You are on page 1of 16

İçime Süheyl Ünver'in ruhu kaçmış sanki

https://www.nadirkitap.com/mert-sandalci-roportaji-blog35.html
Kasım 2019

Mert Sandalcı'nın Nişantaşı'ndaki ofisindeyiz. Yine yoğun bir çalışma döneminde. Üniversitede Eczacılık Tarihi dersi
vermeye devam ediyor. Bir yandan da İzmir merkezli bir projenin içinde. Kendisinin, sahaya yeni girdiği yıllarda
uyguladığı yöntemle tanıtalım Sandalcı'yı. 1980'lerin ortalarına kadar büyük ve başarılı işler yapmış bir İnşaat
Mühendisi Mert Bey. Aslında hiç aklında yokken, bir anda ve dramatik bir şekilde farketmiş yapmakta olduğu işin onu
geleceğe taşımayacağını. Her biri alanında büyük boşluklar dolduran kitapların, bir benzeri olmayan koleksiyonların
arkasında işte o yüzleşme var. İlk kitabı Max Fruchtermann Kartpostalları 2000 yılında çıkmış piyasaya. O tarihlerden
beri giderek artan bir hızla araştırmaya ve yazmaya devam ediyor. Yaptığı işleri ilk günkü heyecanıyla anlatıyor.
İlginçtir, neredeyse her başlık çocukluğuna görünmez bağlarla bağlıyor Sandalcı'yı. Bir antibiyotik için yaptığı projede,
ilk çocukluk günlerinde duyduğu seyyar satıcıların seslerini takip ediyor. Kağıthane Belediyesi için izini sürdüğü kayıp
demiryolunun ilk istasyonu, yine çocukluğuna çıkıyor. Geleceğe kalmak istiyor Sandalcı, fakat onu geleceğe
bağlayacak tüm düğümler, 1960'larda atılmış gibi görünüyor.

Ailenizde koleksiyonculuk konusunda size ilhan veren kimse var mı? Koleksiyonculuk ve araştırmacılık aile
mirası mı?

Babamın dayısı ve babam önemli koleksiyonculardı. Babam pul toplayarak başlamış, çok değerli koleksiyonlar
yapmış. İlk inşaatını bitirmek için pul koleksiyonunu satmış. Ben evlenirken, benim için yaptığı koleksiyonları satarak
istediğim yatak odası takımını almıştı. Özellikle "Kadınlar Kongresi" pulları geçmişte iyi para ederdi. Sadece
koleksiyoncular değil, yatırımcılar da pul alıp bekletirler, zamanı geldiğinde satarlardı. Tabii o günler artık masal oldu.
6 bin civarında basılmış bir Kadınlar Kongresi serisi var. Yani 6 bin koleksiyoncu olursa 6001'inciye yok! Oysa
Almanya'da 100 bin basılan bir pulun değeri havalara uçuyor, çünkü 105.000 koleksiyoncu var. Bizim ülkemizde
totalde 100 tane doğru dürüst koleksiyoncu çıkmadığından pul hiçbir zaman değerini bulamıyor.

Pul, koleksiyonculuğun ikbal devrinde de mi para etmedi?

Beklenildiği kadar etmedi! Bir dönem, 'Pullar bir gün tahvil gibi çok para edecek' diye düşünen insanlar postanelere
saldırıyor. O tarihte 25 Kuruş değeri olan pul 2,5 Lira etmeye başlıyor. Ama çok kısa sürüyor. Anlatılır, Adnan
Menderes bir gün Büyük Postane'nin önünden geçerken kalabalığı görmüş, millet birbirini çiğniyor. "Ne oluyor?" diye
soruyor. Konuyu öğrenince de: "O zaman çok basın, herkes alsın!" diyor. Pul koleksiyonculuğunda enflasyon dönemi
böylelikle başlıyor. O müdahaleden önce pullar 5-10 bin adet basılırken, sonraki dönemde 1-2 milyon basılıyor! Çöp
oluyor haliyle. Zaten ülke genelinde koleksiyonculuk bir kültür olarak yer etmemiş. Pul koleksiyonculuğunda
yaşananlar da tuzu biberi oluyor. Dolayısıyla Türk pulu o tarihten sonra bir daha toparlanamadı. Yaşananların
vahametine bir örnek de eskilerden vereyim: Sultan Reşad'ın Londra serisi mesela; 2 buçuk liralık, 5 liralık pullar var
aralarında. 5 lira postada kullanılmıyor. Sadece büyük miktarda havale yapıldığında, örneğin 500 altın havale
ettiğinizde o meblağda pula ihtiyaç duyuluyor. O zaman dahi pul ortadan kesilerek kullanılıyor. Düşünün ki o dönemde
5 Lira dedemin kaymakamlık maaşı. Onunda 2 Lirasını altın, 3 Lirasını kâğıt alıyormuş. Serinin fiyatı 10 Lira civarıydı
galiba. Postaneye gideceksin, 10 Lira verip bir seri pul alacaksın. Ne kadar insan yapabilir bunu? Bugün o seri bile
geçmişteki paranın gücü ile mukayese edilemez derecede ucuz fiyatlara satılıyor.

Siz nasıl başladınız koleksiyon yapmaya?

1973 senesinde çok ağır bir hastalık geçirdim, karaciğer felci oldum. Artık öleceğim, öyle diyorlar, Lisedeyim. "Baba"
diyorum, "Pul koleksiyonumuz vardı, bari onu seyredeyim." Babam gözyaşları içerisinde gidiyor bütün kıymetli serileri;
Adana, Cenova, Kadınlar Kongresi gibi eksikleri tamamlayıp getiriyor. Daha sonraları nasıl olduysa madeni para
toplamaya başladım. Eskiden Walt Disney okurdum. Orada bir Varyemez Amca karakteri var. Bir bina büyüklüğünde
kasası var, paralarının içine tramplenden atlar, altınlarını avuç avuç kafasından aşağı döker. Ben de bakır 5 kuruş, 10
kuruş topluyorum, onları yatakta kafamdan aşağı döküyorum. Babam ilgilendiğimi görünce, "Para işine bir bakalım!"
dedi. Kapalıçarşı'da koleksiyon paraları satan bir tacire gitti. Sait Asil, rahmetli... Dünya tatlısı bir adamdı. Sait Bey
babama koleksiyon paraları gösteriyor sonra, "Asil Bey" diyor. "Bu dükkândan içeri bir kere girdin ya, bundan sonra
sana çıkış yok!" Babam, "Yok canım, ben çocuğa Cumhuriyet paraları toplayacağım" dese de yıllar içinde Nümismatik
Derneği Genel Sekreterliği'ne kadar yükseldi. Modern darphane kurulduktan sonra basılan son 6 padişahın madeni
paraları üzerine çok çalıştı. Yasak paralardan hep uzak durdu.

Hangi paralar yasaktı?

Son 6 padişahtan öncesi tüm madeni paraları toplamak izne tâbi, toplamak için kayıtlı koleksiyoncu olmanız gerekir.
Tarihi eser kabul ediliyor. Anlamsız bir yasaktır, ama yasaktır. Cehalet ve bilgisizliğin koleksiyondaki boyutlarını
göstermek açısından söyleyeyim; Vahdettin, yurt dışına giderken son paralarından 20'şer adet bastırmıştır. Buna
karşın Fatih Sultan Mehmed'in küpler içinde tonla parası çıkar. Hiçbir nedreti olmamasına rağmen Fatih akçelerini
toplamak yasaktır ama Vahdettin'in son derece nadir paralarını toplamak serbesttir. Başka bir örnek, 1948 olmalı, net
hatırlayamıyorum ama İnönü'nün bastırdığı 5 lira, 2,5 Lira yalnızca 3 adet basılmıştır.

O kadar az sayıda para bastırılabiliyor mu?

O yıl darphanede yeterince stok altın yok. "Bu sene basmayacağız, boş geçeceğiz." diyorlar İnönü'ye ya da Maliye
Bakanı'na. O da "3'er tane basın, senenin adı olsun!" diyor. 1980'lerin ortalarında Londra'da, Sotheby's'de çok büyük
rakamlara satıldı o para. Altındaki açıklamada, "Bu paranın nadirliği Türk koleksiyoncular tarafından bile
bilinmemektedir. Dünyanın en nadir paralarından biri olup sadece 3 adet basılmıştır." yazıyordu. Neyi yasaklıyorsun?
Niye yasaklıyorsun? Bunların yurt dışına çıkışına engel olmak istiyorsan yapılacak tek şey, değerini ödeyip müzeye
koymak. Yap darphane koleksiyonunu, bir tanesini sergile, diğer ikisine karışma. Böylelikle paralar yıllar içinde el
değiştirdikçe konu medyanın gündemine gelecek, nümismatik konuşulur hale gelecek, paralarımızın değeri artacak.
Bu mantığı anlayabilecek bir idareci o günden bugüne gelmedi maalesef...

Babanızın koleksiyonunun akıbeti ne oldu?

