da
evlatları da sorumludur. Kocaları zaten hanımlarına ilmi hiç bir şey öğretmiyorlar. Kadın da ilmi"
çalışmalara katılmıyor.
Ramazanda kadın camideki ders ve vaazlardan istifade edecekse camiye gitmesi daha efdaldir.
Ancak böyle bir imkanı söz konusu değilse evde namazını kılması daha efdal olur. Yine de hangi
şekilde olursa olsun kadın namazm camide kılmak istiyorsa kocalı buna engel olmamalıdır.
Çünkü Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Allah'ın cariye kullarım,, Allah'ın mescitlerinden
men etmeyin." (Müslim) Yalnız kadının yürüyüşünde edebi takınması, giyinişine ve zinetlerinin
görünmemesine dikkat et-maçı ası, giyinişine ve zinetlerinin görünmemesine dikkat et mesi
gerekir. Kendini ona buna gösterircesine çalımla yürüme mesi gerekir. Mescide gidişi sadece
Allah rızası için olmalıdır. Açılıp saçılmak ya da ona buna çalım atmak için olmamalıdır.
Müslüman kadının mescide giderken dikkat etmesi gereken şeyler bunlardır. 487

Ramazan Ayının Oruç Kazasını Bir Ramazan Sonraya Ertelemek

Soru

Ramazan ayında bir kaç gün özürüm nedeniyle oruç tutamadım. Diğer ramazan geldi ve ben hala
tutmadığım oruçların kazasını etmedim. Bunun hükmü nedir? Kaza mı edeceğim yoksa yerine
fidye mi vereceğim?
Oruç tutmadığım günlerin sayısında şüphem var. Bu şüphemi gidermek için ne yapmam
gerekiyor? Nasıl Allah Teala'nın rızasını gözetebilirim? malik olabilirim? Yardımcı olun. 488

Cevap

Bazı fıkıh imamları, ramazanda tutmadığı oruçları diğer bir ramazandan sonraya erteleyenlerin
hem kazasını hem de fidyesini vermeleri gerektiğini söylemişlerdir. Fidye ise, beldede çoğunluğun
kullandığı bir müd kadarı her gün için bir düşkünü doyurmaktır. Bir müd, yanm kilodan biraz
fazladır.
Bu hüküm, şafii ve hanbeli mezhebine göredir. Çünkü bir çok sahabe aynı şeyi uygulamıştır. Diğer
mezhep imamları ise kazayı gerekli görüyorlar ama fidye verilmesi görüşünde değiller.
Her halükarda bu durumda bulunan bir kişinin orucu kaza etmesi mutlak surette gerekir. Düşküne
yemek yedirip fidye vermesine gelince bunu da yaparsa kendisi için daha iyi olur.Yok eğer
yapmazsa da kendisi için herhangi bir günah olmaz. Çünkü bu konuda Peygamber (s.a.v)'den
gelen herhangi bir rivayet söz konusu değildir.
Tutamadığı oruç günlerinin sayısını unutup kaç gün olduğundan şüphe etmesi durumuna gelince,
kendisi zannı galibine göre hareket eder ve kalbi hangisini daha tatminkar olarak buluyorsa ona
göre hareket eder.
Dinin selameti ve zimmetinin beraatı hususunda tatmin olmak isteyen bir insanın daha fazla oruç
tutması gerekir. Hem bu durumda daha fazla ecir ve sevap ahr. 489

Ramazanda Tutulmayan Oruçları Şabanda Kaza Etmek

Soru

Ramazanda tutulamayan oruçların şaban ayında kaza edilmesi caiz midir? 490

Cevap
Ramazanda tutamadığı oruçların kazasını yapma fırsatını bulduğu anda diğer ramazan ayı
gelmeden yapmaları her erkek ve kadın müslüman üzerine bir sorumluluktur. Müslümanın önünde
ramazanda tutamadığı oruçlarını kaza edebileceği on bir ay var. Bu on bir ay içerisinde fırsat
bulduğu anda orucunu tutabilir.
İşte burada ramazanda kaçırdığı oruçları kaza edebilmesi için islam fıkhının kişiye geniş imkanlar
sağladığı görülüyor.
Ramazandan sonra gelen şevval ayında veya ondan sonra gelen diğer aylarda kaza yapabilir.
Hayır işleri hemen yerine getirmek muhakkak ki daha efdaldir. Çünkü Allah Teala "Hayır işlerde
birbirinizle yarışın." İnsan, belli bir süreye kadar yaşayacağını garanti edemez. Kendisi için ihtiyatlı
davranması ve ahiretini garantiye alması için tutamadığı oruçları kaza ederek zimmetine ibra
ettirmede acele etmesi gerekir.
Şiddetli sıcaklık, sıhhatindeki bozukluklar gibi sebeplerden dolayı orucunu tutamadığında veya
bazı meşguliyetlerle karşılaşır da bu meşguliyetlerle birlikte orucu kaza etme imkanını bulamazsa,
müteakip ramazan ayına kadar geçen süre zarfında herhangi bir zamanda kaza edebilir. Şaban
ayı girer de henüz orucunu kaza etmemişse, orucunu bu ayda kaza etmesi gerekir. Çünkü orucu
kaza etmek için şaban ayı son fırsattır. Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.anha) de böyle yaparmış.
Ramazanda tutamadığı günlerin çoğunun orucunu şaban ayında kaza edermiş. Ki bunda da bir
sorumluluk yoktur. İnsanların bu hususta bir şüpheleri varsa, bu şüphenin şer'i bir temeli yoktur.
Çünkü her ayda ramazan orucu kaza edilebilir.
Ancak adamın biri geçen ramazan ayında hastalık nedeniyle oruç tutamamış ve şu ana kadar da
hastadır. Bu hastalığı devam ederken müteakip ramazan ayı gelip çatmıştır. Hasta olduğu için de
orucunu kaza edememiştir. Şayet kaza etmiş olsaydı şiddetli bir meşakkat ve aşın derecede bir
sıkıntıya katlanması gerekecekti. Bu durumdaki bir insanın orucu, bir borç olarak kalır ve bu
nedenle de bir sorumluluk altına girmez. Allah teala oruçla ilgili ayetin sonunda şöyle demektedir
"Allah sizin için kolaylık diler. Sizin için bir güçlük dilemez." 491

Şaban Ayında Oruç Tutmanın Müstehap Oluşu

Soru

Şaban ayında belli günlerde oruç tutmak müstehap mıdır ? 492

Cevap

Şaban ayı, Peygamber (s.a.v)'in oruç tutmaya diğer aylardan daha fazla özen gösterdiği bir aydır.
Hz. Aişe(r.anha)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) ramazanın dışında hiç bir ayda
orucunu tam olarak tamamlamamıştır. Günümüzde bazı insanların recep, şaban ve ramazan
ayları dahil tam üç ay boyunca oruç tutmaları sünnete aykırıdır. Şevvalde de altı günü oruçlu
olarak geçirmektedirler. Şevvalde tuttukları bu altı güne de 'Bıyd' adı vermektedirler. Bu insanlara
göre oruç, recebin başından başlayıp ilk günü hariç olmak üzere Şevvalin yedinci gününe kadar
devam etmektedir. Halbuki ne Peygamber (s.a.v)'den ne sahabeden ve ne de tabiinden böyle bir
rivayet gelmiş değildir.
Peygamber (s.a.v) her ay oruç tutardı. Hz. Aişe (r.anha) şöyle buyurmaktadır: "Peygamber (s.a.v)
oruç tutardı biz hiç iftar etmeyecek sanırdık. Oruca ara verirdi. Biz hiç tutmayacak sanırdık. Bazan
pazartesi ile perşembeleri oruç tutardı. Bazan da her ayın üç günü tutardı. Özellikle de kameri
ayların on üç, on dört ve on beşinci günlerinde oruç tutardı. Bazı zamanlarda bir 493

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/5.
2 Taha,25-28
3 Al-i Imran, 8
4 Hac, 78
5 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/7-13.
6 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/13-15.
7 Maide, 6
8 Bakara, 185
9 Nisa, 28
10 Hacc,78
11 ibrahim, 4
12 Bakara 222
13 Haşr, 7
14 Ankebut,45
15 Tevbe, 103
16 Hacc, 28
17 İnsan, 2
    Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/15-24.
18 Yusuf, 44
19 Yunus, 59
20 Nahl,62
21 Yunus, 69)
22 Yusuf, 44
23 Aİ-i İmran, 37
24 İlâmü't-muvakkiin C.4-S.I59
25 Maide,39
26 Maide,50
27 Taha,5
28 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/25-42.
29 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/42.
30 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/42-44.
31 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/44-45.
32 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/45-46.
33 isra, 36-37
   Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/49.
34 Nahl, 78
35 Araf, 179
36 isra 36
37 Isra,37
38 Furkan, 63
39 Lokman, 18
   Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/49-53.
40 Lokman, 29
41 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/54.
42 Yasin, 38
43 Enbiya, 33
44 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/54-56.
45 Ğaşiye, 17-18
46 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/57.
47 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/57-58.
48 Furkan, 48
49 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/59.
50 Ra'd 7
51 Hac 5
52 Naziat, 30-31
53 Zümer, 6
54 Hadid,25
55 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/59-62.
56 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/63.
57 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/63-64.
58 Enbiya, 95
59 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/65.
60 Talak, 8-9-10
61 Enbiya, 95
62 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/65-66.
63 Meryem, 28
64 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/67.
65 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/67-68.
66 Nemi, 34
Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/69.
67 Neml, 23
68 Neml, 30-31
69 Neml, 32
70 Neml, 33-34
71 Bakara,247
72 Bakam, 251
73 Yusuf, 101
74 Kehf, 84-85
75 Kehf, 95
76 Kehf, 98
77 Bakara, 258
78 Kehf, 79
79 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/69-74.
80 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/75.
81 Yusuf, 111
82 Kehf,87-88
83 Kehf, 86
84 Kehf, 98
85 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/75-77.
86 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/78.
87 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/78-79.
88 Cin, 15-16
Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/80.
89 Cin, 1-2
90 Cin, 14-15
91 Cin, 16
92 A1 raf, 96
93 Talak, 2-3
94 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/81-82.
95 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/83.
96 Hicr,9
Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/83-85.
97 Rum, 54
98 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/86.
99 Hicr, 9
Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/87-89.
100 A-raf,54
101 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/90.
102 Fussilet, 9
103 Hacc,47
104 Meariç, 4
105 Nah, 40
106 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/90-92.
107 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/95.
108 Kasas,50
109 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/95-97.
110 En'am, 64
111 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/98.
112 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/98-104.
113 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/105.
114 Mü'minun, 61
115 Al-i İmran, 114
116 Al-i İmran,133
117 Al-i İmran, 59
118 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/105-109.
119 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/110.
120 Bakara, 268
121 Sebe\39
122 Secde, 17
123 A'la,l7
124 Yunus, 58
125 Taha, 131
126 Kehf, 46
127 Ra'd,34
128 Leyl, 5-10
129 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/110-114.
130 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/115.
131 af, 6-18
132 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/115-117.
133 Şura, 13
134 Al-i İmran, 103
135 Bakara, 176
136 Kasas, 77
137 Araf,32
138 Bakara, 222
139 Maide, 6
140 Hicr,9
141 Nahl, 44
142 Bakara, 222
143 Bakara, 187
144 Bakara, 222
145 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/122-137.
146 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/137-138.
147 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/139.
148 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/ 139-140.
149 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/ 140.
150 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/140-141.
151 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/141.
152 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/141-145.
153 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/146.
154 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/146-150.
155 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/151.
156 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/151.
157 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/151-153.
158 Nisa, 19
159 Nisa, 34
160 Bakara, 102
161 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/153-155.
162 Nisa, 34
163 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/155.
164 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/159-161.
165 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/ 161-162.
166 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/162.
167 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/162.
168 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/162-164.
169 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/164-165.
170 Nisa, 10
171 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/165-167.
172 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/167-168.
173 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/168-169.
174 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/196-172.
175 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/173-174.
176 Ahzab, 36
177 Nur, 51
178 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/174-176.
179 Baktra,I78
180 Hucurai9-10
181 Mümtehine, 1
182 Nur, 22
183 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/176-181.
184 Nisa, 116
185 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/182-184.
186 Bakara,253
187 Bakara,257
188 Ali İmran, 86
189 İnsan,3
190 En'am,82
191 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/184-188.
192 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/188-193.
193 Fatır, 32-33
194 Nisa, 31
195 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/193-197.
196 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/197-198.
197 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/199-200.
198 Tevbe, 107409
199 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/200-206.
200 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/207.
201 İsra, 90-93
202 İsra,59
203 Ankebut, 51
204 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/208-211.
205 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/212-213.
206 Tevbe, 40
207 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/213-215.
208 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/216.
209 Yunus, 61
210 En'am, 59
211 Hadid, 22
212 Al-i Imran, 154
213 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/216-221.
214 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/222-223.
215 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/223.
216 Ali İmran,î69
217 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/223-224.
218 Tarık, 4
219 Rad,ll
220 İnfitar,10-ll
221 Secde, 11
222 Nafıl, 32
223 Fussilet, 30-31
224 Enbiya, 20
225 Tahrim, 6
   Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/224-226.
226 Rahman, 35
227 Cin, 14
228 A'raf, 27
229 En'am,93
230 Enfal, 50
231 Mü'mİn 46
232 Vakıa, 83-95
233 Rad,31
234 Enbiya, 27
235 Kaf, 27
236 Scbe, 14
237 Cin, 10
238 Neml, 65
239 Enam, 59
240 Araf 188
241 Hakka, 38,39,40
   Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/226-234.
242 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/235.
243 Kalem, 4
244 Zümer,30
245 Maide,I09
246 Kehf, 110
247 İsra,93
248 Ahzap,45-46
249 Maide,15
250 Tegabun, 8
251 Nisa, 174
252 İbrahim, 1
253 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/235-238.
254 Ali İmran, 67
255 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/239.
256 Enbiya,25
257 Al-i İmran, 19
258 AH İmran, 85
259 Yunus, 72
260 Bakara, 131-132
261 Yunus, 84
262 Ali İmran, 52
263 Araf, 126
264 Neml, 31
265 Ali İmran, 67
266 Şura, 13
267 Maide, 48
268 Ali İmran, 50
269 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/239-244.
270 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/245.
271 Tabereke, 2
272 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/245-249.
273 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/250.
274 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/250-251.
275 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/252.
276 Yusuf, 106
277 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/253-256.
278 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/257.
279 Kehf, 68
280 Kehf, 82
281 Enbiya, 34
282 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/257-260.
283 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/261.
284 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/261.
285 Şuara, 88-89
286 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/262-264.
287 Mü'mİnun, 71
288 Bakara, 32
289 AUİmran,19l
290 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/264-266.
291 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/267.
292 Ahzap, 63
293 Maide,3
294 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/267-269.
295 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/273.
296 Mai(te,58
297 Mürselat,48
298 kalem,42-43
299 Tevbe, 5
300 Tevbe, 11
301 Müddessir, 43-47
302 Tegabün,16
303 Taha, 132
304 Tahrim, 6
305 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/273-282.
306 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/283.
307 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/283-284.
308 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/285.
309 Maide, 6
310 Bakara, 175
311 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/285-287.
312 Tevbe, 108
313 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/288.
314 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/288-289.
315 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/290.
316 Maide,3
317 Muddessir, 42-44
318 Sa'd35
319 Isiidrac: Kerametin zıddı olan, şeytani olağan üstü haller
320 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/290-293.
321 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/294.
322 Maide 6
323 Nisa 43
324 Bakara 220
325 Mülk 14
326 Maide, 6
   Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/294-298.
327 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/299.
328 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/299-300.
329 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/301.
330 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/301-302.
331 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/303.
332 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/303-308.
333 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/309.
334 Bakara, 238-239
335 Nisa, 102
336 Bakara 43
   Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/309-312.
337 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/313.
338 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/313-314.
339 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/315.
340 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/315.
341 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/316.
342 Nahl, 77
343 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/317-326.
344 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/326.
345 Hacc,32
346 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/326-327.
347 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/328.
348 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/328-330.
349 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/331.
350 Şuara,88~89
351 Ahzap, 21
352 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/331-333.
353 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/334.
354 Mü'minun, 1-2
355 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/334-336.
356 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/337.
357 Ankebut, 45
358 Nisa, 43
359 Zilzal, 7,8
360 Müminun, 6
361 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/337-339.
362 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/340.
363 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/340-341.
364 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/342.
365 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/342-344.
366 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/345-346.
367 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/347.
368 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/347.
369 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/347-348.
370 Ahzap, 5Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/348.
371 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/348-349.
372 Nisa, 59
373 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/350.
374 Nur, 36
375 Tevbe, 18
376 Bakara,H4
377 Hacc,40
378 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/350-352.
379 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/352-354.
380 Yunus, 87
381 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/354-355.
382 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/355.
383 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/355-356.
384 Nur, 36
385 Maide 48
386 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/356-358.
387 Alâk, 9-10
388 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/358.
389 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/359.
390 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/359-360.
391 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/363-364.
392 En'am, 141
393 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/364-366.
394 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/367.
395 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/367-368.
396 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/369.
397 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/369.
398 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/370.
399 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/370.
400 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/371-372.
401 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/373.
402 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/373-374.
403 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/375.
404 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/375-376.
405 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/377.
406 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/377.
407 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/378.
408 Bakara, 148
409 Ali İmran, 133
410 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/378.
411 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/379.
412 Rum, 21
413 Talak, 1
414 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/379-380.
415 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/381.
416 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/382-389.
417 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/390.
418 Mümtehine, 9
419 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/390-395.
420 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/399.
421 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/399-400.
422 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/401.
423 Ahzap,5
424 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/401-402.
425 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/403.
426 Bakara, 185
   Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/403.
427 Hacc,78
428 Bakara, 184
429 En-am,15J
430 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/403-406.
431 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/407.
432 Bakara, 185
433 Nisa, 29
434 Bakara, 185
435 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/407-409.
436 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/410.
437 Bakara, 185
438 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/410-411.
439 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/412.
440 Kamer, 53
441 Zilzal, 7,8
   Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/412-413.
442 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/414.
443 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/414-415.
444 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/416.
445 Bakara, 183
446 Ra'd 8
447 Taha,52
448 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/416-418.
449 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/419.
450 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/419-420.
451 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/421.
452 Bakara, 187
453 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/421-422.
454 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/423.
455 Bakara, 286
456 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/423-424.
457 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/425.
458 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/425.
459 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/426.
460 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/426-428.
461 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/429.
462 Maide, 91
463 Nahl, 25
   Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/429-430.
464 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/431.
465 Mü'mİnun 1-2
466 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/431-433.
467 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/434.
468 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/434-435.
469 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/436.
470 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/436.
471 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/437.
472 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/437.
473 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/438.
474 NahL 44
475 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/438-441.
476 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/442.
477 Ahzap, 5
478 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/442-443.
479 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/444.
480 Bakara, 184
481 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/444-447.
482 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/448.
483 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/448-449.
484 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/450.
485 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/450-451.
486 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/452.
487 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/452-453.
488 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/454.
489 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/454-455.
490 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/456.
491 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/456-457.
492 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/458.
493 Prof. Dr. Yusuf El-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık: 1/458.
 
7. BÖLÜM HAC VE UMRE HAKKINDA
TATAVVU’ HACCI MI SADAKA MI ?
Kadının Mahremî Olmadan Haccetmesi
Uçakla Yolculuk Mu Daha Efdal Yoksa Yürümek Mi ?
Küçük Yaşta Hac Yapmak
İlim Ve Din Arasında Zemzem Suyu
Zemzem suyu içmek ne vaciptir ne de haccın sünnetlerindendir
Hacer'ul Esvet Hakkındaki Şüpheler
İlmin Tabiatı
Taşlardan Hayır Bereket Dilemek Şirktir
Müzdelîfede Gecelemenin Hükmü Nedir?
Hz. İbrahîm'in Makamı Ve Bu Makamın Başka Bir Yere Nakledilmesi Caiz Olur Mu?
Hac Niyabeti (Başkasının Yerine Hac Yapmak)

8. BÖLÜM BAYRAMLAR VE KUTLAMALAR


Şaban Ayının On Beşinci Gecesinde (Berat Kandilinde) Yapılan Dua
Şaban Ayının Onbeşinci Gecesi (Berat Kandili)'nde Yapılan Meşhur Dualar Ve Bu Gecede Bîr Araya Gelmek
Recep Ayı
Recep Ayında Oruç Tutmak
Kurban Bayramı Arefesinde Oruç Tutmak
Kurban Kesmek
Kurban Bayramda Getirilen Teşrik Tekbiri
Kurban Kesmenin Hükümleri
Aşura Orucu Büyük Günahlara Keffaret Midir?
Yahudilerin Aşura Orucunun Müslümanlarla Aynı Güne Denk Gelmesi
Aşura Gününde Sürme Çekmek Ve Aile Efradını Zenginleştirmek

9. BÖLÜM KADIN, AİLE VE BOŞANMA HAKKINDA


Kadının Herşeyi Şer Midir?
Peruk Takmak Ve Kadının Kuaföre Gitmesi
Kadının Yüzünü Göstermesi Ve Hicap Hakkında
Kadının yüzü avret değildir
Gözlerin bakılması yasak olanlardan çevrilmesi
Örtünme adeti
Kadının Eşinin Oğluyla Yalnız Kalması
Müslüman Kadının Şer'i Giysisi
Tahrik Edici Görüntülerden Çabucak Etkilenmek
Nişanlı Bir Kişinin Nişanlı Olduğu Kızla Yalnız Kalması Doğru Mudur?
Yüksek Mihir
Başka Başka Anne Ve Babalardan Olan Erkek Ve Kız Üvey Kardeşlerin Evlenmesi
Müslüman Bir Kadın Komünist Bir Kimseyle Evlenemez
Tırnakların Boyanması
Kadının Saçını Kapatması
Evlilik Ve Sevgi
Muharrem Ayında Evlenmek
Erkeğîn Evleneceği Kişiye Bakması
Müslüman Bir Erkeğin Müslüman Olmayan Bir Kadıınla Evlenmesi
   Dinsiz kadınlarla evlenilmez
   Mürtedle evlenilmez
   Bahailerle evlenilmez
Kadının Eşîne Hizmet Etmesi
Kadının Eşi Üzerindeki Hakkı
Eşler Arasında Cinsi İlişkiler
Hülle Nikahı
İddet Esnasında Kadının Uyması Gereken Hususlar
Babasının Sağlığında Ölen Bir Oğulun Çocukları
Komünist Bir Çocuk Babasına Mirasçı Olabilir Mi?
Haram Kılınmış Bidat Talakının Hükmü
Sarhoşun Talakı
Kızgınlık Halinde Boşamak
'Abdulmesîh" İsminî Koymak
Kadının Kendine Yetecek Kadar Ve Kocasının Maddî Durumuna Uygun Bir Miktarda Nafaka Hakkı
Peygamberimizin Hanımlarının Dörtten Fazla Olmasının Hikmetleri
Babasının İzni Olmadan Evli Kızına Annesinin Bir Şeyler Vermesi
Çocuklara Güzel Îsîm Koymak
Talaka Yemîn Edilirse Vaki Olur Mu?
Kadının Boşandığı Erkekle Karşı Karşıya Bulunması
Cinsi İlişkide Bulunmadan Önce Boşanan Kadının Durumu
Çocuğuna Karşı Merhametsiz De Olsa Anne Hakkı
Günah İşlemeye Zorlanmakta Mesul Olan Kim?

10. BÖLÜM YEMİN ve ADAKLAR HAKKINDA


Adağı Yerine Getirmek
Yemîn Kefffareti
Akdedilmiş Yemin
Kabe Adına Yemin Etmek 'Lağvi Yemîn' Midir?
Mubah Şeylerle Adakta Bulunmak
Söz Vermek

11. BÖLÜM TOPLUMSAL İLİŞKİLER HAKKINDA


Devletin, İşçi Ve Memurun Ücretlerine Müdahalesi Hakkında
Gerektiğinde İslam Hükümetinin Ev Kiralarını Belirleme Hakkı Vardır
İslam Ve Ticaret
Bankadan Alınan Kârlar
Bankalarda Çalışmak
Şimdiki Banknotlarda (Kağıt Parada) Faiz Düşünülebilir Mi?
Îslamın Hükmetmediği Toplumda Müslüman Bir Ferdin Durumu
Cezalı Mahbusu Kurtarmak İçîn Rüşvet
Yalan İmanın Sınırıdır
Uygun Yalan
Nisan Bir Aldatması

12. BÖLÜM YİYECEKLER VE İÇECEKLER HAKKINDA


Yabancı Ülkelerden İthal Edilen Etler Ve Kesilmiş Tavuklar
İçkinin Haramlığı Dinin Kesin Emirlerindendir
Bîra Îçmek
İçkide Faydalar Var Mıdır? Varsa Nedir?
Kuran, Hadis Ve Şeri Kaidelerin Işığında Sigaranın Hükmü
   Haramdır diyenlerin delilleri:
     1- Sarhoş edicilik
     2- Gevşetmek ve hissizleştirmek
     3- Zarar
  Tahrimen mekruhtur diyenlerin dayanağı
  Mubah olduğunu savunanların dayanakları
  Sigara hakkında açıklama ihtiyacı duyanların görüşleri
  Asrımızda yaşayan alimlerimizin görüşleri
  İhtilaflar arasında en iyi görüşün seçim ve tercihi
Aksırana Teşmit (Yerhamukellah) Demenin Hükmü Ve Hikmeti
Aksırma anında hamd etmek ve dua etmenin hikmeti

13. BÖLÜM TOPLUM SAĞLIĞI VE TIB HAKKINDA


İslamın Toplum Sağlığına Ve Tıbba Verdiği Önem
Şarkı Dinlemek
Televizyon Seyretmek
Heykel Yapmak
Fotoğrafçılık
Dîn Ve Hürriyet
Ölümü Temenni Etmek
Ölüye Ağlamak
Mason Localarına Kayıtlı Olmak
İslam Düşmanlarıyla Ortak Îşte Çalışmak
Savaşta Öldürülme Ve Günahların Keffaretî
Müslümanın Bela Ve Afet Halleri Karşısındaki Durumu
Yahudiler Ve Mesih İsa (As)'ın Kanı
Büyük Günahlardan Tevbe Etmek
Maslahat Dolayısıyla Eskimiş Kabirlerin Naklinin Caiz Oluşu
Tasavvufun İç Yüzü
Tasavvuf

7. BÖLÜM HAC VE UMRE HAKKINDA

TATAVVU’ HACCI MI SADAKA MI ?

SORU

Bazı müslümanlar her sene hac yapmaya büyük önem veriyorlar. Haccın yanısıra bir de her
ramazan ayında umreye gidenler oluyor. Her sene umre ile birlikte hac yapmaları bazılarını büyük
sıkıntılara sokabilmektedir. Kalabalığın yoğunluğundan ayakta duramayıp yerlere düşenler oluyor
özellikle de tavaf, sa'y ve cemre esnasında düşenlerin sayısı oldukça fazla.
Nafile ( Tatavvu ) umre ve haccına harcanan paralar fakir fukaraya, hayır müesseselerine veya
islami kuruluşlara yardım amacıyla harcansa daha iyi olmaz mı ? Bu hayır merkezleri geçim
sıkıntısı çeken, eli darda olan insanlar için oldukça hareketli çalışmalar yapmaktadırlar.
Yoksa ikinci veya üçüncü veyahutta daha fazla sayıda umre ve hac yapmak için ayrılan ve
harcanan paralar Allah yolunda, islamın zaferi için harcanmasından daha mı efdaldir ?
Şer'i ölçülerin ve delillerin ışığında bu meseleyi aydınlatmanızı sizden rica ediyorum. 1

Cevap

Bilinmelidir ki dini farizaları eda etmek mükelleften yapması istenen en önemli sorumluluklardır.
Özellikle de dinin rukunlarmdan olan sorumlulukların yerine getirilmesiyle alakalı olan şeyler.
Bunların dışında kalan ve Allah'ın hoşuna giden nafile ibadetleri yerine getirmek ise kişiyi rıza-ı
ilahiyeye yaklaştırır.
Buhari'nin rivayet ettiği bir hadis-i kudside şöyle geçmektedir. "Kulum bana kendisine farz kıldığım
şeyleri eda etmekle yaklaşır.Nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder ki (bunları yerine
getirdiği için) kendisini severim. Ben onu sevdim mi onun işinten kulağı, gören gözü olurum."
Ama bizim aşağıda vereceğim şer'i ölçüleri göz önünde bulundurmamız gerekir.. 2

Birincisi:

Allah Teala farz ibadetler yerine getirilmeden yapılacak nafile ibadetleri asla kabul etmez. Buna
göre, nafile hac ve umreyi yapan kişilerin farz olan zakatlarını vermekte cimrilik gösterdiklerini
görebiliyoruz. Öyleyse onların hacları da umreleri de kesinlikle kabul edilmez, merduttur.
Malın, zekatla temizlenmesi hac ve umrede harcanmasından daha iyidir.
Buna örnek olarak şunu verebiliriz, tüccardan veya başka bir yerden eşya alıp da aldığı şeyin
parasını zamanında ödememiş bir kişinin borcunu ödemeden önce nafile hac ve umre yapması
caiz değildir. 3
İkincisi:

Allah Teala bu nafileyi kabul etmez. Çünkü haram fiilden kurtulmak için yapılacak gayretler nafile
için yapılan gayretlerden önce gelir.
Nafile hac yapmak isteyenlerin kalabalığa sebep olmaları bu nedenle hastalıkların ve zorlukların
ortaya çıkmasına, bâzı insanların kalabalık sebiyle sıksık düşmelerine ve ayaklar altında
ezilmelerine neden olabilir. Buna bir yol bulununcaya kadar kalabalığın azaltılması gerekir.
Bu durumda birden fazla hacca gidenleri engellemek için atılacak adımlar hac farizasını henüz
yerine getiremeyenlere büyük kolaylıklar sağlayacağı için güzel bir yoldur.
İmam Gazali, haccı yerine getiren kişinin riayet etmesi gereken adaplardan şöyle bahsediyor:
"Haraç vermek suretiyle Allah düşmanlarına yardım etmemelidir. Onlar, yollar üzerinde bekleyen
bedeviler ile Mekke ileri gelenlerinden bazı kimselerdir ki, Mescid-i Haram'a girmeğe mani olurlar.
Muayyen yollarda bulunan bu gibilere para vermek, zulme yardım ve zulmün sebeplerini
kolaylaştırmak demektir. Bu, (İnsanın düşmanı olan) nefsine yardım etmesi gibidir. Onlara para
vermemek için çareler araştırmalıdır. Eğer buna imkan bulamazsa; bazı ulemanın dediğini
yapmakta bir beis yoktur" Zulme yardımcı olmaktansa, nafile haccı terkederek yoldan geri
dönmek daha efdaldir. Çünkü onların yollar üzerine durup bu paraları almaları bid'attir. Onlara
uymak da bu bid'ati yerleştirmek; kendi kendini zora sokmak olur. Ne yapayım zaruri olarak
veriyorum gibi mazeretler göstermek fuzilidir. Çünkü evinde dursan veya yoldan geri dönsen,
onlar da senden bu parayı alamazlardı. Hatta bazan kendisini zengin göstermekle onların fazla
para almalarına yardımcı olmuş olunur. Eğer kendisini fakir gösterseydi, bu cizyeden kendisini
kurtarmış olurdu. Kendisini müşkül vaziyete düşüren, asıl böyle gösterişlerdir." 4
Biz bu nafile hac konusunda şunları söyleyebiliriz; nafile hac yaparken haram olan şeyler de
işleniyorsa veya hac seferi şurasında dönen zulüm çarkına (İmam Gazali'nin değindiği haraç gibi)
bizzatihi olmasa da destek veriyorsa bu tür nafile haclar ne övülür ne de meşru bir statüde
sayılırlar. 5

Üçüncüsü:

Fesadı ortadan kaldırmaya çalışmak, içinde maslahat olan işleri yapmaktan daha iyidir. Özellikle
müfsitlik genele, maslahat ise özele yönelik olduğunda. Bazı insanların maslahatı, defalarca nafile
hac yapmak olunca bunun sonucunda binlerce hac farizasını yerine getirecek insanları eza ve
sıkıntılara sürükleyecek genel bir bozukluk ortaya çıkacaktır. Bu bozukluğu engellemek ona sebep
olan -ki bu da kalabalıktır- etkeni kaldırmakla olur. 6

Dördüncüsü:

Nafile olarak yapılacak ibadetler ve hayırlar oldukça fazladır. Allah Teala bu alanda herhangi bir
kısıtlamaya gitmemiştir. Basiretli mü'min durumuna en hayırlı olanı ve zamanına en uygun düşeni
hayır olarak yapandır. Nafile haccı yerine getirmek diğer müslümanlara sıkıntı ve eziyet verdiğine
göre Allah'ın müslüman için hayır yönünden geniş imkanlar tanıdığı daha başka alanlara
yönelmesi gerekir. Böylece başkalarına eziyet vermeden nafile ibadetlerle Rabbine yaklaşmış olur.
İhtiyaç sahibi yoksul kimselere sadaka verilmesine gelince, tabi ki özellikle akraba ve yakınlara
verilmelidir. Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır. "Düşküne sadaka vermek bir sadaka yerine geçer.
Akrabalara sadaka ise iki sadaka yerine geçer; birincisi sadakanın kendisi ikincisi sıla-i rahim
(yapmak)dır." 7
Kendisi zenginken yakın akrabası fakir olduğu zamanlarda onlara yardım etmek bazan (zengin
olan) üzerine bir vecibe olur.
İslam'ın öngördüğü hakları yerine getirdikten sonra komşuluk hakkı bulunan düşkün veya fakir bir
komşuya yardımda bulunmak iyidir. Hatta bazen onlar için istenen yardım farz derecesine
yükselebilir. İhtiyacı artan kişiler haram yollara daha çabuk saparlar.
Bu nedenle hadiste şöyle Duyurulmuştur. "Komşusu aç iken, tok geceleyen mü'min değildir." 8
Bir de dini cemiyetlere, İslami merkezlere, Kur'an kurslarına İslami esaslara göre kurulmuş olan
sosyal ve kültürel müesseselere yardımların yapılması var. Ancak bu müesseseler, ilgilenecek,
onları geliştirip daha ileri seviyelere getirecek kimselerin yokluğu nedeniyle ya kapanmakta ya da
kendiliğinden yok olup gitmektedir. Bunun yanında beşeri amaçlar için kurulmuş teşkilatlar
milyonlarca lira gelir sağlama imkanı bulabiliyorlar. Bunların bu paraları müslümanların birliğini
bozarak hiristiyanlaştıramasalar da onları dinden çıkarmak için kullanmaktadırlar. Önemli olan
sonuçta dinsiz olarak kalmasa da İslami düşüncesinin çarpıtılmasıdır.
Bugün İslam ülkelerinden bir çokları dünyanın eh zengin ülkeleri arasında yer alıyorlar. İslami
projelerin fiyaskoyla sonuçlanıp tamamlanamaması müslümanların ne mallarının azlığından ne
de hayır yapacak müslümanların bulunamamasındandır. Müslümanlar içerisinde hayır sahibi
insanlar var ancak bunlardan çoğu harcama ve infaklarını layık olmayan yerlere yapıyorlar.
Her sene nafile hac ve umre yapan binlerce insan, hac ve umre esnasında harcadıkları milyonları
islami projelerin ya da başlanılıp da bitirilemeyen çalışmaların bitirilmesi için harcasalar bu, hem
hayır olur, hem de ortamın ıslahı yönüyle tüm müslümanları kapsayacak nafile bir ibadet olur.
İslam daveti için çalışan ihlaslı müslümanlar doğu veya batından gelen ve islam ülkelerinde çeşitli
şekillerde bulunan aynı zamanda gerçek islami yönelişlere engel olmayı, onlara sekte vurmayı ve
islam ümmetini parçalamayı planlayan beşeri kaynaklı fikri akımlara karşı direnme gücünü
kendilerinde bulabilirler.
Hac ve umre ziyaretlerini tekrar tekrar yapmaya büyük önem veren dindar ve ihlaslı kardeşlerime
tavsiyem bundan önceki ziyaretleriyle yetinmeleridir. Yok eğer illa da yapmak istiyorlarsa Her beş
sene de bir yapsınlar. Böylece kendileri için ecri büyük olacak iki önemli faydadan da istifade
etmiş olurlar. 9

Birincisi:

Bu yerlere ikinci bir defa için harcanan paraların islami da'vet, hayır ve tüm islam dünyasındaki
müslümanlara veya islam ülkelerinin dışında yaşayan ezilmiş müslüman azınlıklara yardım için
kullanılması. 10

İkincisi:

Diğer yerlerden hac farizası için gelen müslümanlara yer açmak. Hiç şüphesiz bu, hac farizasını
yerine getirenlere kolaylık sağlamak ve onlara rahat imkanlar oluşturmak için daha uygundur. Dini
bilen kişi, farz ibadetleri yapacaklara kolay imkanlar sağlamanın kendisini Allah'a
yaklaştıracağından şüphe duymaz. Yaptığı amelin ve niyetin karşılığı da elbette vardır. "Her kişiye
niyet ettiğinin karşılığı vardır." 11
Cihat ameliyesi, hacc ameliyesinden daha efdaldir. Bu Kur’an'nın kesin ifadeleriyle sabittir. Allah
Teala şöyle buyurmaktadır:
"Hacca gidenlere su vermeyi, Mescid-i Haramı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe inananla, Allah
yolunda cihat edenle bir mi tuttunuz? Allah katında bir olmazlar; Allah zulmeden milleti doğru yola
eriştirmez. İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat eden kimselere Allah
katında en büyük dereceler vardır. İşte kurtulanlar onlardır." 12

Kadının Mahremî Olmadan Haccetmesi

Soru

Bedeni sıhhati iyi olup hac edebilmek için yeteri kadar parası olan her kadına haccetmek bir
farzdır. Ancak kadının, hac edebilecek bir eşi veya mahremi bulunması mükün olmayabilir. Bu
durumda bazı müslüman erkeklerle ya da müslüman kadınlarla haccını yerine getirmesi caiz olur
mu? Bugün artık yolların emin olduğu belli birşey. Eskiden olduğu gibi yolculuk etmenin tehlikeli
bir yanı kalmadı. Ya da kadının haccı, kendisi için mahrem birini buluncaya kadar ertelemesi mi
gerekir? 13

Cevap

İslam şeriatine göre kadının tek başına seyahat etmemesi bilakis kendisine arkadaşlık yapan
eşiyle ya da bir mahremiyle seyahata çıkması esastır.
Bu hüküm, Buhari ve diğer hadis kitaplarının İbn Abbas (ra)'tan yaptıkları şu rivayete
dayanmaktadır. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur. "Kadın mahremi olmadan yolculuk
edemez. Yanında mahremi olmadan hiç bir erkek onun yanına gelemez."
Hz. Ebu Hureyre (ra)'den merfu olarak şu hadis rivayet edilmiştir "Allah'a ve ahiret gününe inanmış
bir kadının mahremi olmadan bir günlük yola (gece ve gündüz dahil) çıkması helal olmaz." 14
Ebu Said (ra)'den rivayeten "Bir kadın eşi veya mahremi olmadan İki günlük bir yola çıkamaz." 15
İbni Ömer (ra)'den rivayeten "Kadın üç gece sadece mahremiyle beraber yolculuğa çıkabilir." 16
Hadislerin ibarelerinden anlaşıldığına göre, rivayetlerin birbirinden farklı olmaları konuyla alakalı
soruların farklı olmalarındandır. Ebu Hanife bu konuda İbn Ömer (ra)'in görüşünü tercih etmiş aynı
zamanda Ebu Hanife mahremi kısa mesafeli (yani namazı eksiltmeyi gerektirmeyen) alan içinde
yapılan yolculuklar için gerekli görmüştür.
Bütün bu hadisler her türlü yolculukları kapsıyor. İster ziyaret için olsun, ister ticaret için isterse
ilim öğrenmek için olsun değişmez.
Bazılarının düşündüğü gibi bu hükmün temelinde kadınlara ve onların ahlaklarına karşı su-i zan
güdülmemiştir. Sadece onlara karşı kalplerinde şehevi duygular besleyenlerden, kötü niyetli
saldırgan kimselerden, yol kesenlerden özellikle de hiç bir güvenliğin, refahın bulunmadığı
zamanımızda ve yolcunun her an tehlikelerle burun buruna kaldığı çöl yollarında yolculuk ederken
onu korumaktır.
Peki ya beraberinde yolculuk edebileceği bir mahrem bulamazsa ne olacak? Bu durumda kadının
yolculuk etmesi vacip mi, müstehap mı yoksa mubah mı olur? Beraberindeki bazı emin erkeklerle
ya da güvenilir kadınlarla, yol emin ve güvenilir olduktan sonra yolculuk yapabilir mi?
Fıkıh alimleri haccın kadınlar üzerine farz olduğunu açıklarken bu konuya da değinmişler.
Peygamber (s.a.v)'in kadının mahremsiz olarak yolculuk etmesini yasakladığı hadislerini de
açıklamışlardır.
a) Bazı fıkıh alimleri hadislerin zahiri manalarından hareketle kadının mahremsiz yolculuğunu
men etmişlerdir. Her ne kadar hac ona farz kılınmış olsa da. Bu hükümden hiç bir şeyi kesinlikle
istisna tutmamışlardır.
b) Bazı alimler de şehvetleri geçmiş yaşlı kadınları istisna tutmuşlardır. Maliki imamlardan kadı
Ebu Veüd elYaci'den de aynı görüş nakledilmiştir. Hadislerin manalarında geçen umumi ifadeleri
tahsisleştirmişlerdir. İbn Dakik el-iyd'de bu görüştedir.
c) Bazıları da, yanında güvenilir kadınlarla birlikte yolculuk edenleri istisna tutmuşlardır. Hatta bazı
fıkıh alimleri güvenilir bir hür kadınla dahi yolculuk edebileceklerini söylemişlerdir.
d) Sadece yol emniyetini yeterli görenler de vardır. Şeyh'ul İslam İbn Teymiyye'nin görüşü de bu
minvaldedir. İbn Muflih 'Furu' adlı kitabında İbn Teymiyye'den şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Her
kadın mahremi olmasa da yolun emniyetli olduğuna güveniyorsa haccını yerine getirebilir. Yalnız
yapılan yolculuğun taat seferiyle alakalı olması gerekir." Kerabisi, nafile hac hususunda da safinin
aynı görüşte olduğunu nakletmiştir. Bazı safi imamlarda ziyaret ve ticaret gibi her seferde kadın
için mahremi olmasının şart olmadığını söylemişlerdir.
Esrem, İmam Ahmet b. Hanbel'den şu şekilde rivayette bulunmuştur. "Farz olan hacda mahrem
gerekmez." Bunada şunu sebep olarak göstermiştir: "Çünkü o, diğer müslüman kadınlarla
yolculuğa çıkmıştır ve onların güvenliği altındadır."
İbn Şirin: Güvenilir müslüman bir erkekle olmasını yeterli görmüş,
Evzai: Adil bir toplulukla beraber çıkması yeterlidir, demiş İmam Malik: Bir gurup kadınla çıkmasını
kafi görmüştür.
İmam Şafi: Güvenilir bir gurup müslüman kadınla olması yeterlidir. Bazı safi imamlar ise, yol
emniyeti olduktan sonra kadının yalnız başına yolculuğunu caiz görmüşlerdir. 17
Hafız İbn Hacer şöyle demiştir. "Şafii döneminde en meşhur görüş, ya kadının zevcesiyle birlikte
olması ya mahremiyle ya da güvenilir kadınlarla olması yönündeydi. Kadının güvenilen bir kadınla
olmasını yeterli gören görüşler ile Kerasi ve arkadaşlarının 'el-Mezhep' adlı kitapta rivayet ettikleri;
yol güvenilir olduktan sonra yalnız başına yolculuk edebileceği görüşleri vardır.
Bu görüşler hac ve umre yolculukları için geçerli olduğuna göre tüm yolculuklar için aynı hükmü
vermemek gerekir. Bazı alimlerin bu yönde açık ifadeleri vardır. Çünkü maksat, kadının
korunmasıdır. Bu da sadece yol güvenliği ve güvenilir müslüman erkeklerle müslüman kadınların
bulunmasıyla mümkün olur.
Kadının, yol emniyetiyle ve güvenilir müslüman erkek ve kadınlarla yola çıkabileceğine cevaz
veren deliller şunlardır. 18

Birincisi:

Buhari Sahih'inde rivayet ettiğine göre Hz. Ömer (r.a) Peygamber hanımlarına son hac senesinde
hacc etmeleri için izin verdi. Beraberlerinde de Osman b. Affan'la Abdurrahman'ı gönderdi. Hz.
Ömer (ra), Hz. Osman (ra), Hz. Abdurrahman b. Avf (ra) ve Peygamber'in hanımları bu konuda
icma etmişlerdir. Sahabeden hiç kimse de Peygamberin hanımlarını erkeklerle birlikte hacca
gittikleri için eleştirmemiştir. Bu görüş icma olarak kabul edilir. 19

İkincisi:

Buhari ve Müslim'de geçen Adiy bin Hatim (ra)'in rivayet ettiği, bir hadiste Peygamber (s.a.v)
İslam'ın geleceğinden, yayılmasında ve yeryüzünün her köşesinde minarelerin yükselmesinden
bahsederken şunları da söyledi: "Öyle bir zaman gelecek ki, bir kadın yanında kocası dahi
olmadan, Kabe'yi ziyaret etmek için Hiyra'dan (Irak'ta bir bölge) yola çıkacak ve Allah'tan başka
kimseden de korkmayacaktır."
Bu hadis yalnızca böyle bir zamanın geleceğini haber vermekle kalmıyor; aynı zamanda bunun
(kadının yola çıkmasının) caiz olduğunu da gösteriyor. Çünkü hadis, İslam'ın gölgesinde
yaşayanların emniyette ve güvencede olacağından övgüyle bahsediyor.
Biz buraya iki önemli hükmü de eklemek istiyoruz.
1) Muamelatta asıl olan, imana ve maksatlara yönelmektir. İbadi hükümlerde asıl olan ise mana
ve maksatlara yönelmeksizin ibadetleri tam anlamıyla yerine getirmek ve yerine getirilmesinde
kusur etmemektir. İmam Şatibi de bunu tesbit etmiş açıklamış ve buna delil olarak çeşitli görüşler
ileri sürmüştür.
2) Zata haram olan şey sadece zaruret anlarında mubah olur. Aynı şekilde, günahlara yol
açacağından dolayı yasak edilen ameller de sadece zaruret (ihtiyaç) anlarında mubah olurlar.
Şüphesiz; kadının yanında mahremi olmadan seyahat etmesinin haram olması da, bu türden bir
hükümdür.
Ayrıca şunuda eklemek gerekir; günümüzde yolculuk etmek, eski devirlerde yapılan yolculuklara
hiç benzemez. O zamanlar yolculuğa çıkan kervanlar susuz çöllerden geçerken hırsızlara yol
kesicilere karşı koyabilmek için genç ve cesur kişilerce korunurdu.
Şimdiki yolculuklar, bir çok insanı bir defada taşayabilen vapurlarla, trenlerle ya da uçaklarla
yapılmaktadır. Buda güvenilirliği ister istemez artırıyor. Kadın için duyulan korkuda ortadan kalkar.
Çünkü kadın artık yalnız başına değildir.
Bu nedenle emniyet ve itminanın hissedildiği bir atmosferde kadının haccını yapmasında
herhangi bir sakınca yoktur.
Tevfik Allah'tandır. 20

Uçakla Yolculuk Mu Daha Efdal Yoksa Yürümek Mi ?

Soru

Hacca uçakla ya da arabayla gitmek mi daha efdaldir, yoksa yürüyerek gitmek mi?
Burada bulunan bazı kişiler hac farizasını eda etmek için Pakistan'dan yürüyerek gelmişler.
Kendileri için büyük ecrin olduğunu söylüyorlar. Bu, doğru mu? 21

Cevap

İbadetlerde elde edilecek sevapların çokluğu sadece onların uğruna verilecek meşakkatler
üzerine kurulamaz. Aksine bir çok durumlar ve çeşitli şartlar üzerine kurulur. Bunların en önemlisi;
ihlas, aynı zamanda ibadetleri erkanlarına ve adaplarına uygun yapmaktır. İhlasla birlikte sünnet
ve adaplara uygun olan her ibadette büyük ecirler vardır. Meşakkat bunlardan sonra gelir. İbadet
için azami çaba sarfedenlerin bu gayretleri Allah indinde zayi olmaz. Ancak gayret sarfedeceğim
diye külfete girmemesi de aranan bir şarttır.
Düşün ki mescit evine yakın olduğu halde büyük ecir elde etme gayretiyle yolu uzatması
dolambaçlı yollara girmesi olur mu? Bu, meşru olmayan bir davranıştır.
Ama tabiatıyla evi mescide uzaksa yürüyerek gitmesi halinde her adımı için ecirler vardır. Beni
Seleme kabilesi Peygamber Mescidi'nin yakınına yerleşmek istediler. Bunun için evlerini mescidi
nebevinin etrafına taşımak için izin istediler. Allah Resulü (s.a.v) onların bunu yapmalarına izin
vermediği gibi Mescit'e gelmek için attıkları her adım için bir hasenenin olduğunu müjdeledi.
Onlar için yazılan bu haseneler Allah katında yine onlar için hazırlanan terazilerdedir. Ancak bu
demek değildir ki insan daha fazla hasene kazanmak için yolu uzatması ya da adım sayılarını
fazlalaştırması gerekir.
Şayet elinde uçak bileti alacak parası yoksa hayvanla veya yürüyerek gider veyahut ucuz yolcu
vapurlarıyla hac ya da umre ibadetine gelebilir. Hiç şüphesiz bu şekilde yolculuk edenin Allah
katındaki mükafatı yorgunluk çekmeden iki saatte ya da daha az veya daha fazla bir zamanda
gelenlerin ecrinden daha büyük olacaktır. Önemli olan bunu kendisine gereksiz yere
yüklememesidir.Yürüyerek tegelebilir. Ne zaman ki Allah ona kullanabileceği bir binek verirse veya
bir araç nasib ederse, buna binerek gelmesi gerekir. İnsanın onun dışında başka bir imkanı
olamaması sebebiyle yüklendiği meşakketler kendisine külfet etmediği sürece, karşılığı ecir
olarak verilir. 22

Küçük Yaşta Hac Yapmak

Soru

Ondört yaşında hac yapmak sahih olur mu? Diyelim ki yaptı ve yaptıktan sonra da münker bir fiil
işledi, yaptığı haccı bozulur mu? Ve tekrar hac yapması gerekir mi? 23

Cevap

Buluğ çağına varılmadan yapılan hac, farz olan hac olarak sayılmaz. Farz olan hac, hiç şüphesiz
buluğ çağma erişmekle gerçekleşir. Buluğ çağının tesbiti ise ya yaşla ki bu yaşın üst sınırı
onbeştir ya da ihtilam olmasıyla belirlenir. Eğer bu ikisinden biri olmamışsa tekrar hac etmesi
gerekir.
Hac farizasından sonra yapılan münker fiil haccı bozmaz. Çünkü kural olarak kötülükleri işlemek,
hasene olarak yapılan amelleri silip yok etmez. Yalnızca elde edeceği semereyi azaltır ve sevabını
düşürür.
Allah Teala insanları yaptıkları her büyük ve küçük ameline göre hesaba çekecektir. Bu ameller
ister taat yönünden olsun ister masiyet yönünden olsun değişmez. Kıyamet gününde kurulacak
olan tartı ona verilecek hükümdür. Bir kefesine haseneler diğer kefesine de kötülükler konur.
Sonra hangisinin daha ağır bastığı gözlenir. İyilik ve kötülüğüne göre sevap ve cezasını görür.
"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür." 24
"Kıyamet günü doğru teraziler kurarız; hiç bir kimse hiç bir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi
kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız. Hesap gören olarak Biz yeteriz." 25
Müslümandan istenen doğru ve mebrur bir hac yapmasıdır. Hacdan sonra onun te'sir ve izlerini
kendisinde ve yaşantısında ortaya koymalıdır. Hacla birlikte tevbe eder, Allah'a yönelir salih
ameller işler, nefsine zulmeden ve günah işleyenler tekrar önceki hayatına dönmez se kendisi için
bembeyaz bir sayfa açılır ve bu Allah'a (onun lehine) bir vesika olarak ulaşır. İşte karşılığı sadece
cennet olan bir haccın semeresi.
Soruyu yönelten kardeş buluğ çağına varmadan ve ihtilam olmadan evvel hac yapmışsa farz olan
haccı tekrar yapması gerekir. İnşaallah Allah Teala ondan bunu kabul edecektir. Kendisi için
başarılar diliyorum. 26

İlim Ve Din Arasında Zemzem Suyu

Soru
1960 Nisan ayında çıkan bir doktora tezinde Dr. Ahmet Muhammet Kemal, Beytullah'a hac için
gelenlere bir takım sıhhi ve tıbbi önergeler veriyor. İçilebilen sularla ilgili çalışmasının bir yerinde
Zemzem Suyu ile alakalı olarak su tesbitlerde bulunuyor. "Tüm hacılar olmasa da çoğunun
kafasında zemzem suyundan birazcık hatta bir damla bile içmenin haccın kurallarından olduğu
düşüncesi vardır. Kabenin Rabbi olan Allah'a yemin olsun ki o sudan içmek için Karun'un
hazineleri verilse kesinlikle kabul etmem.
Bu senenin başında Allah Teala'nın bana nasip ettiği haccım sırasında da bir fiil o zemzem
suyundan içmeyi kabul etmedim. Bu su üzerinde yapılan tahliller, onun kimyevi yönden kirli ve
sıhhi yönden güvenilemeyecek bakteriler taşıdığını gösteriyor.
Öyle sanıyorum ki, Mekke evlerinden çıkan sular yer katmanlarında bulunan gözeneklerden
sızarak kuyuya kadar ulaşıyor. Bana göre kuyunun yüksekçe bir tepede bulunan Mekke evlerine
nazaran aşağıda bulunması onlardan artık olarak akan suların kuyuya karışabileceği imkanını
doğuruyor. Kuyunun diğer kısımları açık, açık olan kısımların inşası tamamlanıncaya kadar
buralardan sular kovalarla çekiliyordu. Bu da onu kirliliğe maruz bırakmıştır." Doktorun bu
tesbitleri şu son satırlara kadar uzuyor.
"Bence zemzem suyundaki tehlikenin engellenmesi için alınacak en iyi çözüm, klorlama suretiyle
ya da uzmanların uygun gördüğü bir şekilde suyu temizlemektir."
Sizden bu konu ile ilgili olarak bizi aydınlatmanızı rica ediyorum. 27

Cevap

Doktorun makalesinde geçen bu konu oldukça önemli bir mevzu. Aynı zamanda Suudi dergi ve
gazetelerinde büyük yankılar yaptı. Hem makaleye hem de yazarına karşı şiddetli saldırılar
başlatıldı. İmani ve dini yönden suçlandı. Zemzem suyu ve onun bereketi hakkında birçok nakiller
ve hadisler delil olarak getirildi. Hiç şüphesiz konunun birçok tehlikesi var. Bu da, müslümanların
dini şiarlarıyla alakalı bir mevzudur. Zihinlerindeki zemzem suyunun doğrudan Mekke ile, Kabeyle
ve ona yapılan hacla bağlantısı vardır. Hatta kim müslüman kardeşini zemzem suyundan abdest
almaya veya ondan içmeye davet ederse onu hacca davet etmiş olur diye de bir tanımlamada
bulunulur. 28

Dini Yönden Bakacak Olursak:

Meselenin tıbbı yönü suyun tahlilini içeren, sonra da onun hakkındaki görüşleri belirten güvenilir
resmi araştırmaları gerektirir. Dini yönüne gelince, konuyu aydınlatmak ve ortaya atılan şüpheleri
gidermek için şu sorulara cevap vermek kaçınılmazdır.
Zemzem suyunun dinde özel ve kudsi bir yönü var mıdır ? Ondan içmek vacip mi yoksa müstehap
mıdır? Doktorun dediği gibi kirliliği tesbit edildiği halde ondan içmek meşru mudur? Herhangi bir
sebeple kirlenen zemzem suyunu dökmenin dinen bir sakıncası var mıdır?
Yukardaki sorulara cevaplar verebilmek için zemzem suyuyla alakalı hadislere bakmalıyız. Bu
hadislerin subut ve delalet yönünden ilmi değerini hadis otoriterleri ile senet ve metin
uzmanlarının bilgisine göre anlayabiliriz.
1) Buhari sahihinin hac bölümünde zemzem suyuyla alakalı bir bab açmış. Burada zemzem
suyunun bereket ve fazileti hakkında herhangi bir şey varit olmamıştır sadece Allah Resulü
(s.a.v)'nün kalbi yarılıp göğsünün zemzem suyuyla yıkandığını anlatan bir hadisle Allah
Resulü'nün onu içtiğini belirten bir başka hadis varit olmuştur. Her iki hadiste de fazilet ve
berekete yönelik açık tek bir delil bile yoktur. Bu söylediklerimiz Hafız İbn Hacer'in tesbitlerinin
aynıdır. 'El-Feth' adlı kitabında yukarda geçen birinci hadisi şerhederken şunları söylüyor. "Sanki
Buhari bu suyun faziletine yönelik sarih tek bir hadis tesbit edememiş gibi." Ayrıca "Sikayet'ül-
Hac" bölümünde İbni Abbas(ra)'tan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v), sikaye (hacılara su
verilen yer) yerine gelir ve orada su içmek ister. Bunun üzerine Hz. Abbas (ra); "Ya Fazl! Annene git
ondan Allah Resulü için su iste" diye seslenince; Allah Resulü şu cevabı vermiştir: "Bana buradaki
sudan ver." Hz. Abbas; (ra) "Ey Allah'ın Resulü! (insanlar) ellerini ona değdiriyorlar" dedi.
Peygamber yine de: "Bana su ver" diye buyurdu ve içti. Sonra Zemzem (kuyusuna) geldi.
Oradakiler hem zemzem içiyor hem de çalışıyorladı. Onlara hitaben dediki: Çalışın! Çünkü sizler
salih bir amel üzeresiniz. Bir müddet sonra: "Eğer sizler bu işin üstesinden geliyor olmasaydınız
ben de bir ip alıp (onu omuzuma koyar) çalışırdım." Bu hadisten anlaşıldığına göre Hz. Abbas
(ra)ki sikaye işine o bakıyordu- Allah Resulü'ne evden getirteceği başka suyu ikram etmek istedi.
Suyun içilemeyeceğine sebep olarak da; çevresinde bulunanların ellerini suya bulaştırmış
olmalarıydı.
Allah Resulü (s.a.v) sadece müslümanlara güzel bir örnek olsun diye İbn Abbas(ra)'ın bu teklifini
kabul etmedi. Kendini orda çalışanlardan ayırmadı. Aksine onların içtiği bu sudan kendisi de içti.
Peygamber (s.a.v) bu sudan herhangi bir zarar görmediği gibi endişede duymamıştı. Sadece onun
ayrı bir konumu vardı ki o da Hz. Abbas'ın açıkladığı bir çeşit kirlilik meselesiydi.
Peygamber (s.a.v) kendisine dikkat ederdi. Zararlı olacak şeylerden sakınmaya özen gösterirdi
Ama aynı zamanda, genel olarak müslümanların yaşadığı bir şeyden yüz çevirmeyecek kadar da
tevazu sahibiydi.
Bu hadisle ilgili olarak Taberani'nin rivayeti şu şekildedir. "İbn Abbas (ra) Peygamber (s.a.v)'e
şöyle dedi: "Bu suya ellenmiş (el değmiş) Sana bizim evden su getirteyim mi? Allah Resulü de:
Hayır, ben de insanların içtiğinden içerim, diye buyurdu."
Bu hadiste zemzem suyunun mukaddesliğine yönelik herhangi birşey var mıdır? Hayır. Bu hadiste
anlatılan şey İbn Hacer'in de dediği gibi zemzem suyunun içilmesine yönelik teşviktir. Hadiste
ayrıca Peygamber'in gösterdiği tavazu, pis olandan sakındırma yiyecek ve içeceklerde zorluk
çıkarmamak, eşyada aslolanın temizlik olduğu ve Peygamber (sav)'in el değmiş bir suyu içmesi
gibi konular çıkarılabilir.
2) Müslim'in Sahihi'nde Zemzem suyu hakkında varit olan Ebuzer (ra)'in rivayet ettiği şu hadis
mevcuttur. "Şüphesiz zemzem bir yiyecektir" yani; içildiğinde karnı doyurur manasına gelir.”
3) Ahmet b. Hanbel ve İbn Mâce, Câbir (ra)'den şu hadisi rivayet etmişlerdir. "Zemzem suyu ne
için içilirse onun içindir"
Bu hadis hakkında şunlar söylenmiştir: Hadis ravileri arasında bulunan Abdullah bin Muhammed
sebebiyle tenkid edilmiştir. Bu şahıs zayıf bir ravidir. Ayrıca Beyhaki'nin rivayetindede Süveyd bin
Said vardır ki bu da gerçekten çok zayıf ravilerdendir. Bu ve benzeri tehlikeler sebebi ile bu hadis
"münker" olarak kabul edilmiştir. (Yani delil olamaz)
4) Daruktuni İbn Abbas (ra)'tan rivayet etmiştir. "Zemzem ne için içilirse onun içindir. Şayet şifa
bulmak amacıyla içersen Allah sana şifa verir. Doymak amacıyla içersen Allah seni onunla
doyurur. Susuzluğunu gidermek amacıyla içersen Allah senin susuzluğunu giderir." Gerçekte bu
hadisi İbn Abbas (ra) kendisi söylemiştir. Direk Peygamber (s.a.v)'e dayanan merfu bir hadis
değildir. Hafız 'Telhis' adlı kitabında bu hadisi Peygamber (sav)'e dayandıran raviden bahsederken
hata yapmış ve hadisin şaz ve güvenilir hadis hafızlarının ezberlerine muhalif olarak rivayetine
göre hüküm vermiştir. Bahsi geçen hadis İbn Abbas (ra)'ın sözü olsa da bu, sadece şahsi bir
görüştür. İttiba etmek gerekmez. Onunla iman edilip edilmemesi de söz konusu değildir. Allah
Resulü (s.a.v)'nün dışında hiç kimsenin sözü başlıbaşına bir delil olarak kabul edilmez.
5) Bezzar, Ebuzer (ra)'den şu hadisi rivayet etmiştir. "Zemzem suyu aç olanı doyurur. Hasta olana
şifa verir." Münziri senedinin sahih olduğunu belirtmiştir. Tayalisi de 'Müsnet'inde aynı hadisi
rivayet etmiştir. Belki Bezzar'ın Ebuzer (ra)'den rivayet ettiği bu hadis zemzem suyunun doyurucu
ve şifa verici olduğu hususunda dayanılabilecek tek ve yegâne bir hadis olabilir. Peki bu hadis
zemzemi, kainatta cereyan eden genel kanunlara baş eğmekten engelleyebilir mi? Ya da Allah'ın
genel sünnetine göre zemzemin herhangi bir sebepten ötürü kirlenmeye maruz kalmasını
önleyebilir mi? Gerçek ilmi tahliller suyun içenlere zarar vermesinden korkulan bir kirlenmeyle
karşı karşıya kaldığını vurguluyorsa, bu hadise aykırı düşer düşüncesiyle ilmi bir çalışmadan elde
edilen neticeyi kabul etmeyip yalanlarsak olur mu? Hadis, ne delaleti ne de subûti kafidir. Özellikle
de hadiste geçen 'Hasta olanlara şifadır' sözü ne Buhari de ne de Müslim de rivayet edilmiştir.
Aynı zamanda itibar edilen diğer sünen kitaplarının hiç birinde de geçmemektedir.
Allah Teala 'Bal'dan bahsederken:
"Onda insanlar için şifa vardır." 29 bu balın kirlenmesine engel değildir. 30

Zemzem suyu içmek ne vaciptir ne de haccın sünnetlerindendir.

Burada üzerinde durmamız gereken iki önemli durum söz konusudur.


Birincisi:Zemzem uyundan içmek müslümanlara göre bilinen hiç bir mezhebe göre ne haccın
menasıklarındandır ne de sünnetlerinden. Hatta Abdullah b. Ömer (ra), sünnetlere azami
derecede bağlılığı olan birisi olduğu halde, hac esnasında zemzem suyundan içmezmiş.
Kendisinden sebebi sorulduğunda, insanların bunu haccın gereklerindenmiş gibi
görebileceklerinden korktuğu için yapmadığını söylemiştir.
Bazı alimler Peygamber (s.a.v)'in içtiğini bildiren hadislerden yola çıkarak zemzem suyu içmenin
müstehap olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da bu görüşü 'Su içmek yaradılış gereğidir.' diyerek
kabul etmemişlerdir. Yaradılış gereği olan şeylerden örnek alınamayacağı için bu hadis de
zemzemi içmenin müstehap olduğuna delil olmaz, demişlerdir.
Ikincisi: Bizim tesbitimiz sadece ilmin belirlediği yöndedir. Zemzeme geli'nce onun bizlerde ta
İbrahim ve İsmail (a.s)'e kadar uzanan aziz bir hatırası vardır.
Bu suyun kirlendiğine dair elimizde herhangi bir belge yoktur. Suuddaki ve diğer islam
ülkelerindeki sağlık teşkilatlarının insan sağlığını korumak için kuyuya dışardan sağlık bozucu
şeylerin karışmasını önlemek için birbirleriyle yardımlaşmaları gerekir. Böylece müslümanların
kalplerini titreten bu konu çevresinde oluşturulan şüpheleri de gidermiş olurlar.
Ben dine canı gönülden sarılanları her yönden tatmin etmeyi severim. İslam, çıkarılan
makalelerden veya yazılan kitaplardan veyahutta kendisine yöneltilen saldırılardan etkilenecek
değildir.Çünkü o muhkemdir, zannedilenden daha köklü ve sağlam bir yapıya sahiptir.
"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kafirler istemese de Allah nurunu mutlak
tamamlayacaktır." 31

Hacer'ul Esvet Hakkındaki Şüpheler

Soru

Elime bir kitapçık geçti. Müellifi kitabında 'Hacer'ul Esvet' çevresinde bazı şüpheler olduğunu
belirtiyor. Ona dokunulması ve öpülmesi yönünde varid olan hadisleri tevhide ve putları yıkmaya
çağıran islam davetine aykırı olduğu iddiasıyla reddediyor.
Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? 32

Cevap

Sathi araştırmalar bize göre ilim öğrenen kişilerin uğrayabileceği en büyük afetlerdendir. İlmin
derinliğine varmadan, onu kendisinden daha iyi bilenlere sormadan verilecek ani karar ve
hükümler bu sathi araştırmaların kötü bir neticesi olarak ortaya çıkacaktır. Denilebilecek en doğru
söz şudur; dinde şüphesi olan kişiler ya cahillerdir ya da zihninde bir takım kaba saba ilmi
malumatlar bulunanlardır. 'Hacer'ul Esvet'in öpülmesi gibi mevzularda şüpheler oluşturmak ve
onun hakkında varit olan hadisleri reddetmek basit bir anlatımla açık bir sapıklık aynı zamanda
ilmin ve dinin tabiatından haberdar olmamak demektir. 33

İlmin Tabiatı

İlmin tabiatı; meseleleri, kaidelerine uygun olarak incelenmeyi gerekli kılar. Hadis ilminin, kendine
has kaide ve kuralları vardır. Bu kurallar, hadis alimleri tarafından reddedilen hadisleri, makbul
olanlarından ayırmak için konmuştur. Alimler olabildiklerince dikkat ve itinayla koydukları kuralları
tatbik etmişlerdir. Sünneti nebeviyyenin tenkit edilmesi yolunda batılın gayretlerini boşa çıkarıp,
onu bizlere ulaştırmışlardır. Peki 'Hacer'ul Esvet' hakkında rivayet edilen hadislerin değeri nedir?
Bazılarından burada bahsedeceğiz.
Buhari İbn Ömer (ra)'den rivayet ediyor. İbn Ömer (ra)'e 'Hacer'ul Esvet'in öpülmesi meselesi
sorulduğunda o şu cevabı verdi. "Ben Allah Resulü (s.a.v)'nü ona elini sürerken ve öperken
gördüm."
Buhari, Nâfi'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Ben İbn Ömer (ra)'in Hacer'ul Esvet'i eliyle
sıvazladığını sonrada onu öptüğünü gördüm. Sonra da İbn Ömer şöyle dedi: "Ben Allah Resulü
(sav)'in böyle yaptığnı gördüğümden beri aynı şeyi yapıyorum."
Hz. Ömer (ra)'den Hacer'ul Esvet'i öperken şöyle dediği rivayet edilir. "Biliyorum ki sen bir taşsın.
Ne bir zarar ne de bir faydan dokunur. Allah Resulü (s.a.v) seni öpmeseydi ben de seni
öpmezdim." 34
Taberi şöyle demektedir. "Hz. Ömer (ra)'in böyle söylemesinin sebebi insanların putlara taptıkları
bir devrede olmalarında dolayıydı. Çünkü o, cahillerin hacer'ul esvet'e dokunmayı taşa ta'zim
cihetinden saymalarından korkuyordu. Çünkü araplar cahiliye dönemlerinde benzer şeyler
yapıyorlardı. Hz. Ömer (ra), bu taşa el sürmenin Peygamber (s.a.v)'e ittibadan kaynaklandığını
yoksa zati itibarıyla onun herhangi bir zarar ve fayda vereceğinden kaynaklanmadığını insanlara
bildirmek istiyordu. Çünkü cahiliye arapları da putlara onlardan zarar ve fayda geleceği niyetiyle
ibadet ediyorlardı. Yukarda zikri geçen hadisler sabit, kesin, sahih ve kavli olan hadislerdir. Taşı
elle sıvazlamak ve öpmek, asırlardan günümüze kadar kimseden tek bir protesto almadan
nakledilegelmiş bir amelî sünnettir. Selef ve halef alimlerinden hiç kimse bu ameli sünnet
hakkında ileri geri konuşmamıştır. Ümmetin alimleri bunun sapıklık olduğu yönünde kesinlikle
icma etmemişlerdir. Sadece yukardaki açıklamalarımız bile tek başına, rivayet edilen tüm
hadislerden ve söylenebilecek tüm sözlerden daha güçlüdür.
İşte bu açıklamalarımız ilmi yöndendir. Dini yönüne bakacak olursak; dinin, öncelikle itikat
noktasında ğayba iman ile, amel noktasında Allah'ın emirlerine boyun eğme üzerine kurulu
sorumlulukları yerine getirmek olduğunu her mü'min bilir. İşte din lafzının ve ibadet lafzının
manası budur.
Din olarak islam ibadetten yoksun olamaz. Özellikle de hacda bir çok ameli ibadetler vardır.
Bunlardan biri de 'Hacer'ul Esvet'i öpmektir. İbadi işler ise cüz'i manası bilinmese bile külli
hikmetinin nefse sorumluluk yüklemek ve Allah'ın kullarını Resulün sünnetine uyanlarla onun
sünnetinden yüz çevirenleri birbirinden ayırabilmeleri için imtihana tabi tutmasıdır.
İbadete dair işler, Allah'a sadık olarak yapılan kulluğu zayıf ve şuursuz olarak yapılan kulluktan
ayırmak içindir. Sadık bir kul Allah'ın emrini duyduğunda Allah Resulü (s.a.v)'nün ve mü'minlerin
dediği 'Duyduk ve itaat ettik' sözünü söyler. Rabbine karşı kafa tutan kul ise, daha önce işittik ve
isyan ettik' diyen yahudilerin söylediğini söyler. Kula yüklenen her sorumluluğun hikmeti aklı
vasıtalarla gerek özlü ve gerekse tafsilatlı anlaşılsaydı o zaman Rabbine itaat etmesi gereken kul
aklına itaat edecekti. Müslüman Kabe'yi tavaf ettiğinde ya da elini 'Hacer'ul Esvet'e sürdüğünde
onun 'Kabe' içindekilerinin de Hz. İbrahim (ra)'den kalma eserler olduğunu bilir. Peki İbrahim
kimdir? O; putları kıran, tevhide çağıran bir resul, hanef dinine sahip toplumların babasıdır.
"İbrahim, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen bir önderdi; puta tapanlardan değildi." 35

Taşlardan Hayır Bereket Dilemek Şirktir

Soru

Mısır'ın Tanta kasabasında yatan Seyyit Ahmet Bedevi'nin makamında ve onun makamının
bulunduğu odanın bir köşesinde duvara dayalı hafif yüksekçe yerde asılı duran bir taş var.
Üzerinde de derince bir ayak izi bulunuyor, insanlar bir taraftan elini sürüp bir taraftan da ondan
hayır bereket diliyorlar. İhtiyaçlarını gidermesi için bu taştan yardım istiyorlar. Taşta bulunan ayak
izinin Peygamber (s.a.v)'e ait olduğu söyleniyor. Gerçekten böyle bir taş var mıdır? Taştan istenen
bu hayır duaları şer'an caiz olur mu? 36

Cevap

Müslümanlar sadece ifrat ve tefritlerinden dolayı zayi olurlar.


Bazıları itikatta aşırıya kaçıyor öyle ki bu onları hurafelere inanma noktasına kadar getiriyor. Dinin
meşru görmediği ve Allah Teala'nın yapılmasına kesinlikle izin vermediği bir takım taşlar- dan ve
kalıntılardan medet umuyorlar.
Bazıları da belli bir inançtan öteye gitmezler çakılıp kalırlar. Sonunda 'Hacer'ul Esvet' çevresinde
şüpheler uyandırmaya kalkışırlar. Oysa hakikat, herlü ikisinin ortasında kendisine itidalli bir yol
çizmiştir. İslam, her tür taşlardan hayır dua beklenmesini batıl olarak kabul eder. Bu kaideden
sadece daha önce belirttiğimiz hikmetleri nedeniyle 'Hacer'ul Esvet'i istisna bırakmıştır.
Tanta'da bulunan taş da diğer taşlar gibidir. Hiç bir özelliğe sahip tarafı yoktur. Bu taşın
Peygamber (s.a.v) döneminden kaldığına ve üzerindeki ayak izinin O'nun ayak izi olduğuna dair
herhangi bir tarihi hakikat mevcut değildir. Bu birincisi.
İkincisi; Allah Resulü (s.a.v) ümmetine kendi ayak izinin bulunduğu yere ellerini sürmelerine,
oradan hayır duada bulunlamalarına yönelik herhangi bir emir vermemiştir. Aksine Allah Resulü
(s.a.v) ta'zimde aşırılık kokusu hissettiği herşeyden ümmetini sakındırmıştır. Fitne girmesi
muhtemel her kapıyı kapamıştır. Bu nedenle şöyle buyurmuştur. "Benim kabrimi bayram (yeri)
kılmayın"
"Benim kabrimi tapınılan bir put kılmayın," "Allah yahudilere ve hiristiyanlara la'net etsin. Onlar
Peygamberlerinin kabirlerini mescitler edinmişlerdir."
Onun hidayet üzerinde bulunan sahabeleri de aynı şeyi yapmışlardır. Hz. Ömer (ra) mü'minlerin
Allah Resulü (s.a.v)'ne Hudeybiye'de altında biat ettikleri rıdvan ağacını kesmiştir. Bu biatin bahsi
Kur'an'da geçmektedir. Hz. Ömer (ra), insanların oraya gidip bu ağaçtan hayır dua dilediklerini
görünce hemen kesmiştir.
'Hacer'ul Esvet'in öpülmesi ise 'İbadi' bir iştir. İbadi işler, Allah'ın emirlerine boyun eğmek içindir.
Öyleyse 'Hacer'ul Esvet'e hiç bir şey kıyas edilemez. Hz. Ömer (ra)'in şu sözü ne kadar güzeldir.
"Şayet Allah Resulü'nün seni öptüğünü görmesey- dim ben de seni öpmezdim."
Bazılarının şu hadise olan dayanaklarına gelince; "Şayet sizlerden biri bir taşa inanırsa o kendisine
fayda verir." Açıkça batıl olduğu bilinen bir gerçektir. Bu hadis konusunda İbn Hacer "Kesinlikle
aslı yoktur" demiş. İbn Teymiyye de bunun uydurma olduğunu belirtmiştir. 37

Müzdelîfede Gecelemenin Hükmü Nedir?

Soru

Ben her yıl hac yapıyorum. Ancak Müzdelife'de gecelemiyorum. Sadece üç saat kadar kalıyor
sonra da dönüyorum. Benim için fidye gerekir mi?
Aynı zamanda her yıl hacca giderken beraberimde götürdüğüm bir de kız çocuğum var. on, on iki
yaşlarında Hac ve umreyi bir ihramla yaptı. Onun da üzerine fidye gerekir mi? 38

Cevap

Müzdelife'de gecelemek konusunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Peygamber (s.a.v)'in sabah


güneşinin etrafı sarımsı bir renge boyadığı ana kadar Müzdelife'de kaldığı gibi hacı olan kişinin de
kalması mı gerekir yoksa akşamla yatsı namazının cem edilerek kılındığı bir yer olma vasfına mı
sahiptir? Bazı alimler gece yarısına kadar kalınmasını şart koşmuşlar, Hanbeli mezhebinde
olduğu gibi. Bazı Maliki mezhep imamları ise "Sadece bir yerdir, akşamla yatsı namazının birlikte
kılındığı ve yemeklerin yendiği müddet dışında kalmak gerekmez" demişlerdir.
Bence maliki mezhebinin görüşü daha uygun görünüyor. Ben de hac işleri konusunda kolaylık
taraftarıyım. Çünkü hacıların sayısı oldukça fazla. Şayet biz malikinin dayandığı bu kolay görüşü
tercihen almazsak insanlar üzerine ağır bir meşakkat yüklemiş oluruz. Mesela herkese diyemeyiz
ki "Ey İnsanlar! Sabaha kadar Müzdelife'de kalın." Bu insanların sayısı milyonları aşıyor aynı
zamanda her sene bu sayı gittikçe katlanıyor. İnsanlar, gecenin başından sonuna kadar dalgalar
gibi akıp gitmezlerse bu, çok büyük bir sıkıntı verir. İlk devir alimleri bizim gördüğümüz kalabalığı
görselerdi herhalde bizim yukarda söylediklerimizi söylerlerdi. Muhakkak ki Allah'ın dininde zorluk
değil kolaylık vardır. Hz. Peygamber (s.a.v); haccın işlerinden önce veya sonra yapılması
gerekenleri yanlış yapanlara "yaptığında bir günah yok" diyerek kolaylaştırırdı. Bununla birlikte
Peygamber (s.a.v) devrindeki kalabalık günümüzdeki kalabalığa nazaran oldukça azdı.
Bu nedenle hac yapanın Müzdelife'de sadece akşamla yatsı namazını birlikte kılabileceği
zamanla, yemeğini yiyebileceği zaman süresince kalmasını yeterli gören maliki mezhebinin
görüşünü tercih ettim. Özellikle de kişinin yanında hanımı veya çocuğu olunca bu kalabalık
ortamda kendisini ve yanındakilerini idare etmesi güçleşir. Öyleyse soruyu yönelten kardeşimizin
fidye vermesi gerekmez.
İkinci sorunun cevabına gelince. Kendisiyle beraber hacca götürdüğü on, oniki yaşlarındaki kızın
durumu, ihrama girmesi ve temettü haccına niyetetmesi nedeniyle fidye kurbanı kesmeyi gerekli
kılıyor. Sevabının tam olabilmesi için bunu yapmalıdır.
Eğer kızcağız bu yaşlarda, henüz buluğ çağına girmemişse, bu yaptığı farz olan haccın yerini
tutmaz. Bu hacdan kendisi ve babası, herkesin aldığı gibi ecir alırlar. İslamın emrettiği hac farizası
ise ancak, buluğ çağından sonra yapıldığında yerine getirilmiş olur. Bu da genç kızlarda hayız
dönemlerinin başlamasıyla, erkeklerde de ihtilam olmalarıyla belli olur.
Hz. Peygamber (sav)'e bir kadın, elindeki çocuğunu göstererek, bunun haccı oldu mu? diye
sormuş, O (sav) de cevaben, "Evet, aynı zamanda sana da ecir var!" demiştir. 39

Hz. İbrahîm'in Makamı Ve Bu Makamın Başka Bir Yere Nakledilmesi Caiz Olur Mu?

Soru

Birçok islami dergi ve gazetelerde Mescit-i Haram içerisinde bulunan Hz. İbrahim Makamı'nın
başka bir yere nakledilmesinin caizliği konusu günlerce tartışıldı. Çünkü şuanda Ka'be çevresinde
tavaf edilen yer hac günlerinde oldukça aşırı bir kalabalıkla karşı karşıya kalıyor. Bu alanın
genişletilmesi isteniyor. Genişletilmesi düşünülen tavaf alanı içerisine Hz. ibrahim (ra)'in Makamı
da giriyor.. Böylece onu, tavaf edenleri engelleme pozisyonundan kurtarmak için başka bir alana
nakledilmesi düşünülüyor. Bu konuda şer'i bir yasak var mıdır?
Açıklamalarınızı bekliyoruz. 40

Cevap

Hz. İbrahim Makamı nedir?


Yukarda belirttiğiniz mevzuya geçmeden evvel Hz. İbrahim Makamıy'la neyin kastedildiğine
değinmek istiyorum. 41

Birincisi:

Rivayete göre Hz. İbrahim (a.s) Mekke'ye geldi. O'nu evde olmayan oğlu İsmail'in hanımı karşıladı.
İsmail'in hanımı kafasını yıkaması için (yolculuktan gelen kayınpederinin serinlemesi için) O'nu su
dökmek istedi. Bir taş getirdi, İbrahim (as) da sağ ayağını taşın üzerine koydu. Başının bir yanını
gelinine doğru uzatı, o da yıkadı. Sonra taşın üzerine koyduğu ayağını değiştirdi ve başının öbür
yanını uzattı, o da yıkadı. İşte İbrahim peygamberin ayağını koymuş olduğu bu taş sonraları
"Makam-ı İbrahim" diye adlandırılan taştır. 42

İkincisi

Bir başka rivayette de şöyle geçmektedir: Hz. İbrahim (a.s) Ka'be'yi inşa eder. İsmail (a.s) da ona
taş uzatır. Bina yükselince Hz. İbrahim'in eli yükselen yere uzanmaz. İşini koylayca yapabilmesi
için üzerine çıkabileceği bir taş getirir ve inşaata devam eder. Bu olayı rivayet eden alimler şöyle
demişler: "İşte bu taş 'Hz. İbrahim' makamıdır." Ekseri alimlerin tercih ettiği görüş de budur. 43

Üçüncüsü:

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Haccın tümü Hz. İbrahim Makamı'dır. Arafat'da Hz. İbrahim
makamında durmak, yine Hz. İbrahim makamında cemre yapmak, tavaf, sa'y ve diğer hac
menasiklerinin hepsi Hz. İbrahim'in makamıdır. Aydınlık bir zihinden, derin anlayış kapasitesinden
çıkan nefis bir sözdür bu.
Hz. İbrahim makamı Mekke vadisinde hakkı yerine getirilerek Allah için yapılan her hacc
menasikinin yeridir. Çünkü Hz. İbrahim (ra) oğluyla oraya hicret etti. Yine Allah için O'nun izniyle
Ka'be'yi inşa etti ve oğlunu kurban olarak boğazlamak için getirdiği yer de burasıdır. Bunun
yanında hac menasıklarından bilinen diğer tüm şeyler Hz. İbrahim'in sünnetidir. Hz. İbrahim'in
(a.s) Kabe'yi inşa ederken üzerine çıktığı bu taş ise O'nun makamlarından biridir. Bu nedenle o
taşa 'İbrahim Makamı' adı verilmiştir. Müslim'in Câbir (ra)'den yaptığı rivayete göre, Peygamber
(s.a.v) Kabe'ye gelince elini 'Hacer-ul Esvet'e sürdü sonra çabucak üç adım attı dördüncü adımla
Hz. İbrahim Makamı'na geldi ve şu ayeti okudu. "...İbrahim'in makamını namaz yeri edinin" Sonra
iki rek'at tavaf namazı kıldı. Bir rekatında "İhlas Suresini diğer rekatında da "Kafirun Suresi"ni
okudu.
Bu taş Hz. İbrahim (as)'in Kabe'yi inşası sırasında koyduğu konuma göre Kabe duvarına yapışık
şekliyle ilk konumunu almıştı. Allah Resulü'nün devriyle Hz. Ebubekir (ra) devrinde bu haliyle
korunmuştu. Hz. Ömer (ra) devrinde ise bir müddet böyle kaldı daha soma Hz. Ömer (ra) tavafa
engel olduğunu görünce -ki aynı zamanda tavaf edenler onun yanında tavaf namazı kılanlarla bir
karışıklık durumuna düşüyorlardı- Kabe'nin doğu yakasına yani şimdiki bulunduğu yere
kaldırılmasını emretti.
Bugün Kabe çevresinde bulunan tavaf alanı genişletildi buna tavaf alanı içinde bulunan "İbrahim
Makamı' da dahil oldu. Tabiatıyla tavaf edenler makamın yanında iki rek'at namaz kılan kişilerle
sıkış oluyorlar ve bir karmaşalık alıp gidiyordu. Aynı zamanda 'Makam' tavaf yapanlara kısmen
engel de oluyordu. Öyleyse Hz. Ömer' (ra)'n düşündüğü şeyleri bizlerin de düşünmesi yerinde bir
karar hatta bir zorunluluktur: "İbrahim Makamı zaruretten dolayı Hz. Ömer'in naklettiği gibi
nakledilsin mi?" Evet işte bunu ciddi ciddi düşünmek gerekiyor.
Bizden ayrı bir de işin takva yanını düşünenler var. "Hz. Ömer (ra) nerede biz nerede?" diyorlar.
"Hz. Ömer (ra) Peygamber (s.a.v)'in yaptığını yapıyordu. Allah Resulü'nün çevresinde bulunan
sahabeler O'nun yaptıklarını görüyorlar ve O'na muarız tek bir şey bile hafızalarına almıyorlardı.
Yukardaki husus ise asırlardan günümüze kadar İslam alimlerinin Allah Reselü (s.a.v)'nün bu
konudaki davranış ve fiillerine gösterdikleri riayete dayanarak icma ile kabul edilmiştir. Sahabenin
İbrahim Makamı' konusunda razı oldukları bir konumu bizim değiştirmemiz doğru olmaz. Kabe
asırlar boyunca bir çok büyük olaylara maruz kaldığı halde hiç kimse onun konumunda tek bir
değişiklik yapmamıştır." iddiasında bulunuyorlar.
Bunlar güzel aynı zamanda övülmeye değer sözler. Ancak biz deriz ki; Hz. Ömer (r.a) apaçık bir
sebepten dolayı 'İbrahim Makamı'nı naklettirdi. Hem zaruri bir ihtiyaç vardı. Diğer sahabeler de
onun bu görüşüne katılmışlardı. Bu günkü sebep o günkü sebepten pek farklı değil. Şayet Hz.
Ömer (ra) bugün yaşamış olsaydı Kabe'nin bugünkü durumunu gördüğünde o gün naklettirdiği
gibi yine naklettirmez miydi?
Bizim de sahabeyi örnek almak hakkımız değil midir? O gün onlar maruz kaldıkları sorunlar
karşısında neler yapmışlarsa bizler de aynı şeyleri yapıyoruz.
Hiç şüphesiz tavaf alanı oldukça dardır. Hacla müşerref olan herkes çektikleri kalabalık ve darlığı
hep dile getiriyorlar. Kalabalığın sıklığında kadınların çektikleri zorlukları ve maruz kaldıkları itiş
kakışları hep anlatıyorlar. Tavafta hızlı yürümek Peygamber (s.a.v)'in yaptığı bir sünnet olduğu
halde kalabalığın sebep olduğu darlıktan dolayı onu yapılmayacak hatta yürünemeyecek hale
getirdiğini söylüyorlar. Hiç şüphesiz müsamahalı dinimiz tavaf alanının genişliğiyle hacılara geniş
imkanlar sağlamayı düşünür. Böylece zorluk çekenlerin üzerinden çektikleri zorluklar kalkacak
Allah Resulü (s.a.v)'nün teşvik ettiği ve bizzat kendisinin yaptığı tavaf hızlı bir şekilde yapılacaktır.
Oysa makam şu andaki yerinde kaldıkça bu güzel sünnetin yapılmasında birçok zorluklar
yaşanacaktır. Tavaf alanının ortasında kaldığı için, hiç şüphesiz bazı zorluklar ve hoş olmayan
manzaralar ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple Allah Teala'nın "İbrahim'in makamını, namaz yeri
edinin" buyruğunda, yeni düzenlemelere rağmen tavaftaki kalabalık sebebiyle, namaz kılmaya
müsait olmamaktadır.
Bunun yanısıra, en azından orada namaz kılmaya çalışanların, namazları huşudan ve kalp
huzurundan uzak oluyor. İslam şeriatı; iki olumsuz durum karşısında daha zararlı olanın ortadan
kaldırılmasını uygun görmektedir. Burada, hiçkimse hac ibadetlerine karışan bu olumsuz
durumları ortadan kaldırmanın, Makam-ı İbrahim'i nakletmekten daha önemsiz olduğunu
söyleyemez. 44

Birincisi:

Hz. Ömer (r.a) Kabe duvarına bitişik olduğu halde onu bulunduğu yerden kaldırdı. Onu Kabe'den
uzaklaştırdı. Bugün bizim yaptığımız da onu birazcık olsun uzaklaştırmak olur Başka birşey değil.
45

İkincsi

Hz. Ömer (r.a) Hz. İbrahim (a.s)'ın eliyle koyduğu, tam orada üzerine çıkıp inşaata devam ettiği ve
mukaddes hatıralarını medhedilerek söylendiği yerden kaldırttı. 'İbrahim Makamı'nı 'İbrahim
Makamı' dışında bir yere koydu. Bizim de yaptığımız bundan başka birşey değildir.
Tüm bu anlattıklarımız taşın eski bulunduğu konumdan değişmesiyle kaynaklanmıştır. İnsanlar,
"İbrahim (as)'in yerini namaz yeri edinin, dedik" ayeti inmeden önce bu taşın kendisini 'İbrahim
Makamı' olarak biliyorlardı. Ayet indikten sonra ise insanların zihninde 'İbrahim Makamı' yerinin
mefhumu değişti. Artık makam taşın Kabe'ye bitiştiği alan olarak algılanıyordu. Câbir (ra) ve bir
başkasının rivayetine göre Allah Resulü (s.a.v) tavaf sırasında 'İbrahim Makamı'na gelince Hz.
Ömer (r.a) O'na:
"Bu babamız İbrahim'in makamı mıdır?" diye sordu. Peygamber (s.a.v) de:
Evet dedi. Hz. Ömer (ra):
"Burasını mescit edinelim mi?" deyince Allah Resulü bir müddet sustu, sonra yukarda bahsi geçen
ayet nazil oldu.
Bu nedenle bilindiği gibi ayet buraya İbrahim Makamı' dediğinde sadece insanların zihinlerinde
sınırlan belli yeri kasdetmişti. Namaz kılmayı emredince insanların zihinlerinde bulunan yerde
namaz kılmayı emretmişti. Allah Resulü (s.a.v), sahabe ve onlardan sonra gelenler namazlarını
orda kıldılar. Bunun manası şudur: Hz. Ömer (ra) İbrahim Makamı'nı yerinden kaldırtınca sadece
Peygamber (s.a.v)'in içinde namaz kıldığı ve ayetin kendisi için indirildiği yeri kaldırtmıştı. Hiç
şüphesiz biz de bugün aynı şeyi yapmış oluruz.
Bu vahyin kendisiyle alakalı olan yerde herhangi bir değişiklik yapmak değildir. Peygamber
(s.a.v)in namaz kıldığı yerden insanları alı koymuyoruz. Hz. Ömer (ra) için mubah olan şey bizim
için neden mubah olmasın?
Bu konuyla ilgili açıklamamız gereken başka birşey daha var. O da şudur: Cahiliye dönemindeki
Araplar Kabe'yi tekrar inşa etmek istediklerinde maddi harcamaları yetersiz kaldı, ilk yapısına ve
ölçüsüne göre yapmadılar. Sonra kapısını yerle aynı düzeye getirdikten sonra bugünkü
yüksekliğine kadar kaldırdılar. Önceki ölçüsünden arta kalan kısım ise açıklık olarak kaldı. Şimdi
buraya 'Hicr' deniyor.
Müslim Hz. Aişe (r.anha)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Ben 'Cedr' (Şu anda açık olan ve 'Hicr'
diye isimlendirilen yer) hakkında Peygamber (s.a.v)'e: "Orası Kabe'ye dahil midir?" diye sordum. O
(s.a.v) de: "Evet" diye cevap verdi.
Hz. Aişe (r.anha): "Niçin onu Kabe'ye dahil etmediler?" Peygamber (s.a.v): "Senin kavminin parası
yetişmedi." Hz. Aişe (a.anha): "Ya kapının yüksekliği?"
Peygamber (s.a.v): İstedikleri kimseleri almak, istemediklerini de engellemek için senin kavmin
böyle yaptı, diye buyurdu.
Peygamber (s.a.v) 'Hicr' denilen alanı da Kabe'ye katmak için onu tümden yıkmak ve tekrar ilk
haline göre inşâ etmek istiyordu. Çünkü Kur'an'ın da bildirdiği gibi ilk konumunu Hz. İbrahim (a.s)
inşâ etmişti. Şayet Peygamber (s.a.v) cahiliye devrinden yeni yeni kurtuldukları için Mekke
ahalisinin kendisini protesto etmesinden ve kalplerinin kendisine karşı değişmesinden
korkmasaydı kesinlikle yıkıp yeniden eski ilk haline göre yapacaktı. Peygamber (s.a.v)'in Hz. Aişe
(r.anha)'ye söylediği söz de bunun bir kanıtıdır. "Ya Aişe! Şayet kavminin küfre olan yakınlığı
olmasaydı Kabe'yi yıkar İbrahim'in temeli üzerine yapardım." bir başka rivayette ise "Şayet kavmin
cahiliye hayatına yakın olmasaydı; (kalplerinin çirkin karşılamasından endişe ediyorum) o zaman
Kabe'ye 'Hicr'i dahil eder, kapısını yere doğru bitiştirirdim" demiştir,
İşte Allah Resulü (s.a.v) cahiliye araplarının Kabe'yi değiştirdiğini ve konumunda bazı değişiklikler
yaptıklarını gördü. Hem de onun kudsiyeti olduğu halde. Allah Resulü (s.a.v) bu değişikliklere
akideyi etkilemeyecek ve Kabe'ye 'Allah'ın Evi' ifadesini kazandıran rumuzların manevi
kudsiyetinde bir değişiklik yapacak anlamında bakmadı. O 'Allah'ın Evi'dir ister kapısı yere yakın
olsun ister yerden yüksek olsun. O 'Allah'ın Evi'dir İster bazı yerleri ilk ölçülerine nazaran kısa
olsun ister uzun olsun. Allah Resulü (s.a.v) onu 'Allah'ın Evi' diye isimlendirdi. Hem de üzerinde bir
takım değişiklikler yapıldığı halde. Vahiy onun "Allah'ın Evi' olduğunu belirtti. Geri kalan kısımları,
buranın Allah'ın evi olduğu izlenimini verebilecek nitelikte olduğu için bizim için yeterlidir.
Öyleyse Kabe'nin değeri onun maneviyatında ve Allah Teala'dan aldığı kudsiyetindedir. Kendisinde
bulunan bereket taşlarında ve yapısındaki madende değildir. Aksine Allah Teala ile kendisinde
bulan manevi celalindedir.
Peygamber (s.a.v) cahiliye Araplarının Kabe'yi değiştirme kararlarına karşı çıkmayı gerekli
görmedi. Çünkü yeni bir kısım ekleme ve çıkarmalarıyla oluşturulan yapının akideyle herhangi bir
ilgisi ve bağlantısı yoktu. Kendisine 'Allah'ın Evi' denmesine sebep olan sırlar bu yapının taşları
üzerine serpilemezdi. Cahiliye Arapları nasıl yaptıysalar öyle kaldı. Böylece onların cahiliye devrine
yakın olan kalpleri de korunmuş oldu.
Biz burada şu sonuca vardık: Peygamber (s.a.v) kalplerin yakınlık ve ülfet duyduğu cahili
putperestlikten, putlara ibadetten, onlara olan itikadi duygulardan aynı zamanda fal okları ve
benzeri şeylerin alışkanlıklarından onları kurtarmak için gönderilmişti.Allah Resulü (s.a.v)
insanların yaptıkları iğrenç ya da uygunsuz hareketlerine aldırmadan onları yukarda saydığımız
çirkin alışkanlıklardan kaç defa sakındırmaya ve döndürmeye çalışmıştır. Şayet insanların
hakaretlerinden ve kınamalarından korksaydı rîsaletinden hiç bir şey veremezdi; Binaların ve
taşların herhangi bir kudsi değeri ya da akidevi yönü olsaydı insanların protestolarına aldırmadan
Kabe'yi tekrar İbrahim (a.s)'in temeline göre inşa etme isteğini yerine getirmek için yürürdü.
Hz. İbrahim (as)'in makamının bulunduğu ‘Hicr' hiç şüphesiz Kabe gibi mukaddes kabul görülüp
riayete mazhar olması için korunması gerekecek bir konuma ulaşamaz. Kabe 'Allah'ın Evi'dir.
İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev Kabe 'Beytu'l Haram'dır. İbrahim Makamı onun gibi olamaz.
Peygamber (s.a.v)'in 'Beytullah'ın ilk yapı sahasının korunması konusunda herhangi bir gayret ve
çaba göstermediğini görünce Makam-ı İbrahim konusunda onu Beytullah'dan daha fazla bir kudsi
konuma oturtmamız gerektiğini söylemek uygun olmaz."
'Beyt'in ilk temelleri üzerine tekrar kurulması hususunda Allah Resulü (s.a.v)'nün azimet
göstermediğini belirten Hz. Aişe (r.anha)'ye söylediği şu sözü Müslim'in rivayetinde geçmektedir.
"Senin kavmin Beyt'in yapımında kusurlu davrandı, (yani onun mahiyetine uygun inşa etmediler)
Şayet onlar şirke yakın olmasalardı (yani şirkten yeni kurtulmuş olmasalardı) yapmadıkları yeri
tekrar yapardım. Benden sonra senin kavmin tekrar yapmaya kalkarsa gel sana onların (yapmayıp
da) bıraktıkları yeri göstereyim. Sonra Hz. Aişe (r.anha)'ye altı ziraya yakın bir yer gösterdi."
Peygamber (s.a.v)'in "Şayet benden sonra senin kavmin tekrar yapmaya kalkarsa..." sözü yapma
azimeti olmadığını gösteriyor. Bu durum sadece tercihe kaldı ya da daha iyisi yapılır kabilinden en
iyi şekliyle bıraktı.. Peygamber (s.a.v) bu durumlara hakikat ve ruhaniyât penceresinden bakıyor.
Yoksa herhangi bir şekle sokulduğu için kalkıp da ona dokunmak ya da karışmak gibi bir his
içinden geçirmiyordu. Hz. Ömer (r.a)'in eski yerinden şimdiki yerine kaldırtırken Makam-ı İbrahim'e
bakışı da aynı bakışın izini taşıyordu. Onun için yerin kime nisbet edildiği önemli değildi. Kabe'yle
bitişikken de, zaruret çıktığı anda o kadar Kabe'den ayrıldığında da. İşte bu, Makam-ı İbrahim'dir.
Bizde Hz. Ömer (ra) gibi ruhani değer yargısıyla bakarsak zaruret anında onun naklettirdiği gibi biz
de nakledebiliriz. Hem tavaf yapanlara yer açılmış olur hem de onun yanında namaz kılanların
daha huşulu olmalarını ve kalp huzuruna kavuşmalarını sağlamış oluruz.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala herşeyi hakkıyla bilendir. Hamd O'nadır. Salât ve
selâm, seyyidimiz, Hz. Muhammed (s.a.v) ile onun âl ve ashabınadır. 46

Hac Niyabeti (Başkasının Yerine Hac Yapmak)

Soru

Annem ve babam şuanda hayatta değiller. Hac farizasını da yerine getiremediler. Bu farizayı
yerine getirmek için benim yalnız başıma onların yerine hac yapmam caiz olur mu? 47

Cevap

İbadetlerde özellikle de beden ile yapılan ibadetlerde asıl olan kişinin bizzat kendisi yapmasıdır.
Eğer yapma imkanı yoksa ölümünden sonra evladı onun yerine yapabilir. Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmuştur. "Evlatlarınız sizin kazancınız(dan)dır." Kişinin çocuğu kendisinden bir parçadır. Aynı
zamanda amelinin bir parçasıdır. Ölümünden sonra onun dünyada yaşayan bir uzantısıdır. "Adem
oğlu ölünce ameli kesilir ancak üç şey (lehine) devam eder: sadakay-ı cariye (herkesin
kullanageldiği bir hayır kuruluşu), kendisinden faydalanılan ilim ve (ölümünden sonra) kendisine
duada bulunan evlat." 48
Salih evlat babasının dünya hayatında bir uzantısı ve varlığının devamcısıdır. Bu nedenle evladın
babasının yerine haccı eda etmesi caizdir. Şayet baba ve anne hayatta iken hac yapabilecek
durumda değillerse kendi yerlerine onu yapabilecek müvekkiller tayin edebilirler. Bir kadın Allah
Resulü (s.a.v)'e babasının yaşlı olduğu için tek başına deveye binemeyeceğinden haccını yerine
getiremeden öldüğünü söyler ve sonra da: "Ey Allah'ın Resulü! onun yerine ben hac yapabilir
miyim?" der. Peygamber (s.a.v) de: "Evet, yapalirsin" cevabını verir. İbn Abbas (ra)'dan rivayet
edilen bir hadiste, başka bir kadın Peygamber (sav)'e gelir ve: "Annem Allah için hac yapmaya
niyet ettiği halde yapamadan öldü, onun yerine ben hac yapabilir miyim?" diye sorar. Bunun
üzerine Allah Resulü (s.a.v): "Onun yerine hac yap! Şayet onun bir borcu olsaydı onu ödemez
miydin?" dedi.
Kadın: "Evet!" deyince, Allah Resulü: "O halde haccı da yap, çünkü Allah vefa gösterilmeye daha
layıktır."
Bir rivayette "Allah'ın borcu yerine getirilmeye daha layıktır." diye geçmektedir.
Mali işler konusunda çocuk nasıl ki babasının kalan borçlarını öder aynı şekilde uhrevi ve ibadi
işlerde de babasının veya annesinin kalan borçlarını ödemelidir. İster kız çocuk olsun ister erkek
her ikisi de babasınm veya annesinin yerine hac yapabilirler. En azından yerine hac yapacak kişiyi
tayin ederler. Yerine hac yapacak kişinin kendi beldesinden olması gerekir. Nereden hacca
gitmesi gerekiyorsa oradan kendisi için vekil seçer. Mesela belli bir bölgede mi bulunuyor? Vekil
seçtiği zaman o bölgeden hacca çıkar. Yoksa onun dışındaki herhangi bir beldeden değil. Şamda
bulunduğunda Şam'dan hac eder. Eğer hac ölenin bıraktığı malından yapılacaksa ve malı bunu
karşılayamazsa imkan bulduklarında bunu yerine getirirler.
Eğer çocuk onların yerine hac yapmayı üstlenirse ve bunu kendi malından karşılasa bu da
mümkündür.
Hacca gönderilen bir yabancı ise bu durumda, giden şahsın kendi haccını daha önce yapmış
olması gereklidir. 49
 

8. BÖLÜM BAYRAMLAR VE KUTLAMALAR

Şaban Ayının On Beşinci Gecesinde (Berat Kandilinde) Yapılan Dua

Soru

Şaban ayının onbeşinci gecesinde yapılan duanın hükmü nedir? Hakkında rivayet edilmiş sahih
hadisler varmıdır? Kısacası bu gece hakkında neler söylenebilir? 50

Cevap

Şaban ayının onbeşinci gecesi (yani berat kandili) hakkında sıhhat derecesine ulaşan herhangi bir
hadis gelmemiştir. Alimlerin hasen kabul ettikleri bazı hadisler vardır. Ama bazı alimler de bunları
kabul etmiyorlar. Şaban ayının onbeşinci gecesi hakkında herhangi bir sahih hadis olmadığını
belirtiyorlar. Şayet biz bunlara hasen hadisler dersek demekki bu gecede Allah'a dua ve istiğfar
edilebileceğine yönelik hadisler vardır anlamına gelir. Belli bir duanın ibaresi dahi varit olmamıştır.
Bazı yerlerde yaşayan insanların bu gecelerde okuyup basarak dağıttıkları duaların ise aslı yoktur.
Zaten bu dualar da hatalıdır. Ne akla ne de mantığa uygundur.
Bu gecede okunan bir dua aynen şu şekildedir:
(Allah'ım! eğer Sen yanında bulunan ana kitabında beni (nimetlerden) mahrum kılınmış veyahutta
(indinden) kovulmuş ve rızık konusunda muhtaç olan kişilerden yazmışsan Ya Rabbi!
bu yazdıklarını sil yerine beni Sana itaatkar, rızıklanmış ve tüm hayırları elde eden kimselerden
olarak tesbit et. Sen bunu söylemiştin. Senin Peygamber'in lisanıyla indirdiğin kitabındaki sözün
haktır.
"Allah dilediğini siler dilediğini bırakır. Kendi katında ise, bütün kitapların anası vardır." 51
Bu duada çok açık çelişkiler görülmektedir. Öncelikle ayetin manası yanlış anlaşılmış; ayet
"ümmül kitap"ta değişikliğin veya yeni bir şeyin ortaya çıkmasınm mümkün olmadığını söylüyor. O
halde nasıl olur da Ümmül Kitap'ta değişiklik yapılması veyabazı şeylerin tesbit edilmesi
istenebilir.
Sonra bu söz dua edebine aykırıdır. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Allah'tan birşey
istediğinizde istediğiniz mesele için sözlerinizi cezmi (talep) manada söyleyin." Yani şöyle
demeyin: Ya Rabbi! İstersen beni affet veya istersen bana merhamet et veyahutta istersen beni
rızıklandır. Şüphesiz Allah Teala için bunlar zor şeyler değildir. Aksine: Beni bağışla, bana
merhamet et, beni rızıklandır demek daha uygun ve daha yerinde olur. Çünkü bu tür dualar Allah
Azze ve Celle'ye dua eden kimseden asıl yapması istenen dualardır.
Dua edenin, "Eğer istersen" gibi bir şarta bağlıyarak, dua etmesi, duanın üslubuna ve edebine
uygun değildir. Buna Rabbine muhtaç bir kulun yalvarışı da denilemez, bilakis bu şekilde dua
etmek, Allah'ın kullarından kabul etmediği sulu ve gevşek isteklere benzemektedir.
Bu da gösteriyor ki; insanların yaptığı ve hiç yoktan çıkardığı bu tür dualar çoğu kez gerçek
manayı vermekten yoksun haldedirler. Aksine bazan bu dualar bozuk, birbirine zıt ve yanlış
olabiliyorlar. Allah Resulü'nden rivayet edilen dualardan daha eftal olmaları mümkün değildir.
Allah Resulü'nden rivayet edilen duaların harika anlam dizimleri, belagatı, az kelimelerle çok
manalar ifade etme gücüne sahip üslûpları vardır. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen dualardan
daha faziletli olmaları mümkün değildir. Çünkü O'ndan rivayet edilen duaların iki ecri vardır.
Birincisi; sünnete uymaktan dolayı onu yerine getirenlerin alacakları ecir, ikincisi; duaları okurken
alınacak ecir.Bizlerin daima nebevi sünnetleri ezberlemesi ve onlarla dua etmesi gerekir.
Şaban ayının onbeşinci gecesine (berat kandiline) gelince, bu gecede yapılanların hiçbiri kesinlikle
ne Peygamber'den rivayet olmuş ne sahih ne de sünnette yeri bulunan şeylerdir.
Küçük yaşlarımda insanları taklit ederek bu tür geceleri geçirdiğimi hatırlıyorum. Ömrün uzaması
niyetiyle iki rek'at namaz kılardık. İnsanlara muhtaç olmama niyetiyle tekrar iki rek'at namaz daha.
Yasin Suresi ardından bir iki rek'at namaz daha. Bunun gibi şeyler işte.
Bu ibadetlerin hepsi de şeriatın emrettiği şeylerdendir. İbadetlerde olan kötülüklerden seni
sakındırmasıdır. Bir insanın kalkıpda istediği an yeni yeni ibadetler icat etmesi elbette olacak şey
değildir. İnsanlara ibadet koymaya ve ibadetlerinin şeklini çizmeye en layık olan Allah Teala'dır.
"Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır?" 52
Bizler öncelikle Kitap ve Sünnette varid olan şeyleri yapmak ve onların üzerinde durmak
zorundayız. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilenlerin dışında başka bir şey yapmamalıyız. Sonuç
olarak böyle yapmak daha güzeldir.
Yine de en iyiyi ve en doğruyu bilen Allah Teala'dır. 53

Şaban Ayının Onbeşinci Gecesi (Berat Kandili)'nde Yapılan Meşhur Dualar Ve Bu Gecede Bîr
Araya Gelmek

Soru

Şuanda biz şaban ayındayız. Bazı müslümanlar bu ayın onbeşinci gecesini namazlarla ve
okudukları dualarla geçiriyorlar. Onların bu gecede yaptıkları amelleri meşru mudur? Bu gecenin
faziletine dair herhangi bir şey varmıdır? 54

