You are on page 1of 7

Inès de Bruyn ve Véronik Lamendour’a,

müşterek kulaklar ve gece sesleri için...

GİRİŞ

Ses bir büyü ve gerçeklik. Doğum anından bile önce, içgüdülerle ele geçirilen ilk sır.
Başlangıçtaki emirlerden biridir, “Dinle!” Bir mırıltı, hemen yakınlarda. Kavranamaz
akışkanlık, edebiyat için el altında tutmaya müsait bir malzeme. Hele nasıl bir güçle!
Uzakta bir motor ve yapraklarda rüzgâr. Ses aracılığıyla, bir yazar kendini örneğin
bir avın avcıya verdiği türden ilkel korkuların kucağında bulur. Ses aracılığıyla, bir
yazar hayaletleri çağırmak için bedenin olasılıklarının ötesine geçer. Bir toprak
parçasının üzerindeki adımların gürültüsü. Tasavvur edilebilir bir hareket. Ses
aracılığıyla, fantastiğin alanına girilir. Okur, kulağıyla algıladığını bir başka boyut ve
farklı olasılıklar olarak kabul eder. Duvarlardaki yankı, ufuktaki parıltılar; uzaktan ve
yakından, uzamı var eden sestir. Burada bir karakter var, sonra tasavvur ettiğimiz şu
yerde bir başkası.

Romanlar ve anlatılar; onlardan bir ütopya ve bir efsane yaratabilmek adına yeniden
üretim, dağıtım ve sesi algılama teknolojilerinin yolunu gözlemedi. Ses cihazları,
yasak şarkılar ve “donmuş sözler”: öncü anlatılar, henüz belli belirsiz durumdaki
coğrafya parçalarına, onları muştulayan bir ses verdiler. Büyük maceralar gürültü
yaratır. Ses, anlatılarda bir tuzaktır, yönünü kaybetme dersleri için bir kılavuzdur.
Hayal gücüne yer açmak için hakikatten ödünç alır. Buna teknolojik ilerleme
eklendiğinde; ses, manipüle edilen, korunan ve üzerinde yeniden oynanan bir gravür
olur. Hafıza patlamalarında ateşleme fitili işlevi görür. Geçmişten gelen tanıdık bir ses,
bir kurmaca kişiliğin lokomotifidir. Bu durumda geçip giden zamandan (neredeyse)
daha güçlüdür. Hangisi olduğu bilinmeyen bir dilde çok kısık bir sesle konuşuyorlar.
Derken sahneye radyo girer. Bundan daha doğaüstü olan ne vardır? Söz aynı anda her
yerde olma gücüne kavuşur. Orada ve buradadır, bir yandan bir stüdyoda ve aynı anda
dünyanın geri kalanında – hatta daha da uzaklarda. Radyo, belirsiz bir kitleye değil,
herkese konuşur: Müşterek mahremiyet. Ancak kimin dinlediği bilinir mi? Mikrofon,
anten, yayın: Ses havaya saçılır ve kimse, gün olur da geri toplanır mı ya da kime
ulaşır, bilmez. Kaybolsalar bile, dalgaların asla ilerlemekten geri durmadıkları kabul
edilir. Bugün Clermont-Ferrand ve Strasbourg’da, yarın Moskova ve Tokyo’da,
yarından sonra Jüpiter’de, daha sonra Plüton’da ve biraz sonra da Andromeda’da. Bu
nedir, sonsuzluğun sesi mi? Radyofonik seslerin yayılımı ölçütlerin ötesine geçer.
Edebiyat, kimi zaman bu gündelik gizemi ve onun dış hatlarını kavramayı
başarabilmiştir. Aralarından biri avuçlarına vuruyor, gülüyorlar.

Mekanik çağda, sesi kabaca bölümlere ayırmak gerekiyordu. Bu, daha iyi bir dinleme
için zorunluydu. Fazlalık, hareket halinde olan dünyanın ritminde olmayı arzulayan
yaratıcıların merakını kamçılıyordu. Bu parçalardan ne yapılmalıydı? Onları
gözlemlemek, sınıflandırmak ve bestelemek. Bu kopuşun gramerini belirleyebilmek
için çokça yazılıp çizildi.