Para koleksiyonuyla ilgili birtakım çalışmalar yaptı. Sonra bir ara satacağım bunları dedi. Cumartesi günleri öğleden
sonra birlikte Kapalıçarşı'ya giderdik. Babam, o kadar dürüst ve namuslu bir adamdı ki... Çuvalla gümüş para
verirlerdi, "Al Asil Bey, bunlara bak!" diye. Eve geliriz, koca çuvalın içinden 4 tane para çıkar. O dört para satın alınır,
çuval götürülüp geri verilir. Koleksiyon böyle üredi. O arada ben de koleksiyon yapmaya karar verdim. Pul toplasan
olmaz. İlk gün zarfları toplamaya karar verdim.

Neden olmaz pul?

Koleksiyonda önemli bir konu vardır, bütün koleksiyoncular düşer bu hataya; 'Ben pul koleksiyonu yapıyorum; oğluma
da doğduğu tarihten itibaren toplayayım, o da koleksiyoncu olsun' denir. Çocuk biraz aklı başına gelince bakar ki
babasında dünyanın en iyi koleksiyonu var, o ise çeri çöpü deftere diziyor. Mesleklerde baba kompleksi olur ya,
koleksiyonculukta daha beterdir o. Ben bunu gördüğüm için "Babam para topladı, pul topladı ben bambaşka bir şey
yapayım." dedim. İçgüdüsel bir tarafı da var galiba. Çocukken de varmış o yeteneğim ama farkında değilmişim.
Nedir o yetenek?

Hatırladığım kadarıyla benim koleksiyonculuğum 8 yaşında, Migros etiketi toplamakla başlamıştır. Seyyar Migros
arabalarının lacivert, kırmızı, yeşil fiyat etiketleri vardı. Migros seyyar kamyonu hepimizin çok iyi bildiği melodisini çala
çala mahalleye kadar gelir. Mahalle ekibi yerden sürünerek Migros arabasına yaklaşırız.

Ne arıyorsunuz?

Lacivert etiket. Çok nadirdi. Bütün çocuklar onun peşinde.

Diğer çocuklar da mı aynı şeyi topluyor?

Evet! Arkamda bir ekip var. Bütün mahalle ama sadece bizim mahalle Migros etiketi topluyor. Neden hepsi benim
peşimden geldi bilmiyorum. Sonra düşündüm; Işık Lisesi'nde öğrenciyim. 5 yaşında ikinci sınıfa gitmişim. Yazlığa
gidiyoruz, çocukların yarısı ilkokulda sınıfta kalmış... Herhalde beni üstün zekalı görüyorlardı. Bana söylemiyorlardı
ama 'Bu adam ne yapıyorsa aynısını yapalım' diyorlardı herhalde.

İlk gün zarfları bir tür efemera koleksiyonculuğu sayılabilir. O tarihlerde böyle koleksiyonları yapılıyor muydu?

Efemera beni bugün ben yapan şeydir. Biraz kendiliğinden bir geçiş oldu. Ben de pul koleksiyonu yaptım, babam
Osmanlı'ya pek girmemişti. Osmanlı topladım ama bir pul kataloğu var elimde, oraya göre toplayıp diziyorum. Ne
almam gerektiği orada yazıyor. Fiyatları belli. Bir süre sonra zevk vermemeye başladı. İlk gün zarfları ise bâkir bir
alan. Mesela Karakaya Barajı Temel Atma Töreni, Çüngüş, Ginolu Festivali, Çatalzeytin. Zarfların üzerinde böyle
damgalar olduğu için sürekli öğreniyorsun. Bursa Sergisi, Adana Ziraat Kongresi vesaire vesaire... Zarfı toplarken
tarihi, coğrafyayı, siyasi olayları, kısacası ülkeye ve dünyaya ait pek çok detayı öğreniyorsun. Hem de nadirler.
Bazıları çok çok nadir. Bir tane zarfım vardı, dünyada kimsede yok! Biga, Kal'a-yı Sultani Sergisi. Biga'da asker
yararına sergi açılmış, onun damgası. Onu edinmek için bir dünya para verdim ama ilk gün zarfları beni çok geliştirdi,
bilgi yükledi. Bu arada araştırırken beni koleksiyoncu yapan en önemli olayı da yaşadım.

Nedir o?

İlk gün zarfları topluyorum. Listede Wislow diye bir damga var. Wislow, Krakow Polonya'nın şehirleri. Bizimle ne
alakası var? Damgayı bulamıyorum, PTT'den de bilgiye ulaşamadım. Pulcular bilmiyor, pul tüccarları bilmiyor.
"Listenizde var, bu ne?" diyorum, cevap yok. Taksim'de Berç Ağabey vardı, toprağı bol olsun, "Ha!" dedi, "Wilshow o!
Washington International Lion's Show." Bana verdi bir tane. 1980 yılıydı herhalde, 22 yaşındayım. Pul Tüccarları
Cemiyeti'ne gittim. "Listede yazdığınız Wislow yanlış!" dedim. Bir-iki kişi vardı. "Vay be, gence bak! Ne buldu! Hepimiz
atlamışız." dediler. O hadise beni çok olumlu etkilemiştir. Adam gibi araştırma yapmadan koleksiyoncu
olunamayacağını o gün, orada öğrendim.

İlk gün zarflarını toplamaya ne zaman başlamıştınız?

1975'te. Üniversiteye başladığımda... K.K.T.C de topluyordum. Babama ısrarla aldırdığım Biga Kal'a-yı Sultani Sergisi
o günkü parayla 220 lira falandı.

Bugün için neye tekabül ediyor?

Aslında çok da büyük bir para değildi. Satan kişi en büyük pulcularımızdan, bugün Filateli Federasyonu Başkanı olan
Mehdi Ziya Ağaoğulları'ydı. Benim başlattığım ilk gün zarfı hareketiyle filatelinin bu branşı biraz değer kazanmaya
başladı. Bir süre sonra sıkıldım o konudan. Yapmak istediğim tarzda bir şey çıkmayacaktı ortaya. Mehdi Ziya Ağaoğlu
o sıralarda kartpostal toplamaya başlamıştı. 'Fruchtermann diye bir adam var, müthiş kartpostalları var' diye
anlatıyordu.

Sene?

1987 - 88 falan.
Üniversiteden mezun oldunuz. Daha müreffehsiniz ve daha büyük bir bütçeyle alışveriş yapıyorsunuz
herhalde?

Müreffeh falan değilim. Param çok fakat vaktim hiç yok. 2 sene kadar Edirne'de kaldım. Askerliği yaptım, 2 sene
Çorlu'da kaldım. Ondan sonra da 4 sene İkinci Boğaz Köprüsü'nde Şantiye Şefliği yaptım. Bütün bu mühendislik
hizmetlerim boyunca neredeyse günde 16 saat çalıştım. Oradan oraya atlayabilmek için başka şansınız yok. Kimse
durduk yere size 'İkinci Boğaz Köprüsü'ne hoş geldin!' demeyecekti. 4 sene sonunda Köprü bitti, tören alanını
hazırlayıp Karayollarına teslim ettim. "Protokol'de yeriniz olmadığı için törene giremezsiniz!" dediler. Ben de meslekten
istifa ettim. Dünyaya kazık çakmak için uğraşıyorum. Bu dünyada 500 sene sonra adımın anılmasını istiyorum.
Mühendis olarak bunu yapma şansımın olmadığını o gün anladım. Yok, eriyip gidecektim... Köprünün proje müdürü
Doğan Demir diye bir adam... Bilen, duyan var mı? Seneler sonra bir sergimde bir araya geldik. "Abi" dedim, "Haliç
Köprüsü'nü yaptın, İkinci Köprü'yü yaptın. Arabistan'da dünyanın en büyük çatısını yaptın. Doğan Demir'i bilen var mı
şu kavanoz dipli dünyada..." "Haklısın, ancak elden bir şey gelmiyor." dediydi gülümseyerek... Bana gelince, boşa
geçecek bir ömür. Yıllarca gece gündüz çalışıyorsun ve sonra açılış günü protokolde yerin yok! Harekete
geçmeliydim...

Ne yaptınız?

Gazoz, limonata dağıtan bir kamyonet şoförünün yaka kartını aldım. Tanınmadan arka taraftan girdim tören alanına.
Töreni izledim; ağladım, duygulandım, çıktım istifa ettim.

Ani bir karar mıydı?

Çok ani, o gün o dakika verdim kararımı. Hiç öyle bir düşüncem yoktu aslında. Planım da yoktu. Bir daha
yapmayacağım bu nankör mesleği dedim o gün. Koleksiyonculukla o tarihten sonra ciddi olarak ilgilenmeye başladım.
2500 parçadan oluşan 3 ciltlik bir kitaba dönüşecek Max Fruchtermann kartpostallarını çalışmaya başladım. Onunla
birlikte Eczacılık Tarihi'ne başladım.

Eczacılık Tarihi ilgisi nereden geliyor?

