You are on page 1of 14

1.

CİLT ALLAH’A İMAN

ALLAH’A İMAN

ِ َ‫اب الَّذى َنَّز َل َعلى رسولِه والْ ِكت‬


‫اب الَّذى اَْنَز َل ِم ْن َقْب ُل‬ ِ َ‫يااَيُّها الَّذين امنُوا ِامنُوا بِاللّ ِه ورسولِه والْ ِكت‬
َ َُ َ ُ ََ َ َ َ َ
ِ ِ ِ ِ ِ ِ
‫عيدا‬
ً َ‫ضاَل اًل ب‬ َ ‫َو َم ْن يَ ْك ُف ْر بِاللّه َو َملئ َكته َو ُكتُبِه َو ُر ُسله َوالَْي ْوم ااْل خ ِر َف َق ْد‬
َ ‫ض َّل‬
Nisa / 136. Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba
iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam
manasıyle sapıtmıştır.

‫ميع‬ ٍ ‫فَاِ ْن امنُوا مِبِثْ ِل ماامْنتُم بِه َف َق ِد اهتَ َدوا واِ ْن َتولَّوا فَاِمَّنَا هم ىف ِش َق‬
ُ ‫الس‬
َّ ‫اق فَ َسيَكْفي َك ُه ُم اللّهُ َو ُه َو‬ ُْ َْ َ ْ ْ ْ َ َ َ
‫ليم‬
ُ ‫الْ َع‬
Bakara / 137. Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka
anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.

‫لك َّن الْرِب َّ َم ْن َام َن بِاللّ ِه َوالَْي ْوِم ااْل ِخ ِر َوالْ َملئِ َك ِة‬
ِ ‫لَيس الْرِب َّ اَ ْن ُتولُّوا وجوه ُكم قِبل الْم ْش ِر ِق والْم ْغ ِر ِب و‬
َ َ َ َ ََ ْ َ ُ ُ َ َ ْ
‫لني وىِف‬ ِ َّ ‫بيل و‬ ِ َ‫والْ ِكت‬
َ ‫اب َوالنَّبِنّيَ َواتَى الْ َم‬
َ َ ‫السائ‬ َ ِ ‫الس‬ َّ ‫اكني َوابْ َن‬ َ ‫ال َعلى ُحبِّه ذَ ِوى الْ ُق ْرىب َوالْيَتَامى َوالْ َم َس‬ َ
ِ ِ ِ َّ ‫اه ُدوا و‬ ِ ِ ِ ِ ِ َ‫الرق‬
َ ‫رين ىِف الْبَاْ َساء َوالضََّّراء َو‬
‫حني‬ َ ‫الصاب‬ َ َ ‫الزكوةَ َوالْ ُموفُو َن ب َع ْهده ْم اذَا َع‬ َّ ‫الصلوةَ َواتَى‬ َّ ‫اب َواَقَ َام‬ ِّ
َ ِ‫ص َدقُوا َواُولئ‬
‫ك ُه ُم الْ ُمَّت ُقو َن‬ َ ‫ذين‬ َّ َ ِ‫الْبَاْ ِس اُولئ‬
َ ‫ك ال‬
Bakara / 177. İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki,
Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere,
yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı
zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları
taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!

‫ك بِالْعُ ْر َو ِة‬ ِ ِ ِ ِ ِ ُّ ‫اَل اِ ْكراه ىِف ال ّدي ِن قَ ْد َتبنَّي‬


ْ ‫الر ْش ُد م َن الْغَ ِّى فَ َم ْن يَ ْك ُف ْر بِالطَّاغُوت َويُ ْؤم ْن بِاللّه َف َقد‬
َ ‫استَ ْم َس‬ ََ ََ
‫ليم‬ ِ
ٌ ‫يع َع‬ ٌ ‫ص َام هَلَا َواللّهُ مَس‬
َ ‫الْ ُوثْقى اَل انْف‬
Bakara / 256. Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip
Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.

‫صاحِلًا َفلَ ُه ْم‬ ِ ِ ِ ِ


َ ‫ني َم ْن َام َن بِاللّه َوالَْي ْوم ااْل خ ِر َو َعم َل‬
َ ِ‫الصاب‬ َّ َّ ِ
َّ ‫َّصارى َو‬ َ ‫ادوا َوالن‬ ُ ‫ذين َه‬
َ ‫ذين َامنُوا َوال‬ َ ‫ا َّن ال‬
ٌ ‫اَ ْجُر ُه ْم ِعْن َد َرهِّبِ ْم َواَل َخ ْو‬
‫ف َعلَْي ِه ْم َواَل ُه ْم حَيَْزنُو َن‬
Bakara / 62. Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah'a ve ahiret gününe
hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar
üzüntü çekmeyeceklerdir.

1
MENBA 1. CİLT

‫ِصْبغَةَ اللّ ِه َو َم ْن اَ ْح َس ُن ِم َن اللّ ِه ِصْبغَةً َوحَنْ ُن لَهُ َعابِ ُدو َن‬


Bakara / 138. Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk
ederiz (deyin).

HADİS...
* Hz. Süheyb radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sizden öncekiler
arasında bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca Kral'a: "Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan
çocuğu gönder de sihir yapmayı öğreteyim!" dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın geçtiği yolda
bir râhip yaşıyordu. (Bir gün giderken) rahibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti.
Artık sihirbaza gittikçe, râhibe uğruyor, yanında (bir müddet) oturup onu dinliyordu. (Bir gün) delikanlıyo
sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu râhibe şikayet etti. Rahip ona: "Eğer sihirbazdan (dövecek diye)
korkarsan: "Ailem beni oyaladı!" de; ailenden korkacak olursan, "beni sihirbaz oyaladı" de!" diye tenbihte bulundu.
O bu halde (devam eder) iken, insanlara mani olmuş bulunan büyük bir canavara rastladı. (Kendi kendine:) "Bugün
bileceğim; sihirbaz mı efdal, rahip mi efdal!" diye mırıldandı. Bir taş aldı ve:
"Allahım! Eğer râhibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür de insanlar geçsinler!" deyip,
taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler. Delikanlı râhibe gelip durumu anlattı. Rahib ona:
"Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki, yüce bir mertdebedesin. Sen imtihan geçireceksin.
İmtihana maruz kalınca sakın benden haber verme!" dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca hastalığına
yakalananları tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı. Onu kralın gözlyeri kör olan arkadaşı işitti.
Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: "Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir" dedi. O da: "Ben kimseyi
tedavi etmem, tedavi eden Allah'tır. Eğer Allah'a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa
verecek!" dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.
Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral: "Gözünü sana kim iade
etti?" diye sordu. "Rabbim!" dedi. Kral: "Senin benden başka bir Rabbin mi var?" dedi. Adam: "Benim de senin
de Rabbimiz Allah'tır!" cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve Allah'a
iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de gösterdi. Oğlan da oraya getirildi. Kral ona: "Ey oğul! Senin sihrin körlerin
gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!" dedi. Oğlan:
"Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah'tır!" dedi. Kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O
kadar ki, o da râhibin yerini haber verdi. Bunun üzerine râhip getirildi. Ona: "Dininden dön!" denildi. O bunda
direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra
oğlan getirildi. Ona da: "Dininden dön!" denildi. O da imtina etti. Kral onu da adamlarından bazılarına teslim etti.
"Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin);
dönerse ne âla, aksi takdirde dağdan aşağı atın!" dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan:
"Allah’ım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifayet et!" dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de
düştüler. Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" dedi. "Allah, onlara karşı bana kifayet
etti" cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve: "Bunu bir gemiye götürün. denizin ortasına
kadar gidin. Dininden dönerse ne âla, değilse onu denize atın!" dedi. Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan
orada: "Allah’ım, dilediğin şekilde bunlara karşı bana kifayet et!" diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak
boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" diye sordu. Oğlan. "Allah
onlara karşı bana kifayet etti" dedi. Sonra Kral'a:
"benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!" dedi. Kral: "O nedir?" diye sordu. Oğlan:
"İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına
yerleştir ve: "Oğlanın Rabbinin adıyla" dersin. Sonra oku bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!" dedi.
Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına
yerleştirdi. Sonra: "Oğlanın Rabbinin adıyla!" dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini
şakağına okun isabet ettiği yere koydu ve Allah'ın rahmetine kavuşup öldü. Halk:
"Oğlanın Rabbine iman ettik!" dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: "Ne
emredersiniz? Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlannın Rabbine iman etti!" denildi. Kral hemen yolların
başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral:
"Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!" diye emir verdi. Yahut hükümdara "sen at!" diye emir verildi.
İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti,
çocuğu:
"Anneciğim sabret. zira sen hak üzeresin!" dedi."
* Ebu Zerr (Cündeb İbnu Cünâde el-Gıfârî) (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Bana Cebrâil aleyhisselam gelerek "Ümmetinden kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak
kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete girer" müjdesini verdi" dedi. Ben (hayretle) "zina ve hırsızlık yapsa da mı?"
diye sordum. "Hırsızlık da etse, zina da yapsa" cevabını verdi. Ben tekrar: "Yani hırsızlık ve zina yapsa da ha!" dedim.
"Evet, dedi, hırsızlık da etse, zina da yapsa!" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) dördüncü keresinde ilâve etti:
"Ebu Zerr patlasa da cennete girecektir".
* Câbir İbnu Abdillah el-Ensârî (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "İki şey vardır gerekli kılıcıdır" Bir zat: -Ey Allah'ın Rasûlü! gerekli kılan bu iki şeyden maksad nedir? diye sordu:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmış olarak ölürse bu kimse ateşe
girecektir. Kim de Allah'a hiçbir şeyi ortak kılmadan ölürse o da cennete girecektir" cevabını verdi."