Cevap

Şaban ayının onbeşinci (yani berat kandili) gecesinin faziletine dair bazı hadisler vardır: "Bu
gecede Allah Teala kullarına teceli eder. Bazı isyankar davranışlar hariç Allah Teala bu gecede
yapılan duaları kabul eder" Bazı alimler bu hadisin hasen olduğunu bazıları da zayıf olduğunu
söylemişlerdir. Fakih ve Kadı Ebubekir b. el-Arabi der ki: Şaban ayının onbeşinci gecesine dair
herhangi bir hadis sabit değildir. Bu gecenin faziletine ve taatlarla ihyasına dair varid olan
hadisleri söylesek dahi bunlar ne Peygamber (s.a.v)'den varid olmuş ne sahabeden ne de ilk devir
alimlerinden rivayet edilmiştir. İnsanların mescitlerde bu geceyi ihya amacıyla toplanmalarına,
bazı özel dualar okuyup namazlar kılmalarına dair hiç bir şey varid değildir. Bazı şehirlerde akşam
namazından sonra insanlar camilerde toplanıyorlar 'Yasin Suresi'ni okuyorlar, akabinde ömrün
uzun olması niyetiyle namazlar kılarken bazıları da insanlardan beri olmak niyetiyle iki rekat
namaz kılıyorlar. Sonra geçmiş alimlerden birinden rivayet edilen bir dua okunur. Bu, uzunca bir
duadır. Aynı zamanda naslara ters, içinde çelişkili sözler bulunan, manaya aykırı bir duadır. Bu dua
ile ilgili açıklama bir önceki bahiste geçmişti.
Ayrıca bazıları bu geceyi, her hikmetli işe hükmedilen kadir gecesiyle karıştırırlar. Bu da hatadır.
Her hikmetli işe hükmedilen gece Kur'an'ın indirildiği gecedir.
Bu da kadir gecesidir. Kadir gecesi de Kur'an'ın ayetiyle ramazan ayı içerisinde olduğu kesindir.
Allah Teala Duhan Suresi'nde şöyle buyurmaktadır.
"Hâ-mim.Apaçık ola kitaba andolsun ki, biz onu, kutlu bir gecede indirdik. Doğrusu biz, insanları
uyarmaktayız, katımızdan bir buyrukla, her hikmetli işe o gecede hükmedilir. 55
Bakara Suresi'nde ise "O ramazan ayı ki onda Kur'an indirildi." diye geçmektedir. Her muhkem işin
birbirinden tefrik edildiği gece ise kesinlikle Ramazan ayı içerisindedir. Bu da icma ile Kadir
gecesidir. Katede'den rivayet edildiğine göre Şaban ayının onbeşinci gecesi her muhkem işin
birbirinden ayırt edildiği gecedir, denmektedir. Bu zayıf ve aynı zamanda değiştirilmiş bir rivayettir.
Katede'nin bizzat kendisi her hikmetli işe hükmedilen gecenin kadir gecesi olduğunu söylüyor. Bir
hadiste şöyle ifadelerin geçtiği söylenir. "Şaban ayının onbeşinci gecesi bir şabandan bir şabana
kadar geçen zaman taranır." Bu zayıf bir hadistir: İbn Kesir de aynı şeyi söylemiştir. Hem bu söz
nasslara muhaliftir. Bu nedenle yukarda bahsettiğimiz duanın yanlışlıklarla dolu olduğunu
görebiliyoruz. Ne Peygamber (s.a.v)'den varit olmuş nede sahabe ve onlardan sonra gelen selef
imamlardan rivayet edilmiştir. Bazı islam ülkelerinde duyduğumuz ve gördüğüz gibi toplanarak o
geceyi ihya ile geçirmek sonradan çıkarılmış bidat olan şeylerdir. İbadet hususlarında Peygamber
(s.a.v)'den varit olan şeyleri yapmak en hayırlı ve en evlâ olanıdır. Her hayır selefe uymaktadır. Her
şer ise halefin bid'atindedir. Her bit'at sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir.
Allah Teala bizleri Resulü (s.a.v)'den ve O'nun ashabından gelenlere uymada muvaffak kılsın. 56

Recep Ayı

Soru

Çoğu kez cuma imamlarımızdan özellikle de recep ayının ilk günlerinde bu ayın faziletine yönelik
ve Bu ayda bir gün dahi oruç tutan kişiye Allah Teala'nın büyük ecirler vereceğinden bahseden
hadisler rivayet etmektedirler. Bu hadislerden biri de şöyledir. "Recep Allah'ın ayıdır. Şaban ise
benim. Ramazan ise tüm ümmetimin ayıdır."
Bu hadisler hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Bu hadislerin doğruluk payları var mıdır? insanlara
yalan hadis rivayet edenlerin durumları nedir? 57

Cevap

Recep ayı hakkında sahih herhangi bir şey yoktur. Ancak, o da hürmetli aylardan biridir. Allah
Teala kitabında şöyle buyurmaktadır.
"...bunlardan dördü hürmetli aylardandır... 58
Bu aylar da: Recep, zilkade, zilhicce ve muharrem aylarıdır. Recep ayının faziletine dair herhangi
özel bir hadis rivayet edilmemiştir. Sadece hasen bir hadis vardır: Peygamber (s.a.v) tuttuğu
oruçların en fazlasını şaban ayında tutardı. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda, "Çünkü, şaban
ayı insanların receple ramazan ayı arasında kendisinden gafil oldukları bir aydır" diye
buyurmuştur. Bu hadisten anlaşıldığına göre recep ayının bir fazileti var. Ama "Recep Allah'ın
ayıdır. Şaban benim ayımdır. Ramazan da tüm ümmetin ayıdır" şeklinde rivayet edilen hadis ise
münker bir hadistir. Aynı zamanda da zayıflığı kesin bir hadistir. Hatta alimlerden bir çokları bu
hadisin mevzu bir hadis olduğunu söylemişlerdir. Daha doğrusu uydurma bir hadis. Gerek ilmi
yönden gerekse dini yönden rivayet edilen bu hadisin herhangi bir kıymeti yoktur.
Aynı zamanda recep ayının fazileti hakkında; "Kim bu ayda şu kadar namaz kılarsa onun için şu
kadar ecir vardır. Kim de şu kadar istiğfarda bulunursa Allah katında onun için şu kadar ecir
vardır" gibisinden rivayet edilen diğer hadislere gelince bunların hepsi olduğundan fazla abartma
hadislerdir. Hepsi de yalan ve uydurma hadislerdir.
Bu hadislerin mevzu olduğunun alametleri olduğundan fazla mübalağaların yapılmasındadır.
Alimler şöyle der: "Küçük bir işe karşılık büyük sevaplar vadedildi mi, ya da küçük bir günaha
karşılık büyük azap verileceği tehdidi yapıldı mı bu durum, böyle hadislerin uydurma olduğunu
gösterir."
Buna misal olarak Peygamber (s.a.v)'in lisanından şu örneği getiriyorlar. "Aç bir kimsenin
karnındaki bir lokma (yani aç bir insanı doyurmak) bin cami inşa etmekten daha hayırlıdır." Bu
hadis kesinlikle uydurma ve yalandır. Aç bir kişinin karnındaki bir lokmanın bin cami inşa
etmekten elde edilecek sevaptan daha büyük olması akıl dışı ve mantık dışı bir şeydir.
Recep ayının faziletinden bahseden hadislerin durumu da aynı şekildedir, Alimlerin bu hadisleri
açıklamaları ve insanları bunlardan sakındırmaları gerekir. "Yalan gördüğü bir hadisi rivayet eden
bir kimse de yalancılardan biri olur." 59 Bazan insan rivayet ettiği hadisin mevzu olduğunu bilmez.
Aslında bilmek gerekir. Hadislerin kaynaklarını tanımak gerekir. Güvenilir bir çok hadis kitapları
var. Özellikle de zayıf ve mevzu hadisleri bildiren kitaplar. Bunlardan bazıları şunlardır. "El-Makasit
El-Hasene" Sahavi'ye ait. "Temyiz-i'1-tayyib min-el'habisi limâ yedru alâ elsineti'1-n 'Nâsi min'l-
Hadisi" İbn Diyb'in "Keşfu'l Hâfâ ve'l ilbâsi fimâ iştehere min-el'ehâdisi alâ el'sinet-i'n-Nâsi"
Acûlini'nin. Daha bir çok hadis kitapları mevcuttur. Bunları hatiplerimize bildirmek gerekir. Hem de
iyiden iyiye tanıtmak lazım gelir ki bir daha kaynaksız tek bir hadis dahi rivayet etmesinler. Bugün
islami kültürümüzün içine sızan, hutbelerde, kitaplarda ve insanların ağızlarında revaçta tutulan
bu tür uydurma hadisler en büyük yıkım kaynağıdır. Gerçekte tümü uydurma ve dine sonradan mal
edilen şeylerdir.
Bu nedenle islam kültürümüzü bu çeşit hadislerden temizlememiz gerekir.
Allah Teala ulemadan insanlara sağlam gerçekleri öğretenlere muvaffakiyetler ihsan etsin. Bize
de bu alimlerden istifade etmek ve onların açtıkları ilmi yolda ilerlemeyi nasip etsin. 60

Recep Ayında Oruç Tutmak

Soru

Bir gün recep ayı hakkındaki konuşmalarınızı dinledim. Siz bu konuşmanızda bu ayla alakalı
olarak Peygamber (s.a.v) hakkında herhangi bir sahih hadisin mevcut olmadığını söylüyordunuz.
Recep ayında tutulan orucun hükmü nedir? Sünnet mi? Yoksa bid'at mıdır? 61

Cevap

Soruyu yönelten arkadaşın dinlediği konuşmada recep aynıdaki oruca dair herhangi birşey
söylemedim. Ben sadece bu ayın hürmet edilen aylardan olduğunu söyledim. Hürmet edilen
aylarda oruç tutmak ise müstehaptır aynı zamanda makbuldür. Ancak Peygamber (s.a.v)'den
ramazanın dışındaki diğer ayları oruçlu geçirdiğine dair herhangi birşey rivayet edilmemiştir. En
çok oruç tuttuğu ay şaban ayıdır. Bu ayı da tamamen oruçlu olarak geçirmemiştir. İşte asıl sünnet
olan budur. Allah Resulü (s.a.v) bazı aylarda tutar bazı aylarda ise tutmazdı. "Bazan oruç tutardı
biz derdik herhalde hada orucunu açmayacak bazı zamanlar da tutmazdı biz derdik herhalde
daha oruç tutmayacak" 62 Bazı kişiler recep ayının tümünü oruçlu olarak geçiriyorlar. Daha önce
bazı bölgelerde bu gibi durumlara rastlamıştık. Bazıları da recep, şaban, ramazan ve şevvalde de
altı gün oruç tutuyorlar. Bu altı gün orucuna da 'Eyyam-ı Bıyd' diyorlar. Bu üç ay ve altı gün
oruçlarını sadece bayram birbirinden ayırıyor. Böyle bir şey ne Peygamber (s.a.v)'den varit olmuş
ne sahabeden ne de selef-i salihinden rivayet edilmiştir. Ramazanın dışındaki aylarda oruç
tutmanın en evlası bir gün tutup bir gün terketmektir. Yoksa ardı ardına oruç tutmak olmaz.
Kim birilerine uymak istiyor ve sevap elde etmeyi amaçlıyorsa Peygamber (s.a.v)'e uysun. Recep
ve şaban ayının tümünü oruçlu olarak geçirmesin. Bu daha evla olanıdır. 63

Kurban Bayramı Arefesinde Oruç Tutmak

Soru

Arefe günü oruç tutmanın hükmü nedir? Bu orucun fazileti nedir? 64

Cevap

Arefe günü (Kurban'dan bir önceki gün) diğer normal günlerden daha faziletlidir. Bu gün,
zilhiccenin on günündendir. Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediği rivayet edilir. "Arefe günü orucu (Bu
orucu) Allah'ın iki senenin günahlarına keffaret (olarak) sayacağını umuyorum".
Bu günün fazileti büyüktür. Bu günde tutulan orucun fazileti de aynı şekildedir.
Bilindiği gibi arefe günü, zilhiccenin dokuzuncu günüdür.
Müslüman zilhiccenin sekizinci günü oruç tutmaya niyet edemediğinde hiç değilse en azından
bugünde oruç tutmaya niyet etmelidir. Herkesin günahı, gafletle geçirdiği günleri olmuştur. İşte bu
gün temizlenmek ve Allah katına amel defterimizi tertemiz çıkarmak için büyük bir fırsattır.
Öyleyse müslüman arefe günü orucunu tutmakta acele davranmalıdır.
Bu oruç hac ibadetini yapanlar için geçerli değildir. Hacı olan kişinin dualarını zikirlerini, yalvarış
ve yakarışlarını kuvvetlendirecek bir arefe günü oruç sünneti yoktur. 65

Kurban Kesmek

Soru

Kurban ne zaman meşru olur? Zengin ve varlıklı bir müslümanın kurban kesmemesi caiz midir?
Kurban nasıl dağıtılır? 66

Cevap

Kurban kesmek mezheplerin çoğuna göre sünnet-i müekkededir. Ebu Hanife'ye göre ise vaciptir.
Ebu Hanife'ye göre vacip, farzdan düşük ama sünnetten bir derece yüksek olan şeydir. Zengin ve
varlıklı olduğu halde vacip olan bu ibadeti terkeden günahkar olur.
Merfu ve mevkuf olarak Ebu Hureyre (ra)'den şu hadis rivayet edilmiştir. "Varlıklı olduğu halde
kurban kesmeyen kişi bizim namazgahımıza yaklaşmasın." 67 Bir başka hadiste Peygamber
(s.a.v)'e kurban hakkında soruldu O şöyle cevapladı. "Kurban kesmek babanız ibrahim'in
Sünnetidir." 68
Bu nedenle kurban kesmek ya sünnet-i müekkede ya da vaciptir. Hanefi'nin dışındaki diğer
mezhepler de varlıklı olduğu halde kurban kesip de kendilerini, ehlini, çevresinde bulunan fakir
fukarayı ve komşularını sevindirmemeyi kerih görmüşlerdir.
Kurbanın dağıtımı sırasında kurbanlık (Sünnet'teki uygulamaya göre) üçe ayrılır üçte biri kendisi
ve ev halkı için, üçte biri çevresinde bulunan komşuları için üçte biri de fakir ve düşkün kimseler
içindir. Şayet hepsi sadaka olarak verilirse daha faziletli ve daha ikrama layık olur.
Allah Teala kurban bayramında ve kurban bayramından sonra insanlara genişlik ve refahlık olsun
diye kurban kesmeyi meşru kılmıştır. Kurban bayramı sabahı bayram namazını müteakip, kurban
kesmeye başlamak meşrudur. Bu konuda bazılarının hata yaptıklarını işitiyorum. Kasapların
durumunu göz önüne alarak bazı kimseler kurbanlarını kurban gecesinde (yani arefe gününün
akşamından sonra) kesiyorlarmış. Bu Peygamber (s.a.v)'in şu hadisine aynen benziyor. "Koyun
sadece bir ettir." Yani bu demektir ki, kurbanlık hayvanın sevabı onun etinde değildir. Kurbanlık
hayvanın sevabı onun bayram günü, namazdan sonra en erken vakitte kesilmesindedir.
Kurban kesmek Allah'a yaklaştıran bir ibadettir. Bu türden ibadetler belli vakitlerle
sınırlandırılmıştır. Kurban kesmek de bu türdendir. Kesilme vakti, kurban bayramı namazından
sonradır. Şehirde bir çok yer kurban bayramı namazını eda etmek için ayrılır ve namazdan sonra
hemen kurbanlar kesilmeye başlanır. Kurbanı ikinci veya üçüncü güne ertelemek de caizdir. Bu
günlere 'Eyyam-ı Teşri' denir. Bazı alimler teşri günleri içerisinde gece veya gündüz herhangi bir
vakitte kurban kesmenin caiz olduğunu söylemişlerdir. 69

Kurban Bayramda Getirilen Teşrik Tekbiri

Soru

Kuban bayramında tekbir ne zaman başlar? Tekbir konusunda rivayete göre söylenmesi
gerekenler nelerdir? 70

Cevap

Kurban bayramında tekbir iki çeşittir. Birincisi mutlak tekbir ikincisi mukayyet tekbir.
Mutlak tekbir, zilhiccenin birinci gününden başlar bayram günlerine kadar devam eder. Bu tekbir
yolda giderken ve çarşıda pazarda alış veriş yapılırken getirilebilir. Kişiler birbirleriyle
karşılaştıklarında da bu tekbiri getirirler.
Mukayyet tekbire gelince, bu farz namazlarının akabinde getirilir. Özellikle cemaatle eda edilen
namazlarda. Ekseri alimler cemaatle kılınan namazların akabinde getirilmesini şart koşmuşlardır.
Aynı şekilde bayram namazının kılındığı yerde, bayram namazı kılmak için giderken, ya da namaz
kılınacak yerde otururken insanların bu tekbiri getirmesi gerekir. Sus pus oturulmamalıdır.
Ramazan bayramında da aynı şeyler geçerlidir. Çünkü bu günler islam şiarlarının açık açık ilan
edilmesi gereken günlerdir.
Bu şiarların en açık ifadesi de teşrik tekbirleridir. "Bayramlarınızı tekbirlerle süsleyiniz" 71
Bu nedenle müslümanların bayram gününde inandıkları şiarları açıkça ilan etmeleri gerekir.
Namaz kılınacak yerlere gittiklerinde veya camide namazı beklerken seslerini yükselterek "Allah-u
ekber, Allah-u ekber, lâilâhe illallâh-u Vallahu ekber Allah-u ekber. Ve lillâhil hamd." Bu sözler ve
ifadeler İbn Mes'ut'dan rivayet edilmiştir. İmam Ahmet b. Hanbel'de aynısını almıştır. Bir de Hz.
Selman (ra)'dan rivayet edilen sözler vardır. "Allah-u ekber. Allah-u ekber. Allah-u ekber kebîran."
Salavatlar ve onların akabinde getirilen diğer zikirler Peygamber (s.a.v)'den varit olmamış
şeylerdir. Buna örnek olarak şunu verebiliriz. "Allahumme! Salli alâ seyyidina Muhammed ve alâ
seyyidina Muhammet."
Peygamber (s.a.v)'e salat getirmek her an için meşrudur. Ancak yukardaki şekliyle sadece bu
zamana hasretmek Peygamber (s.a.v)'den varit olmamıştır. Sahabeden hiçkimse de böyle bir
rivayette bulunmamıştır.
Aynı şekilde bu münasebetle söylenen "Lâ ilahe illallah vahdehu, sadaka va'dehu, nasara abdehu
ve hezeme'l Ahzabe vahdehu." Bu ifadelerin bayram gününde söylendiğine dair herhangi bir
rivayet bulunmamaktadır. Ama yukarda söylediğimiz teşrik tekbirleri kesinlikle rivayet edilmiş ve
Peygamber (s.a.v)'den varit olmuştur."Allah-u ekber, Allah-u ekber, lâ ilahe illallah val'lâhu ekber.
Allah-u ekber ve lil'lâhil hamd."
Tüm müslümanlar bu tekbiri getirmeye özen göstermelidirler. Namaz kılınacak yerlerin tüm
köşelerini bu seslerle inletmelidirler. Zilhicce'nin on günü boyunca teşrik tekbirini her müslümanın
getirmesi gerekir.
Namazların arkasından getirilen tekbirlere gelince (mukayyet tekbir) arefe günü sabah namazıyla
başlar bayramın dördüncü gününe kadar devam eder. Yani bayramın dördüncü günü ikindi
namazını müteakip bu tekbir sona erer. 72

Kurban Kesmenin Hükümleri

Soru

Kurban kesmenin vakti ne zamandır? Ondan elde edilecek mükafat nedir?


Bir aileye bir koyun yeter mi? Yoksa her fert için bir hayvan mı boğazlamak gerekiyor? Hayvan
kurban etmekmi yoksa kurban karşılığı para olarak sadaka vermek mi daha efdaldir? 73

Cevap

Kurban kesmek Peygamber (s.a.v)'den gelen bir sünnet-i müekkededir. Peygamber (s.a.v) kendisi
ve al-i beyti için iki koç kurban etmişti. Kurban ederken şöyle demişti "Ey Allah'ım! Bu benim ve
aile halkım ve bir de ümmetimden kurban kesemeyenler içindir." İmam Ebu Hanife şöyle der:
Kurban kesmek vaciptir. Ona göre vacip, sünnetin üzerinde farzın altında olan şeydir. Ebu Hanife
varlıklı ve zengin olan kişilerin kurban kesmesini vacip olarak görüyor. "Varlıklı olduğu halde
kurban kesmeyen bizim namazgahımıza yaklaşmasın" 74 Ebu Hanife bu hadisden yola çıkarak
vacip hükmünü vermiştir. Vacipliği kesin olmasa da sünneti müekkededir aynı zamanda büyük
faziletleri vardır.
Peygamber (s.a.v) bayram namazından önce kurban kesen kişinin kurbanın sadece etten ibaret
olduğunu, ibadet amaçlı kesilen bir kurban olmadığını söylemiştir. Hatta bayram namazından
önce kestiği hayvanın tümünü bağışlasa bile kendisine sadece sadaka sevabı yazılır yoksa
kurban kesilme sevabı yazılmaz. Çünkü kurban kesmek bir ibadettir, ibadetlerin zamanını da
sadece şari (kanun koyucu) tesbit ve tayin eder. Konulan bu sınırlara bizlerin tecavüz etmesi
kesinlikle mümkün değildir. Mesela namaz gibi. Öğlen namazı vaktinden önce kılınabilir mi? Hayır
caiz değildir. Kurban kesmek de aynıdır. Onun da belli bir vakti vardır. Bazı kimseler kurbanlarını
(Bayramdan önceki) geceden kesiyorlar. Bu hatadır. Hem asıl sünneti hem de kurban kesme
sevabını kaybetmektir. Kurbanını tekar iade etmesi gerekir. Özellikle de kendisine vacib olmadığı
halde kurban kesmeye niyet eden bir kişi böyle bir durumla karşıkarşıya kalınca, onun da tekrar
kurban kesmesi gereklidir. Kurban kesimi bayram namazından sonra başlar. Bizzatihi bayram
gününde kesmek meşrudur. İkinci ve üçüncü günde kesilebilir. Hatta dördüncü günde
kesilebileceğine dair bir görüş vardır. Yani son teşrik günü. Önemli olan kurbanı öğlen vakti zevale
kadar kesmektir şayet öğlen vakti girerse kesilmez ikinci güne bırakılır. Bazı İslam alimleri şöyle
der: "Hatta ister gündüz ister gece kurbanını kesmesi sahihtir." Bu İslam alimleri tüm insanların
bayram namazının ilk gününde kurbanlarını kesmelerinin zaruri olmadığı görüşündedirler. Şöyle
ki; Kesim işi büyük zahmet gerektiren bir iştir. Bu nedenle bazı müslümanların bayramın ikinci ve
üçüncü gününe ertelemelerinde bir mahsur yoktur. Ete bayramın ilk gününde daha fazla ihtiyacı
olan insanlara ilk günde, diğerlerine ikinci ve üçüncü günde dağıtım yapılabilir.
İşte kurbanın kesim vakitleri bunlardır.
Kurbanlık olarak kesilebilecek şeyler: Deve, sığır koyun. Bunlardan herhangi birini kesmek caizdir.
Bir kişi için bir koç. Bir kişiden kasıt; evin beyi ve onun ehli. Peygamber (s.a.v) de aynı şeyi
söylemişti "Ey Allah'ım! Bu, Muhammed ve onun ehli içindir."
Ebu Eyyub (ra) şöyle der: "Biz Peygamber (s.a.v) devrinde iken bir kişi kendisi ve ehli için tek bir
koyun keserdi. Öyleki kavim bundan dolayı birbirine karşı övünç duyarlardı. İşte asıl sünnet olan
da budur.
Sığır ve devenin yedi yaşlarında olması yeterlidir. Bir ineğe veya bir deveye yedi kişi ortak olabilir.
Ancak sığırın iki yaşından, devenin de beş yaşından küçük olmaması şartıyla. Keçi bir yaşından
küçük olmayacak, koyun da altı aydan küçük olmayacak. Ebu Hanife koyunun semiz (besili)
olmasını şart koşmuştur. Besili olmayan koyununsa bir seneyi tamamlamış olmasını şart olarak
koşmuştur, kurbanda kesilmesi gereken hayvanlar bunlardır.
Kurbanlık hayvanın daha semiz ve daha güzel olması tabiki en efdal olanıdır. Çünkü o, Allah
Teala'ya sunulan bir hediyedir. Bu nedenle müslümanın Allah Teala'ya en iyi şeyleri sunması
gerekir. Çirkin şeyleri Allah Teala'ya layık göremez. Oldukça zayıf ve cılız aynı zamanda kör bir
koyunun Allah Teala'ya kurban olarak kesilmesi ya da boynuzunun büyük bir kısmı yok, kulakları
oldukça çirkin, ya da herhangi bir hastalığa tutulmuş bir hayvanın kurban olarak kesilmesi
kesinlikle caiz değildir. Hayır, müslüman en temiz ve en iyi şeyleri Rabbine hediye olarak
sunmalıdır. Öyleyse kul Rabbine hediye edeceği şeyi iyi seçsin. Allah Teala'ya onların ne eti ne de
akıtılan kanları ulaşır; ulaşa-cak tek şey bu işte gösterilen takvadır.
"Kurban karşılığı para, sadaka olarak verilebilir mi?" sorusuna gelelim: Kurban yerine onun
miktarınca sadaka olarak para vermek mi yoksa kurban kesmek mi daha hayırlıdır? Yaşayan kişi
açısından düşünecek olursak;
Kurban kesmek daha hayırlıdır. Çünkü kurban kesmek Allah Teala'ya yaklaştıran bir ibadettir.
"...Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes." 75
Biz de babamız Hz. İbrahim (as)'a uymak ve onun bu yüce anısını tekrar hatırlayıp bir fiil yaşamak
için kurban kesiyoruz. Rüya- sında oğlu İsmail'i kurban edeceği vahyi geldiğinde vahyin buyruğuna
uydu. Oğulcuğuna gitti, biricik oğulcuğu İsmail (ra)'e.. İsmail, O'na yaşlılık döneminde, coşkuyla ve
yalnızlık anında gelmişti. Tüm bunlardan sonra, yani Allah Teala'nın kendisine bir oğul ihsan
etmesinden, onu tertemiz yumuşak huylu bir çocukla müjdelemesinden, beraber yaptıkları gayretli
çalışmalardan ve ümitvar olduğu oğlundan şimdi vahyin gereği ayrılacaktı. Vahiy, oğlu İsmail'i
kesmesi için sadık bir rüya şeklinde tecelli etmişti. Bu bir imtihandı. Hemde bu yaştaki bir babaya
zor mu zor bir imtihandı. Bu durumda, kendisine temiz bir evlat bağışlanan, aynı zamanda biricik
evladından ümitvar olan bir babanın oğlunu kesmesine dair ilahi vahiy geldi, "O'nu kes" diye. Allah
Teala kulunu sınamak istiyordu. Gerçekten dostu İbrahim'in kalbi Allah'a olan halis niyetinden bir
şey kaybedecek miydi? Yoksa zamanını kendisine verilen oğluyla mı geçirecekti? İşte bu apaçık
bir imtihandı. Hem zor hem de çok ince düşünülmüş bir imtihan. Ama İbrahim imtihanı
başaracaktı. Oğluna gitti. Onu aldatarak yada gaflet anında yakalayarak Allah'ın emrini yerine
getirmek istemiyordu. Bizatihi kendisine verilen ilahi emri oğluna şu şekilde bildirdi.
"Ey Oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün ne dersin?"
76
Babanın konumu değil de çocuğun konumu şaşırtıcı. Ne Allah'ın buyruğuna aykırı davrandı ne de
emrin yerine gelmesinde bir an bile tereddüt gösterdi. Aksine mü'mine yaraşır bir güvenle ve
güvenilir bir kimsenin imanı ile şöyle dedi.
"Allah dilerse sabredenlerden olduğumu göreceksin." 77
Bu öyle bir söz ki, imanın, kuvvetin, tevazünün ve Allah'a olan tevekkülün pırıltılarını yansıtıyor.
Kahramanlık iddiasıyla söylenmiş bir söz değildir. Aksine, bunu yaşıyarak gösterdi. "Allah dilerse
beni sabredenlerden bulacaksın."Herşey Allah'a döner. Varlık alemindeki her şey Allah Teala'ya
döner. İnsana yakin (ölüm)i bağışlayan Allah Teala'dır. Ardından basiret vermiş, sinirsel bir güç
vermiştir.
"Böylece ikisi de Allah'a teslimiyet gösterdi." 78
Hem baba hem de oğul. Oğul boynunu babasına teslim etmişti.
"Babası oğlunu alnı üzerine yatırınca" 79 Onu alnı üzerine devirdi, kendisine emredileni yerine
getirmek üzereyken müjde geldi
"Biz, Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın. İşte biz iyi davrananları böylece mükafatlandırırız. Bu
gerçekten çok açık bir imtehandır, diye seslendik ve Biz ona fidye olarak büyük bir kurbanlık
verdik." 80
Cibril bir koyunla gelerek şöyle dedi: Oğlunun yerine bunu boğazla. İşte o gün bugündür bu,
sünnet olarak yapılageldi. Biz de bu olayı hatırlamak için kurban kesiyoruz.
Her millet, geçmişte yaşadıkları güzel olayları ölümsüzleştirmeye çalışır. O olayların hatıralarını
canlandırırlar. Sırf onların hatırasına törenler düzenlerler. İstiklal günü, zafer günü gibi. İşte bu da
Allah'ın günlerinden bir gün, Allah'a imanın gösterildiği bir gündür. Bugün, ölümsüz bir cesaretin
sergilendiği bir gündür. Allah Teala onun anısını kurban pratiğiyle ölümsüzleştirmiştir. Müslüman
bugünde kurban keser. Bu sünnettir. Hem de karşılığında para ile yapılacak sadakadan daha
hayırlıdır. Her insan kurbanlığının yerine ona bedel miktarda para bağışlamış olsalar bugünün
anlam ve önemi ortadan kalkar yok olur gider. İslam bu anlamlı günü yaşatmak istiyor. Bu
nedenle hayvan kesmek daha efdaldir. Gerçekte bu hayatta olan her kişinin üzerine bir görevdir.
Ancak kişinin ölmüş bir yakını varsa ve onun ruhuna gönderilmek üzere bir sevap yapmak
istediğinde; Ne yapacak? Kurban mı kesecek? Yoksa bu kurban miktarınca sadaka mı dağıtacak?
Benim görüşüm şudur; kurban kesenlerin çok olduğu bir şehirde insanların ete olan ihtiyaçları
yoksa bu durumda kurban değerince o ölen kişi için sadaka vermeleri daha efdaldir. Çünkü bu
beldedeki insanların ete ihtiyaçları nasıl olsa yoktur. Hepsi de bayram günü dağıtılan etten
yeterince nasibini almış. Belki de bu beldede yaşayan fakirlerin çoğunluğu için para daha
ehemmiyetli (ihtiyaç bakımından) çocuğuna bayramlık birşeyler almak isteyebilir. Ya da bir
oyuncak veya buna benzer şeyler. Muhtaç olan insanlar bu mübarek günde kendilerine büyük
kolaylıklar sağlayacak kişilere ihtiyaçları olabilir. Bu durumda Ölü için kesilecek kurban yerine
sadaka vermek daha hayırlıdır.
Ama etin az bulunduğu ve insanların ete ihtiyacı olduğu bir beldede ölü için kurban kesmek ve
onun etini dağıtmak daha efdaldir. Bu, benim tercih ettiğim bir görüştür.
Burada bilinmesi gereken başka bir husus ta; Ölü adına sadaka vermenin meşruluğu hususunda
müslümanların icmasının olduğudur. Bu konuda ihtilaf edilmemiştir. Demek ki burada
mezheblerin ihtilaf etmediği iki yol söz konusudur; ölü için sadaka verilmesi veya onun için dua
edilerek affının istenmesi.
Yaşayanlar açısından, kendisi ve ailesi için kurban kesmek daha hayırlıdır.
Ölen kişiye nisbetle ise, şayet bir beldede et ihtiyacı varsa ölü için hayvan kesmek gerekir. Eğer
herhangi bir et ihtiyacı söz konusu değilse kurbanın değerindeki parayı sadaka olarak vermek
daha evla olanıdır.
Kesilen hayvanın dağıtılmasına gelince, bilindiği gibi hayvanı üçe bölerek dağıtmak en evlâ
olanıdır. Üçte birini ehl-i beyti yer (ev halkı) Üçte birini çevresindeki komşularına ayırır. Özellikle de
zor durumda olan komşularına. Üçte birini de fakirler için ayırır. Şayet kestiği hayvanın tümünü
tasadduk ederse bu kendisi için daha efdal ve daha evlâ olur. Ancak kestiği hayvandan sünnet
yerine gelmesi niyetiyle bir parça alması şarttır. Meselâ, hayvanın ciğerini ya da başka yerini
yemesi gibi. Böylece tümünü tasaddukta bulunduğu hayvanın kendisi tarafından da yenildiği
doğrulanmış olur. Peygamber (s.a.v) ve diğer sahabeler de aynı şekilde yaparlardı. 81

Soru
Zilhiccenin onuncu günü geldiğinde, kurban kesmek isteyen kişinin, saçlarını ve tırnaklarını
kesmesi gerekir mi? 82

Cevap

Hanbeli mezhebine göre saçın ya da tırnakların kesilmesi caiz değildir. Zilhicce ayında kurban
kesmek isteyen bir kimsenin sadece hilali görmesi yeterlidir. Saçlarını ya da tırnaklarını
kesmekten kaçnması gerekir. Bu da, haccın ibadetlerini yerine getirmek için ihrama giren kişiye
benzemek gibidir. Mukaddes topraklara hac yapmak veya umre için gidemeyecek kişi, bulunduğu
yerde iken hacılara ya da umre yapanlara benzemeye çalışır. Benzemeye çalışırken saçını, sakalını
ya da tırnaklarını kesmesi ve benzeme ruhiyesi içine girmesi doğru değildir. Böyle bir ortamda
yaşayan kişinin bu gibi hallerden kaçınması gerekir. Yoksa bazıları zevcesinden yada koku
sürmekten de kaçınması gerektiğini sanabilir. Hayır böyle birşey kesinlikle söz konusu değil aynı
zamanda varit olan herhangi bir delil de mevcut değildir. Sadece saçını ve tırnaklarını kesmekten
kaçınacak o kadar. Hacı olmayan bir müslümandan ihrama girmesi istenmez. Zaten kişi hacı
olamadığı halde bu niyetle saçını ve tırnaklarını kesmesi mekruhtur. Tercih edilen görüş de budur.
Saç ve tırnaklarını kesti diyede fidye vermesi gerekmez. Bunun herhangi bir sorumluluğu yoktur.
Şayet bir kişi muhalefet olarak saçını tırnaklarını kesse üzerine fidye gerekmez sadece Allah'tan
istiğfar diler.
Bir şey mekruhsa eğer alimlerin dediği gibi mekruhuyetlik küçük bir ihtiyaç hasıl olduğunda
ortadan kalkar. Misal verecek olursak, çevreden saçını ve tırnaklarını kestirmesi için herhangi bir
zorlama geldiğinde bunun mekruhiyetliği zorlama karşısında kesme zaruretini hisseden kişi için
ortadan kalkar. Mekruhu işlemiş olması onu affettirmek için herhangi birşey yapmasını
gerektirmez. Tüm bu anlattıklarımız, zilhicce ayında kurban kesmek isteyen kişinin saç ve
tırnaklarını kesmemesiyle alakalıdır. 83

Aşura Orucu Büyük Günahlara Keffaret Midir?

Soru

Aşura orucunun bir senelik günahlara keffaret olduğu doğru mudur? Büyük günahlar da buna
dahil midir? 84

Cevap

Aşura orucu hakkında bir çok hadis varid olmuştur. Bunlardan birini Müslim Ebu Katade'den
rivayet etmiştir. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur. "Arefe orucu iki -geçmiş ve gelecek-seneye
keffarettir. Aşura günü orucu ise geçen bir seneye keffarettir."
İnsanoğlunun hatalı olması noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala'nın hikmeti gereğidir.
Hatalı olan kullara aynı zamanda onların hatalarını silecek ve etkisini ortadan kaldıracak çeşitli
keffaretlerin taktir edilmesi ise Allah Teala'nın rahmeti gereğidir. Günahların etkisi, namazlarla,
sadakalarla, hacla, umreyle ve diğer hasenelerle giderilir.
"...Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir." 85
Peygamber (s.a.v) ise şöyle buyurmaktadır. "(Yapılan) kötülüklerin akabinde iyilik yapın ki bu
iyilikler (sizin) kötülüklerinizi ortadan kaldırsın"
Oruç insanı şehvetlerden uzaklaştırması, insanın nefsiyle mücadale etmesi, şeytanın kanındaki
hareket alanını daraltması yönüyle günahlar için en büyük keffarettir.
Kulun, bir günlük oruçla bir senelik ya da iki senelik günahlarının silinmesini Allah'a çok
görmemelidir. Allah Teala'nın fazlı, mağfireti ve rahmeti oldukça geniştir.
"...Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim herşeyi kaplamıştır." 86
Başta geçen hadis ise keffareti umumileştirmektedir. Küçük günahlarla kayıtlanmamıştır. Fakat
bazı alimler bu hadisi küçük günahlarla kayıtlamışlardır. Buna delil olarak da Ebu Hureyre (ra)'nin
Müslim'de geçen şu hadisini getirmişlerdir. "Vakitten vakte kılınan namaz, cumadan cumaya
kılman namaz, ramazandan ramazana tutulan oruç, büyük günahlardan kaçınıldığı sürece bunlar
arasında yapılan küçük günahlar için keffarettir."
Bu hasenelerin günahlara keffaret olması büyük günahlardan kaçınılma şartına bağlıdır. Bu şartın
aşura orucu içinde geçerli olması daha evladır.
Nevevi şöyle der: Küçük günahlar olmasaydı büyük günahlar keffaretle affedilecekti. Büyük
günahlar olmasaydı herkesin Allah katındaki derecesi yüksek olacaktı. 87

Yahudilerin Aşura Orucunun Müslümanlarla Aynı Güne Denk Gelmesi

Soru

Bir hadiste şöyle geçmektedir. "Peygamber (s.a.v) Medine'ye geldiğinde Yahudilerin aşura orucu
tuttuklarını gördü. Peygamber (s.a.v) de tuttu ve tutulmasını emretti. Bir çok konuda ehl-i kitab'a
muhalefet edildiği halde bu konuda niçin muvafakat sağlanmıştır? 88

Cevap

Soruyu yönelten kardeşimizin işaret ettiği hadis Buhari ve Müslim'de İbn Abbas (ra)'tan rivayet
edilmiştir. "Peygamber (s.a.v) Medine'ye geldiğinde Yahudilerin Aşura orucunu tuttuğunu gördü.
Bunun üzerine şöyle dedi: "Bu nedir?" Oradakiler şöyle cevap verdiler: Bugün salih bir gün. Allah
bugünde Musa (as)'yı ve İsrailoğullarını düşmanlarında kurtardı. Bunun üzerine Allah Resulü de:
"Ben Musa (as)'yla birlikte olmaya, sizden daha çok layığım" diye buyurdu. Kendisi de oruç tuttu
ve tutulmasını da emretti."
Bir müslümanın "Ehli kitaptan olan kafirlere ve müşriklere muhalif davranmaya büyük bir özen
gösterdiği halde nasıl olurda aşura orucu konusunda bir Peygamber Yahudilerle muvafakat
sağlar? Halbuki O (s.a.v) değişik hadislerde "Yahudilere ve Hiristiyanlara muhalif olunuz.
Müşriklere muhalif olunuz" şeklinde sözleri vardır" diye sorması garip karşılanacak bir şey
değildir.
Ancak aşura orucu hakkında rivayet edilen hadisleri araştıranlar Peygamber (s.a.v)'in bu orucu
hicretten önce tuttuğunu göreceklerdir. Hatta, cahiliye arapları bugün oruç tutar ve ta'zimde
bulunurlar ve Ka'be'nin örtüsünü değişirlerdi. Onların bugünü eskilerin şeriatından kabul ettikleri
söylenir. Arkame (ra)'den rivayet edildiğine göre; cahiliye döneminde Kureyşli biri bir günah
işlediğinde onu çok büyütürdü. Bunun üzerine kendisine aşura orucu tut bu senin için keffaret olur
derlerdi.
Öyleyse, Peygamber (s.a.v) de bu oruca Medine'de başlamadı. Yahudilere uymak için tabiki
tutmadı. "Musa (as)'yla beraber olmaya sizden fazla ben layığım." Bu günü ululamak, Yahudilere
de Allah'ın dininin bütün zamanlarda aynı olduğunu, bütün peygamberlerin hak binasında birbirine
geçirilmiş tuğlalar olduğunu bildirmek için bu günün oruçlu olarak geçirilmesini emretti.
Onlar Hz. Musa (as)'nın getirdiği kitabı tahrif etmişlerdi. Dinlerini değiştirmişlerdi. Aşura günü
Fravun'un helakı, Hz. Musa (as)'nın zaferi olduğunda bu aynı zamanda Allah Teala'nın
Muhammed'i (sav) kendisiyle gönderdiği şey hakkında bir zaferiydi. Musa (as) bu orucu Allah'a
şükrünün ifadesi olarak tuttuğuna göre müslümanlar Hz. Musa'ya uymaya Yahudilerden daha çok
hak sahibidirler.
Bundan da öte, aşura mübarek bir gündür. O günde hak batıla karşı, iman küfre karşı bir zafer
kazanmış. Ahmet b. Hanbel İbn Abbas (ra)'tan, gemi cudi dağına geldiğinde Nuh (a.s) Allah
Teala'ya şükür için aşura orucu tuttuğunu rivayet etmiştir.
Şu kadar var ki, orucun temelinde Peygamber (s.a.v)'in Yahudilerle olan muvafakati Medine
Antlaşması'nın ilk dönemlerine rastlayan yıllardaydı. Çünkü Allah Resulü (s.a.v) onları kendisine
çekmek ve kalplerini ısındırmak için nehyedilmediği bir işte ehl-i kitapla muvafakatta olmayı
isterdi. İslam cemaati Medine'ye yerleştiğinde ehli kitap İslam'a, onun Peygamber'ine, ve ona
mensup olanlara karşı düşmanca tavır almaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) de
aşura orucunun aslına bağlıkalmak suretiyle tafsilatında onlara muhalif olmayı emretti. Asla bağlı
kalındığında daha önce bahsettiğimiz büyük manevi özelliğiyle bu gün müslümanlar tarafından da
kutlanacaktı. "Aşura orucunu Yuhudilere muhalif olmak suretiyle tutun. Aşura gününden önce bir
gün aşura gününden sonra da bir gün tutun." 89
Medine devrinin sonlarına gelindiğinde, soruyu yönelten kardeşimizin müdahaleci tavrı gibi
sahabe de Allah Resulü' (s.a.v)'ne bu konuda müdahale ettiler. "Allah Resulü (s.a.v) ümmetini
inanç konusunda yahudiler ve hiristiyanlardan ayırmaya büyük bir önem verdiği halde niçin böyle
bir konuda yahudilerle muvafakat sağlamıştı?" Bu sorunun cevabı Müslim'in İbn Abbas (ra)'ın şu
sözündeki rivayetinde ortaya çıkmaktadır. "Allah Resulü (s.a.v) aşura günü orucunu tuttuğunda
sahabeye de tutmaları emretti. Bunun üzerine sahabe şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü! Bu gün,
yahudi ve hiristiyanların ta'zim ettikleri bir gündür." O (s.a.v) da: "Allah izin verirse gelecek sene biz
dokuzuncu günü de oruç tutacağız." İbn Abbas devamla şöyle söylüyor. "(Bahsedilen ) gelecek
sene gelmeden Peygamber (s.a.v) vefat etmişti."
Bu cevapdan anlaşıldığına göre Allah Resulü (s.a.v) sadece onuncu günüyle yetinmemişti bilakis
yahudilere ve hiristiyanlara muhalif olsun diye dokuzuncu günü de ilave etmişti
İbn Kayyım şöyle demiştir: "Aşura orucunun sıralaması üçtür: Ondan önce ve sonra bir gün
tutmak. Bunu dokuzuncu ve onuncu günü oruç tutulması takip eder. Bu konuyla alakalı olarak bir
çok hadisler vardır. Bu konuda sadece onuncu günü oruca ayırmakla ilgili olanlar da gelmiştir." 90

Aşura Gününde Sürme Çekmek Ve Aile Efradını Zenginleştirmek

Soru

Aşura gününde oruçtan başka yapılması müstehap olan -süslenmek, sürme çekmek ya da aile
efradını zenginleştirmek (gönlünü almak) gibi- herhangi birşey varid olmuş mudur? 91

Cevap

Aşura günü hakkında orucun dışında Peygamber (s.a.v)'den herhangi birşey varit olmamıştır. Bu
konuda çoğu kez söylenen bir hadis var "Kim aşura gününde aile efradını zenginleştirirse Allah da
onu tüm sene boyunca zenginleştirir." (Taberani, Beyhaki senetlerinin tümünün zayıf olduğunu
söylemiştir, ibn Cevzi 'Mevzuat' adlı kitabında rivayet etmiş, Irak'ı hasen olduğunu söylemiştir.
Suyuti 'Cami-ul'Sağir' adlı kitabında sahih alametlerle bu hadise işaret etmiştir. Suyuti, bu gibi
hadislerde oldukça müsamahalı davranırdı.)
Sürme çekme hususuna gelince Hakim, İbn Abbas (ra)'dan merfu olan bir hadis rivayet etmiştir.
"Kim sürme taşıyla aşura gününde sürme çekerse gözleri asla hastalanmaz." Hakim, bu hadisin
münker olduğunu söylemiştir. Sahavi ise mevzu bir hadis olduğunu belirtmiş, İbn Cevzi de
'Mevzuat' adlı eserine almıştır.
Hakim şöyle der: "Aşura gününde sürme çekmek hususunda Peygamber (s.a.v)'den bir şey varit
olduğuna dair herhangi bir ize rastlanmamıştır. Bu; Hz. Hüseyin (r.a)'in taraftarlarının ortaya
çıkardığı bir bid'attir."
Bahsettiğimiz bu gibi rivayetlerin doğmasına sebep olan tarihi olayların bilinmesi gerekir. Bu
olaylar görüşler ve onların değerini ortaya çıkarmaya yarayacak aydınlatıcı ışıklar tutacaktır. Kader
Hz. Hüseyin (r.a)'nin muharremin onunda öldürülmesini istedi. Onun taraftarlarından çokları o
günü sürekli bir hüzün günü olarak kabul ettiler. Hatta, tüm ayı yas olarak ilan ettiler. Bu ayda
kendilerini hertürlü zevkten, rahatlıktan dünyalık tattan mahrum bıraktılar. Şialara karşı oldukça
büyük kin güdenlere göre onların bu aşırılıklarına karşılık kendilerinin de bu günde hertürlü
rahatlığı ve herçeşit süslenmeyi Allah'a yaklaşmak ve itaat olarak değerlendirmeleri bir aksi
tepkinin sonucuydu. Bu görüşlerini desteklemek için de uydurma bir çok hadisler ve rivayetler
ortaya sürdüler. Halbuki her iki fırkanında Allah'ın koyduğu sınırda durmaları, kör ve sağır
taassubculuk anlayışından kendilerini kurtarmaları en uygun olacak şeydir. Onlar bölünmeden
tümden Allah'ın ipine sarılmalıdırlar.
"Bu dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size
bunları sakınasınız diye buyurmaktadır" 92

9. BÖLÜM KADIN, AİLE VE BOŞANMA HAKKINDA

Kadının Herşeyi Şer Midir?


Soru

Mü'minlerin emiri Hz. Ali (r.a)'nin 'Nehc'ül-Belağa adlı eserinde "Kadının herşeyi şerdir. Onda
bulunması gereken herşey şerdir." diye bir ibare geçmektedir. Sizin bu konudaki açıklamanız
nedir? Bu söz İslam'ın kadın karşısındaki tutumunu gösterir mi? Açıklamalarınızı bekliyorum,
teşekkürler. 93

Cevap

Burada belirtilmesi gereken iki önemli şey söz konusudur. 94

Birincisi:

İslam'ın herhangi bir konuda görüşünü temsil edecek bir şey varsa o da; Allah Teala ve O'nun
Resulü (s.a.v)'nün görüşüdür. Bunların dışında kalan görüşler Kur'an ve sahih sünnete uyduğu
sürece alınır. Kur'an'ı Kerim ve Sahih Nebevi Sünnetler ise bozulmaktan korunmuş kaynaklardır.
95

İkincisi:

Araştırmacılara göre, 'Nehc'ul-Belağa'da Hz. Ali (r.a)'ye nisbet edilen bazı şeyler sahih olmadığı
bilinen bir gerçektir. Onların bu konuda delilleri de var. Hiç şüphesiz 'Nehc'ul-Belağa'da geçen
görüşlerin, İmam Ali'nin devrini, fikirlerini ve üslûbunu yansıtmadığını uyanık bir okuyucu ya da
eleştirmen kavramakta zorluk çekmez.
Bu nedenle 'Nehc'ul-Belağa'da geçen her sözün Hz. Ali'ye ait olduğunu düşünerek delil olarak
getirmek caiz değildir.
Şu da var ki; islam ilmine göre bir sözün söyleyenine nisbet edilmesi her türlü noksanlıklardan
uzak direkt söyleyene ulaştırabilecek doğru senetlerle olur. Direkt İmam Ali (ra)'ye ulaştıracak
senet hani nerede? Böyle bir sened olacak ki biz de ona göre 'Bu söz Hz. Ali (ra)'nindir' diye
hükmümüzü verelim?
Hatta bu sözü sahih bir senetle Hz. Ali (ra)'ye dayandırsak da reddedilmesi gerekir. Çünkü bu söz,
islami naslara aykırıdır. Bir sözde bulunan bozuk ve çarpık bir illet hangi nasıl bir görüş olursa
olsun reddedilmeyi gerektirir. Senedi güneş gibi orta da olsa da.
Hem Hz. Ali (ra) nasıl böyle bir şey söylemiş olur. O, yaratılışta, Allah'a karşı sorumluluklarında ve
verilecek mükafatta kadınlarla erkeklerin eşit olduğunu belirten Allah'ın kelamını okuyan bir kimse
idi.
"Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın
meydana getiren Rabb'inize hürmetsizlikten sakının."
"Doğrusu erkek ve kadın müslümanlar, erkek ve kadın mü'minler, boyun eğen erkekler ve kadınlar;
doğru sözlü erkekler ve kadınlar, sabırlı erkekler ve kadınlar, gönülden bağlanan erkekler ve
kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffetlerini koruyan
erkekler ve kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler ve kadınlar, işte Allah bunların hepsine mağfiret ve
büyük ecir hazırlamıştır." 96
"Rabbleri dualarını kabul etti: Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun, iş
yapanın işini boşa çıkarmam..." 97
"...Onlar sizin örtünüz siz de onların örtülerisiniz." 98
"İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var
etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet için dersler vardır." 99
Peygamber (s.a.v) ise şöyle buyurmaktadır. "Muhakkak ki kadınlar erkeklerin kardeşleridirler."
"Dünya bir faydalanmadır. Bu faydalanmanın en hayırlısı saliha bir kadındır." 100
"Üç şey insanı sevindirir: Saliha bir kadın, güzel bir ev ve güzel bir binek" 101
"Allah kime saliha bir kadın vermişse ona dininin yarısında yardım etmiştir. Diğer kalan yarısı için
de Allah'tan korksun." 102
"Dört şey var ki, kime verilirse dünya ve ahiretin hayrını elde etmiş olur." Bunlardan birisi olarak ta
'Kendisinden malında veya şahsında günah olabilecek işleri talep etmeyen salih bir eş"
zikredilmiştir.103
Hz. Ali (r.a) bu naslara nasıl aykırı bir söz sarfetmiş olabilir? Nasıl "Kadının herşeyi şerdir" demiş
olabilir?
Bu söz gerçekte Hz. Ali (ra)'ye de ait olmuş olsa sorarız; Sizin zevceniz hakkındaki görüşleriniz
nedir? Size göre cennet ehlinin seyyitleri olan Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüsey (ra)'nin annesi Hz.
Fatıma (r.anha) hakkındaki düşünceniz nedir? İmam Ali (ra) ya da tüm müslümanlar Hz. Fatıma
(r.anha) hakkında, "Onun herşeyi şerdir" demeyi kabul ederler miydi?
Kadının fıtratı erkeğin fıtratına ters değildir. Her ikisininde fıtratı hayrı ve şerri, dalaleti ve hidayeti
kabul edebilir.
"Kişiye ve onu şekillendirene. Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyetleri verene and olsun ki:
kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." 104
Kadınsız yapılamadığı halde nasıl kadının herşeyinin şer olduğu düşünülebilir? Allah Teala nasıl
olurda bir şer yaratır ve insanları ihtiyaç ve zaruret mihnetiyle yarattığı bu şerre sevk eder?
Aslında yaradılış üzerinde düşünen bir kimse, onda temelde faydaların bulunduğunu görecektir.
Bize görünen şer (kötülükler) ise külli, genel ve mutlak faydanın bir parçasıdır. Gerçekte şer hayrın
gereklerindendir. Bu nedenle Peygamber (s.a.v')in Rabbi'ne yaptığı münacatta bunu dile
getirmiştir. "Şer sana isnat edilmez."
Kur'an'ı Kerim de ise:
"İyilik elindedir. Doğrusu sen herşeye Kadir'sin." 105
Geriye hakkında hadislerin varit olduğu nokta kalıyor. O da kadınların fitnesinden sakınmak.
"Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım." 106
Ben de şöyle derim: Bir şeyin fitnesinden kaçınmak onun tamamen şer olduğu anlamına gelmez.
Bu demektir ki, kadının erkekler üzerinde büyük tesirleri vardır. Onu Allah Teala ve ahiret
meşguliyetinden alı koymasından korkulur.
Bu nedenle Allah bir çok ayetinde mal ve çocuklarla imtihan edilmekten sakındırmıştır.
"Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız bir imtihandır. Büyük ecir ise Allah katındadır." 107
"Ey İnananlar! Sizi, mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrana
uğrayanlardır." 108
Buna rağmen Allah Teala 'malı' Kur'an'ı Kerim'in bir çok yerinde 'Hayır' diye isimlendirmiştir.
Evladın da Allah'ın dilediğine verdiği bir 'Nimet' olarak nitelemiştir.
"...Dilediğine, kız çocuk dilediğine de erkek çocuk verir." 109
Allah Teala'nın kullarına evlatlar ve torunlar vererek sınaması onlara güzel şeyler vermesine
benzer.
"Allah size kendinizden eşler var eder. Eşlerinizden de oğullar ve torunlar var eder. Size temiz
şeylerden rızık verir." 110
Kadından sakındırılması evlattan ve maldan sakındırılmaya benzer. Bu da, verilen bu nimetlerin
şer olduğunu göstermez. Aksine bu imtihan (fitne) olacak şekilde onlarla fazlaca meşgul olmak
ve Allah'ı zikretmekten uzak kalmaktan, sakındırmak içindir.
Çoğu erkeklerin, kadınların çekiciliği ve onların güzelliği karşısında zayıf iradeli olduklarını hiç
kimse inkar edemez. Özellikle erkekleri teşviğe ve onlara karşı sükse yapmaya niyetlendimi...
Çünkü böyle kadınların tuzakları erkeklerin kurduğu tuzaklardan daha büyüktür.
Böylece erkeklerin bu tehlikeye karşı dikkatli ve uyanık olmaları bir zorunluluk olmaktadır. Bu
vesileyle arzularının ve cinsi güdülerinin peşinde gitmemiş olurlar.
Günümüzde kadının yol açtığı fitnelerin önceki çağlara nazaran had safhaya ulaştığını
görebiliyoruz. Toplum düzenini hiçe sayanlar kadınları insanlık değerlerini alt üst edecek bir araç
olarak kullanmaktadırlar. Hem de gelişme ve ilerleme adı altında.
Müslüman kadının yapması gereken, bu tür komplolara karşı uyanık kalmaktır. Kendini, İslam'a
karşı yıkıcı hareketlerde bulananların eline bırakmamalıdır. İslam'ın parlak devrinde yaşayan bu
ümmetin kadınlarının bulunduğu akide ve inanç ortamına tekrar dönmelidir. Terbiyeli bir kız, saliha
bir kadın, dini ve ümmeti için çalışan hayırlı ve saliha bir insan olarak yaşamalıdır. Böylece her iki
yerde de (Dünya ve Ahirette) kurtuluşa erer ve her iki diyarda da saadete kavuşur. 111

Peruk Takmak Ve Kadının Kuaföre Gitmesi

Soru
Müslüman bir kadının süslenmek için kuaföre gitmesi caiz midir? Çağımızdaki sosyal hayatın
gelişme göstermesi süslenme şekillerinin ve üslûplarının da değişmesini beraberinde getirdi.
Artık kadın evinde süslenemiyor.
Burada bu konuyla alakalı bir şey daha var. O da, çoğu kadınların giydikleri ve 'Peruk' diye
isimlendirdikleri 'Suni Saçlar'. Bunları takmak şer'an caiz midir? Bazı kimseler, peruğun sadece
kadının asli saçını kapattığını söylüyorlar. Kadının saçı avret olduğuna göre peruk da onun başını
kapattığını iddia ediyorlar. 112

Cevap

Bu soruyu iki şıkta cevaplamak istiyorum.


1) İslam, bazı dinlerin bildiği ve tanıdığı dar ve kıt görüşlere savaş açmak için gelmiştir. Belli
ölçüler içerisinde süslenmeye ve güzelleşmeye çağırır. Allah'ın kulları için çıkardığı zineti haram
kılanları protesto eder. Namaza giderken zinetlerin takılmasını söylemiştir.
"Ey Ademoğlu! Mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin." 113
İslam, kadın ve erkek her ikisine de süslenmeyi ve güzelleşmeyi meşru kıldığına göre kadının
fıtratını ve kadınlığını göz önünde bulundurmuş erkeğe giymesi haram olan ipekle, takması haram
olan altını ona mubah kılmıştır.
İslam sadece, fıtratı bozduğu ve şeytanın insanları saptırmada kullandığı bir metot olması
hasebiyle birtakım süslenme şekillerini haram kılmıştır.
"Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim." 114
Bu konuda Peygamber (s.a.v)'den gelen sahih rivayetlerin birinde şöyle denmektedir. "Dövme
yaptıran ve dövme yaptırmak isteyene lanet olsun, dişlerini incelten ve inceltmek isteyene lanet
olsun. Yüzündeki kılları alan ve aldırana lanet olsun. Peruk takan ve taktırana lanet olsun."
Daha bir çok sahih hadis bulunmaktadır.
Hadiste rivayet edilenleri yapan ya da yapmak isteyen hem lanetlenmiş hem de yapılması haram
kılınmıştır.
Böylece 'Peruk' ve ona benzeyen şeylerin de hükmünü öğrenmiş olduk. Pekura'nın sadece başı
örttüğünü iddia etmek, gerçekleri saptırmak demektir. Saçın nasıl kapanacağı gerek akli gerek örfi
yönden bilinen bir şeydir. Peruka, tabi olan saçtan daha süsleyici ve daha güzelleştirici bir özelliğe
sahiptir. Bununla birlikte onu kullanmak, bir yönden israftır, bir yönden çekicilik özelliğiyle onun
bunun nefsani güdülerini saptırmaktır. Bunların tümü de haramlılığını doğrulayıcı bir özelliktir.
Said İbn Müseyyep şöyle der "Muaviye Mekke'ye geldiğinin son günü bize bir hutbe verdi. Hutbede
iken bir saç yumağı çıkardı ve şöyle dedi; bunu yahudilerden başka bir kimsenin yaptığını
görmedim. Peygamber (s.a.v) bunu 'Zevr' yani peruk diye isimlendirmişti."
Bir başka rivayette Medinelilere şöyle demişti. "Alimleriniz nerede? Allah Resulü'nün bu gibi şeyleri
yasakladığını duymuştum."Sonra da devamla şöyle demişti. "İsrailoğullarının kadınları bu gibi
şeyleri kullandıkları zaman helak edildiler." 115
Buradan şu iki sonucu çıkarıyoruz. 116

Birincisi:

Yahudiler, daha önceleri bu tür rezillikleri işliyorlarmış. Aynı zamanda bunları revaçta tutanlarda
onlar. Bunlarda, her fesadın gerisinde olan yahudilerden alınmıştır. 117

İkinci:

Peygamber (s.a.v) takma saça 'Zevr’ adını vermiş. Böylece onun haram olduğuna işaret etmiş
oluyordu. O da bir nevi aldatmaca ve dolandırmacadır. İslam ise aldatmacılığı asla kabul etmez.
İster maddi ister manevi herhalükarda hilekarlık yapanlardan kendini beri tutmuştur islam. "Kim
hilekarlık yaparsa bizden değildir." Diğerleri için de aynı şeyler geçerlidir.
Evde dahi olsa peruk takmak haramdır. Çünkü böyle kimseler lanetlenmiştir. Peruk kişinin saçları
için kesinlikle örtü olamaz. Açık sarih naslara aykırı olduğundan takılması haramdır. "Baş
örtülerini yakalarına alsınlar." 118 Hiç kimse peruğun baş örtüsü mesabesinde olduğunu
savunamaz. Kadınlara haram olduğuna göre erkeklere haydi haydi haramdır.
2) Kadının süslenmek için yabancı bir erkeğe gitmesi ise kesinlikle haramdır. Çünkü yabancı bir
erkeğin müslüman bir kadına elini sürmesi caiz değildir. Müslüman bir kadının da buna imkan ve
ortam hazırlaması caiz değildir.
Bir hadiste şöyle geçmektedir. "Sizin birinizin başına demirden bir iğne saplanması kendisine
helal olmayan bir kadına dokunmasından daha hayırlıdır." 119
Anlatıldığına göre kadın kuaförde bazan tek başına kalabiliyormuş. Böylece başka bir haram daha
işliyor. Kendisine yabancı olan bir erkekle yalnız kalmak.
Tüm bunlar İslam'ın metodu olan orta yoldan, doğru istikametten, gerçek fıtrattan uzaklaşmanın
doğurduğu hazin sonuçlardır.
Dinini yaşamak ve Rabb'ini razı etmek için gayret gösteren bir müslüman kadın için kendisine
mubah kılındığı şekilde evinde süslenmesi ve sokaklar için değil sadece kocasına kendini
beğendirmesi yeterli gelir. Bugün sokaklar için süslenmek dünya siyonist teşkilatlarının
hareketlendirdiği çağdaş bir salgın hastalıkdır. 120

Kadının Yüzünü Göstermesi Ve Hicap Hakkında

Soru

Kadının yüzünü göstermesi veya örtmesi hakkında uzun uzun tartışmalar olmaktadır. Kadının
yüzü avret midir? Örtülmesi gerekir mi gerekmez mi? Bu konuda tartışanlardan hiç kimse tatmin
edici bir cevap veremedi. Biz de size baş vurduk. Sizden seri nasslar ışığında cevap vermenizi
bekliyoruz. 121

Cevap

İslam toplumu- Allah'a ve ahiret gününe imandan sonra- faziletli davranışlar, iffetli olmak, erkek ve
kadın arasında birbirini gözetmek esaslarına dayanan; her şeyi mubah görenlere, ölçü ve sınır
tanımaz şehvet düşkünlerine engel olmayı amaçlayan bir topluluktur.
Aynı şekilde İslam şeriati de fesada götüren yolların tıkanması açık saçıklık, yabancı erkek ve
kadınların yalnız başlarına bir arada kalması gibi fitne rüzgarları estiren kapıların kapanması,
esasları üzerine kurulmuştur.
Aynı zamanda; kolaylık göstermek, zorluk ve sıkıntı verenleri kaldırmak esasları üzerine de
kurulmuştur. Bunu, hayatın zaruri olarak ortaya çıkardığı bazı gerekleri mubah kabul ederek veya
kaçınılması mümkün olmayan durumları affederek yapmaktadır. Bunun örneklerinden birisi, bütün
kadın ve erkeklerin gözlerini harama bakmaktan sakındırmalarını ve namuslarını korumalarını
emretmekle beraber, kadınların ziynetlerinden kendiliğinden görünenleri mubah kabul etmesidir.
"Mü'min erkeklere söyle gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini
korusunlar. Bu onların arınmasını daha iyi sağlar." 122
"Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar.
Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine
salsınlar." 123
Müfessirler "Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar" ayetinin tefsirinde İbn
Abbas'ın "Görünen kısımlarla ilgili şöyle dediğini rivayet etmektedir. "El, ayak ve yüzüdür." İbn
Ömer ise "Yüz ve iki elidir" demiş. Enes "El ve ayakları" demiştir. İbn Hazm şöyle der: Bu
sahabelerden gelen bütün rivayetlerin hepsi de doğrudur. Hz. Aişe (r.anha) ve diğer bazı tabiin
imamlardan da aynı şeyler rivayet edilmiştir.
"Görünen yerler müstesna" ile ilgili ayetin tefsiri hakkındaki ihtilafa Mezhep imamları da
katılmışlardır. Onların görüşlerini Şevkani 'Neyl-u'1-Evtar' adlı kitabında rivayet etmiştir. 124
Bazı Mezhep imamları şöyle demişlerdir. "Kadının yüzü ve iki eli hariç tüm bedeni avrettir." Hadi ve
Kasım da bu görüşü benimsemişlerdir. Ebu Hanife'nin kendisinden rivayet edilen iki rivayetten
birinde bu görüşü benimsediği belirtilmektedir. İmam Malik de aynı görüşü benimsemişlerdir. Bir
kısım mezhep imamları ise "Yüzü, iki eli ve iki ayağıyla halhal kısımları hariç, diğer kısımları
avrettir." demişlerdir. Buna bir görüşte Kasım ve bir rivayette de Ebu Hanife ile, Servi ve Ebu Abbas
da katılmıştır.
Bir görüşe göre de; yüzü hariç bütün bedeni avrettir. Ahmet b. Hanbel ve Ebu Davut da bu görüşü
benimsemişlerdir. 125

Kadının yüzü avret değildir.

Kadının yüzünün avret olduğunu, bir rivayete göre Ahmet (ki bu görüşün ona isnadı zayıftır) ve
bazı safi imamlar dışında hiç kimse iddia etmemiştir.
Naslar ve gelen rivayetler gösteriyor ki, kadınların yüzü ve iki eli avret değildir. İbn Abbas ve İbn
Ömer ile diğer bazı sahabe, tabiin ve mezhep imamlarından gelen rivayetler de bunun böyle
olduğunu doğrulamaktadırlar. İbn Hazm -İbn Hazm delillerin zahiri manasına göre hareket ederdi-
"Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar" ayetiyle yüzün gösterilmesinin mubah olduğuna dair
delil getirmiştir. Çünkü burda örtünün yakalar üzerine salınması istenmiştir. Yoksa yüze değil.
Aynı şekilde Buhari'nin İbn Abbas'tan yaptığı rivayette buna delil olarak getirmiştir. İbn Abbas
Allah Resulü (s.a.v)'le bayrama girmişti. Allah Resulü (s.a.v) bayram namazını kıldıktan sonra Bilal
ile birlikte kadınlar geldi. Allah Resulü (s.a.v) onlara vaaz-u nasihatta bulundu. Onların tasaddukta
bulunmalarını emretti. İbn Abbas devamla şöyle dedi: Kadınların, üzerlerindeki değerli şeyleri, Bilal
(ra)'in açtığı elbisenin kenarına koymak için uzattıkları ellerini gördüm." İbn Abbas Peygamber
(s.a.v)le birlikte kadınların ellerini görmüştü. Bu da gösteriyor ki kadınların elleri avret değildir.
Buhari, Müslim ve Sünen sahibleri İbni Abbas'tan rivayette bulundular. "Hasam kabilesinden bir
kadın 'Veda Haccı'nda Peygamber (s.a.v)'e birşeyler sordu. Fadl İbn Abbas Peygamber (s.a.v)'e
refakat ediyordu. Fadl, kadına bakmaya başladı. Kadın güzeldi. Peygamber (s.a.v) Fadl'ın yüzünü
diğer tarafa çevirdi." Bazı rivayetlerde şöyle geçmektedir: Peygamber (s.a.v) Fadl'ın başını diğer
tarafa çevirdi. Hz. Abbas sordu: "Ey Allah'ın Resulü! Neden amcanın oğlunun başını çevirdin?"
Allah Resulü (s.a.v) de şöyle cevap verdi: "Ben bir genç erkekle bir genç kadın gördüm. Şeytanın
onlara karşı (birşey yapmayacağından) emin olamadım. Bir rivayette de: "Fitne meydana
gelmeyeceğinden emin olamadım" diye buyurmuştu.
Bazı hadis alimleri ve fakihler bu hadisten hareketle fitneden emin olunduğu taktirde kadına
bakışın caiz olduğunu delil olarak ileri sürmüşlerdir. Çünkü Peygamber (s.a.v) kadının yüzünü
kapatmasını emretmemişti. Şayet onun yüzü kapalı olsaydı İbn Abbas onun güzelliğini ya da
çirkinliğini bilemeyecekti. Fakih ve hadisciler şöyle demişlerdir. "Hz. Abbas bakmanın caiz
olduğunu anlamasaydı Peygamber (s.a.v)'e sormazdı. Şayet onun anladığı doğru olmasaydı
Peygamber (s.a.v)'e bunu vurgulatmazdı."
Bu olay hicap ayetinin nüzulünden sonra meydana gelmiştir. Yani veda haccı döneminde yani
hicretin onuncu senesinde olmuştur. Ayet ise hicretin beşinci senesinde inmişti. 126

Gözlerin bakılması yasak olanlardan çevrilmesi

Allah Teala'nın emrettiği gözlerin bakılması yasak olan şeylerden çevrilmesi demek gözleri
kapatılması ya da başın yere eğilmesi manasında değildir. Böyle olsaydı insanın hiç kimseyi
görmemesi gerekirdi. Bu da olacak şey değildir. Ayette geçen mana gözünü dikip bakmamaktır.
Yani iç duyguları ürpertici şekilde güzelliklere bakıp bakıp durmaktır. Bu "gözlerin bakılması yasak
olanlardan çevrilmesi" tabirinin sırrıdır. Yoksa gözlerin saklanması anlamında değildir. Erkeğin
kadının avreti olmayan biryerine bakması caizdir. Ama bu bakış şehvetle olmamalıdır. Şayet
şehvetli bir tavırla bakarsa fitneye düşmeleri muhtemel olur.
Bu konuda kadın da erkekle aynı statüye sahiptir. Kadının da edeple ve erkeğin mahrem olmayan
yerine bakması caizdir. Ahmet b. Hanbel ve diğer bazı hadis alimleri Hz. Aişe'den şöyle rivayette
bulunmuşlar: “Habeşliler bir bayram günü birbirleriyle oynuyorlardı. Ben de Peygamber (s.a.v)'in
omuzundan onları izlemek istedim. Peygamber (s.a.v) benim için omuzunu aşağı doğru eğdi. Ben
de onları seyrettim. En sonunda kafamı çevirdi."
Bazı safi alimler erkeğin kadına bakmasının caiz olmadığı gibi kadının da erkeklere bakmasının
helal olmadığını söylemişlerdir. Buna delil olarak da Tirmizi'nin Ümmü Seleme ve Meymune'den
riveyet ettiği -ki her ikisi de Peygamber (s.a.v)in hanımlarındandır- şu hadisi getirmişlerdir.
"Peygamber (s.a.v) Ümmü Selem'e ile Meymune'ye Abdullah İbn Mektum'dan kendilerini
saklamalarını emretmişti. Onlar Allah Resulü (s.a.v)'e şöyle demişlerdi: "O âmâ bir adam bizi
görmez ki." Allah Resulü (s.a.v) de: "Siz de âmâmısınız? Onu görmüyormusunuz?" diye
buyurmuştu”
Bu hadis delil olarak getirilemez. Çünkü hadis gerek senet gerek mana yönünden eleştiriye açık
bir hadistir. Rivayet derecesi sahih olan hadislerin statüsünde değildir. Bu konuda rivayet edilen
diğer hadisler bakışın caiz olduğunu ifade etmektedirler. Bunlardan birinde Peygamber (s.a.v),
Fatıma binti Kays'ın Ümmi Mektum'un evinde iddetini geçirmesini emretti ve şöyle dedi: "O âmâ
bir adamdır. Onun yanında elbiseni değiştirebilirsin."
Hafız İbn Hacer şöyle der: "Ummu Mektum'dan (Ummu Seleme ve Meymune'nin) gizlenmelerinin
emredilmesi belki de âmâ olan bir adamdan birşeylerin görünebileceği zannedilmiş olabilirdi.
Çünkü Arapların birçoğu peştamallerinin altında herhangi birşey giymezlerdi."
Ebu Davut; Ümmü Seleme ve Meymune hadisinin Peygamber (s.a.v) hanımlarına has olduğunu ve
Fatıma bint.Kays hadisinin ise diğer tüm müslüman kadınlara şamil olduğunu söylemiştir, ibn
Hacer ve diğer bazı alimler de bu görüşün uygun olduğunu belirtmişlerdir. Bizim de
benimsediğimiz görüş budur. Çünkü Peygamber hanımlarının özel bir konumu vardır. Allah Teala
onlardan fahiş ameller işleyene iki kat azap ve yine onlardan salih ameller işleyenlere ise iki kat
ecir olduğunu vurgulamıştır.
"Ey Peygamber Hanımları! Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz..." 127
Onların mü'minlerin manevi anneleri olmaları konumları nedeniyle onlar için özel hükümler vâz
edilmiştir. Onların konumlarının diğer kadınlardan farklı olduğu ahzap suresinde doğrulanmıştır.
128

Örtünme adeti

Kadınların örtünmelerindeki aşırılıklar islamın çeşitli devirlerinde ve değişik devirlerde ortaya


çıktığı bilinen yaygın bir adetti. Bu da, insanların ihtiyaten ve kendilerine göre fesada aralanacak
kapıların kapatılması olarak ortaya çıkardıkları ve taklidi olarak uygulana gelen bir örfdü. İslamın
emri doğrultusunda ortaya çıkmış bir şey değildi.
İslam alimlerinin; kadınların, mescitlerde elleri ve yüzleri açık olarak -Erkeklerin ardında saf
tutmak suretiyle- namaz kılabilecekleri, ve ilim meclislerine gelebilecekleri hususlarında icmaları
vardır.
İslam tarihinden bilindiği gibi kadınlar erkeklerle birlikte cihat ve savaş alanlarına yürüyen bir
gölge ve yardımcı olarak bulunuyorlardı. Savaşlarda müslaman erkeklerin yaralarını sarıyorlar, ve
onlara su yardımı için koşuşturuyorlardı. Rivayet edildiğine göre sahabe hanımları, 'Yermuk’savaş
alanında erkeklere yardımcı olmuşlardır.
Hacda ve umrede ihramlı olan kadınların tavaf, sa'y,” arefede vakfe, cem ve diğer menasıklar
sırasında yüzlerinin açık olacağı hususunda islam alimleri ittifak etmişlerdir. Hatta cumhur ulema,
ihramlı olan kadına yüzünü kapatmasını haram görmüşlerdir. Buna delil olarak da Buharı ve diğer
hadis kitaplarında geçen şu hadisi getirmişlerdir. "İhramlı kadın yüzünü örtmesin eline eldiven
geçirmesin."
Hanbeli imamlardan İbn Akil'in, bugün fesat ortamında kadının ihramlı iken yüzünü açması mı
daha evladır yoksa kapatması mı? şeklindeki soruya karşılık verdiği fetva, katı sayılabilecek
fetvalardandır.
Ben şöyle cevap vermek istiyorum: Kadının yüzünü açması onun ihramının karakteristik bir
özelliğidir. Şer'an sabit olmuş bir hükmü, sonradan çıkma (fesatın yaygınlaşması gibi) olaylarla
yürürlükten kaldırmak caiz değildir. Çünkü böyle yapmak hadiseler sebebiyle şer'i hükümleri
neshetmek (kaldırmak) olur. Bu da şer'i hükümeri sebepsiz olarak kaldırmaya kadar gidebilir.
Şeriatın kadının yüzünü açmasını ve erkeğe de yüzünü çevirmesini emretmesinde şaşılacak bir
şey yoktur. Böyle emretmesinin sebebi, onlar için en büyük bir imtihandır. Bu şuna benzer, ihram
anında av hayvanlarının yakalanmaya müsait oldukları halde avlanmalarının yasak edilmesi gibi.
İbn Kayyım ‘Bedai-i 'Fevâid' adlı eserinde bu görüşü nakletmiştir.
Bu görüş, hicap hakkında şeriatin görüşünü en özlü biçimde anlatmaktadır.
En iyisini bilen Allah'tır. 129

Kadının Eşinin Oğluyla Yalnız Kalması

Soru
Kadının eşinin oğluyla yalnız kalması caiz midir? Özellikle de kadının eşi yaslı oğlu genç olduğu
zaman. Bu konuda neyin caiz neyin yasak olduğunu bilmediğimiz için bir çok problemi ortadan
kaldıracağı düşüncesiyle sizden şeri hükmün ne olduğunu açıklamanızı istiyoruz? 130

Cevap

İslam şeriatinin kadına zinetinin bir kısmını bazı kimselere göstermesini -ki bunlardan biri de
kocasının çocuklarıdır- mubah kılmasının sebebi; bununla ondan belli bir külfeti ve zorluğu
ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Eğer kocasının oğluyla bir evde oturdukları halde kadına bunu
yasaklamış olsaydı yani kocasının çocuklarının yanına her çıktığında tüm bedenini baştan aşağıya
kadar kapatma yükümlülüğünü koymuş olsaydı kadın aynı evde onunla karşılaştığı her defasında
tüm bedenini kapatmak ve kendini gizlemek zorunda kalacaktıki bu onun için oldukça zor ve
meşakkatli olacaktı. Bu nedenle Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Süslerini kocaları veya babaları veya kayınpederleri, veya oğulları kocalarının oğulları veya
kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin oğulları veya müslüman kadınları
veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz
anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler." 131
İbn Ba'l ayette sayılan kişileri, daima birbirlerinin yanına girip çıkmak durumunda olan kişiler
olarak değerlendirmiş ve bu nedenle de kadının kendisine tamamen yabancı olanlardan
korunduğu gibi, bunlardan da sakınmasının mümkün olmadığını, bu kişilerin yanında kadından
saçını, ellerini, boynunu örtmesini istemenin büyük zorluklar ve sıkıntılara sebep olacağını, oysa
Allah'ın (cc) bu dinde zorluk emretmediğini, söylemiştir.
Ama bu demek değildir ki İbn Ba'l bunu söylemekle ayette geçen kişileri onun oğlu ya da kocası
gibi kılmak düşüncesini taşıyor. Hayır fark gözetmek gerekir. İmam Kurtubi ve diğer bazı islam
alimlerinin görüşleri de bu doğrultudadır. Özellikle yaşlı bir erkeğin oğlu olduğu halde yaşı yirmiyi
aşmayan genç bir kızla evlendiği zaman. Bu durumda kadınla kocası arasında oldukça belirgin bir
fark vardır. Böylece genç kadınla evlendiği kişinin oğlu arasında yaş konusunda belirgin bir
benzerlik ve yakınlık söz konusudur. Bu durumda fitneden korkulur. Bu konuyla ilgili olarak islam
fıkıh alimleri şöyle demişlerdir:
"Bu gibi durumlarda, mubah kılınan şeyler fitne korkusu olduğunda haram olur. Bunun sebebi de
fesada gidecek yolu engellemektir. Bu şuna benzer, haram olan bazı şeylerin zaruret ve ihtiyaç
anında mubah olması gibi. Mesela kadının kadın doktor bulunmadığı anlarda erkek bir doktor
eliyle tedavi görmesi gibi.
Buna mukabil olarak fitne korkusu olduğu zamanlarda mübah olan şeyler de yasaklanabilir."
Düşünelim ki bu genç kadının kocası bir yolculuğa çıktı. Biz kalkar da fitne olmasından
korkulduğu halde bu genç kadınla kocasının genç oğlunun başbaşa kalmalarının caiz olduğunu
söylersek ne olur? Kesinlikle hayır. Şari'nin tesettür konusunda kadına sağladığı hafifletici
unsurlar şüpheye ve fitneye sebep olacak halvet anlarında geçerli olmaz...
Kaynanaya gelince -ki o tabi olarak bir nevi anne konumundadır- şayet fitne çıkmasından
korkutuyorsa kişinin fitneye sebep olacak etkenlerden kaçınması gerekir. Şer konusunda
düşünmek olmaz. Kapı aralandımı bu kişiyi şerre götürür. Şeytan fırsatı bulduğu anda bunu
fitneye düşürmek için bir yol olarak kullanır.
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Bir adam bir kadınla başbaşa kaldığında şeytan onların
üçüncüsüdür."
Bu nedenle bu gibi durumlarda ihtiyatı elden bırakmamak gerekir. Fitneye düşmemek için fesat
kapılarını kapamak gerekir.Herşeyin en iyisini bilen Allah Teala'dır. 132

Müslüman Kadının Şer'i Giysisi

Soru

Kadınların kısa elbiseler giymelerinin hükmü nedir? Bu helal midir yoksa haram mı? Sizden
konuyla ilgili açıklamalar bekliyoruz. Kadının giymesi gereken şer'i kıyafet biçimini en açık şekliyle
çizmenizi sizden bekliyoruz. 133
Cevap

Aslına bakılırsa islam toplumunda bu tür soruların sorulması oldukça üzücü bir şey. Çünkü
İslamın bu konudaki hükmü açık ve bellidir. Yapılması gereken şüpheli konularda soruların
sorulmasıdır. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur. "Helal bellidir, haram da bellidir. İkisi arasında
şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan birçokları şüpheli olanları bilmezler." 134
Bazı alimler güzel bir örnek vererek şöyle diyorlar: "Kedi helali haramdan bilir. Sen ona bir parça et
verdiğinde o rahat rahat onu yer. Eti önünden birden kapıp aldığında o da saldırır. Çünkü etin
kendisinden haksız yere alındığını bilir. Bu fıtraten bilinir."
Bir hayvanın durumu bundan ibaretken insanlar hakkında neler diyebiliriz?
Helal olan konular belli haram olan konular bellidir. Bunların yanı sıra bir de şüpheli şeyler vardır.
Şüpheli konular hakkında soruların gelmesi doğaldır. Ancak çağımızda ne yazık ki, açıkça belli
olan konular şüpheli konuma düşmüştür. Bir çok kimse de haram olduğu bilinen şeyleri genelde
sorar dururlar. Aslında bu tür soruların sorulmaması gerekir. Yukardaki soruyu yönelten değerli
kardeşimizin sorduğu kısa elbise de bu soru türlerinden biridir.
Açık bir elbisenin giyilmesinin haram olduğu hakkında kesinlikle şüphe yoktur. Bu konuda şüphe
duyulmamalıdır. Özellikle de kadın, kendisine yabancı bir erkeğin karşısına çıkma gibi durumla
karşı karşıya kaldığı bir ortamda. Evet bazı kadınlar bunu yapıyorlar ama onların yapması ne
hüccet ne de teşri olabilir. Şu da var ki, sadece kadınların ve kızların bulunduğu okul içindeki
bayan hocalar bazı zinetlerini gösterebilirler. Ama erkek ve kadınların bir arada bulunduğu
caddelerde aynı şeyi yapmaları caiz değildir. Bir kadının başka bir kadına göstermesi caiz olan
yerler sınırlı ve bellidir. Tabii bugünkü gibi değil.
Bugün bir kadın aşırı derecede açık elbiseler giyebilmektedir. Bunlar ahlak dışı, din ve imanla
alakası olmayan çağın ürettiği şeylerdir. Yahudiler tarafından imal edilmiş ürünlerdir. Yahudiler
dünyayı bir çıkmazın içerisine sürüklemek ve her türlü ahlak değerlerini yıkmak niyetindedirler.
Böylece insanlığı kendi kontrollerine alabilecekler.Onlar şehevi duyguları depreştirme
peşindedirler. İnsanların boyunlarına hükmetme niyetindedirler. Bu düşünce, siyonist düşüncenin
ürünüdür.
Evet onlar insanların akıl ve fikirleriyle oynamaktadırlar. Her yıl hatta her sene moda adı altında
ürünler sergilemekteler. Kimi elbiseleri diz kapak üzerinde kimilerini diz kapak altından kimilerini
kol kısa kimilerini kolu uzun belden açık şekilde yaparak aldatmacaya kaçıyorlar. Dindar
müslüman bir kadının bunlara hiç bir önem vermemesi gerekir. Özellikle de dışarıya çıktığında.
Kadının üzerine düşen şey, Allah'ın kendisine emrettiklerini yapmaktır. Bu emir Kur'an'da
bildirilmiştir.
"Mü'min kadınlara da söyle; gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar.
Süslerini kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine
salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları veya kayınperdeleri, veya oğulları veya kocalarının
oğulları, veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları, veya kız kardeşlerinin oğulları veya
müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler ya da kadınların mahrem
yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler." 135
Kadının süsünü kendiliğinden görünen yerleri hariç yabancı erkeklere göstermemeleri gerekir.
Bütün müfessirlerin dedikleri gibi 'Kendiliğinden görünen yerler’ iki el ve yüzlerdir. Bu bizim
asrımız için en uygun ve en yerinde bir görüştür.
Açık saçık şekliyle kadının sokaklara çıkmasına gelince bunu ne din ne ahlak ve ne de mantık
kabul eder.
Allah Teala kadının giyimini belirlemiştir. Peygamber (s.a.v) de onun nasıl giymesi gerektiğini
belirtmiştir. Bu mevzuyu "İslamda Helal ve Haram”adlı kitapta ele aldım. Size orada yazdıklarımı
burada da nakletmek istiyorum.
"Kadının cismani güzelliklerini yabancı bir erkekden gizleyen şey, giysisinin islami ölçülere uygun
olmasıdır. İslamın giysi konusundaki ölçüsü aşağıda açıklayacağımız şu vasıflarda kendisini
bulmuştur. 136

Birincisi:
Kadının, Kur’an'ın "...kendiliğinden görünen yerleri hariç" ayetiyle istisna ettiği yerleri hariç tüm
bedenini örtmesidir. Bu ayetin tefsirinde en tercihli görüş daha önce de belirttiğimiz gibi iki el ve
yüzdür. 137

İkincisi:

Elbise şeffaf olmamalıdır. Altındaki şey seçilmemelidir. Peygamber (s.a.v) cehennem ehlinden
olan kadınlardan bahsederken şunları söylüyor. "Cehennem ehlinden olan kadınlar, açık giyinen
hak ve itaatten sapıp başkalarınıda bu yola teşvik eden kadınlardır. Onlar cennete giremezler.
Onun kokusunu da alamazlar."138 Onların giydikleri elbiseler örtünme vazifesi görmezler.
Giydikleri ince ve şeffaf olduğundan altlarındaki şeyler de gözükmektedir. Beni Temin’den bir grup
kadın Hz. Aişe'nin yanına geldiler. Üzerlerinde de şeffaf ve ince elbiseler vardı. Hz. Aişe onlara
şöyle dedi. "Şayet sizler mü'minseniz. Bu (giydikleriniz) mü'minlerin elbiseleri değildir." Üzerinde
şeffaf ve ince bir baş örtüsü bulunan bir gelin Hz. Aişe'nin yanına girdiğinde Hz. Aişe şöyle
söyledi. "Bunu giyen bir kadın nur suresine inanmaz."139 Ya Hz. Aişe günümüzde cam kadar
şeffaf elbiseleri giyen kadınları görseydi ne derdi acaba? 140

Üçüncüsü:

Şeffaf ve ince olmasa da kadının güzelliklerini belirtmeyecek ve cisminin şeklini göstermeyecek


elbiseler olması gerekir. Bugün medeniyetin bizlere sunduğu elbiseler şeffaf olmasa da kadının
tüm cisimlerini ortaya çıkaracak ve güzelliklerini teşhir edecek niteliktedir. Bu elbiseler, bedenin
her noktasını iç güdüleri harekete geçirecek bir şekilde hazırlanmıştır. Tabiki bu hem tehlikeli hem
de yasaklanmış bir şeydir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu tür elbiseler yahudilerin ve laiklerin
imal ettikleri giysilerdir.
Bu tür giysiler hadiste bildirilen 'Açık giyimli kadınlar' türünden kadınların giydikleri elbiselerdendir.
Onlar hadisteki tehdidin kapsamına gireceklerdir. Bu tür elbiseler, ince ve şeffaf elbiselerden daha
kötü ve fitneye daha çabuk düşüren elbiselerdir. 141

Dördüncüsü:

Kadınların giydikleri elbiselerin erkeklerin giydikleri elbiselere benzememesi. Bilindiği gibi


erkeklerin giydikleri elbiseyle kadınların giydikleri elbiseler arasında fark vardır. Hangi elbise
erkeğe ve hangisi kadına aittir bu ayırt edilebilecek birşeydir. Kadın erkeğin giydiği elbiseleri
kesinlikle giyemez. Bu, ona haramdır. Peygamber (sav) kendini erkeklere benzeten kadınlarla,
kadınlara benzeten erkekleri lanetlemektedir. Çünkü bu durum fıtrata aykırıdır. Allah Teala erkekle
kadını yaratmış ve onları birbirinden bir takım özelliklerle ayırmıştır. Her ikisinin hayattaki
vazifesini ayrı ayrı belirlemiştir. Bu ayrım boşu boşuna yapıla gelmiş birşey değildir. Bir hikmeti
vardır. Bizlerin de bu hikmete muhalif olarak hareket etmemiz kesinlikle doğru değildir. Erkek
kendini kadına benzettiğinde erkeksel özelliklerini yitirir. Aslında onun kadın olması kesinlikle
mümkün değildir. Kendini erkeğe benzeten kadın ise asla erkek olamaz.
Her iki cinsin de yapması gereken şey, Allah'ın kendi fıtratları için belirlediği sınırlarda durmaktır.
Bu, bir gerekliliktir. Giyim şer'i ölçülere göre olmalıdır. İnsan, şer'i ölçüleri düşünüp ona göre
hareket etme gücünü kendinde bulduğunda rahatladığını görecektir. Ne yazık ki bugünkü kadınlar,
'Moda' diye adlandırılan bu yeni aldatmacalara kanmaktadırlar. Erkekler de aynı şekilde bu
aldatmacanın kucağına sürüklenmektedirler. Erkekler gittikçe otoriterliklerini kaybediyor
zayıfladıkça zayıflıyor ve hiç bir görüş ifade edemeyecek konumlara düşüyorlar. Bir zamanlar
kadınlara karşı üstünlük statüleri varken bugün durum değişti şimdi herşey tersine döndü. Bu;
çağın getirdiği bir şer ve fitnedir. Erkeğin hanımına sözünü geçirtememesi. Hatta kızına dahi
birşey söyleyememesi. Ona edep ve haya anlayışını veremeyişi erkeğin dininin zayıflığından, ölüm
gerçeğine olan inancının zaaflığından ve iman zaafiyetindendir.
Erkeğin tekrar eski konumuna yani erkekliğine dönmesi gerekir. İman olmazsa erkeklik nerede?
İman gerekir.
Aramızda müslüman erkeklerle müslüman kadınların bulunması ve devamlı artan saldırılar
karşısında önünde dimdik duran inançlı insanların bulunması Allah Teala'nın fazl-ı keremindendir.
Evet bu insanlar giyimlerinde ve kuşamlarında islamın edeplerini yerine getiriyorlar. Dinlerine
azami ölçüde sahip çıkıyorlar.
Allah Teala'dan bu tür insanları artırmasını ve toplumumuzda saliha kadınları yaygınlaştırmasını
temenni ediyorum. 142

Tahrik Edici Görüntülerden Çabucak Etkilenmek

Soru

Ben bir lise talebesiyim. Dinimi seviyorum. İbadetlere yöneliyorum. Ancak önümde bir engel
duruyor. Şehevi duyguları etkileyen görüntüler veya rüya nedeniyle derhal boşalıyorum. Bu konuda
neredeyse kendime hakim olamıyorum. Çok yıkanmak nedeniyle devamlı zorluk çekiyorum.
Bedenimi koruya bilmem ve ibadetimi devamlı yapabilmem için bu problemi çözebilecek bir
öneriniz var mıdır? 143

Cevap

Birinci olarak; kardeşimizin dini duyarlılığından ve ona olan bağlılığından ve bu konuda gösterdiği
gayretinden dolayı teşekkürlerimi belirtmek istiyorum.
ikinci olarak, kardeşimizin bir doktora gitmesini tavsiye ederiz. Belki problemi sırf uzvi bir
rahatsızlıktan kaynaklanıyor olabilir. Kendi dalında mütehassıs olan doktorlar bu gibi hastalıklara
şifa olabilecek ilaçlara sahiptirler. Allah Teala şöyle buyurmaktadır. "Şayet bilmiyorsanız ehline
sorun." Peygamber (s.a.v) ise "Allah hiç bir dert indirmemiştir ki şifası olmasın." demiştir.
Üçüncü olarak; bu genç kardeşimizin mümkün mertebe şehevi duyguları harekete geçirici
ortamlardan kaçınmasını tavsiye ederiz. Mü'min kendi nefsini zorluğa sürüklememelidir. Kendisini
ve dinini fitne rüzgarlarının estiği kapılardan uzak tutmalıdır. Eskilerden şöyle bir şey rivayet edilir.
"Akıllı kişi, içine düştükten sonra ondan, kurtulmak için çareler arayan değildir. Asıl akıllı kişi, şerre
yakalanmadan önce ondan kurtulmak için çareler arayan kişidir."
Salih kişiler şüpheli şeylerden kaçınmayı kendilerine huy edinmişlerdir. Bu sebeple harama
yakalanmazlar. Hatta bazı helallerden şüpheye düşmemek için kaçınırlardı. "Bir kul ancak,
kendisinde zarar olmayan birşeyi belki zarar olabilir korkusuyla terkettiği an müttakilerin
derecesine kavuşabilir."
Dördüncü olarak; insanın vücudundan çıkan (mesala, cinsel duyguları kabartan bir resim görünce)
her sıvı guslü gerektiren meni olmayabilir. Bu akıcı ve beyaz renkte bir sıvıysa; cinsel organa
dokunmak, şehevi duyguları kabartan görüntü veya düşünceler sonucunda ortaya çıkan "mezi" de
olabilir. Şayet akan bu sıvının arkasında cinsi organında herhangi bir gevşeme olmuyor ve
çıktığının farkına varmıyorsa bu hükmü 'sidik' gibi olan 'mezi' olabilir. Abdesti bozar. Ama gusul
almayı gerektirmez. Hatta Peygamber (s.a.v)'den rivayet edildiğine göre bu durumun elbiseyi
yıkamak yerine elbiseye dökülecek çisintiyle giderilebileceğine dair ruhsat verilmiştir.
Selh b. Hanif den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir. "Ben meziden dolayı çok zorluklar
çektim. Çokça yıkanmak zorunda kalıyordum. Bunu Allah Resulü (s.a.v)'e açtığımda o (s.a.v)
şöyle dedi: "Allah bu abdestinden dolayı seni mükafatlandırsın." Ben de: "Ey Allah'ın Resulü! Elbise
me isabet eden şeyi nasıl temizleyeceğim?" deyince Allah Resulü (s.a.v) şöyle cevap verdi: "Bir
avuç su alır elbisene isabet etmiş olan (o pisliğin) üzerine serpersin."
Yukardaki bu hadisi Ebu Davut, İbn Mace ve Tirmizi de rivayet etmişlerdir. Tirmizi hadisin sahih
olduğunu söylemiş ve şöyle demiştir "Elbiseyi suyla ıslatarak (yıkamak) hiç şüphesiz daha iyidir.
Bir de vücudun pislenen yerinin bir avuç suyla yıkanması tekrar tekrar yıkanmaktan daha iyidir. Bu,
Allah Teala'nın tekrar tekrar yıkanmanın zor geldiği durumlarda kulları için koyduğu bir kolaylıktır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"...Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki,
şükredesiniz." 144

Nişanlı Bir Kişinin Nişanlı Olduğu Kızla Yalnız Kalması Doğru Mudur?

Soru
Evlenmek için bir genç kızı ailesinden istedim. Onlar da kabul edip evlenmemizi uygun buldular.
Bu nedenle akraba ve yakınlarımızı davet edebileceğimiz bir tören düzenledik. Nişanlandığımızı
böylece ilan ettik ve fatihalar okuduk. Defler çaldık Bu ilan ve nişanımda bulunan kalabalık, benim
nişanlımla başbaşa kalabilmemi mubah kılan şer'i nikah hükmünde olur mu? Çünkü benim
durumum resmi nikah yapmaya şuanda elvermiyor. 145

Cevap

Nişan kelime, örfü ve seri manası olarak evlilik değildir. O, evliliğe bir ön hazırlıktır. Daha doğrusu
evliliğin gerçekleşmesine giden bir hazırlık. Bütün lügat kitapları 'Evlilik'le 'Nişan' kelimesini ayrı
ayrı almıştır. Araplarda evli olan adamla nişanlı olan adamı birbirinden ayırırlar.
Şeriat ise, ikisi arasında açık bir ayırım yapmıştır. Nişanlılık sırasında çağrılan kişilerin sayısı evlilik
sırasında çağrılan kişilerin ve davetlilerin sayısında her zaman için fazla olmaz. Çünkü evililik
konusuna ayrı bir rağbet vardır. Evlilik, akittir. Hem de kuvvetli bir akit. Belli şartları ve korunması
gereken hakları vardır.
Kur'an bu iki durumu da ele almıştır. Kocaları vefat etmiş olan kadınlar hakkında şöyle
demektedir.
"Böyle kadınlara kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde veya içinizden onlarla evlenmeyi
geçirmenizde size bir sorumluluk yoktur. Allah onları anacağınızı bilir. Sakın meşru sözler dışında
onlarla gizli sözleşmeyin, müddet sona erene kadar nikah akdine kalkışmayın."146
Nişanda hernekadar kalabalık da gelse bu, nişanın asıl statüsünü değiştirmez. Nasıl olursa olsun,
nişanlı olan kişinin herhangi bir hakkı nişana farklı bir ayrıcalık kazandırmaz. Ancak nişanlı olan
kızın alıkonması durumlarında iş değişir. Yani, nişanlı olduğu kişinin dışındaki başka birinin ona
nişanlılık teklif etmesiyle onu asıl nişanlı olduğu kişiden alı koyması durumlarında. "Sizden biriniz
kardeşinin nişanını kendine nişan kılmasın."147
Önemli olan, naşanlı kızın, evlilik gerçekleşinceye kadar nişanlısına yabancı olarak kalmasıdır.
Gerçek seri akd yapılmadan nişanlandığı kadın onun zevci statüsüne giremez. İslami akitte esas
rukun, teklif ve kabuldür. Teklif ve kabulün örf ve şeriatte belli bilinen kelimeleri vardır.
Nikah akdi gerçekleşmediği sürece evlilikte de ne örfen ne şer'an ve ne de kanunen
gerçekleşmemiş demektir. Evlilik akdini gerçekleştirmeyen çiftler birbirlerine hep yabancı
konumundadırlar. Birbirleriyle yalnız kalamazlar ve bir mahremi olmadan beraber yolculuğa
çıkamazlar. Şer'an nikah akdini yapan kişi bu akd gereği hanımıyla cinsel ilişkiye girmeden onu
terkederse akd sırasında belirledikleri mihrin yarısını vermek zorundadır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Kendilerine mehir tayin ederek evlendiğiniz kadınları, temas etmeden boşarsanız, tayin ettiğiniz
mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınların vaz geçmesi veya nikah bağı elinde bulunan
(veli)nin vazgeçmesi hali müstesna." 148
Ancak nişanlı olan erkek nişanlı olduğu kişiyi terkederse onun için herhangi birşey vermek
gerekmez. Fakat, kendisine ahlakın ve örfün gerektirdiği bir takım kınama ve azarlamalar yapılır.
Bu durumda nişanlı olan bir kişinin nikah akdi yapmış olan bir kişiyle aynı mesabede olması
mümkün müdür?
Bizim soruyu yönelten kardeşimize tavsiyemiz bir an önce nikah akdini yapmasıdır. Böylece
soruda yönelttiği şeyler kendisi için mubah olur. Çünkü onun dini ve erkekliği için en uygun olan
şey, duygularını kontrol altına almasıdır, nefsini önlemesidir, takva gemiyle kendini frenleme sidir.
Helalken harama götürecek birşeyde hayır olmaz.
Aynı şekilde babalara ve velilere de tasiyelerimiz şunlardır; çocuklarınız hakkında basiretli
davranın, nişanlıdırlar, zaman değişti diye çocuklarınız konusunda gevşek davranmayın. Çocuklar
konusunda gevşek davranmak onların akıbetlerini perişan edecektir. Allah'ın çizdiği sınırda
durmak hakkın yerine gelmesi demektir.
"Allah'ın (koyduğu) sınırı aşanlar zalimlerin ta kendileridirler." 149
"Allah'a ve Peygambere itaat eden, Allah'dan korkan ve O'ndan sakınan kimseler, işte onlar
kurtulanlardır." 150

Yüksek Mihir
Soru

Benim ve benim gibi bir çok genç kardeşimizin problemini size bildiriyorum. Nişanlanmaya karar
verdim bu işe atılırken yüksek mihir fiatıyla karşı karşıya kaldım. Babası kızı için oldukça yüksek
mihir parası istiyor. Eve alınacak mobilyalar hariç. Ben de bir başka yerden evlenmeyi
düşünüyorum. Bu şer'an mubah olur mu? Yoksa istenen mihiri vermek zorundamıyım?
Ya istenen bu miktara sahip değilsem ne olacak? Sizden açıklamalarınızı bekliyorum. 151

Cevap

Gerçekte bu, bir problem ve bir kördüğümdür. İnsanların kendilerine layık gördükleri bir problem.
Allah Teala'nın onlar için kıldığı kolaylıkları onlar zorlaştırıyorlar. Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır. "Kadınların en bereketli olanı mehri az olanlarıdır." Peygamber (s.a.v) kendi
kızlarını evlendirdiğinde en kolay mihir alırdı. Selef-i salihin de aynı şeyi yapmıştır. Kızlarını
evlendirecekleri kişilerin mallarını araştırmazlardı. Çünkü kız satılık bir mal değildir. O, sadece bir
insandır. Babanın ya da ona bakmakla yükümlü velinin onun için dengi bir erkeği araştırması daha
uygun olanıdır. Kerim bir erkek, ya da dini yaşayan bir kişi."
Dininden ve ahlakından razı olduğunuz biri size geldiğinde onu evlendirin. Şayet bunu
yapmayacak olursanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat çıkacaktır."152
Önemli olan şudur; bir babanın araması gereken şey, din ve ahlaktır. Kızını evlendirmek için
zenginlik ararsa, onun için yüksek mihir parası isterse layık olduğu erkeğe sırf babasının bu
istekleri nedeniyle varamayan bir kızın, ahlakı ve dini olmayan bir kişiyle evlenmesi sonucunda
neler olacaktır biliyor musunuz?
Bu konularla alakalı olarak bir çok sorular yöneltiliyor. Evli kadınlar soruyarlar; ramazan aylarında
içki içen bir kocanın hükmü nedir? Ya da hanımının "Yusuf dediği çocuğuna "Firavun" diyen
babanın durumu? Bunun hükmü nedir şunun hükmü nedir gibisinden daha binlerce sorular
sorular. Tüm bunlar şuradan kaynaklanıyor; babanın bütün gayreti daha fazla para kazanmak.
Kızını evlendirdiğinde ne kadar kazanırsa o kardır onun için(!) Ne dine ne ahlaka önem verdikleri
var. Eğer biz dinin bizden istediklerini ve İslam'ın bize meşru kıldıklarını düşünseydik o zaman
dinin ve ahlakın (evlendireceğimiz kişi için) araştırmamız gereken en mühim birşey olduğunu
görecektik. Aslında din ve ahlak en önem vermemiz gereken bir konudur. Tüm babaların yapması
gereken de budur. Önemli olan kızını memnun edebilecek ve Allah'tan korkan bir kişiyi bulmaktır.
Bu nedenle selef alimleri şöyle demişlerdir. "Kızını evlendireceğin zaman dini olan biriyle evlendir.
Çünkü böyle bir kimse kızını sevdiğinde ona ikramlarda bulunur. Ona kızdığında da zulm etme
yoluna gitmez. Çünkü din buna elvermez, ahlakı zulm yapmasına müsaade etmez." Karı kocanın
birbirinden hoşlanmadığı durumlarda ise bakın ayet-i kerime ne diyor.
"Onlarla güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin, hoşlanmadığınız birşeyi
Allah çok hayırlı kılmış olabilir." 153
İslam, kızların evlendirilmesi konusunda acele edilmesini emretmiştir. Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır. "Üç şey geri bırakılamaz, bunlar; vakti gelen namazı kılmak, zamanı gelen borcu
ödemek, dengi bulunduğunda kızı evlendirmek." Dengini bulduktan sonra babanın daha fazla
şeyler elde etmek amacıyla bu evliliğe engel olması kesinlikle uygun değildir. Sanki pazarlanacak
bir malmış gibi. Dengini bulan kızı evlendirmek müslüman babaların üzerine bir farizadır.
Müslüman babaların mihir nedeniyle bu evliliklere mani olmamaları gerekir. Eğer engel olunacak
olursa fesat fırtınaları esecek ve her tarafa yayılacaktır. Haram yolları kolayca açılacak, gençler
şeytanla omuz omuza verip iffet yollarını terkedecekler, helal yollardan haramları kayacaklardır.
Evlenmek isteyen bir genç ne yapacak? Kendi önüne çıkarılan bu engelleri nasıl aşacak? Başka
yerlerden evlenme çarelerini araştıracak. Sonuçta ortaya fasit duygularla bezenmiş bir gençlik
yığını çıkacaktır. İşte yüksek mihir sebebiyle evlenemeyen toplumun hazin sonu. Nice mektuplar
alıyorum. Niceleri şikayetlerini anlatıyorlar. Kimileri bu yolda önlerine çıkarılan engellerden
bahsediyor. Kimileri daha başka şeylerden.
Ey Müslümanlar! Bu şekilde evliliklerin önüne geçmek Allah'a yemin olsun haramdır. Bizlerin, helal
olan yolları açması, gençlerimizi helale götüren yollara teşvik etmesi gerekir. İşte bu islamın
meşru kıldığı şeydir. Bu İslam'ın çocuklarımız için razı olduğu şeydir. Allah Teala'dan bizi rızasına
ve sevdiğine kavuşturmasını diliyorum. Dinimizde bizi anlayışlı kılmasını, bizleri cahili adetlerden
uzaklaştırmasını diliyorum. 154

Başka Başka Anne Ve Babalardan Olan Erkek Ve Kız Üvey Kardeşlerin Evlenmesi

Soru

Benim annemin eski kocasından olma bir üvey kız kardeşim ve babamın eski eşinden olma bir
üvey erkek kardeşim var. Bu ikisinin evlenmeleri caiz olur mu ? 155

Cevap

Evet evlenmeleri caizdir. Bu türden olaylara sıkça rastlıyoruz. Dikkat edilirse yukarda sözünü
ettiğiniz kişi kendi kızkardeşiyle evlenmiş olmuyor. Çünkü bir erkeğin kız kardeşi; ya neseble (kan
bağı) ya da süt kardeşliğiyle haram olur. Bu kişinin; üvey kardeşleri evlendiğinde doğacak
çocuğun hem amcası, hem de dayısı olma durumu vardır. Annesi sebebiyle üvey kız kardeşinin
çocuğunun dayısı, babası tarafından da üvey erkek kardeşinin çocuğunun amcası oluyor.
Evet bu evlilik meşru bir evliliktir. Çünkü ne nesep yönünden ne kayın ve baldızlık yönünden ne de
aynı anneden süt emmeleri yönünden bir alakaları yoktur. Allah Teala kendileriyle evlenilmesi
haram olan kadınlardan bahsettikten sonra şöyle demektedir.
"Bunlardan başkası size helal kılındı." 156

Müslüman Bir Kadın Komünist Bir Kimseyle Evlenemez

Soru

Önceleri komünist olduğu bilinen bir genç, kızımla evlenmek istedi. Kendisi komünistlikte o kadar
ısrarlı olan bir kişi değil. Resmi yönden müslüman adı taşıması ve ailesinin mütedeyyin insanlar
olması hasebiyle kızımı böyle bir kişiyle evlendirmemde şer'an bir sakınca var mıdır? Yoksa
akidesi bozuk biri olduğundan bu evliliği kabul etmemem mi gerekir? 157

Cevap

Bu soruya cevap vermeden önce, komünizmin dine bakış açısından bir nebze bahsetmek gerekir.
Böylece soruyu yönelten kardeşimizin konuya vakıf olması sağlanmış olur.
Komünizm, maddi bir görüş açısına dayanır. Duyularla hissedilen maddeden başka hiç birşey
tanımaz. Ne Allah inancı ne ruh inancı ne vahiy inancı ne de ahiret inancı vardır. Kısacası gaypla
alakalı olan hiçbirşeye inanmaz. Bu nedenle bütün dinleri inkar eder. Onları cahillerden kalan bir
hurafe olarak değerlendirir. Komünizme göre din bir sömürge aracıdır. Kari Marx meşhur
konuşmasında şöyle diyor:
"Din afyondur. Allah kainatı ve insanları yarattı diyenleri protesto ediyorum. Allah insanı
yaratmamıştır. Aksine insan Allah'ı yaratmıştır. İnsan Allah'ı yaratan bir canlıdır. Yani kendi
düşünceleri ve tasavvurları doğrultusunda bir Allah olgusunu ortaya atmıştır."
Lenin de şöyle demektedir:
"Bizim devrimci partimizin dine olumlu bakması mümkün değildir. Din, yalan ve uydurmadan
ibarettir."
Stalin ise "Bizler dini kabul etmiyoruz. Bizler 'Allah' fikrinin uydurma olduğuna inanıyoruz. Ve yine
bizler, dine inanmanın geleceğimizi saptıracağına inanırız. Dini kendimize yönetim biçimi kılmak
istemiyoruz. Çünkü bizler dinle uyuşturulmak istemeyen bir topluluğuz."
İşte bunlar komünizmin din hakkındaki görüş ve iddialarıdır. Bu nedenle komünist partinin ve
komünist bir devletin tüm organlarını dine karşı propaganda yapmaya ve onu tümden inkar
etmeye yöneltmesinde şaşılacak birşey yoktur. Komünist parti, dini söylemleri benimseyen her
ferdi kendi partisinden uzaklaştırır.
Şayet bir komunist komunizmin itikadı ve fikri yönünü değil de bazılarının dediği gibi sadece
iktisadi ve içtimai yönünü almış olsa bu dahi islamdan yüz çevirmeye ve ondan dönmeye yeterli
gelir. Çünkü islamın iktisadi ve içtimai hayat için ortaya koyduğu ve çizdiği sınırları komünizm
kesinlikle kabul etmez. Mesela, ferdi mülkiyet hakkına sahip olmak, miras, zekat erkek ve kadın
ilişkileri gibi. Tüm bu hükümler dinde zaruri olarak inanılması gereken hükümlerdendir. Bunları
inkar ise kesinlikle küfre götürür.
Tüm bunlardan da öte komünizm, tek düze bir sistemdir. Yani onun proleterya inancıyla akidevi ve
felsefi inancı arasında hiç bir fark yoktur.
İslam dini hiç bir şekilde müslüman bir kadının ehli kitaptan biriyle evlenmesini caiz görmemiştir.
Halbu ki ehl-i kitap, Allah'a kitaplarına ahıret gününe belli şekillerde inanıyorlar. Ehl-i kitabın
durumu bile böyle olduğu halde müslüman bir kadının uluhiyete, peygamberliğe, kıyamete ve
ahirete inanmayan bir kimseyle evlenmesi doğru olur mu?
Komünist kişi, İslam'a göre mürted ve dinden sapmış bir kimsedir. Böyle bir kimsenin hiç
birşekilde müslüman bir kadınla evlenmesi caiz değildir. Allah'ı Rabb olarak kabul eden, islamı din
olarak benimseyen ve Muhammed (s.a.v)'i Peygamber olarak bilen ve Kur'an'ı da yol gösterici
olarak seçen bir kadının böyle bir kimseyle evlenmeyi kabul etmesi mümkün değildir.
Eğer evliyse derhal ayrılmaları gerekir.
Komünist bir kişi bu akide üzerine öldüğünde ne yıkanır ne cenaze namazı kılınır ve ne de
müslümanların mezarlığına defnedilir.
Kısaca komünist bir kişiye dünyada islam şeriatine göre mürted ve zındık muamelesi uygulanır.
Ahirette de onu için azapların en şiddetlisi vardır.
"Güçleri yeterse sizinle savaşa devam ederler. İçinizden dininden dönüp kafir olarak ölen olursa,
bunların işleri dünya ve ahirette boşa gitmiş olur. İşte cehennemlikler onlardır, onlar orada
temellidirler." 158

