Ya’lemu hâinetü’l e‘yüni vemâ tehfâ es-Sudûr. Fesübhâne men yuhyiye’l ’izâm ve yeb’asü men fi’l kubûr. Ve’s Salâtü ’ala seyyidinâ Muhammedin ed-Dâ’î ilallâhi ve ila’l cenneti ve’l hûr. Ve ’alâ âlihi ve ashâbihi ellezîne vâfû ’ahdehü bilâ kusûrin ve futûr. Fevesalû ilâ huzûri’l kalb ve hakîkatü’s Sürûr. Emmâ ba’d, bu bende-i kemter ve ’abd-i ehkar ve türâb-i ekdâmi’l fukara, Ve hân-ı âsitane-i fazla ve bu bîçare ve zelîle ve derd-i mend ü ’alîle. A‘nî Tokādî derd-i müstemind Mahmûd bin Muhammed’e, mürşid-i sebîl-i Rabbâni, ve mürebbi-i ve delîl-i hakkānî olan, kudvetü’l muhakkikîn ve zübdetü’l mudakkikîn ve bahhâr-ı esrârü’l hakîkiyye, müessis-i kavâ‘id-i devlet-i câvidânî, ve müieyyid-i raf‘at-i dûcihân, mübki-i merâsîm-i dîn-i metîn, ve mübni-i merâtib-i ’ilm-i yakîn, güzîde-i âdemiyân, pesendîde-i cihân, müşîrûr-ı bahr ü berr, meşkûr-ı cümle-i beşer, nakîbü’l a‘yân, kutbü’z-zaman, ferîd-i ashâb-ı tefrîd, vahîd-i erbâb-ı tevhîd, mukarrabü’n nebiyyü’l hâşimî, ’aleyhis-Salavâtü’z-Zekiyye, bi’l karâbeti’t tîniyyeti ve mukarreb-i talebeti’t tarîkati’l hamdiyye, ila’z zâti’l ahadiyye, ve kemâl-i merâtib-i yakînü’l ’ayniyye, şeyh-i şuyûhu’l islâm, mürşid-i kâffe-i enâm, küre-i kirâmın tâcdârî, hazret-i şeyh- i Mahmûd Efendi eş-Şehîr bi Üsküdârî ki, mecâmi‘-i evliyâ-i ‘izâmın sahib-i temkîni, mecâlis-i etkiyâ-i fecâmın sadr-ı nişînidir. Bir sultândır ki lisân-ı beyân-ı evsâf-ı hamîdesini beyânda lâl ve bî zeban, ve bir cânândır ki zebân-ı ‘ayân ‘ahlâk-ı kerîmesini, izhâr ü ‘iyânda bî cândır. Ebyât-i münâsebe bâd-ı ihsânı erse kârhâne, ayrı görür ânı üç eflâki, ibr (?) lafzı ki yağdırır bârân, kimse bakmaya gevher-i pâka, kerem-i bahrı bî nihâyettir. Sığmaz asla zurûf-ı idrâki, nazarı kimyaya gâlibdir. Nazar eylerse nola bu hâne. De‘âile lâzâlet şümûs ‘izzetihi min ufuki’s semâi tâli‘a. Ve envâr-ı mekârimihi fî ektâri’l arz-ı sâti‘a. Pes imdi şol teşne kân-ı delâl ü visâl, ve talibân-ı cemâl-i melik-i müteâlden olan kimisineler madam ki müşârun ileyh ‘azîz hazretlerinin zamân-ı şeriflerinde buluna dahî onun hân-ı âsitânı âsumân, ve semâsimâları ki tütyâyı ‘uyûn-i ulu’l ebsârdır. Gözlerine tütya ve ona kemâl-ı ihtirâm ve i‘tibâr etmeyip, ve silk-i meslek-i eltâf-ı keremnümâ, ve ezyâl-i himmeti hümâ hemtâlarına münselik ve münteşîs, ve kimyâ-yı türâb-ı ekdâmlarının kadar ve kıymetini kemâ yenbeğî zevk ile mütehassis olmayalar. Murâdihi vusûle yol bulalar. Belki kemâ fi’l evvel, e‘mâ ezall kalub her