2
1. CİLT ALLAH’A İMAN

* Abdullah İbnu Abbas'ın rivayetine göre, bir kadın, kendisine küpte yapılan şıra (nebîz) hakkında sordu. Kadına
şu cevabı verdi: "Abdulkays kabilesinin heyeti Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e geldiği vakit: "Bu gelenler
kimdir?" diye sordu. "Rebîalılar" diye kendilerini tanıttılar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Merhaba, hoş
geldiniz. İnşaallah bu ziyaretten memnun kalır, pişman olmazsınız" buyurdu. Misafirler: "Biz uzak bir yerden
geliyoruz. Sizinle bizim aramızda şu kâfir Mudarlılar var. Bu sebeple, size ancak haram ayında uğrayabiliyoruz. Öyle
ise, bize kesin, açık bir amel emret, onu geride bıraktıklarımıza da öğretelim. Ve bizi cennete götürsün" dediler. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de onlara dört emir ve dört yasakta bulundu: Önce tek olan Allah Teâla'ya imanı
emretti ve sordu: "İman nedir biliyor musunuz?" "Allah ve Resûlü daha iyi bilir!" dediler. Açıkladı: Allah'tan başka
ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan
orucu tutmak, harpte elde edilen ganimetten beşte birini ödemenizdir." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara
şu kapları (şıra yapmada) kullanmalarını yasakladı: Hantem (topraktan mâmul küp), dübbâ (su kabağından yapılmış
testiler), nakîr hurma kökünden ayrılan çanak, müzeffet -veya mukayyer- (içi ziftle -katranla- cilalanmış kap).
* Abbâs İbnu Abdilmuttalib (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle
söylediğini işittim: "İmanın tadını, Rabb olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i seçip râzı
olanlar duyar."
* İbn-i Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ben insanlar Allah'tan başka
ilâhın olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye kadar
onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı, kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış)
olurlar. İslâm'ın hakkı hâriç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allah'a kalmıştır".
* Alkame hazretlerinin İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'dan naklettiğine göre, İbnu Mes'ud, "...Kim Allah'a iman
ederse (Allah) onun kalbini doğruya götürür.." (Teğâbün,11) meâlindeki âyetle ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:
"Bunlar kişinin mâruz kaldığı musibetlerdir. İnanan kişi, (Allah'ın lütfu ve keremi ile) bu musibetlerin Allah'tan
olduğunu bilir, Allah'ın takdirine teslimiyet gösterip, razı olur (ve Sabreder)."

TEFSİR...

‫صاحِلًا َفلَ ُه ْم‬ ِ ِ ِ ِ


َ ‫ني َم ْن َام َن بِاللّه َوالَْي ْوم ااْل خ ِر َو َعم َل‬
َ ِ‫الصاب‬ َّ َّ ِ
َّ ‫َّصارى َو‬ َ ‫ادوا َوالن‬ ُ ‫ذين َه‬
َ ‫ذين َامنُوا َوال‬ َ ‫ا َّن ال‬
ٌ ‫اَ ْجُر ُه ْم ِعْن َد َرهِّبِ ْم َواَل َخ ْو‬
‫ف َعلَْي ِه ْم َواَل ُه ْم حَيَْزنُو َن‬
Bakara / 62. Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah'a ve ahiret gününe
hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar
üzüntü çekmeyeceklerdir.
İslâmiyet'e zahirde iman etmiş olanlar, yani, Muhammed dinini dilleriyle ikrar ettiklerinden dolayı insanlar
arasında müslüman sayılanlar, Musa dinine mensup olan yahudiler, İsa dinine mensup hıristiyanlar, bu üç dinin
dışındaki dinlerden olanlar yani onlardan her kim, Allah'a ve ahiret gününe, bu sûrenin başında beyan buyurulduğu
üzere, gerçekten dış görünüşleriyle ve içyüzleriyle iman eder ve bu imana yaraşır şekilde iyi bir iş yaparsa şüphesiz
bunların Rableri katında ecir ve mükafatları vardır. bunlara korku yoktur ve bunlar mahzun da olacak değillerdir, yani,
yapılan inzarlar, uyarı ve tehditler bunlar hakkında değildir.
İnsanlar Âdem'in sülbünden yeryüzüne indikleri zaman Cenab-ı Allah kendilerine "Eğer Ben'den size bir hidayet
gelir de kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler."
(Bakara, 2/38) diye herhangi bir zamanda gelen hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad etmemiş miydi? İşte Âdem'in
tevbesinin semeresi olan o ilahî va'd, ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Ve bu âyet ilahî kanunun bir
inkişafıdır. Şu halde yahudiler gibi zillet ve meskenete düşenler ve Allah'ın gazabına uğramış olanlar bile her ne zaman
tevbe eder, Allah'a ve ahiret gününe cidden iman ederek, Allah'ın son zamanda gönderdiği hidayete uyar ve ona göre
salih amel işlerlerse o gazaptan kurtulurlar. Ve Allah katında ecir ve mükafat bulurlar. Sonuçta sırrına mazhar olarak,
korku ve hüzünden kurtulurlar. Lakin bundan yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında mü'min ve müslüman
sayılmak yetmez, hatta belli bir süre salih kişi olarak yaşamış olmak da kâfi gelmez. O imanda sebat edip, güzel bir
sonla gitmek, yani son nefeste iman ve güzel amel ile Allah'a kavuşmak lazımdır.
Bu sûrenin baş tarafında "İşte onlar Rabblerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve gerçekten kurtuluşa erenler
de ancak onlardır." (Bakara, 2/5) müjdesinin kimlere mahsus olduğu bilinmektedir ve bunda "Sana indirilene ve
senden önce indirilene inananlar." (Bakara, 2/4) şartı da bulunmaktadır. Bunun için ahirete iman ve gerçek anlamda
yakîn de bütün peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed'e (s.a.v.) ve ona indirilen kitaba iman etmiş olanlara mahsus
bulunduğu tebliğ edilmişti. Şu halde cümlesiyle beyan buyurulan gerçek imanın Hz. Muhammed'in peygamber olarak
gönderilmesinden sonrakiler diye tefsir edilmesi lazım geldiğinde hiç şüphe yoktur. Zaten bu âyetin bilhassa bu
noktadan İsrailoğulları'na hitap şeklinde bir icmal olup, bütün bu açıklamaların İslâm dinine davet sadedinde ve "Sizin
yanınızda bulunan kitabı doğrulayan bu kitaba (Kur'ân'a) iman edin ve onu ilk inkâr eden olmayın!" (Bakara, 2/41)
ilâhî emrini desteklemek için gelmiş olduğunda şüpheye yer yoktur. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Allah'a
ve ahiret gününe iman eden ve iyi amel işleyenler bile Tevrat ve İncil hükmünce geleceğin büyük peygamberine iman
ile mükellef idiler, buna işaret olmak üzere "Ahdimi yerine getirin." (Bakara, 2/40) buyurulmuştu. Böyle iken Hz.
Muhammed'in peygamberliğinden sonra onu inkâr edenler arasında gerçek iman ehli bulunduğu varsayımına imkan
kalır mı?
Allah'a ve hesap gününe imanı bulunan ve bu iman ile mütenasip salih amel işleyecek olan kimselerin Hz.
Muhammed'in peygamberliğini inkâr etmelerine imkan tasavvur olunabilir mi? Tarih sayfalarının şahitliğinde Hz.
Muhammed'in peygamberliğinden daha açık, daha belirgin hangi peygamberlik vardır? Şu halde gökyüzündeki
yıldızlardan bazılarını kabul edip de güneşi inkâr edenlerin Allah'a karşı imanlarında ciddiyet ve samimiyet tasavvur
etmek gerçekle bağdaşmayan bir çelişki teşkil eder. Dikkat çekici olan şey şu ki, bu âyette iman, biri insanlara nazaran
zahirî, diğeri Allah katında geçerli, hakikî iman olmak üzere iki defa zikredilmiş ve her şeyden önce "iman edenler"

