You are on page 1of 5

Nesilden Nesile Salih Bozok

Selim DELİKARA, NMD

Atatürk’ün yol arkadaşı ve son anına kadar yanı başında olan yaveri Salih Bozok’u, onunla aynı ismi paylaşan
torunu Salih Bozok anlattı.
Mustafa Kemal ile çocukluk arkadaşıydı, aynı mektebe gidip aynı mahallede büyüdü. Salih Bozok,
Atatürk’ün hem en yakın dostu hem de yaveriydi. Öyle bir sevgiyle bağlıydı ki O’na… Ata hayata
gözlerini yumduğu an; silahını aldı, kalbine doğrulttu ve hiç düşünmeden tetiği çekti.
Öncelikle kendi hikâyenizden bize kısaca bahsedebilir misiniz?
28 Ocak 1948 Ankara doğumluyum fakat doğduktan birkaç sene sonra babam ile annem İstanbul’a
yerleşti ve dolayısıyla benim çocukluğum İstanbul’da, genellikle Kadıköy çevresinde geçti
diyebilirim. Moda İlkokulu’nda okudum ve ilkokuldan sonra Galatasaray Lisesi’ni kazandım.
Üniversite okumak için tek başıma Fransa’ya geldim. Grenoble Üniversitesi’nde siyasal bilgiler
okudum ve iktisat doktorası yaptım. Tahsilim dolayısıyla yurt dışında uzun süren bir dönemim oldu.
Doktora tezimi hazırlarken 2 sene Cezayir’de kaldıktan sonra Fransa’ya geri dönüp tezimi
savundum ve bir süre yabancı işçilerle ilgilenen bir kuruluşta çalıştım. Ardından lise öğretmenliği
sınavlarına girdim ve lise öğretmeni oldum. Son 10 yıldır da emekli hayatı yaşıyorum.
Babam bir gün bana: “Her görüşü oku fakat fikre kendin ulaş” demişti. Yani “Okuduğun
her şeye inanma ama herkesin görüşünü, karşı görüşleri ve farklı bakış açılarını dinle,
oku ve sonra kendi fikrini edin” diyordu.

Duyduğuma göre ara ara arşivleri gezip belge topluyormuşsunuz. Tarihe meraklı olduğunuzu
söyleyebilir miyiz?
Evet, öyle diyebiliriz. Tarihçi değilim fakat amatör olarak oldukça ilgim vardır. Tarihi romanlar ve
tarihi kitapları okumayı çok severim. Zaten bütün aile genel olarak okumayı çok severdi. Babam bir
gün bana: “Her görüşü oku fakat fikre kendin ulaş” demişti. Yani “Okuduğun her şeye inanma ama
herkesin görüşünü, karşı görüşleri ve farklı bakış açılarını dinle, oku ve sonra kendi fikrini edin”
diyordu. Bu tarih merakım çoğu zaman beni çok ilginç konulara götürüyor. Örneğin geçen günlerde
İsviçre’de çıkan ‘Le Temp’ gazetesinin internet sitesine göz attığımda veri tabanına koydukları arşivi
keşfettim. Bu arşivde Mustafa Kemal ve Türkiye ile alakalı binlerce belge ve haber var. En
ilginçlerinden biri Atatürk’le ilgili 1920’li yıllarda yapılmış ‘Mustafa Kemal Paşa Afgan kralının
kızıyla evleniyor’ haberi. Halbuki o dönemde böyle bir şey söz konusu bile değil, tamamen
asparagas. Bir de bunun yanında 1953 yılında içinde pek çok farklı konuya değinilmiş ve sadece
Türkiye’ye özel 50 sayfalık bir sayı çıkarmışlar.

Peki, sizin aileniz için Atatürk’ün ifade ettiği anlam neydi?