Tırnakların Boyanması

Soru

Bazı kadınların adet olarak yaptıkları tırnak boyama hakkındaki görüşünüz nedir? Helal mı haram
mı ? 159

Cevap

Belki soruyu yönelten kişiyle bizim aramızdaki mesafe kısa olsaydı bu meseleye hiçbir karışıklığa
meydan vermeden gerekli cevapları verebilirdik. 'Makyaj' diye isimlendirilen tırnak boyası, abdest
suyunun cilde ulaşmasını engeller.' Bu nedenle alınan abdest sahih olmaz. Bu haliyle namaza
devam etmesi de imkansızdır. Namazına büyük önem veren bir müslüman kadının hem de beş
vakit kıldığı halde bu tür şeyleri süslenme diye algılaması mümkün değildir. Çünkü tabiatı
itibarıyla bunlar namaza engeldir. Dinin direği olduğu halde namaza önem vermeyen bir kişinin
helal olmayan bu maddelerle elini ayağını boyayarak onun bunun karşısına çıkmasında da
herhangi birşey olmasa gerek. Denildiği gibi küfre girdikten sonra işlenen günahın ne önemi kalır.
160

Kadının Saçını Kapatması

Soru

Kadının giyimi ve süsü hakkında benimle arkadaşlarım arasında bir hayli tartışmalar oldu. Onların
dedikleri şu; kadının saçı avret değildir. Saçı kapatmanın farz olduğuna dair herhangi bir delil
olmadığını iddia ederek kadınların saçlarını açmalarının da haram olmayacağını söylüyorlar.
Ben sizden aramızdaki tartışmayı sonuca bağlayacak, bu konuya kesin hatlar çizecek delile dayalı
açıklamalar bekliyorum. 161

Cevap

Müslümanların arasına sokulan fikri komplolar ve fitnelerin en büyüğü, İslam'da ne olduğu bilinen
meseleleri tartışma ortamına çekmektir. İcma ile belirlenmiş konular ihtilaf! konumlara
çekilmektedir. Bu nedenle muhkem konular şüphe duyulabilecek bir noktaya geliyor. Kardeşimizin
yukarıda sorduğu soruda bu türden konulardandır.
Her asırdaki fakihler, muhaddisler ve mutasavvıflar kadının saçını kapatması gereken zinetlerden
olduğu ve erkeklerin yanında kesinlikle açılmasının caiz olmadığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu
icmanın senedi de Allah Teala'nın kitabında açık ve muhkem bir şekilde belirtilmiştir. Nur
suresinde Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Mü'min kadınlara söyle: Gözlerini bakılması yasak olanlardan çevirsinler, iffetlerini korusunlar.
Süslerini kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine
salsınlar." 162
Ayetten iki yönden delil çıkarılabilir. 163

Birinci yön:

Allah Teala kendiliğinden görünen kısmı müstesna kadının diğer zinet sayılan yerlerini açmasını
yasaklamış tır. Ne seleften ne de haleften hiç bir alim çıkıp da 'Kendiliğinden görünen yerler
müstesna' ayetine kadının saçınında dahil olduğunu söylememiştir. Hatta kadının kendiliğinden
görünen yerleri müstesna derken bu Konuda çoğu islam aliminden daha toleranslı olanlar da
buna dahildir.
Kurtubi yukarda bahsettiğimiz ayetin tefsirinde şunları söylemiştir. "Allah Teala kadınlara
zinetlerini kendilerini gören erkeklere göstermemelerini emretmiştir.Ayetin diğer kısımlarında
kadına bakabilecek kişilerin belirtilmesi fitne çıkmasından uyarmak içindir. Sonra kadının
zinetinden gürünen kısımlar müstesna kılındı. Alimler bu gürünen yerlerin miktarı konusunda
ihtilafa düşmüşlerdir. İbn Mesud şöyle demiştir; "Zinetin görünen kısmı elbisedir. İbn Cübeyr buna
yüzünü de eklemiştir. Said b. Cübeyr de aynı görüştedir. Ata ve Evzahi ise; yüz, iki el ve elbisesidir,
demiştir. İbn Abbas, Katade ve Mesrur b. Muhrime; kadının görünmesi caiz olan zinetleri onun
sürmesi, bileziği, kınası ve küpesidir. Kadının bir erkeğe bunları göstermesi mubahtır.
İbn Atiyye ise şöyle der: Bana öyle geliyor ki ayet kadına hiç bir yerini göstermemesi gerektiğini
emrediyor. Kendiliğinden görünen yerden müstesnadan kasıt ise, kadının istenmeden yaptığı bir
hareket sonucunda ortaya çıkan yerleri manasına gelmektedir. Bu nedenle yüzünden açılan yer,
zaruret anında istenmeyen bir hareket sonucunda meydana gelmiştir ki bu da affedilebilir bir
olaydır. Kurtubi bu görüş için şöyle diyor: Güzel bir görüş. Ancak, genelde kadınların namaz ve hac
gibi ibadetlerinde yüz ve iki elleri açık olduğuna göre ayette belirtilen istisnanın bu yerleri
kapsadığı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Kurtubi buna delil olarak da Ebu Davut'un Hz.
Aişe'den yaptığı şu rivayeti getirmiştir. "Ebubekir (r.a)'ın kızı Esma Peygamber (s.a.v)'in yanına
üzerinde bir ince elbiseyle girdi. Allah Resulü (s.a.v) onu gördü ve şöyle dedi: Ya Esma! Kadın
buluğ çağına geldikten sonra, buraları hariç başka yerini göstermesi doğru olmaz." Peygamber
(sav) buraları derken, kendi yüz ve elini işaret ederek göstermişti. Bu görüş ihtiyat noktasında en
kuvvetli olan görüştür.
İnsanların fesatlarından korunmak için kadının ziynetlerinden kendiliğinden görünen, yüz ve elleri
dışında bir yerini göstermemesi gerekir. Doğru yola ileten Allah'tır.
Bütün bu görüşler gösteriyor ki; "Kendiliğinden görünen kısımları" ifadesinin içine saçlar hiçbir
durumda girmemektedir.Hatta bazı alimler bırakın saçların örtülmesini, yüzün bile örtülmesinin
gerektiğini söylemişlerdir. 164

İkinci yön:

Allah Teala Nur Suresi'nde geçen ayette, kadınların örtülerini yakalarına atmalarını emretmiştir.
Yaka, omuzlarla birlikte elbisenin açık olan kısımlarını kapatır. Baş örtüsü ise, tüm müfessirlerin
de dedikleri gibi kadının saçlarını daha doğrusu tüm başını kapatan bezdir.165 Buhari şerhinde
Hafız b. Hacer şöyle demektedir. "Kadının baş örtüsü, kişinin sarığı gibidir." Luğatların tesbit
ettikleri de bu manadır. El-Kamus adlı sözlükde baş örtüsünün tarifi şu şekilde geçmektedir:
'Humar' mana itibarıyla ‘Nasif’ yani örtü peçe, yaşmak manalarına gelir. 'Nasif’ başı örten herşeye
denir. 'El-Misbah’ adlı sözlükte ise şöyle geçmektedir. "Himar, kadının başını örten herşeye denir."
Böylece hadiste de "Kaplarınızın (üzerini) örtün" diye belirtildiği gibi 'Himar'ın herşeyi örten
manasında kullanıldığı ortaya çıkmış oldu.
Bu konuda tartışmanın hiç bir anlamı yoktur. Zaten ayetin nüzul sebebi de örtü ile ilgilidir.
Kurtubi şöyle der:
Bu ayetin nüzul sebebi şudur; o devirde kadınlar başlarını örtüyle kapadıklarında saçlarının bir
kısmını bağlayıp örtünün geri kalan kısmını sırtlarına doğru atıyorlardı. Göğsün üst kısımları,
boyun ve kulaklar açık kalıyordu. Allah Teala örtülerini yakalarının üzerine almalarını emretti,
Kadınlar da göğüs kısımlarını kapatmak için örtülerini yakalarının üzerine aldılar. Buhari Hz. Aişe
(r.anha)'den rivayet etmiştir." (Örtülerini yakalarının üzerine atsınlar) ayeti indiğinde kadınlar
peştamallerini yırtıp onunla başlarını örttüler." 166

Evlilik Ve Sevgi

Soru

Ben onbeş yaşında bir genç kızım. Ailem beni amcamın oğluyla evlendirmek istiyor. Bense onu
sevmiyorum. Sevdiğim başka bir genç var. Ne yapmalıyım? Bana bir yol gösterin. 167

Cevap

Sevgi ve duygu meselesi. Günümüzde operaların, roman kitaplarının, film ve diğer sanat türlerinin
revaçta tutması sebebiyle gençlerin gündemini çokça meşgul eden iki mesele. Genç kızlar sevgi
kuruntularıyla kandırılmakta bir çoklarının gerçek sevgileri alaya alınmaktadır. Özellikle de
sorudaki genç kardeşimizin yaşında olanlar. Tam erginlik çağı. Herşeyden boş bir kalbe etkileyici
sözler hemen taht kurmakta.
Burada bazı gençler ne yazık ki, genç kızları kandırıyorlar. Hatta biraraya geldiklerinde biri, bir kaç
gün içinde bir kaç kızla konuşmakla övünürler.
Benim müslüman genç kızlara nasihatim şu, onların tatlı sözlerine kanmayın. Anne ve
babalarınızın sözlerine kulak verin. Sadece duygular üzerine kurulmuş bir düşünceyle evlilik
hayatına atılmayın. Herşeyi yerli yerinde düşünmek gerekir.
Anne ve babalara da şunu söylemek istiyorum; kız çocuklarınızın isteklerini kulak ardı etmeyin. Bir
babanın kızının isteğini küçümsememesi gerekir. Sevmeyeceği, nefret duyacağı bir evliliğin
ortasına onları sürüklemeyin. Çünkü, evleneceği erkekle sizler hayat geçirmeyeceksiniz kızınız
geçirecek. Öyleyse onu razı etmeniz gerekir. Bu, evlilik gerçekleşmeden önce iki cins arasında
belli duygusal ilişkilerin olmasını gerektirmez. Mutluluk gerçekleşsin ve gönül rızası olsun diye en
azından olması gereken bir etken olarak görüyoruz.
Bu nedenle islam, evlenecek erkeğin evleneceği kıza bakmasını emrediyor. "Bu en uygun olanıdır.
Sizin aranızdaki uygunluğun sağlanmasına vesile olur."168
İslam şeriati evlilik hayatının tüm yönleriyle rıza temelleri üzerindi kurulmasından yanadır.
Evlendirilecek kız evleneceği erkeğe razı olacaktır. En azından bu konudaki görüşünü söylemekte
hür olmalıdır. Edebinden dolayı birşey söylememişse bu onun evliliğe olumlu baktığını gösterir.
Sükut ikrardandır.
"Bekara sorulduğunda, susması izin olur. Dulun ise kendi kararını vermeye hakkı vardır." Yani o
daha önce bir kere evlenmiş olduğundan açıkça "ben razıyım ya da muvafıkım" demesi gereklidir.
Bekara gelince o kendisinden evlenmeyi isteyip, istemediği sorulunca, utancından susabilir, veya
sadece tebessüm edebilir, bu onun rızası olduğuna delildir. Eğer hayır der veya ağlarsa, onu
istemediği bir işe zorlamamak gerekir. Hz. Peygamber (sav); rızası olmadan evlendirilen bir
kadının, nikahını iptal etmiştir. Bir hadistede; Babası tarafından istemediği birisiyle evlendirilmek
istenen bir genç kızın durumunu, Hz. Peygamber (sav)'e şikayet ettiği, onun da bu genç kızı,
evliliğe razı etmeye çalıştığı, ancak kızın ısrarı karşısında, "Dilediğin gibi davranabilirsin" dediği,
bunun üzerine genç kızın da; "Ben babama karşı gelmek istemezdim. Ancak bu hareketimle,
yalnız babaların değil evlenecek insanların da söz haklarının olduğunun ortaya konulmasını
istedim." rivayeti vardır.
Bu konuda şu hususları da anlatmakta fayda var. Evliliğe hem genç kızın, hem de babasının razı
olmaları gereklidir. Ulema bunu nikahın şartı olarak değerlendirmişler, bazıları da "Velinin izni
olmadan nikah gerçekleşmez" demişlerdir. Hadisi şerifte de: "Evlilik, velinin izni ve iki şahid
olmadan gerçekleşmez" ve "Bir genç kız kendini velisinin izni olmadan biriyle nikahlarsa bu
geçersizdir" denilmiştir.
Aynı şekilde annenin de rızası gözetilmelidir. Hadisi şerifte şöyle geçmektedir: "Kadınların da
kızları üzerinde yetkisi vardır." Anne kızının isteklerin daha iyi bilir, böylece genç kız daha mes'ud
olacağı bir hayata adım atar. Annesi de razı olur, babası da razı olur. Eşinin ailesi de razı olur.
En güzeli evliliğin, İslam şeriatının koyduğu bu ölçülerle oluşmasıdır.
Başarı Allah'tandır. 169

Muharrem Ayında Evlenmek

Soru

Bazı kimseler Muharrem ayında evlenmenin uğursuzluk olduğunu veya haram olduğunu
söylüyorlar. Bu inancın islamda dayanağı var mıdır? 170

Cevap

Böyle bir inancın islamda herhangi bir dayanağı ve aslı yoktur. Muharrem ayı, Allah Teala'nın
ta'zimde bulunduğu dört hürmetli aylardan biridir. Bu ay içinde savaş yapılması haramdır. Bu ayda
(daha doğrusu bu hürmetli aylarda) yapılan günah ve işlenen günahlar diğer aylardaki nazaran
daha çirkin ve nefretle karşılanmıştır. Peygamber (s.a.v) bu aya hürmeten onu Allah'ın ayı diye
isimlendirmiştir. Adamın biri Peygamber (s.a.v)'e nafile oruçtan sorunca Allah Resulü (s.a.v) şöyle
cevap verdi. "Eğer ramazandan sonra oruç tutacaksan muharremde tut. Çünkü muharrem Allah'ın
ayıdır. Bu ayda Allah'ın bir kavmin tövbesini kabul ettiği bir gün vardır. (Yine) bu ayda (Allah Teala)
başka bir kavmin tevbesini kabul edecektir." Bu ayda insanları müjdelemek gerekir. Onların bu
ayda yapacakları evliliklerine engel olunmamalıdır. Bizler, Mısır'da yaşayan ve muharrem ayını
hüzün aynı zamanda keder günü diye kabul eden ve bu ayda sevinç ve mutluluğa sebep verecek
herşey den kaçınan -ki evlilik de bunlardan biridir- Fatımi aşırıcılığın bıraktığı evhamlardan
kendimizi kurtarmamız gerekir.
Hergün ve her ay -islam'ın nazarında böyledir- evliliği en güzel bir biçimde karşılar. Çünkü evlilik
dinin bir sembolüdür. Aynı zamanda Peygamber (s.a.v)'in bir sünnetidir. Kim evlenirse dininin
yarısına kavuşmuş demektir. Dininin yarısına kavuşana müjdeler olsun. 171

Erkeğîn Evleneceği Kişiye Bakması

Soru

Evlenek bir gencin evleneceği kıza bakması caiz midir? 172

Evap

Bu, önemli bir soru. Bu konuda, çevremizde bulunan insanlar değişik görüş açılarına sahiptirler.
Kimileri, evlenecek gencin bırakın evleneceği kıza bakmasını onunla kolkola verip oraya buraya
gezmesini, sinemaya veya tiyatroya gitmesini teşvik ederler. Böylece genç çocuk evleneceği genç
kızı daha iyi tanımış ve onun hakkında daha iyi bir bilgiye sahip olmuş olur. Bu konuyla alakalı
olarak söylenecek daha çok söz var. Sonuçta, rezillikleri ortaya çıkıyor. Aralarındaki birtakım
anlaşmazlıklar birbirlerini terketmeya kadar götürüyor. Kızın iffeti ve namusu onun bunun diline
dolanıyor. İşte bu, batı medeniyetinin kulları tarafından benimsenen bir evlenme çeşididir.
Bir de, hiç bir surette iki cinsi birbirleriyle görüştürmeyenler var. Kızın nikahlanıncaya kadar
evleneceği erkekle görüşmesine müsaade etmezler. Bu cinsten insanlar da bağnaz ve körü
körüne taklidin kurbanıdırlar. Her iki kesim de, yerilmiş, bit'atçı türden insanlardır. Ama en güzel ve
yapılması en doğru metod, şeriatin izin verdiği, Peygamber (s.a.v)'in bizzat yaptığı metodtur. Her
iki cins de birbirlerini görmelidirler. Müslümanlardan biri gelir ve Allah Resulü (s.a.v)'ne şöyle der.
"Ben ensardan bir kadınla evlenmek için sözleştim. Allah Resulü (s.a.v): "Ona baktın mı?" der,
Adam: "Hayır"der. Peygamber (s.a.v) de: "Öyleyse bak! Çünkü ensarlıların gözlerinde bir şey olur."
Muğire b. Şu'be evleneceğini Peygamber (s.a.v)'e bildirir. O da: "Ona baktın mı?" der. Muğire(ra)
ise: "Hayır" der. Allah Resulü (s.a.v): "Bakmak, aranızdaki uygunluğu sağlamak açısından daha
iyidir." Çünkü göz kalbin postacısı, duyguların ise elçisidir. Bu nedenle, evlenmeden önce kişinin
evleneceği kişiye bakması gerekir. Bu, Peygamber (s.a.v)'den gelen bir emirdir. Aslında ve zahiri
itibarıyla bu emir, farz yerindedir. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Sizden biriniz bir kadınla evleneceği zaman, onunla evlenmeye neden olan şeylerin bir kısmına
baksın." Yine, evlenecek erkeğin evleneceği kişiye bakması gereklidir. Kız tarafının da bu konuda
kolaylık göstermesi gerekir. Birbirlerini beğenmeye bilirler bu onların en doğal hakkıdır.
Evlenecek kişi evleneceği kıza bildirmeden onu görmelidir. Bazı kimseler bu görme işine pek
ehemmiyet verirler. Öyleki bazılarının evleninceye kadar bir çok genç kızı gördüğünü ancak bir
türlü içlerinden birini beğenemediği söylenir. Bu demektir ki, bu gibi kimseler, bir çok genç
müslüman kızın duygularını rencide etmiş ve onların hislerini yaralamıştır.
Aslında görmek isteyen erkek evleneceği kıza hiç birşey bildirmeden nerede ve ne zaman
göreceğini ona hissettirmeden bakmalıdır. Ya evinin yakınında biryerde ya da onun dışarda
bulunduğu bir anda. Cabir b. Abdullah'dan rivayet edilmiştir ki, o evlenmeden önce karısına
saklandığı bir ağacın ardından bakmış.
Bir babanın da, kızını korumaya yardımcı olması gerekir. Yukarda bahsettiğimiz her iki tefritçi
arasında uygun olan yol da budur, îslam şeriati daima orta yolu tercih eder. İslam ümmeti de
vasat bir ümmettir.
"Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olmanız için vasat bir ümmet yaptık." 173

Müslüman Bir Erkeğin Müslüman Olmayan Bir Kadıınla Evlenmesi

Soru

Bu, araştırmak ve yazmak için uzun vaktinizi alacak bir konu. Müslüman bir erkek kitap ehlinden
biriyle evlenebilir mi? Onları putperestlerden ayıran önemli bir takım özelilliklerin olduğu
bilinmektedir.
Ben ve birçok kişi bu tür evliliklerin arkasında önlenemeyen büyük karmaşıklıkların yaşandığına
şahit oluyoruz. Özellikle de bu tür müslüman olmayan kadınlardan olan çocuklar üzerinde.
Müslüman olmayan kadın evini kendi kültür ve değer yargılarına göre düzenliyor aynı zamanda
çocuklarını da bu kültürün etkisiyle yetiştiriyor. Ben bazı alimlere sordum onlar ehli kitaptan olan
kadınlarla evlenilebileceğini söylediler. "Kur'an ehli kitapla evlenilmesini mubah görmüştür. Allah
Teala'nın helal kıldığını bizim haram kılmamız doğru olur mu?" diye de cevap verdiler.
Öyle inanıyorum ki, islam kendisinde zarar ve bozukluk olan şeyleri mubah saymaz. Bende bu
konuda görüşünüzü almak için size yazdım. Sîzin bu konuya gerekli ehemmiyeti vereceğinizi
biliyorum. Şer'i kaynaklar ışığında bu konuya gerekli izahatları getirmenizi bekliyorum. 174

Cevap

Hamd, Allah'a aittir. Salat ve selam O'nun Resulü (s.a.v)'ne, aline, ashabına ve onlara tabi
olanlaradır. Allah bana, birçok kez Avrupa ve Amerika'ya gitme imkanı verdi. Oralarda birçok
müslümanla karşılaştım. Bu kardeşlerimiz oralarda ilmi çalışmalarda bulunuyorlar.
Birçokları şu tür sorular soruyorlardı: Müslüman bir erkeğin müslüman olmayan bir kadınla
evlenmesinin hükmü nedir? Özellikle de bu evlendiği kişi yahudi ve hiristiyan olursa. Asıl itibarıyla
İslam onların dinini kabul ediyor ve onlara başkalarının sahip olmadığı bir takım haklar ve
hukuklar tayin ediyor.
Aslında şer'i hükmü açıklamak için, müslüman olmayan her çeşit kadının konumunu ve şeriatın
onlara bakış açısını irdelemek gerekir. Müslüman olmayan kadınlar içinde müşrikler var, dinsizler
var, mürtedler var aynı zamanda da kitap ehlinden olanlar var
Müşrik kadınlarla evlenmenin haram olması
Müşrik kadınla evlenmenin haramlılığı Kur'an'la sabittir.
"Allah'a eş koşan kadınlarla onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin. İnanan bir cariye, hoşunuza
gitse de putperest bir kadından daha iyidir." 175
"İnkarcı kadınları nikahınızda tutmayın." 176
Bu son ayette inkar eden kadınlardan kasıt 'müşrik kadınlar'dır. Yani putperest olan kadınlar.
Zaten ayetin nüzul sebebi de onlar hakkındadır.
Bu konudaki haramlılık açıktır. İslamla putperestliğin bir araya gelmesi imkansızdır. Halis tevhid
akidesi şirk akidesine ters düşer. Putperestlerin itibara alınacak semavi bir kitapları da yoktur. Ve
Nebileri de. O bir tarafta; islam ise ona zıt taraftadır. Bu nedenle Kur'an'ı Kerim müşrik kadınlarla
nikahlanmayı nehyetmesine dair şu sebebi gösterdi.
"İşte onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle cennete ve mağfirete çağırır." 177
Müşrik kadınlarla evlenmenin men edilmesi hükmü nasla ve icma ile sabittir. İslam alimleri
müşrik kadınlarla evlenmenin haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Aynı zamanda İbn Rüşt
'Bidayet-i'1-Müçtehidi ve diğer eserlerinde bu konuya değinmiştir. 178

Dinsiz kadınlarla evlenilmez

Yani hiç bir dine inanmayan, uluhiyeti kabul etmeyen, ne peygamber ne kitap ve ne de ahiret kabul
etmeyen kadınlar. Aslında bunlarla evlenmek müşrik kadınlara nazaran daha büyük bir haramdır.
Çünkü müşrik kadınlar Allah'ın varlığına inanırlar. Bu inançlarıyla beraber başka ilahlar ve
kendisiyle Allah'a yaklaşmayı umdukları başka putlar edinirler.
"And olsun ki onlara: Gökleri ve yeri yaratan kimdir? diye sorsan, Allah'tır derler." 179
"O'nu bırakıp da putlardan dostlar edinenler: Onlara bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz,
derler." 180
Bu putperestler Allah'ı bir noktada kabul ettikleri halde onlarla nikahlanmak yasakken hiç bir din,
peygamber ve ilah kabul etmeyen bir kadınla evlenmek nasıl caiz olsun. Bu tür kadınlarla
evlenmek haram olduğu gibi bu evlilik de batıldır.
Buna bir misal verelim: Maddi felsefeye inanan komünistler dinin, toplumları uyuşturan bir afyon
olduğuna inanırlar. Dinleri yorumlarken maddi bir analizden geçirerek yorumlarlar.
Bazı müslümanlar -kadın erkek- böyle bir felsefenin hakikatini bilmeden, kendilerini kaptırıyorlar,
aldatılıyorlar. Komünist propagandacılar, komünizmin iktisadi ıslah olduğunu, ne dinle ve ne de
akideyle kesinlikle hiç bir alakasının olmadığını söylediklerinde saf insanlar bunlara kanıyorlar. Bu
gibi kimselere komünizm inancının hakikatini açıklamak, kafalarındaki şüpheleri gidermek ve
imanla küfür, karanlıkla nur arasındaki farkı, bütün açıklığıyla onlara göstermek gerekir. Tüm bu
çabalardan sonra, inandığı bu sapık fikirde ısrar ederse, kafirdir, dinden sapmıştır ve hiç bir değeri
yoktur. Onlara hayatta iken ve öldükten sonra kafirlere uygulanan hükümler uygulanır. 181

Mürtedle evlenilmez

Mürted de, dinsiz gibidir. Mürted, mü'min olduktan sonra islam'dan çıkarak küfre sapmış olan
kimselerdir. İster başka bir dine girmiş olsun ister girmemiş olsun. İster girdiği diğer din ehli
kitaptan olsun ister olmasın. Müslümanken komünizme veya pozitivizm itikadına veya
hiristiyanlığa ve yahudiliğe veya budizm daha doğrusu islamın dışındaki herhangi bir dine girmesi
onu mürted kılar.
İslam hiç kimseye kendi inancına sahip olunması yönünde zorlama yapmaz. Herkes kendi
iradesiyle İslama girme hakkına sahiptir. Fakat girdikten sonra da çıkması caiz değildir. Mürted
için bazı hükümler ahiretle ilgili bazıları da dünya ile ilgilidir.
Ahiretle ilgili olanlar; mürted olarak ölen kişinin daha önce yaptığı salih amellerinin tümü silinir.
Ebedi olarak cehennemde kalmaya müstehak olur.
"İçinizden dininden dönüp kafir olarak ölen olursa, bunların işleri dünya ve ahirette boşa gitmiş
olur. İşte cehennemlikler onlardır, onlar orada temellidirler." 182
Dünya ile alakalı olanlar ise; mürted kişi islam toplumunun yardım ve desteğine hiç bir zaman
sahip değildir. Müslüman bir erkekle mürted bir kadın arasında veya müslüman bir kadınla
mürted bir erkek arasında hiç bir şekilde evlilik hayatının gerçekleştirilmesi caiz değildir. Mürtedle
evlenen kişilerin bu evlilikleri geçersizdir. Evlendikten sonra eşlerden biri irtidat ederse kesinlikle
birbirlerinden ayrılmaları gereklidir. Bu hüküm, İslam alimleri tarafından ittifakla kabul edilmiş bir
hükümdür.
Burada belirtilmesi gereken bir husus daha vardır; bir müslümana mürted ve kafir hükmünü
vermek ona verilecek en son cezadır. Bu nedenle bu konuda ihtiyatlı davranmak ve müslümanın
durumunu İslaha götürmek için her yolu kullanmak gerekir. Onun hakkında hüsn-ü zan
beslenmelidir. Asıl olan islamdır. İslamdan çıktığı ancak kesin delillerle sabit olduktan sonra kafir
olduğuna hüküm verilir. 183

Bahailerle evlenilmez

Bahai; aslında müslümanken Allah'ın hanif dinini terkedip sonradan icat edilmiş bu batıl dine giren
kişidir. Böyle bir kadın asıl itibarıya mürteddir. Mürtedlerle evlenmenin hükmünü yukarıda
açıklamıştık.
İster kendi isteğiyle mürted olsun ister aile ortamından etkilenerek olsun değişmez. Belki
mürtedlik atalarından miras yoluyla da gelmiş olabilir. Herhalükarda böyle bir kimseye mürted
hükmü uygulanır.
Diyelim ki aslı müslüman değil de böyle bir dine hiristiyanlıktan, yahudilikten veya putperestlikten
girmişse ne olacak?
İslam onun asıl dininin ne olduğuna bakmaz. Hz. Muhammed (s.a.v) geldikten sonra bütün
peygamberlerin hükmü geçersiz kalmıştır. Kur'an'dan başka bütün semavi kitaplar batıldır.
(Hükmü geçersizdir.) İslam'dan sonra yeni bir din getirildiğini söyleyen kişi Allah'a iftira atan bir
yalancıdır. Allah Teala Peygamberliği Hz. Muhammed (s.a.v)'le noktalamış, dinini kemale erdirmiş
ve insanlara olan nimetini tamamlamıştlr.
"Kim İslamiyet'ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O, ahirette de
kaybedenlerdendir." 184
Müslümanın Bahai bir kadınla evliliği geçersizdir. Bunda şüphe de yoktur. Müslüman bir kadının
bahai bir erkekle evliliği de böyledir. İslam müslüman bir kadının kitap ehlinden olan biriyle
evlenmesine musade etmediğine göre böyle biriyle evlenmesine nasıl musade etsin?
Bu nedenle müslüman bir erkekle Bahai bir kadın ya da müslüman bir kadınla bahai bir erkek
arasında evliliğin gerçekleştirilmesi caiz değildir. Ne başlangıçta böyle bir evliliğin yapılması ne de
müslümanken birbirleriyle evlendikten sonra birinden biri bu dine geçtikten sonra bu evliliğin
yürütülmesi caiz değildir. Bu evlilik, geçersizdir. Nikah yapmış olanların da kesinlikle birbirlerinden
ayrılmaları gerekir.
Cumhur alimler kitap ehlinden olan bir kadınla evliliği mubah görmüşlerdir.
Alimlerin çoğunluğuna göre kitap ehlinden bir kadınla evlilikte asıl olan hüküm, mübahlıktır. Allah
Teala müslümanların ehli kitaptan olanlara damat olmalarını helal kılmıştır. Maide süresinin bir
ayetinde bunu şu şekilde açıklıyor.
"Bugün, size temiz olanlar helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de
onlara helaldir. İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları
-zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğiniz taktirde- size helaldir. Kim imanı
inkar ederse, şüphesiz amelleri boşa gider. O, ahirette de kaybedenlerdendir." 185
İbn Ömer ve bazı müçtehidlerin görüşü Bu konuda, sahabeden Abdullah b. Ömer (r.a) ihtilaf
etmiştir. Ehli kitaptan bir kadınla evliliğin mubah olduğunu kabul etmemiştir. Buhari'de ondan
rivayet edilen şöyle bir hadis vardır. "İbn Ömer (ra)'e hiristiyanlarla ve yahudilerle nikahlanmanın
hükmü sorulduğunda o şöyle cevap verdi: Allah Teala mü'minlere müşrikleri haram kılmıştır.
(Mü'min oluncaya kadar müşrikleri nikahınıza almayın.) Ben, Allah'ın kullarından olduğu halde
İsa'nın Rabb olduğunu söylemekten daha büyük bir şirk bilmiyorum."
Alimlerden bazıları İbn Ömer (ra)'in görüşünü kitap ehlinden kadınlarla evlenmenin haram
olduğuna değil de mekruh olduğuna yormaktadırlar. Ama ondan gelen rivayetlerin ibarelerinden
anlaşıldığına göre İbn Ömer (r.a) ehli kitapla evliliği mekruhluktan daha ziyade saydığı
anlaşılmaktadır.
Şia'nın İmamiyye kolu, Bakara süresinde geçen ayetle, Mümtehine suresinde geçen ayetin umumi
manasını delil alarak İbn Ömer (ra)'in görüşüne katılmaktadırlar. "Müşrik kadınları nikahınıza
almayın."
"İnkarcı kadınları nikahınızda tutmayın." 186
Cumhur ulemanın görüşünün tercih edilmesi
Gerçekte cumhur ulemanın görüşü daha tercihlidir. Çünkü bu görüş, maide suresinin, kitap
ehlinden kadınlarla evlenmeye delalet ettiğini açıklayan bir görüştür.
"Müşrik kadınları nikanıza almayın"187 ayeti ile
"İnkarcı kadınları nikahınızda tutmayın"188
ayetine gelince, bu iki ayet geneldir. Maide suresi bu genelliği hususileştirmiştir. Yahut da, bu iki
ayet hakkında şu da söylenebilir; 'Müşrik Kadınlar' Kur'an lügatına göre hiçbir zaman 'Ehl-i Kitap'
diye ele alınmazlar. Bu nedenle onlardan biri diğeri üzerine atfedilemez. Ayetlerde bu iki grubun
birbirlerine atfedilmediğini açık açık görelim. "Kitap ehlinden ve putperestlerden olan inkarcılar,
kendilerine apaçık bir belge, içinden kesin ve en doğru hükümlerin bulunduğu arınmış sahifeleri
okuyan, Allah katından bir peygamber gelene kadır dinlerinden vazgeçecek değillerdi."
"Kitap ehlinden olanlarla müşrikler (putperestler) ebediyyen cehennemdedirler."189
Allah Teala 'Hacc Suresi'nde şöyle buyurmaktadır.
"Doğrusu, inananlar, ve yahudiler, sabii'ler, hiristiyanlar, mecusiler, puta tapanlar arasında, kıyamet
günü Allah kesin hüküm verecektir." 190
Böylece müşrik olanlar diğerlerinden ayrı bir sınıf olarak kabul edilmiş oldu. (Müşriklerden kasıt
putperestler). 'Mümtehine Suresi'nden geçen 'Kafirler'den kasıtta "Müşrik Kadınlar'dır.
Ehli kitaptan kadınlarla evlenme anında riayet edilmesi gereken şartlar
Tercih edilen görüşün müslüman bir erkekle ehli kitaptan olan bir kadının evlenmelerinin mubah
olduğu anlaşıldığına -ki bu da o kişiyi İslam'a teşvik ettirmek için ya da ehl-i kitabı müslümanlara
yaklaştırmak için yapılır- burada uyulması gereken bir takım şartlar vardır. 191

Birinci Şart

Öncelikle evlenilecek kadının kesinlikle ehl-i kitaptan olduğundan emin olunmalıdır. Yani semavi
dinler olan Yahudi ve Hiristiyan olduğunun bilinmesi gerekir. Çünkü onlar biryönden Allah'a,
peygambere ve ahirete inanırlar. Dinsiz değildirler. Aynı zamanda semavi olmayan bir dinin
mensupları da değildirler.
Bilindiği gibi batıda, her genç kız Hiristiyan anne ve babadan doğmamaktadır. Aynı zamanda
hiristiyan bir ortamda yaşayan her insanın zorunlu olarak Hiristiyan olması gerekmiyor. Belki
komünisttir. Ya da İslam'ın nazarında hiç bir itibara sahip olmayan Bahailik gibi bir dine mensup
da olabilir. 192

İkinci Şart

Bir de iffetli olmaları gerekir. Allah Teala her ehl-i kitab olanı mubah kılmamıştır. Bizzatihi
mubahlığı iffetli olmalarına bağlamıştır.
"İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları..." 193
İbn Kesir şöyle der. "İffetli kadınlardan kasıt zina etmemiş olan kadınlardır." Diğer bir ayette Allah
Teala şöyle buyurmaktadır.
"Onlarla, zinadan kaçınmaları, iffetli olmaları ve gizli dost tutmamış olmaları halinde..." 194
"Müslüman bir erkeğin neidüğü belirsiz bir kişiyle evlenmesi caiz değildir. Aksine evleneceği
kişinin, şüphelerden uzak, edepli ve terbiyeli aynı zamanda iffetli olması gerekir."195
İbn Kesir'in görüşü budur. İbn Kesir cumhurun görüşünden de bahsetmiştir. "Cumhur ulemanın,
zimmi olan kadının aynı zamanda iffetsiz olması halinde evlenemeyeceklerini söylemeleri tercihe
şayan bir görüştür. Böyle bir kadınla evlilik o evliliği temelde geçersiz kılar. Bu evlilik de 'tartısı
bozuk olandan kaçın' misaline benzer."196
İmam Hasen El-Basri'ye bir adam gelip şöyle dedi: "Ben ehl-i kitaptan bir kadınla evlenebilir
miyim?" O da şu cevabı verdi: "Sana ne oluyorda ehl-i kitaptan evleniyorsun. Müslüman kadınların
sayısı oldukça fazladır. Şayet böyle yapma niyetindeysen onun iffetli olduğundan ve musafehe
olmadığından emin ol." Adam da: "Musafehe ne demektir" dedi. Hasen El-Basri de: "Bir adam
gözüyle ona işaret ettiğinde buna karşılık vererek o erkeğe uyan (metres) kadınlar" diye buyurdu.
Hiç şüphesiz çağımızda batı toplumunda bu tür iffetli hayat yaşayanlar oldukça azınlıktadır.
Batının bizzat kendisinin yaptığı istatistikler de bunu gösteriyor. Bizim bekaret, iffet, şeref ve
bunlar gibi sıksık" tekrarladığımız şeylerin batı toplumunda hiç bir değeri yoktur. Arkadaşı
olmayan bir kız, kendi yaşıtlarından utanır. Hatta ailesinden ve kendi akrabalarından dahi bir erkek
arkadaş edinemediği için utanır. 197

Üçüncü Şart
Evlenilecek kadın müslümanlarla savaşan ve müslümanlara düşmanlık beslemeyen bir kavimden
olmamalıdır. Bu nedenle islam fıkıh alimlerinden bir grup zimmilerle devamlı savaş halinde
olanları birbirlerinden ayırmışlardır. Birinci kesimle evlenilmesini mubah görmüşler ama ikinci
kesimle evlenilmesini menetmişlerdir. İbn Abbas (ra)'ın şöyle dediği rivayet edilir. "Ehl-i kitaptan
bir kısım kadınlar vardır onlar bize helal değildir. Bir kısmı da vardır ki onlar bize helaldir. Sonra şu
ayeti okudu.
"Kitap verilenlerden, Allah'a, ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını
haram saymayan, hakdinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kerndi elleriyle cizye verene
kadar savaşın."198
Cizye verdikleri taktirde onların kızlarıyla evlenmek bize helal olur. Aksi taktirde helal olmaz."
Abdurrezzak Katede'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Ehl-i kitaptan bir kadınla sadece zimmette
olduğunda evlenilir." Ali (r.a)'den de aynı rivayet yapılmıştır.
İbn Cüreyh (ra)'in şöyle dediği rivayet edilir. "Bana ehl-i kitap'tan bir kadınla sadece zimmet
durumunda evlenilebileceği (haberi) geldi."
İmam Zeyd'i 'Mecmu'unda Hz. Ali (r.a)'dan şöyle bir rivayet vardır."Ehl-i harpla nikahlanmak kerih
kılınmıştır." Şarih ‘Er-Ravdu'n-Nadir’ adlı eserinde 'Kerahat'tan kastın 'Haram' olduğunu söylemiştir.
Çünkü onlar müslümanların zimmetinde değildirler. Alimlerden bir kısmı bunu kerih olarak kabul
etmişlerdir. Haram olmadığını söylemişlerdir. Bunu da ayetin umumiliğine dayandırmışlardır.
"Sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları."199
Ancak bu alimler de ehl-i kitaptan olanların İslam ülkesinde yaşıyor olmalarını şart koştular.200
İslam ülkesinde yaşayan ehl-i kitaptan bir kişinin durumuyla ehl-i kitaptan olduğu halde islam
ülkesinde yaşamayan kişinin durumu birbirinden farklıdır.
Hiç şüphesiz İbn Abbas'ın görüşünün düşünüldüğünde tercih edilebilecek yanları vardır. Allah
Teala damatlığı beşer arasında en güçlü rabıtalardan kılmıştır. Damat bağı nesep ve kan bağından
hemen sonra gelir. Allah Teala şöyle buyurmaktadr.
"İnsanı sudan yaratarak, ona soy sop veren O'dur. Rabbin herşeye kadirdir." 201
Bu rabıta müslümanlarla ve onların savaş halinde oldukları bir topluluk arasında nasıl gerçekleşir?
Bir müslüman erkek nasıl olurda savaş halinde oldukları bir kavme damat olur?
Allame Ebubekir Er-Razi'nin Kur'an'dan;
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin -babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları
olsa bile- Allah'a ve peygamberine karşı gelenlere, sevgi beslediklerini görmezsin..." 202 ayetini
delil getirerek İbn Abbas'ın görüşünü kabul edişinde şaşılacak bir şey yoktur. Evlilik sevgiyi
gerektirir. Allah Teala şöyle buyurmak-
"İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabebet ve rahmet var
etmesi, O'nun varlığının delillerindendir." 203
Razi şöyle demiştir. "Harp ehlinden olan kadınlarla evlenmek mahzurludur. Çünkü Allah Teala
buyuruyor ki "Allah'a ve peygambere karşı gelenlere, sevgi beslediklerini görmezsin." Bu da ehl-i
harbe karşı geçerlidir. Onlara sevgi beslenmez. Çünkü onlarla bizim aramızdaki konum
bellidir."204
Şu ayet bu görüşü doğruluyor.
"Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza
yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder; kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerdir." 205
Şimdi onları dost edinmenin en kısa yolu onlarla evlenmekten geçmez mi? Onlardan bir kadın,
müslüman ailenin bir parçası hatta ailenin belkemiği olabilir mi?
Buna göre bir müslümanın günümüzde bir Yahudiyle evlenmesi caiz değildir. Hem de bizimle
onlar arasında sürekli devam edip gelen bir savaş olduğu halde. Yahudilerle Siyonistlerin arasında
bir ayırım yapılması gerektiğini söylemenin herhangi bir kıymeti yoktur. Gerçekte bütün yahudiler
siyonisttir. Siyonistlerin akli ve ruhi tüm oluşumları temelde, tevrata ve onun şerhleri olan talmuta
dayanmaktadır. Yahudilerde her kadın yahudi ordusu için bir askerdir. 206

Dördüncü Şart

Kitap ehlinden biriyle yapılacak evliliğin sonrasında bir zararın ortaya çıkmaması. Mubahları
kullanmak zararın çıkmamasına bağlıdır. Şayet bu kullanımda mutlak bir zarar ortaya çıkacaksa
kullanılması engellenmelidir. Ortaya çıkacak zarar büyüdüğünde işin yasaklama kısmı o kadar
artar ve neticede bu yasaklama haram kılmaya kadar dayanır. Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır. "Zarar vermek de yok verilecek zarara katlanmak da yoktur."
Bu hadis, kesin bir şer'i kaideyi ortaya koyuyor. Çünkü, her ne kadar bu hadis ahat bir hadis de
olsa, mana bakımından Kur'an ve Sünnet'ten cüzi hüküm ve nasslara uygundur. Bu da kesinlik
ifade ettiğini gösterir.
Bu nedenle Veliyyu'l Emr'in (İslam devleti başkanı), zararlı olacağından endişelendiği, bazı mubah
davranışları sınırlama hakkı vardır.
Müslüman olmayanlarla yapılacak evlilikte duyulabilecek endişeler, bir çok şekillerde kendini
gösterir.
1) Evlilikte müslüman ve salih kadınların yerine gayr-i müslimlerle evlenmenin tercih edilmesi
sonucunda müslüman kadınların sayısı erkeklerin sayısına eşit ya da onların sayısında fazla bir
duruma gelir. Saliha kadınlarla evlilik sayısı da diğerlerine oranla katbe kat düşer.
Gayr-i müslim kadınlarla evlenmeler arttıkça da müslüman ve sahila kadınlar evlenmekten
mahrum kalacaklardır. Özellikle de çok evliliğin azaldığı günümüzde. Kesinlikle bilinmektedir ki,
müslüman bir kadın müslüman bir erkekten başkasıyla evlenemez. Aradaki dengenin
sağlanabilmesi için, gayr-i müslim kadınlarla evliliklerin engellenmesi gerekir.
Herhangi bir ülkede yaşayan müslümanlar azınlık oluşturuyorlarsa mesela Avrupa ve Afrika'nın
bazı ülkelerinde olduğu gibi, şeriatin mantık ve ruhuna göre müslüman erkeklerin gayr-i
müslimlerle evlenmelerini yasaklamayı gerektirir.Gayr-i müslimlerle evlenmenin yasaklanmasıda
müslüman kadınların kendileriyle evlenecek müslüman bir erkek bulamamalarına bağlıdır. Böyle
olunca zaten müslüman bir kadın aşağıda vereceğimiz üç şeyden birine maruz kalır.
a) Gayr-i müslim bir erkekle evlenmek zorunda kalır. Ki bu evlilik İslama göre geçersizdir, batıldır.
b) Sapıklıklar yaşanacaktır. Rezil bir hayata sürüklenmesi muhtemel hale gelecektir. Bu da,
işlenen günahların en büyüklerindendir.
c) Ya da evlilik ve annelik hayatından daima mahrum bir hayat yaşayacaktır.
Tüm bunlar İslam'ın razı olmayacağı şeylerdir. Bu durum; Müslüman kadınlar gayri müslim
erkeklerle evlenemeyeceği halde, erkeklerin gayri müslim kadınlarla evlenmeleri neticesinde
ortaya çıkmaktadır.
Yukarıda sıraladığımız zararlar, yazımızın başında da bahsettiğimiz ortaya çıkması muhtemel
zararlardandır. Mü'minlerin emiri Ömer İbn Hattap (ra) -İmam Muhammet b. el-Hasen rivayet
etmiştir- sahabelerden olan Huzeyfe b. Yeman'ın Yahudi bir kadınla evleneceği haberini işitince
ona şöyle bir kaç defa mektup yazdı son yazdığı bir mektupta şöyle diyordu. "Bu mektubumu
kaldırıp bir kenara koymamanı diliyorum. Müslümanların sana uyup da sırf güzellikleri için ehl-i
zimmet kadınlarıyla evlenmeyi tercih etmelerinden korkuyorum. Bu da, müslüman kadınlar içinde
fitne çıkmasına yeterlidir."207
2) İmam Said b. Mansur da 'Sünen'inde Huzeyfe'nin evlilik kıssasına değiniyor. Ancak O, Hz.
Ömer'in Huzeyfe'yi evlenmekten men etmesine dair başka bir sebep daha gösteriyor. Bu evliliği
engelledikten sonra Hz Ömer şöyle dedi. “Ben onların edepsiz olanlarıyla evlenilmesinden
korkuyorum."
Her iki sebep de Hz. Ömer (r.a)'in amacını yansıtmaya mani değildir.
Birincisinde müslüman kızların gidişatlarını iyi görmüyor.
İkincisinde bazı kimselerin, Kur'an'ın ğayr-i müslimlerle evlenme kaydı olarak koyduğu iffet
şartında müsamaha gösterip ğayr-i müslim kadınlardan ebedsiz olanlarla evlenmelerinden
korktu. Her iki illet de evliliğin engellenmesi için yeterli sebeptir. Belki de bizzatihi bu Hz. Ömer'in
Talha b. Ubeydullah'tan evlendiği bir yahudi kadınını boşamasını istemesine sebep olmuştu.
3) Vatanından, dilinden, kültüründen, örf ve adetlerinden ayrı ğayr-i müslim bir kadınla yapılan
evlilik, bu propleme insaflıca eğilenlerin hissedebileceği hatta gözler önünde aşikar her kesin
görebileceği bir takım tehlikelerin çıkmasına sebep olur. Çoğukez, müslümanlardan Avrupa'ya
veya Amerika'ya tahsil görmek ve iş bulabilmek için giden gençler oluyor. Aradan belli bir zaman
geçtikten sonra bu gençlerin beraberlerinde kendi kültüründen uzak yabancı kadınlarla geri
döndükleri görülüyor. Dinleri farklı, dilleri farklı, örf ve adetleri farklı, anlayışları bambaşka bir kitle.
Evlendiği yabancı kadın yeni eşiyle kalma şartını kabul edipde kendisine yabancı bir ülkeye
geldiğinde bambaşka bir ortamla karşılaşır. Damat beyin ev halkı ise, kendilerine yabancı, ev
ortamı maddi ve manevi açıdan her şekliyle Amerika ve Avrupa standartlarına göre düzenlenmiş
bir ev haliyle karşılaştıklarında garipserler. Çünkü burası 'Madam'ın evidir. Yoksa bizim bir
müslüman kardeşimizin evi değildir. Bu evde kadın erkeğe üstündür. Yoksa erkek kadına değil.
Damat beyin ev halkı, yakın akraba ve dostları kendi evlerine ya da köylerine döndüklerinde,
hayatta olduğu halde çocuklarını kaybettiklerinin farkına varırlar.
Bu ailenin çocukları olduğunda ise işler daha da sarpa sarar. Çocuklar annelerinin istedikleri
eğitim doğrultusunda yetiştirilirler. Baba istese de kendi kültürüne göre çocuklarını yetiştiremez.
Çünkü çocuklar annelerine babalarından daha yakın, onunla daha fazla temas halinde ve ondan
daha fazla etkilenmektedirler. Özellikle de, Avrupa gibi bir yerde yaşıyorlarsa. Çocuklar annelerinin
dini üzerine büyürler. Annesinin dini değerlerine, anlayışlarına, örf ve adetlerine önem verirler. Her
ne kadar görünüşte babalarının dinine mensup olsalar da bu durumu değiştirmez. Babalarının dini
sadece onlarda bir isim ve şekil olarak kalır. 208

Önemli Bir Açıklama

Zaman zaman konuyla alakalı soruların değişmesiyle konuyla alakalı fetvaların da değiştiği
çeşitle konuların ve meselelerin ışığında burada basiretli kimselerin gözünden kaçmayan bir
meseleyi açıklamayı gerekli görüyorum. Bu mesele benim nazarımda hayli büyük bir
ehemmiyyete sahiptir.
İslam ehl-i kitaptan olan kadınlarla evlenme ruhsatı verirken iki önemli hususu da göz önünde
bulundurmuştur.
1) Ehl-i kitabın asıl itibarıyla kendine has semavi bir dini vardır. Böyle bir kadın, müslüman bir
erkekle evlilik hayatı kurduğunda onunla birlikte Allah'a, risalete, ahirete, peygamberlerden miras
olarak kalan ruhi değerler gibi ahlaki değerlere iman hususunda müslüman bir erkekle ortak
olacaktır. Bu inanç ortaklığı genel manadadır tafsili anlamda değildir tabii. Sonuç itibarıyla,
kendisiyle İslam arasındaki mesafe yakınlaşabilecektir. Çünkü o kadın, kendi dininin aslını itiraf
edecek ama genel olarak İslam dininin usullerini kabul edecektir. İslam dini onda gitgide baskın
çıkacak yeni ve faydalı bir şekilde onun bu yönünü tamamlayacaktır.
2) Ehl-i kitaptan olan kadın, mütedeyyin bir müslüman erkeğin gölgesinde evlilik hayatına
atıldığında, islam şeriatine göre hareket eden müslüman bir toplumun yönetimi altında her an
te'sir altında kalacaktır. Etkileme gücüne sahip olmayacak verilenleri kabul eden olacak kendi
inancıyla toplumun inançsal değerlerini etkileyen olamayacaktır. Gün gelecek İslama girmek
isteyecek, girmek için ümit besleyecek. Her ne kadar İslam'a girmese deki dinde zorlama
olmadığından bu onun en doğal hakkıdır- toplumun adap ve kurallarına uyması halinde yaşamsal
planda İslama girmiş olacaktır. Şunu demek istiyorum; İslam toplumunun içinde inanç
bakımından erimese de yaşayış tarzı bakımından eriyip gidecektir.
Bu nedenle, onun kocasını ve çocuklarını etkileyebileceği endişesi olmasın. Çünkü çevresini bir ağ
gibi saran İslam toplumunun onda etkisi, onun ortaya koymak isteğini gayretlerden daha baskın
ve daha kuvvetli çıkacaktır.
Müslüman bir babanın da aynı zamanda dininde gayretli olması, çocuklarını kendi inaçlarına göre
yetiştirmesi, ehli kitaptan olan hanımının tesirini çocuklar üzerinde kırmak için azami gayret
göstermesi gerekir.
Ama bugün İslam toplumu denen ve her türlü değer yargılarını kültürünü, anlayış tarzlarını,
yaşayış tarzalarını İslam'a göre biçimlendiren toplum nerede?
İslam toplumu olmayınca müslüman bir ailenin varlık sağlayabilmesi de imkansızdır.
Bu nedenle asrımızda gayr-i müslimlerle evlilik, çeşitli zararlara ve fesatlara yol açacağından
engellenmesi gereklidir. Çünkü bir fesadın engellenmesi bir maslahatın yerine getirilmesinden
önce gelir.
Unutmayalım ki, gayri müslimlerle evliliğe ruhsat verilse de hiç bir şüphe götürmeyen bir gerçek
vardır ki, müslüman bir kadınla evlenmek bir çok yönlerden gayr-i müslim bir kadınla evlenmekten
daha efdal ve daha evladır. Çünkü eşler hem dini yönden birbirlerine yardımcı olurlar hem de her
konuda birbirlerini daha iyi tamamlarlar. Hatta fikir ve mezhebi yönden uygunluk en efdal olanıdır.
Bundanda öte İslam sadece herhangi bir müslüman kadınla evlenmeyi yeterli görmez. Aksine
mütedeyyin bir kadınla evlenmeye teşvik eder. Çünkü dini gerçek manada yaşayan bir kadın
Allah'ın rızasını kazanmaya daha bir önem verir. Evliliğin hakkını yerine getirmeye riayet eder.
Kocasının malını, kocasından olan çocuklarım ve kendini koruma hususunda daha bir önem
gösterir. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Sen dindar olanını tercih et." 209

Kadının Eşîne Hizmet Etmesi

Soru

Bir camide imamın biri şöyle diyordu: Kadının eşine hizmet etmesi gerekmez. Bu dinen de böyle
midir? Yoksa ev işlerini çekip çevirmek, çocuklara bakmak erkeğe mi aittir? Şayet bu görüş
doğruysa kadınlar erkekleri umursamaz. Evdeki ve toplumdaki işler sarpa sarar. 210

Cevap

Bu imam'ın söylediğini bazı fıkıh alimleri de söylemektedir. Onların söylediklerinin hiç biri de sahih
değildir. Hatta bu alimler hem hata yapabilen hem isabetli görüşlerde bulunabilen müçtehit
insanlardır. Kim bir konuda isabetli hükme varırsa onun için iki ecir vardır. Kim de hatalı hükme
varırsa ona da bir ecir vardır. İmam Malik şöyle söylemektedir. "Sözü alınıp da terkedilmeyecek
tek kişi Peygamber (s.a.v)'dir."
Aslında hak görüş, eviçi ile ilgili konulardaki hizmeti kadına vermek ve ona yüklemektir. Buna
delilimiz de şunlardır. 211

Birincisi:

Allah Teala kadınların konumu hakkında şunları beyan etmektedir.


"Kadınların hakları örfe uygun şekilde vazifelerine denktir." 212
Kadının erkeğine hizmeti, Allah Teala'nın bildirdiğine göre örfe uygun şekilde olmasıdır. Ama
kadının rahatlık içinde yaşayıp da erkeğin ev hizmetlerini eline alması örfe uygun olanı değildir.
Erkek dışarıda sıkıcı ve yorucu çalışmasından soma bir de ev işlerine kalkışması olacak şey
değildir. Adaletli olan, kadının ev işleriyle meşgul olmasıdır. 213

İkincisi:

Yerine getirilen her hakkın karşılığını vermek vaciptir. Allah Teala, kadının nafakasını karşılamasını
erkeğe vacip kılmıştır. Üstüne üstlük bir de mihri var. Açıkçası bu haklar, onları hak etmesine
sebep olan amellerine karşılık verilir. Mihir ve nafaka, erkeğin kadından faydalanmasının
karşılığıdır. Dolayısıyla bu faydalanma ameliyesi, ikisi arasında müşterek olarak gerçekleşir. 214

Üçüncüsü:

İbn Kayyım şöyle demektedir. "Kadınla erkek arasında yapılan mutlak akd, örfe göre gerçekleşir.
Örf ise, kadının hizmet etmesi, evin işlerini çekip çevirmesidir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler."215
Kadın erkeğe hizmet etmedimi -yani erkek kadına hizmetkar oldu mu- kadınlar erkekler üzerine
hakim olurlar. 216

Dördüncüsü:

Sahabe kadınlarından rivayet edildiğine göre, onlar kocalarına hizmette kusur etmiyorlardı. Ev
işlerini kadınlar yerine getiriyorlardı. Ebubekir'in (r.a) kızı Esma'dan gelen şu rivayet doğrudur.
Esma şöyle dedi: "Ben Zübeyr'e (Onun eşi) hizmet ediyordum.
“Ev işlerinin tümünü ben yapardım. Zübeyr'in bir atı vardı ben o ata kuru ot toplar, tımarını yapar ve
hazır hale getirirdim.”
Kadınların efendisi Fatıma Zehra Hz. Ali (r.a)'ye hizmette kusur etmezdi. Ev ihtiyaçlarını Hz.
Fatıma yerine getirirdi. Hamur yoğurmak, ekmek yapmak hatta un öğütürken ellerinde izleri
kalmıştı. Peygamber (s.a.v)'e Hz. Ali (ra) ile birlikte gelip ev hizmetlerinden şikayetçi oldular.
Peygamber (s.a.v) ev hizmetlerini yapmasını Hz. Fatıma'ya tenbih etti. Hz. Ali (ra)'ye de dışardaki
işlerle uğraşmasını söyledi.
Kadının hizmeti konusunda şöyle söyleyenler de vardır. “Yukardaki hadisler (Hz. Fatıma ve Esma
ile ilgili hadisler) hizmetin, nafileden ve güzel ahlaktan ileri geldiğine delalet eder yoksa vacip
olduğuna değil. Hz. Fatıma ve Hz. Esma'nın yaptıkları hizmetler, gönülden gelerek yapılan
hizmetlerdir.” Bu görüşte olanlar Hz. Fatıma'nın Peygamber (s.a.v)'e ev hizmetleri nedeniyle
şikayete geldiğini unutuyorlar. Peygamber (s.a.v) onun şikayetini kabul etmedi. Hizmet yapman
gerekmez diye de birşey söylemedi. Tek söylediği 'Hizmet yapman gereklidir.' sözüydü.
Peygamber (s.a.v) kesinlikle verdiği hükümde sapmamıştır. Haktan uzak bir hüküm vermemiştir.
O'nun sözleri, amelleri ve susması sonucunda yapılanları onaylaması bizin için şer'i hükümdür.
Hz. Esma'yı Hz. Zübeyr de yanında olduğu halde başının üstünde ot taşırken gördü de ona; “Bu
hizmeti yapmak Zübeyr'in işidir. Gerçekte bir kadının böyle hizmetler yapması zulümdür” demedi.
Aksine, Hz. Esma'nın yaptığı bu hizmeti ve çalışmayı onayladı. Diğer sahabe hanımlarına da
kocalarına hizmet etmelerini söyledi.
Kadının kocasına hizmeti bir gerçektir. Fıtratı gereği ev işlerini kadın üstlenir. İslam toplumundan
kalan örfü miras da bunu böyle olduğunu onaylıyor. Şeri'at; dini konuda görüş ileri sürenlerin
sözleriyle değişmez, Şeriat neyse odur. Allah daha iyi bilir. 217

Kadının Eşi Üzerindeki Hakkı

Soru

Benden yirmi yaş daha büyük biriyle evlendim. Benimle onun arasındaki yaş farkını ikimizin
arasını uzaklaştıracak bir engel olarak görmüyorum. O bana yüzüyle, diliyle ve kalbiye şefkat
gösterdiğinde ben aramızdaki bu yaş farkını unutacaktım. Ancak üzülerek söylüyorum, ben tüm
bu iltifatlardan mahrum olarak yaşıyorum. Ne yüzünden tatlı bir gülücük, ne güzel bir söz ne
şefkat görebiliyorum.
Mesken ve diğer birtakım giyim gibi ihtiyaçlarımı yerine getirmekte herhangi bir cimrilik
göstermiyor. Bana eziyet olabilecek herhangi bir davranışta bulunmuş da değil. Ama, bir kadının
bir erkekten beklediği şeyleri bulamıyorum. Ben kendimi ona göre kıyaslıyorum da sadece yemek
pişirme işleriyle uğraşan, çocuk doğuran yada istediği zaman onun bir takım isteklerini tatmin
eden bir kişi olarak kullanıldığımı görüyorum.
Bunlar da beni bıktırıyor, usandırıyor. Çok sıkılıyorum. Hayatımı dar bir kafesteymiş gibi
görüyorum. Özelliklede aynı yaşıttaki ve durumdaki diğer arkadaşlarımı mutluluk içinde gördükçe
bu sıkıntılarım bir kat daha artıyor.
Bir gün bu şikayetlerimi kocama açtım bana şöyle dedi: Senin hakkını vermiyor muyum? Yiyorsun
içiyorsun, her türlü harcamaları yapıyorsun bunlarda herhangi bir kısıtlamaya gidiyor muyum?
Şimdi benim evli çiftlerin bilmesi için sormak istediğim şey şudur: Yemek, içmek, giymek gibi
diğer maddi istekler erkeğin kadın için sağlaması yeterli olan herşey midir? islam şeriatinin
nazarında beşeri arzuların hiç bir değeri yok mudur?
Ben fıtratım gereği bunun böyle olduğu kanısında değilim. Bu nedenle sizden evlilik hayıtının nasıl
olması gerektiği hakkında açıklamalar yapmanızı rica ediyorum. 218

Cevap

Soruyu yönelten müslüman bacımızın söyledikleri, islam şeriatinin onayladığı şeylerdir.


Şeriat, kadının maddi isteklerini -nafakası, giyimi, bazı ihtiyaçlarını karşılanması gibi- yerine
getirmeyi erkeği üzerine farz kılmıştır. Tabi her iki tarafın durumuna göre.
Ancak kadın, insanın sadece onunla insan olabildiği ruhi ihtiyaçları konusunda asla ihmal
edilmemelidir. Eski bir şair de bakın ne diyor.
Ey Kadın! sen, ruhunla insansın cisminle değil.
Kur'an-ı Kerim de evliliği kainattaki Allah'ın ayetlerinden bir ayet, nimetlerinden bir nimet olarak
kabul ediyor ve şöyle diyor.
"İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var
etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet için dersler vardır." 219
Ayet-i Kerime evlilik hayatının hedeflerinin ve değerlerinin neler olduğunu belirliyor. Ruhi huzur,
sevgi ve rahmet. Tüm bunlar ruhi değerlerdir. Yoksa maddi değil. Evlilik hayatı ayetin belirlediği
muhabbet, sevgi ve rahmet çemberinden dışarı çıkınca asıl manasını yitirir. Cisimler her ne kadar
birbirlerine yakın olsa da eşler arasındaki ruhsal iletişimler birbirlerinden oldukça uzakta kalır.
Bu nedenle, bir çok evli erkek yanlışlar yapabiliyor hatalara sürüklenebiliyorlar. Onlar evliliğin
kadının nafakasını temin etmek, giyim kuşamını yerine getirmek bir de onunla yatmak olarak
algılıyorlar. Onlara göre bunlarm ötesinde başka birşey yoktur. Kadının yemek, içmek, giyinmek
gibi maddi ihtiyaçlarının yanında bunlardan daha önemli güzel bir söze, tebessüme, şefkate, sevgi
dolu ilişkilere ihtiyacı olduğunu düşünemiyorlar.
İmam Gazali evlilik hukuku ve ev hayatının adapları konusunda şunları söylemektedir. Evlilik
hayatı adab-ı muaşereden yoksun olarak devam edemez. Bu adab-ı muaşereyi Kur'an ve Sünnet
belirlemiştir.
Kadınlara güzel davranmak, ona eziyet etmemek, konusunda Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Onlarla güzel geçinin." 220
Kadınların hakkını tanzim konusunda da Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Ve onlar sizden sağlam teminat almışlardı." 221
"Yanınızdaki arkadaşa"222 buyrulmaktadır. Buradaki, arkadaş'tan kastın 'kadın' olduğu
söylenmiştir.
İmam Gazali şöyle demektedir. "Ben biliyorum ki, erkeğin kadınla güzel geçinmesi sadece kadına
eziyet yapılmaması anlamına gelmez. Erkek eşine kızdığında ve sinirlendiğinde yumuşak olur.
Allah Resulü (s.a.v)'e tabi olur. O'nun hanımları bir sözü döndüre döndüre söylerlerdi, hatta
onlardan bazısı bir gün bir gece kendisiyle küserdi.
Peygamber (s.a.v) Hz. Aişe (r.anha)'ye şöyle diyordu: Ben biliyorum ki, senin kızgınlığın senin razı
olmandandır. Hz. Aişe (r.anha) şöyle buyurdu: "Nasıl biliyorsun?"
Peygamber (s.a.v): "Çünkü hoşnutluk duyup razı olduğunda 'Muhammed'in ilahına yemin olsun ki
hayır!' diyorsun, kızdığın zaman da İbrahim'in ilahına yemin olsun ki hayır!' diyorsun." Hz.Aişe:
"Doğru söyledin ben sadece senin ismine küsüyorum."
Gazalinin bahsettiği adaplar arasında şunlar da vardır: Kadınla şakalaşmak, onunla oynamak
bunların tümü kadının kalbini kazanmak içindir. Peygamber (s.a.v) hanımlarıyla şakalaşırdı.
Hz. Ömer (ra) sert bir kişiliğe sahip olduğu halde şöyle söylüyordu. "Erkeğin ailesine karşı çocuk
gibi olması gerekir. Ama ailesi kendisinden birşey yapmasını isteğinde bir erkek olduğunu
anlasınlar."
Peygamber (s.a.v) dinin topluma yerleştirilmesi, islam toplumunun eğitimi, içerde devletin
güçlenmesi, dışarda devlete heran saldırmak için bekleyen düşmanlara karşı İslam devletinin
savunması sırasında üstün gayretlere ve uğraşlara girmesine rağmen. Üstelik, Rabb'iyle devamlı
irtibatlı olmasına, oruçlarına, namazlarına, Kur'an okumasına ve zikirlerine hırsla sarılmasına
rağmen, bütün bunlar O'nun hanımlarıyla alakasını azaltmamıştı.
O (s.a.v) tüm bunlara rağmen hanımlarının üzerindeki haklarını yerine getiriyor, onların insani
yönleriyle, manevi yönlerini kesinlikle unutmuyordu.
İbn Kayyım şöyle demektedir. "Peygamber (s.a.v)'in hanımlarıyla yaşantısı şu şekilde idi: Güzel
geçinmek, samimi ilişkiler kurmak. Hz. Aişe (r.anha) ile birbirlerine su atışarak oynarlardı. Hz. Aişe
(r.anha)'nin kaptan içtiği yerden kendisi de dudağını koyarak su içerdi. Onun etli kemik üzerinde
yediği yerden kendisi de yerdi."
Tüm bunları düşündüğümüz de, Peygamber (s.a.v)'in hanımlarına ne kadar değer verdiğini
görebiliriz. Hepsine aynı mesuliyet duygusuyla yaklaşıyordu. Peygamber (s.a.v) bir yönden Hz.
Aişe (r.anha) ile biraz daha fazla ilgileniyordu. Bunun da sebebi vardı tabiki. Onun genç yaşta
olması, çok genç yaşlarda iken onunla evlenmesi, bir kadının erkekten istediği normal şeylerden
daha fazla şeyleri istemesinden kaynaklanıyordu. Bundan şunu kastedi- yorum, manevi ilişkiler,
daha fazla ilgi ve yakınlık beklemesi, daha derin duygu alışverişleri bu yaştaki kadınların daha
fazla bekledikleri birşeydir. 223

Eşler Arasında Cinsi İlişkiler

Soru

Bir defasında biz sizden şöyle birşey duymuştuk; dini konuları öğrenmede utanma olmaz, dini bir
konuda ne biliniyorsa .hem açıklanmalı hem de bilinmiyorsa sorulmalıdır.
Simde ben de size, erkekle kadın arasındaki cinsi ilişkilerin nasıl olması gerektiğini sormak
istiyorum. Bu konu bizlerin arasında devam ede gelen bir tartışma haline dönüştü. Çoğu kez
bende aşırı istekler uyanıyor, bu nedenle hanımımı istiyorum. O ise benim istediğim zamanlarda
kaçınıyor, teklifimi reddiyor. Bunun sebebi de ya yorgun olmasından ya da isteğinin
olmamasındandır. Ya da onun ileri sürdüğü her hangi bir takım sebepler aramızdaki bazı cinsi
ilişkilerin olmasına engel teşkil ediyor. Ben bu mazeretleri aramızdaki cinsi ilişkilerin meydana
gelmesine 'mani' olabilecek türden problemler olduğunu düşünmüyorum.
Şeriat, hissi ilişkiler açısından kadın ve erkeğin uyması gereken bir takım sınırlar çizmiş midir.
Diyelim ki eşler karşılıklı cinsi ilişkilerinde birbirlerine muhalefet etseler bunun şer'i hükmü nedir?
Bu nedenle eşimle ben bu meselenin halli için size danışmaya karar verdik. Konuyla alakalı olarak
şer'i hükümleri bilmek istiyoruz. Yeterli ve sadra şifa açıklamalarınızı bekliyoruz. 224

Cevap

Dini konuları öğrenmede utanmamak gerekir. Bunda hiçbir tereddüte mahal yoktur. Mü'minlerin
annesi Hz. Aişe (r.anha) Ensar kadınları hakkında şöyle söylüyor: "Hayaları onların dinlerini
öğrenmelerine mani olmazdı." Onlardan bazıları öğrenmek için gerektiğinde; hayız, nifas vb.
konuları soruyorlardı. Kimisi de cünüplük, boşalma ve gusül hakkında sorabiliyorlardı.
Bu tür sorular karşılıklı konuşulması gereken türden sorulardır. Mektup yoluyla cevap vermek ya
da telefon yoluyla halledilebilecek türden sorular değildir. Mescitlerde büyüklerin ve küçüklerin,
evlilerin ve bekarların, yaşlı ve genç kadınların bulunduğu ortamlarda dersler işleniyor. Bu
derslerde, taharet konuları, abdest konuları, gusül konuları, hayz konuları, nifas ve bunlara benzer
diğer fıkhı konular işlenir. Abdesti bozan şeyler arasında insanın her iki yerinden çıkan pislikler,
zekerin ellenmesi, kadına şehvetle veya şehvetsiz olarak yaklaşılması, guslün vacipleri sırasında
cima, ihtilam, istimna ve bunların yanında cinsi konularla alakalı diğer hükümlerden
bahsedilmektedir.
Mesela, tefsir ve hadis derslerinde cinsi münasebetle alakalı bir hadis veya bir ayet geldiğinde
ondan bahsedilir. Bir müfessirin ya da hadiscinin bu konulara değinmeden geçmesi caiz değildir.
Dolayısıyla bir müfessirin ya da hadiscinin Allah Teala'nın ya da O'nun Resulü (s.a.v)'nün konuyla
alakalı hükümlerini anlatmadan geçmesi kesinlikle caiz değildir.
Bu konuların anlatılmasında bazı çekingenliklerin olması da doğaldır.Çünkü bilindiği üzere bu
konudaki bilgiler, geniş, yaygın ve mahrem bir sahaya serpilmişlerdir. Bunanla beraber konu dinin
üstünlüğüne, mescidlerin heybetine ve alimlerin vakarına gölge düşürecek boyutta da değildir.
Asrımızda cinsi eğitime önem verenler, cinsi eğitimin kapalı bırakılmadan,her yönüyle anlatılması
taraftarıdırlar.
Kardeşimizin açıklanmasını istediği hükmün fetvasına gelince;eşler arasındaki cinsi ilişkiler, evlilik
hayatında tesirleri ve bir takım ciddi yönleri olan konudur. Gerekli önemin verilmemesi ve
konumunun dışına çıkılması neticesinde hayatın sıkıntılara ve zorluklara sürüklenmesine sebep
olabilir.
Bazı insanlar dinin bu yöne gerekli ehemmiyeti vermediğini düşünürler. Bazıları da dinin bu
yöndeki eğitim ve yönlendirmelere girmekten daha yüce bir konuma sahip olduğunu düşünürler.
Gerçekte İslam, insan hayatının hissi yönlerine ilgisiz bir din değildir. İslam dininin bu konuyla
alakalı emirleri ve yasakları vardır.
1) İslam öncelikle, cinsel arzuların fıtri olduğunu, insanın asli ihtiyacı olduğunu, bazılarının bu
konuda aşırı istekleri olabileceğini veya bazılarının da cinselliği çirkin ve pis bir istek olarak
görebileceklerini göz önünde bulundurmuştur. Bu nedenle Peygamber (s.a.v) ashaptan, cinsi
ilişkiden tamamen uzaklaşmaya çalışanlara şunları söylemiştir. "Ben Allah'ı sizden daha iyi biliyor
ve sizden daha fazla O'ndan korkuyorum. Ancak ben hem namaz kılıyor hem uyuyorum, hem oruç
tutuyorum hem tutmuyorum, kadınlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimi terkederse benden
değildir."
2) Aynı zamanda evlendikten sonra bu güdülerin tatmin edilmesi konusunda her iki cinsin
haklarını da tesbit etmiştir. Cinsi ilişkinin Allah'a yakınlık ve O'na ibadet olduğunu tesbit etmek
suretiyle evli çiftler arasında bu amelin yapılmasını teşvik etmiştir. Bir sahih hadiste şöyle
geçmektedir. "Sizin fercinizde (üreme organınızda) bir sadaka vardır." Sahabe şöyle dedi: "Bizden
biri (hanımına) şehvetle yaklaşırsa onun için de bir ecir var mıdır?" Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmuştur: "Evet, onu haram yollar için kullansaydı kendisi için bir günah olmayacakmıydı?
Helal yolda kullandığından dolayı da bir ecir vardır. (Bu konuda) şerrin olabileceğini
düşünüyorsunuz da hayrın olabileceğini düşünemiyor musunuz?"225
İslam, fıtratı gereği erkeğin {cinsel ilişkiyi) isteyen, kadının da istenen olduğunu kabul eder. Erkek
kadından daha isteklidir. Kadının cinsi yönüne olan dayanma sabrı oldukça azdır. Bazı kimseler
kadının şehvetsel isteğinin erkeğinkinden kuvvetli olduğunu iddia etseler de yaşanan vakıalar
bunun tersini göstermektedir.
a) Bu sebeplerden dolayı, erkeğin cinsi isteklerinin kadının cinsi isteklerinden ağır basması
sebebiyle karı-koca ilişkilerinde kadının kocasının bu yöndeki isteklerine boyun eğmesini ona
gerekli kılmıştır. Bu konudaki hadis şöyledir: "Erkek hanımını (cinsel) ihtiyacı için çağırdığında
hemen gelsin."226
b) Kadınların mazeretsiz olarak kocalarını reddetmeleri yasaklanmıştır, Böyle bir durum erkeğin
sinirlenmesine ve arzularının körelmesine sebep olabilir. Hatalı davranışlara ve düşüncelere
sebep olur. Sarsılmasına en azından sinirlerinin gerginleşmesine yol açar. "Koca karısını yatağına
çağırır ve karısı da buna karşılık vermez ve kocası ona kızgın olarak gecelerse; melekler ona
(kadına) sabaha kadar lanet ederler."227
Ancak bütün bunlar, kadının hastalık, takatsizlik veya şer'i bir özür vs. türünden bir mazereti
olmadığı zamanlar için geçerlidir.
Kocanın da bu durumlara dikkat etmesi gerekir. Nitekim Allahu Teala -ki kulları yaratan, onların
rızıklarını veren ve hidayet eden odur- özür anlarında kullarının yükümlülüklerini kaldırmıştır.
Kullara yakışan ise buna uygun davranmaktır.
c) Böylece mevzumuzu kadının nafile oruç tutmasının kocasının iznine tabi oluşuyla
tamamlayalım. Çünkü kocasının hakkını gözetip, buna riayet etmesi nafile oruç sevabından daha
önemlidir.
Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste şöyle geçmektedir: "Kocası yanındayken onun izni
olmadan hanımı için oruç tutmak yoktur."
"Buradaki oruçtan murad, başka bir hadisde e ifade edildiği gibi "nafile oruç"tur.
3) İslam şehevi dürtüleri, erkek açısından dikkate aldığı gibi, bu işin kadınla ilgili yönünün de,
yaradılışından gelen kadınlık vasfını dikkate almak suretiyle gözetmiştir.
Bundan dolayı Resulullah (sav), ashabtan Abdullah bin Amr'ın, "Gündüzleri oruçla, geceleri de
namazla geçireceğim" demesine karşılık; "Nefsinin ve ailenin senin üzerinde hakları var" demiştir.
imam Gazali şöyle diyor: "Kişinin her dört gecede bir hanımına yaklaşması gerekir. Bu adalete en
uygun olandır. Eğer dört hanımı varsa, o zaman bu Ölçü değiştirilebilir. Evet, karısının isteklerini
gözetmek suretiyle bu süre uzatılabileceği gibi kısaltılabilir de. Bu işin hanımının, iffetini
koruyacak şekilde gözetilmesi, kocanın üzerine vaciptir.228
4) Ayrıca İslam, erkeğin, hanımının duygu ve isteklerine önem vermeksizin, bütünüyle kendi
arzularını gözetmesini hoş karşılamamıştır.
Bu sebeple, bir hadis-i şerifte, eşlerin karşılıklı oynaşma ve öpüşmeyle birbirlerini cinsel
birleşmeye hazırlamaları söz konusu edilmiştir. Bu sayede, yaptıkları sırf çiftleşmekten ibaret olan
hayvansal bir birleşme olmasın.
Birçok İslam alimi ve hukukçusuna göre; eşlerin karşılıklı birbirlerini cinsel yönden uyarmalarında -
pekçok evli çift bundan gafil olsalar da- bir beis veya günah yoktur.
Fıkıh ve tasavvuf alimi, Hüccetü'l İslam Ebu Hamid el-Gazali, takva ve vera ehlinin hallerini ve
cennet yolunun yolcularını resmettiği kitabı "İhya"da bu konuda, "Cinsel birleşmenin bazı edepleri"
başlığı altında şunları söylemiştir:
"Bu işe Allahu Teala'nın ismiyle başlamak müstehabdır. Nitekim Resulullah (sav) şöyle
buyurmaktadır: "Sizden biri eşiyle birleşeceği zaman "Ey Allahım, şeytanı bizden ve bize rızık
olarak vereceğin (çocuk)den uzaklaştır" desin. Bu durumda eğer Allah onlara çocuk- verirse,
şeytan ona zarar veremeyecektir."229
"Kişi, eşini ve kendisini örtsün. Yumuşak, hoş (güzel), nazik sözlerle ve öpücüklerle başlasın"
meselesine gelince;
Resulullah (sav) şöyle söylüyor: "Sizden biri eşiyle hayvanlar gibi birleşmesin. Araya elçi (vesile)
kılsın."
Denildi ki: "Elçi nedir? Ya Resulullah!"
Resululah (sav) şöyle buyurdu: "Öpüşme ve konuşmadır."
Yine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Üç şey erkeğin acziyetindendir." Peygamberimiz bu
üç şeyden birisini de şöyle ifade etmiştir: "Bu bir erkeğin, hiç konuşmadan, oynaşmadan ve
sevişmeden hanımıyla birleşmesi, kendi ihtiyacını giderdikten sonra da hanımının durumunu
dikkate almadan ayrılması (onun acziyetinden) dir.230
Gazali diyor ki: "Kişi isteğini giderdikten sonra, aynı şekilde karısına da ihtiyacını karşılayıncaya
kadar imkan tanımalıdır. Karısının boşalması biraz daha geç olabileceğinden, onun durumuna
göre kendisini ayarlamalıdır. Birden bire ayrılması hanımına eza olur. Boşalma anındaki
uyumsuzluk, tatminsizliğe sebep olur. Genelde koca erken boşalmaktadır. Boşalma anındaki
birliktelik kadın için en elzem olanıdır. Koca yalnızca kendisini düşünmesin, karısını da düşünsün.
Karısı, çekindiği için bu konuları ona söyleyemeyebilir."
Gazali'nin görüşlerini naklettikten sonra, şimdi de konuyla ilgili olarak, büyük İslam alimi İbn
Kayyım'ın "Za'dü'l Mead" isimli eserinde, "Eşler Arasındaki Cinsel İlişkide Nebevi Yol" başlığı
altında zikrettiklerine bakalım. Burada cinsellikle ilgili olarak, dini zorlamaların, ahlaki ayıpların,
toplumsal eksikliklerin -özellikle asrımızda bazı çevrelerin İslam'a eleştiri olarak ortaya attıkları
eksikliklerin- konunun dışında tutulduğunu görürüz.
İbarede şöyle geçiyor: "Evlenmek ve eşler arası cinsel münasebetler hakkında en güzel örnekleri
Hz. Peygamber (sav) vermiştir. O sıhhatli bir birlikteliğe dikkat etmiş, gönül hoşnutluğunu ve haz
almayı gözetmiştir. En önemlisi evliliğin üzerine bina edildiği maksatları elde etmeye gayret
etmiştir.
Evlilikte cinsel ilişkinin varlığının, üç temel hedefi vardır.
Birincisi: Nesli muhafaza etmek. Ve insanın bu alemde Allah'ın taktir ettiği noktaya varmasının
gerçekleşmesi.
İkincisi: Vücudda biriktirilmesi ve hapsedilmesi zararlı olan sıvının dışarı atılması.
Üçüncüsü: Tatmin olmak, zekv almak ve nimetten faydalanmak.
İbn Kayyım şöyle devam etmiştir: "Faydalardan bazıları da şunlardır: "Gözü muhafaza etmek,
nefse hakim olmak, haramlardan iffeti koruyabilme gücünü kazanmak ve kadın açısından da
bunları temin etmek. Bu şekilde insan hem dünyasına hem de ahiretine faydalı olur. Ayrıca eşine
de faydalı olur. İşte bu yüzden Resulullah (sav) de "Bana dünyanızdan kadın ve güzel koku
sevdirildi" buyurmuştur."
İmam Ahmet bin Hanbel'in, "Kitabu'z-Zühd"ün'de bu hadise güzel bir ziyade vardır: "Yemeğe,
içmeye karşı sabırlı ol, ama hanımlarınla cinsel ilişkiye değil."
Resulullah (sav) ümmetini evlenmeye teşvik etmiştir: "Evlenin! Çünkü ben sizin çokluğunuzla,
diğer ümmetlere karşı övünürüm." Yine şöyle demiştir: "Ey gençler, sizden evliliğe imkan bulan
evlensin. Çünkü böyle yapmak, gözü sakınmanın ve ferci korumanın en iyi yoludur." Hz.
Peygamber, Cabir (r.a) dul bir hanımla evlenince şöyle demişti: "Senin onunla, onun da seninle
oynaşacağın bir bakire yok muydu?"
Sonra İbn Kayyım şöyle demiştir:
"Eşler arasında, oynaşmak, öpüşmek ve emmek, cinsel ilişkiye başlamanın gereklerindendir.
Resulullah (sav) da hanımlarıyla oynaşır ve onları öperdi." Konuyla ilgili olarak Ebu Davud'da şöyle
bir rivayet vardır.
"Nebi (sav), Aişe (ra)'yi öper ve dudaklarını emerdi." Cabir bin Abdullah (ra)'dan ise şöyle bir rivayet
gelmiştir:
"Hz. Peygamber (sav) oynaşma olmadan cinsel birleşmeyi nehyetmiştir."231
Bütün bunlar bize, İslam fukahasının bu tür konuların çözümlerinde "mutaassıb" ve "tutucu"
olmadığını bilakis, asrımızın tabiri ile "ileri görüşlü" kişiler olduklarını göstermektedir.
Sözün özü şudur: Şüphesiz İslam, eşler arasındaki cinsel ikişkiyi ihmal etmemiştir. Kur'an-ı Kerim,
Bakara suresinde, iki ayrı yerde aile hayatının tanzimiyle ilgili olarak şöyle buyuruyor:
Birincisi: Oruçtan bahseden ayetin konuyla ilgili yönüdür. Allahu Teala buyuruyor:
"Oruç gecesi, kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin elbisenizdir, siz de onların
elbisesisinîz. Allah, sizin kendinize yazık etmekte olduğunuzu bildi de tevbenizi kabul edip sizi
affetti. Artık şimdi onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazıp taktir etmiş olduğunu arayın. Şafağın
beyaz ipliği siyah iplikten ayırdedilinceye kadar yeyin için, sonra ta gece oluncaya dek orucu
tamamlayın. Mescidlerde ibadete çekilmiş iken kadınlara yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır."
232
Eşler arasındaki münasebeti anlatmak için, Allahu Teala'nın, "Onlar sizin için elbise, siz de onlar
için elbisesiniz" ifadesinden daha güzel, daha mükemmeli ve daha isabetlisi yoktur. Burada
güzellik, beğeni, bağlılık, sıcaklık, güven ve mahremiyet gibi anlamlarla, eşler arasında karşılıklı
ilişkinin gereği olabilecek herşey "elbise" tabiri ile karşılanmıştır.
ikincisi, Allahu Teala'nın şu kavlidir:
"Sana adet görmeden soruyorlar. De ki: "O eziyettir." Adet halinde kadınlardan çekilin,
temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah'ın emrettiği yerden onlara
varın. Allah tevbe edenleri sever; temizlenenleri de sever. Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde
tarlanıza nasıl dilerseniz, öyle varın. Kendiniz için ileriye hazırlık yapın ve mutlaka Allah'a
kavuşacağınızı bilin (Ey Muhammed) inananları müjdele." 233
Pekçok hadis-i şerifte -birinci ayette geçen- "Kadınlardan çekilmek" ile ilgili olarak gelen
malumatlardan bunun "cinsel ilişkiden uzak durmak" olduğu anlaşılıyor. Bu, hayatın çeşnisi
olabilecek öpme, sarılma ve dokunmaya mani değildir. Aynı şekilde ayette geçen "nasıl dilerseniz"
tabirinden kasıd; cinsel ilişkiye, dilediğiniz şekilde ve nasıl istiyorsanız öylece devam edin. Bu
daha önceki ayetteki öpüşme konusunun bir benzeridir.
Konuyla ilgili öğretiler (yol göstermeler) İslam'ın temel esaslarını içinde bulunduran Kur'an-ı
Kerim'de pek çoktur.
Başarı Allah (cc)'dandır. 234

Hülle Nikahı

Soru

Dört çocuk sahibi, evli bir kadın bazı sebeplerden dolayı kocasından ayrılmıştır. (Üç talakta
gerçekleşmiş). Daha sonra iki taraf tekrardan evlilik hayatına dönebilmek için, kadının bir
haftalığına başka bir erkekle hülle nikahı ile nikahlanması yoluna gitmeye karar vermişler. Bu
şekilde kıyılan nikahın bir değeri var mıdır? Ve şer'an böyle bir yöntem caiz midir? 235

Cevap

Şüphesiz hanif İslam dini, nikah aktini sağlam bir ahid olarak belirlemiş ve koruma altına almıştır.
Evlilik hayatının, karşılıklı saygı esasına dayalı olarak ve istikrarlı bir şekilde devam ettirilmesi
benimsenmiştir.
Nitekim bu hayata giriş bir takım, kaide ve şartlara bağlanmış. Allah katındaki kıymetiyle paralel
olarak ve tehlikelerden korunmasını sağlayacak şekilde, sağlam temellere oturtulmuştur.
Aynı şekilde bu hayattan çıkışta bir takım merhalelere ve girişimlere bağlı olarak ve gerekli
şartların tahakkuk etmesi ile gerçekleşebilir. Böylece bir anlık ahmaklıkların, kızgınlıkların ve
aşırılıkların evlilik hayatına zarar vermesinin engellenmesi amaçlanmıştır.
Bu durumu Resulullah (sav) şöyle ifade ediyor: "Alah'ın en ziyade kerih gördüğü helal
boşanmaktır" ve "Gerçek bir terbiyesizlik dışında kadını boşama yoktur." Buradaki terbiyesizlik;
önü almamayacak ve sabredilmesı mümkün olmayan haddi aşma hali yani "Kötü ahlaklı olması"
durumudur.
Evliliğe sarılmayı emreden naslara gelelim. Allahu Teala hoşa gitmeyen olaylar olsa bile evliliğe
devam etmeyi emrediyor:
"Eğer onlardan hoşlanmazsanız, (biliniz ki) sizin hoşlanmadığınız bir şeye Allah, çok hayır koymuş
olabilir."236
Nitekim daha önce Resulullah (sav)'in bir hadis-i şerifinden hareketle alimlerin, kızgınlık anındaki
boşamaların geçersiz olduğunu söylediklerini zikretmiştik. Hz. Peygamber'in (sav) sözleri şu
şekilde idi: "Öfke anında boşamak ve azad etmek yoktur." Hadiste geçen (iğlak) durumu kişinin
kasıtlı veya kasıtsız her halükarda başına gelebilecek bir durumdur.
Tercümanü'l-Kur'an olarak bilinen İbn Abbas (ra) şöyle söylüyor: "Boşanmak niyetle ilgilidir." Öyle
ki bu niyet kişinin şuurlu davranışları neticesinde ortaya çıkmalıdır. Her türlü imkanlar
denendikten sonra, en son çare olmalıdır.
Daha önce geçen hadisi şerifin ışığında ortaya çıkan bir gerçek; öfke anında veya olağan dışı
durumlarda ağızdan çıkan boşama sözlerinin bir değeri olmadığıdır. Çünkü insan böyle
durumlarda düşünmeden konuşur. Aslında ciddi olarak niyetli olmadığı bazı işler yapabilir.
Saçmalıklar işleyebilir. Sonra da olaylara kendisi dahi şaşar kalır.
Bu noktada, soru soran kardeşimize şunları söyleyebiliriz; şüphesiz eşler arasında kızgınlık
neticesinde ortaya çıkan boşama durumu geçerli değildir. Bu nedenle de halen eşler birbirlerine
helaldir. Ve bu evliliğin devamı için, onu haram kılan sebepleri ortadan kaldırmak düşüncesi ile bir
takım yollar aramanın hiçbir manası yoktur.
Çünkü evlilik hayatı kesilmemiştir ki, onu tekrar bağlamak için bir takım çözümlere ihtiyaç olsun.
Eşler arasında daha önce meydana gelmiş benzer durumların hükmü de bu minval üzeredir.
Öncesi iki talakla, bu son talak bu türden boşamalardır. Geçerli kabul edilmezler ve eşler arasında
boşanmaya sebep olmazlar.
Eşler arasında cereyan eden durum şunlardan biri ise, mesela; "falanca ile konuşursan" veya
"falancanın evine gidersen" ya da "evden dışarı çıkarsan" veya "şu işi yaparsan..." seni boşarım!
Sonra da kocanın belirttiği bu durumlardan birisini kadın yaparsa, mesela, konuşma dediğiyle
konuşursa, gitme dediği yere giderse, evden dışarı çıkarsa, yapma dediğini yaparsa... boşama
gerçekleşmez. Eğer koca bu husuta yemin etmiş ise bu da geçerli değildir. Böyle bir durumda
talak gerçekleşmez.
Yaygın olarak eşler arasında meydana gelen boşanmalar bu şekildedir. Yani evlilik akdine tesir
etmeyen, onu bozmayan davranışlar. Bizler boşanmanın gerçekleşmediği durumları
bilmediğimizden dolayı, bu tür olayları da şer'i talak zannediyoruz. Oysa bu doğru değildir. Bu
noktada her iki tarafa da sormak istiyorum. Kadın hayızlı olduğu zamanlarda boşama geçer li
midir? Veya temizlik döne- minde olduğu, fakat kocası ile cima (cinsi münasebet) yaptığı zaman
boşanma geçerli olur mu?
Koca, hanımını hayız döneminde boşamaya kalkışsa bu bid'i talak olur. Aynı şekilde temizlik
döneminde ve cinsel birleşmeden sonra boşarsa bu da, bid'i talak olacaktır. Talak'ı bid'inin de
İslam şeriatında yeri yoktur. Pekçok İslam alimi böyle bir boşamayı kabul etmemişler ve geçerli
saymamışlardır.
Bu karı-kocaya tavsiyemiz, daha önceki boşanma olduğunu zannettikleri olaylara baksınlar.
Bunlar her seferinde ciddi niyet taşıyorlar mı? Yani düşünerek, taşınarak ve isteyerek mi
yapmışlar? Evliliklerin devamı için sarfedilen gayretler netice vermemiş ve ondan sonra da ayrılığa
mı karar vermişler? Ve yine boşanmayı, eksisini, artısını iyece düşünüp gerçekleştirdilerse o
zaman da bunun bid'i mi, sünni mi olduğuna baksınlar. Bütün bu açılardan boşanma zannettikleri
şeyi değerlendirsinler. Eğer talak, sünni ise ve ciddi bir karar neticesinde meydana gelmişse, artık
kadın bain talakla boşanmış olur. Buna "Beynune Kubra"
denilmektedir. Kadın bir başka erkekle evlenip ayrılmadığı sürece de eski eşler bir araya
gelemezler.
Hülle nikahına gelince, bu caiz değildir ve zina yapmak gibidir. Resulullah (sav) hülle yapan iki
tarafa da lanet etmiştir. Hülle yapmak için alet olan erkeğe, Resulullah (sav); "Sahte boynuzlu"
demektedir. Bu kardeşimize ve herhangi bir başka müslümana böyle bir günaha bulaşmak
yakışmaz.
Ancak, eğer meydana gelen talaklardan bazılarının bid'i, bazılarının da sünni olması gibi bir zan
varsa, o zaman bilinsin ki sünni talakın dışında hiçbir talaka itibar edilmez. Soruda belirsizlikler de
vardır. Bu nedenle fetva vermek yanıltıcı olabilir. Onun için biz burada hülle yapmanın haramlığı
üzerinde duracağız. Allahu Teala şöyle buyuruyor:
"Erkek tekrar boşarsa, artık bundan sonra kadın, başka bir kocaya varmadan kendisine helal
olmaz."237
Allah (cc), "başka bir erkekle nikahlanıncaya kadar..." demedi. Evleneceği kişiyi açıkça "koca"
olarak isimlendirdi. Erkek, sürekli olacak bir şer'i nikah aktine niyet etmedikçe "koca" olamaz. Ve
Allahu Teala'nın şu kavlinde belirttiği lütufta gerçekleşmiş olmaz:
"Onun ayetlerinden biri de, size kendi nefislerinizden, kendileriyle sükun bulacağınız eşler
yaratmasıdır.238
Bu nedenle mehir tayini, yaşanılacak bir yuvanın hazırlanması gibi işler, herkesin bildiği ve ciddi
şekilde meydana getirilen bütün evliliklerde olması gereken doğal işlerdir. Hiç şüphe yok ki,
kardeşimiz hülle nikahında, yukarıda saydığımız işlerden hiçbirisini yerine getirmeyi
düşünmüyordur. Çünkü o bu evliliği sadece, eski eşine kavuşmak için bir vesile olarak görüyor.
Umarım bu anlattıklarımızla, Allah (cc)'ın dininde helal hükmünün kapsamı da yeterince ortaya
çıkmış olur. 239

İddet Esnasında Kadının Uyması Gereken Hususlar

Soru

Körfez bölgesinde kocası vefat eden kadın hakkında garip inançlar vardır bu inançlara göre iddet
esnasında kadının uyması gereken bazı görevleri olduğu gibi kendisine yasak olan bazı işlerde
vardır.
Örneğin bu inançların bir kısmı şöyledir kocası ölen kadın hiçbir erkekle konuşamaz erkekte
kendisi ile konuşamaz onun bulunduğu meclise giremez hatta bırak akrabaları ve komşularını;
kocasının çocukları (üvey evlatları) ve yeğenleri gibi mahremleriyle bile bir arada bulunamaz.
Dahası bu kadın yanlışlıkla bile başka erkeğe bakamaz bakarsa gusletmesi gerekir.
Hatta daha da enteresanı kocası vefat edip iddet bekleyen kadın gökteki aya bakamaz tuz ve
baharata dokunamaz ayağını toprağa basamaz.
İddeti bitince ise baygın bir şekilde denize bakarak alınması lazım vs.
Şeriatımızda böyle adetlerin aslı var mıdır? 240

Cevap

İslamdan önceki ümmetlerin bu konuda değişik adetleri vardır. Hatta bazılarına göre kocası ölen
kadın kocasının hakkını verebilmek için hayatta kalmamalı onunla birlikte ölmek için cüssesini
yakmalıdır.
Bazıları ise bu kadar ileri gitmemiş ancak birinci kocası öldükten sonra kadının başka bir erkek
hakkında evliliği düşünmesini, yeni bir aile mutluluğuna erişmesini çiçeği burnunda gençlik
yıllarında bile olsa velevki önceki kocasıyla bir gün yaşamış olsun yasaklamışlardır.
Cahiliyye devri araplarında böyle bir durumla karşı karşıya kalan zavallı kadın hakkında bir dizi
garip örf ve adetleri vardır. Bunları şöylece sıralayabiliriz:
Birincisi: Buhari Ebu Davud ve Nesei İbni Abbas (ra)'tan şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
"O dönemde böyle bir hal ile karşı karşıya kalan kadın hakkında kararı ölü sahipleri verirdi bazıları
dilerse onunla kendi evlenir dilerse başkalarıyla evlendirir dilerse de hiç evlendirmezlerdi neticede
söz hakkı kadının ailesinin değil erkeğin ailesinindir."
İbni Ebi Hatem Yezid bin Eslem'den şu haberi aktarmıştır: Medine ehlinin cahiliye dönemindeki
adetlerine göre kocası ölen kadının söz hakkı erkeğin malının mirasçısına kalırdı, ya kendisini
evlenene kadar bekletir ya da istediği kişiyle evlendirirdi.
Bu ve benzeri adetler devam ederken Allah (cc.)'nun şu ayeti nazil olmuştur.
"Ey iman edenler istemedikleri halde kadınlara zorla vasir olmanız size helal değildir açık bir
hayasızlık yapmadıkça onlara verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın
onlara iyilikle muamele edin eğer onlardan hoşlanmıyorsanız olabilirki hoşunuza gitmeyen bir
şeyde Allah sizin için çok hayır takdir etmiştir." 241
İkincisi: Kocası geride ne kadar büyük servet bırakırsa bıraksın ve kadın nafakaya ne kadar
muhtaç olursa olsun karısının bu mala miras hakkı yoktur tabiatiyle kadın bir toplumda hayvan
eşya ve kendisine konulan miras malı gibi görüldüğü, mirasçı olacak insan yerine konulmadığı
zaman bu gibi hadiselere şaşmaya gerek yoktur. O dönemlerde araplara göre kadının miras hakkı
yoktur. Çünkü onların miras hukukuna göre miras hakkı silah kuşanan ve himaye edilmeye ihtiyacı
olmayan kimselerin idi bu vasıflara da sadece erkekler sahipti kadın ve çocuklar değil.
Tefsirciler bu konuda Ma'n bin
asımın kızı kebişenin kıssasını anlatırlar rivayete göre bu kadının kocası Ebulkays bin Eslef vefat
etmişti oğlu ise kendisine zorluk çıkartıyordu. O Resulullah (sav)'e gelerek ey Allah'ın elçisi
kocama mirasçı edilmediğim gibi evlenmemede müsade edilmedi deyince yukarıdaki ayeti
kerime nazil olmuştur.
İbni kesir derki ayet cahiliyye dönemini kapsadığı gibi o döneme ait olan adetleri adet edinen her
dönemede şamildir.
Halbuki islam dini kocası vefat eden kadını her zaman dörtte birle sekizde bir arasında mirasçı
kılmıştır kendisine kocasının zürriyeti varsa sekizde bir, yoksa dörtte bir hisse vermiştir.
Üçüncüsü: Cahiliye de kocası ölen kadına kötü bir yere girmesi kötü elbiselerini giymesi iyi şeylere
dokunmaması tam bir sene süslenmemesi emredilirdi. Tam bir sene tamamlandıktan sonra
kendisine bir takım manasız örf ve gelenekler uygulanırdı hem öyle adetlerki köpeğin uğradığı
tersi alıp atmak eşek ve koyun gibi hayvanlara binmek gibi tamamen cahiliyyenin alçak ve
değersiz işlerinden ibaret olup sapıklıktan ileri gitmemektedirler.
İslamda kocası ölen ve iddet bekleyen kadının yapması gerekenler: İslam gelince gerek kadının
kendi ailesinden gerek kocasının ailesinden ve gerekse toplumdan kendisine yöneltilen zulüm ve
işkencelerin her türlüsünü ortadan kaldırmış ve kocası öldükten sonra kendisine ancak şu üç
görevi yüklemiştir. Îddet beklemek süslenmemek ve evde beklemek (ihtiyaçlarının haricinde dışarı
çıkmamak)
1) İddet beklemekten maksat kadının beklemesi, hamile değilse dört ay on gün evlenmemesi,
hamile ise çocuğunu doğurana kadar evlenmemesidir.
Dikkat edilirse hamileliğin dışındaki iddet burada normal boşama ile gereken iddetten (ki bu
iddette 3 adet veya 3 aydan ibarettir) biraz daha fazladır bunun sebebi ise koca öldükten sonra
hem hanımında hemde ailesinde boşama ile meydana gelmiyecek şekilde üzüntü ve keder
eserleri bırakmıştır tabiatıyla bu müddet biraz daha fazla olmalı ki hem hanımının hem de
ailesinin ızdırabı dinsin üzüntü eserleri kaybolsun.
2) Kocası ölen kadının yas tutmasına gelince bundan kastedilen normalde her kadının kocasına
süslenmesi için kullandığı kühül ve boya çeşitlerini, güzel kokuları ve güzel elbiseleri terk
etmesidir.
Bunun delili ise Sahihayn'de242 müminlerin anneleri Ümmi Habibe ve Zeynep binti Cahş (ra)'dan
riyayet edilen hadistir. Bu rivayete göre Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kadına ölü ardından üç geceden fazla yas tutması
helal değildir, kocası hariç zira onun ardından dört ay 10 gün yas tutabilir."
Yine Buhari ve Müslim'de Ümmü Seleme'den riveyet edilmiştir ki, bir kadın Resulullah (sav)'a şöyle
sordu: "Ey Allah'ın Resulü kızımın kocası vefat etti, şimdi gözü rahatsızlandı, sürme çeksin mi?"
Peygamber efendimiz (sav), "Hayır" buyurdu. Kadın iki ya da üç defa sormasına rağmen, "Hayır"
buyurdu. Daha sonra Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: "Ama bu yas sadece 4 ay 10
gündür. Halbuki sizden böyle bir hal ile hallenen herbiriniz cahilliyyede 1 sene bekliyordunuz."
Yine Sahihayn'de var olan bir başka hadiste Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Hiç
bir kadın üç günden fazla yas tutmaz ama kocası hariç zira kocasına dört ay ongün yas tutar, bu
esnada aseb elbisesi hariç süs için boyanmış elbisede giyemez ve sürme çekemez o kadın güzel
kokuda süremez ancak hayızdan temizlendiği sıralarda bir parçacık kast yahut zıfar sürebilir
buyurdu.
Hadisteki "Asb" dan maksat asbla boyanmış yemen kumaşıdır. Yine Ebu Davud'un rivayet ettiği bir
hadiste Resulullah (sav) Efendimiz, kocası ölen kadın hakkında şöyle buyurmuştur: "O kadın
aspur ve kırmızı boya ile boyamış elbise giyemez. Aynı şekilde süslü elbise de giyemez kocası
ölen kadın kına yakamaz sürmede çekemez."
Yine Ebu Davud'un rivayet ettiği başka bir hadiste Resulullah (sav) Efendimiz kocası ölen kadın
hakkında şöyle buyurmuştur: "Koku ve kına ile taranmaz, zira bunlarda boyanmanın bir çeşitidir."
Bunun üzerine kadın, "Ya ne ile taranayım?" diye sorunca o şöyle buyurdu: "Sidir ile başını köpükle
ve taran. (Sidir köpük veren ve temizlik için kullanılan bir ağaçtır)."
3) Kocası ölen kadının yapması gereken üçüncü görevi de kocasının olduğu evden ayrılmaması ve
iddet müddetince evi boş bırakmamasıdır. Nitekim Ebu Said El Hudri'nin kız kardeşi Feria Binti
Malikten rivayet edilmiştir ki; "Bu kadın Resulullah (sav)"a gelerek kocasının kölelerini aramak
amacıyla çıktığını, dönüşte ise bu köleler tarafından katledildiğini bildirerek kendisine, "Aileme
döneyim, zira kocam beni sahip olmadığım bir evde terketti. Hem benim geçimim için nafakam
da yoktur" şeklinde halini arz ederek izin istedi. Bunun üzerine Resulullah (sav) Efendimiz şöyle
buyurdu: "İddetin bitene kadar evinde bekle. Bundan sonra 4 ay 10 gün iddetini evinde
geçirdi."243 Çünkü bu kadının üzerine vacib olan sınırlı hareketler doğrultusunda evinde kalması
daha doğru olacağı gibi şüpheden daha uzak ve ölünün yakınlarınında daha huzurlu olmasına
sebep olacaktır.
Ancak ilaç ve evine lazım olan ihtiyaçlarını satın alacak kimse olmadığı taktirde bu ihtiyaçları
gidermek amacıyla evinden çıkması ve okula doktora hemşireye vs. kadınlara mahsus özel
işlerine gitmek amacıyla evinden çıkması caizdir. Ancak gündüz ihtiyacını gidermek amacıyla
çıktığı zaman gece çıkamaz. Nitekim Mücahid'den gelen rivayete göre Uhut Savaşı'nda şehit olan
erkeklerin hanımları Resulullah (sav)'e gelerek, "Ey Allah'ın elçisi, biz gece korkuyoruz, birimizin
evinde geceleyebilir miyiz, sabah olunca hemen evimize gideriz" dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz (sav)şöyle buyurdu: "içinizden birinizin yanında istediğiniz kadar
oturun konuşun. Ancak uyumak istediğiniz zaman herkes evine gitsin"
Çünkü geceleyin çıkmak genellikle şüphe ve töhmete sebep olur. Bu yüzden zaruretin dışında
çıkmak caiz görülmemiştir. Kocası ölen kadın mescide namaz kılmaya, hacca, umreye ve benzeri
ibadetlere de çıkamaz. Çünkü haccın vakti geçmez ama iddet vakitle kayıtlı olduğundan geçer.
İşte iddet bekliyen ve matem tutan kadından beklenen şeyler bu üç maddede toplanmıştır.
Tabiatıyla bu üç madde paralelinde diğer insanların da uymaları gereken bir takım görevleri vardır.
Mesela iddet bekleyen kadın, iddeti esnasında evlenmek amacıyla açıkça istenemez. Ama ima
yoluyla ve kapalı sözlerle istenilebilir. Kur'anı Kerim'de bu gerçeği şöyle beyan etmiştir:
"İddet bekliyen kadınlara kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde veya bu isteği içinizden
geçirmenizde sizin için bir günah yoktur. Allah onları yakında anacağınızı bilmektedir fakat onlarla
gizlice vaatleşmeyin ancak meşru bir şekilde konuşmanız müstesnadır iddet bitinceye kadar
nikah akdine de kalkışmayın. Bilin ki, Allah gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının.
Şunu iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak Olandır" 244
İşte bu ayet kocaları ölen kadınlar hakkındadır hem ayet ima ve işaret yoluyla evlenme teklifinin
günahını ortadan kaldırmaktadır. İma yoluyla evlilik, örneğin: "Benim evlenmeye ihtiyacım var.
Saliha bir kadın arıyorum" ve buna benzer kadına evlenme teklif edildiğini anlaştıracak sözler sarf
etmesiyle olur.
Aynı şekilde bu ayet insanın içinden geçirdiği evlilik isteğininde günahını ortadan kaldırmaktadır.
Çünkü insan kalbine ve nefsinin düşüncelerine malik değildir. Kocası ölen kadın için yasak olan
sadece onu açıkça istemek, veya onunla gizlice sözleşmektir. Çünkü bunlar beraberlerinde
şüpheyi getireceği gibi bu lafların etrafında da şaiyalar yayılır. Ancak meşru bir şekilde
konuşmasında ise hiçbir beis yoktur.
"Kitap eceline ulaşınca" bu söz iddetin bitmesinden kinayedir. Artık kadın dilediğiyle evlenme
konusunda dilediği gibi evinden çıkma hususunda dilediği gibi giyinme ve süslenme konularında
hür olmuştur. Bu andan itibaren onunla evlenmek isteyenler de kinaye yoluyla değil, açıkça bu
teklifi kadına iletebilirler ve isterse hemen nikah akdini gerçekleştirebilir (kadın kabul ettiği
taktirde) Allahu Teala buyuruyorki:
"Sizden ölen ve geride eş bırakan erkeklerin eşleri dört ay on gün iddet beklerler iddetlerini
tamamlayınca kendileri için meşru bir surette yaptıkları işlerde size bir günah yoktur. Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.”245 Kocası ölen kadın iddetini tamamladıktan sonra eskiden yapılan
yaptığı, veya bazılarının hala yapmakta olduğu hiç bir şeyi yapması kendisinden istenemez.
İşte tüm bu beyanlardan anlıyoruz ki körfez bölgesinde yaşayan insanların genelinin, soru soran
kardeşimizin bir kısmına işaret buyurduğu şeyleri iddet bekleyen kadından istemelerinin şeran hiç
bir aslı yoktur bu nedenle kocası ölen kadın insanlarla meşru bir şekilde konuşabilir, İnsanlar da
aynı şekilde bu kadınla konuşabilirler. Kadının mahremleri onun yanına girebilir, namahremleri de
kadın tesettüre riayet ettiği bir şekilde halvet olmaması şartıyla onun yanında bulunabilirler.
Kadın hakkında aynaya ve aya bakamaz, eliyle tuza dokunamaz, ayağıyla toprağa basamaz, iddeti
bittiğinde denize doğru yola çıkar, gibi sözlerin hiçbirinin Allah'ın dininde asılları yoktur. Bunlarla
hiçbir imam ve hiçbir mezheb hüküm vermemiştir ve selefi salihinden hiç kimse de böyle şeyleri
yapmamıştır. Zaten bunun, için müslüman ülkelerinin çoğunun bu adetleri bilmediklerini hatta
duymadıklarını görüyoruz. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur. "Kim bizde olmıyan işleri
yaparsa o reddedilmiştir." Yani batıldır ve yapana geri verilir.
Muvaffakiyet Allahtandır. 246

Babasının Sağlığında Ölen Bir Oğulun Çocukları

Soru

Size bir problemimizi arz edeceğiz. Umarız kî bu problemi siz çözersiniz.