Ben eşim Gülnur'u 18 yaşımda, yazlıkta tanıdım. O tarihte Amerika'da yaşıyorlar, kendisi orada "Pre Pharmacy"
okuyor. Âşık olduk, bir ayın sonunda aileme gidip "Evleneceğim insanı buldum!" dedim. Kıyamet koptu, "Daha
çocuksun, ne yapıyorsun!", "Yok dedim şimdi değil. Üniversite bitecek, işe gireceğim, ilk maaş alınacak ondan sonra
evleneceğim". İki senede 350 tane mektup yazınca eşimin ailesi Türkiye'ye gelmesini kabul etti. Ve ben, çocuk halimle
onu İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'ne yazdırdım. İlk sene onun derslerine çok girdim. Türkçesi zayıftı. Kendi
okulum dondu gibi oldu. Sene sonunda 155 kişi içinden 11 kişi sınıfını geçmişti, biri de eşimdi. Hemen okul ve askerlik
bitti, 5 yılın sonunda evlendik.

Eczacılık tarihi merakınız eşinizin derslerinde mi ortaya çıktı?

Hayır. Kartpostallar üzerine çılgın gibi çalışmaya başlayınca İstanbul'un her tarafına günlük turlar yapıyorum.
Üsküdar'da mermer eşyalar satan antikacılar bile kartpostal ticareti yapıyorlardı. Nereden ne çıkacağı belli değil, her
deliğe giriyorduk. Eşim de meraklı. Benimle birlikte geliyor, obje bakıyordu. Bir gün "Ben de eczacılık tarihi toplayayım
bari" dedi. Başladık, küçük bir vitrinin içine kutular, şişeler diziyoruz. Bir gün bir eskicide Pantoksin diye bir şurup
gördüm. Telefon açtım eve, "Pantoksin var mı bizde?" "Ben ne bileyim var mı yok mu?" dedi eşim. Eve geldim. "Böyle
koleksiyon olmaz!" dedim. Soruya cevap verememek ne demek... "Elimizde ne var ne yok bir listesini çıkaralım. Sonra
bilinçli bir koleksiyon yapalım. Her eczacıdan bir tek obje toplayalım. O insanları da araştıralım." Her eczacıdan bir
parça toplayabilmek için önce bütün eczacıları tespit etmek lazımdı.

Bir liste var mı?

Yok, diploma kayıt defterlerini, ticaret almanaklarını tarayarak ben çıkardım listeyi. Elimdeki tüm verileri dev bir
programa yerleştirdim.

Koleksiyon eşinizden size geçti galiba bu arada?

Tabii, biraz da sinirlenerek "Al bu da senin olsun. İlgilenmiyorum ben." deyip attı.
Çalışıyor muydunuz o dönemde?

Hayır, işten ayrılmıştım. İyi para kazanmıştım o zamana kadar. Babamdan da 3 - 5 akaret kalmıştı. İdare ediyordum.

Yegâne meşgaleniz bu koleksiyonlar yani?

Evet, zaten o yüzden hep, "Sen tabii, yaparsın, tek işin bu. Bizim üniversitede bir sürü işimiz var. Eczacılık tarihiyle
uğraşamayız" savunmasıyla karşılaştım... O disiplinde toplamaya başladım. 10 sene kadar o iş dışında hiçbir şey
yapmadım. İnsan senede 10 gün denize girer değil mi? Hayır, gitmedim. Cervati'nin ticaret almanağını önüme alıp
başlıyorum; Arnavutluk, İşkodra'dan Yemen Hüdeyde'ye kadar...

Tüm Osmanlı coğrafyasına mı bakıyorsunuz?

İmparatorluktaki tüm eczacıları sene sene kayıt altına aldım. 14 bin dosya! Bir seneyi tamamlıyorsunuz, ertesi seneye,
1880, 1881. Adam devam ediyor mu, ediyor. 1883 - 84... 1930'a kadar tek tek...

1930'da mı bitirdiniz?

Hayır ben bitirmedim, o kaynak bitiriyor o tarihte.

Siz nereye kadar geldiniz?

1965'e kadar geldim. Önce 1949'a kadar yaptım. O tarihte benim gibi bir adam, eczacı Remzi Kocaer, kalkmış "1949
Eczacılar Almanağı" diye bir kitap yayınlamış. O çalışma bana rehber oldu. Kocaer ikinci almanağı da 1965'de
yapmış. Önce 1949'a kadar yapayım dedim, çünkü o tarihte çıkan bir kanunla eczacıların müstahzar (hazır ilaç)
yapması yasaklanıyor. 1950 bir dönüm noktası yani. Ama bir süre sonra araştırmayı genişlettim, 1965'e kadar
getirdim.
Biraz detaya insek; eczacılık kurumsal olarak ne zaman başlıyor?

1270'te! Sicilya Kralı İkinci Ferdinand'ın yasasıyla hekimlerle eczacılar birbirinden ayrılıyor.

Osmanlı'ya da yansımış mı bu düzenleme?

Şöyle yansımış, İstanbul'da ilk bildiğimiz modern tarzda eczahanenin açılışı 1752'dir. O zamanlar Roma'dan, Paris'ten
diploma alıp İstanbul'da eczane açanlar var. Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili cevaplar, durduğunuz noktaya, ne kadar
Osmanlıcı ya da Osmanlı karşıtı olduğunuza göre değişiyor. Tıp ve Osmanlı! Açıyorsun sayfaları, "Gevher Nesibe'de
yapılan tedaviler... Edirne Darüşşifasında Müzikle Tedavi." Bakıyorsun, 'Hüseyni; (akrep): Tabiatı sudur. Kalp ve ciğer
iltihaplarında ve mide rahatsızlıklarında kullanılır. Buyur, buna inanıyorsan teybe müziği koyalım, safra kesesi iltihabın
geçiyor mu, geçmiyor mu? Plasebo etkisine dayanılarak yapılan tedaviler... 100 kişiden 20'sini kurtarırsan ki ilaç
formunda boş hap verdiğinde de rahatlıyor onlar, Hüseyni makamı hastalığı iyileştiriyor dersin. Bunlara da bir şey
demiyorum. Peki kaç tane var böyle gelişmiş (!) darüşşifa? Senin toprakların nereden nereye uzanıyor? Siirt'te,
Bitlis'te Hatay'da Rize'de hastane var mı? Bıraktık Osmanlı'yı, Bitlis'te Cumhuriyet Dönemi'nde, 1940'ta,
'Hastanemizde operatör yok!' deniyor. Kanunen her kasabada eczacı olması gerekiyor, var mı?.. 1839 senesinde
modern Tıp Fakültesi kurulmuş. İkinci Mahmud'un açılış konuşması müthiştir. "Size sıcaklıklar, şerbetler, kalacak
yerler..." diye sıralıyor verilen hizmetleri. Öğrencilere çok kıymet veriyor. Eczacılık eğitimi 3 yıl sürüyor. Ancak bu da
yetmiyor, Cumhuriyet rejimi ihdas edilene kadar halka verilecek sağlık hizmeti konusunda büyük eksiklik yaşanıyor...

Hekim adayları mı alıyor bu eğitimi yoksa eczacı mı yetiştiriyorlar?

Eczacı mektebi açıyorlar... Ben Osmanlı Eczacılığını tam ortadan ikiye ayırıyorum. 1839'da açılan Tıp ve Eczacılık
Mektebinin öncesi ve sonrası. Öncesi bildiğiniz aktar, kırık çıkık muhabbeti. Bulgar Arşivi'nde çalıştım. Orada el
yazması müthiş bir belge var, inşallah kitap yapacağız. Arşiv satıldı ya, o zaman gitmiş o belge de. İstanbul'daki Kırık
Çıkıkçı, Hekim ve Eczacıların Encamı. 1851'de hazırlanmış. Mesela 'Aksaray Muhiti' diyor. "Köfteci Şaban'la İpek
Tüccarı Ali Efendi'nin arasında 142 numarada Yorgi Efendi'nin eczahane dükkânı. Yorgi Efendi; Bir metre 80 santim
boyunda, mavi gözlü, sarı saçlı..." diye devam ediyor. "Havancılar; Havancı Hristidis. Rum tebaasından, 16 yaşında..."
Kalfaları çırakları hepsini sayıyor. Böyle bir liste yapılmış ve bu çalışma şu anda Bulgarların elinde.

Listeye kimleri almışlar?

Tıp doktoru olup muayenehane açanlar, kırık çıkıkçılar ve eczacılar. Sardunyalı, Napolili, Toscanalı eczacılar var.
Henüz İtalyan birliği kurulmamış ya.

Bir sefere mahsus mu çıkarılmış bu liste?

Evet, sadece 1851'de yapılmış.

Sebep ne?

Mali evrak arasında bulunmuş bir liste. Vergi alınacak, o nedenle tespit yaptırılıyor. İnanılmaz bir veri bu! Gördüm,
okudum ama bana vermediler. "İsimleri, diğer ayrıntıları istemiyorum, en azından sonuçları alayım" diye ısrarcı oldum,
ikna oldular.

Fruchtermann koleksiyonu mu, Eczacılık Tarihi mi öncelikli çalışmanız?