Çok önemli bir yeri vardı ailenin içinde. Çok saygın bir karakter olması bir yana, ailemin çok yakın
bir dostu olarak bilinirdi. Dedemle çocukluktan gelen bir ahbaplığı vardı. Çoğu kişi bilmese de
aslında kan bağı da vardır dedemle Atatürk arasında. Atatürk’ün dedeleri olan Hacı İsam Ağa ile
Hacı Salih Ağa, aynı zamanda Salih Bozok’un dedeleri. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’a dedem
hep “hanım hala” dermiş. Yani büyük dedeleri aynı kişiler. Dünyaya geldiğim andan itibaren evde
hep Mustafa Kemal vardı. Evin içinde kocaman bir bronz Atatürk büstü bulunurdu. Vitrin içinde
ondan ve dedemden kalan çeşitli hatıralar; duvarlarda o ve dedemin resimleri, sürekli bahsedilen
anılar hikâyeler… Hep Atatürk’le birlikte büyüdük.
Çocukluğunuzdan itibaren Atatürk’ün anıları ve izleri ile çevrelenmiş bir hayatınız vardı.
Peki, siz Atatürk’ü nasıl algıladınız, O, sizin için neyi temsil ediyordu?
Her şeyden evvel aile içerisinde ailenin ve dedemin çok yakını olması itibariyle sürekli itibarı olan
bir kişiydi. Bunun ötesinde dedem ve büyük dayım Nuri Conker’in de olduğu ve Mustafa Kemal’in
başını çektiği kadro, ülkeyi binbir zorlukla işgalden kurtarıp yeni bir cumhuriyet kurdu. Bu asla
hafife alınabilecek bir konu değil. Bu isimler bizim hayatımızda çok fazla öneme sahip insanlar.
Özellikle Atatürk’ün Türkiye’yi Osmanlı’nın enkazından ve yaşanan onca zorluktan kurtarıp
yeniden vücuda getirirken öncelikli olarak benimsediği bir felsefe var ki; bu felsefenin temeli her
zaman çağdaşlık ve laiklik olmuştur. Mustafa Kemal’in ünlü bir sözü vardır: ‘’Eğer bir gün benim
sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin.” Herhalde siz de bu bağlamda Atatürk’ün en çok
rasyonel tarafını seviyorsunuz.
İnsanlar, Mustafa Kemal’i duygudan çok mantık ve bilim ışığında değerlendirdikleri zaman onun
büyüklüğü ve yüceliğini daha iyi anlayacaktır. Kendisi bilime bağlı bir insan. Dogmaların ötesinde,
olayların bilim ışığında değerlendirilmesini öneren bir insan. Dolayısıyla biz de onu
değerlendirirken bu açıdan bakmalıyız diye düşünüyorum.

Türkiye’de 10 Kasım günü ile ilgili son yıllarda yeteri kadar önem gösterilmediği konusunda
tartışmalar yaşanıyor. Sizin çocukluğunuzda günümüzden farklı olarak 10 Kasım nasıl
geçerdi?
Ailemizde bir gelenek vardı. Babam her 10 Kasım’da Atatürk’ü öven ve yücelten bir şiir yazıp bana
verirdi ve ben de onu okuldaki törende okurdum. Okuldaki herkes; öğretmenler, arkadaşlarım
çalışanlar Atatürk’e çok büyük saygı ve bağlılık hissederdi. Saat 9’u 5 geçe sirenler çalar ve saygı
duruşunda bulunurduk. Öğretmenlerimiz toplantıda bize Atatürk’ün yaptıklarını; zaferlerini
savaşlarını, inkılaplarını ve cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlatırlardı.
10 Kasım günü sabah saat 9’u 5 geçerken Mustafa Kemal hayata gözlerini yumuyor. Bir kaç
dakika sonrasında Dolmabahçe Sarayı’nda koşuşturan bir adam: dedeniz, Salih Bozok… Boş
bulduğu bir odaya girerek silahını kalbine doğrultuyor ve bir an bile düşünmeden tetiği
çekiyor…
“Kalbim iki değirmen taşı arasına düşmüş bir buğday tanesi olsa, ancak bu kadar ezilirdi. Ne
ağlayabiliyor ne konuşabiliyor ne de konuşulanları anlıyordum ” demiş dedeniz anılarında.
Sizce nasıl bir ruh halindeydi o an?
Kendisi deli dumrul denilebilecek bir karaktere sahipmiş. Keza aynı zamanda çok duygusal bir
insanmış. Ata’nın hastalığının kötüleşmeye başladığı zamanlardan itibaren zaten onun yanı
başından hiç ayrılmamış
ve hep destek olmaya çalışmış. Kendisi de günden güne kötüleşmeye başlamış. Aslında bana
anlatılanlara göre yakınları dedemin böyle bir intihar girişiminde bulunabileceğini tahmin
ediyormuş. Sürekli ailesine Atasız yaşayamayacağından bahsedip dururmuş. Birkaç kez doktorlara
kalbin vücuttaki yeriyle ilgili sorular sormuş. Halamın anlattıklarına göre 10 Kasım sabahı banyoya
“tıraş olacağım” diyerek, girmiş ve Atatürk öldüğünde ateş edeceği yeri tentürdiyotla işaretlemiş.
Silahı ateşlediğinde ise kurşun, yağ tabakasından hafif sıyrılmış ve kalbi ıskalamış. Ağır yaralı bir
şekilde hemen hastaneye kaldırılmış ve bir şekilde hayatta kalmış. Birkaç ameliyat ve bir müddet
hastanede kaldıktan sonra Suadiye’de bir ev yaptırdı ve bir süre orada yaşadı. Ata’nın ölümünden
yaklaşık iki buçuk sene sonra 25 Nisan 1941 yılında kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti.
Silahtan çıkan kurşun uzun süre halamın boynunda bir zincirin ucunda babasından
hatıra olarak duruyordu.