Biz üç kız kardeşiz, en büyüğümüz on dört yaşındadır. Babamız babasının yani dedemizin
sağlığında vefat etti. Daha sonra da dedemiz vefat etti ve amcalarımız hemen dedemizin tüm
varlığını bölüştüler. "Çocuk babasının sağlığında vefat ettiği zaman dede öldükten sonra çocukları
dedenin geride bıraktığı maldan istifade edemezler, şeriatın hükmü budur" diyerek ne az ne de
çok bize hiçbir mal da vermediler. Biz de bunun üzerine dedemizin malından her şeyiyle mahrum
olduk. Amcalarımız zengin biz fakir ve yetim olmamıza rağmen tüm malları götürdüler. Zavallı
annemizse büyüyüp öğrenimimizi tamamlayıncaya kadar ihtiyaçlarımızı karşılamak amacıyla
çalışmak zorunda kaldı. Amcalarımız ise bize ne yiyecek veriyorlar ne de yardımcı oluyorlar. Bu
amcalarımızın söyledikleri doğru mudur, biz dedemizin torunları olmamıza ve tüm yükümüz
annemizin sırtında kalmasına rağmen şeriat bize dedemizin malından hiç vermiyor mu? Bize
gereken ve problemimize şifa verecek olan ilacı şeriata uygun bir şekilde açıklamanızı rica
ediyoruz. 247

Cevap

Bu problem babasının sağlığında ölen ve geride zurriyet bırakan babanın ve daha sonra ölen
dedenin problemidir. Dede öldükten sonra onun terikesine sadece çocukların amcaları ve halaları
mirasçı olabilirler, torunlarına hiç bir şey düşmez.
Haddi zatında bu muamele miras olayı açısından doğrudur. Buna göre bizzat çocuklar sağ
oldukları müddetçe torunlar dedelerine mirasçı olamazlar. Bunun sebebi ise, miras belli prensipler
üzerine bina edilmiştir. Bunlardan biri de ölüye derece bakımından en yakın olan daha uzak
olandan önceliklidir. Mesela burada baba ölmüştür ve geride çocukları bir de torunları vardır. İşte
bu durumda çocuklar mirasçı olurlar torunlar ise mirasçı olamazlar. Çünkü çocukların dereceleri
torunlardan daha yakındır. Zira çocuklar birinci derecede akrabadırlar torunlar ise ikinci derecede
akrabadırlar. Yahut başka bir deyimle, dolaylı olarak yakındırlar. İşte böyle bir durumda torunlar
mirasçı olamazlar. Nasıl ki bir insan ölse ve geride ana baba bir kardeşlerle ana ya da baba bir
kardeşler bırakırsa anababa bir kardeşler mirasçı oluyorlar, tek yanlı kardeşler mirasçı olamıyorlar.
Neden? Çünkü anababa bir kardeşler ölüye hem anne hem de baba vasıtasıyla ulaşıyorlar. Ama
öbürleri öyle değil, onlar ya sadece baba yada sadece ana tarafından ulaşabiliyorlar. Demek ki
derece bakımından ölüye en yakın olan miras hakkını alır ve kendinden sonra gelenleri mirastan
düşürür.
İşte bu meselede de amcalar mani oldukları müddetçe torunlar dedelerinin terikisine mirasçı
olamazlar. Ama bu demek değildir ki ölen oğlun çocukları terikeden tamamen ihraç ediliyorlar ve
kendilerine hiçbir şey verilmiyor! Hayır, şeriat bu meseleye birkaç alternatifle çözüm getirmektedir.
Torunlarını bu hal üzere bırakan dedenin malından biraz vasiyet etmesi gerekirdi. Bu vasiyyet
selef alimlerinin bazılarına göre farzdır. Çünkü bunlara göre bazı yakınlar ve hayır kurumlarına ve
özellikle bu yakınlar mirastan hiç bir hakları olmayan kimseler iseler insanın malından bu
yakınlara vasiyet etmesi farzdır. Demek ki bir yere veya kimseye vasiyet edebilmenin tek şartı,
vasiyet edilen kişinin doğal olarak zaten mirasçı olmamasıdır. Nitekim Peygamber (sav)
Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Allah her hak sahibine hakkını vermiştir binanaleyh varise vasiyet
yoktur." Allahu Teala miras ayetlerini indirirken mirasçıya "musaleh" olma hakkını tanımamıştır
vasiyyet sadece mirasçı olamayanın hakkıdır. Örneğin bir dedenin oğlu varken oğlunun
çocuklarına vasiyet etmesi gibi işte bu durumda vassiyet etmesi farzdır.
Zaten Allahu Tealanın bu konudaki buyruğu Kur'an'da açıkça belirtilmiştir:
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya, babaya, yakınlarına uygun bir
biçimde vasiyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borç'tur." 248
Yukarıdaki ayetin metninde geçen "Ketebe" kelimesi farziyeti ifade etmekte hatta var olan
farziyyeti daha da tekid etmektedir bunun bir başka örneği Allahu Tealanın şu sözlerindedir:
"Ey iman edenler sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi Allah'tan sakınasınız diye sizede farz
kılındı" 249
Başka bir ayette:
"Ey iman edenler öldürülenler hakkında üzerinize kısas farz kılındı." 250
Yine başka bir ayette:
"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı." 251
Görüldüğü gibi yukarıda örnek olarak belirtilen ayetlerin hepsinde "ketebe" -kelimesi kullanılmıştır
bu da farziyyetin tekidine mebnidir.
İşte konuyla ilgili ayeti kerimede hayırlı bir mal bırakan kimsenin mirasçı olmayan yakınlar için
meşru biçimde vasiyyet etmesini bir borç olarak Allah farz kılmıştır işte bu noktadan hareketle
selef ulemasının bir kısmı vasiyetin farz olduğu görüşündedir. Bazıları ise vasiyetin farz değil
sünnet ve mustehab olduğu görüşündedirler biz ise ayetin mensuh olduğunu söylemek yerine
zahirini almayı tercih ediyoruz çünkü ayeti izah ettiğimiz bu manada anlamak mümkündür.
Buna göre: Dedenin bu çocukları için vasiyet etmesi üzerine vacip idi. Çünkü bu çocuklar oğlunun
çocukları, kendine pek yakın akrabaları oluyorlar hem onlar, kendileride söyledikleri gibi fakir ve
yetimdirler. Babaları ölen bu çocuklarda; yetimlik, fakirlik ve mirastan mahrumiyyet olmak üzere
tam üç vasıf bir arada toplanmıştır. Binanaleyh dedeleri bu açığı hakkı bulunduğu malının üçte
birinden vassiyet etmek suretiyle tedarik etmeliydi.
Malının üçte birinden dedik çünkü, vasiyet sadece üçte birden yapılabilir. Bunun üzerine çıkılmaz
nitekim Peygamber Efendimiz (sav) kendisine malının ne kadarını vasiyet edebileceğini soran Sad
bin Ebi Vakkas (ra)'e cevaben, "Üçte birinde bu bile çoktur" buyurdu.252
İşte dedenin yapması gereken buydu. Bazı Arap ülkeleri bu ayetin ve bu görüşün hükmünü
"Gerekli vasiyet kanunu" başlığı altında şahsi durumlar kanununa eklemişlerdir. Buna göre
babalarının nasibine mirasçı olamayan çocuklara dede malının üçte birini vasiyet etmek
zorundadır yani en azından ya babalarının hissesi ya da üçte bir vasiyet hakları vardır.
Bu kanun dedeye mecburiyyet bırakacak şekilde zorunluluk getirmektedir çünkü, çoğu dedeler
buna riayet etmiyorlar torunlarına vasiyet etmiyorlar. Dolayısıyla bu kanunu çıkartanlar sağlam bir
içtihada varmışlar ve dedeyi torunlarına malının üçte birinden vasiyyet etmek zorunda
bırakmışlardır.
Bu gibi durumlarda şeriatın başka bir alternatif yolu daha vardır. Buna göre amcalar babalarının
terikesini paylaşırken yiyenlerine de biraz ayırmaları gerekirdi. Kuran-ı Kerim bunu bizzat ifade
etmiştir. Nitekim miras ayetlerinin zikredildiği Nisa suresinde şöyle buyurulmuştur: "Ölünün geride
bıraktığı mal bölüşülürken varis olmayıp orada bulunan akrabalara, yetimlere ve yoksullara bir şey
verin ve kendilerine tatlı sözler söyleyin."
Çünkü hakikaten çocukların gözü önünde onlara hiçbir şey vermeden bu taksimat nasıl yapılabilir
mallar nasıl dağıtılabilir? Dikkat edilirse ayette akrabalar ilk olarak zikredilmişler, çünkü
varislerden sonra malın ilk sahipleri bunlardır. Peki babalan mirasçılardan bir fert durumunda olan
yetim yiyenler hakkında ne diyeceksin? O halde amcalar kendi aralarında uzlaşarak bu yetim
yeğenlerine de onların ihtiyaçlarına cevap verecek kadar hele hele paylaşılan miras büyükse bir
miktar mal vermeleri gerekirdi.
Şayet dede bu konuda kasıtlı olarak noksanlık yapmışsa amcalar kendi aralarında bu noksanlığı
telafi edip yeğenlerine o maldan biraz vermeleri gerekirdi.Çünkü bu yeğenler kendi akrabalarının
en yakınları durumundadırlar.
Sonra İslam şeriatının bu meseleye başka bir çözümü daha vardır. Bu çözüm de, "İslam'da
Nafakalar Kanunudur.
İslam şeriatını diğer sistemlerden ayıran başka bir özellikte yakını zor durumda iken durumu iyi
olanın zor durumda olana nafaka vermesinin üzerine farz olmasıdır. Özellikle birbirlerine mirasçı
olma durumları söz konusu ise, Hanbeli mezhebinin görüşü de budur. Hanefi mezhebine göre ise
zor durumda olan durumu iyi olanın mahremi ise ona bakması üzerine farzdır. Yiyenler buna
örnek teşkil edebilir.
Binaenaleyh bu durumda amcaların yeğenlerine nafaka vermeleri gerekir durum bu şekilde arz
edilirse mahkemede buna karar verir.
Çünkü gerçekten yeğenleri var olan ve fakir olan mal mülk ve servet sahibi hiç bir amcaya bile bile
onları zor durumda bırakmak, annelerini yük altında bırakmak yakışmayacağı gibi islam şeriatına
göre de bu caiz değildir.
İslam şeriatı bu konudaki ciddi tutumuyla ve adaletiyle tanınır.
Merhum Doktor Muhammed Yusuf Musa Fransa'da öğretmenlik yaptığı sıradaki cerayan eden
ilginç bir kıssa anlattı. O dedi ki:
"Bir evde oturuyorduk,yüzünden asaletli ve şerefli olduğu okunabilen, aklı başında, bulduğunu
saçıp savurmayan bir kız o evde bizim hizmetimizi yapıyordu. Söz o kızdan açılmıştı. Durumunun
nasıl olduğu soruldu. Orada bulunanlar, "Onun amcası falan oğlu falan milyonerdir" dediler. Bunun
üzerine merhum Doktor Muhammed Yusuf: "Amcası kendisine niçin bakmıyor? Meseleyi
mahkemeye kaldıramıyor mu?" diye sormuş. Ona, bu gibi olaylarda dayanılacak zorlayıcı bir
kanunun olmadığı söylenmiş. Daha sonra orada bulunan müslümanlara sormuşlar: "Ey
müslümanlar siz de bu konuda kesin ve bağlayıcı bir kanun var mıdır?" Merhum Muhammed
Yusuf Musa: "Evet, bu gibi durumda olan bir amcanın yiyenine nafaka vermesi vaciptir. Şayet kız
amcasını mahkemeye verse, mahkeme kızın lehine hükmederek hakkını amcasından zorla alır ve
kendisine zorla verir" dedi bunun üzerine Fransız kız: Bizde de böyle bir kanun bulunsaydı
çalışmak amacıyla çıkan tek bir kadın bulunmazdı ama ne yapalım kadın çalışmazsa açlıktan
ölecek."
İşte bu yüzden nafaka konusunda bağlayıcı tek şeriat tek sistem islam şeriatıdır diğer
sistemlerde, böyle bir kanun yoktur.
Haklarından mahrum bırakılan bu küçüklere amcaları haklarını başka bir yolla vermiyorlarsa
davalarını mahkemeye götürerek haklarını almaları mümkündür.
Allah daha iyi bilir. 253

Komünist Bir Çocuk Babasına Mirasçı Olabilir Mi?

Soru

Efendim sizin de çok iyi bileceğiniz gibi, kimi çocuk babasına bir nimet olduğu gibi kimisi de
babasına azaptır hayatında işi gücü babasını utandırmak olduğu gibi öldükten sonrada lanet
okumaktır. işte Allah benim çocuklarımdan birinin böyle olmasını bana takdir etti ben kendisini
arap üniversitelerinin birinden mezun olup diplomasını alıncaya kadar okuttum terbiye ettim fakat
malesef diplomayı aldı ama akideyi kaybetti akideyi kaybedip adına kominizm denilen yıkık ve
dökük bir sistemi kucakladı artık akideside kendisinden başka hiç bir şeye inanmadığı kominizm
olmuştur ben ve kardeşleri kendisi ile tam bir cedel içinde yaşamaya başladık çünkü bu ne
namaza ne oruca ne hacca ve ne de zekata, hiç birine inanmıyor helal haram hiç birini kabul
etmiyor yani anlıyacağın biz tüm aile bir vadide o tek başında başka bir vadide hatta biz kendisi
ile konuşurken bile dikkatli konuşuyoruz ki, kendisinden akaidimize karşı bir tahakküm,
şeriatımıza karşı bir alay duymayalım hatta bazen daha da ileri gitmektedir.
Biz babadan dedelerimize kadar dinine bağlı bir aile olmamıza rağmen bu çocuk böyle oldu.
Şimdi benim bizzat sorduğum iki şey vardır:
Birincisi: Bu sapık çocuğun bana mirasçı olması, diğer kakdeşleri ve kız kardeşleri gibi geride
bıraktığım terikemden hissedar olması caiz midir? Halbuki ben tam bir kararlılıkla ve kesinlikle
onun benden benimde ondan uzak olduğumu belirtiyor hatta onun cüretinden ve edebsizliğinden
noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'a sığınarak beri duruyorum.
İkincisi: Bir babanın çocuğunun sapıklığından mesuliyeti ne kadardır? Çünkü ben dinine milletine
hiyanet eden yolunu bulamıyacak kadar sapıtan, Allah'a Resulüne ailesine ve milletine harb ilan
eden bu kafirin küfrü yüzünden azaplandınlmamdan korkuyorum.
Ben sizden bu iki noktaya Kur'an ve sünnetle tekid edilmiş, bir şekilde açıklık getirmenizi
umuyorum. Zaten biz sizi öyle tanıyoruz. 254

Cevap

Bu soru bana yaklaşık 10 sene önce sorulan benzeri bir soruyu hatırlatıyor ben o soruya da "hak"
dergisinde cevap vermiştim ve orada verdiğim fetva kaynak belirtilmediyse de ufak bir değişiklik
ile mısır kahirede vaiz ve irşad ulemasının yayınladığı "Nurul İslam" dergisinde yayınlandı.
Oradaki soru müslüman bir kadının kominist bir erkekle evlenmesi hakkında idi: Bu, islam
nazarında caizmidir değirmidir? tabi o sorunun cevabı: Erkek koministliğe devam ettiği tevbe
etmediği müddetçe evlenmelerinin kesinlikle caiz olmadığı şeklindeydi.
Tabi biz bu fetvayı kominizmin hakikatinin, İslam şeriatının İslam akidesinin ve değerlerinin tam
karşısında olduğunu, kominizmin Allah'a meleklerine kitaplarına peygamberlerine ve ahiret
gününe inanmıyan, hayatı ve tarihi tam bir maddeci zihniyetle açıklayan, içinde Allah'a ve ruha yer
olmayan maddeci bir sistemden ibaret olduğunu açıkladıktan sonra vermiştik bu söylediklerimiz
kominizm felsefesinde vurgulanan ve onun köklerinde haddi zatında var olan şeylerdir bunları
koministlerde inkar etmiyorlar, ancak basit iyi niyyetli ve kültürsüz insanların akıllarını çelmek
istedikleri zaman bunların bir kısmını inkar edebiliyorlar.
İşte bizi, koministliğe devam eden tövbe etmiyen, bir komünistin, babasının, annesinin hanımının
ve diğer yakınlarının, terikelerinde miras hakkı yoktur şeklinde kesin bir hükme ulaştıran bu
sebeplerin bizzat kendileridir. Çünkü karşılıklı mirasçı olmanın şartı din birliğidir. Peygamber (sav)
Efendimizin sünneti (hadisi)de bunu beyan etmiştir. O, şöyle buyurdu; "Müslüman kafire, kafir de
müslümana mirasçı olamaz."
Hatta bu hükme Kur'an bizatihi Nuh (a.s) ve kafir oğlunun kıssasını ifade ederken işaret etmiştir:
Nuh (as) şöyle demişti
"Rabbim oğlumda şüphesiz benim ehlimdendir ve şüphesiz senin vadin haktır ve sen hakimler
hakimisin" Allahu Teala ise şöyle buyurdu:
“Ey Nuh o, senin ehlinden değildir ve bu salih olmayan bir ameldir o halde bilmediğin şeyi sakın
isteme" 255
Ve hemen oğlu ile arasındaki alakayı kesmiş ve onu ehlinden (ailesinden) saymamıştır. Netice
olarak onların arasını ayıran iman ve küfürdür.
Zaten sorudaki, "Ben içimden verdiğim kararla ve kesinlikle o benden değildir bende ondan
uzağım diyorum" sözüyle baba ayetteki bu manayı açık ve kuvvetli bir şekilde dile getirmiştir.
Fıkıhçıların bir kısmı müslümanın kafire mirasçı olmaları konusunda ihtilaf etmiş ve müslümanı
kafir yakınına mirasçı kılmış ancak tersini yasaklamıştır. Çünkü "İslam yücedir hiç bir sistem
ondan üstün değildir" bu kural Peygamber (sav) Efendimiz'in bir hadisinde de aynen gelmiştir. Bu
görüşü savunan fıkıhçilar bu hadisle delil getirdikleri gibi İmam Ali (r.a) Mesur'el-İcli'yi irtidatı
neticesinde öldürmesini ve malını müslüman mirasçıları arasında taksim ettirmesini de delil
olarak ileri sürmektedirler.
Kimi fıkıhçılar ise bu işlemi murtet üzerine hasrediyorlar. Çünkü murtedin müslüman varisleri
kendisine mirasçı olabilirler. İmam Ebu Hanife'nin arkadaşları İmam Muhammed ve İmam Ebu
Yusuf un görüşleri de budur. Zeydiyye mezhebinden olan İmam Hadi de bu görüştedir. İmamı Ebu
Hanife'ye göre ise murtedin irtidaddan önceki kazancı müslüman varisleri arasında paylaşılır
irtidaddan sonraki kazancı ise beytulmalındır.
Murtedin müslüman akrabalarına mirasçı olmalarına gelince ulemadan hiç kimse bunu
söylememiştir çünkü o, İslam nazarında ölü hükmündedir kanı ise değersizdir o halde
müslümanlardan olan bir başkasına nasıl mirasçı olsun? İslam'a karşı İslam ehlinin malını nasıl
kullansın ki? Bunun asla imkanı yoktur.
İşte buradanda anlaşılıyor ki, inancında ısrarlı olan bir komünist icma ile, babasına annesine
dedesine velhasıl hiçbir yakınına mirasçı olamaz çünkü o, bilittifak İslam'dan dönmüştür.
İslam'dan çıkıp kominizme girmesi ise küfrün en kötü çeşidine girmesi demektir. Çünkü
komümizm hiç bir ilaha hiç bir peygambere hiç bir kitaba inanmadığı gibi ahirete de
inanmamaktadır:
"Kim Allah'a meleklerine kitaplarına peygamberlerine ve ahiret gününe küfrederse uzak bir
sapıklığa düşmüş demektir” 256
Dikkat edilirse her defasında koministliğinde ısrar eden diyorum. Bu kaydı koymamızın sebebi;
çocuklarımızdan, iç yüzünü araştırmadan bu tür azınlık felsefeleriyle aldananlar oluyor. Sebebi de;
bu felsefelerin hilebaz davetçileri bu sistemleri onlara, yalnız mutlu ve fakire zarar veren kesimi
insafa çağırma sistemi, yahut, fakirle zengini bir birlerine yaklaştırma ameliyesi olup din ve
akidelerle alakası olmayan rejim olarak takdim ediyorlar. Onlara göre komünizmin iç politikası
budur dış politikası ise emperyalizm ve sömürgeye karşı savaşmak ve örgütlere bu sistemlerden
kurtulma konusunda yardımcı olmakmış vs.
İşte bu yüzden koministim diyen herkese kominizmin İslam akaidiyle, İslam şeriatıyla, Kur'an ve
Peygamberin sünnetiyle olan çelişkisi beyan edilmeli, tevbe etmeye ve hak yola dönmeye fırsat
verilmelidir. Bütün bu açıklamalardan sonra o, hala komünizmi savunmaya, onun ilkelerini
benimsemeye devam ederse, o zaman bizim murtedlîk hükmünü vermemizden başka çaremiz
kalmıyor. Hatta o bu hükmü haddizatında kendi kendine vermektedir. Babanın oğlunun düşünce
ve meşreb bozukluğundan mesuliyet derecesine gelince bu da babadan babaya değişir.
Örneğin bir baba çocuğunu küçükken terbiye edememişse ona gereken uyarma ve efendilik
hakkını ödeyememiş, onu kendi gözetimi altında tutamamışsa, bir baba çocuğuna hikmet ve
güzel vaazla nasihat etmekten eksik kalmışsa, yumuşaklık gerektiğinde yumuşak, sertlik
gerektiğinde ise sert bir şekilde terbiye etmekten, evladına hayırda yardımcı olacak çevreyi
hazırlamaktan, onu şerre götürecek çevreden uzaklaştırmaktan; evet bir baba yapılması gereken
bu görevleri yapmaktan noksan kalmışsa ve oğluna karşı tüm görevinin ona bakmak onu
giydirmek ve onun maddi istikbalini temin etmek olduğunu zannedip kafasından geçenlere
kalbinin kime bağlı olduğuna aldırış etmezse, onu küçükken aşırı derecede ihmal ettiği için biraz
mesuliyeti olsa gerek. Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler kendi nefislerinizi ve ehlinizi ateşten koruyunuz" 257
Resulullah (sav) Efendimiz de: "Herbiriniz birer çobansınız ve herbiriniz sürünüzden mesulsünüz.
Her adam evinin çobanıdır ve sürüsünden mesuldür"258
Babanın mesuliyeti ihmal ve kusuru nisbetindedir. Ancak daha sonra nasuh bir tevbe ile bunu
telafi ederse durum değişir.
Bir baba çocukları karşısında tüm bu anlattıklarımızla, maddi akli ve ruhi ihtiyaçlarını giderirse
çocuklarını Allah ve Resulünü razı edecek şekilde terbiye etmişse, ancak daha sonra çocuğu
elinden çıkıp azgınlaştıysa, nefsine ve havasına tabi olup aldatıcı olan şeytan boynuna bindikten
sonra onu Allahtan ahkoyduysa, bundan babanın hiç bir mesuliyeti yoktur. Çünkü Allah hiç bir
nefse gücünden fazla yük yüklemez. Bu adam da yapabileceğini yapmıştır insan sadece haddi
aştığmdan dolayı cezalandırılabilir ve Allah'ın adaletide budur. Rabbin hiç kimseye zulm etmez.
Nitekim O (Allah) bize mümin baba ile kafir oğlu, Nuh (as) ile oğlunun kıssasını, aynı şekilde
mümin oğlu ile kafir babası İbrahim (as) ile Azer'in kıssalarım, Kur'an'ın da anlatmıştır.
Yine Kuran'da mümin koca ile kafir hanımının, Nuh (as) ile hanımı ve Lut (a. s) ile hanımının, tam
tersi Firavun ile hanımının kıssalarını da bizlere, O anlatmıştır.
Bütün bu anlatılanlar içinde hidayete eren hiç biri, babasının ya da oğlunun hanımının ya da
kocasının sapıklığından asla azaplandırılacak değildir. Nitekim Allah (cc) elçisine şöyle
buyurmuştur:
"Şüphesiz sen sevdiğine hidayet edemezsin lakin Allah dilediğine hidayet verir" 259

Haram Kılınmış Bidat Talakının Hükmü

Soru

Ben evli biri erkek biride kız olmak üzere iki çocuk babasıyım hanımımla aramızda olan görüş
ayrılığı onu boşamama kadar vardı onu boyadıktan bir hafta sonra hanımımın üç aylık hamile
olduğu ortaya çıktı. Bu boşama geçerli midir değil midir? 260

Cevap

İslam şeriatına göre talak (boşanma) kendisine ancak zaruret halinde yani kendisinden daha
acıklı bir eziyet söz konusu olduğunda baş vurulan büyük bir yara ameliyatıdır işte burdan
hareketle bir hadisi şerifte, "Helallar içinde Allah'ın en fazla buğuz ettiği şey talaktır"
Duyurulmuştur. Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir. İşte bu öneme binaen ufak bir sebepten ve
gerekli seviye oluşmadan kutsal bir yuvanın bozulmaması için İslam şeriatı bir takım şartlar
koymuştur. Bu kayıtlardan biride bu iş için münasib bir zaman seçmektir. Buna göre hanımını
boşamak istiyen bir koca boşamaya münasib bir zamanı seçmek zorundadır.
Bu konudaki sünnet hanımını içinde cinsi münasebetin vuku bulmadığı temizlik müddetinde
boşamasıdır çünkü Allah Teala bu konuda:
"Ey nebi kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddet içinde boşayın" 261
İbni Mesud (ra) ve İbni Abbas (ra) bu ayeti tefsir ederken şöyle demişlerdir: "Yani onları boşamak
istediğiniz zaman cinsi münasebette bulunmadığınız ve hayızın bulunmadığı temizlik müddetini
tercih edin denilmektedir."
Aynı şekilde cinsi ilişkide bulunduğu temizlik müddetindede onu boşayamaz çünkü bu müddet
içinde kadın hamile kalmış ancak bunu bilmiyebilir çoğunlukla da soru soran kardeşimizin de
başına geldiği gibi hamilelik belli olduğu zaman bu düşünceden vaz geçilmektedir.
Bu yüzden bu konuda meşru olan hanımını içinde kendisine yaklaşmadığı bir temizlik müddetinde
yada hamileliği belli olduktan sonra boşamasıdır. Bu hüküm de bu şekilde boşamanın, mertebe
bakımından daha önce olduğuna delalet etmektedir.
İmam Ahmed bin Hanbel der ki: "İbni Ömer (r.a)'tan rivayet edilen, "Onu temiz ya da hamile iken
boşasın" hadisine istinaden hamile iken boşama sünnete göre boşamadır.
Buna göre hayız anında ya da hanımıyla birlikte oltuğu temizlik zamanlarında boşamak sünnetten
değil haram olan bidat talakındandır. Soru soran kardeşimizin durumuda budur. Çünkü o da
hanımını içinde kendisine dokunduğu bir temizlik müddetinde boşamıştır, fakat bu durumda talak
vaki olurmu olmaz mı?
Ulemanın çoğunluğu haram da olsa bu durumda talak vakidir. Ancak daha sonra kocanın
hanımına dönmesi müsttehabdır, görüşündedir hatta bazıları bu dönüşün vacip olduğunu
söylemektedirler.
Maliki mezhebinin görüşü de budur aynı zamanda. İmam Ahmed bin Hanbel'den de bu konuda bir
rivayet gelmiştir. Onların delili Sahihayn'de bulunan İbni Ömer'in hadisidir. Rivayete göre İbni Ömer
(ra) hanımını hayızlı iken boşamış Resulullah (sav) de hanımına dönmesini kendisine emretmişti.
Zahir olan da vacib olmasıdır.
Ulemadan bir taifede talak vaki değildir çünkü bu şekilde olan bir talak Allah'ın meşru kılmadığı ve
izin vermediği bir şeydir dolayısıyla onun şeriatındanda değildir hal böyle iken onun nüfusundan
ve sıhhatından nasıl söz edilebilir? Nitekim sahih bir hadisi şerifte şöyle Duyurulmuştur: Kim
bizim yapmadığımız bir işi yaparsa kendisinden reddedilir" demektedir.
Bu konu fetvanın gerektirmediği bir biçimde biraz daha tafsilata muhtaçtır umarım başka bir
münasebetle konuyu doyurucu bir şekilde izah ederiz.
Muvaffakiyet Allahtandır, 262

Sarhoşun Talakı

Soru

Nasibimde içki içen bir erkekle evlenmem varmış, babam ve ben dinini ahlakını yolunu
araştırmadan onunla evlenme görüşünde idik onun servet ve nüfuz sahibi olması bizi aldattı.
Anlatmak istediğim şudur: Benim ondan çocuklarım vardır o, seneler geçmesine rağmen olduğu
gibi devam etmektedir ve ben her ne zaman kendisine nasihat ettiysem bana küfretti ve dalga
geçti bazen hiç aldırış etmeden ağızına talak kelimesini aldı çünkü içki içmekle zaten kafasını
oynatıyor.
Ben onun ağzından çıkan talakın hiç bir kıymeti yoktur zannediyordum çünkü o, aklını kaybetmiş
deli hükmündedir. Fakat daha sonra bazıları bana, "Sen yanılıyorsun kocan sarhoşta olsa talakı
geçerlidir. Çünkü o, kendi isteği ve iradesiyle aklını yok etmiş ve bundan dolayı talakının geçerliliği
ile cezalandırılmıştır dediler." Buna göre talak kelimesi ondan defalarca çıkmış olduğuna göre
aramızdaki evlilik bağı kopmuş demektir, bunun manasıda evimin harab olması, aile bireylerinin
darmadağın olması, benimle çocuklarımın ayrılması ve onların hizmetlerini yapamıyacak bir
babanın ellerinde kalmalarıdır.
Bu olaya siz ne diyorsunuz insanların bu söyledikleri gerçekten şeriatın kesin hükmümüdür
değilse sizin görüşünüz nedir? 263

Cevap

İslam fıkhında bu talak konusunda Mutekaddimin ulemasının iki ayrı görüşü vardır.
Birincisi: Talakın vakuunu tamamen kolaylaştırmaya yöneliktir hatta bu görüşü taşıyanlar içinde
bunakların, zorlama (ikrah) altında hanımım boşayanın, hata ile boşayanın, şakayla boşayanın
talakının geçerli olduğunu ileri süren alimler vardır. Hatta bunlardan bazıları kim içinden hanımını
boşarsa bu kelimeyi telaffuz etmese bile hanımı boş olur demektedirler. Eh bu görüşte olanlar
mutlaka olacaktır, buna hiç şaşmamak lazım.
İkincisi: Talak konusunu oldukça daraltmaya yöneliktir. Buna göre talakın tamam olabilmesi için
başka şartların yanında akim yerinde olmasıyla bu işe kast edilmesi de gerekmektedir.
Mutekaddimin ulemasından bu görüşün sahiplerinden biri de "Cami'us-Sahih" sahibi İmam
Buharidir.
İmam Buharı, Cami'inde bu konuya ayırdığı bölümü; "Kızgının, mükrehin, sarhoşun, delinin
talaktaki durumları" ve "şaşıran ve unutan kimsenin talaktaki ve şirke düşmedeki durumları
bablarında işlenmiştir. Onun bu bablarda anlatmak istediği, Talakın yukarda sayılan durumlarda
gerçekleşmeyeceğidir. Çünkü hüküm akıllı, kasıtlı ve hatırlayarak söz söyleyene verilir İmam
Buhari bu fetva için bir çok delil getirmiştir bunlardan bazıları şöyle:
1) "Ameller ancak niyyetlere bağlıdır herkes için ancak niyyet ettiği şey vardır" hadisi. Deli sarhoş
ve benzerleri gibi akıl ve i-radesi elinde bulunmayan kimsenin sözünde ve fiilinde hiç bir niyyeti
yoktur. Şaşıran unutan ve herhangi bir konuda zorlanan kimse de böyledir. (Hafız İbni Hacer de
böyle demiştir).
2) Peygamber (sav) sarhoş olup yeğeni Ali (ra)'nin develerini kesen Hz. Hamza'yı yargılamamıştır.
(Bu dönemde henüz içki içmek haram kılınmamıştı) Nitekim Peygamber (sav) kendisini yerince,
O: siz benim babamın kölelerinden başka kimse deyilsiniz, demişti. Bu söz öyle bir sözdür ki ayık
olarak bu sözü söyleseydi Peygamber (sav) onun küfrüne karar verirdi ama O, Hz. Hamza'mn
sarhoşluktan saçmaladığını bildiği için ona hiç dokunmadı. Peygamber (sav)'in bu davranışı
sahroşun sarhoşluk halinde söylediği talak ve benzeri şeylerden mesul olmadığının delilidir.
3) Hz. Osman (ra)'dan gelen hadiste o, şöyle demiştir: "Deli vesarhoşun talakı yoktur." Buhari bu
hadisi muallak olarak (raviler arasında kopukluk) rivayet etmiştir. Bu hadis Hz. Hamza'nın
kıssasından çıkartılan hükmün tekidi mahiyetini taşımaktadır. İbni Ebu Şeybe ise Zuhri'den bu
hadisi ravileriyle Hz. Osman'a şöyle ulaştırmıştır: "O şöyle dedi: "Bir adam Ömer bin Abdulazize:
"Sarhoş iken hanımımı boşadım" dedi. Ömer bin Abdulaziz'in görüşü de bizim görüşümüzle
beraber, ona had uygulamak ve kendisini hanımından ayırmaktı. Ta ki Eban İbni Osman bin Affan;
babasından şöyle dediğini Ömer bin Abdülaziz'e anlattı: "Deli ve sarhoşun talak'ı yoktur." Bunun
üzerine Ömer, "Siz bana ne emrediyorsunuz? Bu adam bana Hz. Osman (ra)'dan hadis rivayet
ediyor?" diye bize çıkıştı ve ona had cezası uygulayıp hanımını kendisine geri verdi."
4) Buhari'nin yine İbni Abbas'a muallak olarak dayandırdığı hadisde İbni Abbas şöyle dedi:
"Sarhoş'un ve zorlananın talakı yoktur." İbni Hacer, İbni Ebi Şeybe ve Said İbni Mensur'un bu hadisi
şu şekilde İbni Abbas'a mufassal bir senete dayandırıyorlar: "Sarhoşun ve mağlubun talakı yoktur"
demektedir.
5) Yine İbni Abbas'tan rivayet edilen şu hadis, "Talak ihtiyaçla olur, azad ise kendisi ile Allah'ın
rızasının kastedildiği şeydir."Yani Talak boşayan kişinin bu ihtiyacı hissetmesi ile olur. Sarhoşun
ise böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. Zira sarhoş ne dediğini bilmez, sadece saçmalar.
6) Hz. Ali'den gelen birhadiste, "Her talak caizdir matuh hariç." Matuh aklı noksan olan demektir.
Dolayısı ile içine çocuk deli ve sarhoş da girer. Hafız İbni Hacer Cumhur (ulemanın çoğu)
sarhoşun sözlerine itibar edilmediği görüşündedir" der.
İmam Buhari'nin sarhoşun talakının sahih olmadığı konusunda ileri sürdüğü deliller bunlardır.
Seleften bir topluluğun görüşü de budur. Bunlardan bazıları: Ebu Şahsa, Ata, Tavus İkrime, Kasim,
Ömer bin Abdulaziz. Onların bu görüşlerini İbni Ebi Şeybe sahih senetlerle kandilerinden
aktarmıştır. Rebia, Leys, İshak ve Muznide buna göre hüküm vermiştir. Tahavi de bu görüşü tercih
etmiş ve selefin aklı az olanın talakının sahih olmayacağı konusunda icmaya vardıklarını da delil
kabul ederek: "Sarhoş da sarhoşluğu sebebiyle aklının bir kısmını kaybetmiştir" demiştir.
Buhari'nin bu görüşlerini İbni Hacer Fethu'l Bari'sinde nakletmiştir. 264
İmam Ahmed bin Hanbel'in son görüşü de budur. Nitekim Abdulmelik El-Meymuni, İmam Ahmed
bin Hanbel'in şu sözünü nakletmiştir: "Ben sarhoşun talakı geçerlidir diyordum, taki araştırdım ve
ben de sarhoşun talakının sahih olmayacağı görüşü galib geldi. Çünkü sarhoş ikrar ederse
ikrarında zorlanamaz alış veriş yapsa geçerli olmaz" ve "Cinayet işlerse sorumludur bunun dışında
hiçbir şeyden sorumlu değildir."
İbnu'l Kayyim derki, Hanefi mezhebinden Tahavi ve Ebu'l Hasanu'l Kerhi'nin, Safi mezhebinden
İmamul Haremeyn'in, Hanbeli mezhebinden Şeyhuîlİslam İbni Teymiyye'nin tercihi ve Şafii'nin iki
sözünden biri de budur.
Said İbni'l Museyyeb Hasan el-Basri, Zuhri ve Sabi gibi tabiin ulemasından sarhoşun talakının
geçerli olduğunu söyleyen bir taife vardır. Evzai, Sevri, Malik ve Ebu Hanife'nin görüşü de budur.
Şafii'nin bu konuda iki fetvası rivayet edilir. Fakat bu iki fetva arasında Şafii'nin gerçek fetvası,
geçerli olmasıdır. İbnu'l Murabit şöyle der: "Sarhoşun aklının tamamen gittiği konusunda kesin
bilgimiz varsa, talakı gerekmez, aksi halde gerekir. Nitekim Allah Teala sarhoşa uygulanacak
haddi ne dediğini bilmemesine bağlamıştır.265
İbni Hacer el-Haskelani der ki: "İbnu'l Murabitin yaptığı bu değerlendirmeyi, "Onun talakı sahih
değildir" diyenler de kabul etmektedirler. Ancak İbni Hacer'in bu sözü biraz sonra zikredeceğimiz
değerlendirmeye muhtaçtır. Sarhoşun talakının ve bilumum tasarrufatının sahih olduğunu
söyleyenler de bir takım deliller göstermişlerdir. Bu delillerin önemlilerini iki başlık altında
toplamak mümkündür.
Birincisi: Onun talakının sahih olması kendi istek ve iradesi ile işlediği suçun bir cezasıdır. İbni
teymiye bu delili zaif görmüştür:
a) Şeriat hiç kimseyi bu şekilde yani boşamak ya da boşamamak yoluyla cezalandırmamıştır
b) Hemde bu hükümde suçsuz olan hanımını veya varsa çocuklarını cezalandırmak vardırki bu da
caiz değildir zira hiç bir şahıs başkasının işlediği bir suçtan ötürü cezalandırılamaz.
c) Hem sonra şeriat sarhoşun cezalandırılma şeklini sopa ve başka şekliyle belirlemiştir. Bundan
sonra ona bir başka şekilde ceza vermek şeriatın getirdiği kanunu değiştirmektir. 266
İkincisi: Teklifin hükmü sarhoş üzerine geçerlidir. Sarhoş teklifin üzerlerinden kaldırıldığı deli ve
uyuyan gibi değildir bazıları bu hükmü şöyle tabir ediyorlar: Bu adam kendi isteğiyle asi olmuştur
içki içmesiyle yahut başka bir günah işlemesiyle Şari'in hitabı kendisinden ayrılmış değildir çünkü
bu adam sarhoşluğa düşmeden veya sarhoşken üzerine farz olan namaz ve diğer ibadetleri kaza
etmekle memurdur o halde mükelleftir.
Hanefi imamlarından olan Tahavi bu delile şu şekilde cevap vermiştir: "Aklı kaybolan bir insanın
hükümleri, bu işin kendi tarafından olması veya başkası tarafından olması ile değişmez. Çünkü
Allah tarafından gelen bir özürle namazda kıyamdan aciz olmakla, kendi tarafından gelen bir
özürle kıyamdan aciz olmak arasında hiç bir fark yoktur. Mesela bir adam ayağını kendisi
kırmışsa üzerinden kıyam farzı düşer."267
Yani evet, bu adam kendi nefsine zarar vermesiyle günahkar olmuştur. Ancak bu kendi eliyle aciz
olması neticesinde kendine uygulanacak acz hükümlerine mani değildir. Mesela bir adam
kendisini deli yapacak bir ilaç içse onu aklı başında iken içtiği için günahkar olur ancak, onun bu
işi delilik hükümlerinin neticede kendisine uygulanmasına mani olmaz.
Aynı şekilde Hanbeli mezhebine mensub İmam İbni Kudame şöyle der: "Hamile bir kadın karnına
vursa ve neticede nifas olsa üzerinden namaz düşer. Yine bir adam başına vursa ve deli olsa
mükellef olmaktan düşer."268
Şeyhu'l İslam İbni Teymiye sarhoşun -talak dahil- hiç bir tasarrufun sahih olmadığına bir kaç delil
getirmiştir:
Birincisi: Müslim'in Sahihi'nde rivayet ettiği Cabir bin Semurenin hadisidir. Buna göre Peygamber
(sav), zina yaptığını kabul eden Maiz İbni Malik'in ağzının koklanmasını emretmiştir. Bunu, sarhoş
olup olmadığını öğrenmek amacıyla yapmıştır. Onun bu hareketi sarhoşluk olsaydı itirafına itibar
etmiyeceğini ortaya koymaktadır.
İkincisi: Sarhoşun namaz gibi ibadetleri de icma ile sahih değildir. Nitekim Allah Teala şöyle
buyuruyor:
"Ey iman edenler ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın" 269 Aklının kaybolması
sebebiyle ibadeti batıl olan her insanın akit ve tasarrufatınında batıl olması daha evladır ve daha
iyidir. Çünkü aklındaki noksanlığı sebebiyle insanın, söz ve akitleri sahih olmuyor, ama ibadetleri
sahih oluyor. Örneğin çocuk ve mahcurun aleyh (kadının hükmüyle ticareti yasaklanan) gibi.
Üçüncüsü:Tüm söz ve akitlerde akıl ve temyiz (eğriyi, doğrudan ayırma kabiliyeti) şart
koşulmuştur. Binanaleyh temyiz ve aklı bulunmayan kimsenin şer'an hiç bir sözüne itibar edilmez.
Bunun böyle olması gerektiği Şari'in vurgulaması yanında akılla da bilinmektedir.
Dördüncüsü:"Ameller niyyetlere bağlıdır" hadisinde de ifade edildiği gibi, tüm akit ve tasarrufların
(muamelelerin) geçerliliği için "kasıt" şart koşulmuştur. Binanaleyh yanılgı sürçülisan veya
akılsızlık sebebiyle konuşan kimsenin ağzından maksatsız olarak çıkan hiçbir söze seri hüküm
terettub etmez.270
Bu delillere bir de az önce Buhari'den naklettiğimiz delilleri eklediğimiz zaman açıkça görüyoruz
ki, sahih (doğru) olan görüş, Kuran, Sünnet ve sahabenin içinden sözlerinin muhalifi olmayan iki
kişi Hz. Osman (ra) ve Hz. Ali (ra)'nin sözlerinin desteklediği görüştür. Şeriatın kökleri ve genel
prensipleride bu görüşü teyid etmektedir: Sarhoşun talakı vaki olmaz çünkü sarhoşta bilgi, temyiz
ve kasıt yoktur.
Burada fetvayı kendisi ile noktalıyacağım ufak bir açıklama kaldı. Bu da; sarhoşluğun hakikati
nedir, sorusuna getirdiği açıklamadır. Hafız İbni Hacer'in, İbni'l Murabbit'ten naklettiğine göre
sarhoş; aklı kaybolan ve tamamen kârını, zararını bir birine karıştıran kimsedir. Ama İbnu'l
Kayyim'in de dediği gibi, ulemanın çoğunluğu bu şartı (akim ve temyizin gitme şartını) gerekli
görmemişlerdir. Bilakis İmam Ahmed ve diğerleri şöyle demişlerdir: "Sarhoş sözlerini karıştıran ve
kendi gömleğini başkasının gömleğinden ayıramayan, kendi işini başkasının yaptığı işten
ayıramıyan kimsedir."
İbnu'l Kayyim der ki: "Sarih (açık) ve sahih olan hadiste buna delalet etmektedir. Nitekim
Peygamber (sav) zina ettiğini itiraf eden adamın ağzının koklanmasını emretmiştir. Halbuki bu
esnada adamın aklı ve zihni yerinde olmakla beraber anlaşılan ve düzgün bir şekilde konuşuyor ve
hareketleri de normaldi. Buna rağmen Peygamber (sav) Efendimiz kendisi ile aklının ve ilmini
olgunluğu arasına girebileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak ağzının koklatılmasını ve
kendisinde sarhoşluk bulunup, bulunmadığını öğrenilmesini emretmiştir."271
Bütün bu açıklamalardan sonra, soru soran bacımız kocasından sarhoş ve dalgınken sudur eden
talakın vaki olmadığı konusunda rahat olabilir. Çünkü böyle bir boşama İslam şeriatına göre
geçerli değildir. Bizim Allahu Teala'dan niyazımız; bu mü'mine kadının sıkıntısını gidermesi, asi
kocasının da tevbesini kabul etmesidir. Allah'tan İslam ülkelerindeki idarecilere tüm kötülüklerin
anası olan içkiyi yasak edip, içenleri cezalandırma hususunda muvaffakiyet vermesini, hülasa
gerektiği şekilde yardım etmesini diliyoruz. Ancak O yardım eder ve O muvaffak kılar. 272

Kızgınlık Halinde Boşamak

Soru

Ben sinirli sert mizaçlı ve çabuk kızan birisiyim. Bu durumun önüne geçemiyorum. Zira bildiğiniz
gibi bu hal irsi bir olaydır. Kızgınlığımdan dolayı özellikle aile hayatımda olmak üzere bir çok
sorunla karsı karşıya kalıyorum. Hanımımın ufak bir sözüne; veya bir hareketine sinirleniyorum ve
ortam münakaşa ortamına dönüşüyor ve düşünmediğim beklemediğim bir anda olay talakla
sonuçlanıyor. Bazen hanım da sebep oluyor fakat ben kızdığım zaman ne yaptığımı bilmiyor hiç
düşünmediğim bir takım sözler söylüyor ve istemediğim davranışlarda bulunuyorum bazıları buna
asebilik (ruhi delilik) diyorlar. Allah Teala bütün bunlara sebep olan öfkeyi ortadan kaldırsın.
Bu şekilde hanımımı iki kere boşadım. Bazı hocalar her seferinde talakın vaki olduğunu, fakat
hanımıma (rici olduğu için) dönebileceğimi söylediler ve öyle yaptım. Şimdi ise bir kaç günden
beri aramızda bir huzursuzluk peyda oldu ve yine talakla sonuçlandı bu sefer bana: hanımın
ancak muhelli ile (ikinci koca ile evlendikten sonra) helal olur çünkü bu üçüncü talak oldu denildi.
Şunu belirteyim ki ben hanımımı boşadığım zaman aynı aşırı kızgınlıktan sıtma hastalığına
yakalanmış kimse gibiydim. Kendimi her şeyi yapmaya hazır hissediyordum.
Fakat kızgınlığım geçince son derece pişman oldum. Bana daha önce de söylenmiş olan
"muhallilden" başka bu problemine çözüm getirecek bir çare biliyor musunuz? Şeriat, insanın
dengesiz bir anında daha önceden tasavvur edilmeyen ve düşünülmeyen basit bir sözün ağızdan
çıkmasıyla bir ailenin hayatının yıkılmasına ve bütün bir ailenin parçalanmasına göz yumar mı?
Şunu da ilave edeyim ki, içimizdeki kötü niyyetli fitnecilerden bazıları bana hanımımın, beni
kızdıracak, kendisine karşı sinirlendirecek laflar sarfettiğini aktardılar. Tabi bu da son kavgamızı
körüklemiş oldu. Daha sonra onların bu kötü niyetlerini ve hanımımın bu söylenenlerden beri
olduğunu anladım şayet bunu daha evvel bilyesdim bütün bu olanlar olmazdı ama ne yapalım
demek Allah'ın takdiriymiş, sizin bu probleme bir çözüm yolu bulacağınızı ümit ediyorum. Allah
yardımcınız olsun. 273

Cevap

1) Soruyu soran kardeşimize artık kim anlatmışsa anlatmış, üç talakla boşadığı karısıyla tekrar
evlenmek amacıyla onu geçici olarak başka bir erkekle evlendirmeyi düşünüyor. Bu ise dinen
haramdır, kesinlikle caiz değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda bir hadisi
şerifinde şöyle buyuruyor: "Üç talakla boşanan kadına dönmek amacı ile onu geçici olarak başka
bir erkeğe nikahlıyana da bu kadını, eski kocasına helal kılmak amacı ile nikahı altında
bulundurana da Allah lanet etsin." Efendimiz (sav) bu işi başka bir hadisi şerifinde: "Emanet
alınmış teke" olarak nitelemiştir.
Birinci kocaya helal kılmak amacı ile kıyılan nikahın sahih olmadığı konusunda sahabenin icması
vardır. Nitekim bu işin haram olduğu Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, İbni Mesud, İbni Ömer, İbni
Abbas'tan sahih yollarla bize aktarılmıştır. Hatta Hz. Ömer, "Bana bu işi yapan erkek ve kadın
getirilirse onları recmederim" buyururken, Hz. Osman da: "Nikah ancak isteyerek ve evlenmek
amacı ile kıyılan nikahtır, göstermelik olarak yapılan nikah caiz değildir" buyurmaktadır. İbni
Abbas ise: "Kadını eski kocasına helal kılmak amacı ile nikah kıyan karıkoca yirmi sene nikahlı
olarak bekleseler bile Allahu Teala kıyılan nikahın amacının kadını eski kocasına helal kılmak
olduğunu bildiği için zina etmeye devam ediyorlar" diyor.
Bazı sahabiler de: "Biz bunu Peygamberimizin zamanında zina kabul ediyorduk; bu nedenle hiç bir
müslümana Allahu Teala'nın haram kıldığı şeyi helal kılmak amacı ile bu batıl hileye baş vurmak
helal olmaz" demektedirler.
2) Kızgınlık anında talak kelimesini söylemeye gelince bu konuda fukaha sahabenin görüşlerine
uymaya çalışarak kimileri konuyu geniş tutmuş kimisi de dar altmışlardır. İhtilaflar olsa da şeriatın
maksatlarına en yakın olanını tercih etmek amacı ile her iki firkanında delillerini incelemek
zorundayız.
3) Kızgın kimsenin talakı hakkında tercih edilen görüşü açıklamadan önce, konuyu geniş
tutanlarla daraltanların hakkında ihtilafa düştükleri "gazabı", tanımlamamız lazım.
Allame İbni'l Kayyım der ki: "Gazab üç kısımdır.
Birincisi: Kızgınlığın ilk belirtileri, ne söylediğini ve maksadının ne olduğunu bilecek bir seviyede,
aklında ve zihninde olağan üstü bir değişiklik olmayacak kadar bir insanın sinirlenmesi halidir.
ikincisi: Kızgınlığın ne söylediğini ve ne yaptığını bilmiyecek seviyede son haddine ulaşmasıdır
daha önceden de belirttiğimiz gibi bu durumda talakın vaki olmadığı konusunda ihtilaf yoktur. Zira
gazab akim gitmesidir, dolayısıyla kişinin ne söylediğini bilmediği bir derecede aklının gitmesi söz
konusu ise bu durumda hiç bir sözünün geçerli olmadığı şüphesizdir. Çünkü bir mükellefin
sözünün geçerli olabilmesi için:
1) O mükellefin kendisinden sudur eden sözleri bilmesi,
2) Sarfettiği sözlerin manasını bilmesi, düşünmesi.
3) O, sözü kendi isteğiyle söylemiş olması gerekmektedir.
Buna göre birinci şart uykuda olanı, deliyi zature hastasını sar hoşu ve soruda bahsedilen kızgını
kapsam dışına çıkartır, zira bunların hiç biri ne söylediklerini bilmez.
İkinci kısımda bir şeyler demiş ancak söylediğinin manasını asla bilmeyen kimseyi istisna ederki
bu sözün gereği zaten lazım olmaz.
Son şart ise söylediğinin lafzını da, anlamını da bilen ancak zorla konuşturulan kimseyi (mukrehi)
istisna eder.
Üçüncüsü: Kızgınlığın kısımlarından üçüncüsüne gelince. Bu da gazabının daha önce sayılan iki
mertebenin ortasında olmasıdır. Yani ilk belirtilerinin arız olması hatta geçmesi ancak deli gibi ne
söylediğinden habersiz bir seviyeye ulaşmamasıdır. İşte ulemanın ihtilafa düştüğü ve herkesin
kendi görüşünü sunduğu nokta burasıdır. Ama seri deliller; geçerli olabilmesi için istek ve rızanın
şart olduğu, talak, azat ve akitlerin bu durumdaki kızgınlık içinde geçerli olmadığına delalet
etmektedir. Zira imamlarında açıkladığı gibi gazabda az sonra sunacağımız delillerden olan
hadisin içinde geçen (iğlak) kelimesinin kapsamı altındadır.
1) Kızgın kimsenin talakı da içinde bulunmakla beraber talakın vukuunu zorlaştıran sebepler
birçok delillere dayanmaktadırlar.
a) Hz. Aişe (r.anha)'nin Peygamber Efendimiz (sav)'den rivayet ettiği: "İğlak'ta boşama ve azad
geçerli değildir" hadisin metninde geçen "iğlak" kelimesi Ebu Davud'un rivayetinde "ğilak" olarak
geçmektedir ki, Ebu Davud, zannediyorum bu kelimenin manası gazab (kızgınlık)tır demiştir.
Hanbeli der ki: "Ben Ebu Abdullah'tan, yani Ahmed bin Hanbel'den, hadiste geçen iğlak kelimesi
için, 'O gazabdır' dediğini işittim."
Lugatçıların bir kısmı şöyle der: "İğlakın iki manası vardır. Birincisi ikrah (zorlama), ikincisi de
kişinin ne söylediğini bilmediği bir haletin üzerine arız olmasıdır. İmam Buhari'nin Sahihi'ndeki
konu başlığı da bunu göstermektedir. Zira Buharı şöyle der: "Babuttalak filiğlak (elgazabi) ve-1
kurhi (elikrahi) ve vessekrani
velmecnuni." (Yani, iğlak, gazab, ikrah, sarhoşluk ve delilik anında talak hakkındaki bölüm.)
Buharinin "iğlak" kelimesini diğerlerinden ayırması ona göre iğlak'ın gazab anlamında olduğuna
işaret etmektedir.
İmam, İbni'l Kayyim şöyle der: "Zaten iğlak kelimesinin gazab (kızgınlık) anlamında olduğunu
birçok lügat ehli savunmuştur."
b) Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Allah yemininiz deki yanılmadan dolayı sîzi sorumlu tutmaz. Fakat kalbinizde kötü niyyet tutarak
yaptığınız yeminden dolayı sizi sorumlu tutar." 274
İbni Cerir Et Taberi, İbni Abbas'ın bu ayetin tefsirinde şöyle dediğini rivayet eder: Yemininde
yanılman kızgın olarak yemin etmenle olur.
Yine İbni Abbas'ın en seçkin arkadaşlarından biri , onun şöyle dediğini bize aktarır: "Kişinin
kızgınken yaptığı hiç bir yemine keffaret gerekmez." İbni Abbas bu görüşüne yukarıdaki ayeti delil
olarak göstermiştir. İbnu'l Kayyim şöyle devam ediyor: "Maliki mezhebinin fetvalarından bir tanesi
de budur. Buna göre yeminin "lağvı" (boşu) kızgınken yapılanıdır." Maliki mezhebinin en seçkin ve
en faziletli ulemasından olan Kadı İsmail bin İshak'ın mutlak olarak tercih ettiği görüşte budur.
Yani ona göre, kızgın kimsenin yemini geçerli değildir. İbni'l Kayyim'in sözü burada bitiyor.
c) Kur'an'ın, Musa (a.s.)'nın, kavimine üzüntü içerisinde ve kızgın olarak döndükten sonraki
hareketini anlatırken ilave ettiği şu ayeti kerime ve devamı, kızgın kimsenin talakının geçerli
olmadığına delildir. Musa kavmine kızgın ve üzgün olarak dönünce:
"Ben ayrıldıktan sonra yerime geçip ne kötü işler yapmışsınız rabbinızin emrimi beklemeyip
buzağıya mı taptınız" dedi elindeki tevrat levhalarını bırakıp kardeşi Harun'un başından (saç ve
sakalından) tutarak kendine doğru çekti Harun: Ey annemin oğlu bu millet gerçekten beni
küçümsediler, az kaldı beni öldüreceklerdi, sen de bana düşmanları sevindirecek hareketlerde
bulunma. Böyle beni zalimler topluluğuyla beraber tutma" 275
Ayeti kerimenin delil olması şurdan kaynalınr. Bilindiği gibi Musa (as) ne Allah'ın kendine verdiği
"levhaları" (sayfaları) yere atar, ne de kendisi gibi bir Peygamber olan kardeşine kaba hareketlerde
bulunurdu. Onu bütün bunları yapmaya iten sebep kızgınlığıydı. Zaten kızgınlığı kendisinde irade
bırakmadığı için Allah Teala onu mazur gördü ve yaptıklarından dolayı kendisini azarlamadı.
d) Aynı surenin devamında olan şu ayeti kerime meseleyi biraz daha aydınlatmaktadır:
"Musa gazabı dindiğinde levhaları aldı" 276
Görüldüğü gibi ayeti kerimede gazab kelimesi tebasına (yap) ya da (yapma) diyen ve emri
altındakilerinde dediğinden çıkamadığı bir padişah yerine konularak kendisine dindi kelimesi
isnad edilmiştir. Binanaleyh kızgm kimse mukrehten (zorla bir iş yapmak zorunda bırakılandan)
daha mazurdur.
e) Allah Teala buyuruyor ki:
"Eğer Allah, insanlara, hayır çarçabuk istedikleri gibi fenalığı da (istedikleri zaman) hemen acele
olarak verseydi elbette ecelleri hemen son bulurdu (yok olurlardı)." 277
Mucahid yukarıdaki ayeti tefsir ederken şöyle der: "İnsanların şerri (kötülüğü) istemelerinden
maksat, çocuğuna veya malına kızdığı zaman, "Allah belasını versin, Allah lanet etsin" gibi
sözlerdir. Eğer Allah hayır duaları kabul ettiği gibi bu (şer) duaları da kabul etseydi onları helak
ederdi." İbni'l Kayyim derki; "Dolayısıyla Allah katında icabeti en çabuk olan duanın kabulüne bile
gazab mani olmuştur. Çünkü kızgın insan söylediğini kalbinden kast etmemiştir."
f) Kızgınlık, insan ile onun sağlam fikir üretmesi, ve doğru düşünmesi arasında perde
oluşturduğundan onun meselenin hakikatına vakıf olma ve doğru karar verme yeteneğini
daraltmaktadır. Bu yüzden sahih bir hadiste şöyle Duyurulmuştur: "Hiçbir kadı kızgınken hüküm
veremez." Halbuki talak ta erkeğin kadın hakkında verdiği bir hükümdür. Binaenaleyh erkeğin de
kızgınken hüküm vermemesi, verdiği zamanda kadın ve aileyi korumak amacı ile geçersiz kabul
edilmesi gerekir.
g) Sarhoşun talakının sahih olmadığı konusunda dayandığımız delillerin hepsi "kızgın"ı da
kapsamaktadır. Hatta ikincisi birincisinden daha kötü bir haldi. Zira hiçbir sarhoş intihar etmez,
çocuğunu yüksekten atmaz ama kızgın insan bütün bunları yapabilir.
Şer'i kural şudur: "Kişisel arızaların söylenen sözün geçerliliğinde veya geçersizliğinde, kabul
edilmesinde veya edilmemesinde de tesiri vardır." Kişisel arızalar; örneğin unutma yanılma, ikrah
(silah zoruyla bir işi yapmak mecburiyetinde kalma) sarhoşluk, delilik, korku üzüntü gaflet ve
dalgınlık gibidir. Bu durumlarda (kişinin halinin fiiline etkisi büyük olduğundan) yukarıda
saydığımız arızalardan birine sahip olan kimseden diğerine sahip olandan farklı bir hareket
bekenebilir. Biriyle mazur olan kimse diğeriyle mazur olmayabilir.
Çünkü kasıt ve irade bağımsız değilse ve kendisini söylediği söze iten bir sebep varsa bu hal
kendisinden beklenebilir işte bu yüzden sahabe içlerinden biri bir şey adadığında kendisine
sorardı: Bunu gönlünden mi adadm yoksa kızgın iken mi adadın? Eğer kızgın iken adamışsa
kendisine yemin keffareti vermesini önerirdi buna delil olarak ta: Kızgın iken bir şeyi adamakla
yemin aynı hükmü iktiza eder. Zira her ikisini yapmaya iten sebep aynıdı. O da o andaki
maksadının yeminde olduğu gibi o andaki sıkıntıyı def etmek ve karşı tarafı ikna etmektir, ibadet
değil. Hem de Allah Teala kızgınlığı kişinin kendisi ve ailesi için yapacağı bedduanın kabul
edilmesine, ikrahı bu esnada küfür kelimesini kullanan kimsenin küfrüne, hata ve unutmayı da bu
esnada söylenen ya da yapılan işten sorumlu tutmaya mani kılmıştır.
Gazab (kızgınlık) arızası bazen yukarıdaki arızalardan daha kuvvetli oluyor öyle ise bu arızalardan
dolayı maksat ve istek olmadığı için söylenen sözün gereği yerine gelmiyorsa aynı şekilde
sözünün gereğini kasdetmeyen kızgının da onlardan daha özürlü olmasada en azından onlarla
eşit olması gerekir.
Evet biz şimdi kızgınlık anında yukarıdaki delillere itimad ederek talakın geçerli olmadığı görüşünü
tercih ettik ancak talakın vuku bulmadığı kızgınlık ölçüsünü diğerlerinden ayırabilmek amacıyla
belirlememiz gerekir. Çünkü bu gibi hususları belli başlı kurallara bağlamadan bırakmak işi
kargaşaya ve zorluğa götürür.
İmam İbni Kayyim ve ondan önce Şeyhu'l İslam İbni Teymiye'nin maksadı ve söylediğini
bilmemeyi bu konuda ölçü tuttuklarını görüyoruz. Dolayısıyla bir kimse maksadını ve ne
söylediğini bilmez ise talakın vaki olmadığı "iğlak" halindedir.
Fakat Hanefi alimlerinden Allame Şeyh İbni Abidin, Durilmuhtar üzerine yazdığı meşhur
Haşiye'sinde İbnul Kayyim'in "gazab" hakkındaki kelamını 3. kısmıyla birlikte, aynen ibnul kayyimin
kızgın kimsenin talakı hakkında yazdığı risalesinde olduğu gibi aktardıktan sonra kızgın ve şaşkın
kimsenin talakının vaki olmaması için ne söylediğini bilmeyecek kadar ileri gitmesine gerek
olmadığını bilakis bu konuda apuk sapuk konuşmanın, söz ve davranışlarında eskiden olmadığı
kadar bozukluğun görülmesinin ve saçma sapan davranışlarıyla ağır başlılığını kaybetmesinin
yeterli olacağını ileri sürmüştür ve şöyle devam etmiştir: "Esas itimad edilmesi gereken hüküm de
budur. Bu sebeple ne söylediğini bilse ve yaptığını iradesiyle yapsa bile söz ve davranışlarda
olağanüstü bir bozukluk söz konusu ise tam bir idrak olmadığı, hareketlerini kontrol edemediği
için akıllı bir çocuğun sözleri muteber olmadığı gibi böyle bir insanın sözleride muteber
değildir."278
Bana göre İbni Abidin'in belirttiği, ölçü doğrudur ve yerindedir. Buna göre söz ve fiillerin geçerli
olmaması için itibar edilen "gazab" insanın söz ve davranışlarında normal bir halinde söylemediği
ve yapmadığı şeyleri söyleyecek ve yapacak kadar ölçüyü kaybetmesidir.
Biz insanı etkisi altına alan kızgınlığı diğerinden ayırmak için bir başka alamet daha ekliyelim ki
İbnil Kayyim bu alameti Zadu'l Mead'ında tenbih etmiştir. Bu alamette, insanın kızdıktan sonra,
kızgınken yaptıklarına pişman olmasıdır. Kızgınlık üzerinden geçtiğinde pişman olması onun bu
esnada talakı kastetmediğinin delilidir.
Allah daha iyi bilir. 279

'Abdulmesîh" İsminî Koymak

Soru

Cevabını beklediğimiz sorumuzu sizlere arzediyoruz: Yanımızda müslüman bir hanım var, kocası
da müslüman bir erkektir. Bu hanım hamile kalıyor, çocuğunu selamet içinde doğruyor, ancak
doğumdan az sonra çocukları ölüyor. Bazıları çocuğun yaşaması için ismini Abdulmesih (İsa'nın
kulu) koy diyor. Müslümanların isminden olmayan bu ismi çocuğa koymak caiz midir? ikincisi bu
isimle çocuğun yaşaması arasında bir alaka var mıdır? Bizi aydınlatır mısınız? 280

Cevap

Bu ismi koymak haramdır. Haramdır, yani onun haramiyeti kat kattır. Çünkü bu ismin haram oluşu
biryönden değil üç yönden kaynaklanmaktadır.
Birincisi: İster peygamber olsun ister sahabi olsun veya isterse salih insanlardan biri olsun
Allah'tan başkasına kulluğu ifade eden bütün isimler müslümanların icmai ile haramdır.
Binanaleyh hiç bir müslümanın Abdunnebi, Abdurrasul, Abdulhuseyn, Abdulkabe ve bunlara
benzer isimlerle adlandırılması caiz değildir. İbni Hazm der ki, "Abdulmuttalib hariç Abduluzza
(Uzza'nın kulu bir putun ismidir) Abdulhubel (Hubel'in kulu yine bir putun ismidir) Abdul Ömer
(Ömer'in kulu) Abdulkabe (Kabe'nin kulu) gibi Allah'tan başkasına kulluğa delalet eden bütün
isimlerin haram olduğu konusunda ulemanın ittifakı vardır.
İkincisi: Özellikle bu isim gayri müslimleri ayıran ve ilk telaffuzu ile sahibinin dini hüviyetini ortaya
koyan isimlerden biridir. O halde bu isim sırf Hırıstiyanlara mahsus bir isimdir. Bu isimle adlanmak
ise Hıristiyanları dini yönden diğer milletlerden ayıran özelliklerden biridir. Bu yüzden bu konuda
onlara benzemek şu hadisi şerifin dairesine girmektedir: "Kim bir millete benzerse o onlardandır."
Bu hadisten maksat, onların özellikle dini simgelerinden birini takınma noktasında onlara
benzemekdir.
Üçüncüsü: Bu isim soruda ifade edilen sebepten dolayı ve belirtilen problemi izale etmek amacı
ile konuluyorsa buda islamın kendisi ile savaş içinde olduğu şirkin bir çeşitidir. Çünkü böyle bir
hareket Allah'tan başkasına itimad etmek ve onun bu varlığın nizamım bağladığı doğal kuralları ve
tabiî sebepleri bir tarafa itmektir. Bu nedenle böyle bir isimle adlandırmak haddi zatında
Peygamber Efendimizin (sav) şirk kabul ettiği katır boncuğunun (nazar boncuğu) aynısıdır ve son
derece tehlikelidir.
Ne akıl, ne bilim ne de din açısından, çocuğun ismiyle yaşaması veya ölmesi arasında hiç bir
bağlantı yoktur karıkocaya ya da çocuğa velilik eden tüm yakınlarına, doğal kanunlara saygılı
olmak meşru sebeplere sarılmak kadını uzman doktorlara göstermek ve daha sonra kendisini ve
çocuğunu muhafaza edip afiyet vermesi konusunda dua ederek Allah'a tevekkül etmek vaciptir.
Ama böyle bazı avamın aldatılıp yaptığı gibi gayri müslimlere ait olan isimleri koymak, kiliseye
veya gayri müslimlere ait mabedlere gitmek veya çocuğu doğduktan soma vaftiz suyuyla yıkamak
gibi batıl adetlerin hepsi ikaz edilmeye ve hatırlatılmaya rağmen ısrar edildiği taktirde insanı islam
dairesinden çıkaran, şirkin çeşitlerindendir. Tüm ilim sahiplerinin halkı bu gibi adetlerden
sakındırmaları, sapıkların ve deccalların, kendilerini çektiği şirke düşmemeleri için onlara
bilmedikleri şeyleri öğretmeleri vaciptir. 281

Kadının Kendine Yetecek Kadar Ve Kocasının Maddî Durumuna Uygun Bir Miktarda Nafaka
Hakkı

Soru

Ben, bolmiktarda gayri menkulü ve bankalarda parası bulunan, ancak paraları yalnızca birhayli
mücadeleler neticesinde elinden çıkarabilecek kadar cimrilik hastalığına yakalanan bir zenginin
eşiyim, bu durum benim hayatıma da yansıyor. Kocam ev ihtiyaçları için bu durumda olan bir
adama yakışmıyacak kadar cüzi bir meblağı zorla çıkartıp veriyor. Bu yüzden geliri kısıtlı olan
birçok insanın evleri bile benim evimden daha güzel, onların hanımları görüntü bakımından
giyecekte, ziynette ve asrımızın muhtaç olduğu sair durumlarda benden daha düzgün ve onların
çocukları da benim çocuklarımdan daha iyi durumda. Peki şeriat Allah Teala'nın zengin ettiği ve
lutfundan çok şeyleri bahşettiği bu kocaya bize karşı elini kapatmasını caiz kılıyor mu?
Bir kadına kocası nafakada eksiklik yapıyorsa o kadın ne yapmalı, meselesini mahkemeye mi
götürmeli? Öyle olursa bunun ardından feci bir şekilde toplumsal bir çöküş gelmez mi? Aile hayatı
temelden çökmez mi? Yoksa kadın kocasının haberi ve bilgisi olmadan başarabilirse kocasının
malından alabilir mi? Alırsa bu hali ile günahkar olur mu? Çünkü kadın sahibinin izni olmadan
onun malını almıştır. Bu da olmaz ise o halde çözüm nedir? Bize bu konuda fetva veriniz. Allah
mükafatınızı versin. 282

Cevap

Malesef bu konuda aileler tamamen bir çelişki içindeler. Bazen öyleleri oluyor ki, yuları hanımının
eline vermiş o da kendi nefsi için faydalı faydasız ihtiyacı olan olmayan, her şeye para harcıyor.
Onların yegane amaçları gururlarını okşamak, kibirlerini doyurmaktır. Vatana millete ve aileye
faydası var mı, yok mu bakmadan Avrupa'nın Amerika'nın ve Asya'nın en son çıkarttığı modayı
takib etme yarışma girmişlerdir. Yarının getireceği faciaların hiç umurunda bile değillerdir. Bunun
yanında ellerinde olduğu halde hanımlarına cimrilik yapan, onların boğazlarından kısan, onlara
yetecek ve makul bir şekilde ihtiyacını karşılayacak kadar bile para vermeyen insanlara da
rastlıyoruz. Halbuki Allah (cc.) kitabında harcama konusunda israf ile cimriliğin arasında orta bir
yolun takip edilmesini farz kılmıştır. Nitekim noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala şöyle
buyuruyor: "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş cimri gibi cimri olma israfa dalarak elini tamanen
açma sonra kınanır açıkta kalırsın"283
Allah Teala, Rahman'ın has kullarını şöyle vasıflandırmıştır:
"Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik yaparlar İkisi arasında orta bir yol
tutarlar" 284
Şeriat kadına verilecek nafaka konusunda ne paradan ne de başka bir şeyden (altın gümüş) belli
bir miktar sınırlamamıştır. Bu konuda vacip olan uygun bir şekilde onun ihtiyacını karşılamaktır.
Tabiatıyla bu ihtiyaçta bir asırdan başka bir asra, bir çevreden başka bir çevreye, bir bucaktan
diğerine, bir adamdan başka bir adama değişir. Buna göre şehirli köylü gibi değildir yerleşik
göçebe gibi değildir, kültürlü ümmi gibi değildir, nimetin bolluğu içinde bulunan, zorluğun
pençesinde doğan gibi değildir, zengin bir erkeğin hanımı, orta haldeki bir erkeğin hanımı gibi
değildir. Nitekim Kur'an bunların bir kısmına şöyle işaret etmiştir:
"Varlıklı kimse nafakasını varlığı ölçüsünde versin rızkı dar olanda Allah'ın kendisine verdiği kadar
versin Allah kişiyi ancak verdiği şeyle mükellef tutar" 285
Kur'an boşanan kadına verilecek eşya konusunda da bu manayı şöyle tenbih etmiştir.
"Zengin kendi imkanına göre fakir de kendi imkanına göre usulüne uygun bir şekilde onlara
(Boşanan kadınlara) faydalanacakları birşeyler verin, bu, iyilikte bulunanların üzerine bir borçtur"
286
İmam Gazali, İhya'sında nikahın edeplerinden biri olan nafaka konusundaki itidalden bahsederken
ne güzel söylemiş: "Erkek kadınlara ihtiyaç masraflarını verirken cimrilik yapamaz, israf da
edemez orta yolu tutmalıdır." Allah teala buyuruyor ki:
"Yiyiniz içiniz israf etmeyiniz"287
Yine Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma israfa dalarak da elini tamamen açma sonra
kınanın açıkta kalırsın”288
Bunun yanında Resulullah (sav) Efendimiz de şöyle buyuruyor:"Sizin en hayırlınız ailesine en iyi
davrananızdır"289 Yine Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Bir dinar ki, sen onu Allah
yolunda (cihadda) harcadın bir dinar da vardır ki, sen onu köleyi azad etmek için harcadın, bir
dinarla da miskine tasadduk ettin, bir başka dinar da vardır ki, sen onu ailene harcadın işte bütün
bu harcamalar içerisinde mükafatı en büyük olan ailene harcadığın dinardır"290
Rivayete göre, Hz. Ali' (ra)nin dört hanımı vardı ve bu hanımlarının her birine bir dirhemle her dört
günde bir et satın alırdı.
İbni Şirin derki: "Erkeğin ailesi için çalışması ve her cuma günü ona tatlı getirmesi mustehabdır."
İmam Gazali de şöyle der: "Tatlı mühim yiyeceklerden olmasa da tamamen terkedilmesi adeten
cimriliktir. Yenmesi helal olan her hangi bir yiyeceği ailesinden esirgeyip yedirmezlik yapması iyi
olmaz. Çünkü, böyle bir hareket kalplerin kırılmasına ve düzgün bir geçimden uzaklaşmaya sebep
olur. Eğer böyle bir işe azimli ise de kendisi ailesine çaktırmayacak şekilde gizli yesin. Erkeğin
yedirme niyyetinde olmadığı bir yemekten ailesinin yanında bahsetmesi uygun olmaz bir şey
yediği zaman tüm aile fertlerini sofraya oturtmalıdır.291
Fakat İslam şeriatının kadına ayırdığı nafaka ve geçim gerekleri nelerdir? Bu konuda kitap ve
sünnete dayanan fıkıh kitaplarına kulak verelim:
Hanbeli mezhebine mensup Şeyhu'l İslam İbni Kudame "El-Kâfi" isimli kitabında der ki: "Kadına
normalde geçimini temin edecek kadar nafaka verilmesi vaciptir, çünkü Peygamber Efendimiz
(sav) Ebu Sufyan'ın hanımı Hind'e şöyle demişti: "Normalde sana ve çocuğuna yetecek kadar
nafaka al."292
Aynı şekilde Allah (cc) da şöyle buyuruyor:
"Kadınların rızkını temin etmek şekilde giydirmek erkeğe aittir” 293
Ayette geçen "maruf (iyilik uygunluk) tan maksat yetecek kadardır. Çünkü nafaka ihtiyacı
gidermek amacı ile konulmuştur nasılki bir köle nafakasını vermeyen efendisini hakime şikayet
ederse hakim ona yetecek kadar nafaka ayrılmasını emredebilir, aynı şekilde kadında kendisine
yeteri kadar nafaka ayırmayan kocasını mahkemeye verir ve kadı (Hakim) kendisine yetecek
kadar ekmek ve erzak tayin eder. Bugün azık tayininde ekmekte tayin etmek vaciptir çünkü örfen
katık olarak ekmek kullanılmaktadır.
İbni Abbas, Allahu Tealanın: "Ailenize yedirdiğinizin orta derecesinden" sözünü tefsir ederken
şöyle demiştir: "Buradaki orta dereceli yiyecek; ekmek ve zeytin yağıdır." İbni Ömer'den rivayet
olunduğuna göre, "Ekmekle tere yağı, ekmekle zeytin yağı ve ekmekle hurmadır. Kişinin ailesine
yedirdiği en değerli yiyecek ise: ekmek ve ettir."
Nafakanın tayininde azık olarak şehirde kullanılan yiyeceklerden kadının ihtiyacı kadar temin
etmek gerekir. Bunlar da, zeytinyağı, sıvı yağlar, tere yağı, süt et ve diğer azıklardır. Çünkü bugünün
şartlarına uygun (maruf) yiyecek bunlardır. Allahu Teala Resulü'ne (marufu) emretmiştir.
Tabiatıyla bu nafaka meselesi kocanın maddi durumunun iyi veya kötü olmasına göre değişir
çünkü Allah teala bu konuda şöyle buyuruyor:
"İmkanı geniş olan nafakayı imkanına göre versin rızkı daralmış bulunanda nafakayı Allah'ın
kendisine verdiğinden (maldan) ayırsın. Allah hiç kimseye gücünün yettiğniden başkasını
yüklemez” 294
Nafakanın tayininde kadının durumuda göz önünde bulundurulmalıdır. Normalde sana ve
çocuğuna yetecek kadar (nafaka) al" Binaenaleyh zengin bir erkeğin nikahı altında bulunan
kadının nafakasını ekmek ve azık olarak en kaliteli ve kendi durumlarında olan bir ailenin yediği
yiyecekler nazarı itibare alınarak tayin etmesi, fakir bir erkeğin nikahı altında bulunan kadının
nafakasını ise; kalitesi düşük olan ekmek ve azıklardan kendi durumlarında olan bir ailenin
yiyeceklerini nazarı itibare alarak tayin etmesi, orta halli bir erkeğin nikah altında bulunan kadının
nafakasını da yine kendi durumlarında olan bir ailenin yieceklerine göre tayin etmesi gerekir.
Onlardan (karı kocadan) bir tanesi zengin öbürü fakir ise o zaman her biri kendi durumuna göre
yiyeceklerini alır. Çünkü zenginlerin nafakasını fakire yüklemek, fakirlerin nafakasını da zengine
kadına vermek uygun değildir ve böyle bir durumda birinin diğerine zarar vermesi söz konusu olur.
Nakli delillerden ayet ve hadisten, akli olarak ise bedenin devamlı korunması gerektiğinden dolayı
erkeğe nafaka vacib olduğu gibi hanımını giydirmesi ona elbise almasıda vaciptir. Zengin bir
erkeğin nikahı altında bulunan kadına örfen yaşadığı şehrin en kaliteli giyeceklerinden (ibrişim
kumaşı, ipek, pamuk ve ketenbezi) gibi giydirmesi, fakir bir erkeğin nikahı altında bulunan fakir bir
kadına örfen yaşadığı şehrin kalitesiz kalın pamuk ve keten-bezi gibi kumaşlardan giydirmesi, orta
halli bir erkeğin nikahı altında bulunan orta halli bir kadına da durumuna göre, veya biri zengin
öbürü fakir ise nafakada belirttiğimiz gibi her ikisinin ortasında, giyeceklerde adet ne ise ona göre
bir yol takib etmeleri gerekir.
Kadına oturacağı bir evi de temin etmek gerekir. Çünkü kadın sığınmak ve kendisini namahrem
gözlerden korumak için içinde rahat hareket edebilmesi ve faydalanması için bir eve muhtaçtır.
Tabii bu evin tezyinatıda nafakada bahsettiğimiz gibi karı kocanın maddi durumuna bağlıdır. .
Eğer kadın kader ve kaza gereği kendine hizmet etmekten aciz, veya hasta ise o zaman kadına bir
hizmetçi bulmak vaciptir, Çükü Allah Teala "onlarla iyi geçinin" buyurmaktadır ihtiyacı olduğu
taktirde ona hizmetçi tutmakda iyi geçinmenin kısımlarındandır. Ama bir hizmetçiden fazlası
gerekmez. Çünkü kadının hakkı kendi hizmetinin yapılmasıdır bu hizmetinde bir hizmetçiyle elde
edilmesi mümkündür kadına kadından, mahreminden veya çocuktan başkasının hizmet etmesi
caiz değildir.295
Er-Ravzatu'n-Nedviyye isimli eserin müellifi, kadının kocası üzerindeki haklarını sayarken nafaka
konusunda şöyle demiştir: "Bu mesele zaman mekan şahıs ve konumlara göre değişir. Mesela;
zor durumda olan kimse için maruf (uygun) olan nafaka maddi durumu iyi olan kimse için maruf
değildir. Çölde göçebe yaşayan ve genel için maruf olan nafaka şehirde apartmanlarda
yaşayanlar için maruf değildir. Aynı şekilde farklı derecedeki zenginler için maruf olan nafaka
fakirler için, Başkan ve Bürokratlar için maruf olan nafaka alt tabakalar için maruf değildir.
Binaenaleyh hadisi şerifte geçen maruf; sabit bir şey değildir bilakis konumlara göre değişir."
İmam Şevkani "Fethu'r Rabbani" isimli kitabında nafakanın belli bir miktarda tayin edilmesi veya
edilmemesi konusunda, mezheplerin farklı görüşlerini aktarmıştır. Buna göre ilim ehlinden bir
cemaat ki cumhurun görüşü budur. Nafakanın belli bir miktarı yoktur. Ancak onun miktarı kadına
yetecek kadardır. Nafakanın belli bir miktarı olduğunu söyliyen fıkıhçılardan nakledilen görüşler de
farklıdır. Mesela İmam Şafi şöyle der:
"Yiyeceğini zorla kazanan bir fakirin hanımına vermesi gereken nafaka, bir mud'dur. Yaklaşık 1
litrelik sıvı yağ. Durumu orta halli olan ise bir buçuk mud vermek zorundadır imam Ebu Hanife ise
bu konuda şöyle der. Durumu iyi olan bir erkeğin aylık hanımına vermesi gereken nafaka (yedi
sekiz) dirhemdir, fakir bir erkeğin hanımına vermesi gereken nafaka da, dört-beş dirhemdir.
İmam Ebu Hanife'nin mezheb arkadaşlarından bazıları şöyle demiştir: "Bu miktar yiyeceğin ucuz
olduğu zamandır. Eğer ucuzluk söz konusu değilse nafaka yetecek kadar tayin edilir."
Şevkani şöyle der: "Yer zaman konum ve şahıslar farklı olabileceğinden doğru olan miktar tayin
etmiyenlerin görüşüdür. Zira şüphesiz bazı zamanlar oluyor ki, o zamanlarda yemek diğer
zamanlarda yemekten daha pahalıya mal olur, zira bazı yerler vardır ki, oranın insanları günde iki
sefer yerler bazıları da var ki, günde üç sefer yerler. Hatta bazıları günde dört sefer yerler. Bolluk
anında insan darlık anından daha çok yemek ister. Şahısların durumu da aynıdır.
Bu farklılığın varlığı muhakkaktır bu farklılık ortada iken nafakayı belli bir miktara bağlamak hata
olur, adaletsizlik olur."
Sonra, nafaka belli bir miktara nasla (ayetle hadisle) bağlanmamıştır. Bilakis Peygamber
Efendimiz (sav) bu konuyu uygun ve yetecek miktara bağlamıştır. Hz. Aişe (r.anha)'den Buhari,
Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, Ahmed bin Hanbel ve diğer hadisçilerin rivayet ettikleri hadiste
olduğu gibi; Ebu Sufyan'ın hanımı Hind, Efendimiz'e sormuş: "Ey Allah'ın Resulü! Ebu Sufyan cimri
bir adamdır, bana ve çocuklarıma yetecek kadar para vermiyor. Ancak onun haberi yokken ben ne
alıyorsam onunla idare ediyorum." Bunun üzerine Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: "Sana ve
çocuklarına yetecek uygun bir miktarda al."
Sahih olan bu hadiste tüm hüküm marufla kayıtlı olmakla beraber yetecek miktara bağlanmıştır.
Maruf kelimesinden ise toplumda kabul edilen ve yadırganmayan miktar kastedilmektedir. Yoksa
hadisten sabit bir miktar veya belli bir yerin örfü kastedilmemiştir. Bilakis tüm mesele her yörenin
alışılmış ve yetecek kadar olan miktarın tayin edilmesidir. Her yöre kendi örfüyle itibar edilir,
alışılmış bu örften caymak, ancak karşılıklı gönül rızasıyla helal olur.
Bu konuda benzeri bir görev hakim için de geçerlidir o da, kocanın zengin ya da fakirliğini göz
önünde bulundurmak suretiyle zaman mekan konum ve şahıslara göre hüküm vermek zorundadır.
Çünkü Allah Teala;
"Varlıklı olan gücüne göre fakir olanda gücüne göre versin buyuruyor." 296
Şimdi sen yiyeceğin belli bir miktar olarak tayin edilmesinin caiz olmadığını kavradıysan aynı
şekilde kumanyanın da belli bir miktarda tayin edilmesinin caiz olmadığını anlarsın aksine ölçü
uygun olarak yetecek miktardadır.
Bahr sahibi şöyle anlatır: "Durumu iyi olan kimse için günlük iki ükiyye yağ (yaklaşık 50 ile 100 gr.
arası) orta halliler için bir-buçuk ükkiyye yağ durumu zaif olan kimse için de bir bir ukiyye yağ
tayin edilir."
İrşadın şerhinde de şöyle denilmiştir: Azık konusunda münakaşa söz konusu olduğu zaman
hakimin içtihadıyla, tayin ettiği miktara itibar edilir ve yetecek kadar azık tayin edilir zengin için bu
miktar iki ile çarpılır, durumu orta halli olanlar için ise ikisinin ortası tayin edilir. Et konusunda da
şehrin zengin orta halli ve fakirleri hakkındaki adet ölçü alınır.
Rafiide: "Eğer zamanlarında adeten meyva yaygınsa oda vaciptir" demiştir.
Şevkani der ki: "Cins çeşit ve miktar yörenin bu konudaki adetine göredir. Meyva konusu da
böyledir. Eğer örf bu konuda nafaka verilmesi gereken kimseye bir miktar tayin etmişse bunu
çiğnemek helal olmaz. Aynı şekilde bayram ve benzeri günlerde de bir genişlik söz konusu ise
bunu da ihlal etmek helal değildir. Kahve ve nebati yağlarda bu konuya dahildir. Netice olarak
diyebiliriz ki.; Peygamber Efendimiz bu konuya "normalde yetecek kadar" şeklinde açıklık
getirmiştir. Konuyu tüm detayıyla açıklayan bu sözün üzerinde söz yoktur.
Sonra Peygamber (sav)'in; "Normalde sana ve çocuğuna yetecek kadar al" sözünden anlaşılan
odur ki, bu hadisten sadece yemek içmek değil," insanın muhtaç olduğu her şey kastedilmektedir.
Bundan hareketle sadece temel gıda maddeleri değil, yiyemediği taktirde üzüntü ve keder
getirecek tüm gıda maddeleri de bu hadisin mefhumu altındadır. Tabiatıyla bu da şahıs zaman
mekan ve konumlara göre değişir. Hadisi şerifin içine ilaç ve benzerleri de girmektedir. Allah
Teala'nın şu sözü de buna işaret etmektedir:
"Onları uygun bir şekilde yedirmek ve giydirmek koca üzerindedir"297
Çünkü bu ayet bizzat üzerine nafaka vacib olan kimsenin nafaka vereceği kimsenin rızkını temin
etmesi gerektiğine delalet etmektedir. Haliyle rızık kelimesi yukarıda saydıklarımızın hepsinide
kapsamaktadır.
İntişar sahibi der ki, "Safi mezhebine göre hamam ücreti ilaç ve muayene paraları erkeğe vacip
değildir. Çünkü nasıl ki, kiracı evden eskiyip dökülen yerlerin tamir parasını ödemek zorunda
değilse, aynı şekilde vücudun korunması da sahibine aittir. Binanaleyh bu amaçla yapılan
masraflar kocaya yüklenemez. Yine Elgays isimli kitabında şöyle der: "Gerçek kıyasa göre ilaç
ruhu korumak yönüyle nafaka hükmündedir."
Bana göre İmam Şevkani'nin görüşü doğrudur. Çünkü gerek Efendimiz (sav)'in "Sana yetecek
kadar" sözü, gerekse Allah Teala'nın, "onların rızkı" sözü umum ifade ettiğinden ilaç ve tedavi
masraflarını da içerisine almaktadır. Zira ilk ifade, ikincisi de genel ifadelerdir. Bu kelimenin
nafaka sahiplerine mahsus olması onun umum genel ifade etmesine engel değildir. Seyyid Sıddık
Hasan Han'ın, Erra Vuzatunnediyye adlı kitabında naklettiği imam Şevkani'nin görüşü doğrudur.
Bu açıklamadan sonra soru soran bacımızın sorusunun iki şıkkını da (cimri kocasından nasıl
nafaka alabileceği ve kocasının izni olmadan parasından alıp alamayacağı) Efendimiz (sav)'e
kocasının cimriliğinden şikayet eden Ebu Sufyan'ın hanımı Hind'e söylediği, "Sana ve çocuğuna
normalde yetecek kadar al" sözünün içerisinde bulunan "Kifayet" ve "maruf" kelimeleri etrafında
ulemanın yorumlarıyla cevap verdik. Aynı zamanda fetva isteyen kadının cimri kocasına karşı
nasıl hareket edeceği konusuna da tam bir açıklık getirmiş olduk. Yukarıda yeteri kadar cevab
vermeye çalıştık.
Başından sonuna kadar tüm hamdler Allah'a aittir. 298

Peygamberimizin Hanımlarının Dörtten Fazla Olmasının Hikmetleri

Soru

Müslümanlara dört hanımdan fazlasıyla evlenmek haram iken Peygamberimiz (sav) niçin dokuz
hanımını nikah altında toplamıştır? Bu hükmün hikmetini izah edermisiniz? Siz misyoner ve
müsteşriklerin bu konuyla ilgili olarak, insanların arasına attığı şüphe ve yalanları biliyorsunuz.
299

Cevap

İslam dini evliliğin birden fazla ve hiçbir sınır, kural ve şart olmadığı bir dönemde geldi. Bir erkeğin
istediği kadar kadınla evlenme hakkı vardı. Bu eski ümmetlerde de vardı. Tarih kitaplarında bu
konuyla ilgili pekçok bilgiler vardır. Dörtten fazla evlenen bir kişi müslüman olduğunda
Peygamber Efendimiz (sav) ona: "Onlardan (hanımlarından) dört tanesini seç, diğerlerini boşa"
buyurdu. Böylece o kişinin nikahı altında dörtten fazla hanımı bulunmaz oldu. Binaenaleyh
evlenme sayısı dört hanımla sınırlıdır, artmaz. Hanımların birden fazla olabilmesi için gereken şart
aralarında adaleti sağlamaktır. Aksi halde Allahu Teala'nın
"Adaletsizlikten korkarsanız birle yetinin" 300 ayeti kerimesinde buyurduğu gibi birle yetinilir. Bu,
İslam'ın getirdiği bir hükümdür. Ancak; Allah Teala, Nebi'sini istisna ederek, müminleren farklı
olarak evlendiği dokuz hanımım kendisine helal kılmasıdır. O'na hanımlarını boşamasını veya
başka hanımlarla değiştirmesini veya bu hanımlarının üstüne başka hanımlar almasını veya
onlardan birini bırakıp başkasıyla değiştirmesini farz kılmamıştır.
"Güzelliği hoşuna gitse bile bundan sonra hanımlarını başka bir hanımla değiştirmen veya başka
hanım nikahlaman helal değildir. Ancak cariyeler müstesna"301
Bunun nedeni; Peygamber Efendimiz (sav)'in hanımlarının özel bir yeri ve hususi bir hürmetin
olmasıdır.Kuran-ı Kerim onları bütün mü'minlerin annesi diye tarif etmiştir. Allahu Teala (cc);
"Peygamber mü'minlere kendilerinden daha yakındır. Peygamberin hanımları ise müminlerin
anneleridir"302 diye buyurmuştur. Peygamberimiz'in hanımları müminlerin anneleri durumunda
olduklarından, peygamberimizden sonra müminlerle evlenmelerini Allah Teala (cc) haram
kılmıştır. Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Sizin Resulullah'a eziyet etmeniz ve kendisinden (kendisi evlendikten sonra) sonra ebediyyen
hanımlarıyla evlenme hakkınız yoktur".303 Bu ayetten maksat şudur: Peygamberin boşayacağı
kadın ehli beyte nisbet edilmemekle beraber başkasıylada ömür boyu evlenemez. Bu işe onun
işlemediği bir günah üzere ceza görmesidir. Hem sonra Peygamberimizin dokuz hanımından dört
tanesini seçip diğerlerini boşamasıyla emrolunduğunu düşünsek o zaman şüphe yok ki, dört
tanesinin mü'minlere manevi anne olduğu için seçilmesi ve diğer beş hanımının bu şereften
mahrum olması son derece güç ve zor bir iş olurdu. Bu faziletli hanımlardan hangisinin ehli
beytten uzaklaştırılmasının gerektiğine nasıl karar verilirdi? Kazandığı bu şeref hangisinden çekip
alınırdı. İşte bundan dolayı ilahi hikmet umumi kaideden istisna olarak ve Peygamberimiz
Efendimiz (sav)'e mahsus olarak hepsinin Peygamberimiz'e zevce olarak kalmasını gerekli kıldı.
"Fazilet Allahu Teala'nın kudretindedir onu dilediği kimseye verir. Onun kudreti geniştir, o herşeyi
bilendir"304
Peygamberimizin baştan bu dokuz hanımıyla evlenmesinin-hikmetine gelince buda malumdur.
Hikmeti gizli değildir. Peygamberimizin yerine getirdiği bu evlilik misyoner ve müsteşriklerin
insanlar arasına attığı yalan ve iftiralarda belirtilen maksatlardan birine mebni değildir. Bu dokuz
hanımdan biriyle bile olsun Peygamberimiz (sav)'i evlenmeye sürükleyen, şehvet veya cinsi etken
olmamıştır. Şayet Peygamberimiz'e söylenen yalanlar ve Peygamberimiz'e attıkları iftiralar doğru
olsaydı, biz onun hayatının baharında, gençliğinin ilk yıllarında ve ömrünün olgunluk devresinde
olmasına rağmen kendisinden 15 yaş büyük bir kadınla evlendiğini duymazdık. Nitekim 25
yaşındayken 40 yaşında olan Hz. Hatice (ra) ile evlenmiştir. Hem de Hz. Hatice
Peygamberimiz'den önce iki kere evlenmişti ve başkasından çocukları vardı ve eşlerinin en mutlu
olduğu bir şekilde gençliğinin hepsini bu yaşlı kadınla yaşadı. Onun vefat ettiği yılı hüzün yılı diye
isimlendirdi. Ölümünden sonra onu devamlı överdi. Onu takdir ve sevgiyle anardı. Hatta Hz. Aişe
(Hz. Hatice vefat etmiş olduğu halde) onu kıskanmıştır. Peygamberimiz Hicret ve Hz. Hatice'nin
vefatından sonra 52 yaşındayken diğer hammlarıyla evlenmeye başladı. Ev hanımı olsun diye
Şevde binti Zem'a ile yaşlı iken evlendi. Sonra hakkında "Mağarada bulunan iki kişiden biri idi"
ayeti inen dostu ve arkadaşı Ebu Bekir ile dostluk bağlarını güçlendirmeyi istedi ve kızı Hz. Aişe ile
evlendi. Halbuki Hz. Aişe küçük ve olgunlaşmamıştı. Fakat Hz. EbuBekir'i sevindirmek için
evlendi. Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in arkadaş olduğunu biliyordu.
Peygamber Efendimiz (sav)'e göre evlilik hususunda bu ikisinin eşit olması gerekiyordu.
Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa ile evlendi. Bu evlilikten önce de Hz. Ali'yi
kızı Hz. Fatma ile evlendirdi. Hz. Osman'ı da ilk önce Rukuiyye sonra da Ümmü Gülsüm ile
evlendirdi.
Eşlerinden Hz. Ömer'in kızı Hafsa da dul ve çok ta güzel olmayan bir kadındı. Aynı şekilde Ümmü
Seleme ile de dul kaldıktan sonra evlenmişti. Ümmü Seleme, Peygamberimizle evlenmeden önce,
ashabdan Ebu Seleme ile evliydi. Ümmü Seleme'nin gözünde kocasından daha faziletli bir kimse
yok gibiydi. Onunla beraber hicret etmiş, İslam uğrunda birlikte eziyet çekmişlerdi. Ümmü
Seleme'nin başına bir takım hastalıklar gelince, kocası ona Resulullah (sav)'dan öğrendiği şu
duayı öğretmişti; "Başına musibetler geldiğinde şöyle de:
"Biz Allah Teala'dan geldik ve O'na döneceğiz. Ey Rabbim! Beni musibetimden dolayı
mükafatlandır. Ve musibetimin ardından bana hayır ihsan eyle." Ebu Seleme vefat ettikten sonra
bu duayı okudu ve "insanlar arasında Ebu Seleme'den daha hayırh bir kimse var mıdır" diye kendi
kendine düşündü. Fakat Allah Teala Ebu Seleme'nin yerine kendisine daha hayırlı birisini bahşetti.
O da Resulullah'dır. İslam uğruna ailesinin adetlerini terk edip hicret ettiği için kocasının yerine
geçti. Peygamber efendimiz (sav) Ümmü Seleme'nin üzüntüsünü ve sıkıntılarını azaltmak için
evlenme teklifini yapmıştı. Aynı şekilde kavmi kolayca müslüman olsun ve Allahu Teala (cc)'nın
dinine rağbet etsin diye Haris'in kızı Cüveyriye ile evlenmiştir. Bu olay beni Müstalik savaşında
sahabenin Cüveyriye'nin de içinde bulunduğu esirleri yakalamasıyla gerçekleşmiştir. Sahabe
Peygamber Efendimiz (sav)'in Cüveyriye ile evlendiğini öğrenince yakaladıkları esir ve cariyeleri
azat ettiler. Çünkü onlar artık Peygamberimizin hısımları olmuşlardı. Böylelerini köle olarak
kullanmak yakışmazdı. Binaenaleyh; Peygamberimizin evliliklerinin hepsinde bir hikmet olduğu
anlaşılmıştır. Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe'ye gelince kocası ile Habeşistan'a hicret etti. Orada
kocası İslam dininden dönüp kafir oldu. Ebu Süfyan müslümanlara karşı malıyla övünürdü, kızı ise
müşriklerin dininden kaçmak için zevcesiyle hicret etmeyi tercih edip babasını terk etmişti. Sonra
kocasına olan oldu. Gurbette tek başına kaldı. Şimdi Peygamberimiz (sav) ne yapacaktı? Onu
yardımsız ve tek başına mı bırakacaktı? Hayır. Bilakis korkusunu gidermek ve kara kara
düşünmekten uzaklaştırmak için ona yardım elini uzattı. Necasiye, evlilik hakkında onu kendisine
vekil tayin ettiğini bildirecek bir elçi gönderdi. Aralarında çöller ve denizler olduğu halde onunla
evlendi. Bunu, gurbette onun halini gözetmek için yaptı.
Belirtilmesi gereken bir başka hikmetide Peygamberimiz (sav) Ebu Süfyan'ın kızıyla evlenmesinde
Ebu Süfyan'ın İslam'a karşı bir sempati duymasını umuyordu. Bu olaydan sonra Ebu Süfyan'ın
İslam'a karşı düşmanlığı azaldı.
Bu akrabalıkla Peygamberimizle aralarında bir bağ oluştuğu için Peygamber Efendimiz (sav)'e
karşı olan kini de hafifledi. Şayet Peygamber Efendimiz'in evliliği hakkında bir araştırma yapsak,
muhakkak ki, Peygamberimizin evliliğinde hedeflediği bir hikmet olduğunu anlayacağız. Kesinlikle
şehvet, lezzet veya dünyaya rağbet için evlenmedi. Bilakis bir takım hikmetler, maslahatlar ve
insanları bu dine rağbet ettirmek için evlendi. Özellikle Araplar arasında akrabalık ve yakınlığın
büyük bir ehemmiyeti ve kıymeti vardı. Bundan dolayı Peygamberimiz onların bu dine
toplanmaları ve İslam'a rağbet edip kaynaşmaları için bu evlilikleri yapmıştır. Bu evliliklerle birçok
şahsi ve toplumsal problemler çözüldü.
Sonra Peygamberimizin hanımları kendisinden sonra ümmetin anneleri ve ailevi meselelerde
öğretmenleri durumunda oldukları için Peygamberimizin en özel durumlarına varıncaya kadar
ailevi meseleleri insanlara aktarmışlardır. Çünkü onun hayatında insanlardan saklanılması
gereken hiç bir gizlilik yoktur.
Halbuki tarihi didik didik etsek kendisine mahsus gizli sırrı olmayan kimseye rastlayamayız. Fakat
Efendimiz Aleyhissalatu vesselam ümmetini öğretmek ve irşad etmek amacıyla, "Benden anlatın"
buyurmaktadır.
Detayı ve açıklaması buraya sığmayan ancak bilinmesi gereken bir gerçek daha vardır. Ancak en
önemlisi şudurki; Efendimiz (sav) dünya hayatında, ister dünya ile ister ahiret ile ilgili olsun her
konuda müslümanlar için güzel bir önderdir. İşte kişinin ailesiyle ev halkıyla olan karşılıklı ilişkileri
de Efendimiz (sav)'in önderliğinde olması gereken yaşantı biçimlerinden biridir. İşte kişi dul veya
bekar bir hanımın kocası ise, hanımı kendisinden küçük ya da büyük ise veya hanımı güzel ya da
değilse veya arap ya da acemi ise veya arkadaşının ya da düşmanının kızı ile evli ise bütün
bunlarla yaşama biçiminin en güzel örneğini Resulullah (sav)'de görebilir.
İnsan yukarıdaki şekillerin tümünde karı koca ilişkilerinin en olgun ve en güzel bir şeklini
Resulullah (sav)'in hayatında görebilir.
O halde netice olarak diyebiliriz ki, Efendimiz (sav) bir veya daha çok hanımıyla güzel geçinmede,
şeriata uygun olarak karşılıklı ilişkilerde her kocanın önderidir. Hanımı nasıl olursa olsun onunla
güzel ve uyumlu olarak yaşayabilmek için Efendimiz (sav)'in aile hayatındaki güzel ve
olgunlaştırıcı örnekleri asla terk etmemesi gerekir.
Efendimiz aleyhissalatu vesselamın dörtten fazla hanımla evlenmesinde tecelli eden hikmetlerin
en güzellerinden biri de bu olsa gerek. 305

Babasının İzni Olmadan Evli Kızına Annesinin Bir Şeyler Vermesi

Soru

Bir adam ile kızı arasında kızını kendisini ziyaret etmekten ve kendisi ile konuşmaktan alıkoyacak
derecede kötü bir anlaşmazlık çıkıyor. Bunun üzerine babası "-Beni ziyaret etmeyecek, benimle
konuşmayacak olan benim hayırlarımdan yiyemez" diyor. Fakat annesi, kocasının (kızın babası)
malından, kocasının göremeyeceği bir gizlilik içerisinde eşiyle beraber oturan kızının bazı
ihtiyaçlarını gideriyor.
Durum ne olacak? 306

Cevap

Babasının söylediği doğrudur. Çünkü bir kızın babasından sıla-i rahim (ziyaret)'i kesmesi ona karşı
böyle bir kabalıkta bulunması, sonra da annesinin, babasının peşinden gelip kızına izinsizce
babasının hayırlarından malından ve kazancından vermesi caiz değildir. Caiz olmamasında iki
sebebi vardır:
1) Bir kadının kocasının izni olmaksızın onun malından tasarrufa bulunmaya, hatta tasadduk
etmeye bile hakkı yoktur. Kadının ancak kocasının izni ile onun malından tasadduk etmesi caizdir.
Sözlü olarak veya bu konudaki ortamın delaleti ile kadın izinli olur. Aksi taktirde kadının, özellikle
kocasının böyle bir işe kızdığını bildiği halde veya kocası kendisini bundan alıkoyduğu halde bu işi
yapması uygun değildir. Buna göre kadının kocasını dinlemeyip izni olmadan onun malında
tasarrufta bulunması caiz değildir.
2) Bu kadın kocasından gizli olarak kızına bir şeyler vermekle sanki ona babası ile arkasındaki
bağı koparmak hususunda cesaret vermiş, destek olmuş gibi oluyor. Halbuki anneden beklenen
kızına karşı, babasına muhtaç olduğunu, ona iyi davranması, daima onu ziyaret etmesi, onu
hoşnut etmesi gerektiğini ifade edecek şekilde tavır takınmasıdır. Çünkü babasının onun üzerinde,
bilmesi ve ödemesi gereken büyük hakları vardır.
Birbirine yabancı olan kimselerin araları bozuk olduğunda Allah Teala'nın onları salih kulları
zümresine kabul edip bağışlaması için birbirlerini sık sık ziyaret etmeleri gerekiyorken Nerede
kalsın akrabalar! Nerde kalsın baba ile kızı ve kızı ile babası? Bunların birbirlerini haydi haydi
ziyaret etmeleri gerekir. Nitekim Allah Rasülü Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir hadis-i şeriflerinde
şöyle buyurmuşlardır: "Her pazartesi ve perşembe günü bütün ameller Allah Teala'ya sunulur.
Cenab-ı Allah Celle Celalühü kendisine şirk koşmayan bütün kullarını bağışlar. Ancak müslüman
bir kardeşi ile arasında sorun olan müstesna. Bunlar hakkında da şöyle buyurur: "Bu iki kişiyi
barışıncaya kadar bekletin. Bu iki kişiyi barışıncaya kadar bekletin. Bu iki kişiyi barışıncaya kadar
bekletin" Binaenaleyh onlar sıla-i rahimi tekrar başlatıncaya, suları kanallarına döndürmek için
uzlaşıp barışıncaya kadar Allah Celle Celalühü haklarındaki mağfiretini bekletir. 307

Çocuklara Güzel Îsîm Koymak

Soru

Ben yirmi yaşında bir bayanım. Kocam yolculuğa çıkmıştı. O geri dönmeden, ben dünyaya bir
erkek çocuk getirdim ve adını "Yusuf koydum. Bunun sebebi de, okulda öğrenci iken Yusuf
suresini okudum ve Yakub (as)'ın oğlu Yusuf a olan hasreti ve üzüntüsü beni çok etkiledi. O
zaman karar verdim ki, "Eğer Alah teala bana evlenmeyi nasip edip bir erkek çocuk sahibi olursam
adını Yusuf koyacağım demiştim." Ve adadığım bu görevimi yerine getirdim.
Fakat malesef kocam yolculuktan döndüğünde oğlunun adını "Firavun" koymaya yemin etti. Bu
olay karşısında çok üzüldüm ve ağladım. Ben bununla beraber ne yapacağım? Ne namaz kılar ne
oruç tutar, ne de diliyle olsun bir kere Rabbini anar. Onunla nasıl geçineceğim? Kocam üç seneden
beri benim anne babama gitmeme veya onlarla mektuplaşmama izin vermiyor. Ben de
ağlamaktan kahroldum. Bana anne babama gitmemi yasakladı. Anne babam ise kocamın
yüzünden çektiğim acıyı bilmiyor. Allah Teala sabredenlerle beraberdir.
Bu problemime bir çözüm getirmenizi istiyorum işi Allah'a bırakıyorum. 308

Cevap

Doğrusu bu hanımın kocasından daha takva daha olgun daha anlayışlı ve daha faziletli oluşu
takdire değer bir durum. Nitekim o, çocuğuna güzel bir isim koymuştur. Halbuki hadisi şeriftede
buyrulduğu gibi babanın çocuğuna güzel bir isim koyması ve onu güzel bir şekilde terbiye etmesi
çocuğun babası üzerindeki haklarındandır bu yüzden Efendimiz (sav) güzel isimlerle Peygamber
isimleriyle ve Allah'ın en çok sevdiği: Abdullah ve Abdurrahman gibi isimlerle isimlenmemizi bize
emretmektedir.
Çocuğa güzel bir isim koymak onun anne ve babası üzerindeki haklarının ilkidir. Bu müslüman
hanım bu hakka riayet ederek Çocuğuna Kur'an-ı Kerim'de şerefle anılan Peygamberlerden biri
olan İbrahim oğlu ishak oğlu Yakub oğlu "Yusuf (as)ın ismini koymuştur: Hadisi şerifte de bu
Peygamberlerden Kerim'in oğlu Kerim'in oğlu Kerim'in oğlu Kerim" şeklinde bahsedilmiştir.
Fakat, üzüntü vericidir ki: olgun, akıllı ve iyi düşünen bir adam olması gerekirken bu adam öyle
olmamış. Halbuki bunun gibilerden beklenen işin şuurunda ve bilincinde olmalarıdır. Hal böyle
iken bir de bakıyorsunuzki bu güzelim ismi Allah ve tüm insanlar nazarında çirkin olan "Firavun"
gibi bir isimle değiştirebiliyor.
Bu olay bana; insanlar kendisine; "Ey Ebu Leheb" desinler diye çocuğuna "Leheb" ismini koyan bir
adamı hatırlatıyor (ebi baba demek olduğundan "ebuleheb: lehebin babası anlamında olup
kendisini Ebu Leheb'e benzetmek amaçlanmaktadır) Oysa Allah (cc) şöyle buyuruyor: "Ebu
Leheb'in iki eli kurusun ve kurudu da."309
Düşünün ki bir kadın oğluna Yusuf ismini koyuyor. Kocası ise bunu değiştirip Firavun ismini
veriyor. Bu biçare kadının çektiği çile nedir. Kadıncağızın suçu yok. Asıl suç o biçareyi, Allah'
Teala'ya büyüklüğü yakıştıramayan ve ahiret günü hesaba çekileceğini düşünemeyen bir insanla
evlendiren babasınındır. Bir babanın kızını Allah'ı anmayan, namaz kılmayan oruç tutmayan bu gibi
adamlarla evlendirmesi nasıl olur? Halbuki kızı boynunda bir emanettir. O halde onu emanete
riayet eden, onu koruyan (onlar) "emanetlerine ve ahidlerine riayet eder"310 Bir erkeğe vermesi
babası üzerine vaciptir. Bu hanımın yapacağı bir şey varsa o da sabretmesidir. Sabrederse belki
Allah kocasına hidayet verir. Kalbini bir nefha ile uyandırır da neticede Allah'a döner, veya kocasını
ondan ayırırda kadın da kurtulur. Bundan başka çözüm yoktur. Ancak şunu söyleyebiliriz: Allah
Teala'ya bol bol dua etsin. Umulur ki Allah Teala bu mübarek günler hürmetine duasını kabul eder.
311

Talaka Yemîn Edilirse Vaki Olur Mu?