İkisi paralel yürüdü. Fruchtermann'ı tamamlamak için 2 defa büyük Avrupa seyahati yaptım. Girmediğim delik kalmadı.
Fransa'da, İngiltere'de, İtalya'da ne kadar eskici, pulcu, efemera dükkânı varsa gittim. Bu yetmedi, bütün dünyaya ne
topladığımı duyurdum. Dünyanın her tarafındaki müzayede şirketleri benim için bir düzenleme yapmışlardı. Ellerinde
bir Fruchtermann kartpostalı var diyelim. Satış kataloglarında kartpostalın numarasını mutlaka belirtiyorlardı. Çünkü bir
Türk var, numaraya göre topluyor. İlginçtir, dünyanın öbür ucundan, Uruguay'dan Paraguay'dan çok kartpostal
çıkıyordu. Çünkü buralara göçmüş çok sayıda Osmanlı Ermeni'si vardı.

Türkiye'de tektiniz, peki dünyada da mı sizden başka Fruchtermann toplayan yoktu?

Yok, olmadı da.


Rakibiniz olmaması işinizi ve bütçenizi rahatlatmış olmalı?

Pek öyle değil. Bir kartpostal alacağım diyelim. Vatandaş 10 liraya satıyorsa ben sorduğumda "Sana 500!" diyor.
Almıyorsam, "Mert'te varmış," deyip 20 liralıkların içine atıyorlardı. Herkes bu havadaydı. "Abi sen bunu alıyorsan
mutlaka bir iş peşindesin!" diyenler oldu. İlginç olaylar yaşadım. Çok önemli bir eczacının diploması mesela;
-"Ne kadar?" diyorum.
-"500 lira!"
-"Çok iyi, sende kalsın!"
-"Sen ne kadar veriyorsun?"
-"Çok ayıp olur, ben bir şey vermeyeyim."
-"Söyle, söyle."
-"50 lira!"
-"60 lira olur mu?"
-"Olmaz!"
-"Düşünebilir miyim?"
-"Düşün."
-"Düşündüm, karar verdim, satıyorum."...
50 liralık şeye neden 500 lira diyorsun? Neden böyle yaptıklarının izahı yok.. Ya da var; "Ya tutarsa"...

Baştan beri böyle miydi karşılaştığınız muamele?

Bir zaman güzel gittik... Ben, koleksiyon malzemesinin iyi para vermezseniz toplanamayacağı kanaatindeyim. Sahaf
kütüphane almak için bir eve gidiyor. Kapısı yıllardır açılmamış bir konak. İçeri giriyor, kitaplardan önce ilaç dolabı
sorup, onun pazarlığını yapıyor. Müşterisi hazır, nasılsa satılacak diye düşünüyor. Eczacılık tarihinin ilk kitabı,
biriktirmeye başladıktan 9 yıl sonra çıktı. Orada bütün esnafa teşekkür ettim. "Bana sattıklarına bütçeme uygun fiyatlar
koydukları için"... İyi ki demişim. O tarihten sonra ellerine ne geçerse 'Sende yok!' deyip aramaya başladılar. 14 bin
tane eczacı var, bunların her birinden 500 liraya bir tane şişe almaya Sabancı'nın, Koç'un bütçesi yetmez. Çareyi,
'Bende var,' demekte buldum. Ama itiraf edeyim ki projeyi bitirdiğim tarihe kadar dışarda hiçbir şey bırakmadım.
Tombak Ahmet'teki ünlü Kanzuk Eczanesi'nden çıkma, üstüne oturduğunda arkadan tartı kartını basan koltuğa
kadar...

Her eczacıdan bir parça sınırına sadık kaldınız mı?

Hayır, mümkün değil. Birinin evrak-ı metrukesini alıyorsun, içinden 40 - 50 belge çıkıyor. Bir süre sonra 'Ne bulursan
al' haline döndüm zaten. İlk başta çok acemiydik, bir tane alıp koyunca koleksiyon olacak sanıyorduk. Adam 10 tane
ilaç yapmış ve ülkenin kaderi değişmiş mesela! Onun 10 ilacını da koymak zorundaydık.

Bu kadar geniş çerçeveli bir koleksiyon bitebilir mi?

Bitmeyen bir koleksiyon bu! Ömür boyu sürecek, devrettim, bitti! Ama bitecekmiş de. Günde 30 parça bulurken ayda 1
parça bile bulamaz hale geldim. Bir koleksiyonun bittiğine bu aşamada karar verilir, artık yayınlama vaktidir. Başlarda
her gün bir şeyler bulursun. Sonra materyal bulma hızın düşer, eğer çerçeve daha önceden çizilmemişse, ilk defa sen
yapıyorsan, malzeme bulma hızı çok şey anlatır. Koleksiyona kattığın malzeme sayısı günde 3-5 parçadan senede 3-
5 parçaya düşmüşse yayın yapma, müzeye devretme vakti geliyor demektir.

Kaç yılda bu seviyeye geldiniz?

Türkiye'de bir koleksiyonunun tamamlanma süresi, önüne gelen her parçayı maddi bir sıkıntıya düşmeden almak
kaydı şartıyla, minimum 15 yıldır.

Çok büyük bütçelerden mi söz ediyoruz?

Hayır! Her koleksiyon için büyük bütçe gerekmiyor. Tanesi 7 liraya kömbe kalıpları koleksiyonu yaptım. 136 parça... El
yapımı kömbe kalıbı sanatını desteklemek için topladım. Siteme koydum... İnternet sitemde ilk olarak 3 koleksiyon
bulunuyor. Onlar aracılığıyla, koleksiyon nedir? Bir koleksiyondan ne tür sonuçlar çıkarılabilir? gibi sorulara cevap
verdim. Amerikan'ın yaptığı küçücük kurşun Zowees arabalardan yola çıkarak Ecevit döneminde yaşanan petrol
krizinin sorumluluğunun neden Ecevit'e yüklendiğine gelebilirsiniz mesela... Koleksiyon dediğiniz şey; 'Topladım, oldu!'
demekle olmaz, yorumlamak ve nice sonuçlara ulaşmak gerekir.

Koleksiyon disiplini konusunda size örnek olan kimse var mı?

Yok, kendi kendime öğrendim ne öğrendiysem. Türkiye bir garip ülke. Pek çok konuda tek bir çivi çakılmamış. Türk
bira tarihine dair ilk çalışmayı yapmak bana mı kaldı? Jiletle ilgili binlerce malzeme toplayıp Türk jiletlerini ortaya
çıkartmak da bana kaldı. Kömbe kalıplarını, Fruchtermann kartpostallarını toplamak da... Daha çok işler...

Bu başlıklar nasıl çıkıyor?

Çoğunlukla çocuklukla ilgili. Ve hepsi kendi keşfim. Ben bunlara koleksiyon diyorum. Bunun tadını aldıktan sonra pulu,
parayı koleksiyondan saymıyorum.

İlk keşfiniz olan Fruchtermann'ın tamamlanması ne kadar sürdü?

Kitap 2000 yılında çıktı.

Çerçevesi başlarken belli miydi?

Kartpostal toplayanlara hiç anlam veremiyordum başlarda. Neye göre topluyorsunuz diye soruyorum, "Güzel olanı
topluyorum" diyor arkadaşlar. Öyle koleksiyon mu olur? Fruchtermann'la ilgilenince kartpostallarda yer alan numaralar
dikkatimi çekti. "Numaralara göre toplanır mı acaba?" dedim. Böyle başladı.

Koleksiyon kaç kartpostaldan oluşuyor?

2.500 civarı.

Tamamını toplayabildiniz mi?

Tamamı mümkün değil. 15 yılda, bütün dünyadan, yüzde 99'unu topladım diyebilirim. Çok ilginç olanları koleksiyonun
hikâyesini yazdı. Örneğin Fruchtermann'ın kendi tarafından yazılmış, imzalı bir kartpostalını İngiltere'de bir kasabada
bir evin çatısından almıştım. O yıllarda İstanbul'a kartpostal yağıyordu. Sadece kartpostal müzayedesi yapılıyordu. O
kadar çok alıcısı vardı ki.

Hangi yıllar?

1990. Sheraton Otel'de kartpostal müzayedesi yapılıyor, kataloglar basılıyor. İnanılır gibi değil. 900 liraya, 1000 liraya
kartpostallar satılıyor. Hatta bir keresinde 4 bin dolara bir kartpostal satıldı.

Siz de o kadar yükseltmiş miydiniz fiyatı?

O kartpostalı o rakama ben çıkardım. Almadım, bir arkadaşım aldı sonra da koleksiyonu bıraktı.

Ne kartpostalıydı?

Eczacı Mustafa Nevzat Pısak laboratuvarda. Büyük olay oldu. Türkiye rekoruydu o rakam... Ben o yıllarda yurtdışına
açıldım. Paris'te Bastille diye bir dükkân var. Orada bir adam var, beyaz gömlekler giyiyor, titiz, "kıl". Ama bizden hiçbir
kartpostalcı ve tacir uğramıyor ona.

Neden?

300 Euroluklar, 500 Euroluklar... Çok pahalı satıyor. Şunu öğrendim bir de, kartpostal istiyorum dersen hiçbir şey
bulamıyorsun. "Posta tarihi istiyorum" dersen üzerinde nadir bir damga olabileceğini varsayarak postadan geçmiş
kartpostalları gösteriyorlar. Adam kartpostalları çıkardı; Allah'ın işi işte, bakıyorum bende yok, yok, yok... En ucuzu
100 Euro... Total, 1800 Euro tuttu.
Bütçeniz ne civarda?