çend ki şemşîr dallarını zincir-i iftirâkı kat‘a sarf edip her nekadar ekdâmı eyleseler mumkün olmayıp endâm-ı tığları halel-pezîr olmadan gayrı nesneye vâsıl olamayalar. Ve her dem ki dihkān-ı cânları kişte zârı cihân-ı içre ümîd niyeti kendim visâl ile tuhm-i âb-ı sirişkini hâke saçıp ne denli husûlüne mütevakkıf olsalar cümle emeği bir yâd olup tâli‘inde adem-i mahsûl ve ‘alef-i nedemden gayrı bir dâne habbe hâsıl kalamayalar. Ve her gâh ki kökleri kebûteri seyr-i ‘izâri hazret hevâsı ile bâl açıp evc-i recâya (sercâya?) pervâz eylese şikârbâz-i felek hevâ her taraftan murg-i (?) miskîne şolkadar bâz salâr ki geri eşyâna dönüp şâhsâr-ı nihâl iftirâka konmak denile. Bir an dahi ol irâde durmaya. Ve her zamân ki peyk-i fevâdları kat‘ı merâhil beyâbânı bî beyân hasrete sa‘i eyleyip sahrâ-yı ve sultan-ı vusûl kasd eyleyeler. Pâyene şol denli sen ki belâ ve anâ dokunur ki bir kadem dahi reftâra ayağı el el vermeyip miyân-ı râhde sadhezâr zâr ü vâh ile kalub sermenzili maksûda varamayalar. Ve bi’l cümle mukarrerdir ki tarîk-i hak celle ve ‘alâda mürîdin mücerred kendi ‘ilm ve ‘irâdeti ve riyâzat ve dikkati ile terakkî ile ve kat‘ı menâzil müyesser olmayıp kummel-i meşâyıhtan birisine rabt-ı kalb edip ve onun şeref-i sohbeti pür rahmeti ile müşerref ve nasihat ve terbiyeti ile mutenassih ve mürebbi olmak lâzımdır. Binâen ‘alâ zâlik, hulles-i ihvândan ba‘zı yârân ki ‘ulûm-i zâhire ve meksûbede bî behre olup ve istihrâc arabiyyâttır ve fârisiyyede kalîlü’l biza‘a olmayla müşarun ileyh azîz hazretlerinin müellifât-ı ‘arabiyyelerinden ahz-ı meânî-i şerîfe ve esrâr-ı latîfelerine vusûle kudretleri olmamağın recâ ve itimâs eylediler ki şeyh-i müşarun ileyh hazretlerinin mecâlis-i şerîfe ve enfâs-ı tayyibelerinden müntefi‘ müstemi‘ oldur. Gamz-ı hikâyât-ı garîbe ve rivâyât-ı acîbe ve durûb-ı emsâl ki meâni-i âyât-ı beyyinâtı mübeyyin ve mebâni-i rivâyât-ı ehâdîs rasûl-i sâhibü’l mu‘cizâtı musarrah ve muayyendir. Istima‘ olunan üzere türkî lisân ile bir risâle-i vâzıha-i el beyân ki meâni-i mezkûre-i müştemil ve mutazammin ola, cem‘ ve te’lîf oluna ki onun kırâeti sebebi istimâ‘ı hasebi ile ‘âlim ü ‘âmı ve kāri’ ü vaki‘ cümlesi ……. ‘azîz hazretlerîn ki hirmen-i nefâyisü’l mecâlislerinden mahrûm kalmayıp hûşe için ve behrebîn olalar. Hayra’n nâs men yenfe‘u’n nas fehvâsınca ba‘de’l istihâre ve’l istimdâdü’l iltimâsları kabûle karîn kılınıp ricâl-i erba‘în ise, kırk meclisini hemta-i inşâsına kasd olunup