You are on page 1of 5

2017-2018 YILI MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM

BİLİMLERİ ANABİLİM DALI TASAVVUF BİLİM DALI OSMANLICA TASAVVUF METİNLERİ


FİNAL ÖDEVİ

EL CÂMİ’UL MECÂLİS
MEHMED EMİN TOKÂDÎ HAZRETLERİ

Bismillâhirrahmânirrahîm

Elhamdülillahi’l Melikü’l ’Afüvvü’l Gafûr. El’Alîmü’l Halîmü’s Sabûr eş-Şekûr.


Ya’lemu hâinetü’l e‘yüni vemâ tehfâ es-Sudûr. Fesübhâne men yuhyiye’l ’izâm ve
yeb’asü men fi’l kubûr. Ve’s Salâtü ’ala seyyidinâ Muhammedin ed-Dâ’î ilallâhi ve
ila’l cenneti ve’l hûr. Ve ’alâ âlihi ve ashâbihi ellezîne vâfû ’ahdehü bilâ kusûrin ve
futûr. Fevesalû ilâ huzûri’l kalb ve hakîkatü’s Sürûr. Emmâ ba’d, bu bende-i
kemter ve ’abd-i ehkar ve türâb-i ekdâmi’l fukara, Ve hân-ı âsitane-i fazla ve bu
bîçare ve zelîle ve derd-i mend ü ’alîle. A‘nî Tokādî derd-i müstemind Mahmûd bin
Muhammed’e, mürşid-i sebîl-i Rabbâni, ve mürebbi-i ve delîl-i hakkānî olan,
kudvetü’l muhakkikîn ve zübdetü’l mudakkikîn ve bahhâr-ı esrârü’l hakîkiyye,
müessis-i kavâ‘id-i devlet-i câvidânî, ve müieyyid-i raf‘at-i dûcihân, mübki-i
merâsîm-i dîn-i metîn, ve mübni-i merâtib-i ’ilm-i yakîn, güzîde-i âdemiyân,
pesendîde-i cihân, müşîrûr-ı bahr ü berr, meşkûr-ı cümle-i beşer, nakîbü’l a‘yân,
kutbü’z-zaman, ferîd-i ashâb-ı tefrîd, vahîd-i erbâb-ı tevhîd, mukarrabü’n nebiyyü’l
hâşimî, ’aleyhis-Salavâtü’z-Zekiyye, bi’l karâbeti’t tîniyyeti ve mukarreb-i talebeti’t
tarîkati’l hamdiyye, ila’z zâti’l ahadiyye, ve kemâl-i merâtib-i yakînü’l ’ayniyye,
şeyh-i şuyûhu’l islâm, mürşid-i kâffe-i enâm, küre-i kirâmın tâcdârî, hazret-i şeyh-
i Mahmûd Efendi eş-Şehîr bi Üsküdârî ki, mecâmi‘-i evliyâ-i ‘izâmın sahib-i
temkîni, mecâlis-i etkiyâ-i fecâmın sadr-ı nişînidir. Bir sultândır ki lisân-ı beyân-ı
evsâf-ı hamîdesini beyânda lâl ve bî zeban, ve bir cânândır ki zebân-ı ‘ayân ‘ahlâk-ı
kerîmesini, izhâr ü ‘iyânda bî cândır. Ebyât-i münâsebe bâd-ı ihsânı erse
kârhâne, ayrı görür ânı üç eflâki, ibr (?) lafzı ki yağdırır bârân, kimse bakmaya
gevher-i pâka, kerem-i bahrı bî nihâyettir. Sığmaz asla zurûf-ı idrâki, nazarı
kimyaya gâlibdir. Nazar eylerse nola bu hâne. De‘âile lâzâlet şümûs ‘izzetihi min
ufuki’s semâi tâli‘a. Ve envâr-ı mekârimihi fî ektâri’l arz-ı sâti‘a. Pes imdi şol teşne