Kelimeler gürültü çıkarır, onların sesi dildir. Victor Hugo’nun yazdığı (1828) Türk
Marşı’ndaki savaşçı şöyle der: “Kurumuş kanından oluk oluk akan kılıcım bir
yanımda / Ve baltam eyerimin çatısına asılı.” (Ma dague d'un sang noir à mon côté
ruisselle, / Et ma hache est pendue à l'arçon de ma selle.) Dokuz ölçüde tekrarlanan
bu kelimelerin sesi ve ritmi, kelimelerin her birinin anlamı kadar manidar. Kim
burada aleksandren uyak yapısına bağlı atların toynağını ve ünsüz seslerin birbirine
çarpmasını duymaz ki? Edebiyat seslidir.

Sanki bir arkeolojik kazı sırasında, üzeri titizlikle örtülmüş ve biri diğerine
eklemlenmiş iki küp bulunmuştur. Kapakları ve zanaatkarların ürettiği yapışkan
asırlara dayanmış gibidir. İlk küp, bilinmeyen bir dilde yazılmış bir anlatıyı muhafaza
eder. İkinci küp açıldığında, bir sesin titreşimi havaya karışır. Bu ses, söz konusu
metnin okunuşunun sesi, inanılmaz bir biçimde mevcut ve canlı. Ancak açık havada,
neredeyse diğer küpün sesi sustuğu anda, yazılı olan da birkaç dakika içinde silinip
gider. Sonra susarlar ve başka hiçbir şey duyulmaz.
Thomas BAUMGARTNER

GUY DE MAUPASSANT

Dünya yok oluyordur,

ama ses sona kalır

Fantastiğin ve iç sıkıntısının yazarı Maupassant (1850-1893), duyularla oynamayı


bilir, bilhassa da işitme duyusuyla. Maupassant Horla ile aynı yıl, alt başlığı “Kabus”
olan Gece’yi yayımlar. Burada ses, karakterin iç sıkıntılarının yeraltı anlatıcısı işlevi
görür. Anlatının kahramanı bir gece sevdalısıdır; Paris’te onu Champs-Elysées’ye,
geniş bulvarlara, Bastille’e ve Halles’e kadar götüren bir gece gezintisini anlatır.
Geceleyin, tüm ışıklar söndüğünde, her şey sese dönüşür.

Geri döndüm. Etrafımda tek bir kişi bile yoktu. Yine de, Château-d’Eau Meydanı’nda
ayyaşın biri neredeyse bana çarpıyordu, sonra ortadan yok oldu. Bir süre boyunca biri
birini tutmayan gürültülü adımlarını dinledim. Yoluma devam ettim. Montmartre’ın
yüksek kenar mahallelerinden Seine Nehri’ne doğru inen bir fayton geçiyordu. Ses
ettim. Arabacı yanıt vermedi. Kadının biri Drouot Caddesi yakınlarında dileniyordu:
“Beyefendi, dinleyiniz.” Uzanmış elinden kaçabilmek için adımlarımı sıklaştırdım.
Sonra, sonrası yok.

[...]

Crédit Lyonnais önünde, bir köpek hırlayıp duruyordu. Grammont Caddesi’nden


dönüp yolumu kaybettim; başıboş dolaştım, sonrasında etrafını saran demir
ızgaralarıyla Borsa binasına vardım. Paris bütünüyle derin bir uykudaydı,
korkutucuydu. Yine de, uzaktan bir fayton geçiyordu; belki de az önce önümden
geçenle aynı faytondu bu. Tekerleklerinden çıkan sesi takip edip; ıssız, karanlık, ölüm
gibi kapkaranlık sokaklardan geçerek faytona yetişmeye çalıştım.