Soru

Boş bulunduğum bir anda, şu günde dışarı çıkmaması ve evde beklemesi hususunda talak ile
hanımım üzerine yemin ettim. Söylediğim şuydu: "Şartım olsun bayram münasebetiyle dışarı
çıkmayacaksın" tabi benim böyle yapmakdaki amacım onu terbiye etmekti. İslamın bu konudaki
hükmü nedir? Şayet çok önemli bir işten dolayı şartı bozup benim isteğimle çıksa bu taktirde
boşama (talak) vaki olurmu bu konuda sizin görüşünüz nedir? 312

Cevap

Soruyu soran bu yemininde hata etmiştir. Zira İslam'da talak üzerine yemin etmek diye bir şey
yoktur. Talak yemin olsun diye meşru kılınmamıştır. Yemin yalnız Allah "azze vecelle"ye yapılır. Bu
yüzden hadisi şerifte şöyle buyunılmuştur: "Kim yemin edecekse ya, Allah'a yemin etsin, ya da
bıraksın (yemin etmesin)." Talakın yemin olarak kullanılması islamın amaçlan arasında değildir.
Zira İslam'ın talak (boşama) daki amacı karıkoca arasındaki bağlar tamamen kopmuşsa ve ne
nasihat, ne korkutma ne terbiye, hiç bir şey kadına tesir etmiyorsa, ailenin erkeği ile hanımı arasını
düzeltecek iki hakemin girişimleri de tesir etmiyorsa son çare olarak talaka baş vurmak (kadın ile
erkeği birbirinden ayırmaktır. Çünkü uyumun olmadağı yerde ayrılıkvardır:
"Şayet aynhrlarsa Allah her birini genişliğinde (mülkünden) zenginleştirir"313
Talakı yemin olarak kullanmak ise hem mahzurlu, hem zayıflık hem de yasaktır. Peki haram olsa
bile talak vaki olur mu olmaz mı? İşte bu konuda selef uleması arasında görüş farklılığı vardır.
Ama fukahanın çoğunun, özellikle dört imamın görüşü; böyle bir hadisede talakın vaki olduğu
yönündedir. Onlar bu kelimelerle yemin eden kimsenin talakının vaki olacağı (geçerli olacağı)
görüşündeler. Muteahhirin uleması başta olmak üzere bütün mezheplerde meşhur olan görüş de
budur. Ancak bazı imamlar şöyle demişlerdir: Bu gibi durumlarda talak vaki değildir. Çünkü Allah
talakı bu gibi lafızlarla, bu gibi yeminlerle meşru kılmamıştır. O halde şayet talakla (yeminde
olduğu gibi) birini bir işi yapmaya zorlamak ya da birine bir işi yasaklamak kastedilmiş ise bu
talakın maksadından, talakın tabiatından çıkmış demektir. Netice olarak bazı imamlara göre
talakla yemin edilmiş ise hiç bir şey lazım gelmez." İbni Teymiyye gibi bazı alimlerin görüşüne
göre ise amaç yerine gelmez ise yemin keffareti gerekir. Yani böyle bir durumda talak üzere
yapılan yemin, Allah azze vecelle üzerine yapılan yeminin yerine geçer. Mesela bu sorudan örnek
verirsek; kadın evden çıkarsa yemin keffareti gerekir. Yani ortalama ailesine yedirdiğinden on
fakiri doyurması gerekir şayet bulamaz ise üç gün oruç tutması gerekir. Benim tercih ettiğim ve
kendisi ile fetva verdiğim görüşte budur. Yani soruyu soran kardeşimizin de dediği gibi kadının
evden çıkması illa da gerekiyorsa çıksın, yeminini bozduğundan kocanın en azından yemin
keffareti vermesi gerekir. Çünkü böyle bir yemin ile İslam'ın sağlam metodunun dışına çıkmıştır.
Binaenaleyh Allah'tan bağışlanmasını istemesi. Keffaret ödemesi ve Allah'a yönelmesi gerekir.
Çünkü bu olay isyana sebep olan bir şeyi adamaya benzemektedir. Hadisi şerifte de belirtildiği
gibi böyle bir durumda yemin keffareti gerekir. 314

Kadının Boşandığı Erkekle Karşı Karşıya Bulunması

Soru

Bir kadının boşandıktan sonra önemli bir ihtiyaç için, boşandığı erkekle karşı karşıya bulunması
caiz midir? 315
Cevap

Bir kadın kocasından boşanıp iddetini doldurduktan sonra kocası kendisine tamamen yabancı bir
erkek gibi yabancı olur. Binaenaleyh kocası aynen yabancı erkeklerin durumundadır. Onunla
karşılaşması caizdir ancak halvet olmamak şatı ile. Çünkü halvet İslam'da haram kılınmıştır. Bir
erkek yabancı bir kadınla baş başa kaldığı müddetçe üçüncüleri şeytan olur. O halde halvet yasak
olunca onunla meşru ölçüler ve dini edepler içerisinde şeri kıyafetle insanların huzurunda halvet
olmadan süslenmeden ve haram kılıcı hiç bir sebep olmaksızın, diğer erkeklerden her hangi biriyle
karşılaşabileceği bir şekilde karşılaşabilir.
Tabi bu hüküm kadın iddetini tamamladıktan sonra böyledir. Ama yok iddeti sırasında ve rici
talakla boşamış ise veya birinci ya da ikinci talak ise o zaman kadın onunla karşı karşıya gelebilir.
Hatta kadın ve erkeğin beraberce aynı evde kalmaları vaciptir. Çoğu kadınların yaptığı gibi kocası
boşadığından kızdığı için babasının evine gidiyorlar. Kadın böyle yapamaz, evinden çıkamaz.
Kur'an diyor ki:
"Ey Peygamber hanımlarınızı boşamak istediğiniz zaman onları iddet içinde boşayın ve iddeti
sayın Rabbiniz olan Allah'tan korkunuz, onları evlerinden çıkarmayınız, kendileri de çıkmasınlar.
Ancak açık bir terbiyesizlik yaparlarsa başka. Saydıklarımızın hepsi Allah'ın kanunlarıdır. Kim
onları çiğnerse kendi öz nefsine zulmetmiş olur. Bilemezsin belki Allah bundan sonra (yeni) bir iş
ortaya çıkarır."316
Kur'an'ın ifadesine göre; kadın evlilik yuvasında (aile evinde) kaldığı zaman, belki erkeğin kalbi
temizlenir de kadına yeniden ısınır ve meyleder de aralarındaki alaka eskisinden daha iyi olur.
Binaenaleyh rici (bir ya da iki talakla boşama) talakla kadının kendisinin çıkması ya da kocası
tarafından evlilik evinden çıkarılması caiz değildir. 317

Cinsi İlişkide Bulunmadan Önce Boşanan Kadının Durumu

Soru

Bir adam bir kadınla evleniyor, cinsî ilişkide bulunmuyor ve bir hafta sonra kadını boşuyor. Bu
kadının iddet beklemesi gerekirmi ve mehir isteyebilir mi? 318

Cevap

Cinsi ilişkide bulunulmadan önce boşanan kadın Kur'an-ı Kerim'de beyan olunan delillere göre
iddet beklemez. Cenab-ı Mevla Celle Celalühü şöyle buyuruyor:
"Ey mü'minler, mümin kadınları nikahlayıp da sonra kendilerine dokunmadan (beraber yatmadan),
onları boşadığınız için üzerlerine sayacağınız hiç bir iddet yoktur. (Hemen başka kocaya
varabilirler.) Bu taktirde onlara, hemen nikah haklarını verip kendilerini güzel bir şekilde boşayın"
319
Bu iddet beklememesinin sebebi ise iddetin bir hikmete mebni olmasıdır. Bu hikmet de iki mana
çerçevesinde şekillenir.
1) Kadının bilmediği halde kocasından hamile olma ihtimalini gözönünde bulundurarak rahmini
temizlemektir. Binaenaleyh kadının rahminde erkekten bir şey kalmadığı konusunda bilgi sahibi
olabilmesi için rahimin temizlenmesi gerekir.
2) İddet, geçmişteki aile hayatını koruyucu bir sur kılınmıştır.
Binaenaleyh bir kadının, ister uzun, ister kısa olsun bir müddet bir adamla yaşayıp daha sonra
ondan ayrılması ve ikinci gün de başka bir adamla yaşaması uygun bir şey değildir. Cinsi ilişkide
bulunmama durumunda ise gerçek bir evlilik ve karı-koca arasında birleşme olmamıştır ki kadının
rahmi temizlensin ve geçmiş evlilik sebebi ile beklenilmesi gereken bir zamana ihtiyaç duyulsun.
320

Çocuğuna Karşı Merhametsiz De Olsa Anne Hakkı

Soru
Ben 5 aylık iken annem tarafından terkedildim ve halam tarafından büyütülüp, terbiye edildim. Şu
anda 14 yaşındayım. Ana-baba hukukunu ve Cennetin annelerin ayakları altında olduğunu işittim.
Acaba O (annem) beni istemediği müddetçe benim onu ziyaret etmeyişime Allah Teala kızar mı?
321

Cevap

Annenin büyük bir fazileti vardır. Allah'u Teala anne-babaya yapılması gereken iyiliğin önemini
kitabında en kuvvetli bir şekilde vurgulamış ve bunu bütün dinlerin birleşme noktası olan iyiliğin
temel prensiplerinden saymıştır. Nitekim Allah'u Teala Yahya aleyhissalam'ı "Anasına, babasına'da
itaatkar idi, serkeş (zalim), asi değildi"322 sözüyle vasıflandırmıştır. Aynı şekilde İsa
aleyhisselam'ın beşikte söylemiş olduğu şu sözle onu vasıflandırmıştır:
"Beni anne-babama hürmetkar kıldı. Bir zorba, bir isyankar yapmadı." 323 Ve yine bu kabilden
olarak; Kur'an-ı Kerim nazil olmuş ve sadece Allah Teala'ya ibadetin, O'nun birliğini şartsız kabul
etmenin farziyyetinden sonra anne-babaya iyi muamelede bulunmak emrolunmuştur.
"Allah Tealaya ibadet edin ve hiç bir şeyi ona ortak koşmayın ve valideyne (anne babaya) iyilik
edin" 324
"Bana ve anne babana şükret" 325
"Rabbin kesin olarak ondan başkasına ibadet etmemenizi ve anababaya iyilik etmenizi
emretmiştir" 326
Özellikle anneye iyilik etmek gerekir. Zira nice zahmetler çekerek insanı taşıyan ve nice zahmetler
çekerek onu doğuran annedir. Ona hamile iken doğururken ve emzirirken nice zorluklara katlanır
bundan dolayıdır ki, Resulullah (s.a.v) Efendimiz, anneye iyiliği üç defa tavsiye ederken babaya
iyiliği bir defa tavsiye etmiştir. Hatta küçük çocuğuna acımayarak onu küçük yaşındayken bırakan
bu anneye bile iyilik yapmayı emretmiştir. Çünkü ne de olsa bir annelik hakkı vardır. Anne annedir..
Atalarımız diyorlar ya, kana su demek mümkün değildir. Kur'an müşrik anne babaya da hak
vermiştir. Ebu Bekir (ra)'ın kızı Esma (r.a.) Peygamber Efendimize, "Eğer müşrik annem beni
ziyaret etse ona gidebilirmiyim?" diye sorunca şu ayeti kerime nazil oldu:
"Allah din uğrunda sizinle savaşmayan yurdunuzdan çıkarmayan kimselere sadakat göstermenizi
ve
onlara iyilik yapmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adil olanları sever" 327
Ve yine Allah Teala evladı mümin olmasına karşılık müşrik veya kafir yapabilmek için son derece
çaba sarfeden ana baba hakkında lokman suresinde şöyle buyuruyor:
"Eğer her ikiside (anne-baba) bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman hususunda seni zorlarlarsa
onlara itaat etme (fakat) onlarla dünyada iyi geçin" 328
Evet onlar kafir etmek için Allah'ın yolundan, imandan çevirmek için var güçleriyle uğraşsalar bile
onlarla iyi geçinmekle emrolunduk.
Onlar çocuklarını çevirmek için tüm güçlerini sarf etmelerine rağmen Allah Teala: "Onlara itaat
etme ancak onlarla dünyada iyi geçin" buyurmaktadır.
İşte, anne baba ne kadar zalim, ne kadar eziyet eden olsa bile islamın getirdiği kurala göre evlat
anne babasına iyilik yapmak zorundadır. Ahlakların en güzeli senden uzaklaşana yaklaşman seni
itene eğilmen, sana vermeyene vermen, sana zulmedeni affetmen, sana kötülük yapana iyilik
yapmandır. Tabii bunlar tüm insanlar için geçerli. Peki mahremlere karşı nasıl olmalı? Ana babaya
karşı nasıl olmalı? Hele hele Allah'ın cenneti ayaklarının altına verdiği anneye karşı nasıl olmalı?
Biz soru soran bacımıza annesine iyilik yapmasını, ona karşı lütuf ve ihsan sahibi olmasını bu
konuda vesveselere uymamasını taysiye ediyoruz. Belki bu yolla Allahu Teala kesilen sevgi
bağlarını yeniden ekler.Anne her halükarda annedir.
Zannediyorum bahsi geçen bu annenin şu anda kızına ulaşamaması kendine mahsus özel
durumlarının varlığından kaynaklanmaktadır ve ileride mutlaka kızına ulaşacaktır. Ana şefkatim
vurgulamaya ve bu konuda tavsiyede bulunmaya gerek yoktur. İslam tavsiye ederken sadece
çocukların ana babalarına iyilik yapmalarını tavsiye etmiş bu konuda ana ve babalara hiç bir şey
tavsiye etmemiştir. Çünkü onlar bu konuda tavsiyeye muhtaç değillerdir. Özellikle anne çünkü
onun kalbi şefkatle yoğrulmuştur. Binaenaleyh her hangi bir anne bu şefkatten çıkmışsa onu bu
duruma götüren üzüntü verici etkenlerin varlığı, onu böyle bir gidişata götüren sebepler mutlaka
vardır. Zannediyorum bacımız gençliğe doğru ilerlediğinde annesini bu üzücü gidişata götüren
sebeplere vakıf olacaktır. 329

Günah İşlemeye Zorlanmakta Mesul Olan Kim?

Soru

Ben iki çocuk annesi bir kadınım, kocam beni devamlı beraberinde kokteyllere götürüyor öyle ki
artık bu içki ve sigara partilerine gide gele usandım ama bu toplantıları bırakacak gücüm
kesinlikle yoktur. Size sormak istedim: Bu işin günahı bana mı geliyor yoksa kocama mı? Beni
aydınlatırmısın? 330

Cevap

Ne kötü. ne kötü İslam toplumunun bu seviyeye gelmesi, kadın erkek bu seviyesizliğe düşmesi
çok kötü. Her halükarda bu olayda günah, her iki tarafında üzerindedir, erkeğinde kadınında,
koçanında hanımınında.
Evvela günah koca üzerindedir. Çünkü o ehlini ateşten korumakla mükelleftir. Allah Teala'nın
mümin erkeklere seslenerek:
"Ey iman edenler yakıtı ateş ve insanlar olan ateşten nefislerinizi ve ehlinizi koruyunuz" 331
Yani erkeğin ailesini ateşten koruması lazımdır. Çünkü o, çoluk çocuğuna yemek elbise okul ilaç
ve benzeri dünyevi malzemeleri temin etmekle mesul olduğu gibi aynı şekilde onları cennete
yaklaştırıp cehennemden uzaklaştırmakla da mükelleftir. Yoksa hanımına yiyeceklerin en lezizini
içeceklerin en tatlısını eşyanın en çoğunu temin edip sonrada Allah muhafaza cehenneme
sürüklemenin ne kıymeti vardır? Evet çocuklarına diplomaların en değerlisini temin edip ya da en
yüksek kademede görev almalarını sağlayıp sonrada yerini cehennem yapmanın ne kıymeti
vardır? Bütün bunların bir değeri var mıdır?
O halde insan kendini ve ehlini ateşten korumakla yükümlüdür.
"Kendinizi ve ehlinizi koruyun"332
"Her biriniz birer çobansınız ve sürünüzden mesulsünüz, devlet reisi çobandır, sürüsünden
mesuldür, kişi evinde çobandır, sürüsünden mesuldür"333.
Bu ve bunun gibi kocaların görevi hanımını bu tür pisliklerden; içkiden kokteyllerden, özellikle
kadın erkek karışık toplantılardan sınırlara kurallara riayet edilmeyen batılı adetlerden korumaktır.
Bunlar öyle batık kurallar ki dünya hayatımızı A'dan, Z'ye batı renkleriyle boyamış ve İslam
toplumuna her yönüyle nüfuz etmiştir. Evet bu koca mesuldür. Çünkü o, hanımını ateşten
kurtaracağı yerde içine doğru kuvvetli bir şekilde çekmektedir. Sonra kadında aynı şekilde
mesuldür. Çünkü o, döndürüldüğünde dönecek sallatıldığında sallanan bir boyun bükme aleti
olmadığı gibi yularından tutulup çekildiğinde, çekenin peşini takip eden bir hayvan da değildir.
Hayır o, bilhassa Allah'a isyan olduğu yerlerde hayır, diyebilen aklı ve iradesi olan bir insandır.
Çünkü bu durumda "yaratıcıya isyan olduğu yerde yaratılana itaat yoktur." İşte tüm güçleri eriten
olay budur. Hiç bir amir memurunu isyana itemez hiç bir baba çocuğunu günah işlemek zorunda
bırakamaz. Hiçbir koca hanımını kötülüğe zorlayamaz, hiç bir efendi hizmetçisini Allah'a isyana
mecbur kılamaz ve hiç bir komutan askerlerini isyana sebep olan bir iş yapmaya zorlayamaz.
Bütün bunların yapılması asla caiz değildir.
Nitekim hadisi şerifte "Günahla emrolunmadığı müddetçe ister hoşuna gitsin ister gitmesin laf
dinlemek ve boyun eğmek her müslüman üzerine haktır (farzdır)" (Bu hadis muttefekun aleyhtir).
O halde kocası ona günahı emrediyor, ya da onu yapmaya mecbur ediyorsa onun hakkı hatta
görevi dobra dobra, "hayır" demektir. Çünkü bu durumda koca hakkı ile Allah hakkı çatışmıştır
kocanın hakkı ona itaat etmek, Allah'ın hakkı da günahı terketmektir. Burada Allah'ın hakkı
öncedir. Hem bu durumda kocanın kesinlikle hakkı yoktur. Böyle bir işe zorlamak onun haklarının
dışındadır. Binaenaleyh, koca, hanımını kokteyllere veya içki olan bir yere götürmek istediği zaman
boşanmaya bile götürse onun bu isteğini reddetmek kadın üzerine farzdır. Evet kocası mesul
olduğu gibi bacımız da mesuldür ve en kısa zamanda aklını başına alıp tevbe etmesi lazımdır.
Bu mektup kocalarının kötülüklerinden şikayetçi olan bir çok hanımefendinin gönderdiği
mektupların çok gerisindedir. Sabahlara kadar dışarda kalıp gecenin sonunda sağını solundan
ayıramayan (sarhoş) nice kocalara hanımları emri bilmaruf yapıp namaz kılmayan kocasına
namazı hatırlatıyor ve onu kötülüklerden alıkoymaya çalışıyor. Onlar kötü huylarından
vazgeçmese de, laf dinlemeseler de bunu yapıyorlar. İşte kocasına hayırda ve Allah'a itaat
konusunda yardımcı olan hanım böyle olur. Evet hem bacımız hem de kocası, her ikisi de
mesuldürler. Biz her ikisinin karı-kocanın Allah'a verecekleri hesabı hatırlatıp dünya- da da ahirette
de zararla biten bu bataklık yolundan vaz geçmelerini umarız. 334
 

10. BÖLÜM YEMİN ve ADAKLAR HAKKINDA

Adağı Yerine Getirmek

Soru

Ben yaklaşık yedi senedir evli bir gencim. Allah Teala bana evlat vermedi. Bana ve zevceme göre
buna bir engel (tıbbi yönden) yoktur. Erteleye erteleye doktora gitmekten üşendim. Bir gün, sabah
vakti ezanla uyandığımda kapının önünde durup ellerimi açtım ve Allah'tan yardım dileyerek
duada bulunarak şöyle dedim; eğer karım hamile kalırsa arkadaşlarıma bir davet vereceğim. Allah
Teala benim bu isteğimi kabul etti ve hanımım hamile kaldı. Bununla birlikte hemen daveti
gerçekleştirme kararı aldım. Lakin bazı arkadaşlar, bu davetin doğumdan sonra verilmesini
bazıları da davete harcayacağın masrafları fakir fukaraya ver dediler. Ben de ne davet verdim ne
de onun için yapacağım masrafı fakir fukaraya dağıttım. Karım bir kız çocuğu doğurdu. Sağlığı
son derece iyiydi. Ancak, doğumundan beş günden fazla geçmemişti ki, çocuğun sağlığı gittikçe
bozuldu. Şiddetli sancılar çekiyordu. Ben de aldım hastaneye götürdüm. Fakat ilahi irade tüm
ilaçlardan daha baskın çıktı. Sonunda Allah Teala onu kendi yanına aldı.
Ben sizden açıklama bekliyorum. Acaba bu çocuk doğumundan önce onun için söz verdiğim
adağı yerine getirmediğim için mi öldü? Ben bütün kalbimle bu adağımı yerine getirmek istiyorum.
Çocuğun ölümünden sonra yapacağım bu adak geçerli olur
Bana tatminkar cevaplar vermenizi diliyorum ve teşekkürlerimi sunuyorum. 335

Cevap

Bu güzel soru için şunu derim:


Allah çocuğunun yerine sana hayırlar versin. Kıyamet gününde onu senin mizanına koysun.
Çocuğun ölmesi Allah Teala'nın kaçınılmaz kazasının bir gereğidir. Her yaşayanın bir eceli vardır.
Ecel bitince kimse onu ne bir an ileri ne de bir an geri alabilir.
"Her ümmet için belirli bir süre vardır, vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilir."
336
Burada ölümle, adağın yerine getirilmemesi konusunda herhangi bir bağlantı söz konusu değildir.
Ölüm, tâbi bir olaydır. Çeşitli sebeplerle gerçekleşir. Bunlardan bir kısmını biz bilebiliriz bir kısmını
ise bilemeyiz.
"..Ömrü az olanın yaşaması ve ömürlerinin azalması şüphesiz Kitap’dadır. Doğrusu bu, Allah'a
kolaydır."337 Senin, Allah'a karşı yapmaya söz verdiğin adağı şüphesiz yerine getirmen bir borç
olmuştur. Allah Teala adakların yerine getirilmesini emretmiştir.
"Adaklarını yerine getirsinler" 338
İyilikler Allah tarafından kulun övgüsüne ve medhedilmesine sebep olur. Allah Teala şöyle
buyurmaktadır.
"Onlar verdikleri sözleri yerine getirirler, fenalığı yaygın olan bir günden korkarlar." 339
Adaklarını yerin getirmeyenleri de azarlıyor.
"Aralarında: Allah bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden
olacağız, diye O'na söz verenler vardır. Allah onlara bol nimetinden verince cimrilik ettiler, yüz
çevirdiler. Zaten dönektirler. Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalancı oldukları için O’nunla
karşılaşacakları güne kadar Allah kalplerine nifak soktu." 340
Ebu Davut'un rivayetine göre bir kadın Peygamber (s.a.v)'in yanına geldi ve şöyle dedi. "Ben sana -
sevinci ve mutluluğu göstermek için- def çalmayı adadım. Peygamber (s.a.v) de; o zaman adağını
yerine getir diye cevap verdi."
Çocuğun ölümü, nezirin vucubiyetini ortadan kaldırmaz. Çünkü nezir onun hayatına bağlı değildir.
Aksine hanımın ona hamile kalmasına bağlıdır. O da hamile kaldı. Doğuruncaya kadar hamilelik
süresi de tamamlandı. Doğumdan sonra bir kaç gün daha yaşadı.
Bu kardeşimizin derhal adağını yerine getirmesi gerekir.
Çünkü iyiliklerin en hayırlısı acele yapılandır. Burada nezir konusunda açıklamaya gerekli
gördüğüm ki önemli faydadan bahsetmek istiyorum. 341

Birincisi:

Alimlerin çoğu adadığı şeye güvenerek onunla bir takım şeyleri elde edeceğine inanmayı kerih
(uygunsuz) görmüşlerdir. Adanan şeyin, namaz, oruç veya sadaka cinsinden olması bunu
değiştirmez. Buna delil olarak da Ahmet b. Hanbel, Buhari, Müslim ve diğer hadis imamlarının
rivayet ettikleri şu hadisi getiriyorlar. Peygamber (s.a.v) bu tür nezirleri nehyetti ve şöyle dedi. "Bu
nezir hiç bir şey vermez. Böyle bir nezir sadece cimriden çıkar."
Bir rivayette de şöyle geçmektedir. "Hayır getirmeyen nezir sadece cimriden çıkar."
Bu şekilde adanan nezirin kerih görülmesinin sırrı; insanların bu şekilde kaderlerini
değiştirebileceklerini zannetmeleri endişesidir. Ya da adağın özel isteklerini yerine getireceğini
düşünürler. Ya da Allah Teala'nın bu nezir sebebiyle onların isteklerini gerçekleştireceğini
düşünürler. Bu nedenle hadisi şerifte "Bu nezir hiç birşey vermez" Veya "hayır getirmeyen nezir"
diye buyruldu.
Burada başka bir tehlike daha söz konusu; mükafatların nezir olarak istenmesi. "Şayet Allah bana
erkek bir evlat verirse ya da çocuğuma şifa bağışlarsa, ticaretimde bol kazanç elde etmeyi nasip
ederse fakirlere sadaka vereceğim. Ya da bir mescit yaptıracağım. Bunun manası şudur: Adakta
bulunan kişi sadakasını veya cami inşaatını kendi şahsi amacının gerçekleşmesine bağladı. Şayet
amacı gerçekleşmezse sadaka da vermeyecek cami de yaptırmayacaktır.
Bu, kişinin Allah'a yaklaşmak niyetinde samimi olmadığını gösterir. Gerçekte onun durumu
malından hiç bir şey çıkmayan bir cimri gibidir. (Çünkü karşılığı olmadan bir şey vermiyor) Bu
nedenle "Böyle bir nezir sadece cimriden çıkar." Neziri yerine getirmenin mekruh olması
konusundaki üçüncü sır, o da nefse zor gelen bir şeyi adamaktır. Bu tür nezirler yapılabilir de
yapılmaya bilir de. Bazan insana tembellik, cimrilik ve nefsani dürtüler nezirin yerine getirilmesine
engel olurlar. Bazan insan, kendisine ağır geldiği için ya da istemeye, istemeye yerine getirir ki,
bunun da herhangi bir hayrı kalmaz.
Her ne kadar sözü mekruh olan nezir üzerine bağladıksa da aslında icma, adağı yerine getirmenin
vacip olduğu şeklindedir. Kitap ve Sünnet, adakta bulunup ta, sonra onu yerine getirmeyenleri
yermiştir. 342

İkincisi:

Adağın gerçek konumu, onun gerçekte Allah'a yaklaştıracak şekilde adanmasıdır. Sadaka, namaz,
oruç, hayırlı ameller ve buna benzer şeyler gibi. Şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Nezir, sadece
Allah'ın rızasının istendiği bir konuda olur."343
Bu nedenle bazı alimler şu görüştedirler: "Eğer adak içinde (Allah'a yaklaştıracak bir) taat yoksa o
adak adak sayılmaz. Bu, mubah bir şey yapmayı adamak gibidir."
Buradan hareketle soruyu yönelten kardeşimizin, arkadaşlarına vereceği davet yerine fakirlere
sadaka ve buna benzer şeyler vermesi daha hayırlıdır. Şu da var ki, arkadaşları davet etmek, Allah
için yapılan arkadaşlık nedeniyle adağın taat için olmasına vesile olabilir. Bu davetle aralarındaki
dini bağı güçlendirmeyi ve Allah Teala'nın şahsında aralarındaki muhabbeti canlandırmayı
düşünüyorlarsa ne âlâ.
En doğruyu bilen Allah Teala'dır. 344

Yemîn Kefffareti

Soru
Benim üzerimde on yoksulu doyuracağıma dair yemin keffareti var. Bütün bir öğün olarak mı
doyurucağım yoksa sadece bir öğün için mi geçerlidir bu? On yoksuldan daha fazlası veya daha
azı için keffaret vermek gerekir mi? 345

Cevap

Keffarette istenen -ayete uygun olarak- on yoksulu yedirmektir. Bu yedirme üç durumdan biriyle
olur.
Birincisi: Yoksulların doyurulmasına; kendi ev halkına verdiği normal yiyecekten doyuncaya kadar
iki öğün yedirmek. Bir öğün etle pirinç yemeği verir, bir öğün de sadece prinç yemeği verir.
Bazı alimler bir öğün vermenin yeteceği görüşündeler. Ama birinci görüş daha evlâdır.
İkincisi: Bu on kişiden her birine yarım sa'y buğday veya hurma ya da başka bir şey de verilebilir.
Bu, sahabe ve tabiinden bir grubun görüşüdür. İbn Kesir tefsirinde bu görüşe yer vermiştir. Ebu
Hanife ise şöyle der: Yarım sa'y buğday ve tam sa'y başka bir şey vermek geçerlidir.
İbni Abbas'dan rivayat edildiğine göre: bir mud buğday ve yanında katık olması gerekir. Yani, her
yoksul için. Bu, sahabe ve tabiinden bir grubun görüşüdür.
Şafı mezhebine göre, yemin keffareti için bir mud vardır. Katığı söylememiştir.
Ahmet b. Hanbel:, "Vacip olan bir mud buğday veya iki mud buğdayın dışında bir şey vermektir."
Üçüncüsü: Verilecek yiyeceğin değerini para olarak vermektir. Bu, Ebu Hanife ve onun görüşünde
olanlara göre caizdir.
Bu yollardan hangisi kişiye kolaylık sağlayacaksa onu yapar.
Bu üç yoldan birini tercih etmen gerekse ben, birinci yolu tercih ederim çünkü birincisi Kur'an'ın
lafzına daha yakındır.
"Yemin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek..." 346
Kur'an'ın belirlediği sayı her zaman için on olarak kalması gerekir. On kişiye verilecek yemeği yada
onun değerini bir kişiye vermek güzel bir şey olmaz. Her ne kadar Hanefiler bunu caiz
görmüşlerse de aslında Kur'an'ın zahiri manasına terstir. Bana öyle geliyor ki, şari (kanun
koyucu)nin bu sayıyı on kişi olarak tesbit etmesinde bir hikmet vardır. Hatta bazılarında bu sayı
altmış yoksula kadar çıkar. Bu yemeği on kişiden ya da altmış kişiden sadece bir kişiye vermek
şariin hikmetine uygun olmaz. Şayet bir beldede, on kişiden az yoksul varsa o zaman zarurete
binaen on kişinin yemeğini bulunanlara vermek caiz olur. 347

Akdedilmiş Yemin

Soru

Benimle komşum olan kadın arasında bir tartışma oldu. Ben bir daha bu kadınla
konuşmayacağıma ve evime onu sokmayacağıma dair Allah'a yemin ettim. Aileme de 'Onunla
kanuşmayın' diye telkinde bulundum. Bir gün, bu kadın benim evime girdi. Benim karşıma gelip
bana selam verdi. Şimdi yaptığım yeminin hükmü ne olacak? 348

Cevap

Bu yemine münakid (akdedilmiş) yemin denir. îslam şeriatınde yeminler üç kısma ayrılır. Birincisi,
ğamus (yalan) yemin; yalan söylediğini bildiği halde yalan yere yaptığı yemindir. Buna ğamus
denmesinin sebebi, yemin sahibini dünyada yalana ahirette de ateşe batırdığı içindir. Facir
yeminle benzerlik taşır. Facir yeminde kişinin, hiçbir şey yokken ülkeyi terkedeceğini söylemesi
gibidir. Bu yeminler hakkında Allah Teala tarafından tehdit vardır.
"Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin, işte onların, ahirette bir payları yoktur.
Allah onlara kıyamet günü hitap etmeyecek, onlara bakmayacak, onları temize çıkarmayacaktır.
Elem verici azap onlar içindir." 349
İkincisi, lağvi (Boşyere yapılan) yemindir.
"Allah sizi rastgele yeminlerinizden dolayı değil, fakat kalplerinizin kasdettiği yeminlerden dolayı
sorumlu tutar. Allah bağışlayandır, Halimdir." 350
Mesela, birkişi arkadaşına buyur gel dediğinde o, vallahi olmaz gelmem. Arkadaşı da, "Gelmen
gerekiyor gel" deyince diğer arkadaşı "Hayır vallahi olmaz gelmem dediği hal bu kapsama girer.
İşte bu 'Lağvi Yemin'dir. Aslında yukardaki yemin yapan kişinin niyetinde yemin yapmak gibi bir
şey yoktur. Öyle olduğunu zannettiği birşey için yemin ettiğinde yemininin tersi çıkabilir.
"Allah'a yemin olsun bunun olmasını çok uzak bir ihtimal olarak görüyorum." Kısa bir zaman sonra
tersi çıkar. Hatalı olduğunu anlar. İşte bu yemin de 'Lağvi Yemin'dir. Allah bundan sorumlu
tutmayacaktır.
Üçüncüsü, Münakit Yemin'dir.
"Allah size rasgele ettiğiniz yeminlerinizden dolayı değil bile, bile ettiğiniz yeminlerden ötürü
hesap sorar." 351
Gelecekteki birşeye yemin etmektir. Şöyle şöyle yapmayacağım ya da sigara içmeyeceğim,
falancanın evine girmeyeceğim gibi. Bu gibi yeminler 'Munakid Yemin'lerdir. Yapılan yeminin
yerine getirilmesi gerekir. Özellikle hayırlı bir için yemin edilmişse. Sigara içmemek gibi.. Sigara
içmeyeceğine dair verdiği sözü dosdoğru tutması gerekir. Eğer içinde şerrin bulunduğu bir şeye
yemin etmişse mesela, komşuluk ilişkilerini kesmek gibi ya da artık yoksullara sadaka vermemek,
cemaatle namaz kılmamak gibi böyle bir yeminin yerine getirilmemesi gerekir. Yeminine karşılık
da keffaret verir. Bu kadınla konuşmamaya yemin eden arkadaşa gelince, kadın evine girmiş, evin
sahibiyle barışmış ve evin sahibi de bizzatihi onunla konuşmuş. Bu durumda yemin bozulmuş
oldu. Keffaret gerekir. Keffaretin dışında başka birşey gerekli değildir.
" Allah size rasgele yeminlerinizden dolayı değil bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar.
Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya
da bir köle azad etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır; yeminlerinizin keffareti budur. Yemin
ettiğinizde yeminlerinizi tutun. Şükredesiniz diye Allah size böylece ayetlerini açıklıyor." 352
Soruyu yönelten kardeşimizin on miskini iki öğün doyurması ya da tutarı kadar onlara para
vermesi gerekir. İnşaallah Allah Teala kendisinden bunu kabul edecektir. 353

Kabe Adına Yemin Etmek 'Lağvi Yemîn' Midir?

Soru

Allah Teala şöyle buyurmaktadır.


"Allah size rastgele yeminlerinizden dolayı hesap sormaz. 354
Kabe'ye, şeref üzerine veya ataya yemin etmek 'Lağvi Yemin' midir? Yoksa 'lağvi Yemin' hiç bir
ihtiyaç hissedilmeden Allah adına yapılan yemin midir? 355

Cevap

Allah'ın dışında başka şeyler adına yemin etmek haramdır. Böyle bir yemin şer'an yasaklanmıştır.
Peygamber (s.a.v) müslümanın atası adına yemin etmesini yasaklamıştır.
"Atalarınızın adıyla yemin etmeyin. Yemin edecekse, Allah'ın adıyla yemin etsin ya da yemin
etmekten kaçınsın."
"Allah'ın dışında başka şeylere yemin etmek (Allah'a) şirk koşmaktır."
Çünkü yemin, kendisiyle yemin edilen kişiyi bir tür tazim etmektir. Mü'min bir insanın Allah
Teala'nın dışında başka bir şeye tazimde bulunması caiz değildir.
Bu nedenle, Kabe'nin adını kullanarak yemin etmek caiz değildir. Kabe'nin Rabbi adına yemin
ederse bu olur. Peygamberin adıyla, veli bir insanın adıyla, 'Şerefime' demek suretiyle ya da
çocuğunun hayatı için veya vatan adının kullanılması suretiyle yeminler yapmak caiz değildir.
Sadece ve sadece Allah'ın adıyla yemin yapılır.
İslam'ın benimsediği budur. Bu da bir nevi akide hürriyeti ve tevhid hürriyetidir.
İbn Mesud (r.a)'un şöyle dediği rivayet edilir. "Allah'ın adını kullanarak yalan yemin yapmak bir
başkasının adını kullaranarak doğru yemin yapmaktan daha hayırlıdır." İbn Mes'ut, doğru birşeyi
şirkle birlikte yapmanın yalan bir şeyi tevhidi inançla yapmaktan daha beter olduğunu biliyordu.
Allah'ın adıyla yemin etmek O'na tazim etmek olduğunu biliyordu. Yalan olarak yemin etse de
sadece yalan söylediği için günah olacaktı. Ancak Allah'ın adının dışında bir başka şey adına
doğru bir yemin onu şirke götürecekti. Sonuçta doğru birşey de söylemiş olsa da kendisine günah
olarak şirk kalacaktı. Bu da büyük bir günahdır. Doğruluktan elde edeceği sevap işleyeceği şirk
günahının yanında zayıf kalır.
Böyle bir durumda Tevhidi muhafaza etmek doğruluktan önce gelir. Bu nedenle müslümanın Allah
adının dışında başka şeylerle yemin etmesi caiz değildir. Bu tür bir yemin 'Lağvi Yemin' değildir.
'Lağvi Yemin'in iki manası vardır. 356

Birincisi:

Allah adının yemin kastedilmeden ağızda iki de bir söylenmesidir.


Mesela, 'Billahi yanımıza geleceksin' ya da 'Allah'a yemin ediyorum bunu yiyeceksin' veyahut
bunlara benzer şeyler.. Aslında burda herhangi bir yemin söz konusu değildir. Allah'ın adını ağzına
alışkanlık yüzünden ya da çok kullanması sebebiyle alır. 357

İkincisi:

Kişinin doğru sandığı birşey için yemin etmesi. Bir müddet sonra sandığı şeyin öyle olmadığını
anlar. Düşündüğü şeyin doğru olduğunu düşünerek yemin eder fakat, belli bir müddet sonra hiç de
düşündüğü gibi olmadığını görür. Bu da bir nevi 'Lağvi Yemin'dir. Günah olmaz. Günah sadece
'Ğamus (yalan yere yapılan) Yemin'dedir. Ya da münakid olduğu halde yerine getirmediği yemin
için günah olması söz konusudur.
Daha önce de söz ettiğimiz gibi yeminler üç kısımdır. 'Lağvi Yemin’, 'Ğamus Yemin' Bir de
'Münakid Yemin.'
İnsanların genelde yaptıkları yeminlerden çoğu bu son yemindir. İlerde bir işi ya yapacaklarına ya
da yapmayacaklarına dair yemin ederler.
Bu yemin Allah'ın adı söylenerek yapıldığında geçerli olur. Başkasının adına yemin edilmesi ise
haramdır. Böyle bir yemin için keffaret yoktur sadece nasuh bir tevbe ve ameli salih ile af
dilenmek vardır. 358

Mubah Şeylerle Adakta Bulunmak

Soru

Ben bir bayanım. Çocuğumu sünnet ettirdiğimde onun için sevinçli ve güzel bir gün
düzenleyeceğime dair adakta bulunmuştum. O zamanlar yaşı yediydi. Allah Teala o yıl kocamın
hapse düşmesini takdir etti. Bende on senedir kocamın mahkum olması sebebiyle adağımı yerine
getiremedim. Oğlumsa büyüdü. Yası on yedi oldu. Adağım hala duruyor. Şuanda adadığım şeyi
yapmak istemiyorum. Ne yapmam gerekir? Bu adağımı yapayımmı? Yoksa onun yerine oruç veya
sadaka mı vereyim? 359

Cevap

Adak, seviçli bir gün düzenlemek gibi mubah bir şeyle verildiğinde bunun adak olup olmadığı
hakkında alimler ihtilaf etmişlerdir. Aynı zamanda benim de tercih ettiğim görüş, söz verilen
adakların Allah'a yaklaştıracak şeylerle yapılmasıdır. Mesela fakirlere sadaka verilmesi, oruç
tutulması, hacca gidilmesi ya da namaz kılınması gibi. Ahmet b. Hanbel ve Ebu Davut Peygamber
(s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. "Adak, sadece Allah'ın rızası istenen şeylerde olur." Bu
da ibadetler, ve Allah'a yaklaştıracak taatlardır. Hanbeliler mubah şeylerle yapılan adaklar için
şöyle demişlerdir. "Böyle bir şey üzerine adak yapan kişinin iki şeyden birini yapması gerekir. Ya
bizatihi yaptığı adağı yerine getirecek ya da yemin keffaretini de verecektir. Yemin keffareti
bildiğimiz gibi:
"Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek
ya da bir köle azat etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutar" 360
Soruyu yönelten kardeşimizin adağını yerine getirme imkanı bulamadığına göre şimdi yemin
keffaretini yerine getirebilir. Yani, on düşkünü tam iki öğün olarak doyurabilir. Ya da her düşküne
bir mud yiyecek yanında da bir katık verebilir. Allah'ın izni ile bunlar yapılabilecek ve kalbinizi
mutmain edecek şeylerdir. 361
Söz Vermek

Soru

Ben bir genç sevmiştim. Bir gün ona şöyle dedim: "Eğer Allah Teala bana nasip ederse sana kendi
ellerimle bir kazak öreceğim." Ancak bir sene sonra başka bir erkekle evlendim. Şu anda böyle bir
şey yapma imkanım yok. Ne yapmam gerekiyor. Yaptığım bu adak sayılır mı? Allah Teala şöyle
buyuruyor:
"Onlar verdikleri sözü yerine getirirler, fenalığı yaygın olan bir günden korkarlar" 362

Cevap

Soruyu yönelten kardeşime şunu söylemek isterim: Yapmayı vadettiğin bu şey mubah işlerdendir.
Yoksa Allah'a itaat olacak bir şeylerden değildir. Bunu adak olarak kabul edersek yemin keffareti
vermen gerekir. Bana göre bunun bir başka açıklaması daha vardır. O da bunun adak olmadığı, bir
çeşit söz niteliğinde olduğudur. Sen bu gence bir söz vermişsin. Niyetinde de "evlendiğin taktirde"
bu sözünü yerine getirmek var. Bu şartlı ve belli birşeyle kayıtlı bir yemindir. "Eğer Allah bana nasip
ederse sana şöyle şöyle yapacağım." Bu şart da yerine gelmemiş..Allah Teala sizin evlenmenizi
dilemediğine göre şarta bağlı olan sözün şartı da yerine gelmemiş demektir. Bu nedenle herhangi
bir şey yapmak gerekmez. Vadini yerine getirememenden dolayı herhangi bir günah söz konusu
değildir. 363
 

11. BÖLÜM TOPLUMSAL İLİŞKİLER HAKKINDA

Devletin, İşçi Ve Memurun Ücretlerine Müdahalesi Hakkında

Soru

Devletin işveren ile çalışanlar arasına girmesi; çalışanların ücretleri, çalışma saatleri, ikramiyeleri,
senelik tatilleri ve emeklilikleri gibi, asrımızda ortaya çıkmış bir takım sosyal haklarına müdahale
etmesi, islam dini açısından doğru bir davranış mıdır? 364

Cevap

Ben burada şeriatın üzerinde önemle durduğu, fakat çoğu insanların gafil kaldığı, veya bilmediği
bir hususu hatırlatacağım.
İslam devletinin görevi sadece iç veya dış güvenliği sağlamak ya da, bazı iktisatçıların söylediği
gibi, işsizlerin hakkını, işadamlarından almakta değil, aynı şekilde yaşanan olayları ve zamanında
iyi değerlendirmektir. Çünkü İslam'ın en güzel özelliklerinden biri de; zulmü kaldırıp, insanlar
arasında adaleti sağlamak, ve insanların birbirlerine verdikleri zararları, kavga ve çekişmeleri
araştırıp kaldırmak ve bunların yerine kardeşlik ve sevgiyi yerleştirmektir. Bu konudaki delillerimiz:
1) Halifenin temsil ettiği devletin mesuliyeti, mutlak bir mesuliyettir. Herhangi bir kayıtla kayıtlı
değildir. Resullallah (sav)'in de buyurduğu gibi: "Herbiriniz birer çobansızın. Herbiriniz sürüsünden
mesulsünüz." Bu nedenle Hz. Ömer; "Fırat kenarındaki bir oğlak kaybolsa kıyamet gününde Allah
onu benden sorar" buyuruyor. İşte hayvana karşı mesuluyet duygusu olanın durumu. Bir de insana
karşı olan mesuliyet duygusunu düşününüz!
2) İnsan hayatında adaleti sağlamak İslam'ın büyük hedeflerinden biridir.Yer ve gök bunun için var,
Peygamberleri Allah cc. bunun için gönderdi. Kitapları bunun için indirdi.
"Muhakkak ki biz Peygamberlerimizi apaçık mucizelerle gönderdik. İnsanlar arasında adaleti
hakim kılsınlar diye o peygamberlerine kitap ve ölçü indir. 365
Bu ayetteki "kist" kelimesi, hiçbir tarafın etkisi altında kalmadan ve bir tarafın baskın görünmesine
aldanmadan, adaleti gözetmek manasına gelmektedir. Bu ve diğer bir başka ayette işaret edilen
"mizan (ölçü)"; insan hayatındaki zaruri dengeler olsa gerek. Bu sebeple Allah (cc), mizana büyük
bir değer vermiştir. Onu iki ayette karine olarak ortaya koymuştur. O göğün yükseltilmesinde bir
karine olmuştur.
"Göğü yükseltti, ölçüyü koydu ki, tartıyı aşmayın. Tartıyı adaletle yapın, tartıda noksanlık yapıp
sınırı aşmayınız.366
İslam'ın işçilerle işverenler, mal sahipleriyle kiracılar, üreticilerle tüketiciler, satanla müşteriler
arasında çok büyük haklar koyduğuna ve eğer haksızlık varsa giderdiğine hiç şüphe yoktur.
Allah (cc) Devlet erkanındaki yetkililere iki temel görev yüklemiştir: Emanetleri ehline vermek ve
adaletle hükmetmek.
"Allah (cc) size emanetleri ehline vermezini ve insanlar arasında adaletle hükmetmenizi
emrediyor" 367
O halde; zulmü kaldırıp yerine adaleti koymayı hedef edinen bir icraat ve sistem İslam'la bağdaşır.
3) İslamiyet zararı ve adaletsizliği vargücüyle yasaklıyor, eğer varsa kaldırma yoluna gidiyor. Bu
konuda bir hadisi şerifte: "Ne zarara uğramak var, ne de zarar vermek var" buyurulmuştur. İslam
nazarında bu konu kesinlik kazanmış ve Kur'an da pek çok değişik ayette bu manayı tekit etmiştir.
Hatta bu kuraldan birçok cüz-i hükümler türemiştir. Zarar giderilir ama zarar zararla giderilmez.
Umumun zarar görmemesi için, şahısların zararına katlanılır. Büyük zararın defi için küçük zarara
katlanır. O halde insanların birbirlerine verecekleri zararları önleyen bir kanun ve tedbire İslam'da
yer vardır ve onu kendi prensiplerinden kabul eder.
Örneğin bu yüzden ulema trafik akışını takip eden düzenleyen sürücülere bazı esaslar belirleyen
ve bu esaslara uymayanlara yaptırım uygulayan, kısacası toplum menfaatine uygun trafik
kurallarına karşı çıkmıyor. Fertleri korumak için trafik kazalarına karşı tedbir aldığımıza göre
toplumun birbirine düşmemesi için elbetteki daha dikkatli davranacağız.
4) İslam hukukunda devlet başkanının yapması gereken şer-i siyaset kapısı İslam devletine
açıktır. Şeriatla belirtilen muhkem esaslara ters düşmediği sürece devlet; toplum esasına
menfaatine uygun gördüğü cüz'i kanunlar çıkartabilir. Ortaya çıkacak olan çevre konusunda
sağlıklı ve önleyici tedbirler alır, kısacası devlet başkanı topluma faydalı gördüğü bir kuralı da
koymağa, zararlı gördüğü bir kuralıda kaldırmağa yetkilidir. Hatta bunu yapmak onun görevleri
arasındadır. Aslında bu konuda ayet ya da hadis yoktur ama Hulefa-i Raşidin, bunu daha önceden
Resulullah'ın yapmamasına ve en küçük bir ruhsat dahi vermemesine rağmen yapmışlardır.
Burada muhakkak ki İbni Kayyim'in kitabına aldığı ve Hanbeli mezhebine mensup allame İbni Akil
ile, Şafi bir imam arasında geçen karşılıklı bir konuşmayı nakletmek yerinde olacaktır. Böylece
yukarıda işaret ettiğimiz İslam siyasetinin ufuklarını daha da aydınlatmış olacağız.
İbni Akil; "Fünun" isimli eserinde şöyle demiştir: "Yöneticilerin, şer'i siyaseti gözeterek bir takım
işler yapmaları, işlerin doğru yürütülmesi için gereklidir, bu durum imamların görüşlerine de
uygundur.
Şafii olan şahıs ise şöyle dedi: "Şeriata muvafık olmayan siyaset (İdari düzenlemeler) kabul
edilemez."
Bunun üzerine İbni Akil şunları söyledi: "Siyaset'ten kastedilen, insanları huzura yaklaştıran ve
fesattan uzaklaştıran davranışlardır. Bu konuda bir hadis veya ayet olmaması durumu
değiştirmez. Senin "Şeriata muvafık" sözünün manası eğer; "şeriatın sözlerine aykırı olmayan"
demekse bu doğrudur. Yok, eğer söylemek istediğin; "şeriatın söylediklerinin dışında siyaseti
yoktur" demekse bu yanlış olur. Çünkü bu söz, sahabeyi kiramı da yanlış yapmakla itham
demektir. Hulefa-i Raşidin, daha önce sünnette benzerini görmediğimiz, öldürme ve teşhir
cezalarını tatbik etmişlerdir. Hz. Osman (r.a); Kur'an-ı bir araya (bugünkü mushaflara benzer bir
şekilde) toplatmış ve İslam alemindeki belli başlı beldelere yollamıştır. O bu davranışını halkın
faydasına olduğu inancıyla yapmıştı.
Buna benzer, Hz. Ömer'den olsun, Hz. Ali'den olsun çeşitli davranışlar bize kadar ulaşmıştır.
İbnu'l Kayyim der ki: "İşte bu nokta ayakların kayma noktası zihinlerin yanılma noktası olmuştur.
Burası, dar geçit ve çetin savaş meydanıdır. Kimi tefrite varmış, İslam'ın kanunlarını yürürlükten
çıkartmış, hukuku çiğnemiş ve insafsızları kötülük yapmaya cesaretlendirmiştir. İşte böylece
şeriata sanki, kulların haklarını gözetemez, başka sistemlere muhtaç görünümü vererek,
kendilerinde, hakkı bulan ve savunan görünümünü verdiler ve neticede; siyasetin (idari
düzenlemelerin) realiteye uygunluğunu, ve gerekliliğini hem kendileri hem de başkalarının
bilmesine rağmen, şeriatın ileklerine muhalif olduğunu zannederek, onu büyük bir boşluğu
itmişlerdir. Ömrümü elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, onlar siyaseti, (yeni idari düzenlemeler)
şeriata ve Kur'an'a, içtihada zıt kabul etseler bile şeriatla siyaset arasında bir çelişki yoktur. Onları
bu yanlışlığa iten şeriatı tanımadaki noksanlıkları ile siyasetin ne demek olduğunu kavrayamayıp
çeliştiğini zannetmeleridir. Bunun sonucunda; İş başındaki yöneticiler, ulemanın tutumunu ve
insanların huzurunun ulemanın şeriatı yorumladığından öte bir yorum gerektirdiğini görünce kendi
kafalarından idare şekilleri uydurdular.
Böylece işler karıştı. Ulemaya da şeriatın hakikatini uygulayıp insanları bu sıkıntılardan kurtarmak
oldukça güç geldi. Kimi ulemada, bu konuda ifrata varmış Allah cc. ve Resulün hükmünün zıddına
varıncaya dek şeriatı genişletmişlerdir. İşte iki taifenin yanlışı da Allah'ın Peygamberini ve kitabını
göndermesindeki gayeyi tam anlayamamaktan kaynaklanmaktaydı. Çünkü noksan sıfatlardan
münezzeh olan Allah (cc) Peygamberini ve kitaplarını gönderdi ki, insanlar eşitliği sağlasınlar. İşte
yer ve göğün yaratılmasındaki gayenin sırrı olan adalet budur. O halde ne şekilde olursa olsun
adaletin belirtileri görüldü mü işte Allah'ın şeriatı oradadır. "Siyasetin şeriatla alakası yok"
denilemez. Aksine siyaset (yeni idari düzenlemeler) şeriatın getirdiği prensiplere uygundur. Hatta
onlardan biridir. Siyaset sırf Allah'ın ve Resulü'nün adaletidir. Bunun vasıtasıyla adaletin emareleri
görülür. Bizim buna siyaset dememizin sebebi, sizin adaletle yönetim şekline siyaset terimini
kullanmanızdır. Bu yüzden diyoruz ki; tüm sistemlerin üstünde olan ve işçinin çalıştırılmasına
dikkat ettirmekle birlikte hakkında tam olmasını sağlayan İslam şeriatıdır ve Dünyanın düzenini
kurmuştur. Bu konuda Peygamberimiz, "İşçiye alnının teri kurumadan hakkını veriniz"368
buyuruyor. Yine başka bir hadistede, "Kıyamet gününde Allah'ın hasımlık yapacağı üç kişiden
biriside işçi çalıştırıp işini yapan ama, hakkını vermeyenlerdir" buyuruyor.369
İşçilerin ücretlerinin adil bir şekilde tespitine yarayacak düzenlemeler, çalışma ortamının işçi ve
işveren açısından olgun bir şekilde oluşturulması çabaları, kuvvetlinin zayıfı veya bir grubun, diğer
bir gurubu ezmesine mani olma gayretleri, bu sayede işçileri, "Sizin haklarınızı en iyi biz koruruz"
diyerek sömürmek isteyenlerin yollarının kapatılması. Bütün bunlar İslam şeriatını rahatsız etmez,
O'nun göğsünü daraltmaz. İslam bu tür faydalı düzenlemelere açıktır."
Bizim bahsini yaptığımız bu konuları İslam hukukçuları incelemişler ve halifenin, -eğer ihtiyaç
varsa- işçi ve işveren arasında bazı durumlarda müdahale etme yetkisinin olduğunu
söylemişlerdir. Bu konuda Şeyhülislam, İbni Teymiyye "Hasabe" isimli eserinde işlemi ve bu
müdahalenin hedefini şöyle açıklamıştır. "Devlet reisinin müdahalesi şahısların veya grupların
birbirlerine yapabilecekleri haksızlıkları önleyici tedbirler olmalıdır. Örneğin, insanların birbirine
muhtaç olduğu, ziraat, tekstil, inşaat vb. konularda Devlet başkanı bütün bunların ücretlerini
belirleyerek, onların birbirlerine karşı yapabilecekleri her türlü adaletsizlikleri önlemiş olacaktır.
Çünkü bu konuda insanların maslahatı böyle tamamlanır. Şeyhülislam, Allah'ın Rahmeti üzerine
olsun az sonra diyor ki: Toplumda bu tür işleri yapabilenler azınlıkta olunca, onların toplunun
ihtiyacı olan bu mesleklerine devam etmeleri, farzı ayın olur. Örneğin insanlar çiftçiye mi
muhtaçtırlar, tekstilciye mi muhtaçtırlar, inşaatçıyamı muhtaçtırlar. İşte bu meslek sahiplerine bu
meslekleri yapmak seri bir görevdir. Dolasıyla devlet resi o işin piyasada fiyatını belirleyerek, onları
çalışmaya mecbur kılar. Tayin edilen miktardan fazla istemelerine engel olacağı gibi işlerini
yaptıran şahıslarında az para vererek onlara haksızlık yapmalarınada mani olmuş olur. Bundan
sonra İbni Teymiyye şu neticeye varıyor.
"İşte görev belirlemek, işleri yoluna koymak buna derler."
Piyasa karşılığı dediğimiz bu konuyu fıkıh alimlerimiz, kitaplarında şöyle belirlemişlerdir: Yapılan
iş tüm boyutlarıyla gözden geçirilerek tüketilen emekler hesap edilerek piyasa şartlarına uygun bir
şekilde çalışana zulmetmeksizin, iş sahibine de haksızlık etmeden konulan standart ücrete,
piyasa değeri denir. Hatta biz diyoruz ki tabiin devrinde İslam hukukçuları devletin piyasa
kıymetini belirlemesine cevaz vermişlerdir. Halbuki asrı saadette Resulullah'tan fiyatların
yükselmesi karşısında bunu yapması istenmiş o ise buna yanaşmamıştır. Hz. Enes rivayet ediyor.
"Rasulullah zamanında fiyatlar yükselmişti. Bunun üzerine sahabe, "Ey Allanın Rasulü, şu piyasayı
belirlesen" deyince, Allah'ın Rasulü "Veren, alan, belirleyen Allahtır. Benim isteğim Allah'ın
huzuruna hiçbirinizin benden ne mal, ne de can hakkında, şikayetçi olmadan çıkmamdır.370
Hadisi şerif; asıl olanın serbest piyasaya da hiç müdahale etmeden ilgili kuruluşların kurallarına
bırakmak olduğunu gösteriyor, ama ne var ki, böyle yapıldığı takdirde kafalarına göre bilhassa
insanların ihtiyaç duyduğu konularda fiyatlarla oynayan ve bu konunun uzmanı olmayan insanlar,
piyasaya müdahale ediyorsa o zaman Devletin konuyu ele alması ve bir piyasa belirlemesi
uymayanları zorlaması Allah'ın şeriatının bir cüzü olur. Şeyhülislam İbni Teymiyye der ki: "Öyle
fiyat belirlemek var ki; zulümdür, haramdır. Ama öylesi de var ki; sırf adalettir,caizdir. Eğer piyasa
şartları, insanların razı olmayacakları şekilde satıcıyı zorla belli bir fiyata bağlamayı ve Allah'ın
haram kıldığı şekilde (faiz gibi) satmayı gerektiriyorsa haram olur, yok eğer adaleti taşıyorsa
örneğin; insanları sattıkları mallarda değerinin üzerine çıkmamaya mecbur bırakıyor, ya da Allah'ın
haram kıldığı faizi yasaklıyorsa o zaman caizdir. Hatta vaciptir."
Birinci kısmın örneği yukarıda zikrettiğimiz hadis olabilir. Çünkü meşru bir şekilde zulüm
yapmadan işin azlığından veya çokluğundan fiyatlar yükselmişse (burada iarz ve talep) kanuna
işaret vardır.
Satıcıyı illa ki belli bir fiatta sabit tutmak, haksız yere bir zorlama olur. İşte hadiste
Peygamberimiz'in müdahale etmemesi bu yüzdendir. İkinci kısma gelince örneğin; İnsanlar
muhtaç olmasına rağmen ilgililerin illa değerin üzerine çıkarak insanları zor durumda bırakmaları
gibi bir durumda müdahale etmek onları belli bir fiatta mecbur kılmak adalettir. Piyasaya
müdahalenin manasıda işin değerini belirleyerek insanları Allah'ın mecbur ettiği adalete
zorlamaktır. Şeyhülislam İbni Teymiye, çalışanın ücreti meselesini işledikten sonra mal
meselesine dönüyor ve diyor ki: "Tüketim malları konusuna gelince; insanlar cihad için silah ve
gerekli aletlere muhtaç olduğu zaman ilgili esnafın piyasa değeri olan karşılığını almak suretiyle
bu tür malları satmaları gerekir,. Değerinin üzerine çıkma veya stok etme hakları yoktur." İbni
Teymiyye devamla diyor ki; "Hz. Peygamber'in zamanında piyasa belirlenmemesinin sebebi,
onlarda ticaret amacıyla un fabrikaları, ekmek fırınları yoktu, onlar buğdayı satın alıp evlerde,
değirmenlerle un haline getirdikten sonra ekmek pişiriyorlardı. Ayrıca o dönemde buğdayı
perakende satanlara kimse rastlayamazdı. Bu tür şeyleri toptancıdan alırlardı bu sebebten
Peygamberimiz; "Pahalıcılar melundur (kovulmuştur) toptancılar "rızıklandırılmıştır" buyurdular.
Aynı şekilde onlarda tekstilci de yoktu. Kervanlar Şam'a gider ve insanların, bu tür ihtiyaçlarını
oradan satın alırlardı."
Şeyhul İslam diyor ki: "İlla ki Peygamberin bu sözüyle piyasa belirlemenin her türlüsünün
yasaklandığına delil getirenler varsa ona cevaben denilir ki: "Bu Rasulullah'ın o an için verdiği bir
hükümdür. Her zamana şamil değildir." Hem bu hadiste, "Birisi insanların muhtaç olduğu malları
satmadı diye bir şeyde yok." O an Rasulullah'tan bu konuyu ele alması istenmiş, o da meselenin
farkında olduğu için müdahale etmemiştir. Hem malumunuz bir şeye rağbet fazla oyun ancak
malın kendisi az olursa o malın fiyatının yükselmesi genellikle görülen bir olaydır. Bu hemen
müdahaleyi gerektirmez. Rasulullah bu sebebden müdahale etmemiştir."
Bu konuda Şeyhülislam netice olarak diyor ki: "İnsanların maslahatı illaki piyasanın belirlenmesine
bağlı ise adil bir şekilde bu iş yapılır. Ne çok fazla ne de eksiğe kaçılmaz. Ama hiç müdahale
etmeden bu iş insanların mashalatına dokunmadan gidiyorsa hiç el sürülmez. Demek ki, gerek
piyasa konusunda gerekse başka konularda hükümlerin etrafında döndüğü temel nokta,
insanların maslahatı ve zararlarının giderilmesidir."
İbni Teyyimiyye'nin sözü doğrultusunda; madem ki insanların menfaati söz konusudur.
Rasulullah'ın da müdahale etmemesinin sebebinin 'belki zulüme sebeb durumunda, kıyamet
gününde benden hak istersiniz' şeklinde düşünmesi olduğuna hadis işaret ediyor. O halde zulmü
önlemek için iş ve mal piyasasına müdahale etmek neden caiz olmasın. Sonra buna ihtiyaç da
var? Aksine dalalet eden ne ayet ne de hadis var. Hem İslam hukukunda bir kural var: Şeriatın
getirdiği tüm hükümlerde aksine bir delil yoksa asıl olan helalliktir. Gene şeriatın getirdiği tüm
kurallar dünya ve ahirette insanların huzurunu temin etmek içindir.
ÖZETLE; İslam şeriatı, çalışanların ücretlerinin belirlenmesi hususunda müslüman devletlere izin
vermiştir, İhtiyaçlar ve halkın menfaati bunu gerektiyorsa ve zulüm kaldırılıp, adalet getirilecekse,
çekişmelere ve kavgalara son verecekse, her türlü zarar görme ortadan kaldırılacaksa. Konunun
uzmanı olan kişiler ve din adamları toplanarak, adil bir ücret belirleyebilerler. Hiçbir tarafın yani ne
işçi ne de memurun, esnafın hakkını yemeden adil bir ayarlama İslam devleti tarafından
yapılabileceği gibi aynı zamanda mesai, hafta ve sene tatilleride ayarlanabilir. Buna paralel olarak
ücretin yanında ikramiyeler de ayarlanabilir. Buna paralel olarak ücretin yanında hediye, bahşiş vs.
iş hayatının geleneksel olarak getirdiği bir takım sosyal haklar, devlet tarafından ayarlanabilir.
Ayrıca bu konularda insanların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kanunlar da çıkarılabilir, tabii
önceki insanların kalplerini geri getiremezsin, haya ve teslimiyyet insanların haklarını vermeğe
yetiyordu. Devletin müdahalesine gerek kalmıyordu. İşte bu sebebten İslam hukukçuları zaman,
yer ve şartların değişmesiyle bir takım hükümlerin de değişebileceğini vurgulamışlardır. Bu ve
benzeri durumlar, daha önce de belirttiğimiz gibi her şeye, her olaya çare bulabilen İslam
şeriatının örnek siyaset şekillerinden bazılarıdır.
Başarı, Allah'tandır. 371

Gerektiğinde İslam Hükümetinin Ev Kiralarını Belirleme Hakkı Vardır

Soru

Hükümet son zamanlarda konut kiraları hakkında bir kanun çıkardı buna göre kiracı ve mal sahibi
arasındaki anlaşmalar yeniden belirlendi, kiralar ancak belli miktarda artırılabilecek aynı şekilde
mal sahibi kafasına göre kiracıyı çıkaramayacak ancak belli başlı şartlarla çıkarabilecek.
islam şeriatı, müslüman devletler için böyle bir kanun hakkı tanımış mıdır? Ve herkesin bu kanuna
uyma mecburiyeti var mıdır? Yoksa bir takım insanların, biz malımızın sahipleriyiz, istediğimiz
yaparız.Demeğe hakları var mı? Tabii bunlar görünüşte dindar insanlar namaz kılıyorlar, oruç
tutuyorlar, hacca, umreye gidiyorlar.
Bizim ve diğer insanların bu konuda helali haramdan güzelce ayırabilmemiz için şeriatın bu konu
üzerindeki görüşlerini açıklama lutfunda bulunmanızı istiyorum... Teşekkür ederim. 372

Cevap

Bu soruda cevap itibarıyla İslam devletinin gerektiğinde, toplum adına, iş ve işçi piyasasını
belirleme işçi ve iş sahiplerinin arasını düzeltme konularında müdahale etme hakkı olması
yönünden bir önceki soruyla aynı türdendir. Biz orada konu hakkındaki seri delilleri ve göz önünde
bulundurulması gereken noktaları, konuyu araştıran alimlerin görüşlerini ve nakilleri açıklamıştık.
Bu yüzden' aynı şeyleri bir daha burada aktarmaya lüzum yok, hüküm aynıdır. Şöyle ki: İslam
devletinin kişisel bazı haklara müdahalesi sadece toplum maslahatını temin etmek, zararları
giderip adaleti yerleştirmek, zulmü kaldırmak ve böylece insanların birbirlerine verecekleri
zararları önlemek içindir. İslam şeriatının; şimşek gibi değişebilen olaylara karşı eli kolu bağlı,
güçlülerin zayıfların ihtiyaçlarını suistimal ederek ve onları tahakküm altına alarak sömürmelerine
göz yuman, olumlu hiçbir alternatif bulamayan bir din olduğunu zannetmek doğru değildir.
Şüphesiz bu eşsiz şeriatın temel özelliği; bütün kaide ve esaslarının sıkıntılara çare bulan,
darlıkları genişliğe çeviren, vakıadaki olayları dikkate alan ve hayatın her anında karşılaşabilecek
yeni, yeni sorunlara, en etkili ilaçları ve en adil çözümleri bulup çıkarmasıdır.
Son asırlarda bile İslam hukukçularının İslam'ın bu çare bulabilirlik, olaylara duyarlılık meziyetine
sahip olduğunu kavraması, dolayısıyla zaman bozukluğu denilen insanların hayatının değişik
boyutlara ulaşması ve ahlaklarının bozulması karşısında haklı bir tutum sergilemişlerdir. Bu
yüzden İslam'ın siyasetini biraz daha genişleterek, kadı ve hakimleri çoğaltmışlar ve böylece
yeryüzünden zulmü kaldırıp, bozukluğun kökünü kazıyıp, yerine adaleti hakim kılacak tedbirler
almışlardır. Hanefi mezhebine mensub büyük alim, Alaeddin et-Trablusi, "Müini'l Hikem" isimli
eserinde şöyle bir nakil yapar: "Karafi der ki, "İdari konularda hakimlere tanınan genişliğin şeriata
muhalif olmadığını, aksine uygun olduğunu ve şer-i delillerin bunu gösterdiğini bilmelisin." Şimdi
konuyu birkaç yönden inceleyelim.
1) Son zamanlarda fesat çoğaldığı gibi aynı zamanda yayılmıştır da, asrı saadet ve tabiinde böyle
bir şey yoktu. İşte bu yüzden şeriat dairesinden çıkmamak, şartıyla hükümleri zamanın şartlarına
göre Rasulullah'ın buyurduğu, "Zarar görmek te vermek te yoktur" ilkesi çatışı altında düşünülmesi
gerekir. Bahsettiğimiz bu kuralları terketmek zarara götürür.
2) Maslahati mürselenin delil olduğunu ulemadan bir çoğu savunmuştur. Maslahatı mürsele
demek; şeriatın uyulması veya terkedilmesi hususunda açık bir emrinin olmadığı konulardır.
Yapılacak olan amel, maslahati mürsele ile dahada kuvvetlenebilir. Sahabe-i kiram (Allah
hepsinden razı olsun) sadece maslahata uygun olduğu için birtakım işler yapmışlardır. Hakkında
hiç görüş ve delil olmadan mushafın yazılması, yine herhangi bir delil bulunmadan Hz. Ebu
Bekir'n, Hz. Ömer'i veliahd tayin etmesi, sahabenin şurayı altı kişiye bırakması, nakit paraya
geçilmesi, hapishane yaptırılması Hz. Ömer'in Mescidi Nebevi etrafındaki vakıfları mescidi
genişletme amacıyla, yıktırması, Hz. Osman'ın mushafları yazdırarak dağıtması, Cuma ezanının
çarşıda tekrar okutulması ve daha niceleri sırf, mashalata dayanılarak yapılmıştır.
3) Şeriat şahitlik konusunda taraflar arasında düşmanlık olmasın diye hadis rivayetinden daha
titiz davranmış ve bu yüzden, sayı ve hürriyeti şahitlik için şart koşmuştur. Gene ihtiyaç olduğu
için birçok sözleşmelerde genişlik getirmiştir. Örneğin malın başkasına ait olmasına rağmen
kirasız yararlanma antlaşması karz-ı hasen (süresiz borç verme) vs. aslında şeriat kurallarına
göre caiz olmaması gereken, ancak ihtiyaçtan dolayı serbest bırakılan akitler bu kabildendir.
Ama aynı şeriat, zina şahitliği konusunda, dört şahit tarafından ve çok açık bir şekilde
görülmedikçe şahitliği kabul etmemiştir. Katil şehadetinde iki kişiyi yeterli görmüş, halbuki kan
davaları daha büyüktür, ama unutmamak gerekir ki, İslam'ın maksadı kapatmak ve kaybetmektir.
Karı koca arasındaki lian (birbirlerini zina ile suçlamaları neticesinde hakim önünde bunu Allah'ın
lanetiyle savunmaları) meselesinde ise hiç şahit ve delili gerekli görmediği gibi iftira cezası da
öngörmemiştir, uygulamamıştır. Halbuki diğer insanların iftiralarına hat uygulamıştır. Bunun
sebebi ise bilhassa aileler arasında şüpheyi giderici işler yapmak, sevgiyi engellememek
birbirlerini nefret ettirecek olaylardan sakındırmaktır. Buna gerçekten ihtiyaç vardır. Görülüyor ki
şartlar değiştikçe bu tür zıtlıklara çok rastlanır. Demek ki, zaman içindeki şartları göz önünde
bulundurmak gerekir. Meseleye bu yönden baktığınız zaman toplumun idaresi için gereken cüzi
kanunlar. Yukarda sözünü ettiğimiz maslahati mürseleye (toplumun genel menfaatlerine) değil,
bununda üzerinde şeriatın temel kurallarına dayandığını göreceksiniz.
4) Toplum için gerekli bu kanunların her hükmü için kendine has bir delil (kitaptan hadisten)
vardır. Eğer yoksa hakkında delil olan başka bir hükme kıyas edilerek hüküm verilir. Biz bu
mevzudan önce bu konuları işlemiştik, yine de bazı alimlerin görüşlerini aktaralım:
Ulema der ki: Eğer şahitlik için gerekli adalet şartını bulamazsak o zaman insanlar arasında en az
günahkar olanı, en uygun olanını şahit yaparız. Yargı hakim ve benzeri idari makamlara adam
atamak içinde aynı yolu izleriz ki, toplum maslahatları zayi olmasın, hukuk kuralları muattal
kalmasın. Ben bu konuya muhalif birinin olduğunu zannetmiyorum. Çünkü Allah (cc) insanları
güçlerine göre mükellef kılmıştır. Fesadın yaygınlığı nedeniyle fasık şahitlerin şehadetleri kabul
edilebiliyorsa zaman ve insanların İslam'a bağlılıklarının bozulması nedeniyle idari alanlarda da
genişlik getirilmesi caiz olur. Bakın Ömer bin Abdulaziz der ki: "İnsanlar bozulduğu ölçüde
hükümler doğar." Karafi de: "Zamanımızın hakimleri, valileri, güvenilir insanları, Asrı Saadet'te
olsalardı idareciliğe tayin edilmezlerdi. Çünkü bu tür insanları o devirde iş başına getirmek
fasıklıktı. İşte zamanımızın seçkin insanları o devrin alçak insanları idi. Alçak insanların işbaşına
getirilmesi ise fasıklıktır, ama ne yapalım artık çirkinler güzel, dar olan da genişlemiş, zamanların
değişmesiyle hükümler de değişmiştir."
5) Şeriatın, süt emziren anneye farkında olmadan bebeğinin necaset geçebileceğini göz önünde
bulundurmak suretiyle (süt elbisesini temiz kabul edip) genişlik tanıması yağmurun oluşturduğu
çamurun necaset ihtiva edebileceğini ihtimaline rağmen kolaylık olsun diye temiz kabul edilmesi
İmam Muhammed, çamur hakkında bu fetvayı vermiştir. Bizim yukarda savunduğumuz fetvaların,
doğruluğunu daha da kuvvetlendirmektedir. Ayrıca yaralılara yaralardan çıkan çoğu cerahatlerde
kolaylık sağladığı gibi basur hastalarının hissettikleri ıslaklıklardada kolaylık sağlamıştır. Allah
Teala korku, savaş, anında kılınan namazda, namaz ve benzeri gibi zor durumlarda kılınan
namazlarda, rükün ve şart aramamıştır. Bu tür kolaylıklar saymakla bitirilemez. Bu yüzden İmam
Şafi, "Herşey daraldıkça genişler" diyerek bu gerçeği ifade ediyor.
O halde aynı şekilde toplum asayişini sağlamak için zor durumda kaldığımız zamanlarda da aynı
kolaylıklar söz konusudur. İşte buna dayanarak diyoruz ki, insanların sosyal ilişkilerini sağlam
temellere oturtması zulmü kaldırıp yerine adaleti huzur ve refahı istikrarı getiren nizam ve
kanunlar koyması çekişme ve kavgaya sebep olacak unsurları yok edip Allah cc. maksadı olan
toplum ıslahını temin etmesi, bunun aksinin kökünü kazıması İslam hükümetinin temel
görevlerindendir. İslam hükümetinin bir gruba başka öbür gruba başka kurallar koyması asla caiz
değildir. Aksine adaletle herkese eşit davranması gerekir. İşte Ululemrin görevi, işte şeriat
otoritesinin gerektirdiği anlayış. Biz çalışanların ücretlerini belirleme konusundaki fetvamızı buna
dayanarak verdik tabi toplum mashalatı gerektiriyorsa bu yapılabilir dedik.
İnsanlar arasında adaleti tesis etmek Allah (cc)'ın peygamberini göndermesinin, kitapları
indirmesinin en büyük gayelerinden biridir. Hadid suresinde Allah (cc) şöyle buyuruyor:
"Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri
için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. "373
Allah (cc) adaleti emrediyor, O'nun güzel isimleri arasında El-hakem ve El-Adl bulunmaktadır. O
halde insanlar arasında adaleti yerleştirecek her iş, muhabbet, huzur ve güven getirecek her
tohum. Allah'ın sevdiği dininde ve şeriatında emrettiği işlerdendir.
"De ki Rabbim adaleti emretti." 374
İslam devletinin eşitliği titizlikle araştırıp yerleşim bölgelerine hakim kılması başlıca görevlerinden
birisidir. İdare edilenlerin görevi de bu eşitliğe saygı göstermek itaat etmektir. İşte dinimiz bunu
emrediyor. Allahü Teala müminlere bunun için hitap ediyor
"Ey inananlar Allaha, Rasulune ve sizden olan idarecilere itaat edinin." 375
İdarecilere itaat sadece şeriat ölçüsüne göre vardır. Yoksa yaratana isyanda yaratılana itaat
yoktur. Toplum çıkarı için hakkı yerleştirip adaleti hakim kılmak için çıkartılan kanuna itaat etmek
dinen vaciptir. Buna itaat etmemek dinin diğer emirlerine itaat etmemek gibidir.
Sahih ve müttefekunaleyh bir hadiste ifade edilen, "Allah'a isyanla emrolunmadığı müddetçe
hoşuna gitsin veya gitmesin, mümine düşen emre kulak vermek ve itaat etmektir. Ama isyanla
emronulursa o zaman dinlemek ve itaat etmek yoktur" buyruğu bu amaçla söylenmiştir. Hoşuna
gitse de gitmese de, Peygamberin sözüne bak. Çünkü bazı insanlar kulak verip itaat eder ama
çıkarına olduğu zaman. Çıkarlarına ve kişisel menfaatlerine ters düştüğü zaman hakkında
verilecek kararı kaldırmak için "şeriata muhaliftir" diyerek isyana kalkışır. Ona göre kendi
çıkarlarına kişisel isteklerine sahip çıkan kanunlar makbul ama aleyhine olan özel menfaatıyla
bağdaşmayan hiçbir kural, kural değildir. Kanun deyince sanki kendi çıkarlarını kastediyor. Şu bir
gerçektir ki; toplumun maslahatları ile istek ve çıkarlar çoğu zaman birbiriyle çatışır, çelişir
Ululemrin yapması gereken; konulacak kurallardan fayda görecekler ile zarar görecekleri
hesaplayıp bir denge yapmaktır. Hz. Ömer ve diğerleri, yani halifeler şer'i siyasetle insanları böyle
idare ediyorlardı. Daima çoğunluğun çıkarına olan kararları araştırıyorlardı. Mesela Hz. Ömer, et
hayvanlarının tüketicinin ihtiyacına cevap veremeyecek durumda olduğunu görünce kasapların
ardarda iki gün et kesmelerini yasaklamış ki, diğer günlere de et kalsın. Demek ki, Ululemrin bazı
mubahları toplumun yararına gördüğü zaman kayıtlamaya hakkı, yetkisi vardır. Bu yüzden Hz.
Ömer bizzat kendisi Züberyir bin Ammar'ın kasaphanesini teftiş etmiş ve yasakladığı günlerde et
kesilip kesilmediğini kontrol etmiştir. Bunun maslahatı da etlerin diğer günlerde yetmesini
sağlamaktır. Bunun gibi konulan kanunlar insanların menfaatlerini ortaya koyuyor. Aralarında
güven ve huzuru sağlıyorsa bu kanunlara itaat etmek ve gereğini uygulamak vaciptir. Birtakım
insanların çıkıp, "Ben malımın sahibiyim, mülkümde dilediğimi yaparım ve hukuki devletin
koyduğu kuralları aşayım" şeklinde bir itirazda bulunmaları tabiatıyla hatadır. Çünkü hiç kimse
malını istediği gibi harcamak konusunda hür değildir. Bu tür fikirler olsa, olsa Şuayb (as) kavminin
mazeriyetleri olabilir. Şuayb Aleyhisselam kavmine:
"Ey kavmim ölçü ve tartıyı tam olarak ve adaletle yapın insanlara eşyalarını eksik vermeyin.
Yeryüzünde bozgunculuk karışıklık çıkarmayın. Kavmi, Ey Şuayb! Atalarımızın tapındığını
bırakmamızı veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı
emrediyor.”376
Onların mantığının ne derece hatalı olduğunu görünüz. İşte bu olsa, olsa mal sahibine dilediği gibi
harcama yetkisi veren kapitalizmdir. Yoksa İslam bu düşünceden tamamen farklıdır. Aslında
insan malının emanetçisidir. İşte İslam düşüncesinin iktisat anlayışının temeli budur. Buna göre
insan malının gerçek sahibi değildir. Malın gerçek sahibi ise ancak Allah'dır. İnsan o malın
vekilidir. Allah cc. onu o malı korumak ve kendi şeriatına göre harcamak için onu vekil tayin
etmiştir. Bunun için Allah (cc) şöyle buyuruyor:
"Sizleri vekil kıldığı mallardan infak edin." 377
Demek ki mal aslında Allah'ın malıdır.
"Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin." 378
Buna benzer diğer bir ayette de:
"Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik yapanlar, bunun kendileri için hayırlı
olduğunu zannetmesinler." 379
İşte malın maddesi ve faydalanılabilir duruma gelmesi kimin eseri olabilir. Şüphesiz ki Allah'ın
eseridir. Ektiğin tohuma bitki haline getiren kimdir?
"Söyleyin bakalım ektiğinizi siz mi bitiriyorsunuz. Yoksa bitiren biz miyiz." 380
Evet yerden fışkıran suları, gökten dökülen yağmurları kim organize ediyor. Aynı toprağa hem tadı
hemde tuzu içerme gücünü vererek kimi bitkilerin tuzlu kiminin tuzsuz kiminin acı kiminin tatlı
olmasını sağlayan güç kimdedir. Hiç şüphesiz Allahu Teala'dadır.
Evet, aynı şekilde senin tüccar olduğunu düşünürsek ticaretini yapabilmen için rüzgarları
yeryüzünde, gemileri denizde hizmetine seferber eden kimdir. Senden alış veriş yapacak
müşterileri ayağına kadar getiren kimdir. Hiç şüphesiz Allah'tır. Örnekler çokça sıralanabilir.
Demek ki, mal ve ona ulaşabilmek için gerekli sebeplerin hepsi noksan sıfatlardan münezzeh olan
Allah'ın, insanlara gereken ortamı hazırlamasıyla mümkündür. O halde mal, aslı itibariyle
düşünürsek Allah'ın malıdır. İnsanın onun kendinin olduğunu iddia etmesi ise boş laftır.
Başka bir yönden düşünürsek onlar toplumunda malıdır. Dolaysıyla ona toplumunda katkısı
bulunması lazımdır. Bizzat ya da dolaylı yoldan uzaktan ya da yakından, malın piyasaya
çıkarılmasında, üretilmesinde toplumun katkısı olduğu şüphesizdir. Kişi tek başına ne çiftlik
kurabilir ne de sanatkar olabilir. Ne de tüccar olabilir. Ortamı oluşturan toplum olmasa fert hiçbir
şey yapamaz. Allahu Teala'nın Nisa suresinde:
"Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin" 381 hitabının topluma
olmasının sırrını da buradan anlıyoruz. Yani söylenmek istenen odur ki, içinizde ticaretin
kurallarını bilmeden, sağa sola savurganlık yaparak malını helak edecek ve toplumu zarara
uğratacak, aklı ermezler varsa, onun sermayesini hacr altına almak suretiyle ticaret hayatından
uzaklaştırmalısınız Fakat bu maksadı Kur'an şu şekilde ifade ediyor: "Aklı ermezlere mallarınızı
vermeyin." Bu tabiri kullanarak malı topluma maal ediyor.
Halbuki diğer ekonomik meselelerde herkesin malı kendine izafe edilerek, "malları" şeklinde gaib
zamiri kullanılmaktadır. Ama burada maksat; esas mal toplumun malıdır. Çünkü içlerinden kendini
bilmezin biri har vurup harman savurursa onun zararı eninde sonunda topluma gelecek tek bir
şahısta kalmayacaktır.
İste buradan İslam'ın ekonomiye nedenli değer verdiği ortaya çıkıyor birisi kalkıpta efendim mal
benimdir. Malımda bağımsızım dilediğimi yaparım diyorsa, bu sözünde yanılmıştır.
Eğer konulacak kurala uymuyorsa haram işlemiş olur, çünkü kendini nüfus ve kuvvet sahibi kabul
ediyor. Halbuki devletin bu konuda çıkartacağı kanuna boyun bükerek itaat etmesi gerekiyor,
çünkü isyanı gerektirmeyen emre itaat etmek lazımdır.
Burada konuyla ilgili olması sebebiyle bana aktarılan bir hadiseyi nakletmek istiyorum. Bir
zengine; "Devlet fakirleri ve zayıfları korumak için kanun çıkardı" denildiği zaman, zengin kızarak,
"Ne demek, Allah fakirleri güçlü ve zengin etmiyorsa bizim suçumuz ne? Fakirler için bizi sorumlu
tutmak doğru mudur?" şeklinde cevap vermiştir. Evet ne acaib düşünce, ne kötü mantık Kur'an'ın
Yasin suresinde kafir ve müşrikler hakkında naklettiği mantığın aynısı. Allah (cc) buyuruyor ki:
"Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfedin denildiğinde, kafirler mü'minlere dediler ki;
ancak Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız?"382
İşte aynı söz aynı mantık. Yine bu sebebten Mevla, kafirlerin akıbetini şöyle dile getiriyor.
"Siz apaçık bir sapıklıktan başka birşey de değilsiniz." Yani bu düşünceye sahip olan insan
sapıktır. Çünkü Allanın düzenlediği doğal kanunlardan habersizdir. Şüphesiz Allah insanların bir
kısmını diğerleri vasıtasıyla rızıklandırır. İşte bu Allah'ın düzenlediği bu varlığı bağladığı değişmez,
sebebler ve bu sebeplerin neticelerinden biridir. Buna rağmen insanların bazlarının malında hür ve
serbest olduğunu ve dilediğini yapabileceğini ileri sürmeleri affedilemeyecek hatırı sayılır hatadır.
Bilhassa soruda da ifade edildiği gibi bu tür hataların, dindar, namazlı, oruçlu, hac ve umre
yapanların işlemesi daha da kötü hatadır.
İşte maalesef dinimizde yanlış bilinen bir düşünce var. Eğer dini vecibeler adamın işine
gelmiyorsa, kaldırıp atıyor. Bu adam hem de nafile hac ve umrede yapıyor. Peki madem ki bu
kadar dindarmış fakir kardeşine neden yardımcı olmuyor? Kalkıp fakirleri korumak için devletin
çıkardığı kanuna karşı gelerek malıyla söz sahibi olan mal sahibinin kiracıyı haksız yere evden
çıkarmasına yol açıyor.
Hayır, bu dinen caiz olmadığı gibi böyle yapanların esasen dindarlıklarınada şüpheyle bakmak
lazım, çünkü böyle dindarlığın içine çoğu zaman başka şeyler karışır. Allah muhafaza böyle
dindarlığın içinde çoğu zaman riya vardır. Bunlardan biri bakarsın namaz kılıyor, oruç tutuyor,
haccını, umresini yapıyor, ama sıra haram korkusundan kaçmaya gelince kaçmıyor, ya da insanlar
arasında eşitliği ön gören işlere sıra geldiği zaman maddiyat tarafı ağır basıyorda, nefsine uyarak
şeytanın izini takip ediyorsa, işte o zaman böyle insanlar, fitneyi yaygınlaştırmış, din ve ehline
saldıranlara iyilik yapmış olmaz mı?...
Din daima güzel muameleyi emreder, hatta o kadar ki, artık müslümanlar arasında "din güzel
muameledir" sözü yaygınlaşmıştır. İşte bu kural senin hiç kimseye zulmetmemeni aksine iyiliği
senden başkasına da ulaştırmanı gerektiriyor. Hukuku koruyan adaleti yerleştirip terazisini
kuracak olan kanunlara muhalefet edenler gerçekte bizzat dine muhalefet etmiş olurlar. Çünkü
din beraberinde isyanı getirmeyen hakkın emrettiği çerçeve dahilinde getirilen bu tür kurallara
itaat edilmesini aynen emrediyor.
Allah daima hakkı söyler ve o yolu gösterir. 383

İslam Ve Ticaret

Soru

İslam'ın ticareti sevmediği doğru mudur? Hz. Peygamberin bizzat veya işaretle kıyamet gününde
ticaretçiler günahkar olarak dirilecekler" buyurduğu söyleniyor. Böyle bir hadis var mı, varsa bu
hadis helal malların ticaretini yaparak helal kazanç temin eden ticaretçilere de şamil midir? Bu
konuya açıklık getirir misiniz? 384

Cevap

Bu soru bilhassa günümüzde çok önemli bir konuya parmak basıyor. İslam hiçbir zaman ticareti
kötülememiştir. Çünkü ticaret meşru kazanç yollarından biridir. Hatta bu konuda Kur'an güzel bir
övgü getirerek,
"Allah'ın lütfundan arıyorlar" 385 ibaresini kullanıyor.
Böylece Allah'ın vereceği rızkı aramaya Allah'ın lütfundan arama ismini veriyor. Aynı şekilde başka
bir ayette:
"Rabbinizin lütfundan aramanızda bir sakınca yoktur" 386 buyuruyor.
Bu ayeti kerime hac mevsiminde inmiştir. Yani hac ibadetini yaparken dahi insanın hac da bile alış
veriş yapmasına izin veriliyor. Bu ayet inmeden, müslümanlar bu konuda zorlanıyorlardı ama bu
ayet müslümanlara bu büyük mevsimde ticareti serbestçe yaparak büyük kolaylık getirmiştir.
Cuma namazı hakkında Allah (cc) şöyle buyuruyor:
"Namaz kılındığı zaman yeryüzüne yayılarak Allah'ın lütfundan isteyin." 387
Konuyla ilgili o.larak Hz. Ömer der ki: "Benim için Allah yolunda cihattan sonra içinde ölmeği
istediğim en güzel yol çoluk çocuğumun nafakasını temin etmek için girdiğim alış veriş yoludur."
Hz. Ömer: Bu düşünceyi Allah (cc)'ın şu sözünden almıştır:
"Allah biliyor ki içinizden diğer bir kısmınız. "Lütfundan (rızık) aramak üzere yeryüzünde yol
tepecekler. Başka bir kısmınızda Allah yolunda çarpışacaksınız."388 demek ki ticaret dinimizde ne
kötü görülmüş ne de yadırganmıştır.
Allah (cc) Kureyşe verdiği nimetleri sayarken, yaz kış ticaret için Şam'a, Yemen'e, kervan
göndermelerini de zikrediyor. Allah (cc) şöyle buyurur.
"Kureyşe sevdirilmiş olmasından yani kış ve yaz seyahatleri onlara sevimli kılınmasından ötürü
Kureyşliler kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan bu evin rabbine kuluk
etsinler." 389
Başka bir ayette:
"Biz onlara kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği güvenli
dokunulmaz bir yere mekkeyi mükerremeye yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler." 390
Peygamberimiz (sav) ashabından tüccar olarak tanınan kimseler vardı.
Örneğin: Hiç sermayesi olmadan Mekke'den Medine'ye hicret etmiş. Peyggamberimizde onu
ensardan, Saad bin Rabi' ile kardeş yapmış olduğu Abdurrahman bin Avf, bunlardan biridir.
Saad ona, "Kardeşim ben mal bakımından insanların en zenginlerindenim, gel istersen malımı
bölüşelim. Kardeşim benim iki de hanımım vardır. Hangisini beğenirsen onu boşayayım, iddeti
bitince onunla evlenirsin. İki de dairem var, birinde sen birinde ben otururuz." Bu büyük tevcih
karşısında Abdurrahman bin Avf. gayet tevazu ve alçak gönüllülük içinde, "Kardeşim, Allah mal ve
aileni mübarek kılsın. Ben esnaflık ve ticaret işinden iyi anlarım bana çarşıyı gösterin." Onlar da
çarşıyı gösterdiler. Alış veriş yapmağa başladı. Ticarete atıldı, derken yahudi tüccarları geride
bırakarak büyük bir servet sahibi oldu. Hatta vefat ettiği zaman dört hanımı vardı. Bu hanımlardan
birine 8/1 vererek anlaştılar bu para o zaman 80.000 dinara eşitti yani bu toplam malın 1/32'sini
teşkil ediyordu. O zaman dinarın satın alma gücünüde göz önünde bulundurmak lazımdır. İşte
bütün bunlar ticaretin eseridir. Oysa malum. Abdurrahman bin avf. Cennetle müjdelenen
sahabelerdendir. Eğer ticarette beis ve günah olsaydı, Abdurrahman bin Avf. cennetle
müjdelenmezdi. Demek ki ticarette bir beis yoktur. Ancak ticaret yapan kimse daima bir korku
içinde bulunmalıdır. Çünkü ticarette öyle şeyler varki onları bertaraf etmeyen kimse Allah'ın
gazabına ve yakıcı cehennemine girebilir. Allaha sığınırız. Bunun için, hadiste; "Kıyamet günü
ticaretçiler günahkar olarak dirileceklerdir. Allah'tan korkanlar, iyilik ve doğruluktan ayrılmayanlar
müstesnadır.391 Demek ki, kıyamet gününde ticaretçilerin sığınacakları kale doğruluktur. Başka
bir hadiste ise Rasulullah (sav) Allah'ın yüzlerine rahmet nazarıyla bakmayacağı kişilerden biride
yalan yere yemin ederek satışını kolaylaştırandır.392 buyurmuştur. Yine ticaretçiler hakkında bize
ulaşan başka bir hadis: "Onlar konuşuyorlar. Yalan söylüyorlar. Yemin ediyorlar. Günah
işliyorlar."393 Yine bir hadiste, "Artık Allah sermayesi olmuştur. O'nun yeminiyle satıyor. Onun
yeminiyle alıyor"394 buyurmuştur.
İşte ticaretine Allah'ı alet eden Allah'ı yeminiyle sermayesi yapmaktan korkmayan her alış verişte
bin bir yemin ederek büyük günah işleyen Allah'ın kendisine rahmet nazarıyla bakmayacağı
ticaretçi bu hadislerde belirtilmiştir.
"Allah'ın adını yeminlerinize alet etmeyin." 395
Şüphesiz Allah'ın ismi daima yüce ve mukaddes tutulması lazım. Öyle ufak tefek şeylere alet
edilmez. Peki Allah'ın adını kazancına katkı yapmak için, hile ve batıl yollarda yalan yere yemin
ederek kullananın durumu nasıl olur. İşte ticaretin felaketi de ticretçinin helal haram dinlemeden
sadece kazancını düşünmesidir. Eğer böyle düşünen varsa yukarıda bahsettiğimiz hadise, giderek
kıyamet günü hüsranda olan tacirlerden olur. Ama Allah'ın rızasını hak etmiş tüccar; diğer
ticaretçilerin büyük çoğunluğunun içine düştüğü felaketlere düşmemiş şu aşağıdaki şartları
kendisinde bulunduran tüccardır.
1) Daima mubah olan malların ticaretini yapacak şer'an yasaklanmış malların ticaretini yapmak,
içki domuz gibi maddelerin ticaretini yapmak müslümana caiz değildir. Hatta böyle şeylerin gayrı
müslime satılması bile yasaktır. Çünkü Peygamber (sav) içkide on şeyi lanetlemiştir. İmalatı için
üzümünü sıkanı,-süzeni, taşıyanı, kendisine taşınanı, sulayanı, satanı ve nihayet kullananı velhasıl
piyasada bulunmasına katkıda bulunan herkes lanetlenmiştir. Bir gün bir adam elinde içinde içki
bulunan bir kabla peygamberimize gelerek, elindeki içkiyi peygamberimize hediye etmek istediğini
belirtti. Resulullah (sav) ona: "Allah içkiyi haram kıldı" dedi. Bunun üzerine adam; o zaman ben de
bunu götürüp satayım dedi. Bunun üzerine peygamberimiz; içmesini haram kılan Allah satmasını
da haram kıldı" deyince, o adam onu bir yahudiye ikram edeyim dedi. Peygamberimiz, "Satmasını
ve içmesini haram kılan Allah, ikram etmesini de haram kıldı" buyurdu. Adam, "Peki bunu ne
yapayım?" deyince, Peygamberimiz "Git ve içindekini yola boşalt" buyurdu.
Biz bu hadisten öğreniyoruz ki, içkiyi imal etmek ithal ve ihraç etmek velhasıl onunla her yönüyle
ilgilenmek haramdır. Hatta bunun da üzerine çıkarak peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Kim
üzümü yahudiye ya da hıristiyana ya da onu içki yapacak herhangi birine satarsa göz göre, göre
cehenneme yuvarlanır"396 Demek ki, birinci prensip; ticaretçi, haram işlerin ticaretini
yapmayacak. İkincisi; aldatmayacak. Peygamberimiz: "Malına başka bir şey karıştırırsa bizden
değildir"397 buyurmuştur. Üçüncüsü; stok yapmayacak. Çünkü stok haramdır. Peygamberimiz
stoku; "Ancak yanılan yapar" buyurmuştur.398 Bu stok işi gıda maddesi olsun olmasın
müslümanlara lazım olan herşeyin piyasasını ilgilendiriyor. Sonra "yanılgıdadır" sözü o kadar basit
bir söz değildir. Çünkü Allahu Teala, Firavun'u Hamam ve askerlerini yanılgıyla vasıflamıştır.
"Şüphesiz Firavun Haman ve askerleri hata edenlerdendiler." 399
Dördüncüsü; yalan yere yemin etmeyecek. Hatta yeminden doğru olsa bile mümkün mertebe
kaçınacak. Peygamberimiz (sav) yalan yere yapılan yemine (gamus) adını vermiştir. Yalan yere
yapılan yemin sahibini dünyada günaha, ahirette de cehenneme götürür. Allah (cc) kıyamet
gününde yalan yemin sahibinin yüzüne bakmayacaktır. Hem yalan yere yapılan yemin evleri boş
bırakır ve harab eder. Allah'a sığınırız.
Beşincisi; Müslümanlara fiyatları yükseltmeyecek. Örneğin hükümet belli bir piyasa belirler. O da
belirlenen piyasanın üzerine çıkar ve müslümanların ihtiyacını istismar ederek çok kar etmek için
fiyatları caiz olmayacak derecede yüksetmek gibi.
Hükümet son zamanlarda kamu personelinin maaşlarını artan hayat pahalılığı karşısında yükseltti
diye bunu fırsat bilen ticaretçiler helal olmayan yoldan kısa sürede zengin olmaktan başka meşru
hiçbir sebep olmadan derhal onlar da zam yaptılar. Böyle durumlarda müslümanlara fiyat
yükseltmek aslında haramdan başka bir şey değildir. Çünkü bu davranış insanların geçimlerinin
daralmasına sebep oluyor. Birçok insan bu yüzden geçim sıkıntısına düşmüş, bunun için Mukil
İbni Yesar, konuyla ilgili hadisi rivayet etmek ihtiyacını hissetmiştir.
"Ölüm hastalığındayken etrafındakilere "Beni oturtun size Allahın Rasulü'ndan duyduğum bir
hadisi okuyayım" dedi. Onlar da, Malik'i oturttular ve şöyle söze başladı. Ben Rasulullah (sav)'ın
şöyle dediğini duydum: "Kim fiyatları yükseltmek için müslümanların piyasasına girerse onu
ateşten bir kemik üzerine oturtmak, Allah'ın üzerine bir haktır." Yanındakiler, "Yani sen bunu
Rasulullah'dan böylece duydun mu" diye şaşkınlık içinde sorunca; "Evet, hem de defalarca"
buyurmuştur"400.
Demek ki önemine binaen Rasulullah birkaç defa irad etmiş. Evet ticaretçiler makul kazançla
yetinsinler. Fukarayı ezmesinler neden % 100 kazanacaklar % 20 % 10 kar oranı yetmiyor mu? Bu
açgözlülük niye, bu kâr hırsı neden? Kâr etme hesabı en fakir tüketicinin asgari geçim
standardının göz önünde bulundurulmasıyla yapılmalıdır değil mi? Ucuz sat sürümden kazan, bu
daha güzeldir. Dünyayı iki elinin arasına almaya çalışıyorsun ve biriktirdiğin bütün malının da helal
olduğunu zannediyorsun. Bu düşünce yanlıştır. Çünkü İslam adaleti getirmiştir. İslamiyet'te belli
bir kâr oranı yoktur. O zaman bu oranı İslam'ın savunduğu adaleti göz önünde bulundurmak
suretiyle ayarla.
Altıncısı; Rabbini hoş tutmak isteyen ticaretçi malının zekatını vermeye düşkün olmalıdır. Böylece
malının her sene hesabını yaparak 1/40'ını çıkartması ve bunu zekat olarak vermesi gerekir. Yani
% 2,5'unu vermelidir. Bu hesaba gelir getiren bütün mallar ve değeri belli olan ticaret eşyası da
girmektedir. Ama yerinde duran maddeler girmez. Örneğin; ev, kitaplar ve terazi, ticaret eşyalarının
depo edildiği ardiye gibi. Bu mallar zekat hesabına dahil edilmez. Zekat sermayesine sadece para
piyasada satılabilen dövizler ve ticaret eşyasının getirdiği gelirler girer. Alacaklarını da gene
zekata ilhak eder ama borçlarını da aynı zamanda zekatın nisabından eşit miktarda düşer ve
gerisinin zekatını verir. Müminin şeytanın vesveselerine aklanmaması gerekir.
"Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder ve sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise size katından bir
mağfiret ve lütuf vadeder." 401
"Siz Allah için ne verirseniz o yerine daha hayırlısını verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır."402
Yedincisi; Müslüman ticaretçiyi, yapmakta olduğu ticareti dini görevlerinden, Allah'ın zikrinden,
namazdan, hacdan, anne babaya iyilik yapmadan, akrabaları ziyaret etmekten komşuluk haklarını
eda etmekten alıkoymamalıdır. Evet bütün bu uyarılar bilhassa tüccarlara yapılmıştır. Çünkü
umumiyetle, ticaretçi madde içerisinde boğulup kalıyor. Artık yaşamını rakam ve hesaplar
arasında sürdürüyor. Sabahını akşamını düşünmüyor. Sadece kârını, kazancını, kasasına gireni
düşünüyor, bütün ömrü bu düşüncelerle geçiyor. İşte buna huturet (ahirete karşı gevşeklik) derler.
Buna binaen Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Sadakatli tüccar peygamberlerle, doğrularla,
şehitlerle beraber olacaktır"403 .
İşte alış veriş ve tüm işlemlerinde emaneti ve doğruluğu düstur edinen ticaretçi kıyamet gününde
peygamberlerle şehit ve sıddıklarla beraber haşrolunacaklardır.
Başka bir hadiste ise bu gerçek şöyle açıklanmıştır: "Konuştukları zaman yalan söylemeyenler,
söz verdikleri zaman, sözlerinden dönmeyenler, güvenildikleri zaman hiyanet etmeyenler, sattıkları
zaman mallarını yalan yere övmeyenler, satın aldıkları zaman kötülemeyenler, alacaklı oldukları
zaman karşı tarafa zorluk çıkartmayanlar, borçlu oldukları zaman karşı tarafa zorluk
çıkartmayanlar, borçlu oldukları zaman borçlarının süresini geciktirmeyenler"404.
İşte bu hadiste sayılan vasıflara sahip olan ticaretçiler, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar
ve şehitlerle beraber olacaklardır. Bu arkadaşlar ne güzel arkadaşlardır. Bu vasıfları kendinde
bulunduran insanları Allah'ın (cc) da açıkladığı gibi ticaretleri Allah'ın zikrinden, ibadetinden
alıkoyamaz.
"Onlar,ne ticaret, ne de alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat
vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu günden
korkarlar. Çünkü Allah kendilerini yaptıklarının en güzeli ile mükafatlandıracak ve lütfundan onlara
fazlasıyla verecektir. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.' 405
Netice olarak diyebiliriz ki; ticareti, kendisini dini görevlerinden alıkoymayan, malının zekatını
veren Allah'ın sınırlarını, kendini stokçuluğa malını karıştırmayan, yalandan yemin etmeyen, ticaret
ilişkilerinde harama tevvessül ettirecek derecede aç gözlülüğe sahip olmayanlar. İşte bu
saydığımız vasıflara sahip olanlar Allah'ın istediği gibi onun sınırları içerisinde onun isteklerinden
çıkmadan ticaret yapan kıyamet günündede sıddıklarla şehitlerle beraber bulunacak olan
ticaretçilerdir. Aslında isteyen her ticaretçi bu vasıfları kendinde bulundurabilir, fakat malesef bu
gibi insanlar oldukça azınlıktadır. İnsanlar dini görevlerini çok az hatırlıyor, helalle kanaat etmiyor,
haramdan kaçınıp, başkalarını kendisine tercih etmiyorlar. Allah'tan bizi haramdan uzaklaştırarak,
helalinden zengin etmesini günahtan uzaklaştırarak itaatkar kılmasını, başkasına muhtaç
kılmadan lütfundan vermesini istiyoruz. 406

Bankadan Alınan Kârlar

Soru

Ben orta gelirli bir memurum. Maaşımdan belli bir miktarı biriktirip bankaya yatırıyor, ve üzerine
kâr alıyorum. Bu yaptığım doğru mudur? Malumunuz Şeyh Şaltut, bankanın verdiği kârın caiz
olduğuna fetva vermiştir. Ben bu konuyu çeşitli alimlere sordum kimisi izin verdi, kimi de vermedi.
Şunu da hatırlatayım ben bu paranın zekatını da veriyorum, fakat paranın kârı, verdiğim zekatı
geçiyor. Eğer bankadan kâr almak caiz değilse ben bunları ne yapayım? 407

Cevap

Bankadan alınan kâr faizdir, haramdır. Çünkü faiz iki taraftan birinin ödemesi şart koşulan, fakat
sermayeden fazla olan her paranın adıdır. Yani ticaret yapmadan alın teri dökmeden sermayenin
üstü faizdir işte bu sebeble Allah (cc) şöyle buyuruyor
"Ey iman edenler Allahtan korkun ve eğer inanıyorsanız geride kalan faizi terkediniz. Eğer
yapmazsanız Allah ve Rasulu tarafından ilan edilen bir harbin içinde olduğunuzu biliniz. Eğer
tevbe edip faizlerden vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz haksızlıkta
edilmezsiniz." 408
Burada tövbeden maksat insanın sermayesiyle baş başa kalması demektir. Bundan fazlası ise
faizdir. Bankalardan alınan kârlar İslam hukukunda helal olan şirket ve ticaretin hiçbir çeşidine
girmiyor. Bunun dışında kalan ise haram kılınan faizdir. Hocamız Şeyh Şaltut; faizin içerisine giren
(bildiğim kadarıyla) kâr ortaklığına fetva vermemiştir. O sadece, kişisel veya toplumsal zaruret
bulunduğu zaman bankadan para çekmenin mubah olabileceğini söylüyor. Fakat zarureti de
oldukça geniş tutuyorlar. Biz bu konuda Şeyh Şaltut'la aynı görüşte değiliz. Allah Rahmet eylesin.
Ben Şeyh Şaltut'un sadece tasarruf sandığına fetva verdiğini biliyorum. Bu da bankadan kâr
almaktan başka bir şeydir. Ama ne olursa olsun ben bu konuda da onun görüşünde değilim.
Şüphesiz islam sermayeyi bir yerde bırakarak onun üzerine belirlenmiş bir kâr koymayı mubah
kılmıyor. Çünkü eğer adam ortaksa parasına göre kârda da ortaktır, zararda da ortaktır. Kâr ve
zarar oranları ne olursa olsun, örneğin: Kâr olmazsa hiçbir şey olamaz. Eğer zarar varsa kendi
hissesi ölçüsünde zarara da ortak olur. Ortaklık dediğin mesuliyyete tahammül ederek böyle olur.
Ama sınırlı kâr payı böyle değildir. Banka isterse kâr etsin, isterse zarar etsin, isterse bazen
olduğu gibi % 80 % 90'lara varan kâr etsin, ortakçının olacağı az bir miktar, yani % 5, % 6'yı
geçmez. Ne olursa olsun bazen ciddi zarar etmesine rağmen iştirakçi bu zarara ortak edilmiyor.
Velhasıl bu yol, Allah rahmet eylesin günahlarını bağışlasın, Şeyh Şaltut fetva verse bile bu yol
İslam'ın yolu değildir. Evet kardeşimiz bankanın verdiği bu paranın alınıp alınamayacağını soran
kardeşimize cevap veriyorum. Bankanın verdiği fazlalık helal değildir. Dolayısıyla bunun
alınmasıda caiz değildir. Bankaya koyduğu paranın zekatıda onu helal kılmaz. Bu fazlalık
haramdır. Alan insanın mülkü olmadığı gibi bankanın malı da değildir.
Ben derim ki; bu parayı ne yapalım sorusu karşısında, onu tasadduk etmek gerekir. Aslında
şüpheli şeylerden kaçınan araştırmacı ulemamız böyle paranın tasadduku için bile almamasına
karar vermişlerdir. Aksine onu almamak ya da alıp denize atmak gerekir. Çükü faiz bir pisliktir.
Pisliğin sadakası da olmaz demişlerdir. Ama böyle düşünmek malı zayi etmek ya da onunla
kimseye yardım etmemeyi yasaklayan şeriatın emriyle bağdaşmıyor. Onunla mutlaka birinin
faydalanması gerekir. O takdirde mademki kardeşiniz bu paranın sahibi değildir. Onu alıp fakirlere
tasadduk etmesi ya da herhangi bir hayır kuruluşuna bağışlaması gerekir. Ya da müslümanların
ihtiyaçlarını karşılayan bir kuruma vermesi caizdir.
Çünkü yukarıda da belittiğimiz gibi haram para kimsenin mülkü değildir. O zaman bankanın
verdiği faiz ne bankanın ne de iştirakçinin hiç kimsenin malı değildir. Olsa, olsa toplumun malı
olur. İşte haram olan tüm malların durumu böyledir. Zekatının verilmesi bir fayda ifade etmez.
Çünkü zekat haram malı temizlemez. Haram malı ancak onu kaybetmek temizler. Bu konuda
Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah "ğalulun" sadakasını kabul etmez" 409.
"Galül", insanın toplumdan yürütmüş olduğu mala denir. Allah (cc) bu malın sadakasını kabul
etmiyor, çünkü bu mal elinde bulunanın malı değildir. Peki, bankanın vereceği kar haram olduğu
için bankada bırakılabilir mi? Bırakılamaz çünkü, bu para faizle çalışan bankayı daha da
güçlendirir. Zaten alan adam onu kendine almayacak sadece oradan alıp bir hayır yoluna
harcayacak. Bazıları diyor ki; banka iflas ettiği zaman zarar oranı parasını yatıran kişiye de
yansıyacak, bankada para kalmayınca haliyle zarar da paylaşılacaktır. O halde yine şirket sayılır.
Ben diyorumki oysa bu gibi haller yani bankanın zarar etmesi, iflas etmesi bu kuralı bozmaz,
velevki parasını yatıran bankanın iflasıyla tamamen zarar etsin. Çünkü bu tür haller nadiren
görülen mesabesindedir. Halbuki Allah'ın şeriatı, hatta beşerin kanunları bile çok az rastlanan
olaylara göre hüküm olmazlar. Çünkü herkes kabul ediyor ki, nadirler yok gibidir. Dolayısıyla
hükümleri de çoğun hükmünü alır. O halde belli bir olayla genel bir kuralı iptal etmek doğru olmaz.
Genel kural ise şudur: Malını faize veren kişinin malı daima kâr eder zarar etmez. Demek ki, eğer
zarar eden varsa bu nadirdir. Belki bir kaç defa vuku bulmuştur. Nadirler ise hüküm oluşturmazlar.
Soru soran adam itiraz edebilir. Derki, o bankaya yatırılan paralarla ticaret yapıyor, o halde yaptığı
kardan neden almayayım? Diyorum ki, tamam bankaya yatırılan paralarla ticaret yapıyor ama
yatıran şahıs, ticaret işine girmiş midir? Tabii ki değildir. Ama daha işin başında bankayla ortaklık
anlaşması yapmış ve bu anlaşma; "Eğer banka zarar ederse bu zarar iştirakçilere yüklenecektir"
maddesini ihtiva ediyorsa o zaman böyle bir itiraz söz konusu olabilirdi. Ama gerçek odur ki,
banka iflas ya da zarar ederse iştirakçiler paralarını almak için ellerinden geleni yaparlar. Buna
karşılık banka da herhangi bir direnç göstermeden hisselerine göre eğer azsa birden, çoksa
taksite bağlayarak, nasıl uygun olursa paraları ödüyorlar. Banka iştirakçileri kendilerini hissedar ya
da zarardan mesul kabul etmiyorlar aksine verdiği paraları eksiksiz alma yoluna giriyorlar. 410

Bankalarda Çalışmak

Soru

Ben iktisat fakültesi mezunuyum. Epey rızık peşinde koştum, ama sadece bankada iş bulabildim.
Hemen belirteyim ki, ben bankaların faizle işlediğini bildiğim gibi dinimizin faizin yazıcılığını da
lanetlediğini biliyorum. Bu işi kabul edeyim mi? Yoksa rızkımın oradan geleceğini bile bile
reddetmem mi gerekiyor? 411

Cevap

İslam'ın iktisadi sisteminin temeli, faizle savaşmaya, onu fert ve toplumun bereketini yok eden,
dünya ve ahirette belayı gerektiren büyük günahlardan görmeye dayanır. Bu gerçeği kitap, sünnet
ve icma dile getirmektedir. Allah'ın (cc) şu sözünü okumam sana ışık tutacaktır:
"Allah faizi mahveder. Sadakaları çoğaltır. Allah günahında ısrar eden günahkar kafirleri sevmez."
412
"Ey iman edenler Allah'tan korkun eğer gerçekten inanıyorsanız. Faiz olarak artan miktarı almayın
şayet yapmazsanız Allah ve Rasulü tarafından ilan edilen bir harble karşı karşıyasınız.”413
Faize bakışım öğrenmek için şu hadiste yeterlidir, bir köyde zina ve faiz ortaya çıktığı zaman
Allah'ın azabını kendilerine helal kılmış olurlar. Hakim rivayet etmiş ve senedinin sahih olduğunu
bildirmiştir.
İslam'ın koyduğu prensiplerdeki metodu: Müslümana daima isyanın karşısında olmayı emreder,
eğer buna gücü yetmezse,söz veya fiilinde masiyeti asgariye indirmeğe çalışır.Bu yüzden günah
ve düşmanlıkta da yardımlaşmayı gerektirecek tüm dayanışmayı haram kılmış masiyetin her
türlüsüne yardımcı olanı yapanla suçta ortak kabul etmiştir. Mesala; Öldürme, (cinayet) hakkında
Rasulullah (sav) şöyle buyuruyor:
"Şayet bir müminin kanında gök ve yer ehli ortak olsa Allah onları cehenneme yollar.”414
Peki içki hakkında bakın Rasulullah ne buyuruyor:
"Allah içkiyi içeni içireni sıkanı süzeni, taşıyanı, kendisine taşınanı, lanetlemiştir."415
Rüşvet belası hakkında ise peygamberimiz lanet yağdırıyor. "Rüşvet veren, aracılık yapan ve alan
mel'undur" buyuruyor. İbni Hibban ve Hakim'in de rivayet ettiği gibi, faiz hakkında
Peygamberimizin tutumuna gelince, Cabir İbni Abdullah'ın rivayetine göre Rasulullah (sav)
Efendimiz; faizi yiyeni, yedireni, bu anlaşmaya şahitlik yapanı lanetlemiş ve bunlar eşittir,
demiştir.416
İbni Mesud rivayet ediyor: "Peygamberimiz (sav) faiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve yazıcısını
lanetlemiştir" 417. Ayrıca İbni Hebban ve Hakim inceleyerek sahih kabul etmişlerdir. Nesei ise
şöyle rivayet etmiştir: "Faizin haram olduğunu bildikleri halde yiyen yediren ve şahitliğini yapanlar
kıyamet gününde Muhammed (sav)'in diliyle lanetleneceklerdir. İşte açık ve sahih olan bu
hadisler, yazı, ya da gelir alma itibariyle faize ortaklıktan uzak kalmayan bütün kurum ve
kuruluşlarda çalışan müslümanları vicdan azabına boğuyor.
Ama sonunda belirteyim ki faiz, sadece banka görevlisi ya da şirket katiplerinin sorunu olmakla
kalmıyor. Şimdi faiz memleketimizin mali ve iktisadi oluşumunun temelini oluşturuyor. Rasulullah
Efendimizin bir hadislerinde de belirttikleri gibi; "Faiz artık umumi bela olmuştur. İnsanlar üzerine
faiz yemiyenin kalmadığı yemiyenede tozundan isabet ettiği bir zaman illa ki gelecektir"418.
Bu düzen içerisinde banka ya da şirkette çalışan insanların kendilerini kurtarmak için
çekilmeleriyle banka ya da şirketlerin sayıları ne ortadan kalkıyor, ne de eksiliyor. Ancak yapılacak
iş; insanların kanını emen bu kapitalist sistemi değiştirip, tüm yetkisi kendinde bulunan alternatif
bankalar açmak ve istediği gibi çalıştırmaktır. Böylece basamak, basamak sistem değiştirilebilir.
Hatta insanları ve şehirleri belaya sürükleyen bu iktisadi kuruluşlar bu iğrenç problemi çözmek
için yavaş yavaş yapılan çalışmalara İslam mani değildir. Örneğin; faizin haram kılınmasında
içkinin haram kılınmasında islam bu yolu takib etmiştir. Önemli olan çalışmaktır istemektir. Niyet
doğru olduktan sonra yollar açılır biiznillah.
Sistemi değiştirmek isteyen her müslüman eliyle diliyle meşru olan her vesileyle bizim iktisadi
sistemimizi getirmek için çalışması çaba göstermesi lazımdır ki, İslam'ın terbiyesiyle bağdaşarak
bir sistem kuralını bu düşünce günümüzde tatbik edilemeyecek kadar uzak değildir. Çünkü
dünyada faizle çalışmayan nüfuzu 100 milyonlara ulaşan gelişmiş ülkeler vardır. Eğer biz her
müslümanı bankada çalışmaktan alıkoyarsak bunun neticesinde oralar müslümanlardan başka,
yahudi, hristiyan vs. elinde kalacak, istedikleri atı oynatacaklar. Bu da İslam ve müslümanların
aleyhine olacaktır. Hem sonra bankadaki bütün işler faizden ibaret değildir ki. Çoğu işler var ki
helaldir, haram değildir. Örneğin, simsarlık, komisyonculuk, emanetçilik, havale, çek, senet, vesaire
bir sürü haram olmayan işler...
Bankanın yaptığı işler vardır. Bankanın yaptığı işlerin en azı faizle ilgilidir. İstemeyerek bankada
çalışmayı kabul etmekte bir beis yoktur. Bu düzeni değiştirip yerine dininin ve vicdanının uygun
bulduğu düzeni kurmak için, bu doğrultuda yani hem kendinin, hem Rabbinin, hem de ümmetin
istediği sistem doğrultusunda "ameller niyyetlere bağlıdır" hadisi şerifi gereği niyyetini temiz
tutarak işine devam edebilir.
Biz bu fetvamızı noktalamadan önce geçim ihtiyacını, İslam hukukçularının zaruret adını verdiği,
soru sahibininde işine başlamadan geçim sıkıntısının ön planda olduğunu belirttiği gibi, çoluk
çocuk için gerekli rızık kaynağını da unutmuyoruz. Allahu Teala şöyle buyurur:
"Kim mecbur kalırsa saldırmaksızın sınırı da aşmadan bunlardan yemesinde bir günah yoktur.
Şüphesiz Allah çok çok bağışlayan ve çok esirgeyendir." 419

Şimdiki Banknotlarda (Kağıt Parada) Faiz Düşünülebilir Mi?