kân-ı delâl ü visâl, ve talibân-ı cemâl-i melik-i müteâlden olan kimisineler madam
ki müşârun ileyh ‘azîz hazretlerinin zamân-ı şeriflerinde buluna dahî onun hân-ı
âsitânı âsumân, ve semâsimâları ki tütyâyı ‘uyûn-i ulu’l ebsârdır. Gözlerine tütya ve
ona kemâl-ı ihtirâm ve i‘tibâr etmeyip, ve silk-i meslek-i eltâf-ı keremnümâ, ve
ezyâl-i himmeti hümâ hemtâlarına münselik ve münteşîs, ve kimyâ-yı türâb-ı
ekdâmlarının kadar ve kıymetini kemâ yenbeğî zevk ile mütehassis olmayalar.
Murâdihi vusûle yol bulalar. Belki kemâ fi’l evvel, e‘mâ ezall kalub her çend ki
şemşîr dallarını zincir-i iftirâkı kat‘a sarf edip her nekadar ekdâmı eyleseler
mumkün olmayıp endâm-ı tığları halel-pezîr olmadan gayrı nesneye vâsıl
olamayalar. Ve her dem ki dihkān-ı cânları kişte zârı cihân-ı içre ümîd niyeti
kendim visâl ile tuhm-i âb-ı sirişkini hâke saçıp ne denli husûlüne mütevakkıf
olsalar cümle emeği bir yâd olup tâli‘inde adem-i mahsûl ve ‘alef-i nedemden gayrı
bir dâne habbe hâsıl kalamayalar. Ve her gâh ki kökleri kebûteri seyr-i ‘izâri hazret
hevâsı ile bâl açıp evc-i recâya (sercâya?) pervâz eylese şikârbâz-i felek hevâ her
taraftan murg-i (?) miskîne şolkadar bâz salâr ki geri eşyâna dönüp şâhsâr-ı nihâl
iftirâka konmak denile. Bir an dahi ol irâde durmaya. Ve her zamân ki peyk-i
fevâdları kat‘ı merâhil beyâbânı bî beyân hasrete sa‘i eyleyip sahrâ-yı ve sultan-ı
vusûl kasd eyleyeler. Pâyene şol denli sen ki belâ ve anâ dokunur ki bir kadem dahi
reftâra ayağı el el vermeyip miyân-ı râhde sadhezâr zâr ü vâh ile kalub sermenzili
maksûda varamayalar. Ve bi’l cümle mukarrerdir ki tarîk-i hak celle ve ‘alâda
mürîdin mücerred kendi ‘ilm ve ‘irâdeti ve riyâzat ve dikkati ile terakkî ile ve kat‘ı
menâzil müyesser olmayıp kummel-i meşâyıhtan birisine rabt-ı kalb edip ve onun
şeref-i sohbeti pür rahmeti ile müşerref ve nasihat ve terbiyeti ile mutenassih ve
mürebbi olmak lâzımdır. Binâen ‘alâ zâlik, hulles-i ihvândan ba‘zı yârân ki ‘ulûm-i
zâhire ve meksûbede bî behre olup ve istihrâc arabiyyâttır ve fârisiyyede kalîlü’l
biza‘a olmayla müşarun ileyh azîz hazretlerinin müellifât-ı ‘arabiyyelerinden ahz-ı
meânî-i şerîfe ve esrâr-ı latîfelerine vusûle kudretleri olmamağın recâ ve itimâs