3
MENBA 1. CİLT

sözü, yahudilere, hıristiyanlara ve sâbiilere mukabil tutulmuştur. Demek ki, bu üçü, Kur'ân'ın sözkonusu ettiği imanın
mutlak olarak dışındadırlar. Bununla beraber zahirî iman sahipleri bunlarla eşit tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu kâmil
iman ve salih amel şartına bağlı gösterilmiştir. Demek ki, gerek zahirî mü'min olan müslümanlar, gerek müslümanların
dışında kalan yahudi, hıristiyan, sâbiî vs. Kur'ân'da yer aldığı şekilde Allah'a ve ahiret gününe dış görünüşte ve
içyüzüyle cidden iman eder ve salih ameller yaparlar ve bunda sebat gösterirlerse o zaman "Onlara korku yoktur ve
onlar mahzun da olmayacaklar." ifadesinin sırrına mazhar olacaklardır ki, bunda da İslâm dininin davetiyle ve
hidayetiyle bütün insanlara açık ve cihanşümûl bir din olduğu aşikar olur. Bu âyetten nihayet şu sonuca geliriz ki, İslâm
dininin hakim olduğu müslüman toplumun teşekkülü için İman-ı Hakikî (gerçek iman) şart değildir. Onun zahirî bir
ikrar ile dahi gerçekleşmesi sözkonusu olduğu gibi, bunun içinde dünyaya ait nokta-i nazarlarla bir siyasî anlaşma ile
öbür dinlere mensup insanlar dahi din hürriyeti ile hayat haklarına mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar arasında ferdî
veya ictimaî (sosyal) anlamda gerçek selamet (kurtuluş) ancak kâmil iman ve salih amel sahiplerine vaad olunmuştur.
Çünkü toplumun temel direği ve nizamın esas dayanağı bunlardır. İşte İslâmiyet'in gerek dünya, gerek ahiret için vaad
ettiği selamet ve saadetin sırrı da bu gerçeğin içinde gizlidir. Şu halde kâmil iman ve salih amel erbabının bilgi ve amel
feyizlerinden mahrum olan, sadece dış görünüşüyle müslüman bulunan bir İslâm toplumunun "Onlara korku yoktur,
onlar mahzun da olmayacaklar." ilâhî va'dine mazhar olması sözkonusu değildir. Allah'a imanı olmayanlar, hakkı
yerine getiremezler, ahirete imanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler. Herkesin yalnızca kendi nefsi için
çalıştığı bir toplumun manzarası "Kimsenin kimseye faydası dokunmayacağı günden korkun!"(Bakara, 2/48) âyeti ile
tasvir edilen kıyamet gününün bir benzeridir.
Yahudi: Arapça'da (hâde-yahûdü-hevden) esasen tevbe etmek mânâsına olduğu gibi, Yahudi olmak mânâsına da
gelir. Deniliyor ki, Araplar arasında bunlara Yahudi denilmesi, ya daha önce geçtiği gibi, buzağıya tapmaktan vazgeçip
tevbe etmeleri dolayısıyladır, yahut da "Yahûza" isminin Arapça söylenişi sebebi iledir. Yahûza ise Hz. Ya'kub'un on iki
evladının en büyüğünün ismidir. Buna göre; Yahudî, İsrailoğulları'nın on iki boyundan birincisinin adı olması gerekirken,
öneminden dolayı zamanla bütününe birden isim olmuştur. Bu demektir ki, "Yahûd" cins ismi olarak kavmin veya
boyun adıdır. Tekil olarak kullanıldığında "Yahudî" denilir ki, o kavme mensup olan kişi demektir.
Nasârâ: "Nasrânî" kelimesinin cem'îdir (çoğuludur). Keşşâf'ın beyanına göre; tekil (müfred)i "nasran"dır ve
sonuna mensubiyet "ya"sı geldiği zaman Ahmedî gibi mübalağa anlamı ifade eder. Hıristiyanlar kendilerine bu ismi
vermişlerdir ki, bu da üç ayrı sebebe bağlı olarak beyan ediliyor:
1- Hz. İsa'nın nâzil olduğu (indiği), "Nasıra" köyüne nisbettir. İbnü Abbas, Katade, İbnü Cüreyc bu görüştedirler.
2- Aralarında tenâsur (yardımlaşma) bulunması, yani birbirlerine yardımcı olmaları yüzünden bu adı almışlardır.
3- Hz. İsa, havarîlerine "Allah'a giden yolda bana yardım edecek kimdir?" (Âl-i İmrân, 3/52) buyurmuş, onlar
da "Allah'ın yardımcıları biziz." (Âl-i İmrân, 3/52) diye cevap verdikleri için bu isimle anılmışlardır.
"Nasrânî" Grekçe'ye "hıristiyan" diye tercüme edilmiştir ki, "Hristos"a nisbettir. Frenkler "Kırist" diye telaffuz
ediyorlar. Hıristos, halaskâr, fidye-i necat (can kurtarma akçesi) ödeyerek kurtaran "müncî" diye açıklandığına göre
"Nasrânî" bunun Arapça'sıdır. Şu halde "nasranî" hıristiyan, "nasârâ" da hıristiyanlar demek olur.
Sâbiîn: Yahut "sâbîe" hakkında da çeşitli görüşler vardır. Evvelâ lügat bakımından denilir ki, "filan adam dininden
çıktı, filan dine girdi." demektir. Bu anlamdan dolayı Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e {*} diyorlardı. Çünkü eski
dinlerine aykırı yeni bir din ortaya koyuyordu. Ayrıca yıldızlar doğuş yerlerinden çıkıp yükseldikleri zaman denilir.
Binaenaleyh gerçek lügat anlamı itibariyle ve karşılık karinesiyle "Sâbiîn" izafî bir anlam taşıdığından, İslâm, Yahudi ve
Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin mensuplarına şâmil olur. Bununla beraber geleneksel bir deyim olarak daha
özel ve dar anlamlarda da kullanılmıştır.
1- Katade'nin açıkladığı şekilde bunlar, meleklere tapan bir taifedir.
2- Yıldızlara tapan bir taife oldukları da tefsirlere geçmiştir. Fahruddîn Râzî, akla yakın olan budur, der. Ve
bunların başlıca iki görüşleri vardır: Birincisi; derler ki, "Âlemin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. Lakin Allah, yıldızlara saygıyı
ve bunların ibadet için kıble yapılmasını emretmiştir." İkinci iddiaları ise şudur: "Allah Teâlâ, burçları ve yıldızları
yaratmıştır. Fakat bu âlemdeki hayır ve şerri, sağlığı ve hastalığı meydana getiren, canlıları yöneten ve yönlendiren
yıldızlardır. Şu halde bu dünyanın, bir anlamda Rabbi onlardır ve insanların onlara saygı ve ta'zim göstermeleri vaciptir.
Çünkü onlar da Allah Teâlâ'ya ibadet ederler ve insanlara aracı olurlar." derler. Bu mezhep, Gildânîlere mensup
olanların görüşüdür ki, Hz. İbrahim bunları red ve iptal için peygamber olarak gönderilmiştir . Bunların Hz. Nuh'a ve
bazı rivayetlerde Hz. İdris'e nisbet iddiasında bulundukları da söylenir. Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların
gücüne sığınma bunlardan kalmadır. Maide sûresinde bununla ilgili açıklama gelecektir. (Bkz: Maide, 5/69). 1

PIRLANTA SERİSİ...
ALLAH'IN VARLIĞINA İCMÂLÎ BİRKAÇ DELÎL
Varın isbatı yokun isbatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı
göstermekle isbât edebiliriz. Halbuki yokluğunu iddiâ eden kimse bütün yeryüzünü, hattâ kâinatı dolaşıp, ancak ondan
sonra onun yokluğunu isbat edebilir. Bu ise, imkânsızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki, yok hiçbir
zaman isbat edilemez...
İki isbat edici, binlerce nefy ve inkâr ediciye tercih edilir. İki kişi aynı hakikatta ittifak etmişse, binlerce insanın
kendi dar pencerelerinden şahsî bakışlarıyla onu inkârları hiçbir değer ifâde etmez.
Bir sarayın kapılarından 999'u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkârcı,
devamlı sûrette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi
olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyâlarına kapalıdır. Mü’min için kapalı kapı yoktur. Yeter ki
gözlerini yummasın!... Zaten 999’u herkese açıktır. Hem de ardına kadar... İşte o kapı ve o delîllerden bir kaçı:
1- İmkân Delîli
1
Hak Dini Kur’an Dili

4
1. CİLT ALLAH’A İMAN

Âlem, mümkinât nev’indendir. Yani varlık ve yokluğu müsâvidir. Varolduğu gibi, olmayabilir de. Varolurken de,
hadsiz oluş keyfiyetlerinden herhangi birinin olması imkân dahilindedir. Yani en az varolan kadar olmayan da varolma
şansına sahiptir. Her mümkin ise, kendi dışındaki bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce varolmayı, sonra da varolma şekil
ve keyfiyetini, olmamaya ve olması mümkün diğer şekil ve keyfiyetlere tercih eden birisi vardır. O da Allah (cc)'dır.
2- Hudûs Delîli
Âlem mütegayyirdir, durmadan değişiyor. Değişen herşey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezelî olamaz.
Evet, maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kâinatın durmadan genişlemesi, güneşin
süratle tükenişe doğru yol alması gibi vak'alar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan olan her varlığın
bir yaratıcısı vardır; illetsiz ma’lûl, sebepsiz netice ve san'atkârsız san'at mümkün değildir. Sebebler ise zincirleme
devam edip sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezelî olmayıp sonradan meydana gelen ve bir ilk
sebebe muhtaç olan şu madde âleminin de bir muhdisi vardır. O da Allah (cc)'dır.