ve bu risâle-i te’lîf edip câmi‘ul mecâlis deyu tesmiye eyledim. Ve tahrîr ve beyânda tâlibâna teshîl içün ahz-ı meânîde usreti olan ıstılâhâtı ve elfâzı terk eyledim. Ve çendân ri‘âyet-i sec‘ ve kavafî dahi kasd eyleyip her ne üslûbü ile beyân buyurulup ve her ne vecihle istimâ‘ımız oldu ise bi‘aynihi onu nakl eyledim. Meğer ki nedretle vâki‘ ola, ba‘zı hâtıra-i rûhâniyyeden tulu‘ eden münâsib mânâlardan mahal münâsebeti ile zikr olunmuş ola. Ve ba‘zı zevâyid-i kesîrü’l fevâyid ki cânib-i melik-i ‘allâmeden tahrîr-i ilhâm olunmuş ola. Onu derc eyledim. Tâ ki âmme-i mü’minîne nef‘ ve mütte‘îz ve mütenassih olalar. Ve maksûdumuz olan rızâ-i rabbi’l âlemîn husûlüne sebep olalar. Ve bu risalede kırk meclis ihtiyâr olunup ziyâde ve noksân olmadığının vechi budur ki kemâl-i insânî-yi erba‘inde hâsıl olmağla erba‘în-i cümleye kâfîdir. Zirâ erba‘înin aslı erba‘adır. Ve erba‘în erba‘anın kemâlî suretidir. Onun için ki vâhidin kemâli aşeredir. Dört kere vâhid erba‘a olur. Dört aşere erba‘in olur. Asl-ı usûl erba‘dir. Zîrâ insan hak subhâna ve teâlinin kemâl-i kudreti ile çehâr. Ezdâdı ki anâsır-ı erba‘a tabir ederler, ondan mürekkebdir. Ve bunların şeref ve fazileti eğer melâikedir ve eğer sâir mahlûkdur bu dört iledir. Onun için buyurulmuştur ‘’nazm- i terkîb olundu çünki hevânârı ve hâki ve âb insan-ı kâmil oldu. Ona ref‘ olup hicâb, bu takdirce bu erba‘I mezkûre merâtib-i insâniyye-i ve terâkîb-i unsûriyye-i ve ahlât-ı erba‘a ki beden-i insâniyyede mahlûk ve mahlûttur. Safrâ, ve sevâd ve dem ve balgam ve merâtib-i menâzil-i tevhîd rabbâniyye-i câmi ‘adır. Onun içindir ki kütüb-i ilâhiyye, ve mezâhib-i şerâyi‘-i islâmiyye dört olmuştur. Bu nedendir ki çehâryâr-ı güzîndir. Rızvânullâhi teâla aleyhim ecma‘în, dört olup mezâhir-i şeri‘at ve tarîkat ve ma‘rifet ve hakîkat olmuştur. Bu nedendir ki bu‘d-i tevhîd-i islâmi dört üzerine binâ olunmuştur. Salât ve zekât ve savm ve hac, asl-ı usûl-i tevhîddir. Amma bu dördü zikr olunan merâtib-i insâniyye-i tekmîl için buyurulmuştur. Ve bu nedendir ki usûl-i avâlim dahî dört olmuştur. Cemâd, nebât, hayvân ve mücerretdir. Ve bu nedendir ki hilkat-i âlim dünyâ ve mükevvenât-ı fenânın cümlesi fusûl-i erba‘a üzerine binâ olunup e‘dâd-ı cümle-i sinîn ve şühûr ve eyyâm- ı seb‘a-ı mu‘ayyene ki mertebe-i cümle-i e‘dâd-ı esmâ-i hüsnâ ve usûl-i erba‘a üzerinedir. Ve cümle vâki‘ olan zuhûrât bu fusûl-i erba‘adandır. Beyt: aslımız ruh-ı mücerreddir biz ondan gelmişiz / nâ half ferzend olup …..iz abâmızı. Bu anâsır-ı erba‘dan mürekkeb olan insan, tabi‘at ve nefs ve kalb ve rûh üzerine halk olunmuştur. Bu mahal tafsîl mahalli değildir inşâellah-i teâla aşağıda zikrolunan mecâlisde her birinden münâsebet düştükçe beyân ederiz, hemân ‘abd-ı mü’mine lâyık budur ki zikrolunan mevâ‘iz-i kurâniyye ve nesâyih-i rahmaniyye-i gûşcân ile istima‘ edip tekmîl-i vucûd ve hakîkat-i sücûde vusûle kasd ede. Eğer ki hidâyet-i ilâhiyye ve inâyet-i ezeliyye sebk etmeyene fâide olmaz. Amma ‘inâyet-i ezeliyye sebk eden kimseler nasihat-i istimâ‘ının nef‘-i tâmmı, ve te’sîr-i ‘azîmi vardır. Zirâ hikâyât-i enbiyâ-i ‘izâm aleyhimü’s selâm evliyâ-i kirâmın nesâyihi ve menakibi kuvâyı nefsâniyye-i mülk ve vucûda kesirde cünûd-i ilâyiyye mesâbesindedir. Bu ma‘nâya işâreten Allâh-ı subhân ve teâla kelâm-ı şerîfinde va‘z ü nasihat ile emir buyurup buyurmuşlar ‘’ve zekkir feinne’z zikrâ tenfe‘u’l mü’minîn’’ bi’l fi‘l ev bi’l kuvve ey el müşrikîne’l mukadder eymânihim fi’l ezel. Buna binâen münâsebet ile her meclisin âhırında birer ilâhi-i hazret-i azîzin ilâhilerinden zikr eyledim. Ta ki te’sîrde edhal ola. Allahümmehfeznâ vehdinâ ve sebbitnâ ala’s sırâti’l müstekîm. Ve hüve’l mürşidi’l kadîm.
EL MECLİSÜ’L EVVEL FÎ BEYÂNİ TE‘AVVÜZ
EÛZU BİLLÂHİ MİNE’Ş ŞEYTÂNİ’R RACÎM
Ya‘nî ben Allâh-ü teâlaya sığınırın cins-i şeytâni’r racîmden gîzlerinden ve
şerlerinden isti‘âze ihtirâzdır. Ve şeytândan anceleyin şeytân-ı racîmdir. Ya‘ni semâya su‘ûdden memnu‘ ve bazı nucûm ile merhûmdur. Her bâr ki semâyı dünyâya şeyâtîn çıkmak istedikçe melâike yıldızlar ile onları atığ ba‘zılarını ihrâk ve bazılarının a‘zâlarını mecrûh ve nâkıs kulûb-i cem‘iyyetlerini perişân ederler. Kurân-ı azîmde ‘’ vece‘alnâhâ rucûmen li’ş şeyâtîn’’ buna nâtıktır. Sultan-ı enbiyâ sallallâhu teâla aleyhi ve sellem zamânından mukaddem-i memnû‘ değiller idi. Istirâk-ı (iştirâk?) sem‘ kasd edip ve birbirinin üzerine binekişub sema-ı dünyâya çıkarlar. Ve melâikeden âfâka mute‘allik ba‘zı haberler işitip gelip vech-i arzında kâhinlere melâikeden işittikleri kelimâtın birine yalan katup ‘ulûm-i gaybiyyeden haber verirlerdi. Kâhinler dahî halka söylerlerdi. Şol zamâna dek ki habîb-i ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem kudûm-i şerîfleri ile bu ‘âlemi teşrîf buyurdular. Ol gece nice mu‘cizât ve nice ‘alâmât zâhir olmuştur. Cümleden birisi şeyâtîn-i semâya su‘ûdden men‘ olunup mercûm oldular. Ve lafz-ı şeytân zikr olunur