eylediler ki şeyh-i müşarun ileyh hazretlerinin mecâlis-i şerîfe ve enfâs-ı
tayyibelerinden müntefi‘ müstemi‘ oldur. Gamz-ı hikâyât-ı garîbe ve rivâyât-ı acîbe
ve durûb-ı emsâl ki meâni-i âyât-ı beyyinâtı mübeyyin ve mebâni-i rivâyât-ı ehâdîs
rasûl-i sâhibü’l mu‘cizâtı musarrah ve muayyendir. Istima‘ olunan üzere türkî lisân
ile bir risâle-i vâzıha-i el beyân ki meâni-i mezkûre-i müştemil ve mutazammin ola,
cem‘ ve te’lîf oluna ki onun kırâeti sebebi istimâ‘ı hasebi ile ‘âlim ü ‘âmı ve kāri’ ü
vaki‘ cümlesi ……. ‘azîz hazretlerîn ki hirmen-i nefâyisü’l mecâlislerinden mahrûm
kalmayıp hûşe için ve behrebîn olalar. Hayra’n nâs men yenfe‘u’n nas fehvâsınca
ba‘de’l istihâre ve’l istimdâdü’l iltimâsları kabûle karîn kılınıp ricâl-i erba‘în ise, kırk
meclisini hemta-i inşâsına kasd olunup ve bu risâle-i te’lîf edip câmi‘ul mecâlis
deyu tesmiye eyledim. Ve tahrîr ve beyânda tâlibâna teshîl içün ahz-ı meânîde
usreti olan ıstılâhâtı ve elfâzı terk eyledim. Ve çendân ri‘âyet-i sec‘ ve kavafî dahi
kasd eyleyip her ne üslûbü ile beyân buyurulup ve her ne vecihle istimâ‘ımız oldu
ise bi‘aynihi onu nakl eyledim. Meğer ki nedretle vâki‘ ola, ba‘zı hâtıra-i
rûhâniyyeden tulu‘ eden münâsib mânâlardan mahal münâsebeti ile zikr olunmuş
ola. Ve ba‘zı zevâyid-i kesîrü’l fevâyid ki cânib-i melik-i ‘allâmeden tahrîr-i ilhâm
olunmuş ola. Onu derc eyledim. Tâ ki âmme-i mü’minîne nef‘ ve mütte‘îz ve
mütenassih olalar. Ve maksûdumuz olan rızâ-i rabbi’l âlemîn husûlüne sebep
olalar. Ve bu risalede kırk meclis ihtiyâr olunup ziyâde ve noksân olmadığının vechi
budur ki kemâl-i insânî-yi erba‘inde hâsıl olmağla erba‘în-i cümleye kâfîdir. Zirâ
erba‘înin aslı erba‘adır. Ve erba‘în erba‘anın kemâlî suretidir. Onun için ki vâhidin
kemâli aşeredir. Dört kere vâhid erba‘a olur. Dört aşere erba‘in olur. Asl-ı usûl
erba‘dir. Zîrâ insan hak subhâna ve teâlinin kemâl-i kudreti ile çehâr. Ezdâdı ki
anâsır-ı erba‘a tabir ederler, ondan mürekkebdir. Ve bunların şeref ve fazileti eğer
melâikedir ve eğer sâir mahlûkdur bu dört iledir. Onun için buyurulmuştur ‘’nazm-
i terkîb olundu çünki hevânârı ve hâki ve âb insan-ı kâmil oldu. Ona ref‘ olup hicâb,
bu takdirce bu erba‘I mezkûre merâtib-i insâniyye-i ve terâkîb-i unsûriyye-i ve