Bir kez daha kayboldum. Neredeydim? Gaz lambalarını bu kadar erken söndürmek ne
saçmalıktı! Tek bir yaya, aylak aylak dolaşan, geç kalmış biri, sevdalı tek bir kedi
miyavlaması bile yoktu. Hiçbir şey yoktu.

Peki şehrin bekçileri neredeydi? Kendi kendime, “Çığlık atacağım ve gelecekler,”


dedim. Bağırdım. Kimse cevap vermedi.

Daha da yüksek sesle bağırdım. Sesim yankısız, zayıf, soluk, havaya karışıp gitti; akıl
sır ermez gece sesimi yuttu.

Bağırıp çağırdım: “İmdat! imdat! imdat!”

Umutsuz yakarışım yanıtsız kaldı. Saat kaç olmuştu? Cep saatimi çıkardım ancak tek
bir kibritim bile kalmamıştı. Tarifsiz ve tuhaf bir hazla, küçük mekanizmanın kısık tik
taklarını dinledim. Yaşıyor gibiydi. Daha az yalnızdım. Ne gizem! Bir kör misali,
bastonumla duvarları yoklayarak yeniden yürümeye koyuldum ve günün sonunda
doğacağı umuduyla, kafamı her an gökyüzüne çevirip durdum; ne var ki her yer
karanlıktı, şehirden daha da karanlık, kapkaranlık.

Saat kaç olabilirdi? Bana öyle geliyordu ki, sonsuz bir süre boyunca yürümüştüm; zira
bacaklarım pes etmek üzereydi, soluk soluğa kalmıştım ve açlık beni yiyip bitiriyordu.

Karşıma çıkan ilk kapının zilini çalmaya karar verdim. Bakır tokmağı tıklattım ve
zilin sesi, evin içindeki tek sesmiş gibi tuhaf bir şekilde çınladı.

Bekledim, ne yanıt veren ne de gelip kapıyı açan oldu. Zili bir daha çaldım; biraz
daha bekledim, – hiçbir şey olmadı!

Gece, “Kabus” (1887)


Novellanın başında, Maupassant şöyle yazar: “Dinleti kahvelerinin uğuldayan yangın
yerlerine benzediği Champs-Elysées’ye vardım.” Gece böylesi misafirperverken
işitme, diğer duyularla iç içe geçer. Ancak gece ilerledikçe, ses yaşamın tek somut
kanıtı olarak kalır geriye. Gece hayata veda eden ancak kendisi bunu bilmeyen bir
adamın hikâyesi midir? Birden, “Şehirde tek bir tıkırtı, soluk da olsa tek bir ışık,
havada tek bir ses titreşimi” kalmaz. Maupassant, sesin fiziksel karakteristiğini kesin
olarak imler: Ses, havada titreşim yaratır. Bu açıdan, hiçliğin karşısında bizi teskin
eder. Kabus, sesin tek kaynağının insanın kendisi olduğu anda gelir. Kadın (beyaz
kadının görülmesi), kahramanımıza elini uzatır ve ona “dinle” der. Eğer dinlese,
kulaklarındaki tüm gürültüler silinmişken, sesin tek kaynağının kendisi olduğunu
anlayacaktır. Ölüm gelir, dünya yok oluyordur, ama ses sona kalır.
SAMUEL BECKETT

Son Band’ın nefesi

Dramaturg Samuel Beckett (1906-1989), Son Band’da biçimsizleşmiş bir hafıza


denemesine girişir. Krapp (İngilizce’de, argoda bok anlamına gelen crap kelimesini
anıştırır) adındaki tek kahraman, geçmiş yıllarda kendi sesini kaydettiği diskleri
yeniden ve yeniden dinler. Krapp’ın geçmiş aşklarını, bağırsaklarının maceralarını ve
vardığı genelgeçer sonuçları anlattığı duyulur. Hafızanın yanılsaması ve bir ayna
oyunu. Sahnede bir masadan, “bobinleri” içeren birkaç kutudan ve –bütünüyle bir
karaktere dönüşen– bir teypten başka bir şey yoktur.