3- Hayat Delîli
Hayat şeffaf bir muammâ!.. Evet o, zâhirî sebeplerle izah edilemeyecek kadar düşündürücü ve Yaratıcı Güc’e
delalet etmesi bakımından da şeffaftır. Evet o, doğrudan doğruya Yaratıcısını gösterir ve ilân eder. O, muammâ
oluşuyla ilim adamlarını, şeffafiyetiyle de avamdan insanları büyüleyen sihirli bir vak’adır. Ve hayat âdeta hâl diliyle:
“Beni var edip yaratan ancak Allah (cc)'dır” der..
4- İntizâm Delîli
Her varlık kendi parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içinde olduğu gibi, bütün kâinat da kendisini meydana getiren
varlık parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içindedir. Bu ise bir nizam ve intizamın varlığını haber veren yanıltmaz bir
delildir ve bir Nâzım’a delalet eder ki, O da ancak Allah (cc)'dır.
5- San’at Delîli
Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kâinatta ince ve baş döndürücü bir san’at göze çarpmaktadır.
Evet, bir baştan bir başa kâinattaki her eser:
Çok büyük san'at değerine sahiptir;
Çok kıymetlidir;
Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır;
Çok sayıda olmaktadır;
Karışık ve çeşit çeşittir;
Devamlıdır.
Halbuki, zâhire göre kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde san'at ve kıymet olmaması
gerekir. Ancak yapan Allah (cc) olursa, o zaman herşey değişir ve zıtlar biraraya gelir!.
6- Hikmet Ve Gâye Delîli
Her varlıkta kendine mahsus bir gâye, bir maksad, bir fayda ve bir netice ta’kip edildiği göze çarpmakta ve bir
zerrede dahi abes, gâyesizlik, ma'nâsızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşâhede edilmemektedir. Halbuki, ne
madde aleminde, ne bitki ve hayvanât dünyasında, ne de eşya ve hâdiselerde şuur ve idrâk mevcut değildir ki, bu
gayeler silsilesi ta’kip edilebilsin.. öyle ise, Kâinattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gâyeleri ancak Allah (cc)'a
isnad etmekle ma’kul bir yol tutmuş olabiliriz.
7- Şefkat-Merhamet Ve Rızık Delîli
Bütün yaratıkların ve bilhassa insanın ihtiyacı sonsuz, ihtiyarı ise bir hiç hükmündedir. Öyleyken, bütün ihtiyaç
sahiplerinin ihtiyaçları hiç ümit edilmeyen yerden ve hiç ümit edilmeyen bir tarzda, kimin neye ne kadar ihtiyacı varsa,
o keyfiyet ve miktarda karşılanmaktadır. Yardım gönderilmesi, gönderilen bu yardımın ihtiyaca tam cevap vermesi
açıkca isbât ediyor ki, bütün bu ihtiyaçlara, herşeye kendisinden daha yakın bir şefkat eli cevap vermektedir. Kâinat
çapında işleyen ve sonsuza kadar da işleyecek olan bu sistemli şefkat, merhamet ve rızıklandırma, bütün bu işleri
yapabilme sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan da münezzeh bir Zât-ı Akdes’i anlatmakta ve isbât etmektedir.

8- Yardımlaşma Delîli
Biribirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün mahlûkat birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç
münasebet bulunmayan iki ayrı varlık cins ve nev’i, böyle bir yardımlaşmada âdetâ aynı bütünün parçaları haline gelip
birbirini tekmil edip tamamlıyor. Düşünmeli ki, bakteriler, solucanlar ve toprak elbirliği içinde ve aynı gâye etrafında
toplanıp bitkilerin imdâdına koşuyor ve bu imdâda koşuş tekerrür edip duruyor. Akıl ve şuurdan mahrum bu varlıkların,
aklı hayret ve şuuru hayranlık içinde bırakan bu faaliyetleri, perde arkasında Vâcib-ül Vücud bir Zât'ın hikmet dolu
faaliyetini gözler önüne sermektedir. Yani bütün kâinat, bu yardımlaşma diliyle “Allah” demektedir...
9- Temizlik Delîli
İnsandan arza, arzdan semânın derinliklerine kadar bütün kâinattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delîl
olarak, bize Kuddûs ismiyle müsemma bir Zât (cc)'ı anlatmaktadır.
Evet, toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar.. rüzgâr, yağmur ve kar.. denizlerde
aysbergler ve balıklar; fezamızda atmosfer, semada kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve

5
MENBA 1. CİLT

ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran mânevî esintiler, hep Kuddûs isminden haber vermekte ve o ismin verasındaki Zât-ı
Mukaddes’i göstermektedir.
10- Sîmâlar Delîli
Esasen bütün mâhlûkata teşmili mümkün iken, mes'eleyi müşahhaslaştırmak açısından, sadece insanı ve her
insan ferdini diğerlerinden farklı kılan onun en bariz ayırıcı vasfı durumundaki sîmâsını ele alarak mevzûya yaklaşmış
olalım:
Herhangi bir insanın sîması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine
kat'iyen benzememektedir. Bu kâide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı,
diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün
milyarlarca resimden ayırmak ve herşeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette
yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi
yeten Cenâb-ı Hakk'ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilândır. Evet, sîmâda yer alan uzuvları başka
sîmâlardaki uzuvlardan ayrı yaratmak ve her gözü, mutlak surette diğer gözlerden tefrik ettirici bir özellikle techiz
etmek, gözünde fer olmasa bile, sînesinde kalb bulunan her vicdân sahibine, bütün bunları yaratıp sonsuz hikmetlerle
donatan Zât (cc)'ı gösterir ve tanıttırır..
11- Sevk-i İlâhî Delîli
Yavru ördek, yumurtadan çıktığı anda yüzmesini becerebiliyor. Kozadan çıkan karıncalar, hemen dehliz kazmaya
başlıyorlar. Arı, çok kısa zamanda san'at hârikası olan peteği; örümcek ise, gergef inceliğindeki ağını örebiliyor. Bütün
bunlardan anlıyoruz ki, bunlar ve bunlar gibi olanlar başka bir âlemde kendilerine öğretilen mâlumatla ve yaratılıştan
gelen bir kâbiliyetle iş görüyorlar. Halbuki insan, her şeyi bu dünyada öğrenmek mecburiyetindedir; hem de varlıklar
arasında istidatça en mükemmel yaratık olduğu halde. Demek oluyor ki, diğerlerine bu husûsiyetleri veren bizzat
kendileri değil, her yaptığını hikmetle yapan bir Zât'tır ki, onlara böyle ihsanda bulunmuş...
Kilometrelerce ötede yumurtalarını bırakıp dönen yılan balıklarının yavruları, yumurtadan çıkar çıkmaz yola
koyulur ve annelerini sanki elleriyle koymuş gibi bulurlar. Bunu İlâhî bir sevkten başka ne ile izah edebiliriz?
Hayvanlarda gördüğümüz bu hârikulâdelik, ancak ve ancak Allah (cc)'ın bir vergisi olarak açıklanırsa, işte o zaman
buna aklî ve mantikî bir açıklama nazarıyla bakılabilir. Yoksa, başka her yorum, sadece bir safsatadan ibaret kalır..
12- Rûh Ve Vicdân Delîli
Mahiyetini bilmemekle beraber, varlığından kimsenin şüphe etmediği rûhumuzun ve ona ait fonksiyonların
cesedimize hükmediş keyfiyeti de, yine Cenâb-ı Hakk'ı bildiren delîllerdendir. Dünyada Emir Âlemi’ni temsil eden
cevher rûhtur ve rûh, bu âleme ancak terakkî ve tekâmül için gelmiştir. Hikmetin neticeye tesiri mevzûmuzun
haricinde olduğu için, biz burada yalnızca onun delâlet ettiği noktaya temasla iktifa ediyoruz. Evet, madde âlemiyle
mâhiyeti noktasında hiçbir münâsebeti olmayan rûhun kendine mahsûs bir âlemden buraya gönderilişi,
olgunlaştırılmaya tâbi tutuluşu ve bunun da belli bir programla yürütülüşü, şüphesiz Cenâb-ı Hakk'ı ilân eden en
mühim delillerden biridir.
Diğer taraftan, insandaki iç sezişler ve zâhirî hiçbir sebep yokken Rab'be dönüşler ve O’na yönelişler ve bu
hâdiselerin milyonlara ulaşan adette tekrar edilişi açık bir delildir ki, insanda yaratılıştan var olan ve Hakk'ı bulmanın
en mühim vesilelerinden biri durumunda bulunan vicdân, kendi Yaratıcısı’na, O’na perestiş etme derecesinde
meftundur ve bütün varlığıyla O'nunla irtibat halindedir. Zaten “Elest Bezmi” nin yanıltmaz şahitlerinden biri de, vicdân
değil midir? İşte vicdân, bu şahitliğin hakkına riâyet zarûret ve mecbûriyetinin sevkiyle “Allah” demektedir...
13- Fıtrat Ve Tarih Delîli
Her insanda iyi ve güzele karşı bir sevgi, buna mukabil kötü ve çirkine karşı da bir nefret hissinin varlığı, aksi hiç
kimsenin hatırından bile geçmeyecek vuzûh ve açıklıkta bir realitedir. Demek oluyor ki, bu duygular, ahlâklı davranma
ve iyi işler yapma yönündeki meyilleri ve ahlâksızlıktan ve çirkin davranışlardan da nefret verip kaçınmayı te’min eden
yapıları itibâriyle delalet etmektedir ki, insana iyiyi, güzeli emreden ve onu kötülük ve çirkin davranışlardan men'eden
sistemin sahibi kim ise, kendisine bu duyguları veren de, O Zât'tır. Bu Zat da, hiç şüphesiz Allah (cc)'dır.
Dinler tarihi şahittir ki, beşeriyet hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Bâtıl, hattâ gülünç dahi olsa hemen her
devirde bir dine inanmış ve bir ma’nevî sistemi takip etmiştir. Ayrıca, inanmak bir zarûrettir; zira o fıtratta vardır.
İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren Zât'la, bize inanmayı emreden Zât, aynı Zât'tır. Ve O da Allah (cc)'dır.
14- Duygular Delîli
İnsan, binlerce duyguyla techiz edilip donatılmıştır. Her duygu, madde dışı bir âlemden mesaj mahiyeti taşır.
Ancak insanda bir duygu daha vardır ki o, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ı tanıtır. Bu duygu, insanda varolan ebed ve
sonsuzluk duygusudur. Bu duygu sebebiyle insan, dâima ebed için didinir ve ebed için çırpınır. Sonlu olan hiçbir şey,
onu hakiki ma'nâda tatmin edemez. Ve bu duygu, insana başka bir sonlunun tesiriyle tevdî edilmiş olamaz. Sonlu olan
sebeplerin hiç biri, bu sonsuzluk bâdesini sunamaz. Halbuki, bunun varlığı bir vâkıa'dır, inkârı da kâbil değildir. Öyleyse
bu duygu bize, bizi bu duygu ile yaratan Zât tarafından verilmiştir.. Ve, ebedî hayatı da yine O verecektir.
15- İttifak Delîli
On tane yalancı, arka arkaya gelip bize evimizin yandığını söylese, bu adamların hayatta bir defa dahi doğru
söylediklerini duymamış olmamıza rağmen, “ihtimal” der onlara inanırız. Zirâ ortada bir ittifak hâdisesi var. Halbuki,
bahsini ettiğimiz ittifak, binlerce Peygamber, yüzbinlerce evliya ve milyonlarca da inanan insan arasında meydana
gelmiş bir ittifaktır. Muhtelif zamanlarda ve ayrı ayrı mekânlarda yaşamış bu insanların ittifak ettiği en birinci nokta,
“Allah vardır” hakikatıdır. On yalancının bir yalan üzerindeki ittifakına ehemmiyet verildiği halde, milyonlarca, hem de
hayatlarında bir kere dahi yalan söyledikleri duyulmamış Nebîler ve velilerin bu çaptaki ittifakına inanmayan insan nasıl
insan olabilir? Ve ona nasıl akıllı denebilir..?