Soru

Kamuoyunda alacaklının borçlusundan istediği vade farkı, meselesi etrafında bayağı tartışmalar
dolaşıyor: Adam 1000 dirhem borç alıyor. Belli bir süre sonra 1100 ya da 1200 dirhem olarak geri
ödüyor tabii bu işlemi kağıt (Banknotlarla yapıyor. Bazıları böyle yapıldığı taktirde faiz
olmayacağını, helal olacağını, faizin sadece altın ve gümüşte belli vadelerde alınacak farkla
düşünülebileceğini savunuyorlar. Delil olarak da Resulullah (sav)'ın zamanında sadece altın-
gümüşün varlığını ve faizin hükmününde bunlarda geçerli olacağını, bu yüzden banknotlarda
haramın söz konusu olmayacağını gösteriyorlar.
Bazıları da muamelatta altın, gümüşle banknotlar arasında bir farkın olmadığı, altın ve gümüşün
olmadığı yerde bunlar gibi kullanılan banknotların aynı işleme tabi olacağı görüşünü savunuyorlar.
Dolayısıyla bunlarla yapılan faiz anlaşması da aynen haramdır, diyorlar. Şimdi biz zatialinizin
önünde bu iki görüşü getirdik. Sizden ricamız, bu konuda şeriatın hükmünü bize açıklar mısınız?
420

Cevap

Ben bu sorunun hükmünü soran kardeşimize ikinci görüşün doğru olduğunu, bundan başka doğru
görüşün olmadığını belirtmek istiyorum. Buna göre banknotlar (kağıt paralar) aynen altın ve
gümüş yerine kaimdir. Dolayısıyla altın ve gümüş ile banknotlar arasında herhangi bir fark yoktur.
Artık günümüzde insanlar altın ve gümüşü bırakıp işlemlerini tamamen banknotlarla yapıyorlar.
Peki insanlar banknotlarla işlemlerini yapıyorlar diye altın ve gümüşe yönelmek istemiyorlar diye
İslam hukukunda çok önemli bir yer tutan faiz meselesini iptal mi edelim?
Bu paralara sahip olan insanlar halk nazarında zengin sayılıyorlar. Zenginlere farz olan zekat
onlara da farzdır. Bu adamların altın ve gümüşü yok diye fakir kabul edip onlara zekat verilir diyen
de yok. Biri kalkıp böyle bir şey söylese aptal ya da deli kabul edilir. Evliliği helal kılmak için bu
kağıtlar mehir olarak verilebilir. Çünkü bunlar maldır.
Bir şey satın almak isteyen, bunları karşılık olarak ta verebilir. Çalıştırılan insana ücret olarak ta
verilebilir. Yanlışlıkla birisi öldürüldüğü zaman diyet olarak da verilebilir. Dolayısıyla öldürdüğü
insanın kan bedeli olur. Tüm muameleler bunlarla yapılabilir. Netice olarak diyebiliriz ki, bu kağıtlar
artık altın ve gümüşün yerini almış durumdalar, bunun aksi düşünülemez. Kimsenin bu konuda
şüphesi olmasın. Böyle olsaydı, kan parası olarak, kızına mehir olarak, sattığı malın karşılığı
olarak, ya da ev kirası olarak veya herhangi bir mal yerine almaya razı olur muydun.?
Evet onu nakit olarak gördüğümüz için muamelelerimiz de artık nakit durumundadır. Şeriatın
hükmüyle yöneten padişahlar da buna karşı çıkmadığı için, altın ve gümüş piyasada para olma
konumunu kaybetmiş ve yerlerini kağıt banknotlara bırakmıştır. Ben hiçbir düşünürün bu konuda
şüphe edeceğine ya da başkalarını şüpheye düşüreceğini zannetmiyorum. Dolayısıyla kağıt
paradan, karşılıksız fark almak ta, vermek te kesinlikle faizin ta kendisidir. Kim böyle yaparsa
Allah ve Rasulünün açmış olduğu bir savaşın içindedir ve kimde bu faiz anlaşmasına ortak
olmuşsa faizi yiyeni, yedireni, yazıcısını, şahitlerini, lanetleyen Muhammed (sav)'in diliyle
lanetlenmiştir. 421

Îslamın Hükmetmediği Toplumda Müslüman Bir Ferdin Durumu

Soru

Çok değerli hocam, bu size gönderdiğim üçüncü mektubum. Ben bu mektupta bundan önceki iki
mektubun özetini de tescil edeceğim. Ben bu mektubumu sizin yüksek ilminizi, meselelere derin
inceleme kabiliyetinizle bakış açınızı, gerek dini gerekse dünyevi ilimlere isabetli maharetinizi
bilerek, sağlam inceleme metodunuzun farkında olarak size gönderiyorum. Ben bu arada
yaranmak için değil benim ne kadar ciddi olduğumu bilesiniz diye bu vasıflarınızı sayıyorum.
Çünkü samimiyetten başka beni bu vasıfları anlatmaya götürecek hiçbir sebep yoktur. Efendim
ben bu mektubu televizyon ya da radyodan cevap istemiyorum. Bu sadece kişisel bir sorudur. Bu
yüzden zarfın üzerine kendi ad ve adresimi yazdım.
Muhterem Hocam asrımızda sahabe tabiin ve mezhep imamlarının asrında olmayan yeni sorunlar
türedi. Ben İslam'ın bu sorunlara çözüm getirebileceğini biliyorum. Lakin bu çözümleri
çıkarabilecek müçtehidler nerede? Müçtehidler olsa bile her sorunun çözümü için onları biraraya
kim getirecek? Hem sonra iş hayatını, ticareti, ticaretin problemlerini değiştiren düzeni, bunun
sıkıntılarını (yeni, yeni, türlü, türlü) işlemleri bilip onlarla güreşebilecek uleme nerede.?
Bizim din alimlerimizin en büyükleri sadece evvelki ulemanın kitaplarında tertip ettiği muamelat
(alış veriş) vs. sosyal ilişkilerde karşılıklı anlaşmalar, cinayet ve benzeri kazayı (hakimin vereceği
hükmü) gerektiren hükümleri, o kitaplardan çıkarıp aktarmayı biliyorlar. İşte bu yüzden kitapların
içerdiği zorlukları bilmiyorlar. Halbuki çözüm kitap (Kur'an) ve sünnette ya özel veya genel olarak
vardır. Ama bunun için meselelere dalmak ve içtihat gerekir. Ulemamızın bu durumu aynen
döktürün hasta ve hastalığın niteliğini incelemeden, kitaptan ilacı tarif etmesine benziyor özel
sebeblerden ve ortamın gereği olarak bu konulardaki kesin ayetlere rağmen, hırsızın elini kesmek,
müellefeyi kulüp (kalpleri ısındırılmak istenenler) den zekatı kaldıran, içki içirene şurb haddi (içki
cezası) uygulatmayan Ömer İbnulhattab (ra) benzerleri nerede? işte islam'a semha (müsamahalı)
adını kazandıran faydalı sağlam ve diri olan ilim buna derler. Son zamanlarda benim ticaret
yaptığım yabancı ülkelerden birini ziyarete gelen ilimde kökleşmiş, fakat kendilerinden izin
almadığım için burada isimlerini veremeyeceğim. Ama siz mutlaka tanırsınız. İki Arap alim
gördüm. Ben onlara şu anda hatırımda olan birkaç tane mesele sordum. Mesela., onlardan birisi
ticaret mallarını veya başka şeyleri güvence altına alan, sigorta meselesi? Sigortacılar bunu
ısrarla istiyorlar ve bu kuruluşlarda bizim vereceğimiz cüzi paralarla ayakta duruyorlar. İkincisi ise
iş ve 'kazancı büyütmek 'için bankadan kredi alma meselesi. İşte işi büyütmek için gereken büyük
sermaye karşısında kitaplardaki bilgileri tatbik etmek hemen hemen imkansız. Ne çalışanlar ne
de bankalar kendi kurallarının dışına çıkamıyorlar. Allah selamet versin. Bir tanesi bu meselenin
içtihad ve dolayısıyla icma gerektirdiğini ve kendisinin buna gücünün yetmediğini cevabını verdi.
Bunun üzerine ben ona dedim ki, ben senden fetva istemiyorum, sadece özel görüşünü
soruyorum. O da cevaben, madem ki özel görüşümü soruyorsun, bana göre illa ki gerekli
zamanlarda bu iki meselede bir beis yoktur.
ikinci hocaefendi ise daha başında hiç tereddüt etmeden bir borç yoktur dedi? Ancak gayri
müslim bir şirketin ilişkisinde bulunma! emrini verip bunu şart koştu ve merhum Şeyh Balit'in
buna fetva verdiğini sözlerine ekledi. Şimdi benim yeni bir meselem daha var. Zati alinizden fetva
istemiyorum, ancak sizin özel görüşünüzü soruyorum. Çünkü bu da esasen çok zor bir soru
mesele şu: Ben yabancı ülkelere ticaret yapan bir iş adamıyım. Bu ülkeler müslüman ve
gayrimüslümlerden oluşmuştur. Tabii burada herkes Batı kanunlarına tabidir. Bu ülkenin hükümeti
diyor ki; senin vereceğin gümrük vergi vs. her gider müslüman ya da gayrimüslimlere gitmektedir.
Fakat işin belası, bu ülkelerin vergisi aklı selimin kabul edebileceği, gönlün hoşnut olabileceği bir
boyutta değil. Eğer normal bir vergi olsaydı o zaman mesele basit olurdu ve benim hiçbir
problemim olmazdı. İsterseniz diğer 10 çeşit vergiyi bir tarafa bırakarak sadece yüksek gelir
vergisine birkaç örnek verelim de diğerleriyle beraber bu vergi oranını bir düşünün.
1- senelik gelirin 40.000 dirhem ise bunun vergisi 12.000 dirhemdir.
2- senelik gelirin 100.000 dirhem ise bunun vergisi 75.000 dirhemdir.
3- senelik gelirin 100.000 aştığı zaman, vergi oranı %89 ulaşır.
4- Bir insanın senelik tüm vergilerini topladığımız zaman gelerinden % 108'in üzerine çıkmaktadır.
Yani adam evine harcama yapıyor bu harcamanın % 8 vergisini sermayeden veriyor. Çünkü ev ve
kişisel harcamalar vergi oranı tayin edilmeden, gelirden düşülmüyor. Mesela şahsen ben geçen
sene 70.000 dirhem sadece gelir vergisi verdim. Şimdi sormak istediğimiz şudur. Verdiğim vergiyi
müslüman sakinlere gidiyor, niyetiyle verip zekat niyet etsem ve böylece zekatı düşürsem
mümkün mü? çünkü hükümete verdiğim verginin üzerine çıksam bunu bünyem kaldıramaz. Bu
soru üzerine görüşünüzü almadan önce sorudan doğabilecek bazı istifhamların kafanıza
takılabileceğini bildiğim için, önce bunların cevabını vereyim.
Birincisi, diyeceksiniz ki; sen bu vergiyi isteyerek vermiyorsun ki bilakis zorla veriyorsun. Cevabım,
evet olacak Zaten isteyerek verseydim böyle bir problemim olmazdı. Ama bunun yanında
çıkartacağım bedele müslümanları niyet ederek isteyerek verebilir miyim? Mektup çok
uzadığından ben sorabileceğim soruları aşağıda kısaca cevaplarıyla zikredeyim. İkinci olarak
diyeceksiniz ki bu ülkeleri neden terk etmiyorsun. Cevabı: "Çünkü bu ülkelerin hükümeti sosyalist
dolayısıyla sermayemi alıp çıkartmama müsade etmiyor."
Üçüncü olarak diyeceksiniz ki, paranı bırak kendin çık sosyalist olmayan arap ülkelerine yeniden iş
kur.
Ben şu anda 65 yaşındayım. Ama Allah'a hamd olsun buna rağmen dinçliğimi koruyorum.
Ömrüme yemin olsunki bu olmaz mümkün değil, demiyorum. Ama bu yaş gençlik yaşı gibi
değildir. artık ortam farklı. Hem ailevi meşguliyetlerim oldukça fazla, hem de bunlara karşın lüks
yaşama son vermem gayet zor olacak. Çünkü, toplumda saygın bir konuma sahibim. Yani çevrem
farklı.
Dördüncü olarak; bir hastalıktan şikayetiniz var mı diyeceksiniz. Biyolojik olarak yok ama aklım
bazen bozuluyor. Sinirsel bir hastayım. Bu yüzden kuvvetim gidebiliyor. İstikrarsız ve huzursuz
oluyorum.
Beşincisi; neden bir ruh doktoruna gitmiyorsun? Cevap;: çalmadık kapı bırakmadım, fakat şu
intibaha vardım ki tedaviye en muhtaç olan ruh doktorlarıdır. Bu da gösteriyor ki, ortada gerçek bir
ruh doktoru yok. Fakat buna göre benim doktorum olaylara vakıf olabilen isabetli ve tecrübeli
ortamı gözetebilen bir doktordur. Bu da din aleminde gizlidir. Umarım ki Allah bu mektupta bana
kaybettiğim yolu buldurur. Ne olur benim içinde bulunduğum durumu güzelce inceleyin, sonra
beni rahatlatacak görüşünüzü açıklama lutfunda bulunun, inşallah. 422

Cevap

Değerli kardeş! Allah selamet versin ve muvaffak kılsın. Allah'ın selamı rahmeti bereketi üzerinize
olsun. Şimdi, önce mektubunuzda bana yönelttiğiniz güzel övgü ve vasıflardan dolayı size çok
teşekkür ederek mektubunun cevabına başlıyorum. Allah beni saydığımız vasıflara ehil eylesin.
Hakkımdaki hüsnü zannınızın doğru olmasını bilmediğiniz kusurlarımı da af etmesini Yüce
Mevla'dan dilerim.
Gerçekten insan hayatının karşılaştığı problemleri tam manasıyla dile getiren anlayış ve bilgi
ifadeleriyle dolu olan mektuplarınız beni sevindirdi. Ben bu mektuplarınıza cevap vermeyi
geciktirdiğim için özür diliyorum. Ama gerçek şudur ki, ben kasıtlı olarak ihmal ettiğim için değil,
güzel bir amaçtan dolayı cevabınızı geciktirdim. Çünkü İslam'ın hükümlerini öğrenmeye meraklı
olduğunuzu açıkça ifade eden mektubunuza göz attığımda bunu anladım ve çok daha ayrıntılı
bilgi vermek için hep boş vakit bekledim.Gerçekten, bu tür önemli meseleler hayatımızın çok
önemli parçasını oluşturmaktadır.Tabii aradan epey zaman geçmesine rağmen sorduğun
meseleyi inceleme fırsatı bulamadım ve bu arada son mektubun geldi. Böylece meşguliyetin
çokluğu zamanın darlığına rağmen beni biryeşler yazmağa mecbur ettin, bizim gibilerin
problemide yapılması gereken görevlerin vakitlerden çok olmasıdır.
Tabii zaman beklemiyor, insanlarda özürlerimizi dinlemiyorlar. Ömür kısa bünyemizde kaldırmıyor,
hekimin biri Allah'tan yükünü hafifletmesini değil, bünyeni kuvvetlendirmesini iste, demiş.
Cevabını istediğin soruların hepsi aynı kaynaktan doğuyor. Aynı problemi ifade ediyor, o da,
müslüman bir ferdin İslami olmayan bir nizamın gölgesinde yaşaması gayri İslami bir hayat
sürdürme problemi. Şüphesiz sorduğun her soru, örneğin,: ticaret mallarının sigortası meselesi,
ticareti genişletebilmek için bankalardan kredi alma meselesi zekatın farz olmasının yanında
birde bazı ülkelerin istediği yüksek gelir vergisi, işte toplum Allah'ın şeriatına uygun yaşasaydı,
İslam nizamı hakim olsaydı, bu gibi olaylar başımıza gelmeyecekti. Fakat bizi bu kötülüklere iten
sebep, Batı sistemlerini taklit etmemizdir. Bilhassa mali ve iktisadi konularda bu iş daha da
ileridedir. İşte bu kapitalist düzenler, bizim felsefemizin dışında kalan, bizim bakışımızın dışında
kalan dünya ve mal felsefesi üzerine kurulan sistemlerdir.
Mesela kapitalizme göre faiz, damarlardaki kan gibidir. Hayat onunla vardır. Faize insanlar daima
muhtaçtır. Aldatmaya yönelik tüm işlemler bu çarpık düzenin çarklarından türemiştir. İşte bunun
için İslam'ın cüzleriyle bu batıl düzenlerin açıklarını yamamaya kalkışmamız, insanlığa
yapacağımız en büyük zulümlerdendir. Çünkü bu cüzler ilerideki iflas eden düzenin yedek parçası
olacaktır. Bu da doğru değildir, esasen bizim hatamız İslam'dan kaynaklanmıyan problemlere
İslam içinde çareler aramamız başka nizamdan aldığımız hastalıklara İslam'ın korunma
prensibine uymadan İslam içerisnide tedavi istememizdir.
Batılı -faizci- Yahudi icadı bu bankacı borsacı sistemler kendi düzenlerini ve işleyişlerini bize
empoze ediyorlar. Biz de bu sistemlere boyun eğiyoruz, tüm işlemlerimizi bu sistemin temeline
bağlıyoruz ondan sonra da kalkıp, bankalarla ilgili faiz problemimizi çöz diye fetva arıyoruz.
İslam'ın size en doğru cevabı şudur: Bırakın bu bankaları, eğer inanıyorsanız kendinize faizsiz ve
Allahın şeriatına dayalı işlemler yapacak bankalarınızı kurun.
Evet bu bankaları kurmak aslında gayret ve niyyetler doğru olduktan sonra, zor ya da imkansız
değildir, hani bir söz var, gayret bulunduğu zaman yollar açılır.
Mali ve iktisadi konularda çok önemli araştırmalar yapan islam araştırmacıları, ve iktisatçıları
İslami bankalar kurma düşüncesi etrafında da çok eserler yazmış ve bunu hayata geçirecek
İslami kurallar koymuşlardır. Bunun için sadece mali yapılanmaya ihtiyaç vardır.
Diyeceksin ki toplum bozuk olduysa ferdin ne günahı var ki ya da nizam ve hükümetler bozuksa
ferdin suçu ne? Bir kişi ne yapabilir ki? Ne damarı kesebilir, ne de kan akıtabilir (elinden hiçbir şey
gelmez)? Ben de cevaben diyorum ki; toplumu sadece fertler oluşturur, toplumun yaptığına
susmak ve razı olmakla ferdin de bunda payı vardır. Hatta gayri İslami kuruluşlarla uyum içinde
çalışmak bile onların oluşturduğu İslam dışı ortama yardımcı olmaktır. Müslüman fert, kendini
daima rahatsız hissetmesi ve etrafında dönen eğri sistemlerden sıkılması lazımdır ki; onun bu
şuuru, birgün, İslami olmıyan sistemleri değiştirecek toplum hayatını İslamileştirerek
yönlendirecek, İslami sistemleri dünya hayatına hakim kılacak, imanlı erlerle yardımlaşmaya
götürecek ve ön ayak olacaktır.
Bu batıl sistemlere karşı duyulan hoşnutsuzluk ve düşmanlık, arzu ettiğimiz değişimlerin
başlangıcı olacaktır. Kendi içimizdeki bu kızgınlığımız ve karşı koyuşumuz olmadan çarpık
düzenin doğrulması ya da tahrif edilmiş nizamın tashih edilmesi, için yapılan çalışmalar
boşunadır.
Bahsettiğimiz kanunların gölgesinde yaşamaya mecbur edilen müslüman fert, günah, sıkıntı ve
ızdırabın farkında olmalıdır. Çünkü bu tür duygular imanın bünyede var olduğunun
belirtilerindendir. Çünkü bu sıkıntının manası, iyiyi iyi kabul etmek kötüyü de kötü kabul etmektir.
Nitekim kötülerle uzun bir müddet beraber olmanın neticesinde maleasef müslümanlarımızın
uğradığı en kötü musibetlerden biride kötüyü iyiden ayırabilme duygusunu yitirmeleri olmuştur.
Artık müslümanımızın hakkı batılla karıştırmaları yolları ve ölçüleri kaybetmeleri ve bunun
neticesinde kötüyü iyi, iyiyide kötü görmeleri normal hale gelmiştir.
Nedense müslümanlarımız delalet içinde kıvrana kıvrana çok kötü ve çirkin bir duruma
gelmişlerdir. Kötülüğü emrededip iyilikten nehyetme marhalesi; yani neredeyse İsrailoğullarının
yaptığı gibi adaleti savunanları öldürecekler.
Ben ve İslam'a gönül vermiş, onun hakikatlerini ve hükümlerini bilen bütün alimler; İslam'ın
hükümlerinin yüzeysel olmadığını aksine toplumun ihtiyaçlarını gözettiğini bilmekteyiz. Ben öyle
düşünüyorum ki, bir müslüman ferd hakiki müslümanlaşmak istediğinde (yani sadece adı
müslüman olarak değil) bu hükümler ona yeterli olacaktır.
Ama bununla beraber dinimizin gönderilme amacı; insanların gelişen olaylar karşısında
sıkıntılarının çözümü için ona yönelerek yücelmeleridir. Yoksa Batı taklidi sistemlerin eksik ve
gediklerini gidermek ve onların devamını sağlamak değildir. Dünya hayatımızda bizleri iyice sarsıp
köşeye sıkıştıran beşeri sistemler içerisinde fıkhı çıkış yolları arayıp sorunları geçiştirmekten
öteye gitmeyen fetvalar çıkartmanın da kişinin dininin ve bu dini hayata geçirecek toplumun
duraklamasına sebep olmak anlamına geleceğinin de farkındayım.
Şüphesiz bizim, ruhi ve fikri yapımız itibarıyla Batı alemi önünde bozguna uğramamız onların
çalışmalarının yanında bizim de eksik olduğumuzun farkına varmamızı gerektiriyor. Bizi bu garip
konuma yani hayatı dine itaat ettirmek yerine dini hayata itaat ettirme girişiminde bulunma
konumuna getiriyorlar.
Sonra biz hangi hayattan bahsediyoruz? Halbuki o hayatı biz istiyerek akıl ve ellerimizle icad
etmedik ki. Aksine icad edildi ve biz onu olduğu gibi aldık. O halde biz kendilerine munasib olanı
üreten değil, verileni alanız, icad eden, söz sahibi ve iş yapan ise onlar.
Onların çarpık maddi sistemlerini istemeyerek de olsa kabullenmek caiz olsa da, onların fikir ve
yaklaşımları asla benimsenemez. Diyelim ki İslami kimliğimizi yitirdik, gaflete geldik neticede
istemiyerek ticaret piyasasını onlara kaptırdık. Ama adına fetvalar dediğimiz yürütülen İslami
kaynaklı fikirleri batının eseri yabancı kaynaklı, nizamlara elbise yapmamız caiz değildir.
Batı kanunlarından bağımsızlığımızın, onlara boyun eğmeyip efendi oluşumuzun ilk belirtilerinden
biri de o kanun ve felsefe karşısında, dinimizin benimsemediği sistemlere göğsünü gere gere
"hayır" diyebilmemizdir.
Biz dinimizi Siyonistlerin emrine amade ederek, sağcısıyla solcusuyla, kapitalistiyle, sosyalistiyle
bağdaştırmaya çalışarak, onların her kuralına fetva aramamız neticesinde onda şeref ve saygınlık
bile bırakmadık. Dinimizi adeta "buyur gel" görevlisi haline getirdik. Sanki onun işi, her yeni kanuna
merhaba demesi, her yeni düzene, tebrik ederiz demesidir. Kapitalizmin iktidarında, faizi
stokçuluğu pahalılığı, sömürgeyi helallaştırarak, sosyalizmin iktidarında da halkı haksız vergilere,
diktatörlüğe, fetva vererek bunu yaptık.
Kardeşim demek ki, problem sadece senin problemin değildi.. Problem asrımızda islam aleminin
problemidir. Şimdi sen İslamı önder edinerek onun kanunlarını dirilterek onun gölgesinde mi
yaşamak istiyorsun, yoksa batının insanlığa bela ettiği iki sömürge aracının, yani kapitalizmin, ya
da sosyalizmin gölgesi altında inim, inim inlemek mi istiyorsun?
Başka bir ifade ile İslam nizamı içerisinde onurlu, idare eden, asker değil komutan olan bir insan
olarak mı yaşamak istersin, yoksa maymunlar gibi işi gücü başkalarından gördüğünü yapmak
olan taklitçi mi olmak istersin?
Kardeşim, mesele senin bildiğin gibi kolay değildir. Fıkıhla iştagal eden bazı acelecilerin bildiği
gibi de değildir. Onun için senin gibi düşünmiyen din alimlerine yüklenme, din ve hayat hakkında
bilgisizlikle itham etme. Şuna güven ki, mektubunda bahsettiğin Hz. Ömer (ra) bugün sağ olsaydı
top yekûn bu kanunları atar, yerine İslam'ın kanunlarını getirir ve kesinlikle bu kanunlara islam
içerisinde yer aramazdı.
Şimdi senin sorduğun sorular, kabul etmek ya da etmemek bakımından aynı derecede değildir.
Bazıları kabule biraz yakındır. Mesela; mali sigorta meselesi, şayet diğer sigortalar gibi, faizle
bulaşır bir yani yoksa kabule yakındır.
Ortamın gerektirdiği ve ihtiyacın varlığı nisbetinde sermaye sigortasına cevaz verilebilir. Ama
hayat sigortası hariç. Çünkü böyle bir sigorta İslam'ın muamelat sistemine çok uzak olduğu gibi
buna mecbur edecek bir ihtiyaçta yoktur.
Bankadan kredi alma meselesine gelince bu kesinlikle haramdır. Çünkü bu, Muhammed (sav)'in
alanı, vereni, yazıcısını ve şahitlerini lanetlediği faizin kendisidir. Böyle kesinlikle haram olan
işlerin helallik kazanabilmesi için aşırı ihtiyaç olması lazımdır. Mesala çocuklar için gerekli azık,
elbise ve tedavi edilmediği takdirde hayata mal olacak hastalık gibi. Ama ticareti geliştirmek
istemek, Allah'ın yiyenlerini Allah ye Resuluyle savaş içinde olduklarını belirttiği faizin helal
olabilmesi için gereken zaruretten sayılamaz. Müslüman çok haram alıp sonunda bereketsiz
kalacağına, az da olsa helalla yetinip malının bereketini görsün daha iyidir. Çünkü faizin azıda
çoğu da aynı hükümdedir.
Bahsettiğin devlete verdiğin yüksek vergiyi zekattan sayma konusuna gelince bu devlet dini bir
devlet olmadığı için, velevki sakinleri arasında müslümanlar olsa da, verdiğin vergiyi bunları
korumak amacıyla vermen, hiçbir surette caiz değildir. Verilen malın zekattan hesab edilebilmesi
için şu üç şartın eksiksiz tamam olması gerekir.
1- Resmen zekat ismi kullanılarak verilmesi lazım, yani zekatın şartlarına uyularak ölçüsüne riayet
edilerek verilmesi lazım. Çünkü zekat İslam'ın en büyük şiarlarındandır. Şiarların şekil ve
unvanlarının kalması esastır.
2- Zekatın şeran Allah'ın emrettiği yerlere verilmesi lazımdır. Bu da birinci şartla bağlantılıdır.
3- Zekat verilirken zekat niyyetiyle verilmesi lazımdır. Çünkü o bir ibadettir, niyyetsiz vermek kâfi
değildir.
Üçüncü şartın varlığını kabul etsek bile bir ve ikinci şartlar sizin durumunuzda söz konusu
değildir.
Ben "Zekat fıkhı" isimli kitabımda İslam ülkelerinde bile çıkartılan vergi kanunlarına göre alınan
vergilerin zekattan hesaplanamıyacağı görüşünü tercih etmişken, putperestlerin ya da ateistlerin
ülkelerinde bunun aksi nasıl düşünülebilir. Kimbilir belki de hükümetlerinin gelirinden az bir
miktardan başka müslümanlara ayrılan gelir de yoktur, hatta bu bile olmayabilir.
Benim bu kitapta tercih ettiğim görüş aynı zamanda Allame Muceddid Seyyid Raşid Rıza ve
Ezher'in eski Rektörü Mahmut Şaltut'un kendisi ile fetva verdikleri görüştür.
Son olarak, Kahire'de 1965 yılında kurulan İslami ilimler Araştırma Kurulu kongresinde alınan bir
kararı okudum. Kararın metni şu:
"Devletin yararı için alınan vergiler, farz olan zekat yerine geçmez."
Bunun için iradeni takviye ederek (gücünü kullanarak) Allah'ın sana verdiği nimetinin şükrünü eda
etmen, nefsini ve malını temizlemen için malının zekatını çıkartıp vermelisin.Devlete verdiği
vergilerin nefsini, malını temizlediğini ve Allah'ın nimetlerinin şükrünü yerine getirdiğini ben
zannetmiyorum, zaten sen de buna inanmıyorsun.
Yani demek istiyorum ki; dindar müslüman başkasının tahammül etmediği mali zorluklara
tahammül eder. Bu söz doğrudur. İşte bu da dini hassasiyetin zayıfladığı, sağlam inancın azaldığı
asrımızın, imanı İslam vergisi olsun, bu yüzden bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Bu zaman
da dinini tutan ateşten kor tutan gibidir." Bu asrın fitnelerinin keskinliğine rağmen dinine bağlı
müslümana elli sahabe ecri vardır.
Sorduğum sorunun yeterli cevabının bu sahifeler içerisinde olduğuna, ve isabetli temellere
dayandığına inanıyorum. Kalemi elime aldığım zaman bu kadar detaylı cevap vereceğimi
zannetmiyordum. Birkaç satırlarla cevap vereceğimi zannetmiştim ama, yazdığım kadar
yazabilme gücünü bana Allah verdi. Umarım bu bilgiler yararlı ve ibret verici olur.
Şikayetçi olduğun takatsizlik can sıkıntısı ve ruhi bunalım için ise, manasına vakıf olarak düşünce
ve tevazu içerisinde bol bol Kur'an okumanı tavsiye ediyorum.
Elinden geldiği kadar salih insanlarla oturmaya, onların menkıbelerini okumaya, kulluk noktasında
olduğunu hatırlamaya gayret et, çünkü kalplerin şifası buralardadır.
Ruh doktorları hakkındaki derin ve manalı cümlelerin beni gerçekten memnun etti. Allah'tan
istediğim; gönlünü rahat ettirsin, işlerini kolaylaştırsın, ayaklarını hakdan ayırmamasını sana
karanlıklarda yürüyebilmen için iman nuru, şüpheli şeyleri ayırabilmen için ayırma gücü versin.
Helalini vererek harama, lütfundan verip başkalarına muhtaç etmesin, bu dualarda bizi de sizinle
hissedar eylesin.
Allah'ın selamı rahmet ve bereketi üzerinize olsun. 423

Cezalı Mahbusu Kurtarmak İçîn Rüşvet

Soru

Herhangi bir yerde uyuşturucu kaçakçılığından hüküm giymiş bir mahbusun amcası, yiğeninin
işlediği suçu onaylamamasına rağmen, sadece 15 sene gibi uzun bir süre içerisinde, çoluğuna
çocuğuna bakacak kimse olmadığı için, onu hapisten çıkartmak amacı ile rüşvet vermesinin şer'i
hükmü nedir? 424

Cevap

Bu uyuşturucu kaçakçılığı cürmünü işlemek, ilgili şer'i makamların vereceği cezayı gerektirir.
Çünkü uyuşturucu maddelerinden çok insanları bozgunluğa uğratan başka bir kötülük yoktur. Yani
uyuşturucu içki gibidir, ya da onun kardeşidir. Bu noktadan hareketle İbni Teymiye, bu maddeyi
alanın had cezasına (içki cezasına) çarptırı lmasını, onun helal olduğunu kabul edeninde küfrüne
hüküm verilmesini savunmuştur. Hatta uyuşturucunun zararı içkinin zararından büyüktür. Çünkü
uyuşturucu insanı hayal aleminde yaşamaya mahkum ediyor, uzak olanı yakın yakın olanı uzak
görme alışkanlığı, olmayacak şeyleri düşünme alışkanlığı veriyor.
Alkolik bir adamın sözüne bakın: "Keyifsiz bir kafa kesilmeyi hak etmiştir." Bu gibi adamlarla
israille savaşa bile gidilmez. Bunlarla ümmet savunulmaz, bunların yaşadağı yerde rahat bir hayat
bile sürülmez. Demek ki uyuşturucu kaçakçılığı, yahut ticareti yaparak insanların fesadına çalışan
bir suçlu, iyi bir cezayı hak etmiştir. Devlette böyle bir cezayı vermek için 15 seneyi uygun
bulmuşsa bu adam bu cezayı hak etmiş ve yatması gerekir. Hal böyle iken, bu gibilerini hak
ettikleri cezadan kurtarmak için çaba göstermek batıl bir iş ve büyük günahtır.
Birde böyle bir işi rüşvet yoluyla yapmak daha büyük bir günahtır. Çünkü kötülüğe başka bir
kötülük eklemek suretiyle onu arttırmış oluruz. Arkadaşımızın bu zehiri yayarak yaptığı kötülük
yetmiyormuş gibi biz de, bu bozgunculuğa bir başkasını ekliyoruz, ahlaki çöküntüyü ekliyoruz.
Görevlilerin yahut bu makamlarda rüşvetle birşeyler yapabileceklerin ahlakını bozuyoruz. Bu
rüşvet haramdır haram. Şüphesiz bunu organize eden de büyük bir haram işlemiş olur.
Peygamberimiz (sav) rüşveti, alanı vereni ve organize ederek ortamı sağlayanı, lanetlemiştir..
Rüşvetle ilgilenen yardımcı olan herkes Muhammed (sav)'in diliyle lanetlenmiştir. Toplumumuzu
rüşvet gibi hiçbir şey bozmamıştır, bu rüşvet herşeyimizi berbat etmiştir. İşler, sadece onu
atmakla, uzaklaştırmakla yoluna girer.
İşte hayatın fesadı, toplumların helaki, sadece bu gibi şeylerle düşünülebilir.
Bu adam -amca- cezayı hakeden yiğenini hapisten rüşvet yolu ile çıkarmak istiyorsa büyük bir
günah yükleniyor demektir.
Rüşvet verecek yerde bu parayı mahbusun çocuklarına versin. Madem ki, bakmakla yükümlü
olduğu insanlar var onların perişan olmalarından korkuyor, onları seviyor, rüşvet vermek için para
biriktirip insanlar arasında dolaşacak yerde bu parayı yiğeninin ailesine vermesi daha uygundur.
Ama esasen mahkumların ailelerinin geçimlerini temin etmek bana göre hükümet yetkililerinin
görevidir. Tabiiki, şüphesiz beşeri sistemlerin eksiklerinden biri de budur. İnsanları hapse atarken
geride kimleri var kimleri yok hiç araştırmıyor, tabiatıyla bu da başka bir fesada sebep oluyor.
Çünkü çocuklar yeteri kadar parasız ya da, gözetimsiz bırakıldıkları zaman şer ellerin kendilerini
uzanmalarına, zararlı şeyleri öğretmelerine ortam hazırlanıyor. O halde, toplumu korumak için
toplumsal gözetim ya da bir başka yola baş vurmak gerekir. Allah daha iyi bilir. 425

Yalan İmanın Sınırıdır

Soru

Ben hayret ediyorum, bir müslüman ki, tüm farzları eda etmesine rağmen yalandan sakınmıyor.
Şimdi bu adam Salihlerden sayılır mı? 426

Cevap

Yalan kötü bir ahlaktır, ne müminlerin ne de salihlerin ahlakından değildir. Peygamber (sav)
Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: "Münafıkın üç alemeti vardır; konuştuğu zaman yalan
söyler, söz verdiği zaman sözünü tutmaz, emanete hıyanet eder" 427. Başka bir rivayette ise:
"Dört şey vardır ki bunlar kimde bulunursa, o, tam bir münafık olur. Kimde de bunlardan bir tane
bulunursa onu terk edene kadar, münafıklık sıfatlarından birini kendinde bulundurmuş olur:
Konuştuğu zaman yalan söyliyen, emanete hiyanet eden, sözleştiği zaman aldatan, çekiştiği
zaman küfreden" 428.
O halde yalan müminlerin işi değil, olsa olsa daima yalan söyleyen ve yalanlarına inandırmak için
yemin eden münafıkların işi olabilir. Hatta münafıklar Allah'ın huzurunda bile dünyada
müslümanlara yaptıkları gibi yalan söyleyecekler ve aynı şekilde yalanlarını yeminle inandırmaya
çalışacaklar.
"Onlar bir şey yaptıklarını zannediyorlar ama dikkat edin onlar yalancıların ta kendileridirler". 429
Kur'anı Kerim'de bu konuda şöyle buyurulmuştur:
"Allaha inanmayanlar ancak yalan uydurur. İşte onlar yalancıların kendileridirler".430
Peygamberimiz (sav)'e; "Mü'min korkak olur mu?" diye sorulmuş. "Evet" diye buyurmuş. "Cimri
olur mu?" diye sorulmuş. "Evet" buyurmuş. "Peki yalancı olur mu?" diye sorulmuş. "Hayır
buyurmuş "431.
Bazı insanlar cesaretsiz ve zayıf olduklarından korkak olabiliyorlar. Bazıları da cimri olup eli sıkı
olabiliyorlar. Bu iki sıfat aslından ve tabii olabilir.
Ama yalan böyle değildir çünkü yalan sadece istenerek kazanılan bir vasıftır işte islamın
sorguladığı ve son derece zorlaştırdığı nokta burasıdır. Peygamber (sav) şöyle buyurur:
"Doğruluktan ayrılmayınız, çünkü doğruluk iyiliğe, iyilikte cennete götürür." Kişi doğruluğa ve ona
ulaşmak için çalışmaya devam ederse Allah katında "sıddık'lardan yazılır. Yalandan da kaçınınız
çünkü yalan kötülüğe, kötülükte cehenneme götürür kişi yalancılığa ve bu uğurda çalışmaya
devam ederse Allah katında "kezzab" (çok yalancı) yazılır" 432.
Demek ki doğruluk, çalışma ile, devamlı yapmakla, riyazatla kazanılan bir alışkanlıktır, o halde
müslüman, daha ayaklarını dikmeden çocuklarını doğruluğa alıştırması, yalandan sakındırması
lazımdır. Hatta Peygamberimiz, bir adamın çocuğuna, sana şunu vereceğim bunu vereceğim
dediğini işitince, ona dönerek gerçekten vermeye niyetin var mı? Adam, "Hayır" deyince
Peygamberimiz; "Ya vereceksin ya da doğru konuşacaksın, çünkü
Allah yalanı yasaklamıştır" buyurdu. Adam, "Ey Allah'ın resulü! Bu da yalan mıdır?" diye sorunca
Peygamber; "Evet her şey yazılır. Kandırmak, kandırmak olarak, yalan da yalan olarak yazılır."433.
Tabii ki yalanın dereceleri de kesinlikle farklıdır. Zararı çoksa yasağı da o derece büyük, günahı da
o derece büyük olur. Yalan vardır küçük günahlardandır, yalan vardır büyük günahlardandır.
Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlara rahmet
nazarıyla bakmıyacağı gibi günahlardan de temizlemiyecektir ve onlar için çok çetin bir azab
vardır: Zina eden İhtiyar, yalancı Padişah ve kibirli fakir" 434.
Hadiste zikredilenler, zaruret olmaksızın günaha yönelenlerdir. Mesela ikincisi, yalan söyleyen
devlet başkanı ya da belediye başkanı, bunlar insanları aldatıyorlar halbuki gönül ister ki insanlara
güzel öncü olsunlar, bu yüzden böylelerinin yalanı büyük olacağından günahı da büyüktür.
Üçüncüsü, kibirlenen fakir ki bunu gerektirecek sebep yokken kendisini hayra yöneltecek vaaz ve
nasihatları dinlemeye yanaşmıyan ve kibreden fakir. Hikmet yaşına gelmiş gençlik yaşını geçmiş
ihtiyarın zina etmesi de aynı şekilde abestir.
İşte bu üç kişiye Allah kıyamet gününde rahmet nazarıyla bakmayacak onları günahlardan
temizlemiyecek ve onlar için elem verici azab vardır. 435

Uygun Yalan

Soru

Ardakaşıma belli bir gün için ziyaret sözü vermiştim. O gün gelince bazı ailevi meşgalelerden
dolayı verdiğim sözde duramadım. Daha sonra onunla karşılaştığımda, kendisinden utandığım
için, "Eve misafirlerim gelmişti, evi bırakıp gelemedim" diye özür beyan ettim. Acaba yalanın bu
çeşidi haram mıdır? Hem benim bu yalanım ne arkadaşıma, ne de bana zarar vermedi aksine
nazikçe beni eziklikten kurtardı. İşte bundan dolayı adına ak yalan dendi? Bu yalan alışverişteki,
karşılıklı ilişkilerdeki yalan gibi bir takım maddelerin karıştırılmasını veya aldatmayı içeren, yahut
yalan yere şehadet gibi neticede karşı tarafın hukukunu zayi eden veya benzeri denen haram
olduğunda şüphe olmayan, yalan çeşitleri gibi değildir. Ben ve başkaları, insanların günlük
hayatında tabiileşmeye yüz tutmuş, hatta asrımızın alametleri arasına girmiş olan bu yalana çok
düşüyoruz.
Bu yüzden bu belanın dindeki yerini bize açıklamanızdan memnun olacağım. Umarım bizi
rahatlatacak, sırtımızı dayandıracağımız bir izin bulursun yoksa Allah'ın rahmet ettiği kullar hariç
ki, onlar da çok azdır, biz ve asrımızın insanları yandık.Vay bizim başımıza geleceklere. 436

Cevap

Tabiiki İslam aliminden fetva isteyip te herhangi bir konuda ruhsat isteyerek rahatlama ümidi,
şer'an sakıncalı değildir. Aynı şekilde fetva verecek alimin de soranı, şaşkınlıktan can sıkıntısından
günahta mıyım, şüphesinden kurtaracak ruhsat (izin) araması da dinen sakıncalı değildir. Bu
konuda fıkıh, hadis, ve vereğ (şüpheli şeylerden kaçınma) da öncü olan Süfyani Sevri (ra) şöyle
der: "Esasen ilim güvenilir bir ruhsat bulmaktır. Yoksa zorlaştırmayı herkes becerebilir."
İslam, yalanı her yönden tehlikeli görüyor, onu küfrün yahut nifakın alametlerinden sayıyor. Mesela
Kur'an'da okuyoruz:
"Yalanı, ancak Allah'a inanmıyanlar uydurur işte onlar yalancıların kendileridirler. 437
Sünnette de görüyoruz ki münafığın alameti üçtür: "Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği
zaman sözünde durmaz anlaştığı zaman aldatır" 438.
Müslim'in rivayet ettiği hadiste ise şu cümleler eklidir; "Bu adam her ne kadar namaz kılsa oruç
tutsa ve gerçek bir müslüman olduğunu zannetse bile." Gene, Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği bir
başka hadiste de: "Dört şey vardır ki kimde bunlar tam olursa halis bir münafık olur. Kimde de
bunlardan bir tane bulunursa onu bırakana kadar münafığın vasıflarından birini kendinde
bulundurmuş olur. Emanete hiyanet eder, konuştuğu zaman yalan söyler, anlaştığı zaman aldatır,
çekiştiği zaman küfreder." Bu yüzden Hz. Ebu Bekir'den şöyle rivayet edilir: (Ya kendi sözü ya da
efendimizin sözüdür) "Yalan imanın sınırlarıdır"439.
Sad ibni Ebi Vakkas (ra)'ten rivayet edilmiştir. O da Peygamber (sav)'den rivayet ediyor: "Hainlik ve
yalan hariç her bozuk hal mü'minde bulunabilir” 440.
Malik'in rivayet ettiği mursel bir hadiste de, Efendimiz'e sorulmuş, "Mü'min korkak olur mu?",
"Evet" demiş, "Cimri olur mu?" "Evet" demiş. "Peki yalancı olur mu?" diye sorulunca, "Hayır"
buyurmuştur"441.
Bu yüzden Resulullah (sav), Hz. Aişe (r.a)'ye "Yalandan daha kötü gelen hiç bir ahlak yoktur"
buyurmuştur.442
Fakat ruhsat istenen her şey, insanın gücü altında değil ki, onu çıkarsın. Bu yüzden yalan
konusunda biraz sonra açıklayacağım bütün deliller ister ardından zarar gelsin ister gelmesin
İslam'ın bütün gücüyle yalandan kaçtığını çocuklarıda bu temizlik üzerine terbiye etmek
gerektiğini göstermektedir. İlla zarar getirmesi şart değil, yalan olması, realiteye ters düşmesi,
nifak ehline benzemiş olması yeter.
İnsanların doğruluğa sarılması için illa ki, doğruluğun menfaat getirmesi, yalandan kaçınmaları
için zarara sebep olması gerekmez. Ardından kişisel bazı zararlar gelse bile efendiliğe sarılmak
gerekir. Aynı şekilde bir takım menfaatlere ters düşse bile rezillikten kaçınmak gerekir.
Sana nasıl davranmalarını istiyorsan insanlara öyle davran, kuralı gereği, bir insan başkasının
kendine yalan söylemesini, değersiz özürlerle batıl sebeplerle aldatmasını istemiyorsa, kendisi de
başkalarına yalan söylememesi lazımdır. Hem sonra yalanın en büyük zararlarından biri de, dilin
ona alışması, dolayısıyla bir türlü kurtulamamasıdır. Bu denenmiş bir olaydır. Şairin de ta eskilerde
ifade ettiği gibi;
"Dilini daima doğruyla çevir ve ondan memnun ol çünkü dil neye dönerse onu adet haline getirir."
Resulullah (sav) bizleri, Allah katında yalancılardan yazılmaya götüren, bu kapıdan girmemizi
yasaklıyor ve şöyle buyuruyor:
"Doğruluktan ayrılmayınız, çünkü doğruluk, iyiliğe, iyilikte cennete götürür, kişi doğruluğa ve ona
ulaşmak için çalışmaya devam ederse Allah katında sıddıklardan yazılır."
"Yalanlardan kaçınınız, çünkü o sahibini kötülüğe, kötülükte ateşe götürür, kişi yalancılığa ve bu
uğurda çalışmaya devam ederse Allah katında çok yalancılardan yazılır"443. Bununla birlikte
İslam'ın en büyük özelliklerinden biri de idealizm ile onun realiteye geçirilmesini ayrı ölçüde
tutmasıdır. Yoksa Allah'ın varlığını kabul eden bazı idealist ahlak felsefecilerinin yaptığı gibi
insanların yaşadığı ve tatbik edilebilmesi için gerekli olan yeryüzüne inmeden ideal havalarında
kanatlanıp uçmamıştır. Örneğin meşhur Alman filozofu "Kant" yalan ve benzeri kötülükler nerede
nasıl, hangi sebepten ve neticesi ne olursa olsun yalan söylemeye izin vermemiştir.
Ama İslam, insanların ihtiyaçlarını ve hayatın gerçeklerini en iyi bilen Allah (cc)'ın yoludur. Bu
nedenle, belirli durumlarda, insan tabiatının bir neticesi olarak ortaya çıkan olaylarda, zaruretten
veya önemli bir ihtiyaca binaen, yalan söylemeye ruhsat (izin) verilmiştir.
Ben bu meseleyi, İmam Ebu Hamid el-Gazali'nin, İhya'u Ulumid'din adlı eserinde inceleyerek
açıkladığı gibi, aydınlatıcı başka bir açıklamaya rastlayamadım o yüzden konuyla ilgili bir kaç
paragrafı buraya nakletmem yerinde olacak:
"Şunu bil ki, yalan aslında haram liaynihi (içki kumar gibi özü kastedilmiş bir haram) değildir
aksine karşı tarafa ya da bir başkasına zararı dokunacağından dolayı haram kılınmıştır. Yalanın en
az zararıda haber verilen şahsın bir şeyi olmadığı gibi inanmasıdır. Dolayısıyla bilmemiş olmasıdır.
Bazen de yalan söylenmesinde bir başka türlü zarar olabilir ama bazı bilinmiyen işlerde de
maslahat ve fayda vardır. Eğer yalan fayda olan bilmemeyi gerektiriyorsa o zaman yalan
söylemeye müsade edilmiştir. Yalan söylemenin farz olduğu yerler de vardır.
Meymun bin Mehran der ki: "Bazı yerlerde yalan söylemek doğru söylemekten hayırlıdır. Mesela
bir adam kılıçla öldürmek için bir başkasının arkasından koşsa, adam da bir eve girse peşinden
koşan adam da o eve gelir, falancayı gördün mü? Dese sen ne derdin? Görmedim, demez miydin?
Doğruyu gizledin, işte yalanın böylesini söylemek farzdır."
Netice olarak diyeceksin ki, sözler maksatları ifade için sarfedilir. Eğer hem yalanla hem de
doğruyla güzel bir maksat ifade edilebiliyorsa orada yalan söylemek haram olur. Ama aynı
neticeye yalanla ulaşılıp doğruyla ulaşılamıyorsa, maksadın ifade edilmesi de mubahsa orada
yalan söylenilmesi mubahtır. Yok eğer maksadın ifadesi vacibse orada yalan söylenilmesi vacib
(farz) olur.
Eğer harbin, maksadının tamamlanması, iki müslümamn arasını düzeltmek, ya da kendini
kaybetmiş olan şahsın kalbinin yatıştırılması yalanla mümkünse, burada yalan söylemek mubah
olur. Ama gene de mümkün olduğu kadar yalandan kaçınmak gerekir. Çünkü kendisine yalan
kapısını bir defa açtı mı, hiç gerek duyulmayan anlarda, zaruret olmadığı zamanlarda da yalan
söyleyebileceği tehlikesi doğar. O zaman diyebiliriz ki, yalan aslen haramdır, zaruret hali
müstesna.
Yalanın haram oluşundan istisna edilebilmesinin delili de, Ümmü Gülsüm'den rivayet edilen
hadistir. "Üç hal hariç, ben Resulullah'ın yalana müsade ettiğini duymadım. İki kişinin arasını
bulmak için yalan söylemek, savaşta yalan söylemek, kocanın hanımına, hanımın da kocasına
yalan söylemesi"444,
Gene Ümmü Gülsüm'den Resulullah (sav)'in şöyle söylediği rivayet ediliyor: "İki kişinin arasını
bulmak için hayır söyleyen, ya da hayır isnad eden (ravinin şüphesidir), yalancı değildir" 445.
Esma binti Yezid rivayet ediyor: "Resulullah (sav) şöyle buyurdu: "Ademoğlunun söylediği her
yalan ona yazılır, ama iki müslümanın arasını bulmak için söylenen yalan hariç" 446.
İmamı Gazali diyor ki: "İşte bu üç mesele hakkında açıkça istisna vardır, bunların dışındada
kendisi ya da bir başkası için şer'an kabul edilebilecek bir maslahat varsa gene istisna vardır.
Kendisi için olan maslahat. Örneğin, zalimin biri onu yakalamış ve parasının nerde olduğunu
soruyorsa onu inkar edebilir, ya da zalim bir sultan onu yakalamış, kendisi ile Allah arasında
kalmış bir günahtan soruyorsa onuda inkar edip, zina yapmadım hırsızlık yapmadım diyebilir.
Peygamber (sav) buyuruyor ki: "Kim bu pislikleri işlemiş de Allah da onları örtmüşse, o da
örtsün"447. Çünkü fuhşu açıklamak da başka bir fuhuştur. Adam zulmen alınacak malını korumak
için yalan söyleyebiliyorsa yalancı da olsa diliyle ırzınıda koruyabilir.
Başkasının ırzını korumak için de yalan söyleyebilir. Örneğin bir kardeşinin sırrından soruluyorsa
onu inkar edebilir. İki müslümanın arasını bulmak için, keza yalan söyleyebilir, hanımlarından
kumalar arasında ıslah için, mesela her birine ayrı ayrı ben en çok seni seviyorum demek suretiyle
yalan söyleyebilir. Eğer hanımı dediğini yapmak için gücünün yetmediği bir mükafat istiyorsa o an
onu rahatlatmak için, veya bir başkasının canını rahatlatmak, ancak yapılan bir suçun inkarını, ya
da çok sevdiğini izhar etmeyi gerektiriyorsa özür dilemek için yalan söylemekte bir beis yoktur.
Fakat sınır şu olacak, yalan her zaman mahsurludur eğer yukarıda saydığımız yerlerde doğru
söylemiş olsaydı bir mahsur doğacaktı."
O halde doğru ile yalanı karşılaştırmak onları aynı ölçüde tartmak gerekir, eğer doğru söylediği
zaman şer'an tehlikeli görülen bir hataya daha da yakınlaşıyorsa yalan söyliyebilir ama yalanın
maksadı doğrunun maksadından dinen daha hafifse doğru söylemek vacib olur. Bazen de her
ikisi karşı karşıya gelip maksatlarda tereddüt ediliyor. İşte o zamanda doğruya meyletmek daha
iyidir. Çünkü yalan zaruret ve mühim bir ihtiyaçtan dolayı mubah olur. Eğer ihtiyacın mühim olup
olmadığında şüphe varsa asıl olan haram olmasıdır, o durumda yalan haramiyete dönüşür.
İfade edilmek istenen amaçların anlaşılır dereceleri kapalı olduğu için mümkün mertebe yalandan
kaçınmak gerekir. Evet ihtiyaç duyduğu zaman bile eğer kendisi içinse terketmek gerekir. Zararına
katlanmak gerekir. Ama eğer başkasının menfaatına ise, başkası hakkında müsamaha etmek
gerekir, ona zarar vermek caiz değildir." Ama insanlar genellikle kendi çıkarları için yalan söylerler.
Hem bu çıkarların da dünyalık ve malları arttırmak için olduğu da çoğunluktadır. Yani terk
edilmesinde sakınca olmayan basit şeylerden dolayı yalan söyleniyor. Hatta bazı kadınlar,
kumalarını darıltmak için kocası hakkında kendisini övücü bir sürü yalan sayıyor. Böyle şeyler
haramdır.
Esma anlatıyor: "Bir kadının Resulullah'a (sav) gelerek şöyle sorduğunu duydum: "Ey Allah'ın elçisi,
benim bir kumam var, onu kızdırmak için kocamın yapmadığı şeylerle onu kıskandırmaya,
kızdırmaya çalışıyorum Bu yaptığımdan bana zarar var mıdır?" Bunun üzerine Resulullah (sav)
şöyle buyurdu: "Verilmediği halde doyduğunu gösteren yalan elbiselerini giymiş gibidir"448.
Kadınların çocuklarına yalan söylemeleri ise eğer çocuk okula, medreseye ya da namaza illa ki
vaad ile ya da korkutma ile yöneliyorsa o zaman mubah olur.
Evet hadislerde yalanın yazıldığını da aktardık ancak mubah olan yalanda yazılır, bunun hesabı da
verilir, maksadın ne olduğu sorgulanır, maksad tashih edildikten sonra affedilir. Çünkü yalanın
mubah oluşu düzeltmek içindir. Böyle olduğu için hiç ishal olmadan zahiren ishal için yalan
söylediğim yutturmak isteyenler ve kendi menfaatini düşünenler de var. İşte bu yüzden yalanın
her çeşidi yazılır. Yalan söyleyen herkes içtihat boşluğuna düşmüştür. Bu adamı yalan söylemeye
iten sebep şer'an doğrudan önemli midir, değil midir, bunu anlayabilmek herkesin işi değildir.
Çünkü bu nokta çok kapalıdır. Haram aksi gerekmediği sürece terkedilmelidir. Ama yalan
söylemek vacib ise o zaman sıdkı terkeder örneğin doğruyu söylemek kan dökmeye götürüyorsa
veya nasıl olursa olsun başka bir masiyete götürüyorsa terkedilmesi gerekir.449
Bu yeterli açıklamaların ışığında, sorulan soruya dönelim. Soruda belirtilen mazeret günahtan
kurtulmak için tam yeterli bir mazaret olmadığı gibi hadiste istisna edilen üç hususa da girmiyor
peki bu üç hususa kıyas edilebilirmi? Yoksa asıl olan haramın içinde mi kalacak?
Haddi zatında fetva isteyen bacımızın sorusuna baktığımız zaman kendisinin iki hata işlediğini
görüyoruz. Birincisi, arkadaşına söz vermiş ama sözün de durmamış. Halbuki yukarıda da
bahsettiğimiz gibi özür hali hariç verilen sözde durmak vacib olmakla birlikte durmamak
münafıklık alametlerindendir.
ikincisi, bacımız sözünde durmamaya saçma bir özür göstererek onu uydurmaya çalışmış yani
anlayacağınız hatayı başka bir hatayla tedavi etmeye çalışmıştır. Şairin dediği gibi:
Bir hastalığa bir başkasıyla şifa istersen
Seni hasta edeni şifa verenle öldür
Bacımıza yakışan, eksiği ortaya çıksa bile hakikati söylemesi idi. Hem burada arkadaşına nazikçe
yumuşakça yalan söyleyecek yerde nazikçe mubah olan üstü kapalı sözleri tercih etmemiz
uygundur. Üstü kapalı sözler sarfetmek yalandan başka bir şeydir, sözü selefi salihinden
nakledilmiştir.
Hz. Ömer der ki: "Kişiye yalan yerine üstü kapalı sözler yeter"450. Bu söz İbni Abbas ve
başkalarındanda rivayet edilir. Tabii ki bu sözden ihtiyaç duyulduğu zamanı kastetmişlerdir. Yoksa
ihtiyaç ve zaruret olmadan açık ve gizli hiçbir surette yalana baş vurmak caiz değildir, ama üstü
kapalı olarak söylemek, tabii ki biraz daha ehvendir.
Üstü kapalı yalana örnek: Tabiinin meşhur aydın alimlerinden Mutarrif bin Abdillah, Emevilerin
tanınmış Valisi Ziyad İbni Ubeyh'in yanına ziyaret için girince vali, ziyaretinde niçin geciktiğini
sormuş, o da, cevaben: "Emirimizden ayrıldığımdan beri Allah kaldırmasaydı bir tarafımı
kaldıracak değil idim" dedi.
Tabii Vali bu sözden Mutarrifin hasta olduğunu ifade ettiğini anladıysa da esasen sağlam insan
dahi Allah kaldırmadan sırtını yerden kaldıramaz, işte Mutarrif de zaten bunu kasdetmişti.
Bacımızın yaptığı gibi üstü kapalı cevap vermek mümkün değilse ya da o an hatırlayamamışsa
açıkça yalan söylemek caizmi?
Tabiki bu sorunun cevabı, iki arkadaşın birbirlerine bağlılık derecesine dayanır. Acaba olay olduğu
gibi anlatılsa bu arkadaşlığın yok olmasından ya da zayıflamasından korkulur mu? Eğer böyle bir
neticeden korkulur. Bu neticeyi bastırmak için arkadaşın gönlü de böyle bir mazeret ileri sürmekle
ancak rahat ediyorsa o zaman bu meselede zaruret babından olur ki, yeteri kadar taviz verilebilir.
Tabi bu arada meseleyi ihtiyaç olduğu zaman da, olmadığı zaman da rahatlıkla yalan söyliyerek,
adet haline getirmemesi lazımdır.
Yalanın bu bölümünde, biraz titiz davranmamız onun haramiyetinin, alış verişte, muamelatta
şahitlik ve benzeri çok önemli yerlerde söylenen yalanlarla, aynı anlam ve derecede olduğunu
göstermez. Çünkü yalanın mertebeleri çoktur. Netice olarak küçük haramlardan olan yalanlar
vardır,
Büyük haramlardan olan yalanlarda vardır. Örneğin Peygamber (sav)'in kebair günahların en
büyüklerinden saydığı, Kur'an ve sünnetin Allah Teala'ya şirkle bir arada zikrettiği yalan yere
şahitlik yapmak, gene aynı şekilde ticaretçilerin ticaretlerine biraz daha işlerlik kazandırmak için
yalan yere yemin etmeleri bu bölümlerdendir. Zira Peygamber (sav) bir hadisinde: "Kıyamet
gününde Allah Teala üç kişiyle ne konuşacak, ne de rahmet nazarıyla bakacak, verdiği hediyesi
sebebiyle başa kakana, yalan yere yemin ederek ticaretine işlerlik kazandırana, kibir ve
böbürlenmek için elbisesinin paçasını yerden süpürtene" 451.
Yine yukarıdaki yalanın bir başka çeşidi arkasında aldatma ve saptırma olduğu için devlet
başkanları ve belediye başkanlarının yalan söylemeleri konuyla ilgili sahih bir hadiste: "Üç kişi
vardır ki kıyamet gününde Allah kendilerine rahmet nazarıyla bakmayacağı gibi onları
günahlardan da temizlemiyecek ve onlar için çok çetin bir azab vardır: Zina eden ihtiyar, yalancı
devlet reisi, ve kibirli fakir."
Asrımızda haber muhabirleri ve gazetecilerin dikkat çekmek ve traflarını arttırmak için yalan
söylemeleride kebair günahlardandır.
Mütevatir bir hadiste de açıklandığı üzere yalanlar her çeşidinin en kötüsü Allah ve Resulüne
yalandan bir şey nisbet etmektir: "Kim kasıtlı olarak bana yalandan bir şey nisbet ederse
cehennemdeki yerini hazırlasın." 452

Nisan Bir Aldatması

Soru

Telefon çaldı, çıktım arkadaşlarımdan biriydi. Bana çok üzücü haberler verdi. Üzüldüğümü gören
çocuklarıma, bana verilen haberleri aktardım onlarda üzüldüler. Tabi aradan az bir zaman geçti
biraz önce telefon eden arkadaşım, bu defa az önceki haberin asılsız olduğunu nisan bir amacıyla
şaka yaptığını belirtti. Ben de böyle şeyler haramdır, caiz değildir dedim. Arkadaşım cevaben,
kendisinin Nisan bir münasebetiyle herkesin yaptığı gibi sadece şaka yapmak istediğini belirtti.
Böyle asılsız haberlerle amaç şaka dahi olsa başkalarını taklit ederek insanları üzmek, tedirgin
etmek hakkında sizin görüşünüz nedir? Şeriatta bu tür şakalara yer var mıdır? 453

Cevap
Yalan kötü bir huy, şeriatın imana sınır olarak gördüğü en büyük kötülüklerden biri ve münafıklık
alametlerindendir. Geçmiş fetvalarda zikrettiğimiz belirli yerlerin dışında şeriat yalan söylemeye
izin vermemiştir. İzin verilen hususlarda da şaka vari yalan söylemek diye bir şeyde yoktur.
Değil üzmek, aksine insanları güldürmek için bile yalan söylemeyi Peygamberimiz (sav) tehlikeli
sayarak, şöyle buyurmuştur. "İnsanları güldürmek için yalan haber verenlere birşeyler uydurarak
anlatanlara yazıklar olsun, yazıklar olsun yazıklar olsun” 454.
Başka bir hadislerinde: "Kişi doğruda olsa cedeli (tartışmayı) ve şaka ederken yalanı
bırakmadıkça gerçek mümin olamaz"455. Sonra ister ciddi olsun ister şakayla olsun
Peygamberimizin mü'min kardeşini tedirgin etmekten korkutmaktan sakındıran çok hadisi vardır.
Ebu Davud senediyle Abdurrahman bin Ebu Leyla'dan rivayet etmiştir. O da şöyle der:
"Muhammed (sav)'in ashabı bize anlattı. Onlar Peygamber (sav)'le birlikte geceleyin gidiyorlardı,
içlerinden biri kalktı, peşinden de birkaç sahabi yürüyerek elinden ipi çekip aldı. Bunun üzerine
adam çok korktu. Olayı gören Resulullah (sav) şöyle buyurdu: "Hiç bir müslümanı, müslümanın
korkutması helal değildir."
Beşir'in oğlu Numan (Allah her ikisinden de razı olsun)'dan rivayet edilmiştir. O der ki: "Bir seferde
geceleyin Resulullah'la beraberdik, adamın birisini hayvanı üzerinde uyuklama tutmuştu. Bir
başkası da uyuklama tutan adamın ok kubrundan bir ok çekiverdi. Tabi adam birden uyanıverdi ve
korktu bunun üzerine Resulullah (sav) şöyle buyurdu: "Hiçbir mümine, mümini kortukmak helal
değildir"456.
Abdullah İbni Saib, İbni Yezid'den, o da babasından, o da dedesinden (Allah onlardan razı olsun)
rivayet etmiştir, o da Resulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu işitmiştir: "Ciddi olsun şaka olsun,
hiçbiriniz kardeşinin eşyasını almasın"457.
Peygamber (sav), sana güvenen, kulağıyla, kalbiyle seni dinleyen bir kardeşine yalan söylemeni
hıyanetlerin en büyüklerinden saymıştır. Bu itibarla şöyle buyurmuştur: "Sana güvenerek ve
inanarak seni dinlediği halde ona yalan söylemen ne büyük hıyanettir"458.
Bilhassa bu şekliyle ve bu münasebetle düşündüğümüz zaman hadislerin ışığında yalanın bu
şeklinin 4 yönden haram olduğunu görürüz.
Birincisi: Kuran ve sünnetle yalanın haramiyeti sabittir.
İkincisi: Bu olay hiç gerek yokken hem adamın kendisini hem de ailesini, belli bir zaman tedirgin
etmek ve korkutmak gibi şeriatın cevaz vermediği bir hareketi de beraberinde getirmektedir.
Üçüncüsü: Sana güvenerek inanan bir insana yalan söyleyerek ona hiyanet ediyorsun.
Dördüncüsü: Bizden yeşermeyen, çevremizde doğmayan alçak adetleri batıl taklitleri çevremizde
yaygın hale getirmek gibi bir sakıncası vardır. Tabiatıyla bu işte, gayri müslimlerin basit ve alçak
adetlerini yayarak onlara benzemekten ibarettir.
Bugünün (Nisan bir) içerisinde söylenen bu tür yalanlar çoğunlukla topluma zarar verecek başka
türlü davranışlara da yol açmaktadır.
Özetle söyleyebiliriz ki, yalan söylemek her gün için haramdır. Ama saydığımız hususlardan dolayı
bilhassa bugünde haramlık derecesi daha da artmaktadır. Dolayısıyla bu yalanın işlerlik
kazanmasına yardımcı olmak hiç bir müslümana yakışmaz.
Allah muvaffak etsin. 459

12. BÖLÜM YİYECEKLER VE İÇECEKLER HAKKINDA

Yabancı Ülkelerden İthal Edilen Etler Ve Kesilmiş Tavuklar

Soru

Dışarıdan ithal edilen muhafaza edilmiş etler ve tavukları yemenin hükmü nedir? 460

Cevap
Şüphesiz dışarıdan ithal edilen muhafaza edilmiş etler ve tavuklar çeşitlidir. Bunlardan bir kısmı
Ehli Kitap yanından gelir, onların yiyeceklerini ve kestiklerini Kur'an mubah kılmıştır. Allahu Teala
buyuruyor:
"Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. " 461
Ancak müslümanlardan bir kısmı kesilme şeklinin bilinmesini ve kesilen üzerine Allah'ın isminin
zikredilmesini şart koşuyorlar. Diğer kısım ise bu hususu kolaylaştırıyorlar. Delilleri şudur: "Bazı
kimseler Resulullah (sav)'a sordular: "Bir kavim bize etle geliyor, biz ise onların etler üzerine
besmele çekip çekmediklerini bilmiyoruz." Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu. "Et üzerine
Allah'ın ismini zikredin ve yiyin."
Bazı alimler buradan bir kaide çıkarmışlardır. "Hakkında bilgi sahibi olmamızın mümkün olmadığı
şeyleri sormamalıyız. Ne zaman ki yemeğin Ehli Kitabdan olduğunu bilirsek onu yeriz ve yeme
anında da besmele çekeriz, bu bize yeter."
Lakin, komünistlerin yanından gelenler ise başka bir durum arzeder. İşte burada boğazlamak için
şartlar vardır. Bu şartlardan bazısı boğazlama mahallinde, bazısı boğazlama aletinde, bazısı da
boğazlıyanın kendisiyle alakalıdır. Öyleyse her kesicinin boğazladığı helal değildir. Şeriat ancak
müslüman ve kitabi kesicilere izin vermiştir. Bazıları kendilerine kitap verilmiş fakat kitabı
terketmişlerdir, örneğin Mecusiler gibi. Şüphesiz ki cumhurufukaha Mecusilerin boğazladıklarını
caiz görmemektedir. Onlar hakkında Resulullah'tan hadis gelmiştir. "Ehli Kitab'a uyguladıklarınızı
onlara da uygulayın fakat kadınlarıyla nikahlanmayın ve kestiklerini yemeyin." Hadisin son kısmı
"Kadınlarıyla nikahlanmayın ve kestiklerini yemeyin" zayıf senedle gelmiştir. Bunu Ebu Sevr, İbn
Hazm ve başkaları almamışlardır. Müslümanın Ehli Kitabilerin kestiklerini yemelerine izin
vermişlerdir. Kitabı olup olmadığı şüpheli olanların hükmü ise Mecusi gibidir.
Bizim kanaatimiz de bu kimselerin kestiklerini yemenin caiz olmadığı yönündedir.
Elbette kesicide müslüman olması ya da semavi bir kitaba inanması şartı aranmaktadır. Bu
boğazlama Allah Teala'nın yarattığı nefsin yok olmasıdır, Allah tarafından,ancak Allah'a iman
edenlere, vahye inananlara ve ahirete inananlara izin verilmiştir. İşte bunlarda müslüman ve
kitabilerdir.
Allah'ı ve gönderdiklerini inkar eden Allah'ı hakim olarak tanımayan kimse için Allah canlıların
ruhunu silmek, canlı varlıkları ve mahlukları kesme hakkını vermemiştir. Ona bu hak yoktur ve ona
böyle bir izin de yoktur.
Bu nedenle Müslüman kestiği zaman "Bismillah Allahuekber" der.
Yani ben Allah'dan izin verilmiş olarak bu canı alıp boğazlıyorum. Bu canı almaya yanımda
ilahımın ruhsatı vardır. Bu canlı varlığı Allah'ın ismiyle öldürüyorum. Allah'ı kabul etmeyen kişiye
ise canlıyı boğazlama izni nasıl verilebilir? Ona bu hak nasıl bağışlanır ve bu ruhsat ona nasıl
verilebilir? Allah kesinlikle bu hakkı ona vermedi.
Allah'a ve Resulü'ne iman etmeyen, hiç bir semavi dine inanmayan, Allah'ın indirdiği hiç bir kitaba
iman etmeyen ve Allah'ın hiç bir peygamberine iman etmeyen, sapık ve mürtedlerin ki komünistlik
te bunun gibidir, icmaen kestikleri helal değildir.
İşte bundan dolayıdır ki, komünistlerden gelen etler ve tavukların yenmesi müslümanlar için caiz
değildir. Çünkü bunları, Allah Teala'yı inkar eden bir topluluk boğazlamıştır.
Müslümanlar veya Hıristiyanlar için asıl olan şudur ki, şüphesiz bu toplum Allah ve Allah'ın dinine
harp için kurulmuş bir toplumdur, milletler için örtülü, faydasız, boş fikirlere itibar üzere kurulmuş
bir toplumdur.
Bütün din sahipleri ve özellikle müslümanlar için onların boğazladıklarını onlara geri çevirmeleri
ve şöyle demeleri gerekir; canlı varlıkları ve nefisleri öldürmek ve kesmek sizin hakkınız değildir.
Kesinlikle Allah size bu hakkı vermedi.
Fetva budur ve benim kalbim de bununla tatmin oluyor.
Müslüman satıcı ve tüccarlar için bu çeşit tavuk ve etleri dışardan ithal etmek caiz değildir aynı
zamanda tüketiciler içinde almak caiz değildir. Müslümanlar için bu etler ve tavuklardan
faydalanmak ve tüketmek caiz değildir. 462

İçkinin Haramlığı Dinin Kesin Emirlerindendir

Soru
Kuveyt gazetelerinden birinde bir yazarın makalesini okudum, Kuveyt hükümeti ve parlemantosu
için övünç kaynağı saydığımız içkinin haram kılındığı kanuna saldırıyordu. Yazar diyordu ki:
"Allah'u Teala kitabında içkiyi nehyetmiş fakat haram kılmamıştır." Yanımda bulunanlardan biri de
bu sözü savundu. Benden Kuran'da içki haramdır diye açık bir ayet istedi. O anda ayetleri
hatırlıyamadım, ancak içkiyi taşıyanı, yapanı, içeni lanetliyen bazı hadislerden anlattım. Arkadaşım
dedi ki: "Ben Kuran'dan delil istiyorum hadisden değil." Kuranın içkiyi haram kılmadığı doğru
mudur? Böyle sanan kimsenin hükmü nedir? 463

Cevap

Buna benzeyen bir konu hakkında daha önceki bir cevabımda şöyle demiştim:
"Elbette kesin emirler en büyük fitnedir ve yine üzerinde icma olan emirlerde ihtilaf çıkarmak
büyük fitnelerdendir. Nesiller boyunca İslam ümmetinin üzerinde icma etmesi içkinin haramlığını
açık bir şekilde doğrulamaktadır. İslam dininde zarureti diniyyeden olmuştur. Nasıl ki namaz ve
zekatın farziyetinde, faiz ve zinanın haram oluşunda tartışma ve delile ihtiyaç yoksa, içkinin
haram oluşu hususunda da tartışma ve delile ihtiyaç yoktur. Dinden olan her şeyi hatta temel
konuları ve zarureti diniyyeden olanları söz ve çekişmeyle laf pazarı haline çevirmek isteyen
yıkıcıları bilgisiz saymamız da aslında tehlikedir.
İslam uleması, dinin asli hükümlerinden birini inkar eden kişinin kafir olacağı ve din dairesinden
çıkacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu kişinin İslam yurdundan uzak bir beldede yaşıyor
olması da mazeret değildir. Böyle insanlardan tevbe etmesi ve sapıklıktan vaz geçmesi istenir,
aksi takdirde ona mürted (dinden dönmüş) muamelesi yapılır.
Hal böyle iken İslami bir yörede yaşayan kimse, İslam'ın hükümlerini, delillerini ve doğrularını
öğrenebilme imkanına da sahipken bu tip fikirler ileri sürecek olursa o da tabiatıyla mürted kabul
edilecektir.
İçkinin haramlığı meselesi ve bunu kabul etmenin dinin temel ilkelerinden olduğu, aslında çok
açık olmakla beraber, yine de bazı şeyler söyleyelim;
İçkinin haramlığı, bir çok yönden sabittir.
Birincisi: Kur'an-ı Kerim'den. Allah (cc) buyuruyor:
"Ey iman edenler, içki kumar, (tapınmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden
birer murdardır. Onun için bun(lar)dan kaçının ki muradınıza eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda
aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister.
Artık vazgeçtiniz değil mi?" 464
Bu iki ayette bir çok yönden içkinin haramlığını tekit vardır.
1) Fal okları ve dikili taşlar birbirinin benzeridir. Allah fal okları için (sizin için fisıktır) demiştir. İbn.
Abbas (r.a.) dedi ki:"İçki haram kılınınca Resulullah'ın ashabından bazısı bazısını ziyarete gitti ve
dediler ki; içki haram kılındı ve şirke denk tutuldu"465. Şüphesiz içkiyi de putlarla denk kabul
ettiler. Ahmed bin Hanbel rivayetinde de şöyle bir hadis gelmiştir. "İçkiye devam eder halde ölen
kimseyi Allah puta ibadet eden kişiyi karşılar gibi karşılar."
2) Kuran'ın haber verdiğine göre, bütün bunlar (pisliktir). Bu lafın Kur'an'da yalnızca putlar ve
domuz eti için kullanılmıştır. Bu da şiddetli nefret ve yasağa delalet etmektedir.
3) Bununla da yetinmeyip onu (şeytan ameli) saydı şeytan ameli de şüphesiz şerdir, çirkindir, hak
olmayan iştir. Allah Teala buyurdu:
"Kim şeytanın adımlarına uyarsa şüphesiz ki O, kötülüğü ve gayri meşruluğu emreder." 466
4) Ardından şöyle buyuruyor."Ondan kaçının umulur ki kurtuluşa erersiniz." Sakındırma emri öyle
bir ifadedirki, Kur'an onu putlardan men etmede kullanmıştır ve Allah şöyle buyurmuştur:
"O halde murdardan, putlardan kaçının, yalan sözlerden çekinin." 467
"Allah'a kulluk edin putlara tapmakten kaçının." 468
"Tağuttan ona tapmaktan kaçınanlar." 469
Bu "ifadeyi büyük günahların terkinde de kullanmıştır. Allah (c.c.)'ın şu sözünde olduğu gibi:
"Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız sizin (öbür) kabahatlarınızı örteriz." 470
"O güzel hareket edenler ufak, ufak suçları) hariç olmak üzere, günahın büyüklerinden ve
fuhuşlardan kaçınanlardır" 471
5) Ayrıca kurtuluş sakınma-üzerine terettüb etmiştir. "Umulur ki kurtuluşa erersiniz"472 Bu ayet
delalet ediyorki, bu sakınma güçlü bir farzdır. Böylece kurtuluş sebeblerinin meydana getirilmesi
lüzumlu bir vecibedir.
6) Sonra ayet; içki ve kumarın namazdan alıkoyma, Allah'ı anmadan alıkoyma, maddi ve manevi
bağları kesme gibi dini ve içtimai bazı zararlarını açıklamak suretiyle sakındırma emrinin sebebini
bildirmiş oluyor. Ayet, Allah'ın şu sözüyle sona erdi. "Artık vazgeçtiniz değil mi." Müminler bu kavli
işitir işitmez dediler ki:
"Ey Rabbimiz vazgeçtik, Ey Rabbimiz vaz geçtik."
Gördüğümüz gibi bu iki ayet, çok açık olarak içkinin yasak olduğuna ve haramlığına delil
olmaktadır. Bu hususta münakaşa edenler dil ve şeriatteki cehaletlerinden dolayı konuşuyorlar.
Onlar şöyle sanıyorlar, şüphesiz ki haram kılma ancak "haram kıldı", "haram kılıyor" kelimelerinden
elde edilir. Bu ise köklü bir cahilliktir. Çünkü harama Alimlerin icmasıyla bir çok kelime delalet
eder. Örneğin yapıcısını lanetleyen veya şeytana benzeten veya bir şeyin pislik olduğunu haber
veren kelimeler harama delalet eder.
Dikkat edilirse bu itirazcıların sözleri hırsızlık, öldürme, zina veya faiz yemek, yetim malını yemek
gibi konularda değildir. Onlar haramlığı kat'i olan böyle konularda itiraz etmiyorlar. Fakat buna
rağmen Kur'an'daki "Lafzen Haram" olan hükümleri reddetmiş oluyorlar.
Biz bu kibirlilere diyoruz ki; Kuran-ı Kerim içkinin haramlığına lafzen delildir. Bu hususta Allah'u
Teala, Araf suresinde şöyle buyuruyor.
"De ki, Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açığını, gizlisini, bununla beraber (her türlü) günahı,
haksız isyanı haram kılmıştır." İsm (günah) ayetten delille haramdır, sonra Allah'u Teala Bakara
suresinde buyuruyor ki: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki:
"Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faideler vardır. Günahları ise faidelerinden daha
büyüktür." Günah haram olduğuna göre içkide de büyük günah olmasıyla Kuran'dan nasla hiç
şüphesiz içki haramdır.
İkincisi: Sünnetten!
Buhari ve Müslim'in İbn Ömer'den rivayetinde, Resulullah (sav) buyurmuştur ki: "Her sarhoşluk
veren içkidir ve her sarhoşluk veren de haramdır."
Yine Buhari ve Müslim'in, Ebu Hureyre'den rivayetinde Resulullah (sav), şöyle buyuruyor: "İçki içen
mümin olarak içmez."
İmam Ahmed'in, İbn Abbas'dan nakledilen sahih rivayetinde Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Bana Cibril geldi ve dedi ki, "Ya Muhammed, Allah Teala, şaraba, şarabı sıkana, şarabı sıktırana,
içene, taşıyana, taşıyana yardım edene, satana, satın alana, içene verene, içki satılan ve dağıtılan
yerlere lanet eyledi." Bu hususta daha bir çok hadis bulunmaktadır.
Kim ki sünnetten delil çıkarılmaz diye yanlış bir kanıya kapılırsa, Kur'an onun kendisini yalanlar.
Resulullah Kuran'ın açıklayıcı ve şerh edicisidir. Allah Teala buyuruyor:
"Biz sana Kuran-ı indirdik. Ta ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın." 473
Şayet insanlar Kur'an'la iktifa ederek sünneti red ederlerse namazı, zekatı ve haccı bilemezler.
Çünkü bunların hepsi Kuran'da kapalı olarak gelmiştir ve onları sünnet açıklamıştır.
Bir adam Tabiinden olan Mutraf b. Abdullah'a dedi ki:
"Bize yalnızca Kur'an'dan bahset. Mutraf da ona: "Vallahi Kuran'ı tam olarak isteyemeyiz, fakat
Kuran'ı bizden çok daha iyi bilen Resulüllah'tan isteyebiliriz."
Bundan dolayı Kuran, Resulullah'a itaati ve ona teslim olmayı emretmiştir. Allah'a itaat emrine
yaklaşmak için Allah: "Kim Resule itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" 474 buyuruyor.
"Allah'a ve Resulüne itaat edin" 475
"Resulullah size neyi verirse onu alın sizi neden neyh ederse ondan sakının" 476
"Şayet bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve Peygambere döndürün, eğer Allah'a ve ahiret
gününe inanıyorsanız" 477
Üçüncüsü: İcmadır.
İslam alimleri bütün asırlarda içkinin haram olduğunda birleşmişlerdir, icma etmişlerdir. Öyle ki
münakaşasız, şüphe olmayan kesin bir icma ile, hatta bu husus zarureti diniyyeden olmuştur.
Dördüncüsü: Şeriatın genel kaideleridir:
Şayet bu meselede nas ve icma olmasaydı, Umumi şer'i kaideler ve külli prensipler içkinin
haramlığına delalette kafi olurdu.
İslam'da haram pisliğe ve zarara tabidir, şayet bir şeyde husisi nas yoksa, yine de o şeyin ferde
veya topluma zararı varsa o haramdır.
Kişinin dininde, bedeninde, aklında, ruhunda ve malında içkinin meydana getirmiş olduğu
zararlarda şüphe yoktur. İçkinin aile hayatı ve ilişkilerindeki zararlarında da şüphe yoktur.
Biz görüyoruz ki, sarhoşlar hanımları ve çocuklarına karşı mesuliyetlerini yerine getiremiyorlar,
gözetimlerini, terbiyelerini ihmal ediyorlar. Halbuki nafakaları onların üzerinedir, onlara bakmakla
yükümlüdürler. Kim bunları inkar edebilir. Hepsi de toplumun zararınadır ve hepsi rahatsızlığın
yayılmasıdır, ahlakın bozulmasıdır, evlerin harab olmasıdır, malların zayi olmasıdır ve hastalıkların
yayılmasıdır. Bu ise sonuçta toplumu umumi çözülmeye ve bozulmaya götürür. Hangi insan aklını
ve dinini noksanlaştıran böyle bir şeyi mubah (caiz) görebilir? Bu apaçık bir fesattır, içki
kötülüklerin anası ve şerlerin anahtarıdır. Beni hayrette bırakan; böyle bir kötülüğü
mübahlaştırmak için İslam şeriatının alet edilmeye çalışılmasıdır. 478

Bîra Îçmek

Soru

İslam'da bira içmenin hükmü nedir? Bira haram olduğu halde niçin kahvelerde, soğutucularda
açıktan açığa satılmaktadır? Şu anda satılan biraların üzerinde alkolsüzdür diye yazılmış. Konuyla
ilgili araştırmaların neticesinde birada % 3.5 oranında alkol olduğu ortaya konulmuştur. 479

Cevap

Kendisine bira ismi verilen içeceklere gelince bana ve fetva ehline göre her içeceğin ilk
elementlerine kadar tahlil etmek ve içerisinde neler olduğunu bilmek o kadar önemli değildir.
Burada şunu söyleyebilirim: İçkiyle mücadele eden bütün devletler, birayı da yasaklanması
gereken zararlılar arasına almışlardır.
Ne olursa olsun her halükarda şer'i kaide şudur: Her sarhoşluk veren içkidir ve her içkide
haramdır. Sarhoşluk verenin çoğuda azı da haramdır.
Üzerinde ittifak edilmiş hadisi şerifte Ebu Musa: "Ya Resulullah! Yemen'de yaptığımız iki içecek
hakkında bize cevab ver. Birincisi Bit'u dur baldan nebizdir mayalanıncaya kadar bekletilir, ikincisi
el Mizr'dir. Darı ve arpadan yapılır, mayalanıncaya kadar bekletilir. Ebu Musa dedi ki, Resulullah az
sözle çok şey ifade ederek şöyle dedi. "Her sarhoşluk veren haramdır" 480.
Cabir (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Yemen'e bağlı bir mıntıka olan Ceyşan'dan bir kişi,
Peygamber (sav) Efendimize, kendi yörelerinde içtikleri "mizr" denilen bir şarap hakkında soru
sormuştu. Peygamber Efendimiz ona: "Bu sarhoş edici midir?" diye sorduğunda O; "Evet" demişti.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kedisine şöyle dedi: "Sarhoş edici her şey haramdır. Cenab-ı
Allah'ın sarhoş edici şeyleri içen kimselere sözü vardır ki; onlara habal çamurundan içirecektir."
Dediler ki; "Ey Allah'ın Resulü! Habal çamuru nedir?" Dedi ki: "Cehennem ehlinin teridir veya
cehennem ehlinin vücudlarından akan bir sudur"481.
Haramiyeti sarhoşluk üzerine binaendir. Tahkik ehli ve araştırmacılar tarafından belirtildiği gibi
sarhoşlukta etkili madde "alkoldür."
Birada alkol olmadığı sabit olduğu zaman, müslümanın kalbi onun içilmesinde sakınca yoktur,
diye kanaat getirir. Fakat birada alkolden bir miktar olsa, azıcıkta olsa, çoğu sarhoş etmesinden
dolayı bira da haramdır.
Şayet bu hususta bir kimse şüphe ederse, şüphe duyduğu ve duymadığı yönleri bir araya getirsin.
Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa o dinini ve ırzını korumuş olur. Kim şüpheli işlere düşerse o
harama düşer. Bu; başkasının bahçesi etrafında hayvanlarını otlatan çoban misalindeki gibidir.
Hayvanlar heran, o bahçeye girebilirler.
Bu tür içeceklerin üzerinde içki yazmaması müslümanlan aldatmamalıdır. Çok kere ambalajlar
aldatıcı olabilir.
Ebu Malik el-Ensari'den rivayet edildiğine göre o, Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Ümmetimden bazı kimseler içkiyi içerler ve ona adından başka ad takarlar"482.
Sahabelerden birinden Peygamber (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu Nesai rivayet etmiştir.
"Ümmetimden bazı kimseler içkiyi içerler ve ona adından başka bir ad takarlar."
Soruyu soran kardeşimize son olarak şunları söylemek isterim; Çarşılarımızda satılan pek çok
meyva suları ve asitli meşrubatlarda aslında biradan pek farklı değillerdir.
Tertemiz, çeşit çeşit helal gıdaları, Allah (cc) fazlı keremi ile bize vermişken bu şüphelilere
bulaşmanın anlamı yoktur. 483

İçkide Faydalar Var Mıdır? Varsa Nedir?

Soru

Allah azze ve celle "İçkide faydalar vardır" diye zikretti. Öyleyse o faydalar nedir? Zararları nedir?
Ve içki ne zaman haram kılındı? 484

Cevap

Allah'u Teala şöyle buyuruyor:


"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki, onlarda hem büyük günah hemde insanlar için ufak tefek
bazı faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından daha büyüktür" 485
Öyleyse içkide Kur'an nassıyla belirtilen; büyük günah ve bazı faydalar vardır. İçkideki faydalardan
kasıt üretim ve ticaret yönünden iktisadi faydalardır.
Bazı beldelerde bira üreticilerine satmak için üzüm ekiyorlar ve onun sırtından milyonlar
kazanıyorlar.
Bu faydalar öyle faydalardır ki, bugün bir çok insanı içki ticaretine kaydırmaktadır bu faydalarla
turistleri çektiklerini ve turistlere dayanarak zor işleri halledeceklerini sanıyorlar, bu önemli bir
şeydir.
Fakat Hanif İslam şeriatı, bu faydaları iptal etti. İçkideki fert, aile ve toplum üzerindeki çok
korkunç zararlar ve büyük günah karşısında, böylesine küçük faydalara önem vermedi.
İçkinin fert üzerindeki büyük zararları bedenen, aklen ve nefsendir. Doktorlardan bir çoğuda bu
durumu yazmışlardır. İnsanın aklını silip götüren kendini abuk sabuk konuşturan, yanlışlıklara
daldıran şeyi kendi isteği ile yapması hakikaten hayret vericidir. Şişenin kölesi ve esiri oluyor, onu
devamlı içiyor. Eski bir şairin dediği gibi:
"Öldüğüm zaman beni üzüm bağının yanına gömün ki
Ölümümden sonra kökleriyle kemiklerimi sulasın."
İçki şahsın sıhhatini tedricen siler taki vücudu bir çok hastalıklarla dolar. İçkiye olan bu bağımlılık
ruhsal, sinirsel yönden bir hastalıktır ve aile üzerinde içkinin tehlikesi yönüyle de bir hastalıktır
yani bir derttir. Böylece sarhoş, eşini ve çocuklarını onlar yardıma muhtaç oldukları halde
terkediyor ve çok pis, zararlı olan, sarhoş edici içecekleri parasıyla satın alıyor sonunda bu durum,
erkeği ailesinden uzaklaştırıyor, dışa atıyor.
İçki, dünya ve ahiretine fayda verecek işler yapmasına, akrabalarını ve arkadaşlarını ziyaretine,
çocuklarını terbiyeyle şereflendirmesine ve ailesiyle yakın ilişkilerde bulunmasına engel olarak,
onu karanlık darlıklar ve yok oluş içerisine atar. Böylece ümmet, değersiz sarhoşlardan oluşan bir
toplum olur. Savaş alanında sabit duramaz, düşman önünde sebat gösteremez. Ümmet, böyle bir
toplulukla güçlü olarak ayakta duramaz böyle ümmetin bayrağı da yükselmez. Öyleyse içkinin fert,
aile ve toplum üzerindeki zararları şüphe götürmeyen zararlardır.
Bu ayeti kerimeden elde edilen kaide şudur: Zararı faydasından büyük olan her şey haramdır.
İslam, tamamen faydalı olan veya faydası zararından çok olan şeyi meşru kılar ve tamemen
zararlı veya zararı faydasından çok olan şeyide haram kılar.
Ama içki ne zaman haram kılınmıştır, biz biliyoruz ki içki tedricen kademe kademe haram
kılınmıştır.
İçkinin durumu hakkında inen ilk ayet, Allah'u Teala'nın Bakara süresindeki,
"Ey Resulüm! Sana içkiyi ve kumarı sorarlar..." kelamıdır. Sonra Allah'u Teala'nın Nisa süresindeki
kavlidir, "Siz sarhoşken namaza yaklaşmayınız..." Sonra Maide süresindeki kesin haram emri
geldi.
"Ey iman edenler şarap, kumar oynamak, ibadet için dikilen putlar, fal okları; hep şeytanın işinden
pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki, kurtulasınız. Muhakkak şeytan, şarapta ve
kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan
alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değilmi?" 486 ayeti kerimenin sonundaki, "Artık vaz geçtiniz
değilmi?" cümlesini duyduğu vakit Hz. Ömer, "Vaz geçtik Ya Rab" diye nida etti.
Maide suresinin içine aldığı bu ayet hakkında Kuran'ı Kerimin en son inen ayetlerdendir dendi.
Umulur ki bu ayeti kerime hicretin dokuzuncu senesinde veya bu sıralarda inmiştir. Yani Medine
döneminin sonlarında inmiştir. 487

Kuran, Hadis Ve Şeri Kaidelerin Işığında Sigaranın Hükmü

Soru

Ben, zati alinize sigara helal midir, haram mıdır diye sormak istiyorum. Soruma aşağıdaki
noktaları dikkate alarak cevap vermenizi rica ediyorum:
1- Helal ve haram adlı kitabınızda onun vücuda zararlı olduğunun isbatına dayanarak haram
olduğuna fetva verdiniz.
2- Televizyon programında bizlere sigaranın ya haram ya da tahrimen mekruh olduğunu haber
verdiniz.
3- Biritanya Tıp Fakültesi Tabibler Birliği'nin yayınladığı bir karar var; Sigarayı söküp atın, yoksa
ölüm sizlere daha erken gelecektir.
4- Din alimlerinin büyüklerinin sigara hakkında, haram, mekruh ve göz yumulabilen dereceleri
olduğuna fetva verdikleri haberi de bize ulaşıyor. Onlara göre:
A) Sigara masraflarını karşılayacak güce sahip olmayan insanların sigara içmeleri haramdır.
B) Bu masraflara maddi gücü olanlar için mekruhtur.
C) İçen adam hasta ise ve sigara içtiği zaman canı rahat ediyorsa buna da şeran müsamaha
edilir.
Biritanya Tıp Fakülteleri Tabibler Birliği'nin açıkladığı, sigara içmenin zararlarınıda şöylece
sıralayabiliriz:
1- Senede 27.500 Britanyalı, sigaradan ölmekte ve içenlerin yaşları, ortalama 34 ila 65 arasıda
değişmektedir.
2- Biritanyada her sene seksen yaşlarındaki, yüzellibeşbin kişi, akciğer kanserinden ölmektedir.
3- Akciğer kanserinden ölümlerinin %90'nını sigara içenler oluşturmaktadır .
4- Sigara içen insanların başlıca ölüm sebeplen şunlardır: Buronşit, midenin çürümesi, akciğer
kanseri, beyinsel atar damar hastalıkları, nefes darlığı, boğaz kanseri; gırtlak enfeksiyonu. Sigara
içen kadınların doğurduğu çocuklar normal ağırlıktan düşük doğuyorlar, aynı zamanda hamile
kadınların düşük yapma ihtimali de çoğunluktadır.
Biritanya'da yayınlanan Lance adlı tıbbi ve saygın bir dergide açıklandığı gibi, sigara bir hastalıktır,
yoksa adet değildir. Veya ailenin çoğunu saran bir beladır, ya da kişiyi zebunlaştıran bir adettir.
Sigaradan dolayı hastalanarak ölenlerin sayısı araba kazaları neticesinde ölenlerin sayılarından
kat kat fazladır ve bu dergide sigara kullanan bir doktor sigara kullanılmasını önerirken kendisinin
de sağlığından emin olmadığını ifade ediyor.
Bu anlattığım zararları da göz önünde bulundurursanız umarım Kuran ve hadise dayanan kesin bir
fetvaya ulaşırız da bu konu münakaşa konusu olmaktan çıkar. Özellikle sigaranın zararları
konusunda dünyaca tanımış ünlü tıp heyetleri tarafından 150 ayrı karar çıkartılmıştır.
Benden size binlerce selam olsun Allah daima muvaffak kılsın.
Doktor. F.H. 488

Cevap

Hamd Allaha, salat ve selam onun elçisine, ailesine ve ashabına, ve onun metodunu takip eden
herkese olsun. Şimdi adına sigara denilen bu tanınmış bitki, hicri onuncu asırda meydana
çıkarılmış ve insanlar arasında kullanışı yayılmaya başlamıştır. Tabii bu durum ulemaya da hadise
hakkında şer'an araştırma görevini yüklemiştir.
Hadisenin yeni olması, geçmiş fukahanın, müçtehidlerin veya mezhepte müçtehid vb. alimlerin
konuyla ilgili hükümlerinin bulunmaması, sigara ile ilgili yeterli araştırmanın ve zararlarının ortaya
net bir şekilde konulamamış olması konuyla ilgili ilmi etüdlerin de ortaya konamaması, sigarının
hükmü hakkında ihtilaf edilmesine sebep olmuştu.
Kimisi haramdır demiş, kimisi mekruh olduğuna fetva vermiş, kimisi mubah olduğunu savunmuş,
kimisi tam bir hüküm belirtmeden açıklamaya gitmiş, kimisi de hiçbir şey söylememiş, susmayı
tercih etmiştir.
Dört mezhebe mensub olan alimlerdende haram, mekruh ve mubah olduğunu söyleyenler vardır.
Bu nedenle yalnızca bir mezhebin görüşünü alarak; mubahtır, haramdır veya mekruhtur diyemeyiz.
Konuyla ilgili görüşleri ve delileri görelim: 489

Haramdır diyenlerin delilleri:

Sigaraya haramdır diyenler, şer'i birçok dayanak göstermişlerdir. Biz bu ayrıntıları şöylece
toplayabiliriz. 490

1- Sarhoş edicilik:

Fıkıhçılardan bazıları sigara için sarhoş edicidir, sarhoş edici olan her şey de dinimizce haramdır,
o halde sigarada haramdır, demişlerdir. Tabi buradaki sarhoş edicilikten maksat, aklı tamamen
içki gibi götürmek olmasa bile akıl üzerinde etkili olmasıdır.
Bu fıkıhçılar bahsedilen sarhoşluğun ilk sigara içen kimsede çok açık belirdiğini de ileri sürüyorlar.
Bir kısmı da; "Biliyorsunuz duman içen herkes nasıl olursa olsun mutlaka sarhoş olur tabi
buradaki sarhoşluktan maksat içen kişinin sigara olmadan canının rahat etmemesidir. Yoksa içki
gibi bedensel bir sarhoşluk değildir" demişlerdir.
Hatta bazı fıkıhçılar buna binaen sigara içen şahsın imameti bile sahih değildir demişlerdir. 491

2- Gevşetmek ve hissizleştirmek:

Sigaranın haram olduğunu söyleyenler sigaranın sarhoş edici olduğu kabul edilmese bile; içeni
gevşettiği (rahatlattığı), hissizleştirdiği zayıflattığı bir gerçektir, demişlerdir. Delil olarak da; Ahmed
bin Hanbel ve Ebu Davud'un, Ümmi Seleme (ra)'ten rivayet ettikleri, "Resulullah (sav)'ın her sarhoş
edici ve gevşetici den nehyetmiştir" hadisini ileri sürerler.
Bu fıkıhçılar hadisteki "mufettir" kelimesinden maksat sigara içenlerin içerken gevşemeleridir ve
bu hadis sigaranın haram oluşu hakkında sana yeterli delildir, demişlerdir. 492

3- Zarar:

Burada iki çeşit zarardan bahsedilmektedir:


a) Bedensel zarar: Sigara gücü düşürür, yüz rengini sarılaştırır, şiddetli öksürük getirir ki bu da
verem hastalığına sebep olur. Fıkıh ulemasından bazılarının şu görüşlerini burada aktarmak
meselenin ciddiyyetine verdikleri önemi ortaya koyacaktır: "Bir anda zarar verenle, zamanla zararlı
olan arasında haram olmaları bakımından bir fark yoktur. Çünkü, hemencecik zararlı olması veya
yavaş yavaş vermesi neticede aynıdır.Hatta ikincisinin tedavisi daha da zor olmaktadır."
b) Mali zararı: Sigaraya verilen para, malı olur olmaz yere harcamaktan saçıp savurmaktan
ibarettir. Yani ne vücuda, ne ruha ne de dünya ve ahirette hiç bir şeye faydası olmayan şeye para
harcanıyor. Halbuki hem Resulullah (sav) bunu yasaklamış hem de konuyla ilgili olarak Allahu
Teala şöyle buyuruyor:
"Gereksiz yerde saçıp savurma! Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar şeytan
ise rabbine karşı çok nankördür" 493.
Bir alim der ki, "Eğer bir şahıs sigarada hiç bir fayda yoktur dese şeran ona haram olması gerekir.
Kullanma yönüyle değil malını gereksiz yerde harcama yönüyle haram olur. Çünkü malı denize
atarak zayi etmekle, yakarak telef etmek, ya da bir başka şekilde heder etmek arasında hiç bir fark
yoktur."
Sigaranın haram oluşuna hüküm veren ve onu yasaklayan alimlerden bazıları şunlardır: Şeyhu'l
İslam Ahmed es-Senhuri, Şeyhu'l Maliki İbrahim el-Likani, Mağrib alimlerinden Ebu'1-Gays el-
Kaşşaş, Dımeşk alimlerinden Nemmeddin bin Bedreddin, Yemen alimlerinden İbrahim bin Cem'an
ve öğrencsii Ebubekir bin el-Ehdel.
Ayrıca Haremeyn alimlerinden Muhakik Abdulmelik el-İsami ve öğrencisi Muhammed bin Allame
ve Seyyid Ömer el-Basri, Türk illerinden şeyhu'l Azam Muhammed. Bütün bu alimler sigaranın
haram olduğuna fetva vererek onun takdim edilmesini de yasaklamışlardır. 494
Tahrimen mekruhtur diyenlerin dayanağı

Sigaranın mekruh olduğunu söyleyenler aşağıdaki açıklamalara dayanmışlardır.


a) Sigaranın zararlı olduğu açıktır. Az içilse bile zamanla bu alışkanlık yaparak çoğalmaktadır.
b) Sigara malı eksiltir. İsraf, tebzir (saçıp savurma) ve malı ziyan etmek kadar değilse bile yine de
para kaybıdır. Çünkü sigaraya harcanan para sahibine ve tüm insanlara faydası olan bir hayra
yatırılabilirdi.
c) Koklayan herkesi rahatsız eden pis kokuya sahip olup, tüm insanların ortak oldukları havayı
kirleterek onlara eziyet etmektedir. Halbuki dinimizde böyle olan herşey mekruhtur. Örneğin ağız
kokusu yapan soğan, sarımsak, ve benzeri helal yiyeceklerde olduğu gibi.
d) Toplumda faziletli ve olgun insanlara göre şahsiyeti düşürücü kabul edilmesi.
e) Gerektiği gibi ibadet etmeye engel olması
f) Sigaraya alışan şahsın bulamaması halinde can sıkıntısına uğraması ve gün boyu onu
düşünmesi.
g) Toplumda böyle şeyleri kullanmanın şahsiyete yakışmaması ve kullananların toplumdaki
insanlardan sıkılarak kullanması. Hanefi mezhebine mensub Şeyh Ebu Sehl Muhammed İbnu'l
Vaiz der ki, "Kafi deliller onun mekruh oluşunu, zanni deliller de haram oluşunu göstermektedir.
Ama hala onun mekruh olmadığına direten varsa, olsa olsa hakka karşı çıkan inatçı ve kibirli
insanlar olabilir. Çünkü dinen kötü koku veren her şey mekruhtur örneğin soğan gibi hal böyle iken
bu pis dumanın mekruh olması daha akla uygundur. 495

Mubah olduğunu savunanların dayanakları

Sigaranın mubah olduğunu savunanlar ise, her şeyde asıl olan mübahlıktır kuralını, delil
gösteriyorlar. Haram olduğunu ileri sürenlerin delil gösterdikleri sarhoş edicilik ve uyuşturuculuk
vasıfları hakkında ise: böyle bir şeyin iddiası doğru değildir çünkü sarhoşluk demek; azaların
hareket etmesine rağmen aklın gitmesi demektir. Uyuşturmak demek; azaların durmasıyla
beraber aklında gitmesi demektir ki, sigara içen kimse için bu iki hal de
sözkonusu değildir. Evet sigaraya alışmamış ilk içen kimse için bir anormallik olsa da bu onun
haram oluşunu gerektirmez diyorlar.
Onun israf olduğunu savunanlara da israfın sigaraya mahsus olmadığını söylüyorlar. Bu görüş
Allame Şeyh Abdulgani en-Nablusi'nin görüşüdür.
Hanbeli fıkhına ait "gayetulmuntfeha" adlı eseri şerh eden (açıklıyan) Şeyh Mustafa es-Suyuti er-
Ruhbani der ki:
"Dinin temel ve ayrıntılarına muttali olan her araştırmacı alim, nefsani havasına kapılmadan,
sigaranın yaygın olduğu bir zamandan sonra insanlar onu tanıdıktan ve onlara zarar verdiğini ve
sarhoş edici olduğunu ileri süren ve onun haram olduğunu iddia edenlerin delillerinin batıl yersiz
olduğu da ortaya çıktıktan sonra, onun haram olup olmadığmdan sorulduğunda sadece onun
mubah olduğunu söyleyebilir. Çünkü hakkında haram olduğuna dair ayet ve hadis bulunmayan
şeylerde asıl olan onların haram olduğuna dair delil sabit oluncaya kadar mubah ve helal
olmalarıdır. İslam hukukçuları şer'i bir dayanak olmadan akılla varılan hükümlerin batıl oldukları
konusunda görüş birliğine varmışlardır.
Tabi bu görüş onun devrindeki şartların ortaya koyduğu durumdan kaynaklanmıştır. Biz biliyoruz
ki günümüzde olduğu gibi sigaranın zararları açık ve net olarak ortaya konsaydı o mutlaka
görüşünü değiştirirdi. 496