Can Dündar’ın 2009’da yazdığı bir köşe yazısında Salih Bozok’un 10 Kasım günü intihar
girişiminde kullandığı silahı Yapı Kredi bankasının kasasında bulduğunu söylemiş. O silahın
hikâyesi tam olarak nedir?
Silahın yanında bir de kurşun hikâyesi var aslında. Silahtan çıkan kurşun uzun süre halamın
boynunda bir zincirin ucunda babasından hatıra olarak duruyordu. Halam hastaneye kaldırıldığında
ameliyata girerken kurşun çıkarılmış ve o esnada kurşun kaybolmuş. Herhâlde hastane çalışanları o
kurşunu basit bir metal parçası olarak görüp bir kenara atmış. Babamın güvenini kazanmış bir
arkadaşı vardı. Bu kişi Atatürk’le ilgili araştırma yapan ve zaman zaman yazılar yazan bir
araştırmacıydı. Babam bana o silahı verirken “Bunu hayatının sonuna kadar saklayacaksın’’ demişti.
Ölümünden sonra silahı koyduğu banka kasasını açtığımda silahın yanında iki adet tabanca daha
bulmuştum. Fakat benim ateşli silahlara merakım olmadığından ve yurt dışında yaşadığımdan
mütevellit bu değerli silahın herkesin bizzat görebileceği ve hikâyesini okuyabileceği bir müzede
olmasını isteyerek silahı hiçbir karşılık istemeden bu bahsettiğim kişiye teslim ettim. Sonraki
yıllarda Can Dündar’ın yazısıyla karşılaştım ve çok şaşırdım. Çünkü yazıda: “Uzun zamandır
akıbetini merak ettiğim silahı, sonunda bir koleksiyoncu tarafından bankaya satılmış şekilde
buldum” yazıyordu… Bu yazıdan sonra Can Dündar’ı bizzat arayıp telefonda bu konuyla alakalı
konuştum. Olayı sorduğumda koleksiyoncunun ismini bilmediğini, sadece bankaya gittiğinde
silahın kendilerinde mevcut olduğunu söylediklerini belirtti. Sonrasında Yapı Kredi Bankası’nı
arayıp durumla ilgili sorular sorduğumda bankada bir tereddüt yaşandı ve beni oyalamaya
başladılar. Birkaç gün sonra tekrar konuştuğumuzda bir yanlışlık olduğunu, Can Bey’in kendilerini
yanlış anladığını ve bu silahın onlara satılmadığını, sadece verildiğini belirttiler.
Silahı verdiğinizde herhangi bir yasal işlem yapılmadı mı?
Ben silahı bahsedilen koleksiyoncuya babamın ve ailemizin güvenini kazanan birisi olduğu için
verdim. Teslim ederken de herhangi bir çıkar amacım olmadığı için bir tutanak tutmayı
düşünmedim ve direkt elden teslim ettim. Açıkçası bu konuda hem hata yaptığımı düşünüyor hem
de babama ve dedeme karşı kendimi mahcup hissediyorum. En azından teslim ederken belgesini
tutmalıydım. Her şeye rağmen Avrupalı bir koleksiyoncunun evinin duvarında asılı durmasından
dedemin bu yadigârının Türkiye’de, kendi memleketinde kalmış olması sevindirici.
Son olarak dedeniz ve ailenizden size kalmış unutamadığınız bir anıyı bizimle paylaşır
mısınız?
Kimse bilmez ama dedemin aslında ilk intihar vukuatı 10 Kasım günü değildir. İttihat ve Terakki
Dönemi’nde II. Abdülhamid’in ortadan kaldırılma mevzusu tartışıldığı zamanlarda bir suikast planı
ortaya atılmış. Bu plana göre yakın subaylar arasında bir kura çekilecek ve bu kurada çıkacak olan
kişi padişahı öldürdükten sonra kendisini vuracaktı. O sırada kuraya katılan isimler arasında bir kişi
çıkıp herkesin sözünü keserek bir anda ‘‘Kuraya gerek yok bu görevi ben yerine getireceğim’’ diye
bağırmış. Tahmin edebileceğiniz üzere o kişi bizzat dedem Salih Bozok. Neyse ki plan askıya
alınmış ve dedem kurtulmuş. Bir diğer hikâye ise yine II. Abdülhamid, Beylerbeyi Sarayı’nda hapis
hayatı yaşarken dedem orada muhafızmış ve II. Abdülhamid, kendisine iyi davrandığı için en çok
dedemi severmiş. Ayrıca babam, Cemil Bozok, II. Abdülhamid’in en küçük oğlu olan Mehmed Abid
Efendi ile Beylerbeyi Sarayı’na sık sık gidip geldiği sıralarda arkadaş olmaya başlamış. Abid Efendi
ile arkadaşlıkları zamanla o kadar yakın hale gelmiş ki; Osmanlı Hanedanı yurt dışına sürüldükten
sonra bile sık sık Abid Efendi’nin yanına gider, ona Türkiye’den sigara lokum gibi şeyler
götürürmüş. Babam ayrıca Demokrat Parti yıllarında partideki arkadaşlarına ‘ Ben Abid Efendi ile
görüşüyorum bu insanlar artık cumhuriyete zarar verecek konumda değiller. Ayrıca memleket
hasreti ile yanıp tutuşuyorlar acaba bunların affedilerek memlekete geri gelmeleri konusunda bir şey
yapabilir misiniz’’ diyerek yardım istemiş; fakat onun bu çabaları sonuçsuz kalmış. Sonradan
öğrendiğine göre Abid Efendi Şam’da sefalet içinde hayatını kaybetmiş.

You might also like