Samuel Beckett, Krapp’ın Son Bandı, Tüm Kısa Oyunları içinde, Çeviren: Uğur Ün,
Mitos Boyut

(Başını kaldırır, dalar, teybin üzerine eğilir, çalıştırır ve dinleme konumuna geçer;
öne eğilerek elleriyle kulaklarını açarak alete doğru uzatır, yüzü izleyiciye dönüktür.)

BANT: (Güçlü, oldukça tumturaklı bir ses, KRAPP’ın çok daha genç dönemine ait
olduğu iyice belirgindir.) Bugün otuzdokuzuma girdim, dipdiri – (Daha rahat bir
biçimde yerleşmeye çalışırken kutulardan birini düşürür, küfreder, aleti durdurur,
kutuları ve kayıt aletini sert bir hareketle yere savurur, bandı başa alır, çalıştırır,
dinleme konumuna geçer.) Bugün otuzdokuzuma girdim, dipdiri hissediyorum
kendimi, şu zayıf yanımı saymazsak, entelektüel yaşamım da... (Duraksar) ... en üst
noktasına ya da buna yakın bir yere ulaştı anladığım kadarıyla. Şu berbat olayı geçmiş
yıllardaki gibi bir meyhanede sakin sakin kutladım. Kimsecikler yoktu. Gözlerimi
kapattım. Gözlerimi kapatıp, ateşin önünde oturarak sapı samandan ayıkladım. Bir
zarfın arkasına bir şeyler çiziktirdim. İnime dönmekten, eski püskü giysilerime
kavuşmaktan hoşnuttum. Biraz önce üzülerek söylüyorum üç muz yedim ve bir
dördüncüsünü yemekten zor alıkoydum kendimi. Benim durumumdaki biri için
zehirden farksız bunlar. (Telaşlı bir biçimde) Bırak şunları yemeyi artık! (Susar.)
Masamın üzerindeki ışık olumlu bir değişiklik. Çevremdeki tüm bu karanlığın içinde
kendimi daha az yalnız hissediyorum. (Susar.) Bir bakıma. (Susar.) Kalkıp inimde
şöyle bir dolaşmayı ve sonra buraya... (Duraksar.) ... kendime dönmeyi seviyorum.
(Susar.) Krapp’a.

(Susar.)

Sap demekle ne anlatmak istediğime bakalım şimdi de, demek istediğim...


(Duraksar.) ... yani bunun anlamı, her yan toz – her yanım toz içinde kalsa da bir
değer taşıyan şeyler. Gözlerimi kapıyor ve onları düşlemeye çalışıyorum.

(Susar. KRAPP çok kısa bir süre gözlerini kapatır.)

La Dernière Bande

Les Editions de Minuit, 1959.

Teypteki ses bandı ve bugünkü Krapp arasındaki diyalogda bir zaman (neredeyse otuz
yıl uzaklık) ve bir kimlik farkı vardır. Geçmişteki ruh hallerini tanıdığından emin
midir? Bu deneme boşlukta çınlamaya mahkumdur: Krapp sonunda bir ses bandı
dinlediğini dile getirerek bitirir. Nihayetinde kendi kendini bitirmek için hareketi
yakaladığın yanılsamasıyla. Söylenecek hiçbir şey yoktur. Kendiyle diyalog karanlığa,
Krapp’ın bütünüyle “kendi odasında” yalıtılmasına, bir çıkmaz sokağa varır.
Sözcüklerin bozgununa boşluğa dönüşlerine tanıklık ederiz. Nihayet, bu “son band”ın
son saniyelerde sessizliğe gömülen nefesinden başka hiçbir şey kalmaz.

Burada, da Beckettvari bir hareket vardır: Azaltmak, maddeyi geri çekmek. Bu açıdan,
dramaturg bu oyununa, sahne, radyo ya da imge açısından, onu uzayan bir ses
birliğini yeniden düşünmeye sevk edecek bir ses çalışmasıyla başlar. Dil hatları
arasındaki ritim ve nefese olan bu alaka, onu modern, yaşayan anın temsilinin
farkında olan bir dramaturg yapar.

You might also like