6
1. CİLT ALLAH’A İMAN

16- Kur’ân Delîli


Kur'ân-ı Kerim'in Kelâmullah olduğunu isbat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın varlığının da
bürhanları durumundadır. Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğuna dâir yüzlerce delil vardır ve bunlar, o mevzû ile alâkalı İslâm
kaynaklarında en ince teferruatına kadar tafsil edilmiştir. Biz, mes'elenin isbât yönünü o eserlere havale ile iktifa
ediyoruz. Evet, bütün bu deliller, kendilerine mahsûs dilleriyle “Allah vardır” derler.
17- Peygamberler Delîli
Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi İki Cihân Serveri (sav)'nin peygamberliğini isbât eden bütün
deliller de, yine Cenâb-ı Hakk'ı anlatan bürhanlara dahil edilmelidir. Zirâ Peygamberlerin varlıklarının gayesi, Tevhid,
yani Allah'ın varlık ve birliğini ilân etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini isbât eden bütün delilleri,
aynı zamanda bütünüyle Cenâb-ı Hakk'ın varlığına da delil olmaktadır. Ne var ki, onların peygamberliğini isbât eden
delillerin serdi, şu andaki mevzûmuz dışında kaldığından, teker teker üzerlerinde durmayacağız. Şimdilik sadece şunu
arzedelim ki, bir peygamberin hak nebî olduğunu ifâde eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hattâ daha da öte bir
kuvvetle “Allah vardır ve birdir” demektedir.2

RİSALE...
ALLAH'TAN BAHSETMEK
Mükemmel bir eczahanenin her kavanozunda, harika ve hassas ölçülerle hazırlanmış ilaçlar vardır. O
eczahanedeki ilaçlar, maharetli, kimyager, maksatlı bir eczacının varlığına ve özelliklerine şahittir.
Bitkileri, hayvanları, havası, suyu, gıdası ile bu dünya ecza-hanesi, çarşıdaki eczaneden ne kadar büyük ve
mükemmel ise, o derecede kendi eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl'e şahittir. Onu tanıtır ve tarif eder.
Binlerce çeşit kumaşı basit bir fabrikadan dokuyan makine nasıl maharetli makinistini ve fabrikatörünü tanıtırsa,
yüz bin başlı, her başında binlerce mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbani de, ustasını ve sahibini
bildirir, tarif eder.
Gayet mükemmel bir erzak deposunun, sahibini; onun güç ve kuvvetini tanıtması gibi, bir senede yirmidört bin
senelik mesafede seyahat eden ve yüz binlerce çeşit ayrı ayrı erzak isteyen misafirlerinin ihtiyaçlanna cevap veren,
bahan büyük bir vagon gibi binlerce çeşit ayrı ayrı yiyeceklerle doldurarak kışta erzakı biten biçarelere getiren bu
Rahmani iaşe amban da, Sahibini, Mutasarrıfını, Müdebbirini bildirir, tanıttırır.
İçerisinde yüz bin çeşit milletten; silahlan, elbiseleri, talimleri, terhisleri ayrı yüz binlerce askerin hiçbirisinin hiç
bir ihtiyacım şaşırmadan ve karıştırmadan yerine getiren bir ordu, onun muhteşem kumandanına şahittir ve o
kumandam taktirlerle sevdirir.
Öyle de, bu zemin yüzü ordugahında bitkilerden ve hayvanlardan müteşekkil milletlerin, yüz binlerce ayrı nevinin,
hiç birisinin elbise, erzak, silah, talim ve terhisinin hiç karıştırılmadan, şaşınlmadan yapılması ve her baharda yeniden
silah altına alınan milyonlarca askerden hiç birinde, hiçbir karışıklık çıkmaması, küre-i arzın Kumandan-ı Azam'ım
hayretler ve takdislerle bildirir, hamdler ve teşbihlerle sevdirir.
Muhteşem elektrik lambalarının elektrikçiyi göstermesi gibi, dünyadan milyon defa daha büyük ve süratli,
yanmak maddeleri tükenmeyen lambalar da Sanii'ni tanıtır ve hayran bırakır. Bir satınnda, bin kitap kadar bilgi
bulunan, ince kalemlerle yazılan bir kitabın yazarına şehâdeti gibi, her biri bir harf, bir kelime, bir sayfa, bir kitap olan
mahlukat da Katibine, Nakkaşına şahittir.
Fenler ve ilimler Allah'dan bahseder, onlara kulak veren sahibim bulur.3
ECZAHANE
Bir eczahanedeki ilaçlar, o ilaçlan meydana getiren maddelerin her birisinden çok ince bir hesapla, bir iki dirhem
bundan, üç dört dirhem ötekinden alınarak yapılır. Eğer, birinden bir iki dirhem fazla veya noksan alınsa o ilaç
hususiyetini kaybeder, belki zehir olur.
Hiç mümkün müdür ki, o ilaçlan meydana getiren maddeler, garip bir tesadüfle, içinde bulundukları şişelerin
devrilmesi ile oluşsun. Her birinden belli bir miktar aksın. Zerre kadar idraki olan bir insan 'Bu fikri kabul etmem/
diyecektir.
işte o ilaçlar ve eczahane, maksatlı, bilgili, serveti olan bir eczacıya şahitlik ettiği gibi, bu dünya eczahanesi de, o
eczahane-den ne kadar büyük ve mükemmelse, o kadar kendi eczacısını tanıttırır, sevdirir, hayran bırakır. "Kör, sağır,
hudutsuz, sel gibi akan unsurlann, tabiatın ve sebeplerin işidir." diyen adam, "O ilaçlar ve ambalajlar şişelerin
devrilmesi ile olmuş." diyen adamdan daha ahmaktır.4
0 SARAYI YAPAN
En mükemmel cevherler kullanılarak muhteşem bir saray yapılır. 0 cevherlerden bir kısmı sadece Çin'de, diğer
kısmı Endülüs'te, bir kısmı Yemen'de, bir kısmı Sibirya'da ve hakeza dünyanın değişik yerlerinde bulunur. Bina
yapılırken, aynı gün içerisinde dünyanın şarkından, garbından, şimalinden, cenubundan o cevherler ve kıymetli taşlar
kolayca getirilse, katiyen anlaşılır ki o sarayın sahibi bütün dünyaya sözü geçen mucizekâr bir hakimdir.

2
İnancın Gölgesinde 1, s:13
3
(11. Şua 6. Mesele)
4
(23. Lem'a L Yol Birincisi)