Sigara hakkında açıklama ihtiyacı duyanların görüşleri

Sigaranın haram olabilmesi için açıklama gerektiğini söyleyen alimler ise şöyle demişlerdir:
Bu bitki haddi zatında temizdir sarhoş edici ve pislik üreten bir şey değildir, o halde aslına
baktığımızda onun mubah olduğunu görürüz. Buna göre şer'i hükümler şu şekilde ortaya çıkıyor:
Eğer içen şahısların ne aklında ne de vücudunda bir zarar olmuyorsa o şahsın sigara içmesi
caizdir.
Ama sigara kullanmaktan zarar gören kimse, sigara yerine bal da olsa zarar veriyorsa o bile
haram olacak idiyse, aynı şekilde sigara kullanması da haramdır.
Tam tersine eğer sigara bir hastalığın yok olmasına sebepse onu kullanmak vacib olur.
Tabi bu hükümler sonradan meydana gelecek şeylerdir, yoksa haddi zatında onun mubah olduğu
açıktır. 497

Asrımızda yaşayan alimlerimizin görüşleri

Geçmiş alimlerimizin konuyla ilgili görüşlerine gözlerimizi kapatıp asrımızda yaşayan


alimlerimizin görüşlerine baktığımız zaman sigara için konulacak hükümde alimlerimizinde görüş
farklılıkları içerisinde olduklarını görüyoruz. Onların bir kısmının görüşü, örneğin Mısır'ın eski
müftüsü Şeyh Mahluf Haseneyn bunlardandır.
Geçmiş alimlerimizin görüşünü yansıtarak asıl olan mubah olmasıdır. Onun haram ve mekruh
olması daha sonraki eteklerden kaynaklanır mesela gerek malda gerek canda veya her ikisinde az
veya çok zarar meydana gelmesi ya da başkasının hakkının zayi olması, örneğin sigaraya para
harcıyarak çoluk çocuğunun ailesinin veya geçindirmekle yükümlü olduğu herkesin hakkının zayi
olması gibi sonradan meydana gelecek etkenler sebebiyle duruma göre haram ya da mekruh
olduğuna hüküm verilebilir. Ama bu saydığımız etkenler ve bu etkenlerin şüpheleri söz konusu
olmadığı zaman sigara içmek helal olur, demiştir.
Diğer bir kısım ulemamız da sigaranın kesinlikle haram olduğuna hükmetmiş ve bu konuda çeşitli
kitapçıklar yazmışlardır. Necd ulemasının çoğu sigara için haramdır demişlerdir. Bilhassa din
aliminin meslekdaşından sigara alıp içmesi olayına çok kızmışlardır. Nitekim zamanında Mearifi
Suudiyye'nin Müdürü Katar ulemasının büyüğü, Allame Şeyh Muhammed İbni Mani
Gayetulmuntehi adlı kitaba yazdığı haşiyesinin 2. cildi, 332. sahifesinde şöyle der: "Sigaranın
mubah olduğuna hüküm vermek saçmalamaktır. Bir defa görülen zararı, hissedilen tehlikesi,
çirkin kokusu sebebiyle ve olmadık yere harcanılacak paraya acınarak ondan kaçmak lazımdır.
Sakın ha ona mubahtır diyenlerin sözlerine aldırma, çünkü Resulullah hariç herkesin sözüyle amel
edilebilir de edilmeyebilir de."
Sigara hakkında belirtilen görüşlerin en dengelisi, getirilen delillerin en doğrusu her halde Mısır'ın
eski şeyhi büyük alim Mahmut Şaltut'un fetvaları arasında zikrettiği şu cümlelerin içerisinde
olacak:
"Sigaranın tütünü sarhoşluk getirmese bile, aklı bozmasa bile onun zarar veren eserlerini içerde
içmeyende hasta değilken bile hissetmektedir hem doktorlar onun maddesini tahlil etmiş geçte
olsa onda insan sağlığını tehdit eden ölüm mikrobunu bulmuşlardır. O halde artık onun eziyet ve
zarar aracı olduğuna şüphe etmemek gerekir. Bir başkasına eziyet ya da zarar vermek ise İslam
düşüncesinde içinde bulunduğu şeyin mahsudu ve pis olmasını gerektirir.
Ya bununla birlikte bir de paraya muhtaçken ya da daha önemli yerlerde harcaması gerekirken
insanın sigaraya harcadığı paraları düşündüğümüz zaman? İşte bu yönüne baktığımız zaman
onun mahsurlu olduğunu ve mubah olmadığını gösteren bir de mali yönü bulunduğunu
göreceğiz."
İşte bütün bunlardan ve tütünün kötü eserlerinin varlığı konusunda edindiğimiz güvenilir
bilgilerden hareketle şeriatın sigaraya ne kadar kötü baktığı ve onu istemediği kanaatına
varıyoruz.
İslam'ın bir şeyin haram ya da mekruh olduğuna hükmetmesi illa ki o şey hakkında özel bir nassın
bulunmasını gerektirmez.
Çünkü şeriatın umumi prensiplerinin bilinmesi sigaranın hükmünün verilmesine yeter. İşte bu illet
ve prensipler sayesinde islam insanların yeni icad ettikleri meselelerin haram ya da helal
olduklarını rahatlıkla ortaya koyar.
Tabi bu hükme varabilmek için bir şeyin en çok özellik ve bırakacağı eserleri bilmek gerekiyor,
eğer bu eser ve özelliklerde zarar hakim ise o şey mahsurlu olur ama yok eğer sırf fayda ya da
çoğunluğu fayda olursa o şeyi yapmak mubah olur. Fayda ile zarar tarafları eşitse onu tehlikeli
görüp kaçınmak daha iyidir. 498

İhtilaflar arasında en iyi görüşün seçim ve tercihi

Bana öyle geliyor ki; sigaranın ortaya çıkması ve yaygınlaşması ile beliren hükmü ihtilaf daha çok
sigarayı kullananların farklı durumlarından kaynaklanmaktadır. Yoksa alimlerin meseleye bakışları
paralellik arzediyor. Yani demek istiyorum ki; akla yahut vücuda zararlı olan her şeyin alınmasının
haram olması konusunda alimler aynı görüştedirler ama aynı hükmün sigara konusunda tatbik
edilmesi konusunda ise ihtilafa düşmüşlerdir.
Örneğin kimi, sigara için kendine göre bir sürü fayda sayıyor, kimi faydaları kadar aynı zamanda
zararda sayıyor bir başkasıda hiç bir faydası yoktur derken zararlı olduğunu da kabul etmiyor, işte
bu şekilde çoğaltılabilir.
Buradan şunu anlıyoruz ki; şayet ulema bu maddede zarar olduğu konusunda kesin bir karara
varsaydı hiç çekinmeden onu haram kılarlardı.
Yalnız burada şunu belirtmek isteriz: Sigara ve benzeri içilen maddelerde zararın olup olmamasını
isbat etmek fıkıh ulemasının işi değil, aksine tıp ve laboratuarcıların işidir. Bu maddede zarar var
mı, yok mu onlar mesuldür. Çünkü bu konuda alim ve bilirkişi onlardır.
Allahu Teala şöyle buyuruyor:
"Onu bilir kişiye sor" 499
Bir başka ayetteki;
"O sana bilirkişi gibi haber veremez" 500
Tıp bilginleri ise bu konuda üzerlerine düşeni yaparak onun zararlarını, ciğer ve solunum başta
olmak üzere genel olarak belirtmek suretiyle yerine getirmişlerdir. Son zamanlarda sigaranın
sebep olduğu akciğer kanseri de onun haram olduğunu haykırmaktadır.
Hem artık bugün sigaranın zararlarını bilmiyen kimse yok gibi. Kültürlü, kültürsüz herkes onun
zararlı olduğunu bilmektedir, bunun için uzman doktorun ya da kimyevi tahlilcinin (laborant)
isbatına neredeyse gerek yoktur.
Yukarıda ulemadan naklettiğimiz bir kuralı burada da zikretmek yerinde olacaktır. Hemen olan bir
zararla, zamanla olan zarar arasında bir fark yoktur, her ikisi de haramı gerektirir. Bu yüzden kalbe
hemen tesir edecek olan zehirle geç tesir edecek olan zehirin eşit seviyede haram oldukları
şüphesizdir.
Buna göre sigaranın haram ya da mubah olduğu konularında alimler arasındaki ihtilafın kaynağı
onun zararlı olup olmadığının bilinmemesidir.
Bazılarının çıkıp, efendim ayet hadis olmadan kafanıza göre bu gibi bitkileri nasıl haram kılarsınız?
sorusuna ise şöyle cevap veririz: Şari'i şöyle demiştir: "Allah (cc)'in, her haram için ayrı ayrı hüküm
belirtmesi gerekmez, gerekli olan bir çok ferdi meseleyi ve cüzi hükümleri içerisine alacak şekilde
genel kurallar belirtmesidir."
Kuralları saymak mümkündür ama bu kurallar için her cüzi meseleyi belirtmek mümkün değildir.
Şari'in, zarar veren ve pis olan her şey haramdır demesi, pis ve zararlı olan yiyecek ve içeceklerin
her çeşidinin haram mefhumu altına girmesi için yeterli bir kuraldır. İşte bu kurala dayanarak
haşhaş ve benzeri uyuşturucu maddelerinin haram olduğuna, ayet ve hadis bulunmamasına
rağmen, alimler icma etmişlerdir.
Bakın, Zahiri mezhebine mensub İmam Ebu Muhammed İbn Hazm'ın, ayet ve hadislerin
zahirleriyle delil getirdiğini görüyoruz, ama buna rağmen ayet ve hadislerin geneline bakarak,
yenildiği taktirde zarar getirecek olan yiyeceklerin haram olduğunu kabul etmektedir nitekim o,
şöyle der: "Zararlı yiyecekleri yemek haramdır. Çünkü bu konuda Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Allah her şeye iyilik, yapmayı farz kılmıştır." O halde kim kendine ya da başkasına
zarar verirse iyilik yapmamış olur. Dolayısıyla Allah'ın herkesi farz kıldığı iyiliğe muhalefet etmiş
olur ki bu da haramdır" 501.
Bu hükme varmak için Peygamber (sav)'in şu hadisiyle de delil getirilebilir: "Ne kendine ne de
başkasına zarar vermek yoktur" aynı şekilde Allahu Teala'nın şu sözüyle de delil getirilebilir:
"Kendi kendinizi öldürmeyiniz şüphesiz ki Allah size çok acıyandır" 502
İmam Nevevi'nin zararı olan yiyeceklerin haram olması konusunda Ravzası'nda sunduğu şu
cümleler bu konudaki ibarelerin en iyilerindendir: "Cam taş ve zehir gibi, yendiği takdirde zarar
verecek olan herşeyin yenmesi, haramdır. Aynı şekilde yendiği takdirde zarar vermiyen ve temiz
olan her şeyin yenmeside helaldir, ancak insanların pis kabul ettikleri şeylerin yenmeleri sahih
olan görüşe göre haramdır."
İmam Nevevi şöyle bitirdi: "İçinde az zehir olan ancak çoğu sağlıklı olan ilacın içilmesi ihtiyaç
olması şartıyla caizdir."
Bazı kimseler Şari'in haram olduğunu belirttiği şeyler hariç "Eşyada asıl olan ibahedir" kuralıyla
sigaranın helal olduğunu savunuyorlar.
Bunların görüşü şöylece reddedilebilir: Usulcülerden bu kuralın tam tersini söyleyenler de var.
Şöyle ki; şeriatın mubah kıldığı şeyler hariç eşyada asıl olan yasak olmasıdır.
Bence en doğru olan ne onların ne de bunların sözüdür. Gerçekte bir açıklamaya ihtiyaç vardır,
Yani; faydalı şeylerde asıl olan mubah olmasıdır, çünkü Allahu Teala kullarına takdir ettiği
nimetleri arz ederken buyuruyorki:
"O yer yüzünde ne varsa top yekûn sizin için yaratandır" 503 Malumdur ki, Allah Teala haram
kıldığı şeyleri O nimetlerin arasında saymaz. Zarar veren şeyler ise, vücuda, cana, yahut her ikisine
birden eziyet eden şeylerdirki, bunlarda asıl olan haram olmalarıdır. Sonra sigarada bilinmesi
gereken başka bir zarar daha vardır ki bu, yakıni bir zarardır. Şüpheye dahi mahal yoktur. Bu zarar
da, ekonomik zarardır. Yani demek istiyorum ki, ne dünyada nede ahirette faydası olmayan bir
şeye parasını harcamaktır. Sigaraların fiyatları da yüksektir. İçilirken bir kısmı atılarak yapılan israfı
da göz önünde bulundurursan, hatta bazılarının tam bir aile masrafına yetecek kadar para
harcamalarını da hesaba katacak olursan o zaman başka bir şey araştırmaya gerek yoktur.
Bazı kimselerin sigara içtikleri zaman canlarının rahat etmesine gelince, bu onun içinde vücuda
yarayan bir menfaat bulunması manasına gelmez. Bu olsa olsa içenlerin onu adet haline
getirdiklerinin, vücutlarını ona alıştırdıklarının belirtisi olabilir. Sonra bu sadece sigaraya mahsus
değil ki. Zarar ve eziyeti ne kadar büyük ve nasıl olursa olsun kişinin alışkanlık haline getirdiği
herşeyde aynı durum sözkonusudur.
İbn Hazm Muhalası'nda der ki: "İsraf haramdır, şöyle ki:
1- Az olsun çok olsun hatta velevki sivri sineğin kanadı kadar olsun Allah (cc)'ın haram kıldığı
şeylere para harcamak.
2- Var olan parasını harcayacak şekilde zaruri ihtiyacı olmadan parasını saçıp savurmak.
3- Az da olsa önemsemiyerek malı zayi etmek.
Allahu Teala buyuruyor ki: "İsraf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez" 504. Sigaraya
harcanan paranın onu zayi etmek manasına geldiği de açıktır.
Yukarıda naklettiğim alimlerden birinin sözü gerçekten çok güzel. Bir şahıs sigaradan hiç bir
şekilde fayda görmediğini itiraf ederse sigaranın ona haram olması gerekir. Çünkü bu taktirde onu
içmek, malı zayi etmektir. O takdirde malı denize atarak zayi etmekle, onu yakarak zayi etmek
arasında veya nasıl olursa olsun onu telef etmek arasında hiçbir fark yoktur.
Peki ya bu mali zarar yanında bir de bedensel, kesin, yahut zanni bir zararın varlığını da
düşünürsek o zaman mesele nasıl olur? Yani bir kimsenin hem malı, hem de vücudu aynı anda
zarara uğrasa durum nice olur?
Gerçekten bile bile hem de kendi isteğiyle hem malını hem de vücudunu zarara uğratan bir şeyi
satın alana ben şaşıyorum.
Bu konuda yazı yazanların gafil kaldıkları başka bir zarar daha var. O da psikolojik zarar. Yani
demek istiyorumki, günün birinde nasıl olmuşsa kendini sigaraya kaptırmış olan insan adeta onun
kölesi olmuş ve ona esir olmuş durumda. Elinde hürriyeti kalmamış kolay kolay kurtulamıyor, hem
zararı kendinden başka, çocuklarını dahi etkiliyor. Bu yüzden onları örnek bir terbiye ile
yetiştiremiyor. Aynı şekilde belki mâli olarak başka türlü ne sıkıntıları ya da ne kadar daha önemli
ve faydalı vereceği yerler vardır ama mecburen sigarasına para ayırmak zorunda.
Psikolojik olarak, sigaranın kölesi olmuş insanların çoğunu bu yüzden çocuklarının azıklarına
zulmederken ailesinin zaruri ihtiyaçlarını da kısarken görüyoruz. Halbuki ailesinin nafakasını
temin etmek zorunda ama ne yapsın kendini bir defa kaptırmış kurtulmak istiyor ama kendini bu
konuda güçlü görmüyor çünkü artık gücü kalmamış kendi elinden çıkmış.
Ailevi ya da bir başka sebepten sigaradan kendini alıkoyamayan bu tür insanların hayatı
gerçekten mutsuz, hayat terazisi bîr türlü dengesini toparlayamaz bir halde. Durumu çok kötü
kafası karışık, sebepli sebepsiz daima sinirli ve kızgın bir hayat sergilemekte.
Şüphesiz sigara hakkında bir hükme varmak istiyorsak bu psikolojik durumu da göz önünde
bulundurmak mecburiyetindeyiz. Yukarıdan beri zikrettiğimiz bu araştırmadan şu çıkıyor: Sigara
kullanmanın mubah olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün değildir. Bu olsa olsa açık bir yanılgı
ve meselenin detayından gaflettir. Sigaranın haram olması için, faydasız yere parayı zayi etmek,
bulunduğu yerdeki insanlara o pis kokuyla eziyet etmek, kesin yahut büyük bir ihtimalle vücuduna
zarar vermek yeterli sebeblerdir.
Evet tarihte Hicret'in bininci yıllarında bu bitki ilk yayılmaya başladığında alimler arasında onun
zararı daha kesinlik kazanmamışken belki bir derece yolu vardı, ama ilmi, ve tıbbi olarak herkesin
sigaranın zararlarını haykırdığı, kültürlü kültürsüz her kesin bu zararları bildiği, istatistik
rakamlarında bu realiyeti teyid ettiği günümüzde onun helal olabilmesi için hiç bir yön
kalmamıştır.
Soruda belirtilen dünyaca saygın bir tıp heyetinin bu konuda sıraladığı ve kabul ettiği kesin
zararların varlığı davamızı isbatta yeterli bir delildir.
Sigaranın mubah olduğu iddiası böylece çürüdükten sonra geride sadece haram ve mekruh olma
ihtimalleri kalmıştır.
Yukarıdaki açıklamalardan anlıyoruz ki onun haram olması, mekruh olmasından daha kuvvetli ve
daha uygundur. Bizim görüşümüz de budur. Çünkü sigarayı kullanmak alışkanlık haline geldiği
zaman, biyolojik ve ekonomik zararın olacağı kaçınılmazdır.
Peki haram değil de mekruh olduğu söylense akla tenzihen mekruh mu gelir, tahrimen mekruh
mu? diye sorulduğunda, akla en yatın ikincisidir. Çünkü durum ve delilleri incelediğimizde onun
haram olması gerektiğini görüyoruz. Yani adam haram demiyor, tahrimen mekruhta mı demesin.
Ne olursa olsun küçük günahlar büyük günahları oluşturur. Bu yüzden ben mekruhta ısrar etmenin
harama yakınlaştıracağından korkarım.
Bu konuda insanların bazılarını ilgilendiren bir nokta var. Meseleye değişik yönlerden baktığımız
zaman bazıları hakkında haramlık derecesinin daha da yüksek olduğunu görüyoruz. Tabiiki
mekruh olduğunu düşünenler içinde kerahat derecesi yükselir. Hatta haramlık derecesine yükselir.
Bu yönler, örneğin sigaranın belli bir şahsa kendi tecrübesi ile yahut başkalarının kendisinde
gördükleri olumsuz gelişmeler veya güvenilir bir doktorun ifadesi ile zarar verdiğinin sabit olması
durumunda, aynı şekilde sigaraya vereceği paraya çoluk çocuğunun ailesinin velhasıl
geçindirmekle yükümlü olduğu şahısların muhtaç olmaları durumunda.
Aynı şekilde, tüketilen sigaraların başka ülkelerden ithal edilmiş olması ve bu paraların
müslümanlara tecavüz ve işkence eden ülkelere güç takviyesi olarak gitmesi durumunda. Gene
şer'i ululemrin sigara içilmesini yasak etmesi halinde. Çünkü Allah'a isyan olmadığı yerde
Ululemre (İslami devlet idarecileri) itaat etmek vacibtir.
Bir de sigara içen şahsın din ve ilimde insanlara örnek ve imam olan kimselerden olması
durumunda ki, doktorların durumuda hemen hemen aynıdır. Şimdi biz burada sigara hakkında bir
hükmü belirtirken meseleye değişik bir kaç maddeyi de eklememiz gerekiyor ki, bakışımız adil ve
herkesin haline şamil olsun.
Birincisi: içip te ondan en kısa zamanda kurtulmak isteyen ancak melun maddeyi bıraktığında
eziyetle karşı karşıya da kalacak şekilde insanların damarlarına kadar girip yerleşmesi
neticesinde onlara hürriyet bırakmamış olması nedeniyle bırakamıyan nice sigara içenler vardır.
İşte bu tür insanlar uğraşıları ve neticede aciz kalmaları miktarınca özürlü kabul edilmişlerdir.
Herkese niyyet ettiği şey vardır.
İkincisi: Bizim şeri yön ve durumları araştırmamız neticesinde sigara kullanmanın haram olduğu
görüşüne meyletmemiz onun mesela içki kumar ve zina gibi olduğu anlamında değildir. Çünkü
İslam'da haramın dereceleri vardır, bazıları küçük, bazıları da büyüktür. Her haramın karşısında
kendi hükmü ve derecesine göre günah vardır.
Kebair haramları sadece nasuh üzere tevbe yok eder ama küçük olan haramların keffareti için beş
vakit namazın hakkıyla eda edilmesi aynı şekilde cuma namazı, ramazan orucunu tutmak ve
geceleri ibadet etmek ve benzeri ibadetleri yerine getirmek hatta kebair günahlardan kaçınmak
faydalı olur.
İbn Abbas ve selefi sahilinden bazı kişilerin küçük günahlara devam etmenin büyük günahları
oluşturacağına dair bir rivayet gelmiştir ancak bu hadis konusunda hadisçiler arasında görüş
birliği yoktur.
Üçüncüsü: Muhtelefun fiih olan (ihtilaflı olan) haram muttefekunfih (üzerine görüş birliği olan)
olan haram derecesinde değildir. Bunun içindir ki bu tür haramları işleyen insanlara fasık demek
şahitliğinin geçersiz olacağını ve benzeri seri hükümlerde söz sahibi olmadığını bilhassa belanın
yaygın olduğu bir dönemde ileri sürmek çok zordur.
Bunlar böylece bilinmesi lazımdır bir de, bu dersimizden de anlaşıldığı gibi soru sahibinin bazı
alimlerden naklettiği, sigara hakkında verilmiş hükümlerin bir çoğu sadece ekonomik gücün olup
olmaması etrafında dolaşmaktadır. Sigara kullanan şahsın sigara masraflarını karşılayamaması
durumunda haram karşılayabilmesi durumunda ise mekruhtur görüşü, doğru ve kapsamlı bir
görüş değildir, çünkü biyolojik ve psikolojik zararı da ekonomik zararın yanısıra düşünmek gerekir.
Ayrıca zengin, malını istediği gibi istediği yerde zayi etme hakkına sahip değildir. Çünkü evvela
mal Allah'ın, sonra da toplumun malıdır.
Soruda belirtilen "Din alimlerinden bir çoğu sigara kullanmaktadırlar" sözü de delil olamaz. Çünkü
onlar, kendilerinin masum olduklarını iddia etmedikleri gibi aynı zamanda da bu hastalığı gençlik
ve delikanlılık yıllarında mubtela olmuşlardır.Daha sonra da iradeleri o kadar zayıfladı ki bu
zıkkımdan bir türlü kurtulamadılar. Bu alimler arasında kendisi kullanmasına rağmen sigaranın
haram olduğuna fetva verenler de vardır. Doktorlar arasında da sigaranın zararlı olduğuna inanan,
bu konuda konferans veren makale yazan ancak kendisini kullanmaktan bir türlü koparamıyan
insanlar vardır.
Sigara kullanmak erkekler hakkında bu kadar kötü olunca haliyle kadınlar hakkında daha da
kötüdür. Çünkü sigara kadının güzelliğini karıştırmakta, dişlerinin rengini değiştirmekte ağızının
kokusunu çirkinleştirmektedir. Halbuki kadının kendisini güzelleştirmesi vaciptir.
Sigara içen herkese benim nasihatim şudur: Bu belayı kuvvetli bir kararla samimi bir istekle söküp
atsınlar çünkü böyle şeylerde yavaş yavaş hareket etmek yeterli olmuyor.
İradesine sahip çıkamayan insanlarda gücü yettiği kadar onun şerrini azaltmaya baksın onu
kimseye güzel göstermesin başkalarına takdim ederek yahut misafirlerine uzatarak onları bunu
içmeye teşvik etmesin. Aksine sigaranın ekonomik, biyolojik ve pisikolojik zararlarını anlatmalı, bu
zararların en yakınında kendisinin sigaranın kölesi haline geldiğini bir türlü kurtulamadığını,
Allah'tan bu beladan kurtulmak için devamlı yardım istediğini anlatmalıdır.
Bilhassa gençlere şunu tavsiye ederim: Sıhhatlerini bozacak olan kuvvet ve dinçliklerini
zayıflatacak olan bu belaya düşmekten kendilerini uzak tutsunlar. Sigaranın erkeklik ve delikanlılık
alameti olduğu zannına kesinlikle kapılmasınlar çünkü o tuzağa düşenler bir an önce ondan
kurtulmak istiyorlar. Ondan kurtulmanın yolu ve ilk adımıda o sana galip gelmeden ve
kökleşmeden senin ona galip gelmendir. Yoksa kendini onun pençelerine kaptırdın mı Rabbin
merhamet edip kurtarırsa kurtarır, yoksa biraz zor.
İletişim araçlarının da onu kötüleyici programlara muntazaman ağırlık vermesi lazım. Film, roman
ve reklamcılarında her yerde münasebetti ya da münasebetsiz sigarayı çıkartarak ona teşvik edici
hal ve hareketlerden sakınmaları lazım.
Devletin de vatandaşını bu beladan kurtarmak için onunla var gücüyle mücadele etmesi lazım.
Evet belki depoladığı sigaralardan milyonlarca zarar edecek ama, pisikolojik ve fiziksel olarak
toplumu koruma altına almak milyonları kaybetme korkusundan daha değerlidir. 505

Aksırana Teşmit (Yerhamukellah) Demenin Hükmü Ve Hikmeti

Soru

Ben inanıyorum ki islam, hikmetsiz hiç bir hüküm koymamıştır. Fakat bu hükümlerin hikmetini
kimi anlar kimide anlayamaz. Bazen de hiç kimse anlayamaz, çünkü Allah (cc) kullarını böyle
şeylerle imtihan ediyor.
Bununla birlikte müslümanın şer'i hükümlerinin hikmetlerini bilmediği takdirde bilenlerden
öğrenmek istemesinin araştırmasının da bir sakıncası bulunmadığına inanıyorum.
Ben buna dayanarak ve affınıza sığınarak insanlar arasında meşhur olan aksırma ile ilgili bir şey
sormak istiyorum. İnsan aksırdıktan sonra niçin "Elhamdülillah" diyor? Bunu duyan bir başkası da
ona dua ederek neden "yerhamuke'llah" diyor? Şeriat sözlüğünde de buna "Teşmitul'atıs"
(aksırana dua etmek) deniyor halbuki aksırma işi hastalık halinde de sıhhat halinde de herkesin
başına gelebilen tabii bir haldir.
Aksıranın hamdetmesi, bunu duyan insanında ona dua etmesi, aksıranın tekrar karşılık vermesi
şeran gerekli midir yapılıp yapılmaması eşit olan edeplerden olup, terkedilebilir mi? 506

Cevap

a) Kardeşimiz Allahu Teala'nın hikmetsiz hiç bir şeyi meşru kılmadığı inancı gerçekten çok güzel.
Bunun sebebi Allah'ın isimlerinden birisinin "Hekim" olmasıdır. Bu isim Kuran'da çok tekrar edilir.
Demek ki Allah yaratmasında takdir etmesinde hakim olduğu gibi kullarına emrettiği veya
nehyettiği dini hükümlerde de hakimdir.
O halde Allah, iş olsun diye şeriat göndermemiş ve boşu boşuna yaratmamıştır. Akıl sahiplerinin
dediği gibi, "Rabbimiz sen bunu boşuboşuna yaratmadın biz seni noksan sıfatlardan tenzih
ederiz" 507.
Bu konuda, İmam İbni Kayyım şöyle diyor: "Kur'an-ı Kerim ve Resulullah (sav)'nin sünneti,
hükümlerin sebepleri, hikmetleri ve faideleri ile dopdoludur. Yine buralarda yaratılışın hikmetlerini
de görmek mümkündür. Şer'i ahkamın üzerine bina edildiği prensiplerin hikmete vakıf olmak da
mümkündür.
Eğer bunlar Kur'an'da ve sünnette belli sayılarda, mesela yüz tane veya ikiyüz tane olsalardı
bunları hepimiz bilir, kolayca sayardık. Ama o kadar çoklar ki, bu hikmetlerin hepsine muttali
olmak mümkün değildir"

.
b) Kardeşimizin ikinci güzel tesbiti, hükümlerin bazılarının bir kısım insanlara açık olmasının
yanında diğer bir kısmına da kapalı kalabilmesidir. Hatta yine başka hikmetlere binaen bazen tüm
insanlara gizli kalabiliyor. Bu hikmetlerden biri Allah'a itaat edenle aklına itaat edenin, Resule tabi
olanlarla sırtını dönenlerin ortaya çıkmasıdır. Bir diğeri de; insanlar kafalarını çalıştırsın, hikmet ve
faydalardan gizli kalanları çalışarak, gayret ederek aydınlatsınlar, ortaya çıkarsınlar. Bu çalışmalar
sayesinde, gözden kaçabilecek bir çok hikmet ve maslahatların bilinmesi ve ortaya çıkartılması
sağlandı. Yine de insanlar, keşke Allah yolu kısaltsaydı da her hükmün ardından onun hikmet ve
maslahatını onların çalışmasına gerek bırakmadan belirtiverseydi, diye düşünürler.
c) Kardeşimizin üçüncü güzel hareketi de kendisine gizli kalan bir hikmetli konu hakkında bilgili
zannettiği ilim ehline danışarak araştırmasıdır. Ancak bu durum onun bir takım şüpheleri
olmasından ve bunları araştırma çabasından kaynaklanmıyor. Aksine onun kalbinin mutmain
olabilmesi için daha da yalan, istediğinin delilidir. Geçmişte bunu İbrahim Aleyhisselam da
yapmıştı o, şöyle dedi:
"Ey Rabbim nasıl ölüleri diriltirsin bana göster? Rabbi dedi ki yoksa inanmıyor musun? O da; Evet
inanıyorum, ancak kalbimin daha da rahat etmesi için soruyorum, dedi" 509.
Aynı şekilde bu davranış başka bir yönüyle de kardeşimizin ilmini ilerletmek istediğine delalet
eder ki Kur'an bunu emrediyor, şöyle ki: "Ey Habibim de ki: Ey Rabbim benim ilmimi artır"510.
Yine Allah Resulü'nün da teşvik ettiği bir davranıştır. Şöyle ki: "Mümin son durak cennet oluncaya
dek hayırdan asla doymaz"511.
Aksıran ve onu duyanın uyması gereken edepler:
d) Kardeşimizin sorduğu, aksıranın yapacağı hamd ve onu duyan kişinin tesmit olarak vereceği
karşılığın hikmetine geçmeden önce islamın bu konudaki hükmü hakkında ufak bir ışık tutmak
benim için güzel olur diye düşünüyorum çünkü hüküm hikmetten öncedir:
1- Aksıranın ilk görevi Allah'a hamdetmesi ve "elhamdülillah" veya "elhamdulillahi alaküllihalin"
veya "elhamdulillahi rabbil'alemin" demesidir. Bu konuda bir çok hadis vardır. Bu işin müstehab
olduğunda görüş birliği vardır. Nevevi de böyle demiştir.
2- Aksıranın uyması gereken edeplerden bazılarıda şöyledir: Sesini oldukça alçak tutacakki meclis
arkadaşlarını ve toplum bireylerini ürkütmesin, hamd; yüksek sesle yapacak ki etrafındakiler onu
duyabilsin hapşırırken yüzünü kapatacak ki meclis arkadaşını tiksindirecek bir şey ağzınn ya da
burnundan çıkmasın. Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste şöyle denilmiştir: Peygamber
(sav) aksırdığı zaman eliyle ağızını tutar ve oldukça sessiz bir şekilde aksırırdı" 512.
3- Sonra hamdettiğini duyduğu kişiye de yerhamukellah diyerek dua etmesi vaciptir. Ahmed bin
Hanbel ve Ebu Ya'la'nın rivayet ettikleri bir hadistede bu konu şöyle dile getirilmiştir: "Sizden biriniz
aksırdığı zaman, yanında bulunanlarda, "Yerhamuke'llah" desin bu, müslümanın müslüman
üzerindeki haklarındandır.
Fakat bu konuda varid olan hadislerin bir çoğuna baktığımızda onun farzı ayin olduğu görüşüne
varıyoruz. Hadislerin bir kısmında bizzat vücub lafzı kullanılarak beş şey müslümana vaciptir"
(Buradaki vacip farz demektir) şeklinde ifade ediliyor. Bir kısımında da bu manaya delalet eden
hak kelimesi kullanılarak, "müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır" ibaresi yer alıyor. Diğer
bir kısmında aynı anlama gelen "Ala" kelimesi istimal ediliyor, hatta direkmen farz için kullanılan
emir sigası ve sahabinin: "Resulullah bize emretti" gibi sözleriyle gelen hadisler arasından İbnu'l
Kayyim'in de dediği gibi, şüphesiz fıkıhçılar yukarıdaki kadar açık olmıyan delillerle bir çok şeyin
vacip olduğunu belirtmişlerdir. Ehli zahirin bir çoğunluğu ile, ulemanın bir çoğuda aynı
görüştedirler.
Fıkıhçıların bir kısmıda: Aksıran kişiye dua etmek farzı kifayedir bir kimse yaptımı diğerlerinden bu
farziyet düşer, görüşündeler. Maliki mezhebinden İbni Rüşd ve İbnu'l Arabi bu görüşü tercih
etmişlerdir. Hanefiler ve Hanbeliler'in bir çoğu da bu hükmü belirtmiştir.
Malikilerin bir bölümü bu duanın müstehab olduğunu bir kısmının yapmasıyla diğerleri için yeterli
olacağını söylüyorlar. Şafiilerin görüşüde aynıdır. Delil yönüyle tercihe yalan olan birinci görüştür.
Yani farz olmasıdır hafız (hadis hafızı) İbni Hacer el-Askelani'nin de dediği gibi, onun farz
olduğunu gösteren hadisler kifaye olmadığını göstermez. Çünkü aksırana yapılması gereken
duanın emri mükellef olanların umumuna şamil olabilen farzı kifaye ile de sahih olan görüşe göre
gene toplum muhataptır, bazılarının yapmasıyla diğerlerinden düşer.
4- Aksırana dua etmekle ilgili hükmün de istisnaları vardır şöyle ki:
a) Aksırdıktan sonra "El-hamdu Lillah" denmediği taktirde. Çünkü duanın şartı hamd'dır. Nitekim
Buhari'nin, Enes bin Malik'ten rivayet ettiğine göre, Enes der ki: "Peygamber (sav)'in yanında iki
adam aksırdı. Peygamber (sav), birine dua etti, öbürüne etmedi. Bunun sebebi sorulunca o, şöyle
buyurdu: "Bu adam "El-Hamdu Lillah" dedi, fakat bu adam demedi, buyurdu."
b) Nezleye yakalanmış bir adam da üç kereden fazla aksırdığı zaman gene dua etmek gerekmez.
Çünkü bu adam hastalığı icabı defalarca aksıracak yanındaki adamın da her defasında dua
etmesi zorluk getireceğinden bu da, istisnalar arasında yer almaktadır. Aksırma duası yapmaması
diğer başka dualar da yapmayacak anlamına gelmez. Başka türlü, örneğin afiyet, şifa ve benzeri
dualar da bulunabilir. Ancak bunlar konumuzla ilgili değildir.
c) Kafir aksırdığı zaman ona da dua edilmez. Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayet edilmiştir. O der ki:
"Yahudiler Allah Resulünün huzurunda demesi için birbirlerine işaret ederek aksırıyorlardı. Ama
Resulullah şöyle diyordu: "Allah size hidayet versin kalbinizi ıslah eylesin"513.
Bundan anlaşılıyor ki, onlara mahsus başka bir dua vardır, yoksa mutlak olarak istisna edilenler
arasında değillerdir.
d) Cuma günü imam hutbede iken aksırana da dua edilmez. Çünkü imam hutbede iken her türlü
konuşma yasaklanmıştır. Ama imam hutbeden ayrıldıktan sonra dua etme imkanı vardır.
5- Ebu Hureyre'nin de rivayet ettiği, Buhari ve başka eserlerde bulunan bir hadisinde olduğu gibi,
aksıran kimsenin de ona dua okuyan kimseye, "yehdina ve yehdikümullah" diyerek dua okuması
vaciptir.
Hadis şöyle: "Sizden biriniz aksırdığı zaman "El-Hamdu Lillah" desin, kardeşi, ya da (ravinin
şüphesidir) ardakaşı da: "Yerhemuke'llah" desin o, dediği zaman aksıran "yehdikümullahu ve
yuslihubaleküm" desin.Yahud İbni Mesud'un hadisinde olduğu gibi dua edene aksıran mağfiretle
dua edecekki "yağfirullahulenaveleküm."
Alimlerin bir kısmı her iki duanında birleştirilmesini caiz görmüşlerdir. Nitekim Muvetta'da geçen
bir hadiste, Nafi'den, o da İbni Ömer'den rivayet etmiştir ki, İbni Ömer aksırdığı zaman ona
deniliyordu, o da "Yerhamuna'llah ve iyyakum ve yağfirullah lena ve leküm" diyerek karşılık
veriyordu. 514

Aksırma anında hamd etmek ve dua etmenin hikmeti:

e) Aksırmanın edebini ve hükümlerini öğrendikten sonra bu konudaki hikmet ve maslahatın


yüzünü açma zamanı geldi. Bu hikmet gerçekte şu üç şeyin içinde bulunacaktır.
Birincisi: İslam'ın edeplerdeki çalışması her zaman ve her halükarda müslümanı Allah'a
bağlamakta yoğunlaşmaktadır. Bunun için de hergün bir ya da bir kaç defa tekrarlanan tabii ve
fıtrat gereği hadisleri fırsat bilmektedir ki, müslüman Rabbini zikretsin, O'nun ipine sarılsın.
Böylece dua ederek yemeden içmeden önce Rabbini hatırlasın. Yedikten içtikten sonra,
uyumadan, uyanırken, girip çıkarken, vasıtaya binerken, elbiseyi giymeden, sefere çıkarken,
döndükten sonra ve benzeri hallerde bilinen belli başlı duaları okumanın sırrı da burada
gizlenmiştir.
O halde müslüman aksırdığı zaman hamd etmesi kardeşinin de ona "yerhemuke'llah" diyerek
rahmet okuması, sonra kendisinin tekrar dua etmesinde hiçbir yoktur. Çünkü böylece Rabbani
manalar toplum ve fertlerin hayatının içine yayılmış oluyor.
Ama aksıranın özellikle hamd etmesinin hikmetine gelince; bu konuda Allame el-Huleymi şöyle
demiştir: "Bunun hikmeti; Aksırmak, düşünce kuvvetini içinde saklayan, duyu organlarının madeni
olan damarların kaynağı durumunda bulunan azaların selameti onun selametine bağlı olan,
beyindeki bir mikrobu dışarı atmaktadır. O halde onun ne büyük bir nimet olduğu ortaya çıkıyor ve
dolayısıyla hamdla karşılıklı bir münasebeti olduğunu anlıyoruz. Çünkü hamdın manası; Allah'ın
büyük bir yaratma güç ve kudretine sahip bulunduğunu ve yaratılanların tabiata değil Allah'a izafe
edilmesi gerektiğini kabul etmektir."
Duyan kişinin "Yerhamuke'llah" demesinin hikmetine gelince; onu da Kadi İbnul Arabi şöyle
vurgulamıştır: "Aksıran bir insanın başındaki her organ ve o organa bağlı damar vs. bir anda
durduktan sonra tekrar çözülüp harekete geçmektedir. Dolayısıyla "Yerhamuke'llah (Allah sana
merhamet ediyor)" dendiği zaman sanki şöyle denmiş oluyor: Bedeninin tekrar eski sıhhatini
alması başka türlü hale girmemesi Allanın sana verdiği bir rahmet ve merhametinin eseridir."
İbni Ebi Cemre, aksırma ile ilgili açıklamasında şöyle der: "Burada Allah'ın lütfunun büyüklüğüne
işaret vardır. Şöyle ki; aksırmanın nimetiyle kulundan mikropları dışarı atmış, ona hamd etmesini
meşru kılarak mükafatlandırmış, sonra da kendisine hayır duası edildikten sonra, onun da hayır
dua etmesini meşru kılmıştır. Bütün bunların az bir zaman içinde olması da yine ondan bir lütuf ve
ihsandır" 515.
İkincisi: Aynı şekilde İslam âdabı müslümanı müslüman kardeşlerine bağlamaya çok düşkündür.
Başka bir ifade ile islam adab" insanlar arasında kardeşlik hoşgörü ve sevgiyi yaymaya
çalışmıştır. Çünkü toplumdan monotonluğu kin ve nefreti kaldırarak hayır yapma yolunu gösteren
hayata tat veren sevgi kaynaşma ve kardeşliktir.Enaniyet, egoistlik, haset ve buğz
Peygamberimizin de ifade ettiği gibi toplumun hastalığı ve dinin öldürücüsüdürler.
Toplumda istenen acıma sevgi ve dayanışmayı yerleştiren, gaddarlık kin ve kopukluğu söküp atan
toplumsal barış çizgilerinden biri olan aksırma ile ilgili İslam'ın edebine şaşmaya gerek yoktur. İbn
Dakıku'1-Iyd der ki: "Akrısana dua etmenin faydalarından biri de, müslümanlar arasında kaynaşma
ve sevgiyi getirmesi, ayrıca aksıran insan kibir halinde ise, onun nefsini kırarak tevazu etmeye
yöneltmesidir." İşte bütün bunlar insanlardan beklenecek güzel şeylerdir.
Üçüncüsü: İslam aksırma ile ilgili edebinde, hayata zarar veren cahiliyye devrinde ne akla ne de
nakle dayanmıyan ve bu inançların eserleri olan fıtraten çirkin görülen örf ve adetleri ortadan
kaldırmayı gaye edinmiştir.
Allame İbni'l Kayyim'in bahsettiğine göre, cahiliyye insanları aksırmayla birbirlerine fal çekip, kıble
rüzgarlarını uğursuz saydıkları gibi aksırmayı da uğursuz kabul ediyorlardı.
Ru'be İbnu'l Acac, geçtiği bir çölden bahsederken, "Kat ettim onu aksırmadan korkmuyorum"
diyor.
İbu'l Kays, şöyle diyor: "Aksırmalar büyüyüp çoğalmadan ben kalkıyorum."
İbnu'l Kays, burada kendisinin aksırmaları duyup uğursuzlanmamak için, insanlar daha
uyanmadan av için uyandığını ve erken kalktığını anlatmak istemektedir.
Cahiliyede insanlar, sevdikleri aksırdığı zaman ona: "Çok yaşa, genç kalasın" diyorlardı. Kızdıkları
kimseler aksırdığı zaman da, "geberesin, patlayasın" diyorlardı.
Adam uğursuz kabul ettiği bir aksırma duyduğu zaman aksırana: "Senin başına, bana değil" derdi.
Yani Allah aksırmanın uğursuzluğunu sana isabet ettirsin, bana değil. Peşpeşe aksırmayı da çok
uğursuz görüyorlardı.
Ama Allahu Teala, İslam'ı gönderince, onun elçisi Hz. Muhammed (sav) de cahiliyye ehlinin içinde
bulunduğu delaleti kökünden kazıyınca, ümmetine uğursuzluğu ve fal çekmeyi yasaklayarak, kötü
şeylerle birbirlerine beddua yerine rahmetle dua etmeyi meşru kılmıştır.
Aynı şekilde aksıran insana beddua etmek nasıl bir zulüm ve kötülük idiyse bunun yerine duyan
insanın rahmet okuyarak hayır dua ile memur olması, aksıranın da tekrar kendine dua eden insana
mağfiret hidayet ve ıslah ile dua etmekle emredilmeside o zulmün zıddı bir alternatifdir.
Aksıran insanın kendine dua okumasına karşılık hidayet dilemesinin hikmetine gelince bu da, o
insanın cahiliyye adetlerinden yüz çevirerek Allah elçisine itaat yolunu tuttuğu için bu yolda
sebatını sağlamak amacıyla yapılan bir duadır.
Aksıranın, "Allah sizi top yekûn ıslah eylesin" diyerek dua etmesi de, aynı şekilde top yekûn bir
düzelme anlamına gelen bir kelimedir. Kardeşinin kendine rahmetle dua etmesine karşılık olsun
diye buna münasip top yekûn bir dua etmesinden ibarettir.
Yine aksıranınn mağfiretle dua etmesi de, hem kendine hem de ona dua edene şamil her ikisinin
günahlarının affı için yapılan bir duadır.
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'adır. 516

13. BÖLÜM TOPLUM SAĞLIĞI VE TIB HAKKINDA

İslamın Toplum Sağlığına Ve Tıbba Verdiği Önem

Soru

Aşağıdaki soruma açıklık getirme lütfunda bulunursanız memnun olurum.


islam'da bulaşıcı hastalık diye birşey yoktur görüşü doğru mudur? Çünkü Peygamber (sav)
Efendimiz, "Hastalık geçmez" buyuruyor. Hem herşey Allah (cc)'ın ezelden takdirine bağlıdır. O
halde bulaşıcı hastalıklardan korunmanın ne anlamı var diye, toplum arasında dolaşan fikirler var.
Bu tür fikirler çevre toplum sağlığı ve tıp alanında, hizmet veren personelin işini önemli ölçüde
zorlaştırıyor. Bir cuma hutbesinden de duyduğum kadarıyla, bu tür fikirleri, bilhassa din kisvesi
altında bulunan, şeyhlerin, imamların, halka aşılaması da, meseleye başka bir boyut kazandırıyor.
Bunlar doğru mudur? Bizler inanıyoruz ki, islamiyet, toplum sağlığına düşkün, hastalıklara karşı
koyan, hasta olmadan korunmayı, hasta olduktan sonra tedavi olmayı ve bulaşıcı hastalıklardan
kaçınmayı emreden bir dindir. Ama yine de toplumun sağlığını korumada sizin de katkınız olsun,
diye kitap ve sünnetin ışığı altında islam'ın toplum sağlığına bakışı, hakkında bilgi vermenizi
istiyoruz. Allah (cc) sizleri hayırla mükafatlandırsın. 517

Cevap

Asrımızda İslam'a vurulan darbelerin, en büyükleri bu tür, anlamsız sözler sarfeden, adlarından
vaiz, hatip, öğretmen, diye bahsedilen, gerçekte cahil veya talebe olan din adamı görünüşünde
insanlardan gelmektedir. Bu kişiler ufak tefek, nakillerle veya birbirine karıştırdığı bilgilerle,
öğrendiği zayıf, uydurma, hatta sahih olup manasını veremediği, veya yanlış yorumladığı böylece,
hem kendini, hem de başkalarını saptırdığı hadislerle insanları yanlış yönlendirmektedirler. Fakat
işin kötü tarafı, bu tür bilgisizler, doğruyla yanlışı seçemeyen avam tabakasının kalbinde de ayrı
bir yer tutuyor. Çünkü bunlar, insanların en nazik yerlerini, hassas davrandıkları konuları abartarak,
kısa ve hikaye anlatmak suretiyle, duygu sömürüsünde bulunuyorlar.
Gerçek şudur ki, İslam'ın, sağlık ve korunmaya verdiği önemi hiçbir din vermemiştir. Temizlik
İslam'da ibadettir, Allah'a (cc) yakınlıktır, hatta dini görevlerden birisidir.
1) Dikkat edilirse bütün İslami eserlerin (şer'i fıkıh) ilk konusunun "Temizlik" olduğu görülecektir.
Yani bu eserlerin ilk öğrettikleri şey İslam dininin prensiplerine uygun bir şekilde temizlik
vazifesinin yapılışıdır.
Bunun anlamı da şudur, günlük ibadet olan namazın anahtarı temizlik. Cennetin anahtarıda
namazdır, abdest almak suretiyle küçük pislikten, (abdestsizlikten) yıkanmak suretiyle, büyük
pislikten (cünüplükten) temizlenmediği müddetçe, hiçbir müslümanın namazı kabul olmaz.
Kirlenmeye, tozlanmaya, terlemeye, sahne olan abdest azaları, günde birkaç defa yıkanmak
suretiyle, temizlenmektedir. Buna paralel olarak, elbiseyi, namaz kılınacak yeri ve vücudu temiz
tutmakla namazın sahih olabilmesinin şartlarındandır. Buna ilave olarak Kur'an ve sünnet de,
temizlik ve temiz olanlar övülmüştür.
Örneğin, Allah Teala,
"Allah tövbe edenleri ve temiz olanları sever" 518.
"Orda temizliği seven erkekler vardır. Allah temiz olanları sever"519 buyurarak Küba Mescidi'nin
cemaatini övmüştür. Peygamberimiz, temizlik imanın yarısıdır buyuruyor. Bu hadisi Müslim sahih
hadisler arasında rivayet etmiştir. Tebarani de; "Temizlik sahibini imana, imanda cennete götürür."
şeklinde, bir hadis rivayet etmiştir.
İşte İslam'ın temizliğe verdiği önemin büyüklüğüne binaen müslümanlar arasında ün kazanan
hikmet dolu bir söz vardır "Temizlik imandandır." Bu sözü ilim ehli olsun, cahiller olsun, herkes
bilir. Bu gibi örnekler başka hiçbir sistemde görülmemiştir ve yoktur. Bu konuda, "Temiz olunuz,
çünkü İslam temizdir. Ümmetler arasında, nişane oluncaya dek temizleniniz" şeklinde hadisler
vardır.
Peygamberimiz (sav) temizliğe büyük önem vererek, insanları yıkanmaya çağırmıştır. Özellikle
cuma gününde buna daha çok önem vermiştir. Bir hadiste, yedi gün içinde birgün, her
müslümanın, mutlaka başını ve vücudunu yıkaması gerektiği vurgulanmıştır" 520.
Peygamberimiz (sav) ağız ve diş temizliğine de büyük önem vererek, "Misvak ağzın temizliğine,
Rabbinin de rızasına sebebtir" buyurmuştur 521.
Peygamberimiz (sav), saç temizliğine önem vererek, "Kimin saçı varsa (onu yıkamak suretiyle)
ona ikram etsin" buyurmuştur 522.
Peygamberimiz (sav) insan vücudunun artıklarının temizlenmesi konusuna da, önem vermiştir.
Örneğin, koltuk altı, ve etek traşı ve de tırnakları kesmek gibi...
Aynı şekilde ev çevresi ve eve bağlı durumların temizliğine değinerek, "Muhakkak Allah (cc)
güzeldir, güzeli sever, paktır, pakı sever, temizdir, temizi sever, o halde evlerinizi temiz tutunuz.
Yahudilere benzemeyiniz" buyurmuştur 523. Tüm çevre temizliğine önem veren Peygamberimiz
yolların temizliğine de değinerek, yollara engel veya pislik atanları ikaz etmiştir.
2) İslam dini, bazı cahillerin neticelerini düşünmeden, çevreye yapacağı etkiyi göze almadan
birtakım çirkin işler yapmalarının, çok tehlikeli bir iş olduğunu haber vermektedir. İslam'ın tehlikeli
gördüğü işlerin bulaşıcı hastalıkları oluşturan, mikropların başları olduğuna dikkat çekmek
isterim. Bunun da ötesinde bu tür çirkin işlerin aklı selim ve temiz karakterle bağdaşmadığı da
açıktır. İşte bunlardan bazıları; suya bevletmek, (bilhassa durgun sulara) banyolarda bevletmek,
gölgelerde, içme suyuna yakın yerlerde dışkısını yapmak, vs. iğrenç şeyler, bu tür insanlık dışı
hadiseleri Peygamberimiz (sav) üç melanet diye isimlendirmiştir. Çünkü bu üçşey önce Allah'ın
(cc) sonra meleklerin, sonra salih kulların lanetini üzerine çeker.
3) İslamiyet çalışkanlığı, zindeliği, atikliği, teşvik ettiği gibi gevşeklik, tembellik ve durgunluğun
insan vücuduna sakıncalı olduğunu haber vererek, yüzme, nişancılık ata binme ve benzeri sportif
faliyetlere çağırmıştır. Hatta çocukların babaları üzerindeki haklarından biri de babaların bu
konuda onlara ön ayak olmalarıdır. Bu yüzden İslamiyet, bu tür faliyetleri, insanları
cesaretlendirmek için meşru kılmış, hatta Peygamberimiz (sav) yaptırdığı at yarışması birincisine
hediye vererek ödüllendirmiştir. İşte tüm bunlar İslam'ın insan sağlığına verdiği önemin ifadesidir.
4) Öte yandan, sarhoş edici zevklendirici vasıfları ihtiva eden uyuşturucu çeşitleri vs. adları ne
olursa olsun alanları, caydırıcı seri cezalarla cezalandırmış, bütün bu maddelerin üretiminde,
katkısı olanlarıda büyük günah işledikleri için uyarmış, hatta içki konusunda on defa lanetlemiştir.
Bu da İslam'ın, insan sağlığını, ön planda bulundurduğunun delilidir.
5) İslamiyet'in insan vücuduna verdiği önemin, başka bir ifadesi de, Allah'ın helal kılmış olduğu
hoş ve temiz nimetleri, ister cimrilikten, isterse borçtan dolayı kendisine yasaklamış olanların
karşısına çıkmasıdır. Yüce Allah;
"De ki, Allahın kulları için meydana getirdiği süslenilecek şeylerle temiz rızıkları haram eden
kimdir." 524
"Ey iman edenler. Allahın size helal ettiği temiz ve helal şeyleri kendinize haram etmeyin. Aşırı da
gitmeyiniz."525
Öte yandan İslamiyet insan sağlığına zarar gelmesin diye, yemek ve içmekte, israf etmeyide,
yasaklamıştır. İslam herşeyin normalini seven bir dindir. Bu konuda;
"Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz" 526 buyruluyor.
6) Yine aynı şekilde, ibadet için olsa bile gece uyumamak, aç durmak ve çok amel etmek, gibi
insan vücudunu yıpratan şeyleride, haram kılarak, insan sağlığına ehemmiyet damgasını
vurmuştur. Nitekim ashabdan üç kişi yanına gelerek, biri geceleri hiç uyumayacağım, biri
gündüzleri hep oruç tutacağını, diğeri, hiç evlenmeyeceğini söylemeleri üzerine, Peygamberimiz
(sav), "Aranızda Allah'ı (cc) ençok bilen ve ondan en çok korkanınız benim, ama ben geceleri
ibadet için kalktığım gibi uyuyorum da, oruç tutuyorum, bazen de yiyiyorum. Hem ben kadınlarla
da evleniyorum. O halde kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir" buyurarak,
onları uyarmıştır.
Aynı şekilde ibadetle aşırı giden Osman İbni Mezun, Abdullah İbni Amr ve benzeri sahabileri
vücutlarının ve ailelerinin ve toplumun kendileri üzerinde hakları olduğu konusunda uyarmıştır.
7) İslam'ın insan vücuduna verdiği önemin başka bir örneği de şudur. Farz olan ibadetlerde
gerektiğinde, yani insan vücuduna zarar söz konusu olduğu takdirde azimetin terkedilip ruhsatla
amel edilmesidir. Eğer azimetle amel etmek hastalığa veya var olan bir hastalığın tedavisinin
gecikmesine veya ek bir külfete neden oluyorsa o zaman azimet terkedilerek, ruhsatla amel edilir.
Örneğin, abdesti terk edip teyemmüm etmek, ayakta kılmak yerine oturarak kılmak, ramazanda
orucu yemek ve benzeri kolaylıklar.
İslam'da vücut sağlığının dini ibadetlerden önce geldiğini de artık bilmeyen yoktur.
8) İslam dini, sağlığı korumaya verdiği önem kadar, koruycu hekimliğe ve ilaçla tedaviye de önem
vermiştir. Ancak korunmaya verdiği önem daha fazladır. Çok iyi bilinen bir gerçek te şudur; "Bir
dirhem harcayarak alacağın önlem, kantar kantar ilaç kullanmaktan daha faydalıdır."
Nebi (sav)'den nakledilmiş, bazı hastalıkların tedavilerini öğretici pek çok hadis vardır. Alimlerden
bir kısmı bu hadisleri, ilahi vahyin bir parçası olarak telakki ederek konunun üzerine eğilmişlerdir.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus, bu haberlerin bazılarının yaşanılan dönemin ve
çevrenin özelliğini taşıdığı gerçeğidir.
Örneğin; Arabistan çöllerinin sıcağının, hava şartlarının, iklim özelliklerinin etkisi ile ortaya çıkan
bazı durumlarda vardır. Bu durumları bütün insanlara şamil saymamız mümkün değildir. İbn
Kayyım'ın da konuyla ilgili olarak bu yönde açıklamaları vardır.
Burada konunun çok önemli bir başka yönünü de dikkate almamız gerekmektedir. O da pekçok
kişinin yeterince bilmediği, İslam tıbbı veya Nebevi tıb ile ilgili hadislerin gösterdiği yoldur. Bütün
bu hadisler bizi; dini bir gayretle ve Peygemberi vazife anlayışıyla bir bakış açısına ulaştırmaktadır.
Tahrif edilmiş ve putperestleşmiş dinlere, pekçok saçma fikirlerle, hurafeler girmiştir. Bütün
bunlar, doğru tıbbi yaklaşımları engellemiş, bu konulardaki gelişmelere de ket vurmuştur. Nitekim
İslam peygamberi (sav) geldi ve bu kuruntulara bir son verdi. Yanlışlıkları düzeltti ve ortaya eşsiz
prensipler koydu. Öyle ki bu çaba; sağlam ilmi verilere dayanarak yükselecek ve gelişecek bir
tıbbın kurulmasına esas (temel) teşkil etmiş oldu. Bu eşsiz prensiblerden bazıları aşağıda
sıralanmıştır.
1) Hz. Muhammed'in (sav) vücudun değerini sahibi üzerindeki hakkını vurgulayarak, kutsal
çağrının ilk adımlarını "vücudunun üzerinde hakkı var" nidasıyla atmıştır. Vücut acıktığı zaman onu
doyurması, yorulduğu zaman, dinlendirmesi, kirlendiği zaman temizlenmesi, hastalandığı zaman
tedavi etmesi vs. İslam hukukunda unutmaya, ihmale gelmeyen çok mühim ve Allah'ın hakkı olup
hesaba çekeceği görevler arasındadır.
2) Çeşitli dinlere mensup olan insanların gözünde, imanın kaderle olan problemi; inanan insanın
kazaya boyun eğmesi, belalara sabretmesi, gerektiğini bu yüzden tıp ve tedavinin imanla
bağdaşmadığını savunmaları neticesinde, ortaya çıkar.
Bu konuyla ilgili olarak Ebu Huzame (ra)'nın rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulmuştur: "Ben,
Allah Rasulüne,
"Ya Resulallah, edinmek istediğimiz köleler, tedavi olduğumuz ilaçlar, ve kaçtığımız tehlikeler
hakkında ne buyurursun?" Allah Rasulu:
"Bu yaptıklarınız da Allah'ın kaderidir." 527
Müsned'de rivayet edilmiştir ki, Bedeviler,
"Ya Rasulallah, tedavi olalım mı?" diye sormuşlar. Allah Rasulü,
"Olun, çünkü, Allah'ın karşılığında şifasını vermediği hiçbir hastalık yoktur" buyurmuştur. İşte ne
güzel cevap değil mi? Çünkü sünnetullah gereği sebepler ve neticelerini yaratarak, kaderi, kederle
gidermiştir. Örneğin; açlık bir kaderdir. Yemek suretiyle bunu gidererek, başka bir kadere
dönüştürmüştür. Yine susuzluğu suyla, hastalığı ilaçla gidermiştir. Neticede, her gideren ve
giderilen Allah'ın kaderidir. Hem de Peygamber (sav), kendine tedavi uygulamış, gerek ailesinden,
gerekse ashabından, hasta olanlara, aynı şeyi emretmiştir. Cabirin sahih bir hadisinde, Peygamber
(sav) Ubey İbni Kab'e, bir doktor göndermiş, o da ince bir kemiği yarasına dağlamak suretiyle onu
tedavi etmiştir.
Hz. Ömer, Şam'a gittiği zaman burada taun hastalığının yaygın olduğunu bildiğinden, daha
gitmeden hastalığın dönüşte bulaşabileceği endişesiyle arkadaşlarıyla görüş alış verişinde
bulundu ve heyetin tehlikeli yerlere girmemesi konusunda karar aldılar.
Bunun üzerine Ebu Ubeyde, "Ey müminlerin emiri, Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun" diye
çıkışınca, Hz. Ömer, "Evet Allah'ın kaderinden yine Allanın kaderine kaçıyorum, keşke bunu sen
değil de başkası söyleseydi. Hem biri otlak diğeri de çorak olmak üzere iki arazin olsa;
hayvanlarını otlak olan yere götürüp salsan yine de Allah'ın kaderi ile onları beslemiş olmuyor
musun.
3) Allah'ın Resulü, bulaşıcı hastalıklar konusunda Sünnestullah'ı yerleştirmiş, bundan kaçınmayı,
genel hastalıklara karşı, örneğin; taun ve benzeri hastalıklar için sağlık kuruluşları vasıtasıyla
müdahale etmeyi emretmiş, bunu da aşarak, korunma dairesini yabancı bölgelerin hayvanlarına
varıncaya dek, genişletmiştir ve şöyle buyurmuştur.:
"Sakın hastaları hasta olmayan hayvanlarla karıştırmayın"528. Yani su içme esasında hasta olan
develeri hasta olmayan develerle karıştırmayın, demektir. Müslim'de rivayet edilen, bir hadiste,
Sekif kabilesinden, cüzzcamlı bir adam Rasulullah'a biat etmek istedi, O da bir elçiyle haber
göndererek,
"Tamam biat ettik dönebilir" buyurmuştur. İbnu Mace'de rivayet edilen başka bir hadiste,
"Cüzzamlılara çok bakmayın" buyurulmuştur. Yine Rasulullah (sav);
"Cüzzamlıyla konuştuğun zaman aranızda en az bir veya iki mızrak boyu mesafe bulunsun,"
buyurduğu da anlatılır. Veba hakkında Peygamberimiz (sav),
"Bu hastalığın bulunduğunu duyduğunuz yere gitmeyin" buyurmuştur. Veba hakkında kısaca
böylece bilgi verdik.
Sorunuzda zikrettiğiniz; "Hz. Peygamberin, hastalığın sirayeti" diye birşey yoktur" sözü doğrudur
ve bu hadisi Buhari sahih olarak rivayet etmiştir. Ancak bunun manası şudur; hastalıklar
cahiliyyede inanıldığı gibi kendi kendine değil, bilakis Allah'ın takdiri ile ve onun doğal kanunları
çerçevesinde geçerler.
4) Hz. Peygamber "Tıbbı Ruhani" adını verdikleri şeyin karşısına çıkmış ama tecrübe ve sebeplere
bağlı güncel tıbba ise saygı göstermiştir.
Putperestlerin, cahillerin hatta yahudi ve hıristiyanların zahiri sebepleri bir tarafa iterek, gizli
etkenler, meçhul kuvvetlere dayanan, örneğin; fal, büyü ve benzeri sihirbaz ve deccalların koyduğu
batıl inançları da iptal etmiştir.
İmam Ahmed bin Hanbel, Abdullah İbni Mesud'un hanımından, rivayet etmiştir:
"Abdullah bir ihtiyacını giderip eve geldiği zaman kapıya varır, içerde istenmeyen bir halle
karşılaşmamak için öksürür. Sonra kapıyı çalardı. Yine birgün geldi ve öksürdü, bu sırada yanımda
beni kırmızılık hastalığından okuyan bir kadın vardı, ben onu müsait bir yere aldım. Kocam, içeri
girdi, boynumda bir ip gördü, bu neyin nesi diye sorunca, ben içinde bana ait bir muska var dedim.
Abdullah hemen onu kopardı. Abdullah'ın ailesinin şirkle alakası yoktur. Ben Resulullah'tan:
"Şüphesiz nazar boncuğu, sihir boncuğu şirktir" buyurduğunu duydum, dedi. Bunun üzerine ben,
"Niye öyle dersin, halbuki benim gözümde bulut vardı, ben onu falan yahudiye okuttum ve geçti"
deyince. Abdullah "Evet, ama bu şeytandandır buyurdu. Okuduğun zaman, elini kaldırır ve
iyileşirsin. Allah Resulünün şu duası sana şifa olarak yeter: "Ey insanların Rabbi, bu hastalığımı
gider. Çünkü sen şifa verensin, senin şifandan başka şifa yoktur. Hem zehirleri silip süpüren şifa
yine sendendir" 529
Yine senedini İsa ibni Abdurrahman'a dayandırdığı bir hadisinde, İsa der ki: "Abdullah İbni Hakim,
hasta idi. Ziyarete gitmiştim, birisi ona (boncuk) cinsinden bir şey taksaydın ya" dedi. Bunun
üzerine Abdullah, "Kim ne takarsa ona tevekkül etmiştir" buyurdu."
Ukbe bin Amir'den, o da Resulullah'dan rivayet ettiğine göre, "Peygamberimiz, kim muska takarsa
Allah'a şirk koşmuştur."
Başka bir rivayette:
"Kim muska takarsa Allah onu iyileştirmesin, kim boncuk takarsa Allah onu da iyileştirmesin"
buyurmuştur"530
Allah Resulü, tabip olduğunu iddia edip te gerçekte hiç alakası bulunmayanların önünü de seri bir
metodla kesmiştir:
"Kim doktor olduğunu ilan ederse ve ondan böyle bir meslek tanınmamışsa yaptığı zararları öder"
531,
Ama içinde ayetlerin yazılı olduğu muskalara gelince. Bunlar, Allah'a yalvarış ve duadan ibarettir.
Yoksa gerçek bir ilaç değildir. Çünkü peygamberimiz, zamanının ilaçlarını üç şeyde toplamıştır ve
şöyle buyurmuştur: "Şifa üç şeydedir. Bal şerbeti içmek, kan çektirmek (Hacamet) ve cildi ateşle
dağlamak" Bu şifalar arasında muskayı ve benzerlerini saymamıştır.
5) Hz. Muhammed (sav) hem hastaların hem de doktorların önüne, bütün hastalıkların, şifası
konusunda yeni kapılar açmıştır. Çalışma sahalarını genişletmiştir. Bu hastalıklar, gerek uzun ve
daimi olsun gerekse ince hastalıklar, dediğimiz kötü hastalıklar olsun. Örneğin, Buhari'nin Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste, şöyle buyrulur.:
"Allah'ın karşılığında şifasını göndermediği hiç bir hastalık yoktur."
Müslim ve Ahmed'in Cabir'den rivayet ettiği başka bir hadiste de: "Her hastalığın bir ilacı vardır.
Hastalık gelip o ilaca tosladığı zaman Allah'ın izniyle kişi iyi olur" buyrulmuştur.
Ahmed, başka bir hadiste, Hz. Peygamber (sav)'in, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah indirdiği
her hastalık için mutlaka bir şifa göndermiştir, ama bilen bilir, bilmeyen bilmez."
Şevkani der ki, bu hadiste, kendisinde bir hastalık bulunan, çaresi bulunmayan bir hastalığın
tedavisine ısrar edilebileceğine delil vardır.
İbnü'l Kayyim, Za'dül Meadı'nda, "Her hastalığın bir de ilacı vardır” hadisi üzerinde şöyle duruyor:
"Bu hadis hem doktora, hem de hastaya bir moral kaynağıdır. Hasta için ümitle ilaç aramaya,
doktor içinde çalışmaya vesiledir. Çünkü, mesela; hasta iyileşeceğine inandığı zaman, ümit
kapıları açılır, yeis (ümitsizlik) kapıları kapanır. Böylelikle morali düzelecek, moral düzelince,
hastanın mikroplara karşı direnme gücü artacak ve neticede, hastalık kendiliğinden yavaş yavaş
yok olacaktır."
Doktor için de mesele aynıdır. Örneğin doktor, bir hastalığın ilacının varlığına inandığı zaman onu
bulmak için kendini araştırmaya verecek ve bir şeyler yapacaktır. Hem vücut hastalıkları ile kalp
hastalıkları eşittir. Oysa Allah bütün kalp hastalıklarına mutlaka tersi ile bir şifa vermiştir. Hasta
onu bilir kalbinin hastalığının şifasına rastlarsa Allah'ın izniyle kurtarılır.
6) O nefsin sıhhatına da çok büyük değer vermiştir. "Sen nefsinle insansın cisminle değil."
Şüphesiz nefis ile cismin birbirlerine kuvvet ve zayıflık sağlamlık sakatlık eşitlik eğrilik bakımından
tesirleri vardır. Bunu çok önceden nefs alimleri ile doktorları vurgulamışlardır.
Geçmişte "sağlam, akıl, sağlam vücuttadır" demişler. Belki de sağlam vücut sağlam akıldadır
demiştir. Hem Hz. Peygamber; ruhun vücut üzerindeki etkisine işaret etmiştir. Nitekim mescit
inşa ederken Ashab-ı Kiram teker teker taşırken Hz. Ammar ikişer ikişer taşıyordu. Hz.
Peygamber: "Şüphesiz Ammar baştan aşağı imanla doludur" buyurdu.
Başka bir defasında da Resulullah ashabını visal (gündüzün orucuna geceyide eklemek)
orucundan nehyetmişti. Sahabe: "Bize yasaklıyorsun ama kendin yapıyorsun" deyince O da şöyle
buyurdu: "Hanginiz benim gibisiniz? Beni geceleyin Rabbim yediriyor içiriyor dedi" 532.
Kimin ruhu Hz. Peygamberin ruhu gibi olabilir ki, onu katlandığına katlansın. Mümin ruhuyla
nefsiyle insanların en kuvvetlisi ve en sağlıklısıdır. Çünkü onun imanı, kalıbını, huzur, gönül
hoşluğu ve çalışkanlıkla doldurmuştur. Nefsini de kin, buğuz ve kahredici kalp hastalıklarından
temizlemiştir.
"Ateşin odunu, yediği gibi hasette iyilikleri yer bitirir" denilince bundan başka şeyleri de yediğini
görüyoruz. Örneğin, "insan sağlığını ve damarlarını da yer bitirir" diyen ne güzel söylemiş. Aferin
şu hasede, ne kadar da adilmiş önce sahibini yiyor. Ya şu şiir:
"Hasetcilerin hilelerine kafayı takma, senin sabrın onları öldürür, görmüyor musun ateş yakacak
birşey bulamayınca kendini bitirir." (Şiir)
Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde: "Sizden evvelki insanlarda bulunan, haset ve tırmalayan buğuz
hastalığı sizde de vardır."
Hasedin kişisel ve toplumsal hastalık olduğunda şüphe yoktur. Ama fiziksel bir hastalık, olduğu
da ortadadır.
İşte İslam'ın damgasını vurduğu Resulullah'ın yerleştirmeye çalıştığı, önemli meseleleri bir kaç
başlık altında anlatmaya çalıştık. Bütün bu anlattığımız prensipler; dikkate alınır ve hakkıyla
uygulanırsa, sağlam kuvvetli dine karşı saygılı, dünyayı kalkındırmaya elverişli nesiller yetiştirme,
konusunda sevindirici neticeler alınabilir.
Başarı Allah'tandır. 533

Şarkı Dinlemek

Soru

Bazı insanlar, şarkının her çeşidini şu ayete dayanarak, haram kılıyorlar.


"İnsanlardan bazıları bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve alay edinmek için boş haberleri
satın alıyorlar" 534.
Bu ayette geçen "Lehve'l-hadis" kelimelerinin, bazı sahabelerin "şarkı" olarak tefsir ettiğini
söylüyorlar. Ayrıca onlar, "Boş sözler işittiklerinde ondan yüz çevirirler" ayetini de delil olarak ileri
sürüyorlar. Onlara göre "şarkı"da bir çeşit boş sözdür. Şarkı konusunda sizin görüşünüz nedir?
Ayetleri bu konuda delil göstermek doğrumudur? Lütfen bu mühim konuda bize fetva verin, çünkü
bu konuda oldukça kargaşa var hem de bu konu detaylı olarak açıklanmaya muhtaçtır. Teşekkür
ederiz. Allah mükafatınızı versin. (Amin). 535

Cevap

Şarkı meselesi (müzikli veya müziksiz) ilk dönemlerden itibaren İslam fukahasının tartıştığı
meselelerden olmuştur. Konunun bazı yönlerinde ittifak, bazı yönlerinde de ihtilaf edilmiştir.
Fakihler; fuhşu, kötülüğü, günah işlemeyi teşvik eden şarkıların haram olduğu" görüşünde ittifak
etmişlerdir. Eğer sözler çirkinse şarkıda çirkin kabul edilir. İslami edebe aykırı her söz haramdır.
Bu durumu şarkının namesinin, bestesinin veya icrasının güzel olması değiştirmez.
Tabi bunun dışında meşru olan sevinç, eğlence günlerinde, müzik dinlemenin sakıncası
olmadığında da görüş birliği vardır. Bu meşru günler, örneğin, düğün töreni, bayram günleri,
kaybolan birinin gelmesi vb. Bu konuda hadisler vardır.
Ancak ulema, yukarıdaki hususların dışında kalan durumlarda şarkı dinleme konusunda ihtilaf
etmiştir. Kimi müzikli olsun müziksiz olsun caizdir demiş, kimi de ister müzikli, ister müziksiz
olsun kesinlikle haramdır, demiştir.
Fakat bizim tercih ettiğimiz ve aklımıza yatan görüş odur ki; şarkı haddi zatında helaldir. Çünkü
aksine kesin ayet ve hadis bulunmadıkça eşyada asıl olan helalliktir. Şarkının haramlığı hakkında
varid olan deliller açıktır ama, sahih değildir. Ya da sahihtir fakat açık değildir. Sorunuzda
zikrettiğiniz iki ayet bu kabildendir (Sahihtir, açık, net değildir).
Birinci ayete gelince, Sahabe ve tabiinden bir kısmı şarkının haramiyetine bununla delil
getirmişlerdir, ancak bize bu konuda yani, onların tefsirine karşılık, yarayacak en güzel cevap,
İmam Ubni Hazm'in Muhali ası'ndan yaptığımız nakildir. O der ki, "Birkaç sebepten dolayı bu ayetle
kimse delil getiremez.
1) Resulullahtan başka kimse bu ayetle delil getiremez.
2) Delil getirenlere, getirmeyen sahabi ve tabiin ihtilaf etmiştir.
3) Ayetin kesin ifadesi onların delillerini iptal etmektedir. Zira ayetle, Allah'ın yolundan saptırma ve
ayetlerini hafife almak amacı ile bilgisizce boş şeyler satılanlar anlatılıyor. Gerçekte bu işi
yapanların küfrüne ayet açıkça delalet etmektedir ve bunları yapanların kafir olacağında ihtilaf
yoktur. Adam Allah (cc)'ın ayetleriyle dalga geçmek ve onun yolundan saptırmak amacı ile bir
Kur'an satın alsa yine kafirdir. Allah'ın kötülediği kimseler bu amacı güdenlerdir. Yoksa Allah, bu
ayetle boş şeyleri satın alıpta gayesi onun yolundan saptırmak olmayan, sadece nefsini
eğlendirmek için yapanları kesinlikle yermemiştir. Yine aynı şekilde adam kasıtlı olarak namazı
geçirmek için her ne yaparsa yapsın, ister Kur'an okusun, ister hadis okusun, ister sohbet etsin,
ister müzik dinlesin, fasıktır ve Allah'a asi olmuştur. Ama yukardakilerini yapmak suretiyle, farzları
kaçırmamışsa bilakis iyilik yapmış olur.
İkinci ayete gelince:
"Onlar boş şeyler duyunca onlardan yüz çevirirler. 536
Biz bu ayetin şarkıya delil getirilmesini de kabul etmiyoruz. Çünkü ayetin zahirine baktığımız
zaman, "lağv" dan maksatın sövmek, küfür etmek olduğunu görüyorsunuz. Zaten ayetin devamı
da bunu kanıtlıyor: "Onlar, boş sözler dinlediği zaman ondan yüz çevirirler ve sizin işleriniz sizin,
bizim işlerimiz bizim olsun, bizden size bir zarar gelmez. Bizim cahillerle işimiş yok derler." Bu
ayet Furkan suresinde geçen Rahman'ın kulları ile ilgili; "Onlar, cahillerle muhatab oldukları zaman
selam derler" ayetinin bir benzeridir.
Ayetle geçen "lağv"dan maksadın, şarkı olduğunu kabul etsek bile ayetin şarkıdan yüz çevirmeyi
müstehab gördüğünü ve yüz çevirenleri övdüğünü görüyoruz. Ayette yüz çevirmenin illaki
gerekliliğine dalalet yoktur. "Lağv" kelimesi, batıl kelimesi gibi faydasız şeyler demektir. Faydasız
şeyleri dinlemek bir hakkı zayi etmediği veya farzdan geri bırakmadığı müddetçe haram değildir.
Rivayet olunur ki, şarkı dinlemeğe izin veren İbni Cerih'e sormuşlar: "Kıyamet gününde amel
defterinin iyilik tarafına mı konulacak, kötülük tarafına mı?" İbni Cerih: "Ne iyilik tarafına konacak,
ne de kötülük tarafına, çünkü o boşa yemin gibidir. Allahu Teala buyuruyor:
"Allah sizleri boş yeminlerinizden yargılamayacaktır"537
İmam Gazali der ki: "Yemin ederek, Allah'ın ismini boş yere yani yemininde samimi olmaksızın
faydasız ve şeriata muhalif olarak zikreden kişi yargılanmayacak da şiir ve şarkı dinleyen mi
yargılanacak?"
Kaldı ki, her müzik boş da değildir. Müziğin boş yani lağv hükmünü alması sahibinin maksadına
bağlıdır. Çünkü iyi niyet: eğlenceyi ibadet, türküyü yakınlık yapar. Ama kötü niyet, ibadeti bile isyan
yapar. Örneğin, riya amacı ile yapılan ibadetlerde olduğu gibi bunların içi gösteriş dışı ibadetten
ibarettir. "Şüphesiz Allah şekillerinize bakmaz aksine kalblerinize bakar."
Burada İbni Hazm'ın şarkıyı reddedenlere Muhallası'nda verdiği güzel bir reddiyyeyi nakletmek
istiyorum. O derki: "Haramlığını savunanlar der ki, müzik hak mıdır değil midir? Üçüncü bir şık
zaten yoktur, çünkü Allah (cc) Haktan başka herşey sapıklıktır" 538 buyuruyor.
Bunlara cevabımız şudur. Allah (cc) muvaffak etsin Resulullah (sav) efendimiz: "Ameller ancak
niyete bağlıdır, herkes için niyet ettiği şey vardır" buyuruyor. O halde şarkıyı Allah'a isyan amacı ile
dinleyen fasık olur. Ama vücudu Allah'a ibadete hazırlamak amacı ile dinlemek için dinlerse bu
adamda itaatkar ve iyilik sahibi olur ve onun yaptığı bu işi de haktan sayılır.
Bir adam da ne isyan, nede ibadete hazırlık için dinlemiyorsa bu da lağv olur ki, bunu da Allah (cc)
affetmiştir. Örneğin; adamın keyif yapmak için bahçesine çıkması, hava almak için gezmeye
çıkması elbisesini çeşitli boyalarla boyaması vs. işleri gibi.
Müziği haram görenlerin delil olarak öne sürdükleri hadislere gelince. Bunların içinde sahihlik
bakımından itiraz edilmeyen, veya manası daha değişik yorumlanmayan bir hadis yoktur.
Kadı İbni Ebu Bekir Arabi der ki, "Bu konuda varid olan hadislerin hiçbiri sahih değildir." Gazali ve
İbnu Nahvide Umdesi'nde böyle demiştir. İbn Hazm bu konuda rivayet edilen hadislerin hepsi
uydurmadır, diyor.
Haliyle haram olması için öne sürülen delilleri çürütünce geride asli helallik kalıyor. Nasıl olmasın
ki çalgının helal olduğuna dair bir sürü hadis var. Biz bunlar arasından Buhari ve Müslim'in rivayet
ettiği bir hadisi zikretmekle yetineceğiz. Hz. Ebu Bekir birgün Peygamberimiz Hz. Aişe'nin
odasındayken yanında iki cariye şarkı söylüyorlardı. Olaya öfkelenen Hz. Ebu Bekir, "Peygamber'in
evinde neden şeytanın mızmızını çalıyorsunuz?" diye çıkıştı. Bunun üzerine Resulullah, "Bırak ey
Ebu Bekir, bu günler bayram günleridir" diye karşılık verdi. Tabi bu, bayram günlerinin haricinde
haramdır anlamına gelmez, böyle birşey zaten bize ulaşmamıştır. Ancak burada söylenmek
istenen, bayram günleri sevinç, eğlence günleridir. Tabii bu da müzik, vs. eğlence araçlarıyla
mümkündür.
Fakat bu fetvayı bitirirken dikkat edilmesi gereken bir kaç hususu hatırlatmak gerekir. Söylenen
şarkıların konusu İslam adabı ve terbiyesiyle bağdaşması şarttır.
A- Mesela; İslam'ın içkiyi şeytanın pisliği kabul ettiği, kadeh tutanı, içki yapan, yaptıranı, satanı,
taşıyanı ve her türlü katkıda bulunana lanetlediği ortadayken, sigaranın zararıda belli iken "Dünya
sigara ve kadehtir" demek İslam'a aykırı ve haramdır. Yine mahrem tanımayan, kadının gözlerini
öven şarkılar da İslam adabına muhalif ve terstir.
Çünkü Kur'an meydan okuyor.
"Mümin erkeklere söyle gözlerini haramdan korusunlar, namuslarını muhafaza etsinler" 539.
"Mümine hanımlara da söyle gözlerini haramdan korusunlar" 540.
Hem Allah'ın Rasulu: "Ey Ali ikinci defa namahreme bakma, çünkü ikincisi aleyhinde olur"
buyurmuştur. Bu deliller çoğaltılabilir.
B- Sonra şarkıyı söyleme tarzı çok önemlidir. Bazen öyle oluyor ki, şarkının sözlerinde herhangi bir
tehlike olmuyor ama şarkıcının kıvrak ve kırık sesinin dinleyenlerini heyecanlandırması ve
kalplerini hastalığa itmesi şarkıyı helallik dairesinden haramlık dairesine sokuyor. Örneğin
dinleyenlerin çok istedikleri nağmeleri yah, yuh, yih, gibi olan şarkılar gibi burada Peygamber
Efendimiz'in hanımlarına Mevla'nın emirlerim hatırlatalım: "Konuşurken sesinizi inceltmeyin,
çünkü kalbinde hastalık bulunan tema edebilir" 541.
C- Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da; İslam dini ibadet dahil herşeyin aşırısını ve israfını
haram kılmıştır. Peki mubah olsa bile bütün vakitlerini eğlence ile geçirmeğe ne diyeceksin.
Şüphesiz vakitleri boş şeylere harcamak kalbin büyük hedeflerden ve önemli görevlerden yoksun
olduğunun delilidir. Yine kişinin sınırlı vaktinden yapması gereken başka görevleri ihmal
ettiğininde delilidir. İbnu'l Mukaffi'in şu sözü ne kadar doğru ve yerindedir. Nerde bir israf
gördüysem mutlaka bir görev ve hakkı zayi etmiştir.
D- Bir de dinleyen insanın bu şartlarla beraber nefsine sahip olabilmesi gerekir, çünkü şarkı veya
buna benzer şeyler, insanı fitneye teşvik ediyor ve insanı nefsin bataklıklarında yüzdürüyorsa, tabii
ki bundan kaçınması gerekir ve bu tarafa esen rüzgârların önünü kesip nefsi istirahat ettirmek
gerekir.
Tabii şüphesiz bu kurallar sayı ve şekilleriyle şarkının konusu, söyleniş tarzı ile İslam'dan ve ahlak
kurallarından uzak olanların ellerinde olması sebebiyle zamanımızda çok az tamamlanabilir.
O halde onların reklamlarına katkıda bulunmak, seslerini duyurmalarına yardımcı olmak, mü'mine
asla yakışmaz, unutulmamalıdır ki onlar seslerini böylece duyuruyorlar.
Bu yüzden dinine bağlı müslümana yakışan odur ki, daima şüphelerden kaçınarak, azimetle amel
edecek, haram kokusundan kurtulamamış bütün şeylerden nefsini uzak tutacak, ama kim "Ben
ruhsatla amel edeceğim" derse nefsini korumak için çok araştırsın, gücü yettiği kadar günah
kokularından en uzak olanını seçsin dinlemek için bu kadar tehlike varsa ya o şarkı sanatçılığının
içinde bulunmak, gerçekten çok tehlikelidir. Bu işten sağlam imanla çıkmak az olan vakalar
arasındadır.
Tabi bu tehlikeler erkekler içindir. Kadını hiç karıştırma. Çünkü onun için bu işler çok daha tehlikeli
ve korkunçtur. Bu yüzden Allahu Teala, kadınlara giyimleriyle, kuşamlarıyla, gezişleriyle,
konuşmalarıyla erkeklerden sakınmalarını emrediyor ki, erkeklerin kötü bakışlarından,
eziyetlerinden korunmuş olsunlar. Bilhassa kalblerinde hastalık bulunan erkeklerden böylelikle
korunmuş olsunlar. Allahu Teala bir ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor:
"İşte böylece onlar çok zor tanınacak dolayısıyla da eziyet edilmeyecekler."
Başka bir ayette de:
"Seslerini inceltmesinler. Çünkü kalbinde hastalık bulunan kimse onları tama eder" 542,
buyruluyor.
Kadının şarkıcı olması onun fitneye düşmesine veya düşürülmesine ve uzak durması mümkün
olmayan, haramlara düşmesine yol açar. Çünkü mesleği gereği protokol, konser vs. işleri için
yabancı erkeklerle beraber olması gerekecektir. Kadının yabancı erkeklerle beraber olmasına
İslam müsaade etmemiştir 543

Televizyon Seyretmek

Soru

Ben onsekiz yaşında bir delikanlıyım. Küçük kardeşlerim var. Televizyon seyretmek için komşunun
evine gitmek istiyorlar, ben de babama, biz de televizyon alalım ki komşuları rahatsız etmeyelim,
deyince "Televizyon haramdır, onu evime koymam" diye karşılık verdi. Bu konuda bizi aydınlatır
mısınız? 544

Cevap

Televizyonun hükmü hakkında daha önce konuşmuştum; helal mi yoksa haram mı? Bu mevzu
Katar'da yayınlanan "İslam'ın Yolu" isimli televizyon programının ilk bölümünün konusuydu. Orada
demiştim ki televizyon, radyo, gazete, dergi gibidir. Bütün bunlar iletişim ve basın yayın araçlarıdır.
Bizatihi bunların kendilerine, iyidir, kötüdür, helaldir, haramdır denmez, ancak birer araçtırlar,
kullanıldıkları amaca bağlıdırlar. Örneğin kılıç, sen bunu Allah için savaşan insanın elinde görürsen
cihat aleti olur, ama teröristlerin elinde görürsen suç aletidir. Demek ki, herşey kullanıldığı amaca
bağlıdır. İletişim araçları da kendi amaçlarına göre helallik ya da haramlık kazanırlar.
Televizyon toplumsal yapılanma, fikri, ruhi, ahlaki ve içtimai olgunlaşma amacıyla kullanılması
mümkündür. Tabiki aynı şekilde radyo, gazete ve dergilerde kullanılabilir.
Aynı şeklide toplumsal bozulma, fesad vs açısından televizyon ve onda gösterilen programların
olumsuz etkilerinin olduğu da açıktır. Bu durumda bizim diyebileceğimiz odur ki, bu araçların iyi
olanı var kötü olanı var, helal olanı var, haram olanı var. Ama hemen şunu hatırlatayım,
Müslümanın nefsini kontrol altına alması lazım, örneğin televizyonu ya da radyoyu açtığı zaman
eğer İslama uygun program varsa, seyreder yoksa kapatır. Haberleri dinler, kültürel, dini ve
bilimsel proygramları seyreder. Tabii çocuklarda kendilerinin hoşlarına giden çizgi filmleri eğitim
öğretim programlarını seyredebilirler. Ama televizyonda öyle şeyler varki bunlara bakmak caiz
değildir. Mesela malesef Arap yapımı çoğu filmler toplum ahlakını tahrip edici ve bozucudur.
Filmde oynayan her kızın mutlaka bir erkek arkadaşı olacak, mutlaka sevgi ve aşk sahneleri
olacak, böylelikle ailesine karşı yalan söyleyebilecek, evden kurtulmanın, ailesinden kopmanın
eğitimini görecek, şöyle böyle kendine özellik arayacak.
Gerçeği söylemek gerekirse, filmlerin maksatlarının en kötüsü de budur. Çünkü hiç bir film, cinsi
arzuya teşvikten, içki ve nefsani danstan yoksun değildir.
Bütün bunlar rezaletlerin öğretilmesinden başka birşey değildir. Diyorlar ki; film bunlarsız olmaz,
aşk, içki ve dans sahneleri gereklidir, hem zaten dans artık dünya kültür ve sanatı olmuştur. Dans
etmesini bilmeyen bir genç insanın çağdaş olabilmesi mümkün değildir. Genç kız ve erkeklerin bir
arada bulunmasında arkadaşlık yapıp sohbet etmelerinde ne kötülük olabilir?
İşte dinine bağlı çoluk çocuğunun ahlakını korumaya düşkün insanları televizyondan soğutan
sebep budur. Çünkü televizyonun, şerri, hayrından, zararı, faydasından çoktur. Böyle olunca da
dinen haramdır.
Bilhassa bu gibi araçların nefisleri ve akılları kontrol altına alması çokça görülüyor. Kaldı ki,
televizyon ve benzerlerinin, insanların vakitlerini çalmak suretiyle onları dini görevlerden
alıkoyması da başka bir sorun.
Şüphesiz bu tür meselelerin üzerine, kötülük ve bozukluğun yaygın olduğu bu dönemde ihtiyatla
gitmek gerekir. Ama ne yazıkki bela umumidir. Çoğu insanlar istese de bu beladan
kurtulamıyorlar.
Özellikle televizyonun olumlu ve yararlanılabilecek tarafları vardır. Bu yüzden dediğim gibi en iyisi
bize yarayacak hayırlı taraflarını alacağız. Bize yaramayan ya tamamı ya çoğu zararlı olan örneğin
bahsettiğimiz film ve programları bırakacağız.
İnsanın bu gibi kötülüklerden kurtulması radyo ve televizyonu kapatmakla, eğer gazetede de
çirkin fotoğraf ve kötü makaleler varsa onu okumamakla mümkün olur. Mesele bu kadar basit.
Deme ki insan nefsinin müftüsüdür ve onun amiridir, onu bozukluk ve kötülük kapısından geri
çekebilir, ama nefsine ve ailesine sözü geçmiyorsa en iyisi bu tür iletişim, araç ve cihazlarını,
kötülüğe giden yolu, önlemek için eve sokmamaktır. Benim bu konuda görüşüm budur. Doğru yolu
gösteren ve en iyi yola ulaştıran Allahu tealadır.
Bu konuda en büyük sorumluluk devlete düşmektedir. Çünkü Allah (cc), bu iletişim araçlarını
insanlara taşıdıklarından onları sorumlu tutup sorgulayacaktır. O halde onlar da gelsin cevap
versinler. 545

Heykel Yapmak

Soru

İslamda heykellerin hükmü nedir? Bende eski Mısırlılara ait heykeller var. Onları evde süs olarak
asmak istiyorum. Ama bazıları karşı çıkıyor, heykel haramdır diyor. Heykel gerçekte haram mıdır?
546

Cevap

İslam dini hayvan olsun, insan olsun, bütün heykel çeşitlerini haram kılmıştır. Bilhassa inanç
yönünden kutsal kabul edilmişse haramiyeti daha da artar. Örneğin, Melek, Mesih (İsa as) ve
Üzeyr (as) gibi veya heykel putperestler tarafından ilah kabul edilmiş olursa, örneğin;
Hindistandaki inekler gibi, işte bu çeşit heykellerin haramiyeti diğerlerine nazaran çok daha
kuvvetlidir, hatta bazen küfür veya küfre yakINda olabilir. Tabii bunları helal kabul etmek zaten
küfürdür.
İslamiyet daima tevhidi korumaya düşkündür. Tevhidle az çok bağlantısı olanlara da diğer bütün
kapıları kapatmıştır.
Bazıları der ki, efendim bu, Mekke döneminde putlara ibadet edilirken geçerlidir. Ama günümüzde
putlara tapan yok ki, o halde heykelden kaçınmanın ne anlamı var? Bu tür görüşler, doğru değildir,
çağımızda ineklere, keçilere, tapan insanlar var.
İşte Avrupa'da yaşayan insanlar putperestlerden pek eksik değillerdir. Mesela, bakıyorsun esnaf iş
yerinde nazar boncuğu asıyor veya arabasına binerken yanına herhangi birşey alıyor. Demek ki,
insanlar hurafelere inanmaya devam ediyor. İnsanda bulunan akılda biraz zayıflık olduğu için,
bazen doğru olmayan şeyleri kabul edebiliyor, hatta kültürlü insanlar bile bazan o kadar gülünç
hataya düşüyorlar ki? Bir cahil bile onun o hatasını tasvip etmez. Onun için İslamiyet,
putperestliğe götürecek veya kendisinde putperestlik kokusu bulunan konularda çok hassas
davranmış ve onu haram kılmıştır. Eski Mısırlılar'a ait heykellerde bu kabildendir. Hele bazen
insanlar heykellerin kafalarını nazar değmesin cin çarpmasın diye yanlarına alıp, muska yapıp
taşıyorlar.
İşte bu da harama haram katıyor, çünkü muskanın haramiyeti de heykelinkine eklendi mi haram
artı haram oluyor. Heykel çeşitlerinden sadece çocuk oyuncakları helaldir, diğer bütünü haramdır.
O halde müslümana yakışan ondan kaçınmalarıdır. 547

Fotoğrafçılık

Soru

Benim bir fotoğraf makinem var. Uygun zamanlarda yolculuklarda değişik yerlerin fotoğraflarını
çekiyorum. Bu yaptığım harammıdır. Bir de yatak odamda bazı artistlerin resimleri ve içinde kadın
fotoğrafı bulunan gazeteler var. Bunların yanımda bulunmalarında bir sakınca var mıdır? İslamın
bu konuda ki hükmü nedir? 548

Cevap

Fotoğraf makinası ile resim çekmek konusunda büyük alimlerden Mısır'ın eski Diyanet İşleri
Başkam Allame Şeyh Muhammed Bahit el-Muti, "Fotoğrafçılığın helalliği konusunda yeterli cevap"
adlı kitapçığında kamera ile çekilen tasvirlerin helal olduğunu savunuyor. Diyor ki, "Fotoğraf
çekme işi yaratmaya benzetilemez, hadisi şerifte geçen "Benim yarattığım gibi yaratsın" ifadesi
fotoğrafı kapsamaz. Çünkü bu iş gölgeleri hapsetmekten ibarettir. Zaten ismini koyan ve ne güzel
koymuş, akis (yansıma), kameramana da yansıtan diyorlar. Böyle denmesinin nedeni, ayna gibi
gölgeyi yansıtıyor olmasından dolayıdır. Heykeltıraş ve ressamların yaptığı gibi icat değildir. Bu
yüzden de, haramiyet dairesine girmez, aksine mubahtır."
Şeyh Muhammed Bahit'in bu fetvası çoğu ulemanın görüşüylede aynıdır. Ben de helal ve haram
adlı kitabımda bu görüşü benimsedim.
İşte bu gibi tasvirler, içinde şeran haram olmayan suretler bulunması şartıyla helaldir. Örneğin
filmde açık kadın ve genç kızlar, ve seyrettirilmesi dinen caiz olmayan manzaralar bulunursa bu
caiz olamaz. Ancak filme, çocuklarını, arkadaşlarını, doğal manzaraları çekmişse, tabi ki bunda bir
sakınca yoktur.
Ama bazen öyle anlar oluyor ki fotoğraf çekmek zaruri oluyor. Mesela nüfus cüzdanı, pasaport
veya birbirlerine karıştırılan insanların fotoğrafları gibi.
Artislerin, sanatçıların fotoğraflarını saklamak dinine bağlı hiç bir müslümana yakışmaz.
Sanatçı veya artistlerin resimleriyle müslümanın ne işi var.
Böyle işleri yapanlar, broşür bastırıyor, bakıyorsunki ahlaksız kadın fotoğraflarıyla doludur.
Bilhassa zamanımızın kadını artık reklam aracı haline gelmiş durumda kadınlar sanki balıkçıların
üzerine çullandığı ağ gibi. Bakıyorsunuz kadının elinde bir yiyecek resmini çekmişler, neymiş
reklam yapıyorlar, daha neler neler.
Gazete ve dergiler bu metodu takip ediyorlar, gençlerin resimleri büyük ticaret gelirine vesile
oluyor ve böylece bir sürü genç kızların fotoğraflara çıkmasına neden oluyorlar.
Soru soran kardeşimiz genelde bilgi ve kültürünü geliştirmek açısından belli bir dergiye abone ise
gayeside fotoğraf değil ancak, bu fotoğrafları eşya olarak saklıyorsa pek zararı yoktur. Ama yine
de en iyisi edep dışı bu çirkin işlerden kurtulmasıdır. Buna gücü yetmiyorsa bunları görülmeyecek
bir yere atsın ve bakmasın, sadece okumakla yetinsin.
Resimleri asmak ise kesinlikle caiz değildir. Bu şeriata muhaliftir. Çünkü bu tazimdir. Halbuki
tazim ise Alemlerin Rabbi olan Allah'adır. Ondan başkasına olmaz. 549

Dîn Ve Hürriyet

Soru
İslamda hürriyete yer var mıdır? Bazı gençler din hürriyetin zıddıdır diyorlar. İslam'ın getirdiği
hürriyet ve bunun sınırları nelerdir? 550

Cevap

İslam gelir gelmez hemen hürriyetin temellerini yerleştirmiştir. Nitekim mü'minlerin emiri Hz.
Ömer (ra) bu konuyla ilgili meşhur bir konuşmasında şöyle der: "İnsanları ne zaman
köleleştirdiniz. Halbuki anneleri onları hür doğurmuştur." Hz. Ali bir vasiyyetinde, "Kendinden
başkasının kölesi olma, zira Allah seni hür olarak yaratmıştır" buyurmuştur. Demek ki, Allah
insanları aslen hür olarak yaratmıştır. Onlar hürdürler, köle değildirler. İnsanların birbirlerini fikri,
siyasi, iktisadi, içtimai ve dini olarak köleleştirdiği bir zamanda İslam gelerek inanç, fikir, söz ve
ekonomik hürriyeti getirmiştir. Bu saydıklarımız beşerin en çok aradığı hürriyetlerdir. İslam dini, bir
din olarak gelmiş ve din hürriyetini, inanç hürriyetini yerleştirerek insanları kendine boyun
eğdirmeye zorlamadığı gibi başka bir dinin de insanları kendine boyun eğdirmeye zorlamasına da
asla müsade etmemiştir. İslam, bu konuda Kur'anda duyuruda bulunuyor:
"Ey Muhammedi Eğer Rabbin dileseydi yer yüzündekilerin hepsi iman ederdi, o halde iman etsinler
diye insanları zorluyor musun?" 551.
Bu ferman, Mekke döneminde inzal buyurulmuştur. Medine döneminde ise Bakara suresinde
şöyle buyurulmuştur:
"Dinde zorlama yoktur, artık hak batıldan seçilip çıkmıştır" 552.
Bu ayetin nüzul sebebini incelediğimiz zaman İslam'ın hürriyeti ne derece mukaddes tuttuğunu ve
ne derece önem verdiğini açıkça müşahade edebiliyoruz. Nitekim cahiliyye döneminde Evs ve
Hazrec kabilelerinde bir adet vardı. Kadın hamile kalmak istemediği zaman, eğer hamile kalırsa
çocuğunu Yahudileştireceğine yemin ederdi. Bu çirkin adet yüzünden Arap olan Evs ve Hazrec
kabilelerinden bazı Yahudi çocuklar türedi. Hal böyle iken İslam dini gelip, Allah (cc) insanları bu
dinle yüceltince, kendi ifadesi ile nimetini onlara tamamlayınca, bir kısmının babaları çocuklarını
hem kendilerinin hem de zamanın dini olan İslam'a döndürmek suretiyle onları yahudilikten
çıkartmak istediler. Onları yahudiliğe sokan konum ve ortama, müslümanlarla yahudiler
arasındaki gergin hava ve savaşlara rağmen İslam dini kimsenin zorla kendi dininden çıkartılıp bir
başka dine -İslam olsa bile- sokulmasına müsade etmemiştir. İşte bu yüzden, "Dinde zorlama
yoktur" fermanı inzal buyurulmuştur. Bir zamanlar Bizans devleti, "Ya Hıristiyanlık ya ölüm"
diyordu. Faris ve Rum diyarında da din ıslahçıları (din hürriyetini savunanlar) ağıza yakışmıyacak
şekilde ayıplanıyorlardı vs.
Toplumun şuurunda olduğu hürriyet, reform, araştırma ve mücadele ya da fikir ihtilali sonunda
elde edilmiş bir olgu değildir. Toplumun şuurunda olduğu bu hürriyet fikri İslam'ın gelmesi ile
beraber yer yüzünde yaşayanların şeref ve haysiyetlerinin korunması amacı ile getirilmiştir.İslam
beşeriyete din ve inanç hürriyetini kabullendirerek, onları fikir sahasında yükseltmeyi amaç
edinmiştir. Ancak İslam'ın vurguladığı din ve inanç hürriyeti, dini insanların elinde oyuncak gibi
evirip çevirme aletine dönüştürülmemesi şartıyla getirilmiştir. Yahudiler diyorlar ki, "İman edenlere
indirilene (Kuran'a) gündüzün iman edin. Gündüzün sonunda onu inkar edin ki belki dönerler." Yani
sabah inanın akşam vazgeçin ve deyin ki: "Biz Muhammed'in dinini şu şu eksiklikten dolayı terk
ettik. Veya bir gün inanın ertesi gün, ya da bir hafta sonra küfredin. Bu şekilde yeni olan bu dini
ayıpladılar. Bu yüzden Allah (cc), bu dinin Yahudilerin yaptığı gibi oyuncağa dönüşmemesi amacı
ile şu yaptırımı getirmiştir: Kim tam olarak araştırdıktan ve bu araştırma sonucu gönül rahatlığıyla
İslam dinine girerse dinine sahip çıkmak mecburiyetindedir yoksa riddet (dinden dönme) haddine
maruz bırakılır. Demek ki insana ilk önce din ve inanç hürriyeti verilmiştir.
İnsana tanınan ikinci hürriyeti ise fikir ve düşünce hürriyetidir. Nitekim İslam gelir gelmez insanları
kainattaki incelikleri tefekkür ve incelemeye davet etmiştir, şöyle ki:
"Size bir tek öğüdüm var ikişer ikişer ve teker teker Allah'a yönelin sonra düşünün" 553
"Ey habibim de ki, bir bakın yer ve göklerde ne var" 554
"Onlar hiç yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Bari bu yolla düşünecek kalplere ve işitecek
kulaklara sahip olsunlar gerçek şudur ki, gözler kör olmaz ancak göğüslerdeki kalpler kör. 555
İslamiyet zan ve vehimlerin peşine düşenlerin çok dağınık bir yük yüklendiklerini belirterek şöyle
demiştir:
"Zan hakdan (doğrudan) hiç bir şey def edemez” 556
Atalarını büyük reislerini taklit eden ve nevalarına tabi olanların da kıyamet gününde
söyleyecekleri şu yükü yüklemiştir.
"Ey Rabbimiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik onlar ise bizi doğru yoldan
saptırmışlar" 557
"Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Şüphesiz biz onların izlerini takip edeceğiz"558
diyenlerin sırtına bir başka yük yüklemiş ve onları hayvanlara benzetmiş hatta daha da
aşağılamıştır. İşleri güçleri başkalarını taklitten ibaret olan donuk insanları düşünce ve araştırma
hürriyeti ile kafalarını çalıştırmaya davet eden İslam var gücüyle seslenmiştir:
"Eğer doğruysanız delillerinizi sunun" 559
İslam kendi akidesini isbat için akli delilleri esas almıştır.
Bu yüzden İslam uleması şöyle demiştir: "Akli selim sahih naklin temelidir." Nitekim Allah'ın varlığı
gerçeğinin isbatı aklın isbatına dayanır Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğinin isbatı da evvela
aklın isbatına dayanır. Çünkü, bu adam peygamberdir, tüm mucizeler onun peygamberliğini ortaya
koymuştur diyen, akıldır. Bu adam yalancıdır, deccaldir, yaptıkları mucize değildir diyen de akıllıdır.
İşte İslam'ın akla ve düşünceye saygısı.
İşte bütün bunlara dayanarak ilim dünyasında da fikir hürriyetinin varlığını görüyoruz bakıyoruz ki
ulema bir konuda çok çeşitli görüşler ortaya atabiliyor. Bir kısmi diğer bir kısmının hatalı olduğunu
söylerken bir kısım da onun bu görüşünü açıkça reddediyor ve bütün bunlarda sakınca olduğunu
hiç kimse savunmuyor. Bir kitabta hem Mutezile'ye mensub alimin hem de ehli sünnete mensub
alimin görüşünü bulabiliyoruz. Mesela Keşşaf Tefsiri Mutezile mezhebine mensub Zamahşeri'ye
aittir. Buna rağmen ehli sünnet alimleri bu tefsirden faydalanmış ve herhangi bir yadırgamada da
bulunmamışlardır.
Ehli sünnet ulemasının fertlerinde her biri diğer mezhebe mensub alimin kitabına haşiye
yazabiliyor. Örneğin İbnil Münir "El-İntisaf Minel Keşşaf" adlı eseriyle keşşaf tefsirine haşiye
yazmıştır: "Ehli sünnet ulemasından imamlar bile aynı yolu takip etmişlerdir. Örneğin meşhur
hadis Hafız ibni Hacer el-Askelani, el-Kafi eş-Şafi fi Tahrici Ahadisi'l-Keşşaf adlı eserini Keşşaf
tefsirinde geçen hadisler hakkın da telif etmiştir.
İşte böylece bazı alimler bazılarının kitaplarından faydalanabiliyor, ortak bazı görüşleri
paylaşabiliyorlardı. Ama aynı alimler rahatlıkla fıkhi birçok konularda ihtilaf edebiliyorlar. İşte
bütün bu örnekler İslam'ın kendi içinde ilim ehline tanıdığı ilim ve fikir hürriyetinin göstergeleridir.
Konuşma ve anında karşılık verme hürriyetini de İslamiyet yerleştirmiş, hatta bilhassa ümmetin
ahlak ve maneviyatıyla ilgili olduğu zaman gerektiğinde vacib olma derecesine kadar çıkmıştır.
Buna göre ümmetin maslahatı için kimsenin yadırgamasından korkmaksızın sadece Allah için
hakkı söylemen, emri bilmaruf ve nehyi anilmunker için hakkı söylemen, emri bilmaruf ve
nehyianilmunker yapman, hayra davet etmen, iyilik yapana iyilik yapman, kötülük yapana da karşı
çıkman, eğer bunu yapan başka kimse yoksa, yahut susman neticesinde ümmetin zararı, yahut
umumun huzurunun bozulması söz konusu ise, hakkı söylemen gelecek zarardan korkmaman
sana vacip olur.
"İyiliği emret kötülükten sakındır başına gelen belalara sabret şüphesiz böyle yapman büyük
işlerdendir" 560.
İşte İslam'ın ulaştırdığı zirve. İslam'da insanların düşüncelerine kilit takma, ağızlarına gem vurma
ve ancak izin verilirse inanabilme gibi kısıtlamalar yoktur. Firavunun inananlara dediği gibi:
"Ben size izin vermeden nasıl ona (Musa'ya) inanırsınız?"561. Yani ona göre izinsiz kimse
inanamıyacağı gibi yüksek kademelerden müsade almaksızın konuşmak olanaksızdır.
İslam gelmiş ve insanların düşüncelerini serbest bırakmıştır. Hatta onlara düşünmeyi emretmiş ve
neticede kafalarının doğru olduğuna yattığı dine inanmaları konusunda onları serbest bırakmış,
bununla da kalmayıp silah zoruyla dahi olsa inanç sahibine inancına sahip olma görevini
yüklemiştir. Müslümanlara da yeryüzünde fitne kalmayıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar ve
inanç hürriyetini müdafa için gereken her şeyi yapmalarını emretmiştir. Fitneyi yok etmek için yani
kimse inancı ve dini uğruna baskı altına girmemesi için kılıç ve silah zoruyla hürriyeti savunmak
ve işkenceyi defetmek söz konusu olabilir.
Allahu Teala mü'minlere savaş ve cihadı meşru kıldığı ilk ayetinde şöyle buyurmuştur:
"Zulme uğradıkları için kendileriyle savaşanlara (savaşmaları için) müsade edildi" 562.
Yine bu konuda:
"İnsanların bir kısmı diğer bir kısmını (savaşarak) def etmeseydi, içlerinde Allah'ın çok anıldığı
manastırlar Kayralar ve mescitler yıkılırdı" 563.
Allah mü'minler gibi hürriyetten yana olan tüm insanların hürriyetlerini savunan insanları,
diğerlerinin başına kılıçla musallat etmeseydi, yeryüzünde Allah'a ibadet eden ne bir fert ne bir
kilise, ne bir havra, ne bir mescit ve ne de Allah(cc) ın içinde anıldığı hiç bir mabed kalmayacaktı.
İşte İslam'ın getirdiği hürriyetler.
Evet, İslam hürriyeti getirmiş ama, hukuk hürriyetini. Hürriyet bugün adına kişisel vicdan hürriyeti
(özel hayat) dedikleri, istediğin gibi zina etmen, içki içmen, ahlakı tahrib eden, helak eden
kötülükleri istediğin gibi yapman değildir. Sonra eğer hürriyet bu ise toplumsal olaylarda maslahat
söz konusu olduğu zaman ortada hürriyet diye bir şey kalmıyor. Tenkit etme, inancının gereğini
söyleme, iyilik yapana iyilik yaptın deme, topala topalsın deme. Velhasıl demede deme...
Senin ancak özgürlüğün var. Ne özgürlüğü, ahlakını, kalbini, ibadetini, aileni bozma özgürlüğü, İşte
sana tanınan özgürlük bunlar. Eğer özgürlükten maksat bu ise, İslam böyle bir özgürlüğü kabul
etmiyor. Çünkü bu özgürlük yoldan çıkma özgürlüğüdür, hukuk özgürlüğü değil. İslam'ın kabul
ettiği özgürlük, fikir özgürlüğüdür, ilim özgürlüğüdür, görüş, söz ve tenkit özgürlüğüdür. İnanç, din
ve vicdan özgürlüğüdür. İşte saydığımız bu özgürlükler ki hayatın temellerini teşkil etmektedirler,
muamele ve tasarruf özgürlükleridirler. Meşru kural ve şartlar ölçüsünde ne kendine ne de
başkasına zarar vermeksizin yapılacak mal edinme özgürlüğüdür. İşte İslam'ın genel prensibi, ne
kendine, ne de başkasına zarar vermek yoktur.
Netice olarak diye biliriz ki, kendisine, nefsine ya da başkasına zararın söz konusu olduğu hangi
hürriyet olursa olsun yasaklanması gerekir. Hürriyeti bu şekilde kayıtlamak gerekir. Çünkü
başkasının hürriyetinin başladığı yerde seninki biter. Sen bir yandan hürriyet hürriyet diye
bağıracaksın sonra da hürriyet adına başkalarını çiğneyip geçeceksin bunu kimse kabul etmez.
Evet senin yolda yürüme özgürlüğün vardır, fakat yürüme adabına riayet etme mecburiyetin de
vardır. İnsanlara, arabalara çarpamazsın, yayalara çarpamazsın, yolda yürüme kurallarını
çiğneyemezsin. İşte senin yoldan geçme özgürlüğünü bağlayan unsurlar. Kırmızı ışıkta
duracaksın, sağdan yürüyeceksin vesaire, vesaire bütün bu kurallar toplumun genel maslahatını
temin için gerekli kurallardandır. Tüm din ve nizamlarda bu gibi kurallar ve özgürlüğün bağlı
olduğu hususlar mutlaka mevcuttur. İşte İslam'ın getirdiği ve beşerin ulaşması gereken en faziletli
özgürlük anlayışı budur.
Şüphesiz ki Allah (cc) en doğrusunu bilendir. 564