Gözüm dönmüş vaziyette, bütçe falan yok. Bulayım yeter ki... 2000'leri aşmışım, eksiklerin tamamlanması lazım.
Bir seri düşünün 4 tane eksik kalmış, 4'ünü de buluyorsun. Vaziyet çok feci.
Kartları aldım. Sıra intikam almaya geldi.
-"Siz bana posta tarihi sattınız değil mi?" dedim.
-"Evet!"
-"Posta tarihi diye sattığın bu kartpostalın arkasındaki damga var ya, 1 Euro bile etmez. Ama ben buna 100 Euro
ödedim."
-"Nasıl yani!"
-"Çünkü" dedim, "Kartpostalı 400 Euro eder..." Listemi çıkardım, "Bak bu kartpostal için bana deseydin ki 2000 Euro,
anında almıştım. Ama sen 150 Euro dedin..." Totalde sana 1800 Euro ödedim ya, aslında 6 - 7 bin Euro'luk bir
alışveriş yaptım.
-Adamın yüzü düştü, "Çalışma yapıp fiyatları düzeltmem lazım." dedi.
Aynısını bir zamanlar antikacı arkadaşım rahmetli Mehmet Müfit yapmıştı, Üsküdar'da bir yere çağırmışlar. Yine bir
kartpostal koleksiyonu. "Birkaç kişi geldi, 1000 lira, 1100 lira verdi, kabul etmedik." demişler. "Ben de 1200 lira
vereyim" demiş. "Yok abi satmam, bu kadar kartpostalı bu fiyata" deyince
"Hakikaten satmıyor musun?"
-"Yok!"
-"Tamam, satmıyorsan sana bir şey söyleyeyim. Burada 20 bin liralık kartpostal var, seni kandırmaya çalıştım, olmadı.
Helali hoş olsun, artık ne yaparsan yap!" O kartpostallar o gün gömüldü. Bazen akıllı uslu teklifler yapıyorsun, iyi
niyetle davranıyorsun ama adamın gözü fırfır dönüyor. Satış sonunda gerçekleşiyorsa mesele yok, olmuyorsa böyle
bir şey atıyorsun ortaya, ne halin varsa gör deyip çekip gidiyorsun.

Sizin topladığınız malzeme Türkiye'de daha çok kimlerden çıkıyordu? Nerelerden alışveriş yapıyordunuz?

En iyi malzemeler müzayedelerden çıkıyordu. Bugün pul müzayedelerini düzenleyen arkadaşların tamamı o günlerde
özel kartpostal müzayedeleri düzenliyorlardı. Ayrıca günlük turlarımız vardı. Üsküdar bitpazarı, Kadıköy Çarşısı,
Çukurcuma, Nişantaşı...

Fruchtermann dışında kartpostal toplamadınız mı? O başlık kitapla birlikte bitti mi?

Tematik kartpostal koleksiyonu uğraşım bitti. Fakat sokak satıcıları, Kağıthane ve İskenderun dekovil hattıyla ilgili
topladım. Onun da kitabını yaptım.

Bu başlıklar ne zaman ortaya çıktı?

Dekovil ve tren merakımdı. O da çocukluktan. Merakımı bilen bir arkadaşım 12 tane fotoğraf verdi. Bir baktım,
fotoğrafların birinde Kemerburgaz'dan tren geçiyor. Trenin Kemerburgaz'da ne işi var? Saha araştırması yaptım.
Fotoğrafları görür görmez önümde başka bir dünya açılmıştı. Her şeyi bıraktım. Prof. Dr. Emre Dölen'le birlikte 2005'te
yaptığımız ilk kitap 39 fotoğraftan oluşuyordu. Hüseyin Irmak'ın da katkılarıyla, Kağıthane Belediyesi için yaptığımız
son kitapta 350 fotoğraf var. Hayatımda, her istediğimi yaptığım en mükemmel kitabımdır.

Kendinizi ne zamandan beri koleksiyoncu kabul ediyorsunuz?

Bana göre Migros kartlarıyla başlamıştır koleksiyonculuğum. 8 yaşından beri biriktiriyorum.

Peki yayın yapma düşüncesi ne zaman gündeme geldi?

Fruchtermann kartpostalları toplarken amacım yayın yapmaktı ama böyle büyük bir koleksiyon olacağını
düşünmemiştim. Ben zannediyordum ki en fazla 1200'de falan bitecek, ben de kitap yapacağım. Eczacılık tarihine de
o niyetle başladık. O günlerde Prof. Dr. Turan Baytop'la müzayedelerde çarpışmaya başladık. "Ne topluyorsun, ne
yapacaksın bunları?" diye küçümsedi önce. Sonra bir gün dedi ki, "İzmir'de Altın Damla kolonyası var, onun bir tane
bile şişesini bulamadım." "Bende var Hocam!" dedim. Şaşırdı, "Senin koleksiyonu bir göreyim." dedi. Şişeler ve
kutulardan başka 160 tane belgem var, onlardan bir albüm yapmışım. Buluştuk, albüme baktı, baktı; "Hayatımda bu
kadar güzel koleksiyon görmedim." dedi. Ankara'da 1994 yılında İkinci Türk Eczacılık Tarihi Kongresi toplanacaktı,
orada bildiri vermemi teklif etti. Ben inşaat mühendisiyim! Nasıl bildiri vereyim? Çiğ çiğ yerler beni orada. O zamanlar
insanların önünde konuşma özürlüyüm bir de. En azından gidip bir göreyim dedim.
[Mert Sandalcı, Prof. Emre Dölen ve öğrencisi Kübra Seki ile birlikte]

Yayınınız var mıydı?

Daha hiçbir şey yok! Eşimle beraber kongreye katıldık. Salonda oturuyoruz, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ndeydi galiba.
Çok kalabalık, değişik kurumlardan bildiri verenler var. Girdi içeri, yanımıza geldi. Herkes bize bakıyor, "Bunlar
defineci!" diyorlar, duyuyorum. Açılış konuşmasında: "Eczahanesini kalfasına bırakıp aramıza katılan tek bir eczacımız
yok, ancak İstanbul'dan bizi dinlemeye gelen İnşaat Mühendisi bir meraklı var." diyerek beni onurlandırmıştı.

Peki Eczacıbaşı projenize nasıl dahil oldu?

1996'da Eskişehir'de 3. Eczacılık Tarihi Kongresi'nde ilk sergimi açtım 'Efemera ile Eczacılık Tarihinin Kesişimi' konulu
100 panodan oluşan bir bildiri hazırladım. Burada eczacılık tarihinde yazılmış yanlışlar ve eksikleri belgelerle
gösteriyorum. Herkesin aklı başından gitti. Bir tane de anı defteri açtım. Toplantıda 9 Eczacılık Fakültesi'nin dekanları
var. Hepsi bildirim hakkında çok güzel şeyler yazdı. Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Hüsnü Can Başer
açılışta yanıma geldi, yanında yaşlı bir profesör, ayaklarını sürüyerek ilerliyor. "Mert Bey, size Anadolu Üniversitesi'nin
kurucu dekanının tanıştırayım." dedi. "Prof. İhsan Sarıkardaşoğlu." İhsan Hoca panoları görmüş. Bana döndü, "Bu
belgeleri kongrelerde 200 - 300 kişiye göstermekle olmaz. Bak ben yolcuyum, yaşım geldi. Bu serginin kitabını
yapmazsan iki elim yakanda, ona göre!" dedi ve elimi öpmek istedi. Kitap yapmak istiyorum ama kime nasıl
söyleyeceğim? Öncelikle akademi camiası beni kabul etsin istiyordum. Sergiden sonra bir vesile ile Bülent
Eczacıbaşı'ndan randevu aldım. Bir sabah saat 6'da proje danışmanıyla beraber geldi. Orada bütün zekâmı kullandım.
Çünkü o dakikada 1 milyon dolarlık bir projeye imza atacaktık. Dedim ki "Ben eczacılık tarihi yazmak istiyorum. Ama
bu sıradan bir tarih kitabı olmayacak. Kendi üslubumla farklı bir iş yapacağım. Mesela sizin tarihçenizde
Eczacıbaşı'nın babanız tarafından 1950'li yıllarda Levent'te kurulduğu yazıyor. Oysa siz kendi tarihinizden haberdar
değilsiniz.", "Ne demek istiyorsunuz?" dedi. Bir ilaç kutusu çıkardım. Prospektüsün altında 'Eczacıbaşı İlaç Fabrikası,
Levent, Tesis Tarihi 1911' yazıyordu. Çünkü fabrikanın ilk kuruluş yıllarında İzmir'de yapılan müstahzarlar Levent'te
üretilmeye başlanmıştı. Bu yüzden tesis tarihinde de İzmir'i esas almışlar. Sonra anlaşamamış ve ayrılmışlar. O gün 5
kitap yapmak için anlaştık. Ardından 4 kitap daha yaptık, dünyada benzeri olmayan bir çalışmaya imza atmıştım.
9 kitapla birlikte proje zihninizde de bitti mi?