7
MENBA 1. CİLT

işte, her bir hayvan, öyle İlâhî bir saraydır. Özellikle insan, o saraylann en güzeli ve o kasırlann en hayranlık
uyandıranıdır. Ve bu insan denilen sarayın cevherlerinin bir kısmı ruhlar âleminden, bir kısmı misal âleminden ve Levhî
Mahfuzdan, bir kısmı hava âleminden, nur âleminden, unsurlar âleminden geldiği gibi, ihtiyaçlan ebede kadar uzanmış,
emelleri göklerin ve yerin her menzil ve tabakasına yayılmış, ilgi ve irtibatı dünya ve ahirete dağılmıştır.
Madem insanın mahiyeti böyledir, onu yapan ancak, dünya ve ahirete birer menzil, yere ve göğe birer sayfa, ezel
ve ebede dün ve yarın gibi hükmeden bir Zat olabilir. Öyleyse insanın mabudu, kurtancısı yere ve göğe hükmeden,
dünya ve ahiretin dizginlerini elinde tutan 0 Zat olabilir. (17.Lem'a 14.Nota l.Remiz)
OLMAYAN VEREMEZ
Birisi, bir başkasına para veriyorsa, kendisinde para olması lazımdır, olmasa veremez. Işık verenin, ışıklı olması,
nurlandıranın nurlu olması gerekir. İhsan gınadan, lütuf latiften gelir. Aynen öyle de, var olmayan varlığı, görmeyen
gözü, işitmeyen
kulağı, güzel olmayan güzelliği veremez. O, Basildir ki, biz görüyoruz, O, Semi'dir ki, biz duyuyoruz.
Suyun üzerinde parıldayan ışıklar gibi, gelip geçici güzellikler, Şems-i Sermediye, Ezelî olan Allah'a şahittir.
(32.Söz 3. Maksat 3. Remiz 4.Hüccet)
FABRİKA KAPICISI
Bir fabrikanın girişindeki küçük kulübesinde oturan kapıcıya, küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde
verilir. Daha sonra onlan veren adam aynı kulübeciğe gelir ve mahsulâtı almak ister. Kapıcı ona, tonlarca şeker, top
top kumaş, binlerce mücevher, mükemmel dikilmiş elbiseler, leziz yiyecekler verir. 0 adam ve ahmak olmayan herkes
anlar ki, o kadar az şeyden, bu kadar çok ve güzel şeyi, o kapıcı yapamaz ve yapmamıştır. Hem o küçük kulübe de
buna müsait değildir. Orası sadece bir kapıdır. Onun ötesinde, görünmeyen muhteşem tezgahlarda, o şeyler dokunmuş
ve hazırlanmıştır.
Aynen misaldeki gibi, toprağın zerreleri, küçücük bir çekirdekten, o kadar çok şey dokuma işini kendisi yapmaz.
Belki o, sadece rahmet hazinelerinin bir kapıcısıdır.
Havanın zerreleri de, bu kadar önemli ve çeşitli icraatı kendileri yapamaz.
O zerreler, Sani-i Zülcelâl'in, emrini, iznini, tercihini ve kuvvetini ilan eder.(.Söz 2.Maksat l.Nokta l.Mebhas)
DEĞİŞENLER DEĞİŞMEYENDEN
Yerdeki aynaların değişmesi, gökteki güneşin değiştiğini değil, aksine, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem
ezelî, ebedî, daimi, her açıdan mutlak kemalde ve Zatında kendine yeten, başkasına benzemeyen ve dayanmayan,
maddeden mücerred, mekandan, kayıttan, imkândan münezzeh, beri ve yüce olan Zat-ı Akdesin değişmesi ve
yenilenmesi muhaldir. Bütün bu gelip geçen, yıkılıp bozulan şeyler, yıkılmayan! gösterir. Akıp giden bir nehirde
parlayan ve karanlığa girince kaybolan, yeni gelenlerde parıltısını devam ettiren ışıkçıklar, gökteki güneşin devamına
şahittir. O gelip gidenler, gelip gitmeyeni, daimiyi gösterir.
Değişmek ve yenilenmek ihtiyaçtan, başkasına dayanmaktandır. Allah, Vacibül Vücud, yani Vücudu Zatındandır.
Kendine yeten değişmez ve başkasına dayanmaya, yenilenmeye muhtaç değildir. (Lem'a 6.Nükte 4. Şua)
PERDELER
Hz. Azrail (a.s), insanların canım alması hususunda Cenab-ı Hakka demiş ki: "Senin kulların benden küsecekler."
Cevaben ona denilmiş: "Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım.
Vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar."
"Evet, izzet, azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Fakat vahdet ve celal ister ki,
esbab ellerim çeksinler tesir-i hakikîden." (Lem'a 5.Nükte 2.Remiz)
BİZ UZAK O YAKIN
Allah (c.c), mahlukatma şah damarından daha yakındır.
Onun, Nur isminin tecellisine mazhar olan güneş, iliklerimize kadar ısısı ve ışığıyla yakın, biz ona uzağız. Güneş
girdiği her yerde hazır ve nazırdır. Azametinin gereği olarak, büyük küçük hiçbir şey onun ihatası dışına çıkamaz. Her
zerre kabiliyeti nispetinde güneşin akislerini gösterir. Güneşin tecellileri, hem geniş, hem çabuk ve hem de onun için
kolaydır. Zerre ile seyyare emrine karşı eşittir. Denizin yüzüne yaydığı ışıklarım zerreye de aynı nizam ve ahenk ile
yayar.
O'nun bir mahluku olan güneş, O'nun Nur ismi yanında çok kesif, karanlık ve cansız iken, O'nun Nur ismine
ayinedârlığı ile bu kadar yakın ise; O'nun yakınlığı, ihatası, hakimiyeti pihayet-sizdir. O'na ait olan mahlukata, 0, o
mahlukatm bizzat kendisinden bile daha yakın ve hakimdir. (14.Söz Dördüncüsü)
HÜVE NÜKTESİ
'Hüve', bir işaret zamiridir ve "o" demektir. 'Hüve', mutlak ve müphem bir işarettir. Yani, V- derken ne
kastediliyorsa, 'o', onun urbasını giyer. Ve bu lafız, bizzat bir şeyi kastetmediğinden manası gizlidir.
'Hüve' lafzının ihtar ettiği zarif nükte hava ve toprak sayfasının mütalaası ile çok açık bir şekilde görünür.
Havada gaz atomları vardır. Atomlar maddenin en küçük yapı taşıdır. Bu atomların her birinin vücudu birbirinden
ayrıdır. Bir odada bulunan iki ayrı televizyon gibi...

8
1. CİLT ALLAH’A İMAN

Beyaz ışık yedi renk ışıktan meydana gelir. Beyaz ışığın hızı, saniyede dört yüz bin kilometredir. Beyaz ışığı
meydana getiren yedi renk ışığın da, her birinin ayn ayrı ışık hızlan vardır. Belki yüz bin de, belki milyonda birdir bu
fark veya daha azdır.
Işığın sürati 'dalga boyu* ile ölçülür.
Bilim adamlan, insanlığın asırlar boyu birbirine naklettiği bilgileri üst üste koyarak, ciddi bir bilgi birikiminden
sonra ancak görüntü nakline, televizyon yapmaya muvaffak oldular. Ancak, değişik ilmi yetersizliklerinden ötürü
televizyonu ilk yapıldığında insanlığa renkli olarak hediye edemediler. Farklı renkteki ışıklan aynı anda televizyon
ekranında buluşturmaya bilgisayarlar icat edildikten sonra muvaffak oldular.
Televizyon, almaç vermeç görevi yapıyordu ve bu bir ilmin mahsulü idi. Televizyonu gören, arkasındaki binlerce
yıllık ilmi görebilmeli idi. Biz dünyaya geldiğimiz andan itibaren, en net haliyle, âlemi renkli seyrediyoruz. 0 televizyon
nasıl bir bilginin eseri ise, gözler onun çok ötesinde bir ilmin eseridir.
Ayrıca, bir şey küçüldükçe onun sanatı artar. Çünkü artık, yapılan her şey daha ince hesaplarla yapılmalı, o bir
yazı kabul edilirse daha ince kalemle yazılmalıdır. Mesela, mübarek bir kuş gibi havada uçan, her yere konan, temizlik
görevi yapan kara sineklerin üzerindeki sanat, helikopterdeki sanatın çok ötesindedir.
Havada gaz atomlan vardır. Bunlann vücutlan birbirinden ayrıdır. Bu atomlar görüntüleri, sesleri taşır. Yani
televizyon vazifesi yapar. Biri alır, diğerine verir. Adeta, bir nefeslik havada trilyonlarca televizyon uçuşur, televizyonlar
havada gezer.
Bir beyaz kağıda, birkaç tane nokta konulsa, birbirine kanşır. Bir adam, birkaç işi bir anda yapsa şaşınr. Bir kulak,
birkaç şeye birden kulak veremediği gibi, bir ağızda birkaç şeyi bir anda söyleyemez.
Halbuki, hava zerreleri bir çok işi bir arada gördüğü halde şa-şırmıyorlar, karıştırmıyorlar. Aynı anda, bir ince ağız
ve kulak gibi on adamın ayn ayn kelimelerini işitiyor ve söylüyorlar. Hiç zaaf göstermeden alıyor ve taşıyorlar. Gök
gürültüleri ve dalgalar, intizamlannı bozmuyor. Vazifelerini ihmal etmiyorlar, kesintiye uğramıyorlar. Sanki herkesin
sesini, tonuna ve gücüne kadar tanıyorlar. Sanki her dili biliyorlar. İngiliz'le İngilizce, Türk'le, Türkçe konuşuyorlar. Her
yüzü ve her görüntüyü anında, renkli ve net bir şekilde naklediyorlar. Bununla beraber daha pek çok önemli vazifeyi
aynı anda yapıyorlar. Elektriği, ışığı naklediyorlar. Çekme ve itme kuvveti onların omzunda taşınıyor. Bitki ve
hayvanların nefesini muhteşem bir nizamla yetiştiriyorlar. Bitkilerin tohumlanmasında görev yapıyorlar.
işte bütün bunlan yaparken, adeta gürül gürül, 'Görmez, duymaz, akılsız ve cansız bizler bu kadar işi kendimiz
yapmıyoruz. Biz O'nu gösteren aynalar ve O'nu haykıran dilleriz. 0 var! Yapan, yaratan O' dur! Bizim her birimizde bir
ilah kadar ilim ve kudret yoktur. Biz, O'nun ilminin şahidiyiz' diyorlar. 'Hû ve' nük-tesiyle O'nu anlatıyorlar.
Yoksa, bir kase toprağın, bütün bitkilerin şeklini, yaprağını, meyvesini lezzetini bilmesi ve onlan dokuması
mümkün değildir. Bir avuç toprağın içinde binlerce fabrika yoktur. Sadece, zerrele rin O'nun kudretiyle iş görmesi ve
O'nu haykırması vardır.
Evet, hava ve toprak, emir ve irade-i İlahinin bir arşıdır. EMİR VE İRADE ARŞI
Emir ve iradenin arşı havadır. Hava Nakkaş-ı Ezelînin çok garip mucizelerine mazhardır.
Ağzımızdaki hava ile harfleri ve kelimeleri ekeriz, birden sümbüllenir. Adeta, havada zamansız bir anda, bir
kelime, bir tohum gibi sümbüllenip, hadsiz kelimeleri bir anda yeşertir. Ağızdan çıkmadan bir kelime binlerce,
milyonlarca olur. Sanki her bir hava zerresi, itaatkar bir askerin kumandanının ve ordu nun emrini beklemesi gibi emir
bekler, 'emr-i kün feyekun'dan cilvelenen iradeye itaat eder. Bir harf, bir anda binlerce olur.
Mesela, bir ahize ve radyo, bir insanın konuşmasını, aynı anda o kadar yerde işittirir ve hava zerrelerinin 'kün
feyekun' emrine itaatim öylesine gösterir ki, hava zerreleri ile, çok geniş bir dairede o emre harici bir vücut giydirilir.
Maddi bir hususiyete inkılap ettirilir.
işte, havanın yeryüzünde çevik ve çalak bir hizmetkar olması ve Rahman-ı Rahim'in misafirlerine hizmet etmesi
gibi, Onun emirlerini tebliğ için bütün hava zerreleri telefon ahizesi gibi vazifelerine koşar, hatta o kutsî emirleri bitki
ve hayvanlara bile tebliğ ederler. Canlılara hayat kaynağı olduktan sonra kanı temizler, bünyedeki ateşi alır, çıkarken
ağızda harflerin teşekkülüne vesile olur.
Ve özellikle Kıntan'ın harfleri, merkez düğmeleri hususîyeti-ne sahip olduğundan, okunması ile maddî hastalıklara
ilaç ve şifa olma hususiyetine de sahiptir. (28.Lem'a)
DELİLLER SİLSİLESİ
Mükemmel, süslü, nakışlı bir saray, mükemmel dülgerliğe delildir. Mükemmel fiil olan o dülgerlik, mükemmel bir
faile, bir ustaya "nakkaş" gibi bir unvan ve isimle delildir. 0 mükemmel isim, mükemmel sıfata delildir. 0 mükemmel
sanat ve sıfat, ustanın kabiliyetine delildir. O mükemmel kabiliyet, ustanın zatına ve zatmdaki yüceliğe delildir. Aynen
öyle de, bu kâinat sarayı, mükemmel efale delildir. Kemal-i Ef al, bir Fail-i Mükemmele, o Failin kemal-i esmasına, ya -
ni, Musavvir, Müzeyyen, Hakim, Rahim gibi isimlerin kemaline delildir, isimler, o Failin kemal-i sıfatına delildir. O
evsafın kemali, şuunat-ı zatiyenin kemaline, o da, Zat-ı Zişuunun kemaline delildir.
O Zat'ın, kemalinin ziyası, şuun, sıfat, esma, efal ve asar perdelerinden geçtiği halde bu kadar güzel ve
mükemmeldir. (32.Söz S.Maksat S.Remiz l.Hüccet)
ZIDDIN MÜDAHALESİ
Bir şeyin kemali, kıymeti zıddı ile bilinir. "Mesela, sıcaklığın nispî lezzeti ve fazileti soğuğun tesiriyledir. Yemeğin
nispî lezzeti, açlık eleminin tesiriyledir."
Fakat, böyle bir kemal hakikî kemal değil, nisbî, kıyaslanabilir kemaldir. Zira, bu meziyet ve faziletlerde, zıddı
ortadan kaybolursa, onlar da kaybolur, sukut eder.