ahlât-ı erba‘a ki beden-i insâniyyede mahlûk ve mahlûttur. Safrâ, ve sevâd ve dem
ve balgam ve merâtib-i menâzil-i tevhîd rabbâniyye-i câmi ‘adır. Onun içindir ki
kütüb-i ilâhiyye, ve mezâhib-i şerâyi‘-i islâmiyye dört olmuştur. Bu nedendir ki
çehâryâr-ı güzîndir. Rızvânullâhi teâla aleyhim ecma‘în, dört olup mezâhir-i şeri‘at
ve tarîkat ve ma‘rifet ve hakîkat olmuştur. Bu nedendir ki bu‘d-i tevhîd-i islâmi dört
üzerine binâ olunmuştur. Salât ve zekât ve savm ve hac, asl-ı usûl-i tevhîddir.
Amma bu dördü zikr olunan merâtib-i insâniyye-i tekmîl için buyurulmuştur. Ve
bu nedendir ki usûl-i avâlim dahî dört olmuştur. Cemâd, nebât, hayvân ve
mücerretdir. Ve bu nedendir ki hilkat-i âlim dünyâ ve mükevvenât-ı fenânın
cümlesi fusûl-i erba‘a üzerine binâ olunup e‘dâd-ı cümle-i sinîn ve şühûr ve eyyâm-
ı seb‘a-ı mu‘ayyene ki mertebe-i cümle-i e‘dâd-ı esmâ-i hüsnâ ve usûl-i erba‘a
üzerinedir. Ve cümle vâki‘ olan zuhûrât bu fusûl-i erba‘adandır. Beyt: aslımız ruh-ı
mücerreddir biz ondan gelmişiz / nâ half ferzend olup …..iz abâmızı. Bu anâsır-ı
erba‘dan mürekkeb olan insan, tabi‘at ve nefs ve kalb ve rûh üzerine halk
olunmuştur. Bu mahal tafsîl mahalli değildir inşâellah-i teâla aşağıda zikrolunan
mecâlisde her birinden münâsebet düştükçe beyân ederiz, hemân ‘abd-ı mü’mine
lâyık budur ki zikrolunan mevâ‘iz-i kurâniyye ve nesâyih-i rahmaniyye-i gûşcân ile
istima‘ edip tekmîl-i vucûd ve hakîkat-i sücûde vusûle kasd ede. Eğer ki hidâyet-i
ilâhiyye ve inâyet-i ezeliyye sebk etmeyene fâide olmaz. Amma ‘inâyet-i ezeliyye
sebk eden kimseler nasihat-i istimâ‘ının nef‘-i tâmmı, ve te’sîr-i ‘azîmi vardır. Zirâ
hikâyât-i enbiyâ-i ‘izâm aleyhimü’s selâm evliyâ-i kirâmın nesâyihi ve menakibi
kuvâyı nefsâniyye-i mülk ve vucûda kesirde cünûd-i ilâyiyye mesâbesindedir. Bu
ma‘nâya işâreten Allâh-ı subhân ve teâla kelâm-ı şerîfinde va‘z ü nasihat ile emir
buyurup buyurmuşlar ‘’ve zekkir feinne’z zikrâ tenfe‘u’l mü’minîn’’ bi’l fi‘l ev bi’l
kuvve ey el müşrikîne’l mukadder eymânihim fi’l ezel. Buna binâen münâsebet ile
her meclisin âhırında birer ilâhi-i hazret-i azîzin ilâhilerinden zikr eyledim. Ta ki
te’sîrde edhal ola. Allahümmehfeznâ vehdinâ ve sebbitnâ ala’s sırâti’l müstekîm. Ve
hüve’l mürşidi’l kadîm.