Ölümü Temenni Etmek

Soru

Namaz kılıp canını alması için Allah'a yalvaran bir kadın hakkında ne dersiniz? 565

Cevap

Böyle bir düşünce şeran caiz değil. Çünkü hiç bir insanın ruhunu acele alması için dua etmeye,
yahut ölümü temenni etmeye hakkı yoktur. Nitekim Peygamber (sav) şu hadisiyle böyle bir
hareketi yasaklamıştır: "Sizden hiç biriniz sakın ha başına gelen bir zarardan dolayı ölümü
istemesin. Çünkü ya iyilik sahibidir ki yaşamakla iyilikleri artar, veya kötülük sahibidir ki belki
yaşamakla kötülüklerinden vazgeçerek tevbe eder" 566. Yani ölümü acele istemek veya temenni
etmek doğru değildir. İnsan iki durumdan biriyle karşı karşıyadır. Ya iyilik sahibidir ki ömrünün
uzunluğu ona daha fazla iyilik yapma fırsatı verecektir veya kötülük sahibidir, umulur ki çok
yaşamakla Allah ona tevbe fırsatı verir, hoşnut olur ve bu şekilde Allah'a döner. Peki ölümü niçin
istesin? Başka bir hadiste şöyle buyurulur: "Ama illa ki böyle bir şey yapacaksa şöyle desin:
"Allahım eğer yaşamak benim için hayırlı ise beni yaşat, eğer ölmek daha hayırlı ise ruhumu al"
567. Demek ki işi Allah'a bırakmak lazım, kendi isteğine değil. Eğer yaşaması hayırlı ise uzun
ömürlü olmak da hayırlı ve istenebilir demektir. Nitekim bir hadiste, "İnsanların en hayırlısı uzun
ömürlü ve güzel amele sahip olandır" 568. Demek oluyor ki insanın hayatta kalmasında hem
kendisi için hem de başkaları için fayda olabilir. Zaten ölümü hayırlı ise Allah ruhunu kabzeder.
Çünkü olan olacaktır, eceli uzadığı zaman akıbeti iyi olmayan işler de yapabilir. O halde en iyisi işi
Allah'ın ilmine, iznine ve dilemesine bırakmaktır. İşte Allah'ın mü'minden beklediği edep budur.
Ama sadece dünya belalarından birine uğramakla mesela hanımı, kızı yahut oğlu öldüğünde veya
bir hastalığa uğramakla hayattan ayrılmayı istemesi, hayatını cehenneme döndürmesi doğru
olmaz. Zira böyle yapan hayatını bedbaht etmiş demektir. Çünkü insan mümkün olduğu kadar
hayatını, olaylara karşı razı almak ve yakinen inanmak suretiyle mutlu etmek ve bahtiyar olmak
zorundadır bazı hadislerdede rivayet edildiği gibi: "Allah Teala, adaleti gereği sevinç ve rahatlığı,
kadere rıza göstermekte ve yakinen inanmakta gizlemiştir. Keder ve üzüntüye de kızmak ve şüphe
etmekte gizlemiştir"
Sevinç ve rahatlık rıza ve yakin'dedir. Zira insan Allah azze ve celle'nin yanında, başına gelenlere
ve onun kazasına razı olur sonra da bunların karşılığını Allah (cc) katında alacağına yakinen inanır,
gününden memnun yarınına da yakinen inanırsa işte onun bu inancı ona rahatlık, sevinç huzur ve
gönül hoşluğu verir. .
İşte selef uleması bu yüzden şöyle demiştir: Biz öyle bir mutluluk içindee yaşıyoruz ki, melikler
bizim bu mutluluğumuzu bilse kılıçlarla bizimle savaşırlardı" esas mutluluk altın ve para
mutluluğu, köşk ve saray mutluluğu değil gönül huzurudur. 569

Ölüye Ağlamak

Soru

Kızım öldü ben arkasından çok ağlıyorum. Bazı insanlar bana ölüye ağlamak dinen sakıncalıdır,
diyorlar. Şeriatın bu konudaki hükmü nedir? 570

Cevap

Çok sevgiden acıdan neden olursa olsun ağlamak rahmettir kalbi katı olanlar, hariç herkeste bu
hal vardır. Peygamber (sav)'in torunlarından birisinin ölümüne ağlaması bazı sahabeyi hayrete
düşürdü. Bunun üzerine sahabiler: "Ağlıyormusun ey Allah'ın Resulü, halbuki sen ağlamayı
yasaklamıştın?" O, şöyle buyurdu "Bu rahmettir, zira Allah şefkatli kullarına acır."
Peygamber Efendimiz (sav) de insandır, O'nun kalbi taş parçasından yapılmış değildir insanın
kalbi mutlaka etkilenir. Önünde küçük bir çocuk ölüme hazır bir durumda son nefeslerini yaşıyor
yani ağlamasın mı? Hayır ağlasın, çünkü onda insan kalbi vardır. Böyle olduğu müddetçe
ağlamasında bir sakınca yoktur.
Oğlu İbrahim vefat edince Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: "Göz mutlaka yaşarıyor, kalp
üzülüyor, ama Rabbimizi razı edecek sözden başka birşey demiyoruz." Önemli olan ağlarken
Allah'ın razı olacağı sözlerden başka bir söz söylememektir.
Ayrıca şu duaların okunması da kişinin faydasınadır: "Şüphesiz biz Allah'tan geldik ve neticede
ona döneceğiz, verdiği de aldığı da Allah'ındır. Allah'ım verdiğin musibette bana yardımcı ol ve
bunun yerine bana daha hayırlısını ver."
Kıyamet gününde teraziye ağırlık vercek olan bu gibi güzel şeyleri söylemesi gerekir. Ama
yanaklarını koparması, elbiselerini yırtması cahiliye insanlarının yaptığı gibi bağırıp çağırması,
velvele yapıp kendini parçalaması gibi mahzurlu ve Resulullah'ın, beri ve uzak olduğu işleri
yapması tabiki caiz değildir. Yoksa sadece ağlamakta her hangi bir şey yoktur. Çünkü bazılarının
yaşları yakındır ufak bir şeyden dolayı hemen ağlayı verirler. Zannediyorum soru soran bacımızda
şefkatli ve çok hassas olduğu için her hatırladığında ağlıyor. Bunda hiçbir sakınca yoktur. Lakin
her hatırladığında şöyle demesi lazım: "Biz Allah'tan geldik ve ona döneceğiz." Böyle yaparsa
umulur ki onun kızı kıyamet gününde terazisine konulur ve inşallah ateşle kendisi arasında perde
olur. Ama bacımız farkında olmadan yalnışlıkla Allah Teala hakkında edepsizlikte bulunmaktan
sakınmalıdır. Allah (cc)'m kazasına razı olmalıdır. Bu düşüncede iken bazen gözleri yaşla dolsa
bile bir sakıncası yoktur. 571

Mason Localarına Kayıtlı Olmak

Soru

Aramızda ihtilaf ettiğimiz bir konu hakkında açıklamalarınızı rica ediyoruz. Bu konu "masonluk"
meselesidir. Kimi diyor ki, masonluk, yahudiliği onarmak için kurulan Siyonist bir kuruluştur. Kimi
de: hayır masonluk insani bir çağrıdır. İnsanları özgürlüğe, kardeşliğe ve eşitliğe davet eder, diyor.
Bu cemiyetin ve fikirlerin karanlıkta kalmış yönlerini açıklar mısınız? Şer'an bu cemiyete
katılmakta ve bu cemiyetin üye ve yardımcılarıyla bir arada bulunmakta bir beis var mıdır? 572

Cevap

Ben kendimi bu fikir ve cemiyetin iç yüzünü ortaya çıkartmaya maksatlarını belirtmeye ve sırlarını
açıklamaya zorunlu hissetmiyorum. Ben sadece soruyu soran kardeşlerimize hakkında şüphe ve
ihtilaf olmayan şu hakikatleri açıklamakla yetineceğim:
Birincisi: Müslüman açık bir insandır. O, hırsızlar gibi bodrumlarda, yarasalar gibi gölgeliklere
gizlenmez. Ancak aydınlığı sever ve aydınlıkta yaşar o, Allahu Tealanın da vasfettiği gibi:
"Rabbinden bir nur üzeredir” 573
Bu sebepten ötürüdür ki, mü'min basiretsiz, delilsiz ve araştırmaksızın, hiç bir daveti kabul etmez.
Çünkü onun bünyesi güçlü ve Allah'ın kendisine hibe ettiği aklı, saygı değerdir. Bu noktadan
hareketle Allah Teala, Resulü'ne şu şekilde hitab ediyor:
"Söyle ey habibim işte bu, benim yolumdur ben ve bana tabi olanlar bir basiret üzerindeyiz" 574
O halde hiç bir müslümana maksat ve hedeflerini bilmediği bir kuruluşun davetine icabet etmek
yakışmaz. Çünkü bu maksatlar olur ya dinine aykırı, şeriatında mahzurlu olabilir. Örneğin bu
cemiyetin üyelerinin başkalarından üstün olmasa bile üstün gösterilmesi veya buna benzer daha
değişik maksatlar gibi.
İkincisi: gayelerinin ne olduğu her taraftan kapalı bulunan, etrafını şüphelerin kapladığı bir
cemiyete üye olmaya, hiç bir müslümanın en ufak bir ihtiyacı yoktur. Halbuki Peygamberimiz (sav)
her müslümanın önüne en güvenilir yolu ve ölçüyü şöylece göstermiştir: "Seni şüpheye sokandan,
kendinde şüphe bulunmayana kaç." "Kim şüphelerden sakınırsa dinini ve ırzını korumuş olur."
Maddi ve manevi sakıncası yoksa, müslüman gücü yettiği müddetçe ihtilaflı konulardan hakkında
ihtilaf olmayan şeylere, şüpheli şeylerden şüphesiz şeylere kaçmak yaklaşımından vaz
geçmemesi gerekir.
Üçüncüsü: Eğer masonların amacı insan haklarını savunmak ve doğal kardeşliğe davetse ki, öyle
deniliyor, biz müslümanlar olarak kaynak ve temelleri yabancı olan ve bizi kardeşlik, eşitlik ve
özgürlük anlayışına davet eden, veya bize sevgi ve uzlaşmayı öğreten böyle bir cemiyete muhtaç
değiliz. Çünkü dünyaya bu güzel gayeleri öğreten ve öncülüğü yapanlar bizleriz.
Eğer masonların, ancak kurucularının ve ileri gelenlerinin bildiği bir takım gizli hedeflen varsa ve
bunları uzmanlar dışında kimsede anlayamıyorsa dikkatli davranmamız gerekir. Biz nereye
sürüklendiğini bilmeyen, otlağa gittiğini zannederken, kasabın eline düşen hayvanlar gibi değiliz.
Hulasa; eğer bu teşkilatın amacı İslam'da olduğu gibi ise, zaten Allah (cc) bizi buna muhtaç
etmemiştir, yok İslam'a muhalifse biz dinimizi doğulu ve batılıların çıkarları uğruna satamayız.
Dördüncüsü: Bu cemiyet bizim kültürümüzden uzak, aramıza sonradan giren azınlık durumunda
olan bir cemiyet. Bizim yurdumuz da yeşermemiş, bizim ellerimizle icat olunmamış ve bizim
fikirlerimizle yeşermemiş bir cemiyet. Nitekim bu cemiyet bizden olmayan bir milletin fikirleriyle
ve başka ülkelerde oluşturulan bir kuruluş, yani demek istiyorum ki, bu kuruluş ne Arap ne de
diğer müslüman ülkelerin eseri değildir. Onu biz icat etmedik, aksine kendilerine has bir takım
gizli maksat ve hedeflerine varmak için batılı Yahudi ve Hıristiyanların icat ettikleri bir teşkilattır.
Rabbimizin kitabından öğrendiğimiz ve tarihsel olaylarında gösterdiği kadarıyla bu tür insanlar
tüm güçleriyle bizleri öz benliğimizden, kıblemizden ve inancımızdan çevirmek için çalışıyorlar.
Bundan başka hiçbir şekilde bizden razı olmazlar. Yüce Allah (cc) ne güzel ve ne doğru söylemiş:
"Sen yahudi ve hiristiyanların dinlerine tabi olmadıkça onlar senden asla razı olmazlar. And
olsunki, eğer sana gelen bu bilgiden sonra onların bir takım isteklerine uyarsan Allah katında ne
bir dostun ne de bir yardımcın kalmaz. 575
Beşincisi: Bu cemiyete üye olan herkes cemiyetin tüzüğünde öngörülen esaslara ve bu esasları
uygulamaya kayıtsız şartsız bağlı olmak zorundadır. Bunun manasıda şudur; Cemiyetin emirleri
Allah'ın emirlerinin üzerindedir, yasakları Allah'ın yasaklarının üzerindedir ve bu teşkilatın yaptırımı
ve gücü kendi gücü dahil tüm güç ve otoritelerin üzerindedir.
Herkes yakinen biliyor ki, İslam dininde körükörüne ve kayıtsız şartsız bu tür bağlılık hiç bir
müslüman için caiz değildir. Çünkü bu tür bir hareket, şirkin ve Allah'dan başkasına kulluk
yapmanın bir çeşitidir. Oysa kayıtsız şartsız itaat edilmesi ve boyun bükülmesi gereken Allahu
Teala'dır. O zatıyla ve sıfatıyla herkesten üstün ve yüce olan yaratıcımızdır. Onun dışmda kalan
beşere itaat etmek İslam dininin düsturları içerisinde olmakla kayıtlıdır. Çünkü yaratıcıya isyanda
yaratılana itaat yoktur.
Hatta şer'i otoritenin tamamına sahip olan ve kendisine dinen itaat edilmesi ve sevgi beslenmesi
gereken halifeye bile Allah'a isyan noktasında itaat edilmez. Sahih bir hadisi şerifte de bu hüküm
belirtilmiştir: "Eğer O, (halife) Allah'a isyanı emrederse dinlemek ve itaat etmek yoktur."
O halde gaye ve amaçları içlerinde saklı olan bu teşkilatın liderlerine kayıtsız şartsız itaate söz
vermek açık ve net bir haramdır.
Altıncısı: Herkesin de bildiği gibi bu teşkilat laiklik esasına dayanan bir kuruluştur. Laiklik demek,
din ile devletin birbirlerinden ayrı olması demektir. Laikler buna böyle inanırlar, yani hüküm koyma
yetkisi parti başkanlarına aittir Allah'a değil. Bu düşünce Hrıstiyanlık dininde vardır mesih.
"Kayzerin hakkı Kayzere, Allah'ın hakkı Allah'a." Ama İslam Allah'tan başka kimseye hüküm koyma
hakkı vermemiştir. Allah'ın helal kıldığını helal, haram kıldığını da haram kılmıştır. İslam sadece
insanları, Allah'ın şeriatının ışığı altında hükümlerin netleşmesi için çalışmalarına müsade
etmiştir. Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek ise Kur'an'ın ifadesi ile zulümdür, küfürdür ve fısktır.
Yedincisi: Bu cemiyet, din bağını parçalamaya çalışmaktadır. En azından zayıfı iyice batırırken,
kuvvetliyi de yüceltmektedir.
Oysa İslam müslümamn diğer müslümanla kardeşliğini ve bu kardeşliğin imandan sayıldığını
söylüyor:
"Mü'minler kardeştirler" 576
İnançla akrabalık ve neseb çatıştığı zaman islam dini inanç birliğini ön planda tutuyor Allahu
Teala'nın şu sözünde de bu gerçek dile getirilmiştir:
"Allaha ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babalan, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da
olsa-Allah'a ve Rasulü'ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin." 577
Halbuki bu cemiyet kendi birliğini diğer tüm dini sistem ve birliklerin üzerinde görmektedir. İşte bu
yedi noktadan hareket ettiğimiz zaman karşımıza çıkıyorki her müslüman kendi diniyle şerefli ve
izzetli olacağı gibi kendini Rabbini razı etme yolunda azimkar hissetmelidir. Aynı şekilde hiçbir
müslümana evveli bilinse bile gaye ve amacının nedirliği belli olmayan karanlık yollara girmesi
caiz değildir.
Masonluğun iç yüzüne gelince bu konuda çok değişik kitaplar yazılmıştır ama bunların en iyisi bir
Türk generali olan Rıfat Atılgan beyin (masonluğun sırları) adlı, ve Arapçaya çevrilen masonların
kaynaklarından alarak rakam ve belgelerle yazdığı kitabıdır ki, bu kitabın içinde yeterli ve yararlı
pek çok bilgiler vardır.
Allah herşeyi daha iyi bilendir. 578

İslam Düşmanlarıyla Ortak Îşte Çalışmak

Soru

İslam şeriatının, müslüman bir ferdin, islam ve vatan düşmanlarıyla ister barış anında, ister savaş
halinde ticari, iktisadi veya diğer alanlarda ortak işbirliğine gitmesi hakkındaki hükmü nedir? Bu
konuda bizleri aydınlatırmısınız? 579

Cevap

Şüphesiz her müslüman gücü nisbetinde cihadın tüm çeşitleriyle, eliyle, diliyle kalbiyle veya
küserek din ve vatan düşmanlarıyla mücadele etmekle emrolunmuştur. Müslüman düşmanını
zayıflatacak, onun şevkini kıracak işleri, gücü nisbetinde mümkün olduğu kadar yapmalıdır. Hiçbir
müslümanın, hiçbir surette düşmanın dinine yahut vatanına yardımcı olması caiz değildir.
Düşmanın, yahudi putperest veya bir başka dine mensub olması bu hükmü değiştiremez. Her
müslüman daima, kendisinin haklarını kısıtlayan ve onu tüm gücüyle dışlayan düşmanlarına
cephe almak mecburiyetindedir. Allah, din ve vatan düşmanlarıyla dost olan herkes o,
düşmanlardandır. Allahu Teala bu konuda şöyle buyuruyor:
"Sizden kim onları dost edinirse o, onlardandır" 580. Yani kalbiyle, diliyle, yardımlaşmasıyla,
malıyla veya hangi yol ve üslubla olursa olsun, onlara sevgi besleyen onlardandır ve onların
zümresine katılmıştır. Kur'an müslümanları böyle davranmaktan bir çok sure ve ayette
sakındırmıştır. Kafirlere sevgi ve dostluk besleyenleri onlardan bir cüz ve parça kabul etmiştir...
"Küfredenler birbirlerinin dostudurlar" 581
O halde müslüman kafirle dost olamaz iyi kötüyle dost olamaz, olursa ne olur? Bu dostluk onun
imanının eksik olduğuna ve Allah muhafaza müslümanhğının gitmesine delil olur ki, bu da bir nevi
murtedliktir (dinden dönme), İslam'dan başka bir renktir. Müslümana farz olan; müslümanların,
düşmanlarıyla kılıçla savaşamadığı zaman en azından onlarla küserek veya alakayı keserek cihat
etmektir. Gerek ticari gerek iktisadi ve gerekse ekonomik olsun hiçbir surette onların
kalkınmasına yardımcı olamaz. Çünkü vereceği her kuruş, onun düşmanına gitmektedir. Bunun
manası da şudur: Sen düşmanlarına mermi veya mermi parası veriyorsun, sonrada bunlar dönüp
dolaşıp müslümanın kalbine saplanıyor.
İşte Yahudiler Amerika'da veya başka ülkelerde yardım toplarken şu sloganı kullanıyorlar: "Bir
dolar ver bir Arap veya Müslüman öldür." Çünkü öldürecek silahı satın alan maldır. İşte böylece
sen bir müslüman olarak müslümanlarla savaşmakta olan bir müşrike, bir ateiste veya bir asiye
yardımcı olduğun zaman sen de bu yardım sayesinde müslüman bir canı katletmiş sayılırsın ki: bu
da, büyük günahların en büyüğüdür. Nitekim Allahu Teala şöyle buyuruyor:
"...Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir
cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur..." 582
" Kim kasten bir mü'mini öldürürse onun karşılığı içinde kalacağı cehennemdir. Allanın gazabı ve
laneti onun üzerine olsun Allah onun için büyük bir azap hazırlamıştır" 583
O halde müslümanlardan beklenen ebediyyen düşmanlarının yanında yer almamalarıdır. Kafirler
ne kadar hüsni niyetlerini izhar ederlerse etsinler gerçekte bu yalandır. Allahu Teala şöyle
buyuruyor:
"Şüphesiz zalimler birbirlerinin dostudurlar" 584
"Sizden kim onları dost edinirse o da onlardandır"585 Ve yine buyuruyorki.
"İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile, şirk
koşanları bulacaksın” 586
İşte bunları mutlaka ve iyice anlamalıyız ve her müslüman İslam ümmetinin ve dininin yanında
olmalıdır, en azından bu yapılabilir. Bu hal tüm ümmetlerde bulunan fıtri bir vasıftır. Hem insan bir
başkasıyla savaştığı zaman illa ki, silahla savaşmaz aksine bir çok araçla savaşabilir. Alakayı
kesmekle de savaşabilir. Nitekim Mekke'de müşrikler Peygamber (sav)'le harbe başladığı zaman
ilk harpleri silahla olmadı, aksine sadece ekonomik ambargo uygulamakla oldu. Müşrikler hem
kendisi ile hem ashabıyla hem de Muttalib ve Haşimoğullarından ona yardım edenlerle alakalarını
keserek onları kuşatma altına aldılar. Onlara bir şey satmadılar, onlardan hiçbir şey satın
almadılar, onlara kız vermediler, onlardan da kız almadılar. Bunun anlamı; ekonomik savaştır ve
hazırlıklı olmaktır. Müşrikler böyle yapıyorlarsa, müslümanlar da buna karşılık, Allah'ın ve
müslümanların tüm düşmanlarıyla ilişkilerini kesmelidirler. Bu anlayıştan dışarı çıkan herkes
Allah'a, Resulü'ne ve tüm müslümanlara hıyanet etmiş demektir. 587

Savaşta Öldürülme Ve Günahların Keffaretî

Soru

Müslüman bir gencin kutsal topraklara gidip (Filistin'e) orada savaşanlarla birlikte savaşması ve
sonra takdiri ilahi savaş yerinde öldürülmesi hakkında islam'ın hükmü nedir? Bu adam şehit sayılır
mı? Daha önceden işlemiş olduğu günahları bağışlanır mı? Örneğin, önceden bazı farzları eksik
yapmıştır veya işlemiş olduğu bazı haramlar vardır, bunlar af olunur mu? 588

Cevap

Allah'tan başka ilah olmadığına Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna şehadet eden ve
İslam'dan her hangi bir soğukluk hissetmiyen (örneğin bir akideyle alay etmek veya bir farzı inkar
etmek veya hakkında icma olan seri bir meseleyi hafife almak veya kesinlikle haram olan bir şeyi
helal kabul etmek gibi dinden döndürecek sebeplere tevessül etmeyen) herhangi bir müslüman
müslümanlar arasında savaşarak, Yahudi kafirler tarafından katledildiği zaman müslüman
şehitlerden bir şehittir ve kendisine şehitlere uygulanan İslam'm hükümleri aynen uygulanır.
Yıkanmaz, kefenlenmez ve içinde öldürüldüğü elbiselerle birlikte defnedilir ki, üzerinde bulunan
kan ve yara izleri kıyamet gününde ona şahitlik etsin. Bu adamın savaşı ve ölümü Allah yolunda
sayılıp sayılmıyacağı konusuna gelince. Bu konu İslam'da tüm amellerin temelini oluşturan niyyet
maksat, ve savaşa götüren etkenlere bağlıdır zira hadisi şeriflerde şöyle buyurulmuştur: "Allah hiç
birinizin görünüşüne bakmaz, O ancak sizin kalp ve amellerinize bakar." "Ameller ancak niyetlere
bağlıdır ve herkese yalnızca niyyet ettiği şey vardır."
Cihat dünyevi ve maddi bir iş değildir o sadece Allah (cc)'a yaklaştıran ibadetlerin en
büyüklerinden biridir. Bundan dolayıdır ki, bu ibadette yalnızca Allah için ihlas, samimiyet ve
şöhret, cesaretli desinler ya da akrabalık ve benzeri tüm dünyevi etkenlerden kalbi temizleme şartı
getirilmiştir. Bu konuda Ebu Musa'dan rivayet edilen Buhari, Müslim ve diğer eserlerde bulunan bir
hadis varid olmuştur. Şöyle ki:
"Bir bedevi Arap, Peygamber (sav)'e gelerek: "Ey Allah'ın elçisi bir adam ki, ganimet için
savaşmıştır. Öbürü kahramanlıkla anılsın diye savaşmıştır. Bir başkası da hatırı görülsün diye
savaşmıştır. Peki bunlardan hangisi Allah yolundadır?" Bunun üzerine Allah'ın Resulü şöyle
buyurdu: "Kim Allah'ın kelimesi üstün olsun diye savaşmışsa işte o, Allah yolundadır."
Burada Allah kelimesinden maksat İslam davasıdır.
Ebu Davud Abdullah İbni Amr İbnu'l As'tan rivayet etmiştir: (Allah her ikisinden de razı olsun) Ki
Abdullah şöyle demiştir: Ey Allah'ın elçisi, bana cihat ve savaştan haber ver." Allah'ın elçisi şöyle
buyurdu: "Ey Amr'ın oğlu Abdullah, eğer sabrederek ve karşılığını Allah'tan bekliyerek savaşırsan
Allah seni sabırlı ve yaptığının karşılığını kendisinden bekleyen olarak diriltir. Ama yok eğer sen,
görsünler ve desinler diye savaşırsan Allah da seni niyetin üzere diriltir. Ey Amr'ın oğlu Abdullah,
hangi niyet üzere savaşır ve öldürülürsen Allah seni o hal üzere diriltir."
Şehidin daha önce işlediği günahlara gelince bunlarda iki kısımdır:
1- Gasp, hırsızlık, borç, emanet ve benzerleri gibi başkalarının hukuk ve malına tealluk eden
günahlar ki, şehitlik bu günahlara keffaret değildir, onları yok edemez. Çünkü bunlar kul
haklarındadandır.
İmam Müslim, Sahih'inde Abdullah bin Amr'den rivayet etmiştir ki, Resulullah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Borç hariç şehidin tüm günahları bağışlanır."
Ebu Katade R.A.'ten rivayet edilmiştir ki; "Resulullah (sav) ashabı içinde ayağa kalkarak onlara:
"Allah yolunda cihad etmek ve ona inanmak amellerin en faziletlisidir" buyurarak hatırlatmalarda
bulundu. Bunun üzerine bir adam kalkarak şöyle dedi: "Ey Allanın elçisi ne dersin, yani ben Allah
yolunda öldürülürsem günahlarıma keffaret olur mu?"
Resulullah (sav) Efendimiz bunun üzerine şöyle cevap verdi: "Evet sabredici olduğun, Allah'tan
karşılığını beklediğin ve daima ileri gidip geri kaçmadığın halde öldürülürsen günahlarına keffaret
olur." Az sonra Resulullah (sav): "Sorunu bir daha tekrarla" dedi. Adam: "Allah yolunda
öldürülürsem günahlarıma keffaret olur mu, diye sormuştum" dedi. Bunun üzerine Allah'ın Resulü
şöyle buyurdu: "Evet, eğer sabderek ve yaptığının karşılığını da Allah'tan umarak geri dönmeden
ileri giderek öldürülürsen borç hariç tüm günahların yok olur. Cebrail bana bunu söyledi." Bu hadisi
Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.
2- İçki içmek namaz oruç ve benzeri ibadetleri terketmek gibi inkar ve hafife almadan kul ile Rabbi
arasında olan günahlara gelince. Ayet ve hadisler, şehide mahsus olmak üzere bu tür günahları
Allahu Teala'nın bağışlıyacağını ve onu lütuf ve rahmetiyle bu günahların izlerinden
temizliyeceğini açıkça ifade etmektedir. Nitekim birçok hadiste, şehidin ilk kanı aktığında
günahlarının affdileceği ifade edilmiştir. Hatta bunun da üzerine birçok hadiste, şehide ailesinden
70 kişiye şefaat hakkı verileceği belirtilmiştir.
O halde Allah korusun dinden dönme ve münafıklık derecesine varmamış olan her günah Allah'ın
şehitlere yaptığı mağfiret dairesine girmektedir.
Zannediyorum bu maksadı en güzel Peygamberimizin şu hadisi şerifleri açık bir şekilde ifade
etmetedir. Darimi Utbe İbni Abdisselam (ra)'ten rivayet ettiğine göre, bu sahabi demiştir ki:
"Resulullah (sav) şöyle buyurdu: "Üç çeşit öldürülüş vardır. Birincisi malıyla, canıyla Allah yolunda
cihad eden mü'mindir ki, düşmanıyla karşılaştığı zaman öldürülene kadar savaşır." Resulullah
(sav) bu adam hakkında şu hükmü verdi: "İşte bu adam süzülmüş şehittir." (Yani Allah (cc) bu
kişinin kalbini takva ile süzüp temizlemiştir ve gönlünü de ferahlatmıştır.) Kıyamette Allah (cc)
arşının altında bir gölgelikte gölgelenir. Peygamberler, bu kişiden yanızca nübüvvet sebebiyle
faziletlidirler.
İkincisi, yine bir mü'mindir ki, salih amelle kötü ameli karıştırmıştır. Bununla beraber malıyla,
canıyla Allah yolunda cihad etmiştir. Düşmanla karşılaştığı zaman o da öldürülene kadar
savaşmıştır." Resulullah (sav) bu adam hakkında da şu hükmü vermiştir: "Temizlenip pak
olmuştur." (Yani günahlarından temizlenmiş hataları silinmiştir.) Kılıç, hataları kazıyan bir araçtır
dilediği kapıdan cennete girdirilecektir.
Üçüncüsü de, yine malıyla canıyla cihad eden ama münafıktır. Bu adamda düşmanla karşılaşır
öldürülene kadar savaşır. İşte bu adam ateştedir, çünkü kılıç nifakı kazıyıp atmaz."
İbni Hibban ise Sahihi'nde ikinci adamı anlatırken şöyle rivayet etmiştir: "Bir adam ki, günah ve
hatalarıyla nefsinden korkmuş halde iken malıyla canıyla cihad etmiş."
Peygamberin (sav) açıklamasından sonra başka bir açıklama yapılmaz. Şüphesiz kılıç hataları
ortadan kaldıran ve günahların pisliklerinden temizleyen bir araçtır. Bu adam ister farzları terk
etsin, isterse mahzurlu işler yapsın Allahu Teala'nın rahmetini kimse engelleyemez, kılıç hataları
siler ama, nifakı (münafıklığı) ebediyen silemez. Küfürü, inkar pisliklerini temizleyemez.
Demek oluyor ki, müslümanların isimlerini taşıyıp onların sırtlarından geçinip, sonra da gizlice
hatta bazen alenen İslam'ın eksik ve yetersiz olduğunu, onun hükümlerinin hafif ve düşük
olduğunu iddia eden, O'nun davetçilerine cephe alanlar alçak yahudilerle savaşarak onların
elleriyle katledilseler bile pisliklerini hiç bir şey temizleyemez.
Muhakkak ki Allah (cc), kimlerin kendi dininde samimi olduklarını daha iyi bilir. 589

Müslümanın Bela Ve Afet Halleri Karşısındaki Durumu

Soru

Ben bir öğrenciyim, ailemle bir kaç sene gayet mutluluk içinde yaşadım, sonra babam vefat etti.
Annem iddetini tamamladıktan sonra bir başka erkekle evlendi. Annem ve beyi ile iki sene daha
yaşadıktan sonra amcam beni evden kovdu bana merhamet edecek ne anam, ne de babam
olmaksızın evden çıktım, intihar mı edeyim? Sabırmı edeyim? Ne edeyim bilemiyorum. Ben şu
anda lise çağındayım. 590

Cevap

Aman oğulcağızım senin yapacağın tek iş Allah'ın bize hayat sıkıntılarıyla karşı karşıya
kaldığımızda emrettiği sabır ve namazla O'ndan yardım istemektir.
"Ey iman edenler, sabır ve namaz ile yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir"
591. İnşallah sabır genişlemenin anahtarıdır.
Müslümandan beklenen, başına gelen musibetlere, cesaretle, kendine güvenle ve demir gibi
iradesiyle karşı koymasıdır. O Allah (cc)'a tevekkül eder. Allah'ın sağlam kulpuna (İslam) tutunur.
O'nun ipine (Kur'an) sımsıkı sarılır. Allah'a güvenip, dayanır.
Yarınlar onundur gecenin sonunda fecir vardır, her zorlukla bir kolaylık gelir, aynı halin devamı
imkansızdır. Tarihte ün yapmış olarak tanıdığımız nice insanlar acı ve mahrumiyet okulundan
geçmişlerdir. Bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allah (cc), tüm peygamberlerini küçükken acı
çektirmiştir. Tarihte ağzında altın kaşık bulunan, huzur, saadet ve refah içinde yaşayan, nimetlere
boğulan hiç bir peygambere rastlayamayız. Peygamberlerin çoğu elem beşiğinde azab terbiyeleri
arasında yetişmiştir. Efedimiz Musa (as) daha doğumundan az sonra denize atılmıştır. Nitekim
Allahu Teala annesine, "Onu denize at, hiç üzülme ve korkma" diye ilham etmişti. Tabi daha sonra
hem Allah'ın hem de kendinin düşmanı olan Firavun tarafından bulundu. Hem o Firavunki,
Musa'dan kurtulmak için İsrail oğullarından dünyaya gelen tüm erkek çocuklarını katlediyordu.
Evet, işte böylece ilahi mucize meydana geliyor ve Musa Firavun'un evinde onun kucağında
büyüyor ve terbiye ediliyordu.
Efendimiz Yusuf aleyhisselamın kıssasını da Kur'an'da okuyor ve daha tırnakları yumuşakken
azabı nasıl yudumladığını öğreniyoruz. Kardeşleri onu çekemeyip kurtulmak için onu öldürmek
istediler. Sonra kuyuya atılması konusunda karar aldılar ve atıldı da. Daha sonra kuyudan çıkartıldı
ve en sonunda sebze, meyvelerin satıldığı gibi satıldı. Sonra köleler gibi hizmetçi olarak çalıştırıldı,
sonra serserilerin itham edildiği gibi iftirayla itham olundu, cürüm işleyenler gibi senelerce hapis
yattı.
Peki bunlardan sonra ne oldu?
Evet, işte tam bu belaların ardından, Allah yeryüzünde ona fırsat ve yer verdi, şehrinin azizi (ileri
gelen yöneticisi) oldu. En son söz hakkı kendinde olan, mali ve iktisadi işlerden sorumlu bakan
oldu. Evet tüm doğu ülkelerini kıtlık ve açlık kapladığı zor günlerde o, bolluklarla karşılaşıyordu.
İşte bütün bu güzellikler sabrın neticesinde oldu. Allah (cc), Yusuf suresinde şöyle buyuruyor:
"Zira kim korkar (sakınır) ve sabrederse (Allah onun ecrini verir). Çünkü Allah, iyilik yapanların
ecirlerini zayi etmez."
Takva ve sabır, bu ikisi zaferin anahtarı, dünya ve ahirette kurtuluşun yoludurlar.
İntihar etme fikrine gelince bu fikir kesinlikle müslümana yakışan bir fikir değildir.
Malesef müslümanların okuması için yazılan hikaye ve romanların büyük bir bölümü intiharla
noktalanıyor. Yani sanki insanı rahatlatacak, hoşlandıracak ve onu hayatın dar geçitlerinden
kurtaracak başka bir şey kalmamıştır, illa ki intihar edecek. Hayır. Çünkü insanın canı onun mülkü
değildir, o sadece Allah'ın (cc) mülküdür. Bu yüzden insan kendine emanet edilen bu hayatı
yıpratamaz. İntihar etmek suretiyle hayattan ebediyyen ayrılamaz. Hem de intihar büyük
günahların en büyüklerindendir. Allah muhafaza neredeyse küfür derecesine yaklaşmaktadır.
Çünkü intiharın ötesinde Allah'ın rahnetinden ümid kesmek vardır. Halbuki Allahu Teala şöyle
buyuruyor:
"Şüphesiz gerçek odur ki, Allah'ın rahmetinden sadece kafirler ümid keser" 592.
Ben bu öğrenciye; sabretmesini, kuvvetli bir azimle sarsılmaz bir irade ile imana bağlanarak zor
durumlar ve bu zorlukların içerdiği sıkıntı ve azap karşısında sebat edip, başka şeylere aldırmadan
hayatına devam etmesini tavsiye ediyorum. Umarım ki Allahu Teala kendisine sabahı
aydınlatacaktır. Farkında isen gecenin karanlıkları içinde belli bir süre kaldıktan sonra sabah gelir.
Sabah gelecektir inşallah. Bu konuda hiç bir şüphen olmasın. Bu kardeşimiz, hayatı güzel bir
sabırla karşılasın. Allah onu muvaffak edecek ve engellerini kaldıracaktır. Umarım toplumumuzda
bu seslere kulak verecek ve kendisi ile ilgilencek birisi bulunur. Zira amellerin en büyüklerinin
başında yetimle ilgilenmek ve ona iyilik yapmak gelmektedir evlerin en hayırlısı, içinde kendisine
iyilik yapılan bir yetimin bulunduğu evdir. 593

Yahudiler Ve Mesih İsa (As)'ın Kanı

Soru

Katolik kilisesi Vatikan'da yahudilerin Mesih'in kanından beri (uzak) olduklarına dair bir karar
çıkarttı. Tabi bu karar sonrası devamlı siyasi bir savaş içinde bulunan Arap aleminde bir fikir
sarsıntısı meydana geldi. Bu karar Mesih'in asıldığını kabul etmiyen bu fikre hayır, Allah onu kendi
katına yükseltti şeklinde karşılık veren islamın görüşüne muhalif sayılırmı?
Çağımızda yasayan yahudiler geçmişlerinin yaptıklarından dolayı azap çekecekler mi? 594

Cevap

Müslümanların inancına göre, Mesih (as) ne öldürülmüş, ne de çarmıha gerilmiştir. Kura'ni Kerim
açıkça bunu ifade etmektedir. Lakin İslam'ın bu düşüncesi yahudilerin öldürmeye yeltenmeleri,
senaryolar tertip etmeleri ve bu uğurda birbirlerine yardım etmeleri konusundaki tarihi
mesuliyetlerinin olmadığı anlamında değildir.
Evet Yahudiler Mesih'i bil fiil öldürmedilerse de niyyet, itikat ve bu öldürme iddiasmı ileri sürmeleri
onu öldürmüşlerdir. Bu konuyu Kur'anı Kerim onlar hakkında tescillemiş, onları kurtaran Musa
(as)'dan Muhammed (as)'a kadar tevatür yoluyla peygamberlere karşı işledikleri cürüm zincirini
birbir takip ettiklerini haber vermiştir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurur:
"Ahitlerini bozdukları ve Allah'ın ayetlerini inkar ettikleri, haksız yere peygamberleri öldürdükleri ve
kalbimiz kapalıdır dedikleri için onlara lanet ettik. Doğrusu Allah inkar etmeleri sebebiyle onların
kalplerine mühür vurmuştur, onlardan pek azı iman gder İnkar edip Meryem'e büyük bir iftira
attıkları ve Meryem oğlu Allah'ın Resulü Mesih İsa'yı biz öldürdük, dedikleri için, Allah onlara lanet
etmiştir. Onlar İsa'yı ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse onlara İsa gibi göründü"
595 .
"Ödürdükleri kimse onlara İsa gibi göründü"den maksat, yani ona benzeyen birini görüp, o
zannettiler ve öldürdüler. Yahudilere büyük bir pay düşen öldürme olayını Mesih üzerine
gerçekleştirmiş olmasalar bile Mesih olduğuna inandıkları kimse üzerine gerçekleştirmeleri
yeterlidir. Ameller niyetlere bağlıdır. Kuran'da belirtildiği gibi yahudilerin Mesih'i katlettiklerini itiraf
etmeleri ve başardık demeleri bize yeter.
Yahudiler fiilen Meşini katletmiş olmasalar bile ondan önceki peygamberlerden olan Zekeriyya
(as), onun oğlu Seyyid Yayha ve diğer peygamberleri katletmişlerdir. Kur'an onlara hitab ederek
şöyle diyor: "Ey Yahudiler her peygamber size, nefislerinizin istemediği şeyleri getirdiği zaman
büyüklük taslayıp bir kısmını yalanlatıyor, bir kısmını da öldürüyor musunuz?"
Allahu Teala buyuruyor ki:
"Allah'ın ayetlerini inkar edenleri haksız yere peygamberleri öldürenleri, insanlardan adaleti
emredenleri öldürenleri can yakıcı bir azapla müjdele. İşte onlar dünya ve ahirette amelleri boşa
çıkanlardır, onların yardımcıları da yoktur" 596.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allahu Teala Yahudiler hakkında şöyle buyuruyor:
"Onlara zillet ve yoksulluk damgası vurulmuştur Allah'ın gazabına uğramışlardır bu onların Allah'ın
ayetlerini inkar etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendir bu, isyan etmelerinden
ve haddi aşmalarından ileri gelmektir" 597
Evet çağımızda yaşayan Yahudiler de cürüm, isyan ve haddi aşma konularında atalarıyla aynı
mesuliyeti paylaşmaktadırlar. Bunun sebebi de, onların atalarının yaptığı cürümlerden razı
oldukları gibi bu cürümleri işledikleri için onları övdüklerinden dolayıdır. Fakat, eğer şimdiki
yahudiler atalarının yaptıklarından beri olduklarını kamuoyuna ilan eder de onlara bu
yaptıklarından dolayı kızarlarsa, o zaman durum değişir. Ama heyhat işte bu noktadan hareketle
Kur'an Peygamber (sav)'e çağdaş olan yahudileri, babalarının işledikleri cürümlerle itham edip eşit
görmektedir. Nitekim Allahu Teala buyuruyor ki:
"Bir zaman da Musa ile kırk gece için vaatleşmiştik onun arkasından siz buzağıyı ilah edindiniz ve
zalimlerden oldunuz" 598
"Hani ey Musa! biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyiz" demiştiniz de, gözünüz göre
göre sizi bir çığlık yakalayıvermişti. Sonra şükredesiniz diye ölmüşken size tekrar hayat verdik"
bulutları üzerinize gölgelik yaptık" 599
Bilindiği gibi Peygamberimize çağdaş olan Yahudiler buzağıya tapmamışlardı. Bu dediklerini
kendileri dememişti ama geçmişlerinden memnun olmaları ve onlarla övünmeleri kendilerini de
aynı suçta ortak haline getirmektedir. Allahu Tealanın şu sözü de bu manadadır:
"Söyle ey habibim! Eğer mü'min iseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?"
600
Evet Yahudiler, geçmişlerinin işledikleri cürüm vesairelerle damgalanmışlardır. Ama onlar bunlara
rıza göstermekle kalmayıp, asırlar geçmesine rağmen gaddarlıkta kalpleri ürpertecek seviyede
cürüm üzerine cürüm eklemişlerdir bize gaddarlık olarak yahudilerin mukaddes topraklarda
çocuk, kadın, ihtiyar demeden sergiledikleri vahşi ve insanlık dışı hareketleri yeterlidir. 601

Büyük Günahlardan Tevbe Etmek

Soru

Her hangi bir şahıs, az sonra sayacağım büyük günahlardan bir kısmını, ya da tüm kebair
günahları islemiş olsa, bir kadın ki fahişelik veya benzeri şeyleri yapsa, iffetli kadınlara iftira
atmak, batıl yolla insanların mallarını yemek gibi suçları işlese, ama bunlarla beraber bu şahıs
nasuh bir şekilde tevbe etse. Başkalarının mallarını yemesine gelince, bunları az olsun, çok olsun
sahiplerine verebilme gücüne sahip olmadığından ve parasızlıktan geri veremese. Bu şahıs
hakkında siz ne diyorsunuz? 602

Cevap

Kardeşimiz bize üç cürümdan soruyor. Bunlardan ilki zina suçudur. Bu suçtan Allah'a tevbe
edebilir, pişman olur, Allah (cc)'dan bağışlanması için af diler, memeden çıkan sütün tekrar geri
dönmeyeceğine inandığı gibi bu gibi günaha ebediyyen dönmiyeceğine karar verirse tevbesi kabul
edilir.
Bazı alimler bu konuyu biraz daha zorlaştırıyorlar. Bu çerçevede, zina eden bir insanın tevbe
edebilmesi için zina ettiği kimsenin ailesine gidip affedilmek istemesi gerekiyor. Çünkü bu iş kul
hakkına tealluk eden bir mesele dolayısıyla, kulların kendi hakları için müsamaha etmeleri, günah
sahibinin tevbesinin şartıdır diyorlar. Burada söylenmek istenen şudur; Mesela zina eden adam
affedilmek istediği kimseye gidecek, ben senin hanımınla veya kızınla zina ettim beni affet,
hakkını helal et, diyecek. Tabiatıyla böyle bir işi yapmak aklen mümkün değildir. Çünkü gideceği
adam onu öldürecek veya türlü işler yapacaktır. '
İşte bu sebepten ötürü hukuk araştırmacıları zinadan dolayı yapılacak tevbenin kul ile yaratıcısı
arasında olduğunu vurgulamışlardır. Tevbe edip Allah'a sığınır pişmanlık hisseder ve istiğfar
dilerse umulur ki Allah onu bağışlar ve kendisini affeder. İffetli, namuslu, hiçbirşeyden habersiz
mü'mine hanımlara iftira atmasına gelince; bu cürüm, dünya ve ahirette helak eden cürümlerden
biridir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyuruyor:
"İffetli hiç bir şeyden habersiz mü'min hanımlara zina isnat edenler, şüphesiz dünyada da ahirette
de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır. Kıyamet günü onların dilleri, elleri ve ayakları
yaptıklarına şahitlik edecektir" 603
Allahu Teala dünyada iftira atmaya bir ceza koymuştur. Bunun adı haddi kaziftir. Haddi kazif,
seksen sopadan ibarettir ki bu, maddi bir cezadır. İftira atanın bundan sonra yapacağı şahitliği
kabul etmiyor ki bu da, medeni, terbiyevi bir cezadır. Bu cezayla o şahsın toplumdaki itibarı
düşüyor ve bundan sonra şahitliğinin kabul olunmaması ile de kişisel bir ağırlığı kalmıyor iftira
atanın bir de dini bir cezası vardır. Bu ceza da Allahu Tealanın şu sözüdür:
"İşte onlar fasıkların ta kendileridirler" 604;
Yani zina suçu isnad edenlere bir de fısk sıfatıyla damga vurulmak vardır.
"Ancak bundan sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler hariç doğrusu Allah gafurdur rahimdir"
605
Peki bu suçtan nasıl ve ne ile tevbe edilir?
İşte bu konuda fıkıhçılar ve imamların farklı görüşleri vardır.
Bir defa burada hem Allah (cc)'ın hem de iftira atılan kadının hakkı vardır.
Bu isnadı bir topluluğun önünde yalanlaması gerekiyorki Allah ondan razı olsun veya iftira attığı
hak sahibine gidip helallik isteyecek.
Yok hem kadının ırzını lekelesin, rüzgarın yayıldığı gibi anında her tarafa yayılabilen, hem kendine
hem de ailesine leke bırakacak alçak sözler sarfetsin, sonra da dönüp; ben tevbe ettim Allah'a
yöneldim, desin. Hayır bu kadarı yeterli değildir. Kendini yalanlaması yalan söylediğini itiraf etmesi
veya hak sahibinin rızasını alması lazımdır. Hak sahibinin müsamaha etme yetkisi vardır, aksi
taktirde seksen sopa yemek için kendi rızasıyla gelecek sonra tevbe edecekki tevbesi kabul
olunsun.
Batıl ve gayri meşru yollarla insanların mallarını yemesine gelince. Ben diyorum ki, mali haklarda
mutlaka mal sahiplerine baş vurmak mecburiyetindedir. Hatta üzerinde kul hakkı bulunan insan
Allah (cc) yolunda şehit olsa bile bu hak insan için silinemi-yor. Şüphesiz insan için Allah yolunda
şehit olmaktan daha büyük bir tevbe yoktur. Buna rağmen Peygamberimiz'e birisi soruyor: "Ey
Allah'ın Resulü, ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarım silinir mi?" Peygamberimiz (sav)
cevaben: "Evet"buyuruyor. Biraz sonra Peygamber (sav) sorusunu tekkar ettirmek amacıyla,
"Az.önce ne demiştin?" diye sordu . Adam, "Şöyle demiştim..." diye sorusunu tekrar edince,
Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Borç hariç, tüm günahları yok olur. Bunu da az önce Cebrail
bana haber verdi" 606.
Borç ve onun gibileri mutlaka sahiplerine verilmelidir.
Günahkar şahsın insanların mallarını rüşvet, gasp yağma ya da karıştırarak veya haram olan hangi
yolla olursa olsun yedikten sonra, ben Allah'a tevbe ettim, demesi veya hacca gitmesi veya cihad
edip şehit düşmesi yeterli midir? Hayır. Mali olan tüm haklar sahiplerine geri verilmelidirler.
Nitekim meselenin bu yönü için hak sahibinin müsamahası dahi yeterli değildir. Ama
ödeyemiyecek kadar acizse, hak sahiplerine gitsin ve onlardan rızalık istesin. Umulur ki onlar razı
olurlar, razı olmasalar bile en azından içinden, ne kadar mal bulursa ilk planda hak sahiplerine
vereceğine niyyet etmesi gerekir.
Bu hal üzere vefat edip mal sahiplerinin haklarını tamamlayamamışsa bile kıyamet gününde Allah
(cc) onun hasımlarını razı edecek güce sahiptir.
Allah bağışlayan ve affedendir. 607

Maslahat Dolayısıyla Eskimiş Kabirlerin Naklinin Caiz Oluşu

Birleşik Arap Emirlikleri'ne bağlı "Duba" şehrinin belediye idaresinin bize gönderdiği mektup:
"imdi dün zati alinizle aramda geçen telefon görüşmesine işaret ediyorum. O görüşmemizde
Duba şehrinde halen devam eden kanalizasyon çalışmasından bahsetmiştik. O görüşmemizde
çalışmayı yürüten mühendis ve fen memurlarının görüşlerini içeren raporun ışığında ilgili problemi
zatialinize arzetmiştim. Buna göre boruların 10 seneden beri kullanılmıyan eski bir okulun
bahçesinde bulunan mezarlıktan geçme zorunluluğu var. Boruların geçmesi gereken mezarlıktaki
ölülerin en yenisi 25 seneliktir.
Eğer kanal buradan geçmezse şehrin içinden geçecek ki, bunun neticesinde de toplumun
maslahatlarını ilgilendiren büyük zararlar meydana gelecek şekilde trafik akışının aksamasından
tutun da, oluşan su birikintileri şehirde iş, ticaret ve bunlarla ilgili toplumsal hayatı tamamen felç
edecek, kazılan kanalların paralelindeki binalarda kendilerini tehdid eden tehlikelerle başbaşa
kalacaklardır.
Bu problemin çözümü İslam dininin emri doğrultusunda olacaktır o yüzden sizden ricamız kardeş
Katar'ın üstün alimleriylede konuyu görüşüp şeriatımız islam dininin bu konudaki görüşünü bize
bildirmenizdir. Biz de bu sayede çalışmamızı şeriatın ışığı altında yürütebilelim.
(Kardeşiniz Duba Belediye Müdürü) 608

Cevap

Duba şehrinin belediye müdürü çok muhterem değerli müdür efendiye cevap:
Allah'ın selamı rahmet ve bereketi sizinde üzerinize olsun.
Şimdi hicri 17 Rebiülevvel 1390, miladi 22.5.1970 tarihli, mühendis ve uzmanların boru hatlarının
illaki oradan geçmesi gerektiğine dair kararlarını içeren, eski bir mezarlık konulu mektubunuza
karşılıktır.
Uzmanların, meşru şahsi kararlarına vakıf oldum. Boru hatlarının tek alternatifi olan şehirden
geçmesi halinde gelecek zararları da öğrendim.
Kanunun şer'i yönünü kitaplarımızda bulunduğu kadar tetkik ettikten ve olayı da anlatılanlardan
anladığım kadarıyla aşağıdaki açıklamayı yapıyorum.
Aslında mezarları nakletmek, ölüleri çıkartmak ve yerlerinden faydalanmak, ölünün saygınlığını ve
hürmetini korumak amacıyla caiz değildir. Bu durum İcma ile sabittir. Ancak mezarlarının naklini
meşrulaştıracak sebepler bulunursa o zaman caiz olabilir.
1- Mezar üzerinden epey bir vakit geçtiği bilinecek öyleki ölü toz ve toprak şeklini almış olacak bu
da bilirkişiler tarafından tesbit edilecek bunun tesbiti için yer ve konumlar şehirlere göre farklıdır.
2- Ölü bu kabirde bulunmaktan rahatsız olduğu zaman; örneğin mezar çok eski olup su
kanalizasyon ve benzeri rahatsız edici pisliklere mahal olduğu zaman,
3- Kabir veya bizzat ölü üzerinde hayatta olan bir insanın haklı olduğu zaman. Hatta fıkıhçılar
böyle bir durumda kasten veya hataen değeri az da olsa, ölü bir malı yutmuşsa, karnının
yarılmasına dahi cevaz vermişlerdir. Bazı fıkıhçılar da mezar sahibinin satın alındığı kişiye para ve
benzeri borçlu olması, veya bir başkasının mezarı şufa hakkı ile satın alması halinde mezarın
nakledilmesini caiz görmüşlerdir.
Hanefilere göre ise ölünün üzerine toprak atıldıktan sonra insan oğlunun hakkı olmadan, örneğin
kabre çok değerli bir eşya düşmesi veya gasb edilmiş bir bezle kefenlenmesi veya kasıtlı olarak
ölüyle birlikte değerli bir eşyanın gömülmesi gibi kul hakları olmadan çıkartılması caiz değildir
görüşündedirler. Hatta Hanefiler diyorlarki, "O mal 1 dirhem (50.000) lira olsa bile çıkartılır."
Aynı şekilde ölü daha önceden gömülmek amacıyla bir mezar satın alıp oraya defnedildikten
sonra malın eski ortağı veya bitişikteki komşusu kalkıp şufa hakkıyla mala sahip olursa, bu kişi
serbestir. İsterse ölüyü oradan çıkartır veya olduğu yerde bırakır. Kabrin üstünü de ekip
ekmemekte veya üzerine bina yapıp yaplamakta serbestir. Hanefiler şöyle devam etmişlerdir:
"Çünkü malın içindede dışında da tasarruf etmekte mal sahibi serbestir isterse içerdeki hakkını
bırakıp dışardakini alır isterse her ikisini birden alır."
İslam hukukunda ferdin böyle bir hakkı bulunduğu zaman bu şekilde tasarruf edebiliyorsa, aynı
hakka toplum sahip olduğu zaman onların maslahatını temin etmek zararlarını def etmek söz
konusu ise kendileri içinde böyle bir tasarruf bulunması ve bu hakkı kullanmaları hali caizdir.
4- Mezarlığın hepsine veya bir kısmına umumun (müslümanların hepsinin) maslahatı tealluk
ediyorsa ve bu maslahat ölülerin kemiklerinin kalkmasını gerektiriyorsa o zamanda kabrin
nakledilmesi caizdir. Bu hükmün sebebine gelince, İslam şeriatındaki umumi kurallar şunlardır:
"Küllün maslahatı cüzün maşlahatından öncedir. Kamunun maslahatını temin için ferdin zararına
tahammül edilebilir." Hatta şeriat bir nehrin geçirilmesi için veya yol yapımı için veya cami
yaptırmak yahut genişletmek için kişinin arazisinin veya evinin istimlak edilmesine evinden
barkından çıkartılmasına müsade etmiştir. Diri olan bir insan için bu kuralları tatbik etmek caizse
hayatta olsaydı kardeşlerinin eziyetini istemiyecek olan bir ölü için haydi haydi caizdir.
Ölünün nakledilebilmesi için gereken bu sebepleri öğrendiğimiz zaman, aşağıdaki şartların
tahakkuk etmesi halinde, bahsettiğiniz mezarlığın nakledilmesine cevaz verecek iki sebebin
varlığını göreceğiz:
Birinci sebep: Çevredeki binaların varlığı sebebiyle kanalizasyon ve pisliklerin mezarlığın
üzerinden geçip pis koku oluşturması ve çevre sağlığını olumsuz yönde etkilemesidir. Hanbeli
mezhebine mensup Ellame İbni Kudame "Muğni" isimli eserinde der ki: "İmam Ahmet Bin
Hanbel'e, bir kabrin olduğu yerden çıkartılıp başka bir yere nakledilmesinin hükmü sorulmuştu, o
da ölüyü rahatsız edecek şu vs. gibi eziyet edici şeylerin bulunması durumunda bunun caiz
olduğu cevabını verdikten sonra şöyle dedi. "Nitekim Talha ve Aişe'de naklolunmuştur. Yine İmam
Ahmed bin Hanbel'e bostan ve değersiz yerlere gömülen mezarların ne olacağı sorulunca, başka
yerlere nakledilmelerine bir beis görmemiştir" 609.
Şaafi mezhebine mensup "El-Marudi" Ahkami Sultaniyesi'nde şöyle der: "Kabre, sel ya da feleket
uğradığı zaman, nakledilmesi caizdir." Ebu Abdullah ez-Zubeyri de nakli caizdir, demiştir. Diğerleri,
caiz değildir, demişlerdir. İmam Nevevi: "Zubeyri'nin fetvası en doğrusudur. Sahihu'l Buhari'de,
Cabir bin Abdullah (ra)'dan rivayet edildiğine göre: "Cabir babasını Uhud sonrası başka bir adamla
aynı kabire gömmüştü. Cabir diyor ki: "Sonra canım rahat etmedi, altı ay sonra babamı çıkartmak
istedim. Bir de ne göreyim, nasıl koymuşsam o şekilde duruyor, kulağı bile gevşememiş."
Buhari'deki bir başka rivayeti, "Sonra onu çıkartıp tek başına bir başka kabre gömdüm" hadisi
vardır.
İmam Nevevi der ki: "İbnu Kuteybe, Mearif isimli eserinde der ki: "Cennetle müjdelenen 10 kişiden
biri olan Talha bin Ubeydullah, Uhud'ta şehit olup defnedilmişti."
Defnolunduktan otuz yıl sonra kızı Aişe, onu rüyada gördü Hz. Talha kızına, kabrine çok su
sızıntısı olmasından şikayet etti. Bunun üzerine Aişe, babasının kabrinin açılmasını emretti ve yaş
olarak çıkartılıp Basra'daki evine defnedildi."
İkinci sebep: Mezarlığın durması halinde fen memurlarının saydığı zararlarla şehir halkının
karşılaşması durumudur. Halbuki şeriat, zararı ortadan kaldırmak mümkün mertebe onu aza
indirmek, iki zarardan en hafifine katlanmak, iki maslahattan en alasını temin etmek için, en
hafifini feda etmek gayesiyle gelmiştir. Bütün bunlar üzerine hiç kimsenin farklı görüşü
bulunmayan görüşler olmakla birlikte şeriatın genel prensiplerindendir.
O halde mezarlığı olduğu gibi bırakmak, müslümanların hayatta olanlarına zarar verecekse,
dirilerin maslahatını temin etmek tercih edilir ve mezarlıktan faydalanmak caiz olur mezardaki
ölüler ise bir başka mezara nakledilir.
Nitekim Şeyhülislam İbni Teymiye, fetvaları arasında şöyle der: "Muaviye halifeyken Medineye
kaynak sular akıtmak istedi. Bu kaynakların adı "uyunu hamza"dır. Bundan önce Medine'de bir
tane akar çeşme yoktu. Tabi bu suların temini şehitlerin kabirlerinden nakledilmelerini
gerektiriyordu. Bu yüzden onları yaş yaş naklettiler, hatta taşıyıcı bir daha varmadan ayakları kan
içinde kalıyordu."
Şüphesiz Muaviye bütün bunları içinde çok sahabi bulunan Medine'de yapıyordu, hiç kimse de
onun bu hareketini yadırgamadı. İşte bu işte şer'an icma sayılır. Buna binaen (icmaya dayalı
olarak) şer'an mezkûr mezarlıktan aşağıdaki şartlar eşliğinde kamu adına yararlanılabileceğini
görüyoruz:
Birincisi: Gereken ihtiyaç, üzerinden en az yirmibeş sene geçmiş olan kabirle giderilecek, bunun
dışındakilere kesinlikle dokunulmayacak ancak, ihtiyaç öbürlerinin cüzlerinin de kaldırılmasını
gerektiriyor, ya da çalışan sular diğer kabirlerdeki ölülerin cüzlerine de ulaşılır veya zanni galible
ulaşmasından korkuluyorsa o takdirde kemik tozlarının nakledilmesi caizdir.
İkincisi: Nakil işini yapacak olan işçiler kazarken azami ölçüde ölülerin kemiklerini kırmamaya
dikkat edecek, zira Ebu Davud, Peygamberimiz (sav)'e isnaden şu hadisi rivayet etmiştir: "Ölünün
kemiklerinin kırılması dirinin kemiklerinin kırılması gibidir."
Üçüncüsü:Üzerinde çalışılan büyük bir saygıyla nakledilen ölünün kemikleri bilirkişilerin ve din
adamlarının talimatı altında ve göstedikleri şekilde toplanmalıdır. Bu konuda bizim anladığımız bu
kadar.
Allah (cc) muvaffak kılandır. 610

Tasavvufun İç Yüzü

Soru:

Sofilik ve tasavvufun iç yüzü, hakkikatı nedir? Tasavvufun islam'daki yeri nedir? Duyuyoruz ki
sofilerden bazıları ilmiyle, ameliyle İslam'a hizmet etmektedir. Bununla beraber sofilerin diğer bir
kısmının da İslamı bid'at ve dalaletlerle yıktığını duyuyoruz, bunlarla öbürlerinin arasındaki fark
nedir? 611

Cevap:

Tasavvuf bir çalışma metodudur. Hemen hemen bütün dinlerde bulunur. Daha çok ruhani tarafa
dalmayı esas alıp bu konularla fazla ilgilenmekten ibarettir.
Bu şekil bir çalışma diğer bir çok dinlerde bulunur.
Hintliler'de bu şekil bir çalışma vardır. Hindistan'da fakir insanlar güya kendilerine göre ruhlarını
terbiye edip terakki (yükselme) amacıyla kendilerine türlü eziyetler ediyorlar. Hıristiyanlıkta da bu
tür çalışma vardır. Rahiplik sisteminde ise daha çoktur.
Fârisilerde ruhu yüceltmek için Maniy mezhebi vardır. Yunanlılar da bu amaçla Revakiler mezhebi
ortaya çıkmıştır. Daha birçok memleketlerde de insanların fiziki yapılarına verdikleri önemi ruhi
yapılarına da vermeleri gerektiği konusunda bir sürü çekişmeler yaşanmıştır.
Ama İslam gelir gelmez ruh ile beden, akıl ile vücut hayatlarını eşit bir şekilde ölçüye koymuştur.
İslam'ın tasavvur ettiği manada insan: Beden, akıl, ve ruhtur. O halde bu cüzlerden her birinin
hakkını vermek müslümanın görevidir.
Zira Peygamberimiz (sav) ashabı arasında bu cüzlerden birine daha fazla önem verenleri ikaz
etmiştir.
Nitekim devamlı oruç tutup hiç yemiyen, devamlı ibadet edip hiç uyumayan ailevi ilişkilerini
tamamen askıya alan Abdullah bin Amr İbni As'ın haberi Peygamberimiz'e ulaşınca Peygamber
(sav) kendisine şöyle buyurmuştur:
"Ey Abdullah, şüphesiz gözlerinin, ailenin ve vücudunun senin üzerinde hakkı vardır, o halde her
hak sahibine hakkını ver."
Aynı şekilde sahabelerden bir kısmı, Peygamber (sav)'in hanımlarına onun ibadetinden sorduktan
sonra sanki azımsayarak birbirlerine şöyle dediler: "Resulullah (sav) nerde biz nerde. Zira onun
geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmiştir." Bunun üzerine içlerinden bir tanesi; "Ben bundan
sonra devamlı oruç tutacağım. Bir günümü dahi yiyerek geçirmeyeceğini." Diğeri, "Ben de geceleri
hep ibaretle geçireceğim, kesinlikle uyumayacağım." Bir başkası da, "Ben de kadınlardan
kaçınacağım, kesinlikle evlenmeyeceğim" diyerek belli ibadetlere nezrettiler.
Onların bu sözleri Peygamber (sav)e ulaşınca, onları derhal toplayarak şu konuşmayı yaptı:
"Dikkat edin, içinizde Allah'ı en çok bileniniz, ondan en çok korkanınız benim. Buna rağmen ben
gecenin bir kısmında kalkıp ibadet ediyor, diğer bir kısmında da uyuyorum. Bazen oruç tutuyor,
bazen yiyorum, hem ben kadınlarla da evleniyorum. O halde kim benim sünnetimden yüz çevirirse
o benden değildir."
İşte İslam'ın hayat ölçüsü bu noktadan hareketle başlamış ve her cüze kendi hakkını vermiştir.
Ancak tasavvufçular insanların madde ve akla ehemmiyet verdikleri sırada kendilerini
göstermişlerdir. İnsanların maddeyi önemsemeleri de fetihlerin yaygınlaşması neticesinde bazı
insanların zenginleşmesi ve insanların iktisadi hayatlarının güllük gülüstanlık olması neticesinde
ortaya çıkmıştır. Maddeye aşırı derecede ağırlık veren insanlar her şeyi akıllarıyla halletmeye
başladılar. Bunun neticesinde iman adeta felsefeye, kelam ilmine ve münakaşaya dönüşmüş gibi
bir hal ortaya çıktı. Bunlar da ruhu doyurmuyorlardı. Hatta Fıkıh ilmi bile sanki azalarla yapılan ve
insanın dış yüzüne ait kalple alakası bulunmayan, ibadetlerin zahiri görünümüyle ilgilenen bir
ilimden ibaret olmaya yüz tutmuştu.
İşte tam bu sırada tasavvufçular bu boşluğu doldurmak ve ne fıkıhçıların ne de kelamcıların
beceremediği bu işi becermek istediler. İnsanların dıştan önce iç yüzlerini temizlemeyi, kendilerini
nefislerinin hastalıklarından kurtarmayı amaç edindiler. Kalp amellerine öncelik tanıyan ruhi ve
ahlaki terbiye ile meşgul oldular, var güçleriyle parlak düşünceleriyle ruh ve ahlaki yapılarını
temizlemeye yönelten tasavvufçular ortaya çıktı. Hatta bazı sofiler, "Tasavvuf ahlaktır, kim
ahlakını artırırsa tasavvufunu artırmış olur", demişlerdir.
İlk sofiler kitap ve sünnete bağlı, Allah'ın belirlediği sınırlar önünde duran düşüncede ve sülükte
bidat ve uydurukları kaldırıp atan insanlardır.
Tasavvuf önderlerinin eliyle bir çok insan İslama girmiş bir çok insan, hatta sayılmayacak sayıda
günahkar tevbe etmiştir. Onlar ancak taassup ve kendini beğenenlerin inkar edebileceği, Ruhi
marifet ve tecrübeler servetini geride bırakmışlardır.
Ne var ki tasavvufçulardan da bir çoğu bu konuda çok aşırı giderek işi aslından ve doğru yolundan
çıkarttılar. Öyle ki bazılarının İslami olmayan sözler söyledikleri herkesçe bilinmektedir. Mesela,
hakikat ve şeriat mefhumlarını ortaya atmaları gibi... Buna göre mahluka da kim şeriat gözüyle
bakarsa onlara zulmetmiş olur. Kim hakikat gözüyle bakarsa onları mazur görür. Tasavvufçuların
bazılarına göre vicdanlar ve gönüller hükmün kaynağını oluşturabilmektedir. Yani kişi bir hükmü
çıkartmak için kalbine ve vicdanına danışabilir. Yine bunların bazıları hadisçilerin, "bana filanca
şahıs falanca şahıstan aktardı" dedikleri gibi, "bana Rabbimden aktarıldı" veya şöyle derler: "Siz
ilminizi ölülerden alıyorsunuz, bizse ilmimizi hiç ölmeyen diriden (Allah'tan) alıyoruz" yani
kendilerine göre direkt semadan vahiy almaktadırlar.
Bu taşkınlığın bir çeşididir. Yine buna benzer bir başka çeşidi de, terbiye yönüyle müridin
şahsiyetini yok sayacak şekilde taşkınlık yapmaktır. Onların şu sözleri buna örnektir: "Şeyhinin
huzurunda mürid, gasilin önündeki ölü gibi olmalıdır. Kim şeyhine "Niçin?" derse felah bulamaz,
kim itiraz ederse dergahtan kovulur."
Bu tür hareketler müslüman çocuklarının bir çoğunun azimlerini katletmekte ve onlara olumsuz
teslimiyet ruhunu oluşturmaktadır. Mesela onların: "Kullarına dilediğini yapıyor. Mülkünü sahibine
bırak, yaratılanı yaratanla başbaşa bırak" vs. sözleri buna örnektir.
Yani böyle demekle tüm değişimin fesat, zulüm ve diktatörlüğün önünde elpençe durulması
gerektiğini ifade etmektedirler. Bu düşüncede öbürleri gibi sofilerin sayesinde ortaya çıkan bir
uyduruktan ibarettir.
Fakat şunu ifade edelim ki, ehli sünnet ve selef ulemasının çoğu, tasavvuf ilimlerini kitap ve
sünnetle tashih ederek onlarla bağdaşmayanları ortaya koymuşlardır. Özellikle selef ulemasının
araştırmacıları bu konu üzerinde uyarıda bulunmuşlardır. Mesela İbni Kayyim gibi bir alimin, ne
ifrata ne de tefride kaçmadan tasavvuf ilimlerini itidal içerisinde kitap ve sünnet terazisiyle
tarttığını görüyoruz. Bu ölçü dahilinde tasavvuf konularını içeren değerli bir eser yazmıştır. Bu
eserin adı "Midracussalikin İlame-nazilissairin"dır. Bu eser Hanbeli mezhebine mensub
Şeyhülislam İsmail el-Harevi'nin "Menazilussairin ila mekamati iyyake nebudu ve iyyake nestein"
adlı kitapçığının şerhi (açıklamasıdır.) Bahsettiğimiz kitap üç ciltten ibaret olup konuları tamamen
kitap ve sünnet ışığı altında işlenmiştir. Biz bu kitabı rahatlıkla okuyup istifade edebiliriz.
Meselenin özü şudur: Her insanın söyledikleri doğru olacak, diye bir şey yok, söylediklerinin
bazıları alınıp bazıları terkedilebilir. Hüküm hatadan masum olan, kitab ve sünnetten ibaret olan
nastadır.
Dolayısıyla biz; tasavvufçuların, Allah (cc)'a itaat etmek insanların birbirlerini sevmeleri, nefsin
kusurlarını, şeytanın tuzaklarını ve bunların ilacını öğrenmek ve kalpleri yumuşatacak ahireti
hatırlatacak metodlarına önem vermek gibi aydınlatıcı taraflarını alabiliriz.
Biz kendimize lazım olan çoğu ilimleri onların kötü ve aşırı taraflarından sakınarak, kitap ve
sünnet terazisiyle tartan bazı tasavvufçulardan (İmam Gazali gibi) öğrenebiliriz. Tabii bunu
yapabilmek için ilim ve marifet ehli olmak lazım, yoksa herkesin bu işe gücü yetmez.
Allah (cc) muvaffak etsin. 612

Tasavvuf
Soru

Biz, kültür ve meşrepleri değişik olan insanlar biraraya gelerek oturmuş bazı dini konularda
tartışıyorduk. Bu sırada laf lafı açarak konuşma bizi tamamen görüş farklılığı içinde olduğumuz
bir konuya getirdi.
İhtilaf içinde olduğumuz konu tasavvuf onun kitapları tarikatları fikri ve terbiyevi metotlarıdır.
Kimimiz tasavvufu tamamen silip atarak onu esas İslam'ın zıddı kabul ederken kimimiz de
tasavvufun marifet zevk ve suluk bakımından islam'ın özüne ulaştıran tek yol olduğuna itibar
ederek onu kayıtsız şartsız kabul etti.
Her birimizin düşünce yolunu çizen kültür yapısı değişik olduğu için hiç birimiz bu konuda ortak
ve kesin bir görüşe varamadık.
Bu yüzden bizim sizden istediğimiz tasavvufun çerçevesini doğuşunu amacını, seçkin ve ayıp
taraflarını açık ve net bir şekilde açıklamanızdır ki, biz de bu sayede lehine ve aleyhine hiç bir
taassuba kapılmadan bir delile dayanarak tasavvuf konusunda tavrımızı belirleyelim.
Allah istediğiniz her konuda sizleri muvaffak etsin ve ilimlerinizle müslümanları faydalandırsın.
613

Cevap

Biz bundan önceki fetvamızda bu konuyu arz etmiştik. Ancak gerek övenlerin gerekse yerenlerin
ifrat içinde olmaları; bu nedenle meselenin hakikatini ortaya koyamamaları sebebiyle,
ehemmiyetine binaen konuya bir defa daha dönmemize bir mani yoktur. Zaten yukarıda
bahsettiğim nedenlerden ötürü konu biraz daha açıklamaya muhtaçtır.
Tasavvufa bilinçli bir şekilde yönelmek isteyenlerin yolunu biraz daha aydınlatmamızda bir beis
görmüyorum.
Sahabe ve onların terbiyesi altında yetişen tabiin devrinde müslumanlar, İslam'ın tümünü kendi
ölçüsünde eşit bir şekilde ifrata tefrite kaçmadan gerektiği kadar detay ve derinliğe dalarak hem
öğreniyor, hem de öğretiyorlardı. Onlar bir tarafı diğer taraf üzerine tercih etmiyor. Hepsine eşit
ölçüde değer veriyorlardı. Bedenin batınıyla (iç yüzüyle) ilgilenirken dış yüzünden gafil kalmıyor,
dış yüzüyle ilgilenirken de, iç yüzünden gafil kalmıyorlardı. Bilakis onlar, akıl, ruh ve bedenle toptan
ilgileniyor, aynı ehemmiyeti gösteriyorlardı. Toplumu fertle beraber değerlendiriyor, dünya ve
ahiret maslahatlarını daima gözetiyorlardı. Fıkıhçıların: "Kulların maslahatları hem dünyada hem
de ahirettedir" sözlerinin en güzel örneği idiler. Ama dahili veya harici nedenlerle hayat gelişip zor
şartlarla karşılaşılınca İslam toplumunda kimileri (Kelamcılar gibi) tüm maksadlarını akıl tarafına
sığdırdı. Kimileri de, mesela fıkıhçılar gibi, büyük bir ağırlıkla zahiri amellerle ilgilendi. Bu arada
kimilerini de dünyanın değersiz hayat ve madde sevgisi meşgul ederek onları madde ve geçim
derdine boğdu. Örneğin zengin yöneticiler ve onların kafilesinde yürüyen dünyanın diğer talipleri
gibi. Bu sırada tasavvufçular ortaya çıkarak çok önemli ve ihmal edilen, ne fıkıhçıların ne de
kelamcıların dolduramadıkları boşluğu doldurmak ve insanlığı dünyanın eşya ve süslerinden
kurtarmak için İslam hayatında ruh ve nefis taraflarını ilgilendiren tasavvuf mefhumunu gündeme
getirdiler.
Selef uleması yukarda belirttiğimiz gibi İslam'ı bir bütün olarak kabul ediyor, dini oluşturan İslam
iman ve ihsan mefhumlarını eşit ölçüde yaşıyorlardı. Daha sonra fıkıhçılar İslam'ın zahiri
hükümlerini öğrenmekle tanındılar ve yalnızca bu tarafla ilgilendiler. Kelamcılarda itikadi konular
ve bu konuların etrafında ihtisas yaptılar. Hal böyle iken geride yalnızca ihsan mefhumu kalmıştı,
tasavvufçularda gelip biz de ihsan konusunda ihtisas sahibiyiz dediler. Tasavvuf insanı her
şeyden çekip yaratılışın son gayesine ulaştırmaya çalışmaktadır. O gayede nefisle mücadele ve
lüks hayatı terketmek yoluyla insanı, Allah'ın gazabından ahiretin azabından kurtarıp şeriatın
edebiyle edeplemek ve ona Allah'a saygıyı öğretmektir. Sonraları tasavvuf alimlerinden nefis
terbiyecilerinden bazıları Allah'tan (korkmak ve korkutmak) tarafında çalışmıştır. Örneğin Hasan-i
Basri Hazretleri gibi daha sonra bu mefhum yerini yavaş yavaş, hubbi ilahi (Allah'ı sevmek) adı
altında yeni bir unsur almıştır. Bu unsur Rabiatu'l Adviyye (ö. hic. 180)'nin şiirinde, Ebu Süleyman
ed Derani (ö. hic. 210)'nin Zinnu'l Mısri (ö: Hic. 245)'nin, Ebu Yezid el-Bestami ve diğer
tasavvufçuların sözlerinde görülmektedir. Bu alimler Allah'a itaati ve farzları yerine getirmeyi ne
cehennem azabı korkusuyla ne de cennet isteğiyle yapmadıklarını bilakis Allah'ı sevdikleri ve ona
yaklaşmak istedikleri için yaptıklarını serahaten (açıkça) söylüyorlardı.
Hatta bu konuda Rabia'nın şu sözü, şöhret kazanmıştır: "Onların hepsi ateş korkusundan ibadet
ediyorlar, ondan kurtulmayı büyük bir pay görüyorlar, veya cennet bahçelerine girip nimetlerden
nasiplerini almak ve selsebil adındaki cennet çeşmesinden içebilmek amacıyla ibadet ediyorlar.
Benimse cennet ve cehennemde payım yoktur, çünkü ben sevgimin yerine geçecek bir şey
aramıyorum."
Daha sonra tasavvuf ruhi ve ahlaki terbiye olmaktan çıkıp İslam'ın temel prensiblerinden
tamamen uzak garip kavramlara sahne olan bir felsefe halini almıştır. Bunun en bariz örneği, hulul
ve vahdetü'l vücud mefhumunu savunmaktır. (Hulul ve vahdetü'l vücud, Allah'ın kainattaki tüm
eşyanın suretine girmesi ve onda zuhur etmesi anlamında bir kavramdır, dileyen konuyu akaid ve
kelam ilmine ait kitaplardan detayıyla öğrenebilir). Evet tasavvuf aldatıcının aldatmasına uğrayıp,
ben Allahım diyen Hallacı Mansur'un eliyle epeyi bir değişiliğe uğramıştır ve bu söz yaratıcının
(Allah'ın) yaratılanın suretine hulul ettiğini söyleyen bir mezhebin görüşüne göre söylenmiştir.
Hıristiyanlar da Mesih (İsa a.s.) hakkında böyle söylemişlerdi. Hallac'ın bu değişimi tüm
fıkıhçıların gazabını kazanmasına neden oldu ve hicretin 309. senesinde katledildi tasavvufçuların
bir çoğu kendilerinin Hallac'ın düşüncesinden uzak olduğunu söylemektedirler.
Daha soma "vahdeti vücud" felsefesinin bu değişiminin Muhyiddin Arabi'nin kendi mezhebi
üzerine telif ettiği eserlerden anlaşıldığına göre, daha da arttığını görüyoruz. Muhyiddini Arabi (ö.
Hic. 638) ve onun gibi, Allah'tan başka hiç bir varlığın olmadığını kainatta ikiliğin
düşünülemiyeceğini iddia edenlere göre tasavvuf tamamen değişmiştir. Bunlara göre yaratan ve
yaratılan Rab ve merbub olayı ortadan kalkmıştır.
Ahlakın direği olan mesuliyeti tamamen ortadan kaldırıp iyilerle kötüler, muvahidlerle putperestler
arasını eşit kabul eden bu felsefeye göre, her şey hakkın (Allah'ın) ekranıdır.
İbni Arabi bu amaçla şöyle demiştir:
"Andolsun ki benim kalbim her şekli kabul eder hale geldi. Benim kalbim rahiplere manastır,
geyiklere mera (otlama yeridir) putlara ev, Kabe'ye örtü, Tevrat ve Kuran mushaflarının kabıdır."
Gerçekte bu mezhep viraneler mezhebinden ibarettir.
Bu tasavvufi akımların ardından insanlar, tasavvuf konusunda farklı görüşleri taşımaya başladılar.
Kimisi onların lehinde taassuba dalmış, onların daima iyiliklerini dile getirmiştir. Her konuda
onların düşünceleri doğrultusunda kendini yönlendirerek hata bile olsa, onları himaye etmiştir.
Hatta onların hata ile hükmedebileceklerini hiç bir zaman düşünmemiştir. Kimisi de
tasavvufçuların aleyhinde bir taassuba kapılmış ve her konuda onları kötüleyerek, tasavvufun
İslam'la alakası olmadığını hatta Hıristiyanlık, Hinduizm, Budizm ve diğer dinlerden alınıp İslam'a
sokulduğunu iddia etmiştir.
Ama insafın gereği şunu söylememiz lazımdır ki; tasavvufun İslam'da inkar edilmiyecek kökü,
kimseye gizli kalmıyacak derecede genel prensiplerini içeren özü vardır. Biz bu hakikati Kur'an'da,
sünnette, Efendimizin ashabının sade hayatlarında müşahade ediyoruz. Örneğin Hz. Ömer (ra),
Hz. Ali (ra), Selmani Farisi (ra), Ebu Zer Gıfari (ra) ve daha birçok sahabi.
Kur'an ve sünneti okuyan herkes, bu iki kaynağın birçok kere dünya hayatının fitne ve süslerinden
sakındırıp tüm arzuları Allah'a ve ahirete yönlendirdiğini, kalpleri cennete ve içinde olan Allah'ın
rızasına, O'nun yüce cemaline bakmaya teşvik için tahrik ettiğini, cehennem ve içinde olan maddi
ve manevi azaptan korkuttuğunu müşahade edecektir. Bununla birlikte Allah'ın kullarını sevdiğini
ifade eden ayetlere de rastlayacaktır. Örneğin Allahu Teala'nın şu sözleri: "O, onları seviyor onlar
da onu seviyor." "İman edenler Allah'ı herşeyden daha çok seviyorlar." "Allah ihsan sahiplerini
sever." "Allah sabredenleri sever." "Şüphesiz Allah, onun yolunda tek bir sıra olarak kurşunla
dökülmüş bina gibi sağlamca savaşanları sever." Bütün bunlarla birlikte Kur'an ve birçok hadiste,
Züht, tevekkül, tevbe, şükür, yakın, (tam teslimiyyet) takva, murakabe (yaptıklarını kontrol etmek)
ve benzeri dini değerlerin varlığım görecektir. Bu değerlerle ilgili açıklanılan, yorumlan kendi
aralarındaki düzenleme ve fazilet sıralamalarını tasavvufçuların haricinde kimsenin gerektiği
kadar yapmadığını görüyoruz.
İşte bu yüzden tasavvufçular, ümmetin taifeleri içinde nefsin ayıplarını daha iyi tanıyor, kalb
hastalıklarını şeytanın tuzaklarını daha güzel biliyorlar. Aynı şekilde tasavvufçular suluk (tarikatte
ilerleme) ve saliklerin (ilerleyenlerin) hallerine ve onları terbiye edilme metoduna daha çok
yardımcı oluyorlar. Bu sayede nice isyankarlar onların yol göstermesiyle tevbe etmiş, nice kafirler
de müslüman olmuştur. Fakat tasavvuf ilk devirde dini ibadetlerde ahlakı terbiye etmek ve
ibadetleri yalnızca Allah'a yapmak amacını taşıyordu. İbnu'l Kayyim'inde dediği gibi, kıvamı kişinin
iradesi altında idi. Ama daha sonra İslami ahlakın ilmi olmaktan çıkmış bir marifet nazariyesine
dönüşmüş, nefsi temizleme yolundan yürüyerek keşif ve feyzi ilahi olmaya koşmuştur. Daha
sonra da bildiğimiz değişiklikler meydana gelmiştir.
Bu yüzden yabancı etkenlerden bazı şeylerin tasavvufa sızdığını inkar etmek, kişiyi ifrat ve tefritin
ortası olan İslam'da itidal vasfından çıkartıp rahiplerin uğradığı katılık gibi katılığa, Budistlerin
uğradığı aşırılık gibi aşırılığa götüren mukaberet (büyüklük taslamak)tan ibaret olur.
Sofilerin yanında meydana gelen değişim görüntülerinin bazıları şöyledir:
1- İyiyi kötüden, doğruyu yalnıştan ayırabilecek bir seviyede şahsi zevk, vicdan veya ilhamın
varlığına itibar etmek, hatta bu konuda tasavvufçuların bazıları daha da aşırı giderek, hadis
ulemasının, "Falan hadisçi filancadan, o da Resulullah'tan bize aktarmıştır" sözlerine karşılık,
"Kalbim bana Rabbim'den aktarmıştır" gibi sözler sarfetmelerine sebep olmuştur..
2- Şeriat ile hakikati birbirinden ayırmaları ve şu sözleri: "Kim mahlukata şeriat gözüyle bakarsa
onlara zulmetmiş olur, kim de hakikat gözüyle bakarsa onları mazur görür." Bu söze göre ne
kafirle harbedilir ne de inkar eden yadırganabilir.
3- Kur'an ve sünnetin metoduna uymayan bir tarzda dünya işini aşırı bir biçimde hakir görmeleri.
"Ey Rabbimiz bize dünyada da ahirette de iyilik ver." "Ey Allahım kurtuluşumun bağlı olduğu dinimi
güzelleştir. (Yani kurtulmamın temelini oluşturan dini konularda beni başarılı kıl) İçinde yaşadığım
dünyamı da iyileştir (yani geçimimi güzelleştir)." Onların bu tutumu sahabenin metoduna da
muhaliftir. Nitekim sahabenin tutulan ve diğer sahabilerce benimsenen şu sözü bu metodu ifade
etmektedir. "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış."
4- Müslümanların genelini etkisi altına alan ve onlara, "insan belli bir yolda yürütülendir, seçenek
hakkı yoktur" fikrini aşılayan, "yapılan yıkımlara karşı durmanın, batılla savaşmanın hiçbir faidesi
yoktur," fikrinin temeli olan ve tasavvufçuların bir çoğunda bulunan iradesizlik ve zorunluluk fikri...
Bu fikre göre Allah (cc) kullarını dilediği doğrultuda götürür kulların seçenek hakları yoktur. Hatta
bu fikre binaen aralarında şu söz meşhur olmuştur: "Mülkünü sahibine, yarattığını halikine bırak."
Bu fikir müslümanların bir çoğunda hezimet ve sürünmek ruhunun galip olmasına sebep
olmaktadır.
5- Suluk ve düşünce terbiyesiyle müridin şahsiyetini inkar, itiraz bir yanda dursun, onun
münakaşasını bile yapmayacak. Yok demek bir tarafta kalsın, "niçin" bile diyemeyecek derecede
hiçe saymak. Bu fikre dayanarak şu kelimeleri sarf etmektedir ler: "Şeyhinin huzurunda mürid
yıkayıcının önündeki ölü gibi olmalıdır" "Şeyhine "niçin?" diyen felah bulamaz."
Son zamanlarda bu tür fikirler yaygınlaşmış ve samimi olmalarına rağmen birçok müslüman da
bu fikirleri kabul etmiştir. Bu yüzden müslüman ülkelerde yeniden İslami kalkınma hamlesinin
sabahı yaklaşınca, birçok kültürlü insan bu olumsuz fikirlerin İslam olduğunu zannederek İslam'ın
asıl evrensel hükümlerini bilmedikleri için ondan yüz çevirmiş çok azı geri dönmüştür.
Hem burada şunu da eklemeliyiz ki, ifrat ve tefritten uzak olan ve itidal içindeki ilk sofiler haktan
uzaklaşmanın ve değişimin çok tehlikeli olduğunu belirterek, şeriatın yanılmaz ve sarsılmaz
prensiplerine bağlı kalmanın gerekliliğini vurgulamışlardır.
İbnu'l Kayyim, değişime uğrayan bu sofilerin şeyhlerinden bu konuda birçok sözler nakletmektedir.
Bunların arasında bu taifenin şeyhlerinden ve büyüklerinden olan Cüneydi Bağdadi de vardır (ö.
hic. 297). Mesela Cüneydi Bağdadi şöyle diyor: "Mahrukata bütün tarikatlar kapalıdır. Ancak
Resulullah (sav)'ın izlerini takip edenler hariç." Başka bir sözünde: "Kim Kuran ezberlemiyor, hadis
yazmıyorsa bu yolda imam olamaz, çünkü bizim ilmimiz kitap ve sünnete bağlıdır."
Ebu Hafs şöyle der: "Kim hal ve hareketini kitap ve sünnetle tartmaz kötülüklerini yermezse divani
ricalden (meşayihten) sayılmaz."
Ebu Süleyman Ed-Derani der ki: "Bazen günlerce kalbime kavmin başına gelen nükteler
düşmektedir. Ama ben bunları yalnız iki adil şahitle kabul ediyorum. O şahitlerde Allah'ın kitabı,
Resulü'nun sünnetidir."
Ebu Yezid el-Bestami der ki: "Kendisine havada uçacak kadar keramet verilen bir adam görseniz
onun Allah'ın emir ve yasaklarına karşı tutumuna, sınırları korumasına, ve şeriatı harfiyyen
yaşamasına bakmadan kerametlerine aldanmayın."
Umuyorum tasavvufçular hakkında yapılan yorumların en adaletlisi bir soru üzerine İbni
Teymiye'nin verdiği cevaptır. Onun cevabı arasında şu cümleler yeralmıştı: "Onların tarikatları
konusunda insanlar çekişmişlerdir. Bir taife sofilik ve tasavvufu kötülemiş ve şöyle demiştir:
"Onlar sünnetin dışına çıkan bidat ehlidirler." İmamlardan bir taifenin onları kötüleme konusunda
malum sözler sarfettikleri, kelam ve fıkıh ulemasından da bu taifenin görüşünü paylaşanlar
olduğu nakledilmiştir. Başka bir taifede onları övme noktasmda ileri gitmiş ve onların
peygamberlerden sonra mahlukatın en faziletlileri olduklarını iddia etmişlerdir. Ama her iki tarafta
kötüdür."
Doğru olan şudur: Tasavvuf alimleri de diğer alimler gibi Allah'a itaat için içtihat etmektedirler.
Dolayısıyla içlerinden kimileri içtihadına göre ilerlemiş ve hakikate yaklaşmıştır. Kimileri de yine
cennet ehlinden olmakla birlikte iktisatta kalmıştır. Her iki sınıfla da içtihad edip hata yapan
günah işleyip tevbe eden veya etmeyen insanlar olabilir.
Bunlara intisab edenlerden de nefsine zulmeden, Rabbine isyan edenler vardır. Nitekim
kendilerine bidat ve zındık ehlinden intisab eden taifeler vardır. Fakat araştırmacılara göre bu tür
insanlar tasavvufçulardan değillerdir. Mesela Hallacı Mansur'u tarikatının efendisi Cüneydi
Bağdadi gibi bu tarikatın birçok meşayihi, yadırgamış ve onu tarikattan çıkarmıştır.
Allah (cc) herşeyi daha iyi bilendir. 614
 

=======================================
=======================================

1 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/7.
2 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/7-8.
3 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/8.
4 İhya ulum Ed-Din c.l. s. 236 Ya da kitabımız1 el-ibadet fil İslam s. 364'de' bakın.
5 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/8-9.
6 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/9-10.
7 Ahmet b. Hanbel, Tirmizi, Nesei, Hakim.
8 Ebu Ya'li ibn-i Abbas (ra)'tan rivayet etmişler. Hakim Hz. Aişe(ra)'den, Tabarani ve Bezzar Hz.
Enes(ra)'den değişik lafızlarla rivayet etmişlerdir
9 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/10-11.
10 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/11-
12.
11 Hadis.
12 Tevbe: 9/19-20. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/12.
13 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/13.
14 Malik, Buhari ve Müslim, Tirmizi, İbn Mace.
15 Buhari ve Müslim.
16 Buhari ve Müslim.
17 Furu' c. 3 s, 447.
18 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/13-
16.
19 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/16.
20 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/16-
17.
21 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/18.
22 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/18-
19.
23 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/20.
24 Zilzal: 99/7-8.
25 Enbiya: 21/47.
26 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/20-
21.
27 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/22-
23.
28 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/23.
29 Nahl: 16/69.
30 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/23-
26.
31 Teybe: 9/32. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul,
1994: 2/26-27.
32 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/28.
33 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/28.
34 Buhari, Müslim, Ahmet b. Hanbet, Ebu Davut, Nesei, Tirmizi ve ibn Mâce.
35 Nahl: 16/120. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul,
1994: 2/28-30.
36 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/31.
37 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/31-
32.
38 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/33.
39 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/33-
34.
40 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/35.
41 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/35.
42 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/35-
36.
43 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/36.
44 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/36-
38.
45 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/38-
39.
46 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/39-
43.
47 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/44.
48 Müslim, Buhari.
49 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/44-
45.
50 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/49.
51 Rad: 13/ 39.
52 Şura: 42/2-1
53 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/49-
51.
54 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/52.
55 Duhan: 44/1-4.
56 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/52-
54.
57 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/55.
58 Tevbe: 9/36.
59 Müslim.
60 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/55-
57.
61 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/58.
62 Buharı, Müslim ve Ebu Davut.
63 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/58-
59.
64 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/60.
65 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/60.
66 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/61.
67 Hâkim Ebu Hureyre (ra)'den merfu olarak rivayet etmiştir.
68 Tirmizi, Hakim. Hakim senedinin sahih olduğunu söylemiştir.
69 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/61-
62.
70 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/63.
71 Taberani.
72 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/63-
64.
73 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/65.
74 Hadis.
75 Kevser: 108/2.
76 Saffat: 37/102.
77 Saffat: 37/102.
78 Saffat: 37/103.
79 Saffat: 37/103 .
80 Saffat: 37/ 104-105.
81 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/65-
71.
82 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/72.
83 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/72-
73.
84 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/74.
85 Hud: 11/114.
86 A'raf: 7/156.
87 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/74-
75.
88 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/76.
89 Ahmet b. Hanbel.
90 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/76-
78.
91 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/79.
92 Enam: 6/153. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul,
1994: 2/79-80.
93 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/83.
94 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/83.
95 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/83.
96 Ahzab: 33/35.
97 Ali-i İmran: 3/195.
98 Bakara: 2/187.
99 Rum: 30/21.
100 Müslim, Nesei ve İbn Mace.
101 Sahih bir isnatla Ahmet b. Hanbel rivayet etmiştir.
102 Taberani, Hakim hadisin senedinin sahih olduğunu söylemiştir.
103 Taberani 'Kebir' ve 'Evsât' adlı kitaplarında rivayet etmiştir.
104 Şems: 91/740.
105 Al-i İmran: 3/26.
106 Buhari.
107 Teğabun: 64/15.
108 Münafıkun: 63/9.
109 Şura: 42/49.
110 Nahl: 16/72.
111 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/83-
89.
112 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/90.
113 A'raf: 7/31.
114 Nisa: 4/119.
115 Buhari.
116 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/90-
92.
117 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/92.
118 Ayet.
119 Taberani rivayet etmiştir. Ravileri güvenilir. Ayrıca Munziri ve Beyhaki de rivayet etmişlerdir.
120 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/92-
93.
121 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/94.
122 Nur: 24/30.
123 Nur: 24/31.
124 Neyl-u'l- Evtarc.2s.68.
125 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/94-
96.
126 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/96-
97.
127 Ahzap: 33/32.
128 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/97-
99.
129 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/99-
100.
130 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/101.
131 Nur: 24/33.
132 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/101-103.
133 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/104.
134 Buhari ve Müslim.
135 Nur: 24/ 31.
136 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/104-106.
137 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/107.
138 Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.
139 Kurtubi tefsiri.
140 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/107.
141 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/107-108.
142 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/108-109.
143 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/110.
144 Maide: 5/6. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul,
1994: 2/110-112.
145 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/113.
146 Bakara: 2/235.
147 Buharı ve Müslim.
148 Bakara: 2/237.
149 Bakara: 2/229.
150 Nur: 24/52. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul,
1994: 2/113-115.
151 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/116.
152 Tirmizi, İbn Mace ve Hakim rivayet etmişler. Tirmizi hadisin hasen olduğunu söylemiştir.
153 hiba 19.
154 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/116-118.
155 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/119.
156 Nisa: 4/24. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul,
1994: 2/119.
157 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/120.
158 Bakara: 217. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul,
1994: 2/120-122.
159 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/123.
160 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/123.
161 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/124.
162 Nur: 24/31.
163 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/124-125.
164 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/125-126.
165 Kurtubi c. 12 s. 230.
166 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/126-127.
167 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/128.
168 Hadis.
169 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/128-130.
170 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/131.
171 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/131-132.
172 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/133.
173 Bakara: 2/ 143. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/133-135.
174 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/136.
175 Bakara: 2/221.
176 Mümtehine: 60/10.
177 Bakara: 2/221.
178 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/137-138.
179 Lokman: 31/24.
180 Zümer: 39/3.
181 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/138-139.
182 Bakara: 2/217.
183 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/139-140.
184 Al-i İmran: 3/85.
185 Maide: 5/5.
186 Mümtehine: 60/10.
187 Bakara: 2/221.
188 Mümtehine: 60/10.
189 Beyyine: 98/1.
190 Hacc: 22/17.
191 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/140-144.
192 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/144.
193 Maide: 5/5.
194 Nisa: 4/ 25.
195 İbn Kesir Tefsiri c.2,s.20.
196 Tefsir-i İbn Kesir c. 2 s. 20.
197 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/144-146.
198 Tevbe: 9/29.
199 Maide: 5/ 5.
200 Er-Ravdu'n-Nadir c. 4 s. 270-274.
201 Furkan: 25/54.
202 Mücadele: 58/22.
203 Rum: 30/21.
204 Ahkam-ı Kur'an e.2 s. 397,398.
205 Mümtehine: 60/9.
206 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/146-149.
207 Bu konuda 'Şeriat-u'l-İslam' adlı kitabımıza bakın.
208 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/149-152.
209 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/152-154.
210 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/155.
211 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/155.
212 Bakara: 2/228.
213 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/155-156.
214 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/156.
215 Nisa: 4/34.
216 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/156.
217 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/156-157.
218 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/158-159.
219 Rum: 30/21.
220 Nisa: 4/19.
221 Nisa: 4/2.
222 Nisa: 4/36.
223 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/159-162.
224 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/163.
225 Müslim.
226 Tirmizi.
227 Buhari, Müslim.
228 Gazali – İhya.
229 Buharı, Müslim.
230 Ebu Mamur Deylemi.
231 Zadü'l-Mead, clid 3.
232 Bakara: 2/187.
233 Bakara: 2/222,223.
234 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/164-172.
235 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/173.
236 Nisa:14/9.
237 Bakara: 2/230.
238 Rum: 30/21.
239 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/173-176.
240 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/177.
241 Nisa: 4/19.
242 Buhari, Müslim.
243 Ebu Davud, Tirmizi.
244 Bakara: 2/235.
245 Bakara: 2/234.
246 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/178-183.
247 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/184.
248 Bakara: 2/180.
249 Bakara: 2/181.
250 Bakara: 2/178.
251 Bakara: 2/216..
252 Buhari ve Müslim.
253 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/185-190.
254 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/191-192.
255 Hud: 11/46.
256 Nisa: 4/136.
257 Tahrim: 66/6.
258 Buhari ve Müslim.
259 Kasas: 28/56. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/192-196.
260 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/197.
261 Talak: 65/1.
262 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/197-199.
263 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/200.
264 C.11 S. 307 baskı: elhalebi.
265 Fethu'l Bari.
266 İbni Teymiye Fetvalar.
267 Fethu'l Bari.
268 El-Muğni.
269 Nisa: 4/43.
270 İbn Teymiye Fetvalar.
271 İbn Kayyım.
272 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/
201-206.
273 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/207-208.
274 Bakara: 2/225.
275 Araf: 7/150.
276 Araf: 17/54.
277 Yunus: 10/11.
278 İbn Abidin'in Haşiye'sinden.
279 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/208-215.
280 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/216.
281 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/216-217.
282 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/218.
283 İsra: 17/29.
284 Furkan:25/ 67
285 Talak: 65/7.
286 Bakara: 2/236.
287 A'raf: 7/31.
288 İsra: 17/29.
289 Tirmizi.
290 Müslim.
291 Gazali, İhya.
292 Buhari, Müslim.
293 Bakara: 2/223.
294 Talak: 65/7.
295 İbni Kudame, el-Kafi.
296 Bakara: 2/236.
297 Bakara: 2/233.
298 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/219-228.
299 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/229.
300 Nisa: 4/3.
301 Ahzab: 33/52.
302 Ahzab: 33/6.
303 Ahzab: 33/53.
304 Ali İmran: 3/73.
305 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/229-234.
306 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/235.
307 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/235-236.
308 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/237.
309 Leheb: 111/1.
310 Mü'minun: 23/8.
311 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/238-239.
312 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/240.
313 Nisa: 4/130.
314 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/240-241.
315 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/242.
316 Talak: 65/1.
317 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/242-243.
318 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/244.
319 Ahzab: 33/49.
320 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/244-245.
321 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/246.
322 Meryem: 19/11.
323 Meryem: 19/32.
324 Nisa: 4/36.
325 Lokman: 31/14.
326 İsra:217/3.
327 Mümtehine: 60/ 8.
328 Lokman: 31/15.
329 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/246-249.
330 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/250.
331 Tahrim: 66/6.
332 Tahrim: 66/6.
333 Buhari.
334 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/250-252.
335 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/255-256.
336 A'raf: 7/734.
337 Fatır: 35/ll.
338 Hacc: 22/29.
339 İnsan: 76/7.
340 Tevbe: 9/75, 76, 77.
341 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/256-258.
342 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/258-259.
343 Ahmet b. Hanbel, Ebu Davut.
344 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/259.
345 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/260.
346 Maide: 5/89.
347 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/260-261.
348 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/262.
349 Ali İmran: 3/77.
350 Bakara: 2/225.
351 Maide: 5/89.
352 Maide: 5/89.
353 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/262-264.
354 Maide: 5/89.
355 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/265.
356 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/265-266.
357 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/266.
358 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/267.
359 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/268.
360 Maide: 5/89.
361 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/268-269.
362 İnsan:76/ 7. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul,
1994: 2/270.
363 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/270.
364 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/273.
365 Hadid: 57/25.
366 Rahman: 55/7-9.
367 Nisa: 4/58.
368 İbni Mace.
369 Buhari.
370 Ebu Davut, Tirmizi.
371 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/273-282.
372 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/283.
373 Hadid: 57/25.
374 Araf: 7/29.
375 Nisa: 4/ 59.
376 Hud: 11/85-87.
377 Hadid: 57/7.
378 Nur: 24/33.
379 Ali İmran: 3/180.
380 Vakıa: 56/64.
381 Nisa: 4/5.
382 Yasin: 36/ 47.
383 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/283-293.
384 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/294.
385 Müzemmil: 73/20.
386 Bakara: 2/198.
387 Cuma: 62/10.
388 Müzemmil: 73/20.
389 Kureyş: 106/l-4.
390 Kasas: 28/57.
391 Tirmizi.
392 Müslim.
393 Ahmet bin Hanbel.
394 Tebarani.
395 Bakara: 2/224.
396 Tebarani.
397 Müslim.
398 Müslim.
399 Kasas: 28/ 8.
400 Ahmet bin Hanbel, Taberani.
401 Bakara: 2/268.
402 Sebe: 34/39.
403 Tirmizi.
404 Bey haki.
405 Nur: 24/37-38.
406 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/294-302.
407 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/303.
408 Bakara: 2/ 279.
409 Müslim.
410 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/303-306.
411 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/307.
412 Bakara: 2/276.
413 Bakara: 2/278-279.
414 Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiş ve hasendir demiştir.
415 Ebu Davud ve İbni Mace rivayet etmiştir.
416 Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
417 Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, İbni Mace ve Tirmizi rivayet etmiştir.
418 Bu hadisi Ebu Davud ve İbni Mace rivayet etmiştir.
419 Bakara: 2/173. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/307-310.
420 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/311.
421 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/312-313.
422 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/314-317.
423 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/318-325.
424 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/326.
425 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/326-328.
426 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/329.
427 Buhari ve Müslim.
428 Buhari ve Müslim.
429 Nahl: 16/105.
430 2.
431 İmam Malik.
432 Buharı, Müslim.
433 Ahmet bin Hanbel.
434 Müslim.
435 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/329-331.
436 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/332.
437 Nahl: 16/105.
438 Buhari, Müslim.
439 Beyhaki.
440 Bezzar.
441 İmam Malik.
442 Ahmet bin Hanbel.
443 Buhari, Müslim.
444 Müslim.
445 Buharı, Müslim.
446 Ahmet bin Hanbel.
447 Hakim.
448 Buharı, Müslim.
449 İhyau Ulumud'din.
450 Beyhaki.
451 Müslim.
452 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/333-341.
453 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/342.
454 Ebu Davud.
455 Ahmet bin Hanbel.
456 Taberani.
457 Tirmizi.
458 Ahmet bin Hanbel Taberani.
459 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/342-344.
460 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/347.
461 Maide: 5/5.
462 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/347-349.
463 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/350.
464 Maide: 5/90.
465 Taberani.
466 Nur: 24/21.
467 Hacc: 22/30.
468 Nahl: 16/36.
469 Zümer39/17.
470 Nisa: 4/31.
471 Necm: 53/32.
472 3.
473 Nahl: 16/44.
474 Nisa: 4/80.
475 Tegabün: 64/12.
476 Haşr: 59/7.
477 Nisa: 4/59.
478 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/350-356.
479 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/357.
480 Buharı ve Müslim.
481 Ahmed, Müslim, Nesai.
482 Ahmed, Ebu Davud.
483 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/357-359.
484 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/360.
485 Bakara: 2/219.
486 Maide: 5/ 90-91.
487 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/360-362.
488 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/363-364.
489 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/365.
490 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/365.
491 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/365-366.
492 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/366.
493 l
494 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/366-367.
495 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/367-368.
496 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/368-369.
497 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/369-370.
498 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/370-372.
499 Furkan: 25/59.
500 Fatır: 35/14.
501 Muhalla.
502 Nisa: 4/29.
503 Bakara: 2/29.
504 En'am: 6/141.
505 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/372-381.
506 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/382.
507 Ali İmran: 3/191.
508 Miftahu Darus's-Saade.
509 Bakara: 2/260.
510 Tahlili.
511 Tirmizi.
512 Ebu davud, Tirmizi.
513 Ebu Davud.
514 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/383-387.
515 Fethu'l Bari.
516 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/387-390.
517 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/393.
518 Bakara: 2/222.
519 Tevbe: 9/108.
520 Buharı ve Müslim.
521 Ahmed.
522 Ebu Davud.
523 Müslim.
524 Araf: 7/32.
525 Maide: 5/87.
526 Araf: 7/31.
527 Tirmizi.
528 Buhari.
529 Ahmet bin Hanbel.
530 Ebu Davud.
531 Buhari.
532 Buhari.
533 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/394-404.
534 Lokman: 31/6.
535 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/405.
536 1.
537 Bakara: 2/225.
538 Yunus: 10/32.
539 Nur: 24/30.
540 Nur: 24/31.
541 Ahzab: 33/32.
542 Ahzab: 33/32.
543 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/405-411.
544 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/412.
545 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/412-414.
546 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/415.
547 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/415-416.
548 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/417.
549 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/417-418.
550 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/419.
551 Yunus: 10/69.
552 Bakara: 2/257.
553 Sebe: 34/46.
554 Yunus: 10/101.
555 Hacc: 22/46.
556 Necm: 53/27.
557 Ahzab: 33/67.
558 (3).
559 Zuhruf: 43/22.
560 Lokman: 31/123.
561 Araf: 7/123.
562 Hacc: 22/39.
563 Bakara: 2/251.
564 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/419-426.
565 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/427.
566 Buharı ve Müslim.
567 Buhari, Müslim.
568 Tirmizi.
569 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/427-428.
570 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/429.
571 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/429-430.
572 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/431.
573 Zümer: 39:22.
574 Yusuf: 12/108.
575 Bakara: 2/120.
576 Hucurat: 49/10.
577 Mücadele: 58/22.
578 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/431-436.
579 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/437.
580 Maide: 5/51.
581 Enfal: 8/73.
582 Maide: 5/32.
583 Nisa: 4/93.
584 Casiye:45/19.
585 Maide: 5/51.
586 Maide: 5/82.
587 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/437-440.
588 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/441.
589 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/441-445.
590 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/446.
591 Bakara: 2/153.
592 Yusuf: 12/87.
593 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/446-448.
594 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/449.
595 Nisa: 4/155,156,157.
596 Ali İmran: 3/21.
597 Bakara: 2/61.
598 Bakara: 2/51.
599 Bakara: 2/55,56,57.
600 Bakara: 2/91.
601 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/449-452.
602 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/453.
603 Nur: 24/22-24.
604 Nur: 4/4.
605 Nur: 24/5.
606 Müslim.
607 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/453-456.
608 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/457-458.
609 Dürri'l Muhtar.
610 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/458-462.
611 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/463.
612 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/463-467.
613 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/468.
614 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994:
2/469-476.
 

You might also like