9
MENBA 1. CİLT

Halbuki, hakikî fazilet ve kemal zıddın müdahalesine bina edilmez. Zatında bulunur. Mutlaktır. Kusurdan ve
nakıstan münezzehtir. Kararsız değildir.
Allah'a ait esma ve evsaf-ı îlahî; mesela vücut, ilim, kudret, cemal, rahmet, şefkat, gayr olsun olmasın değişmez.
Kemalatı hakikîdir, zatidir. (32. Söz S.Maksat 1. Remiz)
İKİ ZIT
İki zıt şey bir arada bulunmaz. Mutlak Kudret, Allah'ın zatına ait bir hususiyettir. Kudretin zıddı olan acz, O Zatta
yoktur.
Zati ve Hakikî Kudret'de mertebe olmaz. Acz o kudretin içine giremez, onu derecelendir emez. Fakat, mahlukatta
kudret zatî olmadığı için, zıtlar birbirine girebilir. Ve o şeylerin derecesi, zıddı ile bilinir. Mesela, sıcaklığın bilinmesi,
soğuğun onu derecelendirmesi, ona tesiri iledir. Ezelî Kudret'te mertebe olmadığı için, en küçük ile en büyük, o kudrete
göre birdir.
insandaki bütün vasıflar, asılları itiban ile kendisine ait olmadığı için nispidir. Allah'a (c.c), ait bütün vasıflar ise
hakikîdir. (29.Söz 2.Maksat S.Esas l.Mesele)
CİLVE VE SANAT
Harika ve emsalsiz bir tavus kuşu farz edelim. 0 kuş, gayet büyük, ziynetli, şarktan garba bir anda uçabilen,
şimalden cenuba kadar geniş kanatlı, her bir tüyü dâhiyane nakışlı ve sanatlıdır, iki adam, akıl ve kalp kanatlan ile o
kuşun yüksek mertebelerine uçmak isterler.
Birisi, tavus kuşunun haline, harikulade nakışlı tüylerine bakar. Çok sever. İnce tefekkürü kısmen bırakıp, aşka ve
şevke tutunur. Fakat görür ki, o sevdiği nakışlar her gün değişip, kaybolur. O adam, kendini teselli etmek için, 'Bir
nakkaşın nakşı ve sanatıdır/ demesi gerekirken, "Bu tavus kuşunun ruhu o kadar yüksektir ki, onun sanatkarı onun
içindedir. Bu görünen o ruhun icadı değil, zahiri vücudu ve cilvesidir. 0 vücudun yüksekliğin den her dakikada başka bir
güzellik görünür" der. Diğer adam: "Bu mizanlı nakışlar bir iradenin ve kastın eseridir, iradesiz cilve, tercihsiz görünme
olmaz. Evet, tavusun mahiyeti güzeldir, fakat faili ile kesinlikle aynı değildir. Bu yaldızlı kanatlan yazan katip, onun
içinde olamaz. 0 nakışlar, onun kaleminin ucu ile yazılmıştır." der.
Evet, kâinat denilen misali tavusun ziynetleri, o tavusu yaratanın yaldızlı birer mektubudur. (9.Lem'a Zeyl
l.Nükte)
MUKADDES MEMNUNİYET
Gayet merhametli, zengin ve cömert tir zat, fıtratmdaki yüksek karakterlerin gereği olarak, çok fakir ve muhtaç
insanlan mükemmel ziyafetlerle donattığı büyük bir gemiye bindirip, de- nizlerde dünya turana çıkarır. Kendisi de,
onlara yüksek bir pencereden bakar. Muhtaçların minnettarlıklarından, karınlarını doyurmalarından, lezzet almalarından
memnun olur, sevinir. Bir insan, asıl sahibi kendisi olmadığı, ancak Rahmet hazine lerinden gelen nimetleri dağıtan bir
kepçe vazifesi gördüğü halde bu kadar memnun ve mesrur olursa, bütün hayvanları, insanları, melekleri, cinleri ve
ruhları sefme-i Rahmani olan dünya gemisine bindirerek, zeminin yüzünde hadsiz sofra-i Rabbaniyi açan, kâinatın
değişik tabakalannda seyahat ettiren ve dar-ı bekada Cennetlerinden her birini bir daimi sofra şeklinde yaratan Zat-ı
Hayy-ı Kayyuma ait "memnuniyet-i mukaddese," "iftihar-ı kudsî" ve "lezzet-i mukaddese" gibi isimlerle işaret edilen
saltanatın hakikati, daimi faaliyeti ve mütemadi yaratıcılığı gerektirir. (Lem'a 6.Nükte 4.Şua)
VARLIĞIN DERİNLİĞİ
Varlığın mahiyeti ve dereceleri farklıdır. Âlemleri ayrıdır. Onun içindir ki, kendi içinde derinliği olan bir zerre,
başka bir tabakadaki bir dağ kadar olabilir, o kadar yükü taşıyabilir. Mesela, maddî âlemde, beyinde bir hardal tanesi
kadar yer işgal eden hafıza kuvveti, manevî âlşmde bir kütüphane kadar vücu du içine alabilir. Ve maddî âlemdeki
tırnak gibi bir aynaya, misal elemindeki koca bir şehir sığabilir. Bir göz aynasına koca semanın yıldızlan ile sığması
gibi... Eğer o aynanın ve o hafızanın şuura ve icat kuvveti olsaydı, o bir zerrecik kuvvetleri ile mana âleminde çok geniş
tasarruflar yapabilirlerdi. Demek ki, vücut derinlik kazandıkça kuvveti artar. Ve eğer vücut, tam bir derinlik kazanarak
maddî urbasından sıyrılırsa, kayıt altına girmezse, o zaman küçük bir cilvesiyle koca âlemleri çevirebilir. İşte, bu
temsillerin çok ötesinde, şu kâinatın Sani-i Zülcelâli, Vacib-ül Vücuddur. Onun vücudu zatîdir, zevali muhaldir ve vü cut
tabakalarının en rasihi, hakimi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. O derece Vücud-u Vacib, varlığı o derece
ötenin ötesinde, o derece hakikatlidir ki, sair varlıklar Ona nispeten son derece hafif ve zayıf, gölgenin gölgesinde
kaldıklarından, Müh- yiddin-i Arabi gibi bir hakikat eri, varlığın vücudunu hayal dere cesine indirmiştir. Yani, "Vacib-ül
Vücuda nispetle, başka şeylere vücudu var denilmemeli, onlar vücud unvanına layık değiller." diye hükmetmiştir.