Aslında devam edecekti. 3 bin parça eşyayla yaptım o kitapları. Şu anda 12 bin parça belge var. Tamamı Abdi
İbrahim'de. Eczacıbaşı ilaç üretiminden çekilince Abdi İbrahim'e devrettim koleksiyonu.

Sattınız mı?

Bu tür işlerde satmak tabiri yanlış olur. Bir şeyi 1 liraya alıp en azından 1 liraya satarsanız o bir ticari işlemdir.

Sizde nasıl oldu?

Bende ömür gitti.

Parasal karşılığı?

10'da bir! Ben kitap dizisi devam edecek diye devrettim ama olmadı. Şimdi bir müze kuruyorlar, kendilerine göre tasnif
yapıyorlar.

Eczacılık tarihi koleksiyonundan çekildiniz mi?

İlgim devam ediyor. Bilimsel metinleri yazmaya devam ediyorum. Dünyanın neresinde Osmanlı eczacılığı ile ilgili bir
bilgi görsem veri tabanıma kaydediyorum. Bilgi dağarcığı açısından teslim ettiğim koleksiyonla bugün geldiğimiz nokta
arasında çok fark var. Ölene kadar bu işin parçasıyım, benden sonra kim sürdürür bilmiyorum. Arşivimi tasnif ettim.
Ben ölünce öğrencilerim şifremle girecekler, orada kimin ne yapacağı yazılı.

Sizin çalışmalarınız akademi camiasını eczacılık tarihi üzerine çalışmaya sevk etti mi?

Akademi disiplini içinde eczacılık tarih çalışamazsınız. Kürsüsü yok, var olanlar da başka işlerle uğraşıyorlar!

Biraz Turan Hoca'dan bahsetseniz bize. Tanışıklığınız ne kadar geriye gidiyor?

İlk tanışıklık Gülnur Amerika'dan Türkiye'ye geldiğinde. Orada aldığı dersleri burada onaylattım. Fakültenin dekanıydı.
Beni çağırdı, Ödüm patlıyor. "Bu arkadaşla sen mi ilgileniyorsun?" dedi. "Evet" "Biyoloji okumuş. Botanik mi, zooloji
mi?" "Botanik efendim." dedim. "Tamam, botanikten muaf, zooloji alacak." Bu nasıl bir kıyak biliyor musunuz?..
Babamın arkadaşı bu arada, para toplama merakı sebebiyle tanışıyorlar. Babam eve gelir, "Baytopiorum, Baytopii"
falan diye konuşur. "Ne onlar baba?" Bitki adları! Kelebek adları... Baytop Hoca isim koymuş onlara. Sonra
müzayedelerde karşılaşmaya başladık. Bir müzayedede, daha başlamadan Dellasuda Faik Paşa'nın 2000 tane bitkiyi
sınıflandırıp sunduğu bilimsel çalışmasıyla Londra'da kazandığı madalyayı aldım. 100 marka esnaftan alınmış. Bana
1500 Mark'a sattı. Helali hoş olsun. Bilgi para edecek, bakır madalya değil. Turan Hoca geldi, gösterdim. "Vallahi
müthiş! Kedi olalı canavar gibi bir fare tuttun." dedi.
"Sorması ayıp kaç paraya aldın?"
-"1500 Mark!"
-"Ne! Yabani olmuş bunlar. Bu ne hayvanlık? 1500 Marka bakır madalya veriyorlar. Yuh!" "Alınmaz kardeşim bu!..."
Devam ediyor. "Bir daha bakayım şuna" bakıyor. Sonra "Biz bu müzayedede ne yapacağız, boş ver, çıkalım" dedi.
Çıktık, yolda yürüyoruz. "Şunu versene!" Veriyorum, bakıyor; "Bir şey söyleyeyim mi, Türkiye'ye çok büyük bir kazanç
sağladın. Ama bunlar yabani! Fırsatını buldu mu gözünü oyuyorlar insanın." Biraz daha yürüyoruz, yine görmek istiyor.
"Eder ya!" diyor, "Eder niye etmesin." Evlerine gittik, eşi Asuman Hocam çayları getirdi. Sohbetimiz bitti, kalkacağım.
"Yahu" dedi, "Hadi 3 bin Mark vereyim şunu bana ver!"...

Vefatına kadar toplamaya devam etti mi?

Hayır, diyebilirim. Benden gizli bir şeyler aldıysa bilmem ama ortak alanda hep ben aldım ve kullanması için ona
verdim. Birlikte çok çalıştık, geziler yaptık... Serçe marka bir arabam vardı. İstanbul Florası kitabının giriş sayfasına
benim, eşimin ve arabanın fotoğrafını koymuş. Araba öncelikli! "Sayın Mert Sandalcı, Gülnur Sandalcı ve arabaları
Serçe'ye teşekkürlerimi bildiririm.", "Hocam bu oldu mu?" dedim. "Ben bunu Alman hocalardan öğrendim" dedi.
Meşhur Alman Profesörler var ya, onlardan biri Anadolu'da çalışmak üzere bir köye varmış diyelim. Çalışması bitip
raporunu yazdığında emeği geçen 'Çoban Remzi'ye, eşeği Karakaçan'a, mutlaka teşekkür edermiş. "Benimkisi de o
hesap."
[Mert Sandalcı meşhur Serçe'siyle]

Koleksiyonu ne oldu?

Havan koleksiyonunu Abdi İbrahim aldı. Diğer konular duruyor. Kızı, Osmanlı Bilim Tarihi profesörü sevgili Feza
Gunergun dağıtmadı koleksiyonu.

İmza attığınız 3 büyük projeden bahsettiniz. Bunlar haricinde sizin için özel başka hangi işler var?

Her yaptığınız iş, sizin için muhteşem oluyor. Zaten bu heyecan ve his yoksa hiçbir şey yapamazsın. En son, Doktor
Mavroyeni Paşa'dan Zambako Paşa'ya Mektup isimli küçük bir kitap bastım. 1892'de yazılmış bir mektup. Mavroyeni
Paşa Abdülhamid'in baş doktoru. Zambako da başhekim olmuş fakat biraz daha genç. Zambako Avusturya'ya
giderken Mavroyeni ona tavsiye mektubu niteliğinde yazmış. Anılarını da anlatmış. Aslında, çok bir şey demiyor.
Avusturya'da karşılaşacağı doktorları, kiminle görüşeceğini söylüyor. Kendi başından geçenlerden bahsediyor ama
bunları mitolojiden örnekler eşliğinde anlatıyor. Mektup tamamen mitolojiye dayalı bir anlatım içeriyor. Teyzem Refika
Sağun ve Fransız edebiyatı hocası Taniz Oralbi Hanımefendi 15 günde çevirebildiler küçücük kitapçığı. Sonrasında
ben ele aldım, Mavroyeni Zambako'ya Viyana'ya gittiğinde görüşmesi için bazı isimler veriyor. Frank kardeşler, şu
bu... kim onlar? 15 günde tek tek o adamları araştırdım. Bunları çözmek o kadar zevkli oluyor ki...

Koleksiyonculuğunuz mu daha ön planda araştırmacılığınız mı?

Ben ikisini birbirinden ayırmıyorum ama herkes böyle olacak diye bir şart da yok. Sakıp Sabancı koleksiyon yapmış.
Tablolardaki fırça darbeleri hakkında fikri var mıydı? Danışmanlarınız olur, dünyanın en büyük tablo koleksiyonunu
yaparsınız. Rahmi Koç, adamını gönderip Honda'nın ilk üretimlerinden bir motosiklet aldırmış. "Allah'ım Honda'nın ilk
üretimlerini aldım" diye bir heyecanı yok. Müzayedeye gönderdiğim adam benim paramı sorumsuzca harcadı diyor.
Ben size anlatırken bile 2000 dolar verip aldığım bir parçanın zevkini yaşıyorum. Canım çok acıdı ama tadı
bambaşkaydı...
Koleksiyon başlıklarını oluştururken sadece merakınız mı yol gösteriyor size?

Koleksiyonun ilk ayağı maddiyat. Başlarken, 'Dünyada ve Türkiye'de durum nedir?' diye bakmak zorundasınız. Mesela
çocuğun pelüş ayıya meraklı diyelim. Akrofili deniyor bunun koleksiyonuna. 3 oradan, 5 buradan aldın. "Şahane
koleksiyonum oldu. 50 tane ayım var." diyemezsin. Dünyada bu ayıların maddi karşılığı nedir? Meşhur bir Titanik ayısı
var, siyah. Onun kaç paraya satıldığını biliyor musun? Cevabın yoksa koleksiyon yapmadın, çeri çöpü bir araya
topladın demektir. Bir koleksiyoncu, önce Türkiye konulu bir koleksiyon yapmayı düşünmeli. Hadi düşünmedin,
delikanlısın diyelim. "Dünya çapında koleksiyon yapacağım" diyorsun. O zaman 'Bunlar kaç tanedir, tamamlayabilir
miyim?' diye bakacaksın. Bir koleksiyoncu kesinlikle araştırmacı olmalıdır. Kendi koleksiyonunu araştırmak babında
söylemiyorum bunu. Mevcut bütçesiyle yapacağı koleksiyonu tamamlayacak mı ona bakmalı.