cins-i i‘tibâr olunur. Ammâ envâ‘-i kasd olunmakla cem‘ dahî olur şeyâtîn denilir. Bu dahî iki kısımdır. Bir kısmı şeyâtîn-i cîndir ki meşhûr olan şeytânlardır. Ve bir kısmı dahî şeyâtîn-i insdir ki onlar şol benî ‘âdemin azgınları ve hevâyı nefslerine tâbi‘ olanlarıdır. Bu iki kısma işâret için kur’ân-ı azîmde şeyâtîn-i cins ve’l ins buyurulmuş. Şeytân-ı ins dalâl ve idlâl ciheti ile şeytân-ı cinnîden eşedd ve ezall olduğuna şüphe yoktur. Hikâyetün: bir gün şeytân-ı cinnîden birisi ile şeytân-ı insîden birisi kardeş oldular. Bir nice müddet dalâl ve idlâlde …. geçindiler. Bir gün şeytân-ı ins-i şeytân-ı cinnîye ider kardaş senden bir d,leğim vardır. Şeytân-ı cinnî itti (dedi) nedir söyle görelim. Ol dedi (itti) şu benim komşuluğumda falan kişinin bir sütlü ineği vardır. Şo ineğin şunda olduğunu istimâzîn bir gün otlakda gezerken bir yâr başına getirip ineği kakıp yârdan aşağı uçursan inek geberse tâ ki canım rahat ola dedi. Şeytân-ı cinnî buna itti: ne hoş böyle dersin. Ol kişi hod ol inecüğün sütünden yoğurdundan sana dahi gâhîce veriyor. Sen dahi müntefi‘ oluyorsun. Şeytân-ı insî itti: bire hemân dedi ve kem ile kardaşlık hakkını yerine getir. Ben onun sütünden de yoğurdundan da geçtim. Tek hemân şu kişide bu ineği gözüm görmesin deyince şeytân-ı cinnî ta‘ccüben itti: hay hay bire sen benden şeytanlıkta artuk imişsin ancak bire ben bir kere âdeme hased etmekle bu kadar zamândan beru merdûd gezerin. Ya senin hâlin nice olur? Senin kardaşlığın bana gerekmez deyip cinn-i şeytân ins-i şeytândan i‘raz edip yanından bırakıp gitmiştir. Bu kıssadan hıssa ne idi ki ma‘lûm oldu. Kişinin kem karîni ve yaramaz musâhibi onu idlâl ve ifsâdda şeyâtîn kendileridir. Onun için kibâr buyurmuşlardır ki sulehâya mukârin ve musâhib olup meşâyih ve fukarâ sohbetine dâhil olup dâiman yaramazlara musâhib ve yârân olmaktan ihtirâz ve inkita‘da ola. Zirâ kişi elbette mukârininin hükmünü ahz eylese gerekdir. Ve enşede ba‘zu’l ukalâ: ani’l mer’i lâ tüs’el vebsir karînehû, feinnel karîne bilmukārini yekdedî, izâ kâne zâ şerrin fecennebehû şer‘aten/ ve in kâne zâ hayrin fekārinhu tehtedî. Ezgüftihâyi şeyh sa‘dî seni eshâb-ı kehf ravz-ı çend. Peynîgân kürfet ü merdûd şeddun. Pâyedân-ı yârkeşt hemse-i lût, ???, ve muhassal-ı kelâm-i insâna lâzımdır ki şeyâtîn kısmının cümlesinden Allah-ı sübhân teâlaya istiâze ide. Ve ma‘nâ yı istiâze ben Allah teâlaya sığınırın cins-i şeyâtînin şerlerinden ve mekrlerinden demektir.