10
1. CİLT ALLAH’A İMAN

(20.Mektup 2.Makam 10.Kelime Üçüncüsü 1. Sır)

NÜKTELER...
Bir Doçent Hanımla bu konuda sohbet ediyorduk. Bir ara dedi ki:
"- Biliyor musunuz, ben de lise yıllarımda ateist idim. Paris'te okuyordum ve dinimiz hakkında hiçbir şey
bilmiyordum. Müthiş bir ateist olan felsefe hocamız, bütün sınıfımızı etkilemiş, hepimizi inançsızlaştırmıştı.
Bilhassa son sınıftayken ben, ateizm hakkında ateşli nutuklar atardım. Fakat, çok ilginçtir, her konuşmamdan
sonra, içimi müthiş bir pişmanlık kaplar ve ister istemez içimden "beni affet, beni affet" diye geçirirdim.
Ama kim affedecekti, onu bir türlü söyleyemiyordum. Yani "Allah'ım, beni affet" diyemiyordum. Bunu söylesem
bizim ateistlik iddiamız çürümüş olacaktı. Onun için sadece "beni affet!..." diyebiliyordum.
Zor zamanlarda, bilhassa imtihanlarda arkadaşların çoğu kiliseye gidip mum yakarlardı. Zaten hemen hemen
hepsi temelde hıristiyandı. Güya ben müslüman asıllı idim ama söylediğim gibi İslâmiyet hakkında hiçbir şey
bilmiyordum. Onun için ben de onlar gibi zaman zaman kiliseye gidip mum yakardım.
Lise bitirme imtihanlarında çok zorlanmıştım. O günlerde hıristiyan arkadaşlar gibi ben de kiliseye gidip mum
yakıyordum ve başarılı olmam için dua ediyordum.
Güya inançsızdım ama, kiliseye gidip mum yakmaktan da kendimi alamıyordum. Bu sebeble de diğer
arkadaşlarıma karşı bir mahcubiyet duyuyordum, utanıyordum. Çünkü onlar inançsızlıklarında daha samimi
görünüyorlardı. İnançsızların en samimi görünenlerinden başı çeken sınıf arkadaşım olan Macar Büyükelçisinin kızıydı.
Bir gün beni kilisenin önünde görünce, çok utandım, ama dürüst davrandım. Çünkü, orada ne aradığımı sorunca,
kiliseye mum yakmak için geldiğimi söyledim. O da bana şöyle dedi:
"- Rica etsem, iki mum da benim için yakar mısın?"
Hayret içinde kaldım, çok şaşırdım. Ama isteği gayet ciddi idi. Arzusunu yerine getirdim. Fakat o andan itibaren
de ateistlerin hiçbir zaman samimi olmadıklarını, içlerinde daima gizli ve örtülü bir inancı taşıdıklarını anladım.
- Peki, inançsızlıktan nasıl kurtuldunuz? Allah'ı nasıl buldunuz?"
- Söylediğim gibi, ne zaman Allah'ı inkâr eden konuşmalar yapsam, içimde müthiş bir korku duyuyordum. Bu o
kadar ağır bir korku idi ki, sonunda dayanamayarak, "beni affet" demekten kendimi alamıyordum. Büyük bir
pişmanlıkla, "beni affet, beni affet" dedikçe içimde nisbeten bir rahatlama duyuyordum.
Daha sonraları ise, şöyle düşündüm: Eğer Allah yoksa içimdeki bu müthiş ve dayanılmaz korku nedir, nereden ve
kimden geliyor? Ben niçin korkuyorum. Hiç olmayan bir şeyden korkulur mu? Yoktan korkulmayacağına göre, demek ki
vardır, dedim. Evet, bir süre sonra vardır dedim ve kurtuldum. Şimdi içim rahat, çok şükür, eksiğimi tamamladım, içim
bütünlendi."5
HER HARF BAŞINA SİLİNEN GÜNAHLAR
Hazreti Musa (a.s.) bir gün yolda giderken, iki büklüm olmuş, belinde zünnar bağlı ve ateşe tapan bir ihtiyar
görür. İhtiyara yaklaşarak:
Ey pir! Ne kadar zamandan beri bu ateşe taparsın?
470 yıldan beri bu ateşe taparım.
Hiç vakit bulmadın mı ki, bu ateşten ibadetten yüz çevirip tevbe ederek, Melik-i Cebbar olan Hal Tealaya ibadet
etmezsin.
Ya Musa! Eğer ateşe tapmaktan vaz geçsem, Hak Tealanın beni kulluğa kabul edeceğini bilir misin?
Niçin kabul etmesin? O Hak Teala hazertleri “ekramül ekremin”dir.
Ya Musa! Eğer hak tealaya benim gibib kendisinden kaçanları kabul ederse, bana İslamı arz eyle , dedi. Bunu
üzerine Hz. Musa (a.s.) da İslamı arz etti. Fakat o zat, imanın kendisine verdiği ferahlık ve sevinçten dolayı feryad
ederek kendindn geçti. Hz. Musa onun elini ve ayağını ovmaya başladı ise de ihtiyar bir müddet sona ruhunu teslim
etti.
Hz. Musa (a.s.) ihitiyarın techiznini yaparak defnetti. Sonra da kabrinin başında, Hak Teala hazretlerine şöyle
tazarru ve niyazda bulundu:
Ya Rabbi! Bu ihtiyar kuluna bir defa kelime-i tevhid söylediği için neler ihsan eyledin? Demesi üzerine Hz. Cebrail
(a.s.) gelerek buyurdu ki:
Ya Musa! Rabbinin sana selamı var. Şöyle buyurdu:
Bir kimse Kelime-i tevhidi bir defa ihlas ile söylerse bizi onu kapımıza yakın edip izzet ve keramet hil’atımızı
giydirerek, rahmet deryamıza gark ederiz.
Hz. Musa bu kıssayı ümmetine haber vererek buyurdu ki:
La ilahe illallah Musa Resulullah kelimesinin harf adedi 24 tür. Hz. Allah her harf başına o ihtiyarın 27 yılılk
günahını afveylemiştir.
FREN PATLAMASI

5
Vehbi Vakkasoğlu, (Öğretmenin Not Defteri - 4'ten)

11
MENBA 1. CİLT

Henüz yirmi yaşında bile değildim. Haruniye'nin meşhur kaplıcasına gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu
dağlık arazinin kıvrım kıvrım yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç aile
yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir
güzellikle sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton nağmelerini dinleyerek pırıl pırıl, capcanlı
çamların arasında arkamızda bir toz bulutu bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk. Allah'tan ki karşımızdan başka araba
gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki arabanın sığamayacağı kadar dardı. Hattâ bazı virajlarda, kamyonet
tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya derenin dibini buluyordu. Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan
arabamız, düze çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu manzaranın ve dolayısıyla da
yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor, temiz dağ serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme
enteresan bir şey ilişti. Hayret içindeydim, bir daha baktım, bir daha, bir daha ve şöyle haykırmaktan kendimi
alamadım:
- Aman Allahım, çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç toprak bile yok."
Ben böyle sesli düşünürken, karşımda oturan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu:
- Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar..."
- Ne var olur mu? Şu Allah'ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir
güzelim çam ağacını yaratmış..."
-Hadi canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun kudretiyle ne ilişkisi var?"
- Peki ama, nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?"
- Hiç kimse evlât... Niçin illâ da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir."
- Ama Allah o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?"
-Meselâ şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam tohumu ile uçarken, tam bu kayanın üzerine gelince, ağzından
düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da kayanın
altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir."
- Olay sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün bunları yapıp yaratan yok mu?"
- Yok tabiî... Yaratıcı diye bir şeye inanmak, bu devirde çok ayıptır.
- Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim."
Bu şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabiî seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça
ben de sesimi yükseltiyordum. Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat
halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu yaşlıca adamdan başka hiç kimse, Allah'ı inkâr etmiyordu. Ama bir an
önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı.
Bu sırada araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda ip gibi uzayıp giden Ceyhan
nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp giden taşlar, bizi şaşkına çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine bakışırken,
şoför başını uzatıp, "Fren patladı!" dedi. Sağ yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir bayırdı. Bu yokuşun sonunda
Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen suları görünüyordu. Sol taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı.
Birkaç saniyelik şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kimisi şehâdet getiriyor, kimisi
besmele çekiyor, kimisi de "Allah" diye bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah'a inanmadığını söyleyen
yaşlı zat da, adetâ kendinden geçmiş, "Allahım!..." deyip duruyordu.
Ama bu durum, fazla sürmedi. Çünkü, bizim bütün şaşkınlığımız ve hayretimiz arasında araba yavaşlamaya
başladı ve biraz sonra kenara yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye başladı:
- Yahu bu ne biçim iş?"
- Hani fren patlamıştı?"
- Ödümüz patladı!"
- Şaka mıydı yoksa?.."
Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:
-Sen utanmıyor musun, Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin, sonra da fren patladı sanınca, herkesten
fazla Allah diye bağırdın. Yoksa, niçin O'nu yardımına çağırıyorsun?"
Sonra da bize dönerek: - Kusura bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı duyunca, şu adama bir ders
vermek istedim," diyerek tekrar direksiyona geçti.
Araba yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş; yaşlıca adam ise, yüzü kıpkırmızı,
düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:
- Oğlum, senden özür dilerim; bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah'a meğer ben inanıyormuşum da haberim
yokmuş... Bunu öğrenmeme sebeb oldun. Şoför efendi, sana da çok teşekkür ederim, bana inancımın farkına varacak
imkânı sağladın," dedi.6

6
Vehbi Vakkasoğlu, (Öğretmenin Not Defteri - 4'ten)

12
1. CİLT ALLAH’A İMAN

13
MENBA 1. CİLT

14

You might also like