Yurt dışından rakibiniz oldu mu?

Fotoğraf ve kartpostal konusunda oluyordu. Fotoğrafçıya ya da kartpostalı üreten kişiye göre koleksiyon yapanlarla
tematik koleksiyonlar yapanlar her daim karşı karşıya gelebilirler. Bir pırasacı fotoğrafı vardı, çok nadir. Onu almak için
Fransa'dan gelen Pierre de Gigord'la kapışacaktık. Çok büyük bir çatışma olacakken Gigord müzayede saatini
ıskalayınca derin bir oh çekmiştim. Bir de konular birbirini etkiler. İskenderun'daki küçük dekovil hakkında topluyorum,
bu durumda İskenderun kartpostalları toplayan biriyle çatışmanız kaçınılmazdır. Hatta şöyle espriler yapılır; "Üzerinde
Enver Paşa'nın Büyük Ada'da Coca Cola içerken resmi bulunan bir Max Fruchtermann kartpostalı çıkarsa ne
yaparsın?". Enver Paşa toplayan var, Büyük Ada toplayan var, Coca Cola toplayan var, Fruchtermann toplayan var...
Kim alacak? Temalar farklı yerlerden birbirine değebilir. O taktirde fiyat çok yükselebilir.

Bende koleksiyon kalmadı dediniz. Birikimleriniz ne oldu?

Kitabını yaptığım an koleksiyonum biter, hemen kurtulmaya bakarım. Örneğin, eczacılık tarihinin Eczacıbaşı'ndan
sonrasını Abdi İbrahim, bira tarihi koleksiyonunu Anadolu Efes aldı. Fruchtermann müzayede yoluyla satıldı.

Bira tarihi nasıl girdi gündeminize?

Annemle babam her cumartesi akşamı bir şişe bira açar, birlikte içerlerdi. O gün şarküteri günüydü, babam salam,
jambon, sosis, kadın budu köfte, rokfor peyniri falan masayı donatırdı. Cips alınırdı. Hazır cips yoktu, meşhur şarküteri
mağazası Abant Çiftliği'nde elde yapılırdı. Bir şeyler yedikten sonra Grundig TK-24'ün bantları dönmeye başlar,
annemle babam dans ederlerdi. Annem Bossanova'yı çok sever... O mutlu geceler unutulmazdı benim için. Bir gün
eskici-antikacı Tombak Ahmet'te içi dolu bir bira şişesi gördüm üzerinde "Bomonti Constantinople" yazıyor. Bir an
çocukluğum geldi aklıma. "Kaç para?" dedim, "400 lira." Pahalı geldi. Aradan zaman geçti. Aklıma takılmıştı, tekrar
gittim, aldım o şişeyi. Alış o alış. Sonra Bomonti'nin mezarından tutun da Mısır'da açtığı fabrikaya, İstanbul'daki
fabrikanın planlarından Osmanlı ülkesinin bira bahçelerine kadar her şeyi topladım. Eh bu birikimin kitabını yapacak
Efes Pilsen'den başka kurum yok. Aradım, kimse ilgilenmedi önce. Sonra koleksiyoncu arkadaşımız Semih Maviş Efes
Pilsen'de Bölüm Başkanı oldu. "Getir bakalım Mertçiğim!" dedi. Malzemeleri Efes Pilsen'e yığdım. O gün istediğim gibi
bir kitap yapmak şartıyla koleksiyon devroldu. Ayrıca yine Efes Pilsen için ticaret almanaklarından dev bir albüm
yaptım. 1880'den itibaren kim birahane, kim üretim tesisi, kim depo açmış kaç sene devam etmiş tek tek çıkardım.

İlgi alanınızın sınırları ne?

Çocukluk diyebilirim. Çocukluğumda yaşadıklarımı hiç unutmadım o yüzden pek çok konuya ilgi duyarım, beni
geçmişime götüren bir obje başıma çok büyük işler açabilir.

O zaman her an yeni bir başlıkla ilgilenmeye başlayabilirsiniz!...

Tabii. Kömbe kalıpları mesela... Hatay'da konferans verecektim, bir bakkalda gördüm, sordum bisküvi kalıbı dediler, 3
- 4 tane alıp bir kenara koymuştum. Sanırım 9-10 yaşlarındaydım, Doğan Kardeş Mecmuasını çok severdim. Orada
bir kurabiye tarifi vardı. Anneme yalvarıp yakarmış sonunda izin alıp yapmıştım. Herkes çok beğenmişti. Bir an o
bisküvileri bu kalıplarla yapmayı düşündüm. Objeleri çok sevdim, koleksiyon 130 parçayı geçti. Geçenlerde semtimiz
Nişantaşı'nda açılan çok değerli bir restorana, bana göre Anadolu Mutfağının bir numarası olan SADE'ye, duvarlarını
süslesin diye devrettim.
Sırada yayın ve koleksiyon başlığı olarak neler var?

Çoook şey... Hapishane işi boncuklar ilk sırada. İnşallah yayınlayacağım. Boncuk işi başta nefret ettiğim bir işti!
Minibüsçü tarzı derdim, dikiz aynasından kuşlar sallanır falan. Ama bakın ne oldu! Bir Alman dostumuz var, rahmetli
annemin en yakın arkadaşlarından Elizabeth Kerestecioğlu. Türkiye'yi çok seviyor, her sene geliyor. Bir ziyaretinde
birlikte Mısır Çarşısı'na gittik. "Bayılıyorum boncuk işine, şu kuşlardan bir tane alayım" dedi. Kendi kendime "Elizabeth
Türkiye hayranlığını abarta abarta bu noktaya getirdi" dedim. Bizim hanım da demez mi, "Çok güzel, ben de bir tane
alayım!" Sonra bir gün eşim internette Sivas hapishanesinden satışa konulmuş bir timsah gösterdi. 1600 dolardan
satışa çıkmış. Hapishane işi neymiş diye araştırmaya başladım. Baktım, dünyada çok değer verilen bir nesne.
Denemek için, üzerinde Maşallah yazan küçük bir çanta alıp internete 10 Euro'ya açık artırmaya koydum. Fransız bir
kadın artırma sonucu 350 Euro'ya aldı. Üstüne üstlük bana okkalı bir de teşekkür etti. Araştırdım, gardiyanlar bana bu
işlerin nasıl yapıldığını anlattılar, o anda koleksiyon yapmaya karar verdim... Ayrıca olağanüstü bir nazar boncuğu
koleksiyonum da var. Çok eskiden beri yapıyorum. Sputnik, Arap Bacı, peri bacaları gibi yapımcısının imzasını taşıyan
parçalar var içinde. O boncukları yapan ustalar bugün hayatta değil. Çok büyük bir koleksiyon oldu aslında ve mutlaka
kitabını yapmalıyım...

Nazar boncuğu ile ilgili kitap yok mu?

Önder Küçükerman'ın yaptığı küçücük bir kitap var. Orada da boncuğun nasıl yapıldığını anlatıyor. Ustalar, örnekler
yok. Nazar boncuğu kadar göz önünde bir konu bile yeterince çalışılmamış ülkemde... Gazoz üzerine bir koleksiyon
yaptım, iki makale yazdım. Şu anda 40 tane gazoz koleksiyoncusu var. Bir merakı tetikledik, Anadolu'nun her yerinde
gazoz imal edilir oldu. Bu konuda ilk fitili ateşlemenin keyfini yaşıyorum doğrusu. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Kaybolan
Seslerin İzinde başlığı ile seyyar satıcılar üzerine 3 bin parça görsel topladım. Onların hikayelerinden dev projeler
oluştu. Sokak satıcıları sunumuyla Eczacıbaşı'nın ürettiği bir ilacı, Penos'u, satış listenin son sırasından 1 numaraya
çıkardık. O koleksiyonu da devrettim. Kapsamlı bir kitap yapamadan devrettim ama çok sayıda konferansa konu oldu,
yeterince tanıtabildim.

Hep efemeradan bahsettik. Kütüphaneniz var mı? Bu araştırmalar için kaynak topladınız mı?

Hayır! Beklenildiği gibi muazzam bir kütüphanem yok. Çok özel konular çalışıyorum. Çalıştığım konularda kaynak
bulmak imkânsız gibi. Genellikle kendi çalışmalarımın kaynak olmasını görmek mutluluk veriyor.

Bilgiye nereden ulaşıyorsunuz?