EL MECLİSÜ’L EVVEL FÎ BEYÂNİ TE‘AVVÜZ

EÛZU BİLLÂHİ MİNE’Ş ŞEYTÂNİ’R RACÎM

Ya‘nî ben Allâh-ü teâlaya sığınırın cins-i şeytâni’r racîmden gîzlerinden ve


şerlerinden isti‘âze ihtirâzdır. Ve şeytândan anceleyin şeytân-ı racîmdir. Ya‘ni
semâya su‘ûdden memnu‘ ve bazı nucûm ile merhûmdur. Her bâr ki semâyı
dünyâya şeyâtîn çıkmak istedikçe melâike yıldızlar ile onları atığ ba‘zılarını ihrâk ve
bazılarının a‘zâlarını mecrûh ve nâkıs kulûb-i cem‘iyyetlerini perişân ederler.
Kurân-ı azîmde ‘’ vece‘alnâhâ rucûmen li’ş şeyâtîn’’ buna nâtıktır. Sultan-ı enbiyâ
sallallâhu teâla aleyhi ve sellem zamânından mukaddem-i memnû‘ değiller idi.
Istirâk-ı (iştirâk?) sem‘ kasd edip ve birbirinin üzerine binekişub sema-ı dünyâya
çıkarlar. Ve melâikeden âfâka mute‘allik ba‘zı haberler işitip gelip vech-i arzında
kâhinlere melâikeden işittikleri kelimâtın birine yalan katup ‘ulûm-i gaybiyyeden
haber verirlerdi. Kâhinler dahî halka söylerlerdi. Şol zamâna dek ki habîb-i ekrem
sallallâhu aleyhi ve sellem kudûm-i şerîfleri ile bu ‘âlemi teşrîf buyurdular. Ol gece
nice mu‘cizât ve nice ‘alâmât zâhir olmuştur. Cümleden birisi şeyâtîn-i semâya
su‘ûdden men‘ olunup mercûm oldular. Ve lafz-ı şeytân zikr olunur cins-i i‘tibâr
olunur. Ammâ envâ‘-i kasd olunmakla cem‘ dahî olur şeyâtîn denilir. Bu dahî iki
kısımdır. Bir kısmı şeyâtîn-i cîndir ki meşhûr olan şeytânlardır. Ve bir kısmı dahî
şeyâtîn-i insdir ki onlar şol benî ‘âdemin azgınları ve hevâyı nefslerine tâbi‘
olanlarıdır. Bu iki kısma işâret için kur’ân-ı azîmde şeyâtîn-i cins ve’l ins
buyurulmuş. Şeytân-ı ins dalâl ve idlâl ciheti ile şeytân-ı cinnîden eşedd ve ezall
olduğuna şüphe yoktur. Hikâyetün: bir gün şeytân-ı cinnîden birisi ile şeytân-ı
insîden birisi kardeş oldular. Bir nice müddet dalâl ve idlâlde …. geçindiler. Bir gün
şeytân-ı ins-i şeytân-ı cinnîye ider kardaş senden bir d,leğim vardır. Şeytân-ı cinnî
itti (dedi) nedir söyle görelim. Ol dedi (itti) şu benim komşuluğumda falan kişinin
bir sütlü ineği vardır. Şo ineğin şunda olduğunu istimâzîn bir gün otlakda gezerken
bir yâr başına getirip ineği kakıp yârdan aşağı uçursan inek geberse tâ ki canım
rahat ola dedi. Şeytân-ı cinnî buna itti: ne hoş böyle dersin. Ol kişi hod ol inecüğün
sütünden yoğurdundan sana dahi gâhîce veriyor. Sen dahi müntefi‘ oluyorsun.
Şeytân-ı insî itti: bire hemân dedi ve kem ile kardaşlık hakkını yerine getir. Ben
onun sütünden de yoğurdundan da geçtim. Tek hemân şu kişide bu ineği gözüm
görmesin deyince şeytân-ı cinnî ta‘ccüben itti: hay hay bire sen benden şeytanlıkta
artuk imişsin ancak bire ben bir kere âdeme hased etmekle bu kadar zamândan
beru merdûd gezerin. Ya senin hâlin nice olur? Senin kardaşlığın bana gerekmez
deyip cinn-i şeytân ins-i şeytândan i‘raz edip yanından bırakıp gitmiştir. Bu
kıssadan hıssa ne idi ki ma‘lûm oldu. Kişinin kem karîni ve yaramaz musâhibi onu
idlâl ve ifsâdda şeyâtîn kendileridir. Onun için kibâr buyurmuşlardır ki sulehâya
mukârin ve musâhib olup meşâyih ve fukarâ sohbetine dâhil olup dâiman
yaramazlara musâhib ve yârân olmaktan ihtirâz ve inkita‘da ola. Zirâ kişi elbette
mukârininin hükmünü ahz eylese gerekdir. Ve enşede ba‘zu’l ukalâ: ani’l mer’i lâ
tüs’el vebsir karînehû, feinnel karîne bilmukārini yekdedî, izâ kâne zâ şerrin
fecennebehû şer‘aten/ ve in kâne zâ hayrin fekārinhu tehtedî. Ezgüftihâyi şeyh sa‘dî
seni eshâb-ı kehf ravz-ı çend. Peynîgân kürfet ü merdûd şeddun. Pâyedân-ı yârkeşt
hemse-i lût, ???, ve muhassal-ı kelâm-i insâna lâzımdır ki şeyâtîn kısmının
cümlesinden Allah-ı sübhân teâlaya istiâze ide. Ve ma‘nâ yı istiâze ben Allah teâlaya
sığınırın cins-i şeyâtînin şerlerinden ve mekrlerinden demektir.

You might also like