Yok ki... Kendin üreteceksin. Ticaret almanaklarına bakacaksın, Osmanlı Arşivi'ne, Cumhuriyet Arşivi'ne gideceksin.
Elindeki zarfın üzerindeki damgaya, mühre bakacaksın ortaya bir iş çıkartmaya çalışacaksın. Feyziye Mektepleri tarihi
yazdım mesela. Kaynak olmadan okul tarihi yazabilir misin? Ama yoktu. 14 tane eski müdür fotoğrafı verdiler. Hepsi
bu... Malzemeyi ben topladım. "Eski Maliye Nazırı Cavit Bey bizim okul müdürüydü. Okulun gelişmesi için büyük
hamle yapmış ve o sayede Osmanlı İmparatorluğu'nun her tarafından okula öğrenci gelmişti." diye bir bilgi var.
Selanik'teki okula İmparatorluğun neresinden öğrenci gelmiş 1890'da? Gel de çık işin içinden... Sorunun cevabını bir
sahaf verdi, bulduğu bir varaka ile; "Feyz-i Sıbyan Mektebi öğrencisi Ali'nin yaz tatilini geçirmek üzere Girit Adası'nda
evine gitmek için vapura tek başına serbestçe binmesinde mahzur yoktur. Mektep Müdürü..." İşte efemeral belgelerin
böyle bir gücü vardır. Çok basit gibi görünen bir kâğıt parçası bir anda koca bir karanlığa ışık tutar. Belgeyi
bulamadığınızda bilgiler iddia niteliğinde kalır.

Çok uzun soluklu ve detaylı işler yapıyorsunuz. Nasıl bütçeler veriliyor size?

Bir bütçe hazırlıyorum tabii ama her seferinde projeden iflas ederek çıkıyorum. Gerçekçi olmuyor, olamıyor bütçeler.
Düşünün, İnşaat Mühendisi olarak yepyeni bir sahaya girmişsiniz ve Eczacıbaşı'na 9 cilt kitap yapıyorsunuz. Üstüne
para vermeye bile razı olabilirsiniz böyle bir iş için. "Üniversitede öğretim görevlisi olur musun? Marmara
Üniversitesi'nde 4 saat ders verebilir misiniz?" diyorlar. Ben sahada dozerleri idare eden bir adamım. Kimim ben de
Eczacılık Fakültesi'ne gidip ders anlatacağım, kitap basacağım... Başlarda hep bu duygularla hareket ettim, para pul
vız geldi.

Bu işlerin maddi karşılığı var mıdır? Verilen emeğe ve zamana değer biçilebilir mi?

Maddi karşılığı yok! Koskoca Osmanlı'nın ve Türkiye Cumhuriyeti'nin bira tarihini yazmak bana kalmışsa cebimden
para ödeyerek yazmam gerekir. Ben böyle düşünüyorum. Çünkü birisi 500 sene sonra o konuyla ilgili çalışmak
istediğinde açıp senin yaptığın çalışmaya bakacak. "Ben paramı istiyorum" dersen "Vermiyoruz!" derler. O iş de
yapılamaz. Bunu kimse düşünmüyor. "O paraya yapılır mı?" diyorlar. Eczacılık tarihi kitaplarının tanesini 24 bin dolara
yaptım. Yazması ve içinde kullandığım malzemelerin tamamını, kuruma teslim. Müze kurdular.

Peki motivasyonunuz ne?

Maddi tatmin sıfır! Kitabın doğması yetiyor bana. Çocuk doğurmak gibidir kitap yapmak. Her kitap basıldığında, her
forma için matbaada yattım ben. Matbaacı diyor ki malzemenin orijinal rengini görmem lazım. Orijinal malzemeyi
matbaaya taşıyorum, başına bir iş gelmesin diye bin tane yalan söylemem gerekiyor. "Bunlar dünyada tektir. Biri
çalarsa hırsızlıktan çok ağır cezalar alır..." Bu arada gece yemekleri hazırlatıyorum bütün çalışanlara. Hayatımda ilk
kez bütün bir pastırma, 2 tepsi börek gibi büyük çaplı yemek alışverişleri yaptım. Birlikte yedik, içtik mutlu olduk...

Sizden Türkiye'nin 3 büyük koleksiyoncularından biri diye bahsediliyor. Diğer ikisi kim?

Bilmiyorum ki, üstelik ben 3'üncü olduğumu sanmıyorum.

Sizce kaçıncısınız?

Neye göre? Maddi açıdan bakarsanız, örneğin ben 17 kitap yaptım, 17'si bir Kaplumbağa Terbiyecisi etmez.

Soruyu değiştiriyorum, sizin kriterlerinize göre koleksiyoncu var mı Türkiye'de?

Benim kriterlerime göre "olacak" olanlar var, onlar da benim öğrencilerim. Eyüp Talha Kocacık, olacak adam mesela.
Eczacılık tarihi ile ilgili inanılmaz güzel işler yapıyor. Osmanlı'dan bugüne gece nöbeti konusunu çalıştı. Çırak
çalıştırma yönetmelikleri gibi ellenmemiş konularla ilgileniyor. Bu merak bulaştı ona. Farmakolog dergilerinin
tamamının özetini çıkardı. Onları bir arada bulmak bile ölümcül bir iş.

Nihai hedefiniz ne?

Ben, öldükten 500 sene sonrasını görüyorum. İnşallah gördüklerim gerçek olur ve birileri arkamdan benim başkaları
için söylediklerimi söyler. Mesela Ticaret Almanaklarını hazırlayan Cervati için 'Ulan Cervati, sen olmasan ne
yapardık!' diyorum. Bütün imparatorluğun ticaret hayatı onun sayesinde önümde. 100 sene, 200 sene sonra da benim
için "Bu adam da bu malzemeleri nereden toplayıp yapmış bu kitapları? İyi ki yapmış!" derlerse hedef tamamdır.
Aslında kendim dahi 5 sene önce yazdığım bir kitaba baktığımda kendime, "Bunları nereden, nasıl buldum?" diye
soruyorum. Sonsuz malzeme olsa ve hep bulmaya devam etsem belki de bu hissi yaşayamam. Malzeme bitince
geriye bakıp şaşırmaktan alamıyorsunuz kendinizi. Öyle olunca başkaları kadar ben de kıymet veriyorum çalışmama.
Vay anasına, ben ne yapmışım diyebilmek yaşanılası bir mutluluktur.
Bugün olsa yapamazdım dediğiniz bir iş var mı?

Bugün olsa topladığım malzemelerin yüzde 90'ı çöpe atılmış olacağı için teknik olarak yaptıklarımı yapamayacaktım.
Hiçbir vatandaş eski bir reçeteyi alıp da bir kenara koymaz. Meşhur İtalyan arşivi satıldı. Herkes bir şeyler aldı, fiyatlar
makuldü ama ben tanesi 100 dolardan aldım. Seçerek, eczacılık ve müzik aldım sadece. Büyük paralar ödedim. Şimdi
ne oldu o arşive? Çöpü yok ortada. Eğer eczacılık ve müziği toplamıyor olsaydım onlar da lotların içinde kaybolup
gidecekti. Benden başka kimse almadı zaten. Araştırdığım konuları kimsenin toplamadığını düşünelim, niye
uğraşacaksın? Malzemeyi direkt kâğıt hurdası olarak değerlendireceksin. Avukatlıkla ilgili olanları ayırdın mı örneğin?
Hayır! Koca meslek uçtu gitti.

Biyografinize baktığımızda hayatınızda müziğin ayrı bir yeri olduğunu görüyoruz. Ancak müzikle ilgili bir
çalışmanız yok. Neden?

En büyük koleksiyonum Osmanlı dönemi çok sesli müziğiydi. Satıldı, dağıldı. Çok büyük bir koleksiyon yapmıştım,
bütün servetimi ona harcadım. Osmanlı Tarihi'ne ışık tutacak nitelikteydi. Çalışmayı çok istedim ama para? Yaşamaya
paran kalmıyor artık. Bir yere kadar. O konuda hiçbir şey yapamadım. Bir konferans hazırladım, istenildiğinde onu
veriyorum. Bir milli marş var, 1908'de yapılmış. Sözlerini Tevfik Fikret yazmış. Dünyanın en büyük Arap bestecisi
Vadia Sabra bestelemiş. Marş Tevfik Fikret biyografilerinde bile geçmiyor. Özel bando tutup çaldırdım. Bu millet böyle,
kendi milli marşını unutur halde... Ve sadece ben yetmeye çalışıyorum pek çok konuya, içime Prof. Dr. Süheyl Ünver
ruhu kaçmış sanki...

Aile tarihinizi çalıştınız mı? O alanda dedelerden size devreden belge, koleksiyon var mı?

Dedemin tarihini çalışıyorum. Türk eğitim tarihi açısından muazzam bir kitap çıkacak ortaya. Dedem, Feyz-i Âti
okullarının kurucusu Kudret Sandalcı, muhteşem bir adamdı. Çocukluğundan itibaren tüm hikayesi var. Kaymakamlık,
vali yardımcılığı yapmış. Suriye Cephesi'ne gitmiş. Dedemle büyüdüm, beni ben yapan kişi odur. Anlattığı şeyleri
hikâye olarak bırakmadım, Osmanlı Arşivi'nden ispatladım. Atanma belgeleri, maaş belgeleri... Hepsini çıkardım.
Metin bitti, görsel malzeme hazır. Yayınlanmayı bekliyor. Son ve en değerli çalışmam bu olacak...

Söyleşi: Ayşe Adlı


Fotoğraflar: Bahtiyar İstekli
Arşiv: Mert Sandalcı
İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.

You might also like